50

Click here to load reader

Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

L

GAPÇare Olabilir mi?

Üniversite ve Eğitim Çıkmazı

12 Eylül ve Kadın

Sosyalist Mücadelede Eğitimle Varılması

'^¿reken Hedef

\

Eylülizm ve Devrimci Gelenek

Yeni Düşünce ya da Sovyetler'in

Dünya Devrimci Sürecine Yaklaşımı

Delinen 1 Ağustos ve Kazandırdıkları

Savaş Teorisi Üstüne

I

LGenel O larak Sosyal Sınıflar

Çok savaştım, diyormuşsun dövüşemem artık.Ö y le y s e d in le :S a v a ş m a z s a n yo k bil ke n d in i, ister suçlu kendin ol, ister başkası, kendini yo k bil.

B.Brecht

Reddettiğimiz Miras ve Sosyalist

Hareketimizin Kökleri

SHP Kime Alternatif?

Page 2: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

Çağdaş YolSİYASİ DERGİ

Düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz İÇİNDEKİLER

SAHİBİ ve SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ:

Süleyman Kılıç YAZIMŞA ADRESİ:

Jöntürk Cad. Nikâh Dairesi Karşısı Şamdancı İşhanı Daire: 26

Laleli/İSTANBUL DİZGİ:

Alfa Ajans BASKI:

Milliyet Gazetecilik A.Ş.FİYATI: 2000 TL.

YURTDIŞI FİATI: 5 DM. GENEL DAĞITIM: Hür Dağıtım

ÖN KAPAK RESMİ: Emre Zeytinoğlu

“ İtirafçıya Madalya Töreni”

ARKA KAPAK RESMİ: SİOUEROS - “ Direniş” (Detay)

— Başyazı / YOL .............................................................................. 3— Yeni Düşünce ya da Sovyetler’in Dünya Devrimci

Sürecine Yaklaşımı / M. Yılmazer.............................................. 11— Delinen 1 Ağustos ve Kazandırdıkları / E. Korlü .........................22— Reddettiğimiz Miras ve Sosyalist

Hareketimizin Kökleri/H. Korkmaz .............................................. 24— SHP Kime Alternatif / İ. F a ik ...................................................... 27— GAP: Çare Olabilir mi? / A. Kemal'.............................................28— Üniversite ve Eğitim Çıkmazı / N. Ç ağlar.................................. 31— 12 Eylül ve Kadın / G. D em ir......................................................34— Savaş Teorisi Üstüne / A. Aydem ir............................................36— Sosyalist Mücadelede Eğitimle Varılması Gereken Hedef ve

Militan Kadronun Niteliği Ne Olmalıdır? / A. A ydem ir..............40— Genel Olarak Sosyal Sınıflar / Dr. H. Kıvılcım lı.........................46

Page 3: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

ızvASva

EYLULIZM ve DEVRİMCİ GELENEK

Her toplumsal hareket, çoğu kez belirli ölçülerde gelişmiş kendiliğinden davranış eğilimleri olarak karşımıza çıkan kendi moral değerleriyle birlikte doğar. Yığın hareketinin kendiliğinden-gelme doğasında içerili bulunan değerler, öncülerin sistemli eyleminde billurlaşmış davranış ilkeleri şeklinde işlenerek teorik bilinçteki kalıcı ifadelerine kavuşmuş olurlar.

Böylece, siyasal biçimler kazanmış, yönlendirici ilkeler olarak ifade edilmiş olan değerler, hareketin birbirini izleyen pratik dönemleri boyunca her an sınanıp yeniden işlenerek, öncülerin eylemiyle yığınlara geri dönerler. Bu noktadan sonra onlar, yığın hareketinin doğal yanını belirlemekle kalmazlar. Bilinçli toplumsal idealler ve somut siyasal programlarla kendilerini ortaya koyar, örgütlü mücadelenin tarihsel özniteliklerini oluştururlar.

İşçi sınıfı siyasal hareketinin kırmızı rengi, teorik sosyalizm biliminin doğuşundan çok önce ortaya çıkmıştı. Daha 1525 Alman köylü savaşları sırasında, henüz tohum halinde bulunan proletaryanın komünal düşünceler­le tarih sahnesine girdiğini görürüz. Ancak proletarya idealleri, gerçek evrensel tonunu, Avrupa’da dinmek bil­meyen direniş hareketleri ve ayaklanmaların deneylerinden süzülerek gelişen Marksizmle kazanmış oldu.

Demek ki, bütün siyasal-moral değerlerin maddesini yığın hareketleri oluşturmaktadır. Devrimci değerler, köklerini, besleyici kaynaklarını yığınların devrimci atılganlığında bulur, onunla güçlenir, gürbüzleşirler. Yığın hareketinde başgösteren bir çözülme, kökleri zedelenen, gıda kaynakları draldığı için metabolizma sistemi za­yıflayan devrimci hareketin değerlerinde de kısırlık ve darlaşmalara, etki ve nüfuz kaybına neden olur. Devrim­ci hareketin çalışan yığınlardan büyük ölçüde tecrit edildiği, toplumsal gericiliğin üstte döğüştüğü Eylülist dö­nemin Türkiyesi’nde yaşanan gerçeklik de işte budur.

Burada, ağaç ve toprak arasındaki ilişkiyi tanımlayıcı bir benzetme amacıyla tersine çevirerek ele alırsak, yığın hareketini onun özgül değer ve ideallerini kavrayan kendi manevi toprağından fışkırmış bir ormana ben­zetebiliriz. Üzerinde serpildiği toprak, geleceğe uzanan toplumsal kimyası bakımından ne ölçüde zengin ve verimliyse, ağaçlar topluluğu onu kendi gürbüz kökleriyle ne ölçüde derinden ve güçlü biçimde kavrayabilmiş- se, orman o denli çoğalır ve genişler. Engin göklere yayılan kolları, fethedilmeyi bekleyen yüceliklere doğru uzanır. Ama toprak, ormanların derin köklerine tutunur o da, işleyip ormana.sunacağı besini gene ormadan alır.

12 Eylül faşizmi, savaş baltaları ve ölüm naralarıyla yığın hareketinin gür ormanını köklerinden budamaya girişti. Sekiz yıldır yaşadığımız toplumsal çoraklaşmanın, kelleşmenin asıl nedeni de bu. Kapitalist ideoloji ay­gıtlarının zehirlediği toplumsal hava giderek daha da boğucu bir hal alırken, çalışkan yığınlardan tecrit edilen, Haçlı militarizmine taş çıkarttıracak bir vahşi terör altında dağınıklığa itilen devrimci hareketin ciddi bir bunalı­ma sürüklenmesi de kaçınılmaz oldu. On yılların mücadelesiyle birikmiş, gelenekselleşmiş değerler erozyona uğradı.

Şimdi gericilik, toplumsal yaşamın en ücra tepeciklerinde sipsivri, çirkin kayalıklar halinde yükseliyor. Buda­nan ormanın tohumları, sürgünleri bütün dirençleriyle tutundukları bir yerlerde yeniden canlanmaya çalışıyor. Taze fidanlar, ağaççıklar, kavrayabildikleri her karış toprakta direnerek boy atıyorlar. Ama her yanlarını kapla­yan arsız yosunların, zararlı otların, çöl bitkilerinin ve dikenli çalılıkların ortasında.

★ ★ ★12 Eylül, devrimci hareketi dişiyle tırnağıyla savaşarak kazandığı mevzilerden geriye püskürtmekle, yığınları

bütün sosyal ve siyasal kazanımlarından bir gecede yoksun bırakmakla kalmadı. On yıllarla edinilmiş bütün bir toplumsal bilinç birikimini zorbaca bir ideolojik kuşatma altında tasfiye etmeye yöneldi. Yaygın ve etkili bir demoralizasyon yoluyla, kitlelerin geleneksel yaşama biçimlerinde gizli kalan ve toplumsal canlılık koşulların­da yığınları devrimci eyleme sıçratacak manivelaları oluşturan bütün doğal ahlâksal bağları parçalayarak, yo­ğun bir manevi boşluk ve kriz ortamı yarattı.

Yığınların geçmişinde gerçek bir ilerlemeyi temsil eden ne varsa, ortak çıkarlar uğruna mücadele ve insanca dayanışma coşkunluğunun yaktığı toplumsal yaşam kıvılcımlarından taze ve canlı kalan ne varsa, hepsi ama hepsi, acımasızca boğulmaya, yok edilmeye çalışılıyor. Öyle ki, Türkiye tarihinde belki hiç görülmedik ölçüde derin bir toplumsal çözülme ve atomlaşma ortamında yaşıyoruz.

Karşı-devrimin yığınlara karşı açtığı siyasal ve ekonomik cephelerdeki savaşta yeni direnç merkezleri oluş­turmaktan kaçınamadığı belli. Ekonomik bunalım yeniden ve eskisinden daha şiddetli bir boyutlanma eğilimi gösterirken, parababalarının politik kozlarını da giderek tüketmeye yüz tuttukları görülüyor. Bununla birlikte, ideolojik karşı-devrimin, şiddetini ilk dönemlere oranla daha da yoğunlaştırdığını görmezlikten gelemeyiz.

Kapitalist üretim çarklarında yeni bir tıkanmanın kaçınılmazlığı, tekelci ideoloji aygıtlarının ses düzenlemele­rinde kendine paralel bir çatallaşmayı şimdilik hiç de zorunlu kılmıyor. Tam tersine, Eylül sonrası artan devşir­melerle (özellikle “eski Marksistler” arasından yapılan transferler) tekeller ideolojisinin yayılım alanları genişle­tiliyor. I 3

Page 4: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

12 Eylül’ün yarattığı tahribat, toplumsal bünyede açılan ilk yaraların soğumaya başladığı şu son yıllarda, şid­detli sancılar ve iç kanamalarıyla gerçek etkisini ve derinliğini hissettirmektedir. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, asıl yıkım, siyasal güç dengelerindeki alt üstlükten, halkın maddi yaşam koşullarındaki yıpratıcı gerilemeler­den de öteye, toplum psikolojisinin sakatlanmasında, toplumsal zihindeki geriletmelerde ortaya çıkmaktadır.

Tekelci ekonomi ve politika sisteminde 12 Eylülle başlatılan “ yeniden yapılandırma” tekleme dönemine giri­yor, yeni yeni uygulamaya sokulan geçici çarelerle vadesini dolduruyor görünmekte. Ancak, politika kiremitli- ğinden aşağıya, bütün final siyasal arzuların yöneldiği o enmükemmel yere, toplumsal zihine indirilen karşı­devrim, gündelik toplum yaşamındaki gerici kurumlaştırmalarıyla yarattığı “ uzun dalgalarını sınıf mücadelesi­nin önümüzdeki dönemlerine yayıyor.

Hızını Eylülist kurumlaşma ve sermayenin daha yüksek düzeyde yoğunlaşmasından alan tekelci ideolojinin yayılımı, oluşturduğu toplumsal alıklığı tekleyen ekonomi-politikaya payanda ederek, çöküşü geciktirme yönündeki asıl rolünü tam da bu süreçte oynamaktadır. Oynayacaktır da. Tekelci sermaye, uzun ömürlü olma şansını taşı- masa da, Eylülizme eklemlenenbir restorasyon olanağını, daha çok bu toplumsal alıklaşmanın genişletilerek sürdürülmesinden alacaktır. Henüz ilk ve önemli ipuçlarını veren yeni kriz dalgasının ekonomik yapıda yarata­cağı sarsıntı, buna bağlı olarak, sınıfsal çelişmelerin alacağı şekillerden doğacak politik komplikasyonlar, şim­diden arzulanmadığı halde, Eylülist kurumlarda önlenemez bir gevşeme yaratabilir de. Ama, devrimci hareke­tin hayat damarlarını daraltan gündelik toplumsal yaşamdaki tortulaşma, nisbeten uzunca bir dönem en ciddi sorun olarak önümüzde duracaktır.

Bugün, sekiz yıllık olumsuz birikimin etkilerinden doğan hoşnutsuzluk, ilk ve elle tutulur karşı tepkilere dö­nüşürken, toplumsal alıklaşma, görece daha yüksek bir hızla yayılmayı sürdürüyor. Süreci soğukkanlı bir ba­kışla, bütünlüklü olarak değerlendirebilen kimseler için ilginç sayılabilecek biçimde birbirini dışlayan ve kuşku­suz birbirinden çıkan etki ve karşı tepkiler, bugünün koşullarından türeyen bir geçit çağına özgü olarak yanya- na gelişiyor. Bu yüzden, gidişin ana karakteri az-çok belli olmakla birlikte, bunun günlük mücadelenin akışında yaratacağı reaksiyonlar, önceden yapılacak kesinlemelere pek itibar tanımayan göreli bir belirsizliği de kendi içinde taşımaktadır. Bu, bizim açımızdan olduğu gibi, onların açısından da böyle.

Tepkilerin niceliğindeki genişleme eğilimi ve kendinde taşıdığı ileriye dönük potansiyeller, bize onun 12 Eylül öncesine oranla oldukça sınırlı, ideolojik-politik açıdansa henüz geri olan niteliğini unutturmamalıdır. Son bir­kaç yılınbirikimiyle sınırlı devrimci-demokrat potansiyelin ilk elden kazandığı ivme, eylemlerimizde ne ölçüde bir radikalleşmeye yol açmış olursa olsun, Galatasaray - Xamax maçı ve UEFA kararlarının yarattığı çılgınca baş- dönmesi, toplu açlık grevleri aleyhine gündelik toplum yaşamının gündemini işgal etmektedir.

İşsizlik ve sefaletin artışı, her koşulda, devrimci mayalanmanın birbirini izleyen tepkimeler zinciri halinde hızlı bir yayılışını beraberinde getirmeyebiliyor. Bütün toplumsal çıkış yollarını tıkayan yoğun baskı koşulları al­tında, çoğu kez çürümeyi üste çıkartarak, devrimci hareketin gelişimini çok daha sancılı, sayısız güçlüklerle dolu bir yola girmeye zorluyor. Düzen, yığınlar arasında yeni tepkiler üretmekten kaçınmazken, bu tepkileri gene kendi egemenlik alanına kanalize edecek ideolojik, politik, estetik vb. araçları da yaratabiliyor.

Böyle bir durumda, TBKP gibi işleyen koşulların baskısı altında mücadele alanından geri çekilerek sınırlı tercihleri benimsemeye yönelmek, sosyalistleri düzene tabi kılıp çürümenin odağına doğru sürükler. Diğer yan­dan, küçükburjuva devrimciliğinin tipik temsilcisi olan Yeni Çözüm çevresinde yavaş yavaş kendini hissettir­meye başlayan, devrimci hareketi yığın eyleminden kopartma tehlikesini taşıyan aşırı ve kof radikalizm özlemle­ri de ancak hastalıkyayan virüsü rahatlatmaya yarar.

Koşullar, onları sağlıklı değerlendirebilme yeteneğini koruyabilenler için önümüzdeki görevleri de netleştiri­yor. Bize düşen görev, sınıf mücadelesinin günlük akışı içinde karşılıklı etki ve tepkilerin yarattığı gerilim gü­cünden doğan enerjiyi yığınlar arasında yeni bir devrimci mayalanmaya dönüştürmek olmalıdır.

Bu da, ancak, çapı ve etkisi ne olursa olsun, doğacak her soruna aktif müdahalelerde bulunmak, güçlerimi­zin en zengin düzenlenişiyle, yalnızca politik ve ekonomik cephelerde değil, bugüne dek boşluğu çok az dol- durulabilmiş olan bütün ideolojik cephelerde de savaşın hızlandırılmasıyla mümkündür.

Ya günlük çatışmaları yaygın bir devrimci mayalanmaya dönüştürecek katalizörler haline geleceğiz, ya da finans-kapitalin, sambası ve fiestasıyla, karnavalı, boğa güreşi ve futboluyla çıldırmış yeni bir Brezilya yaratma hevesleri etkisini daha da sürdürecek.

★ ★ ★12 Eylül, ekonomik krizin yıkıcı dalgalarıyla çözüntüye uğrayan küçük ve orta mülk sahipliğini, sınıf mücade­

lesinin artan şiddetinden bunalmakla, yükselen proletarya hareketinin hızlandırdığı devrimci arayışlara yönel­me tutumu arasındaki en kritik anda yakaladı. Burjuva sosyalizmi ve sendikacılar zümresinin işçi hareketi için­de yarattığı fren mekanizmaları ile küçükburjuva devrimciliğinin günübirlik radikalizmi, devrimci birikimi topye- kün bir altüstlüğe götürecek güçlü direniş hattının örülmesini geciktirmişti. Bu yüzden, faşizmin organize sal­dırısı karşısında koordineli savunma olanaklarından yoksun bulunan halk hareketinin on yıllık birikimi, hızla savrulup dağılışa uğradı.

Ekonomik yıkım ve siyasal zor altında bunaltılmış kitleleri tam da düzenden köklü bir kopuş aşamasında bastıran Eylülist darbe, bütün devrimci / demokratik araçları halkın elinden çekip alarak, çürüyen, dağılan dü­zenin gerici bağlarını yeniden örebildi. Ani bir gece baskınıyla şoka uğratılmış toplum üzerinde, “can ve mal güvenliği” teraneleriyle yaldızlanmış korku ve umut tacirliğinden ibaret bir siyasal illüzyonu kolayca egemen kılmayı başarabildi.

Sonrası: Yoğun bir siyasal kuşatma altında, mücadele içinde oluşmuş bütün kollektif toplum bağlarının yok edilişi. Yalnızlaştırılmış, savunmasız bırakılmış insanların insafsızca sömürülüşü. Yaşama olanakları daraltıl­mış kitlelerin “ekonomi” ye zorlanışı. Aşırı zorlanma altında çatlatılan toplumsal halet-i ruhiye.-Ve bu ruh hali üzerine bindirilmiş işbitiricilik, köşe dönücülük zihniyeti.

Küçük üretmen, elinden uçup denetiminden kaçtıkça “değerlenen” kuşatılmış mülkiyet kaleciğine hapsedi­lip bağnazlaştırılıyor. Daralan üretim çarkları içinde boğulan, fazla mesai yoluyla damızlık emek sürüsüne dön­dürülen işçiler, çalışmadan yana bonkörlüğe, düşünmeden yana tasarrufa itiliyor. Böylece, maneviyatı törpü-

4 lenmiş, ruhsuzlaşmış insan ilişkileri, nesnel doğanın insan algısından bağımsız kaldığında hiçbir anlam ve amaç

Page 5: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

taşımayan kaskatı mekanik işleyişine indirgeniyor. Ya da, piyasada dalgalanan parasal değerleriyle ifade ettiği­miz kaba ve ruhsuz metalar arasındaki yalın ekonomik ilişkiye.

Toplumsal mücadele içinde hayatiyet kazanan ve yığınların ortakmücadele yeteneği üzerinde filizlenen ide­alleri bastırdığınızda, toplum ve ideal arasındaki bağları kopartıp attığınızda, geriye bütün öz insanal canlılığın­dan soyulmuş, çıplak maddesel, ekonomik hayvan kalır. Kapitalizmin normal ekonomik işleyişle yetmiş yıldır yapamadığını, faşizm, siyasal terörle bindirilmiş vahşi ekonomizmiyle bir çırpıda gerçekleştirmeye yöneldi. Bunda ne denli başarılı olduğu da ortada.

Ancak, sözcüklerin itibari anlamları bir yana, insan ne denli hayvanlaştırılmış biçimler altında olursa olsun, yine de bir toplum yaratığı olarak varolur. Temelde üretim faaliyetlerinin belirlediği bütün maddesel eylemini, kendi varlığının çok katlı, karmaşık algı ve ifadesinden oluşan geniş bir manevi ortam içinde gerçekleştirir.

O halde, insanın basit üretim araçları haline indirgenmesi, onu çevreleyen bütün manevi ilişkiler ağının te­peden tırnağa ekonomize edilmesiyle mümkündür. Yalın ekonomik bireyin kültürünü yalın ekonomik kültür ola­rak tanımlayabiliriz. Bu olgu, günümüzdeki gerçek ifadesini, faşizmin gelişimini kışkırttığı arabeskte buluyor.

Bugün artık arabesk, bir ticari müzik türü olarak adlandırılmaktan çıkmış, bütün sığlığı ve kabalığıyla, ege­men kültür ve politika alanlarını saran bir düşünce ve yaşama biçiminin ifadesine dönüşmüş durumdadır. Ege­men ideolojinin günlük toplum yaşamına indirilmesidir arabesk. Faşizmin bireyler arasındaki gündelik ilişkile­re yansıyışıdır. Bütün maddesel çarpıklığıyla ekonomik, bütün manevi sığlığı, yüzeyselliği ile pragmatik ve geri­cidir.

12 Eylül, parababalarının sınıf savaşından duydukları korkunun ürünüydü. Onun için generaller, sınıf çatış­malarını bastırmaya çalışırken, “ milli birlik, beraberlik” çağrılarını da hiç ağızlarından düşürmediler. İşte ara­besk kültür, mali sermayenin gayrı-milli karakterine pek de uygun düşen kozmopolitik yapısıyla, parababaları- na “ bütünleştirici” bir temel olma işlevini bu noktada gözler önüne sermektedir.

O, yalın ekonomik güdülerle yönlendirilen, metalaştırılmış insanın kendini ifdesidir. Zihnin bütün insani ürün­lerini etkisizleştiren kaygan ve elastikibir yapıya sahip olmakla, çarpıtılmış, rayından çıkartılmış insan enerjisi­nin sürü davranışlarına dönüştürülmesini sağlar. Bütünleştirici işlevi, yalıtılmış, kendi kendisini aşağılar hale getirilmiş bireylerin, yukarıdan türlü biçimlerle empoze edilen kurallara göre hareket ettirilmesini sağlayan oto­matik tepkilere uyarlanmasında yatar.

Halterci Süleymanoğlu’nun olimpiyat rekorları ya da Galatasaray’ın Xamax galibiyeti karşısında gösterilen tepkilerin basit bir “ miili gurur” veya sportif heyecanla tamamen ilgisiz, hasta bilinçaltının rayından çıkartılmış bir boşalışı olduğunu hangi iyiniyetli, aklı başında kimse inkâr edebilir?

Hayır, bir coşku değil bu, bir histeri. Ezilmekten başı dönen, aptallaşmış “ küçük adam” ın çılgın mazoşizmi. Kendi gerçekliklerinden uzaklaştırılmış, gerçek hayatta birbirinin kurdu haline getirilmiş çaresiz bireylerin, ken­dilerinden bile gizleyemedikleri aşağılık komplekslerininzavallı bir böbürlenmeye ve gövde gösterisine dönüş­türülmesi.

Bugün artık arabesk, bir ticari müzik türü olarak adlandırılmaktan çıkmış, bütün sığlığı ve kabalığıyla, egemen kültür ve politika alanlarını

saran bir düşünce ve yaşama biçiminin ifadesine dönüşmüş durumdadır. Egemen ideolojinin günlük toplum yaşamına indirilmesidir arabesk.

Faşizmin bireyler arasındaki gündelik ilişkilere yansıyışıdır. Bütün maddesel çarpıklığıyla ekonomik, bütün manevi sığlığı, yüzeyselliği ile

pragmatik ve gericidir.

Yoksa devletlûlarımız, teritoryal ordusunun tarlak milislerini ruh sağlığı yerinde hangi insanlar arasından dev­şirmeyi umabilirlerdi. Musul-Kerkük üzerine planlarınızı ancak böyle çıldırtılmış, galeyana getirilmiş insan sü­rülerine dayanarak yapabilirsiniz.

Düzenin gözünde insanın basit bir üretim aleti, olmadı, toplum sorunlarına tek hücreli ve sümüksülerin ölü kasılmaları kadar duyarsız, ama seçilmiş ve önceden belirlenmiş uyarımiarakarşı koşullanmış, refleksif tepki­lerle yanıt veren Pavlov köpekleri kadar değeri bulunuyor. Toplumsal çözülme ve tortulaşmanın bir ideolojik versiyonu olarak arabesk, kârlı ticari mekanizmaların kendiliğinden işleyişi halinde, atomize bireylerin dıştan gelen bilinçli uyarılarla “ birleştirildiği”, yalın ekonomik güdülerle yönetilen bir sürünün kültürüdür.

Bütün insancıl idealleri parçalıyor, tutunacak bir dal bırakmadığınız insanların geçmişteki yitirilmiş günlere yönelik nostaljik duygularını kışkırtarak sahte umutların ticaretini yapıyorsunuz. Ellerinde ne varsa giderek hepsini kopartıp aldığınız insanlara verdiğiniz tek şey, basit ekonomik güdülerle koşullandırılmış anlık pragmatik dü­şünme alışkanlığıdır.

Bütün geleneklerin içini boşaltıp kof biçimler haline getirerek, en çirkin egemenlik yöntemlerinizi alışılmış normlar altında yürütmeye çalışıyorsunuz. Ama bunu yapmakla, geleneğinizin yaldızlı örtülerini sıyırıp, basit ekonomik çıkarlara dayanan gerici, tutucu çehresini ortaya dökmüş oluyorsunuz.

Aile kurumunuz, egemenlik yöntemlerinize uyarlanmış ekonomik çıkarları gizleyen kutsal örtülerinden so­yunmuş, yalın bir ticari şirket olarak gerçek rolünü afişe ediyor. Dini tarikat bezirgânlığı haline getirip apaçık ticari ilişkiye indirgeyerek, ezilen insanın kendi düzeninizdeki son dayanak noktalarını da kendiniz yıkıyorsu­nuz. Siyaset bezirgânlığınızı gizleyemez oldunuz artık. Partileriniz, hükümetleriniz ve diğer bütün siyasal or­ganlarınız, çıkarlarını koruduğunuz büyük şirketlerden sadece birkaçı olduğunu göstererek çalışıyor.

Bugüne dek egemenliğinizi gizleyen bütün peçelerinizi çıkartıp attınız. Çünkü artık bu eskiyen, dökülen tül­ler ayaklarınıza takılıyor. En çıplak ve en asalak sömürü yöntemlerinizle yönetmek zorundasınız, başka çareniz kalmadı. Toplumdaki devrimci ruh halini başarabildiğiniz ölçüde en hızlı sömürü olanaklarını sağlıyor bu size. Ama, eskisinden çok daha yüksek bir devrimci kabarışın koşullarını da hazırlıyorsunuz. Şimdi herşey bir kez daha işçi sınıfı faktörüne gelip dayandı ve bu faktörü eğitip yöneltecek bizlere.

★ ★ ★5

Page 6: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

70 sonrası hareketin gelişme seyrini kalın çizgileriyle şöyle bir hatırlayalım.En ileri unsurları DİSK içinde toplanmış işçi hareketi, 75’lerde yayılan grev ve direnişlerle hızlı bir yükselişe

girmişti. Kanlı 771 Mayıs’ını izleyen dönemde işçi sınıfı, toplumsal mücadelenin ön saflarına doğru ilerleyerek, Tariş-Gültepe direnişleriyle eylemini en tepe noktasına sıçrattı. Sınıf, öncülük rolünü üstlenmeye hazır olduğu­nu kanıtlamıştı.

Üniversite gençliğinin 60’lardan beri süregelen mücadelesi, 12 Mart’ın hemen ardından, geçmişe oranla daha radikal biçimler kazanarak genişledi. Mücadeleci gençlik kesimleri büyük şehirlerin kenar mahallelerine doğru yayılarak, halkla bütünleşmeye doğru yönelmişti. Devrimci gençlik hareketinin gücü, yükselen işçi sınıfı eyleminin moral etkileri ve boylu boyunca mücadeleye katılan lise gençliğinin taptaze enerjisiyle daha da bü­yüdü.

İşçi sınıfı ve gençlik hareketinin artan canlılığı, memurlar, öğretmenler, doktorlar, mühendisler, sanatçılar gibi sosyal kesimlerin de mücadeleye katılımı yönünde güçlü etkiler yaratmıştı. 77’lerden itibaren, kırlarda biriken hoşnutsuzluğu da harekete geçirebilecek bir sıçrama potansiyeline erişti. Tütün, fındık, çay, pancar mitingleri, kooperatif hareketleriyle gelişen kasabalı küçük üreticilerin mücadelesi, Fatsa ve Çorum barikatlarına dek yük­seldi. Doğu’da Kürt gençliği ve köylülüğünün mücadele potansiyeli olağanüstü genişledi.

Düzenin içyüzünü kavramaya başlayan, sosyal demokrasinin yaydığı hayallerden giderek kopuşmaya yöne­len halk yığınları arasında ortak mücadele ve dayanışma bilincinin hızla yayıldığı bir dönem oldu bu. Yığınların devrimci arayışlarının yoğunlaştığı bu dönemde, sosyalist düşüncelerin etkisi genişlerken, kitle hareketi kendi içinden binlerce devrimci önder yetiştirmeyi başarabildi.

Onyılların biriken hoşnutsuzluğu sonucu harekete geçen yığın enerjisi, yaygın bir devrimci ruh hali, güçlü bir toplumsal direniş eğilimi yarattı. Devrimci kavgaya içten bağlılık duygularını geliştirdi. Örgüt bilincini ve di­siplinli faaliyete yönelen eğilimleri güçlendirdi. Kollektif davranışların artmasından doğan coşku ve heyecanı yükseltti.

Mayasını halk hareketinin yükselişinde bulan bu değerler, öncü unsurları kapsayan devrimci siyasal hareket­lerin moral temellerini oluşturdular. Aynı süreçte, halk hareketinde yaşanan siyasal saflaşma ve ideolojik ay­rımlaşmalar, devrimci moralitenin netleşmesini hızlandırırken, ideolojik belirlenimlerini de güçlendiren etkiler­de bulunmuştur.

Ancak, 12 Eylül darbesinin yarattığı ani alt-üstlük, karşı-devrime hazırlıksız yakalanan halk güçleri arasında hızlı bir dağınıklık, devrimci örgütlerde ani çözülmeler ve yığın bağlarını yitirme sonucunu doğurdu. Bir vuruşta yenilmenin yol açtığı şok dalgası yerini uzun süreli durgunluk ve yılgınlık koşullarına bıraktığında, ağır yaralar alarak güçlerini kaybeden, kendi içlerine kapanıp darlaşan devrimci örgütlerde de ideolojik yalpalamalar bir ölçüde kaçınılmaz oldu.

Eylül öncesi halk hareketinin kazandığı ivme, toplum yaşamında ve sol güçler arasında devrimci tutumları üste çıkarmıştı.Eylül sonrasında ise, yığın eylemini sindiren finans-kapitalin zorbaca üstünlüğü, toplumsal ya­şamda yarattığı atomlaştırıcı etkilerle, sol içindeki en gerici, reformist eğilimleri kışkırtıp beslemiştir.

Gericiliğin ağır bastığı, devrimci olmanın en ağır suç sayıldığı koşullarda, soylu toplumsal çabalar ve devrim­ci erdemlilik de itibarından edilerek gözlerden düşürüldü. Birdenbire akılları başlarına gelmişçesine yerlere kapaklanan, tövbe edip af dileyen tatlı su “solcu” ları tekelci basın tarafından günümüzün “ şayan-ı dikkat” ya­zarları ilan edildiler. Yenilgiye tapınma ve yılgınlık ideolojisi, Batı sanat ve düşünce modasının ayaklara düş­müş soysuz ürünleri arasından yapılan kârlı çevirilerle pompalandı. Utanmadan gericilik kervanına katılan içi geçmiş “sosyalist” ler ve “ yorgun demokrasi” çevreleri, tekelci basın kuruluşları ve TRT’nin itibar-ı şahaneleri­ne mazhar olabildiler.

Soylu isyan duygularının yerini, tövbekârca yaltaklanmalar aldı. Zoru görüp devrimci siyaseti terkedenler, sınırlı icazet alanlarında demokrasi figüranlığına soyundular. Devrime bağlılıklarını koruyanlar kafasız dogma­tikler olarak görülürken, yassılma ve döneklik, “düşüncenin evrimi” ve “eleştiri özgürlüğü” gibi yüzyıldır bili­nen incir yaprakları ardından veryansın ediliyor. Tekeller ideolojisiyle fuhuş eden rahibe bozuntularından, dü­şünce biseksüelliğine tutulmuş saray Rasputinciklerine dek bütün mutezile ekolleri, Marksizmin evrensel us­talarını devrini tamamlamış Ahd-i Kadim peygamberleri olarak göstermeye çalışıyorlar.

Gericilik rüzgarlarının fora ettiği teslimiyet bayrakları, direnen devrimciler üzerine savruluyor. Dün devrimcili­ği bir menfaat kapısı haline getirip bol keseden devrimci demokrasi kesenler, bugün sade suya tirit demokrasi snobizmine soyunmuş dürümdalar. Dünün ucuz ötüşlerle kabaran çığırtkan hatipleri, bugünün acıları karşısın­da, holding sepetlerinden ballı dutlar tıkınmış bülbül suskunluğu içindedirler.60 sonrasının nisbi özgürlük ortamında az-çok demokratize olmuş burjuva aydınının kafası, devrim ve faşizm

arasındaki ikilem kendini dayattığından bu yana hadımlığa uğramış görünüyor. Geçmişte, yükselen proletarya hareketinin coşkusuyla devrimci düşüncelerin cazibesine kapılan küçükburjuva aydıncıkları, şimdi, tekeller ide­olojisinin baskısı altında donuklaşmış burjuva aydınının gölgesinde düşünmeyi tercih ediyor.

Toplumsal özgürlük taleplerinin yükseldiği eski devrimci ortamda, özgürlük elle tutulup kavranılabilen somut bir olguydu. Düzen tarafından soluğu kesilen hoşnutsuz birey, o gün için mümkün olan en geniş özgürlük ala­nını halk hareketi ve devrimci örgütlerin açtığı bağımsız kanallarda bulabiliyordu. Bu yüzden, toplumsal özgür­lükler uğruna yürütülen devrimci kavga, genel düşünce planında da etkinliğini arttırarak belirleyici bir konuma yükselmişti.

Ancak, halk eyleminin bağımsız kanallarını tıkayan, her türden dayanışma olanaklarını sınırlandıran Eylülist darbe, enerjisi tükenip yılgınlaşan, mücadele gücünü yitiren aydın birey için özgürlüğü, rayından çıkartılmış toplum ilişkilerinin dışında, kollektif bağlardan kopuşup kendi içinde aramaya zorlayan koşullar yarattı.

Artık devrimci dalganın çatlayarak geriye çekilmesiyle çırılçıplak kalan entellektüel kıyılarda, modernist bur­juva düşüncesinin zehirli yosunları çok çabuk üreyip boy atabilecekleri uygun ortamı bulabilirlerdi. Öyle de oldu. Toplumsal üretim alanının dışındaki rantiye yaşam biçimiyle güdülenen entellektüel burjuva düşünüşü, her türlü örgüt ve kollektif bağlanma fikrinde birey özgürlüklerini boğucu cendereler gören bağnaz fobileriyle, daralan toplumsal düşünce yaşamı üzerinde geçici etkinliğini kurdu.

Özgürlüğü, toplumdan yalıtılarak iç dünyası çarpıtılmış bireyin “dayanılmaz hafifleme” eğilimine indirgeyen 6 çöküşme döneminin kaba burjuva yanılsamaları, genç zihinleri epeyce bulandırdı. Yenilen devrimci hareketin

Page 7: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

az çok geliştirdiği kollektivite ve disiplin duyguları karşısında, sözde “ kafasına göre takılan”, gerçekte ise rüz­gârın vuruşuna göre yön değiştiren burjuva avantüryelerinin çirkin birey pragmatizmi çıkartıldı. Bütün bunlar şimdi, romandan, sinemadan sonra, her nasılsa zamanında bir parça uğraştığı devrimcilikten vazgeçerek “ bireyselliğini” arabesk maceralarda pekiştiren “ insan haklarısavunucusu” beygir suratlı Hızlı Gazeteci’nin “değerli” katkılarıyla çizgi sanatına sokuluyor.

Tekeller ideolojisinin ve onun yayılımından rant alan “ tekel solculuğu” nun gerici kampanyalarına karış, pro­letarya sosyalizmi, bütün canlı ideolojik güçlerini harekete geçirerek, devrimci gelenekleri, uzun mücadele bi­rikiminin ürünü olan temel siyasal-moral değerleri korumak, geliştirmek zorundadır.

★ ★ ★Ancak burada, pratikte çok önemli ayrımlara yol açan bir başka sorun ortaya çıkmaktadır.Siyasal dava ve ideallere bağlılık, örgüt bilinci ve disiplin anlayışı, kollektif dayanışma eğilimi gibi genelleşti­

rilmiş kavramlarla ifade ettiğimiz temel değerler, tek başlarına ele alındıklarında oldukça soyut, genel-geçer ilkeler, normlar olarak kalırlar. Şöyle ki, belirli toplumsal idealler uğruna yürütülen her mücadele, kendine özgü örgüt (hiyerarşi, disiplin, kollektivite) biçimleri, anlayışları yaratarak gelişir. Mücadele ne ölçüde genel toplum özlemlerini dile getiren olgunlaşmış kitlesel taleplere dayandırılmışsa, siyasal değerlere bağlılık, o ölçüde güçlü ve belirgin bir görünüm kazanır.

Fakat, tek başlarına soyut kalan değerlerin gerçek somut içerikleri, tam da bu kendine özgü olanda gizlen­miştir. Somut olan, belirli bir duruma bağlı olarak kavranabilir çünkü.

Bu bakımdan, nasıl özgürlük ve toplumsal eşitlik gibi genel soyut toplum idealleri, tarihsel gelişmenin belirli bir evresinde oluşmuş sınıfsal bağıntılarca koşullanan ve olgunlaşma derecelerine göre her sınıf tarafından farklı biçimde algılanan değişken karakterler taşıyorsa, belirli ideallerce biçimlendirilmiş siyasal değerler de somut sınıfsal algılanıştan ayrı düşünülemez.

O halde biz, devrime bağlılık duygusunu devrim anlayışı ve devrimcilik yöntemlerinden, örgütlü mücadele­nin yüceltilişini örgütlenme biçiminden, kollektif dayanışma ruhunu kollektifin yapısından, direniş eğilimlerini direnişin hedefleri ve tarzlarından kopartmak gibi bir metafizik saçmalığa düşmekten kaçınmalıyız.

Bu açıklamanın kendisinden şu sonuç çıkar: Devrimci davranış yeteneği devrim anlayışı ve devrimcilik yön­temleriyle, örgütlü mücadele örgütlenme biçimiyle, kollektif dayanışma kollektifin yapısıyla, direnme eğilimi di­renme tarzı ve hedefleriyle sınırlıdır. Onlarla var olur, onların içinde hareket ederler. Onlar tarafından geliştirilir ya da kısıtlanırlar.

Öncü davranışların yapısı, işte burada gerçek önemini kazanır. Yığın hareketini yönlendirenlerin ona kazan­dırdıkları biçim, öncülük yöntemleri veya harekete ideolojik niteliğini veren baskın eğilimler, yığın eyleminde gizli canlı potansiyelleri ilerletici bir nitelik taşıyabilir, tarihsel uzanımları açısından onunla açık bir uyum içinde bulunabilirler. Ya da tersine, gelişme dinamiklerini sınırlayıp, var olan potansiyeli çürütme noktasına kadar gö­türecek göreli bir çatışma pozisyonuna girebilirler. Bu noktada sonucu tayin eden güç, yığının kendi özden iyiminden edindiği pratik bilinç düzeyi, toplumsal çıkarlarının hiç değilse sezgisel olarak kavranışından doğan bağımsız hareket yeteneğidir.

Öyleyse, devrimci mücadele geleneğimizi ve onun yarattığı moral değerleri sahiplenir, çürüme ve soysuzlaş­ma eğilimlerinin karşısına çıkartırken, hareketin geçmişteki yapısını gözardı ederek kaba bir savunma konu­muna düşmememiz gerekir. Yenilgi ve yozlaşmaya karşı doyduğumuz devrimci tepki, bize hareketin geçmişte­ki zaaflarını unutturmamalıdır.

★ ★ ★12 Mart öncesinde sosyalist harekete damgasını vuran daha çok TİP olmuştu. MDD kopuşmasıyla sahneye

çıkan küçükburjuva devrimciliği, TİP’in reformcu-pasifist eğilimlerine tepkiyle şekillendi. 12 Mart sonrasında ise, işçi hareketi üzerinde sendikalist yöntemlerle frenleyici bir etkinlik oluşturan burjuva sollarının CHP kuy- rukçuluğuna karşı, gençlik hareketi içinden çıkan küçükburjuva devrimciliği, faşist teröre direnerek halk hare­ketinin ön saflarına ilerledi.

Devrimci değerlerin böyle çarpık biçimlerde algılanışı, gericilik ortamında, yenilgi nedenlerini çözümleyemeyen, davranış gücünü yenileyemeyen çok sayıda insanı egemen burjuva yanılsamalarının

tuzağına düşmekten kurtaramamıştır. Dahası, küçük burjuva radikalizminin değerler anlayışı, ne ölçüde devrimci politik taktikler

üzerine oturmuş olursa olsun, son tahlilde, burjuva önyargılarının karşı dogmatik kutbunda yer almıştır: Bu bakımdan, ilk darbeyle sarsıntıya

uğrayan temelsiz yapılanma, bir uçtan diğer uca savruluşun ana kaynaklarından birini oluşturdu.

Ancak, devrimci mücadeleyi faşist milislerle çatışmalara indirgeyen küçük burjuva devrimciliği, günlük mü­cadelenin sınırlı ufkunu aşarak kendiliğinden-gelme halk hareketini daha yüksek bir düzeye sıçratmayı başa­ramadı. Yurdun dört bir yanına yayılmış halk eylemlerini merkezi bir direniş örgütünde koordine etmekten kaçı- nar^yığın hareketinin canlı potansiyelini iktidara yöneltecek yerde gündelik mücadelenin dar sınırları içinde hapsedenler, faşizme karşı dağınık ve savunmasız yakalanan halk hareketinin yenilgisinden de sorumludurlar.

Burjuva sosyalizmi, halk hareketinin yükselişinden duyduğu ürküntüyle teslimiyetçi politikalara gerilemiş, dev- devrimci kabarışı dizginlemeye yönelmişti. Küçük burjuva devrimciliği ise pragmatik politikacılığı, örgütlen­medeki ilkelliğiyle, kendiliğinden gelişen halk hareketini ilerletememiş, yığın eyleminin kendiliğinden-gelmeliğine tabi olmuştu. Onları devrimci mücadelenin öncülüğüne yükselten, yığınların direnme eğilimlerine sahip çıka­rak cesaretle öne fırlamaları, büyüyen mücadelenin yarattığı olanak ve araçları günlük taktikler düzeyinde de­ğerlendirebilmeleri oldu. 7

Page 8: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

Ancak, iktidar perspektifiyle bütünleştirilemeyen günlük mücadele taktikleri, ilk anda ne ölçüde hızlı bir ya­yılmayı sağlasa da, hareketin daha geniş ve derin kanallara yöneldiği noktada darlaştırıcı, kısırlaştırıcı etkiler yaratmıştır. Sınıftan kopuk, plansız, programsız, modern parti örgütüne yabancı ilkel yapısıyla küçükburjuva radikalizminin öncülüğü, mücadelenin en yüksek noktada kilitlenmesine, yaygın moral çöküntülerini peşinden sürükleyen yenilgi ortamının oluşmasına yol açmıştır.

12 Eylül yenilgisiyle ağır kayıplara uğrayan ve kendi zaaflarının altında ezilen küçükburjuva radikalizminin Devrimci Yol ve Yeni Öncü gibi kesimleri, zaaflarını aşmaya yönelik devrimci bir tutuma girmek yerine, yılgınlık psikozlarıyla eski direniş çizgisini terketmeye yöneldi. Her şeye rağmen direniş hattında tutunmayı becerebi­len Yeni Çözüm çevresiyse, eski zaaflar üzerinde tepinerek sekterleşmeyi, ayakta kalabilmenin tek yolu olarak benimsemiş görünüyor. Bütün devrimci girişim yeteneklerini etkisiz hale getirip bir anda tahrip edecek biçim­de, yenildiği yere yenilgiye yol açan anlayışlarıyla-gitmekten kaçınamayanlar, yılgınlaşma eğiliminin öbür kut­buna, faşizm koşullan altında gittikçe darlaşan kısır ve dogmatik politikacılığa sıçrayarak yenilgiyi içselleştiri-yor'af- ★ * *

Burada yeniden 12 Eylül öncesine dönersek, 70’lerin ortalarından itibaren hızla yükselen halk hareketlerinin güçlendirdiği değerler, yaygın bir toplumsal etkiye ulaşmıştır. Ama, küçük burjuva devrimciliğinin kendiliğinden- gelmelîğe tapınan pragmatik öncülüğü altında ağırlıkla çarpık, ilkelliği ebedileştirici ve modern sınıf hareketi­nin temelleri açısından son tahlilde kısırlaştırıcı, dogmatik bir şekillenmeye uğratılmıştır.

Devrime bağlılık güzel bir şey. 12 Eylül öncesinde toplumun büyük çoğunluğunu sarmaya başlayan devrimci ruh hali, binlerce hoşnutsuz kimseyi dipten gelen dalganın hızla yukarıya yükselişinden doğan coşkulu itilim- lerle, sosyalist mücadelenin saflarına sokmuştu. Ancak, şairin “ mesele ölmekte değil,teslim olmamakta” dedi­ği gibi,mesele devrimci harekete katılmakta değil, devrimciliği içselleştirip bir yaşama biçimi haline dönüştür­mektedir. Harekete katılmanın verdiği ilk hızdan doğan ivmeyi sürekli arttırarak, her adımda kendini geliştire­rek yenilenmek. Coşkuyu bilince, bilinci kararlılığa, kararlılığı daha büyük, daha yüksek bir coşkuya dönüştür­mek. İşte bütün mesele burda.

Fakat, küçükburjuva kendiliğindenci pragmatizmi, bırakalım yığınların sosyalist siyasal eğitimini, her gün yüz- lercesi devrimci harekete katılan militan kadroların eğitimini bile ciddiye almaktan uzak kalmıştır. Dün arkadan vuran akıntı, önündeki herkesi kendisiyle birlikte yükseltiyordu. O hızlı yükseliş ortamında coşkuyla mücadele­ye katılan ama modern sosyalist bilince ulaşma olanağına kavuşamayan unsurlar Eylülizmin ters yönden gelen akıntısına karşı ayakta kalabilme gücünü bulamadılar. Öyle ya, dipten gelen dalga birden bire kesilmiş, sürek avı altındaki devrimci kadroları yalnızlığa sürükleyen gericilik koşulları üste çıkmıştı. Bu durumda, kü­çükburjuva devrimciliğinin kimi kesimleri, en yiğit direniş örnekleri gösterebildiği halde, kendi saflarından yo­ğun yılgınlık akımları da üretmekten kaçınamadılar.

Devrimciler için en büyük bağlılık sınavı, yenilgi koşullarında gerçekleşir. O anda artık tek başına düzene karşı duyulan hoşnutsuzluk, yeterli olmaktan çıkar. Hareketin kendiliğinden akışı içinde devrimcilerle kitleler arasında oluşan gevşek pratik bağlar kopunca, halkçı esin kaynakları tükenir. Bireylerin devrimci eylem anında açılıp çiçeklenen gizli kalmış yetenekleri, kısır gericilik koşulları tarafından boğulup söndürülür.

Böyle bir ortamda devrimci hareket, asıl gıdasını sosyalizmin yüksek teorik biliminden, sınıf hareketinin do­ğal önderleriyle kaynaşmış modern, disiplinli örgüt yapısından alır. Devrimci politik direnişin zorunlu kıldığı halkçı esin ve sınıfsal bağlanma, gerçek temellerini modern teori ve örgüt bütünlüğünde bulmaktadır.

Oysa, dar pragmatik eylem anlayışlarını bilimsel teorinin önüne geçirenler, öfke ve hoşnutsuzlukla yetinmekten öteye gidemediler. Öfke ve hoşnutsuzluk, siyasal programlar ve taktik planlarla birleştirilemeyince, kendini mo­tive eden dayanaklarını çok çabuk yitirmiştir.

Küçükburjuva devrimciliği, yığınları gündelik yaşamın zenginliği içinde kavrayan geniş örgüt bağlarının yeri­ne sekter grup çıkarlarını geçirdi. Kadroların kişisel insiyatifini yığın insiyatifine karşı çıkartarak, devrimci eyle­mi dar temeller üzerine oturmaya zorladı. Yığın hareketinin gizli kalmış potansiyellerini harekete geçirecek, güçler dengesinin yapılanışına uygun mücadele taktiklerinden kaçınarak, öncüye göre taktik belirleme gibi sığ politik yönelişlere kapıldı.

Bu zeminde yürütülen bir direniş, ne ölçüde parlak görünürse görünsün, taktik kazıklığı içinde giderek dar­laşmaya, verimsizleşmeye mahkûmdur. Kadroların yenilenmesini, güçlenmesini değil, yeteneklerin harcanmasını beraberinde getirir. Mücadele güçlerini tüketip, döğüşen insanları yorgunluğa sürükler. Bu bakımdan, devrim­ci hareketin saflarından türeyen ve canlı güçlerin önünde takoz rolü oynayan “ yorgun demokrasi”ciliğin ne­denlerini sırf 12 Eylül’ün yarattığı koşullara bağlamak, aşırıca tek yanlılık olurdu. Bunlar, küçükburjuva müca­dele yöntemlerinin gericilik koşullarında ortaya çıkardığı en olumsuz sonuçlardır.

Kuşkusuz, devrimci inadını yitirmiş kadroların elinde en mükemmel teori bile beş paralık pratik değer ifade etmez. Ancak, salt inatçılığa dayalı birmücadele tarzının devrimci harekete pek olumlu katkılar sağlayacağı da söylenemez. Politik inadı politik kararlılıktan ayırmanın vakti geldi, geçiyor. Buna rağmen, Yeni Çözüm gibi hâlâ inatçılıkta ayak direyenler bulunabiliyorsa, bu, 12 Eylül’ün yalnızca yılgınlık üretmediğini, faşizmin baskısı altında kimi yetenekli devrimcilerin var olan esnekliklerini bile tümden yitirdiklerini gösteriyor. Proletarya sos­yalizmi, uzun süren yılgınlık döneminin kitleler üzerinde bıraktığı izlere karşı dikkatli olduğu ölçüde, direniş hareketinin saflarında yenilgiyi içselleştiren sekter psikolojiye karşı da uyanık davranmalıdır.

Lenin, kendiliğinden gelme sınıf hareketinin henüz sosyalist bir nitelik taşımadığını belirtmişti. Onun gibi, yığın hareketinin kendiliğinden gelme değerleri de sosyalist nitelik taşımazlar. Onlar, yığınların gelenek yaşa­ma biçimi içinde kaba ve ilkel düzeyde de olsa zaten vardırlar. Düzenin kitlelere empoze ettiği en yoz davranış­larla yanyana, hatta çoğu kez içice bulunurlar.

Yığın hareketinin yükselişi, bu geleneksel değerlerde zamanla bir ayrışma yaratır. Düzenin en belirgin etkile­rine bağlı gelenekler giderek çözülmeye başlarlar. Yığın hareketinin taleplerine ve ihtiyaçlarına en uygun olan­larıysa, gelişip güçlenir, kitleleri, devrimci eyleme sıçratacak kaldıraçlar haline dönüşürler.

Yığın hareketinin devrimci özü, başlangıçta bu geleneksel biçimler içinde evrimleşir. Ancak, bir dereceye kadar. Çünkü kendi içlerinde bin yılların verdiği ilkel koşullandırmaları, çeşitli halk kesimlerinin farklı düşünce-

8 davranış eğilimlerinin izlerini de taşırlar. Kitlelerin yoğun olarak devrime yöneldikleri dönemlerde, bu değerle­

Page 9: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

rin devrimci hareketin saflarına doğru aktıklarını görürüz.Fakat, sınıfsal kopuşmaların yaygınlaştığı, farklı sosyal kesimlerin kendi bağımsız yardımlarınca mücadeleye

giriştikleri dönemlerde, geleneksel halk değerleri açık sınıfsal şekillenmelere doğru uzanırlar. Doğal olarak, halk yığınları arasında en ileri nitelik taşıyan, tarihsel uzanımları bakımından en güçlü sürükleyiciliğe sahipo lan, proletaryanın değerleridir.

Proletaryanın değerleri, modern sınıfsal niteliklerini bağımsız sınıf hareketi içinde ifade edebilirler. Sınıfın sosyalist siyasal bilince ulaşan kesimleri arasında, insanlık kültürünün en canlı unsurlarıyla sentezleşerek bi­linçli bir yaşama biçimine dönüşürler. Halk yığınları üzerindeki proletarya etkisi, geleneksel değerler içinde sosyalist yaşama en yatkın olanları üste çıkarır. Tersi durumda, köylü mantalitesinden kopuşamayan proletar­yanın değerleri, geleneksel halk yaşamının olumlu-olumsuz yönleri içinde erimiş halde bulunur.

Çoğu kez yanlışlıkla “ feodal değerler” deyip geçtiğimiz, kaba, işlenmemiş ve bu yüzden düzenin soysuzlaş­tırmalarına açık geleneksel halk değerleri, onların kendi yapılarında taşıdıkları tarihsel açıdan geri koşullandır­malar, 12 Eylül öncesinin devrimci ortamında da çok yaygın bir etkinlik göstermiştir. Bu, bir ölçüde normal bir

gelişimdi. Ancak, küçükburjuva öncülüğünün kendiliğinden-gelmeliğe tabi oluşu, sosyalist değerlerin geleneksel halk değerlerine tabi oluşuna, hatta bunların işlenmeden bırakılmış en kaba biçimlerinin bile devrimci değer­ler olarak görülmesine yol açtı.

Çoğu kır kökenli olan ve yine çoğu öğrenci gençliğin küçük burjuva eğilimlerini taşıyan kadrolar, modern sınıf hareketinin ve sosyalist teorinin eğiticiliğinden uzak bırakılınca, ataerkil, erkeksi bir sosyalizm imajı ortaya çıktı. 67’lerden beri “ kesintisiz” olarak sürdürülen “ kırlardan şehirlere” küçükburjuva devrim düşüncesi de bu yaygın popülizmi besleyen teorik kaynağı oluşturmuştur.{ Küçükburjuva devrimciliğinin dogmatik politika anlayışı, kendiliğinden-gelmeliği yücelten bir popülist kültür kavrayışıyla bütünleşti. Sonuç: Politik mücadelede devrimci taktikler güden, ama özel yaşamında devrimci ola­mayan kadroların yetişmesi. Bu, tutucu bir devrimcilik anlayışının ta kendisiydi.

Modern sosyalist duyarlığa yabancı kalan, kendi yaşamında sosyalizmi kuramayan insanların sosyalist top­lum kuruculuğunda öncü olabilmelerini nasıl bekleyebiliriz? Bütünsel bir sosyalist kavrayışa sahip olamayan insan, sosyalist politikada ne ölçüde kararlı olabilir? Sosyalizmi kendi içine sindirememiş kimse, gericiliğin ide­olojik soysuzlaştırmaları karşısında -politik inatçılık dışında- ne kadar direnç gösterebilir? Sosyalizmi hissede- meyen, sosyalizmi yaşayamayan kişi, siyasal mücadelenin her dönemde ağır koşullara itilmeye çalışıldığı ülke­mizde ne kadar çabuk yoruluyor. Düzenin etkilerini tümden silip atamayınca, düzen tarafından ne kadar çabuk yutuluyor. Neden Türkiye sosyalizm tarihinde, ömrü boyunca ayakta kalabilmiş, sağa - sola yalpalamadan mü­cadeleyi sürdürebilmiş parmakla sayılabilecek kadar az devrimci bulunuyor?

Kuşkusuz, bunların birbirine bağlı birçok nedenleri var. Ancak, en temel nedeni, hareketi kısırlığa sürükle­yen burjuva - küçükburjuva sosyalizmlerinin yaygın etkinliğidir. Toplumsal koşulların en olgun düzeyine ulaştığı 70’li yılların sonlarında bile devrimci hareketi bu yüzden işçi sınıfıfyla köklü bağlar oluşturamadı. Sendikaliz- min frenlediği işçi hareketi, siyasal mücadeleye girişte yoğun sancılar ve geciktirmelerle karşılaştı. Öğrenci gençliğin devrimci atılganlığı, onun büyük özverilerine yaraşır sonuçlara ulaştırılamadı. Proletarya sosyalizmi, mücadelenin öncülüğüne yükselmedikçe de bu kaderin değişmesi pek mümkün gözükmüyor.

Burjuva sosyalizmi, düzenin ağlarına düşmüş işçi aristokratları ve sendikacılar zümresinin ürkek ve bencil eğilimlerini, burjuva aydınının konformist bireyciliğini sosyalizm adına iyiniyetli genç insanlara, pırıl pırıl işçilere empoze etmeye çalıştı. Kendiliğindenci küçükburjuva devrimciliğiyse, hareketi ileriye sıçratma yeteneğini gös­terememiş, devrimci mücadeleyi yığınların koşullandırılmış geriliklerine tabi kılmıştır.

Böyle bir yönlendiricilik altında, kitlelerde gelişen örgütlenme eğilimi de küçükburjuva soysuzlaştırmalarına uğratıldı. Programatik mücadele anlayışı temelinde oluşan ilkel grup örgütlenmeleri, yığın enerjisini eğitmeye, somut hedeflere yöneltmeye yetmediği gibi, artan devrimci kadroların enerjisini de boşa harcayan müsrif yapı­lara dönüşmüştür. O yüzden, sık sık başıboş enerjinin düzensiz patlamalarına tanık olduk.

Kendiliğinden güçlenişle şişen grup yapıları, küçük burjuva kadroların ve geri işçi kesihHerinin ilkel alışkan­lık ve önyargılarıyla safralaştı. Çürümüş düzen ağlarından özgürçe boşalan gençlik yığınlarının atılganlığı, yap- kın devrimcilik yöntemlerinden kopartılmış küçükburjuva uçkunluğuna hapsedildi. Küçük burjuvazinin çirkin güce tapma alışkanlığı, pragmatik-devrimci otoriteye tapma biçimine dönüştürüldü. Sınıf hareketine yabancı küçükburjuva ve lümpen unsurların fetişist eğilimlerine pirim verildi. Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde, Anadolu kasaba ve köylerinde yaygın akrabalık bağları ve bölgeci eğilimler gibi tutucu gelenekler, ilkel grup örgütlenmelerinin pratik araçları haline getirildi.

Toplumsal kültür geriliklerimizden kaynaklanan bu türden ilişkilerin hızlı yığınsallaşma döneminde devrimci saflara karışması bir ölçüde kaçınılmaz sayılabilirdi. Ancak, devrimci harekete akan bu hastalıklar, ilkel grup yapıları içinde eğitilip modernleştirilemezdi. Bu tür geriliklerin tek panzehiri, işçi sınıfının en modern eğilimleri­ni taşıyan öncü unsurlarla kaynaşmış devrimci bir parti ve ona ideolojik gıdasını sağlayan bilimsel teoridir. Dev­rimci “öncü” lerin suçu, Leninizmin bu temel gerçekliğine yabancı kalmaktan kurtulamamaları bir yana, yığın­ların geriliklerine tabi kalarak, pragmatik grup çıkarları uğruna en genel devrimci ilkeleri hiçe saymaları olmuş­tur. Böylece, zaten toplumsal yaşamımızı inmelendiren bilimsel düşünme yokluğu ve zihinsel tembellik, teori- siz devrimcilik anlayışına kaynak edilmiş, devrimci örgütlenme eğilimi futbol takımı tutarcasına kışkırtılan kaba içgüdü ve hezeyanlara indirgenmiştir. Bu durum, son derece geniş potansiyellerine rağmen, devrimci hareketi daha da ilkelleştirmekten başka bir sonuç getiremezdi.

Tabii ki bu tür bir örgütlenme anlayışı içinde disiplin ve hiyerarşi, yetenekleri kısırlaştıran kulluk ilişkileri hali­ne getirildi. Modern parti örgütünde proleter sadeliği ve alçakgönüllülüğüne dayanan her düzeyden devrimci liderlik görevi, kariyerist tutkularla lekelenmiş, eleştiriden münezzeh mutlakçı papalığa döndürüldü. Sosyalist disiplinin özünü oluşturan yaratıcı gönüllülük, otorite tapmayla güdükleşerek kastlaşmış ilişkilere boğuldu.

Yığınlar arasında yükselen kollektif davranış eğilimleri, küçük burjuva teksesli mekanizmine yöneltildi. Bur­juva aydınının bireyi kollektife karşı çıkarma eğilimine karşın, küçükburjuva devrimciliği kollektifi bireye karşı çıkardı. Militan bireyin yaratıcı katılımına olanak tanımayan, tabiiyete dayalı, teksesli örgüt anlayışları egemen kılındı. Birey yeteneklerinin özgürce serpilip gelişmesini amaçlayan ve özünde gönüllü bireyler topluluğu ola-

Page 10: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

rak biçimlenen devrimci kollektivite anlayışının zenginliği yerine, devrimci yetenekleri dar sınırlar içinde verim- sizleştiren tekyanlı, monolitik grupçuluk ülküleştirildi.

Devrimci değerlerin böyle çarpık biçimlerde algılanışı, gericilik ortamında, yenilgi nedenlerini çözümleye- meyen, davranış gücünü yenileyemeyen çok sayıda insanı egemen burjuva yanılsamalarının tuzağına düşmekten kurtaramamıştır. Dahası, küçük burjuva radikalizminin değerler anlayışı, ne ölçüde devrimci politik taktikler üzerine oturmuş olursa olsun, son tahlilde, burjuva önyargılarının karşı dogmatik kutbunda yer almıştır. Bu ba­kımdan, ilk darbeyle sarsıntıya uğrayan temelsiz yapılanma, bir uçtan diğer uca savruluşun ana kaynakların­dan birini oluşturdu.

Bu açıklamanın kendisinden şu sonuç çıkar: Devrimci davranış yeteneği devrim anlayışı ve devrimcilik yöntemleriyle, örgütlü mücadele

örgütlenme biçimiyle, kollektif dayanışma kollektifin yapısıyla, direnme eğilimi direnme tarzı ve hedefleriyle sınırlıdır. Onlarla var olur, onların

içinde hareket ederler. Onlar tarafından geliştirilir ya da kısıtlanırlar.

Latife Tekin gibi kimi kılıç artıkları, devrimci hareketin belirli koşullara bağlı olarak gelişen zaaflarını, devrim­ci düşüncenin kendisine mal ederek, gericilik saflarına geçtiler. En son Hızlı Gazeteci, devrimci hareketin ge­nelde terkedilmeye yüz tutmuş eski zaaflarını maske edinip, devrimci yöntemlere düşmanlığı körüklüyor. Eski monofonik (teksesli) örgüt biçimleri karşısına bir gerici alternatif olarak burjuva aydınının kakafonik (boksesli) bireyciliği çıkartılıyor.

Bütün bu gerici ideoloji tellallıklarına karşı, Yeni Çözüm dergisinde tipik görünümünü bulan, devrimci değer­lerin dogmatik algısına sarılma, sosyalist hareket için gerçekten yeni sayılabilecek çözümler yaratabilmekten

son derece uzak sekterce bir tutumdur. Devrimci hareketi yenilgi ortamına sürükleyen, dogmatizmin ta kendisi olmuştu. Bugün, sekter yenilgi psikozlarıyla eski zaaflar üzerinde tepinmek, yeni bir yenilgiyi daha baştanka- bullenmiş olmak demektir.

Devrimci hareket, eski zaaflarından arındırılıp asgari program amaçlarına ulaştırılabilecekse, bu yalnızca, sınıfın öncü kesimleriyle kaynaşmış, devrimci teori ile silahlanmış kadrolardan oluşan modern proleter parti örgütüyle gerçekleştirileblir. İşçi sınıfından kopuk devrim, örgüt, disiplin, kollektivite anlayışları, düzenin koşul­landırdığı toplumsal gerilikler içinde eriyip tükenmeye mahkûmdur. Toplumsal üretimin canlı açılımlarından al­dığı güçle en yüksek devrimci kararlılığı gösterebilen, en köklü disiplin ve kollektivite eğilimlerine sahip olabi­len biricik sınıf, modern proletaryadır çünkü. Siyasal program ve taktik planlarla işlenmiş proletarya değerleri­nin toplumsal mücadeleye egemen kılınması: devrimci kadroların tek gerçek hedefi haline getirilmesi gere­ken şey işte budur. “ Proletaryasızbir sosyalist örgüt de, sosyalist örgütsüz bir proletarya da hiçtir.” (Kıvılcımlı)

Hayır, artık burjuva-küçükburjuva sosyalizmlerinin pragmatik öncülüklerine tahammül edemeyiz. İşçi sınıfı ve gençliğimizdeki devrimci atılganlığın küçükburjuva yöntemlerle çıkmaza sürüklenmesine izin veremeyiz. Bütün devrimci özelliklerine karşın sekter ve kısırlaştırıcı direniş politikalarının yayılmasına seyirci kalamayız.

