210
: Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz Dayanışma Sınıfı Yeniden Yaratabilir miP M. Sinan Geleceğin Sendikaları M ehmet Akyol Irak Seçimleri ya da Çekilişin Planı Ayşe Tansever Sııi Miolelesinin Sorunları Tarih ve Giraimiz Mehmet Yılmazer Bir Shışak Değerlendirmesi 101ar Fikret Kızıltan Etkinliklerden Celal Beşiktepe Metin Özuğurlu İzzettin Önder M ehmet Türkay Tayforizmden Postfordizme w m Sevimsizliği Umut Aydın- »Saramı Şöziim Yolunda mı® Mehmet Yılmazer Küreselleşme, Göçmen Emeği m Demalrasg Haşan Oğuz Kamu Çalışanları Mücadelesinde Yeni Bir Dönem Mesut Mahmutoğullan ISSN 1304-1843

Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

:

D üşünce ve D avranış B irbirinden Ayrılmaz

Dayanışma Sınıfı

Yeniden Yaratabilir miP

M. Sinan

GeleceğinSendikaları

M ehm et Akyol

Irak Seçimleri ya da

Çekilişin PlanıAyşe Tansever

S ııi M iolelesinin Sorunları

Tarih ve Giraim izMehmet Yılmazer

Bir Shışak Değerlendirmesi

101arFikret Kızıltan

EtkinliklerdenCelal Beşiktepe

M etin Özuğurlu

İzzettin Önder

M ehm et Türkay

Tayforizmden Postfordizme w m SevimsizliğiUmut Aydın-

» S a r a m ı Şöziim Yolunda mı®M ehm et Yılmazer

Küreselleşme, Göçmen Emeği m DemalrasgHaşan Oğuz

Kamu Çalışanları Mücadelesinde Yeni Bir DönemM esutM ahm utoğullan

ISS

N 1

304-

1843

Page 2: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ŞUBAT 2005 SAYI:

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

3 M EH M ET Y ILM A Z ER Sınıf Mücadelesinin Sorunları: Tarih ve Günümüz

3 2 M. SİNANDayanışma Sınıfı Yeniden Yaratabilir mi?

4 5 UMUT AYDINTaylorizmden Postfordizme ve Toplam Kalite Sevimsizliği

67 MEHMET AKYOL Geleceğin Sendikaları

81 MEHMET YILMAZER Kürt Sorunu Çözüm Yolunda mı?

90 AYŞE TANSEVERAkıntıya Kürek: Irak Seçim leri ya da Çekilişin Planı

12 6 H AŞAN O Ğ U ZKüreselleşme, Göçm en Emeği ve Demokrasi

177 FİKRET KIZILTAN Bir Kuşak Değerlendirmesi: 90'lar

184 MESUT MAHMUTOĞULLARI Kamu Çalışanları M ücadelesinde Yeni Bir Dönem

E T K İN L İK L E R D E N

193 CELAL BEŞİKTEPEGeleceğim izi Oluşturacağımız Bir Örgütlenm eye ihtiyacımız Var

197 METİN ÖZUĞURLU Yoksulluk, Sınıf ve Politika

200 İZZETTİN ÖNDER Avrupa Birliği İzleme Raporu Üzerine

203 MEHMET TÜRKAY Sol, A B 'ye Nasıl Bakmalı?

Page 3: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Uyanış Kültür Sanat iletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve O rganizasyon H izm etleri Sanayi ve T icaret Lim ited Şirketi Sahibi: Ed ip Bal Sorum lu Yazıişleri M üdürü: A laattin Erdoğan

M enderes Mah. Atışalan Cad. No: 19 Kat: 4 D: 57 Esenler / İstanbul Tel/Fâks: (0 2 1 2 ) 5843105 W eb : http://W w w .yoldergisi.com E-Posta: d iren isciler@ d iren is.com

Yurtdışı Satış Fiyatı Alm anya 20 DM İsviçre 15 SF Baskı Se r M atbaası (0 2 1 2 ) 565 17 74

Page 4: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

______________________________________ _______________________________ Mehmet Yılmazer

SINIF MÜCÂDELESİNİN SORUNLARI:TARİH VE GÜNÜMÜZ

GİRİŞ

Sosyalizmin yıkılış süreci aynı zamanda “ post-kapitalizm” tartışmalarıyla birlikte yürüdü. Kapitalist üretim biçimindeki bazı değişimler abartılı yorumlarla neredeyse “ kapitalizm ötesi” ne kadar vardırıldı. Bilim ve teknikteki etkileyici gelişmeler, bilgisa­yarın yarattığı “ iletişim çağı” olmadık düş­lerin kurulmasına neden oldu.

İşçi sınıfı iktidarları yıkılırken, aynı za­manda kapitalizmde yaşanan bazı yapısal değişimlerle, kapitalist üretim biçiminin simgesi olan devasa fabrikalar ve buralara yığılı işçi sınıfı erimeye başlayınca, “ post- kapitalizm” den söz etmek ve “ proletarya­ya elveda” demek moda haline geldi.

Yeni Dünya Düzeninin hemen hemen ilk on yılı sonradan havaya uçan düşlerle birlikte yürüdü. Bilgiye bu ölçüde rahat u- laşabilme ve tüm yeni teknikleriyle infor- matik çağı, dünyada bir zenginleşme ve de­mokratikleşme yaratacaktı. “ Elveda prole­tarya” söylemleri ile post-kapitalizm ta­nımlamaları birlikte yürüdü. Yıllar aktıkça yeni tekniğin büyüsü dağılırken, beklenen­lerin tam tersi gelişmeler yaşanmaya baş­landı. Bilgi, yine dev tekellerin elindeydi, dünyadaki kutuplaşma hızla derinleşiyordu ve paylaşım savaşları hızlanıyordu.

“ Süper güç” dünyanın son elli yılda o- luşturduğu bütün uluslararası kuralları bir kenara iterek kendi keyfi davranışını dün­yaya dayatınca “ değişim” , “ post-kapita­

lizm” kavramları üzerinden yaratılan yanıl­samalar acı, bir yönüyle değişmeyen ger­çekler tarafından parçalandı.

Dünyada, özellikle 1980’li yılların sonla­rından itibaren pek çok şey değişiyordu. En kaba bakışla bile görülebilen bu değişi­min niteliği ve derinliği neydi? Bu soru gü­nümüzün en önemli sorusudur, ancak ce­vabı yüzeydeki anaforlara dayanılarak veri­lirse yanılgılar kaçınılmazdır. Bu yazıda sı­nıflar mücadelesi açısından nelerin değişti­ğini ve sınıflar savaşı üzerindeki olası etki­lerini irdelemeye çalışacağım.

1980 sonrası dünyaya kabaca bakınca kapitalist anayurtlarda ünlü refah devletle­rinin eridiğini, sosyalizmin yıkılışından son­ra hızla sosyalist partilerin güç yitirdiğini ve hatta çoğunun buharlaşıp yok olduğunu, bununla kalmayıp güçlü işçi sendikalarının zayıfladığını, işçi hareketinin büyük güç kaybına uğradığını görmek mümkündür. M.Thatcher döneminde ünlü maden işçile­ri grevi sanki bir dönem sürüp gelen mü­cadele tarzının sona erdiğinin işaretiydi.

Ö te yandan, Sosyalist sistemin yıkılışıy­la bir anda Balkanlar ve Kafkaslar’ı ulus ve etnik kimlikli mücadeleler kapladı. Bu rüzgâr her bölgede kendi rengine bürüne­rek dünyanın çeşitli bölgelerinde esti, hızı yavaşlaşa da hala esmeye devam ediyor. Bu olgular üst üste gelince dünün dünyası­nın en belirgin özelliği olan sınıflar mücade­lesi sanki tarih olmuşa döndü. Bu yönde o kadar çok yorum yapıldı ki, sınıflar müca-

3

Page 5: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

_—yol

delesi döneminden söz etmek dinozorluk­la eş tutuldu.

Elbette pek çok değişim yaşandı ve ya­şanmaya devam ediyor. Bugün vurgulan­ması gereken bir on beş yıl toz dumanın a- rasında görünmez hale gelen sınıflar müca­delesinin yavaş yavaş yeni bir tempo ka­zanmaya başlamasıdır. Bunun en keskin i- lanı Arjantin olaylarıdır. Neoliberal politi­kaların çöküşünün de ilanı olan Arjan­tin’deki ayaklanma aslında sözde “ informa- tik çağfnın yarattığı hayallerin de kırılıp dökülmesinin miladıdır. Irkçı beyaz yöne­timden Mandela’nın Kongre Partisi’nin ik­tidara gelmesiyle kurtulan Güney Afrika, yarım milyonu aşkın katılımla tarihinin en büyük işçi eylemini yaşadı. Kapitalist ana­yurtlarda ise sosyal refah geriledikçe işçi ve çalışanların eylemliliği artıyor. Ancak bütün bu gelişmelere rağmen eylemler ve mücadelenin havası “ eski güzel günlerde­ki gibi değil, o seviye ve etkinin çok uzağın­da.

Sınıf mücadelesindeki gerileme ve deği­şimin başlıca iki nedeni öne çıkartılmalıdır. İlki ve en önemlisi kapitalizmde yaşanan yapısal değişimdir. İkincisi, sınıflar mücade­lesinin deneylerinden çıkartılan derslerdir. Mücadelenin tarihine ve geleceğine başlıca bu iki açıdan bakmak gerekir.

KAPİTALİZMDE SINIFLAR MÜCADELESİ TARİHİNE KISA BAKIŞ

Sınıflar mücadelesi kapitalizmle baş­lamadı, ancak bizim konumuz kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesinin geçirdi­ği süreçlerle sınırlı. Kapitalizm, bir üre­tim biçimi ve toplumsal yapı olarak o r­taya çıkışından günümüze kadar oldukça

__ 4

önemli değişimler geçirm iştir. Yaşadığı­mız günlerde de yine böyle bir tarihsel değişim konağının içinden geçiyoruz. Bu değişim pek çok yönüyle görülüp hisse- dilse de henüz egemen bir dönem ola­rak kendini ortaya koymadığı için, yaşa­dığımız günlerin temel özelliği belirsizlik­tir.

Günümüzden kapitalizmin geçmişine baktığımızda başlıca iki ana dönem ya­şandığı hemen görülür. İlki, kapitalizmin rnanifaktür dönem idir. Henüz büyük kentler oluşmamış, üretim evlerde veya atölyelerde iş aletleriyle yapılmaktadır. İkincisi, fabrika dönemi veya sanayi kapi­talizmidir. Nüfus hızla kentlere göçer­ken üretim büyük fabrikalara yığılmıştır. İş aletlerinin yerini makineler almaya başlamıştır. Bu dönem yakın tarihe ka­dar gelmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkeleri ölçü alırsak bu dönem 1970’li yılların o r­talarına kadar egemen bir yapı olarak yaşamıştır. Özellikle 1980’li yıllarla b ir­likte köklü değişimler yaşanmaya başla­mıştır. Bu döneme pek çok isim verildi. En tutulanı “ informatik çağı” yakıştırm a­sıdır. Biz bu yeni döneme hizmet kapita­lizmi dönemi diyeceğiz. İmalat sanayin­deki devasa yığılma çözülmeye başlamış, ağırlık her türden hizmet sektörüne kaymaya başlamıştır.

Kapitalizmin ilk iki döneminde sınıf­lar mücadelesi oldukça farklı özellikler taşımıştır. Günümüzde de önemli bir değişim sürecinin içinde olduğumuz çok açıktır. Bu gerçeklikten dolayı sınıflar mücadelesi ve özellikle işçi sınıfının du­rumu ve geleceği ile ilgili tartışm alar canlılığını koruyor. B ir geçiş dönemi ya­şandığı için bu konudaki düşünceler ge­niş bir yelpaze oluşturuyor. Günümüze gelmeden önceki iki ana dönemi irdele-

Page 6: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

meliyiz. Tarih günümüze sınırlı ölçüde de olsa ışık tutacaktır. Şüphesiz ki, esas çözümlemeler günümüz pratiğinden çı­kacaktır.

MANÜFAKTÜR KAPİTALİZMİNDE SINIF MÜCADELESİ

Bu dönem, Marx’ın Kapital’de belirttiği tarihleri temel alırsak, lö.yüzyılın ortala­rından buharlı makinelerin üretime girme­ye başladığı yıllara 1780’lere kadar sür­müştür. Hemen hemen iki yüz yılı biraz aş­kın bir zaman dilimidir.

Bu dönemde kapitalist üretim sadece evlerde ve atölyelerde yaygınlaştı. Hatta manifaktür üretim daha çok güçlü lonca­ların olmadığı kırsal alanlarda gelişti. 1 Li­retim tekniği olarak henüz ortaçağın sevi­yesini aşmayan bu yıllarda değişen üretim biçimiydi. Dünyadaki büyük değişimler, ö- zellikle Latin Am erika’nın yağmasıyla baş­layan yeni zenginlik ve ticaretin artışı üre­timi lonca sınırları dışına zorladı. Yeni ü- retim biçimi, yaygın bir şekilde eve iş da­ğıtımı ve atölyelerde toplu üretim, bir yandan eski lonca üretimini yıkıma iter­ken, aynı zamanda da kendi sınırlarını da aşmaya zorlanıyordu. Bu dönemin üretim biçimi olarak en temel özelliği henüz üre­tim araçları olarak eski dönemin seviye­sinde kalması ancak üretim biçimi olarak köklü bir değişim yaşamasıdır. Kalifiye işçi (ya da o günkü adıyla zanaatkâr) ve iş a- letleri üretimin iki temel unsurudur. Bu Süreç buhar gücünün üretime girişine ka­dar sürmüştür.

Kapitalistler nasıl dünkü sınıfların için­den doğduysa işçi sınıfı da değişik bir yol izlememiştir. Tüccarların bazılarının üreti­

me el atanları, derebeylerin yeni gidişe a- yak uyduranları, kırda “ özgür çiftçiler” a- rasından çıtayı atlayabilenler yeni üretim sisteminin egemen sınıfını oluşturmaya başladı. İşçiler de, konumunu yitiren zana- atkârlardan ve özellikle kırlardan kopan köylülerden derleniyordu. Kapitalizmin bu ilk gelişim döneminde işçi sınıfının o- luşması basitçe sadece yeni üretim yerle­rinde eski köylülerin konumlanmasıyla o- luşmamıştır. Tam tersine üretimin yeni ti­pinin gerektirdiği disipline göre sınıfın şe­killenmesi uzun süren muazzam bir kav­gayı gerektirmiştir. Kapitalizmin bu ilk ge­lişme sürecinin en tipik özelliği, hemen her Avrupa ülkesinde tarihi değişse de uygulaması benzer olan “ serseriliğe karşı yasalar” dır. 16-18. yüzyıllar arasını kapsa­yan bu “ serseriliğe karşı” mücadele aslın­da, eski kökünden kopan nüfus kitlesinin yeni üretim biçimine uydurulma kavgasıy- dı. “ İşsiz güçsüzler” “ çalışma evlerinde” toplandı. Bu evler yeni burjuvazinin jşgü- cü kaynağını oluşturan alanlar oldu. Hatta “ öksüz evleri” çocuk işgücünün üretime zorla sokulduğu aracılar olarak iş görü­yordu. Bu süreç her bakımdan kapitaliz­min en vahşi dönemidir. Okyanusun öbür yakasının korkunç yağması, halkların katli­amı sürerken, bizzat Avrupa’da da kendi insanının yeni üretim biçimine uydurulma­sı için en zorba metotlar hemen hemen i- ki yüz yıl gündemde kaldı.

Bu dönemdeki sınıflar mücadelesine baktığımızda oldukça seyrek bir mücadele tablosu ortaya çıkar. İşçi sınıfının mücade­le tarihine baktığımızda ilk kayda geçen ey­lemlilik 1345’de İtalya Floransa’da yün ta­rayıcı işçilerin sendikalaşma çabasıdır. Bu girişim ölüme mahkûm edilince işçiler iş­yerlerini terk ederek tepki göstermiştir.

Tarihsel olarak kapitalizmin sınırları içi-

__________________________________ 5 ___

____ sınıf mücadelesinin sorunları___

Page 7: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ne girildiğinde ilk önemli işçi eylemleri Pa­ris, Lyon matbaa işçilerinin 1540-4l ’deki grevleridir. Ev işçilerinin ilk yaygın eylemi I627’de İngiltere Lancashire’de, 1637’de Colchester’de yaşanmıştır. Ardından silah manifaktürlerinde I640’da grevler yaşan­mıştır.

Bu dönem işçi hareketinde çok önem­li bir moment 1789 Temmuz-Ağustos “ belediye devrimi” ne plebyen kitlenin ey­lemlerle doğrudan katılmasıdır. Çalışan yoksul kitlelerin mahalli olarak da olsa ilk kez bir yönetim deneyidir. Ayrıca işçi kit­lelerinin iki ay sonra Versay’da tezgâhlanan karşı devrime tepki olarak 5-6 Ekim'de sa­raya yürümeleri ve bu girişimi boşa çıkart­maları sınıfın ilk politik deneylerindendir. (Ponomarev s. I 13) Fransız devrimi tüm Avrupa’da işçi hareketi üzerinde derin bir etki yaratmıştır.

Kapitalizmin manifaktür döneminde en önemli işçi hareketi makine kırıcıları hare­ketidir. Bu hareket 1790’larda ortaya çıkı­şı, 1811 -18 i 2’de tepe noktasına tırmanışı ve 1830larda sona erişiyle kırk yıllık bir süreci kaplamıştır. Leicestershirelı bir kal­fa olan Ned Ludd liderliğinde başladığı için Luddculuk diye de anılır. (Ponomarev, s. 194) Bütün Luddcu bildiriler “ General Ludd” imzasını taşımıştır.

Aslında bu hareket zamanlama olarak manifaktür döneminden çok sanayi kapita­lizmi dönemine girer. Ancak doğuş neden­leri ve karakteri açısından manifaktür dö­nemi kapitalizmini temsil etmektedir. Bu nedenle işçi sınıfı mücadele tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan makine kı­rıcılığını kapitalizmin manifaktür dönemin­de ele alacağız.

Luddculuğun omurgasını oluşturan ha­reketler onun genel tarihsel anlamını da

_ y o i -------------------------------------------

ortaya koymaktadır.“ 1811 — 18 i 7 yılları arasındaki asıl Ludd­

culuk üç yöre ve üç meslekle sınırlıydı: W est Riding (ve kırpıcılar), güney Lancas- hire (ve pamuklu dokumacıları) ve Leices- tershire ve Debyshire’in kimi yörelerini kapsayacak şekilde Nottingham’da odakla- şan makineli örücüler.

Bu üç gruptan kırpıcılar ya da kırkıcılar kalifiye ve ayrıcalıklı işçilerdi; yünlü kumaş işçilerinin aristokrasisini oluşturuyorlardı. Bu arada dokumacılar ve makineli örücü­ler, zanaata ilişkin gelenekleri eski, statüle­ri gerilemekte olan, dışarı işi yapan kişiler­di. Halkın hayalindeki Luddculara en yakın düşen kırpıcılardı. Makine ile doğrudan ça­tışma halindeydiler ve hem kendilerinin ve hem de işverenlerinin çok iyi bilindiği g'bimakine kısa sürede onların yerini alacaktı.”2

Luddculuğun doğuş yerinin bugünkü a- dıyla tekstil sanayisinde olması rastlantı de­ğildir. O günlerin en yaygın üretim alanı ve doğal olarak makinelerle ilk tanışan sanayi­dir. Makineler zanaatkâr ve işçilerin elin­den hünerlerini aldıkça bu büyük bir tepki­ye, makine kırıcıları hareketine dönüşmüş­tür. Bu hareket, kırk yılı kapsayan dönem­de, makine hangi üretim alanına girdiyse o- rada hemen ortaya çıkmıştır.

Bu hareketle ilgili kabaca düşünülürse başıbozuk bir kırıp dökme hareketi akla ilk gelen olur. Oysa son derece disiplinli, ey­lemleri iyi planlanmış, gizli ve genellikle doğrudan zora dayalı bir harekettir. Ludd­cu birliklere yeminle girilirdi ve bu etkili yemin törenleri o dönemin kültüründe za­ten önemli bir yere sahipti.

Ayaklanmalarla birlikte gelişen makine kırıcılığı' daha sonraları iyi planlanmış he­deflere yönelen, geceleri köyleri dolaşan

__ _ 6

Page 8: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küçük hareketli birliklere dönüştü. (Thompson, s.666) Bu eylemler sadece makineleri hedef alıp kırıp dökmekten iba­ret değildi, örneğin ücret düşmesine ve yeteneksiz acemilerin makinede çalıştırıl­masına karşı eylemler yapıldı. Ücretin dü­şük tutulduğu makineler kırıldı, diğerlerine dokunulmadı. (a.y. s. 667)

Luddculuk kendi gelişimi içinde 18 1 i - 12 yıllarında bir tepe noktasına ulaş­mış sonra gerilemeye başlamıştır. Bunun nedenlerini Thompson şöyle sıralıyor:

“ 1812 Şubatının ilk haftasında-Orta İn­giltere’deki Luddculuğun bu başlıca safhası sona erdi. Bunun üç nedeni vardı. Birinci­si, Luddcular kısmen başarılı olmuşlardı; çorapçıların çoğu daha iyi ücret ödemeyi kabul etmiş ve ücretler genel olarak hafta­da iki şiline kadar arttırılmıştı. İkincisi, artık o sırada bölgede özel polis gücü ve yerel bekçi gruplarınca desteklenmiş birkaç bin asker bulunuyordu. Üçüncüsü, makine kır­mayı, cezası idam olan bir suç haline geti­ren Yasa Tasarısı şimdi Parlamentonun ö- nüne gelmişti ve Luddculuk yerini aniden anayasal ajitasyona bıraktı.” (a.y. s.669)

Luddcu hareketin bazı başarıları ve dü­zenin aldığı yeni tedbirler makine kırıcı ha­reketi bir dönüm noktasına getirdi. Tarih­sel olarak baştan yenilgiye mahkûm bu ha­reketin işçi sınıfının mücadele tarihindeki yeri ve anlamı nasıl yorumlanabilir? Makine ve teknik gelişim el alet ve işine göre “ iler­leme” demektir. Bu durumda makine kırı­cılığı tarihe bir “gericilik” olarak mı geçmiş­tir? Bu sorunun cevabını bugün yeniden gözden geçirmek yararsız sayılamaz. Bu­gün bırakalım teknik gelişmeyi, genel ola­rak aydınlanmanın “ ilerleme” kavramı yar­gı sandalyesine çoktandır olaylar tarafın­dan oturtulmuştur. Hele sanayileşmenin

aynı zamanda doğal feiaketlere yol açtığı bir dönemde tarihe bu yönden bir kez da­ha bakmak gerekli hale geliyor.

Örneğin E.J.Hobsbavvm’a göre makine kırıcılar “ yoksullaşan işçilerin kör öfkesi” ve “ Luddcular kendileri teknik gelişim düş­manlarıdır.” (Ponomarev, s. 196) Oysa ay­nı makine kırıcıları tarihsel olarak düşük ücrete ve korkunçlaşan iş koşullarına kar­şı mücadeleyi başlatan öncülerdir. Ünlü “ on saat hareketinin” öncüleri Luddcular- dır. On Saat Yasa Tasarısı I847’de ka­nunlaştığında artık Luddcu Hareket yok­tu, ancak bu hareketi yaratan makine kı­rıcılarıdır.

Makine kırıcıları karşılarına çıkan dev buhar makinelerine savaş açarken sadece teknik gelişim düşmanlığı mı yapmış oldu­lar?

Bu isyan ilk olarak, işçilerin yetenekle­rinin elinden alınmasına bir tepkidir. Maki­ne kırıcıların hemen tümü yetenekli-kaliri- ye usta ve kalfalardır. İngiltere’deki hare­kette yün tarayıcılarının öze! bir yeri var­dır. Bu meslek doğrudan dokunan yünün kalitesini belirlediği için özel bir yere sahip­ti. Sanayi kapitalizmi ile ortaya çıkan bu sü­reç -makineleşme- aynı zamanda işçinin ni- teliksizleştirilmesinin de adıdır. İş aletine e- gemen olan ve meslek hüneri ile işini belli bir “aşk” ile yapan zanaatkar, manifaktür kapitalizmiyle önce atölyelere yığıldı, son­ra makineler karşısında tüm hünerini yiti­rerek, onların basit bir uzantısı haline gel­di. Bu niteliksizleştirmeye tepki aslında son derece insanidir. Evet, teknik gelişiyordu, ancak buna karşılık üretici insan kaybeden bir konuma girdiğini içgüdüsüyle anlamıştı.

İkinci olarak, makine kırıcılığı konum- statü kaybına karşı bir isyandır. Manifaktür dönemin usta ve kalfaları sadece çalışan bir

____ sınıf mücadelesinin sorunları___

7

Page 9: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

işçi değil, aynı zamanda yılların kazandırdı­ğı bir statüye sahiptiler. Bu işçiler genellik­le henüz iş zamanının esiri değillerdi. İşleri­ni yapmak için gelir, bitirince giderlerdi. Çalışanlar arasında toplumsal bir yere- sta­tüye sahiptiler. Makineler aynı zamanda onların bu konumunu da yerle bir edip, bütün çalışanları “ eşitliyordu” . Bu eşitlen­me sonuç olarak değersizleştirme teme­linde yaşandığı için olumsuz bir eşitlen­meydi, tüm çalışan kitlesine modern köle­liğin kapılarını açıyordu. Manifaktür döne­min işçileri bugünün korkunç tüketim top- lumunun insanlara kazandırdığı “ kazan ve tüket” hastalığından çok uzaklardaydılar. Geçimlerini temin ettikten sonra çalışmaz­lardı. Boş zamanlarına, eğlencelerine düş­kündüler. İngiltere’de 18. yüzyılın son çey­reğini kapsayan dönemi işçiler “ neşeli gün­ler” olarak anarlar. Bu günler işverenlerin “ işçilerin peşinden koştuğu” bir “ altın çağ” dı. (Thompson, s.438) Makineler, işve­renleri bu henüz iş kölesi haline getirile­memiş işçilerden kurtarıyor, emeğin yete­neğini yok ederek onları emek karşısında özgürleştiriyordu. Emeğinin niteliği ile bir konum sahibi olan işçiler ise bu nitelikleri­ni yitirip, makinelerin kölesi haline geliyor­du. Bu “ altın çağın” yitirilmesine isyan et­mekten başka ne yapılabilirdi?

Üçüncü olarak, çalışma koşul ve saatle­rini önemli ölçüde kendileri belirleyen ni­telikli işçiler, makinelerle bu ayrıcalıklarını yitirmekle kalmayıp, çok korkunç yeni ça­lışma koşullarına zorlanıyorlardı. En beter koşullarda 15-18 saat çalışma, makinelerin üretime girmesiyle hemen kural haline gel­di. Ancak kırk yıla yakın bir mücadele ile on saat çalışma günü makine silahıyla ku­şanmış işverenlere kabul ettirilebildi.

Makinelerin üretime girmesinin ilk et­kisi çalışma koşullarının olağanüstü kötü­

— yol____________________________

leşmesi sonucunu yaratmıştır. Niteliksizle- şen emek insanlık dışı koşullarda çalışmaya zorlanmıştır. İşin bir yetenek, beceri ol­maktan çıkıp bir aşağılamaya dönüştüğü makineleşme dönemi kaçınılmaz bir şekil­de tepkileri yükseltmiştir.

Makine kırıcılığı, zanaatkârlıktan mo­dern işçiliğe sürüklenen çalışan kesimin e- sasında teknik gelişmeyle ortaya çıkan ve alın yazısı haline gelen emeğin niteliksizleş- me-değersizleşme sürecine karşı uzun ve radikal bir direnişidir. Teknik gelişimi bazı bölgelerde çok geçici olarak yavaşlatmak­tan öteye bir sonuç yaratamamıştır. Soru­nun makinelerde değil, kapitalist üretim bi­çiminde olduğunun kavranması uzun bir mücadele gerektirmiştir. Luddculuğun ba­şıbozukluk olarak kavranması büyük yanıl­gı olur. Örgütlenmeler son derece disip­linli ve gerektiğinde çok radikaldir. Ancak hangi ortamda ve nasıl bir düşmana karşı mücadele edildiğinin bilinci henüz kazanıl­mamıştır. Luddculuk sınıf mücadelesinin bir dönemden diğer döneme geçişini tem ­sil etmektedir. Bir kopuştur, yeni bir doğu­şu temsil eder.

Kapitalizmin iki yüz yılı aşkın manifak- tür dönemindeki sınıflar mücadelesine ba­karsak bugüne de ışık tutabilecek bazı ö- nemii sonuçlar çıkartılabilir.

Önce bu dönemde gerçek bir sınıf mü­cadelesi henüz yoktur. Çok sınırlıdır. G it­tikçe ev işinin ve atölye işinin yaygınlaşma­sı yaşanmasına ve bu anlamda ücretli işçi şekillenmesine rağmen işçi sınıf mücadele­si henüz doğuş aşamasındadır. Bu döne­min işçilerinin büyük bir bölümü eve iş a- larak çalışmaktadır. Böyle bir işçileşmeden sınıf mücadelesinin çıkmasının çok zor ol­duğunu kapitalizmin bu ilk dönemi göster­miştir.

8

Page 10: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sınıf mücadelesinin sorunları__

Ö te yandan, atölyelerdeki üretim belli bir yoğunluk kazanmış bir işçi kitlesi yarat­sa da, bunlar nitelik olarak hala zana­atkardır. Bu yetenekli işgücü kendisi iş ko­şullarının kölesi haline gelmedikçe, yani ni­teliğini yitirip, zorunlu çalışma koşullarının esiri olmadıkça sınıf davranışı ortaya çık­mamıştır. Zanaatkar bilinci ve psikolojisi a - tölyeierde toplu çalışılsa da, bir sınıf davra­nışı yaratmamış, tam tersine bunun kaybe­dilmesi sınıf mücadelesinin doğuşu için yol­ları döşemiştir.

Luddizm esas olarak çok dar meslek örgütlenmeleri olarak -dokumacılardan bıçakçılara kadar- ortaya çıkmıştır. Konum ve nitelik kaybına karşı mücadele sırasında bu dar meslek yapıları çok aşılmamış, hat­ta sıkı korunmuştur. Ancak makineler iş niteliğini silip süpürdükçe dar meslek sınır­ları gittikçe anlamsızlaşmış, bunlar arasın­daki rekabet gücünü yitirmiş ve sınıfın olu­şumu gelişmeye başlamıştır. Sadece ücret­li işçilik otomatik olarak sınıf mücadelesi yaratmamıştır.

Makine kırıcılığı işçi sınıfının mücadele tarihinde zanaatkârlıktan modern prole­tarya mücadelesine bir geçişi temsil eder. Manifaktür dönemde ev işi ve atölyelerde yaygınlaşan ücretli emeğin modern prole­tarya mücadelesine sıçraması için iki yüz yıl gibi uzun ve adeta sessiz bir birikim döne­minin yaşanması gerekmiştir. Luddculuk bu birikim döneminin kapandığının ve artık yeni tarihsel bir mücadele döneminin açıl­dığının ilanı anlamına gelmiştir. Eskinin pek çok alışkanlığını taşısa da yeniye dair filizler de barındırmıştır. Ancak sınıflar mücadele­si tarihine baktığımızda proletaryanın mo­dern sendikal mücadelesi doğrudan bu Luddcu Birliklerin bir devamı olmamıştır. Sendikalar daha çok Luddcu Birlikler dışın­da şekillenmiştir.

SANAYİ-FABRİKA KAPİTALİZMİ DÖNEMİ

Aslında işçi sınıfı mücadelesiyle ilgili söylenen, yazılan ve yaşananlar bu dönem­le ilgilidir. İnsanlık tarihine damgasını vu­ran, bildiğimiz veya bir alışkanlıkla algıladı­ğımız sınıf mücadelesi deneyleri bu döne­me aittir. 19. yüzyılın başından 1970’lerin sonlarına kadar yüz seksen yılı kapsar. Bu dönem buhar gücünün üretime girmesiyle açılmış, elektrik ve petrol enerjisinin dev­reye girmesiyle zirveye çıkmış, 1970’lerin ortalarında devreye giren yeni üretim tek­nikleriyle birlikte inişe geçmiştir. Elbette sı­nıflar mücadelesinin iniş çıkışlarını sadece üretim teknikleriyle açıklamak mümkün değildir. Ancak bizim irdelediğimiz, sınıf mücadelesinin gündelik iniş çıkışları değil, kapitalizmin ana dönemlerine göre şekil­lenmesidir.

Sanayi veya fabrika kapitalizmi dönemi­nin özeliklerini hatırlayarak başlayalım. Bu dönemde artık iş aletlerinin yerini hızla makineler almıştır. Bu süreç özellikle e- lektrik enerjisinin devreye girmesiyle yeni bir ivme kazanmıştır. Basit makinelerden robotlara geçilmiştir.

Makineler geliştikçe emeğin niteliksiz- leşmesi de hızla artmış, üretimde ki yeri detaylı iş bölümüyle basit hareketlerin tek­rarına indirgenmiştir. 1910’larda Taylo- rizm, 1950’lerde Fordizm ile işçinin üre­timdeki yeri niteliksizleşmenin zirvesine tırmanmıştır.

Sınıfın konumu manifaktür dönemin­den çarpıcı bir şekilde farklı özellikler ka­zanmıştır. Kentlere ve fabrikalara yığılma en tipik özelliktir. Kırlar istikrarlı bir şekil­de boşalmış, büyük kentler ve buralarda işçi semtleri şekillenmiştir.

9

Page 11: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Modern proletaryanın doğuşu şöyle yıllandırılabilir. İngiltere'de bu doğuş, 1760-1830 yıllarını; Fransa’da, 1789— 1848, Almanya’da, 1800-1850, Am eri­ka’da 1780-1860, Rusya’da 1840-1860 A- ralığını kapsar. (Ponomarev, s. 123) Kıta Avrupası’nda bu yıllar sadece burjuva dev- rimlerine denk düşmez aynı zamanda fab­rika üretimine geçiş sürecini kapsar. Üc­retli emeğin görünmeye başlamasıyla işçi sınıfı mücadelesinin tarih sahnesindeki ye­rini almaya başlaması çok farklı süreçler­dir. İşçi sınıfı mücadelesinin sahneye girişi esas olarak sanayi kapitalizmiyle birliktedir.

Günümüz sınıf mücadelesi, içinden çı­kıp geldiği sanayi kapitalizmi döneminden oldukça farklı özellikler taşımaktadır. An­cak buradan kalkarak sınıflar mücadelesi tarihinin hatalı yorumlanmasına varmak günümüzdeki çarpıcı değişimleri aydınlat­mayacağı gibi, geleceği de karartır.

Günümüzde işçi sınıfı çeşitli yollardan inkâr ediliyor, fakat benzeri hatalı yorum­lar geçmişe de uzatılmaktadır. Engels’in “fabrika işçisi, sanayi devriminin ilk çocuğu, başlangıçtan bugüne kadar İşçi Hareke- ti’nin çekirdeğini oluşturdu” tespitine kar­şı Ayşe Buğra, “ Hikâyenin merkezinde fab­rika yok” diyor. Kanıt “ Sanayi Devrimi’ni izleyen süreç boyunca, çalışan kesim için­de sayısal olarak en önemli grup tarım iş­çileriydi... Sayısal olarak ikinci önemli grup ev hizmetinde çalışanlardı.” Sonuç: “ Yani hikâyenin merkezinde fabrika yok” tur. (Thompson’a Önsöz, Buğra, s. 22) “ İşçi Hareketi” ile “ sayısal işçi” nin çok farklı şeyler olduğunu kavramak için tarihe sınıf­lar m ücadelesi açısından bakmak gerekir. Sorun ücretli çalışanların sayısını tespit et­mekse, bu bir bilgi değeri taşır, ancak kapi­talizm koşullarında işçi sınıfı mücadelesinin doğuş ve gelişimi için özel bir değere sahip

— yol — .— _ —_— .— .— — —

olmaz. Engels’in dediği gibi “ işçi Hareke- ti’nin çekirdeğini” “ fabrika işçileri” oluştur­muştur. İşçiler fabrikalara yığıldıkça bura­dan inatçı ve sürekli bir sınıf hareketi doğ­muştur. Sayıları bir dönem “ çok” olan “ta­rım işçileri” ve “ ev hizmetlilerinin” sınıflar mücadelesinin doğuş ve şekilleniş tarihin­de hiç de özel bir yeri yoktur. Hele “ ev hizmetinde” çalışanların bu tarihte hiçbir özel yeri olmamıştır.

İşçi sınıfı mücadelesinin siyasal bir kim­lik kazanmasına kadar geçirdiği başlıca aşa­malar şöyle özetlenebilir. İlk doğuş: Maki­ne kırıcılığı; bu süreçle birlikte, ilk işçi bir­likleri ve illegal sendikalar dönemi; ardın­dan işçi hareketinin bağımsız bir kimlik ka­zanması ve son olarak siyasileşmesidir. Ünlü İngiliz publarında iş çıkışı yapılan gö­rüşmelerden doğan ilk birlikler daha sonra sendikalara kadar büyümüştür. İşçi sınıfının mücadele tarihinde sendikaların doğuşu­nun özel bir yeri olduğu açıktır. Hemen her ülkede bu doğuş önce kanun dışı-ille- gal yaşanmış daha sonra hukuki olarak ta­nınmıştır. Demokrasinin ana vatanlarından İngiltere’de bile sendikalar 1800-1825 ara­sı bir çeyrek yüzyıl illegal mücadele yürüt­müştür.

Sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi sı­nıfının mücadelesi yeterince biliniyor. Bazı önemli sıçrama noktalarını hatırlamakla yetinelim. İşçi sınıfının ilk kez bağımsız siya­sal bir hareket olarak tarihteki yerini alma­sı şüphesiz çok önemli bir basamaktır. Bu dönüm noktalarından birisi Fransa’da 1830 Temmuz devriminde işçi sınıfının yer alma­sıdır. “ Üç harika gün” de Bourbon iktidarı çöktü. Ancak burjuvaziye güvenen işçiler bu “ harika” günlerden somut bir şey kaza­namadı, burjuvazinin ihanetiyle bağımsız davranma bilincini kazandılar. Ardından Kasım 1831 ’de Lyon’daki grevi ordunun

10

Page 12: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

bastırması, bin ölü ve yaralı, tepki olarakkentin işçiler tarafından işgali işçi sınıfının burjuvaziden kopuşma adımları oldu. Ben­zer bir süreç İngiltere’de 1838- 1839 yılla­rında gene! oy hakkı ile bağımsız bir çizgi yaratma çabasında olan Chartist Hare­ketin doğup gelişmesiyle yaşandı.

Bütün bu gelişmelerin gelip biriktiği nokta I848’de Komünist Ligin kurulması­dır. Sınıf hareketi artık bir program ve he­defe sahiptir. Aradaki yenilgileri elbette u- nutmadan 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısı, işçi sınıfı hareketinde u- zun ve büyük bir yükselme dönemini tem­sil eder. 1848 Komünist Manifesto ile baş­layan, Paris Komünü ile ilk iktidar deneyi­ni yaşayan siyasal iktidar hedefi güden işçi hareketi 1950’lere gelindiğinde dünyanın üçte birinde egemen olan Sosyalist Siste­me sahip olmuştu.

Kıta Avrupa’sını dikkate aldığımızda sı­nıflar savaşında “ 68 ayaklanmasından son­ra bir durulma egemen olur. İşçi sınıfı mü­cadelesinin fabrika'kapitalizmiyle gelişmesi­nin başlıca nedenlerine vurgu yaptıktan sonra, “ 68 ayaklanması” sonrası durgun­laşmasının nedenlerini ve daha sonra da girdiği yeni dönemin özelliklerini çözümle­meye çalışalım.

İŞÇİ SINIFI HAREKETİNİN FABRİKA KAPİTALİZMİ İLE DOĞUŞU

I . İşçi sınıfının oluşumunda manifaktür kapitalizmi ücretli emeğin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Atölyelere toplanan, çoğu eski lonca usta, çırak ve işçileri bir yanda; öte yanda ise eve iş alarak bütün ailenin işçi ha­line gelmesiyle ücretli işçilik hızla yaygınlaş­maya başlamıştır. Ancak ücretli işçiliğin

yaygınlaşmasından bir işçi sınıfı hareketine geçmek için eski lonca kabuğu, gelenekleri ve hatta usta ve kalfaların imtiyazlı konu­munun tasfiye olması gerekmiştir. Mani­faktür dönemi kendinden önceki üretim i- lişki ve alışkanlıklarıyla iç içe yaşanan bir süreçtir, fabrika kapitalizmi ise radikal-fırtı- nalı bir kopuştur. Bu kopuş yaşanmadan bir işçi sınıfı hareketi doğamazdı. İki yüz yı­lı aşkın süren manifaktür dönemde yaşa­nan işçi eylemliliği çok sınırlıdır. Neredey­se bu eylemliliklerin tümü bir dönem ve is­me yoğunlaşmıştır. 1790-1830 dönemini kapsayan makine kırıcıları hareketidir. Böylece bir işçi sınıfı hareketi şekilleniyor­du. Aslında bu yaşanan kendinden sonraki tarihsel dönem için bir doğum sancısıydı. Çünkü yeni işçi sınıfı hareketi aynı zaman­da makine kırıcılarıyla da tarihsel bir kopuş yaşamak zorundaydı.

2. Sınıf Hareketinin doğuşunun diğer önemli maddi temeli makinelerle emeğin niteliksizleştirilmesidir. İşgücü niteliğini -iş yeteneğini- koruduğu sürece işverene kar­şı belli ölçüde bağımsız bir konuma sahip olabiliyordu. Bir dönem -ki işçiler bu gün­lere “ neşeli günler” adını vermiştir- mani­faktür patronları böyle işçilerin peşinden koşuyordu. Hatta işi “ onların ayağına gö­türdükleri” bile oluyordu. Bu dönem I830’lu yıllarla birlikte kapanmış, peşinden koşulan nitelikli ustalar işsiz kalmış, pazar­larda satıcılığa başlamıştır. Bu konuyla ilgili pek çok acıklı hikâye anlatılır. Ö te yandan, bu dönemin işçi birlikleri dar meslek grup­larına göre şekillenmişti. Daha da öteye “ bu birlikler birbirlerine karşı konumlandı­lar, bu yüzden iş pazarındaki yükselen re­kabetle baş edemediler.” (Ponomarev, s.22l) “ Usta ve kalfa birlikleri sendikal ha­reketin doğuşunda öncü bir rol oynasa da, buna rağmen daha sonra gelişen sendikal

_____sınıf mücadelesinin sorunları___

11

Page 13: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

harekete ayak uyduramadılar.” (a.y. s. 220) Niteliksizleştirifen işgücü, konumunu güç­lendirmek için eski kalfa birliklerinden farklı davranmak zorundaydı. İş pazarında rekabet kendisi için ölüm demekti, reka­bete sokacağı düz -niteliksiz emeğinden başka hiçbir şeyi yoktu. Bu temel gerçek­lik sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi ve sendikal hareketinin temellerini hazırla­mıştır.

3. İşçi sınıfı hareketinin gelişmesinde bir diğer önemli faktör, işçilerin sanayi ka­pitalizmi sürecinde fabrikalara ve belirli o- turma mekânlarına yığılmalarıdır. Manifak- tür dönemde işçiler hem dağınık hem de çok heterojendiler. İşgücü sadece mesle­ğinden dolayı değil konumundan dolayı da çok çeşitli tabakalara ayrılmıştı. Makineler bir dev düzleyici gibi bu farkları hızla sü­pürmeye başladı. İş, basit kas hareketleri­ne indirgendikçe meslek farkı azaldı; öte yandan iş hüneri yitirildikçe sosyal konum farkları da hızla “ eşitlendi” . İşçilerin bu ko­şullarda fabrikalara ve belli bölgelere yığıl­maları onlara zamanla toplu davranma ye­teneği kazandırmıştır. Bir yandan benzer çalışma ve yaşam koşulları içinde olmak, ö- te yandan, hızla irtibat, ilişkilenme imkânı sınıfın örgütlenme yeteneğini arttırmıştır. Proletaryanın çok hızlı ve neredeyse sade­ce iki bölgeye yığılması, Rus devriminin en temel itici güçlerinden birisidir. Devrim ta­rihinde başka bir benzeri de yoktur. Sınır­lı olarak da olsa en çok benzeyen Porte­kiz’dir. Petersburg ve Moskova’ya dev işçi bloklarına çok kısa sürede yığılan ve inanıl­maz kötü iş ve yaşam koşulları içinde olan Rus proletaryasının bu alın yazısını bir dev­rimle değiştirmesi hiç de rastlantı değildir. Sanayi kapitalizminin geliştiği tüm ülkeler­de fabrikalara ve belli bölgelere yığılma ya­şanmıştır. Ülkenin özgül koşulları ve yığıl­

— yol-------------------------------------------

manın hızı ve yoğunluğa İşçi sınıfı hareketi­nin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

Sınıflar savaşı üzerine teori kurulmaya başladığından beri yaşanan ünlü “ kendinde sınıf’ ve “ kendisi için sınıf’ tartışmasının kaynağı sınıfın bu konumlanmasıdır. Sınıfın bir “ nesne” veya “ şey” olmadığı, bir “oluş” olduğu tartışmalarının kaynağı işçi sınıfın var oluşu ile mücadelesi arasındaki bağların nasıl kurulacağı sorunundan kaynaklanır. Bu sorunun cevabı ise her döneme göre değişir. Bugüne geleceğiz. Burada bir özgül yöne dokunmakla yetinelim. Günümüzde işçi sınıfının konumlanması çok değiştiği i- çin neredeyse “ kendisi için sınıf’ olarak gözden kaybolmuştur. Ancak olaya biraz yakından bakınca “ kendinde sınıf’ olarak da işçi sınıfının oldukça görünmez hale gel­diğini söylemek mümkündür. Dolayısıyla bu iki kavramın koşullara göre içi dolar, yoksa zamandan kopuk mutlak kavramlar değillerdir. Sosyalist literatüre “ kendiliğin­den hareket” olarak giren olguyu yaratan işçi sınıfının sanayi kapitalizmi yıllarındaki konumlanışıdır. Sınıfın var oluşu oldukça özgül koşullara sahip olduğu için “ kendili­ğinden hareket” ortaya çıkabilmiştir. Her var oluş otomatik olarak “ kendiliğinden hareket” yaratmaz. Bu manifaktür dönem­de böyleydi, günümüzde de böyledir. An­cak sanayi dönemi kapitalizminde işçilerin konumlanması bir kendiliğinden işçi hare­ketinin doğmasına imkân vermiştir. Ö rne­ğin manifaktür dönemin çok yaygın ev işçi­liği bu yaygınlığına rağmen kendiliğinden bir işçi hareketi yaratmamıştır.

Sanayi proletaryası birleşimi ve konum­lanmasıyla aynı zamanda bir topyekûn dav­ranış yeteneğine sahip olmuştur. Bu özellik manifaktür dönemde henüz oluşmamıştı, günümüzde ise çeşitli nedenlerle erozyona uğramaktadır. Bu topyekûn davranış yete-

12

Page 14: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sınıf mücadelesinin sorunları__

neğinin mücadele tarihine damgasını vur­duğu dönem sanayi kapitalizmi yıllarıdır.

4. Sanayi kapitalizmi yıllarında işçi hare­ketini motive eden olgulardan birisi de burjuva devrimlerinin uğradığı restoras­yonlardır. Feodalizmin “ özgürlük, eşitlik” çığlıkları altında tasfiyesi için atılan her bur­juva devrim adımı neredeyse bir zembe­rek işleyişi muntazamlığıyla bir süre sonra restorasyonlarla geri tepmiştir. Bu dö­nemlerde işçi hareketi öne çıkmış, hatta kendi siyasal bağımsızlığını böyle yılların deneyinde kazanmıştır. Elbette işçi sınıfını harekete geçiren bu zemberek burjuva düzeni yerleştikçe ortadan kalmıştır. Kıta Avrupa’sında bu zembereğin itim gücüyle bazı ülkelerde proletarya devrimlerinin e- şiğine gelinmiş, ancak sadece Rusya’da böyle bir devrim başarıya ulaşmıştır.

5. İşçi sınıfı hareketini tetikleyen bir di­ğer önemli etken kapitalizmin krizleridir. Ve savaşlardır. Dönemsel kapitalist üretim krizleri manifaktür dönemde henüz görül­mez. Bu krizlerin oluşması için pazarın bel­li bir genişlemeye uğramış olması ve geniş­leyen yeniden üretimin mal bolluğu yarata­cak ölçüde hızlanmış olması gerekir. Bu da ancak makinelerle mümkün olmuştur. Ka­pitalizmin periyodik krizleri ancak i 9. yüz­yılın ilk çeyreğinden itibaren gözlenmeye başlanır. Krizlerin yapısı konumuz değil, ancak serbest rekabetçi dönemden tekel­ci döneme geçişle birlikte krizlerin yapısın­da bazı değişimler olsa da kapitalizmin üre­tim krizleri esas olarak yok olmamıştır. En uzun krizsiz süreç -ki bu dönemde de silik iniş çıkışlar yaşanır- II. Dünya Savaşı sonra­sı yaşanan yirmi yıldır. Krizler hem kapita­listlere hem de işçi sınıfına öğretirler. Ka­pitalizmin tarihine baktığımızda krizler ve bunlarla iç içe olan paylaşım savaşları 19. yüzyılın ortalarından II. Dünya Savaşı’nın

sonuna kadar bir yüz yıl oldukça yüksek bir tempoyla devam etmiştir. Bunun sonu­cu kapitalist düzen yıkımın eşiğine gelmiş­tir. Ancak bu tablo 1950’ler sonrası değiş­meye başlamıştır. Krizler ve savaşlar hala yaşanıyor, ancak kapitalist düzeni uçuru­mun kenarına bir kez daha getirmemesi i- çin yeni tedbirler uygulanmıştır. Günü­müzde bu tedbirlerin önemli bölümü terk edilmektedir. Neoliberalizmin ünlü “ dere- gülasyon” u budur.

İşçi sınıfının mücadele tarihinde sanayi kapitalizmi dönemi çok özel bir yere sa­hiptir. Yukarıda saydığımız başlıca beş ne­denin itici gücüyle yüzyıla yakın bir süre iş­çi sınıfı mücadelesiyle insanlık tarihinin ö- nemli bir dönemine damgasını vurmuştur. Bu uzun dönem içinde sınıfın yenildiği, ge­ri çekildiği, mevzi kaybettiği yıllar olmuş­tur, ancak bütün bir döneme baktığımızda tarihsel kazananlarından dolayı bu yüz yıla işçi sınıfının yüz yılı denebilir.

1950’ler sonrası dünya ölçüsünde sınıf­lar savaşına baktığımızda, özellikle kapita­list merkezlerde refah devletlerinin etki­siyle genel olarak uzlaşma havası egemen olmaya başlamıştır. 1970’li yılların ortala­rından itibaren ise genel bir durgunlaşma yaşanır ve ardından hem sosyalist sistemin çöküşü ve hem de kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerden dolayı sınıflar sava­şında açık gerilemeler ve aynı zamanda ö- nemli yapısal değişiklikler dönemine girilir. Böylece işçi sınıfının yüz yıllık tarihi kaza­nımlar dönemi kapanıyordu.

1 9 7 0 ’LERDEDURGUNLAŞMANINNEDENLERİ

Kıta Avrupası’nı dikkate alırsak

-------------------------------------------------------- 13 —

Page 15: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

1950’ler sonrası şekillenen “ refah devletle­ri” sınıf mücadelesinde uzun bir uzlaşma döneminin adıdır. Ancak bu refah devletle­ri gökten inmediler. Önceki keskin sınıflar savaşı döneminin ve hemen kıtanın doğu­sunda kurulan Sosyalist Devletlerin doğru­dan etkisinin sonucudur. Ancak 1950’ler sonrası ve özellikle 70’ler sonrası Kıta’da sınıflar savaşının hız kaybetmesinin üç ne­denine vurgu yapmak gereklidir.

İlki, Amerika önderliğinde Avrupa kıta­sında güçlü komünist partilere karşı -ki bunların bazıları hükümetlere ortak olacak denli güçlüydüler -yoğun bir saldırı ha­rekâtının başlatılmasıdır. Bu sadece provo­kasyon ve o dönem kurulan gladyolarla ya­pılmadı, aynı zamanda ABD , Avrupa’ya bü­yük miktarda sermaye akıtarak bir bakıma refah devletlerinin maddi temelinin inşa­sında rol oynamış oldu.

İkincisi, 1968’deki işçi ve öğrenci hare­ketleri özünde 1950 sonrası tüm toplu­mun bir fabrika gibi yaşatılmasına bir tep­kiydi. Düzen bu tepkiden gerekli dersleri çıkartarak bazı esnemelerle bu tepkiyi e- mip sindirmeyi başarmıştır. Bu dalganın düzen tarafından emilmesinden sonra sı­nıflar savaşının zemininde farklı kaymalar başlar. Artık yeni bir dönemin açılışı için birikim başlamıştır. 68 olayları bir dalga o- larak kabarıp emildikten sonra, “toplumsal uzlaşma” daha derinleşmeye başlamıştır. Bu dönem özellikle Avrupa kıtasında sınıf­lar savaşının etki gücünü yitirdiği ve bu ne­denle sınıf konusunda yeni teorik tartışma­ların patlak verdiği bir dönemdir. Refah devletleri bir maddi rahatlık yaratmış, an­cak toplumsal yaşamı da fabrikalardaki bant sistemi gibi mekanize etmiştir. Yaşam olağanüstü dakik ve rutin hale gelmiştir. Buna karşı biriken tepki dalgası 70’li yıllar­da emilirken, düzen de esnemeye başla­

— yol-------------------------------------------

__ 1 4 ____________________________

mıştır. Bu esneme sınıflar savaşı üzerinde paralize edici etki yaratmıştır. 80’li yılların sonlarına doğru ise 50’li yıllarda inşa edilen ve fabrika gibi yaşanan refah toplumları hızlanan bir tempoyla değişim içine girmiş­lerdir. Bu değişim aynı zamanda sınıflar sa­vaşının eski bildik yollarını da erozyona uğ­ratmaya başlamıştır. Sonuç olarak 68 hare­keti düzenin köklerini darbeleme gücüne sahip olmadığı için, tam tersine düzende esnemeler yaratarak, soluklanmasına yol açmıştır.

Üçüncü neden, sosyalist ülkelerin göz alıcı gelişmesinin duraklamaya uğraması, kireçlenmelerin gizlenemez hale gelişi sos­yalizmle ilgili umutları inmelendirirken, ay­nı zamanda bu nedenle sınıflar savaşının bi­linç motoru da gücünü yitirmeye başlamış­tır. Avrupa’da 68 olayları, Fordist üretim biçiminin sadece fabrikada bir olgu olmak­tan öteye toplumsal yaşam biçimine dö­nüşmesine bir isyandı. Sosyalist Harekete güçlü, insancı! bir soluk verdi, fakat kendi­si aynı düzenin esneyen kanallarında eriyip, “ alternatif bir yaşam tarzı” olarak düzenin içine aykırı bir doku gibi yerleşti. Aynı gün­lerde Avrupa’nın doğusundan Çekoslo­vakya’da da bir isyan sökün etmiştir. “ Prag Baharı” sosyalizme “güler yüz” kazandır­ma iddiasıyla ortaya çıkınca dalga hareket­lerinde olduğu gibi iki hareketin girişim yapması sonucu işçi sınıfı hareketi ideolo­jik ve pratik olarak önemli kırılmalara uğ­ramıştır. Bu kırılma o günün dünyasında hemen kendini göstermese de derin bir birikimin yolunu açmıştır.

Bu üç temel etken 1970’ler dünyasında hemen pratik olarak bir inmelenme yarat- masa da sınıflar mücadelesinin geleceğini çok derinden etkileyecek yolları döşemiş­ti r.

Page 16: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sınıf mücadelesinin sorunları__

Sınıflar mücadelesi tarihinde yeni bir dönüm noktasına elbette Sosyalist Siste­min yıkılışıyla gelinmiştir. Sosyalizmin yıkıl­masıyla dünya işçi hareketi pratik olarak bir destek gücünü, ideolojik olarak ise uf­kunu yitirmiştir. İşçi sınıfı hareketindeki bu gerileme önceki devrimci mücadele dö­nemlerinde yaşananlardan çok farklıdır. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve I970’li yıllara kadar gelen mücadele döne­mindeki gerilemeler, nabız atışları gibidir. İ- çinde bulunulan dönem esas özellikleri ile aynı kalmış, ancak sınıflar savaşının muha­rebeleri kendi özgül koşullarına göre yenil­gi veya zaferle sonuçlanmıştır. Oysa 20. yüzyılın son on yılında bir tarihsel dönem değişikliği içine girilmiş, eski paradigmalar altüst olmuştur. Bu nedenle, sınıflar müca­delesindeki gerileyişe eski alışkanlıklarla yaklaşmak kısır sonuçlar üretebilirdi. Yaşa­nan köklü değişimi bir kavrama çabası ol­maksızın ileriye adım atmak mümkün de­ğildi. Ö te yandan, böylesine bir köklü de­ğişim içine girilince olguların henüz kendi­lerini tam anlamıyla ortaya koymamasın­dan dolayı pek çok şey bulanık ve belirsiz görünür. Köklü bir geçiş döneminde, öm­rünü dolduran olgu ve değerler az çok or­tadayken yeni değerler, geleceği kucakla­yabilecek mücadele anlayış ve araçları he­nüz ortada yoktur.

Bu dönem değişikliğinin tek nedeni Sosyalist Sistemin yıkılışı değil, aynı zaman­da kapitalizmde yaşanan yapısal değişim­lerdir. Tarihi olarak bu iki olgunun aynı za­man dilimi içinde yaşanmasının rastlantı o- lup olmadığı üzerine spekülasyon gerekli değildir. Kapitalizmde yapısal değişim bilin­diği gibi I9£0’li yılların başlarında hızlan­mıştır. Sosyalizmin yıkılışı ile bu değişim daha güçlü bir ivme ve elbette cesaret ka­zanmıştır. Sınıflar mücadelesinin geleceği i­

le ilgili öngörülerde bulunabilmek için bu yapısal değişimi irdelemek gerekiyor. Sınıf­lar mücadelesi üzerinde Sosyalizmin yıkılı­şının etkilerini hiçbir şekilde unutmadan, esas olarak kapitalizmdeki değişim ve mü­cadele üzerindeki etkilerine geçelim.

“İNFORMATİK ÇAĞI” VEYA HİZMET KAPİTALİZMİ

Üretim temelinden baktığımızda kapi­talizm, manifaktür dönemden bugüne ü- çüncü ve yeni bir aşamaya girmektedir. Konumuz açısından bu yeni aşamadaki de­ğişimleri sınıflar savaşına etkileri açısından ele alacağız. Sermaye birikim politikası ola­rak neo liberalizm, kar oranlarındaki düş­meyi karşılamak için tekelci sermayenin kendi dışındakilere topyekûn bir saldırısı­dır. Bu saldırının özellikle çalışanlara yönel­mesi sömürünün mantığı gereğidir. Sosya­lizmin yıkılışı bu saldırıyı daha da pervasız- laştırmıştır. 1970’lerden beri bir durgun­laşmaya uğrayan sınıflar savaşı, özellikle 1980’li yılların ortalarından itibaren işçi sı­nıf aleyhine gelişmiştir. Son on beş yılda iş­çi sınıfının sürekli mevzi kaybettiği bir ger­çekliktir. Ancak sermayenin bu seferki sal­dırısı kapitalizmde bir yapısal değişimle bir­likte gitmektedir. Bu nedenle gelgeç değil köklü etkiler yaratmaktadır.

Yeni dönemin en belirgin özelliği bilim ve tekniğin üretimle ilişkisindeki yeniliktir. Bilimsel gelişmeler ile üretim arasındaki ol­dukça uzun yoi yeni dönem ile çok kısal- mıştır. Aynı zamanda bilimsel ve teknik ye­niliklerin hızı çok artmıştır. Bu gelişmeler bilginin bir meta olarak konumunu köklü bir şekilde değiştirmiştir. Bilgi üretimi özel bir üretim alanı haline gelmiştir. Bugünün dünyası, Marx’ın “ bilim genellikle kapitalis-

15 •—

Page 17: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

te hiçbir şeye mal olmaz, ama bu durum, onun bilimi sömürmesine gene de engel değildir” (Marx, Kapital, C ilt I, s.400) dedi­ği günlerden çok farklıdır. Dev tekellerin Araştırma&Geliştirme konusundaki reka­betleri bilime ve teknik gelişime adeta de­lice bir hız vermiştir.

Bu noktada insanın üretim makineyle i- lişkisinde de radikal bir değişim yaşanmak­tadır. Yakın zamana kadar iş makineleri ge­nellikle insanın “ kol emeğinin” yerini almış­tı. Şimdi alan genişledi, artık “ kafa emeği- ni” nin de yerini almaya başladı. İnsanlık he­nüz bu sürecin başında, gelişmelerin hızı baş döndürücü, bu yöndeki gelişmeler hangi noktalara kadar derinleşebilir, bu­günden bir öngörüde bulunmak oldukça zor. Yaşananları üretimde her zaman ol­duğu gibi yeni tekniklerin kullanılması ola­rak algılamak hatalı olur. Yeni tekniklerin müdahale ettiği iki alan da bugünleri önce­kilerden ayırmaya adaydır. Bilgisayarla “ ka­fa emeğine” , gen teknolojisi ile insan yapı­sının köklerine müdahale imkânları ortaya çıkmıştır. Geleceğin yeni teknolojilerinden olmaya aday “ nano sanayi” ise bu alanlar­daki müdahale imkânlarını inanılmaz ölçü­lerde arttıran etkiler yaratacaktır. İnsan ve makine bugüne kadar birbirinden ayrı iki nesneydi, önümüzdeki yıllarda birbirine gi­rift hale geleceklerdir. Şimdilik bu uzak ge­leceği bir kenara bırakaçak, kapitalizmde son yaşanan yapısal değişimlerin sınıflar mücadelesine etkilerine geri dönelim.

SINIFLAR MÜCADELESİNİ DOĞRUDAN ETKİLEYEN YAPISAL DEĞİŞİMLER

I . En önemlisi işgücünün imalat sektö­ründen hizmet sektörüne kayışıdır, imalat

__ yol____________________________

sektöründeki işgücünün toplam içindeki payı Amerika gibi gelişmiş ülkelerde % I8 civarına kadar gerilemiştir. Kapitalizmin gelişim tarihinde böyle bir kayma, sanayi kapitalizminin gelişmesiyle tarımdan imalat sanayine doğru yaşanmıştı. Amerikan tarı­mında çalışanların toplam işgücü içindeki yeri son elli yıldır %3’dür. Kırlardan kent­lere doğru yaşanan göç şimdi fabrikalardan büro-banka-otel binalarına doğru yaşan­maktadır.

Böylece fabrikalardaki işgücü yoğunlu­ğu azalmaktadır. Bu gelişim bir savaş son­rası ordunun büyük ölçüde tasfiye edilme­sine benziyor. İlk makineler emeği nitelik- sizleştirmişti, şimdi hem bu süreç devam ediyor, öte yandan niteliksizleştirilen e- mek artık doğrudan tasfiye ediliyor. Pek çok üretim alanında fabrikalardaki işçi bant başında basit kas hareketleri yapmaktan da yoksun hale gelmiş, sadece makinelerin- robotların gözlemcisi haline gelmiştir. Sınıf mücadelesinin çekirdeğini ve vurucu gücü­nü temsil eden imalat sanayi ve maden iş­çileri son yirmi yıldır yaşanan gelişmeler sonucunda, güneş görmüş kar gibi eriyor.

ö te yandan, imalat sanayindeki üretim tarzı bir diğer yönden de değişmiştir. Yeni teknik gelişmeler sonucu büyük fabrika ü- retimi, merkezde ürün dizaynı ve strateji­siyle ilgilenen bir çekirdek ve buna bağlı pek çok yan üretim alanına dağılıyor. Bu yöntem ilk önce ve çok gelişmiş bir şekil­de Japonya’da 1950’ler sonrası uygulanma­ya başlanmıştı. Maliyeti önemli ölçüde dü­şüren, ana firmaya büyük esneklik sağla­yan, işçi ile uğraşmayı yan sanayine bırakan bu uygulama artık kapitalizmin genel üre­tim tarzı haline gelmiştir. Japonya örneğin­de üretimin çekirdeğindeki işçi ömür boyu iş garantisine sahiptir. Toplam Japon işgü­cünün ancak %30’u bu imtiyaza sahiptir, ja-

__ 16

Page 18: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ponya’nın yaşadığı son uzun ekonomik kriz ömür boyu işçi statüsünü önemli öl­çüde zedelemesine rağmen ortadan kalk­mamıştır. Japonya, bu kriz sırasında Am e­rika’nın daha fazla liberal uygulamalar, hat­ta IMF’nin karşısına oturması için yaptığı baskılara rağmen kendi gelişim tarzını terk etmemiştir.

Diğer kapitalist merkezlerde işgücü i- çinde aynı statü yoktur. Fakat son taşeron- laşma süreci denen gelişmeler benzer bir farklılaşmayı yaratmıştır. Çekirdekte kad­rolu işçiler, dış halkalara doğru geçici işçi­ler yaygın bir statü haline gelmiştir. Bu du­rum sınıf içinde yetenekten dolayı değil, ta­mamen bu konumlanma farkından dolayı önemli bir bölünme yaratmıştır.

Sonuç olarak, kapitalist üretimin 19. yüzyılın başlarından beri alışık olduğumuz üretim yapısı köklü bir şekilde değişmek­tedir. Madencilik dâhil imalat sanayi, sade­ce üretilen metalar açısından değil, top­lumsal bir odak noktası olması anlamında bir öneme ve yere sahipti. Bugün daha faz­la meta üretilmektedir, ancak bu üretimi yapanların artık dünkü kadar toplumsal bir ağırlığı yoktur. Ağırlık merkezinde kayma yaşanıyor, fakat sadece bir kayma değil, ay­nı zamanda ağırlık merkezinde belirgin bir dağılma ortaya çıkıyor, sosyal yapıda esas değişimi yaratan budur.

2. Hizmet sektöründe büyüme: Bu eği­lim özellikle bilgisayar teknolojisinin geliş­mesiyle çok hızlı tempo kazanmıştır. Sınıf­lar mücadelesinin geleceği açısından soru­na baktığımızda bu sektörün özellikleri mücadelenin geleceği için büyük zorluklar­la yüklüdür. “ Bilgi işçilerinden serviste ça­lışan garsona kadar bütün alanlar “ hizmet sektörüne” giriyor. Marx döneminde “hiz­met sektörü” banka, ticaret ve hukuk gibi

alanlarla sınırlıydı. Marx o dönem “ hiz­met” sektörünü “ üretici olmayan” alan o- larak nitelendirmişti. Örneğin, ticaret ser­mayesi artı-değer üretmez, üretilenin do­laşımını yapar. Bugüne baktığımızda “ hiz­met sektörü” tanımlaması çok karmaşık bir yapı içeriyor. Biz sınıflar mücadelesi a- çısından soruna yaklaştığımızdan imalat sa­nayi, ulaşım ve tarım dışındaki tüm kesimi “ hizmet” sektörü olarak kabul eden bir ta­nımlama yapacağız.

Bu sektörün sınıflar mücadelesi açısın­dan birkaç önemli özelliği vardır. Çok he­terojendir. İş alanları ve koşulları çok fark­lıdır. Dağınıktır. İşyerleri çok dağınık ve ge­nellikle orta ve küçük çaptadır. Ayrıca hem iş niteliği hem de ücret açısından çok çeşitli ve eşitsizdir. Hizmet sektöründeki yığılmaya rağmen bu yığılmada bir yoğun­luk yoktur. Bu durum, sınıfın topyekûn davranma yeteneği açısından önemlidir. Bu sektörde eski fabrikalara en çok benzeyen alan sağlık alanı ve hastanelerdir.

Hizmet sektöründe işçi sayısının art­masının sınıf mücadelesindeki etkisi olduk­ça dolaylı yollar izlemektedir.

3. Sanayi kapitalizmi dönemindeki uzun mücadelelerle şekillenmiş işgünü yapısı, hizmet kapitalizmi günlerinde hızla değişi­yor. Bir yandan, çalışan kesimlerin bir bö­lümü bilinçli olarak “ part-time” çalışmayı tercih ediyor. Bu kapitalizmin üç yüzyılda kurduğu iş disiplinine bir tepkidir. Ancak toplam işgücü içinde bu kesim henüz çok küçük bir azınlıktır. Esas büyük kesim zo­runlu olarak part-time çalışmaktadır. Ö- zellikle Amerika’da part-time çalışmak zo­runda kalıp geçinemeyenler iki-üç işte bir­den çalışıyorlar.

Diğer eğilim -ki en güçlüsü budur- iş saatlerini uzatma çabalarıdır. Bunu Alman

___ _ sınıf mücadelesinin sorunları__

17

Page 19: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— yol

tutucu işveren partileri “ 70 saatlik iş hafta­sı” biçiminde telaffuz bile ettiler. Amerika, bu konuda Avrupa’ya sürekli baskı yapı­yor. Son yıllardaki yapılan toplu pazarlık­larda hemen hemen sonuç hep aynıdır. Aynı ücretle daha uzun çalışmaya razı o- lunmaktadır. Çünkü alternatif işsizliktir. Üstelik merkezlerde son yılların işsizlik pa­ralarının da çok kısıtlandığı düşünülürse iş­sizlik epey zamandır korkutucu bir tehdit­tir. Küreselleşmenin en tipik etkilerinden birisi yeniden işçiler arasındaki rekabeti kışkırtması olmuştur. Bu hem tek tek ülke sınırları içinde, hem de uluslararası seviye­de yaşanıyor. Göçmen işçiler bir ülkede her zaman ucuz çalışmaya hazırdır. Dünya­da son yirmi yıldır artan bir göçmen akını bu rekabeti sürekli canlı tutmaktadır. Ö te yandan, sermaye işgücünün ucuz olduğu ülkelere göçerek işgücü için ülkeler arası rekabeti kışkırtmaktadır. Günümüzde iş günü yeniden fiilen uzamıştır. III. Dünya ül­kelerinin çoğunda zaten hiç kısalmamıştı. Kapitalist merkezlerde bile bu böyledir. “ 90’ların ortalarında Los Angeles tekstil fabrikalarında köle emeğinin ve aşağı Man- hattan’da Victorian tipi işyerlerinin görül­meye başladığı rapor ediliyor.” 3 Kapitaliz­min ilk ilkel dönemine mi dönülüyor? Evet, bazı yönlerden böyle! Amerika’da köle ça­lıştırılan günlere veya 19. yüzyılın ilk çeyre­ğinde İngiltere’de sanayi kapitalizminin ge­lişme günlerindeki korkunç çalışma koşul­larına sanki geri dönülüyor.

Bilindiği gibi teknik gelişim nispi artı-de- ğer sömürüsünü yükseltir. Ancak günü­müzde teknik gelişimle birlikte, çalışma za­manı uzatılarak, esas olarak kapitalizmin ilk dönemlerinde kalan mutlak artı-değer sö­mürüsü de yeniden güncelleştiriliyor. Kü­resel işgücü rekabetinin bir sonucu olan bu durum, aynı zamanda teknik gelişimle

__ 18

arttırılan nispi artı-değer sömürüsünün sı­nırlarına gelindiğinin de bir işareti olarak algılanmalıdır. Bu süreç, genleriyle oynana­rak “ yeni insan” yaratılmadıkça sonsuz bir derinliğe sahip değildir. Mutlak artı değer sömürüsünün olduğu gibi, nispi artı değer sömürüsünün de, yani belli bir zaman ara­lığında iş yoğunluğunun arttırılmasının fizi­ki ve teknik sınırları vardır. Nasıl ki, artık olimpiyatlarda atletlerin dereceleri saniye­lerle değil, saliselerle ölçülmeye başlandıy­sa, “yeni bir insan” yaratılmazsa, nispi artı- değer sömürüsü de bir sınıra dayanacaktır. O zaman geriye, çok eski günlere dönmek kalıyor. Bunun da anlamı işgününün uzatıl­masıdır. “Tehdit altında” olmadığına ina­nan kapitalizm bu konuda pervasızca dav­ranmaktadır. İşçi sınıfının uzun tarihsel bir dönemi kapsayan mücadelesi sonucunda şekillenen iş günü, bugün kapitalizmin açık bir saldırısı altındadır. Kanunlar haia aynı kalsa da fiilen merkezlerde bile işgünü uza­tılmıştır.

İş zamanının yapısındaki değişim bir başka yönden de kendini ortaya koyuyor. Düzenli yıl boyunca çalışma da artık yok­tur. İş olmadığı zaman zorunlu tatil, iş ol­duğu zamanlarda ise fazla çalışma, ancak bu fazla çalışmaya herhangi bir ücret öden­memesi veya en fazla bir köşeye daha son­ra tatil olarak kullanılmak üzere fazla saat olarak yazılmasıdır. Böylece her çalışılan fazla saat için işçiler işverenlerine kredi aç­mış oluyorlar.

Son yirmi yılın bir diğer önemli geliş­mesi üretkenlik ile ona ödenen karşılık a- rasındaki bağın kopmasıdır. 1973’den beri

üretkenlik artıyor, ancak ücretler düşme­ye devam ediyor, (a.y. Kuttner, s.94)

Özellikle 1980’ler sonrası gelişmeler verimlilikteki artışın ücretlere otomatik o-

Page 20: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

larak yansıyacağı düşüncesinin bir yanılgı olduğunu kanıtladı. Evet, sınıflar mücadele­sinin mantığı açısından, aynı zaman aralığın­da daha yoğun emek harcayan işçilerin da­ha fazla ücret talep etmesi çok doğaldı. Ancak bunun gerçekleşmesi tamamen sı­nıflar mücadelesindeki güç ilişkilerinin du­rumuna bağlıdır. Ortada otomatik işleyen bir mekanizma yoktur. Kapitalist merkez­lerde refah devletleri döneminde yaşanan­ların da geçici bir zaman aralığına ve bir güç ilişkisine dayandığı çok açıktır.

Verimlilik artmasına rağmen ücretler­deki düşmenin ilk nedeni üretim yapısında­ki değişimdir. Bu kez verimlik artışı aynı zamanda işgücünün imalat sanayinden hiz­met sektörüne kayması ile birlikte gerçek­leşiyor. İmalat sektöründe üretim süreci büyük ölçüde robotların işgaline uğrarken, tasarım, programlama alanları, yani ürün yaratımı bölümü gelişmektedir. Bu gerçek­likten dolayı işgücünün bir bölümünün üc­reti düşerken diğerininki artıyor veya en a- zından korunuyor.

Ö te yandan, taşeronlaşma, çekirdek ve çevre işgücü arasında büyük bir konum farkı yaratıyor. Bu parçalanma iki tarafın da pazarlık gücünü düşüren bir etki yarat­maktadır.

Kitle üretiminden “yalın üretime” geçi­şin işçi sınıfı içinde yarattığı çeşitli yönler­deki parçalanma işçi sınıfının pazarlık gücü­nü düşürmektedir. Ö te yandan, teknik ge­lişimin yarattığı işsizlik ve küreselleşeme i- le artan işgücünün uluslar arası rekabeti iş­çi sınıfının pazarlık gücünü çok geriletmiş­tir. Geri ülkelerde bir işte çalıyor olmak a- çıkça imtiyazlı bir konumu ifade ediyor. Kapitalist merkezlerde de süreç yavaş ya­vaş bu noktalara geliyor. O nedenle, yeni toplu pazarlıklarda ücret artırımından çok

işini koruma refleksi öne çıkmıştır.Sonuç olarak, yeni teknikle birlikte ve­

rimlilik artmasına rağmen üretim yapısında ve buna bağlı olarak sınıfın yapısındaki de- ğişimlerden-parçalanmadan-dolayı ücret­lerde bir artış yaşanmıyor. Sınıfın mevzi kaybına elbette Sosyalist sistemin yıkılışının etkilerini de vurgulamak zorundayız. 1850’leri önemli bir çıkış noktası alırsak, sınıflar mücadelesinde bir yüz yıl işçi sınıfı sürekli mevzi kazanmıştır. Daha sonra bir durgunlaşma dönemi gelmiş, ardından köklü bir gerileme sürecine girilmiştir. Dünya ölçüsündeki bu güç değişimi her ül­kedeki işçi mücadelesini elbette kaçınılmaz bir şekilde etkilemiştir. Üretim sistemin­deki yapısal değişimlerle, güç dengelerin­deki çöküş, işçi sınıf mücadelesinin her ala­nına yansımaktadır. O nedenle, sabit işgü­nü ve haftası, fazla çalışmaya artı ödeme, verimlilik artışını ücretlerde artışın izleme­si gibi bir dönem kurulmuş dengeler bugün tek tek geçerliliğini yitiriyor. Duvarın yeni çöktüğü sıralarda Volkswagen fabrikaların­da bir toplu pazarlık sırasında çalışma saa­ti ve ücret arasındaki uzun yılların mücade­lesiyle kurulan doğrusal bağlantı koptuğun­da bunu o dönemin bir fabrika yetkilisi “ Bu duvarın yıkılışından daha önemli bir dev­rimdir” demişti. Şimdi bu sözde “ devrim” gittikçe derinleşiyor.

4. Üretim biçiminde değişim, For- dizm’den grup çalışmasına geçiş. Sanayi ka­pitalizmi İngiltere’de doğdu. Ancak Ingilte­re’de blok motor üretimi sürerken değiş­tirilebilir parçalı motor ve araç üretimi ilk kez Amerika’da başladığı için, işbölümünün çok detaylanması ve işgücünün niteliksiz- leştirilmesi sürecinin hızlanması, Am eri­ka’da daha belirgin yaşandı. Üretim biçimi­nin akar bant sistemiyle karakterize oldu­ğu dönem I970’li yılların ortasına kadar

____ sınıf mücadelesinin sorunları__

------------------------------------------ 19 —

Page 21: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

yoğunlaşarak geldi. İşçinin üretim bandı karşısındaki durumu tam bir esarete dö­nüştü. Üretim eylemi tüm işgünü boyunca çok sınırlı hareketleri tekrarlamaya dönüş­tü. Ancak bir noktadan sonra, bu üretim biçimine aktif ve pasif direnişler yükselme­ye başladı. 19601ı yılların başından itibaren bu direnişler arttı. En tipikleri sık hasta ol­mak, bantta tempoyu düşürmek, hatta doğrudan sabotajlar yaşanmaya başladı. Tüm yeni kontrol çabalarına rağmen bant karşısındaki işçinin verimliliğinde bir yük­selme olmadı.

Artı değer sömürüsü niteliksiz çok ba­sit kas hareketlerine indirgendikten birkaç kuşak sonra işçi sınıfı içinde bu üretim bi­çimine yoğun bir direnç oluştu ve sömürü­yü arttırmanın yollan da böylece tıkanma­ya başladı. Üretim le işçinin kopuşmasının - ya da ünlü deyimiyle yabancılaşmanın-70’li yıllarda tepe noktasına çıkması yeni bir dö­nüşü de kaçınılmaz hale getirdi. İşçinin üre­timle ilişkisini yeniden kurmak gerekiyor­du. Kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle başlayan emeğin niteliksizleştirilmesi daha ilk aşamasında makine kırıcılarıyla ilk bü­yük uyarıyı almıştı. Bu süreç derinleştikçe makine kırıcılığı biçiminde değil fakat açık direnişlerle, daha çok da pasif sabotajlarla Fordizm’in sonuna gelindi. Emeğin nitelik- sizleştiriimesi sürecinin yüz elli yıl sonra Fordizm’in kriziyle son sınırına dayandığı anlaşılıyordu. Böylece üretime düşüncenin de katılması veya işçinin yaratıcı düşünce­sinin de artı değer sömürüsü alanına gir­mesi kaçınılmazlaştı. Bu durum, artı değer sömürüsü tarihinde önemli bir basamaktı.

Üretim le ilişkisi oldukça değişen bir iş­gücü kitlesi ortaya çıkmaya başladı. Ü reti­me sadece kas hareketleriyle değil, aynı za­manda düşüncesiyle de katılan bu işçi kit­lesi eski kuşaklara göre çok daha fazla bir

__ yol____________________________

___ 2 0 ___________________________________

şekilde üretim bilgisiyle donanıyordu. Ö te yandan grup çalışmasıyla belli bir sınır için­de üretimde bir inisiyatif alanına da sahip oluyordu. Bu süreç 1980’li yıllarda hızlan­dı, yeni üretim biçimi uygulamaları kapita­list merkezlerde yaygınlaştı. Ancak ilk coş­ku dalgası fazla uzun sürmedi. 2000’li yılla­ra yaklaşırken grup çalışması iki yönden de sönümienmeye başladı. İşveren cephesi a- çısından işçilerin üretim bilgisiyle fazla do­nanması ve grup inisiyatifinin gelişmesi ü- retimdeki egemenlik ilişkileri açısından bir tehlike potansiyeline sahipti, işçiler açısın­dan, grup çalışması ile işin temposunda bir azalma yaşanmadığı gibi, hem gruplar arası hem de grup içi rekabetin artmasıyla iş sü­recinde bant sistemini aratan gerilimler ortaya çıkmaya başladı.

Grup çalışması üretimde bir artışa ne­den olsa da, kapitalizmin egemenlik siste­miyle çelişen yanları hemen ortaya çıktı. İş­çinin üretim bilgisinin artması, aynı zaman­da yaratıcılık ve inisiyatifinin gelişmesi işye­ri yönetimlerinde “ endişelere” yol açtı. Bu süreçten yeniden Fordizm’e dönmek artık mümkün değildir, ancak grup çalışmasının ilk coşkulu günleri de kapanmıştır. Kapita­list mülkiyet ilişkileri içinde bu yeni üretim tarzının gelişmesinin çok çabuk sınırlarına gelindi. Olayın şimdilik böyle bir rutine gir­mesi yaşananların bir rastlantı olduğu izle­nimini uyandırabilir. Ancak gerçeklik böyle değildir. Tam tersine makinelerin üretime girmesiyle başlayan emeğin niteliksizleşti­rilmesi sürecinin kritik bir dönemece gel­diği açıkça görülmüştür. Bu “teknik ve in­san” ilişkisinde yeni bir sürecin başladığının güçlü bir kanıtıdır. Yaşadığımız günler bu yönde yeni gelişmelere gebedir.

Fordizm’den grup çalışmasına geçilme­sinin sınıflar mücadelesine önemli etkileri olabilir. İşçi sınıfı içinde üretim bilgisi ile

Page 22: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

donanmış ve kısmen de oisa üretimde ya­ratıcılığını kullanabilme yeteneği gelişen bir kesimin oluşması sınıfın yeniden nitelik ka­zanması anlamına geliyor. Ancak bu nitelik kazanımının sınıflar mücadelesine etkisinin nasıl bir yol izleyeceğini kestirmek zordur. Bir yanıyla bu sınıfta bir parçalanma anla­mına geliyor, dolayısıyla bu parçalanma sı­nıfın davranış yeteneğini azaltabilir. Diğer yanıyla bu nitelik kazanımı aynı zamanda iş­çinin işveren karşısındaki konumunu belli ölçüde güçlendirdiği için mücadele için ye­ni bir güç kaynağı olabilir.

5. İşçi sınıfında yaşanan parçalanma gü­nümüz kapitalizminin yarattığı önemli bir değişimdir. Sınıfta bir yandan esas büyük kayma imalat sanayinden hizmet sektörü­ne doğru olurken, öte yandan hizmet sek­törünün çeşitliliğinden doğan parçalanma­dan öteye yeni üretim tarzının ortaya çı­kardığı her alanda geçerli derin bir parça­lanma yaşanmaktadır. Bir yanda, nitelikli ve niteliksiz işçi parçalanması yaşanıyor. N ite­liksiz işçiler sayıca hızla artıyor. Ö te yan­dan, üretim biçiminin büyük fabrikalardan merkez ve taşeron işletmelere dönüşmesi sonucu “ çekirdek” ve “ kıyı işçi” kategorisi şekilleniyor.4 Bu kategori önceki “aristok­rat işçi” sıradan işçi bölünmesinden farklı­dır. Çekirdek işçi bu konumundan dolayı otomatik olarak “zengin” değildir. Birinde iş sözleşmesi uzun süreli diğerinde ise gel­geçtir. Pazar dalgalanmalarına göre hemen tepki üretme zorunluluğunda olan işlet­meler, bunu önce taşeron işletmeler ara­cılığıyla göstermektedirler. Bu esnekliğin ilk mucidi Japon kapitalizmidir, II. Dünya Savaşı sonrası ekonomi yeniden yapılanır­ken böyle şekillenmiştir, ancak artık küre­selleşme ile artan rekabetin dayatması so­nucu bütün kapitalist dünyada bir üretim tarzı haline gelmiştir. Büyük işletmeler ka­

tı iş sözleşmeleriyle pazar dalgalanmalarına uyum yapmak için grevlerle yüz yüze gel­mek zorunda kalıyorlardı, oysa şimdi bu orta ve küçük işletmelerin sırtına yıkılmış­tır. Bu gerçeklikten dolayı “ çevre işçi” ni­telikli de olsa böyle pazar dalgalanmaların­da kapıya konulmaktan kurtulamaz. İşçi sı­nıfındaki bu parçalanmalar geçici değildir.

6. İşsizlikteki yapısal değişim. Günü­müzde başlıca üç değişiklikten söz edilebi­lir. İlki, bilgisayar teknolojisinin yerinden ettiği işgücüne oranla “ informatik çağının” yarattığı istihdam sayısı daha azdır. I900’lü yıllardaki demiryolu yatırımlarının veya 1950’li yıllardaki oto sanayinin ortaya çı­kardığı istihdamla karşılaştırıldığından gü­nümüzdeki yeni teknoloji yatırımları çok daha sınırlıdır. İki binli yıllar “yeni ekono­miye” yapılan aşırı yatırımların geri teptiği yıllar oldu. Borsaiarda o zamana kadar hep yükselen ünlü N A SD A C indeksi de kesin inişe geçti. Kapitalizmin doğumundan beri taşıdığı bu hastalığında “ informatik çağı”nın sözde büyük bilgi yığınağına rağmen bir de­ğişim olmadığı böylece anlaşıldı. Yeni tek­noloji ile inanılmaz hesaplar yapılabilirken, bu alana aşırı sermaye akışının kaçınılmaz yıkılışlar yaratacağının hesabı bir türlü yapı­lamadı! “Yeni ekonomi” nin de yıldızı aşırı sermaye yatırımlarının ortaya çıkardığı yı­kımlarla söndü. II. Dünya savaşı sonrasının kapitalizm tarihinde bir istisna olduğu ye­terince açıktır. Daha doğrusu olağanüstü koşulların ürünüdür. Savaşın yarattığı mu­azzam alt yapı yıkımı ve en kaliteli işgücü­nün savaşta yok olması, ardından gelen ye­niden inşa döneminde kaçınılmaz bir şekil­de işgücü kıtlığı yarattı. Bugün böyle bir yı­kım ve yeniden inşa yaratamayan kapita­lizm müzmin bir işsizlikle yüz yüzedir.

İkinci önemli neden, tekniğin hızlı geli­şimi üretim araçlarının yenilenme periyo-

____ sınıf mücadelesinin sorunları___

21

Page 23: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dunu kısalttığı için kar oranları neredeyse sürekli bir düşme baskısı altındadır. Bu du­rum sermayenin yatırımdan spekülasyona kaymasına neden oluyor. Spekülasyonu sa­dece borsa olarak algılamak hatalı olur. Yeni bir yatırım anlamına gelmeyen özel­leştirmeler ve ticaretin bir bölümü de ö- zünde spekülasyondur. Sonuçta spekülas­yona kaçan sermaye istihdam alanını da­raltmaktadır.

Son olarak, küreselleşme uluslar arası işgücü rekabetini de hızlandırdı. Yeni tek­niğin hızla 3. Dünya ülkelerinde uygulan­ması büyük bir fazla nüfus yaratmaktadır. Bu durum işgücü rekabetini şiddetlendir­mektedir.

Kapitalizmi dünya ölçüsünde bir bütün olarak düşünürsek, işsizlik kapitalist üre­tim sisteminin mantığı içinde aşılamaz bir hastalık olarak gittikçe ur gibi büyümekte­dir. Artık işsizlik kapitalist merkezlerde bi­le gelgeç bir olgu olmaktan çıkıyor. Top­lumsal yapının sürekli ve bozucu bir parça­sı haline geliyor.

BAZI SONUÇLAR

Sanayi kapitalizminden hizmet kapita­lizmine geçişin sınıflar mücadelesi açısın­dan yarattığı bazı önemli sonuçları sıralaya­lım.

Birincisi, ücretli emek artıyor. Bu an­lamda yeni bir proleterleşme dalgasından söz edilebilir. Ancak bu dalganın sanayi ka­pitalizminden önemli bir farkı var. O dö­nem kırların kentlere doğru çözülmesi bi­çiminde yaşanmıştı. Günümüzde proleter­leşme imalat sanayinden bir kopuş hizmet sektörüne bir yığılma biçiminde yaşanıyor. Elbette dünyanın geri bölgelerinde hala kırdan kente bir akış yaşanıyor. Ancak bu

— yol-------------------------------------------

bile eskisi gibi yaşanmıyor. A rtık kentlere yığılanların büyük bir çoğunluğu işçi sınıfına doğrudan bir katılım anlamına gelmiyor, türedi işlerde çalışan veya doğrudan işsiz kesimi oluşturuyorlar. Yeni proleterleş­menin bir diğer özelliği yoksullaşmayla pa­ralel gidiyor olmasıdır. Esnek çalışma, işten atılma korkusu ve hatta işgününün uzatıl­ması tartışmaları düşünülürse günümüzde çalışma koşullarında bir kötüleşmenin de güçlü bir eğilim olduğu tespiti yapılmalıdır. Sonuç olarak, yoksullaşmanın derinleştiği, çalışma koşullarının kötüleştiği ve geniş iş­siz kitlesi ile kuşatılmış bir yeni proleter­leşme sürecinden söz etmek mümkündür.

İkincisi, işçi sınıfındaki çeşitlenme ve parçalanmadır. Hizmet sektörü çok çeşit­li, çoğu küçük ve kendine özgü koşulları o- lan işyerleri anlamına geliyor. Bu hetero­jenlik sınıfta oldukça çeşitli davranış du­rumları yaratır. Örneğin gittikçe genişle­yen turizm sektöründeki çalışanlarla bü­yük eğitim kurumlan ve sağlık sektöründe çalışanların duruş ve davranışları oldukça farklıdır. Bu yatay çeşitlenmenin yanında gelir ve işyerindeki konum açısından dikey parçalanmalar da vardır. En önemlisi nite­likli işgücü ile niteliksiz işgücü arasındaki konum farkıdır. Dünün bant başındaki ni­teliksiz işçisi üretim tarzı değiştiği için bu­gün iş piyasasında hemen hemen hiçbir şansa sahip değildir. Sürekli yenilenen iş bilgisine uyum yapan işgücünün bir şansı vardır. Ancak gerek imalat sanayinin bir bölümünde, gerek inşaat ve hizmet sektö­ründe niteliksiz işgücü vardır ve hatta hiz­met sektöründe sayıları artmaktadır. Bu işçiler, hem örgütlenme ve sınıf bilinci, hem de çıkarları için mücadele söz konu­su olduğunda davranışları açısından, dünün bant başındaki işçilerinden karşılaştırılama­yacak ölçüde pasif ve siliktirler.

22

Page 24: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Ö te yandan, yeni üretim tarzının yarat­tığı, pazara egemen tekelci bir üretim çe­kirdeği ve ona bağımlı ara mallarını üreten geniş taşeron sanayi biçimindeki “ işbölü­mü” , işçi sınıfın konumunda da büyük bir yarılma ortaya çıkardı. Çekirdek işçi veya sabit kontratlı sürekli işçi ile geçici-taşeron işçi sınıfsal konum olarak farklı koşullara sahiptirler. Geçici işçi yarın işsiz kalacak­mış gibi yaşarken diğeri imtiyazlı bir ko­numda belli bir iş güvenliğine sahiptir.

Sınıftaki bu parçalanma sınıflar mücade­lesi açısından önemli değişimlere neden ol­maktadır. Aslında bu sorunlar şiddetli ola­rak son on yıldır yaşandığı için henüz sınıf mücadelesi literatüründe yoğun bilinç sevi­yesine yükselmemiş, henüz biraz çaresizlik biraz da kayıtsızlıkla izlenen bir süreçtir.

Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, üre­tim biçimindeki değişimlerle, daha genel söylersek, sanayi kapitalizminde hizmet kapitalizmine geçişle ortaya çıkan sınıfın topyekûn davranış yeteneğindeki büyük zayıflamadır. Sınıflar mücadelesi tarihine baktığımızda işçi sınıfının kentlere, büyük fabrikalara ve belli oturma mekânlarına yı­ğıldığı dönem öze! bir önem taşır. İşçi sını­fı mücadelesi olarak göze batan, çarpıcı ne varsa hep bu dönemde yaşanmıştır. Bunda işçi sınıfının konumlanma biçiminin büyük bir payı olduğu çok açıktır. Bu durum işçi sınıfı için dövüşte sanki bir arazi-coğrafya avantajı gibiydi. Elbette bu parlak mücade­le dönemine baktığımızda aynı dönemin büyük ekonomik, siyasi krizleri ve payla­şım savaşlarını da içerdiği hemen göze ba­tar. Böyle bir dönemde sınıfın konumlan­ma biçiminin büyük bir önemi olduğu açık­tır. Bu süreç aynı zamanda işçi sınıfının “ kendinde sınıf’ olmaktan “ kendisi için sı­n ıf’ olmaya çıktığı dönemdir.

Bugün işçi sınıfı daha önce sahip olduğu “arazi” avantajını önemli ölçüde kaybet­miştir. Sınıf olarak varlığını korumasına ve hatta nicelik olarak bir artış yaşamış olma­sına rağmen, üretimdeki yeni konumlan­masından dolayı topyekûn davranış yete­neğini önemli ölçüde yitirmiştir. En azın­dan yakın geleceğe baktığımızda konum­lanmasında bir değişim ve buradan hare­ketle yeni bir avantaja sahip olması olasılık dışıdır. Öyleyse mücadele bu yeni araziye göre şekillenmek ve yetkinleşmek zorun­dadır.

Dördüncüsü, bu gelişmelerin bir man­tık sonucu olarak sanayi kapitalizmi döne­minde zirveye çıkan sendika hareketinin e- rimeye uğramasıdır. Örneğin, kırk yıl önce A BD ’de üç işçiden biri sendikalı iken bu­gün on işçiden biri sendikalıdır. (Hiatt, s.487) Bütün dünyada sendikal harekette çarpıcı bir erime yaşanıyor. Eğer sanayi ka­pitalizmi döneminin yapısal değişimle yeni bir döneme girdiği çok açıksa, sendikal ha­reketin de yeni bir dönem girmesi kaçınıl­mazdır. Fabrika döneminin çocuğu olan bugünkü sendikacılık, kendini yeni koşulla­ra göre hazıdayamadığı ölçüde sürekli mevzi kaybetmektedir. Toplu pazarlık sis­temi ve pazarlık yapılan konular hızla de­ğişmektedir. İşçi sınıfı ekonomik mücadele alanında yeni araçlar yaratmak gibi zorlu bir görevle yüz yüzedir.

Sonuncusu, sınıf mücadelesinin ko­şullarındaki radikal değişim onun siyasi yapılanmalarını da bir kasırga gibi altüst etti. Sınıf hareketi gelecekte çok cılız bir biçimde sadece ekonomik mücadele ala­nıyla sınırlı kalmayacaksa yeniden siyasi­leşmek zorundadır. Bu hangi yollardan geçecektir? Bu sorunun kestirme bir ce­vabı yoktur. Eğer kolay bir cevabı olsay­dı, sınıflar mücadelesinin yaklaşan süre­

____ sınıf mücadelesinin sorunları___

------------------------------------------ 23 ----

Page 25: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

cinin bütün sorunları da bir anda çö­zümlenmiş olurdu.

SINIF MÜCADELESİNİN GELECEĞİ

Sınıf mücadelesinin koşullarındaki bu köklü değişim, bazıları için “ proletaryaya” ve sınıflar mücadelesine “ elveda” olarak yorumlandı. Sosyalizmin yıkılışıyla etnik ve dini mücadelelerin köpürmesi, bunun ya­nında kapitalizmde gerçekleşen yapısal de­ğişimlerin kaba ve yanlış okunması, neden­se kapitalist sınıfın değil ama işçi sınıfın yok olduğu yargılarını üretti.

Sınıfların ve mücadelesinin yok olmadı­ğı yeniden kanıtlamayı gerektirmeyecek kadar açık bir gerçektir. Ancak bir o kadar açık olan başka bir gerçek ise sınıflar mü­cadelesinin bir tarihsel dönemine “ elveda” ettiğimizdir. 19. yüzyılın başlarından 1980’li yılların sonuna kadar gelen tarihsel dönem temel özellikleriyle, güç yapısı ve ilişkileriy­le köklü bir altüstlüğe uğramıştır. Şüphesiz ki bu tarihsel dönem içinde de büyük iniş- çıkışlar yaşanmıştır. Fakat bir tarihsel geli­şim ufku yönünden bakıldığında bu süreç tüm iniş çıkışlarıyla birlikte sonunda işçi sı­nıfının mevzi ve iktidar kazandığı bir dö­nem oldu. Sosyalizmin yıkılışı ve kapita­lizmde yaşanan yapısal değişimlerle bu dö­nem kapandı. O güzel eski günlerle ilgili ne kadar anı anlatsak, o günleri coşkuyla an­sak ve özlesek geri gelmeleri mümkün de­ğildir. En kötüsü o günlerde kazanılan alış­kanlıkları bugünün mücadele koşullarında tekrarlayarak bir sonuç almayı ummak mücadelenin geleceği açısından büyük bir yanılgı olur.

Arkamızda onurlu bir tarih önümüzde ise oldukça değişen ve değişmekte olan

_ y o ! -------------------------------------------

yeni mücadele koşulları, geleceği kurarken peşimizi bırakmayacak olgulardır. Bunların üzerinden atlanılamaz.

