111

Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

  • Upload
    others

  • View
    13

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
Page 2: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

2 3

Karşı sayfa ve ön kapak: Darüşşafaka Müdür Muavini Galip Bey’in yazısıyla yazılmış imtiyaz

Sevgili MektepDarüşşafaka

G Ü L E R T Ü R K E R

A N I Ö Y K Ü

Page 3: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

Darüşşafaka 150 yaşında.

Babam 100 yaşında.

Sevgili Mektep Darüşşafaka

Güler Türker / Anı ÖyküISBN 978-605-84606-0-7e-kitap çevrimiçi (online) yayını: Aralık 2014 İstanbulhttp://pelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdf

Kapak Tasarımı Güler Türker, Pelin Türker

Tasarım, Uygulama ve DizgiPelin Türker (Kitapta kullanılan yazı karakteri: Chaparral Pro ailesi)

İllüstrasyon Eski İstanbul’un Haritası (s.88–89) ve İmparator Yolu (s.132–133): Pelin Türker

Kapak Görselleri Darüşşafaka Müdür Muavini Galip Bey’in yazısıyla yazılmış imtiyaz (ön kapak) ve tahsin (arka kapak).

FotoğraflarZiya Bozyiğit arşivi,Pelin Türker,Doğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010 (s.126)

TeşekkürDarüşşafaka Albümü ve İnşaat Fotoğrafları (s.194–211) için Delta İnşaat’tan Özlem Sarıel ve Cemal Sağlık’a,Doğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, 2010 kitabından yaptığım alıntılar konusunda beni yönlendirdiği için Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Tarih ve Anı Editörü Emre Yalçın’a,Üretimevi'nden Ahmet Başar’a teşekkür ederim.

Page 4: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

6 7

1 (s.44)Sümbül Efendi ya da Kocamustafapaşa CamisiAyios Andreas en te Krisei Manastırı (ya d a k ısaca A nd reas Manast ı r ı) İstanbul’un Kocamustafapaşa semtinde Doğu Roma döneminden kalma dinî bir yapıdır. Manastırın ne zaman yapıldığı bilinmemekle birlikte, içinde bulunan 6. yüzyıla ait parçalar ve sütun başlıkları burada 6. yüzyılın bir ibadet yerinin olduğunu ispatlamaktadır. Manastır adı-nı Bizans halkına Hıristiyanlığı kabul ettirdiğine inanılan Hagios Andreas en te Krisei adındaki havariden almıştır. Latin istilasından sonra ciddi bir onarım-dan geçmiş, günümüzde Koca Mustafa Paşa Camisi ’nin esasını oluşturan kilise inşa edilmiştir. İstanbul ’un fethine kadar manastır ve kilise olarak faaliyet gösteren bina 1486’da camiye dönüştü-rülmüştür. Koca Mustafa Paşa Camisi’nin avlusun-da, 2000 yıllık olduğu söylenegelen bir çınar ağacı vardır ve onun altında da Muhammed ’ in torunu ve Fatma i le Ali’nin oğulları olan Hüseyin’in iki kızı

Fatma ve Sakine’nin kabirleri bulunmak-tadır. Kerbela’dan sonra Yezid’in, tutsağı olan bu iki kızı Bizans’a sattığı ve onların burada ölüm orucu tutarak peşpeşe öldükleri söylenir.Kaynak: wikipedia.org ve Ayşe Emel Mesci’den derleme; Kaynak Foto: Asimelek/onur-board.eu, http://n1305.hizl iresim.com/19/t/ng8zu.jpg

2 (s.65)Sirtaki İstanbul Balat’ta doğmuştur. Çoğunluğu Rum olan kasapların kurbanlarını kes-meden önce, oturup kalkarak sergiledik-leri bir tür ayin. Teodorakis Zorba filmin-de Hasapiko Argo’ya (Ağır Kasap’a) yeni bir yorum getirmiştir: Ağır Kasap’la baş-lamış, belli bir noktadan sonra hızlandır-mıştır. Yunan dansı Sirto’ya küçültme eki takıp, Sirtaki adını vermiştir.

3 (s.72)İstanbul Yangınları 6 Eylül 1955Yanan Kiliselerin Adresleri:1- Samatya İmrahor İlyasbey Caddesi2- Yedikule Hacı Hamza Mektebi Sokak3- Samatya Bestekâr Hakkı Bey Sokak4- Hekimoğlu Ali Paşa Yapağı Sokak5- Silivrikapı Balıklı Yolu6- Kumkapı Çiftegelinler Gerdanlık Sokak7- Aksaray Langa Karanlık Sokak8- Kumkapı Liman Caddesi9- Şişli Büyükdere Caddesi Rum Mezarlığı10- Taksim Meşelik SokakKaynak: http://www.ibb.gov.tr/

4 (s.73)Surp Hovhannes Ermeni Ortodoks Yalı Kilisesi 1751’de hizmete giren ilk Ermeni hasta-nesinin ibadet gereksinimi için 1807’de deniz kenarında kuruldu. Önünden Ken-nedy Caddesi adı verilen sahilyolu geçin-ce, denizden koptu, oysa önünde yemeni boyanıp yıkanıp kurutulurdu.

5 (s.82)Fotoğrafın Hayatımıza Girip Yaygınlaşması ve Stüdyo Fotoğrafçılığıİlk fotoğraf stüdyosu 1842’de Beyoğlu’ nda Louis Jacques Mande Daguerre’in çırağı Compa tarafından açıldı. 1850’de Rum Basil Kargopulo Pera’da stüdyo açtı, 1857’de de Pascal Sebah. 1858’de Abdul-lah Biraderler’in stüdyosu Beyazıt’taydı. 1867’de onları da Beyoğlu’nda görüyoruz. Şehzadelerin fotoğraf öğretmeni Nikolay Andriomenos ve Oğulları’nın stüdyosu da önce Beyazıt’taydı. 1867’de o da Beyoğlu’ na taşındı. Kartlar Viyana ve Paris’ten geliyordu. İstanbul Fotoğrafçı lar ı çok meşhur oldu, öyle ki yabancılar resim çektirmek için İstanbul’a gelir oldu. Fotoğrafçılık çok kazançlı bir meslek idi. İçlerinde

aynı zamanda ressam olanlar da vardı. Ünlü seyyar fotoğrafçılar da sanatlarını sergilediler.

6 (s.84)Feyz-i Âti Yangını5 Şubat 1930: Çarşıkapı Feyz-i Âti Lisesi(Sultansarayları) bir bina yanmıştır.Kaynak: http://www.ibb.gov.tr/

7 (s.86) Kapılar Konstantinopolis bin yıl süren yaşamını surlara borçludur. Bizans İmparatoru Konstantinus 330 yılında yeni başkenti kurdu. Yedi yıl sonra da öldü. Konstan-tinus’un başladığı kent surlarını oğlu tamamladı. Bu ilk Konstantinopolis Surları bütünüyle yitip gitmiştir. Yeni kentin surları (Teodosius Surları) eski-sinden yaklaşık 2,5 km daha batıda inşa edildi. Surların üstünde on büyük kapı ve hizmet kapıları bulunuyordu. Yalnız-ca törenlerde kullanılan imparatorluk kapısı Porta Aurea (Altın Kapı) dışında halk bu kapıları kullanıyordu. Altın Kapı’dan kuzeye doğru Belgrad Kapısı (Ksilokerkos), halk kapısı olan Silivri Kapı (Pege), kapı dışında impara-torun konutunun bulunduğu bugünkü Balıklı önemli bir tatil yeriydi. İmpara-tor geldiğinde Pege Kapısı’nda törenler yapı l ı rd ı . Mevlev i K apı (Region) Küçükçekmece’ye giden yol üzerindeydi. Bundan sonrak i kapı Fat ih Su ltan Mehmet ’ in topl a r ı n ı doğ r u lt t uğ u Topkapı’dır (Aziz Romanos). Lykos (Bayrampaşa) Vadisi ’ndeki Sulukule Kapısı (Tempton) altıncı kapıdır. Son-raki en önemli kapı Edirnekapı (Harisi-us) kentin en yüksek noktasıydı. Surlar buradan Haliç’e doğru yamaç boyunca uzanır. Teodosius Surları bugün hala ayakta olan Tekfur Sarayı’nda sona erer. Son askeri kapı Ayvansaray’dır. Sur sisteminin batı ucu karmaşıktır.

AÇIKLAMALAR

Page 5: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

8 9

I. Komnenos burada Blahernai Sarayı’nı yaptırmış ve Komnenoslar burada otur-muştur. Komnenos surlar ı İsaakios Angelos Kulesi’yle sona erer. Komnenos surlarında üç kapı bulunmaktaydı: Eğri Kapı (Kaligaria), sarayın kullanımına ayrılan kuzeydeki Gyrolimne Kapısı ve güneydeki küçük Uğrun Kapı.Haliç’te Konstantinus Surları Cibali’den (Petrion’dan) başlar. Surlar kıyıdan tepeye doğru yükselir. Sonra güneye doğ-ru yönelerek bugünkü Fatih Camisi’nin batısına ulaşır. Buradan aşağı (Menderes Bulvarı) iner, sonra gene güney yönünde k a rş ı tepe ye y ü k se l i r. Dav ut pa şa Camisi’nin batısından Etyemez’e, Mar-mara Denizi’ne varır. Genellikle her kapı-da aynı adla bir de iskele bulunmaktaydı. Cibali’den batıya doğru ilerleyince, kıyı-sında bir fenerin de bulunduğu kapıya Porta Fenari (Fener Kapısı) deniyordu. Bu mahallede Rumlar oturuyordu.Daha batıdaki Kinegion Kapısı (Balat Kapısı) adını bitişik tepedeki Ayios İoan-nes Prodromos Manastırı’ndan almıştır. Kinegion diye bilinen mahallede küçük bir liman ve tershane vardı. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar küçük tekne yapımı Balat’ta sürdürülmüştür. Petrion kiliseleri, komşu Fener semti ve Marmara kıyılarındaki Samatya’da Stu-dios, Fetih’te hasar görmeyen yerleşim alanlarındandır, çünkü kapılarını açmış-lar ve direnmeden teslim olmuşlardır.Doğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010, s.65

8 (s.88 ve 125)Marmara KıyılarıMarmara Kıyılarındaki en büyük ve eski liman Lykos (Bayrampaşa) Deresi ağzın-da Eleuterius mahallesindeydi. Bu lima-nın 10. yüzyıla kadar kullanıldığı söyle-nir. Bu bölgede 16. yüzyıla kadar varolan bir diğer liman Vlanga Limanı olarak adlandırılmıştır. O tarihlerde liman ala-

nının büyük bir bölümü doldurularak bağ ve bahçeye dönüştürüldü. 1819’da büyük bir yangın Vlanga mahallesini yok etti. Türk döneminin Yeni Kapı’sı adı bilinme-yen bir Bizans kapısı olabilir. Batıya doğru bir sonraki kapı St. Emilianus (Davut Paşa) Kapısı’dır. Bu noktadan sonra başla-yan Teodosius Surlarındaki öbür üç kapı, kent tarihinde belli bir öneme sahiptir. Psamathion Kapısı, Konstantinus Surla-rı dışında en eski yerleşmelere bağlıdır. Bizans dönemine ait, adı bilinmeyen ikin-ci kapı Narlı Kapı’dır ve ünlü Ayios İoan-nes Prodromos Manastırı’na yani Studios Manastırı’na ait kentin günümüze ulaşan en eski ve tek bazilikası olan Ayios İoan-nes Prodromos Kilisesi ’ne (İmrahor Camisi ’ne) açılır. Bu manastırı impara-torlar yılda bir kere ziyaret ederlerdi.Kuban, İstanbul, 2010, s.63

9 (s.99)Hacı Hüseyin Ağa, ya da Arap Kuyusu Camisi Ahmet Dede tarafından 1522 yılında yaptırılmış. Tuğlayla örülmüş güzel bir minaresi, karşısında bugün suyu akma-yan çeşmesi de vardır. Yedikule ve Samatya tarihi ve sosyal dokusunu koru-yabilmiş İstanbul’un ender semtlerin-dendir. 1950’den sonraki imar hareketle-rinden etkilenmiş olsa da, sokak yapısını ve evlerini nispeten korumuştur.

10 (s.109)Katolik Kilisesi ya da Yeni Süryani KilisesiRumeli yakasında ilk tren hattı Sultan Abdülaziz (1830–1876) zamanında Fran-sızlar tarafından inşa edilen 18km’lik hattır: Yedikule–Makriköy (Bakırköy)–Ayastefanos (Yeşilköy)–Küçükçekmece. Bu hat Yedikule’de yapılan görkemli bir törenle 1871 yılında açılır. Tren hattı inşa edilirken, Samatya’nın Yedikule ile sınır oluşturduğu yerde

Katolik Fransız mühendisleri ve işçileri için bir kiliseyi de içeren binalar yapılır. Kilise Notre Dame de Rosaire yani Gül Ağaçlı Meryem’imiz adıyla tanınır. Günümüzde bu kilise Süryanilere hizmet etmektedir.

11 (s.125)Kiliseler ve ManastırlarKonstantinopolis’te, kubbeli 6. yüzyıl kiliselerinden önceki bütün 4. ve 5. yüzyıl kiliseleri ahşap örtülü bazilika türdendi.Günümüze ulaşan tek bazilika 463’te yaptırılan Samatya’daki İoannes Prod-romos Kilisesi’dir. Kilise 1500 dolayla-rında camiye dönüştürülmüştür: İmra-hor İlyas Bey Camisi. Cami 1894 depre-minde yıkılmış, bir daha onarılmamıştır. Erken bazilika planın en karakteristik örneklerinden biridir: içeride yarım daire, dışarıda çokgen büyük apsis. Kilise bugünkü haliyle de Roma ve Ravenna’da-ki bir kaç erken Hristiyan ve Bizans kilise-sinde görülebilen Geç Roma mimarlığına özgü ilginç mekansal özellikleri sergiler.Kiliseye bağlı olan Studios Manastırı kentin en büyük manastırlarından ve en önemli eğitim kurumlarından biriydi. Narl ıkapı’dan önce imparatorun bu manastırda yapılan yıllık geçit törenine katılmak üzere denizden geldiğinde kara-ya çıktığı bir iskele vardı. Konstantinopolis’teki ilk manastır Kons-tantinus Surları dışında sonradan Psa-mathion (Samatya) olarak anılan yerde Suriyeli keşiş İsaakhos’un 382’de kurdu-ğu Dalmatou Manastırı’dır. III. Roma-nos’un Samatya’da inşa ettirdiği 1031 tarihli Peripleptos Kilisesi ve bitişiğin-deki manastır (Sulu Manastır) Orta Bizans Dönemi kilise mimarlığının en büyük imar etkinliğidir. Fetihten sonra Ermenilerin Patrikhanesi de Samatya’da Sulu Manastır’daydı. 1641’de Kumkapı’ya nakledildi. Kuban, İstanbul, 2010, s.103-104

12 (s.126)1950–60 Kent PlanlamasıÇok sayıda hastaneden, klinikten ve üni-versite yapısından oluşan büyük bir sağ-lık merkezi kompleksi, surların yanında, yedinci tepenin üstünde ve Menderes’in açtığı Millet Caddesi’ne inen yamaçlarda gelişmiştir. Cerrahpaşa ve Çapa’daki büyük sağlık kompleksleri daha sonraki yıllarda Kocamustafapaşa, Cerrahpaşa, Haseki, Çapa bölgelerini yok etmiştir. Bütün bu yeni kurumlar Prost’un planı-na aykırıydı. Prost tarihsel çekirdekte büyük komplekslerin yapılmasına kar-şıydı. 1950’den sonra İstanbul’u imar etme çabaları kapsamlı bir kent planının parçası değildi.… Büyük İstanbul Nâzım Plan Bürosu ilk kez 1968’de koruma altına alınacak tarihsel sitleri belirleyebilmek için kent çapında bir araştırma yapılmasını öngör-müştür. O yıl larda İstanbul ’da hâlâ tarihsel dokusunu koruyan alanlar bulu-nuyordu. Suriçi kentte Aksaray’ın batı-sındaki Kocamustafapaşa, Davutpaşa, Cerrahpaşa, Haseki, Marmara kıyısında-ki bütün mahalleler, içeride Fatih, Süley-maniye, Zeyrek, Haliç üzerindeki mahal-lelerin çoğu, Boğaz köylerinin büyük bölümü, Beşiktaş’ın bir çok mahallesi, Üsküdar, Sirkeci, Galata, Kadıköy’ün eski mahalleleri, Adalar eski dokularını koru-yorlardı. Saptanan koruma alanı sınırları onaylanmış ve koruma altına alınmıştı. Yasal açıdan bu işlem ancak bir nâzım plan aracılığıyla yapılabilirdi. Fakat bele-diye korumacılığa karşıydı. Kurul karar-ları hiç uygulanamadı.Kuban, İstanbul, 2010, s.522

Page 6: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

10 11

1

Sevgili MektepDarüşşafaka

G Ü L E R T Ü R K E R

A N I Ö Y K Ü

Page 7: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

12 13

İÇ KONUŞMA/POSTA“Bugün hiç televizyon izlemeyeceğim, gazete okumayacağım. Yıllar önce okuduğum Candide’i* tekrar okuyacağım. Neden Candide bilmiyorum. Bugün bir mucize mi bekliyorum?” diye söyleniyorum, ama çaydanlığı ate-şin üstüne koyarken gözüm mutfak tezgâhının üstündeki gazeteye ilişi-yor… Alıyorum gazeteyi elime:

Bu karamsarlıklar, bu boyun eğmeler, sanata tükürmeler ya da sanat adı-na yapılan saçmalıklar, bu çeteler, görüldükleri ülkelerde halkları birbirine düşüren kurmaca Dreyfus ve Rosenberg’ler** davalarını çağrıştıran Erge-nekon, Balyoz ve Askeri Casusluk adlı inanılmaz davalar, terör, kandır-maca açılımlar, din kullanılarak yapılan yolsuzluklar, aşırı yapılaşma, güç, para, rant, yoksulluklar, varsıllıklar, görmemişlikler, namus (!) cinayetleri, adaletsizlikler, yüzsüzlükler, pişkinlikler, hele hele dindar gençlik yetiştir-me uğruna eğitim birliğinin bozulması, tam bir yozlaşma; gerçek, içten inançlılara “Mustafa Kemal haklıymış!” dedirten (bu benim umudum)…

* Voltaire, Candide ya da İyimserlik Üzerine, Dünya Klasikleri Dizisi** Polis tertibinin kurbanı Julius ve Ethel Rosenberg, Ethel’in kardeşi tarafından Sovyet casusluğu ile suçlanarak 1953 yılında idam edildiler. 13 yıl sonra masum oldukları kanıtlandı. Fransa’da 1894 yılında Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un aleyhine delil bulunmamasına karşın, Alman casusluğuyla suçlanıp yargılandığı dava, 12 yıl sürdü ve beraatle sonuçlandı.

Ağzımın TadıAğzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,Boğazımda düğümleniyorsa lokma,Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğaAlınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa, Denize bile iştahsız bakıyorsam,Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,Bu darağacı suratlı toplum.

Oktay Rifat

1

Page 8: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

14 15

Yazan, ODTÜ Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet İnam*.

“… Dünyası olan insanları, iktidarlar kolay kolay yok ede-mezler. Kendinize mahsus dünyanız yoksa, hemen yok edilir-siniz. Ama dünyanız varsa, bir yerlerde notlarınız, mektup-larınız vardır, onlar(ı) çıkar. Çünkü onlara yıllar yılı emek vermişsinizdir (vermiştir). Sizi beden olarak öldürseler de öldüremezler…”

Yazının ortasına doğru yer alan bu tümce beni ilk kez okuyormuş gibi öyle-sine sarıyor ki, kurşunkalemimi alıp yazının başına dönüyor ve daha dik-katli okumaya başlıyorum. Altını çizdiğim tümceler:

“… insan; karıncaya hürmet etmeyi, hayvanları, toprağı sev-meyi, kâinatın kendisini sevmeyi öğrendiği zaman hava kir-liliği ortadan kalkacak. (…) Düzen insanı kurgulanan sanal dünya içine atıyor. Gücün devamı için buna ihtiyaç var. Piya-sada en çok satan kitaplara, televizyon haberlerine, boyalı magazine bakın, bunu görüyorsunuz. Benden bağımsız ger-çekliği, benim yerime yukarıdaki insanlar yapıyorlar. Onlar yorumluyorlar. Dolayısıyla ben gerçeklikten uzaklaşmış olu-yorum. (…) Ben de diyorum ki, madem bu sanallık imkânı var, bu adamlar bunu yaratıyorlar, bu sanallığın farkında biri olarak, ben kendi sanallığımı yaratabilir miyim? (…) İlk bakışta mümkün değil.”

“Öyle” diyorum. Ama ticari bulduğum kitap yayın politikasını gözardı edip teknolojinin bizden götürdüklerinin acısını çıkarmaya bakıp, gene tekno-lojinin yardımıyla başka yollar arayamaz mıyız?

“Kendini kandırırsın.”“Sanal gerçeklik yaratmanın altyapısı var. (…)”

“Doğru” diyorum. Selim İleri bir yazısında, yazar-okur ilişkileri, amatör-profesyonel farkı konularında, aklımda kaldığına göre, bir yazardan, sanı-yorum Raymond Queneau’dan söz etmişti. Bu yazar amatörleri tamircile-re benzetiyordu. “Ama tamirciye de gereksinim yok mu?” diye gülümsüyo-

Her 10 yılda bir, bir öncekinden beter altüst olmalar. Huzura kavuşamaya-cak mıyız? Başlıklara göz gezdirirken şöyle hızla geriye gitmekten de kendi-mi alamıyorum. Kurtuluş Savaşı ve sonrasında Atatürk’ün başlattığı, II. Dünya Savaşı’nda dahi sürdürülmeye çalışılan milleti ayağa kaldırma, oku-ma yazma yüzdesi çok düşük bir toplumda okullaşma, laik bir toplum oluş-turma çabalarının,

• 50’lerde önünün kesilmesi. Soğuk savaş, yeşil kuşak, küçük Amerika olma hayali. Ardından, • 60’larda hüzünlü (!) bir iyimserlik (anayasa),• 70’ler kan gölü,• 80’ler Amerikan müdahalesi (darbe). Ufak ufak kemirilen laisizmden büyük parçaların koparılması, ılımlı islam prova-ları, Ortadoğu planları,• 90’lar etnik terör, katliamlar, yurtsever aydınların art arda öldürülmesi, faili meçhuller, • 2000’ler rejim tedirginliği, din-mezhep ayrımcılığı, toplu-mu muhafazakârlaştırma, korkutup sindirme ve önceki bütün olumsuzlukları içinde barındırması, sözde aydınların “Kurtuluş Savaşı olmadı”ya varan zırvalamaları ile bu olum-suzluklardaki payları, toplumun üzerinde kara bulutlar gibi dolaşan nefret söylemleri… Bizi yönetenlerin katılmadığımız kararları karşısında çaresizliğimiz…

Zordayız. Zordayım.

Eskiden zor durumda kaldığımda aileme sığınırdım, onlar sağaltırdı beni. Şimdilerde kim kimi sağaltacak? Hem eksildik, hem kalanlar da aynı benim durumumda. Aynı yakınmalar, aynı düş kırıklıkları.

Her başım sıkıldığında babam çıkagelirdi, iki eli kanda olsa gelirdi. Oysa onun da işi zordu. “Kendi olmak” için çok çalışırdı. Ama o da yok şimdi.

“Hani gazete okumayacaktın?” diyor içim. “Canım, yalnız başlıklarına bak-tım, o da yalnız çayımı içinceye dek” diyerek kitaplığa yöneliyorum. Beyaz kitaplar. Dünya Klasikleri Tercümeleri arasında olduğu için çabuk buluyo-rum Candide’i. Sayfaları arasında gazeteden kestiğim bir düşünyazı:

“Düzen, insanı kurgulanan sanal dünyaya atıyor.” * Cumhuriyet Gazetesi, 24 Aralık 1998, s.4

Page 9: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

16 17

rum. Gülümsüyorum. Acaba bu yoğun karamsarlıktan kurtulma çabası, bu uğraşı bana iyi mi gelecek?

“Olsun, ben bunu yapabilirim, yapabildiğim kadarıyla yapa-rım, çatlak ses çıkarmaya devam ederim.”

Ama, insanın kendi ve en yakınları hakkında bir şeyler yazması işin zor yanı.

“Çatlak ve sanal dünya yaratmanın ardında olabilirim. (…) Bu; battık, öldük, bittik düşüncesi ile sağlanacak bir şey değil.”

Aynı bizim durumumuz. Bu kahırlanma, “ne oluyor, yoksa bizde aksayan bir şey mi var, sağlığımızı mı yitirdik, abartıyor muyuz?” diye düşündürüyor.

“Bu, hayal kurmakla olabilecek bir şey. (…) Ben, onların yarattığı dünyadaki kendimi sevmiyorum. (…) Ben kendimi sevecek dünyalar yaratacağım. (…) Post-modernizmin algı-ladığı birey ile düzenin bireyi arasında fark var. Düzenin yaratmak istediği birey yüzsüz. İki anlamda da yüzsüz. Hem edepsiz, kişiliksiz. Hem de yüzü yok, ruhu yok. Kendi kültü-rüyle özel ilişkisi yok. (…) Tümüyle başkalarına bağlı ve dışa-rıdan komuta ediliyor. Kişiliği ortadan kalkmış, kendi başı-na karar veremeyen insan birey olabilir mi? (…) Birey olma, bu yaratılan sanal gerçekliğe posta atmakla oluyor.”

DörtlüklerBabam Gümüşhaneli, küçük bir tahsildarmış,Ölünce karısı, dört çocukla dul kalmış.Büyüyünce çocukları, İstanbul’a yol almış,Kadere boyun eğmeyeni, ben görmedim.

Anam doğmuş İstanbul’da, dostlar başına darısı,Genç yaşında everilmiş, olmuş doktor karısı,Beş ay sonra ölüvermiş, doktor gece yarısı,Sülâlede kocadan, dul kalmayan görmedim.

İki dul evlenmişler, Emine ile Esat,Kıl çeker gibi tereyağdan, işde yok hiç fesat.En küçükleri ben olmuşum, beş kardeş ki heyhatİki yaşımdan sonra, baba yüzü görmedim.

Sabri, hem Mesrure, Etem ile Hâlit,Mahalleli bilir, hepsi de olur şahit,Aralarında sadece, ben olmuşum bir zait*,Üç kardeş bir arada, hiç bir zaman görmedim.

Ezrail el koyunca, babamızın canına,Mecburen nakletmişiz, dayımızın yanına.Küçük Ziya hırpalanmış, orada kendi payına,Sıcak nefes, tatlı bir ses, okşayan el görmedim.

Çok küçük kalmışım, babamdan yetim,Yüzük taşına dönmüş, çimilen etim,Büyüdüm başımda, püskülsüz fesim,Bana şefkatle sarılanı, hiç görmedim.

Mintanım eskiydi, kolları kısa,Tahammülü yoktu, anamın naz’a,Oğlandan daha çok, düşkündü o kız’a,Ne var ki, asla bir ablacık görmedim.

Gönlümün neş’esi, içimde kaldı,Bacaklarım incecik, kuru bir daldı,

* eksi

Page 10: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

18 19

Bana çaldıkları saz, o zaman kavaldı,Musiki diye tatlı, bir nağme dinlemedim.

Takunye giyerdim, ayakkabı güçtü, Sol ayak başparmak, tırnağım düştü,Seneler geçti şimdi, olgunluk rüşt’ü,Parmağımda düzgün, bir tırnak görmedim.

Dayımın hesabına, aşure sattım,Küçücük gönlüme, üzüntü kattım,Akşamdan yatıp, çok erken kalktım,Ne çare, güzel bir rüya görmedim.

Güzel ile çirkini, henüz seçmeden,Çocukluk hayatım, daha geçmeden,Taşırdım suları, hep çeşmelerden,Heyhat ki temiz bir, su görmedim.

Sokakta oynayıp, eve dönünce,Annemi karşımda, kızgın görünce,Kader’e razı olup, boynumu bükünce,Çok sopa yedim, beni hiç af edeni görmedim.

Numune Mektebi dediler, bir yere gittim,Çocuklar arasında, orada tekdim,Okudum, oynadım, bilmedim ki neydim,Burada da beni hiç, koruyanı görmedim.

Dövdüm, dövüldüm, sesim çıkmadı,Yavan ekmek, kuru zeytin, midem asla bıkmadı,Bunca zahmet, moralimi bir an olsun yıkmadı,Bu şartlarla, benim yaşta, ayakta duranı görmedim.

Muhitim cahil idi, hiç bir teşvik görmedim, Her çocuğun sürdüğü, sefayı ben sürmedim,Vakta ki fırsat bulup, öğrenmek için İlm’i,Sebep oldu Eniştem, Darüşşafakalı Hilmi.

Darüşşafakalı Hilmi Enişte

A. Ziyaettin

Page 11: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

20 21

Konuklarımızın olduğu bir akşam yemeği öncesi elime pembe kartondan bir D.M.O.* dosyası tutuşturdu babam. “Bunları ne yapacağımı bilemiyo-rum, belki sen değerlendirirsin” diyerek. Kısa bir süre sonra da öldü. Zamanlaması akıllıcaydı, dosyanın içeriği üzerinde konuşamadık, demek konuşmak istemedi. Şimdi bir ölüyü ne kadar sıkıştırabilirim?

İnsanın yaşarken en değer verdiği şeyler, ölünce en değersiz şeyler oluveri-yor. Senin en değer verdiğin şeylerden, eğer maddi değeri yoksa, eğer mirasçıları ilgilendirmiyorsa, bir an evvel kurtulmak isteniyor, hatta acele bile ediliyor, çöpe bile gidiyor. Kağıt toplayıcılarının çuvallarında kim bilir ne öyküler, ne pişmanlıklar, ne itiraflar mırıldanılıyor. Düşünceyi, sözü yazıya geçirmenin de bir anlamı kalmıyor (mu)?

Ama, “yazıya geçmeyen toplum” diye eleştirirdin hep, işte baban yazıya geçmiş…

“Masal olacağını bilip, masalını mı yazdırmak istiyorsun bana?”

Şimdi bu pembe dosyanın içindeki sarı pelür kâğıtlara daktilo ile yazdığı dörtlükleri okurken o da yanıbaşımda. Okumaya zorunlu ara verip, ıslanan gözlük camlarımı silerken, gülümsüyor bana buğulu gözlerle. Bu gözlerde bir yaşamı betimlemek için bana gereksinim duyduğunu mu sezinlemeli-yim? Yoksa iş işten geçmeden anlar, sözcükler, ilintiler, değinmeler silin-meden, defterler kapanmadan, kendimi anlamak için bana yön veren kişi, yer ve olayları gözden geçirmem gerektiğini mi okumalıyım? Vakit de daraldı! Yıllar önce yazdığım notları anımsayıp masamın çekmecesine davranıyorum, ama önce masamı düzeltmeliyim, üstünde yer açmalıyım.

“Baba, bunları değerlendir diyorsun ama, bunları değerlendirirken, ya ben de kendimi tutamayıp bir şeyler söylemek istersem, benim canıma oku-mazlar mı? Doğrusu, bu dosyadan, annemle yaşadığın, kor demire ölümle dökülen soğuk suların buharında,

Heyyt be, bu dünyadan bir Ziya Bey geçti!

diye naralanan aşkın çıkacağını sanıyordum. Yanılmışım. Kadınlardan ne denli hoşlandığını biliyorum, yalnız bilmiyorum, tanığım da. Bu pembe

* Devlet Malzeme Ofisi

dosyadan aşk mektupları çıkmalıydı, örneğin anneme, ya da diğer kadın-lara yazdığın… Oysa sen, 1914’den 1934’e dek geçen yirmi yılı anlattığın yetmiş altı dörtlüğün yalnızca on beşinde ve yalnızca annemden söz etmiş-sin. Diğer dörtlüklerde zorlu çocukluk yılların var. Ama ağırlık Sevgili Mektep Darüşşafaka’da. Senin aşkın sevgili mektebin ‘Darüşşafaka’ymış. Kim mektebine dörtlükler düzer? Kim çocuklarına mektebinin marşını ezberletir? Bu dörtlüklerden çıkardığım ve seni gözlediğim kadarıyla Darüşşafaka senin için ‘var olmak’ ile özdeş. Ama aynı zamanda Darüşşafaka’da öğrendiğin Fransızca’nı yıllar sonra bile akıcı bir şekilde kullanman, bunun salt bir ‘var olma’ konusu olmadığının, o yıllarda, o zor-lu yıllarda ne kadar iyi eğitim aldığının bilincinde olduğunun da bir kanıtı. Hele, beni gönderdiğiniz ecnebi mektebi iyi derece ile bitirdikten altı yıl sonra Kapalı Çarşı’da Alman turistlere yol tarif ederken zorlandığımda, değil zorlanmak ağzımı bile açamadığımda yaşadığım acı şaşkınlığı anım-sadığımda bunu daha iyi anlıyorum.”

“Son dörtlüğün son satırının, ‘Gönül dünyaya gelmişti, artık baba olmuştum’un üstünü kurşun kalemle çizip, altına ‘Yeni ufuklara, yeni hayata dalmıştım’ yazmışsın. Ve, ‘1933’de kaydoldum Hukuk Fak.’ diye yeni bir dörtlüğe başlayıp, eski yazıyla* –yazın da ne güzeldir!– sürdürmüş-sün sayfa bitimine dek… Anlaşılan önce eski yazıyla yazıp sonra daktiloda temize çekiyordun yazdıklarını ve –ölmeseydin demiyorum– sürdürecek-tin yazmayı.”

O benim sözümü kesip, “Kim, kim senin canına okuyacak?” diyor.

“Bilmez gibi sorma, senin benim gibi düşünmeyenler. Sen benim için işi gücü olan, yüreği olan, dostluğuna paha biçilmeyen, harika bir serseri, bir bilgesin, ama kimileri için yalnızca bir serserisin. Sen tanıdığım en bilinç-li Kemalist’sin, en güzel ezanı da sen okursun, çünkü makam da bilirsin, eprimiş bir Kuran’ın sayfalarını o güzel yazınla sen tamamlarsın, çünkü hattatlığın da vardır.”

“Ya fotoğrafçılığın? Körüklü Kodak makinenle çektiğin ya da önem verip sakladığın yüzlerce eski fotoğraf Çukurcuma’da, Sahaflar’da sepetlere mi düşecek? Bazılarını kurtarabilir miyim?”

* Arap harfli Türk yazısı. Eski Türkçe Türkler tarafından, İslamiyetin kabulü olan 10. yüzyıldan, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1928 Harf devrimine kadar kullanıldı.

Page 12: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

22 23

21

1) Ziya Bey’in Kodak Fotoğraf makinesi 2) Aile Müzesi’nden bir kaç parça 3) 1961 Anayasa kitabı 4) Ananemin yakın gözlüğü 5) Kirpik kıvırma makinesi 6) Rastık mahfazası (kabı). Rastık, kadınların kaşlarını ya da saçlarını boyamak için sürdükleri siyah boyadır. 7) Göz banyosu kadehi 8) Şişe: İç çeperine yapıştırılan ispirtolu pamuk yakılır ve şişe ağrıyan yere kapatılıp bastırılır. İspirto alevi şişedeki havayı bitirince et (daha çok kaba etler ve sırt) şişe içine doğru emilip şişer. Şişelerin işi bitince tentürdiyot sürülür.

“Körüklü Kodak camlı dolapta duruyor, aile müzesinde. 1961 Anayasası da orada, 47 sayfa ama gene de ciltletmişsin. Sayfaların arasında daha sonra-ki yıllarda yapılan değişiklikler Resmi Gazete’den kopyalanıp iliştirilmiş. Bir küçük memurun vatandaşlık bilinci mi bu?”

“Güzel kafa atarsın, iyi futbol oynarsın, İstanbul’da nerelere takılınır, nasıl zamparalık yapılır, en iyi sen bilirsin, balıkların âlâsını sen tutarsın, dar-bukayı konuşturursun, aynı anda hem mandolin hem mızıka çalarsın, ulu-sal bayramlarda balkonları en güzel sen süslersin, höst! dedin mi oturtur-sun, en düşünülmez kılıklara girersin, Karagöz Hacivat’ı en kusursuz sen oynatırsın, Mevlâna’yı Yunus’u en iyi sen yorumlarsın, sen uslanmaz bir İstanbul tutkunusun, rakı en güzel seninle içilir.”

“Hani bir gün sana sormuştum, baba, rakıya en yakışan meze ne sence?”

“Muhabbet, demiştin.”

64 5

87

3

Page 13: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

24 25

Arkasında “Kızım Güler’e, 1960, kendi el yazımdır” yazıyor.

Ananeme ait Kuran’ın kaybolan sayfalarını Ziya Bozyiğit el yazısıyla tamamladı ve aşağıdaki notu kitabın arkasına ekledi:

Page 14: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

26 27

Atatürk ve Menderes-Bayar-Köprülü fotoğrafları Ziya Bozyiğit arşivinden.

Ziya Bozyiğit Yassıada Mahkemeleri duruşmalarını izliyor. 1960. (bkz. en ön sıra, sağdan birinci).

Page 15: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

28 29

Türkspor Dergisi kapağı, Şubat 1934. Ziya Bozyiğit (Küçük Ziya) Fenerbahçe Takımı’nda sahaya çıkarken (bkz. üstteki fotoğraf, ayağı kırmızı çarpı işaretli).

“Seni seviyorum baba. Sen öğrettin bana sevmeyi. Yapamam, seni üç beş sayfaya sığdıramam.”

Babam masanın başında ayakta duruyor. Gitmeye niyeti yok… Masanın çekmecesinden eski resimleri, yıllardır gazetelerden, dergilerden kestiğim yazıları, 1990’ların sonlarına doğru kendi gerçekliğimden söz etmeyi denemek üzere yola koyulduğum, annem-babam-ben ve çocukluk-ergen-lik üçgeninde dolaşıp sonra bir kenara koyduğum notlarımı sakladığım dosyayı, içinde hâlâ beyaz sayfala-rın bulunduğu kalın, yeşil, daya-nıklı, makine parçası üreten bir Rus firmasının 1963 yılı ajandası-nı çıkarıp dörtlüklerin durduğu pembe dosyanın yanına koyuyo-rum. Doğan Kuban’ın İstanbul–Bir Kent Tarihi (Türkiye İş Ban-kası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010) kitabının içinde, kaybol-maktan korka korka gezindiğim o enginlikte zorlanarak çıkarabil-diğim özet-notları kitaplığa ilişti-r iyorum. Bunlar ı bu anlat ıya katar mıyım, bilmiyorum. Seyir nasıl olacak? Bu bilgiler kitaplıkta salınsın şimdilik.

Başımı kaldırdığımda bembeyaz fanilası gözümü alıyor… Göğüs kıl-ları fanilayı aşıyor. Alnında ter tanecikleri. Yorgun görünüyor. Önce onu rahatlatmalıyım, çün-kü biliyorum, üstüne varacağım istemeden.

Koşuşturuyoruz dört kız, birinin elinde leğen, birinin havlu, diğeri suyu getirip döküyor leğene, ayaklar yıkanıyor, en küçüğünün elinde temiz çoraplar. İşte oldu. Hemen balkona masayı kuruyorum. Görüntüde deniz

Ziya Bozyiğit Darüşşafaka Futbol Takımı’nda oynarken

Page 16: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

30 31

Page 17: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

32 33

ve kilise çanı. Eksiksiz. Masanın üzerine beyaz keten örtü seriyorum. Beyaz porselenden küçük kayık tabaklarda beyaz peynir, kavun, bol dere-otlu çiroz, patlıcan kızartması, sarmısaklı yoğurt; Kulüp Rakı şişesini, soğuk su ve buzu masanın üstüne yerleştirirken, o da balkona çıkıp masa-nın başına oturuyor…

Üzerinde Darüşşafaka amblemi bulunan ince uzun rakı bardaklarının yarısına kadar rakı, üstüne soğuk su koyuyorum, buz atmıyorum, rakıya buz atmaz babam. Sularımızı da dolduruyorum, içinde dörtlüklerin durdu-ğu dosyayı alıp oturuyorum karşısına. Pembe dosya dizlerimin üstünde, açık. Sarı pelür kâğıtlar bize yol gösterecek. Buluşmamızın nedeni bu kâğıtlara yazılmış sözcükler değil mi?

Tıknaz, kısa boylu geniş omuzlu, kaslı, futbolculara özgü çarpık bacaklı, pırıl tenli, kara kıvırcık saçları ortadan ayrık, ince dudaklı, bıyıklı… Bekli-yorum… Acelesi yok gibi… Benim var…

“Bu dörtlüklerde –naif bulduğumu söylemiyorum, olumsuz anlamda değil, hatta sevimli bile buluyorum, ama gene de söylemiyorum– sanki kendini bağışlatmaya çalışıyorsun. Ne gerek var? Çoğunluğun seni görmek istediği gibi olamadığın için şimdi kaygılanıyor musun? Sanki suçluluk duygusu sinmiş bu sözcüklere, yoksa kendine yontmak mı bu?” diye hiç istemedi-ğim halde sert giriyorum konuşmaya.

“Yoksulluk, babasızlık gibi olumsuzlukları yalnız sen yaşamadın. 1910’lar-da, Osmanlı İmparatorluğu’nda, önce Balkanlar’da başlayıp daha sonra 1914’te senin ve annemin doğduğu yılda, Avusturya Veliahtı Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırp tarafından öldürülmesi nedeniyle başlayan, aslında pazar paylaşımı nedeniyle geniş bir alana yayılan Birinci Dünya Savaşı’nın içine doğan hemen bütün çocuklar, sıcak savaşı, parçalanmayı, yoksulluğu, babasızlığı, gelecek korkusunu yaşamadılar mı? Açlık ve salgın hastalıklar çocukları telef etmedi mi? Ya annemin yaşadıkları?! Ya 1940’larda, İkinci Büyük Savaş sırasında yaşananlar, Türkiye’de doğan Soğuk Savaş çocukla-rının, bizlerin yaşadığı olumsuzluklar..?”

