Click here to load reader
Upload
yol-siyasi-dergi
View
263
Download
7
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
L
GAPÇare Olabilir mi?
Üniversite ve Eğitim Çıkmazı
12 Eylül ve Kadın
Sosyalist Mücadelede Eğitimle Varılması
'^¿reken Hedef
\
Eylülizm ve Devrimci Gelenek
Yeni Düşünce ya da Sovyetler'in
Dünya Devrimci Sürecine Yaklaşımı
Delinen 1 Ağustos ve Kazandırdıkları
Savaş Teorisi Üstüne
I
LGenel O larak Sosyal Sınıflar
Çok savaştım, diyormuşsun dövüşemem artık.Ö y le y s e d in le :S a v a ş m a z s a n yo k bil ke n d in i, ister suçlu kendin ol, ister başkası, kendini yo k bil.
B.Brecht
Reddettiğimiz Miras ve Sosyalist
Hareketimizin Kökleri
SHP Kime Alternatif?
Çağdaş YolSİYASİ DERGİ
Düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz İÇİNDEKİLER
SAHİBİ ve SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ:
Süleyman Kılıç YAZIMŞA ADRESİ:
Jöntürk Cad. Nikâh Dairesi Karşısı Şamdancı İşhanı Daire: 26
Laleli/İSTANBUL DİZGİ:
Alfa Ajans BASKI:
Milliyet Gazetecilik A.Ş.FİYATI: 2000 TL.
YURTDIŞI FİATI: 5 DM. GENEL DAĞITIM: Hür Dağıtım
ÖN KAPAK RESMİ: Emre Zeytinoğlu
“ İtirafçıya Madalya Töreni”
ARKA KAPAK RESMİ: SİOUEROS - “ Direniş” (Detay)
— Başyazı / YOL .............................................................................. 3— Yeni Düşünce ya da Sovyetler’in Dünya Devrimci
Sürecine Yaklaşımı / M. Yılmazer.............................................. 11— Delinen 1 Ağustos ve Kazandırdıkları / E. Korlü .........................22— Reddettiğimiz Miras ve Sosyalist
Hareketimizin Kökleri/H. Korkmaz .............................................. 24— SHP Kime Alternatif / İ. F a ik ...................................................... 27— GAP: Çare Olabilir mi? / A. Kemal'.............................................28— Üniversite ve Eğitim Çıkmazı / N. Ç ağlar.................................. 31— 12 Eylül ve Kadın / G. D em ir......................................................34— Savaş Teorisi Üstüne / A. Aydem ir............................................36— Sosyalist Mücadelede Eğitimle Varılması Gereken Hedef ve
Militan Kadronun Niteliği Ne Olmalıdır? / A. A ydem ir..............40— Genel Olarak Sosyal Sınıflar / Dr. H. Kıvılcım lı.........................46
ızvASva
EYLULIZM ve DEVRİMCİ GELENEK
Her toplumsal hareket, çoğu kez belirli ölçülerde gelişmiş kendiliğinden davranış eğilimleri olarak karşımıza çıkan kendi moral değerleriyle birlikte doğar. Yığın hareketinin kendiliğinden-gelme doğasında içerili bulunan değerler, öncülerin sistemli eyleminde billurlaşmış davranış ilkeleri şeklinde işlenerek teorik bilinçteki kalıcı ifadelerine kavuşmuş olurlar.
Böylece, siyasal biçimler kazanmış, yönlendirici ilkeler olarak ifade edilmiş olan değerler, hareketin birbirini izleyen pratik dönemleri boyunca her an sınanıp yeniden işlenerek, öncülerin eylemiyle yığınlara geri dönerler. Bu noktadan sonra onlar, yığın hareketinin doğal yanını belirlemekle kalmazlar. Bilinçli toplumsal idealler ve somut siyasal programlarla kendilerini ortaya koyar, örgütlü mücadelenin tarihsel özniteliklerini oluştururlar.
İşçi sınıfı siyasal hareketinin kırmızı rengi, teorik sosyalizm biliminin doğuşundan çok önce ortaya çıkmıştı. Daha 1525 Alman köylü savaşları sırasında, henüz tohum halinde bulunan proletaryanın komünal düşüncelerle tarih sahnesine girdiğini görürüz. Ancak proletarya idealleri, gerçek evrensel tonunu, Avrupa’da dinmek bilmeyen direniş hareketleri ve ayaklanmaların deneylerinden süzülerek gelişen Marksizmle kazanmış oldu.
Demek ki, bütün siyasal-moral değerlerin maddesini yığın hareketleri oluşturmaktadır. Devrimci değerler, köklerini, besleyici kaynaklarını yığınların devrimci atılganlığında bulur, onunla güçlenir, gürbüzleşirler. Yığın hareketinde başgösteren bir çözülme, kökleri zedelenen, gıda kaynakları draldığı için metabolizma sistemi zayıflayan devrimci hareketin değerlerinde de kısırlık ve darlaşmalara, etki ve nüfuz kaybına neden olur. Devrimci hareketin çalışan yığınlardan büyük ölçüde tecrit edildiği, toplumsal gericiliğin üstte döğüştüğü Eylülist dönemin Türkiyesi’nde yaşanan gerçeklik de işte budur.
Burada, ağaç ve toprak arasındaki ilişkiyi tanımlayıcı bir benzetme amacıyla tersine çevirerek ele alırsak, yığın hareketini onun özgül değer ve ideallerini kavrayan kendi manevi toprağından fışkırmış bir ormana benzetebiliriz. Üzerinde serpildiği toprak, geleceğe uzanan toplumsal kimyası bakımından ne ölçüde zengin ve verimliyse, ağaçlar topluluğu onu kendi gürbüz kökleriyle ne ölçüde derinden ve güçlü biçimde kavrayabilmiş- se, orman o denli çoğalır ve genişler. Engin göklere yayılan kolları, fethedilmeyi bekleyen yüceliklere doğru uzanır. Ama toprak, ormanların derin köklerine tutunur o da, işleyip ormana.sunacağı besini gene ormadan alır.
12 Eylül faşizmi, savaş baltaları ve ölüm naralarıyla yığın hareketinin gür ormanını köklerinden budamaya girişti. Sekiz yıldır yaşadığımız toplumsal çoraklaşmanın, kelleşmenin asıl nedeni de bu. Kapitalist ideoloji aygıtlarının zehirlediği toplumsal hava giderek daha da boğucu bir hal alırken, çalışkan yığınlardan tecrit edilen, Haçlı militarizmine taş çıkarttıracak bir vahşi terör altında dağınıklığa itilen devrimci hareketin ciddi bir bunalıma sürüklenmesi de kaçınılmaz oldu. On yılların mücadelesiyle birikmiş, gelenekselleşmiş değerler erozyona uğradı.
Şimdi gericilik, toplumsal yaşamın en ücra tepeciklerinde sipsivri, çirkin kayalıklar halinde yükseliyor. Budanan ormanın tohumları, sürgünleri bütün dirençleriyle tutundukları bir yerlerde yeniden canlanmaya çalışıyor. Taze fidanlar, ağaççıklar, kavrayabildikleri her karış toprakta direnerek boy atıyorlar. Ama her yanlarını kaplayan arsız yosunların, zararlı otların, çöl bitkilerinin ve dikenli çalılıkların ortasında.
★ ★ ★12 Eylül, devrimci hareketi dişiyle tırnağıyla savaşarak kazandığı mevzilerden geriye püskürtmekle, yığınları
bütün sosyal ve siyasal kazanımlarından bir gecede yoksun bırakmakla kalmadı. On yıllarla edinilmiş bütün bir toplumsal bilinç birikimini zorbaca bir ideolojik kuşatma altında tasfiye etmeye yöneldi. Yaygın ve etkili bir demoralizasyon yoluyla, kitlelerin geleneksel yaşama biçimlerinde gizli kalan ve toplumsal canlılık koşullarında yığınları devrimci eyleme sıçratacak manivelaları oluşturan bütün doğal ahlâksal bağları parçalayarak, yoğun bir manevi boşluk ve kriz ortamı yarattı.
Yığınların geçmişinde gerçek bir ilerlemeyi temsil eden ne varsa, ortak çıkarlar uğruna mücadele ve insanca dayanışma coşkunluğunun yaktığı toplumsal yaşam kıvılcımlarından taze ve canlı kalan ne varsa, hepsi ama hepsi, acımasızca boğulmaya, yok edilmeye çalışılıyor. Öyle ki, Türkiye tarihinde belki hiç görülmedik ölçüde derin bir toplumsal çözülme ve atomlaşma ortamında yaşıyoruz.
Karşı-devrimin yığınlara karşı açtığı siyasal ve ekonomik cephelerdeki savaşta yeni direnç merkezleri oluşturmaktan kaçınamadığı belli. Ekonomik bunalım yeniden ve eskisinden daha şiddetli bir boyutlanma eğilimi gösterirken, parababalarının politik kozlarını da giderek tüketmeye yüz tuttukları görülüyor. Bununla birlikte, ideolojik karşı-devrimin, şiddetini ilk dönemlere oranla daha da yoğunlaştırdığını görmezlikten gelemeyiz.
Kapitalist üretim çarklarında yeni bir tıkanmanın kaçınılmazlığı, tekelci ideoloji aygıtlarının ses düzenlemelerinde kendine paralel bir çatallaşmayı şimdilik hiç de zorunlu kılmıyor. Tam tersine, Eylül sonrası artan devşirmelerle (özellikle “eski Marksistler” arasından yapılan transferler) tekeller ideolojisinin yayılım alanları genişletiliyor. I 3
12 Eylül’ün yarattığı tahribat, toplumsal bünyede açılan ilk yaraların soğumaya başladığı şu son yıllarda, şiddetli sancılar ve iç kanamalarıyla gerçek etkisini ve derinliğini hissettirmektedir. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, asıl yıkım, siyasal güç dengelerindeki alt üstlükten, halkın maddi yaşam koşullarındaki yıpratıcı gerilemelerden de öteye, toplum psikolojisinin sakatlanmasında, toplumsal zihindeki geriletmelerde ortaya çıkmaktadır.
Tekelci ekonomi ve politika sisteminde 12 Eylülle başlatılan “ yeniden yapılandırma” tekleme dönemine giriyor, yeni yeni uygulamaya sokulan geçici çarelerle vadesini dolduruyor görünmekte. Ancak, politika kiremitli- ğinden aşağıya, bütün final siyasal arzuların yöneldiği o enmükemmel yere, toplumsal zihine indirilen karşıdevrim, gündelik toplum yaşamındaki gerici kurumlaştırmalarıyla yarattığı “ uzun dalgalarını sınıf mücadelesinin önümüzdeki dönemlerine yayıyor.
Hızını Eylülist kurumlaşma ve sermayenin daha yüksek düzeyde yoğunlaşmasından alan tekelci ideolojinin yayılımı, oluşturduğu toplumsal alıklığı tekleyen ekonomi-politikaya payanda ederek, çöküşü geciktirme yönündeki asıl rolünü tam da bu süreçte oynamaktadır. Oynayacaktır da. Tekelci sermaye, uzun ömürlü olma şansını taşı- masa da, Eylülizme eklemlenenbir restorasyon olanağını, daha çok bu toplumsal alıklaşmanın genişletilerek sürdürülmesinden alacaktır. Henüz ilk ve önemli ipuçlarını veren yeni kriz dalgasının ekonomik yapıda yaratacağı sarsıntı, buna bağlı olarak, sınıfsal çelişmelerin alacağı şekillerden doğacak politik komplikasyonlar, şimdiden arzulanmadığı halde, Eylülist kurumlarda önlenemez bir gevşeme yaratabilir de. Ama, devrimci hareketin hayat damarlarını daraltan gündelik toplumsal yaşamdaki tortulaşma, nisbeten uzunca bir dönem en ciddi sorun olarak önümüzde duracaktır.
Bugün, sekiz yıllık olumsuz birikimin etkilerinden doğan hoşnutsuzluk, ilk ve elle tutulur karşı tepkilere dönüşürken, toplumsal alıklaşma, görece daha yüksek bir hızla yayılmayı sürdürüyor. Süreci soğukkanlı bir bakışla, bütünlüklü olarak değerlendirebilen kimseler için ilginç sayılabilecek biçimde birbirini dışlayan ve kuşkusuz birbirinden çıkan etki ve karşı tepkiler, bugünün koşullarından türeyen bir geçit çağına özgü olarak yanya- na gelişiyor. Bu yüzden, gidişin ana karakteri az-çok belli olmakla birlikte, bunun günlük mücadelenin akışında yaratacağı reaksiyonlar, önceden yapılacak kesinlemelere pek itibar tanımayan göreli bir belirsizliği de kendi içinde taşımaktadır. Bu, bizim açımızdan olduğu gibi, onların açısından da böyle.
Tepkilerin niceliğindeki genişleme eğilimi ve kendinde taşıdığı ileriye dönük potansiyeller, bize onun 12 Eylül öncesine oranla oldukça sınırlı, ideolojik-politik açıdansa henüz geri olan niteliğini unutturmamalıdır. Son birkaç yılınbirikimiyle sınırlı devrimci-demokrat potansiyelin ilk elden kazandığı ivme, eylemlerimizde ne ölçüde bir radikalleşmeye yol açmış olursa olsun, Galatasaray - Xamax maçı ve UEFA kararlarının yarattığı çılgınca baş- dönmesi, toplu açlık grevleri aleyhine gündelik toplum yaşamının gündemini işgal etmektedir.
İşsizlik ve sefaletin artışı, her koşulda, devrimci mayalanmanın birbirini izleyen tepkimeler zinciri halinde hızlı bir yayılışını beraberinde getirmeyebiliyor. Bütün toplumsal çıkış yollarını tıkayan yoğun baskı koşulları altında, çoğu kez çürümeyi üste çıkartarak, devrimci hareketin gelişimini çok daha sancılı, sayısız güçlüklerle dolu bir yola girmeye zorluyor. Düzen, yığınlar arasında yeni tepkiler üretmekten kaçınmazken, bu tepkileri gene kendi egemenlik alanına kanalize edecek ideolojik, politik, estetik vb. araçları da yaratabiliyor.
Böyle bir durumda, TBKP gibi işleyen koşulların baskısı altında mücadele alanından geri çekilerek sınırlı tercihleri benimsemeye yönelmek, sosyalistleri düzene tabi kılıp çürümenin odağına doğru sürükler. Diğer yandan, küçükburjuva devrimciliğinin tipik temsilcisi olan Yeni Çözüm çevresinde yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlayan, devrimci hareketi yığın eyleminden kopartma tehlikesini taşıyan aşırı ve kof radikalizm özlemleri de ancak hastalıkyayan virüsü rahatlatmaya yarar.
Koşullar, onları sağlıklı değerlendirebilme yeteneğini koruyabilenler için önümüzdeki görevleri de netleştiriyor. Bize düşen görev, sınıf mücadelesinin günlük akışı içinde karşılıklı etki ve tepkilerin yarattığı gerilim gücünden doğan enerjiyi yığınlar arasında yeni bir devrimci mayalanmaya dönüştürmek olmalıdır.
Bu da, ancak, çapı ve etkisi ne olursa olsun, doğacak her soruna aktif müdahalelerde bulunmak, güçlerimizin en zengin düzenlenişiyle, yalnızca politik ve ekonomik cephelerde değil, bugüne dek boşluğu çok az dol- durulabilmiş olan bütün ideolojik cephelerde de savaşın hızlandırılmasıyla mümkündür.
Ya günlük çatışmaları yaygın bir devrimci mayalanmaya dönüştürecek katalizörler haline geleceğiz, ya da finans-kapitalin, sambası ve fiestasıyla, karnavalı, boğa güreşi ve futboluyla çıldırmış yeni bir Brezilya yaratma hevesleri etkisini daha da sürdürecek.
★ ★ ★12 Eylül, ekonomik krizin yıkıcı dalgalarıyla çözüntüye uğrayan küçük ve orta mülk sahipliğini, sınıf mücade
lesinin artan şiddetinden bunalmakla, yükselen proletarya hareketinin hızlandırdığı devrimci arayışlara yönelme tutumu arasındaki en kritik anda yakaladı. Burjuva sosyalizmi ve sendikacılar zümresinin işçi hareketi içinde yarattığı fren mekanizmaları ile küçükburjuva devrimciliğinin günübirlik radikalizmi, devrimci birikimi topye- kün bir altüstlüğe götürecek güçlü direniş hattının örülmesini geciktirmişti. Bu yüzden, faşizmin organize saldırısı karşısında koordineli savunma olanaklarından yoksun bulunan halk hareketinin on yıllık birikimi, hızla savrulup dağılışa uğradı.
Ekonomik yıkım ve siyasal zor altında bunaltılmış kitleleri tam da düzenden köklü bir kopuş aşamasında bastıran Eylülist darbe, bütün devrimci / demokratik araçları halkın elinden çekip alarak, çürüyen, dağılan düzenin gerici bağlarını yeniden örebildi. Ani bir gece baskınıyla şoka uğratılmış toplum üzerinde, “can ve mal güvenliği” teraneleriyle yaldızlanmış korku ve umut tacirliğinden ibaret bir siyasal illüzyonu kolayca egemen kılmayı başarabildi.
Sonrası: Yoğun bir siyasal kuşatma altında, mücadele içinde oluşmuş bütün kollektif toplum bağlarının yok edilişi. Yalnızlaştırılmış, savunmasız bırakılmış insanların insafsızca sömürülüşü. Yaşama olanakları daraltılmış kitlelerin “ekonomi” ye zorlanışı. Aşırı zorlanma altında çatlatılan toplumsal halet-i ruhiye.-Ve bu ruh hali üzerine bindirilmiş işbitiricilik, köşe dönücülük zihniyeti.
Küçük üretmen, elinden uçup denetiminden kaçtıkça “değerlenen” kuşatılmış mülkiyet kaleciğine hapsedilip bağnazlaştırılıyor. Daralan üretim çarkları içinde boğulan, fazla mesai yoluyla damızlık emek sürüsüne döndürülen işçiler, çalışmadan yana bonkörlüğe, düşünmeden yana tasarrufa itiliyor. Böylece, maneviyatı törpü-
4 lenmiş, ruhsuzlaşmış insan ilişkileri, nesnel doğanın insan algısından bağımsız kaldığında hiçbir anlam ve amaç
taşımayan kaskatı mekanik işleyişine indirgeniyor. Ya da, piyasada dalgalanan parasal değerleriyle ifade ettiğimiz kaba ve ruhsuz metalar arasındaki yalın ekonomik ilişkiye.
Toplumsal mücadele içinde hayatiyet kazanan ve yığınların ortakmücadele yeteneği üzerinde filizlenen idealleri bastırdığınızda, toplum ve ideal arasındaki bağları kopartıp attığınızda, geriye bütün öz insanal canlılığından soyulmuş, çıplak maddesel, ekonomik hayvan kalır. Kapitalizmin normal ekonomik işleyişle yetmiş yıldır yapamadığını, faşizm, siyasal terörle bindirilmiş vahşi ekonomizmiyle bir çırpıda gerçekleştirmeye yöneldi. Bunda ne denli başarılı olduğu da ortada.
Ancak, sözcüklerin itibari anlamları bir yana, insan ne denli hayvanlaştırılmış biçimler altında olursa olsun, yine de bir toplum yaratığı olarak varolur. Temelde üretim faaliyetlerinin belirlediği bütün maddesel eylemini, kendi varlığının çok katlı, karmaşık algı ve ifadesinden oluşan geniş bir manevi ortam içinde gerçekleştirir.
O halde, insanın basit üretim araçları haline indirgenmesi, onu çevreleyen bütün manevi ilişkiler ağının tepeden tırnağa ekonomize edilmesiyle mümkündür. Yalın ekonomik bireyin kültürünü yalın ekonomik kültür olarak tanımlayabiliriz. Bu olgu, günümüzdeki gerçek ifadesini, faşizmin gelişimini kışkırttığı arabeskte buluyor.
Bugün artık arabesk, bir ticari müzik türü olarak adlandırılmaktan çıkmış, bütün sığlığı ve kabalığıyla, egemen kültür ve politika alanlarını saran bir düşünce ve yaşama biçiminin ifadesine dönüşmüş durumdadır. Egemen ideolojinin günlük toplum yaşamına indirilmesidir arabesk. Faşizmin bireyler arasındaki gündelik ilişkilere yansıyışıdır. Bütün maddesel çarpıklığıyla ekonomik, bütün manevi sığlığı, yüzeyselliği ile pragmatik ve gericidir.
12 Eylül, parababalarının sınıf savaşından duydukları korkunun ürünüydü. Onun için generaller, sınıf çatışmalarını bastırmaya çalışırken, “ milli birlik, beraberlik” çağrılarını da hiç ağızlarından düşürmediler. İşte arabesk kültür, mali sermayenin gayrı-milli karakterine pek de uygun düşen kozmopolitik yapısıyla, parababaları- na “ bütünleştirici” bir temel olma işlevini bu noktada gözler önüne sermektedir.
O, yalın ekonomik güdülerle yönlendirilen, metalaştırılmış insanın kendini ifdesidir. Zihnin bütün insani ürünlerini etkisizleştiren kaygan ve elastikibir yapıya sahip olmakla, çarpıtılmış, rayından çıkartılmış insan enerjisinin sürü davranışlarına dönüştürülmesini sağlar. Bütünleştirici işlevi, yalıtılmış, kendi kendisini aşağılar hale getirilmiş bireylerin, yukarıdan türlü biçimlerle empoze edilen kurallara göre hareket ettirilmesini sağlayan otomatik tepkilere uyarlanmasında yatar.
Halterci Süleymanoğlu’nun olimpiyat rekorları ya da Galatasaray’ın Xamax galibiyeti karşısında gösterilen tepkilerin basit bir “ miili gurur” veya sportif heyecanla tamamen ilgisiz, hasta bilinçaltının rayından çıkartılmış bir boşalışı olduğunu hangi iyiniyetli, aklı başında kimse inkâr edebilir?
Hayır, bir coşku değil bu, bir histeri. Ezilmekten başı dönen, aptallaşmış “ küçük adam” ın çılgın mazoşizmi. Kendi gerçekliklerinden uzaklaştırılmış, gerçek hayatta birbirinin kurdu haline getirilmiş çaresiz bireylerin, kendilerinden bile gizleyemedikleri aşağılık komplekslerininzavallı bir böbürlenmeye ve gövde gösterisine dönüştürülmesi.
Bugün artık arabesk, bir ticari müzik türü olarak adlandırılmaktan çıkmış, bütün sığlığı ve kabalığıyla, egemen kültür ve politika alanlarını
saran bir düşünce ve yaşama biçiminin ifadesine dönüşmüş durumdadır. Egemen ideolojinin günlük toplum yaşamına indirilmesidir arabesk.
Faşizmin bireyler arasındaki gündelik ilişkilere yansıyışıdır. Bütün maddesel çarpıklığıyla ekonomik, bütün manevi sığlığı, yüzeyselliği ile
pragmatik ve gericidir.
Yoksa devletlûlarımız, teritoryal ordusunun tarlak milislerini ruh sağlığı yerinde hangi insanlar arasından devşirmeyi umabilirlerdi. Musul-Kerkük üzerine planlarınızı ancak böyle çıldırtılmış, galeyana getirilmiş insan sürülerine dayanarak yapabilirsiniz.
Düzenin gözünde insanın basit bir üretim aleti, olmadı, toplum sorunlarına tek hücreli ve sümüksülerin ölü kasılmaları kadar duyarsız, ama seçilmiş ve önceden belirlenmiş uyarımiarakarşı koşullanmış, refleksif tepkilerle yanıt veren Pavlov köpekleri kadar değeri bulunuyor. Toplumsal çözülme ve tortulaşmanın bir ideolojik versiyonu olarak arabesk, kârlı ticari mekanizmaların kendiliğinden işleyişi halinde, atomize bireylerin dıştan gelen bilinçli uyarılarla “ birleştirildiği”, yalın ekonomik güdülerle yönetilen bir sürünün kültürüdür.
Bütün insancıl idealleri parçalıyor, tutunacak bir dal bırakmadığınız insanların geçmişteki yitirilmiş günlere yönelik nostaljik duygularını kışkırtarak sahte umutların ticaretini yapıyorsunuz. Ellerinde ne varsa giderek hepsini kopartıp aldığınız insanlara verdiğiniz tek şey, basit ekonomik güdülerle koşullandırılmış anlık pragmatik düşünme alışkanlığıdır.
Bütün geleneklerin içini boşaltıp kof biçimler haline getirerek, en çirkin egemenlik yöntemlerinizi alışılmış normlar altında yürütmeye çalışıyorsunuz. Ama bunu yapmakla, geleneğinizin yaldızlı örtülerini sıyırıp, basit ekonomik çıkarlara dayanan gerici, tutucu çehresini ortaya dökmüş oluyorsunuz.
Aile kurumunuz, egemenlik yöntemlerinize uyarlanmış ekonomik çıkarları gizleyen kutsal örtülerinden soyunmuş, yalın bir ticari şirket olarak gerçek rolünü afişe ediyor. Dini tarikat bezirgânlığı haline getirip apaçık ticari ilişkiye indirgeyerek, ezilen insanın kendi düzeninizdeki son dayanak noktalarını da kendiniz yıkıyorsunuz. Siyaset bezirgânlığınızı gizleyemez oldunuz artık. Partileriniz, hükümetleriniz ve diğer bütün siyasal organlarınız, çıkarlarını koruduğunuz büyük şirketlerden sadece birkaçı olduğunu göstererek çalışıyor.
Bugüne dek egemenliğinizi gizleyen bütün peçelerinizi çıkartıp attınız. Çünkü artık bu eskiyen, dökülen tüller ayaklarınıza takılıyor. En çıplak ve en asalak sömürü yöntemlerinizle yönetmek zorundasınız, başka çareniz kalmadı. Toplumdaki devrimci ruh halini başarabildiğiniz ölçüde en hızlı sömürü olanaklarını sağlıyor bu size. Ama, eskisinden çok daha yüksek bir devrimci kabarışın koşullarını da hazırlıyorsunuz. Şimdi herşey bir kez daha işçi sınıfı faktörüne gelip dayandı ve bu faktörü eğitip yöneltecek bizlere.
★ ★ ★5
70 sonrası hareketin gelişme seyrini kalın çizgileriyle şöyle bir hatırlayalım.En ileri unsurları DİSK içinde toplanmış işçi hareketi, 75’lerde yayılan grev ve direnişlerle hızlı bir yükselişe
girmişti. Kanlı 771 Mayıs’ını izleyen dönemde işçi sınıfı, toplumsal mücadelenin ön saflarına doğru ilerleyerek, Tariş-Gültepe direnişleriyle eylemini en tepe noktasına sıçrattı. Sınıf, öncülük rolünü üstlenmeye hazır olduğunu kanıtlamıştı.
Üniversite gençliğinin 60’lardan beri süregelen mücadelesi, 12 Mart’ın hemen ardından, geçmişe oranla daha radikal biçimler kazanarak genişledi. Mücadeleci gençlik kesimleri büyük şehirlerin kenar mahallelerine doğru yayılarak, halkla bütünleşmeye doğru yönelmişti. Devrimci gençlik hareketinin gücü, yükselen işçi sınıfı eyleminin moral etkileri ve boylu boyunca mücadeleye katılan lise gençliğinin taptaze enerjisiyle daha da büyüdü.
İşçi sınıfı ve gençlik hareketinin artan canlılığı, memurlar, öğretmenler, doktorlar, mühendisler, sanatçılar gibi sosyal kesimlerin de mücadeleye katılımı yönünde güçlü etkiler yaratmıştı. 77’lerden itibaren, kırlarda biriken hoşnutsuzluğu da harekete geçirebilecek bir sıçrama potansiyeline erişti. Tütün, fındık, çay, pancar mitingleri, kooperatif hareketleriyle gelişen kasabalı küçük üreticilerin mücadelesi, Fatsa ve Çorum barikatlarına dek yükseldi. Doğu’da Kürt gençliği ve köylülüğünün mücadele potansiyeli olağanüstü genişledi.
Düzenin içyüzünü kavramaya başlayan, sosyal demokrasinin yaydığı hayallerden giderek kopuşmaya yönelen halk yığınları arasında ortak mücadele ve dayanışma bilincinin hızla yayıldığı bir dönem oldu bu. Yığınların devrimci arayışlarının yoğunlaştığı bu dönemde, sosyalist düşüncelerin etkisi genişlerken, kitle hareketi kendi içinden binlerce devrimci önder yetiştirmeyi başarabildi.
Onyılların biriken hoşnutsuzluğu sonucu harekete geçen yığın enerjisi, yaygın bir devrimci ruh hali, güçlü bir toplumsal direniş eğilimi yarattı. Devrimci kavgaya içten bağlılık duygularını geliştirdi. Örgüt bilincini ve disiplinli faaliyete yönelen eğilimleri güçlendirdi. Kollektif davranışların artmasından doğan coşku ve heyecanı yükseltti.
Mayasını halk hareketinin yükselişinde bulan bu değerler, öncü unsurları kapsayan devrimci siyasal hareketlerin moral temellerini oluşturdular. Aynı süreçte, halk hareketinde yaşanan siyasal saflaşma ve ideolojik ayrımlaşmalar, devrimci moralitenin netleşmesini hızlandırırken, ideolojik belirlenimlerini de güçlendiren etkilerde bulunmuştur.
Ancak, 12 Eylül darbesinin yarattığı ani alt-üstlük, karşı-devrime hazırlıksız yakalanan halk güçleri arasında hızlı bir dağınıklık, devrimci örgütlerde ani çözülmeler ve yığın bağlarını yitirme sonucunu doğurdu. Bir vuruşta yenilmenin yol açtığı şok dalgası yerini uzun süreli durgunluk ve yılgınlık koşullarına bıraktığında, ağır yaralar alarak güçlerini kaybeden, kendi içlerine kapanıp darlaşan devrimci örgütlerde de ideolojik yalpalamalar bir ölçüde kaçınılmaz oldu.
Eylül öncesi halk hareketinin kazandığı ivme, toplum yaşamında ve sol güçler arasında devrimci tutumları üste çıkarmıştı.Eylül sonrasında ise, yığın eylemini sindiren finans-kapitalin zorbaca üstünlüğü, toplumsal yaşamda yarattığı atomlaştırıcı etkilerle, sol içindeki en gerici, reformist eğilimleri kışkırtıp beslemiştir.
Gericiliğin ağır bastığı, devrimci olmanın en ağır suç sayıldığı koşullarda, soylu toplumsal çabalar ve devrimci erdemlilik de itibarından edilerek gözlerden düşürüldü. Birdenbire akılları başlarına gelmişçesine yerlere kapaklanan, tövbe edip af dileyen tatlı su “solcu” ları tekelci basın tarafından günümüzün “ şayan-ı dikkat” yazarları ilan edildiler. Yenilgiye tapınma ve yılgınlık ideolojisi, Batı sanat ve düşünce modasının ayaklara düşmüş soysuz ürünleri arasından yapılan kârlı çevirilerle pompalandı. Utanmadan gericilik kervanına katılan içi geçmiş “sosyalist” ler ve “ yorgun demokrasi” çevreleri, tekelci basın kuruluşları ve TRT’nin itibar-ı şahanelerine mazhar olabildiler.
Soylu isyan duygularının yerini, tövbekârca yaltaklanmalar aldı. Zoru görüp devrimci siyaseti terkedenler, sınırlı icazet alanlarında demokrasi figüranlığına soyundular. Devrime bağlılıklarını koruyanlar kafasız dogmatikler olarak görülürken, yassılma ve döneklik, “düşüncenin evrimi” ve “eleştiri özgürlüğü” gibi yüzyıldır bilinen incir yaprakları ardından veryansın ediliyor. Tekeller ideolojisiyle fuhuş eden rahibe bozuntularından, düşünce biseksüelliğine tutulmuş saray Rasputinciklerine dek bütün mutezile ekolleri, Marksizmin evrensel ustalarını devrini tamamlamış Ahd-i Kadim peygamberleri olarak göstermeye çalışıyorlar.
Gericilik rüzgarlarının fora ettiği teslimiyet bayrakları, direnen devrimciler üzerine savruluyor. Dün devrimciliği bir menfaat kapısı haline getirip bol keseden devrimci demokrasi kesenler, bugün sade suya tirit demokrasi snobizmine soyunmuş dürümdalar. Dünün ucuz ötüşlerle kabaran çığırtkan hatipleri, bugünün acıları karşısında, holding sepetlerinden ballı dutlar tıkınmış bülbül suskunluğu içindedirler.60 sonrasının nisbi özgürlük ortamında az-çok demokratize olmuş burjuva aydınının kafası, devrim ve faşizm
arasındaki ikilem kendini dayattığından bu yana hadımlığa uğramış görünüyor. Geçmişte, yükselen proletarya hareketinin coşkusuyla devrimci düşüncelerin cazibesine kapılan küçükburjuva aydıncıkları, şimdi, tekeller ideolojisinin baskısı altında donuklaşmış burjuva aydınının gölgesinde düşünmeyi tercih ediyor.
Toplumsal özgürlük taleplerinin yükseldiği eski devrimci ortamda, özgürlük elle tutulup kavranılabilen somut bir olguydu. Düzen tarafından soluğu kesilen hoşnutsuz birey, o gün için mümkün olan en geniş özgürlük alanını halk hareketi ve devrimci örgütlerin açtığı bağımsız kanallarda bulabiliyordu. Bu yüzden, toplumsal özgürlükler uğruna yürütülen devrimci kavga, genel düşünce planında da etkinliğini arttırarak belirleyici bir konuma yükselmişti.
Ancak, halk eyleminin bağımsız kanallarını tıkayan, her türden dayanışma olanaklarını sınırlandıran Eylülist darbe, enerjisi tükenip yılgınlaşan, mücadele gücünü yitiren aydın birey için özgürlüğü, rayından çıkartılmış toplum ilişkilerinin dışında, kollektif bağlardan kopuşup kendi içinde aramaya zorlayan koşullar yarattı.
Artık devrimci dalganın çatlayarak geriye çekilmesiyle çırılçıplak kalan entellektüel kıyılarda, modernist burjuva düşüncesinin zehirli yosunları çok çabuk üreyip boy atabilecekleri uygun ortamı bulabilirlerdi. Öyle de oldu. Toplumsal üretim alanının dışındaki rantiye yaşam biçimiyle güdülenen entellektüel burjuva düşünüşü, her türlü örgüt ve kollektif bağlanma fikrinde birey özgürlüklerini boğucu cendereler gören bağnaz fobileriyle, daralan toplumsal düşünce yaşamı üzerinde geçici etkinliğini kurdu.
Özgürlüğü, toplumdan yalıtılarak iç dünyası çarpıtılmış bireyin “dayanılmaz hafifleme” eğilimine indirgeyen 6 çöküşme döneminin kaba burjuva yanılsamaları, genç zihinleri epeyce bulandırdı. Yenilen devrimci hareketin
az çok geliştirdiği kollektivite ve disiplin duyguları karşısında, sözde “ kafasına göre takılan”, gerçekte ise rüzgârın vuruşuna göre yön değiştiren burjuva avantüryelerinin çirkin birey pragmatizmi çıkartıldı. Bütün bunlar şimdi, romandan, sinemadan sonra, her nasılsa zamanında bir parça uğraştığı devrimcilikten vazgeçerek “ bireyselliğini” arabesk maceralarda pekiştiren “ insan haklarısavunucusu” beygir suratlı Hızlı Gazeteci’nin “değerli” katkılarıyla çizgi sanatına sokuluyor.
Tekeller ideolojisinin ve onun yayılımından rant alan “ tekel solculuğu” nun gerici kampanyalarına karış, proletarya sosyalizmi, bütün canlı ideolojik güçlerini harekete geçirerek, devrimci gelenekleri, uzun mücadele birikiminin ürünü olan temel siyasal-moral değerleri korumak, geliştirmek zorundadır.
★ ★ ★Ancak burada, pratikte çok önemli ayrımlara yol açan bir başka sorun ortaya çıkmaktadır.Siyasal dava ve ideallere bağlılık, örgüt bilinci ve disiplin anlayışı, kollektif dayanışma eğilimi gibi genelleşti
rilmiş kavramlarla ifade ettiğimiz temel değerler, tek başlarına ele alındıklarında oldukça soyut, genel-geçer ilkeler, normlar olarak kalırlar. Şöyle ki, belirli toplumsal idealler uğruna yürütülen her mücadele, kendine özgü örgüt (hiyerarşi, disiplin, kollektivite) biçimleri, anlayışları yaratarak gelişir. Mücadele ne ölçüde genel toplum özlemlerini dile getiren olgunlaşmış kitlesel taleplere dayandırılmışsa, siyasal değerlere bağlılık, o ölçüde güçlü ve belirgin bir görünüm kazanır.
Fakat, tek başlarına soyut kalan değerlerin gerçek somut içerikleri, tam da bu kendine özgü olanda gizlenmiştir. Somut olan, belirli bir duruma bağlı olarak kavranabilir çünkü.
Bu bakımdan, nasıl özgürlük ve toplumsal eşitlik gibi genel soyut toplum idealleri, tarihsel gelişmenin belirli bir evresinde oluşmuş sınıfsal bağıntılarca koşullanan ve olgunlaşma derecelerine göre her sınıf tarafından farklı biçimde algılanan değişken karakterler taşıyorsa, belirli ideallerce biçimlendirilmiş siyasal değerler de somut sınıfsal algılanıştan ayrı düşünülemez.
O halde biz, devrime bağlılık duygusunu devrim anlayışı ve devrimcilik yöntemlerinden, örgütlü mücadelenin yüceltilişini örgütlenme biçiminden, kollektif dayanışma ruhunu kollektifin yapısından, direniş eğilimlerini direnişin hedefleri ve tarzlarından kopartmak gibi bir metafizik saçmalığa düşmekten kaçınmalıyız.
Bu açıklamanın kendisinden şu sonuç çıkar: Devrimci davranış yeteneği devrim anlayışı ve devrimcilik yöntemleriyle, örgütlü mücadele örgütlenme biçimiyle, kollektif dayanışma kollektifin yapısıyla, direnme eğilimi direnme tarzı ve hedefleriyle sınırlıdır. Onlarla var olur, onların içinde hareket ederler. Onlar tarafından geliştirilir ya da kısıtlanırlar.
Öncü davranışların yapısı, işte burada gerçek önemini kazanır. Yığın hareketini yönlendirenlerin ona kazandırdıkları biçim, öncülük yöntemleri veya harekete ideolojik niteliğini veren baskın eğilimler, yığın eyleminde gizli canlı potansiyelleri ilerletici bir nitelik taşıyabilir, tarihsel uzanımları açısından onunla açık bir uyum içinde bulunabilirler. Ya da tersine, gelişme dinamiklerini sınırlayıp, var olan potansiyeli çürütme noktasına kadar götürecek göreli bir çatışma pozisyonuna girebilirler. Bu noktada sonucu tayin eden güç, yığının kendi özden iyiminden edindiği pratik bilinç düzeyi, toplumsal çıkarlarının hiç değilse sezgisel olarak kavranışından doğan bağımsız hareket yeteneğidir.
Öyleyse, devrimci mücadele geleneğimizi ve onun yarattığı moral değerleri sahiplenir, çürüme ve soysuzlaşma eğilimlerinin karşısına çıkartırken, hareketin geçmişteki yapısını gözardı ederek kaba bir savunma konumuna düşmememiz gerekir. Yenilgi ve yozlaşmaya karşı doyduğumuz devrimci tepki, bize hareketin geçmişteki zaaflarını unutturmamalıdır.
★ ★ ★12 Mart öncesinde sosyalist harekete damgasını vuran daha çok TİP olmuştu. MDD kopuşmasıyla sahneye
çıkan küçükburjuva devrimciliği, TİP’in reformcu-pasifist eğilimlerine tepkiyle şekillendi. 12 Mart sonrasında ise, işçi hareketi üzerinde sendikalist yöntemlerle frenleyici bir etkinlik oluşturan burjuva sollarının CHP kuy- rukçuluğuna karşı, gençlik hareketi içinden çıkan küçükburjuva devrimciliği, faşist teröre direnerek halk hareketinin ön saflarına ilerledi.
Devrimci değerlerin böyle çarpık biçimlerde algılanışı, gericilik ortamında, yenilgi nedenlerini çözümleyemeyen, davranış gücünü yenileyemeyen çok sayıda insanı egemen burjuva yanılsamalarının
tuzağına düşmekten kurtaramamıştır. Dahası, küçük burjuva radikalizminin değerler anlayışı, ne ölçüde devrimci politik taktikler
üzerine oturmuş olursa olsun, son tahlilde, burjuva önyargılarının karşı dogmatik kutbunda yer almıştır: Bu bakımdan, ilk darbeyle sarsıntıya
uğrayan temelsiz yapılanma, bir uçtan diğer uca savruluşun ana kaynaklarından birini oluşturdu.
Ancak, devrimci mücadeleyi faşist milislerle çatışmalara indirgeyen küçük burjuva devrimciliği, günlük mücadelenin sınırlı ufkunu aşarak kendiliğinden-gelme halk hareketini daha yüksek bir düzeye sıçratmayı başaramadı. Yurdun dört bir yanına yayılmış halk eylemlerini merkezi bir direniş örgütünde koordine etmekten kaçı- nar^yığın hareketinin canlı potansiyelini iktidara yöneltecek yerde gündelik mücadelenin dar sınırları içinde hapsedenler, faşizme karşı dağınık ve savunmasız yakalanan halk hareketinin yenilgisinden de sorumludurlar.
Burjuva sosyalizmi, halk hareketinin yükselişinden duyduğu ürküntüyle teslimiyetçi politikalara gerilemiş, dev- devrimci kabarışı dizginlemeye yönelmişti. Küçük burjuva devrimciliği ise pragmatik politikacılığı, örgütlenmedeki ilkelliğiyle, kendiliğinden gelişen halk hareketini ilerletememiş, yığın eyleminin kendiliğinden-gelmeliğine tabi olmuştu. Onları devrimci mücadelenin öncülüğüne yükselten, yığınların direnme eğilimlerine sahip çıkarak cesaretle öne fırlamaları, büyüyen mücadelenin yarattığı olanak ve araçları günlük taktikler düzeyinde değerlendirebilmeleri oldu. 7
Ancak, iktidar perspektifiyle bütünleştirilemeyen günlük mücadele taktikleri, ilk anda ne ölçüde hızlı bir yayılmayı sağlasa da, hareketin daha geniş ve derin kanallara yöneldiği noktada darlaştırıcı, kısırlaştırıcı etkiler yaratmıştır. Sınıftan kopuk, plansız, programsız, modern parti örgütüne yabancı ilkel yapısıyla küçükburjuva radikalizminin öncülüğü, mücadelenin en yüksek noktada kilitlenmesine, yaygın moral çöküntülerini peşinden sürükleyen yenilgi ortamının oluşmasına yol açmıştır.
12 Eylül yenilgisiyle ağır kayıplara uğrayan ve kendi zaaflarının altında ezilen küçükburjuva radikalizminin Devrimci Yol ve Yeni Öncü gibi kesimleri, zaaflarını aşmaya yönelik devrimci bir tutuma girmek yerine, yılgınlık psikozlarıyla eski direniş çizgisini terketmeye yöneldi. Her şeye rağmen direniş hattında tutunmayı becerebilen Yeni Çözüm çevresiyse, eski zaaflar üzerinde tepinerek sekterleşmeyi, ayakta kalabilmenin tek yolu olarak benimsemiş görünüyor. Bütün devrimci girişim yeteneklerini etkisiz hale getirip bir anda tahrip edecek biçimde, yenildiği yere yenilgiye yol açan anlayışlarıyla-gitmekten kaçınamayanlar, yılgınlaşma eğiliminin öbür kutbuna, faşizm koşullan altında gittikçe darlaşan kısır ve dogmatik politikacılığa sıçrayarak yenilgiyi içselleştiri-yor'af- ★ * *
Burada yeniden 12 Eylül öncesine dönersek, 70’lerin ortalarından itibaren hızla yükselen halk hareketlerinin güçlendirdiği değerler, yaygın bir toplumsal etkiye ulaşmıştır. Ama, küçük burjuva devrimciliğinin kendiliğinden- gelmelîğe tapınan pragmatik öncülüğü altında ağırlıkla çarpık, ilkelliği ebedileştirici ve modern sınıf hareketinin temelleri açısından son tahlilde kısırlaştırıcı, dogmatik bir şekillenmeye uğratılmıştır.
Devrime bağlılık güzel bir şey. 12 Eylül öncesinde toplumun büyük çoğunluğunu sarmaya başlayan devrimci ruh hali, binlerce hoşnutsuz kimseyi dipten gelen dalganın hızla yukarıya yükselişinden doğan coşkulu itilim- lerle, sosyalist mücadelenin saflarına sokmuştu. Ancak, şairin “ mesele ölmekte değil,teslim olmamakta” dediği gibi,mesele devrimci harekete katılmakta değil, devrimciliği içselleştirip bir yaşama biçimi haline dönüştürmektedir. Harekete katılmanın verdiği ilk hızdan doğan ivmeyi sürekli arttırarak, her adımda kendini geliştirerek yenilenmek. Coşkuyu bilince, bilinci kararlılığa, kararlılığı daha büyük, daha yüksek bir coşkuya dönüştürmek. İşte bütün mesele burda.
Fakat, küçükburjuva kendiliğindenci pragmatizmi, bırakalım yığınların sosyalist siyasal eğitimini, her gün yüz- lercesi devrimci harekete katılan militan kadroların eğitimini bile ciddiye almaktan uzak kalmıştır. Dün arkadan vuran akıntı, önündeki herkesi kendisiyle birlikte yükseltiyordu. O hızlı yükseliş ortamında coşkuyla mücadeleye katılan ama modern sosyalist bilince ulaşma olanağına kavuşamayan unsurlar Eylülizmin ters yönden gelen akıntısına karşı ayakta kalabilme gücünü bulamadılar. Öyle ya, dipten gelen dalga birden bire kesilmiş, sürek avı altındaki devrimci kadroları yalnızlığa sürükleyen gericilik koşulları üste çıkmıştı. Bu durumda, küçükburjuva devrimciliğinin kimi kesimleri, en yiğit direniş örnekleri gösterebildiği halde, kendi saflarından yoğun yılgınlık akımları da üretmekten kaçınamadılar.
Devrimciler için en büyük bağlılık sınavı, yenilgi koşullarında gerçekleşir. O anda artık tek başına düzene karşı duyulan hoşnutsuzluk, yeterli olmaktan çıkar. Hareketin kendiliğinden akışı içinde devrimcilerle kitleler arasında oluşan gevşek pratik bağlar kopunca, halkçı esin kaynakları tükenir. Bireylerin devrimci eylem anında açılıp çiçeklenen gizli kalmış yetenekleri, kısır gericilik koşulları tarafından boğulup söndürülür.
Böyle bir ortamda devrimci hareket, asıl gıdasını sosyalizmin yüksek teorik biliminden, sınıf hareketinin doğal önderleriyle kaynaşmış modern, disiplinli örgüt yapısından alır. Devrimci politik direnişin zorunlu kıldığı halkçı esin ve sınıfsal bağlanma, gerçek temellerini modern teori ve örgüt bütünlüğünde bulmaktadır.
Oysa, dar pragmatik eylem anlayışlarını bilimsel teorinin önüne geçirenler, öfke ve hoşnutsuzlukla yetinmekten öteye gidemediler. Öfke ve hoşnutsuzluk, siyasal programlar ve taktik planlarla birleştirilemeyince, kendini motive eden dayanaklarını çok çabuk yitirmiştir.
Küçükburjuva devrimciliği, yığınları gündelik yaşamın zenginliği içinde kavrayan geniş örgüt bağlarının yerine sekter grup çıkarlarını geçirdi. Kadroların kişisel insiyatifini yığın insiyatifine karşı çıkartarak, devrimci eylemi dar temeller üzerine oturmaya zorladı. Yığın hareketinin gizli kalmış potansiyellerini harekete geçirecek, güçler dengesinin yapılanışına uygun mücadele taktiklerinden kaçınarak, öncüye göre taktik belirleme gibi sığ politik yönelişlere kapıldı.
Bu zeminde yürütülen bir direniş, ne ölçüde parlak görünürse görünsün, taktik kazıklığı içinde giderek darlaşmaya, verimsizleşmeye mahkûmdur. Kadroların yenilenmesini, güçlenmesini değil, yeteneklerin harcanmasını beraberinde getirir. Mücadele güçlerini tüketip, döğüşen insanları yorgunluğa sürükler. Bu bakımdan, devrimci hareketin saflarından türeyen ve canlı güçlerin önünde takoz rolü oynayan “ yorgun demokrasi”ciliğin nedenlerini sırf 12 Eylül’ün yarattığı koşullara bağlamak, aşırıca tek yanlılık olurdu. Bunlar, küçükburjuva mücadele yöntemlerinin gericilik koşullarında ortaya çıkardığı en olumsuz sonuçlardır.
Kuşkusuz, devrimci inadını yitirmiş kadroların elinde en mükemmel teori bile beş paralık pratik değer ifade etmez. Ancak, salt inatçılığa dayalı birmücadele tarzının devrimci harekete pek olumlu katkılar sağlayacağı da söylenemez. Politik inadı politik kararlılıktan ayırmanın vakti geldi, geçiyor. Buna rağmen, Yeni Çözüm gibi hâlâ inatçılıkta ayak direyenler bulunabiliyorsa, bu, 12 Eylül’ün yalnızca yılgınlık üretmediğini, faşizmin baskısı altında kimi yetenekli devrimcilerin var olan esnekliklerini bile tümden yitirdiklerini gösteriyor. Proletarya sosyalizmi, uzun süren yılgınlık döneminin kitleler üzerinde bıraktığı izlere karşı dikkatli olduğu ölçüde, direniş hareketinin saflarında yenilgiyi içselleştiren sekter psikolojiye karşı da uyanık davranmalıdır.
Lenin, kendiliğinden gelme sınıf hareketinin henüz sosyalist bir nitelik taşımadığını belirtmişti. Onun gibi, yığın hareketinin kendiliğinden gelme değerleri de sosyalist nitelik taşımazlar. Onlar, yığınların gelenek yaşama biçimi içinde kaba ve ilkel düzeyde de olsa zaten vardırlar. Düzenin kitlelere empoze ettiği en yoz davranışlarla yanyana, hatta çoğu kez içice bulunurlar.
Yığın hareketinin yükselişi, bu geleneksel değerlerde zamanla bir ayrışma yaratır. Düzenin en belirgin etkilerine bağlı gelenekler giderek çözülmeye başlarlar. Yığın hareketinin taleplerine ve ihtiyaçlarına en uygun olanlarıysa, gelişip güçlenir, kitleleri, devrimci eyleme sıçratacak kaldıraçlar haline dönüşürler.
Yığın hareketinin devrimci özü, başlangıçta bu geleneksel biçimler içinde evrimleşir. Ancak, bir dereceye kadar. Çünkü kendi içlerinde bin yılların verdiği ilkel koşullandırmaları, çeşitli halk kesimlerinin farklı düşünce-
8 davranış eğilimlerinin izlerini de taşırlar. Kitlelerin yoğun olarak devrime yöneldikleri dönemlerde, bu değerle
rin devrimci hareketin saflarına doğru aktıklarını görürüz.Fakat, sınıfsal kopuşmaların yaygınlaştığı, farklı sosyal kesimlerin kendi bağımsız yardımlarınca mücadeleye
giriştikleri dönemlerde, geleneksel halk değerleri açık sınıfsal şekillenmelere doğru uzanırlar. Doğal olarak, halk yığınları arasında en ileri nitelik taşıyan, tarihsel uzanımları bakımından en güçlü sürükleyiciliğe sahipo lan, proletaryanın değerleridir.
Proletaryanın değerleri, modern sınıfsal niteliklerini bağımsız sınıf hareketi içinde ifade edebilirler. Sınıfın sosyalist siyasal bilince ulaşan kesimleri arasında, insanlık kültürünün en canlı unsurlarıyla sentezleşerek bilinçli bir yaşama biçimine dönüşürler. Halk yığınları üzerindeki proletarya etkisi, geleneksel değerler içinde sosyalist yaşama en yatkın olanları üste çıkarır. Tersi durumda, köylü mantalitesinden kopuşamayan proletaryanın değerleri, geleneksel halk yaşamının olumlu-olumsuz yönleri içinde erimiş halde bulunur.
Çoğu kez yanlışlıkla “ feodal değerler” deyip geçtiğimiz, kaba, işlenmemiş ve bu yüzden düzenin soysuzlaştırmalarına açık geleneksel halk değerleri, onların kendi yapılarında taşıdıkları tarihsel açıdan geri koşullandırmalar, 12 Eylül öncesinin devrimci ortamında da çok yaygın bir etkinlik göstermiştir. Bu, bir ölçüde normal bir
gelişimdi. Ancak, küçükburjuva öncülüğünün kendiliğinden-gelmeliğe tabi oluşu, sosyalist değerlerin geleneksel halk değerlerine tabi oluşuna, hatta bunların işlenmeden bırakılmış en kaba biçimlerinin bile devrimci değerler olarak görülmesine yol açtı.
Çoğu kır kökenli olan ve yine çoğu öğrenci gençliğin küçük burjuva eğilimlerini taşıyan kadrolar, modern sınıf hareketinin ve sosyalist teorinin eğiticiliğinden uzak bırakılınca, ataerkil, erkeksi bir sosyalizm imajı ortaya çıktı. 67’lerden beri “ kesintisiz” olarak sürdürülen “ kırlardan şehirlere” küçükburjuva devrim düşüncesi de bu yaygın popülizmi besleyen teorik kaynağı oluşturmuştur.{ Küçükburjuva devrimciliğinin dogmatik politika anlayışı, kendiliğinden-gelmeliği yücelten bir popülist kültür kavrayışıyla bütünleşti. Sonuç: Politik mücadelede devrimci taktikler güden, ama özel yaşamında devrimci olamayan kadroların yetişmesi. Bu, tutucu bir devrimcilik anlayışının ta kendisiydi.
Modern sosyalist duyarlığa yabancı kalan, kendi yaşamında sosyalizmi kuramayan insanların sosyalist toplum kuruculuğunda öncü olabilmelerini nasıl bekleyebiliriz? Bütünsel bir sosyalist kavrayışa sahip olamayan insan, sosyalist politikada ne ölçüde kararlı olabilir? Sosyalizmi kendi içine sindirememiş kimse, gericiliğin ideolojik soysuzlaştırmaları karşısında -politik inatçılık dışında- ne kadar direnç gösterebilir? Sosyalizmi hissede- meyen, sosyalizmi yaşayamayan kişi, siyasal mücadelenin her dönemde ağır koşullara itilmeye çalışıldığı ülkemizde ne kadar çabuk yoruluyor. Düzenin etkilerini tümden silip atamayınca, düzen tarafından ne kadar çabuk yutuluyor. Neden Türkiye sosyalizm tarihinde, ömrü boyunca ayakta kalabilmiş, sağa - sola yalpalamadan mücadeleyi sürdürebilmiş parmakla sayılabilecek kadar az devrimci bulunuyor?
Kuşkusuz, bunların birbirine bağlı birçok nedenleri var. Ancak, en temel nedeni, hareketi kısırlığa sürükleyen burjuva - küçükburjuva sosyalizmlerinin yaygın etkinliğidir. Toplumsal koşulların en olgun düzeyine ulaştığı 70’li yılların sonlarında bile devrimci hareketi bu yüzden işçi sınıfıfyla köklü bağlar oluşturamadı. Sendikaliz- min frenlediği işçi hareketi, siyasal mücadeleye girişte yoğun sancılar ve geciktirmelerle karşılaştı. Öğrenci gençliğin devrimci atılganlığı, onun büyük özverilerine yaraşır sonuçlara ulaştırılamadı. Proletarya sosyalizmi, mücadelenin öncülüğüne yükselmedikçe de bu kaderin değişmesi pek mümkün gözükmüyor.
Burjuva sosyalizmi, düzenin ağlarına düşmüş işçi aristokratları ve sendikacılar zümresinin ürkek ve bencil eğilimlerini, burjuva aydınının konformist bireyciliğini sosyalizm adına iyiniyetli genç insanlara, pırıl pırıl işçilere empoze etmeye çalıştı. Kendiliğindenci küçükburjuva devrimciliğiyse, hareketi ileriye sıçratma yeteneğini gösterememiş, devrimci mücadeleyi yığınların koşullandırılmış geriliklerine tabi kılmıştır.
Böyle bir yönlendiricilik altında, kitlelerde gelişen örgütlenme eğilimi de küçükburjuva soysuzlaştırmalarına uğratıldı. Programatik mücadele anlayışı temelinde oluşan ilkel grup örgütlenmeleri, yığın enerjisini eğitmeye, somut hedeflere yöneltmeye yetmediği gibi, artan devrimci kadroların enerjisini de boşa harcayan müsrif yapılara dönüşmüştür. O yüzden, sık sık başıboş enerjinin düzensiz patlamalarına tanık olduk.
Kendiliğinden güçlenişle şişen grup yapıları, küçük burjuva kadroların ve geri işçi kesihHerinin ilkel alışkanlık ve önyargılarıyla safralaştı. Çürümüş düzen ağlarından özgürçe boşalan gençlik yığınlarının atılganlığı, yap- kın devrimcilik yöntemlerinden kopartılmış küçükburjuva uçkunluğuna hapsedildi. Küçük burjuvazinin çirkin güce tapma alışkanlığı, pragmatik-devrimci otoriteye tapma biçimine dönüştürüldü. Sınıf hareketine yabancı küçükburjuva ve lümpen unsurların fetişist eğilimlerine pirim verildi. Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde, Anadolu kasaba ve köylerinde yaygın akrabalık bağları ve bölgeci eğilimler gibi tutucu gelenekler, ilkel grup örgütlenmelerinin pratik araçları haline getirildi.
Toplumsal kültür geriliklerimizden kaynaklanan bu türden ilişkilerin hızlı yığınsallaşma döneminde devrimci saflara karışması bir ölçüde kaçınılmaz sayılabilirdi. Ancak, devrimci harekete akan bu hastalıklar, ilkel grup yapıları içinde eğitilip modernleştirilemezdi. Bu tür geriliklerin tek panzehiri, işçi sınıfının en modern eğilimlerini taşıyan öncü unsurlarla kaynaşmış devrimci bir parti ve ona ideolojik gıdasını sağlayan bilimsel teoridir. Devrimci “öncü” lerin suçu, Leninizmin bu temel gerçekliğine yabancı kalmaktan kurtulamamaları bir yana, yığınların geriliklerine tabi kalarak, pragmatik grup çıkarları uğruna en genel devrimci ilkeleri hiçe saymaları olmuştur. Böylece, zaten toplumsal yaşamımızı inmelendiren bilimsel düşünme yokluğu ve zihinsel tembellik, teori- siz devrimcilik anlayışına kaynak edilmiş, devrimci örgütlenme eğilimi futbol takımı tutarcasına kışkırtılan kaba içgüdü ve hezeyanlara indirgenmiştir. Bu durum, son derece geniş potansiyellerine rağmen, devrimci hareketi daha da ilkelleştirmekten başka bir sonuç getiremezdi.
Tabii ki bu tür bir örgütlenme anlayışı içinde disiplin ve hiyerarşi, yetenekleri kısırlaştıran kulluk ilişkileri haline getirildi. Modern parti örgütünde proleter sadeliği ve alçakgönüllülüğüne dayanan her düzeyden devrimci liderlik görevi, kariyerist tutkularla lekelenmiş, eleştiriden münezzeh mutlakçı papalığa döndürüldü. Sosyalist disiplinin özünü oluşturan yaratıcı gönüllülük, otorite tapmayla güdükleşerek kastlaşmış ilişkilere boğuldu.
Yığınlar arasında yükselen kollektif davranış eğilimleri, küçük burjuva teksesli mekanizmine yöneltildi. Burjuva aydınının bireyi kollektife karşı çıkarma eğilimine karşın, küçükburjuva devrimciliği kollektifi bireye karşı çıkardı. Militan bireyin yaratıcı katılımına olanak tanımayan, tabiiyete dayalı, teksesli örgüt anlayışları egemen kılındı. Birey yeteneklerinin özgürce serpilip gelişmesini amaçlayan ve özünde gönüllü bireyler topluluğu ola-
rak biçimlenen devrimci kollektivite anlayışının zenginliği yerine, devrimci yetenekleri dar sınırlar içinde verim- sizleştiren tekyanlı, monolitik grupçuluk ülküleştirildi.
Devrimci değerlerin böyle çarpık biçimlerde algılanışı, gericilik ortamında, yenilgi nedenlerini çözümleye- meyen, davranış gücünü yenileyemeyen çok sayıda insanı egemen burjuva yanılsamalarının tuzağına düşmekten kurtaramamıştır. Dahası, küçük burjuva radikalizminin değerler anlayışı, ne ölçüde devrimci politik taktikler üzerine oturmuş olursa olsun, son tahlilde, burjuva önyargılarının karşı dogmatik kutbunda yer almıştır. Bu bakımdan, ilk darbeyle sarsıntıya uğrayan temelsiz yapılanma, bir uçtan diğer uca savruluşun ana kaynaklarından birini oluşturdu.
Bu açıklamanın kendisinden şu sonuç çıkar: Devrimci davranış yeteneği devrim anlayışı ve devrimcilik yöntemleriyle, örgütlü mücadele
örgütlenme biçimiyle, kollektif dayanışma kollektifin yapısıyla, direnme eğilimi direnme tarzı ve hedefleriyle sınırlıdır. Onlarla var olur, onların
içinde hareket ederler. Onlar tarafından geliştirilir ya da kısıtlanırlar.
Latife Tekin gibi kimi kılıç artıkları, devrimci hareketin belirli koşullara bağlı olarak gelişen zaaflarını, devrimci düşüncenin kendisine mal ederek, gericilik saflarına geçtiler. En son Hızlı Gazeteci, devrimci hareketin genelde terkedilmeye yüz tutmuş eski zaaflarını maske edinip, devrimci yöntemlere düşmanlığı körüklüyor. Eski monofonik (teksesli) örgüt biçimleri karşısına bir gerici alternatif olarak burjuva aydınının kakafonik (boksesli) bireyciliği çıkartılıyor.
Bütün bu gerici ideoloji tellallıklarına karşı, Yeni Çözüm dergisinde tipik görünümünü bulan, devrimci değerlerin dogmatik algısına sarılma, sosyalist hareket için gerçekten yeni sayılabilecek çözümler yaratabilmekten
son derece uzak sekterce bir tutumdur. Devrimci hareketi yenilgi ortamına sürükleyen, dogmatizmin ta kendisi olmuştu. Bugün, sekter yenilgi psikozlarıyla eski zaaflar üzerinde tepinmek, yeni bir yenilgiyi daha baştanka- bullenmiş olmak demektir.