SINIFLAR MÜCADELESİNİN YENİDEN ŞEKİLLENMESİ

Önümüzde tüm bilinmeyenleri ile du­ran dönemin bir temel özelliği vardır. Na­sıl işçi sınıfının ilk tarihsel mücadele döne­mi manifaktür dönemden sanayi kapitaliz­mine geçiş yıllarında şekillendiyse, gelece­ğin yeni mücadele dönemi de içinde bulun­duğumuz geçiş sürecinde şekillenecektir. Sınıflar savaşının yeni bir dönemine hazır­lık olarak güçlerin yeniden konumlandığı, donanımlarını yetkinleştirdiği, düşünce ve gelecek tasarımlarını kritikten geçirdiği bir süreçten yürünüyor. Ancak böyle söyle­yince konumlanmaların az çok belirginleş­tiği gibi bir izlenim ortaya çıkabilir. İşin da­ha çok başında olunduğunu kavramak için dünyaya ve tek tek ülkelere bakmak yeter- lidir. Koşulların yüz elli yılı aşkın bir süre determine ettiği mücadele, yeni bir döne­me girmeden önce maddi ortamın yaşadı­ğı büyük değişimlerden dolayı önce kaçınıl­maz bir şekilde bozulmalara uğruyor. Bu sancılı sürecin içinden yeni güçlerin dizilişi ortaya çıkacaktır. Eski mücadele dersleri hep bilinçlerde olsa da, hatta o günler öz­lense de, geleceğin böyle kaba kıyaslama­larla öngörülemeyeceği açıktır. Kıyaslama­lar bir düşünce yöntemi olarak kaçınılmaz­dır, ancak eskinin kalıpları içinde kalma­mak koşuluyla.

Mücadelenin yeniden şekillenmesi do­ğal olarak üç ana kaynaktan beslenecektir. Genel olarak sınıflar mücadelesinin dersle­ri; özel olarak Sosyalizmle yaşanan iktidar deneyi ve kapitalizmdeki yapısal değişim-

__ 24

Page 26: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ler, sınıflar mücadelesinin geleceğini şekil­lendirecek temel nirengi noktalarıdır.

jşçi sınıfı 21. yüzyıla, 19. yüzyıla girdiğin­den çok farklı koşullarda girdi. Büyük bir meydan savaşını kaybetmiş olarak, ideolo­jisi sert darbeler almış, örgütlenmeleri da­ğıldığı için siyasal bağımsızlığını yitirmiş ve ekonomik-sosyal kazanımlarından bir bö­lümünü sürekli kaybetmeye başladığı ko­şullarda yeni bir yüzyıla giriş yapmıştır. Sı­nıflar mücadelesi tarihine baktığımızda Ko­münist Manifesto önemli bir dönüm nok­tasıdır. Bilindiği gibi sınıflar ve onların mü­cadelesini ilk kez Marx bulmamıştır. Libe­ral burjuva ideologları da sınıflar mücade­lesini kabul etmiştir. Sendikal mücadelenin başlarda illegal yürümesi, daha sonra he­men her ülkede burjuva iktidarlar tarafın­dan tanınması bu gerçekten dolayıdır. Bu seviyede bir sınıflar mücadelesine egemen­lerin itirazı yoktur. Marx’ın iddiası bu nok­tadan sonra başlıyordu. İşçi sınıfının iktida­rı hedeflemesinin, o günlerin ünlü deyimiy­le “ proletarya diktatörlüğü” nün kaçınıl­mazlığını vurguluyordu. Olaylar bu öngö­rüyü kendi üslup ve sınırları içinde doğru­ladı. Ancak ardından gelen yıkılış, “yoksa her şey baştan beri yanlış mıydı?” sorusu­nu doğal olarak kafalara getirdi. Bu büyük savruluşun bir sonucu olarak bugün pek çok siyasal hareket artık iktidarı hedefle­miyor. Bu anlamda “ tarihin sonu” tezini doğrulamış oluyorlar. “ Son” iktidar: Burju­va iktidarıdır. Artık en fazla bu iktidar çer­çevesinde evrimleşmeler yaşanabilir. Dün­yaya bu pencereden bakanlar için sınıflar mücadelesinin artık bir önemi kalmamıştır.

Sınıflar mücadelesinin yeni dönemine teorik ve pratik olarak hazırlık yapanlar i- çin ise en önemli sorun şudur. İşçi sınıfının, burjuvaziden ve düzenden kopuşması ye­niden nasıl gerçekleşecektir? Hatta günü­

müz dünyasında soruyu şöyle sormak bile artık mümkündür: sınıflar kopuşması yeni­den gerçekleşecek midir? Sadece bir de­mokrat olarak değil, Marxist anlamda sınıf­lar mücadelesinin anlamı, bu kopuşmayı yaratmak için mücadeledir. Yeni döneme bakarken düşünce ve davranışların odak­lanması gereken nokta budur.

Tarihte işçi sınıfının bağımsız bir siyasal harekete yükselmesi ancak bazı koşullarla birlikte gerçekleşmiştir. Sınıf “ adım adım” mücadele ile örneğin “ on saat işgünü” pa­rolası ile başlayarak doğru bir çizgi üzerin­de yükselir gibi bir kopuşma yaşamamıştır. Burjuva devrimleri sonrası yaşanan resto­rasyonlar, yani burjuvazinin derebeylikle uzlaşma çabaları, kapitalizmin devrevi kriz­leri ve savaşlar işçi sınıfının bağımsız bir sı­nıf olarak şekillenmesinin yollarını döşe- miştir. Ancak bütün bunlar gündelik talep­lerin dile getirilmesiyle olağanüstü bir iç i- çelikle yaşanmıştır. Gündelik taleplerin ö- ne sürülmesi öyle başka koşullarla yan ya­na gelmiştir ki, sınıfın tarihsel kopuşması i- çin büyük çatlağı yaratmıştır. Yine de 19. yüzyılda işçi sınıfının bağımsız bir siyasal kimlik kazanmasında restorasyonların özel bir yeri vardır. Burjuva devrimlerinin bu tarz geri püskürtülmesi işçi sınıfı içinde devrimlere varan birikim oluşturmuş ve kopuşları yaratmıştır. Bir kez işçi sınıfı ikti­darı kurulduktan sonra ise, hemen her ö- nemli işçi ve halk hareketi sınıfın iktidar mücadelesinde bir basamak olarak algılan­mıştır. Dolayısıyla tarihi sınıfsal kopuşma bir kez gerçekleştiğinde maddi mücadele ortamının temel özellikleri değişmedikçe, her olay bu kopuşmayı derinleştirici rol oynayabilir.

Ancak tersi de doğrudur. Sosyalist ikti­darların çekim gücünün azalması ve özel­likle Avrupa’da yaşanan refah devletleri sü-

____ sınıf mücadelesinin sorunları___

25 ----

Page 27: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

reci sınıflar kopuşmasını önce yumuşatmış, sosyalizmin yıkılışıyla bu tarihsel kazanç tü­müyle yitirilmiştir. İşçi sınıfı uzun uzlaşma yıllarıyla kapitalist düzen içine gerilemiş, Sosyalizmin çöküşüyle ise gelecek ufkunu kaybetmiştir. Yeni bir kopuşma sürecinin çok sancılı olacağı yeterince açıktır.

Mücadelenin yeni dönemine damgasını vuracak sınıfsal kopuşmaların nasıl yaşana­cağını zamanlama olarak bugünden kestir­meye kalkışmak rüyaya yatmaktan başka bir anlam taşımaz. Basit analojilerle ise bir noktadan öteye gidilemez. Ancak buna rağmen söylenebilecek bazı şeyler vardır.

Sınıflar mücadelesi bugün ideolojik ola­rak örselenmiş ve siyasi olarak ufuk kaybı­na uğramış olduğu için gündelik, yani gerek ekonomik ve gerekse düzen içi siyasal ba­zı talepler için mücadele hemen hemen iş­çi sınıfının tüm ufkunu kaplamıştır. Günde­lik mücadeleden sınıfsal kopuşmaya bir yol var mı?

Gündelik mücadeleden hareketle yeni döneme ilişkin bazı tespitler yapalım.

I . Bugün işçi sınıfının topyekûn davra­nış yeteneğini önceki dönemdeki gibi var­saymak önemli bir stratejik veri hatası o- lur. Sınıftaki sektör kayması ve parçalan­ma, ancak sadece bu değil, aynı zamanda Sosyalizmin yıkılmasıyla hedefin silikleşme­si sınıfın kolektif davranış yeteneğini ö- nemli ölçüde darbelemiştir. Bunun yeni­den inşası mümkün müdür? Eski biçimiyle değil, ancak yeni yollar bulunarak kolektif davranışı farklı bir seviyede yeniden inşa etmek mümkündür.

Sınıflar mücadelesi teorisinde büyük yer tutan “ kendinde sınıf’ ve “ kendisi için sınıf’ kavramlarını yaratan aslında 19. yüz­yıl sınıflar mücadelesinin koşullarıdır. Bü­yük fabrikalara ve belli oturma mekânları­

_ y o l -------------------------------------------

na yığılmış her an kendiliğinden harekete geçebilen bir sınıf vardı. “ Kendiliğinden ha­reketler” kavramı da mücadeleye bu dö­nemlerde girdi. Makine kırıcılığıyla başla­yan bu hareketler daha sonraları belli bir bilinç ve örgütlülük kazandılar. Sınıfın “ kendiliğinden” devrimciliği-sosyalistliği değil- yine bu dönemin kavramıdır. O gün­lerden 1960’ların “ tarihsel uzlaşma” yılları­na gelince ise bütün bu kavramlar sorgu­lanmak zorunda kalındı. Sınıfın büyük göv­desiyle sadece var olması sınıflar mücade­lesi için hiçbir rol ve anlam ifade etmeye­biliyordu. Onun için sınıf ancak mücadele içinde bir “ oluş” du. Statik, durgun bir “ nesne” değil, hareketli bir oluştu. 1960’lı yıllar Avrupa’sında işçi sınıfı ile (onun nes­nesi ile) bilinç ve ideolojisi kopuşunca, ara­ya “ tarihsel uzlaşma” duvarı girince bu tar­tışmalar patlak verdi. Sınıflar savaşının 19. yüzyıl koşullarında şekillenmiş kavramları­nın, koşulların ilk köklü değişim işareti ver­diği I960’lı yıllarda sorgulanması rastlantı değildir.

Bugün sınıflar mücadelesine yaklaşır­ken 19. yüzyıldaki sanayi kapitalizminin ko­şullarında var olan “ kendinde sınıf’ı aynı güç ve yoğunlukla göremeyeceğimizin bi­lincinde olmalıyız. Odak kayması ve parça­lanma, “ kendinde sınıf’ın bırakalım hare­ketini, duruşunu -var oluşunu bile önemli ölçüde zayıflattı. Bu anlamda, sık sık yapıl­dığı gibi, zorlanırsa “ kendinde sınıf’ın var olmadığı iddia edilebilir. Fakat bu gerçeğin sadece çarpık bir görüntüsünü yansıtmak­tan öteye bir anlam taşımaz.

Gerçeklikten kopuk sırf kavramlar de­nizinde boğuşmak yerine, sorulması gere­ken şudur: “ İşçi sınıfının topyekûn davranış yeteneğindeki zayıflama onarılabilir mi?” Klasik kavramlarla sorarsak: İşçi sınıfı yeni­den “ kendisi için sınıf’ konumuna yüksele-

___ 26

Page 28: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sınıf mücadelesinin sorunları__

bilir mi? Önümüzdeki dönemde yeniden büyük fabrika günlerine dönüleceğine dair hiçbir ipucu yoktur. Dolayısıyla bu zayıfla-, mayı eski yollardan gidermenin şansı da yoktur.

İlk yapılması gereken tespit eskinin bu anlamda tekrarının mümkün olmadığıdır. Eski beklenti ve alışkanlıklara takılı kalmak yeni mücadele yollarını yaratmanın önünü tıkar. İmalat ve maden sektörü işçi sınıfının mücadele tarihinde özel bir yere sahip ol­du. Ancak bu sektörler sürekli kan kaybe­diyor, öte yandan dağınık, heterojen hiz­met sektörü büyüyor.

Sınıf hareketinin yeniden inşasında o- nun kapitalizmin en küçük sallantılarından bile etkilenen kesimleri, “ çekirdek” dışı kesimler, ilk hedef alınmalıdır. Bu kesimle­rin dağınıklığı mücadelenin örgütlenmesin­de büyük zorluktur, ancak öfke buralarda birikiyor. Dünyada, eve iş alan kesimlerin bile örgütlenmesine ait örnekler var. Ne sendikal ne politik anlamda eski güzel ve bir anlamda “ kolay” günler artık olmadığı­na göre, örgütlenmede yakın hedef olarak, sınıfın düzenle en çok gerilimi halkalarında mevzi tutmak kaçınılmazdır.

Sanayi kapitalizmi döneminde oluşan işçi hareketinin çerçevesi yeni süreçte aşıl­malıdır: işsiz örgütlenmeleri yaratılmalıdır. Arjantin deneyi bunu bütün dünyaya ilan etti. İşsizler radikal eylemleri ile “ iş ya da yiyecek” parolasıyla önemli mevziler elde ettiler. Ayrıca yol işgalleriyle “ rahatı yerin­de” “ çekirdek”teki işçileri de yangının sı­caklığıyla uyarmış oldular.

Ö te yandan, örgütlenmenin ilk adımı i- çinde olmasa da sınıfın tüm parçaları için farklı taktik ve örgütlenme biçimleri geliş­tirerek farklı renklerde bir örgütlenme ağı yaratılmalıdır. Bu ağ her an kolektif olarak

davranmayacaktır. Bu yersiz ve zorlama bir hayal olur. Sınıfın dağınık parçalarının kolektif davranışı günümüz kapitalizminin ancak derin krizlerinde mümkün olabilir. Elbette böyle bir momenti değerlendirebi­lecek bir kurmay öngörüsü ve örgütlen­mesi daha önceden yaratılmışsa. Yoksa gü­nümüzde kendiliğinden hareketlerin rolü çok sınırlıdır. Hazırlıksız beklentiler düş kı­rıklıklarıyla sonuçlanmaya mahkûmdur.

2. İşçi sınıfının gündelik mücadelesinde yeniden en canlı konular, ücret, iş zamanı ve iş koşullarıdır. Tüm dünyada 80’li yılla­rın başlarından beri verimlik artmasına rağmen ücretler düşmekte ve ayrıca çalış­ma zamanı da yavaş yavaş yeniden uza­maktadır. Bugün toplu pazarlıkların hemen her konusunda işverenlerin elindeki en büyük tehdit işsizler ordusudur. Üstelik bu ordunun artık şu ya da bu ülkenin sınırları içinde olması da gittikçe önemini kaybedi­yor. Neoliberalist politikalarla sermayenin hareketi çok kolaylaştığı için eskiye oranla daha rahat bir şekilde yer değiştirebiliyor. Oysa işgücü için hala sınırlar vardır. İşçi sı­nıfının mücadele tarihinde bugüne dek hiç­bir zaman kurulmamış bir ittifak, çalışan­larla işsizlerin ve gelgeç türedi işlerde çalı­şanların ittifakı artık yaratılmak zorunda­dır. İşçi sınıfı partilerinin ve sendikaların güç yitirdiği, bencilliğin zirvelere tırmandı­ğı günümüzde bunun çok zor olduğu açık­tır. Ancak kapitalizmin son yirmi yıldır sını­fı nasıl kuşattığı iyi görülürse karşı mücade­le taktiklerini yaratmak, bu anlamda zoru başarmaktan başka bir yol yoktur, imalat sanayinden sürülen, dolayısıyla yoğunluğu kırılan işçi sınıfının böylece davranış yete­neği azalmaktadır; öte yandan, çekirdek ve geçici işçiler arasındaki gerilim sınıfın dav­ranış yeteneğini sınırlamaktadır, ancak bunların dışında bir de geniş işsizler halka-

27

Page 29: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sı vardır ve bu haika sınıfın davranış yete­neğini neredeyse felç etmektedir. Bu ku­şatma kırılmadan sınıf mücadelesi soluk a- lamaz.

Günümüz sınıf mücadelesi deneylerine baktığımızda özellikle Arjantin örneğinden hareketle konuşursak, eski fabrika tipi mü­cadele geleneğine alışmış sendikalar yeni oluşumlar yaratamadılar. Bütün yaratıcılık bu sendikalardan bağımsız olarak doğdu ve gelişti. Tıpkı, 19. yüzyılın başlarındaki sen­dikal hareketin eski dar meslek birlikleri­nin içinden değil, onlara rağmen doğması gibi, geleceğin mücadele ve örgüt biçimle­rini de büyük olasılıkla sadece mevcut sen­dikal ve parti yapılarının dönüşümünden beklemek hata olur. Yeni doğuşlar kaçınıl­mazdır.

3. Sınıfın parçalanmasında, özellikle bir parçayı farklı ele almak gerekiyor. Bu da ü- retime kafa emeğini de veren grup çalış­ması içinde olan işçilerdir. Fordizm’in tı­kanmasının yarattığı bu olgu gelgeç ve rast­lantı değildir. Makinelerin nitelikli insan e- meğine karşı savaşı emeğin niteliksizleşti- rilmesi yönünde derinleşebileceği en dip noktalara kadar varmıştır. Bir kırılma nok­tası kaçınılmazdı. İnsanın üretim ve tüke­timle ilişkisi kapitalizmle başlamadığı gibi, kapitalizmin çizdiği çerçeveye de mahkûm değildir. Makineler üretime yeni girerken nitelikli işçi bugünün tüketim toplumunun şekillendirdiği işçiden çok farklıydı. Sürekli iç gerilimi yükselen bir çalışma temposu ve öte yandan hastalık ölçüsünde tüketim müptelası olmak, bu insan yapısı son yüz elli yılda kapitalizmin yarattığı bir olgudur. Ancak bu yapı bazı darbeler almaya başla­mıştır. Henüz çok sınırlı olsa da hastalıklı çalışma ve tüketmeye tepkiler şekilleniyor. Grup çalışması bir yanıyla Fordizm’in gelip tıkandığı noktadan sonrasını anlatıyor. Li­

— yol -- ----------------------------------------

retimle yaratıcı bir ilişki grup çalışmasını önceki süreçten ayıran en önemli özellik­tir. Ö te yandan, üretimdeki egemenlik ve mülkiyet ilişkisi değişmediği ölçüde grup çalışmasının kat edeceği yol sınırlıdır. Buna rağmen bu yeni olgu gözden kaçırılmama­lıdır.

Sınıf içinde, üretimle ilişkisi önceki dö­nemden oldukça farklı yeni bir tabaka olu­şuyor. Üretim bilgisiyle daha fazla teçhizat- lanan sınıfın bu kesimi, kaçınılmaz bir şekil­de üretim tekniği ve tarzıyla da ilgili hale geliyor. Sınıfın bu kesimi, işverenle sadece “ ücret ve sosyal haklan” konuşmayacak, aynı zamanda üretim tarzındaki değişimle­ri de konuşacaktır. H er yeni teknik ve ona göre şekillenen üretim tarzı veya teknik değişmese de yeni bir üretim örgütlenme­si, verimliliği arttırıp nispi artı değer sömü­rüsünü yükselttiğine göre, grup çalışmasın­daki işçiler işverenlerine kendilerini nasıl daha iyi sömüreceği hakkında akıl vermiş olmayacaklar mı? Evet! Ancak bir başka ol­gu daha yaşanacaktır. Üretimin örgütlen­mesinde grup çalışanlarının inisiyatifi ve bil­gisi de artacaktır. Bu, emeğin yeniden nite­lik kazanması demektir. Elbette eski dar mesleklere geri dönüş olarak değil, üreti­min bir süreç içinde örgütlenmesinde nite­lik kazanmak anlamındadır. Bugün emeğin yeniden nitelik kazanması, dar meslek uz­manlaşması anlamına gelmiyor. Yaygın ni­teliksiz emek yanında, daima böyle nitelik­li emek hep var oldu. Bugünün koşullarını bütünüyle dikkate aldığımızda emeğin nite­lik kazanması, karmaşık, yüksek teknikli ü- retim sürecinin örgütlenmesinde bilinçli yer alabilmek anlamına gelir. Bu gelişme sı­nıfın niteliğinde önemli bir değişme de­mektir. Makinelerin ilk saldırısından beri nitelikli emek aleyhine derinleşen süreç, hem sınıfın katı pasif direnci hem de yeni

___ 28

Page 30: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

tekniklerin devreye girmesiyle tersine dönmeye başlamıştır. Emeğin yeniden ni­telik kazanması kaçınılmaz bir şekilde kapi­talist üretim ilişkileriyle çelişkiye girecek­tir. Çünkü nitelik, yani bilgi ve inisiyatif, ay­nı zamanda bir egemenlik alanı da yaratır. Emeğin bu egemenlik alanı ile sermayenin egemenlik alanı çelişecektir. Aslında kapi­talist merkezlerde bu son on yıldır yaşanı­yor. Burjuvazinin üretimdeki egemenlik i- lişkisini “ riske” sokan bu yeni üretim tarzı, ilk coşkusundan sonra şu ya da bu yolla sı- nırlandırılmaya başlamıştır. Ancak For- dizm’e geri dönüş imkânsızdır. Günümüz­de kapitalist üretim tarzı bu çelişkiyle bir­likte yaşıyor.

Sınıfın bu kesiminin mücadele içindeki yerinin ne olacağı sadece işverenlerin be­lirlemesine bırakıldığında ortaya çıkacak sonuç şimdiden bellidir. Ancak kapitaliz­min kör ruhu olan rekabet bu grup çalış­ması içine de hızla taşındığı için sınıfın bu kesimini, mücadeleye kazanmak için güçlü bir zemin de vardır. Emeğin bu tarz yeni­den nitelik kazanması işçi sınıfının gelecek mücadelesi için önemlidir. Böyle niteliksel bir dönüşümün mücadeleye somut nasıl yansıyacağını ancak yaşayarak göreceğiz. Bugünden yapılması gereken bu olguyu at­lamamak ve bu alanda örgütlenme yolları yaratmaktır.

* * * * *

Yukarıda sorduğumuz soruya geri dö­nersek, sınıflar kopuşması yeniden nasıl ya­şanacaktır? İşçi sınıfının yukarıda en önem­lilerini vurguladığımız gündelik sorunların­dan hareketle düz bir çizgi üstünden gide­rek sınıfsal kopuşmaya varması imkânsız­dır. Olaylar bu çerçeve içinde döndükçe

bir kopuşmadan çok sınıf niteliğini yitirme anlamında bir yozlaşma yaşanabilir. Ancak bir kopuşmanın birikimleri de yine bu ka­nallarda oluşacaktır. Yine kaçınılmaz bir şekilde tarihe dönersek, işçi sınıfının ilk si­yasal kopuşmasının burjuva devrimleri sü­recindeki restorasyonlarda yaşanmasının siyasal anlamı, kazandığı haklarının geri a- lınmasına karşı tepkidir. İşçi sınıfı burjuva devrimlerinin açtığı “ özgürlük, eşitlik, kar­deşlik” yolunun daha öteye genişletilmesi­nin kendi sınıf çıkarlarına uygun olduğunu kavradıktan sonra bu konuda her geri gidi­şe devrimci tepkisiyle karşılık vermiştir.

Bugün kapitalist merkezlere baktığı­mızda henüz politik haklara tırmanmasa da sosyal haklar hızla tırpanlanıyor. Ayrıca Bush yönetimi Am erika’da I I Eylül’ü ba­hane ederek bazı siyasal hakları da sınırla­mıştır. Bugün 19. yüzyıldakilere hiç benze­mese de yine de bir restorasyondan bah­sedebiliriz. Refah devletlerinden kapitaliz­min vahşi rekabet günlerine geri dönülü­yor. Ortada burjuvazinin uzlaşacağı eski derebeylik artıkları yok. Ancak tüm dünya­daki sermaye akışını kendi çıkarlarına göre yönlendiren bir mali oligarşi var.

Demokrasiler tam bir tıkanma noktası­na geldi. Çalışan kitleler “genel oy hakkı” günlerindeki coşkuyu taşımıyorlar, basit bir yüzde olarak dikkate alındıkları seçim­lere katılsalar da bu oyuna gittikçe daha az inanıyorlar. Burjuva demokrasileri biçim­sel olarak sürerken özce ruhsuz bir oyuna dönüşüyor.

“Toplum” burjuva bireyciliğinin zirveye çıkmasıyla birbirine değmeyen anlamsız bir kalabalığa dönüşüyor. Toplum gelişmiş ül­kelerde bencillikten, geri ülkelerde yoksul­luktan çürüyor.

Dünyadaki yeni paylaşım savaşları da

-------------------------------------------------------- 29 —

____ sınıf mücadelesinin sorunları___

Page 31: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dikkate alınırsa bütün bu birikimler ekono­mik ve siyasal krizlere dönüşebilir. Hatta kapitalist üretimin hesapsız gelişimi coğraf­yayı zorlamaya başladığı için, insan eliyle yaratılmış doğal felaketler ve bunların te- tikiediği krizler yaşanabilir.

Evet, teknik gelişim durmuyor. Ancak siyasal ve toplumsal olarak insanlık bir res­torasyon yaşıyor. Mali oligarşinin (modern derebeyliğin) çıkarlarına göre şekillendiril­meye çalışılan dünya, bir dönemin sosyal hak ve özgürlüklerinden geriye doğru çe­kiliyor.

Bir yandan, teknik gelişimin mevcut mülkiyet ve egemenlik ilişkileri içinde yara­tabileceği bencil tehditler; öte yandan, sos­yal hak ve özgürlüklerin kapitalizmin ilk vahşi günlerine benzer bir şekilde restore edilmesi işçi sınıfının “ tarihsel uzlaşma” yaptığı düzenden yeniden kopuşmasının yollarını döşemektedir. Bu kopuşmanın dağılışa uğrayıp sönümlenmemesi için in­sanlığın bir basamağı daha çıkması gereki­yor. Bu da iktidar sorunudur. İlk işçi sınıfı iktidarları çöküşe uğrayınca, işçi sınıfı ve halkların ufkundan iktidar hedefi silindi. Günümüz aynı zamanda iktidarı hedefle­meden “ muhalif’ olmanın pratik deneyle­rinin yaşandığı bir dönemdir. Bu deneyler­den alınacak dersler işçi sınıfının gelecek dönem mücadelesi için yaşamsal bir öne­me sahiptir. Çünkü sınıfın yaşayacağı tarih­sel kopuşmaların iktidar hedefini yaklaştı­racağı açıktır, fakat öte yandan iktidar he­definin netleşmesi de tarihsel kopuşma sü­recine ivme verecektir. Hatta sınıfta yeni­den bir iktidar bilinci oluşmadıkça kopuş- maların boşa sallanan boksör yumruğu gi­bi tüketici etkileri olabilir.

işçi sınıfının “ tarihsel uzlaşma” dan yeni bir tarihsel kopuşmaya geçmesinin bugü­

— yol_____________________________

nün verileriyle konuşacak olursak çok zor ve sancılı olacağı anlaşılıyor. Sosyalist siste­min uğradığı yenilgi, sınıfta yaşanan zayıfla­ma, düşüncenin yeniden pratik güce dö­nüşmesinin sancılı birikimi gelecek tarihsel kopuşmanın çok sancılı olacağının kanıtla­rıdır.

İşçi sınıfının yeniden tarihsel kopuşma- sından söz etmek aynı zamanda onun itti­fak güçleriyle ilişkisini de yeniden tanımla­mak anlamına geliyor. Kapitalist merkez­lerde, daha önceki klasik tanımlamalarda işçi sınıfı ve burjuvazi arasında konumlandı­rılan küçük burjuva tabakalar, sosyalizmin yıkılışından ve sınıfın bugünkü konumun­dan dolayı “ortada” olmaktan çok güçlü- nün çekim alanındadır. Ancak Arjantin o- laylarının gösterdiği gibi büyük çöküşlerde işçi sınıfı ile ittifak kurmak yerine kendi ba­ğımsız konumunu ortaya koyması daha büyük olasılıktır, işçi sınıfı bugün kendiliğin­den bir liderliğe sahip değildir. Dolayısıyla küçük burjuva tabakalarla ilişkisi de önceki dönemdeki gibi yürüyemez.

Bizim gibi ülkelerde ise, köylülüğün büyük ölçüde çözüldüğü, ancak ekono­minin yeni göçleri işçi olarak istihdam e- demediği bir dönemde klasik işçi-köylü ittifakı yerine “ sınıf içi ittifak” kavramına uygun düşecek bir gelişme yaşanmakta­dır. Köylülük kentlere yığılmıştır. A rtık köylü olmamasına rağmen henüz işçi de değildir. Aslında büyük kentlerde kendi­ne özgü bir “ işçi-köylü ittifakı” yaşanı­yor. Fakat bir geriye dönüş yaşanamaya- cağına göre buna işçi-köylü ittifakı de­mek yerine “ sınıf içi ittifak” demek daha uygun olur. “ Sınıf içi ittifak” ne ölçüde güçlü kurulabilirse ve kentlerde kendi güç ve etki alanını ne ölçüde yaratabilir­se, kırlarda gerçek bir ittifak yaratmak ancak o zaman mümkündür.

__ 30

Page 32: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

SONUÇ

Sanayi kapitalizmi dönemindeki işçi sınıfı mücadelesini daha çok düzenli o r­duların savaşına benzetebiliriz. Bugün güçlerin yeni dizilişine baktığımızda, ge­lecekteki işçi sınıfı mücadelesinin, dü­zenli orduların savaşından çok, her biri ayrı özellik ve nitelik taşıyan farklı savaş birliklerinin genel bir koordinasyon için­de, ancak zaman ve mekân olarak parça­lı savaşları olarak yaşanması çok daha büyük olasılıktır. Sınıflar kopuşması da, bu parçalılığın rengini taşıyacaktır.

Sınıfın çeşitli parçalarıyla kolektif davranması artık çok daha fazla bilinçli örgütlenme ve taktik zenginlikle müm­kündür. Sanayi kapitalizmindeki işçi sını­fının konumlanmasının yarattığı avantaj bugün yoktur. Ayrıca bugünün sınıf mü­cadelesi bir önemli dezavantaja daha sa­hiptir. 19. yüzyılda sınıflar kopuşması, ilk yaşandığı için, radikal ve atılgan bir ener­ji açığa çıkartm ıştır. Bugün, çöküş sonra­sının ihtiyatlılığı yaşanıyor.

Bunların yanında, sınıflar mücadelesi­nin yeni bir tempo ve seviye yakalayabil­mesi için bir basamağın geçilmesi gereki­yor. Bu basamağın başlıca iki unsuru var­dır. Birisi, sosyalizmin yıkılışıyla köpüren etnik, kültürel ve dini kökenli hareket­lerdir. Bu dalga sınıflar gerçekliğini belli ölçüde görünmez hale getirdi. Ancak sis bulutu dağılıyor, fakat yok olmuyor. Bu özellikler sınıflar savaşının içine bir yeni zenginlik olarak taşınıyor. İkincisi, ikti­dar ufkunun yitirilm esi nedeniyle müca­delenin sırf "m uhalif' zeminlerde kalma­sı ve lokalleşmesidir. Sınıfın ve çalışanlar kitlesinin kapitalizme zorunlu olarak ta­nıdığı bu toleransın da bir sınırı olacak­

tır. İktidar hedefine tırmanmayan müca­delelerin içinde bulunduğumuz dönem­de elde edeceği sonuçlar, kaçınılmaz bir şekilde yeni bir birikim yaratacaktır.

Bu basamak ülkelere göre farklı de­rinliklerde yaşanıyor, bir dönem daha yaşanmaya devam edecektir.

Böyle bir mücadele deney ve biriki­minin yaşanmasından sonradır ki, sınıflar mücadelesi yeni döneme uygun bir sevi­yeye tırm anabilecektir. Eskinin oldukça yekpare sınıf yapısının ortaya çıkardığı mücadele taktik ve biçim leri, yeni sevi­yede çok daha zengin ve karmaşık bi­çim lere girecektir. Sınıflar savaşının yeni dönemi, bir bakıma alıştığımız klasik sınıf davranışından öteye, bu anlamda sınıf kapsamında öteye alanlara da uzanmalı­dır. Bu süreçler yaşandıkça sonuç alıcı en yüksek basamağın nasıl çıkılabileceği- nin yolları daha açık hale gelecektir.

12.11.2004

DİPNOTLAR1. Hazırlayan: B.N.Ponomarev, The In­ternational Working-Class Movement, Volüme I, s.622. E.P.Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının O- luşumu, s. 6293. Robert Kuttner, The Limits of Labor Markets, Challenge, May-June, s. 854. Jonathan Hiatt, Union Survival Strate- gies for 2 İst Century, Journal of Labor Research, Fail 1997. s.488

____ sınıf mücadelesinin sorunları___

31

Page 33: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

DAYANIŞMA SINIFI YENİDEN YARATABİLİR Mİ?"Bir insan yığınının içinde yaşanılan gerçeklik üzerinde tutarlı ve bütün halinde düşünmesini sağlamak, bir felsefe "dahisinin" yapacağı ve yalnız küçük aydın kümelerinin malı olarak kalacak bir keşiften daha önemli ve dahası özgün bir felsefe olgusudur."Gramsci, Hapishane Defterleri

M. S in a n __________________________________________________________________

Bu yazının temel tartışma konusu sı­nıf hareketinin yaşadığı uzun erimli bir tıkanışın yapısal sebeplerinin neler olabi­leceği ve bu tıkanıştan çıkış için “ Daya- nışma” nın yeni bir sınıf hareketinin örül- mesinde ne gibi bir rol oynayabileceği o- lacaktır.

SINIFA NE OLDU?

İşçi sınıfı çok uzun bir süredir bir ira­de olarak, kendisi için bir sınıf olarak, bir taraf olarak kendini ifade edebilme so­runu yaşamaktadır, Neo-liberal politika­lar eşliğinde !980’den bu yana toplumun uğratıldığı yapısal dönüşüm, bir yandan eldeki birçok hakkın kaybedilmesine yol açarken aynı zamanda toplumsal güç dengesini işçi sınıfı aleyhine hiç durmak­sızın bozmaktadır. Zaman zaman yaşa­nan önemli çıkışlar ise en azından 89 ey­lemlerinden bu yana hiçbir iz bırakama- dan sönümlenmekte, hareketin bir ön­ceki seviyesinin daha gerilerine düşmesi­ne engel olamamaktadır.

Bu durum yani işçi sınıfının örgütlü bir toplumsal bir taraf olarak kendisini i- fade edememesinin sebepleri ne olabi­lir? Bu sorunun cevabını kimileri “ elveda

proletarya!” diyerek kendilerince verdi­ler. Bu kendi içinde tutarlı bir cevaptır. En azından yok olduğu düşünülen bir şe­yin etkinliğinin olamayacağı açıktır.

Bizler bu cevabı kabullenmiyoruz. İş­çi sınıfının ebediyen bir toplumsal özne olma konumunu kaybetmesini gerekti­recek süreçlerin yaşandığını düşünmü­yoruz. Hatta tam tersine ticarileşm e ile birçok yeni alanın piyasa ilişkilerine so­nuna kadar açıldığı neo-liberalizm koşul­larında, işçi sınıfının en azından potansi­yel olarak, yaygınlığının arttığını söyleye­biliriz. “ Proleterleşm e” tüm hızıyla de­vam etmekte olan bir süreçtir. Gerçi proletarya kapsamı altına girecek kesim­ler belki bundan 150 yıl önce umut edil­diği kadar standartlaşmış, türdeş bir topluluk oluşturmamaktadır. Belki sana­yi işçiliği oranı da beklendiği seviyede artm am ıştır ve hatta ileri kapitalist ülke­lerde sanayi işçiliği oransal olarak gerile­mektedir. Fakat bütün bunların hiçbiri işçi sınıfının etkinliğinin bu düzeye geri­lemesine açıklama olamazlar. Ekim D ev­rimi öncesinde işçi sınıfının o günkü Rusya toplumunda nüfusa oranı % I O’lar- da bile değildi. Bu gerçeklik işçi sınıfının Ekim Devrim i’nin m otor gücü olmasına

32

Page 34: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?__

engel olamadı.İşçi sınıfı ortadan kaybolmamış, tam

tersine sayısal olarak artmış ve yaygın­laşmış, kolektif bir sınıf olarak davrana­bilme yeteneğini kategorik olarak yitir­mesini gerektirecek gelişmeler yaşan­mamıştır. Fakat kimi yapısal dönüşümler geçirm ektedir ve bu yapısal dönüşümle­rin eski kalıplarla kolektif davranış yolla­rını tıkadığı söylenebilir. Çalışılan işyeri ölçeğinin küçülmesi, taşeronlaştırmanın ve işi parçalamanın yaygınlaşması, çalış­ma ilişkilerinin işçi sınıfı aleyhine bozul­ması, teknolojinin üretim içerisindeki a- lanının genişlemesi, temel güvencelerin bir bir ortadan kaldırılması, küreselleş­me ile dünya işçi sınıflarının birbirleri ile büyük bir rekabet içine sokulması, yeni işletme modelleri sermayenin işçi sınıfı­na yönelik taarruzunun birebir çalışma alanında ortaya çıkardığı değişikliklerdir. “ Bunu takiben işçi sınıfı iktidarının göz­den düşmesi ve gelişmiş kapitalist ülke­lerde işçi sınıfının çalışma koşullarının a- ğır ağır yaşadığı görece bozulma, geliş­mekte olan dünyanın büyük bir kısmın­da devasa, şekilsiz ve örgütsüz bir pro­letaryanın oluşumu ile at başı gitti” (Da- vid Harvey, N ew Imperialism, s.63) Bunları nötr bir teknolojinin, üretici güçleri geliştirmesi sonucu ortaya çıkan kaçınılmaz sonuçlar olarak değerlendi­renleyiz. Bu gelişmeler finans kapitalin, 1970 krizi sonrasında işçi sınıfından emi­len artı değeri arttırm ak adına yürüttü­ğü merkezi politikaların neredeyse dün­ya çapında türdeş sonuçlar yaratan ü- rünleridir.

Fakat işçi sınıfının etkin bir güç ola­rak ortaya çıkamamasını salt üretim ala­nındaki birtakım gelişmelere bağlamak mümkün değildir. Siyasi anlamda sosya­

list bloğun çöküşü işçi sınıfının harcı o l­muş bir ideolojinin hızla yıpranması so­nucunu doğurmuştur. Sosyalist ülkelerin çöküşü, tüm dünyadaki sosyalist hare­ketleri sarsmış, buradan Marksizmin kri­zine kadar ulaşılmıştır. Bu krizlere üreti­len yanıtlar çok tatm inkar olmamıştır. Siyasi kriz, ufuk kopması sonucunu do­ğurmuş ve sosyalist hareketler ile sınıf arasındaki güven ilişkisini büyük oranda yok etm iştir. Sınıfın ve sosyalist hareke­tin birbirinden hızla uzaklaşması sadece ülkemizde yaşanan bir sorun olmasa ge­rektir. Fakat biz bu yazı özelinde olabil­diğince ülkemizde yaşanan gelişmeler­den yola çıkarak kimi sonuçlara ulaşma­ya çalışacağız. Sınıfın siyasi kimliğinin bir türlü yeniden olgunlaşmaması yaşanan sorunları daha da ağırlaştırm aktadır. Sosyalist hareketler sınıfın ruh halinden tamamen kopup neredeyse skolastik tartışm alar ve kendilerine özgü bir koz­mosun içinde gün geçtikçe marjinalleşir­ken, sınıf ise dönemsel olarak farklı siya­si hareketlerin etkisi altına girmektedir. Bu durum bizde de her bir seçimde o r­taya çıkan birbirinin 180 derece zıddı sonuçlar ile belgelenmektedir.

Tabii sınıfın oluşumunu fazlasıyla be­lirleyen bir güncel etken de kültür en­düstrisidir. Kapitalizm boş zamanı ö r­gütleme ve gündelik yaşamı bazı ortak standartlara kavuşturma noktasında çok büyük mesafeler kaydetmiştir. Dolayı­sıyla işçi sınıfının bugünkü durumu üze­rine düşünürken egemen kültür endüst­risinin ortaklaştırıcı etkisinin farklı bir sı­nıf kimliği oluşumunu engelleyen muaz­zam etkisini de görmek gerekiyor. Bu iş­çi sınıfı tarihi açısından son 25 yılın en ö- nemli yeniliklerinden bir tanesidir.

Sınıfın kolektif davranışının gelenek-

33 —

Page 35: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sel zeminini bozan sebepleri böylece ça­lışma yaşamı, siyaset ve kültür meselele­ri olarak üç ana başlıkta toplayabiliriz.

Bu üç alanda ortaya çıkan olumsuz­lukların ürünü olarak toplumsal güç dengelerinde çok büyük bir kayma ya­şanmıştır. 1970 krizi sonrasında serma­ye büyük bir püskürtme saldırısına giriş­ti. Bu püskürtme saldırısı yukarıdaki üç alanda birçok farklı araç ile yürütüldü. Bugün gelinen noktada işçi sınıfının, ken­di iradesini ortaya koyabilen bir toplum­sal güç olarak varolabildiğini söyleyebil­mek çok zordur. İşçi sınıfı bir potansiyel olarak m evcuttur. Bu varlık, zaman za­man kendisini çeşitli toplumsal olaylarda dolaylı olarak ortaya koymaktadır. Fakat bugün etkin bir özne olarak işçi sınıfın­dan bahsedebilmek, dünya üzerindeki kimi tekil örnekler bir tarafa bırakılırsa mümkün değildir.

İradi bir güç olarak, kendisi adına ey- leyebiien bir güç olarak işçi sınıfından bahsedebilmek için ise bir örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Örgütlenemediği sürece potansiyel işçi sınıfının kendisi için bir sı­nıfa dönüşebilmesi imkanı bulunmamak- tadır.” Sınıf mücadelesi, ortak sınıf çıkar­larına sahip kitlelerin, sınıf bilinci, kolek­tif eylem ve toplumsal örgütlenme yo­luyla sahip oldukları kapasiteyi harekete geçirerek, toplum içinde belli bir güç durumuna gelmelerini anlatan böyle bir toplum sal oluşum sürecinin adıdır” (Öngen,s.222)

Dolayısıyla işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu krizlerin en önemlisi örgütsel krizidir. Çünkü örgütsel krizin aşılama­ması, yani işçi sınıfının en temel ortak çı­karlarını ifade edebileceği öz-örgütleri- ne sahip olamaması onun etkin bir sınıf

— yol____________________________

haline dönüşememesinin en önemli se­bebidir. Örgütlenm e sorunu aşılamadık­ça çalışma yaşamı, siyaset ve kültür alan­ları ile ilgili de adım lar atılabilmesi müm­kün değildir.

SENDİKALAR VE İŞÇİ SINIFI

İşçi sınıfının yukarıdaki ihtiyacına denk düşen en önemli örgütlenme aracı sendikalar idi. Gerçekten de işçi sınıfının en yaygın örgütleri tarihsel olarak sendi­kalar olagelmiştir. En genel işçi mesele­lerini ele alan, tamamen gündelik işçi ya­şamının doğal ihtiyaçlarından türeyen, işçilerin bir araya toplanmasını sağlaya­rak sınıfsal bir kimliğin ortaya çıkmasına hizmet eden sendikalar tarihsel olarak çok önemli bir rol oynamışlardır. Sendi­kalar, işçi sınıfının okulları olagelmiştir.

Fakat bugünkü aşamada sendikalar, dünyanın birçok yerinde ve özellikle de ülkemizde bu özelliklerini büyük oranda yitirm iş dürümdalar. Kapitalizmin geliş­me dönemlerinde, özellikle işçi sınıfının salt bir üretim maliyeti olarak değil de aynı zamanda bir tüketici, talep unsuru olarak görüldüğü Keynesçi dönem lerde sendikalar önemli oranda gelişme imka­nı buldular. Oysa bugün küresel durgun­luk koşullarını yaşıyoruz. Küreselleşm e koşullarında üretim yapılan yer ile ürü­nün satıldığı yer birbirinden neredeyse kopuşmuştur. Bu gerçeklik sendikaların geçmişteki ücret arttırıcı, çalışma koşul­larını düzeltici olanaklarını büyük oranda törpülemektedir. Bu anlamıyla sınıfın li­retimden gelen gücünün zayıfladığı söy­lenebilir. Neo-liberalizmin dayattığı yeni yasal düzenlemeler ve küreselleşmenin sermayeye sunduğu imkanlar, kısacası fi-

34

Page 36: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?__

nans-kapital iie proletarya arasındaki güç dengesinde ortaya çıkan kayma, işçi sınıfının üretim üzerindeki hakimiyetini azaltmıştır. Ayrıca teknolojinin işgücünü vasıfsızlaştırma etkisi aşırı işsizlik koşul­ları ile birleşince çalışma alanında eme­ğin sermayeye karşı direnme yeteneği daha da zayıflamaktadır. H er ne kadar çekirdek işgücü diye niteleyebileceğimiz vasıflı, merkez bir işçi topluluğunun var­lığından bahsedilebilse de bu kesim de küreselleşme tehdidi altındadır. Hem de iş sahibi olabilmenin büyük bir ayrıcalık haline geldiği günümüz koşullarında bu kesimler, bir sınıf hareketinin lokom oti­fi olacak enerjiyi ortaya koyamazlar. Bu kesimin sınıfın mücadelesinde etkin bir özne olabilmesi için hareketin belli bir ilk ivmeyi kazanmış olduğu bir ortam ge­reklidir.

Bugün sendikaları işçi sınıfının yaşam­sal ihtiyaçlarına yanıt veren kurumlar o- larak görebilme imkanı ortadan kalkmış­tır. Bu tespite aykırı kimi deneyim ler dünya deneyimlerinden gözlenebilse de (Güney A frika’da C O SA T U , Güney Ko­re ’de K C T U ) bunlar da istisna- i örnekler olarak gözükmektedir. Bunun birkaç sebebinden bahsedebiliriz.

Birincisi; sendikaların işçi sınıfının de­netiminden tümüyle çıkarılması. Soğuk Savaş döneminde Amerikan tarzı sendi­kacılık dünyanın her yerinde özel yön­tem lerle geliştirilerek sendikalar işçi sı­nıfını toparlayan ama işçi sınıfının örgütü olmayan kurumlar haline getirilm iştir. Sınıf sendikacılığı çizgisi çeşitli zor yön­tem leri ile etkisizleştirilm iştir. Hür sen­dikacılık çizgisi ise sınıfın denetimine ta­mamen kapalıdır. Dolayısıyla varolan sendikaların büyük bir kısmı, işçi sınıfını güden, onu denetim altında tutmaya ya­

rayan sermaye araçları haline dönüş­müştür. Hızla bürokratlaşan sendika yö­netimleri, işçi sınıfını denetim altında tutmaları karşılığında düzen protokolü­nün önemli bileşenleri haline dönüştü­rülmüştür. Bu yaşananlar varolan sendi­kalara karşı itimadı büyük oranda orta­dan kaldırmıştır.

İkincisi; sendikal mücadele çizgisi üc­ret sendikacılığına kilitlenmiştir, işçi için sendika yaşamsal birçok ihtiyaca yanıt ü- reten bir öz-örgüt olmaktan ziyade üye­si olunduğunda toplu sözleşmeden ya­rarlanılacak bir araç haline dönüşmüş­tür. Oysa 1970 sonrası kriz koşulların­da, sendikal mücadele kanallarından üc­ret düzeltmeleri gerçekleştirm ek gün geçtikçe zorlaşmıştır. Küreselleşm e ko­şullarında sermayenin hareket yeteneği büyük oranda artm ıştır. Ü cret artışları ya teknolojik yatırım lar ve verim lilik ar­tışlarıyla karşılanmış ya da yatırım ların farklı ülkelere kaydırılması sonucunu doğurmuştur. İşsizliğin büyük oranlarda artması işin kendisini bir tür ayrıcalık ha­line getirmeye başlamıştır. Dolayısıyla salt ücret yükseltme talebine kilitlenen bir sendikal anlayış anlamsızlaşmıştır. El­deki kazanımların her geçen gün yitiril- diği koşullarda sendikalar ciddi direnç noktaları olamamaktadır. Dolayısıyla sı­nıfı toparlama, bir araya getirme ve as­gari düzeyde de olsa bir şekil verm e gö­revini sendikaların varolan anlayışla oy­naması gün geçtikçe güçleşmektedir.

Üçüncüsü; sendikal örgütlülüğün en etkin taşıyıcısı olagelmiş, sanayi işçiliği, dünyanın bir kısmında oransal olarak a- zalmaktadır. Varolan sanayi işkolları içe­risinde ise ölçek büyük oranda küçül­m ektedir. Taşeronlaştırm a, fasona iş verm e, eve iş verm e vs. gibi işçi sınıfını

35

Page 37: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

atomlarına parçalamayı hedefleyen uy­gulamalar sömürü oranlarını atırmakta ve örgütlenme kapasitesini büyük oran­da düşürmektedir. Hizmet sektöründe istihdam edilenler ise geleneksel sendi­kal örgütlenm eye yabancılıklarını bir türlü üzerlerinden atamamışlardır.

Dördüncüsü, sendika örgütlenmesi işyerini merkezine alan bir modeldir. Fa­kat bugün işyerinin çalışma yaşamındaki etkinliği azalmaktadır. “Teknolojik geliş­me istihdamın giderek azalmasıyla birlik­te verimliliğin arttığı bir noktaya ulaştı; fabrikada çalışanlar topluluğu zayıflıyor ve küçülüyor, işten çıkarma modernleş­menin yeni ilkesidir” (Bauman,” Çalış­ma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar” ,s: 79) Bu durum, küçük işyerlerinde çalı­şanların çok sık iş değiştirmeleri dolayı­sıyla tek bir işyerini sahiplenmemeleri örneğinde de olduğu gibi sermayenin hareketliliğinin gelişimi, eve iş verm e, in­ternet üzerinden çalışma vs. ile de ilgili­dir. Dolayısıyla toplumsal yaşamı işyeri­nin dışında da yakalayan bir örgüt mo­deline ihtiyaç varmış gibi görünmekte­dir.

Beşincisi ve en önemlisi; sendikalar bugün işçi sınıfının parçalanması karşı­sında farklı kesimleri bütünleştirecek bir örgüt modeli olmaktan çıkmıştır. Bu parçalanma esnasında bir tarafta kalmış­lardır. Bugün yeni istihdam olanakları büyük oranda enformel sektörler kö­kenlidir. “ D iğer taraftan, kayıt dışı eko­nominin büyümesi; hem İş Kanunu hem de Sosyal Sigortalar Kurumu kapsamın­da olması gerektiği halde, kaçak çalıştırı­lan geniş bir ücretliler kitlesinin doğma­sı üzerinde etken olmuştur. 2000’li yılla­rın başında SSK ’ya tabi işçi sayısı 5.3 mil­yon iken, kayıt dışı işçi sayısı 3.4 m ilyo­

— yol-------------------------------------------

___ 3 6 ___________________________________

na ulaşmıştır. Bunun yanı sıra düzenli ve yeterli işi olmayanların sayısı 3 milyon, açık işsizlerin sayısı ise 2.4 milyon olarak tahmin edilmektedir. Bu son üç katego­rideki kişilerin sayısı 8.8 milyona ulaşmış olup, SSK kapsamındakiler! yüzde 66 o- ranında geçm ektedir” (Ahm et Makal, A- mele birliğinden yeni iş kanununa: T ü r­kiye’de çalışma ilişkilerinin 80 yılı, İktisat Dergisi, sayı 440) Evden çalışma ve kıs­mi zamanlı işler giderek yaygınlaşmakta­dır. Çalışma alanında çok farklı statüler ortaya çıkarılmaktadır. Hizmet sektö­ründe, çok ağır koşullarda çalışanlar ne­redeyse tamamen sendikaların menzili dışına düşmektedir.En azından sendika­ların algılayışı bu yöndedir. Küçük atöl­yelerde çalışan işçiler için de sendikal örgütlülük imkanı fiilen yoktur. Bu ko­şullarda potansiyel işçi sınıfının en büyük öbeklerini örgütlemeyi hedefleyemeyen bir örgüt modeli ile karşı karşıyayız de­mektir.

Bu parçalanma durumu o kadar be­lirgin bir şekilde ortadadır ki son 15 yı­lın bütün büyük sınıf hareketlerinde ra­hatlıkla gözlenebilir. Sosyal güvenlik ya­sasının engellenmesi için yaklaşık 500 bin sendikalı işçi Ankara’da toplandığı gün, sendikal örgütlülük dışında kalan, daha ziyade devrimci örgütlerle bağlan­tılı ve özellikle küçük atölyelerde, enfor­mel sektörde çalışan işçilerin kılı bile kı­pırdamadı. Çünkü bu kesim emekli ola­bilme düşlerini zaten çok önceden top­rağa gömmüştü. Fakat sendikalar, müca­dele sürecinde bu kesimleri kazanacak hiçbir adım atamadılar.

Yine benzer şekilde Kamu Refor- mu’na karşı çıkan kamu çalışanları, sını­fın geniş kesimlerini birebir ilgilendiren böyle bir konuda bunlar ile bağ kuracak

Page 38: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?__

imkanlara sahip olamamıştır. İlk kez bu süreçte K ESK içerisinde “ halkla bütün­leşme ve beraber mücadele etm e” iste­ği ifade edilse de bunun nasıl yapılacağı konusunda kimsenin kafasında bir şey bulunmamaktadır. Pratik imkanların çok sınırlı olduğu açıktır.

Bu koşullarda sendikaları sınıfın bütü­nü için işlevsel araçlar olarak düşünmek durumunda değiliz. Dolayısıyla işçi sınıfı­nın yeniden ayağa kalkmasını varolan sendikaların nicel büyümesinden ummak da gerçekçi görünmemektedir. “ Türki­ye’de çalışan kesimlerin kendilerini teh­dit eden değişim dinamiklerine, sol ta­hayyülü süslemeye devam eden sanayi iş­çisi bilinci ve modern örgütlenme yön­tem leriyle direnmelerini beklemenin çok gerçekçi olmadığını söyleyebiliriz” (Buğ­ra,Bir Toplumsal Dönüşümü anlama ça­balarına katkı: Bugün Türkiye’de E.P. Thompson’ı okumak) Zaten görünen durum sendikaların üye kayıplarının sü­rekli olarak devam etmesidir. Çoğu ö- nemli işçi havzasında sendikal örgütlen­melerin sınırlı olsa dahi bir etkinlikleri bulunmamaktadır. “ 1980’li yıllarda Türki­ye’de toplam ücretlilerin yaklaşık %20’si sendikalı iken, bu oran 2000’li yılların ba­şında %8 ’lere düşmüştür. Gene 1980’li yıllarda Sosyal Sigortalar Kurumu’na tabi işçilerin yaklaşık %50’si sendikalı iken, bu oran 2000’li yılların başında % I6 dolayla­rına gerilemiş; mutlak rakamlarla sendi­kalı işçi sayısı ise 1.5 milyondan I milyo­nun altına düşmüştür” (Ahm et Makal). Bugün Türk-İş’e ve D İSK ’e bağlı birçok sendikanın gerçek üye sayılarının yetki sı­nırının oldukça altında olduğu bilinmek­tedir ve bu durum hükümetler tarafından zaman zaman bir şantaj aracı olarak da kullanılabilmektedir.

Sınıfın etkin bir özne olarak oluşma­sının yatağı sendikalar olamayacaksa bu olanağı sunacak yeni bir örgüt modeli nasıl oluşturulabilir?

İŞÇİ SINIFI NASIL OLUŞUR?

İşçi sınıfı, ilk önce kendi içinde sürek­li bir ortak faaliyete sokulamadıkça etkin bir sınıf kimliği kazanamaz. “ N e zaman birtakım insanlar (paylaşılan ya da teva­rüs edilen) ortak deneyim ler sonucu a- ralarındaki çıkarların özdeşliğini, çıkarla­rı kendilerininkinden başka (ve genellik­le karşı) olanlara göre duyumsar ve ifa­de ederlerse o zaman sınıf oluşur” (Thompson, İngiltere İşçi Sınıfının O lu ­şumu, s.40) Dolayısıyla sınıf haline gele­bilmenin en önemli ön koşulu bir araya gelmedir. Bir araya gelebilmenin yolu nereden geçmektedir? Sınıfın neredeyse atomlarına parçalandığı, sınıf bilincinin bütünüyle silikleştiği, siyasi ajitasyonların etkinliğinin kalmadığı bir ortamda bir a- raya getirebilme ne üzerinden başarıla­bilir? İşçileri ve işsizleri birbirleri ile re­kabet eder mevcut konumlarından o- muz omuza vererek bir sınıf haline dö­nüştükleri aşamaya nasıl sıçratabiliriz? Bu sorulara bulunacak doğru cevaplar işçi sınıfının krizine karşı çıkış noktaları olabilirler.

Örgütlenm e gerçek sorunlar üzerin­den gerçekleşebilir. Bu örgütlemeyi yap­mayı hedefleyenlerin gerçek olduğuna i- nandığı sorunlar demek değildir. Çünkü örgütleme misyonu ile davranan sosya­list hareket mensupları sınıf ile yaşanan uzun süreli ayrılık sonucunda, sınıfın gerçek sorunlarını kavrayabilme olanağı­nı yitirm iş durumdadırlar. Kafalardaki

37 ----

Page 39: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

gündemler sınıfa dayatıldığında ise çağrı­ların karşılıksız kalması kaçınılmazlaş­maktadır. Dolayısıyla doğru çıkış nokta­larını hissedebilmek için bile sınıf içeri­sinde siyaset yapabilmeyi becerebilmek gerekm ektedir. “ Bu yılların -Sanayi Devrimi- en keskin çatışmaların hayat pahalılığı serilerinde içerilmeyen konular etrafında olduğunu çok güçlü bir şekilde hatırlatır. En fazla duygu yoğunluğuna yol açan konular çoğu kez, kolay anlaşı­lır “ ekmek ve peynir” meselelerinden çok, adalet-bağımsızlık-geleneksei adet- ler-güvenlik ya da aile ekonomisini ilgi­lendiren konulardır” (Thompson) Hangi temel eksenlerin sağlam bir örgütlenme inşasına zemin olabileceğini görebilmek için çoğu zaman kafalarımızdaki kalıpla­rın dışında düşünebilmek durumunda kalıyoruz. Bu aşamada dışarıdan bilinç taşımanın yönünün bir dönem içine te r­sine dönmesi ya da en azından karşılıklı­lığının altının çizilmesi kabul edilebilir.

Daha sonra bu sorunların kendisini salt işyerinde yaşananlar ile sınırlaması gerekmez. “ Bu ortamda işçi sınıfı üzeri­ne, Thompson’ın bir tarihçi olarak yap­tığı gibi, insanlara bakarak fikir yürüten bazı sosyal düşünürler, çalışma ortam ı­nın dışındaki yaşam alanlarında sürdürü­len ilişkiler ve bunları etkileyen siyasi sü­reçler üzerinde daha önemle durulması gerektiğine ve neo-liberal iktisat politi­kalarının özellikle bu alanlarda sorgula- nabileceğine işaret ettiler” (Ayşe Buğra) Sosyalist solda şöylesi bir yanlış anlayış vardır. İşçiyi işyeri kanalından örgütle­mek sınıf çalışmasıdır fakat mahalleden doğru örgütlemek sınıf çalışması değil­dir. İki türlü çalışmanın kendine özgü koşullan olduğu muhakkaktır. Fakat iş­yeri örgütlenmesini diğerinden üstün kı­

— yol____________________________

__ 38 ____________________________

lan bir yan bulunmamaktadır, “ proletar­ya, üretim süreci içinde belli bir konum­da bulunanları içeren bir kolektiviteden çok, bir bölümü üretim sistemi dışında kalan ve çeşitli insanlardan oluşan bir toplumsal kitleyi temsil etm ektedir. Bu toplumsal kitle içinde yer alan çeşitli ko- lektivitelerin, toplumsal sürecin bütün­lüğü içinde belli anlarda tarih sahnesine çıkmasıyla “ sın ıf’ dediğimiz özne ger­çekleşm ektedir” (Prezeworski, aktaran Öngen, 227) İkisinde de örgütlenen işçi­lerdir. İşyeri bugün sermayenin hakimi­yetini en dolaysız biçimde kurabildiği bir mekan haline gelmiştir. Bu yüzden son yıllarda işyerlerini hedefleyen birçok ö r­gütlenme gayreti başarısızlığa uğramış­tır. Bu durumun sebepleri üzerinde dur­malıyız. Zaten bu durum sendikal hare­ketin tıkanışına çözüm arayan birçok a- raştırmacı tarafından da tespit edilmek­tedir: “ Filipinler deneyiminden önemli sonuçlar çıkaran Scipes’a göre THS(top- lumsai hareket sendikacılığı), işçi müca­delesini toplumun niteliksel değişimin­deki çabalardan biri olarak görmektedir. İşyeri, siyasal mücadele ve toplumsal de­ğişimin tek ve öncelikli yeri değildir; bu nedenle de diğer toplumsal hareketlerle eşit ilişki temelinde ittifaklar arayıp, kur- malıdır” (Yüksel Akkaya, Toplumsal Ha­reket Sendikacılığı: N e kadar yeni, ne kadar eski?, www.sendika.org)

Ayrıca kapitalizmin yaşadığı yaygın­laşma artık her ilişkiyi neredeyse bir pi­yasa ilişkisi haline getirm iştir. “Yeni üre­tim sistemleri ücretli emeği kısmen fab­rika dışına kovalamıştır. Ancak sermaye bu şekilde kendi emek gücü örgütlen­mesini genelde bütün topluma yaymış­tır” (Sibermarx, N ick Dyer-W itheford) Özellikle ticarileşm e tüm yaşamsal ihti-

Page 40: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?

yaçları piyasaya bağlamaktadır. Dolayı­sıyla sınıf çalışmasını salt işyeri örgütlen­mesi ile sınırlı görmek ya da sınıf örgü­tünü illa da işyerleri üzerinden inşa et­meye çalışmak mutlak bir zorunluluk ol­madığı gibi bugün için çok olanaklı da gözükmemektedir.

Üçüncüsü örgütlenmenin, örgütlene­nin hayatında bir değişikliğe yol açması gerekir. Önem li bir sorunun çözümüne aracılık etmesi ancak örgütlenmeyi sağ­lam laştırabilir. Örgütlenm enin yaşam koşullarında bir düzelmeye yol açması gerekmektedir. Yoksa örgütlenme kişi i- çin salt bir ahlaki anlam taşıyor ise böy- lesi bir örgütlenmenin yaygınlık elde e- debilmesi mümkün değildir. “ David Croteau, bir telefon şirketinde hat işçisi olan Tom ’a, onu bir toplumsal değişim örgütlenmesi içinde yer almak için neyin motive edebileceğini sordu. Tom ’un ce­vabı şöyleydi: “ Sanırım bir fark yarataca­ğına inanırsam yer alabilirim. Ancak ger­çekten nasıl işlediğini, bir şeyleri değişti­rip değiştirmediğini görmem lazım. Ben yalnızca kendimi iyi hissetmek için dışa­rı çıkıp bir şeyler yapacak biri değilim, bilirsiniz. Neticeleri görmem gerekir. Bildiğim kadarıyla da bu tarz şeyler ge­nellikle dağılıp gidiyor. Gerçekten hiçbir şey değişmiyor.” (The Class Divide, Cynthia Peters)

G erçek bilinç sıçraması ancak örgüt­lü faaliyet ile mümkün olabileceğine gö­re örgütlenmenin ciddi bir ideolojik bi­linçlenmeye gerek duymaksızın müm­kün olabileceği bir örgütten bahsetmek gerekmektedir. Aslında sendikalar böy- lesi örgütlenm elerdir. İşçi, maddi koşul­larının düzeltilmesinin ancak birlikte davranmak ile mümkün olacağına inan­dığı zaman sendikaya üye olmaktadır.

örgütlenm enin işe yarayacağı düşüncesi bu noktada siyasi görüşün önüne geçe­bilmektedir. Sendikaların okul olabilme­si, faaliyet ve mücadele içerisinde işçi bi­reyin sınıfın bir bileşeni haline gelebil­mesi zaten ancak böyle mümkün olabi­lir. Sınıf kendi öz-örgütü içerisinde olu­şur.

Başarabilme işçi bireyin örgütünden aradığı en önemli özelliktir. “ Proletarya­nın düzen karşısındaki pragmatik tutu­munu en çok besleyen olgunun, artan toplumsal hoşnutsuzluk ile bunu değişti­recek gücün duyulmamasından kaynak­lanan ikilem olduğu söylenebilir” (O n ­gen, 253) Başaramayan bir örgüte üye olmak işçi için bir lükstür. Başarılan şe­yin büyük ya da küçük olması son kerte­de o kadar önemli değildir. Zaten mak- ro açıdan oldukça önemsiz gibi görünen bazı konular somut işçi için son derece hayati olarak algılanabilmektedir. Dola­yısıyla sınıfın öz-örgütünün tek yönlü iş­leyen değil hayatın neredeyse tüm alan­larına yönelik çözümler geliştirebilen bir özelliği bulunmalıdır. Kapitalizmin kendi­sini hayatlarımızın her alanına sokuştur­masına karşı işçi örgütünün de böyle bir içeriğe sahip olabilmesi gerekmektedir.

Ayrıca yeni örgütün sınıfın tüm bile­şenlerini örgütleyebilmesi gerekm ekte­dir. Sektörel ayrımlar, çalışma mekanla­rı farkları ortak bir paydada aşılabilir. Fa­kat bu amaca, O rtak Çalışanlar Yasası gibi bir araçla ulaşmayı ummak sorunu olduğundan fazla basite almaktır. Sorun yasalarla ilgili bir sorun olmanın çok ö- tesindedir. Tem el bir yaklaşım meselesi­dir. B ir fabrika işçisi de eve parça başı iş alan kadın da sağlık sisteminin özelleş­mesi karşısında birbirine çok benzer so­nuçlarla karşılaşmaktadırlar. Dolayısıyla

----------------------------------------- 39 —

Page 41: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sağlık hizmetlerinin yeniden kamusallaş­masını somut, anında erişilebilir, etkisi hissedilebilir bir biçimde sağlayan bir ö r­güte karşı tutum lar da büyük oranda ay­nı olacaktır, olmaktadır.

DAYANIŞMAEVLERİ SENDİKALARIN BOŞALTTIĞI ALANI DOLDURABİLİR Mİ?

Dayanışmaevleri, sınıfın ihtiyaçlarına uygun yeni bir örgütlenme modeli ola­rak ortaya konabilir mi?

Dayanışmaevlerinin bu imkana sahip olduğu söylenebilir. Kitle örgütlenmele­rinin karşı karşıya kaldığı birçok açmaza yönelik cevaplar bu kurumlara içkindir. G erçek sorunlara, gerçek çözümler, sı­nıfın içinden geliştirilerek yol alınmaya, çalışılmaktadır. Dayanışma faaliyeti tica­rileşme, piyasalaşma ile hayatları kör bir kıyıya fırlatılıp atılan sınıfın geniş kesim­lerinin ortak bir yaşamı inşa etme odak­ları olabilir. İşsizliğin büyük oranlara u- laştığı, çalışanların büyük bir kısmının da iş güvencesinden mahrum olduğu, elde edilen gelirlerin ise asgari yaşam stan­dartlarına ulaşmayı dahi sağlayamadığı koşullarda sınıfın büyük bir kısmının gü­nü kurtarma gayesi dışında bir beklenti­ye sahip olabilmesi mümkün değildir. O- zellikle genç işçiler için gelecek bütü­nüyle karanlıktır. Ardarda gerçekleştiril­meye çalışılan “ reform lar” , elde varolan sınırlı hakları dahi ortadan kaldırmakta, ticarileşm eyi geçmişle kıyaslanamayacak oranda geliştirm ektedir. Tarımsal nüfu­sun eritilm esi bu durumu daha da ciddi­leştirici etkiler yapar. A B ile müzakere­ler aşamasında, Türkiye’deki işsizliğin gerçek oranlarının ortaya çıkmasını en­

— yol-------------------------------------------

gelleyen en önemli kesim şehirlere dö­külmeye kalkışırsa bunun çok ciddi top­lumsa! sonuçları olacaktır.

Bu koşullarda sınıf kendi yaşam ko­şullarına doğrudan müdahale edebilecek kendi öz-örgütlerine ihtiyaç duymakta­dır. Çünkü varolan koşulları protesto etmek, reform lara karşı çıkmak pratik bir karşılık üretem em ektedir. Siyasi ö r­gütlerin ise, sosyalizmin itibarının zayıf­ladığı bu konjonktürde etkin bir gücü hareket geçirebilmesi yeni örgütsel a- raçlar geliştirmeksizin mümkün gözük­memektedir. Mücadele kampanyalarının sürekli olarak başarısızlıkla sonuçlanma­sı ise elbirliği ile bir şeylerin değiştirile­bileceğine dair inanç kırıntılarını da o r­tadan kaldırmaktadır. Böylesi bir tespit söz konusu mücadelelerin rafa kaldırıl­ması gerektiği anlamına gelmez. Yürütü­len her bir mücadele, birebir maddi so­nuçlar yaratamasa da zaman zaman top­lumsal bilinçte ciddi karşılıklar üretm ek­tedir. Fakat salt bu tarz mücadeleler ile sınıf siyasetindeki tıkanmanın aşılabilece­ğini ummak hayalciliktir. Sınıfın daha ge­niş kesimlerini kucaklayabilecek toplum ­sal örgütlenm eler yaratamadan, sınıfın ülke siyasetine damgasını vurmasını bek­leyemeyiz. Herhangi bir örgütümüz için­de konumlanmayan bir emekçi için çağ­rılarımızın pek bir anlamı yoktur. Büyü­yen, her geçen gün hayatın daha fazla a- lanını kapsayabilen bir dayanışma içeri­sinde konumlanan em ekçiler için aynı şeyi söyleyebilmek mümkün değildir. (Bu söylenenlerden, siyasetin dışlandığı bir sınıf hareketi yaratma niyeti anlaşıl­mamalıdır. Sorun siyaset yapılmasında değil siyasetin tamamen taşlaşmış, etki­sizleşmiş ve söylemden pratiğe geçeme­yen bir içeriği bir türlü aşamamasında-

40

Page 42: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?__

dır. Dayanışmanın gelişmesi, 3. Döne­min içeriğini daha iyi kavrayan bir siyasi yaklaşımlar manzumesini de geliştirmek­tedir. Eğer şu ana kadar gelişen olumlu süreç daha da ilerlerse bir süre sonra neyin politik neyin apolitik olduğunun yeniden tanımlanması gerekecektir)

Bugün sınıfın güç olarak yeterli ölçe­ğe ulaşamadığı durumda bir şey yaptırt­mak üzerine değil de yapmak üzerine ku­rulu örgütler sınıftan daha olumlu yanıt­lar alacak gibi görünmektedir. Bunun se­bebi çok açıktır. İhtiyaçların son derece acil bir hale geldiği, hayat mücadelesinin çok zorlaştığı ve devrimci siyasetin dö­nüştürücü gücüne duyulan itimadın asga­riye indiği koşullarda emekçilere yürüt­tükleri faaliyetin kendi hayatlarında bire­bir düzeltmeler sağlayacağı örgütlenme­ler yaratmak durumundayız. Dahası bun­ları süreklileştirmek zorundayız. “ Daya­nışma” faaliyeti çok zorlanırsa bir komün yaratmayı amaçlayan bir çalışma olarak düşünülebilir. Eğitim, sağlık kolektifleri, üretim ve tüketim kooperatifleri, boş za­manı olumlu biçimde değerlendirmeyi sağlayarak sermayenin kültürel hege­monyasından uzaklaşmayı sağlayacak kül­türel birimler, çetelere, uyuşturucu ta­cirlerine karşı koruma birimleri, afetlere acil müdahale ekipleri vs. Bu kapsam her geçen gün daha da genişleyecektir. Ma­dem ki bugün mücadeleye çağırdığımız insanlara sosyalist ülkelerdeki “ cen- net” ten güç alarak gidemiyoruz o zaman kendi yarattığımız yaşamlara yaslanaca­ğız. Sınıfın hayatını bütünüyle niteliksiz- leştirm eye yönelik düzenlemelere karşı sınıfın kendi hayatına sahip çıkmasını sağ­layan kendi öz-örgütleri ile...

Şimdi burada şu soruyu sormak ge­rekiyor. Kendi oturduğu semtte çocuk­

larının uyuşturucu ile zehirlenmesine karşı çıkan emekçilerin mücadelesine sı­nıf mücadelesi gözüyle bakabilir miyiz? İlk bakışta buna olumlu yanıt verebil­mek, en azından geleneksel konumlar­dan yola çıkarak mümkün değildir. Fakat yaşanan sorundan mağdur olan gençle­rin aslında genç işçiler olduğu düşünü­lürse ve uyuşturucu kullanımının aslında sermaye tarafından işsiz ve geleceksiz genç işçileri kendisine karşı mücadele e- demesinler diye çürütmek için geliştiri­len bir yöntem olduğu tespiti yapılırsa hala aynı olumsuz yaklaşımı sergilemek mümkün olabilir mi? Sınıfın yeniden aya­ğa kalkma sürecinde, yürütüldüğü alan i- tibariyle yerel, fakat kapsam açısından aslında geneii ifade eden m ücadeleler­den geçmesi gerekiyor ise sosyalistlerin buna karşı tutumu ne olacaktır? Varolan mücadelelerin çoğunlukla yerel ölçekte kalması eldeki güçlerin yerel ölçekte et­kin olması ile ilişkilidir. Yoksa çalışmanın yerel olarak yürütülmesine yönelik bir ön kabul mevcut değildir.

Thompson’dan yukarıda yapılan alın­tıyı tekrar hatırlarsak sınıfın bir süreç o- larak kavranması, hazırda varolan değil ama oluşan bir şey olarak görülmesi çok önemli diye düşünüyoruz. Hayatların yağmalanmasına karşı hayatımızı savu­nan bir örgütlenme. İşçilerin, günübirlik meselelerini tartışabildikleri, yoksunluk­larını elbirliğiyle giderebildikleri, daya­nışmanın ve paylaşmanın anlamını somut olarak yaşayarak öğrenebilecekleri, sınıf bilincini geliştirebilecekleri faaliyet m er­kezleri olarak Dayamşmaevleri sendika­ların bıraktığı boşluğu dolduracak ve bir okul hizmeti görecek sınıfın öz-örgütle­ri rolünü oynayabilirler. “ Küçük zaferler büyük hareketleri inşa eder. Mikro-siya-

41 —

Page 43: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

setle elde edilecek niceliksel ilerlem eler bir noktadan sonra kitlesel ulusal hare­ketler aracılığıyla niteliksel dönüşümler haline gelirler.” (James Petras, B ir süreç olarak A LC A , www.sendika.org )

Fakat Dayanışmaevierinin bugün bu noktada olduğunu söyleyebilmek müm­kün değildir. Elde edilen kimi olumlu so­nuçlar hiçbir tatmin duygusu yaratma­malıdır. Şu gerçekten karanlık günlerde elde edilen en küçük başarının dahi ne kadar büyük em ekler karşısında elde e- dildiği ortada olsa da şu anki halimizin yeterli olduğunu söyleyebilme imkanı­mız bulunmamaktadır. Dayanışmaevleri- nin sınıfla daha fazla bütünleşebilmesi, bulunduğu alanlarda kendisini hayatın merkezi haline getirebilmesi ile müm­kün olabilir ancak. Dayamşmaevleri öyle bir koza örebilm elidir ki bu kozanın için­de olabilmenin avantajları dışında kal­maktan çok daha fazla olmalıdır. Daya- nışmaevleri fiili dayanışma odakları ola­rak bölgedeki hayatın tüm kriz noktala­rına müdahale edebilecek seviyede ken­disini geliştirebilmek, araçlarını zengin­leştirebilmek durumundadır.

Sınıfla bütünleşebilmek ve sınıfın e- nerjisini de en üst seviyede faaliyetlere çekebilmek için kurumların özerk ve ka­tılımcı yapıları geliştirilmek durumunda­dır. Aksi takdirde bütün iyi niyetli gay­retlerim ize rağmen hayatı tam kavraya­bilmek, em ekçileri Dayanışmaevi çalışa­nı haline getirebilmek mümkün olama­maktadır. Dayanışmaevlerini sınıfın öz- örgütleri olarak gördüğümüzü salt pro­paganda olsun diye söylemiyoruz. Bugün devrimci hareketin ihtiyaç duyduğu şey, kendisini ürettiği dar gruplarla oyalan­maktan ziyade çağıl çağıl akan bir sınıf örgütlenmesinin tem ellerini atabilmek­

— yol--------------------------------------------

tir. Bu yaklaşım yaşanan sosyalizmin o- lumsuzlukları ile hesaplaşabilmenin ilk pratik adımı da olacaktır.

Bu tartışmanın sonucunda sendikala­rın tamamıyla kadük bir hale geldiklerini iddia etmeyeceğiz tabii ki. Fakat onların da faaliyet biçim lerini ve kapsamlarını genişletmelerinin gerektiği açıktır. Bu ih­tiyacın en bariz, uygun bir sıçramanın i- se görece mümkün olduğu sendikal ö r­gütlenmeler ise kamu çalışanları sendi­kalarıdır. Kamu çalışanlarının yaşamları­nı örgütlemeyi önüne hedef olarak koy­madığı sürece K ESK ’in etkinliklerini ko­rumaları pek mümkün görünmemekte­dir. Varolan üyeliklerin büyük bir kısmı kağıt üzerinde kalır bir hale gelmiştir. Aktif üyelerin varolan üyelerin içindeki oranı % I0 bile değildir. Ü yeler örgüte büyük bir hızla yabancılaşmaktadır. Çün­kü üye olmak ile olmamak arasında fiili hiçbir farklılık yoktur. K ESK bu gerçek­liğe sırtını dönmeye devam ederse ken­disini kısa süre sonra marjinalleşmeye karşı koymaya çalışır bir noktada bulabi­lir. Sendikalar da çıkış olarak “ dayanış­mayı” kapsayan ve derinleştiren bir çiz­gi yakalamalıdır.

Bu sürecin en önemli ayağı siyaset i- le dayanışma çalışması arasındaki bağı doğru kurabilmekten geçmektedir. Ö- nümüzdeki dönemin egemenler açısın­dan “ sosyalist mücadeleyi bütünüyle si­vil toplum hareketine dönüştürm e” gündemini taşıdığı açıktır. İlk bakışta faa­liyet alanı olarak dayanışma faaliyetinin hem İslamcıların taban çalışmasına hem de STK adı verilen kurumların yaptıkla­rına benzerlikleri olduğu açıktır. Daya- nışmaevlerinin en önemli farkı ise kuru­cularının siyasi kimliğinden kaynaklan­maktadır. Dayanışmaevierinin ufkunda,

__ 42

Page 44: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dayanışma sınıfı yeniden yaratabilir mi?__

sınıfın sermayenin dilencileri ve duacıla­rı haline getirilmesi değil sınıfın, öz-ör- gütleri aracılığıyla ayağa kaldırılması var­dır. Temel amaç, dayanışmanın gücün­den yola çıkarak öncelikle ikili iktidar seviyesine sıçrayacak bir güç birikimi ya­ratabilmektir. “ İkincisi, kooperatifler ü- yelerinin yaşam standartlarını iyileştirir­ken, genel olarak kapitalist sistem içinde uygun bir yer buldular. Nüfusun %60’a yakınının fakirlik sınırı altında ve 8 mil­yon çocuktan 4 milyonunun yetersiz beslenme ve bununla ilgili hastalıklardan acı çektiği koşullarda bulundukları bir zamanda politik ihtiyaç, başarı” adacıkla- rı” ndan, sosyo ekonomik yapıda temel değişikliklere, vahşi kapitalizmden işçile­rin öz yönetiminin olduğu sosyalizme doğru ilerlem ektir” (James Petras, Henry Veltmeyer, “ Tarihsel Perspektif­te İşçi Öz Yönetimi” , Cosmopolitik sayı6) Petras’ın Arjantin için yaptığı vur­guya sonuna kadar katılıyoruz.

Ama bu vurguyu daha gerçekçi ko­şullarda, bizlere bir eylem görevi çıkara­cak anlamda yapabilmek için öncelikle anlamlı sayıda “ başarı adacığına” ve dişe dokunur bir kitle bağı seviyesine ihtiya­cımız olduğu da muhakkaktır. Bu koşul­ları sağlayamadan, aynı sözleri bıkmadan usanmadan tekrarlayan papağanın duru­muna düşmekten kurtulamayız. Tam dozunda kurulamayan siyaset-dayanışma ilişkisi çalışmanın iki ayağından birini felç bırakır. Şimdilik bu konuda uyanık ol­mak yeterli bir politik tutum olarak gö­zükmektedir.

SONUÇ OLARAK

Bugünün gerçekliği olamasa da Daya-

nışmaevlerini sınıfın güncel ihtiyaçlarına ve örgütlenme seviyesine uygun bir ö r­gütlenme modeli seviyesine getirebilme olanağı mevcuttur. Bu olanağın gerçekli­ğe dönüştürülebilmesi ise yıllardır kahır­lı dayanışma faaliyetinin içerisinde tüm zorluklara rağmen çıkış yolları bulmayı başaran Dayanışmaevi çalışanlarının ya­ratıcı emeği ile mümkün olacaktır. Fakat ufkumuzu netleştirmek durumundayız. Bugün için bakıldığında gerçekten aşırı bir önerme gibi gözükse de sınıf hareke­tinin krizine yanıt olarak yaratılmış daha etkin bir araç mevcut değildir. Dünyada yaşanan örgütlenme örnekleri de aslın­da sınıfın örgütsel gücünün düşük oldu­ğu noktalarda bir şeyler yaptırtmayı de­ğil de yapmayı hedefleyen örgütlerin da­ha büyük bir güç haline dönüştüğünü göstermektedir. Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi, Arjantin’deki İşsizler hareketi. Tabii ki bu örgütlerin devrimci hareketin önünü ne oranda açacağı bu­günden bakıldığında flu kalabilir. G e r­çekten de salt temel ihtiyaçların ortak karşılanması üzerine kurulu bir örgüt­lenmenin iktidarı hedefleyen bir devrim­ci siyasi hareketi besleme garantisi yok­tur. Ortaya çıkan sınıf bilincinin devrim­ci bir siyasileşmeye ne oranda açık ola­cağı doğrudan devrimcilerin yürüttükle­ri faaliyetlere bağlı olacaktır. Yapılan propaganda-ajitasyon faaliyetlerinin ger­çekten anlam bulacağı ortam ancak sını­fın önemli bir kısmının kendi öz-örgütle- ri içinde örgütlü bulunduğu, kendisini sermayenin örgütlerinden kafaca ve ya­şamca ayırabildiği koşullarda mümkün olacaktır. Bugün sendikal bilincin “ zehir­lediği” bir “ sınıf’ karşısında değiliz. D o ­ğal olarak her dönemin politik görevle­ri, o dönemin koşullarından ve ihtiyaçla-

----------------------------------------- 43 —

Page 45: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

rından kök alacaktır. Bugün “ sınıf’ı yeni­den ortaya çıkartacak araçlar yaratmak durumundayız.

Dayanışmaevleri bu amaca en uygun araç görünümündedir.

KAYNAKLAR1. N ew Imperialism, David Harvey2. Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Tü­lin Öngen, Belge Yayınları3. Hapishane Defterleri, Gramsci, Belge Yayınları.4. Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Bauman, Sarmal Yayınları5. Türkiye’de Çalışma İlişkilerinin 80 yılı, Ahmet Makal, İktisat Dergisi6. Bugün Türkiye’de E.P. Thompson’u Okumak, Ayşe Buğra, Toplum ve Bilim7. İngiltere’de İşçi Sınıfının Oluşumu, E.P Thompson, İletişim Yayınları8. Toplumsal Hareket Sendikacılığı: Ne kadar eski, ne kadar yeni? , www.sendi- ka.org9. Sibermaoc, Nick-Dyer Witheford, Ay­kırı Yayınları10. The Class Divide, Cynthia Peters, www.zmag.orgI I. Bir Süreç Olarak ALCA, James Pet- ras, www.sendika.org 12. Tarihsel Perspektifte İşçi Öz Yöneti­mi, J.Petras-H. Veltmeyer, Cosmopolitik, sayı 6

— yol-------------------------------------------

_ 44

Page 46: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Taylorizmden Postfordizme ve TOPLAM KALİTE SEVİMSİZLİĞİ

__________________________________________________________ Umut Aydın

Son çeyrek yüzyıldır, kapitalist üre­tim tekniklerinde yeni bir süreçten bah­sediliyor. İşçiyi belli kas hareketlerine indirgeyen, tümüyle makinenin uzantısı haline getiren yapılanma, hızlı bir deği­şim içine girmiştir. Üretim birimlerinin küçüldüğü, sınıfın bir bölümünün zihni faaliyetin içine girdiği, paralel olarak sınıf içinde yapısal bir parçalanmanın da orta­ya çıktığı bir dönem söz konusu olan.

Yaşanan sürecin sınıflar mücadelesi­ne doğrudan etkileri olduğu aşikar. Ö te yandan yeni üretim teknikleri ile “ yeni” bireycileşme arasında bağ kurmak, dün­ya genelinde yaygınlaşan çürümenin, de- ğersizleşme ortamında her şeyin paraya indirgenmesinin izlerini bu noktadan ha­reketle sürmek de mümkün elbette. Ancak bu yazı hedefi itibariyle kapitalist üretim tekniklerindeki evrimi ele alacak, yaratılan kalite mitosunun perde arkası­nı sorgulayacak, bu anlamıyla da “ tek­nik” kalacaktır.

TAYLOR’UN MÜHENDİS ‘ZEKASI’

Taylorizm, A B D ’de 1880-1890 yılla­rında ortaya çıkan “ sistematik yönetim hareketinden doğmuştur. Frederick

Her türlü mekanın yıkılışını işitiyorum, parçalanan camı ve çöken duvarları,

zaman ise son kızgın bir alev.James Joyce

W inslow Taylor’un ana tezi; geleneksel manüfaktür kültüründe, ancak hiyerar­şik ve otokratik bir organizasyon yapısı geliştirilebilirse büyük ölçekli fabrika kültürüne doğru bir evrim yaşanabilir, şeklinde özetlenebilir. Bu ise üreticiden tüm üretim bilgisi ve tasarım gücünün kesin olarak koparılması ve merkezi o- torite olarak yönetimin elinde toplan­ması ile mümkün olabilir.

Taylor, 20. yüzyılın başlarında kapita­lizm açısından giderek büyük bir proble­me dönüşen emeğin kontrolü meselesi­ni ele alırken, işçinin doğuştan günahkar ve aptal olduğu iddiasıyla hareket eder. Ona göre insan doğal bir içgüdünün yönlendirmesi altında işi kolaydan alma ve kaytarma yönünde hareket eder. D o ­layısıyla, herhangi bir denetleyicinin ol­madığı hallerde dahi, üretim sürecinin aksamadan yürütülmesi sağlanmalıdır. Ayrıca işçiler en verimli biçimi bulabil­mek için gerekli zekaya sahip olmadıkla­rından, üretimdeki rolleri pasifize edil­meli, makinenin basit bir uzantısı haline getirilmelidirler.

Taylorizmin yönetim pratiğini üç farklı düzeyde toplayabiliriz. I. İşin tasa­rımı, 2. İşin yapılışının kontrol edilme bi­çimi ve 3. Bu kontrol biçiminin içerdiği istihdam ve para politikası.

45 ----

Page 47: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Taylorizm, öz itibariyle sistematik bir analizin ardından süreci küçük parçalara böler, zaman ve biçim açısından stan­dartlar oluşturur ve paralel olarak parça başı ücret sisteminin temellerini atar. Nihayetinde Taylorizmin esası işbölü- müdür.

Taylorizmin hedefi işçiyi her türlü ü- retim bilgisi ve zihinsel faaliyetten ko­partmak, vasıfsızlaştırmak, farklılıkları yok etmek, dolayısıyla değersizleştir- mekti. Ancak yine de üretim işçinin be­cerisine ve kapasitesine bağımlı kalmış­tır. Çünkü verimlilik artışı hala işçinin el- ayak sayısı, kuvveti, hızı ve el idaresine bağlı olan aletler tarafından sınırlanabili­yor, işçi ve niteliği hala üretim sürecinde stratejik bir önemi koruyordu. Taylo­rizm makine değil, alet kullanan bir sis­temdir ve alet, işçinin iradesine bağlı o- larak işler.

FORDİZM VE BANT SİSTEMİ

Henry Ford’un, sahip olduğu otomo­bil fabrikasında uygulamaya koyduğu Fordizm; işçiyi, mekanik bir hat üstünde hareket eden emeğin nesnesi üzerinde, çalışma süresi boyunca aynı parça işi be­lirli bir hız ve biçimde tekrarlamak zo­runda bırakan montaj hattıdır. Aslında Ford’un montaj hattı, Taylorist yöntem­lerden tamamen bağımsız bir buluş de­ğil, bu yöntemlerin mekanize olmuş biçi­midir ve kitle üretimi sistemini doğur­muştur.

Fordizmin Taylorizmden ayırt edici özelliği, üretim sürecinin ilk defa işçinin özelliklerine ve fiziksel niteliğine bağlı o- larak örgütlenmesinden çıkılıp, makine­nin (tekniğin) mantığına göre örgütlen­

— yol-------------------------------------------

miş bir üretim sürecine geçiş olmasıdır. En ince parçasına değin ayrıntılandırılan işlerin tek amaçlı makineler tarafından yapılır hale gelmesi, üretim sürecini sü­rekli bir gelişmeye yatkın ve elverişli kıl­mıştır. İşçinin makinenin pasif bir uzantı­sı haline gelmesi ise; işçinin bilgi ve be­cerisinin tümüyle gereksiz hale geldiği, tecrübesiz yeni işçinin uzun yıllar çalışan bir işçinin yerine hemen alabilmesinin sağlandığı ve bütün işsizlerin yedek işçi ordusu olabildiği bir avantajı sermayeye kazandırmaktadır.

Taylorizmden Fordizme tek değişen şey makineleşme değildir elbette. A tö l­yenin organizasyonu da baştan tanımlan­mış, kayan üretim hattının kurulmasıyla, “ aylaklık” olarak kabul edilen işçi mobi- litesi ortadan kaldırılmıştır. Böylelikle hem işçi belli bir iş noktasına sabitlenir- ken hem de hattın hızı ayarlanarak işçi­nin işe ayırdığı süre kontrol altına alını­yordu. İşçi, sadece vasıfsızlaştırılarak makinenin değersiz bir parçası haline gelmekle kalmıyor, aynı zamanda üreti­me ait her türlü bilgiden soyutlanarak zihni faaliyetten de kopartılıyordu.

Esas itibariyle; Fordist sistem ayrıntı­lı işbölümü esasına göre örgütlenmiş, her işçinin dar anlamda tanımlanmış, ru­tin bir işi sürekli olarak yaptığı bir işleyiş ile verimlilik artışı sağlamaya yönelmiş­tir. Makine ile işçi arasında sabit bir iliş­ki kuran montaj hattı, çıktının standart­laşmasını getirirken, bu da kitle üretimi­nin teknik koşullarını sağlamaktadır. Re­kabetin esası ise aynı maldan çok sayıda ucuza üretmek üzerine kurulmuştur.

“ Henry Ford, ‘müşteri, siyah renkte olduğu sürece, istediği renk arabayı sa­tın almakta özgürdür’ dediğinde şaka

46

Page 48: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

yapmamaktadır. O , yığın üretiminin, bü­yük miktarda tek tip üretim yapmak te­meline dayanan ruhunu anlatmaktadır. Elbette, Ford, müşterilerine renk seçe­neği vermenin kolay olduğunu bilmek­teydi; yapması gereken tek şey, hattın sonundaki işçiye bir tane yerine üç veya dört tane boya tabancası vermekti. Fa­kat Ford bir kez çeşitliliği kabul ederse, ürünün tek tipliği tamamen elden gide­cekti. Onun için yığın üretiminin esprisi ürünün tek tipliğidir.” 1

Verimlilik artışı organizasyon yapısı i- le de pekiştirilmeye çalışılmış, dikey ha­berleşme, merkezi denetim ve kontrol esasına oturtulmuştur. Böylece karar al­ma tamamen atölyenin dışına çıkartılır­ken işçi pasifize edilmiştir.

FORDİZMİN KRİZİ

Fordist sistemin verimli işleyebilmesi standart tüketim kalıplarına bağlı olduğu kadar, diğer yandan geniş ve istikrarlı pazarların varlığına da bağlıdır. Pazarlar, hem büyük miktarlarda üretilmiş stan­dart malların yutulmasına elverecek ka­dar geniş olmalı, hem de büyük ölçekli yatırımları amorti edecek süre kadar is­tikrarlı olmalıdır. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki iktisadi ve siyasi konjonktür, Fordist sistemin gelişmesi için bu zemini sağlamıştır.

Üretim artışı ile istikrarlı büyük pa­zarlar ve yüksek talep arasındaki uyum sonucunda Fordizm, 1945-1970 yılları a- rasında egemen üretim sistemi haline geldi. Ancak I970’li yıllarla birlikte, üre­tim ve ticaret hacmi düşüşe geçerken büyük istikrarlı kitlesel pazarlar çöktü. Yerine küçük ve istikrarsız bir pazar ya-

pisi ortaya çıktı. Tüketici tercihlerinin standart ucuz mala doyması ve talebin mal çeşitlemesine kayması da eklenince Fordizmi ayakta tutan kitle talebi koşul­ları ortadan kalkmıştır.

Ancak Fordizmin krizini sadece ta­lepteki azalmalara bağlamak, krizi pazar yönlü kavramak olur. Fordizmin iç me­kanizmalarına da bakmak gerekiyor.

Kayan üretim hattındaki zaman ko­ordinasyonu bunlardan biridir. Eşit ol­mayan işlerin farklı üretim noktalarında­ki koordinasyonu bir sorun haline gel­miştir. Bazı noktalarda yığılmalar yaşa­nırken bazı noktalarda boş bekleme sü­releri ortaya çıkmıştır. Ö te yandan, üre­tim hattının yüksek tampon stoklarla ça­lışması gerek ölü sermaye gerekse de­polama giderlerini artırmakta, sistemin eldeki stoklara bağlı olarak arz yönlü iş­lemesine ve talep değişikliklerinden iyi­ce kopmasına neden olmuştur. Yine bir başka problem ise üretim ve kalite ilişki­sinin oturtulamamış olmasıyla ortaya çıkmıştır. Fordizmde, üretim ile kalite kontrolü ayrı işlerdir ve ayrı kişiler tara­fından yapılır. Bu durum hatalı ürün ora­nını fazlasıyla artırmıştır. İşin gittikçe ay- rıntılandırılması ve emek yerine makine ikamesinin vardığı nokta, üretim hattının giderek büyüyen ve daha fazla makinele­şerek verimliliği artırmaya elvermeyen bir yapıya dönüşmüştür. Bu durumda sermayenin teknik bileşiminin makine lehine artırılması artık mümkün olma­maya başlamıştır.

Tüm bunların yanı sıra; büyük ölçek­li işyerlerinde yığın üretimi yapmak çok sayıda işçiyi kapsayan kitle sendikacılığı­nın da önünü açmıştır. Ki 1970’lerde ka­pitalist sistemin içine girdiği kriz, yoğun

_______ taylorizmden postfordizme__

— ------------------------------------- 47 ----

Page 49: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

uluslararası rekabet, bu rekabete bağlı olarak teknolojik dönüşümün artan hızı ve maliyetlerin aşağı çekilmesi zorunlu­luğu sermayeyi işçi sınıfının örgütlülüğü­nü parçalama yönünde politikalar üret­meye yöneltmiştir. Kapitalist krizin ya­rattığı ortam, yeni bir düzenlemeyi, ya­pısal değişikliği gündeme getirmiştir.

Aslında Fordizmin yaşadığı sıkıntıları “ katılık” sözcüğüyle özetlemek de mümkün. Kitle üretimine yapılan uzun vadeli ve geniş ölçekli sabit sermaye ya­tırımlarının, tasarımda esnekliği büyük ölçüde engelleyen ve değişmez tüketici piyasalarında istikrarlı büyüme varsayı­mına dayanan katılık; emeğe karşı yöne­limde, emek dağılımında ve özellikle te­kelci sektörde iş sözleşmelerinde katılık vs. vs. 2

FORDİZMDENPOSTFORDİZME

Fordizmin krizini yaratan faktörlerin ışığında bakıldığında, ortaya çıkan post- fordist gelişmeler bir yandan küçük ve istikrarsız pazarlara ve değişken tüketici tercihlerine uyum sağlayabilecek; diğer yandan sermayenin verimliliğini düşüren aşırı stok, aşırı makineleşme, aşırı hatalı ürün gibi kısıtları aşabilecek ve yüksek sendikal mücadeleyi engelleyebilecek bir “ verimlilik ve karlılık artırma” arayışının ifadesidir.

Sonuçta bu arayış, aynı zamanda ka­pitalizmin krizine de bir bakışı ifade et­mektedir. Bu tartışmaların hemen hep­sinde kavramsal olarak Fransız Düzenle­me Okulu’nun etkilerini görmek müm­kündür. Düzenleme Okulu, kar haddinin düşme eğiliminde üretim sürecinin be­

— yol-------------------------------------------

lirleyici bir rol oynadığını, Fordizmin yal­nızca bir üretim organizasyonu biçimi değil, aynı zamanda bir sermaye birikimi rejimi olduğunu ve bu yüzden de yaşa­nan krizin, Fordist birikim rejiminin kri­zi olduğunu ileri sürer. 3

Düzenleme kuramına göre, II. Dünya Savaşı sonrasında sermaye, tüketim mal­ları kesimindeki verimlilik artışı ile kitle­sel satın alma gücünü 20 yıl kadar den­geleyebilmiş, diğer bir deyişle, verimlilik artışı ile ücret artışları arasında bir den­ge sağlayabilmiştir. Fakat 1960’ların so­nuna doğru, makinelerin sürekli ve gide­rek daha yoğun uygulanmasının, verimli­lik artırıcı potansiyelinin tükenmeye başlaması ile bu denge bozulmaya başla­mıştır.