“Neyse, seni suçlayan yok. Ya da var, ama bu ben değilim. Çocukluğum ele-ğini duvara astıktan (!) sonraya denk geliyor. Hukuk Fakültesi’ni, İktisat Fakültesi’ni, Yüksek Ticaret’i bitirmek üzereyken bıraktın diye kızmıyo-

rum sana. Seni anlıyorum. Zaten Darüşşafaka Mezunları yüksek okul mezunu sayılıyormuş. Son iki yılın programı yüksek okula göre hazırla-nırmış, sivil bürokrasinin iyi eğitilmiş insan gücünü sağlarmış ya, sen Hukuk Fakültesi’ne devam ederken aynı zamanda Şehremini Nüfus Müdürlüğü’nde iyi bir mevkiye sahipmişsin ya… Belki dostluğu seçtin meslek olarak. Mesleğin, yaşadığın hayatın kendisiydi. Başarı ve mutlu-luk. Başarılı olmak daha kolay, sen mutlu olmayı seçtin, sen zoru seçtin. Ama bu senin Darüşşafaka tutkun bana, beni rahibe okuluna gönderme nedeni üzerinde durmadığınızı, bir çocuğu ömürboyu koşullandırma haksızlığını düşündürüyor. O okulda mutsuz olabileceğimi bir gün bile aklınıza getirmediğinize kızıyorum. O ufacık kız, daha o okula başladığı ilk gün bir şeylerin yanlış olduğunu sezdiği halde, sizin aldırmazlığınıza kızıyorum. Mektebini bu denli seven, yaşamındaki önemini bu denli kav-rayan bir baba, Osmanlı Tarihi’ni, Kurtuluş Savaşı’nı, Türkiye Tarihi ve Coğrafyası’nı çok iyi bilen, çağdaşlığı ve ulusallığı çok iyi bireştiren biri, nasıl olur da küçük kızını o ‘ecnebi mektebe’ gönderir? Hele amacının sınıf değiştirme, başka bir ülkeye yamanma olmadığını, yalın bir yaşam amaç-ladığını, dostluklarla avunduğunu, kaçışı sevgide bulduğunu bildiğim için daha da kızıyorum. Beni o okula yollarken zorlandığınızı biliyorum, dört çocuk okutmak kolay değil, kafanızdan geçmeyenleri de biliyorum, örne-ğin varlıklı bir koca…”

Geleceğini bilseydim düşüncelerimi daha iyi sıralar, düşünce seline kapılıp böyle savrulmazdım, diye düşünürken yüzü beni kaygılandırıyor. Gözleri-min içine bakıp “Bize dayatılan düzen!” diyor bıkkın. Ya bu düzenin yeni-si, Yeni Dünya Düzeni?! diye geçiriyorum içimden. Karşılıklı konuşmak istemediğini seziyorum. Acelesi olmamasına karşın, geldiği yerden bekle-niyor gibi bir havası var, ondan da başka türlüsü beklenmez. O “aranan ve beklenen” idi hep.

“Biz evde hep dört gözle seni beklerdik. Çoğu evde de tersi yaşanırdı. Baba-lar evde oturur, çocuklar evden kaçardı. Babalar öyle sıkıcıydı ki…” diye yumuşatıyorum konuşma biçimimi. Onu üzüp kaçırmaktan korkuyorum. Şaşkınım. Saçmaladığımın da ayırdındayım.

“Sen mahallenin çocuklarını kendi çocuklarından ayırmazdın. Mahalle-nin gençlerini spora yöneltme, içki adabını belletme, işsiz delikanlılara

Page 18: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

34 35

karpuz sergisi açtırma ve denetleme uğraşıların nedeniyle eve geç gelirdin. Hani terzi söküğünü dikemezmiş ya, sen de çok iyi bir eğitici olmana kar-şın kendi çocuklarına daha az vakit ayırırdın. Yok yok, haksızlık etmeye-yim! İlkokul ikinci sınıfta hastalandığımda sabah akşam ateşimi ölçüp kaydetmişsin ve üstelik bu çizelgeyi de saklamışsın. Olguyu kaydetme senin işindi. Fotoğrafların nerede, hangi tarihte çekildiğini not etmeyi ihmal etmezdin. Sürekli eylem halindeydin. Çok çalışkan ve üretkendin. Biz senin gösterilerine rastlarsak nasibimizi alırdık. Aldık da. Bu kadar renkli bir insanı tanımak her şeye değer. Para sıkıntısı çektiysek, çektik. Anlaşılmamayla karşılaştıysak, karşılaştık…”

“Dinle!” diyor. Gelme nedenini vurgulamak isteyen bir ses tonuyla.

1914 senesinin bir sonbahar sabahı Kocamustafapaşa semtinin müte-vazı bir mahallesi Hacı Hamza’daki evinin karşısında bulunan caminin minaresinde müezzin sabah ezanını bitirirken, Esat Efendi de dünyada-ki vazifelerini bitirmişti. O zaman iki yaşındaymışım ben.

Rakısından bir yudum alıyor. Bir sigara yakıyor. Anın keyfini çıkarıyor. Gülümsediğimi görünce “Aklına ne geldi?” der gibi bakıyor.

Güler’in ateş çizelgesi

“Yok bir şey” diyorum, onu konudan uzaklaştırmamak için. Ama onu bek-lerken de Dilber Kontes’i, kalın, kara maroken kaplı, yer yer eprimiş o ola-ğanüstü, eski yazı ile yazılmış kitabı akşamları ayaklarının dibine oturmuş dört küçük kıza okurken, onun, Kontes’in serüvenlerine neler kattığını hiç bilemeyecek olduğumu düşünüyorum. Dilber Kontes bizim ilk dizimizdi. Aynı bugünkü dizilerde olduğu gibi, en heyecanlı yerinde keserdi. Bir son-raki okumayı iple çekerdik. İğne ile Boncuk’ta böyle yazılı bir metin de yok-tu. Sanıyorum babam bize söylemek istediklerini kendi kurduğu öyküler-de dile getirirdi. İğne ile Boncuk’u mahallenin bütün çocukları tanırdı. Çocukları bir süre yalvarttıktan sonra anlatmaya başlar, çocuklar gözlerin-den yaş gelinceye kadar gülerken, o, erdemi, arkadaşlığı bir kuyumcu titizli-ği ile işlerdi bu iki kahramanın sonsuz serüvenlerinde…

Kocasının vakitsiz denilebilecek bir zamanda vefatı ile dul kalan annem o devirdeki geçim şartlarının zorluğu ve ağabeyinin de ısrarı üzerine çocuklarını toplayıp erkek kardeşinin aynı mahallede bulunan evine muvakkaten* sığınmış. Aile ocağını tüttürecek başka kimse yokmuş. Kadının en büyük oğlu asker, kızı gelişmiş ve bekâr, ortanca oğlu mektep çağında. Hepsi ne ise… Lâkin iki yaşındaki en küçük yavrusu!..

“Baba, işte, söylemek istediğim buydu, bu son tümcen…”“Neden bu kendine acındırma?”

“Sen gene de dinle!” diyor.

Dayıbey’in durumu o zamanlar epeyce iyi imiş. Sert tabiatlı ve oldukça da otoriter olan bu zatın evinde hüküm süren hava, kocası yeni ölmüş bulunan kadına oldukça zor geliyormuş ama, muvakkaten de olsa mec-buren eşyalarını evinin bir odasına kapayıp, kapısına kilit çekmişti. Git-tiği kardeş evinde geceleri rüyasında kendi evinin ferah odalarını görü-yordu. Bazen de kızı ile bir kenara çekilip dertleşiyordu. Ana kız karşı-lıklı gizli gizli ağlaşırken adeta rahatlıyorlardı da. Kadıncağız eltisin-den, çocuklar da yengelerinden memnun idiler. Fakat Dayıbey en ufak bir hatayı kabul etmiyor, evde çocuklara karşı terör havası estiriyordu. Daima duvarda asılı duran kamçı, çocukluk saikası** ile kabahat yapan

* geçici olarak** nedeni

Page 19: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

36 37

yavruların körpe vücutları üzerinde zaman zaman şaklıyordu. Bu dayaklar kilitli kapılar arkasında atıldığı için çocukların feryatlarına yetişemeyen ev halkı her kırbaç darbesini kendi sırtında hissediyor ve içinden kan ağlıyordu. Lâkin elden ne gelir…

Seneler böyle geçiyor. Kadının dört yaşına gelen küçük oğlu bu patırtı-dan uzakta mı? Hayır. Yavaş yavaş o da hırpalanmaya başla-mıştır. Diğer çocuklar tarafından yapılan yaramazlık ve kabahatler, ustalıkla zavallının üstüne atılı-yor, haklı haksız sorulup araştırıl-madan kabahat ile mütenasip olmayan cezalar bu küçük çocuğa tatbik olunuyor, henüz büyüme çağında olan bu çocuğun etleri çimdikten yer yer morarıyordu.

1910’ lu senelerde Balkanlar’ı hallaç pamuğu gibi atan harpler, arkasından patlayan Birinci Cihan Harbi ile dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nda, İmparatorluğun başşehri İstanbul’un kenar mahallesi Hacı Hamza’da hayat artık kolay değildi.

Bu yıllarda Balkanlar’da doğan çocuklardan, senin gibi babasını çok erken yitiren biri ile karşılaşacaksın, ona aşık olacaksın ve onunla çoğalacaksın…Henüz bilmiyorsun.

Memleket istilâya uğramıştı. Ve isyan bayrağı açılmıştı. Dayıbey’in oğlu ile beraber Kocamustafapaşa Askeri Rüştiyesi’ne* devam eden ağa-beyim, baba ve dayının bu dayanılmaz katılığı karşısında evi terketmiş-ler. Yedi sene eve dönmemek ve tek bir haber göndermemek üzere.

Dayıbey’in sinirliliği bir kat daha artmış ve evdeki baskı daha da çekil-mez olmuştu. Nihayet annem, “Ne olursa olsun evime gideceğim, aç kalacağım fakat yuvamda olacağım” diyor ve kardeşinin yanından ayrı-larak iki çocuğu ile kendi evine dönüyor.

Dayıbey

Dilber Kontes kitabı 1333 (1917) yılında İkdam Matbaası tarafından basılmış “Afet Romanlarının” beşincisidir. Genç, güzel, kibar bir kızcağızın, “Bir Noel gecesi…” diye başlayan serencamını (başına gelenleri) kitabın basımından yaklaşık yüz yıl sonra okumaya çalıştım.

* Eskiden, şimdiki ortaokul derecesinde olan okullara verilen ad.

Page 20: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

38 39

Dayı evini terkeden evlâdının akıbetinden bir haber alamayan zavallı annem perişan oluyor. Bu arada ablam da hastalanıyor. Kaybolan evlâdının acısı, hasta olan kızının durumu, bahriyede askerliğini yapan ve kendisine bir istikâmet tayin edemeyen büyük oğlu ve henüz mektebe bile gidemeyen en küçük çocuğu.

Hiç bir yerden geliri olmayan, hasta olan kızına ilaç bulamayan, daha doğrusu çocuklarının doğru dürüst karınlarını bile doyuramayan annem çalışmaya karar veriyor. Memlekette İstiklâl Harbi başlamış, ot yok, ocak yok, iş yok. Evini terkettikleri için büyük bir hiddet duyan Dayıbey kardeşinin çaresizliği karşısında yumuşayıp zar zor Zeytinbur-nu İplik Fabrikası’nda iş buluyor anneme. Hasta olan kızının yatağı başında, Allah rızası için komşuları otururken annem beni de berabe-rinde fabrikaya götürüyor. Fakat bütün gün aklı evde yatan hasta kızın-da. Akşamları eve adeta koşarak geliyor ve her defasında kızını biraz daha erimiş ve solmuş buluyor…

“Bak kardeşim, bunları yemedim sana bıraktım, haydi otur yanıma sen ye de göreyim.” diyor ablam bana muhallebi tabağını uzatırken. Vaziye-tin ciddiyetini henüz idrak edemeyen ben muhallebiyi büyük bir sevinç ve iştahla yiyorum…

Bir felâket daha geliyor başımıza. Askerdeki ağabeyim memleketi ter-ketmek mecburiyetinde kalıyor. Padişah taraflısıymış, evde fısıldanan bu. Beş evlâdından Halit’i daha bebekken, iki oğlunu Sabri ve Ethem’i gözden uzak diri diri ve tek kızı Mesrure’yi gözünün önünde eriye eriye kaybeden annem altı yaşındaki küçük oğluyla yalnız kalıyor. Artık fab-rikaya da gitmiyor, yemiyor, içmiyor. Dört sene içinde akla hayale gel-meyen felâketler kadıncağızın bütün kuvvetini sıfıra indirmiş, kolunu kanadını kırmıştır.

Komşularının yardımıyla beni, hazırlık mahiyetinde olmak üzere, yakı-nımızda bulunan ve ana mektebi olan Rehber-i Saadet’e, kendini de dine veriyor. Mahallede Kur’anı Kerim dersi vermek için topladığı beş on çocuk ona hem bir meşgale, hem de bir gelir vesilesi oluyor. Kur’an ve din dersleri hususunda çocuklar üzerinde gösterdiği başarı kısa zamanda etrafında bir hayli kalabalık topluyor ve annem “Hocanım” ismini alı- * aynı birlikten olan kimseler, tarikat

** aracılığıyla

yor. Hocanım yeni tanıştığı kimselerden bazıları ile ihvan* kardeşliği kurmak suretiyle muhitini de genişletiyor. Acılar paylaşılıyor. Kendisi-nin din hususundaki bilgileri, o zaman her ne kadar ilmî bir bilgiye dayanmıyor idiyse de, ihvan kardeşleri arasında zamanın Nakşibendî Tarikatı’na mensup kimselerin delâletiyle**, Cağaloğlu’ndaki Hilâli-ahmer Caddesi Hamam Sokağı’nda bulunan Nakşibendî Tekkesi’nin müdavimlerinden olmuştu. Bu tekkeye devamı müddetince dinî malûmatını da kuvvetlendirmiş ve bunları yavaş yavaş etrafına faydalı olabilecek kadar ilmî bir bilgiye çıkarmıştı. Bu dinî ziyafetlere her gidi-şinde küçük oğlunu yanında götürür, onun da bilgilerini çoğaltmak isterdi. Nitekim küçük çocuk da kısa zamanda bilgisini arttırmış ve hatta tekkenin de en küçük dervişi olmuştu. Bazı geceler annesiyle bera-ber seccade üzerine huşu ile oturur ve tespihini çeker, bazan da tespih çekerken renkli rüyalara dalardı.

Bir gün eve bir misafir geldi. Bu yaşlı bir erkekti. Kimdi? Neden gelmişti? “Bu adam senin beybaban” dediler. Askerî mütekait olan bu zat annem-le nikâh yapılmak suretiyle evlendi.

Beybabası çocuğu dizleri üzerine oturtuyor, çocuğun hayalinde bile gör-mediği, görüp de kavuşamadığı oyuncaklardan, yeni elbise ve ayakkabı-lardan bahsediyordu. Çocuk beybabasını can kulağı ile dinliyor bazı şey-lerin değişeceği ümidine kapılıyordu.

Annemin ders verdiği mahallenin çocukları beybabama “Muallimbey” diyorlardı. Muallimbey’in çok mutaassıp ve oldukça da sert bir adam oldu-ğunu kısa zamanda anladım. Onunla yaşamanın kolay olmayacağını da anladım. Bilhassa kahve içmeye çok düşkündü. Sabah namazı için çok erken kalkar, annem kalkıncaya kadar hiç değilse sekiz on kahve içer, bu sayı akşama kadar yirmiyi otuzu bulur, bu yüzden evde patırtı çıkardı.

Muallimbey’in Trabzon’da jandarma subayı olan evli bir oğlu vardı. Ayrıca bir kızı da bu oğlunun yanındaydı. Muallimbey’in ilk eşi vefat edince kızını oğlunun yanına göndermişti, İstanbul’da kimsesi yoktu. O da bir bakıma bize sığınmıştı.

Page 21: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

40 41

Üç ayda bir tekaüt* maaşını almak için Eyüp Sultan Malmüdürlüğü’ne giden Muallimbey ekseri beni de yanında götürürdü. Yine böyle, beni de yanında götürdüğü bir gün bana, Eyüp Sultan’da bulunan oyuncakçılar-dan küçük bir davul almıştı. Mevsim kıştı ve ramazandı. Ben bir oyun-cağa kavuşmanın heyecanı ve sevinciyle hiç oyuncağa sahip olmamanın acısını çıkarırcasına kendimi kaybedip, evin bütün odalarında esip, çıl-gın gibi var gücümle davulu gümletiyordum.

Oruçlu olduğu ramazan günlerinin iftar zamanına yakın anlarında gayet asabi olan Muallimbey bana bir kaç defa ihtar ettiyse de bir oyun-cağa sahip olmanın sarhoşluğuyla ben davulu patlatırcasına çalmaya devam edince davulu büyük bir hışımla elimden koparıp mangal maşası ile patlattı. Özlenen bir şeye sahip olup da kaybetmenin acısını duy-dum. Belki sahip olmamak daha az acı vericiydi. Çok göz yaşı döktüm.

Zekimişim, öyle diyorlardı, çok da yaramazdım, biliyorum. Muallim-bey’ den hatırı sayılır sopalar yedim. Kâfir, yezit… Bunlar, Muallimbey’in kızdığı zaman çocuklara sopası ile saldırarak sarfettiği kelimelerdi. Bu arada Muallimbey’in çocuklara karşı olan sert muamele-si bazı çocukların Kur’an derslerini terketmelerine sebep oluyordu. Fakat bu çocukların anneleri, yeter ki çocukları Kur’an öğrensin diye çocuklarını ellerinden tutup tekrar getirirler, ve “aman Hocanım, çocu-ğu sen okut, Muallimbey’e bırakma!” diye ricada bulunurlardı.

Dayım ustabaşı olduğu fabrikadan ayrılmış, bizim mahalleye yakın Ağaçkakan denilen yerde bir kahve açmıştı. Bazan bu kahveye gidiyor, getir götüre yardım ediyordum. Bazan da dayımın küçük bir işporta içine doldurduğu salatalıkları mahalle aralarında, “Lânga bostanın, şiş-man ustanın!” diye dayımın şişmanlığına da dokundurarak satıyordum.

Dayım çok güzel de yemek pişirirdi. Kahvede satmak üzere büyük bir tencerede pişirip kâselere doldurduğu aşure, içindeki yemişler yetmez-miş gibi üzerine serpiştirilen nar, ceviz, fındık, üzüm öyle iştah açıcı, öyle can çekiciydi ki, tek bir parmağımı aşureye batırıp yalamak için bile dayağa razı olurdum.

Dayımın bir de eşeği vardı. Çok huysuz olan bu hayvandan neler çektim!

Dükkândan eve koşa koşa giden bu hayvan, nedense evden zor çıkar ve hele dükkâna gitmek hiç istemezdi. Ön ayaklarını ileriye atarak bir türlü yürümeyen bu hayvana bir adım attırmak bir mesele idi. Hayvanın yula-rına asılırdım. Eşek bana mısın demezdi, benim kuvvetim yetmezdi.

Bir gün gene hayvanı kıpırdatmak için yularından çekerken yular koptu, ben kıçüstü yere düştüm, canım çok yanmıştı. Fakat bir anda acımı unutturdu bana hayvan. Çünkü kaçıp evin yolunu tutmuştu, ağlamaya bile fırsat bulamamıştım. Dayım kahvede eşeği getirmemi bekliyordu. Hayvanın arkasından koşsam fayda etmeyecekti, onu geri getiremeyecektim. Kadere rıza gösterip boynumu büktüm ve kahvenin yolunu tuttum. Vaziyeti dayıma anlatınca ondan da bir temiz dayak yedim, ama hiç değilse bir kenara çekilip doya doya ağlayabildim.

Sanki bütün acayip hayvanlar dayımın evinde toplanmıştı. Bir de keçi vardı. Bahçede duran ayakkabılara ve asılı çamaşırlara musallattı. Ayakkabıları kemirir, çamaşırları didik didik ederdi.

Dayımın büyük oğlu kuş meraklısıydı. Evin içi, bahçe kuş doluydu. Yüz-lerce saka, florya, iskete beslerdi. Bir gün gene kuş yakalamak için ökse yapacakmış. Ökse, küçük sopalara sürülen yapışkan bir madde imiş. Bu maddeyi yapmak için rakı da lâzımmış. Bana Belgrat Kapısı denen yeri ve oradaki Rum bakkalı tarif etti, elime ufak bir kap ve para verdi, rakı alacaktım. Buldum bakkalı , kabı rakıyla doldurdu bakkal. Geri döner-ken rakının nasıl bir şey olduğunu merak ettim, şundan biraz tadayım dedim, bir yudum aldım rakıdan, boğazım yandı, gözlerim yaşardı, öksürmeye başladım, elimdeki tas yere düştü, rakı yerlere döküldü. Şimdi ben dayımın oğluna ne diyecektim!?

Elimde boş tas eve dönünce tabiî kıyamet koptu.

O zor zamanlarda, o yok zamanlarda babasızlığı ve himayesizliği çok iyi yaşayarak, bazı güzel şeyleri de hiç yaşamadan mektebe başlama yaşı-na geldim.

Beni Kocamustafapaşa Mektebi’ne yazdırdılar. Ev ile mektep arasında-ki takriben on dakikalık mesafeyi sabahları, koltuğumun altında çan-tam, güle oynaya giderdim. Mektep, Sümbül Efendi Camii’nin hemen yanındaydı. Cami avlusundan geçip kestirmeden giderdim mektebe. * emekli

Page 22: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

42 43

Caminin büyük bir avlusu vardı. Avlunun ortasında büyük bir şadırvan. Bu sekiz köşeli şadırvanın hemen yanında da o meşhur zincirli ağaç. Bu ağacın üzerine sarılmış olan zincirin ucu aşağıya doğru sarkıyor. Yere değdiği zaman kıyamet kopacağına inanılırdı. Ağacın yanında da Süm-bül Efendi Hazretleri’nin türbesi. Annemle çarşıya pazara giderken de bu avludan geçerdik ve annem bu zat için okunacak duaları öğretmişti bana daha çok küçükken. Ben de buradan her geçişimde türbeye ait pen-cerenin demir parmaklıklarına yapışır, bir an evvel okuyup yazayım diye bildiğim bütün duaları okurdum.

Mektebe alışmam uzun sürmedi. Her ne kadar mektepten çıktıktan sonra eve gelip çantamı bir kenara atarak usulcacık sokağa çıksam da akşamları mutlaka derslerimi bitirirdim. Mahalle çocuk bakımından oldukça kalabalıktı. Evimizin karşısında küçük bir arsada toplanan kendi yaşımda mahalle arkadaşlarımla o zamanın makbul oyunların-dan, zıpzıp, çukur, aşık, sigara kâğıdı oynar ve gene evimizin çok yakı-nında bulunan Mutaf ’ın Bostanı denilen çayırda uçurtma uçururduk. Annem sokağa çıkmama çok muarızdı*. Her sokağa çıkışımda dayak yerdim. Bazen bu dayak faslı o kadar ileri giderdi ki, sağdan soldan fer-yadımı işiten komşular, bize koşup beni Hocanım’ın elinden alırlardı. Dışarıda oynayan arkadaşlarımın karşıki viranede neşe içinde oynadık-larını kafes arkasından izleyip daha gözlerimin yaşı kurumadan, annem kapı sesini duymasın diye bir kolayını bulup bahçeye çıkar, bahçedeki incir ağacından bahçe duvarına tırmanıp, oradan da sokağa atlardım. Biraz evvel sokağa çıktığı için dövdüğü çocuğunun gözyaşları kadınca-ğızın yüreğini parçalarken, çocuğun tekrar sokağa kaçacağını aklına bile getirmezdi. Ancak çocuğun sesi kesildiğinde, “acaba çocuğa bir şey mi oldu?” şüphesiyle onu boşuna evin odalarında arardı.

Akşam hava kararırken benim de korkudan yüreğim atmaya başlardı. Evin kapısına kadar gelir, kapıyı çalamaz, kapıda beklerdim. Bu duru-mu karşıki evlerin pencerelerinden gören komşulardan biri bana acır, gelip elimden tutar, kapıyı çalar, kapıyı açan anneme, “Hocanım bu sefer benim için affet, bir daha yapmayacak, söz veriyor” gibi lâflar ve kaş göz işaretleriyle beni kurtarır selâmete kavuştururdu. Dayaktan

* karşı

kurtulmanın sevinciyle derhal mutfağa gider, kuyudan çekilmiş buz gibi su ile elimi, ayağımı, yüzümü yıkar ve sessizce bir kenara çekilip dersle-rimi yapardım.

Kapının eşiğine oturup boşuna kurtarıcı beklediğim de olurdu. Böyle zamanlarda fazla zaman kaybetmeyip yalanlar bulurdum. Hızlı hızlı kapıyı çalar, annemin telâşla kapıyı açması üzerine derhal şaşırtıcı veya üzücü bir haberi, daha ayağımı içeri atmadan anlatmaya başlardım: “Anne, Kocamustafapaşa’da yangın var” veya “ filân hanımteyze ölmüş”, “anne, yengem çok ağır hasta”. Bu haberlerden birini duyan annem birden şaşırır, çok üzülür, heyecanlanırdı. Ben de annemin bu ruhî durumundan istifade eder, içeriye bir gölge gibi süzülür, doğruca mutfağa yıkanmaya giderdim. Fakat ne çare ki haberin yalan olduğu anlaşılınca dayaktan gene kurtulamazdım.

Zaman zaman annemi çok müşkül* durumda bırakırdım. Bir defasında Muallim, sınıfımızdaki bütün çocukları teker teker kaldırıp, babaları olup olmadığını, varsa ne iş yaptığını sordu. Çocukların verdiği cevapla-rı dikkatle takip edip, ekseriyetinin babası olmadığını öğrendim. Sıra bana geldi. “Evet efendim, benim babam var ve Adliye’de Başkâtip.”

Verdiğim bu ifade üzerine, babası olan çocuklardan alınan yardım para-sı bizden de istendi. Annem mektep idaresine müracaat ederek çocuğu-nun yetim olduğunu söyleyince yalanım ortaya çıktı.

Kendimi zorda hissettiğim durumlarda yalan söylerdim.

Babasız olmak zoruma giderdi.

Evimizin karşısında bulunan Hacı Hamza Camii’nin bahçesinde büyük bir çitlembik ağacı vardı. Zamanı gelince bu ağacın dalları koyu siyah ve sarı benekli çitlembiklerle dolardı. Evden tedarik ettiğimiz küçük bez torbalarla ağaca tırmanır, torbaları çitlembikle doldurur ve yüz çitlem-biki yirmi paraya satardık. Caminin çok iyi kalpli bir müezzini vardı. Çocukların ağaca çıkıp çitlembik toplamalarına mani olmak istemez, ama ağaçtan düşüp bir kazaya uğramalarından da korkarak, çocukları kabil olduğu kadar ürkütmeden ağaçtan indirmeye çalışırdı. Ağaca tır-

* zor

Page 23: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

44 45

manma konusunda çok mahirdim. Hiç kimsenin çıkmaya cesaret edeme-diği incecik dallara çıkar ve torbamı çitlembikle doldururdum. Ağaca çıkamayan çocuklar için de, ağacın en tepesindeki çitlembik dolu dalları kırıp aşağı atardım. Bu güzel ağacın evimizden görünüyor olması benim için ağaçtan düşmekten daha tehlikeliydi. Çünkü annem evin içinde başını kaldırsa beni görebilir ve bunun hesabını da bana sorardı. Onun için daha ziyade annemin evde olmadığı veya sabahın çok erken saatle-rinde ağaca tırmanmayı tercih ederdim. Annemin sabah namazından sonra tekrar uykuya yatması benim için en uygun çitlembik toplama zamanıydı.

“Bütün yoksunluklara karşın çocukluğun pek yakınılacak gibi değil, yaşa-madıklarının yanında yaşadıkların da az değil” diyorum gülerek, o rakı bardağına uzanırken. Onu hem avutmak, hem kışkırtmak mı amacım, bilmiyorum. Ama anlatmayı sürdürsün istiyorum. Öyküsü olsun istemi-yor mu? Rakısından bir yudum alıyor, arkasından bir sigara yakıyor,

Koca Mustafa Paşa Camisi, halk arasında Sümbül Efendi Camisi ya da Sümbül Efendi Türbesi olarak bilinir. Resmî adı Pîr Yusuf Sümbül Sinan Âsitânesi’dir1 (bkz. s.6).

mezelere dokunmuyor. Son zamanlarda sigara ile nasıl boğuştuğunu düşünüyorum, sigaraları nasıl önce ikiye, daha sonra dörde bölüp sigara paketine yerleştirdiğini. Şimdi böyle bir kaygısı yok anlaşılan.

Bazan acı bazan da tatlı günler böylece geçip gidiyordu.

Ben de efkârlanıp sigaraya uzanıyorum. Paketi açıp sigara tutuyor bana. Ve sigaramı yakıyor. Acaba onu biraz olsun etkiledim mi? Anladı mı ne söyle-mek istediğimi? Yalanlarla donatıp, bol dayakla bedelini ödeyip oyun özgürlüğünü korumuş. Dayak yiyeceğini bile bile sokağın keyfini çıkar-mak, oyundan ödün vermemek, denizlere kaçıp, ağaçlara tırmanmak… Hepimizin en çok gereksindiği “oyun” mu onu olumlu kılan? Ya da başara-madıklarını oyunla aşarken mi başarıyı yakaladı?

Annemin zaman zaman “ah oğlum!” diye gözyaşı dökmesi, bir defasında köprü üstünde küfeci olarak gördüğü bir şahsa, Dayıbey’in evinden kaçan ortanca oğluna çok benzettiği için, koşup sarıldığını, ama oğlu olmadığını anlayınca ne kadar üzüldüğünü ağlayarak anlatması beni meraklandırıyordu.

Kimdi bu annemin “oğlum” diye ağladığı? Hangisiydi? Bir de asker olan vardı. Artık hakikati öğrenme zamanım gelmişti, bu ağabey masalları beni tatmin etmiyordu. Sorduğumda, ortanca ağabeyimin bundan yedi sene önce tam delikanlılık çağına girmiş iken, dayı zulmüne dayanama-yıp, dayımın oğlu ile birlikte gaiplere karıştığını anlattı annem. Esmer, orta boylu imiş, gözünün biri azıcık şehlâ imiş. O zaman ölen ablamdan başka iki de ağabeyimin olduğunu öğrendim. Büyük ağabeyimden pek bahsetmek istemiyordu annem. Herhalde canını sıkan bir şeyler vardı, ve bu hep böyle sürdü. İşte o günden sonra küçük kalbimde bir de ağabey köşesi açılmıştı. Bu ağabey bir çıkıp gelse, onu baba yerine koyacaktım, onu sayacak, ona teslim olacak, onun sözünden çıkmayacak, baba şef-katini onda arayacaktım.

Bu isteğin gerçekleşmiş, ağabeyine teslim olmuşsun, ama bu ne yaman çelişki ki, annemle yaşadığınız olumsuzlukların en önemli nedenlerinden biri de bu teslimiyet olmuş, diye mırıldanıyorum kendimi tutamayıp.

Yatmadan önce rüyamda ağabeyimi görmek için dualar ederdim. Bazan biri gelip, “Hocanım, senin oğlunu Eyüp Sultan’da görmüşler” der…

Page 24: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

46 47

Haydi… Zavallı annem ertesi gün Eyüp Sultan’a gider, bütün gün Eyüp Sultan sokaklarında dolaşır, başka bir gün oğlunu Üsküdar’da gördükle-rini söylerler ve kadıncağız Üsküdar’a gider ve her defasında bitap bir halde eve dönerdi.

Milli Mücadele bitmiş, istilâcılar yurttan çıkarılmış ve Cumhuriyet ilân edilmişti. Sene 1925.

Dört yaşında bıraktığı kardeşini yine o yaşta bulacağını zanneden ağa-beyim elinde bir balonla karşıma dikildiğinde ben on bir yaşındaydım. Kocamustafapaşa Numune Mektebi’nin üçüncü sınıfında talebeydim. Ama ağabeyimin asıl bulamadığı, bahriye askeri olan ağabeyi ve haya-tının baharında bıraktığı ablası idi. İki kardeş kalmıştık. Buna karşılık evde bir yabancı vardı. Bu, eski tabirle mülâzımevvellikten* mütekait yaşlı bir adamdı. Dul bıraktığı annesinin yeni kocası ve sonradan da kayınpederi olacak ihvandan bir zat.

Ağabeyimin eve geri döndüğü gün evin içi bir bayram yerine dönmüştü. Bütün mahalle sakinleri çarşaf ve ayakkabılarını sokakta giyercesine hocanımın evine tebrike koşmuşlardı.

“Yandım” diye anlatıyordu ağabeyim. “İzmit’in karşı sahilindeki bir Gürcü köyü olan Bahçecik’te Milli Mücadele için gerekli mermileri taşır-ken mermiler patladı ve beni bu hale koydu” diyor ve yanık yerlerini gös-teriyordu. “Köylüler öldüm diye sabahleyin caminin minaresinden salâ** bile vermişler. Fakat öldürmeyen Allah öldürmedi…”

Gözlerinde ıslak ışıltılar, sevinç içinde ne yapacağını bilemeyen annem artık ümidini kesmişken çıkıp gelen oğlunu oturtacak yer bulamıyor-du… Bu hep böyle sürdü.

Ve ağabeyim gene dayımın yardımıyla kısa zamanda bir iş buldu. Tram-vaylara biletçi olmuştu. Sabahları evden erken çıkar, akşamları da geç gelirdi. Daha ziyade Yedikule-Sirkeci hattında çalışırdı. Bizim de mahal-lede en çok sevdiğimiz oyun tramvaya atlamak, tramvayın merdiven basamağında Etyemez’e kadar gidip, oradan karşı istikametten gelen tramvay ile, gene basamakta geri dönmekti. Etyemez’den öteye gitmez-

dik. Bazen biletçiler tramvaya atlamayalım diye fesimizi kapar ve geri almak için bizi çok yalvartırlardı. Biletçinin ağabeyim olduğunun farkı-na varmaz, fesimi kurtarmak için bin türlü vaatle yüzünü görmediğim ağabeyime yalvarır yakarırdım. Nihayet tramvay Yedikule’ye gelince, elinde küçük kardeşinin fesiyle tramvaydan inen ağabeyim kendini şöyle bir gösterince, şaşırır, korkar, bacaklarım titrer ve kaçamazdım… Ama bu beni tramvaya atlamaktan alıkoyamazdı.

Ananemle Fener’de oturan ablasını ziyaret etmek üzere, Yedikule’den tramvaya biniyoruz. Daha okula başlamadım. Ananemle gezmeyi seviyo-rum. Çok sevecen, çok özverili. Ananem tramvayın gittiği yöne bakan kol-tuklardan boş olanına önce beni oturtuyor, sonra karşımdaki koltuk boş-sa oturuyor, değilse başımda dikiliyor. Zor bir yol arkadaşıyım: okuma yaz-mayı çoktan çözdüm ya; yol boyunca sıralanan bütün dükkanların tabelâlarını, birini bile kaçırmadan okuma uğraşım başımı döndürüyor, midem bulanıyor. Ama ananem bana katlanıyor. Daha yolu yarılamadan, daha Etyemez’e gelmeden, “Hadi yavrum inelim, yürürüz” diyor, yüzüme bakıp gülerek, yaşlı bir kadını gene yürümek zorunda bıraktığımı yüzüme vurmadan.

İniyoruz tramvaydan ve önce Aksaray’a, oradan Horhor yokuşunu tırma-nıp Fatih’e, Fatih Camii avlusundan Çarşamba yoluna çıkıyoruz. Sağda babamın okulu görünmeye başlıyor. Demir parmaklıklar, yeşil kocaman demir kapı, arkasında ağaçlar arasında o güzel yapı. Ananem ne diyeceği-mi biliyor ve gülüyor. Ben, “İşte babamın okulu” diyorum gözlerim arkada yokuş aşağı inerken, ananem düşmeyeyim diye elimi sıkı sıkı tutuyor. Misafir odasında radyonun üstünde oturan kulakları küpeli küçük arap bebeği, sarı saçlı mavi gözlü büyük bebeği bir an önce kucağıma alma haya-li ile Fener’e yürüyoruz…

Yokuşun sonunda Fener’e vardığımızı, günümüzde dizilerde set olarak kullanılan, bodrum ve birinci katları kırmızı tuğla, çoğunlukla üç katlı kâgir, ahşap evler ile çevrili ufak meydan haber verirdi. Biri, ananemin ablası Pakize’nin oğlu Recep ile; diğeri, kızı Binnaz’ın kocası Mustafa, çocukları Nedime, Müfide ve Kâmil ile oturduğu üçer katlı kâgir Rum evle-riydi. Fener’de annemin Rum arkadaşları da vardı.

* üsteğmen** cenaze için okunan ezan

Page 25: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

48 49

Muallimbey’in Trabzon’da bulunan kızının İstanbul’a getirilmesi ve ağa-beyim ile evlendirilmesiyle, Muallimbey çocukların babalığının yanında, ağabeyimin de kayınpederi olmuş, ben de hem bir üvey abla ve hem de bir yengeye kavuşmuştum. Annem de biraz olsun rahata kavuşmuştu. Geli-ni ev işlerini yapıyor, oğlu çalışıyor, kendi de Muallimbey ile çocuk okutu-yor, az da olsa mevlit ve hatim dualarından para kazanıyordu.

Babamın ölümünden sonra eve bir çöp dahi alınmamıştı. Şimdi artık evin ihtiyacı olan bazı eşya da yavaş yavaş alınıyordu, etraf halılarla döşeniyordu. Evin içine neşe de girmişti. Buna mukabil Dayıbey’in duru-mu gittikçe bozuluyordu. Artık ihtiyarlamış, çalışamaz hale gelmişti, evde oturuyordu. Ağabeyim ile birlikte eve dönen oğlu ile münasebetleri pek iyi değildi. Bu hep böyle sürdü.

Ben o eve yetiştim. Sedirlerinde uykuya doyamadığım ev. İki katlı. Cephe-si oldukça geniş. Altı kâgir beyaz, üstü ahşap kara. Vapur gibi. Sanki hızını alamayıp köşeyi dönüyor. Büyük ahşap kapıdan içeri girince, geniş mermer taşlık, ortasında demir sarnıç kapağı.

Bir basamakla çıkılan ikinci bir taşlık, buradan arka bahçeye açılan küçük ahşap kapı ve tirşe* boyalı, tırabzanlı merdivenle çıkılan üst kat. Alt katta, sağda büyük bir mutfak. Her boyda bakır tencerelerin sıralan-dığı mutfak rafları duvarları çepeçevre sarmış. Mutfağın ortasında ikin-ci bir sarnıç kapağı…

Solda büyük bir oda. Odanın sokağa bakan pencereleri boyunca uzanan halı kaplı yüksek sedir bir köşe yapıp penceresiz, sağır duvarda sürüyor. Gene halı kaplı yastıklar pencere kenarlarında dizili. Sedirde oturup, kol-larını pencere pervazında biten mindere dayayarak sokağı seyretmek çok eğlenceli. Ya da akşam oturmasına gidildiğinde, ikramlar da bitince, soh-bet de koyulaşınca, sedirde annemin arkasında kıvrılıp, “uyursan bir daha getirmem!” uyarıları, uykuya direnme, tatlı bir baygınlık arasında gidip gelmeler… Uykuların en güzeli…

Duvarlarda fotoğraflar asılı, fotoğrafların üstünde de sırma işlemeli yeşil kadifeden kuran kesesi. Yerde irili ufaklı, taban görülmeyecek şekilde yayılmış renk renk halılar. Sağ duvara dayalı büyük ceviz masa, çevresinde maroken kaplı iskemleler. Masa ile sedirin uyumsuzluğunu seziyorum. İle-ride masa ve iskemlelerin sediri bu odadan kovacağını duyumsuyorum. Ama o zaman pencereler ile sedirin var olan uyumu ne olacak?

Üst katta geniş bir sofa çevresinde sokağa ve arka bahçeye bakan odalar. Bu kat da halılarla kaplı.

Odalara hiç girmedim. Merdivenin en üst basamağından, tirşe boyalı tırabzan aralıklarından, aralık oda kapılarından pirinç karyolaların ışıltı-sını duvarlardaki aynalardan izledim… Babaannemin babama bu odalarda komşu kızlarına ders verdirttiğini annemden dinlediğimde, bu odaların gizi daha da arttı.

Ben böyle baba evine dalıp gitmişken, kucağımdan düşen pembe dosya ve etrafa saçılan sarı kâğıtlar beni uyarıyor. Kâğıtları yerden toplarken babamla gözgöze geliyoruz. Babamın gözlerinde sabırsızlık okuyorum. Kâğıtların üstünde boyuna yinelenen bir sözcükten, sıranın Sevgili Mek-tep Darüşşafaka’ya geldiğini seziyorum.

Fener’in ufak meydanı. Sağda: Perizat ve Ziya. Perizat’ın iki Rum arkadaşı Marika, Aridiadi ve kuzeni Recep (solda çömelmiş), Binnaz’ın kocası Mustafa ve kızları Nedime.

* yeşil ile mavi arası bir renk

Page 26: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

50 51

Mektebimin müdürü, rahmetli Ali Kâmi Bey,Neydi o günler kardeşim, neydi hey!…Hocalarımızın hepsi de birbirinden üstündü,Ayrı ayrı her biri, talebelerine düşkündü.

Edebiyat tarihini, öğretirdi bizlere,Hakkında neler yazsam, çok az gelir sizlere,Kürsüsünde otururdu, nüktedandan bir veli,Herkesin çok sevdiği, muhteşem Tahirülmevlevî.

İnce narin yapısıyle, çok ihtiyar olmuştu,Darüşşafaka yapılırken, ilk kazmayı o vurmuştu,Toprağını sırtında, taşımıştı bu hacı,Kur’anı Kerim hocamızdı, Pir Mustafa Toprakçı.

Hozer Hozer derlerdi, isimsizdi o anda,Yatıp kalkar otururmuş, Malta’daki bir handa,Ceplerinde cezve bardak, her sözünde bir mantık,Bizi peşinden götürürdü, her yere Hoca Sadık.

Ablak yüzlü kısa boylu, şişmanca biri vardı,Giydiği elbiseler, ona daima dardı,Hiddetinden kurtulurdu, yalnız kardeşi Zâkir,Hepimizi çok dövmüştür, o meşhur Tatar Şâkir.

Başta sarık sırtta lata, gelirdi o derse,Anlıyoruz bugün biz, ne kıymetmiş meğerse,Aşşşşşk… hayvan derdi, dönünce tersi,Çok tatlı anlatırdı, Celâl Hoca dersi.

Usluları çok sever, onlarla meşgul olurdu,Namazdan kaçanları, nerde olsa bulurdu.Nöbetçi muallimi idi, teke gibi sekerdi, Darüşşafaka’da Rıfkı Hoca, sembolik bir eserdi.