Ataerkil, tutucu devrimcilik anlayışlarını değil, modern sosyalist ideolojiyle beslenmiş devrimci bir yaşam bi­çimini yükseltmeliyiz. TRT Halk Müziği Korosu’nu andıran tek sesli örgütlenmeleri istemiyoruz artık.Bizim he­defimiz, gelecekteki sosyalist toplumun en güçlü ana çizgilerini kendinde taşıyan, onun örnek modeli, kurucu çekirdeği, gelişmiş bir senfoni orkestrasının armoni zenginliğine sahip modern proleter parti anlayışının ege­men kılınmasıdır.

★ ★ ★Gericilik koşulları, bir yandan çözücü etkiler yaratırken, öbür yandan en sağlıklı unsurların yeni bir temelde

birleştirilmesi için uygun ortam özelliklerini de olgunlaştırmaktadır. Faşizmin sağlıklı düşünebilen kafalar için uyarıcı sayılabilen etkileri, eskisinden daha zengin bir kadro ve mücadele tipini belirgin hale getiriyor.Eylüliz- min yalnızlaştırıcı kuşatmasından sıyrılabilen, iç dünyalarının kabuğunu çatlatarak mücadele alanına giren genç bireyler arasında, boğulmuş yeteneklerini özgürce geliştirip sosyalleştirebilecekleri bir olanak arayışı önsezi­ler düzeyinde de olsa genişliyor. Henüz karşımızdan gelen akıntı, ayakta kalabilmek için direnen genç insanla­ra teorinin önemini hissettirici etkilerde bulunuyor. Eylül sonrası koşullardan filizlenen yeni gençlik kuşağında, akıntıya kapılarak sürüklenmek yerine, düşünerek, kavrayarak, bilinçlice davranmayı tercih etme yönünde mo­dern devrimci sezgiler canlanıyor. Devrimci bireyler arasında eskisinden daha modern ilişkiler gelişiyor.

Çeyre, kadın ve insan hakları hareketleri gibi 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan demokratik potansiyeller, top­lumsal mücadelede bir zenginleşme eğiliminin işaretleridir. İnsan hakları hareketinin devrimci tutuklu yakınları tarafından yaratılmasının getirdiği özgül yanı bir yana bırakılırsa, çevre ve kadın hareketlerinin başlatıcıları, da­ha çok politik mücadelenin zorlukları karşısında geri çekilen yorgun solcu kesimler olmuştur.

Ancak, bu duruma bakarak, olayın toplumsal mahiyetini gözden kaçırmamak zorundayız. Her şeyden önce bu eğilim, düzenden ayrılmanın el yordamıyla arayışlar düzeyinde ortaya çıkan ilk belirtileridir. Devrimci hare­ketin daha yaygın kesimleritoplumsal yaşamın derinliği içinden kucaklayabilmek, daha geniş demokratik po­tansiyelleri harekete geçirebilmek için nelere dikkat etmesi gerektiğini gösteren uyarı işaretleridir.Bu uyarı işa­retleri, hiç olmazsa kadın hareketi düzeyinde ilk olumlu yanıtlarını da yaratmış durumdadır.

Bugün bağımsız kadın hareketine karşı çıkmak, sanat ve kültür örgütlenmelerini politik örgütlenmenin basit araçları haline getirmek, mücadeledeki zenginleşme eğilimlerine tepki göstermekle eş anlamlıdır. Bu müca­delenin geçmiş biçimlerini mutlaklaştırmak, darlaşmak, sekterleşmek demektir.

Oysa, 12 Eylül’den sonra ortaya çıkmış olan her yeni olgu, reddedilmesi gereken gerici niteliklere sahip de­ğildir. Devrimci hareketin temellerini güçlendirecek eğilimler de doğuyor. Ancak, ilk ipuçları ya da belirtiler ola­rak doğmuş eğilimler, faşizm tarafından çok çabuk boğulup zedelenebiliyor. Bize düşen, henüz gelişmemiş ve olumsuz yönlerinden ayrıştırılmamış eğilimleri eğitip, devrimci hareketin gerçek sınıf dinamikleriyle bütün-

1 0 leştirmek olmalıdır. Gelişritenin, modernleşmenin yolu buna bağlıdır.

Page 11: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

YENİDUSUNCE YA DA SÖVYETLERİN DÜNYA DEVRİMCİ SÜRECİNE YAKLAŞIMI

GirişSovyetler’de Gorbaçov’la birlikte başla­

yan süreç hiç şüphesiz ki yalnızca Sovyet insanını ilgilendiren bir olay değil. Bu sü­recin Sovyet dış politikasına yansımaları özellikle dünya devrimci hareketini yakın­dan ilgilendiriyor. Perestroyka’yla başlayan dönemin dış politikasını Sovyet lideri “ye­ni düşünce” olarak isimlendiriyor. Sovyet basınına şöyle bir göz atınca, her dünya ola­yının “yeni düşünce” açısından değerlen­dirildiği hemen görülecektir.

Yazımızda, Sovyet dış politikasının geli­şimini ve “yeni düşünce” ile vardığı son ko­nağı değerlendirmeye çalışacağız. “Dış politika” deyimi uluslararası planda çıkar­ların en az sivri kelimelerle açıklanma sa­natı olan diplomasi deyimi ile ikiz kardeş­tir. Sovyetler de bu diplomasi sanatı dışın­da kalamadı. Ancak bizler için sorun bam­başkadır. Dünya sorunlannı ele alırken dip­lomasinin ele avuca gelmez kaypaklığına dalmak, çok önemli sorunlan tanınmaz ha­le getirmek olurdu. Sovyet dış politikasının, ülkelerinde devrimci mücadele yürütenler açısından anlamı, dünya devrimci süreci­ne Sovyet Komünist Partisi’nin yaklaşımı­dır. Sosyalizmin dünyadaki etkisi göz önü­ne alınırsa, bu yaklaşımlann bir politik açık­lamadan öteye anlamı vardır, dünya dev­rimci sürecini yerine göre dolaylı, yerine gö­re doğrudan etkiler.

Sovyetler’de “yeni” bir dış politika belir­lenmesi parti liderliğinin sübjektif dilekle­rinden öteye anlamlara sahip olmalıdır. Sovyet dış politikası, hiç şüphesiz dünya öl­çüsünde sosyalizm-emperyalizm güçler dengesinin bir ifadesidir. Gorbaçov’un parti liderliğine gelişiyle, elbetteki dünya güçler dengesi değişemezdi. Olsa olsa Gorbaçov ve yeni parti liderliği bugüne kadar denge­lerde meydana gelen kaymaları tespit edip açıklayabilirlerdi. O nedenle, Sovyet dış po­litikasındaki “yenilikler Gorbaçov liderliğin- ce dile getiriliyorsa, bu, günümüze kadar yaşanan birikimlerin politik olarak formü­le edilmesidir.

“Yeni düşünce”yi Gorbaçov’un dilinden özetlemeye çalışalım.

“Proletarya partisinin lideri olarak, mo­dern devrimci görevleri teorik ve pratik ola­rak yerine getirirken, Lenin ilerisini göre­bildi, devrimin sınıf yükümlülüklerinden öteye gidebildi. İnsanlığın ortak çıkarlannm sınıf çıkarlarının önünde geldiğini defalar­ca açıkladı. Bu düşüncelerin tüm derinli­ğini ve anlamını ancak şimdi kavrıyoruz.

Uluslararası ilişkilerdeki felsefemizi ve ye­ni düşünce yolunu besleyen bu düşünce­lerdir.

“Bazılarına, komünistlerin insanlık çıkar­tan ve değerleri üzerine bu kadar güçlü vur­gu yapmaları garip görünebilir. Gerçekten sosyal yaşamın bütün fenomenlerine sınıf güdüsüyle yaklaşım Marksizmin ABC’sidir. Bugün de, sınıf temeline dayalı karşıt sınıf çıkarlarının bulunduğu toplumlara, yine zıt­lıkların içine nüfuz ettiği uluslararası yaşa­mın gerçekliklerine de böyle bir yaklaşım bütünüyle cevap verir. Ve çok yakın zama­na kadar sınıf mücadeleleri sosyal gelişme­nin ekseninde kaldı ve sınıflara bölünmüş ülkelerde hâlâ kalmaya devam ediyor. Öte yandan, Marksist felsefeye, sosyal yaklaşı­mın esas sorunlarıyla ilgili olarak, sınıf gü- dülü bir yaklaşım egemendi. İnsancıl yak­laşımlar, kendisini kaldırmasıyla, toplum­daki tüm sınıf zıtlıklannı kaldıracak olan son sınıf işçi sınıfının mücadelesinin bir nihai so­nucu ve fonksiyonu olarak görüldü.

“Fakat şimdi, kitlesel, toplu yıkım silah­larının ortaya çıktığı noktada, uluslararası planda sınıf çatışmaları için objektif bir sı­nır belirdi: Topyekün yıkım tehlikesi.

“27. Kongrede kabul edilen Parti prog­ramında değişimler yeni bakış açısının ru­huyla ortaya kondu. Farklı sistemlere sa­hip devletlerin barış içinde birlikte yaşama­sının “sınıf mücadelesinin özel bir biçimi” ol­duğu yolundaki belirlemenin artık prog­ramda tutulmasını özellikle mümkün gör­medik.” (1)

Bütün bu düşüncelerde “yeni” olan nedir?

Uluslararası planda sınıf mücadelesinin objektif sınırı yeni bir olgu değildir. Nükle­er silah dengesinin kurulduğu 1970’lerden beri bu sınır vardır. Sınıf savaşının sistem­ler arası bir dünya savaşına dönüşmesini nükleer silah dengesi olağanüstü riskli ha­le getiriyor. Bu anlamda, uluslararası sevi­yede sınıf savaşımının artık bir objektif sı­nırı vardır.

Gorbaçov’un düşüncelerinde yeni olan şey, insanlık çıkarlarının, sınıf çıkarlarının önüne geçirilmesi, daha da önemlisi iki sis­temin barış içinde birlikte yaşamasının “sı­nıf savaşının özel bir biçimi” olduğu tespi­tinin terkedilmesidir. Bu, önemli bir “yeni­liktir.

Sınıfların hâlâ varolduğu, farklı sınıf te­mellerine dayalı iki sistemin karşı karşıya bulunduğu dünyamızda, sistemlerin ilişki ve çelişkilerini belirleyen temel nedir? Sovyet-

Mehmet YILMAZER

ler Birliği bu soruya “yeni” cevaplar bulma çabasındadır. Nükleer silah dengesi yılla­rındaki -neredeyse bir yirmi yılı kapsar- sis­temlerin sınıf temeli değişmediğine göre hangi değişimler uluslararası ilişkilerin sınıf temeli sorununu gündeme getirmiştir?

Bu soruya cevap aramadan önce, Sov­yet Dış politikasının başlıca konaklarına göz atmalıyız.

Ekim Devriminden II. Dünya Savaşı bitimine kadar olan dönem

Ekim devriminin dış politika alanında ilk eylemi barış ilan etmek oldu. Ancak barı­şa varılması korkunç sancılı üç yıldan son­ra mümkün oldu. O yıllarda dünya den­gesi olağanüstü oynak ve koşullar bambaş­kaydı. O nedenle “barış” ilanının ardında henüz bugünkü haliyle bir “barış içinde yaşama” teorisi yoktu. Olay tümüyle pra­tik gidişi kavrayarak, genç ve zayıf Sovyet iktidarı için yaşama imkânı yaratmakta nok­talanıyordu.

Lenin Kasım 1920’de yaptığı bir konuş­mada uluslararası durumu ve Sovyet dev­riminin geleceğini şöyle değerlendirir.

“Üç yıl önce, Rusya’da proletarya devri­minin zafer koşullarını ve görevleri sorunu­nu ortaya koyduğumuz zaman, Batı’da ar­dımızdan bir proletarya devrimi gelmedik­çe zaferin sürekli olamayacağını ve devri- mimize doğru yaklaşımın yalnızca ulusla­rarası bakış açısından mümkün olduğunu sürekli olarak kuvvetle vurguladık...

“Bütün olarak uluslararası duruma bir göz atıldığında görülecektir ki, muazzam başarılar elde ettik ve yalnızca soluk alma fırsatından öteye anlam taşıyan şeyler ka­zandık. Nefes alma zamanından biz, emperyalist güçlerin bize karşı daha büyük bir güçle savaşı yeniden başlatma imkânı­na sahip oldukları kısa dönemi anlıyorduk. Bugün de, tehlikeyi küçümsemiyor ve ka­pitalist ülkeler tarafından gelecekteki askeri bir saldırı ihtimalini inkâr etmiyoruz. Bu­nunla birlikte,,, kapitalist devletler ağı için­de temel uluslararası var olma hakkımızı kazandığımız bir yeni döneme girdik.” (2)

1960 sonrası Sovyet literatüründe sıkça tekrarlanan “Lenin’in banş içinde birlikte ya­şama politikası” hiçbir hayale, ya da emper­yalizmle ilgili yersiz iyimserliklere dayan­maz. Her şey apaçık tespit edilmiştir. İlk ba­nş ilanı, yeni bir saldırıya karşı “nefes alma”

Page 12: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

imkânı yaratacaktı. Üç yıl süren beyaz or­du saldırılarına karşı Sovyetler başanyla di­renince, bu nefes alma şansı “kapitalist dev­letler ağı içinde var olma” imkânına dönüş­müştür. Bu tespitleri yaptığı konuşmasın­da Lenin şu gerçekliği de ilan etmekten geri kalmaz:

“Savaştan barışa geçtiğimizi, fakat sava­şın geri döneceğini unutmadığımızı söyle­dim. Kapitalizm ve sosyalizm var oldukça barış içinde yaşıyamazlar: Biri ya da diğeri kesinlikle kazanacak- son cenaze töreni ya Sovyet Cumhuriyeti ya da dünya kapita­lizmi için yapılacak” (3)

O günlerin koşullarında sorunu başka türlü koymak mümkün değildi. Sovyet devleti barış istiyordu. Barış, genç Sovyet iktidarının yaşama imkânıyla doğrudan bağlantılı bir sorundu. Ancak emperyaliz­min barış istemediği, genç Sovyet Cumhu­riyetini yıkmak için her fırsatı kolladığı açıktı. Dünyanın o günkü güçler dengesinde emperyalistler arası paylaşım savaşının yı­kıcılığı onlann sosyalizme karşı davranış im­kânlarını önemli ölçülerde sınırlamıştır. An­cak, Lenin “kapitalizm ve sosyalizm varol­dukça”, “savaşın geri dönebileceğini” açık­ça vurgulamıştır. Nitekim 1930’lar sonrası Sovyet Cumhuriyetinin “cenaze töreni” için emperyalizm Hitler boyutlarında çılgınlaş­mayı denemeden edemedi. Ve dünyanın bir bölümünde daha kapitalizm için “cena­ze töreni” yapıldı.

Özetle, Lenin dönemindeki barış politi­kası, emperyalizmin savaş çılgınlığıyla ilgili hiçbir aldanmaya yer bırakmamıştır. Hatta barışın sağlandığı günlerde, Sovyetler’in emperyalist ülkelerle yaptığı ticari- ekonomik anlaşmalar ve emperyalist şirket­lere tanınan “imtiyazlar” için Lenin şu de­rin tespiti yapmıştır: “Kapitalizm ve bolşe- vizmin arasındaki bir çatışma tehlikesi açı­sından, imtiyazların savaşın bir devamı, fa­kat farklı bir alanda devamı olduğu söyle­nebilir.” (4)

Emperyalist kuşatma altında ve geri tek­nikle sosyalizmi kurma yıllarında, genç Sovyet iktidarından emperyalist sermaye­nin istediği tavizler -imtiyazlar- gerçekten savaşın başka bir alanda devamı olmuştur.

Stalin yıllan adım adım yaklaşan savaş tehlikesine her alanda hazırlık dönemi ol­muştur. Sosyalizmin maddi temellerini sağ­lamlaştırmak için yürütülen korkunç mü­cadelenin baş itici gücü emperyalist kuşat­ma ve onların her gün daha fazla açığa vu­ran savaş çığlıklarıydı.

“Kim barış ister ve bizimle iş ilişkileri kur­maya çalışırsa, her zaman bizden destek görecektir. Ama ülkemize saldırmaya kal­kışacak olanlar, öyle bir karşılıkla cezalan­dırılacaklardır ki, yıldırım çarpmışa döne­cekler ve bir daha o domuz burunlarını bi­zim Sovyet çorbamıza sokmak isteğini du­yamayacaklardır.” (5)

Gerçekten II. Dünya Savaşı emperyalizm açısından paylaşım savaşları konusunda önemli bir ders oldu. Hem sosyalizm doğ­rudan yeni mevziler kazandı, hem de sö­mürge ülkelerde ulusal bağımsızlık savaş­ları hızlandı.

Savaşın hemen sonrasında Stalin “Yeni bir dünya savaşını kaçınılmaz sayar mısı­nız?” sorusuna iki önemli gerçekliği tespit ederek cevap verir:

“Hayır. Hiç olmazsa şimdilik kaçınılmaz sayılamaz.

“Kuşku yok ki, yeni bir savaşa susamış güçler, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Bü­yük Britanya’da ve Fransa’da mevcut bulun­maktadır”

Öte yandan “Halklar banşın sürdürülme­si davasını kendi ellerine alırlarsa ve onu sonuna kadar savunurlarsa, barış sürdürü-

I 2 lür ve pekleşir. Savaş suçluları, halk yığm-

lannı yalanlarla sarmalayabilir ve onlan yeni bir dünya savaşına razı edebilir ve sürükle­yebilirlerse, savaş kaçınılmaz olabilir.” (6)

Stalin, “yeni bir savaşa susamış güçler- ’in varlığını açıkça ilan eder, ancak yeni bir savaş en başta halkların buna “razı” edi­lebilmesiyle mümkün olabilirdi. Emperya­lizm bu ikna faaliyetini neredeyse hiç dur­durmadı. 1950’ler sonrası “soğuk savaş” dö­nemi ve her fırsatta ortaya atılan “Sovyet tehdidi” kapitalist ülke halklarının kafasına durmaksızın boca edildi. Ancak bu demo- gojilerin yanında savaşın insanlığa yaşattı­ğı basit acı gerçeklikler vardı. Dünya halk- lanntn bir savaşa sürülmesi artık eskisi denli kolay olamazdı.

Özetlersek, II. Dünya Savaşının bitimi­ne kadar geçen yıllarda sosyalizmin barış politikasıyla pratik savaş tehlikesi iç içe yanyana yaşamıştır. Gerek Lenin ve gerek­se Stalin, barış politikasını yürütürlerken, dünya güçler dengesinin durumundan ha­reketle somut savaş tehlikesini hiçbir zaman göz ardı etmemişler, barış politikası hiçbir şekilde “barış edebiyatına” dönüşmemiştir.

Sosyalizmin barış politikasının temelin­de yatan gerçeklik nedir? Barış politikası­nın temelinde, sosyalizmin kuruluş günle­rinde onun emperyalizme göre zayıflığının yattığını ileri sürmek olayı aşırıca basitleş­tirmek, sorunu yalnızca pratik güçler den­gesinin basit, pragmatik bir uzantısı haline getirmek olur.

Sosyalizmin paylaşacağı ya da koruya­cağı “pazarlan” yokıur ve olamaz. I. Dün­ya Savaşı’na hazırlık günlerinde bolşevik- ler savaşın emperyalist karakterini tespit et­miş, “vatan savunması” çığlıklarının ardın­da yatan emperyalist pazar paylaşımı ger­çekliğini görmüşler ve eğer savaş kaçınıl­maz hale gelirse, onu “iç savaşa dönüştürme” parolasını yükseltmişlerdir. Ve bu parola Rusya’da gerçeklik olmuş, Al­manya’da sancılı yıllardan sonra karşı­devrimin lehinde sonuçlanmıştır.

Sosyalizmin barış politikası, emperyalist pazar paylaşımı savaşlarına karşı yükseltil­miş bir paroladır. Ancak sosyalizm her türlü savaşa, her koşulda karşı değildir. Ulusal bağımsızlık ve sosyal kurtuluş için girişilen mücadelelerin haklı savaşlar olduğu III. Enternasyonal günlerinde dünya komünist hareketi tarafından resmen ilan edilmiş, pratik olarak desteklenmiştir. Ancak her­hangi bir ülkeye savaşla devrim götürmek prensip ve pratik olarak kabul edilemez bir durumdu. Devrim en başta ülkelerin ken­di iç koşullarının olgunlaşmasına dayana­bilirdi. Ancak ondan sonra dış destek gün­deme gelebilirdi.

Görüldüğü gibi barış sorunu dünyadaki her savaşa karşı ileri sürülebilecek, her sü­recin anahtarı olarak görülebilecek bir pa­rola değildir.

Barış politikasını kendi doğuş ve gelişim koşullanndan soyutlamak, onu iyiniyetli sırf insancıl bir girişim haline getirebilir, ancak böyle bir bakış açısı dünyanın yaman prob­lemlerine çözüm olamaz.

II. Dünya Savaşı bitimine kadar barış po­litikasının dayandığı iki temel açıktır: ilki, sosyalizmin emperyalist pazar paylaşım sa­vaşlarına kökten karşı çıkışı; İkincisi, emper­yalizmin sosyalizmle topyekün hesaplaşma girişimlerinin geriletilmesi nedenlerine da­yanır.

II. Dünya Savaşı sonrası dönem ya da Nükleer denge dönemi

Bu yılları başlıca iki farklı döneme ayır­mak gerekir: Nükleer denge öncesi yıllar; nükleer denge sonrası yıllar ya da 1970’ler sonrası...

Gerçi dünyada “Atom dengesi” daha 1950’lerin başlannda kurulmuştur. Fakat bu denge ile nükleer silah dengesi birbirinden yalnızca nicelik silah yığını ile ayrılmıyor. Atom bombası basit bombardıman uçak­ları ile taşmıyordu. Şimdi en hassas hedef­ler “akıllı nükleer füzelerle” zahmetsiz tah­rip edilebilir. Atom dengesi dünyanın bir bölümünü tehdit altında tutabiliyordu. Nük­leer silah dengesi dünyanın tümünü onlar­ca kere yıkabilir. Bütünbu gelişmelerin, yani dünya güçler dengesinde varılan bu kona­ğın, yeryüzünde hemen her olayı etkileme­mesi elbette düşünülemez. Ancak dünya­daki her olaya yalnızca nükleer silah den­gesi açısından bakmak da bir o kadar ya­nılgı yaratır.

Yazımızın mantığı açısından, dünya güç­ler dengesi içinde Sovyetler’in dünya dev­rimci sürecine bakışını irdelemek durumun­dayız. O nedenle II. Dünya Savaşı sonrası dönemi ve bu dönemdeki dengelerin kay­masını yalnızca silah dengesi açısından ele almak pek çok sorunu sığlaştırır. Sosyaliz­min kapitalist ana yurtlardaki mücadeleye ve sömürge - yarı sömürge ülkelerdeki ge­lişmelere bakışı ve bizzat bu gelişimlerin dünya dengesini nasıl etkilediğini irdele­mek, nükleer şemsiyenin altında olayların akışının daha tam bir tablosunu verecek­tir.

1960’iar sonrası kapitalist ana yurtlardaki mücadele Sovyetler açısından “ barışçıl geçiş” damgasını taşır. “Üçüncü dünya” ül­kelerindeki gelişim ise “ kapitalist olma­yan yol” parolasıyla yürütülmeye çalışıl­mıştır. Ayrı ayrı irdeleyelim.

Kapitalist ana yurtlardaki mücadele: Barışçıl geçiş tezleri

Şimdilerde kapitalist ana yurtlarda “ba­rışçıl geçiş” tezleri gölgede kaldı. Bu elbet- teki daha radikal yolların seçildiği anlamı­na gelmiyor. Artık Avrupalı komünistler ka­pitalizmden sosyalizme bir “geçişi” bile değil, “barışın korunmasını” tartışıyorlar. Nükleer yıkım korkusu sınıfları ideolojile­rinden mi kopuşturuyor? Ya da tam tersi, sosyalizme varmak için savaş çığlıkları mı atılmalıdır? Elbetteki hayır.

Dünya olaylanna skolastikçe nükleer yı­kım ve banş ikileminden bakmak, her tak­tik ve siyasi tutumu bu zemine indirgemek, dünya devrimci hareketindeki gelişmeleri, değişimleri açıklayamamakla kalmaz, ger­çek nedenleri bulanıklaştırır, yığınların bi­lincini nükleer şokla donuklaştırır, onları bu kısır çember içinde bunaltır, alıklaştırır.

Kapitalist ana yurtlarda barışçıl geçiş tez­leri ne zaman ve hangi temelde doğmuş­tur? Bu sürece kısaca göz atmak bazı ya­nılgıları olsun ortadan kaldırabilir.

Togliatti, 1956 Haziranında Merkez Ko­mitesine sunduğu raporda önemli bir dc nüşü başlatıyordu:

“Tartışılacak bir konu var. Gerçekte biz, sosyalizme doğru yalnızca demokratik yol­dan değil, hatta parlamenter biçimleri kul­lanarak da ilerlemenin mümkün olduğu­nu söylediğimiz zaman, yaşanmış ve halen yaşanmakta olan değişimleri göz önüne alarak, bazı şeyleri düzeltme durumunda olduğumuz açıktır.

“Lenin, daha başlangıçta, Rusya’da ya­şanan proletarya diktatörlüğünün örgütlen­me biçimlerinin bütün diğer ülkeler için ka­çınılmaz olmadığını açıkça söylemiştir.” (7)

Göz önüne alınan “değişimler” nelerdir? Uluslararası planda elbetteki en önemli fak­tör, sosyalizmin faşizme karşı zaferi ve sos­yalist sistemin varlığıyla dünya ölçüsünde sosyalizmin ileriye doğru büyük bir adım at­mış olmasıdır. Hitler faşizminin bütün yıkı-

Page 13: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

alığını yaşamış Avrupa ülkelerinde Sovyet- ler’in ve sosyalizmin etkisi belki tarihteki en yüksek noktasına ulaştı. Elbetteki Togliat- ti’nin tezleri için yalnızca bu uluslararası ko­şullar yetmezdi.

Faşizme karşı mücadele yılları komünist­lere kendi ülkelerinde önemli bir prestij ka­zandırmıştır. Savaş bitiminde Avrupa ülke­lerinde burjuvazi Hitlere teslim oluşun ezik­liğini yaşıyordu. Ekonomiler yıkım içindeydi ve Hitler kuklası yönetimlerin çöküşüyle si­yasi planda bir karmaşa ve yeni dengelere geçişin doğurduğu bir anafor yaşanıyordu.

Bu yıllarda “komünistler 18 ülkede, özel­likle Fransa, İtalya, Danimarka, Finlandi­ya, Norveç’te hükümetlere” girdiler. (8) Ma­yıs 1946 seçimlerinde İtalya’da Hıristiyan Demokratlar 207, Sosyalistler 115, Komü­nistler 104 üye ile parlamentoda temsil edildiler. Ekim 1947’de Fransa’da! Kato­lik Parti ve Halkçı Cumhuriyet Hareke­ti 141, Sosyalist Parti 142, Komünist Parti 152 milletvekiline sahipti. (9)

Barışçıl geçiş hayalleri için oldukça elverişli koşullar!

Ancak savaş sonrasının bu geçici gö­rünüşü, komünist partilerinde böylesi- ne köklü bir dönüş için yeterli neden ola­bilir miydi? Önceki yıllarında gerçekten pro­leter bir çizgi izlemiş ve bunu en azından Komüntern yıllarında 10-15 yıl pekiştirmiş bir siyasi parti için son derece oynak ve ge­çici koşullara böylesine teslim oluş bekle­nemezdi. Avrupa komünist partileri için fa­şizm yılları da çok önemli değişim yılları­dır.

Togliatti aynı raporunda şu tespiti yapar:

“Faşizm altında ve savaş sürecinde olan­lardan çıkarttığımız ilk ve en önemli sonuç, kapitalist yönetici sınıflar liderlik durumlan- nı yitirince ve politikalanyla ulusu felakete sü­rükledikleri bir zamanda, işçi sınıfı ve ona en yakın çalışan yığınların ulusal misyonu­nun yeniden kendini ortaya koymasıdır.” (10) İşçi sınıfının “ulusal misyonu” nedir? Burjuvazinin hâlâ zayıf ve sarsılmış olarak da olsa iktidarda olduğu bir ülkede işçi sı­nıfının “ulusal misyonu” burjuva iktidarını tasfiye etmek olabilir. Oysa İtalyan Komü­nist Partisi o yıllarda burjuvazi ile birlikte ülkeyi faşizmin yıkımından çıkarma çaba­sındadır. Ve ünlü “tarihsel uzlaşmanın” kay­nakları o günlere kadar uzanır.

Aynı şeyler Fransa için de geçerlidir. 1945’te M. Thorez Komünist Partisi hükü­metteyken şunları söylüyordu:

“Biz komünistler şu momentte açıkça sosyalist ve komünist taleplerde bulunma­malıyız. Bunu, “devrim” kelimesini sürekli kullananların gözünden düşme pahasına söylüyorum. Devrim sözcüğü belli bir po­pülariteye sahip, fakat Hitler’in himayesin­deki ‘ulusal devrim’in dört yılı anlamların­dan boşaltılmış bazı kelimelerin demogo- jik kötü kullanımına karşı halkı uyardı...

“Merkez Komitesinin ve Parti Kongresi­nin kararları adına sizlere açıkça belirtme­liyim ki, en küçük bir grevi, özellikle geçen hafta birliğin bir ucunda ve birliğe karşı, Be1 thune madenlerinde patlayan grev gibi bir grevi on ay lay amayız.” (11)

O yıllardaki anılannda De Gaulle, M. Thorez’ın bu görüşlerini yorumlarken, zor­luk çeker: “Onun devamlı çağnsı her ne pa­hasına en fazla çalışma ve üretim içindir. Onu anlamaya çalışmayacağım. Eğer Fran­sa’ya hizmet edilirse benim için yeterlidir.” ( 12)

Ve aynı Fransız Komünist Partisi Mayıs 1945 Cezayir katliamına ve 1946 Vietnam müdahalesine rağmen hükümette kalma­yı sürdürmüştür.

Avrupa komünist partileri “Faşizme kar­şı demokrasi” mücadelesinde inkâr edile­

mez bir itibar kazandılar. Ancak pek önemli bir değeri yitirmek pahasına... Faşizme karşı “Vatansavunması” partilerin sınıf çiz­gilerini hızla aşındırdı. Faşist hükümetlere ve Hitler faşizminin yıkımına karşı burjuva­zinin önemli bir kesimi ve orta tabakalarla ittifaka girilmekle kalınmadı, daha öteye gi­dilerek “ulusun kalkındırılması” parolasıy­la sınıf işbirliği yapıldı. Hitler faşizmine karşı mücadelede burjuvazi ve orta tabakalarla proletaryanın ittifakının son bulduğu mo­ment görülemedi. Tam tersine barışçıl ge­çiş hayalleriyle bu moment belirsiz bir tari­he yayıldı. Fransız, İtalyan ve İspanya kü- münist partilerinden 1944’lerde proleter bir devrim istemek aklımızdan geçmez. Ülke­lerdeki devrimci gelişim böyle bir olgunlu­ğa ulaşmamıştı. Ancak ezik, hırpalanmış kapitalist ekonomileri, yine burjuva hükü­metlere ortak olarak ve “her ne pahasına üretimi arttırarak” burjuvaziye koltuk değ- nekliği yapmak proleterya partilerinin işi ol­mamalıydı.

Özetle, faşizm yılları Avrupa komünist partilerinin sınıf çizgilerini önemli ölçüde erozyona uğramıştır. O yıllarda ülkeler için­de ve dışındaki güçler dengesinin etkisiyle de barışçıl geçiş hayalleri boy vermiştir.

Dünya kapitalizmi bu gidişe karşı kayıt­sız kalmadı. Amerikan Marshall yardımı Av­rupa’ya ulaşır ulaşmaz, daha 1947’lerde ko­münistler hükümetlerden tekerlendiler. Bu yuvarlanış hayalleri yıkabildi mi? Hayır! Ge­lecek günlere ertelendi.

Barışçıl geçiş tezlerine karşı Sovyetler’in tutumu ne olmuştur? Onların bu hayalle­rini eleştirmek, hiç değilse onları hayalleri ile başbaşa bırakmak yerine, Sovyetler bu tezleri kuvvetle desteklemiştir. Ünlü XX. Kongre’de tezler benimsenmiş bu noktada da kalınmayıp, XXII. Kongrede Üçüncü Parti Programında resmen yer almıştır:

“İşçi sınıfı ve onun öncüsü -Marksist- Leninist partiler- banşçıl yollarla sosya­list devrimi başarmaya çalışıyorlar. Bu, bir bütün olarak halkın ve işçi sınıfının çıkar­larını karşılayabilir, ülkenin ulusal çıkarla­rına uygun düşerdi.

“O dönemin ağır basan koşularında, bazı kapitalist ülkelerde işçi sınıfı, ileri kesimle­rinin öncülüğünde, ulusun kitlesini birleş­tirme, iç savaşsız devlet iktidarını kazanma ve halka temel üretim araçlarını devretme şansına sahiptir... Halkın çoğunluğu tara­fından desteklenen ve kapitalistler, toprak sahipleriyle uzlaşma politikasını reddetme yeteneğinde olmayan oportünist eleman­ları püskürterek, işçi sınıfı gericiliği, halka karşıt güçleri yenebilir, parlamentoda sağ­lam bir çoğunluk kazanabilir, onu burjuva­zinin çıkarlarına hizmet eden bir araç ol­maktan, çalışan halka hizmet eden bir ara­ca dönüştürebilir, parlamento dışında ge­niş yığın mücadelesini başlatabilir, gerici güçlerin direncini kırabilir ve banşçıl sosya­list devrimin gerekli koşullarını sağlayabi­lir.” (13)

Barışçıl sosyalist devrim tezini savunan­lar “Batı Avrupa partileri ile ABD, Kanada, Avusturalya, Japonya,Hindistan vb, komü­nist partilerfdir. (14) Akıl almaz gibi görün­se de, iki paylaşım savaşıyla dünyayı kana bulayan, ilişkilerinin temeli daima zora da­yanmış bulunan emperyalist ana yurtlarda “komünistlerin” ağzından “barışçıl geçiş” türküsü yükseliyor ve Sovyetler Birliği Ko­münist Partisi bunu zahmetsizce programın ayerleştirebliyor. Bir kez bu adım atılınca Sovyet komünistleri bu tezi daha da derin­leştirmeden duramadılar.

“Barışçıl devrim eğer geçmişte olanaklı idiyse, günümüzde haydi haydi olanaklıdır.

“Her şeyden önce tüm dünyada sosya­lizm ve demokrasi güçleri hatırı sayılır öl­

çüde büyüdü. Marksist - Leninist partile­rin rehberliğindeki işçi sınıfı, burjuva dev­letlerde yasaları yapan tekellerin politika­sından hoşnut olmayan milyonlarca insa­nı etrafında toplamaya ve bir güçler üs­tünlüğü sağladıktan sonra burjuvaziyi silahlı bir direnme olmaksızın teslim almaya zor­lamaya yeteneklidir. İkinci olarak, dünya sosyalist sisteminin varlığı, onun artan gü­cü kapitalist ülkelerin emekçileri için olumlu bir etkendir...

“Parlamentoyu... iktidarın proletarya ta­rafından fethi için bir alet olarak da kullan­mak olanaklıdır...

“Komünistler, devrimin barışçıl gelişimi için savaşım vermenin araçlanndan biri ola­rak, işçi sınıfının çıkarlannı temsil eden öğe­leri kerte kerte içine sokarak devlet aygı­nın bileşimini değiştirmeyi görüyorlar. Ko­münist partiler böylece kurumların, okul­ların ve üniversitenin demokratikleşmesi­ni ilerletebilir, devlet memurlannın yüküm­lülüklerini genişletebilir, polisi, orduyu, özel servisi denetleyebilirler.” (15)

K. Zaradov’un 1976’lardaki bu satırlann- da Marksizmin zerresi yoktur. Komünistler kiler faresi sabrıyla devleti “kerte kerte” ke­mireceklerdir. Sonra: Barışçı sosyalist devrim!

Bilindiği gibi bu tezler Sovyetler Birliği ile •ateş içinden yeni çıkmış Çin Komünist Par­tisi arasındaki kopuşmanın odak noktasın­da yer almıştır. Sonradan Çin’in nereye git­tiği ayrı sorun! Ancak böyle tezlere karşı Çin’in bayrak açması haksız değildi.

Elbetteki Marksizmin tezleri sonsuz za­man akışında geçerli mutlak kalıplar de­ğildir. Ancak 1945’ler sonrası dünyada ku­rulan yeni dengeler ya da yaşanan deği­şimler, onun en temel tezlerini alt üst ede­cek ölçüde miydi? Elbetteki hayır! Dünya da ne 1950’lerde ne de bugün sosyalizmin gücü ve itiban emperyalizmi kendi ülkele­rinde sessizce boyun eğmeye zorlayacak kertede değil, halen de değildir. Ancak sa­vaş yorgunu dünya 1950’lerde barış istiyor­du. Fakat bu barış isteği Marksizmin teorik temellerinin tahrif edilmesi içinbir gerekçe olamazdı. Hele pratik, somut gerçeklere göz yummak mümkün değildi.

Dünya olaylarına skolastikçe nükleer yıkım ve barış ikileminden bakmak, her taktik ve

siyasi tutumu bu zemine indirgemek, dünya devrimci hareketindeki gelişmeleri,

değişimleri açıklayamamakla kalmaz, gerçek nedenleri bulanıklaştırır; yığınların bilincini nükleer şokla donuklaştırır; onları bu kısır

çember içinde bunaltır,; alıklaştırın

Hemen savaş sonrası, Avrupalı komü­nistler elbetteki mücadele biçimi olarak ba­rışçıl araçlara dönmek durumundaydılar.Ancak bu araçların, araç olmaktan çıkarı­lıp partilerin bütün mücadele ufkunu kap­layan amaç haline gelmesi Marksizmin dev­rimci özünün bir kenara bırakılması anla­mına geliyordu. Sovyetler ise o günlerde­ki güç ve itibannı abartarak bu hataya ka­tılmış oldu. Oysa dünyada sosyalizmin gü­cünü olduğundan öteye abartmak, düşma­na karşı uyanıklığı zayıflatır, bununla da kalmaz gücü aşındıran, gerileten etkiler ya­ratır.

Sovyet Komünist Partisi bu tezleri prog­ramına, hem de oldukça detaylı bir şekil­de geçirerek kapitalist anayurtlardaki par­tilerin sınıf mücadelesi zemininden kopuş- lanna suç ortaklığı yapmış oldu. Gerçi pek çok Sovyet yazarı tezlere karşı hakem ko­numunda bulunmayı yeğlemiştir. Ancak böyle bir konum bile hataya ortak oluşu or- tadan kaldırmaz. K. Zaradov’un en uç nok- I 3

Page 14: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

talara varan oportünist yaklaşımı yanında, Avrupa komünistlerinin seçtiği yola elbet- teki daha ihtiyatlı yaklaşan Sovyet yazar­ları da yok değildi.

“... Bununla birlikte, devrimin yolu soyut değil, fakat gerçek güçler dengesine bağlı olarak karar verilmesi gereken özel bir prob­lemdir. İktidara barışçıl el koyuşa yönelişin üreteceği yararlar, yalnızca uygun koşullar mevcutsa sonuca ulaşabilir.

“Barışçıl yola yönelişi benimseyen komü­nist partiler haklı olarak çeşitli ciddi zorluk­ların varlığına işaret ediyorlar. Günümüz kapitalizminin bütün verili zayıflıklarına rağ: men, modern emperyalist devletin askeri- bürokratik mekanizması öyle büyüdü, fark­lılaştı, dallanıp budaklandı ve gelişti ki onu kırmak asla kolay değildir.” (16)

Bu satırlar aslında emperyalist anayurt­larda barışçıl geçiş hayallerinin dolaylı bir inkârıdır. Ancak bu dolaylı inkârlar o gün­lerin ortamında hep altta kalan, ölü tepki­ler olmuşlardır. Komünist partilerin şimdi artık yapılamayan- ortak toplantılannda ba­rışçıl geçiş tezleri 1956’dan itibaren her se­ferinde kuvvetle vurgulanmıştır.

Barışçıl geçiş tezleri, Kominterrı’in dağılmasından hemen sonra -çünkü bu

tezlerin filizlenmesi 1946lara kadar gider- dünya komünist hareketinde ilk önemli

kopuşmaydı. Bu kopuşma, özellikle sömürge, yeni sömürge ülke komünist partileriyle

kapitalist ana yurtlardaki partilerin kopuşması anlamına geliyordu.

Barışçıl geçiş tezleri, Komintern’in dağıl­masından hemen sonra -çünkü bu tezle­rin filizlenmesi 1946’lara kadar gider- dünya komünist hareketinde ilk önemli kopuş- maydı. Bu kopuşma, özellikle sömürge, ye­ni-sömürge ülke komünist partileriyle ka­pitalist ana yurtlardaki partilerin kopuşması anlamına geliyordu. Bu tespite şöyle bir iti­raz yapılabilir: Her ülke partisi kendi yolu­nu, ülke koşullarına göre belirler ve Avru­pa partileri kendi yollarını bütün diğer ül­kelere önermedikleri için de bu tezler bir kopuşma anlamına gelmez, denilebilir. Gerçekten partilerin ortak toplantı bildirge­lerinde her iki mücadele yolu da yan yana vurgulanmıştır. Ancak bu tutumlar olayın özünü kurtaramıyordu. Dünya jandarma­sı emperyalizmi kendi ana yurdunda “ker­te kerte” teslim almak görüşü, ülke partile­rinin kendi yollarını bağımsızca belirlemek­ten öteye Marksizmin sınıf mücadelesi kav­ramından bağımsızlaşmak anlamına ge­liyordu.

Sovyet Komünist Partisi bu çatallanma ortasında hakem rolü oynayarak aslında kapitalist ana yurtlarda yeniden canlanan ve II. Enternasyonal batağına yönelen ye­ni sınıf uzlaşmacı tezleri güçlendirmiş olu­yordu. Nitekim olayların akışı bu hakem ro­lünü imkânsız hale getirmiştir. Komünist partilerin ortak toplan talan bile 1975’ten beri yapılamaz olmuştur. Özellikle Avrupa ko­münist partilerinden İtalya ve İspanya ko­münist partileri Sovyetler’e karşı açık tavır almışlar, bağlantılar son derece zayıflamış­tır.

Barışçı geçiş tezleri aslında dünya güç­ler dengesinde yeni bir kaymanın işaretiy­di. 1950’lerde kurulan denge, 197Cnere ge­lindiğinde genel ölçüde bir “nükleer silah dengesi”ne yükselmişolsa da, dünya dev-

. _ rimci hareketinin gidişi açısından Avrupa • 4 komünist partilerin tezleri bir geriye ka-

yış anlamı taşıyordu. Öte yandan, Marshall yardımı eliyle, “refah devleti” parolasını atan karşı devrim de güçlü adımlar atıyordu. Ve barışçıl geçiş tezleri karşı devrimin bu ge­nel adımlarına eklemlenmekten öteye an­lama sahip olamadı.

Sınıf mücadelesi, kapitalist ana yurtlar­da genel anlamda bir geri çekiliş yaşıyor­du. Bu,objektif koşullar dikkate alındığın­da bir ölçüde kaçınılmazdı. Fakat bu geri çekiliş düşünce planında çok önemli sap­malarla birlikte yaşanınca, gelecekteki mü­cadeleye hazırlık, o ölçüde zorlaşıyordu. Dünya sosyalizmine ve özellikle Sovyetler Birliği’ne bu noktada düşen görev, tutarlı bir teorik mücadele yürütmek, dünya devrimci hareketi içindeki saflaşmalan netleştirmekti. Böyle bir tutum, pratik olarak kapitalist anayurtlardaki partilerle hemen ve kesin bir kopuşmayı gerektirmezdi. Ancak onla­rın sapmaları kuvvetle deşifre edilebilme­liydi. Bu konuda çok sınırlı polemiklerden öteye diplomatik şekilsizlik ortama ege­men olmuşftır. Böylece, dünya ölçüsünde güçler dengesinde, kapitalist anayurtlardaki mücadelenin geriye kayışının bu anlamda güç yitirme gerçekliğinin üstü barışçıl ge­çiş tezleriyle örtülmüş oluyordu. Bu gerçek­lik, 1975’lerden sonra, tabii Avrupa komü­nist partilerinin her seçim başarısızlığında, acı acı kavranmıştır. Bu sefer de Batı’da iş­çi sınıfının yavaş yavaş ortadan kalktığı tez­leri gelişmiş, “elveda proletarya” ile bu tez­ler saçmalığın zirvesine varmıştır.

Sosyalizmin bu yeni tezler karşısındaki konumu, proleteryanın yok olmadığını ispatlama çabasından öteye gidememiştir. Böyle bir savunma ise, zaten varolan ger­çekliğin kaba bir tekrarından öteye anlam taşımıyordu. Kapitalizm proletaryayı kaldır­maya yetenekli değildir, tam tersine prole­taryanın varlığı onun en temel ön koşulu­dur. Dünyadaki proletarya iktidarlannın ba- şanlan ya da başarısızlıkları yeteri çıplaklıkta dünya halklannm bilincine yansıtılamayınca ve Batı’da proletarya hareketlerinin cılız­laşıp neredeyse “barış hareketlerfnin için­de erimesiyle, pratik gidişteki bu somut olgular nedeniyle, proletaryanın misyonu­nun günümüzdeki durumuyla ilgili beliren bulanıklıklar, sırf kaba teorik savunmalarla aşılamazdı, aşılamadı.

En son “yeni düşünce”yle birlikte, prole­taryanın misyonuyla ilgili Batı anayurtların­daki sefil görüşlerin oldukça kuvvetli izleri Sovyet Bilimler Akademisinin tezlerine de yansımıştır. Bu tezleri yazının ileriki bölü­münde irdeleyeceğiz. Ancak görünen ger­çeklik şudur: 1917 devriminin tartışılmaz gücü uzun yıllar nasıl kapitalist ülkelerdeki işçi hareketini etkilemiş, hatta partilerin II. Enternasyonalden kopup yeniden şekillen­melerinde önemli bir itici güç olmuşsa, 1960’lar sonrası süreçte kapitalist sistemde yakın çöküş beklentileri gerçekleşmedikçe ve hareket durgunlaştıkça, bu sefer tersi­ne bir etki, Batının köklü, derin oportünist rüzgarları Sovyetler’e doğru esmeye başla­mış ve kaçınılmaz etkilerini yaratmıştır. Bu etkilerden ilki ve en önemlisi barışçıl geçiş tezleriydi. Etki ne yazık ki bu noktada dur­mamış, sürecin akışında derinleşmiş, yeni düşünce kılığında daha geniş alanlara sıç­ramıştır.

Geri ülkelerdeki mücadele ve “kapitalist olmayan yol”

Sovyet devrimi aynı zamanda ulusal kur­tuluş savaşlarına da hız vermiştir. Sovyet- ler’in geri ülke devrimlerine karşı tavrı o yıl­larda Komintern zemininde belirlenen tez­ler doğrultusunda şekillenmiştir. Emperya­lizmin sömürge boyunduruğuna karşı ulus­

ların kendi kaderini tayin hakkı o yıllarda geri ülkelerdeki mücadelelere en genel yak­laşımı ifade ediyordu.

Yine Komintern tartışmalarında henüz kapitalist üretim ilişkilerinin çok cılız oldu­ğu ya da hiç gelişmemiş olduğu ülkeler için “kapitalist gelişme aşamasının” kaçınılmaz olmadığı, “eğer muzaffer proletarya, bu halklar arasında sistemli bir propaganda yü­rütürse, eğer Sovyet hükümetleri, ellerin­deki bütün imkânlarla bu halklara yardım ederlerse” kapitalist aşamanın atlanabileceği tespit edilmiştir. (17)

1917’lerde bu tez somut olarak Sovyet Doğu Asya Cumhuriyetleri ve Moğolistan için uygulanabilirdi. Buralarda çoban eko­nomisinden, feodal ilişkilere kadar uzanan ekonomi biçimleri egemendi, fakat kapita­lizm henüz filiz ölçüsünde olsun son dere­ce cılızdı. Gerçekten de Sovyet yönetimi al­tında bu ülkelerde kapitalizm atlanarak sos­yalizme geçilebilmiştir.

1950’ler sonrası geri ülkelerde ulusal kur­tuluş savaşları hızlandığında Komintern’in bu tezleri, deforme edilerek her üçüncü dünya ülkesine uygulanılmaya kalkışıldı ve bu uygluamaya “kapitalist olmayan yol' gibi garip, renksiz bir isim takıldı.

Bu tez 1950’ler sonrasının objektif ge­lişmelerinin kaçınılmaz sonucu ve o gün­lerin ihtiyaçlanna cevap veren bir formü- lasyon muydu?

1950’ler sonrası dünya haritası her gün değişikliğe uğruyordu. Klasik sömürgecili­ğin çöküş dönemi olarak adlandırılabilecek bu dönem 1975’lere kadar uzanır. Ve bu dönemde her yeni bağımsız ülke ile sosya­lizmin ilişkisi gündeme geliyordu. Gerek sö­mürge kurtuluşu için mücadele yıllarında ve gerekse kurtuluş yıllarından sonra sos­yalizmle bu ülkelerin ilişkileri elbetteki Ko- müntern tezlerinden öteye detay yaklaşım­lar gerektiriyordu. “Kapitalist olmayan yol” tezleri bu koşulların ürünü olmuştur, ancak ne sorunların sağlam bir kavranışına daya­nabilmiş, ne de problemlerin çözümüne ışık tutabilmiştir.

O günlerin yaklaşımını bir Sovyet yazarı haklı olarak şöyle eleştiriyor:

“Her şeyden önce, tezi mutlaklaştırdık... Kapitalist olmayan gelişmeyi kesinlikle uy­gulanamayacak olan ülkelerin ilerici güç­lerine bile eylem programı olarak tavsiye et­meye başladık. Oysa bu ülkelerde, örne­ğin Hindistan gibi, kapitalizm belli bir ge­lişme seviyesine ulaşmıştı, kendi finans gruplarına ulusal tekellerine zaten sahipti. Sonuç dünya komünist hareketinde yeni problemler ve sol içinde komplikasyonlar oldu. Bazı komünist partileri kapitalist ol­mayan gelişmenin böyle aşırı yorumlanışı- na karşı kesin tavır aldılar, haklı olarak böyle bir yaklaşımın solu yanıltacağını ve onu kısa ve uzun dönemli amaçları için gerekli mü­cadelesinden saptıracağına işaret ettiler” (18)

1950’lerde hızlanan ulusal kurtuluş sa­vaşları, dünyada emperyalizme karşı yeni yaygın bir cephe açmış oldu. Ancak bu ül­kelerin klasik sömürgeciliğe karşı olmala­rı, otomatik olarak kapitalizme karşı olma­larını getiremezdi. Bu tamamiyle ülke için­deki sınıflaşmalar, üretici güçlerin seviye­siyle ilgili bir sorundu. Ancak Sovyetler bu yıllarda Mısır, Suriye, Irak, Cezayir, Gana, Kongo ve hatta Hindistan gibi yeni bağım­sızlaşan pek çok ülkeyi kapitalist olmayan gelişme yoluna yerleştirmekte sakınca gör­medi. (19)

Bu büyük yanılgıya yol açan, bu ülkeler­de ulusal bağımsızlık sonrası gündeme ge­len: devletçi gelişme yoluydu.

“Bu açıdan, oldukça ‘saf kapitalist yöneliş içinde (genellikle yeni sömürge tipi) olan­lar ve ‘klasik’ burjuva gelişiminden çarpıcı

Page 15: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

bir şekilde ayrılan, kapitalist gelişimini da­ha çok devletçi biçimlerle geliştirmiş olan ülkeler arasında bir fark gözetilmeyebilirdi. İkinci yolun özellikleri, kapitalizmden sos­yalizme mümkün bir dönüşün ve bu doğ­rultuda demokratik dönüşümlerin yürütül­mesinin objektif ön koşullarını yaratıyor” (20)

Ne çare ki şimdiye kadar devletçi kapi­talist gelişmeden, sosyalizme dönüş yapan bir yeni bağımsız ülke görülemedi. O ne­denle, dönüş yapması gereken Soyvetler’ın bu konudaki tezleriydi.

_ “Sanının, bu nedenle bizim sosyal bilimi­mizde geniş bir geçerlilik kazanan bir fikir olsa da, gelişmekte olan ülkelerde halk sek­törünün tarihsel olarak ve daima mülkiyet biçimi olarak diğerlerinden daha ilerici ol­duğunu kabul etmek yanlıştır. Gözlemler halk sektörünün rolünün devletin sınıf ya­pısı tarafındankoşullandırıldığını ve devleti kimin yönettiğine .... devletin kimin çıkar­larına hizmet ettiğine de bağlı olduğunu göstermiştir.” (21)

“Proletarya diktatörlüğü altındaki devlet sektörü bir şeydir, proletarya diktatörlüğü­nün olmadığı, iktidarın en iyisiyle küçük burjuva devrimci demokrasisi ve sık sık gö­rüldüğü gibi, devletçi bürokrasi tarafından elde tutulduğu durumda ise başka bir şey­dir.” (22)

Sovyetlerin bağımsızlığını kazanan geri ülkelerde devlet sektörüne özel bir misyon yüklemesi oldukça kaba bir yanılgıdır. Bu konudaki yanılgıları görmek için Mısır’da Nasır’dan sonra Sedat’la başlayan dönüşü ya da benzerlerini yaşamak gerekmiyordu.b Türkiye emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş ve devlet sektörünün beslemesiyle asalak bir kapitalist sınıf ya­ratmış bir ülkeydi. Ve bu deney 1920’ler ve 1950’ler arasında en açık bir biçimde ya­şanmıştır. Mısır’ın 1975’de E. Sedat’la yap­tığı dönüşü biz 1950’de Menderes ile yap­mıştık. İ. Gandi’nin öldürülmesi Hindistan’ı aynı dönüşe bir zorlayış oldu. Cezayir bu­günlerde aynı yolda. İşin özü, devletçilikle palazlanan özel sektör artık güneşin altın­daki yerini istiyor. Bunun pek klasik adı da “devletçilikten liberal ekonomiye” geçiştir.

>

Ancak 1920’ler dünyası ile 1950’ler son­rası dünya elbetteki aynı değlidir. O zaman şu soru akla gelebilir: 1960’larda sosyaliz­min dünyadaki gücü yeni bağımsız ülkeler­de devlet sektöründen sosyalizme doğru bir dönüşü sağlayabilecek güçte miydi? Sov- yetler kapitalist olmayan yol tezini neye da­yanarak pek çok yeni bağımsız ülkeye uy­gulanabilir ilan etti?

Küba deneyinden Sovyetler şu önemli dersi çıkartmıştır:

“Küba devrimi, günümüzde devrimin coğrafi konum ya da ekonomik düzey ne olursa olsun, başarıya ulaşabileceğini bir ke­re daha göstermiştir.” (23) Bu tespit oldukça üstün körüdür ve başarılı yıllarda ya da dünyada ulusal bağımsızlık savaşlarının prestijinin hâlâ en yüksek olduğu günler­de yapılmıştır. Ayrıca tek yanlıdır. Olaya Sovyetlerin yardımı açısından bakar. Coğrafya artık sorun değildir, sosyalizm dünyanın her yerine kolayca ulaşabilmek­tedir; ekonomik düzey önemli değildir, çünkü sosyalizmin teknik gücü bu konuda­ki zaafları hızla örtebilecek yetenektedir.

Fakat burada en önemli nokta devrim- lerinsınıf karakteri ve gücünün unutulma­sıdır. Aynı Sovyet yardımıyla Küba sosya­lizme giderken nedenMısır, Irak, vb., ülke­lerden hiçbiri sosyalizme gidememiştir. Bu­nun tek açıklaması, o ülkelerdeki devrimin ya da bağımsızlık mücadelesinin yürütü­cü sınıf güçleriyle yapılabilir. Sovyetler ulu­sal kurtuluş mücadelelerinin yükseliş gün­lerinin yaşandığı bu yıllarda, mücadelele­

rin sınıf temelini fazla önemsememiştir. Bir geri ülkenin Sovyet devletine yakınlık duy­ması, onunla ilişkiye girmesi için gerçekten sosyalist olmasına gerek yoktur. Tekbaşına Sovyet yardımı ise o ülkelerdeki gelişimin sınıf yapısını değiştirmezdi Ancak o günlerin politik ortamında Sovyetler böyle düşün­müyordu.

“Bununla birlikte, biz kendimiz gelişmek­te olan ülkelerdeki sosyalizm potansiyeli­nin dengeli bir değerlendirmesine hazır de­ğildik. O günlerde çoğumuz kapitalizmin görülebilir bir gelecekte çökmesinin kaçı­nılmazlığına, kişi başına üretimde birkaç yıl içinde Birleşik Devletleri geçebileceğimize ve kapitalizmin, o günlerde söylenen ifa­desiyle “çok geç doğduğu” için Üçüncü Dünya ülkelerinde hiç bir şansa sahip ol­madığına inanmıştık. Mantık sonucu olarak, tek alternatif kapitalist olmayan gelişme yo­luydu.” (24)

Yazarın bu özetlemesi aslında o günle­rin ortamında kapitalist olmayan yolun Üçüncü Dünya için neden alternatifsiz tek yol olarak düşünüldüğünü çok iyi açıkla­maktadır. Kapitalizm yakın gelecekte çöke­cektir, Sosyalizm ABD’yi yakın zamanda geride bırakacak, hatta Kruşçef dönemi parti programına göre komünizme geçiş fazla uzak değildir. Böyle bir dengede Üçüncü Dünyada emperyalizmden bağım­sızlaşan ülkeler nereye gidebilir: Kapitalist olmayan yoldan sosyalizme!

Bir kere daha o günlerin güçler denge­sinde sosyalizmin konumunun abartılma­sının altından en sefil, sınıf bakışsız za­vallı tezlerin ürediğini görüyoruz. Barışçıl geçiş de, kapitalist olmayan yol da sosya­lizmin dünyadaki gücünün abartılmasından üreyen, sınıf bakışının yerine devletler arası ilişki ve dengeyi koyan, Marksizmi en temel noktasında, sınıf gerçekliği alanında revi- ze eden tezlerdir.

Daha da öteye, teorinin diplomasiye na­sıl feda edildiğinin pek çok örneği vardır. Bir tanesi aktaralım:

“Enver Sedat’ın Mısır’da iktidara gelişin­den kısa bir süre sonra bu ülkedeki yeni sosyal ve ekonomik gelişmeler hakkında bir makale yazdım. Makalede ne Sedat’a ne de onun rejimine karşı bir saldırı olmama­sına, fakat sadece ülkedeki gelişmenin ka­pitalizme doğru yöneldiğini anlattığım için, Sedat’ı gücendirme korkusuyla bir bilimsel dergi makalemi yayımlamayı reddetti.” (25)

Sovyetler Sedat’ı bir makaleyle olsun gü- cendirmemeye özen gösterirken, E. Sedat bir günde bütün Sovyet uzmanlarını Mısır­dan kovarak değil gücendirmek, Sovyet- ler’i öfkelendirmeyi bile göze alabilmiştir. Bunun bir tek nedeni vardı: Mısır’da “kapi­talist olmayan yol” katıksız kapitalizme var­mıştı. Biz Batı’yla teklifsizce kucaklaşmayı nasıl Menderes’le yaptı isek, Mısır’da bu adı­mı E. Sedat’la atmıştır. Menderes Yassıa- da’da ipe çekildi, Sedat bir merasimde kur­şuna dizildi. “Şark”ta kapitalizm böyle gi­diyor...

Teorinin yol göstericiliği yerine diploma­sinin kaypaklığı geçirilince, Sovyetler açı­sından dış politikada pragmatik yalpalama­lar kaçınılmaz alın yazısı olmuştur.

Son yıllarda, 1950’ler sonrası emperya­lizmden ilk bağımsızlaşma adımını atmış ül­kelerle ilgili Sovyet basınında acı yakınma­lar yanında daha gerçekçi tespitler de var­dır.

“Muhtemelen, buradaki nedenler komp­lekstir, ancak şöyle söylemek abartma ol­mazdı, bazı ‘ilk nesil’ sosyalizme yönelmiş rejimler (ulusal demokratik rejimler) çöktü ya da devletçi yönetim eğilimleri, otoriter liderlik sistemi, burjuva eğilimlerin ve grup­ların gelişmesine göz yumma, sosyal ayrı­calıkları cesaretlendirme, gerçek öncü dev­

rimci partileri inşa etme, yığınları kollektif ve devrimci bilinçle eğitme ve harekete ge­çirmedeki yeteneksizlikler nedeniyle deje­nere oldular. Bu rejimlerin çökmesi doğal­dı.” (26)

Böylece 1950’ler sonrası “ilk-nesil”, “ka­pitalist olmayan yol”u seçen Mısır, Irak, Ce­zayir, Gana, Kongo, Suriye gibi ülkeler ya­zara göre “dejenere” olmuştur, yani daha açık ifadesiyle sosyalizme yönelişleri imkân­sız hale gelmiştir. Bu durum “ikinci nesil” Güney Yemen, Etopya, Angola, Mozam­bik gibi ülkelerin gidişi konusunda da ister istemez soru işaretlerini çoğaltmaktadır.

Bugünkü sonuçtan kalkarak, Sovyetler1 in bu ülkelere yardımları eleştirilebilir mi? Ya da şimdi bazılan emperyalist kampa geç­miş bu ülkelere Sovyet yardımları yapılma­malıydı denebilir mi? Elbetteki hayır! Sos­yalizm, emperyalizme karşı yönelen her darbeyi dikkate almak, değerlendirmek ve desteklemek durumundadır. Bu konuda yapılan hata, bu ülkelere yardım edilmesi değil, ancak onların “kapitalist olmayanyoP ’dan sosyalizme ilerlediklerini ilan etmek­tir. Hiç şüphesiz 1960’ların ortamında her bağımsızlık savaşı veren ülke aynı zaman­da “sosyalist” olduğunu da ilan etti. Bun­ların belki en ünlüsü “BAAS sosyalizmedir. Fakat bu ülkelerdeki güçler dengesine ba­kıldığında, devrimi ya da bağımsızlık mü­cadelesini güdensınıflar tanındığında ve en önemlisi alınan ilk ekonomik ve sosyal ted­birlerin karakteri kavranınca, bunların ken­dilerini sosyalist ilan etmeleri kimseyi ya- nıltamazdı.

Ancak emperyalizmin Vietnam yenilgi­sine doğru yol aldığı ve aynı zamanda ka­pitalist ülkelerde yeni bir ekonomik krizin kapıya yaklaştığı ve ulusal kurtuluş savaş­larının itibarının en yüksek olduğu yıllarda, Üçüncü Dünya ülkeleri için sosyalizm güçlü bir çekim gücüne sahipti. Fakat bu aynı za­manda pek çok kaba tahlilin, yanılgının, diplomatik pragmatizmin de kaynağı oldu.

“Kapitalist olmayan yol” tezinin geri ül­ke devrimci hareketlerine en büyük zararı, o ülkelerde bağımsız proletarya hareketinin şekillenmesinde ve gelişmesinde yarattığı bulanıklık hatta pratik engellerdir.

G. Mirsky “ilk-nesil” sosyalizme yönelmiş “ülkelerde” gerçek öncü devrimci partileri inşa etme yeteneksizliğimden söz ediyor. Ancak kapitalist olmayan yol tezleri böyle bir inşanın karşısında belki en önemli en­gel olmuştur. Çünkü, radikal devrimci eği­limler ve proletaryanın bağımsız örgütlen­me girişimleri sözde kapitalist olmayan yolu tutan yönetimlere tabi kılınmak için çok ça­ba harcanmıştır. Oysa, bu yönetimlerin ka­pitalist olmayan yolu tuttuklarını bir an ka­bul etsek, bu yolda gidişin bile tek temina­tı proletarya ve köylülüğün bağımsız güçlü örgütlenmesinde yatıyordu. E. Sedat ya da benzerlerini “gücendirmemek” için göste­rilen incelikleri!) ters yönde etkiliyor, geri ül­kelerdeki gerçek devrimci eğilimleri ideo­lojik olarak silahsızlandırıyor, demoralize ediyordu.

Özetlersek, nasıl ki barışçıl geçiş tezleri Batı’da devrimci hareketteki güç kaymala- nnın üstünü örttü ise, kapitalist olmayan yol tezi de ulusal bağımsızlığını kazanan ülke­lerdeki ya da daha genel anlamda “Üçün­cü Dünya” güçler dengesindeki değişimle­rin üstünü örtmüştür.