Söylenmek istenen, refah devleti ka­lıplarının, sermayeye dar gelmeye başla­dığından başka bir şey değildir. Çünkü Fordist süreç aynı zamanda ücret ve ça­lışma koşullarının iyileştiği, yığın sendi­kacılığının her anlamda etkin olduğu, sosyal hakların arttığı, sosyai güvenlik kurumlarının etkinleştiği bir dönemdir. Sosyal taleplerin kurumlaştığı, ücretli e- meği disipline eden sendikal yapı, artık rejimin karşılaştığı zorluklar ve düşen gelişme hızı karşısında sisteme tehdit o- luşturmaya başlamıştır. Dolayısıyla, hızla sendikasızlaştırmaya gidilmelidir. Post- fordizm ya da esnek üretim her şeyden önce emeğe karşı bir saldırıdır.

Bu noktaya geri dönmek üzere kapi­talizmin arayışına tekrar bakalım. Bu a- rayış, yeni pazar ve tüketici talebi koşul­larına uyum ve yeni verimlilik/karlılık ar­tışı arayışıdır. Bu durum Fordist ilkeler­de köklü bir değişimi zorunlu kılar. G e ­rek üretim sürecinde ve kullanılan tek-

__ 48

Page 50: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

nolojilerde, gerekse de emeğin niteliğin­de ve iş yoğunlaşmasında değişim de­mektir.

Ayrışmış talebe büyük bir esneklikle cevap verebilme yeteneği, postfordist sürecin doğasının kavranmasında anah­tar rolü oynamaktadır. Bir maldan bir başka malın üretimine geçişte çok az a- yarlama süresi ve bekleme zamanı ge­rektiren, üretim süresini hızla artırabi- len programlanabilir mikroelektronik teknolojiler önemli bir esneklik sağla­maktadır. Mikroelektronik akşamlı tek­nolojiler aşırı makineleşme ve boş bek­leme sürelerini de azaltmaktadır. Post­fordist üretim sürecinde ürün tasarımı, stok kontrol, pazarlama, finans, yan sa­nayi ilişkileri gibi yönetim ve kontrol fonksiyonları otomasyon uygulamaları­nın kapsamına girmiştir. Üretim organi­zasyonundaki bu değişim ve yönetimde enformasyon teknolojilerinin kullanımı yönetici, mühendis ve emek arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasını gerek­tirmektedir. İddia şudur; Fordist üretim sisteminde ortaya çıkan bir çok verim­sizlik ve hantallık, yeni yönetim teknikle­ri ile ortadan kaldırılmıştır. Teknoloji­den çok insan faktörünü etkin kıldığını savlayan yönetim tekniklerine toplam kalite başlığında geri döneceğiz.

Postfordizm, Fordizmin katılıklarına cepheden savaş açmıştır. Emek süreçle­ri, ürünler ve tüketim kalıpları bakımın­dan esnekliğe dayanır. Temel özellikle­rinden biri, yepyeni üretim sektörleri­nin, finans hizmetlerinde yepyeni yön­temlerin, yeni piyasaların ortaya çıkması ve hepsinden önemlisi ticari, teknolojik ve örgütsel yeniliklerin temposunun bü­yük ölçüde hızlanmış olmasıdır. Esnekli­ğin artışından gelen güç, kapitalizme e­

mek üzerinde daha güçlü bir denetim uygulama şansını yaratmıştır. Esnek üre­tim, yüksek “ yapısal” işçilik düzeyleri, vasıfların hızla yok edilmesi ve yeniden oluşması, gerçek ücrette ancak alçakgö­nüllü artışlar (o da olduğu zaman) ve Fordist rejimin ana direklerinden biri o- lan sendikaların gücünün geriletilmesi gi­bi özelliklere sahiptir.

Piyasada yaşanan dalgalanmalar, re­kabetin yoğunlaşması, kar marjlarının a- zalmasına yanıt olarak patronlar, mev­cut emek fazlasını öne çıkartarak çok daha esnek çalışma biçimlerini dayatmış­lardır. Sürekli işçi çalıştıran firmalarda bile belli günleri “ ücretsiz izin olarak ta­nımlama” , işçiyi talebin yükseldiği dö­nemlerde çalıştırma, düştüğü dönemler­de ise izne çıkarma giderek yaygınlaş­maktadır.

Fordizmin tersine, ihtiyaç duyulan e- meğin çok sayıda niteliksiz işçiden az sa­yıda nitelikli işçiye doğru kayması bölün­müş ve farklılaşmış bir işgücü yapısını ortaya çıkarmıştır. Az çok sürekli bir is­tihdam şansına kavuşan, nitelikli, çekir­dek işgücü ve arada sırada iş bulan “ McDonald’s” işçiliği diye adlandırılan niteliksiz işgücü. Birincisi yüksek ücret ve iş tatminine kavuşan ama daha yük­sek oranda bir iş yoğunlaşması ile ve­rimlilik artışı sağlayan bir işgücü; İkincisi ise birincisini ikame etme şansı olmayan, sürekli sirkülasyona tabi olan, düşük üc­reti kabul etse bile “ yedek işçi ordusu” olma özelliğini taşımayan bir işgücü.4 Bu satırlardan ikinci grup işgücünün “ vazge­çilebilir” olduğu anlamı çıkarılamaz. Postfordist süreçte esneklik, üretim bi­çiminden daha çok sermayenin emek karşısındaki davranış halini resmetmek­tedir aslında. Küçük işletmelerde dağı-

_ _ _ _ _ taylorizmden postfordizme__

49 —

Page 51: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

nık ve örgütsüz olarak çalışan işçilerin birlikte hareket etme olanağının kısıtlan­masının, sermayeye büyük bir esneklik kazandırdığı kesindir. Postfordist üreti­min temeli, küçük işletmelerdeki “ vasıf­sız” emeğin yoğun sömürüsü ve taşe- ronlaşmadır.

JAPON MUCİZESİ VE TAŞERONLAŞMA

Japonya sistemini, 1950’li yıllardan i- tibaren Taylorist ilkeler yerine post-tay- lorist ilkeler üzerinde şekillendirmiş ve sanayileşmesini bu temel üzerinden ge­liştirmiştir. Japonya’da farklılığı yaratan teknoloji faktörü değil; üretim, tasarım, kontrol ve planlama bloklarını bütünsel bir otomasyon sistemine dayandıran ü- retim organizasyonunun kurulmuş ol­masıdır.

Japonya, feodal unsurların etkisini hala sürdürdüğü bir toplum yapısına sa­hiptir. Gelenekselliğin, itaatkarlığın, pa- ternal yönetici-işçi ilişkilerinin baskın ol­masının yanı sıra sınıfsal çelişkiler ve çı­kar çatışmaları işyeri sendikacılığı ile sö- nümlendirilmiştir. Bu yolda, fabrika bay- rağı/fabrika marşı gibi unsurların ve işçi­nin işe ömür boyu çalışması için alınma­sının, işçilerin kendilerini tamamen fab­rika ile özdeşleştirmelerinin de büyük rolü bulunmaktadır. Japonya’daki sendi­kal katılım, önceden tasarlanmış süreç­lere, belirlenen amaca ulaşmak doğrul­tusunda katılım anlamına gelmektedir. Bu durumun Japon sermayesi tarafından artıdeğer sömürüsünün artırılabilmesi i- çin kullanıldığı çok açıktır.

Emeğin örgütlenmesi ve kullanımı, kapitalistler açısından daha “ sorunsuz”

-— yol-------------------------------------------

bir durum yaratmıştır. Örneğin otom o­tiv sektöründe kaporta yapımında düz çelik plakalar kullanılmakta, bu plakalar kalıplar üzerinde 400 tonluk preslerle ezilmektedir. H er yeni model için ise kalıplar değiştirilir. Fordist üretimde, aynı üretim hattında ancak bir-iki model üretilebiliyordu. Çünkü kalıp değiştirme işi özel bir ekip tarafından 8 saatte yapı­labiliyordu. Toyo ta ’da aynı işlem I970’te 40 ile 150 dakika arasında yapı­labilirken, bu süre I980’de 5 ile 15 da­kika arasına indi. Toyota, 1974 ile 1980 arasında aynı üretim hattında üretebil­diği temel model sayısını 24’ten 50’ye çıkarmıştır. Ö te yandan Toyota’da bir işçi 8 dakika 26 saniyelik bir üretim çev­riminde 35 tane farklı iş yapmakta ve bu süreç içinde gün boyunca 6 millik bir yol kat etmektedir.5

Ö te yandan Toyota firması aynı za­manda altsözleşme ilişkilerinin, yani ta- şeronlaşmanın da öncülerindendir. Ja ­pon mucizesini yaratan da budur zaten.

Taşeronlaşma kavramı Fransızca kö­kenli ve üretim yerinde işin bir kısmının patron tarafından başka bir patrona ve­rilmesi olarak tanımlanıyor. Sermayenin krize karşı geliştirdiği biçimi ile taşeron­laşma, patronun bizzat ürettiği ürünün belirli parçalarını fabrika dışında başka bir birime devretmesi ise daha çok rast­lanan bir durum.

Ancak üretim sürecine bir bütün ola­rak bakmak gerekir. Taşeronlaşma, postfordizmin arka bahçesidir, bu ne­denle sermayenin genel dinamikleri için­de ele alınmalıdır. 1970 krizine karşı sermayenin tepkisi artan riski azaltma yönünde olmuştur. Bunun ilk aracı, gö­rece dengesiz kısımların firmanın dışına

__ 50

Page 52: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

atılmasıdır. Daha dengeli kısmı üreten a- na firma, böylelikle talepteki oynamaları da risksiz karşılama şansını yakalamıştır. Bu süreç özellikle ana üretim birimlerin­de yoğun işçi çıkarmalarla birlikte ilerle­miştir. İkinci bir tepki ise firmalar, artan teknolojik yenilenmeye yetişebilmek ve fonlarını kısa süreli sabit sermayeye ya­tırmamak için, artan ölçüde altsözleşme ilişkilerine girmişlerdir.

Sermayenin tüm süreci esnetme ça­balarının temel amacı, emek piyasasının yapısı ve örgütlü emeğin gücünü kırmak­tır. Altsözleşme ilişkileri bu anlamda e- mek piyasasında, küçük çaplı üretim ile birlikte David Harvey’in deyimi ile pro- modern emek biçimleri olan zanaatkar­lık, patriarkal ve paternalist mafya tipi e- mek kullanımlarına neden olmuştur. E- mek piyasasının farklılaştırılması bir yan­dan emeğin pazarlık gücünü azaltırken, diğer yandan üretimin parçalanması ile sendikaların gücünü önemli ölçüde geri­letmiştir. Bir Japon sendikacı bu durumu şöyle anlatmaktadır: “ Toyota’nın ana ü- retimin dışına taşıdığı birimlerde çalışan işçiler asla hastalanmaz, asla grev lafını ağzına almaz ve yılda yalnızca birkaç gün tatil yapabilir. Sendikalaşma anında To ­yota bu birimlerindeki bağlantısını he­men sıfıra indirir.” 6

Büyük üretim birimlerinde yapılan iş­lerin küçük birimlere ya da aynı işi, aynı mekanda başka bir firmaya vererek sen­dikalaşmayı zayıflatma eğilimi esnek üre­timin en önemli stratejisi ve ayrılmaz bir özelliğidir. Emek piyasasındaki farklılaş­ma, bir yandan maliyetleri düşürürken, diğer yandan en küçük dalgalanmada bi­le emek gözden çıkarılabiliyor. Postfor- dizmin işçinin uzmanlığını artırdığı yö­nündeki inanç ana birim için belki doğru

olabilir, ancak ana birimin dayandığı ta­şeronlarda emeğin örgütsüz ve kötü ko­şullarda yaşamasına neden oluyor. Sos­yal hakların kaybı bir yana, işçiler iş kap­ma telaşı içinde diğer emekçilerle zo­runlu rekabete giriyorlar. Sermaye artan uluslararası hareket yeteneği sayesinde, her şeye rağmen bir örgütlenme eğilimi ile karşılaştığı anda soluğu başka bir yer­de alıyor. Kısacası teşaronlaşmayı göz ardı ederek postfordist süreci anlamak mümkün değildir.

Bu bölümün başında Japon mucize­sinin sihirli kelimesinin de taşeronlaş- ma olduğunu söylemiştik. Japonya’nın çelik üretiminde çalışan toplam işçilerin yarısı yani 250.000’i taşeron firmalarda çalışıyor. Bunların ücretleri ana firma­larda çalışanlara göre %30 daha düşük ve üstelik % I0 daha fazla çalışıyorlar. Daha da önemlisi bu işçilerin sadece beşte biri, yani 50.000’i sendikalıdır. Bir Japon işçi bu durumu şöyle ifade edi­yor: “ Sendikaşmanın önünde üç sorun­la karşı karşıyayız; ilki büyük firmaların patronları, İkincisi altsözleşme ilişkisine giren patronlar ve son olarak ana fir­manın sendika yöneticileri. Sendikalaş­mak için bu üç kesimle anlaşmak zo­rundayız.” Japonya’da altsözleşme iliş­kilerinin yoğunlaşmasından sonra sen­dikalaşma oranı 1970’deki %35 ’ten 1987’de %28.6’ya düşmüştür. Aşırı ça­lışma yüzünden gerçekleşen ve adına “ karosi” denilen intiharların onbinlere varması da çabasıdır. Tokyo’nun yakın­larındaki Zama kentinin !900’lü yılları anımsattığı ifade edilmektedir. Nis- san’la altsözleşme ilişkisi bulunan bir firmanın yöneticisi yoğun olarak harca­yabilecekleri emek güçleri olduğunu söyledikten sonra bir işçinin aynı za-

_______ taylorizmden postfordizme__

51

Page 53: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

manda 4 makineyi kontrol ettiğini, ne­fes almaya fırsat vermeyen bu tempo sona erdiğinde de işçilerin kantine koş­tuğunu, hızlı ve sessiz yemekten sonra kalite çemberi toplantılarına katıldıkla­rını ifade etmiştir, 7

Şimdilerde yırtıcılıklarından pek eser kalmayan Asya kaplanlarının “ gizemi” de taşeronlaşmaya dayanmaktadır. Altsöz- leşme ilişkilerinin yarattığı düşük ücret­ler ve sendikal gücün azaltılması ile e- mek üzerindeki sermayenin artan kont­rolü zemini düzlemiştir. Örneğin Güney Ko re ’de, Hyundai 1985 yılında ürettiği arabaların %40’ını altsözleşme ilişkileri­nin dolayımında üretmiştir. Hyundai’nin toplam 185 altsözleşme ilişkisi ve çok katı hiyerarşik bir yapısı vard ır.8

Keza İstanbul Merter ya da Esen- yurt’ta bir apartmanın bodrum katında­ki atölyede çocuk yaştaki işçilere rastla­mak mümkündür. Günde 9.5 saat çalışa­rak büyük firmalara iş üretiyorlar. Sen­dika bir yana, sosyal hak ve sigortaları da yok. Malın fiyatını ise fiili olarak bağlı o- lunan firma belirliyor. Keza Türkiye’de­ki altın işlemeciliğinin önde gelen firma­ları günde I I saat çalıştırdıkları çocuk işçileri, sigorta ya da sosyal herhangi bir hak olmaksızın 50 milyonluk haftalıklar­la istihdam ediyorlar. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün elbette.

Uluslararası sermayenin reflekslerini hep geriden takip etmeyi alışkanlık hali­ne getirmiş olan Türkiye finans kapitali, lastik üreten Brisa ile postfordist sürece ilk adımını atmıştır. Brisa örneği üzerin­den ana birimdeki işçinin vasfının artırıl­ması, yönetim sürecine dahil edilmesi, kalite çemberleri gibi konuları işlemeye geçebiliriz.

— yol-------------------------------------------

TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ

Çok sık tekrarlanan bir paradigma­dır. Esnek üretimin, Fordizmin sıkıcı ve anlamsız iş ortamından farklı olarak ça­lışma hayatını işçiler için anlamlı ve çeki­lir hale getirme potansiyeline sahip ol­duğu iddia edilir. İşçiler, vasıf ve beceri sahibi olacak, sınıf çatışmasının yerini iş­birliği alacaktır! Yeni yönetim teknikleri sayesinde insan faktörü etkin olarak kul­lanılacaktır. Bu tekniklerden en gözde o- lanı Toplam Kalite Yönetimi’dir.

Toplam Kalite Yönetimi (TKY), son dönemlerde adeta bir “ şirket dini” hali­ne gelmiştir. Türkiye’de 1990’ların ba­şından bu yana bir kalite fırtınası esiyor. Bir yandan kalite ödülleri dağıtılıyor, bir yandan da reklamlarda bile kalite vurgu­su öne çıkarılıyor. Toplumsal sorunların bile T K Y ile çözüleceğine ilişkin bir hava yaratılıyor. Kendimizi bu havaya kaptır­madan T K Y uygulamalarını gözden ge­çirmekte fayda var.

Esas olarak Deming ve Juran gibi is­tatistikçi ve yöneylemciler tarafından geliştirilen toplam kalite kısaca “ hatasız ürün ve hizmetlerle amaca uygunluk” o- larak tanımlanıyor, istatistiksel süreç kontrolü, israfın azaltılması ve önlenme­si, takım çalışması, iç ve dış müşterilerin tespiti, yoğun işletme içi eğitim, sürekli iyileştirme ve çeşitli problem çözüm teknikleri toplam kalitenin ana gövdesi­ni oluşturuyor. TKY, müşteri temelli bir teknik olarak tanımlanmakta, firma çalı­şanları “ iç müşteri" olarak adlandırılarak onların tatmini öne çıkartılmaktadır. T K Y ’nin moda bir teknik haline gelmesi bireyciliği öne çıkartan siyasi ve toplum­sal gelişmelerle de doğrudan ilintilidir.

__ 52

Page 54: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

TKY, amaç ne olursa olsun bazı yetkile­rin alt kademe yöneticileri ve işçilere devredilmesini zorunlu kılar. Bu neden­le firma içinde sürekli olarak bir eğitim faaliyeti söz konusudur.

Eğitim programlarına bakıldığında iş­le ilgili teknik konular kadar adeta çalı­şanların beynini yıkamaya dönük konu­larda öne çıkmaktadır. İşçilere maddi bir karşılık beklemeksizin sadakat ve itaatle çalışmaları öğütlenir. Bazı sorumlulukla­rın işçilere devredilmesi, bu işçilerin gü­cünün arttığı anlamına gelmez. Tam ter­sine yönetim, bilgi teknolojileri sayesin­de çalışanları denetleme, gözetleme ve izleme kapasitesini artırarak, işçilerin zihni ve bedensel niteliklerinden daha fazla yararlanmaktadır. Gözetleme süre­ci, hedefteki sapmanın bile kimden kay­naklandığını kısa sürede belirleyebilmek­te, işçilerden sürekli olarak kendilerini yenilemeleri, sorunları bularak çözümle­meleri istenmektedir. Eğitim süreçleri sonucunda işçilerin birbirlerini ikame e- debilmesi kolaylaşmıştır.

Ö te yandan T K Y ’nin istatistiksel sü­reç kontrolü gibi teknik yönleri uygula­nırken, çalışanlara yönelik kısımları uy­gulanmaz. İşçilerin yönetime katılması sadece teknik olarak kalırken, ücret ve çalışma şartlarında iyileştirme yapılmak­sızın işçiden daha fazla performans bek­lenmektedir.

İlk bakışta işçilerin yetkilendirilmesi hiyerarşik örgütsel yapılara bir alternatif gibi görünebilir. Ancak bu genelde reto­rikten öteye geçmez. Çünkü T K Y yuka­rıdan aşağıya doğru iletişimi ve koordi­nasyonu zorunlu kılmaktadır. T K Y uy­gulamada Toplam Yönetim Kontrolü’- ne9 dönüşmektedir. İşçilerin gücünü ve

etkisini artırmaktan ziyade, işçiden yö­netime bilgi aktarılması anlamında uygu­lanmaktadır. TKY, denetliyor gibi gö­zükmeden nasıl denetim kurulacağının bir yanıtıdır.

TKY , örgütsel yapıda radikal deği­şimler getirmemekle birlikte asıl sihri sadakat ve firmaya bağlılığı yaratmak is­temesidir. Örgütsel birlik sağlanırsa ve­rimlilik de gelecektir! T K Y ’yi öne çıkar­tanlar işçiyi bir yandan itaatkar ve pasif olarak tanımlıyor, öte yandan da iş süre­cinde inisiyatif kullanmalarını bekliyor. T K Y ile sınıf çatışmalarının üstü örtüle­rek işletmenin piyasa başarısı için çıkar birliği vurgulanmaktadır.

Çıkar birliği çeşitli metaforlarla güç­lendirilmeye çalışılır. En yaygın kullanılan metafor yolculuktur. Yolculuk genellikle hakkında fazla bir şey bilinmeyen bir menzile doğru gerçekleştirilir. Yolculuğa çıkanlar yolculuklarının güvenliği ve ba­şarısı için liderlerine ve yola çıkış amaç­larına büyük bir inançla bağlanmalıdırlar. Lider veya liderlerle, emirleri altında o- lanlar arasında yolculuk esnasında orta­ya çıkabilecek anlaşmazlıklar veya çatış­malar, yolculuğun amacına ulaşmasını engelleyebilir. Bu nedenle yolculuk me- taforunun T K Y yanlılarınca kullanılması boşuna değildir. Yöneticilerle çalışanlar aynı gemide yolculuk etmektedir ve sağ salim hedefe varabilmek için çatışmadan kaçınmalıdır. 10

Toplam kalitenin uygulanmasında da­ha çok kriz dönemleri tercih edilmiştir. Bu dönemlerde çalışanları değişime ik- na(!) etmek daha kolaydır. Keza kriz dö­nemlerinde sendikaların direnişi de daha kolay aşılmaktadır. Ö te yandan yönetici­ler genellikle bireysel katılımı destekle-

_______ taylorizmden postfordizme__

53 ----

Page 55: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

mekte ise de sendikaların yönetime ka­tılmasına karşı çıkmaktadır. Bu durum bireysel katılımın teşvik edilmesinin arka planında, sendikaları etkisizleştirmek a - maçının da olduğunu göstermektedir.

KALİTE KONTROLÜ VE TÜRKİYE

T K Y uygulamalarıyla kriz dönemleri arasında bağlantı kurmuştuk. Türkiye’de 80’lerin sonlarında başlayan bahar ey­lemleri ile ortaya çıkan işçi hareketinin genel greve kadar ulaşmasının ardından T K Y ’nin gündeme gelmesi tesadüf değil­dir. İşçi hareketinin yükselişi karşısında yabancı sermayeli firmalar, T K Y ’yi ön­lem olarak ortaya sürdüler.

1980’lerde Bridgestone ve Toyota gibi önemli Japon firmalarının Türkiye’ye yatırım yapması ile birlikte yeni yönetim teknikleri de gündeme geldi. I982’de Türkiye’de sadece 2 Japon firması var­ken, bu sayı I997’de 34’e kadar çıkmış­tır. Bu firmalardan Bridgestone’un Sa­bancı ile ortaklığından ortaya çıkan Bri- sa, T K Y ’nin bayraktarlığını yapmıştır. Brisa’nın I996’da Avrupa Kalite Ödü- lü’nü alması yeni bir moda başlatmıştır. Öyle ki Brisa işçilerinin, işletmelerinde toplam kaliteye geçildikten sonra eşleri­ni dövmedikleri dahi yazıldı. " Adapaza- rı’ndaki Toyotasa fabrikasında işçiler her sabah ve öğleden sonra yaptıkları ı- sınma hareketlerinde “ kalite” diye ba­ğırmaya başladılar.

T K Y ’nin Türkiye’deki yayılmasında Milli Prodüktivite Merkezi (MPM ) ve Kalite Derneği (KalDer) gibi kuruluşlar öne çıkmıştır. Önde gelen patronların desteğiyle kurulan KalDer çeşitli illerde

— yol____________________________

“ kalite günleri” düzenleyerek, işletmele­rin başarısı için toplam kalitenin vurgu­landığı seminerler vermiştir. KalDer’in organize ettiği eğitim kurslarına katılan firma sayısı 1993’te 22 iken bu rakam 1996’da I08’e çıkmıştır. KalDer, TÜSİ- A D ’la beraber 1993’ten beri Türki­ye’nin en önemli kalite ödülünü dağıt­maktadır. Bu ödülü kazanan işletmeler, gazetelerde tam sayfa ilanlar vererek ka­zandıkları “ prestiji” sergilemektedir.

İlginç olan “ özgürlükçü” bir teknik olduğu savlanan T K Y ’ye ilişkin vurgular, Türkiye’de son derece totaliterdir. Y ö ­netim gurusu olarak adlandırılan Nalın- cı’nın ifadesiyle ve genel kabul gördüğü şekliyle “ kalite bilinci yaratmak için bi­reylerden bağımsız kalite kuralları oluş­turulması, bireylerin bu kurallara göre eğitilmesi ve onların bu kalite standart­larına uygun davranıp davranmadığının denetlenmesi” gerekmektedir. 12

Ö te yandan T K Y uygulamalarının yaygınlığı konusu da belirsizdir. 94 yılın­daki akademik bir araştırmaya göre 500 büyük sanayi kuruluşundan 96’sı ile gö­rüşülmüş, bunların %26’sının T K Y uygu­ladığı, %37’sinin uygulamadığı, %37’sinin ise hazırlık aşamasında olduğu ortaya çıkmıştır. MESS’in 1996’da kendisine ü- ye 108 firma arasında yaptırdığı araştır­maya göre de bu firmaların %26’sı T K Y uygularken, %45’i geçiş aşamasında ol­duğunu belirtmiştir. Petrol-İş sendikası da örgütlü olduğu 107 işyerinde yaptığı bir araştırmada tümü yabancı sermayeli 40 işletmenin çeşitli kalite programları uyguladığı sonucuna ulaşmıştır. 1999 iti­bariyle Türkiye’de ISO 9000 belgesine sahip firma sayısı 400’dür. Bu firmaların yaklaşık %70’inde yabancı sermayenin payı vardır. Ö te yandan TÜSİAD- Kal­

__ 54

Page 56: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Der ödülüne başvuran firma sayısı 1999 itibariyle sadece 25’tir.13 Dolayısıyla, Türkiye’de toplam kaliteye bir ilgi var, ancak firmaların küçük bir bölümü ciddi anlamda T K Y uyguluyor, diyebiliriz.

Türkiye’deki T K Y yazınında, T K Y ’ye geçiş nedenleri arasında ürün kalitesini yükseltmek, maliyetleri düşürmek ve bu sayede öne çıkmak olduğu sık sık vurgu­lanmaktadır. Bunun yanı sıra sınıf savaşı­mında avantaj sağlamak da önemli bir gerekçedir. Nitekim T K Y uygulayıcıla­rından Netaş ve Brisa’da, önemli işçi ey­lemlerinin ardından kalite programları gündeme gelmiştir.

Netaş ve Brisa gibi işletmelere baktı­ğımızda, burada çalışan işçilerin Türkiye şartlarına göre yüksek ücret ve iyi çalış­ma koşullarına sahip olduklarını görebi­liriz. Bu işçilerin genel eğitim seviyeleri diğer işyerlerindekilere göre yüksek o- lup, yoğun bir işletme içi eğitime tabi tu­tulmaktadırlar. Bunun sonucu olarak Netaş’taki işçilerin üretim sürecindeki sorunlarla ilgili olarak önerdikleri çö­züm sayısı 1991 ’de 192 iken, bu rakam I996’da 783’e çıkmıştır. Benzer şekilde işçi başına eğitim I990’da 30.6 saatten I995’te 39.4 saate çıkmıştır. İşçi devri de I990’da %\ I iken, 1996’da %5 ’e düş­müştür. Beksa firması da T K Y sonucun­da pazar payını %40 artırırken, iş kazala­rında %40’lık bir azalma olmuştur. Arçe- lik’te de işçilerin verimliliği %33 artmış­tır. 14

Bir başka firma, Brisa’da ise T K Y so­nucunda iş kazalarında %44’lük bir azal­ma görülmüş, verimlilik %29.2 artmış, yıllık işçi devri %8 ’lerden % 2 ’lere gerile­miştir. Kapasite kullanımı 1991-95 ara­sında % I6 artmıştır. 1990’datüm işçile­

rin %47’si ilkokul mezunuyken, bu oran 1995’te %8 ’e düşmüştür. Aynı dönemde lise ve meslek okulu mezunlarının oranı ise %41’den %89’a çıkmıştır. 15 Brisa işçi­leri şu anda özel sektörde en yüksek üc­ret alan gruptur.

Brisa’da her biri 6-10 işçiden oluşan, üyeliğin gönüllü(!) olduğu, kendilerine mahsus isimleri, simgeleri ve sloganları olan 123 “ iyileştirme” çemberi vardır. Bu çemberler üretim süreciyle ilgili o r­taya çıkan sorunların tartışılması ve bun­ların çözülmesi amacını taşımaktadır. Ancak ücretler, şirket kuralları ve politi­kaları, sosyal haklar ve “ üst yönetimin karar verme yetkisine sahip olduğu ko­nuların” çember toplantılarında tartışıl­ması yasaktır. Çemberler her hafta iş sa­atleri içinde toplanmakta ve toplantı sü­resi bir saatle sınırlı tutulmaktadır. Aksi halde izin almak zorunludur.

Brisa yönetimi “ iyileştirme” çember­lerinin varlığını işçilerin yetkilendirilme- sine verdiği önemin bir kanıtı olarak o r­taya sürmektedir. Brisa’da toplam kalite “ işletmeyi çalışanlarıyla bütünleştirecek” bir şirket kültürü oluşturmayı amaçla­maktadır. Firma işçiler arasında “ biz” ruhunu geliştirmeye çalışmakta; “ onlar” ise rakip firmalar olarak belirtilmekte­dir. Bu çerçevede “ misyon” , “ perfor­mans ve rekabetle üstün başarı” olarak belirlenmiştir. “ Biz bir aileyiz” sloganı fabrikanın en önemli sloganıdır.

Brisa’da her üç ayda bir “ Değişimin Sesi” adlı bir dergi yayınlanmaktadır. “ Politikalarla Yönetim El Kitabı” adlı bir kitapçık tüm işçilere dağıtılmıştır. Kitap­çık Japonya’daki Bridgestone fabrikaları­nı verimlilik ve maliyet bakımından geç­meleri gerektiğini hedef olarak göster-

_______ taylorizmden postfordizme__

----------------------------------------- 55 ----

Page 57: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

mekte ve değişen piyasa özellikleri ve tüketim gereksinmelerine göre üretimin yeniden yapılandırılmasının zorunluluğu konusunda onları ikna etmeye çalışmak­tadır. (Elbette Japonya’daki fabrikalarda 45 yıldır grev olmadığı vurgusunu atla­madan!..) İşçilerle yöneticileri “ yakınlaş­tırmak” için piknikler, bisiklet gezintileri, kır yürüyüşleri düzenlenmektedir. 1990’dan sonra yöneticilerle işçiler aynı bölümde yemek yiyip, aynı yerlerde din­lenmektedir. Ö te yandan yönetim başa­rılı personele nakdi ödül vermemekte, onun yerine “ kişileri onurlandırmayı” tercih etmektedir. Bunun yolu ise plaket ve takdirnameler vermektir. Neredeyse her gelişme özel bir törenle karşılan­maktadır. Fabrika içi yayın yapan Brisa T V ’de ve Değişimin Sesi dergisinde du­yurular, gümüş plaketler, genel müdür tarafından imzalanmış başarı sertifikaları, teşekkür mektupları, çember üyelerinin katıldığı akşam yemekleri ve davetler “ kişisel onurlandırma” yöntemleri ara­sındadır.

Yukarıda sayılanların tümü işçileri bir sosyal topluluk, bir cemaat içinde olduk­larına ikna etmeye yöneliktir. T K Y ’de a- maç tepe yönetiminin belirlediği hedef­lere uygun kültürel kimliklerin ve nor­matif değerlerin işçiler arasında gelişti­rilmesini sağlamaktır. Bir mühendis olan Goodyear’ın eğitim müdürü ve aynı za­manda toplam kalite koordinatörü “ in­sanın çevresini değiştirirseniz, fikirlerini değiştirir. Fikirleri de değiştiği zaman davranışları alışkanlık haline gelir ve kül­türü oluşturur” sözleriyle niyeti açık et­miştir. Örgüte bağlılık ve sadakatle çalı­şan işçilerin kendi performanslarını izle­yip denetlemesiyle denetçi ve ara dene­tim kademelerinin ortadan kaldırılması

__ yol---------- ---------- _— --------- — _

amaçlanır. Sosyal düzeni ve denetimi sağlama amacına dönük olarak örgütsel törenlere büyük önem verilir. Şirkete bağlılık veya kalite çemberlerine üyelik, sorumluluk sahibi işçinin bir özelliği ola­rak görülmektedir. Doğrudan bürokra­tik disiplin yerine örgütün istediği davra­nışsal normların içselleştirilmesi örgüt açısından çok daha ekonomiktir. Bu şe­kilde zorlamaya başvurmadan gönüllü i- taat sağlanmış olur.

Brisa’da işçilerden “ sıfır hata” ile ü- retimde bulunmaları ve tanrı-üstü bir varlık olan, hata kabul etmeyen müşteri­nin bir “ kral” olduğunu unutmamaları is­tenir. Yukarıda sözünü ettiğimiz ve 20 monitörden oluşan bir kapalı devre olan Brisa TV, 1993’te kurulmuştur. Moni­törlerde kalite, işe devam ve verimlilikle ilgili bilgiler gösterilmektedir. Ayrıca fabrikanın pek çok yerinde firmanın mis­yonunu, o yıiki sloganını, bölüm hedefle­rini ve politikalarını gösteren elektronik levhalar yerleştirilmiştir.

Kalite çemberi veya ekip çalışması gi­bi uygulamalarla, grup üyesi işçilerin bir­birlerini değerlendirmesi ve disipline et­mesi amaçlanmaktadır. Bir ekip ruhun­dan söz edilmekte, ama aynı zamanda bir yarışma havası yaratılarak işçiler ra­kip haline getirilmektedir. Ekip içinde normdan sapmaları belirleme ve ceza­landırma vardır. Elektronik teknolojiler yöneticilere üretim organizasyonunu ta­kımlara ve hücrelere bölme imkanı ve­rerek kontrolü artırmalarına olanak ta­nımaktadır. Ancak bunları yaparken yü­zeysel olarak sorumlulukların bir kısmı altlara veriliyor gibi gözükmektedir. T K Y uygulayan firmalardan Ç İM TAŞ, iş­letmelerindeki kalite çemberlerinin a- macını “ işçilerde önemli oldukları duy-

__ 56

Page 58: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

gusunu uyandırmak ve kendi kendini di­sipline etme, denetleme ve gözetlemeyi sağlamak” olduğunu açıkça belirtmiştir. Dolayısıyla çemberlerin veya ekiplerin sundukları pratik çözümlerin ötesinde, yönetimin istediği davranış kalıplarının işçiler tarafından içselleştirilerek benim­senmesine yarayan araçlar olduğunu söyleyebiliriz.

Tuhaf olan şudur ki; sermayenin söz­cülerine göre “ T K Y örgütlere demokra­siyi getirecektir. T K Y uygulayan bir ö r­gütte, herkesin güldüğünü görebilirsi­niz.” Bu sözü eden Netaş Genel Müdü­rü, aynı zamanda “ T K Y değerlerinin te ­pe yönetimi tarafından belirlenmesi ge­rektiğini ve işçilerin bu değerleri mutla­ka bilmesi, anlaması ve paylaşması ge­rektiğini” de söyleyebilmektedir. 16 Ki sözü edilen Netaş’ta 12 Eylül sonrasının ilk büyük grevi I986’da yaşandı ve üç ay sürdü. 2650 işçinin katıldığı grev sonra­sında firma işyerindeki sendikal örgüt­lenmeyi, sendika üyelerini belli aralıklar­la işten çıkararak yok etti. Bugün N e ­taş’ta sendikal örgütlenme yoktur ve herhangi bir örgütlenme çalışmasına da patron büyük bir şiddetle karşı çıkmak­tadır. İşte size demokrasi!

Bu demokrasi konusuna biraz daha eğilelim. Yukarıda sözü edilen Goodye­ar yöneticisi “ sendikayla toplu pazarlık görüşmelerini 10 dakikada tamamladık­larım” övünerek söylemiştir. Kordsa yö­neticileri o kadar şanslı değil elbette!1996’da TÜSİAD-KalDer kalite ödülünü alan Kordsa lastik üretiminde kullanılan kord bezi imal ediyor. Firmada çalışan yaklaşık 700 civarındaki işçiden %75’i Türk-İş’e bağlı TEKS İF ’e üye. Firmanın planlama ve endüstri ilişkilerinden so­rumlu genel müdür yardımcısı 1996’da

5. Ulusal Kalite Kongresi’nde gururla iş­letmelerindeki “ barışçı” ilişkilerden söz etmişti. “ Son 20 yılda hiç grev olmadı” diyen yönetici işçileri örgütleyen sendi­kanın “ amatör” olduğunu belirterek, I994’te sadece I saatlik pazarlıktan son­ra “ barışçı” bir şekilde sözleşme imzala­dıklarını söylüyordu. Ancak Kordsa’da 1997-98 toplu iş sözleşmesi görüşmele­rinde sendika verimlilik ve karlılıktaki artışları göz önüne alarak yüksek ücret zammı istedi. Patron bunu reddedince uyuşmazlık ortaya çıktı. Kordsa’nın o zamanki yönetim kurulu başkam Güler Sabancı, sendika temsilcileriyle yaptığı bir toplantıda onlara para mı yoksa iş mi istediklerini sorma noktasına kadar gitti. Toplantıya katılan bir sendika temsilcisi “ Güler Hanım’ın kendilerini dinlemedi­ğini bile” söyledi. İşçiler greve hazırlanır­ken, patron işçileri kışkırtıkları gerekçe­siyle üç işçiyi işten attı. İşçilerin gerçek­leştirdikleri yürüyüşün ardından, patron ücretlere %98 zam yaptı. Bu durumdan yaklaşık bir yıl önce Güler Sabancı da bir gazeteye verdiği demeçte “ T K Y ’nin en önemli prensibinin aslında daha fazla de­mokrasi demek olan katılım olduğunu; demokrasinin T K Y ’nin bir aracı olduğu­nu” öne sürmüştü. 17 Susan, itiraz etme­yen, sürekli biat eden bir katılım!

Brisa da ise sözleşmelerle “ bir işgö- renin gerekli durumlarda izni alınmaksı­zın geçici veya sürekli olarak daha önce­ki iş veya iş Unvanına benzer işlerde ça­lıştırılabileceği” de hükme bağlanmıştır. Brisa’daki T K Y rejimi altında işçilerden daha fazla sorumluluk almaları isten­mektedir. 1994’te yapılan bir araştırma­da, işçilerin %40’ı çalıştıkları makineleri onarabildikleri™, %35’i de bunu bir de­receye kadar yapabildiklerini belirtmiş-

_______ taylorizmden postfordizme__

57 ----

Page 59: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ier, ama %82’si iş yoğunlaşmasından ve artışından şikayet etmiştir. Bir işçinin söyledikleri çok çarpıcı: “Zamandan ta­sarruf sağlayıcı bir şey bulduğumuzda onlara söylememizi istiyorlar. Ancak bir aptal bunu yapar. Çünkü bu bizim için daha çok çalışma, daha çok iş anlamına gelir. Valla, bize iyi para veriyorlar, ama anamızdan emdiğimiz sütü de fitil fitil burnumuzdan getiriyorlar.” 18

Yeri gelmişken Bertrand Russel’ın “ Aylaklığa Övgü” sünden söz edelim. Russel, 1932 yılında yayınladığı deneme­sinde kapitalizmin ahlakını anlatır. Gün­delik çalışma saatinin dörde indirilip herkesin daha rahat yaşayabileceği bir düzene karşı kimilerinin günde on saat çalışmaya zorlandığı, kimilerininse işsiz bırakılıp açlığa mahkum edildiği düzen. Neden? Çünkü, emek görevdir. İnsanlar da ürettikleriyle orantılı değil, sanayi ta­rafından belirlenmiş değerlerine orantılı olarak ücret alırlar. Russel, buna “ Esir Devleti” nin ahlakı der. Ünlü toplu iğne örneğini de burada verir. Diyelim ki bir grup insan dünyanın ihtiyacını karşılaya­cak kadar toplu iğne üretiyor. Bu arada biri çıkıp aynı süre içinde iki misli toplu iğne üretmenin yolunu açan bir buluş gerçekleştiriyor. Ama dünyanın iki misli toplu iğneye ihtiyacı yok. Russel, bu noktada mantıklı bir dünyada toplu iğne üretiminde çalışan insanların günde se­kiz saat yerine dört saat çalışma düzeni­ne geçmeleri gerekir, diyor. Oysa bu, E- sir Devleti’nin mantığı açısından tehlike­li. İnsanlar sekiz saat çalışmaya devam e- der. Toplu iğne fazlası olur. Kimi toplu iğne üreticileri iflas eder. Bu sektörde çalışanların yarısı işten atılır. Kalanlar yi­ne çok çalışmaya mahkum edilir.

T K Y ’nin vaad ettiği bundan başka bir

— yol-------------------------------------------

şey değil. Evet, işyerinde çemberler yo ­luyla bir katılım söz konusu. Ancak bu bir yandan sadece üretim süreciyle sı­nırlandırılıyor ve işçiler asli karar süreci­ne dahil değil. Ö te yandan bireysel katı­lım dayatılıyor ve sendikalar sürecin dı­şında tutuluyor. Asıl amaç işçiler arasın­da şirkete bağlılık ve sadakatin geliştiril­mesi. Artık işletmeler kendi kendisini denetleyen işçileri yaratmaya yöneliyor. Yöneticiler tarafından belirlenen hedef­ler, işçiler tarafından da benimsenmek zorunda.

T K Y gurularına göre işçiler kültürel kuklalardır. Bu yüzden herhangi bir ce­maatin üyesi olmaya hazırdırlar. D e­mokrasi palavralarını bir kenara atarsak, üretim sürecinde panoptik* bir denetim söz konusudur. Ancak bu, binanın mi­marisine bağlı olan bir denetleme değil­dir. Zaman ve mekan sınırlamalarından kurtulmuş, merkezi kule yerine bilgisa­yar . ekranına bağlı bir denetlemedir. Çünkü, bilgi sistemleri onları tasarlayan­ların istediği her şeyi sürekli ve otoma­tik olarak kaydetmektedir.

Toplam Kalite Yönetimi, kalite çem­berleri gibi yeni yönetim araçları, işçinin iş dışındaki hayatında da işini düşünmesi ve işindeki aksaklıklara yönelik çözüm önerileri geliştirmesi için teknikler geliş­tirme yolunu hazırlamaktadır. İş, işçinin emeğini satarak kalan zamanını satın al­dığı bir zaman dilimi olmaktan büyük o- randa çıkmıştır. Çalışanların yaratıcılığını geliştirmek iddiası ile çalışanlar salt işle­rini ve işte başarılı olmanın yollarını dü­şünen tek boyutlu insanlar haline getiril­meye çalışılmaktadır. T K Y ’nin, verimli­lik, kalite gibi konularda bir takım olum­lu değişiklikler yarattığı bir dereceye ka­dar kabul edilebilir. Ancak ne uğruna ya-

___ 58

Page 60: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

rattığı, karşılığında işçilerden neler gö­türdüğü de ortadadır. Kaldı ki emek devrinin asgariye indirildiği savlanırken, bir yandan tam zamanlı işçilere esnek çalışma dayatılmakta bir yandan da her yaşanan kriz emek maliyeti kapsamında ele alınarak yoğun işçi çıkarmalar yaşan­maktadır.

KAMUDA TKY DAYATMASI

Dünya Ticaret Örgütü (D T Ö )’nün 1995 yılında kurulmasının ardından im­zalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşma­sı (G A TS) ile birlikte kamusal alanların yeni kar alanları olarak düzenlenmesi gündeme gelmiştir. G A TS genel olarak devlet tarafından verilen kamu hizmetle­rinin özel sektöre devrini düzenleyen bir anlaşmadır. G A T S ’ın kapsamı yalnız­ca bir hizmetin yerine getirilmesi ile sı­nırlı değildir. Bu hizmetin yerine getirile­bilmesi için gerekli olan tüm ürünlerin üretimi de G A T S ’ın kapsamı içerisinde­dir. G A TS ile uluslararası sermayenin yağmasına açılacak olan hizmet alanları şu şekilde sıralanabilir:

Eğitim; sosyal hizmetleri de kapsaya­cak şekilde sağlık ve bağlantılı hizmetler, telekom, posta hizmetleri, görsel ve işit­sel iletişim hizmetleri de dahil olmak ü- zere iletişim; inşaat ve bağlantılı mühen­dislik hizmetleri; enerji, su iletim sistem­leri ve atık su işleme; tüm çevresel hiz­metler; finansal, mali ve bankacılık hiz­metleri; turizm, seyahat ve bu iki sek­törle bağlantılı tüm hizmet ve ürünlerin üretimi; kültürel ve sportif hizmetler; kara, hava, deniz ve tüm diğer ulaşım hizmetleri ve diğer hizmet alanları.

G A TS çerçevesinde tam bir yağmaya

açılan eğitim “ sektörü” , anlaşmanın en önemli parçalarından birini oluşturmak­tadır. Yıllık dünya ticaret hacminin 2000 yılı rakamlarıyla 6 trilyon dolar ve dünya eğitim “ sektörü” nün de bunun 2 trilyon dolarlık kısmını oluşturduğu düşünülür­se, 50 milyon öğretmen, I milyar öğren­ci, yüzbinlerce eğitim kurumuyla eğiti­min sermaye için ne denli iştah kabartı­cı olduğu görülebilir. 19

G A TS sürecini başlatan Dünya Tica­ret Örgütü, açıkça eğitimi bir kamu hiz­meti olarak değil, verimli bir pazar alanı olarak tanımlamaktadır. D TÖ , eğitim “ pazarım” beş kategoriye ayırıyor: İlköğ­retim, ortaöğretim, üniversite, yetişkin eğitimi ve diğer eğitim. Eğitim ticareti a- çısından en karlı ve verimli alan ise yük­sek öğretim alanı olarak görülmektedir.

G A T S ’a kurucu üye olarak imza atan Türkiye’de eğitimin ticarileştirilmesi sü­recine oldukça hızlı bir biçimde girmiş­tir. İlk ve orta dereceli özel okullar uzun bir süre önce kurulmuş, bu okullara su­nulan devlet desteği ise her geçen gün artmıştır. Son yaşanan krizde, özel okul­ların talep daralmasında devlet yardıma koşmuş, kamu okulları kaynak yetersiz­liği içindeyken özel okullar her zaman desteklenmiştir.

Bir türlü çıkartılamayan Y Ö K yasası da G A TS çerçevesinde hazırlanmıştır. Tasarının tartışılması sürecinde, bir yan­da ücretsiz olduğu iddia edilen bir eği­tim hizmeti veren devlet, öte yanda krizle boğuşan ve büyük bir taiep soru­nu yaşayan özel üniversitelerin bulundu­ğu, dolayısıyla büyük dengesizliklere sa­hip bu piyasanın dengelenmesi gerektiği, “ piyasa” mantığı çerçevesinde açıklan­maya çalışılmıştır. Bunun tek yolu olarak

taylorizmden postfordizme__

59 —

Page 61: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ise devlet üniversitelerinin tamamen pa­ralı hale getirilmesi hedeflenmektedir. Böylelikle piyasada tam bir eşitlik sağla­nacağı iddia edilmektedir.

Eğitim kurumlarının kar sağlayan iş­letmeler haline getirilmesinde ilk adım, toplam kalite uygulaması ile atılmıştır. T K Y ’nin temel ilkeleri olaraksa “ kaliteli mal ve hizmet üretimi, çalışanların nite­liğinin artması ve dolayısıyla iş verimlili­ğinin artması ve yönetimin daha demok­ratik ve katılımcı olması” dile getirilmek­tedir..

Katılımcılık, kendini ifade hakkı, ka­rarların birlikte alınması, sorunların bir­likte çözülmesi vb. söylemler kamu e- mekçilerinin T K Y içinde kendilerini da­ha “ değerli” hissetmeleri için üretilmek­tedir.

Kamuda T K Y uygulamalarıyla birlik­te; geniş halk kesimleri müşteri, kurum­lar fabrika, emekçiler her işi yapabilecek “ kaliteli” eleman, yöneticiler de pazarla­macı olacaktır. Bu nedenle kamuda uy­gulanması istenen TKY, kamu kuruluşla­rının tamamının piyasa koşullarına uyar­lanmasını, üretim hizmetinin de metalaş- masını hedeflemektedir.

“ Devlette kalite” , kamu hizmeti ola­rak bilinen her tür faaliyetin özelleştiril­mesi, esnek üretime geçilmesi, tekelle­rin dolaysız denetimi ve yönlendirmesi­ne açılması, çalışanların ve hizmeti alan­ların birbirine rakip düşmanlar olarak parçalanması demektir. “ Devlette kali­t e l i n gerçek anlamda tek bir amacı vardır; o da tüm kamu kurumlarının, ka­muda çalışan emekçilerin “ kar eden iş­letmecilik” anlayışının gerekleri doğrul­tusunda çalışmasıdır. T K Y uygulamaları ticarileştirme sürecinin bir parçasıdır ve

— yol-------------------------------------------

tüm hizmetleri paralılaştıracaktır. T K Y mantığına göre devlet kar etmesi gere­ken bir şirketten başka bir şey değildir.

Milli Eğitim Bakanlığı, 2000 yılında “ Toplam Kalite Yönetim i Uygulama Projesi” adında bir çalışma başlatmıştır. Talim Terbiye Kurulu’nun gerekçelerini bir kenara bırakırsak;

Birincisi; “ kaiite” nin ana okulundan i- tibaren çocuklarda yaratacağı ilk etki, bi­reyin öne çıkartılması ve salt kendini dü­şünen varlıklar haline getirilmesi olacak­tır. Toplumsal bir varlık olan insanın, toplumsal sorumluluk ve dayanışmadan tümüyle kopuk, toplumsal gelişimin ve mücadelenin olanaklarından soyutlan­mış, tümüyle sisteme boyun eğen ve sis­tem tarafından empoze edilen verilere göre hareket etmesi sağlanmış olacaktır.

İkincisi; kapitalist sisteme boyun eğ­mek üzere, sermayenin fikirsel denetçi­leri ve ideologları olarak öğretmenleri hedefler, onları kendi çıkarları için ö r­gütlemeyi gözetir. Sisteme muhalif eği­tim emekçileri ayıklanacak, eğitim e- mekçilerinin doğrudan iş arkadaşlarını denetlemesi ve derecelendirmesi iste­necektir. Açıkçası kalite sistemine göre eğitim yapan her kurum, çok uluslu şir­ketlerin denetimini de kabul etmiş de­mektir.

Üçüncüsü; eğitim emekçilerinin tü­mü esnek çalışmaya dahil edilmiş olacak­tır. Kazanılmış tüm haklarını, örgütsel gücünü ve sosyal haklarını kaybetme a- şamasına gelecektir. 657 sayılı yasa za­man içinde kaldırılıp, eğitim emekçileri i- çin de mevcut İş Yasası geçerli kılınacak­tır. İş güvencesi kaldırılacak, performan­sa göre istihdam ve ücretlendirme poli­tikası getirilecektir. 20 İşçi sınıfının dahil

___ 60

Page 62: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

olduğu cendere, kamu emekçileriyle da­ha da sıklaştırılacaktır.

Kaliteli eğitim tanımlaması, uluslara­rası tekellere kar ve daha çok kar sağla­maya yönelik bir eğitim politikasının yaygınlaşması için, denetimi ve verimlili­ği (!) artıran sisteme uyum eğitimini ifa­de etmektedir. Bu sistemle, yabancı eği­tim şirketleri veya ortağı olan şirketler, hem satın alacakları kurumlan (okul, ü- niversite, kreş, öğretmenevi vb.) sözde ıslah etmektedir, hem de karlı birer iş­letme haline getirmektedir. Bunun ön hazırlığı da bizzat bu kurumlarda çalışan eğitimcilere yaptırılmaktadır. Dolayısıy­la, eğitimci, hiçbir biçimde egemen ola­mayacağı bir hizmetle, tümüyle işine ya­bancılaşmak ve amacından uzaklaşmak zorunda kalacaktır.

Eğitimin “ satışa çıkarılması” yeni bir süreç değil elbette. Yaklaşık 20 yıllık bir gelişimi var:

- Endüstriyel Okullar Projesi (1985)- Yaygın Mesleki Eğitim Projesi

(1987-1995)

- Milli Eğitim Geliştirm e Projesi (1990-1997)

- Temel Eğitim Projesi I (1998)- Temel Eğitim Projesi II (2002Ancak süreç aslolarak 1990’lardan

sonra belirgin hale gelmiştir. I990’da Dünya Bankası ile imzalanan 90 milyon dolarlık “ Milli Eğitimi Geliştirme Proje­si” , 1988 ve 2002 yıllarında imzalanan 300’er milyon dolarlık iki “ Temel Eğitim Proje Kredisi” ile eğitim hizmetlerinin serbestleştirilmesi hedeflenmektedir. Yukarıda bahsi geçen G A TS anlaşması­nın paralelinde işleyen bu süreç, Avrupa Birliği’ne sunulan Katılım Ortaklığı Bel­

gesi’nde de yer almaktadır. Keza çokça tartışılan Kamu Reformu Yasa Tasarı­sında da eğitimin yerelleştirilmesi gün­deme geldi. Bununla hedeflenen ise eği­tim yönetimine yerel yönetimleri, borsa ve odaları, patron örgütlerini dahil et­mek, finansman sorununu tüccar mantı­ğıyla halletmektir.

Amaçlanan çok açık! Eğitime ayrılan, daha doğrusu ayrılmayan kamu kaynak­larının azaltılması; eğitimin özelleştirme kapsamına alınması; yüksek öğrenime gi­rişin rasyonalize edilmesi; okullarla piya­sa arasındaki bağın güçlendirilmesi; bu sayede eğitimin sermaye lehine yeniden yapılandırılmasıdır.

Tıpkı sanayide olduğu gibi okullarda da kalite konusu verimlilik ve ticari kar kelimeleriyle birlikte gündeme geldi. İn­sanların hakkı olan eğitim hizmetleri sa­tın alınabilir veya satın alınması gereken bir meta olarak kabul edilirken, emekçi halk müşteri derecesine indirgenmekte­dir. Okullarda eşit, bilimsel, demokratik ve parasız bir eğitim anlayışı yerleştir­mek yerine; dayanışmadan çok rekabete dayalı, bireyciliği özendiren, kamu hiz­meti olmasındansa piyasa ilişkileri içinde meta haline getirilen bir eğitim anlayışı yerleştirilmek isteniyor.

1993 yılından bu yana Dünya Banka- sı’nın desteğiyle yürütülen Müfredat La­boratuar Okulları, T K Y ’nin pratik ola­rak uygulandığı bir projedir. Türkiye’de şu anda 23 ilde 208 okulda uygulamaya konmuştur. Projenin değerlendirilmesi bütünüyle başka bir çalışmanın konusu olmakla birlikte, şu an geldiği nokta; ay­nı okul içinde farklı sınıfların oluşması olmuştur. Parası olan velinin çocukları daha nitelikli bir eğitim alırken, yoksul a-

_______ taylorizmden postfordizme__

------------------------------ ----------- 6 1 ----

Page 63: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ilelerin çocukları üst üste, her anlamda yetersiz bir eğitim almaktadır.

Proje çerçevesinde Okul Gelişimi Yönetim Ekipleri (O G Y E ) adı altında ka­lite çemberlerini andıran birimler oluş­turuldu. İdare temsilcisi, öğretmen tem­silcisi, öğrenci temsilcisi, STK temsilcile­rinin yer aldığı O G Y E ’ler, liderin (okul müdürü) ardında piyasa koşullarına uyu­mu inşa etmektedirler.

Eğitim ve T K Y üzerine bu noktaya kadar yazdıklarımızı, kamu hizmetinin tüm alanlarına yaymak mümkündür. Son günlerde gündeme gelen SSK Hastane­lerinin devletçe el koyularak satılması projesi de bu durumun sağlık hizmetle­rine yansımış biçimidir. En başında be­lirttiğimiz gibi G A TS anlaşması, kamu hizmetlerini özelleştirmeyi hedefleyen, halkı müşteri olarak tanımlayan küresel şirketin anayasası niteliğindedir.

SONUÇ YERİNE:POSTFORDİZM TARTIŞMALARI YA DA FORDİZM ÖLDÜ MÜ?

Yazının başlarında belirtmiştik. 1970’lerde kapitalist sistemin içine girdi­ği kriz, yoğun uluslararası rekabet, bu rekabete bağlı olarak teknolojik dönü­şümün artan hızı ve maliyetlerin aşağı çekilmesi isteği sermayeyi yapısal bir dö­nüşüme itti. Postfordizm, geçici ya da kısmi bir gelişme olmamakla beraber, sonuçta azalan kar oranlarını yükseltme­yi hedefledi. Ancak zamanla sermaye i- çinde postfordizm tartışılır hale geldi.

Tartışmanın yönlerinden biri Fordiz- 'me yönelik yapılan eleştirilere cevaptır. Bu tartışmanın ana ekseni Fordist üre­

— yol-------------------------------------------

tim sisteminin tek tip veya çok sınırlı model seçeneğinde ürün üretmek zo­runda olduğu şeklindeki algının yanlışlığı­na yöneliktir. “ Ford fabrikaları uzun yıl­lar tek tip ve siyah T model arabalar ü- retmiştir. Ancak bu, yığın üretiminin ol­mazsa olmaz koşulu değildir. General Motors Sistemi olarak bilinen sistem, montaj hattından farklı modellerde çok sayıda araba çıkartmayı başarmış, hatta buradan tasarruf da sağlamıştır.” 21

Aslında Fordizmin iki temel ekono­misi vardır. Birincisi üretim hacmini ar­tırarak birim ürüne düşen maliyet mik­tarını azaltma mantığına dayanan ölçek ekonomileri; diğeri ise aynı montaj hat­tında ürün farklılaştırmasına, giderek pa­zarda daha çok yer tutmaya ve toplam­da daha fazla mal satmaya dayanma, bu­radan bir optimizasyon modeli çıkarta­rak en yüksek kar seviyesine ulaşma ve aynı zamanda da yine birim başına düşen sabit maliyetleri daha fazla çeşide böle­rek tasarruf elde etme sistemine daya­nan çeşit ekonomileridir. Buradan hare­ketle çeşit üretebilme olanağının Fordist üretim sisteminde de mevcut olduğu ve hatta tercih edilen bir yol olduğu belir­tilmektedir.

İkinci yön; postfordizmle birlikte öne çıkan küçük üretim birimlerinin, aslında küresel üretim zincirinin basit parçaları olduğudur. Bir yandan bu zincirin hiye­rarşik yönlendirmesine tabi olurken, di­ğer yandan geçiş dönemi örgütlenmele­ri olarak ortaya çıkan kimilerinin, bu a- lanın karlılığını fark eden çok uluslu şir­ketler tarafından ele geçirilmeleridir.

“ Küresel örgütlenmenin bir parçası olarak Denizli, Gaziantep, Çorum gibi yerlerde örgütlenmiş irili ufaklı aile şir-

62

Page 64: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ketleri gösterilebilir. Bu şirketler, büyük alıcının siparişine uygun olarak fason ü- retim yaparlar. Çalışma sistemleri hiç de esnek değildir. Hemen hepsi ISO stan­dartları ile bağlanmış, ucuz işgücü mer­kezleri olarak sistemin bir parçasıdır.

Geçiş dönemi işletmelerine ise Tür­kiye’de bir dönem hemen her yerde o r­taya çıkmış PVC pencere üreticileri, akü üreticileri gösterilebilir. PV C ’ciler, Fırat Pen ya da VVinsa gibi büyük markaların ortaya çıkması ile bir bir yok olmuş; a- kücüler ise yabancı bir marka olan Tu- dor’un piyasada çok büyük bir pay kap­masıyla bu markanın bayii olarak çalış­maya başlamışlardır.” 22

Toplam kalite başlığında ele aldığı­mız, yeni teknolojilerin emeğin vasfını artırıp artırmadığı da tartışmalıdır. En ö- nemli anlaşmazlık vasfın “ insan” a mı, yoksa “ iş” e mi olduğu noktasındadır. B a rk o d sistemleriyle çalışan bir kasiyer, bakkal sahibinin hesap makinesine göre yüksek bir teknoloji kullanmaktadır, an­cak yaptığı iş barkodlu ürünü makineye okutmak ve birkaç tuşa basarak ürünün toplam fiyatını müşteriye söylemekten i- barettir. Çalışanın yaptığı işe bakıldığın­da otomobil fabrikasında vida sıkan bir işçininki kadar basit, kendi kendisini tek­rarlayan ve entelektüel birikim gerektir­meyen bir iş olduğu görülür. Bilgisayarla çalışıyor olmak çalışanın işe yabancılaş­ma düzeyini azaltmamaktadır. Aynı za­manda ileri teknoloji, çalışan için daha fazla denetim ve daha fazla otomasyon anlamına gelmektedir. Bilgisayar sistem­li üretim teknikleri hep söylenegelenin aksine işyerlerinde çok daha katı bir hi­yerarşi ve denetim getirmektedir.

Tüm bu tartışmaların sonucunda o r­

taya çıkan sav; postfordizmin, aslında Fordizmin son moda bir entegrasyon sistemini ürettiğidir. “ Bu sistemde çok ülkeli şirketler daha önce görülmemiş oranda büyümekte, dünyanın her yerin­deki üretim olanaklarını yönlendirmekte ve bu üretimin standartlarını belirle­mektedir. Bu, Fordist üretim tarzından bir kopuş değil, aksine Fordizmi hazırla­yan sürecin bir ileri aşaması gibi algılan­malıdır. Yeni standardizasyon aşaması dünya çapında marka ve tekel üretme yeteneğine sahip çok ülkeli şirketlerin küresel standartları hayata geçirme ev­residir.” 23

Bu savı güçlendiren bir olgu robot­larla bile üretim yapılsa ürünler hala standart parça kullanılarak ve yığın üre­timi temelli üretilmektedir. Bu nedenle Volkswagen her yıl en çok satan mode­li Go lfü 800.000 adet üretmekte ve bundan hiç de şikayetçi olmamaktadır. Çünkü hala yığın üretimi, kar maksimi- zasyonuna olanak tanımaktadır.

Bu iddialara göre; kapitalistlerin es­nekliği artırma ve sanayiin coğrafi yer­leşmesinde avantajlar elde etme arayı­şında yeni hiçbir şey olmadığını ve kapi­talizmin işleyiş tarzında köklü bir deği­şim tezi için ileri sürülen olgusal bulgula­rın ya zayıf ya da hatalı olduğunu düşün­mek mi gerekiyor? Esneklik fikrini yay­manın temel amacı, işçi sınıfı hareketle­rini zayıflatan bir ideolojik ortama kasıt­lı ya da kasıtsız katkıda bulunmak mıdır? Esnek üretim, kapitalizmin alışılmış hika­yesinin biraz süslenmiş bir versiyonun­dan mı ibarettir? Bu çok kolaycı bir yar­gı olurdu. Böyle bir yargı kapitalizmi ta­rih dışı bir biçimde, dinamik olmayan bir üretim tarzı olarak eie almak olurdu; oysa kapitalizmin dünya tarihinde sürek­

______ ^VK\Httrten oostfordızme —

----------------------------------------- 63 ----

Page 65: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

li değiştirici bir güç olduğunu, bu gücün dünyayı sık sık farklı kalıplara soktuğunu biliyoruz. Esnek üretim, bu tür bir kalıp­tır.

Esneklik yönündeki adımın özde yeni bir yanı olmadığı ve kapitalizmin geçmiş­te de dönemsel olarak bu tür yollara yö­neldiği vurgusu doğrudur. Ö te yandan esnek teknolojiler ve organizasyonel bi­çimler her yerde hegemonik hale gel­memiştir. Ama bu durum Fordizm için de geçerliydi. Günümüzde yaşanan; bazı sektörler ve bölgelerde (örneğin oto­mobil imalatı gibi) yüksek derecede et­kinliği olan (birçok durumda esneklikten bir şeyler alan) Fordist üretim ile “ zana­at” türü, paternalist ya da patriyarkal ü- retim ilişkilerine dayanan ve emek üze­rinde tümüyle değişik denetim mekaniz­maları içeren daha geleneksel üretim sistemlerinin bir birleşimidir. Kuşkusuz 1970’lerden bu yana, “ geleneksel” bi­çimler montaj hattının aleyhine bir artış göstermiştir. “ Artı değer üretim ve mülk edinme sistemi içinde, piyasa yo­luyla eşgüdüm (çoğu zaman taşeron iliş­kiler biçiminde), dolaysız şirket içi plan­lama aleyhine değişmiştir. Küresel dü­zeyde işçi sınıfının doğası ve bileşimi de değişmiştir, bilinç oluşumunun ve politik eylemin koşulları da.” 24

Bu noktadan da hareketle şunu söy­leyebiliriz; yeni fabrika olgusu Ford’un fabrikasından farklıdır, ama aslolarak fabrika örgütlenmesi temelinde değil, ü- retim örgütlenmesi temelinde. Çok u- luslu şirketlerin yönetim birimleri mer­kez ülkelerde, üretim birimleri okyanus aşırı ülkelerde taşeron firmalardadır. Spor ayakkabıda dünya pazarının yakla­şık %68’ine Nike ve Reebok gibi iki bü­yük firma hükmediyor. Üretim standart­

— yol____________________________

ları da yine bu iki marka tarafından be­lirleniyor. N ike’ın dünyanın herhangi bir yerinde bir fabrikası yok. Çeşitli ülkeler­de Nike için üretim yapan taşeron fir­malar bulunuyor ve Nike bu sayede yıl­da 300 farklı modeli piyasaya sürüyor. Bu sistemde Nike, tek bir çift ayakkabı satışından elde edilen karın %40.3’ünü a- lıyor. Üçüncü dünyadaki taşeron fabri­kalara kalan pay ise sadece %3.75’tir.

Benzeri bir durum Microsoft ve Intel üzerinden bilgisayar sektöründe yaşan­maktadır. Bu iki firmanın tek bir bilgisa­yardan elde ettiği kar %60’tır. Tayvan, Güney Kore gibi ülkelerde anakart yon­gaları, hard disk ve modem üreten fir­maların toplam payı %39 civarındadır. Genellikle Ç in’de örgütlenmiş olan fiop- py, klavye, cd sürücü, kasa gibi parçaları üreten firmaların kardan aldıkları pay ise sadece %0.4’tür. 25 Bir başka örnek ise Benetton’dur. Benetton doğrudan üre­time hiç girmez, bir bağımsız üreticiler ordusuna komutalar aktaran güçlü bir pazarlama aygıtı olarak çalışır.

Ancak 1970lerden bu yana gelen sü­recin asıl özgül yanı, finansal piyasalarda­ki değişim ve yükselmedir. Güç sadece finansal piyasalarda yoğunlaşmakla kal­mamış, küresel ölçekte finansal eşgü­düm alanında aşırı sofistike sistemler o r­taya çıkmıştır. Sermaye birikiminin es­nekliği, aslolarak bu finansal sisteme da­yanır. Dolayısıyla, üretimde, emek gü­cünde ve tüketimde gerçekleşen esnek­liğin, kapitalizmin kriz eğilimlerine karşı ortaya çıkan finansal bir refleks olduğu­nu söylemek yanlış olmayacaktır. Finan­sal sistem, gerçek üretimden tarihte hiç olmadığı kadar özerklik elde etmiştir. E- ğer “ eski” kapitaiizmle “ yeni” arasında a- yırt edici bir özellik arayacaksak önce-

__ 64

Page 66: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

likle kapitalist örgütlenmenin finansal a- şamalarına bakmak gerekiyor. Ne var ki; bu durum, kapitalizmi her zamankinden daha istikrarsız ve krize eğilimli hale ge­tirmiştir.

Tüm bu tablodan çıkartılabilecek so­nuç; cennet adacıklarının yanı sıra dün­yanın büyük kısmının cehenneme dö­nüşmüş olduğudur. Standartlar dünya­sında, insanlığın yeni tüketiminin kuralla­rı ve standartları verilmektedir. İstan­bul’da, Hindistan’da ya da Tayvan’da ka­rın tokluğuna taşeron firmalarda çalışan işçiler ve hatta çocuklar, bugünkü kapi­talist üretim sisteminin temelini oluştur­maktadır. Ö te yanda T K Y uygulayan ana üretim birimleri de birer işçi cenneti de­ğildir. TKY , pek çok işçi için aynı ücrete daha çok çalışmak ve artan gerilim anla­mına gelmektedir. Üstelik yaşanan her krizde, sermaye kesimi, krizi emek mali­yeti üzerinden yorumlama ve aşma ref­leksini korumaktadır.

1990-2000 yılları arasındaki verilere göre, genel olarak dünyada %100’lük bir verimlilik artışı karşısında %10’luk bir ücret artışı, Türkiye’de ise %100’lük bir verimlilik artışı karşısında ise yalnızca %0.6 (binde 6)’lık bir ücret artışı gerçek­leşmiştir. Yine 1983-1999 yılları arasın­da dünyanın en büyük 200 uluslararası şirketinin karlarındaki artış oranı %362 olurken, istihdam ettikleri emek gücün­deki artış sadece %14’te kalmıştır. 26

Kral fazlasıyla çıplak. Katılım, verimli­lik vb. parlak sözlerin üstü kazındığında, altından yine azami kar, sömürü ve yo­ğun denetim çıkmaktadır. Emek-serma- ye çelişkisi başat çelişki olmaya devam ediyor ve emekçilerin dayanışmasıyla geleceği kurtarmak görev olarak önü­

müzde duruyor.

* Panoptikon: Faydacı felsefenin ku­ramcılarından Jeremy Bentham tarafın­dan özellikle cezaevleri için geliştirilen, görülmeden gözetim altında tutmaya imkan sağlayan mimari tasarım. Kavra­ma günümüzdeki yaygınlığını sağlayan Foucault, onu, cezaevi, hastane, okul ve kışla gibi “ total” kurumlarda uygulanan denetim ve gözetlemenin kaynağı olarak görür. Yani her işyeri artık bir panopti­kon hapishaneye dönmüştür. Bu hapis­hanede gözetim için, iktidarın varlığını hissettirmek için çok sayıda denetçiye gerek yoktur. Burada mahkumlar, aynı anlama gelmek üzere işçiler kendi ken­dilerini denetleyecek bir özelliğe kavuş­turulmaktadır. Foucault’nun ifadesi ile “gerçek bir tabi olma durumu” sağlan­mıştır. Bu tabi olma işçiyi çalışmaya, e- mek ve zaman açısından daha yoğun ça­lışmaya kendiliğinden yönlendirmekte, dışardan bir güç kullanmayı gereksiz kıl­maktadır.

DİPNOTLAR1. A. Alpay Dikmen, “ Standart Üründen Marka Standardizasyonuna” , iktisat Üze­rine Yazılar l-Küresel Düzen, Birikim, Devlet ve Sınıflar, Der. A.H. Köse-F. Şenses-E. Yeldan, İletişim Yayınları, İs­tanbul, 2003, sf. 2572. Prof. Dr. Hacer Ansal, “ Esnek Ü re­timde İşçiler ve Sendikalar” , www.birle- sikmetal.org3. a.g.y.4. Prof. Dr. Nurhan Yentürk, “ Fordizm- den Postfordizme...” , DİSK-AR, Mart- Nisan 1994, sayı 155. Prof. Dr. Hacer Ansal, “Alternatif Teknoloji ve Son Teknolojik Gelişme­ler” , Altertanif Teknoloji isimli kitaba

_______taylorizmden postfordizme__

----------------------------------------- 65 —

Page 67: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

önsöz, David Dickson, Ayrıntı Yayınları, Haziran ’92, İstanbul, sf.236, 7, 8. Doç. Dr. Fuat Ercan, “ Postfor- dizmin Arka Bahçesi, Krizin Sevimsiz Çocuğu; Taşeronlaşma” , DİSK-AR, Mart-Nisan 1994, sayı 15 9, 10. Engin Yıldırım, “Türkiye’deki Top­lam Kalite Yönetimi Uygulamalarının İş­çiler ve Endüstri İlişkileri Üzerindeki Et­kileri” , www.sendika.org I I. Yeni Yüzyıl gazetesi, 7 Kasım 1996, akt. Engin Yıldırım, a.g.y.12. A.N. Nalıncı, “ Kalite Güvencesi Yö ­netiminin Toplumsal Bir Uyarlaması” , 3. Verimlilik Kongresi, 14-16 Mayıs 1997, Ankara13, 14, 15. Engin Yıldırım, a.g.y.16. Önce Kalite dergisi, Kış 199717. Yeni Yüzyıl gazetesi, 16 Kasım 1996, akt. Engin Yıldırım, a.g.y.18. akt. Engin Yıldırım, a.g.y.19. Erkan Ayanoğlu, Eğitimde Toplam Kalite Yönetimi Gerçeği, Eğitim-Sen Ya­yınları, Kasım 2003, Ankara, sf. 4920. a.g.e., sf. 57-6021. A. Altay Dikmen, a.g.y., sf. 52822. a.g.y., sf. 528-52923. a.g.y., sf. 53024. David Harvey, Postmodernliğin Du­rumu, Metin Yayınları, Kasım 1997, İs­tanbul, sf. 21925. A. Altay Dikmen, a.g.y., sf. 535-53626. Erkan Ayanoğlu, a.g.e., sf. 52

— yol------------- ---------------------------

__ 66

Page 68: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Mehmet Akyoi

GELECEĞİN SENDİKALARII. ÜRETİM SÜRECİNDEKİ DEĞİŞİM

Günümüzde endüstrileşmeden son­raki yeni bir aşamaya geçiş yaşanıyor, iş artık belli bir yer ve zamanla sınırlı bir süreç olmaktan çıkıyor.

Bilgisayarların üretim sürecinde kul­lanılması, fiyatlarının iyice ucuzlaması ile kitlesel bir yaygınlık kazanırken, yeni grafik ve obje merkezli yazılımlar kulla­nıma sınırsız alanlar açmakta, bilgisayar ağı tekniklerinin gelişmesi bir yere ba­ğımlılığı ortadan kaldırmakta.

Böylece çalışma hayatı, özel yaşam ve sosyal yaşam arasındaki sınırlar kalk­makta, her gün yeni tipten örgütlenme modelleri, davranış biçimleri, kuralları i- le karşı karşıya kalmaktayız. Buhar maki­nesi, tren yolu ve akarband sistemi 20. yüzyılın merkezi -hiyerarşik- üretim sü­recini yaratırken, şimdi tıpkı tarım-taşra hayatından şehir hayatına geçilmesi sü­recine benzer yeni bir süreç yaşıyoruz. Yeni enformasyon ve komünikasyon teknikleri yeni tip işletmeleri (İT), yeni tip değer yaratma süreçlerini yaratırken emeğin yeniden tanımlanmasını da gün­deme getiriyor. Bu süreçte mal akışı ye­rine bilgi akışı önem kazanıyor.(Atom yerine bit akışı, üretim yerine hizmet, endüstri üretimi yerine bilgi üretimi)

Klasik ekonominin tarım-endüstri- hizmet üçlemesi artık geçerli değil, çün­kü kafa emeği eşittir hizmet üretimi denklemi geçerliğini yitiriyor. Üretim

sürecindeki otomasyon ve rasyonalleş- tirme ile kol emeği giderek artan oran­da yerini kafa emeğine (danışma, bilgi­lenme, araştırma, geliştirme, organize etme, birbirine bağlanma, yönetme, bi­çimleme ve tanıtmaya ) bırakmakta. An­cak nasıl ki tarımın yerini endüstri alma­ya başladığı süreçte olduğu gibi tarım tü­müyle yok olmadıysa, hizmet (kafa eme­ği) endüstriyi tamamen ortadan kaldır­mayacak, endüstri de tıpkı tarım gibi gi­derek azalan ama ortadan kaybolmayan bir konuma girecek gibi görünüyor. Ü- retilen ürünler içinde maddi olanlar miktar olarak biraz artarken, oran ola­rak tarımın endüstri karşısında 60’lı yıl­lardaki oranına gerileyecek.

Klasik ekonominin ölçüleri, ağırlık, parça, fiyat ve zaman yeni ekonomi için ölçü olmaktan çıkmakta. Ancak ortaya çıkan şey, pek çoklarının sandığı yeni e- konomi (N ew Economy ) değil yeni e- konomik kurallardır. Üretilen bir mal satıldığında sahibi değişirken, şimdi sahi­binde kalarak başkalarına satılmakta, kullanıma sunulmaktadır. Maliyet pratik olarak araştırma,geliştirme masrafların­dan oluşmakta; hammadde ve pazara u- laştırma masrafları sıfıra yaklaşmaktadır. Bir yazılım programı (Softvvare) üretil­dikten sonra bir sefer kullanılma yerine bir milyon sefer kullanılması için ek hammadde, ulaşım ve sermayeye ihmal edilecek düzeyde ihtiyaç vardır. O za­man ister istemez artı değer kavramı da yeniden tanımlanmak zorundadır.

Page 69: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Maddi tüketim maddelerinin üreti­minde de benzer süreçler yaşanmakta. Örneğin yayınevleri artık bir kitaptan belli bir miktarda basıp piyasaya sürmek yerine tanıtımını yapıp elektronik pos­tayla sipariş almakta ve kitaplar gene e- lektronik olarak kontrol edilen matbaa­larda sipariş kadar basılıp tüketiciye u- laştırılmaktadır (Books on Demand). El­bette kitapların sadece elektronik ola­rak yayınlanması rüyasını gündem dışı tutmak gerek ama gelecek böyle görü­nüyor. Benzer şeyleri, tüketicinin elekt­ronik olarak verdiği siparişlere göre ya­pılan elbiseler, kozmetik ürünleri, mo­bilyalar için de söyleyebiliriz. Ürünlerini bir mekanda kitlesel olarak üreten ve pazara sunan devasa fabrikalar yerlerini elektronik olarak yönetilen küçük işlet­melere bırakmaktadır.

Nasıl ki bir romanın değeri sayfa sa­yısı veya ne kadar zamanda yazıldığıyla değil içeriği ile ölçülüyorsa, benzer şekil­de üretim için harcanan zaman da artık nicelik olarak bir değer taşımamakta yal­nızca nitelik önem kazanmaktadır.

Maddi tüketim maddeleri için geçerli olan fiziksel sınırlamalar entelektüel tü­ketim maddeleri için geçerli değildir, ü- retilenden fazlası tüketilemez, ürün mik­tarı sonsuz olamaz kuralları bir kenara atılmıştır. Çalışma süresinin kısaltılması üretkenliği arttırmaz, tam tersine çalış- ma-özei-sosyal yaşam arasında ki sınırla­rın kaldırılması üretkenliği arttırır.

Klasik ekonomide bir mal ne kadar azsa değeri o kadar artar kuralı da ter­sine döner, bilgisayar ağları gerçekliği ile bir program ne kadar çok kullanılırsa o kadar değerli olur. Microsoft örneğinde olduğu gibi bu durum akıllara durgunluk

— yol________________________ ___

veren bir tekel olgusu yaratır, hatta ba­zıları programlarının temel taşını bedava verecek duruma gelir. (Linux’ da olduğu gibi)

Hammadde, üretim araçları, enerji ve toprak, üretim süreci içinde oran o- larak değer kaybederken, insanın kendi­si üretici güç olarak tekrar öne çıkmak­tadır.

II. ÜRETİMORGANİZASYONLARINDA YENİ OLAN NE?

Bu gerçeklikler ışığında üretimin o r­ganizasyonu nasıl değişmiştir-değişecek- tir? Öne çıkan en temelli değişiklik, merkezi-hiyerarşik organizasyonun yeri­ni desantral-otonom(kendi içinde ba­ğımsız) birbirlerinin kopyası olmayan küçük birimlerin alması. Kapitalizmin başlangıcındaki bağımsız küçük işletme­lerden farklı olarak bu birimlerin arasın­da bir bilgi akımı vardır, onları birbirine bağlayan pazarın yanı sıra bu akımdır.

Kapitalizm geliştikçe işletmeler tek­niğe bağlı olarak büyümüş, ikinci evren­sel paylaşım sonrası yüksek konjonktür döneminde en yüksek düzeye varmıştır. İşçinin temel işlevi kendine verilen-bu- yurulan işi yapmaktır, bu işi ne kadar iyi yaparsa o kadar iyi işçi olmuştur. Ü re ­tim öncesi araştırma-geliştirme-pianla- ma ve üretim sonrası tüketiciye sunma süreçleri dışına itilmiştir. Bizzat yaptığı i- şin nasıl yapılacağı bile kendisi dışında belirlenmiştir.

Bu Fordcu-Taylorcu sistemin tıkan­maya başlaması ile ilk olarak işçinin atıl duran kafa emeği üretim sürecine dahil edilmeye başlanmıştır. Grup çalışması,

68

Page 70: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

kalite çemberleri derken işçinin kafa e- meği üretim öncesi ve sonrası süreçlere de yayılmaya başlamıştır. İT teknikleri­nin devreye girmesi ile işçinin kafa eme­ğinin yani yaratıcılığının üretim sürecin­de maksimum düzeyde kullanılması mümkün hale gelmiştir. Kafa emeği yo ­ğunluklu üretim ise buyurmayı asgari düzeye indirmek zorundadır, yoksa ya­ratıcılık lafta kalır. Bugünkü kapitalizmin gücü buradan kaynaklanmaktadır, kü- çük-otonom üretim birimlerini bir ağ ile birbirine bağlamak ve bu ağın kontrolü­nü elinde tutmak. Sermaye sahibi neyin nasıl üretileceğini işçiye bırakmakta bir sakınca görmüyor, tek sorunu oluşan a- ğın kontrolünü elinden çıkarmamak.

Yanlış anlaşılmalara yer vermemek i- çin bir kez daha tekrarlayalım, maddi tü­ketim maddelerinin üretimi, tıpkı tarım üretiminin endüstriyel üretim karşısında gerilemesi gibi .sanal üretim* karşısında gerileyecek ancak yok olmayacaktır. Nasıl ki bugün hala tarım işçileri varlık­larını sürdürüyorsa ( hem tek tek ülke­lerde hem de dünya ölçüsünde ) endüst­riyel maddi tüketim maddelerini üreten işçiler de varlıklarını sürdürecektir. Ta­rım işçileri nasıl endüstri işçilerine naza­ran daha kötü koşullarda çalışmaya mahkum edildiyse, bu işçileri bekleyen akıbet de odur (hem tek tek ülkelerde hem de dünya ölçüsünde).

İT tekniklerinin üretime girmesi bir anlamda buhar makinesinin yerini elekt­riğe bırakmasından daha köklü sonuçlar doğuracaktır ve bu süreç henüz başla­mıştır. Buharın yerini elektriğe bırakma­sı ilk yıllarda bırakın üretkenlik artışını üretimin düşmesine bile neden olmuştu, tıpkı İT tekniklerinin son on-on beş yıl­dır bürolarda kullanılmasının bir üret­

kenlik düşmesine neden olduğu gibi. Ne zaman ki elektriğin kullanılması yeni ü- retim organizasyonu ile birleşmiştir o zaman olağanüstü bir sıçrama yaşanmış­tır. Şu anki süreç de, İT tekniklerine denk düşen üretim organizasyonun or­taya çıkma sürecidir. Yalın üretim tek­nikleri ile atılan ilk adımları önümüzdeki yıllarda daha muazzam adımlar izleye­cektir.

Üretim sürecinde bu denli büyük de­ğişimler olurken sendikal hareket hala eski örgütlenme modellerinde ayak di­retmektedir. H er şeyden önce mevcut sendikal yapılanmanın endüstrileşme dönemine ait olduğu hala görülmek is­tenmiyor, yeni örgütlenme modelleri a- ramak yerine mevcut yapının nasıl daha yetkin hale getirileceği tartışmaları sürü­yor. Endüstrileşme döneminin homojen bir işçi sınıfı yapısının yansıması olan hepsi birbirinin aynısı yapılanma model­lerine denk düşen tek tip sendika anlayı­şından vazgeçilmek istenmiyor.

Yukarıda belirtilen tarım ve maddi tüketim malları üretimi yapan işçiler i- çin, eski tip sendika modelleri belli deği­şimlerle bir model olarak kalmaya de­vam edebilir, ki bu kesimler yakın bir ge­lecekte tüm çalışanların en fazla üçte bi­rini oluşturacaklardır. Sorun gelecekte çalışanların büyük bir çoğunluğunu oluş­turacak, ‘sanal üretim işçilerinin* sendi­kal örgütlenmesidir.

Geleceğin sendikaları nasıl olacaktır sorusunu sormadan geçemeyiz kuşku­suz. Hemen belli birkaç özelliğe işaret e- delim. Tıpkı üretim organizasyonu gibi desantral'-otonom bir yapılanma gerekli­dir. Çünkü, ‘sanal üretim işçileri* yekpa­re bir yapı oluşturmazlar, her birinin

____________ geleceğin sendikaları___

69 —

Page 71: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— yol

kendine göre belli karakteristikleri olan büyüklü küçüklü bir sınıfsal yapıdır söz konusu olan. Bunları tek bir çatı altında toplamak yerine kendi içlerinde örgüt­lenmeleri ve birbirleri ile bir ağ aracılı­ğıyla bağlanmaları sağlanmalıdır.

Tek başına bu gerçeklik bile görevin ne kadar zorlu olduğunu, daha doğrusu yaratıcılığa duyulan ihtiyacın gösterir. H er sınıf ve katman kendi modelini bul­mak zorundadır, ona buna model dayat­malara hiç yer yoktur. Üstelik bulunan modellerin sürekli olmaları bile müm­kün değildir, sürekli ve baş döndürücü hızla gelişen-gelişecek üretim teknik ve organizasyonları belli aralıklarla bu mo­delleri değiştirmeyi de zorunlu kılar.

Bu gelişimin uzak merkezlerden iz­lenmesi mümkün olmayacağına göre, sendikaların da işyeri içinde olmalarını gerektirir. Buradan hareketle profesyo­nel sendikacılığın gereksizliğine varmak da mümkündür. Üretimi örgütleyen ka­faların kendi çıkarlarını örgütlemeleri de elbette mümkündür, ancak bugünden bakınca bu biraz da geleceğin konusu o- larak kalacak gibi gözüküyor, denenecek ve doğru olan bulunacaktır. Ancak bu­günden belli olan sendikaların sosyal ya­şamın içinde olmaları, hatta bizzat sosyal yaşamı örgütleyen birer kurum haline dönüşmeleri gerekliliği. Üretim sürecin­de yaşanan değişim, işçileri bir yandan a- labildiğine kişiselleştirirken bir yandan da daha sağlamca birbirine bağlayan iliş­kileri yaratıyor-yaratacak. Kişiselleşme işçiyi kendi içine kapatarak, diğer çalı­şanlarla ilişkisini köreltmeye yöneltir. Bir ağaç gibi tek ve hür ama kendiliğin­den bir orman gibi kardeşçesine olma bu kapitalist şartlarda mümkün değildir, işte sendikalar tam da bir orman olma­

nın araçiarını-örgütlerini yaratmalıdır, sınıfa ‘sosyal bir ev‘ sunmalıdır.

III. DÜŞÜNCE VE DAVRANIŞTA DEVRİM

Yukarıdaki gerçekleri bir ‘zihin jim­nastiği' yapmak için sıralamadıysak, ama­cımız sadece dünyayı anlamak değil ama aynı zamanda değiştirmekse, bunu nasıl yapacağımızı da söylemek zorundayız kuşkusuz.

Üretim yapanlara adeta her gün yeni bir yoi, yöntem denetiliyor, uygulatılı­yor. Buna karşın onlar hala eski düşünce sistemlerinin dört duvarı arasında sıkışıp kalmaya zorlanıyorlar. Düzeni değiştir­mek için ‘yanıp tutuşanlar’ ise eski dav­ranış biçimlerinden kurtulamıyorlar. Biri düşüncede, diğeri davranışta devrim yapmak zorunda, ama bu iki devrim bir­likte olabilir mi ?

Kapitalist üretim modeli kafa emeği ile kol emeğini kendi işbölümü planı çer­çevesinde ayrı ayrı kullanarak işe başla­dı, kafa emeği üretimin planlamasında kol emeği de üretim gerçekleşmesinde kullanılacak şekilde birbirinden ayrıldı. Bu gün bir yandan satın aldığı işgücün­den azami ölçüde yararlanmak için onun kas gücü yanında düşünme gücünü de ü- retim için kullanmak için yol ve yöntem­ler denerken (yalın üretim) bir yandan da giderek önem kazanmaya başlayan maddi olmayan üretim için satın aldığı iş­gücünün düşünce gücü yanında onun duygularını ve bilimsel-teknik tüm bilgi ve yeteneklerini kullanabilme yollarını a- rıyor ve buluyor. Kısacası artık gelenek­sel bir kafa emeği ile değil yepyeni ka­rakterde bir emekle karşı karşıyayız

70

Page 72: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

(‘kafa emeğinde devrim’!)İnsanın bu denli üretim süreci içinde

rol almaya başlaması bizi ister istemez bu konuda en çok yazanın eserlerine ye­niden bir göz atmaya zorladı. Aşağıda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu konuda dü­şüncelerini özetleyen uzun bir alıntı var. Bu satırları bir kez daha yukarıdaki anla­tılanları akıldan çıkarmadan okuyalım.

Tarih ve Üretici Güçler:

Klasik tarih, metafizik metodu yü­zünden: Her çağın yalnız en mükemmel örnek yanını ele almıştır; doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir. D i­yalektik metotlu klasik tarihsel maddeci­lik; hangi çağda olursa olsun, insan top- lumunun, genel olarak ve son duruşma­da, “ Ü RET İC İ G Ü Ç L ER ” le hareket etti­ğini göstermiştir. Ama, özellikle her çağ­da ve hele bir çağdan ötekine geçiş ko­nağı içinde, o yere ve zamana göre so­mut olarak hangi “ Üretici Güçler” in ay­rı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık felsefe yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bi- lim’e ısmarlamıştır.’

Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin konusu da budur, tarih boyunca yaşanan geçiş konaklarında (ki onları Tarihsel Devrim­ler olarak adlandırır) üretici güçlerin rolleri her dönem için ayrıntılı irdelen­miştir. Peki kapitalizmden bir üst aşama­ya geçiş içinde bu üretici güçlerin ko­numları ne olacaktır? Aynı yerde şu tes­pit yer alır;

‘Modern Toplumda Teknik: Maddi coğrafya ve manevi tarih üretici güçleri­ni öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, toplum hareketinde yal­nız teknikle kolektif aksiyon karşı karşı­ya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum

biçiminde olursa olsun insan: I- Kendin­den önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan ar­ta kalan gelenek-göreneklere göre, 2-İ- çinde bulunduğu coğrafya ortamına gö­re, 3-Elinde tuttuğu tekniğe göre bir ko­lektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, an­tika tarihte her belirli medeniyet için: Kolektif aksiyon üretici gücü azaldığı za­man, coğrafya üretici gücü durmuş, gö­renek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, teknik gerilemiştir. Böyle bir medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bi­le, yeni bir coğrafya üretici gücünü tem­sil eden gelenek-görenek ve kolektif ak­siyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmış­tır.’

Tarihsel geçiş dönemlerini bu denli duru tespit eden bu görüşten ne sonuç­lar çıkarabiliriz ? Söylendiği gibi, modern toplumda teknikle kolektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Daha da ilginci tıp­kı kapitalizm öncesi toplumlarda olduğu gibi kolektif aksiyon gücü azalmaktadır veya en azından görüntü budur. Oysa yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi, ka­pitalizm nihai hedefi olan karın maksimi­ze edilmesnçin, bin bir türlü üretim or­ganizasyonlarını çok başarılı bir biçimde bir araya getirmektedir. En ilkel serma­ye birikim metodu ile en gelişkini adeta yan yana durabilmekte, aynı amaca hiz­met edebilmektedir. Bunun ‘kutsal sırrı* nerede gizlidir?

Frankfurt okulu düşünürlerinden Fo- ucault bir konuşmasında egemenlerin yönetme becerisine (Gouvernmentati- taet) dikkat çeker. Bu onların sınıf ola­rak hareket etmelerinden ortaya çıkan bir karakterdir, kendiliğinden sınıf olma

____________ geleceğin sendikaları___

71

Page 73: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sürecinden kendisi için sınıf olma süreci­nin sonunda bir mükemmelliğe kavuş­muştur.

İşçi sınıfı kolektif aksiyonun son kı­rıntılarından kopuşan serf ve zanaatkar­ların bir araya gelmesi ile oluşur ve kısa zamandan endüstri proletaryasına dö­nüşürken o güne kadar görülmeyen bir kolektif aksiyon yeteneğine kavuşur. Bu yetenekle Paris Komünü ile başlayan sü­reç Ekim devrimi ile sürer, kendisi için sınıf olma yolundadır. Ancak bu süreç bilindiği gibi bir kırılma yaşadı, uzansak ulaşacağımız kerte yaklaşan sosyalizm bir anda yeniden ütopikleşti. Yaşanan dönemin, işte bu kırılan sürecin yeniden inşası olarak görülmesi gerekir, ilk evre­de oluşan kolektif aksiyonun çok daha mükemmelinin alttan alta oluşmasını ya­şıyoruz günümüzde. Nasıl ki egemenler kendiliğinden sınıf olmaktan çıkıp kendi­si için sınıf olurken en mükemmel yö­netme biçimini geliştirdilerse, işçi sınıfı da önünde olan geçiş konağını, ortaya çıkan bu gelişkin kolektif aksiyonu ile ge­çecektir.

Peki nedir bu sınıfın en üst kolektif aksiyon yeteneği? İşte günümüzün araş­tırma konusu tam da bu sorunun cevabı olmalıdır. Konu geleceğin sendikaları o- lunca soruya cevap aramak daha da ya­kıcı hale gelmektedir kuşkusuz.

Şimdi yanıt bekleyen soru şudur: İn­san üretici gücünü bugün nereye koy­malıyız?

Yazının amacı: Herkesin önüne hazır reçeteler sunmak değil, bir çıkış yoluna olabildiğince ışık tutmaktır. Bunun için bir kez daha sendikal hareketin bu güne kadar yaşadıklarına bir göz atmak da ge­reklidir.

— yol-------------------------------------------

IV. SENDİKAL MÜCADELE MANTIĞININ GELİŞİMİ

I. Serbest rekabetçi dönem- Kendiliğinden bir sınıf olma özelli­

ğinden kendisi için bir sınıf olma süreci içerisinde sendikalaşma: İşçileşme süre­cine girişle birlikte geride bırakılmak zorunda kalınan sosyal, kültürel ilişkile­rin yerine yeni durumun ortaya çıkardı­ğı sorunları çözmeyi, yeni sosyal, kültü­rel ilişkileri ortaya çıkarmayı amaçlayan kurumlaşmalar biçiminde ortaya çıkmış­tır.

- Bu dönemde, sömürünün sınırlan­dırılması amacıyla iş gücünün ‘satış’ ko­şullarının ortaklaşa belirlenmesi için ge­rekli ön şartların yaratılması (işgücü karteli yaratma) temel mantıktır.

- Kapitalizmin her kurumu ile kendi­ni dayatmasına karşı çıkma ve kapitaliz­mi aşmak isteyen toplumsal hareketle­rin içinde yer alma düşüncesi ön plan­dadır.

Belirleyici güç: Devlettir. Henüz ikti­darını sağlama alamamış olan burjuvazi­nin geniş tavizler vermesi söz konusu değildir, legal mücadele sınırlıdır, dolay­lı mücadele yöntemleri (hastalık kasası kurulması vb ) önde gözükür.

li. Tekelci dönem- Sermaye ile uzlaşarak, sistemi de­

ğiştirme dışında hemen hemen her a- landa isteklerin kabul ettirilmesi süreci başlar. Sömürünün sınırlandırılması, sosyal sigortalardan evrensel hakların kabulüne kadar verilen mücadelelerin meyveleri olur. Böylece sosyal devlet kavramının kurumlaşması gerçekleşir.

__ _ 72

Page 74: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

- Sendikal hareketten sendikaların kurumlaşmasına geçilir ki, bu beraberin­de bürokratlaşma eğilimlerini de bera­berinde getirir.

Belirleyici güç : Devlet (sermaye) - Sendika işbirliğidir.

Belirleyici etken : İktidarını sağlam­laştıran, üretkenliği arttıran, yeni sö­mürgecilikle kendi ülkesine değer transfer etmeye başlayan tekelci burju­vazide uzlaşmacı eğilimler baş gösterir­ken, işçi sınıfının bir ülkede iktidar ol­ması karşısında ‘işçilerini’ kendi tarafına çekme taktiği görülmektedir.

III. ‘Duvarın yıkılışı’ sonrası- Birinci evrensel paylaşım sonrası

bir ülkede, ikinci evrensel paylaşım son­rası ise dünyanın üçte birinde iktidar o- lan işçi sınıfının egemenliğinin çöküşü i- |e emek sermaye arasındaki güç denge­si kökten değişir, sermayenin çalışanla­ra taviz verme ihtiyacı geniş ölçüde o r­tadan kalkmıştır, sınıf artık bulunduğu ülkedeki gücü kadar taviz alabilen bir konuma gelmiştir.

- Sınıfın yeniden yapılanmasına denk düşen örgütlenme modelleri henüz bu­lunamadığından yeni katmanların örgüt­lenmesi gerçekleştirilememiş, klasik ö r­gütlenme yöntemleri dışına çıkılama- mıştır.

- Küreselleşme karşıtı hareketler başta olmak üzere döneme özgü ortaya çıkan düzen karşıtı hareketlerle ortak bir yürüyüş rotası belirlenememiştir.

Belirleyici etken : İşveren kesimi uz­laşma yerine açık sınıf savaşını tercih et­mektedir, devlet sendikaların isteklerine rağmen adeta devre dışı bırakılmıştır.