Yüzler güldü, gözyaşları hep dindi diye,Darüşşafaka Marşı’nı, bizlere etti hediye,Okuttuğu derslerdendi, hesap ile hendese,Dokunmazdı bizlere, Kâzım Hoca ne derse.

Darüşşafaka’ya Giriş

Sene 1926

Zira girmiştim çok şükür, o mübarek yuvaya, Benim Sevgili varlığım, Biricik Darüşşafaka’ya,Anam o… Babam o… hepsi o olmuştu,Bir yetimin çektiği, çileler son bulmuştu.

Hiç unutmam Darüşşafaka’da, o imtihan gününü,Kur’ada MEKTEP çeken, yetimler düğününü,Kırk üç yetim girmiş olduk, Darüşşafaka’ya biz, En büyük bayram yaptık, o gün işte hepimiz.

Eski kısa pantolonlar, çıkarılıp atıldı, Yeşil şeritli elbiseler, hepimize dağıtıldı,Giyince onları, vücutlarımız ısındı,Kırk üç yetim o anda Darüşşafaka’ya sığındı.

İşte o günden sonra, o yuva oldu bize,Sıcak bir ana kucağı, nasıl anlatayım size, Bütün zevklerimizi, bu ocakta tattık,Küllenmiş gönlümüze, neşeler kattık.

Koca koca sınıflar, serin koridorları, Seyrederdik bahçeden, Haliç’deki vapurları,Altı kişi bir masada, oturup yemek yerdik,Yemekten sonra, Allah’a şükrederdik.

Hafta tatili o zaman, perşembeden başlardı,İzinsiz ve bekârlar, mektepte ceviz taşlardı,Sınıf maçları yapılırdı, o küçücük sahada,Çok kol bacak kırılırdı, işte bu arada.

Evci talebe değildim, mektepte ben mecburen,Ben ona çok borçluyum, her şeyimi odur veren,İlk yattığım gecede, tatlı rüyalar görmüştüm,Sonra nasıl oldu bilmem, karyoladan düşmüştüm.

Page 27: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

52 53

Küçük çocuğun dayızadesi nişanlanmıştı. Cuma günleri dayısının evine lâcivert elbiseli, parlak düğmeli ceketinin dik yakasında ve kol ağızla-rında yeşil şeritler bulunan bir genç gelirdi. Dayızadesinin yeni nişan-landığı bu genç Darüşşafakalı idi. Müstakbel eniştenin her gelişinde küçük çocuk karşısına geçer, gözlerini altın düğmeli bu güzel elbiseden ayıramazdı. İçinde, böyle bir elbise giymek, böyle bir mektepte okumak isteği ne çabuk yer etmişti. Hem konuştuklarına göre çocuğun durumu da böyle bir mektebe girmeğe çok müsaitmiş. Babasız olanlar alınıyor-muş bu mektebe. Onun da babası yoktu. Çocuk daha iki yaşında iken babası ölmüştü. Aman ne güzel olacaktı bu mektebe girerse!…

Anlatırken, birinci tekil şahıstan üçüncü tekil şahısa gidip gelmeleri hoşu-ma gidiyor, gülümsüyorum. O da gülümseyerek sürdürüyor.

1925 senesinin ılık bir sonbahar günü, 14 Eylül sabahı büyük bir heye-can ve sevinçle yatağından kalkmıştı çocuk. Annesi daha akşamdan onun kısa pantolonunu temizlemiş, söküklerini dikmiş, temiz mintanı ve çoraplarıyla birlikte yatağının başucuna koymuştu. Bir gün evvel potinlerini boyatmıştı zaten. Fesi kalıplı, püskülünde de hiç noksan

Darüşşafaka. Fotoğraf: Ziya Bozyiğit

Değerli kimyacı, otoritesi kuvvetli,Müzakere sırasında, görünürdü hiddetli,Bazen katılırdık, dersinde güle güle,Unutulmaz bir hocaydı, bizde Reşat Keküle.

Sınıfların kapısından, gizli gizli gözlerdi,Kümes kümes dolaşır, mektepte tavuk beslerdi,Gezer tozar esnerdi, Kel Hamdi idi adı,Yanından hiç ayırmazdı, 893 Reşat’ı.

Dudaklarını büze büze, gözleri dolu dolu,Yunanlıların işgalini, anlatırdı bizlere,Eskişehir, Sakarya, Kütahya, Afyon diye,Bülbül Şükrü kürsüde, okurdu yurda methiye.

Ben dörtlükleri okurken babam iskemleden kalkıyor, balkon boyunca gidip geliyor, iskemlenin minderini düzeltiyor, rakısından bir yudum alıyor, par-maklarıyla kara kıvırcık saçlarını iki yana tarıyor. Okumam bitince gözgö-ze geliyoruz. Gözleri büyük, parlak, dingin, bana “hazır mısın?” diyorlar.

Ahmet Rasim Salih Zeki

Page 28: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

54

yoktu. Bugün daha özenerek giyiniyordu. Elbiseleri yeni değildi ama temizdi. Cebinde parası yoktu ama içinde büyük bir sevinç, yüzünde sonsuz bir neş’e vardı. Gidiyordu, çoktandır içinin çektiği, gönlünün istediği şeye kavuşacaktı.

Kocamustafapaşa Numune Mektebi’ne giderken, cami avlusundaki Sümbül Baba’sının türbesine uğrayıp yalvarmamış mıydı “Aman Süm-bül Babacığım, bana himmet et, okuyup yazıp adam olayım” diye? İşte şimdi büyük adamlar yetiştiren büyük mektebe büyük adam olmak için kayıt olmaya gidiyordu.

Onu üç dört gün hesaba çalıştırmışlardı. Mektebe girmek isteyenler arasında imtihan yapılacakmış. Buna müsabaka imtihanı diyorlarmış. Bu imtihanda en ziyade hesaptan sorarlarmış. Çok büyük rakamlar yaz-dırırlarmış. O zaten büyük rakamları yazmasını iyi biliyordu.

O sabah annesi ona, “Hadi evlâdım, abdest al öyle giyin” dedi.

Çocuğu imtihana Darüşşafakalı eniştesi götürecekti. Son bir defa daha annesi tarafından okunup üzerine üflendikten sonra sırtı da sıvazlanıp evinin kapısından besmele ile çıktı, cami avlusundan geçerken Sümbül Baba’sına uğrayıp duasını etmeyi ihmal etmedi.

O zamana kadar görmediği yollardan, cadde ve sokaklardan geçip epey yürüdükten sonra Fatih Camii avlusundan Çarşamba yoluna ve oradan da sağda ufak bir yokuş inip büyük bir binanın demir parmaklıklı, yeşil boyalı bahçe kapısı önüne geldiler. Çok büyük bir bahçe ve içinde çok büyük bir bina. Bahçe kapısının üzerinde kocaman bir levha. Levhada bir yazı:

DARÜŞŞAFAKA.

Kapıdan bahçeye girerken, çocuk bir kere daha üstünü başını yoklamış, kalıplı fesini düzeltmişti. Bahçe çok kalabalık.

“Beni neden o okula verdiniz?” diyerek, elimde dosya, balkondan içeri giri-yorum. Onu balkonda yalnız bırakıyorum. Zamansız tepkimden öfkeli ve pişman ve ağlamaklı, sözünü kestiğim için üzgün, yazı masasının başına oturuyorum. Ya giderse!? kuşkusuyla balkon tarafına hiç bakamıyorum.

Page 29: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

55

2

Page 30: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

56 57

GEÇMİŞLER BİRBİRİNİ ÇEKİYOR

İğneli Fıçı

Aslında o okula gitmek istemiyorum. Korkuyorum. Kuledibi’ndeymiş. Kuledibi, Yahudiler, kapımızın önünden geçen giz dolu, kurşun gibi ağır kurşuni torbalı, soluk yüzlü, kara giysili eskiciler.

Tren istasyonu deniz kenarında. Tren bekliyoruz. Oldukça erken bir güz sabahı. Deniz kokuyor her yan. Deniz koca bir ayna, iki de güneş. Güneş ışınları raylara vuruyor, ayakkabılarıma da, ayakkabılarım yeni. Yanımda ablam, iriyarı, sevecen. Bu yıl olgunluk sınavını vererek bitirecek İstanbul Kız Lisesi’ni, mutlu. En çok o istemedi mi o okula gitmemi? Ablamın yüzü-ne hiç bakmıyorum, anlamamalı korktuğumu. Gözlerimi denizde, su ve güneşle oynaşan sandallarda, ayakkabılarımda gezdirip trenin geleceği yönde tutuyorum. İstasyonda benim gibi tren bekleyen öğrenciler şakala-şıyor, gülüyor, ama onların benim gibi değil okul giysileri. Ellerinde gazete kağıdına sarılıp, iple sıkı sıkı bağlanmış çıkınlarıyla da bir kaç delikanlı, ağırbaşlı, uykulu.

Tren göründü. Geliyor yavaşlayarak, denizle aramıza giriyor. Biniyoruz acele etmeden. Yer çok. Pencere kenarına ablamla karşılıklı oturuyoruz. Pencereden dışarı bakıyorum. Güneş ağır ağır bizimle geliyor. Trenyoluna koşut kara ahşap, kâgir evler. Evler. Yıllardır direnen evler.

2

Basit bir kareli defter de yeterdiSamatya istasyonunu anlatmak içinAkşamı beklerkenBeklerken parçalanmış umutları..

Egemen Berköz

Page 31: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

58 59

Direnen Evler, Samatya, Nisan 2014

Page 32: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

60 61

arkasından koştu, kendi hiç bisiklet kiralamadı, öğle uykusu deyip annesi-ni uyutup denize kaçmadı, izinsiz sokağa çıkmadı. Demir parmaklıklı pen-cereden dışarıyı seyretti. O bir seyirciydi.

Kitaplar

Usluydu. Evde iş yönünden ona pek gereksinim duyulmazdı. Annesi sekiz yıla dört kız sığdırmıştı. Ara sıra günlük alışverişte unutulan bazı şeyleri aldırmak için bakkal ya da manava gönderilirdi. Aslında evlerinde sözü edimeyen, ama sessizce uygulanan bir kural vardı: evde iş görme ve okul-daki başarı ilişkisi. Dersleri iyi olan daha özgür bırakılırdı, ev işi kötü kar-ne getirene yüklenirdi. Babası ya hep ya hiç kuralını uygulardı, bu konuda acımasızdı. Sobanın parladığı anlar diye açıklayabilirim bu durumu: karne babasının istediği gibi değilse, okul çantasının içinde ne varsa sobaya atı-

lırdı. Bu, babasının genel tavrıyla çelişiyor gibi görünse de işe yaradı. Küçük kız bu kuralı iyi sezinlemiş olmalı, okuldaki başarısının sırrı belki burada gizliydi. Kitabın ve derginin şimdiki gibi bol olmadığı düşünülürse, kitaplıkları oldukça zengindi.

Vadideki Zambak, Babalar ve Oğullar, Karamazof Kardeşler, David Copperfield, İlâhi Komed-ya gibi Fransız, İngiliz, Rus, İtal-yan klasikleri, Fuzulî Divanı, Mesnevî, Dekameron, Kadın Ruhu ve Cinselliği, Dr. Kinsey Raporu, tarih ansiklopedileri ve me c mu a l a r ı … M i l l i E ğ i t i m Bakanlığı’nca yayınlanan beyaz kitapların hemen hepsi, bir dünya edebiyatı kitaplığı… Kitaplar, hat-ta dergiler ciltlenmeden koyul-

İlkokula başladığım gün. O gün Gönül de liseye başlıyordu. Yalnızca şimdiki zamanda mı yaşıyoruz?

Odaların içini görüyorum: Olan bütün giysiler kapı arkalarına çakılmış çivilerde asılı. Çiçekli muşamba örtülü masaların üstünde birer sürahi ve bardak. Binlerce kez onarılmış balkon kenarlarına dizili büyük gaz teneke-lerinde yetiştirilen sardunyaların, begonyaların, ıtırların, karanfillerin kokusunu duyabiliyorum. Sanki bütün eksiklerini çiçekle tamamlamışlar. Güneş içinde, ak çamaşırlar gerilmiş balkonlar. Camların önünde çiçekli basmalar örtülmüş divanlarda ak yemenili bir nine, gece vardiyasından yeni dönmüş bir baba, üstünde çizgili pijama, bir ayağını altına almış, diğe-rini dizinden kendine çekmiş yatmadan önce dünyasını seyrediyor. Duvar-larda çerçevelenmiş siyah beyaz aile fotoğrafları, çerçevelerin kenarlarına iliştirilmiş küçük fotoğraflar: bir torun, askerde bir oğul… Evler uzaklaşır-ken ablamın yüzünü görüyorum camda, kırmızı yaprakların arasında. Gözü hep üzerimde. Gülümsüyor. Dokuz almışım giriş sınavında. Konuş-muyoruz. Annem neden çalışmaya başladı? Ecnebi okulmuş, paralıymış. Kolej deniyor.

Trenin birinci mevki kırmızı deri koltukları çok yüksek, ayaklarım yere değmiyor. Ben de yüzümü camda görmek istiyorum. Kalkıp camın önüne dikiliyorum. Seyrediyorum kendimi. Yüzümde ağaçlar, evler, duvarlar, kapılar, yollar hızla geriye gidiyorlar.

Seyirci

Küçük kız 11 yaşında ilk adetini gördü. Pek sarsmadı bu onu, biliyordu nedenini nicesini, dört kızın en küçüğüydü. Yalnızca, hastalandığında alı-nacak önlemlerden, göğüslerinin aşırı büyümesinden hoşlanmıyordu. Fanilasının altından kalınca bir kuşakla göğüslerini sıkı sıkı sarsa da, roba-dan büzgülü kara önlüğüyle artık o diğer yaşıtı çocukların ablası idi. Ağır-başlı olması gerekliliği ve çocuklara özgü davranış özgürlüğü arasında bir süre bocaladı, ama nasıl olsa bütün çocuklar büyüyecek diye avuttu kendi-ni. Kırmızı çinili, kara ocaklı, sarnıçlı mutfaktan çıkılan, bol incir ağaçlı bahçelerinde tuğladan kırmızı biber, dut yapraklarının içine çamur koyup dolma yaptı yapmasına, ama kendini oyuna kaptıramadı hiç. Hep gözleni-yormuş gibi geldi ona, hep birinin çıkıp “Hiç koca kıza yakışır mı?” diyece-ğini düşündü. Düşünmek önüne geçiyor, yürümesini engelliyordu. Artist kartpostalları biriktirmedi, iki ortanca kardeşinin kiraladığı bisikletlerin

Page 33: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

62 63

Ayşe, Meliha, Perizat, Emine Heybeliada’da. 23 Nisan 1940.

Fotoğrafın arka tarafındaki Seyyar Foto Mehmet Yalosay mührü (bkz. Fotoğrafın Hayatımıza Girip Yaygınlaşması, Stüdyo Fotoğrafçılığı, s. 80)

mazdı kitaplığa. Ciltler kırmızı. Kitapların sırtlarında adları ve babasının adının baş harfleri altın yaldızla yazılı ve kitabın ilk sayfasında babasının imzası, kitabın satın alındığı tarih bulunurdu. Böylece kimse okumak için kitap alıp da geri getirmemezlik edemezdi.

Bu kitapları daha ilkokul sıralarında okumasına ve zaman zaman da bun-ları okula taşımasına kimse aldırmaz, çantasının ağırlığıyla alay eder ama biri çıkıp da, bu kitapların yaşına göre olmadığını söylemezdi ona. On Derste Cinsiyet ve Dr. Kinsey Raporu’nu ciltletmemişti babası, oysa daya-nıklı bir cilde en çok gereksinimi olanlar bu kitaplardı, mahallede okuma-yan genç, çocuk kalmamıştı. Bir kaç yıl içinde lime lime olmuşlardı. Kadın Ruhu ve Cinselliği’ni ise cildi, boyutu ve babasının imzası kurtarmıştı.

Öğretmeni çok övüyordu küçük kızı. Ailesi de varlıklı komşu kızının gitti-ği paralı ecnebi okula göndererek ödüllendirdi onu. Küçük kızın bu okula gidebilmesi için annesinin memuriyete girmesi gerekse de. Annesi varlıklı bir Rumeli ailesinin tek kızıydı. Birinci Dünya Savaşı, mübadele, babasının erken ölümü, varlığı silip süpürmüştü.

Annem

Annem dikiş makinesinin başına oturmuş dikiş dikiyor. Bir gelinlik. Ben de makinenin diğer tarafında, annemin karşısında oturuyorum. Metreler-ce dantel, tül, bembeyaz. Aramızda bembeyaz bulutlar ve annem konuş-tukça parlayan altın dişi –o zamanlar ön dişlerden birini altın kaplatmak moda imiş, zenginlik göstergesiymiş, şapka da giysiyi tamamlayan sıradan bir şeymiş, ama babaanneme ziyarete gittiklerinde annem şapkayı eve var-madan çıkarırmış–. Anneme yardım ediyorum. Tüle uyguladığı dantel şeritleri dikerken büzülmesinler diye tülü ve şeridi aynı hızda çekiyorum. Annem çok güzel! Bakışıyoruz, gülümsüyor. Altın bir gülümseme. Ben gene başlıyorum,

“Anne bana anlatsana. Ne olur?”

“Ne anlatayım?”

“Çocukluğunu, babamla nasıl tanıştın? Her şeyi. Anneni babanı, küçük kar-deşini, hani ölmüş, İstanbul’a nasıl geldiğinizi. Babanın nasıl öldüğünü…

Page 34: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

64 65

Hani biraz büyü anlatırım diyordun, işte büyüdüm.”

Annem gülüyor.

Ablalarım okula gidince annem bana kalıyor. Hep onun peşindeyim. Mut-fakta Rus salatası için mayonez yapıyoruz. Derin bir kapta çırpıyor bir kaç yumurta sarısını hep aynı yönde hareketle. Tezgaha yetişmek için ayakla-rımın altında ufak tabure, elimde içinde zeytinyağ bulunan kalaylı ufak bakır ibrik. Bir işaretiyle, zeytinyağı çırptığı yumurtaların üzerine iplik inceliğinde, yumurtaların kesilmemesi için aynı hızda ve yoğunlukta döküyorum. Bakışıyoruz, gülüşüyoruz. Mayonezi sevgiyle çoğaltıyoruz. Annemle yalnız kalmak, konuşmak sevindiriyor beni. Çok soru soruyo-rum, beni yanıtlamaktan yorulmuyor. Anlaşıyoruz. Hiç üzülmesin istiyo-rum. Çok onurlu ve duygulu. Bu anlar hiç bitmesin istiyorum. Annemi sor-gulamam böyle erkenden başlıyor. Bilinçli bir sorgulama olduğunu söyle-yemem; masal dinleme isteği, hoşluğu diyebilirim. Sonraları merak öne çıktı ve artık bir birey olarak fırsat buldukça, annemin hafızasına hayran-lığım artarak, annem 91 yaşında ölünceye dek bu sorgulamayı sürdürdüm. Anlattığını bir süre sonra tekrar anlattırarak onu sınadığım da oldu:

Annem salona kurduğumuz yatakta yatıyor, artık son anları, farkındayız. Dört kızının birarada olmasının, kızlarının iyi geçinmelerinin; sofraların, hatta öyle derdi “ferah sofraların”, yenilip içilmenin, muhabbetin onu ne çok mutlu ettiğini de biliyoruz. Gülsevin Ablamın da doğum günü. Güzel bir masa hazırladık. Masayı yatağa yaklaştırdık. Gözüm annemde…

Kalkmış Sirtaki2* oynuyor.

— Sirtaki de nereden çıktı? Bu, Ağır Kasap, diyor.

Sirtakiye de, Tangoda olduğu gibi, ağırbaşlı bir hüzün hakim, ya da annem o havayı veriyor. Biz de topraklarımızı bıraktık geldik, diyor. Oyunu Zeybek’i de andırıyor. Zeybek erkek oyunudur, ama ona yakışıyor. Kolay-mış, halay çekmekmiş deyip ona takılanlar kısa süre sonra yerlerine dönü-yorlar. Ağır ritim hızlanınca hüzün yerini coşkuya bırakıyor. O Ege’nin diğer yakasını da selamlıyor, elindeki beyaz mendili sallayarak.

Eskilerden konuşuyoruz. Annem ve dört kızı aynı ilkokullu olduğu için

* bkz. s.6

Perizat, ben seni böyle gördüm ve böyle çizdim. 1988.

Page 35: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

66 67

Osmanlı’yı Balkan’lardan silmek istiyorlardı. Anneme haber veriliyor, Annemin yas tutmaya ne hakkı ne de zamanı var, perişan, ev bark dağılmış, koca yitmiş, yurt yokolmakta. Bütün bu acıya, bir bakıma kimsesizliğe, çünkü herkes hızlı bir şekilde yakınlarını kaybetmekte, karışıklığa rağmen, varlığını da bu uğurda harcamayı göze alıyor, anne-sinin Langaza’daki çiftliğini dava masraflarını karşılamak üzere, değe-rinin altında –bu karmaşada havayı koklamayı çok iyi bilenlere– devre-diyor ve dava açıyor.

İki kadın iki çocuk. Teyzemin de kocası öldürülünce, üç kadın dört çocuk oluyor. Ateş düştüğü yeri yakar derler ama burada her yer ateş. Başa gelenler yetmiyormuş gibi mahkeme sürerken, hakim anneme musallat oluyor. Peçesini açmaya zorluyor ve açtırıyor, duruşmaları uzatıyor. Başlıyor haberler göndermeye, “onunla muhakkak görüşmek istiyorum, niyetim ciddi, onunla evlenmek istiyorum” diye. Salih Bey’in yani baba-mın yakını İskender Çavuş bu meseleyi gene babamın yakın arkadaşı Ali Rıza Bey’e anlatıyor ve birlikte bir plan yapıyorlar. Bir gece yarısı eşek-lerle Langaza’dan Selânik’e zorlu bir yolculuk başlıyor. Abim üç, ben iki yaşında, kaçıyoruz. Sessizce. Tabii teyzem Pakize ve çocukları Binnaz ve Recep de birlikte. Kimse görmeden, hiç iz bırakmadan. Davayı arka-da öylecene bırakıp.

Langaza Selânik sancağında bir kaza merkezi. Ahali genellikle çiftçiy-miş, toprak çok bereketliymiş, bağları ünlüymüş. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım da Langaza’lıymış. Hatta uzaktan akrabamız Makbule Teyzemin komşusuymuş, yanlış hatırlamıyorsam Sarıyar’dan.

Annem Naciye’nin babası Recep Dedem Beşik Köyü muhtarıymış. Beşik güzel bir köymüş, Serez’e bağlıymış, gölünden, dağlarından söz ederdi annem. Dedem ölünce annemi Salih Bey’le başgöz etmek istiyorlar. Aracı da köyün imamı. Salih Bey Serez’de yaşıyor ve Beşik Köyü’ne annem Naciye’yi görmeye at ile gidip geliyor. Selânik’e çeyiz düzmeye gittiklerinde Beşik Köyü imamı ve karısı da yanlarındaymış. İmam’ın karısı annemin ahret kardeşiymiş.

Gelinlik diktirmek için de Selânik’e gidiliyor, annem, anneannem, Salih Bey ve Hoca gene Selânik’te Ali Rıza Bey’in otelinde kalıyorlar. Ali Rıza Bey’in havlu imalathanesi var, aynı zamanda anneannemin Langa-

konuya herkes aşina. Okuldaki öğretmenlerin adları hatırlanmaya çalışılı-yor: Nevreste, Mukaddes, Hatice, Fethiye… Başöğretmenin adı neydi? Kimse hatırlamıyor. Anneme bakıyoruz. Ümidimiz yok ama deneyelim diyoruz. Ablam anneme yaklaşıyor ve kulağına fısıldıyor:

— Anne Yedikule İlkokulu’ndaki başöğretmenin adı neydi?

— Bergüzar.

Annem “ölüm döşeğinde” bizim çoktan unuttuğumuzu hatırladı. Ve o gecenin sabahında öldü.

1330* senesinde, Balkan Harbi devam ederken Langaza’da gelmişim dünyaya. O sırada Langaza çok karışık. Bir çok aile Langaza dışında daha sakin bir yerde toplanmaya başlamış. Bizimkiler de, annem Naci-ye, babam Salih, anneannem Arife, evlerini bırakıp diğerlerine katılmış-lar. Abim Nuri iki yaşında, ben bir. Bir süre o gittikleri yerde beklemiş-ler. Beş altı ay sonra, ortalık biraz yatışınca anneannemle babam gidip evimiz ne halde bir bakalım demişler. Bir de ne görsünler, bütün evleri Yunan ve Bulgar yağmalamış. Langaza’da Bulgar da çokmuş. Annean-nem ve babam o şaşkınlıkla bakadursunlar, kapıya biri gelmiş ve baba-mı çağırmış. Babam gelen adamla konuşa konuşa uzaklaşmış. Annean-nem beklemiş beklemiş, babam yok. Meraklanmış. Cesur bir kadınmış. Çıkmış dışarı ona buna sormuş, kimsede ses yok, herkes kendinden kor-kuyor. Çırpınmış durmuş. Bütün gece umut etmiş çıkar gelir diye ama gelen yok. Ertesi sabah anneannem babamı tanıyan bir iki Arnavut buluyor, çünkü babam Leskovik’li bir Arnavut ve Serez’de gümrük memuru olarak çalışıyor, birlikte arıyorlar. Sonunda biri, onu falanla birlikte, adını da veriyor, fundalığa giderken gördüğünü söylüyor. Gidi-yorlar fundalığa, ne ile karşılaşacakları korkusuyla karış karış tarıyor-lar fundalığı ve bir bakıma bulamamanın verdiği rahatlamayla tam orayı terkedecekken babamın balta ile parçalanmış cesedini buluyorlar. Anneannem bağırıyor, ağlıyor, çırpınıyor ama kime şikâyet etsin. Bal-kan Harbi altüst etmiş her yanı, Rumeli karmakarışık, herkes birbirini boğazlıyor, Yunan’ı, Bulgar’ı, Arnavut’u hem kendi aralarında çarpışı-yor, hem de birleşip, bilhassa Türkleri yoketmek için katliamlar yapıyor,

* 1914

Page 36: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

68 69

öğrenim görülen liseler, kız lisesi, hatta Rus lisesi bile varmış. Pırmet’te de Bektaşî tekkeleri varmış. Zaten Arnavutluk tasavvuf kültüründe önemli bir yermiş. Babam Selânik’teki Bektaşî tekkesinde Bektaşî dede-sine deldirmişti kulaklarımı. Dede babamın çok yakın dostuydu.

Babamlar dört kardeşmiş: iki kız Fatma (Fato) ve Nevriye, iki erkek Teki ve babam Rıza. Babam en büyükleriymiş. Onüç ondört yaşlarında ortamektepteyken kız kardeşine bir tokat atıyor. Annesi çok kızıyor ve “Belki senden değil de ondan hayır görürüm.” diyor. Rıza annesinin bu sözlerine çok kızıyor, evi ve mektebi terkediyor. Annesi eve dönmesi için çok uğraşmış, engel olmak istemiş, fakat babamın henüz o yaşta Girit’e, dayılarının yanına kaçmasına mani olamamış.

Babamın Girit’te iki dayısı varmış. Yüzbaşı olan İstanbul’da Harbiye’de okumuş, diğeri Mülkiye’de. Babam dayılarına sığınıyor. Dayıları Rıza’nın öğrenimine önem veriyor ve özel hoca tutuyorlar. Önce Türkçe öğreniyor ve öğrenimini sürdürüp mülâzım* oluyor.

Babam Girit’e gittiğinde çoktan başlamış isyanlar. Onlarca isyan. Bir Osmanlı galip gelmiş, bir Yunan. Bu böyle yıllarca sürmüş. Yunan’a İngiltere, Fransa, Almanya silah veriyormuş. Hangi taraf galip gelirse gelsin, batılı ülkeler araya giriyor, bir sonraki isyana kadar tarafları anlaşmayla, ödülle, tavizle oyalıyorlarmış. Yunan ordusundan çok sayı-da subay adaya yollanıyor, Yunan zayıf bir nokta bulunca, mesela Doğu Anadolu’da Ermeniler başkaldırınca hemen Türk askerlerine saldırıyor-larmış. 19. yüzyıl sonlarına doğru binlerce Türk vahşice katledilmiş. Bu böyle 1912’ye kadar sürmüş ve nihayet Girit Yunanistan’ın bir parçası olmuş. Babam hep bunları yaşamış, özellikle 1897 katliamını. Dayıları-nı kaybetmiş. Katliamlarda telef olmayanların bir kısmı İstanbul’a gidi-yor, babam Kırım’a, oradan Rusya’ya gidiyor. 30 yaşlarında tekrar Selânik’e dönüyor, işletmek üzere Langaza’da çiftlik kiralıyor. 1917 ihti-laline kadar da Rusya’ya gidip çiftlik için büyükbaş hayvan alırmış.

Çok gezmiş, çok görmüş bir insandı. Askerliği bırakıyor, ama Selânik’teyken gizli bir görevi olduğu söyleniyordu: Mustafa Kemal’le mektuplaştığı. Babam Mustafa Kemal’den çok söz ederdi ama böyle bir

* teğmen

za’daki çiftliğini de işletiyor, babamın da çok iyi arkadaşı. Annem Naci-ye, Salih Bey’le evleniyor. Salih Bey Langaza’da ev tutuyor, annem çok mutlu, ama bu mutluluk çok kısa sürüyor ve bir yıl sonra ilk çocukları, abim Nuri Balkan Savaşı’nın içine doğuyor.

Ali Rıza Bey babamın öldüğünü duyduğunda çok üzülüyor ve dediğim gibi ailenin artık Langaza’da kalamayacağını söyleyip onları Selânik’e getirtiyor. Anneannem ve iki kızı kaybettiklerinin yanına bir de bildik muhitlerini katmak istemiyorlar, pek istekli değiller. Ama katledilen kocasının davasında karar verecek hakimin, hele bir Yunan’ın imkansız talebi başka çare bırakmamış annemlere ve göçmüşler işte böylece Selânik’e.

Ali Rıza Bey bekâr. Annem iki çocuklu genç bir dul. Ali Rıza Bey anneme talip oluyor ve evleniyorlar. Bir sene sonra abim ve ben çiçek hastalığına tutuluyoruz. Savaş şartlarında salgın hastalıklar artıyor, abim ölüyor, Balkan savaşı onu geri alıyor, başka bir çok çocuk gibi. Ben kurtuluyorum.

Ben Ali Rıza Bey’in üvey babam olduğunu ancak on sekiz yaşımdayken öğrendim ve ona olan sevgim daha da çoğaldı. Ali Rıza Bey öğrenmemi hiç istememiş ve başka çocuk da istememiş. Evet, ben onun tek çocuğuy-dum. O da benim babamdı. Abim ölünce benim üstüme çok düşmüşler, çok şımartılmışım. Selânik’in Yedikule mahallesindeki evimizi hatırlı-yorum: Bir bahçe içinde üç ev. Bahçenin etrafında ahırlar, hayvanlar, özellikle atlar. Atları çok severim. Anlayacağın Selânik içinde küçük bir çiftlik. İki uşak. Biri yaşlı bir Yunan, onun ismini hatırlıyorum: Anastas. Diğeri genç bir Türk: Abidin. Bir de her işi kovalayan yaşlıca bir kadın. Zaman zaman çalıştırılan diğer işçiler, çoğu da çingene. Babam onlarla kendi dillerinde konuşuyordu, Rusça dahil başka dilleri de konuşabili-yordu. Şimdi düşünüyorum da, orası düşme sırasını bekleyen son mutlu-luk kalelerinden biri idi benim için.

Anlatılana göre, Savaştan önce 1 Mayıs büyük bir coşkuyla kutlanırmış çiftlikte, Türk’ü Yunan’ı hep birlikte.

Babamlar da Yanya vilayetinin Ergiri Sancağına bağlı Pırmet kazasın-da oturuyorlarmış. Yanya o zamanlar kültür merkeziymiş. Medreseler, kütüphaneler, ilkmektep, ortamektep, Yunanca, Fransızca, İtalyanca

Page 37: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

70 71

Babam bir müddet daha orada kaldı. Abidin de onu bırakmadı. Baba-mın resimleri “Aranıyor” diye duvarlara asılmış. Ama para ve vefa o kar-maşada aynı anda çalıştığı için, Yunan ve İngiliz birlikte onu ve Abidin’i, Türkiye’ye gelinceye kadar Selânik’te gazoz fabrikasında saklamışlar. Meğer biz daha Selânik’ten ayrılmadan çok önce, gelip bizde kalan, benim de dikkatimi çeken iki Türk ile Yunan ordusunun bazı planlarını çalacaklarmış. Selânik’te bazı Türkler de işgalci İngiliz ve Fransızlara hafiye kaydolmuş. İşte bu Türkler babamı da Mustafa Kemal’le mek-tuplaşıyor diye ispiyonlamışlar. Ufaktım ama hatırlıyorum: yüksek duvarlarla çevrili bahçemizde kocaman köpekler vardı. Bunlar gündüz bağlanır, gece serbest bırakılırdı. Bir gün dış kapıdan bir kaç kişi koşa-rak içeri girdi. Babam uzaktan bakıyordu. Şüphelenmişti. Biri, “Rıza Bey, biz domates istiyoruz, sizde var mı?’"dedi. Mevsim kış! Babam şüpheleniyor ama o sırada dış kapıdan kalabalık bir grup silahlı daha

giriyor, “Ellerini kaldır!” diyorlar. Babam çaresiz kaldırıyor ellerini. Bir şey yapamıyor. Gelenler ellerinde silah, evin içine giriyor, her yeri arıyor, taban tahtalarını bile söküyor, bir şey bulamı-yorlar. Evde para ve kıymetli eşya olarak ne varsa alıyorlar. Kitapları da. Epey kitabı vardı babamın. Hepsini büyük çuvallara doldurup, bunları babamın, Abidin’in ve Anastas’ın sırtlarına vurup götürüyorlar.

Babam İngiliz esir kampında bir çadıra konuyor. Çadırda dizboyu çamur içinde ve soğukta dokuz gün aç bırakılıyor. Uşaklar da ayrı bir çadıra konuyor. Babamın Mustafa Kemal’le mektuplaş-tığını söyletmek için onlara çok işkence yapılıyor. Anastas Yunan olduğu için ondan ekmek esirgenmiyormuş. O da kuru ekmekleri babama çadır bezinin altından gizlice atıyormuş. Böylece

Perizat ve kuzeni Nedime

görevi olduğunu onun ağzından hiç duymadım. Yalnız Mustafa Kemal’in annesinin Langaza’lı, dayısının Langaza’da çiftliğinin olduğu anlatılırdı evde. Hatta babam “bir gün Mustafa Kemal’in babasıyla oturuyorduk. Yaşça benden epey büyüktü, ben hep kendimden büyük-lerle ahbaplık ederdim. Mustafa Kemal geldi, babası ‘adaşım Ali Rıza Bey’ diye beni tanıştırdı, oturduk sohbet ettik.” diye anlatmıştı.

1924 Lozan Mübadelesi

Mübadele öncesinde ve sırasında kimse malını satamıyordu. Yunan Türklerin mallarını satmalarını istemiyor, onları mallarını öylece bırak-maya zorluyordu. Buradan giden Rumlar Türkleri evlerinden çıkmaya zorluyorlar, evlere girip tarumar ediyorlardı. Babam para ile iki jandar-ma tutmuştu, çiftliğin etrafında nöbet tutuyorlardı. Yalnız Yunan değil, İngiliz’in de karıştığı tecavüz olayları almış yürümüştü. Teyze-min kızı Binnaz on altı yaşında çok güzel bir kızdı, annem ve teyzem de gencecik kadınlardı. Babam Binnaz’ı akrabası Mustafa ile evlendirdi. Galiba babamın bir görevi de, Türklerin mallarını değerlendirmeyi organize etmekti. Bundan hiç söz edilmezdi ama o sıralar evimiz karargâh gibi olmuştu. Çevreden gelenler Anadolu’ya gidinceye kadar bizde kalırlardı. Babam Türklerin mallarını el altından, bazı Yunanları paravan olarak kullanıp satarak onlara para tedarik ediyordu. Bunun için de bir kaç kere tutuklandı. Ama çok Yunan dostu vardı, çok da sevi-lirdi. Son zamanlarda fes takmak yasak olmasına rağmen oradan ayrı-lıncaya kadar fesini çıkarmadı, silahsız da adım atmadı. Babam isimsiz kahramanlardandı diye düşünürüm hep. Bizim bahçe insan dolup taşı-yordu. Bir taraftan sevk oluyor, bir taraftan da yeni insanlar geliyordu. Bu epey uzun sürdü. Biz son sevkte Selânik Müftüsü ile vapura bindik. Emin değilim, hafızam beni yanıltmıyorsa, Bulgar Kralı’nın vapuruy-muş diye hatırlıyorum. Annem, anneannem ve ben aynı kamarada kal-dık. Teyzemlerin ayrı kamaraları vardı. Her şeyimizi olduğu gibi anne-annemin akrabaları Aziz ve Süleyman’a bıraktık. O güzel evimizi, eşya-larımızı, hayvanlarımızı, çiçeklerimizi, sevdiğimiz insanları…

Page 38: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

72 73

Esnafın, doktorların tamamına yakını Rum ya da Ermeniydi: Yedikule’de dahiliyeci Niko, dişçi Zaven, bakkallar, Samatya’da pastırmasıyla ünlü Nazar, tuhafiyeci Zoi; Arnavutköy’de kahveci Asador, berber Niko, balıkçı Anastas; Yeşilköy’de Dr. Kalangos ve şimdi isimlerini hatırlamadığım, işle-rini hakkıyla yapan nice dürüst, güzel insan.

Nubar Usta ve Madam Horop, oğulları Vahram’ın vaftiz töreni için Hacı Hüseyin Ağa Camisi Sokağı’ndan Narlıkapı’daki Surp Hovhannes Ermeni Ortodoks Yalı Kilisesi’ne4 davetlilerle birlikte giderken. Nisan 1951.

babam açlıktan ölmemiş. Babama ve uşaklara hiç bir şey söyletemiyor-lar. Hep derim, yılanın başı İngilizler diye. Epey tutuyorlar babamı orada. Bakıyorlar boşuna, onu bize teslim edin diyor Yunan İngilizlere. On iki Yunan subayı imza veriyor ve babamı nezarete alıyor. Gece babam gelip evde yatıyor, gündüz gene gidiyordu nezarete. Epey kaldı orada. Mahkeme edilmek falan yok. Kimin ne yaptığı belli değil. Baba-mın çok Yunan dostu da varmış. O kadar sene birlikte yaşanmış… Bir-den söküp atamazsın… Meselâ biz de İstanbul’ da 6/7 Eylül Hâdiselerinde, Rumların, komşularımızın maruz kaldıkları o felâkette nasıl onların yardımına koştuysak, evleri yakılan, tecavüze uğrayan, linç edilmeye kalkılan insanlara, o kadar sene birlikte yaşadığımız insanlara nasıl yardım ettiysek, Selânik’te de babama yardım eden çok Yunan arkadaşı olmuştur.

Evet. Anımsıyorum. Evimizin çevresindeki üç kilisenin alevleri göğe yük-selirken3 beyaz martılar ürküp kaçışıyor, tuhaf sesler çıkarıyorlardı. Tepe-deki Rum evlerinin pencerelerinden iskemleler, koltuklar, gardıroplar, kar-yolalar, buzdolapları, iriyarı, esmer, kara bıyıklı adamlar tarafından dışarı atılıyor ve parçaları etrafa saçılıyordu. Adamlar, kadınlar, çocuklar çığlık çığlığa kaçışıyorlardı. Kısa sürede, evlerden atılan eşyalardan evlerin birin-ci katları görünmez olmuştu. Sokakta yürümek olanaksızdı. Kapkacak, kumaşlar ve çamaşırlardan tepeler oluşmuştu. Yan komşumuz Eleni iki çocuğu Aglia ve Niko ile bize sığınmıştı. Annemle babam onları saklayacak yer arıyordu. Bizden sonraki üçüncü evde Vezneciler’de bakır cezve üreten Kanunî Nubar Usta, karısı Madam Horop, iki çocuğu Vahram ve Onnik, hepsi panik içinde. Onlar Ermeniydi, ama o an için ne fark eder! Bir ara baktım, babam bir sopaya Türk bayrağı çiviliyor. Bayrağı kaptı ve çıktı evden. Sahile inip bir kaç arkadaş ve bir araba bulmuş. Arabanın camından bayrağı sallayarak doğru sur dışındaki bostanlara, Toma’nın marul bahçe-lerine gitmişler. Orada oturan Rum ailelerin yaşlılarını ve genç kızlarını kıyım oraya varmadan oradan uzaklaştırmışlar. Irza geçmenin ne demek olduğunu ilk o olaylarda öğrendim. O düzmece olduğu sonradan anlaşılan olaylardan sonra mahallemizdeki Rumlar yavaş yavaş azaldı. Onların komşuluğunu, dostluğunu hep aramışızdır.

Page 39: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

74 75

muz için korkumuz katlanıyor tabiî, çünkü babama yardımcı olan Yunanlar da korku içinde. Anadolu’da kaybeden Yunanlar. Hele İzmir’i kaybetmiş olmaları… İş ciddi…

Urla’da bizi karantinaya aldılar, daha sonra İzmir. İzmir’de arabayla dolaştık. Bütün o kargaşaya rağmen çok güzeldi. O coşku, atlı arabalar, kalabalık, sevinç, şaşkınlık… Aynı vapurla İstanbul’a geldik. O zaman gelenleri Sultanahmet’teki tütün depolarında topluyorlardı, kapıların-da jandarmalar ellerinde silâh bekliyorlardı. Tütün deposunun misafir-hanesinde kalıyorduk. Bize üç öğün yemek dağıtıyorlardı. Bizim yanı-mızda para da vardı ama para harcamamıza gerek kalmadı, her şeyimi-zi sağlıyorlardı. Geldiğimizin kırkıncı günü anneannem orada öldü. Ben Selânik’te tifo olmuştum, anneannem hep başımda bekledi, hep dua edi-yordu: “Sana ben kurban olayım, senin yerine ben öleyim!” diye ağladı-ğını hatırlıyorum. Selânik’ten ayrıldığımızda yanımızda bir galon kolonya vardı, annem boyuna beni kolonya ile ovuyordu. Demek ki nekahat devresindeymişim. Ben iyileştim anneannem öldü. Annem boyuna ağlıyordu. Ben de onu, “yeter artık ağlama!” diye çimdikliyor-dum. Şimdi düşünüyorum da annem ağlamasın da kim ağlasın? Anne-min babası kırk yedi yaşında ölmüş. Annem babası öldükten sonra evlenmiş. Evlenmiş, üç sene sonra kocası ölmüş, anlayabiliyor musun bilmiyorum…

Sonra biz o tütün deposunda kalmak istemedik ve uzun arayışlardan sonra Şehremini’de bir konağı kiralayıp çıktık. Babam bizden üç ay sonra Abidin ile geldi, ikisinin de başında şapkalar, şapka devrimi daha resmen ilân edilmemişti, Abidin’e Yunanca konuşmayı men etti. Babam kendini çok yorgun hissediyordu. Kafasını dinlemek istiyordu. Toprakla uğraşmanın ona iyi geleceğini düşünüyordu. “Artık kendi bahçemi ekip biçmem lâzım” diyordu.

