Upload
demir-kuecuekaydin
View
244
Download
7
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Â
Citation preview
Demir
Küçükaydın
“2000’de
Yeni
Gündem”e
Yazılar
Yayınları
● 2 ●
““22000000’’ddee YYeennii GGüünnddeemm””ee
YYaazzııllaarr
DDeemmiirr KKüüççüükkaayyddıınn
BBiirriinnccii SSüürrüümm
KKaassıımm 22000099
DDiijjiittaall YYaayyıınnllaarr
İİnnddiirr –– OOkkuu –– OOkkuutt -- ÇÇooğğaalltt –– DDaağğııtt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.
Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak
basmak ve dağıtmak serbesttir.
Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
YYaayyıınnllaarrıı
● 3 ●
İkibin’de Yeni Gündem’e Yazılar
İçindekiler
Bir Dönemin Eşiğinde .......................................................................................................... 5
Kangurular, Osmanlı'nın Çöküşü, Kastlar ve Türk Solu Veya İçine Kapanma ve
Taşlaşma ................................................................................................................................ 7
Demokrasi ve Sosyalizm İlişkisindeki Değişim .................................................................. 9
"Kürt Sorunu"ndan Türk Sorununa ............................................................................... 11
Avrupa'ya Yandaş ve Karşı Görüşlerin Ortak Varsayımları ........................................ 13
Hedef Olmak ....................................................................................................................... 16
ÖDP ve Medya Üzerine Öylesine Düşünceler .................................................................. 18
Avrupa ve Türkiye: Hayalden Gerçeğe............................................................................ 21
Avrupa ve Türkiye: Gerçekten Hayale ............................................................................ 23
Milliyetçilik Nedir?............................................................................................................. 25
"Ulus Devlet"in Sonu mu? ................................................................................................ 27
Milliyetçilik ve Uygarlıklar................................................................................................ 29
Kürtlerin Devrimi............................................................................................................... 31
Açmaz .................................................................................................................................. 33
Politika, Taktikler ve Güven ............................................................................................. 35
Duvarın Ötesi ...................................................................................................................... 37
Türk Nedir? ........................................................................................................................ 39
Sosyal Demokrasi, Türkiye ve CHP ................................................................................. 41
Belgrad, Kudüs, Diyarbakır .............................................................................................. 43
Kolombus’un Yumurtası ................................................................................................... 46
ÖDP’de Yeni Dönem: Katharsise Dönüş ......................................................................... 48
“Kürt Partisi”, “Türkiye Partisi” ve Erkekler Partisi .................................................... 50
HADEP: “Kadınlar Partisi” mi “Erkekler Partisi” mi? ................................................ 53
Demokrasi ve Sosyalizmin Kopan Bağı ve “Demokratik Cumhuriyet” ...................... 55
Tarihin Laneti ..................................................................................................................... 57
Globalleşme ve “Ulus Devlet”in Sonu .............................................................................. 59
Söyleyene Değil Söyletene Bak! ......................................................................................... 61
● 4 ●
İçimden yazmak gelmiyor.................................................................................................. 63
Düğme ve Düğüm ............................................................................................................... 65
Sonun Başlangıcı................................................................................................................. 67
Osmanlı'nın Çöküşü ........................................................................................................... 69
“Alçaklığın Evrensel Tarihi”ne Katkı .............................................................................. 71
Sacayağı ............................................................................................................................... 73
Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı ..................................................................... 74
ÖDP Deneyinin Bir Dersi................................................................................................... 76
Filler Dövüşünce ................................................................................................................. 78
Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar ........................................................................................... 80
Tarihin "Komplo"su .......................................................................................................... 82
"Mene Mene Thekel Upharsin" ....................................................................................... 84
Politikanın Önceliği ............................................................................................................ 86
Kabus ................................................................................................................................... 89
Manhattan'da/n Bir Derviş................................................................................................ 91
Avrupa Birliği, Kürt Uyanışı ve Sosyalistler ................................................................... 93
● 5 ●
Bir Dönemin Eşiğinde
Önümüzdeki bir kaç yıl, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanların sonraki yıllardaki
yaşamını belirleyecek. 2000'de Yeni Gündem, böyle kritik bir dönemde yayına başlıyor.
Bu döneme girilirken, ortada üç ayrı program var.
Birincisi, bir takım makyajlarla durumlarını korumak isteyenler. Bunların çelik çekirdeğini,
özellikle son yıllardaki savaş esnasında elde ettikleri konumu korumak isteyenler oluşturuyor.
Toplumdaki değişim özlemi öylesine güçlü ki, bunlar bile, değişimden yana gibi görünüp, öze
dokunmayan bir takım makyajlarla etki ve güçlerini korumaya çalışıyorlar.
İkincisi, var olan egemen güçlerin konumlarını koruyabilmeleri için, sistemi baştan aşağı
reorganize edip, sistemi korumak üzere reformlar yapmak isteyenler. Yani bir bakıma
"Prusya Yolu"ndan, yukarıdan düzenlemelerle günün ihtiyaçlarına uygun bir rejim isteyenler.
Burjuvazinin önemli bir bölümü ve devlet bürokrasisinin bir kısmının bu programını, halkın
büyük çoğunluğu da, başka bir alternatif olmadığı sürece, destekleme eğiliminde.
Üçüncüsü, politikleşmeleri, örgütlülükleri ve istemlerini gerçekleştirmek için gösterdikleri
fedakarlık, irade ve esneklikleriyle ve de kökten bir demokratikleşme programlarıyla Kürtler.
Bu üç programın farkı en iyi millet ve milliyetçilik anlayışlarında görülebilir.
Birinciler, eskisi gibi, tüm demokratik haklar gibi tüm ulusal kimlikleri de inkar ve klasik
Orta Asya bağlamlı Türk milliyetçiliği anlayışındalar.
İkinciler, esas olarak Türk milliyetçisi olmaya devam ederken, diğer ulus, dil ve kültürleri eşit
hakka değil ama toleransa layık görüyorlar.
Üçüncüler ise, milletin tanımını, dil ve kültürle bağından koparıp hukuki bir tanıma
indirgeyelim diyen Kürtler. Bu yaklaşım içinde, bütün ulus, dil ve kültürler eşittir. Örneğin
Türkçe'nin ortak anlaşma dili olması Türkçe'nin ya da Türklerin bir üstünlüğünden değil,
pratik bir işlevden, en farklı dil gruplarınca konuşulan ortak dil olmasından kaynaklanır.
İkinci ve üçüncü projenin söylemlerinin benzerliğine bakıp, örneğin "anayasal vatandaşlık"
gibi, aynı oldukları sanılmamalıdır. Temel farkları, üçüncünün hak ve eşitlik olarak
gördüğünü, diğeri katlanılacak veya hoş görülecek olarak görür. Biri sırf Türkiye'ye ilişkin bir
çözümdür ve diğer devletlerle ilişkisinin temeli güçtür. Diğeri ise, milliyetçiliğin parçaladığı
Orta Doğu'da, tıpkı bir zamanlar Fatih'in yaptığı türden, modern dünya çerçevesinde bir
yeniden düzenleme programıdır. Kürtler, ayrılarak değil, bölgedeki bütün ulusları, dili,
kültürü ve etniyi, politik alanın dışına atan bir politikayla birleştirerek, bulundukları
konumdan kurtulup eşit bir partner olmayı hedeflemektedirler. Yani kendilerini kurtarmak
için başta Türkler, diğer milletleri de kurtarmak.
Geleceği bu programlar ve güçler arasındaki mücadele belirleyecektir. Biz Türkiye'nin
sosyalistleri ise, bu mücadelede yokuz. Sadece ciddi bir güç olmadığımız için değil,
programımız olmadığı için. Bir bağımsız program olmadan da bir güç olmak olanaksızdır.
● 6 ●
Biz sosyalistlerin, örneğin ulusal sorundaki, programı nedir? En kabadayımızınki "ulusların
kendi kaderini tayin hakkı". Peki ulus ne? Buna verilen cevap ise, özünde ulusçuluğun,
genellikle dile ve etniye dayanan türünün anlayışından kaynaklanan bir tanım. Bu arada, o
uluslar ve ulusçular ulusu daha değişik ve esnek, Amerika ve İsviçre'de olduğu türden
tanımlayarak daha bölgesel çözümlere yönelirken, biz sosyalistler, eski ulus tanımlarına hapis
oluyor ve ulusçuluk anlayışlarında daha esnek biçimlere ulaşan ulusçulardan bile geriye
düşüyoruz. Örneğin, ulusu hukuki tanıma indirgeyerek ulusçuluk çerçevesinde bir çıkış yolu
arayan Kürtler karşısında, ulusçuluğun alışılmış biçimleri çerçevesinde çözüm önerilerimizle,
klasik ulusçuluk anlayışının savunucusu oluyoruz.
Evet dördüncü bir program mümkündür. Bu, ulusal olanla politik olanın bağını koparmak
olabilir. Bu gün yeryüzündeki bütün devletler, ulus ilkesi bakımından bir şeriat devletidir.
Ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi yok edilerek, bu gün her hangi bir soydan veya
aşiretten olmanın veya yeşil gözlü olmanın nasıl bir politik anlamı yoksa, bir ulustan olmak
da bu düzeye düşürülebilir. İsteyen üç kişi bir araya gelip ulus kurabilir veya ulussuz olabilir.
Ulus tıpkı din gibi kişinin bir inanç ve tercih sorunu olabilir.
Biz sosyalistler ancak, ulusal olanla politik olanın bağını koparan böyle bir programla; ulusu
bir hukuki tanıma indirgeyip, ulusun tanımında dil ve kültürü politik alanın dışına iterek, en
azından kendisine ve bölgeye bir çıkış yolu sunarak günümüzün dünyasının ihtiyaçlarına
cevap vermeye çalışan Kürtlerin ve demokratik güçlerin dışında bağımsız bir güç olabilir ve
ancak böyle bağımsız bir güç olarak, Kürtler'i destekleyebiliriz.
Bütün yazılarımızın arkasındaki yönlendirici düşünce bu olacaktır.
30 Mayıs 2000 Salı
● 7 ●
Kangurular, Osmanlı'nın Çöküşü, Kastlar ve Türk Solu Veya İçine
Kapanma ve Taşlaşma
"Osmanlı'nın çöküşü, Hindistan'daki kast sistemi, Kangurular ve Türk solunun kısırlığı
arasında ne gibi bir ilişki var?" diye sorulabilir. Buna "Kant ve Gagalı Memeli (Ornitorenk)"
adlı son kitabının ön sözüne "Kant ve Ornitorenk arasında ne ilişki var? Hiç bir ilişki yok."
diyen Umberto Eco gibi bir cevap vermeyeceğiz. Çok ilişki var.
Lisedeyken bir Tarih öğretmenimiz, Osmanlı'nın çöküşünü, padişahların divan toplantılarına
katılmamaları teorisiyle izah etmişti. Padişahlar başlangıçta, divan toplantılarına katılıp
sorunlar hakkında doğrudan bilgi sahibi oluyorlarmış, sonra kafes arkasından dinlemişler ve
en sonunda da hiç izlemez olup, haremde keyif çatmaya başlamışlar ve de Osmanlı ondan
çökmüş.
Bu çocuksu açıklamada, neden olarak gösterilen ve yöneticilere de yansıyan dekadans,
uygarlaşmanın bir görünümü ve sonucu olarak alındığında içinde küçümsenmemesi gereken
bir doğruluk payı taşır. Klasik uygarlıklar, üretimle ilişkisiz tefeci ve bezirgan sermayeye
dayanır, toplum uygarlaştıkça bu sermayenin etkisi ve çürüme artar. Buna elbette fatihlerin de
içinde, başlangıçta "prima inter pares" (eşitler içinde birinci) olanın giderek ücretli
kapıkullarına dayanan despotlaşması eşlik eder. O, önce kafes arkasına çekilme ve haremde
"zevk ü sefaya dalma" gibi olaylar bu değişimi sembolize ederler.
Aslında benzer bir eğilim sol hareketlerde de görülür. Solcu olmadan önce, son derece zeki ve
kavrayışlı insanların, sol politikaya angaje olduktan sonra giderek bu yeteneklerini yitirdikleri
sık görülür. Bunun nedenlerinden biri, Marksizm diye öğrenilen klişeler, Prokrutes Yatakları
ise, diğeri de sosyalistlerin bir süre sonra, sırf solcular veya politik olarak angaje insanlarla
çevrili bir toplumsal kistin içinde yaşamaya başlamaları, çeşitli sınıflardan milyonlarca
insanın yaşadığı gerçekle bağlarının kopmasıdır. Bu mekanizmalarla, egemen sınıflara karşı
mücadele edenler, onlara has kimi semptomları gösterirler.
Bu içine kapanma ve giderek taşlaşma eğilimi toplum ve doğada da görülür. Örneğin
Avustralya ve Madagaskar gibi diğer kıtalarla ilişkileri kopan kara parçalarında evrim adeta
durmuştur. Avustralya bu nedenle Kanguru gibi, memelilere, Madagaskar da lemur gibi
maymunlara bir geçiş tipi sayılabilecek hayvanların bulunduğu bir yaşayan fosiller
dünyasıdır.
Benzer eğilim, Himalayalar ile diğer halkların saldırılarından oldukça iyi korunan ve bu
nedenle çok az istilaya maruz kalan Hindistan ve kısmen de Çin'deki taşlaşıp kastlaşma
eğilimlerinde görülür.
Biz Türkiye'nin sosyalistleri de kastlaşıp taşlaşmış uygarlıklara, yaşayan fosillere benziyoruz.
Bizlerin şekillenmesine yol açan 60'lı yılların dünyasının sorunları. Bu temel anatomik
özelliğimizi koruyoruz. Kimi yeni konular ister istemez gündemimize girdiğinde bile, bu
bizlere niteliğimizi veren anatomimizde değil, kimi görünümlerimizde bir değişikliğe yol
açıyor. Tıpkı bir virüsün, bir mikrobun ya da başka bir canlının varlığını sürdürebilmek için
● 8 ●
değişen koşullara, temel anatomik, onu o yapan özelliklerini değiştirmeden adapte olması
gibi. Yani değişim ve açılma gibi görünen bile, müthiş bir tutucuğun ifadesidir özünde.
Bu izolasyon sadece bütün olarak sol ile toplum arasında değil, solun kendi içinde de geçerli.
1960'lı yıllarda solun ortak tartışma konuları vardı. Dinamizmini biraz da buna borçluydu.
Hatta 1974 sonrası yükselişte bile 1974-75 yıllarında aynı derneklere gidilen bir dönem
olmuştu. Bu dönemde sosyalizme ve siyasi mücadeleye angaje olanlarla, daha sonra gözlerini
dünyaya belli bir hareketin içinde açanlar arasında bile önemli farklar vardır.
Bundan sonraki dönemde, seksenlerin sonuna doğru ortaya çıkan yükselişte bütünü
kapsamayan ortak bir tartışma eğilimi ortaya çıktı ise de, Duvar'ın çöküşü ile birlikte bu
gelişme de olmamışa döndü.
Bu günkü manzaraya bakılsın. Türkiye'nin sosyalistleri olarak dünyadan kopuğuz. Bırakalım
Türkiye'yi, dünyada sosyalistlerin ne program ne de bir stratejisi olmamasına rağmen, sanki
böyle bir sorun yokmuş gibi, bütün Türkiyeli sosyalistler altmışların dünyasında şekillenmiş
program ve stratejilerimizden memnun yaşamımızı sürdürüyoruz. Sadece bu kadar olsa iyi.
Sosyalistlerin kendi aralarında da ortak bir tartışma yok. Bu gün en azından kendine sosyalist
diyen her kesin okumak ihtiyacını hissettiği, en azından her eğilimden, partiden insanın
izlediği bir yayın organı var mı? Yok. Bu kadar olsa yine iyi,en çoğulcu olduğunu söyleyen
ÖDP bile, bunca yıldır, en azından kendi içindeki eğilimlerin birbirleriyle ve dünya
sorunlarını tartışabildiği ortak bir organdan yoksun. Her eğilim kendisi veya kendi içinde
tartışıyor.
Özetle, biz Türk sosyalistleri bu gün yaşayan bir fosiliz. Kendi Himalaya dağlarımızın veya
okyanuslarımızın ardında, dinamizmimizi yitirmiş ve kastlaşmışız. Üstüne üstlük çok da
taşralıyız. Ve bütün bunları bir de fazilet gibi görüyor, kendimize hayranlık içinde
bulunuyoruz.
Düşünsel bir dinamizm gösterebilmek için ilk koşul, sosyalistlerin dünyada da Türkiye'de de
bir program ve stratejilerinin olmadığını kabul etmek. Ve bunun üzerine, tüm parti içi
grupların, partilerin, hareketlerin, sosyalist ortamın, Türkiye'nin dışına çıkarak ortaklaşa
tartışmak.
Hala çok geç değil. Türkiye'nin içine girdiği bu önemli değişim döneminde en azından
bağımsız bir programa ulaşılabilir. Sonra geleceklere bir gelenek, bir hareket noktası
bırakılabilir.
06 Haziran 2000 Salı
● 9 ●
Demokrasi ve Sosyalizm İlişkisindeki Değişim
Biz Türk sosyalistlerinin bir programdan yoksunluğu ve bu yoksunluğu görmek istememe,
gizleme ve tartışmaktan kaçınma, giderek de hayatın dışına düşme eğilimi en iyi demokrasi ve
sosyalizm ilişkisindeki değişime gözleri kapamada görülür.
On dokuzuncu yüzyılda, sosyalistler, toplumsal ilişkilerin sosyalist dönüşümler için henüz
uygun olmadığını düşündükleri ülkelerde, demokratik dönüşümler, (ki bunun en kısa ve özlü
ifadesi, o zamanlar Avrupa'nın geri ülkeleri sayılan Almanya ve Rusya gibi ülkelerdeki
sosyalistlerin "Demokratik Cumhuriyet" formülasyonuydu.) ileride sosyalist devrim
mücadelesi için en elverişli koşullarda yola çıkabilmek için talep ediliyordu. Kısaca,
demokrasi mücadelesinin kazanımları sosyalist devrimi kolaylaştırıyor, ona elverişli şartlar
sunuyor ya da daha doğrusu böyle bir kabulden yola çıkılıyordu.
Yirminci Yüzyılda, demokrasi sosyalist bir devrim için koşulların hazırlayıcısı olmaktan
çıkıp, kendisi sosyalist devrime dönüşme eğilimine girdi. Yirminci yüzyılda, bütün
demokratik karakterli hareketler (Rusya, Çin, Yugoslavya, Küba) bu devrimlerin dinamikleri
içinde, burjuvazinin korkaklığı ve işçilerin öne geçerek köylülüğü yedeğine almasıyla,
sosyalist devrimlere dönüştü. Eğer tarihçi Hobsbawm gibi, yirminci yüzyılı, Ekim Devrimi ile
başlayan ve Sovyetlerin çöküşüyle biten bir "kısa yüzyıl" olarak tanımlarsak, ona damgasını
vuran olay, demokratik karakterli devrimlerin sosyalist karakterli devrimlere dönüşmesidir.
Ne var ki, bu ilişki, içinde bulunduğumuz yüzyılda kopmuş ve niteliksel bir değişikliğe
uğramış bulunuyor. Günümüzde demokratik karakterli hareketler ne on dokuzuncu yüzyıldaki
gibi sosyalist devrim için toprağı hazırlama ne de yirminci yüzyıldaki gibi sosyalist devrime
dönüşme özelliği göstermektedir. Demokrasi ve sosyalizmin klasik ilişkisi kopmuş
bulunuyor.
Demokratik devrimci hareketlerin sosyalist devrimlere dönüşmesi, devrimin ve çağın
dinamiklerinden kaynaklanıyordu. İşçiler, nüfusun çok küçük bir yüzdesini bile
oluşturduklarında, uluslar arası işçi sınıfının örgütlülüğünün ve programının bir parçası olarak
bağımsız bir sınıf özelliği taşıyabiliyorlardı. Ve yine o dünya Proletaryasının bir parçası
olarak, bir gün onların yardıma geleceği beklentisiyle, kendisini demokratik görevle
sınırlamıyordu.
Bu günün dünyasında, işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak bağımsız kimliği ve bayrağıyla
bir alternatif olduğu görülmüyor. Çünkü işçi sınıfı hem nesnel olarak zengin ve yoksul ülkeler
arasında çok güçlü bir yeni bölünmenin etkisi altına girmiş hem de bununla zamandaş olarak
bir demoralizasyon içinde ideolojisiz, programsız ve stratejisiz bir duruma düşmüş bulunuyor.
Bu durum, yirminci yüzyılın tersine, oldukça güçlü olduğu ülkelerde bile bağımsız bir güç
olarak ortaya çıkışının önünde bir engel oluşturuyor. Son on yıllardaki bütün demokratik
karakterli hareketlerde, Doğu Avrupa'dan, Latin Amerika veya Uzak Asya'ya kadar, işçiler,
ücretliler demokratik hareketin bel kemiğini ve esas gücünü oluşturmakla birlikte bağımsız
bir güç olarak, işçi sınıfı olarak, kendi bayrak ve programlarıyla orada yokturlar.
● 10 ●
Güney Afrika gibi, demokratik hareketin adeta temelini oluşturduğu, kısmen işçi kimliğiyle
hareket içinde yer aldığı ideal durumda bile, işçiler kendilerini demokratik görevlerle
sınırlıyorlar.
Peki günümüzde kendini demokratik görevlerle sınırlama, on dokuzuncu yüzyılda olduğu
türden, sosyalist bir devrim için koşulları sağlayıp, onu yaklaştırıcı bir işlev görür mü? Hayır.
Bizzat Güney Afrika yine bunun olmayacağının ip uçlarını veriyor. Güney Afrika, giderek bir
alt emperyaliste dönüşmektedir. Bu ülkenin önündeki zorlukları aştığı var sayıldığında, yani
zengin bir ülke olması halinde, yeryüzünün beyazları arasına katılmış bir siyah ülke olacaktır.
Böyle bir ülkenin işçileri ise, sosyalizm için değil, kendi imtiyazlarını korumak için mücadele
etmeyi yeğleyeceklerdir, bütün zengin ülke işçilerinin tarihsel pratiğinin gösterdiği gibi.
Türkiye'deki demokratik mücadele ve biz Türkiye'nin sosyalistleri de bu sorunlarla karşı
karşıyayız ama bunu görmek, açıkça ortaya koymak ve tartışmaktan kaçıyoruz. Demokrasi ve
sosyalizm ilişkisini geçen ya da evvelki yüzyılın formülleriyle idare ediyoruz.
Kimse şu gerçeği açıkça kabul etmiyor: En demokratik reformları ve dönüşümleri, en radikal
tarzda yapmış bir Türkiye fiilen alt emperyalist bir Türkiye olur, sosyalizme yaklaşmaz
uzaklaşır. En iyi koşullarda, İsveç türünden, siyasi iktidarın işçilerin elinde olduğu kapitalist
bir ülke olur. Bir zamanlar "Pavrus Efendi"nin ön gördüğü şey, İşçi Sınıfının kendini
sınırlama koşullarında gerçek olabilir.
Bu gün Türkiye'deki bütün sosyalist partilerin her hangi birisinin programı aslında,
gerçekleşmesi halinde bir emperyalist Türkiye, zenginler arasına katılmış bir Türkiye
programından başka bir şey değildir. Biz sosyalistler bu gerçeğe gözlerimizi kapamak
zorundayız, çünkü o zaman var oluş koşulumuz ortadan kalkar, gerçek bir sosyalist hareketin
değil tabii, biz ortalığı kaplamış fosillerin.
13 Haziran 2000 Salı
● 11 ●
"Kürt Sorunu"ndan Türk Sorununa
"Kürt sorunu" kavramının kendisi aslında "politik doğruluk"tan yoksundur. Bu kavram
Kürtlerin dışındaki bir öznenin konumundan, Kürtleri nesne olarak ele alır ve onları zımnen
bir sorun, bir dert, bir bela olarak tanımlar. Bir kurbanın aynı zamanda bir problem, bir sorun
olarak tanımlanması, tam da ev sahibini bastıran yavuz hırsızlıktır.
Evet, "Kürt sorunu" politik doğruluğu bulunmayan bir kavramdır ama Türkiye'de "Türk
sorunu", politik olarak doğru bir kavramdır. Çünkü sorunun kendisi Türklerdir ve üstün
konumlarından dolayı, böyle bir tanımlama onların baskı altına alınmasının aracı değil, aksine
onların uyguladığı baskının ortadan kaldırılmasının aracı olabilir.
Kürtler de uzun süre, "Kürt sorunu"ndan söz ettiler. Ne var ki, yeni süreçle birlikte, artık
Kürtler, "Kürt sorunu"nu değil, Türk sorununu çözmeye girişmiş bulunuyorlar. Yeni
politikanın en kısa ve özlü tanımı, onun Türk sorununu çözme politikası olmasıdır. Bu
politikanın nesnesi Türklerdir.
Yeni politikaya yönelik eleştirilerin özü de "sen kendini sorun olmaktan çıkardın mı ki, Türk
sorununu çözmeye kalkıyorsun" olarak tanımlanabilir. Kendini kurtarmayanın, kendisine
yararı olmayanın başkasına yararı olur mu?
Düz mantık hep böyle çalışır. "Herkes kendi evinin önünü süpürürse bütün şehir tertemiz
olur". "Önce kendine faydan olsun ki başkasına da olabilsin". Hatta bu anlayışın sosyalist
örnekleri de var "insan kendisini değiştiremeden, kendisi sosyalist bir yaşama sahip olmadan,
dünyayı nasıl değiştirsin" türünden. Bütün bu bilgeliğin son perdesi olarak her gün bir
yerlerde duyulan sözler, hep insanların nasıl değişeceği sorununu toplumla, hayatla ve
eylemle ilişkisinden koparırlar ve burjuva rasyonalizminin ifadesidirler.
Gerçek ise diyalektiktir: insanlar ancak toplumu değiştirirken kendilerini değiştirebilirler;
ancak dünyayı sosyalist yapmaya kalkarlarsa belki kendileri de biraz sosyalistleşebilirler;
bütün şehrin temizliği için mücadele ederken, kendi evlerinin önünün de pis olduğunu
görebilirler.
İşte Kürt hareketinin de yaptığı bu. O boyuna posuna bakmadan, sanki kendini kurtarabilmiş
gibi, şimdi tutuyor Türkleri, hatta sadece Türkleri de değil, bütün Orta Doğu'daki halkları
kurtarmaya kalkıyor.
Yeni politikanın eleştirmenlerinin veya onda yeni olanı görmeyenlerin anlamadığı tam da
budur: Kürtler ancak Türkleri, hatta Orta Doğudaki halkları kurtarmaya kalkarlarsa
kendilerini de kurtarabilirler.
Bunun için önerdikleri basit ve sağlam bir program: "gelin ulusun tanımından dili, etniyi,
kültürü çıkaralım, onu tıpkı ABD veya İsviçre'de olduğu türden Hukuki bir tanıma
indirgeyelim ve demokratik hakları garantileyelim" diyorlar. Bu programla artık sadece kendi
evlerinin önünü değil, bütün bölgeyi süpürmeyi öneriyorlar.
● 12 ●
Bu program Orta Doğu'da şu an en dinamik ve politize kitle olan Kürtler tarafından
destekleniyor ve ister istemez bütün politik güçler üzerinde bir etkide bulunuyor ve ilerde çok
daha fazla bulunacaktır.
Biz sosyalistler ise, tam da yeni politikanın muhalifleri gibi, bilgeliğin son perdesine göre
davranmaya devam ediyoruz. Ne dünyayı ne da bölgeyi kurtarma gibi hayallerle
uğraşmıyoruz. Son derece gerçekçi politikacılar olarak, kendi köyümüzün ötesini görmemeye
devam ediyoruz. Derdimiz Türkiye. Aslında biz bizeyken milliyetçi diye küçümsediğimiz
Kürt hareketinden çok daha milliyetçi ve taşralıyız. Kürtler klasik söylemleriyle ulusçuluğun
klasik biçimlerini aşarken, Sosyalist hareket, "anti globalist" ve "sınıfçı" bir söylemle tipik
taşralı milli dar görüşlülüğün sınırlarını aşamıyor.
Bizler sosyalist olmanın kişiyi, hareketi veya örgütü, egemen ulus, cins, ırktan olmanın körlük
ve imtiyazlarından azade kıldığını sanmaya devam ediyoruz. Açın yayın organlarına bakın,
biz Türkiye'nin sosyalistleri, hala "Kürt Sorunu"nun nasıl çözüleceğinden söz ediyoruz.
Kürtleri bir nesne olarak ele alarak, aslında bir sosyalist gibi değil bir Türk gibi
düşündüğümüzü ele veriyoruz. Biz Sosyalistler hala "Kürt sorunu" üzerine kafa yoralım,
Kürtler Türk Sorununu çözmeyi önlerine koyuyor. Biz sosyalistler bir ulusal hareket
tarafından aşıldığımızın ve aslında çözümün değil sorunun bir parçası haline dönüştüğümüzün
farkında bile değiliz.
Sosyalistlerin Kürtlerden öğrenmeleri gereken şu: Dünyayı kurtarmaya kalkmazlarsa, ne
bölgeyi, ne Türkiye'yi ne de kendilerini kurtaramazlar ve değiştiremezler.
23 Mayıs 2000 Salı
● 13 ●
Avrupa'ya Yandaş ve Karşı Görüşlerin Ortak Varsayımları
Bu günün dünyasında Türk sosyalistleri elinden oyuncağı alınmış çocuk durumundalar.
Geçen yüz yılda demokratik talepler etrafındaki işçilere ve köylülere dayanan hareketler
hemen daima sosyalist devrimlere dönüşme özelliği gösteriyorlardı ve bu nedenle demokratik
karakterdeki minimum programları savunmak sosyalist kimlik açısından fazla bir sorun
oluşturmuyordu.
Arada dünyada büyük değişiklikler oldu, ama biz sosyalistlerin programı yine aynı minima
program çerçevesinde demokratik dönüşümler olarak kalmaya devam etti. Bu dünya tarihsel
değişikliklerden sonra, bu demokratik dönüşümlerin gerçekleşmesinin sosyalizme yol
açmayacağını bütün sosyalistler, bir şekilde her ne kadar bu sorundan kaçsalar da, seziyorlar,
o takdirde sosyalist kimliklerini programatik bir alternatifte ifade edebilecek bir yaklaşımları
bulunmadığından, bu sefer söylem düzeyinde bir işçi sınıfı ve sosyalizm vurgusunun eşlik
ettiği demokratik hedefler çerçevesindeki güçlerle en esnek şekilde bir araya gelmekten
kaçışın karakterize ettiği bir politikaya hapis oluyorlar.
Hepsi, çok iyi sezdikleri şu gerçeği görmezden gelerek karanlıkta ıslık çalıyorlar: sosyalist
partilerin, iktidara gelmeleri ve programlarını gerçekleştirmeleri halinde kuracakları sistem,
kapitalist ve modern bir gelişim için en ideal olanakları sunar ve Türkiye dünyanın zengin
ülkeleri arasına katılır. Alın ÖDP'nin ya da diğer parti veya hareketlerden birinin programını
okuyun, o programların gerçekleşmesi alt-emperyalist bir Türkiye yaratır. En ideal koşulda,
İsveç ya da Avustralya'da bir zamanlar olduğu gibi, işçilerin iktidarı altında, daha sosyal
devletçi, daha demokratik ve tam bu nedenle daha büyük oranda nispi artı değere, yani
modern tekniğe ve yüksek üretkenliğe dayanan bir kapitalizm olur bu.
Abdestinden emin olan taktiklerde esnek olmaktan korkmaz, gereğinde şeytanla bile ittifaklar
yapmaktan kaçınmaz. Ama biz sosyalistler, abdestimizden emin olmadığımızdan yani, uzak
bir geleceğin değil bu günün dünyası için acil bir programımız olmadığından, bu eksikliği
taktikler ve ittifaklarda sekterlikle ve söylem düzeyinde bir anti kapitalizm ve sınıf vurgusuyla
kapatmaya çalışıyoruz. Böyle yaparak sadece kendimizi politikanın dışına atmakla
kalmıyoruz; Türkiye'deki politikanın da önünü tıkıyoruz. Çünkü bağımsız bir sosyalist çizgi
ve bu çizginin aktüel politikada yeri olmayınca demokratik güçlerin toparlanması; demokratik
güçlerin toparlanması olmayınca liberal güçlerin ayaklarının altındaki toprağın kayışını
engellemek için devletin kontrolünden çıkması gerçekleşmiyor.
Bu en iyi Avrupa Birliği konusunda görülebilir. Avrupa'nın Türkiye'yi içine almak,
Türkiye'ye egemen Genel Kurmayın da Avrupa'ya girmek diye bir derdi olmamasına ve
ortada bu iki gücün de işine gelen bir kayıkçı dövüşü sürmesine rağmen, sorunun özünü
ortaya koyabilmek için, sosyalistlerin argümanlarının mantığını ortaya çıkarabilmek için bu
gibi sorunları bir yana atalım.
Türk sosyalistlerinin çoğu, Avrupa birliğine şu gerekçeyle karşı: Avrupa'ya girmek,
Türkiye'de yaşayan insanların, daha özgür ve daha refah içinde yaşamasına yol açmaz. O ne
siyasi ne de iktisadi bakımdan Türkiye'deki insanların çoğunluğuna bir şey kazandırmaz.
● 14 ●
Dikkat edilsin, bunun ampirik olarak doğru olup olmadığından önce, dayandığı mantığın ne
olduğu önem taşımaktadır. Bu mantığa göre, yani Avrupa'ya girmenin Türkiye toprakları
üzerinde yaşayan insanlara iktisadi ve siyasi düzeyde daha müreffeh ve özgür yaşama
olanakları getirebilmesi halinde, karşı çıkan Türkiyeli sosyalistlerin Avrupa'ya katılmayı
savunması gerekecektir.
Durum böyle olunca, olgulara gözlerini kapayanlar Avrupa'ya karşı çıkanları; olguları kabul
edenler de Avrupa'ya girmekten yana olanları oluşturuyor.
Bu günkü dünyada gerçek bir sosyalist politika ise, bu kutupların her ikisinin dayandıkları
ortak gizli varsayımı sorgulamalıdır. Ortalığı kaplamış sosyalistlerden ayrı olarak, tam da
Avrupa'ya giriş zengin ve özgür bir Türkiye anlamına geleceği ya da ancak böyle bir Türkiye
Avrupa'ya gireceği için AVRUPALILIĞA karşı çıkmak gerekmektedir. Sorunu Avrupa
Birliğine girip girmeme değil; Avrupa birliğini yok etme olarak koymalıdır. Bu ise, somutta
sadece Türkiye'ye ilişkin değil; Dünya'ya ilişkin bir program demektir; hem öyle uzak
geleceğin, somut politikadan uzak programı değil; somut politikanın acil programı olarak.
Dikkat edilsin, savununlar da karşı olanlar da, yeryüzü ölçüsündeki Apartheit rejimine karşı
değildirler, onu sorgulamamaktadırlar ve ona karşı bir alternatif getirmemektedirler. Onlar
kendi köylerinin ötesini görmemekte, sadece Türkiye'yi düşünmektedirler yani Avrupa'ya
karşı çıkanlar da girelim diyenler de milliyetçi sosyalistlerden oluşmaktadır.
Dikkat edilsin, Avrupa Birliği'ne girmeye yandaş ya da karşı olmak değildir artık sorun,
Avrupalılığa, zengin ülkelerin kendi etraflarına duvarlar örüp, yer yüzünde bir Apartheit
rejimi oluşturmalarına karşı olmak ve ona karşı uzak bir gelecek için değil, günümüz için bir
program getirebilmektir. Ne olabilir bu program? Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulus ilkesine
dayanan siyasi sistemler Apartheit sistemine yol açmaktadır. Buna karşılık, ulus ile politik
olanın çakışması zorunluluğunu ortadan kaldıran, ulusu, tıpkı din gibi kişinin bir inanç ve
seçim olarak ele alan bir program olabilir. Böylece bir çözümün aslında bir çok çözümü de
içerdiği görülebilir. Bu aynı zamanda sosyalistlerin ulusal sorun karşısındaki bağımsız
programıdır da.
Bu hem aktüel politika açısından, demokratik karakterdeki, ulusu dil ve kültür ile ilişkisinden
koparıp, hukuki bir tanıma indirgeyen programın karşısında, sosyalistlerin acil bağımsız
programı olur, hem de onlarla hiç bir komplekse kapılmadan ittifak yapmayı mümkün kılar.
O zaman böyle taktik konulardaki kabızlık sekterliğin; programatik olarak içi boş ama
görünüşte sol söylemin yerini, tamamen var olanın zıttı bir politika alabilir.
O zaman sosyalistler hiç bir komplekse kapılmadan, bu gün Türkiye'ye egemen olan, Osmanlı
yadigarı, keyfi bürokrasiye ve inkar politikalarının devamına varlığını bağlamış güçlere karşı,
herkesle iş birliği yapabilir, bu politikanın başarısının Kürt ve Türklerin refah ve özgürlüğünü
getireceğini söyler ve onlara sırf kendi refah ve özgürlükleri için değil, tüm insanlığın
yaşaması için, bencilliklerine karşı kendi programını önerir. Böyle küçük de olsa bağımsız bir
gücün varlığı olmadan sosyalist bir politika, küçük de olsa sosyalist bir güç olmadan,
demokratik güçlerin hizaya dizilmesi; demokratik güçler hizaya dizilmeyince liberallerin
● 15 ●
ayaklarının altında kayan toprağı kurtarmak için daha tutarlı pozisyonlara geçmesi ve
inkarcıların tecridi gerçekleşemez.
23 Haziran 2000 Cuma
● 16 ●
Hedef Olmak
Politikayı ciddiye alanlar onun kuralları belli, eşit konumdaki güçlerin bir sportif mücadelesi
olmadığını iyi bilirler, bu nedenle karış tarafı faul yaptığı için suçlamayı akıllarından bile
geçirmezler. Karşı tarafın her durumda faul yapacağından hareket edip, bu faullerin
zararlarından kurtulmak için kendilerinin yapması gerekenler üzerine kafa yorarlar.
Dolayısıyla ciddi politikacılar karşı tarafta değil, kendi tarafında arar eleştirecek noktaları.
Aslında karşı tarafı suçlama, ondan bir beklenti, politika ve savaş hakkında sahte ve tehlikeli
hayaller demektir. Daha somut konuşalım. Bu gün, Türkiye'de demokratikleşmeye karşı olan,
tüm sisteme egemen güçlerin, var olan konumlarını korumak için her türlü yolu
denemelerinden daha olağan bir şey olamaz ve dolayısıyla onları anti demokratiklikleri
nedeniyle suçlamak kadar da çocuksu bir davranış tasavvur edilemez.
Ama açın sol yayınlara bakın. Hepsi, karşı tarafı eleştirmekte, onu tutarlı olmaya, oyunun
kurallarına uymaya çağırmaktadır adeta, sanki ortada bir oyun varmış gibi. Garip bir totoloji
yaşanıyor. Türkiye'nin demokratikleşememesinin nedeni olarak, demokrasiye karşı olan
güçler suçlanıyor. Anlamsız bir suçlamadır bu. Onların görevidir demokrasiye karşı olmak.