V. SENDİKAL ÖRGÜTLENME MODELLERİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR

İşin ilginç yanı sendikal hareket için­deki Marksist kesimlerin sınıf içinde bö­lünmeyi tespit etmekle yetinmeleri, bu­radan hareketle sendikal örgütlenme mantığında ne gibi değişiklilikler yapıl­masını tartışmaya açmak yerine belli başlı iki noktada yoğunlaşmayı yeterli görmeleridir. Bir kısmı haklı olarak işye­ri örgütlenmesini esas almaktan söz e- derken bir kısmı sendikal hareketin bö­lünmüşlüğünden hareketle sendikal bir­lik istemlerine varıyor. Veya bu iki görü­şün arasında gidip geliniyor.

Esas olarak bu iki yönelimin veya onların varyasyonlarının doğru olduğu­nu belirtelim. Hatta daha ileri giderek, sendikal hareketin yeniden içselleştiril­mesi olarak tanımladığım işyerlerine, sendikal hareketin ilk doğduğu günler­de olduğu gibi, geri dönme en can alıcı noktalardan biri. Ama prensip düzeyin­deki bu doğrular nasıl hayata geçirile­cektir? Bu soru bizi ister istemez sen­dikaların nasıl örgütlenmesi sorusuna götürecektir.

Devam etmeden belirtelim, genel o- larak örgütlenme prensipleri konusunda sol sendikal muhalefet dünyanın her ye­rinde aynı şeyleri söylüyor, sendika bü­rokrasisine karşı aşağıdan yukarıya de­mokratik örgütlenmeden, karar meka­nizmalarında çalışanların doğrudan söz ve karar sahibi olmasına kadar. Ama bu­raya kadar söylenenler prensip düzeyin­den ileri gitmiyor, bizatihi örgütün ken­disi nasıl olacak sorusuna bir cevap o r­talarda görünmüyor.

____________ geleceğin sendikaları___

----------------------------------------- 73 —

Page 75: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

VI. TEK TİP SENDİKACILIK

Dönüp 200 yıl gerisine, sendikaların ilk ortaya çıktığı döneme bakalım, sınıfın kendini korumak için oluşturduğu ilk ö r­gütlenme modelleri, Manifesto ve Ko ­mün sonrası ete kemiğe büründü ve bu­gün her yerde rastladığımız sendikal ö r­gütlenme modeli ortaya çıktı, taban ö r­gütlerinden -işyeri ve yerel birimler­den- işkolu, bölge oradan da merkezi yapıya. Aşağıdan yukarıya giderken sen­dikal aparatın profesyonelleşmesi, bir ülkedeki sendikaların bir araya gelerek federasyon vb. oluşturmaları ve benzeri. Sendikalar konusundaki tartışmalar ise temelde bu tip sendikaların işleyiş pren­sipleri üzerinde yoğunlaştı, tartışmalar dönüp dolaşıp kaçınılmazca tüzük mad­delerine takıldı.

Sınıfın homojen bir yapıya sahip ol­masının doğal sonucu olan bu tek tip sendikal örgütlenme hala bir değişime uğramış değil, sendikal örgütlenme de­nince akla gelen tek örgütlenme biçimi hala bu. Kimsenin hakkını yemeyelim, bunun dışında elbette başka tipten ö r­gütlenmeler de var. İtalya’da ki sendikal konseyler, Hindistan ve Meksika’da ki kadın sendikaları, N ew York konfeksi­yon işçilerinin .bürokrasisi’ olmayan ba­ğımsız sendikaları ve daha bir dizi örgüt­ler. Dikkatinizi çekerim ben de bunlara sendikadan çok ‘örgüt’ deme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü bütün bunlara, ya yerel şartların ortaya çıkardığı örgütler, ya da belli bir politik akımın ‘politik or- güt-sendika’ karışımı örgütlenmesi ola­rak bakıyoruz. (Özellikle Anarko-sendi- kalist akımların)

Bunlar elbette doğru tespitler, yani

— yol-------------------------------------------

‘evrensel’ geçerliliği olan örgütlenme biçimleri değil ve sorunun can alıcı nok­tası da bu zaten, ‘evrensel’ bir örgütlen­me modeli aramak zorunda mıyız ? Baş­ka bir deyişle sendikal örgütlenmeler tek tip olmak zorunda mı? Hatta soru­yu daha da derinleştirebiliriz, bir sendi­ka her işyerinde, her şehirde, mahalle­de ayni tip örgütlenmeye sahip olmalı mıdır? Bir sendika bir işyerinde legalite- yi sonuna kadar zorlayarak örgütlen­mesini temellendirirken, neden bunun önünün tıkandığı yerlerde legal sendika olarak legal sınırlar içinde kalmak zo­runda kalalım ki! Patronlar kendi yasa­larına uymuyorsa biz neden uyalım? Sa­dece sendikaların değil sol muhaliflerin de tüylerini diken diken edecek bir dizi soru.

Bunu elbette her yerde, her kade­mede mutlaka ayrı bir örgütlenme ol­malıdır noktasına götürmemek gerekli. Bir işkolunda grev kararı alınması için mutlaka merkezin onayı gerekli iken başka bir alandan tek başına bir işyerin­de çalışanların kararı ile greve gitme mümkün olabilmeli. Evet böylesine bir örgütlenme anlayışı tam bir kaos orta­ya çıkaracaktır, ama zaten kaotik bir ortamda üretim yapmıyor muyuz? Ser­mayedar karını arttırmak için kılını kı­pırdatmadan üretim sürecinde hemen bir kaos yaratm ıyor mu? Şöyle demek de mümkün, sendikal hareket eskiden kendine klasik savaş yöntemleri ile sal­dıran sermayeye karşı, klasik savaş sü­ründürecek sendikal yapıları oluştur­muştu. Şimdilerde klasik savaş yöntem­lerinden gerilla taktiklerine geçmiş olan sermayeye karşı hala klasik savaş yön­temleri ile mücadele etmekten vazgeç­miyor!

74

Page 76: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

VII. YATAY VE DİKEY BÖLÜNMELER

İlk bakışta bir kez daha elimizde bir pusula ve gökte kutup yıldızı ile dalgalı denizde yön bulmaya çalışan denizciler gibi yol almaya çalışıyoruz denebilir. Za­ten yukarıda sıralanan örnekler böyle bulunmuş gibi görünüyor. Başka teknik buluşlar yapmak bugün mümkün değil mi ? Böylesine bir birikim olduğu ortada, cesaretlice ileriye dönük bir adım atarak yeni sendikal örgütlenmeler yaratma gö­revi ile karşı karşıyayız.

Çıkış noktamız ne olacak? Henüz ha­zır reçetelerimiz olmadığından elimizde birikenlere bakalım, ilk göze çarpan üre­tim sürecindeki değişme ve bunun doğ­rudan bir sonucu olarak sınıfın yapısının da değişmesidir. Monolitik bir yapıdan mozaiğe geçişle birlikte sınıfın yeniden -Marksist anlamda- tanımlanması gerek­mektedir. Bu kuşkusuz kendine has bir araştırma konusu olmalıdır. Biz burada böyle bir araştırmayı derinleştirme iddi­asında olmadan, sendika! örgütlenme i- çin önem taşıyacak belli konulara değin­mekle yetineceğiz. Sınıfın yeniden ta­nımlanması süreci ilerledikçe, bunun sendikal örgütlenmeye yansıması da ir­delenmelidir.

Konu ile doğrudan ilişkili olmasa da bir konuyu daha göze batırmakta yarar görüyorum. Üretim sürecindeki değişim yalnızca sınıfı dönüştürmüyor, toplum bir bütün olarak yeni bir yapılanmaya gi­diyor. Bir üretim süreci organizasyo­nundan diğerine geçiş, önce sınıfta ve o- nun örgütlerinde, onu takiben tüm top­lumsal süreçlerde değişimi zorlar. Ö r ­neğin Fordizm üretim sürecinde akar

bant sisteminden sosyal devlete kadar toplumun her alanında değişime yol aç­tı. Bugün yalın üretim (Lean Production) ve türevleri üretim sürecini yeniden ö r­gütlemektedirler, henüz tamamlanma­yan bu süreç tüm toplumsal süreçlere -elbette her türden örgütlenmelere de- kendini dayatıyor.

Yeni üretim organizasyonu ile ortaya çıkan sınıf içi bölünmeler nelerdir soru­su kadar, bu kadar bölünen bir yapıda nasıl bir birliktelik vardır ki hala bir sınıf­tan bahsediyoruz sorusu da önemlidir hiç kuşkusuz. Sırayla gidersek öncelikle bölünmelerin karakteristikliklerini bul­maya çalışalım.

Sınıf içerisindeki ilk bölünmeler yatay düzeyde ortaya çıktı, bu biliniyor, düz iş­çiden kalifiye, oradan beyaz yakalılara kadar bir dizi katman ortaya çıktı ve bunlar sınıf içinde bir hiyerarşi oluştur­dular. Bugünkü süreçte bu yatay bölün­menin derinleşmesi ve çeşitlenmesi ya­şanıyor. Bir yandan katmanlar arasında­ki sınır duvarları kolayca üzerinden atla­nacak yükseklikten yukarı çıkarken, di­ğer yandan yeni katmanların da ortaya çıkması söz konusu. Ülkemizde bu ko­nuya biraz kafa yoranlar bu konuda şu tespitleri yapıyorlar, ‘sermayedar sınıfı çalışanlar arasındaki eşitsizliklerden ya­rarlanarak ve bu kesimler arasında ya­pay ayrımlar yaratarak sömürüyü yo­ğunlaştırmaktadır. Sermayenin artan e- gemenliği ve bizlerin bölünmüşlüğü, ya­şam ve çalışma koşullarımızın her geçen gün ağırlaşmasına neden olmaktadır. Ça­lışanlar bir yandan üretim sürecinin fiili sonucu olarak ayrışırken (geçici işçi, ev çalışanı, enformel sektör çalışanı vb.) bir yandan da statüler olarak (işçi, memur, sözleşmeli, taşeron işçisi, kapsam dışı

geleceğin sendikaları__

75 _

Page 77: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— yol

personel) farklılaştırmaktadır. Bu ayrış­tırma, bölünmüşlük durumu sınıfın gü­cünü azaltmaktadır. Sendikal yapılar ise statü farklılıklarını temel alarak oluştu­rulmakta ve milyonlarca işçiyi örgütle­meye yönelmemektedir. Bu da sendika­ları etkisiz kılmaktadır. Ö te yandan iş- kollarının fazlalığı bu bölünmüşlüğe art­tırıcı etki yaratmaktadır. Böylesi bir sü­reçte mevcut sendikal yapıların yeni bir örgütlenme modeli yaratmaları zorunlu­luk haline gelmiştir. Bu nedenle çalışan­ların ortak örgütlülüğünü sağlayacak po­litikalar oluşturulmalı ve somut adımlar atılmalıdır. Bu adımların atılacağı ilk yer işyerleridir. İşyerlerinde farklı statüde çalışanların oluşturacağı komiteler üze­rinden yeni yapılanmalara gidilmelidir. Etkin bir mücadele bu araçlar üzerinden şekillenecektir.’ (BSH çağrısı )

Bu tespitler önemli ama yüzeysel, so­mut yönelimler konusunda da dişe do­kunur bir şey söylenmiyor. Sendikal ha­reketin bu alanda yaptıklarına bir bakış­la konuya devam edelim.

VIII. TARTIŞMALARA BİR ÖRNEK

Sendikal Hareket içindeki tartışma­larda sivil toplum örgütleri ile birlikte çalışma konusunda süren tartışmalara bir göz atmak, buradan hareketle elde edilen bir ‘başarıyı’ irdelemek öğretici olacaktır. Sendikal hareketin temel dü­şüncelerini, örneğin ‘enformei alanının örgütlenmesi’ konusu şöyle özetlenmiş;

‘Sivil Toplum Örgütleriyle İlişkiler; Sendikaların enformei ekonomide ö r­gütlenmesi sivil toplum örgütleriyle (N G O ) ilişki sorununu gündeme getir­

__ 76

mektedir. Aslında sivil toplum örgütleri enformei sektör çalışmalarına ilişkin ö- nemli fonlar elde etmektedirler. Enfor- mel çalışanlar ile daha rahat ilişki kura­bilmektedirler çünkü bu işçilerin acil-ya- şamsal talepleriyle ilgilenmektedirler. (...) Yoksulluğa karşı mücadelede sendi­kalar ve sivil toplum örgütleri sokakta yan yana yürümektedirler. Bu yapıcı bir diyalog zemini yaratmaktadır. (IC FTU Aylık Yayın Orgam’nın (Trade Union W o rld ) Mayıs 2001 tarihli sayısında yer alan Cecilia Locmant imzalı yazılardan derleyen T. Çoban ) ’

Bu noktadan hareketle N G O ’lar, sendikaların da desteği ile bir ‘temiz ça­maşır’ kampanyası (Clean Clothes Cam- paign, C C C ) başlattılar. Kampanyanın a- macı, dünyanın neresinde olursa olsun giydiğimiz çamaşırların insani çalışma koşullarında üretilmesi olarak özetlene­bilir. Emek yoğunluklu bir üretim olan tekstil- üretimi, işçi ücretlerinin yüksek olduğu kapitalist metropollerden üçün­cü dünyadaki ‘işgücü cennetlerine' taşı­nalı yıllar oluyor. Bu süreçle birlikte A v­rupa’da endüstriyel alanda çalışan işçiler önemli oranda azaldı, sendikaların gele­neksel zemini kaybolmaya başladı. Yeni ortaya çıkan alanlarda örgütlenme bece­risi gösteremeyen sendikalar uzun bir süre bu işyerlerinin kendi ülkelerinde kalması için çaba gösterdiler, tavizler verdiler, ama gene de üretimin kaydırıl­dığı ülkelerdeki kadar ucuz işgücü sun­maları mümkün değildi, ama sendikalar kendi sermayedarlarını ikna etme uğra­şından vazgeçmediler. Bazı aklı evvel sendikacıların aklına takılan bir fikir ön­ce tam olarak anlaşılmadığından ve biraz da hayali olduğundan önce pek taraftar bulmadı. Onlara göre madem üçüncü

Page 78: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dünyadaki işgücü ile rekabet etmek için kendi ülkelerinde işgücü maliyeti azaltıl­mıyordu, o zaman üçüncü dünyadaki iş­gücünün pahalı hale getirilmesi neden düşünülmüyordu? Böylece ‘haksız reka­bet' ortadan kalkacak, metropollerdeki işçi ile üçüncü dünya işçisi ‘eşit şartlar­da* rekabet edebilecekti.

Bu düşünce elbette sendikal hareke­tin tümü tarafından benimsenmedi ama önemli bir taraftar kazandı, neden Nas­rettin Hoca gibi göle maya çalınmasındı? Madalyonun öte yüzünde ise ‘uluslarara­sı dayanışma* da vardı, üçüncü dünya ül­kelerinde zor koşullarda yürütülen sen­dikal mücadelenin desteklenmesine han­gi sendikacı doğrudan karşı çıkabilirdi ki. Buna dünyanın neresinde olursa olsun her türlü haksızlığa karşı mücadele et­mek için yanıp tutuşan bu ülkelerdeki N G O ’ları ekleyin, buyurun size bir C C C .

Haksızlık mı ediyoruz ? Olabilir, ama olayları izlemekte yarar var, amaç neydi, nereye varıldı. C C C çerçevesinde başla­tılan ‘Triumph Kampanyası* bu hafta bir başarıya imza attı, Burma’da bu meşhur marka için 1996’dan beri, insanlık dışı çalışma koşullarında üretim yapan 1000 çalışanın bulunduğu fabrikanın kapatıl­ması kararı alındı. Kapatma kararının a- lındığı firmanın Avrupa’nın göbeğindeki merkezinde konu ile ilgili bir açıklama yapan firma sözcüsü, kampanyayı yürü­tenlerden övgü ile bahsederken, işyeri­nin ‘yetersiz* bilgilenmeden kaynaklanan hatalar yaptığını kabul etti. Uzun bir sü­re Burma’da ki askeri yönetimin demok­rasiye geçeceğine inandıklarını, bu ne­denle burada üretim yapmaya devam et­tiklerini belirten işyeri sözcüsü, buna karşın N G O ’ların bu ülke ile daha derin­

likli bilgiye sahip olduklarını ve bir dün­ya markası olarak, insani olmayan koşul­larda üretilen malların pazarlanmasında her zaman sorun çıktığını, bu anlamda 'tehdit altında* olduklarını belirtti. G e r­çekler bundan ibaret mi? Triumph ne­den aynı zamanda üretimin bir kısmını tekrar Avrupa’da yapma kararı aldı aca­ba?

Bilinenlerin izini sürmeye devam e- delim, Burma’da üretilen kadın iç çama­şırlarının güzel görünüşüne karşın bir türlü belli bir kaliteye ulaşmadığı bilini­yor. Tam bu sırada medyada C C C ’nin renkli kartpostalları boy gösteriyor, çıp­lak bir kadın vücudunu saran dikenli tel­ler. Bunlardan hangisinin Triumph satış­larında ne kadar düşüşe neden olduğunu sormak abes elbette, ama ikisi bir araya gelince düşme hissedilir boyutlara varı­yor. Hiç yanlış anlaşılmasın, sendikalar- N G O ’lar-işyerleri el ele çalışıyorlar de­mek gibi bir derdimiz yok, ama varılan nokta da mutlaka irdelenmeli.

IX. BİR KAÇ KÖŞE TAŞI

Yukarıda verilen örneğin temel ka­rakteri düzenle kopuşamamaktır. Sendi­kal örgütlenme deneyleri içindeki olum­lulara bakıldığında ise böylesine bir kay­gının bir rol oynamadığı görülür, çıkış noktaları kendilerine insanca yaşam hak­kı tanımayan düzen içinde nefes borula­rı arayışıdır. Sadece zorunlu olunduğun­da bu soru akıllara gelir ve cevap çoğu kez kendiliğinden düzenle kopuşmadır.

N ew York ’ta kurulu bağımsız kon­feksiyon işçileri sendikasını ele alalım örnek olarak. Genel olarak göçmen ve­ya azınlıkların üye olduğu bu sendika kaç

____________ geleceğin sendikaları___

----------------------------------------- 77 ----

Page 79: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

üyesi olduğuna bile bir cevap veremez, çünkü üye kayıtlarını düzene sokacak bir bürokrasi oluşturamadılar daha. Sendi­kada ‘boğaz tokluğuna çalışan1 bir yığın insan vardır ama onlar da ne kadar ve ne zaman ‘maaş1 aldıklarını pek bilmezler aynı nedenle. Karmakarışık bürolarında binlerce konfeksiyon işçisinin haklarını tıkır tıkır korumakla Önlenmişlerdir as­lında. Bürokrasi olmadan da bir sendika­nın ‘iş yapacağının1 canlı örneğidirler. Resmi sendikanın yanlarında durmadığı­nı gören bir iki işçi önderinin yan yana gelmesi ile kurulmuş, kısa zamanda çığ gibi büyümüştür. Ama daha ne kadar büyüyecek ve nerelere yöneleceklerdir, kendileri bile bilmiyorlar bunu doğrusu. Türkiye’deki Demokratik Tekstil Sendi­kası deneyine çok benziyorlar ve bunun gibi çeşitli ülkelerde pek çok deneyim olmuştur kuşkusuz. Sorumuza cevap a- rarken bu deneyleri bir süzgeçten geçir­mek bu anlamda bir zorunluluk.

Diğer bir örnek Hindistan’daki Kadın Sendikası. Evde iş yapan kadınların bir.a- raya gelerek kurdukları bir yapılanma, çok sonraları sendika ismini almış, yüz binin üzerinde üyesi var. Hem etnik hem de dinsel eksen üzerinde, ama bun­ları temel özellik olarak almadan yaygın­laşmış örgütlenme, evde yapılacak işin ücretini işverenlere dikte ederken ö- nemli oranda devlet kuramlarının deste­ğini alıyorlar, ama bu onların tespit edi­len ücreti vermeyen işverenin işyerini basmalarını, işgal etmelerini de engelle­miyor. Kadın hastalıklarında uzmanlaş­mış bir hastane, meslek kursları, okuma yazma öğrenme kurslarına kadar geniş bir yelpazede'etkinliklerini sürdürüyor­lar. Sizlere de yabancı gelmiyor değil mi? O zaman bakınız ‘Kadın Dayanışma1

— yol-------------------------------------------

__ 78 ____________________________

dergilerine.

Brezilya’daki topraksız köylülerin sendikaları da çarpıcı bir örnek, üzerin­de bugüne kadar pek çok şey yazıldı, hatta bunun bir sendika olup olmadığı bile tartışıldı, Türkçe’ye de hep ‘hare­ket1 olarak tercüme edildi bazı aklı ev­veller tarafından. Evet klasik bir sendika değil bu ‘hareket1, ama yukarıdaki tespit­ler dikkate alınınca bunun da bir sendi­kal deney olarak algılanması ve irdelen­mesi gerekli.

Benzer şeyler başta Arjantin olmak üzere pek çok ülkede kurulan ‘işsizler Sendikaları* hakkında da söylenebilir. Fransa, Almanya gibi ülkelerde ise mev­cut sendikalar kendi bünyelerinde işsiz­lere yönelik özel örgütlenme denediler, ancak başarılı olamadılar. Fransa’da işsiz­ler güçsüz de olsa kendi bağımsız sendi­kalarını kurdular, Almanya'da ise yerel ‘işsizler-komiteleri1 oluştu. Sınıf mücade­lesinin yükseldiği Arjantin gibi ülkelerde işsizler sendikaları toplumsal süreçlere etkin müdahalede bulunurken, diğer ül­kelerde ‘marjinal1 bir hareket olarak kal­dılar.

Diğer ilginç bir alan özellikle Latin A- merika’da yaygınlaşan küçük üreticilerin sendikaları. Bolivya’da örneğin ülkenin a- nayollarını günlerce işgal ederek hayatı felç ettiler. Kendi ürettikleri malları ucu­za kapatmak isteyen büyük sermayenin satış yerlerine ürünlerin ulaşmasına en­gel olarak taleplerini kabul ettirdiler. U- laşımın A B D de ki UPS grevinden bu ya­na kapitalist üretim sürecinin en zayıfnoktalarından biri olduğunu göstermişti. Bu deneyden yola çıkarak başka bir ‘e- mekçi grubu1, küçük üreticiler sermaye­yi ‘dize getirmeyi1 başardılar. Evet onlar

Page 80: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küçük üretici ama baskın tarafları da ‘iş­çi1. ( Tırnak içine alınmalar onların deği­şik karakterlerini vurgulamak içindir )

Bu tip örnekler kuşkusuz birer model olmaktan çok geleceğin sendikal model­lerinin yaratılmasında bizlere bunların ir­delenmesi ile ufuk açacak deneyler ola­rak algılanmalıdır. Deneylerden çıkacak sonuçların sistematize edilmesi ile gele­ceğin sendikal modelleri yaratılacaktır.

X . ALT SINIF SENDİKALARI

Bugünden bakıldığında geleceğin sen­dikaları konusunda tam bir belirleme yapmak zor görünüyor. Ancak yukarıda­ki örneklerden kalkarak yeni bir model üzerinde derinleşmek, deneyleri siste­matize etmeyi denemek bir gereklilik. İ- şin A B C ’si için yine Dr. H. Kıvılcımlı’dan alıntı ile başlayalım.

“ SIN IF” nedir? Das Kapital’in üçüncü tomunun son sahifesi, sınıfın ne olduğu­nu araştırırken, yarım kalmış bir cümle i- le biter. Belli ki Kari Marx, sınıfın, diledi­ği gibi güçlü bir tanımlamasını en gelişkin biçimiyle yapmak isterken, bunu tümle- yemeden ölmüştür. (...) Sınıf gerçekliği her ülkedeki gelişim gidişi sırasında az çok değişikliklere uğrar. Bu yüzden, bir an için yapılmış sosyal sınıf tanımlaması ister istemez az çok yüzeyde kalabilir. Donmuş ve ezbere formüllerle zırhlan- dırılabilir. Onun için sosyal sınıf ilişkileri­ni bir takım transandantal kategoriler gi­bi fosilleştirmemelidir. H er toplumu ya­şayan tarihcil kaçınılmazlığı içindeki bü­tün gerçekliği ile izlemelidir. Bu anlayışla modern topluma bakınca ne görüyoruz?

(...) Kapitalist toplumun sosyal sınıfla­rı, ancak KA PİTALİST ÜRET İM YOR-

DAMI içinde D O LA YS IZ C A , yani Bİ­R İN C İ KERTED E görevli bulunan insan­ların kümeleşmeleridir. Ve ancak o kü­melerin ilişkileri Modern toplum sınıfları bakımından düşünce ve davranış konusu edilebilirler.

Bir üretim yordamı üzerinde D O ­LA YS IZC A görevli bulunan sosyal sınıf­lar başlıca iki karakterle birbirlerinden a- yırdedilirler:

1. O sınıfların D U RU M LA R I başka başkadır.

2. O sınıfların Ç IK A RLA R I başka baş­kadır. (Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler)”

Sınıf kavramını belirleyen bu üç özel­lik, üretimde dolaysızca görevli olma, durumu başka başka olma ve çıkarı baş­ka başka olma, günümüzde sınıf gerçeği­ni nasıl tanımlamayı gerektiriyor ? Soru­nu tümden tartışmaya açarken burada sadece bir noktayı öne çıkarmadan geçe- meyiz. Yukarıda belirtilen yatay ve dikey bölünmeler, sınıf kavramı içine yeni be­lirlemelerin girmesi gerektiğinin işaretle­ri. Önerilecek yeni bir kavram Alt-Sınıf olabilir. Bugüne kadar sınıf içindeki züm­relerden ( işçi aristokrasisi, beyaz yakalı­lar, mavi tulumlular vb. ) söz edilirken, artık sınıf içinde durumları ve çıkarları farklı olan kesimler ortaya çıkıyor.

Alt-Sınıfı oluşturan bireyleri birbirine bağlayan bağların klasik anlamdaki top­lumsal zümrelerden daha güçlü, sınıf bağ­larından daha gevşek olduğu varsayımı gerçekçi bir yaklaşım olabilir, ama araştı­rılmaya değer bir konu olarak karşımız­da duruyor. Bu bağlantının kimi yerlerde üretim süreci içindeki konumdan kimi yerlerde etnik veya dinsel aidiyetten kaynaklandığı gibi konular araştırmaların

____________ geleceğin sendikaları___

-----------------------------:------------ 79 ----

Page 81: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

eksenlerini oluşturabilir.Sınıf bağını ortadan kaldırmayan ama

güncellik açısından onun yerine geçebile­cek Alt-Sınıf bağları sendikal örgütlenme biçimlerini belirleyecek özellikleri belir­leyici etken olarak algılandığında önümü­ze yeni ufuklar açabilecektir.

XI. SONUÇ YERİNE

Görüldüğü kadarı ile sendikal hare­ket içinde ki tartışmalar hala konunun ö- züne inmekten çok uzak, sürecin kendisi yerine sonuçlarını irdelemek, oradan so­nuçlar çıkarmak revaçta. Bunun kaçınıl­maz sonucu bataklıkla uğraşma yerine sivrisineklere savaş açmak oluyor. Batak­lık belli, kapitalizmin aldığı yeni biçim, ye­ni üretim organizasyonları. Atılması ge­reken ilk adım bunun karakterinin irde­lenmesi ve bundan çıkarılacak sonuçlarla mücadele araçlarının, sendikal örgütlen­me (ve buna bağlı olarak da politik ö r­gütlenme) modellerinin geliştirilmesidir.

Konuya bu açıdan bakıldığında tek tip örgütlenme modellerinin yerine, yer (iş­yeri) ve zamana göre değişik türlerden örgütlenme modellerini önce el yorda­mı ile, edinilen tecrübeler arttıkça bun­ların teorik temellerini de atarak geliş­tirmeye talip olmak kendini dayatıyor. Bu yazı bu tartışmalara bir giriş yapmak amacında, sınıfın bugüne kadarki tecrü­belerine değişik bir gözle bakmayı amaç­lamakta. Tartışmalarda göz ardı edilen bir boyutu belki de biraz abartarak öne ç ıka rm ay ı deniyor. Elbette öne çıkarıl­ması gereken diğer konular da olabile­ceğini vurgulamak da bu yazının mantığı­nın doğal gereği.

Aralık 2004

— yol-------------------------------------------

80

Page 82: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Mehmet Yılmazer

KÜRT SORUNU ÇÖZÜM YOLUNDA MI?

Kürt Hareketi 1999’daki strateji deği­şikliğinden beri başlıca üç aşamadan geç­miştir. İlki, beklenti dönemiydi. PKK, bir çırpıda verebileceği bütün tavizleri ver­mişti, artık devletten bir karşılık bekleni­yordu. İkinci aşama, tıkanmadır. Devlet tarafından beklenen hiçbir adım atılma­yınca stratejik ve örgütsel tıkanma ya­şanmaya başlamıştır. Üçüncü basamak i- se, bölünmedir. Bölünmenin güç olarak ikiye bölünme olmadığı, Osman Öca- lan’ın çok sınırlı bir güce sahip olduğu bi­liniyor. Ancak savunduğu görüşlerin Kürt Hareketi içinde oldukça yaygın bir karşılığı olduğu düşünülürse bölünmenin gerçek anlamı ortaya çıkar.

Bu basamakları tek tek izleyerek Kürt Hareketini değerlendirmeye çalışa­lım.

STRATEJİ DEĞİŞİKLİĞİ VE BEKLENTİ SÜRECİ

Strateji değişikliğinin sadece Öca- lan’ın yakalanmasına bağlı olmadığı bilini­yor. I990’lı yılların ikinci yarısından itiba­ren gerilla savaşında önce bir kırılma ve sonra tekrar başlamıştır. Bu durum dev­letin I992’de başlattığı “ topyekun sa- vaş” ın bir sonucudur. PKK, epeyce çaba göstermesine rağmen mücadeledeki tı­kanmayı aşamadı. O dönemler yapılan değerlendirmelerde gerilla savaşının ge­leceği ile ilgili oldukça karamsar tablolar

öne çıkmaya başlamıştır. Stratejik dönü­şün gerekçelerinden birisi de artık geril­la savaşının “ imkânsız” olduğu tespitine dayanıyordu.

Savaşta tıkanma, yorulma doğaldır. Böyle dönemlerin ardından soluklanma süreçleri gelir. Ancak PK K ’nin I999’da yaptığı strateji değişikliği bundan öteye bir anlama sahiptir. Zorunlu bir yanı olsa da, Şam’dan Avrupa’ya çıkış bilinçli bir tercihti. Batı’nın da vereceği umulan des­tekle mücadeleyi açık siyasal alana taşıma girişimiydi. Bu önemli stratejik yön deği­şikliği girişimi İmralı süreci ile keskin bir hız kazanmıştır. O günden beri de gerek ideolojik ve gerekse pratik politika alan­larında derinleşerek sürüyor.

1999 stratejik dönüşünde hatalı olan savaşı durdurmak ve hatta devletle uz­laşma aramak değildir. Bunlar mücadele açısından taktik seviyede kaldığı müddet­çe ortada fazla bir sorun yoktur. Ancak yeni stratejinin ideolojik zemini ve siya­sal çerçevesi PK K ’nin doğuş temellerin­den ve 1984 Ağustos çıkışından köklü bir kopuş anlamına geliyordu. İdeolojik ve siyasal çerçevedeki önemli hataları sı­ralarsak, en göze batanları şunlardır.

Önce çok önemli pratik taktik bir ha­tadan başlayalım, o da gerilla güçlerinin güneye çekilmesidir. Bugün bu hata kıs­men telafi edilmeye çalışılıyor. Ancak bu sadece bir taktik hata olmayıp yeni stra­tejinin ideolojik zemininden kaynaklandı-

Page 83: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ğı için, bu telafi edişin de olumlu bir etki­si olmuyor. Kuzeyden geri çekilerek PKK, bütün pazarlık gücünü en asgari se­viyeye düşürmüştür. Ancak zaten strate­jik değişiklikle öyle bir hava yaratılmıştır ki, “ devleti ikna etmek için mümkün ola­nın en fazlasını vermek” olarak adlandırı­labilecek olan bu pazarlık yöntemi, aslın­da daha baştan kendi kendini kuşatmış o- luyordu.

İdeolojik ve siyasal hatalarageçersek:* 21. yüzyılı barış ve demokrasi yüz­

yılı olarak tanımlamak, bir sübjektif niyet olarak belki anlaşılabilir, ancak dünyada­ki gerçekleri yansıtmadığı için yanlıştır. Üstelik dünyamızın yeni bir emperyalist paylaşım süreci içine girdiğini görmediği için bu gelişmeler karşısında hatalı bir duruşa gebedir. A B D ’nin Irak’a müdaha­lesi sırasında bu hata yeterince ortaya çıktı. Y D D adı altında dünyanın yeniden paylaşımı derinleşerek sürüyor. Elbette günümüz denge ve özelliklerine uygun o- larak. Paylaşım dendiğinde I. ve II. Em­peryalist paylaşım savaşlarının tekrarını beklemek hatalı olur. Ancak bugün dün­yanın her köşesinde bir paylaşım savaşı sürmektedir. Bunu görmemek ve hele A B D ’nin buralara “ demokrasi” götürdü­ğünü iddia etmek tüm geleceği kararta­cak bir ideolojik duruş hatasıdır. Yeni­den paylaşım hızlanarak sürüyor. Üstelik çok yakın gelecekte bu paylaşımın içine Rusya ve Çin de daha aktif olarak katıla­caktır. Dünyaya bu duruş noktasından gerilim, savaşlar ve “ kaos” un içinden ba­kınca, elbette bunların halklar için yarat­tığı büyük acıları unutmadan, bu karma­şanın derinliklerinden yeni devrim

— yol-------------------------------------------

imkânları görülebilir. “ Barış ve demokra­si” yönünden bakılırsa, yaşanan bütün sa­vaşların emperyalist paylaşım olmayıp, dünyada demokrasiyi yaygınlaştıran mü­dahaleler olarak görülür. Bu yaklaşım halkların tüm geleceğini karartan, onları emperyalizmin etki aianı içinde tutan ve ona bağımlı kılan sonuçlar yaratır.

* “ Bağımsız Kürdistan” hedefinden vazgeçerek “ demokratik cumhuriyet” a- dımını savunmak, “gerçekçi olma” adı al­tında yapılan büyük bir hatadır. PKK, bu “gerçekçi” olmayan hedefe kilitlendiği i- çin yükselmişti. “ Demokratik Cumhuri­yet” her okuyana göre değişen belirsiz bir kavramdır. Ancak elbette belirli olan bir yanı da vardır. Mevcut sınıflar ege­menliği içinde Kürt sorununa çözüm a- ramanın siyasal adıdır. Onunla uzlaşarak mevcut devlet ve düzeni demokratikleş­tirmek imkânsızdır. Elbette her şey 12 Eylülün başlarındaki gibi değildir. A B sü­reci nedeniyle bazı şeyler değişiyor. A n ­cak bir önemli gerçeklik unutulmadan bu “ değişimler” değerlendirilmelidir. 80’li yılların ortalarından itibaren işçi, öğrenci hareketi ve PK K mücadelesi ö- nemii bir yükselme göstermiş, düzenin tabularını kırmış, fakat 90’lı yılların orta­larından itibaren bu dalga geri çekilmeye başlamıştır.

Burjuva devletlerinin siyasal tarihinde yaşanan bir gerçeklik bizde de tekrarlan­maktadır. Devrimi zorlayan güçler yenil­dikten sonra gündeme burjuvazinin sınır­ları içinde reformlar gelir. Türkiye’de ya­şanan da budur. Türkiye finans kapitali kendi egemenliği için küçük bir tehlike varken bile reformlara yanaşmadı, bunlar tehdit olmaktan çıktıkça bazı reformlar gündeme geliyor. Reformları sahneye süren -sebep olan- güçler kendileri geri-

82

Page 84: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

leyip hatta tanınmaz hale geldikten son­ra, bütün bir tarihsel dönemin yaşadığı gerilimlere hiç de denk düşmeyen bazı reformlar burjuvazi tarafından siyaset sahnesinde silik bir oyun olarak oynanır.

Güç dengeleri açısından kaçınılmaz bir yenilgi veya gerileme sonrası böyle bir sürecin yaşanması bir şeydir, kaybe­dileni görmezlikten gelerek bu tarz re­formları nihai kazanç olarak görmek baş­ka bir şeydir. İlk kavrayış yeni bir müca­dele dönemine hazırlanma yeteneğine sahiptir, İkincisinin ufku reformlarla tü­kenmiştir. Bugün Kürt hareketi böyle bir kritik eşiktedir. Hatta onun yeni strateji­sinin ideolojik zemini dikkate alınırsa bu kritik eşik çoktandır aşılmıştır.

* Ö te yandan, ideolojik olarak Kema- lizmli uzlaşma çabaları PK K ’nin tüm mü­cadele tarihini değersizleştiren sonuçlar yaratmaktadır. Kemalizm’in sınırlı bir an- tiemperyalist yanı teslim edildikten son­ra geriye halklar açısından hemen hiçbir şey kalmaz. PKK, Türkiye devrimcileri­nin hakkıyla yapamadığı bir şeyi “ Kema­lizm’den kopuşmayı” başarmasıyla müca­dele tarihinde ayrıcalıklı bir yere sahip olmuştu. Hangi yeni gerçeklik bu kopuş- madan yeniden bir uzlaşma sürecine gi­rilmesini gerektiriyor? Bunu “ üslup” ve “ taktik” adı altında hafife almak büyük bir yanılgı olur. Pratik bir karşılığı olma­dığı iddiasıyla bu ideolojik uzlaşmayı bir tehlike olarak görmemek, P K K ’nin bü­yük bir mücadele ile yarattığı ideolojik ve moral değerlerin yok edilmesi anlamına gelir. Pragmatist bir duruş açısından bu­nun gerçekten hiçbir anlamı yoktur. An­cak unutmamak gerekir ki, pragmatizm daha çok güçlülerin ideolojik tercihidir. Ezilenler “ pragmatikleştikçe” genellikle kaybederler. Çünkü gelecek için müca­

dele hedefleri parçalanır.* Yeni stratejinin ideolojik zemini da­

ha sonraki süreçte derinleşmeye devam etmiştir. Bu derinleşmede en önemli ko­nak iktidar hedefinin reddedilmesidir. “ Devlet yıkma ve kurmanın” , üstelik “ Marksizm’i aşma” adına reddedilmesi­nin teorik herhangi bir değeri yoktur. Sı­nıfların olduğu bir dünyada sınıflar müca­delesi ve iktidar sorunu da olacaktır. An­cak Kürt hareketinin ufkunu “ demokra­tik cumhuriyet” ile sınırlamasının teorize edilmesi anlamında “ iktidar hedefı” nden vazgeçmenin yeni stratejinin iç mantığı a- çısından bir tutarlılığı vardır. Elbette pra­tik olarak sadece Kürt Hareketi iktidara talip olamazdı, bu ancak uygun devrimci ittifaklar ile mümkündür. Bu ayrı bir ko­nudur. Öcalan’ın yaptığı konuyu teorize ederek iktidar sorununu reddetmesidir. Böylece hareketin ufku “ 3. Alana” ve “ mahalli yönetimlere” sıkışmış oluyor. Bu, günümüze damgasını vuran tipik bir post modern eğilimdir. Bu eğilim söyle­mi ve beklentileri ne olursa olsun, ezi­lenlerin çıkarlarının da egemenler tara­fından içerilebileceğini, yani daha açık söylenirse finans kapitalin ezilen kitlele­rin çıkarlarını da savunabileceğini varsa­yar. Bunun tipik bir post modern yanılgı olduğu, özellikle küreselleşmenin ilk ba­layı yıllarından sonra olaylarca defalarca kanıtlansa da, henüz bu kanıtların sarsıcı etkileri görünmüyor. Bugün dünyada halkların pratik güç olarak iktidar hede­finden uzak olmaları ile böyle bir hedefin teorik ve siyasal olarak reddedilmesi farklı şeylerdir. Pratik olarak zayıflık ha­zırlık ve güçlenme görevini öne çıkartır, teorik ve siyasal olarak böyle bir hedef reddedilirse bu bütün geleceği bağlar.

Sonuç olarak, strateji değişikliği çok

__kürt sorunu çözüm yolunda mı?___

------------------------------------------ 83 —

Page 85: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

önemli teorik ve siyasal derinleşmelere birlikte yaşanmıştır. Taktik tutumlarla i- deolojik tutumlar arasındaki fark çok ö- nemlidir. Taktik, bir genel strateji içinde gündelik gidişe göre değişebilir, hatta de­ğişmelidir. Ancak ideoloji bir hareketin gelecekle kurduğu bağdır. Geleceği kav­rayış tarzıdır. Gelecek projesidir. Bu ne­denle, yeni stratejinin ideolojik ve teorik zemini, Kürt Hareketinin geleceğe nasıl baktığının da bir anlatımıdır. Bu anlamda, bu haliyle hareketin geleceğini karartan bir role sahiptir.

Emperyalist paylaşıma “ demokrasi” misyonu biçmek; “ demokratik cumhuri­yet” ve yeni Kemalizm yaklaşımıyla Türk egemenlik sistemiyle hem siyasal hem de ideolojik olarak uzlaşmayı hedeflemek; “ Marksizm’i” aşarak iktidar hedefinden uzaklaşmak, bütün bunlar taktik uzlaş­malardan öteye bir anlama sahiptir. Tak­tik uzlaşmalarda, ideolojik zırh korunur. Bu çok önemlidir. Ancak uzlaşma ideo­lojik ve teorik seviyelere çıkarsa, o nok­tada artık zırh erir, egemen sınıfların ide­olojik etkisi içeriye sızar. Hatta bir mü­rekkep lekesi gibi bütün vücuda yayılabi­lir. P K K ’nin yeni stratejisinin ideolojik zemini bu özellikleri taşıyor.

PK K hareketinin mevcut güç denge­lerinde iktidar hedefinden vazgeçmesi çok anlaşılır bir durum olurdu. Ancak bu pratik-taktik tavrın teorize edilmesi zır­hın delinmesi anlamına gelir ki, bunun ar­tık bambaşka bir anlamı vardır.

STRATEJİDE TIKANMA

Strateji değişikliği yapıldıktan sonraki yıllar, PK K vereceği tavizlerin hepsini bir anda verdiği için, devletten karşı adım

— yol-------------------------------------------

beklemekle geçti. Ancak, savaş ortamı­nın kalkmasının ortaya çıkardığı siyasal ortamdaki genel yumuşama dışında dev­letten bir adım gelmedi. Devletin sorunu çürütücü bir sürece yaymayı tercih etti­ği çok açık görülüyordu. Bu dönem PK K açısından demokratik alanı güçlendirme ve çeşitli yeni örgüt biçimlerini dene­meyle geçti. KA D EK , KO N G R E-G EL gi­rişimlerinin hepsi bir tek amaca yönelik­ti. Savaş bırakıldıktan sonra demokratik mücadele alanını genişletme ve savaşın ürküttüğü Kürt kitlesini de saflara çekme çabaları belirgin bir sonuç vermedi. Bu dönem P K K ’nin yarattığı siyasal ve moral değerlerin eridiği, liberalleştiği bir dö­nem oldu. Kitle kazanmak adına yapılan­lar esasında hareketin çekim gücünü ve kalitesini bozuyordu. Sonuçta fazla bir genişleme de olmadı. Bunun en açık göz­ler önüne serildiği moment yaşanan son genel seçimlerdir. Genel seçimlerdeki tablo yeni stratejinin tıkandığının işaret­lerini verdi. Oylardaki çok az artış bek­lentileri karşılamadı, barajı aşıp meclise girilemedi. Tıkanma giderek derinleşti. Aradan bir buçuk yıl geçmeden yapılan mahalli seçimlerde ise açık bir gerileme yaşandı.

Bu dört yılı bulan beklenti sürecinde hareket içinde sağ eğilimler güçlendi. Genel seçimlerde sol ile yapılan ittifak hareket içinde hızla gelişen sağ eğilim ta­rafından mahkum edildi. Barajı aşamayı- şın nedeni sol ile ittifakta görüldü. Ancak bu tezleri 2004 başındaki mahalli seçim­ler yalanladı. SH P ile ittifak yapılmasına rağmen oylarda açık bir gerileme oldu. Bu gerilemede o dönem K O N G RE-G EL içinde yaşanan krizin de elbette etkisi ol­muştu. Ancak sağ ile ittifak yaparak güç­lenme hayallerinin boşuna bir rüya oldu-

84

Page 86: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ğu mahalli seçimlerde anlaşıldı.Kürt Hareketi yeni stratejisiyle sü­

rekli olarak kendini düzenin meşru güç­leri arasına kabul ettirme yolunu seçti. Bunun için düzen partileri ile sürekli itti­fak kolladı. Genel seçimlerde son ana ka­dar SHP Kürt Hareketini oyaladı ve son anda aldığı uyarı ile ittifaktan vazgeçti. Mahalli seçimlerde ise ittifak oy kaybet­tirdi. Kendi sağına yaklaşarak güçlenme taktiklerinin bugüne kadar olumlu bir so­nucu olmadığı gibi, hareketin gücünü za­yıflatan sonuçlar yaratmıştır.

Sonuç olarak, bir çırpıda bütün taviz­leri verdikten sonra devletten beklentiye girme, kendini düzen içinde meşru bir güç olarak kabul ettirme çabaları dişe değer bir sonuç ortaya çıkarmamış, an­cak hareket içinde önemli bir moral bo­zulma yaratmıştır. Yeni stratejinin tıkan­ması kaçınılmaz bir şekilde hareket için­de tartışma yaratmış, irade paralize ol­maya başlamıştır.

BÖLÜNME YA DA YENİ STRATEJİNİN ÇATALLANMASI

Irak Savaşı Kürt Hareketi içinde çok belirgin gelişmelere yol açmıştır. 2003’ün başında Irak savaşı artık kesin­leşmişti. Strateji değişikliğinin karşılığı o- larak devletten dört yıla yakın beklenti­nin sonucu hemen hemen sıfırdı. Böyle bir ortamda Irak Savaşı’ndan beklentiler arttı. Bu süreç ilginçtir. 2002 genel se­çimleri sırasında D EH A P savaşa karşı hiç konuşmadı. Bu konudan kaçındı. Hare­ket içinde giderek devrimci hareket ile i- lişki ve ittifaka karşı oldukça seviyesiz e- leştiriler, hatta sataşmalar yükseldi. Kürt

hareketinin içindeki hava kesin bir şekil­de değişiyordu. Hareketin merkezi bu tavırları desteklemiyor gibi görünse de A B D ’nin Irak işgalini “gerici statükonun bozulması” sözleriyle dolaylı olarak o- naylıyordu. Daha da öteye A B D ’nin böl­geye demokrasi getireceği değerlendir­meleri yapılmaya başlandı.

Bütün bu sürecin kaçınılmaz bir be­deli oldu. Yeni strateji kendi içinden bir doğum yaptı. Osman Öcalan’ın temsil ettiği bu stratejinin üç temel ayağı vardı: I. Gerilla rolünü tamamlamıştır, dağıtıl­malıdır; 2. Kürt hareketinin ağırlık mer­kezi güney olmalıdır, kuzeyin rolü azal­mıştır; 3. A B D ’nin desteği alınarak gü­neyde siyasi çalışma yapılmalıdır.

Böylece 1999 ortalarında şekillenen yeni strateji 2003 başlarında ikiye çatal- landı. Bir yanda, Türk devleti ile uzlaşma arayan ve bunun için kendisini açık ve meşru eylemlerle sınırlayan bir strateji; diğer yanda, güneyi ve A B D desteğini ve siyasal mücadeleyi esas alan bir başka strateji aynı hareket içinde şekillendi. Bir yılı aşkın bir doğum sancısından sonra i- se bölünme kesinleşti.

Bu süreçte Abdullah Öcalan’ın tavrı çok ilginçtir. Osman Öcalan olayı patlak verdiğinde, olayı siyasal görüş farkları yönünden ele almak yerine basit bir “ ö r­güt içi iktidar kavgası” olarak ele aldı ve neredeyse Cemil Bayık, Osman Öca- lan’dan daha çok eleştirildi. Bu tavrın ha­reket içinde iradesizleşme, yarı felç du­rumu yaratması kaçınılmazdır. Oysa o r­tada çatallanan bir siyasal zemin ve gittik­çe kopuşa uzanan farklı bir görüş vardı. Ancak bütün bu sancıların başlarda “ ö r­güt içi iktidar kavgası” olarak algılanması çok da rastlantı değildir. Çünkü bizzat

__kürt sorunu çözüm yolunda m ı ? _

85 —

Page 87: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Abdullah Öcalan ve tüm diğer lider kad­ro Irak’a A BD müdahalesine karşı açık bir tavır koymak yerine, “ Ortadoğu’da gerici statükonun bozulması” gibi bir kavram (aştırmayla işgal dolaylı olarak desteklendi. Neticede Osman Öcalan’ın yaptığı bu zeminden sonuna kadar yürü­mek oldu. Bu görüşün hareket içinde ha­tırı sayılır bir tabanı olduğu KO N G RA- G EL ’in ilk kongresinin sonuçlarında o r­taya çıktı.

Bu bölünme sırasında iki konu öne çekilerek olayın siyasal derinliği önemli ölçüde örtüldü. Birisi, Osman Öcalan’ın özel yaşamıdır. Böyle konuların hareket içinde dinamitleyici etkileri olduğu bilini­yor. İkincisi, tam bu süreçte Abdullah 0- calan’ın kendi görüşlerinin sansür edildi­ğini ileri sürerek bazı örgütsel tedbirler almaya girişmesidir. Böylece Osman 0- calan tecrit edildi, ancak aynı zamanda “ sekter, sol” politikalar izlemekle suçla­nan bir lider kadrosu da etkisizleştirildi. Hareket daha liberal ellere teslim edildi.

Olayların spekülatif detaylarının kafa karıştırmaktan başka bir anlamı olmaz. Bütün bu yaşananlardan bir temelli so­nuç çıkar. I999’da yapılan stratejik dö­nüş, tıkanmış ve tükenmiştir. Osman Ö- calan’ın bir güce sahip olmaması kimseyi yanıltmasın. Onun dillendirdiği görüşle­rin hareket içinde yaygın bir tabanı var­dır. Ayrıca şimdilik güçlü bir de objektif zemini vardır. Kürt Hareketinin 1999’daki yeni stratejisinin açmazı kendi­ni devletten adım beklemeye sıkıştırma­sıdır. Bu beklenti süreci örgütsel ve mo­ral bozulmalara kapı açıyor. Ö te yandan, Güney’de özellikle Barzani güçleri bazı a- dımlar atıyor. Kuzey’deki Kürt Hareke­tinde gözlerin güneye dönmesi bu an­lamda kaçınılmazdır. Amerikan işgaline

— yol-------------------------------------------

_ 86 ___________________________

karşı prensip duruşta P K K ’nin diğerle­rinden çarpıcı bir farklılığı yoktur. Bura­da elbette özellikle Talabani hareketiyle PK K hareketini aynılaştırmak istemeyiz. Talabani’nin Amerika ile ilişkisi herhangi bir kural ve prensip tanımıyor. Bu zaten Talabani’nin bilinen bir özelliğidir. Ancak Amerikan işgaline karşı P K K ’nin de tavrı dolaylı onay oldu.

Politikanın kof ajitasyon olmadığını biliyoruz. PK K ’den Amerika’ya karşı ha­masi çığlıklar atmasını da kimse bekleye­mez. Ancak Amerika ile bazı pratik işbir­likleri yapmak ile olayın teorize edilmesi farklı seviyelerdir. Birisi acil pratik adım­larla sınırlıdır. Ancak olay teorize edilir­se, günümüz emperyalizmi ile düşünce ve siyasi alanlarda karışma ortaya çıkar ki, böyle bir durum o hareketin geleceği­ni ipotek altına alır. Bugün PK K hareke­tinin teorik olarak geldiği nokta post modernizmin bir Kürt versiyonudur.

Günümüzdeki emperyalist yeniden paylaşımı görmeyip, yaşananları “ barış ve demokrasinin yüzyılı” olarak algılamak; iktidar ve devlet hedefinden vazgeçmeyi “ Marksizm’i aşmak” ; örgütsel yapıda li­beralleşmeyi “ Leninist örgüt anlayışını aşmak” olarak görmek post modernist bir duruş noktasıdır.

Çok sık tekrarlanan bir gerekçe eski kalıpların anlamını yitirmesidir. Bu belli ölçülerde doğrudur da. Ancak bu ger­çekliği olur olmaz bütün alanlara yaymak en az eski kalıpların içinde boğulmak ka­dar tehlikelidir. Amerikan emperyalizmi konusunda bol bol çığlık atmak, hatta histerik nutuklar çekmenin anti-emper- yalist bir mücadeleyle alakası elbette yoktur. Ancak, Amerika’nın Irak’ı işgalini “gerici statükoyu bozmak” olarak tanım-

Page 88: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

lamanın gerçeklikle ilgisi nedir? Bu de­ğerlendirme, günümüzdeki emperyalist işgalleri meşrulaştıran sonuçlar doğur­maz mı? Sonuç olarak, Osman Öcalan bu açılan yoldan sonuna kadar yürümüş­tür. Ancak yolu açan kendisi değildir. Bu yol P K K ’nin yeni ideolojik zemininde vardır.

Sonuç olarak, bugün için son gelişme­leri “ bölünme” kavramıyla tanımlamak a- bartı olarak görülebilir. Bu kavramı bi­linçli olarak kullanıyoruz. Ve Osman 0- calan’ın bugün bir örgütsel gücü olmadı­ğını biliyoruz. Ancak son bölünmenin si­yasal zemini açısından olaya baktığımızda olay farklı görünüyor. Osman Öcalan’ın dillendirdiği görüşler Kürt Hareketi için­de oldukça yaygın bir tabana sahiptir. Bu nedenle bölünme kavramını tercih ettik. Bu söylediklerimizden elbette bir pratik sonuç çıkar. Bu stratejik çatallanma sü­reci henüz tamamlanmamıştır.

GÜNÜMÜZDE DURUM

Stratejinin tıkanışına son bir yıldır Kürt Hareketinin geliştirmeye çalıştığı tepki “ savaşın yeniden başlayabileceği” uyarısı oldu. Pratik olarak bu süreçte ça­tışmalarda bir artış olmuştur. Ancak bu gelişmelerin stratejide bir değişik anlamı­na gelmediği hareket tarafından da sık sık vurgulanmıştır. Savaş olasılığını öne çı­kartmanın başlıca iki nedeni olduğu gö­rülüyor. İlki, hareket içindeki moral ve i- radi bozulmalardır. Yeni stratejiyle Kürt Hareketi on beş yıllık mücadele ile yarat­tığı “ yeni insanfnı yavaş yavaş kaybedi­yor. Beklenti yıllarının böyle sonuçlar ya­ratması bir bakıma kaçınılmazdı. Ancak bu deformasyonun tek nedeni bekleme

değil, yeni ideolojik zemindir. Dolayısıyla son savaş çağrılarının düzeltici etkileri de çok sınırlı olmaktan öteye geçemez. İkin­ci esas neden, devleti A B sürecinde bir adım atmaya zorlamaktır. Ancak bu işle­vi olmayan çelişkili bir yaklaşımdı. Bir yandan, savaş ciddi bir seviyeye çıkarsa A B süreci tıkanabilirdi. Bu olasılık ise Kürt Hareketinin siyasal tercihleri açısın­dan da bir açmaz yaratacaktı. Kürt Hare­keti böyle bir tıkanmayı yeni stratejik yaklaşımı açısından göze alamazdı. Ö te yandan, devlet kendisi üzerinde gerçek bir baskı kuramayan böyle girişimler kar­şısında bir taviz vermeye hiç niyetli değil­di. Sonuç olarak, bu çelişkili taktik pra­tikte sürünen ama bir rol oynamayan bir duruma dönüştü. Son olarak ise, Aralık görüşmelerine kadar askıya alındı.

Bugünkü duruma üç yönden bakmak gerekiyor: Türk devletinin tavrı; Am eri­ka’nın Irak’taki durumu ve son olarak A B sürecinin Kürt sorunu üzerindeki olası etkileri.

Türk devleti açısından sorun çözüm­lenmiştir. A B süreci için yapılan yasa de­

rişiklikleriyle tanınan bazı kültürel haklar devlet için son sınırdır. Bunu bir genel­kurmay sözcüsü basın açıklamasında a- çıkça ilan etti. Abdullah Gül de farklı gö­rüşte olmadıklarını açıkladı. Bundan öte­ye, bazı koşulların yan yana gelmesiyle yeni af girişimleri yapılabilir. Ancak Kürt sorununun hukuksal zemini devlet açı­sından son durak noktasına gelmiştir. Türk devleti soruna böyle yaklaşıyor. Bu ç e rçe v e d e dev le tin hedefi, legaldeki Kürt Hareketine biraz daha yumuşatılmış öl­çülerde bir statüko tanımaktır.

Bölgedeki gelişmelerin sorun üzerin­deki etkisini tüm boyutlarıyla bugünden

kürt sorunu çözüm yolunda mı?__

87 —

Page 89: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

kestirmek mümkün değildir. Am eri­ka’nın Irak’ta bulunuş tarzı pek çok geliş­meyi tetikleyecektir. Irak’ın geleceğiyle ilgili yakın zamanda bir netlik görünmü­yor. Merkezi yanı güçlü bir devlet veya üçe bölünmüş Irak iki uç noktadaki çö­zümdür. Yakın gelecekte büyük olasılıkla bu uçların arasında duran çözümler de­nenecektir. Bu gelişmelere Türk devleti­nin bir müdahale şansı esas olarak yok­tur. Ancak güçlü bir Kürt bölgesinin o- luşması, özellikle petrol ve bağımsız or­duya sahip bir Kürt iradesinin ortaya çık­ması Türk devletini harekete geçirebilir.Şimdiden “ Kerkük sorunu” ısınıyor.

%A B D açısından her şey kendisinin I-

rak ve bölgedeki egemenliğini sağlamlaş­tırdığı ölçüde bir role ve değere sahiptir. Bu anlamda A B D için Kürt sorunu kesin­likle bir prensip sorunu değildir. A B D a- çısından kendi çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe bir Kürt devleti de mümkün­dür. Ancak bütün bu öluşumlar kendisi­nin bölgedeki bulunuşunu sağlamlaştırdı­ğı ölçüde bir anlama sahiptir. “ Kendi çı­karlarına bağlı neden ikinci bir İsrail iste­mesin?” sorusu doğal olarak akla geliyor. Oysa “güçlü bir Kürt devleti” A B D ’nin bölgedeki durumunu sıkıntıya sokar. Bu­günün güçler dengesinde Amerika bölge­de ikinci bir İsrail’i taşıyamaz. “ Süper gü­cün” bu kadar gücü yoktur. Sonuç ola­rak, petrole sahip güçlü bir Kürt devleti­ne doğru gidiş kuzeydeki Kürt hareketi­ni etkileyeceği gibi, devletin tavrını da provoke eder. Ancak yakın gelecekte böyle bir gelişim olasılığı zayıftır.

A B sürecinin sorun üzerindeki etkile­rine gelince. İlk etki, Kürt halkı için “ a- zınlık” statüsü tartışmasının patlak ver­mesi oldu. Çok prensipli görünen A B ’nin bu konuda netleşmiş bir tavrı yoktur.

— yol____________________________

Konu Türk devleti ile pazarlık konuların­dan birisi olarak elde tutulmuştur. Kıbrıs ve Kürt sorunu Türkiye’nin A B sürecin­de ikide bir başını ağrıtan konulardır. Böyle olmaya da devam edecektir. An ­cak patlak veren tartışma A B ’nin Kürt sorunu ile ilgili en uzak ufkunu ortaya koyması açısından “ yararlı” olmuştur. Bu da Kürtlere ve tabi Alevilere azınlık sta­tüsünün tanınmasıdır. Bu statü “ azın- lık” ların kendi kimlik ve kültürleriyle var olmalarını teminat altına alıyor, ancak onların vatandaşlık haklarını da sınırlıyor. Bu nedenle Kürt Hareketi bu statüye sı­cak bakmadı. Karşı görüş olarak, daha önce savunulan “ kurucu ulus” olarak ta­nınmayı ileri sürdü. Bunun siyasal ve hu­kuksal anlamı açıktır. Kürt Halkı kurucu ulus olarak tanınırsa bunun mantık sonu­cu devletin yapılanması bu iki ulusun var­lığına göre şekillenecektir. Türk devleti, Kültlerin azınlık statüsüne karşı çıkışları­nı sempatiyle izlese de, kurucu ulus ola­rak tanınmayı ise kesin olarak reddedi­yor. Eğer A B sürecinde bu tartışmalar derinleşir ve özellikle A B bu konuda da- yâtıcı olursa, Kürtler bir açmazla yüz yü­ze gelecektir. Bir yanda sınırlı ama somut tanımlı azınlık hakları; öte yanda, bir ulus olmanın niteliğini güçlendirecek ancak gerçekleşme şansı görünmeyen, bu an­lamda “ soyut” bir hakkın savunulması, hareketi taktik olarak zorlayacaktır.

SONUÇ

K ü rt Hareketin yeni stratejisi bugün açık bir çatallanma içindedir. Bir yanda, Türk devletiyle uzlaşma arayan, devleti ikna edebilmek için kendi sağındaki güç­ler üzerinden meşruluk kazanma çabala-

88

Page 90: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

rı; öte yanda güneyi ve Amerika ile ilişki­yi esas alan bir yöneliş bugün Kürt Hare­ketinin iradesini önemli ölçüde zayıflatan bir çatallanmadır.

Bu tıkanmayı aşma çabaları yeni han­dikaplar yaratmaktan öteye gitmiyor. En son girişimi sürdürülen “ Türkiye partisi” kendi içinde böyle bir açmazı taşıyor. Daha geniş çevreleri kucaklama, siyasal tecridi kırma ve demokrasiyi genişletme gerekçelerine dayanan bu girişim; öte yandan Kürt hareketini, kendi özgün ka­rakterini yitirme tehlikesiyle yüz yüze getirecektir. “ Türkiye partisi” olarak de­mokrasi mücadelesinin yürütülmesi so­runun adının gölgelenmesine ve giderek ikinci plana itilmesine kapı açacaktır. Kürt sorunu ancak kendi kimliğiyle orta­ya konulduğunda anlam taşır. Kendi sa­ğından güç alma mantığı Kürt hareketi i- çinde öyle köklü bir yer edinmiştir ki, tı­kanma yaşandıkça çözüme yeniden bu mantığın bir tekrarı olan yeni bir girişim­den başlanıyor. KA D EK , KO N G RE-G EL hep bu mantıkla yaratıldı, ancak sonuç değişmedi. Mahalli seçimlerde SHP ile it­tifak durumu kötüleştirdi. Türkiye parti­si girişimi böyle çabaların sonuncusudur. Eski DEP milletvekillerinin işin içinde ol­ması tabloyu fazla değiştirmeyecektir.

A B süreci ile bu yeni parti girişiminin bir paralelliği olduğu görülüyor. A B böy­le geniş bir Türkiye partisi girişimini ister ve destekler. Ancak böyle bir parti Kürt sorununu nasıl formüle edecektir? “A- zınlık” sorunu olarak mı? “ Kurucu ulus olarak tanınma” olarak mı? Veya hiçbir somut hedefe yönelmeden “ demokratik cumhuriyet” için mücadele olarak mı? Sorun burada yatıyor. Bunlardan her­hangi birisi hedef seçildiğinde partinin kapsam alanı ve ittifak güçleri de belir-

__kürt sorunu çözüm yolunda mı?___

lenmiş olur. Kendi başına “geniş” parti hedefe daha iyi varır diye politikada ka­nıtlanmış bir yol yoktur. Stratejideki tı­kanma Türkiye partisi girişimi ile aşılma­ya çalışılırken, sorunun özünden biraz daha uzaklaşma ve hatta Türkiyelileşme ve genişleme adı altında kimi güçlere yer açılması halinde inisiyatifi kaybetme riski artacaktır. Belki de inisiyatifin bir kısmı gönüllü olarak terk edilecektir.

Sonuç olarak, Kürt özgürlük hareketi Kürt işçi ve yoksullarının hareketi olarak yola çıktı. Bu “gömülmüş” konunun üze­rindeki ölü toprağını buldozer gibi attı. Ancak bu açılan yoldan artık ilk yola çı­kanlar değil, son beş yıldır başkaları yü­rümeye hazırlanıyor. Üstelik onları ısrar­la davet eden Hareketin kendisidir. Evet, bu, sonuca ulaşmayan sosyal devrimlerin bir alın yazısıdır. Yol açıcıları açtıkları yoldan sonuna kadar yürüyemeyebilir. Bugün Kürt Hareketi artık Kürt burjuva­larının eline geçiyor. Burjuva kavramının Kürt kitlesi içinde henüz çok belirgin bir kategori olmadığı biliniyor. Bu kavram, Kürt yoksulları dışındaki, devletle arasın­da belli bir mesafe olan irili ufaklı Kürt e- gemenleri olarak algılanabilir.

Bu gerçeklikten dolayı Kürt hareke­tinde yeni stratejinin tıkanması ve çatal- lanması gelecekteki yeni saflaşmaların i- şaretini veriyor. Savaşın yorgunluğu belli ölçüde ortadan kalktıktan, açlık duyulan kültürel konularda bir süreç yaşandıktan sonra, yolu açan Kürt yoksulları açtıkları yolun ne hale geldiğine bir kez daha ba­kacaklardır.

16.11.04

89 ----

Page 91: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Ayşe Tansever

AKINTIYA KÜREK: IRAK SEÇİMLERİ ya da ÇEKİLİŞİN PLANI

Irak Koalisyon Güçleri Başkanı Paul Brem er 28 Haziran 2004 günü gizli bir törenle Irak yönetiminin Geçici Hükü­met Başkanlığı’nı İyad Allavi’ye teslim et­tiğinin ertesi günü kimseye haber ver­meden bir uçakla vatanı A B D ’ye geri döndü. Bir yıla yakın süre Irak’ı yönet­miş biri için çok buruk bir ayrılık olmuş olsa gerektir. Onu bu koltuğa getiren “ başarılarının” ardından Irak’tan ayrılır­ken tek bir el sallayanının olmaması ken­disini çok düşündürmüş olmalı.

Bremer dönemi A B D açısından bir hayalin kapanmasıdır. ABD , sosyalist sis­temin çökmesi ile çıktığı III. Sömürgeci­lik Dönemi’nde hiçte istediği gibi I. Sö­mürgecilik Dönemi’nin kurumu sömür­ge valisi ile sömürge yönetilemeyeceğini anlamış olmalıdır. Bremer Irak’ta asayişi kuramama başarısızlığını savaşın başında yağmalamayı önlemekte titiz davraml- mamaya bağladı. Şimdi vatanına dönmüş olan Irak İşgal Güçleri Komutanı Gene­ral Sanchez ise Savunma Bakanlığı’nın gerekli teçhizatı vermemesinin bugünkü duruma yol açtığını söyledi. Yani Koalis­yon Geçici Otoritesi Irak’ta asayişi ku­ramama ve direnişi bastıramamanın ne­denini Savunma Bakanı Donald Rums- feld’in az personelli modern savaş man­tığına bağladı.

Hayır, Irak’ta yaşanan olayları sadece A B D modern savaş mantığı ya da asker­lerinin vahşi davranışı ile açıklamak mümkün değildir. Çok daha derin ne­

denleri vardır. Kapitalizm itibar yitir­mektedir. A B D kapitalizmi insanlar için bir umut, yarınlarına ışık tutan bir olgu olmaktan çıkmakta, onların korkulu dü­şü haline gelmektedir. Artık halklar de­mokrasi özgürlük gibi kavramların altın­da sömürü, eziyet, işkence ve ölüm gibi olguların yattığını görmektedirler. Yani A BD bir umut, bir kurtarıcı olarak gö­rülmemektedir. Ve de onun için Irak’ta A B D işgaline karşı bir direniş vardır. Ya­şananlar Bush’un elindeki en yetkin, en modern silahların, son tekniğin bile in­san bilinci ve azmi karşısında niha- i bir sonuç veremediğini göstermekte­dir. A B D III. Dönem Sömürgeciliği’ne çı- kamadan yolu kesilmektedir. Irak halkı bunu tüm dünya halklarına kanıtlamakla görevli gibidir.

Ancak elbette A BD , “ tamam gerçek­lik bu” deyip 140 bin askeri ve uçak ge­misini alıp gidecek değildir. Hep yeni yollar, yeni çareler aramaktadır. “ Bre- mer’le olmadı, acaba Allavi ile ne kadar idare edebilirim” diye düşünmektedir. Şimdi de seçimler vardır. Yeni birilerini bulacaktır. Kapitalizmi ilerleten onun bu girişimciliği, bu direnci ve hırsıdır. Daha Irak’ta çok şeyler deneyecektir. Sonuna kadar bu pazarı, petrolü elinde tutmaya çalışacaktır. Pencereden atılsa bacadan girmeyi deneyecektir.

Irak direnişi karşısında Bush’un ne yapacağı sürekli merak konusu. Bush hükümeti Irak’ta stratejik hata yaptı, na-

90

Page 92: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sil bu “ beladan” kurtulacak diye sorulu­yor, girmeyi planladı çıkışı planlamadı di­ye eleştiriliyor. A B D sırf girip almayı planlıyor, ama o ülkeye nasıl demokrasi getireceğini planlamıyor, eksiği bu, deni­yor. Yok işte BAAS Partisi’ni dağıttı, yok Saddam Ordusu’nu dağıttı, böylece halkla bağlarını kopardı, iktidar olma şansını yitirdi, deniyor. Doğrudur. Bun­lar yapılan yanlışlardır. Ve kapitalizmin süper gücü böyle yanlışlar yapabiliyor. Böyle plansız davranabiliyor. Çünkü kendisine çok güveniyor. III. Dünya Ü l­kelerinin halklarını bu kadar küçümsü­yor. Bunların bir bedeli olsa gerek. A r­tık kendini dev aynasında görmelerin so­nuna da geliniyor, sermaye tüketiliyor olsa gerek.

Başka bir açıklama getirmekte müm­kün. Denebilir 'ki kapitalizmin günümüz krizi o kadar büyüktür ki uzun dönemli planlar yapamıyor ve gününü kurtarma­ya çalışıyor. Doğrudur. Hangi veriden çıkarsak çıkalım A B D pratiktir. Olaylar­dan öğrenmeye çalışır. Sonuna kadar I- rak’ta direnecektir. En son olarak kafa­sında Kolombiya modeli olsa gerek. O çok aşık olduğu petrol alanı ve boruları etrafına 140 bin askerini sırayla dizebile­ceğim düşünmektedir. Irak pazarından vazgeçebilir, ama Irak petrolü ve onunla bağlantılı olarak Ortadoğu’daki petrol a- lanlarımn yakından denetiminden vaz­geçmeyecektir. Ta ki vazgeçmek zorun­da kalana kadar.

Şimdiki hali ile olay şudur. A BD as­keri gücü Irak’ta direnişi bastıramamak- tadır. En üst, en modern teknik bile in­san iradesini yenememektedir. Irak de­neyinin bir sonucu budur. İkinci sonuç i- se direniş bugünkü gücüyle bile A B D ’yi Irak’tan çıkarmaya yetmemektedir. San­

ki pata pat bir durum vardır. Peki bu iş nasıl çözülecektir? A BD hangi durumda pilisini pırtısını alıp gitmek zorunda kala­caktır. Vietnam’da yenilmiştim şimdi bir kez daha yenildim, diyecektir. Orada sosyalist güçlere yenildi. Burada halk güçlerine yenilecektir. Bunu ne zaman diyecektir? Hangi tür bir direniş, hangi tür bir güçler dengesi A B D ’yi Irak dışına atacaktır? Irak’ta durmanın bedelini ne zaman, hangi koşulda A B D karşılayamaz duruma gelecektir? Asıl soru bu olmalı­dır.

Allavi Hükümeti A B D ’nin denediği bir modeldir. VVashington’a bağlı, Irak’ı A BD çıkarları doğrultusunda sömürme­sine kul köle bir hükümet. Latin Am eri­ka’da 1970’lerde kurdurduğu askeri hü­kümetler gibi. Ya da Allavi hükümeti böyle bir hükümetin kurulmasına hizmet edecek bir seçim ortamı yaratmalıdır. I- rak petrollerini kontrol edebilmesine, gelirlerini çıkarları doğrultusunda yön­lendirmesine hizmet eden, Ortadoğu’da İsrail’in yerine getirmekte zorlandığı jan­darmalık görevine destek veren, bölge­de A BD çıkarlarını dayatabilen bir hükü­met. Irak pazarını A BD şirketlerine açan ve Irak petrol gelirlerinin A B D şirketle­rinin cebine girmesini sağlayacak bir hü­kümet. Ve bölgede örneğin Suudi A ra ­bistan, İran gibi ülkelerdeki petrol re­zervlerinin denetimini sağlayabilecek bir güç oluşturacak Irak Hükümeti. A BD , I- rak Hükümeti’nden bunları beklemekte­dir. Allavi Hükümeti böyle bir hüküme­tin kurulmasına hizmet edecek seçim ortamı yaratmalıdır.

Allavi Hükümeti bir kaç aylık iktidarı döneminde Irak’ta neler yapmıştır? A BD hayalleri ne kadar gerçekleşmiştir. Se­çimlere kadar neler yaşanmıştır ve ya­

__________________ ırak seçimleri___

------------------------------------------ 91 ----

Page 93: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

şanma olasılığı vardır? Seçimler öncesi böyle bir değerlendirme yapmak müm­kündür.

SEÇİMLER YAPILACAK MI?

Paul Brem er yönetimindeki işgal güç­leri arkalarından gelecek hükümete iyilik yapmak istediler. En azından Allavi Hü­kümeti halk arasında bir umut olmalı. İ- yi bir başlangıç yapmalı, kendisini sevdir- meliydi. Gidici yönetimin sert davran­ması unutulabilirdi. Ya da o sert davra­nırsa Allavi Hükümeti sevimli görünür­dü. Allavi’nin hareket alanı genişletilme­liydi. Bu nedenle Paul Bremer Irak’ta yükselmekte olan direnişi mümkün ol­duğunca bastırmaya, yok etmeye çalıştı. Direnişin kalesi Felluce gibi görünüyor­du. Amerikan askerleri buraya giremi- yorlardı. Brem er parçalanarak öldürü­len kiralık katillerin intikamını almak ba­hanesi ile Felluce’ye saldırdı. Ama Fellu­ce, Stalingrad olma andı içmişti. Direniş çok yüksekti. A BD kenti alamadı ve sal­dırıyı durdurdu. Kent yönetimi ile uzlaş­mak zorunda kaldı.

İyad Allavi, Şii olduğu ve Şiileri böyle- ce işgal güçlerinden yana çekebileceği düşüncesiyle bu göreve getirilecekti, a- ma önü açılmalı, işgale karşı olanlar sus- turulmalı, göreve başlar başlamaz elinin kanlanması önlenmeliydi. Mehdi Ordusu ve lideri Mukteda al Sadr’a saldırıldı. Ga­zeteleri kapatıldı, önderleri tutuklandı. Günlerce al Sadr kenti havadan ve kara­dan bombalandı. Felluce örnek Oldu. Kent direndi. Hatta al Sadr güçlerinin di­renmesi bir yana, başka başka kentlerde onu örnek almaya başlıyor ve Amerikan askerlerini dışarı atıyorlardı. Yani Muk­

— yol____________________________

teda al Sadr güçlerine vurdukça direniş daha toparlanıyor ve yükseliyordu. Ne- cef ve Kerbela’da olaylar yükseldi. Bre­mer anlaşma yapmak zorunda kaldı. A- merikan askerlerinin kente girmesinden vazgeçildi. Brem er’in devri yaklaşıyordu, ama A B D ve işgal güçlerine saldırılar her geçen gün azalmıyor artıyordu. Bu ne­denle hatırlardadır, Bush’a hep sorulu­yordu: “ Bremer devredecek mi?” “ G e ­çici Hükümet planlandığı gibi 28 Hazi- ran’da göreve başlayacak mı?” “ Direni­şin yüksekliğine rağmen devrecek misi­niz?”

Açıkçası bu sorular çok anlamlıdır. Şu soruluyordu. A B D güçleri olarak asa­yişi sağlayamadınız, iktidar olamadınız, kentler kontrolünüzden çıkıyor, direniş yükseldi, her gün bir kaç askeriniz ölü­yor. Yeniliyor, geriye çekiliyorsunuz. Bu siz iktidarda iken, tüm ipler elinizde iken böyle. Nasıl olur da iktidarı sizden olma­yan birine devredersiniz? Öz güç olarak yapamadığınızı kukla bir hükümet ile ya­pacağınızı mı düşünüyorsunuz? Kendi başaramadığınızı kukla hükümet mi ba­şaracak? Böyle mi düşünüyorsunuz? Yoksa başka bir plan mı var? A B D silah­lı gücü Irak Şii maskesi arkasına çekilirse asayişi kurmak daha mı olası? Yani Bre­mer’in devir tarihi kesin mi? Yoksa devir uzatılacak mı? Soruların anlamı buydu. A BD Irak’a girdikten bir yıl geçmeden yenilmeye başlıyordu.

Aslında şimdi bu soruların aynısını seçimler için sormak olasıdır. A B D ger­çekten bu durumda seçimleri yapmayı düşünmekte midir? Bu ortamda nasıl se­çim yapılacaktır? Seçim kütükleri, seçim sandıkları, seçim propagandaları, seçim­lerde özgür irade vs. vs. Bu ortamda bunlar nasıl yapılacaktır? Seçim yapıldı-

__ 92

Page 94: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ırak seçimleri__

ğında A B D kendi amaçlarına hizmet e- deceğini düşündüğü bir hükümeti nasıl işbaşına getirecektir? Bu hükümeti nasıl ayakta tutacaktır? Kendi adaylarını nasıl seçtirecektir? Kendi adayları nasıl A BD arkasında duracaktır, A BD çıkarlarını uygulayacaktır? Gerçekten bugünkü I- rak’ın durumuna baktığımızda bunların gerçekleşmesi bir hayaldir. Durum Bre- mer’in görevi Allavi’ye devrettiği ortam­dan daha da kötüdür. Öyleyse seçimler gerçekten yapılacak mıdır?

Bize göre yapılacaktır. Yapılmak zo­rundadır. Şöyle ya da böyle bir seçim ya­pılacaktır. Yerel seçim yapılacaktır. Bazı yerlerde yapılacaktır. Bazı yerlerde ya­pılmayacaktır. Belki bir süre daha erte­lenecektir, ama büyük bir değişiklik ol­mazsa yapılacaktır. Nasıl Brem er’den Allavi’ye devredildi ise şimdi “ seçilecek” olanlara devredilecektir. Çünkü bunlar yenilişin birer adımlarıdır.

Aslında işler tersine dönüyor. A BD en başta bir takvim açıkladı. Plana göre takvim A B D ’nin Irak’ta iktidarının sağ­lamlaştırma virajlarıydı. Ancak şimdi iş­ler tersine döndü ve takvim Irak’taki di­renişin yarattığı fırtına karşısında tutun­duğu dallar oldu. Onun için bunlardan vazgeçmeyecek, aksine kendisi için kur­tarıcı tarihler olarak bakacaktır.

Geriye Bremer gibi bir yönetime gi­demeyecek. Onunla yapabileceği bir şey yok. Elindeki korkunç yetkin silahlara karşın Allavi Hükümeti maskesi de bu kadar işine yarıyor. Bu durumda seçim yapmak yine varlık koymak demek. D i­reniş güçlerine saldırı için bir gerekçe demek. Allavi iktidarına hazırlanırken ol­duğu gibi seçimlerden sonra başa geçe­cek hükümet öncesi yeniden saldırıya

hazırlanıldı. Hedefe ilk önce Felluce ko­nuldu. Sonra yine büyük bir olasılık Şii- ler gelecek. Bir “ temizlik” yapılacak. A- çıkçası bize göre A B D Felluce saldırısı i- le Irak’ta iktidar olabileceğini düşünmü­yor. Sadece direnişin gücüne karşı ken­di gücünü sağlamlaştırmaya çalışıyor. Ne türden olursa olsun bir seçim yapmak bile bir başarı haline geliyor. Direnişin şiddetini azaltmaya, zaman kazanmaya çalışıyor. Kalmasına kolaylık sağlayacak barajlar örüyor. Sığınaklar inşa ediyor. Başka bir şekilde söylersek geri çekili­şinde bir mantığı olmalıdır. Geri çekilir­ken de “ şerefle” çekilinmelidir. En çok çıkarla çekilmelidir. En fazla yarar sağ­lanmalıdır. En az telef verilmelidir.

Seçimleri yapmak bu mantığın merdi­ven taşlarıdır. Seçimler onu dünya ka­muoyu önünde daha yasal bir konuma sokacaktır. Dünya kamuoyunda kendine bir tutanak bulacak. Irak savaşındaki ya- sadışılığının üstünü bir şekilde örtecek. Belki böylece dışarıdan yardım alabile­cek. Irak direnişine karşı destek sağlaya­cak. Çıkarlarına hizmet edecek ortalama bir iktidar oturtabilecektir.

Takvime sadık kalmak Irak’taki taba­nı açısından da önemlidir. Bilindiği gibi Sistani, Geçici Allavi Hükümeti yerine Haziran’da direkt seçimler istiyordu. O- cak ayına razı edilinceye kadar akla kara seçildi. Şimdi seçimleri bir kez daha er­telemek Sistani eli ile tutulmak istenen ı- lımlı kitleleri karşıya almak, varlığına di­renişi artırmak olacaktır. İşi zorlaşacak­tır. Tekrar edelim seçimler yapmadan I- rak’ta kalışını daha kolaylaştıracağına i- nansa hiç çekinmeden, dünyayı bile u- mursamadan seçimleri iptal eder. Ya da böyle bir umut ışığı görse erteler. Ama şimdilik görmüyor. Irak’ta ayakta dura-

93 —

Page 95: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— yol

bilmesinin tek yolu saldırıdır. Seçimler­de bunun bir parçası.

SEÇİMLERE ÖN HAZIRLIK

Seçimlerin bir akıntıya karşı duruş, geri çekilmenin mantıklı adımları olduğu tespitinden sonra taktikleri dönemlere ayırabiliriz. İki ana dönem tespit edilebi­lir. Irak seçimleri A B D seçimleri ile iç i- çe geçmiş durumdadır. Irak’taki durum Bush’un yeniden seçilip seçilememesini etkileyecektir. O nedenle A B D seçimle­ri öncesinde genellikle ortalığı çok fazla karıştırmama ve yumuşak davranma ve sanki Irak’ta başarı kazanılmış ve işler i- yiye gidecekmiş havası verme amacı öne çıktı. Genelde fazla A B D kaybı verilme­yeceği düşünülen eylemlilikler içinde bu­lunuldu.

ABD SEÇİMLERİ ÖNCESİ TAKTİKLER

a. Yeniden YapılanmaBush Hükümeti yaz ortasında Irak’ta

yeniden yapılanma projesinin rafa kaldı­rıldığını açıkladı. Yani Bush Irak’a girer­ken verdiği sözden geri dönüyordu. Kentler savaşla yıkıldıktan sonra yeni­den yapılacaktı. Irak bir pazar haline ge­lecek, başta A B D )e sonra saldırıya as­ker yollayan ülkelerin şirketlerine yeni iş alanları açılacaktı. Kapitalizmin bildiğimiz karakterine uygun olarak ilk önce yıka­cak, sonra da yeniden yapacaktı. Ekono­misini canlandıracaktı. Yükselen direni­şin bu hesabı bozduğunun ilk kabulü ye­niden yapılanmayı durdurmaktır.

Yeniden yapılanma için A B D parla­

mentosundan 18.5 milyar dolar çıkarıl­mıştı. Bunun ancak 500 milyon doları harcanabildi. O da askeri amaçlar için kullanıldı. Şimdi bu paraların dağıtılması durduruldu. Bizzat Bush’un dediği gibi e- ğer yeniden yıkılacaksa yeraltı ve üstüne yatırım yapmanın bir anlamı yoktu. Yani elektrik, kanalizasyon, su vs gibi altyapı tesislerinin ihaleleri askıya alındı.

Yeniden yapılanmanın durdurulması Irak’ın pazar olarak kullanılmasının im­kansız olduğunun açıklanmasıdır. Irak bundan böyle A B D açısından sadece bir petrol ülkesi olacaktır. Irak’ta kalış ne I- rak’ta belki ne de Ortadoğu’da bir pazar yaratmayacaktır. Aksine ortaya çıkan A BD düşmanlığı ve A B D mallarına boy­kotlar göz önüne alınırsa A B D hem I- rak’ta hem de bölgede pazar kaybetme­ye başlamıştır. Irak savaşı bazı çok ulus­lu şirketler için olumsuzluk getirmiştir.

Yeniden yapılanmanın kaldırılması as­lında çok boyutlu bir yenilginin işareti­dir. A B D şirketleri bir ülkeye girdikleri zaman kapitalist pazar kurulmasına hiz­met ederler. Burjuva ilişkilerin temelle­rini atarlar. Şirketler yerli halk arasından burjuvalar yetiştirmeye başlarlar. Yani sınıflı yapı kurulur. Var olan sınıflar iliş­kisi geliştilir. II. Sömürgecilik Döne- mi’nde bunlar yaşandı. Şimdi III. Sömür­gecilik Dönemi’ne girildiğinde ise çok u- luslu şirketler var olan yerli burjuvalarla bir ilişki modeli arıyor olmalıdırlar. Irak olayları bize böyle bir ilişkinin kurulama­dığını gösteriyor. A B D ’nin gelmesinden kar uman burjuvalar yok muydu? Neden böyle bir pazar kurulamadı? Bu sorulara yanıtlar aramak gerekir.

Bremer ve daha sonra Allavi döne­minde çıkarılan bir kaç ekonomik yasa-

94

Page 96: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ya bakalım:1. “ lrak’ın 200 K İT ’İ özelleştirilecek.”

Bunları kim alabilir? Elbetteki çok uluslu şirketler.

2. “ lrak iş alanında yabancılar % 100 mülkiyet sahibi olabilirler.” Yerli burju­vaların pek işine yarayacak bir madde değildir. Var olan bütün ulusal değerle­rin yabancılara satılması demektir.

3. ” Yerli yabancı iş adamı ayırımı o r­tadan kaldırılacak.”

4. “ Tüm karlar yurt dışına taşınabilir.”5. “ lrak’a giren mallardan gümrük tar­

zı ihracat vergisi, lisans ücreti vs. gibi şeyler alınmaz.” (Bilgiler: Z.net, Dahr Camili’nin Irak Ekonomisi yazısından, 10 Kasım 04)

Bu yasaların hiç biri yerli burjuvaların işine yaramamak bir yana zararına yol a- çacak. Onların ölmesini getirecektir. Var olan tek tük burjuva işyerleri savaş­la tahrip olmuştur. Halkın çoğu işporta­cılık yapmaya itilmiştir. İşsizlik ortalığı kaplamıştır. Elbette bunlar birer ayrı ya­zı konusu olup derin incelenebilecek konulardır. Fakat şurası açıktır ki bu ya­salar globalleşme ile tüm dünyada uygu­lanan neo-liberal politikaların kendisidir. Bush ve onun çok uluslu şirketler ülkesi Irak’ı işgal edince hiç bir taban filan dü­şünmeden bu yasaları getirdiler. Sanırız Irak’ta kendilerine yandaş bulma diye bir şey kafalarında yoktu. Yeryüzünde kapi­talizmden başka sistem mi vardı! Herkes ona canı gönülden inanmış, kurtuluşunu ona bağlamıştır. Böylesine basit ve dar görüşlü, dünya halk gerçekliğinden ko­puk bir dünya da yaşıyorlardı.

Buradan kalkarak şöyle bir tespit yapmak sanırız yanlış olmayacaktır. III. Sömürgecilik Dönemi neo-liberal eko­

nomi politikalarıyla kurulamaz. İkisi bir­birine ters düşer. Ya da kapitalizm, için­de olduğu çok uluslu tekeller dönemin­de işgal edilen ülkede eskisi gibi güçlü i- lişki ağları kurma yapısına sahip değildir. Globalleşme ile bizim gibi ülkelere giriş­lerine baktığımızda da farklı bir sonuç görmüyoruz. Çok uluslu şirketler yeni dönemde yeni burjuvalar yetiştirmeye değil, onları proleterleştirmeye hizmet ediyorlar. Bu anlamı ile de III. Dönem’de işgal edilecek ülkelerde tutunmaları zor­laşıyor. O ülke içinden kendilerine yan­daşlar bulmaları zorlaşıyor. Kurulacak bir avuçta aç milyonları peşinden sürük­leyecek bir güç oluşturamıyorlar.

Yeniden yapılanmanın durdurulması­nı Batı emperyalizminin tekelci yapısının vardığı son konağın sonucu olarak de­ğerlendirmek gerekir. III. Sömürgecilik Dönemi halkları peşinden sürükleyece­ği, onları oyalayacağı teorilerden de yoksundur. Yeni bir şey bulamamakta, eskiye kimse inanmamakta ve bunu ger- çekleştirememektedir. Kendisine des­tek olacak bir burjuva katmanı da yara- tamamaktadır. Girilen ülkelerde bir tek ticaret kesimi gelişmeye müsaittir. Gümrüklerin ve bu türden tüm vergile­rin indirilmesi yerli burjuvaları yok e- derken dışarıdan ucuza giren malların satışı üzerinde gelişen bir burjuva oluş­turabilir, ama bu da ülke kendisi bir üre­tim yapmadığı sürece önünün tıkanması uzun sürmeyecektir. Irak petrolü de böyle bir düzeni döndürmeye yetme­miştir.

Son olarak bir konuya da kısaca de­ğinmek yerinde olacaktır. Yeniden yapı­lanma içine alınan aslında askeri harca­maya girmesi gereken “ kontratlılar” ya da paralı askerler sorunu vardır. Bunlar

___________________ ırak seçimleri___

--- 95 —

Page 97: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

da asayişi sağlamak bağlamında yeniden yapılanma kapsamına alınmışlardır.

Irak içinde paralı asker olduğu gerçe­ği ilk Felluce’de bunlardan 4 tanesinin parçalanması ile dünya kamuoyuna du­yuruldu. Irak’ta A B D ve İngiltere asker­lerinden sonra bu gurup üçüncü sıraya oturmaktadır. Tam sayıları bilinmemek­le birlikte 20 bin civarında oldukları tah­min edilmektedir. En ünlü şirketler A- merikan Blackwater ve İngiliz Aegis Sa­vunma Hizmetleri’dir. Aslında bunlara özel polis gücü ya da kiralık katil demek uygundur. Bu kiralık katillerin fiyatı I- rak’ta direnişin yükselmesi ile birlikte artmaktadır. Kişi başına günlük kazanç­ları 500-1000 dolar arasında değişir. (I- rak’ın ne kadar tehlikeli bir yer olduğu­na bir gösterge.)

A B D ’de her şeyin özelleşmesi gibi ordunun da özelleşmesi I. Bush Hükü- meti’nin işbaşına geldiği yıllarda uzun u- zun tartışıldı. İngiltere’de de tartışıldı. Bunların daha etkin olacakları, ordudan çok daha ucuza daha “ temiz” işler yapı­labileceği savunuldu. Ancak özel kurum ve kişilerin devlet çıkarlarını silahla ko­ruması uluslararası yasalarla çatışmakta olduğundan ve başka bazı nedenlerle o r­du özelleştirilemedi, ama başka yol bu­lundu çok miktarda paralı asker ya da kiralık katil kullanılıyor.

Emekliye ayrılan ordu personelinin kurduğu şirketlerde çok sayıda Afrikalı çalışmaktadır. Hem ucuz oldukları hem de korkusuzca dövüştükleri için tutul­maktadırlar. Devletler bunları Afrika ül­kelerinde hükümetler devirmede ve tüm kirli işlerini yapmakta kullanıyorlar. Irak’taki kiralık askerlerin büyük bir kıs­mının Güney A frka Cumhuriyeti’nden

— yol-------------------------------------------

geldiği biliniyor. A B D petrol tankerleri­nin Irak içinde dolaşımı bunlarca sağlanı­yor. Bağdat Havaalanı, A B D petrol şir­keti Halliburton’un büroları bu şirket­lerce korunuyor. Ve de Koalisyon güç­leri ile çok iyi bir istihbarat bağı içinde­dirler.

Yeniden yapılanmadan bir tek bu şir­ketlerin hariç tutulması aslında başta A BD ve İngiltere’nin ama genelde kapi­talist sistemin nasıl bir dünya katilleri haline geldiklerinin açık göstergesidir. Bugün dünya T V ’lerinde bol bol göz bo­yama atraksiyonları yapılıyor. Cezaevle­rinde işkence yapanlar yargı önüne çı­kartılıyor ya da yaralı İraklının A B D as­kerince öldürülmesinin Cenevre Savaş Anlaşması kurallarını ihlalinden söz edi­liyor. Dava açılıyor. Bunlar açıkçası ko­mik olaylardır. A B D Irak’ta hiç bir kural dinlemeden katliamlar yapıyor. Göze batacağını düşündüğünü kiraladığı katil­lere yaptırıyor. Böyle komik olaylarla da Batı halklarının vicdanı rahatlatılıyor. I- rak savaşı uluslararası yasaları bırakalım en basit insanlık kurallarının bile hiç bir hükmü olmadığı bir ortam yarattı. Yeni­den yapılanmanın tutmamasının en te ­melinde de bu gerçekliklerin Irak halkla­rının yaşadıklarından çıkardıkları dersler olsa gerektir. Kapitalizm insanlık tanı­mayan vahşi, insanlık dışı bir yapıdır. An­latacak sıfat bulmada zorluk çekiyoruz.

b. Irak Askeri ve KollukKuvvetleri Yetiştirm ePaul Bremer’in Irak’ta ilk yaptığı ve

çok eleştirilen olgu Saddam Ordusu’nu dağıtmasıdır. Aslında işgal edilen bir ül­kenin ordusunu ve polisini dağıtmak el­bette mantıklı bir olaydır. İşgale, yani sö-

96

Page 98: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ırak seçimleri__

mürmeye, elinden ekmeği zorla alınma­ya gidilen ülkenin ordusu potansiyel düşmandır ve elinden silahı alınır. Savaş kuralları bunu söyler. Saddam Ordu- su’nu dağıtmak, A B D ’nin o ülkedeki a- maçları açısından doğru bir adımdır.

I. Sömürgecilik Dönemi’nde ülkele­rin yeraltı ve üstü zenginliği sömürülme­ye askerle gidiliyordu ve sömürü süre­since de onlar orada tutuluyordu. Buna tepki olarak insanlık bir kurtuluş savaş­ları dönemi yaşadı. Kapitalizm II. Sömür­gecilik Dönemi’nde demokrasi, özgür­lük şiarlarını bayrak yaparak ülkelere girdi. Askersiz olarak IMF, Dünya Ban­kası ve yerli burjuvalar kanalı ile sömür­dü. Metalar ve kredilerle sömürüldü. O zaman bile belirli üsler ve askeri kurum­lar kullanıldı. Şimdi yeni dönemde eyalet valileri ve lejyoner askerlere dönülmeye çalışılmaktadır. Köprülerin altından çok sular aktı. Kapitalizmin itibarı yok. De­mokrasi, özgürlük, refah, kalkınma mas­keleri düştü. Çıkarları dayatmaya da en modern silah ve teknik yetmemektedir. Yerli işbirlikçiler aranmaktadır.

Irak’ta şimdi yaşanmakta olanlar bu­nun da çok sorunlu olduğunu göster­mektedir. Çıkarlarını gizleyeceği maske­ler düştü. Yerli işbirlikçiler bulamıyor. Kendi askeri çıkarlarını dayatmaya yet­miyor. III. Sömürgecik Dönemi’nde em­peryalizmin açmazlarından biridir. A BD bu anlamı ile elleri kolları bağlı bir zaval­lıdır. N e kendi askerleri ile amacına ula­şabilmekte ne de yerli güçlere güvene- bilmektedir. Bu onun çıkmazıdır ve çık­mazı olarak kalacaktır.

Ama alternatifler geliştirmek ve de­nemekten başka çıkar yol yoktur. Halk içinden kendisine hizmet edecek polis

ve asker yetiştirecektir. Ama bunlara ne kadar güvenebilecektir? Güvenemiyor. Iraklı asker ve polis güçlerinin eline mo­dern silahları veremiyor. Yeterince cep­hane ile donatamıyor. O durumda bu güçler kendisine hizmet etmiyorlar. D i­renişçilerden korkuyorlar ve her an kar­şı tarafa geçmeye hazır oluyorlar. A BD modern silahları ile direnişçileri durdu- ramıyorsa elinde ilkel silahlarla yetiştir­diği bu güçler ne yapsınlar? Ayrıca bu güçler direnişçiler açısından birer vatan, din hainidirler.

Allavi döneminin ilk aylarında bu çe­lişkileri yaşadı. Çeşitli denemeler yapıldı. Bu güçlerin A B D ve Allavi iktidarının di­renişi yeneceğine inanması gerekiyordu. İlk fırsat Necefte yakalandı. Sistani ara­buluculuk yaparken Irak güçlerinin Ne- cef kentini kontrol altına almasını kabul etti. İşte bu noktadan itibaren bu güçler dinde de bir dayanak bulmuşlar, yasal­laşmışlar ve manevi güç bulmuşlardı.

Allavi güçleri çeşitli şekillerde denen­di. Ve sanırız bazı tespitler yapıldı. Bir kez bu güçlere silah verilecek ancak yi­ne de bir denetim içinde olacaklardır. Kolluk kuvveti olarak kent içinde olma­ları ve hedef haline gelmelerinin A B D a- çısından getirdiği büyük bir kayıp olma­sa gerektir. Onun içinde genel olarak bunlar direnişçilerin intihar saldırılarına hedef olup öldürülüyorlar. Ancak asker­ler biraz daha farklıdırlar. O nlar A B D ’nin kentleri alması, yolları temizle­mesine hizmet ederler. Bu anlamı ile A- merikan gözü hem denetleme hem de mümkün olduğunca koruma amacıyla üstlerindedir. Genellikle bu güçler ku­zeyde Kürtler arasından seçilirler. Ya da Basra yakınlarındaki Şii gruplardan. Yani Dava siyasi hattına inanan aşiretler ara-

97 __

Page 99: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sından. Diğer bir özellik dini ayrıma özel dikkat etmektir. Yani Şiilerin üzerine Sünniler ya da tersi Sünniler üzerine Şi- i olanlar kullanılmaktadır.