Devrimci hareket, eski zaaflarından arındırılıp asgari program amaçlarına ulaştırılabilecekse, bu yalnızca, sınıfın öncü kesimleriyle kaynaşmış, devrimci teori ile silahlanmış kadrolardan oluşan modern proleter parti örgütüyle gerçekleştirileblir. İşçi sınıfından kopuk devrim, örgüt, disiplin, kollektivite anlayışları, düzenin koşullandırdığı toplumsal gerilikler içinde eriyip tükenmeye mahkûmdur. Toplumsal üretimin canlı açılımlarından aldığı güçle en yüksek devrimci kararlılığı gösterebilen, en köklü disiplin ve kollektivite eğilimlerine sahip olabilen biricik sınıf, modern proletaryadır çünkü. Siyasal program ve taktik planlarla işlenmiş proletarya değerlerinin toplumsal mücadeleye egemen kılınması: devrimci kadroların tek gerçek hedefi haline getirilmesi gereken şey işte budur. “ Proletaryasızbir sosyalist örgüt de, sosyalist örgütsüz bir proletarya da hiçtir.” (Kıvılcımlı)
Hayır, artık burjuva-küçükburjuva sosyalizmlerinin pragmatik öncülüklerine tahammül edemeyiz. İşçi sınıfı ve gençliğimizdeki devrimci atılganlığın küçükburjuva yöntemlerle çıkmaza sürüklenmesine izin veremeyiz. Bütün devrimci özelliklerine karşın sekter ve kısırlaştırıcı direniş politikalarının yayılmasına seyirci kalamayız.
Ataerkil, tutucu devrimcilik anlayışlarını değil, modern sosyalist ideolojiyle beslenmiş devrimci bir yaşam biçimini yükseltmeliyiz. TRT Halk Müziği Korosu’nu andıran tek sesli örgütlenmeleri istemiyoruz artık.Bizim hedefimiz, gelecekteki sosyalist toplumun en güçlü ana çizgilerini kendinde taşıyan, onun örnek modeli, kurucu çekirdeği, gelişmiş bir senfoni orkestrasının armoni zenginliğine sahip modern proleter parti anlayışının egemen kılınmasıdır.
★ ★ ★Gericilik koşulları, bir yandan çözücü etkiler yaratırken, öbür yandan en sağlıklı unsurların yeni bir temelde
birleştirilmesi için uygun ortam özelliklerini de olgunlaştırmaktadır. Faşizmin sağlıklı düşünebilen kafalar için uyarıcı sayılabilen etkileri, eskisinden daha zengin bir kadro ve mücadele tipini belirgin hale getiriyor.Eylüliz- min yalnızlaştırıcı kuşatmasından sıyrılabilen, iç dünyalarının kabuğunu çatlatarak mücadele alanına giren genç bireyler arasında, boğulmuş yeteneklerini özgürce geliştirip sosyalleştirebilecekleri bir olanak arayışı önseziler düzeyinde de olsa genişliyor. Henüz karşımızdan gelen akıntı, ayakta kalabilmek için direnen genç insanlara teorinin önemini hissettirici etkilerde bulunuyor. Eylül sonrası koşullardan filizlenen yeni gençlik kuşağında, akıntıya kapılarak sürüklenmek yerine, düşünerek, kavrayarak, bilinçlice davranmayı tercih etme yönünde modern devrimci sezgiler canlanıyor. Devrimci bireyler arasında eskisinden daha modern ilişkiler gelişiyor.
Çeyre, kadın ve insan hakları hareketleri gibi 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan demokratik potansiyeller, toplumsal mücadelede bir zenginleşme eğiliminin işaretleridir. İnsan hakları hareketinin devrimci tutuklu yakınları tarafından yaratılmasının getirdiği özgül yanı bir yana bırakılırsa, çevre ve kadın hareketlerinin başlatıcıları, daha çok politik mücadelenin zorlukları karşısında geri çekilen yorgun solcu kesimler olmuştur.
Ancak, bu duruma bakarak, olayın toplumsal mahiyetini gözden kaçırmamak zorundayız. Her şeyden önce bu eğilim, düzenden ayrılmanın el yordamıyla arayışlar düzeyinde ortaya çıkan ilk belirtileridir. Devrimci hareketin daha yaygın kesimleritoplumsal yaşamın derinliği içinden kucaklayabilmek, daha geniş demokratik potansiyelleri harekete geçirebilmek için nelere dikkat etmesi gerektiğini gösteren uyarı işaretleridir.Bu uyarı işaretleri, hiç olmazsa kadın hareketi düzeyinde ilk olumlu yanıtlarını da yaratmış durumdadır.
Bugün bağımsız kadın hareketine karşı çıkmak, sanat ve kültür örgütlenmelerini politik örgütlenmenin basit araçları haline getirmek, mücadeledeki zenginleşme eğilimlerine tepki göstermekle eş anlamlıdır. Bu mücadelenin geçmiş biçimlerini mutlaklaştırmak, darlaşmak, sekterleşmek demektir.
Oysa, 12 Eylül’den sonra ortaya çıkmış olan her yeni olgu, reddedilmesi gereken gerici niteliklere sahip değildir. Devrimci hareketin temellerini güçlendirecek eğilimler de doğuyor. Ancak, ilk ipuçları ya da belirtiler olarak doğmuş eğilimler, faşizm tarafından çok çabuk boğulup zedelenebiliyor. Bize düşen, henüz gelişmemiş ve olumsuz yönlerinden ayrıştırılmamış eğilimleri eğitip, devrimci hareketin gerçek sınıf dinamikleriyle bütün-
1 0 leştirmek olmalıdır. Gelişritenin, modernleşmenin yolu buna bağlıdır.
YENİDUSUNCE YA DA SÖVYETLERİN DÜNYA DEVRİMCİ SÜRECİNE YAKLAŞIMI
GirişSovyetler’de Gorbaçov’la birlikte başla
yan süreç hiç şüphesiz ki yalnızca Sovyet insanını ilgilendiren bir olay değil. Bu sürecin Sovyet dış politikasına yansımaları özellikle dünya devrimci hareketini yakından ilgilendiriyor. Perestroyka’yla başlayan dönemin dış politikasını Sovyet lideri “yeni düşünce” olarak isimlendiriyor. Sovyet basınına şöyle bir göz atınca, her dünya olayının “yeni düşünce” açısından değerlendirildiği hemen görülecektir.
Yazımızda, Sovyet dış politikasının gelişimini ve “yeni düşünce” ile vardığı son konağı değerlendirmeye çalışacağız. “Dış politika” deyimi uluslararası planda çıkarların en az sivri kelimelerle açıklanma sanatı olan diplomasi deyimi ile ikiz kardeştir. Sovyetler de bu diplomasi sanatı dışında kalamadı. Ancak bizler için sorun bambaşkadır. Dünya sorunlannı ele alırken diplomasinin ele avuca gelmez kaypaklığına dalmak, çok önemli sorunlan tanınmaz hale getirmek olurdu. Sovyet dış politikasının, ülkelerinde devrimci mücadele yürütenler açısından anlamı, dünya devrimci sürecine Sovyet Komünist Partisi’nin yaklaşımıdır. Sosyalizmin dünyadaki etkisi göz önüne alınırsa, bu yaklaşımlann bir politik açıklamadan öteye anlamı vardır, dünya devrimci sürecini yerine göre dolaylı, yerine göre doğrudan etkiler.
Sovyetler’de “yeni” bir dış politika belirlenmesi parti liderliğinin sübjektif dileklerinden öteye anlamlara sahip olmalıdır. Sovyet dış politikası, hiç şüphesiz dünya ölçüsünde sosyalizm-emperyalizm güçler dengesinin bir ifadesidir. Gorbaçov’un parti liderliğine gelişiyle, elbetteki dünya güçler dengesi değişemezdi. Olsa olsa Gorbaçov ve yeni parti liderliği bugüne kadar dengelerde meydana gelen kaymaları tespit edip açıklayabilirlerdi. O nedenle, Sovyet dış politikasındaki “yenilikler Gorbaçov liderliğin- ce dile getiriliyorsa, bu, günümüze kadar yaşanan birikimlerin politik olarak formüle edilmesidir.
“Yeni düşünce”yi Gorbaçov’un dilinden özetlemeye çalışalım.
“Proletarya partisinin lideri olarak, modern devrimci görevleri teorik ve pratik olarak yerine getirirken, Lenin ilerisini görebildi, devrimin sınıf yükümlülüklerinden öteye gidebildi. İnsanlığın ortak çıkarlannm sınıf çıkarlarının önünde geldiğini defalarca açıkladı. Bu düşüncelerin tüm derinliğini ve anlamını ancak şimdi kavrıyoruz.
Uluslararası ilişkilerdeki felsefemizi ve yeni düşünce yolunu besleyen bu düşüncelerdir.
“Bazılarına, komünistlerin insanlık çıkartan ve değerleri üzerine bu kadar güçlü vurgu yapmaları garip görünebilir. Gerçekten sosyal yaşamın bütün fenomenlerine sınıf güdüsüyle yaklaşım Marksizmin ABC’sidir. Bugün de, sınıf temeline dayalı karşıt sınıf çıkarlarının bulunduğu toplumlara, yine zıtlıkların içine nüfuz ettiği uluslararası yaşamın gerçekliklerine de böyle bir yaklaşım bütünüyle cevap verir. Ve çok yakın zamana kadar sınıf mücadeleleri sosyal gelişmenin ekseninde kaldı ve sınıflara bölünmüş ülkelerde hâlâ kalmaya devam ediyor. Öte yandan, Marksist felsefeye, sosyal yaklaşımın esas sorunlarıyla ilgili olarak, sınıf gü- dülü bir yaklaşım egemendi. İnsancıl yaklaşımlar, kendisini kaldırmasıyla, toplumdaki tüm sınıf zıtlıklannı kaldıracak olan son sınıf işçi sınıfının mücadelesinin bir nihai sonucu ve fonksiyonu olarak görüldü.
“Fakat şimdi, kitlesel, toplu yıkım silahlarının ortaya çıktığı noktada, uluslararası planda sınıf çatışmaları için objektif bir sınır belirdi: Topyekün yıkım tehlikesi.
“27. Kongrede kabul edilen Parti programında değişimler yeni bakış açısının ruhuyla ortaya kondu. Farklı sistemlere sahip devletlerin barış içinde birlikte yaşamasının “sınıf mücadelesinin özel bir biçimi” olduğu yolundaki belirlemenin artık programda tutulmasını özellikle mümkün görmedik.” (1)
Bütün bu düşüncelerde “yeni” olan nedir?
Uluslararası planda sınıf mücadelesinin objektif sınırı yeni bir olgu değildir. Nükleer silah dengesinin kurulduğu 1970’lerden beri bu sınır vardır. Sınıf savaşının sistemler arası bir dünya savaşına dönüşmesini nükleer silah dengesi olağanüstü riskli hale getiriyor. Bu anlamda, uluslararası seviyede sınıf savaşımının artık bir objektif sınırı vardır.
Gorbaçov’un düşüncelerinde yeni olan şey, insanlık çıkarlarının, sınıf çıkarlarının önüne geçirilmesi, daha da önemlisi iki sistemin barış içinde birlikte yaşamasının “sınıf savaşının özel bir biçimi” olduğu tespitinin terkedilmesidir. Bu, önemli bir “yeniliktir.
Sınıfların hâlâ varolduğu, farklı sınıf temellerine dayalı iki sistemin karşı karşıya bulunduğu dünyamızda, sistemlerin ilişki ve çelişkilerini belirleyen temel nedir? Sovyet-
Mehmet YILMAZER
ler Birliği bu soruya “yeni” cevaplar bulma çabasındadır. Nükleer silah dengesi yıllarındaki -neredeyse bir yirmi yılı kapsar- sistemlerin sınıf temeli değişmediğine göre hangi değişimler uluslararası ilişkilerin sınıf temeli sorununu gündeme getirmiştir?
Bu soruya cevap aramadan önce, Sovyet Dış politikasının başlıca konaklarına göz atmalıyız.
Ekim Devriminden II. Dünya Savaşı bitimine kadar olan dönem
Ekim devriminin dış politika alanında ilk eylemi barış ilan etmek oldu. Ancak barışa varılması korkunç sancılı üç yıldan sonra mümkün oldu. O yıllarda dünya dengesi olağanüstü oynak ve koşullar bambaşkaydı. O nedenle “barış” ilanının ardında henüz bugünkü haliyle bir “barış içinde yaşama” teorisi yoktu. Olay tümüyle pratik gidişi kavrayarak, genç ve zayıf Sovyet iktidarı için yaşama imkânı yaratmakta noktalanıyordu.
Lenin Kasım 1920’de yaptığı bir konuşmada uluslararası durumu ve Sovyet devriminin geleceğini şöyle değerlendirir.
“Üç yıl önce, Rusya’da proletarya devriminin zafer koşullarını ve görevleri sorununu ortaya koyduğumuz zaman, Batı’da ardımızdan bir proletarya devrimi gelmedikçe zaferin sürekli olamayacağını ve devri- mimize doğru yaklaşımın yalnızca uluslararası bakış açısından mümkün olduğunu sürekli olarak kuvvetle vurguladık...
“Bütün olarak uluslararası duruma bir göz atıldığında görülecektir ki, muazzam başarılar elde ettik ve yalnızca soluk alma fırsatından öteye anlam taşıyan şeyler kazandık. Nefes alma zamanından biz, emperyalist güçlerin bize karşı daha büyük bir güçle savaşı yeniden başlatma imkânına sahip oldukları kısa dönemi anlıyorduk. Bugün de, tehlikeyi küçümsemiyor ve kapitalist ülkeler tarafından gelecekteki askeri bir saldırı ihtimalini inkâr etmiyoruz. Bununla birlikte,,, kapitalist devletler ağı içinde temel uluslararası var olma hakkımızı kazandığımız bir yeni döneme girdik.” (2)
1960 sonrası Sovyet literatüründe sıkça tekrarlanan “Lenin’in banş içinde birlikte yaşama politikası” hiçbir hayale, ya da emperyalizmle ilgili yersiz iyimserliklere dayanmaz. Her şey apaçık tespit edilmiştir. İlk banş ilanı, yeni bir saldırıya karşı “nefes alma”
imkânı yaratacaktı. Üç yıl süren beyaz ordu saldırılarına karşı Sovyetler başanyla direnince, bu nefes alma şansı “kapitalist devletler ağı içinde var olma” imkânına dönüşmüştür. Bu tespitleri yaptığı konuşmasında Lenin şu gerçekliği de ilan etmekten geri kalmaz:
“Savaştan barışa geçtiğimizi, fakat savaşın geri döneceğini unutmadığımızı söyledim. Kapitalizm ve sosyalizm var oldukça barış içinde yaşıyamazlar: Biri ya da diğeri kesinlikle kazanacak- son cenaze töreni ya Sovyet Cumhuriyeti ya da dünya kapitalizmi için yapılacak” (3)
O günlerin koşullarında sorunu başka türlü koymak mümkün değildi. Sovyet devleti barış istiyordu. Barış, genç Sovyet iktidarının yaşama imkânıyla doğrudan bağlantılı bir sorundu. Ancak emperyalizmin barış istemediği, genç Sovyet Cumhuriyetini yıkmak için her fırsatı kolladığı açıktı. Dünyanın o günkü güçler dengesinde emperyalistler arası paylaşım savaşının yıkıcılığı onlann sosyalizme karşı davranış imkânlarını önemli ölçülerde sınırlamıştır. Ancak, Lenin “kapitalizm ve sosyalizm varoldukça”, “savaşın geri dönebileceğini” açıkça vurgulamıştır. Nitekim 1930’lar sonrası Sovyet Cumhuriyetinin “cenaze töreni” için emperyalizm Hitler boyutlarında çılgınlaşmayı denemeden edemedi. Ve dünyanın bir bölümünde daha kapitalizm için “cenaze töreni” yapıldı.
Özetle, Lenin dönemindeki barış politikası, emperyalizmin savaş çılgınlığıyla ilgili hiçbir aldanmaya yer bırakmamıştır. Hatta barışın sağlandığı günlerde, Sovyetler’in emperyalist ülkelerle yaptığı ticari- ekonomik anlaşmalar ve emperyalist şirketlere tanınan “imtiyazlar” için Lenin şu derin tespiti yapmıştır: “Kapitalizm ve bolşe- vizmin arasındaki bir çatışma tehlikesi açısından, imtiyazların savaşın bir devamı, fakat farklı bir alanda devamı olduğu söylenebilir.” (4)
Emperyalist kuşatma altında ve geri teknikle sosyalizmi kurma yıllarında, genç Sovyet iktidarından emperyalist sermayenin istediği tavizler -imtiyazlar- gerçekten savaşın başka bir alanda devamı olmuştur.
Stalin yıllan adım adım yaklaşan savaş tehlikesine her alanda hazırlık dönemi olmuştur. Sosyalizmin maddi temellerini sağlamlaştırmak için yürütülen korkunç mücadelenin baş itici gücü emperyalist kuşatma ve onların her gün daha fazla açığa vuran savaş çığlıklarıydı.
“Kim barış ister ve bizimle iş ilişkileri kurmaya çalışırsa, her zaman bizden destek görecektir. Ama ülkemize saldırmaya kalkışacak olanlar, öyle bir karşılıkla cezalandırılacaklardır ki, yıldırım çarpmışa dönecekler ve bir daha o domuz burunlarını bizim Sovyet çorbamıza sokmak isteğini duyamayacaklardır.” (5)
Gerçekten II. Dünya Savaşı emperyalizm açısından paylaşım savaşları konusunda önemli bir ders oldu. Hem sosyalizm doğrudan yeni mevziler kazandı, hem de sömürge ülkelerde ulusal bağımsızlık savaşları hızlandı.
Savaşın hemen sonrasında Stalin “Yeni bir dünya savaşını kaçınılmaz sayar mısınız?” sorusuna iki önemli gerçekliği tespit ederek cevap verir:
“Hayır. Hiç olmazsa şimdilik kaçınılmaz sayılamaz.
“Kuşku yok ki, yeni bir savaşa susamış güçler, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Büyük Britanya’da ve Fransa’da mevcut bulunmaktadır”
Öte yandan “Halklar banşın sürdürülmesi davasını kendi ellerine alırlarsa ve onu sonuna kadar savunurlarsa, barış sürdürü-
I 2 lür ve pekleşir. Savaş suçluları, halk yığm-
lannı yalanlarla sarmalayabilir ve onlan yeni bir dünya savaşına razı edebilir ve sürükleyebilirlerse, savaş kaçınılmaz olabilir.” (6)
Stalin, “yeni bir savaşa susamış güçler- ’in varlığını açıkça ilan eder, ancak yeni bir savaş en başta halkların buna “razı” edilebilmesiyle mümkün olabilirdi. Emperyalizm bu ikna faaliyetini neredeyse hiç durdurmadı. 1950’ler sonrası “soğuk savaş” dönemi ve her fırsatta ortaya atılan “Sovyet tehdidi” kapitalist ülke halklarının kafasına durmaksızın boca edildi. Ancak bu demo- gojilerin yanında savaşın insanlığa yaşattığı basit acı gerçeklikler vardı. Dünya halk- lanntn bir savaşa sürülmesi artık eskisi denli kolay olamazdı.
Özetlersek, II. Dünya Savaşının bitimine kadar geçen yıllarda sosyalizmin barış politikasıyla pratik savaş tehlikesi iç içe yanyana yaşamıştır. Gerek Lenin ve gerekse Stalin, barış politikasını yürütürlerken, dünya güçler dengesinin durumundan hareketle somut savaş tehlikesini hiçbir zaman göz ardı etmemişler, barış politikası hiçbir şekilde “barış edebiyatına” dönüşmemiştir.
Sosyalizmin barış politikasının temelinde yatan gerçeklik nedir? Barış politikasının temelinde, sosyalizmin kuruluş günlerinde onun emperyalizme göre zayıflığının yattığını ileri sürmek olayı aşırıca basitleştirmek, sorunu yalnızca pratik güçler dengesinin basit, pragmatik bir uzantısı haline getirmek olur.
Sosyalizmin paylaşacağı ya da koruyacağı “pazarlan” yokıur ve olamaz. I. Dünya Savaşı’na hazırlık günlerinde bolşevik- ler savaşın emperyalist karakterini tespit etmiş, “vatan savunması” çığlıklarının ardında yatan emperyalist pazar paylaşımı gerçekliğini görmüşler ve eğer savaş kaçınılmaz hale gelirse, onu “iç savaşa dönüştürme” parolasını yükseltmişlerdir. Ve bu parola Rusya’da gerçeklik olmuş, Almanya’da sancılı yıllardan sonra karşıdevrimin lehinde sonuçlanmıştır.
Sosyalizmin barış politikası, emperyalist pazar paylaşımı savaşlarına karşı yükseltilmiş bir paroladır. Ancak sosyalizm her türlü savaşa, her koşulda karşı değildir. Ulusal bağımsızlık ve sosyal kurtuluş için girişilen mücadelelerin haklı savaşlar olduğu III. Enternasyonal günlerinde dünya komünist hareketi tarafından resmen ilan edilmiş, pratik olarak desteklenmiştir. Ancak herhangi bir ülkeye savaşla devrim götürmek prensip ve pratik olarak kabul edilemez bir durumdu. Devrim en başta ülkelerin kendi iç koşullarının olgunlaşmasına dayanabilirdi. Ancak ondan sonra dış destek gündeme gelebilirdi.
Görüldüğü gibi barış sorunu dünyadaki her savaşa karşı ileri sürülebilecek, her sürecin anahtarı olarak görülebilecek bir parola değildir.
Barış politikasını kendi doğuş ve gelişim koşullanndan soyutlamak, onu iyiniyetli sırf insancıl bir girişim haline getirebilir, ancak böyle bir bakış açısı dünyanın yaman problemlerine çözüm olamaz.
II. Dünya Savaşı bitimine kadar barış politikasının dayandığı iki temel açıktır: ilki, sosyalizmin emperyalist pazar paylaşım savaşlarına kökten karşı çıkışı; İkincisi, emperyalizmin sosyalizmle topyekün hesaplaşma girişimlerinin geriletilmesi nedenlerine dayanır.
II. Dünya Savaşı sonrası dönem ya da Nükleer denge dönemi
Bu yılları başlıca iki farklı döneme ayırmak gerekir: Nükleer denge öncesi yıllar; nükleer denge sonrası yıllar ya da 1970’ler sonrası...
Gerçi dünyada “Atom dengesi” daha 1950’lerin başlannda kurulmuştur. Fakat bu denge ile nükleer silah dengesi birbirinden yalnızca nicelik silah yığını ile ayrılmıyor. Atom bombası basit bombardıman uçakları ile taşmıyordu. Şimdi en hassas hedefler “akıllı nükleer füzelerle” zahmetsiz tahrip edilebilir. Atom dengesi dünyanın bir bölümünü tehdit altında tutabiliyordu. Nükleer silah dengesi dünyanın tümünü onlarca kere yıkabilir. Bütünbu gelişmelerin, yani dünya güçler dengesinde varılan bu konağın, yeryüzünde hemen her olayı etkilememesi elbette düşünülemez. Ancak dünyadaki her olaya yalnızca nükleer silah dengesi açısından bakmak da bir o kadar yanılgı yaratır.
Yazımızın mantığı açısından, dünya güçler dengesi içinde Sovyetler’in dünya devrimci sürecine bakışını irdelemek durumundayız. O nedenle II. Dünya Savaşı sonrası dönemi ve bu dönemdeki dengelerin kaymasını yalnızca silah dengesi açısından ele almak pek çok sorunu sığlaştırır. Sosyalizmin kapitalist ana yurtlardaki mücadeleye ve sömürge - yarı sömürge ülkelerdeki gelişmelere bakışı ve bizzat bu gelişimlerin dünya dengesini nasıl etkilediğini irdelemek, nükleer şemsiyenin altında olayların akışının daha tam bir tablosunu verecektir.
1960’iar sonrası kapitalist ana yurtlardaki mücadele Sovyetler açısından “ barışçıl geçiş” damgasını taşır. “Üçüncü dünya” ülkelerindeki gelişim ise “ kapitalist olmayan yol” parolasıyla yürütülmeye çalışılmıştır. Ayrı ayrı irdeleyelim.
Kapitalist ana yurtlardaki mücadele: Barışçıl geçiş tezleri
Şimdilerde kapitalist ana yurtlarda “barışçıl geçiş” tezleri gölgede kaldı. Bu elbet- teki daha radikal yolların seçildiği anlamına gelmiyor. Artık Avrupalı komünistler kapitalizmden sosyalizme bir “geçişi” bile değil, “barışın korunmasını” tartışıyorlar. Nükleer yıkım korkusu sınıfları ideolojilerinden mi kopuşturuyor? Ya da tam tersi, sosyalizme varmak için savaş çığlıkları mı atılmalıdır? Elbetteki hayır.
Dünya olaylanna skolastikçe nükleer yıkım ve banş ikileminden bakmak, her taktik ve siyasi tutumu bu zemine indirgemek, dünya devrimci hareketindeki gelişmeleri, değişimleri açıklayamamakla kalmaz, gerçek nedenleri bulanıklaştırır, yığınların bilincini nükleer şokla donuklaştırır, onları bu kısır çember içinde bunaltır, alıklaştırır.
Kapitalist ana yurtlarda barışçıl geçiş tezleri ne zaman ve hangi temelde doğmuştur? Bu sürece kısaca göz atmak bazı yanılgıları olsun ortadan kaldırabilir.
Togliatti, 1956 Haziranında Merkez Komitesine sunduğu raporda önemli bir dc nüşü başlatıyordu:
“Tartışılacak bir konu var. Gerçekte biz, sosyalizme doğru yalnızca demokratik yoldan değil, hatta parlamenter biçimleri kullanarak da ilerlemenin mümkün olduğunu söylediğimiz zaman, yaşanmış ve halen yaşanmakta olan değişimleri göz önüne alarak, bazı şeyleri düzeltme durumunda olduğumuz açıktır.
“Lenin, daha başlangıçta, Rusya’da yaşanan proletarya diktatörlüğünün örgütlenme biçimlerinin bütün diğer ülkeler için kaçınılmaz olmadığını açıkça söylemiştir.” (7)
Göz önüne alınan “değişimler” nelerdir? Uluslararası planda elbetteki en önemli faktör, sosyalizmin faşizme karşı zaferi ve sosyalist sistemin varlığıyla dünya ölçüsünde sosyalizmin ileriye doğru büyük bir adım atmış olmasıdır. Hitler faşizminin bütün yıkı-
alığını yaşamış Avrupa ülkelerinde Sovyet- ler’in ve sosyalizmin etkisi belki tarihteki en yüksek noktasına ulaştı. Elbetteki Togliat- ti’nin tezleri için yalnızca bu uluslararası koşullar yetmezdi.
Faşizme karşı mücadele yılları komünistlere kendi ülkelerinde önemli bir prestij kazandırmıştır. Savaş bitiminde Avrupa ülkelerinde burjuvazi Hitlere teslim oluşun ezikliğini yaşıyordu. Ekonomiler yıkım içindeydi ve Hitler kuklası yönetimlerin çöküşüyle siyasi planda bir karmaşa ve yeni dengelere geçişin doğurduğu bir anafor yaşanıyordu.
Bu yıllarda “komünistler 18 ülkede, özellikle Fransa, İtalya, Danimarka, Finlandiya, Norveç’te hükümetlere” girdiler. (8) Mayıs 1946 seçimlerinde İtalya’da Hıristiyan Demokratlar 207, Sosyalistler 115, Komünistler 104 üye ile parlamentoda temsil edildiler. Ekim 1947’de Fransa’da! Katolik Parti ve Halkçı Cumhuriyet Hareketi 141, Sosyalist Parti 142, Komünist Parti 152 milletvekiline sahipti. (9)
Barışçıl geçiş hayalleri için oldukça elverişli koşullar!
Ancak savaş sonrasının bu geçici görünüşü, komünist partilerinde böylesi- ne köklü bir dönüş için yeterli neden olabilir miydi? Önceki yıllarında gerçekten proleter bir çizgi izlemiş ve bunu en azından Komüntern yıllarında 10-15 yıl pekiştirmiş bir siyasi parti için son derece oynak ve geçici koşullara böylesine teslim oluş beklenemezdi. Avrupa komünist partileri için faşizm yılları da çok önemli değişim yıllarıdır.
Togliatti aynı raporunda şu tespiti yapar:
“Faşizm altında ve savaş sürecinde olanlardan çıkarttığımız ilk ve en önemli sonuç, kapitalist yönetici sınıflar liderlik durumlan- nı yitirince ve politikalanyla ulusu felakete sürükledikleri bir zamanda, işçi sınıfı ve ona en yakın çalışan yığınların ulusal misyonunun yeniden kendini ortaya koymasıdır.” (10) İşçi sınıfının “ulusal misyonu” nedir? Burjuvazinin hâlâ zayıf ve sarsılmış olarak da olsa iktidarda olduğu bir ülkede işçi sınıfının “ulusal misyonu” burjuva iktidarını tasfiye etmek olabilir. Oysa İtalyan Komünist Partisi o yıllarda burjuvazi ile birlikte ülkeyi faşizmin yıkımından çıkarma çabasındadır. Ve ünlü “tarihsel uzlaşmanın” kaynakları o günlere kadar uzanır.
Aynı şeyler Fransa için de geçerlidir. 1945’te M. Thorez Komünist Partisi hükümetteyken şunları söylüyordu:
“Biz komünistler şu momentte açıkça sosyalist ve komünist taleplerde bulunmamalıyız. Bunu, “devrim” kelimesini sürekli kullananların gözünden düşme pahasına söylüyorum. Devrim sözcüğü belli bir popülariteye sahip, fakat Hitler’in himayesindeki ‘ulusal devrim’in dört yılı anlamlarından boşaltılmış bazı kelimelerin demogo- jik kötü kullanımına karşı halkı uyardı...
“Merkez Komitesinin ve Parti Kongresinin kararları adına sizlere açıkça belirtmeliyim ki, en küçük bir grevi, özellikle geçen hafta birliğin bir ucunda ve birliğe karşı, Be1 thune madenlerinde patlayan grev gibi bir grevi on ay lay amayız.” (11)
O yıllardaki anılannda De Gaulle, M. Thorez’ın bu görüşlerini yorumlarken, zorluk çeker: “Onun devamlı çağnsı her ne pahasına en fazla çalışma ve üretim içindir. Onu anlamaya çalışmayacağım. Eğer Fransa’ya hizmet edilirse benim için yeterlidir.” ( 12)
Ve aynı Fransız Komünist Partisi Mayıs 1945 Cezayir katliamına ve 1946 Vietnam müdahalesine rağmen hükümette kalmayı sürdürmüştür.
Avrupa komünist partileri “Faşizme karşı demokrasi” mücadelesinde inkâr edile
mez bir itibar kazandılar. Ancak pek önemli bir değeri yitirmek pahasına... Faşizme karşı “Vatansavunması” partilerin sınıf çizgilerini hızla aşındırdı. Faşist hükümetlere ve Hitler faşizminin yıkımına karşı burjuvazinin önemli bir kesimi ve orta tabakalarla ittifaka girilmekle kalınmadı, daha öteye gidilerek “ulusun kalkındırılması” parolasıyla sınıf işbirliği yapıldı. Hitler faşizmine karşı mücadelede burjuvazi ve orta tabakalarla proletaryanın ittifakının son bulduğu moment görülemedi. Tam tersine barışçıl geçiş hayalleriyle bu moment belirsiz bir tarihe yayıldı. Fransız, İtalyan ve İspanya kü- münist partilerinden 1944’lerde proleter bir devrim istemek aklımızdan geçmez. Ülkelerdeki devrimci gelişim böyle bir olgunluğa ulaşmamıştı. Ancak ezik, hırpalanmış kapitalist ekonomileri, yine burjuva hükümetlere ortak olarak ve “her ne pahasına üretimi arttırarak” burjuvaziye koltuk değ- nekliği yapmak proleterya partilerinin işi olmamalıydı.
Özetle, faşizm yılları Avrupa komünist partilerinin sınıf çizgilerini önemli ölçüde erozyona uğramıştır. O yıllarda ülkeler içinde ve dışındaki güçler dengesinin etkisiyle de barışçıl geçiş hayalleri boy vermiştir.
Dünya kapitalizmi bu gidişe karşı kayıtsız kalmadı. Amerikan Marshall yardımı Avrupa’ya ulaşır ulaşmaz, daha 1947’lerde komünistler hükümetlerden tekerlendiler. Bu yuvarlanış hayalleri yıkabildi mi? Hayır! Gelecek günlere ertelendi.
Barışçıl geçiş tezlerine karşı Sovyetler’in tutumu ne olmuştur? Onların bu hayallerini eleştirmek, hiç değilse onları hayalleri ile başbaşa bırakmak yerine, Sovyetler bu tezleri kuvvetle desteklemiştir. Ünlü XX. Kongre’de tezler benimsenmiş bu noktada da kalınmayıp, XXII. Kongrede Üçüncü Parti Programında resmen yer almıştır:
“İşçi sınıfı ve onun öncüsü -Marksist- Leninist partiler- banşçıl yollarla sosyalist devrimi başarmaya çalışıyorlar. Bu, bir bütün olarak halkın ve işçi sınıfının çıkarlarını karşılayabilir, ülkenin ulusal çıkarlarına uygun düşerdi.
“O dönemin ağır basan koşularında, bazı kapitalist ülkelerde işçi sınıfı, ileri kesimlerinin öncülüğünde, ulusun kitlesini birleştirme, iç savaşsız devlet iktidarını kazanma ve halka temel üretim araçlarını devretme şansına sahiptir... Halkın çoğunluğu tarafından desteklenen ve kapitalistler, toprak sahipleriyle uzlaşma politikasını reddetme yeteneğinde olmayan oportünist elemanları püskürterek, işçi sınıfı gericiliği, halka karşıt güçleri yenebilir, parlamentoda sağlam bir çoğunluk kazanabilir, onu burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden bir araç olmaktan, çalışan halka hizmet eden bir araca dönüştürebilir, parlamento dışında geniş yığın mücadelesini başlatabilir, gerici güçlerin direncini kırabilir ve banşçıl sosyalist devrimin gerekli koşullarını sağlayabilir.” (13)
Barışçıl sosyalist devrim tezini savunanlar “Batı Avrupa partileri ile ABD, Kanada, Avusturalya, Japonya,Hindistan vb, komünist partilerfdir. (14) Akıl almaz gibi görünse de, iki paylaşım savaşıyla dünyayı kana bulayan, ilişkilerinin temeli daima zora dayanmış bulunan emperyalist ana yurtlarda “komünistlerin” ağzından “barışçıl geçiş” türküsü yükseliyor ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi bunu zahmetsizce programın ayerleştirebliyor. Bir kez bu adım atılınca Sovyet komünistleri bu tezi daha da derinleştirmeden duramadılar.
“Barışçıl devrim eğer geçmişte olanaklı idiyse, günümüzde haydi haydi olanaklıdır.
“Her şeyden önce tüm dünyada sosyalizm ve demokrasi güçleri hatırı sayılır öl
çüde büyüdü. Marksist - Leninist partilerin rehberliğindeki işçi sınıfı, burjuva devletlerde yasaları yapan tekellerin politikasından hoşnut olmayan milyonlarca insanı etrafında toplamaya ve bir güçler üstünlüğü sağladıktan sonra burjuvaziyi silahlı bir direnme olmaksızın teslim almaya zorlamaya yeteneklidir. İkinci olarak, dünya sosyalist sisteminin varlığı, onun artan gücü kapitalist ülkelerin emekçileri için olumlu bir etkendir...
“Parlamentoyu... iktidarın proletarya tarafından fethi için bir alet olarak da kullanmak olanaklıdır...
“Komünistler, devrimin barışçıl gelişimi için savaşım vermenin araçlanndan biri olarak, işçi sınıfının çıkarlannı temsil eden öğeleri kerte kerte içine sokarak devlet aygının bileşimini değiştirmeyi görüyorlar. Komünist partiler böylece kurumların, okulların ve üniversitenin demokratikleşmesini ilerletebilir, devlet memurlannın yükümlülüklerini genişletebilir, polisi, orduyu, özel servisi denetleyebilirler.” (15)
K. Zaradov’un 1976’lardaki bu satırlann- da Marksizmin zerresi yoktur. Komünistler kiler faresi sabrıyla devleti “kerte kerte” kemireceklerdir. Sonra: Barışçı sosyalist devrim!
Bilindiği gibi bu tezler Sovyetler Birliği ile •ateş içinden yeni çıkmış Çin Komünist Partisi arasındaki kopuşmanın odak noktasında yer almıştır. Sonradan Çin’in nereye gittiği ayrı sorun! Ancak böyle tezlere karşı Çin’in bayrak açması haksız değildi.
Elbetteki Marksizmin tezleri sonsuz zaman akışında geçerli mutlak kalıplar değildir. Ancak 1945’ler sonrası dünyada kurulan yeni dengeler ya da yaşanan değişimler, onun en temel tezlerini alt üst edecek ölçüde miydi? Elbetteki hayır! Dünya da ne 1950’lerde ne de bugün sosyalizmin gücü ve itiban emperyalizmi kendi ülkelerinde sessizce boyun eğmeye zorlayacak kertede değil, halen de değildir. Ancak savaş yorgunu dünya 1950’lerde barış istiyordu. Fakat bu barış isteği Marksizmin teorik temellerinin tahrif edilmesi içinbir gerekçe olamazdı. Hele pratik, somut gerçeklere göz yummak mümkün değildi.
Dünya olaylarına skolastikçe nükleer yıkım ve barış ikileminden bakmak, her taktik ve
siyasi tutumu bu zemine indirgemek, dünya devrimci hareketindeki gelişmeleri,
değişimleri açıklayamamakla kalmaz, gerçek nedenleri bulanıklaştırır; yığınların bilincini nükleer şokla donuklaştırır; onları bu kısır
çember içinde bunaltır,; alıklaştırın
Hemen savaş sonrası, Avrupalı komünistler elbetteki mücadele biçimi olarak barışçıl araçlara dönmek durumundaydılar.Ancak bu araçların, araç olmaktan çıkarılıp partilerin bütün mücadele ufkunu kaplayan amaç haline gelmesi Marksizmin devrimci özünün bir kenara bırakılması anlamına geliyordu. Sovyetler ise o günlerdeki güç ve itibannı abartarak bu hataya katılmış oldu. Oysa dünyada sosyalizmin gücünü olduğundan öteye abartmak, düşmana karşı uyanıklığı zayıflatır, bununla da kalmaz gücü aşındıran, gerileten etkiler yaratır.
Sovyet Komünist Partisi bu tezleri programına, hem de oldukça detaylı bir şekilde geçirerek kapitalist anayurtlardaki partilerin sınıf mücadelesi zemininden kopuş- lanna suç ortaklığı yapmış oldu. Gerçi pek çok Sovyet yazarı tezlere karşı hakem konumunda bulunmayı yeğlemiştir. Ancak böyle bir konum bile hataya ortak oluşu or- tadan kaldırmaz. K. Zaradov’un en uç nok- I 3
talara varan oportünist yaklaşımı yanında, Avrupa komünistlerinin seçtiği yola elbet- teki daha ihtiyatlı yaklaşan Sovyet yazarları da yok değildi.
“... Bununla birlikte, devrimin yolu soyut değil, fakat gerçek güçler dengesine bağlı olarak karar verilmesi gereken özel bir problemdir. İktidara barışçıl el koyuşa yönelişin üreteceği yararlar, yalnızca uygun koşullar mevcutsa sonuca ulaşabilir.
“Barışçıl yola yönelişi benimseyen komünist partiler haklı olarak çeşitli ciddi zorlukların varlığına işaret ediyorlar. Günümüz kapitalizminin bütün verili zayıflıklarına rağ: men, modern emperyalist devletin askeri- bürokratik mekanizması öyle büyüdü, farklılaştı, dallanıp budaklandı ve gelişti ki onu kırmak asla kolay değildir.” (16)
Bu satırlar aslında emperyalist anayurtlarda barışçıl geçiş hayallerinin dolaylı bir inkârıdır. Ancak bu dolaylı inkârlar o günlerin ortamında hep altta kalan, ölü tepkiler olmuşlardır. Komünist partilerin şimdi artık yapılamayan- ortak toplantılannda barışçıl geçiş tezleri 1956’dan itibaren her seferinde kuvvetle vurgulanmıştır.
Barışçıl geçiş tezleri, Kominterrı’in dağılmasından hemen sonra -çünkü bu
tezlerin filizlenmesi 1946lara kadar gider- dünya komünist hareketinde ilk önemli
kopuşmaydı. Bu kopuşma, özellikle sömürge, yeni sömürge ülke komünist partileriyle
kapitalist ana yurtlardaki partilerin kopuşması anlamına geliyordu.
Barışçıl geçiş tezleri, Komintern’in dağılmasından hemen sonra -çünkü bu tezlerin filizlenmesi 1946’lara kadar gider- dünya komünist hareketinde ilk önemli kopuş- maydı. Bu kopuşma, özellikle sömürge, yeni-sömürge ülke komünist partileriyle kapitalist ana yurtlardaki partilerin kopuşması anlamına geliyordu. Bu tespite şöyle bir itiraz yapılabilir: Her ülke partisi kendi yolunu, ülke koşullarına göre belirler ve Avrupa partileri kendi yollarını bütün diğer ülkelere önermedikleri için de bu tezler bir kopuşma anlamına gelmez, denilebilir. Gerçekten partilerin ortak toplantı bildirgelerinde her iki mücadele yolu da yan yana vurgulanmıştır. Ancak bu tutumlar olayın özünü kurtaramıyordu. Dünya jandarması emperyalizmi kendi ana yurdunda “kerte kerte” teslim almak görüşü, ülke partilerinin kendi yollarını bağımsızca belirlemekten öteye Marksizmin sınıf mücadelesi kavramından bağımsızlaşmak anlamına geliyordu.
Sovyet Komünist Partisi bu çatallanma ortasında hakem rolü oynayarak aslında kapitalist ana yurtlarda yeniden canlanan ve II. Enternasyonal batağına yönelen yeni sınıf uzlaşmacı tezleri güçlendirmiş oluyordu. Nitekim olayların akışı bu hakem rolünü imkânsız hale getirmiştir. Komünist partilerin ortak toplan talan bile 1975’ten beri yapılamaz olmuştur. Özellikle Avrupa komünist partilerinden İtalya ve İspanya komünist partileri Sovyetler’e karşı açık tavır almışlar, bağlantılar son derece zayıflamıştır.
Barışçı geçiş tezleri aslında dünya güçler dengesinde yeni bir kaymanın işaretiydi. 1950’lerde kurulan denge, 197Cnere gelindiğinde genel ölçüde bir “nükleer silah dengesi”ne yükselmişolsa da, dünya dev-
. _ rimci hareketinin gidişi açısından Avrupa • 4 komünist partilerin tezleri bir geriye ka-
yış anlamı taşıyordu. Öte yandan, Marshall yardımı eliyle, “refah devleti” parolasını atan karşı devrim de güçlü adımlar atıyordu. Ve barışçıl geçiş tezleri karşı devrimin bu genel adımlarına eklemlenmekten öteye anlama sahip olamadı.
Sınıf mücadelesi, kapitalist ana yurtlarda genel anlamda bir geri çekiliş yaşıyordu. Bu,objektif koşullar dikkate alındığında bir ölçüde kaçınılmazdı. Fakat bu geri çekiliş düşünce planında çok önemli sapmalarla birlikte yaşanınca, gelecekteki mücadeleye hazırlık, o ölçüde zorlaşıyordu. Dünya sosyalizmine ve özellikle Sovyetler Birliği’ne bu noktada düşen görev, tutarlı bir teorik mücadele yürütmek, dünya devrimci hareketi içindeki saflaşmalan netleştirmekti. Böyle bir tutum, pratik olarak kapitalist anayurtlardaki partilerle hemen ve kesin bir kopuşmayı gerektirmezdi. Ancak onların sapmaları kuvvetle deşifre edilebilmeliydi. Bu konuda çok sınırlı polemiklerden öteye diplomatik şekilsizlik ortama egemen olmuşftır. Böylece, dünya ölçüsünde güçler dengesinde, kapitalist anayurtlardaki mücadelenin geriye kayışının bu anlamda güç yitirme gerçekliğinin üstü barışçıl geçiş tezleriyle örtülmüş oluyordu. Bu gerçeklik, 1975’lerden sonra, tabii Avrupa komünist partilerinin her seçim başarısızlığında, acı acı kavranmıştır. Bu sefer de Batı’da işçi sınıfının yavaş yavaş ortadan kalktığı tezleri gelişmiş, “elveda proletarya” ile bu tezler saçmalığın zirvesine varmıştır.
Sosyalizmin bu yeni tezler karşısındaki konumu, proleteryanın yok olmadığını ispatlama çabasından öteye gidememiştir. Böyle bir savunma ise, zaten varolan gerçekliğin kaba bir tekrarından öteye anlam taşımıyordu. Kapitalizm proletaryayı kaldırmaya yetenekli değildir, tam tersine proletaryanın varlığı onun en temel ön koşuludur. Dünyadaki proletarya iktidarlannın ba- şanlan ya da başarısızlıkları yeteri çıplaklıkta dünya halklannm bilincine yansıtılamayınca ve Batı’da proletarya hareketlerinin cılızlaşıp neredeyse “barış hareketlerfnin içinde erimesiyle, pratik gidişteki bu somut olgular nedeniyle, proletaryanın misyonunun günümüzdeki durumuyla ilgili beliren bulanıklıklar, sırf kaba teorik savunmalarla aşılamazdı, aşılamadı.
En son “yeni düşünce”yle birlikte, proletaryanın misyonuyla ilgili Batı anayurtlarındaki sefil görüşlerin oldukça kuvvetli izleri Sovyet Bilimler Akademisinin tezlerine de yansımıştır. Bu tezleri yazının ileriki bölümünde irdeleyeceğiz. Ancak görünen gerçeklik şudur: 1917 devriminin tartışılmaz gücü uzun yıllar nasıl kapitalist ülkelerdeki işçi hareketini etkilemiş, hatta partilerin II. Enternasyonalden kopup yeniden şekillenmelerinde önemli bir itici güç olmuşsa, 1960’lar sonrası süreçte kapitalist sistemde yakın çöküş beklentileri gerçekleşmedikçe ve hareket durgunlaştıkça, bu sefer tersine bir etki, Batının köklü, derin oportünist rüzgarları Sovyetler’e doğru esmeye başlamış ve kaçınılmaz etkilerini yaratmıştır. Bu etkilerden ilki ve en önemlisi barışçıl geçiş tezleriydi. Etki ne yazık ki bu noktada durmamış, sürecin akışında derinleşmiş, yeni düşünce kılığında daha geniş alanlara sıçramıştır.
Geri ülkelerdeki mücadele ve “kapitalist olmayan yol”
Sovyet devrimi aynı zamanda ulusal kurtuluş savaşlarına da hız vermiştir. Sovyet- ler’in geri ülke devrimlerine karşı tavrı o yıllarda Komintern zemininde belirlenen tezler doğrultusunda şekillenmiştir. Emperyalizmin sömürge boyunduruğuna karşı ulus
ların kendi kaderini tayin hakkı o yıllarda geri ülkelerdeki mücadelelere en genel yaklaşımı ifade ediyordu.
Yine Komintern tartışmalarında henüz kapitalist üretim ilişkilerinin çok cılız olduğu ya da hiç gelişmemiş olduğu ülkeler için “kapitalist gelişme aşamasının” kaçınılmaz olmadığı, “eğer muzaffer proletarya, bu halklar arasında sistemli bir propaganda yürütürse, eğer Sovyet hükümetleri, ellerindeki bütün imkânlarla bu halklara yardım ederlerse” kapitalist aşamanın atlanabileceği tespit edilmiştir. (17)
1917’lerde bu tez somut olarak Sovyet Doğu Asya Cumhuriyetleri ve Moğolistan için uygulanabilirdi. Buralarda çoban ekonomisinden, feodal ilişkilere kadar uzanan ekonomi biçimleri egemendi, fakat kapitalizm henüz filiz ölçüsünde olsun son derece cılızdı. Gerçekten de Sovyet yönetimi altında bu ülkelerde kapitalizm atlanarak sosyalizme geçilebilmiştir.
1950’ler sonrası geri ülkelerde ulusal kurtuluş savaşları hızlandığında Komintern’in bu tezleri, deforme edilerek her üçüncü dünya ülkesine uygulanılmaya kalkışıldı ve bu uygluamaya “kapitalist olmayan yol' gibi garip, renksiz bir isim takıldı.
Bu tez 1950’ler sonrasının objektif gelişmelerinin kaçınılmaz sonucu ve o günlerin ihtiyaçlanna cevap veren bir formü- lasyon muydu?
1950’ler sonrası dünya haritası her gün değişikliğe uğruyordu. Klasik sömürgeciliğin çöküş dönemi olarak adlandırılabilecek bu dönem 1975’lere kadar uzanır. Ve bu dönemde her yeni bağımsız ülke ile sosyalizmin ilişkisi gündeme geliyordu. Gerek sömürge kurtuluşu için mücadele yıllarında ve gerekse kurtuluş yıllarından sonra sosyalizmle bu ülkelerin ilişkileri elbetteki Ko- müntern tezlerinden öteye detay yaklaşımlar gerektiriyordu. “Kapitalist olmayan yol” tezleri bu koşulların ürünü olmuştur, ancak ne sorunların sağlam bir kavranışına dayanabilmiş, ne de problemlerin çözümüne ışık tutabilmiştir.
O günlerin yaklaşımını bir Sovyet yazarı haklı olarak şöyle eleştiriyor:
“Her şeyden önce, tezi mutlaklaştırdık... Kapitalist olmayan gelişmeyi kesinlikle uygulanamayacak olan ülkelerin ilerici güçlerine bile eylem programı olarak tavsiye etmeye başladık. Oysa bu ülkelerde, örneğin Hindistan gibi, kapitalizm belli bir gelişme seviyesine ulaşmıştı, kendi finans gruplarına ulusal tekellerine zaten sahipti. Sonuç dünya komünist hareketinde yeni problemler ve sol içinde komplikasyonlar oldu. Bazı komünist partileri kapitalist olmayan gelişmenin böyle aşırı yorumlanışı- na karşı kesin tavır aldılar, haklı olarak böyle bir yaklaşımın solu yanıltacağını ve onu kısa ve uzun dönemli amaçları için gerekli mücadelesinden saptıracağına işaret ettiler” (18)
1950’lerde hızlanan ulusal kurtuluş savaşları, dünyada emperyalizme karşı yeni yaygın bir cephe açmış oldu. Ancak bu ülkelerin klasik sömürgeciliğe karşı olmaları, otomatik olarak kapitalizme karşı olmalarını getiremezdi. Bu tamamiyle ülke içindeki sınıflaşmalar, üretici güçlerin seviyesiyle ilgili bir sorundu. Ancak Sovyetler bu yıllarda Mısır, Suriye, Irak, Cezayir, Gana, Kongo ve hatta Hindistan gibi yeni bağımsızlaşan pek çok ülkeyi kapitalist olmayan gelişme yoluna yerleştirmekte sakınca görmedi. (19)
Bu büyük yanılgıya yol açan, bu ülkelerde ulusal bağımsızlık sonrası gündeme gelen: devletçi gelişme yoluydu.
“Bu açıdan, oldukça ‘saf kapitalist yöneliş içinde (genellikle yeni sömürge tipi) olanlar ve ‘klasik’ burjuva gelişiminden çarpıcı
bir şekilde ayrılan, kapitalist gelişimini daha çok devletçi biçimlerle geliştirmiş olan ülkeler arasında bir fark gözetilmeyebilirdi. İkinci yolun özellikleri, kapitalizmden sosyalizme mümkün bir dönüşün ve bu doğrultuda demokratik dönüşümlerin yürütülmesinin objektif ön koşullarını yaratıyor” (20)
Ne çare ki şimdiye kadar devletçi kapitalist gelişmeden, sosyalizme dönüş yapan bir yeni bağımsız ülke görülemedi. O nedenle, dönüş yapması gereken Soyvetler’ın bu konudaki tezleriydi.
_ “Sanının, bu nedenle bizim sosyal bilimimizde geniş bir geçerlilik kazanan bir fikir olsa da, gelişmekte olan ülkelerde halk sektörünün tarihsel olarak ve daima mülkiyet biçimi olarak diğerlerinden daha ilerici olduğunu kabul etmek yanlıştır. Gözlemler halk sektörünün rolünün devletin sınıf yapısı tarafındankoşullandırıldığını ve devleti kimin yönettiğine .... devletin kimin çıkarlarına hizmet ettiğine de bağlı olduğunu göstermiştir.” (21)
“Proletarya diktatörlüğü altındaki devlet sektörü bir şeydir, proletarya diktatörlüğünün olmadığı, iktidarın en iyisiyle küçük burjuva devrimci demokrasisi ve sık sık görüldüğü gibi, devletçi bürokrasi tarafından elde tutulduğu durumda ise başka bir şeydir.” (22)
Sovyetlerin bağımsızlığını kazanan geri ülkelerde devlet sektörüne özel bir misyon yüklemesi oldukça kaba bir yanılgıdır. Bu konudaki yanılgıları görmek için Mısır’da Nasır’dan sonra Sedat’la başlayan dönüşü ya da benzerlerini yaşamak gerekmiyordu.b Türkiye emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş ve devlet sektörünün beslemesiyle asalak bir kapitalist sınıf yaratmış bir ülkeydi. Ve bu deney 1920’ler ve 1950’ler arasında en açık bir biçimde yaşanmıştır. Mısır’ın 1975’de E. Sedat’la yaptığı dönüşü biz 1950’de Menderes ile yapmıştık. İ. Gandi’nin öldürülmesi Hindistan’ı aynı dönüşe bir zorlayış oldu. Cezayir bugünlerde aynı yolda. İşin özü, devletçilikle palazlanan özel sektör artık güneşin altındaki yerini istiyor. Bunun pek klasik adı da “devletçilikten liberal ekonomiye” geçiştir.
>
Ancak 1920’ler dünyası ile 1950’ler sonrası dünya elbetteki aynı değlidir. O zaman şu soru akla gelebilir: 1960’larda sosyalizmin dünyadaki gücü yeni bağımsız ülkelerde devlet sektöründen sosyalizme doğru bir dönüşü sağlayabilecek güçte miydi? Sov- yetler kapitalist olmayan yol tezini neye dayanarak pek çok yeni bağımsız ülkeye uygulanabilir ilan etti?
Küba deneyinden Sovyetler şu önemli dersi çıkartmıştır:
“Küba devrimi, günümüzde devrimin coğrafi konum ya da ekonomik düzey ne olursa olsun, başarıya ulaşabileceğini bir kere daha göstermiştir.” (23) Bu tespit oldukça üstün körüdür ve başarılı yıllarda ya da dünyada ulusal bağımsızlık savaşlarının prestijinin hâlâ en yüksek olduğu günlerde yapılmıştır. Ayrıca tek yanlıdır. Olaya Sovyetlerin yardımı açısından bakar. Coğrafya artık sorun değildir, sosyalizm dünyanın her yerine kolayca ulaşabilmektedir; ekonomik düzey önemli değildir, çünkü sosyalizmin teknik gücü bu konudaki zaafları hızla örtebilecek yetenektedir.
Fakat burada en önemli nokta devrim- lerinsınıf karakteri ve gücünün unutulmasıdır. Aynı Sovyet yardımıyla Küba sosyalizme giderken nedenMısır, Irak, vb., ülkelerden hiçbiri sosyalizme gidememiştir. Bunun tek açıklaması, o ülkelerdeki devrimin ya da bağımsızlık mücadelesinin yürütücü sınıf güçleriyle yapılabilir. Sovyetler ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükseliş günlerinin yaşandığı bu yıllarda, mücadelele
rin sınıf temelini fazla önemsememiştir. Bir geri ülkenin Sovyet devletine yakınlık duyması, onunla ilişkiye girmesi için gerçekten sosyalist olmasına gerek yoktur. Tekbaşına Sovyet yardımı ise o ülkelerdeki gelişimin sınıf yapısını değiştirmezdi Ancak o günlerin politik ortamında Sovyetler böyle düşünmüyordu.
“Bununla birlikte, biz kendimiz gelişmekte olan ülkelerdeki sosyalizm potansiyelinin dengeli bir değerlendirmesine hazır değildik. O günlerde çoğumuz kapitalizmin görülebilir bir gelecekte çökmesinin kaçınılmazlığına, kişi başına üretimde birkaç yıl içinde Birleşik Devletleri geçebileceğimize ve kapitalizmin, o günlerde söylenen ifadesiyle “çok geç doğduğu” için Üçüncü Dünya ülkelerinde hiç bir şansa sahip olmadığına inanmıştık. Mantık sonucu olarak, tek alternatif kapitalist olmayan gelişme yoluydu.” (24)
Yazarın bu özetlemesi aslında o günlerin ortamında kapitalist olmayan yolun Üçüncü Dünya için neden alternatifsiz tek yol olarak düşünüldüğünü çok iyi açıklamaktadır. Kapitalizm yakın gelecekte çökecektir, Sosyalizm ABD’yi yakın zamanda geride bırakacak, hatta Kruşçef dönemi parti programına göre komünizme geçiş fazla uzak değildir. Böyle bir dengede Üçüncü Dünyada emperyalizmden bağımsızlaşan ülkeler nereye gidebilir: Kapitalist olmayan yoldan sosyalizme!
Bir kere daha o günlerin güçler dengesinde sosyalizmin konumunun abartılmasının altından en sefil, sınıf bakışsız zavallı tezlerin ürediğini görüyoruz. Barışçıl geçiş de, kapitalist olmayan yol da sosyalizmin dünyadaki gücünün abartılmasından üreyen, sınıf bakışının yerine devletler arası ilişki ve dengeyi koyan, Marksizmi en temel noktasında, sınıf gerçekliği alanında revi- ze eden tezlerdir.
Daha da öteye, teorinin diplomasiye nasıl feda edildiğinin pek çok örneği vardır. Bir tanesi aktaralım:
“Enver Sedat’ın Mısır’da iktidara gelişinden kısa bir süre sonra bu ülkedeki yeni sosyal ve ekonomik gelişmeler hakkında bir makale yazdım. Makalede ne Sedat’a ne de onun rejimine karşı bir saldırı olmamasına, fakat sadece ülkedeki gelişmenin kapitalizme doğru yöneldiğini anlattığım için, Sedat’ı gücendirme korkusuyla bir bilimsel dergi makalemi yayımlamayı reddetti.” (25)
Sovyetler Sedat’ı bir makaleyle olsun gü- cendirmemeye özen gösterirken, E. Sedat bir günde bütün Sovyet uzmanlarını Mısırdan kovarak değil gücendirmek, Sovyet- ler’i öfkelendirmeyi bile göze alabilmiştir. Bunun bir tek nedeni vardı: Mısır’da “kapitalist olmayan yol” katıksız kapitalizme varmıştı. Biz Batı’yla teklifsizce kucaklaşmayı nasıl Menderes’le yaptı isek, Mısır’da bu adımı E. Sedat’la atmıştır. Menderes Yassıa- da’da ipe çekildi, Sedat bir merasimde kurşuna dizildi. “Şark”ta kapitalizm böyle gidiyor...
Teorinin yol göstericiliği yerine diplomasinin kaypaklığı geçirilince, Sovyetler açısından dış politikada pragmatik yalpalamalar kaçınılmaz alın yazısı olmuştur.
Son yıllarda, 1950’ler sonrası emperyalizmden ilk bağımsızlaşma adımını atmış ülkelerle ilgili Sovyet basınında acı yakınmalar yanında daha gerçekçi tespitler de vardır.
“Muhtemelen, buradaki nedenler komplekstir, ancak şöyle söylemek abartma olmazdı, bazı ‘ilk nesil’ sosyalizme yönelmiş rejimler (ulusal demokratik rejimler) çöktü ya da devletçi yönetim eğilimleri, otoriter liderlik sistemi, burjuva eğilimlerin ve grupların gelişmesine göz yumma, sosyal ayrıcalıkları cesaretlendirme, gerçek öncü dev
rimci partileri inşa etme, yığınları kollektif ve devrimci bilinçle eğitme ve harekete geçirmedeki yeteneksizlikler nedeniyle dejenere oldular. Bu rejimlerin çökmesi doğaldı.” (26)
Böylece 1950’ler sonrası “ilk-nesil”, “kapitalist olmayan yol”u seçen Mısır, Irak, Cezayir, Gana, Kongo, Suriye gibi ülkeler yazara göre “dejenere” olmuştur, yani daha açık ifadesiyle sosyalizme yönelişleri imkânsız hale gelmiştir. Bu durum “ikinci nesil” Güney Yemen, Etopya, Angola, Mozambik gibi ülkelerin gidişi konusunda da ister istemez soru işaretlerini çoğaltmaktadır.
Bugünkü sonuçtan kalkarak, Sovyetler1 in bu ülkelere yardımları eleştirilebilir mi? Ya da şimdi bazılan emperyalist kampa geçmiş bu ülkelere Sovyet yardımları yapılmamalıydı denebilir mi? Elbetteki hayır! Sosyalizm, emperyalizme karşı yönelen her darbeyi dikkate almak, değerlendirmek ve desteklemek durumundadır. Bu konuda yapılan hata, bu ülkelere yardım edilmesi değil, ancak onların “kapitalist olmayanyoP ’dan sosyalizme ilerlediklerini ilan etmektir. Hiç şüphesiz 1960’ların ortamında her bağımsızlık savaşı veren ülke aynı zamanda “sosyalist” olduğunu da ilan etti. Bunların belki en ünlüsü “BAAS sosyalizmedir. Fakat bu ülkelerdeki güçler dengesine bakıldığında, devrimi ya da bağımsızlık mücadelesini güdensınıflar tanındığında ve en önemlisi alınan ilk ekonomik ve sosyal tedbirlerin karakteri kavranınca, bunların kendilerini sosyalist ilan etmeleri kimseyi ya- nıltamazdı.
Ancak emperyalizmin Vietnam yenilgisine doğru yol aldığı ve aynı zamanda kapitalist ülkelerde yeni bir ekonomik krizin kapıya yaklaştığı ve ulusal kurtuluş savaşlarının itibarının en yüksek olduğu yıllarda, Üçüncü Dünya ülkeleri için sosyalizm güçlü bir çekim gücüne sahipti. Fakat bu aynı zamanda pek çok kaba tahlilin, yanılgının, diplomatik pragmatizmin de kaynağı oldu.
“Kapitalist olmayan yol” tezinin geri ülke devrimci hareketlerine en büyük zararı, o ülkelerde bağımsız proletarya hareketinin şekillenmesinde ve gelişmesinde yarattığı bulanıklık hatta pratik engellerdir.