Bizim görevimiz de onları etkisiz kılmak, tecrit etmek. Biz görevimizi yapıyor muyuz? Sorun
budur. Onlar kendi görevlerini yapıyorlar.
Onlara karşı eleştiri silahıyla değil, silahların eleştirisiyle etkili mücadele edilebilir. Ama
onların silahlarının eleştirisi için, eleştiri silahını kendimize yöneltmemiz gerekir.
Somut konuşalım. En basitinden Türkiye'deki demokratik reformlar sorununu ele alalım. Bu
reformların gerçekleşmemesinin sorumlusu kimdir?
Osmanlı yadigarı, milleti "devletin bir unsuru" olarak gören, Türkiye'nin gerçek egemeni
devlet partisi mi? Hayır.
En korkak çıkışlarını bile, ardından sadakat beyanlarıyla olmamışa çeviren, devlet karşısında
yerle yeksan olan burjuvazi mi? Hayır.
Özünde "Batıcılık bizi halkın çoğunluğundan tecrit eder, egemenliği sürdürebilmek için, ona
ters düşmeyecek kültür biçimlerinde yaşayalım" diyen ve şehir yoksullarının, Batıyla
kaynaşmış ve onun kültür ve yaşam biçimlerini sürdüren üst sınıflara duyduğu tepkiyi
yedeğine alan Anadolu burjuvazisinin, aslında demokrasi ve demokratikleşme diye bir derdi
olmayan; "gardorop batıcılığı"nın ikiz kardeşi ve suç ortağı gardorop islamcılığı mı? Hayır.
Bütün bu güçler, kendi konum ve çıkarlarının gereğini yapıyorlar.
Demokratik dönüşümler için ellerinden geleni hatta gelmeyeni yapan, ama daha ötesine
maalesef güçleri yetmeyen Kürtler mi? Hayır. Onlar yapayalnız bırakılmış bir şekilde
gerekeni fazlasıyla zaten yapıyorlar. Onlardan daha fazlasını beklemek nankörlük olur.
Peki kimdir Türkiye'nin demokratik dönüşümler gerçekleştirememesinin önündeki en büyük
suçlu, kimdir en büyük engel?
● 17 ●
Biz sosyalistler. Türkiye'nin demokratikleşememesinin en büyük sorumlusu yine bu anti
demokratik sistem içinde yine en çok baskı ve zulme uğrayan; bu anti demokratik sistemin
kurbanı olan biz sosyalistleriz. Bunu açıkça ve namusluca ortaya koymak gerekmektedir.
Biz görevlerimizi yapmadığımız için, diğer güçlerin konumlarında bir değişim
gerçekleşmemektedir.
Görev yapmayı dar anlamda, günlük çalışma olarak anlamamak gerekiyor. Elbette bu
olmadan hiç bir şey olmaz. Aslında tüm olumsuzluklara rağmen, bu tür günlük çalışmaları
sabırla sürdüren yığınla sosyalist var. Bu alanda bir eksiklik yok. Ama bir perspektif
olmayınca, bu insanlar bir süre yoruluyor, yılıyor ve bir süre sonra bir kenara çekilme eğilimi
gösteriyorlar. Böylece olumsuzluk olumsuzluğu yaratarak bu fasit daireden çıkışı
sağlayabilecek güçleri zayıflatıyor.
Türk sosyalistleri görevlerini yapmıyor çünkü son on yılların dünya tarihsel gelişmeleri
karşısında ya liberalleşmiş olarak ya da demokratik pozisyonlardan dünyaya gözlerini
kapayarak politika yapmaya çalışıyor.
Hiç bir gerçeğe gözleri kapamadan, hiç bir tabu tanımayacak ama o gerçekler karşısında da
teslim olup liberal konumlara düşmeyecek bir sosyalist harekete ihtiyaç var. Bu ise ancak var
olan sosyalist örgüt ve gruplara karşı ciddi bir mücadele ile şekillenebilir.
Bu gün örneğin, Kürtlerin demokratik taleplerini, onlardan daha ısrarlı savunan, onlara
yönelecek saldırlar karşısında okları, yani devletin şiddetini kendi üzerine çekecek, ama aynı
zamanda kendi bağımsız programını savunabilecek bir sosyalist hareket yok.
Örneğin, son günlerde HADEP'e yönelik tehditleri ve provakasyonları, sosyalistlerin,
Türkiye'nin ve kendi gündemlerinin başına alıp, bu saldırıya karşı savunma hattının başına
geçmeleri gerekirken; konulardan bir konu gibi soruna yaklaşıyorlar. Soldan egemenlerin
suskunluğunu destekliyorlar. Bugün bu çizgiye tamamen zıt politika yapabilecek bir sosyalist
harekete ihtiyaç var. Ama politika ve taktiklerde değil sadece, programatik ve stratejik olarak
da var olanların tamamen zıttı bir sosyalist hareket gerekli.
Politika ise, açıcı stratejik ve programatik perspektifler, hedefler olmadan, güç tüketmeye yol
açar ve uzun vadede yorgunluk getirir. Ancak programatik ve stratejik sağlamlık yorgunlara
güç verip, yeni ufuklar açabilir. En ağır yenilgileri yeni bir atılımın başlangıcı yapabilir.
Biz Türkiye sosyalistlerinin ise, program ve strateji konularında namazı kılınmış, Bektaşi'nin
dediği gibi. Hedefimiz olmadığı için, anti demokratik güçlerin hedefi olmayı da
beceremiyoruz. Niye HADEP'e böyle saldırı ve provakasyon yoğunlaşıyor da bize değil. Bu
sadece HADEP'in güçlü olmasıyla mı, yoksa bizim söylediklerimizin artık hiç bir açıcılığı
olmamasıyla mı ilgili? Ancak hedefi olanlar hedef olmanın değerini bilirler. Yakından
bakılınca da, gerçekten hedefi olanların hedef olduğu görülür. Hedefimiz olmadığı için hedef
de olamıyoruz.
03 Temmuz 2000 Pazartesi
● 18 ●
ÖDP ve Medya Üzerine Öylesine Düşünceler
Geçen hafta İsmet Berkan tüketime yönelik bir araştırmanın sonuçlarına dayanarak aylık
harcamaları yuvarlak hesap iki bin doların üzerinde olan ve nüfusun kabaca yüzde on
dördünü oluşturan 1 milyon 835 bin hanenin tüm medya ve reklamın öznesi, konusu ve
muhatabı olduğunu belirtiyor ve medyada yer almayan esas büyük ve yoksul çoğunluğun ise,
seçimlerde hiç medyada yer almamış partilere oy akıtarak varlığını hissettirdiğini yazıyordu.
Ve şu gözlemde bulunuyordu:
"Sosyoekonomik olarak iki buçuk olduğunu söylediğim Türkiye'ler medya gözünden
bakıldığında aslında iki tane: Medyanın yazdığı Türkiye ve yazmadığı Türkiye. Medya, D ve E
gruplarından, bu gruplarda yer alan insanların hayatlarından hemen hemen hiç söz etmiyor.
Ne radyoda ne TV'de ne de gazetede o insanları görebiliyorsunuz. Bir Marslı olsanız ve uzay
geminizle Türkiye üstünde yörüngeye girip medyayı izleseniz, bu ülkede hiç fakir insan
yaşamadığı inancına kolayca sahip olursunuz. Oysa bu araştırmaya göre ülke nüfusunun
yarısı ya fakirlik sınırında ya da o sınırın hemen altında yaşıyor."
ÖDP'nin medyatik olmaya ve Medya'nın ÖDP'ye ilgisinin bu istatistikle hiç mi ilgisi yok?
Seçimlerden önce, gazeteleri okuyanlar, örneğin Marslılar, pek ala ÖDP'nin en azından
barajın üzerinde bir oy alacağı izlenimine kolayca kapılabilirdi ve bir çok ÖDP'li de öyle
düşünüyordu. Sonuç ortada. Demek ÖDP bu medyanın yazdığı dünyadan.
1970'lerin radikalleşmesinde, enflasyon karşısında hızla yoksullaşan ve politize olan şehir
orta sınıflarının radikalleşen çocukları, bu gün artık o medyanın öznesi, nesnesi ve muhatabı
olan gruba dahiller. Bu yaşlanmayla bağlı gibi görünen sınıfsal kayma damgasını vuruyor
ÖDP'nin politikalarına. Elbette ÖDP'ye gönül verenler içinde çok geniş bir kesim bu gruba
dahil değildir ama, ÖDP'ye damgasını vuran kesim ve eğilimler bu medyatik üst grubun
eğilimlerini, stilini ve çıkarlarını yansıtıyorlar.
ÖDP, 1960'ların Türkiye İşçi Partisi gibi, yükselen bir işçi hareketine veya Dev-Genç'te
olduğu gibi gençlik radikalleşmesine dayanmadı ve onun bir yansıması değildi. ÖDP
1970'lerin bütün sosyalist hareketlerinin üzerinde yükseldiği, Türkiye tarihinin en büyük
politizasyon ve radikalleşme dalgasına da dayanmadı.
Bu iki yükselişte radikalleşmiş ve politize olmuş insanların, dünya ölçeğinde, dünya tarihsel
bir yenilgi ve demoralizasyon ortamında ve Türkiye'de de Kürtlerin mücadelesine karşı özel
savaşın ve Türk şovenizminin yükseldiği bir ortamda, bir araya gelişleridir ÖDP. Yani bu
insanların geçmişleridir ÖDP'yi var eden, toplumsal mücadelelerin ihtiyaçları ve dinamikleri
değil. Eğer altmışlar ve yetmişlerin politizasyon ve radikalleşme ortamından etkilermiş
insanların öznel tarihleri olmasa ÖDP diye bir parti olmayabilirdi. O bu çok özel, çok spesifik
grubun, hatta daha açık ifade edersek, eski sol örgüt militan ve taraftarlarının ihtiyaçlarının
ürünü olarak ortaya çıkmış bir yapıdır ÖDP; yükselen bir işçi hareketinin veya kitle
radikalleşmesinin değil.
ÖDP'nin bu özelliği elbette kendi başına ; örneğin kimilerinin dediği gibi, sarhoşların
düşmemek için birbirine dayanması olarak; bir olumsuzluk olarak değerlendirilemez. Pek ala,
● 19 ●
ilke düzeyinde, Dünya ve Türkiye'deki yükselen eğilimlerin akıntısına karşı durma çabası
olarak da görülebilir. Ve öznel olarak, onda yer alanlar için böyle bir anlamı da vardır.
Küçük katalizatörlerin, mayaların kimyasal reaksiyonlardaki büyük önemi bilinir. Aynı şey
toplumsal süreçler için de geçerlidir. Büyük toplumsal değişikliklere, genellikle olağan
zamanların adı bilinmez küçük grup, parti ve eğilimlerin damgasını vurması da bir rastlantı
değildir.
Eskiden su tulumbaları olurdu, bunlarla su çekebilmek için içine biraz su koymak gerekirdi.
ÖDP belli bir toplamsal hareketlenmeye dayanmamasına rağmen, tulumbaya koyulan su
fonksiyonu görebilir; olmayan hareketlenmeleri canlandırabilirdi.
Ama ÖDP ne akıntıya karşı bir direniş ne de tulumbaya bir parça su olabildi. Aksine Türkiye
ve dünyada döneme damgasını vuran eğilimler, ÖDP'ye de damgasını vurdu; ÖDP içinde
onları güçlendirdi. Niçin?
Bunda ÖDP'nin politikasını belirleyenlerin, yani altmış ve yetmişlerde politikleşmiş
kuşakların bu günkü toplumsal konumları belirleyicidir. Bunlar, o medyanın öznesi, nesnesi
ve muhatabı olan gruptadırlar. Artık yetmişlerin radikalleşen genci değildirler. Bu nedenle
ÖDP, çoğunluğu eski radikal ve demokrat hareketlerden gelse de bir burjuva sosyalizmi
eğilimi göstermektedir. Bu nedenle akıntıya karşı direniş değil, akıntıyı eski geleneklere
yedirme çabası olmaktadır.
ÖDP, Dünyada ve Türkiye'de gericiliğin yükseldiği dönemde, tek radikalleşmeyi ve
politikleşmeyi sürdüren Kürtlerin bu dalgasının yanında yer alarak, bu basınca karşı
durabilirdi. O ise onun yanında yer almaktansa uzak durdu. Bunun iki temel nedeni var gibi
görünüyor. Birisi, ÖDP'nin bir Türk partisi olmasıdır. Yani o ezen ulus eğilimlerini
yansıtmıştır, ezilen ulus içinde yoktur.
Ama daha önemlisi ve bu eğilimi katmerlendiren, Türklerin sadece üstteki ulus değil, adeta
üst sınıf da olmalarıdır; Türklerin durumundaki toplumsal kaymadır. Türkiye'nin şehirlerinde
artık sınıfsal ve ulusal bölünme arasında ilginç bir bağlantı da oluşmuştur. İşçi sınıfının en alt
ve örgütsüz kesimlerini Kürtler oluşturmaktadır. Kürtlerin akışıyla Türkler üstteki ulus
konumlarına ek olarak, toplumsal konum bakımından da bir üste kayış yaşamıştır. Örneğin
Turizm patlamasıyla birden bire küçük bir işverene dönüşen eskinin işçi, memur veya
köylüsü, pansiyonunda, lokantasında, kafesinde, plajında, artık yanında yoksul Kürt'ü işçi
olarak çalıştırmaktadır. Sınıfsal ve ulusal bölünme arasında, hiç de küçümsenmeyecek bir
çakışma ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla batının işçilerine ve en yoksullarına hitap eden; esas onları örgütlemeyi hedef alan
bir partinin Kürt sorununda ÖDP'den çok başka bir politika izler veya Kürt sorununda hassas
olan parti şehir yoksulları arasında etkili olur. Refah ve HADEP bunun en açık göstergesidir.
ÖDP ise işçilerin ve Kürtlerin değil, Türklerin ve orta sınıfların eğilimlerine göre onları
okşayan ve onların ifadesi olan politikalar yaptı ve yapıyor. Ve artık bu politikalar ve
toplumsal yapı birbirini üretmektedir. ÖDP'nin Türk orta sınıflarına dayanması; Kürt'lere
duyarsızlığı; işçi sınıfından kopukluğu ve onu oluşturan altmışlı ve yetmişli yılların
● 20 ●
demokratlarının liberalleşmesi ve de ÖDP'nin medyatik olmaya verdiği önem ve medyanın
ÖDP'ye ilgisi; bütün bu özelliklerin hiç birisi bir rastlantı değildir.
Bu gün medyanın düşmanlığının ve suskunluğunun muhatabı olacak; lokantaların Türk
sahiplerinin değil, oradaki Kürt garson, temizlikçi ve bulaşıkçıların gizli bir suç ortağı
imişçesine, sempati dolu bakışlarını ve gizli desteğini çekecek; Ankara'da "İnsanca ücret ve
onurlu bir yaşam" gibi genel propaganda sloganını somut politik mücadele konusuymuş gibi
koyarak, politik gündemden Kürt sorununu uzaklaştırma politikası anlamına gelen bir
politikanın mitingini değil; örneğin, Türkler olarak, Kürtler o kadarını istememelerine
rağmen, Kürtçe'nin ikinci resmi dil olması için; derhal genel af ve olağanüstü halin
kaldırılması için; Kürt sorununu gündemin başına çeken bir politikanın mitingini yapacak; bir
sosyalist partiye ihtiyaç var. Tulumbaya bir parça su olacak; akıntıya karşı duracak.
11 Temmuz 2000 Salı
● 21 ●
Avrupa ve Türkiye: Hayalden Gerçeğe
Kimi Avrupa'ya girmek için demokratikleşmek, kimi demokratikleşmek için Avrupa'ya
girmek isteyenlerin hepsinin yazılarında şöyle gizli bir varsayım var: Avrupa gerekli koşulları
yerine getirdiği takdirde Türkiye'nin girmesini istiyor. Avrupa'nın resmi söylemi de bu
yaklaşımı doğrular nitelikte.
Elbette böyle bir söyleme dayanmak, Avrupa'ya girmek isteyen güçlere, psikolojik veya
ideolojik bir üstünlük sağlıyor. Ama Avrupa'nın Türkiye'yi içine almak istediği yönündeki
söylemini, gerçek politika gibi almak, ham hayallerin peşinde koşmaktır. Ciddi politika,
söylem ve gerçek çıkarlar arasındaki ilişkiyi iyi kurmalıdır.
Avrupa'nın Türkiye'yi üyeliğe almak istediği varsayımının gerçekle hiç bir ilişkisi yoktur.
Avrupa politikasını belirleyen gerçek güçler bunu hiç gizlemeden sözle ve davranışla açıkça
da belirtiyorlar.
Avrupa, Amerika'nın baskısıyla Türkiye'yi aday üyeliğe kabul etti ve bu baskıyı son derece
onur kırıcı bulduğunu her vesileyle ifade ediyor. Ama bu tür düşünce ve davranışlar,
Türkiye'deki demokratik ve liberal muhalefet tarafından görmezden geliniyor.
Örneğin, geçen haftalarda, bir Alman politikacının (Friedberg Plüger) "Tanklar Derhal, AB
Üyeliği Daha Sonra" başlığıyla yazdığı ve Hürriyet gazetesinde Almanca ve Türkçe olarak
iki dilde yayınlanan yazı, Avrupa'nın Türkiye'nin üyeliğini istemediğini çok açık belirtiyordu.
Avrupa'nın istediği, şimdiki durumun sürmesidir: ot ve sopa ile yönlendirmek. Demokratikleş
diye baskı yapar görünerek, hem demokrasi bayrağını elde tutmak; hem de Türkiye'deki
liberal ve demokratik özlemleri olanların birer Avrupa hayranı olarak kalmasını sağlamak,
ama aynı zamanda demokratikleşme çabalarına gerçek fiili desteği vermekten, devletlerin çok
iyi bildikleri işaretlerin dilinde kaçınmak ve karşı çıkmak.
Bunun çok açık bir kanıtlarından sadece birini zikredelim. Nüfus ve ulusal hasılaya oranlara
bakıldığında dünyanın en büyük ordusu olan Türk Ordusu'na karşı yıllarca varlığını
sürdürebilmiş ve askeri bakımdan hala da sürdürebilecek olan dünyanın en büyük gerilla
hareketlerinden biri tek taraflı ateşkes ilan etmiş, güçlerini Türkiye dışına çekmiş, bundan
sonra politik mücadele yollarını deneyeceğini ifade etmiş ve bunu kolaylaştıracak kanalların
açılmasını bekliyor, ama Avrupa, sanki böyle bir şey yokmuş gibi, adeta bu durumdan
rahatsızlığını açıkça belirterek, bu barış politikasının muarızlarına el altından her türlü desteği
sürerek; barış politikasını uygulayanlar üzerinde her türlü baskıyı sürdürerek ve arttırarak
gerçek politikasını ifade ediyor. Devletler de, Türkiye'yi yönetenler de, söylenenlere değil,
gerçek politikaya bakarlar. Gerçek politika ise, gerçekten demokratikleşmek isteyen güçlere
gerçek bir destek değil, demokratikleşmeye karşı güçlere gerçek bir destektir.
Demokratik Muhalefet, Avrupa'nın Türkiye'yi üyeliğe istemediği noktasında çok açık bir
görüşe sahip olmalıdır ve Kophenag kriterleri vs. üzerine yürütülen tartışmaların ve getirilen
argümanların, demokratikleşme isteyen güçlere, buna karşı olanlar karşısında sadece onların
samimiyetsizliklerini açığa çıkarmaya yarayan bir argümandan başka bir anlama gelmediğini
ve argümanların veya haklılığın, gerçek güç ve çıkarları fazla etkilemediğini bilmelidir.
● 22 ●
Avrupa şunu biliyor. Demokratikleşmiş bir Türkiye, çok güçlü, etkili ve zengin bir Türkiye;
bir bölge gücü olur. Bölgede siyasi, ekonomik, kültürel etkisi artar. Böylesine etkisi artmış ve
bağımsız bir güç haline gelmiş Türkiye, Avrupa için, Jeopolitik nedenlerle, en azından bu
günkü dünya dengelerinde arzu edilir bir durum değildir.
Türkiye'nin Amerika ile stratejik ittifakı nedeniyle, bu Amerika'nın bölgedeki etkisinin
artması anlamına gelir. Diğer yandan, Avrupa, Amerika'ya karşı daima Rusya ile ittifaklar
yapmak zorundadır, Türkiye'nin etkisinin artması, Rusya'nın ve yine Avrupa'nın dengesi olan
İran'ın etkisinin azalması anlamına gelir.
Jeopolitik bakımdan Avrupa'nın Türkiye ilişkisi şu çelişki tarafından belirlenir: Türkiye anti
demokratik bir sistem içinde kaldığı sürece etkisiz ve küçük olur, Avrupa'ya girebilecek bir
büyüklük ve etkide olur ama bu sefer de siyasi ve ekonomik koşullar uygun olmadığından
giremez. Ama Türkiye girebilecek koşulları yerine getirdiğinde, demokratikleşip iktisadi
bakımdan belli bir düzeye geldiğinde, bu sefer Avrupa'nın içine alamayacağı kadar etkili bir
güç haline dönüşür. Ve zaten o zaman da Türkiye'nin Avrupa'ya girme diye pek bir derdi
olmaz. Bu nedenle, Avrupa'nın stratejik durum ve çıkarları bakımından yıllardır süren ve
şimdi de süren hal, en iyi haldir. İçine de almadan, karşıya da itmeden, ne oldurmak ne de
öldürmek! Bu sadece Avrupa'nın değil, Türkiye'ye egemen olanların da gerçek politikasıdır.
Onların da derdi, bir Avrupalı ülke olmak değil, olmak ister gibi yapmaktır.
Ama bu aynı zamanda, Türkiye'deki barış ve demokrasi karşıtı güçlerle çıkar ortaklığı
demektir. Demokratikleşme karşıtı güçlerin gerçekte en büyük desteği Avrupa'dır. Günlük
politika ve söylemlerin ayrıntılarında kaybolmayanlar için bu çok açıktır. Avrupa
politikasının üstünlüğü ise, görünüşteki politikasını (insan hakları, demokratikleşme
şampiyonluğu) gerçek politikasının bir aracı olarak kullanabilmesinde, demokrat ve liberalleri
kendi dümen suyunda tutabilmesindedir.
17 Temmuz 2000 Pazartesi
● 23 ●
Avrupa ve Türkiye: Gerçekten Hayale
Demokratik ve liberal muhalefet içinde, sadece Kürtlerin en radikal ve etkili kesimi ve onun
önderliği, Avrupa hakkında hayaller beslemeden, gerçekte Avrupa'nın Türkiye'nin
demokratikleşmesini istemediğini bilerek programını ve stratejisini şekillendirmiş bulunuyor.
Bu program ve strateji, bütün Orta Doğuda bir demokratikleşmedir. Bu demokratik bir orta
doğu vizyonu, Kürtlerin mücadelesinin başarısının fiili ve nesnel sonuçlarının programatik ve
stratejik bir ifade kazanmasıdır.
Bir hareketin kendine ilişkin hedefleri ile, bu hedeflere ulaşılması halinde ortaya çıkacak
sonuçlar farklıdır. Ciddi politikacılar bu nesnel sonuçları göz önüne alıp tekrar program ve
stratejilerini şekillendirmelidirler.
Hedefler ve gerçek sonuçlar arasındaki farka en tipik örnek olarak, ikinci dünya savaşı
sonrasında verilen ulusal kurtuluş savaşları verilebilir. Bu mücadelelerin hepsi, zengin
ülkelerin sömürgesi olmaktan kurtulmak için verilmiştir ve bu halklar bu hedefe ulaştıkları
takdirde, yoksulluktan ve sömürülmekten de kurtulacaklarını düşünüyorlardı.
Ne var ki, gerçek sonuçlar tamamen farklı olmuştur, bunların başarıları, zengin ülkelere
egemen olan köhne sistemlerin değişmesini (Fransa'da Beşinci Cumhuriyet, Amerika'da
Watergate ve sonuçları vs.); gereksiz sömürge masraflarından kurtulmayı; dolayısıyla, daha
stabil bir politik sistem ve ekonomik zenginleşmeyi getirmiştir. Buna karşılık, bağımsızlığa
ulaşarak yoksulluktan ve sömürülmekten kurtulacaklarını bekleyenler, bu gün tekrar zenginler
tarafından sömürülebilme imtiyazına kavuşmak için çırpınır duruma gelmiş bulunuyorlar.
Yani bir bakıma, sömürgelerin verdikleri kurtuluş mücadeleleri, sömürgecilere yaradı ve bir
bakıma sömürgeler sömürgecileri daha demokratik, esnek ve zengin yapmak için savaşmış
oldular gerçek sonuçlar olarak. Tıpkı altmış sekiz hareketlerinin de, kapitalizmi yıkmak veya
zayıflatmak bir yana onun gelişimi için gerekli kültürel dönüşümlerin aracı olması gibi.
Hem de bu sonuç, Sovyetler gibi, nispeten bir dengenin bulunduğu, dolayısıyla yoksul ülkeler
için nispeten daha geniş bir hareket alanının olduğu koşulların sonucudur. Model bu dengenin
hiç bulunmadığı bu günün dünyasında çok daha etkili olarak geçerlidir.
Ciddi bir politik hareket, tarihsel tecrübenin bu deneyleri ışığında mücadelesinin nesnel
sonuçlarını görerek stratejisini yeniden çizmelidir. İşte Kürtlerin en radikal ve demokratik
kesiminin yaptığı ve yapmaya çalıştığı tam da budur. O hem mücadelenin başarısı, hem de
başarısı halinde bu sonuçlara mahkum olmamak için muazzam bir strateji değişimi yapmış
bulunmaktadır. Yeni sürecin özü budur, ama Türkiye'de ortalığı kaplamış demokratik
muhalefetin ve bunun Kürt kanadının ne hayallerinde, ne söyleminde ne de argümanlarında
böyle bir yaklaşımın izi yoktur.
Benzer strateji değişikliği dünya çapında yeryüzünün yoksullarının hedeflerinde de
yapılmalıdır. Bu günün dünyasında, artık ayrılıkçı olanlar zengin ülkelerdir; onlar yoksul
ülkelerin bağımsız olduklarını söyleyip onları yoksul ülkeler gettosuna hapsetmektedirler,
dünya çapında bu stratejiye karşı, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddeden bir
karşı stratejiyle cevap verilebilir.
● 24 ●
Kürtler bunun benzerini, ulusal olanın dil, kültür, etniye değil, hukuka göre tanımlanması
aracılığıyla, bölgesel düzeyde yapmayı öneriyorlar. Elbet kısa vadeli sonuçlar itibariyle bu
çok daha caziptir. Ama böyle sınırlı ve bölgesel ama eski kalıpları kırmış bir mücadelenin
başarısı, ki bu başarı kitlelerin muazzam politik aktivitesini gerektirir, olayların iç dinamiği
ile, bölgesel bir çözümün de çözüm olamayacağı ve daha evrensel bir çözüm ve programa
yönelmek gerektiği yolundaki düşünce ve davranışlara güç verebilir.
Kürtlerin özlemlerinin klasik hedefler çerçevesinde başarıya ulaşması, nesnel olarak tıpkı
sömürgelerin mücadelelerinin zengin ülkelerdeki sonuçlarına benzerdi. Türkler Osmanlı artığı
devlet cihazından büyük ölçüde kurtulur; bu baskıcı ve bürokratik sistemin tasfiyesi
demokratikleşmeyi ve gelir eşitsizliklerinin azalmasının; Türkiye'nin Yunanistan, İspanya
benzeri bir ülke olmasının yolunu açardı. Ama buna karşılık dört tarafından kuşatılmış Kürtler
yoksulluk ve baskı altında, savaş sonrası bağımsızlığa kavuşmuş hareketlerin kaderinin yeni
bir versiyonunu yaşardı.
İşte, "yeni strateji"nin özü, bu lanet olası kaderi değiştirme projesi olmasıdır. Onu bu bakış
açısıyla değerlendiremeyenler, savaş sonrası dünyasının klasik düşünce ve kavramlarıyla
anlamaya kalkanlar anlayamazlar.
Avrupa'nın Türkiye'yi içine almak istediği var sayımı gerçeğe uymayan bir ham hayaldir, ama
bölge çapında bir demokrasiyle, tüm bölgeye bir refah ve barış, gerçek duruma ve sonuçlara
gözlerini kapamayan bir hayaldir. Gerçekleşme olasılığı, sanıldığından çok daha büyüktür ve
sanıldığından çok daha hızlı gerçekleşebilir.
18 Temmuz 2000 Salı
● 25 ●
Milliyetçilik Nedir?
Türkiye'de milliyetçilik, yaygın kullanımıyla ve yanlış olarak, başka ulusların varlığını veya
haklarını inkar anlamında kullanılmaktadır. Tabii böyle bir anlam verildiği takdirde, örneğin
ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunanlar ve bunu somutta da gösterenler, milliyetçi
olmadıklarını düşünmektedirler.
Yaygın kullanımda milliyetçilik olarak tanımlanan, milliyetçilik değil, ırkçılık, şovenizm,
ulusal inkarcılık ve baskıcılıktır. Ezilen bir ulusun ayrı devlet kurma hakkını savunmak,
milliyetçilikle çelişmez, aksine milliyetçilik bunu gerektirir. Yani ulusların kendi kaderini
tayin hakkı, sosyalistliğin değil, milliyetçiliğin ilkesidir.
Diğer yandan, şovenizm, ya da ulusal inkarcılık, baskıcılık ve ırkçılık da, ulusların kendi
kaderini tayin hakkının kabulüyle çelişmez ve onun kabulünü var sayar. İnkarını, bu hakkını
tanımak istemediklerinin ulus olmadığı noktasından yapar. Onun problemi ulusların hakkında
değildir; kimlerin ulus veya eşit hakka layık bir ulus olduğu noktasındadır. Bu nedenle, ırkçı,
inkarcı ve şovenlerle; ezilen ulusların haklarını savunanlar; enternasyonalistler arasındaki
tartışma ve mücadele, ilke düzeyinde ulusun ne olduğu ve onun hakları üzerine bir mücadele
değildir; bu mücadele, somutta kimin ulus olduğuna ilişkin bir mücadeledir. Yoksa her iki
taraf da ulusçuluğun aynı ortak varsayımını paylaşırlar?
Nedir bu ortak varsayım? Ya da şöyle diyelim nedir ulusçuluk ya da milliyetçilik ya da
yurtseverlik? "ULUSÇULUK, TEMELDE SİYASİ BİRİM İLE ULUSAL BİRİMİN
ÇAKIŞMALARINI ÖNGÖREN SİYASAL BİR İLKEDİR" (Gellner). Bu tanım, ulusun
ve ulusçuluğun ne olduğunun anlaşılması bakımından bir “Kopernik Devrimi” anlamına gelir
ve tüm kavramları yerli yerine oturtmayı sağlar.
Bu tanım çerçevesinde bakıldığında, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmanın
ulusçuluğun ilkesini savunmak olduğu, çok açık olarak görülür. Nasıl, ırkçılık insan hakları
kavramıyla var olabilirse ve insan haklarını savunmak ırkçılığa karşı olmakla çelişmez ve
hatta onu gerektirirse; ulusal baskı ve inkarcılık, şovenizm ve ırkçılık da, ulusların hakları
kavramıyla var olabilir ve ezilen ulusların haklarını savunmak ulusçulukla çelişmez aksine
onu gerektirir.
Şöyle somutlayalım. Yaygın anlayışın aksine, ırkçılık, insan haklarının retti anlayışını
gerektirmez. Tam tersine, insan hakları diye bir kavram olmadan ırkçılık olanaksızdır.
Irkçılar, belli bir grup insanın, kendileri gibi insan olduklarını kabul ettikleri takdirde,
kendileriyle aynı haklara sahip olacağı ve olması gerektiği varsayımından hareket ederler. Ve
tam da bu var sayımdan hareket ettikleri için, belli bir grup insanı bu haklardan mahrum
edebilmek için, onların insan veya normal insan olmadığını ileri sürmek zorundadırlar. İnsan
hakları kavramı olmasaydı, ırkçılık var olamazdı; ırkçılık insan hakları kavramının
çocuğudur.
Tarihte, bir çok kavim diğer kavimi ezmiş, köle veya yok etmiştir. Ama bütün bunlar ırkçılık
değildir. Çünkü insanların eşit hakları olduğuna dair bir kavrayış yoktur ve insan da, bizlerin
kavradığından çok farklı kavranılmaktadır.
● 26 ●
Şovenizm, ya da ulusal baskı ve inkarcılıkta da durum aynıdır. Bunlar tıpkı , ırkçının insan
haklarını ilke olarak kabul etmesi gibi, ulusların hakları olduğu varsayımından hareket
ederler. Nasıl insan hakları kavramı olmadan ırkçılık olamazsa, ulusların hakları kavramı
olmadan da ulusal baskı ve inkarcılık olamaz. Nasıl ırkçılığa karşı çıkmak, burjuva
toplumunun insan ve insan hakkı kavramını kabulünü gerektirirse; bir ulusal baskıya karşı
çıkmak da milliyetçiliğin ilkesinin, yani tıpkı insanlar gibi ulusların da hakları olduğu ve bu
hakkın her ulus için bir devlet olduğu ilkesinin kabulünü gerektirir.
Kürtlerin haklarını tüm kapsamıyla savunmak ne milliyetçilikle ne de özel olarak Türk
milliyetçiliğiyle çelişmez, aksine gerçek milliyetçiler ve gerçek Türk milliyetçileri bunu
savunabilir ve savunmaktadırlar. Sorun onların bunun milliyetçilik ve Türk milliyetçiliği
olmadığını düşünmelerindedir.
O halde, önce her şeyi yerli yerine koyalım. Türkiye'de yaygın kullanımda milliyetçi
denenler, ırkçıdırlar, ulusal baskıcıdırlar; kendilerinin sosyalist olduğunu, enternasyonalist
olduğunu düşünenler ve ezilen ulusun haklarını savunanlar da milliyetçidirler. Ve her iki
kutup da aynı ortak varsayımı paylaşır: ulusal birim ile siyasal birim çakışmalıdır.
Peki bu tabloda sosyalistler nerede? Onlar gerçekte olmadığı gibi bu tabloda da yoklar. Çünkü
sosyalistlik, ulusların kendi kaderini tayin hakkının veya ulusal birim ile siyasal birimin
çakışması ilkesinin reddini ve sorgulanmasını gerektirir. Ulusal birimin siyasal birimle
çakışmasını reddetmek ise, ulusal olanı siyasal olanın dışına itmek; onu kişinin bir inanç
sorunu olarak almak demektir. Böyle bir "devlet" ulusal sınırları tanımayacağından, böyle bir
toplum ancak yeryüzü ölçeğinde kurulabilir ve bütün ulusların içindeki ulusal olanla politik
olanın çakışması ilkesini reddedenlerin, bu ilkeyi kabul edenlerle siyasi iktidar ve ulusal
devletleri yıkma savaşını gerektirir. Ortada bunu savunan bir hareket olmadığı sürece bu
tabloda sosyalistler olmayacaktır.
Son zamanlarda çok görülen, "ulus devlet"in son bulduğu ve aşılması gerektiği söyleminin ise
bu programla ilgisi yoktur ve ulusun ya da ulusçuluğun aşılmasını değil, sadece ulusun
yeniden tanımlanmasını içerir.
01 Ağustos 2000 Salı
● 27 ●
"Ulus Devlet"in Sonu mu?
Son zamanlarda hemen herkes ağız birliği etmişçe "ulus devlet"in sonunun geldiğinden söz
ediyor. Örneğin. Türkiye'de sol entelijansiyanın önemli dergilerinden biri olan Birikim'in son
sayısında, çeşitli yazarlar hep "ulus devlet"ten ve onun sonunun geldiğinden veya aşılması
gerektiğinden söz ediyorlar.
Ulus devletin sonundan veya aşılması gerektiğinden söz edenler bununla özellikle, Avrupa
Topluluğunun giderek bir tek devlet haline dönüşmesini veya tek tek devletlerde çeşitli
milliyetlere tanınan kültür ve dili geliştirme ve kullanma yönündeki hakları veya teşvikleri
kast ediyorlar. Elbette, bu tavırlar Türkiye'nin içinde bulunduğu tartışmalar bağlamanda bir
politik program anlamı taşımaktadır ve en azından Kürtlerin (ve diğer milliyetlerin) dil ve
kültürlerini geliştirip kullanabilmesi için bir istemi; bu gün geçerli ve egemen olan inkarcı ve
baskıcı sisteme bir direniş ve muhalefeti temsil eder ve bu anlamda olumlu bir işlevi vardır.
Ne var ki, somut bir program olarak olumlu işlevi olan "Ulus Devlet"in sonu veya aşılması
ifadeleri, dayandığı kavram sistemi ve ulus tanımıyla yanlış hayaller de yaymaktadır ve
bununla ulusun ve ulusçuluğun aşılmasının önüne yeni engeller koymaktadır.
"Ulus Devlet"in kavramının ardında, Ulus'un "kendinde şey" olarak var olduğu anlayışı
yatmaktadır. Yani ulus diye bir şey vardır zaten, tarihin belli bir döneminde devletler, bu ulus
biçimine dayanmışlardır ama şimdi tarihsel ve toplumsal gelişmeler sonucu, devletler bu ulus
gömleğini parçalamak, başka bir anlayışa göre örgütlenmek zorundadır; uluslar ise devletlerin
içinde bulunmaya devam edeceklerdir. Ulus Devlet kavramının ardındaki var sayım budur.
Ama bu var sayım tam da ulusçuların var sayımıdır.
Ulusçular, ulusun tarihin belli bir döneminde ortaya çıktığını reddetmezler; ama o ortaya
çıkanın, tıpkı sınıflar gibi, bir "kendinde şey" olarak var olduğu anlayışındadırlar; dolayısıyla
bu anlayışa göre uluslar olduğu için ulusçular vardırlar. Ama gerçek bunun tam aksinedir.
Ulusçular olduğu için uluslar var olurlar. Ulusçuluğu ulus yaratmaz, ulusçuluk ulusu
yaratır.
Ulusun, ulusçuluktan önceki ve sonraki anlamlarının farkını görmemek sorunu anlamayı
zorlaştırmaktadır. Elbette ulusçuluktan önce, en azından bazı uluslar bakımından, insanlar
Kürt, Arap, İspanyol vs olduklarını söylüyorlardı. Ama onlar bunu derken, hiç bir şekilde,
ulusçuluğun ortadan çıkışından sonra ona verilen türden politik bir anlam vermiyorlardı.
Bugün şu veya bu aşiretten olduğunu; şu veya bu sülaleden geldiğini söylemenin nasıl bir
politik anlamı yok ise, bir ulustan söz etmek de öyleydi. Ancak ulusçuluğun ortaya
çıkmasından sonradır ki, bir ulustan söz etmek politik bir anlam kazanmıştır.
Bir kavramın özüne, onun ancak en gelişmiş biçimlerinde; tarihsel çarpılmalardan arınmış
biçimlerinde varılabilir. Ulus ve ulusçuluğun özü ise en iyi onun ilk ortaya çıktığı dönemlerde
görülür. Çünkü onun geleceği; en gelişkin, en yetkin tarihsel çarpmalardan azade hali ilk
doğuşunda; geçmişindedir. Özellikle ABD'de.