Rıza dedem Candide’i okumuş muydu?

Babam İstanbul’u çok severdi. Daha önceleri gelip gittiğinde hayran kal-mış. Nereden nereye… Yedikule’den Yedikule’ye… Langaza ve Selânik tecrübelerini İstanbul’da sürdürmek istiyordu. Mübadele ile gelenleri ekseriyetle Anadolu’ya sevkettiler, arazi, ev, her şey verdiler. Bizim de şansımıza Ordu çıktı. Babam, “Ben İstanbul’dan ayrılmam!” dedi.

Annemin Yunanca’sı ikinci diliydi. Bu, sesli sessiz harflerin bir arada bulunduğu ilk alfabeye sahip dildeki sese, vurguya hakimdi; mimiklerine, fiziğine de çok yakışırdı “Rumca”. Sesli harfle biten sözcükler onun dilin-de şarkıya dönüşürdü. Dostluklarda, dilin önemini, aynı dili konuşmanın kolaylaştırıcılığını, annemde izledim. Oturduğumuz semtlerde de, Yedi-kule, Arnavutköy, Yeşilköy’de, ona bu dili unutturmayacak çok arkadaşı oldu. Terzisi, Aynalı Pasaj’daki düğmecisi, kemercisi Rum, iç çamaşırcısı Ermeni’ydi.

Sonra o zamanlar İngilizlere karşı olan, hadiseyi kavrayan, asıl çıban başının İngilizler olduğunu bilen Yunanlar da az değildi, ama tesirli ola-mıyorlardı. Babamın ağzından Mustafa Kemal’in adı hiç düşmüyordu. O zaman Osmanlı çok cephede çarpışıyordu ve Selânik’teki Türklerin bunlardan haberi oluyordu. Osmanlı bir yerde başarılı olduğunda Yunan Türklere saldırıyordu.

Mustafa Kemal Anadolu’da savaşırken Yunan da Yunanistan’daki Türklere eziyeti arttırmıştı. Hayal meyal hatırladıklarımdan ve sonra-dan bana anlatılanlardan toparladıklarımdan, Türkiye’den gelen Rum muhacirlere hükümetçe izin verildiğini, isteyenin istediği Türk’ün evine yerleştiğini, mallarına, eşyalarına el koyduğunu biliyorum. Bunlar Selânik’in içinde olanlar. Köylerde daha ne vahim olaylar olmuş.

Selânik’ten İstanbul’a dokuz günde geldik. Vapur çok kalabalıktı. Yanı-mıza ancak bir kaç battaniye alabilmiştik. Babam biz iskeleye doğru yola çıkmadan ortadan kayboldu. Ama her şeyi önceden ayarlamıştı. Bir kupa arabası geldi kapıya, biz annem ve anneannemle bindik araba-ya. O gün herhalde Yunan’ın bayramıymış. Galiba Noel yortusuymuş. Ben çocuğum tabiî, bu olaylar bir taraftan da çok hoşuma gidiyor, oyun gibi, devamlı hareket, heyecan… Yunanlar, İstanbul’dan gelen Rumlar sokaklarda şarkı söylüyor, içiyor, nara atıyorlar, laternaların sesini duyuyoruz her sokak başında. İstanbul’u bırakan Rumlar acılı ve bir o kadar da öfkeli. Sarhoşlar “Hanım olsun çamurdan olsun, hanım olsun kabaktan olsun!” diye bağırıyorlar. Annemin yüzünde peçe var ama peçe sürekli havalanıyor, çünkü hiç durmadan dua okuyor. Kupanın pencere-leri kapalı. Ben de, çocukluk işte, perdeyi kenarcığından aralayıp bakı-yorum. Annem çekiyor beni, “bakma!” diye. Rıza Bey’in ailesi olduğu-

Page 40: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

76 77

Tesis-leri’nin ve yanılmıyorsam Avrupa Koleji’nin olduğu yerler. Hem İstanbul’dan ayrılmamak hem de toprakla uğraşmak, yetiştirdiği ürün-leri kolayca satabilmek fikrine çok uygun buluyor ve üç bostan alıyor. En küçüğü, Yedikule kapısından sur dışına çıkıp marul bostanlarını geçince sağda, Balıklı Rum Hastanesi’ne kadar süren, ortada büyük havuzu ile on üç dönümdü. Hastanenin yüksek duvarları bostanın batı sınırıydı. Duvar boyunca sıralanan, hatta duvardan fışkıran incir ağaçları… Has-tanenin bostana bakan tarafı ikiye ayrılmıştı. Bir taraf fakir diğer taraf zengin Rumların huzur eviydi. Zenginlerin tarafındaki pencerelerden, hastanenin demirbaşlarından Barba çocuklara ender bulunan, kağıtlara sarılmış şekerler atardı, “Arnavutköy’e Arnavutköy’e!” diye bağırarak.

Duyduğumuz, gördüğümüz her şeyde bir işaret mi var?

Kuyudan çekilen su havuzda toplanıyor. Oldukça büyük bir havuz. Bura-dan tarlaya arklarla su veriliyor. 50’ li yılların başlarına dek kiralıyor ana-nem küçük bostanı. İki ortanca ablam, mahallenin çocuklarını topluyor ve havuza yüzmeye gidiliyor. Beni almak istemiyorlar, benimle uğraşmak istemiyorlar, ben küçüğüm, ama ben takılıyorum peşlerine, arkalarından

Silivrikapılı Sepetçi’nin kızı Nebahat ile.

“Arkadaşım Agathi’nin annesinin diktiği

margizet elbisemle” diyor Perizat.

İskân Komitesi kurulmuştu, herkes gidip oradan malını alıyordu. Her-halde oradan getirilen tapuların da önemi vardı. Babam bakmış ki, bu komitede çok dolaplar dönüyor, Rumların bıraktıkları mallar yerli halk tarafından da yağmalanmış, açıkta kalanlar var, geldiği yerde hiç malı olmayanlar burada, Beyoğlu’nda apartmanlar alıyor, usulsüzlükler gırla, çok sinirlenmiş, “Bu meseleyi yukarılara aksettirip alçalamam. Ben bunlardan hiç bir şey istemiyorum” demiş. Ama bir taraftan da, beş yüz bine yakın insanın o zor şartlarda iskânının zorluğunun da farkın-da. Yunanistan’dan da haberler geliyor sürekli. Yunan aldığı göçün altında kalmış, çok zorlanıyor, çünkü nüfusu hem bizden az, hem de aldığı göç bizimkinin üç misli kadar. Sonra bir gün tesadüfen, Selânik’ten arkadaşı olan Namık Bey’le karşılaşıyor babam. Namık Bey ilk güzellik kraliçelerimizden Mübeccel’in babası. 1930’larda Cumhuri-yet Gazetesi bu yarışmaları düzenliyordu. Daha sonra seçilen Keriman Halis’in babası da babamın arkadaşıydı. Keriman Halis de sonradan adı Boğaziçi Lisesi olan, benim de gittiğim Feyz-i Âti’de okudu. Feyz-i Âti zaten ilk Selânik’te kurulmuş ve ancak o şartlarda 1922’ye kadar devam edebilmiş. Ama 1923’te S e l â n i k l i l e r i n y a r d ı m ı y l a İstanbul’ da tekrar eğitim ve öğretimini sürdürmeye başlaya-bilmiş. Namık Beyler Balkan Harbi’nden önce gelmiş ve İskân Komitesi’nde ya görevliymiş ya da tanıdıkları varmış. “Rıza Bey, orada onca malı ve hizmetlerinizi bir tarafa atamazsınız, ben buna razı gelemem, yapmayınız, nere-de istiyorsanız siz bulun, yeter ki mübadele malı olsun” diye ikna etmiş babamı. Babam bir taraf-tan da toprakla uğraşmak istedi-ği için şehir içinde arazi bakıyor kendi parasıyla almak üzere. Yedikule’deki bostanları beğeni-yor. Bugün Abdi İpekçi Spor

Perizat Feyz-i Âti’de . 1929–30.

Page 41: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

78 79

koşturuyorum. Kuyu suyu soğuk. Dudaklar mosmor. Olsun. Salatalıklar, incirler de yenip güle oynaya dönerken kendilerini affettirebilmek için, ıslak çamaşırlara karşı, taşıyabilecekleri kadar sebze ve meyve vermeyi de unut-muyor ablalarım arkadaşlarına.

Misket torbası sokak kapısının arkasın-da asılı Gülsevin, hayal gücü gördüğü her filmi, okuduğu her kitabı ikiye üçe katlayan Gülgün… Onlar bir güne sığ-maz. Belki başka bir güne.

Diğer iki bostan otuzar dönüm civarındaydı. Her birinin içinde ikişer katlı ev vardı. Biz büyük bostanın batı ucunda ahşap olan en büyüğüne yerleştik. Eşya düzüldü. Üst katta biz, alt katta işlerimizi gören Hatice ve kocası kalıyordu. Diğer evlere bizimle birlikte gelen akrabalar bir süreliğine yerleşti.

Büyük bostan. Şimdiki Ceylan Triko’nun olduğu yer sanıyorum. Orada ayazma da varmış. Dedem bekçiye sürekli mum yaktırırmış. Soldan sağa: Hafız Bey (annemin nikah şahidi), Hazım Bey (Şahin Paşa Oteli müdürü), Ali Rıza Bey, iki bekçi ve Aziz Bey. Hepsi Giritli ve CHP’li.

Saat yönünde: Ziya, Perizat, Gönül, Gülsevin ve Gülgün küçük bostanda. Ben henüz doğmamışım.

C. Perizat, Ali Rıza (kapalı yer haricinde şapkasız dolaşmazdı) ve Naciye Güven. 1929.

Page 42: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

80 81

Papazın evinin karşı sırasında bulunan, Ziya Bey’in akşamları demlendiği ünlü Safa Lokantası

Polis Hulusi Bey’in evi. Daha sonra İtalyan Kilisesi’nin

misafirhanesi oldu.

Müreftesi’nde tuğla harmanları mübadil bonolarıyla satılıyormuş, sizin bonoları verin, bende de bono var, oranın yerlisi Hasan Efendi ile ortak alalım. Şimdi ben üzerime yazdırayım, sonra hissemizi ayırırız” diyor. Babam bonoları arkadaşına veriyor ve bir daha da o bonolardan hiç söz edilmiyor ve annemin türlü ısrarlarına rağmen arkadaşının yüzüne vur-muyor. O hisseler hiçbir zaman bize geri dönmüyor.

Babam İstanbul’a gelince ilk işlerinden biri, beni fotoğrafçıya götürmek oldu. Yazılacağım okul vesikalık resim istiyormuş. Babamla Beyazıt’a gittik, meydan çok güzeldi. Sonra orasını nasıl o kadar çirkinleştirdiler anlamıyorum. Meydanın ortasında havuz, sağda cami, sıra sıra kitapçı-lar, meydanın bir kenarını kuşatan İstanbul Üniversitesi’ nin ana kapı-sı. Oradan Şehzadebaşı’na çıktık. Cadde boyunca lostra salonları, bol ışıklı, süslü. Biz dükkanların önünden geçerken ayakkabılarını boyatan biri iskemleden kalkarak bize doğru koştu. Babama sarıldı, öpüştüler. Babam bana kim olduğunu söylemedi. Anneme anlatmış. Annem de bana çok sonraları o beyin Naci Bey olduğunu söyledi. Salih Bey’in, öz babamın erkek kardeşinin oğluymuş. Fransa’da tıp okumuş, Paris’ten yeni gelmiş, Şehzadebaşı’nda oturuyorlarmış. Erkek kardeşi de

Hep o evler, ağaçlar, ahırlar, kuyular, havuzlar yok edildi, yeryüzünden silin-di. Değinmeden nasıl geçebilirim?! En az 1500 yıllık tarım yapılan alanlar… Bir yıl önce, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi ve Fatih Belediyesi, elbirliğiyle “Koruma ve Rekreasyon” sözcükleri, parlatmaları altında Yedikule Bostan-ları üzerinden silindir gibi geçti. Şehir içi ekili alan molozla örtüldü.

O sırada Komiteden haber geldi; gene Yedikule’de denizi gören, Limoncu’nun Apartmanları da denen, altı bir örnek apartmandan birisi bize verilmiş. Hulusi Bey adında bir zat bu apartmanın kapısını kırarak girmiş oturmuş içine. Hulusi Bey genç bir polismiş, evin babama verildi-ğini öğrenince, babama gelip yalvarıyor, “Aman Rıza Bey” diyor, “biz bu apartmanda üç aile oturuyoruz, vaziyetimiz çok kötü, çoluk çocuk bura-da barınıyoruz, ne olur buradan vazgeçin, biz uzun seneler burada otu-rursak, burası bizim olur ileride.” Babam da “ben kimseyi sokağa ata-mam” diyor ve feragat ediyor. Babama ayrıca üç bono veriyorlar, her biri yüz yirmi altın kıymetinde. Babamın arkadaşı Cevdet Bey vardı, siz de sık sık anneannenizden ismini duymuşsunuzdur. Cevdet Bey Şahin Paşa Oteli’nin sahibiydi o sıralar. Bu bey babama geliyor, “Çanakkale

Yedikule kale kapısından çıkmadan önce, sağda: Papaz’ın evi

Page 43: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

83

Perizat’ın yakını Nefise (sağda) ve arkadaşı

Perizat’ın arkadaşı Berrin (solda) ve kardeşi

Perizat’ın kuzeni Recep (oturan) ve arkadaşı

82

Perizat, sen de o kraliçeler kadar güzelsin!

Andriomenos Fotoğraf Stüdyosu’nun fotoğrafların arkasına bastığı logosu, tanıtım metni ve illüstrasyonu

Tarihi mekanlar, eski kıyafetler, kişiler fotoğraflarda canlılığını kaybetme-den günümüze gelmiştir. Bakışlardaki derinlik… Zamanın Ruhu, sıradan insanların fotoğraf stüdyolarına5 gidip dramatik resimler çektirmelerinde de gözlemlenebiliyor.

Page 44: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

84 85

O şımarık kız… O kıt zamanlarda, o kıt olanaklarla Musa’nın asasıyla yarı-şırcasına sofralar düzen, eti sütü çoğaltan kadın. Amerikan bezini kireç kaymağına yatırıp yumuşatan, beyazlatan ve o güzel bezden kızlarına iç gömlekleri diken, gömleklerin yakalarına binbir renkli çiçekler işleyen kadın, üretken kadın… Elle çevirmeli Singer dikiş makinesiyle bayram ari-felerinde harikalar yaratan kadın.

Yedikule’deki ev ve bahçeyi babanın Darüşşafakalı arkadaşları çok iyi bilir, yer içer çok iyi vakit geçirirlerdi. Baban arkadaş bağımlısıydı.

Annem neyi ima etmek istiyor?(Bu kez yanıt çoksesli bir korodan geliyor:)

…Ziya Bey tuttuğu balıkları dağıtırken dostlarını sohbetler-le zenginleştirirken, karısının maddi kaygılarını büyüttü…

Bu konulara girmek istemiyorum. Koroya aldırmıyorum.

Pervin, Münevver ve Perizat Jeanne d’Arc’ta. 1930–33.

Sümerbank’ın doktoruymuş. Annemin hep bunlardan haberi varmış ama ben kuzenlerimin olduğunu bilmiyordum. Rıza Bey bu çocuğa kimse bir şey söylemeyecek diye tembihlemiş. Zaten annemle evleniyorken en önem verdiği konu benim onu öz babam olarak bilmemi istemesiymiş. Öyle de oldu. Otoriterdi, insanlar ondan çekinirdi, sözünü dinletirdi.

Evimize yerleşip düzenimizi kurduktan sonra babam beni götürdü, Yedikule İlkokulu’na yazdırdı. İtalyan Kilisesi’ne bitişik, arkasından tren geçiyor, caddeye bakan bölümü tek katlı. Buradan avluya iniliyor, avlu ile tren hattı arasında üç katlı bir bina. Daha Cumhuriyet yeni kurulmuş, fakirlik, yokluk var, okul tamtakır. Salonlar, holler çıplak, biz bir köşesinde oturuyoruz sınıfın. Babam okulun mefruşatında çok yar-dımcı oldu, yavaş yavaş noksanlar tamamlandı. İmtihanla ikinci sınıfa aldılar beni. Selânik’te iki sene okula gitmiştim, ayrıca Kuran okulunda Kuran ve eski yazı öğrenmiştim. Her şey yeniydi benim için, tahtaya kalkmak da dahil. Haftada bir gün din dersi görüyorduk. Bu derse müdüranım giriyordu. Bir gün de Kuran dersi vardı. Kuran hocamız ayrıydı. O gün de Kuranlarımızı götürüyorduk. O günlerde insanların dinini yaşayamadığı, dinin etkisizleştirilmek istendiği safsatalarına hep şaşarım. Din en güzel o günlerde yaşanıyordu. Öğretmenim Nev-reste Hocanım’dı. Aydın Boysan’ın annesi.Çok sevildim okulda.

İlkokuldan mezun olunca Çarşıkapı’da Feyz-i Âti Lisesi’ne kaydoldum. Lise caddedeydi, güzel bir binaydı. Arkada büyük bir bahçesi, voleybol sahaları vardı. Altıncı sınıfın ortalarında okul yandı6. Müsamere sıra-sında ütü prizde unutulmuş, yangın çıkmış. Bizi Horhor’da bir konağa yerleştirdiler. Bir müddet burada kaldık, sonra da okulumuz Boğaziçi’ne taşındı. Fakat Yedikule’den Boğaziçi’ne gitmek çok zor oluyordu. Yedikule’den tramvayla Eminönü’ne ordan tekrar tramvayla Bebek’e, yol çok uzun, kar kış çok zahmetliydi. Yatılı kısmı vardı, fakat annem beni yatılı vermek istemedi. Oradan tasdiknamemi aldık. Babam araş-tırdı neresi olabilir diye, İstanbul Kız Lisesi olabilirdi, ama yalnız ortao-kuldu o zaman. Sonunda Kumkapı Fransız Lisesi’nde karar kılındı. Babam beni Kumkapı’daki Jeanne d’Arc Fransız Okulu’na yazdırdı. Bir sene hazırlık okudum, tekrar orta bir, iki. Üçüncü sınıfın sonunda nişanlandım ve bıraktım okulu. Çok şımartıldığımı söylemiştim sana…

Page 45: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

87

Yedikule Hisarı’nın, zindanın giriş kapısının az ilerisinde İsmet Sungur Bey’in bahçe içinde iki katlı ahşap evi gözümün önünde. Bahçede meyve ağaçları, özellikle karadut. Kız kardeşi Necla, Gülgün ablamın ilkokul arka-daşı. Ben Avusturya Lisesi’ne başladım, o mezun oldu aynı liseden. İsmet Sungur Bey bilim adamı, dünyaca tanınan Hukuk Profesörü, medeni hukuk ve hukuk tarihi konularında 30 cilt eser. Hukuk dilini Türkçeleştir-me çalışmaları ve de 925 sayfalık Hayvan Hakları kitabı. Ama asıl, sabah ezanında kalkıp, akşamdan ciğer, balık, artık yemekle doldurduğu araba-sıyla Yedikule, Samatya, Aksaray, Süleymaniye, oradan Eyüp, Balat deme-den sokak hayvanlarını beslemesi, her gün, yıllarca…

“… insan; karıncaya hürmet etmeyi, hayvanları, toprağı sev-meyi, kainatın kendisini sevmeyi öğrendiği zaman hava kir-liliği ortadan kalkacak…” - ODTÜ Felsefe Bölümü Başkanı Ahmet İnam, Cumhuriyet Gazetesi. 1998.

Hava kirliliği her an artmakta şehirlerimizde.

86

Yedikule Kapısı7

sur içine giriş Yedikule Hisarı

Fetihten sonra Altınkapı (Porta Aurea) surlarıyla bütünleşen, dışarıdan gelecek düşmana karşı şehri korumak üzere Yedikule Hisarı inşa edilmiştir. Askerler ve Yedikule’ye yeni gelenler için camisiyle çeşmesiyle birlikte bir mahalle oluşturulmuştur. Hisarın yapımında yeniçerilerle eşit ücret verilen Yunan esirleri çalıştırılmıştır. Hisar sonraları hapishaneye çevrilmiştir.

Yedikule Kapısı, sur dışına çıkış. Yedikule Kapısı 50’lere kadar bu haldeydi. Kapıdan çıkınca solda Toma’nın marul bostanları vardı.

Page 46: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

8988

Buralarda dolaşıp, annemin anlattıklarını yerlerine koydum. Buraların denizinde ve güneşinde yıkandım, balık tuttum, bostanlarının ürünleriyle beslendim. Manastırlarının duvarlarına değerek yürüdüm.8

Page 47: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

90 91

Orada, bahçede nişanlandım ve evlendim. Baban da İstanbul Üniversi-tesi Hukuk Fakültesi’ne başladı.

Babamı zorla Halk Partisi’ne aldılar, çünkü malî desteği büyüktü parti-ye. Ve onu Kocamustafapaşa Ocak Başkanı yaptılar. Nuri Demirağ’ın fabrika kurduğunu hatırlıyorum, babam evde çok sözünü ediyordu. Hatta o zamanın parasıyla yüklüce bir bağışta bulunmuştu babam, böyle bir çok bağış madalyası vardı evde.

Babanla nasıl tanıştığıma gelince:

Kışları okula rahat gideyim diye Kocamustafapaşa’da kışlık ev tutuyor-du babam. Tuttuğu ilk kışlığın haberini şöyle verdi: “Size bir ev buldum, çok güzel, sahibi Kuran hocası… Kirası altı lira.”

Ev sahibinin oğlu Darüşşafaka’da yedinci sınıfta okuyormuş. Ayda bir defa eve geliyormuş. Perşembeleri tatilmiş. Bir Perşembe günü kapı çalındı. Koştum, açtım kapıyı. Kapıda küçük bir çocuk. Arkasında pele-rin. Ev sahibimizin oğluymuş. Yukarı çıktım. “Anne, aşağıya pelerinli ufak bir çocuk geldi!” dedim. İşte babanla ilk böyle karşılaştık.

Babamın ölümüyle karşılaştığımda ise dünyam yıkıldı.

Sene 1933, yeni evliyim. Büyük bostanda oturuyoruz. Baban Hukuk Fakültesi’nde okuyor ve Şehremini nüfus müdürlüğünde çalışıyordu o zaman. Babam eve geldi, ortalık henüz aydınlık, soyundu dökündü, elini yüzünü yıkamak için tuvalete girdi. Abidin’i, Silivrikapı’daki çeşmeye su almaya yolladık. O çeşmenin suyu çok güzeldi ve içme suyumuzu ora-dan tedarik ediyorduk. Babam tuvalette traş oluyorken arka arkaya

Yedikule’nin önemli zatları:

Ayakta duranlar:1 Ali Rıza Bey 2 İmam Mustafa Efendi 3 Maliye Memuru Murat Bey

Oturanlar:4 Askerlik Şube Reisi5 Samatya Karakolu’ndan Komiser Mazlum

123

4 5

Baba-koca farkı, beklentiler, düş kırıklıkları… Arkamı dönüp uzaklaşır-ken bunları düşünüyorum. Bu öyle bir kuyu ki, içine düşen çıkamaz… Kim çıkmış ki?

(Koro devam ediyor:)

…Anneannen babanı içgüveysi aldı. İyi etmedi. Baban ezildi…

Ama ananemin yitirdiklerini düşünürsek, biricik kızını yanında istemiş olamaz mı?

(Koronun sesi giderek duyul-maz oluyor.)

Bu durum babamın da işine gelmiş olamaz mı? Kadını var, üniversiteye gidiyor, cebine harçlık konuyor…

Bilmiyorum.

Bildiğim, bu iki insandan doğmam bir şans.

Perizat ve Ziya’nın nişan ve nikah resimleri.

Page 48: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

92 93

dım, onu neden öldüreyim, öldürecek olsam Tabyalar’a (bugünki Merter’in arkaları) götürüp üstüne bir teneke benzin döküp yakardım. Evimin arkasında, çoluğumun çocuğumun yakınında adam öldürür müyüm hiç?”… Babam bir sene Sultanahmet Cezaevinde kaldı. Özel odası vardı, onu ziyarete gideceğimiz günler hazırlıklar yaptırır, bizi heyecanla kapıda beklerdi. Beraat ettiğinde bayram ettik, paralar dağıttık. Ama bu olaydan sonra belimizi doğrultamadık.

Savaşlar öldürüyor. İftira da öldürüyor.

Sene 1943, Afyon.

Türkiye savaşa girecekmiş gibi hazırlık yapmış, eli silah tutan erkek nüfu-su silah altına almıştı. Baban da üsteğmen olarak Afyon’da görevlendiril-di. Afyon’a taşındık. Sen yeni doğmuştun. Babam Gönül’e çok düşkündü, ilk torun. Gönül ilkokula onların yanında başladı. Gönül’ü üçüncü sınıfı bitirdiğinde yanımıza aldığımızda çok üzüldüler, en çok da babam, çok yalnız hissettiler kendilerini. Gülgün’ü yolladık yanlarına. İyi de yapma-dık, Gülgün aynı sevgiyi bulamadığını söyler hep. Ama şimdi konu o değil.

Küçük bahçenin arka taraflarında kadınlar çalışıyormuş. Kontrol etmek için annem onların yanına gidiyor. Ön tarafta kuyu ve bostan dolabı var. Gözleri bağlı iki at kuyudan su çeken kovaların asılı olduğu çarkı döndürüyor, dolan kovalar oluklarla büyük bir havuzda toplanı-yor, bu havuzdan da su arklarla tarlaya dağılıyor.

Dolapta kovalar karışmış. Babam düzeltmek için dolabın tahta merdi-venine çıkıyor, merdiven kırılıyor ve babam kuyuya düşüyor.

silah sesleri duyuldu. Bizim bostanın arkasındaki bostanda Ortodoks Arnavut bir aile oturuyordu ve onlarla aramız çok iyiydi. Bir kızları ve iki de oğulları vardı ve yarıcılık* yapıyorlardı. Onlara çok yardımımız dokunuyordu. Kadının bir de pazarcılık yapan Hristo adında üvey oğlu vardı. Pek sağlıklı değildi. Kadın Hristo’yla hem sürekli kavga ediyor, hem bahçede çalıştırıyor, ama eve sokmuyordu. Abidin çeşmeden geldi-ğinde, ona silah sesleri duyduğumuzu, olup bitenden haberi olup olma-dığını sorduk. Abidin, Hristo bahçede çalışıyorken öldürülmüş dedi. Üzüldük. Üvey annesinle öyle kavgalar ediyorlardı ki, bir gün böyle bir şey olabileceğini, birbirlerini yok edeceklerini söylüyorduk.

Cevdet Bey Şahin Paşa Oteli’nin sahibiydi. Çok güzel bir oteldi. Bir de Viyana Oteli vardı, ama Şahin Paşa daha lükstü. Bunlar o zamanlar İstanbul’un en bilinen, en önemli otellerindendi. Babam hazırlandı, arkadaşları ile Şahin Paşa’da buluşmak üzere evden çıktı. Babam bana çok düşkündü, ben de ona. O gece biraz gecikti, çok merak ettim, uyu-madım bekledim. Eve gelince geç de olsa beni görmek isterdi. Hristo’nun öldürülmesi bizi zaten tedirgin etmişti. O içeri girer girmez kapı çalındı, polisler babamı karakola çağırıyorlardı. Babamdan bilgi almak istiyor-larmış. Sen buranın adamısın, buraları en iyi sen bilirsin, bu işi kim yapabilir, Hristo’nun düşmanı kim olabilir, diye soruyorlar. Meğer bir kaç Türk gidip kadını kışkırtmışlar. Bu işi ya Rıza Bey yapmıştır ya da korucusu Sait’e yaptırmıştır, diyorlar. Kadının aklına giriyorlar, onu etkiliyorlar. Kadın hem üvey oğlundan kurtulmak hem de babamdan para koparmak istiyor ve babama karşı dava açıyor. Babamı tekrar çağırıyorlar, sorgu sual, yalancı şahitler…

Babam varlıklıydı ve muhacirdi. Yerleşik bazı Türkler bundan hoşlanmı-yordu. İFTİRA da savaş kadar canımızı yaktı. Babamın çok seveni oldu-ğu kadar çok çekemeyeni de vardı. Mutaassıplık da çoktu. Mutaassıplık-tan çok çektik, çok çektim.

Babam ağır cezada mahkemeye çıkıyor. Arap Zeki babamın avukatıydı, onun yanına Sami Bey’i de katıyor babam, bunlar o zamanın en ünlü, en pahalı avukatlarıydı. Ama gene de bu dava bir sene sürüyor. Babam mahkeme oluyorken demiş ki hakime: “Hakim Bey, ben aklımı kaçırma-

*ürünü mal sahibi ile yarı yarıya bölüşmek üzere çalışan işçi

Page 49: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

94 95

Baban bana söylemedi, gazeteler benden saklanmış, herkes tembihlen-miş. Ben ancak veraset çıkarılması gerektiğinde babamın öldüğünü öğrendim ve dünyam yıkıldı.

Rüyasını görmüştüm: Senin salıncağını sallıyorum, bir kuş geldi, salın-cağın ipine kondu ve pırr diye uçup gitti. Babam başında fötr şapka, üstünde siyah takım elbise, boynunda birkaç sıra altın zincir. Zincirleri elime veriyor, altın avucumda pul oluyor.

Kimsesiz kalmıştık. Çöküşümüz de başladı.

Akşam olmuş, çalışanlar paydos etmiş, Gülgün ile annem babamı bekle-mişler. Hava kararmış. Babam görünmeyince çıkıp aramaya başlamış-lar. Etraftan da gelip onlarla birlikte arayanlar olmuş. Haber vermeden şehre de inmez demiş, bütün gece cam kenarında oturup beklemiş annem. Rıza Bey yok. Sabah karakola, arkadaşlarına haber verilmiş. Komiser, polisler, hepsi babamı iyi tanıyor, arıyorlar. Fener’e haber salınmış. Fener’de teyzem, oğlu, evli kızı, damadı, torunları oturuyor, onlar gelmiş. Rıza Bey yok. Kimse kırık merdivene dikkat etmiyor. Polis-ler bir de şu kuyuya bakalım diyorlar. Arnavut Ali Bey kuyuya bir çengel atıyor ve Rıza Bey çengele takılı çıkıyor su yüzüne. Morga kaldırılıyor. Bir kaç yerinde vuruklar, bereler var ama bunların biri tarafından mı yapıldığı, yoksa kuyuya düşerken mi olduğu anlaşılamamış. Gazetelere şüpheli ölüm diye geçmiş. Topkapı’da Arnavut’ların mezarlığına gömül-müş. Ölünce her şeyin bittiğini, nereye gömüldüğünün hiç önemli olma-dığını söylerdi hep.

Girit’te, Selânik’te onca varolma savaşı, onca uğraş, tek başına, sessizce bir kuyuda son bulacakmış.

Perizat, Yardımcı Hatice ve çocukları büyük bostanda dolabın önünde… ve surların önünde. 1932.

Page 50: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

96 97

Bizim Sokak

Mahallemizde okul, cami, karşısında çeşmesi, kilise, bakkal, top sahası, her model, her renkte bisikletin kiralandı-ğı arsalar… Gündüz dondurma, gece mâniler düzerek nane şekeri satan Arnavut Bayram Ağa, macuncu, keten helvacı, yoğurtçu, bozacı, eskici, kalay-cı, mecnun, kahverengili –kahverengi takım elbise giydiği için bu adı taktığı-mız teşhirci–, aşık olur diye kızına rad-yodan Zeki Müren dinlemeyi yasakla-yan, duvarına top çarpar diye evin yanındaki arsada çocukların top oyna-masına izin vermeyen polis emeklisi Hulusi Bey –Hulusi Bey’i artık tanıyo-ruz, emekli olmuş, dedemin hakkın-dan vazgeçtiği evin sahibi. Biz, o sıra evlerin birinde kiracıyız–… Hep birlik-te Sarıyer Hünkarsuyu’nda piknik yap-tığ ımız Ermeni, Rum aileler… Bir mahalleyi mahalle yapan ne varsa, eksiksiz vardı. Hatta fazlası vardı: Bay Tekin Atom Peşinde 32 Kısım Tekmili Birden ile anımsanan, tramvay yolu üstünde, Aya Konstantin Kilisesi sırasında Küçük Kışlık Sinema, Kocamustafapaşa’ya uzanırsan büyük İstanbul Sineması, Şarlo filmleri ve haber ağırlıklı görüntülerle anımsanan yazlık bahçe sineması, Tunca… Gazoz ve frigo satıcılarının “dişlere keman çaldırır!” çığırışlarıyla anımsa-nan uzun aralarda gözlerin etrafta “olur da onu görür müyüm?” arayışla-rı… Mahallemizin içinden tren de geçerdi, denizin kokusu da duyulurdu. Sonra milyonerleri de oldu.

Her şey öyle kendiliğinden ve alçak gönüllü, öyle olması gerektiği gibi ki…

Cami, okul, kilise aynı sokakta, tren hattına koşut düzlükte sıralanmıştı. Okul ve kilise bitişikti. Okul ile cami arasında ise bir kaç ev ve baharda

Bursa’dan İstanbul’a göçen, mahallenin müstakbel milyonerlerinden Mustafa Özun’un üst katını konut, alt katını dokuma atölyesi olarak kullandığı İtalyan Kilisesi’ne ait yapının bahçe kapısında Hacı Hüseyin Ağa Camisi Sokağı çocukları.

Küçük kız varlığı, oturdukları evin sofasında, babasının ilginç bir yöntem-le tavana astığı Miele marka kırmızı bisiklet olarak gördü. Her istediğinde binemezdin bu bisiklete. Babanın izni ve yardımıyla indirilir, binilir, sonra gene temizlenir, yağlanır, parlatılır çekilirdi tavana, pırıl pırıl, görkemli bir avize gibiydi. Sandalları da çok bakımlıydı, yazın her akşamüstü yıkanır, gezintiye ya da balığa çıkılmadığı zaman branda beziyle sarılıp sarmalanır-dı. Bisikletlerin adı yoktur ama sandalların? Sandallarının adı Amca idi ve hep amca adlı ya kırmızı ya beyaz bir sandalları oldu. Babasının erken ölü-mü, Avrupa’ya kaçan padişah yanlısı büyük ağabey, Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Anadolu’ya geçen ve yedi yıl hiç haber alınmayan küçük ağabey babasında öyküneceği bir erkek özlemini öylesine büyütmüştü ki, yeğenlerine çok değer verir, kendi çocuklarından ayırmazdı. O yalnız yeğenlerinin değil, onların arkadaşlarının, mahallelinin de Ziya Amca’sıy-dı. Yetimlerin alındığı bir liseyi bitirmiş, olgunlaşma sınavını vermiş, en kabadayısı üç yıl olan fakültelere devam etmiş, sıkılıp bitirmeden bırak-mış, memurluğu seçmişti. Kızı daha kapsamlı anlatmalı nedenlerini, ya da en doğrusu babasının anlatması. İleride sorulacak ona bütün bunlar.

Yedikule 43. İlkokul. Fethiye Öğretmen ile Yeşilköy Telsiz’de gezi. 1954.

Page 51: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

98 99

ve ben bu okulluyuz. Dedemin ve babamın çok emeği var bu okulda. Okuldaki eksik araç gereç için eve koşturuluyoruz. Okul bizim.

Sağdan ikinci evin birinci ve üçün-cü katında –orta katta kiracı Edin-cikli Emine Hanım, sinirlendiğin-de başını güm güm duvarlara vuran kocası ve evliliklerinin on altıncı yılında, bütün umutlar yiti-rildiğinde doğan bir erkek çocuk– oturuyorduk. Denize bakan evimi-zin üst katından cami, saç döşeli, ahşap oymalı balkondan biraz sar-kınca cami karşısındaki mor sal-kımlı büyük çeşme görünüyordu.

Bu altı evi kuzeyden, kuzeybatı-dan, doğudan çeviren arsalar, top sahalar ı , İmrahor Camisi ’nin bulunduğu, “bizim tepe” dediğimiz yükselti, futbol maçlarının doğal tribünü. Kışın karda babamın mer-divenden yaptığı kızakla kaydığı-mız tepe, denizle sonlanan tepe…

Yakın bakkalda bulamadığımız bir şeyi almak için tepeyi aşıp tramva-yın da geçtiği anacaddeye gitme zorunluluğu canımızı sıksa da,

dönüşte kollarımızı açıp, bir kuş gibi kendimizi görkemli Ioannes Prodromos Kilisesi’nin (İmrahor Camisi) duvarlarının dibinden tepeden aşağı rüzgara bırakır, ayaklarımız yere değmeden evimizin arka bahçesine konardık.

Limoncu’nu Apartmanları ya da İtalyan Evleri denen bu kâgir evler dışın-da, az sayıda yarı kâgir ve ahşap ev vardı çevremizde. Bu evlerin her birinin özgün öyküsü vardı. Ahşap evlerden biri hem büyük, hem köşede, hem

Hacı Hüseyin Ağa Camisi’nin karşısında, suyu akmayan çeşmesi, tuğlayla örülmüş minaresi (bkz. sol sayfa) ve kapısı9 (s.8)

koparmaya kıyamadığımız kırılgan gelinciklerle kızaran, ısırganları bacaklarımızı dalayan, oynama-ya doyamadığımız büyük bir arsa vardı. Kilise ve cami sokağın iki köşesini, kilise batı, cami doğu köşe-sini tutmuştu. Bu köşeleri dönünce trenyolu altgeçit-lerinden denize ulaşılıyordu. Kilise tarafındaki altge-çitten sola sapınca, mahallemizin ikinci ama bu kez yalı kilisesine (Surp Hovhannes Ermeni Kilisesi), kilise ve kale duvarları arasında uzanan, en az bin-beşyüz yılın perdahladığı taş yoldan denize, sağa dönünce setler halinde denize kadar inen Narlıkapı Gazinosu’na varılıyordu. Ünlü bir gazinoydu bu. İsmail Dümbüllü sık sık sahne alırdı burada. Ünlü Türk Sanat Müziği sanatçıları konserler verirdi. Buradan Samatya tren istasyonuna kadar denizden hiç kopmadan, sur kalıntıları boyunca yürünebilirdi.

Deniz kenarında bizim sandalın da bağlandığı iskeleler, kışın sandalların çekildiği kızaklar, sahil kahveleri, balıkçılar… Genç kızların yüreğini hopla-tan, önünde volta attıkları Samatya Spor Kulübü’nün yakışıklı kürekçileri…

Evimiz bu sokağın üstünde bir örnek altı kâgir evden –bunlara İtalyan evleri de deniyordu– ilkokul ve kilisenin tam karşısına düşeni idi. Annem, üç ablam

BabamAmca Fevzi YeğenBen

Page 52: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

101

Kocamustafapaşa’da kentsel dönüşüm başlamak üzere. Bu mahallelere ulaş-ması da yakındır.

Limoncu’nun apartmanları. 2014.

1950’lerde defter ve kap kağıdı aldığımız bakkal o zamandan günümüze ışınlanmış sanki.

Kaderlerine Terkedilen Mahalleler

16. yüzyıl ortalarında İstanbul’da 16 bölge (nahiye), her bölgede de 5–30 arası mahalle bulunuyordu. Bölgeler, içindeki cami, kilise gibi önemli yapıların adını alırdı: Ayasofya, Topkapı, Mahmutpaşa, Vefa, Fatih, Kocamustafapaşa gibi. Cami ile birlikte çeşme de yapılırdı. Mahallenin merkezinde mescit, nahiyenin merkezinde ise bir külliye olurdu. Mescitlerin sayısı 15. yüzyıl sonlarında nüfusun üçte birinin Haliç’e bakan yamaçlarda yaşadığını gösterir. Kent nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan Rum ve Ermeniler Marmara kıyılarındaki Müslüman mahallelerde yaşarlardı. Edirnekapı, Topkapı Türk yerleşmeleriyken, Kocamustafapaşa’da Rumlar da vardı. 16. yüzyıldan beri varlığını sürdüren sur içinde Bayrampaşa vadisi, Langa, sur dışında Yedikule-Topkapı arasındaki bölge, 2000’lere kadar surlar boyunca bağ ve bahçelerle kaplıydı.

Oysa Şimdi?!

Bugün İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olarak kentsel geleneğinin özgünlüğünü kanıtlayabilecek hiç bir mahalleye sahip değildir. Süleymaniye, Zeyrek, Kumkapı, Samatya, Fener, Balat ve benzeri bazı mahallelerde koruma altına alınmış bir kaç sokak 1996’dan beri bakım çabası olmaksızın kendi kaderine terkedilmiştir.

Kuban, İstanbul, 2010, s.481

100

Limoncu’nun apartmanları (İtalyan evleri de denen bitişik ve bir örnek altı bina) ve Katolik Kilisesi çanı. 1940’ların sonu.

İtalyan Kilisesi müdavimi, kadınların korkulu rüyası “Güzel ve Süslü” Meri’nin evi (soldaki ahşap ev).

Ve şimdiki hali. 2014.

Page 53: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

103

Ben

Kend/timi arıyorum…

102

Ben, kızlarım Kına ve Pelin ile eski evimin kapısında

Ben

1975 1999 1950

Page 54: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

104 105

dükkân sahipleri kapı önlerinde sokaktan geçenleri uğurluyor. Bol ışıklı camlarda kendimi görüyorum. Eteğim çok uzun, ceketimin boyu da, hele kolları, ellerim görünmüyor. Hazır almadık giysimi, evde dikildi, önümüz-deki yıllarda ne kadar büyüyebileceğimin hesabı yapılarak. Kendimi gülünç buluyorum. Geçen yıl 23 Nisan’da Akıncılar şiirini okurken de bu duyguya kapılıp, şiiri yarıda kesip sırama dönmemiş miydim?

Bize bu kadar uzak bu okula gitmem gerekli miydi?