G. Mirsky “ilk-nesil” sosyalizme yönelmiş “ülkelerde” gerçek öncü devrimci partileri inşa etme yeteneksizliğimden söz ediyor. Ancak kapitalist olmayan yol tezleri böyle bir inşanın karşısında belki en önemli engel olmuştur. Çünkü, radikal devrimci eğilimler ve proletaryanın bağımsız örgütlenme girişimleri sözde kapitalist olmayan yolu tutan yönetimlere tabi kılınmak için çok çaba harcanmıştır. Oysa, bu yönetimlerin kapitalist olmayan yolu tuttuklarını bir an kabul etsek, bu yolda gidişin bile tek teminatı proletarya ve köylülüğün bağımsız güçlü örgütlenmesinde yatıyordu. E. Sedat ya da benzerlerini “gücendirmemek” için gösterilen incelikleri!) ters yönde etkiliyor, geri ülkelerdeki gerçek devrimci eğilimleri ideolojik olarak silahsızlandırıyor, demoralize ediyordu.
Özetlersek, nasıl ki barışçıl geçiş tezleri Batı’da devrimci hareketteki güç kaymala- nnın üstünü örttü ise, kapitalist olmayan yol tezi de ulusal bağımsızlığını kazanan ülkelerdeki ya da daha genel anlamda “Üçüncü Dünya” güçler dengesindeki değişimlerin üstünü örtmüştür.
1975’ler artık yeryüzünden klasik sömürgeciliğin hemen hemen kalktığı, fakat aynı zamanda bağımsızlığını kazanmış pek çok geri ülkenin yeni sömürgeciliğin pençesine dahil olduğu yıllardır. Dolayısıyla üçüncü dünyada 1960’larda sosyalizm lehine gelişen güç dengesi, 1975’lerden sonra sosyalizm aleyhine dönmeye başlamıştır. 15
\
/Paradoks gibi görünse de, gerek barışçıl
geçiş ve gerekse kapitalist olmayan yol tezleri dünyada sosyalizmin ileri adımlar attığı, bir bakıma taktik planda saldın momentini yaşadığı yılların ürünüdür. Güç dengesinin olduğundan öteye abartılması bu bayağı yanılgıların kavranmasını güçleştiriştir. Fakat aynı zamanda, gerek kapitalist anayurtlarda ve gerekse geri ülkelerde sosyalizmin itibarının böyle Marksizmin sınıf temelinden kopuk bayağı teorilerle kol kola yükselmesi, bu ileriye atılan adımların kof ve güçsüz yönünü, gelecek günlerde yaşanması kaçınılmaz bir sarsıntının ilk işaretlerini gösteriyordu. “Yeni düşünce” bu sarsıntının teorisidir.
Sovyetler genel tezlerini dünyanın değişik bölgelerine uyumlandırma becerisini
gösteremezse “insanlık adına” yapılan bü çağrılar; sıcak mücadele içindeki insanlara, ya da kaçınılmazca böyle bir yola hazırlanan güçlere bir şey anlatmamakla kalmaz, onları
öfkelendirir, pratik olarak dünya sosyalizmi ile bağlarını zayıflatır, daha da kötüsü kopartır.
“Yeni düşünce ’nin temel unsurları
Yeni düşünce’nin önce kendisinin ne olduğunu, hangi temel özellikleri taşıdığını ve sonra da hangi koşullardan çıkıp geldiğini irdeleyelim.
Yeni düşünce’de irdelenmesi gereken en önemli noktaları şöyle sıralayabiliriz: a: Dünya ölçüsünde sınıflar savaşına bakış, b: Topyekün savaş ve siyaset bağlantısı, c: Emperyalizme “yeni” yaklaşım.
Sırasıyla gidelim.a. Dünya Ölçüsünde Sınıflar Savaşı
na Bakış: Yazının girişinde yeni düşüncenin en genel yönünü tespit ederken söylenmişti. Gorbaçov, “insanlığın topyekün yıkım tehlikesfyle birlikte “uluslararası planda sınıf çatışmaları için objektif bir sınır be- lirdi”ğini haklı olarak tespit eder. (27) Ancak bunda “yeni” olan bir yön henüz yoktur. Nükleer güç dengesi yıllarından beri bu objektif sınır bir gerçekliktir. Ya da başka bir deyişle, uluslararası planda siyaset artık eskiden olduğu gibi, bir topyekün savaşla sürdürülemez. Silahların nitelik ve nicelik olarak gelişimi topyekün bir savaşı neredeyse imkânsız hale getirdi.
Gorbaçov bu tespitlerden kalkarak bir adım daha atar ve iki sistemin barış içinde birlikte yaşamasının ‘sınıf savaşının özel bir biçimi” olduğu tespitini de terkeder. Yeni Düşüncenin “yenfliği bu noktada başlamaktadır. Bu mantık, sınıf savaşını, doğrudan savaşa indirgediği için ya da tam tersi savaşın korkunçluğundan hareketle sınıf mücadelesini reddettiği için olaylara nükleer dehşet dengesinin şokuyla bakan, sorunun özünü aşırı darlaştıran bir mantıktır.
Sınıflar var oldukça savaşımları da kaçınılmazdır. Ancak “uzlaşma” da mücadele biçimlerinden birisidir. Barış içinde birlikte var oluş, iki sistemin dünya ölçüsünde yaptıkları bir uzlaşmadır. Ancak her uzlaşma bir savaştan ya da mücadeleden çıkar ve dengelerdeki yeni değişimlere kadar yaşayabilir. “Barış içinde birlikte yaşama” kendisi bir savaş olmamakla birlikte, sınıf savaşımının günümüzdeki bir biçimi ya da en
16 genel ortamıdır. Eğer iki farklı sınıf teme
line dayanan iki farklı sistemin yanyana varoluşu sınıf mücadelelerinin pek çok yeni biçimler altında sürmesinin ön koşulu değilse, ya da sınıf savaşının özel bir biçimi değilse, buradan bir tek mantık, sistemleri sınıf temellerinden soyutlama mantığı çıkar ki, bu da sanırız “insanlığın genel çıkarları uğruna” yapılmaktadır.
Yeni düşüncenin gerçek yeniliği “insanlığın ortak çıkarlarının sınıf çıkarlarının önünde geldiğini” vurgulayarak, nükleer yıkımla sınıf mücadelesini aynılaştırmasm- dadır. O zaman insanlık nükleer yıkımdan kurtulabilmek için, sınıf savaşından da kurtulmalıdır. Sınıflar ortadan kalkmadan sınıf savaşından “kurtulmanın” yolu var mıdır? Bir tek yol ya da biçare çare egemen sınıf ilişkilerine tabi olmak, boyun eğmektir. Böylece sınıflardan değil, fakat sınıf savaşının hırçınlıklarından belki kurtulunabi- lir(!) Dünya ölçüsünde hâlâ egemen düzen kapitalizmdir. Ve dünya halklarının her ilerici atılımına karşı Demokles’in kılıcı gibi nükleer ölüm tehdidini sallayan yine emperyalizmdir. Emperyalizm nükleer yıkım tehdidiyle dünya ölçüsünde sınıf mücadelesini pasifize etmek için didiniyor. Sosyalizm sınıf mücadelesiyle nükleer yıkımı neredeyse aynı taştırarak aynı şeyi yapmış olmuyor mu?
Belli bir güçler dengesinde taktik mücadele aşaması olarak böyle bir şey savunulabilir de. Ancak Sovyetler bu görüşü te- orileştirerek bir taktik adım olmaktan öteye mücadelenin bütün gelecek ufkuna yaymıştır.
Dünyadaki sınıf saflaşmasının taraflarından birisi de proletaryadır. Sınıf savaşımıyla nükleer yıkım aynılaştırılınca proletarya da nüklere yıkım suçuna ortak edilmiş olmuyor mu? Yeni düşüncenin mantığına göre proletarya sınıf mücadelesi ufkunu insanlık çıkarlarıyla uyumlandıramazsa kendisi de suçlu olacaktır.
İnsanlığın yaşaması ya da sınıf savaşla- nyla yok olması... Yeni düşüncenin dehşetli ve aynı zamanda insancıl formülasyonu bu- dur. Yeni düşüncenin mantığıyla herhangi bir ülkede ya da bölgedeki gerilimin karşısına hemen insanlığın yok olma tehdidi çıkarılabilir. Eğer bu mantığı örtülerinden soyarsak: İnsanlığın çıkarları uğruna dünya bugünkü konumunu korumalı ya da sıçra- masız, sınıf savaşlarının yaratabileceği gerilimler olmaksızın, yani nükleer canavarı uyandırmaksızm değişmelidir.
Sorunu karikatürize etmiyoruz. Sovyet literatürü okunduğunda bu mantık ve genel hava derhal görülebilir.
Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisinin yazı kurulunda yapılan bir tartışmada Ekvator Komünist Partisi sözcüsünün bu tezlere verdiği cevap ilginçtir:
“Biz hepimiz aynı kayıktayız ve bunun batmaması için çalışmalıyız. Ne ki, her yıl onlarca atom bombasından ölecek kadar insanın açlıktan ve çeşitli salgın hastalıklardan öldüğü “Üçüncü Dünya” ülkeleri için nükleer felaket ile günlük yaşamdaki trajedi arasında bir seçim yapmak olanaksızdır” (28)
Sınıf mücadelesinin ateş çemberinde yaşayanlara Moskova’nın “insanlığın yok olma tehlikesi” üzerine söylevleri aşırı derecede soyut ve anlamsız gelir. Çünkü zaten dünyanın bu bölgelerinde en basit insanca yaşam için korkunç savaşlar veriliyor. Sovyetler genel tezlerini dünyanın değişik bölgelerine uyumlandırma becerisini gösteremezse “insanlık adına” yapılan bu çağrılar, sıcak mücadele içindeki insanlara, ya da kaçınılmazca böyle bir yola hazırlanan güçlere bir şey anlatmamakla kalmaz, onları öfkelendirir, pratik olarak dünya sosyalizmi ile bağlarını zayıflatır, daha da kö
tüsü kopartır.Yeni düşünce, sınıf mücadelesi kavra
mından uzaklaşmakla dünyadaki sınıf mücadelesi gerçekliğini ortadan kaldıramayacağına göre, böyle yapmakla olayların gerçek özünü bulandırmak, bilinçleri karartmaktan başka bir işlevi olmayacaktır.
Şu acı sonuca varmak zorundayız: “İnsanlığın genel çıkarları uğruna” insanların bilincini karartmak; yeni düşüncenin istemese de yarattığı sonuç budur.
b. Topyekün Savaş ve Siyaset Bağlantısı: “Yeni politikbakışın temel prensibi son derece basittir: Nükleer savaş politik, ekonomik, ideolojik ya da herhangi bir amaca varmak için bir araç olamaz.
“Döneminde klasikleşen, Clausevvitz’in savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir şeklindeki ünlü sözü artık ömrünü doldurmuştur. O artık kütüphanelere aittir.
“Güç ve güvenliğin yeni diyalektiğinden, uluslararası anlaşmazlıklarda askeri -yani nükleer- çözümün imkânsızlaştığı sonucu çıkıyor” (29)
Bütün bu söylenenler, savaş yerine “nükleer savaş” kelimesi geçirilince kesinlikle doğrudur. Bugünkü dünya dengesinde bizzat nükleer savaşla politika sürdürülemez.
Ancak genel olarak savaş, dünyamızda hâlâ politikanın başka araçlarla sürdürülme biçimi olarak yaşıyor, ikinci Dünya Sava- şı’ndan günümüze 90 ülkeyi içine çeken en az 150 savaş yaşandı ve toplam 20 milyon insan öldü. (30) En son Irak’ta Saddam Hüseyin, Kürt ulusunu sindirme politikasını kimyasal silahlarla topyekün imha politikasına dönüştürerek sürdürdü. Savaş konusunda olağanüstü hassas olan Sovyet dış politika ibresi nedense bu katliama hiç tepki göstermedi.
Dünyada sınıfsal, ulusal çıkarlar var oldukça, hele kapitalist anayurtlar ve geri ülkeler zıtlığı yaşadıkça savaşlar da kaçınılmaz bir şekilde olacaktır. Bugünkü dünyamızda, savaşı en genel kapsamıyla ele aldığımızda, Clauseu/itz’in ünlü sözünü kütüphanelere kaldırmak için henüz vakit oldukça erkendir.
Öte yandan nükleer savaşın fiilen kendisi değil ama tehdidi aslında dünyanın devrimci gidişine karşı ilan edilmemiş bir topyekünsavaştır. Nükleer tehdit, emperyalizm açısından en azından dünyadaki bugünkü konumunu korumaya yönelik bir silahtır. Eğer, dünyadaki sınıf mücadeleleri nükleer kıyamete yol açabileceğinden dolayı insanlık açısından korku ve kabus noktasına vardılırsa, mevcut denge hangi araçlarla nasıl değiştirilecektir? Ya da nükleer tehdit bugünkü dünya dengesini sonsuza dek uzatacak mıdır? Bu elbetteki mümkün değildir. Nükleer tehdide rağmen dünyada dengeler, olağanüstü sancılı olarak da olsa değişecektir. Sovyetler, yeni düşünce iie nükleer tehdit altında dünyadaki dengelerin değişme sürecini bir buzulun ilerleyişi gibi yavaş ve belirsiz hale getirmek istiyor.
Sovyet basınında savaşla ilgili çok sık tekrarlanan diğer bir tespit de şudur:
“Tek bir politik, ekonomik, sosyal, ideolojik ya da herhangi bir problem yoktur ki, askeri güç ya da zor tehdidiyle olumlu olarak çözülebilmiş olsun. Fakat barışçıl araçlarla çözülemeyecek hiçbir problem yoktur.” (31) Biz bu barışçıl yumuşaklığı tam tersine çevirmek zorundayız. Dünyada sınıf çıkarlarının karşı karşıya getirdiği hiçbir problem yoktur ki, çözümüne zorun gölgesi düşmemiş olsun. Bugünkü barışçıl yan yana varoluş bile muazzam zor araçlann (nükleer dengenin) üzerinde durmuyor mu?
Gerçeklik bu iken, bir papaz edasıyla barış propagandası yürütmek, ne barış imkânını, ne de barışın temellerini güçlendirir. Bugünkü dünyamızda barışın arkasında zor bulunmaktadır, bulunmak zorundadır. O nedenle topyekün dünya ölçüsünde değilse bile, dünyanın herhangi bir bölgesinde her an barışın yerine savaş geçebilir.
Sosyalizmin banşçıllığı, dünyayı nükleer kıyametten alıkoymaktaki tartışılmaz yükümlülüğü bu yolda girişim ve propagandaları iyi dilekli hayallere değil, çıplak gerçekliklere oturduğunda güç kazanır. Yoksa emperyalizm bu barış melekliğinin sabrını, uygun zamanlardaki ataklarıyla denemekten geri durmayacaktır. Güney Kore uçağı olayı, Libya bombardımanı bu sabır denemelerine somut örneklerdir. Savaş ve zordan tiksinmek yetmez, yeryüzünden bunlan silebilmek için ve silinceye kadar gerektiği momentte zor kullanabilmek gereklidir.
Savaş ve politika bağlantısı bugünkü dünya gerçekliğimizde henüz bütünüyle kopmamış ve son bulmamıştır. Bunu söylemekle savaş özlemlisi olmuyoruz. Ama bugün dünyamızda pek çok önemli problemin kaçınılmaz bir şekilde zora dayanarak çözülmek durumunda olduğunu biliyoruz. Tersini hayal etmek emperyalizmin savaş zorbalığına barış güvercinleriyle karşı koymak ahmaklığına varırdı.
Dünyada bir silahsızlanma sürecinden - nükleer anlamda- söz edilebilir. Ancak yine dünyanın hem genelinde hem de her bölgesinde barış, zora yani silaha dayalı güçler dengesinin sırtında duruyor. Bu kıvrımlı uzun barış perdesi, bu nedenle her an bir yerinden yırtılabiür. Nükleer denge topyekün savaşı neredeyse imkânsız hale getirse de bu dengenin gölgesinde bölgesel savaşlar imkânsız değildir. Ve bir anlamda “Üçüncü Dünya” savaşı böyle sürüyor. Bu savaş gerçekten “Üçüncü Dünya”nm savaşıdır. Kırk yıldır kopan 90 savaşın hepsi de dünyanın bu bölgesinde yaşanmıştır.
Uzatmayalım, bugünkü konumuyla “Üçüncü Dünya” ülkeleri varoldukça, en azından sırf bu objektif nedenden dolayı, dünyamızda savaş ve politika bağlantısı bir gerçeklik olarak yaşayacaktır.
min başlıca iki tıkanış noktasından kaynaklanmaktadır.
Silahlanma yarışının vardığı nokta ve bu yükün kapitalist ekonomilerdeki olumsuz etkileri; öte yandan yeni sömürgeciliğin devasa borç kriziyle belli bir tıkanış noktasına varması, emperyalizmin bundan sonra bu alanlarda nasıl gideceği sorusunu ister istemez kafalara getiriyor.
Gorbaçov, her iki soruya da kesin cevaplar vermez.
“Bir kapitalist ekonomi militarizm olmaksızın gelişebilir mi? Bu akla Japonya, Batı Almanya ve İtalya’nın “ekonomik mucize1 ’sini getiriyor - gerçi onların da militarizme döndüğü, “mucize”nin geçip gittiği artık bir gerçektir.” (33)
Tartışmaya bile gerek yok ki kapitalizm sırf ekonomik işleyişi açısından, savaş sanayi olmaksızın yaşayabilir ve gelişebilir. Savaş sanayi kapitalist üretim devresinin mutlak bir unsuru değildir. Ancak militarizm, tekelci kapitalizm çağıyla birlikte eri yüksek noktasına varmıştır. Dev sermaye birikimlerinin, dünyanın yeni alanlarına akması, dünyanın paylaşılması zora dayanmaksızın olamazdı. Almanya, Japonya, İtalya bu konuda oldukça talihsiz seçilmiş örneklerdir. Her üç ülke de dünyayı II. Paylaşım Savaşına sürükleyen faşizmin ilk anayurtlarıdır. Ve bunun bedeli olarak bu ülkelere silah ve ordu besleme konusunda sınırlamalar getirilmiştir. Elbette günümüzde bu sınırlamalar artık tamamen ortadan kalkmış, emperyalizm açısından kaçınılmaz olan silahlanma bu ülkeleri de çoktandır içine almıştır.
Gorbaçov’un ortaya attığı bu soruya Sovyet basınında çeşitli cevaplar aranmaktadır. Yönelimin ağırlık noktası ise savaş sanayi- siz bir kapitalizm hayaline doğru kaymaktadır. Bir Sovyet yazarı buna üç neden sa- yabilmektedir:
“İlk olarak, savaş sonrası ekonomik gelişme deneyi, örneğin Japonya, Almanya ve İtalya’da kapitalist ekonominin militarizm olmaksızın etkili bir şekilde gelişebileceğini göstermiştir.... ;
“İkincisi, ... Amerika’da bile en tutucu tahminlere göre askeri-sanayi komplekslerinin ekonomi içindeki payı yüzde 15-20’yi
İyimserlik güzel şey. Ancak bir maddi temele dayanmayınca düş kırıklığıyla sonuçlanması
kaçınılmazdır. Kruşçef döneminin yakın gelecekte kapitalizmin çöküşünü ve bir on
yılda komünizme varışı uman görüşleri bugün nasıl eleştiriliyorsa Gorbaçov’un ortaya
attığı, özünde emperyalizmden beklentiler anlamına gelen görüşleri de bugünden
eleştiri odağına alınmalıdır.
c. Emperyalizme “Yeni” Yaklaşım;Gorbaçov, Ekim Devriminin 70. yıldönümünde yaptığı konuşmada, “savaş tehdidinin esas kaynağının” emperyalizm olduğunu belirttikten sonra iki önemli soru sorar;
1. “Kapitalizm militarizmden kurtulabilir ve o olmaksızın ekonomik alanda gelişebilir mi?”
2. “Kapitalist sistem, halen yaşayışının esas faktörlerinden birisi olan yeni sömürgecilik olmaksızın yapabilir mi?” (32)
Hiç şüphesiz ki bu iki soruya da olumlu cevap verilirse, emperyalizm emperyalizm olmaktan çıkardı.
Gorbaçov bu sorularla emperyalizme yeni bir yaklaşım çabası içindedir. Aslında sorular tesadüfen seçilmiş değil, emperyaliz-
geçmez...“Üçüncüsü, askeri sanayideki aşırı kâr
lar ve tekellerin bu kârları toplaması tartışılmaz gerçekliktir. Bununla birlikte, gerçek bir “dış tehdifin yokluğunda güçlü sivil tekeller, kendilerinin karşıtı olan askeri tekellere devletin yağmur gibi altın akıtmasına tahammül edemezler.” (34)
Bütün bu sayılanlar, savaş sanayiinin kapitalist ekonomilerin her şeyi anlamına gelmediğini açıklayabilir ve bu doğrudur, ancak militarizmin köklerini emperyalist ekonominin içinden koparmanın mümkün olabileceğine en küçük bir kanıt bile olamazlar.
Emperyalizm, zora dayalı ve zorla koruduğu sömürü sisteminden vazgeçebilirse, dev silah sanayi o zaman gereksiz hale ge
lebilirdi. Ama bunun için emperyalizmin kendini inkâr etmesi gerekir. Sosyalizm böyle bir gelişme mi hayal ediyor?
“Burada da, egemen sınıf, tekelciserma- yenin patronları bir tercih yapmak zorunda kalacaklar. İnancımız ve bilimce kanıtlanan odur ki, üretimin örgütlenmesi ve teknolojinin bugünkü seviyesinde ekonominin demilitarizasyonu ve dönüşümü mümkündür. Bu barış için devasa bir seçim olurdu.” (35) Emperyalist ekonominin karakteri, tekelci sermaye patronlarının “tercihleri”yle belirlenemez .Emperyalizmin bugünkü özellikleri şu ya da bu finans- grubunun tercihlerinden kaynaklanmıyor.
Dünyada bir silahsızlanma sürecinden - nükleer anlamda- söz edilebilir. Ancak yine
dünyanın hem genelinde hem de her bölgesinde barış, zora yani silaha dayalı güçler dengesinin sırtında duruyor. Bu
kıvrımlı uzun barış perdesi, bu nedenle her an bir yerinden yırtılabilir. Nükleer denge topyekün savaşı neredeyse imkânsız hale
getirse de bu dengenin gölgesinde bölgesel savaşlar imkânsız değildir.
Evet kapitalizmin her krizi aynı zamanda ondan çıkış için bazı yollar dayarattı. Ancak her yol en son tahlilde kapitalizmin kaçınılmaz gidişinin karakterini değiştiremedi. Değiştiremezdi de. Militarizm, tekelci kapitalistler için dönemsel ve terkedilebilecek bir tercih değil, emperyalist sömürü sisteminin kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir özelliği, bu yapıya kenetli bazen devasa ölçülerde büyüyen bazen küçülen asalak bir urdur.
Sovyetler’in, kapitalizmin kaçınılmaz tıkanma noktalarını tespit ve teşhir etmesi ayrı bir şeydir, bu noktalardan hareketle emperyalizmin kendi öz karakteriyle kesinlikle uzlaşamayacak “dönüşümleri” bekle-
> mesi ayrı şeydir. Kruşçef ve Brejnev yılları kapitalizmin yakın çöküşünü uman yıllar olmuştu. Şimdi Gorbaçov yılları haklı olarak bu erken çöküş beklentilerinin yanlışlığını kabul ediyor. Ancak şimdi de emperyalizmden “demilitarizasyon” konusunda beklentilerle yanılgının diğer ucuna sıçranmış olmuyor mu?
Gorbaçov’un ortaya attığı ikinci önemli soru yeni sömürgecilik ve emperyalizm ilişkisi üzerinedir.
“Önceden kestirilemeyecek sonuçlarla yüklü olan, Üçüncü Dünya ile eşitsiz ticaret olmaksızmbu sistem (kapitalizm bn.) işleyebilir mi?” Bu sorunun nedeni, Üçüncü Dünyada yeni sömürgeciliğin borç kriziyle bir tıkanış noktasına gelmiş olmasıdır.Emperyalizm klasik sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe ulusal kurtuluş savaşlarının zoruyla geçti. Sömürü biçimi değişti ancak varlığı korundu. Şimdi yeni bir zor olmaksızın emperyalizm Üçüncü Dünya ile ilişki biçimini değiştirebilir mı? Yalnızca borç krizi böyle bir değişime yol açamaz. Ancak hiç şüphesiz ki, Üçüncü Dünya’nın kaybı, kapitalizmin anayurtlarındaki ömrünü oldukça kısaltacaktır. Kapitalizm böyle bir kaybı göze almaktansa, bazı tavizlerle Üçüncü Dünyanın kendisine bağımlılığını korumak isteyecektir. Ancak böyle koşul- lardabile emperyalizmden “eşit ticaret” beklemek ne derece döğru olur? Kapitalizmin mantığı açısından ortada “eşitsiz” bir ticaret zaten yoktur. Geri ülkelerin geri tekniğiyle üretime geçen emek, ileri teknolojiyle yapılan üretim karşısında, kapitalizmin kendi mantığı açısından, boşa harcanmış olur. Bunu düzeltmenin tek yolu geri ül- I f
f kelerin teknik olarak kalkmdırılmasıyla mümkündür. Nasıl ki bir kapitalist kendi elleriyle kendisine karşı rakip yaratmak istemezse, emperyalizmde Üçüncü Dünya’dan kendisine yeni rakipler yetiştirmek istemeyecektir.
“Özetle, bu anlamda, kapitalizmde sınırlı bir tercihle yüzyüzedir - ya olaylar patlama noktasına vardırılacak ya da eşit temelde çıkarların bir dengesine dayanan dünyanın birlik ve karşılıklı bağımlılık yasaları dikkate alınacaktır” (36)
Emperyalizmi Üçüncü Dünya’da bir “patlama” ihtimali eşit ilişkilere ikna eder mi? Ya da emperyalizmin önünde yalnızca bu iki alternatif mi bulunuyor? Elbetteki hayır. Fakat Gorbaçov, sorunu böyle ortaya koyarak emperyalizmi ikna etmeyi mi umuyor? Üçüncü Dünya’nm emperyalist politikada bir dönüşle kurtulamayacağı ya da en azından iyileşemeyeceği açıktır. Ayrıca emperyalist politika da bir dönüş bile, köklü radikal mücadeleleri şart koşar. Emperyalizm aşın ölçüde pragmatiktir. İhtimallerden hareketle poiitika değişikliğine gitmektense, somut gelişimlere göre davranmayı tercih eder. Netice olarak, emperyalizmi Üçüncü Dünya’daki patlama ihtimali değil, ama bizzat patlamalar ikna edebilir.
Netice olarak, kapitalizmin militarizm ve yeni sömürgecilik olmaksızın yaşayıp yaşayamayacağı sorusunu ortaya atmak, yalnızca bu sorulan gündeme bile getirmek, dünya devrimci hareketi içinde önemli bulanıklıklar yaratmak için yeterlidir.
Emperyalizm, militarizm ve yeni sömürgecilik olmaksızın yaşayabilir mi sorusu eğer sırf bir düşünce spekülasyonu olsun diye ortaya atılmıyorsa, soru kendi içinde böyle olasılıkları varsayar. Bu iki açıdan yanlıştır. İlk olarak, Lenin’in emperyalizm tahlilinin teorik özünde bir değişiklik gerektirecek gelişim o günden bugüne gerçekleşmiş midir?
Sovyetler’in, kapitalizmin kaçınılmaz tıkanma noktalarını tespit ve teşhir etmesi ayrı bir
şeydir; bu noktalardan hareketle emperyalizmin kendi öz karakteriyle
kesinlikle uzlaşamayacak “dönüşümleri” beklemesi ayrı şeydir. Kruşçef ve Brejnev yılları kapitalizmin yakın çöküşünü uman
yiitar olmuştu. Şimdi Gorbaçov yılları haklı olarak bu erken çöküş beklentilerinin
yanlışlığını kabul ediyor. Ancak şimdi de emperyalizmden “demilitarizasyon”
konusunda beklentilerle yanılgının diğer ucuna sıçranmış olmuyor mu?
“... Kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin çıkarlann, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez.” (37) Bugünde gerek kapitalist ülkeler arası ilişkilerde, gerekse kapitalizm - sosyalizm ilişkisinde “ekonomik, mali, askeri gücün” esas olduğu açıktır. Ve böyle bir maddi temel var oldukça emperyalizm için demilitarizasyon sorunu teorik olarak gündeme getirilemez.
İkinci olarak, dünyada geçici olarak da olsa emperyalizmi demilitarizasyona ya da yeni sömürgelerle “eşit ticaret” ilişkisine zor-
18 layacakbir pratik gelişme var mıdır? INF an
laşması ya da bazı ülkelerde askeri faşist yönetimlerden yumuşak inişle sözde “demok- rasi”ye geçişler Gorbaçov’un sorularını ortaya atmak için yeterli kanıtlar değildir.
İyimserlik güzel şey. Ancak bir maddi temele dayanmayınca düş kırıklığıyla sonuçlanması kaçınılmazdır. Kruşçef döneminin yakın gelecekte kapitalizmin çöküşünü ve bir on yılda komünizme varışı uman görüşleri bugün nasıl eleştiriliyorsa, Gorbaçov1 un ortaya attığı, özünde emperyalizmden beklentiler anlamına gelen görüşleri de bugünden eleştiri odağına alınmalıdır.
Emperyalizmle bir güç dengesi temelinde pratik bazı uzlaşmalara varmak ve “genel olarak insanlık açısından” olumlu adımlar atmak için, emperyalizm tahlilini deforme etmek gerekli değildir. Böyle bir durum pratik politikada önemli yalpalamalara kapı açacak affedilmez bir hata olurdu.
“Yeni düşünceden” üreyen “tezler”
Sovyet dış politikasının ya da Sovyetler’in dünyaya bakışının bugünkü parolası olan “yeni düşünce”, Gorbaçovun konuşmalarında ancak en temel noktalarda sınırlı kalmıştır. Gorbaçov’un öne çıkarttığı bu noktalar yeni bakış açısına ilk ivmeyi vermiş, görüşler kartopu gibi yuvarlandıkça umulmadık boyutlar ve özellikler kazanmıştır.
Sovyet Bilim Akademisi’nin Aralık 1987’de bazı komünist partilerle tartıştığı daha çok komünist hareketin önündeki görevlere yönelik tezler ve 1988 ortasında Komünist Dergisinde yayınlanan aynı akademinin genel Sovyet dış politikası ile ilgili tezleri yeni düşüncenin dallanıp budaklanışı- nı ve vardığı son noktayı çok iyi yansıtmaktadır.
Akademinin genel dış politika tezlerinden başlayalım.
Bu tezlerdeki en önemli tespit: “Uygarlık krizfdir.
“Uygarlık krizi çok boyutlu bir görünüme sahiptir. Bunların en sancılı olanlarından biri de uluslararası ilişkiler sisteminin tüm boyutlarındaki (Batı - Doğu, Kuzey - Güney çelişkileri, kapitalizmin temel merkezleri arasındaki çelişki, gelişmekte olan dünyadaki keskin uzlaşmazlıklar, bu dünya ülkelerinin muazzam dış borçları vb.) krizdir. Böylesi bir durumun en tehlikeli sonuçlarından biri, insan soyunun nükleer yok oluşuna ilişkin tehdit, bölgesel askeri çatışmalar ve insanlığın, günümüzde ilerlemenin global formülünden fiilen dışlanmış olan üçte ikisinin kronik yoksullaşmasıdır.” (38)
Sovyet literatürünün en temel özelliklerinden birisi insanlığın nükleer felaketle yok olma tehlikesini aşınya kaçan ölçülerde tekrarlamasıdır. İnsanlığı kendi yokoluş tehdidiyle eğitmek aşırı tek yanlı üstelik karamsar ve insanın bilinçlenme kıvraklığını donuklaştıran bir yol olsa gerek. Şimdi bütün bunlara bir de “uygarlık krizi” tespiti eklendi. Üstelik tezler “uygarlık krizi kapitalizmin kriziyle özdeşleştirilemez ve hatta yalnızca onun doğrudan bir sonucu olarak da düşünülemez” diyerek krize sosyalizmi de ortak ediyor: “Sosyalizm dünyası nesnel ve öznel nitelikteki nedenler dolayısıyla uygarlık krizinin dışında kalamamıştır. Sosyalizm toplumsal bir düzen olarak varlığını sürdürebilmek mücadelesi dolayısıyla silahlanma yarışına kapılmış, etkili ve rekabete yetenekli bir üretim mücadelesi içinde çevre korunmasına yeterli ilgiyi gösterememiş ve sosyalizmin gelişimi kendi sorunları ve çelişkilerini doğurmuştur.” (Tezler)
Sovyet “yeni düşüncesi”, “düşünceyi sınıf temelinden koparmak için ciddi çabalar içindedir. “Uygarlık” ne demektir? İnsan
lığın, sınıflı topluma ve tanm ekonomisine vardığı yukan barbarlık konağından sonraki gelişimidir. Ancak uygarlık soyut bir kavram değil, sınıflaşma ile başladığı için kaçınılmaz bir şekilde sınıflar mücadelesindeki gelişime göre dönemler yaşamıştır. Kapitalizmle uygarlığın modern çağı başlamıştır, sosyalizmle devam ediyor. “Uygarlık krizi” denildiğinde kriz, kapitalizm ve sosyalizmin üstünde boşlukta bir yere yerleştirilmiş oluyor. İnsanlık bir kriz yaşıyorsa, bu kriz, kaçınılmaz bir şekilde çürüyen, asalaklaşan ancak hâlâ güçlü olan kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının damgasını taşır. Bugünkü “krizin” temelinde yatan gerçeklik nedir?
Krizin boyutları içinde sayılan “Doğu - Batı, Kuzey - Güney çelişkileri, çevre sorunları” bir kenara, sorunun odağında insanlığın “üçte ikisinin kronik yoksullaşması” yatıyor. Bu gerçeklik “uygarlık krizi” gibi cilalı sözlerle örtülmemeli. Eğer dünyanın üçte ikisi aşırı yoksulluk içinde ise bunun bir tek sorumlusu vardır: Emperyalizm! Ancak Sovyet yazarları bilimsel teknik devrimin imkânlarını belli ölçülerde üretime aktaran ve dönemsel krizlerden birisini daha aşan kapitalizmi Batı ülkeleriyle sınırlı görme yanılgısına düşüyorlar. Oysa anayurtları ve yeni sömürgeleriyle kapitalizm bir bütündür. Yeni sömürgecilik bir kriz içindeyse bu kapitalizmin krizidir de.
Ancak sorunun çözümü gündeme geldiğinde devrimler ve nükleer tehdit ikilemi karşımıza çıkıyor. Hiç değilse bu noktada bir “uygarlık krizinden” söz edilemez mi? Hayır. Kapitalizmin kaçınılmaz yıkılışı ya da insanlığı topyekün yok oluşa itişi ikilemi de
■ yine kapitalizmden kaynaklanır ve kapitalizmin krizidir. Fakat sorunu kapitalizmin yıkılışı ya da insanlığı ölümle tehdit edişi ikilemi içinde koymak, nükleer silah dengesinin doğurduğu kadercilik olur. Bizler, bu dehşet dengesinin, insanlığın yaratıcı atılganlığı, olayların şimdiden kestirilemez zenginliğiyle çözümleneceğine inanıyoruz. Aksi sefil bir kadercilik olurdu.
Tezler, krizi sınıf ve sistem temelinden koparmakla kalmıyor, uygarlık krizine “silahlanma yarışına kapılmış” olduğu için sosyalizmi de ortak ediyor. Sosyalizmin silahlanma yarışını hiçbir zaman körüklemediği, ancak emperyalizmin silah dengesinden geri düşmemesi gerektiği bir gerçektir. Bu zorunlu ve kaçınılmaz “yarışa” katılmak mı sosyalizmi uygarlık krizinin ortak günahkârı yapmaktadır?
Kapitalizm dünyada hâlâ egemen ve güçlü olduğu için onun krizi kaçınılmaz bir şekilde yeryüzünün tümünü etkiliyor. Fakat buradan hareketle krizleri sınıf ve sistem temelinden koparmak önemli bir teorik yanılgı olur. Bununla da kalmaz emperyalizmin insanlığa karşı işlediği suçlarına sosyalizmi de ortak ettiği için pratik olarak dünya sosyalist hareketine zarar verir.
“Uygarlık krizi”, sosyalizmin kapitalizme bir yetmiş yılda kesin üstünlük kuramayışı ve üstelik belli alanlarda geri kalışının yarattığı düş kırıklığının teorisidir. Sınıf mücadelesinin sıcak ateşi içinde yaşayanların, bilim akademisinin kırık düşlerini paylaşması mümkün değildir.
Tezler kaçınılmaz şekilde “uygarlık krizi” içinde kapitalizm ve sosyalizmin karşılıklı konumlarını da ele alır:
“Toplumsal sistemler olarak sosyalizm ve kapitalizm uzun süre başlıca antogonist gelişme mekanizması diye adlandırılabilecek bir şeyle birbirlerine bağlıydılar... ama bu antagonist mekanizma nükleer çağ öncesinde oluşmuş ve etkide bulunmuştur... Dünyanın ilerlemesinin yeni formülünün en önemli özelliklerinden biri taraflardan birisinin ilerlemesinin onun karşıtının yıkımını
bu karşıtın tarihsel yok oluşa sürüklenmesini gerektirdiği değil, kendi ideolojik ve sosyal anlayışlarını uluslararası ilişkiler alanına taşımayarak, barış içinde birlikte yaşama becerisini gerektirdiği gerçeğidir” (Tezler)
Akademi Tezlerinin özü bu noktada toplanıyor: Kapitalizm ve Sosyalizmin antagonist (uzlaşmaz) zıtlığı, “nükleer çağ” ile birlikte karakter değiştirmiş ve “taraflardan birisinin ilerlemesi” “karşıtının tarihsel yok oluşa sürüklenmesini” gerektirmektedir.
“Nükleer çağ”, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki tarihsel uzlaşmazlığı ortadan kaldırmamış, tam tersine had safhaya yükseltmiştir. Dünya ölçüsünde kapitalizmden sosyalizme geçişle, insanlığın topyekün yıkımı tehlikesi ya da ikilemi nasıl çözümlenecektir?
Sovyet akademisyenleri sorunu böyle koyunca, kendilerini kaçınılmaz bir şekilde tek bir cevaba mahkûm ediyorlar: insanlık yok olacağına, sistemler arasındaki anta- gonizma yok edilmelidir.
Sovyet yazarları sorunu böyle ortaya koymakla dünya devrimci sürecini aşırı ölçüde bir tek noktaya, nükleer dehşet noktasına daraltmış ve dünya sorunlarına devrimci uyanıklıkla değil nükleer dehşetle ipnotize olmuş bir şekilde baktıklarını açığa vurmuş oluyorlar. Kapitalizm ve sosyalizm arasındaki mücadelenin “nükleer çağ”la birlikte bazı sınırlamalara uğraması onların uzlaşmaz yapılarını değiştiremez, olsa olsa mücadele biçimlerinde bir dizi değişim yaratır.
Aynı tezlerde, mücadele biçimlerindeki değişimlerin genel çerçevesi de şöyle çizilir.
“Zamanımızın mevcut buyruklan, insanlığın sosyal yenilenmesinin önceden var olan biçim ve yollarını büyük ölçüde değişikliğe uğratıyor, yenilerini yaratıyor. Ulusal devrimci patlamalar sonucu ülkelerin bir sistemden diğerine doğru yer değiştirmeleri insanlığın sosyal yenilenmesinin biçim ve yollarının yalnızca “özel bir olayı” durumuna dönüşüyorlar.” (Tezler)
Burada çok önemli bir tespit yapılmaktadır: “Ülkelerin bir sistemden diğerine doğru yer değiştirmelerfnin “ulusal devrimci patlamalarda gerçekleşmesi artık “özel bir oiay”dır.
Sovyet akademisyenleri gerçekten nükleer dehşet dengesiyle öylesine ipnotize olmuşlardır ki, olmayan olayları görebiliyor ya da olmuş varsayabiliyorlar. Günümüze kadar, “devrimci patlama” yaşamaksızın “sistem değiştiren” bir tek ülke var mıdır? Hâlâ devrimler, ulusal kurtuluş savaşları olmaksızın “sistem değiştirmek” mümkün değildir. Ancak Sovyet akademisyenleri bir çırpıda, devrimleri “sosyal yenilenmenin” “özel bir olayı” haline getirebiliyorlar.
Gerçeklik bu değildir, ancak akademisyenlerin gönlünde yatan devrimsiz, patla- masız bir sosyal yenilenmedir. Nasıl?
“Anlaşıldığı kadarıyla, toplumsal formasyonların yer değişimi (kapitalizmden sosyalizme geçiş deneceği yerde ne kadar belirsiz verenksiz ifadeler kullanılıyor, nükleer dehşet her şeyi eritip şekilsizleştiriyor. bn.) çok çeşitli geçiş biçimleriyle ve önceden tahmin edilenden daha geniş bir tarihsel dönemde gerçekleşmekle kalmayacak, aynı zamanda bu süreç, toplumsal yaşamın yeni biçimlerinin üstünlüğünün dünya topluluğunun gözü önünde kanıtlanması yoluyla uluslararası topluluğun yaşamının her alanındaki bir sıra dönüşümler kanalıyla global bir düzeyde de yaşanacaktır.” (Tezler)
Bu söylenenlerden kapitalizmdensosya- lizme geçişin “önceden tahmin edilenden daha geniş” bir dönemi kapsayacağı görü
şüne katılmak mümkündür. Ancak “üstünlüğünün kanıtlanması yoluyla” “birsıra dönüşümler kanalıyla, global bir düzeyde” kapitalizmden sosyalizme geçiş umudu, muazzam zenginlikler taşıması kaçınılmaz olan bir süreci basitleştirip bayağılaştırmaktır.
Sosyalizmin üstünlüğünün adım adım kanıtlanması savaşı, kapitalist anayurtlarda ve geri kapitalist ülkelerde çok çeşitli tepkilere neden olacak ve şemdiden kestirile- meyecek mücadele biçimlerini öne çıkartacaktır. Fakat bu mücadele biçimlerinin “bir sıra dönüşümlerde sınırlanmasının imkânsızlığı açıktır.
“Nükleer çağ”ın yarattığı Akademi Tezleri, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki an- tagonizmanın etkisini yitirdiğini ve devrim- lerin de sosyal yenilenmenin artık “özel bir olayı” durumuna geldiğini ileri sürerek, uzunbir barışçıl süreçle kapitalizmden sosyalizme bir global dönüşümü hayal etmektedir. Üstünlüğü kanıtlanacak olan bir sisteme diğerinin kaçınılmaz dönüşümü, Tezlerin temel mantığıdır.
Böyle bir dönüşüm yolunda Sovyet akademisyenlerinin önümüze getirebildiği tek bir kanıt yoktur. Ulusal kurtuluş savaşlarının inişe geçmesi, Nikaragua Devriminden bugüne devrimlerin yaşanmamış olması, dünyada devrim dalgasında bir iniş konağını anlatabilir, ancak bu geçici dönemi ebedileştirmek geleceğin zengin mücadele günlerine karşı affedilmez bir kayıtsızlığın ifadesidir.
Geri kapitalist ülkelerdeki korkunç zıtlıklar, hatta başta Latin Amerikada sınıf dışı, deklase unsurların toplumda gittikçe artışı, yani sosyal çürüme, kanserleşme, üretici güçlerin insafsızca boşa tüketilmesi, bütün bu “yanıcı maddeler bolluğunda” dünyamızda sosyal devrimleri artık “özel bir olay” olarak görmek, ya bilimsel körlükden ya da devrim korkusundan kaynaklanır. Sovyet akademisyenlerine düşen nükleer dehşet dengesinden çıkıp gelen devrim korkusudur.
İnsanlığın önüne serilen bu “global dönüşümler” yolundan nasıl yürünecektir? “Tek bir sınıfın (bu en ileri sınıf bile olsa) insan uygarlığının korunması ve yeniden ya- pılandınlması gibi muazzam ve kapsamlı bir görevin üstesinden gelmesi hemen hemen olanaksızdır...
“Toplumsal ilerlemenin bütünsel öznesi, şimdi, ortak karşıta karşı koyma temelinden çok, insanlığın varlığını sürdürmesi ile bağlı olan olumlu amaçların ortaklığı temelinde, uygarlık krizinden çıkılması ve şiddetten arınmış bir dünyaya doğru ilerlemesi adına oluşmaktadır. Kuşkusuz, karşıt yok olmuyor, daha özgün bir biçimde, örneğin genel olarak tekelci burjuvazi olarak değil, onun militarist askersel, endüstriyel fraksiyonu olarak beliriyor.” (Tezler)
Böylece “toplumsal ilerlemenin öznesi” artık işçi sınıfı değildir, sorun “insanlığın korunması” olunca, bu amaçtan yana olan her güç “toplumsal ilerlemenin öznesi” içine girebilir. Ve mücadele tekelci burjuvaziye karşı değil, onun militarist kanadına karşı verilecektir
Tespitler ve mücadele hedefleri bu noktalara kadar varınca Lenin’in emperyalizm tahlillerinin de aynı akademisyenlerce incelenip düzeltilmesi(!) gereklidir. Tekelci burjuvazi içinden hayali müttefik üretmek, hem de “toplumsal ilerleme” adına bunu yapmak, Tezlerin pratikle gelip dayandığı en sefil noktadır.
Tezler “kriz karşıtı güçlerin birliği” parolasıyla biter. Yeni düşünce öncesi dönemin parolası “tekelci sermaye karşıtı güçlerin birliği” biçimindeydi ve objektif bir temele dayanıyordu. Ancak artık, devrimciler “insanlığın yok olmasından yana olmayan” te
kelci güçleri de bulup ittifak yapmakla yükümlüdürler. Bu “nükleer çağın” emridir!
Sovyet akademisyenleri, soğuk bina duvarları arasında ve nükleer çağın korkunç ihtimalleri karşısında düşünce felcine uğramış görünüyorlar.
“Yeni görevleri çözme zorunluluğu ilerleme güçleri ile gerici güçleri ayıran çizginin, tarihsel olarak oluşmuş biçimiyle ülkeler, bloklar, hatta sınıflar ve partiler arasında var olan sınırlara artık denk düşmemektedir. (Tezler)
Bu tezlerde Marksist düşüncenin bel kemiği artık yoktur, ya da “özel bir olay” haline dönüşmüştür, insanlık adına, bloklar, sınıflar, partilerin sınırları çatlamakta, dünya “kriz ve kriz karşıtı güçler” olarak saflaşmaktadır!
Mücadele yolunu olağanüstü şekilsizleş- tiren bu tezler “uygarlık krizinin” nedenini insanlığı öldürmeye yetenekli silah tekelleriyle özdeşleştirerek, devasa tekelci sermayeyi dolaylı olarak aklıyor. Silah zoru olmaksızın Latin Amerika’nın, Afrika’nın,Orta-Doğu’nun zengin kaynakları “sivil tekeller” tarafından ne ölçüde sömürülebi- lir? İran İrak savaşında, silah tekelleri yıktı, şimdi “sivil tekeller” yeniden inşa için iştahla ¿ekleşiyorlar. Geri ülke ekonomilerinin krizlerinin kaçınılmaz sonucu haline gelen askeri darbeler ya da benzeri uygulamalar en başta o ülkelerdeki “sivil tekellerin” çıkarlarını teminat altına almıyor mu?
“Nükleer çağ”ırı yarattığı Akademi Tezleri, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki
antagonizmanın etkisini yitirdiğini ve devrimlerin de sosyal yenilenmenin artık “özel bir olayı” durumuna geldiğini ileri
sürerek, uzun bir barışçıl süreçle kapitalizmden sosyalizme bir global
dönüşümü hayal etmektedir. Üstünlüğünü kanıtlanacak olan bir sisteme diğerinin kaçınılmaz dönüşümü, Tezlerin temel
mantığıdır.Bunları aslında boşa söylüyoruz. Tezle
rin sahipleri sınıf mücadelesinden (onların deyimiyle dünyadan) zoru defetmeye soyunmuşlar, o nedenle onlara zor araçlarını ellerinde tutanlar en büyük günahkâr gibi görünüyor. Bu da bir bakış açısıdır, hatta insancıl bir bakış açısıdır, ancak sınıfsal değildir.
★ ★ ★Son olarak kısaca komünist hareketle il
gili tezlere değinelim.Y. Krasin başkanlığında hazırlanan tez
lerde “özellikle nükleer felaketi önleme”nin “sınıfsal ve ulusal çıkarların önüne geçtiği görüşüne bazı partilerin tepkileri ilginçtir.(39)
“Her yıl onlarca atom bombasından ölecek kadar insanın açlıktan ve çeşitli salgın hastalıklardan öldüğü “Üçüncü Dünya” ülkeleri için nükleer felaket ile günlük yaşamdaki trajedi arasında bir seçim yapmak olanaksızdır.” Bu Ekvador Komünist Partisinin tepkisidir.
Senegal Komünist Partisi benzer tepkisini şöyle dile getirir.
“Hiç kimse yeni-sömürgeci rejimin alaşağı edilmesi için savaşımın, barışın korunması sorununa kıyasla ikincil önemde olduğunu kabul etmez.”
Salvador Komünist Partisi ise itirazını daha derinleştirip, uluslararası komünist hareketinin önemli bir zaafına işaret ediyor:
“Öte yandan, büyük bir sorumluluk duygusuyla, yoldaşça, saygıyla belirteyim ki, biz uzun zamandan beri gelişmiş kapitalist ül- kelerdeki politik hareketlerin deneyimin- I 9
den, “Üçüncü Dünya” ülkelerinin özgül koşullarında yeni toplum için savaşımla ilgili hemen hemenhiçbir şey alamıyoruz. (39)
Abartılmış barış mücadelesi ya da şimdiki evrimiyle “yeni düşünce” üçüncü dünya için fazla bir anlama sahip değildir. Partilerin somut tepkileri buna açık kanıttır. Oysa “uygarlık krizi”nin temellerinde dünyanın üçte ikisinin aşırı yoksullaşması görülmüştü. İşte bu yoksullaşan Üçüncü Dünya önerilen tezleri kendi gerçekleriyle bağ- daştıramıyor. İnsanlık adına getirilen tezler, hayvanca koşullara itilen Üçüncü Dünya devrimcilerinde fazla yankı bulmuyor. Şimdilik bunu tespit edip diğer noktalara geçelim.
İttifaklar konusunda şöyle denir: “Durumun tuhaflığı şuradadır: Sınıf kar
şıtımız, bütün insanlığı ilgilendiren sorunların çözümünüde partner olacaktır...
“İdeolojinin sınıfsal niteliği vardır ve sınıf savaşımının sürdüğü bir alandır. Ne ki, çelişkilerle dolu dünyanın bütünselliği, ideolojik çatışmalara yol açmayan manevi - ideolojik ve manevi-ahlaksal ilişkiler kurulması için zemin hazırlanmasını gerektirmiyor mu?” (39) Bu görüş sonraki akademi tezlerinde daha örtülü hale getirilmiştir. Burada işe her şey açıktır. Sınıf düşmanımız-
. la, insanlık uğruna, ittifak yapmakla yüz-yüze olduğumuz söyleniyor. Devletler arası ilişkide böyle pratik gelgeç ilişkiler her zaman mümkündür. Ancak bu görüşlerin komünist partiierininmücadele alanında işi ne? Hele “ideolojik çatışmalara yol açmayan manevi -ideolojik ve manevi- ahlaksal ilişkiler” ne demeğe geliyor? Üstündeki “manevi” örtü kaldırılırsa altından sınıf düşmanıyla manevi-ideolojik ilişki” çıkar ki, “yeni” bir zeminde zıt sınıf ideolojilerini barıştırma anlamına gelir. Ve böyle her sefillik “insanlığın yaşaması uğruna” yapılmaktadır.
Yine tezlerde “ sınıf hegemonyasıylailgili kimi eskimiş görüşler” eleştirilerek, sorun yeni yorumuyla şöyle sunulur:
“Burada söz konusu olan herhangi bir parti ya da örgütün örgütsel-politik hegemonyası değil, insanlığın yaşamını sürdürmesi ve ilerlemenin gereksinimlerini en doğru ve tam olarak dile getiren sosyal- sınıfsal değerlerin hegemonyasıdır” Bu tezleri savunurken Akademiden S. Gililov şunları da ilave eder: “Bağlaşıklık içinde kendine özel bir yer istemek, bağlaşıklığı oluşturan tarafların eşit haklılığına saygı göstermemek, kendi konumlarını diğerlerinin zararına güçlendirmeye çaışmak başarı sağlanmasını engeller.” (39)
Bütün bu gerçekler; yeni düşüncenin belkemiğini oluşturan, “nükleer çağ” ile
birlikte “kapitalizm ve sosyalizm arasındaki antagonist mekanizmanın etkisini yitirdiği”
tezinin derinliklerinde nelerin yattığını göstermeye yeterlidir. Sosyalist ekonomilerin yalnızca kapitalizmden geri durumda olması
belki böyle zavallı tezler üretmeye yeterli olmayabilirdi. Ancak sosyalist ekonominin
temel sorunlarındaki tıkanışlar böyle tezlere diğer önemli kaynak olsa gerekir.
Sosyal mücadelede, sınıf egemenliği yerine “sınıfsal değerlerin hegemonyası" geçirilmektedir. Düşünce ve davranış idealistçe birbirinden koparılıyor. Geçmişte, sınıf hegemonyasının bileğinin hakkına bir mücadele ile değil de bazı etiketlerlekazanı- labileceğini sanan bazı “komünist” partile- rin hatalarından hareketle böyle bir nokta-
20 ya gelinemez. “Sınıfsal değerler” nutuklar
la, dil dökmelerle egemen kılınamaz. Davranışla bu değerler yüceltilebilmeli, halk yığınları içinde etkin kılınabilmelidir. Böyle bir mücadelede sağlanan hegemonya ise hem sınıfsal değerlerin hem de onları savunan partinin politik hegemonyasıdır. “Değerler”, maddi şekillenişinden kopuk ya da onsuz hegemonya kuramazlar.
Hele bir parti doğru bildiği yolda “diğerlerinin zararına güçlenmeyi” başaramadıkça, “bağlaşıklık” içinde sürekli sızlanan bir kocakarıya dönüşür. RSDİP deneyinin mirasçısı bir partinin Akademisyenleri dünya komünistlerine “bağlaşıklık içinde diğerlerinin aleyhine güçlenmeyin” diyerek, aslında küçük burjuva demokratlar, sosyal- demokratlar vb. “aleyhine” güçlenmeyin demiş olmaktadır. Oysa RSDİP, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ve Kadetler aleyhine güçlenebildiği ölçüde 1917 Ekimine yak- laşabilmiştir.
Mücadele yolunu olağanüstü şekilsizleş- tiren bu tezler, son tahlilde bir önemli soruyu akla getiriyor: “Nükleer çağ” ve onun dehşet dengeleri sınıfları ideolojilerinden kopuşmaya mı zorluyor? Akademi Tezleri bu soruya olumlu cevap vermeye eğilimlidir.
Ancak yaşanan her günkü pratik bu eğilimi yalanlıyor. Evet, nükleer tehdit sınıf mücadelesinin kaçınılmaz hedefi: Sosyalizmi pek çok kafada sonsuza ertelemiştir. Barış parolası çoktandır sosyalizme karşıt bir parolaya dönüştü. Çünkü, sosyalizm için mücadele dünyada gerilimi yükseltip barışı bozabilecektir?...
Fakat öte yandan, yeni sömürgeciliğin pençesinde insanlığın üçte ikisi her gün ölmekle, nükleer felaketle bir kere ölmek arasında fazla bir fark göremeyecek ölçüde dayanılmaz yaşam koşullarına itiliyor.
Yeni düşünce ve ondan türeyen Akede- mi Tezleri dünyanın üçte ikisi için hiçbir anlama sahip değildir. Bunu bazı komünist partilerin tepkileri açıkça göstermektedir. O zaman bu tezler kimlere seslenmektedir?
“Yeni düşüncenin özellikleri ve unsurları demokratik yığın hareketinden,her şeyden önce savaş karşıtı hareket içinden de doğdu...” (40) Çok açık ki, yeni düşünce ve özellikle Akademi Tezlen, kapitalist anayurtlardaki banş hareketlerininzeminiyle kesin birparalellik taşımaktadır. Kırk yıldır sınıf mücadelesinin silikleştiği, bunun kaçınılmaz sonucu olarak ideolojik yozlaşmanın boyutlarının iyice yükseldiği ortamda, kapitalist anayurtlardaki savaş karşıtı hareketlerden kaynak alan yeni düşünce, yine ancak onlara hitap edebilir ve onlar için bir anlam taşıyabilir.
“Barışçıl geçiş” tezleri hiç değilse kapitalist anayurtlarla sınırlı görünüyordu, şimdi yeni düşünce barışçıl geçişi bütün dünya devrimci hareketine yaymak istiyor. Batı komünist partiler için ortada bir sorun yoktur. Ne kadar yol aldıkları bir kenara, zaten bu partiler en azından otuz yıldır bu yol- dalar. Ancak “Üçüncü Dünya” için bu tezler mücadeleyi terketmek, en azından yavaşlatıp, yatıştırmak anlamına gelir.
Demek ki, bugüne kadar sömürülüşle- riyle Batıyı besleyen ve onları devrimler- den koruyan Üçüncü Dünya halkları, şimdi de nükleer savaşla insanlığı tehlikeye sokmamak için en meşru isyan haklarını erteleyecek ve toplumsal çürümeye boyun eğecekler... Üçüncü Dünyadan yeni düşüncenin istediği budur.
SonuçYeni düşünce hangi ortamda ya da güç
ler dengesinden doğmuştur? Bunu tespit edebilirsek, onun teorik kılıfının altındaki pratik hedefleri daha iyi kavrayabiliriz.
Konuya üç açıdan yaklaşılmalıdır. Dün-
yadaki güçler dengesinin durumu için, kapitalist anayurtlardaki işçi hareketi; sosyalist ülkelerdeki gelişim: “Üçüncü Dünya”da devrinfoci gelişime göz atmalıyız.
Kapitalist Anayurtlardaki İşçi Hare- kiti: 1968’ler sonrası krizin inişe geçişiyle işçi hareketleri bir süreç içinde yavaşlamıştır. Ancak bundan önemlisi Avrupada komünist hareket 1 9 7 5 ’lerde “Avrupa Komünizmi” konağına varmış, Sovyetlerle bağlarını zayıflatmıştır. Teorik zemin olarak II. Enternasyonal partilerinden çok farklı konumda olmayan komünist partiler hızla itibar yitirmiş, Portekiz Komünist Partisi dışındakiler bir daha ulaşamamak üzere eski konumlarından yuvarlanmışlardır. En son glasnost sonrası ilişkilerdeki canlanma bu partilerin teorik zeminlerinde bir yenilenme olmadıkça dünya devrimci hareketine olumlu katkısı son derece sınırlı kalacaktır.
Kapitalist anayurtlardaki komünist hareketteki çürüme yalnızca güç dengesinde bir kayıp olmaktan öteye, etkisini sosyalist ülkelere de yayarak tahribatını arttırmaktadır. Komünist mücadeleye alternatif hale gelen “banş” bütün ideolojik deformasyonlarm üstüne serilen yaldızlı bir örtü oluyor. Ancak bir devrimci savaş, yani sınıf mücadelesindeki bir keskinleşme bu barış alıklığının altında gizlenen muazzam çürümeyi ortaya çıkartabilir.
Sovyetler, politikasıyla bu çürümeyi besliyor. Barış güçleriyle pratik ittifak ve ideolojik soysuzlaşmalara karşı en kararlı teorik savaş birlikte yürüyebilir, ancak Sovyetler uluslararası ortamı ideolojiden arındırmak için uğraşıyor.
Sosyalist ülkelerdeki Gelişim: “Bugün Sovyetler dahil, sosyalist ülkelerin dış politika zorluklannın. 1980’lerde iç gelişmedeki ivme kaybı gerçekliğiyle güçlü bir şekilde bağlantılı olduğu büyük bir sır değildir. Batının askeri, politik ve ideolojik konumumuzu kemirmek için yaptığı girişimler eğer bütünüyle değilse, geniş bir şekilde sosyalist ülke ekonomilerinin görece zayıflığını dikkatle kullanmaya dayanıyor” (41)
Özellikle 1970lerin ortalarında Sovyet ekonomisindeki durgunlaşma sorunları daha fazla ertelemenin mümkün olmadığını ortaya koydu. Kapitalizmle kıyaslandığında sosyalizm hâlâ gerideydi:
“Gerçekte, Sovyetler 70 yıldan beri üretim etkinliği ve yaşam standartlarında önde gelen kapitalist ülkeleri, özellikle AB1T yi hiçbir zaman yakalayamadı. Örneğin, halen ABDdeki emek üretkenliği, Sovyet- ler’den sanayide hemen hemen %100, tarımda beş kat daha yüksektir.
“Özel olarak kompüter teknolojisinde Sovyetler, Batılı tahminlere göre, ABD’nin 7-10 yıl gerisinde, geniş ve orta kapasiteli kompüterlerde 10 kat ve kişisel kompüter kullanımında binlerce kat geridedir.” (41)
Bu tabloya bir ilave daha yapalım: “Eğer biz SBKP 27. Kongresinin kabul ettiği programı tam olarak yerine getirebilirsek, 2000 yılına doğru gelişmiş kapitalist ülkelerin 1985 ’teki emek verimliliği düzeyine erişebileceğiz” (42)
Bütünbu gerçekler, yeni düşüncenin belkemiğini oluşturan, “nükleer çağ” ile birlikte “kapitalizm ve sosyalizm arasındaki antagonist mekanizmanın etkisini yitirdiği” tezinin derinliklerinde nelerin yattığını göstermeye yeterlidir.
Sosyalist ekonomilerin yalnızca kapitalizmden geri durumda olması belki böyie zavallı tezler üretmeye yeterli olmayabilirdi. Ancak sosyalist ekonominin temel sorunlarındaki tıkanışlar böyle tezlere diğer önemli kaynak olsa gerektir.
“Sosyalizmde toplumsal mülkiyetin egemen biçimi olan devlet mülkiyeti ‘sahipsiz
bir mülkiyet olarak, önemli ölçüde itibardan da düşmüş bulunuyor” (43)
“Bizde kişinin, kollektifin, sosyal grubun ve toplumun çıkarlarının uyumlaştırılması üzerine çok şey yazılmaktadır. Ama bu sorunun gerçek çözümü henüz bulunamamıştır, dolayısıyla yüksek üretkenliğe sahip emeğe yönelik, sosyalizme özgü teşvik yöntemleri bulunamamıştır” (44)
İşçi yaratıcılığını yücelten Stahanov hareketini de şimdiki dev, hantal insan yaratıcılığını tüketen bürakrasiyi de aynı Sovyet sosyalizmi yaratmıştır. Devlet mülkiyetinin itibar yitirmesi bürokratik soysuzlaşmanın belki en doğal sonucudur.