● 28 ●
Kapitalizm öncesinin hemen hemen bütün çarpıtıcı etkilerinden azade, adeta beyaz bir kağıt
gibi oluşu nedeniyle, bu ülke hala modern burjuva uygarlığının modeli ve ideali olmaya
devam etmektedir. Örneğin Avrupa bu gün ABD gibi olmaya çalışıyor; onun böyle olmasının
önündeki engel, kapitalizm öncesi geçmişinin yükünden başka bir şey değildir.
ABD ilk modern ulustur ama aslında modern burjuva uygarlığının geleceğinin modelidir.
Yani devletin bir etni veya dil ile çakışması söz konusu değildir. Ulus hukuki bir tanıma
dayanmaktadır. "Ulus devlet"in sonu veya aşılmasından söz edenlerin mantığını kabul
edersek, ABD'nin bir ulus devlet olmadığından; onu aştığından söz etmemiz gerekmektedir.
Ama Amerikan ulusu sapına kadar ulustur; hem de burjuva uygarlığının en ideal ulusu. Zaten
bu ideal ulus olgusunda; ulusun, ulusçuluk öncesi uluslarla hiç bir ilgisinin olmadığı; ulusun
ulusçuluğun bir ürünü olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır. Ulusçuluk öncesi uluslara dayanan
ulus imgesi, kronolojik olarak daha sonra ortaya çıkmış olmakla birlikte; bir çarpılmayı, bir
geriye gidişi ifade eder; ulusun ve ulusçuluğun gerçek anlamının gözden kaybolmasına yol
açar.
Bu tarihsel çarpıtmalardan soyutlayarak baktığımızda; "Ulus devlet"in sonu ya da aşılması
denen şey, aslında ulusun tanımının yeniden yapılmasından başka bir şey değildir. Aşılan ulus
devlet değil; ulusu belli bir dil, etni veya kültüre göre tanımlama anlayışıdır ve bu geleceğin
modeli gibi koyulan aslında, ulusların ve ulusçuluğun ilk doğuşundaki modelden başka bir
şey değildir. Ulus değildir politik anlamını yitiren, dil, etni, kültür vs.dir.
Kelimenin gerçek anlamıyla "ulus devlet"in aşılması ise; "devlet"in, nasıl tanımlanırsa
tanımlansın, uluslar karşısında, tıpkı din karşısında olduğu gibi, ilgisiz olmasıdır. Böyle bir
devlet kendini ulusa göre tanımlamayacağından; ulusal devletlerin tanıdığı hiç bir ölçüyü de
tanımaması gerekir. Nasıl bu gün ulusal devletler; örneğin dinlere göre bayrakları; dinlere
göre olimpiyatları; dinlere göre sınırları; dinlere göre devletleri tanımıyorlarsa; o devlet de
ulusal devletlere aynı tanımazlıkla davranmak zorundadır.
Evet, "Ulus Devlet" ömrünü doldurmuştur ve aşılmalıdır, ama bu anlamda. Ulusun yeniden
tanımlanması ise ulus devletin aşılması değildir.
08 Ağustos 2000 Salı
● 29 ●
Milliyetçilik ve Uygarlıklar
İlk uygarlık, Dicle Fırat nehirleri arasında doğdu. Bir yandan bir yağ lekesi gibi genişlerken,
diğer yandan tohumlarını Mısır, Hindistan ve Çin'in benzer nehir boylarına da saçtı ve
oralarda da başka uygarlıkların doğuşuna yol açtı. Ancak Demirin keşfinden sonradır ki,
uygarlıklar nehir boylarına hapis olmaktan kurtulup, Çin'den Magrip'e kadar bütün bir ılıman
kuşağı kapladı.
Bu kuşak boyunca, dört büyük uygarlık merkezi oluştu: Çin, Hint, İran ve Ortadoğu-Akdeniz.
Başlangıçta, Mısır ve Mezopotamya iki ayrı uygarlık merkeziyken, sonradan bir tek,
Ortadoğu-Akdeniz denebilecek uygarlık alanında birleşti.
Bu uygarlıkların her biriisi kendi orijinal kültürel yapısı oldu. Bu onların "din"lerinde
görülebilir. Çin'de Taoculuk ve Konfüçyüsçülük; Hindistan'da Hinduizm, Budizm vb.; İran'da
Zerdüştlük; Ortadoğu-Akdeniz'de Yahudilik, Hristiyanlık, İslamiyet.
Bu uygarlıklar içinde, Akdeniz-Ortadoğu uygarlığı, diğerlerinden bir kaç bakımdan çok
farklıydı. Diğer uygarlıklar bir kara uygarlığı idi. Gerek Çin, gerek Hint ve İran'ın kenarında
ya da etrafında deniz vardır. Buna karşılık, Ortadoğu-Akdeniz'in ortası deniz kenarları
karadır. Deniz en ucuz ve elverişli ticaret yoludur. Bu özelliği Akdeniz uygarlığına,
diğerlerinde görülmeyen bir kıvraklık kazandırmıştır. Örneğin, seslere dayanan bir alfabe ve
klasik Yunan'ın geliştirdiği soyut kavramsal düşünce gibi.
Akdeniz'in ikinci bir özelliği, uygarlık alanını çevreleyen doğal sınırlar bulunmamasıdır.
Böylece, bu uygarlık, sürekli olarak kavimler göçlerine ve işgallere sahne oldu. Bu da onda
Hindistan'daki gibi bir kastlaşmanın olmasının engelledi.
Bu uygarlıkların birbirine nüfuz ettikleri yerlerde bile, eski uygarlıklar bir şekilde kimliklerini
korudular. İran Uygarlığının Müslümanlarca ele geçirilmesi, bu uygarlığın yeni dine kendi
damgasını Şiilik biçiminde vurmasını engelleyemedi. Benzeri bir durum, Hindistan'daki
Moğol ve Müslüman etkisinde de görülür.
Kapitalizm öncesi uygarlıkların temel siyasi biçimi imparatorluklar ve ideolojisi evrensel
dinler ya da felsefelerdi. Modern kapitalist uygarlığın siyasi biçimi ulusal devlet ve "dini" ise
milliyetçilik oldu.
Klasik uygarlıklardan sadece Ortadoğu-Akdeniz uygarlığı, milliyetçilik karşısında olağanüstü
dirençsiz çıktı. Yunan, Roma, Bizans zincirinin son halkası Osmanlı topraklarında onlarca
ulusal devlet kuruldu ve bu bölge hala ulusal çatışmaların en yoğun yaşandığı bölge olma
özelliğini koruyor: “Balkanlaşma” teriminin bu uygarlığın klasik bir bölgesinin adını alması
rastlantı olmasa gerektir.
Peki niçin Çin, Hint ve hatta İran ulusçuluktan böylesine etkilenmedi. Oralarda modern
devletle klasik uygarlığın sınırları genellikle çakışır. Çin, Hint ya da İran'daki kavimlerin ve
dillerin çeşitliliği ve farkları hiç de Ortadoğu-Akdeniz'den aşağı kalmaz iken, niçin bu
uygarlık sınırların içinde bir sürü ulusal devletler ortaya çıkmadı?
● 30 ●
Ulusçuluk, standardizasyonu ve yazılı bir dili dolayısıyla yazıyı gerektirir. Çin yazısı, bir hece
değil, bir şekil yazısıydı. Ve dilleri birbirinden çok farklı halklar, bu şekil yazısı aracılığıyla
birbirleriyle anlaşabiliyorlardı. Bu yazı binlerce yıl Çin uygarlığına hizmet etmişti. Ortadoğu-
Akdeniz'deki seslere karşılık düşen yazı ise, çok daha kıvrak ve gelişkin olmakla birlikte, her
dile kendi ayrı alfabe olanağı sunarak, çeşitli dillerin ulusal dillere dönüşmesini ve ulusal
devletlerin kurulmasını olanaklı kılıyordu. Bir bakıma, Çin'in daha "ilkel" yazısı, Çin
uygarlığının klasik alanında onlarca ulus değil, bir tek ulusun ortaya çıkışını olanaklı kıldı ve
parçalanmayı engelledi.
Hindistan'da ise, Himalaya'ların doğal setinin, pek az işgale yol açması ve bunun sonucu
olarak kastlaşma; adeta her kavmin aynı zamanda bir kast olması, Hint alt kıtasında onlarca
ulus devletin ortaya çıkmasını engellemiş görünüyor. Hint alt kıtasında sadece, son Moğol
istilasının yoğun etkisinde kalıp Müslümanlaşmış bölgeler ayrı uluslar oldu. Böylece,
Akdeniz'e gücünü veren kastlaşma olmaması ve sık sık işgallere uğrama, onu milliyetçilik
karşısında savunmasız yaptı.
İran, milliyetçilikle çok geç karşılaştı, İran'ın bir "İslam devrimi" yapması, biraz da,
milliyetçiliğe karşı, bu geç karşılaşmanın avantajıyla verilmiş bir cevap denemesidir ve
sonucunun ne olacağı belirsizdir.
Ortadoğu-Akdeniz, milliyetçilikle karşılaşması sonucu büyük katliamlar yaşadı ve yaşıyor.
Küçük devletlerin her biri büyük güçlerin birer piyonu olmaya eğilimlidir. Devletlerin
küçüklüğü ve iç pazarlarının darlığı ve komşu devletlerin sınırlarının adeta birbiriyle her türlü
alışverişin engellendiği duvarlar ve çıkmaz sokaklar oluşu ekonomik gelişmenin önünde
büyük bir engeldir. Milliyetçilik ve ulusal devletler bu bölgeye sadece felaket ve iktisadi
gerileme getirdi.
Ancak bu bölgenin geleneklerinin ve yeteneklerinin gücü küçümsenmemelidir. Tek tanrılı
dinler, kavramsal felsefeler ilk burada doğmuştur. Ulus devletlerin çıkmazından çıkacak bir
yolu pek ala bulabilir. Ve şimdiden bunun ilk ip uçlarını veriyor.
Bölgedeki en geç doğmuş ulusal hareket, yepyeni bir ulus anlayışıyla öne geçiyor. Etniyi,
kültürü ve dili, ulus tanımının dışına iterek; ulusu hukuki bir tanıma indirgeyerek; böylece
farklı dillerin ve kültürlerin bir arada bulunmasının yolunu açacak bir siyasi ve ideolojik
biçim bularak bölgeyi etnik ulusçuluk mikrobundan kurtarıp; en azından Çin ve Hint kadar,
eski uygarlık alanında bir bütünlüğü hedeflemiş bulunuyor.
Bu proje, sanıldığından çok daha güçlü temellere sahiptir ve uzun vadede bölgede ve dünyada
yapacağı değişikliler sanıldığından çok daha derin ve yaygın olacaktır.
14 Ağustos 2000 Pazartesi
● 31 ●
Kürtlerin Devrimi
Yirminci yüzyılda başarıya ulaşmış ulusal kurtuluş hareketlerinin fiili sonucu ne olmuştur?
Bu hareketler ister kapitalist, ister sosyalist yolu seçsinler, pratik sonuçları itibariyle,
baskısından kurtulmak için savaştıkları ülkenin, kendini yenilemesine, geçmişin
kalıntılarından kurtulmasına ve kendilerini stabilize etmesine hizmet etmişlerdir. Fransa’dan
Portekiz’e hatta ABD’ye kadar, bütün bu ülkelerin en büyük şansı, sömürge savaşlarında
yenilmeleridir. Kurtuluş savaşları, fiili sonuçlarıyla, egemen ülkeler için yapılan savaşlar
olagelmişlerdir.
Cezayir ve Vietnam yenilgileri ve Dördüncü Cumhuriyet’in çöküşü, bu günkü Fransa’nın
refahının temelini oluşturur. Vietnam yenilgisi, ABD için bir gençlik aşısı yerine geçmiştir.
Portekiz, sömürgelerde yenilmeseydi, bu gün Avrupa’nın bir üyesi olamazdı.
Bir an için, Kürtlerin gerilla savaşının başarıya ulaştığını, Türk ordusunun yenilgi üstüne
yenilgi aldığını ve bağımsız bir Kürt devleti kurulduğunu var sayalım. Bu devletin akibetinin
bir Vietnam veya Angola veya Mozambik’ten farklı olmasını düşündürecek hiç bir neden
yoktur. Böyle bir yenilgi, Türkiye’deki rejimin Osmanlı artığı ordunun vesayetinden
kurtuluşunun, gerçek bir batı tipi demokrasinin yolunu açar; sömürge ve ordu masraflarından
kurtulmuş Türkiye ekonomisi, geniş iç pazarıyla büyük bir patlama yapar ve Türkiye şimdi
İspanya, Portekiz ve Yunanistan benzeri bir refah düzeyinde benzer rejime sahip bir ülke
olurdu. O bağımsız Kürt devleti de, Cezayir, Angola veya Vietnam gibi iktisadi kriz ve
yoksulluklar içinde; buna bağlı olarak diktatörlüklerin pençesinde yaşıyor olurdu. Türkiye’de,
şimdi Yunanistan’da Arnavutların olduğu gibi örneğin, Milyonlarca Kürt işçi, hiç bir hakkı
olmadan ve ucuz iş gücü olduğu için göz yumulmuş kaçak işçiler olarak çalışıyor olurdu. Kürt
Ulusal hareketinin yükselişinin yarattığı çoşku ile soyunda Kürtlük bulanlar, hatta yeniden
Kürtçe öğrenenler, bu sefer kapağı zengin Türkiye’ye atmak için, tıpkı Doğu Avrupa’da
milyonlarca insanın yaptığı gibi, bu sefer soyunda Türk bulmaya çalışırdı.
Bu nedenle aslında, nasıl Cezayirliler Fransızlar için, nasıl Afrika’daki sömürgeleri
Portekizliler için savaştıysa, Kürtler de Türkler için savaşıyordu. Kürt hareketi, Türklerin
batılılaşma çabaları için tanrının bir armağanı idi. Kürtlerin zaferi aslında Türklerin
batılılaşma mücadelesinin bir zaferi anlamına gelirdi. Bu nedenle gerçek Türk
milliyetçilerinin Kürtlerin en büyük destekçisi olması gerekirdi.
Ulusal hareketler bu kaderden kendini nasıl kurtarabilirdi? Sovyetler’in varlığı ve oluşturduğu
denge bu ülkelere belli bir manevra alanı sağlamasına rağmen, sosyalist devrim yapıp planlı
ekonomiye geçenleri dahil, hiç bir ülke kendini bu kaderden kurtaramadı. Kürt hareketinin
ise, ne başarı ne de başarıdan sonrası için onlar kadar bile şansı yoktu. Bu çıkmaz ve sorunları
bu güne kadar hiç tartışılmadı.
Bu sorunu ciddi olarak düşünüp bir çıkış yolu arayan yine Kürtler ve daha doğrusu Abdullah
Öcalan oldu. Öcalan bu çıkmazın bilincindeydi ve yıllarca Türklere bütün dediği, “Aptallık
etmeyin biz sizin için savaşıyoruz aslında”dır. Kürtlere de dediği, “ayrı ülke değil, insanın
değişmesi önemlidir; Kürdün kendi içindeki feodalizmin ve sömürgeciliğin yarattığı kişiliği
● 32 ●
yenmesi önemlidir” şeklinde özetlenebilir. Uzun yıllar boyunca, İnsandaki değişime ve
ayrılmamaya yapılan vurgular, bir bakıma yukarda ifade edilen çıkmazdan, el yordamıyla
çıkış arama çabalarıdır.
Yenilmiş ve kaybetmiş bir Kürt hareketi, sadece Kürtlerin değil, Türklerin de yenilgisi,
Türkiye’nin batılılaşma rüyasının bitişi anlamına gelirdi. İşte, Öcalan’ın kaçırılması ve Kürt
hareketinin aldığı ağır darbelerle tam da bu noktaya gelinmiş bulunuluyordu.
Bu bakımdan İmralı’da ortaya konan strateji, dünya çapında tartışılması gereken, ulusal
kurtuluş hareketlerinin çıkmazına bir cevaptır.
Bu günün dünyasında, ulusal hareketlerin, artık Sovyetlerin dengesi olmadığı için, hele
Dünyanın en kritik yerindeki Kürtler için, bağımsız bir devlet kurma anlamında şansı yoktur.
Bağımsız devlet kursa, bu devletin yirminci yüz yıldakilerden daha fazla refah ve demokrasiyi
oturtma şansı yoktur. İşte İmralı’da ortaya konan yeni politika, bu iki çıkmazı da aşmaya
yönelik bir stratejik devrimdir. Etkileri sanıldığından çok daha yaygın ve derin olacaktır.
Ve bu yeni strateji, böylece sadece Kürt hareketini değil, Türkleri de çıkmazlarından kurtarma
yolu sunmaktadır. Yeni strateji, Kürtlere zaferin yolunu açarak Türkleri Asyalılıktan, Türklere
zafere ortak olma olanağı sunarak Kürtlerin yeni sömürgelerin çıkmazından kurtuluşunun
yolunu açmaktadır. Bu ulusal hareketlerin evriminde Kürtlerin bir devrimidir.
28 Ağustos 2000 Pazartesi
● 33 ●
Açmaz
“Politika askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir” diye bir söz vardır. Türkiye’de ise,
politika denen şey, askerlere bırakılacak kadar gayrı ciddi bir iştir. Bir ülke düşünün, orada
Genelkurmay Başkanı denen ve milletin hizmetçisi olması gereken bir memur, gözlerinin
içine baka baka milletin temsilcilerinden oluşan Meclisi, o meclise karşı sorumlu ve onun
oylarıyla seçilmiş bakanlar kurulunu en kaba biçimde aşağılıyor. Aşağılamakla kalmıyor,
tutup bir de neyin tehlike olup olmadığını, yani politikayı belirliyor ve o ülkede Bakanlar
kurulu derhal toplanıp, bir memurun, milletin temsilcilerince alınan siyasi kararları
uygulamaktan başka bir yetkisi olmadığını söyleyip bu generali derhal emekliye sevk etmiyor.
Bir meclis düşünün ki, bir generalin böylesine bir yetki tecavüzü karşısında, kuzu kuzu boyun
eğiyor, sesini çıkarmıyor. Bir tek millet vekili ya da bakan, bu kişiliksizlik karşısında isyan
edip protesto kabilinden istifa olsun etmiyor. Sözüm ona bu tür ordu tarafından belirlenen
politikaların en büyük hedefi olan parti bile, kıvırtmaca demeçlerden ötesine gidemiyor.
Ülkedeki bütün önemli gazete ve gazeteciler bu sözler karşısında hazır ola geçip tekmil
veriyor. Çandar veya Uras gibi, sermayenin kendi mantığı açısından bile iyice akıl dışılığı
iyice sırıtan ordunun vesayetine karşı çıkan yazarlar bile, bu karşı çıkışı, politikacılara veya
gazetecilere serzenişlerle ifade etmekten ötesiyle yapamıyorlar.
Denebilir ki, ordu gerçek bir güce dayanıyor. Elinde silah var. Peki bir de şöyle bir durum
tasavvur edelim. Bakanlar ve Meclis, askerler karşısında güçsüz olduklarını biliyorlar. Ama
en azından, kendi onurlarını korumak için, Genelkurmay başkanı adlı memurun yaptığının
meşru ve kabul edilebilir olamadığını ifade etmek için, istifa ediyorlar. Bunu bir yana
bırakalım, hiç olmazsa beş on millet vekili, bir kaç bakan istifa ediyorlar. Bir kaç gazete,
ortaklaşa manşetten bu olayı protesto ediyorlar. Sadece böyle bir davranış bile dengeleri alt
üst eder. Bütün bunlar yok.
Niye yok? Niçin bütün meclis ve bakanlar ve partiler bu kanun dışı ve suç olan davranış
karşısında kölece bir boyun eğişle suç ortaklığı yapıyorlar? Bunun bir tek nedeni var? Halktan
korkuyorlar. Böyle bir davranışın, halkı nasıl cesaretlendireceğini biliyorlar. Bunun nasıl bir
örnek oluşturacağını biliyorlar. O zaman başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücü çırağına
döneceklerini biliyorlar. Ve bu korkuyla, fiilen suç işleyen bir memur karşısında
yaltaklanarak, Kıvrıkoğlu’nun yaptığı türden, her türlü aşağılanmaya layık olduklarını
kanıtlamaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Türk egemen sınıflarının açmazı bu. Sınıf olarak egemenliklerini en iyi parlamenter biçimde
sürdürebilirler ama Parlamentonun gerçek bir güce sahip olması için halkın ordunun
dayatmaları karşısında aktif desteği gerekir. Bu ise halkın bir şekilde örgütlenmesi ve
ağırlığını ortaya koyması anlamına gelir. Bu tehlikeyi engellemek için hepsi Genelkurmayın
karşısında secde ederler. Bu nedenle politikayı askerlere havale ederler ve kendileri de hınk
deyicilik yaparlar.
Peki şu askerlere bırakılan politika ne? Askerler de aynı korku ile hareket ederler. Bir yandan
eski anlayış ve yapılanmalarla sistemin gidemeyeceğinin farkındadırlar, reformlar ve
● 34 ●
değişiklik gerektiğinin farkındadırlar. Değiştirmek ise, her şeyden önce özgür bir ortam
gerektirir. Özgür ortam ise, ezilenlerin, Kürtlerin, işçilerin, yoksulların örgütlenmesi, bir güç
olarak ortaya çıkması, politik ortama ağırlıklarını koyması demektir. Bu ise onların bu günkü
sınırsız egemenliklerinin sonu olur. Öte yandan, eski biçimiyle sürdüğü takdirde yine çıkış
yoktur. Bu durumda asker kafasına göre tek şu yol kalır: demokratları ve demokratik talepleri
olmayan bir demokrasi. Ya da Kürtçe televizyon bile olabilir, ama Kürtler ve Kürtlerin
özlemleri yoksa.
Reformlar, o reformların getireceği hakları kullanabilecek bir güç yoksa bir tehlike
oluşturmaz. O halde, o reform ve özgürlükleri, asker deyimiyle, “kötü niyetli emellerine alet
edecek” güçler, ezilmeli ve yok edilmelidir ki, reformların yolu açılsın.
Ama bunu yapınca da, reformlar için baskı yapan güçler gerilemiş, reform talepleri bastırılmış
dolayısıyla reformlar yapılamaz olur. Ama reformlar olmazsa da olmaz. Bu sefer, reformlara
karşı güçlere karşı tavırlar koyulur. Söz ayağa düşürülmeden, Susurluklar, Hizbullahlar biraz
hizaya getirilir. Ama bundan cesaret alan reform isteyen güçler baş kaldırır. Bu sefer tekrar
aynı oyun olmadı baştan oynanır. Seçimlerden beri politik ortama damgasını vuran gel
gitlerin özü budur. Yani Türkiye’de politika denen şey de Genelkurmayın bu açmaz
karşısındaki manevra ve cambazlıklarından başka bir şey değildir. Meclis ve bakanlar kurulu
ise, Genelkurmay egemenliğini örten asma yaprağı olmaktan başka bir fonksiyona sahip
değildir. Sözüm ona bu politika ve sistemin en büyük kurbanı geçinip parsa toplamaya çalışan
Refah da adi bir suç ortağından başka bir şey değildir.
Meclis, partiler ve bakanlar, ezilenlerin korkusundan Genelkurmay karşısında istediği kadar
secdeye kapansın; Genelkurmay aynı korkuyla istediği kadar manevra yapsın. Korkunun
ecele faydası yok. Kürt hareketinin ayaklarının altındaki toprağı aşındırdığını çok iyi
biliyorlar. Sorun sadece zaman sorunudur, Kürt hareketinin mesajı elbet bin bir kanaldan
Türkiye’nin diğer ezilenlerine ulaşacaktır. Ve insanlar kendilerine şimdiye kadar Kürt
hareketi hakkında yalan söylendiğini kavradıkları an, büyük nefretler büyük dostluklara
dönüşecektir. Göreceğiz.
04 Eylül 2000 Pazartesi
● 35 ●
Politika, Taktikler ve Güven
Strateji ve Program, bir toplumsal gücün hareketinin, statik yanıdırlar; Tarih ve Sosyoloji
gibi Bilimler, tatmin edici bir temel sağlayabilir.
Ama politika, aynı zamanda, stratejik ilerleme ve gerileme konaklarıyla; bu konaklar içindeki
özgül örgüt ve mücadele biçim ve parolalarıyla dinamik bir bütünlük oluşturur. Bu dinamik
taktik yönelişlerde, sezgilerin ve yaratıcılığın önemi, stratejiyle kıyaslanmayacak ölçüde
yüksektir. Bu nedenle bütün büyük teorisyenler, Politikayı, bilimden öte bir SANAT olarak
tanımlarlar. Askeri savaş da bir sanattır ama politikaya göre çok daha basit.
Ordular savaşında da, politik savaşta da, her durum için geçerli hiç bir kural yoktur, her
davranış, tabi olduğu stratejik hedef bakımından, ona hizmet edip etmediği bakımından bir
anlam taşır. Önemli olan, hedefin, stratejinin ne olduğudur. Her davranış strateji bağlamında
doğru ya da yanlıştır. Bir geri çekiliş, hatta gerilla savaşında olduğu gibi belli koşullarda
savaşı kabullenmemek, kaçak güreşmek güçlerin toparlanmasına, düşmanın güçlerinin
dağılmasına hizmet ediyorsa en doğru davranış olabilir; aksine en kahramanca akıncı
hücumları eğer gereksiz yere güçlerin yıpranmasına yol açıyor ve zayıflatıyorsa en yanlış
davranış olabilir. Her an, her şey zıddına döner; bir saniye önce doğru olan, bir saniye sonra
yanlış olabilir.
Askeri savaş bile böylesine dinamik bir yaklaşım gerektirdiğinden, bu dinamikliğin, kafa
karışıklığına yol açması da kaçınılmaz olduğundan, en devrimci ve demokratik ordularda bile,
bu dinamiğin yol açtığı sorunlara, mutlak itaatten başka bir çözüm bulunamamıştır.
Toplumsal güçlerin savaşında ise mutlak itaat ne gereklidir ne de mümkündür. Diğer yandan
toplumsal mücadelelerin ritmi de öylesine hızlıdır ki, her durumu tek tek tartışarak bir bilinçli
kabulle uygulamaya sokmak olanaksızdır. Öte yandan esnekliğin ve yaratıcılığın ortak bir
iradeyle uygulanabilmesi gerekir ki bir anlamı olsun. Aksi takdirde, en dahiyane davranışlar
en erişilmez saçmalıklara dönüşürler.
İşte bu noktada, toplumsal güçler ile, onların mücadelesini götüren örgüt ve önderler
arasındaki güvenin hayati önemi ortaya çıkar. Askerlikte mutlak itaatin sağladığı ortak
iradeyle taktik kıvraklıklar gösterebilme yeteneğini, politikada önder olan kişi ya da örgütlere
olan güven sağlar. Güven ise, kolay oluşmaz. Ezilenler ancak, büyük ve uzun deneylerden
sonra bir güven kredisi açarlar. Tarihte, güvendiği önderliği olmayan hiç bir güç büyük
toplumsal değişimleri başaramamıştır. Taktik yaratıcılığın ortak bir iradeyle uygulanması
olmadan da dünyanın hiç bir yerinde hiç bir güç yenilememiştir.
Kürtlerin bütün bu koşulları bir araya getirdiği her gün biraz daha netleşiyor. Bir kere,
stratejik düşünen insan kıtlığının bulunduğu Orta Doğu’da, stratejik düşünme yeteneğinde bir
önderleri var. Sadece bu değil, bu önder, her an değişen dengeleri gözeterek, stratejik hedefini
bir an bile gözden yitirmeden, en kıvrak ve yaratıcı biçimleri öneriyor. Ortada bunları
anlayan, yirmi yıldır mücadele içinde pişmiş ve politik olarak gelişmiş bir halk; ve en
önemlisi, önderlik ve temsilcisi olduğu güçler arasında, en kritik durumların bile aşılmasını
● 36 ●
sağlayan bir güven ilişkisi var. Son stratejik değişikliğin Kürtlere nasıl bir moral üstünlük ve
politik inisiyatif kazandırdığı, her geçen gün giderek daha iyi görülmekte ve bu da güveni
pekiştirmektedir. Kürtler öylesine uygun bir pozisyon yakalamış bulunuyorlar ki, karşı tarafın
Kürtleri zayıflatmak için her manevrası, her saldırısı ters sonuç veriyor.
En son, Bahçeli’nin Diyarbakır gezisi bir örnektir. HADEP’i köşeye sıkıştırmaya yönelik bu
manevra geri tepmiş bulunuyor. Türk gazetelerinin Bahçeli’nin Diyarbakır gezisini, sanki
Kürtler demokratik özlem ve taleplerinden vazgeçiyormuşlar gibi sunma ve onları kuşkuya
düşürüp bölme biçimindeki psikolojik savaşı, bizzat bu geri tepişin bir kanıtıdır. Kürtleri
bölme girişimleri, bizzat Kürtlerin tecrit çemberini biraz daha zayıflatmalarıyla
sonuçlanmaktadır. Bahçeli’nin Diyarbakır gezisinden karlı çıkan HADEP’tir. Kendisiyle
ortaklaşa davranıştan korkan demokratik ve liberal güçlere güçlü bir silah kazandırmış
bulunmaktadır. Artık onlar, örneğin baskılara, Bahçeli görüşünce niye sorun olmuyor da biz
görüşünce oluyor diyebilirler. Altan Öymen dedi bile.
Sosyalistler ise, en örgütlü ve dinamik bu demokratik güçle bir araya gelmektense, hiç bir
zaman bir özne olarak ortaya çıkmasını hazmedemedikleri bu gücün, bir diplomatik
davranışını ve taktik kıvraklığını, tıpkı Hürriyet’in yaptığı gibi, demokratik özlem ve
hedeflerden vazgeçmekmiş gibi gösterip parsa toplama ve ister istemez demokratik güçleri
zayıflatma aymazlığı içinde bulunuyorlar. Kendi mezarlarını kazdıklarının farkında bile
değiller.
11 Eylül 2000 Pazartesi
● 37 ●
Duvarın Ötesi
Kürt uyanışı ve hareketi sadece yirminci yüzyılın en son doğan hareketi değil, aynı zamanda
yeni yüzyılın ilk hareketidir. Bu iki farklı dönemin tüm karakteristiklerini kendi içinde
taşımaktadır ve bizzat bu geçişi kendisi de yansıtmaktadır. Denebilir ki, İmralı öncesinde,
sonraki gelişmelerin tohumları olmakla birlikte, yirminci yüzyıldaki diğer ulusal ve
demokratik hareketlerin karakteristikleri belirleyiciydi. İmralı sonrasında ise, ulusal
hareketlerin önümüzdeki yüzyılda alacakları nitelikler hakkında önemli ip uçları vermekte ve
o eğilimleri yansıtmaktadır.
Kürtlerin yeni stratejisi sadece ulusun etni ve kültür ve dile dayanan tanımı yerine hukuki bir
tanımını geçirmesi; sadece bir ulusal hareketten sosyal bir harekete dönüşmesi; sadece
kendini demokratik görevlerle sınırlamak zorunda kalması ve bu nedenle derinleşememeyi
dengelemek için uluslararası ölçüde yaygınlaşma eğilimi taşımasıyla yeni dönemin
karakteristikleri hakkında ip uçları vermekle kalmıyor. Aynı zamanda, bütün bu değişimler,
Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla ortaya çıkan eğilimlerin de ilk sistematik politik ifadesi olarak
görülebilir.
Nedir bu yeni ortaya çıkan eğilim. Bizzat Berlin Duvarı’nın yıkan hareket ve Duvar’ın yıkılışı
bu yeni çıkan eğilimin bir sembolüdür. Yirminci yüzyıl boyunca, ayrılmak, emperyalizmden
ve kapitalizmden kopmak çabası bütün yoksullara dayanan hareketlerin temel motifiydi.
Diğer bir deyişle, emperyalist ve kapitalist sömürüden kurtulma umudu ve girişimleri
damgasını vuruyordu toplumsal hareketlere. Ama içine girdiğimiz yüz yılda, yoksulların
hareketlerine damgasını vuran motif tamamen zıddına dönmüş bulunmaktadır. Yoksullar,
ulusçuluğun, nasıl tanımlanırsa tanımlansın aslında evrensel bir ırkçılığın ve apartheit
rejiminin ideolojik biçimi olduğunu giderek kendi denemeleriyle daha iyi kavrıyorlar ve
emperyalizmden ayrılma değil, emperyalistlerin dünyasına katılma; kapatıldıkları gettodan,
rezervattan çıkmak için harekete geçiyorlar. Elbette bu hareketler, başlangıçta bütün büyük
toplumsal hareketlerde olduğu gibi, bireysel bireysel çözüm arayışları biçiminde ve henüz
siyasi bir harekete dönüşmüş ve siyasi programa kavuşmuş değil. Dünyanın dört bir yanındaki
yoksul ülkelerden insanlar, denizleri, gölleri, nehirleri, dağları hasılı yeni kurulmuş duvarları
aşarak kapatıldıkları rezervattan kurtuluşun yollarını arıyorlar.
Berlin duvarının yıkılışı, sadece bürokrasiye karşı bir ayaklanma değil, ondan daha fazla
dünyanın imtiyazlıları arasına katılma çabasıydı. Bu eğilim daha sonra bütün doğu Avrupa’da
görüldü. Ama bunlar içinde sadece zengin olanların (Baltık ülkeleri, Slovenya, Hırvatistan
vs.) ve stratejik nedenlerle dışta bırakılamayacakların (Polonya) bu gettodan çıkmasına olanak
sağlandı. Diğerlerinin bu yöndeki girişimleri ise şiddetle bastırıldı ve rezervata hapsedildiler.
Bu yeni ırkçı sistem karşısında, solun eski tepkileri anlamsızlaştı, şimdi sol olmak demek,
yoksulların rezervattan çıkma haklarını savunmak oldu, bu politikanın en büyük düşmanları
ise, Avrupa’nın yeni ırkçı partileri.
Kürt hareketi, sosyalist ve solcular tarafından şu bakımdan eleştiriliyor. “Avrupa Birliği’ne
girmeyi istemek yanlıştır, o emperyalist bir birliktir.” Bunlar hala dünyaya ve ezilenlerin
● 38 ●
hareketlerine geçen yüz yılın mantığıyla bakmaktadırlar. Bu kavrayışsızlık, en iyi şu örnekle
görülebilir. Bu gün milyonlarca insan, bin bir yoldan, açlık, sefalet ve işkenceden kurtulmak
için Avrupa, Amerika gibi ülkelere girmenin yollarını arıyorlar. Bu insanlara da pek ala,
“Avrupa’ya gelmeyi istemek yanlıştır, Avrupa emperyalist bir birliktir” mi demeli?Böyle
denmiyor en azından kendine solcu diyen insanlarca. Bu fiili eylemi desteklemek isteyen
solcular, sınırlar açılsın diyorlar, o insanların bireysel de olsa bu kurtulma çabalarına destek
veriyorlar. Peki aynı şeyi, Kürtler, Türklerle birlikte toplu halde yapmak isteyince niye yanlış
olsun? Bir Arnavut, Cezayirli veya Sri Lankalı için hak görülen bir Kürt için niye olmasın?
Nasıl, daha iyi ücret almak için mücadele eden bir işçinin mücadelesini desteklemek
gerekiyorsa, aynı şekilde Kürtlerin bu çabası da desteklenmelidir.
Elbette, nasıl işçilerin daha iyi ücret alması işgücü sömürüsünü ortadan kaldırmaz, hatta ona
belli bir esneklik kazandırırsa; aynı şekilde, Kürtlerin Avrupa’ya girmek istemeleri de
Avrupalılığı ortadan kaldırmayacaktır. Ama burada sosyaliste düşen, bir yandan ezilenlerin bu
çabasını desteklerken diğer yandan Avrupalılığı ortadan kaldıracak bir siyasi program için
mücadeledir. Bu da ancak, ulusal birim ile siyasal birimin çakışmasını ön gören milliyetçiliğin
ilkesinin ilgası ve ulusun kişinin bir inanç sorunu gibi alınmasıyla olabilir. Ama bu dünya
çapında bir programdır ve bu nedenle de, artık ulusal ölçüde sosyalist bir program ve politika
olanaksızdır.
Kürt hareketi, Avrupa’ya girme hedefinden, Avrupalılığı ortadan kaldırma hedefine
yönelebilir mi? Bu günün dünyasında bu olasılık son derece zayıftır. Ama bu hedefe
olaşmanın zorluğu bu yöndeki eğilimlerin güçlenmesine yol açabilir
Bu stratejinin en problemli yanı Avrupa’nın kendisi. Avrupa Türkiye’yi ve Kürtleri almak
istemez. Sadece jeopolitik kaygılarla, etki alanında tutabilmek için, almak istiyormuş gibi
yapar. Bu nedenle, bu günkü durumu sürdürmesi olanaksız olacağından gerçek bir
demokratikleşmenin karşısındadır. Barış bayrağını ve yeni stratejiyi izleyen Kürtlere
düşmanlığının temelinde bu yatmaktadır. Gerçekten demokratik dönüşümler yapmış bir
Türkiye istese, Demokrasinin en örgütlü ve tavizsiz savunucusu Kürt hareketini desteklemesi
gerekir. Durum ise tam tersidir.
İşte, Avrupa’ya rağmen demokratikleşme ve Avrupa’ya girme çabası, olayların gelişimi
içinde Avrupalılığı yok etmeye dönüşebilir bu hareketin en radikal kesimlerinde. Tıpkı grev
yapan işçilerin, bireysel kurtuluşun olanaksızlığını görüp sosyal kurtuluşa yönelmelerinde
olduğu gibi.
19 Eylül 2000 Salı
● 39 ●
Türk Nedir?
Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne de soyca “Türklük”
denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse
kendini Türk olarak tanımlamıyordu. İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar
Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim, Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı
ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı
gibi, bir etniyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve
yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete
egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense,
kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.
Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde milyonlarca insan
kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın
bir Türk devleti olmadığı ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde.
Osmanlı devletini “Türkiye” ve ona egemen olan Müslüman kastı “Türkler” olarak
tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk ve Türkiye isimleri bile, bu gün Türkiye denen
topraklarda yaşayan insanların kendilerini ve ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler
değil, onlara batılı devletlerin verdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bu gün
kendine Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk
yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddetmek oldu ve kendilerini ve
ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe”
dediler. Ama Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bu güne kadar
hiç bir sorun görmediler.
Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü
ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik
Türk ulusunda saçmalığın zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi
insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.
Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına
uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu
Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce
Anadolu’daki Türkmen ve Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı
Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın devamıdır. Bu fatihler
sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için, Bizans tarafından din ve dil olarak fetih
edilemediler. Onun haricinde, müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey
Bizanslıdır bu devlete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan ve
Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona dayanmak
Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk
milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin Kültürü de, tıpkı
müslüman devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz - Bizans kültüründen başka bir şey
● 40 ●
değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi
burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler.
İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları
yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı
ve sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi
suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini veren nedir?
Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir. Bu gün bile
dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni ile karşılaşan şunu görür: din ve dil
haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve
Ermenilerden ayırmak olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk
ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum ve Ermeni gibi bir Bizanslıdır. Ve
dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de.