Sokak geniş bir caddeye çıkıyor. Caddenin karşı tarafına geçiyoruz. İki yapı arasına sıkışmış, basamak araları çok yüksek, aşınmış, çiftli burma taş merdivenler*. Tırmanıyoruz. Düşmemek için değil, tutunup asılmak için

boyuma ulaşan beton korkuluğu. Yorulduk. Dinleniyoruz merdiven sahanlığında. Okulların açıldığı bu ilk günde merdiveni dilenciler tut-muş, yeni öğrencilere zihin açıklığı diliyorlar. Uzanan eller nasıl geri çevrilir?

Lâcivert giysili öğrenciler çoğalıyor, belli ki yaklaşıyoruz okula. Merdive-nin bitimindeki yokuş başında kız ve erkek öğrenciler ayrılıyor, kızlar sola dönüyor, erkekler yokuşa vuruyorlar. Kara, koyu yeşil, kurşun renkler. Ağır bir çöp kokusu. Kurumayan çamaşırlar.

Bahçe çok kalabalık, diye kaldığı yerden sürdürüyor babam, bir elim-de dosya, bir elimde gazetelerden kesilmiş yazılar, eski fotoğraflar, notlar balkona çıkarken. Fotoğraf-larla hiç ilgilenmiyor, oturmamı bek-liyor. Ben de fotoğrafları masanın

* Kamondo merdivenleri

Kamondo merdivenlerini, bankacı olan Kamondo Ailesi yaptırmış. Foto: Henri Cartier-Bresson. 1964.

oymaları diğer ahşap evlerden daha bol, hem de merdivenleri daha ak bir mermerdendi. Bu evde oturanların kızı koleje gidiyordu. Bisiklet kirala-mazdı, kendi bisikleti vardı.

Domuz Sokağı

Sirkeci’de iniyoruz trenden. Gardan çıkıp karşıya geçiyor ve arka sokaklar-dan yürüyüp Köprü’ye geliyoruz. Okul suyun öbür tarafında. Yürüyoruz. Griliklerde terim soğuyor. Dönüp arkama bakıyorum, işte şimdi masal diyarından, ince minarelerin arasından virgül bacaklı bir dev sıyrılacak, beni kucaklayıp… Ayakkabılarım tozlanmış. Köprü’de benim giysime ben-zer g iysi l i öğ renc i ler çoğa l ıyor. Karaköy’e geliyoruz. Eski, yüksek, kara, taş yapılar. Güneş nerede? Ancak başımı arkaya attığım zaman görebili-yorum güneşi, oysa bu hareketi yaptı-ğımda şapkam kulaklarımı acıtıyor. Kare biçiminde lacivert yün kumaşın bir kenarı telâ ile beslenip dışa katlan-mış, başı iyice sarsın diye tel geçirilip yuvarlatılmış, üzerine SG harfleri sır-ma ile işlenmiş, kumaşın boşta kalan iki köşesi diğer kenarın üstüne bohça gibi katlanıp tutturulmuş, bebek başlı-ğı sanki.

Başka sokaklara benzemeyen bir soka-ğa giriyoruz birden, sokak dar, ama çok aydınlık, iki yanına dükkânlar dizili, pırıl pırıl parlıyor dükkanların camları, her şey yeni yıkanmış gibi. Vitrinlere salamlar, etler, konserve kutuları, dol-durulmuş hayvan başları özenle yerleş-t i r i lmiş. Saba h olmasına k arşın dükkânların bütün ışıkları yanıyor. Sergiledikleri etler gibi pembe yüzlü

Kamondo Merdivenleri Foto: Pelin Türker. 2013.

Page 55: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

106 107

gibi eniştesinin gözlerinin içine bakan küçük çocuk da hemen sıraya gir-miş ve hayatının yeni bir devrini açacak olan yolda ilk adımını atmıştı.

İkinci katta büyük, aydınlık bir odaya götürüldü çocuklar. Bu odada, büyük camekânlar içinde canlı gibi duran birçok hayvan, içi su dolu büyük kavanozlarda çeşit çeşit yılanlar vardı, bir kenarda kocaman bir kartal kanatlarını açmış, sanki uçuyor… Bu oda bir şey kokuyordu. Çocuk derhal tanımıştı bu kokuyu: Naftalin. Zira evde çamaşır değiştirirken Naftalin veya servi kokan çamaşır sandıkları açılır ve giyeceği çamaşırlar bu san-dıklardan çıkarılırdı. İşte onun için bu koku ona hiç de yabancı değildi.

Başım dönüyor. Gözlerimi kapıyorum.

İleride bir aralıkta kayboluyor önümüzdeki lâcivert lekeler. Ayakkabılarım toz içinde. Büyük demir kapıların önünden geçiyoruz, kapalı onlar. Ablama bakıyorum… Küçük tahta bir kapının önüne geliyoruz. Kapı, karanlığa açı-lıyor. Ablama yaklaşıyorum. Elini tutuyorum. Karanlık.

üstüne bırakıyorum, dosya kucağımda oturuyorum, yazıları ve notları dosyanın üstüne koyuyorum. Belki onları görsün diye yapıyorum bunu. Görsün de, neymiş onlar diye sorsun!..

Hemen hemen aynı yaşta olan bir çok erkek çocuk. Anneleri, amcaları, ablaları, dayıları, ağabeyleri… Velhasıl babalarından başka en yakın kimseleri. Çocuklardan ziyade bunların heyecanlı oldukları besbelli. Kocaman binanın sakız gibi beyaz merdivenleri göz kamaştırıyor. Bina-nın ikinci ve üçüncü kat pencerelerinden bahçedeki kaynaşmayı seyre-den lâcivert elbiseli ve kolları yeşil şeritli talebeler. Bahçedeki küçük çocukların da gözleri pencerelerde. Bir an için her çocuk, hayalinde, pen-cerelerden bakan talebelerden birinin elbisesini giyiyor. “Ne kadar da yakışacak, ne de güzel olacağım” diyor. Çocuklarının imtihanı kazan-masından şüphesi olanlar bir kenara çekilmişler, ellerinde kâğıtlar son bir defa daha çocuklarını yokluyorlar, onlara rakamlar yazdırıp yanlış-larını düzeltiyorlar. Bir kenarda çocuğuna telâşlanmamasını, heyecana kapılmamasını tavsiye eden çarşaflı bir ana, öte tarafta küçük kardeşi-nin kazanacağından çok emin olan bir ağabey ortalıkta yalancı pehlivan gibi dolaşıyor. Eniştesinin elini bırakmayan küçük çocuk da uzakta bıraktığı Sümbül Baba’sının ona yardım edeceğinden emin, bekliyordu.

Bir haber ortada dolaşıyordu: 43 talebe alacaklar, müsabaka imtihanını kazananlar 43’ten fazla olursa, kazananlar kur’aya tabi tutulacaklar. Bu habere göre evvelâ bilgiye ve sonra da şansa kalmış bir imtihandı bu. Küçük çocuk imtihanını vereceğinden ve icap ederse kur’ayı da kazana-cağından o kadar emin görünüyordu ki. Ama karnı acıkmıştı. Sabah evden çıkarken bir şey yememişti. Eniştesinin mektep kapısındaki simitçiden aldığı simidi de yiyemeden, keskin bir düdük sesi işitildi. Her-kes olduğu yerde kalmıştı. Kafalar düdüğün geldiği tarafa çevrildi. Uzun boylu, temiz yüzlü bir adam mermer merdivenlerde duruyordu. Düdüğü çalan oydu. Bir anda herkes merdivenlere doğru yürüdü. Adam, “Çocukların velileri burada bahçede kalacaklar, çocuklar sıra olacak ve beni takip edecekler” dedi. Çocuklar çift sıra halinde yavaş yavaş merdi-venleri çıkıyor ve önde giden adamı takip ediyorlardı. Eniştesinin elini bırakıp, “Emin olabilirsin enişte ben imtihanı kazanacağım” demek ister

Page 56: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

108 109

Ecnebi Mektep

Karanlık. Merdivenler. Kalabalık. Düşme korkusuyla çıkıyoruz bu dar merdivenleri de arka arkaya.Tanıdık bir koku: Günlük.

Papazı, zangocu*, pazar günleri ve hele de yılbaşına yaklaşan günlerde şık kıyafetli ziyaretçileriyle dolup taşan İtalyan Kilisesi’nin birden fazla çocu-ğun ancak omuz verip açabildiği gri boyalı büyük demir kapısı, bahçeye inen aşınmış taş merdivenler. Merdivenlerin bitiminde, sağda piramit şek-lindeki çan kulesi. Çanların içindeki tokmaklara bağlı halatlar aşağı sarkı-yorlar… Diğer çocuklar halatlara davranırken, ben, bahçede oyalanmadan ikinci kapıyı zorlanarak açıyorum. Ağır bir koku. Başım dönüyor. Bahçeye bakan pencerelerin kenarına yerleştirilmiş masaya koşuyorum. Masanın üstü samanlık. İsa henüz doğmamış. Aynı kilisenin duvarlarındaki resim-lerde olduğu gibi: Pencerelerin renkli camlarından süzülen ışıklar saman-

* kilise hizmeti gören, çan çalan kimse

Şimdilerde Süryanilerin hizmetine verilen Katolik Kilisesi10 (s.8)

Beş* mermer basamakla ulaşılan, yılda bir kaç kez ovularak parlatılan pirinç tutamaçlı yüksek ahşap kapı, kapı açılıyor, solda tül perdeli ayakka-bı dolabı, camlarında beyaz nakışları olan ikinci bir kapıdan geniş bir sofa-ya giriliyor. Sağda, bu odanın sokağa ve sokak kapısına bakan iki pencere-li oturma odası vardı. Oda kapısının yanında yukarı kata çıkan merdiven, merdivenin altında kedi pisliği ve kömür karışımı bir koku ile anımsanan bodruma inen küçük kapı. Sofanın bitiminde solda hela, sağda dar, uzun bir bahçeye açılan büyük bir mutfak. Kırmızı çini döşeli mutfağın altı sar-nıçla kaplı. Ortada demirden sarnıç kapağı, kapak çok ağır, üstünde gene de koca bir taş. Soğusunlar diye filelerle sarnıca sallandırılan karpuzları almak için taş kaldırılıp kapak aralandığında uzanan çocuk başları. Parlak, çok parlak koca bir ayna, ama kapkara, içine, kendime seslenirken biri arkamdan beni tutuyor. Hem korkuyorum, hem kapak kapanmasın istiyo-rum. Direniyorum, ama kapak kapanıyor, taş üstüne konuyor, yanına da sapına ip bağlı ufak teneke kova.

* Beş basamağın üç basamağı yok olmuş. İnanılır gibi değil. Ayağımızın altındaki “yer” üstünkörü onarımlarla, yamalarla yükseltilirken, “üstündekiler” yok oluyor! Anılarımız yok oluyor. Biz yok oluyoruz. Bodrum pencereleri yarı yarıya asfalta gömülmüş. Oysa Hulusi Bey emekli olunca, bodrum katını bakkal yapmıştı, güzel de olmuştu.

Güler ve Emine Hanım’ın geç gelen oğlu Süleyman. 1954. (bkz. s. 99 –100)

Page 57: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

110 111

Arka bahçe bıraktığım gibi. Işıklı.

yere, bu kez serin, nemli ve kaygan. Uzatıyorum elimi, beni gıdıklayan yap-rakların arasından bir incir koparmak için, ama incirler daha olmamış, beklemeliyim. Dut ağaçlarını geçip yürüyorum bahçenin sonuna doğru. En dipte kümes. Horoz, tavuklar, civcivler kümesin tellerine yapışıyorlar beni sezince, tüyler uçuşuyor.

ları tutuşturuyor, kuzular deviniyor. Meryem’in ve çevresindeki kadınla-rın başlarında bellerine kadar inen örtüler gölgeleniyor, yaşlı adamlar telaşlı, çocuklar ışıkla eğleniyor. Meryem acı çekiyor. Kuzular azalmış. Samanlar yerlere dökülmüş. Meryem’in benden önce de konukları olmuş. Uzanıyorum en yakın kuzuya, çanlar çalmaya başlıyor. Zangocun ayak ses-leri, kuzu artık elimde, oysa Meryem’in önüne diz çökmüş, çıplak, yaldız kanatlı meleklerde gözüm, ama acele etmeliyim, atıyorum kendimi dışarı. Demek daha zamanımız var, çocuklar hâlâ iplerde asılı, bir aşağı bir yuka-rı sallanıyorlar. Benim içerden koşarak çıktığımı görünce bırakıyorlar ken-dilerini birer birer yere. Zangocun yerleri süpüren yağlıkara giysisinin ancak yeli ulaşıyor gülüşmelere. Avucumu açıyorum, kuzu ezilip kırılmış.

Bu tırmanışın bir sonu olmalı, bir aydınlık! Karanlık griliğe dönüşüyor. Koridorlar, duvarlarında resimler asılı, İsa, Meryem, Aziz resimleri, eski kent resimleri. Uçuşan lâcivert bir telâş. Baştan aşağı koyu lâcivertlere bürünmüş, kara potinli kadınlar, bunlar bizim öğretmenlerimizmiş. Başlarındaki örtüleri uçura uçura oradan oraya koşturuyorlar bilmediğim bir dilde komutlar vererek. Katı koyu giysilerin örttüğü sütyensiz iri yumuşak göğüsler acımasızlık ve sevecen-liğin habercileri mi?

Yorgunluk ve tedirginlik meraka, başlarındaki örtüleri çekip alma isteğine dönüşüyor…

Birden yer yer çatlamış beton bir avluda buluyoruz kendimizi. Betonda bit-miş iki cılız ağaç. Burası bahçeymiş. Bahçe bizim bahçelere, ağaçlar bizim ağaçlara benzemiyor. Ne işimiz var bizim burada?

Mutfaktan bahçeye açılan demir sürgülü, mavi boyalı büyük ahşap bahçe kapısı. Kapı sola açılıyor. Kapı arkası korunak. İlk şaşkınlık. İlk tanıklık. Yürek çarpması. Kapının arkasındaki duvar çok pütürlü, böcek kabukları sırtımı acıtıyor. Tere batıyorum. Çıkıyorum kapının arkasından, tek moza-ik basamağı inip yürüyorum. İncir ağacına varıyorum. Gövdesine avucu-mu dayıyorum, kabukları batıyor avucuma. Elim büyüklüğündeki yerin kabuklarını soyuyorum, parmaklarım kapalı dayıyorum elimi soyduğum

Page 58: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

112 113

nin etrafına toplanmış olan çocuklara küçük Darüşşafakalı mektebini anlatıyor ve Darüşşafaka’yı onlara övüyordu: “Ben de geçen sene sizin gibi bu kapıdan içeriye imtihan olmak için girdim. Annem aşağıda bah-çede bekliyordu. Şimdi bizim hesap hocamız olan Kâzım Bey bana da o büyük rakamları yazdırdı, çıkartmalar yaptırdı. Şimdi de Kâzım Bey içerde, zaten en çok o sorar, hem de bazen şaşırtmak için yanlış rakam-lar bile söyler” diyordu. İmtihana girecek olan çocuklar can kulağıyla dinliyorlardı bu Darüşşafakalı’yı. İşte şimdi de üç çocuğun namzet numarası ile ismi okundu. Bu postada içeri girenler arasında birisi vardı ki, şimdiye kadar hiç telâşlanmayan bu çocuk birden bire sarsılmış ve sararmıştı, fakat içeri girerken soluk dudaklarından bir cümle dökül-müştü: “Aman Sümbül Babacığım, sen himmet et!”

Salonda üç masa ve her masada bir hoca oturuyordu. Çocuk içeri giren-lerin sonuncusu olduğu için, hocalardan biri kenarda beklemesini işaret etmişti. Çocuk kenara çekildi. Dudakları kıpırdıyor, kulakları işitiyor fakat gözleri hiç bir şey görmüyordu.

“Yaaaz!” diyordu bir ses, “On beş milyon dört, yaaaz, iki yüz kırk mil-yon… bir!”

Kenarda duran çocuk, bu söylenenlerin tahtaya doğru yazılıp yazılma-dığını görecek kadar henüz kendine gelmemişti ki aynı gür sesli hoca tahtadaki çocuğa kızgın, “Çık…!” diye bağırırken, kendisine de aynı sert ve gür sesle, “Sen geeel!” demişti.

Çocuk besmele çekip tahta başına ilerledi. Kâzım Hoca söylüyor, çocuk yazıyor… Çocuğun eli makine gibi kolaylıkla siyah tahta üzerinde kayı-yordu. Yazdıkça açılan, açıldıkça etrafını görmeye başlayan çocuğun yüzüne de kan gelmişti. Kâzım Hoca şaşırtmak istemişti çocuğu, “Yaaaz!…” diyordu. “Beş altı milyon, yedi sekiz bin on iki!” Çocuk tahta-ya bir sürü rakam yazmış ve doğru da yazmıştı. Çocuk şöyle düşünmüş-tü o anda: beş altı milyon demek, on bir milyon demektir, yedi sekiz bin ise on beş bin, o halde on bir milyon on beş bin on iki rakamını yazmıştı ki Kâzım Hoca’nın gür sesi duyuldu: “Ateş, ateş maşallah!” Çocuğun ismini sordu Hoca ve aldığı cevap üzerine: “Aferin, inşallah ismin gibi yolun da ışıklı olur.” dedi.

Çıkıyorum bahçe kapısından, sağa dönüyorum, top sahasını geçiyorum, kiralık bisikletlerle top sahasını turlayan çocuklara bakmıyorum. Evin ön tarafına dolanıyorum. Giriyorum kapıdan, sabun kokuyor her yan, yeni fır-çalanmış, hafif nemli, sapsarı merdivenleri ahşap tırabzana asılıp ikişer ikişer çıkıyorum, orta katın sofasını koşarak geçiyorum, üçüncü kata çıkan merdivenlerde ayağıma kıymık batıyor, umursamıyorum, başımı kaldırıp göğü görüyorum merdiven boşluğunun üzerinden, çatının bu camla kaplı bölümünden. Sağdaki ilk odaya girmiyorum, oysa onun da balkonu var. Sola dönüyorum, geniş sofayı aşıp giriyorum büyük odaya. Kocaman, aydınlık, tertemiz, çıplak. İlerliyorum, balkon kapısını açıyorum, denizi görüyorum.

Babam denizi görmeyen eve ev demezdi.

İmtihan!

Gözlerimi açıyorum. Acaba bir şey kaçırdım mı? Daldım diye kızdı mı aca-ba? Şakaklarına bakıyorum, kıpırtı yok. Kızınca şakakları atar.

Bu büyük odadan salona açılan iki büyük kapı vardı. İşte imtihan, müsabaka imtihanı burada olacakmış. Çocuklar ikişer üçer içeriye gire-cekmiş. İçerde mümeyyizler* de varmış. Çocuklara, isimleri okununca, sıra olup beklemeleri, namzet numaraları okununca da salona girmeleri tembih ediliyordu.

“17 İhsan Efendi!”

İhsan’ın yüzü bembeyaz ve bir heyecan fırtınası içinde olduğu ne kadar da belli… Arkasından üç çocuk daha çağrılıyor. On beş dakika kadar içerde kalıyorlar, iki kişi dışarı çıkıyor, iki çocuk daha içeri alınıyor. Dışarı çıkanların kimi neşeli, kiminin gözleri yaşlı, hiç oyalanmadan geldiği yoldan bahçeye inip kendilerini bekleyen velilerinin yanına koşu-yorlar. Geçen sene bu mektebe bu imtihandan geçerek girmiş bir talebe-

* gözetmen

Page 59: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

114 115

sonra yine o mektebe gideceğini, kazanıp kazanmadığını, kazanırsa o mektebin malı olacağını düşünerek geri kalan günleri iple çekiyordu.

Bize giriş sınavında neler sormuşlardı? Böyle önemli bir günü neden anım-samıyorum? Kazandığım sınavdan tek anımsadığım: Beyaz bir kağıda ace-mice çizilmiş bir ağaç ve ağaca kısa bir iple bağlı bir köpek.Bırak şimdi sınavını!… Hızlandı, zor takip ediyorsun!

Sene 1925. Eylül ayının 21. günü. O sabah çocuk çok erken kalkmıştı. O gün imtihanın neticesini öğrenecekti. Artık gideceği mektebin yolunu da biliyordu, yalnız gidebilirdi. Koşarak çıktı evden. Yine Sümbül Baba’sını ziyaret etti. Hem yürüyor, hem de artık yabancısı olmadığı o mektebin bahçesindeki durumu kendi kendine düşünüyordu: Yine o çocuklar ve yakınları, uzun boylu, temiz yüzlü düdük çalan o adam. Belki bugün de düdük çalıp çocukları bir yere toplayacak ve sıra olup arkasından onu takip etmelerini söyleyecek?

Divanhane

Kendini nasıl da kaptırdı! Sanki o ünlü Pilav Günleri’nden birinde, sahne-de hocaların taklidini yapıyor. Nasıl da iyi yapıyor! Neden annem “Ya ben ya tiyatro!” demiş?

Çocuk eniştesi ile eve döndüğü zaman imtihan neticelerinin bir hafta sonra belli olacağını söylüyordu.

Evdekilerin, anasının, dayısının, yengesinin, mahallesindeki komşula-rın, velhasıl herkesin nazarında çocuk bir kıymet olmuştu. Önceki gün-lere göre daha iyi muamele görüyordu. Bir hafta nasıl geçecekti?

Mektebin o büyük kapısı, kocaman Darüşşafaka yazısı, bahçe, o güzel ağaçlar, o yılanlı oda, imtihan salonu ile Kâzım Hoca, hepsi birer birer rüyalarına giriyor ve o kocaman binada görmeyip, tahayyül ettiği divanhanelerde*, yeni silinmiş, mis gibi kokan taşlar üzerinde koşup oynuyordu. Sabahları yatağından kalktığı zaman, üç gün sonra, iki gün

* geniş hol

Nasıl da oynuyor! Arnavutköy’de, Balıkçı Anastas’ın işliğinde. 1960’lar.

Page 60: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

116 117

yerde oturmak seni çok sıkardı ya, ben de senin kızınım…” deyip ayağa kalkıyorum.

“Biraz önce, ‘Beni neden o okula gönderdiniz?’ sorumu kestirmeden, ‘Bize dayatılan düzen’ diye yanıtladın ya, haklısın. Sen bu bilince daha sonraki yıllarda vardın her halde. Uzun yıllar dalgalandın sonra duruldun. Daha otu-zuna varmadan dört çocuk sahibi olmak çok güzel, ama bir o kadar da zor.”

Birden susup rakı kadehine uzanıyorum, o da aynı şeyi yapıyor. Ben ne yapıyorum? Sanki babam, Kuva-yı Milliyeci’lerin yetiştiği Rüştiye* ve İda-dilerin**, II. Dünya Savaşı sonrasına kadar Cumhuriyet liselerinin gücünü ve etkinliğini, o zamanlar yabancı okul mezunlarının ise Kurtuluş Savaşı sürerken bile Amerikan Mandası peşinde olduklarını bilmiyor mu? Düzen, yabancı okulların yanı sıra kendi okullarında da yabancı dilde eğitime ağır-lık verirse, öğrenci velileri ne yapabilirler? Sanki bütün hata babamdaymış gibi, sanki babam bütün bu olanları bilmiyormuş gibi, onu bir tartışmanın içine sokmaya çalışıyorum. İçki masasının başında tartışmak… Kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Ben nasıl davrandım? Diyelim, direndim, büyük kızımı, bütün eksikliklerine karşın, oturduğumuz yere en yakın devlet lisesine verdim. Ya küçük kızımda? Öğretmeninin, “Siz ne biçim bir annesiniz, çocuğunuzun yabancı bir okulda okumasını nasıl olur da iste-mezsiniz?” Kurs öğretmeninin, “Kızınızın durumu çok iyi, eğer sorun kurs ücreti ise, kızınızdan ücret almayalım” gibi konuşmalarından bunalmama karşın direndiğimi, ama kızımın öğretmeni tarafından sınava sokulup sınavı kazandığını öğrendiğimde aynı direnci gösteremediğimi anımsıyor ve babama hak veriyorum.

Yazgılarımızı birileri yazıyor. Bizim dışımızda birileri bizim hakkımızda karar veriyor.

O, sevgili mektebini anlatmak istiyor yalnızca. O ve onun gibi babasız, yok-sul çocukların, o yoksul günlerde nasıl kucaklandığından söz etmek istiyor. Henüz bir çocukken çocuk sahibi oluyor. Ben o hatalı çocuğu çok seviyorum. Bu konuda ben yalnız değilim. Kızları, damatları, hele torunları, hatta birinci adı Cevriye’nin cefadan geldiğinde ısrar eden annem de. Üzgün otu-ruyorum yerime. Onu kucaklamak istiyorum ama yapamıyorum…

* ortaokul** eskiden, lise derecesinde olan okullara verilen ad

Ne çabuk da büyük caminin yanından geçen o düz yola ulaşmıştı. Bina da sağ tarafta görünüyordu. Dümdüz yürüyecek ve sağda ufak bir yokuş inecekti. Artık koşuyordu. Yokuştan inmek için sağ tarafa döndüğü zaman, büyük yeşil kapı ve “Darüşşafaka” levhası içini titretti. Ne kadar sıcak, ne ruh okşayıcı bir yerdi burası yarabbi!

Kim mektebine dörtlükler düzer?

Babamın bu Darüşşafaka tutkusunu yaşamasam, abartıyor diyeceğim! Yalnız o mu? Bütün tanıdığım Darüşşafakalıların ortak tutkusuydu Darüşşafaka. Ve ben çok Darüşşafakalı tanıdım, yalancı, yobaz, bağnaz, çıkarcı Darüşşafakalı’ya hiç rastlamadım. Bu bana paralellikler kurduru-yor. Bu tutkuyu ve beraberinde güzellikleri bir de Köy Enstitülerinde eği-tilmiş kişilerin yazılarında, anlatılarında izleyebiliyorum. Bunun karşısı-na ancak Kolejler ve İmam Hatip Okulları konabilir. Nasıl Köy Enstitüle-rinin, Halk Evlerinin kapatılması bir hata ise, daha çok Darüşşafakaların olmaması da bir hata.

Gerçekten sıcacıktı Darüşşafakalılar. Kardeşlik, vefa, içtenlik, alçakgö-nüllülük, en belirgin özelliklerindendi. Evimiz bütün Darüşşafakalılara açıktı. Tanıdığım bütün Darüşşafakalılar saygılı, hoşsohbet, bulucuklu*, imgelemleri çok güçlü hümanistlerdi. Küçükler büyüklere –aradaki yaş farkı çok az da olsa– “Abi” derdi. Dilâver Abi, Münir Abi… Nur içinde yat-sınlar..! Verecekleri önemli kararlar öncesinde babama danışır, gelin aday-larını getirip tanıştırırlardı. Bize her geldiklerinde bana takılır, bana Hamza’dan selamlar getirir, Hamza öyküleri anlatırlardı. Hamza diye biri varmış, bana hayranmış, benimle tanışmak istiyormuş… Sözde Hamza öykülerini öyle gerçekçi dillendirirlerdi ki, bu öyküler bir taraftan beni çileden çıkarırken, bir taraftan da bana “Neden Hamza diye biri olmasın?” diye sordururdu… Hayranım Hamza uzun yıllar yaşadı…

Bunları düşünürken babamın soluklanmasından da yararlanıp, “Baba, şimdi sen beni dinle, hem sen hem ben dinlenmiş oluruz. Hani sen kar-şında sürekli biri konuştuğunda çok yorulurdun ya, ya da uzun süre aynı

* esprili

Page 61: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

118 119

ğa atılmıştı. Artık hiç bir şey düşünmüyordu. Biraz sonra kendine geldi-ği zaman yanında bir hayli arkadaş biriktiğini görmüş ve göz ucuyla sayıvermişti. Tam otuz iki çocuk olmuşlardı. Daha sekiz çocuğun ismi-nin okunmasını müteakip bu sene için kur’a olmadığını, imtihana girip en fazla not alanlardan sıra ile kırk çocuğun, hiç bir tesir ve tazyik olma-dan seçilmiş olduğunu ve bu kırk çocuğun da sıhhi durumlarının mektep idaresince gözden geçirildikten sonra kat’i kayıtlarının bir haftaya kadar tamamlanacağı ve bu çocukların Teşrini evvel’in* birinci günün-den itibaren mektebin aslî talebeleri olarak derslere başlayacaklarını mektebin müdürü Ali Kâmi Bey gayet açık bir dille çocukların velilerine ilân ediyordu. Ortalığı bir sevinç dalgası kaplamıştı. Sevinçten ağlayan anneler, ablalar, dayılar… Diğer taraftan kazanamayan çocuklarla, boyunları bükülmüş velileri, kolları kanatları kırılmış gibi…

Müdür Kâmi Bey’in sesi tekrar yükseldi:

“Üzülmeye mahâl yok. Çocuklarınızın yaşları henüz küçük, inşallah gelecek seneye imtihanı kazanırlar. Kaabil olsa biz bütün müracaat eden çocukları almak isteriz. Ancak bugünkü durum buna müsait değil-dir. Onun için mektep idaresi en az sizin kadar üzüntü duymaktadır.”

Ziya iki gün sonra doktor muayenesine gelmek üzere evinin yolunu çok-tan tutmuştu. Yollardan bir kuş kadar hafif, rüzgar kadar hızlı geçip müjdeyi vermek istiyordu. Ama önce Kocamustafapaşa Camii’nin kapı-sından girip doğruca Sümbül Baba’sının türbesinin penceresi önüne gel-miş, sevinçten titreyen küçük ellerini açarak aklına gelen bütün dua ve niyazları yapıp, Allah’ına şükrediyordu, söz veriyordu: Artık annemi üzmeyeceğim, sirke almak için beni bakkala gönderdiğinde, sirkeden içip, anlaşılmasın diye sirkeye su katmayacağım, oyuna dalıp eve geç döndü-ğümde, beni aramaktan başı dönmüş ev halkını, yan mahallede yangın var diye telaşlandırmayacağım…

Mahalle arkadaşlarının bütün seslenmelerine ve hatta kol çekiştirmele-rine rağmen evinin kapısına tekmelercesine vuruyor ve kapının bir an evvel açılmasını, onu bekleyenlere bu sevinçli haberi vermek istiyordu. Evde zaten Hocanım’ın etrafında iki üç saat evvelinden mahalle kadın-

* Ekim

Sonbahar rüzgarlarının döktüğü yaprakları incitmeden yürüyerek büyük kapıdan içeri girdi. Çocuklar ve yakınları… Hepsi orada, o bahçe-de toplanmışlardı. Top sahasının hemen kenarında bulunan küçük düz-lüğe uzun bir masa konmuş, üzerine de yeşil bir çuha örtülmüştü. Masanın etrafında da beş altı iskemle vardı. Her şey çocuğun gözüne o kadar güzel görünüyordu ki. Masanın başında bir adam elindeki kâğıtları, hokka takımı ve kurutma kâğıtlarını masanın üzerine koyu-yordu. İskemlelere daha güzel bir düzen vermek için onların yerlerini değiştiriyordu. Bu sefer düdük çalmamıştı. Fakat herkes gayri ihtiyari yavaş yavaş bu masanın karşısında, talimli askerler gibi sıraya girmiş bekleşiyordu. Küçük çocuk da onların arasına karışmıştı. Geçen hafta ilk olarak imtihan salonuna alınan 17 namzet numaralı İhsan yanın-daydı. Mektebin bahçeye bakan pencerelerinde bu defa geçen haftaya nisbetle daha çok talebe birikmişti. Onlar da adeta merakla aşağıya bakıyorlar ve biraz sonra aralarına katılmak saadetine kavuşacak olan talihli kardeşlerini görmek istiyorlardı. Bekleyenler arasında kargaşa yoktu, lâkin fısıltılar… Birden bir sükût ortalığı kapladı. Mektebin o bembeyaz merdivenleri ile çıkılan kapısında dört kişi göründü. Çocuk bunlardan birini tanıyordu. Kendisine imtihan günü “Ateş maşallah!” diyen Kâzım Hoca idi bu. Yanında da Kâzım Hoca’nın hürmet ettiği, ona yol verdiği, gayet kibar tavırlı, saçları dökülmüş, kırmızı yüzlü, ince dudaklı, orta boylu biri vardı… Mektep müdürü dediler. Müdür Ali Kâmi Bey imiş… Bu dört kişi merdivenlerden inerek masanın başına geldi ve müdür ortada olmak üzere oturdular. Müdür küçük çocuğun tam karşısında oturuyordu. Ne güzel bir adamdı bu. Karşısında sıralan-mış olan kalabalığa hitabediyordu. Çocuklar öne çıkacak, iki sıra halin-de bir dizi yapacak, veliler kabil olduğu kadar arkaya çekileceklerdi. Ne güzel konuşuyordu! Ne tatlı sesi vardı! Konuşurken çocuklara gülümse-yerek bakıyordu. “Şimdi…” diyordu, “geçen hafta imtihana giren nam-zetlerden kazananların isimleri ile namzet numaraları okunacak. Numarası ve ismi okunan efendiler şu tarafa ayrılacaklar.” Kâzım Hoca gür sesi ile okumaya başlamıştı. Küçük çocuğun numarası 27 idi… İşte ilk numara ve isim, bir numara ve isim daha, bir daha… bir daha… 27 Ahmet Ziyaettin Efendi… Masanın karşısındaki dizinin ön sırasından bir ok gibi fırlayan Ziya karşı tarafa geçmişti bile… O artık yuvasına kavuşmuş, aradığı sevgi ve şefkati kendisine verecek olan sıcak bir kuca-

Page 62: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

120 121

şı Ohannes Kalfa’ya ait olan Fatih/Çarşamba’daki eser, önce Ziraat Banka-sı tarafından Milli Emlâk’a devroldu, ardından Hazine’ye bağışlandı.”

“Sonra Hazine’den alınıp Milli Eğitim Bakanlığı’na verildi. MEB Liseyi imam hatip lisesi yapmak üzere İlim Yayma Cemiyeti’ne izin verdi. Yüksek Öğretim Kurumu ise İlim Yayma Cemiyeti’nin kardeş vakfı olan İlim Yayma Vakfı’na Prof. Sabahattin Zaim adında bir üniversite kurulması için verdi.”

“Kadere bak mı diyeyim? Azim (!) mi diyeyim? Bilmiyorum. Yıllar sonra harabeye dönen mektebin Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam Hatip Lisesi’ne dönüştürülmek üzere restore ediliyor.”

“Sömürge olmayan hiç bir ülkede yabancı dille eğitim uygu-laması yok. 1900’ün başlarında yabancı okul sayısı iki bin civarında. Yalnız Amerika’ya ait 600 okulda 20 bine yakın öğrenci eğitim görürken, aynı yıllarda Osmanlı toprakların-da lise dengi öğretim kurumlarının toplam sayısı 69 ve yal-nızca 700’e yakın öğrenci bulunuyor.”

Ahmet Hüseyinoğlu, Aylık Tasavvufî Dergi, Semerkand, Aralık 2013.

larından müteşekkil bir divan kurulmuştu. Ziya’yı evin taşlığında karşı-lamışlardı. Odaya alınan Ziya sual yağmuruna tutulmuştu. “Ne oldu..? Nasıl oldu..?” O hepsine ayrı ayrı cevaplar veriyor, “Ben artık Darüşşa-fakalı oldum” diyordu.

Çok sıkışınca Avusturya Lisesi’ndenim dedim de, hiç Sankt Georg’luyum, ya da Sen Jorj’luyum demedim, demek istemedim, sanki Avusturya Lisesi demek daha az ecnebiymiş gibi. Zaten ne tarafından bakarsan bak, Robert College’in, High School’un yanında Sankt Georg’un esamisi bile okunmaz-dı. Bu kolejlerin kendi aralarında da Flamingo Yolu–Küba Mahallesi ayrı-mı vardı. Dilinde öğrenim gördüğün ülkenin ekonomisi belirleyiciydi, sen de o ülkenin tüketicisi. Ya dilini öğrenemediğin ülken?

Yüzüne bakıyorum, Darüşşafaka’sına dönmek için acele ediyor mu diye, iyi görünüyor. Bu beni yüreklendiriyor. En azından babam beni dinliyor. Gide-ceğini bilsem de, konuştuğumda beni dinleyen, beni “ukalâlıkla” suçlama-yacak biri var.

“Baba, Osmanlı’da çıkan isyanlarda, I. Dünya Savaşı’ndan sonra toprak kayıplarında misyonerlerin* katkısı çok büyük. Türkiye Lausanne Konferansı’nda Osmanlı zamanında kurulmuş misyoner okullarının sayı-sını azalttı. Fakat sayı o kadar büyük ki, tamamını kaldıramadan Soğuk Savaş gelip kapıya dayandı ve daha sonraları Cumhuriyet Hükümetleri, kolejlerin yanında devlet okullarında ve giderek üniversitelerde de, gençle-rimiz daha iyi yetişsin (!) diye yabancı dille öğretime geçti. Bu, günümüze kadar, bir kaç yabancı dil bilen, iyi yetişmiş, donanımlı yüzbinlerce insan demektir. Bu, bana kaç Nobel ödüllü bilim insanımız var diye sorduruyor.”

“Sen bu süreci yaşamadığın için sevinmelisin. Ben üniversite öğrencileri-nin yabancı dilde gördükleri derslerin sınavlarında gözetmen olarak bulundum ve sakıncalarını yakından gördüm. Fakat ne yazık ki, bu ‘kültür-süzleştirme politikasını’ hâlâ savunanlar var.”

“Söylemeden duramayacağım: 1994 yılında Maslak’taki kampüsüne taşı-nınca senin eşsiz mektebin, tasarımı Mimar Barironi’ye, projesi Mimarba-

* bir dini, özellikle Hıristiyanlığı yaymaya çalışan kimse

Page 63: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

122

…….1908’den sonra… yabancı okulların gayeleri hakkında İstan-bul Alman Lisesi Müdürü Dr. Richart Pröyzer’in şu tespitleri meselenin vahametini ortaya koymaktadır: “Türkiye Abdülhamit’in istibdadına nihayet verdiği zaman muhtelif içtimaî sahalar da kaos içindeydi. Bu hâl bilhassa Maarif sahasında daha çok göze çarpıyordu. İlk mektepler, yok denecek kadar azdı. Tâli mektepler de öyle bir vaziyette idiler ki, çocuklarının tahsillerine ehemmiyet verenler ya hususî muallim tutmağa veya çocuklarını ecnebî mektepleri-ne göndermeye mecbur oluyorlardı. O zaman bu ecnebî mekteplerinde Türkçe tedrisatı çok elim bir vaziyette idi. Bu dersler birçok ecnebî mekteplerinde seç-meli idi. Şayanı hayrettir ki, çocuklarını bu derslere iştirak ettirmeyenler, bizzat Türklerdi. Çünkü, Türkçe öğretmenle-ri de, Türkçe kitapları da yetersizdi. Abdülhamid devrinde bu mesele o kadar şayanı dikkat idi ki, kıraat (okuma) kitapları arasında Avrupa ders kitaplarının noktası noktasına Türkçe-ye çevrilmiş numuneleri vardı. Bu şartlar altında bir çocuğun kalbinde vatan hissi, vatan muhabbeti, yurt sevgisi ve millî duygu nasıl uyandırılabilirdi? Açık söyleyeyim ki, birçok ecnebî mektebi, ülkeye hizmet etmek gibi bir gaye taşımıyordu. Memleketin lisanı bile ihmal ediliyor, çocuğun gözü mektebin mensup olduğu memlekete çevrilerek, oranın körü körüne hayranı olmasına çalışılıyor-du. Çocuklar ecnebî bir memleketin coğrafyasını öğrendikle-ri hâlde, kendi vatanlarına dair hiçbir şey bilmiyorlardı. Buna ilaveten bir başka kötülük de, bu mekteplerde Müslü-man çocuklarına yapılan dinî tesirler ve telkinlerdi. Bu tesir-ler, son derece muzır ve tehlikeli idi. Bu mekteplerin bazıla-rında Müslüman çocuklar, Hıristiyan ibadet ve dualarına, dinî merasimlere katılmak zorundaydı. Hatta bazen bu çocuklara kabahatlerini affettirmek için haç bile öptürüyor-lardı. Fakat garibi şu ki, bu öğrencilerin aileleri bu duruma vakıf oldukları halde hiçbir itirazda bulunmuyorlardı.”Murat Duman’ın Osmanlı’da Yabancı Okullar adlı yazısından, 30.11.2012.

Page 64: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

123

3

Page 65: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

124 125

DARÜŞŞAFAKA’DA İLK SINIF

Ziya evinden bir hafta ayrı kalacaktı. Annesi ona: “Aman evlâdım ken-dine iyi bak, hocalarının sözlerini dinle, arkadaşlarınla iyi geçin, dersle-rine çalış…” diye bir çok nasihatte bulundu. Çamaşırlarını, çoraplarını, mendillerini bir kâğıda sarıp küçük bir paket yapmışlardı. O sabah erkenden gidecek ve bir daha bir hafta sonra eve gelecekti. O artık çok sevdiği mahallesinden, arkadaşlarından ayrılıyordu. Son defa onları gördüğünde:

“Yatılı mektebe girdim.” demişti.

Artık sokaklarda hayta gibi dolaşmayacak, tramvaylara atlamayacak, Narlıkapı’dan denize girmeyecek, çitlembik toplamak için evlerinin kar-şısındaki caminin büyük ağaçlarına tırmanmayacaktı. Yeni bir hayata atılıyor ve bilmediği bir muhit içine giriyordu.