Konumuza dönersek, kapitalist ekonomilerden geri konumda olmaya, bir de sosyalizmin en temel değerlerindeki erozyon eklenince Sovyet Akademisyenleri bu gerçeklikleri ve çözüm yollarını en çıplak bir şekilde sergilemek yerine “uygarlık krizi” gibi ne olduğu belirsiz ideolojik örtülerle bulanıklaştırmak yolunu seçmiş görünüyorlar.
Böylece güçler dengesinde en önemli kayma sosyalist ekonomilerdeki durgunlaşmayla gizlenemez hale gelmiştir. Bu momenti emperyalizmih nasıl ustalıkla yakaladığını bir Sovyet yazannın kaleminden aktaralım.
“Rakiplerimizin, hepsinden önce ABD1 nin, uzatılmış savunma konumunu değiştirmek için fırsat yakalaması ve 1980’lerin başında sosyalizmin dış politikası üzerine topyekün bir saldırı başlatması şaşırtıcı değildir. Sovyetler’deki iç gelişmelerdeki olumsuz eğilimlerin objektif ve uzun erimli yapısını dikkate alarak Batı, ekonomiyi, eğer küçümsenmezse, diğer alanlarda sosyalizmi yenmek için onlara imkân verecek olan, Sovyet sistemindeki en kırılabilir halka olarak kabul etmeye başladı” (45) Yeni düşünce böyle bir dönemden geçerek şekillenmiştir.
“ Üçüncü Dünya” da Durum:1960’ların ulusal kurtuluş savaşları dönemi 1975’lere gelindiğinde durulmuştur. Bu bir bakıma objektif bir kaçınılmazlıktı. Artık yeryüzünde klasik sömürgecilik tarih olmuş, yerini yeni sömürgeciliğe terketmiş- tir. Yaşadığımız yıllar geri ülkelerdeki mücadelenin artık karakter değiştirmekte olduğu yıllardır. Ulusal kurtulş savaşlarından, sosyal kurtuluş ve sosyalizm mücadelesine hareketin yükselme zorunluluğu, sancılı bir birikim dönemini kaçınılmaz kılıyor. Bu birikim dönemi, 1960’Iarın coşkulu yükseliş yıllarına göre geri bir görünüm yaratıyor.
Sorun bununla da bitmiyor.“Gelişmekte olan ülkelerle Sovyetler’in
ilişkisinde son yirmi yılın deneyi Sovyet askeri ve ekonomik yardımının umulan politik sonuçları yaratmaktan çok uzak olduğunu gösterdi. 1980’lerde Angola, Mozambik, Etopya gibi bizim en yakın müttefiklerimizin bile nasıl Batı ile politik ve ekonomik bağ kurmak için aktif bir arayışa girdiklerini gördük. Bu ülkelerde “politik istikrarın sağlanmasının esas yükünü Batı, Sovyetler Birliğine yıkarken, kendisi bu istikrardan ekonomik yararlar devşiriyor. Bazen durum gerçekten gülünçleşiyor: Örneğin, Angolada Küba askerleri sık sık bizzat ABD tarafından finanse edilen UNITA çetelerinin saldırılarına karşı Amerikan petrol kumpanyalarının tesislerini savunuyor.” (45)
Sosyalizmin, yeni bağımsızlaşan ülkelerdeki konumu 1960’lardan bugüne olumsuz bir rota izlemiştir. Burada Sovyetler’in tayin edici hatalarından çok, bu ülkelerdeki objektif gelişim olayların gidişini belirlemiştir.
“Gerçekte, gelişmekte olan ülkelere askeri ve ekonomik Sovyet yardımı, esas ola
rak iktidar için mücadele döneminde ve bir ilerici yönetimin varlığının ilk yıllarında, yalnızca geçici etkiler yaratıyor. Sonuç olarak, düzenli ekonomik gelişme döneminde genç devletler bütün politik sonuçlanyla birlikte artanbir şekilde Batıya dönmeye başlıyorlar” (45)
Bu dönüşlerde hiç şüphesiz ki en temel neden “genç devletlerin” sınıf yapısı ve gelişim yoludur. Mısır en bilinen örnektir. Ve böyle dönüşler, Üçüncü Dünyada özellikle 1975’ler sonrası artan sayıda yaşanmıştır. Bu, dünyada genel olarak sosyalizmin itibarını zayıflatmakla kalmamış, Sovyetler Birliği için hem ekonomik hem de siyasi bir maliyet olmuştur.
“Sonuç olarak, Sovyetler Birliği, Birleşik Devletlerden daha ağır bir askeri yük taşıyor. Uluslararası istatistiklere göre gelişmekte olan ülkelere (Vietnam ve Küba dahil) 1980 ortalarında bütün yardımların (ekonomik - askeri) hacmi, Sovyetler Birliği için ulusal gelirin %1.4’ü olarak hesaplanırken, aynı rakam ABD için % 0.3’ten azdır” Ayrıca toplam Sovyet yardımları içinde ekonomik yardımlar % 10dan az yer tutarken. Amerikan yardımları içinde ekonomik yardımlar % 40’ı geçmektedir. (45)
Bu deneylerden sonra Sovyetler Birliği Üçüncü Dünya ülkelerine elbetteki daha akılcı yaklaşacaktır. Sosyalizm yoluna çıkmamış “genç devletlerle” ilişkilerde Sovyetler Birliği geri teknolojisi nedeniyle hep mevzi yitirmiştir.
Yeni düşünce, dünya güçler dengesinin başlıca bu üç alanında, sosyalizm aleyhine gelişmelerin yükseldiği bir momentin ürünüdür. Ancak görüşler öyle teorik kılıklara sokulmuştur ki, pek çok şey tanınmaz hale gelmiştir.
Sovyetbasınında izleyebildiğimiz kadarıyla, güçler dengesindeki bu durumu olduğu gibi yansıtan gerçekçi yorumlar yerine, “barış”, “insanlığın yok olmaması için birlik”, “zoru yeryüzünden kaldırma gibi soyut tekerlemeler insanı bıktıracak ölçüde fazladır. Okuduklarımız arasında iki yazar (A İzyu- mov, A. Kortunov) aktardığımız gerçekçi tespitleri sözleri yuvarlatmadan yaptıktan sonra bu durumdan çıkış için yine dolambaçsız şu iki alternatifi ileri sürüyorlar:
“1980’lerin ortasındaki uluslararası politik durum topyekün emperyalist saldırıyı defetmenin yeni yollarını araştırmayı zorunlu kılıyor. Bu meydan okumayı göğüslemek için iki alternatif görünüyor.
“Birincisi , dış askeri politikalara tahsis edilen payı yükselterek Sovyet ekonomisinin görece zayıflığını telafi etmeyi varsayar. İkinci görüş aşağıdaki temele dayanır: Dış politika harcamalarını sınırlayarak ya da indirerek, ekonomi ve dış politika arasındaki yarığı kapatmak, böylece ekonominin yükünü azaltmak ve dış politikanın ekonomik temellerini sağlamlaştırmak gereklidir. Askercil deneyimlerle söylersek, ilk alternatif “beklenen takviye kuvvetler gelinceye kadar her ne pahasına konumu korumayı’, ikinci alternatifse ‘güç toplamak ve kayıpları azaltmak amacıyla konumu daha çabuk onarmak için bir geri çekilmeyi’ şart koşar.
“1985’te ülke liderliğindeki değişime kadar Sovyet dış politikasında ilk alternatif egemendi... Bugün “yeni düşünce” kavramının geliştirilmesiyle, ikinci daha gerçekçi alternatif öne geçiyor.” (45)
Yeni düşüncenin bundan daha sade ve anlaşılır açıklaması yapılamaz. Sosyalizm, dünya ölçüsünde “güç toplamak ve kayıpları azaltmak” için bir adım geri çekiliyor. Ancak bu açık gerçeklik,Gorbaçov’un öne çıkarttığı sorular ve Akademi Tezleriyle öylesine tanınmaz hale getirilmektedir ki, bundan bir esaslı sonuç çıkar. Olayı açıkça
Marksizmin en temel kavramlarını zorlayarak teorileştirme çabaları, geri çekilirken yaşanan umutsuzluğun ve “konumu onarmak” için tarihin Sovyetler’e tanıdığı sürenin olağanüstü belirsiz olmasından kaynaklanan paniğin, komplikasyonlarıdır.
Dünya olayları, yani kapitalist cephede bilimsel teknik devrimle üretimin zenginleşmesi, öte yandan emperyalist talanın doğal birsonucu “patlamak üzere olan” Üçüncü Düya, hızlı değişimleri zorluyor. Oysa sovyet sosyalizmi yılların biriktirdiği bürokratik soysuzlaşmayı oldukça yavaş tasfiye edebiliyor. Şeylerin bu uyumsuzluğu,Sovyet akademisyenlerinin gerçekliklerden uzak ve açıkçası korkak ve yorgun tezleriyle giderilmeye çalışılıyor.
Yeni düşünce’nin bundan daha sade ve anlaşılır açıklaması yapılamaz. Sosyalizm,
dünya ölçüsünde t(güç toplamak ve kayıpları azaltmak” için bir adım geri çekiliyor. Ancak bu açık gerçeklik, Gorbaçov’un öne çıkarttığı
sorular ve Akademi Tezleriyle öylesine tanınmaz hale getirilmektedir ki, bundan bir
esaslı sonuç çıkar.Sosyalizm kendi iç olumsuz birikimlerin
den ve özellikle Üçüncü Dünyada istenen sonuçlara varmayan “devrim” yüklerinden oldukça yorgun düşmüştür. Bu bir gerçeklik ve gerçekliğe çıplak gözle bakabilenleri ürkütmemesi gereken bir gerçeklik. Bizi ürküten bütün bunların Marksizmin temellerini deforme edecek ölçüde “yeni” tezlerle sarmalanma çabasıdır.
Kaynaklar(1) M. Gorbaçov, Perestroika. New Thinking For Our
Country And The World.(2) Lenin. Cilt 31(3) Lenin, Cilt 31(4) Lenin, Cilt 31(5) Stalin, XVII Kongre Raporu. 1934(6) Stalin, Son Yazılar(7) Palmiro Togliatti, Report to the Central Commite
of 1CP. june 24, 1956(8) K. Zaradov, Leninizm ve Kapitalizmden Sosyaliz
me Geçiş.(9) W. Z. Foster. History of The Three Internationals
(10) Palmiro Togliatti, ay.(11) F. Claudin, The Comunist Movement, From Co
mintern to Cominform(12) F. Claudin. ay.(13) Programme of The CPSU, 31 October 1961(14) K. Zaradov, ay.(15) K. Zaradov, ay.(16) P. Novoselov, Problems of The Communist M o
vem ent, 1975(17) Lenin, Cilt 31, Sömürgeler Komisyonu Raporu(18) A. Kıva, International Affairs. July 1988(19) Asia and Africa Today, 4-1988(20) I. Andreyev. The Noncapitalist Way, 1974(21) A. Kiva. ay.(22) G. Mirski, Asia Africa Today 5-1987, aktaran Ye
ni Açılım 4(23) K. Zaradov, ay.(24) A. Kiva, ay.(25) A. Kiva ay.(26) G. Mirsky. Asia Africa Today 4-1988(27) M.Gorbaçov, Perestroika(28) Dünyaya Bakış Temmuz 1988(29) M. Gorbaçov, Perestroika(30) Asia A frica Today 2-1988(31) V. Mshvenieradze, New Political Thinking, Soviet
Law and G overnm ent, Fall 1987(32) M .Gorbaçov. O ctober and Perestroika(33) M. Gorbaçov. ay.(34) A. Izyumov. International Affairs, may 1988(35) M. Gorbaçov, October and Perestroika(36) M. Gorbaçov, ay.(37) Lenin, Emperyalizm(38) SBKP Toplumsal Bilim ler Akademisi Tezleri, Ye
ni Açılım, Ağus. 1988(39) Günümüz Dünyasında Komünistler, Dünyaya Ba
kış, Tem. 1988(40) Y. Krasin, The World Today and The Internatio
nal Strategy of The CPSU(41) A. Izyumov, A. Kortunov, The Soviet Union in
The Changing World(42) Y. Krasin, Dünyaya Bakış Tem. 1988(43) Akademi Tezleri, Yeni Açılım Ağus. 1988(44) V. Medvedyev, Dünyaya Bakış, Ey. 1988(45) A. Izyumov, A. Kortunov. ay.
DELİNEN 1 AĞUSTOS VE KAZANDIRDIKLARI
22
Çeşitli DKÖ çevresinden açlık grevine katılan ve onu destekleyen yaklaşık 100 kişi Sultanahm et’te 1 A ğustos olayını p ro testo etm ek için eylem lerine başladılar. Kitlenin kararlılığı, p o lise topluca gitm e cesaretinin gösterilmesi 1988 Türkiye’sinde bir k ilom etre taşıydı.
Türkiye’de son sekiz yıllık sınıf mücadelesinin gelişimi artık birike birike belli kanallara akmaya başlamıştır. Mücadelenin gelişiminde cezaevlerinde belli aralıklarla patlak veren direniş hareketleri “katalizör” görevi görürken, en son 1 Ağustos genelgesinin uygulamadan kaldırılmasına yönelik içeride ve dışanda başlayan direniş hareketleri eskiye göre “bir gömlek daha” büyüdü.
En son 1 Ağustos genelgesinin protestosuyla başlayan gösterilerin sonucunda iki ana sonuç alınmıştır:
Devrimci kamuoyu ilk kez, ayı aşan sürede gündemi belirli ölçülerde belirleyebilirle gücüne erişmiştir.
Buna erişildiği içindir ki genelge “adı kon- masa da” delinmiştir. Demokratik kitle örgütlerinin birlikteliği -ama bu kez tutarlı, kararlı bir önderlik altında- bu sonucun alınmasını tayin eden iki etkiden biri olmuştur. Buna daha sonra tekrar değineceğiz. Şimdi
cezaevlerinde bugüne kadar yaşananları bir film şeridi gibi, ama tabii belli anlarıyla görmeye çalışalım.
Bilindiği gibi, Türkiye’de cezaevlerinde- ki direnişin ilk filizleri 1983’de Diyarbakır Cezaevinde yeşermeye başlamıştır. Burada tutuşturulan “direniş meşalesi” daha sonra birçok cezaevinde yakılmaya başlandı. Daha sonraları Metris, Adana, Gaziantep ve diğer cezaevlerinde başlayan direniş hareketlerinin temel talepleri arasında: Siyasi tutuklu statüsünde kabul edilmek, cezaevi koşullarının iyileştirilmesi, ana dilin konuşulmasının serbestleştirilmesi, görüş sürelerinin uzatılması, tek tipin kaldırılması vs. bulunuyordu. En son Diyarbakır CezaevF nde uzun süreyle devam eden tutuklu ve tutuklu yakınlarının direnişi başarıyla sonuçlandı. Başbakan Turgut ÖzaFın açıklamasına göre temel talepler karşılanacaktı. Daha sonralan bu kabullenişin genel havayı yumuşatmak, direnişin devamını kırmak için atılan bir taktik adım olduğu anlaşıldı. Sadece Diyarbakır’da 30’a yakın tutuklunun uygulamaları protesto etmek için kendilerini yakmaları - intihar etmeleriyle bir ölçüde sağlanan bazı haklar en son 1 Ağustos genelgesiyle bir anda silinip yok edilmeye çalışıldı. Görünüşe göre finans- kapital, devrimcilerin başan hanesine yazılan puanları siliyordu ve “her şey yeni
ERDİNÇ KORLÜbaştan” felsefesiyle devrimci direnişçi hareketi geri püskürtüyordu. Ama böyle olmadı, olmadığı da pratikten anlaşıldı.
I Ağustos genelgesinin yürürlüğe konulduğunun açıklanmasına ilk tepkileri hem içeride; cezaevlerinde, hem de dışanda; demokratik kitle örgütlerince verildi. Yalnız bu kez yıllardır verilen mücadeleyi yok sayan ve yoğun bir saldırıya geçen düşmanın tavrıyla karşı karşıya kalınıyordu.
Olayın açıklandığı günler tepkiler daha çok partilerin ve demokratik örgütlerin açıklamalann zemininde kaldı.Ondan sonra ise olanlar oldu ve peşpeşe bir zincir gibi tüm Türkiye’de cezaevleri açlık grevine banladı. Alınan ilk bilgiler açlık grevine katılan tutukluların sayısının giderek arttığını ve 1000’e doğru yükseldiğini gösteriyordu.
Cezaevlerinde, birbirlerini desteklemek amacıyla direniş meşalesi ard arda yakılırken dışarıda da mücadelenin ‘daha üste çıkarılmasına’ yönelik ilk oluşumlar kendini gösterdi. İlk oluşumlar kadın dernekleri üyelerinden, öğrenci derneklerine, insan hakları savunucularından çeşitli kültür dernekleri üyelerinin biraraya gelmesiyle sağlandı.
SHP Beyoğlu ilçesinde biraraya gelen çeşitli demokratik kitle örgütleri (DKÖ) çevresi, ne yapılacağı konusunda ortak karar almak niyetindeydi. İki akşam boyunca devam eden görüşmelerde daha önce “Anti- DKDcilik” ilkesini getiren siyasi çevrenin temsilcileri bu kez literatüre “Anti-PDAcılık” ilkesini de kazandırdılar! Anti-faşist, anti- emperyalist, anti-şovenist ilkelerinin dışında bu ilkelerin geçerli sayılamayacağı, eylemlilik konusunda bir an önce karar alınması gerektiği vurgulandı. Yeni “ilkelerinde” ısrar eden bu çevrenin çekilmesinden sonra geride kalan DKÖ’ler somut önerileri tartışmaya başlamıştı ki sol muhalefetten oldukları ifade edilen Beyoğlu ilçe yönetimi “Birliğinizi bozdunuz, birliğinizi sağlayıp gelin” gerekçesiyle orada bulunan DKÖ’leri çevresini tam kelimesiyle kovdu! “Açlık grevi şiddet eylemidir* İnönü felsefesinin yukarıdaki mantıkla birlişmesi biraz şaşırtıcı değil mi?
Platformu oluşturmaya çalışan İHD, AKD, ŞKM, DKD, DBB Öğrenci Dernekleri gibi DKÖ çevreleri hızla ilk kararlarını almaya başladı. Bu oluşumun, içinden bir “karar alma mekanizması” kurması ve bu mekanizmanın tutarlı, kararlı kişilerce yürütülmesi daha sonraki tüm olaylara damgasını vurdu. Buna sonuç kısmında tekrar değineceğiz.
I I ekim cuma günü DKÖ çevreleri Adalet Bakanlığı’na toplu protesto telgrafı çektiler. Karar alma mekanizmasının yakaladığı ana halka “eylemliliğin sürekli kılınması gerekliliğiydi” Çünkü, bir-iki gün sürecek eylemlilik sonuçta kamuoyu oluşturmada
uzun süreli etkiler yapamayacaktı.Eylemliliğinin ikinci gününde, toplu telg
raf çekme protesto eylemine katılanlar Bayrampaşa - Sağmalcılar cezaevi önünde olayı kınadıklarını ve 1 Ağustos genelgesinin kaldırılması gerektiğini belirten bir açıklama yaptılar. İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) yaptığı basın açıklamasından sonra ise topluca Sultanahmet’e gelindi ve burada saat 15.00e doğru toplanan 100 e yakın Jevrimci-demokrat insan açlık grevine başlandığını ilan etti. Burada bir önemli nokta daha var. Eylemlerin sürekliliğini saptayan karar mekanizması aynı zamanda Sultanahmet’teki eylemde polisin eylemcileri gözaltına alması halinde “topluca polis otosuna binme ve şubeye gitme” cesur kararını kitleyle birlikte aldı. 1988 Türkiyesi’nde artık insanlar işin ucunda neyin olduğunu bile bile bu cesur kararları alabiliyordu: Bu önemli bir adımdır.
Açlık grevinin başlandığının ilanıyla kimi eylemci türkü söyledi, kimisi şiir okudu, konuşmalar yapıldı. îlk başta iki-üç otomobil polis otosuyla olayı kontrol altında tutmaya çalışan polisin, daha sonra gelen iki otobüs dolusu çevik kuvvetle desteklendiği görüldü. Açlık grevine başlayan ve onları destekleyenlerin etrafını saran polis, daha sonra tek tek kişiieri alıp dağıtmak istedi. Ama hiç de hesapta olmayan bir şey daha çıktı karşılarına. O da insanların polisle artık tartışması, çekişmesiydi! Polisin bazı kişileri gözaltına almasının ardından geri kalanlar “Bizi de götürün” çığlıklarıyla polis otobüsüne yöneldiler, ama polis tam o sırada kapıyı kapadı ve olayın önüne geçti. Alınan cesur karar pratikte de yürürlüğe konulmuştu. İnsanlar arkadaşlarını yalnız bırakmamak için topluca otobüse binmeye yüklenmişlerdi. Bu bilinç ve kararlılığın altını önemle çizmemiz gerekiyor. Bu. sınıf savaşının geldiği noktanın bilince vurulmasından başka bir şey değildir.
Sultanahmet’te başlayan açlık grevinin daha sonra İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesinde devam ettirileceği açıklandı. Daha önce açlık grevine katılmayacağını açıklayan TAYAD, DEMKAD, AKAD çevresinden bazıları nedense eyleme katılmışlar, İHD şubesinde devam eden açlık grevine katılacaklarını belirtmişlerdi. Bu çevre ayrıca karar alma mekanizmasında yer almak istediklerini açıkladılar. Ancak kendilerine “daha önce oluşumdan çekilmelerinin nedeni olarak Demokratik Basın Birliği (DBB) çevresinin olayı desteklemeye devam ettiği” açıklandı. Daha önce literatüre Anti- PDA’cılık ilkesini katan bu çevrenin bu kez açlık grevine katılma kararı çok şaşırtıcıydı, acaba ne olmuştu da bir gün içinde karar 180 derece değişiyordu? Buradaki kaygı, artıkkararlı ve tutarlı bir karar alma mekanizmasıyla orda buiunan tüm demokratik kitle örgütleri çevresinin başlattığı oluşumun dışında kalmama isteğiydi.
Bu arada, dışarıda bu olaylar yaşanırken, cezaevlerinde açlık grevine katılanların sayısının 1500 ü geçtiği belirtiliyordu. Bu kez yıllardır gerçekleşmeyen bir şey daha gündeme geliyordu. Anadolu'nun her bir köşesindeki cezaevlerinden ardarda açlık grevine başlandığı açıklanıyor ve zincir uzayıp gidiyordu. Tutukluların bu kararlılığı göstermesi de kitlenin moral etkisini yükseltiyordu.
Sultanahmet’teki açlık grevinde gözaltına alınan 32 arkadaşın desteklenmesi ve eylemliliğin sürekli kılınması için canlı bir tartışma ortamı başlatıldı. Bu arada, açlık grevine devam edileceğinin açıklanmasının sonrasında olaya gelip katılan TAYAD, DEMKAD ve AKAD çevresi bu kez bunu “pasiflik” ve “karşı-devrimci” şeklinde değerlendirdi. Esasen psikolojik olarak bu tip bir saldırganlığa yönelmelerinin nedeni vardı.
Bu da, kitlenin kendi inisiyatiflerinin dışında, ama başkalarının inisiyatifinin altında hareket ediyor olmasıydı. Nasıl olurdu da bu kadar kitle kararlı ve tutarlı bir önderlikle hâlâ dağılma noktasına gelmiyordu?
Pazar günü, İHD şubesinde tutuklu yakınlarının direnişini canlı tutmak için çeşitli
i sohbetler yapıldı,türküler söylendi.Dışarıda- j ki insanın açlık grevini bir araç olarak kul
lanmakta ısrar etmesinin pasifizm olduğu, dışarıdaki insanın başka araçlar kullanması gerektiği tartışıldı. Bunun sonucunda cumartesi başlayan açlık grevi pazartesi sabahı sona erdirilecekti, ama gündemi belirlemek için kitlenin tavır alması devam edecekti. Pazar günü hem biraz soluklanan, hem de çevresiyle daha sıkı kenetlenen kitle yine karar mekanizmasının da önderliğiyle yeni bir eylemliliğe akacaktı. Bu da kitlenin valiliğe 1 Ağustos genelgesinin kaldırılmasını içeren tek tek dilekçe vermesiydi. Pazartesi sabahı yağmura rağmen 1000’e yakın kararlı insanın Cağaloğlu’nda toplanması, düzenli ve disiplinli bir şekilde valiliğe yürümesi de önemle altı çizilmesi gereken bir diğer olguydu. Bu kadar insan atılan doğru taktik çevresinde toplanmış ve disiplinle dilekçe vermek tavnnı göstermişti. Polisin “saldırısı” karşısında kitle uzun süre meydanı terketmedi. Tutuklu yakınları valiliğe dilekçelerini verdiler.
Polisin olayda çok fazla insanı gözaltına almamaya çalıştığı görüldü. Bunun nedeni de cezaevlerinde ardarda başlayan direnişlerin sonunun gelmeyeceğini gören iktidarın, kamuoyunu giderek uyaran, duyarlı hale getiren ve olayın haklılığını kanıtlayan dışarıdaki insanların tavırlarından çekinme- siydi. Ayrıca bu eylemde gözaltına alınan işçi, öğrenci arkadaşların 1. Şubede “Biz savcılıkta ifademizi vereceğiz” şeklindeki direnişleri de önemli bir çıkıştı. Sonunda bu kişilerin ifadeleri savcılıkta alındı ve serbest bırakıldılar. 1000’e yakın insanın gösterdiği bu tavrın son halkası salı günü olayın protesto edilmesi amacıyla cezaevi önünde yapılan alkış protestolu açıklamaydı.
Dışanda bu gelişmeler yaşanırken, ceza- evlerindeki açlık grevleri ölüm orucuna dönmeye çoktan başlamıştı bile. İktidar ısrarla “Ölürlerse bundan kendileri sorumlu olurlar” mantığını savunurken, içeri ve dışarının bu kez kurulan birlikteliği “Zor oyunu bozar” misali, iktidarın oyununu bozacaktı. Bunun ilk sonucu Eskişehir Cezaevinde görüldü, ardından diğer cezaevlerinde devam etti. Her cezaevi yönetimi, direnenlerin taleplerini yerine getirebilmek için bütün yöntemleri kullanıyordu, en sonunda Adalet Bakanı Mehmet Topaç’ın Diyarbakır’da direnenlerin önderiyle telefon görüşmesi, esasında iktidarca atılan geri bir
DKÖ çevrelerinin pazartesi günü valiliğe d ilekçe verme eylem ine 1000’e yakın insan katıldı. Eylem bu kez disiplinle yürütüldü. Polise karşı otan tavır yine direniş zeminindeydi. Uzun yıllardır ilk kez ardarda sürdürülen eylemliliğin bu önem li tavrında valiliğe d ilekçeler verildi.
adımdı. Zor oyunu bozmuştu! Adı verilmese de 1 Ağustos genelgesi delinmişti. İktidarın temsilcisi direnişin önderine taleplerin önemli bölümünün gerçekleştirileceğini açıklıyordu.
Aylardır cezaevlerinde süren açlık grevleri ve dışarıda tutarlı kararlı bir kitlenin sürekli eylemliliği uzun süre gündemin baş köşelerinden biri oldu. Daha önceleri kısa aralıklarla gündemi belirlemeye çalışan devrimci demokrat insanlar bu kez bir sıçramayla uzun süreli gündem belirleme gücüne eriştiler. Kitleye doğru taktik adımla önderlik edilmesi bu gücün oluşmasında en önemli etkendi.
Bu gücün etkisi tabii ki cezaevlerindeki koşullarda kendini gösterdi. Cezaevinde direnenler Sultanahmet’te başlayan açlık grevinde gözaltına alınan arkadaşlara içerideki havayı şöyle değerlendiriyorlardı: “Sekiz yıldır ilk kez dışarıda böylesine kararlı bir kitle, uzun süren eylemlilikle bizleri, içerideki insanları destekledi. Desteğin bu derece uzun süreceğini beklemiyorduk. Ayrıca ilk kez açlık grevimizi destekleyen ve bunun sonucunda cezaevine konulan arkadaşlar sîzsiniz. Sizler bizim için geldiniz!
1988 Türkiyesi bitti ve 1989 Türkiyesi- ne geçtik. Şimdi güçleri yeniden tazeleyip, yeniden toplayıp daha yüksek kalitede mücadeleye girmenin zamanıdır. Bu kez çok daha uzun süre, bu kez “çerçeveleri çok aşan” DİRENİŞ MEŞALESİNİ İÇERÎDE- DIŞARIDA TUTUŞTURM AK görevi omuzlarımızdadır. Bir sonraki olayda faşizmin kalesinde daha büyük gedikler açmak, “öldürücü” direniş okunu kararlı, tutarlı proleter sosyalistlerin yayları ile düşmanın yüreğine indirmek zamanıdır!
Dipnot:Bizce dışarıdaki eylemliliği sürekli bozmaya çalışan
ve devrimci kitlenin tutarlı kararlı bir önderlik etrafında toplanmasına tahammül edemeyen 'siyasi çevrenin’ esas sorunu siyasi parti-örgüt çalışması ile DKÖ alanlarını birbirine kanştırmasıdır. Hatta giderek siyasal parti alanının bırakılıp DKÖ’lerin siyasi arenaya çevrilmesidir. Buradaki radikal tavır ve yönelişlerle de bir tür “siyasi tatmin" sağlanmaktadır. 'Radikal tavır' DKÖ kitlesini en uç eylemlere sürüklemek ya da DKÖ düzeyini aşan perspektifleri egemen kılmak şeklinde kendini gösteriyor. Bir de tabii “her düğünde damat her cenazede ölü olma" sorumluluğu var!.. En solda olmakla övünülürken ve en solda olmak için en orjinal tavırlar sergilenmeye çalışılırken solun çocukluk hastalığı ve tabii ki en orjinali olunabilir. Eğer bu isteniyorsa. .
r ed d ettiğ im iz m ir a sVE SOSYALİST HAREKETİMİZİN KÖKLERİ (II)KURTULUŞ SAVASI VE KEMALİST (KTİDARlti İLK YILLARINDA SOSYALİST HAREKETİN DURUMU
Hüseyin KORKMAZ
24
Türkiye Kurtuluş Savaşı’nda, Kemaliz- min üstlendiği misyon genellikle ilerici olarak nitelenmektedir. Sosyalist hareketimizin bu tespiti bazı yönleriyle doğru kabul edilse bile günümüzde bir hayli sorgulanmayı gerektirmektedir. Kemalizmin, sınıf özü burjuvadır. Burjuva yine bilindiği gibi 19. yy. da kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde insanlığın gelişiminde ilerici bir rol oynamıştır. Burjuva sosyal devrimi ve kapitalizmin ilk yıllarındaki serbest rekabetçi dönem bilim ve teknikte olduğu kadar, insanın gelişmesinde de büyük bir çığır açmıştır. Ne var ki Türk Kurtuluş Savaşı’nın geliştiği (1919-1923) yıllarında, kapitalizm dünyaya ölçüsünde, serbest rekabetçi döneme çoktan son vermiş ve tekelci emper- yamizm aşamasına varmış durumdadır. Yine aynı süreçte, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemini tefeci bezirgân sermayenin konaklarında aşırı gelişmesinden dolayı ya- şayamamış, koskoca Osmanlı imparatorluğu kapitalist anayurtların yarı sömürgesi durumuna girmiş bulunmaktadır. Osman- lı topraklarında bu dönemin burjuvaları, komprodor burjuva olarak tanımlanan emperyalist ülke mallarını Osmanlı İmpa- ratorluğu’nda bir anlamda depolayıp, dağıtmakla görevleri kendisi işveren değil, emperyalist burjuvaziden “iş alan” durumundaki “Levanten” veya komisyonculardır. Ve komprodor burjuvazi de göbekten emperyalizme bağlı emperyalizmin uydusu olduğu için hiçbir ulusal özelliğe sahip olmayan kozmopolit bir burjuvazidir.
Osmanlı imparatorluğu içinde modern- kapitalist işletme açma girişimleri Lale devrinde görülür ne var ki bu işletmeler, tefeci- bezirgân sermayenin kışkırtmalarıyla yaktırılıp1, yıktırılmış ve bizde ondan sonraki süreçte de serbest rekabetçi kapitalizmin temeli olabilecek olan benzeri türdeki fabrika, kapitalist çiftçilik vb. kurulup yaşatılmasına imkân tanınmamıştır. Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemini yaşama olanağı bulamayan Osmanlı toplumu, kapitalizmin tekelcilik biçimindeki ilişkilerine ise en az
188 yıldır açık bir biçimde çarpık bir kapi- talistleşme süreci yaşamaktadır. 1849 yılında Şirket’i Hayriye’nin kuruluşuyla başlayan bu süreç Cumhuriyet döneminde yerli finans-kapitalin devlet fideliğinde palazlan- dırılmasıyla, kekonomi ve siyaseti tekeline almasıyla kendi mantıki sonuçlarına vardırılmıştır. Yani 1919-23 ulusal kurtuluş yılları öncesinde Osgıanlı toplum yapısındaki egemen sınıflardan modern bir ulusal kurtuluşa önderlik edebilecek bir nitelik aranması beyhude bir çabadır. Gerek komprador burjuvazi veya bu nitelikteki tekelci şirket kodamanları, gerekse de Osmanlı ekonomi temelinin bütün nefes borularını elinde tutan tefeci bezirgânlar değil “vatanı” “milleti” vb. kurtarmak emperyalist burjuvaziden alacaklan komisyonun ötesinde bir çıkar güdecek nitelikte değildirler. Alabildiğine kozmopolit ve vatan, millet düşmanı olan bu kesimler ulusal kurtuluş sürecinde ya gerici ayaklanmaları kışkırtarak saltanatla birliktedirler veya Kemalistleri ABD mandası fikrine ikna etmeye çalışmaktadırlar.
M. Kemal ve çevresindeki kadro ise OsmanlI “devlet sınıflan” olarak nitelenen kesimden gelmedir. Bu kesim modern anlamda bir sosyal sınıf olma özelliği taşımadığı gibi, modern bir sosyal sınıfa dayanmadan herhangi bir sosyal aksiyonu o günkü koşullarda gösterebilmesi oldukça zordur. M. Kemal 1919’da daha Anadolu’ya adımını atmamışken halkın emperyalist işgale karşı (Fransız-İtalyan-Yunan) kendiliğinden direnişi gerilla savaşı biçiminde başlamış bulunuyordu. Kuvay-ı Milliye adını alan bu hareket özü itibariyle anti- emperyalist bir halk hareketiydi. Yine bu dönem; 1914-1918 emperyalist evren savaşı yıllarında, emperyalist ülke malları Anadolu içlerine akışının durması sonucu, iç pazarda kısmen palazlanma olanağı bulan, geri bir teknikle üretim yapan -aynı za-. manda ticaret- Anadolu burjuvazisi müdafa hukuk cemiyetleri biçiminde örgütlenmek- teydi.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye Anadolu ve İstanbul diye ikiye bölünmüştü. Anadolu’da Kuvay-i Milliye hareketi başladığında İstanbul işgal altındaydı. Bu ayrım sırf bir işgal olayına dayanmayı Osmanlı toplum yapısından kaynaklanmaktaydı. Avrupa Emperyalizmi ile itle tırnak gibi iç içe olan komprador burjuvazi İstanbul’da yoğunlaşmış durumdaydı. Anadolu burjuvazisi ise gerek gelişen Kuvay-i Milliye hareketinin baskısını gerekse de kendi ulusal pazarına sahip çıkmanın arzusunu taşıdığından o günkü aşamada emperyalizme ve komprodor burjuvaziye karşı bir tutum almak zorunda kalmıştır.
Kemalizm, Anadolu burjuvazisinin bu örgütlenmesine, Anadolu’daki özellikle K. Ka- rabekir komutasındaki askeri birliklerin gücüne dayanarak Türk ulusal kurtuluş hareketinin önderliğini ele geçirmiştir. Sosyalizmin tarihin o kesitinde gerek iç gerekse- de dış (SSCB) olarak içinde bulunduğu zor durum, M. Kemal’in saltanattan aldığı yetkiyi kullanması, Erzurum, Sivas Kongere- leri’yle Anadolu’daki egemen sınıfların çıkarlarını uyumlandırmayı başarması, bunda önemli bir rol oynamıştır. Elbetteki bu ele geçirme, sahte komünist partisi kurmaktan, Kuvay-i Milliye hareketini doğal önderlerinin, sosyalist hareketimizin önderlerini katliamında içeren bir dizi tasfiye ve komployla iç içe gerçekleştirilmiştir. Elbetteki sınıf özü burjuva olan bir hareketten esas itibariyle bunlan niye yaptığına dair yakınmak bizim işimiz değildir. Ama sosyalist hareketimizin böylesine bir tarihsel fırsatı niye değerlendiremediğini bugün sorgulamak ve hatalardan dersler çıkarmak gerekli hatta zorunludur.
Türkiye Kurtuluş Savaşı, ekim 1917 Sovyetler devriminin hemen sonrasında başladığından, gerek devrimin kitleler üzerindeki etkileri gereksede Sovyet yönetiminin maddi-manevi yardımları zafere ulaşılmasında çok büyük bir rol oynamıştır. Yine Türkiye sosyalist hareketi, Osmanlı dönemindeki daha çok II. Enternasyonalin
oportünist çizgisinden daha farklı bir nitelikte doğrudan Ekim devriminin etkileri altında bir dönemde şekillenmeye başlamıştır. Ne var ki bu şekillenmede de pek çok zaaflar taşındığından kuvay-i milliye hareketinde önderlik Kemalist burjuvaziye kaptırılmıştır.
O dönem sosyalizmini, ülkenin parçalanmış Istanbul-Anadolu, biçimi içinde ele almak gerekmektedir. İstanbul sosyalizmini Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, Anadolu sosyalizmini ise Mustafa Suphi hareketi ve ardından oluşan Halk İştirakyun Fırkası temsil etmektedir. Zamandaş olan bu hareketler gerçekte sürece müdahaleyi birbirinden bağımsız bir biçimde yapmaya çalışmışlardır.
Osmanlı dönemi sosyalist hareketlerinden en sonuncusu olarak yazımızın daha önceki bölümünde incelmeye çalıştığımız İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkasını tekrar gibi de olsa yazımızın bir de bu bölümü içinde ele almayı gerekli görüyoruz.
Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası; Türkiye’de bilimsel sosyalizmi ve Marksist- Leninist düşünceyi ideolojik olarak benimseyen ve kitlelere yaymaya çalışan bir siyasi kuruluştur. Partinin kurucuları, Ethem Nejat, (daha sonra TKP yöneticilerinden olup 1921 yılında Mustafa Suphi ve yoldaşlarıyla birlikte Karadeniz’de öldürülmüştür) Dr. Şefik Hüsnü ve Ahmet Akif gibi Türkiye sosyalist hareketinin önemli isimleridir. 1919 yılının haziran ayında İstanbul da kuruian partinin faaliyetlerine 20 Eylül 1919’da resmen izin verilmiştir.
TİÇSFnın esas çekirdeğini Almanya’dan dönen Türk aydın ve işçiler meydana getiriyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya giden çok sayıda işçinin büyük bir bölümü orada devrimci işçi ve sosyalist harekete, Spartaküs’lerin ayaklanmasına, savaşa karşı yürütülen işçi mücadelelerine katılmış, Hamburg’ta, Berlin’de barikatlarda savaşmıştır. Bu işçiler Türkiye’ye döndüklerinde TÎÇSFda yer aldılar.
Almanya’daki bu işçiler 1918 yılında bir işçi çiftçi sosyalist kulübü kurmuşlardı. Kulübün amacı, istilacı emperyalistleri Türkiye’den kovmak, işçi-köylü hükümeti kurmaktı.
TİÇSFnın programındaki hedefler, feodalizmin büyük toprak ağalarının egemenliğine son vermek, köylülere toprak ve kredi sağlamak, işçiler için sekiz saatlik çaliş- ma süresi, halka en geniş özgürlükler ve örgütlenme hakkı sağlayarak, bir işçi-köylü hükümeti kurmaktı.
Parti, Türkiye halkının emperyalizme karşı verdiği ulusal kurtuluş savaşını bütün gücüyle desteklemekte, İstanbul’da da padişah hükümetine karşı mücadele etmekteydi.
Partinin yayın organları, KURTULUŞ ve AYDINLIK dergileriydi. İlk sayısı Almanya1 da yayınlanan KURTULUŞ dergisi 1919’da İstanbul’da yayınlanmaya başlanmış daha sonra ise Kırşehir’de basılmıştır.
Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, işçi sınıfı köylülerin hak ve çıkarlarını bilimsel sosyalizmin esaslarına göre savunmak için kuirulmuş bir parti olmasına, Kominterni benimsemiş bulunmasına rağmen, proletarya partisi haline gelememiş, kitleler arasında da pek aygınlık kazanamamıştır. Ali Nizami ve Ahmet Vehpi gibi oportünistler, partinin yönetimi ele geçirip programını da değiştirmişlerdir. Parti programından bu yönetimce, feodalizmin ve toprak ağalığın tasfiyesi, toprak reformu, 8 saatlik iş günü, işçi-köylü hükümeti kurulması gibi taleplerin çıkarılması işçilerin partiden ayrılmalarına neden olmuştur.
T.İ.Ç.S.F. belli oranda -başlangıçta- işçi bağlarına sahip bir partiydi. Fakat işgal al
tındaki İstanbul’da somut bir varlık olmayı başaramadı. Anadolu’daki Mustafa Suphi ve Halk İştirakyun hareketleriyle zamandaş olmasına rağmen bu hareketlerden kapuk kalmıştır. Onlarla birleşememiştir. Bu ayrılık kopukluk sadece o günkü şartların yani emperyalist işgalin bir sonucu muydu?
Emperyalist işgalin ve sosyalist hareketlerin doğuş zeminlerinin farklılığının bu kopukluk ve birleşememe de bir rolü varsa da esas neden bu değildir. TİÇSF ve diğer iki sosyalist eğilim sosyalist hareketimizin tarihinde üç ayrı aşamayı ve eğilimi temsil etmektedirler. Birleşememenin en temel nedeni olarak bunu görmek gerekir.
TÎÇSFnin işçi sınıfıyla asgari düzeyde de olsa da ilişkileri, bağları bulunmasına karşılık, parti bu bağlardan, güçlü bir proletarya partisi olmaya ve Anadolu’da gelişen ku- vayı milliye hareketine önderlik yapmaya sıçrayamayınca, hatta oportünistlerin partiyi daha sonra ele geçirmesiyle marksizme doğru bir adım ileri, ekonomizme-reformize doğru iki adım geri atan bir konumu aşamamıştır. T.İÇ.S.F’nın duygu, niyet ve çabaları ne olursa olsun -programatik temeli itibariyle bilimsel sosyalist bir harekette olsa ki bu program da daha sonra değiştiriliyor- sosyalist hareketimizin tarihinde, Marksizme doğru atılmış bir adım olma ötesinde bir misyonu yoktur. TİÇSFnın faaliyetleri toptan tüm aşamalanyla ele alındığında ise, Marksizme doğru attığı adımdan ekonomizme- iktisadi mücadeleyi kalkış
noktası alıp bu noktadan hareketle siyasete varmak, programdan tüm siyasi taleplerin çıkarılması ve partinin bir bütün olarak eylemi bu anlama geliyor- sapma olduğu görülmektedir.
Kurtuluş savaşı yıllarının diğer bir sosyalist eğilimi, Mustafa Suphi hareketidir. Mustafa Suphi II. Meşrutiyetten sonra Mahmut Şevket Paşanın öldürülmesi ile Sinop’a sürülen sosyalist aydınlar arasındadır. Bu dönemde dünya görüşü bilimsel sosyalizmden uzaktır. Birkaç arkadaşıyla Çarlık Rusyası1 na geçerek çarlık Rusyası’nda ilticaya başvurmuştur. Burada Türk milliyetinden çeşitli devrimci ve bolşeviklerle ilişkileri olmuş, doğu cephesinde esir düşerek, Rusya içlerine gönderilen Türkiyeli askerler arasında faaliyet yürütmüştür.
1917 Ekim devriminden sonra, M. Suphi Moskova’ya gitmiş ve orada Tatar-Başkırt devrimcileriyle birlikte Yeni Dünya gazetesini çıkarmıştır. M. Suphi bu dönemde daha çok Rusyalı ve Rusya’daki harp esiri Türkler arasında çalışmıştır. Türkiye’de gelişen olaylarla ise ancak ikinci dereceden ilgilenmiştir.
M. Suphi 25 temmuz 1988’de Moskova’da Türk sosyalistleri birinci kongresinin toplanmasına ve Moskova, Kazan, Şam ara, Saratar, Rozan, Astrohan gibi merkezlerde Türk Komünist örgütlerinin kurulmasına yardım etmiştir. Kasımda düzenlenen Moskova’daki, Müslüman Komünistler Birinci Kongresi’ne aitmiş ve burada, Stalirv in başında bulunduğu, Milliyetler Halk Ko- miserliği’ne bağlı olarak kurulan Doğu Halkları bürosunun Türk seksiyonu başkanı olmuştur. Bundan sonra, 1918 Aralık ayında Petrograt’ta yapılan Uluslararası Devrimciler Toplantısına ve 1919 Martında yine Moskova’da toplanan üçüncü Enternasyonalin kongresine Türkiye delegesi olarak katılmıştır.
M. Suphi Kırım’da “Müslüman Komünistler Ülke bürosu” açmıştır. “Yeni Dünya” ve “Kırım Haberleri” adlı yayın çıkarmıştır. Daha sonra Taşkent Komünist örgütünü düzenlemiş ve bir Türk Kızıl Ordusu kurmuştur. Azarbeycan’da Sovyet devrimi gerçekleşince Bakû’ya taşınmıştır.
M. Suphi Bakû’ya gelince daha önce bu
rada oturmuş bulunan Türkiye Komünist Fırkasını dağıtarak eski İttihatçılardan temizlemiş v eyeniden kurmuştur. Artık doğrudan doğruya Türkiye ile ilgilenen bu parti çalışmalarını, örgütlenme, yayın, istihbarat ve askeri olmak üzere dört dalda yoğunlaştırmıştır.
Bakû’da toplanan Şark Milliyetleri Kurultayı adı altında yapılan toplantıya 1831 del- ge katılmıştır. Bu kurultayın amacı Doğu1 nun sömürge yahut yarı sömürge durumundaki milletlerini, emperyalist itilaf devletlerinin özellikle de İngiltere’ninmeydana getirdiği emperyalist cepheye karşı ayaklanmaya hazırlamak ve Doğu milliyetlerini Sovyet Bolşevik devrimine yaklaştırmaktır
Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, işçi sınıfı köylülerin hak ve çıkarlarını bilimsel
sosyalizmin esaslarına göre savunmak için kurulmuş bir parti olmasına, Kominterni
benimsemiş bulunmasına rağmen, proletarya partisi haline gelememiş, kitleler arasında da
pek yaygınlık kazanamamıştır.
Kurultay’dan hemen sonra Bakû’da Kızıl Ordu Kulübü’nde 10 Eylül 1920’de Tür- iye ve Sovyetler Birliği’ndeki Türk komünistlerden 15 kadar örgütü temsilen gelen 74 delege ile “Birinci ve Umumi Türk Komünistler Kongresi” yapılmıştır. M. Suphi daha önce yürütülen faaliyetlerle ilgili merkezi heyetin raporunu okumuş ve yapılan seçimlerde TKP’nin başkanı olmuştur. Kongrede ayrıca faaliyet merkezinin Anadolu’ya taşınmasına karar verilmiştir.
M.Suphi, M. Kemal’le yazışmalarından sonra örgütlenme sorunlannı görüşmek üzere, izinli ya da çağrılı olarak Ankara’ya gitmeye karar vermiştir. M.b Suphi, eşi, MK üyeleri toplam 15 kişi önce Kars’a gelmiştir. Oradan Erzurum’a gelinmiş, düzenlenen karşı devrimci, gerici saldırı ve protestolar altında Trabzon’a gitmek zorunda kalmışlardır. Burada Yahya Kâhyanın adamlarından Faik Reis ve arkadaşları geceye doğru Sürmene açıklarında onlara yetişmiş ve hepsini öldürerek denize atmıştır. Elbette bu kanlı katliamı gericiliğin kendi başına düzenlediğini düşünmük büyük bir hata olur. Katliam, bizzat Kemalizm tarafından düzenlenmiştir. Dr. H. Kıvılcımlı, “Yol” isimli çalışmasının parti tarihini incelediği bölümünde bu olayı şöyle değerlendirmektedir. “Mustafa Suphi ve yoldaşları, Marksın Paris Komünarları için dediği gibi, ‘göklere sıçrayan kahramanlık’ timsalidirler.Yine Paris Komünarlarını kasıp kavuran, haddinden aşırı ‘saf çocukluk’ vasıflarına kurban olup gittiler.” (Yol. S. 501) “Mustafa Suphi hareketi özü itibariyle bir Bakuninizm’den ibaretti. Burjuva paşasının hilesine kanarak, Bolşevik Devrimi’nin serbest bıraktığı, esir Türk subay ve erlerinden aiel acele bir alayla Türkiye’de bolşevizmi kurmaya yürüdü.”
.(Yol. S. 102)Onbeşlerin bozgununu hazırlayan ne
denler nelerdi? Uzun izahlara girmeden bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz; 1-.. Devrimde sırf dış yedek güçlere dayanmak, ... 2- Bir memleket ölçüsünde objektif ve realist olamamak, 3- Öncü ölçüsünde gizli faaliyeti hiçe saymak, 4- Teşkilat yokluğu.” (Dr. H. Kıvılcımlı Yol)
Kurtuluş Savaşının o anacık babacık günlerinde olunsa da, Kemalizm genç Sovyetlerle kimi pratik dayanışmalara girmiş olsa da, Türk burjuvazisi, eninde sonunda kendi sınıf çıkarları söz konusu olunca devrimcilere tuzak kurmaktan geri duramazdı. 25
Onbeşler deneyinin öğrettiği en önemli şey bu olmalıdır.
Halk îştirakyun Fırkasına gelince, Aftan Hikmet, Salih Hacıoğlu önderliğinde, Ankara, Eskişehir, Adana, Yozgat, Kırşehir, Kastamonu gibi şehirlerde faaliyet yürüten sosyalistlerle, Yeşil Orduda çalışan bazı sos- yalistlerce kurulmuştur. Parti 14 Temmuz 1920’de resmen kurulur. Başlangıçta TKP ismiyle kurulması düşünülmüş, ancak Ke- malistlerin kurduğu sahte ‘TKP” ile karıştırılmamak için Türkiye Halk îştirakyun Fırkası adını almıştır.
THİF, kuruluşundan hemen sonra yayınladığı bildiride, programını açıklamış, ülkedeki ve dünyadaki duruma, sorunlara değinmiş, Türkiye halkını, emperyalist işgal kuvvetlerine, onların maşası Yunan Krallığı ordusuna karşı ve İstanbul’daki padişah hükümetine silahlı kurtuluş savaşına katılmaya çağırmıştır.
THİF, emperyalist işgal kuvvetlerine ve padişah kuvvetlerine karşı verilen savaşta, Kemalistlerle aynı görüşte olduğunu bildirmekte; ama aynı zamanda Kemalist hareketin burjuva niteliğini de eleştirmektedir.
THİF kurulduğu sırada, Anadolu’da 500 kadar faal üyesi vardı. Ankara’da yalnız silah fabrikasında, 85 üyeli bir grup faaliyet göstermekteydi. Kısa bir süre içinde parti teşkilatları hızla yayılır. Merkez Komitesi Ankara’da Karaoğlanlar karşısında ahşap bir binaya yerleşir. EMEK adlı günlük bir gazete ve YENİ HAYAT adlı haftalık dergi çıkarmıştır.
Halk Îştirakyun da büyük özlem duyduğu geniş halk yığınlarıyla bütünleşmeyi başaramaz. Yığınlardan kopuk kalınınca da, var gücüyle meclisi diriltmeye girişir. Kemalizm karşısındaki gizlilikten yoksun legal faaliyeti 1921’lerden itibaren Kemalizmin gerçek yüzünü göstermeye başlamasıyla, zorlama ve baskıların yoğunlaşmasıyla THİF da tasfiye edilir.
Türkiye sosyalist hareketinin tarihindeki bu aşamada bolşevik lâfzı kullanılmasına rağmen, henüz Marksizme doğru ütopik bir atılıştan öteye gidememiştir. Gerek onbeşlerin “saf çocuk” kahramanlıkları gerekse Halk İştirakyun’un mecliste bolşevik- liği yaymaya çalışması Kemalizmden tam kopuşamamayı bünyesinde taşımaktadır. Bu kopuşamamanın bedelini onbeşler Karadeniz’de katledilerek öderken, Halk îştirakyun ise Kemalizmin 1921’den sonra gerçek çehresini göstermeye başlaması ile dağılarak ödemişlerdir.
Onbeşler ve Halk İştirakyum işçi sınıfı ve emekçi halk içinde güçlü bir örgütlenme
yaralamayarak, ütopizm ve popülizm olmaktan öteye gidemediler. Rusya’daki
Marksizm öncesi Narodnik harekete, ya da Narodnizmin çeşitli nüanslarına denk
düştüler.
26
Onbeşler ve Halk îştirakyun işçi sınıfı ve emekçi halk içinde güçlü bir örgütlenme yaratamayarak, ütopizm ve popülizm olmaktan öteye gidemediler. Rusya’daki Marksizm öncesi Narodnik harekete, ya da Narodnizmin çeşitli nüanslarına denk düştüler. Rusya’da 20 yıl süren dönem bizde 4-5 yılda kapanmış mı oluyordu? Olayların diliyle konuştuğumuzda buna evet demeliyiz. Fakat bizde yaşananlar ister istemez, şark toplumunun kısırlığını, ilkelliğini, kendine has özelliklerinin damgasını taşıyordu.
Rusya’daki hareket işçi sınıfı içinde gelişmeye başlarken ve Marksizme doğru giderken başlıca hangi sapıtmalarla uğraşmıştı?: Legal Marksizm ve ekonomizm, legal Marksizm; İşçiler için reformları öneriyor,
mücadeleyi bu çerçevede tutmaya çalışıyordu. Ekonomizm ise: Ekonomik mücadeleyi kalkış noktası alarak buradan hareketle siyasete sıçramayı istiyordu. Birinci eğilim, daha çok aydınlar arasında tutunurken, ekonomizm işçilere yapışıktı. Rusya1 da Emeğin Kurtuluşu grubunun kuruluşu 1883 olduğuna göre, legal Marksizm ve ekonomizmle mücadele “Marksistler” “içinde” 20 yıla yakın sürmüş, önce legal Marksistlerden (örneğin Struve) kopuşul- muş, ardından ekonomistlerle köprüler atılmıştır ve böylece, 1903 RSDİP, 11. Kong- resi’ne gelinmiştir.
İşte İstanbul’daki, İşçi Çiftçi Fırkası Rusya’da 1883 sonrası yaşanan sürecin kendisine denk düşer. Onun başlangıcını temsil eder. İşçi Çiftçi Fırkası’nın çekirdeği o zaman Fransa, Almanya ve İsviçre’deki devrimci aydınlar ve işçiler tarafından atılmış- tır.5-6 sayıda sönen “Kurtuluş” dergisi bu başlangıcın ilk kıvılcımıydı. Mücadelenin önde gelen isimleri Ş. Hüsnü Değmer, Sadrettin Celal ve Ethem Nejat’tır. İşçi Çiftçi Fırkası kurulmakla Marksizme doğru bir adımı temsil etse de hemen bütün eylem ve muhtevasıyla Marksist olabilmiş midir?
“Hareketin öz çekirdeği belki her zaman Marksist (bilimsel sosyalist) kaldı. Fakat Marksizmin prensipleri ne kadar malum olursa olsun, o prensiplerin bizzat parti hayatında, hareketin akışında geçirilecek acı- tatlı tecrübelerle sindirilmesi ve özümlenmesi zarureti kaçınılmaz bir kural halinde idi. Kitapla hayat burada ayrılıyordu”
“Sübjektif cehitlerle (çabalarla) objektif şartların çarpışması Türkiye’de de bazı hazırlık sentezlerinden basamaklara basıp geçmedikçe, Leninist Parti bilincine yükselme imkânı yoktu.” (YOL s. 134)
İstanbul’da pratik adımı atan hareket henüz Marksizme doğru adım atsa da, bir hamlede Marksist olabilir miydi?
“Rusya’da legal Marksizm, popülizm, Kredoculuk, ekonomizm ortalığı karman çorman ederken ortadoks Marksistler yok muydu? Vardı. Fakat bu öz akideci (ortadoks fikirli) fertlere rağmen hareketin mecmu heyeti (topu birden) ve devrimci topluluğun temel temayülü birden bire öz komünist olabilir mi? Hayır. (Ay. S. 134)
İstanbul’da başlayan hareketle önündeki kaçınılmaz basamakları çıkmadan edemezdi, edemezdi. Haraketin ütopizm ve popülizm dönemi olan Onbeşler ve Halk îştirakyun döneminde daha çok duygulu ajitasyon seviyesinde kalmış olan hareketin önündeki kaçınılmaz aşamayı, program ve genel taktik aşamasını aşmakla yükümlüydü.
O nedenle TKP tarihindeki 1921-1927 dönemi bu konağın sancılarını yaşamıştır. Ancak bundan sonra gerçek teşkilattan, teşkilatlanmadan söz edilebilir.
Parti tarihinde, 1920’lerdeki “Bakû Kongresi” birinci sayılmıştır. Fakat kongrenin ardından gelen dönem, Onbeşlerin Karadeniz’de katledilmesi ve Halk İştirakyurv un dağılması ve 1922’Ierdeki kongre “ikinci” sayılmıştı. Fakat bu hakikatte Rusya’nın 1898’deki birinci kongresine pek benzer. Her iki kongrenin de öz hedefi: Dört bir yana dağılmış bulunan devrimci hareketleri -şimdilik temayülleri ne olursa olsun- şöyle bir derleyip toplamak idi. Dağınık cere- yancıkları Aydınlık grubu çevresinde partileşmeye doğru hazırlamak idi.” (Ay. s. 140)
1922-1927 arasında parti içindeki mücadelenin özü: Legal Marksizm ve ekono- mizmden kopuşmaktı. Legal Marksizmi, Aydınlık Dergisi ve onun başındaki Sadrettin Celal temsil ederken, ekonomizmi örgüt içinde Şevket Süreyya ve Vedat Nedim temsil etmiştir. Bu iki eğilimin özüne geç
meden çok kısa olarak parti içindeki mücadeleyi çevreleyen ortama değinmeliyiz.
1922’ler Kemalist burjuvazinin ilk günleridir. Kendi iktidarını henüz oturtmaya başladığı günlerdir. Bu günlerde Aydınlık Dergisi legalde çıkabilmiş “çok geçici ve aldatıcı demokrasi” günleti yaşanmıştır. Fakat Kemalizm hiçbir şekilde “demokrasi” oyununu yürütemeyeceğini daha ilk günden görmüştür. İstanbul’da patlayan grevler ve Şeyh Sait Kürt isyanından sonra 1925 başlarında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunuyla Kemalist burjuvazinin zılgıtı birden koyulaşmış ve ünlü İstiklal Mahkemeleri dönemi başlamıştır. İşte bu döneme girildikten hemen sonra, “1925 tedhiş devrinden sonra Sadri daha namuslu çıktı: Bu deveyi güdemeyeceğini söyleyerek, tereyağından kıl çeker gibi hareketten kopuştu.” (Ay. S. 143) Böylece Aydınlık’ın legal Marksizm dönemi kapanıyordu. “1926 Viyana Konferansı: Aydınlıkçılığın her sahadaki darmadağınıklığına vurulmuş ilk sınır: Parti programının özlendirilmesi idi. Bu suretle Aydınlık devrine veda ediliyordu.” (Ay. S. 140)
Parti az çok kendine çeki düzen verip yola yeniden koyulunca, ister istemez parti içindeki kuyrukçu-ekonomistler bu gidişe ayak diremiş, gizli-açık engellemeler, en son 1927 provakasyonu ile son bulmuştur. Vedat Nedim ve Şevket Süreyya parti arşivini polise teslim etmiş ve geniş bir tefki- fat başlamıştır.
Böylece “kuyrukçuluk” bir bakıma kendi açık provokasyonuyla, parti zemininden kendini kazıyıp atmış oluyordu. Uzun baş ağrıtıcı mücadelelerle değil de, böyle açık bir provokasyonla keskinleşen kopuşma bir avantaj sayılabilir mi? Hiç şüphesiz 1927’lerde TKP kendi içindeki burjuva kuy- rukçularından kopuşmakla ileriye bir adım atmış oluyordu. Fakat bu kopuşma mücadelenin seviyesine, Türkiye’nin ilkelliğine denk düşen bir tarzda gerçekleşiyordu. Ortada gerçekten beyinleri aydınlatacak bir mücadele tiryakiliği, onun inkâr edilemez ürünleri olmadan, tam da şark usulleriyle gerçekleşen bu kopuşmalar, ileriye bir adım olsa da, oluşundaki ilkelliğiyle, gelecek için yeni tehlike ışıkları yakıyordu. Hatta 1927 kopuşmasına doğru gidilirken Vedat Nedim’lerin -yani Kemalist kuyrukçuların- ço-
•ğunlukla olduğu parti merkezi ile mücadeleyi, partinin kendi iç dinamiğinin yeterince sonuçlandıramayacağı anlaşılınca Komintern duruma müdahale etmiş, geçici bir yönetim oluşturarak kuyrukçulmarın merkezden tasfiyesine yardımcı olmuştur. Bu tasfiyeye kuyrukçular, polise sığınıp, parti arşivini polise teslim ederek, provokatif bir tasfiyecilikle karşılık vermişlerdir.
Aydınlıkçı ve ekonomist kuyrukçular, partiye hangi dönemde ve hangi amaçla katılmışlardır?
“Mütareke ve ondan sonraki beş aylık aldatıcı ve ... (ölü doğmuş) piç burjuva demokrasisinin yarattığı yalancı (legalite anti- emperyalizm) hamlelerine nasılsa kapılmışlardır”
“Niçin kapılmışlardır?“1- Legalite: Kuyrukçu küçük burjuvazi
nin bir işe girebilmesi için o işte bir tehlike görmemeye ihtiyacı vardır.
“2- Anti-emperyalizm: O zamanki Türkiye’nin bütünsınıfları için (birkaç komprador müstesna) biricik prensipti. Küçük burjuva ve burjuva aydınları için en (köktenci) lafebeliği ancak anti-emperyalizm Sahasında yapılabilirdi. Şu halde “kuyrukçuluk”
burjuva vatanperverliğinin “Marksist” ...................................ifade edilişinden başka bir şey değildi.” (Ay. S. 196).