Şamara kentinin kurtarılmasında ço­ğunluğu Kürt olduğu söylenen askerler­den bir bölük kullanıldı. Başarılı oldukla­rı söylendi. Felluce’de kullanıldıkları söy­leniyor. Ama anlaşıldığı kadarı ile ayrı bir gurup olarak değil, askerlerin içine ka­rıştırılmış olarak savaşıyorlar.

Ancak bunların ne yapacakları tam o- larak kestirilemez. Arkalarındaki A BD gücü kalktığında ne olacaktır? Bir sömü­rü düzeni böyle güçlerle kurulabilir mi? Ne kadar kurulabilir? Güvenilme sınırı nelere bağlıdır? Nasıl geliştirilebilir? Hepsi deneylerle belki zaman içinde or­taya çıkacaktır. Başka seçenek yoktur. Şimdi İyad Allavi, daha sonra başka bir kukla hükümet başa oturtulacaksa, bu zorunlu ise onun ordusu ve kolluk kuv­vetlerinin de yetiştirilmesi gereklidir.

A B D İstanbul’da yapılan N A T O top­lantısında A B ülkelerinden asker ve kol­luk kuvveti yetiştirme konusunda yar­dım istedi. N A T O yavaş yavaş Afganis­tan’daki gibi Irak içine sokulmaya çalışılı­yor. N A T O ve A B Afganistan’da hem asker eğitiyorlar hem de güç olarak var­lar. Ama elbette Irak Afganistan gibi geçmişi parçalı, yıllardır savaş içinde o- lan bir ülke değil. Düzenli ordusu ve ge­lişkin bir kolluk kuvvetleri sistemi vardı. Bir burjuva iktidar geçmişi olan bir ülke­dir.

Üç aya yakın bürokratik tartışma ve Irak’ın gözlenmesi sonucunda N A T O çerçevesinde 300 kişilik bir personeli o- lan Askeri ve Polis Akademisi kurulma­sına karar verildi. Nerede kurulacağı u­

— yol-------------------------------------------

__ 98 ____________________________

zun tartışmalar doğurdu. A B güçleri Irak içinde kurmayı göze alamadılar. Ü r ­dün’de kuruldu. Fakat bu konu çok gizli tutulan bir konudur. Bazı yerlerde Bağ­dat yakınında da olduğu haberi ile karşı­laşıyoruz. Sanırız AB, Irak’taki varlığının gizli kalmasına özel önem veriyor. Elbet­te A B D kendi kanalları ile de asker ye­tiştiriyor. Ve 60 binin üstünde eleman yetiştirme hedefi var. Son verilere göre 30 bin kadarı eğitildi.

Askerler hızlı bir şekilde yani bir kaç yıllık eğitim yerine bir kaç haftalık kurs­larla mezun ediliyor. Ellerine verilen si­lahlar kadar eğitim kaliteleri de geri dü­zeyde. Bu da direnişçilerin işine yaraya­cak bir olgu olsa gerektir.

Şimdi Allavi Hükümeti’nin, yarın “ se­çimle” başa geçecek hükümetin iktidar olabilmesi, ancak asayişi sağlaması, sağla­yabilmesi ile mümkündür. Bu güçler be­lirli bir etkinlik sağlayabilirlerse kukla ik­tidar ayakta durabilecektir. Ancak bu bir denge işidir. Allavi güçleri direniş güçle­rini yenmeye başladığı zaman sıradan halktan olan bu güçler Allavi’nin arkasın­da durma cesaretini göstereceklerdir. Direniş güçlerini yenemediği durumda i- se elindeki güçlerin karşıya geçmeleri iş­ten bile değildir. Bu olasılık olduğu süre­ce de Allavi iktidarı kaypak bir zeminde demektir. Ve şimdi görüldüğü kadarıyla bu zeminin sağlamlaşmaması doğrultu­sunda direniş güçleri kanlarının son damlasına kadar direnme andı içmişler­dir. Bu nedenle işgal güçlerince yetiştiri­len güçlerin A B D ’nin ne kadar işine ya­rayacağı belli değildir. Ve her an bu sila­hın geri tepmesi mümkündür.

Ayrıca güvensizlik askerlerin zaten olmayan morallerini sıfırlamaktadır. Ye-

Page 100: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ni mezun olan 50 tane askerin Irak içle­rine şevki sırasında öldürülmeleri bu ol­guyu ortaya çıkardı. Askeri akademide bu olay sonrası çatışmalar çıktı. Öğren­ciler de komutanlarına güvenmiyorlardı. Korku her şeye işlemişti. Yeni mezun o- lan askerler korku ve güvensizlikle eğiti­liyorlar. Böyle yetişince de her an karşı saflara geçmeleri zor olmayacaktır. Alla- vi yetiştirilenler içinde %5 oranında ajan olduğunu kabul ediyor. Böyle ortamda kurulmaya çalışan ordunun moral gücü­nün ne olduğu ortadadır.

A B D güçleri açısından karşılarındaki- ler potansiyel düşmandır. O zaman as­ker ve kolluk kuvveti yetiştirmek için e- leman nereden, hangi kriterlere göre a- lınacaktır? Irak’ın kuzeyinde Kürtler var­dır. Ya da güney de Dava Partisi ya da hükümet ile işbirliği yapan aşiretlerden alınabilir. Ve de genelde böyle yapılmak­tadır.

A B D elbette Irak işgalinden çok şey­ler öğreniyor. Direniş güçlerini bastır­mak için kullanacağı kuvvetleri karşı güçlerden seçiyor. Örneğin Sünnilerin çoğunlukta olduğu Şamara kentinin ye­niden alınması için geneli Irak Kültlerin­den kurulu bir ordu kullandılar. Bunları öne sürdüler. Hem onlar hem de kendi­leri deney kazanmış oldular. Şamara kentinin alınması bir cesaret kaynağı ol­du. Ancak sonradan Şamara tekrar dire­nişçilerin eline geçince bu cesaretin kor­kuya dönüşmesi doğaldır. Ya da şimdi Felluce saldırısında başka bir taktik de­neniyor. Irak askerleri A B D askeri içine konuldu. Birbirleriyle destek içinde dav­ranıyorlar.

Ancak bütün bunlar tehlikeli politika­lardır. Kültlerin Sünni ve Şiilere ateş e­

dip öldürmesi ya da bir Şii’nin Sünni’yi öldürmesi tehlikelidir. Felluce savaşı sı­rasında Felluce yönetimindeki Müslü­man Aydınlar Sünni Kurumu bir fetva verdi. “ Müslümanlar kardeşleri Müslü- manlara ateş açamaz.” diye. Bütün bu gitgeller Irak’ta bir iç savaşa gidişin yolu­nun açılmasıdır. Irak’ın parçalanması de­mektir. Ya da güvensizlik ve korku ara­sında yaşayan askerlerin sonuçta ahlaki değerlerini kaybetmesi kaçınılmazdır. Bunların direnişçilerden yana taraf de­ğiştirmeleri öyle basit altüstlükler olarak görülmemelidir. Tüm bunlar karmaşık bir toplum yaratma yolunda atılan çok tehlikeli adımlar olsa gerektir. Sonuçta da pek A B D ’nin işine yarayacağını san­mak saflık olacaktır.

Sonuç olarak A B D Irak’ta kendisini savunacak bir hainler ordusuna büyük bir ihtiyaç duymaktadır. Bunu kurmanın yollarını öğreniyor. III. Dönem’e uygun dersler çıkarıyor. İşgal edeceği başka başka ülkelerde bu deneylerini hiç şüp­hesiz kullanacak. Kendi askerlerinin çı­karlarını karşılaması düşünülemez. İşgal ülkeleri hainleri, paralı askerler bu ko­nuda eldeki olanaklardır. Ancak ne ka­dar işe yarayacakları, ne tür altüstlükle- re neden olacağı yakın gelecekte ortaya çıkacak.

c. Allavi Hüküm eti’niİktidar Yapmakİyad Allavi bir Şii’dir, Saddam döne­

minde ülkesini terk etmiştir. Eski BAAS Partisi üst düzeylerinde çalışmış, sonra da Saddam’a yapılan suikastlarda parma­ğı olduğu gerekçesiyle ülkesini terkedip A B D iktidar güçlerine sığınmıştır.

A B D Irak halkının çoğunluğu Şii ol-

___________________ırak seçimleri___

99 ----

Page 101: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

duğu için Şii bir lider seçmeyi uygun bul­du. Ancak Allavi kendi halkını düşünme­yen tipik bir Batı kuyrukçusu gözü kara, zalim bir lider özelliklerini taşımaktadır. Söylendiğine göre Iraklı hain askerlerin birinin elinden silahı alıp karşısında dizili 6 direnişçiyi “ İşte bunları böyle geberte­ceğiz.” diyerek kurşunlamıştır. Bir kaç aylık iktidar dönemi ona “ bıyıksız Sad- dam” lakabını kazandırmaya yetmiştir.

İktidara geldiğinde arkasında duran Amerikan askerlerine güvenerek çok sert çıkışlar yaptı. İlk işi sokağa çıkma yasağı ve sıkıyönetim ilan etmek oldu. Ama bunun ne kadar boş olduğu hemen ortaya çıktı. Çünkü bunu hayata geçire­medi.

Ö te yandan teslim olan, nedamet ge­tiren direnişçiler için genel af çıkaracak­larını söyledi. Ama A B D bunu kabul et­medi. Benim askerlerimi öldürenler af­fedilemez, dedi. O nedenle o sözü de havada kaldı. B ir kukla olduğu ve A B D ’nin sözünden çıkamayacağı en ba­şından ortaya çıktı. Ve saygınlığını halk i- çinde ilk gününden yitirmeye başladı.

Ama asıl yüzünü Necef direnişi ve Mehdi Ordusu’na yaptığı saldırılarla gös­terdi. N ecefte direnen Mehdi Ordu- su’nu yok etme andı içti. Onların üstüne bombalar yağdırma emrini verdi. Yene­bileceğini sandı. İmamlar “ Müslüman kardeşlerine silah çeken Müslüman biz­den olamaz.” fetvasını verince de Şiiler içinde hiç bir desteği kalmadı. Hüküme­tinin bazı bakanları istifa ettiler, bazı par­t i le r ik t id a ra destek vermekten çekildi­ler. Toplanması düşünülen Ulusal Mec- lis’i toplayamadı. Ve sert çıkarak hiç bir şey elde edemedi.

Bush, İyad Allavi’yi Ortadoğu ve Av-

___100____________________________________

— yol-------------------------------------------

rupa’da dolaştırdı. Ama bir sonuç elde edemedi. BM ’de ve A B D Senatosu’nda konuşturdu. Ama açıktan bir destek el­de edemedi. Ne borçlar ertelendi ne de Allavi hükümetine güven duyuldu. Chi- rac A B ’de yapacağı konuşmayı dinleme­di bile. Bir bahane bulup toplantıdan çık­tı. Allavi içi doldurulmayan sözlerle ül­kesine geri döndü. .

Nisan ayındaki Felluce direnişi ve za­feri ile başlayan kentlerin kurtarılması a- kınının önüne geçemedi. İktidarı sırasın­da 24’den fazla kent A B D ve Irak güçle­rinin denetiminden çıktı. Amerikan as­kerleri kentlerden uzak yerlerde üsleri­ne çekildiler. Kentler arasında dolaşa­caklarında bile sıkı bir koruma ile hare­ket etmeye başladılar. Havadan helikop­terlerle korunaksız yola çıkmıyorlar. Her an bir pusu ile karşı karşıya kalma­larının önü alınamadı. Ya bir roket atar, ya bir yol kenarı bombası ya bir intihar arabasının kurbanı olabilirlerdi. Bu ne­denle A B D ordusunda isyanlar, söz din­lememeler başladı. Askerlerin morali çok bozulmuştu. Ama buna karşılık, üs­lerinden çıkmadıkları içinde A B D ölüm­leri azaldı.

Allavi ve bir avuç ordu ve kolluk kuv­veti de bu dengeyi değiştirmeye yarama­dı. Karakollar sürekli olarak direniş güç­lerinin hedefi idiler. Karakoldan çıkmak tehlikeliydi. Karakolda kalmak tehlikeliy­di. Bir saldırı ile kitlesel olarak öldürül­meleri işten bile olmuyordu. Onlarda A B D askerleri gibi yer yer kentlerin dı­şına çıkmak zorunda kaldılar. Hatta bazı kentlerden tamamen kovuldular. Ya kaçtılar. Ya da Felluce’de olduğu gibi di­renişçilerin saflarına geçtiler. Irak nere­deyse bir kentler devleti haline geldi.

Page 102: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Irak’ta direnişçi eylemleri her geçen gün sayıca ve verdiği zarar açısından art­tı. Verilen rakamlara göre savaşın başla­dığı günden beri ölen Iraklı sayısı çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 100 binin üzerindedir. Amerikan askerleri ise son sayıma göre I 194 adettir. Ülkede ne in­san yaşamının güvencesi vardır ne de malın. Hiç bir şey işlememektedir. E- lektrik ve su çok kısıtlı olarak dönem dönem verilmektedir. Özelleştirmeler yapılmıştır. Sübvansiyonlar kaldırılmıştır. Halkın yarısından çoğu işşizdir. Açtır. Şimdi yapılacak seçimlerde neredeyse hiç bir tabanı yoktur. Halk Allavi’den nefret etmektedir.

Ancak bu kısır döngü bir yerlerinden kırılmalıdır. Ancak saldırı ile mümkün­dür. Amerikan seçimleri saldırıyı seçim sonrasına almaya zorlar. Ama bu arada Allavi gene bir şeyler yapmaya çalışır.

d. Kentleri Geri Alm a AtılımıKentleri geri alma atılımı bir yanıyla

yukarıdaki bölüme girmektedir. A B D bu taktik adımla Allavi Hükümeti’ni iktidar yapma mücadelesi vermektedir. Ancak kendi başına bir taktik olarak işlemek daha anlamlı olacaktır.

Yukarıda anlattığımız Necef anlaşma­sı Allavi güçlerinin zorla halka kabul et­tirilmesi demekti. Seçimler öncesi Allavi bunu yaymaya başladı. Böylece iktidarını sağlamlaştırmaya, yasallığını kabul ettir­meye çalıştı. Allavi, A B D ’nin saldıracağı­nı söylüyordu. Saldırmadan önce onları razı etmeye çalışıyordu. Sanki babalık e- diyordu. Ve de bol keseden paralar, va­atler dağıtıyordu. Tek tek kentlerle gö­rüşmelere başlandı. Bazı kentler anlaş­mayı, yani kent denetimini Allavi güçle­

rine vermeyi kabul etti, bazıları etmedi. Felluce saldırısı öncesi bu görüşme 4 ay­rı farklı şekilde gelişti.

Şamara kenti A B D ve hükümet güç­lerince büyük bir kahramanlık örneği o- larak gösterilir. Şamara Saddam kenti­dir. Kentte çok sayıda Saddam ordu güçleri vardır. Hatta yaz başında Saddam Ordusu’nun giydiği özel botları giyerek, yani kimliklerini saklamadan ortaya çık­tılar ve A B D askerlerini dövüşerek kent dışındaki üslerine kovaladılar. O zaman­dan beri de kent direniş güçlerinin elin­deydi.

Allavi burada pek görüşme yapmadı ve burasını boy gösterisi yapmak için kullanma kararı aldı. Bir anlamıyla Fellu­ce saldırısına hazırlanıyorlardı. A B D as­kerleri burada iki yeni savaş taktiği de­nedi. Birincisi Necef ve Kerbela gibi bü­yük direnişlerden karşılarındaki güçlerin savaş taktiklerini öğrenmişler ve ona gö­re yeni taktik geliştirmişlerdi. Bunları denediler. İkinci olarak da yeni yetiştiri­len 1000’e yakın Irak askerleri kullanıldı. Çeşitli gitgellerden sonra kent geri alın­dı. Irak askerlerine moral olsun diye on­ların zaferi olarak alkışlandı. “ Kahra­man” yapıldılar. Allavi güçleri mevzi ka­zanıyor, dendi.

Oysa iki tane gerçeklik gizleniyordu.Birincisi kent ancak ikinci saldırıda a-

lınabilmiştir. İlk seferinde direnişçiler karşı güçleri püskürttüler. Fakat sonra direniş güçleri ile kent esnafı anlaştılar ve direnişçiler kenti terkettiler. Belki de kentin tahrip olması önlenmek istendi. Orası bilinmiyor. Aslında Irak askerleri büyük bir direnişle karşılaşmadan kolay “ kahraman” yapılıverdiler. Bir anlamıyla bu anlaşarak teslim alınmadır. Şamara

___________________ırak seçimleri___

101

Page 103: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

esnafı A B D ve Irak askerlerini kent giri­şindeki köprüde karşıladı.

İkincisi bu askerlerin hemen hemen hepsi kuzeydeki Kürtler arasından dev- şirilen peşmergeierdir. Yani Kürt asker­leridir. Şii değillerdir. Irak’ı parçalayarak devlet kurmak isteyen Kürtlerdir. Bu “ kahramanlıkları” için kendilerine belki de bir şeyler(!) vaadedilmiştir. Orası belli değil.

Olaylar böylece bitmedi. Ekim ayının sonlarına doğru Samara’da çatışmalar yeniden başladı. Direnişçi güçler tekrar ortaya çıktılar ve kenti yine denetimleri­ne aldılar. Sonra yine kaybettiler. Fellu- ce saldırısı sırasında Şamara tekrar dire­niş güçlerinin eline geçti.

Bu olay hükümetin seçimler öncesi kentleri geri alma taktiğinin sağlamlığı konusunu gündeme getirmektedir. Alı­nan kentler ne kadar süre hükümet ve A B D güçlerinin denetimi altında kala­caktır? Kalabilecektir? Bu seçimlere ka­dar sürebilecek midir? Hele hele her bir kentte asker bulundurmayı, hepsini bir­den denetimde tutmayı iktidar güçleri ne kadar becerebilecektir? Bunun uzun süreli olabileceği çok kuşkuludur.

İkinci tipik kent bizim ülkemizde de yazın baş konu olan Tel Afar’dır. Halkın büyük bir çoğunluğu Türkmen’dir. Kürt güçlerinin federal bir devlet kurmasına karşı dururlar. Irak bütünlüğünden yana- dırlar. Bu nedenle direniş güçleriyle iş­birliği yaparlar. Bu kentin alınması deği­şik bir biçim izledi. A B D güçleri Türk- menlerin Suriye güçleriyle işbirliği içinde silah ticareti yaptıklarını bahane ederek kenti hiç bir ön görüşmesiz bombalama­ya başladı. Günlerce kent bombalanınca çok sayıda Türkmen göç etti. Ve de

— yol-------------------------------------------

Kürt güçleri gelip kent yönetimini ele geçirdiler. Türkiye Cumhuriyeti de pro­testo etmekle yetindi.

Üçüncü tipik kent Feliuce’dir. Nisan ayında Stalingrad olma andı içen kent yetkilileri ile hükümet güçleri arasında bir anlaşma sağlandığı haberleri geldi. N e olduğu anlaşılmayan tavizler karşılı­ğında Allavi güçleri kenti denetleyecek­lerdi. A B D bu antlaşmayı kabul etmedi. Ve görüşmeler kesildi. Bir kent yetkilisi­nin dediği gibi “ Amerika barış istemedi.” Yani barış görüşmeleri yapar gibi dav­randı.

Aşağı yukarı tüm Ekim ayı boyunca Felluce kenti havadan sürekli bombalan­dı. 8 Kasım günü yani A B D seçimlerinin hemen arkasından beklendiği gibi gün­lerdir kent etrafında mevzilenen A BD ve İngiliz güçleri saldırıya geçtiler. Kent, Cenin ve Ramala kentlerinde İsrail’in yaptığı ikinci katliamı yaşadı. Felluce sal­dırısını aşağıda ayrıntılarıyla işleyeceğiz. Bu kent seçim öncesi taktiğe boyun eğ­meyen bir kent örneği olarak gösterilse bile aslında Allavi Hükümeti’nin barış yaptığı, ama A B D ’nin barışı kabul etme­diği kent kategorisine girer.

Dördüncü tipik kent al Sadr’dır. Bu da başka uçtan tipik bir özellik gösterir. Bir teslimiyet yaşanmıştır. Olayların de­ğerlendirmesini aşağıdaki bölümde ay­rıntılı olarak işlemeye çalışacağız. Şimdi teslimiyetin koşullarını kısaca yazalım.

Mehdi Ordusu ve Mukteda al Sadr güçleriyle Allavi temsilcileri bir anlaşma­ya vardılar. A B D başta bu anlaşmayı da reddetti, ama sonra fikir değiştirdi. A n ­laşmaya göre Mehdi Ordusu silahlarını bir hafta içinde hükümet güçlerine geti­rip satacaktı. O kadar çok silah teslim e-

__ 102

Page 104: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dildiki sonunda I milyon dolar bitti. Ve de merkezden tekrar para getirtmek i- çin alımlar durduruldu ve bir haftalık si­lah teslim süresi 2 haftaya çıkarıldı. Söy­lendiğine göre tüm Irak silah kaçakçıları buraya doluşmuşlar.

Karşılığında hükümet güçleri yavaş yavaş kent içinde denetimi ellerine aldı­lar. Gene anlaşmaya göre A B D askerle­ri kente girmeyecekler. Böylece Mehdi Ordusu silahsızlandırılıp politik bir parti olacak ve seçimlere katılacak. Cuma na­mazında Mukteda al Sadr’ın danışmanla­rından biri halka seçimlere katılmayı va­az etmiştir. Ayrıca kentin tamiri içinde ayrı bir para vaadedilmektedir. Yorumu­nu aşağıda yapacağız.

Evet, 24 adet kadar olduğu söylenen işgal edilmiş kentler bu yukarıdaki 4 ti­pik örnek çerçevesinde hükümet güçle­rinin ya da A B D güçlerinin denetimine geçiyorlar ya da direnişi sürdürüyorlar. Kimisi para ve rüşvet ile kimisi saldırı i- le seçim öncesine hazırlanıyorlar. Ancak sorun şudur. Kentlerin hükümet güçle­rince denetime alınmasının pratikte so­nucu ne olacaktır? Hükümet güçleri ne kadar iktidar olabileceklerdir? Seçimler açısından bunun pratikteki sonucu ne o- lacaktır?

ABD SEÇİM SONRASISALDIRISIBÖLME TAKTİKLERİ

A B D ’nin kendi seçimleri öncesi ve sonrası yürüttüğü en belli başlı taktik I- rak halkını çeşitli bazlarda bölme ve par­çalama taktiğidir. Ancak böylece iktida­rını sağlamlaştırabileceği düşüncesinde­dir. Ancak böylece kendisine karşı güç­

leri güçsüzleştirecektir.A B D nihai olarak üç parçaya bölün­

müş bir Irak’ı düşünebilecektir. Ku- zey’de Kürtler. Güney’de Basra bölge­sinde petrol zenginliğinden pay alan ılım­lı Şiiler, ortada Irak çöllerinde yoksul ra­dikal Sünni ve Şiiler. O en sonunda böy­le bir şeyin olmasına da evet diyebilir. Bunu göze alabilir.

Bölme çabası her bazda bölme ola­rak yaşanmaktadır. Irak’ın zengin halk ve dinler, kültürler yelpazesinden yararlan­maktadır. Dini bazda Şii ve Sünni olarak. Milliyet bazında Arap, Kürt ve Türkmen olarak. Siyasi bazda Saddamcı, İrancı, A- rap milliyetçisi ya da radikal, ılımlı olarak her türden bölmelerin girişimi planlanı­yor. Halk böylece A B D işgaline boyun eğmekten başka koşulu olmadığına zor­la ikna edilmeye çalışılıyor. Ya da ölüm korkusu ile bu dayatılıyor.

Bölmek ve parçalamak içinde her türlü zoru uygulamaktadır. Her bir yan­dan saldırmakta, tüm kapıları denetle­mekte, açmakta, kapamakta, yaratmak­tadır. İstediği bir yön vardır; o yöne doğru tüm kapıları açmakta, o tarafa doğru her şeyi parçalayıp itmektedir. İs­temediği kapıları sıkı sıkı kapamaktadır.

A B D açmazlar içindedir. Zordan başka yolu yoktur. Z o r kullanmadığı, o- turup görüşmeye kalktığı anda taviz ver­mek zorunda kalacağını bilmektedir. Hiç taviz vermek istememektedir. Z o r kul­landığı, saldırdığı taktirde de seçimleri kaybedeceğini, öfke ile öfke, şiddet ile şiddet biçeceğini bilmektedir. Z o r ile kendisine yandaş değil, düşman kazandı­ğını ve her zor ile karşı safları daha da güçlendirdiğini bilmektedir. Ama başka şansı yoktur.

___________________ırak seçimleri___

------------------------------------------103 —

Page 105: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

bu kadar.Yazının başında da değindiğimiz gibi seçimler ile herkesi dizginlemek iste­mektedir. Seçimlere kendi istediği ko­şullarda katılmayanlar zorun hedefi ola­caklardır. Arada denetime alamadığı yerleri seçim dışı bırakacağını söylüyor, ama bu aslında Irak’taki gücünü kaybet­tiği ilanından başka bir anlama gelmez ve sonucu başına daha da bela olacaktır. Seçime katılmamak demek ulusal mec­liste temsil edilmemek, o zamanda dışa­rıda, denetim dışında kalınmış demektir. O nedenle seçime katıiınmaması, bir bölgenin seçime alınmaması A B D ’nin is­tediği bir şey değildir. O bölgeyi dene­tim dışı bırakmış olacaktır. Asıl amacı herkese zorla kendi istediği doğrultuda, kendi istediği kişilere oy verdirtmektir. Seçime katılmayacaklar parçalanmak, öl- dürülmelidirler.

ZERKAVİ FAKTÖRÜ

Felluce saldırısını değerlendirmeden önce A B D ’nin bu kente saldırma gerek­çesi olarak gösterdiği Abu Musab al Zerkavi’nin kişiliği ve olayı üstünde bir şeyler söylemek gereklidir. Felluce ken­tinde işi nedir? Ya da nasıl bir işlev gör­mektedir?

Hiç bir aklı başında yorumcu ve siya­si Zerkavi olayına inanmamakta. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Zerkavi Ürdün- lü’dür. Adını aldığı aşiretin çoğu elemanı Ürdün’de polis olarak çalışmaktadır. Zerkavi gençliğinde uyuşturucu kullanan bir serseridir. Sonra Afgan Savaşı’na gi­der ve orada eğitim alır, ülkesine döner ve gene serserilikten yakalanır, 10 yıl ce­zaya çarptırılır. Yatar. Çıkar. Bazı örgüt­lerin içinde çalışır. Bilinen hayat hikayesi

— yol________________________

Sonra Zerkavi birden A B D ’nin dik­katini çeker. Çeşitli olaylarda parmağıolduğu sö y len m em e başlar. B ir bakaı si­niz İran’dadır. İran gizlemektedir. İran’ın el Kaide ile bağlantısını kurmaktadır. Bir haber gelir, Zerkavi Pakistan’ın Afgan sı­nırında Amerikan karşıtı bir gurup için­de önderlik görevi üstlenmiştir. Pakistan Ordusu onu tam yakalayacaktır ki kaçı- verir. Yok olur. Sanki yer yarılmış içine girmiştir. Sonra birden Irak’ta ortaya çı­kar. B ir ev baskınında bilgisayarda A B D ’ye yapılacak saldırı planları ele ge­çirildi, denilir ve plan Zerkavi’ye mal e- dilir. Ancak bunların hiç biri doğrulan­maz. Hiç biri kanıtlanamaz. Ama gazete­lerde bir haber olarak geçer. Ona rağ­men beyinlere böyle bir plancı olarak iş­lenir. Son günlerde Felluce direnişinin örgütçüsü olarak sunulmaktadır.

Felluce yönetimi ve Şura’lar her fır­satta kentlerinde böyle bir yabancı ol­madığını dile getiriyorlar, ama duyan ol­muyor. Ya da duyan duyuyor. Şimdi beklediğimiz gibi de Felluce saldırısından canını kurtardı. Başka bir yerlere kaçtı. Mutlaka A B D ’nin bombalamak istediği yerin kokusunu alacak ve orasını kendi­ne mekan edecektir. Yeni maceralara doğru kahramanımız yola çıkmıştır. Z e r­kavi kısacası böyle karanlık bir kişiliktir.

Karanlık bir kişiliktir ama nedense çok önemli işlevlerle yüklüdür. Örneğin adı Irak’ta adam kaçırmalara karıştı. Da­ha önce adam kaçırma dire ’şçilerin ö- nemli bir dövüş taktiği haline gelmişti. Bazı ülkelerin A B D koalisyon güçlerin­den çekilmeye gerekçesi oldu. Ispanya ve Filipinleri bunların arasında sayabili­riz. Japonya ve Latin Amerika’daki bazı

104

Page 106: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ülkeler bunu gerekçe olarak kullanarak A B D ’ye karşı durmaya başladılar. Yani adam kaçırma doğru taktiklerle yapılırsa siyasi bir başarı sağlamaktaydı.

Adam kaçırma taktiğinde bazı kafa karıştırıcı olaylar yaşandı. Sanki A B D ve Batı güçleri Irak gibi karışık, kimin ne yaptığı belli olmayan bir ülkede adam kaçırma olayını bulandırmaya çalıştılar. Bazı karanlık kaçırmalar oldu. Irak dire­nişçilerinin hiç de işine yaramayacak ki­şiler kaçırıldı. Örneğin Fransız gazeteci­lerin kaçırılması ve karşılığındaki talepler tersten sonuçlar vermiştir. Böylece a- dam kaçırmalar Batı kamuoyunda Irak direnişçilerinin aleyhine bir ortam yarat­tı. Böylece de adam kaçırma taktiği göl­gelendi. Etkisini yitirdi. Ve de işte böyle şaibeli kaçırma olaylarında Zerkavi dam­gası görülmektedir. Bize göre Zerkavi damgalı eylemliliklerde hep bir soru işa­reti bulunmaktadır. Onun adı olan ey­lemler karanlıktır.

İkinci olarak Zerkavi, Ekim ayı orta­sında internet sitesinden yaptığı açıkla­mada örgütünün adını Tevhid ve Ci- had’dan el Kaide olarak değiştirdi. Yani Usame bin Ladin’e sadakatini açıkladı. Bush’un arayıp da bulamayacağı bir açık­lamadır. Sanırız bu açıklama Bush’un se­çimleri kazanmasına hizmet etmiştir.

Nedeni ise çok önemlidir. Bush Irak saldırısının geri fonunda bir el Kaide bağlantısı kurmaya çalıştı. Müttefikler terörle mücadelede A B D yanında ol­muşlardı. Ama Saddam’ın K İS’lerinde A B D ’yi yalnız bırakmışlardı. Şimdi Irak terörizme bağlanırsa belki A B Irak sava­şına çekilebilirdi. Bush Irak’ta “ yabancı güçler” var derken aslında Irak savaşını uluslararası terö r savaşının kapsamına

almak ve tüm dünyayı bu savaşa sokma­ya çalışıyor. Hem de Irak saldırısını ulus­lararası planda yasallaştırmış oluyor. Ya­ratılan Zerkavi ile bu amaca ulaşılmış ol­maktadır.

“ Felluce’de Zerkavi var. Felluce’de el Kaide var. Öyleyse bombalayalım. Fellu- ce bizim uluslararası savaş hedefimizdir. Bizim ikiz kulelerimizi bombalayanlar buradadır.” “Zerkavi Irak’ta Amerika’ya saldıracak İslam fanatikleri yetiştirmek­tedir.” Amerikan ve gerici basında çıkan bu haberler A B D ’de sıradan halklara su­nulan yalanlardır. Zerkavi Felluce üzeri­ne bombalar atmanın gerekçesidir. Z e r­kavi Felluce’de katliamlar yapmanın ge­rekçesidir. Son olarak gene A B D seçim­leri öncesi Usame bin Ladin’in yeni bir videosu ortaya çıktı. Usame bin La- din’de Bush’a hizmetlerini sunarak I- rak’ta dövüşmeyi kendi hedefleri arasına koyan bir açıklama yaptı. Hemen C IA a- janları olayı değerlendirdiler. “ Gelecek Usame’ler Irak’ta eğitiliyor.” Sanki her şey birbirine bağlanıveriyor. Zerkavi u- luslararası terörizmin Irak halkası ya da oranın Usame bin Ladin’i oluverdi.

Fakat elbette Zerkavi’nin Felluce’de “ olması” çok boyutludur. Sadece Fellu- ce’yi bombalama bahanesi olarak kal­maz. Bütün Irak savaşını uluslararası sa­vaş haline getirme potansiyeli de taşıya­bilir. Ama belki de en az onun kadar ö- nemlisi Felluce’ye destek verecek O rta ­doğu gerici rejimlerinin bu emelini bal­talamak amacına iyi hizmet edecektir. Yani bu gerici rejimlerin hem Felluce hem İrak direnişine verecekleri destek karşısında bir kozdur. Sünni devletler Felluce’ye yardım etmeye kalktıklarında ya da Şiiler aynı şeyi düşündüklerinde A B D soracaktır? El Kaide’yi mi destekli-

___________________ ırak seçimleri___

------------------------------------------105 —

Page 107: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— yol

yorsunuz? Sünnilerin eli Usame bin La­din ve Zerkavi öcüsü ile bağlanmaktadır.

Felluce’de asıl direnenler Zerkavi gi­bi el Kaide örgütü üyeleri değildir. Fellu- ce belki Arap genç direnişçilerinin des­tek verdiği bir kenttir, ama asıl direnen Irak’ın kendi Sünni halklarıdır. Asıl ço­ğunluk onlardır.

Felluce ve Ramadı, Irak’ın iki önemli Sünni kentidir. Saddam yönetiminin ön­den gelen Sünni aşiretleri burada yaşar­lar. Yani bu iki kent Saddam yönetiminin tabanını temsil eder. BAAS Partisi, Sad­dam Ordusu üyeleri, Saddam aydınları­nın yerleşim alanlarıdır. Üst düzeydeki Sünni dini liderler (Sufiler, Selafiler) bu­rada yaşarlar. Saddam, Şiilere karşı bu grupları desteklediği için Irak aydınları ve burjuvaları Felluce’den, Ramadi’den yetişmişlerdir. Doktorlar, mühendisler, proflar genellikle bu Sünni aşiretlerden çıkmışlardır. Aralarında önde gelen Sün­ni imamlar da vardır. Saddam’ın ayrıca­lıklı katmanlarıdırlar. Kentin temsilciliği­ni İslam Aydınlar Kurumu yapmaktadır. Tüm Irak direnişinin temsilcisi oldukları­nı iddia ederek direnişi kendilerine bağ­lamak isterler. Bu nedenle Felluce garni­zonlar kenti olarak da bilinir. Felluce’ye tarih boyu askeri depolar yerleştirilmiş­tir. Felluce saldırısı sırasında içine kam­yonların girebileceği böyle bir deponun bulunduğu söylendi. Bu Felluce’nin ta­rihten kalan bir geleneğidir. Askeri ol­manın yanında dini özellikte taşır. 120 tane cami bulunmaktadır.

Eğer Saddam Şiilerin üstüne b ir baskı

yaptı ise bu gruplar eliyle, yardımıyla ol­muştur. Burada yaşayan Sünniler iktidar avantajına, burjuva olma avantajına sahip oldukları içinde işgalden en çok zarar

___106

gören kesimdirler. Onlar Saddam altın­da yaşadıkları tüm ayrıcalıklarını kaybet­mişlerdir. Bu anlamı ile de Şiilerle arala­rında sorun olabilir ya da yapay sorunlar koymak çok kolay olabilir.

Irak halkının %60’ını Şiiler, %15’ini Kürtler, %25’ini Sünni ve Türkmen gu­ruplar oluştururlar. Şiiler çoğunluktadır ve kurulması olası yeni devletin yapısını asıl belirleyecek olan onların oylarıdır. Oysa A B D en başından beri Irak’ta bir Şii İslam Devleti kurulmasına karşıdır. Bu Ortadoğu’da İran’ın güçlenmesi de­mektir. Amerikan eli ile ikinci bir İran kurmak demektir. İran bölgedeki en A B D karşıtı ülkedir. Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Türkiye, Afganistan ve Pa­kistan gibi değildir. A B D zoruna pabuç bırakmamaktadır. A B D çıkarlarına karşı direnmektedir. Bu nedenle İran A B D ’nin baş düşmanı,“ kötüler ekseni” ülkesidir. A B D Irak seçimlerinden bir Şii şeriat devleti çıkmasına karşı sonuna ka­dar direnecektir. Aslında Şiiler yerine Sünni bir devleti yeğleyecektir. Ancak bu Sünni devlette yıktığı Saddam yandaş­ları ve BAAS Partisi güçlerinin olmasını da pek istemez. Ancak son tahlilde eğer ikisi arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa Saddamcıları Şii şeriatçılara yeğ­leyebileceği bile söylenebilir. Yani Fellu­ce yöneticisi Sünniler A BD işgalini şöyle ya da böyle kabul etseler A B D memnun olacaktır.

Bütün bu faktörler nedeniyle A BD sürekli iş yapabileceği Sünniler aradı. Flatta bir yıldır BAAS Ordu ve Parti

m ensup la rı ile dirsek tem as ında bulunul­du. BAA S’lılarla anlaşılabileceği vurgu­landı. Onlar tekrar çeşitli görevlere ge­tirilmeye çalışıldı. Sünni aşiretlerle dire­nişe karşı ortak bir cephe kurulmaya ça-

Page 108: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Iışıldı. Çeşitli aşiret reisleriyle görüşme­ler yapıldı. Hatta devlet başkanı bir Sün­ni’dir. Felluce saldırısı bu tür görüşme­lerden sonuç alınamadığını göstermek­tedir.

SALDIRI VE SONUÇLARI

A B D kendi seçimleri sırasında Fellu- ce’ye saldırmaya hazırlandı. Nisan ayın­da yani daha Bremer yönetimi iktidar­dayken Felluce’ye saldırılmış ve başarı sağlanamamıştı. Felluce’yi dize getirmeyi Allavi hükümeti başaramamakla kalma­mış direniş tüm kentlere yayılmıştır. Hem Sünni hem Şii kentleri Amerikan güçlerini kentlerden atmaya başlamışlar­dır. Yani Felluce bir direniş bayrağı dik­mişti. Bu bayrak A B D ’nin Ocak’ta yap­mayı planladığı seçimler öncesi mutlaka indirilmeliydi. A B D Irak’ta her yeni deği­şiklik öncesi böyle saldırılarla bir “ te­mizlik” yapmak zorunda hissediyor ken­dini. Bu güçler A B D işgaline en büyük direniş kaynağıdırlar ve yok edilmelidir­ler.

a. Savaşın tarzıFelluce saldırısı I Mayıs 2003’de

Bush’un Irak işgali tamamlanmıştır açık­lamasından sonraki en büyük Amerikan saldırısıdır. Bu saldırı diğerlerinden fark­lılıklar taşımaktadır. Birinci olarak şimdi­ye kadar yaşanan Irak direnişçilerinin saldırılarından dersler alınmış, onların dövüş taktikleri incelenmiş ve ona göre yeni refleksler kazanılmaya çalışılmıştır. Yani düşman taktikleri daha iyi bilinmek­tedir. Ve bu bir avantajdır.

Daha da önemlisi A B D en baştakin- den farklı bir taktiğe geçmiştir. Beyaz sa­ray yetkilileri bu konuda herhangi bir a­

çıklama yapmasalar da olay ortadadır. I- rak işgali sırasında kullandıkları az asker, yoğun teknik taktiği yani az masraflı, yıl­dırım vuruşlardan vazgeçildi. Saldırı ön­cesi aylarca hemen hemen her gün Fel­luce havadan bombalandı. Direnişçilere aman verilmedi. Mevzileri yıpratıldı. A s­lında A B D Felluce’de katliam yaptı. Bin­lerce sivili öldürdü.

Aylarca ablukaya aldığı tepeden katli­am yaptığı kente saldırırken bile aşırı temkinliydi. Kent işgalinde kullandığı en çok sayıda askeri saldırıya soktu. “ Birin­ci Felluce’de 2000 Amerikan askeri sal­dırıya katılırken şimdi bu sayı 10 bine çıktı. Nüfusu Feliuce’nin 20 misli olan Bağdat’ın işgalinde de 10 bin asker kulla­nılmıştı.” (Times, Pan Hu, Yeni Güç ya­zısı, 16 Kasım 2004) Klasik savaşta oldu­ğu gibi askerler yoğun topçu ateşi ve o- tomatik silahlarla önlerindeki güçleri te ­mizledikten sonra kente adım adım gir­diler. Ve de kimyasal silah kullandılar. Cenevre Anlaşması ile yasak olan mis­ket bombası atmaktan da hiç çekinmedi­ler.

A B D ’nin o çok övündüğü süper tek­nikleri aslında kent içi dövüşte çok işine yaramıyor. Satalitlerle düşman güçleri­nin yeri ve faaliyetlerinin tespiti imkansız oimasa bile zorlaşıyor. O nedenle de da­ha klasik bir savaş sürüyor. Askerler ge­rilla türü savaş yürütmek zorunda kalı­yorlar. Ayrıca askeri uzmanların açıkla­malarına göre çöl koşulları da A B D güç­lerinin alışık olduğu koşullar değil ve bu nedenle de bazı silahlarını kullanamıyor- larmış.

Felluce saldırısı uzun sürdü. Direniş­çiler uzun süre A B D güçlerini içeri sok­madılar. Sonra da Amerikan askerleri

___________________ırak seçimleri__ _

----------------------------------------- 107 —

Page 109: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

günlerce süren mahalle savaşlarına baş­ladı. Kentin güneyi, ortası alındı ama ba­tısı uzun süre direndi. Ev ev dolaşıp di­renişçileri bulmak için epey kayıp ver­mek zorunda kaldılar. Her bir sokak tu­zaklarla doluydu.

Ayrıca bu savaşta ilk kez bir hastane­ye saldırıldı. Hastaneler A B D ’nin yaptık­larının aynası olarak düşünülmelidir. A B D ’nin kimlere saldırdığını, kimleri öl­dürdüğünü gösterir. A B D ’nin işlediği katliamı, savaşın gerçek yüzünü yansıtır. A B D Felluce’de yapacağı ikinci katliam öncesi dünyanın gözünden bunu sakla- yabilmenin yolu olarak hastaneyi işgal etti. Felluce’de yaralanan sivil halkın has­taneden yararlanmasının önü tıkandı. Binlerce Felluceli sokaklarda günlerce yaralı olarak kaldı. Hatta böyle bir yara­lının A B D askeri tarafından öldürülmesi Cenevre savaş yasalarına aykırı davranış olarak dünya basınını bir kaç gün düşün­dürdü.

Ö te yandan Felluce’ye dış yardım so­kulmadı. Kızılhaç gibi kurumlar ellerinde yiyecek ve sularla günlerce kent kapısın­da bekletildiler. İçeri alınmadılar. Halk açlık ve hatta susuzluğa mahkum edildi. Felluce kentinin içinde kalan halk yalnız silah ile değil, açlıkla da katledildi.

Felluce saldırısı A B D ’ye pahalıya pat­ladı. Yalnız burada bir kaç gün içinde ö- len asker sayısı 5 1, yaralı ise 320 dendi. Yaralıların çoğu her zaman olduğu gibi sonradan ölüyorlar. Açıkçası seçimler­den galip çıkan Bush zayiatın yüksek ol­masından korkmadı. Eğer Amerikan as­kerleri kentlerde dolaşıp denetimi elle­rine alacaklar ve A B D çıkarlarını dayata­caklarsa bunu yapmak zorundaydılar.

Üçüncü olarak bu savaşta Irak askeri

— yol-------------------------------------------

kullanıldı. Dini liderler fetvaya yakın yap­tıkları çağrılarda Müslüman’ın Müslü­man’a silah çekmesini önlemeye çalıştı­lar. Buna karşın kaç tane Irak askerinin Felluce saldırısından olduğunu bilmek zor. Ayrıca gerçekten olup olmadıkları­nı öğrenmek zor. 7 tane Iraklı askerin öldüğü açıklandı. Amerikan sayısının çok altında. Buradan yola çıkarak Irak asker­lerinin savaşa katıldığı, ancak bunun çok belirleyici olmadığını söylemek müm­kündür. Geri planda yardımcı olarak dö­vüşmüş olmaları mümkündür.

b. Direnişi öldürm ek vekorkutmakYazımızın başında da belirttiğimiz gi­

bi A B D ’nin Irak kentleri içinde durmak konusunda pek bir umudu yoktur. Bun­dan vazgeçmek zorunda olduğunu bil­mektedir. Felluce’de önemli olan müm­kün olduğu kadar çok direnişçi “ temiz­lemektir” . Bizzat Savunma Bakanı D. Rumsfeld öldürülebildiği kadar çok “ a- si’nin” öldürülmesi talimatını basından yaptı. Yani müthiş bir vahşet yaşandı.

Direnişçiler Feiluce’ye A B D ’nin yo­ğun bir şekilde saldıracağını ve kenti al­mak isteyeceğini biliyorlardı. Onun için günler öncesinde birçoğu ayrıldılar. Ya­rının altında direnişçi kaldığı söyleniyor. Öldü denilen 1000 Fellucelinin ancak 200 kadarı direnişçi, gerisi sivil halktan çocuklar ve kadınlardır. Amerikan as­kerleri 16-50 yaş grubundaki erkekleri savaşabilir anlayışı ile düşman olarak gördükleri için onlar zaten kentten çok­tan çıkmışlardır. O nedenle ölenlerin a- rasında, yoksul olduğu için kent dışında gidecek bir yer ayarlayamayan ya da has­ta ve yaşlı olduğu için gidemeyenlerin ol-

__ 108

Page 110: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ması büyük bir olasılıktır. Bu nedenle A- merika’nın direnişçi öldürme taktiğinin çok başarılı olduğunu söylemek zordur.

Sünni direnişçilerin taktiği A B D Fel- luce’ye saldırınca işgal güçlerine saldırıyı tüm Irak sathına yaymaktı. Birinci Fellu- ce zaferi sonrasındaki gibi direniş ateşini her yere yaymaktı. Bunda başarılı olun­du. Irak’ın çeşitli kentlerinde direniş o- layları arttı. En önemli gelişme Musul kentinde yaşandı. M usulb ir Sünni kent­ti. Saddam burjuvalarının epeyi burada yaşıyorlardı. A B D ile direkt bir temas i- çinde değillerdi. Ayrıca A B D askerleri­nin en az olduğu kentti.

İlk önce bir kaç polis karakoluna sal­dırıldı. Söylendiğine göre polisler kork­tular ve hepsi toplu olarak Sünni saflara geçtiler. Bu kez Musul Belediyesi ayakta duramaz hale geldi. Kent teslim oldu. A- radan bir kaç hafta geçtikten sonra kent tekrar A B D askerlerinin kontrolüne geçti. Ama henüz çatışmalar devam edi­yor.

Bağdat kentinin çeşitli banliyölerinde olaylar arttı. Bugaba kasabasında hem Sünniler hem de Şii’ler yaşıyorlar. Bura­da sokak sokak çatışmalar var. Hatta A BD , geceleri hava saldırısı yapmak du­rumunda kaldı. Gün geçmiyor ki ya A B D askerlerine ya da Irak güçlerine bir saldırı düzenlenmesin. Sonuçta Kasım a- yı A B D askerleri açısından en kanlı ay oldu. 125 ölü. Felluce’nin ikizi Rama- di’de çatışmalar yoğun. Şamara kenti tekrar alındı deniliyor. Buhriz kentinin baş polis şefi öldürüldü. Suvara, Haditya, Daim Katifiya, Tayi Khaldiya kent ve ka­sabalarında hükümete bağlı Irak kolluk kuvvetlerine bombalı saldırılar, intihar eylemleri gerçekleştirildi. Hatta Şi­

i kenti olan Kerbela’da olaylar olduğu söyleniyor. Bütün buradan yola çıkarak Felluce’ye saldırı sonrası Irak’ın genelde Sünni kentlerinde ve bazı Şiilerin de bu­lunduğu yerlerde işgal güçlerine saldırı­ların arttığını söylemek mümkündür. Günde yaşanan saldırı sayısının 150 ol­duğu açıklandı.

Bilindiği gibi Felluce saldırısı sırasında İngiliz güçleri nispeten sakin olan güney­deki Basra’dan yukarı çekildiler. Onlar da saldırılarda önemli rol oynadılar. 4 tane İngiliz askeri öldü. Epey yaralı var. Ayrıca Polonya güçlerine saldırılar oldu­ğu söyleniyor. Bir-iki kayıp verdiler. Es­ki Doğu Avrupa ülkelerinden işgale en hevesli katılan Polonya yakında çekile­cek. Macar Hükümeti, Mart ayında çe­kilmeyi planlıyordu. Ama parlamento u- zatmayı reddedince Aralık sonu onlarda çekilecekler. Sünnilerin direnişi elbette bu kaçışın temel nedenidir.

Sonuçta Amerika’nın Felluce’ye girip direnişi kırarak Irak genelinde bir istik­rar sağlama amacının başarılı olduğunu söylemek olası değildir. Direniş güçleri Irak’ın Amerikan askerlerine cehennem olacağı açıklamaları göze alınırsa Sünni direnişinin seçimlere kadar azalacağı tahminini yapmak zordur. Amerika silah üstünlüğü ile belki Felluce’de bazı yerle­ri almıştır ama bunu direnişin diğer kentlerde artması pahasına yapmıştır. Direnişi amaçladığı gibi Felluce’de boğa- mamıştır. Ve şimdi A B D 12.000 yeni as­ker getireceğini açıkladı.

Felluce saldırısı ile amaçlanan diğer bir hedef sıradan halkı, direnişçilerin zorladığı halkı pasifleştirmekti. Onlara gözdağı vermek, korkutmaktı. Direnişçi­lerin saflarından kendi saflarına çekmek-

___________________ırak seçimleri___

------------------------------------------109-----

Page 111: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ti. Eğer direnişi diğer kentlerde yok e- demezlerse bunda da başarılı olduklarını söylemek güçtür. Aksine halk direnişçi­lerin gücüne ve Amerikanın yenilebilirli­ğine eskisinden daha çok inanmaktadır.

Ayrıca asıl sorun, bu kentlerde, diye­lim Amerikan askerleri dolaşmaya başla­dı, bunun ne kadar süreceği. H er bir I- rak kentinde ne kadar Amerikan askeri, ne kadar süreyle durabilir? Seçimlere kadar dayanabilecekleri şüphelidir. Her öldürdüğü direnişçinin yerine yenileri yetişiyor. Yenileri saflara katılıyor. A BD bu savaşlarda uluslararası anlaşmaları çiğnemek ve katliamlar yapmaktan baş­ka bir şey başaramıyor. Karşısındaki saf­ları daha da güçlendiriyor.

c. Direnişi parçalamakFelluce’de Sünniler vardı. Necef ve

Al Sadr kentlerinde Şiiler direnişteydi. Yani A B D karşısında din grupları vardır. Amacı Felluce direnişçilerine saldırırken Şii güçleri onlardan izole etmekti. İki gü­cü aynı anda karşısına almak istemiyor­du. Birisine saldırırken İkincisine büyük sus payı verdi. Direnişi bölmeye çalıştı.

I. Felluce direnişi sıralarında Şii kent­leri de direnişe geçtiler. İki din mensup­larının birlikte yaşadığı kentlerde dire­nişler ortak yapılmıştı. Necef ve Kerbe- la direnişlerinde Felluceli Sünniler kam­yonlar dolusu ilaç ve yiyecek yardımı yaptılar. Konvoylar halinde Necef kapı­larına gidip dayanışma gösterdiler. Peki, şimdi ne olmuştur? Felluceliler direnir­ken Şiilerden destek görebildiler mi?

Irak İslam Cemiyeti Başkanı Felluce saldırısını kınadı. Ve tüm Müslümanları bu saldırıya karşı mücadeleye çağırdı. Allavi Hükümeti içindeki Sünni parti ko­

— yol-------------------------------------------

alisyondan çekildi. Ancak önemli olan I- rak halkının %60’ını oluşturan Şiilerin ne yapacağıydı. Bağdat Şii Cemaati en üst yetkilisi Şeyh Muhammed al Halisi A BD saldırısını “ kitlesel bir katliam ve savaş suçu” (al-jazeera.net) olarak niteledi. Başka bazı Şii aydınlarda “ Müslüman kardeşlerini desteklediklerini” açıkladı­lar. (ay)

Asıl önemli olan Şiilerin en üst ruha­ni lideri Sistani ve N ecefte kahramanlı­ğını perçinleyen Mukteda al Sadr’ın des­tek vermesiydi. Sistani’den bir ses çık­madı. Sadece suçsuz insanların öldürül­mesini kınadı. Felluce liderlerini temsil eden Müslüman Aydınlar Kurumu do­laylı olarak Sistani’nin suskunluğuna öf­kelendi. Gerçekten Sistani eğer Felluce saldırısını kınamış olsaydı işler başka şe­kilde gelişebilirdi. Ama Sistani seçimlerin yapılmasını kurtuluş olarak görmeyi sür­dürüyor.

Sistani başından beri seçim diye da­yatmaktadır. Sistani’ye göre Irak’ta se­çim yapılmalı ve İraklılar kendi kaderle­rini kendileri tayin etmelidirler. I. Fellu­ce Direnişi Nisan’da ortalığı karıştırdı. A B D karışıklığı bahane ederek seçim yapmadı, Allavi Hükümeti’ni başa dikti. Bu kez II. Felluce direnişi bahane edile­rek, yine Ocak 2005 seçimleri ertelene­bilecektir. Sanırız Sistani böyle düşün­mektedir. Ona göre A B D işgali altında tam serbest olmasa da Irak halkının ta­leplerini az çok dile getirebilecek bir se­çim yapılması mümkündür. Sünniler o r­talığı karıştırarak bunu engellemektedir­ler. Sistani aslında susarak sanırız ken­dince Felluce’ye iyilik yapmaktadır. Sis­tani yetkilileri harıl harıl seçime aday lis­tesi hazırlamaktadırlar. Sistani A B D ’ye i- yi niyetle bakmakta, onun asıl emellerini

110

Page 112: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

bizce görememektedir.Mukteda al Sadr’ın N ecefte Fellu-

ce’den yardım görmüş olması düşünü­lürse destek vermesi uygun olurdu. An­cak o da Felluce saldırısının 4. gününde Amerikan saldırısının çok güçlü olduğu ve bu durumda 2005 Ocak seçimlerine verdiği desteği çekeceklerini açıkladı. Bu ortamda seçim yapılamaz, dedi. Ancak daha sonra Sistani’ye karşTçıkmayı göze alamayarak olsa gerek seçim listelerine aday veriyor.

Bize kalırsa Mukteda al Sadr aslında Felluce’den, direnişten yanadır, A B D iş­galine karşı durmadan yanadır. Ama e- linde bir dini yetki ve otorite yoktur. O Sistani’nin açıklama yapmasını beklemiş­tir. Bu açıklama gelmeyince de Mukteda harekete geçmemiştir. Seçimden yana olma tavrını koymaktadır. Necefte Sis­tani’nin isteğinin aksine direndi. Sistani Londra’ya kaçmak zorunda kaldı ama bu kez tersi oldu. Mukteda karşı bir bayrak açmıyor.

Bu durumda A B D ’nin Irak halkını Sünni ve Şii olarak parçalamada başarılı olduğunu söylemek mümkündür. D ire­niş parçalanmıştır. Ve bu gelecekteki I- rak yapılanmasını derinden etkileyecek bir olaydır. Belki de böylece ülkenin parçalanması mümkündür. A BD bütü­nüyle hakim olamadığı ülkeyi parçalaya­rak yönetmeye çalışacaktır. Şiilerin gele­cekte kurması olası iktidarı Sünni saldı­rılardan korumak için Irak’ta kalacaktır.

Bu arada Musul’da iki tane Sünni dini lider öldürüldü. Direnişe destek verme­diği için 124 Şii’nin Sünniler tarafından öldürüldüğü söyleniyor. Son Cuma na­mazı sırasında Şiilerin camisine saldırı yaşandı. Bu olaylar iki tarafın arasının a­

çılmasına hizmet ediyor. Bu türden olay­ların kimler tarafından yapıldığını kestir­mek zor. Gerçekten Sünni direniş güç­leri mi yapıyor, yoksa karanlık güçler mi, belli değil. Bundan sonra seçime kadar neler gelişecek belli değildir. A B D ’nin bir şeriat devleti kurmaya karşı, seçim­lere kadar daha ne türden hileleri dev­reye sokacağı önümüzdeki günlerde bel­li olacaktır. Ancak şimdi arası açılmış gi­bi görünen bu iki dini grubun A B D kar­şısında bir gün güçlerini birleştirip bir­leştirmeyeceği belli değildir.

d) Irak Hüküm eti’niGüçlendirmekFelluce direnişi öncesi Allavi iktidarı­

nın ne kadar iktidar olabildiğini kabaca çizmiştik. Felluce saldırısından sonra A BD Allavi iktidarı Irak’ta iktidar olabil­me doğrultusunda güçlenmiş midir?

Necef olayları ile Ulusal Meclis’i top­lama çabası suya düştü. Arkasında A BD olmasa Irak’ta seçimleri yapma gücüne sahip değildir. Hatta hükümet halkın en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaya yet­kin değil. Bağdat geceleri karanlıkta kalı­yor. Elektrikler kesiliyor. Sular her yer­de akmıyor. Petrol kıtlığı yaşanıyor. Bir kaç litre petrol alabilmek için 24 saat kuyrukta beklemek gerekiyor. Karabor­sacılar almış yürümüş. Hükümetin me­murları Allavi’yi dinlemiyor. İstifa edip direniş cephesine katılabiliyorlar. Hükü­met iktidar olamıyor.

Felluce olaylarında Allavi tamamen A B D uşağı olduğunu ortaya çıkardı. Sal­dırı emrini A B D ona verdirtti. Bürokra­tik olarak Felluce’de akan kanın sorum­lusu Allavi Hükümeti’dir. Sünniler ken­disini asla affetmeyeceklerdir. Hüküme-

__________________ ırak seçimleri___

------------------------------------------111-----

Page 113: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

tindeki Sünni parti koalisyondan çekildi. Hele hele Felluce saldırısı sonrası sıkıyö­netim ilan etmesi bardağı taşıran son damla oldu. Sıkıyönetim direnişçilerin hareket kabiliyetini çok düşüren ve on­ların görüldükleri yerde vurulması fer­manı gibidir. Allavi Sünniler açısından kabul edebilecekleri bir iktidar olama­mıştır.

Şiiler açısından biraz farklıdır. Necef direnişi sırasında Mukteda güçlerine sal­dırı emrini de o verdi. Yani radikal Şiiler içinde Allavi bir güç değildir. Fakat son anda Sistani’nin getirilmesi ile imzalanan anlaşmada Necef kent denetimi Allavi kolluk kuvvetlerine verildi. Bu denge bu­güne kadar durmaktadır. Sanki orada ra­dikal Şiiler ile ılımlı Şiiler arasında bir güç gibidir. Al Sadr kentinde yaptığı anlaşma ile de güçlerini buranın merkezine o- turttu. Bu anlamı ile A B D Allavi’yi ikti­dar yapma doğrultusunda adımlar atabil­miştir.

Ö te yandan eğer halk arasında bu I- rak güçlerine bir saygı vardı ise bu da Felluce olayları ile uçup gitti. Bu askerle­rin sonuçta kimin gücü olduğu, arkala­rında Amerikan askerlerinin durduğu anlaşıldı. Kuklalıkları gözler önüne seril­di. Bu askerler ayrıca Müslümanlara ateş eden Müslümanlar olarak günah işlemiş durumuna girdiler. İmajları tamamen yıprandı. Sünniler buna karşı direniyor. Ama Şiiler Sistani’nin arkasında suskun duruyorlar.

Felluce saldırısı Allavi Hükümeti’nin Ortadoğu’daki itibarını da ayaklar altına alıcı özellikler taşır. Felluce bölgedeki Sünni rejimler açısından da önemlidir. Seçimler sonrası İran yanlısı bir iktidar kurulmasını istemeyen, bölgede Şi­

— yol____________________________

i direnişinin artması ile kendi ülkelerin­deki Şiilerin baş kaldırabileceğinden kor­kan rejimler el altından Felluce direniş­çileriyle görüşmeler yaptılar. Felluce di­renişi özünde tüm Ortadoğu Sünni ikti­darların direnişi anlamına gelmektedir. Bu rejimler bir şekilde hem direnişi des­teklemekte hem de A B D ile Felluce di­renişçileri arasında arabuluiucuk yapma­ya çalıştılar.

A BD Allavi’yi Ortadoğu rejimleri a- rasına sokmaya çalışıyor. Onların Alla­vi’yi tanımalarını istiyor. Kasım ayı so­nunda bu doğrultuda bir Irak Konferan­sı düzenlendi. Konferans özünde Allavi Hükümeti’nin tanınması anlamına gel­mektedir. Ve de seçimlerin yapılması doğrultusunda karar çıkmıştır. Hüküme­tin seçime muhalif grup ve partilerle di­yalog kurması istenmektedir. Seçimler her yerde yapılmaya çalışılmalı, hiç bir yer seçim dışı bırakılmamalıdır. Allavi’ye karşı olan İran ve Suriye hükümetleri bi­le A B D ’nin bu kukla hükümetine karşı bir güç oluşturamadılar. Allavi Hüküme­ti böylece bölgede bir iktidar olarak ta­nınmış oldu. Ayrıca Irak Konferansı’na Çin, AB, Fransa, BM ’nin de katıldığı dü­şünülürse Allavi Hükümeti bir yasallık kazanmış durumdadır. A B D dış ülkeler içinde bunu başarabilmiştir. Allavi seçim öncesi Avrupa başkentlerini dolaşmaya çıktı. Resmi törenler yapıldı. A B D bu e- melinde başarılı olmakta, Allavi dünya kamuoyunda bir yasallık kazanmaktadır.

Ö te yandan dünya kamuoyundan da Felluce saldırısı sırasında bir destek gel­memesi Allavi Hükümeti açısından ö- nemlidir. Avrupa’nın bazı yerlerinde u- fak tefek protestolar dışında Irak Savaşı öncesi gelişen milyonluk gösterilerden hiç biri toplanamıyor. Bu da A B D ve Ba­

112

Page 114: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

tı güçlerinin başarısı sayılabilir. Irak dire­nişinin karakteri Batı halklarını kararsız- laştırmaktadır.

A B D çekilirse ne olacaktır? Kim ikti­dara gelecektir? En büyük kaygı budur. Batı halkları Irak’ta bir iç savaşın başla­masından korktuklarını dile getirerek dolaylı yoldan Allavi ve A B D işgalini ka­bullenmiş olmaktadırlar. Irak kukla hü­kümeti ve A B D saldırıları lanetlenirken kimin arkasına geçileceği önemli bir so­rundur. Kafalar bununla karışmaktadır. Irak’ta direnen güçler kafa uçuran, dini fanatikler olarak gözükmektedir. Laik değillerdir. Şeriat devleti kuracaklardır. Irak’ta laik bir devlet kurulması doğrul­tusunda destek verilecek bir güç görül­memektedir.

Zaten A B D ve Batı rejimlerinin tam da istediği budur. Onlar Irak’ta kendi ik­tidarlarını kurmak için ellerinin halk mu­halefeti ile bağlanmasını istememekte­dirler. Ve de belki bu karışıklık tohumla­rını serpmede de paylarına düşeni yap­maktadırlar. Amerikan basınında bu ko­nudaki propagandalar hiç eksik değil. A- ma Avrupa daha başka bir yapıda. A B bir İslam dini öcüsünden halklarını arındır­mak istemez. Son olarak Hollanda’da, daha sonra Almanya’da gelişen olayları bu bağlamda değerlendirmek mümkün­dür. Irak’ta dini iktidara karşı güçler dengesinde bir adım atmak gerekiyor. Bir yandan İran’ın yanında yer alınırken diğer yandan da böyle karşı adımlar atı­lıyor.

Batı halklarının bu düşüncesi karşı­sında bir şeyler söylemek uygundur. El­bette Irak direnişinde gerici mollalar bizlerin anladığı anlamda halkın kurtulu­şunu hazırlayıcı olamazlar. Ama Irak’ta

işgal güçlerine karşı en iyi direnen onlar- dır. Bu durumda biz ne yapmalıyız? O n ­lar nasıl herhangi bir politika üretmede ellerinin bağlanmasını istemiyorlarsa biz de direniş güçlerinin ellerini bağlamama­lıyız. Eğer direniş güçleri Amerikan işga­line silah çekiyorlarsa çeksinler, kesin­likle desteklenmelidir. Ancak o işgal güçleri yenildikten sonra halkların kur­tuluşu doğrultusunda meydan açılacak­tır. İşgal güçleri giderse kaos mu olacak­tır. Olsun. Kaos ancak ilerici güçlerin i- şine yarayacaktır. Çünkü düzen sistem­den yana olanlara yarıyor.

SEÇİMLER ÖNCESİ

Şiiler seçim öncesi bir politika ittifakı kurduklarını açıkladılar. Sistani’nin yar­dımcıları bu işin öncülüğünü üstlendi. Bu ittifak içinde ılımlı Dava Partisi, İslam Devrimi Yüce Konseyi üyeleri ve aşırı Mukteda al Sadr güçleri de var. Araları­na bağımsızları da aldılar. Ayrıca Ahmet Çelebi de listeye girmiş. Elbette ittifak çok huzurlu değil. Ilımlılar Mukteda güç­lerinin olmasından rahatsızlar. İttifakın belirli bir programı yok. Seçilecek mec­lis içinden bir hükümet çıkacak. Meclis ayrıca bir anayasa hazırlayacak. Sonra bu anayasa halk oylamasına sunulacak ve kabulünden sonra asıl seçimler yapıla­cak.

Elbette ittifakın kurulması sorunları seçimler sonrasına ertelemekten başka bir anlam taşımıyor. En başta anayasanın nasıl bir anayasa olacağı çok muğlak. D i­ni bir anayasa deneniyor. Ama laik özel­likler de içinde olacak. Bu nasıl başarıla­cak? Hükümetin nasıl bir programı ola­cak. Hepsi Şii ittifakının gelecekteki dağ-

__________________ ırak seçimleri___

------------------------------------------ 113----

Page 115: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— yol

lar gibi sorunları. Şimdilik Şiiler seçim­lerden Şii bir meclisin çıkması ile sorun­ların çözümünde en büyük adımın atıla­cağını düşünüyorrar. Ama belki de Şiiler için asıl sorun bundan sonra başlayacak. A B D işgali onların birleşmesinin önün­deki en büyük engel olacaktır.

Sayılarının 40 ya da 47 olduğu söyle­nen Sünni gruplar kesinlikle seçimleri boykot edecekler. Halkın Mücadelesi Hareketi (Al Kifah al Shabi) başkanı Prof. Muhammet al Obaidi sürgünde ol­duğu Londra’dan Sünni grupların arala­rında böyle bir anlaşmaya vardıklarını a- çıkladı. “ En başka uluslararası yasalara göre işgal güçlerinin işgal ettikleri bir ül­kenin sosyal, ekonomik ve politik yapısı­nı değiştirmeye hakları yoktur.” (aljaze- era.net, 3.12.2004) Prof. Obaidi, grupla­rın aldığı kararda Irak’ta özgür ve de­mokratik bir seçimin koşullarının olma­dığı, işgal gücünün çıkarlarını temsil ede­cek nitelikte, önceden belirlenmiş kişile­rin hükümet olacağı bir devlet yapısı o- luşacağına kesinlikle inandıklarını dile getiriyorlar. Ve bu nedenlerle seçimleri boykot edeceklerini açıklıyorlar. Boykot cephesinin içinde Türkmen ve Hıristiyan gurup ve partiler de var.

Bilindiği gibi seçim için seçmenlerin kaydı gerekli. Ancak direniş böyle bir kayıt yaptırmaya izin vermeyecek. O ne­denle Saddam’ın ambargo sırasında gıda dağıtımında kullandığı listelerden yarar­lanılacak. Bu listeler yerel bölgelerde sı­radan esnaflar tarafından tutuluyordu. Direniş güçleri bu esnafların listeleri se­çim yetkililerine vermesini engelliyor. Bu esnaflar tehdit altındalar. Çoğu yer­de listeler yok olmuş. Yani Sünni bölge­lerinde bürokratik olarak seçim yapabil­menin maddi temeli yok.

ikinci olarak seçmenlere seçim fişle­rinin dağıtılması gerekli. Bu fişlerin dağı­tılması gerçekle’ştirilemiyor. Sonuçta lis­telere göre halk kimlikleri ile gelip oy kullansın deniliyor. Üçüncü olarak da seçim sandıkları okullara kurulacak. Öğ­retmenler tehdit altında olduklarını söy­lüyorlar. Okullar uçurulabilir. Bu du­rumda seçim sandıkları nerelere kurula­cak, belli değil. Sandıkların hem halkın yakınında olması hem de mahalle mahal­le korunması mutlaka sorunlar yarata­caktır. Bütün bunlar Sünni bölgelerinde seçimlerin yapılmasının zorluğunu anlat­maktadır. 30 Ocak’ta yapılması planla­nan seçimlerin gerçekten Sünni bölgele­rinde nasıl yapılabileceği soru işaretle­riyle dolu. Bunların ötesinde elbette asıl belirleyici olan Sünni direnişçilerinin her gün yaptıkları silahlı eylemlerdir. Bunla­rın sayısı ve şiddeti her geçen gün art­maktadır. Seçimlere kadar da tansiyo­nun daha yükseleceği ve Şii bölgelerine de yayılacağı tahminini yapmak olasıdır. Irak’ta Sünnilerin bulunduğu bölgelerde demokratik ve özgür bir seçim bir yana, herhangi bir seçimin yapılma koşulları kesinlikle yoktur.

ŞİİLER

Şiiler kendi içlerinde bir bütün değil­lerdir. Basra’da petrol bölgesinde ılımlı olarak adlandıracağımız Şii Dava Parti taraftarları vardır. Bunlar da bir kaç par­çaya bölünmüş dürümdalar. Kukla Allavi Hükümeti ile işbirliği içindeler. Hatta li­derleri hükümette görevlidir. Güney I- rak’ın bütünüyle Dava Partisi’ni destek­lediğini söylemek yanlıştır. Mukteda Al Sadr güçleri N ecefte direnirken Basra

__ 114

Page 116: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ve çevresindeki kentlerden Mehdi Or- dusu’na destek verildi, yer yer olaylar yaşandı. Hatta bir ara Basra ana karako­lu alındı, devlet dairelerindeki memurlar direnişe geçtiler. Ayrıca Allavi’nin Tem ­muz ayında toplamak istediği Ulusal Meclis tartışmaları sırasında bir güç ola­madıkları ortaya çıktı. Al Sadr güçleri ile Allavi arasında gidip geldiler. Davacılar zavallı taktikler geliştiriyorlar. Seçimler için A B D ’den seçim sırasında askerlerini üslerdegeri planda tutması, böylece hal­kın seçimlerin demokratik olduğuna ina­nacağını söylüyorlar. Harıl harıl seçim listesi hazırlıkları yapılıyor. İran ile de dirsek teması içindeler. Ama İran’ın asıl desteklediği İslam Devrimi Yüce Konse- yi’dir. Bunların da hükümette üyeleri var.

Ayetullah Sistani Necef kentinde o- turur ve Şiilerin en büyük dini otoritesi­dir. Dava Partisi gibi Mukteda al Sadr güçleri de Sistani’yi otorite bilirler. Sis­tani, Saddam karşıtıdır. İranlı olmakla birlikte Irak’ta yaşar ve Saddam zama­nında İran’a sığınmıştır. 1979 İran Devri- mi’nin önderi Ayetullah Humeyni ile ay­nı okuldan gelir. Görüş olarak pek fark­lılıkları yoktur. Ancak Sistani İran’da ya­şananlardan ders çıkararak din adamları­nın devlet işlerine karışmaması gerekti­ğini savunur. Yani devlet ile din işleri birbirinden ayrılmalıdır, diye düşünür. Din adamları sadece ruhani olaylarla ilgi­lenmelidirler, eğer dünyevi sorunlarla uğraşırlarsa işlerin karışacağı görüşün­dedir. O nedenle Sistani siyasetten uzak durmaktadır. A B D işgali bitmelidir. O nedenle de Haziran sonunda seçimlerin yapılmayıp ertelenmesi ve Allavi Hükü- meti’nin kurulmasına karşı çıktı. Araya BM ’yi soktu ve sonunda dolaylı olarak

kabul etti. Sistani’nin buna karşı çıkma gücü yoktu ve sonunda A B D zoruna e- vet demekten başka şıkkı kalmadı.

Seçim listeleri yapılırken Sistani söz­cüsü tüm Şii camiasının kabul edebilece­ği kişilerin listelere alınmasını istiyor. Hem dini partiler hem laik partilerin se­çimlere katılabilecekleri söyleniyor. A n ­cak laik partiler 3 kurala uymak zorun­dalar. Birincisi; seçim disiplinine uymak. İkincisi; Irak halkının İslam geleneğini de­ğiştirmemek. Üçüncüsü; dini kurallara karşı bir yasayı desteklememek. Bütün bunlardan da Sistani’nin nasıl bir devlet istediğini çıkarmak mümkün değildir. La­ik olma durumu İslam yasalarını dışlama­yabilir. Irak’ın dini İslam olabilir, ama şe­riat olmayabilir. Ayrıca Sistani’nin din ve devlet işlerini birbirinden ayırması laik izlenimini vermektedir. Yani ortalık ka­rışıktır. Belki de seçimlerde ortaya çıka­cak meclis devlet biçimi konusunda ka­rar verecektir. Ortada belirgin bir şey yoktur. Hem laik hem İslamcıl bir devlet nasıl olacaktır?

Sistani’nin destek verdiği söylenen seçim platformunda Meclis’in nasıl pay­laşılacağı konusunda da anlaşmaya varıl­dığı söyleniyor. Buna göre listenin %52’si Şii partilerine, % 48’i Kürt ve laik partilere verilecektir. % 52’nin 2/3’ü hü­kümette yer alan partilerin, gerisi diğer- lerinindir. İktidardaki Dava Partisi %20 hakka sahiptir. Mukteda al Sadr güçleri­ne de bu % 52 içinde % 12 verileceği söy­lenmektedir. Sistani de bu dengeyi kabul etti, deniliyor. Bu rakamlardan pek bir şey çıkarmak zordur. Dava Partisi’nin %20’lik payı ya da al Sadr’ın toplam Şii partilerin içinden % I2 pay alması neye göredir. Ya da Kültlerin payı çok değil midir?

__________________ ırak seçimleri___

------------------------------------------ 115----

Page 117: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

_ y o i

Böyle bir paylaşımın A B D destekli olduğunu düşünmemek saflık olur. Ve de şimdilik bir ses çıkmadığına göre Sis- tani yandaşlarının da bir itirazı yoktur. Bu anlamıyla Sistani ile A B D arasında se­çim yapıldığı koşulda bir sürtüşme şim­dilik gözükmemektedir. Ancak Sista- ni’nin din doğrultusunda getirebileceği ya da karşı çıkacağı, dinin önünü kese­cek öneriler sonradan ortaya çıkabilir. Bunlar seçim sonrasına atılmaktadır.

Sistani’nin silahtan kaçınması A B D ’nin hoşuna giden özelliğinden bir diğeridir. Bu durum A B D ’nin silahsız bir Şii toplumu isteklerine pek uyar. Sistani bir açıdan daha önemlidir. Sistani Şiilerin büyük bir çoğunluğunun dini otoritesi­dir. Onun dedikleri A B D ’ye ters gelme­diği sürece A B D ’nin halkı bir bayrak al­tında alma emeline hizmet etmektedir. Yani Şiiler eğer Sistani bir şekilde karşı­ya alınmazsa hem laik, hem silahsız bir toplum olarak A B D çıkarlarına doğru sürükienebileceklerdir. A B D elinden geldiği kadar bu otoriteyi sorgulayıcı, bozucu bir eylemden kaçınacaktır. Ta ki çıkarlarına kesin karşı çıkana kadar. Sis­tani’nin seçimler sırasında BM ’yi aracı yapmak istemesi bile işine gelmiştir. BM ’nin Irak’ın içine girmesine A B D ’nin pek bir itirazı olmaz. Zaten kendisi onu davet ediyor.

Ayrıca Sistani’ye akıl da verilebilmek­tedir. Necef olayları öncesinde radikal Mehdi Ordusu ve A B D güçleri arasında­ki sürtüşme olacağı kesinleşince Sistani Necef’ten alınıp sağlık bahanesi ile Londra’ya götürüldü ve böylece otorite­sinin yıpranması önlendi. Sistani kendin­ce tarafsız davranmıştır. Ancak acaba bu hareketinin ne kadar Iraklı kanının ak­masına yaradığının farkında mıdır, bilmi­

__ 116____________________________

yoruz. Açıkçası tüm nötrallikler gibi Sis­tani’nin tavrı son tahlilde güçlü olanın i- şine yaramaktadır. Yani Sistani her taraf­sız gibi davranışında dolaylı olarak A B D ’ye hizmet etmektedir.

Necef olaylarının sonucu da öyledir. Sistani araya girmeseydi A B D ’nin önün­de iki şık vardı. Ya yenildim deyip kena­ra çekilecekti ya da Ali Türbesi’ni bom­balayıp dünyadaki 200 milyon Şii’yi kar­şısına alacaktı. Al Sadr güçlerinin ölmesi önemli değildi. A B D dünya Şiilerini kar­şısına almayı göze alır mıydı, bilmiyoruz, ama Ali Türbesi’ni bombalayıp Mehdi Ordusu’nu katletse bile yenilmiş olacak­tı. Hareketin kendisi zaten yeni al Sadr’lar, yeni Mehdi Ordusu çıkaracak güçteydi. Sistani araya girerek olayı pata pat durumuna getirdi. Mehdi Ordu- su’nun zaferini elinden aldı. A B D ’nin ek­meğine yağ sürdü.

Ayrıca Sistani bir olayla daha direniş hareketine kötülük etti. Yukarıda değin­dik. Necef anlaşması sonunda kent içine hükümet güçlerini alarak dolaylı olarak hükümeti tanımış olduğu yetmezmiş gibi bunun tüm Irak’a yayılmasına da onay vermiş oldu. Kentlerin direnişi bir anla­mıyla kırıldı. Irak kolluk kuvvetlerinin Allavi Hükümeti adına çalışmalarına Sis­tani dolaylı olarak izin vermiş oluyordu. Elbette bu direniş güçleri açısından o- lumlu değildi. Sistani tek bir fetva ile is­tese tüm direniş güçlerinin gücünü artı­rabilir. Bir fetva ile hükümeti ve A B D ’yi zor durumda bırakabilir. Onun bu dini otoritesi va rd ır . Ve ha lk fetvay ı d in le y e ­

cektir. Sistani’nin bundan başka bir yap­tırım gücü yoktur. Ancak şimdiye kadar bu otoritesini direniş güçlerinden yana kullanmadı.

Page 118: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Sistani kararlarının son tahlilde kimin işine yaradığını elbette halklar yaşarak öğrenmektedirler. Sonuçta bunlar Sista­ni otoritesinin aşınmasına yol açabilir. Dini otoritesi olmasa bile din dışı konu­larda otoritesi aşınabilir. Zaten Sistani devlet işlerine karışmaya zorlandıkça si­yasi anlamda yanlış noktalara varmakta­dır.

Bir çok siyasi yorumcuya göre Şiile- rin bir numaralı lideri Sistani değil Muk- teda al Sadr’dır. Mukteda al Sadr A B D ’nin her saldırısından güç kazanarak çıkmıştır. Eskiden sırf Al Sadr kenti için­de tanınırken şimdi Irak halkının %85’i- nin kendisini desteklediği söylenmekte­dir. Yani kararları Sistani’den daha de­ğerli hale gelmektedir.

Mukteda al Sadr’ın dedesi Bakır al Sadr’dır. İran devrim lideri Ayetullah Humeyni ile iyi arkadaştır. İran Devrimi sonrası I980’de Bakır Irak Dava Parti- si’ni kurar. Ancak Saddam Bakır’ı öldür- tür. Bu anlamı ile Basra’da tabanı olan Dava Partisi aslında İran Devrimi’nin tüm Şiileri kapsayacak şekilde genişle­mesini amaçlayan bir akım olarak doğ­muştur.

Ancak şimdiki İran rejiminin yöneti­minde olan Ayetullahlar baştaki Humey­ni çizgisinden uzaklaşmışlardır. Yıllardır iktidar koltuğunda olmak ya da bir İslam devletini şeriat kuralları ile yönetmek sadece dualarla olacak bir şey değildir. Hele hele A B D kışkırtması bir Saddam rejimi ile 8 yıl savaşmak zorunda kalmak herhalde dünya işlerinin Allah’tan çok insanla ilişkili olduğunu öğretmiş olsa gerektir. Dünya işleri insan beyninin ru­hani anlayışını etkilemektedir. Birbirle- riyle etkileşim içindedirler. İran yöneti-

çileri ve Dava Partisi aynı kökten gelse­ler bile ulusal çıkarlar onları başka nok­talara sürüklemiştir. Irak Dava Partisi yıllardır çok parçalara bölünmüştür ve çoğu kanadı kukla Allavi hükümeti ile iş­birliği içindedir. İran’ın anti-Amerikan tutumu düşünülürse iki tarafın birbiri ile çok fazla ortak davranamayacağı ortada­dır.

Özetlersek bu durumda O rtado­ğu’da Humeyni ile başlayan Şii şeriat ide­olojisi 3 ana renkte karşımıza çıkmakta­dır. Birincisi; şimdiki İran yönetiminin bi­çimi. Dava Partisi de bunun sağa iyice kaymış bir versiyonu olarak düşünülebi­lir.

İkinci olarak yukarıda değindiğimiz gibi Sistani çizgisi. Din işleri siyasete ka­rıştırılmamalıdır. Din adamları siyasetle uğraşmamalıdır. Yoksa işte İran Devri- mi’nde olduğu gibi Ayetullahlar Humey- ni’nin baştaki konumundan başka nokta­lara varırlar.

Bunlardan farklı olarak daha çok gençlerin benimsediği başka bir eğilimde gelişmektedir. İran’da Kum kentinde o- turan Ayetullah Kadım al Hayri çizgisi. Kadım al Hayri’ye göre Humeyni çizgisi devlet işleri ile de kaynaştırılıp gerçek­leştirilebilir. Mutlak sonucun şimdiki İ- ran rejimi gibi olması gerekmez. Bunlara neo-tutucu denmektedir. Mukteda al Sadr’da bu görüştedir. Mukteda resmi İ- ran ideolojisi ile üst üste düşmemekte­dir. Hatta Necef olaylarında İran çok fazla bir destek vermedi. Hatta bir ara a- rabuluculuk yapmaya bile kalktı. İngiliz- ler kabul etti, Amerikalılar reddetti. A- rabuluculuk yapması düşünülen konso­losluk görevlisi Bağdat yakınında ölü o- larak bulundu. Yani Şiiler arasındaki iliş-

__________________ ırak seçimleri___

117----

Page 119: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

kilerde karanlık yanlar ve çeşitli farklı çı­kar ilişkileri vardır.

Mukteda al Sadr’ın dini bir otoritesi yoktur. O sıradan bir imamdır, Ayetul- lah değildir. Milliyetçi, eşitlikçi bir vatan­sever olduğu söylenir. Laikte değildir. Şeriat kurallarına dayalı bir Irak peşinde­dir. Antiemperyalist bir yapı da taşıma­maktadır. Bu nedenle de belki Irak işga­line karşı bir direniş lideri olabilir, ama daha sonra kurulacak bir Irak’ta Sünni ve laisizm yanlılarının ne kadar oyunu a- labileceği belli değildir. Hatta Irak’taki o- laylar bu seviyeye tırmandığında bu güç­lerin aralarında silahlı bir çatışmaya sü­rüklenmeyeceğinin hiç bir garantisi yok­tur.

Günümüze gelirsek Ekim ayında kuk­la Allavi Hükümeti al Sadr güçleri ile an­laşma yaptı. Bunun koşullarına göre hü­kümet güçleri kent içine girecekler ve yönetimi ele alacaklar. Al Sadr güçleri de silahlarını para karşılığı hükümet güç­lerine teslim edeceklerdi. Böylece Meh­di Ordusu’nun silahları bırakması ve si­yasi parti olması yolunda bir adım atıla­caktır. Ayrıca kentin onarımı için kredi verilecektir. Böylece Mukteda güçleri seçim içine çekildi, seçimlere aday verdi, Sünnilerin işgale direniş cephesinden koparıldı. Mukteda al Sadr ve Sistani’nin Aralık başında yaptıkları gizli toplantıda bu karar kesinleşti.

Necef kahramanı Mukteda al Sadr Eylül başlarında A B D işgali sürdüğü sü­rece seçimlerin yapılamayacağını söylü­yordu. Kanının son damlasına kadar A- merikan işgaline karşı direneceğini açık­lıyordu. Şimdi bu noktaya nasıl varılmış­tır? Ya da N ecefte günlerce direnen Mehdi Ordusu’nun silahlarını hükümet

— yol-------------------------------------------

güçlerine satmaları nasıl yorumlanmalı- dır? Seçimleri boykottan neden vazgeçil­miştir?

En başta şu tespiti yapmalıyız. A BD de taviz vermektedir. Seçimler öncesi karşımızda Irak’ta kurulacak bir Şi- i devletine hayır diyen bir A B D yoktur. Ya da Irak’ta dini bir rejim kurulmasına hayır diyen bir A B D yoktur. Seçimler sonrası, eğer büyük bir değişiklik olmaz­sa, Irak’ta Şii bir hükümet ve dini bir devlet yapısı kurulacaktır. Bunlar özün­de A BD politikası açısından büyük taviz­lerdir. A B D başta tüylerini diken diken edebilecek olguları görüldüğü gibi dire­nişler sonunda kabul etmek zorunda kalmıştır. Baştaki politika hattından epey uzaklaşmıştır. Mukteda Sadr’ın bu du­rumda itiraz edebileceği bazı şeyler o r­tadan kalkmış olmaktadır. Yumuşayan bir A B D karşısında yumuşayan bir Muk­teda al Sadr güçleri.

İkinci olarak Allavi hükümeti ile an­laşma yapmayı irdelemeye çalışalım. Tok olan açın halinden anlamaz, diye bir ata­sözü vardır. Mukteda güçleri için yok­sulluk önemli bir faktördür. Mehdi O r ­dusu’nun tabanı Al Sadr kentinden gelir. Al Sadr Bağdat’ın büyük bir varoşudur. Hepsi işsiz yoksuldurlar. Allah insanı aç­lıkla terbiye etmesin, denir. Neceften kahraman olarak çıkmak karın doyur­maz. Irak halkının %70’i işsizdir. Açlık, hastalık diz boyudur. Gençlerin önünde iki şık vardır. Ya Irak Ordusu içine girip Allavi Hükümeti’ne hizmet etmek, karın doyurmak ya da şimdi silahları satıp pa­ra kazanmak. Bu cazip, şeytanı bile deli­ğinden çıkarıcı bir tekliftir. Karnı tok o- lanlar için bu kendini satmak anlamına gelebilir. Ama aylardır aç olanlar için dö­vüşmek için yeni bir enerji kaynağı ola-

__ 118

Page 120: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

rak da değerlendirilebilir.Ayrıca silahlar karşılığı Allavi’nin ö-

deyeceği para miktarı şimdi Irak’ta aynı silaha piyasada istenen fiyattan daha faz­ladır. Yani istenirse iyi bir ticaret de ya­pılmış olacaktır. Verilen silah karşılığı hem karınlar doyurulacak hem de aynı­sından bir silah daha alınabilecektir. Bu nedenle Irak silah tüccarları al Sadr ken­tine koştular. Ve de sonuçta devlete öy­le çok silah satılmıştır ki I milyonun üs­tünde para yetmemiş silah alımı yeni pa­ra gelene kadar durdurulmuştur. Bize kalırsa Mehdi Ordusu Allavi ile yaptığı anlaşma sonucunda silahlarım satmış gi­bi olmuştur, ama silahsız kalmamıştır. Başka yollarla tekrar yenileri alınmış ve tekrar silahlanılmıştır. Ve ayrıca biraz karınlar doymuş, güçlenilmiştir.

Elbette bu bizim bir iyimserliğimiz o- labilir. Elbette Mehdi güçlerinin aşırı uç olma niyetinden vazgeçmeleri, pişmanlık duymaları da olasıdır. O nedenle silahla­rı satmış olabilirler. O nedenle silahsız­lanmış olabilirler. Siyasi yollarla iktidar olup A B D işgaline son verebilecekleri hayaline kapılmış da olabilirler. Genç Mehdi Ordusu milisleri siyasi deneyim­den yoksundur. Onlar seçim sandığı hi­lelerini bilmezler. Ya da gözüpeklikleri bu sorunları küçümsemelerine yol aça­bilir. Yani Mukteda al Sadr’ın Allavi’nin anlaşmasını cazip bulup siyasi bir yola çıkmaları olasılığı da sıfır değildir. Yakın gelecekte soruların yanıtlarını göreceğiz.

Ancak A B D ve Allavi açısından olay nasıl yorumlanabilir? İkisi de herhalde si­lahlara piyasanın üzerinde para ödedik­lerini biliyorlardı. Deneyimsiz gençlerin karnını doyurarak siyasi baza çekme ha­yalini denemenin zararı bir kaç milyon

olurdu. A BD açısından bu para mıdır? Astarı yüzünden ucuz bir pazarlıktır. Ayrıca yeniden seçilmek isteyen Bush I- rak’ta biraz sessizlik için bu kadar para vermiş, çok mudur? Sonuçta Şi- i bölgeleri susturulacak ise bu doğru bir adımın parçasıdır.

Herhalde Mukteda al Sadr bulunduğu konumdan başka gerçeklikleri de görü­yordu. Gençlerin yukarıda yazdığımız hayallerini tatmin etmek, belki de Meh­di Ordusu’nun bütünlüğünü korumak, dersler ve deney kazanmalarını sağla­mak ve de olası kırılmalara karşı böyle geçici pragmatik adım atmak gereklilikti. Mehdi amorf bir ordudur. İçinde karışık eğilimler vardır. En önemlisi Sistani ö- nemli bir dini otoritedir. Mukteda al Sadr ve Sistani’nin işgale siyasi bakış ara­sındaki farklılığın derinliği Şii gençler a- rasında kavranamamakta olabilir. Bu tür amorflukların en iyi ilacı eylemdir. Ne- cefte yaşananlardan elbette Mehdi O r ­dusu, Sistani ve Mukteda farkım anlamış­tır ama bu farkın derinleşmesi gerek­mektedir. Sistani gibi bir dini otoriteden kopmak pek kolay olmayabilir. Ya da körpe beyinler için kolay olsa bile sıra­dan halklar açısından kolay olmayabilir.

Bu nedenle Mukteda al Sadr şimdilik seçimi boykot kararından vazgeçmiş o- labilir. Baştan seçimi reddetmemek, kar­şı tarafa bir fırsat vermek, Mukteda’ya belki de gelecekte oylar kazandıracaktır. Ayrılık zamanı geldiğinde ne olacaktır? Karnı tok Mehdi Ordusu’nun asıl ger­çekleri ve tarafları görmesi daha kolay­laşabilir. Deneyler kazanıiabilir. Belki de Mukteda bütün bu gerçeklikler nedeniy­le silahları satma ve Sistani’nin seçime katılma önerilerini dinlemiştir.

___________________ırak seçimleri___

119----

Page 121: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Irak Şiileri ve ittifakın sınır dışı bir boyutu daha vardır. İran Saddam’a karşı Irak Şiilerini desteklemiştir. Sürekli el al­tından işbirliği içinde olmuştur. Daha Saddam döneminden beri onların rejim karşıtı gösterilerinin arkasında durmuş­tur. Yıllardır aralarında böyle bir işbirliği ve ilişki ağı vardır. Bu bağ elbette hala sürmektedir. A B D ’de bundan müthiş rahatsız olmakta ve bu durumun önüne geçme yolları aramaktadır. A B D bir yan­dan Irak Şii’leri ile Allavi kanalıyla anlaş­ma imzalarken öte yandan müttefikleri İran’a karşı da soğuk bir savaş açtı. El­bette bu Ortadoğu Şiilerinin bölünmeye çalışılmasıdır. Birbirlerine destek olma­larının önüne geçilmesidir. Biri ile uzlaşı- Iirken diğeri ile savaşmaktır. Yani İran nükleer silahları sorununun dünya gün­demine oturmasını Irak’ta Şiilerin güç­lenmesinin önünü tıkamanın bir parçası olarak değerlendirmek gerekir. BM ’de İ- ran’a oynanmaya çalışılan oyun kesinlik­le Irak’taki Mukteda al Sadr güçleri açı­sından çok önemlidir. Belki de Irak Şiile- rine saldırmadan önce en yakın dostları­nı ambargo altına almak, tecrit etmektir.

Irak halkı işgal güçleri adı altında A- merikan ve İngiliz emperyalizminin müt­hiş bir baskısı, zoru ve saldırısı ile karşı karşıyadır. Seçimler bu zorun siyasi adı­dır. Siyasi baskı çok yönlüdür. Her gün tepeden yağan bombalar, Amerikan as­kerlerinin ateşli silahları, psikolojik kor­kutmalar, zorlamalar, açlık, yokluk, işsiz­lik bu baskıların parçalarıdır. Şimdi bir de bölünme, parçalanma, kardeş karde­şe kurşun sıkmalar ile Irak halkı daha da ezilmektedir. Şiilere rüşvetler dağıtır­ken, Felluce’de katliamlar yapmak hep bu bölme, güçten düşürme taktiklerinin parçalarıdır.

— yol____________________________

Ancak A B D her gün Irak’ta çıkarları­nı dayatmada daha bir zorlanmaktadır. Bunun içinde müttefiklerinden yardım istemektedir. Bu işi tek başına yapama­yacağını anlamıştır. Acilen desteğe ihti­yacı vardır.

DIŞ DESTEKLER

İki AlternatifDüşenin dostu olmaz denilir, irak’ta

A BD bir başarı sağlayamayınca çevresin­deki “ dostları” birer birer bahaneler göstererek çekilmeye başladılar. Topu topu yanılmıyorsak 18 ülke vardı. Latin Amerika’dan baskı sonucu katılan Hon­duras, Dominik Cumhuriyetleri, Guate­mala gibi ülkeler İspanya ile birlikte çe­kildiler. Bir zamanlar A B D ’nin sözünden dışarı çıkmayan Filipinler, Yeni Zelanda gibileri de A B D ’nin bir güç ortaya koya- mamasından cesaretlendiler. A rtık Çin onların kaderini daha çok belirliyor. A y ­rıca A B D peşinde görünmekten zarar görüyorlar. Vatandaşlarının kaçırılmasını ve öldürülmelerini bahane edip ayrıldı­lar. Macaristan ve orada 3. büyük gücü oluşturan Polonya A BD koalisyonunda olmaktan bir çıkar sağlamadıkları için ö- nümüzdeki aylarda ayrılacaklar. Sonuçta A BD Irak savaşında giderek daha izole, daha yalnız kalıyor. Zaten koalisyon de­nen güçlerin çoğu göstermelik olarak o- rada vardılar. Birçoğu silahlı sıcak çatış­maların içinde değiller. Güney Kore ö r­neğin pek bir olayın olmadığı Kuzey’de Kürtlerin bölgesinde konumlu. Ya da Çek’ler nükleer ve kimyasal silahlarla a- raştırma yapan ekiplerini yolladılar. Po­lonya ve İtalya bazı kentlerin çevresinde üslerde duruyorlar. Hatta Kerbela kenti

120

Page 122: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

geçtiğimiz Ağustos ayında Necef ile bir­likte ayaklandığında çevresindeki Polon­yalI askerler hemen yardım istediler. Cu­radaki gözcülük görevlerinden bile korktular. Sonuçta en aktif davranan güç İngiltere ve de Avustralya. Felluce saldı­rısı sırasında A B D İngiltere’nin Black VVatch özel komandolarını zorla Basra siperliğinden çıkarıp yanına aldı. Ama şimdi onlarda geri döndüler. En yakın dost bile çatışmaların en ateşli yerinde durmayı göze alamıyor.

Bush I Mayıs 2003’te “ zafer” ilan et­ti. Ama aradan bir yıl geçmeden asker­ler birer birer kentlerden çekilmeye başladılar. 2003’ün yaz sonuna geldiği­mizde A B D ’nin savaşı kazanamadığı or­taya çıkmıştı. Direniş giderek yükseli­yordu. Ve de yalnız A B D güçlerine kar­şı değil, tüm koalisyon güçlerine karşı. Hatta Birleşmiş Milletler elemanları bile korkunç bir darbe yediler. Bütün bu ge­lişmeler A B D ’yi acil bir şekilde mütte­fiklerinden yardım istemeye zorladı. Asıl hedefi Avrupa Birliği’ni yanına almak. Yaklaşık bir yıldır zorla, baskı ile yardım bulmaya çalışıyor. Irak içinde yenildikçe bu yardım arayışının hızı artıyor.

A B D ’nin tezi şudur. Irak’ta yenilmesi yalnız onun değil, tüm kapitalist sistemin yenilmesi, tüm Batı güçlerinin yenilmesi­dir. A B D Irak’tan yenilip çekilecek olur­sa Irak karışır. Irak’ın karışması tüm böl­ge için istikrarsızlık demektir. Her yerde aşırı Müslümanlar iktidar olmaya başlar­lar. Batı’yı dinlemezler. Meydan okurlar. Petrol akışı tehlikeye girer. Fiyatları yük­selir. Kapitalist ekonomiler zor günlere girer. İstikrarsızlık global pazarları sar­sar. Bölge ülkelerinde radikal unsurlar hükümetlerine baş kaldırırlar. Sonunda oradaki ılımlı rejimler bile sallanırlar. Ya­

ni kapitalistler olarak dünya hakimiyetini yitirirler. Kapitalizmin dünya da itibarı kalmaz, çıkarlarını dayatamaz olur. Bu nedenlerle Irak’ta A B D ’ye yardım edil­melidir. Irak yalnız A B D ’nin değil, tüm Batı güçlerinin sorunudur. Sömürgeci sistemin sorunudur.