Narlıkapı mı? Narlıkapı yalnız çocukluğumun değil, İstanbul’un en özel köşelerinden biri. 5. yüzyıl öncesine dayanıyor. Marmara Denizi kıyısın-da8 (s.8), Yedikule ile Samatya arasında, Bizans dönemine ait Narlı Kapı, Samatya (Psamathion; psomthos: kumluk), Yedikule, Davutpaşa, Langa Kapıları gibi Teodosius Surlarının denize açılan kapılarından biridir. Haliç kıyısında ise Cibali, Fener, Balat Kapıları… Buraları aynı zamanda İstanbul’da ayakta kalabilen en eski yerleşim alanlarıdır11. Buraları bilme-

3

Kent…Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizlerHep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. DolaşacaksınAynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksınVe burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,…Konstantinos KavafisÇevirenler: Herkül Milas, Özdemir İnce

Page 66: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

126 127

yen, hatta görmeyen, İstanbul’dan, İstanbul’u sevmekten hiç söz etmesin. Buraları, imparatorluklar görmüş semtler. Narlıkapı kuzeyden surlara biti-şik, kaleyle korunaklı, batıda Ermeni Kilisesi, doğuda Samatya yalıları, kumluk, önünde alabildiğine Marmara Denizi, tuzluluk oranı nedeniyle yüzmeye en elverişli deniz, balıkları en lezzetli deniz. Yazma ustaları, bun-lar çoğunlukla Ermeni ustalar olurdu, işliklerinde boyadıkları yazmaları getirir, denizde yıkar, kilisenin önünde gerdikleri iplere asarlardı. Gözleri-min önünde uçuşan allar, morlar, yeşiller… Yakın dostlarımızın çocukları, hazırlık sınıfından bazı arkadaşlar da Narlıkapı denizinin tadını çıkarmış-lardır. İtalyan evlerinden ayrılıp, tren hattını atlayıp denize daha da yakın bir eve taşınınca, denizle aramızda dar bir asfalt yol kalmış, Narlıkapı’ya daha da yaklaşmıştık. Bu yol gezinti yoluydu. Sevgililer bu yolda sevdikle-rine rastlama ümidiyle bir aşağı bir yukarı volta atarlardı, yolun adı da Asfalt’tı. 50’lerin habercisi bu modern kata çıkınca, yıldızlarla denizin parıltıları bu kez geniş ve seramik kaplı balkonumuzu aydınlattı. Kıyıdan açığa doğru belli aralıklarla sıralanan kayalar çocukların yüzmeyi ilerlet-tikçe vardıkları sevinç istasyonlarıydı.

Biz istimlak mağduruyuz12. Demokrat Parti iktidarda. İstimlak söylentisi çıktı. Sahildeki bütün evler yıkılıp sahilyolu yapılacakmış. Babamı bir telaş aldı. Deniz kenarında ev aramaya başladık. Arnavutköy’de sandalımızı da bahçesine çekebileceğimiz bir yalıda karar kılındı, taşındık. Üç yıl sonra da, Boğaz’daki sahilyolu için yalılar istimlak edilecek dendi. Hadi, tekrar taşın-ma düştü bize. Tabii sandala da. Bu kez Akıntıburnu’na çakıldı sandalın iskelesi. Sahilyolu yapılıyorken de kimse onu oradan kıpırdatamadı. Babam Arnavutköy’de de çok sevildi. Arnavutköy’ün de Amca’sıydı. İş bul-ma kurumu gibi çalışırdı.

İstimlak rüzgarına göre, cad-delerin bir kara bir deniz tara-fına uçuşup durduk. Boyalı-köşk Sokağı’na konduk sonun-da. Her iki yerde de istimlak yapılmadı, yer yer deniz doldu-rulup sahilyolu oluşturuldu.

“Seni gene beklettim, baba.”

Fotoğraf: Kuban, İstanbul, S. 522

1925 senesi Ekim ayının birinci günü sabahleyin erkenden o muazzam yeşil kapıdan içeri girmişti. O gün onunla birlikte o kapıdan daha bir çok çocuk giriyordu. Bu girenlerin eski ve yeni talebe olanları daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Eski talebelerde lâcivert ceket ve pantolon, ceke-tin kol kapaklarında fırdöndü yeşil şeritler, bazısında iki, bazısında üç, bazısında da altı sıra. Bunlar sınıf işaretleri imiş. Mektep sekiz senede tamamlanıyormuş. Ceketinin kolunda sekiz sıra şeridi olan son sınıfta imiş. O gün mektebin kapısından girenler arasında kısa pantolonlu çocuklar da bulunuyordu, bunlar yeni talebelerdi.

Eski talebeler kapıdan salınarak giriyor, bahçede karşılaştıkları arka-daşları ile kucaklaşıyor, öpüşüyor ve hiç yabancılık çekmeden etrafa dağılıyorlardı. Yeniler ise acemiliğin verdiği ürkeklik ile bir kenara çeki-liyorlardı. Bunların ekserisinin yakınları mektebin kapısına kadar gel-mişler ancak içeri girememişlerdi. Kimi ağlarken kimi gülüyor, kimi de kapının demir parmaklıkları arasından son nasihatlerini ediyordu.

Ziya’nın arkasında bıraktığı, kapının dışında kendisinden ayrıldığı hiç kimsesi yoktu. O, elinde ufacık paketi, başında kalıplı fesi, ayağında kısa pantalonu ve kolları kısalmış ceketi ile evinden çıkmış mektebine gelmişti.

Yeni talebeleri birinci kattaki büyük divanhanede topladılar. Çok büyük bir taşlıktı burası. Büyük ve geniş bir merdiven, bahçeye bakan üç büyük pencere, tavanlar çok yüksek, duvarlarda büyük boy yağlıboya tablolar, yerler, o dörtköşe muntazam dizilmiş taşlar pırıl pırıl parlıyor. Şimdiye kadar hiç görmediği taşlar. Bunları nasıl da yanyana dizmişler. Sağda solda koşarcasına yürüyen ve hepsi birörnek kalın abadan elbiseler giy-miş adamlar, mektebin hademeleri imiş bunlar.

Biraz sonra ziller çalmaya başladı. Bir anda o büyük divanhane lâcivert elbiseli talebe ile doldu. Talebeler sınıflarına göre sıra oldular. Yeni tale-beleri de en arkada sıra yaptılar. Eski talebeler sessizce merdivenlerden çıkıp üçüncü kattaki sınıflarına dağıldılar. Yeni talebeler tam merdive-nin başına gelmişlerdi ki, uzun boylu, temiz yüzlü ve mektebe alınacak talebelere bahçedeki merdivenin başından düdük çalan o zat talebelere, “Siz durun!” diye yine düdük çalarak işaret etti. Ne olacaktı? Hiç kimse ses çıkarmıyor, bekliyordu. Cebinden bir takım kâğıtlar çıkaran ve son-radan daimi muallim olduğu anlaşılan bu zat, Merhum Rıfkı Bey, yeni

Page 67: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

128 129

Narlıkapı Asfaltı. 2014. Deniz doldurulup Kennedy Caddesi oluşturulmadan önce, Narlıkapı Asfaltı boyunca, Teodosius Surları denizle kucak kucağaydı.

Page 68: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

130 131

Sayfa 132 –133: İmparator, her yıl Ayios İoannes Prodromos Kilisesi’nde yapılan yortu kutlamalarına katıldıktan sonra

Narlıkapı yoluyla Studios Manastırı’na dönerken

Karşı sayfa:Yukarıdaki fotolar: 463 tarihli Ioannes Prodromos Kilisesi (İmrahor İlyas Bey Camisi)

Aşağıdaki foto: İmrahor İlyas Bey Camisi’nden Narlıkapı’ya giden yolun üstünde yer alan eski ahşap evler. (Foto/sol üst: internetten)

talebelerin teşkil ettiği sıranın en başındakine hitaben:

“Sizin mektep numaranız 874,” yanındakine, “Sizin 875,” onun arkasın-dakine “876,” yanındakine “877”…

Ve böyle devam ederek bütün yeni talebelere numaralarını verip, isimle-rini de elindeki kâğıda yazıyordu. Ziya’ya da sıra gelmişti, ona da mek-tep numarası verildi, 881, ismi de kaydedildi: Ahmet Ziyaettin Efendi.

Numaraların verilmesinden sonra bu taburun başına hemen içlerinden Rıfkı Bey’in göz ucu ile seçtiği 893 Reşat Efendi sınıf başı olarak tayin edildi ve Darüşşafaka’nın 1925–26 ders senesi 1. sınıfı merdivenleri ağır ağır çıkmaya ve önlerinde yürüyen muallimlerini takip etmeye baş-ladı. İkinci kata çıkıp sol tarafa dönüldü, bir kapıdan geçildi, uzun ve dar bir koridor. Koridorun üstünde, sağda büyük büyük kapılar, solda iç avluya bakan yüksek pencereler. Kapıların bazıları açık, bazıları kapalı, içerde talebeler ders yapıyorlar. Açık olanların ise kapılarında birer tale-be duruyor. Sınıflar da çok büyük ve gittikçe yükselen merdiven şeklinde.

Yeni talebeleri bu koridorun en sonunda bulunan bir sınıfa getirdiler. Talebelere numara sırasıyla oturacakları yerleri gösterdiler. Sıralar iki kişilikti. 874 ile 875 yanyana oturdu, 880 ile 881 de. 880 numaralı tale-be kızıl saçlı, oldukça sıhhatli görünen tombul bir çocuk, 881 ise tam aksi, siyah saçlı, dar alınlı, zayıf ve kısa boylu, kilosu 33, boyu ise 1.33. Sınıf bu yeni talebeleri rahatça aldığı gibi bir hayli de boş yer kaldı. Sıra-ların tam karşısındaki duvarda boydan boya, yerden yüksekliği takri-ben 80cm. olan siyah tahta. Tahtanın önünde bir kürsü ve iskemle.

İşte İstanbul’un ufak bir mahallesinden kopup gelmiş 881 Ziyaettin Efendi’nin sınıfı.

Page 69: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

132 133

İmparator Yolu

Narlıkapı

Yedikule Samatya

Page 70: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

134 135

Darüşşafaka’nın değerli Hocalarından ikisi

Kendi toprağında bitmek varken bu nelerin yitişi?

Koridorun sonundaki kapıdan etrafı yüksek yapılarla çevrili küçük beton avluya çıkarken bu kez yemek kokuları… Kapının hemen dibinde demir parmaklıklarla çevrili aydınlık boşluğunda aşağı inen dar metal merdiven. Dağılmaya olanak bulamayan kokular buradan geliyor. Bu aralıktan aşağı baktığımda yoğun buhar içinde bir görünen bir kaybolan beyaz önlüklü, beyaz şapkalı karayağız delikanlılar, tere batmışlar, onlara lâf anlatmaya çalışan yaşlı, ufak tefek kadınlar. Ne beyaz giysili, kara bıyıklı gençlerin, ne de lâcivert giysili yaşlı kadınların dillerini anlıyorum. Onlar da birbirlerini anlamakta zorlanıyorlar. Burası okulun mutfağı imiş. İsteyen, öğlen yemeklerini, belli bir ücret ödeyerek, okulda yiyebilirmiş.

Avlunun üstü kapalı kısmına bir kürsü konmuş, üstünde küçük bir Atatürk büstü, büstün her iki yanına küçük Türk ve Avusturya bayrakları dizilmiş. Biz de diziliyoruz bu kürsünün önüne. Sol tarafımızda helâlar. Helâların hemen yanında bir kaç basamakla çıkılan bir merdiven ve sıkı sıkı kapalı ufak ahşap bir kapı. Oradan erkek tarafına geçiliyormuş..! Avlu öyle doldu ki helâ duvarlarına yapıştık. Hazırlık, orta ve lise öğrencileri ne kadar da farklı görünüyor. Lise öğrencileri, hele son sınıflar ne kadar yaşlı. Biz de bu kadar yaşlanmadan çıkamayacak mıyız bu okuldan? Bu kadar uzun mu sürecek? Kürsünün etrafında öğretmenlerimiz de yavaş yavaş toplandı. Çoğunun başı kapalı ve içlerinden birinin başörtüsü diğerlerinden farklı. O müdürmüş.

Önce İstiklâl Marşı, sonra başka bir tını, müdürün anlamadığım konuşma-sı. Başarı dilekleriymiş…

Koca bir sirk. Kaplanlar, aslanlar bakıcılarının ellerini sıkıyor, utanıp ön ayaklarıyla yüzlerini kapıyorlar, alev alev yanan çemberlerden geçiyorlar. Köpeklere forma giydirilmiş, futbol oynuyorlar. Kuşların ince bacaklarına tüller bağlanmış, uçmalarını engelleyen, uçmak istediklerinde onları yere çeken gökkuşağı tüller. Atlar süslü giysilerle el kadar pistte soğuk talaşları savurup dört dönüyor dağ tepe aşmak varken. Çok şey belletilmiş bu sevim-li varlıklara, çok çaba harcandığı belli. Ama onlar da yadsımıyor bunu, yal-nızca gösteri bittiğinde yorgun gözleri aranmakta birbirlerine yabancı.

Tören bitince çıktığımız kapıdan gene sıra halinde içeri giriyoruz, yemek

Kısa bir zamanda sınıftaki arkadaşlarımla iyi anlaştık. Hepsi ayrı tabi-atta olan bu arkadaşların içinde uslu, halim selim çocuklar olduğu kadar, benim gibi çok yaramazları da vardı. Meselâ geçen sene sınıfta kalmış olan 835 Sadullah bana da taş çıkartacak kadar yaramazdı.

İlk gün ders yapmadık. O gün mektep idaresi yeni talebelerine ders kitaplarını, defterlerini, kalemlerini, bütün ders levazımatını dağıttı. Hepimizin ölçüleri alındı. Dahilî ve haricî elbiselerimiz yapılacakmış, saçları uzun olanların saçları kesilecekmiş. Bu işlerden en çabuk olanı da saç kesme işi oldu. Sınıfın kapısı yanında Berber İsmail Efendi’nin hemen bir beyaz örtü ile ayırdığı yerde sırayla oturtulup saçlar bir numarayla kesildi. 893 Reşat’ın kumral, yumuşak, 880 Merim’in kızıl ve dik saçları o gün kökünden kesilmişti. Hepimizin kafaları bir makine-den geçirilmiş ve kafalar haricen farksız olmuştu.

İlk gün her 45 dakikada bir zil çalıyor, sınıflardan hocalar çıkıyor ve talebeler divanhaneye, bahçeye teneffüse çıkıyor ve 15 dakika sonra tekrar zil çalıyor ve sınıflarına giriyorlardı. Öğleye kadar üç ders yapılı-yor ve sonra öğle yemeğine gidiliyordu.

Page 71: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

136 137

kokularının çıktığı aralığa bakan sınıfımıza götürülüyoruz. Başımızda sınıf öğretmenimiz. Öğretmenimiz bizi kısa boylular önde olmak üzere sıralara oturtuyor. Okuyacağımız kitaplar, kullanacağımız defterler, kap kâğıtları ve etiketler ve bunların tutarları önceden bir kağıda yazılıp sıra-larımıza konmuş. Gri ve koyu yeşil renkler odayı daha da karartmış. Ama gözlerim karanlığa alıştı. Öğretmenimiz tahtaya adını yazıyor “Schwester* Ingoberga”.

Yıl 1955 ve başlıyoruz ezberlemeye:

A- Abend (akşam) B- Bibel (İncil)C- Christ (Hz. İsa)D- Deutsch (Almanca)E- Ehre (namus)F- Faust (Goethe’nin iki bölümlük dramı)

İki yıl Hazırlık sınıfında okuyacakmışız. Bu iki yıl yalnız Almanca öğrene-cekmişiz. Öyle iyi öğrenecekmişiz ki asıl sınıfa geçince derslerin çoğunu bu dilde yapacakmışız. Lise de dört yılmış.

Günlerce, haftalarca, yıllarca ezberliyoruz. Sözlükleri ezberliyoruz. Demokratik bir aile ortamından gelip, başarılı olma uğruna hiç soru sor-madan yalnızca söyleneni yapmak, suskunluk, tabular… Bu bizim kültüre uygun düşüyor, ama benim geldiğim evde tartışılıyor, birbirine danışılıyor: Babam, “Taviz yok! İnsan çalıştığı yerde öyle hür, öyle temiz olmalı ki, en ufak bir haksız suçlamada, ceketini alıp çıkabilmeli. Fakat bu beraberinde yoksunluklar getirebilir, razı mısınız buna?” diye sorduğunda, bizlerin, dört kızın, koro halinde, “Eveet!” diye bağırması kulaklarımda çınlıyor… Böyle yaşamsal bir karar bile oylanıyor bizim evde. Bu yeni tanıştığım okulda ise eğitim sistemi hiyerarşi, itaat etme, dokunulmazlık (din) ve ezbere dayanıyor. Schwesterler, hele Schwester Oberin* Adelina Postruz-nik, aynı zamanda okul müdürü, çok otoriter, uzun süre de adını söyleme-yi beceremedim. Diğer Schwesterler ondan çok çekiniyor, tabii biz de. Soru

* rahibe, kızkardeş** başrahibe

Öğretmenlerimiz: Frau Schiebel, Schw. Oberin ve Schw. Ingoberga ile Hazırlık 1. 1955.

Page 72: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

138 139

Okulda Türkçe konuşmak yasak. Bundan hoşlanmıyorum. Bu bana yapay geliyor. Kapıyorum ağzımı sıkı sıkı, ne Türkçe konuşuyorum ne de Alman-ca. Okuyorum. Her taksit ödendiğinde öfkeleniyorum –bir şeyden söz ederken sık sık yabancı terimler kullananlara öfkelenirim bugün bile– ne var ki okulda başarılı olmam gerek, formamı da eskitmemem. Formamızın ceketini çıkarıp beyaz bulüzün üstüne siyah pamuklu kumaştan önlük giyiyoruz okul içinde, bu hoşuma gidiyor.

Elimizin pek bol olmadığını söylesem, belki de parasız okuyacağım. Bu okulların kâr amacı ile kurulmadığını, işin içinde kültür dayatması oldu-ğunu öğreniyorum yavaş yavaş. Ama böyle bir istekte bulunmak onur kırı-cı bizim için. Yalnız bana taksit ödemesinin geciktiği söylendiğinde –çün-kü çok hassaslar bu konuda ilkesel olarak– derslerimin iyi olmasının verdi-ği cesaretle, memur kızı olduğumu, bekleyeceklerini söylüyorum, hiç bir eziklik duymadan.

Schwesterlerin Hz. İsa’ya adanmışlıkları, kutsallık uğruna başlarındaki örtüleri savura savura koşuşturmaları, otoriter tutumları öğrencilere Schwesterler üzerine, daha önceki yaşamları üzerine, okunan kitaplar, görülen filmlerden de esinlenerek senaryolar yazdırıyor. Kimbilir anlata-cak ne ilginç şeyleri vardır diye düşündürüyor. Çok kızdıklarında ise,

sormadan itaat etmemiz gerekiyor. Yaşam konusunda, insan ilişkileri konusunda konuşulmuyor, duygular gizli, gizli kapaklılık egemen. Schwesterlerin nerede, nasıl yatıp kalktıkları, yatarken başlarındaki örtü-leri çıkarıp çıkarmadıkları merak konusu. Schwesterlerin odalarını gör-mek isteğiyle kıvranıyor küçük kızlar. Başlarındaki örtüyü çıkardıklarında neye benzedikleri hayal ediliyor. Öğretmenlerimizin ağızlarından “Gott”*, “Jenseits”** sözcükleri düşmüyor. Sürekli Allah korkusu işleniyor. Kuran’ı elinden düşmeyen anneannem de bizimle birlikte yaşıyor ama bizim evde Allah’la korkutulmaz.

Sabahları okula geldiğimizde bazı arkadaşların sabah ayininden dönüşle-rine şahit oluyoruz: önde başrahibe, arkasında diğer rahibeler ve onların arkasında da sıra halinde öğrenciler okulun kilisesinden çıkıp sınıflarına dağılıyorlar. Bu kızların çoğu rahibelere benziyorlar: sarışın, giysileri, potinleri davranışları rahibeler gibi, utangaç, suskun, itaatkâr. Saçlar ya örülmüş, ya da arkada sıkı sıkı bağlanmış. Bunların büyük bir kısmının Polonezköy’de oturduğu, parasız yatılı okudukları ve ileride rahibe olabile-cekleri söyleniyor. Sınıfımızda bu kızların dışında bizden çok daha uzun boylu sarışın kızlar da var. Bunlar da sabah ayinlerine katılıyor ve çoğun-lukla okul çevresindeki eski apartmanlarda oturuyorlar (Bunlara “Levan-ten”*** dendiğini sonradan öğrendim). Bu kızların saçları uzun, içine kıv-rılmış, aynı Amerikan filmlerindeki artistler gibi, yeşil ya da mavi gözler, hafif renklendirilmiş dudaklar… Bir de ufak tefek, esmer kıvırcık saçlı kız-lar var ki, bunlar çok olmamakla beraber hem adları Türk adları, hem de ayinlere katılan grupta. Bunların ne olduğunu çözemiyoruz, soramıyoruz da. Sınıfımızın diğer öğrencilerinin bir kısmı okula özel şöförlü, lüks ara-balarla geliyorlar. Bunların dersleri iyi değil ama hayat bilgileri üst düzeyde. Bir süre bu okullarda görünmeleri amaçları için yeterli… Asıl garip guruba gelince: memur, çoğunlukla da asker, öğretmen, esnaf çocukları. Binbir özveriyle bu okullara gönderilen çocuklar: çalışkan, hangi okula gitseler başarılı olacak çocuklar. Sinsice uygulanan kültürsüzleştirme politikaları-nın, bilgilenirken kendi gerçeklerinden uzaklaşmanın, yabancılaşmanın altında ezilecek olan çocuklar.

* Tanrı** ahiret*** Yakın Doğu’da uzunca kalıp yerleşmiş veya evlenerek soyu karışmış Avrupalı

Page 73: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

140 141

tarafından açılıyor ve sınıflar sırayı bozmadan yemekhaneye girip yer-lerine oturuyorlardı.

“Yoruldun, soluklan” diyorum babama. Oysa daha yeni başladı.

Babam oturmuş okulunun kartondan maketini yapıyor. Ben de onu seyre-diyorum. Evler, plânlar, maketler çok ilgimi çekiyor. Zaten mimar olmak istiyorum. “Yedi Gün” dergisine aboneyiz. Eski sayıları da kırmızı ciltler içinde kitaplıkta dizili. Henüz okula gitmiyorum, ama okumayı, evde okul-lu üç abladan ve bu dergilerden yararlanarak çoktan söktüm.

Bu dergilerin dekorasyon ve mimarlık sayfaları var. Bu sayfalardaki evleri ve plânlarını kopya çekiyorum, akıldan plânlar yapıyorum. Beni en çok şaşır-tan, babamın yaptığı maketleri ışıklandırması. Darüşşafaka’nın maketini yapıyor. Maketin bütün pencereleri açık, odalarda ışıklar yanıyor. Ne hari-ka şu babam! Okulunu çok seviyor. Ben de babamın okulunu çok seviyorum.

Okulun geleneksel Pilav Günleri’ ne ai lecek gidiyoruz: Öğrenci yemekhaneler inde yenen et l i kurufasulye, pilav ve üzüm hoşa-fı… O günleri iple çekiyorum. Gene böyle bir günde babamın yanından ayrılıp merak ve hayranlıkla oku-lun koridorlarında, boş odaların-da, sınıf lar ında dolaşıyorum. Dolaşırken kaybolmuşum, umu-rumda mı! Yüksek tavanlar, geniş mermer merdivenler, ahşap tırab-zanlar… Beni bulmaları uzun sür-müş, ama bana öyle gelmedi.

Bu özel günlere ünlü ses sanatçıla-rı davet ediliyor. Babam hocaların taklidini yapıyor. Salon ve sahne çok görkemli. Bir de muhakkak ünlü bir yazarın oyunu sahneleni-

manastıra sığınacak denli günah işlemedikleri için gizli bir üstünlük duy-gusu sarıyor… Schwesterlerin başındaki örtüleri çekip alma dürtüsü ders-leri dinlememizi engelliyor.

Yalnızca ödül dağıtma günlerinde geliyor bizimkiler okula, o da her yıl değil. Kızlarının kürsüye çıkıp ödül almasını izleyip duygulanıyorlar. Ben de onların içtenliklerini sezip duygulanıyorum. Bu okula gönderilmemin kendiliğindenliğinin, içtenliğinin farkındayım. Gösteriş, pay çıkarma, özenti yok davranışlarında. Daha sonraki yıllarda iş çığrından çıkınca, anababalar çocuklarını bu okullara göndermek için hem çocuklarını hem kendilerini paralarken çok daha iyi anladım bunu.

Sanıyorum liseden altı kişi mezun olduk Haziran’da. Ne oldu diğerlerine?

Dilin gizli etkisiyle Avrupalı gibi düşünmeye başlıyoruz. Onların yaşamını örnek alıyoruz (mu?… Hangi yönlerini?)

“Bir lisan bir insan” O kadar kolay mı “insan” olmak? Ya da “nasıl bir insan”?

Mektebin en alt katında, Haliç’e bakan cephe boyunca yemekhane yer alıyordu. Mektebin birinci hususiyeti büyük talebelerle küçük talebele-rin ayrı mekânları kullanması idi: iptidai* ve tâli* kısım. Birinci sınıf-tan beşinci sınıfa kadar olan kısım iptidai, altıncı sınıftan itibaren son sınıfa kadar olan kısım tâli oluyordu. Bu iki kısmın yatakhaneleri, bah-çeleri, divanhaneleri, helâları ayrı idi. Yemekhaneleri her ne kadar bir idi ise de, büyükler yemekhaneye kendi kısımlarından, küçükler kendi kısımlarından giriyorlardı. Yemekhane büyük olduğu kadar aydınlıktı da. Ve altışar kişilik masalarda taburelere oturmak suretiyle yemek yeniyordu. Yemekhane tertemizdi. Öğle yemeği için alt kata inildiği zaman büyük bir taşlıktan geçip yemekhaneye açılan kapının önünde talebeler sıra oluyor, o günkü nöbetçi muallim gelip yemekhanenin demir kapısına elindeki anahtarla vurunca, kapı içeriden bir hademe

* ilkokul** ortaokul

1951, Darüşşafaka’nın 78. yıldönümü. Darüşşafaka’nın geleneksel Pilav Günü’nde, ünlü ses sanatçışı Hamiyet Yüceses konserinden sonra, okulun giriş merdivenlerinde.

Page 74: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

142 143

yor. Öğrencilerin oynadığı Moliere’den uyarlama Ayyar Hamza oyununu da hiç unutamıyorum. Konusunu da aşağı yukarı anlamıştım. Babam da yıllar önce Ayyar Hamza ve Musahipzade Celâl’in Bir Kavuk Devrildi oyununda oynamış. Yıllar sonra da büyük kızı, Ahmet Rasim’in Gece-ler’inde Anne’yi oynadı.

Cumhuriyet öncesi eğitim sistemini anı biçiminde seyirciye aktaran bu oyun çok beğenilmiş, uzun süre ayakta alkışlanmıştı.

Benim gittiğim okulda ilk izlediğim oyun ise, hiç anlamadığım ama adını bir tekerleme gibi hiç unutmadığım Lumpazivagabundus’tu. Avusturya Lisesi’nin geleneksel günü Strudeltag ’dır (okunuşu: Ştrudeltag. Anlamı: Milföy hamurundan yapılan elmalı pasta günü). Strudel’den önce, sosis yenip bira ve şarap içilirdi. Artık alkollü içecek yasak. Şimdi döner yeniyor, Coca Cola ve ayran içiliyor!

Babamı boş otururken hiç görmedim. Çok becerikliydi. Elektrik işlerinden çok iyi anlar ve uygulardı. Bunun nedenini de okulunda gördüğü fizik ders-lerinin çok iyi işlenmesine bağlardı. Oturduğumuz evlerin bahçelerini, balkonlarını renkli ışıklarla bezerdi. Yılbaşı’nda hiç çam ağacı süsleme-dik, yaygın değildi pek. Ama ulusal bayramlarda büyük bir Atatürk res-minin çerçevesine çapraz tutturul-muş defne yaprakları dizilir, araları-na renkli ampuller yerleştirilir ve resim balkona asılırdı. Küçük renkli ampullerin, Türk bayraklarının dizildiği teller resmin her iki yanın-dan uzatılıp, yarım daireler halinde balkonu çepeçevre sarardı. İki küçük kâğıt bayrak çıtalarından gene çap-raz çivilenip yarım dairelerin birleş-tiği yerlere tutturulurdu. Bunları hepbirlikte hazırlardık. Bu, hangi çocuğun hoşuna gitmez? Ampuller

Ayyar Hamza oyunundan.Moliere’in Scapin’in Dolapları adlı yapıtından Direktör Ali Bey’in 1871 uyarlaması. Halkın konuştuğu dili yerli sahne edebiyatına maleden ilk ürünlerden. Ayyar Hamza ilk kez 1871’de Güllü Agop Osmanlı Tiyatrosu’nda oynanmıştır.

Darüşşafaka tiyatro salonu

bayram boyunca otomatik olarak yanıp sönerdi, resmî dairelerin süsleme-leri ile boy ölçüşebilecek profesyonellikteydi. Bayram sona erdiğinde bu donanım özenle sökülüp bir karton kutuya yerleştirilir ve bir sonraki bay-rama atölye’ye kaldırılırdı.

Page 75: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

144 145

İşte ondan sonra benim için zor anlar başlıyor. Aynı yerde kalmayı becer-mem için çok dikkatli olmam gerek. Gözlerim minarelerde… Güneş mina-relerin arkasından başını kaldırıyor. Işık selinde minareler silikleşiyor, ben zorlanıyorum. Babam oltayı suya salıyor… Misinanın titrediğini görü-yorum. Çekiyor babam oltayı, bu genellikle bir çapari, çok iğneli olta, tüy-lerle sarmaş dolaş. O sırada ona yardımcı da olmam gerek. Olta çıkıyor denizden, yanar döner bir gerdanlık. Oltanın ucundaki ağırlık demirini, balık şeklindeki kurşunu alıp, misina dolanmasın diye sandalın kenarına dikine yerleştirilmiş ağaç çubuğun ucundaki ufak teneke kutuya yerleştir-mek de benim görevim. Ve başlıyoruz ağızlarından yakalanmış, gözlerini kocaman açmış o kaygan, devingen ve menevişli balıkları bir avucumuz-la kavrayıp, diğer elimizle iğneden kurtarmaya ve deniz suyuyla doldurdu-ğumuz kovaya atmaya. Ellerimde sıyrıklar, gözlerim minarelerde…

Lüfere Eylül ve Ekim aylarında, hele de gece çıkıldığı için beni almazdı babam. Gocuklar, lüks lambaları, sıkı arkadaşlar ve uzun kalınacağı için yanlarına biraz nevale! Dönüşte komşular da paylarını alırdı. Palamut zamanı dağıtım gaz tenekeleriyle yapılırdı. İrileri tuza basılırdı.

Geçmiş zamanın kokusunu duyuyorum…

…İşte ilk gün biz de böyle o binanın alt katının büyük taşlığında, bütün sınıfların gerisinde sıra olduk ve sıramız gelince yemekhaneye girdik. Nöbetçi muallim bizi masalara taksim etti. Altı talebe bir masaya otur-duk. Mahir Efendi, Ahmet Efendi, Nebil Efendi, Cemil Efendi, Cahit Efendi ve nihayet Ziya Efendi… Etrafımıza baktığımız zaman eski tale-belerin sofrasında bir talebenin elindeki büyük yemek kepçesi ile kara-vanadan aldığı yemeği arkadaşlarının tabaklarına dağıttığını gördük. Biz de bu usule uyarak aramızdan 885 Ahmet Efendi’yi yemek dağıt-mak üzere seçtik. Ama gözler kepçede. Ahmet’in herkesin tabağına koy-duğu yemeği gözlerimizle adeta hassas teraziye vurur gibi tartıyorduk. Yemeklerimiz iki türlü idi. Bir sağyağlı bir de zeytinyağlı. Haftada iki gün de tatlı veriyorlarmış. Ayrı bir tabakta çatal ile yemek yemeği o gün ilk defa tecrübe ettim. Elim titriyor ve bir türlü çatalı kullanamıyor-dum. Hemen çatalı bırakıp evde yaptığım gibi parmaklarımla yemek istiyor, fakat utanıyordum. Yalnız ben değil, arkadaşlarım da aynı

Atölye

Babam çekinmese gazeteleri bile saklayacaktı. Çekinmese diyorum çünkü hep “yer” sorunumuz vardı.

Oturduğumuz her evde babama atölye olarak kullanması için bir oda, bir işlik ayrılırdı. Odanın ortasına bir tezgâh konur, ancak bir marangozda, bir elektrikçide bulunabilecek bütün aletler, bu odanın duvarlarına astığı panoların üstüne çaktığı çivilere tutturulur, aletlerin kenarları kalemle çizilirdi. Aletlerin kaybolması söz konusu olamazdı, ya da böyle bir durumda hemen soruşturulur, araştırılır ve tez zamanda alet bulunup yuvasına yerleştirilirdi. Balık takımlarını koyduğu madeni kutular, demir çapalar, metrelerce zincir, matkaplar… Tam bir “sakla samanı gelir zama-nı” adamıydı. Bizim evde başka evlerde duyamayacağınız terimler kulla-nılırdı, örneğin “tak tak yapmak”.

Evet, babam bir “tamahkâr”dı, okunacak şey ve işlenecek şey tamahkârıydı. Paraya pula tamah etmezdi. Hatta, öyle tamah etmezdi ki, babaannemin evini büyük oğlu Ethem’e bırakmasına sesini çıkarmadı, olağan karşıladı.

Balık Avı

Babamla balığa çıkmak için akşamdan sözleşiyoruz. Sabah çok erken kalkmak gerek. Zorlanıyorum ama kalkıyorum. Biliyorum ki sandala ayak bastığım an, bu, sevince dönüşecek. Kürekleri ben çekeceğim. İşte o anı gözümün önüne getirip kalkıyorum. Takımları, kumanyamızı alıp sahile iniyoruz. Denizi soluyorum. Güneş doğmak üzere. Hava serin. Sokaklar boş. Kediler peşimizde, dönüşte hatırlanmak için yaltaklanıyor-lar bacaklarımıza sürtünerek. Sandalın örtüsünü çıkarıyoruz, birlikte katlayıp küpeştenin altına koyuyoruz. Sandal tertemiz. Gereken her şey yerli yerinde. Babam kayıkhaneden kürekleri alırken, ben de olta takım-larının, ilk yardım çantasının bulunduğu madeni kutuları sandala yerleş-tiriyorum. Babam kürekleri getirip ıskarmozlara takıyor. Sandalı yavaşça iskeleden suya itiyorken suyun sesini duyuyorum. Sandalın karadan deni-zin aynasına düşerken çıkardığı ses ve babamın “Hadi, geç bakalım küre-ğe!” sözleriyle başlayan şölen, belli iki caminin minarelerinin çakışması-na dek sürüyor. Yerimiz burası. Çok derin olduğu için demir atamıyoruz.

Page 76: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

146 147

etrafa bakıyor ve bir kabahat yapmaktan korkuyorduk. Birden yemekha-nenin öteki ucundan keskin bir düdük sesi duyuldu. Bu düdük sesi ile yemekhaneye bir sessizlik çöktü. Ne olduğunun farkına varmadan büyükler tarafından ağır bir ilâhi sesi gelmeye başladı ve hiç bilmediği-miz bu ilâhiye diğer sınıfların katıldığı duyuldu: “Allahümme salli vesel-lim ve barikalâ seyyidina Muhammedin ve alâ alihi adede vekema lillahi vekema yeruğu bikemalihi…” Talebeler adeta senelerce üzerinde meşk etmiş bir musiki topluluğunun göstereceği mahareti göstererek ilâhiyi tamamladılar ve geldikleri gibi sıra ile yemekhaneden çıktılar. Bu duanın her yemekten sonra nöbetçi muallimin vereceği bir işaretle evvelâ büyük sınıfların başlaması ve sonra diğer sınıfların da iştiraki ile okunmasının bir anane haline gelmiş olduğunu sonradan anladık. Ve tam sekiz sene karınlarımız tok ve mesut, sofradan bu duayı okuyarak kalktık.

Sevdiği komşu çocuğu sünnet olduğunda üç gün üç gece sürdü düğünü. Küçük kız da sünnet yatağının baş ucundaki iskemleyi kimseye kaptır-mamaya dikkat ederek sevdiğine coşku ile hizmet etti. İçinde hep bir şey-ler yuvarlandı ve bu onu mutlandırdı.

Böyle bir içi içine sığmazlığı bir de ramazanda teravi namazlarında yaşadı. İftardan sonra abdest alır, mis gibi sabun kokan tülbenti başına bağlar, sec-cadeyi de kolunun altına sıkıştırıp, ananesi için ön saflarda bir yer ayırmak üzere evlerinin yakınındaki camiye koştururdu. Üst katta kadınlar için ayrılmış bölümde kafesin hemen dibine seccadeyi serer, ananesini bekler-ken camiyi, camiye gelenleri incelerdi. Yerin sertliği, yerlere serili hasırın seccadeyi aşıp dizlerinde izini bıraktığı örgüsü acı verse de bu acı, avizele-rin parlaklığında yok olup giderdi. Bütün çocuklar gibi her şeyi, herkesi en ufak ayrıntılara dek gözlerdi, aslında işi buydu. Yırtık çoraplardan görünen çatlak topuklar, kimin başına mendil bağladığı, kimin cebinden bir takke çıkarıp taktığı, kadınların dedikodu ve Tanrı’ya yakarışı aynı anda sürdür-mekteki becerileri çok ilgisini çekerdi çocuğun. Mahallenin zenginleri, örneğin doktorun şişman, uzun kırmızı tırnaklı karısı, sebil dağıtırdı tera-viden sonra. İçinde şerbet, limonata, ayran bulunan küpler cami kapısına konur, çıkanlara birer bardak verilirdi. Çocuk bu küpe yakın bir yerde durur, kimin dönüp dolaşıp hiç içmemiş gibi yapıp tekrar içtiğini, kimin

durumdaydı. Bardaklar da ayrı idi. Sular pırıl pırıl cam sürahilerle masaların üstüne konmuştu. Mektebin ananevi fasulye pilavını ilk ola-rak o gün yedik, yanında bir de üzüm hoşafı vardı. Nefis bir yemek koku-su etrafa yayılmıştı. Tabaklarımızdan kıvrıla kıvrıla dumanlar çıkarken bizler de ufacık parmaklarımızla kopardığımız taze ekmekleri çatalımı-za takıp fasulyenin salçalı suyuna banıp yemeğimizi yemeğe başladık. Benim boyum kısa olduğundan oturduğum taburede ayaklarım yere değmiyordu. Bu lezzetli yemeğin verdiği keyifle ayaklarımı masanın altında sallaya sallaya etrafı da kolaçan ediyordum. Nöbetçi muallim sofralar arasında dolaşıyor, yeni talebeler ile alâkadar oluyordu.

Vapur düdüklerini duyuyorum… Denizin sesini ve kokusunu da duyuyorum… Karaköy.

Okulda yemek istemeyişimin nedeni sanıyorum ilk gün o aralıktan yük-selen dumanlar ve bana hiç bir yemeği çağrıştırmayan kokulardı. Okul tam gün. Öğleye dek beş ders yapıyoruz. Öğle yemeği tatilimiz var. Öğle-den sonra da üç ders. Karaköy’de, şimdiki tatlıcıların bulunduğu yerde küçük bir lokanta. Babam bu lokanta ile anlaşmış, sahibini de tanıyormuş, öğlenleri burada yiyecekmişim. Çoğunlukla iş adamlarının yemek yediği bu aydınlık lokantada garsonların gömlekleri, ellerindeki peçeteler, masa örtüleri bembeyaz. Güneş duvarlardaki raflara dizilmiş komposto ve tur-şu kavanozlarında hareleniyor. Masalara yerleştirilmiş çiçekler renk renk. Masaların arasından kendi masama doğru yürümek, yiyeceğim yemeği zorlanmadan yemek listesinden seçip ısmarlamak… Şapkam kulaklarımı acıtsa da kendimi iyi hissediyorum. Vapur düdüklerini duyuyorum…

Hamdi Bey kısa boylu, şişman, göbekli ve ceketinin yakası fark edilir derecede eskimiş, kafasında dört beş tel saç, tâli tarafın nöbetçi muallimi imiş. Bizim küçükler tarafının ise daimi muallimi Rıfkı Bey, uzun boylu, nur yüzlü, temiz giyimli ve yürürken ayakkabılarının ses çıkarmamasına çok dikkat eden bir zattı. Eski talebeler birbirlerine tatil günlerini nasıl geçirdiklerini anlatıyor, biz yeniler ise ne konuşacağımızı bilmeyerek

Page 77: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

148 149

* okumak, üzerinde düşünmek

Birlikte söylenen bir türküde güzel leşmek, işte mutluluk buydu.

İlk gün akşam yemeğinden sonra kısa bir teneffüs yapıp sınıf larımıza girdik. Akşam mütalaası* varmış. Talebe gün-lük derslerini bu mütalaada gözden geçiriyor ve ertesi gün için hazırlanıyormuş. Bizim ertesi gün için hazırlanacak dersimiz olmadığından o gün bize dağıttıkları kitaplarımızı karıştırarak resimlerine bakı-yorduk. Sınıfta gürültü olma-ması için de, geçen sene sınıfta kalıp bize katılan Rıdvan sınıf-başı olarak kürsüye oturtul-muştu. Talebelere göz açtırmı-yor, aşağı inip su içmek iste-yenden yirmi para alıyor, ya da önceden su doldurduğu şişesin-den bir iki yudum suyu para ile veriyordu.

O gece ilk defa mektepte yatı-yorduk. Binanın en üst katında bulunan yatakhaneye çıkardı-lar bizi. Herkese yatacağı kar-yola gösterildi. Herkesin kendi-ne mahsus karyolası oldu. Bu da bizim için çok yeniydi. Kar-yolalarımızın üstüne oturduk. Bekliyoruz… Neyi? Hepimizde

sebile yüz vermediğini ilgi ile izlerdi. Kendi içmek istemezdi. Sebil dağıtan-ların küpün başında takındıkları suratları hoşuna gitmezdi, hatta öfkele-nirdi. Ama çocuğun böyle düşündüğü kimin umurunda? Oysa o zamanlar dinsellik şimdiki gibi çıkarlar dizisine bu denli katılmamıştı henüz. Şimdi-ki çocuklar ne öfkelidir kim bilir? Acaba!?

Kandil gecelerinde Sakal-ı Şerif çıkarılırdı. Sıraya girilir ve tekbir getirilerek öpülürdü Sakal-ı Şerif. Çocuk çok duygulanırdı birlikte tekbir getirilirken, göz yaşlarını tutamazdı. Sonraları bunun salt toplumsal bir olay olduğunu açıkladı kendine. Yıllar sonra, 60 devriminde çelişkilerin farkında olması-na karşın, devrimci şarkılar çağrıldığında “genç kız”, büyük kızının okuma bayramında çocuklar şarkılar, şiirler okuduğunda “anne”, çocukların güzel-liklerini, heyecanlarını görüp, geleceklerinden kuşkulu, bu kez üzgün, tutup ellerinden büyükleri çocuklara katıp, aynı güzel türküleri ileriye dönük umutla çağırmak, birleşip güçlenmek çocukların, gençlerin yardı-mıyla iyiye, doğruya, güzele doğru, içtenlikle, inançla…

Hacı Hüseyin Ağa Camisi haziresi ve …

… kadınlar bölümü

Hacı Hüseyin Ağa Camisi iç mekanı

Page 78: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

150 151

bir tereddüt var. Soyunmaktan başka yapacak bir şey yok. Yavaş yavaş evden yanımıza verilen çamaşırları yataklarımızın başucundaki dolap-lara yerleştirdik. Annemin çamaşırlarımın arasına koyduğu gecelik entarimi giydim. Ceket ve pantolonumu katlayıp dolaba koydum. Ter-liklerimi ayağıma geçirdim. Yatakhaneden dışarı çıktım. Yatmadan önce ayaklarımı yıkayacaktım. Diğer sınıf lardan da yıkanmak için çıkanlar vardı. Bunların arasında benim gibi uzun beyaz entarili ve benim de giydiğim gibi uzun, ayak bileklerinden tasmalı donlular çoktu.