1975’ler artık yeryüzünden klasik sömür­geciliğin hemen hemen kalktığı, fakat ay­nı zamanda bağımsızlığını kazanmış pek çok geri ülkenin yeni sömürgeciliğin pen­çesine dahil olduğu yıllardır. Dolayısıyla üçüncü dünyada 1960’larda sosyalizm le­hine gelişen güç dengesi, 1975’lerden son­ra sosyalizm aleyhine dönmeye başlamış­tır. 15

Page 16: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

\

/Paradoks gibi görünse de, gerek barışçıl

geçiş ve gerekse kapitalist olmayan yol tez­leri dünyada sosyalizmin ileri adımlar attığı, bir bakıma taktik planda saldın momenti­ni yaşadığı yılların ürünüdür. Güç denge­sinin olduğundan öteye abartılması bu ba­yağı yanılgıların kavranmasını güçleştiriştir. Fakat aynı zamanda, gerek kapitalist ana­yurtlarda ve gerekse geri ülkelerde sosya­lizmin itibarının böyle Marksizmin sınıf te­melinden kopuk bayağı teorilerle kol ko­la yükselmesi, bu ileriye atılan adımların kof ve güçsüz yönünü, gelecek günlerde yaşanması kaçınılmaz bir sarsıntının ilk işa­retlerini gösteriyordu. “Yeni düşünce” bu sarsıntının teorisidir.

Sovyetler genel tezlerini dünyanın değişik bölgelerine uyumlandırma becerisini

gösteremezse “insanlık adına” yapılan bü çağrılar; sıcak mücadele içindeki insanlara, ya da kaçınılmazca böyle bir yola hazırlanan güçlere bir şey anlatmamakla kalmaz, onları

öfkelendirir, pratik olarak dünya sosyalizmi ile bağlarını zayıflatır, daha da kötüsü kopartır.

“Yeni düşünce ’nin temel unsurları

Yeni düşünce’nin önce kendisinin ne ol­duğunu, hangi temel özellikleri taşıdığını ve sonra da hangi koşullardan çıkıp geldiğini irdeleyelim.

Yeni düşünce’de irdelenmesi gereken en önemli noktaları şöyle sıralayabiliriz: a: Dünya ölçüsünde sınıflar savaşına bakış, b: Topyekün savaş ve siyaset bağlantısı, c: Emperyalizme “yeni” yaklaşım.

Sırasıyla gidelim.a. Dünya Ölçüsünde Sınıflar Savaşı­

na Bakış: Yazının girişinde yeni düşünce­nin en genel yönünü tespit ederken söy­lenmişti. Gorbaçov, “insanlığın topyekün yı­kım tehlikesfyle birlikte “uluslararası plan­da sınıf çatışmaları için objektif bir sınır be- lirdi”ğini haklı olarak tespit eder. (27) An­cak bunda “yeni” olan bir yön henüz yok­tur. Nükleer güç dengesi yıllarından beri bu objektif sınır bir gerçekliktir. Ya da başka bir deyişle, uluslararası planda siyaset artık es­kiden olduğu gibi, bir topyekün savaşla sür­dürülemez. Silahların nitelik ve nicelik ola­rak gelişimi topyekün bir savaşı neredeyse imkânsız hale getirdi.

Gorbaçov bu tespitlerden kalkarak bir adım daha atar ve iki sistemin barış içinde birlikte yaşamasının ‘sınıf savaşının özel bir biçimi” olduğu tespitini de terkeder. Yeni Düşüncenin “yenfliği bu noktada başla­maktadır. Bu mantık, sınıf savaşını, doğru­dan savaşa indirgediği için ya da tam tersi savaşın korkunçluğundan hareketle sınıf mücadelesini reddettiği için olaylara nük­leer dehşet dengesinin şokuyla bakan, so­runun özünü aşırı darlaştıran bir mantıktır.

Sınıflar var oldukça savaşımları da kaçı­nılmazdır. Ancak “uzlaşma” da mücadele biçimlerinden birisidir. Barış içinde birlikte var oluş, iki sistemin dünya ölçüsünde yap­tıkları bir uzlaşmadır. Ancak her uzlaşma bir savaştan ya da mücadeleden çıkar ve dengelerdeki yeni değişimlere kadar yaşa­yabilir. “Barış içinde birlikte yaşama” ken­disi bir savaş olmamakla birlikte, sınıf sa­vaşımının günümüzdeki bir biçimi ya da en

16 genel ortamıdır. Eğer iki farklı sınıf teme­

line dayanan iki farklı sistemin yanyana va­roluşu sınıf mücadelelerinin pek çok yeni biçimler altında sürmesinin ön koşulu de­ğilse, ya da sınıf savaşının özel bir biçimi de­ğilse, buradan bir tek mantık, sistemleri sı­nıf temellerinden soyutlama mantığı çıkar ki, bu da sanırız “insanlığın genel çıkarları uğruna” yapılmaktadır.

Yeni düşüncenin gerçek yeniliği “insan­lığın ortak çıkarlarının sınıf çıkarlarının önünde geldiğini” vurgulayarak, nükleer yı­kımla sınıf mücadelesini aynılaştırmasm- dadır. O zaman insanlık nükleer yıkımdan kurtulabilmek için, sınıf savaşından da kur­tulmalıdır. Sınıflar ortadan kalkmadan sı­nıf savaşından “kurtulmanın” yolu var mı­dır? Bir tek yol ya da biçare çare egemen sınıf ilişkilerine tabi olmak, boyun eğmek­tir. Böylece sınıflardan değil, fakat sınıf sa­vaşının hırçınlıklarından belki kurtulunabi- lir(!) Dünya ölçüsünde hâlâ egemen düzen kapitalizmdir. Ve dünya halklarının her ile­rici atılımına karşı Demokles’in kılıcı gibi nükleer ölüm tehdidini sallayan yine emperyalizmdir. Emperyalizm nükleer yı­kım tehdidiyle dünya ölçüsünde sınıf mü­cadelesini pasifize etmek için didiniyor. Sosyalizm sınıf mücadelesiyle nükleer yı­kımı neredeyse aynı taştırarak aynı şeyi yap­mış olmuyor mu?

Belli bir güçler dengesinde taktik mü­cadele aşaması olarak böyle bir şey savu­nulabilir de. Ancak Sovyetler bu görüşü te- orileştirerek bir taktik adım olmaktan öte­ye mücadelenin bütün gelecek ufkuna yay­mıştır.

Dünyadaki sınıf saflaşmasının tarafların­dan birisi de proletaryadır. Sınıf savaşımıyla nükleer yıkım aynılaştırılınca proletarya da nüklere yıkım suçuna ortak edilmiş olmu­yor mu? Yeni düşüncenin mantığına göre proletarya sınıf mücadelesi ufkunu insan­lık çıkarlarıyla uyumlandıramazsa kendisi de suçlu olacaktır.

İnsanlığın yaşaması ya da sınıf savaşla- nyla yok olması... Yeni düşüncenin dehşetli ve aynı zamanda insancıl formülasyonu bu- dur. Yeni düşüncenin mantığıyla herhangi bir ülkede ya da bölgedeki gerilimin karşı­sına hemen insanlığın yok olma tehdidi çı­karılabilir. Eğer bu mantığı örtülerinden so­yarsak: İnsanlığın çıkarları uğruna dünya bugünkü konumunu korumalı ya da sıçra- masız, sınıf savaşlarının yaratabileceği ge­rilimler olmaksızın, yani nükleer canavarı uyandırmaksızm değişmelidir.

Sorunu karikatürize etmiyoruz. Sovyet literatürü okunduğunda bu mantık ve ge­nel hava derhal görülebilir.

Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisinin yazı kurulunda yapılan bir tartışmada Ek­vator Komünist Partisi sözcüsünün bu tez­lere verdiği cevap ilginçtir:

“Biz hepimiz aynı kayıktayız ve bunun batmaması için çalışmalıyız. Ne ki, her yıl onlarca atom bombasından ölecek kadar insanın açlıktan ve çeşitli salgın hastalıklar­dan öldüğü “Üçüncü Dünya” ülkeleri için nükleer felaket ile günlük yaşamdaki tra­jedi arasında bir seçim yapmak olanaksız­dır” (28)

Sınıf mücadelesinin ateş çemberinde ya­şayanlara Moskova’nın “insanlığın yok ol­ma tehlikesi” üzerine söylevleri aşırı dere­cede soyut ve anlamsız gelir. Çünkü zaten dünyanın bu bölgelerinde en basit insan­ca yaşam için korkunç savaşlar veriliyor. Sovyetler genel tezlerini dünyanın değişik bölgelerine uyumlandırma becerisini gös­teremezse “insanlık adına” yapılan bu çağ­rılar, sıcak mücadele içindeki insanlara, ya da kaçınılmazca böyle bir yola hazırlanan güçlere bir şey anlatmamakla kalmaz, on­ları öfkelendirir, pratik olarak dünya sos­yalizmi ile bağlarını zayıflatır, daha da kö­

tüsü kopartır.Yeni düşünce, sınıf mücadelesi kavra­

mından uzaklaşmakla dünyadaki sınıf mü­cadelesi gerçekliğini ortadan kaldıramaya­cağına göre, böyle yapmakla olayların ger­çek özünü bulandırmak, bilinçleri karart­maktan başka bir işlevi olmayacaktır.

Şu acı sonuca varmak zorundayız: “İn­sanlığın genel çıkarları uğruna” insanların bilincini karartmak; yeni düşüncenin iste­mese de yarattığı sonuç budur.

b. Topyekün Savaş ve Siyaset Bağ­lantısı: “Yeni politikbakışın temel prensibi son derece basittir: Nükleer savaş poli­tik, ekonomik, ideolojik ya da herhan­gi bir amaca varmak için bir araç ola­maz.

“Döneminde klasikleşen, Clausevvitz’in savaş politikanın başka araçlarla sürdürül­mesidir şeklindeki ünlü sözü artık ömrünü doldurmuştur. O artık kütüphanelere ait­tir.

“Güç ve güvenliğin yeni diyalektiğinden, uluslararası anlaşmazlıklarda askeri -yani nükleer- çözümün imkânsızlaştığı sonucu çıkıyor” (29)

Bütün bu söylenenler, savaş yerine “nük­leer savaş” kelimesi geçirilince kesinlikle doğrudur. Bugünkü dünya dengesinde bizzat nükleer savaşla politika sürdürüle­mez.

Ancak genel olarak savaş, dünyamızda hâlâ politikanın başka araçlarla sürdürülme biçimi olarak yaşıyor, ikinci Dünya Sava- şı’ndan günümüze 90 ülkeyi içine çeken en az 150 savaş yaşandı ve toplam 20 milyon insan öldü. (30) En son Irak’ta Saddam Hüseyin, Kürt ulusunu sindirme politika­sını kimyasal silahlarla topyekün imha po­litikasına dönüştürerek sürdürdü. Savaş ko­nusunda olağanüstü hassas olan Sovyet dış politika ibresi nedense bu katliama hiç tepki göstermedi.

Dünyada sınıfsal, ulusal çıkarlar var ol­dukça, hele kapitalist anayurtlar ve geri ül­keler zıtlığı yaşadıkça savaşlar da kaçınılmaz bir şekilde olacaktır. Bugünkü dünyamız­da, savaşı en genel kapsamıyla ele aldığı­mızda, Clauseu/itz’in ünlü sözünü kütüpha­nelere kaldırmak için henüz vakit oldukça erkendir.

Öte yandan nükleer savaşın fiilen ken­disi değil ama tehdidi aslında dünyanın devrimci gidişine karşı ilan edilmemiş bir topyekünsavaştır. Nükleer tehdit, emper­yalizm açısından en azından dünyadaki bu­günkü konumunu korumaya yönelik bir si­lahtır. Eğer, dünyadaki sınıf mücadeleleri nükleer kıyamete yol açabileceğinden do­layı insanlık açısından korku ve kabus nok­tasına vardılırsa, mevcut denge hangi araç­larla nasıl değiştirilecektir? Ya da nükleer tehdit bugünkü dünya dengesini sonsuza dek uzatacak mıdır? Bu elbetteki mümkün değildir. Nükleer tehdide rağmen dünya­da dengeler, olağanüstü sancılı olarak da olsa değişecektir. Sovyetler, yeni düşünce iie nükleer tehdit altında dünyadaki den­gelerin değişme sürecini bir buzulun ilerle­yişi gibi yavaş ve belirsiz hale getirmek isti­yor.

Sovyet basınında savaşla ilgili çok sık tek­rarlanan diğer bir tespit de şudur:

“Tek bir politik, ekonomik, sosyal, ideo­lojik ya da herhangi bir problem yoktur ki, askeri güç ya da zor tehdidiyle olumlu ola­rak çözülebilmiş olsun. Fakat barışçıl araç­larla çözülemeyecek hiçbir problem yoktur.” (31) Biz bu barışçıl yumuşaklığı tam tersi­ne çevirmek zorundayız. Dünyada sınıf çı­karlarının karşı karşıya getirdiği hiçbir prob­lem yoktur ki, çözümüne zorun gölgesi düşmemiş olsun. Bugünkü barışçıl yan ya­na varoluş bile muazzam zor araçlann (nük­leer dengenin) üzerinde durmuyor mu?

Page 17: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

Gerçeklik bu iken, bir papaz edasıyla barış propagandası yürütmek, ne barış imkânı­nı, ne de barışın temellerini güçlendirir. Bu­günkü dünyamızda barışın arkasında zor bulunmaktadır, bulunmak zorundadır. O nedenle topyekün dünya ölçüsünde değil­se bile, dünyanın herhangi bir bölgesinde her an barışın yerine savaş geçebilir.

Sosyalizmin banşçıllığı, dünyayı nükleer kıyametten alıkoymaktaki tartışılmaz yü­kümlülüğü bu yolda girişim ve propagan­daları iyi dilekli hayallere değil, çıplak ger­çekliklere oturduğunda güç kazanır. Yok­sa emperyalizm bu barış melekliğinin sab­rını, uygun zamanlardaki ataklarıyla dene­mekten geri durmayacaktır. Güney Kore uçağı olayı, Libya bombardımanı bu sabır denemelerine somut örneklerdir. Savaş ve zordan tiksinmek yetmez, yeryüzünden bunlan silebilmek için ve silinceye kadar ge­rektiği momentte zor kullanabilmek gerek­lidir.

Savaş ve politika bağlantısı bugünkü dünya gerçekliğimizde henüz bütünüyle kopmamış ve son bulmamıştır. Bunu söy­lemekle savaş özlemlisi olmuyoruz. Ama bugün dünyamızda pek çok önemli prob­lemin kaçınılmaz bir şekilde zora dayana­rak çözülmek durumunda olduğunu biliyo­ruz. Tersini hayal etmek emperyalizmin sa­vaş zorbalığına barış güvercinleriyle karşı koymak ahmaklığına varırdı.

Dünyada bir silahsızlanma sürecinden - nükleer anlamda- söz edilebilir. Ancak yi­ne dünyanın hem genelinde hem de her bölgesinde barış, zora yani silaha dayalı güçler dengesinin sırtında duruyor. Bu kıv­rımlı uzun barış perdesi, bu nedenle her an bir yerinden yırtılabiür. Nükleer denge top­yekün savaşı neredeyse imkânsız hale ge­tirse de bu dengenin gölgesinde bölgesel savaşlar imkânsız değildir. Ve bir anlamda “Üçüncü Dünya” savaşı böyle sürüyor. Bu savaş gerçekten “Üçüncü Dünya”nm sava­şıdır. Kırk yıldır kopan 90 savaşın hepsi de dünyanın bu bölgesinde yaşanmıştır.

Uzatmayalım, bugünkü konumuyla “Üçüncü Dünya” ülkeleri varoldukça, en azından sırf bu objektif nedenden dolayı, dünyamızda savaş ve politika bağlantısı bir gerçeklik olarak yaşayacaktır.

min başlıca iki tıkanış noktasından kaynak­lanmaktadır.

Silahlanma yarışının vardığı nokta ve bu yükün kapitalist ekonomilerdeki olumsuz etkileri; öte yandan yeni sömürgeciliğin de­vasa borç kriziyle belli bir tıkanış noktasına varması, emperyalizmin bundan sonra bu alanlarda nasıl gideceği sorusunu ister iste­mez kafalara getiriyor.

Gorbaçov, her iki soruya da kesin cevap­lar vermez.

“Bir kapitalist ekonomi militarizm olmak­sızın gelişebilir mi? Bu akla Japonya, Batı Almanya ve İtalya’nın “ekonomik mucize1 ’sini getiriyor - gerçi onların da militarizme döndüğü, “mucize”nin geçip gittiği artık bir gerçektir.” (33)

Tartışmaya bile gerek yok ki kapitalizm sırf ekonomik işleyişi açısından, savaş sa­nayi olmaksızın yaşayabilir ve gelişebilir. Sa­vaş sanayi kapitalist üretim devresinin mut­lak bir unsuru değildir. Ancak militarizm, tekelci kapitalizm çağıyla birlikte eri yüksek noktasına varmıştır. Dev sermaye birikim­lerinin, dünyanın yeni alanlarına akması, dünyanın paylaşılması zora dayanmaksızın olamazdı. Almanya, Japonya, İtalya bu ko­nuda oldukça talihsiz seçilmiş örneklerdir. Her üç ülke de dünyayı II. Paylaşım Sava­şına sürükleyen faşizmin ilk anayurtlarıdır. Ve bunun bedeli olarak bu ülkelere silah ve ordu besleme konusunda sınırlamalar getirilmiştir. Elbette günümüzde bu sınırla­malar artık tamamen ortadan kalkmış, emperyalizm açısından kaçınılmaz olan si­lahlanma bu ülkeleri de çoktandır içine al­mıştır.

Gorbaçov’un ortaya attığı bu soruya Sov­yet basınında çeşitli cevaplar aranmaktadır. Yönelimin ağırlık noktası ise savaş sanayi- siz bir kapitalizm hayaline doğru kaymak­tadır. Bir Sovyet yazarı buna üç neden sa- yabilmektedir:

“İlk olarak, savaş sonrası ekonomik ge­lişme deneyi, örneğin Japonya, Almanya ve İtalya’da kapitalist ekonominin militarizm olmaksızın etkili bir şekilde gelişebileceğini göstermiştir.... ;

“İkincisi, ... Amerika’da bile en tutucu tahminlere göre askeri-sanayi kompleksle­rinin ekonomi içindeki payı yüzde 15-20’yi

İyimserlik güzel şey. Ancak bir maddi temele dayanmayınca düş kırıklığıyla sonuçlanması

kaçınılmazdır. Kruşçef döneminin yakın gelecekte kapitalizmin çöküşünü ve bir on

yılda komünizme varışı uman görüşleri bugün nasıl eleştiriliyorsa Gorbaçov’un ortaya

attığı, özünde emperyalizmden beklentiler anlamına gelen görüşleri de bugünden

eleştiri odağına alınmalıdır.

c. Emperyalizme “Yeni” Yaklaşım;Gorbaçov, Ekim Devriminin 70. yıldönü­münde yaptığı konuşmada, “savaş tehdi­dinin esas kaynağının” emperyalizm oldu­ğunu belirttikten sonra iki önemli soru so­rar;

1. “Kapitalizm militarizmden kurtulabilir ve o olmaksızın ekonomik alanda gelişe­bilir mi?”

2. “Kapitalist sistem, halen yaşayışının esas faktörlerinden birisi olan yeni sömür­gecilik olmaksızın yapabilir mi?” (32)

Hiç şüphesiz ki bu iki soruya da olumlu cevap verilirse, emperyalizm emperyalizm olmaktan çıkardı.

Gorbaçov bu sorularla emperyalizme ye­ni bir yaklaşım çabası içindedir. Aslında so­rular tesadüfen seçilmiş değil, emperyaliz-

geçmez...“Üçüncüsü, askeri sanayideki aşırı kâr­

lar ve tekellerin bu kârları toplaması tartı­şılmaz gerçekliktir. Bununla birlikte, gerçek bir “dış tehdifin yokluğunda güçlü sivil te­keller, kendilerinin karşıtı olan askeri tekel­lere devletin yağmur gibi altın akıtmasına tahammül edemezler.” (34)

Bütün bu sayılanlar, savaş sanayiinin ka­pitalist ekonomilerin her şeyi anlamına gel­mediğini açıklayabilir ve bu doğrudur, an­cak militarizmin köklerini emperyalist eko­nominin içinden koparmanın mümkün ola­bileceğine en küçük bir kanıt bile olamaz­lar.

Emperyalizm, zora dayalı ve zorla koru­duğu sömürü sisteminden vazgeçebilirse, dev silah sanayi o zaman gereksiz hale ge­

lebilirdi. Ama bunun için emperyalizmin kendini inkâr etmesi gerekir. Sosyalizm böyle bir gelişme mi hayal ediyor?

“Burada da, egemen sınıf, tekelciserma- yenin patronları bir tercih yapmak zorun­da kalacaklar. İnancımız ve bilimce kanıt­lanan odur ki, üretimin örgütlenmesi ve teknolojinin bugünkü seviyesinde ekono­minin demilitarizasyonu ve dönüşümü mümkündür. Bu barış için devasa bir se­çim olurdu.” (35) Emperyalist ekonominin karakteri, tekelci sermaye patronlarının “tercihleri”yle belirlenemez .Emperyalizmin bugünkü özellikleri şu ya da bu finans- grubunun tercihlerinden kaynaklanmıyor.

Dünyada bir silahsızlanma sürecinden - nükleer anlamda- söz edilebilir. Ancak yine

dünyanın hem genelinde hem de her bölgesinde barış, zora yani silaha dayalı güçler dengesinin sırtında duruyor. Bu

kıvrımlı uzun barış perdesi, bu nedenle her an bir yerinden yırtılabilir. Nükleer denge topyekün savaşı neredeyse imkânsız hale

getirse de bu dengenin gölgesinde bölgesel savaşlar imkânsız değildir.

Evet kapitalizmin her krizi aynı zaman­da ondan çıkış için bazı yollar dayarattı. An­cak her yol en son tahlilde kapitalizmin ka­çınılmaz gidişinin karakterini değiştireme­di. Değiştiremezdi de. Militarizm, tekelci ka­pitalistler için dönemsel ve terkedilebilecek bir tercih değil, emperyalist sömürü siste­minin kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir özelli­ği, bu yapıya kenetli bazen devasa ölçüler­de büyüyen bazen küçülen asalak bir ur­dur.

Sovyetler’in, kapitalizmin kaçınılmaz tı­kanma noktalarını tespit ve teşhir etmesi ayrı bir şeydir, bu noktalardan hareketle emperyalizmin kendi öz karakteriyle kesin­likle uzlaşamayacak “dönüşümleri” bekle-

> mesi ayrı şeydir. Kruşçef ve Brejnev yılları kapitalizmin yakın çöküşünü uman yıllar ol­muştu. Şimdi Gorbaçov yılları haklı olarak bu erken çöküş beklentilerinin yanlışlığını kabul ediyor. Ancak şimdi de emperyalizm­den “demilitarizasyon” konusunda beklen­tilerle yanılgının diğer ucuna sıçranmış ol­muyor mu?

Gorbaçov’un ortaya attığı ikinci önemli soru yeni sömürgecilik ve emperyalizm iliş­kisi üzerinedir.

“Önceden kestirilemeyecek sonuçlarla yüklü olan, Üçüncü Dünya ile eşitsiz tica­ret olmaksızmbu sistem (kapitalizm bn.) iş­leyebilir mi?” Bu sorunun nedeni, Üçüncü Dünyada yeni sömürgeciliğin borç kriziyle bir tıkanış noktasına gelmiş olmasıdır.Emperyalizm klasik sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe ulusal kurtuluş savaşlarının zoruyla geçti. Sömürü biçimi değişti an­cak varlığı korundu. Şimdi yeni bir zor ol­maksızın emperyalizm Üçüncü Dünya ile ilişki biçimini değiştirebilir mı? Yalnızca borç krizi böyle bir değişime yol açamaz. Ancak hiç şüphesiz ki, Üçüncü Dünya’nın kaybı, kapitalizmin anayurtlarındaki ömrünü ol­dukça kısaltacaktır. Kapitalizm böyle bir kaybı göze almaktansa, bazı tavizlerle Üçüncü Dünyanın kendisine bağımlılığını korumak isteyecektir. Ancak böyle koşul- lardabile emperyalizmden “eşit ticaret” bek­lemek ne derece döğru olur? Kapitalizmin mantığı açısından ortada “eşitsiz” bir tica­ret zaten yoktur. Geri ülkelerin geri tekni­ğiyle üretime geçen emek, ileri teknolojiy­le yapılan üretim karşısında, kapitalizmin kendi mantığı açısından, boşa harcanmış olur. Bunu düzeltmenin tek yolu geri ül- I f

Page 18: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

f kelerin teknik olarak kalkmdırılmasıyla mümkündür. Nasıl ki bir kapitalist kendi el­leriyle kendisine karşı rakip yaratmak iste­mezse, emperyalizmde Üçüncü Dünya’dan kendisine yeni rakipler yetiştirmek isteme­yecektir.

“Özetle, bu anlamda, kapitalizmde sınırlı bir tercihle yüzyüzedir - ya olaylar patlama noktasına vardırılacak ya da eşit temelde çıkarların bir dengesine dayanan dünyanın birlik ve karşılıklı bağımlılık yasaları dikka­te alınacaktır” (36)

Emperyalizmi Üçüncü Dünya’da bir “pat­lama” ihtimali eşit ilişkilere ikna eder mi? Ya da emperyalizmin önünde yalnızca bu iki alternatif mi bulunuyor? Elbetteki hayır. Fakat Gorbaçov, sorunu böyle ortaya ko­yarak emperyalizmi ikna etmeyi mi umu­yor? Üçüncü Dünya’nm emperyalist poli­tikada bir dönüşle kurtulamayacağı ya da en azından iyileşemeyeceği açıktır. Ayrıca emperyalist politika da bir dönüş bile, köklü radikal mücadeleleri şart koşar. Emperya­lizm aşın ölçüde pragmatiktir. İhtimallerden hareketle poiitika değişikliğine gitmekten­se, somut gelişimlere göre davranmayı ter­cih eder. Netice olarak, emperyalizmi Üçüncü Dünya’daki patlama ihtimali değil, ama bizzat patlamalar ikna edebilir.

Netice olarak, kapitalizmin militarizm ve yeni sömürgecilik olmaksızın yaşayıp yaşa­yamayacağı sorusunu ortaya atmak, yalnız­ca bu sorulan gündeme bile getirmek, dün­ya devrimci hareketi içinde önemli bulanık­lıklar yaratmak için yeterlidir.

Emperyalizm, militarizm ve yeni sömür­gecilik olmaksızın yaşayabilir mi sorusu eğer sırf bir düşünce spekülasyonu olsun diye ortaya atılmıyorsa, soru kendi içinde böy­le olasılıkları varsayar. Bu iki açıdan yan­lıştır. İlk olarak, Lenin’in emperyalizm tah­lilinin teorik özünde bir değişiklik gerekti­recek gelişim o günden bugüne gerçekleş­miş midir?

Sovyetler’in, kapitalizmin kaçınılmaz tıkanma noktalarını tespit ve teşhir etmesi ayrı bir

şeydir; bu noktalardan hareketle emperyalizmin kendi öz karakteriyle

kesinlikle uzlaşamayacak “dönüşümleri” beklemesi ayrı şeydir. Kruşçef ve Brejnev yılları kapitalizmin yakın çöküşünü uman

yiitar olmuştu. Şimdi Gorbaçov yılları haklı olarak bu erken çöküş beklentilerinin

yanlışlığını kabul ediyor. Ancak şimdi de emperyalizmden “demilitarizasyon”

konusunda beklentilerle yanılgının diğer ucuna sıçranmış olmuyor mu?

“... Kapitalist düzen içinde, nüfuz bölge­lerinin çıkarlann, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların gü­cünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir esas düşü­nülemez.” (37) Bugünde gerek kapitalist ül­keler arası ilişkilerde, gerekse kapitalizm - sosyalizm ilişkisinde “ekonomik, mali, as­keri gücün” esas olduğu açıktır. Ve böyle bir maddi temel var oldukça emperyalizm için demilitarizasyon sorunu teorik olarak gündeme getirilemez.

İkinci olarak, dünyada geçici olarak da olsa emperyalizmi demilitarizasyona ya da yeni sömürgelerle “eşit ticaret” ilişkisine zor-

18 layacakbir pratik gelişme var mıdır? INF an­

laşması ya da bazı ülkelerde askeri faşist yö­netimlerden yumuşak inişle sözde “demok- rasi”ye geçişler Gorbaçov’un sorularını or­taya atmak için yeterli kanıtlar değildir.

İyimserlik güzel şey. Ancak bir maddi te­mele dayanmayınca düş kırıklığıyla sonuç­lanması kaçınılmazdır. Kruşçef döneminin yakın gelecekte kapitalizmin çöküşünü ve bir on yılda komünizme varışı uman görüş­leri bugün nasıl eleştiriliyorsa, Gorbaçov1 un ortaya attığı, özünde emperyalizmden beklentiler anlamına gelen görüşleri de bugünden eleştiri odağına alınmalıdır.

Emperyalizmle bir güç dengesi temelin­de pratik bazı uzlaşmalara varmak ve “ge­nel olarak insanlık açısından” olumlu adım­lar atmak için, emperyalizm tahlilini defor­me etmek gerekli değildir. Böyle bir durum pratik politikada önemli yalpalamalara kapı açacak affedilmez bir hata olurdu.

“Yeni düşünceden” üreyen “tezler”

Sovyet dış politikasının ya da Sovyetler’in dünyaya bakışının bugünkü parolası olan “yeni düşünce”, Gorbaçovun konuşmala­rında ancak en temel noktalarda sınırlı kal­mıştır. Gorbaçov’un öne çıkarttığı bu nok­talar yeni bakış açısına ilk ivmeyi vermiş, görüşler kartopu gibi yuvarlandıkça umul­madık boyutlar ve özellikler kazanmıştır.

Sovyet Bilim Akademisi’nin Aralık 1987’de bazı komünist partilerle tartıştığı daha çok komünist hareketin önündeki gö­revlere yönelik tezler ve 1988 ortasında Ko­münist Dergisinde yayınlanan aynı akade­minin genel Sovyet dış politikası ile ilgili tez­leri yeni düşüncenin dallanıp budaklanışı- nı ve vardığı son noktayı çok iyi yansıtmak­tadır.

Akademinin genel dış politika tezlerin­den başlayalım.

Bu tezlerdeki en önemli tespit: “Uygar­lık krizfdir.

“Uygarlık krizi çok boyutlu bir görünü­me sahiptir. Bunların en sancılı olanların­dan biri de uluslararası ilişkiler sisteminin tüm boyutlarındaki (Batı - Doğu, Kuzey - Güney çelişkileri, kapitalizmin temel mer­kezleri arasındaki çelişki, gelişmekte olan dünyadaki keskin uzlaşmazlıklar, bu dün­ya ülkelerinin muazzam dış borçları vb.) krizdir. Böylesi bir durumun en tehlikeli so­nuçlarından biri, insan soyunun nükleer yok oluşuna ilişkin tehdit, bölgesel askeri çatışmalar ve insanlığın, günümüzde iler­lemenin global formülünden fiilen dışlan­mış olan üçte ikisinin kronik yoksullaşma­sıdır.” (38)

Sovyet literatürünün en temel özellikle­rinden birisi insanlığın nükleer felaketle yok olma tehlikesini aşınya kaçan ölçülerde tek­rarlamasıdır. İnsanlığı kendi yokoluş tehdi­diyle eğitmek aşırı tek yanlı üstelik karam­sar ve insanın bilinçlenme kıvraklığını do­nuklaştıran bir yol olsa gerek. Şimdi bütün bunlara bir de “uygarlık krizi” tespiti eklen­di. Üstelik tezler “uygarlık krizi kapitalizmin kriziyle özdeşleştirilemez ve hatta yalnızca onun doğrudan bir sonucu olarak da düşünülemez” diyerek krize sosyalizmi de ortak ediyor: “Sosyalizm dünyası nesnel ve öznel nitelikteki nedenler dolayısıyla uy­garlık krizinin dışında kalamamıştır. Sosya­lizm toplumsal bir düzen olarak varlığını sürdürebilmek mücadelesi dolayısıyla silah­lanma yarışına kapılmış, etkili ve rekabete yetenekli bir üretim mücadelesi içinde çevre korunmasına yeterli ilgiyi gösterememiş ve sosyalizmin gelişimi kendi sorunları ve çe­lişkilerini doğurmuştur.” (Tezler)

Sovyet “yeni düşüncesi”, “düşünceyi sı­nıf temelinden koparmak için ciddi çaba­lar içindedir. “Uygarlık” ne demektir? İnsan­

lığın, sınıflı topluma ve tanm ekonomisine vardığı yukan barbarlık konağından sonraki gelişimidir. Ancak uygarlık soyut bir kav­ram değil, sınıflaşma ile başladığı için kaçı­nılmaz bir şekilde sınıflar mücadelesindeki gelişime göre dönemler yaşamıştır. Kapi­talizmle uygarlığın modern çağı başlamış­tır, sosyalizmle devam ediyor. “Uygarlık krizi” denildiğinde kriz, kapitalizm ve sos­yalizmin üstünde boşlukta bir yere yerleş­tirilmiş oluyor. İnsanlık bir kriz yaşıyorsa, bu kriz, kaçınılmaz bir şekilde çürüyen, asalak­laşan ancak hâlâ güçlü olan kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının damgasını taşır. Bugünkü “krizin” temelinde yatan gerçek­lik nedir?

Krizin boyutları içinde sayılan “Doğu - Batı, Kuzey - Güney çelişkileri, çevre sorunları” bir kenara, sorunun odağında in­sanlığın “üçte ikisinin kronik yoksullaşması” yatıyor. Bu gerçeklik “uygarlık krizi” gibi ci­lalı sözlerle örtülmemeli. Eğer dünyanın üç­te ikisi aşırı yoksulluk içinde ise bunun bir tek sorumlusu vardır: Emperyalizm! An­cak Sovyet yazarları bilimsel teknik devri­min imkânlarını belli ölçülerde üretime ak­taran ve dönemsel krizlerden birisini daha aşan kapitalizmi Batı ülkeleriyle sınırlı gör­me yanılgısına düşüyorlar. Oysa anayurt­ları ve yeni sömürgeleriyle kapitalizm bir bütündür. Yeni sömürgecilik bir kriz için­deyse bu kapitalizmin krizidir de.

Ancak sorunun çözümü gündeme gel­diğinde devrimler ve nükleer tehdit ikile­mi karşımıza çıkıyor. Hiç değilse bu nokta­da bir “uygarlık krizinden” söz edilemez mi? Hayır. Kapitalizmin kaçınılmaz yıkılışı ya da insanlığı topyekün yok oluşa itişi ikilemi de

■ yine kapitalizmden kaynaklanır ve kapita­lizmin krizidir. Fakat sorunu kapitalizmin yı­kılışı ya da insanlığı ölümle tehdit edişi iki­lemi içinde koymak, nükleer silah denge­sinin doğurduğu kadercilik olur. Bizler, bu dehşet dengesinin, insanlığın yaratıcı atıl­ganlığı, olayların şimdiden kestirilemez zen­ginliğiyle çözümleneceğine inanıyoruz. Aksi sefil bir kadercilik olurdu.

Tezler, krizi sınıf ve sistem temelinden ko­parmakla kalmıyor, uygarlık krizine “silah­lanma yarışına kapılmış” olduğu için sos­yalizmi de ortak ediyor. Sosyalizmin silah­lanma yarışını hiçbir zaman körüklemedi­ği, ancak emperyalizmin silah dengesinden geri düşmemesi gerektiği bir gerçektir. Bu zorunlu ve kaçınılmaz “yarışa” katılmak mı sosyalizmi uygarlık krizinin ortak günahkârı yapmaktadır?

Kapitalizm dünyada hâlâ egemen ve güçlü olduğu için onun krizi kaçınılmaz bir şekilde yeryüzünün tümünü etkiliyor. Fa­kat buradan hareketle krizleri sınıf ve sistem temelinden koparmak önemli bir teorik ya­nılgı olur. Bununla da kalmaz emperyaliz­min insanlığa karşı işlediği suçlarına sosya­lizmi de ortak ettiği için pratik olarak dün­ya sosyalist hareketine zarar verir.

“Uygarlık krizi”, sosyalizmin kapitalizme bir yetmiş yılda kesin üstünlük kuramayışı ve üstelik belli alanlarda geri kalışının ya­rattığı düş kırıklığının teorisidir. Sınıf mü­cadelesinin sıcak ateşi içinde yaşayanların, bilim akademisinin kırık düşlerini paylaşma­sı mümkün değildir.

Tezler kaçınılmaz şekilde “uygarlık krizi” içinde kapitalizm ve sosyalizmin karşılıklı konumlarını da ele alır:

“Toplumsal sistemler olarak sosyalizm ve kapitalizm uzun süre başlıca antogonist gelişme mekanizması diye adlandırılabi­lecek bir şeyle birbirlerine bağlıydılar... ama bu antagonist mekanizma nükleer çağ ön­cesinde oluşmuş ve etkide bulunmuştur... Dünyanın ilerlemesinin yeni formülünün en önemli özelliklerinden biri taraflardan bi­risinin ilerlemesinin onun karşıtının yıkımını

Page 19: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

bu karşıtın tarihsel yok oluşa sürüklenme­sini gerektirdiği değil, kendi ideolojik ve sosyal anlayışlarını uluslararası ilişkiler ala­nına taşımayarak, barış içinde birlikte ya­şama becerisini gerektirdiği gerçeğidir” (Tezler)

Akademi Tezlerinin özü bu noktada top­lanıyor: Kapitalizm ve Sosyalizmin antago­nist (uzlaşmaz) zıtlığı, “nükleer çağ” ile bir­likte karakter değiştirmiş ve “taraflardan bi­risinin ilerlemesi” “karşıtının tarihsel yok olu­şa sürüklenmesini” gerektirmektedir.

“Nükleer çağ”, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki tarihsel uzlaşmazlığı ortadan kal­dırmamış, tam tersine had safhaya yükselt­miştir. Dünya ölçüsünde kapitalizmden sos­yalizme geçişle, insanlığın topyekün yıkımı tehlikesi ya da ikilemi nasıl çözümlenecek­tir?

Sovyet akademisyenleri sorunu böyle koyunca, kendilerini kaçınılmaz bir şekilde tek bir cevaba mahkûm ediyorlar: insanlık yok olacağına, sistemler arasındaki anta- gonizma yok edilmelidir.

Sovyet yazarları sorunu böyle ortaya koymakla dünya devrimci sürecini aşırı öl­çüde bir tek noktaya, nükleer dehşet nok­tasına daraltmış ve dünya sorunlarına dev­rimci uyanıklıkla değil nükleer dehşetle ip­notize olmuş bir şekilde baktıklarını açığa vurmuş oluyorlar. Kapitalizm ve sosyalizm arasındaki mücadelenin “nükleer çağ”la bir­likte bazı sınırlamalara uğraması onların uz­laşmaz yapılarını değiştiremez, olsa olsa mücadele biçimlerinde bir dizi değişim ya­ratır.

Aynı tezlerde, mücadele biçimlerindeki değişimlerin genel çerçevesi de şöyle çizi­lir.

“Zamanımızın mevcut buyruklan, insan­lığın sosyal yenilenmesinin önceden var olan biçim ve yollarını büyük ölçüde deği­şikliğe uğratıyor, yenilerini yaratıyor. Ulu­sal devrimci patlamalar sonucu ülkelerin bir sistemden diğerine doğru yer değiştirmeleri insanlığın sosyal yenilenmesinin biçim ve yollarının yalnızca “özel bir olayı” durumu­na dönüşüyorlar.” (Tezler)

Burada çok önemli bir tespit yapılmak­tadır: “Ülkelerin bir sistemden diğerine doğ­ru yer değiştirmelerfnin “ulusal devrimci patlamalarda gerçekleşmesi artık “özel bir oiay”dır.

Sovyet akademisyenleri gerçekten nük­leer dehşet dengesiyle öylesine ipnotize ol­muşlardır ki, olmayan olayları görebiliyor ya da olmuş varsayabiliyorlar. Günümüze kadar, “devrimci patlama” yaşamaksızın “sis­tem değiştiren” bir tek ülke var mıdır? Hâ­lâ devrimler, ulusal kurtuluş savaşları ol­maksızın “sistem değiştirmek” mümkün de­ğildir. Ancak Sovyet akademisyenleri bir çı­rpıda, devrimleri “sosyal yenilenmenin” “özel bir olayı” haline getirebiliyorlar.

Gerçeklik bu değildir, ancak akademis­yenlerin gönlünde yatan devrimsiz, patla- masız bir sosyal yenilenmedir. Nasıl?

“Anlaşıldığı kadarıyla, toplumsal formas­yonların yer değişimi (kapitalizmden sos­yalizme geçiş deneceği yerde ne kadar be­lirsiz verenksiz ifadeler kullanılıyor, nükle­er dehşet her şeyi eritip şekilsizleştiriyor. bn.) çok çeşitli geçiş biçimleriyle ve önce­den tahmin edilenden daha geniş bir tarih­sel dönemde gerçekleşmekle kalmayacak, aynı zamanda bu süreç, toplumsal yaşamın yeni biçimlerinin üstünlüğünün dünya top­luluğunun gözü önünde kanıtlanması yo­luyla uluslararası topluluğun yaşamının her alanındaki bir sıra dönüşümler kanalıyla global bir düzeyde de yaşanacaktır.” (Tez­ler)

Bu söylenenlerden kapitalizmdensosya- lizme geçişin “önceden tahmin edilenden daha geniş” bir dönemi kapsayacağı görü­

şüne katılmak mümkündür. Ancak “üstün­lüğünün kanıtlanması yoluyla” “birsıra dö­nüşümler kanalıyla, global bir düzeyde” ka­pitalizmden sosyalizme geçiş umudu, mu­azzam zenginlikler taşıması kaçınılmaz olan bir süreci basitleştirip bayağılaştırmaktır.

Sosyalizmin üstünlüğünün adım adım kanıtlanması savaşı, kapitalist anayurtlarda ve geri kapitalist ülkelerde çok çeşitli tep­kilere neden olacak ve şemdiden kestirile- meyecek mücadele biçimlerini öne çıkar­tacaktır. Fakat bu mücadele biçimlerinin “bir sıra dönüşümlerde sınırlanmasının imkân­sızlığı açıktır.

“Nükleer çağ”ın yarattığı Akademi Tez­leri, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki an- tagonizmanın etkisini yitirdiğini ve devrim- lerin de sosyal yenilenmenin artık “özel bir olayı” durumuna geldiğini ileri sürerek, uzunbir barışçıl süreçle kapitalizmden sos­yalizme bir global dönüşümü hayal etmek­tedir. Üstünlüğü kanıtlanacak olan bir sis­teme diğerinin kaçınılmaz dönüşümü, Tez­lerin temel mantığıdır.

Böyle bir dönüşüm yolunda Sovyet aka­demisyenlerinin önümüze getirebildiği tek bir kanıt yoktur. Ulusal kurtuluş savaşları­nın inişe geçmesi, Nikaragua Devriminden bugüne devrimlerin yaşanmamış olması, dünyada devrim dalgasında bir iniş kona­ğını anlatabilir, ancak bu geçici dönemi ebe­dileştirmek geleceğin zengin mücadele günlerine karşı affedilmez bir kayıtsızlığın ifadesidir.

Geri kapitalist ülkelerdeki korkunç zıtlık­lar, hatta başta Latin Amerikada sınıf dışı, deklase unsurların toplumda gittikçe artı­şı, yani sosyal çürüme, kanserleşme, üre­tici güçlerin insafsızca boşa tüketilmesi, bü­tün bu “yanıcı maddeler bolluğunda” dün­yamızda sosyal devrimleri artık “özel bir olay” olarak görmek, ya bilimsel körlükden ya da devrim korkusundan kaynaklanır. Sovyet akademisyenlerine düşen nükleer dehşet dengesinden çıkıp gelen devrim korkusudur.

İnsanlığın önüne serilen bu “global dönüşümler” yolundan nasıl yürünecektir? “Tek bir sınıfın (bu en ileri sınıf bile olsa) in­san uygarlığının korunması ve yeniden ya- pılandınlması gibi muazzam ve kapsamlı bir görevin üstesinden gelmesi hemen hemen olanaksızdır...

“Toplumsal ilerlemenin bütünsel öznesi, şimdi, ortak karşıta karşı koyma temelin­den çok, insanlığın varlığını sürdürmesi ile bağlı olan olumlu amaçların ortaklığı teme­linde, uygarlık krizinden çıkılması ve şiddet­ten arınmış bir dünyaya doğru ilerlemesi adına oluşmaktadır. Kuşkusuz, karşıt yok olmuyor, daha özgün bir biçimde, örneğin genel olarak tekelci burjuvazi olarak değil, onun militarist askersel, endüstriyel fraksi­yonu olarak beliriyor.” (Tezler)

Böylece “toplumsal ilerlemenin öznesi” artık işçi sınıfı değildir, sorun “insanlığın korunması” olunca, bu amaçtan yana olan her güç “toplumsal ilerlemenin öznesi” içi­ne girebilir. Ve mücadele tekelci burjuva­ziye karşı değil, onun militarist kanadına karşı verilecektir

Tespitler ve mücadele hedefleri bu nok­talara kadar varınca Lenin’in emperyalizm tahlillerinin de aynı akademisyenlerce in­celenip düzeltilmesi(!) gereklidir. Tekelci burjuvazi içinden hayali müttefik üretmek, hem de “toplumsal ilerleme” adına bunu yapmak, Tezlerin pratikle gelip dayandığı en sefil noktadır.

Tezler “kriz karşıtı güçlerin birliği” paro­lasıyla biter. Yeni düşünce öncesi dönemin parolası “tekelci sermaye karşıtı güçlerin birliği” biçimindeydi ve objektif bir temele dayanıyordu. Ancak artık, devrimciler “in­sanlığın yok olmasından yana olmayan” te­

kelci güçleri de bulup ittifak yapmakla yü­kümlüdürler. Bu “nükleer çağın” emridir!

Sovyet akademisyenleri, soğuk bina du­varları arasında ve nükleer çağın korkunç ihtimalleri karşısında düşünce felcine uğra­mış görünüyorlar.

“Yeni görevleri çözme zorunluluğu iler­leme güçleri ile gerici güçleri ayıran çizgi­nin, tarihsel olarak oluşmuş biçimiyle ülke­ler, bloklar, hatta sınıflar ve partiler arasın­da var olan sınırlara artık denk düşmemek­tedir. (Tezler)

Bu tezlerde Marksist düşüncenin bel ke­miği artık yoktur, ya da “özel bir olay” hali­ne dönüşmüştür, insanlık adına, bloklar, sı­nıflar, partilerin sınırları çatlamakta, dün­ya “kriz ve kriz karşıtı güçler” olarak saflaş­maktadır!

Mücadele yolunu olağanüstü şekilsizleş- tiren bu tezler “uygarlık krizinin” nedenini insanlığı öldürmeye yetenekli silah tekelle­riyle özdeşleştirerek, devasa tekelci serma­yeyi dolaylı olarak aklıyor. Silah zoru ol­maksızın Latin Amerika’nın, Afrika’nın,Orta-Doğu’nun zengin kaynakları “sivil tekeller” tarafından ne ölçüde sömürülebi- lir? İran İrak savaşında, silah tekelleri yıktı, şimdi “sivil tekeller” yeniden inşa için iştahla ¿ekleşiyorlar. Geri ülke ekonomilerinin kriz­lerinin kaçınılmaz sonucu haline gelen as­keri darbeler ya da benzeri uygulamalar en başta o ülkelerdeki “sivil tekellerin” çıkarla­rını teminat altına almıyor mu?

“Nükleer çağ”ırı yarattığı Akademi Tezleri, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki

antagonizmanın etkisini yitirdiğini ve devrimlerin de sosyal yenilenmenin artık “özel bir olayı” durumuna geldiğini ileri

sürerek, uzun bir barışçıl süreçle kapitalizmden sosyalizme bir global

dönüşümü hayal etmektedir. Üstünlüğünü kanıtlanacak olan bir sisteme diğerinin kaçınılmaz dönüşümü, Tezlerin temel

mantığıdır.Bunları aslında boşa söylüyoruz. Tezle­

rin sahipleri sınıf mücadelesinden (onların deyimiyle dünyadan) zoru defetmeye so­yunmuşlar, o nedenle onlara zor araçları­nı ellerinde tutanlar en büyük günahkâr gibi görünüyor. Bu da bir bakış açısıdır, hatta insancıl bir bakış açısıdır, ancak sınıfsal de­ğildir.

★ ★ ★Son olarak kısaca komünist hareketle il­

gili tezlere değinelim.Y. Krasin başkanlığında hazırlanan tez­

lerde “özellikle nükleer felaketi önleme”nin “sınıfsal ve ulusal çıkarların önüne geçtiği görüşüne bazı partilerin tepkileri ilginçtir.(39)

“Her yıl onlarca atom bombasından öle­cek kadar insanın açlıktan ve çeşitli salgın hastalıklardan öldüğü “Üçüncü Dünya” ül­keleri için nükleer felaket ile günlük yaşam­daki trajedi arasında bir seçim yapmak ola­naksızdır.” Bu Ekvador Komünist Partisinin tepkisidir.

Senegal Komünist Partisi benzer tepki­sini şöyle dile getirir.

“Hiç kimse yeni-sömürgeci rejimin ala­şağı edilmesi için savaşımın, barışın korun­ması sorununa kıyasla ikincil önemde ol­duğunu kabul etmez.”

Salvador Komünist Partisi ise itirazını da­ha derinleştirip, uluslararası komünist ha­reketinin önemli bir zaafına işaret ediyor:

“Öte yandan, büyük bir sorumluluk duy­gusuyla, yoldaşça, saygıyla belirteyim ki, biz uzun zamandan beri gelişmiş kapitalist ül- kelerdeki politik hareketlerin deneyimin- I 9

Page 20: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

den, “Üçüncü Dünya” ülkelerinin özgül ko­şullarında yeni toplum için savaşımla ilgili hemen hemenhiçbir şey alamıyoruz. (39)

Abartılmış barış mücadelesi ya da şim­diki evrimiyle “yeni düşünce” üçüncü dünya için fazla bir anlama sahip değildir. Partile­rin somut tepkileri buna açık kanıttır. Oy­sa “uygarlık krizi”nin temellerinde dünya­nın üçte ikisinin aşırı yoksullaşması görül­müştü. İşte bu yoksullaşan Üçüncü Dün­ya önerilen tezleri kendi gerçekleriyle bağ- daştıramıyor. İnsanlık adına getirilen tezler, hayvanca koşullara itilen Üçüncü Dünya devrimcilerinde fazla yankı bulmuyor. Şim­dilik bunu tespit edip diğer noktalara ge­çelim.

İttifaklar konusunda şöyle denir: “Durumun tuhaflığı şuradadır: Sınıf kar­

şıtımız, bütün insanlığı ilgilendiren sorun­ların çözümünüde partner olacaktır...

“İdeolojinin sınıfsal niteliği vardır ve sı­nıf savaşımının sürdüğü bir alandır. Ne ki, çelişkilerle dolu dünyanın bütünselliği, ide­olojik çatışmalara yol açmayan manevi - ideolojik ve manevi-ahlaksal ilişkiler kurul­ması için zemin hazırlanmasını gerektirmi­yor mu?” (39) Bu görüş sonraki akademi tezlerinde daha örtülü hale getirilmiştir. Bu­rada işe her şey açıktır. Sınıf düşmanımız-

. la, insanlık uğruna, ittifak yapmakla yüz-yüze olduğumuz söyleniyor. Devletler arası ilişkide böyle pratik gelgeç ilişkiler her za­man mümkündür. Ancak bu görüşlerin ko­münist partiierininmücadele alanında işi ne? Hele “ideolojik çatışmalara yol açma­yan manevi -ideolojik ve manevi- ahlaksal ilişkiler” ne demeğe geliyor? Üstündeki “manevi” örtü kaldırılırsa altından sınıf düş­manıyla manevi-ideolojik ilişki” çıkar ki, “yeni” bir zeminde zıt sınıf ideolojilerini ba­rıştırma anlamına gelir. Ve böyle her se­fillik “insanlığın yaşaması uğruna” yapılmak­tadır.

Yine tezlerde “ sınıf hegemonyasıylailgili kimi eskimiş görüşler” eleştirilerek, so­run yeni yorumuyla şöyle sunulur:

“Burada söz konusu olan herhangi bir parti ya da örgütün örgütsel-politik hege­monyası değil, insanlığın yaşamını sürdür­mesi ve ilerlemenin gereksinimlerini en doğru ve tam olarak dile getiren sosyal- sınıfsal değerlerin hegemonyasıdır” Bu tez­leri savunurken Akademiden S. Gililov şunları da ilave eder: “Bağlaşıklık içinde kendine özel bir yer istemek, bağlaşıklığı oluşturan tarafların eşit haklılığına saygı göstermemek, kendi konumlarını diğerle­rinin zararına güçlendirmeye çaışmak ba­şarı sağlanmasını engeller.” (39)

Bütün bu gerçekler; yeni düşüncenin belkemiğini oluşturan, “nükleer çağ” ile

birlikte “kapitalizm ve sosyalizm arasındaki antagonist mekanizmanın etkisini yitirdiği”

tezinin derinliklerinde nelerin yattığını göstermeye yeterlidir. Sosyalist ekonomilerin yalnızca kapitalizmden geri durumda olması

belki böyle zavallı tezler üretmeye yeterli olmayabilirdi. Ancak sosyalist ekonominin

temel sorunlarındaki tıkanışlar böyle tezlere diğer önemli kaynak olsa gerekir.

Sosyal mücadelede, sınıf egemenliği ye­rine “sınıfsal değerlerin hegemonyası" ge­çirilmektedir. Düşünce ve davranış idealist­çe birbirinden koparılıyor. Geçmişte, sınıf hegemonyasının bileğinin hakkına bir mü­cadele ile değil de bazı etiketlerlekazanı- labileceğini sanan bazı “komünist” partile- rin hatalarından hareketle böyle bir nokta-

20 ya gelinemez. “Sınıfsal değerler” nutuklar­

la, dil dökmelerle egemen kılınamaz. Dav­ranışla bu değerler yüceltilebilmeli, halk yı­ğınları içinde etkin kılınabilmelidir. Böyle bir mücadelede sağlanan hegemonya ise hem sınıfsal değerlerin hem de onları savunan partinin politik hegemonyasıdır. “Değerler”, maddi şekillenişinden kopuk ya da onsuz hegemonya kuramazlar.

Hele bir parti doğru bildiği yolda “diğer­lerinin zararına güçlenmeyi” başaramadık­ça, “bağlaşıklık” içinde sürekli sızlanan bir kocakarıya dönüşür. RSDİP deneyinin mi­rasçısı bir partinin Akademisyenleri dünya komünistlerine “bağlaşıklık içinde diğerle­rinin aleyhine güçlenmeyin” diyerek, aslın­da küçük burjuva demokratlar, sosyal- demokratlar vb. “aleyhine” güçlenmeyin de­miş olmaktadır. Oysa RSDİP, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ve Kadetler aleyhine güçlenebildiği ölçüde 1917 Ekimine yak- laşabilmiştir.

Mücadele yolunu olağanüstü şekilsizleş- tiren bu tezler, son tahlilde bir önemli so­ruyu akla getiriyor: “Nükleer çağ” ve onun dehşet dengeleri sınıfları ideolojilerinden kopuşmaya mı zorluyor? Akademi Tezleri bu soruya olumlu cevap vermeye eğilimli­dir.

Ancak yaşanan her günkü pratik bu eği­limi yalanlıyor. Evet, nükleer tehdit sınıf mücadelesinin kaçınılmaz hedefi: Sosyaliz­mi pek çok kafada sonsuza ertelemiştir. Ba­rış parolası çoktandır sosyalizme karşıt bir parolaya dönüştü. Çünkü, sosyalizm için mücadele dünyada gerilimi yükseltip barı­şı bozabilecektir?...

Fakat öte yandan, yeni sömürgeciliğin pençesinde insanlığın üçte ikisi her gün öl­mekle, nükleer felaketle bir kere ölmek ara­sında fazla bir fark göremeyecek ölçüde da­yanılmaz yaşam koşullarına itiliyor.

Yeni düşünce ve ondan türeyen Akede- mi Tezleri dünyanın üçte ikisi için hiçbir an­lama sahip değildir. Bunu bazı komünist partilerin tepkileri açıkça göstermektedir. O zaman bu tezler kimlere seslenmektedir?

“Yeni düşüncenin özellikleri ve unsurla­rı demokratik yığın hareketinden,her şey­den önce savaş karşıtı hareket içinden de doğdu...” (40) Çok açık ki, yeni düşünce ve özellikle Akademi Tezlen, kapitalist ana­yurtlardaki banş hareketlerininzeminiyle ke­sin birparalellik taşımaktadır. Kırk yıldır sı­nıf mücadelesinin silikleştiği, bunun kaçı­nılmaz sonucu olarak ideolojik yozlaşma­nın boyutlarının iyice yükseldiği ortamda, kapitalist anayurtlardaki savaş karşıtı hare­ketlerden kaynak alan yeni düşünce, yine ancak onlara hitap edebilir ve onlar için bir anlam taşıyabilir.

“Barışçıl geçiş” tezleri hiç değilse kapita­list anayurtlarla sınırlı görünüyordu, şimdi yeni düşünce barışçıl geçişi bütün dünya devrimci hareketine yaymak istiyor. Batı komünist partiler için ortada bir sorun yok­tur. Ne kadar yol aldıkları bir kenara, za­ten bu partiler en azından otuz yıldır bu yol- dalar. Ancak “Üçüncü Dünya” için bu tez­ler mücadeleyi terketmek, en azından ya­vaşlatıp, yatıştırmak anlamına gelir.

Demek ki, bugüne kadar sömürülüşle- riyle Batıyı besleyen ve onları devrimler- den koruyan Üçüncü Dünya halkları, şim­di de nükleer savaşla insanlığı tehlikeye sokmamak için en meşru isyan haklarını er­teleyecek ve toplumsal çürümeye boyun eğecekler... Üçüncü Dünyadan yeni dü­şüncenin istediği budur.

SonuçYeni düşünce hangi ortamda ya da güç­

ler dengesinden doğmuştur? Bunu tespit edebilirsek, onun teorik kılıfının altındaki pratik hedefleri daha iyi kavrayabiliriz.

Konuya üç açıdan yaklaşılmalıdır. Dün-

yadaki güçler dengesinin durumu için, ka­pitalist anayurtlardaki işçi hareketi; sosya­list ülkelerdeki gelişim: “Üçüncü Dünya”da devrinfoci gelişime göz atmalıyız.

Kapitalist Anayurtlardaki İşçi Hare- kiti: 1968’ler sonrası krizin inişe geçişiyle işçi hareketleri bir süreç içinde yavaşlamış­tır. Ancak bundan önemlisi Avrupada ko­münist hareket 1 9 7 5 ’lerde “Avrupa Komünizmi” konağına varmış, Sovyetler­le bağlarını zayıflatmıştır. Teorik zemin ola­rak II. Enternasyonal partilerinden çok fark­lı konumda olmayan komünist partiler hızla itibar yitirmiş, Portekiz Komünist Partisi dı­şındakiler bir daha ulaşamamak üzere es­ki konumlarından yuvarlanmışlardır. En son glasnost sonrası ilişkilerdeki canlanma bu partilerin teorik zeminlerinde bir yeni­lenme olmadıkça dünya devrimci hareke­tine olumlu katkısı son derece sınırlı kala­caktır.

Kapitalist anayurtlardaki komünist hare­ketteki çürüme yalnızca güç dengesinde bir kayıp olmaktan öteye, etkisini sosyalist ül­kelere de yayarak tahribatını arttırmaktadır. Komünist mücadeleye alternatif hale gelen “banş” bütün ideolojik deformasyonlarm üs­tüne serilen yaldızlı bir örtü oluyor. Ancak bir devrimci savaş, yani sınıf mücadelesin­deki bir keskinleşme bu barış alıklığının al­tında gizlenen muazzam çürümeyi ortaya çıkartabilir.

Sovyetler, politikasıyla bu çürümeyi bes­liyor. Barış güçleriyle pratik ittifak ve ideo­lojik soysuzlaşmalara karşı en kararlı teo­rik savaş birlikte yürüyebilir, ancak Sovyet­ler uluslararası ortamı ideolojiden arındır­mak için uğraşıyor.

Sosyalist ülkelerdeki Gelişim: “Bu­gün Sovyetler dahil, sosyalist ülkelerin dış politika zorluklannın. 1980’lerde iç gelişme­deki ivme kaybı gerçekliğiyle güçlü bir şe­kilde bağlantılı olduğu büyük bir sır değil­dir. Batının askeri, politik ve ideolojik ko­numumuzu kemirmek için yaptığı girişim­ler eğer bütünüyle değilse, geniş bir şekil­de sosyalist ülke ekonomilerinin görece za­yıflığını dikkatle kullanmaya dayanıyor” (41)

Özellikle 1970lerin ortalarında Sovyet ekonomisindeki durgunlaşma sorunları da­ha fazla ertelemenin mümkün olmadığını ortaya koydu. Kapitalizmle kıyaslandığın­da sosyalizm hâlâ gerideydi:

“Gerçekte, Sovyetler 70 yıldan beri üre­tim etkinliği ve yaşam standartlarında ön­de gelen kapitalist ülkeleri, özellikle AB1T yi hiçbir zaman yakalayamadı. Örneğin, halen ABDdeki emek üretkenliği, Sovyet- ler’den sanayide hemen hemen %100, ta­rımda beş kat daha yüksektir.

“Özel olarak kompüter teknolojisinde Sovyetler, Batılı tahminlere göre, ABD’nin 7-10 yıl gerisinde, geniş ve orta kapasiteli kompüterlerde 10 kat ve kişisel kompüter kullanımında binlerce kat geridedir.” (41)

Bu tabloya bir ilave daha yapalım: “Eğer biz SBKP 27. Kongresinin kabul ettiği prog­ramı tam olarak yerine getirebilirsek, 2000 yılına doğru gelişmiş kapitalist ülkelerin 1985 ’teki emek verimliliği düzeyine erişebileceğiz” (42)

Bütünbu gerçekler, yeni düşüncenin bel­kemiğini oluşturan, “nükleer çağ” ile birlikte “kapitalizm ve sosyalizm arasındaki anta­gonist mekanizmanın etkisini yitirdiği” te­zinin derinliklerinde nelerin yattığını göster­meye yeterlidir.

Sosyalist ekonomilerin yalnızca kapita­lizmden geri durumda olması belki böyie zavallı tezler üretmeye yeterli olmayabilir­di. Ancak sosyalist ekonominin temel so­runlarındaki tıkanışlar böyle tezlere diğer önemli kaynak olsa gerektir.

“Sosyalizmde toplumsal mülkiyetin ege­men biçimi olan devlet mülkiyeti ‘sahipsiz

Page 21: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

bir mülkiyet olarak, önemli ölçüde itibar­dan da düşmüş bulunuyor” (43)

“Bizde kişinin, kollektifin, sosyal grubun ve toplumun çıkarlarının uyumlaştırılması üzerine çok şey yazılmaktadır. Ama bu so­runun gerçek çözümü henüz bulunama­mıştır, dolayısıyla yüksek üretkenliğe sahip emeğe yönelik, sosyalizme özgü teşvik yöntemleri bulunamamıştır” (44)

İşçi yaratıcılığını yücelten Stahanov hare­ketini de şimdiki dev, hantal insan yaratıcılı­ğını tüketen bürakrasiyi de aynı Sovyet sos­yalizmi yaratmıştır. Devlet mülkiyetinin iti­bar yitirmesi bürokratik soysuzlaşmanın belki en doğal sonucudur.

Konumuza dönersek, kapitalist ekono­milerden geri konumda olmaya, bir de sos­yalizmin en temel değerlerindeki erozyon eklenince Sovyet Akademisyenleri bu ger­çeklikleri ve çözüm yollarını en çıplak bir şekilde sergilemek yerine “uygarlık krizi” gibi ne olduğu belirsiz ideolojik örtülerle bula­nıklaştırmak yolunu seçmiş görünüyorlar.

Böylece güçler dengesinde en önemli kayma sosyalist ekonomilerdeki durgunlaş­mayla gizlenemez hale gelmiştir. Bu mo­menti emperyalizmih nasıl ustalıkla yaka­ladığını bir Sovyet yazannın kaleminden ak­taralım.

“Rakiplerimizin, hepsinden önce ABD1 nin, uzatılmış savunma konumunu değiş­tirmek için fırsat yakalaması ve 1980’lerin başında sosyalizmin dış politikası üzerine topyekün bir saldırı başlatması şaşırtıcı de­ğildir. Sovyetler’deki iç gelişmelerdeki olumsuz eğilimlerin objektif ve uzun erimli yapısını dikkate alarak Batı, ekonomiyi, eğer küçümsenmezse, diğer alanlarda sos­yalizmi yenmek için onlara imkân verecek olan, Sovyet sistemindeki en kırılabilir halka olarak kabul etmeye başladı” (45) Yeni dü­şünce böyle bir dönemden geçerek şekil­lenmiştir.