Kuyrukçuluğun özü: Marksizm kılıklı “burjuva vatanperverliğin olunca, onun tak-
SHP KİME ALTERNATİF
tik tutumu ister istemez şu çerçeveyi aşmayacaktı: “Şimdiki halde Türkiye’de kapitalizme girdik. Bu ileri ve zaruri bir yoldu. Bu yolu m esela İstanbul’la Ankara arasındaki yola benzetelim. Yolun kapitalizm kısmı İstanbul’la Eskişehir arasıdır. Eskişehir’den sonra Ankara’ya kadar sosyalizm başlar. Bugün işçi sınıfıyla kapitalist sınıfı Haydarpaşa’dan aynı trene binmiş bulunuyor.” (Ay. S. 149)
Bu anlatım o dönem kuyrukçularının temel mantığıdır. Onlar demokratik devrimi burjuvazinin bıraktığı yerden alıp yürütmeyi düşünmeyip demokratik devrimin gelişimi için burjuvaziyle “aynı trende” gidilecek yol olabileceğini düşünüyorlardı. Ve Türkiye1 deki keskin gerçekliği kavramak istemiyorlardı. “Emperyalist (finans kapital) münasebetleriyle kakırdıyan Türkiye’de ikisi ortası şaşırtmaca, aldatmaca yok. ... Ya burjuvaziden yana olacaksın, ya proletaryadan yana... Demokrasi cambazlığı, sosyal-- demokrat palyaçoluğu, burjuvazinin kendi içinde ve kendi emriyle bile çıksa: Serbest Fıkra Fethi komedyası gibi çarçabuk sı- kandala faciaya döner (Ay. S. 157)
Neticede 1927 kopuşmasında partiden düşen kuyrukçular, çok geçmeden Kadro dergisi çevresinde tek parti döneminin yarı faşist ideologluğuna kadar gittiler. Bu ko- puşma partide ve harekette hem ütopizm ve popülizm döneminden, hem de 1921 sonrası Marksizme doğru hazırlık aşamasında, kendi gerçek yüzünü ortaya koyan burjuvaziyle sınır çizgilerini keskinleştireme- me, onu “anti-emperyalistliğinden” kalkarak demokratik devrim yolunda da ondan bir şeyler bekleme hayallerinin tam bir yıkılışı ve müthiş bir provokasyonla.birlikte acı bir bedelin ödenmesidir.
Tam bu dönemde partinin içinde temelli bir eleştiri-özeleştiri ihtiyacı doğmuştur. 10 yıllık mücadele deneylerinin birikimi ve yaşananlar böyle bir zorlama yaratmış, deneylerin kritiğini partinin gündemine getirmiştir.
On yıllık hareketin en temel eksiği olan “teorik kofluk” ya da “teori kırıntıcılığı” bu yılların deneyleri ile pekiştirilmiş olarak, 1930’larda Dr. Hikmet Kıvılcımlının kaleminden “YOL” etütleri biçiminde çıkarak aşılmıştır. Bu anlamda TKP 1927’lerden sonra legal Marksizm ve ekonomizm: Yani program ve taktik sapıtmalarını aşmıştır. Ve bu gelişim 1934’lerden sonra partinin legalde yürüttüğü, Marksizm Bibliyo- teği, Emekçi Kütüphanesi ve Günün Meseleleri geniş propaganda eylemiyle en geniş kitlelerle bağ kurma ve partiyi illegali- tede yeniden inşa etme çalışması biçiminde kendini ortaya koymuştur. Bu faaliyet o dönem parti yönetimini oluşturan H. Kıvılcımlı, Haşan ve Vasıf tarafından yürütülmüştür.
TKP’nin 1930’lu yıllarda yürüttüğü bu olumlu çalışmalar, N. Hikmet’in bilinçsiz bir biçimde, o dönem içine sürüklendiği panik - çi ruh halinden kaynaklanan provakasyo- nun neden olmuş olduğu geniş ve yıkıcı donanma tefkifatlarıyla durmuş, parti yeni bir krize sürüklenmiştir. Askeri mahkemelerce verilen uzun süreli ağır mahkûmiyetler Dr. H. Kıvılcımlının da “YOL’ çalışmasında belirlediği ideolojik - politik hattı tam hayata geçirmesini engellemiştir.
Sosyalist Hareketimizce ve olaylarca da henüz aşılmaktan oldukça uzak olunan, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “YOL’ adlı çalışması Türkiye devriminin hemen tüm konularını, aydınlatmakta, sosyalist hareketimizin, Marksist - Leninist temelde yeniden yapı- landırılabilmesinin, güçlü bir platformu olma özelliğini bugün dahi korumaktadır.
(SÜRECEK)
Deniz Baykal’ın TÜSÎAD Ziyareti Ali Topuz’un Hürriyet Gazetesi’ne verdiği demeçle başlayan, yedi ilin merkez yönetim kurullarının tasfiyesiyle tamamlanan operasyon ve bunlara ek olarak demokratik kitle örgütlerinde desteğiyle devam eden cezaevlerindeki açlık grevi direnişinin Erdal İnönü tarafından “şiddet hareketi” olarak adlandırılıp soyutlanmaya çalışılması, SH P’de bir düzenlemeye girildiğinin göstergeleri oluyor.
Cezaevlerindeki faşist baskıya karşı yükselen toplumsal muhalefet ve eylemlerin çözücü etkisi, devlete geri adım attırırken, SH P’nin de demokrasi mücadelesine karşı tavrını da netleştirdi.
SH P’deki bu netleşmenin iktidar hazırlığı olduğu anlaşılıyor, ama hangi ekonomik ve siyasal koşullar üzerinde?
8 8 ’lerin ekonomik ve siyasal koşulları 8 0 ’lerdeki toplumsal bunalım üzerine inşa edildi.
Bu bunalımın ekonomik boyutunda, o dönemde uygulanmaya çalışılan ithal ikameci sanayileşme talep yetersizliği, döviz darboğazı yüksek enflasyonla tıkanmış, yatırımların durması ve gerilemesi ile tüm toplumu saran ekonomik bunalım toplumsal yeniden üretimin önüne geçmişti.
Ekonomik bunalımla birlikte siyasal bir bunalım gündemi kuşatmış yükselen devrimci muhalefet, işçi sınıfının siyasi grevlere yönelmesi, emekçi kesimlerdeki genel hoşnutsuzluk siyasi aya- koyunlarının önünü kapatmış ve burjuva parlamenter anlamda siyasal çözümler üretilemeyecek duruma gelinmişti.
Çözüm 12 Eylül Faşizmi oldu.Burjuva parlamenter çerçevede uy
gulanamayan 24 Ocak kararları deri, tekstil ve gıda sanayilerinin ihracata yöneltilmesi, sürekli devalüasyon iç pazarın uluslararası rekabete açılması (ithalatın liberasyonu), ücret ve tarım ürünleri dışındaki fiyatların serbest bırakılması ve piyasa mekanizmasının sözde tek düzenleyici haline getirilmesini amaçlıyordu.
Tekelci burjuvazi faşizmle uygulama olanağına kavuştuğu bu kararlarla temel sorunlanndan pazar sorununu; uluslararası işbölümünün azgelişmiş ülkelere biçtiği emek yoğun üretimin ihracata yöneltilmesiyle, döviz sorununu; 4 5 milyon dolara ulaşan dış borçlanma ile sermaye birikimi sorununu; re- el ücretleri toplam gelirler içinde % 50 ’lerden % 16’lara düşürerek kısmen çözmüştü.
Bu ekonomik uygulamaların gerektirdiği toplumsal çerçeve ise işkenceha-
Konuk Yazar ¡¡harı FAİKnelerde, sarı-sendikalarda ve toplumu saran bir ideolojik kuşatmayla sağlanmıştı ve sağlanıyor. 8 5 ’lerde tekelci burjuvaziye 12 Eylül faşizminin sağladığı olanaklar yüksek enflasyon, —ki bunun kaynağı asalak tekelci yapı ve emperyalizme bağımlılıktır— ve yatırımların durmasıyla tıkanmıştır.
Düzeni bunalımla karşı karşıya bırakan sorunlardan bir tanesi yatırım malları üretimine yöneltilemeyen dışborç- lanmadır. 80 ’de 15 milyar dolar olan dışborç yükü 8 5 ’te 25 milyar dolara 8 7 ’de askeri borçlar ve döviz tevdiat hesapları eklenince 4 4 ,8 milyar dolara ulaşmıştır. Bu borç tutarının GSM H’ya oranı % 7 5 ’tir. 8 8 ’deki borç servisi GSMH’nin % l l ’ine ve ihracatın % 60 ’ına varmıştır. Ekonominin bu yükten kurtulabilmesi için yeniden borçlanmak veya borç ertelemelerine ihtiyacı vardır.
% 80 ’lere ulaşan aşırı enflasyon, yatırımların durmasına ve sermayenin spekülatif alanlara kaymasına neden oluyor. Bir aşamadan sonra meta hareketinin yetersizliğinden dolayı düşen kâr marjını koruyabilmek için fiyat artırımlarına gidiliyor ek olarak ekonomiye güvensizliğin sonucu olarak enflasyon beklentisi enflasyonun dinamiklerini oluşturuyor.
Ve daha önemlisi temel tüketim mallarındaki fiyat artışları toplumsal patlamaları körüklüyor.
Ekonomide artık kronikleşen daralma, toplumu saran bir krize dönüşüyor.
12 Eylül faşizminin devamı tekelci burjuvazinin özörgütü ANAP siyasal ve ekonomik anlamda yapabileceklerinin sınırına ulaşmıştır. Bu durum tekelci burjuvazinin çeşitli kesimleri tarafından da dile getiriliyor.
“Boluda yapılan Taksim toplantılarında işadamları, iktidar ve muhalefetin bulunduğu bir ortamda” “ekonomiyi tartışmanın” çok ötesinde “politik arayış” düzleminde kendini gösterdi.
Ekonomiye ve politikaya yön verengüçlerde.....nesnel kriz koşullarında bir“kriz çözücü, uzlaşma, bir mutabakat eğilimi” değil, aksine “ayrışma, kopma ve cepheleşme” eğilimi ağır basmaktadır.” (Taylan ERTAN 23 KASIM 1988 DÜNYA GAZETESİ) Bir diğeri, TÜSİ- AD’ın kendi üyeleri içinde yaptığı anket sonuçlarında hükümetin ekonomi politikalarını tamamen onaylayanlar % 5,1’i kısmen onaylayanlar % 7 3 ,5 ’i kesinlikle onaylamayanlar % 21 ,4 ’ü.
Sistemin sorunlarından bir diğeri de giderek artan toplumsal muhalefet ve ulusal kalkışmalar.
Devamı 45. Sayfada 27
vıns
ııuvı
GAP: Çare olabilir mi?
28
“Sümer medeniyeti güneydeki küçük Fırat-Dicle parantezinin alt yansında, Akad Medeniyeti aynı parantezin üst yarısında yurtlanmışlardır. îki medeniyetin coğrafya sının, hemen hemen parantezin ortasını kesen 32. enlemle çizilir. Sümer medeniyeti kum saatinin küçük güney gözünün dibinde doğmuştur” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm Syf. 142, Bibliotek Yayınlan)
“... Bu iki unsur (Sümer ekonomi koşullarıyla, yabancı barbar akınian) da tarih için önemli değilse ortada insanlığın gidişini açıklayacak başka ne kalır? Çünkü bütün kadim tarihin iki zıt, ama birbirinden ayrılmaz kutbu olarak bu iki unsur çıkarıldığında, bütün tarih, motoru sökülmüş bir süslü Amerikan arabası gibi kak. Ondan sonra o arabayı istediğimiz mezarlığa ya da müzeye kaldırmaktan kolayı bulunmaz...” (a.g.e. syf. 122)
Medeniyetin beşiği Mezopotamya, yani Dicle-Fırat arasındaki “parantez” binlerce yıl barbar akmlarına sahne oldu. Aynı parantez içindeki bölgenin -konumuz açısından Güneydoğu Anadolu Projesi GAP’m kapsadığı alan üretici güçlerin gelişmesinin en çok sancıya uğradığı bölgelerden biri olması, tarihcil devrimlerin mantığı ve son 400-500 yıllık dünya kapitalislleşme sürecinin etkileriyle açıklanabilirken, artık üretici güçlerin gelişiminin sosyal devrimlerin “rotasına oturması” ve “ulusallıkların da” onunla diyalektik bir bütünlükle içiçe girmesi sancının doğuma evriimesine yol açıyor.
GAP hakkında bugüne kadar birçok gazete ve dergide değişik yorumlarda yazılar yazıldı. Biz burada GAP’ın bugün ve gelecekte taşıdığı taşıyacağı anlam konusunda birkaç söz söylemekle yetineceğiz. Bunun içinse öncelikle GAPın kapsadığı bölgenin ekonomik, sosyal ve siyasal yönlerini ele almaya çalışacağız.
GAP alanı Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Mardin, Siirt ve Şanlıurfa illerini kapsamaktadır. Altı ilin toplam nüfusu 1985 sayımına göre 4 milyon 303 bin, alan olarak üyüklüğü 73 bin 863 metrekeradir. Yani bölgenin nüfusu Türkiye nüfusunun yüzde 8.5’ğu ve alan olarak ise Türkiye alanının yüzde 9.4’üdür. GAP bölgesinin alanı İngiltere’nin alan olarak yüzde 30’una, Avusturya’nın yüzde 87’sine, Güney Kore’nin ise yüzde 74’üne eşittir. Aynı alan Hollanda1 nm yüzölçümünden yüzde 76, Belçika’nın yüzölçümünden ise yüzde 139 daha büyüktür.
Bölge nüfusunun yaş gruplarına göre dağılımı yapıldığında; nüfusun yüzde 47 ’sinin aktif nüfus, yüzde 50’sinin 15 yaşından küçük olduğu, yüzde 3’ünün ise 65 ve daha yukan yaş grubundan olduğu görülmektedir. Nüfusun kır ve şehir ayrımına baktığımızda 1985 yılında bölgede yaşayan toplam 4 milyon 445 bin kişinin yüzde 51.6’sının şehirlerde, geri kalan yüzde 48 .4 ’ünün ise kırlarda bulunduğu görülmektedir. Nüfusun yapısını incelediğimizde şehir nüfusunun yılda ortalama yüzde
A. KEMAL6.38, kır nüfusunun ise yılda ortalama yüzde 2.67 arttığı gözlenmektedir. Burada, kırlarda nüfusun doğurganlığının şehirlerin çok üstünde olduğu hatırlandığında, şehir nüfusundaki artış eğiliminin doğurganlıktan çok hızlı şehirleşmeden, kırların giderek ıssızlaşmasından kaynaklandığı anlaşılabilir.
Nüfus yapısında durum bu iken, GAP! ta yer alan illerin Türkiye ekonomisi içindeki yeri nedir? Buna bakalım:
lenmektedir. Bu ise yörede entansif tarım (yoğun teknolojik, büyük kapitalist işletmelerde öncelikle sınai bitkiler) yerine daha çok tahıl ekimiyle adlandınlan ekstansif (geniş alanlarda, düşük makinalaşma derecesiyle yapılan) tarımın geçerli olduğu sonucunu ortaya koymaktadır.
Tanmsal üretimin ana hatlarını verdikten sonra şimdi de kırlardaki toprak mülkiyeti yapısına değinebiliriz:
TABLO 1Bölgede traktör kullanımı
1000 hektara düşen traktör sayısı (adet)
Bir traktöre düşen alan (hek.)
Güneydoğu Bölgesi 5 .2Marmara Bölgesi 52 .9Türkiye Ortalaması 17.6
191.118.956 .7
Bölgede 1985 sayımlarına göre 16 bin 208 adet traktör bulunmaktadır. Bu ise Türkiye’de aynı tarihte bulunduğu saptanan 440 bin 502 adetlik toplam traktör parkının yüzde 3.67’sine denk düşmektedir. Tarımda traktörleşmenin iller düzeyine bakacak olursak:
Tablo 3’te görüldüğü gibi “topraklı” çiftçi ailelerin toprak büyüklükleri dağılımında toplam 248 bin 770 ailenin yüzde 49r 04 ’ünün 0-25 dekarlık toprağa sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Toplam 131 bin 99 ailenin toplam topraktan aldığı pay yüzde
TABLO 2
İlin adıEkilen alan Traktör
hektar sayısı100 hektara 1 traktöre
düşen toprak düşen alan (hek)A d ıy a m a n 1 3 4 .4 0 6 2 .0 7 0 1 5 .4 6 4 .9D iy a r b a k ır 3 8 4 .4 1 9 3 .9 6 0 1 0 .3 9 7 .0G a z ia n te p 2 2 6 .5 9 2 6 .1 0 4 2 6 .9 3 7 .1M a r d in 3 4 4 .5 1 3 1 .5 2 1 4 .4 2 2 6 .5S iir t 1 2 3 .1 5 5 1 .1 4 6 9 .3 1 0 7 .5Ş a n lıu r fa 6 5 2 .5 7 3 2 .9 2 8 4 .5 2 2 3 .0
Bölge Türkiye içinde traktörleşmede ortalamanın çok altında kalırken, il bazında incelendiğinde Gaziantep’in Türkiye ortalamasını geçtiği, Adıyaman ve Diyarbakır’ın ise Türkiye ortalamasına bir ölçüde olsun yaklaşabildiği görülmektedir. Genel olarak bölgenin makinalaşma derecesi Türkiye genelinin yüzde 4 0 ’ı kadardır. Tarımsal üretimde dekar başına 16.6 kilo gübre ve dekar başına 40 gram tarımsal ilaç kullanılmaktadır. Türkiye ortalaması gübrede dekar başına 50 kilo, tarımsal ilaçda ise de- karbaşına 100 gramdır. Üretimde ise özellikle buğday ve mercimeğin öne çıktığı göz-
7.3’tür. Madalyonun öteki yüzünde ise Güneydoğu Anadolu Bölgesinin tipikliği: Büyük toprak sahipliği bulunmaktadır. Toplam ailelerin yüzde 0 ,59 ’unu bulan 1570 ailenin toplam topraktan aldığı pay yüzde1 16,14, yani 3 milyon 295 bin dekardır.
Bu tabloya şimdi de topraksız ailelerin durumunu ekleyelim: Köy Envanter Etüd- lerinde yer alan veriler (1981) 248 bin 770 topraklı aileye karşılık, 167 bin 699 topraksız aile bulunduğunu ortaya koyuyor. Topladığımızda altı ilin kırsal kesiminde 416 bin 469 ailenin yüzde 72’sinin yani 298 bin 798’inin topraksız ve az topraklı ailelerden
TABLO 3Çiftçi ailelerinin arazi dağılımı
Toplamaraziden
Aile sayısıAile oranı
(%)Parçasayısı
Toplamarazi
aldığı pay( * )
0-25 Dek. 131.099 49 .04 433 .404 1 .489 .504 7.3026-50 Dek. 38 .935 14.56 163.276 1 .478 .862 7.2451-100 Dek. 35 .666 13.34 150.519 2 .668 .006 13.07101-200 Dek. 25 .979 9 .72 126.589 3 .7 3 0 .2 7 4 18.27201-500 Dek. 11.992 4 .49 91 .210 3 .749 .062 18.36501-1000 Dek. 3 .529 1.32 33 .633 2 .453 .210 12.021001-...... 1 .570 0 .5 9 22 .123 3 .295 .705 16.14
oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu topraksızlaş- manın ortasında bölgede ortakçılığın bir ölçüde yaygınlık kazanabildiğini görüyoruz. Bölge köylerinde ortakçılığın yaygınlık derecesi yüzde 33.78 ’dir. Kiracılığın yaygınlık derecesi yüzde 16.65’tir. Bu rakamlar bölge kırsal kesiminde kapitalizasyonun varolduğunu gösteriyor. Kırlann pazara açılması ve meta mübadelesi-şehir ile kır arasında- de tarımda kapitalist üretim ilişkisinin “ufukta ilk görünmesinin” anlamı olan kiracılığa eklenmelidir. Yalnız bölgede kırsal kesiminde başlayan kapitalistleş- me de, diğer bölgelerdeki gelişmeler gibi tefeci-bezirgan asalaklığından nasibini almaktadır. Kırsal kesimde sayısı 167 bini bulan topraksız aileler ise tarım proletaryasının çekirdekleridir. Bunlar özellikle Çukurova’da yılın belli aylarında -yaz aylarında- mevsimlik işçilik yapmaktadırlar. Bu ise on- lann bir ölçüde “kırlann yosunlanndan kopmaya başladıklannı” gösterir. Bunun önemli belirtilerinden biri de daha sonra değineceğimiz “siyasal davranış eğilimleridir” Geri kalan az topraklı aileler ise hızla aşağıya yuvarlanmakta ve proleterleşme sürecine girmektedirler. Özellikle 1980’den sonra finans-kapitalin ekonomik politikasındaki yön değişikliği buna önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. GAFla ise -realize edilmesi halinde- bu süreç hem hızlanacak, hem de iğnenin ucu piramidin daha üst kısımlarında bulunanlara dokunmaya başlayacaktır. GAP’ın olası sonuçlarına daha sonra tekrar döneceğiz.
Tanmsal üretime ve mülkiyet yapısına kısaca değindikten sonra şimdi de altı ilin Türkiye tarımsal ve sanayi üretiminden ve sonuçta Gayri Safi Milli Hasılası’ndan aldığı paya; sonrada bölgede elde edilen gelirlerin sektörel dağılımına bakalım.
1979’da Türkiye GSMH’sı sabit fiyatlarla 2 trilyon 168 milyar liradır. Bölgenin aldığı pay yüzde 4 .06 yani 88 milyar liradır. 1985’e geldiğimizde milli gelir pastasının bir ölçüde büyümesine karşılık bölgenin aldığı dilimin pek büyümediği gözlenmektedir. 1985’te GSMH yine sabit fiyatlarla 2 trilyon 935 milyar liradır. Altı ilin aldığı pay altı yılda ancak 0,18 puan artmış ve yüzde 4.24e çıkmış; yani parasal olarak aldığı pay 124 milyar liraya yükselmiştir. Sonuçta altı ilin 20 yıllık sanayi üretiminde bir erozyon, tanmsal üretiminde bir kıpırdanma, GSMH’dan aldığı payda ise “patinaj” olduğunu görüyoruz. Türkiye’de kişi başına genelde 1200 dolar düştüğü safsatasını biraz detaylandırdığımızda şu gerçek karşımıza çıkıyor. Diyarbakır’da kişi başına düşen yıllık genel gelir 433 dolar, Şanlıurfa’da 425 dolar, Siirt’te 422 dolar, Mardin’de 386 dolar, Gaziantep’te 374 dolar, Adıyaman’da ise 351 dolardır. Burada bir karşılaştırma yapmak gerekirse bu illerin, kişi başına düşen yıllık milli gelirleriyle Çad, Senegal, Sri Lanka, Gana, Pakistan’a benzedikleri, bu ülkelerde kişi başına düşen milli gelirle aynı düzeyde oldukları görülüyor.
Bölgede kapitalistleşme sürecinin geldiği noktayı yakalayabilmek için son olarak gelirin sektörel dağılımına bakalım.
Sadece illerde elde edilen gelirin sektör- lerarası dağılımına baktığımızda ilk bakışta tanmın ve hizmetin gerilediği, sanayinin ise bir parça olsun ilerlediği görülüyor. Kapitalistleşme sürecinde burada iki nokta öne çıkmaktadır: (Tablo 7)
Birincisi kapitalistleşmenin temeli olan meta dolaşımının varolması, kırların da artık “pazar için üretim” sürecine girmesi önemlidir. Hizmet sektörünün alt bölümlerinde toptan-perakende ticaret ile ulaşım
liğin de önemine değinmiştik. Her iki olay kapitalistleşmenin “ilkel sermaye birikimi” denilen süreciyle açıklanabilir. Kırlarda giderek artan mülksüzleşme kır nüfusunu şehirlere bir parça olsun fırlatırken, geri kalan mülksüzleşenler kırlarda ya ortakçı, ya gezici tarım işçisi, ya da tam bir tarım proleteri olarak barınmaktadır.
Şimdi de çok kısa olarak GAP’m ne olduğuna bakalım ve daha sonra bundan sonra yaratacakları sonuçlara belli varsayımlarla yaklaşmaya çalışalım. Önce GAP! ın sadece “projeksiyonlarına” bakalım.
GAP’la Dicle ve Fırat’ın suyu değişik şekil ve yerlerde kullanılarak yörede bulunan 16-18 milyon dekarlık alanın sulanması amaçlanmaktadır. GAP’ın, deyim yerindeyse kalbi Atatürk Barajı, Urfa Tüneli atardamarı, diğer sulama projeleri ve kanalet- ler ise kanın akacağı kılcal damarlardır. GAP’m kapsadığı 13 projenin 7si Fırat, 6’sı ise Dicle Nehri üzerindedir. Atatürk Bara- jı’nda Fırat’ın suyu üçüncü kez toplanmış olacak. Fırat önce Keban’da sonra, akıp gittiğinde Karakaya Barajı’nda birikmektedir. Fırat, son olarak Atatürk Barajı’nda da biriktikten sonra doğal akışını sürdürmektedir. Böylece finans-kapital Fırat’ı üç kez kullanmakta Dicle üzerinde kurulacak barajlar da hesaba dahil edildiğinde GAP’ın sonuçta yaratacağı elektrik enerjisi üretimi 24 milyar kilovat/saate ulaşmaktadır. Bu ise 2000’li yıllarda Türkiye’de hedeflenen elektrik enerjisi üretiminin yüzde 40 ’ma yakındır.
Elektrik enerjisi üretiminin yanı sıra, Fırat ve Dicle’nin suları bu kez 16-18 milyon dekarlık alanı (30 yıllık bir süre içinde) sulayacak, bölgede şu anda geçerli olan ek- stansif tanm yerine, entansif tarımı gündeme getirecek ve “bitki deseninde de” önemli değişiklikler olacaktır. Projeksiyonlara göre GAP ile beklenen üretim artışı ve ürün çeşidi şöyledir. (Tablo 8)
Görüldüğü gibi GAP’m realize edilmesi halinde birçok üründe Türkiye üretimi birkaç kat katlanacaktır. Finans-kapitalin ilgisini daha çok sınai bitkilere yoğunlaştırdığı dikkat çekerken, bununla ekilen ürünlerde de köklü bir değişikliğe gitmek istendiği anlaşılmaktadır.
Peki tüm bu projeksiyonlar;Birincisi, ne derece gerçekleşecektir?İkincisi, gerekçekleşmesi halinde yarata
cağı sonuçlar neler olacaktır? Örneğin: Bölgede kapitalistleşme sürecinde ne gibi değişimler olabilecektir? Toprak mülkiyeti ya-
TABLO 4İllerin Türkiye tarımsal ve sanayi üretimindeki payı (%)
(Sabit fiyatlarla)İlin adı Tanm
1965 1985Sanayi1965 1985
Siirt 0 .754 0 .729 1.890 0 .098Adıyaman 0.787 0 .784 0 .083 0 .112Mardin 1.457 1.403 0 .000 0 ,044Gaziantep 1.506 1.854 0 ,380 0 ,814Diyarbakır 0 ,935 2 .074 0 .238 0 ,173Şanlıurfa 2 .103 2 .086 0 ,275 0 ,112TOPLAM 7.542 8.93 2 .866 1.351
Aradan geçen 20 yılda GAP’ın kapsadığı altı ilin Türkiye toplam tarımsal üretiminden aldığı pay ancak yüzde 18 artmış ve yüzde 7.5’tan yüzde 8.93’e çıkmıştır. Sanayide ise durum tam bir faciadır. Altı ilin sanayi üretimi artmak bir yana sürekli bir erozyona uğramış ve yüzde 1.35’e kadar gerilemiştir. GSMH’dan alman paya da bir göz attıktan sonra gelirin sektörler arası dağılımına bakıp daha sonra birkaç söz söyleyelim.
Tablo: 5İllerin Türkiye GSMH’sından
aldıkları pay (%)İlin adı 1979 1985Adıyaman 0.41 0 ,3 4Siirt 0 ,44 0 ,44Mardin 0 ,58 0 ,58Diyarbakır 0 ,83 0 ,90Şanlıurfa 0 ,58 0 ,78Gaziantep 1.22 1.20TOPLAM 4.06 4 .2 4
TABLO 6Elde edilen gelirin sektörel dağılımı (%)
(Sabit fiyatlarla)1979 1986
Tanm Sanayi Hizmet Tanm Sanayi HizmetAdıyaman 61 .74 3.01 35 .25 51 .22 8 .49 40 .29Siirt 44 .12 19.86 36 .02 29 .97 36 .03 34 .00Mardin 61.46 3 .16 35 .38 60 .16 5 .69 34 .15Diyarbakır 4 3 .6 4 5 .29 51 .07 43 .87 8 .80 47 .33Şanlıurfa 4 7 .7 8 4 .3 8 47 .84 55.47 4 .28 40 .25Gaziantep 29 .66 13.37 56 .97 26 .53 16.68 54 .79ORTALAMA 48 .06 8 .18 43 .78 44 .53 13.32 42 .15
hizmetlerinin öne çıkması kaba olarak da olsa bize kır - şehir arasındaki meta dolaşımı hakkında bir fikir vermektedir.
İkincisi ise sektör bazında tarımın kaplumbağa hızıyla da olsa giderek gerilemesidir. Yukarıda şehirlerdeki hızlı nüfus artışının kırsal kesimdeki nüfus artışının çok üstünde olduğunu (yılda yüzde 6.38) ve bunun da şehirlerdeki doğum oranındaki artıştan çok, hızlı şehirleşmeden kaynaklandığını belirtmiştik. Bunun yanında toprak mülkiyetindeki “isyan ettirecek” dengesiz-
pısı nasıl etkilenecek ve buna bağlantılı olarak bu derece öngörülen üretim artışı nasıl gerçekleşecektir ve pazarlanacaktır?
Önce birinci soruyu yanıtlamaya çalışalım.
Bu dev proje içinde yer alan 13 projeden şu anda sadece Atatürk Barajı inşaatının ve Urfa Tüneli yapımının devam ettiği belirtiliyor (Çeşitli gazetelerdeki haberler) Atatürk Barajı inşaatının devam etmesi büyük ölçüde, inşaatın finansmanın Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı Fonundan, yani iç
TABLO 8Ürünler 1984 Türkiye üretimi/ton Gap ile beklenen net artış/tonPamuk (lif) 580 .000 685 .402Tütün 177.529 18.888Pancar 14 .308 .375 4 .0 9 8 .8 9 5Yağlı tohumlar 1 .807 .904 1 .327 .820Mısır 1 .500 .000 117.869Pirinç 168.000 141.838Sebze-bostan 12 .398 .950 3 .513 .842Hayvan yemi 4 .8 3 6 .9 5 0 1 .092 .898Bağ 3 .3 00 .000 47 .922Antep fıstığı 23 .000 66 .458Meyve 1 .303 .900 660 .019TAHILLARDA 26 .200 .000 1 .426 .000
finansman olanaklarıyla sağlanmasından ileri gelmektedir. Urfa Tüneli yapımı ise dış finansmanla yürütülmektedir. Zaten bu yüzden Urfa Tünelinin yapımı daha şimdiden en az 3 yıl “rötar” yapmıştır. Atatürk Barajına yüklenilmesinin nedeni birincisi tüm projenin kalbi olması, İkincisi ise 1991’li yıllarda barajın inşaatını bitirip bir an önce elektrik enerjisi üretimine geçmek niyetidir. Atatürk Barajı bitirilse bile, diğer projelerde -ki birçoğu hâlâ ihaleye çıkarılmamıştır- ilerleme sağlanamaması halinde GAP’ın ne anlamı kalacaktır? İkinci olarak, Urfa Tünelinin yapımı çok yavaş ilerlemektedir. Bu da özellikle sulanması amaçlanan Harran Ovası’nın daha uzun süre “kurak” kalması demektir. Projenin belki üçüncü ayağı olan kanaletler, yani kanın akacağı kılcal damarların ise daha yapımına bile başlanmamıştır.
Parababalarının önüne tüm bunların yanında şu engel de takılıp kalmaktadır: Son yapılan araştırmalar, Harran Ovası ve diğer sulanması düşünülen topraklarda drenaj çalışması yapılmaması halinde, bu toprakların sulanır sulanmaz çökeceğini göstermektedir. Bu ise proje için dördüncü ayağı oluşturmaktadır. Eğer böyle bir çalışma yapılmaması halinde finans-kapitalin üretici güçlerde yaratacağı tahribat gözönü- ne gelebilir: Milyonlarca dekarlık toprağın artık ekilemez hale gelmesi.
Burada ikinci grup sorular gündeme gelmektedir: Asalak finansman - kapitalimiz bu projeyi sonuna kadar götürebilecek mi? Bu projeyle ne amaçlanmaktadır?
Hatırlanacağı gibi Türkiye kırlarında ilk büyük dönüşüm 1950-60 döneminde yaşandı ve bunun hızıyla bugüne kadar gelinebildi. Finans-kapital o gün hangi amaçlarla hareket etmişse, bugün debu kez çok yönelimli bir hdefe varmak istemektedir. GAP ile özellikle bölgenin kırsal kesimine “neşter atılmak” isteniyor. Bununla sermaye birikiminin parababaları için daha üst noktalara çıkarılması, bunun ise en azından rezervde duran bir “can simidi" fonksiyonu görmesi planlanmaktadır. Yapılan hesaplara göre GAP için toplam 9 milyar dolarlık bir harcama yapılacaktır. GAP’ın bunun karşılığında yaratacağı gelir yılda 2 milyar dolardır. -Şimdiki dolar değeriyle 4 trilyon ki bu Türkiye’nin şu anki yıllık milli gelirinin %7’sine denk düşüyor- Bu ise tüm projenin bitirilmesi halinde sağlanacak gelirdir. GAP'ın tamamlanması ve tüm noktalarının harekete geçirilmesinin 20-30 yılı alacağı düşünülürse, projenin kendini amorti etmesinin uzayacağı anlaşılmaktadır. Bu ise akla finans-kapitalin bu kadar uzun süre “sabredip sabredemeyeceği" sorusunu getirmektedir. Onun, bugün içine girdiği yeni bir sermaye birikimi krizi projenin uzamasına yol açarken, asalaklığı ile bir an önce vurgununu vurup palazlanma niyeti de sabredilemeyeceği kanısını güçlendirmek- tedir. Yeni girilen sermaye birikimi krizi - 1987’ler ortasından itibaren- projenin finansmanını zorlaştırmaktadır. Projeler ara
sında senkronizasyon-eşgüdüm ve koordinasyon yoktur. Yukarıda da değindiğimiz gibi proje kör-topal gitmekte ve birinin tamamlanması halinde bile -Örneğin Atatürk projesi- diğerlerinde önemli gelişme kay- dedilemediği için hedefin tutturulması zorlaşmaktadır. Öyleyse, GAP’ın bir “anarşi” içinde yürütülmesi, finansman zorlukları finans-kapitalin nitelikleriyle birleşince “sonuna kadar götürülebilecek mi?” sorusunun yanıtı bugünkü verilerle büyük olasılıkla hayır olmaktadır. Finans-kapital yönetimindeki GAP. önünde sonunda önceki deneylerinden de anlaşılabileceği gibi üretici güçlerin büyük yıkımı pahasına gerçekleşebilecektir -eğer sonuçlanabilirse!-
Yine projeyi hazırlayanların varsayımlarına göre GAP'ın realize edilmesiyle bölgeye 40 bine yakın traktör girecektir. Bu ise bölgedeki 85 Sayımlarına göre bulunan 16 bin civarındaki traktör sayısının yüzde 250 ’lik artışla 56 bin adet civarına çıkması demektir. Bunun yaratacağı ilk etki ilkel sermaye birikmiinin, yani kırların ıssızlaşması sürecinin hızlanmasıdır. Yani zaten had safhada olan mülksüzlük-topraksızlık daha da artacak, emek-güçlerini bir meta gibi satmaya hazır kitlelerin sayısı milyonları bulacaktır. Zaten hedeflerden biri de budur. Kapitalistleşme sürecinin hızlanmasıyla ortaya çıkacak milyonlarca emek-gücünü satmaya hazır proletarya nasıl istihdam edilecektir? Şehirlerde kurulacak fabrikalarda mı? Hayır. Finans-kapital bunu da şimdiden düşünmüştür. Milyonlarca proleter kırsal alanda: Latin Amerika’da yıllardır varolan büyük tarım plantasyonları- Latifuandalarda çalıştırılacaktır. Buralarda üretilecek sınai bitkiler, yine İstanbul, Ankara, Adana gibi metropollerde kurulu bulunan veya daha sonra kurulacak fabrikalarda kumaşa, yağa, elbiseye, sigaraya, ete, kısacası tarıma dayalı sanayi kuruluşlarında işlenip satışa sunulacak ve ikinci olarak da ihraç “edilecek”
Latifuanda kurulması öncelikle toprakta büyük merkezileşmeyi gerekli kılmaktadır. Bunun da şimdiden ipuçları ortaya çıkmıştır. Finans-kapitalistlerimiz: Sabancı, Yaşar Holding, Çukurova Holding ve diğerlerinin bölgede büyük çapta -tabii sansasyon olmasın diye başkalarının adıyla toprak satın almışlardır. Bugün metrekaresi çok düşük olan bu topraklar, deyim yerindeyse neredeyse bedavaya kapatılmaktadır. “Finans-kapital latifuandalar için zorunlu olan böyle bir toprak merkezileşmesine giderken, bölgedeki yerli egemenleri de hesaba katmak; aşına onu da ortak etmek zorundadır. Tabii yerli egemen aşın kendisini değil, “artığını” alacaktır. Toprakta merkezileşmeye gidilmesi, az önce de belirttiğimiz gibi kırlarda mülksüzleşmeyi arttırabilecek, ortakçılık yerine kiracılık ilişkilerinin geçmesine olanak tanıyabilecektir. 30 yıla sığdırılması düşünülen -Ne kadar kısa!- bu süreç kırsal alanın kendi içinde bir dönüşüme gitmesi anlamını taşır. Peki finans- kapital 1950-60’lı dönemde kıra neşter
atarken ki rahatlığını bu kez bulabilecek midir? Hayır, bin kez hayır! Çünkü aradan geçen yaklaşık 40 yıl içinde özellikle bu bölgenin kırlarında mülksüzleşmeye çok hızlı ve yüksek seviyede “tepki gösterebilecek” olgular vardır. Burada bir araştırmadan (Murat Şeker - Güneydoğu Anadolu Projesi) kısa bir alıntı yaparsak:
“... Toprak sahibi olmayan işçiler, bir seçim olduğu takdirde, kimsenin yardımı olmadan kendiliklerinden oy vermeye gideceklerini belirtenler arasında en yüksek oranı belirgin biçimde göstermektedirler. En yüksek oranda oy veren işçiler de yine topraksız işçiler arasından çıkmaktadır. Seçimlerde kime oy vereceklerine karar verirken kendi başlarına hareket ettiklerini (abç) belirtenler de topraksız tarım işçileridir. Geleneksel köylülükten ayrılma ve modernleşme yönünde bir gösterge olarak böylesine bir değişim incelenmeye değer bulunmuştur...” (syf. 101-102)
Bu alıntı, proleterleşen kitlenin tutumunu göstermesi açısından çok önemlidir. Topraksız köylüler -proleterleşmeye başlayan “köylüler- sosyolojik olarak bir proleterin tavrına yakınlaşmaktadırlar: Kendi kararıyla tavrını belirleme, kararda bağımsızlaşma. Görünürde, burjuvazinin seçimlerinde bu kitlenin oy kullanması çok önemli gelmeyebilir. Oysa, tavırdaki bağımsızlaşma bir ilk adımdır. Bir de 1980’li yıllardan beri kamuoyunu işgal eden Doğu sorununun bu olguyla nasıl içiçe geçebileceğini düşünürsek, artık sosyal devrimler rotasına oturan üretici güçlerin gelişiminin, ulusallık bağlantısının nasıl PROLETARYA kanıyla besleneceği açığa çıkmaktadır. Bu gerçeklik GAPın “dağ fare doğurdu” misali gelişmelere gebe olduğunu göstermektedir.
GAP’da üzerinde önemle durulması gereken konu esasında budur! Böylesine bir gerçeklik finans-kapitalin haliyle uykularını kaçıracaktır. GAP iki ucu da keskin bir kılıç gibidir. Neresini çevirse yok edecek bir kılıç! Bir taraftan GAP’ın realize edilmesinin yaratacağı ürkütücü tablo, diğer taraftan sermaye birikiminde bir üst sınıra varmak isteği, ama bunun önündeki engeller.
Bunların yanı sıra, Dicle ve özellikle Fırat’ın suyunu finans-kapitalin tutması ileride Ortadoğu’da başgösterecek susuzlukta “çatışma zemini” yaratabilir. En son Suriye ile yapılan anlaşma gereği, Atatürk Bara- jı’ndan belli miktarda su sürekli olarak bırakılacaktır. Ama bunlar uluslararası sınıf çatışmasının odak noktalarından biri haline gelen bölgede önümüzdeki günlerin getirecekleriyle garantide değildir!
Son olarak, GAP’ın varsayılan sonuçla- n arasında yer alan üretim artışının nasıl pa- zarlanacağı sorununa bakalım. GAPla hem elektrik önerjisi hem de özellikle sınai bitkiler üretiminde önemli bir artış varsayılmaktadır. Şu anki Türkiye toplam tüketiminin çok üstüne çıkacak elektrik enerjisi üretimini parababaları ne yapacaktır? Milyonlarca tonu bulacak pamuğu hangi tekstil fabrikalarında daha fazla işleyebilecek, bütün üretim artışını hangi fabrika ve mekanizmalarla “değerlendirecek”? Peki ihracat ne güne durmaktadır?!..
Sadece tütün, pancar ve pamuğun uluslararası piyasalardaki durumuna bakalım. “Tütünde, asıl tüketici olan gelişmiş ülkelerin tüketimleri yaklaşık yılda yüzde 0,12 azalmaktadır. Buna bağlı olarak 1970’te metrik tonu 2706 ABD Doları olan tütün fiyatları günümüzde 1700 dolara kadar düşmüştür. Dünya BAnkası 2000 yılında tütünün 1750 dolarlık bir fiyatın altında olacağını varsaymaktadır.
Şeker fiyatları 1970’te 22 dolar/metrik tondan günümüzde bir ara 90 dolar olmuş ve giderek 150-160 dolara yükselebilmiş-
Devamı 45. Sayfada
UNIVERSITE veEĞİTİM ÇIKMAZI
*
Nevruz ÇAĞLAR
A- GirişToplumu sekiz yıldır cenderesine alan
gericilikten beslenen ve kaynaklandığı gericiliği besleyen bir ucube var: YÖK. Üniversite sorununun başveren çıbanı bu. En son yapılan gençlik “şürası’nda yaşanan olaylar üniversite sorununu iyiden iyiye gündeme sokmuş bulunuyor. Türkiye’nin kaderini bağlayan Gordiyom düğümlerinden biri bu. Çok bilinmeyenli toplum denkleminde üniversite probleminin kendisiyle bağlantılı diğer değişkenlerle birlikte ele alınıp yerli yerine oturtulması gerekiyor.
Bundan yaklaşık 20 yıl önce. 28 Ekim 1967 günü DTCF Öğrenci Derneği Kongresinde konuşan dernek başkanı Celal Kargılı sorunları şöyle sıralıyor: "... aydın işsizliği sorunu, eğitim çıkmazı ve üniversitenin gerçek mihrakına oturmasında...” Şu kadar yıl sonra değişen pek fazla birşey yok. Dikkat çekilen herüç sorun bütün yakıcılığıyla hâlâ varlığını koruyor. Bizce “üniversitenin gerçek mihrakına oturmasında” eğitim çıkmazının aşılması zorunlu.Hele hele sorunu tek boyuta indirgeyen son birkaç yılın temcit pilavı “demokratik-üniversite”nin anlaşılmasının ve aşılmasının tek yolu eğitim sorunun anlaşılması.
Sekiz yıllık tahribatın tozu durm nı arasında. olayların görünümü ardıncaki gerçek nedenleri es geçmek moda haline gelmiş bulunuyor. Siyasi iktidarların, hele hele askeri darbelerin dışında, hiç kimsenin dokunmadığı ve kimseye dokunmayan bir özerk üniversitenin yeşerebileceği sivil toplum veya ulusal uzlaşma sağlamış bir toplum sevgili profesörlerimizin ve demokrasi (!) güçlerimizin eylül renkleriyle bezenmiş en tatlı rüyası artık. Boşverin toplumu, özerklik verin, hocalara dokunmayın yeter. Özerklik deyip günde beş kez yere kapaklanıyorlar. Bilim, insan kişiliği, çağdaşlaşma bu feryatlarla boğulup güme gidiyor. Bütün sorunu, toplumun çözümsüzlüğünün sırtına binen eğitim çıkmazı kamburunu, sihirli bir özerk sözcüğüyle gidermeğe çalışmak zavallılığın ifadesidir. Bu sihrin mistik dumanından sıyrılabilenler şimdilik parmakla sayılıyor.
Parmakla sayılanlardan biri gerçeği çok çarpıcı biçimde dile getiriyor. “Biz PROFESÖRLER. tıpkı bizden öncekiler gibi, bilgisiz. bilinçsiz ve yetersiz yönlerimizle her kötü gidişe daima seyirci, her haksızlığa daima omuz silkici. her haysiyetsizliğe daima boyun eğici bir zihniyetin temsilcileriyiz. Gerçek AYDIN yetiştirmek şöyle dursun, fakat toplumumuzun yazgısına egemen olan sınıflarla birlikte sömürü düzenini sürdürmeyi daima doğal bilmişizdir. Gün görmüşlüğümüze. genellikle yabancı diyarlardan diploma edinmişliğimize rağmen çoğunluğumuz itibarıyla ortaçağ kafasını terk etmemiş. ulusal benlik nedir öğrenememişizdir. Ülkemizin yüzyıllar boyu hiç bitmeyen, gi
derek büyüyen geriliklerine, çilelerine, akılcı bir çaıe bulmayı becerememiş, sürüklendiğimiz felaketi görmemişizdir. Oysaki bizle- re bunu artık öğretecek ve gösterecek bir ders gerek: suçluluğumuzu belirtecek bir kötek gerek, kısaca tam bir şok tedavisi gerek...” (1)
Profesörlerimiz bu köteği eylülde misliyle yediler. Ama asıl onları kendine getirecek olan halkın devrimci köteği olsa gerek. Şu yakınmaya bakın: “Üniversite mensubunun kaderi bu mudur? Ya terör ve şiddet açısından birtakım katiller sizi öldürecek veya öyle bir yasa çıkacak ki size güvenmeyecek’ (2) Sorası geliyor insanın, bu katillerle yasayı çıkaranlar aynı zümrenin çıkarlarını savunan gericiler değil mi? Gericiliğin kurşunlarına göğüs germeden, bir milim bile yol alınamayacağının anlaşılması gerekiyor. Gerçek bir çözüm bulabilmek ondan yana olmak, makaleler furyasıyla üniversite dışında bozgun havası çalmaktan daha fazla özveri ve gözüpeklik gerektiriyor. Bu özverinin ölçüsünü gereklerini ortaya koyacak olan herşeyden önce eğitim çıkmazının nedenlerini görme gösterme ve karşı koyma cesaretidir.
B- Eğitim, İşlevi ve Kısaca Tarihsel Gelişimi
Çokça tekrarlanan bir söz var. “Eğitim üretim içindir” Üretimden insanın yaşam faaliyetinin bütününün anlaşılması koşuluyla bu tanım kabul edilebilir. Tabii üretim tarzının hangi sınıfın çıkarını yansıttığını da belirtmek gerek. Basit bir ekonomik işlevin yerine getirilmesi için verilen eğitim biçiminde bir yanlış anlaşılmayı bertaraf etmek için şöyle bir tanım geliştirilebilir. Eğitim, belirli bir tarihsel kesitte, daha önrekj k uşak la rın biriktirmiş oldukları kültür mirasına doğan bireyin, toplumsal rolünün gerektirdiği dii- şünce ve davranış sistemlerini edinmesidir. Başka bir deyişle ö iü kendini çevreleyen toplum salilişkilerin toplamından başkâ~6ir- şey olmayan insanın, bu özü "kazanması- dır. Burada eğitimin nitelik ve niceliğine bağlı bir bilgilendirme söz konusudur.
Eğitim olgusu toplumsal örgütlenişin veya üretim biçimlerinin değişimi ile paralel bir gelişmi gösterir. Toplum biçimlerinin peş- peşe zincirlenişi içinde hem içerik hem de kabuk değiştirir, insanın hayvanlıktan çıkışı eğitimin başlangıcı sayılabilir. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran üretim faaliyeti ve ona bağlı özellikler, taklit, deneme- yanılma gibi basit yöntemlerle de olsa kuşaktan kuşağa öğrenme ile geçerler. Ve bu yöntemler, insanın insanlaşması sürecinde daha özel biçimler alırlar. Ama yazının ortaya çıkışına dek çok fazla bir değişimden söz etmek mümkün değildir.
Yazıyla başlayan değişimi şöyle özetle
mek olanaklı. Nüfus artışı, işbölümü, üretim araçlarının gelişimiyle bütün dünya yüzünde ilk kentler ortaya çıkar. Mezopotamya ve benzeri birkaç bölgede eşzamanlı oluşan koşullar yerleşik toplum lara ve devletin oluşmasına olanak verirler. Artık toplum yönetenler ve yönetilenler olarak ikiye bölünmüştür. Yöneticiler Tanrı-krallardır. Kentin ortasında yer alan tapınakların efendisi onlardır. Tapınaklara sunak olarak akan artı-ürünün hesabı tapınak rahiplerince tutulur. Ve rahipler ihtiyaç sonucu rakkam sistemleri ve yazıyı geliştirirler. Üretim temelindeki bu bölünme yüzyıllar boyu zihinsel iş ile bedensel işin ayrılmasına neden olacaktır böylece. Rahiplerin ve daha ötede eğemen sınıfların yüzyıllarca bilimi, sanatı, yazıyı tekellerinde tutmaları kafa-kol emeği ayrılığı biçiminde yansır. Bu ilk bölünme örgün eğitimin- okul içi- ilk nüvesi olur. Böyle sınıflara bölünmüş toplumlarda bireyin sınıfsal konumu ne öğreneceğini belirler. Örneğin köle önce itaat etmeyi, sonra çalışmayı, efendi hükmetmeyi, aylaklığı, açlıktan ölse bile çalışmayı horgörmeyi öğrenir.
Eğitim işbölümünün yarattığı bu korkunç uçurumun yönetenler tarafında kurumlaşmaya başlar. Çağdan çağa sınıfların veya' toplumsal düzenin ideolojisini yayar. “... üretim ilişkilerinin bütünü, toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. Bu gerçek temel üzerinde hukuki ve siyasi bir üstyapı yükselir; ve bu üst yapıya denk düşen belirli toplumsal bilinç biçimleri doğar...” İşte eğitim hem bu üstyapı içinde yer alır, hem de bu toplumsal bilinci üretip yayar. Burada ailenin de bir eğitim kurumu olduğu ayrıca vurgulanmalıdır. Antik çağda felsefe okulları, egemen sınıfa örgün eğitimi bir hak olarak sunarlar. Geliştirilen toplumsal düşünce sistemlerinin site yaşamını aşamaması maddi yaşamın belirleyiciliğini gösterir. Bu eğitim egemen sınıf içinde demokrasinin ve hoşgörünün gelişmesine olanak verir ama Platonu öldürmeyip sürgüne gönderecek kadar. Ortaçağda kilise ve medreseler eğitimi tekellerinde tutan kurumlar olarak gözükürler. Yaptıkları dini eğitimdir ve eğitimin yöntemi deyim yerindeyse kutsal kitaplardan kıldan yağ çıkarırcasına yorum çıkarmaktır. Yine de bilgi birikimi sağlamaları, bilgiyi sınıflayıp korumaları bir sonraki aşamaya zemin hazırlar. Eğitimin iyiden iyiye yaygınlaşıp örgünleşmesi kapitalizm tohumu Avrupa karasına düşünce başlar. Bütün bu çağlarda oluşan örgün eğitim kurumlarının. yani okul vb. kurumların ilk işleri varolan üretim ilişkilerini sistemleştiren yönetim biçimine kadro yetiştirmek olmuştur. Bu bizzat sınıflı top- lumların olumsuzluğudur. Eğitime sadece kadro yetiştirme mantığıyla yaklaşmak insani özün yitirilmesine yol açabilir. Sonuçta elde bir avuç seçkin kalır. 31
32
C- Kapitalizm ve EğitimPazar için üretim yapma zorunluluğu
üretimin genişletilmesini zorunlu kılar. Yeni üretim teknikleri geliştirmek, ürünlerin maliyetini düşürmek isteği bilimleri bütünüyle uygulama alanına sokarak, bilimin gelişimine önayak olur. Üretim bilimle içi- çe geçeı ve bireyi boyunduruğuna alan karmaşık süreçler dizgesine dönüşür. Kapitalizm meta üretimini alabildiğince geliştirir. Bunun sonucu sınıflararası çelişkinin en gelişkin en olgun en soyut biçimini almasıdır. Öyle ki. bireyler arası ilişkiler metalararası ilişkiler biçiminde görünür artık.
Bu başdöndürücü gelişme eğitim alanına da yansır. Yeni tekniklerin kullanılabilmesi için kapitalistler işçiyi eğitmek zorunda kalırlar. Şu üç gereklilik yaygın örgün eğitimi doğurur kapitalizmde. Daha fazla kâr elde etmek güdüsüyle emek verimliliğini artırmak için emeğin uygun hale getirilmesi. Emeğin korunması ve sürekliliğinin sağlanması için proleter ve çocuklarının eğitimi. Ve bütün egemen sınıfların sömürüyü perdelemek için yaptıkları, kendi ideolojilerinin yığınların beynini dumanlaması için eğitim.
Cehalete savaş açılır böylece. Değişik eğitim akımları ortaya çıkar. Aydınlanma çağında çocuk eğitim açısından yeniden keşfedilir. Russo’nun Emil kitabıyla. Ulusal eğitim, devlet için eğitim, birey için eğitim gibi yaklaşımlar doğar. Giderek eğitim yaşı küçülür. Anaokulları açılır. Eğitim daha önceki toplumlara oranla daha ileri ve gelişkin bir kurumlaşma gösterir. Artık bu noktada, okul içi ÖRGÜN eğitimle, yaşam içinde eğitilmek arasındaki ayrılık bütünüyle su yüzüne çıkar. Bu ayrılık kimi zaman okul öncesi, okul dışı ve sonrası eğitimi, eğitim sorunundan yalıtma yanlışına yol açar. Oysa birey okul öncesi ve sonrası verili kültürün dolaysız biçimlendiriciliği altındadır. Ve sorun insanlığın kültür mirasından nasıl ve ne oranda pay alındığıdır. Bu oranı belirleyen. bu yanılgıya yol açan temel gerçek ise yine şu bedensel ve zihinsel emek arasındaki farktır. Yaşadığımız burjuva düzeninde bu ayrılığın aldığı biçimin kavranması ve eğitimin köklü bir eleştirisi üretim ilişkileri zemininde yükselen insanın yabancılaşması olgusunun anlaşılması ile olanaklıdır. Ve böyle bir eleştiri eğitim çıkmazının temel nedenlerini gözler önüne serebilir.
YabancılaşmaBurjuva toplumda üretim araçları karşı
sındaki konumlarından ötürü iki sınıf doğar; üretim araçlarının sahibi olan, bundan ötürü zihinsel eğitim gören burjuva sınıfı ile, kolgücünden başka satacak birşeyi olmayan bedensel işgören ve eğitimi gördüğü bedensel işin sınırlarını pek aşmayan işçi sınıfı.
İşçi yada tek tek bireyler kapitalist üretim koşulları altında gerçekte diğer bireylerle ortak faaliyetinin ürünü olan toplumsal ilişkilerin nesnesine dönüşür. İşçi yarattığı ürüne burjuvazinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetinden ötürü sahip çıkamaz. Emek ürününe yabancılaşır, onun boyunduruğuna girer. Üretimin mekanikleşmesi işçinin yaşamı boyunca tek makinaya bağlı, tek işin, tek parçasını yapmak zorunda kalışına yolaçar. İşçi gerçekte kendi birikmiş emeğinden başka bir şey olmayan makina- nın basit bir ekine dönüşür. Kapitalizm, işbölümünü o denli geliştirir ki, üreticinin bireysel yetenekleri değersizleşir ve üretim insancıl bir faaliyet olmaktan çıkarak işçinin yaşamını söndürmek için katlandığı bir angaryaya dönüşür. Üretim yaşamın amacı olacak yerde, yaşamı sürdürmenin aracına dönüşür. İşçi için yaşam işgünü bitince başlar. Günlük çalışmasını yaşamdan say
maz."’... aşırı çalıştırma, emekçiyi bir dolap beygirine (abç) çevirme sermayeyi çoğaltmanın ya da artı-değer üretimini hızlandırmanın bir aracıdır. Bu ekonomi daracık ve sağlığa zararlı yerlere işçileri üstüste yığmaya ya da kapitalistin diliyle, yerden tasarrufa;... kadar varır. Üretim sürecini, işçi için insani, zevkli (abç) ya da hiç değilse dayanılabilir hale getirmek için gerekli koşulların ve önlemlerin hiçbirinin yerine getirilmediğinin burada sözünü bile etmiyoruz. Kapitalist açısından bu tamamen yararsız ve anlamsız bir israftır. Kapitalist üretim biçimi genellikle, bütün pintiliğine karşın, kendi insan malzemesi konusunda çok hovardadır...” 4 Kapitalizmin işbölümünü geliştirip korumasından dolayı işçi sadece zihinsel, duygusal ve moral bakımından değil, bedensel bakımdan da tek yönlü gelişir. Bundan ötürü doğayla bağ kuramaz olur. Doğa kendisi için bir araştırma. sanat, üretim nesnesi olmaktan çıkar. Kendisi üzerinde egemenlik kuran karşı koyulmaz bir güce dönüşür. Sanatın işçi için erişilmez bir lüks olması en basit sıradan kanıttır. İşçi kendi özüne yabancılaşır. Yaşam kendisi için boş, çekilmez, anlaşılmaz bir olgu olur. Çünkü üretim sürecine egemen olacak yerde, o sürecin egemenliğinde basit bir dişlidir sadece. Pazarda alınıp satılan maldır başka bir deyişle. Yanı sıra işbölümü üretim sürecinde nesnelleşen doğal, toplumsal, tarihsel vb. yasaların kavranmasını engelleyerek de bireyin yabancılaşmasına katkı da bulunur.
Kapitalizm sadece yönetilenler katında yaratmaz bu tahribatı, karşı uçta da farklı bir yabancılaşmaya yol açar, “işbölümü egemen sınıf içinde de zihinsel iş ile maddi iş arasındaki bölünme biçiminde kendisini gösterir, öyle ki bu aynı sınıfın içerisinde iki ayrı bireyler kategorisi olacaktır.” 5. Ve sınıfın aktif üyesi olan kapitalist zihinsel işini teoriye erebilecek yetenekte olana ıs- marlayacaktır. Böylece kendisi tam asalak bir rantiyere dönüşecek, üretimi örgütlemek işlevini yitirip insani özüne yabancılaşacaktır. Sınıfın ideoloğları da yığınlara, topluma yabancılaşacaklardır. İşte örneği Auguste Comte. “Cismani iktidar diyor düşünürümüz, pratik planda yetkilerini ispatlamış olan sanayii şefleriyle bankacılarda toplanmalıdır; tinsel iktidarın sahipleri ise bilginler ve bilginler arasında sosyoloğlar- dır”. 6 Devam ediyoruz. “Proleterlerin toplumsal görevlerinin ve kişisel özdeğerleri- nin temel koşulu, şeflere bağlılıktan kaynaklanan ve saygınlıkla soyluluk kazanan sürekli bir itaat duygusudur” 7 Comte’un bu görüşleri kapitalist toplum gerçeğinin kutsanmasından başka birşey değildir. Bir yanda insana ve insanlığa yabancı bir elit, diğer yanda dolap beygirine çevrilmiş ve kendisinden itaat beklenen yığınlar.
Eğitimin üstleneceği görev tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Yabancılaşmanın aşılma aracı olmalıdır eğitim.
D- Eğitim Hedefi: Emeğin İnsancıllaşması
İnsana yabancılaşan emeğin insancıllaştırılması, insani özüne kavuşturulması çö- zer sorunu. İlk elde bireyin kendi emek ürününe eğemen olabilmesi gerekir. İnsanın emek ürününe sahip olmasını engelleyen özel mülkiyetin kaldırılması, bireylerin kendi ortak faaliyetlerinin bilincinde olmalarını sağlayacak bir düzen gerekir.
Kapitalist toplumun atomu olan aileden başlayan köklü bir dönüşüm insanı geleceğine götürebilir. Sosyalizm çözer tüm çelişkileri. Sosyalist üretim koşulları altında eğitim emeğin insancıllaşmasında rol alabilir. Bu koşul-sağlanamadığı müddetçe, kollektivist eğitim akımlarından etkilenerek
kendi ülkelerindeki eğitim problemini benzeri yöntemlerle çözmeye çalışan kapitalist ülkelerin çözümsüzlüğüne varılır. Örneğin iş içinde eğitim ilkesi kapitalizme iş için eğitim biçiminde geçer ve dar bir pragmatizme düşülür. Veya öğrencinin yaratıcılığının geliştirilmesi, öğrenci üzerindeki tüm denetimin ve amaca yönelik eğitimin ortadan kalkmasına, nihilizme varır. Bütünselliği içinde ele alınmayan sorun daha da çetrefilleşir. Eğitim problemini varolan üretim ilişkilerinden soyutlamak, iktidar sorunu olmadığını düşünüp savunmak, akıntıya kürek çekmektir.
Emeğin insancıllaştırılmasının temel koşulu üretim sürecinin sonucu olan işbölümünün aşılması, kafa-kol emeği arasındaki uçurumun ortadan kaldırılmasıdır. Yanısı- ra iş güvenliği sağlanmalı, işgünü kısaltılmak, sağlık önlemleri alınmalı, sık sık işyeri değiştirilerek işçi makinanın tahrip edici etkisinden kurtulmalıdır. Fabrıka’da üretim süreci planlanarak işçinin denetimi sağlanmalıdır. Böyle bir temel politeknik eğitime olanak verir ve politeknik eğitim böyle bir temelin kurulmasının başkoşullarından biridir.8
Sayılanların yerine getirilmesinde poli- teknık eğitimin büyük rolü vardır.