Ama bu Ulus var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğundan, gerçek
kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu da ona hasta ve şizofrenik bir
karakter verir.
Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan Rumluk ve
Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğramış yaşayan Bizanslılıktır.
Ama o, varlığını bu gerçeği inkar ve unutma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk,
aslını inkar eden bir haramzadedir. İnanmayan Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin
kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası, sürgünü ile edinilmiş
bir ilkel sermaye birikimi vardır.
Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtulabilmeleri, kendi
geçmişlerini inkardan ve unutmadan kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi
görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş
bulunuyorlar ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde
küçük kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal ve siyasi hareket yok. O küçük
kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu.
Kürt hareketi Demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir başarıya ulaşabilirse, bu
Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir.
Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi gelişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o
kendi egemenliğini sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan Osmanlı-
Bizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm topluma
zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir sağlıklı gelişim için “baba katili”
olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez.
26 Eylül 2000 Salı
● 41 ●
Sosyal Demokrasi, Türkiye ve CHP
Sosyal Demokrasinin tüm olanak ve sınırlarını en ideal koşullarda gösterdiği yer Avrupa’dır.
Bunun dışında Sosyal demokrasinin bir yaygınlık ve başarısı görülmemektedir. Burada Sosyal
Demokrasi daima örgütlü işçi hareketine ve sendikalara dayandı. Bu ülkelerde onun başarısı
olarak görülen “sosyal devlet” ise, her şeyden önce, ikinci savaşta tahrip olmuş sabit
sermayenin yeniden inşası ve Fordizmin genelleşmesine dayanan, kapitalizmin tarihinde
gördüğü en uzun yükseliş döneminin sağladığı zenginlik sayesinde bir olanak bulmuştur. Bu
partiler, uzun dalganın yükselen fazı bitince, sosyal harcamaları kısıtlama politikalarından
başka bir şey yapamadılar. O zaman da, kitleler, taklidinden ise, aslına oy vermeyi uygun
gördü ve bundan sonra İngiltere’de Teatcher’le başlayan ve bütün Kuzey Avrupa’ya yayılan
dönem başladı.
Güney Avrupa daha farklı bir yol izledi. Buraların nispi az gelişmişliği, işçilerin daha militan
bir tavrına yol açıyor ve bu da Savaş sonrasında Komünist partilerin etkisinin temelini
oluşturuyordu. Yirmi beş yıl süren kapitalist büyüme bu ülkelerde de belli bir refah
sağlayabilir duruma gelince, bu komünist partiler, bu değişime ayak uydurmak için Avrupa
Komünizmi yolundan sosyal demokratlaşmaya başlayınca, bu sefer taklidinden ise aslını
seçmek, sosyal demokrasinin işine yaradı ve çok güçsüz ve küçük Güney Avrupa sosyal
demokrat partilerinin engellenemez yükselişi başladı. Böylece Kuzey Avrupa’da Muhafazakar
iktidarlara karşılık, Güney’de sosyal demokratların (sosyalistler) iktidara geliş dönemi
başladı.
Ne var ki, sosyal harcamaları arttırarak talep yaratma ve büyümeye hız verme şeklindeki
sosyal demokrasinin kapitalizm çerçevesindeki Keynezyen politikaların yolu çoktan bitmişti.
Bu nedenle, güney Avrupa’da Sosyal Demokrasi kuzeydeki kadar olsun bir sosyal devlet
başaramadı; işsizlik arttı ve sosyal refah hizmetleri getirilmedi.
Böylece Sosyal Demokratlar ile muhafazakarlar arasındaki fark, giderek, Amerika’daki
Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki farka benzedi. Amerika bu anlamda da kapitalist
dünyanın modeli ve idealiydi.
Güney Sosyal demokrasisini, Kuzey’den ayıran bir fark ta, Kuzeydekilerin klasik dönemde
işçi hareketi ve örgütlerine dayanmasına rağmen, Güney’de işçi sınıfının nispi zayıflığı ve
örgütlü kesiminin oranının düşüklüğü nedeniyle, işçi hareketiyle bağlarının zayıflığı, ama
buna karşılık küçük burjuvazi ve aydınlara dayanmasıydı, bu nedenle bu partilerde
kuzeydekiler kadar bile işçilerin kazanımlarını savunmak kaygısı görülmez. Hatta örgütlü İşçi
hareketine bir düşmanlık vardır.
Sosyal devleti uygulayamadığı bu güney ülkelerinde sosyal demokrasinin kullanabileceği tek
rezerv bu ülkelerdeki asker ve polis devletlerinin demokratikleştirilmesi olabilirdi. Sosyal
Demokrasi’nin bu olanakta bile çok yüzeyde reformlardan öteye gitmedi.
Güney Avrupa sosyal demokrasisi, Kuzey’in karikatürü ise, Türkiye’ninki de Güney’in
karikatürüdür. Onun kökleri ve dayandığı sınıflar, Güney Avrupa ülkeleri kadar olsun
“sosyal” ve “demokrat” olmasını engeller.
● 42 ●
Türkiye’de sosyal Demokrat iddialı parti her şeyden önce devlete dayanmaktadır. Bu onun
“demokrat” sıfatının önündeki engeldir; ama aynı zamanda işçilerden ziyade liberal
burjuvalara dayanmaktadır bu da onun “sosyal”ının engelidir. Sosyal demokrasi Türkiye’de
60’lı ve 70’li yıllarının radikalleşme dalgası ve yükselen işçi hareketi bağlamında bunları
kontrol altına almak ve taşra bezirganlığı ve tekelci sermayeye karşı bir koz olarak kullanma
amacıyla ortaya atıldı. Bu yükseliş sürdüğü sürece bir sistem açısından bir işlevi oldu, ama
bunların ezilmesi aynı zamanda sosyal demokrasinin de sonunu getirdi.
Bu koşullarda sosyal demokrasiye iki hareket alanı kalıyordu. Kürtler ve Aleviler. Önce Kürt
milletvekillerine olanak sağlayarak, onları devletin kontrolü altına almayı denedi. Ama
radikalleşen Kürt hareketini kontrol edemeyeceğini görünce, karşısına geçti ve kimi ihale ve
arpalıklar karşılığı özel savaş rejiminin temel destekçisi oldu. Geriye dayanabileceği tek
Aleviler kalmıştı. Politik İslam’a Genel Kurmay CHP’den daha kararlı karşı durunca ve
Aleviliği bir şekilde bunun karşısında destekleyince CHP’nin bu olanağı da tükenmiş oldu.
Meclis dışı kalış aslında bu toplumsal temeli yitirişin hikayesidir.
Bu yenilgiden sonra, Kürtlerin ve Alevilerin ve kısmen de işçilerin, parti içinde ağırlıklarını
arttırma ve ona damgalarını vurma eğilimleri güç kazanmaya başlayınca, ve Gogol’ün Ölü
Canları gibi, hayali ve ölmüş bir milyondan fazla üyenin seçtiği delegelerin oylarıyla bu
canlanma kıpırtısı olmamışa döndürüldü.
Türkiye’de sosyal demokrat politikalar için hala güçlü rezervler bulunmaktadır. Toplumdaki
muazzam gelir farkları ve uçurum; gayrı adil vergilendirmeler vs. ekonomi alanında hareket
alanı sunmaktadır. Benzer şekilde, Kürtler, Aleviler ve işçilerin hatta büyük burjuvazinin bir
kısmı bile bu günkü Osmanlı kalıntısı, baskıcı, keyfi, devasa; tüm toplumun kanını emen
devletle gitmeyeceğini bilmektedir. Merkezi devlet yapısının zayıflatılması; mahalli idarelerin
seçilmiş yöneticilere verilmesi; resmi laiklik adlı Kemalist İslam’ın yerine gerçek bir laikliğin
getirilmesi; fikir, propaganda ve örgütlenme özgürlüklerinin sağlam hukuksal garantilere
bağlanması gibi tedbirler Avrupa’nın aksine hala sosyal demokrasiye belirli bir hareket alanı
sağlamaktadır. Bunu ise ancak radikal demokrasiyle (Kürtler) ittifak içindeki bir sosyal
demokrasi, ya da radikalliğini sosyal olanla birleştiren bir demokratik hareket başarabilir.
Birincisinde ilk raund başarısızdı, şimdi sıra ikincisinde.
03 Ekim 2000 Salı
● 43 ●
Belgrad, Kudüs, Diyarbakır
Ağaçlardan ormanı görmeme tehlikesine karşı, ara sıra içinde yaşanılan olaylara şöyle bir
uzaktan bakıp son günlerde önemli gelişmelerin yaşandığı İsrail-Filistin ve Sırbistan-
Karadağ’daki gelişmelerin işaret ettiği genel eğilimleri kavramaya çalışalım.
Bu haftaki Der Spiegel’in başlığı “Belgrad’da Final: “Bu gün Tarih Yazıyoruz””. Derginin
içinde, tamamen başka bir bölümde, Almanya bölümünde, “Devrim’e yardım” diye bir başka
ve esas önemli yazı var ki, “Bu gün tarih yazıyoruz” diyen Sırp’a kinaye, Belgrad’da rejim
değişikliğinin esas nerelerde nasıl yazıldığının Tarihini yazıyor. Muhalefetin örgütlenmesi
için, para ve fikir ve ilişkilerin bizzat Almanya öncülüğündeki Batılı ülkelerce nasıl
kotarıldığı; son vuruş için de Rusya’nın iknası ve yardımıyla sağlanan baskılarla Miloseviç’in
ordu ve Polise baş vuramaması ve böylece adeta ite kaka örgütlenen bu korkak muhalefetin
“armut piş ağzıma düş” bir devrime zorlandığı zengin bilgilerle anlatılıyor. Benzer bilgiler
başka yayın organlarında da var.
Şu çok açık, eğer Kosova dolayısıyla bombalar ve albuka Miloseviç rejimini iyice
zayıflatmasa ve kırk parçaya ayrılmış milliyetçilik yarışındaki muhalif gruplara her türlü
yardım yapılmasa, ve Rusya’da desteğini çektiği mesajları vermese Miloseviç bu gün yerinde
olmaya devam ederdi. Amerika’nın yıllardır Irak’ta yapmak isteyip de yapamadığını, Avrupa
yağdan kıl çekerce, hem de Bombaları Amerika’ya attırarak, yapıyor. Yeşilci dışişleri bakanı
bay Fischer’in “Yeşil dış politika nedir diye soruyorlar, işte size yeşil dış politika” diye
sevinçli zafer naraları atmaya hakkı var. Politikası da kendisi gibi çok şık.
Yakın zamana kadar, para, örgüt ve bilgi destekleri falan, demokratik hareketlere karşı askeri
darbeleri veya şoven, faşist hareketleri desteklemek için dökülürdü batılılarca. Ama şimdi
tersine bir durum var. Timor’dan Sırbistan’a veya Irak’a kadar her yerde batılılar olanaklarını
demokratik muhalefetlerin, ezilen ulusların başarısı için seferber ediyorlar.
Bunun bir açıklaması olması gerek. Ya kapitalizm bir metamorfoza uğradı, ya da onun
niteliğinde bir değişme yok ama öyle görünmesi bir yanılsama. Sermayenin zafer arabasına
bağladığı globalizm taraftarları dünya ekonomisinin yeni durumunun ulusal devletlerin ve
diktatörce rejimlerin aşılmasını gerektirdiği, bunun kapitalizmin doğasından geldiği, hatta bu
bağlamda bunun kapitalist ilişkilerin ve demokrasinin gelişmesine de yararlı olduğu
dolayısıyla sosyalizmi de uzun vadede yaklaştırdığı düşüncesiyle, büyük bir vicdan rahatlığı
içinde globalizm taraftarlığı ile sosyalistliği bile birleştirebiliyorlar.
Bunlar böylece globalizmin Türkiye’yi de demokratikleşmeye zorladığı gibi bir sonuca da
ulaşıyorlar. Yapılacak iş, Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyen dış güçlerle iş güçlerin
birleşmesi olarak görülüyor. Bu yaklaşımın Kürtler ve Türkler arasında epey taraftarı var.
Batı’nın liberal ve demokratik hareketleri desteklemesinin nedeni, onların bu nitelikleri değil,
jeopolitiktir, düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesidir. Batı, karşısındaki ülkeler
diktatörlükler olduğundan demokratik görünme olanağı bulmuştur.
● 44 ●
Belgrad’daki gelişmelerle eski Yugoslavya’nın Avrupa Birliği tarafından ilhakı tamamlanmış
ve böylece Rusya’nın Akdeniz’e çıkışı kapatılmış bulunuyor. Bir an için, Belgrad’ta
Devrimin kendi dinamiklerinin harekete geçip bir mucizeyle, kapitalizmi savunun ama son
derece radikal demokrat, milliyetçilikten uzak bir rejimin geldiğini var sayalım. Bu rejim
bütün eski Yugoslav ve Balkan halklarına, gelin bir Balkan federasyonu kuralım desin,
bağımsız bir politika izlesin. Gidip Müslümanlardan, ve Arnavutlardan özür dilesin; isterseniz
derhal ayrılabilirsiniz desin. Batı’nın böyle bir rejimin yıkılması için her yola baş vurmaktan
kaçınmayacağı görülür.
Jeopolitik Batı’yı nasıl Sırbistan’da milliyetçilerden demokrasi kahramanı bir muhalefet hatta
bir devrim yapmaya zorladı ise, Türkiye’de aynı jeopolitik tersine çalışmaktadır. Türkiye’de
son derece örgütlü, ve her türlü demokratik talebi en radikal ve kararlı biçimde desteklemeye
hazır bir Kürt hareketi var. Sezer’e gösterilen desteğin gösterdiği gibi halkın yüzde sekseni
demokrasi özlemi içinde ve böyle bir hareket için her şeyi yapmaya hazır. Ama bu muhalefete
Sırplara gösterilenin binde biri destek verilmez. Helva yapacak her şey var ama Türkiye’de
bir türlü helva yapmayı becerememekte bu Batı. Beceriksizlik değil isteksizliktir bu. Arnavut
Mafyasından para ve eğitim desteğiyle UÇK gerillaları yaratan ve onu en modern silahlarla
donatan batı, dünyanın en güçlü gerilla hareketine karşı Türkiye’yi silahlandırır ve ona her
türlü desteği verir. Eğer kapitalizm gerçekten nitelik değiştirmiş ve demokrasiden yana bir
nitelik kazanmış ise, çok daha elverişli koşulların bulunduğu Türkiye’de niye böyle
davranmaz.
Çünkü demokratik Kürt hareketine dayanan, demokratikleşmiş bir Türkiye büyük bir güç
demektir. Hele bir de bu güç, orta doğudaki halklara birlik ve demokrasi desteğini uzatırsa,
bağımsız hareket edebilecek bir güç olur. Öte yandan, Türkiye gibi bir güce orta doğuda
halkları baskı altına almak için batının bir silahı olarak ihtiyaç da var. Bu durumda jeopolitik
tek bir politikayı zorunlu kılar. Ne oldurmak ne öldürmek. Devlet’e askeri ve iktisadi destek,
demokratik muhalefete söz, demokrasi istenen bir şey değil, Türkiye’yi hizada tutmak için bir
baskı aracıdır. Türkiye’yi yöneten bütün güçlerin de kendi egemenliklerini sürdürmek için bu
politikaya ihtiyaçları var. Böylece her iki taraf da birbirine gerekli olanı sunmakta ve ebedi
oyun sürmektedir.
Peki Kudüs ne ola? Bu çatışmalar, tarafların kendi taraftarlarını hizaya getirmenin aracıdır.
Ama bu olaya yukardan baktığımızda ne görürüz. Bir an için, Kudüs’ün Araplara verilmesine
bile razı olunduğunu var sayalım. Ortaya çıkacak olan nedir? Yeni bir Güney Afrika, bir
Apartheit rejimi. Filistin devleti, ahalisi Araplar olan bir Bantustan olacaktır. Sabahleyin,
İsrail’deki fabrikasına gidecek, başka ülke vatandaşı olduğu için, ucuz iş gücü olmaktan başka
hiç bir hakkı bulunmayan bir köle olacak. Bu sistem İsrail’in daha da gericileşmesinin ve
içindeki demokratik güçlerin iyice zayıflamasının ve onun giderek bir zamanların Güney
Afrika’sı gibi tam bir jandarma haline dönüşmesinin yolunu açacaktır. O halde Araplar niçin
savaşıyorlar? Başlarındaki polislerin masrafının kendilerinden alınan vergilerle karşılanması
ve kendi ulusundan olması için.
Bir an için, Filistin’deki Arap hareketinin, şimdi Kürtlerin yaptığını yapıp, Ayrı bir Filistin
Arap devleti değil de, Yahudi ve Arapların eşit haklarla yaşadığı, bir Filistin devletini
● 45 ●
bayrağına yazdığını düşünelim. Bu Filistin’in desteğini Yahudiler arasında araması anlamına
gelirdi. Eğer başarıya ulaşırsa, gericilik kalesi bir apartheit rejimi değil, ilericilik kalesi bir
demokrasi ortaya çıkardı.
İşte Kürtler’in yaptığı bu. Tabii bu ne Batı’nın ne de Türkiye’nin egemenlerinin işine geliyor.
Ne Avrupa demokratik bir Türkiye, ne de Türkiye demokratlaşmak istiyor. Bir politikacı
“Avrupa’ya giden yol Diyarbakır’dan geçer” demişti. Bu sorunun ters koyuluşudur.
Diyarbakır’a giden yol, İstanbul’un varoşlarından geçer.
10 Ekim 2000 Salı
● 46 ●
Kolombus’un Yumurtası
Türkiye’de sağ “Trafik Canavarı” diye bir sahte düşman yaratmış bulunuyor. Solun kendi
“trafik canavarı” da “globalleşme”. O da aynı şekilde, temel sorunları gündemden düşürme
amacına hizmet ediyor. Sol sözüm ona geleneksel olarak, işçi ve emekçilerin haklarını
savunacak ya, bunun için IMF, “Globalleşme” ve anti kapitalist bir söylem bir demokrasi
söylemiyle birlikte götürülüyor. Ama bu ikisi arasında hiç bir organik ilişki bulunmuyor.
Dolayısıyla da bir bütünsel proje geliştirilemiyor.
Çünkü Türkiye’de ezilen emekçi yoksul insanların en yakıcı sorunlarının nedeni, kapitalizm
veya globalleşme değil, doğru dürüst kapitalist olamama ya da globalleşememe. Şu
denklemden kaçıyor Türk solu. Türkiye’de işsizliğin ve pahalılığın temel nedeni, Osmanlı
artığı devlet cihazıdır. Temel sorun orada dururken, “globalleşme” veya IMF’ye çatmak, ucuz
kahramanlıktır.
Bir an için hayali bir hükümet kurulduğunu ve peş peşe şu kararları aldığını var sayalım:
Fikir ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan bütün kanunlar iptal ediliyor. Türkçe ortak
konuşma dili olması dışında bütün dillerle eşit oluyor. Herkesin ana dilinde veya istediği dilde
eğitim hakkı tanınıyor. Osmanlı artığı valilik, kaymakamlık gibi makamlar lağvediliyor.
Yerine seçilmiş yerel yöneticiler geliyor ve bunları ancak seçenler değiştirebiliyor. Amerika
ve Avrupa ülkelerinin çoğunda olduğu gibi, emniyet güçleri bu seçilmiş yöneticilerin
kontrolüne veriliyor. Ordu sadece, donanma, radar, uçak, zırhlı birlikler gibi spesifik bilgi
gerektiren birlikler haricinde, terhis ediliyor ve küçültülüp ucuzlatılıyor. Bunun yerine
savunmaya yönelik, İsviçre’de olduğu türden her yurttaşa silah kullanma bilgisini vermeye
yönelik, bir kaç saat içinde on milyonlarca kişilik bir ordu olabilecek milis sistemine
geçiliyor. Bütün servetler bildirime zorlanıyor ve gelirler ve servetler yükselen bir merdivene
göre vergileniyor. İktisadi devlet teşekkülleri özerkleştiriliyor ve vatandaşlara eşit hisse
senetleri olarak dağıtılıyor mülkiyeti. Bir süre için onlarda çalışanların seçtiği yöneticilere
veriliyor.
En önemli bir kaçı bunlar olabilecek bir kaç değişiklikle, bir anda Türkiye’nin çehresi kökten
değişir. Kopenhag kriterleri, işkence vs. birden gündemden düşer. Devletin gelirleri muazzam
artacağı ve giderler muazzam azalacağı için, enflasyon derhal düşer. Fark büyük ölçüde yeni
yatırımlara ve sosyal hizmetlere (eğitim, sağlık vs.) yöneltilir. Hatta vergiden muaf alt gelir
gruplarını büyütmek ve en adaletsiz vergi olan dolaylı vergileri azaltmak ve yaşam düzeyinde
derhal hissedilebilir iyileştirmeler bile mümkün olabilir. Yeni yatırımlar yeni iş alanları,
işsizliğin azalması demektir. Bütün bunlar toptan sanayii yeni yatırımlara yöneltecek talep de
demektir. Toplumdaki zengin ve fakir arasındaki uçurumun kısmen kapanması ve bu eğilimi
göstermesi, bu günkü çürümenin de bir gerilemeye girmesi demektir.
Ama en önemlisi, bu ülke derhal bölgedeki bir örnek ülke olur. Tıpkı doğu Avrupa ülkelerinin
Avrupa birliğine katılmak istemeleri gibi, bütün komşularında, bu ülkeyle birleşme eğilimleri
güçlenir. Sadece şu göz önüne getirilsin. Bu ülkenin her türlü özgürlükleri yaşayan ve refah
içindeki Kürtleri, diğer ülkelerdeki Kürtler için müthiş bir çekim gücü oluşturur. Ayrıca böyle
● 47 ●
bir örnek, bölgedeki diğer ülkelerin de benzer reformlara gitmesinin yolunu açar. Komşularla
çıkmaz sokağa benzeyen hudutlar ticaret yollarına dönüşür ve bütün bölge ekonomisine
canlılık ve zenginlik getirir. Bu da yakınlaşmaları güçlendirir.
Peki bu programın taraftarları kimler olabilir? Öncelikle bütün emekçiler, ezilen uluslar ve
azınlıklar. Ama sadece bunlar değil, Türkiye’nin Kapitalistlerine de yarar bunlar. Hem
ekonomik olarak yeni ufuklar ve karlar demektir hem de ordunun vesayetinden kurtulup,
emekçileri kendi zafer arabasına bağlayacak bir tarihsel fırsat demektir.
Peki kimdir buna karşı olanlar? Türk Ordusunun kendi egemenliğini ve çıkarını ulusun
çıkarıymış gibi gösteren önemli bir bölümü. Ancak, ordunun önemli bir kesimi bile, özellikle
alt tabakalar böyle bir programı destekleyebilir ve en azından tarafsız kalabilir böylece
tepedekilerin orduyu böyle bir plana karşı sürmesini engelleyebilir. Bu projenin en büyük
düşmanları bu günkü vurguncu sistemden yaşayanlar olacaktır. Zaten bunlar ve özel savaş
rejimi iç içe geçmiş bulunmaktadır.
Böyle bir değişikliğe bölgedeki bütün devletler karşı olur, çünkü dayandıkları temelleri
tehlikeye atacak kötü bir örnektir bu. Amerika ve Avrupa ise böyle istikrarlı ve güçlü bir
müttefiki ve daha geniş bir pazarı bir yandan ister ama diğer yandan, bu artık kontrol dışı
bağımsız bir güç demek olacağından istemez. Hele, savunmaya yönelik, bugünkü orduyu
tasfiye eden yeni sistem hiç işine gelmez. O zaman Türkiye, bölge ülkelerine karşı bir silah
olarak kullanılamaz.
Demek ki, bu günkü orduyu olduğu gibi korumak ve milyarlarca liralık silah siparişleriyle
daha da güçlendirmek isteyenler, diğer devletlerdeki gerici rejimler ve ABD v e Avrupa ile
çıkar ortaklığı içindedir. Bunlar birbirlerinin varlığına haklılık kazandırmaktadırlar.
Bunu yapacak muhalefet niye şekillenemiyor? Türk Sosyalistleri iktisadi eşitliğin
bayraktarlığına soyunurken, bunun demokrasiyle bağını koparıyor, devlete değil soyut bir
“globalizme”, “yeni dünya düzeni”ne yöneliyor. Kürt demokratik hareketi ise, kendi
demokratik talepleri ile işsizliğin ve pahalılığın giderilmesi arasındaki bağı kuramıyor.
Böylece tüm toplumun en geniş kesimlerini kucaklayacak bir program geliştirilemiyor.
Burjuvazi korkaklığı, işçiler demoralizasyon ve perspektifsizliği, Kürtler de kapitalizm öncesi
kültürün ağırlığı nedeniyle böyle bir program geliştiremiyor.
Böyle bir program sosyalizm değil, kapitalizmdir ve başarısı halinde toplum sosyalizmden
uzaklaşır. Buna rağmen sosyalistlerce desteklenmelidir.
17 Ekim 2000 Salı
● 48 ●
ÖDP’de Yeni Dönem: Katharsise Dönüş
Altmışlı ve yetmişli yılların sol politik kültürüne, “güçlenmek için arınmak” gerektiği;
“politik örgütlerin Mongolfiye kardeşlerin balonu gibi safraları attıkça yükseldiği” anlayışı
egemendi. Sonra gerek 12 Eylül, gerek Duvar’ın çökmesi sonucu var olan örgütler dağıldı; bu
krize, burjuva uygarlığının tarihsel krizi, dolayısıyla bu uygarlığın dayandığı aydınlanmacı ve
iyimser temelleri de aşındıran; izafilik ve farklılık vurgularının egemen olduğu “post modern
durum”un rüzgarları eklendi.
Bu öyle bir durumdu ki, en anti post modernistler bile bu durumun dışında davranamıyorlar;
en anti post modernist söylevleri, “farklılığın zenginlik olduğu” veya “mutlak doğrulara
inancın totalitarizme yol açtığı” türden sözlerle sürdürerek, o durumu yeniden üretmekten
başka bir şey yapamıyorlardı. En dogmatiklerin bile böyle davrandığı bir ortamda, elbette
zaten şehir orta sınıflarının duyarlılıklarının ifadesi olan hareketler çok daha böyle olacaktı.
ÖDP’de tam böyle bir tarihsel iklimde; arınarak güçlenme veya safraları atarak yükselme
vurgularıyla değil; farklılığın, çok renkliliğin güçlendirdiği vurgularıyla kuruldu. Esen bu
rüzgarlarla yelkenler dolduruldu. Katharsisin (arınma) yerini Mimesis (taklit) almıştı.
Ama ne demişler? “Dün dündür bu gün de bu gün.” Zaten diyalektik gereği her şey zıddına
dönmez mi? Dün doğru olan bu gün yanlış olur. İyi politikacı odur ki, bu eğilimleri
zamanında görüp gerekli rota değişikliklerini yapar, başka yönden esen rüzgarlarla yelkenleri
doldurup gemisini yürütür. Boşuna dememişler “gemisini yürüten kaptandır” diye.
Öyle görülüyor ki, ÖDP’de yeni bir dönem başlıyor; çeşitliliğe, renkliliğe vurgunun yerini,
“gruplar koalisyonu olarak yürümenin mümkün olmadığı”; uzlaşmadan doğan ve tam
inanılmayan görüşler için insanların fedakarlık yapmayacağı vurguları alıyor. Artık eski
rüzgarlar yelken doldurmuyor.
Eski Dev-Yol’cuların ÖDP’de çoğunluk eğilimini oluşturduğu biliniyor. Bu eğilimin çıkardığı
Bir Adım dergisinin beşinci sayısında hemen hemen bütün yazılarda, ama özellikle Saruhan
Oluç’un “ÖDP Kabuk Değiştiriyor, Eski Olan Direniyor” ve Oğuzhan Müftüoğlu’nun
yazdığı “Devrimci Parti, Devrimci Siyaset” başlıklı yazılarda, parti içindeki muhalif
eğilimlerle bir arada bulunulamayacağı hiç bir yanlış anlamaya yer vermeyecek şekilde,
açıkça belirtiliyor.
Örneğin S. Oluç: “Ama artık ÖDP’nin bir gruplar koulisyonu olarak yürümesi mümkün
değildir. Köklü bir zihniyet değişikliğine hızla ihtiyaç vardır.” (s.16) diye yazıyor. Aynı
şekilde O. Müftüoğlu, parti içinde uzlaşmalarla belirlenmiş karar ve politikaları kastederek:
“İnsanlar itiraz etmedikleri, razı oldukları düşünceler için değil, gerçekten, yürekten
inandıkları düşünceler için gerçek bir devrimci kararlılık ve iradeyle mücadele edebilirler”
(s.18) diyerek bir dönemin bittiğini haber veriyor. Gerçi, kimileri, ÖDP’yi bağlamayan bir
dergide çıkmış bir kaç yazı dolayısıyla ÖDP politikalarının değerlendirilemeyeceğini
söyleyebilir, ama Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayalım, bir zamanlar bir İngiliz sömürge
valisinin “Bengal bu gün neyi konuşursa, Hindistan yarın onu konuşur” dediği gibi, Oğuzhan
Müftüoğlu bu gün neyi konuşursa yarın Dev-Yol gelenekli çoğunluk ve öbür gün de ÖDP
● 49 ●
organları onu konuşur. Bundan sonrası bir zaman sorunudur. ÖDP’de bir değişim operasyonu
başlamış bulunmaktadır. Bu operasyonun sonunda, eski Dev-Yol’cu çoğunluğa dayanan,
farklı olanların, sadece onun dikte ettiği koşullarda yer bulabildiği bir ÖDP ortaya çıkacak
demektir. Artık çok seslilik rüzgarları yelken doldurmuyor, yükselmek için safraları atmak
gerek.
Bu değişimin doğru mu yanlış mı olduğu veya getirilen argümanların sosyalistlerin kimi ortak
ön kabulleriyle ne kadar uyuştuğu; ÖDP politikalarına muhalif sosyalistlerin ne yapması
gerektiği; örneğin Ayşe Düzkan’ın önerdiği, sosyalistlerin içinde Kürtçülük yapmaktansa,
Kürtlerin içinde sosyalistlik mi yapmaları gerektiği gibi sorunlar bu yazının konusu değil. Bu
konular önemli olmadığından değil, günlük bir gazete gereği ve olanağı bulunmadığından.
Bizi ilgilendiren bu değişimin toplumsal ve politik anlamı. Bu anlamı okumaya çalışalım.
Bu değişim Kürt hareketinin yeni stratejisine Türk şehir orta sınıflarının verdiği cevaptır ve
yeni stratejinin doğruluğunun dolaylı bir kanıtlanmasıdır. Dev-Yol doğuşunda, yükselişinde
ve daha sonraki değişmelerinde hep şehir orta sınıflarının duyarlılıklarının ve eğilimlerinin
ifadesi olmuştur. Bu yetmişlerde de, dün de böyleydi ve bu gün de böyledir. Şehir orta
sınıflarının derinliklerinde neler olduğunu en iyi bu hareket yansıtır. ÖDP’nin kuruluşundaki
o parlak modaya uygun sloganlar da, bu günkü başka tellerden çalan değişmeler de aynı
toplumsal grubun duyarlık ve eğilimlerinin ifadesidir.
Bu değişimi şöyle formüle etmek mümkündür. Türk şehir orta sınıfları, Kürt hareketinin yeni
programının kendileri için kabul edilebilir olduğunu belirtmekte ve Kürt hareketiyle siyasi
ittifaklara hazırlanmaktadır. Bunun için de, ilk bakışta paradoksal olarak, kendi içindeki
“Kürtçü Sosyalistler”den kurtulmak istemektedirler. Ancak bu hiç de çelişkili değildir. Ancak
o zaman CHP’den umudunu yitiren geniş kesimleri ve diğer toplum kesimlerini toparlayabilir.
O zaman Kürtlerle bir ittifaka girebilir, çünkü Kürt hareketinin talepleri ve yöntemleri artık
Türk orta sınıfları için kabul edilebilirdir.
Tabii bunun için bir şartı da var. Kürtler de ÖDP’yi eleştiren sosyalistlerden kurtulmalı.
Aslında bu da son derece akıllıca bir taleptir ve uzun vadede karşılığını bulacaktır. Elbette,
küçük ve keskin bir çakıdan ise büyük bir pala her zaman daha etkili bir silahtır. İşçiler
sendikalarının ne kadar çakar almaz olduklarını bilirler ama küçük devrimci gruplardansa bu
etkili silahları kullanmayı tercih ederler. Ezilen ulus hareketinin de böyle davranması anlaşılır
ve de doğrudur. CHP’nin yerini dolduracak bir ÖDP de her zaman için daha etkili ve tercih
edilir bir silahtır Kürt hareketi için. İkisi de karşılıklı olarak birbirlerini güçlendirebilir.
24 Ekim 2000 Salı
● 50 ●
“Kürt Partisi”, “Türkiye Partisi” ve Erkekler Partisi
“Soruyu doğru sormak, problemi çözmenin yarısıdır” derler. HADEP bağlamında yürütülen
“Kürt Partisi” mi “Türkiye Partisi” mi tartışmalarında doğru bir yönelişe ulaşmak için de
soruyu doğru sormak gerekir.
Mantıki olarak bakıldığında bunlar birbirinin alternatifi olmayan farklı kategoriden
kavramlardır. “Kürt Partisi” kavramı, dayanılan güçlere ilişkindir, hedefler hakkında bir fikir
vermez; “Türkiye Partisi” ise hedeflere ilişkindir ve dayanılan güçler hakkında bir fikir
vermez ve onları belirlemez. Farklı kategorilerden kavramların birbirine karşı olarak
koyulması ve böyle bir tartışma yürütülüyor olması, ortada bir sorun olduğunu, ama adının
konulamadığını ve başka biçimler altında ortaya çıktığını gösterir.
Siyasi partiler, kendilerini her şeyden önce programlarıyla tanımlarlar. Programın kendisi,
içeriğiyle, talepleriyle, bizzat o programı gerçekleştirecek güçleri de belirler. Modern
partilerin sınırları, ideolojiler, etniler, kültürler aracılığıyla değil, SOMUT HEDEFLER,
YAPILACAK İŞLER PLANI, yani PROGRAM aracılığıyla belirlenir. Modern toplumda,
toplumu değiştirebilecek güçleri bir araya getirmenin başka bir yolu yoktur. Ancak küçük
burjuva sektler kendilerini belirlerken ideolojileri, inançları, etnileri ve bunlar çoğu kez
doğrudan ifade edilemeyeceğinden, bunların sembollerini sınırları çizmenin aracı olarak
kullanırlar. Modern toplumsal sınıflar ve onların partileriyle, eskinin kalıntısı tabakalar ve
onların parti ve hareketleri arasındaki temel farklarından biri de budur. Türkiye politikasında
sembollerin ve hiç bir somut hedef önermeyen ama belli bir gruba aidiyeti belirleyen rozet
sloganların müthiş ağırlığı buradan gelir
Dolayısıyla bir bakıma, “Kürt Partisi”, “Türkiye partisi” tartışması, bir yanıyla, hedeflere göre
mi, yoksa belli güçlere göre mi sınırların çizileceği tarzındaki, bilinçsiz bir metodolojik
tartışmanın da yansımasıdır ve modern bir parti mi yoksa bir sekt mi olunacağını belirleme
gücündedir. Ve bu anlamda, derinden derine, eski ve yaygın anlayışlarla, modern bir politika
anlayışının farkını ve çatışmasını yansıtır. Farklı kategoriden sorunları karşı karşıya getiren
mantıki yanlışın mantığı burada gizlidir.
Programın mantıksal önceliği vardır ama tarihsel olarak, partileri yaratan ve onlara damgasını
vuranlar somut toplumsal güçler olur. Partiler son duruşmada belli toplumsal güçlerin
eğilimlerini yansıtırlar, dolayısıyla, mantıki olarak ikincil düzeyde olan güçler sorunu, tarihsel
düzeyde birincildir.
Dolayısıyla HADEP’i HADEP yapan da, programı değil, somut toplumsal güçler olmuştur. O
Kürt direniş ve uyanışının bir ifadesidir. Bu güç onu ortaya çıkarmıştır. Bu gücün kendi
içindeki bir arayış, bir tartışma ve arayış olarak bakıldığında, “Türkiye Partisi” mi “Kürt
Partisi” mi tartışması aslında, hangi güçlere dayanılacağı veya ittifak yapılacağı tartışmasının,
yani bir strateji tartışması olarak algılanmalıdır somut bağlamı içinde.
● 51 ●
Kürtlerin hareketini ve direnişini yaratan koşullar aynen varlığını sürdürdüğünden, Kürtler
açısından bu koşulları ortadan kaldırmak, temel hedef olmaya devam etmektedir. Peki değişen
ve bu tartışmayı zorlayan nedir?.. Eski stratejiyle, yani güçlerin yer alışıyla Kürt hareketini
yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığı...
Eski stratejide, Kürtlerin hedeflerine ulaşması, Türkiye’nin de demokratikleşmesi sonucunu
vereceği, Türkiye’deki ezilenlerin konumunu düzelteceği için, Türklerden bu nedenle destek
talep ediliyor; ama temel güç bir bütün olarak Kürtler ve onların mücadelesi görülüyordu.
“Kürt Partisi” formülasyonu bir bakıma bu eski stratejinin savunusu anlamına gelmektedir.
Yeni stratejide ise, Kürtlerin üzerindeki baskının ortadan kalkması Türkiye’nin
demokratikleşmesinin ürünü olarak koyulmaktadır. Burada, artık Türkiye’nin ezilenleri ve
demokratik güçleri bir yedek değil, ikinci bir temel güç olarak ele alınmaktadır. Diğer bir
ifadeyle, önceki stratejide, Kürtler kendilerini kurtararak Türkiye’nin ezilenlerini de
kurtaracak iken, yeni stratejide, Türkiye’nin ezilenlerini de kurtarmaya kalkarak kendilerini
de kurtarabilecekleri noktasından hareket edilmektedir.
Bu yaklaşım, ulusal baskıya karşı direnişler tarihinde bir tür “Kopernik Devrimi”dir. Bunun
etkileri çok daha derinden ve uzun vadeli olacaktır. Ancak, kısa vadeli mücadelelerle kolay
zafer beklentileri içinde olanlar için, bu günkü durum bir hayal kırıklığı yaratır. Ama işte,
Filistin’den Bask’a veya İrlanda’ya kadar örnekler ortada. Oralarda yıllar önce başlamış
“Barış görüşmeleri”ne ve resmen tanınmalara rağmen hiç bir somut ve kalıcı garanti ve
demokratikleşme sağlanamamışken, yeni stratejiden başka hiç bir çıkış yolu olmadığı çok
daha açık olarak ortaya çıkmaktadır. Yeni strateji, bir hareketin başarısı için en önemli iki
koşulu sunmaktadır her şeyden önce Kürt hareketine, politik inisiyatif ve moral üstünlük.
Karşı tarafın aczi, Barış gruplarına tavırdan, Ecevit’in siyasileşmeye ilişkin söylediklerine
kadar her alanda görülmektedir.