Elbette bu tezler doğrudur. Bu tezle­ri biz de savunabiliriz. Ve de bu nedenle A B D arkasında değil, ona sıkılan silahla­rın yanında olmalıyız. Ancak A B D bu tezleri ilk kez savunmuyor. Irak’a girer­ken de aynı şeyleri savunuyordu. Ama o zaman Saddam’ı ve KİS’lerini göstererek savunuyordu. Demek ki Saddam’la karşı karşıya olduğu söylenen tehlike ile şim­di Irak direnişinin koyduğu tehlike aynı­dır. Oysa muradı Saddam’ı yıkmak ister­ken de şimdi de aynı. Hem Irak hem de bölgede petrol alanlarını, petro dolarla­rı ve pazarlan kontrolü altına almak. Onları sömürgesi yapmak.

Irak yenilgisi kapitalist sistemin V iet­nam’dan beri aldığı en büyük yenilgi ola­caktır. Arada önemli bir fark var. V iet­nam’da Sovyetlere, yani sosyalist siste­me yenildiler. Burada ise bir Üçüncü Dünya Ülkesi’ne yenilecekler. Tüm tek­niklerine karşı eli normal silahlı, din gü­cü ile donanmış direnen halka yenile­cekler. Ya da Üçüncü Dünya Ülkeleri halklarına yenilecekler. III. Sömürgecilik Dönemi başlar başlamaz bitmekle karşı karşıya olduğunun ilk işareti olacak. Ü- çüncü Dünya Ülkelerinin dünya sahnesi­ne kocaman gövdeleri ile çıkmaları ola­cak. Elbette bu gerçekliği A B ülkeleri bi­liyorlar. Elbette Irak’taki direnişe yenil­mek işlerine gelmeyecektir. Elbette bu­na karşı durmaya çalışacaklardır. Ama A B D ’nin istediği biçimde değil. Kendi iş­lerine gelen biçimde. Kendi çıkarlarını

___________________ırak seçimleri___

121 —

Page 123: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

koruyacak, ilk önce onları gözetecek bi­çimde yardım edeceklerdir.

Politik uzmanların dile getirdiği gibi A B ülkeleri iki koşulda Irak’ta A BD ya­nında yer alırlar. Birincisi; savaşın ilk günlerinde olduğu gibi A B D yenerse. Sa­vaş, Mayıs 2003 yılında bitti ilan edilip yeniden yapılanma çalışmalarına başlan­mıştı. Hangi şirket hangi ihaleyi alacak kavgaları vardı. A B bizim şirketlerimiz i- haleleri kazanamıyor, diye bağırıyordu. A B Irak pazarını kaybetmekten korku­yor, şirketleri ihaleler alsın diye var gü­cü ile A B D ’ye saldırıyordu. A B D ’de sa­vaşa yardım eden ülkeler pay alacak, herkes savaşa verdiği destek oranında i- hale kazanacak, diyordu. A B şirketlerine İngiltere hariç iş verilmeyecekti. Yani herkes Irak pazarına girmeye can atıyor­du. Ama Irak’ta direniş yükselip A BD yenilmeye başlayınca A B ’nin böyle bir sevdası kalmadı. Olanlar bile görüyoruz Irak’tan bir an önce kaçmaya çalışıyor­lar. Bir tek bizim gibi insan canının çok değerli olmadığı ülkelere iş var. O da ta­şeron işler. A B D askerlerinin levazımat işlerini yapmak. Yiyecek içecek taşımak.

Politik yorumculara göre A B ’nin I- rak’a gelmesinin ikinci koşulu da A B D ’nin yenilmesidir. Yani gerçekten kapitalist sistemin yara almaya başlaması koşuludur. Irak’a hala yardıma gelen yok. A B D yalvarıyor, kabul edilmiyor. Demek ki daha A B D tam yenilmiş değil. Daha oynanmadık kozlar var. Yoksa A B D oradan çekilme kararı alsa Irak’ta şansını denemek isteyecek çok ülke ola­caktır. Bölgeden çıkar sağlamak için bir- birleriyle yarış edeceklerdir. Petrol çı­karları tehlikeye girdiğinde de bu yarış daha da vahşi bir hal alacaktır. Belki de eski sömürgecilik döneminde olduğu gi­

— yol-------------------------------------------

__ 122_________ _________________

bi birbirleriyle savaş bile edebilirler. A- ma şimdilik böyle bir durum yok. A B dı­şarıdan bakıyor.

Üçüncü AlternatifAncak A B eskisi kadar uzak da dur­

muyor. A B D zemin kaybettikçe boşalan alana girmeye çalışıyor. Ayrıca her şeyi dışarıdan, uzaktan doğru görmek de mümkün değil. Bir şekilde olayın içinde de olmak gerekli. Yani A B yine orada havayı koklar ve giriş kanalları açık bir şekilde tetikte beklemek durumunda. Bunun içinde çeşitli yollar var. A B D as­keri yardım istiyor. Dövüşecek adam a- rıyor. Askeri olarak yardım isteniyor. Almanya ve Fransa kesinkes hala karşı duruyorlar. A B D N A T O olarak gelin, diyor. Direnişin bu seviyesinde bu da A B ülkelerinin göze alabileceği bir olgu değil. Afganistan’da varlar. Orada nispe­ten korunaklı hissediyorlar kendilerini ve N A T O olarak ilk kez Avrupa dışında bir yerde, bir Üçüncü Dünya Ülkesi’nde çıkarlarını koruma, savaş taktiği öğreni­yorlar. Eğitim yapma olanağı buluyorlar. Ortak davranmayı planlamayı öğreni­yorlar. Gelecek sömürge savaşlarına, is­terseniz gelecek Irak’a hazırlanıyorlar. Şimdilik Irak, altından kalkabilecekleri bir lokma olarak gözükmüyor. Onun i- çin N A T O olarak da girmeye yanaşamı­yorlar. Başka taktikler peşindeler.

Haziran 2004 yılındaki N A T O Zirve- si’nde Irak askerini eğitme görevini zar zor üstlendiler. Onu da gene Irak sınırları içinde yapmaktan çekiniyorlar. Ürdün’de bir okul kuruldu ve 300 eğitmen yollandı. Asker ve kolluk kuvveti yetiştirmeye yar­dım ediyorlar. Askeri olarak A B ’nin verdi­ği, verebildiği yardım bu kadar.

Page 124: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

A B D ’ye siyasi bazda yardım edilebi­lir. Bunun çeşitli yolları var. A B D ’nin BM yasalarını çiğneyerek girdiği için Irak’taki duruşu yasa dışı. Bu yasallaştırılabilir. Yasallaşınca çeşitli haklar ortaya çıkıyor. Çeşitli uluslararası kurumların yardımını talep edebilmek ancak böyle mümkün. I- rak’ta K İS’lerin bulunmaması hala daha elini kolunu bağlıyor. BM savaşın gerek­çesi olmadığını söylüyor. BM ’nin yaptı­rım gücü olabilse A B D ’yi Irak’ta suçlu buiup uluslararası kuralları çiğnemekle mahkum edip tazminat ödemeye mah­kum eder. Nasıl bir zamanlar Saddam Kuveyt’i işgal etmekle suçlanıp tazmina­ta çarptırıldı ise A B D ’de KİS’ler bulun­madığı ve Irak işgali yasa dışı olduğu için Irak’ta tazminata mahkum edilebilir. A- ma BM ’nin bir gücü yok. A B D kuklası u- luslararası bir kurum. Yasadışılık sadece A B D ’nin önüne konulan bir engel. A B ’nin tavizler koparmak için kullandığı bir bahane.

\

A B bu yasallık kapısını A B D ’ye yasa­dışı bir şekilde açıyor. Ondan bunun karşılığında tavizler alıyor. Örneğin BM yandan yırtmaçlı, komik bir gerekçeyle, A B D ’nin attığı bombaların çevreye ver­diği zararları incelemek üzere Irak’ta bu­lunuyor. İnsanlara değil de çevreye(l). I- rak’a bir kaç teknisyen yollamış o kadar. Ama BM Irak’ta var. Bunlar A B D ’nin ya­saları delme yolları. A B de işte ona yar­dım ediyor. Bu komediye göz yumuyor.

A B D seçimlere gözcülük etmelerini istiyor. BM ’nin bunu yapması zor. Her bir seçmen sandığında nereden durabi­lecek? Ama gene A B yardıma yetişti ve bizzat A B komisyonundan bir bayan sanki Rumsfeld’in ağzından konuştu. “ Bu seçimlerde Paris ve Berlin’de bekleyece­ğimiz tüm nitelikleri göremeyebiliriz.

Demokrasi de çeşitli dereceler vardır. En temel kriter Irak halkının seçim so­nuçlarını kabul etmesidir.” (20 Eylül 2004, Financial Times) Böylece A B D ’nin yapacağı seçimlere açık kart vermiş ol­dular. Irak’ta seçimlerin yapılması des­tekleniyor. Sonra da seçilecek meclis ve içinden çıkan hükümet yasal olacak. A B buna itiraz etmeyecek.

Ayrıca Allavi Hükümeti resmen ta­nınmış olmasa bile İyad Allavi, komşu A- rap ülkelerini, A B ülkelerini geziyor, toplantılar yapıyor ve bunlar resmi gö­rüşme oluyor. Allavi’yi kabul etmek bile dolaylı bir şekilde kukla hükümeti tanı­mak, A B D işgalini resmileştirmek de­mektir. Adı yok ama istedikleri zaman istediklerini yapmaktan çekinmiyorlar. Her konuda olduğu gibi kimileri için ya­salar var. Kimileri için yasalar gereksiz. Tam bir ikili standartlar dünyası. Elbette A B bunlardan kendine çıkar sağlıyor.

A B D ’nin ekonomik yardıma ihtiyacı var. Seçim bahanesi ile A B 355 milyon dolar yardım yapmış şimdiye kadar. Ö te yandan Almanya belki savaşa en karşı çı­kan ülkeydi, ama Allavi Hükümeti’ne en çok maddi desteği verende o. 20 adet silaha karşı korumalı araba, 100 kamyon ve 20 adet Fucks marka silahsız asker (!) taşıma aracı armağan etti, (ay) Fakat en çok üstünde tartışılan Irak’ın Saddam za­manından olan 120 milyar dolarlık bor­cu. Uzun pazarlıklar sonrası A B finans kurumu Paris Kulübü kendine düşen a- lacağın %80’ini affetmeyi kabul etti. A BD bunun karşılığında İran’la yapılan anlaş­maya karşı çıkmamayı kabul etmiş olabi­lir.

IMF ve Dünya Bankası’nın Irak’a yar­dım etmesi de bir yasallık sorunuydu.

___________________ırak seçimleri___

------------------------------------------123 —

Page 125: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— yol

A B D Irak’a yasa dışı girdiği için yasalar bu iki kurumun Irak’a kredi vermesinin önünde engeldi. Ama bu konuda da A BD , A B ülkelerine bir takım tavizler verdi ve onlarda bu kurumların önünde durmaktan vazgeçtiler. Allavi Hüküme- ti’ne kredi açma ve akıl hocalığı etme kararı aldılar. Irak’taki özelleştirmelerle uğraşıyorlar.

Irak yenilgisi Ortadoğu güçler denge­sinde de kendini gösteriyor. İsrail’in sal­dırganlığı buradan kaynaklanıyor. A B D ’nin her zayıf düşmesi İsrail’in üstü­ne baskının artması anlamına geliyor. A B D her yerde belki taviz vermeyi dü­şünebilir, ama İsrail’de vermeye henüz razı değil.

Şimdi devreye Lübnan sokuldu. O ra ­da güçler dengesi bozuldu. Suriye üstü­ne daha çok saldırılıyor. Hem bu kez Fransa’da cephe aldı. Fildişi Sahili’ndeki olayları Fransa’nın bölgedeki gücüne sal­dırı olarak görmek gerekli. Ama o da BM ’den ambargo kararı çıkarttı. Elbette bir şeylerde anlaştılar. Daha önce de Su­dan, Darfur aynı türden bir güç deneme yoluydu. BM aslında pazarlıkların yapıldı­ğı resmi masadır. Ondan başka bir şey değil.

Elbette İran A B ve A B D arasındaki şimdilik en büyük pazarlık alanı.

SONUÇ

A B D özelde Irak, genelde de O rta­doğu petrollerini denetim altına alma sevdasın ı y ılla rd ır yaşam aktad ır. İlk önce baba, arkadan oğul Bush, bu işi silah zo­ru ile çözmeye kalktılar. Birinin becere­mediğini diğeri de pek becermişe benze­miyor. Irak yeni bir Vietnam olacak mı,

__ 124____________________________

oldu mu tartışmaları ciddi olarak yapılı­yor. A B D sosyalist sistemin olmadığı gü­nümüzde Irak’ta bir Üçüncü Dünya hal­kından yenilgi alırsa bu elbette kapita­lizm için çok can acıtıcı olacaktır. Irak’a giriş biçimine bakılırsa bu savaşı küçüm- semiştir. Çok modern teknikli silahları­nın karşısında hiç bir gücün duramayaca­ğını sanmıştır. Ancak şimdi Irak’ta aske­ri olarak savaş kazanmanın siyasi bir sa­vaş kazanma anlamına gelmediğini acı a- cı anlıyor. Üçüncü Sömürgecilik Döne- mi’ni siyasi olarak nasıl oturtacağını kara kara düşünüyor. Irak’ta çeşitli şekillerde bunu deniyor.

Bremer’in sömürge valiliği A B D ’ye I- rak’ta kalıcı bir ortam sağlamadı. Allavi Hükümeti de pek bir işe yaramadı, aksi­ne Irak daha karışık duruma geldi. D ire­niş ateşi tüm Sünni bölgelere yayıldı. D i­renişler A B D ’ye sürekli geri adımlar at­tırıyor. Afganistan’da uluslararası te rö ­rist dediği İslam güçleri ve İran’ın Şi- i şeriat devletine karşı dövüşürken şim­di Irak’ta Şii bir din devleti kurmanın yo­lunu açacak bir seçim ittifakına razı ol­muş gibi gözüküyor. Bunlar A B D ’nin I- rak macerasında ne kadar gerilere düş­tüğünün işaretleridir.

Şiiler Sistani’nin dini otoritesi çerçe­vesinde bir seçim ittifakı kurdular. İttifa­kın içinde A B D işgaline pek karşı dur­mayan Dava kanadı ile işgale tamamen ters Mukteda al Sadr güçleri var. ittifa­kın hedefi şimdilik seçimler. Ancak se­çimler sonrası hiç bir programı, kurula­cak din devletinin çerçevesi belli olma­yan bir ittifakın ne kadar birbiriyle iş ya­pabileceği soru işaretlidir. Ve de bütün bu karışıklıkların A B D ’nin ne kadar işine yarayacağı gene tartışılır.

Page 126: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Sünniler seçimleri boykot ediyorlar ve yapılmaması için bölgeyi alev alev ya­kıyorlar. Olay sayısı günde 150 rakamı­na tırmanmış durumda. 30 Ocak seçim tarihine kadar daha da tırmanması olası gözükmekte. A B D bir türlü direnişi dur­durup seçim yapabileceği ortamı kura­mıyor. BM Irak temsilcisine göre Irak’ta seçim yapılma koşulları yoktur. En iyi durumda Şii bölgelerinde yapılsa bile Sünni bölgesinde yapılabilecek gibi gö­zükmemektedir. A B D ’nin yeni getirme­yi planladığı 12 bin askerin de pek işe ya­rayacağını sanmak olası değildir.

Seçim ülkenin bir bölgesinde yapıla­madığı koşulda meclis baştan inmeli ola­caktır. A B D ’nin Irak’ta kalıcılığının yasal zemini yine tartışılacaktır. A B D yeni kukla hükümetinin iktidarda durması i- çin kan ter dökmeye devam edecektir.Yeni hükümet ile planladıklarını yine gerçekleştiremeyecektir. A BD Irak’tan eskilerin deyimiyle topunu tüfeğini, 152 bin askerini alıp çekilmekten çok uzak­tır. İrak ve Ortadoğu’da çıkarlarına hiz­met edecek, petrol üzerindeki emelleri­ni gerçekleştirebileceği kendi deneti­mindeki bir hükümet kurmak istiyor. I- rak’ı işgal ederken çok küçümsedi, ken­dine çok güvendi, doğru dürüst bir işgal planı bile yapmadı, ama şimdi çekilirken daha planlı davranmaya çalışıyor. Bre- mer olmadı, Allavi denendi. Şimdi de Şii bir din hükümetine varıldı. Ama görü­nen o ki Sünniler onun bu hevesini kur­sağında bırakmaya azmetmişler. A B D ’de bu durumda bir iç savaşı çıkarlarına yeğ­ler mi, çok yakın günlerde göreceğiz.

10 Aralık 2004

__________________________ ____________________________ ırak seçimleri___

125----

Page 127: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Haşan Oğuz

KÜRESELLEŞME,GÖÇMEN EMEĞİ VE DEMOKRASİI. BATI’DA GÖÇMEN EMEĞİNİN TEMEL SORUNU GERÇEK BİR DEMOKRASİ SORUNUDUR

Batı metropollerinde genel emeğin i- çinde yer alan göçmen emeği, sınıf pra­tiklerinin işlevsel konumu açısından stratejik bir önem kazanmıştır. Çünkü batıda işçi sınıfı hareketinden bahsedildi­ği zaman, mutlak surette göçmenlerin sınıfsal konumunu işin işçine sokmuş ol­manız gerekir. Gerçekten göçmen eme­ği öyle bir noktaya geldi ki, sistemin bur­juva demokratik mantığında varolan çe­lişkili yapısını da sorgular oldu. Böylece sistemin iç çelişkileri göçmen politikala­rı içinde çözülür hale geldi. Demokratik öze ilişkin bir dizi konu, göçmenler öze­linde ayrımcı özü açığa çıkmakta ve bir dizi sorunda ritüel kırılmalar yaşanır ha­le gelmektedir. Dolayısıyla bu sorunun demokrasi jo ru n u ile yakından ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü göçmen emeği hem sayısal orandaki artışı nede­niyle (bu ülkelerde nüfusun yaklaşık % 10 gibi bir rakama tekabül ediyor) hem de sınıf pratiklerini doğrudan etkileyen bir güç kayması nedeniyle, sınıf mücadelesi paradigmalarında stratejik bir rol oyna­maya başlamıştır. Bu anlatımdan çıkarıl­ması gereken noktalardan birisi, burjuva demokrasisi olarak ifade edilen bu ülke­lerde, genelde emeğin özelde göçmen e- meğinin nasıl bir evrim geçirdiğini ve bu­

na bağlı olarak “ biçimsel demokrasi” ile karşılıklı ilişki ve bağlantılarının nasıl bir süreci içselleştirdiğini tartışmak gerekti­ğidir. Kuşku yok ki modern burjuva de­mokrasisi, doğrudan sınıf hareketini et­kileyen göçmen toplumunu bünyesinden atmak ve onu dışlamak istiyor. Dolayı­sıyla ırkçı politikalara kaynaklık eden toplumsal bir sorun haline gelmiştir. Bu­nun ilk yolu da liberal sol tezlerde sıkça karşılaştığımız “ emeğin Avrupası” söyle­minin iç mantığını ortaya çıkarmak ve demokrasinin sınıfsal içeriğinin küresel kapitalizm koşullarında nasıl bir değişim süreci içinde konumlandığını gösterebil­mektir.

İşte bu noktada kısa bir tarihsel ha­tırlatmada bulunarak işe başlayacağım; bilindiği gibi modern demokrasi esas o- larak kıta Avrupa’sında ortaya çıkmış ve gelişimini burada tamamlamış bir yöne­tim sistemidir. Kuşku yok ki Avrupa’da demokrasi, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin içinde şekillenmiş ve ka­pitalizm şafağı ile doruğa çıkmış bir sü­reç içinde olgunlaşmıştır. Burada tü­müyle sınıf kriterlerinin özelliklerini gör­mek olasıdır. Dolayısıyla Avrupa de­mokrasisi Atina demokrasisinde (veya antik demokrasi de diyebiliriz) olduğu gibi, “ demos’un” , yani halkın yurttaşlığa terfi ettiği bir sistem değil, tersine Avru ­pa’da emekçi halkın “ yurttaş olma” kim­liğinin sınırlandığı bir sistemin adı olmuş­tur. Ama elbette burada önemli olanın

Page 128: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

yurttaş olma kimliğinin sınıf özüdür. Bu­nu şöyle açıklamak mümkündür;

1688 devrimi ve Magna Carta antlaş­ması ile gelişen demokrasi sürecinde ku­rucu öğe Avrupa’da, Atina demokrasi­sinde olduğu gibi yurttaş-halk değil, de­rebeyi ve toprak sahibi olan aristokrasi ve lordların kraliyet sisteminden bağım­sızlaşmasına dayanan ve bu anlamda “ özgürlüğü” ifade eden bir kurucu öğe­ye dayanmış olmasıdır. Başka bir deyişle Avrupa modern demokrasisinin temeli­nin atıldığı Manga Carta sözleşmesi, feo­dal ayrıcalıkları pekiştiren ve aristokrasi­nin özgürlüğünü, hem kraliyetten hem de halk egemenliğinden bağımsızlığını kabul ettiren bir metindi. Burada efendi toprak beyleri ve soylulardı. Oysa Atina demokrasisinde efendi yoktu. Monarşi­lere karşı aristokratik ayrıcalıkların ka­bul edilişi, bir yerde “ halk egemenliğine” yol açtı. Ancak bu egemenlik, yani bura­daki halk bir yurttaş olan halk değil, mo­narşi ile kitleler arasında kamu alanında görev yapan ayrıcalıklı topluluklardı. Bu­nu bir kısım araştırmacı yeni bir “ siyasal ulus” olarak da ifade etmişlerdir. Olayın esası şuydu; Avrupa demokrasisinde “ halk egemenliğinin” kurucu öğesi, top­rak sahibi beyler ile bağımlı köylüler ara­sındaki ayrımdan oluşmuştur. Ancak sa­nayi devrimi ile atılıma geçen kapitalizm, Avrupa’da güç ilişkilerini değişime uğrat­mıştır. İlişkileri belirleyen feodalizm de­ğil kapitalist üretim ilişkileri olmuştur. Güç ilişkileri aristokrasi ve toprak beyli­ğinden, mülkiyet ve sermayeye kaymış­tır. Kapitalizm bütün hayatı etkiler hale gelmiş ve yeni bir üretim süreci ile bir­likte yeni egemenlik ilişkilerini de yarat­mıştır. Kapı büyük oranda liberalizme a- çılmıştır.

Kuşkusuz liberalizmin gelişmesi ile birlikte yurttaşlık kavramında bir geniş­leme oldu, ama bu genişleme onun gü­cünü sınırlayan bir gelişmeyle paralel o- luştu. Böylece yurttaşlık kavramında da değişikler gündeme geldi. Burada iki nokta öne çıkar; ilki varlıklı sınıfların e- gemen olduğu ve emekçi sınıfları yönet­tiği aktif ama herkese açık olmayan bir yurttaşlık, İkincisi de kapsayıcı ama bü­yük oranda pasif bir yurttaşlık. Böylece bireyin kendisi kolektif kurumlardan ve kimliklerden kopartılmakla sonuçlandı. Bu sosyal ilişkilerde olduğu gibi politik i- lişkilerde de yeni bir anlam kazanacaktır. Daha sonra da görüleceği gibi bu, parla­mento dışında oluşan siyasetin büyük o- randa meşru olmayan bir siyaset olarak algılanmasına yol açtı.

Modern burjuva demokrasisinde yurttaşlık ile sınıf konumu arasındaki ay­rım unutulmaması gereken temel bir ay­rıma dayanır. Gerçekte modern demok­rasilerde toplumsal ve ekonomik ko­num, yurttaşlık hakkını belirleyen bir ne­den değildir. “ Yurttaşlık” algılanması ö- nemli derecede ekonomik ve siyasal ko­numundan soyutlanmıştır. Ortada bir yurttaş vardır. Her dediğini yapan, vergi veren, askere giden ve dayatılmış belirli partilere zorunlu olarak oy veren soyut bir varlıktır yurttaş. Gerçekte kapitalis­tin işçilerin artı değerine el koyuşu ile birlikte ortaya çıkan gücü, yurttaşlık ko­numuna bağlı değildir. Bunun için yurt­taşlık haklarındaki eşitlik, sınıfsal eşitliği belirlemez, etkilemez veya değiştire­mez. Bu da kapitalizmde demokrasiyi sı­nırlayan en temel neden olarak karşımı­za çıkar. Biçimsel demokrasinin bütün görüntüsü tam da bu noktada belirginle­şir; çünkü iki güç arasındaki sınıf ilişkisi,

127----

Page 129: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

yasalar önünde görece bir eşitliğe dönü­şür ve bu da daha çok oy verme eşitliği ile pratikleşir. Dolayısıyla demokraside­ki siyasal eşitlik, sosyo-ekonomik eşit­sizlikle birlikte var olur. Sistem ise oldu­ğu gibi kalır ve böylece toplumsal eşit­sizlik devam eder. Toplumda “ seçkin­ler” ile emekçiler arasındaki çelişkiler o demokrasinin bir seçkinler demokrasisi olduğunu gösterir. Bu ise tümüyle bi­çimsel bir demokrasi anlamına gelir.

Bu nedenle burjuva demokrasisi ya da kapitalist demokrasi, toplumsa! içe­rikten tümüyle yoksun kalmış ve “ kitle demokrasisi” olarak bir gelişme göste­rememiştir. “ Seçkinler demokrasisinde” yurttaş olmak sınırları belirlenmiş ve e- dilgen kılınmış bir yurttaş-halk anlamına gelir. Sistemin kendisi bu anlamda yurt­taşlık kavramının içini boşaltmıştır. Böy­lece siyasal hakların evrenselliği (oy ver­me hakkı vb. gibi) mülkiyet ilişkilerini ve sömürü gücünü dokunulmaz kılmıştır. Bu haklar böylece şekilsel eşitliğe dö­nüşmüştür.

Elbette işçi sınıfının tarihsel eylemle­ri sonucu “ biçimsel demokrasilerde” e- mekçilerin lehine genişleyen bir kısım hakları yok sayamayız. Ancak bu da kü­resel kapitalizm ile birlikte ortadan kal­dırılmakta ve demokrasi gerçek anlamda kuşa çevrilen bir anlam kazanmaktadır.

Burada liberalizm ile demokrasi iliş­kisine biraz daha atıf yaparsak şunları söyleyebiliriz; 19. yüzyılın ikinci yarısın­dan sonra, devrimci atılımlarla birlikte “ kitle demokrasisi” lehine ö nem li ge liş ­

meler olmuştu. Bunun tek bir nedeni vardı; devrimler korkusudur. Böylece demokrasi yeniden tanımlanmak zorun­da kaldı. Avrupa'da yönetici sınıflar, da­

__ yol____________________________

yatılan bu devrimsel zorunluluklar karşı­sında veya “ Marksizmin hayaletinin” A v­rupa üzerinde dolaşması ile birlikte, ye­ni ideolojik argümanları ileri sürmek zo­runda kaldılar. Yeni sınırlamalar ile deği­şik yollar buldular. Teori ile birlikte ye­ni stratejiler geliştirdiler. Devrimci süre­ci hem “ evcilleştirdiler” (VVood) hem de kendilerine mal ettiler. Demokrasi­nin anlamını sınıfsal ve siyasal amaçları i- çinde erittiler. Bunlar değişik biçimler almış olsa da bu liberalizm ile başladı postmodern düşüncelerle devam etti.

Devrimci sınıf hareketleri zirveye u- laştığında demokrasi kavramı, “ demok­ratik” gücün işlevsiz bırakılmasını belir­gin bir şekilde sınıf-halktan koparan bir kavrama dönüştürdü. Halkın gücünde bunlar demokratik değerlerin temel kri­terler olmasını istemiyorlardı. Yurttaşla­rın pasif bir biçimde yararlanacağı anaya­sal haklara kaydırılacaktı. Burada emek­çi sınıfların gücünden, bireysel yurttaş vurgusuna geçiş anlamına gelecek bir yol izleniyordu. Artık demokrasi kavramı li­beralizm ile özdeş hale gelecekti. Libe­ralizmde bütün mesele, kitle-sınıf de­mokrasisini yok etmek ve “ kontrolsüz yığınları yurttaş toplumuna dönüştür­mektir.” (VVood) Demokrasi böylece li­beralizme indirgenmiş olacaktı. İşte libe­ral demokrasinin doğuşu kısaca budur.

Sorunun anlaşılabilmesi için burada liberal demokrasi ile yeniden Atina de­mokrasisini kıyaslamak önemlidir. Söz­gelimi Antik Yunan Demokrasisinde, li­beral demokrasinin öngörüsü olan “ ana- yasalcılık” , “ sınırlandırılmış hükümet” veya “ bireysel haklar ve özgürlükler” yoktu. Ama başka bir şey vardı. Atina demokrasisinde “ devlet” ile “ yurttaş” a- rasında hiçbir ayrım yoktu. Çünkü der

__ 128

Page 130: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi___

W ood , “ devletin” yurttaş toplumu dı­şında tüzel bir kişiliği söz konusu değil­di. Kapitalist liberalizm bu ayrımı netleş­tirdi ve devleti, halk ve sınıfın üstünde merkezi bir otoritenin yaratılması ile so­nuçlandırdı. Böylece demokrasiyi ger­çek anlamda halkın yönetimi olarak ta­nımlamak olanaksız hale geldi. O torite egemen sınıfların elinde olacak, ama bi­reysel haklar ve bir kısım “ özgürlükler” devam edecek. Demokrasinin sınıf te­meli tam da burada ortaya çıktı. Aslında bireysel haklar olarak basın, ifade ve toplantı özgürlüğü gibi bir kısım hakların demokrasi ile ilintisi çok azdır. Dolayı­sıyla egemen otoriteyi elinde bulundu­ran burjuva yönetiminde bu hakların ka­lıcı bir güvencesi de bulunamaz. Oysa demokrasiye gerçek anlamını veren ve yurttaş haklarının da güvencesi olan, e- mekçi sınıfların yönetimde olması ve e- gemen otoriteyi elinde bulundurmasıdır. Bu “ çağdaş demokrasilerde” görülme­yen en kritik noktadır.

Eskiden liberalizm kitlelere doğru genişleme kapasitesine sahip iken, şimdi bu kapasitesi oldukça daraltılmıştır. Çünkü bugün yeni bir sosyo-ekonomik yapı ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu a- landa siyasal özgürlükler, demokrasi ve yurttaşlık hakları sınırlıdır. Liberalizm kaynağını, modern kapitalizm öncesi ik­tidar biçimlerinden alan bir düşünceydi. Onun ilkeleri kapitalizm öncesine daya­nıyordu. O halde demokrasiyi libera­lizmle özdeş kılan kapitalizm oldu. Böy­lece demokrasi liberalizme indirgendi. Dolayısıyla liberal demokrasiyi olanaklı kılan şartlar, demokrasinin kapsamını da sınırladı. Çünkü liberal demokrasinin, kapitalizmin egemenlik ve sömürü bi­çimleri ile alıp veremediği yoktur. O , sö­

mürü, iş gücü ve kaynakların dağılımı gi­bi alanlara dokunmaz. Demokratik he­sap verme zorunluluğu yoktur. Bu alan­lar kapitalist pazarın denetimi ve inisiya- tifindedir. Pazar veya piyasadan özgür­leşme liberal demokrasi için olanaksız bir varsayımdır. Ayrıca demokrasi “ ser­best piyasa” ile özdeş kılınamaz. Özün­de batıda görülen demokrasi bu anlamı ile tümüyle “ biçimsel demokrasidir.”

Gerçekten bugün liberal demokrasi kendini tüketen bir sürece yol açmıştır. Çünkü demokrasi salt siyasal boyutu o- lan bir rejim değildir. Aynı zamanda o, e- konomik ve toplumsal boyutu da olan bir rejimi tanımlar. Burada elbette kas­tettiğim bir “ ekonomi demokrasisi” de­ğildir. Kastedilen demokrasinin ekono­mik işleyişinde teme! bir mekanizma ol­masıdır. Ekonominin temeli, üretim ve iş gücünün örgütlenmesidir. Bu ise Mark- s’ın “ üreticilerin özgür birlikteliği” soru­nunda düğümlenir. Bu işçi sınıfının hem ekonomik baskılardan kurtulma sorunu­dur hem de demokrasi alanının özgür örgütlenmesini ifade eden bir sorundur. Elbette piyasanın baskısından kurtulmak, sınıfın politik eylemi içinde söz konusu olan bir sorundur. Üretimin demokratik biçimde örgütlenmesi demokrasinin zo­runlu temeli ise, bu temel üretim araçla­rının toplumsallaşması anlamına gelir. Burada gerçek bir sınıf demokrasinin ö- zünde bir devrim sorunu olduğunu da gösterir.

Bugün küresel kapitalizm, liberal de­mokrasi ile zafere ulaşabilir mi? Bu soru­nun cevabı bunun olanaksızlığı gösteren binlerce kanıt ile çözülmüştür. Oysa a- yakta kalmak için burjuva demokrasisi tümüyle yeni bir baskı rejimine doğru artan bir ivme ile yol almaktadır. Bu ne-

129 —

Page 131: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

derilerle batı demokrasilerinde göçmen­lik sorunu, gerçek anlamda bir demok­rasi sorunu ile doğrudan bağlantılı ola­rak ele alınması gereken bir sorun düze­yine ulaşmıştır. Şimdi bu sorunu incele­yeceğiz.

Ama yine de şunu söylemeliyiz diye düşünüyorum; hayalimiz demokra­tik ve eşitlikçi bir kapitalizm değil, bugün çok daha somut olan sosyalizmin olanak dâhilinde olduğunu görmek ve göster­mektir. I

SINIF MÜCADELESİ PARADİGMALARI2(Küreselleşme, yeni emek süreci ve sınıf m ücadelesi dinamikleri)

1.21. yüzyılda göçler ve batıda ırkçılığın kökenleri

a. İçinde yaşadığımız dünyanın ayırt edici özellikleriOrtak bir yargı olarak söylemek ge­

rekirse, dünyasal paradigmaların ve ya­şanan kaosun kaynağı elbette bir dünya sistemi olan kapitalizmdir. Şimdilik bu­nun böyle tanımlanması, içinde yaşadığı­mız dünyanın sadece bir yanına vurgu anlamına gelir. Bu doğrudur ama yeterli değildir. Çünkü bu tanım son derece ge­nel bir yargıyı ifade eder. Oysa dünya­mız bugün küresel kapitalizmin elinde, yaşayan bütün canlıları ve doğası ile bir­likte büyük bir felakete ve yıkıma götü­rülmektedir. O halde yaşadığımız bu dünyanın ayırıcı özelliklerini içselleştir­mek ve anlamak gerektiği önem kazanır. Mesela şöyle bir dünya bugüne kadar hiç

— yol____________________________

görülmedi; Dünya Bankası ve Dünya Kalkınma Raporu verilerini baz alarak söyleyecek olursak; dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyara yakın insan günde 2 dolardan daha az, 1.5 milyar insan ise I dolardan daha az bir gelirle yaşıyor. D e­mek ki neredeyse dünya nüfusunun 4/3’i yoksulluk ve açlık sınırında yaşıyor. Sa­dece üç kişinin gelirinin, 48 ülkenin mil­li gelirinden daha fazla olduğu biliniyor. Buna karşın dünya nüfusunun %10’u, dünya toplam gelirinin %70’ni alıyor. Bir milyona yakın insan resmen aç. Yılda I I milyon çocuk açlıktan ölüyor. Yine her yıl 175 milyon çocuk beş yaşına gelme­den ölüyor. Yoksul ülkelerle zengin ül­keler arasında ki gelir oranı I960’da 20/l’den 1980’de 46/1 ’e, 1989’da 60/1’e bugün ise 90/l’a ulaşmıştır. Aslında ra­kamlar bana pek de sevimli gelmiyor. Y i­ne de bu devasal çelişkiyi daha fazla ka­nıtlayacak çeşitli verileri göstermek mümkün. Ama bu kadarı bile sorunun anlaşılması için yeterlidir. Bu yaşamın i- çinde zaten kendini gösteren kanıtlar o- larak sürekli var oluyor. Böylece bugüne kadar şahit olmadığımız bir dünya tablo­su ile karşı karşıya bulunuyoruz. Herhal­de kapitalizm bir dünya sistemi olarak, insan soyunu bu derece kırımlara uğra­tacak ve dünyayı yaşanmaz bir çöle dö­nüştürecek kadar vahşi bir karakter ka­zanmamıştı. Kapitalizm dünde vahşi bir sistemdi, ama insanlar bu kadar yaygın, sokaklarda tüketilen, aç, yoksul, hasta ve umutsuz değildi. Bugün küresel kapi­talizm, kelimenin gerçek anlamı ile “ in­sanın soykırımına” dayanan bir sistem o- larak yeniden tarih sahnesinde kendini göstermektedir. Kapitalizm budur.

Görece olarak batı dünyasını dışta tutarsak çelişkinin devasal boyutu

__ 130

Page 132: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

büyük bir yıkım paradigmasını göster­meğe yetiyor. Batı dışında ki dünya hızla çökertiliyor. Toplumsal bir yıkıma dö­nüştürülmüştür. Buna karşın batı da ise eski yaşam olanakları büyük oranda sı­nırlandırılırken, mücadele ile kazanılmış bir kısım sosyal haklar (zaten büyük o- randa kuşa çevrilmiş olan) adım adım ortadan kaldırılıyor. Demek ki dünyamı­zı doğası ve insanı ile birlikte yıkıma gö­türen yeni kapitalizmin, dolayısıyla yeni emperyalizmin almış olduğu seviye özel olarak incelemeyi gerektiriyor. Ama ye­ni kapitalizm, kuşku yok ki eski kapitaliz­min ilkeleri üzerinden yükselen bir sis­temdir. Ondan ayrı ve başkasal bir yapı değildir.

Dünyamız kapitalizmin elinde ya bir girdabın içine girerek yok olacak ya da insanlık bu vahşetten bir şekilde kurtul­ma yollarını bulacaktır, bulmak zorunda­dır. İkinci yolun tek adresi vardır; o da kendini yenilemiş ve tarihi tecrübelerin­den ders çıkarmış olan sosyalizmin yeni­den politik bir güç merkezine dönüşme­sidir. Bilinmelidir ki başka bir seçenek yoktur.

b. Merkez ülkeler ile çeper ül­keler arasında ki ilişkide yedek e- m ek ordusunun konumu

Elbette klasik kapitalizm de olduğu gibi küresel kapitalizm de kaynağını e- mek sermaye ilişkisinden, başka bir de­ğişle onun varoluş biçimi olan Kapitalist Üretim Biçiminden (K Ü B ) almaktadır. Çünkü küresel kapitalizm, bu yapıdan ayrı oluşmuş başka bir sistem değil, te r­sine o kapitalizmin yeni bir evresi olarak belirginleşmiş kapitalizmdir. Onun yeni biçimi asla kapitalizmin yasalarının dışın­

da değil, tersine onun temel yasaları ü- zerinden üst evrede yeniden üretimi de­mektir. Küreselleşme kapitalizmin eko­nomik anlamda yapısal bir karakteri ise, bunun politik var oluş biçimi de Y D D denilen yeni bir uiuslar arası rejimdir.

Amacımız nasıl bir kapitalizm incele­mesinden çok, bu kapitalist yapının bü­tün bir dünyayı ve bütün bir insanlığı ne­reye götürüyor olduğunu tespit etmek ve buradan bir mücadele stratejisi çıka­rabilmektir. Burada bizim için önemli o- ian nokta şudur; bugün için kapitalist merkezler ile dünyanın geriye kalan ya­pısı arasında ki ilişkilerde kırılmış olan fay hatlarının incelenmesi büyük önem taşımaktadır. Dahası kaos ve çelişkili bir varoluşa sahne olan bu dünyanın, nasıl bir süreç içinde şekilleneceği ve buradan nasıl bir geleceğin tasavvur edileceğini a- çıklamaktır.

Burada merkez ülkeler ile dünyanın geriye kalan ülkeleri arasında ki ilişkiler­de ortaya çıkan yapısal farklılıklar ve bu farklılıklarla birlikte emeğin gelişim süre­ci, ilk amaçta irdelememiz gereken konu başlıklarını oluşturmalıdır diye düşünü­yorum.

Bugün temel sorunlardan birisi, Ü- çüncü Dünya halklarının kapitalist siste­min, dolayısıyla mali/spekülatif temelli u- luslararası sermayenin yedek ordusu ha­line nasıl getirilmiş olduğudur. Bu olgu ağırlıklı olarak merkezin çeperleri de di­yeceğimiz batı dışında ki ülkelerde oluş­tuğu ortak bir kabule dayanmaktadır. Ü- çüncü Dünya yoksulları, sayıca batı nü­fusunun toplamından yaklaşık onlarca kat daha büyüktür. Doğu halkları, çeper ülkeler veya Üçüncü Dünya dediğimiz bu dünya (bu kavramları batı dışında ki

131----

Page 133: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dünyayı anlatmak için kullandığım bilin­melidir), küçük bir azınlık dışında tam bir çözülme ve kırımlara uğratılmıştır. Bunlar kırsalın yoksullarından, kentsel işsizlere, yarı işsizlerden çalışan yoksul­lara kadar geniş bir dünyayı ifade eder.

Bilindiği gibi 1970’lerin ortasından sonra batı ekonomisi yapısal bir bunalı­ma sürüklenmişti. Özellikle 1973 krizi­nin Üçüncü Dünyaya yansımasının so­nuçları ağır olmuştur. Dış borç krizi, it­halata dayanan geri teknolojilerin aç­mazları, tarımsal veya gıda sektörlerinde ki krizler, IMF ve D B ’nın direktifleri ile düzenlenen ekonomik yasalar vs. gibi bir dizi olgu, Üçüncü Dünyanın ekonomik olarak yıkımına yol açan etkenlerin ba­şında gelmiştir. Böyle bir gelişme Üçün­cü Dünyada yeni bir “ ulusal burjuva­z in in güçlenmesine yol açan gelişmeleri frenlediği gibi, buna olanak tanımayan bir tarihse! dönemin içinden geçtiğimizi de gösterdi.

Eşitsiz gelişim, kaos ve kutuplaşma, hatta Üçüncü Dünyanın büyük oranda talan edilmesi, dahası doğu halklarını in­san kavramının dışında görebilecek ka­dar vahşileşen batı merkezli anlayışlar, bütün bunlara vurgu gerçeğin sadece bir yanını ifade eder. Burada önemli olan ol­guların arkasında ki gerçekliği keşif et­mektir. Bu gerçekliğin adını açıkça koya­lım; kapitalizmin yeniden kendi özüne denen vahşi karakteridir bu. Buna beyaz adamın 2 1 yüzyılda ki “ modern soykırı­mı” demenin abartma bir tanım olmadı­ğını söylemek istiyorum. Gerçekliğin bu çözümü olmadıkça, görüntünün sonuç­larını doğru izah etmenin olası olmadığı­nı biliyoruz artık. Üçüncü Dünyanın yoksulluğu ve sömürüsü adeta talan dü­zeyinde bir gerçekliği ifade ediyorsa, bu

— yol-------------------------------------------

sömürü ve yoksulluğun, nasıl bir ekono- mik-politik ilişkiler içinde vücut buldu­ğunu ve bunun küresel kapitalizmden kaynaklanıp kaynaklanmadığını izah et­menin önemli olduğunu hatırlatır bize. Elbette bu bilinenlerin tekrarından çok, çağımızın özgün gelişim koşullarını anali­tik olarak anlatmak demektir. Yasalar i- le pratik yaşam arasında ki diyalektik ba­ğın doğru kurgulanması, sorunun ilk çö­züm yolunu gösteren temel bir para­metre gibidir çünkü. 3 4

Öncelikle şu sorulara cevap aranma­lıdır diye düşünüyorum; küresel kapita­lizmin yedek ordusunun, bugün için esas olarak Üçüncü Dünyanın yoksulları ol­duğu ortak bir kabule dayanıyor ise, bu yedek ordu nasıl ve hangi yollarla emili­yor, eğer emiliyorsa bugün için bu nasıl emiliyor? Başka bir deyişle kapitalizm bu yedek orduyu aktif orduya katabiliyor mu, eğer katıyorsa nasıl katıyor?

Aslında küreselleşme sürecinde kapi­talizm için bu sorun tam anlamı ile çö­zümsüzlüğe işaret eder. Düne kadar sermaye bu soruna iki yolla cevap veri­yordu; ilki merkez dışında kalan çeper ülkelerin, yani Üçüncü Dünya ülkeleri­nin bir kısmı (ki bu ülkelerin tümü fark­lı gelişme süreçlerine ayrılırlar. Bu an­lamda bir bütünü de oluşturmazlar), ö- zeliikle orta düzeyde gelişme dinamikle­ri taşıyan ülkelerin “ yarı sanayileşmesi” yolu ile gerçekleşiyordu, İkincisi de mer­kez ülkelere doğru akan göçler ile olu­şuyordu.

Son 20-25 yılda sermayenin organik bileşimindeki değişim ile birlikte birinci yol önemli derecede sınırlandı, hatta ka­pandı denilebilir. Gerek şirket evlilikleri gerekse ucuz iş gücü veya hammaddeye

__ 132

Page 134: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

daha kolay ulaşım, ama daha önemlisi sermayenin yatırım politikasından uzak­laşması, hatta spekülatif bir karakter ta­şıması ve ağırlıklı olarak enformal tek­nolojinin gündeme gelişi gibi bir dizi ne­den, çeper ülkeler için düşünülen “ yarı sanayileşme” stratejisini çok büyük o- randa sınırlamıştır. Daha önce kapitalist metropollerin yakın çevresinde güven­likli alanlara (A B stratejisine göre Doğu Avrupa ülkeleri böyle bir alana girmek­tedir) yapılan kısmi sanayi yatırımları, bu ülkelerde yarı sanayileşmeyi kuşkusuz bir düzeye kadar teşvik ediyordu. Şimdi A B ’nin Doğu Avrupa’da genişlemesi, bu yarı sanayileşme politikalarından çok, merkez ülkelerin atlama tahtası olarak, başka bir deyişle bu ülkelerin güvenlik politikalarının doğrudan bir sonucu ola­rak düşünmek daha doğrudur. Bunun temelinde yatan gerçek, artan bir hızla emperyalistler arası paylaşım kavgasıdır. Yani yeni paylaşım sürecinde AB, bu ül­keler aracılığı ile genişleyerek paylaşım­da söz sahibi olmak gibi bir politik öngö­rüye dayanır. İçinde hem güvenlik hem de yayılma veya genişleme politikası o- lan bir stratejiyi esas almaktadırlar. An­cak bu sorunun kendisi yine de, kapita­lizmin yapısal krizine bir yanıt oluştur­makta hem yetersiz kalmış hem de çö­züm tümüyle çözümsüz olarak devam etmiştir. Doğu Avrupa ile bir kısım As­ya ve Pasifik ülkelerini dışta tutarsak, ge­riye kalan koca bir dünyanın büyük bir yıkıma uğratılmış olmasının anlamını bu­radan çıkarabiliriz.

c. M erkezlere yönelen göç serü­veni ve ırkçılığın yeni biçimleri

Eskiden krizi atlatmanın çözüm yolla­

rından birisi de merkez ülkelere göç idi. Bir yere kadar doğal olarak bunun hem ekonomik hem de politik nedenleri var­dı. Mesela kapitalist merkezler, hem u- cuz iş gücüne olan gereksinimlerinde (İ- kinci Dünya savaşı sonrasında bu ülkele­rin yeniden imarı vb. nedenlerle), hem de uluslararası sisteminin dengelerinin sağlanmasında, göçler geçerli yollardan birisi olarak düşünülmüştü. İlki ne kadar ekonomik ise ikinci neden de o kadar politikti.

Böylece bu her iki yoldan yedek o r­du aktif orduya katılacak, buradan sis­tem içine emilerek egemenlik tam anla­mı ile sağlanmış olacaktı. Birinci yol yu­karıdaki anlatımda da görüldüğü gibi sı­nırlanırken, yani ‘yarı sanayileşme’ süre­ci büyük oranda kapanırken, ikinci yol, yani göçler dengeleri değiştirecek kadar büyüdü. Gerçekten göçler, ister ekono­mik olsun isterse politik / sömürgesel olsun veya sosyal nedenlere dayansın, biçimi ve yolu ne olursa olsun, öyle bü­yüdü ki adeta açlar ordusu her yolu de­neyerek (denizler üzerinde kırık dökük gemiler ile insan kaçakçılığına dayanan bir sektör bile oluşmuştu. Ve bu insan­ların çoğu denizlerde balıklara yem edil­di ya da sınırlarda kurşunlara hedef ol­dular vs. Büyük bir insan trajedisi yaşan­maya hala devam ediyor) batının zengin sofrasındaki dengeleri değiştirecek bir aşamaya geldi. Böylece göçler, merkez ülkelerde sistemin eliyle beyaz ırkçılığın geliştirilmesine neden olan politikaların yaratılmasına vesile oluşturdu. Batıda ırkçılığın kaynağı, esas olarak bu ülkele­re gelen yabancı göçmen işçilerin, özel­likle Afrika, Latin ve Ortadoğu ülkele­rinden gelen göçmenler üzerinden yapı­lıyor olması ortak bir kabule dayanıyor.

— — ----------------------------------133 —

Page 135: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

A B D ’de kulelerin vurulması ile birlikte Afganistan ve Irak işgalinden sonra, ırk­çılığın boyutu özellikle Arap ve İslam dünyasından gelen göçmenleri hedef al­maya başladı. Adeta Ortaçağın Hrısti- yanlığına dayanan Avrupa’sı yeniden hortlatılmak istenmektedir. Dinsel bir Avrupa söylemi veya Bush’un İslam top- lumlarına karşı haçlı seferi retoriği, yeni bir barbarlığın ve yeni bir koloni politi­kaların ip uçlarını göstermesi bakımın­dan anlamlıdır. Bunun ilk pratik işlevi i- kiz kulelerinin vurulması arkasından Irak ve Afganistan talanı ile başlatılmıştır. Ye ­ni egemenler “ çağdışı dünyaya” önce “ demokrasi ve barış” daha sonra da “ te­rörizme karşı” retorik bir söylem ile “ uygarlık projesini” ve “ modernizmi” dayatmışlardı! Bunun adı yeni bir Roma despotizmidir.

Egemenlik yapısı, bugüne kadar özel­likle Avrupa’da ırkçılığı bir-iki faşist par­ti aracılığı ile (adları değişik de olsa) den­geye alırken, son on yılda ırkçılık bu par­tilerden geniş bir toplumsal yapıya yay­gınlaştırılmış ve emekçilerin geri bilin­cinde işsizliğin nedeni göçlere bağlana­rak ırkçılığın meşruiyet zemini genişletil­miştir. Avrupa’daki son seçimlerde yeni nazizm biçimleri artık parlamentolarda hatırı sayılır bir gücü ortaya çıkarmıştır. Bu sadece faşist partilerin gücünü ifade etmez. Yeni nazizm içinde sosyal de­mokratlardan Hristiyan demokratlarına kadar çok sayıda milletvekili de yer al­mıştır. Aslında tarihsel anlamda gelenek­sel bölünme bugün büyük oranda değiş­miş ve daha değişik bir konum kazan­mıştır. Mesela Almanya’da sosyal de­mokratların önerisi ile Almanya’ya gelen politik mülteciler için uygun görülen Nazi tarzı toplama kamplarını Afrika’da

— yol------------------ -------------------------

kurmak projesi, ırkçılığın hangi boyutla­ra ulaştığını göstermesi bakımından ol­dukça ilginçtir.

Elbette batıya akan göçler, Üçüncü Dünyanın yoksulları içinde hala küçük bir azınlığı ifade eder. Ama yine de batı­nın merkezi içindeki bu göçler nüfusun ortalama % I0 gibi bir rakama oturunca dengelerde ciddi kaymalar oluştu. Bu durum batıdaki politik dengeleri de de­ğiştirdi. Aynı zamanda batı emekçisinde göçmen emeğini kültürel olarak dışlayan ideolojik kırılmalara da yol açtı. Batı sis­temi kendini bugüne kadar “ eşitlik ve haklar” üzerine kurulmuş olan bir sis­tem propagandasına dayandırmıştır. Şimdi bu düşünce giderek gerçek ya­şamda nasıl bir egemen ulus şovenizmi­nin, hatta ırkçılığının perdelenmesinde kullanıldığını anlamaya yol açmıştır. U y­gun görülürse şu ifadeyi kullanmanın yanlış olmayacağını söyleyebilirim; bu­gün batı yüzüne ikili bir maske takmıştır. Ben bunu bugünün toplumsal koşulların­da suratlara takılan bir “ gündüz maske­si” bir de “gece maskesi” olarak görme eğilimindeyim. Bu gündüz maskesi “ de­mokrasi, eşitlik ve barış” gibi söylemler ile tam bir görüntüye dönüşmüş, böyle- ce özünü yitirmiş bu sloganlarda anlam bulurken, ama başka bir yanıyla bu ger­çeği gölgeleyen bir perde haline de gel­miştir. Kendini dünyanın efendisi olarak gören bir yaklaşımın su yüzüne çıkması ile birlikte (ki bu düşüncenin toplumsal bir temeli de vardır) şimdi batının büyük bir çoğunluğu suratına “ gece maskesini” takması ile anlam kazanmaktadır. Ve bu gece maskesi, ağırlıklı olarak toplumsal yapının gerçek özünü belirleyen bir ko­numlama anlamına gelir. Yani gerçek öz bu gece maskesinin altında saklıdır. Batı-

134

Page 136: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

da liberal soldan sosyal demokrat dü­şünce akımlarına kadar bu gece maskesi bugün bizim için çok daha iyi anlaşılır bir öz kazanmıştır. Bir zamanlar tarihsel ka­zananlarla elde edilmiş hak ve özgürlük­lerin göreli olarak taşıyıcısı konumunda­ki bu “ sol ve sosyal demokrat” yapılar, tarihsel kimliğinin gereklerini bile bir ta­rafa bırakarak, egemen yapının payanda­larına dönüştürülmüştür. Komünist ya­pıların ise toplum üzerinde en küçük bir ağırlığı bile bulunmamaktadır bugün. E- mekçiler ne yazık ki büyük oranda bu politikaya kazanılmıştır. Öyle ki bu gece maskesini takanlar ağırlıklı olarak emek­çilerin alt kesimini oluşturanlar tarafın­dan gerçekleştirilmektedir. Bu bilincin yoksul emekçi güçlere giydirilmiş olma­sı, şimdilik burjuvazinin başarısı anlamına da gelmektedir. Elbette batı emekçileri­nin tırnakları ile kazandıkları Avrupa’nın ikinci ve temiz yüzü bundan sonra nasıl bir sürece yo! açar, bu şimdilik biline­mez belki. Ama arkalarında koca bir devrimci tarih ve ortak bir ilerici gele­nek olan batı emekçisinin tarihi, bu gidi­şe karşı bir devrimci tutum alacağını u- mut etmemizin de en büyük sebebidir. Bu kuşkusuz yakın erimde olmasa da u- zun erimde kazanacak olan bir gerçek­liktir.

II. Yeni em ek sürecindegöçm en em eği ve kapitalizminişlevse! dinamikleriKapitalist sistem, 1973 krizi sonra­

sında maliyetleri düşürmenin ve krizi at­latmanın yolu olarak belli başlı şu üç ön­leme başvurmuştu;

a. Merkez ülkelerdeki pahalı olan iş gücü yerine daha ucuz iş gücünün geçi­

rilmesi için bir yandan kadın ve çocuk e- meğinin yaygınlaştırılması yoluna gidil­miş diğer yandan ise kaçak veya yasal göçmen işçi kullanımı işlevsel kılınmıştı.

b. İşletmeleri ya Üçüncü Dünya ülke­lerine taşıyarak maliyetleri düşürmek ya da daha sonra olduğu gibi ithalat rejimi­ni egemen kılmak gibi ikili bir strateji iz­lenmiştir. Özellikle 1980 sonrası süreç­te, sermayenin organik bileşimindeki değişime paralel olarak üretim yerine it­halat rejimine dayalı sistem yerleştiril­miştir.

c. Üretim sürecindeki yeni teknik ge­lişmeye bağlı olarak proletaryanın fiziki iş gücü yerine, zihinsel ve bilimsel iş gü­cünün konulması sağlanmıştır. Yani oto­masyon ve teknolojik kullanımın yaygın­laşması egemen kılınmıştır.

Üretim sürecindeki bu üç stratejik etken merkez ülkelerde, Üçüncü Dün­yaya göre görece olan, ama nesnel bir özellik taşıyan yeni bir yoksullaşma sü­recine yol açtı. İşsizlik arttı ve alım gü­cünde büyük düşüşler yaşandı. A B ülke­leri özellikle Euro para birimine geçişle birlikte bu süreç daha da krizse! bir ö- zellik kazandı. Bugün geleceğinden ciddi olarak kaygı taşıyan ve kendini yeni ara­yışlara sürükleyen yeni bir toplumsa! ya­pıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu sü­reç giderek daha da bir derinleşme eği­limini taşıyor.

Kuşkusuz bu yeni durum, yani kapi­talizmin ekonomi politikalarındaki yeni şekilleniş, emekçi sınıfların toplumsal gücünü yok edecek bir karakter taşıma­dı, taşıyamazdı. Ama toplumsal iktidarı proletaryanın fiziki iş gücünden zihinsel iş gücünün belirleyici olmasına bırakan sürecin önünü açtı. Denilebilir ki kadın

1 3 5 -----

Page 137: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

iş gücünün erkek iş gücüne paralel geliş­mesi ve devreye bunun artan oranda girmesi, yeni üretim ve emek stratejisi­nin bir sonucuydu. Bunun bir başka so­nucu da şu oldu; o ülkelerin ulusal kim­likli iş gücünün yanı sıra (literatürümü­zün diliyle belirtmek gerekirse egemen ulusun işçi sınıfı), göçmen kimlikli iş gü­cü ağırlıklı bir yönelim olarak üretim sü­recinde artan oranda devreye girdi. An­cak krizden en ağır ve en derin etkile­nen bu göçmen iş gücü oldu.

Bilindiği gibi hizmet sektöründeki e- mek yoğunluğu, yeni teknolojik gelişme­lerle birlikte, sanayi proletaryasının top­lumsal gücünde, sayısal denklemin geri­lemesi anlamında bir gerilemeye neden olmuştu. Daralma bu gücün zayıflaması­na yol açmıştır. Böylece üretimin dene­timi, ağırlıklı olarak bu emek potansiye­line geçti. Yani beyaz yakalı iş gücünün ya da işsiz işçilerin...

Sınıfın toplumsal gücü ortadan kalk­madı, ama bu emek sürecindeki bir de­ğişim anlamına geliyordu. Güç merkez­lerinde bir kayma oldu. Böylece devreye yeni bir güç merkezi çıktı; yeni proletar­ya. Sınıf yapılarındaki değişimler, çoğu­nun ifade ettiği gibi yeni sınıfın toplumsal gücünün yok edilmesi ile sonuçlanmadı. Tersine yeni proletarya sınıflar savaşın­da tahminlerimizin de ötesinde toplum­sal bir gücü açığa çıkardı. Yeni sınıfın toplumsal gücüne ilişkin sayısız örnek­ler, bizim bu stratejik öngörümüzü doğ­rulayan birer kanıt gibidir. Mesela Arjan­tin örneğinde görüldüğü gibi, üretimi iş­lemez kılan yeni eylem biçimlerine, me­sela hammadde veya mamul maddenin pazar dolaşımını engelleyen yol kesme­ler, yeni sınıfın değişik eylem biçimleri­ne, aynı zamanda toplumsal gücüne iliş­

— yol------------------ ------------------------

kin birer örnektir. Hatta James Petras bu süreci şöyle yorumlarken tümüyle haklıdır; “ İşsizlerin yol kesmeleri, sanayi işçilerinin makineleri ve üretim hattını durdurmalarının işlevsel muadilidir. Biri kar realizasyonu’nu, diğeri ise değer ya­ratılmasını engeller.” (J. Petras, 2002: 211) Elbette bunlar tekil örnekler değil­dir. Bu yeni emekçi sınıfın toplumsal gü­cüne ilişkin önemli bir göstergedir. El­bette çok daha değişik eylem biçimlerini burada saymak mümkün.

Yeni proletaryanın ideolojik ve poli­tik düzeyde, yani özellikle kültürel üst yapı formlarında, sınıfın nitelik yapısını kuşkusuz olumsuz etkilediği doğrudur. Bu zaten nesnel bir vakadır da. Ancak bu proleterleşme eğiliminin büyümesi i- le sınıfın nitelikli yapısı (sınıfın ortak de­ğerler sistemi) arasındaki çelişkili varo­luş, sınıf stratejileri açısından paradoksal bir konumu ifade etmektedir. Bu açı kuşkusuz daha da büyüdü. Proleterleş­me eğiliminin büyümesine karşın, işçi sı­nıfı kendi değerler sistemini sahiplenme­sinde görece olarak dönemsel bir kırıl­ma yaşamaktan kurtulamadı. Elbette bu­nun nedenleri belirli bir oranda emek ve insan ilişkisinde ve bunun felsefe bağı ile birlikte değişik yazılarda işlendi. Burada­ki paradoksun ilk çözüm yolunu kanım­ca şöyle ifadelendirmek mümkündür; proleterleşme eğiliminin giderek artma­sı, hatta bunun giderek derinleşmesi, sı­nıfın ortak üyeleri olan birey ile sınıfın ortak davranış ilişkileri arasında salt si­yasal değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel yapının yeniden kurulması ola­naklarının artması ya da bunun yeniden ortak bir varoluşu tetiklemesi olasılık dı­şı bir tasarıma dayanmaz. Ama olasılığın bütün verilerini gösterir. Başka bir ifade

__ 136

Page 138: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

ile ideoloji ile politika arasında çelişkisel yapının çözümüne yol açan, dahası nite­liksel yapıya geçişi daha kolaylaştıracak öğeleri biriktiren yeni bir süreci ortaya çıkarabilecek bütün verile ri gösterm esi anlamına gelmektedir. Bu yeni bir süreç­tir.

Gerçekten yeni üretim süreci, geri bıraktırılmış ülkelerde bir yaygınlaşmaya yol açarken, proleterleşme eğilimini bu ülkelerde merkez ülkelere göre daha da artırmış ve bu kitlelerde sefalet düzeyin­de bir genişleme yaratmıştır. Bu hem aktif emek ordusunda (ücretli çalışanlar­da, yani çalışan yoksullar olarak tanımla­dığımız emek gücünde) hem de yedek orduda (işsiz emekçilerde) büyük ve de- vasal bir yaygınlık anlamına gelir. Bunun merkez ülkeler ile çevre ülkeler arasın­daki karşılığı elbette değişik olmuştur. Gücünü yitirmiş olmasa da bu durum merkez ülkelerde, yeni proletaryanın toplumsal iktidarını olumsuz etkileyen yeni güç dağılımı anlamına gelmesini ifa­de eder. Bu durum Türkiye gibi ülkeler­de ise, proletaryanın fiziki gücünün daha da artmasına yol açan dinamikleri güç­lendirirken, niteliksel gücünde, başka bir deyişle moral değerler bütününde bir düşmeye neden olan gelişmelere yol aç­tı. Ancak bu bugünün nesnel bir tanımı olsa da, bunun değişebilir olan bütün ve­rilerini de göstermektedir. Hemen bu­raya not olarak şunu düşebiliriz; yukarı­da ifade ettiğimiz bu dinamizme geçişi kolaylaştıran nedenlerin başında, elbette emek sömürüsünde ortak bir dağılımı i- fade eden yoksullaşma sürecinin gelme­si yatar. Ancak Türkiye gibi ülkelerde hala sistem ile halk yığınları arasındaki i- lişkilerde birbirine geçişi sağlayan veya umutların tümüyle sistemden tükenme­

mesine yol açan öznel durumları elbette yok sayamayız. Mesela ülke bütçesinden çok daha büyük ve kaynağı belli olmayan bir paranın dolaşımda olması hayatın tümden ticarileşmesine yol açmıştır. Bu ise emekçi kitleleri hala sisteme bağla­yan bir volan kayışının rolüne ait bir atı- fa benzetilebilir. Ama bu durum elbette hızla tükenmekte ve çelişkisel varoluş derinleşmektedir.

Bu fiziki güç potansiyelinin işlevsel rolünde ortaya çıkan nedenlerin başında şu olgu önemsenmelidir diye düşünüyo­rum; bu ülkelerde, egemen güç merkez­leri ile olan ilişkilerde, kapitalist iş disip­linin daha gevşek ve daha az işlevsel ol­ması veya otoriter yapının daha loş ol­ması, proleterleşen yapıların pratik iş­levlerinde (politik iktidar mücadelesin­de) artan bir eğilimi inşa etmesinde da­ha kolay bir geçişi varsayar. Şiddetin ar­tan dozu her zaman egemen güç mer­kezlerinin otoritesini tahkim eden bir varsayıma dayanmaz. Bunun en bariz ö r­nekleri Latin Amerika kıtasındaki değişik devletlerde ortaya çıkan ikili iktidarlar deneyi ile okumak mümkündür. Öyle ki sözgelimi Kolombiya’da, Nepal’da, G ü ­ney Afrika’da, Arjantin’in veya Hindis­tan’ın bazı bölgelerinde veya semtlerin­de devlet güçlerinin kontrolü tümden veya yer yer yitirmesi örnek olarak gös­terilebilir. (B ir başka düzeyde bu örnek­ler daha da çoğaltılabilir; işgal edilmiş I- rak’ta görülen de bundan farksız değil­dir. Meseia Felluce gibi sadece üç ana bölgede bile kontrolün tümüyle direniş­çilerin elinde olması gibi.) Bu aslında sı­nıf güçlerinin iktidarlaşmasına ilişkin ö r­neklerdir. Dolayısıyla egemen yapı ilişki­lerinde ortaya çıkan boşlukların doldu­rulması anlamında olanaklı olan bir yapı-

137

Page 139: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

sal göstergeye işaret eder. Ve bunlar sı­nıf mücadelesinde her zaman olanaklı o- lan ve parçadan başlamak üzere egemen politik yapının bütününü kapsayan sınıfın politik iktidar mücadelesinin bariz ve ka­bul edilebilir örnekleri olarak düşünmek mümkündür.

Bilindiği gibi Y D D sürecinde kapita­list yapıların inşası, emek sürecinin yeni­den yapılanması ile birlikte gerçekleştiri­liyordu. Sermaye düzeni, sermayenin bu organik yapısının değişken biçimleri ve gereksinmeleri üzerine inşa edildi. Aynı şey emek sürecinde de oldu. Kapitaliz­min yeni dönemi ve bu döneme ilişkin üretimdeki organizasyon süreci, doğal olarak emek sürecini de etkiledi. Böyle- ce emek kendi içinde bölünerek yeni­den yapılandı ve değişik konum kazandı. Böylece emek süreci karmaşıklaştı ve beyaz yakalı emek (özellikle enformal a- lan) giderek üretim ve dolaşım sürecine egemen oldu. Emeğin bu yeni şekillenişi, daha önce belirttiğimiz gibi çalışanlar ü- zerinde niteliğin (kalifikasyon sürecinin) düşmesine yol açmıştı. Bu sadece prole­taryanın değil insanlığın da bazı ortak değerlerinden kopuşu anlamına geliyor­du. Bunu daha önce Harry Braverman doğru bir tarzda ‘niteliksizleşme’ süreci olarak açıklamıştı. (H. Braverman; 1976) Böylece niteliksiz veya yarı nitelikli e- mek gücünün toplumsal rolündeki artı­şın yaygınlaşması, nitelikli emek gücünün rolündeki bir kırılma anlamına gelecekti doğal olarak. Ancak bu kırılma dönem­sel sürecin görünebilir bir gerçeğini ifa­de ediyor olsa bile, yukarıdaki anlatımda ifadesini bulan bir tarzda kendini yeni­den niteliksel olarak üretebilecek güç ve enerji birikimini içinde taşımasını orta­dan kaldırmadı. Başka bir boyut şu ger­

— yol-------------------------------------------

çeği de ortaya çıkarmıştır; kapitalizmin iç çelişkilerinden birini de yansıtan, tek­nik yenilenme ile iş gücü arasındaki çe­lişkinin derinleşmesi, niteliksizleşme sü­recinin bir sınırı olduğunu göstermiştir. Bu önemli bir uğrak noktasıdır. Çünkü sürecin son noktaya gelmesine yol açan dinamiklerin açığa çıkması, bir yerde sü­recin tersine dönmesinin parametreleri­ni de göstermektedir. Tarihsel maddeci­liğin insanlık tarihinden çıkardığı en te ­mel sonuçlardan birisi şudur; her yeni gelişme belirli bir doyum noktasından sonra kendini yeni bir sürece bırakır. Bu olumsal bir dönüşüme de tekabül eder, olumsal olmayan bir dönüşüme de...in­sanda olan düşünce ve duygu özneleri ne kadar kaybolmuş veya sınırlanmış o- lursa olsun, onu yeniden var edecek ve üretecek imkanların hem kendi ellerin­de bulunması hem de beyinlerinde saklı olması bu varlığın diğer canlılardan üs­tünlüğüne işarettir. Bunun başarılması­nın yegane teminatı (tek olmasa da) proletaryanın sınıf konumundan iieri ge­len temel karakterinde saklıdır. Yukarı­daki bu anlatımla birlikte ortaya çıkan tabloda şu varsayılabilir; yeni sınıf güçle­rinin kapitalist yapının içinde varolan bu gerilim noktalarının niteliksizleşme sü­recinden yeni bir nitelik sıçramasına yol açan dinamiklerin önünün açılmış olma­sı ortak bir kabule dayanmayı gerektirir. Bu ise kısa vadede olmasa bile, sübjektif etkenlerin çözümünün hızlanmasıyla (yani bilinç ve örgüt formlarında) birlik­te orta ve uzun vadede yeni sıçrama o- lanaklarının artması demektir.

Bilindiği gibi yeni üretim stratejisi dö­neminde, sermayenin vasıflı emeğe olan gereksinimi azalarak devam etti. Çünkü sermaye, bir yandan üretim kapasitesi-

__ 138

Page 140: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

nin değişmesi ve istihdama dayanmayan birikim stratejilerinin egemen olması ile vasıflı emeğe duyulan gereksinim zayıfla­dı, başka bir deyişle vasıflı emeğin yerini teknik araç ve gereçler aldı, bir yandan ise yaygınlaşmakta olan nitelikli işçilerin bilgisine eskiye oranla daha az bağımlı hale geldi. Böylece bu süreç, sermayeyi aynı zamanda zorlayan bir süreç anlamı­na da gelecekti. Çünkü menajerlere ve teknik kadroya bağımlılık onu zorlayan bir süreç de demektir. Galbraith’in de­diği gibi ‘tekno yapıların’ yaygınlaşması veya menajerlerin hiyerarşik yapısının güçlenmesi, sermayenin ilerlemesinin de temel taşını oluşturuyordu. Bu durumda üretim sürecinin hızı veya üretim akışı­nın devamı, zorunlu olarak bu menajer veya teknisyen yapılarla daha geniş çalı­şan sınıfın arasındaki işbirliğine duyulan gereksinmeyi ortaya çıkaracaktı. Çünkü tekno yapıların emek sürecini gerçek­leştirmesi, zorunlu olarak geniş sınıf güçlerinin üretimde aktif hale gelmesine bağlıdır. Bu durumda işçi sınıfının üret­ken çabası, iş gücünün toplumsal yapısı­nı daha da önemli kılıyordu. Üretim dur­du rulmayacaksa eğer, yeni emek biçimi­nin bir yandan daha aktif konum kazan­masını öte yandan bu aktif gücün üretim bilgisine sahip olmasını ve böylece üre­tim sürecinin denetimini eline almasını sağlaması demek olacaktır. Bu durum yeni emek gücünün niteliksel bir konum kazanmasına yol açan verileri biriktir­mesi ve buradan ideoloji ile politika ara­sındaki ortak kurguya geçişi daha da ko­laylaştıracak bir konumu kazanması de­mektir. İşte bu nedenlerin sınıf mücade­lesi açısından son derece önemli strate­jik bir kurgu olduğunu sanıyorum.

Bu dönemde sermayenin yapısal kri­

zi ile sınıf içindeki depresyon’un (işten a - tıima baskısı, özelleştirme, taşeronlaşma ve iş tekniği vb.) yaygınlığı, sonuçta kri­zin yükünün emekçilerin üzerine yıkıl­masına yol açtı. Yine de bu krizden 20. yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi, bugün emekçiler içinde yeni oluşum arayışları­nı tetiklemiş veya direniş cephesinde ye­ni potansiyeli açığa çıkarmış olsa bile, o- nu bir üst seviyeye sıçratmasında başarı­sız kalmasına ve kırılganlıklardan kurtul­masına yol açmamıştır. Bunun elbette i- deolojik ve politik bir dizi başka neden­lerini saymak da mümkündür.

Emekçilerin toplumsal sefaleti 20. yüzyılda, 21. yüzyılda olduğu kadar ken­di içinde ayrık, farklılaşmış ve kutuplaş­mış değildi. Elbette emek kendi içinde dün de bir farklılık gösteriyordu. Yok­sullaşma elbette geçen yüzyılda da sını­fın yakasından düşmeyen bir gerçeği gösteriyordu. Ancak bugün bu durum çok daha yaygın bir bileşke olduğunu göstermektedir. Bugün toplumsal sefa­let ortak bir bütün ve ortak bir karakte­ri göstermektedir. Çalışanı veya çalış­mayanı veya değişik emek biçimleri vs. sonuçta yaygın bir toplumsal sefaletten yakalarını kurtarabilmiş değillerdir. Bu yaygın bir hastalık halidir. Yani ağırlıklı olarak ortak dağılım dediğim bir süreç­tir bu. Bu durum bugün, bir şekilde K o ­münist Manifestoda belirtildiği gibi, kit­lesel sefalet ile emeğin toplumsal iktida­rı, birbirinden kopuk iki ayrı konumdan çok, aynı insan malzemesinde birleşme­si demektir.

Peki ama küresel sermaye bu sorunu nasıl çözmeyi planlamaktadır? Burada sermayenin stratejisine özel olarak atıf yapmak gerekir. Metropol' ülkelerde bu süreç uluslar arası sermaye tarafından

139----

Page 141: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

şu öngörüler ile aşılmak istendi;1. Merkez ülkelerde sermaye, kendi

emekçi kitlelerine Üçüncü Dünyanın se­faletini göstererek şükretmenin gerekli­liğini izah etti. Bu ideolojik ve politik söylem, ulus ötesi şirketlerin yeniden bir dünya pazarını kurmada kolaysal bir geçişi sağlamasına yaradı. Yine de bu du­rum merkez ülkelerindeki işçi sınıfının üst tabakasına (bütün sınırlılığına rağ­men), Üçüncü Dünyanın talanından bir pay aktarılmasının gerçekleştirilmesine yol açtı. Böylece merkez ülkelerde eme­ğin toplumsal iktidarını güçsüz bırakma­ya matuf bir işleve dönüştürülmek isten­di. Bunda büyük oranda başarı da sağ­landı.

2. Göçmen işçilerin merkezlerde yı- ğılışını çok iyi kullandı. Bir yandan en ge­ri ve olumsuz koşullarda ucuz iş gücü olarak göçmen iş gücünü kullanırken, di­ğer yandan işsizliğin ve yoksulluğun nedeninin göçmen işçiler olduğunu ege­men ulus işçilerine enjekte e t t i r - meyi başardı. Böylece bu ülkelerde gizli veya açık bir ırkçılığın yaygınlaşmasının toplumsal temellerini de yaratmış olu­yordu.

3. Merkez ülkelerde sermaye aktif ordu ile yedek orduyu yeniden yapılan­dırdı. İşi olan aktif ordunun, en zor ve yıpratıcı geri iş sektörlerinde kadın ve göçmen işçi (temizlik sektörü, gastrono- mi, ulaşım vb.) kullanılırken, daha vasıflı iş alanlarında bu vasfa uygun mesleki e- ğitim gören, bilimsel vasfa sahip olan e- mek gücünü kullandı. Bunlar ağırlıklı ola­rak egemen ulus işçileri içinden seçildi. Mesela vasıflı özelliklere sahip bir göç­men işçi, İş ve İşçi Bulma Kurumuna (ö r­neğin Almanya’da Arbeitsamt) başvur­

_ y o l -------------------------------------------

duğunda ona ilk söylenen şu olur; biz önce Almanları, sonra A B ülkelerinden gelen işsizleri, sonra da Üçüncü Dünya­dan gelen işsizleri öncelik sırasına göre alıyoruz. Bu durum vasıflı da olsanız fii­len size sıra gelmeyeceğini gösterir. Böylece bu alanlar yabancı göçmen işçi­lere büyük oranda kapatıldı. Bu durum merkez ülkelerdeki başka bir düzeyde ulusal işçiler üzerinde daha düşük ücret­le çalışma baskısını da beraberinde ge­tirdi veya kabul edilir bir noktaya çekti. Bunun bariz örneğini son olarak Alman­ya’da Mercedes-Chraisler verdi. İşveren hem işçileri hem de hükümeti tehdit et­ti; “ eğer maliyetleri düşürmek için çalış­ma saatlerini 35 saatten 40-42 saatte çı- karmasanız, ben de işletmelerimin bir kısmını üçüncü dünya ülkelerine taşı­rım!” Gelişmeler yalnız bu örnekle sınır­lı değil. Bu yaygın bir politikayı ifade edi­yor. Böylece bu yeni strateji, ücretten ziyade işinden olmama baskısı ile paralel olarak geliştiriliyordu.

4. Böyle bir gelişme merkezlerdeki sınıf direnişlerini de doğal olarak olum­suz etkiledi. Çünkü metropol ülkelerde­ki emekçi sınıfların daha alt ve zayıf ke­simi, hem krizin sonuçlarını daha derin­den yaşadı hem de bu kesim parçalan­mış bir şekilde toplumsal gücünün zayıf­lamasına yol açtı. Bu alanda olumsuz o- larak sendikalar özel bir rol oynadı. Ö- zellikle sosyal demokrat iktidarlar döne­minde Ajanda 2010 saldırısında olduğu gibi (Almanya’da SPD ve G R Ü N koalis­yonu tarafından gerçekleştirilen reform paketi denilen saldırılar) iktidar payan- dalığı yaparak, sınıfın radikalleşme dina­mizmini reformize etmede özel bir işlev gördü. Bu anlamda hem toplumsal gücü­nü elinde bulunduran hem de iş koşulla-

140

Page 142: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

rı ile yaşam düzeyini koruyan bu emek­çi kesimler, toplumsal direnişe yönelim­de tutuk ve karamsar kaldılar. Bunun bir başka sonucu da şu oldu; emekçi sınıfla­rın en yoksul kesiminde, işsizliğin veya az ücretle çalışmanın esas nedeni, ya­bancı göçmen işçilere çıkarıldı ve bu burjuva propagandası etkili oldu. Böyle- ce bu kesimde güçlü bir yabancı düş­manlığı oluştu, hatta giderek ırkçılığın güçlenmesinin toplumsal temellerini e- sas olarak bu yeni yoksullar oluşturdu. Geçen yüzyılda Hitler faşizminin top­lumsal temellerinin bu emekçi yoksullar olduğunu geçerken bir anekdot olarak hatırlatmaya gerek var mı bilmiyorum.

İlkini ağırlıklı olarak kadın iş gücü ve göçmen işçiler oluşturmuştu. Ücretleri diğer üyelerine göre daha düşüktü. Dengeleyen ek gelir olanakları düzen kurumlan tarafından yeni yasalar çıkartı­larak denetlenir hale getirilmişti. Bu du­rum yerleşik işçilerin ücret artışlarını ve bunun için grev dahil diğer mücadele bi­çimlerini etkisizleştiriyor ve dengeliyor­du. İşverenler “ dışarıda senin istediğin ücretin yarısına çalışacak milyonlar var, üstelik biz kazanamadığımız için firmayı kapatabiliriz...” gibi tehditkar argüman­larla bu denge sağlanıyordu. Özellikle son bir yılda taşeron firmalar (leiht fir­malar) öyle yaygınlaştı ki, geleneksel ola­rak örgütlenmiş üretimin organik yapısı­nı tümden bozdu. Hatta sağlık, eğitim, demiryolları veya hava alanları gibi ku- rumların değişik bölümlerinin tümü a- dım adım bu taşeron firmalara havale e- dildi. Eskiden yer yer değişse de 12 ile 15 Euro olan saat ücretleri 5 veya 6 Eu- ro ’ya indirildi. Üstelik sosyal haklardan yoksun olarak. Kabul edilmediği nokta­da rahatlıkla kapı gösteriliyordu. Bu po­

litikalar ya sendikalar ile birlikte götürü­lüyor ya da bazı “ ilerici” sendikaların göstermelik günü kurtaran bazı açıklama veya balonlu yürüyüşlerle idare ediliyor­du.

Böylece daha önce emek sürecinde oluşan ayrık konumlar giderek eşitlene­bilecek bir eğilim sürecine doğru evril- meye başlandı. Sadece göçmen emeği değil, yerleşik iş gücü de artık durumun feci olduğunu görmüyor değil. Ancak buradan ortak bir direniş hareketinin yarattığı toplumsal potansiyelin varlığına karşın, (çünkü eğilimler ile yaşanan so­mut gerçeklikler her zaman paralel bir gidişi öngörmez) ortak bir direnişin bu­gün için bu merkez ülkelerde olası bir büyüme içinde olduğunu varsaymak çok iyimser bir tablo çizmek anlamına gelir. Gerçekten küresel kapitalizmde üretim bireysel temel üzerinde kurgulanırken, aynı oranda işçi kesimlerini de bireysel kurtuluş yoluna sevk etmeye yol açmış­tır. Bu ise toplumsal çürümenin derin­leşme eğilimini göstermektedir. Bundan çıkışın elbette tek nedeni yoktur, ama e- sas nedeni sübjektif etkenlerdeki olum­suz varoluşa ve bu varoluştaki kırılgan­lıklara bağlamak mümkündür. Çünkü buradaki en büyük sorun, bu ülkelerde sınıfla güçlü bağları olan, ama aynı za­manda politik duruşunda sağlam bir ide­olojik zemine oturan öncü yapıların yokluğudur. Stratejiler çökmüştür. So­runun odak noktası da zaten burasıdır. Sendikalarda ise durum tam bir facia. Sı­nıf özünü ve ruhunu kaybetmiş yapıların yeniden enerjik bir ruh kazanması, kri­zin derinleşmesi ile birlikte krize alter­natif yapıların ortaya çıkmasına bağlı ola­rak düşünülebilir. Elbette burada salt stratejik bir kurgu yetmez, aynı şekilde

----------------------------------------- 141-----

Page 143: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

devrimci bir iradenin rolüne de atıf ya­pılabilir. Bunun yakın erimde olmasa da orta erimde gerçekleşmemesi için el­bette hiçbir bir neden yoktur.

III. Üçüncü Dünya Ülkelerindeanti kapitalist m ücadele vedirenişlerKüresel kapitalizm, görülmemiş dü­

zeyde dünyanın en ücra köşesine kadar kapitalist ilişkileri yaygınlaştırdı. Bu ilişki salt kapitalizmin ekonomik yasalarını de­ğil, aynı zamanda yeni emperyalizmin i- deolojik, politik ve kültürel değerlerinin de yaygınlaştırılması demektir. Böylece doğu ülkeleri olarak tanımlanan Üçüncü Dünya ülkeleri, kapitalizmin pençesi i- çinde büyük bir parçalanmaya uğramış, adeta bu ülkelerin maddi ve manevi bü­tün değerleri talan edilmiştir. Üçüncü Dünya çökertilmiştir. Unutulmamalıdır ki her çöküş kendi dirilişi ile birlikte var olur. Şimdi bu ayağa kalkışın geçişsel kri­zini yaşadığımızı belirtebiliriz.

Burada sorunun konumuz ile bağlan­tılı olan yanı, sınıf mücadelesi paradig­masıdır. Gerçekten kapitalizmin en ücra noktalara kadar nüfus etmesi, bu ülke­lerde anti kapitalist mücadelenin oluşma koşullarına ivme katıp katmamış olması veya sürecin olgunlaşmasına neden olup olmadığı sorunu önem taşır. Burada ö- nemli olanın sınıf mücadelesinin olgun­laşma zemininin artan oranda gelişiyor olmasının görülmesidir. Kuşkusuz bu imkanların giderek güçlenmesi, elbette modern anlamda anti-kapitalist mücade­lenin doğrudan kendisi olduğu anlamına gelmez. Başka bir deyişle mücadelenin maddi bir güce dönüşme potansiyelinin yaratılmış olması, mücadelenin örgüt­

— yol-------------------------------------------

lenmesi, katılım güçlerinin programa ka­zanılması ve taktik dövüşün gereklerinin yerine getirilmesi gibi türdeşleşen eği­limlerin kendisi demek değildir. Bu süre­cin önünde duran eksikliklerin çözümü demek, aynı zamanda bugün, düne göre çok daha olgun bir düzeyin yakalandığını söylemek demektir. Bunun asla bir a- bartma olmadığını varsayabiliriz.

Aynı zamanda bu sorunun çözüm o- lanaklarında ilerlemek demek, bir şekil­de mekansal bir özneyi de işin içine kat­mak demektir; elbette anlatmak istedi­ğim coğrafi bir mekan olarak Üçüncü Dünyanın içinde bulunduğu koşullara dikkat çekmektir. Çünkü bu mekansal varoluş biçimi, yani çelişkili olan bu va­roluşun kendisi, aynı zamanda karşı tep­kinin üretilmesinde ortak bir maddi gü­ce dönüşümün bütün olanaklarını kendi bünyesinde barındıran bir mekansal va­roluş anlamına gelmesi demektir. G e r­çekten Üçüncü Dünya, salt coğrafi bir kavram değil, başka bir yanıyla ideolojik ve politik bir oluşumu da ifade eder. Ka­nımca yakın vadede umut, çeper ve yarı çeper dediğimiz batı dışındaki toplumsal yapılardan, dolayısıyla tam anlamı ile bu ülkelerde bir insanlık trajedisine dönü­şen emekçi sınıfların yaşamındaki alabo­radan çıkacak gibi görünüyor. Salt bu noktada güncel bir örnekten yola çıksak bile, bu bizim düşünce yapımızı doğrula­yan bir kanıt gibidir; elbette Irak direni­şinden bahsediyorum. Özellikle kimse­nin yakın vadede umut ve tasavvur bile edemediği Irak’taki Arap emekçilerinin işgalci güçlere karşı amansız direnişi, bu umudun boş olmadığını gösterdi. Üç beş ay gibi kısa bir dönemde son derece bi­linçli bir tarzda hedeflere vurarak orta­ya çıkan direniş, özellikle Felluce direni-

142

Page 144: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

şi gibi sayısız direnişler, bu umudumu­zun hem boş olmadığını hem de umutsal çıkışın neden doğunun emek güçlerine geçtiğinin en somut örneğini ve kanıtını göstermesi bakımından öğretici olmuş­tur. Vietnam direnişinin hazırlanışı bile yılları almışken, Irak emekçilerinin dire­nişinin bu kadar kısa bir dönemde bu derece yaygınlık göstermesi hem ezilen­lerin öfkesinin büyüklüğünü hem de için­de yetenek ve beceri taşıyan özellikleri­ni göstermesi bakımından anlamlıdır. Fi­listin ve Irak direnişi, Arap kalkışmasının bir göstergesi olsa bile, daha önemlisi A- rap uyanışının da yeni bir göstergesi, hatta geçmiş tarihsel kırılmanın aşılabile­ceğine ilişkin ciddi bir kanıt olması ger­çeğinin de açığa çıktığı tarihsel bir ö r­nektir. Gerçekte bu ve buna benzer di­reniş dalgaları bir süreden bu yana ü- çüncü dünyanın çeşitli ülkelerinde ve bölgelerinde lokal düzeyde de olsa de­vam ediyordu. Şiddetli toplumsal çatış­malar Latin kıtasından, Ortadoğu ve iç Asya’ya kadar bir dizi ülkede somut ola­rak yaşandı ve yaşanıyor.

Bu direnişlerin ortak özelliği, sınıf mücadelesinin karakterinin temel özel­likleriyle yakınlık ve benzerlik gösterme­sidir. Bu karakterin belirleyici özelliği, direnişin temelini büyük oranda yoksul halkların, yani işçi sınıfı ve emekçilerin oluşturuyor olması gerçeğidir. Yani şeh­rin ve kırsalın yoksulları. Direnişin ken­disini hiç kimse, politik veya ideolojik o- larak sosyalizmden esinlenmemiş olma­sından hareketle, yok sayamaz veya ö- nemsemezlik edemez. İdeoloji, kültür veya politika birer üst yapı özneleridir. Nesnel yapılardan bu öznelere geçişi kolaylaştıran esas neden, emekçilerin i- çinde bulunduğu bu koşullar ve bu ko­

şullarla birlikte karşı devrim güçlerinin çözemediği kriz ortamıdır. Demek ki e- mekçi halkın bu üst yapı özneierine ge­çişini sağlayacak esas öğelerden birisi de, sınıfın öncü güçlerinin becerisi ile ta­mamlanacak bir çevrimsel harekete bağ­lı olacağıdır. Elbette burada klasik mo­deller aramanın fazla bir anlamı ve ge­rekliliği olduğunu sanmıyorum. Bu ortak özellikleri tekrar etme pahasına da olsa yeniden şöyle toparlamak mümkündür; bu toplumsal çatışmalar, büyük ölçüde kaynağını proletaryanın yaşam ve çalış­ma koşullarından alıyor. Çünkü onda var olan toplumsal olan bu güç ile kitle­sel yoksulluk arasındaki temelli olan bu dengesizliğin çözümü, bu sınıf güçlerini artık bugünden itibaren harekete geçir­mesinde ve örgütlenme yeteneklerinin açığa çıkarılmasında önemli bir vurucu öğeyi oluşturmaktadır. Burada önemli olanın yoksulluğun yarattığı toplumsa! fay hatlarının hangi ölçüler ve hangi bi­çimler içinde toplumsal bir güce dönüş­türülebileceği sorunudur. Dolayısıyla var olan bu dengesizliğin çözüm yolları­nı göstermesi bakımından son derece ö- nemsenmesi gerektiğidir. Kanımca bu dengesizliğin çözüm anahtarı tek olmasa da esası şudur; yoksulluk veya yoksun­luklar bütünü tek başına asla toplumsal bir gücü ifade etmez. Onun özünde olan ve bünyesinde biriktiren yoksulluğun bu güç potansiyelinin açığa çıkarılmasının tek yolu, ideolojik bir bilincin içine yer­leştiği ve politik bir örgütsel yapının o r­tak hareketine geçişin sağlanabildiği ko­lektif bir hareket yapısının kurulmasıdır. Bu olmadan toplumsal güç formu ile bu forma geçişin esas nedeni olan yoksun­luklar arasındaki dengesiz ilişkinin çö­züm yolları da olanaksız ve kapalıdır. Bu

143 —

Page 145: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

başarılabildiği oranda, ortada olan bu dengesiz tablonun aşılması da mümkün hale gelecektir. Böylece çözümsüzlüğün kendisi bu çözümün içinde çözülüyor.

Elbette günümüzdeki bu direnişler değişik özellikler arz etmektedir. Bugü­nün direnişlerin ortak karakterinden baksak bile, kimisi fiilen işgalci güçlere karşı bir konumu ifade ederler (Irak’ta olduğu gibi), kimisi de egemen güç ilişki­lerine karşı bir öz ile tanımlanabilirler. Son derece değişken özellikleri olan ha­reket biçimleri ile karşı karşıya kalıyo­ruz. Elbette burada sistem içi kalan gö­rece daha barışçı eylem biçimlerini atla­yarak genel bir tanım yapmaya çalışıyo­rum. Ama yine de bunların önemli bir kısmı (bazılarını dışta tutarak söylersek, mesela Kolombiya’daki FA R C ’ın direnişi gibi) anti kapitalist, dolayısıyla anti em­peryalist anlamda bir sınıf direnişinin dü­zeyini ifade etmezler. Bunu biliyoruz. Ancak bu emekçi halkların meşru zemi­ninde emperyalizmin ekonomik, politik ve ideolojik yıkıcı özneleri, hem içsel hem de işgal anlamında dışsal bir güç o- larak, doğrudan emekçinin yaşamını ilgi­lendiren bütün özellikleri, dolayısıyla dışsal olgunun bile giderek artık içselle­şen bir konum kazanması, bilincin geliş­mesine, devrimci anlamda karşı örgüt­lenmenin kışkırtılmasına ve savaşma ira­desinin açığa çıkarılmasına kaynaklık e- den nesnellikler toplamını ifade eder. İş­te bu nedenlerden dolayı, anti kapita­lizmle birleşen bir anti emperyalizm sü­recinin oluşma zemini (ki bunlar asla birbirinden ayrılamazlar) giderek olgun­laşmakta ve bu durum gelecekteki yeni tarz bir modern sınıf mücadelesinin şartlarını hazırlamakta veya yaratmakta­dır. Altını çizerek söylüyorum; bugün ve

— yol-------------------------------------------

gelecekte modern sınıf kavgası eski tar­zın aşıldığı ve yeni biçimlerin devreye girdiği bir tarzı öngörmekte ve dayat­maktadır. O nedenle hiç kimse eski bi­çimleri aramasın. Bulması da zordur ar­tık.

Kuşkusuz bu direnişleri karşı devrim güçleri, merkez ülkelere göre daha ko­lay bastırmak veya onu elimine etmekte çok daha güç bir durum ile karşı karşı­yadır. Bunun nedeni, bu ülkelerin mer­kez ülkelere göre sisteminden ileri gelen zaaflarıyla açıklanabilir. Doğu ülkelerin­de sistem kurumlarının yeterince otur- mamışlılığı, başka bir deyişle halkın ken­diliğinden bilincinde düzenin meşruiyeti­ni yitirmiş olması vs. gibi bir dizi parali- ze olmaya açık bu yapılar ve denetimde­ki görece bu zayıflılıklar, koyulan yasak­ların daha kolayca delinmesini veya aşıl­masını sağlayabilmektedir. Neredeyse ülke nüfusunun tümüne yakını kitlesel yoksulluk içinde bulunuyorsa, bu yok­sulluğun yarattığı karşı tepkileri frenle­mek daha güçtür ve her zaman silah zo­ru ile zapturapt altına alınmasını güçleş­tirir. Bir düzeye kadar zor yolu ile faşist otorite sağlanmış olsa bile, bu asla düze­nin meşruiyetininin sağlanmış olması de­mek değildir.

Elbette aym insan malzemesinde bil­lurlaşan bu dağılım, aynı zamanda eşitsiz bir dağılımdır da. 20. yüzyılda görülen mekansal dağılış, yani birbirinden farklı gelişme eğrileri veya farklı kutuplaşma eğilimleri, şimdi ağırlıklı olarak tersine dönerek, hala farklılıklar bir düzeye ka­dar korunuyor olsa bile, bu giderek or­tak bir dağılıma dönüşme eğrisini yarat­mıştır. Böylece dünyamız adeta kitlesel yoksulluk, açlık veya işsizlik gibi olgular bütünü içinde ortak bir varsayıma dö-

__ 144

Page 146: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

nüşmekte, hatta bu gelişme yeni emper­yalizmin insanın soykırımına yol açacak düzeydeki baskısı ile yeni bir derinleş­menin boyutlarını göstermektedir. O nedenden dolayı buna sınıf yapılarının ortak dağılımı diyorum. Aslında bu du­rum gelişmenin dinamiklerini açığa çıka­rabilecek en önemli göstergedir. Böyle- ce Üçüncü Dünyadaki aşırı sefalet, ser­mayenin meşru zeminini hemen hemen geçersiz kılacak ve onun alanlarını kısıt­layacak bir düzeye yükselmesinin sebe­bini de doğal olarak buradan çıkarıyo­rum. Bu aynı zamanda düne göre farklı bir süreçler toplamı da demektir.

Bu ülkelerde önemli noktalardan bi­risi de, ulusal burjuvazinin ulusal anlam­da ‘devrim yapma’ güç ve özlemini ö- nemli derecede yitirmiş olmasıdır. Bu, bir yönüyle “ devrimci ulusal burjuvazisi­nin” yüzyılının da kapanışı demektir. El­bette belirleyici bir analitik düşünceyi i- fade etmeyen, ama görece ‘ilerici’ bir konum arz eden öznel bazı örnekleri burada tartışmanın fazla bir anlamı ol­madığını geçerken vurgulamak isterim. Böylece yüzyılın kapanışının bu anlamı, i- lerici ve devrimci güç odaklarının tü­müyle işçi ve emekçi güç odakları tara­fından belirleniyor olmasında anlam bu­lur. Bu gücün ideolojik biçimi ne olursa olsun, ister dinsel ister ulusal veya etnik motifler taşısın, bu tümüyle kendini bu sınıfsal özün açığa çıkmasında bulmuş ve bu sınıfsal öz içinde değişik ideolojik ya­pıştırıcı öz ile belirginleştirilmiştir. Çün­kü bu hareketlerin ideolojik ve kültürel kurguları, sınıf yapılarının açığa çıkmış ö- zünün üzerine yapıştırılmış biçimlerdir. Bu sınıfsal öz olmasaydı veya bunlar açı­ğa çıkmamış olsaydı, bu hareketler tü­müyle karşı devrimin bir parçasını teşkil

ederdi. Kuşkusuz emekçi güçlerin şu ve­ya bu şekilde desteğini arkasına alan, a- ma politik ve ideolojik kurgusu egemen güçler tarafından belirlenmiş karşı dev­rimci hareketleri yok sayan bir düşünce­den bahsetmiyorum. Bu her zaman ol­muştur, bundan böyle de olabilir. Elbet­te bu nedenle konumuz emekçi sınıf ko­numundan bağımsızlaşmış, başka bir de­yişle egemen sınıf güçleri ile ilişkileri i- çinde oluşmuş farklı ideolojik veya poli­tik (dinsel ve etnik biçimler kazanmış) hareketler doğal olarak tartışma konu­mumuzun dışında kalan bölümlerini o- luşturur. Ama şimdilik konumuz elbette bunun incelenmesi değildir. Yine de bir cümle ile şunu belirtebiliriz; gerek dev­rimci hareketlerin gerekse karşı devrim­ci hareketlerin üzerinde oynadıkları so­mut güç, bu emekçi sınıflar ve onların i- çinde taşıdıkları güç potansiyellerinin görülmesidir. Demek ki emek gücünü arkasına alan dinsel, etnik veya cinsiyet­çi gibi bu ideolojik veya politik yapılar, devrimci bir temele oturduğu oranda direniş gücünü, gerici bir temele otur­duğu zaman da karşı devrimci manipü- lasyon sürecini oluştururlar, ama bunlar hangi biçimde olursa olsun hareketi bu sınıf yapılarının üzerine kurarak gerçek- leştirebiliyorlar. Burada önemli olan bu emekçi güçlerin, farklı kırılmalara rağ­men değiştirebilme güç ve potansiyeli­nin anlaşılır olmasını içselleştirmek ve bilince çıkarmaktır. Esas olarak anlat­mak istediğim nokta burasıdır. Elbette burada emekçi sınıfların kendi sınıf çı­karlarının nerede olduğunu göstermek ve bu sınıf bilincini işçi sınıfına taşıyabil­mek devrimci öznenin ilk elden birincil görevidir. Geçerken hatırlatmak istedi­ğim son nokta burasıdır.