“ Üçüncü Dünya” da Durum:1960’ların ulusal kurtuluş savaşları döne­mi 1975’lere gelindiğinde durulmuştur. Bu bir bakıma objektif bir kaçınılmazlıktı. Ar­tık yeryüzünde klasik sömürgecilik tarih ol­muş, yerini yeni sömürgeciliğe terketmiş- tir. Yaşadığımız yıllar geri ülkelerdeki mü­cadelenin artık karakter değiştirmekte ol­duğu yıllardır. Ulusal kurtulş savaşlarından, sosyal kurtuluş ve sosyalizm mücade­lesine hareketin yükselme zorunluluğu, sancılı bir birikim dönemini kaçınılmaz kı­lıyor. Bu birikim dönemi, 1960’Iarın coş­kulu yükseliş yıllarına göre geri bir görünüm yaratıyor.

Sorun bununla da bitmiyor.“Gelişmekte olan ülkelerle Sovyetler’in

ilişkisinde son yirmi yılın deneyi Sovyet as­keri ve ekonomik yardımının umulan po­litik sonuçları yaratmaktan çok uzak oldu­ğunu gösterdi. 1980’lerde Angola, Mozam­bik, Etopya gibi bizim en yakın müttefikle­rimizin bile nasıl Batı ile politik ve ekono­mik bağ kurmak için aktif bir arayışa gir­diklerini gördük. Bu ülkelerde “politik istik­rarın sağlanmasının esas yükünü Batı, Sovyetler Birliğine yıkarken, kendisi bu is­tikrardan ekonomik yararlar devşiriyor. Ba­zen durum gerçekten gülünçleşiyor: Örne­ğin, Angolada Küba askerleri sık sık bizzat ABD tarafından finanse edilen UNITA çe­telerinin saldırılarına karşı Amerikan petrol kumpanyalarının tesislerini savunuyor.” (45)

Sosyalizmin, yeni bağımsızlaşan ülkeler­deki konumu 1960’lardan bugüne olum­suz bir rota izlemiştir. Burada Sovyetler’in tayin edici hatalarından çok, bu ülkelerdeki objektif gelişim olayların gidişini belirlemiş­tir.

“Gerçekte, gelişmekte olan ülkelere as­keri ve ekonomik Sovyet yardımı, esas ola­

rak iktidar için mücadele döneminde ve bir ilerici yönetimin varlığının ilk yıllarında, yal­nızca geçici etkiler yaratıyor. Sonuç olarak, düzenli ekonomik gelişme döneminde genç devletler bütün politik sonuçlanyla bir­likte artanbir şekilde Batıya dönmeye baş­lıyorlar” (45)

Bu dönüşlerde hiç şüphesiz ki en temel neden “genç devletlerin” sınıf yapısı ve ge­lişim yoludur. Mısır en bilinen örnektir. Ve böyle dönüşler, Üçüncü Dünyada özellik­le 1975’ler sonrası artan sayıda yaşanmış­tır. Bu, dünyada genel olarak sosyalizmin itibarını zayıflatmakla kalmamış, Sovyetler Birliği için hem ekonomik hem de siyasi bir maliyet olmuştur.

“Sonuç olarak, Sovyetler Birliği, Birleşik Devletlerden daha ağır bir askeri yük taşı­yor. Uluslararası istatistiklere göre gelişmek­te olan ülkelere (Vietnam ve Küba dahil) 1980 ortalarında bütün yardımların (eko­nomik - askeri) hacmi, Sovyetler Birliği için ulusal gelirin %1.4’ü olarak hesaplanırken, aynı rakam ABD için % 0.3’ten azdır” Ay­rıca toplam Sovyet yardımları içinde eko­nomik yardımlar % 10dan az yer tutarken. Amerikan yardımları içinde ekonomik yar­dımlar % 40’ı geçmektedir. (45)

Bu deneylerden sonra Sovyetler Birliği Üçüncü Dünya ülkelerine elbetteki daha akılcı yaklaşacaktır. Sosyalizm yoluna çık­mamış “genç devletlerle” ilişkilerde Sovyet­ler Birliği geri teknolojisi nedeniyle hep mevzi yitirmiştir.

Yeni düşünce, dünya güçler dengesinin başlıca bu üç alanında, sosyalizm aleyhine gelişmelerin yükseldiği bir momentin ürü­nüdür. Ancak görüşler öyle teorik kılıklara sokulmuştur ki, pek çok şey tanınmaz ha­le gelmiştir.

Sovyetbasınında izleyebildiğimiz kadarıy­la, güçler dengesindeki bu durumu oldu­ğu gibi yansıtan gerçekçi yorumlar yerine, “barış”, “insanlığın yok olmaması için birlik”, “zoru yeryüzünden kaldırma gibi soyut te­kerlemeler insanı bıktıracak ölçüde fazladır. Okuduklarımız arasında iki yazar (A İzyu- mov, A. Kortunov) aktardığımız gerçekçi te­spitleri sözleri yuvarlatmadan yaptıktan sonra bu durumdan çıkış için yine dolam­baçsız şu iki alternatifi ileri sürüyorlar:

“1980’lerin ortasındaki uluslararası poli­tik durum topyekün emperyalist saldırıyı defetmenin yeni yollarını araştırmayı zorun­lu kılıyor. Bu meydan okumayı göğüslemek için iki alternatif görünüyor.

“Birincisi , dış askeri politikalara tahsis edilen payı yükselterek Sovyet ekonomi­sinin görece zayıflığını telafi etmeyi varsa­yar. İkinci görüş aşağıdaki temele dayanır: Dış politika harcamalarını sınırlayarak ya da indirerek, ekonomi ve dış politika arasın­daki yarığı kapatmak, böylece ekonomi­nin yükünü azaltmak ve dış politikanın eko­nomik temellerini sağlamlaştırmak gerek­lidir. Askercil deneyimlerle söylersek, ilk al­ternatif “beklenen takviye kuvvetler gelin­ceye kadar her ne pahasına konumu ko­rumayı’, ikinci alternatifse ‘güç toplamak ve kayıpları azaltmak amacıyla konumu daha çabuk onarmak için bir geri çekilmeyi’ şart koşar.

“1985’te ülke liderliğindeki değişime ka­dar Sovyet dış politikasında ilk alternatif egemendi... Bugün “yeni düşünce” kavra­mının geliştirilmesiyle, ikinci daha gerçek­çi alternatif öne geçiyor.” (45)

Yeni düşüncenin bundan daha sade ve anlaşılır açıklaması yapılamaz. Sosyalizm, dünya ölçüsünde “güç toplamak ve kayıp­ları azaltmak” için bir adım geri çekiliyor. Ancak bu açık gerçeklik,Gorbaçov’un öne çıkarttığı sorular ve Akademi Tezleriyle öy­lesine tanınmaz hale getirilmektedir ki, bun­dan bir esaslı sonuç çıkar. Olayı açıkça

Marksizmin en temel kavramlarını zorlaya­rak teorileştirme çabaları, geri çekilirken ya­şanan umutsuzluğun ve “konumu onarmak” için tarihin Sovyetler’e tanıdığı sürenin olağanüstü belirsiz olmasından kay­naklanan paniğin, komplikasyonlarıdır.

Dünya olayları, yani kapitalist cephede bilimsel teknik devrimle üretimin zenginleş­mesi, öte yandan emperyalist talanın do­ğal birsonucu “patlamak üzere olan” Üçün­cü Düya, hızlı değişimleri zorluyor. Oysa sovyet sosyalizmi yılların biriktirdiği bürok­ratik soysuzlaşmayı oldukça yavaş tasfiye edebiliyor. Şeylerin bu uyumsuzluğu,Sovyet akademisyenlerinin gerçekliklerden uzak ve açıkçası korkak ve yorgun tezleriyle giderilmeye çalışılıyor.

Yeni düşünce’nin bundan daha sade ve anlaşılır açıklaması yapılamaz. Sosyalizm,

dünya ölçüsünde t(güç toplamak ve kayıpları azaltmak” için bir adım geri çekiliyor. Ancak bu açık gerçeklik, Gorbaçov’un öne çıkarttığı

sorular ve Akademi Tezleriyle öylesine tanınmaz hale getirilmektedir ki, bundan bir

esaslı sonuç çıkar.Sosyalizm kendi iç olumsuz birikimlerin­

den ve özellikle Üçüncü Dünyada istenen sonuçlara varmayan “devrim” yüklerinden oldukça yorgun düşmüştür. Bu bir gerçek­lik ve gerçekliğe çıplak gözle bakabilenleri ürkütmemesi gereken bir gerçeklik. Bizi ür­küten bütün bunların Marksizmin temelle­rini deforme edecek ölçüde “yeni” tezlerle sarmalanma çabasıdır.

Kaynaklar(1) M. Gorbaçov, Perestroika. New Thinking For Our

Country And The World.(2) Lenin. Cilt 31(3) Lenin, Cilt 31(4) Lenin, Cilt 31(5) Stalin, XVII Kongre Raporu. 1934(6) Stalin, Son Yazılar(7) Palmiro Togliatti, Report to the Central Commite

of 1CP. june 24, 1956(8) K. Zaradov, Leninizm ve Kapitalizmden Sosyaliz­

me Geçiş.(9) W. Z. Foster. History of The Three Internationals

(10) Palmiro Togliatti, ay.(11) F. Claudin, The Comunist Movement, From Co­

mintern to Cominform(12) F. Claudin. ay.(13) Programme of The CPSU, 31 October 1961(14) K. Zaradov, ay.(15) K. Zaradov, ay.(16) P. Novoselov, Problems of The Communist M o­

vem ent, 1975(17) Lenin, Cilt 31, Sömürgeler Komisyonu Raporu(18) A. Kıva, International Affairs. July 1988(19) Asia and Africa Today, 4-1988(20) I. Andreyev. The Noncapitalist Way, 1974(21) A. Kiva. ay.(22) G. Mirski, Asia Africa Today 5-1987, aktaran Ye­

ni Açılım 4(23) K. Zaradov, ay.(24) A. Kiva, ay.(25) A. Kiva ay.(26) G. Mirsky. Asia Africa Today 4-1988(27) M.Gorbaçov, Perestroika(28) Dünyaya Bakış Temmuz 1988(29) M. Gorbaçov, Perestroika(30) Asia A frica Today 2-1988(31) V. Mshvenieradze, New Political Thinking, Soviet

Law and G overnm ent, Fall 1987(32) M .Gorbaçov. O ctober and Perestroika(33) M. Gorbaçov. ay.(34) A. Izyumov. International Affairs, may 1988(35) M. Gorbaçov, October and Perestroika(36) M. Gorbaçov, ay.(37) Lenin, Emperyalizm(38) SBKP Toplumsal Bilim ler Akademisi Tezleri, Ye­

ni Açılım, Ağus. 1988(39) Günümüz Dünyasında Komünistler, Dünyaya Ba­

kış, Tem. 1988(40) Y. Krasin, The World Today and The Internatio­

nal Strategy of The CPSU(41) A. Izyumov, A. Kortunov, The Soviet Union in

The Changing World(42) Y. Krasin, Dünyaya Bakış Tem. 1988(43) Akademi Tezleri, Yeni Açılım Ağus. 1988(44) V. Medvedyev, Dünyaya Bakış, Ey. 1988(45) A. Izyumov, A. Kortunov. ay.

Page 22: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

DELİNEN 1 AĞUSTOS VE KAZANDIRDIKLARI

22

Çeşitli DKÖ çevresinden açlık grevine katılan ve onu destekleyen yaklaşık 100 ki­şi Sultanahm et’te 1 A ğustos olayını p ro ­testo etm ek için eylem lerine başladılar. Kitlenin kararlılığı, p o lise topluca gitm e cesaretinin gösterilmesi 1988 Türkiye’sinde bir k ilom etre taşıydı.

Türkiye’de son sekiz yıllık sınıf mücade­lesinin gelişimi artık birike birike belli kanal­lara akmaya başlamıştır. Mücadelenin ge­lişiminde cezaevlerinde belli aralıklarla pat­lak veren direniş hareketleri “katalizör” gö­revi görürken, en son 1 Ağustos genelge­sinin uygulamadan kaldırılmasına yönelik içeride ve dışanda başlayan direniş hare­ketleri eskiye göre “bir gömlek daha” bü­yüdü.

En son 1 Ağustos genelgesinin protes­tosuyla başlayan gösterilerin sonucunda iki ana sonuç alınmıştır:

Devrimci kamuoyu ilk kez, ayı aşan sü­rede gündemi belirli ölçülerde belirleyebil­irle gücüne erişmiştir.

Buna erişildiği içindir ki genelge “adı kon- masa da” delinmiştir. Demokratik kitle ör­gütlerinin birlikteliği -ama bu kez tutarlı, ka­rarlı bir önderlik altında- bu sonucun alın­masını tayin eden iki etkiden biri olmuştur. Buna daha sonra tekrar değineceğiz. Şimdi

cezaevlerinde bugüne kadar yaşananları bir film şeridi gibi, ama tabii belli anlarıyla gör­meye çalışalım.

Bilindiği gibi, Türkiye’de cezaevlerinde- ki direnişin ilk filizleri 1983’de Diyarbakır Cezaevinde yeşermeye başlamıştır. Bura­da tutuşturulan “direniş meşalesi” daha son­ra birçok cezaevinde yakılmaya başlandı. Daha sonraları Metris, Adana, Gaziantep ve diğer cezaevlerinde başlayan direniş ha­reketlerinin temel talepleri arasında: Siya­si tutuklu statüsünde kabul edilmek, ceza­evi koşullarının iyileştirilmesi, ana dilin ko­nuşulmasının serbestleştirilmesi, görüş sü­relerinin uzatılması, tek tipin kaldırılması vs. bulunuyordu. En son Diyarbakır CezaevF nde uzun süreyle devam eden tutuklu ve tutuklu yakınlarının direnişi başarıyla so­nuçlandı. Başbakan Turgut ÖzaFın açıkla­masına göre temel talepler karşılanacaktı. Daha sonralan bu kabullenişin genel havayı yumuşatmak, direnişin devamını kırmak için atılan bir taktik adım olduğu anlaşıldı. Sadece Diyarbakır’da 30’a yakın tutuklunun uygulamaları protesto etmek için kendile­rini yakmaları - intihar etmeleriyle bir öl­çüde sağlanan bazı haklar en son 1 Ağus­tos genelgesiyle bir anda silinip yok edil­meye çalışıldı. Görünüşe göre finans- kapital, devrimcilerin başan hanesine ya­zılan puanları siliyordu ve “her şey yeni

ERDİNÇ KORLÜbaştan” felsefesiyle devrimci direnişçi ha­reketi geri püskürtüyordu. Ama böyle ol­madı, olmadığı da pratikten anlaşıldı.

I Ağustos genelgesinin yürürlüğe konul­duğunun açıklanmasına ilk tepkileri hem içeride; cezaevlerinde, hem de dışanda; de­mokratik kitle örgütlerince verildi. Yalnız bu kez yıllardır verilen mücadeleyi yok sayan ve yoğun bir saldırıya geçen düşmanın tav­rıyla karşı karşıya kalınıyordu.

Olayın açıklandığı günler tepkiler daha çok partilerin ve demokratik örgütlerin açıklamalann zemininde kaldı.Ondan sonra ise olanlar oldu ve peşpeşe bir zincir gibi tüm Türkiye’de cezaevleri açlık grevine ban­ladı. Alınan ilk bilgiler açlık grevine katılan tutukluların sayısının giderek arttığını ve 1000’e doğru yükseldiğini gösteriyordu.

Cezaevlerinde, birbirlerini desteklemek amacıyla direniş meşalesi ard arda yakılır­ken dışarıda da mücadelenin ‘daha üste çıkarılmasına’ yönelik ilk oluşumlar ken­dini gösterdi. İlk oluşumlar kadın dernek­leri üyelerinden, öğrenci derneklerine, in­san hakları savunucularından çeşitli kültür dernekleri üyelerinin biraraya gelmesiyle sağlandı.

SHP Beyoğlu ilçesinde biraraya gelen çeşitli demokratik kitle örgütleri (DKÖ) çev­resi, ne yapılacağı konusunda ortak karar almak niyetindeydi. İki akşam boyunca de­vam eden görüşmelerde daha önce “Anti- DKDcilik” ilkesini getiren siyasi çevrenin temsilcileri bu kez literatüre “Anti-PDAcılık” ilkesini de kazandırdılar! Anti-faşist, anti- emperyalist, anti-şovenist ilkelerinin dışın­da bu ilkelerin geçerli sayılamayacağı, ey­lemlilik konusunda bir an önce karar alın­ması gerektiği vurgulandı. Yeni “ilkelerinde” ısrar eden bu çevrenin çekilmesinden sonra geride kalan DKÖ’ler somut önerileri tar­tışmaya başlamıştı ki sol muhalefetten ol­dukları ifade edilen Beyoğlu ilçe yönetimi “Birliğinizi bozdunuz, birliğinizi sağlayıp gelin” gerekçesiyle orada bulunan DKÖ’leri çevresini tam kelimesiyle kovdu! “Açlık grevi şiddet eylemidir* İnönü felsefesinin yuka­rıdaki mantıkla birlişmesi biraz şaşırtıcı de­ğil mi?

Platformu oluşturmaya çalışan İHD, AKD, ŞKM, DKD, DBB Öğrenci Dernek­leri gibi DKÖ çevreleri hızla ilk kararlarını almaya başladı. Bu oluşumun, içinden bir “karar alma mekanizması” kurması ve bu mekanizmanın tutarlı, kararlı kişilerce yü­rütülmesi daha sonraki tüm olaylara dam­gasını vurdu. Buna sonuç kısmında tekrar değineceğiz.

I I ekim cuma günü DKÖ çevreleri Ada­let Bakanlığı’na toplu protesto telgrafı çek­tiler. Karar alma mekanizmasının yakala­dığı ana halka “eylemliliğin sürekli kılınması gerekliliğiydi” Çünkü, bir-iki gün sürecek eylemlilik sonuçta kamuoyu oluşturmada

Page 23: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

uzun süreli etkiler yapamayacaktı.Eylemliliğinin ikinci gününde, toplu telg­

raf çekme protesto eylemine katılanlar Bay­rampaşa - Sağmalcılar cezaevi önünde ola­yı kınadıklarını ve 1 Ağustos genelgesinin kaldırılması gerektiğini belirten bir açıklama yaptılar. İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) yaptığı basın açıklamasından sonra ise top­luca Sultanahmet’e gelindi ve burada saat 15.00e doğru toplanan 100 e yakın Jevrimci-demokrat insan açlık grevine baş­landığını ilan etti. Burada bir önemli nokta daha var. Eylemlerin sürekliliğini saptayan karar mekanizması aynı zamanda Sulta­nahmet’teki eylemde polisin eylemcileri gözaltına alması halinde “topluca polis oto­suna binme ve şubeye gitme” cesur kararı­nı kitleyle birlikte aldı. 1988 Türkiyesi’nde artık insanlar işin ucunda neyin olduğunu bile bile bu cesur kararları alabiliyordu: Bu önemli bir adımdır.

Açlık grevinin başlandığının ilanıyla kimi eylemci türkü söyledi, kimisi şiir okudu, ko­nuşmalar yapıldı. îlk başta iki-üç otomobil polis otosuyla olayı kontrol altında tutma­ya çalışan polisin, daha sonra gelen iki oto­büs dolusu çevik kuvvetle desteklendiği gö­rüldü. Açlık grevine başlayan ve onları des­tekleyenlerin etrafını saran polis, daha son­ra tek tek kişiieri alıp dağıtmak istedi. Ama hiç de hesapta olmayan bir şey daha çıktı karşılarına. O da insanların polisle artık tar­tışması, çekişmesiydi! Polisin bazı kişileri gözaltına almasının ardından geri kalanlar “Bizi de götürün” çığlıklarıyla polis otobü­süne yöneldiler, ama polis tam o sırada ka­pıyı kapadı ve olayın önüne geçti. Alınan cesur karar pratikte de yürürlüğe konul­muştu. İnsanlar arkadaşlarını yalnız bırak­mamak için topluca otobüse binmeye yük­lenmişlerdi. Bu bilinç ve kararlılığın altını önemle çizmemiz gerekiyor. Bu. sınıf sa­vaşının geldiği noktanın bilince vurulmasın­dan başka bir şey değildir.

Sultanahmet’te başlayan açlık grevinin daha sonra İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesinde devam ettirileceği açıklandı. Da­ha önce açlık grevine katılmayacağını açık­layan TAYAD, DEMKAD, AKAD çevresin­den bazıları nedense eyleme katılmışlar, İHD şubesinde devam eden açlık grevine katılacaklarını belirtmişlerdi. Bu çevre ay­rıca karar alma mekanizmasında yer almak istediklerini açıkladılar. Ancak kendilerine “daha önce oluşumdan çekilmelerinin ne­deni olarak Demokratik Basın Birliği (DBB) çevresinin olayı desteklemeye devam ettiği” açıklandı. Daha önce literatüre Anti- PDA’cılık ilkesini katan bu çevrenin bu kez açlık grevine katılma kararı çok şaşırtıcıy­dı, acaba ne olmuştu da bir gün içinde ka­rar 180 derece değişiyordu? Buradaki kay­gı, artıkkararlı ve tutarlı bir karar alma me­kanizmasıyla orda buiunan tüm demokra­tik kitle örgütleri çevresinin başlattığı olu­şumun dışında kalmama isteğiydi.

Bu arada, dışarıda bu olaylar yaşanırken, cezaevlerinde açlık grevine katılanların sa­yısının 1500 ü geçtiği belirtiliyordu. Bu kez yıllardır gerçekleşmeyen bir şey daha gün­deme geliyordu. Anadolu'nun her bir kö­şesindeki cezaevlerinden ardarda açlık gre­vine başlandığı açıklanıyor ve zincir uzayıp gidiyordu. Tutukluların bu kararlılığı göster­mesi de kitlenin moral etkisini yükseltiyor­du.

Sultanahmet’teki açlık grevinde gözaltı­na alınan 32 arkadaşın desteklenmesi ve eylemliliğin sürekli kılınması için canlı bir tartışma ortamı başlatıldı. Bu arada, açlık grevine devam edileceğinin açıklanmasının sonrasında olaya gelip katılan TAYAD, DEMKAD ve AKAD çevresi bu kez bunu “pasiflik” ve “karşı-devrimci” şeklinde değer­lendirdi. Esasen psikolojik olarak bu tip bir saldırganlığa yönelmelerinin nedeni vardı.

Bu da, kitlenin kendi inisiyatiflerinin dışın­da, ama başkalarının inisiyatifinin altında hareket ediyor olmasıydı. Nasıl olurdu da bu kadar kitle kararlı ve tutarlı bir önder­likle hâlâ dağılma noktasına gelmiyordu?

Pazar günü, İHD şubesinde tutuklu ya­kınlarının direnişini canlı tutmak için çeşitli

i sohbetler yapıldı,türküler söylendi.Dışarıda- j ki insanın açlık grevini bir araç olarak kul­

lanmakta ısrar etmesinin pasifizm olduğu, dışarıdaki insanın başka araçlar kullanma­sı gerektiği tartışıldı. Bunun sonucunda cu­martesi başlayan açlık grevi pazartesi sabahı sona erdirilecekti, ama gündemi belirlemek için kitlenin tavır alması devam edecekti. Pazar günü hem biraz soluklanan, hem de çevresiyle daha sıkı kenetlenen kitle yine karar mekanizmasının da önderliğiyle ye­ni bir eylemliliğe akacaktı. Bu da kitlenin valiliğe 1 Ağustos genelgesinin kaldırılma­sını içeren tek tek dilekçe vermesiydi. Pa­zartesi sabahı yağmura rağmen 1000’e ya­kın kararlı insanın Cağaloğlu’nda toplan­ması, düzenli ve disiplinli bir şekilde valili­ğe yürümesi de önemle altı çizilmesi gere­ken bir diğer olguydu. Bu kadar insan atı­lan doğru taktik çevresinde toplanmış ve disiplinle dilekçe vermek tavnnı göstermişti. Polisin “saldırısı” karşısında kitle uzun süre meydanı terketmedi. Tutuklu yakınları va­liliğe dilekçelerini verdiler.

Polisin olayda çok fazla insanı gözaltına almamaya çalıştığı görüldü. Bunun nede­ni de cezaevlerinde ardarda başlayan dire­nişlerin sonunun gelmeyeceğini gören ik­tidarın, kamuoyunu giderek uyaran, duyarlı hale getiren ve olayın haklılığını kanıtlayan dışarıdaki insanların tavırlarından çekinme- siydi. Ayrıca bu eylemde gözaltına alınan işçi, öğrenci arkadaşların 1. Şubede “Biz savcılıkta ifademizi vereceğiz” şeklindeki di­renişleri de önemli bir çıkıştı. Sonunda bu kişilerin ifadeleri savcılıkta alındı ve serbest bırakıldılar. 1000’e yakın insanın gösterdi­ği bu tavrın son halkası salı günü olayın protesto edilmesi amacıyla cezaevi önün­de yapılan alkış protestolu açıklamaydı.

Dışanda bu gelişmeler yaşanırken, ceza- evlerindeki açlık grevleri ölüm orucuna dönmeye çoktan başlamıştı bile. İktidar ıs­rarla “Ölürlerse bundan kendileri sorumlu olurlar” mantığını savunurken, içeri ve dı­şarının bu kez kurulan birlikteliği “Zor oyu­nu bozar” misali, iktidarın oyununu boza­caktı. Bunun ilk sonucu Eskişehir Cezae­vinde görüldü, ardından diğer cezaevlerin­de devam etti. Her cezaevi yönetimi, dire­nenlerin taleplerini yerine getirebilmek için bütün yöntemleri kullanıyordu, en sonun­da Adalet Bakanı Mehmet Topaç’ın Diyar­bakır’da direnenlerin önderiyle telefon gö­rüşmesi, esasında iktidarca atılan geri bir

DKÖ çevrelerinin pazartesi günü vali­liğe d ilekçe verme eylem ine 1000’e yakın insan katıldı. Eylem bu kez disiplinle yü­rütüldü. Polise karşı otan tavır yine dire­niş zeminindeydi. Uzun yıllardır ilk kez ar­darda sürdürülen eylemliliğin bu önem li tavrında valiliğe d ilekçeler verildi.

adımdı. Zor oyunu bozmuştu! Adı verilme­se de 1 Ağustos genelgesi delinmişti. İkti­darın temsilcisi direnişin önderine taleple­rin önemli bölümünün gerçekleştirileceği­ni açıklıyordu.

Aylardır cezaevlerinde süren açlık grev­leri ve dışarıda tutarlı kararlı bir kitlenin sü­rekli eylemliliği uzun süre gündemin baş köşelerinden biri oldu. Daha önceleri kısa aralıklarla gündemi belirlemeye çalışan devrimci demokrat insanlar bu kez bir sıç­ramayla uzun süreli gündem belirleme gü­cüne eriştiler. Kitleye doğru taktik adımla önderlik edilmesi bu gücün oluşmasında en önemli etkendi.

Bu gücün etkisi tabii ki cezaevlerindeki koşullarda kendini gösterdi. Cezaevinde di­renenler Sultanahmet’te başlayan açlık gre­vinde gözaltına alınan arkadaşlara içerideki havayı şöyle değerlendiriyorlardı: “Sekiz yıl­dır ilk kez dışarıda böylesine kararlı bir kit­le, uzun süren eylemlilikle bizleri, içerideki insanları destekledi. Desteğin bu derece uzun süreceğini beklemiyorduk. Ayrıca ilk kez açlık grevimizi destekleyen ve bunun sonucunda cezaevine konulan arkadaşlar sîzsiniz. Sizler bizim için geldiniz!

1988 Türkiyesi bitti ve 1989 Türkiyesi- ne geçtik. Şimdi güçleri yeniden tazeleyip, yeniden toplayıp daha yüksek kalitede mü­cadeleye girmenin zamanıdır. Bu kez çok daha uzun süre, bu kez “çerçeveleri çok aşan” DİRENİŞ MEŞALESİNİ İÇERÎDE- DIŞARIDA TUTUŞTURM AK görevi omuzlarımızdadır. Bir sonraki olayda faşiz­min kalesinde daha büyük gedikler açmak, “öldürücü” direniş okunu kararlı, tutarlı pro­leter sosyalistlerin yayları ile düşmanın yü­reğine indirmek zamanıdır!

Dipnot:Bizce dışarıdaki eylemliliği sürekli bozmaya çalışan

ve devrimci kitlenin tutarlı kararlı bir önderlik etrafında toplanmasına tahammül edemeyen 'siyasi çevrenin’ esas sorunu siyasi parti-örgüt çalışması ile DKÖ alan­larını birbirine kanştırmasıdır. Hatta giderek siyasal parti alanının bırakılıp DKÖ’lerin siyasi arenaya çevrilmesi­dir. Buradaki radikal tavır ve yönelişlerle de bir tür “si­yasi tatmin" sağlanmaktadır. 'Radikal tavır' DKÖ kitle­sini en uç eylemlere sürüklemek ya da DKÖ düzeyini aşan perspektifleri egemen kılmak şeklinde kendini gösteriyor. Bir de tabii “her düğünde damat her cena­zede ölü olma" sorumluluğu var!.. En solda olmakla övünülürken ve en solda olmak için en orjinal tavırlar sergilenmeye çalışılırken solun çocukluk hastalığı ve ta­bii ki en orjinali olunabilir. Eğer bu isteniyorsa. .

Page 24: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

r ed d ettiğ im iz m ir a sVE SOSYALİST HAREKETİMİZİN KÖKLERİ (II)KURTULUŞ SAVASI VE KEMALİST (KTİDARlti İLK YILLARINDA SOSYALİST HAREKETİN DURUMU

Hüseyin KORKMAZ

24

Türkiye Kurtuluş Savaşı’nda, Kemaliz- min üstlendiği misyon genellikle ilerici ola­rak nitelenmektedir. Sosyalist hareketimi­zin bu tespiti bazı yönleriyle doğru kabul edilse bile günümüzde bir hayli sorgulan­mayı gerektirmektedir. Kemalizmin, sınıf özü burjuvadır. Burjuva yine bilindiği gibi 19. yy. da kapitalizmin serbest rekabetçi dö­neminde insanlığın gelişiminde ilerici bir rol oynamıştır. Burjuva sosyal devrimi ve ka­pitalizmin ilk yıllarındaki serbest rekabetçi dönem bilim ve teknikte olduğu kadar, in­sanın gelişmesinde de büyük bir çığır aç­mıştır. Ne var ki Türk Kurtuluş Savaşı’nın geliştiği (1919-1923) yıllarında, kapitalizm dünyaya ölçüsünde, serbest rekabetçi dö­neme çoktan son vermiş ve tekelci emper- yamizm aşamasına varmış durumdadır. Yi­ne aynı süreçte, kapitalizmin serbest reka­betçi dönemini tefeci bezirgân sermayenin konaklarında aşırı gelişmesinden dolayı ya- şayamamış, koskoca Osmanlı imparator­luğu kapitalist anayurtların yarı sömürgesi durumuna girmiş bulunmaktadır. Osman- lı topraklarında bu dönemin burjuvaları, komprodor burjuva olarak tanımlanan emperyalist ülke mallarını Osmanlı İmpa- ratorluğu’nda bir anlamda depolayıp, da­ğıtmakla görevleri kendisi işveren değil, emperyalist burjuvaziden “iş alan” duru­mundaki “Levanten” veya komisyoncular­dır. Ve komprodor burjuvazi de göbekten emperyalizme bağlı emperyalizmin uydu­su olduğu için hiçbir ulusal özelliğe sahip olmayan kozmopolit bir burjuvazidir.

Osmanlı imparatorluğu içinde modern- kapitalist işletme açma girişimleri Lale dev­rinde görülür ne var ki bu işletmeler, tefeci- bezirgân sermayenin kışkırtmalarıyla yak­tırılıp1, yıktırılmış ve bizde ondan sonraki sü­reçte de serbest rekabetçi kapitalizmin te­meli olabilecek olan benzeri türdeki fabri­ka, kapitalist çiftçilik vb. kurulup yaşatılma­sına imkân tanınmamıştır. Kapitalizmin ser­best rekabetçi dönemini yaşama olanağı bulamayan Osmanlı toplumu, kapitalizmin tekelcilik biçimindeki ilişkilerine ise en az

188 yıldır açık bir biçimde çarpık bir kapi- talistleşme süreci yaşamaktadır. 1849 yılın­da Şirket’i Hayriye’nin kuruluşuyla başla­yan bu süreç Cumhuriyet döneminde yerli finans-kapitalin devlet fideliğinde palazlan- dırılmasıyla, kekonomi ve siyaseti tekeline almasıyla kendi mantıki sonuçlarına vardı­rılmıştır. Yani 1919-23 ulusal kurtuluş yıl­ları öncesinde Osgıanlı toplum yapısında­ki egemen sınıflardan modern bir ulusal kurtuluşa önderlik edebilecek bir nitelik aran­ması beyhude bir çabadır. Gerek kompra­dor burjuvazi veya bu nitelikteki tekelci şir­ket kodamanları, gerekse de Osmanlı eko­nomi temelinin bütün nefes borularını elin­de tutan tefeci bezirgânlar değil “vatanı” “milleti” vb. kurtarmak emperyalist burju­vaziden alacaklan komisyonun ötesinde bir çıkar güdecek nitelikte değildirler. Alabil­diğine kozmopolit ve vatan, millet düşma­nı olan bu kesimler ulusal kurtuluş sürecin­de ya gerici ayaklanmaları kışkırtarak sal­tanatla birliktedirler veya Kemalistleri ABD mandası fikrine ikna etmeye çalışmaktadır­lar.

M. Kemal ve çevresindeki kadro ise Os­manlI “devlet sınıflan” olarak nitelenen ke­simden gelmedir. Bu kesim modern an­lamda bir sosyal sınıf olma özelliği taşıma­dığı gibi, modern bir sosyal sınıfa dayan­madan herhangi bir sosyal aksiyonu o gün­kü koşullarda gösterebilmesi oldukça zor­dur. M. Kemal 1919’da daha Anadolu’ya adımını atmamışken halkın emperyalist iş­gale karşı (Fransız-İtalyan-Yunan) kendili­ğinden direnişi gerilla savaşı biçiminde baş­lamış bulunuyordu. Kuvay-ı Milliye adını alan bu hareket özü itibariyle anti- emperyalist bir halk hareketiydi. Yine bu dönem; 1914-1918 emperyalist evren sa­vaşı yıllarında, emperyalist ülke malları Anadolu içlerine akışının durması sonucu, iç pazarda kısmen palazlanma olanağı bu­lan, geri bir teknikle üretim yapan -aynı za-. manda ticaret- Anadolu burjuvazisi müdafa hukuk cemiyetleri biçiminde örgütlenmek- teydi.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye Ana­dolu ve İstanbul diye ikiye bölünmüştü. Anadolu’da Kuvay-i Milliye hareketi başladı­ğında İstanbul işgal altındaydı. Bu ayrım sırf bir işgal olayına dayanmayı Osmanlı top­lum yapısından kaynaklanmaktaydı. Avru­pa Emperyalizmi ile itle tırnak gibi iç içe olan komprador burjuvazi İstanbul’da yo­ğunlaşmış durumdaydı. Anadolu burjuva­zisi ise gerek gelişen Kuvay-i Milliye hare­ketinin baskısını gerekse de kendi ulusal pa­zarına sahip çıkmanın arzusunu taşıdığın­dan o günkü aşamada emperyalizme ve komprodor burjuvaziye karşı bir tutum al­mak zorunda kalmıştır.

Kemalizm, Anadolu burjuvazisinin bu ör­gütlenmesine, Anadolu’daki özellikle K. Ka- rabekir komutasındaki askeri birliklerin gü­cüne dayanarak Türk ulusal kurtuluş ha­reketinin önderliğini ele geçirmiştir. Sosya­lizmin tarihin o kesitinde gerek iç gerekse- de dış (SSCB) olarak içinde bulunduğu zor durum, M. Kemal’in saltanattan aldığı yet­kiyi kullanması, Erzurum, Sivas Kongere- leri’yle Anadolu’daki egemen sınıfların çı­karlarını uyumlandırmayı başarması, bun­da önemli bir rol oynamıştır. Elbetteki bu ele geçirme, sahte komünist partisi kurmak­tan, Kuvay-i Milliye hareketini doğal önder­lerinin, sosyalist hareketimizin önderlerini katliamında içeren bir dizi tasfiye ve komp­loyla iç içe gerçekleştirilmiştir. Elbetteki sı­nıf özü burjuva olan bir hareketten esas iti­bariyle bunlan niye yaptığına dair yakınmak bizim işimiz değildir. Ama sosyalist hareke­timizin böylesine bir tarihsel fırsatı niye de­ğerlendiremediğini bugün sorgulamak ve hatalardan dersler çıkarmak gerekli hatta zorunludur.

Türkiye Kurtuluş Savaşı, ekim 1917 Sovyetler devriminin hemen sonrasında başladığından, gerek devrimin kitleler üze­rindeki etkileri gereksede Sovyet yönetimi­nin maddi-manevi yardımları zafere ulaşıl­masında çok büyük bir rol oynamıştır. Yi­ne Türkiye sosyalist hareketi, Osmanlı dö­nemindeki daha çok II. Enternasyonalin

Page 25: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

oportünist çizgisinden daha farklı bir nite­likte doğrudan Ekim devriminin etkileri al­tında bir dönemde şekillenmeye başlamış­tır. Ne var ki bu şekillenmede de pek çok zaaflar taşındığından kuvay-i milliye hare­ketinde önderlik Kemalist burjuvaziye kap­tırılmıştır.

O dönem sosyalizmini, ülkenin parçalan­mış Istanbul-Anadolu, biçimi içinde ele al­mak gerekmektedir. İstanbul sosyalizmini Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, Anadolu sosyalizmini ise Mustafa Suphi hareketi ve ardından oluşan Halk İştirakyun Fırkası temsil etmektedir. Zamandaş olan bu ha­reketler gerçekte sürece müdahaleyi birbi­rinden bağımsız bir biçimde yapmaya ça­lışmışlardır.

Osmanlı dönemi sosyalist hareketlerin­den en sonuncusu olarak yazımızın daha önceki bölümünde incelmeye çalıştığımız İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkasını tekrar gibi de olsa yazımızın bir de bu bölümü içinde ele almayı gerekli görüyoruz.

Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası; Tür­kiye’de bilimsel sosyalizmi ve Marksist- Leninist düşünceyi ideolojik olarak benim­seyen ve kitlelere yaymaya çalışan bir si­yasi kuruluştur. Partinin kurucuları, Ethem Nejat, (daha sonra TKP yöneticilerinden olup 1921 yılında Mustafa Suphi ve yol­daşlarıyla birlikte Karadeniz’de öldürülmüş­tür) Dr. Şefik Hüsnü ve Ahmet Akif gibi Türkiye sosyalist hareketinin önemli isim­leridir. 1919 yılının haziran ayında İstanbul da kuruian partinin faaliyetlerine 20 Eylül 1919’da resmen izin verilmiştir.

TİÇSFnın esas çekirdeğini Almanya’dan dönen Türk aydın ve işçiler meydana ge­tiriyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Al­manya’ya giden çok sayıda işçinin büyük bir bölümü orada devrimci işçi ve sosyalist harekete, Spartaküs’lerin ayaklanmasına, savaşa karşı yürütülen işçi mücadelelerine katılmış, Hamburg’ta, Berlin’de barikatlar­da savaşmıştır. Bu işçiler Türkiye’ye dön­düklerinde TÎÇSFda yer aldılar.

Almanya’daki bu işçiler 1918 yılında bir işçi çiftçi sosyalist kulübü kurmuşlardı. Ku­lübün amacı, istilacı emperyalistleri Türki­ye’den kovmak, işçi-köylü hükümeti kur­maktı.

TİÇSFnın programındaki hedefler, feo­dalizmin büyük toprak ağalarının egemen­liğine son vermek, köylülere toprak ve kre­di sağlamak, işçiler için sekiz saatlik çaliş- ma süresi, halka en geniş özgürlükler ve ör­gütlenme hakkı sağlayarak, bir işçi-köylü hükümeti kurmaktı.

Parti, Türkiye halkının emperyalizme karşı verdiği ulusal kurtuluş savaşını bütün gücüyle desteklemekte, İstanbul’da da pa­dişah hükümetine karşı mücadele etmek­teydi.

Partinin yayın organları, KURTULUŞ ve AYDINLIK dergileriydi. İlk sayısı Almanya1 da yayınlanan KURTULUŞ dergisi 1919’da İstanbul’da yayınlanmaya başlanmış daha sonra ise Kırşehir’de basılmıştır.

Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, işçi sınıfı köylülerin hak ve çıkarlarını bilimsel sosyalizmin esaslarına göre savunmak için kuirulmuş bir parti olmasına, Kominterni benimsemiş bulunmasına rağmen, prole­tarya partisi haline gelememiş, kitleler ara­sında da pek aygınlık kazanamamıştır. Ali Nizami ve Ahmet Vehpi gibi oportünistler, partinin yönetimi ele geçirip programını da değiştirmişlerdir. Parti programından bu yö­netimce, feodalizmin ve toprak ağalığın tas­fiyesi, toprak reformu, 8 saatlik iş günü, işçi-köylü hükümeti kurulması gibi taleple­rin çıkarılması işçilerin partiden ayrılmala­rına neden olmuştur.

T.İ.Ç.S.F. belli oranda -başlangıçta- işçi bağlarına sahip bir partiydi. Fakat işgal al­

tındaki İstanbul’da somut bir varlık olmayı başaramadı. Anadolu’daki Mustafa Suphi ve Halk İştirakyun hareketleriyle zamandaş olmasına rağmen bu hareketlerden kapuk kalmıştır. Onlarla birleşememiştir. Bu ayrı­lık kopukluk sadece o günkü şartların ya­ni emperyalist işgalin bir sonucu muydu?

Emperyalist işgalin ve sosyalist hareket­lerin doğuş zeminlerinin farklılığının bu ko­pukluk ve birleşememe de bir rolü varsa da esas neden bu değildir. TİÇSF ve diğer iki sosyalist eğilim sosyalist hareketimizin ta­rihinde üç ayrı aşamayı ve eğilimi temsil et­mektedirler. Birleşememenin en temel ne­deni olarak bunu görmek gerekir.

TÎÇSFnin işçi sınıfıyla asgari düzeyde de olsa da ilişkileri, bağları bulunmasına kar­şılık, parti bu bağlardan, güçlü bir proletarya partisi olmaya ve Anadolu’da gelişen ku- vayı milliye hareketine önderlik yapmaya sıçrayamayınca, hatta oportünistlerin par­tiyi daha sonra ele geçirmesiyle marksizme doğru bir adım ileri, ekonomizme-reformize doğru iki adım geri atan bir konumu aşa­mamıştır. T.İÇ.S.F’nın duygu, niyet ve ça­baları ne olursa olsun -programatik temeli itibariyle bilimsel sosyalist bir harekette ol­sa ki bu program da daha sonra değişti­riliyor- sosyalist hareketimizin tarihinde, Marksizme doğru atılmış bir adım olma öte­sinde bir misyonu yoktur. TİÇSFnın faali­yetleri toptan tüm aşamalanyla ele alındı­ğında ise, Marksizme doğru attığı adımdan ekonomizme- iktisadi mücadeleyi kalkış

noktası alıp bu noktadan hareketle siyase­te varmak, programdan tüm siyasi talep­lerin çıkarılması ve partinin bir bütün ola­rak eylemi bu anlama geliyor- sapma ol­duğu görülmektedir.

Kurtuluş savaşı yıllarının diğer bir sosya­list eğilimi, Mustafa Suphi hareketidir. Mus­tafa Suphi II. Meşrutiyetten sonra Mahmut Şevket Paşanın öldürülmesi ile Sinop’a sü­rülen sosyalist aydınlar arasındadır. Bu dö­nemde dünya görüşü bilimsel sosyalizmden uzaktır. Birkaç arkadaşıyla Çarlık Rusyası1 na geçerek çarlık Rusyası’nda ilticaya baş­vurmuştur. Burada Türk milliyetinden çe­şitli devrimci ve bolşeviklerle ilişkileri olmuş, doğu cephesinde esir düşerek, Rusya iç­lerine gönderilen Türkiyeli askerler arasın­da faaliyet yürütmüştür.

1917 Ekim devriminden sonra, M. Suphi Moskova’ya gitmiş ve orada Tatar-Başkırt devrimcileriyle birlikte Yeni Dünya gazete­sini çıkarmıştır. M. Suphi bu dönemde da­ha çok Rusyalı ve Rusya’daki harp esiri Türkler arasında çalışmıştır. Türkiye’de ge­lişen olaylarla ise ancak ikinci dereceden ilgilenmiştir.

M. Suphi 25 temmuz 1988’de Mosko­va’da Türk sosyalistleri birinci kongresinin toplanmasına ve Moskova, Kazan, Şam a­ra, Saratar, Rozan, Astrohan gibi merkez­lerde Türk Komünist örgütlerinin kurulma­sına yardım etmiştir. Kasımda düzenlenen Moskova’daki, Müslüman Komünistler Bi­rinci Kongresi’ne aitmiş ve burada, Stalirv in başında bulunduğu, Milliyetler Halk Ko- miserliği’ne bağlı olarak kurulan Doğu Halkları bürosunun Türk seksiyonu başkanı olmuştur. Bundan sonra, 1918 Aralık ayın­da Petrograt’ta yapılan Uluslararası Devrim­ciler Toplantısına ve 1919 Martında yine Moskova’da toplanan üçüncü Enternasyo­nalin kongresine Türkiye delegesi olarak katılmıştır.

M. Suphi Kırım’da “Müslüman Komü­nistler Ülke bürosu” açmıştır. “Yeni Dünya” ve “Kırım Haberleri” adlı yayın çıkarmıştır. Daha sonra Taşkent Komünist örgütünü düzenlemiş ve bir Türk Kızıl Ordusu kur­muştur. Azarbeycan’da Sovyet devrimi ger­çekleşince Bakû’ya taşınmıştır.

M. Suphi Bakû’ya gelince daha önce bu­

rada oturmuş bulunan Türkiye Komünist Fırkasını dağıtarak eski İttihatçılardan te­mizlemiş v eyeniden kurmuştur. Artık doğ­rudan doğruya Türkiye ile ilgilenen bu parti çalışmalarını, örgütlenme, yayın, istihbarat ve askeri olmak üzere dört dalda yoğun­laştırmıştır.

Bakû’da toplanan Şark Milliyetleri Kurul­tayı adı altında yapılan toplantıya 1831 del- ge katılmıştır. Bu kurultayın amacı Doğu1 nun sömürge yahut yarı sömürge duru­mundaki milletlerini, emperyalist itilaf dev­letlerinin özellikle de İngiltere’ninmeydana getirdiği emperyalist cepheye karşı ayaklan­maya hazırlamak ve Doğu milliyetlerini Sovyet Bolşevik devrimine yaklaştırmaktır

Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, işçi sınıfı köylülerin hak ve çıkarlarını bilimsel

sosyalizmin esaslarına göre savunmak için kurulmuş bir parti olmasına, Kominterni

benimsemiş bulunmasına rağmen, proletarya partisi haline gelememiş, kitleler arasında da

pek yaygınlık kazanamamıştır.

Kurultay’dan hemen sonra Bakû’da Kı­zıl Ordu Kulübü’nde 10 Eylül 1920’de Tür- iye ve Sovyetler Birliği’ndeki Türk komü­nistlerden 15 kadar örgütü temsilen gelen 74 delege ile “Birinci ve Umumi Türk Ko­münistler Kongresi” yapılmıştır. M. Suphi daha önce yürütülen faaliyetlerle ilgili mer­kezi heyetin raporunu okumuş ve yapılan seçimlerde TKP’nin başkanı olmuştur. Kongrede ayrıca faaliyet merkezinin Ana­dolu’ya taşınmasına karar verilmiştir.

M.Suphi, M. Kemal’le yazışmalarından sonra örgütlenme sorunlannı görüşmek üzere, izinli ya da çağrılı olarak Ankara’ya gitmeye karar vermiştir. M.b Suphi, eşi, MK üyeleri toplam 15 kişi önce Kars’a gelmiş­tir. Oradan Erzurum’a gelinmiş, düzenlenen karşı devrimci, gerici saldırı ve protestolar altında Trabzon’a gitmek zorunda kalmış­lardır. Burada Yahya Kâhyanın adamların­dan Faik Reis ve arkadaşları geceye doğru Sürmene açıklarında onlara yetişmiş ve hepsini öldürerek denize atmıştır. Elbette bu kanlı katliamı gericiliğin kendi başına dü­zenlediğini düşünmük büyük bir hata olur. Katliam, bizzat Kemalizm tarafından düzen­lenmiştir. Dr. H. Kıvılcımlı, “Yol” isimli ça­lışmasının parti tarihini incelediği bölümün­de bu olayı şöyle değerlendirmektedir. “Mustafa Suphi ve yoldaşları, Marksın Paris Komünarları için dediği gibi, ‘göklere sıç­rayan kahramanlık’ timsalidirler.Yine Paris Komünarlarını kasıp kavuran, haddinden aşırı ‘saf çocukluk’ vasıflarına kurban olup gittiler.” (Yol. S. 501) “Mustafa Suphi ha­reketi özü itibariyle bir Bakuninizm’den iba­retti. Burjuva paşasının hilesine kanarak, Bolşevik Devrimi’nin serbest bıraktığı, esir Türk subay ve erlerinden aiel acele bir alay­la Türkiye’de bolşevizmi kurmaya yürüdü.”

.(Yol. S. 102)Onbeşlerin bozgununu hazırlayan ne­

denler nelerdi? Uzun izahlara girmeden bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz; 1-.. Devrim­de sırf dış yedek güçlere dayanmak, ... 2- Bir memleket ölçüsünde objektif ve realist olamamak, 3- Öncü ölçüsünde gizli faali­yeti hiçe saymak, 4- Teşkilat yokluğu.” (Dr. H. Kıvılcımlı Yol)

Kurtuluş Savaşının o anacık babacık günlerinde olunsa da, Kemalizm genç Sov­yetlerle kimi pratik dayanışmalara girmiş ol­sa da, Türk burjuvazisi, eninde sonunda kendi sınıf çıkarları söz konusu olunca dev­rimcilere tuzak kurmaktan geri duramazdı. 25

Page 26: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

Onbeşler deneyinin öğrettiği en önemli şey bu olmalıdır.

Halk îştirakyun Fırkasına gelince, Aftan Hikmet, Salih Hacıoğlu önderliğinde, An­kara, Eskişehir, Adana, Yozgat, Kırşehir, Kastamonu gibi şehirlerde faaliyet yürüten sosyalistlerle, Yeşil Orduda çalışan bazı sos- yalistlerce kurulmuştur. Parti 14 Temmuz 1920’de resmen kurulur. Başlangıçta TKP ismiyle kurulması düşünülmüş, ancak Ke- malistlerin kurduğu sahte ‘TKP” ile karıştı­rılmamak için Türkiye Halk îştirakyun Fır­kası adını almıştır.

THİF, kuruluşundan hemen sonra yayın­ladığı bildiride, programını açıklamış, ülke­deki ve dünyadaki duruma, sorunlara de­ğinmiş, Türkiye halkını, emperyalist işgal kuvvetlerine, onların maşası Yunan Krallı­ğı ordusuna karşı ve İstanbul’daki padişah hükümetine silahlı kurtuluş savaşına katıl­maya çağırmıştır.

THİF, emperyalist işgal kuvvetlerine ve padişah kuvvetlerine karşı verilen savaşta, Kemalistlerle aynı görüşte olduğunu bildir­mekte; ama aynı zamanda Kemalist hare­ketin burjuva niteliğini de eleştirmektedir.

THİF kurulduğu sırada, Anadolu’da 500 kadar faal üyesi vardı. Ankara’da yalnız si­lah fabrikasında, 85 üyeli bir grup faaliyet göstermekteydi. Kısa bir süre içinde parti teşkilatları hızla yayılır. Merkez Komitesi Ankara’da Karaoğlanlar karşısında ahşap bir binaya yerleşir. EMEK adlı günlük bir ga­zete ve YENİ HAYAT adlı haftalık dergi çı­karmıştır.

Halk Îştirakyun da büyük özlem duydu­ğu geniş halk yığınlarıyla bütünleşmeyi ba­şaramaz. Yığınlardan kopuk kalınınca da, var gücüyle meclisi diriltmeye girişir. Kema­lizm karşısındaki gizlilikten yoksun legal fa­aliyeti 1921’lerden itibaren Kemalizmin ger­çek yüzünü göstermeye başlamasıyla, zor­lama ve baskıların yoğunlaşmasıyla THİF da tasfiye edilir.

Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde­ki bu aşamada bolşevik lâfzı kullanılması­na rağmen, henüz Marksizme doğru üto­pik bir atılıştan öteye gidememiştir. Gerek onbeşlerin “saf çocuk” kahramanlıkları ge­rekse Halk İştirakyun’un mecliste bolşevik- liği yaymaya çalışması Kemalizmden tam kopuşamamayı bünyesinde taşımaktadır. Bu kopuşamamanın bedelini onbeşler Ka­radeniz’de katledilerek öderken, Halk îşti­rakyun ise Kemalizmin 1921’den sonra ger­çek çehresini göstermeye başlaması ile da­ğılarak ödemişlerdir.

Onbeşler ve Halk İştirakyum işçi sınıfı ve emekçi halk içinde güçlü bir örgütlenme

yaralamayarak, ütopizm ve popülizm olmaktan öteye gidemediler. Rusya’daki

Marksizm öncesi Narodnik harekete, ya da Narodnizmin çeşitli nüanslarına denk

düştüler.

26

Onbeşler ve Halk îştirakyun işçi sınıfı ve emekçi halk içinde güçlü bir örgütlenme yaratamayarak, ütopizm ve popülizm ol­maktan öteye gidemediler. Rusya’daki Marksizm öncesi Narodnik harekete, ya da Narodnizmin çeşitli nüanslarına denk düş­tüler. Rusya’da 20 yıl süren dönem bizde 4-5 yılda kapanmış mı oluyordu? Olayla­rın diliyle konuştuğumuzda buna evet de­meliyiz. Fakat bizde yaşananlar ister iste­mez, şark toplumunun kısırlığını, ilkelliği­ni, kendine has özelliklerinin damgasını ta­şıyordu.

Rusya’daki hareket işçi sınıfı içinde ge­lişmeye başlarken ve Marksizme doğru gi­derken başlıca hangi sapıtmalarla uğraşmış­tı?: Legal Marksizm ve ekonomizm, legal Marksizm; İşçiler için reformları öneriyor,

mücadeleyi bu çerçevede tutmaya çalışı­yordu. Ekonomizm ise: Ekonomik müca­deleyi kalkış noktası alarak buradan hare­ketle siyasete sıçramayı istiyordu. Birinci eğilim, daha çok aydınlar arasında tutunur­ken, ekonomizm işçilere yapışıktı. Rusya1 da Emeğin Kurtuluşu grubunun kuruluşu 1883 olduğuna göre, legal Marksizm ve ekonomizmle mücadele “Marksistler” “içinde” 20 yıla yakın sürmüş, önce legal Marksistlerden (örneğin Struve) kopuşul- muş, ardından ekonomistlerle köprüler atıl­mıştır ve böylece, 1903 RSDİP, 11. Kong- resi’ne gelinmiştir.

İşte İstanbul’daki, İşçi Çiftçi Fırkası Rus­ya’da 1883 sonrası yaşanan sürecin ken­disine denk düşer. Onun başlangıcını temsil eder. İşçi Çiftçi Fırkası’nın çekirdeği o za­man Fransa, Almanya ve İsviçre’deki dev­rimci aydınlar ve işçiler tarafından atılmış- tır.5-6 sayıda sönen “Kurtuluş” dergisi bu başlangıcın ilk kıvılcımıydı. Mücadelenin önde gelen isimleri Ş. Hüsnü Değmer, Sadrettin Celal ve Ethem Nejat’tır. İşçi Çiftçi Fırkası kurulmakla Marksizme doğru bir adımı temsil etse de hemen bütün eylem ve muhtevasıyla Marksist olabilmiş midir?

“Hareketin öz çekirdeği belki her zaman Marksist (bilimsel sosyalist) kaldı. Fakat Marksizmin prensipleri ne kadar malum olursa olsun, o prensiplerin bizzat parti ha­yatında, hareketin akışında geçirilecek acı- tatlı tecrübelerle sindirilmesi ve özümlen­mesi zarureti kaçınılmaz bir kural halinde idi. Kitapla hayat burada ayrılıyordu”

“Sübjektif cehitlerle (çabalarla) objektif şartların çarpışması Türkiye’de de bazı ha­zırlık sentezlerinden basamaklara basıp geç­medikçe, Leninist Parti bilincine yükselme imkânı yoktu.” (YOL s. 134)

İstanbul’da pratik adımı atan hareket he­nüz Marksizme doğru adım atsa da, bir hamlede Marksist olabilir miydi?

“Rusya’da legal Marksizm, popülizm, Kredoculuk, ekonomizm ortalığı karman çorman ederken ortadoks Marksistler yok muydu? Vardı. Fakat bu öz akideci (orta­doks fikirli) fertlere rağmen hareketin mec­mu heyeti (topu birden) ve devrimci top­luluğun temel temayülü birden bire öz ko­münist olabilir mi? Hayır. (Ay. S. 134)

İstanbul’da başlayan hareketle önünde­ki kaçınılmaz basamakları çıkmadan ede­mezdi, edemezdi. Haraketin ütopizm ve popülizm dönemi olan Onbeşler ve Halk îştirakyun döneminde daha çok duygulu ajitasyon seviyesinde kalmış olan hareke­tin önündeki kaçınılmaz aşamayı, program ve genel taktik aşamasını aşmakla yüküm­lüydü.

O nedenle TKP tarihindeki 1921-1927 dönemi bu konağın sancılarını yaşamıştır. Ancak bundan sonra gerçek teşkilattan, teşkilatlanmadan söz edilebilir.

Parti tarihinde, 1920’lerdeki “Bakû Kongresi” birinci sayılmıştır. Fakat kongre­nin ardından gelen dönem, Onbeşlerin Ka­radeniz’de katledilmesi ve Halk İştirakyurv un dağılması ve 1922’Ierdeki kongre “ikinci” sayılmıştı. Fakat bu hakikatte Rusya’nın 1898’deki birinci kongresine pek benzer. Her iki kongrenin de öz hedefi: Dört bir ya­na dağılmış bulunan devrimci hareketleri -şimdilik temayülleri ne olursa olsun- şöy­le bir derleyip toplamak idi. Dağınık cere- yancıkları Aydınlık grubu çevresinde par­tileşmeye doğru hazırlamak idi.” (Ay. s. 140)

1922-1927 arasında parti içindeki mü­cadelenin özü: Legal Marksizm ve ekono- mizmden kopuşmaktı. Legal Marksizmi, Aydınlık Dergisi ve onun başındaki Sadret­tin Celal temsil ederken, ekonomizmi ör­güt içinde Şevket Süreyya ve Vedat Nedim temsil etmiştir. Bu iki eğilimin özüne geç­

meden çok kısa olarak parti içindeki mü­cadeleyi çevreleyen ortama değinmeliyiz.

1922’ler Kemalist burjuvazinin ilk gün­leridir. Kendi iktidarını henüz oturtmaya başladığı günlerdir. Bu günlerde Aydınlık Dergisi legalde çıkabilmiş “çok geçici ve al­datıcı demokrasi” günleti yaşanmıştır. Fa­kat Kemalizm hiçbir şekilde “demokrasi” oyununu yürütemeyeceğini daha ilk gün­den görmüştür. İstanbul’da patlayan grev­ler ve Şeyh Sait Kürt isyanından sonra 1925 başlarında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunuyla Kemalist burjuvazinin zılgıtı bir­den koyulaşmış ve ünlü İstiklal Mahkeme­leri dönemi başlamıştır. İşte bu döneme gi­rildikten hemen sonra, “1925 tedhiş dev­rinden sonra Sadri daha namuslu çıktı: Bu deveyi güdemeyeceğini söyleyerek, tereya­ğından kıl çeker gibi hareketten kopuştu.” (Ay. S. 143) Böylece Aydınlık’ın legal Mark­sizm dönemi kapanıyordu. “1926 Viyana Konferansı: Aydınlıkçılığın her sahadaki darmadağınıklığına vurulmuş ilk sınır: Parti programının özlendirilmesi idi. Bu suretle Aydınlık devrine veda ediliyordu.” (Ay. S. 140)

Parti az çok kendine çeki düzen verip yo­la yeniden koyulunca, ister istemez parti içindeki kuyrukçu-ekonomistler bu gidişe ayak diremiş, gizli-açık engellemeler, en son 1927 provakasyonu ile son bulmuştur. Vedat Nedim ve Şevket Süreyya parti ar­şivini polise teslim etmiş ve geniş bir tefki- fat başlamıştır.

Böylece “kuyrukçuluk” bir bakıma ken­di açık provokasyonuyla, parti zemininden kendini kazıyıp atmış oluyordu. Uzun baş ağrıtıcı mücadelelerle değil de, böyle açık bir provokasyonla keskinleşen kopuşma bir avantaj sayılabilir mi? Hiç şüphesiz 1927’lerde TKP kendi içindeki burjuva kuy- rukçularından kopuşmakla ileriye bir adım atmış oluyordu. Fakat bu kopuşma müca­delenin seviyesine, Türkiye’nin ilkelliğine denk düşen bir tarzda gerçekleşiyordu. Or­tada gerçekten beyinleri aydınlatacak bir mücadele tiryakiliği, onun inkâr edilemez ürünleri olmadan, tam da şark usulleriyle gerçekleşen bu kopuşmalar, ileriye bir adım olsa da, oluşundaki ilkelliğiyle, gelecek için yeni tehlike ışıkları yakıyordu. Hatta 1927 kopuşmasına doğru gidilirken Vedat Ne­dim’lerin -yani Kemalist kuyrukçuların- ço-

•ğunlukla olduğu parti merkezi ile müca­deleyi, partinin kendi iç dinamiğinin yete­rince sonuçlandıramayacağı anlaşılınca Ko­mintern duruma müdahale etmiş, geçici bir yönetim oluşturarak kuyrukçulmarın mer­kezden tasfiyesine yardımcı olmuştur. Bu tasfiyeye kuyrukçular, polise sığınıp, parti arşivini polise teslim ederek, provokatif bir tasfiyecilikle karşılık vermişlerdir.

Aydınlıkçı ve ekonomist kuyrukçular, partiye hangi dönemde ve hangi amaçla katılmışlardır?

“Mütareke ve ondan sonraki beş aylık al­datıcı ve ... (ölü doğmuş) piç burjuva de­mokrasisinin yarattığı yalancı (legalite anti- emperyalizm) hamlelerine nasılsa kapılmış­lardır”

“Niçin kapılmışlardır?“1- Legalite: Kuyrukçu küçük burjuvazi­

nin bir işe girebilmesi için o işte bir tehlike görmemeye ihtiyacı vardır.

“2- Anti-emperyalizm: O zamanki Tür­kiye’nin bütünsınıfları için (birkaç kompra­dor müstesna) biricik prensipti. Küçük bur­juva ve burjuva aydınları için en (kökten­ci) lafebeliği ancak anti-emperyalizm Saha­sında yapılabilirdi. Şu halde “kuyrukçuluk”

burjuva vatanperverliğinin “Marksist” ...................................ifade edilişinden baş­ka bir şey değildi.” (Ay. S. 196).

Kuyrukçuluğun özü: Marksizm kılıklı “burjuva vatanperverliğin olunca, onun tak-

Page 27: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

SHP KİME ALTERNATİF

tik tutumu ister istemez şu çerçeveyi aşma­yacaktı: “Şimdiki halde Türkiye’de kapita­lizme girdik. Bu ileri ve zaruri bir yoldu. Bu yolu m esela İstanbul’la Ankara arasındaki yola benzetelim. Yolun kapitalizm kısmı İs­tanbul’la Eskişehir arasıdır. Eskişehir’den sonra Ankara’ya kadar sosyalizm başlar. Bugün işçi sınıfıyla kapitalist sınıfı Hayda­rpaşa’dan aynı trene binmiş bulunuyor.” (Ay. S. 149)

Bu anlatım o dönem kuyrukçularının te­mel mantığıdır. Onlar demokratik devrimi burjuvazinin bıraktığı yerden alıp yürütmeyi düşünmeyip demokratik devrimin gelişimi için burjuvaziyle “aynı trende” gidilecek yol olabileceğini düşünüyorlardı. Ve Türkiye1 deki keskin gerçekliği kavramak istemiyor­lardı. “Emperyalist (finans kapital) müna­sebetleriyle kakırdıyan Türkiye’de ikisi or­tası şaşırtmaca, aldatmaca yok. ... Ya bur­juvaziden yana olacaksın, ya proletaryadan yana... Demokrasi cambazlığı, sosyal-- demokrat palyaçoluğu, burjuvazinin ken­di içinde ve kendi emriyle bile çıksa: Ser­best Fıkra Fethi komedyası gibi çarçabuk sı- kandala faciaya döner (Ay. S. 157)

Neticede 1927 kopuşmasında partiden düşen kuyrukçular, çok geçmeden Kadro dergisi çevresinde tek parti döneminin ya­rı faşist ideologluğuna kadar gittiler. Bu ko- puşma partide ve harekette hem ütopizm ve popülizm döneminden, hem de 1921 sonrası Marksizme doğru hazırlık aşama­sında, kendi gerçek yüzünü ortaya koyan burjuvaziyle sınır çizgilerini keskinleştireme- me, onu “anti-emperyalistliğinden” kalka­rak demokratik devrim yolunda da ondan bir şeyler bekleme hayallerinin tam bir yı­kılışı ve müthiş bir provokasyonla.birlikte acı bir bedelin ödenmesidir.