Yatağıma girdim ama gözüme uyku girmedi. Gözümün önünden annem, evim, mahallem, arkadaşlarım gitmiyordu. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum, bir hıçkırma duydum. Kafamı yastıktan kaldırıp etrafıma baktığımda iki yatak ötede yorganını başına çekmiş birinin ağladığını fark ettim. Benim gibi hıçkırık sesini duyanlar yataklarından başlarını kaldırmış bakıyorlardı. Kalktım, gidip yorganın altında ağlayan bu yeni arkadaşın 874 Fuat olduğunu gördüm. İki elini yüzüne kapatmış ağlı-yordu. Biz de teselliye muhtaç idik. Senelerce beraber yattığımız anala-rımızdan, ablalarımızdan ilk defa bu gece ayrılıyorduk. Bu ayrılığın bize verdiği üzüntüyü yataklarımıza girinceye kadar hissetmemiştik. Fuat’ı nasıl teselli edebilirdik? Biz de aynı hislerle doluyduk. Fuat’ın ağlaması bize de sirayet etmişti. Gözler dolmuş, başlar öne eğilmişti.

Madeni bir sesle gözlerimi açtım. Rıfkı Bey elindeki anahtarla karyola-nın ayak ucu demirine vuruyordu. Kalkmamız lâzımdı. Fakat nerede..? Bütün geceyi uykusuz geçirip daha yeni uykuya dalmıştık. Etraf daha karanlıktı. Kalktık, giyindik, sıra olup alt kata indik. Helâ kapıları önünde beklerken abdest de almamız istendi. Sabah namazını mektebin camiinde kılacakmışız. Her çocuk bildiği kadar abdest alıp tekrar sıraya giriyordu. Birden mektebin kalın duvarlarında akseden bir ses, Allahü-ekber… Allahüekber… diye bir ezan sesi duyuldu. Sabah ezanı okunu-yordu. Mektebin üçüncü katının merdivenlerinde bir talebenin okuduğu ezandan sonra yine sıra ile merdivenleri çıkıp ikinci katta cami olarak ayrılmış kısma, ayakkabılarımızı çıkarıp girdik ve bağdaş kurup otur-duk. Biraz sonra müezzinlik yapacak talebe salâvat* getirerek bizleri sabah namazının sünnetine kaldırdı. Sabah namazının dört rekât oldu-

ğunu, iki rekâtının sünnet olup, iki rekâtının da farz olduğunu ve cema-atle kılındığını biliyordum. Besmele çekip namaza durduk. O arada başında beyaz sarığı ile beyaz sakallı nur yüzlü bir ihtiyar iki rekât farzı kıldırmak için mihraba geçti. Namaz bitip dualar da edilince sessiz ve muntazam bir şekilde camiden çıktık. On dakikalık bir teneffüsten sonra mütalaa başladı ve bir saat sürdü. Sonra kahvaltı için yemekha-neye indik. Kahvaltıda zeytin ve ekmek yedik.

O gün bize muvakkaten*, dahili elbiselerimiz verilinceye kadar giyeceği-miz elbiseler depodan çıkartılıp dağıtıldı. Hepimize pek uymadı idiyse de, kısa pantolonlardan ve kolları kısalmış ceketlerden sıyrılıp kalın, sıcak dahili elbiselerimize kavuştuk. Bacaklarımız, sırtımız ısındı.

Babamı dinlerken, Cumhuriyet sonrası dinini yaşamak isteyenlere yapılan zulümler, ahıra dönüştürülen camiler, insanların dinini özgürce yaşama-larına izin verilmediği safsatalarını gazete köşelerinde, kürsülerde, açıko-turumlarda yineleyen güç peşinde çıkarcılar geliyor gözümün önüne. Babamın bu anlattıkları, 1950’lere dek laisizmin ne denli yetkin uygulan-dığının bir kanıtı. Onların dediği doğru olsaydı, savladıkları gibi bir dinsiz-leştime politikası izlenmiş olsaydı, bu, gene onların deyişi ile ilk önce “arka bahçelerde” uygulanırdı, yoksul çocukların gittiği okullarda…

Yavaş yavaş hocalarımızı da tanımaya başladık. Sabah namazını bize kıldıran zatın, Kuran hocası Mustafa Efendi olduğunu, mektebin inşaa-tı sırasında toprak taşıdığı için Toprakçı Mustafa da dendiğini, okuttu-ğu Kuran dersinde ne kadar titiz olduğunu, talebelerine çok ağır cezalar verdiğini sonradan öğrendik.

Fransızca hocamız Hüsamettin Bey, hesap hocamız Kâzım Bey, tabi-at ve eşya hocamız Sadık Hoca, ulûmu diniye** hocamız başka bir Mustafa Efendi.

* geçici olarak** dini bilimler

* Peygamber Muhammed’e dua

Page 79: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

152 153

başka bir dünyaya sürülüyorum. Ben, kendimi tanımadan, ne olup bittiği-ni anlamadan, bu kitapları nasıl özümseyeceğim? Bu beni hırpalayacak.

Okulların işlevi kişiyi yaşama hazırlamak değil mi? İçinde yaşayacağı top-lumun özellikleri gözardı edildiğinde, o toplumla iletişim kurması nasıl sağlanacak?

Kısa zamanda hocalarımıza alıştık, arkadaşlarımızı tanıyıp numarala-rını ezberledik. Zaten kimseye ismiyle hitap edilmezdi, numarasını söy-lemek suretiyle çağrılırdı. Arkadaşlarımız içinde çok samimi olan, birbi-rinden hiç ayrılmayıp hep beraber gezenlerimiz çoktu. Elbiselerimiz ter-ziden geldi ve hepimize dağıtıldı. Ayakkabılarımız da o kendine mahsus kokusu olan depodan çıkarıldı, bir gece mütalaasında numaralarımız okunmak suretiyle bizlere dağıtıldı.

Bahçedeyiz. Bahçe duvarlarına sap-tanmış tahta banklarda oturuyoruz.

“Sen kapitalistsin, sen kapitalist-sin!” Birden çeviriyorum başımı sesin geldiği yöne. Ayaklarında bordo ayakkabılar (loafer dendiği-ni sonradan öğrendim), ön bandı-na Pfennig* sıkıştırılmış ayakkabı-sını tak tak banka vuruyor küçük bir kız benim yanımda oturan kızın karşısına dikilmiş, ellerini arkasında bağlamış, boynunda uzun, kareli yün bir atkı, atkının bir ucu arkaya atılmış. Atkının onun olmadığını düşünüyorum birden, ve neden taktığını, hava çok güzel. Yanımdaki arkadaş

Almanca hocamız Schwester Edwina. Kalın dudaklarından ard arda “Jesus”* sözcüğü dökülüyorken geliyor gözümün önüne. Hz. İsa’nın bizler için çektiği acıları –yaşlı gözlerle– betimlemesi kulaklarımda çınlıyor. İki yönden kıskaçtayız: kültür ve din.

Almanca dersi çok önemli. Almanca gördüğün derslerdeki başarın genel başarında belirleyici. Schwester Edwina beni seviyor, iyi resim yaptığımı öğrenmiş, o sınıfta Almanca dersi yaparken, beni odasına kapıyor, nasıl olsa ben telafi ederim, önüme de boyaları koyuyor. Odanın hiç penceresi yok. Oda, koyu renk giysi katları arasında buharlaşan ter kokuyor, yaşlı kadın kokuyor… Duvarlar kitapla kaplı. Ama o ne boyalar! Ne resim kâğıtları! Kendimden geçiyorum. Bütün bahçeler masanın üstünde. En çok da yaldızlı boyalar hoşuma gidiyor, altın yaldızlı, gümüş yaldızlı boyalar. Büyük, kalın kitaplardan seçtiği Türk motiflerinin tıpkısını yapıyorum Schwester Edwina için. Her gün bir motif. Lâleler, karanfiller, başları bir yana kaykılmış çiçekler, saplarını altın yaldızla özenle boyuyorum. Motif-lerin kenarlarını çini mürekkep ile geçiyorum. Mürekkep yağ gibi kayıyor, çok dikkatli olmalıyım! Her kalınlıkta yumuşacık onlarca fırça. Oda karan-lık, masanın üstünde yalnız masayı aydınlatan bir lâmba yanıyor. Edwina ara sıra odaya gelip yaptıklarıma bakıyor, heyecanlanıyor, yaptığım işin ne kadar önemli olduğunu anlatmak için el ve kollarıyla abartılı hareketler yaparken ter içinde kalıyor. Yaptığım resimleri Avusturya’ya gönderdiğini özellikle vurguluyor. Sevinmeliymişim (!). Beni, kimseyi sokmadığı odası-na alıp, bana bütün malzemelerini teslim ettiği için sevinçliyim, bu bir ayrıcalık, onu seviyorum, çünkü çok da iyi bir öğretmen. Ama odada yalnız kalmak tedirgin ediyor beni, başımı resim kâğıdından kaldıramıyorum. Teneffüse çıkan arkadaşların seslerini duyuyorum. Güneşin değip geçtiği ufak beton avluya razıyım. Ayrıca da ben resim yaparken, arkadaşlarımın yeni şeyler öğreniyor olması, derslerimden geri kalabileceğim kuşkusu beni tedirgin ediyor. Gündüzleri resim yaptığım günlerin gecelerinde daha çok çalışmam gerekiyor.

Dilin üstesinden gelmek için Almanca dergiler, kitaplar alıyorum. Babama göre kitap için her zaman paramız var. Bana öyle diyor. Batı’da yayınlanan kitapları takip ediyorum. Türkçe yazılan kitap ve yazarlarından bihaber

* Hz. İsa

TezerGönenç, Sevim

Güler

* Eski Alman parası, bir kuruş

Page 80: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

154 155

Gece mütalaalarında çalışmazdım, çalışmazdım amma, kitap okurdum, kaybettiğim bu çalışma saatlerini başka yollardan telâfi ederdim. Ders sırasında gayet iyi not alırdım. O kadar ki, hocanın ağzından çıkan keli-melerin sarı müsvedde defterime yazılması bir olurdu. Hocanın verdiği dersin bir harfini kaçırmadan yazar, sonra bu notları bilhassa Perşembe günleri, mektep Perşembe günleri öğleden sonra tatildi, temize çeker-dim. Geceleri yatakhanede herkes yatar, ben aldığım notlardan o gün yapılan dersi gözden geçirir, icabederse kelimesi kelimesine ezberlerdim. Bütün derslerim iyi idi, hatta çok iyi.

Ben de iyiyim, hatta çok iyi.

Balkondan içeri giriyorum, doğru kitaplığa gidiyorum. Kitaplıkta sekiz yıl boyunca aldığım ödülleri arıyorum. Ellerim kapkara oluyor. Kitaplığı düzenlerken Hıristiyan propogandası içerdiğini bildiğim için okul kitaplık-larına vermek üzere ayırdığım kitaplar arasına katamadığım, ilk sayfala-rındaki o güzel el yazılarıyla yazılmış beni öven sözcüklere, ilginç imza ve mühürlere de kıyamadığım için tekrar yerlerine koyduğum ödül-kitapları buluyorum. Kitaplığın altındaki dolaplarda sakladığım okul karnelerimi de buluyorum.

H1’de (Hazırlık 1’de) Türkçe, Almanca, Matematik derslerimiz var. Ağırlık Almanca’da. Her gün en az dört saat Almanca dersi yapıyoruz.

Hal ve Gidiş (Betragen)

Gayret (Fleiß)

Vazife İntizamı (Äußere Form)

Disiplin (Disziplin)

Öğretmenlerimiz bu dört değerlendirmede çok titizler. Bu konuda onlarla bugün de aynı düşüncedeyim. Bunların dışında Yazı, Müzik, Beden dersle-rini görüyoruz. Yazıya da çok önem verirler ve haklılar. İlk yıl en düşük notum sekiz ve bu da Beden Eğitimi dersinden. Haftada bir gün toplanıp takla atmak bana anlamsız geliyor. Bir gün okula gitmemişim, geç kaldı-

tedirgin. Bu sözcüğün ne demek olduğunu bilmiyor. Gene sürdürüyor sarı-şın küçük kız, “Sen kapitalistsin, sen kapitalistsin!” Yanımda oturan kız şaşkın. “Sizin evde güzel yemekler vardır, bir gün çağır bizi, arabanla aldır.” diyor sarı saçlı kız oradan bir an evvel uzaklaşmak isteyen kapitalist kızın koluna girip. Ben de şaşkınım. Kapitalistliğin zenginlikle ilgili bir şey oldu-ğunu düşünüyorum. O gün eve gelinceye dek aklımdan “kapitalist” sözcü-ğü hiç çıkmıyor. Eve gelince hemen sözlüğe bakıyorum:

Kapitalist: Sermayedar

Harici elbiselerimiz çok güzeldi. Birinci sınıf olduğumuz için lâcivert ceketimizin kollarında bir yeşil şerit ve bu şeridin üstün-de pırıl pırıl parlayan küçük sarı bir düğme. Ceketin önü kapalı ve gizli düğmeli, dik yakalı, yakanın üstünde numaralarımız, kenarla-rında yeşil zırhlar. Artık fes giy-dirmiyorlardı, izinli çıkarken fes-lerimizi elimize alıyorduk. Şapka daha yeni giyilmeye başlamıştı. Netekim bir müddet sonra başı-mızın ölçüsü alınıp, elbiselerimiz-le mütenasip şapkalarımız da dağıtıldı.

Mektebe başladıktan kısa bir müddet sonra kendimi herkese yaramazlığımla tanıtmıştım.

Yaramazlığım sebebiyle nöbetçi muallimler tarafından da adeta mim-lenmiştim. Gece mütalaalarında oturup derslerime çalışmadığım gibi çalışanlara da mani olurdum. Uzun kızılcık sopalarının avuçlarımın içinde şakladığı ve bu dayak merasimlerinin de sınıfta, arkadaşlarımın önünde cereyan ettiği çok olurdu. Fakat bu, yaramazlık yapmamı engel-lemezdi. Hocalarımın ve arkadaşlarımın beni sevmesini de.

A. Ziyaettin

Page 81: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

156 157

St. Georg, Hazırlık 2, 1957. Arkadaşlarım “bu okulda disiplin öğrendik biz” diyor. St. Georg, Orta 2, 1958.

ğım gün yok. Sınıf Hocamız Schwester Ingoberga.

Yıl sonunda erkek tarafında düzenlenen ödül töreninde 1. Ödülü alıyorum. Jahr der Bewährung, Tirol dağ köylerinden kısa öyküler. Yazan: Ilse Schwaiger-Leppin.

Hazırlık sınıfları erkekler için bir yıl, kızlar için iki yıl. Bu da ilginç geliyor bana. Erkekler daha mı akıllı diye soruyorum. Ama sonra nedenin askerlik olabileceğini düşünüyorum.

H2’de derslerimize Tabiat Bilgisi ve Resim de ekleniyor. Resim dersi beni mutlu ediyor. Müzik, Beden, Resim dersleri seçmeli olsa diyorum. Ama olmuyor.

Bu yıl da en düşük notum sekiz ve bu kez bu ders Müzik. Schwester Osmunda Censarek’in Noel şarkıları beni hiç sarmıyor.

“Nesimi’ye sormuşlar, Yarin ile hoş musun, Hoş olayım olmayayım, o yar benim kime ne”den, ya da,

“Çanakkale içinde aynalı çarşı,Ana ben gidiyorum düşmana karşı”dan, “Ooo…Tannenbaum….!”a, epey yol var, ama oraya en kestirme çocuklarla varılır.

Beş gün okula gitmemişim, geç kaldığım gün yok. Sınıf Hocamız Schwes-ter Theophila ve yıl sonunda aldığım 1. Ödül, Die Regulatoren in Arkan-sas, yazan Friedrich Gerstaecker. Kitapların içerikleri belli bir programa göre mi seçilmiş, rasgele mi?… Bugün bile çözemediğim bu ödül-kitapların adlarını, okurlarımı ilgilendirmeyeceğini sandığım için Türkçe’ye çevirmi-yorum. Ama bana, “kimleri, o toprakların asıl sahiplerini mi ‘ıslah’ edecek-ler? ” diye sorduruyor.

Orta 1’i okumayıp Orta 2’ye geçiyorum.

Türkçe, Almanca, Matematik’e, Tarih, Coğrafya, Yurttaşlık, İngilizce, Fizik, Din, Ticaret İşleri, Tarım İşleri, Ev İşleri dersleri ekleniyor.

En düşük notum yedi: Müzik.

Dört gün okula gitmemişim, geç kaldığım gün yok.

Page 82: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

158 159

1958/59 ders yılında, Orta 3’te Kimya ile birlikte Matematik, Fizik, Tabiat Bilgisi, Ticaret, Tarım, Ev İşlerini Almanca görüyoruz. Türkçe, Tarih, Coğ-rafya, Yurttaşlık dışında bütün dersler Almanca.

Fen derslerini neden Almanca yaptığımızı bir türlü anlamıyorum ve çoğunlukla anlamadan ezberliyoruz. Anlamadıkça da kendime olan güven duygum azalıyor, hamallığım artıyor. Bu diğer öğrenciler için de farklı değil. Fen derslerini yabancı dilde görmek şart mı? –ama dersaneler ne güne duruyor!– Örneğin ben bir avukat olmak istesem! Gramer ağırlıklı bir dil benim için gerekli mi? Dilbilimci mi olmak istiyorum? Ya da tersini düşünelim. Tıp fakültesine gidecek biri için Latince neden zorunlu olmaz devlet okullarımızda? Yabancı dil başka türlü öğrenilmiyor mu, yolu bu mu? Su gibi ezberlediğin dilin kullanılmayınca nasıl buharlaştığını yaşa-dın. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu sorunları çözmesi o kadar zor mu? Kim engel oluyor? Bu ikilemler içinde ezbere kuvvet ödüllendiriliyor.

Ve yıl sonunda, Pieter Vervoort’ un din ağırlıklı Margaret Thormaelen adlı kitabını alıyorum.

Dillerini öğrendiğim ülkeleri görme isteğim giderek artıyor. Resimleri yet-miyor. Yaşamlarını, dünyaya bakışlarını merak ediyorum. Savaşta yerle bir edildikten sonra nasıl toparlandıklarını görmek istiyorum. Her gece bu

dileğimi içimden geçiriyorum (Bir şeyi kırk gün istersen olurmuş ya!). Ve, bir akşam babam eve geldiğinde bana soruyor, Almanya’ya gitmek ister miymişim?!… Darüşşafaka Basket Takımı’nın Bremen’de maçı varmış, babamı da yanında istiyormuş. Ben gelemem ama kızım sizinle tercüman

Sirkeci Garı’nda bütün mahalle beni Almanya’ya uğurlarken. O zaman öyleymiş.

Page 83: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

160 161

olarak gelsin demiş. Eylül başında on günlüğüne Bremen ve Bremenhafen’e trenle gidiyoruz. Yolculuk iki gün sürüyor. Sirkeci Tren Garı’nda bizi geçi-renlerin sayısı bugün beni şaşırtıyor. Kısa keseyim, Almanya serüvenleri bu metne sığacak gibi değil; bütün maçları kazanıp dönüyoruz. Bu bir çok yönden harika bir deneyim oluyor benim için. Sınıfta da itibarım artıyor.

Aileler çocuklarını arkadaşlarına zor gönderirken, babam beni, genç kızını, içinde sekiz genç ve yakışıklı adamın da olduğu kafileyle, trenle, yurtdışına yolluyor. Yurtdışına çıkmak alışılmış bir durum değil, henüz işçiler bile ayak basmamış Almanya’ya. Bu hep böyle gidiyor, babam bana çok güveniyor.

L1’de (Lise 1’de) “Gayretim” azalmış!: Birinci devrede 8, ikinci devrede 6 almışım. “Disiplinim” de 8’e düşmüş.

Basketçilerle birlikte Bremen’de

Gitmediğim gün sayısı 13, iki gün de mazeretsiz gitmemişim.

Matematik dersini Aritmetik ve Geometri olarak görüyoruz. Almanca Ede-biyat ve Türkçe Kompozisyon, Latince, Biyoloji (Almanca) dersleri ekleniyor derslerimize. Latince derslerinde çok zorlanıyoruz. Müzik dersi kalkıyor.

Sınıf Hocamız, Frau Miltschuh. Yıl sonunda, gene Pieter Vervoort’un Gott Segne Afrika! (Tanrı Afrika’yı Kutsasın!) diye biten Sie Tanzen In Mono-motapa adlı kitabını bana 1. Ödül olarak veriyorlar törenle. (Gerçekten bir güzel kutsandı Afrika!)

Terfi ettik, erkek tarafının bahçesine konan büyük kürsüye çıkıp alıyorum ödülümü!

Bu anlattıkların kimi ilgilendirir? Neden bunlara zaman harcıyorsun? Kimi ilgilendirirse…

Belki Almanca okuduğumuz –bugün halâ resimlerini hayranlıkla seyretti-ğim– Hayvanlar Bilgisi, Bitkiler Bilgisi kitaplarından, Tarım İşleri, Tabiat Bilgisi derslerinde Alp Dağları’nın çiçekleri, Kara Orman’ın bitki örtüsünü, tarımını, hayvanlarını öğrendiğimiz ilgilendirir kimini. Ülkemizin çiçeği, böceği, ağacı yalnız ecnebi okullarında değil, devlet okullarında da öğretil-miyor. Belki bu ilgilendirir.

Belleğimdeki resimleri tarıyorum, görüntüleri hızlandırıyorum, karneler ellerimde gene yollara düşüyorum.

Okul Bankalar Caddesi’yle Kuledibi arasında. Okula otobüsle Arnavutköy–Karaköy yoluyla gidip geliyorum. Karaköy’de Domuz Sokağı’ndan geçip Bankalar Caddesi’ne çıkıyorum. Bankalar Cadde’sindeki o garip Kamondo merdivenlerini tırmanıp Kart Çınar Sokağı’na varıyorum. Lise yıllarına dek bu böyle sürüyor. Lisede ise okulun arka kapısından çıkıp, dar sokak-larda yürürken bu sokakların giderek değiştiğini gözlemliyorum. Artık bu sokaklarda oturan arkadaşım yok, bu sokakları terkettiler, okulu da. Artık onları hiç görmüyorum. Kimilerinin başka ülkelere gittiğini, buralardan taşındıklarını, bazılarının ortaokuldan sonra yabancı firmalarda ya da İş ve İşçi Bulma Kurumu’nda çalışmaya başladıklarını duydum. Çünkü Almanya’ya işçi akını başlamak üzere. Ortaokulu bitirip, ya da bitirmeden evlenenler de oldu. Bu sokakların her iki tarafındaki evlerin, camdan

Page 84: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

162 163

cama, balkondan balkona gerdikleri iplere astıkları allı güllü divan örtüle-ri ve çizgili yatak yüzleri altından geçip, gene dillerini anlamadığım kara gözlü, yalınayak çocukların oyunlarını bozmamaya dikkat ederek, Galata’nın, Kuledibi’nin merkezi Kule Meydanı’na, oradan çoğunlukla müzik aletlerinin, notaların, pulların satıldığı dükkanların sıralandığı dar sokaktan Tünel’e yürüyorum, İstiklâl Caddesi’ni de yürüyerek Taksim’e varıyorum. Ve tek caddenin Bankalar Caddesi olmadığını görüyorum. Avusturya Lisesi ve Alman Lisesi öğrencilerinin Tünel’den Taksim’e, İTÜ öğrencilerinin de Taksim’den Tünel’e yürümelerinin boşuna olmadığını da görüyorum. Ve başka şeyler de görüyorum: ilgi çektiğimi, Atlantik’te sand-viç yenildiğini, okul şapkası takmanın gerekli olmadığını, onun okulun kapısında da takılabileceğini.

Mesut Ilgın ve ben Avusturyalı Arkeologları İzmir’de ağırlarken

Bursa gezisi

Küçük bahçe ve mutfak aralığına

bakan sınıfımızın önünde. Orta 2.

Türkiye Milli Talebe Federasyonu Turizm Rehberliği Sertifika Programı’na katılıyorum. Yurt gezilerimiz oluyor. Fransız Erkek Liseleri’nden, Alman Lisesi ’nden, İtalyan Lisesi ’nden, Avusturya Lisesi ’nden ve Robert Lisesi’nden kursa katılan öğrenciler, bir kaçı da devlet liselerinden. Onlarla arkadaşlık ettikçe, onları tanıdıkça davranışların ne kadar farklı olduğunu görüyorum. Kız-erkek beraber mi ayrı mı okuyorlar? Ailelerini, mahalle bekçilerini yanlarında taşıyorlar mı? Okulun konumu bile etkili, örneğin okul Boğaz’da denize karşı yeşilin mi içinde, yoksa gride mi sıkışmış? Boğaz mı, Galata mı, Fatih mi, Kadıköy mü, hangisi sinmiş üstlerine? Hangisi hangi ülkenin kültürünü giyinmiş, ilişkilerinde ne kadar rahat, neşeli, özgüvenli, ne kadar ezik, çekingenler?… Hangi tür müzikten hoşlanıyorlar?

Page 85: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

164 165

“Bakalım bunlar, bizler ne kadar işine yarayacağız bu ülkenin?” diye düşü-nüyorum o zaman.

Başka işin yok mu senin? Neden bunları kendine dert ediniyorsun?Şimdi de Turgut Özal’ın prensleri, Adnan Hoca’nın müritleri geliyor aklıma nedense! Acaba neden?

L2’de “Gayret” ve “Disiplin” notlarım gene düşük. Değerlendirmenin hakça yapıldığını düşünüyorum. Yıl 1961 ve ben daha az ders çalışıp, daha çok kitap okuyorum: Sartre, Camus, Brecht, Faulkner, Ibsen, Hesse, Beckett, Frisch, Nietzsche, Doğan Avcıoğlu, Niyazi Berkes…

Beşiktaş Kız Lisesi’ne ve Cağaloğlu Kız Sanat Enstitüsü’ne giden ilkokul arkadaşlarımla aynı dili konuşmuyoruz. Ne onların bana söyleyeceği bir şey kaldı, ne de benim onlara!

Sınıfımızda intihara kalkışan birkaç arkadaş var.

Devamsızlığım 27 gün, okula geç geldiğim günleri artık sayıp da karneme yazmıyorlar bile. Sınıf öğretmenimiz Frau Miltschuh.

Ağustos’ta ikinci Almanya seyahatim başlıyor. Aslında üniversite öğrencile-ri için düzenlenen öğrenci treni ile iki gün süren İstanbul–Selanik, oradan hızlı trenle Selanik–Münih, Münih–Münster… Köln–Bremen… Eylül son-larına doğru dönüyorum. Karşılıklı mektup arkadaşları ziyaretleri. Gene güzel evimin sağladığı olanaklarla. Bu, Almanya serüvenlerine girer. Onla-ra zaman yok. Daha babamın anlatacakları var. Hızlanmalıyım.

L3’te Latince ve Askerlik hocalarımız sınıfın gözdeleri. Latince hocasıyla sınıftaki bazı öğrenciler arasında hafif flört durumları beliriyor. Sınıf hoca-mız Frau Erdmann’ın bu arkadaşlara rakip olması işleri karıştırıyor ama aralarında hallediyorlar.

Geleneksel okul baloları, çayları, ev partileri… Partiler çoğunlukla sınıf arkadaşım Ayşe’lerde oluyor, kuzeni Ahmet Galatasaray mezunu, gitar çalıyor, o ve onun Galatasaraylı arkadaşları müzikle uğraşıyor, bizlerden de yedi sekiz yaş büyük. Yiyecek içecek ortaklaşa alınıyor. Balolar beş yıldızlı otellerde yapılıyor ve kıyafet mecburiyeti var. Gece kıyafetleri ayarlanıyor, smokinler kiralanıyor. Okul çayları çok yaygın. Şişli/Çatı, Harbiye/Kervan-saray, dans yarışmaları, Rock and Roll, Elvis Presley, Little Richard… Okul çaylarından birinde. Önde Tezer, arkada okul arkadaşlarımız ve ben.

“It’s now or never….!”

Ama asıl ilginç olan, Moda İskelesi’ne inen caddede taş Rum evlerinden birinin bodrum katı kiralanıyor. Ayşeler Kadıköylü, Ahmet’in annesi Türkiye’nin ilk kadın avukatılarından. Bodrum katı elden geçiyor, odalar, oturma, dans, bar olarak düzenleniyor. Bu işleri, Galatasaray’lı, Sen Josef’li arkadaşlar, yabancı okula dayanamayıp devlet liselerine geçenler, liseyi bitirip Üniversiteye başlayanlar kotarıyor. Eşya, kap kacak düzülüyor ime-ce usulü. Bar tezgahında Pikap ve Tonband, Almanya’dan yeni döndük ya, donanım tamam, klasikten caza her tür müzik yapılıyor, elektrik tertibatı gerçek bir kulübü aratmıyor, yüksek bar iskemlelerinde alkollü alkolsüz içkiler içiliyor, sanatsal, felsefi tartışmalar yapılıyor, dans ediliyor. Meh-met Ulusoy, Deniz Kavukçuoğlu müdavimlerden. Barış Manço, Ayberk Çölok uğruyor… Erkan hem barmen hem DJ. Çarşamba okul çıkışı ve Cumartesiler iple çekiliyor.

Moda’dan Arnavutköy’e, yol uzun. Eve geç varıyorum. Bir gece kapıyı babam açıyor bana. Nereden geldiğimi, beraber olduğum kişileri soruyor ve tanımak istediğini söylüyor. Bu beni de çok sevindiriyor. Babam, annem, bekâr ablam (diğer ikisi çoktan evlenmişti), Ahmet, gitar ve arkadaşlar, biz-de güzel bir gece geçiriyoruz.

Page 86: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

166 167

1962’nin sonbaharının sonunda Sinan Bıçakçıoğlu’nun Türk Alman Kültür Merkezi’nde, karikatür ser-gisi açılış kokteylinin de sonunda, Nil Lokantası’nda planlar altüst oluyor.

Kızımın dediği gibi: “Ah şu hormonlar!”

Geç bunları…

Tezer’i son kez Cerrahpaşa Hasta-nesi Psikiyatri Kliniği’nde ziyaret ettiğimde gördüm. Boynuma sarı-lıp “beni affet!” dedi.

Geç bunları…

Okuluma yaklaşımım soğuk olsa da, arkadaşlarımla sıcacık bir ilişkim oldu ve sürüyor.

Devamsızlığım, hakkım olan son güne dayanıyor, sabahları ilk derslere girmesem de oluyor. Yaş ilerliyor, bıkkınlık artıyor. L3’ü 6 ortalama ile kur-tarıyorum. Donanımım L4’e de yeter. Önümüzdeki yılın sonunda sınavlar var. Bu bir “olgunluk” sınavı. Bu sınavı veren, yurtdışında istediği üniver-siteye girmeye hak kazanıyor. Başrahibe beni çağırıp, seneye Viyana Üniversitesi’nden burs alabileceğim haberini veriyor.

1962’nin Haziran’ında elimde Leo Aengenvoort’un, önemli bir Alman bürokratın davetiyle Kambiyo kapısına dayanıp, hiç döviz almadan (döviz alma zorunluluğu vardı) gene üniversite öğrenci (üniversite öğrencisi değildik henüz) treniyle, bu kez Tezer ve Gönenç ile birlikte, onlar ilk kez çıkıyorlar, ben deneyimliyim ya, ver elini Münih, Köln, Düsseldorf, Ams-terdam… Leo’nun yardımıyla zaman zaman çalışıp… Ama dönerken Carl Orff plakları ile birlikte…

Geç bunları…

Tezer ve Güler Amsterdam’da, Anne Frank’ın evinin önünde ve… … çok sayıda köprünün birinde.

Tezer, ben seni böyle gördüm ve sonra böyle çizdim. 1988.

Page 87: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

168 169

L4’te artık iyice kopuyorum okuldan. Birlikte başladığımız arkadaşların çoğu çoktan kopmuş. Ya evlenmiş, ya çalışıyor, bir ya da ikisi devlet okulla-rında liseyi bitirip üniversiteye başlamış bile.

Baylan, Löbon uğrak yerim.

Sınavı başarılı bir şekilde veriyorum. Yıllar sonra Almanca’dan tam not alan ilk öğrenciyim. Ve aşığım (bu karnemde yazmıyor). Burs teklifleri umrumda değil. Ben babama mı çekmişim, bu bir aile geleneği mi?!

Konu yabancı dil ise, öğrendim dili, üniversiteye gitmesem de olur diyo-rum. Evdekiler bu fikre karşı çıkıyor, diplomanın öneminden söz ediyorlar, haklılar, ama çok katı değiller bu konuda. Hani denir ya, “aşka hürmetleri var, aşktan yanalar”. Evler! Evler! Okullar kadar önemli. Anababaların özverilerinden fazla söz etmelerinin çocuklarında uyandırdığı suçluluk duygusunun, başarılarını olumsuz etkilediğini düşünüyorum. Onlara evli-lik planımdan söz ettiğimde, babamın, benim küçükken, “sizi anababam-sınız diye sevemem, bakalım bana nasıl davranacaksınız, ona göre karar vereceğim” dediğimi hatırlatıp gülerek “sen akıllı bir kızsın, ne yapacağını bilirsin” demesi, aşk ve öğrenimi birlikte sürdürmemi sağladı. Haziran

1963’te okulu bitirdim, Temmuzda evlendim. Ekim’de İstanbul Üniversite-si Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde öğrenime başladım.

Aşkın bir başlangıcı varsa, bir de sonunun olması doğal ya, o sona doğru, yeniden sınavlara girip, bildiğim dilleri tazeleyip, yeni bir yol çizmemde gene ailemin anlayışı bana çok yardımcı oldu.

Hocalar talebeyi tahtaya kaldırır,

diye yükses sesle anlatmaya başladığında, babamın yanına gitmem gerektiği-ni anlıyorum. Bana gösterdiği sabra da hayranım. Dörtlükler bitmeden gitme-yeceğini de anlıyorum. Daha arkadaşlarına düzdüğü dörtlükler var. Demek burada, benimle kalma süresi biraz benim elimde, karşılıklı konuşmak iste-miyor, biliyorum, ama onu, onun yöntemiyle biraz oyalayamaz mıyım?

…talebe çok iyi bilirse 10, iyi bilirse 9 diye bilgisine göre numara verir-lerdi. Bu numaralar her gün kürsü üstünde bulunan büyük deftere yazı-lırdı. 10 alan talebe iki “aferin”. 9 alan ise bir “aferin” alırdı. Her hafta-nın son gecesi, ekseriya Çarşamba mütalaasında nöbetçi muallim tara-

Bu sayfa: İmtiyazKarşı sayfa: Tahsin

Page 88: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

170 171

fından sınıflar dolaşılır ve talebelere aferinleri dağıtılırdı. Bir hafta içinde sekiz aferin alana bir “imtiyaz”, dört aferin alana bir “tahsin” verilirdi. Ben de dağıtılan aferinlerden bolca alırdım. Yaramazlıktan veya dersini bilmediği için “izinsiz” alan olursa, idareye sekiz aferin verip izinsizlikten kurtulurdu. Gelgelelim yaramazlıktan aldığım izin-sizliklerle de adeta rekor kırmıştım. Bir taraftan aferin alır, bir taraftan da aferin verip izinsizliğimi sildirmek ve izne çıkmak imkânını bulur-dum. Mektep idaresi bu işin böyle yürümeyeceğini anlamış olmalı ki, talebelerin elinden mevcut aferinleri geri almak için bir usul bulmuştu: Otuz aferine bir dolmakalem, yirmi aferine de bir kitap veriyordu. Fakat ben ne dolmakalem, ne de kitap almak için aferin verdim, verenler bunun cezasını çekti. Aferinle izinsizliği sildirme usulünü idare kaldı-rınca ben ve benim gibi yaramazlar şapa oturdu. Sana verdiğim dörtlük-lerin yanında, İdare’nin verdiği, 881 Ahmet Ziyaettin Efendi diye rah-metli Müdür Muavinimiz Galip Bey’in yazısıyla yazılmış İmtiyaz ve Tahsinlerim de var.

Gözüm babamın bardağına ilişiyor. Bardağının dibinde iki parmak rakı hâlâ duruyor. Bardağındaki rakı bitmeden rakı koydurmaz bardağına. Son kadehini de sonuna kadar içmez, bir parmak rakı bırakır. Acaba artık içmek istemiyor mu? Duraksıyorum. Yoksa gitmek mi istiyor? Yaşlarımız 18’e dayandı, ama daha konuşacak o kadar çok şey var ki! Masanın üstüne bıraktığım fotoğrafların en üstünde Ömer’inki: Ömer bir köşe masasına yan oturmuş. Sağ ayağını yanındaki iskemlenin yan kayıtına dayamış, eli-n i d iz in in üstüne koymuş. Sol kolunu m a saya ya s l a m ı ş. Ma sa n ı n ü st ü nde gazete kâğıdı serili. Bir tabakta istavrit tava, diğer tabakta bol soğanlı salata, iki şişe. Biri zeytinyağı, diğeri rakı. Bir paket “ Yen ice” s iga ra s ı ,

üstünde çakmak. Ceketi arkasındaki duvarda asılı. Bakıyor. Kara kaşlar, kara gözler, kara burma bıyıklar. Bir çift kara göz bu kadar derin bir hüznü nasıl barındırabilir? Babam ona böyle rastlıyor. Ömer’in gözleri babamı bırakmıyor. Babam kederinin nedenini soruyor: Ömer Tokat’ın Erbaa’sın-dan bir ağaoğlu. Kan davasından mahpusa düşmüş. Yatmış yatacağı kadar, o gün salıverilmiş. Memleketine dönmek istemiyor. İzini kaybettirmek isti-yor. Gidecek yeri yok. Bu bir aile geleneği mi?

Annem anlatmıştı:

Çok küçüktüm. Selânik’te bir Mevlâna Tekkesi vardı. Babam Şeyh Efen-di ile çok iyi dosttu. Şeyh Efendi’nin ricasıyla tekkenin etrafındaki tarla-lara arpa buğday ektiriyordu babam, buradan gelen parayı da tekkeye veriyordu. Tarlaların etrafında Yunanların da tarlaları varmış. Tekke-nin tarlalarında Türk çocukları Yunanların keçilerini otlatıyorlarmış. Çocuklar hem keçilere mukayyet oluyor, hem de oynarken orada bulu-nan bir kuyuya taş atıyorlarmış. Kuyudan gelen sesten kuşkulanıp kuyuya baktıklarında, suyun yüzünde çürümüş bir insan cesedi görü-yorlar. Gidip keçilerin sahibine haber veriyorlar. Adam geliyor ve bakı-yor ki çocukların anlattıkları doğru. Karakola gidip anlatıyor adam durumu. Karakol bu işi kimin yapabileceğini araştırıyor. Tekkenin etra-fındaki mümbit topraklar bir çok Yunanın iştahını kabartıyor. Ve baba-ma kızıyorlar. Rıza Bey olmasa, bu işi Şeyh Efendi kotaramaz diyorlar. Cesedi bulan çocuklara ne söyleyeceklerini öğretiyorlar: “Biz gördük, bir hafta önce bu adamı Rıza Bey öldürüp attı kuyuya” diyorlar çocuklar. Neden daha önce gelip haber vermediklerini sorunca hakim, “Eğer bu gördüğünüzü kimseye söylerseniz, sizi de baltayla parçalar atarım kuyuya dedi Rıza Bey bize” diyorlar. Babam tabanca taşımadığı zaman-lar, belinde küçük bir balta taşırdı, çünkü artık yaşadığımız yer hiç tekin değildi, bunu da herkes bilirdi. Karakoldan gelip babamı tutukladılar. Babam mahkemede hakime, “Hakim Bey, bu çocuklar bir hafta önce gördük diyorlar, atalım bir parça et kuyuya, bakalım bir haftada çürür mü bu et?” diye soruyor. Sonra çocukların yalancı şahitlik etmeleri için korkutulduğu çıkıyor ortaya ve babam kurtuluyor. Bunlar oradaki Türklerin son zamanlarda yaşadıkları olağan olaylardandı. Asıl bundan sonrası çok enteresan.

Erbaa’lı ağaoğlu Ömer. Fotoğraf: Ziya Bozyiğit

Page 89: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

172 173

Çok sonra biz İstanbul’a geliyoruz. Babam yolda bir dilenciye rastlıyor. Dilenci uzun sakallı, hırpani giyimli bir ihtiyar. “Senin kimin kimsen yok mu, bu yaşta neden dileniyorsun?” diye soruyor babam. Dilenci kim-sesi olmadığını, yangın yerlerinde yattığını anlatıyor babama. Babam dilenciyi evimize getiriyor, bahçedeki ikinci küçük evin bir köşesine bir yatak serdiriyor, yıkatıyor, yediriyor, içiriyor… Ve ihtiyar ölünceye kadar o evde kalıyor. Meğer bu ihtiyar Şükrü Naili Paşa’nın kardeşiy-miş. Hastaymış, karısı ölünce kızını köyde bırakmış, oğlunun birini Darüleytam’a* yerleştirmiş, diğeri kaçmış. İşte yalancı şahitlik eden diğer oğluymuş.

Sonra kızını da çağırdı yanına, kız da küçük evde evleninceye kadar babasınla kaldı. Babam sabah ceketli, paltolu evden çıkar, akşama göm-lekle gelirdi, bunu sıkça yapardı. Yolda üşüyen birini görünce hiç tered-dütsüz verirdi üstündekileri.

İşte babam da dedem gibi alıyor Ömer’i getiriyor eve. Ömer’e yatacak yer veriliyor ve iş aranıyor. O zaman babam İstanbul Üniversitesi’nde görevli. Ömer üniversitede odacı oluncaya dek bizim evde kaldı. Uzun yıllar mem-leketine gitmedi, başka işler de denedi, çalıştı, kendine bir düzen kurdu. Bir gün bize beyaz, besili bir kaz getirdiğinde onun memleketine gittiğini anla-dık. Sağ salim döndüğüne sevindik.