Politeknik eğitim emeğin insancıllaştırılmasının pedagojik aracıdır. Politeknik eğitim işe yönelik eğitimle, zihinsel eğitim ve bedensel eğitimi birleştirerek kafa kol emeği arasındaki uçurumu kapatmaya zemin hazırlar. Üretim sürecinde nesnelleşen, doğal, tarihsel, toplumsal, ekonomik vb. yasaları kavratarak işbölümünün aşılmasını sağlar. Söz konusu olan bireyin heralanda bilgiçleşmesi değil, değişik üretim süreçlerinde nesnelleşen yasaları kavrayabilecek genel bir eğitim almasıdır. “... Sistematik ve temelli biçimde kazanılan eğitim, gerçekten daha sonra her insana, kendini çağdaş (abç) olarak yetiştirme olanağı sağlamaktadır. Bu kişisel bilgiyi sürekli değişen koşullar, işyeri, toplumsal, teknik ve bilimsel yaşamın değişebilirliği açısından kişisel nitelikleri artırmak yeteneğini ve olanağını dile getirir.’"Politeknik eğitim bireyin meslek değiştirmesine zemin hazırlayarak onu tekyönlü gelişmeden veya diğer yeteneklerinin körelmesinden korur ve çokyönlü gelişimini sağlar. Üretimin insanı makineleştirmesinin üstesinden gelir böylece. İşgücünün kısalmasıyla doğan boş zamanın verimli, insancıl bir biçimde harcanmasını sağlar. Değişik eğitim dallarının sentezi, iş güvencesi, iş sağlığı konusunda bireyin bilinçlenmesini sağlar ve ona üretim sürecini denetleme olanağı verir. Eğitim sürecinde öğrencinin yönetime katılması bu ya- ratacılığa katkıda bulunur. Politeknik eğitim kendi iç örgütlülüğü ve mantığıyla bireyi yaratıcı kılar. Politeknik eğitimin iç mantığı belirli bir plan uyarınca- ki bu eğitim planlı ekonomiye yani sosyalizme dayanır- bir mantıksal sıra içerisinde, zorlukların basamak basamak yükseltilmesi temelinde yükselir. Politeknik eğitim sadece teknik eğitim dallarını kapsamaz, doğa- matematik ders dallarıyla, tarihsel- hümanist ders dalların; sentezleştirir. Birey sınıf dersinin yanı sıra atelyede, labaratu- arlarda ve oluşturulan üretim-hizmet birimleri içinde eğitim görür. Bu üretim-hizmet birimleri bireyin küçük yaşlarda toplumsal açıdan yararlı iş yapmasına ve bireyin kendini toplumun bir üyesi olarak algılamasına neden olurlar. Böylelikle sınıflı toplumda okulla yaşam arasında doğan karşıtlık ve yabancılaşma aşılarak, öğrenci saksıda yetişen çiçek olmaktan kurtulur. Okul yaşama yaklaştmlır. “Okulun yaşama yaklaş- tırılması, çocuk ve gençlere teknikte nesnelleşmiş doğa yasalannı, teknik tarafın-
dan biçimlendirilen toplumsal ilişkileri ve çağdaş toplumun ekonomik hareketliliğini. bulup ortaya çıkarma olanağısağlar.”10
Burada sadece kapitalizmin insan kişiliğinde yarattığı tahribatın ve eğitim çıkmazının temelinde yatan çelişkiyi seçeneğiyle birlikte kısaca belirtmekle yetindik. Ülkemizin orjinal gerçekliği içinde sorunun aldığı biçimleri ve bu temelde yükselen üniversite problemini irdeleyeceğiz şimdi de.
E- Kendi Gerçekliğimiz ve Eğitim
Bizde eğitim sorununun aldığı biçimleri anlayabilmek için şu iki gerçekliği vurgulamak gerekli: Sosyo-ekonomik yapımız veya geri üretim koşullarımız ve emperyalizmle ilişkilerimiz.
Osmanlı İmparatorluğunda semiren tefeci-bezirgan sermaye, devleti haraca keserek ve üretimin gelişiminin önüne set çekerek, toprak ekonomisini çökertir. Başlangıçta tüm Müslümanların malı olan toprak özel mülkiyete aşırılır, toprak gelirlerini ele geçiren tefeci - bezirgan, eşraf - ayan - mültezimler ayni rantın nakdi ranta dönüşmesini engelleyerek kapitalist ilişkilerin serpilip yaygınlaşmasını engeller. Karikatürlerimizde üstü fraklı altı şalvar çarıklı girişim gücünden yoksun bizim bize benzeyen burjuvazimize dönüşen bu tefeci- bezirganlar, kapitalizmin yavaş, kahredici, sancılı gelişimine neden olur.
Bu arada Avrupa’da kapitalizm alabildiğine gelişir, sınırlarının dışına taşar kendine yeni pazarlar arar. Marks’m kapitalizm için öngördükleri, emperyalizm olgusuyla dünya ölçeğinde belirir ve modem toplumdaki emek sermaye çelişkisi sömüren emperyalist ülkelerle, sömürülen geri üretim ilişkilerine sahip ülkeler arasında, uluslararası planda ortaya çıkar. Bu olgu kaçınılmaz olarak Osmanlı İmparatorluğunu ve sonrasında Cumhuriyet Türkiyesini etkisine alır. Osmanlı çökkünlüğü içinde emperyalizme sarılıyor ve emperyalizm hazretleri payitahta taht kurar. Ve kendisi gibi asalak. gerici tefeci-bezirgan sermayeyle üstüs- te biner.
Eğitimin modernleştirilmesi denemeleri işte bu koşularda başlar. Çöken imparatorluğun ölümüne ilaç olarak sunulur. Ama kapitalizmin kendisinden bile, onun az gelişmişliğinden çekilenler çekilemez. Ve sosyo-ekonomik yapıdaki bu sancılı, kahredici yavaş gelişim olduğu gibi eğitim problemine de yansır.
Bizde modern anlamda eğitim ıslahat hareketleriyle başlamış olsa gerektir. Bath nın nesnel koşulları din kurumlan dışında laik eğitim kurumlarının oluşmasına ve gelişmesine zemin hazırlarken,- Osmanlı İmparatorluğu bu sürecin dışında kalmıştır. Fakat özellikle yönetici kadroda bu eğitim eksikliği şiddetle gözlenebiliyordu. Zaten ordu ve donanmaya subay ve memur yetiştirmek için 1727’den sonra sivil eğitim kurumlan açılmaya başlamıştı”11 İlk ıslahat girişimleri imparatorlukta ordunun taşıdığı önemli rol itibarıyla orduya yönelik olmuş, eğitimin modernleşmesi ordu da başlamıştır. 1908 ve 1923’te ordunun ve ordu mensuplarının oynadığı önemli rol eğitiminin önemini göstermektedir. Modernleşme hareketi zamanla ordunun dışına çıkmış, muallim mektepleri, rüştiyeler, idadiler açılmıştır. Batı benzeri bir gelişim süreci dışında kalmamız, ikiyüz yıl öncesine uzanan bir ikiliğe yol açar eğitimde. Eğitimin Türkiye’de ileri-geri kavgasının göstergesi olduğu söylenebilir rahatlıkla. Bir yanda Ortaçağ zihniyetini kafasından atamamış her yeniliği karşı atakla gidermeğe çalışanlar ve böy- lece kendi konumlarını sağlamlaştıranlar,
diğer yanda Türkiye’nin aydınlaşmasını ve modernleşmesini, isteyenler. Sosyoekonomik yapıda köklü bir dönüşümün olmamasının eğitimdeki sonuçları bu gerçeği anlatır ve gericiliğin egemenliğinin yarattığı tahribatı gösterir. “Ancak medreselerde bir reform yapmaya kimse cesaret edememekteydi... 1908’e dek medreselerde reform gündeme getirilmedi” 12 “1824’den beri ilköğretim için harcanan emeklerin sonucu bu idi. 1934 tarihine kadar 110 yıl uğraşılmasına, milyonlar harcanmasına rağmen, şehirde ve köyde ilköğretim gerçek- leştirelememişti.” 11 Örnekler çoğaltılabilir. Ancak bu iki alıntı. Türkiyede eğitim sorunun kapitalizmin veya sanayileşmenin doğurduğu yabancılaşmadan önce ülkenin sanayileşme sorununun çözülmesini gerektirdiğini gösteriyor. Eğitim açısından bu gerekliliğinin temel nedenlerini şöyle sıralamak olanaklı.
Sanayinin gelişmemesi, bilimin gelişimine ket vurur ve bilim üretilemez olur.
Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun kırlarda olması, kentleşme oranın ilk zamanlarda düşük oluşu ve sonrasında ortaya çıkan çarpık kentleşme veya gecekondulaşma ilköğretimin bir sorun olarak varlığını sürdürmesine neden olur. Kırda tefeci-bezirgan ilişkilerin hakimiyeti ve bunu çözecek olan toprak reformunun engellenmesi, modern tarımın gerektirdiği modern insanı yetiştirecek eğitimi ve eğitim denemesini engeller. Gıdım gıdım gelişen montaj sanayii verilen parçaları biribirleri- ne eklemeyi öğretmek dışında başka bir- şey vermeyen bir teknik eğitim tipi geliştirir. Kurulan teknik liseler, politeknik eğitim kurumlarıyla karıştırılır çoğu kez. Biraz da bilinerek yayılır bu yalan. Oysa ülkedeki teknik liselerde her ayrı bölümde, ayrı bir dalda mesleki eğitim verilir. Politeknik eğitim ise mesleki eğitim değildir. Meslek öncesinde bireye tüm yeteneklerini çok yönlü geliştirme olanağı veren tarihsel- hümanist ders dallarını içeren bir eğitimdir. Türkiye’deki teknik meslek iiselerindeki eğitim sözcüğün tam anlamıyla mono-teknik eğitimdir. “Bu kurumlarda Türkiye’de bağımsız bir üretimi gerçekleştirecek şekilde bir öğretim yapılamaz. Aksine olarak dışa- nya bağımlı bir üretimin bilgileri öğretilir (...) öte yandan Türkiye’de yine binlerce olan makina, mühendis ve yüksek mühendis en basit biçimde bile bir motor üretememek- tedir.”14 Teknoloji üretememek, üniversite hocalarını bile emperyalizmin teknikerlerine dönüştürür. İstihdam olanağı yaratmayan üretim yapısı sokağa diplomalı işsiz döker. Liseyi bitiren büyük bir umutla üniversite kapısına yığılır. “Eğitimin toplumumuz- da sınıflar arasında işleyen ender asansörlerden biri oluşu” 15 sınıf atlama motivasyonuyla bu yığılmaya katkıda bulunur. Bu olanakta'n yararlanan ise üniversite giriş sınavlarına başvuranların % 20’si bile değildir. Çarpık eğitimin ürettiği kalitesiz eleman dönüp eğitimi kalitesizleştirir yine. Öğretmenlik mesleğinin cazip bir meslek olmayışı eğitimin kalitesinin düşmesine yol açar. Üniversite giriş sınavlarında öğretmenlik mesleğine yönelik tercihler son sıraları alıyor. Bilgi seviyesi eğitim sisteminin çarpıklığından ötürü düşük olan öğrenciler zorunluluk karşısında öğretmenliğe yöneliyorlar.” Öğretmen adayları, mesleği ekonomik kazanç, mesleki prestij, toplumu etkileme gücü ve kişisel doyum açısından değerlendirirken öğretmenliğin bugünkü halinden memnun olmadıklarını söylüyorlar.”15. Bütçenin yarısına yakını askeri giderlere harcanırken, eğitime % 15’lik bir pay ayrılır. Ülke içinde çalışma ve kendini geliştirme olanağı bulamayan beyinler emperyalist ülkelere göçerler. Şu rakkamlar emper
yalizmin beyin sömürüsünü açıklıkla ifade ediyorlar. Amerika’da “1985/86 ders yılında mühendislik bilimlerindeki doktoraların % 55’i fizik ve biyoloji bilimlerindekinin yaklaşık dörtte biri yabancılara ait. Ünlü üniversitelerde her dört öğrenciden biri yabancı uyruklu”10 “1968 yılında Türkiye’nin 2243 Doktoru, 975 Mühendisi ve 245 bilim adamı yurt dışında çalışıyordu 17”
Bütün bu gerçeklikler beraberinde tutucu kültürden kopamayışı ve ortaçağ zihniyetinin terkedilemeyişini getirir. Kültür boşluğunun yarattığı çözümsüzlük eğirim çıkmazının aşılmasında önemli bir engeldir. Hele hele eylül faşizminin ne idüğü belirsiz Türk-İslam sentezi saçması bu geriliğin tuzu biberidir. Dipten gelen dalganın sarsıntısıyla ödü kopan finans-kapital, eğitimin yozlaştırılması, kafaların hurafelerle doldurulması ve kendine Haşan Sabah’ın fedailerini aratmayacak fedailer yetiştirme sevdasıyla öğretim kurumlarını ortaçağ örümceklerinin ağlarına terkediyor artık. Kendi çocuklarını özel kolejlerde eğitim, Avrupa standartlarına göre yetirtirmeye çalışanlar halk çocuklarına imam hatip liselerinin karanlığını reva görüyorlar. Eğitim kurumla- rına gericileri dolduruyor, çağa ait modern ne kalmışsa eğitim kurumlarında kapı dışarı ediveriyorlar.
Bu gerici eğitimin yöntemi, kapitalizmin anayurdunda 19 yy.’daki eğitim yöntemidir hâlâ. Emperyalizm tüm asalaklığına rağmen yeni yöntemler geliştirmiş ama biz arkadan nal toplamışızdır. Bütünüyle ezberci, yaratıcı olmaktan uzak, olur olmaz bilgilerin kafalara ansiklopedik bir biçimde yerleştirilmesi ile karakterize bir eğitimdir bu. Ders süreci bütünüyle öğretmenin de- netimindedir. Zorunlu ders kitabı —ki Türk- İslam rezaletiyle doludur artık— ve zorunlu ders programı öğretmenin bu pederşahi konumunu güçlendirir. O “duvardaki tuğladır” Biribirinden soyutlanan dersler kalıplanmış bilgileri aktarıp durur. Ders bütünüyle bir lafazanlığa döner. Ezberci eğitim bilgiyi biriktirir, stabilize eder, sağlamlaştırır, öğrenciyi inekleştirir, ders sürecini monotonlaştırır, okulu yaşamdan koparır, düşünme yeteneğini sıfırlar. Üretimle iç içe, yaşamın gerçeklerini çocuktan saklamayan ve sorunlara sahip çıkmasını sağlayan bir eğitim geçmelidir bu Osmanlı’ya kapıkulu yetiştirmekten kalan molla yöntemi yerine. Böyle bir ilköğretim ve ortaöğretim süzgecinden geçip gelenlerle dolan üniversitelerde evet hocamcı sallabaşların olması kadar doğal ne var. Eğitim sistemimiz sallabaş yetiştiriyor ve eğitim bütünsel bir bakışla ele alınmadığı, seçenekler böyle bir bakış açısıyla geliştirilmediği, üniversite yaşamdan koparılıp farklı farklı çözümler sunulduğu sürece bu böyle olacak. Süreci değiştirmenin koşulu gerçek bir sanayileşme, toprak reformu, emperyalizme bağımlılığa son vermektir. Halkın demokratik iktidarı yapabilir bunu ve bu iktidar yaratıcı çağını bilen, sorunlara sahip çıkan insanlar ister, onlara dayanır.
F - Köy Enstitüleri:Tarihimizde ileri-geri kavgasında politek
nik eğitimin çekirdeği, öntipi sayılabilecek olan ileri bir atılımdır köy enstitüleri. Ve ülke gerçeğinden yola çıkılarak kurulmuş olmanın doğruluğunu taşırlar. Geçmişte olumlu bir örnek olmanın ötesinde geleceğe ışık tutacak bir deneydir bu başarısızlığına rağmen. Hele hele kendi zamanlarında nüfusun % 70-80’nin kırda yaşadığı düşünülürse önemi daha iyi kavranır.
Köy enstitüleri iş içinde eğitim ilkesine göre örgütlenmiş, modern tarımcılığın gerektirdiği insanı yetiştirmeyi amaçlamıştır.
Devamı 45. Sayfada 33
34
12 EYLÜL VE KADIN1980’den bu yana kadın hareketinde
meydana gelen değişimleri anlayabilmek, ancak sekiz yıllık ekonomik, sosyal, kültürel olarak toplumda meydana gelen “dönüşümleri” çözebilmekle olanaklıdır. Çünkü ancak ve ancak bu dönüşümlerle kadın hareketinde başlayan yeni oluşumlar anlaşılabilir. Neden-sonuç ilişkisi içinde kurulan diyalektik ikilem bizi ister istemez buna yöneltiyor. Öncelikle sekiz yıllık dönüşümü anlayabilmek için ana başlıklarla 24 Ocak ve 12 Eylül “kararlannm” tarihi sonuçlarına bir göz atalım:
24 Ocak ve 12 Eylül; başlangıç öncesi ve sonrasında bir sınıfın eseri olmuştur. Türkiye’deki tüm oluşumların ve tarihin mantığının önündeki başbelası asalak fi- nans- kapital daha 1977-78’lerden itibaren Türkiye’de başgösteren “sermaye birikimi krizine” çözümler önermeye başladı. Çok ilginçtir ki, finans-kapitalin sözcüsü TÜSİ- AD, yayınlarında birikimdeki tıkanıklığı giderici çeşitli önerilerde bulunurken, uluslararası finans-kapitalle üst üste düşüyordu. Sermaye, doğası gereği emeğe saldın- sını sadece Türkiye’de yürürlüğe koymadı 1980’li yıllarda... Esasen uluslararası alanda da başgösteren kriz sınıflama anlamında sermayenin topyekûn emeğe “taarruz etmesini” gündeme getiriyordu. Özünde Friedman’m akıl hocalığını yaptığı yeni modelde yine emeğin artı-değerinden toplanan fonların kullanıldığı eğitim, sağlık harcamalarının kısılması ABD ve İngiltere’de de söz konusu olurken bizde taarruzun boyutları daha da ileriye götürüldü: 12 Eylülle finans-kapital tüm alanlarda re- organizasyona gitti.
Artı-değer "üreten mikanizmaların eskimesi finans-kapitalin önüne “artı-değer pastasını nasıl büyütürüm?” sorusunu gündeme getirdi. 1980’lere doğru devrimci dalganın giderek kabarması ve muhalefetin halkın bütün kesimlerine hızla yayılması bu soruyu gündeme getiren asal etkenlerdendi. Kısaca anlattığımız bu temel nedenlerin sonucunda 12 Eylülle varlık bulan ve yürürlüğe giren 24 Öcak kararlan, bugün bakıldığında kısaca şu sonuçlara yol açtı:
• Milli gelir rakamlarına bakıldığında üç kategori olarak sıralanan kâr-faiz-rant, ücret- maaşlar ve tarım kesimi gelirinde büyük bir “alış-veriş” oldu. Kâr-faiz-rant hanesine özellikle maaş-ücretliler hanesinden sekiz yılda yaklaşık 50 trilyon liralık bir gelir transferi yapıldı. Maaş-ücretlilerin yaratılan her 100 liralık değerden aldığı pay 1980’lerde yüzde 45’leri bulurken bugün bu rakam yüzde 15’lere kadar geriledi. Cebimizdeki her yüz liranın 85 lirası parababa- larınm ihracat teşviklerine ya da gene para babalarını desteklemek için devletçe oluşturulan çeşitli fonlara akıyor, çoğunluğun ödediği vergi dilimi büyüyordu.
• İşçi sınıfı, emekçi kesim yoğun sömürü altında ekonomide ve siyasette, hızla “yeni düzene” adapte ettirilmeye çalışılırken, orta kesimler de, 24 Ocak kararlanndan 12 Eylülden hemen sonra nasibini aldı. Bankerlik faciasıyla orta kesimin “fazlalıkları” alındı
• Siyasette ise 1980 öncesinde başgösteren sınıfsal kopuşmaların önüne set çekilip, belli sınıf ve ara tabakalar “kaynaştırılmaya” çalışıldı. “Milletin bütünlüğü” sloganı ile sınıf konuşmalan gizlenmek istendi. Finans-kapitalle işçi sınıf ve
emekçi kesimler arasında derinleşen çelişki ve mücadeleye tüm olayların “dış mihrakların” kaynağı “terör odaklarının” üzerine gidildi. Onbinlerce insan işkence tezgâhından geçirilip, süratle tamamlanan yargılamaların sonucunda idam edilirken, insanlarda kendi konumlarına karşı bir yabancılaştırma politikası göze çarpıyordu.
Finans-kapitalin yeni düzeni kurulurken tüm bu sıraladıklanmızı yapabilmek için çeşitli araçlar kullanıldı. Bunları kısaca sıralarsak; 12 Eylül sahnesinde boy gösteren yeni partiler, YÖK, YHK, Anayasa (her alandaki yeni yasal düzenlemeler), sosyal yaşamda insanlara verilen köşe dönme felsefesi, kitap yakarak-yasaklayarak kültür- süzleşme, arabeske resmi elbiseyi giydirmek vb... Tüm bunların sonucu oluşan depoli- tizasyonla siyaset de artık “tekelleşti” ve beş- on parababasının tekeline girdi. Ancak çok partili döneme geçişle ülkede demokrasinin havasına geri dönülmeye başlandığı ispatlanmalıydı. 12 Eylül’le kapatılan mal varlıkları hâzineye aktarılan tüm demokratik kitle örgütlerinin yerine yenilerinin oluşturulmasına “izin” verildi. Ancak kitle örgütlerinin yasalarla elleri-kolları bağlanmış ve baş ağrıtmayacak hale getirilmişti. İşlevler yerine getirilmeye çalışıldığında ise polisin copu, ‘adaletin pençesi’ demokratik kitle örgütlerinin yönetici ve üyelerinin ensesinde bitmekte gecikmiyordu.
Yeni düzene yeni insan tipleri gerekiyordu. İthalatı “serbest” bırakmakla lüks tüketim alışkanlığını yaymaya çalıştılar. Arsa, altın ve dövizde de serbestliğe giderek herkesi birer “ekonomist”, diğer deyimiyle birer vurguncu, uyanık, asaiak haline geti- reye çalıştılar. Artık devlet baba imajının da yıkılması gerekiyor, bu imaj yıkılırken kamu yatınmlarınm kısılmasına gerekçe oluşturuyordu. “Her şeyi devletten bekleme, kendi okulunu kendin yap” sloganıyla eğitim, sağlık hizmetlerine giden az da olsa paranın parababalarmm hayali ihracatlarının vergi iadelerine gitmesini sağladılar. Ve belki de hepsinden önemlisi “can ve mal güvenliğinizi istiyorsanız, 12 Eylül öncesine dönmek istemezsiniz, değil mi?” tehdidiyle “kaynağın çürümesi,kopuşmanın yeniden uç vermesi önlenmeye çalışıldı.
Bütün bunlar her alanda olduğu gibi kendisini kadın hareketi üzerinde de etkin kıldı. 1980’den sonra kadın hareketindeki büyük dönüşümün anlamını, işte bunlarla birlikte düşünebildiğimiz zaman anlayabiliyoruz. Ancak 12 Eylül öncesinin bugüne bıraktığı kadın hareketi mirası ya da “mirassızlığı” üzerinde durmamız gerekiyor.
Genel bir yaklaşım yapmak gerekirse, bazı hareketlerde başgösteren “kadın kolları” da sonuçta mücadele hattının bir dalı, bir seksiyonu olarak görülüyor ve pratikteki işlevi de bu oluyordu. Bağımsız olarak kurulan yapılar ise ilk elde bağımsızlıklarını yitiriyor, kadın hareketini bağımsız olarak oluşturmak bazı çevrelerce lüks, bazılarınca da geri bir zemin olarak niteleniyordu. Çokça bilinen yaklaşım ise “böylesine sıcak bir mücadele döneminde kendi canını korumak için savaşan kadına, kadın hareketi konusunda propaganda yapmak olanaksızdı” şeklindeydi. Bağımsız bir kadın hareketi geleneğini oluşturmak ve geleceğe miras bırakmak yolundaki adımsızlıklan bir yana bırakıp siyasi çevreler arasındaki kadın erkek ilişkilerine baktığımızda tabular karşımıza çıkmakta. “Bacılık” kadın ve erkek arasın-
GÖKÇE DEMİRdaki ilişkinin boyutlarını belirliyor ve siyasi ilişki gereği insanların evliliklerine ve hatta doğurdukları çocuklara bile kendi inisiyatifleri ile tavır koymaları engelleniyor, müdahale dışarıdan yapılıyordu. Ya da pek çok kadın siyasete bir erkek eliyle bulaşıyor, kadın olduğundan dolayı geri işlerde yoğunlaştırılan kadınlar 12 Eylülden hemen sonra feminist karakterle karşımıza çıkıyorlar.
Bir yanda ye-ralan “teorik yoksulluk”, öte yanda mücadelenin vardığı boyutta bir çok hareketi hazırlıksız yakalaması kadın sorununun bugün olduğu gibi detaylı bir şekilde ele alınmasını engellemişti.
12 Eylül öncesinde kadına saldınsını son derece ve sinsice ve derinden sürdüren burjuva ideolojisi 12 Eylül sonrasında ilk cezalarından birini ailelere, aile içinde doğrudan kadına verdi. Kadına yönelik saldın çok yönlüydü:
• Kadın anne olarak iyi evlât yetiştireme- diği için ceza çekmeliydi.
• Kadın iyi bir ev kadını olarak enflasyon, işsizlik sonucu ağırlaşan geçim koşul- laının tüm yükünü omuzlannda taşımak zorundaydı.
• Kadın, parababalannm aile içindeki tüketim ajanıydı. Çelişkili gibi görünse de sonuçta ürününü satmak zorunda olan kapitalist doğrudan kadına yöneliyordu.
• Kadın ailenin kutsallığının güvencesiy- di ama giderek artan yoksullaşma sonucu sokaktaki vesikalıların sayısı kabarıyordu. Gazeteler evli kadınların geçinebilmek için fuhuş yapmak zorunda kaldıklarını anlatan haberlerle doluydu.
Bunları biraz açacak olursak şunları görürüz. Hazırlanan her 12 Eylül programında tek tek kandırılmış kişiler, gençler toplumsal muhalefetin önünde bir paravan olarak kullanılırken, gizliden sinsice ve nihayet açıkça aileye ve aile içinde anneye fatura çıkarılıyordu. Anneler çocuklarını iyi yetiştirmeyip onlara sahip çıkmıyor; onlar da terör odaklarının maşaları oluyorlardı. Bu faturanın sonucunda ezilen kesimler içinde en çok küçük burjuvazi ideolojik saldırının meyvelerini veriyordu. “Mal ve can güvenliği ve kandırılmış evlatlar” sloganıyla küçük burjuvazinin kaypak, muhafazakâr ve korkak yapısı daha da pekiştiriliyor, emniyet sübabı olan bu sınıfın kadınları yetiştirdikleri çocuklarla sözkonusu sübabın devamlılığını sağlıyorlar.
Genelde anneye çıkanlan faturanın meyvelerini belki hepimiz kendi evimizde, kendi evimizde değilse de yanıbaşımızdaki evlerde görebiliriz! Giderek gericileşen, hatta “oğlunu, kızını ihbar etme” şerefsizliğini bile gösteren anne ve babalar. Bunun temelinde 12 Eylülün uzantısı, ruhu ve korkusu yatıyor. 12 Eylül, uzanamadığı yerlerde kendi temsilcilerini birer birer yetiştirme ba- şansını gösteriyor. Anneler, her evde neredeyse kendi oğlunun ve kızının birer ajanı, bekçisi oluyor. İşte, kadına ideolojik saldırının getirdiği en büyük tahribatlardan birisi buydu..
Ekonomide giderek artan yoksullaşma da kadında ve ailede büyük çöküşlere yok açıyordu. Kadınlar bir yandan başta TV olmak üzere kitle iletişim araçları ile tüketime tahrik edilirken, bakkala-markete-pa- zara gittiğinde “satın alamama” çelişkisi ile karşılaşıyordu.
Daha ucuzunu bulmak için daha çok taban tepiliyor ya da sebze meyve ihtiyacı dö-
külen pazar artıklarından karşılanıyordu. Çünkü kadın, eşiyle ortak kazandıkları ya da salt eşinin çalıştığı parayı yetirmek zorundaydı, bu onun işi idi. Bu çöküşün karşısında öğütler boldu. Gazetelerin kadın köşelerinde yenilenen eskiler ya da sapma kadar yemek yapılabilen gıda maddeleri bilinen adıyla mercimek kampanyalan kadının aile içi düzeni sağlamasında imdadına koşan araçlardı. Ayrıca yeni bir slogan gündeme geliyordu “kendi yaşlına kendin bak”. Ağırlaşan ekonomik şartlan birlikte göğüslemeleri için geniş aile özendiriliyor, aslında devletin sosyal güvenlik açısından görevi olan yaşlılara bakma işi çocuklara yükleniyordu. TV dizilerinde anneanneler ve dedelerle mutlu yaşam sürdüren aileler işleniyor, yaşlısını sokağa yani huzurevine atan çocuklar lanetleniyordu. Ekonomik açıdan yararı olan geniş aile içindeki yaşlılar geleneklerin devamlılığının sağlanması görevini de yükleniyorlar ve böylece aile içi muhafazakâr kanat da tamamlanmış oluyordu.
Ekonomik çöküşü yaşayan kadınlann bir diğer alternatifi de sokaklardı. Ama sokaklar her kadına açık değildi. Kazancını vergilendiren, yani vesikalanan kadınlar çalışıyor; vesikasızlara hayat hakkı tanınmıyordu. Çünkü vergilendirilmiş kazanç kutsaldı! ve en çok vergi ödeyenler arasında giren ‘genelev mamaları’ sıradan bir ticaret adamı olarak değerlendiriliyordu.
Aile içinde başlayan yeni bir olay da kadının ezilmişliğinin artmasıydı. Kadın çalışsa da çalışmasa da evde erkeğini memnun etmek, onu hoşnut kılmak zorundaydı. Sömürüden, baskıdan bunalan erkekler kadınlara öfkesini kusuyordu. Buna karşın kadın, erkeği uyumlaştırmak, onun dış dünyasındaki stresi ev içinde yaşatmamak durumundaydı. Televizyon dizilerinde kocasını gerginlikten kurtaran, sakinleştiren sürekli alttan alan neredeyse ev içinde psikolog görevi yapan kadın tipleri işleniyordu. “Kocasıyla iyi geçinen” kadın tipi idealleştiriliyor, yüceltiliyordu.
Bir yandan kocalar evlerde kadına dayak atarken ve onları her türlü yolla aşağılarken, dışarıda da “tecavüz ve sarkıntılık” olayları artıyor, kadın cinselliği her yerde her şekilde kullanılıyordu. Kitle iletişim araçlarında, reklamlarda kadın cinsel nesne. oluveriyor kadın kendine giderek yabancılaşıyordu. Böylece kadın içte ve dışta tam bir çıkmaz içine giriyor, bu ise kadının 12 Eylülün yaratmak istediği yeni kadın tipine uyumlaştınlmasını kolaylaştırıyordu.
Yalnız burada bir başka önemli nokta daha var. Kadın iç ve dışdaki duvara karşın evinde rahat oturamazdı. Ne yapıldı? Kadına piko yapmak, kasnak işlemek gibi “ev sanayii” olgusu benimsetilmeye çalışıldı. Çok da zor olmadı bu. Çünkü yoksulluk onbinlerce “ev proleteri” yaratma ya yeter- liydi. Ev sanayii, kadını belki de fabrikadaki işçiden de çok sömürülmesine yol açıyordu. Çünkü evdeki kadın örgütsüz, sendikasızdı. Evdeki kadın asosyalleştirilmeye çalışılarak diğer kadınlardan tecrit edilmeye başlandı. Ev proleteri olmak kadının ufkunu bir ölçüde genişletse de bu, örgütlü bir mücadeleye akmadığı için fazla etkili olamadı. Gerçi yüzbinlerce ev proleteri vardı ama bunların tümü “tek başınaydı”.
Saldırının siyasal yanı şu ana kadar anlatılanlardan daha çarpıcı bir şekilde seyrediyordu. Kadınlar geç saatte sokaktaysalar gözaltına alınıp hemen bekaret muayenesine gönderiliyor ya da öğretmen kadınlar, yurtta kalan öğrenci kızlar benzeri uygulamalarla karşı karşıya kalıyorlardı. Devlet aradığı kocayı bulmak için kadının vajinasını kontrol ediyor ve kadının en özel yanma bile rahatça saldırabiliyordu. Düzenin kadın ve erkeğe eşit davrandığı tek yer iş
kence tezgahlarıydı ancak işkence sırasında kadın, olmanın avantajlan sorgucularca iyi değerlendiriliyordu. Siyasi kimliği olan kadınlar bu kimliğe tek başına sahip çıkamıyor, kamuoyuna sürekli bir siyasinin sevgilisi, metresi ya da devrim nikâhlı karısı olarak sunuluyordu. Bu kadınların basındaki adı ise “dişi militan”dı.
Kadına karşı son derece örgütlü bir mücadele sürdüren burjuvazi kendi örgütlenmesini yaratmadan duramazdı. Ve 30 mi- lon TL.’lik bir sermaye aktarımı yapıldı, finans- kapitalin hanımlan can sıkıcı yaşam- lanndan papatya yapılarak kurtarıldı. Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı adı altında burjuvazi kendi kadınları eliyle kadın anlayışını yaymaya başladı. Bizlerin bugünkü yapısını reddettiğimiz evlilik kurumu, Vakfın Başkanı Semra Özal tarafından kıyılan toplu nikâhlarla pekiştirildi, gezici sağlık ara- balanyla kadınların sağlık sorunlannm üzerine gidildi. Bu arada vakfa üye olan hanımların eşleri Özal ailesiyle, vakıf aracılığı ile kurulan yakınlığı değerlendirmesini çok iyi bildiler. Çağdaş Türk kadınının simge- leştirildiği Semra Özal eşitlikten bahsedip aynı zamanda da kadının doğal ve hukuksal lideri olan kocasının elini öperek tüm Türk kadınlarına engin bir davranış biçimi sunmayı ihmal etmedi. Vakıf, kadının çağdaşlaşmasını modern yaşamın gereklerini yerine getirmesini propaganda ediyordu ama asıl propaganda ne olursa olsun kadının kendini kocasına göre belirleme zorunluluğu daha doğrusu kadınlık görevi idi.
İşte 12 Eylül sonrasındaki kadın panoramasından en çarpıcı örnekler. Kadın; geçim sağlayan kadın, evde erkeğini memnun eden kadın, çocuklarını gözeten onların ajanlığını yapan kadın, 12-16 saat çalışıp evde aynı tempo ile çalışmasını sürdüren kadın, sokağa dökülen kadın, cinselliğin öznesi ve nesnesi kadın, erkek egemen ideoloji karşısında savunmasız, onunla bütünleşen, bu ideolojinin taşıyıcısı kadın, ancak bir erkeğe rağmen oluşan şekillenen kadın, vs... vs... Kadının kadın olmaktan kaynaklanan yükleri arttıkça 12 Eylül sonrasında ana çizgileriyle şu kadın tipleri yaratıldı.
Genelde apolitik;• Uyumlaştırıcı, birleştirici, ajan kadın• Çocuklannı ve kocasını politikadan
uzak tutan kadın• Kara ekonominin parçası ev proleteri
kadın• Fuhuşa sürüklenen, vesikalı-vesikasız
kadın• Çözümsüzlük sonucu dini değerlere
sarılan, giderek gericileşen kadın• Kendine ve çevresine yabancılaşan, in
sani değerlerini yitirmeye başlayan “ailecil” yani evcil kadın.
Bu kara tablonun karşısında yeralan diğer bir tablo ise kadın sorunu etrafında çeşitli teorilerle biraraya gelen kadınlar. 12 Eylül sonrasında kadın sorunu politik bir içerik kazandı. Başvuru kaynakları artıyor ve daha önceki dönemde son derece marjinal bir grup olan feminist çevreler kadın sorununun tartışılmasında ön ayak olmaya başlıyorlar. Çıkış olarak demokratik olan ancak bir yanıyla örgütsüzlüğü temel alan ve bir diğer yanıyla kadın ve erkeği karşı karşıya koyan feminist ideoloji gittiği yer bakımından geri bir zemine düşmekteydi.
Varolan depolitizasyon süresince ağırlık kazanmaya çalışılan feministlerin yanı sıra kadın sorunu 12 Eylül sonrasında çeşitli siyasal çevrelerce de tartışılmaya, önemi kavranmaya ve geçmişe yönelik özeleştirilir yapılmaya başlandı. Varolan canlı tartışma ortamı sonuçta bağımsız bir kadın hareketi .yaratmanın zorunluluğunu doğuruyor kadın çevresi ya da kampanyalarla sınırlı kalan feminist düşüncesinin karşısında biçimi ve
içeriği demokratik kitle örgütüne denk düşen ya da düşmeyen kadın dernekleri kuruluyordu. İçerik bakımından farklı bir yazının konusu olan bu yapılanmaları irdelemeyi bir yana bırakıp kısa bir değerlendirme yaptığımızda 12 Eylül sonrasında kadın sorununa bilinçli bir müdahalç olduğunu görürüz.
Ancak 12 Eylül sonrasında bilinçli müdahalenin olmadığı dönemlerde kadınlar varolan baskı sonucu çeşitli noktalarda kendiliğinden bir politikleşme dönemine girdiler. Tutuklanan binlerce insan ve çocuklarının cezaevinde karşılaştıkları uyguglama- ları protesto etmek ve tüm anti propagandaya rağmen siyasi tutuklularına sahip çıkan aileler. Ancak bu aileler içinde analık durumundan dolayı kadınlar öne çıkıyor ya da çıkarılıyordu. Analıktan dolayı daha yumuşak yaklaşan düzen anaların politik kararlılığı karşısında pençelerini daha fazla gizleyemiyor 1987’de Didar Şensoy’un ölümü ve 1988’de halen süren 1 Ağustos genelgesine karşı yürütülen mücadelede anaları coplayan tutuklamaktan geri kalmıyordu. Başlangıçta çocuklarından dolayı mücadele eden kadınlar süreç içinde hızla politikleşiyor ve analıktan dolayı mücadele etme itkisi önemini kaybediyordu.
Öte yandan kendi sorunlarına kendileri sahip çıkmaya çalışan kadınlar gecekondu bölgelerinde boy veriyordu. Evlerinin suyu, elektriği, kanalizasyonu için kendiliklerinden direnen kadınlar, ev yıkımlarında dozerle, jandarma ve polisle ön saflarda didişiyordu. 12 Eylül öncesinde gecekondularda devrimcilerle direnen kadınlar 12 Eylül sonrasında kendiliklerinden direnişe katılıyor ve her fırsatta düzenle olan çelişkilerini gündeme getiriyordu.
12 Eylül sonrasında kadın açısından yaşanan kaos, varolan örgütlü saldırıya karşı işçi, emekçi, küçük burjuva kesimlerinden gelen kadınları birarada davranmaya itiyor ve bunun sonucunda bağımsız demokratik bir kadın hareketini oluşturmanın zorunluluğu bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Eşitsizlikler üzerine kurulu bir toplumu değiştirmek tüm ezilenlerle ortak hareket etmeyi zorunlu kılyor. Kadın erkek birlikte müadele edilecek ama kadın olarak yaşanan sorunların özgüllüğü görmezlikten gelinmeden. Birlikte olunacak ama toplumdaki tüm baskıların ayrımcı uygulamaların temelinde sömürü olgusunun yattığı bilinerek. Tarihte kadınlann ezilmediği ve aynmcı uyggulamalarla karşılaşmadığı bir toplum düzeni varoldu. Bundan sonra da varolacak. Ancak kadınların çabası, katılımı ve mücadelesiyle. Bu uğurda kadın olarak yapılacak çok şey var. Ortak sorunlar varsa ortak çözümlerde olacaktır. Ayrı ayrı değil, tek başına değil, örgütlenerek bağımsız bir hareket oluşturarak birlikte. Toplumdaki diğer eşitsizlikler görülmeden kadın olarak yaşanan sorunlar kavranamaz. Kadını çözmek onu toplumun bir parçası olarak ele almaktan geçer. Korkusuyla, rujuyla, zayıflığı ve edilgenliğiyle bir kadın dünyasına hayır... O halde sömürüye dayalı ilişkilerin yalnızca bir yansıması olan erkek egemen ideoloji yok sanılmadan örgütlü ve bağımsız bir kadın hareketi oluşturulması kaçınılmazdır.
Amaç kadının siyasal bilinç alması, kendi mücadelesini yaratması, demokratik nitelikteki her hareketi desteklemesi, destekler konuma yükseltilmesi, günlük yaşantısında toplumsal mücadele pratiğinin varolduğu her alanda bulunmasının önünün açılması ve kendini sosyalist toplumda da var edecek uzun erimli bir kadın mücadelesi geleneğinin yaratılmasıdır.
Öyleyse sözü Clara Zetkin’e bırakalım: Kadınlar, uyanın, harekete geçin, savaşın..... 35
SAVAS TEORİSİ ÜSTÜÑE
Bundan önceki çalışmamızda “Savaşın insanlığın tarihi içindeki yerfni ele alıp incelemiştik. Bu çalışmamızda savaşın kendi özgül yasalarını araştırıyoruz, inceleme konusu savaş olunca konuyu bu yanıyla ele almamak büyük bir eksiklik olacaktı. Kaldı ki savaş askerlik bilimiyle uğraşan pek çok savaş teorisyenince bir güzel sanat olarak tanımlanmaktadır. Yani savaşı kendine has yasaları olan bir güzel sanat oluşu açısından da inceleyip, üzerinde çalışmak ve birde bu yanıyla düşüncelerimizi tartışmaya açmak gerekmektedir.
Savaş konusuna yaklaşırken özenle kaçınması gereken temel bir husus daha vardır. Bu husus en baştan belirtilmeli ve üzerinde en çok kafa yorulan yan olmalıdır. Savaş konusunda ne kadar inceleme araştırma yaparsak yapalım, hatta yoğunlaşmış tüm deneylerin yardımıyla yeni düşünceler ileri sürelim bunlar savaş hakkında bir fikir verse de, savaşın kendisini tam anlamıyla anlamamızı, öğrenmemizi, iyi bir savaşçı olmamızı sağlamakta yeterli olamaz. Savaş kavramı, çeşitli yanlanyla teorik açıdan ele alınabilir, çeşitli tanımlamaları yapılabilir, hatta bu teorik izahlann, pratiğe hazırlık anlamında, eğitim, tatbikat, planlama vb. çalışmaları yürütebilir, ama bunların hiçbirisi savaş sahnesinin bizzat kendisi değildir. Savaşın, en güçlü kavranabileceği ve savaşmanın en iyi bir biçimde öğrenebileceği yer ancak bizzat savaşım içinde yer almak olabilir. Bu anlamda savaş olgusuna yaklaşırken onun yasalarının ve bu yasalara göre gidişatının nasıl olabileceğini ancak savaş pratiği içinde kavrayabilir, öğrenebilir ve güçlü bir biçimde yaşama geçiren savaşçılar olabiliriz. Bu konuda, yazılabilen yazılar, eğitim, tatbikat, planlama vb. tüm unsurlar bizi böylesi bir savaş sahnesi içine girmeye, bu konuda azami bir perspektif almamıza hizmet edebilir. Bunun ötesinde sorunun salt düşünsel faaliyetle, teoriyle aydınlanabileceği, kavranabileceği iddiasında bulunmak abesle iştigal etmek demektir.
Savaş sosyalizminin tanımı; herşeyin savaşın emrine verildiği bir sosyalizm olarak
yapılabilir. Ve savaş o kadar değiştirici dönüştürücüdür ki, bırakalım ekonomi,
politika vb.’lerini günlük ilişkileri, kılık kıyafeti, hareketlerimizi, hitap, konuşma
şekillerimize kadar kendine özgü bir disiplin, sadelik ve kararlılığı kişiliğimize hakim kılar.
Diğer bir yanıyla da savaş, teorik anlamda sistem veya kalıplar tanımaz. Böylesi sistemler ve kalıplar üreterek, bunlarla savaş- lan yürütebileceğini sananlar büyük bir yanılgı içine düşmüşler demektir. Büyük bir yaratıcılık ve dehayla sürdürülen savaş pratiklerinin deneyleridir ki ancak bu büyük- lükte bilimsel ve geçerli savaş teorilerini or-
36 taya çıkarmıştır. Klasik savaş teorilerinde ol
duğu gibi, tüm halk savaşı teori ve taktikleri de yoğun savaş deneyimine; gerçekleştikleri yer, koşul, zaman faktörlerine uygun savaş pratiğinin bir kuyumcu inceliğiyle, sanat boyutunda ele alınmasıyla, işlenmesiyle ortaya çıkabilmiştir. Bu noktada her türlü şematizm ve kalıpçılık bizim için kendi sonumuza götüren yolun taşlannı döşememizden başka bir anlam ifade etmez.
Deney her teorik çabanın tamamlayıcısıdır. Ne var ki savaşta deney, bizzat insan yaşamının devamı veya son bulması boyutunda olduğundan burada herhangi bir bilimsel bilgi veya teoriyi laboratuvarda deneyden geçirmeden farklı bir durumla karşılaşılır. Bir muharebe, çarpışma veya başka bir savaş taktiğinin yanlış belirlenmesinin doğuracağı sonuçlar, bizi imha olmaya götürebilir, insanlık tarihi yanlış belirlenmiş savaş teorileriyle savaşın içine sürülmüş koca koca orduların, mezbahaya götürülmüş koyun sürüleri durumuna düştükleri sayısız trajik savaş sahnelerine tanıklık etmektedir. Basit biçimlerden başlayıp, karmaşık ve en üst biçimlere doğru geliştirilmesi düşünülen bir savaş anlayışıyla karşı karşıya olanların bu konuda, daha en baştan eldeki az bir gücü de yitirmek istemiyorlarsa daha dikkatli, titiz ve hassas olmaları büyük bir zorunluluktur. O zaman savaş şu veya bu şemaya, kalıp vb. bağımlı değil, objektif, sübjektif tüm şartların muhasebesi iyi yapılarak gerçeklikler üzerinde ama yüzbin kere daha yaratıcı ve ustaca taktikler üretilerek geliştirilebilir. Yanlış bir belirleme veya saplantı yüzünden başlangıçta karşılaşılacak büyük bir başarısızlık veya imha, herhalde içine düşülebilecek şeylerin en kötüsü olsa gerektir. Eldekini korumak, küçük küçük başanlarla onun sürekliliğini ve gelişip büyümesini sağlamak bu konuda dikkatli, zeki ve atılgan olmak herhalde başlangıcın en çok ihtiyaç duyulan özellikleri olmalıdır.
Savaş karşılıklı güçleri kendi alanına çektiğinde, yasalarını dayatır ve herşeyi sürme seyrine göre kendine tabi hale getirir. Çünkü birkez savaşa başlandı mı artık herşey savaşın sonucunda kazanılacak veya kaybedilecektir. Bu aşamada savaşa kumanda eden politika dahi daha çok savaşın geliştirilmesine ve zaferin kazanılmasına yönelik, taktikler, diplomatik, ekonomik vb. çabaları üretmekle uğraşmayı faaliyetlerinin merkezine alacak ve savaşa da ancak bu faaliyetleri iyi organize edebildiği oranda kumanda edebilecektir. Savaşa kurmaylık yapan politik organizasyon, daha ilk silahın patlatılmasıyla birlikte savaşın bu yasasından bi haber davranır, soruna sıradan öteki politik faaliyetler boyutunda yaklaşırsa kısa sürede büyük bir iflasla karşı karşıya kalacaktır. Savaş insanların yaşamında o kadar olağanüstülük ve altüstülüktür ki, savaşa katılan birey veya halklar banş- çıl dönemin sıradan yaşamından o kadar köklü bir biçimde koparlarki, karşılaşılan zorluklar, büyük acılar, yıkımlar ve vahşet onları çok kısa sürede dönüştürür, yeni dönemin (savaş koşullarının) insanı haline getirir.
Ahmet AYDEMİRİşte savaştan ve savaşın geliştirilmesi ge
rektiğinden bahseden herkes öncelikle bu konuda iyi düşünmeli; sıradan, basit, mutlu ve barışçı süren yaşamının temeline dinamit koyduğunu iyi bilmelidir. Eğer bu yaşamın yüksjek ideallerinin gerçekleşmesi karşısında pek bir değeri olmadığını, kolayca böylesi bir yaşamdan vazgeçebileceğini düşünüyorsa, savaşın gerektirdiği sağlamlık, dayanıklılık ve dönüşümü yapabilen herkes elbette iyi bir savaşçı veya savaşa komuta edebilecek düzeye ulaşabilir. Ama savaş geliştirilsin, fakat ben bunun dışında sıradan yaşamımı sürdürmeye devam edeyim, diyen kişiler ya ne dediğini bilmiyor- dur ya da iki yüzlü bir sahtekârdırlar. Türk Ulusal Kurtuluş savaşında bırakalım sağlıklı ve yetişkin nüfusu, yaşlısından, hastasına, hamile kadınlarından çocuklara kadar herkes savaş sahnesinin şu veya bu alanında yeralmış, olağanüstü çalışma, fedakârlık, acı,, vahşet v.b. ne yüksek bir dayanık- lık göstermek zorunda kalmıştır. Savaş işte böylesine, ekonomiden, politikaya, ideoloji, diplomasi ve yaşama kadar herşeyi kendine tabi kılar ve savaşın bu temel yasası iyi anlaşılmadan kişiliği de sindirilip, GEREKLİ HAZIRLIKLARI yapılmadan savaşla oynamak, birey veya topluluklar için ancak yı̂ kim getirebilir. Savaş sosyalizminin tanımı; herşeyin savaşın emrine verildiği bir sosyalizm olarak yapılabilir. Ve savaş o kadar değiştirici dönüştürücüdür ki, bırakalım ekonomi, politika ve vb.lerini günlük ilişkileri, kılık kıyafeti, hareketlerimizi, hitap, konuşma şekillerimize kadar kendine özgü bir disiplin, sadelik ve kararlılığı kişiliğimize hakim kılar. J . Stalin, Mao, F. Kastro, askeri giysileri, askeri hitap tarzını vb’ni çok sevdiklerinden dolayı değil, savaşa hükmederken onun yasalarına ve dönüştürücülüğü- ne günlük yaşamlarını, hatta herşeylerini uyumlandırdıkları için karşımıza öylesi bir görünümle çıkmaktadırlar. Savaş, sıradan- lıktan, olağanüstü ve sürprizlerle dolu bir yaşama sıçramadır. Bunu göze alamayanların savaş kelimesini hiç ağzına almaması yapabilecekleri en doğru şeydir.
Savaş; olağanüstü aydınlanma ve netlik demektir. Savaşta küçük veya büyük çaplı iki güç birbiriyle çarpışır. Çarpışan güçlerin sağlamlıkları, yaşamaya ve geleceği kurmaya muktedir olup olmadıklan kısa sürede ortaya çıkar. Başlangıçta zayıf olup, macera ve çeşitli ütopik düşlerle düşmanla boy ölçüşmeye kalkıp imhayi kabul edenlere ancak ahmak denebilir. Zayıfın salt direnme, akıllı taktiklerle gücünü koruyup geliştirmeyi becerebilmesi bile onu milyonlarca insanın gözünde umut haline getirir. Sel gibi boşalıp, saman alevi gibi yananlar ise sadece yanmış olmakla kalmazlar, kitlelerin yüreğindeki umut ateşini de söndürmüş olurlar. İşte zayıf konumdan başlayıp savaşı en üst boyutta geliştirmeyi düşleyenler en baştan ahmak küçük burjuvalar olmamalı, yaşamını, olağanüstü zorluklarla, acılarla, tehlikeli çarpışma sahneleriyle iç, içe, bir ömür boyu ve zafere kadar sürdürebilecek bir biçimde sadeleştirmeli ve netleştirmelidirler. Bu netleşme,
sadeleşme ve savaşın emredici kurallarıyla yaşayabilme birey için topluluk için zaferin ve gelişmenin tek teminatı olabilir.
Savaş, savaşa atılanlarda olduğu kadar, savaşan tarafların dost-müttefik, kararsız- mütereddit ve düşmanlarını da netleştirir. Barışçıl dönemde iç içe pek fazla sorunlar çıkarmadan yaşayan kesimlerde hızlı bir ko- puşma süreci başlar veya savaş öncesi var olan böylesi bir süreç olağanüstü derecede hız kazanır. Dostlar geliştirilen savaşı desteklemek hatta giderek içine katılmakla yüz yüze kalırken, düşman yüzündeki her türlü maskeyi çıkararak vahşetten başka bir şey olmayan çehresiyle karşımızda yer alır. Bu dehşet ve katliamlarla dolu tablo kararsızları adamakıllı tecrit eder veya düşmana indirilen etkili darbelerle onların dost haline gelişini doğurur. Bu politik mücadele ve kitle bilincinin berraklaşması bakımından yüksek düzeyde aydınlanmadır. Onlarca kitabın, yüzlerce günlük yapılan ajitasyon, propaganda örgütlenme çalışmalarının sonuçlarından daha büyük sonuçlara günler, hatta saatler kadar kısa zaman dilimlerinde ulaşılır. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan toplumlar bir dizi yenilgi ve zaferlerin, çeşitli çarpışma ve muharebelerin okulunda düşmanlarından tarihsel olarak konuşarak adamakıllı eğitilirler. Yüksek politika ve ideallerin ordusu haline gelirler.
Savaşın başlatılması ve geliştirilmesi, eğer bu savaş bir de ilerici, haklı ve halkın geliştirdiği bir savaşsa; savaşa katılan kitlelerin günlük yaşayışının maddi yönden görülmemiş boyutlarda yükselişine tanık olunur. Sanat, edebiyat, kültür, insanlar arası ilişkiler gibi alanlann yanı sıra bireyin ve toplumun kahramanlık, fedakârlık, kendini adama gibi yüksek erdemleri alabildiğine gelişir, topluma egemen hale gelir. Barışçıl dönemlerin korkak, içine kapanık topluluk ve bireyleri adeta kış uykusundan uyanır. Hepsi kahramanlaşmakta yanşırlar. Toplumun yapısında egemen hale gelen yüksek erdemler bireyi olağanüstü kuşatır. Bu erdemlere uygun davranmayan korkaklar, teslimiyetçi, işbirlikçiler muazzam boyutta tecridi yaşar veya imha edilirler.
Buraya kadar anlattıklanmızı savaşın dö- nüştürücülüğünü pek çok alanlan tek tek ele alıp gösterebiliriz. Ama sanırız konu anlaşılmıştır. Savaşın bir diğer vurgulamak istediğimiz yanı, onun en iyi okulunun pratik olduğudur. Savaş, % 100 pratiktir. Ve savaş, insan yaşamının devamı ve son bulmasını ilgilendirip, karşılıklı iki gücün bir birini imha ederek sonuca gitmesine hizmet etiğinden, adeta, teorisiyle ve pratiğiyle bir karmaşalar yumağıdırda. Bu karmaşa onun doğal karakteridir, bu karakterini basit şe
demektir. Bu açıdan savaşmayla ilgili öğrenebilecek herşeyi öğrenmek ve savaşın o çekici ve coşku dolu kollarına insanın kendisini atması kadar hiç bir şey konuyu kavratıcı, aydınlatıcı olamaz. Yani savaş, ancak askeri teknik ve taktiklerle ilgili bir beceri kazandıktan sora, savaşmakla en iyi bir biçimde öğrenilebilir. Savaş okuluna bizzat girmeden iyi savaşçı birey, topluluk veya savaşan halk gerçekliğine ulaşılamaz.
Uzun süredir savaşmamış, halk ve uluslar, savaşın o korkunç dehşet ve tehlikeler ortamına o kadar yabancılaşır ki, savaş hakkında yazdıklan okuduklan ne olursa olsun, onlar açısından böyle bir dehşet karşısında ürperme ve korku yüreklerine kâbus gibi çöreklenir. Tehlikeleri az olan sıradan yaşamdan kopup savaş sahnesi içinde yer alabilme ve başarılı savaş yürütmede çok zorlanırlar. Halbuki on yıllardır savaşan halk ve uluslar için savaş günlük yaşamın kendisi haline gelmiştir. Savaş adeta bir yaşam biçimi olmuştur. Savaşmaya böylesine alışmış, yoğun deneyime ulaşmış bir halk veya ulus, savaş karşısında güçlü bir konumda bulunuyor demektir. “Savaşçı bir halktır” veya “savaşçı bir millet” gibi sıfatlar savaşa uyumlaşma ve bu alanda yoğun deneyime sahip olmaktan başka bir şey değildir.
Savaş üzerine teorik araştırmalar ve savaş teorileri geliştirme, pek çok savaş bilgini ve araştıncısı için çok çekici bir çaba olmuştur. Bu konuda sayısız teoriler üretilmiştir. Ne varki üretilen teorilerin pek çoğu, soyut sistemler veya kalıplar üretmeye yöneldiğinden, pratik savaş olgusuna açıklık getirmediği gibi, sadece bir çaba olmanın ötesine de varmamıştır. Hatta bu teorilerin büyük bir çoğunluğu, böylesi bir yaklaşım yüzünden, saçma sonuçlara varmaktan, bu teorileri uygulayanlan ise büyük bir yenilgi ve yıkıma götürmekten başka bir işe de yaramamışlardır. Sosyalizmin ilk kurucuları olan K. Marks ve F. Engels’de savaş teorisiyle ilgili inceleme araştırmalar yapmışlar bu alanla ilgili pek çok görüşü dile getirmişlerdir. Daha çok yapbklan, dönemlerinin savaşlannı değerlendirmek ve savaş teorilerini incelemek boyutundadır. Onlar daha çok bilimsel sosyalizmin teorik temellerini ortaya koymak ve “kapitalizmin yüzündeki peçeyi indirmek” yaşanılan çağı ve bu çağda ortaya çıkan olayları, yorumlamak üzerinde çalışmışlar, savaş teorisi konusuna yaklaşımları yukarıdaki çabalarının başlangıçtaki büyük önemi ve çözümlenecek ana sorunlar olması nedeniyle sınırlı olmuştur. Keza V.İ. Lenin dahi, başlı başına bir savaş teorisi üzerinde çalışmaktan çok, Rus Devriminin pek çok sorununu çöze- bildikten sonradır ki, Rusya’da patlayan
Uzun süredir savaşmamış, halk ve uluslar, savaşın o korkunç dehşet ve tehlikeler ortamına o kadar yabancılaşır ki, savaş
hakkında yazdıkları okudukları ne olursa olsun, onlar açısından böyle bir dehşet karşısında ürperme ve korku yüreklerine kâbus gibi çöreklenin Tehlikeleri az olan sıradan yaşamdan kopup savaş sahnesi
içinde yer alabilme ve başarılı savaş yürütmede çok zorlanırlar.
ma veya kalıplara indirgemek yerine, seyrinin şöyle veya böyle olmasına etki eden pek çok faktörle birlikte kendi özgüllüğü içinde ele alınması, pratiğine girişilmesi büyük bir zorunluluktur. Hiç savaşmamış bir birey, topluluk, hatta büyük ordu güçleri, savaşlar tarihi, teorisi, strateji ve taktikleriyle ilgili ne kadar teorik bilgiye sahip olsa da, savaş karşısında zayıf bir konumu yaşıyor
Devrimin, devrimci iç savaşın ve Emperyalist evren savaşının ortaya çıkardığı sorunlara çözüm getirme anlamında savaş sorunu üzerine eğilmiş “Sosyalizm ve Savaş” eserinde sosyalizmin savaşa bakış açısını ortaya koymuş, yine ayaklanma ve iç savaşın pek çok pratik sorunlarını çözümleyen teori ve taktikler geliştirmiştir. Daha sonraları Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerin-
de gelişen ulusal kurtuluş savaşları, proletarya önderliğine dayandığı oranda ve halk * - savaşı teorisinin kendi ülkelerine uygun çeşitli taktiklerini yaşama geçirerek zafere ulaşmış ve sosyalizmi inşaya yönelmiştir.Zayıf bir halkın ilkel ve donanımsızda olsa güçlü bir düşmana karşı uzun süreli direnişini ve savaşını savunma içinde çeşitli saldırı biçimlerini de uygulayarak geliştirmesi, güçler dengesinde zamanla üstün konuma geçerek zafere ulaşması olarak en ge- *nel anlamda özetleyebileceğimiz halk savaşı teori ve taktiği, daha sonra imkânlanmız ölçüsünde inceleyeceğimiz bir konu olacak.Bu yazıda ele aldığımız genel savaş teorisi olduğundan bu konuda dehasına K.Marks, F. Engels ve V.î. Lenin’inde dikkat çektiği Cari Von Clausewitz’in çalışmaları üzerinde durmak ve eserlerinden alıntılar yaparak konuya açıklık getirmeye çalışmak' büyük önem taşımaktadır. Clausewitz savaşı şöyle tanımlamaktadır;
“... savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir.” (savaş üzerine s.44)
Egemen sömürücü sınıflar, hele bizim gibi militarist ve bürokratik bir devlet cihazıyla, kitleler üzerinde tahâkkümü kurumlaştırmış
ve en küçük demokratik hakkı dahi halk kitlelerine tanımaktan ölümünü
gürmüşçesine korkuyorsa, sosyalistlere, devrimcilere karşı, onların iyi niyetlerine hiç
aldırış etmeden savaşımında, şiddetin düzeyini olağanüstü boyutlara
çıkarabilecektir.Savaşta zor (şiddet) unsurunun belirle
yici etmen olduğu apaşikâr olmasına rağmen, toplumda pek çok insan, sınıf savaşımı içinde yer alabilecek bilinç ve kültür düzeyine ulaşmış olanların çoğu dahi, savaşın bu özelliğinden tiksinti duymakta, düşmanı çok kan dökmeden silahsızlandırmanın ve yenmenin en etkili yöntem olacağını düşünmektedirler. Bu iyiniyetli hatta hümanist bir düşünce olmasına rağmen pratik savaş olgusu karşısında pek bir değer taşımamaktadır. Sosyalistler de şüphesiz şiddet nöbetine tutulmuş çılgınlar değillerdir. Onlarda toplumun en az sancıyla sosyalizme geçişini isterler hedeflerler. Ne var ki bunu hedeflemek, arzu^tmek ayrı gerçekliğin kendisi ise bu iyiniyetli düşünceden apayrıdır. Egemen sömürücü sınıflar, hele bizim gibi militarist ve bürokratik bir devlet cihazıyla, kitleler üzerinde tahâkkümü kurumlaştırmış ve en küçük demokratik hakkı dahi halk kitlelerine tanımaktan ölümünü gürmüşçesine korkuyorsa, sosyalistlere, devrimcilere karşı, onların iyi niyetlerine hiç aldınş etmeden savaşımı- da, şiddetin düzeyini olağanüstü boyutlara çıkarabilecektir. Elbetteki haklı, haksız tüm klasik savaşlarda olduğu gibi, sınıf savaşımında da “savaş gibi tehlikeli bir işte, iyi yüreklilikten gelen hatalar başa gelebileceklerin en kötüsüdür.” (S.Ü. S.44) Tüm bunlardan insancıl ülkü ve idealler beslemek kötü birşeydir demek istemiyoruz.Ama savaşta taraflardan fiziki gücü acımasız bir biçimde kullananın avantajlı duruma geçeceği en kör gözün bile görebileceği savaşın bir yasası olmaktadır.