Şimdi sorun, bu yeni stratejinin nasıl bir programda ete, kemiğe bürüneceğidir. O halde,
tartışmayı “Kürt Partisi” mi “Türkiye Partisi” mi çıkmazından çıkarıp, somut bir program
tartışmasına çekmek gerekmektedir. İçinde hiç bir yuvarlak laf olmayan somut talepler ve
yapılacak işlerden ibaret bir program; işsizlik ve pahalılığa son vermeyle demokrasiyi, yani
Kürtlerin üzerindeki baskının kalkmasını birbirine bağlayan; biri olmadan diğerine
ulaşılamayacağını bilen bir program.
Sonra bu programı, Kürtlerin özlemlerinin de partisi olacak bir “Türkiye Partisi” mi yoksa,
Türkiye’nin ezilenlerinin özlemlerinin de partisi olacak bir “Kürt Partisi” mi, yoksa ikisinin
birden mi gerçekleştirebileceğini toplumsal güçlerdeki gelişmeler belirler. Bu gün hala önemli
olan, kimin yapacağı değil neyin yapılacağıdır. Ve en büyük kazanç, ezilenlerin kafasında
neler yapılacağının yer etmesidir.
HADEP, Kürtlerin demokratik özlemlerinin tutarlı savunucusu olduğu ölçüde “Türkiye
Partisi” ve “Türkiye Partisi” olduğu, yani Türk ezilenlerinin çıkarlarını savunabildiği ölçüde
de bir “Kürt Partisi” olabilir.
Ama bütün bunları başarabilmek için de, öncelikle bir erkekler partisi olmaktan çıkıp,
kadınların öne geçtiği bir parti olmak zorunda. Kürt uyanışının bel kemiği kadındır ne var ki
● 52 ●
kadınlar, HADEP’in esas karar ve yönetim organlarında gerçek ağırlıkları ölçüsünde yer
almıyor. HADEP’in bu tıkanıklığı ile, kadınların kenara itilmişliği ve kadın kollarına
hapsedilmişliği arasında çok derinden bir ilişki bulunmaktadır.
HADEP Bir “Kürt” ve “Türkiye” partisi olmak istiyorsa, her şeyden önce bir “Kadın Partisi”
olmalıdır. Ancak kadınlar hem HADEP’i ehlileştirmek isteyenlerin, hem onu bir sekt olarak
tutmak isteyenlerin girişimlerine bir baraj oluşturabilirler. Ancak kadınlar, Batı’nın
ezilenlerinde ilgi ve umut uyandırabilirler.
HADEP’in yönetim organlarının en az yarısından fazlası ve başkan, genel sekreteri gibi,
kamu oyunda partiyi temsil eden yöneticileri kadın olmalıdır. Nasıl tok açın halinden anlamaz
ise, nasıl Türkler Kürtlerin uğradığı baskıya duyarsız ise, Erkek milleti de kadınlar mücadele
etmedikçe kadınlara zerrece olanak tanımaz. Bunun için erkeklere karşı mücadele etmek
gerekmektedir.
Tecrübe ve bilgi yok falan diye çekinmek gereksiz. Kimse anasının karnından politikacı
çıkmaz. Suya girmeden de yüzme öğrenilmez. Kaldı ki, Kürt kadını onlarca yıldır süren
mücadelede, politikada yeterince piştiğini bir çok kereler kanıtladı; en yaratıcı taktikler ve
politik esneklikle hedefe kilitlenmeyi birlikte götürebiliyorlar. Bu gün yüzünde dövmeleriyle,
rengarenk elbiseleriyle zılgıt çeken en sıradan Kürt kadını bile şu piyasayı kaplayanlardan bin
kere daha iyi ve doğru politika yapabilir. Sorun “Türkiye” ya da “Kürt” partisi mi diye
koymak yanlıştır, doğrusu Erkekler Partisi mi yoksa Kadınlar Partisi mi şeklindedir. Sorunun
bu tarz koyuluşu bütün çatışan tarafların gerçek niteliğini ortaya koyar.
31 Ekim 2000
● 53 ●
HADEP: “Kadınlar Partisi” mi “Erkekler Partisi” mi?
HADEP her şeyden önce, Kürt uyanışının bir ifadesidir. Bu uyanış da her şeyden önce bir
MODERNLEŞME hareketidir. Kapitalizm öncesi dünyanın yüzyıllardan beri yerleşmiş
ilişkilerinin içine sığmayan yeni insanların bu ilişkileri parçalaması hareketidir. Bu anlamda
KÜLTÜREL bir dönüşüm ve devrim hareketidir. Bu nedenledir ki, bu uyanışın öz gücünü
gençler ve kadınlar oluşturmaktadır. Bu nedenle bölünme her şeyden önce, eskiye ait olanla
yeni olanın bölünmesidir.
Ne var ki eski olan, sadece yok olan bir kültür değil, aynı zamanda var olan bir siyasi sistemle
de çakışmaktadır. Her şeyden önce, egemen devlet ve parlamenter sistem, aşiret reislerine,
şeyhlere ve ağalara dayanmıştır. Dolayısıyla eskiye ait olan ile var olan siyasal sistemin
kaderi birbirine bağlanmıştır. Ceza suçun cinsindendir. Bu nedenle kültürel modernleşme
hareketi bir SİYASİ hareket halini alır.
Eski egemen kültür ve siyasetin anti demokratik, baskıcı ve keyfi niteliği nedeniyle de
DEMOKRATİK bir karakter kazanır.
Kürtler arasında, HADEP ve diğer partiler arasındaki bölünme, eski ile yeni arasındaki
bölünmenin siyasi dışa vurumudur. “Kürt Partisi” görünümünde ortaya çıkan, aslında Kürtler
arasındaki, modernliğin ve modernleşmenin partisidir. Kürtlük bilinci modernleşmenin ifadesi
olduğundan, modernleşmenin partisi bir “Kürt Partisi” olarak görünmektedir. Kürtler içinde
eski olan Türk devletiyle kader ortaklığı içinde olduğundan, dolayısıyla Türk devletiyle de bir
bölünme biçiminde görünür.
Kürt burjuvazisi ve orta sınıflarının cılızlığı ve korkaklığı nedeniyle bu uyanış ve
modernleşme hareketi öncelikle, yoksul, plebiyen tabakaların başını çektiği ve çekirdeğini
oluşturduğu bir harekettir. Bu nedenle de RADİKAL bir karaktere sahip olmuştur.
Hareket yükselişe geçip, rakipsiz bir güce ulaştıktan sonra, modernleşmeci ama radikal ve
demokrat olmayan tabakalar, yani Kürt burjuvazisi ve orta sınıflara, bu hareketin peşine
takılmak veya içine girerek etkilerini sağlamaktan başka yol kalmamıştır.
O halde, Kürt uyanışında iki büyük temel parti vardır. Liberal Demokrat Kürt burjuvazisi ve
orta sınıfları, aydınları; Radikal Demokrat Kürt yoksulları, gençleri, kadınları. Hareketin
önderliği başından beri plebiyen, radikal ve demokrat kanadın elinde olmuştur ama bu iki
parti arasındaki mücadele bin bir biçim altında sürmektedir.
Mücadelenin biçimleri ile, dayanılan ve temsil edilen güçler arasında dolaylı da olsa bir ilişki
vardır. Bir gerilla bölüğünde insan toprak ağalarına, iş adamlarına, müteahhitlere, aydınlara,
kasaba avukatlarına vs. pek rastlayamaz. Orada bol miktarda, kaybedeceği hayatından başka
bir şeyi olmayan, yoksul genç kız ve erkeğe, belki bir kaç idealist aydına rastlayabilirsiniz.
Ama bir belediyede örneğin toplumsal yapı kökten değişiktir, iş adamları, müteahhitler,
aydınların oranı çok yüksektir.
HADEP Kürt modernleşmesinin ve uyanışının lagal partisi olarak, liberal ve radikal bu iki
gücü de içinde barındırmaktadır. Bu iki güç eskiye ve egemen sisteme karşı birlikte mücadele
● 54 ●
içindedir ama kendi aralarında da bir mücadele sürmektedir. HADEP’te bin bir biçimde
ortaya çıkan çatışmaların özünü bu iki toplumsal grup arasındaki çelişkiler belirlemektedir.
Bu çatışmada, Kürt uyanışının öcüsü, çekirdeği olan radikal pleplerin prestiji, sayısal gücü,
eşine az rastlanan bir adanmışlığı ve birlikteliği var. Buna karşılık liberallerin ekonomik ve
kültürel gücü, ilişkileri. Bu iki güç de, Kürtler üzerinde inkar sürdükçe birbirini çiğneyemez;
iki gücün de birbirine ihtiyacı var. Ama sorun politikaya hangisinin damgasını vuracağında
toplanıyor.
Plepler çoğunluk ve güç ellerinde olmasına rağmen, doğrudan kendilerini ifade edemiyorlar
ve bu nedenle damgalarını vurdukları politikayı liberallere uygulatmak zorunda kalıyorlar.
Onlar ise kendi eğilimlerine ters düşen bu politikaları uygulamakta zorlanıyorlar veya fiili
uygulamada içini boşaltıp kendi tasarılarına uygun hale getirmeye çalışıyorlar. Asil olan
plepler vekil olarak orta sınıfları seçiyorlar, ama seçilenler asil olanın direktiflerini değil kendi
eğilimlerini uygulamaya yansıtıyor veya uygulamayıp ayak sürüyor. HADEP’teki sıkıntıların
özü budur.
Plepler şimdiye kadar, prestijle, sayıyla ve bunlara dayanan dayatmalarla, bir ölçüde hareketin
kontrolden çıkmasını engelleyebildi. Ancak, bu eski yöntemlerle mücadeleyi sürdürmek ve
geliştirmek giderek zorlaşmakta ve bu yöntemler giderek etkinin azalmasına yol açmaktadır.
Hareketin önderliğini orta sınıflara kaptırmamak, şimdiye kadar olduğu gibi yoksul, belki
şehirli ama hala ruh durumu ve kültürüyle köylü karakterinin ağır bastığı toplumsal
tabakalarla mümkün değildir. Kelimenin gerçek anlamıyla, yani kültürü ve yaşamıyla modern
şehirli, yoksul tabakalara dayanarak, modern ota tabakalar, işverenler, aydınlar karşısında bir
denge oluşturulabilir. Bu da temelde iki güçtür: Modern ücretliler ve bu mücadelenin en
tavizsiz savunucusu kadınlar. Modern ücretlilerin kazanılması bir zaman, strateji ve program
sorunudur. Ama kadınlar şu an hazır bulunuyorlar. Kadınlar, “Kadın Kolları”nın gettosundan
çıkıp, HADEP’in başkanlığı dahil bütün etkili pozisyonları ve yönetim organlarında
çoğunluğu ele almalıdır. “Erkek Kolları”na ihtiyaç duyan bir HADEP, MHP’de ifadesini
bulan, yukarıdan düzenleme partisi karşısında aşağıdan demokrasi partisi olabilir. Türkiye’nin
tüm ezilenlerine güçlü ve sarsıcı bir mesaj verebilir.
Tecrübe ve bilgi yok diye çekinmek gereksiz. Kimse anasının karnından politikacı çıkmaz.
Suya girmeden yüzme öğrenilmez. Kaldı ki, Kürt kadını politikada yeterince piştiğini bir çok
kereler kanıtladı; en yaratıcı taktik ve pratik esneklikle hedefe kilitlenmeyi bir arada
götürdüğünü gösterdi. Bu gün yüzünde dövmeleriyle, rengarenk elbiseleriyle, mitinglerde
zılgıt çeken en sıradan Kürt kadını bile şu piyasayı kaplayanlardan bir kere daha iyi ve doğru
politika yapabilir. Sorunu bu gün, “Kürt Partisi” mi, “Türkiye Partisi”mi diye sormak
yanlıştır, sorun orta sınıfın mı, yoksulların mı öncülüğü ve damgasıdır. Ve bu da somutta,
Erkekler Partisi mi Kadınlar Partisi mi şeklinde ortaya çıkmaktadır.
07 Kasım 2000 Salı
● 55 ●
Demokrasi ve Sosyalizmin Kopan Bağı ve “Demokratik Cumhuriyet”
Türkiye’de sosyalist ve işçi hareketlerinin yükseldiği yıllar aynı zamanda en canlı strateji
tartışmalarının yaşandığı yıllardı. Şimdilerde Türkiye’nin sosyalistleri, stratejik sorunlar
üzerine düşünmeyi ve tartışmayı bir kenara atmış bulunuyorlar ve hala 1960’ların
tartışmalarının stratejileriyle idare ediyorlar. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da strateji
tartışması görülmüyor. Bütün dünya tarihi göstermektedir ki, işçi hareketinin ve sosyalist
fikirlerin yükseldiği zamanlar aynı zamanda en verimli strateji tartışmalarının yükseldiği
zamanlardır. Bizzat bu gün bu tür tartışmaların yokluğu kitle hareketlerinde ve sosyalizmde
bir gerilemenin bir ifadesidir.
Çok basit ama temel bir sorun görmezden geliniyor. Demokrasi ve sosyalizmin bağı koptu.
Bunun sonuçlarının neler olabileceği üzerine kimse bir tartışma yürütmüyor. Herkes bu bağın
koptuğu gerçeğine gözlerini kapıyor ve sanki hiç bir değişiklik yokmuş gibi politika yapmaya
devam ediyor.
Bu bağın kopuşu çok şematik olarak şöyle ifade edilebilir.
On dokuzuncu yüz yılda, İngiltere ve ABD gibi ülkeler hariç, bütün ülkelerde sosyalist ve işçi
hareketlerinin temel sloganı “Demokratik Cumhuriyet” idi. Demokratik Cumhuriyetin
kapitalizmin gelişmesi ve burjuvazinin egemenliği için en ideal siyasi formu oluşturduğundan
kimsenin kuşkusu yoktu ve aynı zamanda bunun hem kapitalist ülkelerdeki devrimi
yükselteceği hem de işçi sınıfına sosyalizm için ideal koşulları sunacağı var sayılıyordu. Yani
Demokratik Cumhuriyet, hem uluslararası gericiliği zayıflatarak hem de işçi sınıfına
sosyalizm için mücadelede ideal koşulları sunarak sosyalizme YAKLAŞTIRIYORDU.
Ekim devrimi ile birlikte, “Demokratik Cumhuriyet” bir işçi iktidarı altında gerçekleşti.
Böylece cebirsel bir formül olarak, demokratik cumhuriyetin içini işçi sınıfı doldurunca
ortaya işçi devleti çıktı. Bütün benzer geri ülkelerdeki devrimler aynı eğilimi gösterdi. Fakat,
bu tarihsel eğilim, somut tarihte, Ekim Devrimi’nden sonra bir bürokrasinin iktidarı ele
almasının sonucu, demokratik işçi cumhuriyetleri değil, bürokratik diktatörlükler biçimini
aldı. Ne var ki, bu çarpılmalar demokrasi ve sosyalizmin iç içe geçmesinin zorunlu sonucu
değildi. Yani yirminci yüzyılda, demokratik cumhuriyet fiilen gerçekleştiğinde işçi iktidarı
sonucu veriyordu. Demokrasi sadece sosyalizme yaklaştırmıyor İÇ İÇE GEÇİYORDU.
Ne var ki, duvarın yıkılışından beri, en azından Türkiye gibi ülkelerde artık bu bağ kopmuş
bulunuyor. Demokrasi mücadelesinin zaferi sosyalizme yaklaştırmaz veya iç içe geçmez,
UZAKLAŞTIRIR. Bunu yaratan iki temel neden var: biri, bu ülkelerin işçilerinin kendilerini
sınırlayacağı; diğeri ileri ülkelerin işçilerinin yardıma gelmeyeceğidir.
Demokrasi ve sosyalizm iç içe geçiyordu, çünkü, burjuvazinin korkaklığı nedeniyle işçiler
demokratik devrimin önüne geçiyor ve bu hedefler için de olsa bir kere iktidara çıkınca,
kendilerini sınırlamıyorlar ve sosyalist tedbirler almaya başlıyorlardı.
Ne var ki, bu gün bu gün önünde demokratik görevler bulunan, hangi bir ülkenin işçisi
devrimin önüne geçip iktidara gelirse, kendini sınırlayacaktır, çünkü kendini sınırlamayıp
● 56 ●
sosyalist tedbirlere yöneldiği takdirde ileri ülkeler işçi sınıfının yardıma gelme olasılığı hiç
bulunmamaktadır. Es kaza devrimin coşkusuna kapılıp sınırlamadığı takdirde, ileri ülkelerin
sosyalist devrimi yardıma gelmeyeceğinden ayakta kalma şansları yoktur.
Bu nedenle, bir devrimin işçileri bir ülkede iktidara taşıması halinde bile, işçiler kendilerini
sınırlayacakları için, bu en iyi halde, işçi iktidarı altında, sosyal ve demokratik hakların
garantiye alındığı bir kapitalizm demektir. Yani İsveç veya Avustralya’da olan türden bir
kapitalizm yolu demektir. Bu ise, kapitalizmin gelişmesi için en ideal koşullar demektir. Bu
Türkiye gibi bir eşik ülkede, fiilen, dünyanı zenginleri arasına katılmış, etkili ve adeta bir tür
emperyalist bir ülke demektir. Yani demokrasi, sadece işçiler kendini sınırlayacağı için değil,
o sınırlamanın sonuçları da, on dokuzuncu yüz yıldan farklı olarak ülkeyi imtiyazlılar arasına
sokacağından sosyalizme yaklaştırmayacaktır.
Yani bu gün, Türkiye’deki ÖDP veya başka bir sosyalist partinin programının veya en radikal
demokrasi programının en ideal koşullarda uygulanması, örnek kapitalist, yer yüzünün
imtiyazlı zengin ulusları arasına katılmış bir emperyalist ülke yaratır. Bir bölge gücü yaratır.
Bu da kısa ve orta vadede sosyalizmden uzaklaşma demektir.
Sosyalist partilerin hepsi, bir yandan, demokrasi ve sosyalizmin bu kopan bağının sonuçlarını
adıyla anan Kürt hareketine karşı, kendi programları sanki farklı sonuç verecekmiş gibi,
mesafe koyarak, demokratik görevlerden kaçıyorlar.
Diğer yandan, demokrasi ve sosyalizmin bağının koptuğunu ve programlarının sosyalizme
değil, sosyalizmden uzaklaşmış bir kapitalizme yol açacağı gerçeğini gizleyip, buna
sosyalizm diyerek ezilenlerin gözüne kül serpiyorlar.
Ve bu tavırların sonucu olarak sosyalizm ve demokrasinin kopan bağının nasıl bir strateji ve
programla aşılabileceği sorununu gündemden düşürüp, bağımsız bir sosyalist çizginin
oluşumunu engelliyorlar.
Sosyalist partilerin hepsinde ortak bu yaklaşımla bölünmeden ve buna karşı çıkmadan,
bağımsız bir sosyalist odağın oluşması olanaksızdır. Bağımsız bir sosyalist odak olmadan da
demokrasi mücadelesinin yükselmesi.
Egemenleri suçlamak anlamsızdır, onlar kendi çıkarlarının gerektirdiğini yapıyorlar. Bu gün
Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin zayıflığının bir sorumlusu var ise, bu sorumlu, gerçek
sorunlara gözlerini kapayan sosyalistlerdir.
13 Kasım 2000 Pazartesi
● 57 ●
Tarihin Laneti
Kıta Avrupa’sı ve İngiltere arasındaki gelişim zıtlıkları, Balkanlar ve Anadolu’daki gelişim
zıtlıklarına benzer. Avrupa’da Kapitalizm ya da burjuvazi, önce Hıristiyanlık içinde,
Püriten/Protestan mezhepler biçiminde eğilim ve çıkarlarını yansıttı. Ne var ki, bu Burjuva
muhalefetin kaderi, Kıta Avrupa’sı ve İngiltere’de farklı yollar izledi. Püritenlik İngiltere’de
iktidar olurken, aynı Protestanlar Fransa’da, Sen Barthelmi katliamlarında bire kadar kılıçtan
geçiriliyordu. (Doğan burjuva dünyasının Osmanlı’ya sığınan Kılıç artıklarının, Hügontların,
Osmanlı modernleşmesindeki etkileri ayrıca incelenmeye değer bir konudur.)
Bu modern, burjuva ruhun katledilmesinin sonucu, Avrupa’da burjuva gelişiminin yüz yıl
gecikmesi oldu. İngiltere 1688’lerde burjuva devrimini yaparken, Fransa aynı devrimi
1789’da yapabiliyordu.
Ama devrimin şiddeti birikimin ölçüsünde sert oldu, Katoliklik adına Protestanları kesenler,
yüz yıl sonra Hıristiyanlığı tasfiye edip önce akıl dini önerecekler, sonra da en azından dini
politik alanın dışına iteceklerdi.
Balkanlar ve Anadolu’nun tarihsel kaderi bu tarihsel sürece paralellik gösterir. Fransız
ihtilalinden yüz yıl sonra, Osmanlı’nın Müslüman devlet kastlarının kapitalizm öncesi
dünyasına karşı, Balkanların Hıristiyan kapitalizmi, tıpkı İngiltere adalarında, Prütenliğin
zafer kazanması gibi, zafer kazandı ve Osmanlı egemenliğini ve Müslümanlığı balkanlardan
süpürdü. Müslüman kapitalizm öncesi ise, bunun rövanşını Ermeni katliamları ve Rumların
temizlenmesiyle, yani burjuva ve modern olan her şeyin tasfiyesiyle Anadolu’da aldı. Ermeni
ve Rumların Anadolu’dan tasfiyesi, Sen Barthelmi’nin Anadolu’daki paralelidir.
Bu nedenle Anadolu Balkanları yüz yıl geriden izler. Balkan ülkelerinin bu günkü durumu
kimseyi yanıltmamalıdır. Bu ülkeler İkinci Dünya savaşından sonra Sovyet işgal bölgesinde
kalmasalardı, en azından şimdiki Yunanistan’ın gelişmişlik ve zenginlik düzeyinde
bulunurlardı. Örneğin Bükreş’e yüzyılın başında, “Doğu’nun Paris’i” deniyordu, Panait Istrati
gibi yazarlar ve başka Bolşevik partisinde çalışan uluslararası Marksist teorisyenler
yetiştirebiliyordu o zamanlar Romanya.
Batı Avrupa’da burjuva muhalefeti dinsel biçimde var olmuştu, Avrupa’nın doğusunda ise
aynı muhalefet, modern çağın dini olan ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı. Balkan uluslarının
kuruluşu, Protestanlığın zaferine denk düşüyordu; Anadolu’da Rum ve Ermeni ulusçuluğunun
tasfiyesi ise, Protestanların katledilmesine. Ama Kıta Avrupa’sında Protestanlığı katledenler
nasıl yüz yıl sonra tümüyle Hıristiyanlığı yok etme, bir akıl dini geçirme ve sonra da en
azından dini politik alının dışına atma zorunda kaldılarsa, Anadolu’da Ermeni ve Rum
ulusçuluğunu katledenler, ulusçuluğu, ulusu dil, kültür ve etni olarak tanımlayan klasik
biçimiyle yok etmek, bütünüyle hukuki bir ulusçuluk kurmak zorunda kalacaklardır. Patlama
birikimin ölçüsünde derin olacaktır. Kürt hareketinin el yordamıyla yaptığı, tarihin bu emrini
yerine getirmekten başka bir şey değildir.
Burjuvazinin tasfiyesi, Türkler ve Müslümanlar için aynı zamanda bir modernleşme,
uluslaşma, burjuvalaşma anlamına da gelmiştir. Yani Türk burjuva devrimleri, burjuvaziye
● 58 ●
karşı, kapitalizm öncesi Osmanlı’nın devlet sınıfları tarafından güdülen, burjuvaziyi tasfiye
eden, kapitalizm öncesi sınıf ve ilişkileri güçlendiren burjuva devrimleridir. Tarihin laneti
budur.
Görmesini gören gözler bilir. Tasfiye edilen Rum ve Ermeni burjuvazisinin malları, Türk ve
Kürt ağaların ve tefeci bezirganların servet ve sermayeleri, ya da Osmanlı’nın ruhu devletin
daireleri olmuştur.
Böylece yıllarca, Modern Ermeni burjuvalarının mallarına konmuş feodal ağaların
kontrolünde, ortaçağ karanlığında, bezirgan partilerin oy deposu oldu Kürtler. Aynı durum
aşağı yukarı Anadolu’nun bütün bölgeleri için de geçerliydi. 12 Eylül bile hala, Büyük
şehirlerdeki sola yatkın işçi oylarını dengelemek için, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere daha
fazla temsilci veriyordu.
İşte bu denge alt üst olmuş bulunuyor. Kürtler adeta toplu olarak, var olan sistemin karşısına
geçmiş bulunuyor. HADEP’in oyları silme götürmesinin anlamı budur. Egemen sistemin
Kürtler içinde, maaşlı koruculardan başka dayanağı kalmadı.
Normal bir parlamenter işleyiş için, Kürtler içinde bir toplumsal temel bulmak, korucuları,
ağaları, aşiretleri bir yana iterek, modern Kürt burjuvazisiyle tekrar bir ittifak sistemi kurması
gerekir Türk burjuvazisinin. Ama bunun yapılabilmesi, Kürt ve Türk burjuvazisinin eşit bir
partner olarak iş birliğine girmesi, bu günkü ordunun vesayeti, egemen ideoloji ve
politikalarla olamaz. Durum değişmedikçe, burjuvazinin egemenliği için gerekli bir normal
parlamenter sistem işleyemez. Bu durumda ordunun ağırlığı giderek dayanılmaz olmaya
devam edecektir.
Eski sistem, sanki Susurluk, bankalar, çeteler günah tekeleriyle ellerini yıkayıp yeniden
yürüyebilecekmiş gibi görünüyor. Kimi Partilerin biçimsel değişmeleriyle, makyajlarla, hatta
Kürtçe radyo ve televizyon ile varlığını sürdürebilirmiş gibi görünüyor. Yürüyemez.
Toplumdaki ve sınıf ilişkilerindeki derin değişiklik eski politik sistemle götürülemez.
İdeolojisi, partileri, ordusuyla bu günkü sistem, ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, Kürt
burjuvazisinin desteğini sağlayacak bir politik biçim bulmadıkça bunalımlardan çıkamaz. Bu
politik sistemin tasfiyesi için ise, büyük kitlelerin aktif eylemi gerekir. Tarihin lanetine ancak
büyük kitle hareketleri son verebilir.
Yüz yılın başında Osmanlı devlet sınıflarının işbirliği ile Hıristiyan kapitalizmini tasfiye
ederek tarihin lanetine uğrayan Müslüman Türk ve Kürtler şimdi bu lanetten kurtulmak için,
kendi 1789’larını yapmak durumundalar. Ama çok elverişsiz koşullarda. Burjuvazi korkak,
İşçiler tarihin en büyük yenilgileriyle dünya çapında bir demoralizasyon, programsızlık,
yönelimsizlik içindeler. Kürt hareketi yapayalnız. Bu günkü hareketsizlik ve çürüme kimseyi
yanıltmamalıdır. Unutmamalı en güzel çiçekler bataklıklarda yetişir.
20 Kasım 2000 Pazartesi
● 59 ●
Globalleşme ve “Ulus Devlet”in Sonu
Herkes “Ulus Devlet”in sonundan ve bunun globalleşmenin veya Avrupa Birliği’ne girmenin
gereği olduğundan söz ediyor.
Globalleşme “ulus devlet”in sonunu değil, ulusun yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir.
Aynı şekilde, Avrupa Birliği de, ulus devletin reddetmemekte, ulusu yeniden
tanımlamaktadır.
Ulusun bu günkü gibi bir “etni” ya da dile bağlı olarak tanımlanması çok yenidir. Ulusçuluk
ilk çıktığında, yurttaşlık ve ulusdaşlık kavramları adeta özdeşti ve ulusun dil ve etniyle
zorunlu bir ilişki içinde olduğu türden, bu günün ulusçularına çok yabancı gelen, bir anlayış
yoktu. Ulusçuluğun ilk çıktığı, yeryüzünün ilk uluslarını kuran Amerikan ve Fransız
devrimleri böyle bir anlayışla ilk ulusları kuruyorlardı. Bu günkü gibi, dil ya da etniyle bire
bir çakışmaya dayanan ulus anlayışı daha sonra, yirminci yüzyılın başında doğmuş ve Wilson
ve Lenin’in “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” formülüyle de adeta evrensel bir nitelik
almıştır.
Ne var ki, bu günkü dünyada, iki önemli değişim, ulusal devletleri tekrar ulusçuluğun
doğuşundaki ulus anlayışına dönmeye zorlamaktadır.
Birincisi, Amerika Birleşik Devletlerin gücüyle rekabet edebilmek için, Avrupa ülkelerinin
bir Avrupa Birleşik Devletleri kurmak zorunda olması ister istemez, ABD’nin dayandığı ulus
anlayışına bir geri dönüşü zorlayacaktı. Onun eski olması, daha modern ve kapitalizmin
ihtiyaçlarına daha uygun bir ulus anlayışına dayanmasını ortadan kaldırmıyordu.
Bugün, ulusçuluğun bu eski biçimine dönüş, “ulus devlet”in sonu veya aşılması türünden
sözlerle, tıpkı Kayserilinin eşeği boyayıp babasına satması gibi, allanıp pullanıp piyasaya
sürülüyor. Hayır, ne ulus devlet sona eriyor, ne de aşılıyor. Olan, ulusun yeniden
tanımlanması, ve yurttaşlık ve ulus tanımlarının çakışması, yani kültür, dil ve etninin bir
ulusun tanımından çıkarılarak, politika dışı alana itilmesi ve bunlar karşısında devletin
“laikleşmesi”dir. Yani, devletin dile, etniye veya beli bir kültüre dayanmaması, nasıl
insanların dinleriyle uğraşmıyorsa, dilleri, kültürleri ya da etnileriyle uğraşmamasıdır, en
azından biçimsel olarak, hukuki bakımdan.
Ama geç ulusçuluğun çıkardığı ulus anlayışın aşındıran ikinci yön, teknik ve iş gücündeki
değişmelerdir. İş gücü göçleri, bütün dünyanın kapitalist şehirlerinde, farklı etnilerden,
kültürlerden, dillerden insanların yoğunlaşmasına ve bunların bir çok nedenle bu kimliğe
sarılmasına ve ona siyasal bir anlam vermesine yol açmaktadır. Diğer yandan, enformasyon
teknolojisindeki gelişmeler de hem bir yandan bu süreci güçlendirici bir etki yaratmakta,
(örneğin Türkiye’deki Kürtlerin Medya TV’yi veya Almanya’daki Türklerin Türkçe Kanalları
izlemesi) ama aynı zamanda bu sorunun geniş yeniden üretim ve standartlaşmaya engel
olmadan, aksine onu destekleyerek çözümünün yolunu açmaktadır.
Ulus her şeyden önce, geniş yeniden üretimin gereği olan standart ve eğitilmiş iş gücü
ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle başlangıçta standartlaşmaya vurgu ve
● 60 ●
farklılıkların silinmesi temel dayanağı olmuştur. Ama bu bir kere sağlandıktan sonra, teknik
gelişmeler de olanak sunuyorsa, bu standart olan içinde belli bir renklilik pek ala kapitalist
yeniden üretimin bir gereği haline gelebilirdi. Ve işte tam da bu nedenle, çok kültürlülük,
renklilik, ulus devletin sonu gibi söylemler günün modasıdır. Bu Değişim, Avrupa Birliği gibi
farklı ulus devletlerin bir araya gelip yeni bir ulus devlet içinde erimeleri gibi bir gereklilikten
kaynaklanmasa bile aynı türden bir ulus anlayışını mümkün ve gerekli kılar.
Ne var ki, ulusun bu yeniden tanımlanışı, otomatik olarak eşit haklı ve eşit düzeyde ulusları
yaratmaz. Ulusun bu yeni tanımlanışı madalyonun öbür yüzü, yeryüzü ölçüsünde bir apartheit
anlamına gelmektedir. Avrupa, ulusu, etniden, dilden, kültürden soyutlayarak, tıpkı bir
zamanların ABD’sinde olduğu gibi tanımlamakta; Amerika İspanyolca’yı ikinci dil yapmayı
tartışmakta, ama diğer yandan, yurttaşı olmayana, yani bölgenin dışında yaşayan veya içinde
ama yurttaşlık hakkı olmadan yaşayana karşı duvarlar örmektedir. Dolayısıyla, ulus devletin
sonu diye tanımlanan, ulusun yeniden tanımlanışı ve bu tanımlamada dilin, etninin ve
kültürün değil, hukukun ve belli bir yerin kriter olması, yeryüzü ölçüsünde bir apartheit
rejimine denk düşmektedir. Ulus devlete son verdiği söylenen yeni ulusçuluk, yeryüzü
ölçüsündeki ırkçılığın aracı olmaktadır.
Kimileri globalleşmenin bunu engelleyeceğini sanmaktadırlar. Hayır, kapitalizm bir yandan
eşitleme eğilimi içindedir ama, diğer yandan da eşitsizlikleri derinleştirir. Malların ve
sermeyenin akışında sınırlar kalkmaktadır ama, artı değeri yaratan biricik meta olan iş gücü
için aksine sınırlar kalınlaştırılmaktadır. Eğer yer yüzü ölçüsünde, işgücünün serbest dolaşımı
olsa; isteyen istediği yere gidip, tıpkı bir ülke içindeki gibi eşit haklı bir yurttaş olsa, yani
kelimenin gerçek anlamıyla ulusal devletin sonu olsa, uzun vadede bu fark ortadan kalkar,
ama bu olmadığı sürece de, globalleşme fiilen apartheit sonucunu verir.
Bunun için, sosyalistlerin ve ulusçuların programı arasındaki temel fark, ulusun yeniden
tanımı ile; nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal birim ile siyasi birimin çakışmasını
reddetmek arasındaki farktır. Yani dil ya da kültürü değil, nasıl tanımlanırsa tanımlansın,
ulusu politik alanın dışına atmaktır.
Bunlardan biri, örneğin, Türkiye gibi bir ülkeyi, örneğin bütün dillerin özgürce konuşulup
öğrenildiği ve geliştirildiği, yani demokratik, dolayısıyla gelir farklarını nispeten törpülemiş,
İspanya, Yunanistan benzeri bir ülke yapma; yani yeryüzünün beyazları arasına katılma
sonucunu verir; ama diğeri yeryüzünden beyazlı yok etme. Bu nedenle biri demokratik
muhalefetin, diğeri de sosyalistlerin programı olabilir.
24 Kasım 2000 Cuma
● 61 ●
Söyleyene Değil Söyletene Bak!
Haber alma örgütleri bir savaş aracıdırlar. Bunların temel özelliği “düşman” hakkında doğru
bilgiler edinmektir. “Düşman”ı etkisiz hale getirmek, ancak onun hakkında gerçekçi bir
resimle mümkündür. Ama yine düşmanı etkisiz hale getirmek için, savaşın bir parçası olarak
psikoloji ve propaganda savaşını yürütmek gerekir, bunu yaparken ise, “düşman” hakkında
tamamen gerçeğin zıddı bir resim yaratmak zorundadırlar. Politika belirlenirken dayanılan
bilgiler kamu oyundan gizlenir ve hatta bu bilgilerin ifadesi, psikolojik ve propagandif
savaşın yaydıklarıyla çeliştiği ve ona karşı çalıştığı için düşman muamelesi görür. Ama
kendileri tam da bu düşmanın propagandası olarak tanımladıkları bilgileri kullanırlar. Bu
nedenle, istihbarat örgütleri ve onlarda çalışanların sizofrenik bir durumu vardır ve
konuştuklarında korkunç bir sinizm sergilerler.
Bir ülkedeki bütün, basın ve yayın organları, tümüyle devlet politikasının araçları olduğunda
(Tıpkı son on yıllarda Türkiye’de ve eskiden Doğu Avrupa ülkelerinde veya başka
diktatörlüklerde olduğu gibi), tüm toplum, her günkü yaşamı ve algılarıyla ilgisiz, onu
bastıran ve inkar eden, özel savaş dairelerinde belirlenip medya aracılığıyla yayılmış bir
hayali dünyada yaşamaya başlar ve gerçeklik duygusunun yitirilmesi ve kişilik parçalanması
tüm toplumu kaplayarak, bir virüs gibi en muhalifleri bile etkisi altına alır.
Ne var ki, gerçek durumun ne olduğunu en iyi bilenler bizzat gene o istihbarat örgütleridir. Bu
nedenle, anti demokratik sistemlerde bütün reform önerilerinin bizzat istihbarat örgütlerinden
gelenlerce yapılması bir rastlantı değildir.
MİT’in iki sorumlusunun yaptıkları basın toplantısında sinikçe söyledikleri (ki bütün o sinizm
“biz”e yüklenen gerçek anlamdadır) bu genel kuralı doğrulamaktadır.
Bu açıklamalara ilişkin bir yığın yorumlar yapılıyor. Ecevit’in MHP’yi sıkıştırmak için yol
verdiği veya Milli Güvenlik Kurulu toplantısı öncesinde yapılarak orayı etkilemeyi
amaçladığı veya Devletin içinde bir görüş birliğinin oluştuğu gibi bir yığın, çoğu aynı
zamanda bir doğruluk payı taşıyan yorum da yapılıyor ama, bütün bunlar bu açıklamanın
gerçek mahiyeti konusunda tam bir suskunluk içinde bulunuyorlar: açıklamaların Türkiye
Cumhuriyeti’nin yıllardır Kürt uyanışına karşı yürüttüğü politikanın iflasının ilanı olduğu.
Bu gün MİT yöneticilerinin söylediklerini söyledikleri için insanlar, cumhurbaşkanları,
komutanlar, iş adamları öldürüldü; ifade edilen gerçeği yok etmek için binlerce asker ve
gerilla öldü; binlerce insan hapislere girdi, işkence gördü; toplumun tüm kaynakları orduya
aktarıldı; kanun dışı çeteler örgütlendi; kaçakçılığa ve vurguna dayanan bir ekonomi oluştu;
kim bilir kaç milyon insan bu iktisadi ve sosyal çöküntünün sonucu nice trajediler yaşadı.
Şimdi bizzat bu savaşı yürütmüş en etkili organlardan birinin başındakiler, hedeflerinin hiç
birine ulaşamadıklarını itiraf etmiş bulunuyorlar.
Onları bu itirafı yapmak zorunda bırakan da bizzat Kürt uyanışının kendisidir; birliğini
korumasıdır, ama her şeyden önce, özellikle yeni stratejik hattın sağladığı üstünlük ve Kürt
uyanışına verdiği yeni dinamizm ve açtığı olanaklardır. Açıklamanın HADEP’in yüz binlik
● 62 ●
kongresinin ardından yapılması bir rastlantı değildir. Onları böyle konuşturan ne Ecevit’tir, ne
de başka biri, Kürt uyanışıdır. Söyleyene bakma söyletene bak derler.
Ama bu aynı zamanda yeni bir stratejinin de ilanıdır. Türk Devleti, Kürt uyanışını kontrol
altına alıp kendine orada bir yeni dayanacak temel için yeni bir stratejiye geçmektedir. Yeni
strateji, eskisi gibi kaba inkarla tümünü karşıya almaya değil, karşı tarafı bölmeye yöneliktir.
Ne var ki, eski çizgiyi savunanların kolay pes edeceği sanılmamalıdır. Bizzat MİT
yetkililerinin beyanatları karşısında basının hemen suskunluğa geçmesi; karşı yorumlar veya
yandaş yorumların bile ayrıntılarla oyalanıp konunun özüne girmekten kaçması ve daha
sonraki MGK toplantısının sonuçları bunun göstergelerinden biri. Dünyadaki bütün deneyler,
çok sert iç çatışmaların kaçınılmazlığını gösteriyor.