Tam bu dönemde partinin içinde temelli bir eleştiri-özeleştiri ihtiyacı doğmuştur. 10 yıllık mücadele deneylerinin birikimi ve ya­şananlar böyle bir zorlama yaratmış, deney­lerin kritiğini partinin gündemine getirmiş­tir.

On yıllık hareketin en temel eksiği olan “teorik kofluk” ya da “teori kırıntıcılığı” bu yılların deneyleri ile pekiştirilmiş olarak, 1930’larda Dr. Hikmet Kıvılcımlının kale­minden “YOL” etütleri biçiminde çıkarak aşılmıştır. Bu anlamda TKP 1927’lerden sonra legal Marksizm ve ekonomizm: Ya­ni program ve taktik sapıtmalarını aşmış­tır. Ve bu gelişim 1934’lerden sonra parti­nin legalde yürüttüğü, Marksizm Bibliyo- teği, Emekçi Kütüphanesi ve Günün Me­seleleri geniş propaganda eylemiyle en ge­niş kitlelerle bağ kurma ve partiyi illegali- tede yeniden inşa etme çalışması biçimin­de kendini ortaya koymuştur. Bu faaliyet o dönem parti yönetimini oluşturan H. Kı­vılcımlı, Haşan ve Vasıf tarafından yürütül­müştür.

TKP’nin 1930’lu yıllarda yürüttüğü bu olumlu çalışmalar, N. Hikmet’in bilinçsiz bir biçimde, o dönem içine sürüklendiği panik - çi ruh halinden kaynaklanan provakasyo- nun neden olmuş olduğu geniş ve yıkıcı donanma tefkifatlarıyla durmuş, parti ye­ni bir krize sürüklenmiştir. Askeri mahke­melerce verilen uzun süreli ağır mahkûmi­yetler Dr. H. Kıvılcımlının da “YOL’ çalış­masında belirlediği ideolojik - politik hattı tam hayata geçirmesini engellemiştir.

Sosyalist Hareketimizce ve olaylarca da henüz aşılmaktan oldukça uzak olunan, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “YOL’ adlı çalışması Türkiye devriminin hemen tüm konuları­nı, aydınlatmakta, sosyalist hareketimizin, Marksist - Leninist temelde yeniden yapı- landırılabilmesinin, güçlü bir platformu ol­ma özelliğini bugün dahi korumaktadır.

(SÜRECEK)

Deniz Baykal’ın TÜSÎAD Ziyareti Ali Topuz’un Hürriyet Gazetesi’ne verdiği demeçle başlayan, yedi ilin merkez yö­netim kurullarının tasfiyesiyle tamam­lanan operasyon ve bunlara ek olarak demokratik kitle örgütlerinde desteğiy­le devam eden cezaevlerindeki açlık grevi direnişinin Erdal İnönü tarafından “şiddet hareketi” olarak adlandırılıp so­yutlanmaya çalışılması, SH P’de bir dü­zenlemeye girildiğinin göstergeleri olu­yor.

Cezaevlerindeki faşist baskıya karşı yükselen toplumsal muhalefet ve ey­lemlerin çözücü etkisi, devlete geri adım attırırken, SH P’nin de demokra­si mücadelesine karşı tavrını da netleş­tirdi.

SH P’deki bu netleşmenin iktidar ha­zırlığı olduğu anlaşılıyor, ama hangi ekonomik ve siyasal koşullar üzerinde?

8 8 ’lerin ekonomik ve siyasal koşul­ları 8 0 ’lerdeki toplumsal bunalım üze­rine inşa edildi.

Bu bunalımın ekonomik boyutunda, o dönemde uygulanmaya çalışılan it­hal ikameci sanayileşme talep yetersiz­liği, döviz darboğazı yüksek enflasyon­la tıkanmış, yatırımların durması ve ge­rilemesi ile tüm toplumu saran ekono­mik bunalım toplumsal yeniden üreti­min önüne geçmişti.

Ekonomik bunalımla birlikte siyasal bir bunalım gündemi kuşatmış yükse­len devrimci muhalefet, işçi sınıfının si­yasi grevlere yönelmesi, emekçi kesim­lerdeki genel hoşnutsuzluk siyasi aya- koyunlarının önünü kapatmış ve bur­juva parlamenter anlamda siyasal çö­zümler üretilemeyecek duruma gelin­mişti.

Çözüm 12 Eylül Faşizmi oldu.Burjuva parlamenter çerçevede uy­

gulanamayan 24 Ocak kararları deri, tekstil ve gıda sanayilerinin ihracata yö­neltilmesi, sürekli devalüasyon iç pa­zarın uluslararası rekabete açılması (it­halatın liberasyonu), ücret ve tarım ürünleri dışındaki fiyatların serbest bı­rakılması ve piyasa mekanizmasının sözde tek düzenleyici haline getirilme­sini amaçlıyordu.

Tekelci burjuvazi faşizmle uygulama olanağına kavuştuğu bu kararlarla te­mel sorunlanndan pazar sorununu; uluslararası işbölümünün azgelişmiş ül­kelere biçtiği emek yoğun üretimin ih­racata yöneltilmesiyle, döviz sorununu; 4 5 milyon dolara ulaşan dış borçlan­ma ile sermaye birikimi sorununu; re- el ücretleri toplam gelirler içinde % 50 ’lerden % 16’lara düşürerek kısmen çözmüştü.

Bu ekonomik uygulamaların gerek­tirdiği toplumsal çerçeve ise işkenceha-

Konuk Yazar ¡¡harı FAİKnelerde, sarı-sendikalarda ve toplumu saran bir ideolojik kuşatmayla sağlan­mıştı ve sağlanıyor. 8 5 ’lerde tekelci burjuvaziye 12 Eylül faşizminin sağla­dığı olanaklar yüksek enflasyon, —ki bunun kaynağı asalak tekelci yapı ve emperyalizme bağımlılıktır— ve yatı­rımların durmasıyla tıkanmıştır.

Düzeni bunalımla karşı karşıya bıra­kan sorunlardan bir tanesi yatırım mal­ları üretimine yöneltilemeyen dışborç- lanmadır. 80 ’de 15 milyar dolar olan dışborç yükü 8 5 ’te 25 milyar dolara 8 7 ’de askeri borçlar ve döviz tevdiat hesapları eklenince 4 4 ,8 milyar dola­ra ulaşmıştır. Bu borç tutarının GSM H’ya oranı % 7 5 ’tir. 8 8 ’deki borç servisi GSMH’nin % l l ’ine ve ihraca­tın % 60 ’ına varmıştır. Ekonominin bu yükten kurtulabilmesi için yeniden borçlanmak veya borç ertelemelerine ihtiyacı vardır.

% 80 ’lere ulaşan aşırı enflasyon, ya­tırımların durmasına ve sermayenin spekülatif alanlara kaymasına neden oluyor. Bir aşamadan sonra meta ha­reketinin yetersizliğinden dolayı düşen kâr marjını koruyabilmek için fiyat ar­tırımlarına gidiliyor ek olarak ekono­miye güvensizliğin sonucu olarak enf­lasyon beklentisi enflasyonun dinamik­lerini oluşturuyor.

Ve daha önemlisi temel tüketim mallarındaki fiyat artışları toplumsal patlamaları körüklüyor.

Ekonomide artık kronikleşen daral­ma, toplumu saran bir krize dönüşü­yor.

12 Eylül faşizminin devamı tekelci burjuvazinin özörgütü ANAP siyasal ve ekonomik anlamda yapabileceklerinin sınırına ulaşmıştır. Bu durum tekelci burjuvazinin çeşitli kesimleri tarafından da dile getiriliyor.

“Boluda yapılan Taksim toplantıla­rında işadamları, iktidar ve muhalefe­tin bulunduğu bir ortamda” “ekonomi­yi tartışmanın” çok ötesinde “politik arayış” düzleminde kendini gösterdi.

Ekonomiye ve politikaya yön verengüçlerde.....nesnel kriz koşullarında bir“kriz çözücü, uzlaşma, bir mutabakat eğilimi” değil, aksine “ayrışma, kopma ve cepheleşme” eğilimi ağır basmakta­dır.” (Taylan ERTAN 23 KASIM 1988 DÜNYA GAZETESİ) Bir diğeri, TÜSİ- AD’ın kendi üyeleri içinde yaptığı an­ket sonuçlarında hükümetin ekonomi politikalarını tamamen onaylayanlar % 5,1’i kısmen onaylayanlar % 7 3 ,5 ’i ke­sinlikle onaylamayanlar % 21 ,4 ’ü.

Sistemin sorunlarından bir diğeri de giderek artan toplumsal muhalefet ve ulusal kalkışmalar.

Devamı 45. Sayfada 27

vıns

ııuvı

Page 28: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

GAP: Çare olabilir mi?

28

“Sümer medeniyeti güneydeki küçük Fırat-Dicle parantezinin alt yansında, Akad Medeniyeti aynı parantezin üst yarısında yurtlanmışlardır. îki medeniyetin coğrafya sının, hemen hemen parantezin ortasını ke­sen 32. enlemle çizilir. Sümer medeniyeti kum saatinin küçük güney gözünün dibin­de doğmuştur” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Ta­rih Devrim Sosyalizm Syf. 142, Bibliotek Yayınlan)

“... Bu iki unsur (Sümer ekonomi koşul­larıyla, yabancı barbar akınian) da tarih için önemli değilse ortada insanlığın gidişini açıklayacak başka ne kalır? Çünkü bütün kadim tarihin iki zıt, ama birbirinden ayrıl­maz kutbu olarak bu iki unsur çıkarıldığın­da, bütün tarih, motoru sökülmüş bir süs­lü Amerikan arabası gibi kak. Ondan sonra o arabayı istediğimiz mezarlığa ya da mü­zeye kaldırmaktan kolayı bulunmaz...” (a.g.e. syf. 122)

Medeniyetin beşiği Mezopotamya, yani Dicle-Fırat arasındaki “parantez” binlerce yıl barbar akmlarına sahne oldu. Aynı paran­tez içindeki bölgenin -konumuz açısından Güneydoğu Anadolu Projesi GAP’m kap­sadığı alan üretici güçlerin gelişmesinin en çok sancıya uğradığı bölgelerden biri olma­sı, tarihcil devrimlerin mantığı ve son 400-500 yıllık dünya kapitalislleşme süre­cinin etkileriyle açıklanabilirken, artık üre­tici güçlerin gelişiminin sosyal devrimlerin “rotasına oturması” ve “ulusallıkların da” onunla diyalektik bir bütünlükle içiçe gir­mesi sancının doğuma evriimesine yol açı­yor.

GAP hakkında bugüne kadar birçok ga­zete ve dergide değişik yorumlarda yazılar yazıldı. Biz burada GAP’ın bugün ve gele­cekte taşıdığı taşıyacağı anlam konusunda birkaç söz söylemekle yetineceğiz. Bunun içinse öncelikle GAPın kapsadığı bölgenin ekonomik, sosyal ve siyasal yönlerini ele almaya çalışacağız.

GAP alanı Adıyaman, Diyarbakır, Gazi­antep, Mardin, Siirt ve Şanlıurfa illerini kap­samaktadır. Altı ilin toplam nüfusu 1985 sayımına göre 4 milyon 303 bin, alan ola­rak üyüklüğü 73 bin 863 metrekeradir. Ya­ni bölgenin nüfusu Türkiye nüfusunun yüz­de 8.5’ğu ve alan olarak ise Türkiye alanı­nın yüzde 9.4’üdür. GAP bölgesinin alanı İn­giltere’nin alan olarak yüzde 30’una, Avus­turya’nın yüzde 87’sine, Güney Kore’nin ise yüzde 74’üne eşittir. Aynı alan Hollanda1 nm yüzölçümünden yüzde 76, Belçika’nın yüzölçümünden ise yüzde 139 daha bü­yüktür.

Bölge nüfusunun yaş gruplarına göre dağılımı yapıldığında; nüfusun yüzde 47 ’sinin aktif nüfus, yüzde 50’sinin 15 ya­şından küçük olduğu, yüzde 3’ünün ise 65 ve daha yukan yaş grubundan olduğu gö­rülmektedir. Nüfusun kır ve şehir ayrımı­na baktığımızda 1985 yılında bölgede ya­şayan toplam 4 milyon 445 bin kişinin yüz­de 51.6’sının şehirlerde, geri kalan yüzde 48 .4 ’ünün ise kırlarda bulunduğu görül­mektedir. Nüfusun yapısını incelediğimiz­de şehir nüfusunun yılda ortalama yüzde

A. KEMAL6.38, kır nüfusunun ise yılda ortalama yüz­de 2.67 arttığı gözlenmektedir. Burada, kır­larda nüfusun doğurganlığının şehirlerin çok üstünde olduğu hatırlandığında, şehir nüfusundaki artış eğiliminin doğurganlık­tan çok hızlı şehirleşmeden, kırların gide­rek ıssızlaşmasından kaynaklandığı anlaşı­labilir.

Nüfus yapısında durum bu iken, GAP! ta yer alan illerin Türkiye ekonomisi için­deki yeri nedir? Buna bakalım:

lenmektedir. Bu ise yörede entansif tarım (yoğun teknolojik, büyük kapitalist işletme­lerde öncelikle sınai bitkiler) yerine daha çok tahıl ekimiyle adlandınlan ekstansif (ge­niş alanlarda, düşük makinalaşma derece­siyle yapılan) tarımın geçerli olduğu sonu­cunu ortaya koymaktadır.

Tanmsal üretimin ana hatlarını verdikten sonra şimdi de kırlardaki toprak mülkiyeti yapısına değinebiliriz:

TABLO 1Bölgede traktör kullanımı

1000 hektara düşen traktör sayısı (adet)

Bir traktöre düşen alan (hek.)

Güneydoğu Bölgesi 5 .2Marmara Bölgesi 52 .9Türkiye Ortalaması 17.6

191.118.956 .7

Bölgede 1985 sayımlarına göre 16 bin 208 adet traktör bulunmaktadır. Bu ise Türkiye’de aynı tarihte bulunduğu saptanan 440 bin 502 adetlik toplam traktör parkı­nın yüzde 3.67’sine denk düşmektedir. Ta­rımda traktörleşmenin iller düzeyine baka­cak olursak:

Tablo 3’te görüldüğü gibi “topraklı” çiftçi ailelerin toprak büyüklükleri dağılımında toplam 248 bin 770 ailenin yüzde 49r 04 ’ünün 0-25 dekarlık toprağa sahip oldu­ğu ortaya çıkmaktadır. Toplam 131 bin 99 ailenin toplam topraktan aldığı pay yüzde

TABLO 2

İlin adıEkilen alan Traktör

hektar sayısı100 hektara 1 traktöre

düşen toprak düşen alan (hek)A d ıy a m a n 1 3 4 .4 0 6 2 .0 7 0 1 5 .4 6 4 .9D iy a r b a k ır 3 8 4 .4 1 9 3 .9 6 0 1 0 .3 9 7 .0G a z ia n te p 2 2 6 .5 9 2 6 .1 0 4 2 6 .9 3 7 .1M a r d in 3 4 4 .5 1 3 1 .5 2 1 4 .4 2 2 6 .5S iir t 1 2 3 .1 5 5 1 .1 4 6 9 .3 1 0 7 .5Ş a n lıu r fa 6 5 2 .5 7 3 2 .9 2 8 4 .5 2 2 3 .0

Bölge Türkiye içinde traktörleşmede or­talamanın çok altında kalırken, il bazında incelendiğinde Gaziantep’in Türkiye orta­lamasını geçtiği, Adıyaman ve Diyarbakır’ın ise Türkiye ortalamasına bir ölçüde olsun yaklaşabildiği görülmektedir. Genel olarak bölgenin makinalaşma derecesi Türkiye ge­nelinin yüzde 4 0 ’ı kadardır. Tarımsal üre­timde dekar başına 16.6 kilo gübre ve de­kar başına 40 gram tarımsal ilaç kullanıl­maktadır. Türkiye ortalaması gübrede de­kar başına 50 kilo, tarımsal ilaçda ise de- karbaşına 100 gramdır. Üretimde ise özel­likle buğday ve mercimeğin öne çıktığı göz-

7.3’tür. Madalyonun öteki yüzünde ise Gü­neydoğu Anadolu Bölgesinin tipikliği: Bü­yük toprak sahipliği bulunmaktadır. Top­lam ailelerin yüzde 0 ,59 ’unu bulan 1570 ailenin toplam topraktan aldığı pay yüzde1 16,14, yani 3 milyon 295 bin dekardır.

Bu tabloya şimdi de topraksız ailelerin durumunu ekleyelim: Köy Envanter Etüd- lerinde yer alan veriler (1981) 248 bin 770 topraklı aileye karşılık, 167 bin 699 toprak­sız aile bulunduğunu ortaya koyuyor. Top­ladığımızda altı ilin kırsal kesiminde 416 bin 469 ailenin yüzde 72’sinin yani 298 bin 798’inin topraksız ve az topraklı ailelerden

TABLO 3Çiftçi ailelerinin arazi dağılımı

Toplamaraziden

Aile sayısıAile oranı

(%)Parçasayısı

Toplamarazi

aldığı pay( * )

0-25 Dek. 131.099 49 .04 433 .404 1 .489 .504 7.3026-50 Dek. 38 .935 14.56 163.276 1 .478 .862 7.2451-100 Dek. 35 .666 13.34 150.519 2 .668 .006 13.07101-200 Dek. 25 .979 9 .72 126.589 3 .7 3 0 .2 7 4 18.27201-500 Dek. 11.992 4 .49 91 .210 3 .749 .062 18.36501-1000 Dek. 3 .529 1.32 33 .633 2 .453 .210 12.021001-...... 1 .570 0 .5 9 22 .123 3 .295 .705 16.14

Page 29: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu topraksızlaş- manın ortasında bölgede ortakçılığın bir öl­çüde yaygınlık kazanabildiğini görüyoruz. Bölge köylerinde ortakçılığın yaygınlık de­recesi yüzde 33.78 ’dir. Kiracılığın yaygın­lık derecesi yüzde 16.65’tir. Bu rakamlar bölge kırsal kesiminde kapitalizasyonun va­rolduğunu gösteriyor. Kırlann pazara açıl­ması ve meta mübadelesi-şehir ile kır arasında- de tarımda kapitalist üretim iliş­kisinin “ufukta ilk görünmesinin” anlamı olan kiracılığa eklenmelidir. Yalnız bölge­de kırsal kesiminde başlayan kapitalistleş- me de, diğer bölgelerdeki gelişmeler gibi tefeci-bezirgan asalaklığından nasibini al­maktadır. Kırsal kesimde sayısı 167 bini bu­lan topraksız aileler ise tarım proletaryası­nın çekirdekleridir. Bunlar özellikle Çuku­rova’da yılın belli aylarında -yaz aylarında- mevsimlik işçilik yapmaktadırlar. Bu ise on- lann bir ölçüde “kırlann yosunlanndan kop­maya başladıklannı” gösterir. Bunun önemli belirtilerinden biri de daha sonra değine­ceğimiz “siyasal davranış eğilimleridir” Geri kalan az topraklı aileler ise hızla aşağıya yu­varlanmakta ve proleterleşme sürecine gir­mektedirler. Özellikle 1980’den sonra finans-kapitalin ekonomik politikasındaki yön değişikliği buna önemli ölçüde katkı­da bulunmuştur. GAFla ise -realize edilme­si halinde- bu süreç hem hızlanacak, hem de iğnenin ucu piramidin daha üst kısım­larında bulunanlara dokunmaya başlaya­caktır. GAP’ın olası sonuçlarına daha son­ra tekrar döneceğiz.

Tanmsal üretime ve mülkiyet yapısına kı­saca değindikten sonra şimdi de altı ilin Türkiye tarımsal ve sanayi üretiminden ve sonuçta Gayri Safi Milli Hasılası’ndan aldığı paya; sonrada bölgede elde edilen gelirle­rin sektörel dağılımına bakalım.

1979’da Türkiye GSMH’sı sabit fiyatlar­la 2 trilyon 168 milyar liradır. Bölgenin al­dığı pay yüzde 4 .06 yani 88 milyar liradır. 1985’e geldiğimizde milli gelir pastasının bir ölçüde büyümesine karşılık bölgenin aldı­ğı dilimin pek büyümediği gözlenmektedir. 1985’te GSMH yine sabit fiyatlarla 2 tril­yon 935 milyar liradır. Altı ilin aldığı pay altı yılda ancak 0,18 puan artmış ve yüzde 4.24e çıkmış; yani parasal olarak aldığı pay 124 milyar liraya yükselmiştir. Sonuçta al­tı ilin 20 yıllık sanayi üretiminde bir eroz­yon, tanmsal üretiminde bir kıpırdanma, GSMH’dan aldığı payda ise “patinaj” oldu­ğunu görüyoruz. Türkiye’de kişi başına ge­nelde 1200 dolar düştüğü safsatasını biraz detaylandırdığımızda şu gerçek karşımıza çıkıyor. Diyarbakır’da kişi başına düşen yıllık genel gelir 433 dolar, Şanlıurfa’da 425 do­lar, Siirt’te 422 dolar, Mardin’de 386 do­lar, Gaziantep’te 374 dolar, Adıyaman’da ise 351 dolardır. Burada bir karşılaştırma yapmak gerekirse bu illerin, kişi başına dü­şen yıllık milli gelirleriyle Çad, Senegal, Sri Lanka, Gana, Pakistan’a benzedikleri, bu ülkelerde kişi başına düşen milli gelirle aynı düzeyde oldukları görülüyor.

Bölgede kapitalistleşme sürecinin geldi­ği noktayı yakalayabilmek için son olarak gelirin sektörel dağılımına bakalım.

Sadece illerde elde edilen gelirin sektör- lerarası dağılımına baktığımızda ilk bakışta tanmın ve hizmetin gerilediği, sanayinin ise bir parça olsun ilerlediği görülüyor. Kapi­talistleşme sürecinde burada iki nokta öne çıkmaktadır: (Tablo 7)

Birincisi kapitalistleşmenin temeli olan meta dolaşımının varolması, kırların da ar­tık “pazar için üretim” sürecine girmesi önemlidir. Hizmet sektörünün alt bölüm­lerinde toptan-perakende ticaret ile ulaşım

liğin de önemine değinmiştik. Her iki olay kapitalistleşmenin “ilkel sermaye birikimi” denilen süreciyle açıklanabilir. Kırlarda gi­derek artan mülksüzleşme kır nüfusunu şe­hirlere bir parça olsun fırlatırken, geri ka­lan mülksüzleşenler kırlarda ya ortakçı, ya gezici tarım işçisi, ya da tam bir tarım pro­leteri olarak barınmaktadır.

Şimdi de çok kısa olarak GAP’m ne ol­duğuna bakalım ve daha sonra bundan sonra yaratacakları sonuçlara belli varsa­yımlarla yaklaşmaya çalışalım. Önce GAP! ın sadece “projeksiyonlarına” bakalım.

GAP’la Dicle ve Fırat’ın suyu değişik şe­kil ve yerlerde kullanılarak yörede bulunan 16-18 milyon dekarlık alanın sulanması amaçlanmaktadır. GAP’ın, deyim yerin­deyse kalbi Atatürk Barajı, Urfa Tüneli atar­damarı, diğer sulama projeleri ve kanalet- ler ise kanın akacağı kılcal damarlardır. GAP’m kapsadığı 13 projenin 7si Fırat, 6’sı ise Dicle Nehri üzerindedir. Atatürk Bara- jı’nda Fırat’ın suyu üçüncü kez toplanmış olacak. Fırat önce Keban’da sonra, akıp git­tiğinde Karakaya Barajı’nda birikmektedir. Fırat, son olarak Atatürk Barajı’nda da bi­riktikten sonra doğal akışını sürdürmekte­dir. Böylece finans-kapital Fırat’ı üç kez kul­lanmakta Dicle üzerinde kurulacak baraj­lar da hesaba dahil edildiğinde GAP’ın so­nuçta yaratacağı elektrik enerjisi üretimi 24 milyar kilovat/saate ulaşmaktadır. Bu ise 2000’li yıllarda Türkiye’de hedeflenen elek­trik enerjisi üretiminin yüzde 40 ’ma yakın­dır.

Elektrik enerjisi üretiminin yanı sıra, Fı­rat ve Dicle’nin suları bu kez 16-18 milyon dekarlık alanı (30 yıllık bir süre içinde) su­layacak, bölgede şu anda geçerli olan ek- stansif tanm yerine, entansif tarımı günde­me getirecek ve “bitki deseninde de” önemli değişiklikler olacaktır. Projeksiyonlara gö­re GAP ile beklenen üretim artışı ve ürün çeşidi şöyledir. (Tablo 8)

Görüldüğü gibi GAP’m realize edilmesi halinde birçok üründe Türkiye üretimi bir­kaç kat katlanacaktır. Finans-kapitalin ilgi­sini daha çok sınai bitkilere yoğunlaştırdığı dikkat çekerken, bununla ekilen ürünler­de de köklü bir değişikliğe gitmek istendiği anlaşılmaktadır.

Peki tüm bu projeksiyonlar;Birincisi, ne derece gerçekleşecektir?İkincisi, gerekçekleşmesi halinde yarata­

cağı sonuçlar neler olacaktır? Örneğin: Böl­gede kapitalistleşme sürecinde ne gibi de­ğişimler olabilecektir? Toprak mülkiyeti ya-

TABLO 4İllerin Türkiye tarımsal ve sanayi üretimindeki payı (%)

(Sabit fiyatlarla)İlin adı Tanm

1965 1985Sanayi1965 1985

Siirt 0 .754 0 .729 1.890 0 .098Adıyaman 0.787 0 .784 0 .083 0 .112Mardin 1.457 1.403 0 .000 0 ,044Gaziantep 1.506 1.854 0 ,380 0 ,814Diyarbakır 0 ,935 2 .074 0 .238 0 ,173Şanlıurfa 2 .103 2 .086 0 ,275 0 ,112TOPLAM 7.542 8.93 2 .866 1.351

Aradan geçen 20 yılda GAP’ın kapsadığı altı ilin Türkiye toplam tarımsal üretimin­den aldığı pay ancak yüzde 18 artmış ve yüzde 7.5’tan yüzde 8.93’e çıkmıştır. Sana­yide ise durum tam bir faciadır. Altı ilin sa­nayi üretimi artmak bir yana sürekli bir erozyona uğramış ve yüzde 1.35’e kadar gerilemiştir. GSMH’dan alman paya da bir göz attıktan sonra gelirin sektörler arası da­ğılımına bakıp daha sonra birkaç söz söy­leyelim.

Tablo: 5İllerin Türkiye GSMH’sından

aldıkları pay (%)İlin adı 1979 1985Adıyaman 0.41 0 ,3 4Siirt 0 ,44 0 ,44Mardin 0 ,58 0 ,58Diyarbakır 0 ,83 0 ,90Şanlıurfa 0 ,58 0 ,78Gaziantep 1.22 1.20TOPLAM 4.06 4 .2 4

TABLO 6Elde edilen gelirin sektörel dağılımı (%)

(Sabit fiyatlarla)1979 1986

Tanm Sanayi Hizmet Tanm Sanayi HizmetAdıyaman 61 .74 3.01 35 .25 51 .22 8 .49 40 .29Siirt 44 .12 19.86 36 .02 29 .97 36 .03 34 .00Mardin 61.46 3 .16 35 .38 60 .16 5 .69 34 .15Diyarbakır 4 3 .6 4 5 .29 51 .07 43 .87 8 .80 47 .33Şanlıurfa 4 7 .7 8 4 .3 8 47 .84 55.47 4 .28 40 .25Gaziantep 29 .66 13.37 56 .97 26 .53 16.68 54 .79ORTALAMA 48 .06 8 .18 43 .78 44 .53 13.32 42 .15

hizmetlerinin öne çıkması kaba olarak da olsa bize kır - şehir arasındaki meta dolaşı­mı hakkında bir fikir vermektedir.

İkincisi ise sektör bazında tarımın kap­lumbağa hızıyla da olsa giderek gerileme­sidir. Yukarıda şehirlerdeki hızlı nüfus artı­şının kırsal kesimdeki nüfus artışının çok üs­tünde olduğunu (yılda yüzde 6.38) ve bu­nun da şehirlerdeki doğum oranındaki ar­tıştan çok, hızlı şehirleşmeden kaynaklan­dığını belirtmiştik. Bunun yanında toprak mülkiyetindeki “isyan ettirecek” dengesiz-

pısı nasıl etkilenecek ve buna bağlantılı ola­rak bu derece öngörülen üretim artışı nasıl gerçekleşecektir ve pazarlanacaktır?

Önce birinci soruyu yanıtlamaya çalışa­lım.

Bu dev proje içinde yer alan 13 proje­den şu anda sadece Atatürk Barajı inşaa­tının ve Urfa Tüneli yapımının devam etti­ği belirtiliyor (Çeşitli gazetelerdeki haberler) Atatürk Barajı inşaatının devam etmesi bü­yük ölçüde, inşaatın finansmanın Toplu Ko­nut ve Kamu Ortaklığı Fonundan, yani iç

Page 30: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

TABLO 8Ürünler 1984 Türkiye üretimi/ton Gap ile beklenen net artış/tonPamuk (lif) 580 .000 685 .402Tütün 177.529 18.888Pancar 14 .308 .375 4 .0 9 8 .8 9 5Yağlı tohumlar 1 .807 .904 1 .327 .820Mısır 1 .500 .000 117.869Pirinç 168.000 141.838Sebze-bostan 12 .398 .950 3 .513 .842Hayvan yemi 4 .8 3 6 .9 5 0 1 .092 .898Bağ 3 .3 00 .000 47 .922Antep fıstığı 23 .000 66 .458Meyve 1 .303 .900 660 .019TAHILLARDA 26 .200 .000 1 .426 .000

finansman olanaklarıyla sağlanmasından ileri gelmektedir. Urfa Tüneli yapımı ise dış finansmanla yürütülmektedir. Zaten bu yüzden Urfa Tünelinin yapımı daha şim­diden en az 3 yıl “rötar” yapmıştır. Atatürk Barajına yüklenilmesinin nedeni birincisi tüm projenin kalbi olması, İkincisi ise 1991’li yıllarda barajın inşaatını bitirip bir an önce elektrik enerjisi üretimine geçmek niyetidir. Atatürk Barajı bitirilse bile, diğer projeler­de -ki birçoğu hâlâ ihaleye çıkarılmamıştır- ilerleme sağlanamaması halinde GAP’ın ne anlamı kalacaktır? İkinci olarak, Urfa Tü­nelinin yapımı çok yavaş ilerlemektedir. Bu da özellikle sulanması amaçlanan Harran Ovası’nın daha uzun süre “kurak” kalması demektir. Projenin belki üçüncü ayağı olan kanaletler, yani kanın akacağı kılcal damar­ların ise daha yapımına bile başlanmamış­tır.

Parababalarının önüne tüm bunların ya­nında şu engel de takılıp kalmaktadır: Son yapılan araştırmalar, Harran Ovası ve di­ğer sulanması düşünülen topraklarda dre­naj çalışması yapılmaması halinde, bu top­rakların sulanır sulanmaz çökeceğini gös­termektedir. Bu ise proje için dördüncü ayağı oluşturmaktadır. Eğer böyle bir çalış­ma yapılmaması halinde finans-kapitalin üretici güçlerde yaratacağı tahribat gözönü- ne gelebilir: Milyonlarca dekarlık toprağın artık ekilemez hale gelmesi.

Burada ikinci grup sorular gündeme gel­mektedir: Asalak finansman - kapitalimiz bu projeyi sonuna kadar götürebilecek mi? Bu projeyle ne amaçlanmaktadır?

Hatırlanacağı gibi Türkiye kırlarında ilk büyük dönüşüm 1950-60 döneminde ya­şandı ve bunun hızıyla bugüne kadar geli­nebildi. Finans-kapital o gün hangi amaç­larla hareket etmişse, bugün debu kez çok yönelimli bir hdefe varmak istemektedir. GAP ile özellikle bölgenin kırsal kesimine “neşter atılmak” isteniyor. Bununla sermaye birikiminin parababaları için daha üst nok­talara çıkarılması, bunun ise en azından re­zervde duran bir “can simidi" fonksiyonu görmesi planlanmaktadır. Yapılan hesap­lara göre GAP için toplam 9 milyar dolar­lık bir harcama yapılacaktır. GAP’ın bunun karşılığında yaratacağı gelir yılda 2 milyar dolardır. -Şimdiki dolar değeriyle 4 trilyon ki bu Türkiye’nin şu anki yıllık milli geliri­nin %7’sine denk düşüyor- Bu ise tüm pro­jenin bitirilmesi halinde sağlanacak gelirdir. GAP'ın tamamlanması ve tüm noktalarının harekete geçirilmesinin 20-30 yılı alacağı düşünülürse, projenin kendini amorti etme­sinin uzayacağı anlaşılmaktadır. Bu ise ak­la finans-kapitalin bu kadar uzun süre “sab­redip sabredemeyeceği" sorusunu getir­mektedir. Onun, bugün içine girdiği yeni bir sermaye birikimi krizi projenin uzama­sına yol açarken, asalaklığı ile bir an önce vurgununu vurup palazlanma niyeti de sabredilemeyeceği kanısını güçlendirmek- tedir. Yeni girilen sermaye birikimi krizi - 1987’ler ortasından itibaren- projenin fi­nansmanını zorlaştırmaktadır. Projeler ara­

sında senkronizasyon-eşgüdüm ve koordi­nasyon yoktur. Yukarıda da değindiğimiz gibi proje kör-topal gitmekte ve birinin ta­mamlanması halinde bile -Örneğin Atatürk projesi- diğerlerinde önemli gelişme kay- dedilemediği için hedefin tutturulması zor­laşmaktadır. Öyleyse, GAP’ın bir “anarşi” içinde yürütülmesi, finansman zorlukları finans-kapitalin nitelikleriyle birleşince “so­nuna kadar götürülebilecek mi?” sorusunun yanıtı bugünkü verilerle büyük olasılıkla ha­yır olmaktadır. Finans-kapital yönetiminde­ki GAP. önünde sonunda önceki deney­lerinden de anlaşılabileceği gibi üretici güç­lerin büyük yıkımı pahasına gerçekleşebi­lecektir -eğer sonuçlanabilirse!-

Yine projeyi hazırlayanların varsayımla­rına göre GAP'ın realize edilmesiyle bölge­ye 40 bine yakın traktör girecektir. Bu ise bölgedeki 85 Sayımlarına göre bulunan 16 bin civarındaki traktör sayısının yüzde 250 ’lik artışla 56 bin adet civarına çıkması demektir. Bunun yaratacağı ilk etki ilkel ser­maye birikmiinin, yani kırların ıssızlaşması sürecinin hızlanmasıdır. Yani zaten had saf­hada olan mülksüzlük-topraksızlık daha da artacak, emek-güçlerini bir meta gibi sat­maya hazır kitlelerin sayısı milyonları bu­lacaktır. Zaten hedeflerden biri de budur. Kapitalistleşme sürecinin hızlanmasıyla or­taya çıkacak milyonlarca emek-gücünü sat­maya hazır proletarya nasıl istihdam edi­lecektir? Şehirlerde kurulacak fabrikalarda mı? Hayır. Finans-kapital bunu da şimdi­den düşünmüştür. Milyonlarca proleter kır­sal alanda: Latin Amerika’da yıllardır varo­lan büyük tarım plantasyonları- Latifuandalarda çalıştırılacaktır. Buralarda üretilecek sınai bitkiler, yine İstanbul, An­kara, Adana gibi metropollerde kurulu bu­lunan veya daha sonra kurulacak fabrika­larda kumaşa, yağa, elbiseye, sigaraya, ete, kısacası tarıma dayalı sanayi kuruluşların­da işlenip satışa sunulacak ve ikinci olarak da ihraç “edilecek”

Latifuanda kurulması öncelikle toprak­ta büyük merkezileşmeyi gerekli kılmakta­dır. Bunun da şimdiden ipuçları ortaya çık­mıştır. Finans-kapitalistlerimiz: Sabancı, Ya­şar Holding, Çukurova Holding ve diğer­lerinin bölgede büyük çapta -tabii sansas­yon olmasın diye başkalarının adıyla top­rak satın almışlardır. Bugün metrekaresi çok düşük olan bu topraklar, deyim yerindey­se neredeyse bedavaya kapatılmaktadır. “Finans-kapital latifuandalar için zorunlu olan böyle bir toprak merkezileşmesine gi­derken, bölgedeki yerli egemenleri de he­saba katmak; aşına onu da ortak etmek zo­rundadır. Tabii yerli egemen aşın kendisi­ni değil, “artığını” alacaktır. Toprakta mer­kezileşmeye gidilmesi, az önce de belirtti­ğimiz gibi kırlarda mülksüzleşmeyi arttıra­bilecek, ortakçılık yerine kiracılık ilişkileri­nin geçmesine olanak tanıyabilecektir. 30 yıla sığdırılması düşünülen -Ne kadar kısa!- bu süreç kırsal alanın kendi içinde bir dö­nüşüme gitmesi anlamını taşır. Peki finans- kapital 1950-60’lı dönemde kıra neşter

atarken ki rahatlığını bu kez bulabilecek mi­dir? Hayır, bin kez hayır! Çünkü aradan ge­çen yaklaşık 40 yıl içinde özellikle bu böl­genin kırlarında mülksüzleşmeye çok hızlı ve yüksek seviyede “tepki gösterebilecek” olgular vardır. Burada bir araştırmadan (Murat Şeker - Güneydoğu Anadolu Pro­jesi) kısa bir alıntı yaparsak:

“... Toprak sahibi olmayan işçiler, bir se­çim olduğu takdirde, kimsenin yardımı ol­madan kendiliklerinden oy vermeye gi­deceklerini belirtenler arasında en yüksek oranı belirgin biçimde göstermektedirler. En yüksek oranda oy veren işçiler de yine top­raksız işçiler arasından çıkmaktadır. Seçim­lerde kime oy vereceklerine karar ve­rirken kendi başlarına hareket ettikle­rini (abç) belirtenler de topraksız tarım iş­çileridir. Geleneksel köylülükten ayrılma ve modernleşme yönünde bir gösterge olarak böylesine bir değişim incelenmeye değer bulunmuştur...” (syf. 101-102)

Bu alıntı, proleterleşen kitlenin tutumu­nu göstermesi açısından çok önemlidir. Topraksız köylüler -proleterleşmeye başla­yan “köylüler- sosyolojik olarak bir prole­terin tavrına yakınlaşmaktadırlar: Kendi ka­rarıyla tavrını belirleme, kararda bağımsız­laşma. Görünürde, burjuvazinin seçimlerin­de bu kitlenin oy kullanması çok önemli gelmeyebilir. Oysa, tavırdaki bağımsızlaş­ma bir ilk adımdır. Bir de 1980’li yıllardan beri kamuoyunu işgal eden Doğu sorunu­nun bu olguyla nasıl içiçe geçebileceğini düşünürsek, artık sosyal devrimler rotası­na oturan üretici güçlerin gelişiminin, ulu­sallık bağlantısının nasıl PROLETARYA ka­nıyla besleneceği açığa çıkmaktadır. Bu gerçeklik GAPın “dağ fare doğurdu” misali gelişmelere gebe olduğunu göstermektedir.

GAP’da üzerinde önemle durulması ge­reken konu esasında budur! Böylesine bir gerçeklik finans-kapitalin haliyle uykuları­nı kaçıracaktır. GAP iki ucu da keskin bir kılıç gibidir. Neresini çevirse yok edecek bir kılıç! Bir taraftan GAP’ın realize edilmesi­nin yaratacağı ürkütücü tablo, diğer taraf­tan sermaye birikiminde bir üst sınıra var­mak isteği, ama bunun önündeki engeller.

Bunların yanı sıra, Dicle ve özellikle Fı­rat’ın suyunu finans-kapitalin tutması ileri­de Ortadoğu’da başgösterecek susuzlukta “çatışma zemini” yaratabilir. En son Suriye ile yapılan anlaşma gereği, Atatürk Bara- jı’ndan belli miktarda su sürekli olarak bı­rakılacaktır. Ama bunlar uluslararası sınıf çatışmasının odak noktalarından biri hali­ne gelen bölgede önümüzdeki günlerin ge­tirecekleriyle garantide değildir!

Son olarak, GAP’ın varsayılan sonuçla- n arasında yer alan üretim artışının nasıl pa- zarlanacağı sorununa bakalım. GAPla hem elektrik önerjisi hem de özellikle sınai bit­kiler üretiminde önemli bir artış varsayıl­maktadır. Şu anki Türkiye toplam tüketi­minin çok üstüne çıkacak elektrik enerjisi üretimini parababaları ne yapacaktır? Mil­yonlarca tonu bulacak pamuğu hangi tek­stil fabrikalarında daha fazla işleyebilecek, bütün üretim artışını hangi fabrika ve me­kanizmalarla “değerlendirecek”? Peki ihra­cat ne güne durmaktadır?!..

Sadece tütün, pancar ve pamuğun ulus­lararası piyasalardaki durumuna bakalım. “Tütünde, asıl tüketici olan gelişmiş ülke­lerin tüketimleri yaklaşık yılda yüzde 0,12 azalmaktadır. Buna bağlı olarak 1970’te metrik tonu 2706 ABD Doları olan tütün fiyatları günümüzde 1700 dolara kadar düşmüştür. Dünya BAnkası 2000 yılında tütünün 1750 dolarlık bir fiyatın altında ola­cağını varsaymaktadır.

Şeker fiyatları 1970’te 22 dolar/metrik tondan günümüzde bir ara 90 dolar olmuş ve giderek 150-160 dolara yükselebilmiş-

Devamı 45. Sayfada

Page 31: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

UNIVERSITE veEĞİTİM ÇIKMAZI

*

Nevruz ÇAĞLAR

A- GirişToplumu sekiz yıldır cenderesine alan

gericilikten beslenen ve kaynaklandığı ge­riciliği besleyen bir ucube var: YÖK. Üniver­site sorununun başveren çıbanı bu. En son yapılan gençlik “şürası’nda yaşanan olay­lar üniversite sorununu iyiden iyiye gün­deme sokmuş bulunuyor. Türkiye’nin ka­derini bağlayan Gordiyom düğümlerinden biri bu. Çok bilinmeyenli toplum denkle­minde üniversite probleminin kendisiyle bağlantılı diğer değişkenlerle birlikte ele alı­nıp yerli yerine oturtulması gerekiyor.

Bundan yaklaşık 20 yıl önce. 28 Ekim 1967 günü DTCF Öğrenci Derneği Kong­resinde konuşan dernek başkanı Celal Kar­gılı sorunları şöyle sıralıyor: "... aydın işsiz­liği sorunu, eğitim çıkmazı ve üniversitenin gerçek mihrakına oturmasında...” Şu kadar yıl sonra değişen pek fazla birşey yok. Dik­kat çekilen herüç sorun bütün yakıcılığıyla hâlâ varlığını koruyor. Bizce “üniversitenin gerçek mihrakına oturmasında” eğitim çık­mazının aşılması zorunlu.Hele hele sorunu tek boyuta indirgeyen son birkaç yılın tem­cit pilavı “demokratik-üniversite”nin anlaşıl­masının ve aşılmasının tek yolu eğitim so­runun anlaşılması.

Sekiz yıllık tahribatın tozu durm nı ara­sında. olayların görünümü ardıncaki ger­çek nedenleri es geçmek moda haline gel­miş bulunuyor. Siyasi iktidarların, hele hele askeri darbelerin dışında, hiç kimsenin do­kunmadığı ve kimseye dokunmayan bir özerk üniversitenin yeşerebileceği sivil toplum veya ulusal uzlaşma sağlamış bir toplum sevgili profesörlerimizin ve demok­rasi (!) güçlerimizin eylül renkleriyle bezen­miş en tatlı rüyası artık. Boşverin toplumu, özerklik verin, hocalara dokunmayın yeter. Özerklik deyip günde beş kez yere kapak­lanıyorlar. Bilim, insan kişiliği, çağdaşlaş­ma bu feryatlarla boğulup güme gidiyor. Bütün sorunu, toplumun çözümsüzlüğü­nün sırtına binen eğitim çıkmazı kamburu­nu, sihirli bir özerk sözcüğüyle gidermeğe çalışmak zavallılığın ifadesidir. Bu sihrin mistik dumanından sıyrılabilenler şimdilik parmakla sayılıyor.

Parmakla sayılanlardan biri gerçeği çok çarpıcı biçimde dile getiriyor. “Biz PROFE­SÖRLER. tıpkı bizden öncekiler gibi, bil­gisiz. bilinçsiz ve yetersiz yönlerimizle her kötü gidişe daima seyirci, her haksızlığa da­ima omuz silkici. her haysiyetsizliğe daima boyun eğici bir zihniyetin temsilcileriyiz. Ger­çek AYDIN yetiştirmek şöyle dursun, fakat toplumumuzun yazgısına egemen olan sı­nıflarla birlikte sömürü düzenini sürdürmeyi daima doğal bilmişizdir. Gün görmüşlüğü­müze. genellikle yabancı diyarlardan dip­loma edinmişliğimize rağmen çoğunluğu­muz itibarıyla ortaçağ kafasını terk etme­miş. ulusal benlik nedir öğrenememişizdir. Ülkemizin yüzyıllar boyu hiç bitmeyen, gi­

derek büyüyen geriliklerine, çilelerine, akılcı bir çaıe bulmayı becerememiş, sürüklendi­ğimiz felaketi görmemişizdir. Oysaki bizle- re bunu artık öğretecek ve gösterecek bir ders gerek: suçluluğumuzu belirtecek bir kötek gerek, kısaca tam bir şok tedavisi ge­rek...” (1)

Profesörlerimiz bu köteği eylülde misliyle yediler. Ama asıl onları kendine getirecek olan halkın devrimci köteği olsa gerek. Şu yakınmaya bakın: “Üniversite mensubunun kaderi bu mudur? Ya terör ve şiddet açı­sından birtakım katiller sizi öldürecek veya öyle bir yasa çıkacak ki size güvenmeyecek’ (2) Sorası geliyor insanın, bu katillerle ya­sayı çıkaranlar aynı zümrenin çıkarlarını sa­vunan gericiler değil mi? Gericiliğin kurşun­larına göğüs germeden, bir milim bile yol alınamayacağının anlaşılması gerekiyor. Gerçek bir çözüm bulabilmek ondan yana olmak, makaleler furyasıyla üniversite dı­şında bozgun havası çalmaktan daha fazla özveri ve gözüpeklik gerektiriyor. Bu özve­rinin ölçüsünü gereklerini ortaya koyacak olan herşeyden önce eğitim çıkmazının ne­denlerini görme gösterme ve karşı koyma cesaretidir.

B- Eğitim, İşlevi ve Kısaca Tarihsel Gelişimi

Çokça tekrarlanan bir söz var. “Eğitim üretim içindir” Üretimden insanın yaşam faaliyetinin bütününün anlaşılması koşuluy­la bu tanım kabul edilebilir. Tabii üretim tar­zının hangi sınıfın çıkarını yansıttığını da be­lirtmek gerek. Basit bir ekonomik işlevin ye­rine getirilmesi için verilen eğitim biçimin­de bir yanlış anlaşılmayı bertaraf etmek için şöyle bir tanım geliştirilebilir. Eğitim, belirli bir tarihsel kesitte, daha önrekj k uşak la rın biriktirmiş oldukları kültür mirasına doğan bireyin, toplumsal rolünün gerektirdiği dii- şünce ve davranış sistemlerini edinmesidir. Başka bir deyişle ö iü kendini çevreleyen toplum salilişkilerin toplamından başkâ~6ir- şey olmayan insanın, bu özü "kazanması- dır. Burada eğitimin nitelik ve niceliğine bağlı bir bilgilendirme söz konusudur.

Eğitim olgusu toplumsal örgütlenişin ve­ya üretim biçimlerinin değişimi ile paralel bir gelişmi gösterir. Toplum biçimlerinin peş- peşe zincirlenişi içinde hem içerik hem de kabuk değiştirir, insanın hayvanlıktan çıkı­şı eğitimin başlangıcı sayılabilir. Çünkü in­sanı diğer canlılardan ayıran üretim faali­yeti ve ona bağlı özellikler, taklit, deneme- yanılma gibi basit yöntemlerle de olsa ku­şaktan kuşağa öğrenme ile geçerler. Ve bu yöntemler, insanın insanlaşması sürecinde daha özel biçimler alırlar. Ama yazının or­taya çıkışına dek çok fazla bir değişimden söz etmek mümkün değildir.

Yazıyla başlayan değişimi şöyle özetle­

mek olanaklı. Nüfus artışı, işbölümü, üre­tim araçlarının gelişimiyle bütün dünya yü­zünde ilk kentler ortaya çıkar. Mezopotamya ve benzeri birkaç bölgede eşzamanlı oluşan koşullar yerleşik toplum lara ve devletin oluşmasına olanak verir­ler. Artık toplum yönetenler ve yönetilen­ler olarak ikiye bölünmüştür. Yöneticiler Tanrı-krallardır. Kentin ortasında yer alan tapınakların efendisi onlardır. Tapınaklara sunak olarak akan artı-ürünün hesabı ta­pınak rahiplerince tutulur. Ve rahipler ihti­yaç sonucu rakkam sistemleri ve yazıyı ge­liştirirler. Üretim temelindeki bu bölünme yüzyıllar boyu zihinsel iş ile bedensel işin ayrılmasına neden olacaktır böylece. Ra­hiplerin ve daha ötede eğemen sınıfların yüzyıllarca bilimi, sanatı, yazıyı tekellerin­de tutmaları kafa-kol emeği ayrılığı biçimin­de yansır. Bu ilk bölünme örgün eğitimin- okul içi- ilk nüvesi olur. Böyle sınıflara bö­lünmüş toplumlarda bireyin sınıfsal konu­mu ne öğreneceğini belirler. Örneğin köle önce itaat etmeyi, sonra çalışmayı, efendi hükmetmeyi, aylaklığı, açlıktan ölse bile ça­lışmayı horgörmeyi öğrenir.

Eğitim işbölümünün yarattığı bu korkunç uçurumun yönetenler tarafında kurumlaş­maya başlar. Çağdan çağa sınıfların veya' toplumsal düzenin ideolojisini yayar. “... üretim ilişkilerinin bütünü, toplumun eko­nomik yapısını meydana getirir. Bu gerçek temel üzerinde hukuki ve siyasi bir üstyapı yükselir; ve bu üst yapıya denk düşen be­lirli toplumsal bilinç biçimleri doğar...” İşte eğitim hem bu üstyapı içinde yer alır, hem de bu toplumsal bilinci üretip yayar. Bura­da ailenin de bir eğitim kurumu olduğu ayrıca vurgulanmalıdır. Antik çağda felse­fe okulları, egemen sınıfa örgün eğitimi bir hak olarak sunarlar. Geliştirilen toplumsal düşünce sistemlerinin site yaşamını aşama­ması maddi yaşamın belirleyiciliğini göste­rir. Bu eğitim egemen sınıf içinde demok­rasinin ve hoşgörünün gelişmesine olanak verir ama Platonu öldürmeyip sürgüne gönderecek kadar. Ortaçağda kilise ve medreseler eğitimi tekellerinde tutan ku­rumlar olarak gözükürler. Yaptıkları dini eğitimdir ve eğitimin yöntemi deyim yerin­deyse kutsal kitaplardan kıldan yağ çıka­rırcasına yorum çıkarmaktır. Yine de bilgi birikimi sağlamaları, bilgiyi sınıflayıp koru­maları bir sonraki aşamaya zemin hazırlar. Eğitimin iyiden iyiye yaygınlaşıp örgünleş­mesi kapitalizm tohumu Avrupa karasına düşünce başlar. Bütün bu çağlarda oluşan örgün eğitim kurumlarının. yani okul vb. kurumların ilk işleri varolan üretim ilişkile­rini sistemleştiren yönetim biçimine kadro yetiştirmek olmuştur. Bu bizzat sınıflı top- lumların olumsuzluğudur. Eğitime sadece kadro yetiştirme mantığıyla yaklaşmak in­sani özün yitirilmesine yol açabilir. Sonuç­ta elde bir avuç seçkin kalır. 31

Page 32: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

32

C- Kapitalizm ve EğitimPazar için üretim yapma zorunluluğu

üretimin genişletilmesini zorunlu kılar. Ye­ni üretim teknikleri geliştirmek, ürünlerin maliyetini düşürmek isteği bilimleri bütü­nüyle uygulama alanına sokarak, bilimin gelişimine önayak olur. Üretim bilimle içi- çe geçeı ve bireyi boyunduruğuna alan kar­maşık süreçler dizgesine dönüşür. Kapita­lizm meta üretimini alabildiğince geliştirir. Bunun sonucu sınıflararası çelişkinin en ge­lişkin en olgun en soyut biçimini almasıdır. Öyle ki. bireyler arası ilişkiler metalararası ilişkiler biçiminde görünür artık.

Bu başdöndürücü gelişme eğitim alanı­na da yansır. Yeni tekniklerin kullanılabil­mesi için kapitalistler işçiyi eğitmek zorun­da kalırlar. Şu üç gereklilik yaygın örgün eğitimi doğurur kapitalizmde. Daha fazla kâr elde etmek güdüsüyle emek verimlili­ğini artırmak için emeğin uygun hale ge­tirilmesi. Emeğin korunması ve sürekliliği­nin sağlanması için proleter ve çocukları­nın eğitimi. Ve bütün egemen sınıfların sö­mürüyü perdelemek için yaptıkları, kendi ideolojilerinin yığınların beynini dumanla­ması için eğitim.

Cehalete savaş açılır böylece. Değişik eğitim akımları ortaya çıkar. Aydınlanma çağında çocuk eğitim açısından yeniden keşfedilir. Russo’nun Emil kitabıyla. Ulusal eğitim, devlet için eğitim, birey için eğitim gibi yaklaşımlar doğar. Giderek eğitim ya­şı küçülür. Anaokulları açılır. Eğitim daha önceki toplumlara oranla daha ileri ve ge­lişkin bir kurumlaşma gösterir. Artık bu noktada, okul içi ÖRGÜN eğitimle, yaşam içinde eğitilmek arasındaki ayrılık bütünüyle su yüzüne çıkar. Bu ayrılık kimi zaman okul öncesi, okul dışı ve sonrası eğitimi, eğitim sorunundan yalıtma yanlışına yol açar. Oy­sa birey okul öncesi ve sonrası verili kültü­rün dolaysız biçimlendiriciliği altındadır. Ve sorun insanlığın kültür mirasından nasıl ve ne oranda pay alındığıdır. Bu oranı belir­leyen. bu yanılgıya yol açan temel gerçek ise yine şu bedensel ve zihinsel emek ara­sındaki farktır. Yaşadığımız burjuva düze­ninde bu ayrılığın aldığı biçimin kavranması ve eğitimin köklü bir eleştirisi üretim ilişki­leri zemininde yükselen insanın yabancılaş­ması olgusunun anlaşılması ile olanaklıdır. Ve böyle bir eleştiri eğitim çıkmazının te­mel nedenlerini gözler önüne serebilir.

YabancılaşmaBurjuva toplumda üretim araçları karşı­

sındaki konumlarından ötürü iki sınıf do­ğar; üretim araçlarının sahibi olan, bundan ötürü zihinsel eğitim gören burjuva sınıfı ile, kolgücünden başka satacak birşeyi ol­mayan bedensel işgören ve eğitimi gör­düğü bedensel işin sınırlarını pek aş­mayan işçi sınıfı.

İşçi yada tek tek bireyler kapitalist üretim koşulları altında gerçekte diğer bireylerle or­tak faaliyetinin ürünü olan toplumsal iliş­kilerin nesnesine dönüşür. İşçi yarattığı ürü­ne burjuvazinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetinden ötürü sahip çıkamaz. Emek ürününe yabancılaşır, onun boyun­duruğuna girer. Üretimin mekanikleşmesi işçinin yaşamı boyunca tek makinaya bağlı, tek işin, tek parçasını yapmak zorunda ka­lışına yolaçar. İşçi gerçekte kendi birikmiş emeğinden başka bir şey olmayan makina- nın basit bir ekine dönüşür. Kapitalizm, iş­bölümünü o denli geliştirir ki, üreticinin bi­reysel yetenekleri değersizleşir ve üretim in­sancıl bir faaliyet olmaktan çıkarak işçinin yaşamını söndürmek için katlandığı bir an­garyaya dönüşür. Üretim yaşamın amacı olacak yerde, yaşamı sürdürmenin aracı­na dönüşür. İşçi için yaşam işgünü bitince başlar. Günlük çalışmasını yaşamdan say­

maz."’... aşırı çalıştırma, emekçiyi bir dolap beygirine (abç) çevirme sermayeyi çoğalt­manın ya da artı-değer üretimini hızlandır­manın bir aracıdır. Bu ekonomi daracık ve sağlığa zararlı yerlere işçileri üstüste yığma­ya ya da kapitalistin diliyle, yerden tasar­rufa;... kadar varır. Üretim sürecini, işçi için insani, zevkli (abç) ya da hiç değilse da­yanılabilir hale getirmek için gerekli koşul­ların ve önlemlerin hiçbirinin yerine geti­rilmediğinin burada sözünü bile etmiyoruz. Kapitalist açısından bu tamamen yararsız ve anlamsız bir israftır. Kapitalist üretim bi­çimi genellikle, bütün pintiliğine karşın, kendi insan malzemesi konusunda çok ho­vardadır...” 4 Kapitalizmin işbölü­münü geliştirip korumasından dolayı işçi sadece zihinsel, duygusal ve moral bakı­mından değil, bedensel bakımdan da tek yönlü gelişir. Bundan ötürü doğayla bağ kuramaz olur. Doğa kendisi için bir araş­tırma. sanat, üretim nesnesi olmaktan çı­kar. Kendisi üzerinde egemenlik kuran karşı koyulmaz bir güce dönüşür. Sanatın işçi için erişilmez bir lüks olması en basit sıra­dan kanıttır. İşçi kendi özüne yabancılaşır. Yaşam kendisi için boş, çekilmez, anlaşıl­maz bir olgu olur. Çünkü üretim sürecine egemen olacak yerde, o sürecin egemen­liğinde basit bir dişlidir sadece. Pazarda alı­nıp satılan maldır başka bir deyişle. Yanı sıra işbölümü üretim sürecinde nesnelleşen do­ğal, toplumsal, tarihsel vb. yasaların kav­ranmasını engelleyerek de bireyin yaban­cılaşmasına katkı da bulunur.

Kapitalizm sadece yönetilenler katında yaratmaz bu tahribatı, karşı uçta da farklı bir yabancılaşmaya yol açar, “işbölümü egemen sınıf içinde de zihinsel iş ile mad­di iş arasındaki bölünme biçiminde kendi­sini gösterir, öyle ki bu aynı sınıfın içerisin­de iki ayrı bireyler kategorisi olacaktır.” 5. Ve sınıfın aktif üyesi olan kapitalist zihinsel işini teoriye erebilecek yetenekte olana ıs- marlayacaktır. Böylece kendisi tam asalak bir rantiyere dönüşecek, üretimi örgütle­mek işlevini yitirip insani özüne yabancıla­şacaktır. Sınıfın ideoloğları da yığınlara, topluma yabancılaşacaklardır. İşte örneği Auguste Comte. “Cismani iktidar diyor dü­şünürümüz, pratik planda yetkilerini ispat­lamış olan sanayii şefleriyle bankacılarda toplanmalıdır; tinsel iktidarın sahipleri ise bilginler ve bilginler arasında sosyoloğlar- dır”. 6 Devam ediyoruz. “Proleterlerin top­lumsal görevlerinin ve kişisel özdeğerleri- nin temel koşulu, şeflere bağlılıktan kaynak­lanan ve saygınlıkla soyluluk kazanan sürekli bir itaat duygusudur” 7 Comte’un bu görüşleri kapitalist toplum gerçeğinin kutsanmasından başka birşey değildir. Bir yanda insana ve insanlığa yabancı bir elit, diğer yanda dolap beygirine çevrilmiş ve kendisinden itaat beklenen yığınlar.

Eğitimin üstleneceği görev tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Yabancılaşma­nın aşılma aracı olmalıdır eğitim.

D- Eğitim Hedefi: Emeğin İnsancıllaşması

İnsana yabancılaşan emeğin insancıllaş­tırılması, insani özüne kavuşturulması çö- zer sorunu. İlk elde bireyin kendi emek ürü­nüne eğemen olabilmesi gerekir. İnsanın emek ürününe sahip olmasını engelleyen özel mülkiyetin kaldırılması, bireylerin kendi ortak faaliyetlerinin bilincinde olmalarını sağlayacak bir düzen gerekir.

Kapitalist toplumun atomu olan aileden başlayan köklü bir dönüşüm insanı gelece­ğine götürebilir. Sosyalizm çözer tüm çe­lişkileri. Sosyalist üretim koşulları altında eğitim emeğin insancıllaşmasında rol ala­bilir. Bu koşul-sağlanamadığı müddetçe, kollektivist eğitim akımlarından etkilenerek

kendi ülkelerindeki eğitim problemini ben­zeri yöntemlerle çözmeye çalışan kapitalist ülkelerin çözümsüzlüğüne varılır. Örneğin iş içinde eğitim ilkesi kapitalizme iş için eği­tim biçiminde geçer ve dar bir pragmatiz­me düşülür. Veya öğrencinin yaratıcılığının geliştirilmesi, öğrenci üzerindeki tüm dene­timin ve amaca yönelik eğitimin ortadan kalkmasına, nihilizme varır. Bütünselliği içinde ele alınmayan sorun daha da çetre­filleşir. Eğitim problemini varolan üretim iliş­kilerinden soyutlamak, iktidar sorunu ol­madığını düşünüp savunmak, akıntıya kü­rek çekmektir.

Emeğin insancıllaştırılmasının temel ko­şulu üretim sürecinin sonucu olan işbölü­münün aşılması, kafa-kol emeği arasındaki uçurumun ortadan kaldırılmasıdır. Yanısı- ra iş güvenliği sağlanmalı, işgünü kısaltıl­mak, sağlık önlemleri alınmalı, sık sık işyeri değiştirilerek işçi makinanın tahrip edici et­kisinden kurtulmalıdır. Fabrıka’da üretim sü­reci planlanarak işçinin denetimi sağlanma­lıdır. Böyle bir temel politeknik eğitime ola­nak verir ve politeknik eğitim böyle bir te­melin kurulmasının başkoşullarından biridir.8

Sayılanların yerine getirilmesinde poli- teknık eğitimin büyük rolü vardır.