_ 145 —

Page 147: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Gerek sistemin merkezlerinde kapi­talizmin sorgulanması, gerekse Üçüncü Dünyanın talanına karşı direniş odakları­nın gelişmesi, yeni olan bu sürecin ortak dinamikleri olarak okunmalıdır diye dü­şünüyorum. H er iki alandaki potansiye­lin (merkez veya çevre) ortak bir bileşi­mi körükleyecek bir süreç yaratmasının biricik temel yolunun bu sınıfsal dina­mizmin özünde bulunması, önümüzdeki sürecin programsal tasarımlarının yolu­nun açılmasına da kaynaklık teşkil etme­si açısından önem taşır. Elbette bu bu­günden onun organik bir bileşim anla­mında bir enternasyonal organın kurul­ması demek değildir. Eğer bu bağlaşma kendini ileriki vadede organik bir bağlaş­ma ile taçlandırabilirse, kapitalizmi aşa­cak yeni bir dönemin de önünün açılma­sı anlamına gelir. Bu yönüyle dünyamızın toplumsal mücadelesinin temeli, önemli derecede Üçüncü Dünya halklarının başkaldırısında bulunmasının ve bu mü­cadelede motor güç olmasının böyle ö- nemli bir rolünü düşünmeyi gerektirir. Bir yerde merkez ülkelerdeki sınıf mü­cadelesinin kıvılcımsal kaldıraçlarından birisi veya en önemlisi, çevre ülkelerin­deki emekçi halkların başkaldırısında bu­lunmasının anlamı da buradan çıkar. Bu öyle bir sorundur ki, bugüne kadar gö­rülmemiş bir düzeyde diyalektik birleş­me ve karşılıklı birbirini etkileme anla­mında temel bir öneme sahiptir. Çünkü büyük oranda gerçek öz burada saklıdır.

Gerçekte Üçüncü Dünyada oluşan toplumsal hareket, hem ideolojik-politik olarak ulusal-dinsel anlamda bir karakte­re bürünmektedir hem de toplumsal an­lamda sınıfsal bir karakter kazanmakta­dır veya bu sınıfsal bir öze dayanmakta­dır. Ancak bu hareketin önünde elbette

— yol_____________:_______________

devasal sorunlar bulunmadığı anlamına gelmez. Özellikle ideolojik boyutun kar­maşıklığı yanında politik boyuttaki stra­tejik kaymalar, hatta politik boyutun i- çinde oluşması gereken demokratik ö- zün kaybolması gibi bir dizi sorun hala ciddi düzeyde çözüm beklemektedir. Kuşkusuz bu boyutun temel eksiklikle­rinden birisi olan örgüt sorunu ise tü­müyle askıda bulunmaktadır.

Ancak bütün bu açıklamalar, elbette yeni toplumsal hareketlerin bunalımını görmezlikten gelmeye yol açmaz, açma­malıdır. Bunalımın nedeni elbette salt sübjektif anlamda iradesizlik boyutunda ortaya çıkan gelişmeler de değildir. Da­hası aile, din, etnik, bölgesel farklılıklar, dil vs. gibi bir dizi ontolojik olgunun et­rafında oluşan kümeleşmelerin veya gruplaşmaların varlığında ortaya çıkan, başka bir deyişle bütün bir toplumun kültürel yapısının bunalımı ile birlikte o- luşan süreçler toplamında ortaya çıkı­yor. Bu aynı zamanda çeperleşmenin so­nuçlarına da bir vurgudur. Görülebilen bu sonuçlar, zorunlu olarak ezilenlerin demokratik-politik devrimini yeniden gündeme getiren bir öğeler toplamıdır. Ancak buna “ ulusal” demek kolaycılığını seçmenin zor olacağını düşünüyorum. Çünkü bugünün dünyasında ulusun o r­tak referansları ve ortak özellikleri bü­yük oranda dağılmış, ulus farklı özellikle­ri aynı anda birlikte taşır olmuştur. Bu ortak ulusal referansların parçalanışını, kapitalizmin içsel konumu, yeni değişim evrimi veya yaygınlaşması ile birlikte bu­radan çıkarılabilir diye düşünüyorum. Nasıl ki kapitalizm bir dönem uluslaşma sürecini açığa çıkardıysa, bugün de küre­sel kapitalizm ortak ulusal değerlerin a- şılmasım, hatta yer yer dağılmasını da a-

146

Page 148: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

çığa çıkaran temel bir etkendir. Oysa bugün kapitalizm, ortak ulusal değerleri parçalayan ve sınıfsal özün açığa çıkarıl­masını hızlandıran bir süreci yaratmıştır. Bir noktadan sonra uluslaşma süreci kendini sınırlayarak, bu dağılan süreç i- çinde yerini yeni bir sınıfsal sürece bı­rakmaktadır. Yine de bu başlı başına in­celemeyi gerektiren bir konudur diye düşünmek gerekir.

Daha önce Üçüncü Dünyada bu ha­reketler büyük oranda dinsel veya etnik hareketler içine kapanmış bir öz taşı­maktadır demiştim. Başka bir düzeyde her ne kadar sınıfsal ayrışmanın artmış olmasına ve her düzeyi etkileyecek de­recede büyümesine karşın, yine de bu­gün için bunun statik anlamda ne sosya­list bir programı ne de sabit bir ulusal programı ifade etmezler. Tersine bunun sosyalizm hedefi ile birleşen ve iç içe ge­çen ve ruhunu oradan alan bir demok­ratik halk devrimini ifade eden bir prog- ramsal bakışı dayatması demektir. Başka bir deyişle politik-demokratik bir dev­rim programı, aynı zamanda hem pre- kapitalist ilişki ve değerler sistemini tas­fiye edecek hem de demokratik işlevleri yerine getiren bir geçiş süreçleri topla­mı ile kendini görevli kılacaktır. Kuşku­suz bu geleneksel olarak kaba bir ayrıma dayanan ikili programa (ulusal ve sınıfsal) tekabül etmez. Buradan tek başına ne asla sosyalist program temel olarak ileri sürülebilir ne de ulusal. Soruna başka bir boyutu ile şöyle de bakılabilir; sosyalist programı savunanlar bizim gibi ülkeler i- çin, sosyalist program geçiş sürecinde demokratik görevleri de üstlenirler ö- nermesine dayandırılır. Bu yaklaşım yan­lıştır. Çünkü böyle bir öneri, geçerken söyleminde ifade edilen demokratik gö­

revleri mutlak surette önemsenmez gö­revler olarak tali plana indirger ve bu yaklaşım zorunlu olarak ittifaklardan ö r­güt biçimlerine ve oradan mücadele bi­çim ve tarzlarına kadar bir dizi sorunu yanlış kurgulamaya yol açar. Nitekim bunlar sıkça yaşanmıştır. Üstelik bunu önerenlerin dövüş stratejisi hemen he­men tümüyle demokratik alanın sorun­ları üzerinde yapılmış olması, kendi için­deki çelişkili varoluşun bir göstergesine dönüşmesine de yol açmıştır. Bu da be­lirlemelerimizin haklılığını kanıtlar. Bu durum ileri sürdükleri sosyalist progra­mın somut koşullara göre çelişkisel va­roluşunu da gösteren bir belge haline gelmiştir. Başka bir deyişle hayatın da­yattığı görevler ile kitap sayfalarına yazı­lanlar arasındaki çelişkinin doğası, kaçı­nılmaz olarak yanılgılı bir stratejik vur­guya yol açmıştır. Yani şunu söylemeye çalışıyorum; bu ülkelerde literatürde iç- selleştirdiğimiz anlamı ile ileri sürülen program, ne tek başına sosyalist ne de tek başına ulusal bir program değil, te r­sine kendine özgü ortak bir birleşmeyi öngören demokratik halk devrimi prog­ramıdır, dolayısıyla geçiş sürecine özgü bir metindir. Bu kuşkusuz politik/de- mokratik bir devrim stratejisidir. Elbet­te demokratik görevlerin sosyalist gö­revlere göre daralıyor olması, tek başı­na sosyalist programı savunmaya yol a- çan anlayışın doğruluğuna kanıt oluştur­mayacağını bilmemiz gerekir.

Yapının hem geleneksel biçimler ka­zanması hem de sınıfsal ayrışmanın bir­likte yaşanması, kaos durumunun özel­liklerini gösterdi bize. Gerçi dinsel hare­ketler manevra alanı anlamında bir ge­nişleme gösteriyor olsa da, bu durum aynı zamanda bir sınırlılığın ve içe kapan-

------------------------------------------ 147 _

Page 149: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— yol

mışlığın da bir göstergesidir. Bu yönü ile toplumsal hareketler, soğuk savaş döne­minde sloganları, düşünceleri ve idealle­ri etrafında bütünleşen ve merkezileş­mesi daha kolay olan yapılara dönüşebil­mekteydi. Oysa bugün bu daha zordur. Küresel kapitalizm döneminde krizin ya­pısallığını da göz önünde bulundurursak, toplumların yaşadığı bunalım, beraberin­de zorunlu olarak ideolojilerin, siyasetin ve örgütsel yapıların bunalımına yol aç­mıştır. Bunun esas nedeni, sınıfın politik öznesini yitirmesi ile ilgili olan süreçler toplamı ile açıklamak mümkündür. Bu dönemde ideolojilerin yenilenmesi ö- nem taşır. Bunun anlamı şudur; toplum­sal yapıların karmaşıklığının çözümünü öngören yeni bir toplumsal projenin açı­ğa çıkarılmasıdır. İçinde yaşadığımız böy­le bir dünyada, alternatif projelerin kur­gulanması daha da önem taşır. Bunlar el­bette kolay çözüm paradigmaları değil­dir.

Şunun altını bir kez daha çizmekte yarar vardır; kapitalizmin yarattığı eşitsiz gelişme, çevrenin yıkımı ve uluslararası düzeyde yaşanan dramatik gelişmeler, her iki devrimci süreci birlikte etkile­mekte (merkezdeki işçi hareketi ile çev­redeki topyekün emekçi halkların hare­keti anlamında), dolayısıyla bütün farklı­lıklarına karşın, evrensel bir ortak proje ile buluşturacak dinamiklerin ortaya çık­masında oluşan birikim, bizim için umu­dun büyük referans noktalarını oluştur­maktadır. Dünyanın yıkımına neden olan kapitalizm, dünya pazarını reddetmeye götüren güçlü bir tavır alış temelinde al­ternatif bir karşı çıkışa yol açan bir biri­kim sürecini güçlendirmiştir. Ancak bu­nun temel güçleri arasındaki birlikteliğin ne somutlaşan bir ideolojik ne de politik

__ 148

programsal bir temeli bugün için açığa çıkarılmış değildir. Dünyanın muazzam çelişkili yapısına karşın hala farklılıkların büyük oranda korunuyor olması, zorun­lu olarak kapitalist pazarın rasyonalite- sindeki sonuçlar açısından, daha özgün politikaları gerekli kılmaktadır.

Bir şekilde göstermek istediğim şuy­du; insanlar bugün için etnik veya dinsel kimliklerini, vatandaşlık veya sınıf kimlik­lerinin önüne koyuyorlar. Bunun elbette bir dizi nedeni sayılabilir. Kanımca en ö- nemli nedenlerin başında şu geliyor; nesnel-maddi yaşamın paralize edilerek insan için çekilmez bir yük haline gelme­si, ekonomik ve politik kurtuluş umudu­nun bireyin öz yapısında yıkılması, bu hem toplumun parçalanmasına hem de bireyin atomlara bölünmesine yol aç­mıştır. Çünkü insan için aç ve açıkta ol­mak, düşünme kriterleri ile ortak değer­ler sisteminin yıkılmasının bir varoluşu biçimine yol açmıştır. İnsan için öncelik karnını doyurmaktır. A ç insan, sosyal ö- zellikleri ortadan kalkmış ve hayvansal sürecin girdabına sokulmuş olan her­hangi bir varlıktan başka bir şey değildir. Düşünemez varlık olması demektir bu. Bireyin parçalanışı gerçekleşebilir olan umudun da parçalanışıdır. Böylece nes­nel olan sömürünün insanlığın yakasın­dan sökülüp atılmasına dönük kurtuluş umudu, gerçekliğe tekabül etmeyen so­yut bir manevi umut dünyasına, başka bir deyişle soyut dinsel inanış biçimleri­ne dönüşü yeni baştan egemen kılmaya yol açan nedenlerin başında bu gelir. Y i­ne de bireydeki bu maneviyat umudu, soyut bir dünyasal varoluş içinde somut bir gösterge olmaktan çıkmadı. Ama in­sanın günlük yaşamının çıplaklığı ve kar­nını doyurmak zorunda olması, tümüyle

Page 150: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

insan varlığında her an somut olarak çö­zümlenmesi gereken nesnel bir varoluş­tur. Dolayısıyla soyut dünyadan somut dünyaya dönüş, gerekli araçlar devreye sokulduğunda çok daha kolaysal bir ge­çişi ifade eder. Elbette bugün durum bu iki yapı arasındaki kopuş ve kırılmalarla anlam kazandığı ortak bir kabule daya­nır. Somut varoluşun bu göstergeleri ü- zerinden üst yapı formlarına geçişte bu­gün, başka bir deyişle kültürel değerler anlamında bir varoluşu kolayca kuracak olan bu geçişte, ne yazık ki hareket ba­şarısızlığa uğramıştır. Ve böylece bu par­çalı ilişkide manevi dünyaya dönüşün o r­tak parametrelerinde buluşma eğrileri sınıf kimliğinin görünmez kılınmasına yol açan esas etkenlerin başında gelmesinin nedeni de budur. Ancak krize çözüm ö- nerilerinin bireyin beyninde parçalanışı, ikna edici kanıtların yıkılması ve yaşanan süreçlerin umutsuz tablosu vs. insan kimliğinde yeni baştan manevi dünyaya dönüşü kışkırtan parametreler olması­nın esas gerekçeleri haline gelmesi ne yazık ki günümüz varoluş biçiminin esas göstergesi olmuştur. Çünkü kurtuluşa duyulan umutsuzluğun kendisi, yine in­sanın kendisi tarafından yapılmış olan tanrı katındaki manevi kurtuluş umudu­na sarılmanın esas gerekçesi haline gel­miştir. Yine de en zor koşullar içinde dahi insan kendi gerçekliği içinde mutlak surette yeni bir umut kapısı açmıştır her zaman. İşte bugün bu sahte umut kapısı tanrıya sığınan manevi dünyanın tam da kendisidir. Bu gerçek, varoluş umudunu ortadan kaldıran değil, bugün onu sınır­lamış olsa da, tersine bu umudu besle­yen birikimleri asla yok saymaz. Geçişin parametreleri dağılmış olsa da, bunları yeniden var edecek süreçler olduğu gibi

duruyor, hatta derinleşerek duruyor. Burada önemli olan bu geçiş sürecinin i- çinde somut olarak var olan bu bağlantı­lı parametrelerini yeniden nasıl inşa ede­ceğimiz sorununu çözebilmektir. Ç ö ­züm aslında bu çözümsüzlüğün içinde saklıdır. Çözümsüzlüğün çözümü dedi­ğim budur.

Elbette dinler her zaman o günün dönemsel koşulları içinde olumlu veya olumsuz bir siyasal rol oynamıştır. Bu anlamda dinler her zaman esnek olabil­mektedir. Mesela burjuva devrimleri bir dönem batıda Hristiyanlığın desteğini a- labildi. Böylece çağdaş kapitalizm yapı­lanmasında, özellikle din politikanın yanı sıra ideolojik bir rol de oynadı. Yakın dönemde (1945 sonrası sömürgelerin parçalanışı sürecinde) mesela Latin A- merika ülkelerinde, aynı din (Hristiyan- lık), ulusal halkçı kurtuluş hareketlerine destek verdi. Dinsel kurtuluş teolojisi, bir yerde bu devrimin destek gücünü bi­le oluşturdu. Oysa şimdi batının katolik veya protestan hareketleri, Üçüncü Dünyanın emekçi direnişlerine karşı ırk­çı bir konum içinde bulunmaktadır. Da­hası bu hareketler hemen hemen tü­müyle sermayenin kontrolü altında bir işlev görmektedirler.

Islami akımlara gelince; özellikle 19. yüzyıldan itibaren Arap ve Müslüman coğrafyasında başarısızlığa uğrayan bur­juva devrimleri, dinin kendi yapısal öz­nelerinde ortaya çıkan reform hareket­lerini başarısızlığa uğratmıştır. Bu dö­nemden itibaren dinin yeniden yorum­lanması azamete uğrayarak, bir sanayi devriminin yaşanmamış olması bu top- lumların katı kurallarını esnetmesinde başarısız kalmasına neden olmuştur.

149 —

Page 151: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Üçüncü Dünyada kapitalist yayılma­nın yıkıcı etkisi, ikinci savaştan sonra ye­ni çağdaş hareketlerin (özellikle ulusal motifli) kitlesel bir desteğini alırken, ha­reket hiç de devrimin ideolojik ve siya­sal hedeflerini başaramadığı için (neden­leri ayrı ayrı olsa da), dönemsel değişim süreçlerinin yarattığı boşluktan radikal islami hareketler boy verdi ve güçlene­rek gelişti. Ulusal devrimci hareketlerin bu başarısızlığının arkasından, dinsel ha­reketler yanında 'etnik’ hareketlerin de güçlenmiş olmasının nedeni bu analitik yaklaşımdan çıkar. Özellikle bu hareket­ler Balkanlarda ve Kafkasyada etkili oldu bir süre. Bir yerden sonra yönetici ege­men güçler, hatta emperyalist merkez­ler çıkarları gereği bu hareketlerin bir kısmını manüpilasyona uğratmaktan ve kışkırtmaktan çekinmedi.

Dünyada bugün var olan büyük dinle­rin hemen hemen tümüne yakını ulus ö- tesi sermayenin denetimi içinde ortak bir rol oynamaktadır. Burada önemli de­recede hala ayrık bir konum içinde kalan İslamın büyük gövdesi, öze! olarak ince­lenmesi gereken bir yapıyı ifade eder. İs­lam ülkelerin konumlarına göre ikili bir yapı gösterse de, yani bir yanıyla ulus ö- tesi sermayenin çıkarlarına koşulmuş bir araba görevi görürken, hala bu görev­den kendini soyutlayan bir kısım islami akım, eski, katı ve gelenekçi yapısını ko­ruyan bir rol ile de tanımlamak olasıdır. Bu ise yer yer anti batıcı bir konum için­de radikalleşen siyasi bir harekete dönü­şebilmektedir. Esneme İslamda diğer büyük dinlere göre çok daha sınırlıdır. Küresel sermayenin, özellikle A B D ’nin damgasını vurduğu bir sermaye hareke­tinin amacı, Ortadoğu’da var olan İslam ülkelerinin Y D D içinde İslami yeniden

— yol____________________________

“ reforme” etme veya ılımlaştırma çaba­sının özü, İslami tümüyle ulus ötesi ser­mayenin çıkarlarına uyumlaştırmak ha­reketi olarak okunmalıdır. Burada Tür­kiye’ye özel bir rol verilmek istenmesi­nin sebebi de budur. Bu program Büyük Ortadoğu Projesi (BO P ) içinde ele alın­maktadır bugün. Ancak bu konumuz dı­şında ayrı bir incelemeyi gerektirmekte­dir.

IV. Devrimin m erkezi veÜçüncü Dünyadadevrim sorunuDaha önce şöyle bir belirleme yap­

mıştım; batı da işçi sınıfının reel koşul­lardan kaynaklanan değişim öznesinde ortaya çıkan kırılganlığı ve bu kırılganlı­ğın nedensel ortak bileşkeleri, devrimci sürecin önemli derecede batıdan doğu­ya kaymasına neden olmuştur. Elbette buna ekonomik ve tarihsel olduğu kadar ideolojik, politik, kültürel vs. gibi bir di­zi neden sayılabilir. Ama daha önemlisi batı emekçisi, bütün bu nedenlerin bir yerde ortak toplamı olan “ insansal kri­zin” parametreleri arasında ortaya çıkan bunalımı, özellikle batı insanı için söyle­mek gerekirse; kendi varlığını ötekinin ezilmesi ve sömürülmesinde bulan kolo- nileşen bir kültürel varoluş, bu sürecin batıda daha da olumsuz olarak etkilen­mesine yol açmıştır.

Batıda insan büyük oranda ruhunu (insansa! ruh) kaybederek bencilliğin gir­dabı içine sokulmuş, dolayısıyla kendini dünya insanlığından ayırarak “ moderniz- min temsilcisi” gibi yanıltıcı bir konuma oturtmuştur. Kendisine dışardan empo­ze edilen bu sahte bilinç, onun gerçekli­ğine adeta inandırılmış bir durumu gös-

__ 150

Page 152: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

termektedir. Bö/lece batı insanı ağırlıklı olarak rasyonel aklın esiri olarak kendi­ni “ medeniyetin” tek yaratıcısı olarak görmüş ve buradan kendi varoluşunu “ üstün ve zeki insanlar” topluluğu ola­rak tanımlamıştır. Bu bir sömürge kültü­rüdür. Elbette bu ve benzer düşünce ya­pıları sonuçta yeni ırkçılığa yol açacak o- lan (üstün uygarlıkta yaşayan topluluklar olarak görülen bir anlayışın esiri olarak) teori ve pratiğine kolay geçişi sağlayabi­lecek ve “ zeki ve efendi insan” söylemi­ni kendi yapısında içselleştirerek büyük ulus şovenizminin kimliği ile bütünleş­meye yol açacak bir özne haline getiril­miştir. Çünkü aklın rasyonel mantığı ve bu mantığın içine giydirilmiş yeni tekno­lojinin ortaya çıkardığı yaşam, insanda o- luşan manevi değerleri aşındırarak ö- nemsiz hale getiren ve bu süreci adeta matematik denklemleri gibi hayatı salt pozitivizm ile açıklayan bir süreçler top­lamı olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise dı­şında cereyan eden dünyanın hem gö­rülmesini engelleyen hem de onu kü­çümseyerek kendine tabi kılan bir man­tığın egemen kılınmasına yol açmıştır. Çünkü kendisinin var saymadığı her şey yanlış ve reddedilmeyi gerektirmekte­dir! Toplumsal rkçılığa yol açan meşru ve yaygın olan bu temel ne yazık ki bu­radan türetilmiştir. Kuşkusuz bu düşün­cenin şu veya bu şekilde bilinç altına yerleşmesi demek, bu düşünce etrafında kümelenen insanların, bütünüyle ırkçı veya sosyal ırkçı örgütlenmeler içinde olduğu anlamına gelmez. Ama batıda bu düşüncelerin özneleri daha çok sosyal demokrat veya Hrıstiyan demokrat gibi “ modern veya çağdaş” partiler tarafın­dan biçimlendirilmekte ve yönlendiril­mektedir. Aradakiler sadece demokrasi

çeşnisini oluşturan figürlerdir. Demek ki potansiyel olarak dışlanan göçmen eme­ği üzerinden, ırkçı düşüncelerin toplum­sal olarak bir yaygınlık göstermesi batı insanını saran yeni bir salgın hastalıktır. Buna ben batının hastalıklı bünyesinde ortaya çıkan “ modern virüsü” diyorum.

'k 'k 'k

Bu durum ister istemez batıda dev­rimci sınıf hareketini olumsuz etkilemiş hatta bozmuştur. Başka bir deyişle batı­da devrimci özneler, kendi toprakların­daki bu bulaşıcı hastalığa karşı gerçekçi bir eleştiri getiremedikleri için, toplum­sal yapıya bulaşan bu virüsü de tedavi e- debilmiş değillerdir. Hatta batının ilerici yapıları bile, modern virüs olarak bünye­ye giren ve ağır seyreden bu hastalık hakkında doğru bir teşhis koyduklarını doğrusu sanmıyorum. Bu durum düşün­ce yapılarından politik bütün yapılara ka­dar bünyede ortaya çıkan felçleşmenin de esas nedeni diye düşünmek gerekir. Dolayısıyla hastalığın atlatılması zorlaş­makta, tersine giderek daha bir yaygınlık kazanmaktadır. Bu durum sınıf mücade­lesinin içine de bulaşıcı bir tümör gibi girmiş ve hareketi felç etmiştir. Bu veri­lerden dolayı şimdilik devrimci sınıf ha­reketinin mekansal bir değişim süreci i- çine girmiş olmasının anlaşılır nedenini buradan çıkarabiliyoruz.

Devrimci sürecin mekansal değişimi­ni, başka bir anlatım ile batıdan doğuya geçişinin bazı ekonomik ve politik ne­denlerini elbette unutmamak gerekir. Daha önce bunu emek sürecindeki deği­şimler ile izah etmeye çalışmıştım. Şimdi devrimin merkezsel sorunun inceleme-

------ -----------------------------------151-----

Page 153: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ye çalışacağım. Bunları belli başlı birkaç noktada toplamak mümkündür;

1- Her şeyden önce batı a işsizlik ve yoksulluğun Üçüncü Dünyaya göre kı- yaslanamaz bir düzeyde olması, yani do­ğuya göre göreli bir olumluluk taşıması, işçi sınıfında istikrarlı bir direniş süreci­nin baltalanmasına yol açmasına ve bu aynı şekilde sınıf bilincini de frenleyen ve örgütsel yapıyı parçalayan bir rol oyna­masına neden olmuştur.

2- Kapitalist manipülasyon’un yoğun­luğu, batı devletlerinin ‘istikrarlı’ olarak varlığını koruması ve buna karşın Üçün­cü Dünya ülkelerinin istikrarsız örnekle­ri vs. ile karşılaştırıldığında, batıda emek­çiler ne yazık ki kendi “ ulusal devletini” sahiplenilmesine yol açan ciddi bir kırıl­maya yol açmıştır. Batının her emekçisi bugüne kadar her yıl en az bir defa her­hangi bir Üçüncü Dünya ülkesinde tatili­ni geçirmiş olması veya birçoğunu da TV kanallarından izliyor olması, sahte bilin­cin derinleşmesinin neden somut bir gösterge haline geldiğine işarettir. Bu ül­kelerdeki aşırı sefalet, savaşlar ve hasta­lıklar gibi toplumsal yıkımlar, kendi ko­numu ile kıyaslamaya ve karşılaştırmaya yol açmış ve bu durum onun değiştirici özünü olumsuz olarak etkilemiştir.

3- Emekçilerin büyük bir kısmı, gele­ceklerinin kendi elleri üzerinde kurula­cağı inancını büyük oranda kaybetmiştir. Bu durum materyalist felsefe ile ideolo­jik ve politik kurtuluşun programına me­safeli yaklaşımına neden olmuştur. Böy- lece batıda sınıf, hem politik özne ol­maktan çıkmış hem de yeni örgütsel ko­numlarını da işlevsiz kılacak sonuçlara yol açmıştır.

4- Ayrıca batı işçi sınıfı hareketinin,

— yol-------------------------------------------

__ 152____________________________

özellikle son elli yılında tarihsel bir re- formizm geleneği içinde yetiştiğini de dikkate alacak olursak, bu durum sınıf radikalizmini frenleyen bir role dönüş­mesine de neden olmuştur. Bu yönüyle batı ülkelerinde proletarya kısmen de olsa “ ayrıcalıklı” konumunu kaybeder ve yoksullaşma artarken, bu durum şimdi­lik ne politik bir özne olmaya ne de ra­dikalizme tercüme edilebiliyor. Bunun tek bir nedeni yoktur ama, asıl olan sis­temin ideolojik ve kültürel varoluşunun gerekçelerinin, emekçilerin beyinlerine ve ruhlarına sirayet edecek biçimde de­rin olarak işlenmiş olmasıdır. Toplumsal ırkçılığa yol açan sebepler ile düşünüldü­ğünde bu durum daha iyi anlaşılır olmak­tadır. Krizin batıda faturasının sonuçları­nın bir kısmı o ülkenin egemen ulus e- mekçilerine kesilse bile, esas olarak Ü- çüncü Dünya halklarına ve bu ülkelere gelen göçmen işçilere çıkarılmaktadır.

Yukarıdaki bu varsayımlar ne yazık ki batı emekçisi tarafından kabul edilen, dolayısıyla kendi içine dönük ciddi bir hesaplaşmaya yol açan bir süreci yarata­mamıştır. Kriz buralarda şimdilik bir devrimi tetiklemekten çok onu sınırla­yan, tersine toplumsal ırkçılığı büyüten ve kendisinden olmayanı reddeden (“ A- uslander Raus” sloganı etkili bir söyleme bu nedenle dayanır) bir gelişime ve biri­kime yol açmaktadır. Bu kırılgan yapı na­sıl aşılabilir sorusu elbette önemlidir. Şimdilik bu yazının konusu olmasa da yi­ne de bir cümle ile şunları belirtmeden geçemeyeceğim; kırılganlıkların nedenle­ri zaten kendi içinde bir birikime yol aç­sa da (ki kanımca batı sınıf hareketi ken­di içinde bir dönüşüme uğramak zorun­dadır ve sorunun çözümü ancak bu dö­nüşüm içinden çıkabilir), onun aşılması

Page 154: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

devrimci anlamda doğunun entelektüel eleştirisinin ve buna bağlı bir sınıf hare­ketinin boyutlanmasından çıkacak gibi görünmektedir. Bu çelişkili bir yaklaşım değildir. Tersine birbirini tamamlayan bir mantığın ürünüdür. Ama bu eleştiri asla batı emekçisinin tarihe altın harfler­le yazdırdığı devrimci gelenekleri asla reddetme üzerinden yapılmayacak ve sı­nıfın ortak tarihsel kazanımları üzerin­den yürünmeye devam edilecektir.

Peki ama devrimci sürecin doğuya kayması ne anlama gelir? Bu süreci kısa­ca şöyle özetlemek mümkündür;

I -Batı dünyasına göre Üçüncü Dünya ülkelerinde yaşayan proletaryanın ve e- mekçi halkların durumu, artan sefalet, hastalık, savaş, açlık ve insani trajediler i- le anılmaktadır. Bu nesnel yaşam biçimi, emekçiler dünyasında toplumsal duyarlı­lığın ve mücadele potansiyelinin temel öznelerinin var olduğunu göstermiş, fır­satlar yaratıldığında veya olanaklar bu­lunduğunda ise bu birikim açığa çıkmış­tır. Aslında bu büyük bir fay hattının ha­rekete geçmesi demektir.

2-Yukarıda da geçerken belirttiğim gibi doğuda egemen sınıf örgütlemeleri ve devlet, batıda olduğu gibi kanun ve kuralları ile işlevsel bir konum kazana­rak, bütünüyle toplumsal bir desteğe ve sahiplenmeye dönüşmüş değildir. Bura­larda kanun hakimiyeti ağırlıklı olarak şiddetin zoru ile gerçekleştirilmektedir. Kaba zor, aynı oranda işlevsel bir kabul­lenmeyi dışlar. O nedenle bu ülkelerde devlet ile halk arasındaki ilişkilerde, ö- zellikle “ devlet nizamı” , önemli bir meş­ruiyet sorununu açığa çıkarmıştır. Halk bugün edilgen olabilir, ama her an bu e- dilgen konum aktif konuma geçebilecek

potansiyele sahip demektir. Bu durum sınıf ve halk güçlerinin slogan, söylem, örgüt veya programını kabullenmede daha kolay bir geçişin sağlanacağı anla­mına gelir. Başka bir deyişle politik özne ile sınıf ve halk yapıları arasında kolay geçişi sağlayacak birikim süreci artan o- randa bir işleve sahip olduğunu göster­mektedir.

3-Batıya göre doğunun emekçisi, ey­lem ve mücadele programlarını kabul­lenmenin bu kolay geçişini sağlayacak o- lanaklara karşın, olumsuz bir dizi neden­lerin göz ardı edilmesinin asla üzerinden atlanamaz. Bu ülkelerde hala din gibi bir dizi çağdışı geleneklerin etkin oluşu, mo­dern bir hareketin önünde duran en bü­yük açmazlardır. Ancak kabul edilmeli­dir ki, bu durum aynı şekilde yeni baş­kaldırıları tetikleyen başka bir nedeni de yaratmaktadır. Gelenekler, sınıf hareke­ti üzerinde bir baskılama yapsa da, baş­ka bir boyutu ile politik söylemleri daha kolay kabullenmeye neden olan bir sos­yal psikolojiye de sahip olan kimlik özel­liklerine dönük yapılar olmasıdır. Bunla­rın aşılması demek, bugüne kadar yapıl­dığı gibi soyut bir rasyonalizm yolu ile değil, başka bir deyişle aklın rasyonel ö- zelliklerini beyaz ve siyah bağlamında bir anlatım içine hapsederek değil, tersine bu çağdışı ideolojik kurumlan aşabilme­nin yollarından birisi, bu yapılar ile bağ kurmak ve yapıların anlaşılır dilini kullan­maktır. (Tarihimizdeki önemli bir anek- totdan örnek vermek gerekirse; Dr. Hikmet Kıvılcımlının, Kuran ve Kuran dilini referans alarak maddeci diyalektiği anlattığı Eyüp Konuşması gibi...Bu hem batı dilinden hem de batının rasyonel mantığından kopuşun bir göstergesi de­mektir. Elbette bugün Türkiye için biçim

153----

Page 155: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dilinin aynı olması gibi bir öneride bulu­nacak değilim. Anlatmak istediğim man­tığın kendisidir.)5

4- Doğal olarak Üçüncü Dünya ülke­lerinde politik formlar ile örgüt formla­rının da batının geleneksel anlayışların­dan kopmasını gerektirecek olmasıdır. Mesela bir dönem için geçerli olan sen­dikal formlar gibi örgütsel yapılar, bu ül­kelerde fiilen yıkılmış ve geçerliliklerini büyük oranda sınırlandırmıştır. Özellikle bu ülkelerde nüfusun neredeyse büyük bir kısmı işsiz ve yarı işsizse, üretim iliş­kileri doğrudan bir işletme-fabrika düze­yinde emek sermaye ilişkisinin, yani işçi ile işveren arasındaki sınırlı bir alan için­de oluşan bir ilişkiden, ülkenin emekçi halkları ile bir avuç egemen güç arasın­daki ilişkiye yükselmişse, o zaman bu ö r­güt formları ile politikanın pratik gerek­sinmeleri kuşku yok ki batının biçimsel kurallarının dışında yeni biçimlere ka­vuşmasını gerektirir.

Elbette bu ve buna benzer soruları sormanın veya kırılma noktalarını izah etmenin ve çözüm yollarını gösterme­nin, doğunun devrimci kalkışması için hayati düzeyde önem arz eden teme! belirlemeler olduğunu düşünmek gere­kir.

V. Kapitalizm artık 21. yüzyıldauluslararası toplumutaşıyam ıyorMarx ve Engels, Komünist Manifes­

toda şunu yazmışlardı; onlar burjuvaziyi kastederek ‘‘Egemen olacak durumda değildir, çünkü kölesine, köleliği çerçe­vesinde bir varlık sağlayacak durumda değildir, çünkü kölesini, onun tarafından besleneceği yerde, onu beslemek zo­

— yol-------------------------------------------

runda kaldığı bir duruma düşürmeden e- demiyor. Toplum bu burjuvazinin ege­menliği altında artık yaşayamaz, bir baş­ka deyişle, onun varlığı toplumla artık bağdaşmıyor.” (D.j.Struik, 1976:125)

21. yüzyıl koşullarında dünyadaki aşı­rı nüfus ve bu nüfusun aşırı sefaleti ile bu kitlenin önemli derecede geleneksel e- mek sürecinden kopmuş olması, bu kit­lenin büyük oranda burjuvaziyi besleyen bir konumdan çıkmasına yol açmış, te r­sine burjuvazi zorunlu olarak bu kitlenin beslenmesini üstlenmek durumunda kal­mıştır. Böylece burjuvazinin bu gücü ta­şımasının olanaksız olduğu, hiç de bu kitleyi beslemek gibi bir kaygı taşımadığı da ortaya çıkmıştır. Marx ve Engelsin Manifestoda anlam bulan bu uzak öngö­rüsü, bugün için bu nedenle somut bir gerçeklik haline gelmiştir. İnsanların ya­şaması ve üretmesi için yemesi içmesi gerekiyor doğal olarak. Burjuvazinin bu kitleye üç öğün yemek vermek zorunlu­luğu (bu zorunluluk elbette insani bir nedene dayanmaz, tersine kendi varlığı­nın devamı için bir zorunluluğa dayanır. Çünkü kapitalizmin varlığı, işçi sınıfının varlığına ve onun üretimine bağlıdır) bu ree! politikanın somut bir gerçekliğinin de anlatımıdır. Ama kapitalist burjuvazi­nin bu yükü taşıyamaz bir aşamaya gel­miş olması, krizin nasıl devasal bir boyut taşıdığını da göstermektedir. A rtık bura­da işçinin insanca yaşaması için gerekli olan asgari koşulları dahi ileri sürmüyo­rum; mesela sağlıklı bir konut, parasız e- ğitim ve parasız sağlık sisteminden ya­rarlanma vs... şimdilik bunları bir tarafa bırakalım. İşçi ve emekçiler her gün ço­cukları ile birlikte nasıl karınlarını doyu- rabiieceklerini düşünme noktasına gel­miştir. Elbette burjuvazi de işçisinin öl-

154

Page 156: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi___

meyecek düzeyde karnını doyurmaması ve onu üretim ve emek sürecine sokma­dan artı değere ei koyması düşünülemez ve zenginliğine zenginlik katamaz. G er­çekten bugün kapitalizm bu aşırı nüfus dediği kitleyi doyuracak, dolayısıyla on­lara iş yerecek durumda değildir. Daha önce belirttiğimiz gibi sermayenin orga­nik bileşimi istihdama dayanmıyor ve es­ki üretim biçimini öngörmüyor. Tersine karını büyük oranda spekülatif / mali a- lanlardan karşılıyor. Milyarlarca insan böylece açıkta kalıyor ve artık onun için büyük bir yük oluşturuyor.

Bu nesnel saptama, belirttiğimiz gibi kapitalizm için hiçbir dönemde olmadığı kadar büyük bir krizin gösterge para­metreleridir. Manifestodan bu yana, ka­pitalizmin devrevi krizlerindeki gel git süreçlerine, başka bir deyişle krizleri ge­çici de olsa atlatma insiyatiflerine karşın, Marx’ın bu öngörüsünün günümüz Marksistleri tarafından hayal bile ede­meyecek düzeyde gerçekleşeceğini u- mut etmemişlerdi. Bu yönüyle bu uzun erimli öngörünün, kelimenin gerçek an­lamı ile tarafımızca yeterince içselleşti- riidiği söylenemez. Bugün uluslararası burjuvazi, emekçilerin modern kölelik çerçevesinde varlığını sağlayabilecek ve emek sömürüsü üzerinden kendi hayati­yetini uzun erimli tahkim edecek ola­naklardan giderek mahrum kalacak bir güçten yoksun olma aşamasına gelmiştir. Dolayısıyla uluslararası toplum, artık ne­reye kadar sermayenin egemenliği altın­da yaşayabilir? Bu soru bütün çıplaklığı i- le ortada duruyor. Gerçekten durum öyle somuttur ki, Marx’ın dediği gibi, burjuvazinin varlığı toplumun varlığı ile bağdaşır olmaktan tümüyle çıkmıştır. Bu söylemin anlamı bugün çok daha anlaşı­

lan bir içselliğe dönüşmüş olduğu kabul edilebilir.

Ne burjuvazi toplumun varlığı üze­rinden kendi varlığını ve hayatiyetini tah­kim edebilmekte ne de toplum burjuva­zinin egemenlik ilişkileri içinde kendi varlığını ve kendi geleceğini güvence al­tında görebilmektedir. Bu belirleme Marksistler arasında aşağı yukarı ortak bir saptamadır. Ancak bunun sınıf kavga­sındaki karşılığı, başka bir deyişle sınıf kuramına ilişkin somut hareket biçimle­rinde aynı sonuca yol açmamıştır. Söz­gelimi Giovanni Arrighi’ buradan (G.Ar- righi; 1990:55) “ proletaryanın umutsuz­luğuma ilişkin bir gözlem çıkarmıştır. Tabii daha başka gözlem ve sonuçları da hatırlatabiliriz. Kanımca batının “ Mark­sist aydınlarının” önemli bir kesiminin bu ortak tutumu, özünde işçi ve emekçi sınıfların üzerinden kendi umutsuzlukla­rını tanımlayan bir kırılma noktasıdır di­ye düşünmek gerekir. Bir yerde batı ay­dını kendini Marksist olarak görse bile, onun bakış noktası salt batı emekçisinin nesnel konumu üzerinden tanımlanan bir görüşe dayanır. Oysa batı dışındaki dünya emekçisinin konumu üzerinden bir bakış ve tanım, elbette bunun içinde batının nesnel konumunu da yok sayma­dan yapılan bir gözlem, özünde dünya­nın sentezsel bir yorumu anlamına gelir. Bugün için batının gözlemleri açısından bakıldığında (bu yaklaşıma Marksizm giy­dirilmiş olsa bile) bu durum, önemli de­recede görünmez hale getirilmiştir. İster istemez bu durum, bütün istemlerden bağımsız olarak “ beyaz adamın” gözleri kör ve kulakları sağır eden yaklaşımının toplamsal bir ifadesidir. A t gözlükleri ile ortaya çıkan bu bakış biçimi, batı Mark­sist’inin de kırılma noktasıdır çünkü.

------------------------------------------155 —

Page 157: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Eğer dünya emekçilerinin içinde bu­lundukları nesnel durumda bir değişim yoksa, tersine nesnel durumu güçlendi­recek bütün veriler eskiye göre çok da­ha olanak haline gelmişse, sübjektif ko­numlardaki kırılganlıklardan bir umutsuz tablo çıkarılamaz. Çünkü bilinç veya ö r­güt sorunu, bugün için önemli bir sınır­lama veya açmaz yaratıyor olsa bile, bu­nun değişmezliğine asla bir kanıt olarak sunulamaz. Yoksa tarihi ve tarihsel olu­şum süreçlerini defterimizden silmek gi­bi yeni ucube teorileri haklı çıkarmış ol­mamız gerekirdi. Zaten post moder- nizm böyle bir anlayış sonucunda ortaya çıkmamış mıdır? Eğer tarihin sonu gibi bir teze haklılık çıkarmayacaksak bunun başka bir anlatımı olamaz.

Şimdi emekçilerin varoluşuna ilişkin bu tablodan ikili birleşme dinamizmini çıkarmak mümkün müdür diye sorma­mız gerekir. Evet bu mümkündür. Peki ama burada neyi anlatmak istiyorum? İ- kili dinamikten biri çalışan emekçi güçler ve bu güçlerin durumudur. Buna aktif ordu diyoruz. İkincisi ise işsiz veya yarı işsiz emekçiler. Buna da yedek ordu di­yoruz. Yaşanabilir olan bu durumdan ne aktif ordu ne de yedek ordu bugün için durumlarından memmun değildir. Her i- ki güç için yaşam çekilmez bir aşamaya gelmiştir. Bunun binlerce kanıtı verilebi­lir. Bu anlamda hem emekçiler cephe­sinde hem de egemenler cephesinde krizin ikili boyutu ciddi bir derinleşme diyalektiğini yaşıyor derken bunları an­latmış oluyoruz. Taşınamaz olan yaşam yükünün ağırlığı içinde oluşan kıtasal, bölgesel veya yerel tepkilerin kendisi, e- mekçiler cephesindeki bu birleşme dina­miğinin temel eğilimini gösteren kanıtlar olarak çıkıyor karşımıza. Yani bir yerde

— yol-------------------------------------------

aktif ordu ile yedek ordu arasındaki o r­tak hedefler anlamındaki birleşme diya­lektiği (ki bunun oluşumunda ayrıcalıklı var oluşun, yani batıda eskide varolan iş­çi aristokrasisi ile oluşan nesnel zemin giderek ortadan kalktığı ve aynılaşan bir zeminin olgunlaşmasına yol açtığı için, bu durum birleşme diyalektiğinin esas gerekçesi haline gelmiştir), bütün ideo­lojik ve politik kaymalardan bağımsız o- larak gerçekleşebilir bir yol haritasını göstermektedir bize.

Bir zamanlar Marx ve Engels, hatta daha sonra Lenin, bu iki ordunun eğilim­lerini birbirinden bağımsız olarak tasar­lamıştı. Bunun anlaşılır bir nedeni vardı; bu, o günün üretim sürecinin ortaya çı­kardığı koşulların zorunluluklarına daya­nıyor olmasıydı. Daha önce sermaye ü- retimden elde edilen fazlalığı kendine mal edinebiliyordu ve bu fazlalık bir ye­re kadar yeniden üretime aktarılabili- yordu. Böylece emek güçleri içinde da­ha anlaşılır bir ayrışma söz konusu ola­biliyordu. Bu bugün önemli derecede sı­nırlanmıştır. Bunun sınırlandığı ölçüde, yedek ordu açısından çıkan sonuç şu ol­du; bir yandan kölesini beslemek için sa­hip olduğu olanaklar kısıtlanıyor (emek sürecinden kopan aşırı nüfus yoğunluğu, özellikle yedek ordu dediğimiz işsiz kit­le), sermaye üretim ve istihdamdan ko­parak spekülatif alanlara kayıyor ve e- mekçiler sokaklara terk edilerek köpek ölüsü gibi ortalığa atılıyordu (Hindistan, Sudan, Bangladeş, diğer Afrika ülkeleri vs. sokaklarda açlıktan ölenleri arkadan gelen belediye araçlarının topladığını ha­tırlatarak ilerleyelim), diğer yandan ise bu güç, sermayeyi daha büyütmek ve a- şırı kar hırsını gerçekleştirmek için iş gü­cünü fiilen sınırlıyordu. Bugünün aşırı

156

Page 158: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

kar hırsı somut üretimden değil, tersine mali/spekülatif alanlardan geliyordu çün­kü. İşçiler işini kaybederek işsiz kimlikli işçilere dönüşüyordu. B ir düzeyden sonra emek sermayeden kopuyordu. Böylece iki ordunun düne göre var olan birbirinden bağımsız varoluş eğilimleri, önemli derece de ortak veya birbirine bağımlı bir sürece kaymasına yol açmıştı artık.

Elbette bunun sınıf mücadelesi açı­sından önemli sonuçları olacaktı. N ite­kim oldu da. Bunun ilk gözlenen sonuç­larından birisi daha önce de belirttiğimiz gibi emek gücünün “ niteliksizleşmesi” denilen süreçler toplamında görüldü. Dağılmış üretimin bireyselleşen yapısı i- çinden ortak değerleri baskılandıran de­ğişik kültürel eğilimler bu bireyselleşme­ye paralel olarak gündeme oturdu. Yani bu durumun düne göre sınıf kendi de­ğerlerine sahip çıkması ve bu süreci ide­olojik ve politik bir yapıyla güçlendirme­si daha sorunlu bir hale gelmesi demek­ti. Diğeri ise başka bir düzeyde iki gücün birleşik kaplar örneğinde olduğu gibi, bütünleşme eğilimini açığa çıkarması ve sınıf içindeki çıkarlar zemininin giderek türdeş eğilimler göstermesi ve buradan “ ortaklaşan çıkarların” artmasına paralel olarak “ ortak mücadele” koşullarının ar­tan eğilimi, tasarlanan veya tanımlanan bir gerçekliğin ortak özellikleri olarak tarih sahnesine gelmesi ile sonuçlana­caktı. Bu bir eğilimden çok yaşanabilir o- lan nesnel bir pratik göstergedir aynı za­manda. Başka bir deyişle bu durum hem aktif ordu içinde hem de yedek ordu i- çinde direnme potansiyelini ve kapasite­sini güçlendirmesi demekti.

Aynı zamanda bu ülkelerde burjuva düzenleri neredeyse tümüne yakını

meşruiyet zeminini yitirmiştir. Düzenin meşruiyetinin kaybedilişi, aynı zamanda yoksulluktan kurtulamayan aktif ordu­nun (kısmen şimdilik batıyı bundan ayrı tutsak bile), yani çalışan emekçi kitlenin, sınıf iktidarı talebine yol açan sınıf müca­delesi dinamiklerini büyütmesi ve bu ze­mini güçlendirmesi anlamına gelir. Bura­daki derinleşme, yukarıdaki anlatımda görüleceği gibi yedek ordu içinde de ay­nı şekilde iktidar hedefini güçlendiren bir talebi de büyütme eğrisine dayanır. Nesnel zemin ile sınıfın öznel durumu a- rasındaki elbette kırılmalar yok sayıla­maz, ama tartışma konumuz açısından önemli olan bu nesnel zemininin varlığı­nı belirleyebilmek ve ortaya çıkarabil­mektir. Tartışma başlığı sübjektif kırıl­maların nedeni veya çözüm biçimi üze­rinde sürdürülmüyor çünkü.

Bir yerde gerek aktif ordu gerekse yedek ordu, daha önce bir başka konu i- le irtibatlı olarak söylediğimiz gibi, aynı insan malzemesinden oluşmaktadır. Bir geçiş süreci olarak, bugün işsiz olan ya­rın bir işe, bugün işi olan da yarın işsizli­ğe mahkum olabilir. Böylece egemenlik ilişkilerinin, her iki alanda yoğunlaşan in­sanlar açısından meşruiyet zeminini yi­tirmesinin anlamı, bu aynı insan malze­mesindeki ortak bileşkenin açığa çıkma­sı demektir. Sınıf mücadelesini güçlendi­ren temel de zaten buradan çıkıyor ve bu durum dün olduğu kadar bugün için de geçerli bir söylemi ifade ediyor.

k k k

Sınıf içi rekabet, sınıfın bir güç mer­kezi olması ile yoksulluğu arasındaki dengesiz ilişkinin sonuçları ya da kuvvet-

157----

Page 159: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

lerin birleşme zemini gibi bir dizi değişik sorunlar, proletaryanın sınıf mücadelesi üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Gerçekten sınıf içi rekabetin sınıf müca­delesi üzerindeki olumsuz etkisi genel oiarak ortak bir kabule dayanır. Her za­man işçi sınıfı arasındaki rekabet, genel­likle burjuvazinin lehine sonuçların doğ­masına yol açmıştır. Bu nedenie egemen sınıf, sınıf iktidarının devamını sağlamak için emekçiler arasındaki bu bölünmüş­lükten yararlanmasını iyi kullanmıştır. Ancak emekçiler arasındaki bu rekabet, genel düzeyde insansal kriz boyutu için­de bir derinleşme eğilimi gösterirken, aynı zamanda kapitalist yapının krizi ile birlikte ikili bir karakter de kazanmakta­dır; bir yanda emekçilerin birbiri ile re­kabeti, aslında sistem krizinin derinliği altında bir zaman kesiti verilemese de yeniden bir birleşme eğilimini besliyor (bunun nedenini yukarıda anlatmıştım), diğer yandan ise sermayenin kendi için­deki rekabeti artırma eğilimini taşıyarak ezenler cephesinin parçalanmasına yol açıyor. Bu her iki durum, sınıf mücade­lesinin umutsuzluğuna değil, ama onun neden umut olduğuna ilişkin bir kanıt ol­duğunu gösterir.

Kuşkusuz böyle bir gelişme eğrisinin, başka bir deyişle proletaryanın birleşme ve örgüt formu ile sermayeye karşı bir mücadele platformunun oluşmasının, ya­pısal olarak sancılı olmayacağı anlamına gelmez. Bilinç ve örgütlenme süreçlerin­deki kırılganlık, günümüzün yapısal ko­şullarının bir göstergesi ve sonucu ola­rak ortaya çıkmaktadır. Bu kırılganlıklar da yapısal bir öz taşır. Bu olumsuzluklar dizilimi ile donanmış yapısallığın değişi­minde, başka bir deyişle olumlu anlamda politik ve ideolojik bir yenilenmeye ge­

— yol-------------------------------------------

__ 158____________________________

çişte, proletaryanın sınıf mücadelesi, te ­mel olarak her zaman bir rol oynamıştır. Çünkü ideolojik ve politik değişimdeki her ilerleme, olumsuzluk addettiğimiz yapısal oluşum süreçlerinde kök salma­dan edemez. Elbette bu kök, proletarya­nın eylemi içinden çıkar ve o temelde bir yaygınlık gösterir. Bu Lenin’in belir­lemesine türdeş bir söylemi de ifade e- der. Çünkü artık proletaryaya dışardan iletilen bilinç formları, bu kök yaygınlığı­nın ve o formları içselleştirmenin de e- sas nedeni, proletaryanın toplumsal ko­şulları ve onun varoluş biçimlerinin top­lamından çıkıyor olmasıdır.

Bugün yoğunlaşan sömürü ve artan yoksullaşma ile sınıfın toplumsal gücü a- rasındaki dengesiz ilişkiden daha önce bahsetmiştim. O halde sınıf mücadelesi denklemi açısından düşünecek olursak bu dengesiz ilişki pratiğinden, kuvvetle­rin ortak bir varoluşunu veya güçlerin ortak paralelliğini çıkarmak mümkün müdür? Bu soruya ikili bir cevap vermek gerekir. Burada hem bir paralellik kuru­labilir hem de kurulamaz. O halde neyi anlatmak istiyorum; sömürünün artışı yukarda da ifade ettiğimiz gibi zorunlu bir moment olarak güç ve enerji potan­siyelinin artışına yol açar. Nefret, red­detme, karşı koyuş, kısacası kabullen­meme gibi bir sürecin birikimine yol a- çar. Bunun nedeni üreten insanın sahip olamaması duygusunun açığa çıkmasıdır. Yani üretir ama sahip olamaz, üretir a- ma yoksulluğu- devam eder, üretir ama bir başkasının zenginliğine zenginlik ka­tar. Bu nesnel olarak bir tepki birikimi­ne yol açar. Bu anlamda elbette çelişkili zemininin büyüyor olması paralellik kur­manın da bir nedenidir. Ve bu kuvvetle­rin ortaklaşmasına geçişi kolaylaştıran

Page 160: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

neden olarak düşünülebilir. Ancak bura­dan şu sonuç çıkmaz; sömürü ve yoksul­luğun artışından kendi başına bilinçli bir tepkinin yön kazanması olası mıdır? Ha­yır. Eğer bu nesnel çelişki zeminine ön­cü yapı, anlaşılır bir programsal metin i- le politik hedefler somut olarak deklare edilemezse, hangi yoldan yürüneceği gösterilemezse ve bunları fiziki güce dö­nüştürecek araçlarla beslenmezse, bura­dan bugün olduğu gibi kaos, çürüme ve bireysel tepkiler doğar. Dolayısıyla sını­fın gücü, bu anlamda bilinçli olarak ko­lektif bir güce dönüşemez, şu veya bu şekilde hareket manipüle edilerek a- tomlara dağılır ve sonuçta birikim ken­dini patlatan bir enerjiye dönüşebilir. Ü l­kemizde yarı-köylü veya küçük burjuva menşeli hareketlerin yoksulluk üzerine kurdukları tasarıların çökmesinin nedeni de budur. Bu söyleme göre aşırı sömü­rü ve aşırı yoksullaşma, zorunlu olarak karşı tepkiyi yaratacaktır, öncü birlikler de var olan bu suni dengeyi kırarak, kit­leler otomatik olarak öncüyü izleyerek hedefe ulaşacaktır! Bu söylem tümüyle çökmüştür. Çökmenin hem birikim stratejileri açısından farklı bir zeminin varoluşundan hem de hala işçi sınıfı po­litik rolünü oynadığı dönemlerde dahi, yoksulluğun kendiliğinden tepki yarata­rak öncüyü izlemesinin ne toplumsal sosyoloji açısından ne de politik bilim a- çısından geçerli bir mantığı yoktur. Çün­kü güç biriktirme nesnelliği ile bilinçli eylem arasında otomatik olarak birbirini izleyen bir ilişki ve paralellikten bahsedi­lemez. Bu tümüyle hem idealist hem de volantarist bir mantık kırılmasıdır. Böyle bir bakış ile soruna yaklaşım gösterile­mez. Yoksulun daha da yoksullaşması, dolayısıyla yoksul emekçi kitlenin eyle­

mi, bir düzeyden sonra özellikle bugün onun bilinçli bir tutum almasını sağlaya­cak bütün olgusal veriler elinden alındığı için (bugüne kadar aç karınla öğrenme asla mümkün olmadı) tersine bir işleve de dönüşebilir. Manipüle edilmesine a- çık kapıların daha da güçlenmesi demek­tir bu. Faşizmin kitle ruhu denilen sorun da bununla doğrudan ilgili değil midir za­ten.

* * *

Burada konumuzla bağlantısını göz ö- nüne alarak başka bir anlatıma daha yer vereceğim; yukarda atıf yaptığım G. Ar- righi’nin adı geçen yazısında, yani prole­taryanın devrimci rolüne ilişkin yürütü­len tartışmada, gerek 1848 devrimi ge­rekse 1871 devrimci kalkışmasından ha­reketle kurulan bağ (yani savaş ve dev­rim ilişkisi bağlamında), proletaryanın nesnel konumunu reddetmeye götüren başka bir anlatımla karşımıza çıkarılmış­tır. Yazara göre bu iki devrimci kalkış­manın nedeni (aslında 1917 Rus veya 1949 Çin gibi benzer devrimler de isim vermeden dolaylı olarak bu anlayışa ka­tılmıştır), proletaryanın ve emekçi köy­lülüğün rolünün işlevsel konumundan zi­yade, ülkenin içinde bulunduğu savaş koşulları ile açıklanmış olmasıdır. Yani Fransa’nın 1870 savaşlarında yenilgisinin bir sonucu ve Fransa ile Prusya savaşının yarattığı zor koşullara bağlı olarak orta­ya çıktığının kanıtları olarak ileri sürül­mesidir. (G. Arrighi, 1990: 64-65) Aslın­da bu anlatım, ülkenin özgül koşullarının veya savaş gibi yeni olguların proletarya­ya dolaylı bir olanak ve fırsat yaratan bir anlatımı olarak ele alınsaydı bir yere ka-

----------------------------------------- 159-----

Page 161: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dar anlaşılır olabilirdi. Tersine yazarın anlatımı proletaryanın işlevsel koşulları­nın ortadan kaktığına ilişkin bir anlatım olarak ortaya çıkmıştır. Elbette tartış­manın böyle koyulması bizim için önem taşıyor. Bu yönüyle G. Arrighi’nin ka­nımca Marksizm’den köklü olarak kop­masının temellerinden birisi bu nokta­dır. Bu yaklaşım mantığı hemen hemen bütün üçüncü dünyacı teorisyenlerin de kırılma noktasını oluşturmuştur. Şimdi bu düşüncenin yanılgılarına tek tek bak­mak istiyorum;

a- Dış siyasal koşulların (devletler a- rası savaş vs. gibi), bunalımı daha da ar­tıran ve politik devrim koşullarını olgun­laştıran bir etki yaratmış olması, işçi sı­nıfının devrimci öznesini yitirmesi anla­mına gelmez, tersine ona daha kolay ge­çişi yaratması ve dolaylı ittifak olanakla­rı sağlaması demektir. Çünkü emekçi sı­nıflarda olan bu değişim gücü yoksa, dış faktörler ne kadar olumsal bir rol yarat­mış olursa olsun, işçi sınıfının bu süreci göğüslemesi ve devrimde atılgan bir rol oynaması düşünülemez.

b-Bu devrimlerin işçi hareketinin güçlü olduğu Almanya veya İngiltere’de yaşanmamış olması (hemen belirtelim; yazar proletaryanın işlevselliğinin yitiril­mesine kanıt olarak şu iddiayı ileri sür­müştür; normal olarak işçi hareketinin güçlü olduğu bu ülkelerde devrim olma­sı gerekirdi, oysa devrimler işçi hareke­tinin görece güçlü olmadığı Fransa’da ol­muştur. Bu da yazarın işçi sınıfının işlev­sel konumunu yitirmesinin kanıtı olarak açıklanmıştır), bu ülkelerde hem burju­vazinin tarihi olarak daha güçlü bir ö r­gütsel yapıya sahip olmasından, hem ka­pitalizmin özellikle İngiltere’nin Fran­sa’dan daha farklı ve geleneksel bir yol

— yol-------------------------------------------

izlemesi, hem de işçi sınıfı hareketi için­de tarihsel olarak sendikalizm ve refor- mizmin güçlü bir gelenek yaratmış olma­sı gibi sebeplere dayanır. Elbette şunu da ilave edelim; bu iki ülkede sanayi dev­rimi Fransa’dan farklı olarak iç tedrici bir süreç yaşamış, bu ise yukarıda söyle­diğimiz gibi reformizm geleneğinin etkin ve egemen olmasına neden olmuştur. Oysa Fransa başka bir yoldan, devrimci bir yoldan ilerlemiş, bu ise Fransa’da sı­nıf içinde devrimci geleneğin yaratılması­na kaynak teşkil etmiştir. Ancak yazar bu verileri dikkate almamıştır.

Önceki anlatımımızın devamı olarak, grevlerin İngiltere’de ve A B D ’de yaygın oluşu ile işçi partilerin zayıf oluşu arasın­daki bağdan hareketle (Almanya’da grevler sınırlı ama işçi partisi güçlüydü), devrimin işçi hareketinin yaygın bulun­duğu ülkelerde gerçekleşmemesini sını­fın devrim yapacak bir öz taşımadığına i- lişkin görüşe kanıt olarak sunulmuş ve yazar bunu teorize etmiştir. Oysa bu te­oriyi kanıtlamaya yetecek bir neden de­ğildir. Proletaryanın rolü asla tekil ö r­neklerden hareketle izah edilemez. So­runa daha yakından bakalım. Bu ülkeler­de devrimin başarısızlığın nedeni ikilidir; yukarıda belirtmiştim; bir yanda o ülke­nin tarihsel/kültürel koşulları etkili bir rol oynayabilir, diğer yandan ise bu ülke­lerde burjuvazinin örgütlülüğünün yanı sıra sınıf içindeki reformizmin ve reviz- yonizmin etkili bir güç oluşturmasıdır. Mesela 1918 Alman devriminin yenilgisi­ni incelediğimizde; hem burjuvazinin ö r­gütsel gücünü, hem sosyal demokrasinin ihanetini hem de komünist hareketin ya­nılgılarını birlikte görürüz. Ama bütün o- lumsuz koşullara karşın Alman işçi sını­fında yapısal olarak bu devrimci öz ol-

__ 160

Page 162: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

masaydı, böyle bir devrimsel kalkışmayı ve direnişi gerçekleştirebilir miydi? Bu öz nasıl olur da yok sayılabilir? Eğer ya­zar bu devrimsel kalkışma pratiğini yok saymıyor ise, o zaman işçi sınıfının dev­rim yapmaya muktedir olmadığını nasıl i- zah edecektir? Bu tekil örneğe ek olarak binlerce devrimsel kalkışma örneğini vermek mümkündür ama artık bu saat­ten sonra hiç de gereği yoktur.

Bu sorunu biraz daha irdelemek ge­rekirse şu noktaları da söylememiz ge­rekir; sınıf mücadelesinin kendi içine hapsedilmesi, hem reformist bir yapının ortaya çıkışını hem de politik varsayım­ların bir yerde parçalandığını ve kendi i- çinde farklılıklara bölündüğünü gösterir. Bu anlamda çağdaş kapitalizm, sermaye devletinin gücüne dayanarak hegemon­yasını inşa ederken, işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını uyguladığı alanlar, devlet organlarından ziyade, üretim süreci için­deki hiyerarşik örgütlenmesi aracılığı ile gerçekleştirmiş olmasıdır. Yani burjuva­zi bu merkezlerde sınıf hegemonyasını devlet aracılığından çok, üretim alanları üzerinden kuruyordu. Devlet ise dolaylı olarak bu egemen sınıf yapısını bürokra­si ve militarist güç yolu ile güvenceye a- lıyordu. Böylece çağdaş devrimlerin (1917 Ekim Devrimi ile 1949 Çin Devri­mi gibi), kapitalizmin geliştiği metropol ülkelerden ziyade, kapitalizmin gelişme­diği veya az geliştiği yerlerde filizlenmiş olması, yukarıda izah edilen eğilimle doğrudan bağlantılı olarak düşünülebilir. Rusya veya Ç in’de sömürü doğrudan a- ğırlıklı olarak devlet aracılığı ile sürdürü­lürken, kapitalist ana yurtlarda sömürü görece devletten “ bağımsız” işletmeler üzerinden gerçekleştirilmektedir. Ayrı­ca buralarda kapitalizm, eski üretim bi­

çimleri ile birlikte var oluyordu. Ü reti­min örgütlenmesinde ve artı-emeğe el koyulmasında “ ekonomi dışı” zor belir­leyici bir faktör idi. Devlet bir yerde e- gemen sınıfın yerini almıştı. Dolayısıyla buralarda devlet sınıf mücadelesinin doğrudan hedefi halindedir. Bu anlamda Rusya veya Ç in’de ekonomik mücadele ile politik mücadeleyi birbirinden ayır­mak mümkün değilken, merkez ülkeler­de bu daha anlaşılır olan bir ayrılığa te ­kabül eder, ilkinde devlet sınıf mücade­lesinin ilk hedefi iken, ikinci grup mer­kez ülkelerde ise ikincildir. Buralarda ilk hedef işletmelerdir. Ayrı ayrı tek başla­rına hedef olan sermayedir. Bu anlamda çağdaş devrimler, hem sermaye ile ça­tıştığı hem de devlet ile çatıştığı ülkeler­de ortaya çıkmasının tesadüf olmadığını söylemek gerekir.

Demek ki bütün bu öznel konumlara karşın, sömürünün yoğunluğu ve baskı­nın artışı, bir dizi başka faktörlerle bir­likte düşünüldüğünde, emeğin sermaye­ye karşı mücadelesinin o sınıfı zorunlu olarak bir politik devrime taşıyacak po­tansiyel ve öznelliklerini içinde taşıması anlamına gelir. Çünkü proletaryanın po­litik devrimin öznesi ve öncüsü olması, onun üretim içindeki konumundan, ayrı­ca ideolojik, politik ve kültürel konumla­rı daha çabuk içselleştirmesi ve benim­semesi gibi özelliklerinden ileri gelir. Bu­nu hiçbir gerekçe gölgeleyemez.

VI. Küreselleşm e, Ulus D evletve Sınıf MücadelesiŞimdi yazının son noktasına doğru i-

lerliyorum. Burada ulus devlet ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişki üzerinde du­racağım. Öncelikle işe bazı ideolojik

161 ----

Page 163: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

söylemlerden başlayacağım. Bu ideolojik söylemlerden birisi şudur; küresel kapi­talizm, sınıf mücadelesine neden olan özneleri ortadan kaldırdığı için, bu hem sınıf mücadelesinin toplumsal zeminini yok etmiştir hem de işçi sınıfı devrimin temel öznesi olmaktan çıkmıştır, dolayı­sıyla sınıf mücadelesi ile devrim sorunu­nu birbirine bağlayan postulatların ge­çerliliği oltadan kalkmıştır! Ayrıca bu söyleme göre ulus devletler giderek o r­tadan kalkacağı için, somut hedef olan devlete ve devlette yoğunlaşmış burjuva sınıf iktidarına karşı devrimci sınıf politi­kaları da geçerliliğini yitirmiştir, çünkü somut hedef olan devlet ortadan kalk­maktadır! Böylece “ somut hedef kaybol­duğu için” sosyalist politika veya sınıf mücadelesi önemini yitirmiş ve anlamını kaybetmiştir! Peki ama bütün bunlar doğru mudur? Kapitalist küreselleşme, gerçekten sınıf politikalarının ve sınıf stratejilerinin geçerliliğini sınırlayan ve onu daha az olanak haline getiren bir neden olarak ileri sürülebilir mi?

Marksizm sosuna batırılmış bir dizi post söylemli düşünce akımları, arka ar­kaya işçi sınıfının değişimci özü olan sınıf kimliğini ve tarihsel öznelliğini yitirdiğini ileri sürmeleri bilinmeyen bir vaka değil. Şimdi bu öznellikleri sınıf dışı kesim olan öğrenciler, entelektüeller, kadınlar veya çeşitli kimlik arayışı içinde bulunan güç­ler temsil etmektedir! Böylece proletar­ya devrimci bir özne olmaktan çıkmıştır!

Hemen belirtmeliyim; bu fikirlerin doğuş koşullan ve ortaya çıkış dönemle­ri tartışma konumuz açısından özellikle önem taşır. İşçi sınıfının bu tarihsel ke­sitte Marksizm açısından var olan bek­lentileri yerine getirmekteki başarısızlığı, böyle ucube teorilerin doğmasına kay­

— yol ------------- -----------------------------

naklık eden koşulların başında sayılabilir. O nedenle baş gösteren bu düşünceler, dönemin özelliklerinin doğal ve kaçınıl­maz sonuçlarından çıkmış olması şaşırtı­cı değildir. Ama her dere kendi yatağın­dan akar.

Bu akımlar küreselleşmenin sınıfı parçaladığı tezinden hareketle seçenek­lerin tümüyle tükendiğini ve ortadan kalktığını, en iyi yapılacak işin kapitaliz­min çatlakları arasından faydalanmak ve­ya kimlik edinimi gibi değişik veya ba­ğımsız “ demokratik mücadeleler” yoluy­la kapitalist yapı içinde kendisine biraz daha yol açmak, dahası “ insancıl kapita­lizm” önerisi ile sonal amacı sönümlen­dirmek gibi değişik tonlarda ortaya çı­kan liberal düşüncelere dayandırılmıştı. Elbette böyle bir yapısal koşullanma tü­müyle iktidar ufkunu yitirmiş bir düşün­ceye dayanmıştır. O nedenle M. Bel- ge’nin “ kapitalizmi yıkamadığımıza göre, en iyisi insancıl bir kapitalizmde yaşa­mak” amacını koymasının sebebi de bu olsa gerek. Bu düşünce yaygınlığı ne ya­zık ki salt M. Belge ile sınırlı da değildir.

Ben burada proletaryanın neden nes­nel anlamda değişimci özünü koruyan tarihsel bir konuma sahip olduğu veya neden sosyalist devrimin gerçek bir öz­nesi olduğu üzerinde bir analiz yapacak değilim. Çünkü bu sorunu daha önce başka yerlerde incelemiş ve bunları ye­terince uzun uzun kanıtlarıyla anlatmış­tım. Şimdi işe başka bir noktadan başla­yacağım. Öncelikle hedefleri ortadan kaldırdığından hareketle öne sürülen şu “ ulusal devlet” ve bu ulusal devletin o r­tadan kalkmasına ilişkin söylenenler üze­rinden işe başlamak gerekiyor. Ayrıca bu sorunun son derece önemli olduğu­nu düşünüyorum. Devrime ilişkin söyle-

__ 162

Page 164: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

nen ortak posülatiarın kaybolduğuna i- lişkin illüzyonların da son bulması için bunun gerekli olduğu sanırım ortak bir kabule dayanıyor olsa gerek.

Kapitalist birikim sorunları makro e- konomik bir alana kayarken, sermaye birikim stratejileri kendisi açısından da­ha uygun koşullar yaratmak için devlete her daim, ama özellikle bu dönemde ge­reksinme duydu. Ama yine de bu gerek­sinim devletin yeni baştan bir reorgani- zasyon’unu da gerekli kılmak kaydıy- la...Kapitalist pazarın uluslararası bütün­leşmesi bir yandan ulus devletleri aşındı­racağı, hatta bir yerde sermaye iktidarı­nın odak noktasını devletten görece ba- ğımsızlaştıracağı öngörülürken (ki bu­nun yanıltıcı olduğu kısa zamanda anla­şıldı), diğer yandan da sermaye kendi a- maçları için, özellikle olası direnişlere karşı anti-sosyal yapıyı tahkim ederek yoluna devam etmekten vazgeçmedi. Kendi güvenliği için devlete olan gerek­sinmesinde bir zayıflama olmadığı gibi, hatta bunun artacağı da anlaşılacaktı. Gerçekten de sermaye yoğunlaşması küresel bir karakter kazandıkça, serma­yenin hareketi için güvenceler öne çıktı. Bu anlamda “ ulus devlet” yeni bir rol üstlendi. Aşınma veya bağımsızlaşma söylemi, tümüyle devletin bu yeni rolü açısından bir tanıma sahip olabilirdi an­cak. Yoksa ne devlet aşınarak ortadan kalktı ne de sermayeden bağımsız bir kimlik edinebildi. Bu anlamda global ser­maye için gereksiz değildi ulus devletler. Ama devlet artık bu dönemde yeni bi­çimler kazanacaktı.

Aslında belirtmiş olduğum gibi 21. yüzyıl koşullarında ulus devletlerin yeni işlevlerle donatılmaya çalışıldığı genel o- larak ortak bir kabule dayanır. Ama

bundan kim nasıl sonuçlar çıkarıyor, bu tartışmalıdır. Elbette yeni işlevlerle do­natılmış bir organizasyonla karşı karşıya bulunmaktayız. Yeni işlevin eskiye göre en önemli ayrım noktası, sermaye ile o- lan, ama herhangi bir sermaye ile değil, ulus ötesi sermaye ile olan ilişki biçimin­de ortaya çıkmış olmasıdır. Bugün artık ulus devletler kelimenin tam anlamı ile ulus ötesi sermayenin güvenliği için a- raçsal bir organa dönüşmüştür. Böylece devletin, ulus ötesi sermayenin tam an­lamı ile güvenliğini tesis eden çıplak bir komiteye dönüşmesi Marx’ın öngörüsü­nün tümüyle gerçekleştiğini gösterir. Bu anlamda her ulus devletin, global serma­yenin uluslararası işlevlerinin yerel ve bölgesel olarak hem bir yürütücüsü hem de birer güvenlik ayağı olması, Marx’ın bu düşüncesinin ne derece temel bir gerçeğe dayandığını gösterir. Gerçekten de Komünist Manifestonun şu öngörü­sü, özellikle bugün için artan oranda ge­çerliliğini koruyan bir öngörü olmaya devam etmektedir; “ Modern devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.” (D.J.Struik, 1976:1 12) Bunu bugünün diliyle şöyle okuyabiliriz; “ Mo­dern devletin yönetimi, uluslararası te ­kelci burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.”

Elbette devletin yeni işlevler kazan­ması, devleti devlet yapan esas gerekçe­lerden uzaklaşıyor olması anlamına gel­miyor. Devletin yeni işlevler kazanması doğru ama, yine de devleti devlet yapan bütün ana işlevsel yapılarda devlet bir değişime uğramıyor. Dolayısıyla devlet ana işlevini yitirmiyor. Çünkü bu derece kaotik bir yapının egemen olduğu bir küresel kapitalizm dünyasında, sermaye-

----------------------------------------- 163___

Page 165: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ye dayanan “ ulus devlet” modelleri bir ihtiyacın karşılığı olarak varlığını devam ettiriyor. Sermayeye göre dünya düne göre daha güvensizdir. Neredeyse dün­ya nüfusunun tümüne yakını yoksul bir yaşamın içinde bulunuyorsa, dünya el­bette sermaye için güvenlikli olamaz. Dün de sermaye devlete ihtiyaç duyu­yordu, ama ortada görece bir denge de vardı. Şimdi göreceli de olsa bugün bu denge altüst olmuştur. Bundan dolayı burjuvazi düne göre artan oranda daha çok gereksinim duyuyor devlete. Onun gerekçesi sermayenin güvenli dolaşımını sağlamak ve olası sınıf kalkışmalarını bertaraf etmektir. Bu nedenle hem sila­ha daha fazla para yatırılıyor hem de ye­ni silahlı organlar örgütleniyor ve atıl o- lan ordular değiştirilerek müdahale gücü güçlü aktif ordulara dönüştürülüyorlar. O nedenle Genel Kurmay 2. Başkanı İl­ker Başbuğ, konvansiyonel savaş ile asi­metrik savaşın birlikte ele alınacağı yeni bir savaş stratejisinden, dolayısıyla yeni tarz bir örgütlenmeden bahsederken tam da bu gereksinmelere vurgu yap­mıştı. Çünkü asimetrik savaşı yürüten orduların stratejisi, halk güçlerinin dire­nişine karşın, karşı devrimci gerilla tarzı bir dövüş sanatını gerektiriyordu. Hem devletin yeni biçimlenişi hem de devletin asli organı olan orduların yeniden inşası, bu yeni işlevlere göre hazırlanıyordu. Böylece ayırıcı olan bu yeni işlevlerde ortaya çıkarılan veya hedeflenen devlet biçimleri, herhangi bir sermayenin değil, ama ulus ötesi sermayenin çıkarlarına bağlanmış örgütlü birer komiteden baş­ka bir şey değildi. Elbette bu bir geçiş ve yeniden inşa sürecidir.

Ama yine de burada genel bir özet vermek gerekirse, sermayenin devlete

— yol-------------------------------------------

duyduğu zorunlulukları şöyle toparlaya­biliriz;

1- İş disiplinini sağlamak,

2- Toplumsal düzenin devamını sağla­mak,

3- İşçi sınıfının ve halkların olası dire­nişlerini engellemek,

4- Sermayenin akışkanlığını sağlamak ve dolaşımını güvence altına almak,

5- Birikim koşullarını sürdürebilmek ve doğrudan sübvansiyon ve vergilerin güvenli toplanıp sermayeye aktarılmasını sağlamak,

6- Ulus ötesi sermayenin uluslararası hukukunu oluşturmak ve bu hukuku her ulus devletin kabul etmesini sağlamak ve yeni bir dünya düzeni, yaratırken her devleti bu araca tabi kılmak vs...(MAI o- luşumları gibi)

Demek ki Çok Uluslu Şirketlerin (Ç U Ş) kendi ayakları üzerinde durabil­mesi, bu işletmelerin güvenliğinin sağlan­ması ile birlikte pazarlara ulaşması için kendi yerel devletine olan ihtiyacın kaçı­nılmaz bir gereği olarak “ ulus devletler” hala tarihi misyonunu oynamaya devam etmektedir. Dolayısıyla bu nedenlerden dolayı bütün bunları gerçekleştirmek i- çin devlete olan gereksinimin büyük o- randa artmasının sebebi de buradan çı­kar. Ama tamamı ile yeni biçimler kaza­narak...

Elbette bugün devlet, daha önce sı­nırlı bir “ kamu yararı için” görece olarak üstlenmiş olduğu bazı “ ulusal” rollerden de arındırılarak, bütünüyle global ser­mayenin çıkarları üzerinde dizayn edilen bir komite özelliğine büründürülmek is­tenmektedir. Bu aslında küresel kapita­lizmin yerel üsleri olan “ ulusal devlet”

164

Page 166: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

kimliğidir. Şimdi görece özerk konumu­nun bile yıkılmak istendiği, ulus ötesi şir­ketlerin güvenliği için birden çok yeni devlet biçimlerine gidildiği ortak bir stratejiye döniişmüftür.6 Sözgelimi din­sel kimliğe dayanan (Suudi, Kuveyt, A- rap Emirlikleri vs. gibi) devletler ile kitle meşruiyetini tümden kaybetmiş general­ler yönetimindeki bir kısım Latin Am eri­ka kıtasındaki militarist devletler, yeni global sermaye için değişmesi zorunlu hale gelmiş biçimlerdir artık. Bu yapılar sermayenin daha koiay akışkanlığını sağ­layan özellikler taşımıyor. Bu ülkelerin sınır tanımayan işbirlikçiliği yeterli bir neden sayılmıyor artık dünyamızda. Ter­sine bu devletler global sermaye için ar­tan bir yükü ifade ediyor. Burada elbet­te A B veya Amerikan karşıtı konum ka­zanan yapılar ile kısmen ulusal burjuvazi­nin ağırlık taşıdığı devletleri tartışma ko­nusu yapmıyorum. Zaten bu devletler hedefin ön planında bulunmaktadırlar (Suriye, İran, Venezüella vs. gibi) Bu ne­denle eski tarz devletlerin yıkılması da­yatılmaktadır. Çünkü eski tarz oluşmuş devletler, işbirlikçi bir karakterde olsa bile, bir yerden sonra kamunun baskısı i- le beraber çok sınırlı da olsa “ kamu ya­rarına” ilişkin bazı görece düzenlemeler yapması bile sermaye için çekilmez bir yükü oluşturmaktadır. Ö te yandan Suu­di Krallıkları veya Arap emirlikleri gibi oluşumlar tamamen dünyadan izole edil­miş, antika veya feodal dünyanın özelliği­ni gösteren bir yapıyı tanımlaması nede­niyle, yarardan çok zarar veren bir ko­numa ulaşmıştır sermaye için. Aslında bu “ kamu yararı” asla gerçek bir kamu yararı da değildir, tersine sermayenin güvenliği için düzenin meşruiyet kazan­ması çabasının ötesinde bir anlamı yok­

tur. Şimdi bu durum bile bir noktadan sonra kendini farklı bir zemine tevdi et­mektedir. Büyük Ortadoğu Projesi deni­len stratejinin özü, yukarıdaki yeni yapı­lanma ile doğrudan bağlantılıdır.

Global sermaye için yeni devletsel yapılara olan gereksinim giderek artıyor. Böylece devlete olan gereksinme orta­dan kalmadığı gibi artan oranda yeni bi­çimlere bürünerek yeniden gündeme geliyor dedik. Bu nedenle E. M. W o o d bu sorunu ele alırken çok önemli bir be­lirleme yapıyor; W ood , ulus ötesi şir­ketlerin birden fazla devletlere dayandı­ğı bir ulusal üs’den bahseder. (E.M. W o- od, 2001: 95) '

VVood aynı yerde 10 Nisan !998’de N ew York Time yazarlarından Thomas L. Friedman’nın bir yazısını aktarır; “ Y ö ­neticiler” diyor Friedman “ biz bir Am e­rikan şirketi değiliz, biz IBM A BD , IBM Kanada, IBM Avusturalya, IBM Çin’iz gi­bi şeyler söylüyor. Gerçekten öyle mi; O zaman gelecek sefere Ç in’de bir probleminiz olduğunda yardım etmesi i- çin Li Peng’i arayın. Bir dahaki sefere Kongre Asya’da askeri bir üssü kapattı- ğında...Asya deniz yollarının güvenliğini sağlaması için Microsft’un donanmasını arayın.” (aynı yerde) Görüldüğü gibi bu­rada oluşan devletler öyle bir oluşuma doğru ilerliyor ki, artık bu devletler ulus ötesi şirketlerin çıkarlarına dayanan devletler haline geliyor ve bunlar tü­müyle ulus ötesi sermayenin güvenliği i- çin oluşturulan devlet biçimleri haline dönüştürülüyor. Demek ki deviet bütü­nüyle sermayenin, ama herhangi bir ser­mayenin değil, ulus ötesi sermayenin zo­runlu bir güvenlik aletidir. VV'ood’un bu­radan çıkardığı sonuç şu olmuştur; “ ...u- lus devlet rekabetin bir aracı olarak ye-

------------------------------------------165 —

Page 167: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ni işlevler edinmiştir. Hiç değilse, ulus devlet küreselleşmenin ana öznesidir.” (E. M. VVood, 2001:95)

Küreselleşme sermaye hareketini bütünleştirirken, bu durum şirketlerin ulusal, bölgesel veya yerel olarak kendi aralarında rekabetini yaratmaktan hiçbir zaman kaçınamadı. Böyle bir gelişme doğal olarak devleti daha da gerekli kı­lar. Sermaye ile devlet arasında kopuş değil, daha da bütünleşme eğilimi gelişir. Çünkü bugünün öngörülen devlet mo­deli tümüyle spekülatif sermayenin ge­reklerine göre oluşturulmaktadır.

Bir yanda ulus ötesi sermaye ve o- nun çıkarları, bir yanda ise sokaklarda aç gezen milyonlar. Bu büyük bir çelişki de­mektir. Böylece devlet, artan oranda sı­nıf mücadelesinin odak noktasını oluştu­rur. Demek ki devletin varlığı bu odak noktanın kendisi ile tanımlanmaktadır. Burada tam da bu nedenle hem parçalı bir mücadele biçimi hem de soyut bir enternasyonal söylemi, geçerli bir yakla­şımı ifade etmez. Bunun fazla bir anlamı da olmaz. Küreselleşmenin temel omur­gası devlet üzerinden kuruluyorsa eğer, sınıf mücadelesinin sermaye ve devlet bütünselliğini hedef alması gerekir. G er­çekten sermayenin önemli hareket ka­nallarından birisi devletin kendisidir çünkü. Sermayeye karşı devleti atlayan bir mücadele stratejisinin, geçerli ve ka­lıcı bir başarı şansı hemen hemen sıfıra yakındır. Bu bir oyalama taktiğidir. De­mek ki proletaryanın sınıf kavgasında so­mut hedef olan sermaye devleti, bu ne­denlerden dolayı asla soyut bir hedef değildir. Sınıf mücadelesinin neden esas hedefi olduğu da buradan çıkar. Böylece yukarıda ifade edilen, “ ulus devletler o r­tadan kalkacağı için sınıf mücadelesinin

— yol-------------------------------------------

de somut hedefleri ortadan kalkar” gibi bir anlatımın hiçbir tutarlı yanı kalma­mıştır ve bugün bunun geçersizliği daha da iyi anlaşılmıştır.

Buradan hareketle liberal tezlerin ortak vurgusu özünde sermayeye karşı soyut bir mücadele retoriğidir. Bu yu­karda da belirttiğimiz gibi sermayenin iş­leyişini ortadan kaldıracak olan “ devlet- sermaye bütünlüğünü” hedef alan esas vuruşu gölgeleyen, aslında “ demokrasi ve barış” söylemi ile sermaye devletini aklayan uzlaşmacı bir sınıf stratejisinin kendisidir. Bu anlamda “ demokratik strateji” özünde sınıf işbirliği stratejisi­dir.

Sınıf mücadelesinin en temel zorluğu, “ sermayenin her zaman görülebilir, tek bir hedef sunamamasıdır” der VVood. VVood bu düşüncesinde haklıdır. Çünkü sermaye, kendini devlet zırhı içine sakla­yarak bir yere kadar görünmez kılmakta başarılı olmuştur. Gerçekten bugüne ka­dar devlet kendini adeta “ tarafsız” ko­num içinde görünen bir hakem olarak sunabilmiştir. Emek ile sermaye arasın­daki çelişkinin görünmez kılınmasına yol açan etkenlerden birisi budur. Bu an­lamda ekonomi ile politik yapıların bi­çimsel olarak birbirinden ayrılmasının böyle bir etkin rolü de vardır. Ve bu du­rum sınıf mücadelesini elbette olumsuz etkilemektedir. Oysa küreselleşmenin başarısının yolu, devlete duyulan gerek­sinmeden çıkar demiştik. Böylece ser­maye, devleti tümüyle kontrol eder ve bütün kurumlan bu doğrultuda yönetir. Burada elbette devletin görece özerk konumu gibi tartışmalara girmiyorum, çünkü tek başına bu metin, devlet ve devlet biçimlerinin küreselleşme döne­minde almış olduğu biçim üzerine yürü-

166

Page 168: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

tüten ve ayrıntılara dayanan bir tartışma değildir. Ancak bugün için modern dev­let yapısından anlaşılan, eskiye oranla görüntüde bile olsa “ tarafsız” veya göre­ce “ bağımsız” rolünün de giderek yıkıl­dığı ve tümüyle uluslararası sermayenin çıkarları ile bütünleşmiş yeni yapının ku­rulmak istendiği bir oluşum modelidir. Elbette bu söylem bugünden bu öngörü­nün tümüyle gerçekleştiği anlamına gel­miyor. Ama bu bir eğilimi, gidişatın o r­tak bir yönünü, yükselen bir grafiği gös­teriyor, Bunda başarılı olup olmamak bir düzeye kadar sınıf mücadelesinin duru­muna ve halkların direnişine bağlıdır. El­bette başka bir dizi etkenlere de...

Böylece anti kapitalist mücadelenin her zamankinden daha fazla hedeflerin­den birisinin neden bu yeni devlet ö r­gütlenmesi olduğu buradan çıkar. Çün­kü sermayenin akışkanlığını sağlayan a- raçlardan birisi, belki en önemlisi olan devletin hedef alınması, bu kayışın kırıl­ması demektir ki, bu durum sermaye hareketinin işlevsiz kalmasının temel yollarından birisi demektir. Şimdi bura­dan çıkaracağımız sonuç şu olabilir; so­mut hedefin belirlenmiş olması, yerel veya ulusal sınıf mücadelesinin birleşme zemininin de açığa çıkması demektir. Bölünmenin içinden çıkan birleşme ze­mini bu somut hedef üzerinden gerçek­leşme olanağını daha da artırması de­mektir. Küresel kapitalizmin yıkıcı rolü, giderek bütün dünyada anlaşılır bir nok­taya gelirken, bu karşı direniş noktaları­nın ve yeni bir enternasyonalizmin te­mellerim de inşa edebilir. Bu enternas­yonalizm elbette ne soyut bir uluslarara­sı bir sivil toplum örgütleri birliğidir ne de “ ortak vatandaşlık” veya “ küresel va­tandaşlık” gibi tam da soyut bir söyleme

dayanan ve sınıf mücadelesi açısından hiçbir anlamı olmayan belirli eğilimler­dir. Bunun yolu, yerel, bölgesel veya u- lusal sınıf hareketlerinin devlet ve ser­maye güçlerine karşı mücadelesinde bir­birini destekleyen bir bakış üzerine o- turmasını zorunlu kılar.

Elbette buradan anti küresel hare­ketleri (Dünya Sosyal Formu gibi) dışla­yan bir anlayışa sahip olmadığımı belirte­yim. Ancak bu hareketlerin hedefleri a- çısından elle tutulur somut bir sonucu yoktur. DSF gerçekte sermayenin bu e- ğilimini biraz daha denetleyen, dolayısıy­la “ insancıl kapitalizm” öngörüsünü aş­mayan bir projenin anlatımıdır. Ama yi­ne de bu ayrı bir inceleme konusudur. Moral değerler açısından önemli bir rol oynaması ve belki buradan ulusal ülke­lerde ezilen emekçi güçlerin hareketine güç katması ve bir yerde merkez ülke iş­çi sınıfının gözünü açması açısından el­bette önemsenmeiidir. Tek başına bu bi­le asla bu hareketleri küçümsemeyi ge­rektirmez. Bunlar olurken kalıcı ve geliş­tirici güç, kuşkusuz her ulusal ülkenin i- çindeki ezilenlerin birliği ve mücadelesi olduğunu unutmamak kaybıyla.

V!l. Kapitalist rekabet ileanti-kapitalist m ücadelearasındaki ilişkiEkonominin kutuplaştırıcı ve eşitsiz

gelişimi boyunca kapitalist pazarın ege­menliği, bir noktaya kadar hem prole­taryanın devrimci hareketini durdurma eğilimini taşıdı hem de bunalımlardan kurtulma eğilimini... Kelimenin gerçek anlamı ile söylemek gerekirse bu, tam bir eğiiim ifadesidir. Ancak ekonominin yasaları ile istemler veya eğilimler tama-

167----

Page 169: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

men farklıdır. Kapitalizm böyle bir eğili­mi taşıyor olsa bile, kapitalist burjuvazi ne proletaryanın eyleminden yakasını kurtarabilmiş ne de kendi bünyesini sa­ran ekonomik krizlerden... Bugüne ka- darki tarihsel gelişmeler yeterince bu tezi kanıtlamıştır. Çünkü bir yanda kapi­talist burjuvazinin sınıf mücadelesini durdurma istemi bir yanda ise ekonomi­nin işleyen yasaları vardır. Yasalar her zaman istemlere baskın gelmiştir. Onun için burjuvazi ne yaparsa yapsın, yakası­nı sınıf kavgasından asla kurtaramamış- tır, bundan böyle de kurtaramaz.

Sermayenin küresel ölçekte bir ka­rakter taşımasının nedenlerinden birisi, özellikle rekabetin kendisine ve rekabet yasalarına bağlanan bir görüşe dayanır. Hatta birçok iktisatçı sermayenin büyü­mesini ve uluslar arasılaşmasını rekabe­tin yoğunlaşmasının bir sonucu olarak değerlendirmiştir. Böylece tartışmanın kritik noktası, küreselleşme sürecinde rekabetin rolüne ilişkin yürütülen tartış­madır. Ancak değişik bazı küreselleşme tezlerine göre, sermayenin bu ölçekte büyümesinin nedeni rekabetin yoğunlu­ğundan çok, azalmasına bağlanmış olma­sıdır. Dolayısıyla onlar bu sorunu reka­betin azalması ile, hatta uluslararası iş­birliği cephesindeki gelişmelerle açıkla­dılar. Gerçekte bu tanımın bir yere ka­dar hem doğru hem de yanıltıcı olan iki­li bir yönü vardır; doğrudur; gerçekte rekabete katılan ulus ötesi şirketlerin sayısında bir azalma olduğu bir gerçekli­ğin bir anlatımıdır. Elbette burada reka­bete katılan uluslararası birliklerin sayı­sının azalmasını söz konusu ediyorum. Yani daha az kapitalist birlikler ola- rak...Yanıltıcıdır; çünkü bu azalan sayı daha amansız bir rekabetin varlığını gös­

— yol-------------------------------------------

terir, onun ortadan kaldırıldığını göster­mez. Böylece bu sorun ortada olan re­kabetin yok olmasından çok, ulusa! ser­mayenin birbirine nüfus etmesi ve ulusal sermayenin işbirliği etmesinden ileri gel­mektedir. Rekabete katılaniarın sayısının azalması demek rekabetin ortadan kalk­tığı demek değildir, tersine rekabete ka­tılan ulus ötesi sermayenin amansız re­kabetine katılaniarın sayılarının azalması demektir. Böylece ulus ötesi sermaye­nin rekabeti (bunu hem A B ’nin kendi i- çine hem de A BD , Japonya veya diğerle­ri arasındaki rekabette görebiliriz) daha yıkıcı ve daha vahşi bir aşamaya gelmiş­tir.

Sermaye grupları arasındaki rekabet, iş gücünün maliyetlerini düşürmek, kar­lılıklarını ve pazar paylarını artırmak gibi geleneksel bir politikaya dayanır. Ama bugün sermayenin aşırı kar isteminde a- yaklarına dolaşan prangalar (sınıf dire­nişleri) büyük oranda zayıfladığı için ser­maye hareketinde daha serbesttir. D o ­layısıyla rekabetten kaçınamayan serma­ye, aynı zamanda rekabeti belirli bir dü­zeye kadar sınırlayarak, küresel serma­yenin uluslararası ilişkilerine dayanarak, sermaye sınıfını bir düzeye kadar birleş­tirmekte ve muhalefeti etkisiz bırak­maktadır. Kuşkusuz şunu biliyoruz; kapi­talizmin zorunlu variığı rekabete daya­nır. Ama şunu da biliyoruz ki, rekabetin yasası, sermayenin rekabetten kurtulma yasasıdır. Bu anlamı ile sermayenin yo­ğunlaşması, rekabetin anti tezi değildir. Bugün tekeller arası rekabet daha yıkıcı ve daha vahşidir. Burada son günlerin çarpıcı bir örneğini vermek istiyorum; ABD , Suriye’ye abluka politikasını, özel­likle ekonomik alanda ambargo kararını aldığında, A B ülkeleri Suriye ile ekono-

__ 168

Page 170: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi__

mik ve ticari ilişkilerini geliştireceklerini ve mallarını Suriye’ye satacaklarını açık­ça ilan ettiler. Bu bilgiler 17 ve 18 Mayıs 2004 tarihli gazetelere yansıdı. Bu bile görülmemiş düzeyde açığa çıkan rekabe­tin düzeyini göstermesi bakımından il­ginç bir örnektir.