Ancak, şimdi politik iklim tersine bir yola girmiş bulunuyor. Türkiye tarihinde hiç benzeri
olmayan bir senkronize radikalleşme dalgası gelecek gibi görünüyor. Eş zamanlı radikalleşme
60’larda yaşandı. İşçiler, Öğrenciler, Köylüler hatta genç subaylar bile eş zamanlı olarak bir
radikalleşme dalgasının içindeydiler altmışların sonunda. Ama bu henüz toplumun
derinliklerine işleyememişti ve Kürt uyanışı ise henüz başlamamıştı.
Yetmişlerin radikalleşmesi ise derinlemesine olmasına rağmen eş zamanlı değildi. Önce şehir
küçük burjuvazisi, sonra işçiler ve en son da Kürtlerin radikalleşmesi başladı, biri harekete
geçtiğinde diğeri yorulmuş bulunuyordu.
Seksenlerden sonra Kürtlerdeki radikalleşmenin Batıda karşılığı yoktu. Doksanlarda, ise Kürt
uyanışı sürerken, sadece Türkiye’de değil, dünyada da bir gerileme görülüyordu.
Şimdi ilk kez, bütün belirtiler Kürtlerin, işçilerin, köylülerin ve şehir orta sınıfları ile küçük
burjuvazisinin eş zamanlı bir politizasyon ve radikalleşmeye doğru gittiklerini gösteriyor.
Böyle durumlarda patlamayı engellemek ve kontrol altına almak için reformlar bile
hızlandırıcı ve moral verici etki yaparlar. Bunun karşısında da hiç bir güç duramaz.
(Mail ile benden başka yazılarımı isteyen okurlara not. Hepsini tek tek yollamam olanaksız.
Yazılarımı dijitalize ettikçe dosya olarak indirilebilecek şekilde sayfama koyuyorum. Oradan
çekebilir ve yeni yazıların e-mail ile adresinize otomatik olarak gelmesini sağlayabilirsiniz.
Sayfamın adresi şöyle: http://www.comlink.de/demir/ )
01 Aralık 2000 Cuma
● 63 ●
İçimden yazmak gelmiyor
Bazı durumlarda karşınızdakinin acısını paylaşmak için, söylenecek her sözün, yapılacak her
davranışın anlamsız olduğunu hissedersiniz. Ağzınızdan çıkan sesleri ve sözleri siz bile
tanıyamaz olursunuz. Sözün ve sesin bizzat varlığı o söz ve sesle yapılmak istenenle çelişir.
Bu gün öyle. Yazmak gelmiyor içimden.
Ne üzerine yazabilirim?
Öleli bu günlerde yirmi yılını dolduran -zaman ne kadar da çabuk geçiyor - Liverpol'lü işçi
çocuğu, olağanüstü insan John Lennon'un hayatından hareketle yirminci yüzyılın eğilimleri ve
bugünün dünyası üzerine mi?
Fransa'da Nice'deki Avrupa Topluluğu zirvesinin anlamı, oradaki Temel Haklar Şartı'ndaki
tırpanlar veya bu toplantıyı protesto gösterilerinde tekrar ortaya çıkan o açmaz: işçilerin ve
sendikaların bir Avrupa ama o Avrupa'da kendi konumlarına ilişkin reformlar için; buna
karşılık radikal ve devrimci grupların Avrupa'ya karşı ama sadece "hayır"lardan ibaret; somut
hiç bir programatik perspektif ve açılım sunmayan muhalefetleri arasına sıkışmaktan nasıl
çıkılabileceği üzerine mi?
Yüz yılın başında, ticari ve sanayi sırların açıklanması işçi hareketinin bir temel geçiş talebi
iken bu gün, en parmağım gözüne vurgunculuklar karşısında bile, kimsenin firma ve banka
isimlerini açıklamaması bir yana, bunun normal karşılanmasının ve toplumsal muhalefetin bu
yönde hiç bir talep ya da slogan yükseltmemesinin ezilenlerin kendilerini demokratik
görevlerle sınırlama ve kutsal dokunulmaz özel kişi mülkiyetini sorgulamaktan kaçmalarının
bir yansıması olduğu üzerine mi? İnternette olsun, bu vurguncu firmaları ve yaptıklarını
açıklayan, herkesin bakabileceği bir sitenin olsun bulunmamasının bu günün Türkiye'sinde,
doğru dürüst haber ve çözümleme yapmaya yönelik bir tek dergi bile bulunmamasıyla ve
toplumsal muhalefetin güçsüzlüğü ile ilişkisi üzerine mi?
Peş peşe ve birbirine karşı olarak ortaya çıkan MİT ve Genel Kurmay açıklamalarının, Kürt
uyanışının baskısı karşısında, farklı stratejiler üzerine bir çatışmanın varlığının ve yeni çizgi
karşısındaki aczin itirafı olduğu üzerine mi?
Ya da bu çatışmanın, önümüzdeki dönemde giderek sertleşeceği, özellikle toplumsal
muhalefetin yükselişiyle, giderek tarafları kendisine karşı strateji geliştirilenlerle fiili iş
birliklerine zorlayabileceği; bunun biraz da on dokuzuncu yüz yılda büyük toprak sahipleri ve
burjuvazi arasındaki ilişkilere benzer bir niteliği olacağı üzerine mi?
Savaşın en önemli kuralının savaşı düşmanının istediği alanda kabul etmemek olduğu; yeni
stratejinin ortaya çıkardığı mücadele biçimleri içinde Genel Kurmay'ın savaşamayacağı ve
son açıklamalarıyla bunu açıkça ilan ettiği; bunun askeri bakımdan mantıki sonucunun, karşı
tarafı kendi istediği koşullarda savaşa çekmek olabileceği; bu nedenle Genel Kurmay'ın tekrar
askeri savaşın çıkmasından yana olduğu; Kürt uyanışını tekrar silahlı mücadeleye çekmek
veya böyle diyenleri güçlendirip, Kürtleri bölmek için akla gelebilecek her şeyin
yapılabileceği, hatta Abdullah Öcalan'ı öldürme girişimlerinin olabileceği üzerine mi?
● 64 ●
Artık eskisi gibi götüremeyenlerin ortamı gerginleştirmek ve her türlü demokratik gelişimin
önünü almak ve Kürt hareketini, kendi istediği savaş alanına çekerek bu sistemi korumak
isteyenlerin, her türlü provakasyon, suikast ve sabotaja baş vurabileceği, çok tehlikeli bir
dönemin içine girileceği üzerine mi?
Yoksa bir direniş örgütlerken olabildiğince geniş kesimleri yana çekebilmek için gerek
hazırlık, gerek zamanlama, gerek hedeflerin belirlenmesi gerek mücadele biçimleri arasında
bulunması gereken iç bağlantı üzerine mi?
Ya da ok yaydan çıktıktan sonra bu tür konularda yazıp tartışmanın artık anlamı olmayacağı,
tıpkı her zaman olduğu gibi, sorunun çatışan taraflardan hangisinin yanında yer alınacağı,
bunun da kimin haklı kimin haksız bir mücadele yürüttüğü noktasından belirlenebileceği
üzerine mi?
Kürtler söz konusu olduğunda insanların problemi böyle koyuştan kaçmaları ve bunun ezen
ulustan olmayla ilişkisi üzerine mi? Her hangi bir konu, bunların hepsi, bu gün gereksiz ve
anlamsız görünüyor.
Bir zamanlar Çetin Altan'ın da yazdığı gibi: "Bu gün canım yazı yazmak istemiyor.“
10.12.2000
● 65 ●
Düğme ve Düğüm
Sanılıyor ki, on beş yıllık bir özel savaştan barışa; yetmiş yıllık bir ordu vesayetinden,
iktidarın seçilmişlerin elinde bulunduğu bir parlamenter sisteme ve nihayet doğunun keyfi ve
kahredici binlerce yıllık devletçiliğinden, bir kaç yüz yıllık bireyi merkeze alan burjuvazinin
dünyasına geçiş kolay olur. Herkes bir iyimserlik rüzgarına kapılmıştı. O iyimserlik havası
içinde bizlerin kötümser ön görüleri, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benziyordu.
Ama gelişmeler, kolay bir geçişin insanlara sahte hayaller yaymaktan ve onları gerçek
zorluklar karşısında şaşkın ve silahsız bırakmaktan başka bir anlama gelmeyeceğini
göstermektedir. Önce, bu işin alfabesini kimse unutmamalıdır: geniş yığınların aktif katılımı
ve direnişi olmadan, en küçük bir değişiklik olası değildir.
Bakın işte Filistin ve İsrail’e. Rabin, İsrail meclisinde, kendisine, barış müzakereleri
başladığında, “siz düşmanımızla barış yapmak istiyorsunuz” diye karşı çıkanlara, “Barış
elbette düşmanla yapılır” diyebiliyordu. Arkasında, İsrail’deki güçlü barış hareketi, Amerika
ve Avrupa’nın uzlaşma zorlamaları; Filistin intifadası ve onun arkasındaki onlarca Arap
devleti vardı. Ve anlaşma koşulu da, aslında Filistin hareketine bir Bantustan polisliğinden
başka bir şey vermiyor, Arapları rezervata kapatıyordu. Arkasında da, Araplara karşı savaşın
kahramanlığı gibi sıfatlar bulunuyordu. Rabin öldürüldü. Bu gün barış hala çok uzak.
Fransa’dan İspanya’ya benzer süreçlerin çok elverişli güç ilişkilerine rağmen bile nasıl zor
olduğu sayısız örneklerle doludur.
Türkiye’de, güçlü bir barış hareketi yoktu; aksine bu günkü meclis bileşimine yol açan son
seçimlerde, ulusun yüzde doksanı inkarcı Türk milliyetçisi partilere oy verdi. Kürt uyanışı
yükselirken Sovyetler ve duvar çöküyor; dünya tarihinin en büyük yenilgilerinden biri
yaşanıyordu. Hareketin kafası bir altın bir tepsi içinde Türk devletine sunuluyordu. Hareketin
ardında ne Arap ülkeleri, ne yükselen ulusal hareketler ve Sovyetler vardı. Yoksullara
dayanan tabanı ve radikal eğilimleri nedeniyle herkes kuşku ve korkuyla yaklaşıyordu. Filistin
hareketine barış kararı aldığında bütün dünya destek olurken, Kürtlerin barış kararına kimse
destek çıkmıyordu. Demokratikleşmiş bir Türkiye’ye hayır demek zor olacağından, bizzat
Avrupa kökten bir demokratikleşmeye karşı konumdaydı. Olumsuzluklar saymakla bitmez.
On beş yıllık savaş boyunca, ekonominin, siyasetin ve idarenin tepesine tünemişlerin, bu
imtiyazlarını kolay bırakacağını sananlar yanılıyorlar. 22 şubat ile, yetmiş yıllık iktidarlarını
korumak için, kendi yarattıkları on beş yıllık savaşın çetelerini kontrol altına almak zorunda
olduklarını görenler, demokratikleşme özlemlerinin kendi iktidarlarının kaynağını da tehdit
ettiğini gördükçe, dün kontrollü tasfiyesine yöneldikleriyle, yeniden dostluk tazeliyorlar. Ama
bunu tazeledikleri an, ellerini verip kollarını kurtaramayacaklarını görüyorlar ve bir kısmı
onlarla kader birliği yaparken, diğer kısmı giderek buna karşı çıkmak durumunda kalıyor.
HADEP’in yüz binlik kongresi, binlerce kamu emekçisinin uyarısı, giderek tekrar inisiyatif ve
güven kazanarak yavaş yavaş tekrar sokağa çıkma cesareti bulunan demokratik kitle hareketi,
ilk kez Kürt uyanışının ve Türk ezilenlerinin eş zamanlı bir yükselişe girme olanağını
● 66 ●
gösteriyordu. Bunun karşısında kimse duramazdı. “Yılanın başı küçükken ezilmeli”ydi. Son
gelişmelerin özü budur.
Elbette, haline bakmadan posta atarak NATO içinde Avrupa gücünü veto edeceğini söyleyen
ve arkadan Amerika tarafından desteklenen Türkiye’nin, bir kaç günde kaçan yedi milyar
doları, sokaklarda tekbir getirip faşist sloganlar atan polisleri ile düştüğü duruma Avrupa
sadece timsah gözyaşları döker.
Öcalan’ı bir tepsi içinde Türkiye’ye sunan ve Avrupa’ya Türkiye’yi aday üyeliğe almaya
zorlayan ve böylece reformlar yapmış, istikrarlı bir Türkiye ile Orta Doğu ve Balkanlar ve en
önemlisi Kafkaslar’da Rusya ve Avrupa’ya karşı etkisini arttıracağını düşünen ABD’nin
golüne, Avrupa’nın, daha doğrusu Almanya’nın karşı golüdür bütün bu gelişmeler aynı
zamanda. Dolarlar Deutsche Bank’ın sinyaliyle gitti; Polis’i yıllardır eğiten de Almanya’dır.
Avrupa artık Almanya demektir. Nice bu güç dengesine uygun siyasi düzenlemeleri yaptı.
Böyle bir Avrupa’da ABD etkisinde ve Almanya kadar nüfusu ve ondan büyük bir alanı olan
Türkiye’nin artık hiç yeri yoktur. Bu yeri edinmek için tehditlerde bulunursa ve Avrupa’nın
Amerika’ya karşı kendi bağımsız gücünü NATO içinde tehdit etmeye yeltenirse, başına
gelecekleri son bir kaç haftada görmüş bulunuyor.
Bir yıl önce çok başka bir manzara vardı. Amerika’nın bölgedeki en büyük iki müttefiki İsrail
barışın kıyısında görünüyor; Türkiye’de demokrasi ve Avrupa Birliği rüzgarları esiyordu;
Balkanlar’da ABD uçakları Sırbistan’ı bombalıyor, Avrupalılar sesini çıkaramıyordu.
Önce Rusya’yı yanına alan Avrupa dengeyi sağladı; anlaşmayı ve hatta son seçimler ve
Miloseviç’in gidişiyle kesin egemenliği sağladı. Türkiye’ye Demokrasi ve Avrupa; İsrail’e
barış ışık yılı uzakta. ABD’nin müttefikleri kılını kıpırdatamaz durumda. PKK’ya da
Talabani saldırıp onu savaşmaya zorluyor.
Türkiye’deki demokratik muhalefet Avrupa’ya rağmen ve ancak Kürt uyanışıyla iş birliği
içinde demokratikleşme sağlayabileceğini artık görmelidir. Avrupa ve demokratikleşme
karşıtı güçler, jeopolitikte dendiği gibi: “Doğal Müttefik”tirler. Düğme de, düğüm de
buradadır.
15 Aralık 2000 Cuma
● 67 ●
Sonun Başlangıcı
1990'ların başında, Kürt sorununda bir parça demokratikleşme eğilimi güçlenmeye
başlayınca, katliam ve cinayetler sadece Kürtlere değil, aynı zamanda bizzat kendi içlerindeki
reformist politikalara da yöneldi, Özal ve Bitlis'in öldürülmelerinde olduğu gibi. Bu özel
savaş rejimi binlerce köyü zorla göce zorlayarak; dünyanın en büyük ordularından birini en
gelişmiş silah teknolojisiyle donatarak; tam anlamıyla bir psikolojik savaş yürüterek Kürt
hareketini Türk halkından tecrit etmeyi başardı. Öcalan'ın kendilerine tepsi içinde sunulması
ve bu ortamda yapılan seçimlerde Türklerin ezici çoğunluğunun şoven ve inkarcı partilere oy
vermesi varabileceği en yüksek nokta oldu.
Kürt hareketinin bu zor koşulda yaptığı strateji değişikliği ve silahlı mücadeleyi durdurması
ilk elde bu direnişin bitmesi ve dağılması olarak görüldü ve öyle olacağı umuluyordu. Ne var
ki, evdeki hesap çarşıyı tutmadı. Kürt hareketi dağılıp bölünmedi. Aksine yeni strateji ve
mücadele biçimleri tıkanmışlıkları aşarak yeni bir atılımın yollarını açtı ve Kürt hareketi
giderek tecrit olmaktan çıkmaya; Türkiye'deki demokratik muhalefetle aynı telden çalmaya
başladı. Demokratikleşme özlemleri daha güçlü ve sesli bir şekilde ifade ediliyordu. HADEP
yüz binlik kongre yapıyordu Ankara'nın göbeğinde. Peşinden kamu çalışanları yürüyordu ve
ilk kez son yıllarda birbirinden kopmuş bu demokratik hareketler ilk kez birbirleriyle bir
rezonansa gelmeye başlıyorlardı. Egemenler eş zamanlı atılan adımların bir köprüyü bile
yıkabileceğini iyi biliyorlardı.
Bunun üzerine yeni strateji ve mücadele biçimleri karşısında aczin itirafı "siyasallaşmaya
çalışıyor" ifadeleri oldu. Bu değerlendirmeyi yapan kurmaylar, daha ilk okumaya
başladıklarında, düşmanın istediği şartlarda muharebeyi kabul etmemeyi; onu kendi
koşullarında savaşı zorlamayı öğrenmişlerdi. O halde demokratik ortamın kullanıldığı
koşulları yok etmek gerekiyordu. Kimse kafasını kaldıramamalıydı. Polisler ellerinde
silahlarla demokratik özlemlere karşı sokağa sürüldü; peşinden tarihin gördüğü en alçakça
saldırılardan biriyle, açlık greviyle ölümün sınırına gelmiş insanlara saldırıldı. Nasıl bu
memlekete komünizm lazımsa onu da onlar getirecekse, ölmek gerekiyorsa devlet öldürürdü,
kimsenin kendini protesto olarak öldürme hakkı da yoktu.
Daha burada bitmeyecek. Bunu şimdi Kuzey Irak'ta PKK gerillalarına karşı yapılacak saldırı
izleyecek. Önce Talabani kışkırtıldı ve askeri uzmanlar yollandı. Sonra Türk ordu güçleri
yığılmaya başlandı ve şimdi sıra Türk birliklerinin saldırısında.
Talabani ve İran Avrupa'nın dengesidir Orta Doğu'da. Avrupa Türkiye'yi dışında tutmakta
kararlı. Demokratik bir Türkiye'yi ise dışarıda tutmak olanaksızdır. İçine almak ise, orta Doğu
ve Avrupa dengelerinin alt üst olması demektir. Bu nedenle Avrupa, Demokratikleşmenin en
büyük gücü olan Kürtlere karşı ve yeni stratejiye olağanüstü düşmandır. Yeni strateji esas
gücünü Türk demokrat ve ezilenlerini kazanmaya yöneltmiştir ve bu Avrupa için bir dengenin
yitirilmesi demektir. Bu nedenle Genel Kurmayın ve Avrupa'nın çıkarları ortaktır. Amerika'yı
ise, müttefikle arayı iyi tutmak ve onun askeri gücü ilgilendirir. Hele Bush geldikten sonra,
askerlerle iyi geçinmek daha da önemli olacaktır.
● 68 ●
Ne var ki, son cezaevi direnişinin gösterdiği gibi, insanları ölüm ve katliam korkutmamaktadır
artık. Korku sınırı aşılmış bulunuyor. Korkutmak için yapılan saldırı, korkunun yitirilmesine
yol açmaktadır. Diyarbakır cezaevinde 1980'lerde en dibe vurduktan sonra başlayan direniş
ruhu gibi bir ruh, şimdi de Türk ezilenlerini sarmaya başlayacaktır.
Haklı bir dava pek ala akılsızca ve yanlış politikalarla sürdürülebilir. Ölüm orucu, bir eylem
olarak ne zamanlama, ne hazırlanış, ne yedekleri gözetme, ne hedefleri bakımından akıllıca
bir strateji ve politikayı yansıtmıyordu. Ama bu günkü fiili sonuçlarıyla, mahkumların
kahramanca direnişi ve devletin hayasızca akınıyla, onu bizzat yapanların bile tahmin
edemeyeceği sonuçları olacaktır. Tarih hep böyle bir yol izler. Deniz ve Mahirlerin yaptıkları
da akıllıca değildi; ama sonuçları ve toplumsal psikolojide yarattıkları değişiklikler
kendilerinin bile düşünemeyeceği biçim ve ölçülerde olmuştu.
İşte yaktılar, yıktılar, F tipine götürdüler ve onlar ölüm orucuna devam ediyorlar. Direnişi
kıramadılar. Aksine giderek güçleniyor. Daha şimdiden devlet için bir "Phyrus zaferi"dir bu.
Türk halkı, yıllardır Kürt uyanışı karşısında unutmak istediği devletin gerçek yüzünü tekrar
hatırlamaya başlıyor.
Operasyonun ikinci ayağı ise Irak'tır. Orada gerillalara saldıracak Türk orda birliklerinin bu
tür saldırıları şimdiye kadar hep bir fiyasko olmuştu, şimdi ise bir hezimet olabilir. Ateşkes
ilan edip Irak'a geçmiş gerillalara karşı eskisi gibi kadar olsun savaşmak istemeyecektir Türk
ordu birlikleri. Önceden "Vatan elden gidiyor, bölünüyoruz" falan deniyordu. Ama şimdi bir
barış isteyene, hem de başka bir ülkenin derinliklerinde saldırıda, asker, niye canımı tehlikeye
atayım diye düşünüp, savaşma eğilimi göstermeyecektir. Asker isteksiz davrandıkça da onu
ölüme yollamak için baskı artacak ve bu da memnuniyetsizlikleri yükseltecektir. Bu da
hezimetin yolunu açacaktır.
Bütün bunlar demokrasi güçlerini cesaretlendirecek, demokrasi güçleri cesaretlendikçe,
egemenler daha da kıyıcılaşacaklar. Kıyıcılaştıkça daha da tecrit olacaklar.
24 Aralık 2000 Pazar
● 69 ●
Osmanlı'nın Çöküşü
Metternich hayranı Kissinger, devlet adamlarına, toplumsal bir direniş veya ayaklanma
durumunda reformlar yapmalarının isyancıları veya direnişçileri cesaretlendireceğini, direnişi
bastırdıktan sonra gereken reformları yapmalarını söylerdi. Türkiye'nin egemenleri arasında,
Kürt sorunu üzerine tartışmalarda, bir kısım, sorunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini,
bir takım reformlar yapmak gerektiğini söylerken, diğer kesim, Kissinger'in öğütlerine
dayanarak, dağlarda gerillalarla savaşılırken reform yapmanın yanlış olacağını; bunun ancak
savaş bittikten sonra gündeme geleceğini söylüyordu.
ABD biraz da böyle bir beklentiyle Öcalan'ı Türkiye'ye sundu. Böylece Türkiye'nin
egemenleri gerillalar karşısında kesin zafer kazandıklarını söylüyorlardı. Eğer dediklerine
kendileri inanıyorsa, o zaman Kissinger'in öğütünün ikinci kısmına geçmeleri, yani
ayaklanmaya yol açan nedenleri törpülemeyi veya ortadan kaldırmayı hedefleyen reformlara
yönelmeleri ve böylece kendi egemenliklerini pekiştirmeleri gerekirdi. Ne var ki böyle
yapmıyorlar. Aksine siyasallaşmayı bir suç olarak gören bir söylemle birlikte her türlü
demokratik örgütlenme ve muhalefete karşı bir şiddet tırmandırılmaya başlandı.
Aslında soyut ve mantıki olarak bakıldığında, sorunu çok basit olarak çözebilirlerdi. Önce bir
genel af; fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin tanınması; sonra mahalli idarelere belli bir
özerklik; Kürtçe'nin ana dil olarak okutulması ve bir anayasal vatandaşlık sistemi gibi belli
bazı reformlarla, artık tüm itibarını yitirmiş ve koruculukla yaşayan Kürt feodalleri yerine
Kürt burjuvazisiyle bu günkü sınıf ve güç ilişkilerine uyan bir ittifak kurabilirler ve Kürt
uyanışının öncülüğünü ele geçirmiş radikal ve plebiyen eğilimleri tecrit edip
marjinalleştirebilirlerdi. Böyle bir düzenlemeyi ileriye götürmekle tehdit edecek işçi sınıfı
hareketi ve programı da yoktu. Yani tarihsel şartlar da olağanüstü uygundu. Ama onlar kendi
çıkarları açısından bunu bile yapamıyorlar. Üstüne üstlük, Ekonomiye egemen olan burjuvazi
de böyle bir gelişmeden yanaydı. Peki niye böyle bir gelişme olmadı?
Çünkü Osmanlı hala yaşamaktadır. Osmanlı'da ekonominin ve devletin egemenleri farklıydı.
Devlete ve Politikaya egemen olanlar Müslüman ve Türklerden; ekonomiye egemen olanlar
ise Hıristiyan uluslardandı. Bu fark bu gün de, ekonomiye egemen burjuvazi ve devlete
egemen Ordu biçiminde ortaya çıkıyor. Ordu Osmanlı Devleti'nin yaşayan ruhudur.
Burjuvazi sınıf olarak egemenliğini ancak Parlamenter demokrasiyle; ama Türkiye'de olduğu
türden, Ordunun egemenliğini gizleyen bir "asma yaprağı" olmayan, gerçekten gücü ve
iktidarı elinde bulunduran bir parlamenter demokrasiyle sürdürebilir. Böyle bir sistem ise,
ordunun iktidarı yitirmesi; yani Osmanlı'nın bu yaşayan ruhunun da ölmesi demektir.
Dolayısıyla Osmanlı'dan miras bu Türk ordusu gerçek bir parlamenter demokrasiyle bir arada
yaşayamaz. Bazı mikroplar için nasıl oksijen öldürücü bir etkide bulunursa, Türk ordusu için
de gerçek iktidarın seçilmiş temsilcilerin elinde bulunduğu bir parlamenter demokrasi benzer
etkiyi yapar.
● 70 ●
Şimdiye kadar burjuvazi, halka refah sağlayıp zafer arabasına bağlayacak bir güçte
olmadığından, siyasi iktidarın aslında ordunun; ekonomik iktidarın da burjuvazinin elinde
olması, bir iş bölümü işlevi görüyordu. Ordu burjuvazinin istediği siyasi tedbirleri alıyor;
bunun karşılığında da burjuvazi, Ordu harcamalarını bile sormuyordu. Al takke ver külah
geçinip gidiyorlardı.
Ne var ki, Kürt uyanışıyla birlikte bu iş bölümü giderek bir çatlağa dönüşmeye başladı. İkinci
Cumhuriyetçilik; Boyner'in girişimleri; TÜSİAD raporları hep bu çatlağın göstergeleriydi.
Özel Savaş, gerek devletin gerek ekonominin içinde, kendi yarattıkları bir canavarın giderek
güçlenmesi ve kendileri için de giderek bir tehdide dönüşmesi demekti. Her türlü yasa ve
kontrol dışı; özel savaşı finanse etmeye yarayan bir lümpen burjuvazi ve bununla içli dışlı
devlet içinde devlet güçlendi. 28 Şubat bir yanıyla da, ordunun bu kendi yarattığı canavarı
kontrol altına alması girişimiydi. Ne var ki, savaşın ürünü olan; varlıkları ve ayrıcalıkları
savaşın sürdürülmesine ve baskı sistemine bağlı bu güç odaklarına yönelik kontrollü
yönelişler bile, demokratikleşme beklentilerine cesaret veriyordu. Bütün bu beklentiler
Avrupa Birliği üyeliğinde sembolize oluyordu.
Ordu, şu açmaz karşısındaydı: özel savaşın güçlendirdiği ekonomik, politik, ideolojik odakları
kontrol altına alma çabası, demokratik muhalefete güç veriyor ve kendi egemenliğini
tehlikeye sokuyordu; bunu yapmadığı takdirde ise tekrar özel savaş politikaları ve güçlerinin
egemenliği ve kendi kaderini onlarınkine bağlama sonucu ortaya çıkıyordu. Son yıl bu
belirsizlikle geçti ve şimdi karar verilmiş bulunuyor. Ordu, dün yarım yamalak da olsa
tasfiyesini düşündükleriyle tekrar iş birliğine yönelmiş bulunmaktadır. Polis Yürüyüşleri;
Cezaevi Katliamları, Af ve Irak'ta saldırı hazırlıkları bu dönüşün sembolik işaretleridir.
Ancak bu dönüş aynı zamanda Burjuvazi ile de köprülerin atılması demektir. Burjuvaziyi
susturacak ve onun memnuniyetsizliğini amortize edecek krediler ve dövizler bulunamaz ise
Burjuvazi ve Ordu arasında köklü bir kopuş yaşanabilir. Bu da Osmanlı'nın çöküşü demektir.
31.12.2000
● 71 ●
“Alçaklığın Evrensel Tarihi”ne Katkı
Burjuva tarihçiliğinin kuğu çığlığı Michelet, ömrünün onlarca yılını tozlu arşivlerde geçirerek
yazdığı Fransız Devrimi Tarihi'nde, devrim ve onun yıktığı düzenin zıtlıklarını, devrimin
yıktığına en benzediği, öldürmek zorunda kaldığı noktadaki konumuyla kıyaslayarak bütün
egemen azınlıkların yüzüne bir şamar gibi çarpar. Devrimin yıktığı sistemin, bütün ortaçağ
boyunca, ölümü acılı, delici ve uzun kılabilmek için bin bir yöntem geliştirdiğini; buna
karşılık Devrimin kendini savunmak için öldürmek zorunda kaldığında bile, yıktığı düzenin
aksine, ölümden insan elini uzaklaştırabilmek; onu olabildiğince acısız ve kısa kılabilmek için
giyotini keşfettiğini yazar.
Çoğunluk devrimlerinin insanlığa sunduğu bu kazanımlar, yirminci yüz yıl boyunca bürokrasi
ve sermaye azınlıklarının egemenliklerini yeniden kurup sürdürebilmek için sürekli
saldırıların hedefi oldu. Nazi Almanya'sının konsantrasyon kampları veya CIA'nın veya onun
eğittiği orduların gayrı nizami savaş bölümleri, tıpkı ortaçağda olduğu gibi ölümü acıyı uzun
ve delici kılmayı geliştirme üzerine yoğunlaştılar. Hem de modern bilimin tüm olanaklarıyla.
Ne var ki, bütün bu acı ve işkencenin yirminci yüzyıldaki tekrar yükselişi çağında, en gaddar
rejimler; en sınır tanımaz işkenceciler bile, insanların ölümü ve ölümü göze alışları karşısında
duraklamış, aşılmaz bir manevi sınırı aşmamıştır. Tarihte, en kanlı rejimler bile ölümle
yapılan direnişler karşısında toplum vicdanını yaralamamak için, istemeden de olsa saygılı bir
tavır almışlar ve ölümü yasaklamayı akıllarından geçirmemişlerdir. Hitler'in konsantrasyon
kamplarında bile, öldürmek modern bir sanayi idi ve önemli olan olabildiğince ucuz ve seri
öldürebilmekti. Oralarda bile, ölen siz oluyordunuz; ve istediğiniz zaman ölebilirdiniz. Ölüm,
insandan alınamaz bir haktı hala. Hiç bir yasada bile hala öldürmeme cezası diye bir ceza
yoktur. En korkunç rejimler bile insanın ölme hakkını engellemeyi akıllarına getirmiyorlardı.
Evet onlar sizi öldürebiliyorlardı ama o öldürmelerinde bile ölen siz oluyordunuz; ölüm sizin
ölümünüzdü. Hayatınız diktatörlerin elindeydi, işkencecilerin elindeydi ama ölümünüz hala
sizindi. Var oluşun bu son ve biricik temeline el koymayı kimse düşünemiyordu. Ve sizin
olan elinizde kalan bu biricik şeyle hala bir şeyler yapabilirdiniz. Ölümünüzle bir mesaj
verebilir, bir örnek sunabilirdiniz.
Ama Türkiye Cumhuriyeti denen bu devlet, insanın var oluşuna ilişkin olan bütün sınırları
aşmış bulunuyor. Bu şiddetin tarihinde bir kalite değişikliğidir. Şimdiye kadar hiç bir rejim,
ölümü olanaksız kılmayı denememişti, aklına bile getirmemişti. Bunu Türkiye Cumhuriyeti
akıl etti ve şu günlerde tarihteki ilk uygulamalarını yapıyor. En gaddar rejimlerin bile
kenarına geldiklerinde durduğu ve aşamadığı, insanın var oluşuna ilişkin son sınırın da
aşılmasını, şiddette bir kalite değişikliğini yaşıyoruz. Bu, Türkiye Cumhuriyeti'nin alçaklığın
evrensel tarihine katkısıdır. İnsanların var oluşunun temeli havaya uçurulmuş bulunuyor.
Artık hayatınızı vererek ölümünüze kavuşamazsınız. Hayatınız belki size aittir ama artık
ölümünüz değil.
Şu an Türkiye'nin hapishanelerinde yüzlerce insan ölüm orucunda. Bunların en az üç yüz dört
yüz kadarı artık geri dönüşü olmayan noktada. Ama bu insanların ölümleriyle olsun mesaj,
istem ve protestolarını iletmelerine olanak verilmiyor. Kendilerini kaybettikleri an, seruma
● 72 ●
bağlanıyorlar, serumun etkisiyle kendilerine geldiklerinde iğneyi çıkarıyorlar ve yeniden
ölmeye yatıyorlar. Böylece ölüm bile, eğer devlete karşı bir mesaj, tavır veya protestonun
aracı ise, ulaşılamaz bir özgürlük olarak kalıyor; bu devletin kahrediciliğinin, yıldırıcılığının
aracı oluyor.
O kahredici, keyfi, insan hayatına, haysiyetine bir sineğinki kadar bile değer vermeyen; tüm
toplumun nefes borularını tıkayan; her şeyi kendine tabi gören ve kılan; tüm toplumun kanını
emen bu devlet denen habis ur, insanların çaresizlik içinde kullanabilecekleri son ve biricik
yol olan, hayatını ortaya koymaya bile tahammül edemiyor. Ölüm ancak bu devletin kahredici
gücünü, karşı durulmazlığını kanıtlamanın, insanları yıldırmanın bir aracıysa mümkündür. Bu
devlete karşı bir mesaj taşıyan, onu protesto eden, ona karşı bir istem öne sürene ölüm hakkı
bile yok artık.
Öleceksen seni ancak bu devlet öldürür. Ve bu ölümün işe yaramalıdır. Bu devletin, karşı
durulmaz, mihrabında her canlının kurban edileceği bir tanrı olduğunun kanıtı; diğer
ölümlülere unutamayacakları bir ders olmalıdır.
Bu devlete karşı çıkıyorsan ölümünle, ölüm yok sana. Ölüm kendisine ulaşılamayan bir
sonsuz işkenceye dönüşecek. Dönüşmeli ki bir daha kimse ölüm ile bu devlete karşı durmaya
cesaret edemesin.
Bunun karşısında, "her şeye rağmen yaşamak" veya "ölümün bu tarz yüceltilmesi kabul
edilmez" diyerekten sözüm ona humanizm taslayarak oklarını ölümleriyle direnişlerini ve
mesajlarını duyurmak isteyenlere yöneltenler, insanın var oluşuna ilişkin bu son mevziyi
devletin işgaline destek vermiş oluyorlar.
Fransız devrimi ölümü acısız, kısa ve insan elinden uzak kılabilmek için giyotini
keşfediyordu; bizler ise bırakalım kısa ve acısız bir ölümü, ölebilme ve ölerek bir mesaj
verebilme hakkı için mücadele etmek durumunda kalıyoruz.
Sorun artık F tipi değildir. Politik bile değildir. İnsanın var oluşuna, ölebilme hakkına
ilişkindir. Ve ölme hakkınız yoksa yaşama hakkınız da yok demektir. Ölme hakkını savunmak
yaşama hakkını savunmak olmuştur artık.
07. 01. 2001
● 73 ●
Sacayağı
1980'lerin sonunda hem işçi hareketinin bir yükselişi, hem de kadın ve Kürt uyanışı
görülüyordu. Ne var ki bu yükseliş Sovyetlerin dağılmasının yarattığı şok dalgaları içinde yok
oldu gitti. Bütün dünyada gerilemeler olurken sadece Kürt uyanışı, biraz da Körfez savaşının
sağladığı konjonktürün olanaklarıyla bir yükseliş eğilimini sürdürüyordu. Bu durumda Türk
burjuvazisinin en akıllı politikacısı Özal, Kürtlerle bir uzlaşma zemini aramaya başlamış ve
PKK da buna bir ateşkesle cevap vermişti ki, iyi saatte olsunlar adım adım tüm ipleri eline
aldı ve tüm uzlaşma yanlılarını tasfiye ederek şiddet ve inkar politikalarını kayıtsız şartsız
egemen kıldı.
O dönemde Kürt uyanışının içinde de henüz önderinin yaklaşımları yeterince etkin değildi ve
bu da onun manevra ve karşı taraftaki sertlik yanlılarını tecrit yeteneğini sınırlıyordu. Arada
geçen dönem taraflarda savaş, bir birine tamamen zıt sonuçlar yaratıyordu. Kürt uyanışı
çocukluk hastalıklarından kurtulur, bir yandan kendi içindeki sol sekter ve çeteleşme
eğilimlerini, bir yandan da batı hayranı eğilimleri etkisizleştirir, Türk ezilenlerini kazanmaya
yönelik esnek bir politikanın koşullarını yaratırken, Türk tarafı tamamen tersi yönde tam bir
çürüme içinde, tamamen inkar ve imhaya yönelik politikaların egemenliği altına giriyordu.
Kürt uyanışının en büyük talihsizliği, dünya tarihinde eşi görülmemiş dünya ölçüsünde bir
gerilme ve moral bozukluğu döneminde yükseliş yaşaması olmuştur. Bu onu Türkiye'deki
müttefiklerinden yoksun kılmıştır. Ne var ki, hareket bunun bilincinde olarak, temel politik
çizgisinde daima, Türkiye'deki reform ve uzlaşma politikalarını savunanların konumlarını
güçlendirmeye çalışmıştır.
*
İki bin yılı bir iyimserlik yılıydı, sanki inkar ve imha politikalarının giderek etkisinin yok
olduğu gibi izlenimler oluşuyordu. Şimdi ise tekrar doksanların başında inkar ve imha
politikalarının egemen kılınmasının ikinci baskısıyla karşı karşıya toplum. Ama bu sefer çok
farklı koşullarda.
Birincisi, inkar ve imha politikaları kazanabileceği en geniş kitleyi kazanmış ve bu seçimlerde
ifadesini bulmuştu. Bundan sonra kazanabileceği bir güç yoktur, sadece yitirebilir.
İkincisi, inkar ve şiddet politikalarının Kürt uyanışı içinde bu sefer karşılığı yoktur daha
doğrusu son derece etkisizdir. Buna karşılık, Türk tarafı içinde, inkar ve şiddet politikalarının
muhalifleri giderek güçlenme eğilimi göstermektedir. Artık Alevileri ve batıcı şehir orta
sınıflarını, şeriat tehlikesi korkuluğuyla inkar politikalarının yedeğine almak mümkün
değildir.
14.01.2001
● 74 ●
Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı
Son yıllarda, "beton" kafalı Türk ve Sünni çoğunluğu, başka din, inanç, ulus ve dilden
insanlara karşı "toleranslı" olmaya çağıran yine çoğunluktan olan "mozaik" kafalıların temel
argümanları, onların ne kadar iyi oldukları; onların varlığının kendilerini de zenginleştireceği
gibi noktalarda toplanıyor.
Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden üretmektedir. Yani kendilerini
zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen kabul edilmektedir. Ya da "azınlıklar" iyi
insanlar olmasa, hiç de gerekmeyecektir onlara karşı "toleranslı" olmak.
"Azınlıklar", yani çoğunluğu oluşturan ulustan, dinden olmayanlar, her zaman "iyi
insanlar"dır. Türkiye'de Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler, Kürtler hep "iyi
insanlar"dır. Çünkü onlar "iyi" olmak zorundadırlar. Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her
davranışını kılı kırk yararak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar.
Çünkü "iyi olmak" onların biricik savunma silahıdır. Bu kahredici çoğunluk bu insanları "iyi"
olmaya zorlamaktadır. Onların iyi olmama hakları yoktur.
Bir Türk'ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, her hangi bir kötülük yapma hakkı vardır. Bir
Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi olarak mahkum edilir. Hiç bir yayın organı
onun aynı zamanda bir Türk olduğunu belirtmez. Ama mazallah bir Ermeni bir suç işlese,
önünde bir de Ermeni sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının bile
önemi yoktur, o bir Ermeni'dir.
Ezilen ulus ve inançtakilerin hakları, onlar sizi zenginleştireceği ya da iyi oldukları için değil;
sizi fakirleştirecekseler de savunulmalıdır. Onların kötü olabilme, adlarının önüne ulus ya da
inançları bir sıfat olarak koyulmadan kötülük yapabilme hakları savunulmalıdır.
Aslında, Kürt uyanışı karşısında, Türk mozaiklerinin bu kadar soğuk ve düşmanca
durmalarının ardında bu gizli ırkçılık yatmaktadır. Çünkü Kürtler, artık "iyi" Tom Amca
olmaktan çıkıyorlar, onlar artık "iyi" olmadıkları, kötü olmayı göze aldıkları ve kötü olma
hakkı uğruna mücadele ettikleri için, beton kafalıların düşmanlığını kazandıkları kadar
mozaik kafalıların sempatisinden de mahrum kalmaktadırlar. Halbuki onlar "iyi" olmaya
devam etseler, mozaiklerin betonlar karşısındaki argümanlarına kanıt oluşturmaya devam
etseler; mozaikler betonları ikna edebilirler bir gün.
*
"Azınlıkların" kötü olabilme hakkı gibi ezilenlerin, baskı ve sömürüye karşı direnenlerin hata
yapma hakkı da yok. Şu an cezaevlerinde yüzlerce mahkum ölümün sınırında geri dönüşü
olmayan bir noktada. Ve de çıt çıkmıyor, çünkü onlar hatalı!
Ölüm oruçları karşısında kimi solcuların tavrı mozaik kafalıların tavrından farklı değildi.
(Aslında bunlar büyük ölçüde çakışırlar.) Nasıl onlar kötülük yapma hakkını savunmaya hazır
değilseler; kimi solcular da ezilenlerin, kavgada haklı olanların mücadelesini, ancak "doğru"
yapıyorlarsa desteklemeye hazırlar.
● 75 ●
Sanki ortadaki bir sportif mücadele ve önceden belirlenmiş kurallar var gibi olaya
yaklaşıyorlar. Yok devlet haksızmış ama öbürküler de şöyle yapmalıymış!.. En mahkumdan
yana görünen solcu ve gazeteci "arabulucu"lar bile, bir sportif karşılaşmanın hakemi gibi
yaklaşıyorlar olaya.
Ne çabuk unutuldu ki, bu mücadelelerde, biri daha baştan yeniktir, alttadır; öbürü daha baştan
zaferi kazanmıştır ve üsttedir. Biri ne kadar aptalca, ne kadar yanlış mücadele yürütürse
yürütsün, haklılığına zerrece halel gelmez; öbürü ne kadar akıllıca ve doğru mücadele
yürütürse o kadar tehlikeli ve o kadar yanlıştır. Ezen ve ezilenin kavgasında tarafsızlık
mümkün değildir. Koca bir adam küçük bir çocuğu döverken tarafsızlık çocuğun dövülmesine
yardım etmektir. Küçük çocuk gücü yetmediği için, adamın taşaklarına tekme attığında,
mozaik kafalı solcular, "belden aşağı vurma" diye itiraz ediyorlar. Ezilenlerin belden aşağı
vurma hakkını savunmayı akıllarına bile getirmiyorlar; onlarla aralarına mesafe koymak ve
hata yapmayan solcular olduklarını kanıtlamak için çırpınıyorlar.
Bu bayların tavrı, ezilenlerin kendi içinde, kendi çıkarları ve mücadeleleri açısından yaptıkları
tartışmalarla ve ayrılıklarla karıştırılmamalıdır. Öyle bir tartışmada yanlış yapabilme hakkı
zaten veridir; kendi aralarında bir ön kabul olarak fiilen vardır. Mozaik kafalı solcu hakemler,
ezenler karşısında ezilenlerin; devlet karşısında mahpusların; işveren karşısında işçilerin;
erkek karşısında kadınların; ezen ulus karşısında ezilen ulusların özünde her zaman haklı
olduğunu; ne kadar aptalca işler yaparlarsa yapsınlar bunun o özdeki haklılığı ortadan
kaldıramayacağını ve ezilenlerin de yanlış yapabilme hakları olması gerektiğini anlamak
istemiyorlar ya da unutmak istiyorlar. Ve bunu hala hatırlatmak isteyen dinazorlarla köprüleri
atıyorlar.
Bizim işimiz alttakilerin, ezilenlerin kötü olabilme ve yanlış yapabilme hakkını savunmaktır.
20 Ocak 2001 Cumartesi
● 76 ●
ÖDP Deneyinin Bir Dersi
"Henüz öldüğünü anlamadı!.." Afrika'da avcılar, vurulan bir av hayvanının, kısa da olsa bir
süre daha koşmaya devam etmesini böyle açıklarlarmış. ÖDP de öldü, ama henüz öldüğünü
anlamadığı için öldükten sonra koşmaya devam eden bir gazal gibi daha bir süre
ölmemişçesine hareket edecek.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi, daha önce "Katharsise Dönüş" başlıklı yazıda belirtildiği gibi
bir bölünmenin eşiğine gelmiş bulunuyor. Bundan sonra isim olarak ÖDP hangi tarafta kalırsa
kalsın, o ÖDP'nin eski ÖDP ile isim ve hukuki varlık ötesinde başka ortak bir yanı
bulunmayacak; başka bir parti olacaktır.
ÖDP deneyinden ezilenlerin hafızasına ne gibi dersler kalabilir? Bu derslerin neler olduğu
üzerine kafa yormak için, ÖDP'nin öldüğünü anlamasını beklemek gerekmiyor her halde.
ÖDP deneyinden çıkarılabilecek en büyük ders, her halde, geçmişin deneyleri özümlenip,
hazmedilmeden onların aşılamayacağı; geçmiş deneyleri hor gören; sözüm ona "yepyeni"
başlangıçlar olma iddialarının, o hor görülen ve bir kaç klişe sözcükle geçilen geçmişten bile
daha gerilere gidip, o hor görülen geçmişi çarpan problemler tarafından çarpılacağıdır.
Gericilik dönemlerinin ve devrimci yükseliş dönemlerinin geçmiş deneyler karşısındaki
tavırları, onların nitelikleriyle sanki bir çelişki içindeymiş gibi görünürler. Yüzeysel bir bakış
açısından, devrimci dönemler toplumun köklü değişiklikler yaşadığı dönem olduğu için,
devrimci dönemlerin geçmişle pek meşgul olmayacağı; buna karşılık gericilik dönemlerinin
geçmişe daha büyük bir değer verdikleri, onunla daha haşır neşir oldukları düşünülebilir.
Ama gerçek bunun tam tersidir. Hatta aksine bir toplum ne kadar köklü ve derin bir devrimci
yükseliş döneminde bulunuyorsa, geçmişle ilişki o ölçüde yoğun ve o ölçüde uzak bir geçmişe
yöneliktir. Çünkü ne kadar temel sorunlara yöneliniyorsa, onların kökleri o kadar
derinlerdedir. Büyük devrimcilerde daima güçlü bir tarih ve gelenek bilinci olur.
Örneğin Türkiye'nin altmışlı yıllarına devrimci bir yükseliş ve radikalleşme damgasını vurur,
ama aynı zamanda bu dönem, gerek toplumun, gerek işçi ve halk hareketlerinin tarihinin en
çok tartışıldığı dönemlerdir. Buna karşılık ÖDP'nin de kurulup var olduğu doksanlı yıllarda,
tam tersine bir eğilim egemendir.
ÖDP bu genel eğilime karşı duracak yerde bu eğilimin ifadesi oldu. Daha kurulurken, geçmiş
karşısında, onu hor gören, ciddiye almayan bir tavır takındı. "Parti gibi olmayan bir parti";
"geleceğin ilişkilerini şimdiden yaratmak" gibi onlarca bayağı klişe ortalığı kapladı ve kimse
bunlara karşı bir ses çıkarmadı.
Halbuki toplumsal mücadelelerin tarihi, defalarca bu parlak klişelerin hiç de yeni olmadığını
kanıtlamıştır.
"Geleceğin ilişkilerini şimdiden yaratmak" mı? Bu anlayışın ardında, ortaçağda egemen olan,
bir çocuğun ya da ana karnındaki bir ceninin büyük bir insanın küçük bir kopyası olduğu
metodolojik yanlışı olduğu; hatta bu nedenle ortaçağ ressamlarının çocukları boyca küçük
büyük insanlar gibi resmettikleri defalarca yazılmıştır. Gelecek toplum tasavvurlarının aslında
● 77 ●
gelecek toplumla hiç bir ilişkisinin olmadığı, sadece o tasavvurları yapanların toplumlarını ve
o toplumun tasavvurlarını yansıttığı; rönesans ressamlarının İsa ve Meryem tasvirlerinin İsa,
Meryem ve onların dünyasını değil, o ressamların dünyasını ve tasavvurlarını yansıttığını;
ÖDP'lilerin de geleceğin toplumsal ilişkilerini diye tasavvur ettikleri ve yaratmak
istediklerinin, geleceğin değil, yirminci yüzyılda Türkiye'de şehir orta sınıflarının dünyasını
yansıtmaktan ve yeniden üretmekten başka bir şey olmadığı o hor görülen geçmişle biraz
haşır neşir olanlar için büyük bir sır değildir.
Toplumsal mücadeleler tarihi, defalarca 1968'in komünlerinden, on dokuzuncu yüzyılda
Avrupa'dan Amerika'ya giden devrimci göçmenlerin orada çok daha elverişli koşullarda
kurdukları ideal toplum denemelerinin, istisnasız hepsinin "geleceğin ilişkilerini şimdiden"
yaratmadığını; "bu günün ilişkilerini" yaşayan bir fosil gibi geleceğe taşıdıklarını göstermiştir.
Quakerler gibi dini topluluklar bunun kanıtıdır. .
"Parti gibi olmayan bir parti mi?" Çok gerilere gitmeye gerek yoktu, Alman Yeşiller hareketi,
hem de çok daha elverişli koşullarda; çok daha modern toplumsal ilişkiler içinde ve çok daha
derinliğine bir teorik temelle bunu denemişti. Ve o Yeşiller şimdi, bakanlık koltuklarında
Alman kapitalizmini yeşile boyayarak, Kosva'da NATO bombardımanları örgütlüyorlar.
"Çoğulculuk" dendi, o hor görülen Bolşevikler, burjuva tarihçisi Carr'ın bile teslim ettiği gibi
tarihin gördüğü en demokratik partiydi. Bu gizli partide tüm fikirler yayın organlarında
tartışılıyor; gizli kongrelerin tutanakları yayınlanıyor; fikirler etrafında fraksiyonlar,
platformlar kuruluyordu. Ve onların "çoğulculuk" gibi bir iddiaları da yoktu, "ilkel sosyalist"
toplumların sosyalizmi bilmeden yaşamaları gibi onu yaşıyorlardı. Çoğulculuk iddialı ÖDP
ise, bu prensip savaşına dayanan gerçek çoğulculuğun kenarından bile geçemedi. ÖDP'den hiç
bir teorik tartışma ve polemik kalmadı, olmadı böyle bir şey.
Tarih kendisini hor görenlerle böyle alay eder.
Geçmişi aşmak, onu özümlemeden mümkün olmaz. Doğada bile, ontojenes ve filojenesin
gösterdiği gibi, insan, ana karnında; canlıların ve insanlığın milyonlarca yılda yaşadığı evrimi
yeniden yaşadıktan; o tarihi özümledikten sonra insan olabilir. Toplumda da böyledir.
ÖDP deneyinden çıkarılacak en önemli derslerden biri bu olsa gerek.
27 Ocak 2001 Cumartesi
● 78 ●
Filler Dövüşünce
Polis gösterileri, Cezaevleri katliamı, Diyarbakır Suikastı; ve kaybolan HADEP'liler özel
savaş aygıtının yeniden devreye sokulduğunu gösteriyor. Beyaz Enerji operasyonu ise, özel
savaş ekonomisini kontrole alma planının bittiğini, sanki bu operasyonlar zincirinin bir
parçasıymış görünümü altında, tıpkı bir zamanlar Özal ailesinin yolsuzluklarının, Özal'ın
temsil ettiği politikayı tasfiye etmenin aracı olarak kullanılması gibi, Mesut Yılmaz ve
ANAP'ın tasfiyesinin veya hizaya getirilmesinin aracı olarak kullanıldığını gösteriyor.
Ne var ki, gelişmelerin birden bire böyle hızlanması sadece Türkiye'nin içindeki güçler ile
açıklanamaz. İplerin birden bire böyle gerilmesine yol açan, dünya çapındaki Amerika ve
Avrupa çelişkileri ve bu çelişkilerin Türkiye'deki güç ilişkilerine yansımasıdır.
"Filler dövüşür çimenler ezilir; filler sevişir yine çimenler ezilir" der bir Afrika ata sözü.
Avrupa, Amerika'nın emrivakilerinin basit bir katılımcısı olmaktan çıkmak ve çok ilerde
"Avrupa Kalesi"ni oluşturduktan sonra, gereğinde Amerika'ya kafa tutabilmek için, ABD'den
bağımsız kendi askeri gücünü oluşturmak istiyor. Bu güce kısa vadede ve öncelikle yanı
başındaki Balkanlar, Kafkaslar ve Orta doğudaki çatışmalarda ABD'yi dengeleyebilmek için
ihtiyacı var. Amerika ise, Kendisinden ve NATO'dan bağımsız olarak böyle bir gücün ilerde
kendi koşulsuz egemenliğini tehdit edeceğini bildiğinden, projeye karşı. Ancak bu projeyi
sabotajını Türkiye aracılığıyla yürütüyor. Çünkü Türkiye'nin jeopolitik konumu onu bu
çatışmada Amerika'nın etkili bir silahına dönüştürüyor.
Bu Avrupa askeri gücünün ciddi bir operasyonel güç olabilmesi için, operasyon noktaları
bakımından NATO aracılığıyla Türkiye'nin olanaklarının kullanılmasını gerektiriyor. Ne var
ki, Türkiye'nin bu güce alınması olanaksız. Birincisi, bu güç Avrupa Birliği'nin bir gücü
olarak planlanıyor. Türkiye Avrupa Birliği üyesi değil. Gerçi çıkarlar konuştuğunda daima
gerekli formüller bulunur ama Türkiye aynı zamanda bu gücün planlanan müdahale
bölgelerinde, Amerika'nın stratejik müttefikidir. Türkiye'nin bu güce alınması demek,
Amerika'nın beşinci kolunun alınması demektir ki, bu gücün Amerika'nın onayı olmadan hiç
bir şey yapamaması anlamına gelir ve gücün kendi varoluş amacıyla çelişir.
Diğer bir olasılık,Türkiye'nin hızla ve köklü demokratik reformlar yapması; Avrupa'nın etki
alanında, kaderini ona bağlamış olarak bu güce katılmasıdır. Gerçi bu da kısa vadede
gerçekleşecek bir durum değildir ama esas olarak, Avrupa, Türkiye'nin girişini kaldıramaz.
Türkiye ve Rusya gibi büyük ülkelerin Avrupa'ya girmeleri söz konusu değildir. Bu ondaki
bütün dengeleri alt üst eder. Zaten Avrupa içinde, Türkiye'nin üyeliğini destekler durumda
olanlar, bunu Almanya'nın artan ağırlığını dengelemek için istemektedirler, ama Avrupa'nın
patronu son zirvede de formel ifadesini bulduğu gibi Almanya'dır ve Almanya nüfusu kendi
kadar ülkesi kendinden büyük bir gücün Avrupa birliğine girmesini istemez.. Demokratik
reformlar yapmış bir Türkiye, ne içinde ne de dışında Avrupa'nın istediği bir şey değildir.
Dolayısıyla, gerek jeopolitik, gerek Türkiye'nin Amerika ile ilişkileri dolayısıyla; demokratik
ve dolayısıyla iktisadi ve siyasi bakımdan güçlü bir Türkiye, Avrupa'nın bir korkusudur. Bu
nedenle, Genel Kurmay ve Avrupa'nın çıkarları ortaktır. Biri demokratik bir sistem kendi
● 79 ●
egemenliğine son vereceği için, diğeri, böyle bir güç, bu dünyanın sinirlerinin toplandığı
düğüm noktasında bütün dengeleri alt üs edebileceği için. Avrupa için en iyi hal şimdiki
haldir. Dolayısıyla, Türkiye'deki baskı ve özel savaş rejimi, Avrupa'ya her zaman olduğu gibi,
demokrasi ve insan hakları sopasını, Türkiye'nin demokratikleşmesi için değil, ama Türk
devletine isteklerini dikte ettirebilmek ve onun üzerinde baskı uygulayabilmek için olağanüstü
olanaklar verir. Avrupa'nın Türkiye'yi dışarıda bırakarak, koşullarını dikte ettirebilmek için
Genel Kurmay egemenliğine ihtiyacı vardır. Genel Kurmayın da böyle bir Avrupa'ya.
Ancak, ABD de, Türkiye'yi arkadan kışkırtarak, Türkiye aracılığıyla Avrupa Ordusu'na
çomak sokmaktadır. Bu çomağı ise Türkiye'nin gerçek egemeni Genel Kurmay aracılığıyla
sokabilir. Böylece bu çatışmada, Türkiye'nin içindeki güçlerden, Türkiye'nin
demokratikleşmesini ve Avrupa birliğine girmesini isteyen güçler, nesnel olarak genel
Kurmay egemenliğine karşı olduklarından ve Avrupa'nın demokrasi ve insan hakları
sopasının uzantısı fonksiyonu göreceğinden; Avrupa ile aynı safta bulunmaktadırlar.
Dolayısıyla otomatikman Amerika da Genel Kurmayın yanında yerini almaktadır. Böylece
Demokrasi taraftarları ABD karşısında Avrupa politikasının araçları; Şiddet ve İnkarcılar ise,
Avrupa karşısında ABD politikasının araçları fonksiyonunu görmektedirler.
O halde, bu Genel Kurmay egemenliği ve Özel savaş rejiminin ikinci baskısı, hem
Amerika'nın, hem Avrupa'nın, hem Genel Kurmayın, hem çete ve vurguncuların işine
gelmektedir. Bunun karşısında ise, sadece Kürtler ve Türkiye'nin demoralize, çürümüş ve
kafadan gayrı müsellah ezilenleri var. Bunların ise fillerin kavgasındaki otlardan daha büyük
bir ağırlığı yok şimdilik.
Amerika, hem Avrupa'nın bu bağımsız gücünü fiilen boş düşürmek için, hem de hızla
yükselen Çin'e karşı, Reagan'ın uzay savaşları projesini yeniden piyasaya sürüyor. Avrupa ise
bir yandan, Çin ve Rusya ile bu projeye karşı bir cephe oluşturmaya çalışıyor -örneğin Alman
savunma Bakanı Scharping, Moskova'da "Rusya'nın kaygılarını anlıyoruz" diyor-. Ama aynı
zamanda el altından Amerika'ya "bizi bunlarla bir arada olmaya zorlama gel anlaşalım" diye
mesaj veriyor.
Eğer geçici bir uzlaşma olursa, en görünür olasılık, uzlaşmanın uzay savaşı ve Avrupa Ordusu
projeleri arasında olacağıdır. Amerika'ya Türkiye'nin bu ordudaki yeri ve konumu aracılığıyla
belli bir ağırlık, bunun karşılığında da Avrupa'nın Uzay Savaşları projesine bu ağırlığı
dengeleyecek bir katılımı şimdilik tek olası uzlaşı zemini olarak görülüyor. Ama tabii bu
noktaya varabilmek için, tarafların bütün olanak ve güçlerini kullanmaları gerekiyor. Ve bu
filler çatışması, elbette en çok Genel Kurmayın işine geliyor. Bu nedenle şimdilik Kürtler ve
yoksul çalışan insanlar, filler dövüştüğü için, daha çok kan, gözyaşı ve ter akıtacaklar.
03 Şubat 2001 Cumartesi
● 80 ●
Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar
Fransa'nın kararı ile birlikte, Ermeni Katliamı üzerine tartışmalar gündeme oturdu. Aslında ne
Fransa'nın aldığı kararın, ne de bu günkü tepkilerin Ermeni Katliamı ile ilgisi yoktur. Ermeni
Katliamı konusu, başka bir politik çatışmanın aracıdır. Arkada libero oynayan Almanya'nın
öne sürdüğü Fransa, bu kararla, Avrupa Ordusu'na Amerika'nın desteğiyle çomak sokan
Türkiye'ye politik baskı amaçlıyordu. Özel Savaşçılar için de Fransa'nın kararı, hem şiddet
politikasına dönüşün gerçek nedenini gizlemeye yarayan, hem de onu haklı göstermeye
yarayan bir gerekçe olarak gökten inmiş bir nimetti. Böylece barış ve demokratikleşmeden
yana olanları, "milli menfaatlere" kaygısız Avrupa'nın gönüllü işbirlikçileri olarak suçlayıp
savunma mevzilerine sokabilirdi. Yani karar da, tepkiler de, doğrudan Ermeniler veya Ermeni
katliamıyla ilgili olamayan başka politik hedeflerin bir aracından başka bir şey değildirler.
Zaten bu da, tarihin, tarihten ziyade günümüzle, günümüzdeki sınıfların ve politik güçlerin
konum ve çıkarlarıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu nedenle, Tarih tarihçilere bırakılamayacak
kadar politik bir konudur. Keza tarihi tarihçilere bırakmanın kendisi de tarihsel gerçeği bulma
değil, günün politik kaygılarıyla ilgili basit bir taktikten başka bir şey değildir ve ciddiye
alınacak bir yanı da yoktur.
Elbet bu tartışmalar, başka bir çatışmanın aracı, Kürtlere karşı saldırının sis örtüsüdür ama
bütün bunlara rağmen aynı zamanda, bizzat bu katliamın varlığının bu yükseltilen inkarıyla
bile, Türkiye'nin egemenleri için bir yenilgidir. Çünkü Türk kimliği, hafıza kaybına
dayanılarak oluşturulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet bütün gerçek geçmişi unutma ve
unutturmaya dayanıyordu. "Harf Devrimi" bile, kapitalist dünya ile ticareti kolaylaştırmak
kadar, bu geçmişi unutma ve unutturma çabasının da bir ifadesidir.
Hatalar insanlardan hızlı koşarlar. Onlardan kaçıp kurtulma olanağı yoktur. Tam
unutulduğunu, kurtulduğunuzu sandığınız anda, karşınıza aşılmaz bir duvar gibi dikilirler
Türk ulusu da, kendi hafızasını yitirme bahasına, doğuştan günahlarını unutmak ve
unutturmak, onlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Altmışlı ve yetmişli yıllarda neredeyse
hedefe varılmış gibi görünüyordu. Günahları işleyip onların lanetini üzerinde taşıyan kuşak
yavaş yavaş sırasını savıp giderken, önceki kuşağın günahlarından habersiz kuşaklar meydanı
dolduruyordu. O günahları hatırlatacak kimse de kalmamıştı ülkede. O günahların
kurbanlarının diyasporadaki kalıntıları da aynı şekilde sıralarını savıyorlardı. Sonraki nesiller
ise zaten doğdukları ülkelerin insanları olmuşlardı. Galiba bu sefer günahlardan kaçmak,
onlardan kurtulmak, o günahların hafızalardan yitip gitmesini sağlamak başarılmış gibi
görünüyordu.
Yeni kuşaklar için bu unutturulma öyle başarıya ulaşmış görünüyordu ki, çoğu sola ilgi
duyan, hatta Marksist yeni kuşaklar, Türkiye'deki sınıf ilişkileri ve toplumsal yapı ile bu
günahlar arasında bir ilişki bile kurma yeteneği gösteremiyordu. Örneğin sosyalistler arası
toplumsal yapı, sınıflar, tarih konularında yoğun tartışmaların yaşandığı ve bu tahlillerden
strateji ve programların çıkarıldığı altmışlı ve yetmişli yıllarda Ermeni Katliamı, sonraki
mübadeleler, Kafkas ve Balkanlardan insan göçleri ve bunların sistemin örgütlenmesi ve sınıf
ilişkilerinin şekillenmesi bakımından etkileri gibi konularda hemen hemen hiç bir şey
● 81 ●
bulunmaz. Bu konular ve kavramlar, Türkiye'nin toplumsal yapısı ve sınıf ilişkileri
bağlamında değil; bu paradigmalar ortadan kaybolduktan sonra; hatta bu paradigmalara karşı
olarak doksanlı yıllarda solcuların tartışmalarına girmeye başlamıştı.
Örneğin, Ermeni katliamı, hangi tarihsel ve toplumsal ilişkilerin sonucu olarak gerçekleştiği
ve bu katliamın sonraki Türkiye'nin toplumsal ve sınıfsal ilişkileri üzerindeki etkileri gibi bir
bağlamda değil de; Ermenilerin katledilmesi ve sonradan yok olup gitmesinin çok renkliliği
azalttığı gibi (aslında gizli bir ırkçılığı da yansıtan) bağlamlarda konuya yaklaşıldı, zamanın
ruhuna uygun olarak. Yani konunun tarihsel ve toplumsal ilişkiler bağlamında tartışılabileceği
dönemde Ermeni Katliamı diye bir konu akla gelmiyordu dolayısıyla o analizler havada
kalıyordu; Ermeni Katliamının gündeme geldiği dönemde ise, konuyu toplumsal ve tarihsel
bağlamda; politik mücadele stratejisi bağlamında tartışacak paradigma ve kavramsal araçlar
bir kenara atılmış bulunuyordu.
Bu arka plan, sanki sınıfsal ve Marksist bakış açısıyla örneğin Ermeni sorununun tartışılması
arasında bir çelişki ve uzlaşmazlık varmış gibi bir yanılsama ortaya çıkmaktadır. Ama
Türkiye'deki sınıf ilişkileri, bizzat bu katliam ve sonraki Rum mübadeleleri olmadan
anlaşılamaz.
Türkiye ve Kürdistan'da egemen sınıflar bu katliam ve başka zorunlu göçlerden elde ettikleri
servetle oluşmuştur. Denebilir ki, ilk sermaye birikimi batıda nasıl korsanlık ve köle ticaretine
dayanırsa, Türkiye'de de Ermeni katliamına ve Rumların sürülme ve mübadelesine
dayanmıştır. Bütün egemen devlet kastının ve sınıfların servet ve sermayelerinin kaynağında
bu katliam ve mübadeleler bulunmaktadır.
Ermeni ve Rumlar nispeten kapitalist ilişkilerin geliştiği burjuvalardı. Tasfiye ve katil, aslında
aynı zamanda, modern toplumsal ilişkilerin de tasfiyesi olmuştur. Modern Kapitalist Rum ve
Ermenilerin malları ve sermayeleri; prekapitalist tefeci-bezirgan sermayeye dönüşmüş veya
toprak ağalığını ve ortaçağ artığı iktisadi, sınıfsal ilişkileri güçlendirmiştir. Böylece katliamla
birlikte gerilik ve gericilik birbirini üretir olmuştur. Türkiye ancak, 1960'lı yıllarda, katliam
öncesinin ekonomik düzeyini yakalayabilmiştir.
Bu nedenlerle egemenler, hem kendi egemenlik ve imtiyazlarının kaynağını gizlemek; hem de
bir ulus yaratabilmek için unutmaya ve hafıza kaybına dayanabilirlerdi. İşte tam başardıklarını
sandıkları anda, geçmiş günahları karşılarında aşılmaz bir duvar olarak dikilmiş bulunuyor.
Bütün yaptıkları olmamışa döndü, her şey unutmaya ve unutturmaya dayanmıştı, bu proje
çöktü; bu nedenle ağır bir darbedir Türkiye'nin egemenleri için.
Ermeni Katliamının, inkar için bile olsa tartışılmak zorunda kalınması, unutulmaması ve
tekrar hatırlanması bile projenin iflasıdır. Çünkü Türk Kimliği, unutmak ve hafıza kaybı ile
şekillendiriliyordu. Şimdi bu suskunluk yıkıldı.
10 Şubat 2001 Cumartesi
● 82 ●
Tarihin "Komplo"su
Bir tarihte, Muhammet Ali Clay'ın, çocukken bisikletinin çalınması üzerine, onu çalan hırsıza
ders vermek için boks öğrendiğini okumuştum. Bir çocuk için bisikletinin çalınması büyük bir
felakettir. Ama bu felakettir aynı zamanda, küçük Muhammet Ali'nin, o güne kadar
bilinmeyen, gizli kalmış gelişememiş güçlerinin ve yeteneklerinin ortaya çıkıp serpilmesine
ve onun dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük boksörlerinden biri olmasına yol açan. Bu
felaketi yaşamasaydı belki, o Muhammet Ali, siyah gettosunda, işsizlik ve yoksulluğun
pençesinde kavrulup giden milyonlardan biri olarak kalacaktı. Onun için derler: "Her şerrin
bir hayrı vardır" diye
Büyük felaketler, çaresiz gibi görünen durumlar kişilerin ve toplamların gizli kalmış, gelişme
fırsatı bulamamış güçlerini açığa çıkarırlar. Öcalan'ın kaçırılışı ile sonuçlanan süreç, bir
yanıyla Kürt uyanışı için büyük bir darbeydi, ama bu aynı zamanda Kürt uyanışının o zamana
kadar öne çıkmamış, önem verilmemiş, gizli kalmış güçlerini de açığa çıkarmıştır. Bu darbe,
tıpkı bir ağacın dallarını budamak, yeni ve taze sürgünlerin yeşermesine olanak sağlamak gibi
bir işlev görmüştür. Eğer Kürt uyanışında bu gizil güçler olmasaydı, bu ağır darbe büyük bir
yenilgi ve dağılışla son bulabilirdi. Ama bugün geriye baktığımızda, Kürt uyanışının kendine
güveninin pekiştiği, olgunlaştığı görülmektedir.
Bu gün dünyada, politik bakımdan en gelişmiş ve olgun halk olma özelliğini Kürtler
gösteriyor. Hedeflere bağlılığı, yaratıcı taktik ve mücadele biçimleriyle ve komplekssiz bir
diplomasiyle böylesine başarılı birleştirebilen, politik olarak aktif ve örgütlü, başka bir güç
yok şu an dünyada. Böylesine muazzam bir güç elbet uygun koşulları bulduğunda, bütün orta
doğuyu alt üst edecek değişikliklere imzasını atabilir.
Gelecekte Kürt uyanışının tarihini yazacaklar, komplo ve İmralı süreçlerini Kürt uyanışının
tarihinde en önemli sıçramaların yaşandığı dönemler olarak tanımlayacaklardır. Şimdiki
çürümüşlük, yeniden yükselen şiddet ve inkar politikası kimseyi yanıltmamalı. Bu fırtınalar
gelip geçtiğinde, geride Kürt uyanışı, hem sadece Kürtler için değil, Türkler ve bütün
bölgedeki diğer halklar için de bir perspektifi; bunu gerçekleştirecek gücü ve politik
olgunluğu olan biricik güç olarak ortada kalacaktır.
*
Kürt uyanışının bu potansiyellerini harekete geçirişi özellikle iki başlık altında toplanabilir.
Birincisi, Kürt uyanışı, kendisini kurtarabilmek için, kendisini ezenleri de kurtarmak
gerektiğini görmüş ve bunu programlaştırış bulunuyor. Yani bu anlamda, ulusal bir uyanış,
aynı zamanda ulusal bir uyanış olmanın sınırlılıklarını aşıyor, sosyal bir uyanışın tohumlarını
atıyor. Dolayısıyla ilk kez, bir ulusal hareket kendini aşarak sosyal bir harekete dönüşüyor.
Sadece kendi için değil, bütün bölge için demokratik bir sistem öneriyor. Sadece kendisinin
başarısı halinde, belki yan ürün olarak başka halklara da demokratikleşme getirebilirdi bu
uyanış. Ama Komplo ile birlikte, denklemdeki yerler değişmiş bulunuyor. Demokratikleşme,
● 83 ●
başarının nesnel, doğrudan veya dolaylı bir sonucu olarak değil, başarının koşulu olarak
ortaya koyuluyor. Böylece Kürt uyanışı ulusal egoizmin dar kalıplarını kırıyor. Başka uluslara
da kendisinde bir örnek sunuyor.
İkincisi, Kürt uyanışı, ulusçuluğun klasik biçimlerini aşıyor, etniye ve dile dayanan ulusçuluk
yerine, ulusun tanımından bu unsurları dışlayıp, tüm dilleri ve kültürleri eşitleyen, ulusun
hukuki tanımına geçen bir ulusçuluğa ulaşıyor. Böyle bizzat kendi içinde doğduğu
ulusçuluğun eski biçimi aşıyor. Kendini ezen ulusları ve diğer bölgedeki ulusları, kendi
içinde, eski ve yeni ulusçuluk tanımlarına göre yeniden tanımlamaya, dolayısıyla onları kendi
içinde bir hesaplaşmaya çağırıyor. Böylece, her ulusun içinde, eski ulusçuluk biçimlerine
karşı çıkanlarla çok geniş ve karşı durulmaz bir cephenin tohumlarını atıyor. Zaten böyle
güçler harekete geçirilmeden, bir başarıya ulaşmak da olanaksızdır.
Bu iki büyük değişiklik olmadan Kürt uyanışının zafer kazanması olanaksızdı. Elbette bu
değişikliklerin tohumları bu uyanışta başından beri vardı, ama bunlar gelişmemiş, gizli
kalmış, öne çıkmamış yanlardı. Komplo bu gizli gücün bu yaklaşımların öne çıkmasına ve
gelişmeye başlamasına yol açtı.
Denebilir ki, bu değişiklikler, devletlerin Kürt uyanışına komplosuna karşı, tarihin o
komploları boşa çıkaracak karşı "komplo"sudur. Yaşayan görecek.
17 Şubat 2001 Cumartesi
● 84 ●
"Mene Mene Thekel Upharsin"
Son politik kriz ve politik krizin vesile olduğu mali krize ilişkin söylenenleri okuyunca, Kürt
uyanışına karşı geliştirilen özel savaş rejiminin, sadece Türkiye'deki ortalama vatandaşları
değil, Türkiye'nin sosyalistlerini de ne ölçüde çürüttüğü, onlarda da adeta bir hafıza kaybına
yol açtığı daha iyi görülüyor.
Eğer bir güce, bir sisteme karşıysanız, onun bir kriz içinde olması, sizi üzmemeli aksine
sevindirmelidir. Kriz aynı zamanda, kendisine karşı mücadele ettiğinizin zayıflaması, hareket
yeteneğinin azalması demektir. Dolayısıyla, soruna ezilenlerin mücadeleleri açısından
bakanlarda, böyle krizlerin sevinç yaratması gerekir. Marks – Engels, sık sık
mektuplaşmalarında, o sırada yaşanan kimi aşırı üretim krizlerine bakıp, bunların kendilerine
ilaç gibi geldiğini yazarlardı birbirlerine. Şimdi bu güzel gelenekler unutulmuş, kendine kimi
solcu diyenlerin de, egemenleriyle birlikte krize üzüldükleri görülüyor. Krizlerin, ezilen ve
muhalif insanların romatizma, siyatik, baş, mide ağrılarına çok iyi geldiği unutulmuş.
Bir zamanlar diyalektiği anlatan el kitaplarında öğretilenler bile unutulmuş. O el kitaplarında,
sebep ile vesileyi karıştırmamak gerektiği, örneğin Birinci Dünya Savaşının nedeninin
Saraybosna suikastı olmadığı, bunun bir vesile olduğu zanlatılırdı. Son mali krize yol açan
MGK'daki restleşmeyi de kimileri hala krizin nedeni gibi koyuyorlar. O olay krizin nedeni
değil vesilesidir.
Tabii kimi sosyalistlerimiz de bu kadar kaba hatalar yapmıyor. Onlar da, Tarihsel
Maddeciliğin, ekonominin son duruşmada belirleyiciliği ilkesine uygun olarak, krizin
nedeninin kapitalizm olduğunu söylüyorlar ve bizleri aydınlatıyorlar. Fransızlar zülfü yare
dokunmayan konuşmalardan, "her şeyi ve hiç bir şeyi konuşmak" diye söz ederler, bu tür
zülfü yare dokunmayan açıklamalar da "her şeyi ve hiç bir şeyi" açıklıyorlar.
Tabii kimisi bu kadar genel açıklamalarla yetinmiyor, daha somuta gidiyor ve bu krizleri
Marks'ın açıkladığını, ortada öyle bir kriz olduğunu söylüyor. Ne var ki, bu açıklamanın da
küçük bir problemi var. Marks'ın açıkladığı -ki aslında Marks eserinde büyük harflerle bir
Kriz Teorisi de bırakmamıştır, böyle bir teorinin unsurları vardır- krizler, evvelki yüzyılda 10
yılda bir görülen, aşırı üretim krizleriydi. Keza bu krizler, sarsıntıları azalmış ama buna
karşılık sıklaşmış olarak beş altı yıllık dönemler halinde, durgunluk ve canlanma biçiminde
günümüzün kapitalizminde de vardır ama Türkiye'deki hem genel toplumsal krizin hem de
son mali krizin aşırı üretim bunalımıyla ilgisi yoktur. Kapitalizmdeki peryodik krizler aşırı
üretim krizleridir. Yani insanlar çok ayakkabı ürettiği için ayakkabısız, çok yemek ürettiği
için aç kalırlar. Geçelim son mali krizi bir yana, Türkiye'deki, genel anlamıyla toplumsal
krizin nedeni bile, aşırı üretim değil, tabiri caiz ise eksik üretimdir, üretememektir.
Kimileri de daha ileri gidip, Kontradiev diye birinin bir kriz teorisi geliştirdiğinden söz
ediyorlar. Evet kapitalist üretimin tarihinde uzun dalgalar, 25-30'ar yıllık, yükselen ve inen
dalgalar vardır ve bu teoriyi ilk ortaya atan Kontradiev'dir. Daha sonra da bu teoriyi Troçki ve
Mandel geliştirmiştir. Ama bu, krizleri açıklayan bir teori değildir, bazı dönemlerde krizlerin
niye daha sert, canlanmaların daha cılız olduğunu açıklayan bir teoridir.