“... Bize iğrenç geliyor diye vahşet unsurunu ihmal etmek ve işin gerçek yüzünü görmezlikten gelmek anlamsızdır ve insanın kendi çıkarlarına aykm düşer.” (Ay.S.45)
"O halde savımızı yineleyelim savaş bir şiddet hareketidir. Ve bu şiddetin sının yoktur. Düşman taraflardan her biri diğerine 37
iradesini kabul ettirmek ister, bundan da karşılıklı eylem doğar ki, kavram olarak ve mantıken sonuna kadar gitmeyi gerektirir” (Ay, S .46)
İnsanlığın tarihi içerisinde yer alan savaş sahneleri iyi incelendiğinde, Clausevvitz’in yaptığı bu belirlemelerin doğru olduğunu görürüz. Yalnız olası şöyle bir itiraz yapıla bilir. Sosyalist orduların emperyalist ordulara karşı verdiği savaşlarda da bu tespitlerin doğruluk payı var mıdır? Gerek 1. Dünya savaşı sırasında ortaya çıkan Ekim Devrimi ardından Rusya’da patlayan iç savaşta, gerek II. Dünya savaşında Hitler faşizmine karşı Sovyetlerin yürüttüğü anayurdu savunma savaşlarında savaşın bu özelliği acımasız bir biçimde işlemiştir. Elbette sosyalist orduları vahşet unsurunu uygulamada sınırlayan, sosyalizmin insancıl idealleri olmuştur. Ama Hitler faşizminin ordularını bu anlamda sınırlayan ve karşı tarafın insancıl ideallerinin koyduğu sınırı da zorlayan, bir sınır tanımama ve savaşta vahşeti doruğuna çıkarma durumu söz konusudur. Alman faşist orduları yenik düşürülüp, pek çok tümeni çember içine alınmasına rağmen bizzat Hitler’in kendilerine gönderdiği teslim olmamaları biçimindeki talimata bağlı kaldıkları için imha edilmek zorunda kalınmıştır. Bu da vahşet unsurunun sosyalizm cephesinden uygulanışı olmaktadır. Hitler faşizmi II. Dünya savaşında uyguladığı vahşetle yalnız Sovyetler cephesinde 20 milyon insanın katledilmesine neden olmuştur. Sadece bu bile savaşın yarattığı vahşetin boyutunu sergileme açısından yeterlidir. Savaşta vahşet unsuru, egemen sınıfların, halkların geliştirdiği tüm ayaklanma ve halk kurtuluş savaşlarında, halklara karşı tereddütsüz uyguladığı bir yöntem olurken, halklarda, ayaklanma, iç savaş, ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarında aynı egemen ve zalim sınıflara karşı vahşeti başarılı bir biçimde geliştirebildikleri, onların direncini kırıp silahsızlandıra- bildikleri oranda başarıya ulaşmışlardır.
İnsanlığın gelişimi ve ilerlemesiyle birlikte savaşlarda vahşetin ortadan kalkabileceği savının en son 1. ve II. Dünya savaşlarında olduğu gibi günümüzde de pek geçerli bir düşünce olmadığı ortadadır. 1 ve II. Dünya savaşının insanlığa yaşattığı katliam ve vahşetin boyutları hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor. Günümüzde ise artık çıkabilecek bir Dünya savaşının vahşet açısından bir sınırı kalmamıştır. Veya bir nükleer •savaş ile birlikte tüm insanlığın yer küremiz üstündeki yaşamının son bulacağı boyutuna varmıştır. Yani günümüz Dünyasında herşey, çıkabilecek bir nükleer savaşın toptan yoketme tehdidinin altında tutuluyor. İnsanlık tarihinde tanımadığı boyutta bir vahşet uçurumunun kenarında yaşamaya mahkûm edilmiş bulunuyor.
Daha sonraları Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerinde gelişen ulusal kurtuluş savaşları, proletarya önderliğine dayandığı oranda ve
halk savaşı teorisinin kendi ülkelerine uygun çeşitli taktiklerini yaşama geçirerek zafere ulaşmış ve sosyalizmi inşaya yönelmiştir:
İşte tüm tarihi ve güncel gerçekleriyle en küçük çarpışmadan, bölgesel, hatta dünya çapındaki savaşlara kadar savaşta vahşet unsuru azalmak şöyle dursun, savaş tekniğindeki gelişmelere paralel olarak da- ha da artmıştır. Yalnız günümüzde özellik-
38 le nükleer savaş ile birlikte tüm insanlığın
yaşamına son verecek bir boyuta vardığından, emperyalizm bu durumu insanlık için bir nükleer tehdit ve şantaj politikası haline getirmiş bulunuyor. Emperyalizm bir yandan bu nükleer tehdit ve şantaj politikasını uygularken diğer yandan da ulusal kurtuluş savaşlarına yönelik katliamlar düzenlemekte, diğer bir yandan bölgesel savaşları kışkırtarak milyonlarca insanın ölümüne neden olmaktadır. Böyle bir kışkırtmanın ürünü olarak çıkartılan İran-Irak savaşı bir milyon masum insanın ölümüne neden olmuştur.
Elbette savaşta amaç, karşı tarafı silahsızlandırıp etkisizleştirmek ve direncini vahşeti de uygulayarak kırmak olurken, bunun dışında ortaya çıkacak başkaca faktörlerde göz önüne alınmalıdır. Taraflardan birisi muazzam güçler dengesizliği ortamında, savaşa girmeden boyun eğme ve savaşla elde edilmek istenen duruma uygun bir konuma girmeyi kabul ederse elbetteki bu fırsat değerlendirilir. Savaşın bir bakıma nihai amacı olan barışa bu biçimde de varılabilir. Ne varki halkların, sömürücü ve zalim sınıflara karşı geliştireceği savaşlarda böylesi bir olasılık hemen hiç yok gibidir. Sömürücü egemen sınıflar 7000 yıldır silahsızlandırıp, örgütsüz hale getirdiği vahşet ve katliamlar uygulayarak kendi iradelerine boyun eğdirdiği halkların ayağa kalkma, örgütlenme ve silaha sarılması karşısında içinde bulundukları avantajlı durumları nedeniyle boyun eğmezler. Bu avantajlı durumları onları başkaldıranlara karşı sınırsız kuvvet kullanmaya, vahşet ve katliamları doruğuna tırmandıran bir savaşı geliştirmelerine neden olur. Halklar ise bu durumda ancak direnerek, güçlü bir savunma savaşımını (içinde saldırıları da bann- dıran) geliştirerek egemen sınıfların karşı devrimci şiddetini sınırlayabilir. Savaşı daha da geliştirip kendi devrimci zorunu eğmesini sağlayabilir. Bir kez bu sonuca ulaştıktan sonra düşmanın yeniden toparlanmaması, içine düştüğü elverişsiz durumdan kurtulması için silahsızlandırması, bütün güçlerinin dağıtılması savaşın temel yasasıdır.
Savaşın diğer bir özelliği de (soyut savaş mantığı açısından) karşılıklı olarak güçlerin son haddine kadar kullanılması olmaktadır. Tarafların elindeki olanakların genişliği ve iradesinin kuvveti biçimindeki biri somut diğeri soyut olan bu olanaklar savaşta son haddine kadar kullanılır. Bu da tarafları bir yarışma, savaşın amacına ulaşmada aşırılıklar içine sürükliyecek diğer bir faktördür. Soyut savaş mantığınca savaşın sürme seyri böyle gelişecek olmasına rağmen, savaş somut ve gerçek bir ortamda gerçekliğin aldığı değişik durumlara göre bir rota izlemektedir. Yine savaş soyutlanmış bir hareket olmadığı gibi, sınıf çıkarlarının ifadesi politikanın başka araçlarla sürdürülmesi olmakta ve böylesine somut kuvvetler tarafından bir ölçüde sınırlarının belirlenmesi mümkün olmaktadır. Uluslararası ve ulusal çapta sınıf çelişkilerinin, kriz, buhranların ulaştığı boyutlara bakarak savaşın çıkabileceğini ve muhtemel sürme seyri ve sonuçlarıyla ilgili tahmin ve yorumlarda bulunmak mümkün olmaktadır. Yani savaşın çıkması ve sürmesi kendi soyut mantığıyla değil daha çok somut şartlarca çerçevesi çizilmiş koşullarda olmaktadır. Savaş ayrıca birden bire patlamaz, çelişkilerin iyice çözümsüz hale gelmesiyle, günlük basın ve yayın organlannda bile tartışılan haliyle, bağıra, çağıra patlak verir. Savaş patlar patlamaz, her ne kadar kendi mantığı gereği sonuna kadar gitmeyi, güçleri son haddine kadar kullanmayı dayatırsa da, taraflar birbirlerinin hareketlerinden nasıl bir amaca yöneldiğini sezerek tedbirler geliştirirler
ve birbirlerinin aşırılıklarını bu biçimde de sınırlarlar. Savaş gibi somut bir olayda, onun kendi mantığının bile soyutlanarak bu mantığın çerçevesinde savaşın süreceğini iddia etmek, savaşın mutlak savaş boyutunda çözüme gidebileceğini, mutlak savaş mantığının aşınlıklarını sınırlayan somut etkenleri ise görmezden gelmek bizleri saçmalama boyutunda düşünceler ileri sürmeye götürebilecektir. Savaşta sınırsız kuvvet kullanmak, hatta savaş stratejisinde güçleri biraraya toplayıp düşmana güçlü ve ani bir darbe indirmek savaşın kendi tabiatının ve mantığının gerektirdiği bir davranış olmasına rağmen, her soyut kuralın veya mantık hükmünün uygulanışında olduğu savaşın bu mantığını sınırlayan faktörler bulunmaktadır.
“Derhal harekete geçirilmesine imkân bulunmayan direnme araçlarının birçok hallerde ilk bakışta sanıldığında sarsacak bir şiddetle uygulanmış olması halinde bile bu dengenin yeniden kurulabileceğini ilerde daha uzun boylu anlatacağız. Şimdilik bu kadarını söylemekle, yetinelim ki, tüm güçlerin aynı anda mükemmel bir şekilde bir araya getirilmesi savaşın niteliğine aykırıdır. Ancak bu ilk sonucu .elde etmek için harcayacağınız çabaların yoğunluğunu azaltmamız için bir neden değildir. Olumsuz bir sonuç kimsenin isteyerek göze alacağı bir şey değildir, çünkü ilk hareketi başka hareketler izlese bile, ilk hareket ne kadar kesin olursa sonrakiler üzerinde etkisi o kadar büyük olur. Ancak insanın aşırı bir çaba harcamak konusundaki isteksizliği oriu daha sonraki kararlardan alınabilecek bir sonuca bel bağlamaya iter, öyle ki ilk karar için gerekli olan çabaların tümü harcanmaz ve bütün güçler gerekli enerji ile kullanılmaz. Taraflardan birinin zaaf göstererek fırsatı kaçırması diğer taraf için, onu kendi çabalarını gevşetmeye iten gerçek bir objektif neden olur, böylece bu karşılıklı eylem sonucunda aşırı eğilimler bir kez daha sınırlanır” (Ay, S .51. 52)
Aynca savaşta yenilen tarafın yenilgisi savaş açısından mutlak bir sonuç doğurma- maktadır. Yenilen taraf bu yenilgiyi geçici bir talihsizlik olarak görebilmekte, ilerde politik koşulların elverişli hale gelmesiyle durumunu düzelteceğini düşünebilmektedir. Bu da savaşta aşırılığı ve gerilimi sınırlayan diğer bir etken olmaktadır.
Savaşta, gerçek hayatın çeşitli olasılıkları da savaşın kendi soyut mantığı doğrultusunda gelişmesi üzerinde sınırlamalar getirmektedir. Savaşı sürdüren taraflar, savaşın yasa ve kurallarını göz önünde tutmakta, fakat çeşitli ihtimalleri de hesaplayarak eylemlerini ona göre düzenlemektedirler. Bu da savaşın mutlak savaş kavramı çerçevesinde sürdürülmesini engellemektedir.
Politik amaç savaşa kumanda ettiğinden bu amacın boyutu, savaşın üzerinde dolaysız etkide bulunmaktadır. Politik amaç zayıf olduğunda savaş çok sınırlı hatta bir keşif operasyonu boyutuna kadar inebilir. Eğer politik amaç büyükse bu da savaşın şiddetini ve boyutunu etkileyen önemli bir faktör olacaktır. Yine politik amaca ve komuta kademesinin çeşitli özelliklerine bağlı olarak, savaş başladığı gibi kesintisiz süren bir olgu değil, zaman zaman ara verilen bir biçimde sürmektedir. Savaşın durabilmesi ancak taraflardan birinin aleyhine bir durum geliştiğinde mümkün olmaktadır.
“Güçler arasında tam bir denge hiç bir zaman hareketin durdurulmasına yol açmaz, çünkü olumlu amacı güden (saldıran) taraf insiyatifi elden bırakmamak için bu durumdan yararlanacaktır” (Ay. S .56) Fakat bu durumda mutlak değildir. Denge savaşta taraflardan birinin lehine dönüşmekte ve sonuçta savaşı durdurmanın koşulları or-
taya çıkmaktadır. Ne varki savaşın durması, yenilen taraf için bu yenilgiyi kabul etme durumu söz konusu değilse, yeniden harekete geçmek için vakit kazanma, savaşa hazırlanma yeniden saldırıp insiyatifi ele almaya çalışmak olabilmektedir. Elbet- teki savaşlarda böylesi kısa fasılalarla ara vermelerin ardından, gerilimde ve savaşlarda bir süreklilik çoğunlukla da mümkün olamıyor. Savaşlarda böylesi durumlarla ender karşılaşılmaktadır. Mutlak savaş (soyut) mantığı bakımından savaşın sürekli gerilim ve karşılıklı harekâtlar biçiminde sürmesi gerekirken böyle olmamakta harekâta ara verilebilmektedir.
Savaşın önemli bir ilkesi de kutuplaşmadır. Savaşta her iki tarafta kazanmak ister. Taraflardan birinin kaybetmesi öbür tarafın zaferi anlamına geleceğinden bu tam anlamıyla bir kutuplaşma durumudur. Ne varki kutuplaşma durumu taraflardan biri saldırırken diğeri savunma durumuna girerse, burada saldırı ve savunma başka başka nitelikte ve eşit olmayan, ayrı ayn şeyler olduğundan aralarında savaşın mutlak amacına uygun bir kutuplaşmadan söz edilmez. Kutuplaşmanın etkisi çoğu zaman savunmanın güçlü olması ve böylece üstünlük sağlaması karşısında kaybolur. Bu durum savaş eylemini ertelenmesine varır.
“Görülüyor ki çıkarların kutuplaşmasından doğan itici güç, saldın ve savunma güçleri arasındaki farkın içinde kaybolabilir. Ve böylece etkisiz hale gelebilir.” (A, S. 59)
Savaş hareketini geçici olarak durdurabilecek bir başka etken daha vardır. O da karşılıklı olarak durumun tam bilinmeme- sidir. Durumun yeterince bilinmemesi savaş hareketini durdurmaya ve etkisini değiştirmeye katkıda bulunur.
“Bir ateşkes olanağı savaş hareketine yeni bir ılımlılık getirir. Onu zaman faktörü içinde yumuşatır, ilerlemesi tehlikesini firen- ler ve güçler dengesini yeniden kurmak olanaklarını arttınr. Savaşı doğuran gerginlikler ne kadar büyük olursa, savaş ne kadar büyük bir enerji ile yürütülürse, bu hareketsiz geçen dönemler o kadar kısa olur. Buna karşılık, düşmanca duygular ne kadar zayıfsa, bu dönemler o kadar uzar. Zira güçlü etkenler enerjiyi tahrik eder ve bu da, bildiğimiz gibi, her zaman için güçlerimizin verimini arttıran bir faktördür.
“... öte yandan, askeri harekât ne kadar yavaş ilerlerse, hareketsizlik dönemleri ne kadar uzun ve sık olursa, bir hatayı düzeltmek o kadar kolay olur. Bu itibarla, bir general hesabında ne kadar cesur ve kararlı olursa, mutlak çizgisinin o kadar berisinde kalır ve tüm faaliyetlerini ihtimal hesapları ve varsayımlar üzerine kuran böylece, savaşın seyri ne, somut olayın niteliğinin gerektirdiği şeye, yani belirli şartlara dayalı ihtimaller hesabına o kadar zaman ayrılmış olur.” (Ay. S. 60)
Mutlak savaş kavramı yaptığımız alıntılar ve açıklamalarla birlikte sanırız buraya kadar anlaşılmıştır. Ve savaş kendi özgün mantığı ne olursa olsun mutlak savaş biçiminde değil, gerçek savaş biçiminde sürebilmektedir. Gerçek savaşın ise mutlak sa
vaş matığının savaşın sürmesini sınırlayan faktörlerle birlikte savaşın somut ve gerçekliklere dayalı aldığı durum olarak tanımlanması mümkündür.
Savaş bir tehlikeler ortamıdır. İnsanların böyle bir ortama girebilmeleri, onların ancak yaşamlarından daha fazla değer verebilecekleri yüksek ideallere sahip olmalarıyla mümkün olabilir. Bu yüksek idealler ise birey, sınıf ve uluslar için ancak ekonomik- politik çıkarlannın en yüksek ifadesi olan ideolojiler olabilir. Bu ideoloji çeşitli çağlara göredir veya bir felsefi akım gö-
sanları mutsuzluk ve yıkıma götüren eski feodal veya kapitalist toplumsal sistemler yerine yeni bir toplumsal sistemi (sosyalizmi) kurmak olmaktadır. Eski düzenin, insanın, tekniğin ve toplumun gelişimi önünde yarattığı muazzam engeli kırmak, yıkmak ve bunun yerine eşit, adil yepyeni bir düzen kurmak çalışkan emekçi sınıflarca, ekonomik-politik çıkarların ifadesi olarak kavrandığında, onların, sınıf savaşt içinde yerlerini almasını mümkün kılar. Böyle bir ideolojiyle ve yüzde yüz kendi çıkarlarının korunmasını, geliştirilmesini ve egemen sömürücü sınıflardan kopanlıp alınmasının biricik yolunun savaşmak olduğunu kavrayan bir sınıf yüksek bir istek, coşku ve moral güçle eski topluma karşı savaşa girer. Keza bu durum sınıflar için olduğu kadar ezilen ulus ve topluluklar içinde böyledir. Yurt sevgisi, özgür yaşama tutkusu ve bu temelde oluşturduğu ideolojiler bu ulus veya halklar için bedeli ne olursa olsun kazanılması, zafere ulaştırılması gereken güçlü idealler haline gelir. Günümüzün, savaş teknolojisindeki gelişme düzeyi ne olursa olsun, ideolojik ve moral değer yönünden çok zayıf, teknik ve sayı bakımından güçlü ordularının, başlangıçta hiç bir şeye sahip olamayan, ideolojik ve moral gücü dışında çok güçsüz ve donanımsız halkların savaşımları karşısında yenilgiden kurtulmadıklarının sayısız örnekleriyle doludur. Savaşa katılan insanların komutanından erine kadar yüksek moral değer taşımaları ve bu değeri aşındırmadan sürekli ayakta tutmaları büyük önem taşımaktadır. Cesaret, yiğitlik, kahramanlık gibi pek çok erdemin temelinde moral faktörü bulunmaktadır. Moral faktörü ise insanın ancak kendi çıkarları için savaştığına ve bu çıkarlarını elde etmek için er veya geç zafere ulaşacağına inanmasıyla kazanılabilir. En zor durumlarda bile küçük küçükte olsa sağlanacak başarılar morali besleyecek, savaşçıların, savaşın gereklerine uygun bir tutum sergilemelerini mümkün kılacaktır.
Savaş, politikanın şiddet araçlarıyla sürdürülmesidir ve politikada, sınıfların çıkarl- marının ifade edilmesinden başka bir şey değildir. İşte savaşın bu niteliği savaşın kendi soyut mantığıyla ortadan kaldmlamaz ve savaşa atılan insanların savaş meydanlarına koşmaları, ancak politik çıkarlarıyla savaş uyumlandığı oranda mümkün olabilir.
“Bir toplumun tüm milletlerin ve özellikle uygar milletlerin savaşı mutlaka politik bir durumdan doğar ve politik bir etkenden çı
kar. İşte bunun içindir ki savaş politik bir eylemdir. Ancak eğer savaş hiçbir engel tanımayan tamamen başına buyruk bir eylem olsaydı, mutlak kavramından çıkarabileceğimiz gibi mutlak bir şiddet gösterisinden ibaret bulunsaydı, o zaman savaş politikanın yardımına çağrılır çağrılmaz onun yerini alır, ve tıpkı bir kere atıldı mı artık önceden ayarlandığı yoldan başka bir yol izlemesine imkân bulunmayan bir torpil gibi kendi yasalarına uyardı. Nitekim, politika ile savaş yönetimi arasındaki ahenksizlik bu tür teorik aynmlara yol açmaya görsün, mesele hep bu biçimde ele alınmıştır. Oysa hiç de böyle değildir ve bu tamamen yanlış bir düşüncedir. Yukarıda gördüğümüz gibi, gerçek alemde savaş öyle bir defada gerilimi boşalan aşırı bir şey değildir; hep aynı biçimde ve aynı ölçüde gelişen güçlerin değil, kâh atalet ve sürtünmenin karşısına çıkardığı direnmeyi yenecek dereceye çıkan, kâh hiçbir etkisi olmayan güçlerin eseridir. Savaş bir bakıma şiddetin düzenli bir kalp atışlanna benzer, kısa veya uzun bir süre içinde gevşeyip gücünü yitirir. Diğer bir deyişle, amacına erken veya geç ulaşır, fakat katettiği yol boyunca bu amacı şu veya bu yönde etkileyecek ve yol gösterici bir zekânın iradesine bağlı kalacak kadar sürer. Bu itibarla, savaşın politik bir amaçtan doğduğunu düşünecek olursak, bu amacın sonuna kadar ona yön vermesini doğal karşılamak gerekir. Bununla birlikte, politik amaç zorba bir kanun koyucu değildir; elindeki araçların niteliğine uymak zorundadır ve bunun için de zaman zaman değişikliklere uğrar, fakat yine de ön plandaki yerini muhafaza eder. Böylece politika savaş eylemi ile iç içedir. Ve onun üzerinde savaşın patlayıcı güçlerinin elverdiği ölçüde sürekli bir etki icra etmekten geri kalmaz.” (Ay. S. 63)
Savaşa neden olan faktörlerin güçlü olması veya politik amacın büyüklüğü, savaşa katılan kitlelerin büyük bir kesimini derinden etkiler ve savaş öncesi çelişkiler ve gerilim ne kadar şiddetliyse mutlak savaş kavramına yani savaşın soyut biçimine o denli yaklaşılır. Ve askeri amacın önemi artar, ama politik amaç ve gerilimin zayıflığı politik amaçla mutlak ideal savaş arasında çelişkinin doğmasına neden olur. Savaşta kuvvetli politik amaç kitleleri güçlü duygularla sel gibi savaşın içine akmasını doğururken, zayıf bir amaç kitlelerin savaş karşısındaki duygularının zayıflamasına neden olur.
“Savaş gördüğümüz gibi, her somut olayda niteliğini bir ölçüde değiştiren sahici bir bukalemun olmakla kalmayıp, aynı zamanda, bir bütün olarak bakıldığında, belirgin eğilimleri bakımından üç yanlı şaşırtıcı bir olaydır; bir yanda, niteliğinin özünü teşkil eden şiddet, doğal ve kör bir içgüdü sayılması gereken kin ve nefret; öte yanda, savaşı ruhun özgür faaliyeti haline getiren ihtimal hesapları ve tesadüfler; son olarak da savaşı salt akla bağlayan bağımlı bir politik araç kimliği.” (Ay. S. 66)
Savaş ve genel savaş teorisini işte bu üç yanlı ve şaşırtıcı bir olay oluşu açısından ele almamız gerekmektedir. Yani savaşa, tek düze, şematik veya kalıpsal değil, çeşitli şartlara göre değişen ve karmaşık niteliklere sahip bir olay olarak yaklaşmamız gerekmektedir. Savaşın hedef ve amaçlarındaki değişiklik, politik amaç ve savaş konjonktürüne göre değişebiliyor. Yalnız saf savaş kavramından hareket edildiğinde bu kavramın kendisine politik amacında yabancı olduğunu görüyoruz. Savaş düşmanın iradesini kırmaya yönelik şiddet hareketi olduğundan, savaşta bu amaç ön plana çıkmaktadır. Yani düşmanı yenmek ve direncini kırmak ve onu silahsızlandırmak başlıca yönelinen amaç olmaktadır.
rünümünde olabildiği gibi, günümüzde in-
Pofitik amaç savaşa kumanda ettiğinden bu amacın boyutu, savaşın üzerinde dolaysız etkide bulunmaktadır. Politik amaç zayıf
olduğunda savaş çok sınırlı hatta bir keşif operasyonu boyutuna kadar inebilir. Eğer
A politik amaç büyükse bu da savaşın şiddettim ve boyutunu etkileyen önemli bir
faktör olacaktır.
39
SOSYALİST MÜCADELEDE EĞİTİMLE VARILMASI GEREKEN HEDEF VE MİLİTAN KADRONUN NİTELİĞİ NE OLMALIDIR?
Ahmet AYDEMİR
Yazımızın daha önceki iki bölümünde, sosyalist mücadelede eğitimin rolünü, top- lumların gelişiminde eğitim ve kadrolaşmanın önemini ele alıp incelemiştik. Özellikle eğitim konusunu, mücadelemizin güncel durumu ve ihtiyaçlarıyla birlikte ele alıp incelemeye çalıştığımız yazının birinci bölümünü, bu konuda atılan pratik adımların deneylerinden de dersler çıkararak biraz daha derinleştirmemiz gerekiyor. Yazımız bütünlüklü bir biçimde yeniden okunursa görülecektir ki, biz, sosyalist mücadelede eğitim çalışmasını, genel pedagojik bir sorun biçiminde ele almıyoruz. Aynca söz konusu eğitim faaliyeti, bir seminerler dizisi, okuma gruplarının ve dar kadro faaliyetlerinin ötesinde daha geniş alanı kapsıyor. Soruna metod anlamında da yeni yaklaşımlar getirmeye çalışıyoruz.
“Cehenneme giden yoj iyiniyet taşlarıyla döşenmiştir” der tenin. İyiniyetli ahmak olup
cehenneme gitmektense, politik uyanıklığı elden bırakmayıp, içine girilen yeni dönemin
somut şartlarının somut tahliliyle ve bu tahlilden çıkan yine somut görevlerin yerine
getirilmesiyle geleceğin üstüne yürümek gerekiyor: Kararlılık, cesaret ve azimle...
Sosyalist mücadelede, bireysel okumadan tutalım, grup eğitimleri, seminerler, dergi, kitap yayınlama, konferans, panel vb. toplantılardan, kitlelerin kendi öz deneylerinden öğrenmelerini sağlamak için
40 yürütülen ajitasyon-propaganda çalışmala
rına kadar sürdürülen faaliyetlilik sosyalist mücadelemizin ve yaşamamızın zaten akıp giden süreci oluyor. Yani bu işler her gün her saat yapılan ve yapılması gereken alışageldiğimiz sosyalist çalışmalar, bir anlamda otomatik işleyen bir faaliyetlilik olmak durumundadır. O halde eğitim konusuna mücadelemizin bugünkü ihtiyaçları açısından getirmeye çalıştığımız yeni boyut ne oluyor? Gerçi bu sorunun cevabına da yazımızın ilk bölümünde çok kısa bir biçimde değinilmişti. Orada, bugüne kadar sürdürdüğümüz klasik bir anlamda artık alışılan ve otomatik işleyen eğitim faaliyetlerine değinilirken, bir eğitim ve aydınlanma hareketi haline gelmek, dönüşmek - yenilenmek, düzenden koparıp almak gibi faaliyetlerimize yeni perspektifler sunmaya çalışmıştık.
Şüphesiz bugün, dün değil ve bizlerden daha yüksek devrimci görevler istiyor. Hatta denebilir ki dönem bir bakıma yenileşme ve dönüşümü emrediyor. Bugüne, dün gibi bakanlar gözlerine at gözlüğü takmış ahmaklardır. Politikada iyi niyetten de olsa ahmaklık yapılacak hataların insanı en fazla yerle bir edenidir. Ve insanda ayağa kalkacak mecal bırakmaz. Lenin’in bu konuda çok güzel bir özdeyişi vardır. “Cehennem e giden yol iyiniyet taşlarıyla döşenmiştir” der Lenin. İyiniyetli ahmak olup cehenneme gitmektense, politik uyanıklığı elden bırakmayıp, içine girilen yeni döpemin somut şartlarının somut tahliliyle ve bu tahlilden çıkan yine somut görevlerin yerine getirilmesiyle geleceğin üstüne yürümek gerekiyor. Kararlılık, cesaret ve çizimle...
Günümüzün somut şartları neler? Egemen sınıfların, sistem içinde aşamayacakları boyutta bir krize sürüklendiğini tahlil ediyoruz. Bütün ekonomik ve siyasi göstergeler bunu ortaya koyuyor. Yine sistem içinde Özal politikalarının öteki muhalifleri, gerçekten de alternatif olamayacak bir “silikliği” ve “çözümsüzlüğü” yaşıyorlar. Sis
tem bir Naim’i özel uçak ile Güney Kore1 den getirip devlet töreni düzenleyip, yurt gezilerine çıkaracak kadar sorunları çözme veya örtmede bir tükeniş ve zavallılığın, deyim yerindeyse günü kurtarmanın peşinde. Yani egemen sınıflar cenahında durum tarihlerinde karşılaşmadıklan boyutta kötüye gidiyor. Düzen kitlelere, işsizlik-pahalılık - açlığın yanı sıra ya intiharı ya da “namusunu” pazara çıkarıp satmayı dayatıyor. Bu durum kitle bilincinde ve bilinç altında korkunç etki ve tepkiler yaratıyor. Kitlelerin nabzı birkaç yıl öncesiyle kıyaslanmayacak denli yüksek atıyor. “Yeter artık” sözlerinin yanında, daha yüksek devrimci görevler, bizzat kitlelerin kendisinin talebi olarak gündeme giriyor.
İşte ülkemizde birkaç cümleyle özetleyebileceğimiz tablo bu ve biz sosyalistler bu tablonun neresindeyiz? Bir bölük sosyalist ki, biz, bunlara burjuva sosyalistleri diyor ruz; çözümü sistem içinde gördüklerinden (reformizm) en bayağı teslimiyeti yaşıyorlar. Çünkü gerçekten sistem kendi içinde çözümler üretip, “istikrar”a kavuşmaktan ve “istikrar”a kavuşmuş haliyle de kitlelere kırıntı kabilinden -reformlar- verebilecek du- rumda.bulunmuyor. Hal bu olunca “huzur” ve “istikrar” adına sisteme soldan yapışma ve adeta onun bir parçası olmak isteme gibi iğrenç bir durum sergileniyor. Veya çözümsüz burjuva muhalefetin “gizli” ve “gizemli” bir çeşnisi oldukları, kendileriyle ilgili söyleyebileceğimiz en iyimser, iltifat kabilinden bir niteleme oluyor. Küçük burjuva sosyalizmleri, geçmişin Dev-Yol, Dev-Sol, Kur- tuluşçuluk vb.leri ise; o küçük burjuvazinin karakterinden kaynaklanan, bir yanıyla tutuculuğu, bir yanıyla da iflas (tasfiyeyi) yaşıyorlar. Yani eldeki dükkân ne kadar eski de paslı da olsa, dükkâncığa bağnazca yapışmak, veya iflas eden dükkânı tasfiye edip düzene doğru savrulmak. İşte tam da bu noktada sosyalist mücadelenin doğası gereği, proletarya sosyalizminin, kaçınılmaz öne çıkışı yaşanıyor. Proletarya sosyalizmi,
burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin enkazını aralayıp, politik arenaya adımını emin ve ideolojik olarak kendini yenilemiş bir biçimde atarken, muazzam bir tarihsel sorumluluğun ağırlığını da omuzlarında taşıyor. Sorumluluklann ağırlığı büyük, ama bu büyüklüğe uygun bir büyüme sağlamaktan başka yapacak bir şey yok. İş başa düşüyor. Politik ortama hâkim olmak, küçük burjuva, burjuva sosyalizmlerinin katastro- funun olumsuz sonuçlarını ve kitleler üzerindeki etkilerini ortadan kaldırmak gerekiyor.
Ülkemizdeki siyasal tablo en özet biçimiyle böyle çizilebilir. Ve bu tablonun bundan böyle daha çok proletarya sosyalizmi ve devrimcilik lehinde hızlı bir değişim süreci de yaşayacağını söylemek pek abartma olmasa gerektir. Proletarya sosyalizminin geçmişte en çok sıkıntısını çektiği “adam kıtlığı” ve “kitleselleşememe” önemli oranda aşılmış bulunuyor. Şimdi gündeme kaçınılmaz olarak dönemin yüklediği tüm görevleri çözebilecek, düzene sadece ideolojik ve sınırlı bir güçle değil, ulusal çapta alternatif hale gelebilecek güçlü bir proleter sosyalist ve devrimci hareket yaratmak sorunu giriyor. Günün görevi geçmişin görevlerinden kat kat büyük ve mutlaka çözülmesini dayatan adeta emreden bir hal almış durumda.
Politikada yeni ortaya çıkan durumlar ve görevler, mutlaka bunları görebilmeyi ve pratiklerini üretmeyi de zorunlu kılar. İşte bugüne kadar sürdürülen sosyalist mücadeleyle, yeni bir atılım için sağlanabilecek birikimler önemlroranda sağlanmış bulunuyor. Süregelen mücadele tarzımızı, dönemin bizlerin önüne koyduğu yeni görevleri yerine getirmemizi sağlayacak tarzları da bulup hayata geçirerek zenginleştirmemiz gerekiyor. Bu,sosyalist mücadelemizin birkaç alanıyla sınırlı olmadığı gibi, eğitim de dahil tüm alanlardaki çalışmalarımızı kapsıyor. Hatta sosyalist hareketimizin po
ve planlı yaklaşmak gerekiyor. Önceden görü (öngörü) ve güçlü yapılan somut durumun tahlilleri planlı bir sosyalist çalışma ve bu çalışmanın zenginleşen ve yenileşen biçimlerine uygun kadroları yine belli bir plana dayanan eğitimle hazırlamayı gerektirir. Aksi tutumlara girildiğinde süreçle ilgili tahlil ve iddialar, boş ve anlamsız hale gelebileceği gibi, bayağı bir demagog veya politik sahtekârlar durumuna düşülmesi de kaçınılmazdır.
Devrimci çalışmalarımızda, sözünü ettiğimiz yeni mücadele biçimlerinin bu aşamada rolü büyüktür. O var olan kazanım- ları pekiştirdiği gibi, gelişmeyi de teminat altına alabilir. Ve en az bunun kadar önemli olan sahte olanı gerçek olandan ayırmada da büyük kolaylık sağlar. Bu yolla sosyalist mücadelemize katılımın tam ve özlü mü yoksa sahte ve görünüşte mi olduğunun aydınlatılması gerçekleşebilir. Bu aydınlanma veya netlik bir kez sağlandı mı orada sosyalist örgütlenme ve eylemin tutturabilmesi olağanüstü kolaylaşır. Kof ve sahte gelişmelerin, hatta balon gibi şişme veya şişinmelerin pek de anlamlı olmadığı, bir Dev- Yol pratiğinde bütün çıplaklığıyla, trajik hatta traji-komik sonuçlanyla yaşanmıştır. Sosyalist hareketimizin ideolojik ve yeni politik perspektifleri, eğer pratiğe güçlü bir biçimde geçirilebilirse, bu konudaki yetmezlik ve ilkellikler aşılabilirse gerçekte bir eğitim ve aydınlanma hareketi durumuna gelmek işten bile değildir. Yalnız bu noktada gerçekten aldatmamak ve aldanmamak samimi ve dürüst olmak gerekiyor. Sahtelik veya aldatmacılıkla hiçbir şey kurtarılamayacağı gibi var olanın da yitirilmesi, bayağı bir tasfiyeci konumuna düşülmesi tehlikesi vardır. Dönemin sosyalistlere dayattığı görevler ertelemecilikle veya binlerinden beklemeyle kendiliğinden yerine gelmez. İradi ve özlü çabaları şart koşar. Dürüstlük, kararlılık ve sağlamlıkla görevlerin üstüne yürümek gerekir.
Proletarya sosyalizminin geçmişte en çok sıkıntısını çektiği “adam kıtlığı” ve
“kitleselleşmeme” önemli oranda aşılmış bulunuyor. Şimdi gündeme kaçınılmaz olarak
dönemin yüklediği tüm görevleri çözebilecek, düzene sadece ideolojik ve
sınırlı bir güçle değil, ulusal çapta alternatif hale gelebilecek güçlü bir proleter sosyalist ve devrimci hareket yaratmak sorunu giriyor. Günün görevi geçmişin görevlerinden kat kat büyük ve mutlaka çözülmesini dayatan adeta
emreden bir hal almış durumda.
litik ortamı, teorisiyle olduğu kadar, pratiğiyle de aydınlatan, netleştiren, herkesi bulunması gereken yere koyan bir niteliğe ulaşması zorunlu. Yani ortamı muazzam aydınlatma, netleştirme, birleşilmesi gerekenle birleşme, aynı zamanda ayrıştırma ve çözümlemenin yapılabildiğince yapılması gerekiyor. Bu çalışma tarzımızı zenginleştirme, mücadelenin muhtevasına dönemin dayattığı katalizör unsurun katılmasını da kapsıyor.
Hiç şüphesiz içine girilen yeni dönemler, yeni mücadele biçimlerinin gündeme getirilmesinin yanı sıra, bu mücadele biçimlerini yaşama geçirebilecek kadroların üretilmesini hazırlanmasını da zorunlu kılar. Eğer işler kendiliğindenciliğin akışına bırakılmayacaksa, sorunun çözümüne bilinçli
Bir eğitim ve aydınlanma hareketi nasıl olunabilir?
Sosyalist hareketimizin yenilenebilmesi günümüzde bu soruya yanıt bulmaktan geçiyor. Düzene muhalif milyonlar var. Ama ne yazık ki bu milyonlarla bağlar oldukça zayıf. Devrim dediğimiz büyük eylemin milyonların hatta on milyonlann eseri olacağını söyleyebiliyoruz. Ama gerçekte bu yönde yürütülen çabalarımız bir türlü amatör olmayı aşamıyor. Milyonlan ve on milyonları eğitmek devrim ve sosyalizm davasına kazanmak gerekiyor. Ama nasıl?
Günümüzde her sosyalistin elbette en çok başını ağntan sorun budur. Şüphesiz devrim diye bir sorunu olmayanların başı da ağrımıyordun Bu biliniyor. Onlara göre
insanlık zaten sosyalizme gidiyor. Toplumlar bu yönde evrimleşiyor. Biz rahat koltuk- lanmızda oturup, pipomuzdan iki nefes çekip, sosyalizm geldiğinde hangi mevkinin bize uygun olacağını düşünürsek biraz da yazı yazarsak her şey hallolacaktır. Tabii böyle bir insana sosyalist demek bile bu yüce kavramı kirletmekten başka bir anlama gelmiyor. Bir de soruna diğer uçtan, aşırı basit yaklaşım var. Temel-tali sorununu çözdük mü her şey hallolacak sanılıyor. “Strateji muskasını sınıf pusulası yerine geçirme” diyebileceğimiz bu tutumda bir şeyi kurtaramıyor. Gerçekte devrim denilen sorunun
Öyle çevreler ve kişiler varki, on, on beş yıllık sosyalist yaşamlarında adeta yanlışlarını bünyesinden söküp atmayı ölümü sayıyor. Bir
türlü yanlışlarından arınamıyor. İlkellikler, grup alışkanlıkları, ahbap çavuşluklar,
sonuna kadar modern biçim ve ölçülerle sürdürülmesi gereken sosyalist mücadelede, onlarca hatta yirmilerce yıl sürdürülebiliyor.
çözümü bu kadar basit olsaydı, ne kadar iyi olurdu. Ama ne yazık ki sanıldığından karmaşık, inişB-çıkışlı ve oldukça dolambaçlı bir ana yola bağlı birçok ara yolu da yürümek gerekiyor.
Var olanla yetinmek bir sosyalistin işi olamaz. O zaten vardır ve kazanılmıştır. O zaman kazanılması gerekenleri görebilmek, kazanılmıştaki eksik ve yetersizlikleri gidermek -verimli bir bahçedeki ayrık otlarını söküp tarlanın kenarına atmak, yakmak- lazım. Sosyalist hareketimiz nedense bu konuda yeterli uyanıklık ve enerjide değil. Öyle çevreler ve kişiler varki, on, on beş yıllık sosyalist yaşamlarında adeta yanlışlarını bünyesinden söküp atmayı ölümü sayıyor. Bir türlü yanlışlarından arınamıyor. İlkellikler, grup alışkanlıkları, ahbap çavuşluklar, sonuna kadar modern biçim ve ölçülerle sürdürülmesi gereken sosyalist mücadelede, onlarca hatta yirmilerce yıl sürdürülebiliyor. Yanlışlarıyla bütünleşmiş, sahte ile gerçek olanı kişiliğinde karma karışık hale getirmiş öylesi sosyalistler var ki insan hayret etmekten kendini alamıyor. Bayağı bir sendikacı sahtekârlığından tutalım, yozluk ve lumpenliğe, köylü kurnazlığından, aydın hastalıklanna kadar sosyalist saflara getiriliyor. Ve bu hastalıklar sosyalist ortamda kendisini dayata dayata yaşayabiliyorlar. Hem de hiç kimse burnundan bir tek kıl kopanlmasma katlanamıyor. İşte tam anlamıyla bir curcuna ve karmakarışık olan böylesi bir sosyalist ortamın elbetteki güçlü bir eğitim ve aydınlanma hareketini örgütlendirmesi beklenemez. Çünkü o sosyalist ortamın en baştan kendisinin aydınlatılmaya ve,eğitime dayanılmazbir boyutta ihtiyacı vardır.
Sosyalizm bilimsel sosyalizm olduğundan beri gerçeğin sadece gerçeğin peşinden koşmaktadır. Bu da her türlü sahteliğin -kendi içinde ve dışında- yüzündeki maskenin indirilmesini şart koşuyor. Gerçek öyle sanıldığı gibi kendiliğinden üste çıkmaz. Öyle olsaydı sosyalizm gerçeğinin dünyamızda en az yüz yıldır egemenliğini kurmuş hatta insanlık sınıfsız topluma çoktan varmış olurdu.
Olanı olduğu gibi kabul etmemek gerekiyor. Sosyalist ortamı da keza olduğu gibi kabul etmemek onun eğitim ve aydınlanmasını tam yapmak şart. Elbette sosyalist
de olsa kişiler ve gruplar alışkanlıklarında direneceklerdir. Alışkanlıklann gücü sanıldığı kadar az değildir. Grup veya birey eğitim sürecine alındığında, biraz kendisini tanıması için yönelindiğinde adeta kendini yere atmakta, bu benim kişi özelliklerim diyebilmektedir. Gerçekte sosyalizmde kişi özelliği denilen şeyin de son tahlilde sınıf özelliği olduğunu, başka sınıfların meyhane v (.....) getirdiği özellikler olduğunu kabul etmek istememekte, param parça edilmiş kişiliğinin yeniden devrime! bir tarzda
Küçük burjuva eleman sınıf intiharına uğratılmak, proleter kesimler üzerindeki
burjuva ve küçük burjuva etkilere karşı da acımasız bir mücadele verilmelidir. Sosyalist
ortamda değil, yozluk, lümpenlik, sendika ağası türünden tutumlara, en küçük burjuva ve küçük burjuva etkiye karşı savaşımda, bu hastalıkların bünyeden sökülüp atılması için
içte de sınıf mücadelesini alabildiğine şiddetiyle sürdürmek gerekmektedir. İçte
sınıf mücadelesi, görevlere karşı sosyalist bir yarışmayla birlikte yapılmalıdır.
42
birleştirilmemesi için muazzam bir direnç göstermektedir. Sıradan özgeçmişiyle ilgili bilgi vermekten tutalım, eksiklerini ve zaaflarını saklamaya kadar bin bir manevra çevirmekte ve kendisine verilmek istenen eğitimi boşa çıkarmak için elinden ne geliyorsa onu yapmaktadır. Elbetteki aydınlanmama ve kendini tanımama için gösterilen bu muazzam direnç aşılmaz bir şey değildir. Hatta o kişi veya grup durumunu haklı
çıkarmak için sosyalist ortamda geri ve çarpık ne kadar ilişki varsa onlan kendine dayanak yapıp karşımıza çıkarmak istemektedir. O dayanaklarında ne denli çarpık ve sahte olduğunun gösterilmesi mümkün olduğu gibi, hiçbir koltuk değneğine dayanmaya ihtiyacı olmadan da bir sosyalistin ayakta durabileceğinin kanıtlanması mümkün olmaktadır.
Birey veya grup yeni bir durumla karşılaşmıştır. Kendilerinin sırtları okşanıp haydi arslanlarım denmemektedir. Aldatılma- makta ve aldanmamaları istenmektedir. Böylece kendisini otomatik olarak bir eleştiri - özeleştiri süreci içinde bulmakta, kişiliğindeki sahte yanlan atarak gerçek bir proleter sosyalist kişiliğe ulaşma çabasına girmektedir. İşte böyle bir süreci yaşamış birey veya gruplann, kendini tanıma, devrimci görevlerini kavrayıp muazzam uygulama gücü kazanması, şiddetli bir iç çatışma yaşayarak kişiliğindeki sahte yanları atması büyük bir aydınlanmadır. Aydınlık bir sosyalist ortam ve aydınlanmış birey bu biçimde ortaya çıkabilmekte, düzenden getirdiği alışkanlık ve tutkuları bazı bireyler tam atamasa da bunlar artık onun kişiliğinde iğreti bir hal almakta, bireyin kendisince tanınmakta yenilgi ve yok olmaya giden bir sürece girmektedirler. Böyle bir eğitim sürecini yaşamış bireyler kolay kolay kimseyi kandıramayacakları gibi kendilerininkandı- rılmasını da kabul etmeyeceklerdir. Ayakları üstüne sağlam basabilen, kendi özgüven ve disiplinini, politik uyanıklığı kazanmış böylesi sosyalist için gelişememe, yaratıcı olamama gibi bir durum önemli oranda aşılmış bulunmaktadır. O, artık gerçeğin sadece gerçeğin sözcüsüdür. Sözüyle eylemini birleştirebileceği gibi. Türkiye sosyalist hareketindeki düşüncede başka, eylemde bambaşka bir durumu yaşamaya savaş açacak ve sosyalist ortamında muazzam bir
aydınlatıcısı olacaktır. Sosyalist ortamımızın bireyler ve gruplar şahsında bu biçimde çözümlenmesi ve aydınlatılması elbetteki zamanla tüm ortama egemen olabilir. Ve ortamdaki sahte grup, eğilim, alışkanlıklar vb. yerle bir edilebilir. İşte bu aydınlık ortamdan kitlelerin geri duygu ve eğilimlerine doğru da yazılı, sözlü, örgütsel bin bir olanak yaratılarak savaş açılabilir. Onların da kendini tanımalan ve devrimde gerçek rollerini oynayabilecek bir konuma gelmeleri sağlanabilir. Şüphesiz bu bizdeki antikalığa ve küçük burjuva alışkanlıklara karşı verilmesi zorunlu olan bir savaştır. Burada araçları ve imkânları son sınırına kadar genişletip bin bir zenginliğiyle uygulayabilmek gerekli hatta zorunludur. Küçük burjuva eleman sınıf intihanna uğratılma- lı, proleter kesimler üzerindeki burjuva ve küçük burjuva etkilere karşı da acımasız bir mücadele verilmelidir. Sosyalist ortamda değil, yozluk, lümpenlik, sendika ağası türünden tutumlara, en küçük burjuva ve küçük burjuva etkiye karşı savaşımda, bu has- talıklann bünyeden sökülüp atılması için içte de sınıf mücadelesini alabildiğine şiddetiyle sürdürmek gerekmektedir. İçte sınıf mücadelesi, görevlere karşı sosyalist bir yarışmayla birlikte yapılmalıdır. Yoksa Türkiye sosyalist hareketinin müzminleşmiş diğer bir hastalığı olan tasfiye olma ve atomlarına kadar paıçalanma kabul edilebilir bir şey olmadığı gibi, sosyalist ortamımıza böy- lesine bölünme, parçalanma ve dağılmayı dayatanlara da, işçi sınıfının en beter düşmanı olarak tarif edilen demagoglar, hatta işçi sınıfı saflarında burjuvazinin objektif ajanlığını yapan kimseler olarak bakılmalıdır. Şüphesiz bu demagogluğun ve objektif ajan tutumların, sosyalist mücadelemizin aydınlık ortamında tanınmamaları mümkün değildir. Onlar teşhir edilmeli, gerekiyorsa özeleştiri, tecrit, uygulama sürecine alınmalıdır. Bu tutumlannda ısrarlı olmamaları mutlaka sağlanmalı, karanlık ortamı seven yarasalar olmaktan çıkarılmalıdırlar. Aydınlanmış bir ortamda özgür ve devrimci bir yaşama kavuşturulmalıdırlar.
Sosyalist hareketimizin kendi iç bünyesinde, grup-yuvan alışkanlıkları, ahbap- çavuşluk, sırt sıvazlama gibi sahte ve ilkel ilişki tarzından arındırılması yani modernleşme ona muazzam bir iç dinamizm ka- zandıracaktır.Kimsenin birbirini eleştirmeye cesaret edemediği, bile bile zaaflara göz yumulduğu hatta onlara tabi olunduğu durum aşılabildiğinde, sosyalistler görevler karşısındaki tutumlarına göre, yetersiz ve yanlış yaklaşımlarının aşılması için eleştiri - özeleştiri sürecine alınabildiği gibi, başa-
rumlaşabilmesi mümkün olabilecektir. Bu kurumlaşma, modern ilişki ve hareket tarzıyla halk saflarına taşırılabildiğinde, genelde var olan kitle potansiyelini de daha örgütlü ve dövüş gücü yüksek bir duruma sokabilecektir.
Sosyalist mücadelede “parti çekirdeğinin sağlamlığının gelişmelerde belirleyici bir rol oynadığı bilinmektedir. Böyle bir sağlam parti çekirdeğine ulaşmak, kimyadaki zincirleme reaksiyon gibi, basın-yaym, sendikalar, kadın, gençlik vb. tüm alanlarda zincirleme reaksiyonu ve kurumlaşmayı mümkün kılabilecektir.
Günümüzün sosyalist mücadelesinde bir eğitim ve aydınlanma hareketi haline gelmek dendiğinde öncelikle bunların anlaşılması gerekiyor. Yani ilkel ilişkinin yerine modern ilişkiyi koymak. Önderliği kurumlaştırmak. Ve bu kurumlaşmayı halk saflarına taşırarak binlerle, on binlerle sayılan kitle hareketinden milyonların hareketi haline gelmek. Eğitimsiz ve yetersiz kadro adaylarını çözümlemek ve onları gerçek halk önderleri haline getirerek militanlaşan, örgütlendirilen kitlelerin gerçek özü yapmak. Elbetteki bu tarihsel görevin yerine getirilmesi, muazzam bir çaba ve enerjiyi, çok çeşitli araç, imkân ve eğitimleri birleştirmeyi gerektiren, kendiliğindenliğe, düzenden kaynaklanan alışkanlıklara büyük birsavaş açmayı temel alanbir yaklaşımla başarılabilecektir. Hesap alıp veren görevler karşısında yüksek bir sorumluluk duygusuyla hareket eden ve kadrolarına bu yaklaşımları egemen kılan bir sosyalist yapı şüphesiz ki gelişmelerin ve geleceğin teminatı olabilir. Eskide direnmek, ilkelliği ebedileştirmek, sosyalist hareketimiz için ancak yıkım getirebilir. Eğer karışık ve karanlık sosyalist ortamla bir yere varılamayacağına kesin gözüyle bakılıyorsa, sosyalist hareketimiz bir eğitim ve aydınlanma, netleştirme hareketi biçiminde yeniden yapılandırılmalıdır.
Eğitimin, dönüşme ve yenilenmede etkisi ne olabilir?
Türkiye sosyalist hareketinde “dönüşüm” ve yenileşme kavramlarını hiç şüphesiz ilk defa biz ortaya atmıyoruz. “Dönüşüm” kavramını Türkiye sosyalist ortamına sokan, Dev-Yol zemininde üremiş dönek bir kliktir. Bu klik Dev-Yol’un bütün ilkel ve gerici yanlarını teorileştirerek adeta kendiliğin- denliğin, burjuva kuyrukçuluğunun, bağımsız sosyalist bir çizgi ve örgütsel hattın uy
Sosyalist mücadelede “parti çekirdeğinin sağlamlığımın gelişmelerde belirleyici bir rol oynadığı bilinmektedir. Böyle bir sağlam parti
çekirdeğine ulaşmak, kimyadaki zincirleme reaksiyon gibi, basın-yayın, sendikalar, kadın,
gençlik vb. tüm alanlarda zincirleme reaksiyonu ve kurumlaşmayı mümkün
kılabilecektir.
rıh bir pratiğin sahibi olanlar da bileğinin hakkına yükselebilecektir. Bu, sosyalist ortamımızın yatay ve karmakarışık durumuna son verebileceği gibi, Marksizmin asla toprağın altına saklanmamasını istediği, eleştiri silahı da aydınlatmacı ve eğitici görevini başarılı bir biçimde yerine getirebilecektir. Böylesi bir ortamda elbetteki bir proletarya partisinin ‘inşası ve önderliğin ku
gulanmasını reddetmenin mükemmel bir teorisini oluşturmuştur. Ortaya çıkan sonuç ise biliniyor. Sonuçta, Avrupa emperyalizminin yüzlerce Dev-Yol kadrosunu özümsemesi ve maskaraya çevirmesi yaşanmıştır. “Yenileşme” ise daha çok TBKP mimarlarınca “yeni düşünce”yle gündeme getirilmiştir. “Yeni düşüncece bilgilenebildiğimiz kadarıyla en kaba ve bayağı reformizmden
başka bir şey değildir. Kaldı ki “yeni düşünc e lin önderi ve sözcüsü H. Kutlu ve N. Sargın burjuva yayın organlarında bol bol kamuoyuna bu “düşünceyi” tanıtmışlardır. Hepsi biliniyor. Sonuç TBKP’yi yasallaştırma adı altında gelip Evren-Özal yönetimine teslimiyet olmuştur.
Hiç şüphesiz proletarya sosyalizminin dönüşmek - yenilenmekten anladığı bunlar olamaz. Dev-Vol ve TBKP biçimindeki dönüşmek ve yenilenmek, gericilik yıllarının tasfiyeciliğini kitlelerden gizlemek için
zim sınıfa öncülük konumuna sıçrayabilmesini sağlamamızı ve açıkça sınıfa bu konumu dayatmamızı gerektiriyor İşçiler kendi hallerine bırakıldıklarında sendikal zemindeki kalkışmalannın ötesine çıkamaz, çıkarsa da oldukça zaaflı çıkar ve yenilgiye açık plansız - sonuçsuz patlamalara dönüşebilir. Bu noktada bilinçli bir sıçramanın yaşanması gerekiyor. Proletaryanın önündeki en acil sorun budur. İşte biz bu sıçramanın bilinçli yönlendiricisi olmalıyız. Sıçramayı pratik bir alternatif olarak sınıfın önüne koymalıyız. Tabii bu denli büyük bir sıçrama bir
İşte biz bu sıçramanın bilinçli yönlendiricisi olmalıyız. Sıçramayı pratik bir alternatif
olarak sınıfın önüne koymalıyız. Tabii bu denli büyük bir sıçrama birden olmayacak.
Sınıf derin bir iç hesaplaşma yaşıyor, yaşayacak. Biz bu hesaplaşmayı sınıfın
önüne açıkça koyacağız. -ki bu zaten objektif olarak kendiliğniden ve sancılı olarak
yaşanıyor Biz bunun bilinçlice yapılmasını sağlayabiliriz.
yüze geçirilmiş birer maskeden ibarettir. Proletarya sosyalizminin bugün bu kavramları nasıl anladığını açıklamak sanırım şu anda biraz gerekli olmaktadır. Önce işçi sınıfı cephesinde ortaya çıkan yeni gelişmelerden başlayarak, “dönüştürücülük” biçiminde formüle ettiğimiz yeni görevlerimizi açmaya çalışalım.
Bizim, işçi sınıfına yaklaşımımız 80-85 ’teki yaklaşımımızdan oldukça farklı olmalıdır. Yenilen ağır Eylül tokadı, dağıtılan siyasal, sendikal örgütler ve Eylülizme karşı toplu bir direnişin yaşanmayışı, o dönemde ağır bir moral bozukluğunu ve çekingenliği sınıfa yaymıştı. Biz sınıf içindeki çalışmalarımızda bunu dikkate almalıydık. 1983’teki sendikalar alanındaki hareketlenmeyle başlayan yılgınlığın atılma girişimleri 86-87’teki Netaş - Derby - Kazltçeşme grevleriyle önemli yol katedildiğini göstermiştir. Bu satırların yazıldığı sıralarda petrol ve belediye işkolunda yasal sınırları zorlayan direnişler pasif karakterde de olsa yapılıyor. 1 Mayıs gösterileri ve Türk-İş mitingleri önemli kıpırdanışlardır. Bu “yılgınlıksan sonra yılgınlığın atılmasının bitme sürecinde olunduğunu ve direnme eğiliminin pasif seviyede de olsa üste çıkmaya başladığını gösteriyor. Elbette bunun bizim pratik faaliyetimize sınıfa yaklaşım tarzımıza doğrudan etkisi olmalıdır. Biz şimdi sınıfın içindeki yılgınlık eğilimlerine anlayışlı davranmak yerine tecrit etmek, direnme eğilimlerinin başına geçerek önünü açmak ve sendikal zeminden doğrudan düzene karşı politik direnişlere doğru yön vermeliyiz. Bugün yılgınlığı hâlâ ağır bir biçimde yaşayanlar, sınıfın en geri kesimidir. Biz, direnişçi öncü kesimle kaynaşarak, kararsızlara anlayışlı davranıp kazanarak, yılgınları ortaya çıkan direniş hattına tabi kılmalıyız.
x Öncü işçilerin direnme perspektifi esas itibariyle sendikal zeminde olup, 1 Mayıs gösterileri ve Türk-İş mitinglerinde politik zemine sıçrama sancılan çekiyor. Görev: Sancıların aşılmasını sağlamak, öncü işçilerin direnişçiliğine politik bir karakter verebilmektedir. Bu görev bizim sınıfa yaklaşım tarzımıza her zamankinden daha fazla ve göze batar biçimde “dönüştürücü” bir karakter kazandırıyor. Sınıfın mevcut sübjektif durumu ile objektif olarak toplumdaki diğer halk güçlerinin proletaryanın öncülüğünü kabullenme eğilimi içine girmeleri, bi
den olmayacak. Sınıf derin bir iç hesaplaşma yaşıyor, yaşayacak. Biz bu hesaplaşmayı sınıfın önüne açıkça koyacağız, -ki bu zaten objektif olarak kendiliğinden ve sancılı olarak yaşanıyor Biz bunun bilinçlice yapılmasını sağlayabiliriz. Hem de bu iç hesaplaşmada uygulayacağımız bir çizgiyle devrimden yana ağırlığımızı koyacağız. Sınıfın geriliklerini, yılgınlık kırıntılarını kabullenmeyeceğiz. Sınıfa öncülük konumunu dayatacağız, bir iç hesaplaşmaya iteceğiz, öncü konumuna dönüşmesini sağlayacağız. Zaten bizim istediğimiz dışında da oldukça sancılı ve yavaş biçimde yaşanan bu süreçte sınıfa yardımcı olacağız. Sancıları azaltarak ve hızı arttırarak.
Tabii burada akla hemen sekterleşme ve sınıfın bütününden kopma tehlikesi gelebilir. Biz sınıfla içiçe ve gerçek bir kaynaşmayı yaşıyor olmamızdan dolayı böyle bir tehlikenin varlığını göremiyoruz. Sekterlik tehlikesi yok. Cesaretle ileriye atılmak gerekiyor. Bu atılım, sınıfla mevcut ve bir yanıyla da belirsiz kaynaşmamızı bir üst seviyeye sıçratarak politik öncülük karakterinde bir kaynaşmaya dönüştürecektir. Direnişçi öncü işçilerle böyle bir bütünleşmenin en önemli adımı da günümüz Türkiyesi: nde özgürce ve insanca yaşamanın en güzel ve gerçek biçimi olarak partili yaşamda bütünleşmek partili ruhunun kazanılmasını sağlamaktır. Biz günlük yaşamın sıradan küçük sorunlarına karşı, hiçbir kısıtlamaya tabi tutmaksızın partili yaşamı, politik öncülüğün belirleyici adımı olarak öncü işçilerin önüne hedef olarak koymalıyız.
12 Eylül, ağır baskı koşullarının yanı sıra, Türkiye halkına ve proletaryaya sıradan- laşmayı dayatmıştır. 12 Eylül’ün kitlelerde oluşturmaya çalıştığı felsefe ve ruh halini şöyle özetleyebiliriz: Gözlerimizi gerçeklere kapamalıyız. Günlük hayatın sistemin yarattığı bataklığında üreyen bitmek bilmeyen sorunlarıyla boğulmalıyız. Sonuçta bilinmeyen bir yerlerden bir kurtarıcının gelmesini beklemeliyiz. Ya da saman alevi türünden küçük parlayışlarla düzene nefretimizi - hıncımızı köreltmeliyiz. İşte Eylüliz- min yaratmak istediği sıradan işçi tipi böyle. Böyle bir işçinin bırakalım devrimci öncülüğünü, sıradan demokratlığı bile şüphe götürür. Şimdi sınıfa ve sosyalist hareketimize gerekli olan, pratik içinde yeni yeni oluşmaya başlayan işçi tipi, günlük sıkıntı
ların kaynağını görmüş ve oraya yönelmiş, kin ve nefretini, cesurca dile getirip düzenin üstüne çözümleyici bir biçimde yönelen, tek bir vuruşla soluğu kesilmeyip sürekli mücadeleyi göze alan, sıradanlık yerine öncülüğü temel alan ve pratikte uygulayan Kenan Budak türünden devrimci- direnişçi kahramanlığı hedefleyen proletarya sosyalisti işçidir.