Gözlerimi fotoğraftan kaldırıp babama baktığımda, “Sen Ömer’e dek bütün fotoğrafları irdelersen ömrün yetmez” der gibi ince bir gülümseme kıpırdı-yor dudaklarının kenarında. Haklı. Ama bu kadar da fotoğraf çekilmez ki!

Ben de gülümsemekten kendimi alamıyorum. Kızlarımın küçükken bana, “Anne, sen ölünce bu kadar fotoğrafı, kitabı, resmi biz ne yapacağız?” diye yönelttikleri soru geliyor aklıma. Aklıma gelenlerle baş edemeyeceğim: Anambabam, Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı arasına sıkışmış. Ben ise, II. Dünya Savaşı, Demokrat Parti, Soğuk Savaş, Küçük Amerika Olma Hayali arasına. Babam benden daha şanslı, hiç olmazsa “Erken Cumhuriyet Dönemi”ni yaşamış.

Babam eniştesinin elinden tutmuş, ben ablamın. Babamın başında kırmızı fes, benim başımda lâcivert acıtan şapka. Babam Fatih’e, ben Galata’ya doğ-ru yola koyulmuşuz. Annem babasının elinden tutmuş, dolanıp duruyorlar. Annemin şapka sayısı daha fazla. Ben bizi seyrediyorum. Babam da beni. Annem yorgun. Yüzümdeki acı ifade dudaklarının kenarına konmuş gülümsemeyi donduruyor. Hiç dayanamaz üzülmeme. Bir şeyler söylemeli.

O sene ağabeyimin bir kızı dünyaya geldi. Adını Mesrure koydular. İstanbul’da doğan bu yeğenim, annemin ilk torunuydu. Sonra üç torunu daha oldu: Muhlis, Fevzi ve Gülen. Onları çok sevdim ve kendi çocukla-rımdan ayırmadım. Onların çocuklarını da torunlarımdan ayırmadım. Benim Darüşşafaka’ya girmemde büyük yardımı olan Hilmi Bey, o da Darüşşafaka’dan mezun, o zaman Sivas Demiryolları’ndaki vazifesin-den Ankara İmalât-ı Harbiye’ye geçmişti. Orada memur alacaklarını duyunca, İstanbul’a ağabeyime mektup yazıp Ankara’ya gelmesini teklif etmiş. Ağabeyim de İmalâtı Harbiye’de çalışmayı kabul edince, karısı ve küçük kızını alıp Ankara’ya gitti. Gitti ama, giderken de annesini ve evdeki eşyaları da alıp götürdü.

İzinlerimi evde geçiremeyeceğim için mektep idaresine durumu anlattım, ve beni “bekâr talebe” olarak kaydettiler. Bekâr talebe şu demekti: Talebe izin günü dışarı çıkıp, akşam muayyen saatte mektebe dönecek, tatilde dahi gecelerini mektepte geçirecek. Bekâr talebe yirmi kuruş bekâr hafta-lığı aldığı gibi, mektep bu durumdaki talebelere çamaşır da verirdi.

* yetimhane

Beykoz maçına çıkan Darüşşafaka takımı, 1934.

Page 90: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

174 175

İzin günleri dışarıda dolaşıp akşamları mektebe dönüyor veya Cuma günleri sabahtan çıkıp eve gidiyor, Muallim Bey’i görüp, onunla biraz sohbet ettikten sonra tekrar mektebe dönüyordum. Dönüyordum ama, Kocamustafapaşa–Çarşamba, o uzun yolu da ekseriya yürüyerek dönü-yordum. Zira bazı haftalar Muallim Bey’in bana harçlık olarak verdiği üç beş kuruş kâfi gelmiyordu. Havaların soğuk ve bilhassa yağmurlu olduğu zamanlarda bu uzun yolu yürümek bir hayli zor geldiği içindir ki, bazan da aylarca eve gitmediğim olurdu. Mektep idaresinin verdiği harici ayak-kabılar senede bir defa verildiğine, ayakkabılar için pençe diye bir şey de mevzubahis olmadığına göre ayaklarım su içinde o yolları yürüdüğüm çok olmuştur. O derece ki ayağımdaki ayakkabı su almasın diye taştan taşa ve çabuk çabuk basmak zorunda kalırdım. Bugün ayaklarımı içeri doğru basışım o zamandan kalmıştır diye düşünüyorum.

İşte böylece ben de o zor zamanların bütün çocukları gibi zorluklar çektim. Babası olmayan çocukların alındığı bir okulun olması ve benim bu okula tesadüfen de olsa girebilmiş olmam, bu şefkat yuvasında sıcak bir sine bul-mam, hayatımı kurtardı. Yalnız hayatımı kurtarmadı, beni insan kıldı.

Mektep hayatım sekiz sene sürdü. Bu müddet içindeki hatıralarım o kadar çok ve o kadar derin ki…

Hamam için lâzımdı, çok erken kalkmak,Ayak yere değmeden, tırabzandan kaymak,Bütün gayemiz hep, orta kurnayı kapmak,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Bahçesinde iki türlü, oyun sahası vardı,Ön bahçesi hem çiçekli, hem de oldukça dardı,Oynadıkça burada, bahçıvan Mustafa kızardı,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Büyükler oynardı, genişce bir sahada,Kale arkasına kaçardık, biz de bu arada,Bu alanda çıkardı, oldukça çok maraza,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Üç ders yapılırdı, saat 12’yi bulurdu,Yemekhaneye giderken, düzgün sıra olunurdu,Büyükler daima, küçükleri korurdu,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Gezmeler başlardı, yazın tatil olunca,Aşçıbaşı Mehmet Ali, dolma helva yapınca,Büyük Ada, şirin Dil, bize gezi olunca,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Ramazanda yatmazdık, biz sahuru beklerdik, Hamamkızdı, uzuneşek, koşar oynar sekerdik,Sahur yeyip oruç tutmaz, uzun gün aç gezerdik,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Ramazanda mektepte, teravihi kılardık,Rıfkı Bey’in sözünden, dayağından yılardık,Yatar kalkar mecburen, izinsizden korkardık,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Ada Moda bizim için, kırk paraya gezerdik,Ver elini ha bakalım, Zeyrek yokuşu derdik,Geçip Küçükpazar’ı, biz Köprü’ye inerdik,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Darüşşafaka, 10. sınıf. 1932.

Moda. 1932.

Fevzi Ağabey’in üç oğlu Mete, Cem ve Esat da Darüşşafaka’da okudu. Babam onların da dedesiydi.

Page 91: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

176 177

Bahattin terzimizdi, bundan başka kim vardı,Sökük ceket yırtık pantolon, ne olursa yamardı,Sesi çıkmaz olmaz demez, mülâyim bir damardı,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Yatak altı ütüsüne, pantolonlar konurdu,Hafta sonu biz giyerdik, kalıp gibi olurdu,Aşık maşuk birbirini, Yeniyol’da bulurdu,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Ayrı ayrı hepimizin, birer sevgilisi vardı,Benimkisi………..tı, giydiği etek dardı,İlk tanıştık onunla, mevsim kıştı ve kardı,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Hiç kalmadan sınıf geçmek, düğün dernek şetaret,Her bir şerit sınıf için, mektepte mühim işaret,İkmâl kalıp sınıf geçmek, bu da ayrı maharet,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Kavuk devri fes devri, kalpak devri geçmişti,Bizim …..k hababam, sınıf kalmaktan bezmişti,Bir mucize nihayet, mezun olacağını sezmişti,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Futbol’u hiç bilmezdim, defterde adım yoktu,Değil mektep takımında, sınıfta yerim yoktu,Bir tatilde öğrendim, kazancım pek çoktu,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Yaz oldu kış geçti, boynuz kulağı aştı,Benim futbol oyunuma, oynayanlar da şaştı,Girdim Fenerbahçe’ye, Zeki Rıza baştı,Vardır çok anılarımız, bizim bu yuvamızda.

Ziya Darüşşafaka’nın bahçesinde çok mutlu, 1932. Beşiktaş-Darüşşafaka maçı, Topçu Kışlası (Taksim Stadı), 1934.Şeref Stadı, Darüşşafaka maçı öncesi, 1934.

Page 92: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

178 179

İki Arada Bir Derede

Babamın okul yaşantısı ve arkadaşları ile ilgili bu dörtlükler bittiğinde, arkadaşlara, “şu anda ne düşünüyorsanız yazın” diye verdiğim defterimi karıştırmaktan kendimi alamıyorum.

1963, Lise 4, ……… dersi

Yazmaya değer ne var ki? Beni hiç bir şey ilgilendirmiyor. Neden bahsedeyim? Can sıkıntısından mı? Immer Langweile, als bei Geschmack. Ein so leeres Leben. Wie werde ich diesen Tag verbringen können? Ein Mensch, wie ich sollte nie exis-tieren. I pity myself, that I wake every morning and see the walls, that I feel the same pains since years, that I wish and wait, that I am undeceived. The human heart is inexhaustible at sadness, sometimes the happiness gets in it, but the pain has always its place there.

Arkadaşlarımın, daha çok da yakınlarımın yanında yalnızlığımı çok daha kuv-vetli hissediyorum. But I love this loneliness. And I have no other way than to love it. That is why because I can’t endure the interest of anybody else…

Z……….

Bu satırları bugün yeniden okurken, Z’yi, yıllanmış, parlamış formasıyla, şapkası başında, oysa şapkalar çoktan bir kenara atılmıştı, soket çoraplı ayakları annesinin yüksek topukları aşınmış ayakkabıları içinde geç kalma korkusuyla burkularak, solgun, düşünceli, yorgun Galata Köprüsü’nü geçerken görüyorum. Her gün Sultanahmet’ ten Kuledibi’ne yürüyor. Yanında iki kardeşi başları bedenlerinin önünde, zorlanıyorlar. Neydi onla-rı bunca ezen? Bunu belki bugün kestiriyorum, o kadar. Hiç bir zaman yaşama geçirilmeyecek bilgiler. 11, 12 yaşlarında başlayan yabancı bir dilin, –dil… Kişinin bilinci, kimliği, yaşamı olan “dil”. Belki bütün bu dert-lerin odak noktası– yabancı bir kültürün kuşatması, karmaşa, Hz. İsa’ya adanmışların sultası, ortaöğrenimin üç yıl uzaması ve bıkkınlık. Anababa-ların onca özverisi ya da gösterişi. Neyin hazırlığı bütün bunlar? Nereye yamanacağız? Başka bir ülkeye mi?… Evet öyle.

Şu sıralarda üç saat on dakika daha oturmak sıkıyordu beni biraz önce, şimdi ise boş ver diyorum. Boşlukta her şeye boş vermek gerek. Nasılsa her şey bitiyor ve gene de insana bitmez görünüyor. Dün gece her şey silinmişti gene. Üst üste uçu-yordum ve elimdeki sonuna dek yanmış kibrit çöplerini beynimdeki kurtlara ben-zetiyordum. Bir ara elim yandı, geç git dedim, tükürdüm üstüne. Herşey o kadar gereksizdi ki, karanlıktan aydınlığa geçmek. Nasıl? Herşey karanlıkta. Bulanık. Hıyar gibi yavandım. Kuru bir hıyar, kabuğum buruşmuş kırışmıştı, berbat bir şeydim, bir hiçtim, yok, hiç bile olamıyordum. Yaşamak eşitti yaşamamaya. Ney-di bu sürüklenme? Kuvvetim yoktu ama gene sürükleniyordum, şu halde vardı, birşeyler vardı, ama ben inkâr ediyordum. İnsan, hayvan… Ne bütün bunlar? Kelimelerin anlattıklarına inanmayınca büsbütün kaçırıyorum. Nedir bütün bu kelimeler? Tam deli olmak çok istiyorum, hem de zır zır. Şu an sıkıyor beni bütün etraf. Dır dır çene çalan şu insanlar. Neden bu kadar çok yükleniyorlar insana? Yok, nefret duymuyorum. Yok, ne var? Aramak, bulmaya çalışmak saçma. Yalnız olmak istiyorum, ölünceye kadar yalnız olmak, ya da ölmek. Bilmiyorum işte bir-şeyler oluyor… Olmaz olaydı. Gidiyor her şey. Yalnız ben ölemiyorum bir türlü…

Çünkü ölmek de saçma.

C……

C yok şimdi. Öldürdü kendini. Binmiş Topkapı’dan herhangi bir otobüse. Otobüs Balıkesir’e gidiyormuş. Bir otel. Bir otel odası. Yatak hiç bozulma-mış. Gözlüklerini çıkarmış… Telefona erişememiş dediler. Hayır öyle bir kaygısı olamazdı… Oysa bir gün önce bana kır çiçekleri getirmişti. O bahar Psikoloji’yi bitirmişti. Evdekilerle anlaşamıyordu. “Gel bir süre bizde kal, sığışırız” dedim. “Babam?” dedi.

Bembeyaz, tertemiz. Evin tek çocuğu. Varlıklı bir koca bulmak için elden gelen esirgenmemiş. Özel piyano dersleri, yabancı diller, gösterişli bir ev. Ama kızda iş yok. Gösterişsiz! Bir de kızın sırtına vurulmuş ölü bir oğlan çocuğu. C’den önce doğan erkek çocuk yaşamamış. Pahalı Strindberg’ler, Strati’ler, Kafka’lar, Sartre ve Camus ve Nietzsche’ler, kimi dayanamayıp aşırılmış, korkusuzca, birlikte, ceketlerimizin altında, gizlice… Tıp oku-mak istiyordu. Gecikti. Burs almak istedi. Alamadı. Sınavda dinsel konula-ra öncelik verilmişti. Politik görüşleri de verilmesi gereken yanıtlarla örtüşmüyordu. Sanki evler, okullar, sistem, özellikle sistemi uygulama durumunda olanlar elbirliğiyle bir böcek gibi ezmişti C’yi.

Page 93: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

180 181

Ah! Öyle başım ağrıyor ki! Karı tutturmuş yazılı yapacağım diye. Ne olur vaz-geçse de, başımı dinlesem. Hiç birşey düşünecek, yazacak halim yok. Sadece uykum var. Herşey midemi bulandırıyor. Hepsi imtihan kaynatmak için Türkçü-lük taslıyor. M ateşli, vatan aşkı dolu nutuklarına başladı. Galiba bir tek heye-canlanmayan, içinde milletseverlik gibi duygular duymayan, taşımayan benim. Hiç birşeyle ilgilenemiyorum. Benim ufak tefek problemlerim beni dolduruyor. Gözlerimi kapayıp, bana ait olan, kimsenin bilmediği şeyleri düşünmek istiyo-rum. Dışarıya karşı alakasızlığım beni mutlu kılıyor. Bana ne ondan diyebildi-ğim an, her şey kolaylaşıyor. Kimseye aldırmıyorum. Benim ölçülerimle bir kaç kişi benden üstün veya benim ayarımda. Yalnız onların sözleri, tenkitleri beni üzer veya sevindirir. Sadece insanlık arıyorum. Çoğunluk ikiyüzlü, gösteriş düş-künü, sırf enteresan olmak veya çoğunluğa uymak için bağırıp çağıran, heyecan-lanan kimseler. Yavaş yavaş tanıdıkça eski sevdiklerimden uzaklaştım. Onların insanlık tarafları zayıf… Benim ise samimi arkadaşlara ihtiyacım var. Çok insa-na ihtiyacım yok. Bir arkadaşım olsun, fakat istediğim gibi olsun. Kimseye fena-dır demiyorum, benim istediğim gibi değil diyorum. Belki onun ölçüsüyle de ben arkadaşlık yapılacak kişi değilim. Seçe seçe yalnız kalıyorum. Ama bu yalnızlık beni sıkmıyor. Bilâkis, yalnız olduğum zaman rahatça düşünebiliyorum. Bu düşünce serbestliği içinde kendimi mesut hissediyorum. Şimdi sadece başım ağrı-yor, sonra devam ederim….

Ne olur anla. Uykum var. Dün gece A ile beraberdik. Bu işin içinden nasıl çıkaca-ğımı bilmiyorum. Eve sürekli yalan söylemek mecburiyetindeyim. Bir şeyler çakı-yorlar ama konuşmuyoruz. Hem böyle yapıyorlar, hem de beni Avrupa’ya yolla-maktan söz ediyorlar. Üniversiteye ya Amerika’da ya da Avrupa’da gitmeliymi-şim!.. Bir bilseler! Neler yazıyorum ben?

V……

Güneş çıkınca görülmek de var.

Partiler. Aynı Batı’da olduğu gibi, eksiksiz. Rock and Roll partileri. Açık pembe, yavruağzı, inci düğmeli twinsetler. En kabarık juponlar, ince beller. Amerikan usulü ufak bebe yakalı bulüzler. Bu partilerin birinde tanıştığı bir gençle yattığı için nelere katlanmak zorunda kaldı V. Yalnız o mu? Erkek arkadaşı da. Ailelerin uzun süren çekişmesi, dayatması ve pazarlık-ları sonunda gerçekleşen evliliğin ilk gecesinin erken sabahında evimde yer yatağı serdim V’ye. İkimiz de oturuyoruz yatakta. Anlatıyor. Ağlıyor. İçini

Etraf kalabalık. Teneffüsteyiz. Herkes başka bir havada. Bu kadar insan arasın-da kendimi öyle yalnız hissediyorum ki. Buna sebep ne? O’nu her zaman olduğu gibi şimdi de düşünüyorum. O’nun yanımda olmasını istiyorum. Dün akşamdan beri devletin içinde gene siyasi karışıklıklar var. Bu bana herşeyden çok O’nunla beraberliğimizi hatırlattı. Bundan önceki siyasi olaylarda beraberdik. O’nun fikir ve hareketlerini o zaman o kadar çok takdir etmiştim ki. Bu düşünceler beni çok sıkıyor. Kendimi herzamankinden daha bedbaht ve ümitsiz hissediyorum. Bir de bu düşüncelerle burada daha üç saat oturmaya, boş lâflar dinleyerek dünyanın boşluğunu bir daha anlamaya mecburum. Herşey bitsin istiyorum. Gene öyle karışık şeyler hissediyorum ki. Fakat bu defterin sahibine kızıyorum. Çünkü benim şu anda duyduğum hisleri yazmamı isteyerek, unutmak istediğim şeyleri bana hatırlatmış oldu. Hiçbir şeye tahammül edemiyorum ve bitmesini istiyo-rum. Sınıftakilerin boş konuşmaları ve kahkahaları sinirime dokunuyor.

Ü……..

Ü bana erkek tarafını anımsatıyor. Teneffüslerde zor sığıştığımız beton zeminli avlu. Avlunun sağ köşesinde kapıları kahverengi yağlıboya ile boyanmış helaların hemen yanından, sidik kokusu soluyarak çıkılan dört yüksek taş basamak. Gene bir kapı. Dar, kahverengi ve kilitli. Erkek tarafı-na geçiliyor bu kapıdan. “Erkek tarafı” tabu. Bir taraftan, ağızlarından “Gott” sözcüğünü düşürmeyen rahibeler, diğer taraftan birbirleriyle flört eden ve bizlere “Batı” rahatlığıyla ilişkilerinden olanca açıklığıyla söz eden sivil öğretmenler ve bahçesine dahi adım atamadığımız erkek tarafı. Erkek tarafı, içinde Ü’nün de bulunduğu büyük bir kesimin içini titretiyor. Bu kesimin yaşları yirmiye dayanan kızlarının henüz bir çocuğun nasıl oluş-tuğu konusunda tam bir fikirleri yok. Diğer bölümünün ise, erkek tarafın-daki kendileriyle aynı yaşta erkekler umurlarında değil. Onlar Batı’lı yaşıt-ları gibi cinselliği alabildiğine yaşıyorlar. Doğu, Batı ve Hıristiyan töreleri üçgeninde herbiri nasibini alıyor. Artık ne kadar alabilirse.

Bu kadar yıl sonra Ü’nün yazdıklarını okuduğumda, onu yazdıklarıyla özdeşleştiremiyorum. Yazdıkları öykünme kokuyor. Bunu da o koşullarda doğal buluyorum: olması gereken, ama olmayan bir “O”nun isyanı.

Page 94: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

182 183

Onlar da kötülüklerinden sıkılmıyorlar ki. Çaresizliklerinden. Uyarmak gerek. Uyaranları da görüyoruz. Uyanmamak üzere uyutuluyorlar. Zilin çalmasına yedi dakika var. Yazmamı istedin, al işte!

K………

Onu da gördüm, görüyorum. Yapamadı. Tekledi o da. Aşk yüzünden. Aşk bitti, kitap okuyor hâlâ. İşte böyle, yakınmalar, mutsuzluklar, umutsuzluk-lar aynı biçimde sürüyor. Bugün de yabancı dille eğitim yapan okul öğren-cileri arasında bir araştırma yapılsa, durumun bundan farklı olmayabilece-ğini düşünüyorum: anlaşılmayan nihilizm, öykünme, yabancılaşma, bunalım, kapağı yurtdışına atmak… Bu okullar, hatta yabancı dilde eğitim veren üniversiteleri de katarsak, bu kadar nitelikli, yetenekli, donanımlı insan yetiştiriyorsa, nerede bu insanlar? Nerede bu insanlar? Bu soruyu 50’lerden sonra, özellikle 80’den sonra yetiştirilen dindar gençlik, İmam Hatip okulları mezunları için de soruyorum:

Nerede bu dindarlar, bu güzel ahlaklı insanlar? İnsanlara, din bu mu? dedirten olaylar yaşanıyorken?

“Kusursuz yetiştirilmeleri için bu okula gönderilen genç kızlar mutsuz” diyerek defterimin sayfalarını karıştırırken, babama bakıyorum. Gözleri-ni kapamış. Dörtlüklere bakıyorum: annemden ve arkadaşlarından söz eden dörtlükler kalmış geriye… Bu dörtlükler de noktasını virgülünü değiştirmeden yerlerini almalı, sarı pelür kağıtlarda bırakamam onları. Babamı bulunca uzattım galiba.

Hava da yavaş yavaş kararıyor…

döküyor, çünkü çok öfkeli. Bunları duyduğum için “işim zor” diyorum içimden. Sonunda itilmek ve suçlanmak da var. Biliyorum, başka köylerden kovulma deneyimim var.

Kırsal kökenli, otomobil parçası alım satımıyla uğraşan ve giderek zengin-leşen, tutucu baba ve sınıf atlarken kıç üstü oturmuş, şaşkın, Topağacı’nda pahalı, oymalı mobilyalarla döşenmiş büyük bir katta sessizce dolanan ufacık “Annecik”in, küçük kızını, Batı eğitimi veren ama aynı zamanda kaç göç uygulayan özel bir okulda okutma isteğinde ne gibi bir yanlışlık olabi-lir? Her şey çocuklar için değil mi?

İnsan, bu kadar çelişki biraraya gelebilir mi diye düşünmekten kendini ala-mıyor. Ve çelişkiler hepimiz için katlanarak çoğalıyor. İnanılmaz suçlama-larla Köy Enstitülerini dağıtıp, İmam Hatip Liselerini açarak Avrupa Topluluğu’na katılmak. Neyse ki, ilkokullarda süttozu verilmeye bizden sonra başlandı, ama “barış gönüllülerini” tanıdık.

İyi bir öğrenci olmasına karşın V liseyi bitiremedi. Evlenmek zorunda kal-dı. V’de açılan çatlaklar derinleşti ve V parçalandı.

Öğretmenin uykulu gözleri bir noktaya dikilmiş esniyor. O da ders yapmak iste-miyor. Kitaptan okutuyor. Sıra A’da, okuyor. Onu ne ilgilendirir Palatina Elektö-rü? Sırılsıklam aşık o, ya da öyle sanıyor. Fransa Almanya’dan Alsas’ı almış. İyi etmiş de kitaplarda bunun bizimle ilişkisi işlenmiyor. Oysa karşılaştırmalı olma-lı tarih. Kadın yazdığımı görür diye korkuyorum. Neden korkuyorum? Bizi hep korkutuyorlar. Şimdi A okuduğunu anlatıyor, anlatmıyor aslında, gene okuyor. Kadın da her zamanki gibi uyuyor. Onun da kimbilir ne kaygıları vardır? Ben öğretmen olsam şu anda onun yerine!.. Ne yapardım? Düş değil mi? Önce şu kız-ları bir güzel silkelerdim, yok, önce sınıfın bütün camlarını açar, odayı havalan-dırırdım. Yetmez, birer bardak tuzlu su içirir kustururdum, hakaret ederdim ken-dilerini savunsunlar diye. Aptallıklarını yüzlerine vururdum, alınsınlar, düşün-sünler diye. Okula özel arabalarla gelmelerini yasaklar, evlerini Şişli’den alıp Gültepe’ye kondururdum. Harçlıksız bırakırdım. Sıkılmasınlar diye iplik fabrika-sında çalıştırırdım, beş çocuk bağlardım eteklerine, akşam olmayan parayla sof-ra kurdurturdum. Zengin bir koca bulamayacak kadar çirkin olduklarını fısıldar-dım kulaklarına. Bunları sıkılmasınlar diye yapardım, kötülüğümden değil.

Page 95: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

184 185

Hoca tipli, ağır başlı, oldukça da nüktedanYavaşlık ona miras, kalmış güya atadanBütün zoru kendine, yakıştırmak beyliğiBenim gibi taklitçiydi, 31 Rebii

Anlaşmamız güç olurdu, çok iyi arkadaşımdı oPek severdim adeta, yaramazlıkta başımdı oKavga ettiğimiz zaman, aman Allah medetSeni unutmak kaabil mi, 885 Ahmet

Altı ay bacada, kaldım diye tuttururBizi toplar etrafına, anlatır anlatır yuttururOrada da bulurdu, hepimizi kör talihBu da bizim kafadar, 900 Baca Salih

Çok ağır kalkardı, oturduğu yerdenBir ay evvel anlatılan, bir şeye birdenGülmeye başlardı, burnunu tuta tuta879’du numarası, Baba Lütfü idi bu da

Bir saksağan misali, ağaçtan inmezdiAnut bir çocuktu, gönül hatır bilmezdiLaz şivesiyle konuşur, arkadaşıydı NebilErkek çocuktu doğrusu, 883 Cemil

İşte bu şefkat yuvasında seneler geçti… geçti… geçti…

Şefkat dedin de, “barmherzig”* sözcüğünü çağrıştırdı bu bende. Bizim okul “Barmherzige Schwester” tarafından yönetiliyordu. Kuruluş amacı dinsel.Adını St. Georg Kilisesi’nden alıyor.

O zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nda Katolik Fransız okulları varmış. Alman Katoliklerini himayesi altına alan Fransız Lazarist, misyoner, St.Benoit yoksul ailelerin çocuklarının gidebileceği Katolik Alman

ArkadaşlarımMektepte beni çok, sevenlerden biriydiZıpzıp, aşık oyununda, merdivenaltı yeriydiGüler yüzlü, tatlı sözlü, güzelceydi sesiHem futbolcu, hem atletti, 95 minik Şemsi

Boğazlı imiş, Kavaklı derlerdi onaSakindi çekilmişti, kendi kabuğunaİyi futbol oynardı, oldukça nadirYetişen kaleciydi, 259 balık Mahir

İri yarı boylu idi, oldukça da serttiOnunla didişmek, benim için bir derttiBazan da kaçardım, canım acırdı gayrıMektep takımında oynardı, 850 Hayrı

Tatlı munis çehresi, küçücük bir ağızSağlam çevik hareketli, hem de karayağızBir çocuktu o da, benim gibi vurukBütün sınıfça sevilirdi, 895 Faruk

Acem güzeli idi, kaşları hilâlGözleri siyah, çehresi melâlYediği ekmek olsun ona helâlAramızda uslu idi, 912 Celâl

İkisinin de elinden, güç kurtulurdumAksi halde kendimi, havuzda bulurdumNehir gibiydi onlar, tıpkı meşhur Fırat95 Şemsi ile, 69 Talât

Biz küçük o büyük, kafasını kaşırdıSözde mümessildi, sınıfta su taşırdıKürsüde oturur, bizi gözler babacanMütalaada su satardı, 824 Rıdvan

* şefkatli

Page 96: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

186 187

Meydan Larousse dışarı çıkarken, babam, yüksek sesle “Oku”, diyor. “Aklına geleni biliyorum” dercesine. Konu Darüşşafaka olunca!…

“Darüşşafaka (şefkat yuvası), İstanbul’da fakir, öksüz ve yetimler için kurulmuş ilk yatılı lise. 1865’te Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye adıyla bir halk okulu olarak kuruldu. O zamanki amacı Kapalıçarşı’daki esnaf çıraklarının boş vakitlerini değerlendirmek, onları eğitmekti. Okulun kurulmasıyla ilgili ilk fikri, ruznameci* Yusuf Ziya Bey ortaya attı. Aksaray’daki Ebubekirpaşa Mektebi, okulun bir şubesi olarak eğitime başladı. Her iki okulda da ders araçları parasız veriliyordu.”

“Okul, maarif nazırlarından Münif Paşa tarafından kapatıldı. Ancak, birkaç yıl sonra, babasız ve yoksul çocukların eğitimini sağlamak için Darüşşafakatülislâmiye adlı bir okulun kurulmasına girişildi. Abdülaziz’in desteğiyle Fatih’te bir arsa satın alındı. 15 Ağustos 1868’de yapımına başlanan okul, 15 Haziran 1873’te öğrenime açıldı. İlk mezunlarını 15 Temmuz 1880’de verdi. II. Abdülhamit zamanında yönetimi bir ara Maarif Nezareti’ne bağlandı. Meşrutiyet’ten sonra Darüşşafaka’yı bitirenler, cemiyeti yeniden kurarak okula bağımsızlık kazandırdılar. Türkiye’de ilk olarak öğrenim programına jimnastik ve askerlik derslerini alan, okul kitaplarını yazdırıp kendi adına bastıran okul Darüşşafaka’dır. Bugün Darüşşafaka Cemiyeti tarafından yönetil-mektedir. Uygulanan tüzük 1953’te yürürlüğe girmiştir. Babasız veya yoksul çocukların eğitildiği okul özel statüye bağlıdır ve lise öğretimi yapmaktadır. Gelirini dernek üyelerinin ödeneklerinden ve çeşitli bağış-lardan sağlar.”

Babam ayağa kalkıyor, ben “ne oluyor, neden kalktı” diye tedirgin, hemen kalan dörtlükleri okumaya davranırken, ezberinden okumaya başlıyor, ben de eksiksiz okuyabilecek mi diye kâğıttan takip ediyorum:

İlkokulu’nu kurmuş. Bu okulu var olan bir Katolik yetimhanesi ile bütün-leştirmiş. Bir Alman misyoneri olan Conrad Stroever ise 1882 yılında oku-lun bugünkü binasını satın alarak St. Georg’u kurumlaştırmış. Bu kurum okul dışında, kilise cemaatini ve okulun yanındaki hastaneyi de kapsıyor-muş. Kısa bir süre sonra Fransızlar St. Georg’u, Avusturya Lazaristleri ve Şefkatli Rahibeler Tarikatı’na devretmişler. O zamanlar bu okula daha ziyade azınlıkların, ülkedeki yabancıların çocukları gidiyormuş. Az da olsa Türk öğrencileri de varmış. –1930’lara geldiğimizde: bu okuldan 1938’de biri Türk olmak üzere iki öğrenci, 1943’te ikisi Türk olmak üzere dört öğrenci mezun olmuş. 1944’te on öğrencinin aşağı yukarı altısı Türk, 1945–46’da bu sayı biri Türk olmak üzere üçe düşüyor ve 1946’dan başla-yıp katlanarak artıyor…–

I. Dünya Savaşı başlangıcında bütün Fransız okulları kapanmış, St. Georg’un öğrencisi artmış… Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 1918’de sona erince de, bu ülke ile ilintili olan bütün kurumlar kapanmış. Fransız misyonerler, en azından Alman Katolikleri’nin işlevlerini sürdüre-bilmelerini istemişler ve Almanlara göze batmadan çalışmaları için çok yardımcı olmuşlar. Ama Osmanlı İmparatorluğu işgal edilince, Fransız İşgal Kuvvetleri, Almanca eğitim veren bir okulun varlığından rahatsız olmuş ve okulu kapatıp görevlileri hudut dışı etmişler. Kurtuluş Savaşı son-rası İşgal Kuvvetleri ülkeyi terkederken Avusturyalı misyonerler hemen Türkiye’ye damlayıp okulu tekrar açmışlar. Misyonerler, ülkelerindeki eko-nomik durum da pek parlak olmadığından okulu yürütmede zorlanmışlar ama görevlerini sürdürmüşler. 1938’de Hitler’in Avusturya’ya girmesiyle Nasyonal Sosyalistler St. Georg’u Alman Lisesi’nin yatılı kısmına dönüş-türmek istemiş, ama Türk makamları buna izin vermemişler. 1944’de Türk-Alman ilişkileri kesilince Alman Hükümeti okuldaki öğretim ele-manlarını Almanya’ya geri çağırmış, rahibeler Türkiye’den uzaklaşmak istemeyip Orta Anadolu’da 1,5 yıl gözaltına razı olmuşlar. Hitler’in yenilgi-sinden sonra, 1947’de, St. Georg Avusturya Lazaristleri ve Şefkatli Rahi-beler Tarikatı okulu yeniden açıp her geçen gün öğrencilerini artırmışlar.

Birden, Darüşşafaka’nın hangi yılda, ne amaçla kurulduğunu öğrenme isteğiyle içeri girip kitaplığa yöneliyorum. Bu gidip gelmelerim… Bunu biraz da son dörtlüklerin okunmasını ertelemek için yapıyorum sanıyo-rum. O giderse bir daha gelmeyebilir! Buluyorum Darüşşafaka’yı, elimde

* Osmanlı Döneminde, devlet dairelerinde, günlük gelir ve giderlerin ya da günlük olayların defterini tutan görevli.

Page 97: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

188 189

Sene 1929Sırtımda siyah pelerin, başım kıvırcık saçdı,Bir perşembe geldim eve, kapıyı bir kız açtı.Ayağında siyah çorap, başında bir örtü,Sofa süpürüyordu, beni karşısında gördü.

Hem utandı hem kızardı, bir kenara çekildi,Baktım ona, güldü bana, heykel gibi dikildi.Çok güzeldi, pek şirindi; gülen iri gözleri,Ölsem bile unutmam, o andaki hisleri.

Rıza Bey’in kızıymış, anası Naciye’ymiş,İlkokulu bitirip, Feyz-i Âti’ye girmiş.Sebze bahçeleri varmış, Yedikule Sur dışı,Kiracı olup bizim evde, geçireceklermiş kışı.

İzinli geldiğimde, kış geceleri biz bize,Otururduk odada, mangal başı diz dize.Sonra kalkar yanımdan, odasına giderdi,Ah sayılı o geceler, ne çabuk da biterdi.

Artık izin günlerimi, iple ben çekiyordum,Bir perşembe olsa da, eve gitsem diyordum.Kalırdı arkada aklım, dönerken mektebime,Girivermişti bu melek, benim bomboş kalbime.

Gündüzleri mektepte, avunurdum koşardım,Geceleri yatağımda, hayaliyle yaşardım.Onu her an karşımda, yanımda görmek isterdim,Ondan uzak kalınca, tatlı hisler beslerdim.

Günden güne artıyordu, karşılıklı sevgimiz,Unutmuştuk kendimizi, bir olmuştuk ikimiz.Hem huyumuz, hem suyumuz, birbirine uymuştu,Ziya ile Perizat birbirlerini bulmuştu.

Büyük bir sofa vardı, evimizde üst katta,Sözleşirdik çıkardık, hemen ilk fırsatta.Birleşirdi dudaklar, alev alev yanarak,Parlardı gözlerimiz, sevgiye sevgi katarak.

Bazan çok dalardık, unuturduk her şeyi,Anam seslenir aşağıdan, kaçırırdı neş’eyi.Hemen toparlanırdık, yavaş, yavaş inerdik,Usulcacık ayrılır, odalarımıza giderdik.

Gelecekten konuşurduk, ondan teselli bulurdum,Kâh mühendis, kâh doktor, bazan avukat olurdum.Liseyi bitirmeye daha varken dört senem,Bunları düşünmek boştu, halbuki ne desem.

Bir izinli günümde de gelmiştim koşa koşa,Vaktaki girdim eve, hayalim çıktı boş’a.İki satır bir beyitle, karşılaştım duvarda,Giden gitmiş, kervan göçmüş, kuşum uçmuş ne fayda.

Gömmüştüm ben artık, kalbime onun ismini,Hikmet teyzemden çalmıştım, onun güzel resmini.Bazan çıkarıp o resmi, öper sever koklardım,Benim için mukaddesti, hayatım gibi saklardım.

Gece rüyama girip, beni okşar severdi,Tanıttı bana beni, bana benliğimi verdi.Geçti bir sene aradan, sevgisi beni tam sardı,Haliç Fener’inde onun bir teyzesi vardı.

Görmek için beni o, bir bahane bularak,Gelirdi teyzesine, kalbi heyecan dolarak.Buluşurduk iskelede, çarpardı kalplerimiz,Geçmişleri konuşur, kendimizden geçerdik biz.

Eksiksiz ezberinden okuyor, ben şaşıyorum ve devam ediyor.

Page 98: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

190 191

Darüşşafaka o zaman sekiz yıl idi. Ben Darüşşafaka’ya 1. sınıfa girmiş-tim. Yani ilk mektebin 4. sınıfı oluyor. 3. sınıfa geçtiğimde, arkamdaki iki sınıfa bakarak büyüdüğümü düşünüyordum.

Mektebimizin tatil olduğu bir gün eve geldim. Koca-mustafapaşa’nın Hacı Hamza mahallesindeki evimizin kapısını çaldım. Kapıyı hiç tanı-madığım bir kız açtı. Ayağında siyah ajurlu çoraplar vardı. Derhal dik-katimi çekti bu kız. Anneme sorduğumda, eve kiracı aldığını, sofada gördüğüm kızın, kiracımızın kızı olduğunu söyledi.

İsmi, Cevriye Perizat'mış, annesi babasının tek kızıymış. Babasının Yedikule ve Silivrikapı’da büyük bostanları varmış. Perizat Feyz-i Âti’ye gidiyormuş. Bostan içinde evleri varmış, fakat kışın bostanın içinden geçip mektebe gitmek zor olduğu için, hem şehir içinde, hem de bostana yakın bir yerde muvakkat bir ev tutmak istemişler. Bizim ev kısmet olmuş. Nereden nereye…

Çok kısa bir zaman içinde bu kızla aramızda bir münasebet peydah oldu. Bekâr talebe olduğum halde hafta izinlerini evde geçirmeye başla-dım. Bir şey bahane edip eve geliyordum. Kış gecelerinde bizim odamıza gelen bu kız ile mangal başına otururduk, annem de bize hikâye anlatır-dı. Mangal altında bizim ayaklarımız birbirine değerdi. Bu, kışın kar buz demeden, mektepten eve, evden mektebe yürüyerek gidip gelmeme de değerdi. Seviyordum Perizat’ı. O da beni seviyordu. Çocukluk aşkı-mız bir mevsim böyle geçti.

Bir gün gene eve geldiğim zaman, kiracıların evden çıktığını öğrendim. Sokak üstündeki büyük oturma odasının duvarında asılı bir levha vardı. Bu levhanın alt kenarında iki satır bir karalama gördüm. Aynen şöyle yazıyordu:

Bu hatıra-i firkat* nazarlarınıza çarptıkçaElbette hatırlayacaksınız beni… İmza Perizat

Hakikaten öyle oldu. Onu daima hatırladım ve hiç bir zaman kalbimden çıkarmadım, ama nereye gittiklerini de uzun süre kimseye soramadım.

Darüşşafaka’nın son sınıfındaydım. Perizat’ı ilk gördüğüm günden, Haliç Fener’inde bir teyzesi olduğunu öğrendiğim güne kadar altı sene geçmişti. O zamanlar Fener vapur iskelesinin önündeki uzun caddede akşam üzerleri gezinti yapılırdı. Ona rastlarım ümidiyle Fener vapur iskelesine iner, oralarda dolanırdım. Ve rastladım da. Hafta tatili günle-rinde Perizat teyzesine gelir, iskelede, o kalabalık içinde birbirimizi bulur, beş dakikadan fazla olmamak üzere konuşurduk. O da yetmez, mektuplaşırdık. Perizat mektupları mektebe gönderirdi. Zarfın üstüne, Mehmet Ali Efendi, Darüşşafaka Başahçısı diye yazar, rahmetli başahçı da söylenerek bana verirdi.

“Ne çabuk akşam oldu.” diyorum, o ise “az kaldı” der gibi.

* ayrılık hatırası

Page 99: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

192 193

* olgunluk sınavı

Sene 1933-1934Geçti hayli seneler birbirimizi çok andık,Sene 1933 son sınıfta nişanlandık.Parmağımda yüzüğüm, imtihanlara girdim,Ancak iki senede BAKALORYA’yı* verdim.

Geçen geçti, kalan kaldı, Diplomaları aldık,Sonra mektepten çıkıp dörtbir yana dağıldık.Çok sevdiğim yuvamdan böylece ayrılmıştım,GÖNÜL dünyaya gelmişti, artık BABA olmuştum.Yepyeni ufuklara, yeni hayata dalmıştım.1933’de kaydoldum Hukuk Fak.…

“Ben de Lise dörtteydim…” diye mırıldanıp başımı kaldırdığımda babamı göremiyorum…

4

Page 100: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

194 195

4DARÜŞŞAFAKA ALBÜMÜ

Page 101: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

196 197

Page 102: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

198 199

Page 103: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

200 201

Page 104: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

202 203

Darüşşafaka Ana Giriş Kapısı, 1800 sonları ve 2014

Burada Darüşşafaka Üniversitesi olsa ne güzel olurdu.

Page 105: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

204 205

Tadilat Öncesi Darüşşafaka

İmam Hatip olması için mi bu hale gelinceye kadar bekletilmiş!“Zamanı gelecek” mi denmiş!

Page 106: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

206 207

Page 107: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

208 209

Tadilat Sırasında Darüşşafaka

insan

tavan

Divanhane:

Page 108: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

210 211

Page 109: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

Samatya Meydanı’ndan ayrılırken, Nisan 2014

Page 110: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

214 215

Karşı sayfa ve arka kapak: Darüşşafaka Müdür Muavini Galip Bey’in yazısıyla yazılmış tahsin

Page 111: Darüşşafaka - PELIN TURKERpelinturker.com/kitap/Sevgili-Mektep-Darussafaka_GulerTurker_web.pdfDoğan Kuban, İstanbul–Bir Kent Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

216