Politeknik eğitim emeğin insancıllaştırıl­masının pedagojik aracıdır. Politeknik eği­tim işe yönelik eğitimle, zihinsel eğitim ve bedensel eğitimi birleştirerek kafa kol emeği arasındaki uçurumu kapatmaya zemin ha­zırlar. Üretim sürecinde nesnelleşen, doğal, tarihsel, toplumsal, ekonomik vb. yasaları kavratarak işbölümünün aşılmasını sağlar. Söz konusu olan bireyin heralanda bilgiç­leşmesi değil, değişik üretim süreçlerinde nesnelleşen yasaları kavrayabilecek genel bir eğitim almasıdır. “... Sistematik ve temelli biçimde kazanılan eğitim, gerçekten daha sonra her insana, kendini çağdaş (abç) olarak yetiştirme olanağı sağlamaktadır. Bu kişisel bilgiyi sürekli değişen koşullar, işye­ri, toplumsal, teknik ve bilimsel yaşamın değişebilirliği açısından kişisel nitelikleri ar­tırmak yeteneğini ve olanağını dile getirir.’"Politeknik eğitim bireyin meslek değiştirme­sine zemin hazırlayarak onu tekyönlü ge­lişmeden veya diğer yeteneklerinin körelmesinden korur ve çokyönlü gelişimi­ni sağlar. Üretimin insanı makineleştirme­sinin üstesinden gelir böylece. İşgücünün kısalmasıyla doğan boş zamanın verimli, insancıl bir biçimde harcanmasını sağlar. Değişik eğitim dallarının sentezi, iş gü­vencesi, iş sağlığı konusunda bireyin bilinçlenmesini sağlar ve ona üretim süre­cini denetleme olanağı verir. Eğitim süre­cinde öğrencinin yönetime katılması bu ya- ratacılığa katkıda bulunur. Politeknik eği­tim kendi iç örgütlülüğü ve mantığıyla bi­reyi yaratıcı kılar. Politeknik eğitimin iç mantığı belirli bir plan uyarınca- ki bu eği­tim planlı ekonomiye yani sosyalizme dayanır- bir mantıksal sıra içerisinde, zor­lukların basamak basamak yükseltilmesi te­melinde yükselir. Politeknik eğitim sadece teknik eğitim dallarını kapsamaz, doğa- matematik ders dallarıyla, tarihsel- hümanist ders dalların; sentezleştirir. Birey sınıf dersinin yanı sıra atelyede, labaratu- arlarda ve oluşturulan üretim-hizmet birim­leri içinde eğitim görür. Bu üretim-hizmet birimleri bireyin küçük yaşlarda toplumsal açıdan yararlı iş yapmasına ve bireyin ken­dini toplumun bir üyesi olarak algılaması­na neden olurlar. Böylelikle sınıflı toplum­da okulla yaşam arasında doğan karşıtlık ve yabancılaşma aşılarak, öğrenci saksıda yetişen çiçek olmaktan kurtulur. Okul ya­şama yaklaştmlır. “Okulun yaşama yaklaş- tırılması, çocuk ve gençlere teknikte nes­nelleşmiş doğa yasalannı, teknik tarafın-

Page 33: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

dan biçimlendirilen toplumsal ilişkileri ve çağdaş toplumun ekonomik hareketlili­ğini. bulup ortaya çıkarma olanağısağlar.”10

Burada sadece kapitalizmin insan kişili­ğinde yarattığı tahribatın ve eğitim çıkma­zının temelinde yatan çelişkiyi seçeneğiyle birlikte kısaca belirtmekle yetindik. Ülkemi­zin orjinal gerçekliği içinde sorunun aldığı biçimleri ve bu temelde yükselen üniversi­te problemini irdeleyeceğiz şimdi de.

E- Kendi Gerçekliğimiz ve Eğitim

Bizde eğitim sorununun aldığı biçimleri anlayabilmek için şu iki gerçekliği vurgula­mak gerekli: Sosyo-ekonomik yapımız veya geri üretim koşullarımız ve emperyalizmle ilişkilerimiz.

Osmanlı İmparatorluğunda semiren tefeci-bezirgan sermaye, devleti haraca ke­serek ve üretimin gelişiminin önüne set çe­kerek, toprak ekonomisini çökertir. Başlan­gıçta tüm Müslümanların malı olan toprak özel mülkiyete aşırılır, toprak gelirlerini ele geçiren tefeci - bezirgan, eşraf - ayan - mül­tezimler ayni rantın nakdi ranta dönüşme­sini engelleyerek kapitalist ilişkilerin serpi­lip yaygınlaşmasını engeller. Karikatür­lerimizde üstü fraklı altı şalvar çarıklı giri­şim gücünden yoksun bizim bize benzeyen burjuvazimize dönüşen bu tefeci- bezirganlar, kapitalizmin yavaş, kahredici, sancılı gelişimine neden olur.

Bu arada Avrupa’da kapitalizm alabildi­ğine gelişir, sınırlarının dışına taşar kendi­ne yeni pazarlar arar. Marks’m kapitalizm için öngördükleri, emperyalizm olgusuyla dünya ölçeğinde belirir ve modem toplum­daki emek sermaye çelişkisi sömüren emperyalist ülkelerle, sömürülen geri üre­tim ilişkilerine sahip ülkeler arasında, ulus­lararası planda ortaya çıkar. Bu olgu kaçı­nılmaz olarak Osmanlı İmparatorluğunu ve sonrasında Cumhuriyet Türkiyesini etkisi­ne alır. Osmanlı çökkünlüğü içinde emper­yalizme sarılıyor ve emperyalizm hazretle­ri payitahta taht kurar. Ve kendisi gibi asa­lak. gerici tefeci-bezirgan sermayeyle üstüs- te biner.

Eğitimin modernleştirilmesi denemeleri işte bu koşularda başlar. Çöken imparator­luğun ölümüne ilaç olarak sunulur. Ama kapitalizmin kendisinden bile, onun az ge­lişmişliğinden çekilenler çekilemez. Ve sosyo-ekonomik yapıdaki bu sancılı, kah­redici yavaş gelişim olduğu gibi eğitim prob­lemine de yansır.

Bizde modern anlamda eğitim ıslahat hareketleriyle başlamış olsa gerektir. Bath nın nesnel koşulları din kurumlan dışında laik eğitim kurumlarının oluşmasına ve ge­lişmesine zemin hazırlarken,- Osmanlı İmparatorluğu bu sürecin dışında kalmış­tır. Fakat özellikle yönetici kadroda bu eği­tim eksikliği şiddetle gözlenebiliyordu. Za­ten ordu ve donanmaya subay ve memur yetiştirmek için 1727’den sonra sivil eğitim kurumlan açılmaya başlamıştı”11 İlk ıslahat girişimleri imparatorlukta ordunun taşıdığı önemli rol itibarıyla orduya yönelik olmuş, eğitimin modernleşmesi ordu da başlamış­tır. 1908 ve 1923’te ordunun ve ordu men­suplarının oynadığı önemli rol eğitiminin önemini göstermektedir. Modernleşme ha­reketi zamanla ordunun dışına çıkmış, mu­allim mektepleri, rüştiyeler, idadiler açılmış­tır. Batı benzeri bir gelişim süreci dışında kalmamız, ikiyüz yıl öncesine uzanan bir iki­liğe yol açar eğitimde. Eğitimin Türkiye’de ileri-geri kavgasının göstergesi olduğu söy­lenebilir rahatlıkla. Bir yanda Ortaçağ zih­niyetini kafasından atamamış her yeniliği karşı atakla gidermeğe çalışanlar ve böy- lece kendi konumlarını sağlamlaştıranlar,

diğer yanda Türkiye’nin aydınlaşmasını ve modernleşmesini, isteyenler. Sosyo­ekonomik yapıda köklü bir dönüşümün ol­mamasının eğitimdeki sonuçları bu gerçe­ği anlatır ve gericiliğin egemenliğinin yarat­tığı tahribatı gösterir. “Ancak medreseler­de bir reform yapmaya kimse cesaret ede­memekteydi... 1908’e dek medreselerde re­form gündeme getirilmedi” 12 “1824’den beri ilköğretim için harcanan emeklerin so­nucu bu idi. 1934 tarihine kadar 110 yıl uğ­raşılmasına, milyonlar harcanmasına rağ­men, şehirde ve köyde ilköğretim gerçek- leştirelememişti.” 11 Örnekler çoğaltılabilir. Ancak bu iki alıntı. Türkiyede eğitim soru­nun kapitalizmin veya sanayileşmenin do­ğurduğu yabancılaşmadan önce ülkenin sanayileşme sorununun çözülmesini gerek­tirdiğini gösteriyor. Eğitim açısından bu ge­rekliliğinin temel nedenlerini şöyle sırala­mak olanaklı.

Sanayinin gelişmemesi, bilimin gelişimi­ne ket vurur ve bilim üretilemez olur.

Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun kırlarda olması, kentleşme oranın ilk za­manlarda düşük oluşu ve sonrasında or­taya çıkan çarpık kentleşme veya gecekon­dulaşma ilköğretimin bir sorun olarak var­lığını sürdürmesine neden olur. Kırda tefeci-bezirgan ilişkilerin hakimiyeti ve bu­nu çözecek olan toprak reformunun engel­lenmesi, modern tarımın gerektirdiği mo­dern insanı yetiştirecek eğitimi ve eğitim de­nemesini engeller. Gıdım gıdım gelişen montaj sanayii verilen parçaları biribirleri- ne eklemeyi öğretmek dışında başka bir- şey vermeyen bir teknik eğitim tipi gelişti­rir. Kurulan teknik liseler, politeknik eğitim kurumlarıyla karıştırılır çoğu kez. Biraz da bilinerek yayılır bu yalan. Oysa ülkedeki teknik liselerde her ayrı bölümde, ayrı bir dalda mesleki eğitim verilir. Politeknik eği­tim ise mesleki eğitim değildir. Meslek ön­cesinde bireye tüm yeteneklerini çok yön­lü geliştirme olanağı veren tarihsel- hümanist ders dallarını içeren bir eğitimdir. Türkiye’deki teknik meslek iiselerindeki eği­tim sözcüğün tam anlamıyla mono-teknik eğitimdir. “Bu kurumlarda Türkiye’de ba­ğımsız bir üretimi gerçekleştirecek şekilde bir öğretim yapılamaz. Aksine olarak dışa- nya bağımlı bir üretimin bilgileri öğretilir (...) öte yandan Türkiye’de yine binlerce olan makina, mühendis ve yüksek mühendis en basit biçimde bile bir motor üretememek- tedir.”14 Teknoloji üretememek, üniversite hocalarını bile emperyalizmin teknikerleri­ne dönüştürür. İstihdam olanağı yaratma­yan üretim yapısı sokağa diplomalı işsiz dö­ker. Liseyi bitiren büyük bir umutla üniver­site kapısına yığılır. “Eğitimin toplumumuz- da sınıflar arasında işleyen ender asansör­lerden biri oluşu” 15 sınıf atlama motivas­yonuyla bu yığılmaya katkıda bulunur. Bu olanakta'n yararlanan ise üniversite giriş sı­navlarına başvuranların % 20’si bile değil­dir. Çarpık eğitimin ürettiği kalitesiz eleman dönüp eğitimi kalitesizleştirir yine. Öğret­menlik mesleğinin cazip bir meslek olma­yışı eğitimin kalitesinin düşmesine yol açar. Üniversite giriş sınavlarında öğretmenlik mesleğine yönelik tercihler son sıraları alı­yor. Bilgi seviyesi eğitim sisteminin çarpık­lığından ötürü düşük olan öğrenciler zorun­luluk karşısında öğretmenliğe yöneliyorlar.” Öğretmen adayları, mesleği ekonomik ka­zanç, mesleki prestij, toplumu etkileme gü­cü ve kişisel doyum açısından değerlendi­rirken öğretmenliğin bugünkü halinden memnun olmadıklarını söylüyorlar.”15. Bütçenin yarısına yakını askeri giderlere harcanırken, eğitime % 15’lik bir pay ayrı­lır. Ülke içinde çalışma ve kendini geliştir­me olanağı bulamayan beyinler emperya­list ülkelere göçerler. Şu rakkamlar emper­

yalizmin beyin sömürüsünü açıklıkla ifade ediyorlar. Amerika’da “1985/86 ders yılın­da mühendislik bilimlerindeki doktoraların % 55’i fizik ve biyoloji bilimlerindekinin yak­laşık dörtte biri yabancılara ait. Ünlü üni­versitelerde her dört öğrenciden biri yaban­cı uyruklu”10 “1968 yılında Türkiye’nin 2243 Doktoru, 975 Mühendisi ve 245 bi­lim adamı yurt dışında çalışıyordu 17”

Bütün bu gerçeklikler beraberinde tutu­cu kültürden kopamayışı ve ortaçağ zihni­yetinin terkedilemeyişini getirir. Kültür boş­luğunun yarattığı çözümsüzlük eğirim çık­mazının aşılmasında önemli bir engeldir. Hele hele eylül faşizminin ne idüğü belir­siz Türk-İslam sentezi saçması bu geriliğin tuzu biberidir. Dipten gelen dalganın sar­sıntısıyla ödü kopan finans-kapital, eğitimin yozlaştırılması, kafaların hurafelerle doldu­rulması ve kendine Haşan Sabah’ın fedai­lerini aratmayacak fedailer yetiştirme sev­dasıyla öğretim kurumlarını ortaçağ örüm­ceklerinin ağlarına terkediyor artık. Kendi çocuklarını özel kolejlerde eğitim, Avrupa standartlarına göre yetirtirmeye çalışanlar halk çocuklarına imam hatip liselerinin ka­ranlığını reva görüyorlar. Eğitim kurumla- rına gericileri dolduruyor, çağa ait modern ne kalmışsa eğitim kurumlarında kapı dı­şarı ediveriyorlar.

Bu gerici eğitimin yöntemi, kapitalizmin anayurdunda 19 yy.’daki eğitim yöntemi­dir hâlâ. Emperyalizm tüm asalaklığına rağ­men yeni yöntemler geliştirmiş ama biz ar­kadan nal toplamışızdır. Bütünüyle ezber­ci, yaratıcı olmaktan uzak, olur olmaz bil­gilerin kafalara ansiklopedik bir biçimde yerleştirilmesi ile karakterize bir eğitimdir bu. Ders süreci bütünüyle öğretmenin de- netimindedir. Zorunlu ders kitabı —ki Türk- İslam rezaletiyle doludur artık— ve zorun­lu ders programı öğretmenin bu pederşa­hi konumunu güçlendirir. O “duvardaki tuğladır” Biribirinden soyutlanan dersler ka­lıplanmış bilgileri aktarıp durur. Ders bütü­nüyle bir lafazanlığa döner. Ezberci eğitim bilgiyi biriktirir, stabilize eder, sağlamlaştı­rır, öğrenciyi inekleştirir, ders sürecini mo­notonlaştırır, okulu yaşamdan koparır, dü­şünme yeteneğini sıfırlar. Üretimle iç içe, yaşamın gerçeklerini çocuktan saklamayan ve sorunlara sahip çıkmasını sağlayan bir eğitim geçmelidir bu Osmanlı’ya kapıkulu yetiştirmekten kalan molla yöntemi yerine. Böyle bir ilköğretim ve ortaöğretim süzgecin­den geçip gelenlerle dolan üniversitelerde evet hocamcı sallabaşların olması kadar do­ğal ne var. Eğitim sistemimiz sallabaş ye­tiştiriyor ve eğitim bütünsel bir bakışla ele alınmadığı, seçenekler böyle bir bakış açı­sıyla geliştirilmediği, üniversite yaşamdan koparılıp farklı farklı çözümler sunulduğu sürece bu böyle olacak. Süreci değiştirme­nin koşulu gerçek bir sanayileşme, toprak reformu, emperyalizme bağımlılığa son ver­mektir. Halkın demokratik iktidarı yapabi­lir bunu ve bu iktidar yaratıcı çağını bilen, sorunlara sahip çıkan insanlar ister, onlara dayanır.

F - Köy Enstitüleri:Tarihimizde ileri-geri kavgasında politek­

nik eğitimin çekirdeği, öntipi sayılabilecek olan ileri bir atılımdır köy enstitüleri. Ve ülke gerçeğinden yola çıkılarak kurulmuş olma­nın doğruluğunu taşırlar. Geçmişte olum­lu bir örnek olmanın ötesinde geleceğe ışık tutacak bir deneydir bu başarısızlığına rağ­men. Hele hele kendi zamanlarında nüfu­sun % 70-80’nin kırda yaşadığı düşünülür­se önemi daha iyi kavranır.

Köy enstitüleri iş içinde eğitim ilkesine göre örgütlenmiş, modern tarımcılığın ge­rektirdiği insanı yetiştirmeyi amaçlamıştır.

Devamı 45. Sayfada 33

Page 34: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

34

12 EYLÜL VE KADIN1980’den bu yana kadın hareketinde

meydana gelen değişimleri anlayabilmek, ancak sekiz yıllık ekonomik, sosyal, kültü­rel olarak toplumda meydana gelen “dö­nüşümleri” çözebilmekle olanaklıdır. Çün­kü ancak ve ancak bu dönüşümlerle ka­dın hareketinde başlayan yeni oluşumlar anlaşılabilir. Neden-sonuç ilişkisi içinde ku­rulan diyalektik ikilem bizi ister istemez bu­na yöneltiyor. Öncelikle sekiz yıllık dönü­şümü anlayabilmek için ana başlıklarla 24 Ocak ve 12 Eylül “kararlannm” tarihi sonuç­larına bir göz atalım:

24 Ocak ve 12 Eylül; başlangıç öncesi ve sonrasında bir sınıfın eseri olmuştur. Türkiye’deki tüm oluşumların ve tarihin mantığının önündeki başbelası asalak fi- nans- kapital daha 1977-78’lerden itibaren Türkiye’de başgösteren “sermaye birikimi krizine” çözümler önermeye başladı. Çok ilginçtir ki, finans-kapitalin sözcüsü TÜSİ- AD, yayınlarında birikimdeki tıkanıklığı gi­derici çeşitli önerilerde bulunurken, ulus­lararası finans-kapitalle üst üste düşüyor­du. Sermaye, doğası gereği emeğe saldın- sını sadece Türkiye’de yürürlüğe koymadı 1980’li yıllarda... Esasen uluslararası alan­da da başgösteren kriz sınıflama anlamın­da sermayenin topyekûn emeğe “taarruz etmesini” gündeme getiriyordu. Özünde Friedman’m akıl hocalığını yaptığı yeni mo­delde yine emeğin artı-değerinden topla­nan fonların kullanıldığı eğitim, sağlık har­camalarının kısılması ABD ve İngiltere’de de söz konusu olurken bizde taarruzun bo­yutları daha da ileriye götürüldü: 12 Ey­lülle finans-kapital tüm alanlarda re- organizasyona gitti.

Artı-değer "üreten mikanizmaların eski­mesi finans-kapitalin önüne “artı-değer pas­tasını nasıl büyütürüm?” sorusunu günde­me getirdi. 1980’lere doğru devrimci dal­ganın giderek kabarması ve muhalefetin halkın bütün kesimlerine hızla yayılması bu soruyu gündeme getiren asal etkenlerden­di. Kısaca anlattığımız bu temel nedenle­rin sonucunda 12 Eylülle varlık bulan ve yürürlüğe giren 24 Öcak kararlan, bugün bakıldığında kısaca şu sonuçlara yol açtı:

• Milli gelir rakamlarına bakıldığında üç kategori olarak sıralanan kâr-faiz-rant, ücret- maaşlar ve tarım kesimi gelirinde bü­yük bir “alış-veriş” oldu. Kâr-faiz-rant hane­sine özellikle maaş-ücretliler hanesinden sekiz yılda yaklaşık 50 trilyon liralık bir ge­lir transferi yapıldı. Maaş-ücretlilerin yara­tılan her 100 liralık değerden aldığı pay 1980’lerde yüzde 45’leri bulurken bugün bu rakam yüzde 15’lere kadar geriledi. Cebi­mizdeki her yüz liranın 85 lirası parababa- larınm ihracat teşviklerine ya da gene pa­ra babalarını desteklemek için devletçe oluşturulan çeşitli fonlara akıyor, çoğunlu­ğun ödediği vergi dilimi büyüyordu.

• İşçi sınıfı, emekçi kesim yoğun sömü­rü altında ekonomide ve siyasette, hızla “yeni düzene” adapte ettirilmeye çalışılırken, orta kesimler de, 24 Ocak kararlanndan 12 Eylülden hemen sonra nasibini aldı. Ban­kerlik faciasıyla orta kesimin “fazlalıkları” alındı

• Siyasette ise 1980 öncesinde başgös­teren sınıfsal kopuşmaların önüne set çe­kilip, belli sınıf ve ara tabakalar “kaynaştırılmaya” çalışıldı. “Milletin bütünlüğü” sloganı ile sınıf konuşmalan giz­lenmek istendi. Finans-kapitalle işçi sınıf ve

emekçi kesimler arasında derinleşen çeliş­ki ve mücadeleye tüm olayların “dış mihrakların” kaynağı “terör odaklarının” üzerine gidildi. Onbinlerce insan işkence tezgâhından geçirilip, süratle tamamlanan yargılamaların sonucunda idam edilirken, insanlarda kendi konumlarına karşı bir ya­bancılaştırma politikası göze çarpıyordu.

Finans-kapitalin yeni düzeni kurulurken tüm bu sıraladıklanmızı yapabilmek için çe­şitli araçlar kullanıldı. Bunları kısaca sıra­larsak; 12 Eylül sahnesinde boy gösteren yeni partiler, YÖK, YHK, Anayasa (her alandaki yeni yasal düzenlemeler), sosyal yaşamda insanlara verilen köşe dönme fel­sefesi, kitap yakarak-yasaklayarak kültür- süzleşme, arabeske resmi elbiseyi giydirmek vb... Tüm bunların sonucu oluşan depoli- tizasyonla siyaset de artık “tekelleşti” ve beş- on parababasının tekeline girdi. Ancak çok partili döneme geçişle ülkede demokrasi­nin havasına geri dönülmeye başlandığı ispatlanmalıydı. 12 Eylül’le kapatılan mal varlıkları hâzineye aktarılan tüm demokra­tik kitle örgütlerinin yerine yenilerinin oluş­turulmasına “izin” verildi. Ancak kitle örgüt­lerinin yasalarla elleri-kolları bağlanmış ve baş ağrıtmayacak hale getirilmişti. İşlevler yerine getirilmeye çalışıldığında ise polisin copu, ‘adaletin pençesi’ demokratik kitle ör­gütlerinin yönetici ve üyelerinin ensesinde bitmekte gecikmiyordu.

Yeni düzene yeni insan tipleri gerekiyor­du. İthalatı “serbest” bırakmakla lüks tüke­tim alışkanlığını yaymaya çalıştılar. Arsa, al­tın ve dövizde de serbestliğe giderek her­kesi birer “ekonomist”, diğer deyimiyle bi­rer vurguncu, uyanık, asaiak haline geti- reye çalıştılar. Artık devlet baba imajının da yıkılması gerekiyor, bu imaj yıkılırken ka­mu yatınmlarınm kısılmasına gerekçe oluş­turuyordu. “Her şeyi devletten bekleme, kendi okulunu kendin yap” sloganıyla eği­tim, sağlık hizmetlerine giden az da olsa pa­ranın parababalarmm hayali ihracatlarının vergi iadelerine gitmesini sağladılar. Ve belki de hepsinden önemlisi “can ve mal güvenliğinizi istiyorsanız, 12 Eylül öncesi­ne dönmek istemezsiniz, değil mi?” tehdi­diyle “kaynağın çürümesi,kopuşmanın ye­niden uç vermesi önlenmeye çalışıldı.

Bütün bunlar her alanda olduğu gibi kendisini kadın hareketi üzerinde de etkin kıldı. 1980’den sonra kadın hareketindeki büyük dönüşümün anlamını, işte bunlarla birlikte düşünebildiğimiz zaman anlayabi­liyoruz. Ancak 12 Eylül öncesinin bugüne bıraktığı kadın hareketi mirası ya da “mirassızlığı” üzerinde durmamız gerekiyor.

Genel bir yaklaşım yapmak gerekirse, bazı hareketlerde başgösteren “kadın kolları” da sonuçta mücadele hattının bir dalı, bir sek­siyonu olarak görülüyor ve pratikteki işle­vi de bu oluyordu. Bağımsız olarak kuru­lan yapılar ise ilk elde bağımsızlıklarını yiti­riyor, kadın hareketini bağımsız olarak oluş­turmak bazı çevrelerce lüks, bazılarınca da geri bir zemin olarak niteleniyordu. Çokça bilinen yaklaşım ise “böylesine sıcak bir mü­cadele döneminde kendi canını korumak için savaşan kadına, kadın hareketi konu­sunda propaganda yapmak olanaksızdı” şeklindeydi. Bağımsız bir kadın hareketi ge­leneğini oluşturmak ve geleceğe miras bı­rakmak yolundaki adımsızlıklan bir yana bı­rakıp siyasi çevreler arasındaki kadın erkek ilişkilerine baktığımızda tabular karşımıza çıkmakta. “Bacılık” kadın ve erkek arasın-

GÖKÇE DEMİRdaki ilişkinin boyutlarını belirliyor ve siyasi ilişki gereği insanların evliliklerine ve hatta doğurdukları çocuklara bile kendi inisiyatif­leri ile tavır koymaları engelleniyor, müda­hale dışarıdan yapılıyordu. Ya da pek çok kadın siyasete bir erkek eliyle bulaşıyor, ka­dın olduğundan dolayı geri işlerde yoğun­laştırılan kadınlar 12 Eylülden hemen sonra feminist karakterle karşımıza çıkıyorlar.

Bir yanda ye-ralan “teorik yoksulluk”, öte yanda müca­delenin vardığı boyutta bir çok hareketi ha­zırlıksız yakalaması kadın sorununun bugün olduğu gibi detaylı bir şekilde ele alınma­sını engellemişti.

12 Eylül öncesinde kadına saldınsını son derece ve sinsice ve derinden sürdüren burjuva ideolojisi 12 Eylül sonrasında ilk ce­zalarından birini ailelere, aile içinde doğru­dan kadına verdi. Kadına yönelik saldın çok yönlüydü:

• Kadın anne olarak iyi evlât yetiştireme- diği için ceza çekmeliydi.

• Kadın iyi bir ev kadını olarak enflas­yon, işsizlik sonucu ağırlaşan geçim koşul- laının tüm yükünü omuzlannda taşımak zo­rundaydı.

• Kadın, parababalannm aile içindeki tü­ketim ajanıydı. Çelişkili gibi görünse de so­nuçta ürününü satmak zorunda olan ka­pitalist doğrudan kadına yöneliyordu.

• Kadın ailenin kutsallığının güvencesiy- di ama giderek artan yoksullaşma sonucu sokaktaki vesikalıların sayısı kabarıyordu. Gazeteler evli kadınların geçinebilmek için fuhuş yapmak zorunda kaldıklarını anlatan haberlerle doluydu.

Bunları biraz açacak olursak şunları gö­rürüz. Hazırlanan her 12 Eylül programın­da tek tek kandırılmış kişiler, gençler top­lumsal muhalefetin önünde bir paravan olarak kullanılırken, gizliden sinsice ve ni­hayet açıkça aileye ve aile içinde anneye fatura çıkarılıyordu. Anneler çocuklarını iyi yetiştirmeyip onlara sahip çıkmıyor; onlar da terör odaklarının maşaları oluyorlardı. Bu faturanın sonucunda ezilen kesimler içinde en çok küçük burjuvazi ideolojik sal­dırının meyvelerini veriyordu. “Mal ve can güvenliği ve kandırılmış evlatlar” sloganıy­la küçük burjuvazinin kaypak, muhafaza­kâr ve korkak yapısı daha da pekiştiriliyor, emniyet sübabı olan bu sınıfın kadınları ye­tiştirdikleri çocuklarla sözkonusu sübabın devamlılığını sağlıyorlar.

Genelde anneye çıkanlan faturanın mey­velerini belki hepimiz kendi evimizde, ken­di evimizde değilse de yanıbaşımızdaki ev­lerde görebiliriz! Giderek gericileşen, hatta “oğlunu, kızını ihbar etme” şerefsizliğini bi­le gösteren anne ve babalar. Bunun teme­linde 12 Eylülün uzantısı, ruhu ve korku­su yatıyor. 12 Eylül, uzanamadığı yerlerde kendi temsilcilerini birer birer yetiştirme ba- şansını gösteriyor. Anneler, her evde nere­deyse kendi oğlunun ve kızının birer ajanı, bekçisi oluyor. İşte, kadına ideolojik saldı­rının getirdiği en büyük tahribatlardan bi­risi buydu..

Ekonomide giderek artan yoksullaşma da kadında ve ailede büyük çöküşlere yok açıyordu. Kadınlar bir yandan başta TV ol­mak üzere kitle iletişim araçları ile tüketi­me tahrik edilirken, bakkala-markete-pa- zara gittiğinde “satın alamama” çelişkisi ile karşılaşıyordu.

Daha ucuzunu bulmak için daha çok ta­ban tepiliyor ya da sebze meyve ihtiyacı dö-

Page 35: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

külen pazar artıklarından karşılanıyordu. Çünkü kadın, eşiyle ortak kazandıkları ya da salt eşinin çalıştığı parayı yetirmek zo­rundaydı, bu onun işi idi. Bu çöküşün kar­şısında öğütler boldu. Gazetelerin kadın kö­şelerinde yenilenen eskiler ya da sapma ka­dar yemek yapılabilen gıda maddeleri bili­nen adıyla mercimek kampanyalan kadının aile içi düzeni sağlamasında imdadına ko­şan araçlardı. Ayrıca yeni bir slogan gün­deme geliyordu “kendi yaşlına kendin bak”. Ağırlaşan ekonomik şartlan birlikte göğüs­lemeleri için geniş aile özendiriliyor, aslın­da devletin sosyal güvenlik açısından gö­revi olan yaşlılara bakma işi çocuklara yük­leniyordu. TV dizilerinde anneanneler ve dedelerle mutlu yaşam sürdüren aileler iş­leniyor, yaşlısını sokağa yani huzurevine atan çocuklar lanetleniyordu. Ekonomik açıdan yararı olan geniş aile içindeki yaşlı­lar geleneklerin devamlılığının sağlanması görevini de yükleniyorlar ve böylece aile içi muhafazakâr kanat da tamamlanmış oluyor­du.

Ekonomik çöküşü yaşayan kadınlann bir diğer alternatifi de sokaklardı. Ama sokak­lar her kadına açık değildi. Kazancını ver­gilendiren, yani vesikalanan kadınlar çalı­şıyor; vesikasızlara hayat hakkı tanınmıyor­du. Çünkü vergilendirilmiş kazanç kutsal­dı! ve en çok vergi ödeyenler arasında gi­ren ‘genelev mamaları’ sıradan bir ticaret adamı olarak değerlendiriliyordu.

Aile içinde başlayan yeni bir olay da ka­dının ezilmişliğinin artmasıydı. Kadın çalışsa da çalışmasa da evde erkeğini memnun et­mek, onu hoşnut kılmak zorundaydı. Sö­mürüden, baskıdan bunalan erkekler ka­dınlara öfkesini kusuyordu. Buna karşın ka­dın, erkeği uyumlaştırmak, onun dış dün­yasındaki stresi ev içinde yaşatmamak du­rumundaydı. Televizyon dizilerinde koca­sını gerginlikten kurtaran, sakinleştiren sü­rekli alttan alan neredeyse ev içinde psiko­log görevi yapan kadın tipleri işleniyordu. “Kocasıyla iyi geçinen” kadın tipi idealleş­tiriliyor, yüceltiliyordu.

Bir yandan kocalar evlerde kadına da­yak atarken ve onları her türlü yolla aşağı­larken, dışarıda da “tecavüz ve sarkıntılık” olayları artıyor, kadın cinselliği her yerde her şekilde kullanılıyordu. Kitle iletişim araçlarında, reklamlarda kadın cinsel nes­ne. oluveriyor kadın kendine giderek yaban­cılaşıyordu. Böylece kadın içte ve dışta tam bir çıkmaz içine giriyor, bu ise kadının 12 Eylülün yaratmak istediği yeni kadın tipi­ne uyumlaştınlmasını kolaylaştırıyordu.

Yalnız burada bir başka önemli nokta da­ha var. Kadın iç ve dışdaki duvara karşın evinde rahat oturamazdı. Ne yapıldı? Ka­dına piko yapmak, kasnak işlemek gibi “ev sanayii” olgusu benimsetilmeye çalışıldı. Çok da zor olmadı bu. Çünkü yoksulluk onbinlerce “ev proleteri” yaratma ya yeter- liydi. Ev sanayii, kadını belki de fabrikada­ki işçiden de çok sömürülmesine yol açı­yordu. Çünkü evdeki kadın örgütsüz, sen­dikasızdı. Evdeki kadın asosyalleştirilmeye çalışılarak diğer kadınlardan tecrit edilme­ye başlandı. Ev proleteri olmak kadının uf­kunu bir ölçüde genişletse de bu, örgütlü bir mücadeleye akmadığı için fazla etkili olamadı. Gerçi yüzbinlerce ev proleteri vardı ama bunların tümü “tek başınaydı”.

Saldırının siyasal yanı şu ana kadar an­latılanlardan daha çarpıcı bir şekilde sey­rediyordu. Kadınlar geç saatte sokaktaysa­lar gözaltına alınıp hemen bekaret muaye­nesine gönderiliyor ya da öğretmen kadın­lar, yurtta kalan öğrenci kızlar benzeri uy­gulamalarla karşı karşıya kalıyorlardı. Dev­let aradığı kocayı bulmak için kadının vaji­nasını kontrol ediyor ve kadının en özel ya­nma bile rahatça saldırabiliyordu. Düzenin kadın ve erkeğe eşit davrandığı tek yer iş­

kence tezgahlarıydı ancak işkence sırasın­da kadın, olmanın avantajlan sorgucularca iyi değerlendiriliyordu. Siyasi kimliği olan kadınlar bu kimliğe tek başına sahip çıka­mıyor, kamuoyuna sürekli bir siyasinin sev­gilisi, metresi ya da devrim nikâhlı karısı olarak sunuluyordu. Bu kadınların basın­daki adı ise “dişi militan”dı.

Kadına karşı son derece örgütlü bir mü­cadele sürdüren burjuvazi kendi örgütlen­mesini yaratmadan duramazdı. Ve 30 mi- lon TL.’lik bir sermaye aktarımı yapıldı, finans- kapitalin hanımlan can sıkıcı yaşam- lanndan papatya yapılarak kurtarıldı. Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı adı altında bur­juvazi kendi kadınları eliyle kadın anlayışı­nı yaymaya başladı. Bizlerin bugünkü ya­pısını reddettiğimiz evlilik kurumu, Vakfın Başkanı Semra Özal tarafından kıyılan top­lu nikâhlarla pekiştirildi, gezici sağlık ara- balanyla kadınların sağlık sorunlannm üze­rine gidildi. Bu arada vakfa üye olan ha­nımların eşleri Özal ailesiyle, vakıf aracılığı ile kurulan yakınlığı değerlendirmesini çok iyi bildiler. Çağdaş Türk kadınının simge- leştirildiği Semra Özal eşitlikten bahsedip aynı zamanda da kadının doğal ve hukuk­sal lideri olan kocasının elini öperek tüm Türk kadınlarına engin bir davranış biçimi sunmayı ihmal etmedi. Vakıf, kadının çağ­daşlaşmasını modern yaşamın gereklerini yerine getirmesini propaganda ediyordu ama asıl propaganda ne olursa olsun ka­dının kendini kocasına göre belirleme zo­runluluğu daha doğrusu kadınlık görevi idi.

İşte 12 Eylül sonrasındaki kadın pano­ramasından en çarpıcı örnekler. Kadın; ge­çim sağlayan kadın, evde erkeğini mem­nun eden kadın, çocuklarını gözeten on­ların ajanlığını yapan kadın, 12-16 saat ça­lışıp evde aynı tempo ile çalışmasını sürdü­ren kadın, sokağa dökülen kadın, cinselli­ğin öznesi ve nesnesi kadın, erkek egemen ideoloji karşısında savunmasız, onunla bü­tünleşen, bu ideolojinin taşıyıcısı kadın, an­cak bir erkeğe rağmen oluşan şekillenen kadın, vs... vs... Kadının kadın olmaktan kaynaklanan yükleri arttıkça 12 Eylül son­rasında ana çizgileriyle şu kadın tipleri ya­ratıldı.

Genelde apolitik;• Uyumlaştırıcı, birleştirici, ajan kadın• Çocuklannı ve kocasını politikadan

uzak tutan kadın• Kara ekonominin parçası ev proleteri

kadın• Fuhuşa sürüklenen, vesikalı-vesikasız

kadın• Çözümsüzlük sonucu dini değerlere

sarılan, giderek gericileşen kadın• Kendine ve çevresine yabancılaşan, in­

sani değerlerini yitirmeye başlayan “ailecil” yani evcil kadın.

Bu kara tablonun karşısında yeralan di­ğer bir tablo ise kadın sorunu etrafında çe­şitli teorilerle biraraya gelen kadınlar. 12 Ey­lül sonrasında kadın sorunu politik bir içe­rik kazandı. Başvuru kaynakları artıyor ve daha önceki dönemde son derece marji­nal bir grup olan feminist çevreler kadın so­rununun tartışılmasında ön ayak olmaya başlıyorlar. Çıkış olarak demokratik olan ancak bir yanıyla örgütsüzlüğü temel alan ve bir diğer yanıyla kadın ve erkeği karşı karşıya koyan feminist ideoloji gittiği yer ba­kımından geri bir zemine düşmekteydi.

Varolan depolitizasyon süresince ağırlık kazanmaya çalışılan feministlerin yanı sıra kadın sorunu 12 Eylül sonrasında çeşitli si­yasal çevrelerce de tartışılmaya, önemi kav­ranmaya ve geçmişe yönelik özeleştirilir ya­pılmaya başlandı. Varolan canlı tartışma or­tamı sonuçta bağımsız bir kadın hareketi .ya­ratmanın zorunluluğunu doğuruyor kadın çevresi ya da kampanyalarla sınırlı kalan fe­minist düşüncesinin karşısında biçimi ve

içeriği demokratik kitle örgütüne denk dü­şen ya da düşmeyen kadın dernekleri ku­ruluyordu. İçerik bakımından farklı bir ya­zının konusu olan bu yapılanmaları irdele­meyi bir yana bırakıp kısa bir değerlendir­me yaptığımızda 12 Eylül sonrasında ka­dın sorununa bilinçli bir müdahalç olduğu­nu görürüz.

Ancak 12 Eylül sonrasında bilinçli mü­dahalenin olmadığı dönemlerde kadınlar varolan baskı sonucu çeşitli noktalarda ken­diliğinden bir politikleşme dönemine girdi­ler. Tutuklanan binlerce insan ve çocukla­rının cezaevinde karşılaştıkları uyguglama- ları protesto etmek ve tüm anti propagan­daya rağmen siyasi tutuklularına sahip çı­kan aileler. Ancak bu aileler içinde analık durumundan dolayı kadınlar öne çıkıyor ya da çıkarılıyordu. Analıktan dolayı daha yu­muşak yaklaşan düzen anaların politik ka­rarlılığı karşısında pençelerini daha fazla giz­leyemiyor 1987’de Didar Şensoy’un ölümü ve 1988’de halen süren 1 Ağustos genel­gesine karşı yürütülen mücadelede anala­rı coplayan tutuklamaktan geri kalmıyor­du. Başlangıçta çocuklarından dolayı mü­cadele eden kadınlar süreç içinde hızla po­litikleşiyor ve analıktan dolayı mücadele et­me itkisi önemini kaybediyordu.

Öte yandan kendi sorunlarına kendileri sahip çıkmaya çalışan kadınlar gecekondu bölgelerinde boy veriyordu. Evlerinin su­yu, elektriği, kanalizasyonu için kendilikle­rinden direnen kadınlar, ev yıkımlarında dozerle, jandarma ve polisle ön saflarda di­dişiyordu. 12 Eylül öncesinde gecekondu­larda devrimcilerle direnen kadınlar 12 Ey­lül sonrasında kendiliklerinden direnişe ka­tılıyor ve her fırsatta düzenle olan çelişki­lerini gündeme getiriyordu.

12 Eylül sonrasında kadın açısından ya­şanan kaos, varolan örgütlü saldırıya karşı işçi, emekçi, küçük burjuva kesimlerinden gelen kadınları birarada davranmaya itiyor ve bunun sonucunda bağımsız demokra­tik bir kadın hareketini oluşturmanın zorun­luluğu bir kez daha karşımıza çıkıyor.

Eşitsizlikler üzerine kurulu bir toplumu değiştirmek tüm ezilenlerle ortak hareket etmeyi zorunlu kılyor. Kadın erkek birlikte müadele edilecek ama kadın olarak yaşa­nan sorunların özgüllüğü görmezlikten ge­linmeden. Birlikte olunacak ama toplum­daki tüm baskıların ayrımcı uygulamaların temelinde sömürü olgusunun yattığı biline­rek. Tarihte kadınlann ezilmediği ve aynmcı uyggulamalarla karşılaşmadığı bir toplum düzeni varoldu. Bundan sonra da varola­cak. Ancak kadınların çabası, katılımı ve mücadelesiyle. Bu uğurda kadın olarak ya­pılacak çok şey var. Ortak sorunlar varsa ortak çözümlerde olacaktır. Ayrı ayrı değil, tek başına değil, örgütlenerek bağımsız bir hareket oluşturarak birlikte. Toplumdaki di­ğer eşitsizlikler görülmeden kadın olarak yaşanan sorunlar kavranamaz. Kadını çöz­mek onu toplumun bir parçası olarak ele almaktan geçer. Korkusuyla, rujuyla, zayıf­lığı ve edilgenliğiyle bir kadın dünyasına ha­yır... O halde sömürüye dayalı ilişkilerin yal­nızca bir yansıması olan erkek egemen ide­oloji yok sanılmadan örgütlü ve bağımsız bir kadın hareketi oluşturulması kaçınıl­mazdır.

Amaç kadının siyasal bilinç alması, kendi mücadelesini yaratması, demokratik nite­likteki her hareketi desteklemesi, destek­ler konuma yükseltilmesi, günlük yaşantı­sında toplumsal mücadele pratiğinin varol­duğu her alanda bulunmasının önünün açılması ve kendini sosyalist toplumda da var edecek uzun erimli bir kadın mücade­lesi geleneğinin yaratılmasıdır.

Öyleyse sözü Clara Zetkin’e bırakalım: Kadınlar, uyanın, harekete geçin, sava­şın..... 35

Page 36: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

SAVAS TEORİSİ ÜSTÜÑE

Bundan önceki çalışmamızda “Savaşın insanlığın tarihi içindeki yerfni ele alıp in­celemiştik. Bu çalışmamızda savaşın ken­di özgül yasalarını araştırıyoruz, inceleme konusu savaş olunca konuyu bu yanıyla ele almamak büyük bir eksiklik olacaktı. Kaldı ki savaş askerlik bilimiyle uğraşan pek çok savaş teorisyenince bir güzel sanat olarak tanımlanmaktadır. Yani savaşı kendine has yasaları olan bir güzel sanat oluşu açısın­dan da inceleyip, üzerinde çalışmak ve bir­de bu yanıyla düşüncelerimizi tartışmaya açmak gerekmektedir.

Savaş konusuna yaklaşırken özenle ka­çınması gereken temel bir husus daha var­dır. Bu husus en baştan belirtilmeli ve üze­rinde en çok kafa yorulan yan olmalıdır. Savaş konusunda ne kadar inceleme araş­tırma yaparsak yapalım, hatta yoğunlaşmış tüm deneylerin yardımıyla yeni düşünce­ler ileri sürelim bunlar savaş hakkında bir fikir verse de, savaşın kendisini tam anlamıyla anlamamızı, öğrenmemizi, iyi bir savaşçı ol­mamızı sağlamakta yeterli olamaz. Savaş kavramı, çeşitli yanlanyla teorik açıdan ele alınabilir, çeşitli tanımlamaları yapılabilir, hatta bu teorik izahlann, pratiğe hazırlık an­lamında, eğitim, tatbikat, planlama vb. ça­lışmaları yürütebilir, ama bunların hiçbirisi savaş sahnesinin bizzat kendisi değildir. Sa­vaşın, en güçlü kavranabileceği ve savaş­manın en iyi bir biçimde öğrenebileceği yer ancak bizzat savaşım içinde yer almak ola­bilir. Bu anlamda savaş olgusuna yaklaşır­ken onun yasalarının ve bu yasalara göre gidişatının nasıl olabileceğini ancak savaş pratiği içinde kavrayabilir, öğrenebilir ve güçlü bir biçimde yaşama geçiren savaşçı­lar olabiliriz. Bu konuda, yazılabilen yazı­lar, eğitim, tatbikat, planlama vb. tüm un­surlar bizi böylesi bir savaş sahnesi içine gir­meye, bu konuda azami bir perspektif al­mamıza hizmet edebilir. Bunun ötesinde sorunun salt düşünsel faaliyetle, teoriyle ay­dınlanabileceği, kavranabileceği iddiasında bulunmak abesle iştigal etmek demektir.

Savaş sosyalizminin tanımı; herşeyin savaşın emrine verildiği bir sosyalizm olarak

yapılabilir. Ve savaş o kadar değiştirici dönüştürücüdür ki, bırakalım ekonomi,

politika vb.’lerini günlük ilişkileri, kılık kıyafeti, hareketlerimizi, hitap, konuşma

şekillerimize kadar kendine özgü bir disiplin, sadelik ve kararlılığı kişiliğimize hakim kılar.

Diğer bir yanıyla da savaş, teorik anlam­da sistem veya kalıplar tanımaz. Böylesi sis­temler ve kalıplar üreterek, bunlarla savaş- lan yürütebileceğini sananlar büyük bir ya­nılgı içine düşmüşler demektir. Büyük bir yaratıcılık ve dehayla sürdürülen savaş pra­tiklerinin deneyleridir ki ancak bu büyük- lükte bilimsel ve geçerli savaş teorilerini or-

36 taya çıkarmıştır. Klasik savaş teorilerinde ol­

duğu gibi, tüm halk savaşı teori ve taktik­leri de yoğun savaş deneyimine; gerçekleş­tikleri yer, koşul, zaman faktörlerine uygun savaş pratiğinin bir kuyumcu inceliğiyle, sa­nat boyutunda ele alınmasıyla, işlenmesiyle ortaya çıkabilmiştir. Bu noktada her türlü şematizm ve kalıpçılık bizim için kendi so­numuza götüren yolun taşlannı döşeme­mizden başka bir anlam ifade etmez.

Deney her teorik çabanın tamamlayıcı­sıdır. Ne var ki savaşta deney, bizzat insan yaşamının devamı veya son bulması boyu­tunda olduğundan burada herhangi bir bi­limsel bilgi veya teoriyi laboratuvarda de­neyden geçirmeden farklı bir durumla kar­şılaşılır. Bir muharebe, çarpışma veya baş­ka bir savaş taktiğinin yanlış belirlenmesi­nin doğuracağı sonuçlar, bizi imha olma­ya götürebilir, insanlık tarihi yanlış belirlen­miş savaş teorileriyle savaşın içine sürülmüş koca koca orduların, mezbahaya götürül­müş koyun sürüleri durumuna düştükleri sayısız trajik savaş sahnelerine tanıklık et­mektedir. Basit biçimlerden başlayıp, kar­maşık ve en üst biçimlere doğru geliştiril­mesi düşünülen bir savaş anlayışıyla karşı karşıya olanların bu konuda, daha en baş­tan eldeki az bir gücü de yitirmek istemi­yorlarsa daha dikkatli, titiz ve hassas olma­ları büyük bir zorunluluktur. O zaman sa­vaş şu veya bu şemaya, kalıp vb. bağımlı değil, objektif, sübjektif tüm şartların mu­hasebesi iyi yapılarak gerçeklikler üzerin­de ama yüzbin kere daha yaratıcı ve usta­ca taktikler üretilerek geliştirilebilir. Yanlış bir belirleme veya saplantı yüzünden baş­langıçta karşılaşılacak büyük bir başarısız­lık veya imha, herhalde içine düşülebilecek şeylerin en kötüsü olsa gerektir. Eldekini korumak, küçük küçük başanlarla onun sü­rekliliğini ve gelişip büyümesini sağlamak bu konuda dikkatli, zeki ve atılgan olmak herhalde başlangıcın en çok ihtiyaç duyu­lan özellikleri olmalıdır.

Savaş karşılıklı güçleri kendi alanına çek­tiğinde, yasalarını dayatır ve herşeyi sürme seyrine göre kendine tabi hale getirir. Çün­kü birkez savaşa başlandı mı artık herşey savaşın sonucunda kazanılacak veya kay­bedilecektir. Bu aşamada savaşa kuman­da eden politika dahi daha çok savaşın ge­liştirilmesine ve zaferin kazanılmasına yö­nelik, taktikler, diplomatik, ekonomik vb. çabaları üretmekle uğraşmayı faaliyetleri­nin merkezine alacak ve savaşa da ancak bu faaliyetleri iyi organize edebildiği oran­da kumanda edebilecektir. Savaşa kurmay­lık yapan politik organizasyon, daha ilk si­lahın patlatılmasıyla birlikte savaşın bu ya­sasından bi haber davranır, soruna sıradan öteki politik faaliyetler boyutunda yakla­şırsa kısa sürede büyük bir iflasla karşı kar­şıya kalacaktır. Savaş insanların yaşamın­da o kadar olağanüstülük ve altüstülüktür ki, savaşa katılan birey veya halklar banş- çıl dönemin sıradan yaşamından o kadar köklü bir biçimde koparlarki, karşılaşılan zorluklar, büyük acılar, yıkımlar ve vahşet onları çok kısa sürede dönüştürür, yeni dö­nemin (savaş koşullarının) insanı haline getirir.

Ahmet AYDEMİRİşte savaştan ve savaşın geliştirilmesi ge­

rektiğinden bahseden herkes öncelikle bu konuda iyi düşünmeli; sıradan, basit, mutlu ve barışçı süren yaşamının temeline dina­mit koyduğunu iyi bilmelidir. Eğer bu ya­şamın yüksjek ideallerinin gerçekleşmesi karşısında pek bir değeri olmadığını, kolay­ca böylesi bir yaşamdan vazgeçebileceğini düşünüyorsa, savaşın gerektirdiği sağlam­lık, dayanıklılık ve dönüşümü yapabilen herkes elbette iyi bir savaşçı veya savaşa ko­muta edebilecek düzeye ulaşabilir. Ama sa­vaş geliştirilsin, fakat ben bunun dışında sı­radan yaşamımı sürdürmeye devam ede­yim, diyen kişiler ya ne dediğini bilmiyor- dur ya da iki yüzlü bir sahtekârdırlar. Türk Ulusal Kurtuluş savaşında bırakalım sağlıklı ve yetişkin nüfusu, yaşlısından, hastasına, hamile kadınlarından çocuklara kadar her­kes savaş sahnesinin şu veya bu alanında yeralmış, olağanüstü çalışma, fedakâr­lık, acı,, vahşet v.b. ne yüksek bir dayanık- lık göstermek zorunda kalmıştır. Savaş işte böylesine, ekonomiden, politikaya, ideoloji, diplomasi ve yaşama kadar herşeyi kendi­ne tabi kılar ve savaşın bu temel yasası iyi anlaşılmadan kişiliği de sindirilip, GEREKLİ HAZIRLIKLARI yapılmadan savaşla oyna­mak, birey veya topluluklar için ancak yı̂ kim getirebilir. Savaş sosyalizminin tanımı; herşeyin savaşın emrine verildiği bir sosya­lizm olarak yapılabilir. Ve savaş o kadar de­ğiştirici dönüştürücüdür ki, bırakalım eko­nomi, politika ve vb.lerini günlük ilişkileri, kılık kıyafeti, hareketlerimizi, hitap, konuş­ma şekillerimize kadar kendine özgü bir di­siplin, sadelik ve kararlılığı kişiliğimize ha­kim kılar. J . Stalin, Mao, F. Kastro, askeri giysileri, askeri hitap tarzını vb’ni çok sev­diklerinden dolayı değil, savaşa hükmeder­ken onun yasalarına ve dönüştürücülüğü- ne günlük yaşamlarını, hatta herşeylerini uyumlandırdıkları için karşımıza öylesi bir görünümle çıkmaktadırlar. Savaş, sıradan- lıktan, olağanüstü ve sürprizlerle dolu bir yaşama sıçramadır. Bunu göze alamayan­ların savaş kelimesini hiç ağzına almaması yapabilecekleri en doğru şeydir.

Savaş; olağanüstü aydınlanma ve net­lik demektir. Savaşta küçük veya büyük çaplı iki güç birbiriyle çarpışır. Çarpışan güç­lerin sağlamlıkları, yaşamaya ve geleceği kurmaya muktedir olup olmadıklan kısa sü­rede ortaya çıkar. Başlangıçta zayıf olup, macera ve çeşitli ütopik düşlerle düşman­la boy ölçüşmeye kalkıp imhayi kabul edenlere ancak ahmak denebilir. Zayıfın salt direnme, akıllı taktiklerle gücünü ko­ruyup geliştirmeyi becerebilmesi bile onu milyonlarca insanın gözünde umut haline getirir. Sel gibi boşalıp, saman alevi gibi ya­nanlar ise sadece yanmış olmakla kalmaz­lar, kitlelerin yüreğindeki umut ateşini de söndürmüş olurlar. İşte zayıf konumdan başlayıp savaşı en üst boyutta geliştirmeyi düşleyenler en baştan ahmak küçük bur­juvalar olmamalı, yaşamını, olağanüstü zorluklarla, acılarla, tehlikeli çarpışma sah­neleriyle iç, içe, bir ömür boyu ve zafere kadar sürdürebilecek bir biçimde sadeleş­tirmeli ve netleştirmelidirler. Bu netleşme,

Page 37: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

sadeleşme ve savaşın emredici kurallarıy­la yaşayabilme birey için topluluk için za­ferin ve gelişmenin tek teminatı olabilir.

Savaş, savaşa atılanlarda olduğu kadar, savaşan tarafların dost-müttefik, kararsız- mütereddit ve düşmanlarını da netleştirir. Barışçıl dönemde iç içe pek fazla sorunlar çıkarmadan yaşayan kesimlerde hızlı bir ko- puşma süreci başlar veya savaş öncesi var olan böylesi bir süreç olağanüstü derece­de hız kazanır. Dostlar geliştirilen savaşı desteklemek hatta giderek içine katılmak­la yüz yüze kalırken, düşman yüzündeki her türlü maskeyi çıkararak vahşetten baş­ka bir şey olmayan çehresiyle karşımızda yer alır. Bu dehşet ve katliamlarla dolu tab­lo kararsızları adamakıllı tecrit eder veya düşmana indirilen etkili darbelerle onların dost haline gelişini doğurur. Bu politik mü­cadele ve kitle bilincinin berraklaşması ba­kımından yüksek düzeyde aydınlanmadır. Onlarca kitabın, yüzlerce günlük yapılan ajitasyon, propaganda örgütlenme çalışma­larının sonuçlarından daha büyük sonuç­lara günler, hatta saatler kadar kısa zaman dilimlerinde ulaşılır. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan toplumlar bir dizi yenilgi ve zaferlerin, çeşitli çarpışma ve muharebele­rin okulunda düşmanlarından tarihsel ola­rak konuşarak adamakıllı eğitilirler. Yüksek politika ve ideallerin ordusu haline gelirler.

Savaşın başlatılması ve geliştirilmesi, eğer bu savaş bir de ilerici, haklı ve halkın geliş­tirdiği bir savaşsa; savaşa katılan kitlelerin günlük yaşayışının maddi yönden görülme­miş boyutlarda yükselişine tanık olunur. Sanat, edebiyat, kültür, insanlar arası iliş­kiler gibi alanlann yanı sıra bireyin ve top­lumun kahramanlık, fedakârlık, kendini adama gibi yüksek erdemleri alabildiğine gelişir, topluma egemen hale gelir. Barış­çıl dönemlerin korkak, içine kapanık top­luluk ve bireyleri adeta kış uykusundan uyanır. Hepsi kahramanlaşmakta yanşırlar. Toplumun yapısında egemen hale gelen yüksek erdemler bireyi olağanüstü kuşatır. Bu erdemlere uygun davranmayan korkak­lar, teslimiyetçi, işbirlikçiler muazzam boyut­ta tecridi yaşar veya imha edilirler.

Buraya kadar anlattıklanmızı savaşın dö- nüştürücülüğünü pek çok alanlan tek tek ele alıp gösterebiliriz. Ama sanırız konu an­laşılmıştır. Savaşın bir diğer vurgulamak is­tediğimiz yanı, onun en iyi okulunun pratik olduğudur. Savaş, % 100 pratiktir. Ve sa­vaş, insan yaşamının devamı ve son bul­masını ilgilendirip, karşılıklı iki gücün bir birini imha ederek sonuca gitmesine hizmet etiğinden, adeta, teorisiyle ve pratiğiyle bir karmaşalar yumağıdırda. Bu karmaşa onun doğal karakteridir, bu karakterini basit şe­

demektir. Bu açıdan savaşmayla ilgili öğ­renebilecek herşeyi öğrenmek ve savaşın o çekici ve coşku dolu kollarına insanın kendisini atması kadar hiç bir şey konuyu kavratıcı, aydınlatıcı olamaz. Yani savaş, an­cak askeri teknik ve taktiklerle ilgili bir be­ceri kazandıktan sora, savaşmakla en iyi bir biçimde öğrenilebilir. Savaş okuluna bizzat girmeden iyi savaşçı birey, topluluk veya sa­vaşan halk gerçekliğine ulaşılamaz.

Uzun süredir savaşmamış, halk ve ulus­lar, savaşın o korkunç dehşet ve tehlikeler ortamına o kadar yabancılaşır ki, savaş hak­kında yazdıklan okuduklan ne olursa olsun, onlar açısından böyle bir dehşet karşısın­da ürperme ve korku yüreklerine kâbus gibi çöreklenir. Tehlikeleri az olan sıradan ya­şamdan kopup savaş sahnesi içinde yer alabilme ve başarılı savaş yürütmede çok zorlanırlar. Halbuki on yıllardır savaşan halk ve uluslar için savaş günlük yaşamın ken­disi haline gelmiştir. Savaş adeta bir yaşam biçimi olmuştur. Savaşmaya böylesine alış­mış, yoğun deneyime ulaşmış bir halk ve­ya ulus, savaş karşısında güçlü bir konum­da bulunuyor demektir. “Savaşçı bir halktır” veya “savaşçı bir millet” gibi sıfatlar savaşa uyumlaşma ve bu alanda yoğun deneyi­me sahip olmaktan başka bir şey değildir.

Savaş üzerine teorik araştırmalar ve sa­vaş teorileri geliştirme, pek çok savaş bil­gini ve araştıncısı için çok çekici bir çaba ol­muştur. Bu konuda sayısız teoriler üretil­miştir. Ne varki üretilen teorilerin pek ço­ğu, soyut sistemler veya kalıplar üretmeye yöneldiğinden, pratik savaş olgusuna açık­lık getirmediği gibi, sadece bir çaba olma­nın ötesine de varmamıştır. Hatta bu teo­rilerin büyük bir çoğunluğu, böylesi bir yak­laşım yüzünden, saçma sonuçlara varmak­tan, bu teorileri uygulayanlan ise büyük bir yenilgi ve yıkıma götürmekten başka bir işe de yaramamışlardır. Sosyalizmin ilk kuru­cuları olan K. Marks ve F. Engels’de savaş teorisiyle ilgili inceleme araştırmalar yap­mışlar bu alanla ilgili pek çok görüşü dile getirmişlerdir. Daha çok yapbklan, dönem­lerinin savaşlannı değerlendirmek ve savaş teorilerini incelemek boyutundadır. Onlar daha çok bilimsel sosyalizmin teorik temel­lerini ortaya koymak ve “kapitalizmin yü­zündeki peçeyi indirmek” yaşanılan çağı ve bu çağda ortaya çıkan olayları, yorumla­mak üzerinde çalışmışlar, savaş teorisi ko­nusuna yaklaşımları yukarıdaki çabalarının başlangıçtaki büyük önemi ve çözümlene­cek ana sorunlar olması nedeniyle sınırlı ol­muştur. Keza V.İ. Lenin dahi, başlı başına bir savaş teorisi üzerinde çalışmaktan çok, Rus Devriminin pek çok sorununu çöze- bildikten sonradır ki, Rusya’da patlayan

Uzun süredir savaşmamış, halk ve uluslar, savaşın o korkunç dehşet ve tehlikeler ortamına o kadar yabancılaşır ki, savaş

hakkında yazdıkları okudukları ne olursa olsun, onlar açısından böyle bir dehşet karşısında ürperme ve korku yüreklerine kâbus gibi çöreklenin Tehlikeleri az olan sıradan yaşamdan kopup savaş sahnesi

içinde yer alabilme ve başarılı savaş yürütmede çok zorlanırlar.

ma veya kalıplara indirgemek yerine, sey­rinin şöyle veya böyle olmasına etki eden pek çok faktörle birlikte kendi özgüllüğü içinde ele alınması, pratiğine girişilmesi bü­yük bir zorunluluktur. Hiç savaşmamış bir birey, topluluk, hatta büyük ordu güçleri, savaşlar tarihi, teorisi, strateji ve taktikleriyle ilgili ne kadar teorik bilgiye sahip olsa da, savaş karşısında zayıf bir konumu yaşıyor

Devrimin, devrimci iç savaşın ve Emper­yalist evren savaşının ortaya çıkardığı so­runlara çözüm getirme anlamında savaş so­runu üzerine eğilmiş “Sosyalizm ve Savaş” eserinde sosyalizmin savaşa bakış açısını or­taya koymuş, yine ayaklanma ve iç sava­şın pek çok pratik sorunlarını çözümleyen teori ve taktikler geliştirmiştir. Daha sonra­ları Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerin-

de gelişen ulusal kurtuluş savaşları, prole­tarya önderliğine dayandığı oranda ve halk * - savaşı teorisinin kendi ülkelerine uygun çe­şitli taktiklerini yaşama geçirerek zafere ulaşmış ve sosyalizmi inşaya yönelmiştir.Zayıf bir halkın ilkel ve donanımsızda olsa güçlü bir düşmana karşı uzun süreli dire­nişini ve savaşını savunma içinde çeşitli sal­dırı biçimlerini de uygulayarak geliştirme­si, güçler dengesinde zamanla üstün konu­ma geçerek zafere ulaşması olarak en ge- *nel anlamda özetleyebileceğimiz halk savaşı teori ve taktiği, daha sonra imkânlanmız öl­çüsünde inceleyeceğimiz bir konu olacak.Bu yazıda ele aldığımız genel savaş teorisi olduğundan bu konuda dehasına K.Marks, F. Engels ve V.î. Lenin’inde dikkat çektiği Cari Von Clausewitz’in çalışmaları üzerinde durmak ve eserlerinden alıntılar yaparak konuya açıklık getirmeye çalışmak' büyük önem taşımaktadır. Clausewitz sa­vaşı şöyle tanımlamaktadır;

“... savaş, hasmı irademizi yerine getir­meye zorlayan bir şiddet hareketidir.” (sa­vaş üzerine s.44)

Egemen sömürücü sınıflar, hele bizim gibi militarist ve bürokratik bir devlet cihazıyla, kitleler üzerinde tahâkkümü kurumlaştırmış

ve en küçük demokratik hakkı dahi halk kitlelerine tanımaktan ölümünü

gürmüşçesine korkuyorsa, sosyalistlere, devrimcilere karşı, onların iyi niyetlerine hiç

aldırış etmeden savaşımında, şiddetin düzeyini olağanüstü boyutlara

çıkarabilecektir.Savaşta zor (şiddet) unsurunun belirle­

yici etmen olduğu apaşikâr olmasına rağ­men, toplumda pek çok insan, sınıf sava­şımı içinde yer alabilecek bilinç ve kültür düzeyine ulaşmış olanların çoğu dahi, sa­vaşın bu özelliğinden tiksinti duymakta, düşmanı çok kan dökmeden silahsızlandır­manın ve yenmenin en etkili yöntem ola­cağını düşünmektedirler. Bu iyiniyetli hat­ta hümanist bir düşünce olmasına rağmen pratik savaş olgusu karşısında pek bir de­ğer taşımamaktadır. Sosyalistler de şüphe­siz şiddet nöbetine tutulmuş çılgınlar değil­lerdir. Onlarda toplumun en az sancıyla sosyalizme geçişini isterler hedeflerler. Ne var ki bunu hedeflemek, arzu^tmek ayrı gerçekliğin kendisi ise bu iyiniyetli düşün­ceden apayrıdır. Egemen sömürücü sınıf­lar, hele bizim gibi militarist ve bürokratik bir devlet cihazıyla, kitleler üzerinde ta­hâkkümü kurumlaştırmış ve en küçük de­mokratik hakkı dahi halk kitlelerine tanı­maktan ölümünü gürmüşçesine korkuyor­sa, sosyalistlere, devrimcilere karşı, onların iyi niyetlerine hiç aldınş etmeden savaşımı- da, şiddetin düzeyini olağanüstü boyutla­ra çıkarabilecektir. Elbetteki haklı, haksız tüm klasik savaşlarda olduğu gibi, sınıf sa­vaşımında da “savaş gibi tehlikeli bir işte, iyi yüreklilikten gelen hatalar başa gelebi­leceklerin en kötüsüdür.” (S.Ü. S.44) Tüm bunlardan insancıl ülkü ve idealler besle­mek kötü birşeydir demek istemiyoruz.Ama savaşta taraflardan fiziki gücü acımasız bir biçimde kullananın avantajlı duruma ge­çeceği en kör gözün bile görebileceği sa­vaşın bir yasası olmaktadır.