Sınıfa dönüştürücü yaklaşımın zıddı, liberal-eyyamcı yaklaşımdır. Sınıfın günlük sıkıntılarına tabi olunur, her zaafa bir kulp takılır, yeteneksizlikler ve ilkellikler uyum sağlanacak kaçınılmazlıklar olarak görülür. Sınıf, böyle bir yaklaşımın etkisi altında kalırsa, olduğu yerde patinaj yapar, ama bir yolu daha vardır. Eyyamcıya tekmeyi vurarak yoluna devam etmek. Biz eğer sınıfa liberal yaklaşımı prensipleştirirsek en başta kendi yeteneksizliğimizi -çapsızlığımızı- ilkelliğimizi ve politik öncü olamayışımızı, sınıfa hayran olup ona tapan uvyeristler olduğumuzu ilan etmiş oluruz. Elbette bir proletarya sosyalistinin böyle bir tutuma girmesi kadar utanç verici bir şey olamaz. O işçi sınıfına oiduğu kadar tüm halk sınıf ve tabakalarına devrimci yönde dönüşmeyi dayatan bir tarzda yaklaşmalıdır. Eleştiri silahını “silahların eleştirisine” varmayacak bir tarzda etkili bir biçimde kullanmalı, esnek yaklaşma adına bayağı liberal-eyyamcı durumuna asla düşmemelidir. Bu da en baştan kendisinin kitle kuyrukçuluğu değil, kitlelere öncülük yapan bir pratiğin sahibi olmasıyla gerçekleştirilebilir.
Dönüşümle ilgili buraya kadar söylenenler elbetteki güçlü ve yoğunlaşmış eğitim programlarını gruplara ve bireylere uygulamayı zorunlu kılar. Yoksa sınıfın kendisi ve sosyalist kadro adayları kendiliğinden öyle değil, böyle yapamazlar. Öncelikle neden öyle değil de böyle yapılması gerektiğinin kavranılması gerekir. Eski ve alışılmış Olanda ısrar etmemenin neden zorunlu olduğu yeni dönemin nasıl bir çalışma tarzını dayattığı ve bu tarza uygun ölçünün ne olacağının da pratikte uygulayıcıları noktasına utaşmak lazım. Bu da ancak bireylerin ve grupların alındıkları eğitim sürecinde kendi pratiklerindeki yanlışları kavramaları, kendi kişilik sorunları da dahil kendilerini tanımalarıyla ve bu tanımayla birlikte yanlış ve çarpık olan yanlara karşı acımasız bir savaş verilip, dönemin yüklediği görevlere teorik, pratik, teknik vb. hazır hale gelmeleriyle mümkün olabilir. Kadro adaylarının kişiliğinde dönüşüm sağlanması, dönemin kendisine yüklediği görevlere yüksek bir hücum ruhuyla saldırabilir hale gelmesi sorunun çözümünde temeldir. Yi-
Biz şimdi sınıfın içindeki yılgınlık eğilimlerine anlayışlı davranmak yerine tecrit etmek,
direnme eğilimlerinin başına geçerek önünü açmak ve sendikal zeminden doğrudan
düzene karşı politik direnişlere doğru yön vermeliyiz.
ne böyle bir sosyalist kadro, sosyalist ortamdaki çarpık ve yanlış olan her şeye karşı da savaş verebilir. “Efendi-kul” veya “anarşist bireyler” biçimindeki sosyalist ortama yabancı ilişkileri tasfiye eden, düzenin üzerimizdeki etkilerine karşı sosyalizmin yüce değerlerini koruyan ve geliştiren yaratıcı bir insan durumuna gelebilir.
Her toplumsal mücadelede olduğu gibi 43
lümü) burjuvazi tarafından proletaryanın kendisine üretim süreçleri içinde yabancılaştırılıp biriktirilerek sermaye biçiminde bizzat proletaryanın işgücünü de satın alabilen muazzam bir güç olarak karşısına çıkar. Sadece kapitalistlerin “sermayesi” değil, pek çok küçükburjuvanın devletten veya kapitalistlerden “maaş” vb. biçiminde elde ettiği geçim imkânlarının kaynağında da biraz düşünülürse işçi sınıfından çekilen artı- değerin olduğunu görmek o kadar zorda değildir.
siz dar askercil anlamda bir fetih değildir. Tabii fethedebilmek için biraz güç-zor vb. anlamda da otoriteyi yaratmış olmak gerekir. Siyasi iktidarın emekçilerce fethedil- mesinde nasıl bizde finans-kapitalin sadece söz ve yazıyla ikna edilmesi mümkün değilse, düzenin çeşitli kurumlarının fabrika, okul, şehir - kasaba - köy, semt, tarlalar vb. de öyle sadece konuşma ve tartışmayla fethedileceğini sanmak ahmaklıktan da öte bir şeydir.
Slogan olarak atılan “Fabrikalar bizim ka-
sosyalist mücadelede de güç büyüdükçe tek tek kadroların önemi azalmak şöyle dursun daha da artar. Sosyalizm savaşçısının kişiliğinde sağlanacak dönüşümle ancak gelişme teminat altına alınabilir. Ve pek çok alana yayılmış gücün denetimi ve gelişimi, modern çalışan, insiyatif sahibi kişi- liklerce sağlanabilir. Modern sosyalist çalışmanın kendine özgü bir zemini ve işleyiş mekanizmaları da vardır. İşe buradan başlamak sosyalist hareketimizi adeta yeniden inşa etmek gerekiyor. Herkesin her yerde değil, görevli olduğu belirli yerlerde çalıştığı; sorumlulann kişiler değil komiteler olduğu; insiyatifin parti kuralları içinde gelişip yükseldiği, denetimin aksamadan ve başarıyı kriter alarak sürdürüldüğü; faaliyetin önceden tartışılarak belirlenen bir pratik plan çerçevesinde her alana yayıldığı; her alanın kendi bağımsız yapısı ve liderliği olduğu modern çalışma zeminini bütünüyle ve günlük tersi zorlamalara, alışkanlıklara karşı tavizsiz olarak uygulamak zorundayız.
Dönüşüme, içine girilen eğitim ve aydınlanma sürecinde toplumun temeli olan bireyin çözümlenmesiyle başlamak gerekir. Çözümlenmiş ve dönüşüme uğratılmış bireyler modern çalışma tarzıyla bunu içten dışa doğru yayabilirler. Kitleleri de çözümleyip dönüştürebilirler. Bu her türlü düzenden kaynaklanan, alışkanlık, eğilim ve bağların koparılıp atılmasıdır. Sosyalist kadro kendi kişiliğinde böylesi bir devrimi yapabilirse, şüphesiz ki kitlelere de dönüşmeyi ve devrimcileşmeyi dayatabilecektir. Kitlelerin devrimden başka hiçbir şeyi yaşamayan bir kadro karşısında durumlarını gözden geçirmeleri ve dönüşmeleri objektif du- rumlannın da etkisiyle hiçte zor olmayacaktır. Elbetteki bu öyle birden bire değil, uzun deneme, birlikte mücadele süreçlerinden sonra gerçekleşebilir.
Düzenden koparıp almada eğitimin rolü nedir?
“Düzenden koparıp alma” daha çok düzene ve onun sosyalist saflardaki etkilerine bir yönelim tarzını ifade etmektedir. Bu tarz nasıl gerçekleşir? Veya düzenden koparılıp alınacaklar nelerdir?
Yani gerçekte proletaryaya ait olan artı-değer (iş gücünün ödenmemiş bölümü) burjuvazi
tarafından proletaryanın kendisine üretim süreçleri içinde yabancılaştırılıp biriktirilerek
sermaye biçiminde bizzat proletaryanın işgücünü de satın alabilen muazzam bir güç
olarak arşısına çıkar:
Siyasi iktidarın emekçilerce fethedilmesinde nasıl bizde finans-kapitalin sadece söz ve
yazıyla ikna edilmesi mümkün değilse, düzenin çeşitli kurumlarının fabrika, okut, şehir - kasaba - köy, semt, tarlalar vb. de
öyle sadece konuşma ve tartışmayla fethedileceğini sanmak ahmaklıktan da öte
bir şeydir.
44
Gerçekte, kapitalist düzende kapitalistin “benimdir” dediği şeylerin hiçbirisi kendisine ait değildir. Tüm üretim araçları ve para- sermaye işçi sınıfının yarattığı değerden, koparılıp alınmış artı-değerden başka bir şey değildir. Kapitalistler, işçi sınıfındansömür- dükleri artı-değerle sabit ve değişen sermayeye sahip olurlar ve bunu sürekli büyütürler. Tüm üretilenlerin meta haline geldiği kapitalist toplumda bu sermayelerinin gücüne dayanarak kapitalistler her şeye sahip olurlar. Yani gerçekte proletaryaya ai olan artı-değer (iş gücünün ödenmemiş bö-
Kapitalistlerin muazzam becerisi, gerçekte kendine ait olmayan ve üretmediği değerleri kendi “özel mülkü” haline getirebilmesi ve toplumun gözünden böylesine yalın bir gerçeği saklamayı başararak iktidar olmayı, toplumu yönetmeyi başarmasıdır. Yani burjuvazi tüm toplumu kandırma ve kendi öz çıkarlarına yabancılaştırma temelinde kitleler üzerindeki hakimiyetini sürdürüyor.
Eğer biraz durumu kavrayıp gözünüzü açarsanız, karşınızda o haşmetlû -ordu, polis, cezaevleri teşkilatı demek olan- “devlet babayı” bulursunuz. Burjuvazi, “sermayesinin” kuvvetiyle devlete de hakim. Yani yine kaynağı işçi sınıfından çekilen artı-değere dayanan sermaye bu kez de devlet örgütünün “kanuncuF veya kanunsuz zoru olarak karşınıza çıkıyor. Keza aynı kaynaktan emekçilerin beyinlerini afyonlayıp, elini kolunu bağlayan basm-yaym, din vb. kurumlaşmalan sağlanıyor. Aslında buralarda çalışan insanların % 99’u küçük bir maaşçıkla geçinmek zorunda bırakılan memur adlı emekçilerden başka kimse değil. Böylece emekçiler, emekçilere karşı, burjuva düzenini kandırma ve zor temelinde korumakla görevlendirilmiş oluyorlar. Bizde birde her on yılda patlatılan kanlı-kansız ordu darbeleriyle bu durum büyük bir korku ve pasifikasyon ortamı yaratılarak sürdürülüyor.
Tüm bu genel geçer şeyleri söylememizin nedeni bu düzenden nelerin koparılıp alınması gerektiğine bir açıklık getirmeye çalışmak içindir. Yani düzenle, emekçiler arasında alıp verilecek şeyler “kırıntı” kabilinden şeyler mi olmalı? -ki bu yaklaşım tarzı reformizmdir- yoksa düzenin yasalarla kutsadığı kapitalistlerin özel mülkü haline getirilmiş her şey mi? Eğer fabrikalar, yollar, köprüler, tarlalar, siyasi iktidarın ve her şeyin kaynağı iş gücümüzün ödenmemiş bölümü (artı-değer sömürüsü)dür diyorsak, egemen sınıflardan koparılıp alınması gerekenler bu üretim ve yönetim aygıtlarının tümü olmak zorundadır.
Düzene böyle bir yaklaşım beraberinde neyi getirebilir? En baştan düzen ister yasalarla kutsamış olsun, isterse yasal alanın dışında bıraksın, düzenin kendine ait olduğunu iddia ettiği her şeye, -gerçekte bizden koparılıp alınmış olan her şeye- yüksek bir hücum ruhuyla saldırıp fethetmeyi. Burada fethetmek sözünden kastedilen şüphe
Iemiz olmalıdır.” cümlesinin, sadece fabrikalar için değil, tüm alanlar için hayat bulması isteniyorsa, fetheden ve vurup düşüren yaklaşım tarzını sosyalist mücadelemize egemen kılmamız gerekir. Günümüz Türkiyesi’nde en çok ihtiyaç duyulan böylesi yaklaşım tarzına sahip sosyalist ve devrimci bir hareket yaratabilmek ise ancak her sosyalistin önce kendini düzenle olan bin bir ince bağdan koparmasını gerektirir. Yani öncelikle kendi kişiliğinde bir devrim yaparak kendi kendisini düzenden koparıp alamamış, sosyalist ve devrimciler, her türlü uzlaşma, düzenle, devrim arasında orta yerde kalmış olmaktan kurtulamazlar. Orta- yolculuk ise insanı ancak politik iflasa götürebilir. Alışkanlıklardan tutalım, aile bağlarına, düşüncede devrim savunulurken, düzenin yaşanmasına kadar yığınla tutuculuk bir sosyalist için hiç de iç açıcı bir durum değildir. Gerçekte böyle bir sosyalistin öncelikle kendisinin fethedilmesi, düzenden kopanlıp alınması gerekmektedir.
Bu yaklaşım tarzı, sosyalizm adına yapılan çeşitli işçi, gençlik, kadın vb., örgütlenmeleri içinde geçerlidir. Sendika - dernek vb. çeşitli örgütlenmeler, işçi veya halk adına işçiler ve halkla birlikte kurulmalarına rağmen, bizdeki sosyalizm anlayışı ve pratiğiyle çoğunlukla devrimle, düzen arasında ortada bir yerde durmaktan kurtulamazlar. İster ilkel güdüler olsun, isterse devrim davasına katılımı sahte bir biçimde -yani özde değil görünüşte- yapmaktan kaynaklansın, objektif durum budur.
Elbette devrim, düşünceler ne kadar devrimci olursa olsun, düzenden koparılıp alınmamış veya böyle bir sürece sokulmamış, objektif olarak düzeni ve reformizmi yaşayan örgütlenmelerle gerçekleştirilemez. Bizim en çok sözünü ettiğimiz, düşünce ve eylemin bir bütün olması veya “Düşünce ile davranış birbirinden ayrılmaz” sloganı devrimde çözümleyici ve anahtar bir yaklaşım tarzının ifade edilmesidir. Buraya kadar söylediklerimizin en özlü anlatımıdır. Lenin bu konuda gerçek sosyalisti sözüyle değil, eylemiyle devrimci olan olarak tanımlar.
Önümüzde, böyle bir sosyalist olmanın, güçlü bir sosyalist ve devrimci hareket yaratmanın onur verici görevi duruyor. G öreve, yüz kez, bin kez tekrar da etsek şu sözcükle, cüret!, cüret!, yine cüretle! sahip çıkmamız gerekiyor.
(SÜRECEK)
SHP Kime Alternatif?Başlar afi 27. Sayfada
Sarı sendikalarla engellenemeyecek boyutlara ulaşan işçi eylemleri faşist hukuka sığmayan düzeylerde gerçekleşiyor. En temel hak arama yollan, çalışma ve örgütlenme yasalarının sınırlarından dolayı yasadışı ilan edilmiş durumda.
Bu durumda devlet ya hukuka uyulması için zor kullanacak bunun sonucu olarak da eylemler daha da radikal biçimlerde kendini gösterecek ya da hukuk gelişen eylemlere uydurulacaktır.
Tekelci burjuvazi için işçi sınıfının bu biçin l̂er altında gelenekselleşecek olan sınıf mücadelesi geleneği, % 100’lük bir ücret artışından çok daha önemli bir sorundur.
Tüm bu gelişmeler tekelci burjuvazinin, siyasal tercihlerini yeniden gözden geçirmesine neden oluyor.
ANAP hükümeti siyasal anlamda halkın gözünde tecrit olmuş, çözüm üretemez duruma gelmiş bir hükümettir.
SH P asgari bu toplumsal koşullar üzerinde hükümet olmaya adaydır.
Tekelci burjuvazinin ekonomik ve siyasal sorununa SH P’nin yaklaşımı şöyle irdelenebilir.
1. Ekonomik anlamda:Bu konudaki parti yaklaşımını Bay-
kal’ın sağ kolu genel sekreter yardımcısı Erol ÇEVİKÇE şöyle dile getiriyor:
“Muhalefette bulunan SH P gibi bir partinin, sosyal demokrat çerçevede uygulayacağı politikanın ayrıntıları şu anda yok. O ekonominin o andaki konjonktürüyle bağımlı bir olaydır. O gün konuşulacak bir' konudur. Biz o ayrıntıda yanıt vermeyi kabul etmiyoruz.”
Sosyal demokrat bir partiden geleneksel olarak emekçi kesimlerin ekonomik taleplerini dile getiren, muhafazakar partilerden farklı bir ekonomik program bütünlüğüne sahip olması beklenir.
Oysa dile getirilen programsızlık- tır.
Bunun doğal sonucu egemen olan kesimin taleplerini uygulayan bir programa tabi olmaktır.
Genel sekreter yardımcısı sanayileşmenin finansmanı sorununa ilişkin soruya şu yanıtı veriyor:
“Sanayileşmenin finansmanı için, ~ dünyanın her yerinde üç kaynak kul-
,tanılıyor. Birincisi başta tarım olmak üzere, diğer sektörlerden gelir aktarılıyor. ikinci tasarrufun belli bir kısmı sanayileşmeye aktarılıyor (Bu yollar ANAP döneminde tüketildi İ. F.) üçün- cüsü, yetmediği ölçüde dışarıdan tasarruf sağlanıyor.
İddia ediyoruz SH P olarak dünyanın bugün içinde bulunduğu siyasi konjonktür Türkiye’nin siyasal fatura ödemeden, ödün vermeden borçlanabileceği bir ortamdır.
Bugün Batı’da özellikle Amerika’dan kaynaklanan Avrupa piyasalarında yığınla verilebilir kaynaklar vardır. O borç verilen kaynağı hiçbir siyasi ödün ver-
meden Türkiye’ye aktarabiliriz.” (aa.y)Bunları Baykal tamamlıyor; “Sad e
ce enflasyonu denetim altına almanın önemini anlamak ve kavramak yetmiyor, onun ancak ciddi bir bedel ödeyerek düzelebileceğini de unutmamak gerekiyor.
Birinci nokta geleceğe yönelik Siyasi bir kararlılıksa, İkincisi bunun ötesinde siyasi bir bedeli göze almakla ilgilidir. Bu iktidarın böyle bir siyasal bedel ödem e şansı artık ortadan kalkmıştır.” (Panaroma Sayı 28 s. 27)
Tekelci burjuvazi açısından ekonomik bunalımın yıkıcı sonuçlan , yıpranmamış (siyasi bir bedel ödeyebilecek) bir hükümet ve bununla gelen dış sermaye desteği ile geçici bir süre için ertelenebilir.
8 yıldır uygulanılan faşist baskı halkı SH P’ye sürüklüyor, ödenecek siyasi bedel halkın umutlandır.
2. Siyasal anlamda:Toplumsal muhalefetin kaynağı de
mokrasi talepleridir. Tekeldışı burjuvaların ve orta burjuva katmanların özör- gütü olarak sosyal demokrasinin siyasal tavrı, tekelci burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki sınıfsal mücadelenin bir sonucu olarak baskın olan sınıfın siyasal taleplerine eğilimli olacak bir biçimde oluşur.
Sosyal demokrasinin burjuva demokrat reformlar uygulayabilmesi, onun tekeldışı burjuvalann özörgütü olmasından kaynaklanmaz, konjonktüre bağlı olarak ve düzen sınırları içinde kalmak koşuluyla güçler dengesinden kaynaklanır.
Sosyal demokratların demokratlığının ölçüsü sınıfı mücadelesinin gelişim seyrinde, işçi sınıfının kazandığı mevzilere bağlıdır.
İşçi sınıfı kazanımlarını yasalarla değil, mücadele geleneği ile savunurken, sosyal demokratların kazanımlar elde edebilmesinin ve koruyabilmesinin tek yolu yasalara sığınmak oluyor.
Sosyal demokratların yasaları fetiş- leştirme eğilimi, tarihsel olarak en önemli fonksiyonu olan, muhalefetin devrimci kanallara ulaşmasını ve devrimci araçlarla uygulanmasını engelleme amacından kaynaklanıyor.
SH P’nin cezaevlerindeki direniş sürecinde bazı ilçe örgütlerinde verilen desteğe karşı gerici tavrı politikanın sokaklara taşınmasına yönelik korkusunun sonucudur.
Tekelci burjuvazi ile işçi sınıfı ve emekçi kesimler arasındaki mücadelenin bugünkü konjonktüründe SH P’nin ANAP’a değil devrimci muhalefete alternatif olduğu görülmektedir.
SH P’nin sermayesi, siyasi olarak yıpranmamış bir parti olmasıdır. Umut olmaktan çıkarılması ise devrimcilere düşen bir görevdir.
ANAP tecrit olmuş, bu açık. Bunun diyetini işçi sınıfı ve devrimciler ödediler. Şimdi SH P’nin günü geliyor.
Siyasi olarak deşifre edilecek parti Sosyaldemokrat Halkçı Partidir.
GAP Çare Olabilir mi?Baş tarafı 30. Sayfada
tir. Bunun da 2000 yılında ancak 250 dolara çıkacağı varsayılmaktadır. Pamukda ise 1970’teki 173 dolarlık fiyatın günümüzde 100 doların altına düştüğü bir gerçektir.2000 yılına kadar ise 1970 yılı fiyatına (173 dolar) ulaşması beklenmektedir” (M. Şeker a.g.e. syf. 114)
Evet, dünya pazarlan finans-kapitali beklemektedir! Demek ki, parababaları dünya piyasalarında da deneseler bile şansları onlara yardım etmeyecektir. Bir yanda bu tip sınai bitkilerinin dağıtım ve alımında tekel olanların fiyatlardaki oynamalarla ürünün değerini olduğundan aşağıya çekmek girişimleri, öte yanda aynı üründe onlarca uluslararası rakip ve çatışma. Nasıl ki GAP ile suların, drenaj çalışmalan ve daha hiç başlanmayan kanalet yapımıyla topraklara aktarılması konusunda hiçbir çalışma yapılmıyor, bu ürünlerin nasıl satılacağı konusunda da kimse bir şey bilmiyor? İşte bunlar ve yukarıda değindiğimiz diğer “ belirleyici” olgular, finans-kapitalin bugün olmazsa, yann elini-kolunu bağlayacak gerçeklikler olarak karşısında duruyor.
Bitirirsek; GAP sadece proje olarak bakıldığında esasen insanoğlunun doğaya en büyük müdahalelerinden biridir. Fırat üç kez normal akışından alıkonuyor; Dicle de öyle. Medeniyetin beşiği Mezopotamya’da her nehir taşması tufana dönüşürken, şimdi Dicle ve Fırat ehlileştiriliyor, denetim altına alınıyor. GAFla Mezopotamya ikinci kez doğarak tarih sahnesinde yerini alabilir, ama ancak tutarlı, kararlı bir önderlik altında! Proletaryanın elinde, onun önderliğinden____________________________________
Üniversite ve Eğitim ÇıkmazıBaştarafı 33. SayfadaKöy enstitüsünü bitirenler kırda tarımı modernleştireceklerdi. Toprak reformu yapamayan Kemalist devlet sınıfı, tersinden sorunu çözmeye çalışmıştır. Köy enstitülerinin yeri bu amaca uygun olarak seçilmiş, enstitülere bağlı işlikler, işletmeler kurulmuş, bunları tamamlayıcı kurumlarla eğitimin yaygınlaştırılması amaçlanmıştır. Toprak reformu yapılamayınca bu deney başarısızlığa uğramış, Tonguç’un deyimiyle “köy canlandırflamamıştır. Devletçilik fideliğinde palazlanan finans-kapital DP ile güneşin altındaki yerini almış, CHP’nin tırpanladığı köy enstitülerini kapatmıştır. Köy enstitülerinin asıl önemi, köy gerçeğini gündeme sokması, 68 ’Ierin oluşmasına katkıda bulunması, demokratik bir bilincin oluşmasında rol alması olarak gösterilebilir.TÖS ve TÖB-DER büyük oranda bu deneyin sonuçlarıdır. Böyle bir kısır ortamda politeknik eğitimin ön biçimi olabilecek bir deneyin doğurduğu bu sonuçlar, probleminin çözümünün göstergesi ve geleceğe umutla bakmanın güvencesidir.
Kaynakça1- ilhan Arsel. Biz Profesörler. Aktaran Toktamış
Ateş. Niçin YÖK değil. Süreç Yay. s. 5-62- F.mre Kongar. Üniversite. Bilim Yay. s. 64.3- Karl Marx. Aktaran Henri Denis. Ekonomik
Doktrinler Tarihi. Sosyal Yay. s. 44.4- Karl Marx. Aktaran Ignany Szaniawski. Okulun
Toplumsal İşleri. Sosyal Yay s. 2975 Marx-Engels. Seçme Yapıtlar. Atman İdeolojisi, s. 55-566 Auguste Comte. Aktaran Henri Denis. Ekono
mik Doktrinler Tarihi. Sosyal Yay. s. 4997- Auguste Comte. a.g.e s 501.8 Bkz. Ignany Szaniawsky. a.g.e.9- a.g.e. s. 303.
10- a.g.e. s. 25.11 Toktamış Ateş. Niçin YÖK Değil. Sürey Yay s. 2412 a.g.e. s. 2413 İ Hakkı Tonguç. Aktaran T Tonguç. Devrim
Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç. Ant Yay s. 43.14 Harun Karadeniz. Eğitim Üretim İçindir, s. 51.15- Cumhuriyet. 20 Kasım 1088. s. 15.16- Cumhuriyet Bilim-Teknik eki. s. 5. ..17 Harun Karadeniz, a.g.e. s. 35. (SÜRECEK) 45
GENEL OLARAK SOSYAL SINIFLAR
46
Sosyal sınıflar bölümünde genel olarak Modern toplumun sınıf karakteristiği yanında, özellikle Türkiye’nin sınıf karakteristiklerini araştırıyoruz.
A) Sosyal Sınıflar- Sınıflar Dövüşü-
SosyalizmFransızca "PARTİ" sözcüğü: Türkçe "BÖ
LÜK", Acemce “PARÇA", Arapça "KISIM” anlamına gelir... Bir toplumda “PARTİLER" var demek, o toplumun insanları bir sıra bölüklere, kısımlara, parçalara ayrılmışlar demektir. Toplumların en belirli parti- bölükleri: SOSYAL SINIFLAR'dır.
“SINIP nedir? “Das Kapitalen üçüncü to- munun son sahifesi, sınıfın ne olduğunu araştırırken, yarım kalmış bir cümle ile biter. Belli ki Karl Marx, sınıfın dilediği gibi güçlü bir tanımlanmasını en gelişkin biçimi ile yapmak isterken, bunu tümliyeme- den ölmüştür. Engels de arkadaşının bıraktığı gibi vermeyi uygun bulmuştur. Büyük ustaların böyle bıraktıkları konuyu sonra gelenler didaktik kaçınılmazlıklara, yani öğretici pratiğe uyarak bütünlemeye çalışmışlardır.
Ancak, sosyal sınıfların var oluşları da, dövüşleri de Tarihcil Maddeciliğin ne bir icadı, ne bir keşfidir. Hegei “HUKUK FELSEFESİNİN ANA ÇİZGİLERİ” eserine yazdığı "GİRÎŞ"te pek ısrarla bir noktayı belirtir. Ona göre her TARİF (tanımlama): yüzeyde kalan bir Bilim çerçevesidir. Olaylann tam anlaşılması tanımlamalarla olmaz. Tarihcil gelişimlerinin kaçınılmazlığı (zarureti) ile gerçeklik kazanırlar. Sosyal bir olay demek oian “SINIFLAR" da. tarif edilmekten çok. tarif edilmeden önce: TARİHCİL BİR GELİŞİM KAÇINILMAZLIĞI VE GEREKLİLİĞİ kazanmış gerçekliklerdendir.
Bugün “SOSYAL SINIF" konusu ele alınırken. o büyük diyalektik hakikati, yani şaşmaz gerçeklik anlayışını göz önünde tutmak gerekir. Sınıf gerçekliği her ülkedeki gelişim gidişi sırasında azçok değişikliklere uğrar. Bu yüzden, bir an için yapılmış sosyal sınıf tanımlaması ister istemez azçok yüzeyde kalabilir. Donmuş ve ezbere formüllerle zırhlandınlabilir. Onun için, sosyal sınıf ilişkilerini birtakım transandantal kategoriler gibi fosilleştirmemelidir. Her toplumu yaşıyan tarihcil kaçınılmazlığı içindeki bütün gerçekliği ile izlemelidir.
Bu anlayışla modern topluma bakınca ne görüyoruz?
SOSYAL SINIF: dedik mi, ilkin Modern ekonomi temelini ve onu belirlendiren EGEMEN ÜRETİM yordamını göz önüne getiriyoruz. Her toplumun sosyal sınıfları, herşeyden önce, o toplumun “EGEMEN EKONOMİ” ilişkilerinde DOLAYSIZCA, yani BİRİNCİ KERTEDE görevli bulunan insan kümeleridir.
“EGEMEN EKONOMİ" der demez şunu
anlıyoruz: Demek her toplumda başkaca “EGEMEN OLMAYAN EKONOMİ ve ÜRETİM" biçimleri de vardır. Modern burjuva toplumunda egemen üretim biçimi KAPİTALİST ÜRETİM yordamıdır. Kapitalist toplumun sosyal sınıfları, ancak KAPİTALİST ÜRETİM YORDAMI içinde DOLAYSIZCA. yani BİRİNCİ KERTEDE görevli bulunan insanların kümeleşmeleridir. Ve ancak o kümelerin ilişkileri modern ilişkileri modern toplum sınıfları bakımından düşünce ve davranış konusu edilebilirler.
Bir üretim yordamı üzerinde DOLAYSIZCA görevli bulunan sosyal sınıflar başlıca iki karakterle birbirinden ayırt edilirler:
1- O sınıfların DURUMLARI başka başkadır.
2- O sınıfların ÇIKARLARI başka başkadır.
Modern toplumda İŞVEREN sınıflarının durumu: ÜST ve GÜDÜCÜ sınıf olmak; İŞÇİ sınıfının durumu; ALT ve GÜDÜLEN sınıf olmaktır. Gene modern toplumda, İŞVEREN sınıfının çıkarı: elinden geldiği kadar çok ARTI-DEĞER koparmak, yani SÖMÜRMEK; İŞÇİ sınıfının çıkarı ise: elinden geldiği kadar az ARTI-DEĞER koparttırmak. yani SÖMÜRÜLMEMEK'tir.
Bu tanımlamaya göre, modern toplumun başlıca SOSYAL SINIFLARI: işveren ve işçi sınıflarıdır. İşveren sınıfı ÜSTTE SÖ MÜRÜCÜ. işçi sınıfı ALTTA SÖMÜRÜLEN sınıflar oldukları için, durumları ve çıkarları bakımından iki zıt kutup olmuşlardır. Sonsuz gibi görünen önüne geçilmez bir savaş içinde bulunurlar. Buna SINIFLAR SAVAŞi, yahut SINIFLAR GÜREŞİ, yahut SINIFLAR DÖVÜŞÜ adları verilir.
Sınıflar dövüşü denilen gerçekliği şu veya bu insanın dileği yahut kaprisi yaratmaz. KAPİTALİST düzenin ta kendisi sınıflar savaşını gerektirir.
Mesele böyle konulunca, SINIFLAR SAVAŞINI doğru bulmayanlar, yahut istemeyenler varsa, o gibi kimseler ne dediklerine biraz dikkat etmelidirler. Onlar eğer zerrece sözlerinin eri iseler, sınıflar dövüşünü yanlış veya kötü sayarken, belki farkına varmayarak. herşeyden önce KAPİTALİZMİ doğru bulmuyorlar ve istemiyorlar, demektir.
Onun için, sosyal sınıfların varlığını herkesten önce burjuva düşünürleri görmüşler ve yazmışlardır Tarihin (Medeniyet Tarihinin) bir SINIFLAR SAVAŞI Tarihi olduğunu. Marks ve Engels’ten çok önceleri, gerçekçi burjuva düşünürleri anlamış ve anlatmışlardır.
Öyle ise, sosyal sınıfların varlığını, çelişmelerini bir Sosyalist icadı saymak ve sırf Sosyalistlere maletmek en kalpazanca bir ne dediğini bilmemek olur. Bir yanda kapitalizm (özel teşebbüs) savunulurken, öte yanda sınıfları ve sınıflar savaşını inkâr etmek ne demektir? Bu inkârı yapan cahil kişi ise. ne dediğini bilmiyordur. Ne dediğini bi-
Dr. Hikmet KIVILCIMLI
lenler inkâra, hatta yasaklamaya kalkıyorlarsa, yaptıkları ikiyüzlüce bir sahtekârlıktır.
Çünkü “ÖZEL TEŞEBBÜS” demek “KAPİTALİZM” demektir. Kapitalizm demek: üstte sömürücü işveren sınıfı, altta sömürülen işçi sınıfı ile bir üretim yapılıyor demektir. Kapitalizm bu üretim ilişkilerinin temelleri üzerine kurulmuş bir sosyal düzendir. Bu sosyal düzeni kuranlar şu veya bu insanlar, şu veya bu sınıflar değil: tarihcil gelişimdir. En basit gerçekçi insan dürüstlüğü. kapitalizmin birbirine zıt İŞVEREN- İŞÇI sınıflarına dayandığını, bu sınıflar arasındaki çelişkinin ister istemez ardı arkası kesilmeyen çatışmalarla dolu olduğunu görmezlikten gelemez.
Sınıflar güreşini örtbas etmeye, yani varken yok saymaya yahut yasak etmeye kalkışmak nedir? Sınıflar güreşini insan bilincinden uzak tutmaktır. İnsan sınıfları arasındaki güreşi HAYVANLAR arasındaki orman kanunlarıyla gütmeye girişmektir.
Tersine, modern toplumda özel teşeb- büscülüğün egemen olduğu kapitalist üretim yordamı yüzünden doğmuş SINIFLAR DÖVÜŞÜ'nü insanların bilincine çıkarmak; insanlar arasındaki bir sürü hayvanca tepişmeleri. İNSANCA yapmak ölçülerini getirir. Buna SOSYALİZM denir.
Sosyalizm, 7 bin yıldır süregelen ve 6 bin 500 yıl, boyuna doğarak sonra batmış medeniyetlerin örneğinden ders almıştır. İnsanlar arasındaki HAYVANCA SAVAŞI insana yaraşır BİLİNCE çıkarmıştır. Sınıflar savaşını Medeniyet kazançlarına ve toplum yaşantısına en az zarar verecek biçimlerde İNSANCA DÖVÜŞ’e çevirmiştir. Sosyalizm insan topluluğu içinde en son kalıntılarıyla HAYVANLIĞI kaldırmaktır. O bakımdan, Sosyalizm düşmanlığı insanlık düşmanlığıdır. Sosyalizmi bile bile istememek, kapitalizmin bugünkü durumuyla toplumda HAYVANLIĞI sürdürmektir.
B) SOSYAL TABAKALARDAN
KÜÇÜKBURJUVAZİModern toplumda işveren ve işçi adlı
başlıca ve birinci kerteden gelen SÖSYAL SINiFLAR’dan başka PARTİLER (bölük- kısım-parça)lar yok mudur? Vardır. Hem de pek çoktur. Bu ikinci kertede gelen bölük bölük insan kümeleri iki türlü olurlar. Bunlar:
1- Ya her başlıca birincil sosyal sınıfın kendi İÇİNDE bulunan bölüklerdir.
2- Yahut bütün başlıca sosyal sınıfların DIŞINDAKİ bölüklerdir.
1- BİRİNCİL sosyal sınıfların İÇLERİNDE bulunan İKİNCİL insan bölüklerine bizde daha çok ZÜMRE adı verilir. İşveren sınıfı içinde: Sanayiciler, Ziraatçılar, Bankacılar. Tüccarlar ve ilh. gibi bölüklere işve-
ren sınıfının başka başka ZÜMRELERİ denir.
Bu zümreler arasındaki hiyerarşi (rütbeler zinciri) çağa göre değişebilir. 19. cu yüzyıl sonuna değin kapitalizmin birincil işveren zümreleri: sanayici ve ziraatçı girişenlerdir. Bankacılar, tüccarlar ve ilh. kapitalist zümreleri İKİNCİL gelirler. 20.ci yüzyılda bu hiyerarşi tersine döndü. Bankacılar birincil zümre oldular. Öteki zümrelerin en kodamanlarını kendilerine uydulaştırdılar.
İşçi sınıfı içinde: Tarım işçileri (ırgatlar), kaba işçiler (üretime alışmamış kara işçiler), orta işçiler, usta işçiler, uzman işçiler ve ilh. gibi bölüklere işçi sınıfının başka başka ZÜMRELERİ denir.
19.cu yüzyılda işçi sınıfı zümreleri azçok akılcıl bir dengelilikle farklı idiler. 20.ci yüzyıl ile birlikte, işçi sınıfı içinde burjuvazinin desteklediği ve aristokratlaştırdığı işçi küçük- burjuvaları sendika gibi işçi teşkilâtlarını tekellerine geçirdiler. Tıpkı kapitalist sınıfı içindeki bütün zümreleri bir Finans-Kapitalist zümresi nasıl baskı altında tutup sömürüyorsa, öylece aristokrat ve sendika gangsteri işçi açıkgözleri geri kalan bütün işçi zümrelerini baskı altında tutuyor ve sömürüyorlar. Yukarıda kapitalist sınıfında azıtan tekelcilik böylelikle aşağıda işçi sınıfı içinde de almış yürümüş olur.
2- BİRİNCİL sosyal sınıfların DIŞLARINDA bulunan İKİNCİL insan bölüklerine bizde daha çok TABAKA adı veriliyor. Çünkü bunlar birincil sosyal sınıflardan çok daha heterojen (gayrı mütecanis), altlı üstlü bir hayli 'durum ve çıkar farkları gösteren basamaklaşmalara uğramışlardır. Onun için bü sosyal kümelere onları sosyal sınıflardan ayırmak üzere, SOSYAL TABAKALAR denmelidir.
Sosyal tabakaların hepsi de ilkin MODERN ÜRETİM YORDAMI ile DOĞRUDAN DOĞRUYA ilişkili olmayan kümelerdir. Normal sayılabilecek fakat yalnızca soyut kavram olarak anlaşılan, sırf (İŞVE- REN-İŞÇİ) sınıflarından ibaret, tam verimli bir kapitalizm için sosyal tabakaların EKONOMİK gerekleri ve zaruretleri yoktur.
basamak açılıp saçılmasını gerektirmiştir.
Onun için, birincil sosyal Modern sınıflar dışında kalan SOSYAL TABAKALARI bölümlendirmek, her ülkenin özel tarih, ekonomi, politika şartlarına göre ayrılıklar ve güçlükler gösterir. Politika kargaşalıklarının en büyük sebebi, sosyal tabakalarla sosyal sınıfları birbirine karıştırmaktan ve sosyal tabakaları da ayrıca birbiriyle karıştırmaktan ileri gelir.
Sosyal tabakalar deyince ilkin iki grup göz önüne getirilir:
a) GEÇMİŞ TARİHİN YADİGÂRI OLAN SOSYAL TABAKALAR: Geçmiş çağların üretimi yordamları kapitalizm şartları içinde sürünüp gittiği için ayakta dururlar. Bunların en ünlüleri büyük KÖYLÜ TABAKALARI ile ESNAF TEBAALARI’dır. Kapitalizm kendi kanununa uyup gereği gibi gelişseydi, bu iki büyük tabaka yeryüzünden silinebilirdi.
b) MODERN GÜDÜMÜN'YADİGÂRI OLAN SOSYAL TABAKALAR: Bunların en göze çarpanları USTABAŞILAR ile AY- DINLAR’dır. Bu tabakaların üretimle ilişkileri dolaylı yoldan: İDARE, SİYASET güdümleri için olur.
Kapitalistler siyasî iktidarı ele geçirmeden önce gerçekten girişkin kişilerdi. O girişkin- likleriyle üretimdeki görevlerine elverişli kal- saydılar, adı geçen iki tabaka insana hacet kalmayabilirdi.
Ancak, ne KAPİTALİZM ideal GELİŞİMİNİ başarabilmiş, ne de KAPİTALİSTLER üretiminde gözetim ve bilgi GÖREVLERİNİ ciddiye almışlardır.
(a) ve (b) tabakalı insan kümeleri arasında TERSİNE ORANTILI bir gelişim olmuştur. Kapitalizm ilerledikçe TARİHİN YADİGÂRI olan köylüler ve esnaflar boyuna azalmaktadırlar. Buna karşılık, işveren sınıfı hazır yeyiciliğe dökülüp gözetim ve bilgi görevini aksattıkça, sosyal sömürü dengesini koruyabilmek için MODERN GÜDÜMÜN YADİGÂRI olan gözeticileri ve aydın adlı Modern kapıkullannı boyuna arttırmıştır ve arttırmaktadır.
Sosyalizm,İnsanlar arasındaki HAYVANCA SAVAŞI insana yaraşır BİLİNCE çıkarmıştır. Sınıflar savaşını
Medeniyet kazançlarına ve toplum yaşantısına en az zarar verecek biçimlerde İNSANCA DÖVÜŞ’e çevirmiştir. Sosyalizm
insan topluluğu içinde en son kalıntılarıyla HAYVANLIĞI kaldırmaktır. O bakımdan,
Sosyalizm düşmanlığı insanlık düşmanlığıdır. Sosyalizmi bile bile istememek, kapitalizmin bugünkü durumuyla toplumda HAYVANLIĞI
sürdürmektir.İyi organize edilmiş, mantık sonuçlu,
akılcıl (rasyonel) veya fikircil (ideal) diyebileceğimiz bir kapitalizm için SOSYAL TABAKALAR kaçınılmaz bir gerçeklik olmayabilir. Daha doğrusu, kapitalist toplumda bir an için SOSYAL TÂBAKALAR yok oluverseydiler, kapitalist üretim yordamı durmazdı ve aksamazdı. Tam tersine, sosyal tabakalar olmasa, kapitalist toplumun genel ve soyut EKONOMİK düzeni daha verimli ve ilerici olarak büsbütün rahatlıkla işleyebilir ve çok çabuk gelişebilirdi.
Ne var ki her kapitalist toplumun EKONOMİK zaruretleri dışında, TARİHCİL ve POLİTİK birçok kaçınılmazlıkları daha vardır. Kapitalist üretim yordamı için ikincil sayılabilecek o tarih ve siyaset zaruretleri her ülkede bir sürü sosyal tabakaların basamak
Egemen sosyal sınıf her gün sayıca biraz daha azaldığını görüyor. Güdüm görevinden ve bilgi yetkisinden her gün daha çok uzak düştüğünü görüyor. Hele 20. yüzyılın Finans-Kapitalizm çağında, kapitalist sınıfı büsbütün gereksiz bir asalak olduğunu kavrıyor. Bu kendi kendine YOK oluşu bir VARLIK gibi göstermek ihtiyacını duyuyor.
O zaman kapitalist sınıfı gittikçe daha çok sayıda gelişen teknik incelikleri yalnız Bilim işinde uzmanlaştırdığı elemanlara bırakıyor. Tekniği anlamakta tekeline sahip olan bu uzmanlar, “akılcıl” sistem (rasyonalizm), Taylorizm, zincir usulü ve ilh. ile verimi arttırma yoluna işçileri kurban ediyorlar. İşçiler üretim içinde bir küçük çivi kadar önemsiz duruma sokuluyorlar.
Bu üretim ilişkileri ortasında işçi artık ma
kinenin hizmetkâri olmuş otomat bir bostan korkuluğudur. Otomatların daha çok yıpranarak verim sağlamaları için gözeticileri ve uzmanları sayıca arttırmak gerekir.Gözeticilerle uzmanların çıkarları artı-değer sömürüsünü arttırmakta toplanır. Durumları işçi sınıfını kılını kıpırdatamaz hâle getirmekte toplanır. Düşünce, duygu ve davranışlarında bunaltılmış işçi sınıfına karşı aristokrat işçi ile uzman aydın kendisini o çıkar ve durum bakımından kapitaliste paralel sayar.
Küçükburjuva tabakaları, “KÜÇÜK” oldukları için maddece ve mânâca ezilip
sömürüldüklerine göre, İŞÇİ SINIFI’na yakındırlar. Aynı tabakalar “BURJUVA”, yâni
“ÖZEL MÜLKİYET” denilen ismi var cismi yok tabu ile çarpılmış bulundukları için, İŞVEREN
sınıfının zafer arabasına bağlı kalırlar.
Buraya kadar, gerek TARİHİN geçmişinden, gerekse GÜDÜMÜN geleceğinden doğmuş sosyal tabakaları başkalıkları içinde bulduk. Bu sosyal tabakaların bir de ortak yanları vardır. Hepsi de KÜÇÜK MÜLK SAHİBİ tutumundadırlar. “KÜÇÜK KİŞİ MÜLKİYETİ”; esnafı ve köylüyü verimsiz küçük üretim cenderesinde kısır çabalarla boğuyor; aynı küçük özel mülkiyet aydını ve gözeticiyi haksız sömürüye bekçi köpeği yaparak insan haysiyetine aykırı vicdan işkencesi ile yozlaştırıyor.
Ne var ki bu zavallı sosyal tabakalar sırf, o küçük mülkiyetlerinin kölesi oldukları için, durumlannı bilince çıkarmakta güçlük çekerler. Egemen sınıfların muazzam BÜYÜK ÖZEL MÜLKİYETİ toplum içinde har vurup harman savurur. Üretimin sosyalleşmesi ile taban tabana zıt üstyapı engelleri çıkarır, verimi baltalar, toplumun gelişimini baltalar. Yapma işsizliği ve İzafî yoksulluğu (üst sınıfların zenginliği ile her gün biraz daha ağırca zıtlaşan alt sınıfların züğürtlüğü) arttırır. Bununla birlikte, küçük mülk sahipleri, zaman zaman o toplumu batıracak hâle gelmiş büyük özel mülkiyeti körü körüne savunmak felâketinden bir türlü kurtulamazlar.
Onun için, geçmiş Tarihin yadigârı ve Modern güdümün yadigârı olan sosyal tabakaların topuna birden “KÜÇÜKBURJUVA” tabakaları denilmektedir.
Küçükburjuva tabakaları, “KÜÇÜK” oldukları için maddece ve mânâca ezilip sömürüldüklerine göre, İŞÇİ SINIFI’na yakındırlar. Aynı tabakalar “BURJUVA”, yâni “ÖZEL MÜLKİYET” denilen ismi var cismi yok tabu ile çarpılmış bulundukları için, İŞVEREN sınıfının zafer arabasına bağlı kalırlar. Bir yandan bağımsız hiç bir düşünce ve davranışa sahip olamazlar. En saçma uyduruklara inanır ve aldanırlar. Öte yandan, anarşiye dek “BAĞIMSIZ” görünmek karasevdasından kurtulamazlar. Hiçbir kol- lektif aksiyonu ölüm dirim ölçüsünde be- nimsemiyen küçükburjuvalar, kendisini beğenmiş ukalâlık illeti ile inmeli olurlar.
C) Modern Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri Sınıfı
Bugün yeryüzünde Modern olmıyan toplum kalmamıştır. Modern demek KAPİTALİST demektir. Sosyalist olmıyan kesimde en akla gelmedik sosyal ilişkileri, bulunan MODERN toplum örnekleri: çeşit çeşit KAPİTALİST ülke tipleri vardır. Bunlardan hepsinin en klâsik biçimleri Batı Avrupa’da görülür. Oradaki klâsik sosyal sınıf ilişkilerini basitleştirmek olağandır. 47
Bezirgân sermaye ile, bir milli sermaye gibi zıtlığa düşmadı. Batıda Modern kapitalizm doğar doğmaz Tefeci-Bezirgân sermayeyi yendi. Geri ülkede Modern kapitalizmin bir ajanı olan Komprador burjuvazi, yerli Tefeci-Bezirgân sermaye ile yan yana yaşadı. Birkaç büyük ve kozmopolit şehirde yabancı sermayenin ajanlığını yapan Komprador burjuvazi: bir vücudun bağırsağına ve insanına yabancı kaldı, yukarıdan baktı. Komprador burjuvazi zeytinyağı gibi yüzdü. Öteki Derebeyi artığı Tefeci- Bezirgân sermaye sınıfı su gibi altta kaldı.
Arada birçok politik ve benzeri kargaşalıklar çıktı. Sosyal sınıf ve tabakalar arasında birçok karıştırmalar ve karışıklıklar oldu. Bütün bunlara rağmen zeytinyağı ile su birbirlerine kaynaşamadı. O vüzden 19.cu yüzyıl Komprador burjuvazi milli bir güç olamadığı gibi, geri ülkenin Antika ve Ortaçağlardan artakalmış TEFECİ-BEZİR- GAN ve DEREBEYLİK tabakalarını ne ortadan kaldırabildi ve ne de kendi yörüngesine oturtup değişikliğe uğratabildi. Örneğin, İngiltere’de olduğu gibi, Derebeyi artığı Tefeci-Bezirgârılar bir türlü “LORDLAŞ- TIRILAMADILAR” Komprador burjuvazinin böyle bir Sosyal değişikliği yapacak ekonomik gücü olmadığı gibi, sosyal ve politik olanağı da yoktu.
Parlamentarizm, bilindiği gibi KAPİTALİST sınıfı ile BÜYÜK TOPRAK VE MÜLK SAHİPLERİ sınıfı arasında geçen pazarlık düzenidir. Bu düzende iki egemen sınıfın bütün zümreleri bir çeşit BORSACILIK ya
parlar. Buna klasik adıyla BURJUVAZİ DEMOKRASİSİ denir.
Geri ülkelerde hiçbir zaman öyle klasik bir Parlamentarizm işleyemedi. Burjuva demokrasisi normal bir parlamento çerçevesi içinde iyi kötü pazarlıklara girişip uyuşmakla büyük problemlere az çok çözüm yolları bulamadı. O nedenle ülkenin ORANTILI (izafi) de olsa kalkınması hızlanamadı.
Yabancı sermaye Batı kapitalizminin sömürüsünü daha tutarlı kılacak bir ortam yaratmak istiyordu. Bu amaçla geri ülkeye de Batılı usulleri: Parlamentoculuğu, Hürriyetçiliği, Kanun Devletçiliğini ve Sosyal Adaletçiliği dayattı. Bütün bu tutumlar üstünkörü taklit edilmedi değil. Ne var ki Batı taklitçiliKleri geri toplumu büsbütün karma- kanşık bir karnavala çevirmekten öteye geçmedi. Her yapılan değişiklik yabancı sermayenin daha iyi balık avlamasına yarıyan bulanık suları arttırmakla kaldı. Bütün “ih- tilaFler, “inkılaplar, “reformlar, “ıslahaflar, ünlü deyimiyle: “Biz bize benzeriz” biçimlerinde yozlaştı. Bir türlü özenilen Batıklara benzenilemedi.lan ve evren krizleri keskinleşip de, Proletarya Devrimleri başarı kazanınca iş değişti. Batılı Finans-Kapital kendi topraklarında sosyal temellerinin daraldığını gördü. Sömürgelerle geri kalmış ülkeler, proletarya ihtilallerinin yedek gücü (ihtiyat kuvveti) olan MİLLİ KURTULUŞ SAVAŞLARI’na girişti. Bir yanda “Cemiyet’i Akvam” (Uluslar Derneği”, yahut “Birleşmiş Milletler” havasıyla, Birinci Evren Savaşından sonra Briyan-Kellog Paktları, İkinci Evren Savaşından sonra Marşal, Truman Doktrinleri ortaya çıktı. Bunlar emperyalistler arası nüfuz bölgelerini, evren ölçüsünde dünyayı paylaşma konularını ayarlamaya çalıştı. Öte yandan geri ve sömürge ülkelerde yeni metotlara girişildi. Modası geçmiş, etkenliği sıfıra düşmüş, toplum içinde ur gibi yabancı bir cisim haline gelmiş Komprador burjuva zümresiyle artık iş görülemezdi. Komprador burjuvaziden daha içli-dışlı ve milleti kolay sürükleyebilecek ortaklar arandı ve bulundu.
Geri ülkelerde Batılı anlamıyla vatanı ve milleti uğrunda ölümü göze alacak bir modern İŞVEREN SINIFI yoktu. Zaten öyle bir sınıf olsa, onunla uzlaşamayacağını Emperyalizm de biliyordu. Ama başka bir sınıf vardı ve aleste bekliyordu. Bu sınıf, her önüne gelen Fatih’in karşısında gerekince din iman, bin mintan değiştirerek kuyruk yalayıcılıkla binlerce yıldan beri ayakta kalmış bulunan Antika TEFECİ-BEZİRGÂN SINIFI idi.
Uluslararası Finans-Kapital “Milli Kurtuluş Hareketlerimin az çok zoru altında kaldıkça, duruma uydu. 19.cu yüzyıldan beri kendisine sadık uşaklık yapmış kişiliksiz Komprador burjuvaları elekten geçirdi. Bunların en kodamanlarını, en sınanmalarını kendi tipinde bir milli Finans-Kapital zümresi de uluslararası Finans-Kapitalin yapısı içine katılmış oldu. Bu gidişin en parlak görünüşü “YABANCI ŞİRKETLERİ MİLLİLEŞTİRMEK” adı altında gerçekleşti. Bu birinci konaktı.
Geri ülkede uluslararası Finans-Kapitalin ilkin ekonomik alanda bir “CÜZ’Ü TAM”ı (bütünleyici parçası) doğar doğmaz, ikinci operasyona geçilmek için sıkı ve koygun bir hazırlığa girişildi. Sabırla, saman altından su yürütülerek Milli Kurtuluş Savaşının bütün anti-emperyalist gelenek ve görenekleri yavaş yavaş yontuldu. Geri ülke uluslararası Emperyalizmin bir YEDEK PARÇASI yahut UYDUSU olmuştur denilse, bu söz şaşkınlıklar yaratabilir, belki patavatsızlıklara yol açabilirdi. Öyle denilmedi.
Geri ülkeler neden geri idiler? Çünkü Antika ve Ortaçağ düzenini yaşıyorlardı. Batı neden en yüksek güce ulaşmıştı? Ortaçağın yerine Modern adlı yeni bir düzen kurduğu için. Bu hesapça Milli Kurtuluşun amacı ne olabilirdi? Ancak ve yalnız “BATILILAŞMAK”..
Böylece ortaya atılıp herkese kolayca be- nimsetilebilecek parola en zararsız ve göz kamaştırıcı biçimi ile bulunmuştu. Geri ülkeler Emperyalizme uşak, yahut Finans- Kapitale bir milli şube haline gelmiyorlardı: Batılılaşıyorlardı.
Bu uzun süren ikinci konaktı. Bu uzun vadeli konakta ekonomik ve sosyal ve hele politik hazırlıklar hiç de güç olmadı. Çünkü geri ülkelerin ta Firavunlar ve Nemrut- lar çağından kalma DEVLETÇİLİĞİ vardı. Devletçiliğin bütün subaşları ve köşetaşları yeni Finans-Kapital zümresine kestirildi. Daha “YABANCI ŞİRKETLER MİLLİLEŞTİRİLİR” yahut “KURTULMUŞ TOPRAKLAR ÜLEŞTİRİLİR”ken, kadim Komprador burjuvalann Avrupa’da tahsil görmüş yahut yabancı okul diplomalı parlak çocuk-
Fakir memleketi “ZENGİNLEŞTİRME” parolası altında “SERMAYE BİRÎKTİRME’nin en korkunç biçimleri mübah görüldü. Geri ülke halklarını soyup soğana çeviren ağır vergilerle çığ gibi büyüyen Bütçeler kotarıldı. Bu bütçelerin yüz milyonları hep uluslararası Finans-Kapital ile içli-dışlı şirketler kuran “MİLLİ” şapkalı vurgunculara tahsis edildi.
Beri yanda bu “Yağma Hasan’ın böreğine ağızları sulanarak, binlerce yıldır “Allah Allah!” diyen Antika TEFECİ-BEZİRGÂN sınıf yavaş yavaş Finans-Kapitalin ağları içine aracı, ortak yahut alt ve uşak durumunda çekildi. Bu kaynaşma sayesinde, geri ülkenin. artık yerliliği ve yabancılığı kalmamış Finans-Kapitale yağma sofrası yapıldığı ortadaydı. Memlekette bütün “ileri gelen” kodamanlar bu sofraya oturtuldular. Kadîm Tefeci-Bezirgân sınıfı içinden de en kodamanları ve en sınanmışları seçilip alındılar. Devletçi veya vurguncu yağma balını tutan Tefeci-Bezirgânlar da parmaklarını yaladı
lar. Ve bir anda uluslararası Finans-Kapital efendilerinin kendileri için (Kadîm Firavunların ve Nemrutların yerine) yeni efendiler olarak geçtiklerini gördüler. Allah yerine Emperyalizme tapmanın daha çıkarlı durumlar sağladığını her günkü pratikleriyle anladılar.
O zaman “HÜRRİYET, “DEMOKRASİ” havaları estirildi. Emperyalizmin düşmanı olma geleneklerine dayanan MİLLÎ KURTULUŞ liderleri öylesine göklere yükseltildiler ve Tanrılaştırıldılar ki, o yüce katlardan aşağı halka inmeyi uçurumlara yuvarlanmaktan better sandılar. Öyle bir halkçılığın hayal kırgınlığına uğramaktansa, “Batıcılık” uğruna hazır ellerine geçmiş ve uysallaşmış bulunan Devletçiliği harcıyarak putlaşmaya baktılar. Bu liderlerden kafa tutanlar çıktıysa, onlar da, Endonezya’nın Su- karno’su gibi, allem edilip kallem edilerek tepesi taklak getirildiler.
Kurtuluşa inanmış yüzbinlerce insan bir geceyarısı baskını ile “KOMÜNİSTLER” damgası altında çoluk çocuk, karı kızan kılıçtan geçirildiler. Daha uysal davranan liderler, uluslararası Emperyalizmin açık seçik ajanlarını sivrilttiler. Geri memleketi ekonomi ve kültür ağları içinde tutan Şirketler geniş yığınları bunaltıp aldatmakta yerden göğe dek “hür” bırakıldılar. Halktan hiç kimsenin ne olduğunu bilmesine vakit bırakılmadı. Gerçekten fakir halk gönüllüsü olan ülkücülere soluk aldırtılmadı. Devletçiliğin muazzam kahredici kıyma makineleri ÖZEL TEŞEBBÜSÇÜLÜĞÜ “serbestçe” iktidara çıkarttı.
O zaman ne oldu? Geri ülkelerde Antika Tarihin sık sık yazdığı cilvelerden biri oldu. Bu bir çeşit “TERSİNE RÖNESANS” idi. Kapitalizm, Batı’da TEFEC İ- BEZİRGÂN sınıfı kökünden kazımadıkça, normal olarak doğmamıştı. Fakat geri ülkelerde, kapitalizmin son çağı olan Emperyalizm döneminde, Tefeci-Bezirgân sınıfı kökünden kazınmak şöyle dursun, bütün dişleri ve tırnaklarıyla kapitalizme ortak olmaya ve kapitalist iktidarı ayakta tutmaya kendini verdi. Bu bir Tarihin tersine akışı mıydı? Evet. Böyle tersine akıntılar, ölüm çağına gelmiş düzenlerin büyük anaforları içinde görülebilirdi. Kapitalizmin inkâr edeceği Tefeci-Bezirgân sınıfı, 20.ci yüzyılda sanki kapitalizmi inkâra kalkışmış gibiydi. Ancak bu görünüştü. Dizginler, görünmeyen örümcek ağları gibi uluslararası Finans- Kapital mekanizmasının ve en büyük Emperyalist iktidarların elinde idi. Modern Finans-Kapital, nasıl Tarihin çarklarını geri çevirmekte ve gericilik yapmakta eşsiz ise, tıpkı öyle, Antika Tefeci-Bezirgân sınıfı da insan kazançlarını inkâr etmekte ve gericilik vanmakta Emperyalizmden aşağı kalmıyordu.
Böylelikle tencere yuvarlandı kapağını buldu. Ortaçağlardan, hattâ ilk Antika çağlardan kaldığı bilinen Kadîm Tefeci- Bezirgân sınıfı: Modern çağın dünya ihtilâlleri ve Sosyalizm döneminde, Finans- Kapitale YEDEK UYDU ve İHTİYAT GÜCÜ olarak geri ülkelerde iktidar mevkiini paylaştı. Bu yüzden Tefeci-Bezirgân sınıfı, sanki bir Modern sosyal sınıf imiş gibi geri ülkelerin ekonomisinde, toplum ilişkilerinde, politikasında, kültüründe, ahlâkında ağır basan söz sahibi bir sınıf kesildi.
Bugün geri ülkelerin SOSYAL YAPISI denince, yukarıda saydığımız SINIF İLİŞKİLERİ gözümüz önünden ayrılmamalıdır. Geri ülkelerin^ekonomisi de. sosyal üst katı da ancak o sınıf ilişkilerinin belirlendirdiği ve karşılıklı olarak biçim verdiği TEMEL ve ÜST-YAPI düzeni içinde değerlendirilebilir.
(AYDINLIK, Sayı 2, Aralık 1968, s. 119-133)
Adı Garbis Altınoğlu. İşkenceci Sedat Caner Nokta Dergisi’ne yaptığı açıklamada Kaplumbağa hücresi” işkence yönteminin ilk kez onda denendiğini açıklıyordu. Altınoğlu mahkemede verdiği ifadede “Maraş’ta kaldığım 70 gün boyunca ağır bir şekilde işkence gördüm. Gözaltında bulunduğum bu 70 gün içinde toplam 20 gün bütünüyle aç kaldım” diyordu. Caner ise, ‘‘kendisine güveni kırmak için burnuna zincir takıldı, tef çalındı ve ayı gibi oynatıldı... Kendisine olan güvenini yitirmişti ama yine de konuşmadı” diye ekliyordu. Altınoğlu direndi.
L v
I Adları Haşan Eliuygun, Levent Aktürkoğlu, Yalçın Özcan ve Musa ;dem. Çemberlitaş Vezirhan’daki kuyumcu soygunu sanıkları. Dör-
- j de gözaltına alındı, şubede gazetecilere gösterildiklerinde yine ‘‘dört kişiydiler”
Adı Naif Çiftçi. Şüphe üzerine gözaltına alındı. Günlerce gördüğü ağır işkencelere karşın konuşmadı. Şubede gazetecilere gösterildiğinde eliyle “V” işareti yaparak zaferi haber veriyordu. Gazeteler ‘‘Direnen militan” başlığıyla haberler verdiler. Direndi.
Adları Mehmet Çiftçi ve Haşan Çiftçi. Şehremini kuyumcu soygunu yüzünden gözaltına alındılar. Aynı zaman diliminde siyasi şubede başka bir nedenle gözaltına alınan bir devrimci şunları söylüyordu: ‘‘Bir gün gecenin geç saatlerinde yüzü gözü kânlar içinde yorgun ve bitkin birinin geldiğini gördük. Konulduğu hücrenin mangalı kapandı. Sabah, bu kişinin Mehmet Çiftçi olduğunu öğrendik, 24 saattir işkencede olduğunu duyduk. Her gecenin sessizliğinde alınıp götürülüyordu. Sorgudan döndüğünde o kadar işkence görmesine rağmen hücresine başı dik olarak giriyordu. Daha sonra, Mehmet Çift- Çi’nin işkenceyi ve vahşeti protesto etmek için ölüm orucuna başladığını duyduk. Onun kararlılığı bizlere umut ve direnmeyi öğretiyordu” İki kişi girip, iki kişi çıktılar. Ve cezaevine konuldular.