● 85 ●
Kontradiev dalgaları açısından ise, üzerinde ciddi biçimde düşünülüp tartışılması gereken,
kapitalizmin muhtemelen, tekrar bir uzun dalganın yükselen fazına geçtiğidir. Yani krizlerin
daha hafif, canlanmaların daha güçlü olduğu bir döneme girildiğine ilişkin belirtiler vardır.
Uzun dalga teorileri, yeniden yükselişin ekonomi dışı etkilerle olabileceğini belirtiyorlardı.
Bu anlamda, Doğu Avrupa'nın çöküşü, İşçi hareketinin dağınıklığı ve ücretlerdeki düşmeler,
bilgisayar ve iletişim ve biyoloji teknolojisindeki gelişmeler ve bunların yaygınlaşması (yani
yeni pazarlar, kar oranlarındaki yükselişler, yeni üretim branşları) bir yükselen dalgaya olanak
tanımaktadır ve Clinton döneminde ABD'nin yaşadığı tarihindeki en uzun ve hızlı canlanma,
Avrupa ülkelerinde işsizlik sayısındaki azalışlar vs. gibi veriler de bunu destekler niteliktedir.
Bu anlamda, Kontradiev dönemlerinin bu krize yol açması bir yana ılımlandırmasından bile
söz edilebilir. Yani önümüzde, kapitalizmin nispeten daha hızlı büyüyeceği, krizlerin daha
ılımlı olacağı bir çeyrek yüzyıllık dönem var demektir.
Kimileri de, bu genel açıklamalarla yetinmeyip hem de somut olarak çıkış yolu gösterebilmek
için –sanki üstlerine vazifeymişçesine- örneğin ÖDP veya Sosyalistlerin ezici çoğunluğunda
olduğu gibi, daha da somuta gidiyor ve IMF'nin, bunalımın nedeni olduğunu söylüyor ve
sözüm ona solcu sosyalist iktisatçılardan alıntılar yapıyorlar. Ama onların çoğu da altmışların
dünyasının genel geçer "milli kalkınma" görüşleri ile sorunu teknik düzeyde açıklama
arasında eklektik görüşler getirmekten öteye gitmiyorlar ve o zamanlar, kimi az gelişmiş
ülkelere manevra olanağı sağlayan, Sovyetlerin artık var olmadığını unutuyorlar.
Ha, bunalımın nedeni ne mi? Gerek toplumsal ve gerek son mali bunalımın nedeni
"ekonomi", "kapitalizm", "IMF", "Kontradiev dönemleri" veya "IMF politikaları" değildir.
Bunun bir tek nedeni vardır. Osmanlı artığı, bu pahalı, baskıcı, bürokratik devlet kastı.
Bu kast, daha önce bir şekilde kendisi de esneklik göstererek modernleşmenin bir aracı
olabiliyor, bir ulus, iç Pazar, burjuvazi vs. yaratabiliyordu. Ama artık toplumun bütün soluk
yollarını tıkayan bir taşlaşmış kabuk durumundadır. Kürt uyanışının gücü bu kabuğu
parçalamaya yetmemekte, Türkler ise, hala "IMF", "Kapitalizm", "dönemsel Krizler" vs.lerle
kendilerin kandırıp bu kabuğa yönelme cesareti gösteremedikleri; Kürtler karşısındaki kıytırık
imtiyazlarının kölesi oldukları için bunalım bir sıçramaya değil çürümeye yol açmakta,
çürüme ise tekrar çıkışsızlığı besleyerek krizi derinleştirmektedir.
Ama hiç bir çürüme sonuna kadar gitmez, bir noktada zıddına döner. Toplumu boğan bu
kastın da alnında, Babil'in duvarlarındaki yazı okunmaktadır: "Mene mene thekel upharsin".
Günlerin Sayılı!..
24 Şubat 2001 Cumartesi
● 86 ●
Politikanın Önceliği
Marksizm'in eleştiricileri kadar bayağı savunucuları da onu basit bir ekonomik determinizme
indirgeme olarak anlarlar. Madem ki son duruşmada ekonomi belirler her şeyi, o halde
ekonomi iyi bilinirse toplumsal sorunlara en iyi çözümler bulunabilir! Bu anlayışa yaslanan
Marksist ekonomistler, böyle son kriz gibi mali krizlerde veya genel olarak ekonomik
krizlerde engin ekonomi bilgileriyle, aslında okuyucuların da pek anlamadığı ve son
duruşmada maliye politikalarına indirgenebilecek, öneriler sıralarlar. Yok parayı dolara
bağlamak hataydı, yok şöyle bir ithalat ve ihracat politikası uygulanmalıydı gibilerden.
Ve yine bu vülger Marksizm'in yansıması olarak, bu memleketteki sosyalistlerin çoğu da,
insanın iyi ekonomi bilmeden iyi sosyalist olamayacağı gibi bir anlayışa sahiptirler ve
gazetelerin ekonomi sayfalarından ülkenin ve dünyanın politik gelişmelerinin gizli sırrına
ermeye çalışırlar. Ve yukarıda anlatılan Marksist eğilimli ekonomistlerin dediklerini aklın ve
bilimin son sözüymüş gibi huşu içinde dinlerler. Aslında her sol hareketin de, kendisi gibi
düşünen bir Marksist ya da sosyalist eğilimli "ekonomist"i vardır, "iktisadi temel"e ilişkin
çözümlemelerin kendilerine emanet edildiği.
Tabii bütün bunların Marksizm'le falan ilgisi yoktur. Marksizm'in, "temel" dediği, maddi
hayatın üretim ilişkileridir. Bu ilişkilerden hareketle belli bir çağa, üretim tarzına ilişkin genel
özellikler bir ölçüde anlaşılabilir ama politik gelişmeler ve hele aktüel, güncel politikanın
özgüllüklerini anlamak için hiç bir işe yaramaz. Bu nedenle, ister ezen, ister ezilen sınıflardan
olsun, politikacının iyi ekonomi politik bilmesi gerekmez, gerekli olan, toplumsal güçlerin
eğilimleri, hedefleri, karakterleri hakkında, çoğu kez sezgiye dayanan doğru değerlendirmeler
ve her türlü politik veya askeri mücadele sanatı hakkında bir kavrayış ve uygulama
yeteneğidir.
Ekonomik temel üzerinde yükselen sınıfların çıkar, eğilim ve karakterlerini belirlerler. Ama
bu belirleme de otomatik değildir, bir sınıfın çıkarı ve karakteri ve eğilimleri özdeş değildir,
bunların arasında da arasında büyük çelişkiler vardır. Kimi sınıfların karakteri çıkarına aykırı
davranmaktır, körlüktür örneğin. Ama bu da öyle direk olmaz, sınıfların eğilimleri ideolojiler,
inançlar düşünce sistemleriyle şekillenir. Ama bu da öyle direk olmaz, bu araçlar da var
olanlardan alınırlar ve öyle şekillenirler, hem de bir sürü ön yargılar ve yanlış anlamalarla. Ve
bunlar böylece gider. Sonuçta baştan aşağı yare biçare Yunus gibi, konumu, çıkarı, ideolojisi,
hasılı her şeyi kendi içinde ve birbiriyle çelişen insanlar, partiler, hükümetler, örgütler çıkar
ortaya. Ve politikayı da bunlar yaparlar.
Bu nedenle, sanılanın aksine, ciddi Marksistler, ekonominin değil, politikanın önceliğinden
söz ederler; politikanın adeta yoğunlaşmış ekonomi olduğunu söylerler.
Son Mali kriz ve sol partilere gelirsek, krizin çözümü veya çıkış, hangi mali ya da ekonomi
politikalarının izleneceğine ilişkin bir sorun değildir. Aslında sol partilerin yaptığı türden
IMF'yi ve Hükümetin bütün ipleri IMF'ye vermesini suçlamak, ve bu suçlamaları da ağırlığı
olsun diye kimi Marksist bilinen iktisatçılara yaptırmak, zımnen, sorunu, nasıl bir mali
politika ve para politikası izleneceği düzeyinde tartışmak demektir. O çok sol görünen, anti
● 87 ●
emperyalist ve anti kapitalist söylemin ardında, burjuva sosyalizminin metodolojisi olan
ekonomik materyalizm sırıtır ve sorunun gerçek politik özünü gizler.Aslında gerçek politik
çözümü anmamanın adıdır IMF'nin önerdiği mali politikaların ve para politikalarının
suçlanması.
Bunu somut olarak göstermeye çalışalım, hem de onların hareket noktasından hareketle, yani
para ve mali politikalardan hareketle. Ve bunun için sorunu bütünüyle kapitalizm
çerçevesinde koyalım, akıllı bir burjuva, akıllı bir Türk milliyetçisinin yapabileceği kadar bile
sol partilerin zülfü yare dokunmadığını görelim.
Elbette bir ülkenin parasının gücü, ulusal ekonomisinin gücünden gelir. Ama sağlam ve
istikrarlı bir değeri olun bir para olmadan da bir ulusal ekonominin güçlenmesi olanaksızdır.
Peki para nasıl sağlamlanır. Karşılıksız para basmayarak. Devlet niye karşılıksız para basar?
Geliri giderini karşılamadığı için. Peki devletin geliri giderini niye karşılayamaz? İşte tam da
dil, düşünce ve zeka oyunlarının başladığı yer burasıdır. Buraya kadarını, herkes yazıyor.
Ama burada iş karışıyor.
Devletin geliri ve giderinin eşit olması için, burjuvazinin de, IMF'nin de hepsinin önerileri
belli. Gelirleri arttırmak için vergi reformu yapın, en büyük işveren devlet olduğundan ücret
ve maaş artışlarını ve de köylüden destekleme alımlarını durdurun.
İşte sol tartışmayı hep bu düzeyde yürütüyor, temel yanlış burada. Ama biz şimdilik bu
sorunu da bir kenara koyalım. Gerek önerilerde gerek solun itirazlarında temel açık
kaynağının adı yok.
Bu ordudur. Nüfusa ve milli gelire vurulduğunda dünyanın en büyük ve masraflı ordusunu
Türkiye beslemektedir. Örneğin Türk ordusu neredeyse milyonluk bir ordudur. Milyonluk
ordular sadece ABD, Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerde var. Bunlardan Çin ve Hindistan
birer milyarlık kıta gibi ülkeler, onlar böyle bir yükü belki taşıyabilirler. ABD, zaten dünyanın
en büyük ve zengin gücü ve nüfus ve ülke büyüklükleri de kıyas kabul etmez. Rusya da
öyledir.
Bu büyüklüğe ek olarak, bu ordunun silah harcamalarının yüksekliği göz önüne getirilsin. Ve
bu memlekette yaşayanların bu ordunun gerçek sayısını, silah harcamalarının ne olduğunu
bilmeye hakkı yok. Öte yandan bu, halkın seçilmiş temsilcilerinin bile denetleme yetkisinin
olmadığı; tüm toplumun kanını emen bu gücün, Milli Güvenlik Kurulu Aracılığıyla ülkeyi
yönettiği ve gerçek kararları verdiği herkesin bildiği bir sırdır.
Demek ki, Enflasyonla cidden mücadele etmek isteyen bir güç, bu milyonluk orduyu dağıtıp,
ucuz bir savunma sistemine geçmek zorundadır. Ama bu güç gerçek iktidarı ve silahı elinde
bulundurmaktadır. Toplumun ezici bir çoğunluğu bu gücün iktidarına karşı seferber olmadan
bu orduya kimse dokunamaz.
Yani, iktidar ordunun elinden alınmadan ve halkın seçilmiş gerçek temsilcilerinin eline
geçmeden ve bu toplumun kanını emen ur, küçük ve hizmetinde olması gerektiği ulus ve onun
temsilcilerine karşı kullanılamayacak ve harekete geçemeyecek küçük ve ucuz bir araç haline
dönüştürülmeden en küçük bur düzelme olanaksızdır.
● 88 ●
Emperyalizmi anlıyoruz. Silah satacak, bölgede silahı olacak bir güce ihtiyacı var, onun için
IMF aracılığıyla her şeyi yap der de, orduyu küçük ve ucuz yap o zaman kredi veririm demez.
Orduyu anlıyoruz, onun varlığı kendisi için bir amaçtır, kendine karşı çalışması beklenemez.
Burjuvaziyi anlıyoruz, bu ordu olmasa bir gün böylesine vurgun düzenini sürdüremezler.
Ama sosyalistler niye bu pahalı, baskıcı, bürokratik devlet cihazının ve onun çekirdeği
ordunun işsizliğin, pahalılığın en büyük nedeni olduğunu söylemez de, ha bre IMF'den söz
ederler, işte onu anlayamıyoruz.
O halde, krize karşı mücadele, hangi ekonomik tedbirlerin alınacağı sorunu değil; nasıl bir
ulus tanımı, nasıl bir devlet sistemi, nasıl bir bölgeye ilişkin bir program sorunudur. Buna
adam gibi cevap verenlerin de göreceği şudur. Kürt uyanışı böyle bir programın sahibidir ve
en büyük destekçisidir. Dolayısıyla Türkiye'deki krize karşı her politika Kürt uyanışıyla ittifak
politikası olmak zorundadır. O halde, krize karşı mücadele görevini yapan IMF'yi
suçlamaktan değil, Kürt uyanışıyla ittifaktan uzak duran ve gerçek egemene yönelmeyen
politikalarla mücadeleden geçer.
03 Mart 2001 Cumartesi
● 89 ●
Kabus
Bir toplumsal bunalım ne kadar sert ve derin olursa olsun, eğer ortada devrimci bir güç yoksa
sonuç çürümeye varır. Türkiye'deki toplumsal bunalımda da durum budur. Bu çıkışsızlık her
şeyden önce sosyalistlerde düğümlenmektedir.
Sosyalistlerin toplumsal hayat üzerindeki etkileri, onların nicelikleriyle ölçülemez. 1960'ların
TİP'i, toplumun yüzde üçünün oyunu zor alabilmişti, ama toplumun üzerinde manevi ve
entelektüel bir egemenlik kurmuştu. Toplum onların ortaya attıkları sorunları tartışıyordu.
Onun önünü kesmek için CHP "ortanın solu" diyor, Alevilere "Birlik Partisi" kurduruluyordu.
Tıpkı reformların devrimci mücadelenin yan ürünü olmaları gibi, sisteme bir parça karşı diğer
güçler, sosyalistlerin bir entelektüel ve toplumsal bir kutup oluşturmaları durumunda
manyetik alanda kalmış demir molekülleri gibi belli bir yön duygusu edinip dizilebilirler.
Türkiye'de eksik olan, sosyalist ve devrimci bir kutuptur. Bu kutbun yokluğu nedeniyle, bütün
diğer toplumsal muhalefet yön duygusunu yitirmekte, billurlaşamamakta ve dolayısıyla
toplumda bir karşı güç ortaya çıkamamaktadır. O halde, bu toplumsal bunalımdan
çıkışsızlığın esas sorumlusu sosyalistlerdir.
Peki sosyalistler niye böyleler? Kimilerinin sandığı gibi, bir araya gelseler işler düzelir mi?
Hiç sanmıyoruz. Bir mucize olsa ve örneğin bütün sosyalistler ya da ezici çoğunluğu bu
günkü anlayışlarıyla bir tek örgütte birleşseler, toplumu sarsıcı, kutup oluşturucu bir etkide
bulunamazlar.
Sosyalistler bu günkü güçsüzlüklerini 12 Eylül'e bağlama eğilimi gösterirler. Bu doğru
değildir, 80'lerin sonunda, Kadın, İşçi, Kürt hareketlerinin bir yükselişi eğilimi görülüyor ve
keza sosyalistler oldukça canlı ve yenileyici bir tartışma ortamı içinde bulunuyorlardı. Hatta
tek tek grup ve örgütlerin çeperleri kırılıyor ortak bir tartışma platformu oluşuyordu. Bu
eğilimler bizzat o Kuruçeşme Süreci denen süreçte ifadesini de buluyordu. Yani 80'lerin
sonuna gelinirken, 12 Eylül'ün etkileri büyük ölçüde silinmiş hatta bu yeni yükselişle birlikte
yeni bir kuşak da ortaya çıkma eğilimi göstermiş bulunuyordu.
Ama bu eğilim henüz gelişme fırsatı bulamadan, Doğu Avrupa'nın çöküşünün evrensel
dalgasının altında kaldı. Zaten bu genel dalga, Türkiye'deki Özel savaş rejiminin yükselişine
de ek bir destek sundu ve birbirlerini karşılıklı olarak güçlendirdiler. Dolayısıyla sosyalistler
hem öz suyundan güç alabilecekleri bir toplumsal hareketten, hem de yeni bakış açıları
getirebilecek yeni kuşaklardan yoksun kaldılar ve yaşayan fosillere döndüler.
Marks bir yerde, "Geçmiş kuşakların mirası yaşayanların üzerine bir kabus gibi çöker" der.
Bunu derken biraz da kast ettiği, Fransız devrimcilerinin Roma cumhuriyetinin diliyle
konuşmalarıdır. Yani bu bir bakıma kastettiği, 60'larndan sonraki sol hareketin 1920'lerin
diliyle konuşmalarına benzer.
Ama sosyalistler açısından bugünkü durum, yeni ve canlı bir hareketin, geçmişin diliyle
konuşması değildir. Ortada yeni ve canlı bir hareket yoktur. "Geçmiş kuşakların geleneği"
değil, bizzat kendisi bir kabus gibi çökmüş bulunuyor sosyalist düşünce ve hareketin üzerine.
● 90 ●
Türkiye'deki sosyalistler bu günün dünyasının stratejik ve programatik sorunlarını
tartışmıyorlar, dünün dünyasında ulaştıkları sonuçları tekrarlıyorlar.
Bu gün iki temel eğilim damgasını vuruyor. Bir yanda, 1960'ların strateji tartışmalarında
şekillenmiş, anti emperyalizm vurgulu sosyalistler. Bir yanda 90'ların tarihsel deneyleri ve
ideolojik ikliminden etkilenmiş demokrasi vurgulu sosyalistler.
Bu günün Türkiye'sine bakan şunu görür. Anti emperyalizm, bağımsızlık bayrağı Genel
kurmayın, demokrasi ve özgürlükler bayrağı ikinci cumhuriyetçiler ve liberallerin elinde.
Anti-Emperyalizm, bağımsızlık vurgusu yapan bütün sosyalistler, çeşitli derecelerde genel
kurmayın, ikinci cumhuriyetçi ve liberallere karşı saldırısının aracı fonksiyonu görüyorlar.
Demokrasi vurgusu yapan bütün sosyalistler de, liberallerin ve ikinci cumhuriyetçilerin
demokrasi bayrağıyla yürüttükleri globalizme entegrasyon projesinin bir aracı oluyorlar.
Kimi sosyalistler de, demokrasi ve anti-emperyalizmin bu kutuplaşmasının suni olduğunu
söyleyip, hem anti emperyalist hem demokratik olmaya çalışıyorlar. Ama temel bir soruna
gözlerini kapıyorlar: Demokratik ve Anti emperyalist bir Türkiye'nin emperyalist bir Türkiye
olacağını görmek istemiyorlar.
Bütün bu manzara içinde sosyalistlerin bağımsız bir güç olmak bir yana, bir kutup
olamayacakları çok açıktır. Bu tartışmada, bütün sosyalistlerin ortak temel sorusu aynıdır:
ülkenin nasıl demokratik, refah içinde bir ülke olacağı. Bu ise milliyetçi bir sosyalizm
anlayışıdır.
Bir sosyalist için, "kendi" ülkesinin demokrasi ya da refaha ulaşması bir hedef olamaz.
Sosyalist için sorun, bulunduğu ülkede, işçi sınıfının dünya çapındaki zaferine azami katkıyı
nasıl yapabileceğidir. Enternasyonalizm ulusal çıkarların toplamı değildir. Karşılıklı çıkarlara
dayanan, basit aritmetik toplama gibi, uluslar arasındaki dayanışma değildir.
Enternasyonalizm, tıpkı cebirsel bir işlemde eksinin eksiyle çarpımının artı olması gibi,
parçanın bütüne tabi olmasıdır.
Temel soruyu bu noktadan sormadan, sosyalistlerin liberal burjuvazi ve genel kurmayın
koltuk değnekleri olmaktan çıkmaları olanaksızdır. Yani bölünme, sosyalistlerin bu günkü
bölünmelerinin dayandığı temel soruyla olmalıdır. Ancak ondan sonra günümüzün dünyasının
sorunlarına ilişkin bir armamı olan; bir kutup oluşturan başka tartışmaların yolu açılabilir.
10 Mart 2001 Cumartesi
● 91 ●
Manhattan'da/n Bir Derviş
Türkiye'nin entellektüel taşralılığından ve her türlü gelişimi engelleyen boğucu kültürel
atmosferinden kendini kurtarmak için olsa gerek, bir tür gönüllü sürgünlük yaşayan neyzen
Kutsi Ergüner'in Caz Dörtlüsünün çaldığı parçalardan biri, yine grubun bir üyesi, son yılların
olağanüstü piyanisti Fazıl Say'ın bir kompozisyonu olan Manhattan'da Bir Derviş'tir.
(İnternette şu adresten dinleyebilirsiniz:
http://www.montreuxjazz.com/y2k/live/allemand/play.cfm?stream_no=58 )
Amerika burjuva uygarlığının modeli ve idealidir. Bu uygarlığın özü New York'ta, New
york'un özü de, Manhattan adasının sıkış tepiş gökdelenlerle dolu, adeta her insanın zihnine
kazınmış resminde sembolize olur. Dervişlik ise, kapitalizm öncesi uygarlıklarda, egemen
sınıfların hedonizmine karşı ezilen halk muhalefetinin kendini ifade tarzıdır. Manhattan'da bir
derviş imgesi, globalleşmiş bir dünya; bu dünyada insan göçleri; aydınlanmanın ilerlemeci ve
iyimser bakışının tükenmişliği; modern uygarlığın krizi ve ufukta bir çıkış görülmemesiyle
ilgili olarak mistisizme bir dönüş gibi, bir çok ön koşul ön gerektirir.
Ve yine üçüncü dünyalı seçme bir caz grubunun Manhattan'da Bir Derviş imgesini olanaklı
kılan bu dünyadır, Manhattan'dan Derviş'in Türkiye denen ülkenin başına fiili başbakanı
olarak paraşütle gelmesini olanaklı kılan.
Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu, Avrupa ve Amerika (ve Rusya'nın) egemenlik mücadelesi
verdikleri dünyanın en kritik bölgesidir. Ve bu bölgenin en büyük ülkelerinden biri Türkiye
ABD'nin "Stratejik müttefiği"dir. Bu ülkenin sadece silahla beslenmesi artık yetmemektedir.
Keyfi, pahalı, baskıcı devleti; çökmüş ekonomisi; tıkanmış siyasetiyle bu ülke, artık
ortaklarına bile zarar vermekte, onlara bölgede bir destek olacakken bir yüke dönüşmüş
bulunmaktadır.
Halkın tasarruflarını devlete yüksek faizle borç olarak verip o faizle ve uyuşturucu ticaretinin
gelirleriyle yaşayan; bu gelirlerle medyayı eline geçirip özel savaş dairesiyle iş bölümü ve güç
birliği içinde koca ulusu dezinformasyonla aptallaştıran; bu sistemi sürdürebilmek için
gerginlik, savaş ve şiddete muhtaç, domuz topu olmuş bir özel savaş-mafia-rantiye çetesinin
sistemi, kelimenin tam anlamıyla iflas etmiş bulunmaktadır. Ama toplum, bu iflas etmiş
sistemi değiştirecek bir güçten ve iradeden yoksundur. Cumhurbaşkanının sembolik
davranışlarına gösterdiği destekle demokratikleşme özlemini belirtmekle birlikte, bunu fiili
bir güce dönüştürememektedir.
Bu durumda Amerika, Türkiye'deki insanları düşündüğü için değil, bu durum artık kendi
çıkarlarına da zarar verdiği için, İkinci Cumhuriyetçi bir liberali, Manhattan'dan Derviş'i,
Türkiye'ye fiili başbakan yaptı. Resmi başbakan Ecevit'in görevi fiili başbakan Derviş'in
uygulayacağı politikalar için partilerin desteğini sağlamaktır.
Ama çatışma kaçınılmazdır. Bu günkü meclis ve Hükümeti belirleyen güçler, değer ve
anlayışlar ile Derviş'in dayanacağı güçler, anlayış ve programı çelişir ve bu da yeni
bunalımlara yol açar. Ecevit, hayatının en büyük hatasını Sezer'i cumhurbaşkanı yapmakla
işlediğini söylemişti, yakında aynı şeyleri Derviş için de derse bu sürpriz olmaz. Derviş bir
● 92 ●
iktisadi teknik danışman değildir, bir politikayı temsil etmektedir. Türkiye'de bu günkü
globalleşmiş dünyanın ihtiyaçlarına uygun dönüşümler yapması beklenmektedir ondan. Bu
günkü hükümet ve partiler ile bu politika uyuşmaz. Bu nedenle Ecevit ve bu hükümet kendi
mezar kazıcısını, kendi elleriyle getirip fiili başbakan yapmak zorunda kaldı. Derviş,
hükümete gelişi ve varlığıyla bu hükümet ve meclisin nasıl bir engel ve yük olduğunun kanıtı
olmaktadır. Bu meclis ve Hükümet ile, Derviş'in uygulayacağı ve hükümetin Dünya'ya para
almak için söz vereceği politikalar birbiriyle çelişir. Bunun yerini, Özal'la 12 Eylül'de olduğu
gibi bir darbe mi alır, yoksa bir seçime mi gidilir, henüz ortada. Ama ordu zaten fiilen gerçek
iktidar olduğundan bir seçim daha büyük olasılık görünüyor. O seçimden, Derviş'in temsil
ettiği politikaların bir siyasi güç olarak ortaya çıkması için ne gibi gelişmeler olacağı henüz
belirsiz. Bu da Ordu opsiyononu tekrar güçlendirici bir etki yapıyor. Ama bir seçim demek
ise, Kürt uyanışının Türk politikasının anahtar gücü olması demektir.
Bu güne dönersek, Derviş'in planının uygulanması, bu günkü politika ve güçlerle gerilimler
ve çatışmalar demektir. Örneğin bu devasa ve pahalı orduyla, bu pahalı askeri modernleşme
programlarıyla, borç ödeme, yatırım ve halkın gelir seviyesinde sistemi stabilize etmeyi
sağlayacak iyileştirmeler bir arada gidemez. Askeri harcamaları kısmak ise, sadece iktisadi
değil, başka toplumsal ve siyasal politikalar gerektirir. Yani her şeyden önce Ordunun
harcamalarına Meclis'in karar vermesini, yani Türk siyasi sisteminin temelden alt üst
olmasını. Hem Irak'ın içlerinde birlikler yığarak, silah bırakmış PKK gerillalarını baharda
saldırarak savaşı zorlamak; hem de askeri harcamalarda bir indirim, ikisi bir arada olamaz.
İktisadi bir stabilizasyon, yani borçların konsolidasyonu ve tekrar bir ekonomik büyüme, ulus
tanımından, dış politikaya kadar her alanda köklü değişiklikleri ve buna uygun yeni bir siyasi
yapılanmayı zorunlu kılar.
Yani Türkiye'nin önünde dramatik ve hızlı değişmeler ve sert çatışmalar dönemi var.
Derviş'in temsil ettiği güçler ile şu an örgütlü ve egemen güçler arasındaki gerilim ve
çatışmalar kaçınılmazdır. Bu çatışmalar da, halk muhalefetinin kendini ifade edebilmesi için
kimi çatlaklar sunabilir.
Ama sosyalistler, doksanlı yılların dünya tarihsel yumruğunun sersemliğinden hala
kurtulabilmiş değil ve üstüne üstlük Türkiye'de Kürt uyanışı karşısında egemen ulustan
olmanın lanetini taşıdıklarından, bu çatlaklardan zerrece yararlanma yeteneği
gösteremeyecekler, bırakalım bir etki sağlamayı, örnek olacak bir gelenek bile
bırakamayacaklar ve çalışanların memnuniyetsizliği ve değişim özlemleri, Derviş'ler
kanalından burjuvazinin zafer arabasının arkasına takılacak.
Bize düşen görev ise, hep aynı, süte düşmüş fare gibi debelenmeye devam etmek. Kim bilir
belki tereyağ olur. Küçük bir olasılık mı? İnsanın ta kendisi o küçük olasılıktan başka nedir
ki?
17 Mart 2001 Cumartesi
● 93 ●
Avrupa Birliği, Kürt Uyanışı ve Sosyalistler
Türkiye'de Kürt uyanışının böylesine yankısız ve karşılıksız kalmasının en büyük nedeni,
Türkiye'deki demokratik hareketin perspektifsizliğidir. Bunun da nedeni, sosyalistlerin bir
program ve perspektiflerinin olmamasıdır. Ama bunun da temelinde, içe işlemiş o ulusal
perspektif yatar, yani milliyetçilik. Bu en açık biçimde Avrupa Birliği'ne katılma konusundaki
tavır ve tartışmalarda görülür.
Avrupa'nın Türkiye'yi üyeliğe alıp alamayacağı veya alıp almak istemediği sorununu şimdilik
bir yana koyarak, Avrupa'nın Türkiye'yi üyeliğe almaya hazır olduğu var sayımından
hareketle sorunu ele alalım.
Avrupa birliği konusundaki tartışmalarda temel olarak iki tavır görülmektedir. ÖDP'den
Birikim'e kadar oldukça geniş bir kesim, Avrupa Birliği'ne girişin ya da bu yöndeki bir
angajmanın, Türkiye'deki demokrasi ve sosyal haklar mücadelesine güç vereceği veya en
azından bunları kolaylaştıracağı noktasından hareket etmektedirler.
Buna karşılık, DSİP'ten ÖDP içindeki SEP'e kadar, nispeten daha doktriner kanat, Avrupa
Birliği'nin Emperyalist karakterine vurgu yapmakta ve birliğe girişin. Türkiye'deki
ekmekçilere, ezilen azınlıklara bir iyileşme sağlamayacağını söylemektedirler.
Dikkat edilirse bu tartışmada her iki taraf da, asıl tartışılması gereken varsayımı
tartışmamakta, aksine bütünüyle ona dayanmaktadırlar. Bu varsayım şöyle ifade edilebilir:
eğer Avrupa Biriliği'ne giriş, Türkiye'deki halkın, ekonomik, politik vs. bakımlardan
durumunun düzelmesine hizmet edecekse savunulmalıdır. Daha da kategorik olarak şöyle
formüle edilebilir: herhangi bir ülkenin ezilenlerinin ekonomik, sosyal, politik durumunu
iyileştiren talep ve girişimler desteklenmelidir. İşte Marksizm açısından yanlış olan ve esas
tartışılması gereken ama katiyen tartışılmayan bu varsayımdır.
Avrupa Birliği'ne girmeyi, ister Birikim gibi doğrudan, ister ÖDP çoğunluk eğilimi gibi
utangaç "Emeğin Avrupa'sı" gibi formüllerin ardına gizlenerek savununlar, Avrupa Birliği'ne
girişin Türkiye'deki halka siyasi, ekonomik ya da sosyal haklar getirmeyeceği kanıtlansa,
girmeye karşı çıkılması gerektiğini kabul etmektedirler. Bu nedenle, karşı tarafa yönelik
bütün tartışmalarında ister Avrupa Birliği'nin karakteri, ister Globallleşme, ister Emperyalizm
hakkında yeni değerlendirmelerde bulunulsun, bütün bunlar, niçin iyileşmeye yol açacağını
kanıtlamaya yöneliktir. Bu kanıtlandığı takdirde, karşı taraf aynı varsayıma dayandığından,
ona görüş kabul ettirilecek ya da teorik bir üstünlük sağlanacaktır.
Aynı şekilde, karşı çıkanların da, bütün teorik argümanları, bir iyileşmenin sağlanmayacağı;
bir şeyler sağlansa bile bunun yol açacağı kayıpları karşılamayacağı noktasında
toplanmaktadır.
Karşılıklı polemikler ve tartışmalar bu ortak varsayım üzerinden yürütülmekte, örneğin
Avrupa Birliği'ni girişten yana olanlar, Avrupa Birliği'nin klasik bir sömürgecilik gibi
anlaşılamayacağından, Avrupa'nın aynı zamanda Emekçilerin Avrupa'sı olduğuna kadar bir
sürü kanıt getirmektedir. Bütün bunlarda amaç, karşı tarafın da kabul ettiği varsayım
● 94 ●
açısından, onu ikna etmektir. Karşı taraf için de aynı şey geçerlidir. Onlar da, goballeşmenin
kötülüklerinden, Avrupa'da emekçilerin birliği olmadığından, sermayenin saldırılarından,
Avrupa'nın hiç de öyle demokrasi havarisi olmadığından söz ederken, amaç karşı tarafı, bir
iyileşme olmayacağına ikna etmektir.
Ama bu tartışmada, tarafların her ikisinde de şu varsayım bulunmaktadır: eğer bir talep ya da
bir değişiklik, o ülkenin emekçilerine ekonomik, siyasal, kültürel, hukuki iyileşmeler
getiriyorsa, bunu desteklemek gerekir
İşte tam da tartışılması ve sorgulanması gereken bu varsayımdır. Ama bu varsayımı
sorgulamak, her şeyden önce "kendi" ülkesindeki işçi ve emekçilerin değil, dünya işçilerinin
genel ve tarihsel çıkarını öne alan bir anlayışı gerektirir. Türk sosyalistlerinde olmayan tam da
budur. Türk sosyalist hareketinin doğuştun günahı, onun hep, Türkiye'nin ya da Türkiye'deki
emekçilerin nasıl refaha ve demokrasiye kavuşacağı sorusuna cevap aramasında ve buna
verdiği cevaplara göre şekillenmesindedir.
Gelecekte bir sosyalist hareket ancak bu varsayımı sorgulayıp reddedenler tarafından
kurulabilir. Bir sosyalist için, temel prensip, kendi ülkesindeki işçilerin refahı ya da mutluluğu
değil, dünya işçi sınıfının zaferine azami katkı olabilir. Bu ikisi her zaman çakışmaz.
Biz sorunu tümüyle tersinden koyuyoruz. Diyoruz ki, Avrupa Birliği'ne giriş, Türkiye'nin
emekçilerine ve Kürtlere iyileşmeler sağlar, ve tam da buna rağmen ve bu nedenle Avrupa
Birliği'ne, karşı çıkmak, onun karşısında başka bir programa sahip olmak gerekmektedir.
Evet baylar, Avrupa Birliği'ne girmek, Türkiye'nin emekçilerine bir sürü haklar kazandırır.
Aslında, Avrupa Birliği'nin kriterlerinin ekonomik, sosyal ve politik olarak emekçilere kimi
olanaklar sağlayanlarının hemen hepsi, işçi sınıfının bir kaç yüz yıllık mücadeleleriyle
kazanılmıştır, Avrupa'daki sınıflar dengesini de yansıtırlar. Dolayısıyla, daha dün köyünde,
feodal bağımlılık altında çalışırken, bir şehre göçüp, işçilerin mücadeleler sonucu elde ettiği
hakların bulunduğu bir fabrikaya giren bir işçinin, kendisi bu mücadelelere önceden
katılmamış olsa bile otomatikman bu haklara sahip olması gibi bir durum söz konusudur
burada. Elbette, Avrupa'da işsizlik ve bin bir türlü kapitalizme has bela vardır ama bu günkü
işsizliğin diz boyu olduğu, keyfi, anti demokratik Türkiye'ye göre bunlar muazzam bir
ilerleme oluştururlar.
Bunun için hiç öyle uzaklara gitmeye gerek yok. Portekiz, İspanya ve Yunanistan bu yönde
bir örnek oluştururlar. Avrupa'dan akan milyarlar; geniş Avrupa pazarı ve Parlamenter
Burjuva demokrasisine Avrupa'nın verdiği destek bu ülkelerin bugün Türkiye ile
kıyaslanmayacak bir duruma gelmelerine yol açmıştır. Bu ülkelerle Türkiye arasındaki fark,
her bakımdan, bu ülkeler Avrupa Birliği'ne girdikleri günden beri büyümüştür. Bundan yirmi
yıl önce, Yunanlı, Portekizli ve İspanyollar kendilerini Üçüncü Dünyalı olarak görür veya
onlara yakın hissederlerdi. Bu gün ise, sonradan görme, zengin, kendini beğenmiş, taze pişmiş
birinci dünyalıdırlar.
Ama işte, gerçek sosyalist, tam da bu noktadan karşı çıkmalıdır. Yani, Türkiye'nin
Emekçilerine veya Kürtlere iyileştirmeler sağlayamayacağı için değil, tam da sağlayacağına
rağmen Avrupa Birliği'ne karşı çıkılmalıdır. Çünkü, Türkiye'nin emekçileri ve Kürtler, tıpkı
● 95 ●
Yunanlılar veya İspanyollar veya Katalanlar gibi, yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılmış
olurlar. Bu sadece kendini kurtarmaya yönelik bir bencilliktir.
Dikkat Edin bu yaklaşımda karşı çıkılması gereken Avrupa Birliği'ne girme değildir. Avrupa
Birliği'nin kendisidir. Sadece Avrupa Birliği de değil. Zengin ülkelerin etraflarına ördükleri
duvarlar ve kurdukları birliklerdir. Bu ise, nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanla politik
olanın bağını koparan bir program demektir.
Emekçiler ve Kürtler Avrupa Birliği'ne girmek istiyorlar. Bu aslında ekonomik, sosyal,
demokratik haklar isteminin diplomatik bir ifadesinden başka bir şey değildir. Elbette, tıpkı,
bir iş yerinde işçilerin, daha iyi ücret ve sosyal haklar için grevinin desteklenmesi gibi bu
talepler desteklenmelidir. Ama aynı zamanda, onlara, bu mücadelenin bir iyileşme
sağlamayacağı değil, sağlayabileceği, ama bunun sadece, onların daha iyi konuma ulaşmasını
sağlayacağı, bu nedenle, Avrupa'nın ortadan kaldırılması gerektiği savunulmalıdır. Bu hem
ayrı bir bayrak, hem de kitlelerin mücadelesiyle pratik birliktelikler demektir. Var olmayan
tam da budur.
Böyle bir yaklaşımı, programı, böyle bir stratejisi ve taktiği olan sosyalistler olmadığı için,
demokratik hareket kakırdıyor, Kürtler yankısız kalıyor ve muhalefetin şekillenebileceği bir
program ortaya çıkamıyor. Bütün bunlar olamadığı için de, sosyalist bir hareketin içinde
gelişebileceği bir toplumsal hareketlenme olmuyor. Bu olmadığı için de bu tür yaklaşımların
adı bile anılmıyor ve böylece daire kapanıyor. Böylece sosyalistler Genel Kurmay'ın ve İkinci
Cumhuriyetçi Burjuvazinin çatışmalarının bir sosyalist söylemli aracı olmaktan öteye
gidemiyor. Türkiye'deki, kendileri dahil, bütün siyasi hareketlerin dayandıkları ulusal
bencillikle malul varsayımları sorgulayamadıklarından, bir ideolojik egemenlik kuramıyorlar,
gelecek için bir örnek ve gelenek bile oluşturamıyorlar.
(Haftaya Avrupa Birliği ve Kürt Uyanışı)
24 Mart 2001 Cumartesi