“... Bize iğrenç geliyor diye vahşet unsu­runu ihmal etmek ve işin gerçek yüzünü görmezlikten gelmek anlamsızdır ve insa­nın kendi çıkarlarına aykm düşer.” (Ay.S.45)

"O halde savımızı yineleyelim savaş bir şiddet hareketidir. Ve bu şiddetin sının yok­tur. Düşman taraflardan her biri diğerine 37

Page 38: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

iradesini kabul ettirmek ister, bundan da karşılıklı eylem doğar ki, kavram olarak ve mantıken sonuna kadar gitmeyi gerektirir” (Ay, S .46)

İnsanlığın tarihi içerisinde yer alan savaş sahneleri iyi incelendiğinde, Clausevvitz’in yaptığı bu belirlemelerin doğru olduğunu görürüz. Yalnız olası şöyle bir itiraz yapıla bilir. Sosyalist orduların emperyalist ordu­lara karşı verdiği savaşlarda da bu tespitle­rin doğruluk payı var mıdır? Gerek 1. Dün­ya savaşı sırasında ortaya çıkan Ekim Dev­rimi ardından Rusya’da patlayan iç savaş­ta, gerek II. Dünya savaşında Hitler faşiz­mine karşı Sovyetlerin yürüttüğü anayur­du savunma savaşlarında savaşın bu özel­liği acımasız bir biçimde işlemiştir. Elbette sosyalist orduları vahşet unsurunu uygula­mada sınırlayan, sosyalizmin insancıl ide­alleri olmuştur. Ama Hitler faşizminin or­dularını bu anlamda sınırlayan ve karşı ta­rafın insancıl ideallerinin koyduğu sınırı da zorlayan, bir sınır tanımama ve savaşta vah­şeti doruğuna çıkarma durumu söz konu­sudur. Alman faşist orduları yenik düşürü­lüp, pek çok tümeni çember içine alınma­sına rağmen bizzat Hitler’in kendilerine gön­derdiği teslim olmamaları biçimindeki tali­mata bağlı kaldıkları için imha edilmek zo­runda kalınmıştır. Bu da vahşet unsurunun sosyalizm cephesinden uygulanışı olmak­tadır. Hitler faşizmi II. Dünya savaşında uy­guladığı vahşetle yalnız Sovyetler cephe­sinde 20 milyon insanın katledilmesine ne­den olmuştur. Sadece bu bile savaşın ya­rattığı vahşetin boyutunu sergileme açısın­dan yeterlidir. Savaşta vahşet unsuru, ege­men sınıfların, halkların geliştirdiği tüm ayaklanma ve halk kurtuluş savaşlarında, halklara karşı tereddütsüz uyguladığı bir yöntem olurken, halklarda, ayaklanma, iç savaş, ulusal ve toplumsal kurtuluş savaş­larında aynı egemen ve zalim sınıflara kar­şı vahşeti başarılı bir biçimde geliştirebildik­leri, onların direncini kırıp silahsızlandıra- bildikleri oranda başarıya ulaşmışlardır.

İnsanlığın gelişimi ve ilerlemesiyle birlikte savaşlarda vahşetin ortadan kalkabileceği savının en son 1. ve II. Dünya savaşların­da olduğu gibi günümüzde de pek geçerli bir düşünce olmadığı ortadadır. 1 ve II. Dünya savaşının insanlığa yaşattığı katliam ve vahşetin boyutları hâlâ hafızalarda taze­liğini koruyor. Günümüzde ise artık çıka­bilecek bir Dünya savaşının vahşet açısın­dan bir sınırı kalmamıştır. Veya bir nükleer •savaş ile birlikte tüm insanlığın yer küremiz üstündeki yaşamının son bulacağı boyutu­na varmıştır. Yani günümüz Dünyasında herşey, çıkabilecek bir nükleer savaşın top­tan yoketme tehdidinin altında tutuluyor. İnsanlık tarihinde tanımadığı boyutta bir vahşet uçurumunun kenarında yaşamaya mahkûm edilmiş bulunuyor.

Daha sonraları Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerinde gelişen ulusal kurtuluş savaşları, proletarya önderliğine dayandığı oranda ve

halk savaşı teorisinin kendi ülkelerine uygun çeşitli taktiklerini yaşama geçirerek zafere ulaşmış ve sosyalizmi inşaya yönelmiştir:

İşte tüm tarihi ve güncel gerçekleriyle en küçük çarpışmadan, bölgesel, hatta dün­ya çapındaki savaşlara kadar savaşta vah­şet unsuru azalmak şöyle dursun, savaş tekniğindeki gelişmelere paralel olarak da- ha da artmıştır. Yalnız günümüzde özellik-

38 le nükleer savaş ile birlikte tüm insanlığın

yaşamına son verecek bir boyuta vardığın­dan, emperyalizm bu durumu insanlık için bir nükleer tehdit ve şantaj politikası hali­ne getirmiş bulunuyor. Emperyalizm bir yandan bu nükleer tehdit ve şantaj politi­kasını uygularken diğer yandan da ulusal kurtuluş savaşlarına yönelik katliamlar dü­zenlemekte, diğer bir yandan bölgesel sa­vaşları kışkırtarak milyonlarca insanın ölü­müne neden olmaktadır. Böyle bir kışkırt­manın ürünü olarak çıkartılan İran-Irak sa­vaşı bir milyon masum insanın ölümüne neden olmuştur.

Elbette savaşta amaç, karşı tarafı silah­sızlandırıp etkisizleştirmek ve direncini vah­şeti de uygulayarak kırmak olurken, bunun dışında ortaya çıkacak başkaca faktörlerde göz önüne alınmalıdır. Taraflardan birisi muazzam güçler dengesizliği ortamında, sa­vaşa girmeden boyun eğme ve savaşla el­de edilmek istenen duruma uygun bir ko­numa girmeyi kabul ederse elbetteki bu fır­sat değerlendirilir. Savaşın bir bakıma ni­hai amacı olan barışa bu biçimde de varı­labilir. Ne varki halkların, sömürücü ve za­lim sınıflara karşı geliştireceği savaşlarda böylesi bir olasılık hemen hiç yok gibidir. Sömürücü egemen sınıflar 7000 yıldır si­lahsızlandırıp, örgütsüz hale getirdiği vah­şet ve katliamlar uygulayarak kendi irade­lerine boyun eğdirdiği halkların ayağa kalk­ma, örgütlenme ve silaha sarılması karşı­sında içinde bulundukları avantajlı durum­ları nedeniyle boyun eğmezler. Bu avantajlı durumları onları başkaldıranlara karşı sınır­sız kuvvet kullanmaya, vahşet ve katliam­ları doruğuna tırmandıran bir savaşı geliş­tirmelerine neden olur. Halklar ise bu du­rumda ancak direnerek, güçlü bir savun­ma savaşımını (içinde saldırıları da bann- dıran) geliştirerek egemen sınıfların karşı devrimci şiddetini sınırlayabilir. Savaşı da­ha da geliştirip kendi devrimci zorunu eğ­mesini sağlayabilir. Bir kez bu sonuca ulaş­tıktan sonra düşmanın yeniden toparlan­maması, içine düştüğü elverişsiz durumdan kurtulması için silahsızlandırması, bütün güçlerinin dağıtılması savaşın temel ya­sasıdır.

Savaşın diğer bir özelliği de (soyut savaş mantığı açısından) karşılıklı olarak güçlerin son haddine kadar kullanılması olmakta­dır. Tarafların elindeki olanakların genişli­ği ve iradesinin kuvveti biçimindeki biri so­mut diğeri soyut olan bu olanaklar savaşta son haddine kadar kullanılır. Bu da taraf­ları bir yarışma, savaşın amacına ulaşma­da aşırılıklar içine sürükliyecek diğer bir fak­tördür. Soyut savaş mantığınca savaşın sür­me seyri böyle gelişecek olmasına rağmen, savaş somut ve gerçek bir ortamda gerçek­liğin aldığı değişik durumlara göre bir rota izlemektedir. Yine savaş soyutlanmış bir ha­reket olmadığı gibi, sınıf çıkarlarının ifade­si politikanın başka araçlarla sürdürülmesi olmakta ve böylesine somut kuvvetler ta­rafından bir ölçüde sınırlarının belirlenme­si mümkün olmaktadır. Uluslararası ve ulu­sal çapta sınıf çelişkilerinin, kriz, buhranla­rın ulaştığı boyutlara bakarak savaşın çıka­bileceğini ve muhtemel sürme seyri ve so­nuçlarıyla ilgili tahmin ve yorumlarda bu­lunmak mümkün olmaktadır. Yani savaşın çıkması ve sürmesi kendi soyut mantığıyla değil daha çok somut şartlarca çerçevesi çi­zilmiş koşullarda olmaktadır. Savaş ayrıca birden bire patlamaz, çelişkilerin iyice çö­zümsüz hale gelmesiyle, günlük basın ve yayın organlannda bile tartışılan haliyle, ba­ğıra, çağıra patlak verir. Savaş patlar pat­lamaz, her ne kadar kendi mantığı gereği sonuna kadar gitmeyi, güçleri son haddi­ne kadar kullanmayı dayatırsa da, taraflar birbirlerinin hareketlerinden nasıl bir ama­ca yöneldiğini sezerek tedbirler geliştirirler

ve birbirlerinin aşırılıklarını bu biçimde de sınırlarlar. Savaş gibi somut bir olayda, onun kendi mantığının bile soyutlanarak bu mantığın çerçevesinde savaşın süreceğini iddia etmek, savaşın mutlak savaş boyutun­da çözüme gidebileceğini, mutlak savaş mantığının aşınlıklarını sınırlayan somut et­kenleri ise görmezden gelmek bizleri saç­malama boyutunda düşünceler ileri sürme­ye götürebilecektir. Savaşta sınırsız kuvvet kullanmak, hatta savaş stratejisinde güçleri biraraya toplayıp düşmana güçlü ve ani bir darbe indirmek savaşın kendi tabiatının ve mantığının gerektirdiği bir davranış olma­sına rağmen, her soyut kuralın veya man­tık hükmünün uygulanışında olduğu sava­şın bu mantığını sınırlayan faktörler bulun­maktadır.

“Derhal harekete geçirilmesine imkân bulunmayan direnme araçlarının birçok hallerde ilk bakışta sanıldığında sarsacak bir şiddetle uygulanmış olması halinde bile bu dengenin yeniden kurulabileceğini ilerde daha uzun boylu anlatacağız. Şimdilik bu kadarını söylemekle, yetinelim ki, tüm güç­lerin aynı anda mükemmel bir şekilde bir araya getirilmesi savaşın niteliğine aykırıdır. Ancak bu ilk sonucu .elde etmek için har­cayacağınız çabaların yoğunluğunu azalt­mamız için bir neden değildir. Olumsuz bir sonuç kimsenin isteyerek göze alacağı bir şey değildir, çünkü ilk hareketi başka ha­reketler izlese bile, ilk hareket ne kadar ke­sin olursa sonrakiler üzerinde etkisi o ka­dar büyük olur. Ancak insanın aşırı bir ça­ba harcamak konusundaki isteksizliği oriu daha sonraki kararlardan alınabilecek bir sonuca bel bağlamaya iter, öyle ki ilk ka­rar için gerekli olan çabaların tümü harcan­maz ve bütün güçler gerekli enerji ile kul­lanılmaz. Taraflardan birinin zaaf göstere­rek fırsatı kaçırması diğer taraf için, onu kendi çabalarını gevşetmeye iten gerçek bir objektif neden olur, böylece bu karşılıklı ey­lem sonucunda aşırı eğilimler bir kez daha sınırlanır” (Ay, S .51. 52)

Aynca savaşta yenilen tarafın yenilgisi sa­vaş açısından mutlak bir sonuç doğurma- maktadır. Yenilen taraf bu yenilgiyi geçici bir talihsizlik olarak görebilmekte, ilerde po­litik koşulların elverişli hale gelmesiyle du­rumunu düzelteceğini düşünebilmektedir. Bu da savaşta aşırılığı ve gerilimi sınırlayan diğer bir etken olmaktadır.

Savaşta, gerçek hayatın çeşitli olasılıkları da savaşın kendi soyut mantığı doğrultu­sunda gelişmesi üzerinde sınırlamalar ge­tirmektedir. Savaşı sürdüren taraflar, sava­şın yasa ve kurallarını göz önünde tutmak­ta, fakat çeşitli ihtimalleri de hesaplayarak eylemlerini ona göre düzenlemektedirler. Bu da savaşın mutlak savaş kavramı çer­çevesinde sürdürülmesini engellemektedir.

Politik amaç savaşa kumanda ettiğinden bu amacın boyutu, savaşın üzerinde dolay­sız etkide bulunmaktadır. Politik amaç za­yıf olduğunda savaş çok sınırlı hatta bir keşif operasyonu boyutuna kadar inebilir. Eğer politik amaç büyükse bu da savaşın şidde­tini ve boyutunu etkileyen önemli bir fak­tör olacaktır. Yine politik amaca ve komu­ta kademesinin çeşitli özelliklerine bağlı ola­rak, savaş başladığı gibi kesintisiz süren bir olgu değil, zaman zaman ara verilen bir bi­çimde sürmektedir. Savaşın durabilmesi ancak taraflardan birinin aleyhine bir du­rum geliştiğinde mümkün olmaktadır.

“Güçler arasında tam bir denge hiç bir zaman hareketin durdurulmasına yol aç­maz, çünkü olumlu amacı güden (saldıran) taraf insiyatifi elden bırakmamak için bu du­rumdan yararlanacaktır” (Ay. S .56) Fakat bu durumda mutlak değildir. Denge savaş­ta taraflardan birinin lehine dönüşmekte ve sonuçta savaşı durdurmanın koşulları or-

Page 39: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

taya çıkmaktadır. Ne varki savaşın durma­sı, yenilen taraf için bu yenilgiyi kabul et­me durumu söz konusu değilse, yeniden harekete geçmek için vakit kazanma, sa­vaşa hazırlanma yeniden saldırıp insiyatifi ele almaya çalışmak olabilmektedir. Elbet- teki savaşlarda böylesi kısa fasılalarla ara vermelerin ardından, gerilimde ve savaş­larda bir süreklilik çoğunlukla da mümkün olamıyor. Savaşlarda böylesi durumlarla ender karşılaşılmaktadır. Mutlak savaş (so­yut) mantığı bakımından savaşın sürekli ge­rilim ve karşılıklı harekâtlar biçiminde sür­mesi gerekirken böyle olmamakta harekâta ara verilebilmektedir.

Savaşın önemli bir ilkesi de kutuplaşma­dır. Savaşta her iki tarafta kazanmak ister. Taraflardan birinin kaybetmesi öbür tarafın zaferi anlamına geleceğinden bu tam an­lamıyla bir kutuplaşma durumudur. Ne var­ki kutuplaşma durumu taraflardan biri sal­dırırken diğeri savunma durumuna girer­se, burada saldırı ve savunma başka başka nitelikte ve eşit olmayan, ayrı ayn şeyler ol­duğundan aralarında savaşın mutlak ama­cına uygun bir kutuplaşmadan söz edilmez. Kutuplaşmanın etkisi çoğu zaman savun­manın güçlü olması ve böylece üstünlük sağlaması karşısında kaybolur. Bu durum savaş eylemini ertelenmesine varır.

“Görülüyor ki çıkarların kutuplaşmasın­dan doğan itici güç, saldın ve savunma güçleri arasındaki farkın içinde kaybolabi­lir. Ve böylece etkisiz hale gelebilir.” (A, S. 59)

Savaş hareketini geçici olarak durdura­bilecek bir başka etken daha vardır. O da karşılıklı olarak durumun tam bilinmeme- sidir. Durumun yeterince bilinmemesi sa­vaş hareketini durdurmaya ve etkisini de­ğiştirmeye katkıda bulunur.

“Bir ateşkes olanağı savaş hareketine ye­ni bir ılımlılık getirir. Onu zaman faktörü içinde yumuşatır, ilerlemesi tehlikesini firen- ler ve güçler dengesini yeniden kurmak olanaklarını arttınr. Savaşı doğuran gergin­likler ne kadar büyük olursa, savaş ne ka­dar büyük bir enerji ile yürütülürse, bu ha­reketsiz geçen dönemler o kadar kısa olur. Buna karşılık, düşmanca duygular ne ka­dar zayıfsa, bu dönemler o kadar uzar. Zi­ra güçlü etkenler enerjiyi tahrik eder ve bu da, bildiğimiz gibi, her zaman için güçleri­mizin verimini arttıran bir faktördür.

“... öte yandan, askeri harekât ne kadar yavaş ilerlerse, hareketsizlik dönemleri ne kadar uzun ve sık olursa, bir hatayı düzelt­mek o kadar kolay olur. Bu itibarla, bir ge­neral hesabında ne kadar cesur ve kararlı olursa, mutlak çizgisinin o kadar berisinde kalır ve tüm faaliyetlerini ihtimal hesapları ve varsayımlar üzerine kuran böylece, sa­vaşın seyri ne, somut olayın niteliğinin ge­rektirdiği şeye, yani belirli şartlara dayalı ih­timaller hesabına o kadar zaman ayrılmış olur.” (Ay. S. 60)

Mutlak savaş kavramı yaptığımız alıntı­lar ve açıklamalarla birlikte sanırız buraya kadar anlaşılmıştır. Ve savaş kendi özgün mantığı ne olursa olsun mutlak savaş biçi­minde değil, gerçek savaş biçiminde süre­bilmektedir. Gerçek savaşın ise mutlak sa­

vaş matığının savaşın sürmesini sınırlayan faktörlerle birlikte savaşın somut ve gerçek­liklere dayalı aldığı durum olarak tanımlan­ması mümkündür.

Savaş bir tehlikeler ortamıdır. İnsanların böyle bir ortama girebilmeleri, onların an­cak yaşamlarından daha fazla değer vere­bilecekleri yüksek ideallere sahip olmala­rıyla mümkün olabilir. Bu yüksek idealler ise birey, sınıf ve uluslar için ancak ekonomik- politik çıkarlannın en yüksek ifa­desi olan ideolojiler olabilir. Bu ideoloji çe­şitli çağlara göredir veya bir felsefi akım gö-

sanları mutsuzluk ve yıkıma götüren eski feodal veya kapitalist toplumsal sistemler yerine yeni bir toplumsal sistemi (sosyaliz­mi) kurmak olmaktadır. Eski düzenin, in­sanın, tekniğin ve toplumun gelişimi önün­de yarattığı muazzam engeli kırmak, yık­mak ve bunun yerine eşit, adil yepyeni bir düzen kurmak çalışkan emekçi sınıflarca, ekonomik-politik çıkarların ifadesi olarak kavrandığında, onların, sınıf savaşt içinde yerlerini almasını mümkün kılar. Böyle bir ideolojiyle ve yüzde yüz kendi çıkarlarının korunmasını, geliştirilmesini ve egemen sö­mürücü sınıflardan kopanlıp alınmasının bi­ricik yolunun savaşmak olduğunu kavra­yan bir sınıf yüksek bir istek, coşku ve mo­ral güçle eski topluma karşı savaşa girer. Keza bu durum sınıflar için olduğu kadar ezilen ulus ve topluluklar içinde böyledir. Yurt sevgisi, özgür yaşama tutkusu ve bu temelde oluşturduğu ideolojiler bu ulus ve­ya halklar için bedeli ne olursa olsun kaza­nılması, zafere ulaştırılması gereken güçlü idealler haline gelir. Günümüzün, savaş teknolojisindeki gelişme düzeyi ne olursa olsun, ideolojik ve moral değer yönünden çok zayıf, teknik ve sayı bakımından güçlü ordularının, başlangıçta hiç bir şeye sahip olamayan, ideolojik ve moral gücü dışında çok güçsüz ve donanımsız halkların sava­şımları karşısında yenilgiden kurtulmadık­larının sayısız örnekleriyle doludur. Sava­şa katılan insanların komutanından erine kadar yüksek moral değer taşımaları ve bu değeri aşındırmadan sürekli ayakta tutma­ları büyük önem taşımaktadır. Cesaret, yi­ğitlik, kahramanlık gibi pek çok erdemin temelinde moral faktörü bulunmaktadır. Moral faktörü ise insanın ancak kendi çı­karları için savaştığına ve bu çıkarlarını el­de etmek için er veya geç zafere ulaşaca­ğına inanmasıyla kazanılabilir. En zor du­rumlarda bile küçük küçükte olsa sağlana­cak başarılar morali besleyecek, savaşçıla­rın, savaşın gereklerine uygun bir tutum sergilemelerini mümkün kılacaktır.

Savaş, politikanın şiddet araçlarıyla sür­dürülmesidir ve politikada, sınıfların çıkarl- marının ifade edilmesinden başka bir şey değildir. İşte savaşın bu niteliği savaşın ken­di soyut mantığıyla ortadan kaldmlamaz ve savaşa atılan insanların savaş meydanları­na koşmaları, ancak politik çıkarlarıyla sa­vaş uyumlandığı oranda mümkün olabilir.

“Bir toplumun tüm milletlerin ve özellikle uygar milletlerin savaşı mutlaka politik bir durumdan doğar ve politik bir etkenden çı­

kar. İşte bunun içindir ki savaş politik bir eylemdir. Ancak eğer savaş hiçbir engel ta­nımayan tamamen başına buyruk bir ey­lem olsaydı, mutlak kavramından çıkara­bileceğimiz gibi mutlak bir şiddet gösteri­sinden ibaret bulunsaydı, o zaman savaş politikanın yardımına çağrılır çağrılmaz onun yerini alır, ve tıpkı bir kere atıldı mı artık önceden ayarlandığı yoldan başka bir yol izlemesine imkân bulunmayan bir tor­pil gibi kendi yasalarına uyardı. Nitekim, politika ile savaş yönetimi arasındaki ahenksizlik bu tür teorik aynmlara yol aç­maya görsün, mesele hep bu biçimde ele alınmıştır. Oysa hiç de böyle değildir ve bu tamamen yanlış bir düşüncedir. Yukarıda gördüğümüz gibi, gerçek alemde savaş öyle bir defada gerilimi boşalan aşırı bir şey de­ğildir; hep aynı biçimde ve aynı ölçüde ge­lişen güçlerin değil, kâh atalet ve sürtün­menin karşısına çıkardığı direnmeyi yene­cek dereceye çıkan, kâh hiçbir etkisi olma­yan güçlerin eseridir. Savaş bir bakıma şid­detin düzenli bir kalp atışlanna benzer, kı­sa veya uzun bir süre içinde gevşeyip gü­cünü yitirir. Diğer bir deyişle, amacına erken veya geç ulaşır, fakat katettiği yol bo­yunca bu amacı şu veya bu yönde etkile­yecek ve yol gösterici bir zekânın iradesi­ne bağlı kalacak kadar sürer. Bu itibarla, sa­vaşın politik bir amaçtan doğduğunu dü­şünecek olursak, bu amacın sonuna kadar ona yön vermesini doğal karşılamak gere­kir. Bununla birlikte, politik amaç zorba bir kanun koyucu değildir; elindeki araçların niteliğine uymak zorundadır ve bunun için de zaman zaman değişikliklere uğrar, fa­kat yine de ön plandaki yerini muhafaza eder. Böylece politika savaş eylemi ile iç içedir. Ve onun üzerinde savaşın patlayıcı güçlerinin elverdiği ölçüde sürekli bir etki icra etmekten geri kalmaz.” (Ay. S. 63)

Savaşa neden olan faktörlerin güçlü ol­ması veya politik amacın büyüklüğü, sava­şa katılan kitlelerin büyük bir kesimini de­rinden etkiler ve savaş öncesi çelişkiler ve gerilim ne kadar şiddetliyse mutlak savaş kavramına yani savaşın soyut biçimine o denli yaklaşılır. Ve askeri amacın önemi ar­tar, ama politik amaç ve gerilimin zayıflığı politik amaçla mutlak ideal savaş arasında çelişkinin doğmasına neden olur. Savaşta kuvvetli politik amaç kitleleri güçlü duygu­larla sel gibi savaşın içine akmasını doğu­rurken, zayıf bir amaç kitlelerin savaş kar­şısındaki duygularının zayıflamasına neden olur.

“Savaş gördüğümüz gibi, her somut olay­da niteliğini bir ölçüde değiştiren sahici bir bukalemun olmakla kalmayıp, aynı zaman­da, bir bütün olarak bakıldığında, belirgin eğilimleri bakımından üç yanlı şaşırtıcı bir olaydır; bir yanda, niteliğinin özünü teşkil eden şiddet, doğal ve kör bir içgüdü sayıl­ması gereken kin ve nefret; öte yanda, sa­vaşı ruhun özgür faaliyeti haline getiren ih­timal hesapları ve tesadüfler; son olarak da savaşı salt akla bağlayan bağımlı bir politik araç kimliği.” (Ay. S. 66)

Savaş ve genel savaş teorisini işte bu üç yanlı ve şaşırtıcı bir olay oluşu açısından ele almamız gerekmektedir. Yani savaşa, tek düze, şematik veya kalıpsal değil, çeşitli şartlara göre değişen ve karmaşık nitelik­lere sahip bir olay olarak yaklaşmamız ge­rekmektedir. Savaşın hedef ve amaçların­daki değişiklik, politik amaç ve savaş kon­jonktürüne göre değişebiliyor. Yalnız saf sa­vaş kavramından hareket edildiğinde bu kavramın kendisine politik amacında ya­bancı olduğunu görüyoruz. Savaş düşma­nın iradesini kırmaya yönelik şiddet hare­keti olduğundan, savaşta bu amaç ön pla­na çıkmaktadır. Yani düşmanı yenmek ve direncini kırmak ve onu silahsızlandırmak başlıca yönelinen amaç olmaktadır.

rünümünde olabildiği gibi, günümüzde in-

Pofitik amaç savaşa kumanda ettiğinden bu amacın boyutu, savaşın üzerinde dolaysız etkide bulunmaktadır. Politik amaç zayıf

olduğunda savaş çok sınırlı hatta bir keşif operasyonu boyutuna kadar inebilir. Eğer

A politik amaç büyükse bu da savaşın şiddettim ve boyutunu etkileyen önemli bir

faktör olacaktır.

39

Page 40: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

SOSYALİST MÜCADELEDE EĞİTİMLE VARILMASI GEREKEN HEDEF VE MİLİTAN KADRONUN NİTELİĞİ NE OLMALIDIR?

Ahmet AYDEMİR

Yazımızın daha önceki iki bölümünde, sosyalist mücadelede eğitimin rolünü, top- lumların gelişiminde eğitim ve kadrolaşma­nın önemini ele alıp incelemiştik. Özellikle eğitim konusunu, mücadelemizin güncel durumu ve ihtiyaçlarıyla birlikte ele alıp in­celemeye çalıştığımız yazının birinci bölü­münü, bu konuda atılan pratik adımların deneylerinden de dersler çıkararak biraz daha derinleştirmemiz gerekiyor. Yazımız bütünlüklü bir biçimde yeniden okunursa görülecektir ki, biz, sosyalist mücadelede eğitim çalışmasını, genel pedagojik bir so­run biçiminde ele almıyoruz. Aynca söz ko­nusu eğitim faaliyeti, bir seminerler dizisi, okuma gruplarının ve dar kadro faaliyet­lerinin ötesinde daha geniş alanı kapsıyor. Soruna metod anlamında da yeni yakla­şımlar getirmeye çalışıyoruz.

“Cehenneme giden yoj iyiniyet taşlarıyla döşenmiştir” der tenin. İyiniyetli ahmak olup

cehenneme gitmektense, politik uyanıklığı elden bırakmayıp, içine girilen yeni dönemin

somut şartlarının somut tahliliyle ve bu tahlilden çıkan yine somut görevlerin yerine

getirilmesiyle geleceğin üstüne yürümek gerekiyor: Kararlılık, cesaret ve azimle...

Sosyalist mücadelede, bireysel okuma­dan tutalım, grup eğitimleri, seminerler, dergi, kitap yayınlama, konferans, panel vb. toplantılardan, kitlelerin kendi öz de­neylerinden öğrenmelerini sağlamak için

40 yürütülen ajitasyon-propaganda çalışmala­

rına kadar sürdürülen faaliyetlilik sosyalist mücadelemizin ve yaşamamızın zaten akıp giden süreci oluyor. Yani bu işler her gün her saat yapılan ve yapılması gereken alı­şageldiğimiz sosyalist çalışmalar, bir anlam­da otomatik işleyen bir faaliyetlilik olmak durumundadır. O halde eğitim konusuna mücadelemizin bugünkü ihtiyaçları açısın­dan getirmeye çalıştığımız yeni boyut ne oluyor? Gerçi bu sorunun cevabına da ya­zımızın ilk bölümünde çok kısa bir biçimde değinilmişti. Orada, bugüne kadar sürdür­düğümüz klasik bir anlamda artık alışılan ve otomatik işleyen eğitim faaliyetlerine de­ğinilirken, bir eğitim ve aydınlanma hare­keti haline gelmek, dönüşmek - yenilen­mek, düzenden koparıp almak gibi faali­yetlerimize yeni perspektifler sunmaya ça­lışmıştık.

Şüphesiz bugün, dün değil ve bizlerden daha yüksek devrimci görevler istiyor. Hat­ta denebilir ki dönem bir bakıma yenileş­me ve dönüşümü emrediyor. Bugüne, dün gibi bakanlar gözlerine at gözlüğü takmış ahmaklardır. Politikada iyi niyetten de ol­sa ahmaklık yapılacak hataların insanı en fazla yerle bir edenidir. Ve insanda ayağa kalkacak mecal bırakmaz. Lenin’in bu ko­nuda çok güzel bir özdeyişi vardır. “Cehen­nem e giden yol iyiniyet taşlarıyla döşenmiştir” der Lenin. İyiniyetli ahmak olup cehenneme gitmektense, politik uya­nıklığı elden bırakmayıp, içine girilen yeni döpemin somut şartlarının somut tahliliy­le ve bu tahlilden çıkan yine somut görev­lerin yerine getirilmesiyle geleceğin üstü­ne yürümek gerekiyor. Kararlılık, cesaret ve çizimle...

Günümüzün somut şartları neler? Ege­men sınıfların, sistem içinde aşamayacak­ları boyutta bir krize sürüklendiğini tahlil ediyoruz. Bütün ekonomik ve siyasi gös­tergeler bunu ortaya koyuyor. Yine sistem içinde Özal politikalarının öteki muhalifle­ri, gerçekten de alternatif olamayacak bir “silikliği” ve “çözümsüzlüğü” yaşıyorlar. Sis­

tem bir Naim’i özel uçak ile Güney Kore1 den getirip devlet töreni düzenleyip, yurt gezilerine çıkaracak kadar sorunları çözme veya örtmede bir tükeniş ve zavallılığın, de­yim yerindeyse günü kurtarmanın peşin­de. Yani egemen sınıflar cenahında durum tarihlerinde karşılaşmadıklan boyutta kötü­ye gidiyor. Düzen kitlelere, işsizlik-pahalılık - açlığın yanı sıra ya intiharı ya da “namusunu” pazara çıkarıp satmayı daya­tıyor. Bu durum kitle bilincinde ve bilinç al­tında korkunç etki ve tepkiler yaratıyor. Kit­lelerin nabzı birkaç yıl öncesiyle kıyaslan­mayacak denli yüksek atıyor. “Yeter artık” sözlerinin yanında, daha yüksek devrimci görevler, bizzat kitlelerin kendisinin talebi olarak gündeme giriyor.

İşte ülkemizde birkaç cümleyle özetleye­bileceğimiz tablo bu ve biz sosyalistler bu tablonun neresindeyiz? Bir bölük sosyalist ki, biz, bunlara burjuva sosyalistleri diyor ruz; çözümü sistem içinde gördüklerinden (reformizm) en bayağı teslimiyeti yaşıyor­lar. Çünkü gerçekten sistem kendi içinde çözümler üretip, “istikrar”a kavuşmaktan ve “istikrar”a kavuşmuş haliyle de kitlelere kı­rıntı kabilinden -reformlar- verebilecek du- rumda.bulunmuyor. Hal bu olunca “huzur” ve “istikrar” adına sisteme soldan yapışma ve adeta onun bir parçası olmak isteme gibi iğrenç bir durum sergileniyor. Veya çözüm­süz burjuva muhalefetin “gizli” ve “gizemli” bir çeşnisi oldukları, kendileriyle ilgili söy­leyebileceğimiz en iyimser, iltifat kabilinden bir niteleme oluyor. Küçük burjuva sosya­lizmleri, geçmişin Dev-Yol, Dev-Sol, Kur- tuluşçuluk vb.leri ise; o küçük burjuvazinin karakterinden kaynaklanan, bir yanıyla tu­tuculuğu, bir yanıyla da iflas (tasfiyeyi) ya­şıyorlar. Yani eldeki dükkân ne kadar es­ki de paslı da olsa, dükkâncığa bağnazca yapışmak, veya iflas eden dükkânı tasfiye edip düzene doğru savrulmak. İşte tam da bu noktada sosyalist mücadelenin doğası gereği, proletarya sosyalizminin, kaçınılmaz öne çıkışı yaşanıyor. Proletarya sosyalizmi,

Page 41: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin en­kazını aralayıp, politik arenaya adımını emin ve ideolojik olarak kendini yenilemiş bir bi­çimde atarken, muazzam bir tarihsel so­rumluluğun ağırlığını da omuzlarında taşı­yor. Sorumluluklann ağırlığı büyük, ama bu büyüklüğe uygun bir büyüme sağlamaktan başka yapacak bir şey yok. İş başa düşü­yor. Politik ortama hâkim olmak, küçük burjuva, burjuva sosyalizmlerinin katastro- funun olumsuz sonuçlarını ve kitleler üze­rindeki etkilerini ortadan kaldırmak gere­kiyor.

Ülkemizdeki siyasal tablo en özet biçi­miyle böyle çizilebilir. Ve bu tablonun bun­dan böyle daha çok proletarya sosyalizmi ve devrimcilik lehinde hızlı bir değişim sü­reci de yaşayacağını söylemek pek abart­ma olmasa gerektir. Proletarya sosyalizmi­nin geçmişte en çok sıkıntısını çektiği “adam kıtlığı” ve “kitleselleşememe” önemli oran­da aşılmış bulunuyor. Şimdi gündeme ka­çınılmaz olarak dönemin yüklediği tüm gö­revleri çözebilecek, düzene sadece ideolojik ve sınırlı bir güçle değil, ulusal çapta alter­natif hale gelebilecek güçlü bir proleter sos­yalist ve devrimci hareket yaratmak soru­nu giriyor. Günün görevi geçmişin görev­lerinden kat kat büyük ve mutlaka çözül­mesini dayatan adeta emreden bir hal al­mış durumda.

Politikada yeni ortaya çıkan durumlar ve görevler, mutlaka bunları görebilmeyi ve pratiklerini üretmeyi de zorunlu kılar. İşte bugüne kadar sürdürülen sosyalist müca­deleyle, yeni bir atılım için sağlanabilecek birikimler önemlroranda sağlanmış bulu­nuyor. Süregelen mücadele tarzımızı, dö­nemin bizlerin önüne koyduğu yeni görev­leri yerine getirmemizi sağlayacak tarzları da bulup hayata geçirerek zenginleştirme­miz gerekiyor. Bu,sosyalist mücadelemizin birkaç alanıyla sınırlı olmadığı gibi, eğitim de dahil tüm alanlardaki çalışmalarımızı kapsıyor. Hatta sosyalist hareketimizin po­

ve planlı yaklaşmak gerekiyor. Önceden görü (öngörü) ve güçlü yapılan somut du­rumun tahlilleri planlı bir sosyalist çalışma ve bu çalışmanın zenginleşen ve yenileşen biçimlerine uygun kadroları yine belli bir plana dayanan eğitimle hazırlamayı gerek­tirir. Aksi tutumlara girildiğinde süreçle il­gili tahlil ve iddialar, boş ve anlamsız hale gelebileceği gibi, bayağı bir demagog veya politik sahtekârlar durumuna düşülmesi de kaçınılmazdır.

Devrimci çalışmalarımızda, sözünü etti­ğimiz yeni mücadele biçimlerinin bu aşa­mada rolü büyüktür. O var olan kazanım- ları pekiştirdiği gibi, gelişmeyi de teminat altına alabilir. Ve en az bunun kadar önemli olan sahte olanı gerçek olandan ayırmada da büyük kolaylık sağlar. Bu yolla sosya­list mücadelemize katılımın tam ve özlü mü yoksa sahte ve görünüşte mi olduğunun aydınlatılması gerçekleşebilir. Bu aydınlan­ma veya netlik bir kez sağlandı mı orada sosyalist örgütlenme ve eylemin tutturabil­mesi olağanüstü kolaylaşır. Kof ve sahte ge­lişmelerin, hatta balon gibi şişme veya şi­şinmelerin pek de anlamlı olmadığı, bir Dev- Yol pratiğinde bütün çıplaklığıyla, trajik hat­ta traji-komik sonuçlanyla yaşanmıştır. Sos­yalist hareketimizin ideolojik ve yeni poli­tik perspektifleri, eğer pratiğe güçlü bir bi­çimde geçirilebilirse, bu konudaki yetmez­lik ve ilkellikler aşılabilirse gerçekte bir eği­tim ve aydınlanma hareketi durumuna gel­mek işten bile değildir. Yalnız bu noktada gerçekten aldatmamak ve aldanmamak sa­mimi ve dürüst olmak gerekiyor. Sahtelik veya aldatmacılıkla hiçbir şey kurtarılama­yacağı gibi var olanın da yitirilmesi, bayağı bir tasfiyeci konumuna düşülmesi tehlike­si vardır. Dönemin sosyalistlere dayattığı görevler ertelemecilikle veya binlerinden beklemeyle kendiliğinden yerine gelmez. İradi ve özlü çabaları şart koşar. Dürüstlük, kararlılık ve sağlamlıkla görevlerin üstüne yürümek gerekir.

Proletarya sosyalizminin geçmişte en çok sıkıntısını çektiği “adam kıtlığı” ve

“kitleselleşmeme” önemli oranda aşılmış bulunuyor. Şimdi gündeme kaçınılmaz olarak

dönemin yüklediği tüm görevleri çözebilecek, düzene sadece ideolojik ve

sınırlı bir güçle değil, ulusal çapta alternatif hale gelebilecek güçlü bir proleter sosyalist ve devrimci hareket yaratmak sorunu giriyor. Günün görevi geçmişin görevlerinden kat kat büyük ve mutlaka çözülmesini dayatan adeta

emreden bir hal almış durumda.

litik ortamı, teorisiyle olduğu kadar, prati­ğiyle de aydınlatan, netleştiren, herkesi bu­lunması gereken yere koyan bir niteliğe ulaşması zorunlu. Yani ortamı muazzam aydınlatma, netleştirme, birleşilmesi gere­kenle birleşme, aynı zamanda ayrıştırma ve çözümlemenin yapılabildiğince yapılması gerekiyor. Bu çalışma tarzımızı zenginleş­tirme, mücadelenin muhtevasına dönemin dayattığı katalizör unsurun katılmasını da kapsıyor.

Hiç şüphesiz içine girilen yeni dönem­ler, yeni mücadele biçimlerinin gündeme getirilmesinin yanı sıra, bu mücadele biçim­lerini yaşama geçirebilecek kadroların üre­tilmesini hazırlanmasını da zorunlu kılar. Eğer işler kendiliğindenciliğin akışına bıra­kılmayacaksa, sorunun çözümüne bilinçli

Bir eğitim ve aydınlanma hareketi nasıl olunabilir?

Sosyalist hareketimizin yenilenebilmesi günümüzde bu soruya yanıt bulmaktan ge­çiyor. Düzene muhalif milyonlar var. Ama ne yazık ki bu milyonlarla bağlar oldukça zayıf. Devrim dediğimiz büyük eylemin mil­yonların hatta on milyonlann eseri olaca­ğını söyleyebiliyoruz. Ama gerçekte bu yön­de yürütülen çabalarımız bir türlü amatör olmayı aşamıyor. Milyonlan ve on milyon­ları eğitmek devrim ve sosyalizm davasına kazanmak gerekiyor. Ama nasıl?

Günümüzde her sosyalistin elbette en çok başını ağntan sorun budur. Şüphesiz devrim diye bir sorunu olmayanların başı da ağrımıyordun Bu biliniyor. Onlara göre

insanlık zaten sosyalizme gidiyor. Toplum­lar bu yönde evrimleşiyor. Biz rahat koltuk- lanmızda oturup, pipomuzdan iki nefes çe­kip, sosyalizm geldiğinde hangi mevkinin bize uygun olacağını düşünürsek biraz da yazı yazarsak her şey hallolacaktır. Tabii böyle bir insana sosyalist demek bile bu yü­ce kavramı kirletmekten başka bir anlama gelmiyor. Bir de soruna diğer uçtan, aşırı basit yaklaşım var. Temel-tali sorununu çöz­dük mü her şey hallolacak sanılıyor. “Stra­teji muskasını sınıf pusulası yerine geçirme” diyebileceğimiz bu tutumda bir şeyi kurta­ramıyor. Gerçekte devrim denilen sorunun

Öyle çevreler ve kişiler varki, on, on beş yıllık sosyalist yaşamlarında adeta yanlışlarını bünyesinden söküp atmayı ölümü sayıyor. Bir

türlü yanlışlarından arınamıyor. İlkellikler, grup alışkanlıkları, ahbap çavuşluklar,

sonuna kadar modern biçim ve ölçülerle sürdürülmesi gereken sosyalist mücadelede, onlarca hatta yirmilerce yıl sürdürülebiliyor.

çözümü bu kadar basit olsaydı, ne kadar iyi olurdu. Ama ne yazık ki sanıldığından karmaşık, inişB-çıkışlı ve oldukça dolambaç­lı bir ana yola bağlı birçok ara yolu da yü­rümek gerekiyor.

Var olanla yetinmek bir sosyalistin işi ola­maz. O zaten vardır ve kazanılmıştır. O za­man kazanılması gerekenleri görebilmek, kazanılmıştaki eksik ve yetersizlikleri gider­mek -verimli bir bahçedeki ayrık otlarını sö­küp tarlanın kenarına atmak, yakmak- la­zım. Sosyalist hareketimiz nedense bu ko­nuda yeterli uyanıklık ve enerjide değil. Öy­le çevreler ve kişiler varki, on, on beş yıllık sosyalist yaşamlarında adeta yanlışlarını bünyesinden söküp atmayı ölümü sayıyor. Bir türlü yanlışlarından arınamıyor. İlkellik­ler, grup alışkanlıkları, ahbap çavuşluklar, sonuna kadar modern biçim ve ölçülerle sürdürülmesi gereken sosyalist mücadele­de, onlarca hatta yirmilerce yıl sürdürüle­biliyor. Yanlışlarıyla bütünleşmiş, sahte ile gerçek olanı kişiliğinde karma karışık hale getirmiş öylesi sosyalistler var ki insan hay­ret etmekten kendini alamıyor. Bayağı bir sendikacı sahtekârlığından tutalım, yozluk ve lumpenliğe, köylü kurnazlığından, ay­dın hastalıklanna kadar sosyalist saflara ge­tiriliyor. Ve bu hastalıklar sosyalist ortam­da kendisini dayata dayata yaşayabiliyor­lar. Hem de hiç kimse burnundan bir tek kıl kopanlmasma katlanamıyor. İşte tam an­lamıyla bir curcuna ve karmakarışık olan böylesi bir sosyalist ortamın elbetteki güç­lü bir eğitim ve aydınlanma hareketini ör­gütlendirmesi beklenemez. Çünkü o sos­yalist ortamın en baştan kendisinin aydın­latılmaya ve,eğitime dayanılmazbir boyut­ta ihtiyacı vardır.

Sosyalizm bilimsel sosyalizm olduğun­dan beri gerçeğin sadece gerçeğin peşin­den koşmaktadır. Bu da her türlü sahteli­ğin -kendi içinde ve dışında- yüzündeki maskenin indirilmesini şart koşuyor. Ger­çek öyle sanıldığı gibi kendiliğinden üste çıkmaz. Öyle olsaydı sosyalizm gerçeğinin dünyamızda en az yüz yıldır egemenliğini kurmuş hatta insanlık sınıfsız topluma çok­tan varmış olurdu.

Olanı olduğu gibi kabul etmemek gere­kiyor. Sosyalist ortamı da keza olduğu gibi kabul etmemek onun eğitim ve aydınlan­masını tam yapmak şart. Elbette sosyalist

Page 42: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

de olsa kişiler ve gruplar alışkanlıklarında direneceklerdir. Alışkanlıklann gücü sanıl­dığı kadar az değildir. Grup veya birey eği­tim sürecine alındığında, biraz kendisini ta­nıması için yönelindiğinde adeta kendini yere atmakta, bu benim kişi özelliklerim di­yebilmektedir. Gerçekte sosyalizmde kişi özelliği denilen şeyin de son tahlilde sınıf özelliği olduğunu, başka sınıfların meyha­ne v (.....) getirdiği özellikler olduğunu ka­bul etmek istememekte, param parça edil­miş kişiliğinin yeniden devrime! bir tarzda

Küçük burjuva eleman sınıf intiharına uğratılmak, proleter kesimler üzerindeki

burjuva ve küçük burjuva etkilere karşı da acımasız bir mücadele verilmelidir. Sosyalist

ortamda değil, yozluk, lümpenlik, sendika ağası türünden tutumlara, en küçük burjuva ve küçük burjuva etkiye karşı savaşımda, bu hastalıkların bünyeden sökülüp atılması için

içte de sınıf mücadelesini alabildiğine şiddetiyle sürdürmek gerekmektedir. İçte

sınıf mücadelesi, görevlere karşı sosyalist bir yarışmayla birlikte yapılmalıdır.

42

birleştirilmemesi için muazzam bir direnç göstermektedir. Sıradan özgeçmişiyle ilgili bilgi vermekten tutalım, eksiklerini ve za­aflarını saklamaya kadar bin bir manevra çevirmekte ve kendisine verilmek istenen eğitimi boşa çıkarmak için elinden ne geli­yorsa onu yapmaktadır. Elbetteki aydınlan­mama ve kendini tanımama için gösterilen bu muazzam direnç aşılmaz bir şey değil­dir. Hatta o kişi veya grup durumunu haklı

çıkarmak için sosyalist ortamda geri ve çar­pık ne kadar ilişki varsa onlan kendine da­yanak yapıp karşımıza çıkarmak istemek­tedir. O dayanaklarında ne denli çarpık ve sahte olduğunun gösterilmesi mümkün ol­duğu gibi, hiçbir koltuk değneğine dayan­maya ihtiyacı olmadan da bir sosyalistin ayakta durabileceğinin kanıtlanması müm­kün olmaktadır.

Birey veya grup yeni bir durumla karşı­laşmıştır. Kendilerinin sırtları okşanıp hay­di arslanlarım denmemektedir. Aldatılma- makta ve aldanmamaları istenmektedir. Böylece kendisini otomatik olarak bir eleş­tiri - özeleştiri süreci içinde bulmakta, kişi­liğindeki sahte yanlan atarak gerçek bir pro­leter sosyalist kişiliğe ulaşma çabasına gir­mektedir. İşte böyle bir süreci yaşamış bi­rey veya gruplann, kendini tanıma, devrim­ci görevlerini kavrayıp muazzam uygulama gücü kazanması, şiddetli bir iç çatışma ya­şayarak kişiliğindeki sahte yanları atması büyük bir aydınlanmadır. Aydınlık bir sos­yalist ortam ve aydınlanmış birey bu biçim­de ortaya çıkabilmekte, düzenden getirdi­ği alışkanlık ve tutkuları bazı bireyler tam atamasa da bunlar artık onun kişiliğinde iğ­reti bir hal almakta, bireyin kendisince ta­nınmakta yenilgi ve yok olmaya giden bir sürece girmektedirler. Böyle bir eğitim sü­recini yaşamış bireyler kolay kolay kimseyi kandıramayacakları gibi kendilerininkandı- rılmasını da kabul etmeyeceklerdir. Ayak­ları üstüne sağlam basabilen, kendi özgü­ven ve disiplinini, politik uyanıklığı kazan­mış böylesi sosyalist için gelişememe, ya­ratıcı olamama gibi bir durum önemli oran­da aşılmış bulunmaktadır. O, artık gerçeğin sadece gerçeğin sözcüsüdür. Sözüyle ey­lemini birleştirebileceği gibi. Türkiye sosya­list hareketindeki düşüncede başka, eylem­de bambaşka bir durumu yaşamaya savaş açacak ve sosyalist ortamında muazzam bir

aydınlatıcısı olacaktır. Sosyalist ortamımı­zın bireyler ve gruplar şahsında bu biçim­de çözümlenmesi ve aydınlatılması elbet­teki zamanla tüm ortama egemen olabilir. Ve ortamdaki sahte grup, eğilim, alışkan­lıklar vb. yerle bir edilebilir. İşte bu aydınlık ortamdan kitlelerin geri duygu ve eğilim­lerine doğru da yazılı, sözlü, örgütsel bin bir olanak yaratılarak savaş açılabilir. On­ların da kendini tanımalan ve devrimde gerçek rollerini oynayabilecek bir konuma gelmeleri sağlanabilir. Şüphesiz bu bizdeki antikalığa ve küçük burjuva alışkanlıklara karşı verilmesi zorunlu olan bir savaştır. Bu­rada araçları ve imkânları son sınırına ka­dar genişletip bin bir zenginliğiyle uygula­yabilmek gerekli hatta zorunludur. Küçük burjuva eleman sınıf intihanna uğratılma- lı, proleter kesimler üzerindeki burjuva ve küçük burjuva etkilere karşı da acımasız bir mücadele verilmelidir. Sosyalist ortamda değil, yozluk, lümpenlik, sendika ağası tü­ründen tutumlara, en küçük burjuva ve kü­çük burjuva etkiye karşı savaşımda, bu has- talıklann bünyeden sökülüp atılması için iç­te de sınıf mücadelesini alabildiğine şidde­tiyle sürdürmek gerekmektedir. İçte sınıf mücadelesi, görevlere karşı sosyalist bir ya­rışmayla birlikte yapılmalıdır. Yoksa Türki­ye sosyalist hareketinin müzminleşmiş di­ğer bir hastalığı olan tasfiye olma ve atom­larına kadar paıçalanma kabul edilebilir bir şey olmadığı gibi, sosyalist ortamımıza böy- lesine bölünme, parçalanma ve dağılmayı dayatanlara da, işçi sınıfının en beter düş­manı olarak tarif edilen demagoglar, hatta işçi sınıfı saflarında burjuvazinin objektif ajanlığını yapan kimseler olarak bakılmalı­dır. Şüphesiz bu demagogluğun ve objek­tif ajan tutumların, sosyalist mücadelemi­zin aydınlık ortamında tanınmamaları mümkün değildir. Onlar teşhir edilmeli, ge­rekiyorsa özeleştiri, tecrit, uygulama süre­cine alınmalıdır. Bu tutumlannda ısrarlı ol­mamaları mutlaka sağlanmalı, karanlık or­tamı seven yarasalar olmaktan çıkarılmalı­dırlar. Aydınlanmış bir ortamda özgür ve devrimci bir yaşama kavuşturulmalıdırlar.

Sosyalist hareketimizin kendi iç bünye­sinde, grup-yuvan alışkanlıkları, ahbap- çavuşluk, sırt sıvazlama gibi sahte ve ilkel ilişki tarzından arındırılması yani modern­leşme ona muazzam bir iç dinamizm ka- zandıracaktır.Kimsenin birbirini eleştirme­ye cesaret edemediği, bile bile zaaflara göz yumulduğu hatta onlara tabi olunduğu du­rum aşılabildiğinde, sosyalistler görevler karşısındaki tutumlarına göre, yetersiz ve yanlış yaklaşımlarının aşılması için eleştiri - özeleştiri sürecine alınabildiği gibi, başa-

rumlaşabilmesi mümkün olabilecektir. Bu kurumlaşma, modern ilişki ve hareket tar­zıyla halk saflarına taşırılabildiğinde, genel­de var olan kitle potansiyelini de daha ör­gütlü ve dövüş gücü yüksek bir duruma so­kabilecektir.

Sosyalist mücadelede “parti çekirdeğinin sağlamlığının gelişmelerde belirleyici bir rol oynadığı bilinmektedir. Böyle bir sağlam parti çekirdeğine ulaşmak, kimyadaki zin­cirleme reaksiyon gibi, basın-yaym, sendi­kalar, kadın, gençlik vb. tüm alanlarda zin­cirleme reaksiyonu ve kurumlaşmayı müm­kün kılabilecektir.

Günümüzün sosyalist mücadelesinde bir eğitim ve aydınlanma hareketi haline gel­mek dendiğinde öncelikle bunların anlaşıl­ması gerekiyor. Yani ilkel ilişkinin yerine modern ilişkiyi koymak. Önderliği kurum­laştırmak. Ve bu kurumlaşmayı halk safla­rına taşırarak binlerle, on binlerle sayılan kit­le hareketinden milyonların hareketi hali­ne gelmek. Eğitimsiz ve yetersiz kadro adaylarını çözümlemek ve onları gerçek halk önderleri haline getirerek militanlaşan, örgütlendirilen kitlelerin gerçek özü yap­mak. Elbetteki bu tarihsel görevin yerine getirilmesi, muazzam bir çaba ve enerjiyi, çok çeşitli araç, imkân ve eğitimleri birleş­tirmeyi gerektiren, kendiliğindenliğe, dü­zenden kaynaklanan alışkanlıklara büyük birsavaş açmayı temel alanbir yaklaşımla başarılabilecektir. Hesap alıp veren görev­ler karşısında yüksek bir sorumluluk duy­gusuyla hareket eden ve kadrolarına bu yaklaşımları egemen kılan bir sosyalist ya­pı şüphesiz ki gelişmelerin ve geleceğin te­minatı olabilir. Eskide direnmek, ilkelliği ebedileştirmek, sosyalist hareketimiz için ancak yıkım getirebilir. Eğer karışık ve ka­ranlık sosyalist ortamla bir yere varılama­yacağına kesin gözüyle bakılıyorsa, sosya­list hareketimiz bir eğitim ve aydınlanma, netleştirme hareketi biçiminde yeniden ya­pılandırılmalıdır.

Eğitimin, dönüşme ve yenilenmede etkisi ne olabilir?

Türkiye sosyalist hareketinde “dönüşüm” ve yenileşme kavramlarını hiç şüphesiz ilk defa biz ortaya atmıyoruz. “Dönüşüm” kav­ramını Türkiye sosyalist ortamına sokan, Dev-Yol zemininde üremiş dönek bir klik­tir. Bu klik Dev-Yol’un bütün ilkel ve gerici yanlarını teorileştirerek adeta kendiliğin- denliğin, burjuva kuyrukçuluğunun, bağım­sız sosyalist bir çizgi ve örgütsel hattın uy­

Sosyalist mücadelede “parti çekirdeğinin sağlamlığımın gelişmelerde belirleyici bir rol oynadığı bilinmektedir. Böyle bir sağlam parti

çekirdeğine ulaşmak, kimyadaki zincirleme reaksiyon gibi, basın-yayın, sendikalar, kadın,

gençlik vb. tüm alanlarda zincirleme reaksiyonu ve kurumlaşmayı mümkün

kılabilecektir.

rıh bir pratiğin sahibi olanlar da bileğinin hakkına yükselebilecektir. Bu, sosyalist or­tamımızın yatay ve karmakarışık durumu­na son verebileceği gibi, Marksizmin asla toprağın altına saklanmamasını istediği, eleştiri silahı da aydınlatmacı ve eğitici gö­revini başarılı bir biçimde yerine getirebile­cektir. Böylesi bir ortamda elbetteki bir pro­letarya partisinin ‘inşası ve önderliğin ku­

gulanmasını reddetmenin mükemmel bir teorisini oluşturmuştur. Ortaya çıkan sonuç ise biliniyor. Sonuçta, Avrupa emperyaliz­minin yüzlerce Dev-Yol kadrosunu özüm­semesi ve maskaraya çevirmesi yaşanmış­tır. “Yenileşme” ise daha çok TBKP mimar­larınca “yeni düşünce”yle gündeme getiril­miştir. “Yeni düşüncece bilgilenebildiğimiz kadarıyla en kaba ve bayağı reformizmden

Page 43: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

başka bir şey değildir. Kaldı ki “yeni düşün­c e lin önderi ve sözcüsü H. Kutlu ve N. Sargın burjuva yayın organlarında bol bol kamuoyuna bu “düşünceyi” tanıtmışlardır. Hepsi biliniyor. Sonuç TBKP’yi yasallaştır­ma adı altında gelip Evren-Özal yönetimi­ne teslimiyet olmuştur.

Hiç şüphesiz proletarya sosyalizminin dönüşmek - yenilenmekten anladığı bun­lar olamaz. Dev-Vol ve TBKP biçimindeki dönüşmek ve yenilenmek, gericilik yılları­nın tasfiyeciliğini kitlelerden gizlemek için

zim sınıfa öncülük konumuna sıçrayabilme­sini sağlamamızı ve açıkça sınıfa bu konu­mu dayatmamızı gerektiriyor İşçiler kendi hallerine bırakıldıklarında sendikal zemin­deki kalkışmalannın ötesine çıkamaz, çıkar­sa da oldukça zaaflı çıkar ve yenilgiye açık plansız - sonuçsuz patlamalara dönüşebi­lir. Bu noktada bilinçli bir sıçramanın ya­şanması gerekiyor. Proletaryanın önündeki en acil sorun budur. İşte biz bu sıçramanın bilinçli yönlendiricisi olmalıyız. Sıçramayı pratik bir alternatif olarak sınıfın önüne koy­malıyız. Tabii bu denli büyük bir sıçrama bir­

İşte biz bu sıçramanın bilinçli yönlendiricisi olmalıyız. Sıçramayı pratik bir alternatif

olarak sınıfın önüne koymalıyız. Tabii bu denli büyük bir sıçrama birden olmayacak.

Sınıf derin bir iç hesaplaşma yaşıyor, yaşayacak. Biz bu hesaplaşmayı sınıfın

önüne açıkça koyacağız. -ki bu zaten objektif olarak kendiliğniden ve sancılı olarak

yaşanıyor Biz bunun bilinçlice yapılmasını sağlayabiliriz.

yüze geçirilmiş birer maskeden ibarettir. Proletarya sosyalizminin bugün bu kavram­ları nasıl anladığını açıklamak sanırım şu anda biraz gerekli olmaktadır. Önce işçi sı­nıfı cephesinde ortaya çıkan yeni gelişme­lerden başlayarak, “dönüştürücülük” biçi­minde formüle ettiğimiz yeni görevlerimizi açmaya çalışalım.

Bizim, işçi sınıfına yaklaşımımız 80-85 ’teki yaklaşımımızdan oldukça farklı olmalıdır. Yenilen ağır Eylül tokadı, dağıtı­lan siyasal, sendikal örgütler ve Eylülizme karşı toplu bir direnişin yaşanmayışı, o dö­nemde ağır bir moral bozukluğunu ve çe­kingenliği sınıfa yaymıştı. Biz sınıf içindeki çalışmalarımızda bunu dikkate almalıydık. 1983’teki sendikalar alanındaki hareketlen­meyle başlayan yılgınlığın atılma girişimle­ri 86-87’teki Netaş - Derby - Kazltçeşme grevleriyle önemli yol katedildiğini göster­miştir. Bu satırların yazıldığı sıralarda pet­rol ve belediye işkolunda yasal sınırları zor­layan direnişler pasif karakterde de olsa ya­pılıyor. 1 Mayıs gösterileri ve Türk-İş mi­tingleri önemli kıpırdanışlardır. Bu “yılgın­lıksan sonra yılgınlığın atılmasının bitme sü­recinde olunduğunu ve direnme eğiliminin pasif seviyede de olsa üste çıkmaya başla­dığını gösteriyor. Elbette bunun bizim pra­tik faaliyetimize sınıfa yaklaşım tarzımıza doğrudan etkisi olmalıdır. Biz şimdi sınıfın içindeki yılgınlık eğilimlerine anlayışlı dav­ranmak yerine tecrit etmek, direnme eği­limlerinin başına geçerek önünü açmak ve sendikal zeminden doğrudan düzene kar­şı politik direnişlere doğru yön vermeliyiz. Bugün yılgınlığı hâlâ ağır bir biçimde yaşa­yanlar, sınıfın en geri kesimidir. Biz, dire­nişçi öncü kesimle kaynaşarak, kararsızla­ra anlayışlı davranıp kazanarak, yılgınları ortaya çıkan direniş hattına tabi kılmalıyız.

x Öncü işçilerin direnme perspektifi esas iti­bariyle sendikal zeminde olup, 1 Mayıs gös­terileri ve Türk-İş mitinglerinde politik ze­mine sıçrama sancılan çekiyor. Görev: San­cıların aşılmasını sağlamak, öncü işçilerin direnişçiliğine politik bir karakter verebil­mektedir. Bu görev bizim sınıfa yaklaşım tarzımıza her zamankinden daha fazla ve göze batar biçimde “dönüştürücü” bir ka­rakter kazandırıyor. Sınıfın mevcut sübjektif durumu ile objektif olarak toplumdaki di­ğer halk güçlerinin proletaryanın öncülü­ğünü kabullenme eğilimi içine girmeleri, bi­

den olmayacak. Sınıf derin bir iç hesaplaş­ma yaşıyor, yaşayacak. Biz bu hesaplaşma­yı sınıfın önüne açıkça koyacağız, -ki bu za­ten objektif olarak kendiliğinden ve sancılı olarak yaşanıyor Biz bunun bilinçlice ya­pılmasını sağlayabiliriz. Hem de bu iç he­saplaşmada uygulayacağımız bir çizgiyle devrimden yana ağırlığımızı koyacağız. Sı­nıfın geriliklerini, yılgınlık kırıntılarını kabul­lenmeyeceğiz. Sınıfa öncülük konumunu dayatacağız, bir iç hesaplaşmaya iteceğiz, öncü konumuna dönüşmesini sağlayaca­ğız. Zaten bizim istediğimiz dışında da olduk­ça sancılı ve yavaş biçimde yaşanan bu sü­reçte sınıfa yardımcı olacağız. Sancıları azal­tarak ve hızı arttırarak.

Tabii burada akla hemen sekterleşme ve sınıfın bütününden kopma tehlikesi gele­bilir. Biz sınıfla içiçe ve gerçek bir kaynaş­mayı yaşıyor olmamızdan dolayı böyle bir tehlikenin varlığını göremiyoruz. Sekterlik tehlikesi yok. Cesaretle ileriye atılmak ge­rekiyor. Bu atılım, sınıfla mevcut ve bir ya­nıyla da belirsiz kaynaşmamızı bir üst sevi­yeye sıçratarak politik öncülük karakterin­de bir kaynaşmaya dönüştürecektir. Dire­nişçi öncü işçilerle böyle bir bütünleşmenin en önemli adımı da günümüz Türkiyesi: nde özgürce ve insanca yaşamanın en gü­zel ve gerçek biçimi olarak partili yaşamda bütünleşmek partili ruhunun kazanılması­nı sağlamaktır. Biz günlük yaşamın sıradan küçük sorunlarına karşı, hiçbir kısıtlamaya tabi tutmaksızın partili yaşamı, politik ön­cülüğün belirleyici adımı olarak öncü işçi­lerin önüne hedef olarak koymalıyız.

12 Eylül, ağır baskı koşullarının yanı sı­ra, Türkiye halkına ve proletaryaya sıradan- laşmayı dayatmıştır. 12 Eylül’ün kitlelerde oluşturmaya çalıştığı felsefe ve ruh halini şöyle özetleyebiliriz: Gözlerimizi gerçekle­re kapamalıyız. Günlük hayatın sistemin yarattığı bataklığında üreyen bitmek bilme­yen sorunlarıyla boğulmalıyız. Sonuçta bi­linmeyen bir yerlerden bir kurtarıcının gel­mesini beklemeliyiz. Ya da saman alevi tü­ründen küçük parlayışlarla düzene nefre­timizi - hıncımızı köreltmeliyiz. İşte Eylüliz- min yaratmak istediği sıradan işçi tipi böy­le. Böyle bir işçinin bırakalım devrimci ön­cülüğünü, sıradan demokratlığı bile şüphe götürür. Şimdi sınıfa ve sosyalist hareketi­mize gerekli olan, pratik içinde yeni yeni oluşmaya başlayan işçi tipi, günlük sıkıntı­

ların kaynağını görmüş ve oraya yönelmiş, kin ve nefretini, cesurca dile getirip düze­nin üstüne çözümleyici bir biçimde yöne­len, tek bir vuruşla soluğu kesilmeyip sü­rekli mücadeleyi göze alan, sıradanlık ye­rine öncülüğü temel alan ve pratikte uy­gulayan Kenan Budak türünden devrimci- direnişçi kahramanlığı hedefleyen proletar­ya sosyalisti işçidir.

Sınıfa dönüştürücü yaklaşımın zıddı, liberal-eyyamcı yaklaşımdır. Sınıfın günlük sıkıntılarına tabi olunur, her zaafa bir kulp takılır, yeteneksizlikler ve ilkellikler uyum sağlanacak kaçınılmazlıklar olarak görülür. Sınıf, böyle bir yaklaşımın etkisi altında ka­lırsa, olduğu yerde patinaj yapar, ama bir yolu daha vardır. Eyyamcıya tekmeyi vu­rarak yoluna devam etmek. Biz eğer sınıfa liberal yaklaşımı prensipleştirirsek en baş­ta kendi yeteneksizliğimizi -çapsızlığımızı- il­kelliğimizi ve politik öncü olamayışımızı, sı­nıfa hayran olup ona tapan uvyeristler ol­duğumuzu ilan etmiş oluruz. Elbette bir proletarya sosyalistinin böyle bir tutuma gir­mesi kadar utanç verici bir şey olamaz. O işçi sınıfına oiduğu kadar tüm halk sınıf ve tabakalarına devrimci yönde dönüşmeyi dayatan bir tarzda yaklaşmalıdır. Eleştiri si­lahını “silahların eleştirisine” varmayacak bir tarzda etkili bir biçimde kullanmalı, esnek yaklaşma adına bayağı liberal-eyyamcı du­rumuna asla düşmemelidir. Bu da en baş­tan kendisinin kitle kuyrukçuluğu değil, kit­lelere öncülük yapan bir pratiğin sahibi ol­masıyla gerçekleştirilebilir.

Dönüşümle ilgili buraya kadar söylenen­ler elbetteki güçlü ve yoğunlaşmış eğitim programlarını gruplara ve bireylere uygu­lamayı zorunlu kılar. Yoksa sınıfın kendisi ve sosyalist kadro adayları kendiliğinden öyle değil, böyle yapamazlar. Öncelikle ne­den öyle değil de böyle yapılması gerekti­ğinin kavranılması gerekir. Eski ve alışılmış Olanda ısrar etmemenin neden zorunlu ol­duğu yeni dönemin nasıl bir çalışma tarzı­nı dayattığı ve bu tarza uygun ölçünün ne olacağının da pratikte uygulayıcıları nokta­sına utaşmak lazım. Bu da ancak bireyle­rin ve grupların alındıkları eğitim sürecin­de kendi pratiklerindeki yanlışları kavrama­ları, kendi kişilik sorunları da dahil kendi­lerini tanımalarıyla ve bu tanımayla birlik­te yanlış ve çarpık olan yanlara karşı acı­masız bir savaş verilip, dönemin yüklediği görevlere teorik, pratik, teknik vb. hazır hale gelmeleriyle mümkün olabilir. Kadro adaylarının kişiliğinde dönüşüm sağlanma­sı, dönemin kendisine yüklediği görevlere yüksek bir hücum ruhuyla saldırabilir hale gelmesi sorunun çözümünde temeldir. Yi-

Biz şimdi sınıfın içindeki yılgınlık eğilimlerine anlayışlı davranmak yerine tecrit etmek,

direnme eğilimlerinin başına geçerek önünü açmak ve sendikal zeminden doğrudan

düzene karşı politik direnişlere doğru yön vermeliyiz.

ne böyle bir sosyalist kadro, sosyalist ortam­daki çarpık ve yanlış olan her şeye karşı da savaş verebilir. “Efendi-kul” veya “anarşist bireyler” biçimindeki sosyalist ortama ya­bancı ilişkileri tasfiye eden, düzenin üzeri­mizdeki etkilerine karşı sosyalizmin yüce değerlerini koruyan ve geliştiren yaratıcı bir insan durumuna gelebilir.

Her toplumsal mücadelede olduğu gibi 43

Page 44: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

lümü) burjuvazi tarafından proletaryanın kendisine üretim süreçleri içinde yabancı­laştırılıp biriktirilerek sermaye biçiminde biz­zat proletaryanın işgücünü de satın alabi­len muazzam bir güç olarak karşısına çıkar. Sadece kapitalistlerin “sermayesi” değil, pek çok küçükburjuvanın devletten veya kapi­talistlerden “maaş” vb. biçiminde elde etti­ği geçim imkânlarının kaynağında da biraz düşünülürse işçi sınıfından çekilen artı- değerin olduğunu görmek o kadar zorda değildir.

siz dar askercil anlamda bir fetih değildir. Tabii fethedebilmek için biraz güç-zor vb. anlamda da otoriteyi yaratmış olmak ge­rekir. Siyasi iktidarın emekçilerce fethedil- mesinde nasıl bizde finans-kapitalin sade­ce söz ve yazıyla ikna edilmesi mümkün değilse, düzenin çeşitli kurumlarının fabri­ka, okul, şehir - kasaba - köy, semt, tarla­lar vb. de öyle sadece konuşma ve tartış­mayla fethedileceğini sanmak ahmaklıktan da öte bir şeydir.

Slogan olarak atılan “Fabrikalar bizim ka-

sosyalist mücadelede de güç büyüdükçe tek tek kadroların önemi azalmak şöyle dursun daha da artar. Sosyalizm savaşçı­sının kişiliğinde sağlanacak dönüşümle an­cak gelişme teminat altına alınabilir. Ve pek çok alana yayılmış gücün denetimi ve ge­lişimi, modern çalışan, insiyatif sahibi kişi- liklerce sağlanabilir. Modern sosyalist çalış­manın kendine özgü bir zemini ve işleyiş mekanizmaları da vardır. İşe buradan baş­lamak sosyalist hareketimizi adeta yeniden inşa etmek gerekiyor. Herkesin her yerde değil, görevli olduğu belirli yerlerde çalıştı­ğı; sorumlulann kişiler değil komiteler ol­duğu; insiyatifin parti kuralları içinde geli­şip yükseldiği, denetimin aksamadan ve başarıyı kriter alarak sürdürüldüğü; faaliye­tin önceden tartışılarak belirlenen bir pra­tik plan çerçevesinde her alana yayıldığı; her alanın kendi bağımsız yapısı ve liderli­ği olduğu modern çalışma zeminini bütü­nüyle ve günlük tersi zorlamalara, alışkan­lıklara karşı tavizsiz olarak uygulamak zo­rundayız.

Dönüşüme, içine girilen eğitim ve aydın­lanma sürecinde toplumun temeli olan bi­reyin çözümlenmesiyle başlamak gerekir. Çözümlenmiş ve dönüşüme uğratılmış bi­reyler modern çalışma tarzıyla bunu içten dışa doğru yayabilirler. Kitleleri de çözüm­leyip dönüştürebilirler. Bu her türlü düzen­den kaynaklanan, alışkanlık, eğilim ve bağ­ların koparılıp atılmasıdır. Sosyalist kadro kendi kişiliğinde böylesi bir devrimi yapa­bilirse, şüphesiz ki kitlelere de dönüşmeyi ve devrimcileşmeyi dayatabilecektir. Kitle­lerin devrimden başka hiçbir şeyi yaşama­yan bir kadro karşısında durumlarını göz­den geçirmeleri ve dönüşmeleri objektif du- rumlannın da etkisiyle hiçte zor olmayacak­tır. Elbetteki bu öyle birden bire değil, uzun deneme, birlikte mücadele süreçlerinden sonra gerçekleşebilir.

Düzenden koparıp almada eğitimin rolü nedir?

“Düzenden koparıp alma” daha çok dü­zene ve onun sosyalist saflardaki etkileri­ne bir yönelim tarzını ifade etmektedir. Bu tarz nasıl gerçekleşir? Veya düzenden ko­parılıp alınacaklar nelerdir?

Yani gerçekte proletaryaya ait olan artı-değer (iş gücünün ödenmemiş bölümü) burjuvazi

tarafından proletaryanın kendisine üretim süreçleri içinde yabancılaştırılıp biriktirilerek

sermaye biçiminde bizzat proletaryanın işgücünü de satın alabilen muazzam bir güç

olarak arşısına çıkar:

Siyasi iktidarın emekçilerce fethedilmesinde nasıl bizde finans-kapitalin sadece söz ve

yazıyla ikna edilmesi mümkün değilse, düzenin çeşitli kurumlarının fabrika, okut, şehir - kasaba - köy, semt, tarlalar vb. de

öyle sadece konuşma ve tartışmayla fethedileceğini sanmak ahmaklıktan da öte

bir şeydir.

44

Gerçekte, kapitalist düzende kapitalistin “benimdir” dediği şeylerin hiçbirisi kendisine ait değildir. Tüm üretim araçları ve para- sermaye işçi sınıfının yarattığı değerden, ko­parılıp alınmış artı-değerden başka bir şey değildir. Kapitalistler, işçi sınıfındansömür- dükleri artı-değerle sabit ve değişen serma­yeye sahip olurlar ve bunu sürekli büyü­türler. Tüm üretilenlerin meta haline gel­diği kapitalist toplumda bu sermayelerinin gücüne dayanarak kapitalistler her şeye sa­hip olurlar. Yani gerçekte proletaryaya ai olan artı-değer (iş gücünün ödenmemiş bö-

Kapitalistlerin muazzam becerisi, gerçek­te kendine ait olmayan ve üretmediği de­ğerleri kendi “özel mülkü” haline getirebil­mesi ve toplumun gözünden böylesine ya­lın bir gerçeği saklamayı başararak iktidar olmayı, toplumu yönetmeyi başarmasıdır. Yani burjuvazi tüm toplumu kandırma ve kendi öz çıkarlarına yabancılaştırma teme­linde kitleler üzerindeki hakimiyetini sürdü­rüyor.

Eğer biraz durumu kavrayıp gözünüzü açarsanız, karşınızda o haşmetlû -ordu, po­lis, cezaevleri teşkilatı demek olan- “devlet babayı” bulursunuz. Burjuvazi, “sermayesinin” kuvvetiyle devlete de ha­kim. Yani yine kaynağı işçi sınıfından çeki­len artı-değere dayanan sermaye bu kez de devlet örgütünün “kanuncuF veya kanun­suz zoru olarak karşınıza çıkıyor. Keza ay­nı kaynaktan emekçilerin beyinlerini afyon­layıp, elini kolunu bağlayan basm-yaym, din vb. kurumlaşmalan sağlanıyor. Aslında bu­ralarda çalışan insanların % 99’u küçük bir maaşçıkla geçinmek zorunda bırakılan me­mur adlı emekçilerden başka kimse değil. Böylece emekçiler, emekçilere karşı, bur­juva düzenini kandırma ve zor temelinde korumakla görevlendirilmiş oluyorlar. Bizde birde her on yılda patlatılan kanlı-kansız or­du darbeleriyle bu durum büyük bir korku ve pasifikasyon ortamı yaratılarak sürdürü­lüyor.

Tüm bu genel geçer şeyleri söylememi­zin nedeni bu düzenden nelerin koparılıp alınması gerektiğine bir açıklık getirmeye çalışmak içindir. Yani düzenle, emekçiler arasında alıp verilecek şeyler “kırıntı” kabi­linden şeyler mi olmalı? -ki bu yaklaşım tar­zı reformizmdir- yoksa düzenin yasalarla kutsadığı kapitalistlerin özel mülkü haline getirilmiş her şey mi? Eğer fabrikalar, yol­lar, köprüler, tarlalar, siyasi iktidarın ve her şeyin kaynağı iş gücümüzün ödenmemiş bölümü (artı-değer sömürüsü)dür diyorsak, egemen sınıflardan koparılıp alınması ge­rekenler bu üretim ve yönetim aygıtlarının tümü olmak zorundadır.

Düzene böyle bir yaklaşım beraberinde neyi getirebilir? En baştan düzen ister ya­salarla kutsamış olsun, isterse yasal alanın dışında bıraksın, düzenin kendine ait oldu­ğunu iddia ettiği her şeye, -gerçekte bizden koparılıp alınmış olan her şeye- yüksek bir hücum ruhuyla saldırıp fethetmeyi. Bura­da fethetmek sözünden kastedilen şüphe­

Iemiz olmalıdır.” cümlesinin, sadece fabri­kalar için değil, tüm alanlar için hayat bul­ması isteniyorsa, fetheden ve vurup düşü­ren yaklaşım tarzını sosyalist mücadelemi­ze egemen kılmamız gerekir. Günümüz Türkiyesi’nde en çok ihtiyaç duyulan böy­lesi yaklaşım tarzına sahip sosyalist ve dev­rimci bir hareket yaratabilmek ise ancak her sosyalistin önce kendini düzenle olan bin bir ince bağdan koparmasını gerektirir. Yani öncelikle kendi kişiliğinde bir devrim yapa­rak kendi kendisini düzenden koparıp ala­mamış, sosyalist ve devrimciler, her türlü uzlaşma, düzenle, devrim arasında orta yerde kalmış olmaktan kurtulamazlar. Orta- yolculuk ise insanı ancak politik iflasa gö­türebilir. Alışkanlıklardan tutalım, aile bağ­larına, düşüncede devrim savunulurken, düzenin yaşanmasına kadar yığınla tutucu­luk bir sosyalist için hiç de iç açıcı bir du­rum değildir. Gerçekte böyle bir sosyalis­tin öncelikle kendisinin fethedilmesi, dü­zenden kopanlıp alınması gerekmektedir.

Bu yaklaşım tarzı, sosyalizm adına yapı­lan çeşitli işçi, gençlik, kadın vb., örgütlen­meleri içinde geçerlidir. Sendika - dernek vb. çeşitli örgütlenmeler, işçi veya halk adı­na işçiler ve halkla birlikte kurulmalarına rağmen, bizdeki sosyalizm anlayışı ve pra­tiğiyle çoğunlukla devrimle, düzen arasın­da ortada bir yerde durmaktan kurtulamaz­lar. İster ilkel güdüler olsun, isterse devrim davasına katılımı sahte bir biçimde -yani öz­de değil görünüşte- yapmaktan kaynaklan­sın, objektif durum budur.

Elbette devrim, düşünceler ne kadar devrimci olursa olsun, düzenden koparılıp alınmamış veya böyle bir sürece sokulma­mış, objektif olarak düzeni ve reformizmi yaşayan örgütlenmelerle gerçekleştirilemez. Bizim en çok sözünü ettiğimiz, düşünce ve eylemin bir bütün olması veya “Düşünce ile davranış birbirinden ayrılmaz” sloganı dev­rimde çözümleyici ve anahtar bir yaklaşım tarzının ifade edilmesidir. Buraya kadar söylediklerimizin en özlü anlatımıdır. Lenin bu konuda gerçek sosyalisti sözüyle değil, eylemiyle devrimci olan olarak tanımlar.

Önümüzde, böyle bir sosyalist olmanın, güçlü bir sosyalist ve devrimci hareket ya­ratmanın onur verici görevi duruyor. G ö­reve, yüz kez, bin kez tekrar da etsek şu söz­cükle, cüret!, cüret!, yine cüretle! sahip çık­mamız gerekiyor.

(SÜRECEK)

Page 45: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

SHP Kime Alternatif?Başlar afi 27. Sayfada

Sarı sendikalarla engellenemeyecek boyutlara ulaşan işçi eylemleri faşist hukuka sığmayan düzeylerde gerçek­leşiyor. En temel hak arama yollan, ça­lışma ve örgütlenme yasalarının sınır­larından dolayı yasadışı ilan edilmiş durumda.

Bu durumda devlet ya hukuka uyul­ması için zor kullanacak bunun sonu­cu olarak da eylemler daha da radikal biçimlerde kendini gösterecek ya da hukuk gelişen eylemlere uydurulacak­tır.

Tekelci burjuvazi için işçi sınıfının bu biçin l̂er altında gelenekselleşecek olan sınıf mücadelesi geleneği, % 100’lük bir ücret artışından çok daha önemli bir sorundur.

Tüm bu gelişmeler tekelci burjuva­zinin, siyasal tercihlerini yeniden göz­den geçirmesine neden oluyor.

ANAP hükümeti siyasal anlamda halkın gözünde tecrit olmuş, çözüm üretemez duruma gelmiş bir hükümet­tir.

SH P asgari bu toplumsal koşullar üzerinde hükümet olmaya adaydır.

Tekelci burjuvazinin ekonomik ve si­yasal sorununa SH P’nin yaklaşımı şöy­le irdelenebilir.

1. Ekonomik anlamda:Bu konudaki parti yaklaşımını Bay-

kal’ın sağ kolu genel sekreter yardım­cısı Erol ÇEVİKÇE şöyle dile getiriyor:

“Muhalefette bulunan SH P gibi bir partinin, sosyal demokrat çerçevede uygulayacağı politikanın ayrıntıları şu anda yok. O ekonominin o anda­ki konjonktürüyle bağımlı bir olaydır. O gün konuşulacak bir' konudur. Biz o ayrıntıda yanıt vermeyi kabul etmiyo­ruz.”

Sosyal demokrat bir partiden gele­neksel olarak emekçi kesimlerin eko­nomik taleplerini dile getiren, muha­fazakar partilerden farklı bir ekonomik program bütünlüğüne sahip olması beklenir.

Oysa dile getirilen programsızlık- tır.

Bunun doğal sonucu egemen olan kesimin taleplerini uygulayan bir prog­rama tabi olmaktır.

Genel sekreter yardımcısı sanayileş­menin finansmanı sorununa ilişkin so­ruya şu yanıtı veriyor:

“Sanayileşmenin finansmanı için, ~ dünyanın her yerinde üç kaynak kul-

,tanılıyor. Birincisi başta tarım olmak üzere, diğer sektörlerden gelir aktarılı­yor. ikinci tasarrufun belli bir kısmı sa­nayileşmeye aktarılıyor (Bu yollar ANAP döneminde tüketildi İ. F.) üçün- cüsü, yetmediği ölçüde dışarıdan tasar­ruf sağlanıyor.

İddia ediyoruz SH P olarak dünya­nın bugün içinde bulunduğu siyasi konjonktür Türkiye’nin siyasal fatura ödemeden, ödün vermeden borçlana­bileceği bir ortamdır.

Bugün Batı’da özellikle Amerika’dan kaynaklanan Avrupa piyasalarında yı­ğınla verilebilir kaynaklar vardır. O borç verilen kaynağı hiçbir siyasi ödün ver-

meden Türkiye’ye aktarabiliriz.” (aa.y)Bunları Baykal tamamlıyor; “Sad e­

ce enflasyonu denetim altına almanın önemini anlamak ve kavramak yetmi­yor, onun ancak ciddi bir bedel ödeye­rek düzelebileceğini de unutmamak gerekiyor.

Birinci nokta geleceğe yönelik Siya­si bir kararlılıksa, İkincisi bunun ötesin­de siyasi bir bedeli göze almakla ilgili­dir. Bu iktidarın böyle bir siyasal be­del ödem e şansı artık ortadan kalk­mıştır.” (Panaroma Sayı 28 s. 27)

Tekelci burjuvazi açısından ekono­mik bunalımın yıkıcı sonuçlan , yıp­ranmamış (siyasi bir bedel ödeyebile­cek) bir hükümet ve bununla gelen dış sermaye desteği ile geçici bir süre için ertelenebilir.

8 yıldır uygulanılan faşist baskı hal­kı SH P’ye sürüklüyor, ödenecek siya­si bedel halkın umutlandır.

2. Siyasal anlamda:Toplumsal muhalefetin kaynağı de­

mokrasi talepleridir. Tekeldışı burjuva­ların ve orta burjuva katmanların özör- gütü olarak sosyal demokrasinin siya­sal tavrı, tekelci burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki sınıfsal mücadelenin bir so­nucu olarak baskın olan sınıfın siyasal taleplerine eğilimli olacak bir biçimde oluşur.

Sosyal demokrasinin burjuva de­mokrat reformlar uygulayabilmesi, onun tekeldışı burjuvalann özörgütü olmasından kaynaklanmaz, konjonk­türe bağlı olarak ve düzen sınırları için­de kalmak koşuluyla güçler dengesin­den kaynaklanır.

Sosyal demokratların demokratlığı­nın ölçüsü sınıfı mücadelesinin gelişim seyrinde, işçi sınıfının kazandığı mev­zilere bağlıdır.

İşçi sınıfı kazanımlarını yasalarla de­ğil, mücadele geleneği ile savunurken, sosyal demokratların kazanımlar elde edebilmesinin ve koruyabilmesinin tek yolu yasalara sığınmak oluyor.

Sosyal demokratların yasaları fetiş- leştirme eğilimi, tarihsel olarak en önemli fonksiyonu olan, muhalefetin devrimci kanallara ulaşmasını ve dev­rimci araçlarla uygulanmasını engelle­me amacından kaynaklanıyor.

SH P’nin cezaevlerindeki direniş sü­recinde bazı ilçe örgütlerinde verilen desteğe karşı gerici tavrı politikanın so­kaklara taşınmasına yönelik korkusu­nun sonucudur.

Tekelci burjuvazi ile işçi sınıfı ve emekçi kesimler arasındaki mücadele­nin bugünkü konjonktüründe SH P’nin ANAP’a değil devrimci muhalefete al­ternatif olduğu görülmektedir.

SH P’nin sermayesi, siyasi olarak yıpranmamış bir parti olmasıdır. Umut olmaktan çıkarılması ise devrimcilere düşen bir görevdir.

ANAP tecrit olmuş, bu açık. Bunun diyetini işçi sınıfı ve devrimciler ödedi­ler. Şimdi SH P’nin günü geliyor.

Siyasi olarak deşifre edilecek parti Sosyaldemokrat Halkçı Partidir.

GAP Çare Olabilir mi?Baş tarafı 30. Sayfada

tir. Bunun da 2000 yılında ancak 250 do­lara çıkacağı varsayılmaktadır. Pamukda ise 1970’teki 173 dolarlık fiyatın günümüzde 100 doların altına düştüğü bir gerçektir.2000 yılına kadar ise 1970 yılı fiyatına (173 dolar) ulaşması beklenmektedir” (M. Şeker a.g.e. syf. 114)

Evet, dünya pazarlan finans-kapitali bek­lemektedir! Demek ki, parababaları dünya piyasalarında da deneseler bile şansları on­lara yardım etmeyecektir. Bir yanda bu tip sınai bitkilerinin dağıtım ve alımında tekel olanların fiyatlardaki oynamalarla ürünün değerini olduğundan aşağıya çekmek giri­şimleri, öte yanda aynı üründe onlarca uluslararası rakip ve çatışma. Nasıl ki GAP ile suların, drenaj çalışmalan ve daha hiç başlanmayan kanalet yapımıyla toprakla­ra aktarılması konusunda hiçbir çalışma ya­pılmıyor, bu ürünlerin nasıl satılacağı ko­nusunda da kimse bir şey bilmiyor? İşte bunlar ve yukarıda değindiğimiz diğer “ belirleyici” olgular, finans-kapitalin bu­gün olmazsa, yann elini-kolunu bağlayacak gerçeklikler olarak karşısında duruyor.

Bitirirsek; GAP sadece proje olarak ba­kıldığında esasen insanoğlunun doğaya en büyük müdahalelerinden biridir. Fırat üç kez normal akışından alıkonuyor; Dicle de öyle. Medeniyetin beşiği Mezopotamya’da her nehir taşması tufana dönüşürken, şimdi Dicle ve Fırat ehlileştiriliyor, denetim altı­na alınıyor. GAFla Mezopotamya ikinci kez doğarak tarih sahnesinde yerini alabilir, ama ancak tutarlı, kararlı bir önderlik altın­da! Proletaryanın elinde, onun önderliğin­den____________________________________

Üniversite ve Eğitim ÇıkmazıBaştarafı 33. SayfadaKöy enstitüsünü bitirenler kırda tarımı mo­dernleştireceklerdi. Toprak reformu yapa­mayan Kemalist devlet sınıfı, tersinden so­runu çözmeye çalışmıştır. Köy enstitüleri­nin yeri bu amaca uygun olarak seçilmiş, enstitülere bağlı işlikler, işletmeler kurul­muş, bunları tamamlayıcı kurumlarla eği­timin yaygınlaştırılması amaçlanmıştır. Top­rak reformu yapılamayınca bu deney ba­şarısızlığa uğramış, Tonguç’un deyimiyle “köy canlandırflamamıştır. Devletçilik fi­deliğinde palazlanan finans-kapital DP ile güneşin altındaki yerini almış, CHP’nin tır­panladığı köy enstitülerini kapatmıştır. Köy enstitülerinin asıl önemi, köy gerçeğini gün­deme sokması, 68 ’Ierin oluşmasına katkı­da bulunması, demokratik bir bilincin oluş­masında rol alması olarak gösterilebilir.TÖS ve TÖB-DER büyük oranda bu de­neyin sonuçlarıdır. Böyle bir kısır ortamda politeknik eğitimin ön biçimi olabilecek bir deneyin doğurduğu bu sonuçlar, problemi­nin çözümünün göstergesi ve geleceğe umutla bakmanın güvencesidir.

Kaynakça1- ilhan Arsel. Biz Profesörler. Aktaran Toktamış

Ateş. Niçin YÖK değil. Süreç Yay. s. 5-62- F.mre Kongar. Üniversite. Bilim Yay. s. 64.3- Karl Marx. Aktaran Henri Denis. Ekonomik

Doktrinler Tarihi. Sosyal Yay. s. 44.4- Karl Marx. Aktaran Ignany Szaniawski. Okulun

Toplumsal İşleri. Sosyal Yay s. 2975 Marx-Engels. Seçme Yapıtlar. Atman İdeolojisi, s. 55-566 Auguste Comte. Aktaran Henri Denis. Ekono­

mik Doktrinler Tarihi. Sosyal Yay. s. 4997- Auguste Comte. a.g.e s 501.8 Bkz. Ignany Szaniawsky. a.g.e.9- a.g.e. s. 303.

10- a.g.e. s. 25.11 Toktamış Ateş. Niçin YÖK Değil. Sürey Yay s. 2412 a.g.e. s. 2413 İ Hakkı Tonguç. Aktaran T Tonguç. Devrim

Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç. Ant Yay s. 43.14 Harun Karadeniz. Eğitim Üretim İçindir, s. 51.15- Cumhuriyet. 20 Kasım 1088. s. 15.16- Cumhuriyet Bilim-Teknik eki. s. 5. ..17 Harun Karadeniz, a.g.e. s. 35. (SÜRECEK) 45

Page 46: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

GENEL OLARAK SOSYAL SINIFLAR

46

Sosyal sınıflar bölümünde genel olarak Modern toplumun sınıf karakteristiği yanın­da, özellikle Türkiye’nin sınıf karakteristik­lerini araştırıyoruz.

A) Sosyal Sınıflar- Sınıflar Dövüşü-

SosyalizmFransızca "PARTİ" sözcüğü: Türkçe "BÖ­

LÜK", Acemce “PARÇA", Arapça "KISIM” anlamına gelir... Bir toplumda “PARTİLER" var demek, o toplumun insanları bir sıra bölüklere, kısımlara, parçalara ayrılmışlar demektir. Toplumların en belirli parti- bölükleri: SOSYAL SINIFLAR'dır.

“SINIP nedir? “Das Kapitalen üçüncü to- munun son sahifesi, sınıfın ne olduğunu araştırırken, yarım kalmış bir cümle ile bi­ter. Belli ki Karl Marx, sınıfın dilediği gibi güçlü bir tanımlanmasını en gelişkin biçi­mi ile yapmak isterken, bunu tümliyeme- den ölmüştür. Engels de arkadaşının bırak­tığı gibi vermeyi uygun bulmuştur. Büyük ustaların böyle bıraktıkları konuyu sonra ge­lenler didaktik kaçınılmazlıklara, yani öğ­retici pratiğe uyarak bütünlemeye çalışmış­lardır.

Ancak, sosyal sınıfların var oluşları da, dövüşleri de Tarihcil Maddeciliğin ne bir icadı, ne bir keşfidir. Hegei “HUKUK FEL­SEFESİNİN ANA ÇİZGİLERİ” eserine yaz­dığı "GİRÎŞ"te pek ısrarla bir noktayı belir­tir. Ona göre her TARİF (tanımlama): yü­zeyde kalan bir Bilim çerçevesidir. Olaylann tam anlaşılması tanımlamalarla olmaz. Ta­rihcil gelişimlerinin kaçınılmazlığı (zarure­ti) ile gerçeklik kazanırlar. Sosyal bir olay demek oian “SINIFLAR" da. tarif edilmek­ten çok. tarif edilmeden önce: TARİHCİL BİR GELİŞİM KAÇINILMAZLIĞI VE GE­REKLİLİĞİ kazanmış gerçekliklerdendir.

Bugün “SOSYAL SINIF" konusu ele alı­nırken. o büyük diyalektik hakikati, yani şaşmaz gerçeklik anlayışını göz önünde tut­mak gerekir. Sınıf gerçekliği her ülkedeki gelişim gidişi sırasında azçok değişikliklere uğrar. Bu yüzden, bir an için yapılmış sos­yal sınıf tanımlaması ister istemez azçok yü­zeyde kalabilir. Donmuş ve ezbere formül­lerle zırhlandınlabilir. Onun için, sosyal sı­nıf ilişkilerini birtakım transandantal kate­goriler gibi fosilleştirmemelidir. Her toplu­mu yaşıyan tarihcil kaçınılmazlığı içindeki bütün gerçekliği ile izlemelidir.

Bu anlayışla modern topluma bakınca ne görüyoruz?

SOSYAL SINIF: dedik mi, ilkin Modern ekonomi temelini ve onu belirlendiren EGEMEN ÜRETİM yordamını göz önüne getiriyoruz. Her toplumun sosyal sınıfları, herşeyden önce, o toplumun “EGEMEN EKONOMİ” ilişkilerinde DOLAYSIZCA, yani BİRİNCİ KERTEDE görevli bulunan insan kümeleridir.

“EGEMEN EKONOMİ" der demez şunu

anlıyoruz: Demek her toplumda başkaca “EGEMEN OLMAYAN EKONOMİ ve ÜRETİM" biçimleri de vardır. Modern bur­juva toplumunda egemen üretim biçimi KAPİTALİST ÜRETİM yordamıdır. Kapi­talist toplumun sosyal sınıfları, ancak KA­PİTALİST ÜRETİM YORDAMI içinde DO­LAYSIZCA. yani BİRİNCİ KERTEDE gö­revli bulunan insanların kümeleşmeleridir. Ve ancak o kümelerin ilişkileri modern iliş­kileri modern toplum sınıfları bakımından düşünce ve davranış konusu edilebilirler.

Bir üretim yordamı üzerinde DOLAY­SIZCA görevli bulunan sosyal sınıflar baş­lıca iki karakterle birbirinden ayırt edilirler:

1- O sınıfların DURUMLARI başka baş­kadır.

2- O sınıfların ÇIKARLARI başka baş­kadır.

Modern toplumda İŞVEREN sınıflarının durumu: ÜST ve GÜDÜCÜ sınıf olmak; İŞÇİ sınıfının durumu; ALT ve GÜDÜLEN sınıf olmaktır. Gene modern toplumda, İŞ­VEREN sınıfının çıkarı: elinden geldiği ka­dar çok ARTI-DEĞER koparmak, yani SÖMÜRMEK; İŞÇİ sınıfının çıkarı ise: elin­den geldiği kadar az ARTI-DEĞER kopart­tırmak. yani SÖMÜRÜLMEMEK'tir.

Bu tanımlamaya göre, modern toplu­mun başlıca SOSYAL SINIFLARI: işveren ve işçi sınıflarıdır. İşveren sınıfı ÜSTTE SÖ ­MÜRÜCÜ. işçi sınıfı ALTTA SÖMÜRÜ­LEN sınıflar oldukları için, durumları ve çı­karları bakımından iki zıt kutup olmuşlar­dır. Sonsuz gibi görünen önüne geçilmez bir savaş içinde bulunurlar. Buna SINIF­LAR SAVAŞi, yahut SINIFLAR GÜREŞİ, yahut SINIFLAR DÖVÜŞÜ adları verilir.

Sınıflar dövüşü denilen gerçekliği şu veya bu insanın dileği yahut kaprisi yaratmaz. KAPİTALİST düzenin ta kendisi sınıflar sa­vaşını gerektirir.

Mesele böyle konulunca, SINIFLAR SA­VAŞINI doğru bulmayanlar, yahut isteme­yenler varsa, o gibi kimseler ne dedikleri­ne biraz dikkat etmelidirler. Onlar eğer zer­rece sözlerinin eri iseler, sınıflar dövüşünü yanlış veya kötü sayarken, belki farkına var­mayarak. herşeyden önce KAPİTALİZMİ doğru bulmuyorlar ve istemiyorlar, demek­tir.

Onun için, sosyal sınıfların varlığını her­kesten önce burjuva düşünürleri görmüş­ler ve yazmışlardır Tarihin (Medeniyet Ta­rihinin) bir SINIFLAR SAVAŞI Tarihi oldu­ğunu. Marks ve Engels’ten çok önceleri, gerçekçi burjuva düşünürleri anlamış ve an­latmışlardır.

Öyle ise, sosyal sınıfların varlığını, çeliş­melerini bir Sosyalist icadı saymak ve sırf Sosyalistlere maletmek en kalpazanca bir ne dediğini bilmemek olur. Bir yanda ka­pitalizm (özel teşebbüs) savunulurken, öte yanda sınıfları ve sınıflar savaşını inkâr et­mek ne demektir? Bu inkârı yapan cahil kişi ise. ne dediğini bilmiyordur. Ne dediğini bi-

Dr. Hikmet KIVILCIMLI

lenler inkâra, hatta yasaklamaya kalkıyor­larsa, yaptıkları ikiyüzlüce bir sahtekârlık­tır.

Çünkü “ÖZEL TEŞEBBÜS” demek “KAPİTALİZM” demektir. Kapitalizm de­mek: üstte sömürücü işveren sınıfı, altta sö­mürülen işçi sınıfı ile bir üretim yapılıyor de­mektir. Kapitalizm bu üretim ilişkilerinin te­melleri üzerine kurulmuş bir sosyal düzen­dir. Bu sosyal düzeni kuranlar şu veya bu insanlar, şu veya bu sınıflar değil: tarihcil gelişimdir. En basit gerçekçi insan dürüst­lüğü. kapitalizmin birbirine zıt İŞVEREN- İŞÇI sınıflarına dayandığını, bu sınıflar ara­sındaki çelişkinin ister istemez ardı arkası kesilmeyen çatışmalarla dolu olduğunu görmezlikten gelemez.

Sınıflar güreşini örtbas etmeye, yani var­ken yok saymaya yahut yasak etmeye kal­kışmak nedir? Sınıflar güreşini insan bilin­cinden uzak tutmaktır. İnsan sınıfları ara­sındaki güreşi HAYVANLAR arasındaki or­man kanunlarıyla gütmeye girişmektir.

Tersine, modern toplumda özel teşeb- büscülüğün egemen olduğu kapitalist üre­tim yordamı yüzünden doğmuş SINIFLAR DÖVÜŞÜ'nü insanların bilincine çıkarmak; insanlar arasındaki bir sürü hayvanca te­pişmeleri. İNSANCA yapmak ölçülerini ge­tirir. Buna SOSYALİZM denir.

Sosyalizm, 7 bin yıldır süregelen ve 6 bin 500 yıl, boyuna doğarak sonra batmış me­deniyetlerin örneğinden ders almıştır. İn­sanlar arasındaki HAYVANCA SAVAŞI in­sana yaraşır BİLİNCE çıkarmıştır. Sınıflar savaşını Medeniyet kazançlarına ve toplum yaşantısına en az zarar verecek biçimlerde İNSANCA DÖVÜŞ’e çevirmiştir. Sosyalizm insan topluluğu içinde en son kalıntılarıyla HAYVANLIĞI kaldırmaktır. O bakımdan, Sosyalizm düşmanlığı insanlık düşmanlığı­dır. Sosyalizmi bile bile istememek, kapi­talizmin bugünkü durumuyla toplumda HAYVANLIĞI sürdürmektir.

B) SOSYAL TABAKALARDAN

KÜÇÜKBURJUVAZİModern toplumda işveren ve işçi adlı

başlıca ve birinci kerteden gelen SÖSYAL SINiFLAR’dan başka PARTİLER (bölük- kısım-parça)lar yok mudur? Vardır. Hem de pek çoktur. Bu ikinci kertede gelen bö­lük bölük insan kümeleri iki türlü olurlar. Bunlar:

1- Ya her başlıca birincil sosyal sınıfın kendi İÇİNDE bulunan bölüklerdir.

2- Yahut bütün başlıca sosyal sınıfların DIŞINDAKİ bölüklerdir.

1- BİRİNCİL sosyal sınıfların İÇLERİN­DE bulunan İKİNCİL insan bölüklerine biz­de daha çok ZÜMRE adı verilir. İşveren sı­nıfı içinde: Sanayiciler, Ziraatçılar, Banka­cılar. Tüccarlar ve ilh. gibi bölüklere işve-

Page 47: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

ren sınıfının başka başka ZÜMRELERİ de­nir.

Bu zümreler arasındaki hiyerarşi (rütbe­ler zinciri) çağa göre değişebilir. 19. cu yüz­yıl sonuna değin kapitalizmin birincil işve­ren zümreleri: sanayici ve ziraatçı girişen­lerdir. Bankacılar, tüccarlar ve ilh. kapita­list zümreleri İKİNCİL gelirler. 20.ci yüzyılda bu hiyerarşi tersine döndü. Bankacılar bi­rincil zümre oldular. Öteki zümrelerin en kodamanlarını kendilerine uydulaştırdılar.

İşçi sınıfı içinde: Tarım işçileri (ırgatlar), kaba işçiler (üretime alışmamış kara işçiler), orta işçiler, usta işçiler, uzman işçiler ve ilh. gibi bölüklere işçi sınıfının başka başka ZÜMRELERİ denir.

19.cu yüzyılda işçi sınıfı zümreleri azçok akılcıl bir dengelilikle farklı idiler. 20.ci yüzyıl ile birlikte, işçi sınıfı içinde burjuvazinin des­teklediği ve aristokratlaştırdığı işçi küçük- burjuvaları sendika gibi işçi teşkilâtlarını te­kellerine geçirdiler. Tıpkı kapitalist sınıfı için­deki bütün zümreleri bir Finans-Kapitalist zümresi nasıl baskı altında tutup sömürü­yorsa, öylece aristokrat ve sendika gang­steri işçi açıkgözleri geri kalan bütün işçi zümrelerini baskı altında tutuyor ve sömü­rüyorlar. Yukarıda kapitalist sınıfında azı­tan tekelcilik böylelikle aşağıda işçi sınıfı içinde de almış yürümüş olur.

2- BİRİNCİL sosyal sınıfların DIŞLARIN­DA bulunan İKİNCİL insan bölüklerine biz­de daha çok TABAKA adı veriliyor. Çün­kü bunlar birincil sosyal sınıflardan çok da­ha heterojen (gayrı mütecanis), altlı üstlü bir hayli 'durum ve çıkar farkları gösteren basamaklaşmalara uğramışlardır. Onun için bü sosyal kümelere onları sosyal sınıflardan ayırmak üzere, SOSYAL TABAKALAR denmelidir.

Sosyal tabakaların hepsi de ilkin MO­DERN ÜRETİM YORDAMI ile DOĞRU­DAN DOĞRUYA ilişkili olmayan kümeler­dir. Normal sayılabilecek fakat yalnızca so­yut kavram olarak anlaşılan, sırf (İŞVE- REN-İŞÇİ) sınıflarından ibaret, tam verimli bir kapitalizm için sosyal tabakaların EKO­NOMİK gerekleri ve zaruretleri yoktur.

basamak açılıp saçılmasını gerektirmiştir.

Onun için, birincil sosyal Modern sınıf­lar dışında kalan SOSYAL TABAKALARI bölümlendirmek, her ülkenin özel tarih, ekonomi, politika şartlarına göre ayrılıklar ve güçlükler gösterir. Politika kargaşalıkla­rının en büyük sebebi, sosyal tabakalarla sosyal sınıfları birbirine karıştırmaktan ve sosyal tabakaları da ayrıca birbiriyle karış­tırmaktan ileri gelir.

Sosyal tabakalar deyince ilkin iki grup göz önüne getirilir:

a) GEÇMİŞ TARİHİN YADİGÂRI OLAN SOSYAL TABAKALAR: Geçmiş çağların üretimi yordamları kapitalizm şart­ları içinde sürünüp gittiği için ayakta durur­lar. Bunların en ünlüleri büyük KÖYLÜ TA­BAKALARI ile ESNAF TEBAALARI’dır. Kapitalizm kendi kanununa uyup gereği gi­bi gelişseydi, bu iki büyük tabaka yeryüzün­den silinebilirdi.

b) MODERN GÜDÜMÜN'YADİGÂRI OLAN SOSYAL TABAKALAR: Bunların en göze çarpanları USTABAŞILAR ile AY- DINLAR’dır. Bu tabakaların üretimle ilişki­leri dolaylı yoldan: İDARE, SİYASET gü­dümleri için olur.

Kapitalistler siyasî iktidarı ele geçirmeden önce gerçekten girişkin kişilerdi. O girişkin- likleriyle üretimdeki görevlerine elverişli kal- saydılar, adı geçen iki tabaka insana hacet kalmayabilirdi.

Ancak, ne KAPİTALİZM ideal GELİŞİ­MİNİ başarabilmiş, ne de KAPİTALİSTLER üretiminde gözetim ve bilgi GÖREVLERİ­Nİ ciddiye almışlardır.

(a) ve (b) tabakalı insan kümeleri arasın­da TERSİNE ORANTILI bir gelişim olmuş­tur. Kapitalizm ilerledikçe TARİHİN YADİ­GÂRI olan köylüler ve esnaflar boyuna azalmaktadırlar. Buna karşılık, işveren sı­nıfı hazır yeyiciliğe dökülüp gözetim ve bilgi görevini aksattıkça, sosyal sömürü denge­sini koruyabilmek için MODERN GÜDÜ­MÜN YADİGÂRI olan gözeticileri ve aydın adlı Modern kapıkullannı boyuna arttırmış­tır ve arttırmaktadır.

Sosyalizm,İnsanlar arasındaki HAYVANCA SAVAŞI insana yaraşır BİLİNCE çıkarmıştır. Sınıflar savaşını

Medeniyet kazançlarına ve toplum yaşantısına en az zarar verecek biçimlerde İNSANCA DÖVÜŞ’e çevirmiştir. Sosyalizm

insan topluluğu içinde en son kalıntılarıyla HAYVANLIĞI kaldırmaktır. O bakımdan,

Sosyalizm düşmanlığı insanlık düşmanlığıdır. Sosyalizmi bile bile istememek, kapitalizmin bugünkü durumuyla toplumda HAYVANLIĞI

sürdürmektir.İyi organize edilmiş, mantık sonuçlu,

akılcıl (rasyonel) veya fikircil (ideal) diye­bileceğimiz bir kapitalizm için SOSYAL TA­BAKALAR kaçınılmaz bir gerçeklik olma­yabilir. Daha doğrusu, kapitalist top­lumda bir an için SOSYAL TÂBAKALAR yok oluverseydiler, kapitalist üretim yor­damı durmazdı ve aksamazdı. Tam tersi­ne, sosyal tabakalar olmasa, kapitalist top­lumun genel ve soyut EKONOMİK düze­ni daha verimli ve ilerici olarak büsbütün rahatlıkla işleyebilir ve çok çabuk gelişebi­lirdi.

Ne var ki her kapitalist toplumun EKO­NOMİK zaruretleri dışında, TARİHCİL ve POLİTİK birçok kaçınılmazlıkları daha var­dır. Kapitalist üretim yordamı için ikincil sa­yılabilecek o tarih ve siyaset zaruretleri her ülkede bir sürü sosyal tabakaların basamak

Egemen sosyal sınıf her gün sayıca bi­raz daha azaldığını görüyor. Güdüm göre­vinden ve bilgi yetkisinden her gün daha çok uzak düştüğünü görüyor. Hele 20. yüzyılın Finans-Kapitalizm çağında, kapi­talist sınıfı büsbütün gereksiz bir asalak ol­duğunu kavrıyor. Bu kendi kendine YOK oluşu bir VARLIK gibi göstermek ihtiyacı­nı duyuyor.

O zaman kapitalist sınıfı gittikçe daha çok sayıda gelişen teknik incelikleri yalnız Bi­lim işinde uzmanlaştırdığı elemanlara bıra­kıyor. Tekniği anlamakta tekeline sahip olan bu uzmanlar, “akılcıl” sistem (rasyona­lizm), Taylorizm, zincir usulü ve ilh. ile ve­rimi arttırma yoluna işçileri kurban ediyor­lar. İşçiler üretim içinde bir küçük çivi ka­dar önemsiz duruma sokuluyorlar.

Bu üretim ilişkileri ortasında işçi artık ma­

kinenin hizmetkâri olmuş otomat bir bos­tan korkuluğudur. Otomatların daha çok yıpranarak verim sağlamaları için gözetici­leri ve uzmanları sayıca arttırmak gerekir.Gözeticilerle uzmanların çıkarları artı-değer sömürüsünü arttırmakta toplanır. Durum­ları işçi sınıfını kılını kıpırdatamaz hâle ge­tirmekte toplanır. Düşünce, duygu ve dav­ranışlarında bunaltılmış işçi sınıfına karşı aristokrat işçi ile uzman aydın kendisini o çıkar ve durum bakımından kapitaliste pa­ralel sayar.

Küçükburjuva tabakaları, “KÜÇÜK” oldukları için maddece ve mânâca ezilip

sömürüldüklerine göre, İŞÇİ SINIFI’na yakındırlar. Aynı tabakalar “BURJUVA”, yâni

“ÖZEL MÜLKİYET” denilen ismi var cismi yok tabu ile çarpılmış bulundukları için, İŞVEREN

sınıfının zafer arabasına bağlı kalırlar.

Buraya kadar, gerek TARİHİN geçmişin­den, gerekse GÜDÜMÜN geleceğinden doğmuş sosyal tabakaları başkalıkları için­de bulduk. Bu sosyal tabakaların bir de or­tak yanları vardır. Hepsi de KÜÇÜK MÜLK SAHİBİ tutumundadırlar. “KÜÇÜK KİŞİ MÜLKİYETİ”; esnafı ve köylüyü verimsiz küçük üretim cenderesinde kısır çabalarla boğuyor; aynı küçük özel mülkiyet aydını ve gözeticiyi haksız sömürüye bekçi köpe­ği yaparak insan haysiyetine aykırı vicdan işkencesi ile yozlaştırıyor.

Ne var ki bu zavallı sosyal tabakalar sırf, o küçük mülkiyetlerinin kölesi oldukları için, durumlannı bilince çıkarmakta güçlük çekerler. Egemen sınıfların muazzam BÜ­YÜK ÖZEL MÜLKİYETİ toplum içinde har vurup harman savurur. Üretimin sosyalleş­mesi ile taban tabana zıt üstyapı engelleri çıkarır, verimi baltalar, toplumun gelişimi­ni baltalar. Yapma işsizliği ve İzafî yoksul­luğu (üst sınıfların zenginliği ile her gün bi­raz daha ağırca zıtlaşan alt sınıfların züğürt­lüğü) arttırır. Bununla birlikte, küçük mülk sahipleri, zaman zaman o toplumu batıra­cak hâle gelmiş büyük özel mülkiyeti körü körüne savunmak felâketinden bir türlü kurtulamazlar.

Onun için, geçmiş Tarihin yadigârı ve Modern güdümün yadigârı olan sosyal ta­bakaların topuna birden “KÜÇÜKBUR­JUVA” tabakaları denilmektedir.

Küçükburjuva tabakaları, “KÜÇÜK” ol­dukları için maddece ve mânâca ezilip sö­mürüldüklerine göre, İŞÇİ SINIFI’na yakın­dırlar. Aynı tabakalar “BURJUVA”, yâni “ÖZEL MÜLKİYET” denilen ismi var cis­mi yok tabu ile çarpılmış bulundukları için, İŞVEREN sınıfının zafer arabasına bağlı ka­lırlar. Bir yandan bağımsız hiç bir düşünce ve davranışa sahip olamazlar. En saçma uyduruklara inanır ve aldanırlar. Öte yan­dan, anarşiye dek “BAĞIMSIZ” görünmek karasevdasından kurtulamazlar. Hiçbir kol- lektif aksiyonu ölüm dirim ölçüsünde be- nimsemiyen küçükburjuvalar, kendisini be­ğenmiş ukalâlık illeti ile inmeli olurlar.

C) Modern Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri Sınıfı

Bugün yeryüzünde Modern olmıyan toplum kalmamıştır. Modern demek KA­PİTALİST demektir. Sosyalist olmıyan ke­simde en akla gelmedik sosyal ilişkileri, bu­lunan MODERN toplum örnekleri: çeşit çe­şit KAPİTALİST ülke tipleri vardır. Bunlar­dan hepsinin en klâsik biçimleri Batı Av­rupa’da görülür. Oradaki klâsik sosyal sınıf ilişkilerini basitleştirmek olağandır. 47

Page 48: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

Bezirgân sermaye ile, bir milli sermaye gi­bi zıtlığa düşmadı. Batıda Modern kapita­lizm doğar doğmaz Tefeci-Bezirgân serma­yeyi yendi. Geri ülkede Modern kapitaliz­min bir ajanı olan Komprador burjuvazi, yerli Tefeci-Bezirgân sermaye ile yan yana yaşadı. Birkaç büyük ve kozmopolit şehir­de yabancı sermayenin ajanlığını yapan Komprador burjuvazi: bir vücudun bağır­sağına ve insanına yabancı kaldı, yukarı­dan baktı. Komprador burjuvazi zeytinya­ğı gibi yüzdü. Öteki Derebeyi artığı Tefeci- Bezirgân sermaye sınıfı su gibi altta kaldı.

Arada birçok politik ve benzeri kargaşa­lıklar çıktı. Sosyal sınıf ve tabakalar arasın­da birçok karıştırmalar ve karışıklıklar oldu. Bütün bunlara rağmen zeytinyağı ile su bir­birlerine kaynaşamadı. O vüzden 19.cu yüzyıl Komprador burjuvazi milli bir güç olamadığı gibi, geri ülkenin Antika ve Or­taçağlardan artakalmış TEFECİ-BEZİR- GAN ve DEREBEYLİK tabakalarını ne or­tadan kaldırabildi ve ne de kendi yörünge­sine oturtup değişikliğe uğratabildi. Örne­ğin, İngiltere’de olduğu gibi, Derebeyi artı­ğı Tefeci-Bezirgârılar bir türlü “LORDLAŞ- TIRILAMADILAR” Komprador burjuvazi­nin böyle bir Sosyal değişikliği yapacak eko­nomik gücü olmadığı gibi, sosyal ve poli­tik olanağı da yoktu.

Parlamentarizm, bilindiği gibi KAPİTA­LİST sınıfı ile BÜYÜK TOPRAK VE MÜLK SAHİPLERİ sınıfı arasında geçen pazarlık düzenidir. Bu düzende iki egemen sınıfın bütün zümreleri bir çeşit BORSACILIK ya­

parlar. Buna klasik adıyla BURJUVAZİ DE­MOKRASİSİ denir.

Geri ülkelerde hiçbir zaman öyle klasik bir Parlamentarizm işleyemedi. Burjuva de­mokrasisi normal bir parlamento çerçeve­si içinde iyi kötü pazarlıklara girişip uyuş­makla büyük problemlere az çok çözüm yolları bulamadı. O nedenle ülkenin ORANTILI (izafi) de olsa kalkınması hız­lanamadı.

Yabancı sermaye Batı kapitalizminin sö­mürüsünü daha tutarlı kılacak bir ortam ya­ratmak istiyordu. Bu amaçla geri ülkeye de Batılı usulleri: Parlamentoculuğu, Hürriyet­çiliği, Kanun Devletçiliğini ve Sosyal Ada­letçiliği dayattı. Bütün bu tutumlar üstün­körü taklit edilmedi değil. Ne var ki Batı taklitçiliKleri geri toplumu büsbütün karma- kanşık bir karnavala çevirmekten öteye geç­medi. Her yapılan değişiklik yabancı ser­mayenin daha iyi balık avlamasına yarıyan bulanık suları arttırmakla kaldı. Bütün “ih- tilaFler, “inkılaplar, “reformlar, “ıslahaflar, ünlü deyimiyle: “Biz bize benzeriz” biçim­lerinde yozlaştı. Bir türlü özenilen Batıkla­ra benzenilemedi.lan ve evren krizleri keskinleşip de, Prole­tarya Devrimleri başarı kazanınca iş değiş­ti. Batılı Finans-Kapital kendi toprakların­da sosyal temellerinin daraldığını gördü. Sömürgelerle geri kalmış ülkeler, proletarya ihtilallerinin yedek gücü (ihtiyat kuvveti) olan MİLLİ KURTULUŞ SAVAŞLARI’na girişti. Bir yanda “Cemiyet’i Akvam” (Ulus­lar Derneği”, yahut “Birleşmiş Milletler” ha­vasıyla, Birinci Evren Savaşından sonra Briyan-Kellog Paktları, İkinci Evren Sava­şından sonra Marşal, Truman Doktrinleri ortaya çıktı. Bunlar emperyalistler arası nü­fuz bölgelerini, evren ölçüsünde dünyayı paylaşma konularını ayarlamaya çalıştı. Öte yandan geri ve sömürge ülkelerde yeni me­totlara girişildi. Modası geçmiş, etkenliği sı­fıra düşmüş, toplum içinde ur gibi yabancı bir cisim haline gelmiş Komprador burju­va zümresiyle artık iş görülemezdi. Komp­rador burjuvaziden daha içli-dışlı ve milleti kolay sürükleyebilecek ortaklar arandı ve bulundu.

Geri ülkelerde Batılı anlamıyla vatanı ve milleti uğrunda ölümü göze alacak bir mo­dern İŞVEREN SINIFI yoktu. Zaten öyle bir sınıf olsa, onunla uzlaşamayacağını Emperyalizm de biliyordu. Ama başka bir sınıf vardı ve aleste bekliyordu. Bu sınıf, her önüne gelen Fatih’in karşısında gerekince din iman, bin mintan değiştirerek kuyruk yalayıcılıkla binlerce yıldan beri ayakta kal­mış bulunan Antika TEFECİ-BEZİRGÂN SINIFI idi.

Uluslararası Finans-Kapital “Milli Kurtu­luş Hareketlerimin az çok zoru altında kal­dıkça, duruma uydu. 19.cu yüzyıldan beri kendisine sadık uşaklık yapmış kişiliksiz Komprador burjuvaları elekten geçirdi. Bunların en kodamanlarını, en sınanma­larını kendi tipinde bir milli Finans-Kapital zümresi de uluslararası Finans-Kapitalin ya­pısı içine katılmış oldu. Bu gidişin en par­lak görünüşü “YABANCI ŞİRKETLERİ MİLLİLEŞTİRMEK” adı altında gerçekleşti. Bu birinci konaktı.

Geri ülkede uluslararası Finans-Kapitalin ilkin ekonomik alanda bir “CÜZ’Ü TAM”ı (bütünleyici parçası) doğar doğmaz, ikinci operasyona geçilmek için sıkı ve koygun bir hazırlığa girişildi. Sabırla, saman altından su yürütülerek Milli Kurtuluş Savaşının bü­tün anti-emperyalist gelenek ve görenek­leri yavaş yavaş yontuldu. Geri ülke ulus­lararası Emperyalizmin bir YEDEK PAR­ÇASI yahut UYDUSU olmuştur denilse, bu söz şaşkınlıklar yaratabilir, belki patavatsız­lıklara yol açabilirdi. Öyle denilmedi.

Geri ülkeler neden geri idiler? Çünkü Antika ve Ortaçağ düzenini yaşıyorlardı. Batı neden en yüksek güce ulaşmıştı? Or­taçağın yerine Modern adlı yeni bir düzen kurduğu için. Bu hesapça Milli Kurtuluşun amacı ne olabilirdi? Ancak ve yalnız “BA­TILILAŞMAK”..

Böylece ortaya atılıp herkese kolayca be- nimsetilebilecek parola en zararsız ve göz kamaştırıcı biçimi ile bulunmuştu. Geri ül­keler Emperyalizme uşak, yahut Finans- Kapitale bir milli şube haline gelmiyorlar­dı: Batılılaşıyorlardı.

Bu uzun süren ikinci konaktı. Bu uzun vadeli konakta ekonomik ve sosyal ve he­le politik hazırlıklar hiç de güç olmadı. Çün­kü geri ülkelerin ta Firavunlar ve Nemrut- lar çağından kalma DEVLETÇİLİĞİ vardı. Devletçiliğin bütün subaşları ve köşetaşları yeni Finans-Kapital zümresine kestirildi. Daha “YABANCI ŞİRKETLER MİLLİLEŞ­TİRİLİR” yahut “KURTULMUŞ TOPRAK­LAR ÜLEŞTİRİLİR”ken, kadim Kompra­dor burjuvalann Avrupa’da tahsil görmüş yahut yabancı okul diplomalı parlak çocuk-

Fakir memleketi “ZENGİNLEŞTİRME” pa­rolası altında “SERMAYE BİRÎKTİRME’nin en korkunç biçimleri mübah görüldü. Ge­ri ülke halklarını soyup soğana çeviren ağır vergilerle çığ gibi büyüyen Bütçeler kota­rıldı. Bu bütçelerin yüz milyonları hep ulus­lararası Finans-Kapital ile içli-dışlı şirketler kuran “MİLLİ” şapkalı vurgunculara tahsis edildi.

Beri yanda bu “Yağma Hasan’ın böreği­ne ağızları sulanarak, binlerce yıldır “Allah Allah!” diyen Antika TEFECİ-BEZİRGÂN sınıf yavaş yavaş Finans-Kapitalin ağları içi­ne aracı, ortak yahut alt ve uşak durumun­da çekildi. Bu kaynaşma sayesinde, geri ül­kenin. artık yerliliği ve yabancılığı kalma­mış Finans-Kapitale yağma sofrası yapıldığı ortadaydı. Memlekette bütün “ileri gelen” kodamanlar bu sofraya oturtuldular. Kadîm Tefeci-Bezirgân sınıfı içinden de en koda­manları ve en sınanmışları seçilip alındılar. Devletçi veya vurguncu yağma balını tutan Tefeci-Bezirgânlar da parmaklarını yaladı­

lar. Ve bir anda uluslararası Finans-Kapital efendilerinin kendileri için (Kadîm Firavun­ların ve Nemrutların yerine) yeni efendiler olarak geçtiklerini gördüler. Allah yerine Emperyalizme tapmanın daha çıkarlı du­rumlar sağladığını her günkü pratikleriyle anladılar.

O zaman “HÜRRİYET, “DEMOKRASİ” havaları estirildi. Emperyalizmin düşmanı olma geleneklerine dayanan MİLLÎ KUR­TULUŞ liderleri öylesine göklere yükseltil­diler ve Tanrılaştırıldılar ki, o yüce katlar­dan aşağı halka inmeyi uçurumlara yuvar­lanmaktan better sandılar. Öyle bir halkçı­lığın hayal kırgınlığına uğramaktansa, “Batıcılık” uğruna hazır ellerine geçmiş ve uysallaşmış bulunan Devletçiliği harcıyarak putlaşmaya baktılar. Bu liderlerden kafa tu­tanlar çıktıysa, onlar da, Endonezya’nın Su- karno’su gibi, allem edilip kallem edilerek tepesi taklak getirildiler.

Kurtuluşa inanmış yüzbinlerce insan bir geceyarısı baskını ile “KOMÜNİSTLER” damgası altında çoluk çocuk, karı kızan kı­lıçtan geçirildiler. Daha uysal davranan li­derler, uluslararası Emperyalizmin açık se­çik ajanlarını sivrilttiler. Geri memleketi eko­nomi ve kültür ağları içinde tutan Şirketler geniş yığınları bunaltıp aldatmakta yerden göğe dek “hür” bırakıldılar. Halktan hiç kim­senin ne olduğunu bilmesine vakit bırakıl­madı. Gerçekten fakir halk gönüllüsü olan ülkücülere soluk aldırtılmadı. Devletçiliğin muazzam kahredici kıyma makineleri ÖZEL TEŞEBBÜSÇÜLÜĞÜ “serbestçe” ik­tidara çıkarttı.

O zaman ne oldu? Geri ülkelerde Anti­ka Tarihin sık sık yazdığı cilvelerden biri ol­du. Bu bir çeşit “TERSİNE RÖNESANS” idi. Kapitalizm, Batı’da TEFEC İ- BEZİRGÂN sınıfı kökünden kazımadıkça, normal olarak doğmamıştı. Fakat geri ül­kelerde, kapitalizmin son çağı olan Emper­yalizm döneminde, Tefeci-Bezirgân sınıfı kökünden kazınmak şöyle dursun, bütün dişleri ve tırnaklarıyla kapitalizme ortak ol­maya ve kapitalist iktidarı ayakta tutmaya kendini verdi. Bu bir Tarihin tersine akışı mıydı? Evet. Böyle tersine akıntılar, ölüm çağına gelmiş düzenlerin büyük anaforları içinde görülebilirdi. Kapitalizmin inkâr ede­ceği Tefeci-Bezirgân sınıfı, 20.ci yüzyılda sanki kapitalizmi inkâra kalkışmış gibiydi. Ancak bu görünüştü. Dizginler, görünme­yen örümcek ağları gibi uluslararası Finans- Kapital mekanizmasının ve en büyük Emperyalist iktidarların elinde idi. Modern Finans-Kapital, nasıl Tarihin çarklarını geri çevirmekte ve gericilik yapmakta eşsiz ise, tıpkı öyle, Antika Tefeci-Bezirgân sınıfı da insan kazançlarını inkâr etmekte ve gerici­lik vanmakta Emperyalizmden aşağı kalmı­yordu.

Böylelikle tencere yuvarlandı kapağını buldu. Ortaçağlardan, hattâ ilk Antika çağ­lardan kaldığı bilinen Kadîm Tefeci- Bezirgân sınıfı: Modern çağın dünya ihti­lâlleri ve Sosyalizm döneminde, Finans- Kapitale YEDEK UYDU ve İHTİYAT GÜ­CÜ olarak geri ülkelerde iktidar mevkiini paylaştı. Bu yüzden Tefeci-Bezirgân sınıfı, sanki bir Modern sosyal sınıf imiş gibi geri ülkelerin ekonomisinde, toplum ilişkilerin­de, politikasında, kültüründe, ahlâkında ağır basan söz sahibi bir sınıf kesildi.

Bugün geri ülkelerin SOSYAL YAPISI denince, yukarıda saydığımız SINIF İLİŞ­KİLERİ gözümüz önünden ayrılmamalıdır. Geri ülkelerin^ekonomisi de. sosyal üst katı da ancak o sınıf ilişkilerinin belirlendirdiği ve karşılıklı olarak biçim verdiği TEMEL ve ÜST-YAPI düzeni içinde değerlendirilebilir.

(AYDINLIK, Sayı 2, Aralık 1968, s. 119-133)

Page 49: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6

Adı Garbis Altınoğlu. İşkenceci Sedat Caner Nokta Dergisi’ne yap­tığı açıklamada Kaplumbağa hücresi” işkence yönteminin ilk kez on­da denendiğini açıklıyordu. Altınoğlu mahkemede verdiği ifadede “Maraş’ta kaldığım 70 gün boyunca ağır bir şekilde işkence gördüm. Gözaltında bulunduğum bu 70 gün içinde toplam 20 gün bütünüyle aç kaldım” diyordu. Caner ise, ‘‘kendisine güveni kırmak için burnu­na zincir takıldı, tef çalındı ve ayı gibi oynatıldı... Kendisine olan gü­venini yitirmişti ama yine de konuşmadı” diye ekliyordu. Altınoğlu di­rendi.

L v

I Adları Haşan Eliuygun, Levent Aktürkoğlu, Yalçın Özcan ve Musa ;dem. Çemberlitaş Vezirhan’daki kuyumcu soygunu sanıkları. Dör-

- j de gözaltına alındı, şubede gazetecilere gösterildiklerinde yine ‘‘dört kişiydiler”

Adı Naif Çiftçi. Şüphe üzerine gözaltına alındı. Günlerce gördüğü ağır işkencelere karşın konuşmadı. Şubede gazetecilere gösterildi­ğinde eliyle “V” işareti yaparak zaferi haber veriyordu. Gazeteler ‘‘Di­renen militan” başlığıyla haberler verdiler. Direndi.

Adları Mehmet Çiftçi ve Haşan Çiftçi. Şehremini kuyumcu soygu­nu yüzünden gözaltına alındılar. Aynı zaman diliminde siyasi şube­de başka bir nedenle gözaltına alınan bir devrimci şunları söylüyor­du: ‘‘Bir gün gecenin geç saatlerinde yüzü gözü kânlar içinde yor­gun ve bitkin birinin geldiğini gördük. Konulduğu hücrenin mangalı kapandı. Sabah, bu kişinin Mehmet Çiftçi olduğunu öğrendik, 24 sa­attir işkencede olduğunu duyduk. Her gecenin sessizliğinde alınıp götürülüyordu. Sorgudan döndüğünde o kadar işkence görmesine rağmen hücresine başı dik olarak giriyordu. Daha sonra, Mehmet Çift- Çi’nin işkenceyi ve vahşeti protesto etmek için ölüm orucuna başla­dığını duyduk. Onun kararlılığı bizlere umut ve direnmeyi öğretiyordu” İki kişi girip, iki kişi çıktılar. Ve cezaevine konuldular.

Page 50: Çağdaş Yol Ocak 1989 Sayı 6