Küreselleşme döneminde rekabet­ten çıkaracağımız sonuç sanıyorum şu olsa gerek; küreselleşme daha büyük re­kabet ama daha az kapitalist birlik de­mektir, Yani bu sermaye gruplarının da­ha büyük, ama sayısının daha az ve sınır­lı olması demek, rekabetin ortadan kalk­ması demek değildir. Başka bir yanıyla bu yeni paylaşım savaşının amansız oldu­ğunun da bir işaretidir. Bunun sonucu tüketicinin alım gücünün düşmesi ve u- lus devletler arasındaki farkın açılması giderek büyüme gösteren bir eğilimi kış­kırtır. Zengin ile fakir arasındaki farkın açılması, ulus devletler arasındaki farkın açılması emperyalist paylaşım mücadele­sinin zorunlu sonuçlarıdır. Bunlardan çı­kan sonucun doğası şudur; demek ki bü­tün bunlar anti kapitalist sınıf mücadele­si olanaklarının artmasını gösteren veri­lerdir. Böylece küreselleşmenin kendisi sınıf politikalarının daha fazla olanak ha­line geldiğinin işaretlerini gösterir. W o- od’un dediği gibi;

“ İşçi hareketinin ve solun küreselleş­meden ya da kapitalizmin evrenselleş­mesinden çıkarması gereken esas sonuç, kapitalizmin şimdi her zamankinden da­ha fazla kendi iç çelişkileriyle kalbura çevrildiği ve bunun anti kapitalist müca­deleden değil vazgeçmek, daha da artır­mak için bir sebep olduğudur.” (E. M. W ood , 2001: 91)

Kapitalizmin belirli evrelerinde, me­

sela 1945 sonrasında (refah dönemi ve­ya soğuk savaş dönemi olarak adlandırı­lan bu yıllarda) bu süreci durdurma da kısmen başarı sağlanmış olsa da, bu o- nun ana karakteri değildi. Nitekim bu dönemde görece bir başarının varoluşu­na rağmen bunun sürekli olamayacağı daha sonra ortaya çıkacaktı. Kapitalizmi yeniden yapılandırmak bir düzeye kadar mümkündür, ama o hiçbir zaman kendi iç çelişkisini ortadan kaldırmaya mukte­dir bir gücü ifade etmedi, etmez de. N i­tekim küreselleşme süreci içindeki kapi­talizm, bu çelişkilerin doruğunda ortaya çıkmıştır. Bu durum aynı zamanda Mark­sizm’in kapitalizm eleştirisini yeniden doğrulayan bir sonuçtur.

VIII. Yeni stratejinin olanaklarıhakkındaKüresel kapitalizm için öngörülen

çelişkisiz bir dünya, uyum ve işbirliği, de­mokrasi veya barış gibi liberal burjuva propagandasına dayanan söylemlerin neden hayat tarafından kısa bir dönem­de yalanlanmış olması şimdi daha iyi an­laşılabilir olduğunu göstermiştir Bu du­rum dönemsel olarak devrimci hareke­tin adeta i. Dünya Savaşı öncesi koşulla­rından çıkarılan ikili sonuca çok benzer. Bunlardan ilki bilindiği gibi II. Enternas­yonalin ve onun başını çeken Kautksy- ki’nin temsil ettiği düşünceydi; buna gö­re kapitalizm yeni bir yapılanma süreci­ne girerek kendi aralarında, mümkün ol­dukça çelişkisiz bir dünya yaratacak ve dünya ortaklaşa bölüşülecek bir tarihsel döneme girecektir. Tekeller dünyayı sa­vaşa ve zora gerek duymadan barış için­de paylaşacaklardır. Dolayısıyla komü­nist hareketin stratejisinin, barış, de­

--------------------------------- --------169___

Page 171: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

mokrasi ve işbirliğine dayanan uyum stratejisi (dolayısıyla buna bugünün diliy­le iktidar hedefi kaybolmuş bir demok­ratik strateji de diyebiliriz) olmasını ileri sürmüştü. Diğeri ise Lenin ve arkadaşla­rının düşüncesiydi. Lenin’e göre, sorun­lara uyum ve işbirliği penceresinden de­ğil, çelişki ve çatışma perspektifinden bakılması gerekiyordu. Çünkü sermaye “ birleşme eğilimi” taşıyor olsa bile kapi­talizmin ekonomi yasalarının buna ola­nak tanımayacağını, paylaşımda mutlak zorun egemen olacağını öngörüyordu. Nitekim ilk savaş ve sonrası bütün geliş­meler Leninist stratejiyi haklı çıkarmış­tır. Böylece dünya komünist hareketi bu stratejiler arasında temel bir bölünmeye yol açmış ve buradan III. Enternasyonal doğmuştur. Tipiktir ama, dünya bugün çok farklı özellikler taşıyor olsa bile, bu­gün de devrimci hareket bu temel çeliş­ki içinde ayrışmıştır. Bölünme daha çok örgüt formunu ifade ettiği için, ben bu­na bölünmeden çok temel bir stratejik ayrışma demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Bugün en genel anlamda sol içindeki ayrışmanın bu ikili stratejik tezlerin üze­rinden gerçekleştiğini söylemek asla bir abartma değildir ve öyle algılanmamalı­dır. Dolayısıyla ayrışmanın böyle bir nesnel temeli olduğu görülmelidir. Üze­rinden daha on yıl geçmeden liberal sol’- dan başlayan bütün akımların, küresel kapitalizmin savaşlara gerek duymadan dünyayı uyum içinde bölüşme varsayımı­na dayanan bu öngörüleri hayat tarafın­dan yalanlanmıştır. Bu nedenle bu tezle­rin esas kaynağını Kautsyki’nin tezlerinin oluşturduğunu söylemek abartılı bir yar­gı değildir. Dolayısıyla buradan demok­rasi ve barış tasarımlarının çıkarılabile­

— yol-------------------------------------------

ceğini ön gören bütün bu varsayımlar ve bu “ uyum ve işbirliği” stratejisi tümüyle çökmüştür.

Şimdi dünyanın her bir yanı yangın yerine döndü. Kutuplaşma ve çelişki ar­tan bir gelişme gösterirken, Afganistan ve Irak işgal edildi. Mekansal olarak bu kutuplaşmalar elbette kendi içinde fark­lılıklar arz etmiyor değil. Üçünü Dünya­da çelişkiler bir yıkım paradigması düze­yinde derinleşmeye devam ederken, bu durum kuşkusuz batıda aynı derecede seyretmiyor. Burada emekçi halkların ve işçi sınıfının Üçüncü Dünya ülkelerinde sert bir direniş ve mücadele potansiyeli­ni geliştirmesinin neden tesadüfi olmadı­ğı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Özellik­le Filistin ve Irak’ta, gerek Siyonist güç­ler gerekse A B D ve İngiltere başta ol­mak üzere “ koalisyon güçleri” nin, böyle amansız bir direniş karşısında büyük bir batağa saplanmaları nedensiz değildir. Burası başka bir düzeyde Vietnam Sen- duromu’nu hatırlatmaktadır işgalci güç­lere. Öyle sanıyorum ki Irak’ta daha şimdiden yenilen A B D imparatorluğu­nun dünya bazında ilk çöküş sinyallerini Ortadoğu’nun kalbinde görmek ve ta­savvur etmek bile ileri bir öngörüyü ge­rektirmiyor. Ortadoğu’daki bu yeni ge­lişme, dünya emekçilerinin direniş umu­dunu biraz daha arttırdı ve mücadele di­namizmine esin kaynağı oluşturdu. Ama bu yalnız O rta Doğuya özgü bir gelişme de değildir, şimdi bütün dünya böyle yangın yerine dönmektedir. Bu da Leni­nist stratejinin bir kez daha doğrulanma­sı demektir.

Kuşkusuz bu direnişlerin farklı ideo­lojik tonlar taşıması (dinsel veya etnik anlamda), bu direnişe temel teşkil eden ana olguları görmemek anlamına gel­

__ 170

Page 172: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi

mez. D irenişin kendisini var eden tem el olgu, emekçi halkların vahşi bir emper­yalist güç veya güçlerin baskı, sömürü ve abluka politikasına karşı ortaya koyulan bir mücadele iradesinden kaynaklan­maktadır. Yani işin içinde iki ayrı dünya­nın ve iki ayrı sınıfın karşı karşıya geldiği bir mücadele diyalektiğini görmek ö- nemlidir. Bunun emekçiler dünyasında değişik tonlar taşıyan ideolojik ve politik varoluş biçiminden bağımsız, ortak bir nesnelliğin tanımı ve anlatımıdır. Burada sorun elbette bu direniş içindeki dev­rimci güçlerin, sınıfın ideolojik ve politik tasarımlarının ete kemiğe nasıl büründü- rüleceği sorunudur. İşte sorunlu alanı­mız da bu noktada toplanmaktadır.

Yine de emek dünyasının cephesinde var olan bu olumsuzluklar aşılabilmiş ol­maktan hala çıkmadı. Bu anlamda dev­rimci komünist örgütlerin bunalımı de­vam ediyor. Bu bunalımın karakteri, işçi ve emekçi sınıfların artan yoksulluğu ve sefaletin büyümesi ile örgütlü yapıların iktidarsızlığı (dolayısıyla stratejisizliği) a- rasındaki bu çözümsüzlükten çıkmakta­dır. Kuşkusuz bu tek bir nedene dayan­dırılamaz. Fakat Marksist örgütlerin bu­nalımı salt kendine özgü de değildir. Ay­nı şekilde reformist-revizyonist sol da bunalım içindeydi. Artan yoksulluk ve iş­sizlik karşısında reformist veya liberal sol, sorunu sistem içinde ararken, sefa­let daha da büyüdü. Bunu önlemede bu sol, yapısal olarak sistem içinde sosyal hakları koruma duygusu ile hareket ede­rek güçsüz kaldı, saldırılara yanıt ürete­medi ve başarısızlık aleyhlerine dönme­ye başladı. Bu yapıların emekçi güçleri harekete geçirecek, ekonomik ve politik sistem ile pazarlık yapacak ne istekleri ne de güçleri vardı. Bu krizi liberal sol, İ­

talya’daki Zeytin Dalı örneği gibi, birbiri­ne benzemezleri aynı çatı içinde topla­yarak (bizdeki daha da cüceleşmiş bir örnek olan Sol Güç Birliği gibi) bir alter­natif oluşturulamayacağı anlaşılmıştır. Marksistler ise bu konuda ne kadar ka­rarlı olursa olsunlar, onların da emekçi güçlerle ilişkilerinde ve harekete geçir­mede stratejik düzeyde yapısal sorunlar yaşıyorlardı. Bu hala devam etmektedir. Üçüncü Dünya halklarının emperyaliz­me karşı direnişlerinde hem Marksistle- rin hem de liberal solun böyle birbirin­den temelden ayrılan stratejik yaklaşım­larında sorunlar devam etmektedir, il­kinde teslimiyetçi bir strateji İkincisinde ise stratejisizlik yaşamın canlı varoluşun­da kendini hissettirmektedir.

1980’lerden, ama özellikle 1990’ların başından itibaren Komünist Partilerin stratejileri önemli ölçüde zemin kaybına uğramıştır. Bunun nedeni koşulların de­ğişimi ile yeni stratejik düşünceler ara­sında bir ilişki veya bağlantıyı kuracak “ i- deolojik yapıların” kırılganlığıdır. Başka bir deyişle devrimci yapıların, değişen nesnel koşulların üzerinden yeni hedef­ler koyamaması ve giderek tutucu yapı­lara dönüşmesi, yapıların stratejik eroz­yonunun ortaya çıkmasına neden ol­muştur. Ufuk kaybolmuş, hedefi göste­ren pusula eskimiş ve paslanmıştır.

Proletaryanın siyasi örgütünün stra­tejisi, içinde bulunduğu koşulların bir ü- rünü olarak, bu koşulların izahına ve o r­tak bir senteze ulaştırılmasına dayanır. Strateji bu koşullarda topluma sunulan bir ayna gibidir. Ancak nesnel koşulların aşılmasına veya hızla değişmesine karşın, K P ’leri hala aynı stratejileri uygulamakta bir beis görmemişlerdir. 20. yüzyılın ilk ve orta yarısındaki koşullara göre inşa e-

------------------------------------------171 —

Page 173: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dilmiş stratejilerin, bu kadar derin bir çöküşün arkasından bile hala büyük çı­randa değişmeden kalabilmeleri müm­kün müdür? Elbette bu kabul edilemez bir durumdur, daha önemlisi bu Mark­sizm’in özüne de aykırı bir varoluştur. Bu durum doğal olarak, bir yandan hare­keti dogmatizme mahkum bırakırken, bir yandan ise değişimin farkında olan, a- ma doğru bir strateji uygulayamayanla­rın hızla liberalizm rüzgarını arkalarına almalarına yol açmıştır. Böylece iktidar hedefi de kaybolmuştur. Doğal olarak böyle bir gelişme süreci, sorunu daha da krizsel bir hale sokmuştur. Stratejik e- rozyon sorununu özellikle ülkemiz öze­linde ele alırsak, Yılmazer arkadaşın şu tespitinin yerinde olduğunu söylemek gerekir;

“ Geçmişten günümüze gelirsek, al­tüst olan dünya ve Türkiye koşullarında devrimci hareketin 70’li yıllarda kesin­leştirdiği stratejilerinin durumu nedir? Bu stratejiler, maddi temelleri köklü bir değişime uğradığı için büyük oranda e- rozyona uğramıştır. Dünya artık strate­jilerin oluşturulduğu 1960-70’ler dünya­sı değildir. Güç dengeleri tamamen de­ğişmiştir. Ö te yandan, Türkiye’de 1960- 70’li yıllardan çok farklı koşullara gelmiş­tir. Bütün bu gerçekliklerin sonucu 70’li yıllarda yaratılan stratejilerin maddi ze­mini toprak kayması gibi erozyona uğra­mıştır. Bu erozyon apaçık bir gerçeklik olarak ortada duruyor. Oysa devrimci hareketin bu sorunu açıkça ve cesaretle ele aldığı kesinlikle söylenemez. Dev­rimci hareketin bugün tutarlı bir strate­jisinin olduğunu söylemek mümkün de­ğildir. Bundan öteye, bu boşluğu kapat­mak için ciddi bir yöneliş ve tartışma ça­bası bile yoktur. Devrimci hareketin kri­

— yol-------------------------------------------

zinin altında bu temel gerçeklik yatmak­tadır.” (M. Yılmazer, 2004: I I)

Burada “ hedefi pratikleştirmek” gibi bir slogan etrafında Marksist yapıların ortak bir program ve strateji etrafında yeniden bir yapılanma sürecine girmele­ri, bunalımı atlatmada ilk adım olabilir mi? Düşünmek gerekir. Kanımca burada yapısal sorunların çözümünün aşılması­nın bir yolu herhalde, temel stratejik he­deflerinde ortaklaşmış olan farklı Mark­sist yapıların,7 pratik süreç içinde ortak vuruşları bir araya taşıyacak ve ortak ve temel stratejilerin kurgulandığı bir yapı­nın organizasyonun inşasından geçmesi­dir. Buna isterseniz merkez yapıların o r­tak karargahı da diyebilirsiniz. O rtak ka­rargah elbette ayrı ayrı bağımsız güçlerin tasfiyesini gerektirmez. Tersine onların varoluşu üzerinden ortak bir tasarım çı­karılması demektir. Bunun esas nedeni, bugünün artan ve derinleşen sorunlar karşısında, tek tek yapıların ne gücü ne de sınıf açısından önem taşıyan moral kı­rılmanın aşılmasını öngören bir irade birliğinin varlığıdır. Bir başka düzeyde şunu da söyleyebiliriz; yapılarda bu kaos durumunun devam etmesi, devrimci kadrolar üzerindeki moral değerleri da­ha da aşındırmaktadır. İlerleme morali­ne sahip her bir kadro gelişmeler süre­cinde sürekli kendi zemini içinde patinaj yapması, bir noktadan sonra onun “gü­neşi zaptetme” bilinci ve iradesi üzerin­deki olumsuz sonuçlara da yol açan ve bu anlamda liberalleşmeye de kaynaklık eden ve onu derinleştiren bir etkendir diye düşünmek gerekir.

Gerçekten düne göre bu zemin, yani devrimci stratejinin inşasının ortak ze­mini, bugün çok daha artan bir olanağı ve imkanları önümüze koymuştur. Çün-

172

Page 174: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi

kü sol içinde stratejilerdeki ayrışmalar, en genel anlamda “ uyum ve işbirliği” stratejileri ile çelişkiler üzerine kurulan stratejiler arasında tam bir netleşme o- larak ortaya çıkmıştır. Aynıların aynı, ay­rıların ise ayrı oluştuğu zemin, devrimci stratejik öngörüler içinde olanları bir a- raya getirmenin zeminini olgunlaştırmış- tır. Bunun bizim kültürel varoluşumuz i- çinde ne kadar zor bir şey olduğunu bi­lerek söylüyorum. Ama zorun üstesin­den gelecek bir irade gösterilmedikçe sızlanmalarımız da devam edecek de­mektir. Yine de bu başarılacak ve başa­rılmak zorundadır diye düşünüyorum. Eğer burada bir başarısızlık ortaya çıkı­yorsa, bu tümüyle sınıfın öncü güçlerinin ve bu duruşu öngören her bir yapının yeteneksizliğinin bir sonucu anlamına geleceğidir. Başka türlü de düşünüle­mez. Bunun gerçekleştirilememesinin tarihi sorumluluğunun büyük olacağını düşünüyorum.

30 Mayıs 2004

KAYNAKÇA!. Samir Amin, “ Büyük Kargaşa-Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi” , 1990, A- lan y. s. 1052. James Petras, “ Küreselleşme ve Dire­niş” , 2002, Cosmopolitik Kitaplığı, s.2l I3. H. Braverman, Türkçeye çevrilmeyen “ Emek ve Tekelci Kapitalizm-20.Yüzyılda Emeğin Gerileyişi” , Maspero, Paris, 19764. D. J. Struik, “ Komünist Manifestonun Doğuşu” eseri içindeki “ Komünist Mani­festo” , 1976, Sol y. s. 1255. Giovanni Arrighi, “ Büyük Kargaşa-Ye­ni Toplumsal Hareketlerin Krizi” , 1990, Alan y. s.556. E. M. W ood, “ Küresel Kapitalizmde Emek, Sınıf ve Devlet” adlı yazıdan, Öz­

gür Üniversite Formu, 2001, sayı; 15, s.957. M. Yılmazer, “ Devrimci Harekette Kriz” , 2004, Alaz y. s. 11

DİPNOTLAR1. Bu bölüme ilişkin atıflar E. M. W o- od’un “ Kapitalizm Demokrasiye Karşı” adlı eserinden alınmıştır. 2003, İletişim y. s.243 ve sonrası...2. Bu yazı Toplumsal Politik Form'un ha­zırladığı ve öncülük ettiği “ Uluslararası Göçmenlik ve Entegrasyon Kurultayı” na sunulmak için daha kısa olarak hazırlan­mış bir metindi. Ancak bu araştırma Yol için genişletilmiş bir metin haline getiril­di.3. Burada hemen geçerken bir tartışma­ya atıf yaparak ilerleyeceğim; bilindiği gi­bi farklı konumları ifade eden güçler ara­sında yine farklı görüşler üzerinden bir yarılma ortaya çıktı. Doğal olarak bu ve­riler üzerinde hareket eden bir kısım a- raştırmacı ve onların teorik varsayımları arasında değişik konumlanışlar derhal kendini gösterdi. Bu eğilimleri üç ana başlık altında toparlayacağım; bunlardan ilki sorunlara batı merkezci görüşten ba­kanları ifade eder (hemen belirteyim ki, ben asla bazı üç dünyacı teorisyenlerin yaptığı gibi batı emekçilerinin yaratmış olduğu olumlu değerleri yadsıyan bir yaklaşıma düşmeden bu kavramı kullan­makta bir sakınca görmüyorum.) Kanım­ca bu çevrelerin bakışı, daha çok batı merkezci düşüncenin bir sonucu olarak uyum, işbirliği, demokrasi veya barış gibi bir söyleme dayanır. Sonucu ise sınıf iş­birliğini öngören politik varsayımlara yol açan liberalizm / demoKratizm üzerine kurulan tasarımlarıdır. İkincisi Üç Dün­yacı görüşlerdir, üçüncüsü ise Marksist görüşler olarak ifade edilebiliriBu yazının ana hedefi batı merkezci ba­kışlara yöneldiği için onu şimdilik atlaya-

----------------------------------------- 173-----

Page 175: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

rak, kısaca Üç Dünyacı görüşün öznele­rinden biri olan Samir Amin’in görüşünü kısaca özetlemenin gereğine inanıyorum; Samir Amin bir yazısında (S.A- min, 1990:105), dünyamızda egemen top­lumsal yapıyı tarif ederken, kapitalist ü- retim tarzının ortaya çıkardığı egemenlik ilişkilerini, dolayısıyla buna bağlı olarak sınıf mücadelesi sorununu tartışırken bu sorunu ikincil plana atmış, salt kapitaliz­min eşitsiz gelişimine veya dünya çapında ki kutuplaşmasına indirgeyen bir çözüm­leme ile kendini sınırlamıştı. Yani kapita­lizmin iç çelişkileri olarak... Bu varsayı­mın temel sakıncası şu olmuştur; böyle bir varsayım ne kapitalizme karşı bir mü­cadele iradesini ne de alternatif bir savaş stratejisi olanaklı kılar. S. Amin insanlığın temel sorunları gibi bir dizi sorunun kaynağında K Ü B ’nin olduğunu varsaysa bile bir yerde yine de onu es geçerek, hatta bu sorunların tümünün sınıf soru­nuna gelip dayandığını önemsemeyerek, ortaya koyulan böyle bir yaklaşım ister istemez yanlış bir stratejiye kapıyı arala­mıştır. Gerçekten meselenin ana omur­gasında duran asıl sorunu ikincil bir bo­yut içine almak ve böylece sınıf mücade­lesi ile ilişkisini gölgelemek, kanımca ya­pılabilecek en büyük yanılgıların başında gelir. Soruna böyle bir bakış S.Amin’in söylediği gibi “ yüksek soyutlama” içinde ki bir kavrayış olarak açıklanamaz. Kuş­kusuz böyle bir soyutlama ile yaklaşanlar olsa bile, hatta popülist bir sınıf söylemi­ne dayananlar olduğunu bildiğimiz halde (ki ülkemizde de oldukça sık görülen bir yaklaşımdır bu) sorunun odağına K Ü B ’nin sorgulanmasını ele almayan her düşünce, niyeti ne olursa olsun kapitaliz­mi haklı çıkarmaya dönük bir çabadan kurtulamaz. Dolayısıyla sorunu sınıfsal boyut içinde ele almanın hayatiyeti yete­rince kendini hissettirmesi gerekir. Bu­radan elbette sabah akşam kapitalizmden veya üretim ve sömürü ilişkilerinden

—.yol-----------------------------------------

bahsederek “ yüksek soyutlama” içinde hareket etmenin fazla bir anlamı olmadı­ğı elbette kabul edilebilir. Ancak Üç Dünyacı söylemlerin bütünü ile düşünül­düğünde, ısrarla bu noktanın üzerinde durulmasının neden bir soyutlama olma­dığı da böylece anlaşılmış olacaktır.4. Burada hemen geçerken bir tartışma­ya atıf yaparak ilerleyeceğim; bilindiği gi­bi farklı konumları ifade eden güçler ara­sında yine farklı görüşler üzerinden bir yarılma ortaya çıktı. Doğal olarak bu ve­riler üzerinde hareket eden bir kısım a- raştırmacı ve onların teorik varsayımları arasında değişik konumlanışlar derhal kendini gösterdi: Bu eğilimleri üç ana başlık altında toparlayacağım; bunlardan ilki sorunlara batı merkezci görüşten ba­kanları ifade eder (hemen belirteyim ki, ben asla bazı üç dünyacı teorisyenlerin yaptığı gibi batı emekçilerinin yaratmış olduğu olumlu değerleri yadsıyan bir yaklaşıma düşmeden bu kavramı kullan­makta bir sakınca görmüyorum.) Kanım­ca bu çevrelerin bakışı, daha çok batı merkezci düşüncenin bir sonucu olarak uyum, işbirliği, demokrasi veya barış gibi bir söyleme dayanır. Sonucu ise sınıf iş­birliğini öngören politik varsayımlara yol açan liberalizm / demokratizm üzerine kurulan tasarımlarıdır. İkincisi Üç Dün­yacı görüşlerdir, üçüncüsü ise Marksist görüşler olarak ifade edilebilir.Bu yazının ana hedefi batı merkezci ba­kışlara yöneldiği için onu şimdilik atlaya­rak, kısaca Üç Dünyacı görüşün öznele­rinden biri olan Samir Amin’in görüşünü kısaca özetlemenin gereğine inanıyorum; Samir Amin bir yazısında (S.A- min, 1990:105), dünyamızda egemen top­lumsal yapıyı tarif ederken, kapitalist ü- retim tarzının ortaya çıkardığı egemenlik ilişkilerini, dolayısıyla buna bağlı olarak sınıf mücadelesi sorununu tartışırken bu sorunu ikincil plana atmış, salt kapitaliz­min eşitsiz gelişimine veya dünya çapında

174

Page 176: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

küreselleşme, göçmen emeği ve demokrasi

ki kutuplaşmasına indirgeyen bir çözüm­leme ile kendini sınırlamıştı. Yani kapita­lizmin iç çelişkileri olarak... Bu varsayı­mın temel sakıncası şu olmuştur; böyle bir varsayım ne kapitalizme karşı bir mü­cadele iradesini ne de alternatif bir savaş stratejisi olanaklı kılar. S. Amin insanlığın temel sorunları gibi bir dizi sorunun kaynağında K Ü B ’nin olduğunu varsaysa bile bir yerde yine de onu es geçerek, hatta bu sorunların tümünün sınıf soru­nuna gelip dayandığını önemsemeyerek, ortaya koyulan böyle bir yaklaşım ister istemez yanlış bir stratejiye kapıyı arala­mıştır. Gerçekten meselenin ana omur­gasında duran asıl sorunu ikincil bir bo­yut içine almak ve böylece sınıf mücade­lesi ile ilişkisini gölgelemek, kanımca ya­pılabilecek en büyük yanılgıların başında gelir. Soruna böyle bir bakış S.Amin’in söylediği gibi “ yüksek soyutlama” içinde ki bir kavrayış olarak açıklanamaz. Kuş­kusuz böyle bir soyutlama ile yaklaşanlar olsa bile, hatta popülist bir sınıf söylemi­ne dayananlar olduğunu bildiğimiz halde (ki ülkemizde de oldukça sık görülen bir yaklaşımdır bu) sorunun odağına K Ü B ’nin sorgulanmasını ele almayan her düşünce, niyeti ne olursa olsun kapitaliz­mi haklı çıkarmaya dönük bir çabadan kurtulamaz. Dolayısıyla sorunu sınıfsal boyut içinde ele almanın hayatiyeti yete­rince kendini hissettirmesi gerekir. Bu­radan elbette sabah akşam kapitalizmden veya üretim ve sömürü ilişkilerinden bahsederek “ yüksek soyutlama” içinde hareket etmenin fazla bir anlamı olmadı­ğı elbette kabul edilebilir. Ancak Üç Dünyacı söylemlerin bütünü ile düşünül­düğünde, ısrarla bu noktanın üzerinde durulmasının neden bir soyutlama olma­dığı da böylece anlaşılmış olacaktır.5. Burada farklı bir benzetmeden önemli bir ders çıkarılacağını düşünüyorum; me­sela Fettuhlahcı grup dinsel bir söylem (gelenekçi bir dil) üzerinde kurulmuş bir

yapıyı gösterir. İkili bir yanı var bunun; bir yandan milyonlarca yoksul emekçiyle hem pratikte (eğitim kurumlan, ışık ev­leri, TV, gazete vb.) hem de ideolojik söylemde bir ilişki kuruyor, yine hem de 21. yüzyılın en önemli sermaye grupları ile (ABD ) ilişkisinde Ortadoğu İslam coğrafyası için yeni proje oluşturabiliyor. Veya oluşturulan bir projenin ayakların­dan birisi oluyor. Biri çağdışı bir akımın temsilcisi diğeri de modern “A BD de­mokrasisinin” sermaye ayağı. Bunun gös­tergesi şudur; “ modern burjuva” bir a- kım ile gelenekçi dinsel bir akım arasında ki ilişki ve geçiş biçimlerinde kullanılan objeler, geniş emekçi kitleyle ilişkide bir volan kayışı gibidir. Burada elbette volan kayışı bu gelenekçi dinsel grupların ken­disi ve kullandıkları araçlardır. Biz Mark- sistler, bu ülkenin emekçiler üzerinde ki dinsel etkinin politikada oynadığı rolün önemini düşünecek olursak, buradan çı­karacağımız sonuç şu olur; Marksizmm odern bir hareket olarak, em ek dün­yasını doğrudan saran bir dinsel ideolojik akımın bertaraf edilebilmesinin yolların­dan birisinin, bu akımın biçim dilini kendi söylemlerimiz içinde nasıl kullanacağımız sorunudur. Sermaye (modern burjuva düşüncesini ifade ediyorsa eğer) bu akım ile ilişki kurarak nasıl ki emekçileri kendi yatağına çekiyorsa, bizde bir şekilde di­nin etkili olduğu bu emekçiler ile ilişki­lerde yeni bir biçimsel araç ve bu aracın kullandığı dil, bu anlamda ideolojik bir tutum ve yöntem vb. ile bu toplumsal gücü kendi yatağımıza çekip çekemeye­ceğiz sorununda düğümlenir. “ Modern bir akım” olan burjuvazi modern dışı bir akım üzerinden etkili bir süreci yaratı­yorsa, modern bir hareket olan Mark­sizm de, gelenekçi bir dünyanın üzerinde etkili olacak söylem ve araçları yaratması düşünülemez mi? Ben elbette burada dinsel bir söylem, dil ve araçların kulla­nılmasından bahsetmiyorum. Dinsel yapı-

_ 175 —

Page 177: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ların ayrıcalıklı konumu onun kitleyle i- lişkide daha kolay bir geçişi sağladığını da biliyorum. Elbette sorun bizim tarafımız­dan benzer biçimin kullanılıp kullanılma­ması da değildir. Sorun Marksizm’in kur­tuluş manifestosunun bu gelenekçi de­ğerlere sahip sınıf güçlerinde nasıl etkili bir ideolojik söyleme dönüştürülmesi sorunudur. Bunlar şimdilik ortaya attı­ğım sadece birer sorular yumağı. Cevap­ları şimdilik yok. Bu ortak bir aklın ürü­nü olarak çıkacak gibi görünüyor. Üste­lik bizim söylemlerimizin daha etkili ol­masını zorunlu kılan bir sınıf kimliği ve onun yaşam içinde ki somut yankıları ol­duğunu düşünecek olursak bunun daha kolay bir geçiş olacağını varsayabiliriz.6. Elbette burada A B modelinde öngö­rülen yeni devlet biçimlerinin oluşum sü­recine atıf yapılabilir. Bu daha çok Avru­pa’nın kıtasal geleneklerine özgü özellik­leri bulunan ve aynı zamanda tarihsel bir tartışma konusu da olan bir örneği tem­sil eder. Buradaki öznel durum şudur; A B ’yi oluşturan yapılarda ulusal devlet korunur, hatta daha da güçlendiriiirken, bu ulusal devletlerin bir üst yapısı yeni bir ortak devlet yapısına dönüştürülmek istenmektedir. Daha doğrusu ulusal dev­letlerin bir kısım görevleri bu üst organa havale edilmektedir. Ancak aynı işlevsel konum ulusal devletin kendi içinde ge­çerli olmasından vazgeçilmemektedir. Ortak ve üst bir organ olan A B oluşu­munda, yani ciddi sorunlar olsa da bir üst devlet biçimi olarak, bu geçişe neden olan temel iki etken vardır; bunlardan il­ki Avrupa da olası bir sınıf direnişini (bir ülkede patlak verse bile bu direniş diğer ülkeleri hemen etkileyebilir ve kalkışma bütün Avrupa’yı sarabilir, çünkü bu dev­letlerin iç içe geçmiş olması ve sınırın hem fiili olarak hem de hukuki olarak ortadan kaldırılması, adeta aynı devlet i- çinde ki toplumsal hareketler gibi birbi­rini çok kolay etkileme derecesine sa­

— yol-----------------------------------------

hiptir. Gerçekte coğrafi konumun bunda olumsal bir rolü vardır ) yok etmek ve ortadan kaldırmak, İkincisi de emperya­listler arası rekabette, özellikle A B D ve Japonya ile rekabette (Rusya ve Çin da­hil), paylaşım mücadelesinde diğerlerine karşı ortak bir üstünlük sağlamak gibi gerekçelere dayandırılmıştır. A B veya Avrupalı ulusal devletler gelenekleri açı­sından hala A BD gibi bir devlet oluşu­mundan şimdilik uzak olsa bile, hızla yeni sermayenin organik yapısına uygun bir devlet modeline geçişe hazırlandığını u- nutmamak gerekir. Bu elbette A B D ’ye göre daha zor bir geçiştir. Çünkü Avru­pa işçi sınıfının oluşmuş olan tarihsel ka- zanımların yarattığı ortak kültür bu geçi­şi daha da zorlaştırmaktadır. Ama gidiş Avrupa hukukuna dayanan toplumsal bir kapitalist devletten barbar bir kapitalist devlete geçişin bütün verilerini göster­mektedir. Bu A B içinde geçerli bir söy­lemdir. Yoksa liberal solun iddia ettiği gibi ortak bir “ insanlık kültürünün” ve Avrupa hukukunun üzerinde inşa ediien bir süreçler toplamı değildir. A B bugün,1945 sonrası oluşan Avrupa değerleri denilen süreçten kurtulmanın çabası i- çinde bulunmaktadır.7. Burada anlatılan demokratik yapının birliği sorunu değildir. Elbette demokra­tik güçlerin bir araya getirilmesi farklı bir oluşumu gerektirir, buna da kuşkusuz ih­tiyaç vardır, ama öncelik sırasını bir ta­rafa bırakarak söyleyelim, asgari düzeyde Marksist yapıların ortak duruşunu sağla­yacak bir yapının inşasını gerektirmekte­dir, zaten bu olmadan demokratik güç birliklerinin de kalıcılığı sağlanamıyor.

176

Page 178: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

BİR KUŞAK DEĞERLENDİRMESİ:90’LAR

kaç kere linç ettiler beni etimin her parçası şahmeran

Murathan Mungan

____________________________________________________________Fikret Kızıltan

KUŞAK TARTIŞMALARI

Devrimci mücadele tarihinde ilk ku­şak değerlendirmelerinden birisi herhal­de Hikmet Kıvilcımh’nın Devrim Zorla ­ması ve ‘Devrimci’ Zortlaması adlı kita­bında yaptığı sınıflamadır. Kıvılcımlı kita­bın yazıldığı 1970 yılına kadar sosyalist harekette yer alan dört kuşak ve her kuşağın içinden simgeleşmiş isimleri sa­yar. Sosyalist mücadeleye katılan her ye­ni kuşağın kendisinden önceki mirası ö- zümsemesi ve onu yeni sentezlere ulaş­tırması gerektiğinden bahseder. Buna örnek olarak Lenin’in Kautsky ve Pleha- nov karşısındaki konumunu gösterir. Türkiye sosyalist hareketindeki yeni ku­şakları ise tarihsel mirası görmezden gelmekle eleştirir. I

Kuşak tartışmaları daha sonraki yıl­larda da zaman zaman alevlendi. Hatta kuşaklar adına örgütlenmeler bile orta­ya çıktı. Bu alanda ilk olma şerefi tabi ki, en çok konuşulan kuşak olan ve 90’lı yıl­larda artık sistem açısından nostaljik bir meşruiyete kavuşmuş bulunan 68’lildre ait oldu. Ancak 68’liler Birliği Vakfı’nın kuruluşundan sonra izlediği politika, ö­

zellikle 28 Şubat’ın ardından açıktan o r­dunun desteklenmesi, haklı tartışmalara yol açtı. 28 Şubat’ın etki alanındaki kimi 68’liler kendi tarihleri içindeki Kemalist öğeieri öne çıkararak 68’in gerçeğini ye­niden inşa etmeye koyulmuşlardı. Buna karşı haklı olarak “ Hangi 68?” , “ Kimin 68’i?” soruları gündeme geldi. Farklı 68 yorumları temelde iki nedenden kaynak­lanıyordu. Birincisi 68 kuşağı zaten ken­di içinde homojen bir kuşak değildi. Hem sınıfsal hem de ideolojik farklılıklar içeriyordu. İkincisi ve belki daha da ö- nemlisi tarih aslında mevcut güç denge­leri ve güncel mücadeleler içinde alınan pozisyonlara göre sürekli yeniden yazılı­yordu. 28 Şubat’ın etki alanına girmiş 68’liler kendi tarihlerinin hiç de az olma­yan Kemalist öğelerini öne çıkarmayı politik olarak tercih ettiler. Sosyalist kimliğini koruyanlarsa “ Bizim 68” dedi­ler ya da 68 yılı yerine 1971 yılını öne çı- kardılar.2

70’li yıllarda mücadeleye katılanlar ise ancak 2000’li yıllarda görülebilir, konuşu­labilir hale geldiler. 80 darbesinin getirdi­ği ağır yenilgi ve baskı rejiminin sürekli- leşmesi 1970’li yılların zengin mücadele

------------------------------------------177___

Page 179: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

pratiğinin “ anarşi ve terör” söylemiyle perdelenmesine yol açtı. I970’li yıllar toplumsal hafızadan kazınmak istendi. Avrupa Birliği ile yakın temasların başla­dığı süreç, 12 Eylül “ mağdurları” için de bir fırsat aralığı yaratınca 78’lilik son 3-4 yılda sahiplenilebilir bir kimlik olarak or­taya çıktı. 68’lilik daha çok “ ulusal sol” ya da “ Kemalist-devletçi sol” söyleme ek­lemlenirken, 78’liler “ insan haklan” söy­lemi içinde kendilerine yer açtılar.

En son 12 Eylül’ün yıldönümü dolayı­sıyla kimi sol çevrelerde kuşak tartışma­ları yeniden canlandı. Belirtmek gerekir ki kuşaklar hiçbir zaman homojen bir bütün oluşturmadılar. Ama her kuşağa beili bir sosyolojik grubun damgasını vurduğu söylenebilir. Örneğin 68 kuşa­ğının ana özelliklerini belirleyenler ge­nellikle iyi eğitimli, öğretmen, subay ve memur çocuklarıydı. 70’li yıllarda müca­deleye katılan kuşağın karakteristik ö- zellikleri ise kente yeni göçen ya da köy ve kasabalardan okumaya gelen gençlik kitlesi tarafından belirlendi. 68’de belir­leyici olanlar daha kentli ve orta sınıf kö­kenlilerdi, 78’de ise taşralı ve alt sınıftan olanlar dönemin devrimci kimliğinin olu­şumuna damgasını vurdu.

Soldaki tartışmalarda kuşak kavramı yerine göre iki ayrı anlama gelebiliyor. Bazen belli bir dönemin karakteristik ö- zelliklerinin etkisiyle biçimlenmiş aynı yaş grubundaki insanların tümü kastedi- lirken; bazen daha dar anlamda, belli bir dönemde sosyalist mücadeleyle herhan­gi bir seviyede ilişkilenmiş olanlar kaste­dilir. Bu yazıda kuşak kavramı dar anla­mında kullanılarak, genelde sosyalizm mücadelesine katılanlar ve özelde dev­rimci örgütlerde mücadele yürütenler kastedilecek.

— yol-------------------------------------------

1 9 8 0 ’DEN SONRA

1980 sonrasında mücadeleye katılan- lar genellikle “ 80 sonrası kuşak” denile­rek toptancı bir değerlendirmeye tabi tutulur. Oysa aradan geçen 20 küsur yıl­da en az üç kuşak saymak mümkün. 1980’in ikinci yarısından 90 başlarına u- zanan geçici yükseliş döneminde müca­deleye katılanlar, 90 başlarından Kürt Hareketi’nin silahlı direnişinin büyük öl­çüde sona erdiği 1999 yılına kadar katı- lanlar ve 1999’dan bu yana mücadele ile tanışanlar. Bu yazı asıl olarak 1990’ların başlarından günümüze kadar yaklaşık bir on yıllık dönemde devrimci harekete katılan kuşaklara dair bir özeleştiri de­nemesidir.

“ Eylül sonrası devrimci harekete ilk kuşak 86’larda katılmıştır. Tek tek istis­nalar dışında genei eğilim ve yaygınlık a- çısından bu böyledir. Bu kuşak daha çok 1960-80 arasının mücadele alışkanlıkla­rını miras almıştır. Eylül sonrası değişim­lerden kazanılan bazı farklılıklar olsa da, esas olarak önceki dönemin bir tekrarı­nı yaşamak istemiştir.” 3 I980’ii yılların i- kinci yarısında, önce işçi ardından genç­lik hareketinde başlayan canlanma ve SH P’nin yükselişi, 12 Eylül rejiminden, tıpkı 12 Mart döneminden C H P ’nin se­çim zaferiyle çıkıldığı gibi çıkılabileceği yönünde beklentilere yol açmıştı. Oysa I980’li yıllarda hem toplumsal ve eko­nomik yapıda köklü dönüşümler gerçek­leşiyordu hem de devlet aygıtı sola kar­şı 80 öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde yetkin ve “ derinlemesine” örgütlenmiş durumdaydı. Devlet zoru çok daha seçi­ci ve günlük hale getirilmiş, üniversite­lerden ortaöğretim kurumlarına, sendi­kalardan bürokrasinin çeşitli birim ve

__ 178

Page 180: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

kademelerine kadar siyasal açıdan kritik kurumlarda yukardan denetim ve yön­lendirme mekanizmaları oluşturulmuş durumdaydı. 90 başlarında işçi ve öğren­ci hareketindeki gerileme, bu beklentile­ri boşa çıkardı. 80 sonrasının bu ilk ku­şağı toplumsal ve siyasal koşullardaki köklü değişimlerinin önemini yeterince kavramadan genellikle “ siyasi ahilerinin” getirdiği yerden mücadeleyi sürdürme­ye, “geçici” gerileme döneminin ardın­dan 70’lerdekine benzer bir çıkış yap­maya çalıştı. Kendisinden önceki döne­min mirasını eleştirel bir değerlendir­meye tabi tutarak ideolojik ve örgütsel bir yenilenmeye öncülük etmek yerine bir sonraki kuşakla “ eskiler” arasında bağlantı kurma rolünü oynadı. 80’liler genellikle “ eskilerden” dinledikleri “ kah­ramanlık hikâyeleri” ile döneme hâkim olan “yenilgi psikolojisi” arasında git gel- li bir ruh hali içinde oldu.

‘ZOR YILLAR’

90’lı yıllar toplumsal mücadeleler açı­sından sancılı gelişmelerin yaşandığı bir dönemdi. Sovyetler Birliği’nin çöküşü­nün ardından sosyalist ideolojinin dünya çapında uğradığı prestij kaybı ve dünya ölçeğinde sol hareketlerde yaşanan geri­leme ve kriz durumu, ideolojik güven yi­timine neden oldu. Aynı süreçte post- modern düşüncelerin yaygınlaşması ve bir yaşam biçimi olarak postmoderniz- min etkisi mücadele kültürü üzerinde yı­kıcı bir etki yarattı. Yenilginin ardından keşfedilen “ birey” , toplumsal mücadele­de bir kalite sıçraması yerine sonsuz benlik arayışlarına ve kimlik bunalımları­na kapı araladı.

90’lar salt uluslararası konjonktür a- çısından değil ulusal koşullar açısından da son derece zorluydu. 1992 yılında Kürt Hareketi’ne karşı başlatılan “ top- yekûn savaş” sadece PK K için değil Tür­kiye sol hareketinin devrimci kesimleri için de yargısız infazlar, kayıplar, işken­cede ve cezaevlerinde katliamlar anlamı­na geliyordu. Bu yıllarda sürekli pompa­lanan ve özellikle 1995 sonrasında PK K ’nin duraklaması ve ardından gerile­mesiyle etkili olmaya başlayan şovenist propaganda sadece Kürt Hareketi’ni tecrit etmekle kalmadı, solun tümü üze­rinde büyük bir baskı oluşturdu. 28 Şu- bat’ta alınan kararların ardından yoğun­laşan devlet terörü Öcalan’ın yakalandı­ğı 1999 yılında had safhaya çıkarak, tüm devrimci ve demokratik kurumiarı he­def aldı. Cezaevlerindeki F Tipi saldırısı bu sürecin son halkası oldu.

90’lı yıllarda mücadeleye katılanlar bu ulusal ve uluslararası koşulların etki­siyle biçimlendiler. 90’lı yıllar derken, gerçekte 93 yılında yoğunlaşan tasfiye sürecinden F Tipi saldırısı ve ölüm oruç­larının devrimci siyasette kilitlenmeye yol açan etkisinin savaş karşıtı hareket­lenmeyle bir ölçüde aşıldığı 2003 yılına kadar süren 10 yıllık bir dönemi kastedi­yorum. Bu on yıllık dönem boyunca mü­cadeleye katılanlar nesnel olarak benzer koşullar içinde siyasete katılsalar da mü­cadelenin yürütülüşü açısından 1999 sonrası için ayrı bir dönemselleştirme yapmak gerekiyor. 1999 yılına kadar Kürt hareketinin yürüttüğü silahlı müca­dele solda radikalizmin düzeyini sürekli yükseltici bir etki yapıyordu. Bu koşul­larda devrimci harekete katılanlar ister istemez P K K ’nin yarattığı devrimci ha­vayı soluyarak var oldular. Güçlü bir si-

bir kuşak değerlendirmesi__

179----

Page 181: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— y o !--------------------------- :—

lahls mücadelenin yürütülmediği 99 son­rasında siyasetle tanışanlar ise başka bir ruh hali içinde örgütlendiler.

90’İı yıllarda mücadeleye yaygın katı­lım açısından belli bir yıl söylemek zor. En belirgin tarih olarak Gazi Direnişi’nin yaşandığı 95 yılı söylenebilir. Ama bu dönemde yaşanan hareketlenmeler çok kısa ömürlü olmuştur. Siyasette bazen birkaç yıl, katılanlar arasında önemli farklar yaratır. Örneğin 2000’ii yılların başı böyledir. O yüzden Hikmet Kıvıl­cımlı kendisinden birkaç yıl sonra siyase­te katılmış olan Nazım Hikmet’i bir son­raki kuşak içersinde sayar. !990’iı yıllar­da ise tersine sosyalistler açısından tari­hin akışı hayli yavaşlamış, hatta neredey­se patinaj yapmıştır. Bu yüzden bu on yıl boyunca mücadeleye katılanlar büyük ölçüde aynı etkiler altında biçimlenmiş­tir. 1968’le, 74’le, hatta 86 ile karşılaştı­rınca niceliğin cılızlığı belki bir kuşak de­ğerlendirmesinin abartılı olacağını dü­şündürebilir, ama nicelik tek başına bir kriter olamaz. Bu yıllarda devrimci siya­sete katılanlar, dönemin yükünü omuz­lamış ve Kıvılcımlı’nın deyimiyle “ H er­kes bıçağı hakkına yaşamıştır.”

9 0 ’LAR KUŞAĞI

90’lar kuşağı mücadeleye katılırken artık ne yakın geçmişte yaşanan bir dev­rimin coşkusu ne herhangi bir sosyalist modelin yol göstericiliği söz konusuydu. Teori alanında Marksizm’in “ iflası” ilan edilirken, pratik mücadelede “ sürekli kriz” hali yaşanıyor ve “ tasfiyecilikle mü­cadele" devrimci örgütlerin rutin faali­yeti haline geliyordu. Bu nesnel ve öznel koşulların etkisi altında mücadeleyle ta-

__ 180____________________________

nişan 90’lar kuşağının en belirgin özelliği herhalde özgüven yoksunluğudur. Hem ideolojik hem de pratik anlamda bir öz- güvensizliktir bu. Sosyalizmin yıkılışı ve ülkede solun pratik güçsüzlüğü mücade­lede “ gizli umutsuzluk” denebilecek bir ruh hali yarattı. Bu genellikle yaptığına i- nanmama, ama daha iyisini düşünemedi­ği ya da yapamadığı koşullarda var olanı ehveni şer sürdürme anlamına geliyor­du. Kimi zaman neredeyse salt ahlaki a- danmışlıkla sürdürülen, önü sonu çok görülemeyen bir faaliyet biçimi pratiğin rutinleşmesi ve heyecanın yitirilmesine yol açıyordu.

90’lar kuşağı eskinin yıprandığı ama yeni mücadele yollarının da ortaya çık­madığı bir dönemde mücadeleye katıldı. Toplumsal ve siyasal koşullardaki dönü­şümlerin devrimci bir yenilenmeyi zorla­dığı günlerde, 90’lar kuşağının yukarda saydığımız gelişmelerin etkisiyle biraz tutuklaştığını kabul etm ek gerekir. Ö z­güven eksikliğinin bir yansıması olarak i- nisiyatif almaktan korkma, sormadan et­meden bir şey yapamama ruh hali bu ku­şağın tipik özelliklerindendir. Oysa 90’lı yıllarda mücadeleye katılan gençler yeni dönemin özelliklerini algılamada “ abi” ve “ ablalarına” göre çok daha avantajlı bir konumdaydı. İdeolojik keşmekeşin yarattığı kafa karışıklığı ve savunma ref­leksleri yüzünden yeniyle bağlar kurma­da hep tutuk kalındı. Bu yüzden alışılan tarzlar ehveni şer sürdürüldü. Devrimci mücadeleyi dönemin değişen şartlarına uyarlamak yerine “ elde olanı koruma” güdüsü sürekliieşti, solda tutucu bir ik­lim oluştu.

90’larda okuma, öğrenme eğiliminin ciddi oranda gerilediğini söylemek mümkün. Bu konuda 90’lılar, 80’lilerin

Page 182: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

gerisinde kaldılar. “ Dar pratisyenliğin” öne çıktığı bu yıllarda genel bir sığlaşma yaşandı. Solun toplumsal ve politik bir güç olmaktan geri düştüğü bir dönemde “ dünyayı değiştirme” umudu azaldıkça onu “ yorumlama” çabası da değersizleş- meye başladı. 90’lar kuşağı kedisine bı­rakılan zengin teorik mirasla bağ kurma­nın ve onu özümsemenin önemini yete­rince kavrayamadı. Bunun yerine genel doğruları tekrarlamak ya da güncel geliş­meleri takip etmek yeterli görüldü. Li­beral dalgaya direnme kaygısı, ilginç bir şekilde teorik yenilenmeye karşı bir ka­yıtsızlığı da besledi. Eldeki hazır teorik reçetelerin yaşamla arasındaki mesafe­nin açıldığı bu günlerde ya teoriyi yet­kinleştirmek ya da ona kayıtsız kalmak gerekiyordu. Genellikle İkincisi tercih e- dildi.

90’lıların (ve aslında dönemin) başka bir özelliği devrim ve sosyalizm mücade­lesini salt ahlaki bir duruşa indirgeme e- ğilimidir. Kimlik ve ahlaki değerler top­lumsal mücadeleler açısından elbette son derece önemlidir. Ama devrimci politika asla bir kimlik politikasına indir­genemez. Solun güçten düştüğü bir dö­nemde, devrimci var oluş zaman zaman salt bir kimlik savunusuna indirgendi. Stratejilerin ve taktik mücadelenin göz­den düştüğü bu yıllarda “ politik devrim­cilik” yerine “ kültürel solculuk” öne çı­kan eğilimlerden birisi oldu. 90’larda sol hep savunma konumunda olduğundan çok yönlü saldırılar karşısında “ kültürel kapanma” bir direniş yöntemi olarak ya­şandı. Ama bu yöntem karşı hamleler yapmayı zorlaştırdığı oranda bir handi- kapa dönüştü.

Bununla bağlantılı olarak, eleştiri hak eden başka bir tutum ise alt kültürleşme

eğilimidir. Genel kitle ile canlı bağlar kurmak yerine kendine kültürel olarak daha yakın bulduğu sosyal çevre içinde var olmakla yetinme; zamanla sol grup­ların dilinin, ilişki kurma tarzının genel kitleden çok fazla farklılaşması; kitlesizli- ğe alışma... Tüm bunlar solun iddiaların­dan vazgeçmesi anlamına geliyordu. Grup sınırları içindeki sosyal var oluşla yetinme, hatta ona “ gömülme” zaafı, ge­nel kitlenin bilincine ve ruh haline, hatta sol hareketin genel var oluşuna yabancı­laşan bir militan tipi yarattı. Oysa dev­rimcilik genel kitlenin dışında, ayrı bir u- zamda değil tam da kitlelerin gündelik hayatının ve sıradanlığın içinde yeniden üretilir. Bu yüzden devrimci kültür salt devrimci bireyler arası ilişkilerle oluştu­rulan bir “ alternatif kültür” değil, düze­nin gerilim eksenlerinin ve çatlaklarının etrafında sürdürülen mücadelelerin ma­yaladığı bir bilinç, ruh hali ve yaşantıdır. Devrimci kimlik de mücadele koşulları, mücadelenin gündelik pratikleri ve bu pratikleri anlamlandırma süreçleri içinde oluşur ve sürekli yenilenir.

90’lılara musallat olan eğilimlerden biri de “ arınmacılık” takıntısıdır. Bu du­rum 80 sonrasında yükselen psikolojizm trendinin soldaki yansıması gibidir. “ Devrimi önce kendinde yapmak” , “ ko­münist insanı bugünden yaratmak” , “ dü­zeni içimizde yenmek” vb. sözler 90’lıla- rın başına belki en çok boca edilen söz­lerdir. Bu sözlerin doğruluğu genelde mücadeleye katılan militanların gündelik hayattaki kimi tutarsız pratiklerine refe­ransla ortaya konulur. Bundan yola çıka­rak yürütülen muhakeme politik bir tar­tışma olmaktan çıkarak psiko-kültürel bir tartışmaya dönüşmeye başlar. “Arın- macı” solcunun bütün derdi kendisiyle-

________bir kuşak değerlendirmesi__

181----

Page 183: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

dir, önce “ iç hesaplaşmasını” tamamla­mak zorundadır. Ama bir türlü tamam­lanmayan sonsuz bir süreçtir bu. Düze­nin kirinden arınmış insanlar yaratmanın önceliğine yapılan vurgunun devrimi sonsuza ertelemekten başka bir işe ya­ramayacağı açık. Politika yapmak mev­cut dünyayla gerçek bir ilişkiye girmek demektir, oysa “ arınmacı” solcu içe ka­panmacıdır. Devrimcilik siyasi iktidar karşısında alınan bir politik pozisyon ol­maktan çıkarak salt bir yaşama biçimine indirgenir. “ Devrimi kendimizde yapa­lım” , mümkünse iktidara hiç dokunma­dan?!

Yukarda sayılan içe kapanmacı yöne­limlerin yarattığı olumsuz bir sonuç ö r­gütçü pratiğin değersizleşmesi oldu. O y ­sa örgütçülük “ akıncı” bir ruh halini, kendi yaşam alanından çıkarak başka iliş­kilerin coğrafyasına açılmayı ve toplum­sal yaşamla etkileşime girme cesaretini gerektirir. Örgütçülük salt devrimci de­ğerlerin ya da bilincin aktarımı da değil­dir, mücadeleyi sürdürmemizi sağlaya­cak değerleri bir başkasıyla birlikte yeni­den üretmek ve sürekli pratikten öğren­meye açık olmak demektir. Kapanmacı eğilim doğası gereği bu esnekliğe ve di­namizme uzaktır.

Solun kadim hastalıkları 90’lar kuşa­ğına da çeşitli düzeylerde sirayet etti. Politik analizin yerine ajitasyonu geçir­me, benmerkezcilik, ufuksuzluk, yersiz sekterlikler ve çoğu zaman içeriği gölge­de bırakacak ölçüde biçimcilik... G eç­miş kuşaklardan devralınan olumsuz ö- zellikler, genel güçsüzlük duygusunun görüş mesafesini kısalttığı bir atmosfer­de varlığını sürdürdü. Ama sayılan tüm bu zaafların madalyonun bir yüzünü o- luşturduğunu unutmamak gerekir. 90’lı

— yol--------------------------------------------

yıllarda mücadeleye katılanlar bütün ye­tersizliklerine rağmen, çok zorlu bir dö­nemde devrimci mücadelede sürekliliği sağlamış, genel bir çözülme ve gerileme­nin yaşandığı bir dönemde önemli ö r­gütsel görevler yüklenmişlerdir. Ayrıca bu dönemde devrimci bir yenilenme için gerekli yeni birikimler söz konusudur. Yeni kuşaklar mücadelede somut başa­rılar kazandıkları ölçüde geçmişin alış­kanlıklarından sıyrılmak mümkün ola­caktır.

2000’li yıllarda politikleşenlerin geç­mişin olumsuz öğelerinden en az etkile­nenler olduğu söylenebilir. Gerçekten de “ en yeniler” mücadeleye 80 sonrası­nın yenilgi ruh haline çok fazla bulaşma­dan geliyorlar. Onlar yeni bir mücadele dönemine öncülük etmeye çok daha yatkın bir kuşak. Ama bunu başarmaları hem yeniyi deneme cesaretlerine hem de tarihse! mirastan beslenme ve geçmi­şin eleşirel bir değerlendirmesini yap­malarına bağlı.

Bugün devrimci örgütlerde mücade­leyi sürdürenler asıl olarak 80 sonrası kuşaklardır. Zafer önce kafalarda kaza­nılacağına göre, bu kuşakların her şey­den önce yitirilen özgüveni yeniden inşa etmesi gerekiyor. Özgüven tarih bilinci ve pratik başarılarla inşa edilir. Yeni ku­şaklar teorik ve pratik mirası özümse­mekle ve güncel dünyayı iyi analiz edip mevcut koşulların gerektirdiği mücadele hedeflerini ve biçimlerini geliştirmekle yükümlüler. Güçler dengesinin aleyhimi­ze seyrettiği bu koşullarda küçük de ol­sa sonuç alıcı pratiklerle yola devam et­mek tarihsel haklılıktan gelen güven duygusunu pekiştirecektir.

Elimizde Marksist teorinin rehberliği

__ 182

Page 184: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ve işçi sınıfının ve ezilenlerin yüzlerce yıllık mücadele deneyimleri var. İç çeliş­kileri derinleşen bir kapitalist dünyada, devrimi yaşayan kuşaklar olacağımız i- nancıyla davranmak gerekiyor. Biten bir dönemin son temsilcileri değil, yenilgi ve yıkıntıların arasından yükselen yeni bir mücadele döneminin kurucu kuşaklan olma iddiasıyla hareket edildiğinde dev­rim ütopya olmaktan çıkacaktır. Yoksul­luğun kavurduğu ve savaşların yangın ye­rine çevirdiği bir dünyada devrimin gün­celliği iradenin rolüne bağlıdır.

Artık “ uluslararası Kabelerin” var ol­maması, yeni kuşakların ayağını kendi toprağına daha sıkı basması için bir şans olarak da görülmeli. 1980 sonrası kuşak­lar mirası özümsemeli ama güncel koşul­lardan hareketle kendi yolunu çizme ce­saretini de gösterebilmeli. Yaptığına i- nanmak, sonuç almaya ve kazanmaya o- daklanmak gerekiyor. Sınıf mücadelesi­nin yeni dönemi yeni insanlarla açılacak.

duvarlar yadigarı o şahmeran sureti içerirken korkunun, dehşetin,

zulmün ve sevdanın tarihini ayaklanmış halk resimleri

ağacak gökyüzüne yeniden doğuşların bütün tarihleriyle

geçerek yaşadığımız hayatın içinden yani emeğin ve sevdanın

gurbetinden yanlış kazılmış siperlerde yitirilmiş

mücadelelerden geçerek feodal güzergahlar

depreminden bütünleyecek parçalanmış bedenini

tazelenmiş bir şafağa çizilen *

DİPNOTLAR* Murathan Mungan, Şafak ile Şahmeran

1. Hikmet Kıvılcımlı, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, 2. Bs., Derleniş Yayınları, 1978, s. 285-2962. Ergun Adaklı, “ Biz 68’li Değiliz” , E- mek, Mart 1998, s. 78-1203. Mehmet Yılmazer, “ Devrimci Kişilik ve irade” , Direniş Gazetesi, Sayı 35, N i­san 96

_ _ _ _ _ bir kuşak değerlendirmesi__

183 —

Page 185: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Mesut Mahmufoğulları

KAMU ÇALIŞANLARI MÜCADELESİNDE YENİ DÖNEM

Kamu çalışanları mücadelesi, son on beş yılın Türkiye işçi sınıfı mücade­lesinin en dinamik unsuru olarak yer aldı. Mücadelenin kurumsa! organı o- lan K ESK (Kamu Emekçileri Sendika­ları Konfederasyonu) bugün önemli bir sürecin eşiğinde. Söz konusu eşik­te K E S K ’ in kurumsal yönelişine ve ö- zeilikle de son (sendika yasası ardın­dan sonra yapılan) genel kurulla kast- laşan anlayışa yönelik, K ESK içinden ve dışından yöneltilen eleştiriler, sah­te sendika yasasına karşı geliştirilen tavır üzerinde somutlaştı. 28 Şubat darbesi sonrası Ecevit hükümetleri ve ardından 3 Kasım sonrası kurulan A K P hükümeti eliyle etkin ve kararlı­lıkla yürütülen neo-liberal yapılanma­nın yasaları karşısındaki, “ “ becerikli” beceriksizliği” , K E S K ’ e egemen olan kastın tarihsel görevini anlatan bir pratik olmuştur.

Kamu çalışanları mücadelesini kuşa­tan ve onu boğmayla yüz yüze bırakan gerici yapılanmanın nedenlerini, dünya ve Türkiye bağlamında yaşanan nesnel gelişmelerle ilişkilendirerek irdelemek gerekmektedir. Ancak böylece, yeni sü­recin dayattığı tuzakların aşılabilmesinde mücadele geleneğimizde içkin olan öz­gün dinamikleri tekrar açığa çıkarmada doğru verilere ulaşabiliriz ve bu örgütü­müze çöreklenen liberal kastlaşınanın a- şılmasını sağlayacak bir müdahale ekse­nini oluşturabiliriz.

TOPLUMSAL MUHALEFETİN KOLEKTİF İRADESİ;KAMU ÇALIŞANLARININ MÜCADELESİ

12 Eylül sonrasının yaşanan dağınıklı­ğı, örgütsüzlüğü koşularında ciddi kayıp­lara uğrayan ve özgüven sorunu yaşayan Türkiye işçi sınıfının etkin unsurları, 1987 bahar eylemliliklerinin kendiliğin­den dalgası içinde sınıf mücadelesi zemi­ninde yeniden yerlerini aldı. Aynı dö­nemlerde dünya bağlamında yaşanan i- deolojik, politik ve örgütsel dağınıklık, sürecin koşullarını daha da ağırlaştır­maktaydı. Kamu çalışanları hareketi, ya­şanan bu hareketliliğin sonuçları üzerin­de gelişti. Grevli ve toplu sözleşmeli sendika hak talebi üzerinde yürütülen fi­ili ve meşru mücadele, işçi sınıfının ö r­gütsel parçalanmışlığının ortadan kaldı­rılmasına dönük birleşik mücadele hattı­nın yaratılması talebiyle(Ortak Çalışan­lar Yasası) ilişkilendirilebilmiş ve döne­min anti-demokratik koşullarında, insan hakları, demokrasi, Kürt sorunu vb so­runlar üzerinde yaşanan tüm toplumsal muhalefet dinamikleri ile ortak bir mü­cadele hattında buluşabilmişti. Kamu ça­lışanları, kendisini örgütlerken bir ref­leks olarak, klasik örgütianme modelle­rini bir kenara itip, ilkesel olarak önüne, işçi-memur ayrımını ortadan kaldırmayı koymuş, aşağıdan yukarıya örgütlenmek ve kitleselleşmek, örgütlenme anlayışı

184

Page 186: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

kamu çalışanları mücadelesinde yeni dönem__

olmuştu. Kendiliğinden de olsa yaşanan bu deneyim, kamu çalışanları mücadele­sine sınıf mücadelesi içinde özgün bir di­namik olarak alan açmıştır.

B İR İN C İ KIRILMA NOKTASI K ESK’İN KURULUŞU

Mücadele boyutlanıp kitleselleştikçe K Ç SP (Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu) gibi etkin, işlevsel ve en ö- nemlisi de bürokratik olmayan bir ko­lektif irade olmasına rağmen, henüz ol­gunlaşmamış bir ihtiyaç olarak “ merkezi örgütsel organizasyon” mücadelenin gündemine zorla sokulmuştur. 20 Aralık1994 iş bırakma eylemi sonrası devletin saldırılarına karşı etkin bir karşı duruş örgütlenememiş, yine 17-18 Haziran1995 yılında sahte sendika yasası girişi­mine karşı Kızılay Meydanı’nda yapılan oturma eylemi, ikinci gününde bürokra­tik bir müdahale ile kitlenin militan ka­rarlılığına rağmen bitirilmişti. Kitlesellik ve militanlık açısından tarihsel bir önem­de olan bu eylemlerin somut bir kaza­nım sağlanmadan sönümlendirilmesi, mücadelemizde ilk kırılmanın yaşanma­sına neden oldu. Militan, kitlesel, fiili, meşru mücadelede ivme kaybı bu kırıl­ma ile başladı diyebiliriz. Konfederasyon ihtiyacı tam da bu ilk kırılma anında gün­deme dayatıldı.

Şubat I995’te yapılan kurultayla son­baharda konfederasyonlaşma süreci başlatıldı. I I -12 Kasım 1995 kurultayın­da 14 sendika deklarasyon yayınlayıp ku­rultaydan çekilmesine rağmen, konfede­rasyon tüzüğü kabul edilerek kuruluş kararı alındı. Sendikal deneyim ve biri­kimlerden çok siyasal grupların öne çık­

tığı bu kurultay sonucunda KESK sancılı bir şekilde kurulmuştu.

Bu gün tartışılan sorun, organizasyo­nun gerekliliğini ve biçimini belirleyen tartışmalarda, bürokratik-sendikalist an­layışın sürece egemen olmasıyla o gün ortaya çıkmıştı. Olumlu öğeler bilince taşınamamış ve irade haline getirileme­miştir. Egemen sendikalist anlayış, ken­diliğinden hareketi, politika haline getir­miştir. Özellikle bu sürece kadar, göre­ce gündemi belirieyebiime yetkinliği, bu süreçten sonra, belirlenen gündemlere yetişebilme telaşına dönüşmüştür. Pra­tik etkinlik ve örgütsel ihtiyaçları bu te- laş(bürokratik kaygılar) belirlemiştir. Organizasyon ve merkezileşme işte bu çarpılmış kavrayış temelinde tartışıldı. Geleneksel bürokratik aygıtların çözüm olarak ortaya çıkması bu zeminde kaçı­nılmaz olmuştur.

Ortak çalışanlar yasası talebi terk e- diimiş, ücret sendikacılığına mahkum sendika talebi öne çıkarılmış, toplumsal muhalefetin diğer unsurlarıyla araya me­safeler koyulmuş, çözülen geleneksel iş­çi sendikaları ile, bürokratik egemenlik­lerin korumasına dönük ittifaklar ve platformlarla yürütülen sendikal etkinlik, yeni yönelimin pratik faaliyeti haline gel­miştir.

KESK ile somutlanan bu süreçte, kit­leselleşme durmuş hatta gerilemiş, üye­nin örgütüne güveni azalmış ve yabancı­laşmış, militan mücadele hattının gerisi­ne düşülmüştür. Özellikle küreselleşme politikalarının ülkemizde yerleştirmeye çalıştığı, “ Yeni Ekonomi” , “ Yeni Siyaset” projelerinin şekillendirdiği liberal politi­kaların kitle desteğine emek cephesin­den katkı sunma konumuna gelinmiştir.

185 —

Page 187: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

28 Şubat sürecinde, laiklik-şeriat suni gündeminde, Şubat 2002 krizi öncesi ve sonrasında “ Yoksulluk ve Yolsuzlukla Mücadele” gündeminde yer alış biçimi bu uyumlanmanın somut adımları ol­muştur. Siyasi alanda, siyaset kurumla- rında, partilerde, kitle örgütlerinde, en sağdan en sola tüm yelpaze içinde yaşa­nan likidasyon ve tasfiye süreçleri yeni dönemin istenen “ örgütleri” haline gel­medeki öznel iradenin etkinliğini göster­miştir. K ESK ’ in sahte sendika yasası ön­cesinde yapılan genel kurulunda oluşan yönetimin bileşimi, bu iradenin-teslimi- yetin- kastlaşmasında önemli bir adım olmuştur. İkinci önemli adım ise, aynı zamanda mücadele tarihimizin ikinci kı­rılma noktası olarak tanımlayacağımız, sahte sendika yasasına uyumda gösteri­len kararlı uysallık olmuştur.

İKİNCİ KIRILMA NOKTASI VE KAMU GÖREVLİLERİ SENDİKA YASASI

Kamu çalışanlarının mücadelesinin ö- nünü kesmede devlet iki önemli aracı kullanmıştır. Bunlardan birincisi devlet güdümlü, “ kontra sendikalar” kurmak ve İkincisi de sahte sendika yasa taslak­larını gündeme getirmek olmuştur. Sah­te yasalar ile kamu çalışanlarının yükse­len mücadele ivmesine ket vurmak ve verilen mücadelenin bağımsız eksenini kırma amaçlanmıştır. İlk ciddi girişim 1998 yılında 54. Hükümet tarafından ya­pılmış, hazırlanan “ sendika yasası” mec­lis genel kurulunda iken 4 Mart 1998 ta­rihinde ortaya konulan direniş sonucun­da yasa geri çekilmiştir.

Ocak 2001 KESK Genel Kurulu bir

__ yol____________________________

tasfiye kongresi olmuştur. K ESK ’e ege­men olan anlayış içine girilen yeni süre­cin gerekli kıldığı uyumlanmanın mühen­disleri olarak görev yapmışlardır. Mayıs 2001 tarihinde gündeme getirilen, toplu sözleşme ve grev hakkı içermeyen, sen­dika kapatan ve parçalayan, hantal ve bürokratik yapıları dayatan “ Sendika Ya­sasına” karşı tasfiyeci KESK M Y K ’sının ortaya koyduğu pratik, kuyumcu işçiliği ustalığıyla yürütülmüştür. Yasaya karşı “ örgütlenen” mücadele salt protestoya kilitlenmiş, bürokratik süreçlerde kararı alınmış ve kitleye dayatılmıştır. Hazırlığı yapılmayan, dar, dağınık ve yorucu ey­lemlere hapsedilmiştir. Bu tarz tabi- i ki bilinçli bir tercihti. Böylece, bir yan­dan kamu çalışanlarının bir çok yasa te ­şebbüsünü geri püskürten militan muha­lefet geleneğinin altını boşaltmayı amaç­larken, diğer yandan gelecek sürecin bü­rokratik örgütsel yapılanışın iktidar iliş­kilerine egemen olacak tasfiyelerin ta­mamlanması amaçlanmıştır.

Nitekim yasa çıktıktan sonra KESK M Y K ’ sının yasaya karşı yaklaşımı ve 16 Eylül 2001 tarihinde yapılan KESK Tü­zük Kurultayındaki tavrı yukarda sözü­nü ettiğimiz niyetleri en açık şekilde teş­hir etmiştir. Kamu çalışanları, K ESK ’ e egemen olan anlayışın mühendisliği ile sokakta bir yenilgi yaşadı. KESK M Y K ’ sına egemen olan anlayışlar öyle bir ay­mazlık içindeydiler ki, yaşanan yenilgi ve moral bozukluğunun kongrede de de­vam edeceğini ve yasaya uyum için ge­rekli tüzük değişikliğinin kolaylıkla yapı­lacağım düşünmüşlerdi. Bu yazının yaza­rının da içinde yer aldığı ve hareketin geleneğine sahip çıkanların yaptıkları müdahalelerle, bu aymazlık teşhir edildi ve yasaya uyumlu bir tüzük çıkarmak

__ 186

Page 188: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

kamu çalışanları mücadelesinde yeni dönem__

mümkün olmadı. Fakat ikinci kez daha hazırlıklı bir müdahale ile tüzük yasa doğrultusunda değiştirildi ve kendini e- gemeniere affettirdi.

İçine g ird iğ im iz k o n g re d ö n e m i bu

belirsizliğin bir biçimde ortadan kalkaca­ğı bir dönem olacaktır. Kamu çalışanları hareketi ya devlet ve sermayenin kendi­sine çizmiş olduğu sınırların içine hap- solmayı kabul edecek ya da kendisini tüm işçi sınıfı ve sendikacılık hareketinin krizden çıkışının bir odağı olarak yeni­den yapı [andıracaktır. Gidişat birincisi doğrultusundadır. Yeniden yapılandır­ma, güçlü bir iradeyi, ortak çalışmayı ve hepsinden önemlisi üzerinde mutabık kalınmış bir yeniden yapılandırma prog­ramını gerekli kılmaktadır. Bu çerçevede önümüzdeki kongre bundan önceki kongrelere benzememekte, tarihsel bir önem taşımaktadır. Kongrede alınacak tutumlar bu tarihsel öneme uygun olma­lı, geçmiş alışkanlık ve yaklaşımlar terk edilmelidir.

SENDİKAL YAPILARDA ÇÖZÜLME

Sahte sendika yasasına karşı K ESK ’in çaresizliği üzerinde yaşanan tartışmaları, bu bürokratik çürümenin öznel neden­leri bağlamında incelemenin yanında, emperyalist-kapitalizmin yeni saldırı programı üzerinden, dünyada ve ülke­mizde yaşanan yeni yapılanma politikala­rına bağlayarak da irdelemek zorunda­yız. Böylece, bürokratik kuşatmanın nesnel temellerini ortaya koyup, bürok- ratizmin öznel yapılamşını ancak bu ze­minde tanımlayabiliriz.

Geleneksel sendikal yapılar tüm dün­

yada ve ülkemizde giderek çözülmekte­dir. Çalışanların çok küçük bir kesimini örgütleyebilmektedir ve örgütlenebilen kesimler de aristokratlaşan ve marjinal­leşen kesim olmuştur. Dünya bağlamın­da yeni üretim yöntemlerinin yarattığı çalışma ve istihdam koşulları, bu gele­neksel örgütlenme biçiminin altını oy­muş; örgütsüzleşme, çalışma koşulları­nın karakteristik öğesi olmuştur. Serma­ye, kullandığı yeni araçlarla işçi sınıfının kolektif bilincinde ciddi tahribatlara ne­den olmuştur. Hisse senedi ortaklıkları, borsa ve benzeri rant ilişkileri ile işçi sı­nıfının tarihsel gelenekleri tahrip edil­mektedir. Öyle ki özellikle köklü gele­neklere sahip Avrupa işçi sınıfının, top­lam gelirleri içindeki ücret oranları, rant ilişkileri ile elde edilen gelirlere oranla düşmüş, sermayeye kişiliksiz bir bağımlı­lık gelişmiştir. Bu saldırı aracı, dünya bağlamında sermaye tarafından yeni ege­menlik ilişkisi olarak yoğunlaştırılmakta- dır. Özellikle bilgi-değer-teknoloji-kül- tür üretimi, hizmet sektöründe yoğun li- beralizasyon ile bu alanlarda yaşanan ü- retim ilişkileri ve yöntemleri, işçi sınıfı i- çinde ciddi bir parçalanmanın da nesnel zemini haline gelmiştir. Çalışma koşulla­rı, ücret düzeyleri, statü ve pompalanan tüketim kalıpları ile kısa vadede kendisi­ni işçi sınıfı içinde görmeyen, ama aslın­da işçi olan geniş yığınların ortaya çıktı­ğını görmekteyiz. Yeni bir yurttaşlık kimliği ve aidiyet olarak da “ Şirket Va­tandaşlığı” projesi hızla tamamlanmak is­tenmektedir.

Tüm yaşam alanlarının meta üretimi alanlarına dönüştüğü, tüm yaşam araçla­rının ve ilişkilerinin metalaştığı bu yeni süreç, nesnel olarak çok daha fazla insa­nın işçileşmesine ve bununla birlikte, es­

— ------------------------------------ 187 —

Page 189: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— yol

nek üretim, esnek çalışma, esnek istih­dam ile çok daha fazla insanın işsiz hale gelmesine neden olmaktadır. Kapitaliz­min en karakteristik özelliklerinden o- lan, işsiz emeğin denetimi bu üretim iliş­kisi içinde daha da güçlü hale gelmekte­dir.

Bu parçalanmış hayat içinde, artık çok küçük bir çalışan kesimi örgütleye- bilen klasik sendikal örgütler, gerek ulu­sal zeminde ve gerekse Avrupa ve dün­ya bağlamında üst örgütlenmeleri ile u- lusötesi sermayenin politikalarına uyum- lanma koşuluyla varlıklarını sürdürür ha­le gelmişlerdir. Buna rağmen sermaye, işyeri sendikacılığı, bireysel sözleşme, iş­letme komiteleri, ekonomik-sosyal kon­seyler, endüstriyel demokrasi ve Şirket­lerin Sosyal Sorumluluğu gibi emek de­netim mekanizmalarını devreye sok­maktadırlar. Böyiece sermaye, emek ile olan ilişkilerini sendikalar dışında, şirket­ler bünyesinde düzenleyen evrensel ku­rallarını oluşturarak, emeğin bağımsız örgütlenmesinin koşullarını tamamen imha etmek istenmektedir. Mevcut ya­pılarıyla sendikalar artık Kapitalizmin Sosyal Kurumlan haline gelmiştir.

KAMU HİZMET ALANLARININ PİYASALAŞTIRILMASI VE KESK’İN MUHALEFETİ

28 Şubat ile birlikte başlayan neo-li- beral yapılanma süreci, en egemen em­peryalist sermayenin dünya bağlamında egemenlik ilişkilerinin yeniden düzen­lenmesinin sonuçlarıdır. Uluslar arası emperyalist kurumlar ve anlaşmaların dayattığı düzenlemeler, yasalar şeklinde kendini ortaya koymaktadır. Bu bağlam­

__ 188

da son on yıla damgasını vuran en ö- nemli anlaşma kamu hizmet alanlarını u- lusötesi en egemen sermayenin talanına açan GATS(H izm et Ticareti Genel An­laşması) dır. Dünya Ticaret Örgütü için­de 1994 yılından beri yürütülen ve 2005 yılı sonunda tamamlanması hedeflenen G A TS ile tüm kamu hizmet alanları(ile- tişim, ulaşım, sağlık, eğitim, belediye hiz­metleri, enerji, sosyal hizmetler, tarım, turizm, hapishaneler bile) ulusötesi en egemen sermayenin talanına açılacak ay­rıca bu alanlarda sermaye lehine kuralsız çalışma koşulları tüm çalışanlara dayatı­lacaktır.

Bu güne kadar çıkan tüm yasalar(sos- yal güvenlik, iş kanunu, kamu reformu, belediyeler kanunu, özel emeklilik) ve çıkacak olan, personel rejimi yasa tasarı­sı, sağlık ve emekliliği birbirinden ayıran yeni sosyal güvenlik düzenlemeleri,vb. yasalar, kamu hizmet alanlarının uluslar arası serbest ticarete açılmasını sağlaya­cak G A T S ’ ın alt yapısının hazırlığıdır. Böyiece mal ve hizmet ticareti tüm dün­yada ulusötesi en egemen sermayenin denetimine geçerken, kuralsızlaştırılmış ilişkilerin, çalışma kuralları haline getiril­mesi de tüm dünyaya dayatılmaktadır.

İşte bu bağlamda ele aldığımızda, K ESK ’ in “ Sahte Sendika Yasasına Hayır, Yaşasın Grevli Toplu Sözleşmeli Sendi­ka” zemininde yürütmüş olduğu muha­lefetin siyaseten hiçbir nesne! temeli kalmamıştır. Söz konusu saldırının, salt kamu çalışanlarının değil, tüm sınıfın ya­şamını tehdit eden bir saldırı olduğu bi­lincinden uzak bir mücadele hattını ıs­rarla savunmak, sermaye ve devletle giz­li bir uzlaşmanın varlığını kanıtlamakta­dır. Sorun işçi sınıfının birleşik mücade­lesini yaratacak bir muhalefet hattını ör-

Page 190: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

kamu çalışanları mücadelesinde yeni dönem__

mektir. Ama KESK tercihini, özellikle son genel kurulda güçlendirmiş olduğu bürokratik egemenliğiyle, kitlesinin mili­tan geleneğini de söndürmeye yönelik “ eylemliliklerle” , bürokratik varlığının pazarlığından yana koymuştur.

AB GENİŞLEME SÜRECİ, SOSYAL AVRUPA PROJESİ VE K ESK’İN SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ

Sermaye işçi sınıfı üzerindeki dolaylı egemenliğini; bir yandan, sosyolojik ola­rak emek örgütü olan, fakat bürokratiz- min egemenliği altında, kapitalizmin “ sosyal” kurumlan haline gelmiş sendi­kalar aracılığıyla; bir yandan da sınıfsal farklılaşmanın üstünü örten, giderek i- deoiojisizleştirmenin aracı haline gelen kalite çemberleri, T K Y vb. üretim ve iş organizasyonları ve bunların üzerinde inşa edilen sivil toplum örgütü yönlen­dirmesiyle gerçekleştirmektedir.

Sermaye bu içerden denetimle, işçi sınıfının kolektif tarihsel bilincinin bo- zunmasına neden olacak ideolojik ege­menliğin de olanaklarına kavuşmuş du­rumdadır.

Ulusal ve uluslararası sendikal örgüt­lenmeler, bürokratik varlıklarının tehdi­diyle ve sermayenin çeşitli fon ilişkileri i- le terbiye edilirken, sermayenin söylem­lerini, argümanlarını ve ihtiyaçlarını, işçi sınıfının kolektif bilincini tahrip eder bi­çimde bizzat “ sınıf’ örgütleri eliyle ika­me etmektedir.

Artık sınıf mücadelesi yerine “ sosyal diyalog” , “ endüstriyel demokrasi” , “ yö­netişim” ; proleterya ve burjuvazi yerine

“ sosyal taraflar” ; işçi sınıfının sosyal ve ekonomik hakları yerine, “ şirketlerin ü- retimini ve rekabetini savunmak” vb. gi­bi söylemleri, sendikaların tüm politika metinlerinde okumakta, bürokratların nutuklarında duymaktayız . Bu bağlamda tespitimizi daha anlaşılır kılmak için, ö- nemli somut bir projeyi aktarmak yeter­li olacaktır: AB, genişleme sürecinin bir gereği olarak, bu yıl üye olarak kendine kattığı ülkelerde ve üye olarak almayı planladığı ülkelerde uzun zamandır “ Sosyal Avrupa” adı altında bir çalışma yürütmektedir. Bu çalışma ile liberal e- konomik-sosyal yapılanmayı ve bu ze­minde bütünleşmeyi hızla ve sorunsuz bir şekilde gerçekleştirmek istemekte­dir.

Yine bu çalışma ile kuralsızlığın kural haline getirildiği çalışma hayatının, de­magojik yalanlarla bizzat “ emek örgütle­ri” aracılığıyla içselleştirilmesi amaçlan­maktadır. Buna birde soldan “ Emeğin Avrupası” biçiminde bir siyasal söylemle destek yaratılarak, planlanan içselleştir­me etkin ve hızla sağlanmaktadır.

Bu çalışmanın en çarpıcı yanı da, A B ’ nin sermaye örgütlerinin fon destekle­riyle, ETUC , ICFTU gibi emek örgütleri aracılığıyla yürütülen organizasyonları­dır. A B Sendikal Koordinasyon Komis­yonu (ASK) adı altında yürütülen çalış­ma en son yapılan çalışmalardan biridir. Bu çalışmaya KESK, D İSK ve H A K İŞ ka­tılmışlardır. Çalışmanın amacını, tüm de­magojik gevezeliklerine rağmen, genişle­me sürecinin liberal ilişkilerine işçi sınıfı­nı onun örgütleri üzerinden yedeklemek olarak açıklayabiliriz.

Bu eğitim ve terbiye sürecinin sonuç­larını, 17 Aralık sürecindeki tutumda ve

189 —

Page 191: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

— yol

K ESK ’ in düzenlediği Emek ve Demok­rasi Kurultayı toplantılarının İstanbul a- yağında Sami Evren’ in Sosyal Diyalog’ u savunan konuşmasında görebilmekteyiz. Yine örgütümüzün bir çok yayınında, politik metinlerinde, sosyal diyalog, sos­yal taraf vb ifadeleri görebilmekteyiz.

EĞİTİM-SEN’İN KAPATILMA DAVASI SÜRECİ VE SOL LİBERAL SALDIRININ AYMAZLIĞI-CESARETİ

Eğitim Sen’ in kapatılma davası ile il­gili duruşmasının yapıldığı 8 Aralık 2004 tarihinde, sendika üyelerinin eylemleri­ne polis saldırırken, yine aynı gün, Bir- gün gazetesinde Eğitim Sen’ in şube yö­netimlerinde ve değişik kurumlarında görev alan ve halen üye olan Seza- i Temelli “ Satırı Silmek Gerek” başlığı i- le bir makale yazabilmekte. Makalede di­le getirilen düşünce bir süredir planlı şe­kilde okullarda, şube temsilciler toplan­tılarında dile getirilen, tartıştırılan dü­şüncenin sistematik ifadesiydi. Yani poli­tik bir tutumun tutarlı bir ifadesiydi. A y ­rıca bu makale mutlaka, kapatma iste­minde bulunan davacının da yararlanaca­ğı bir metin olacaktır. Fakat asıl önemli­si bu yazı önümüzdeki dönemde KESK ve onun en önemli sendikası Eğitim Sen’ de egemen kılınmak istenen anlayışın ni­yetini açıklamaktadır. Yine aynı süreçte A B ’ ye aday üyelik ile ilgili diğer yazıları da incelediğimizde, sol-liberalizmin sal­dırılarını, sınıf mücadelesinin artık öznel var oluş değerlerine kadar vardırdığını söyleyebiliriz. Saldırı “ Komünist Mani­festo” nun sınırlarına kadar gelmiştir. Barikatı bu gün ne yazık ki burada kur­

__ 190

mak zorundayız.Kamu çalışanları mücadelesi üçüncü

bir kırılma noktasının eşiğindedir.Buraya kadar anlattıklarımızın bir ö-

zeti olarak temel tespitimizin başlıklarını bir kez daha öne çıkarmak gerekiyor.

Evet, sermaye küresel çapta ve orga­nize olarak, işçi sınıfının geleneksel ö r­gütlenme araç ve düzlemlerine, yeni ve çok güçlü bir saldırı içinde. Bu saldırı ye­ni istihdam, üretim koşulları ve en ö- nemiisi de mevcut sınıf örgütlerinin de­jenere edilmesini sağlayarak yapılmakta, kitlesel ve siyasal, tüm örgütlenme dü­zeylerini ve araçlarını kapsamaktadır.

Bu operasyon, küreselleşmenin dur­durulamaz bir süreç olduğu teslimiyeti üzerinden, ona uyumlanan anlayışın tüm örgütsel süreçlere egemen olmasını sağ­layarak yürütülmektedir Örneğin, ICF- T U ve ET U C ’ un son politika belgeleri incelendiğinde, TÜRK-İŞ, H A K İŞ, D İSK ve K ESK ’ in son beş yıldaki örgütsel pra­tikleri dikkatlice incelendiğinde tespitle­rin somut karşılıkları bulunabilir. Siyasal zeminde de benzer bir likidasyonu ve gerici tasfiyeyi görmekteyiz. Sınıfsal bağ­larından kopartılmış ve demagoji çöplü­ğüne dönmüş siyasi zemin buna en iyi örnek. En sağından en soluna kadar tüm siyasa! yapılar kendi içlerindeki “ sol” u tasfiye ederek kendilerine bu çöplükten beslenme olanağını bulmaktalar.

Bu bağlamda, özellikle likidasyonun ve tasfiyenin en önemli zemini olan, A B ve Küresel organizasyonlara yandaşlık ve karşıtlık zemininde yaşanan ve ger­çekçi olmayan zemin, siyasal ve örgütsel yaşam alanlarımızı iyice daralttı.

Bu sürecin karşısında olan tüm dev­rimci dinamikler, içinde yer alınan tüm

Page 192: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

kamu çalışanları mücadelesinde yeni dönem__

örgütsel zeminlerdeki çalışmalarda, bu likidasyonun ve tasfiyenin sınıf içi uzantı­larını açığa çıkaracak, teşhir edecek ve kopuşacak gerilimler'! yaratmak zorun­dadır.

Küreselleşme hep bir madalyona benzetilir ve doğal olarak her madalyo­nun olduğu gibi küreselleşmenin de iki yüzü olduğu söylenir. Bir yüzünde, re­fah, özgürlük, demokrasi ve gelişmiş in­san hakları; diğer yüzünde ise ne yazık ki(!) yoksulluk var.(Öyle ki bu yoksulluk olgusu artık katlanılması, kanıksanması hatta diğer yüzün ödenmesi gereken bir bedeli olarak sunulmaktadır) Bu dema­gojik safsata, siyasal kanalları tıkamış, si­yasal tepkileri gösterecek araçları deje­nere etmiş durumdadır. Tam bir siyasi felç hali dayatılmakta, böylece sınıf ve o- nun öncü dinamikleri sinirleri alınmış bir güruh haline getirilmek istenmekte. D i­renen, direnmek isteyen dinamikler ise küresel şiddetle boğulmaktadırlar.

Evet madalyonun iki yüzünü bu bağ­lamda yeniden okuyalım; bir yüzünde dünyanın yoksulluğu üzerinden beslenen bir avuç azınlık, diğer yüzünde, açlığa, sefalete, savaşa, kısaca barbarlığa karşı biriken öfkeyi sönümlendiren, SO L Lİ­BER A L İZM ” var.

Bu yüzden, önümüzdeki dönem ken­dimizi yeniden üretmenin, işçi sınıfı mü­cadelesinin dinamiklerini en azından ge­leceğe aktarabilmenin neredeyse yegane koşulu, sol liberalizme karşı amansız bir mücadele vermekten geçmektedir. Te­mel Siyasi Ölçütümüz de bu olmalıdır.

Evet bu bağlamda, başkenti Brüksel olan Emeğin Avrupa’sı savunusu, serma­yeyi sosyal partner olarak gören, emek sermaye çatışmasını sosyal diyalogla ifa­

de eden, anlayışlar- sol liberalizmin içi­mizdeki uzantılarıdır. Kamu çalışanları i- çindeki taşeron ise, DSD ile ifadesini bu­lan yapıdır. Yurtsever emekçilerin A B ’ ye teslimiyet zemininde sıkışmış olduk­ları siyaset düzlemi de bu liberal sürece kan taşımaktadır.

Emek hareketi içinde yer alan dev­rimci siyasal oluşumlar bu liberal süreç­ten rahatsızlık duymalarına rağmen, ko­puş için gerekli siyasal ve örgütsel pers­pektifi yaratmaktan henüz uzaktırlar. Bu yüzden etkin bir karşı duruş oluşturula- mamaktadır. Gücün simgesi olarak gör­dükleri iktidar ilişkileri içinde olmak son tahlilde bu yapıları sol liberalizme ye- deklemektedir. Fakat bu yapılar özellik­le son yıllarda, mevcut siyasal ve örgüt­sel düzlemlerde yaşanan ve kendilerini de doğrudan etkileyen erozyonu tartış­ma konusunda ciddi bir çaba içindedir­ler. Dağınık, yer yer çakışan yerel pra­tikler de sergileyebilme eğilimleri gide­rek güçlenmektedir. Bu bağlamda bu da­ğınık, kendiliğinden karşı çıkışları kolek­tif bir merkezi iradeye ulaştırmada önü­müzdeki KESK ve bağlı sendikaların şu­be, genel merkez kongrelerinde yürütü­lecek çalışmalar yaşamsal önem taşı­maktadır. Eğer bu müdahale yapılamaz i- se sınıf mücadelesinin manifestosuna ka­dar ulaşan saldırıyı püskürtmemiz daha da zor olacaktır.

NE YAPMALI VE NASIL YAPMALI?

Bu bağlamda KESK özgülünde bari­katın devrimci safını oluşturmada kolek­tif bir çalışmanın yaratılmasına fayda sağ­layacak ve aynı zamanda birlikte oluşun

------------------------------------------191 —

Page 193: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

temel duruş noktalarım da oluşturacak sorunları belirlemek, işe başlamak için ilk ivmeyi sağlayacaktır. Nedir bu sorun­lar ya da belirlemeler?

*İşçi sınıfının kitle örgütlenmelerine yaklaşımdaki, sendikalizm anlayışı,

*Sınıf mücadelesinin birbirinden ko­puk alanlar ve kategoriler üzerinde yapı­lacağı anlayışı,

*Güncel ve sonal hedefler arasındaki ilişkinin kavranamaması.

*İşçi, işsiz, sendikalı, sendikasız, işkol- ları ayrımı gözetmeksizin, işçi sınıfını tüm bileşenlerinin ortak öz örgütlenme­sinin ve örgütlenmede sınırsız çeşitliliğin ayırtına varmaksızın dar, birbirinden ko­puk lokal ve kendiliğinden hareketliliğin mutlaklaştırılması.

*Sendikalarda ve işçi sınıfının çeşitli kitle örgütlerinde çalışmanın ve bürok­rasiye muhalefetin, bürokratik aygıtları ele geçirmek zemininde yapılması.

*Ve en önemlisi de, mücadelenin dünya işçi sınıfı mücadelesinin enternas- yonalist persfektifinden kopuk olarak e- le alınışı.

Bu sorunlar-belirlemeler, bürokratik örgütlenme anlayışının teorik ve pratik öznel temelleridir. Sınıf mücadelesinin ekonomik, demokratik, politik mücade­le ayakları üzerinde yaşandığını belirten ve sendikaların da, ekonomik, demokra­tik mücadele veren, düzen İçi örgütler olduğu şeklindeki anlayışlar, içinde yer aldıkları sürecin dinamiklerinin boğul­masına neden olmuşlardır. Bütünsellik­ten uzak bu sınıf mücadelesi anlayışı, sı­nıfın basit, güncel ve acil ihtiyaçları gibi bir sınıflandırma politikasıyla, sınıf müca­delesinin nihai hedeflerini ikincil hedef­ler olarak belirler. Böylece bu nihai he­

__ yol_____________________________

deflere ulaşmadaki tüm dinamikler, gün­cellik kısır döngüsü içinde söndürülme- ye çalışılır.

Sonuç olarak özetle; K ESK ’ in bugün mevcut durumunun eleştirisini, bürok­ratik zeminde bir yönetim mücadelesi dışına taşımak zorundayız. İşçi sınıfının birleşik mücadelesini yaratacak, serma­yeden, devletten, bürokrasiden bağım­sız, enternasyonal bir mücadele hattının yaratılmasının, pratik-politik, örgütsel a- raç ve olanaklarını yaratacak bir pers­pektifle ele almak ve pratik yürüyüşü­müzü oluşturmak zorundayız.

Kısır ve bürokratik kaygıları aşacak ortak var oluş zemini, bu sorunlara yö­nelik öznel yanıtların dayatılması üzerin­den yaratılamaz. Tersine birlikte yanıt ü- retme iradesinin yaratılması ile mümkün olacaktır. Mücadelemizin deneyimlerini ve olumlu geleneklerini yeni sürece taşı­yacak bir tartışma ve kolektif bir çalış­manın başlatılması ve sürekliliğinin sağ­lanması gerekmektedir. Artık bu ertele­nemez bir süreç olarak önümüzde dur­maktadır.

/ 6 Ocak 2005 * Mesut Mahmutoğulları,

Eğitim-Sen 2 nolu şube üyesi

__ 192

Page 194: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

İNSANLIK DEĞERLERİ ÜZERİNDEN GELECEĞİMİZİ OLUŞTURACAĞIMIZ

BİR ÖRGÜTLENMEYE İHTİYACIMIZ VAR

Dostlar merhaba,Yoksulluk çok konuşulduğu zaman

böyle içselleşiyor ve kurtulunamaz bir olgu haline geliyor diye düşünüyorum ben. Kav­ramları hep yoksullar ezilenler diye kurdu­ğumuzda, bunun artık geri dönülemez bir kader olduğunu, yoksulluğun giderek daha da yoksunlaşmaya dönüştüğünü düşünüyo­rum. Bundan dolayı da yoksulların psikolo­jisinde bir mücadele alanına, sisteme karşı direnme alanına geçişi engelleyen bir kav­ram gibi algılıyorum. Geçen ay Diyarba­kır’da Diyarbakır Kültür Festivali kapsa­mında bir paneldeydim. “ Dezavantajlı gruplar” -yeni moda bir kavram bu- başlı­ğı altında bir paneldi. Oysa şöyle baktığı­mızda, yoksullaşma aslında bizi her şeye yabancılaştıran bir sürecin sonucu gibi gö­rünüyor. Bizi insani değerlere, dostluğa, dayanışmaya, kardeşliğe, bizi komşuluğa, insana ait ne kadar değer varsa bunlara a- dım adım yabancılaştıran bir süreç. Sonuç olarak, karşımıza bir yoksulluk tablosu çıkı­yor. Az önce arkadaşların hazırladıkları di­ada rakamlar aktı. Ben yabancılaşma der­ken yaşadığımız İstanbul’da yoksullaşma­nın, neye yabancılaşmanın bir sonucu oldu-

Celal Beşiktepe

ğunu bir iki rakamla anlatmak istiyorum.İstanbul’da 14 milyon insan yaşıyor. İs­

tanbul’un %10’nunu oluşturan bir kesim, İs­tanbul’un toplam gelirinden 14 milyar dola­ra el koyuyor. Bu 140 bin aile. Ama en dip­teki 140 bin ailenin 14 milyar dolara el ko­yan bu kesime karşı eline geçen değer 14 milyon dolar. İstanbul’da nüfusun % i ’lik bir kesimi güvenlik çemberleriyle kuşatılmış mekanlarda, kulelerde ve rantları çok yük­sek alanlarda yaşarken; İstanbul’un %90’lık bir bölümü can güvenliğinin olmadığı, sağlık­lı yaşam koşullarından uzak yerleşim alanla­rında yaşıyor. İstanbul’da her yüz kişiden yir­misi marjinal işler yapıyor, yani işsiz. Bunu Türkiye boyutuna çıkardığımızda Türkiye’de 20-24 yaş arası gençliğin içinde lise mezunla­rının %46’sı işsiz. Aynı gençlik kesimi içinde üniversite mezunlarının %38’i işsiz. Yine Türkiye’de çalışma yaşında olan insanların %46’sı ancak çalışabiliyor, %54’ü işsiz. Bu son söylediğim rakamlar geçen sene Dünya Bankası nın yaptığı büyük bir anketin rakam­ları. Dünya Bankası da boş durmuyor. Şimdi biz ikide bir bu tabloyu, sadece bir çaresizli­ğin sonucu olarak aktardığımızda, toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturan ezilenlerin

193 —-

Page 195: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ve yoksulların umutsuzluğunu büyütüyoruz. Tıpkı kapitalizmin yaptığı gibi... Hayallerini, geleceklerini, umutlarını, bütün rüyalarını dahi ellerinden aldıkları bir umutsuzluk orta­mına atmak istiyor kapitalizm bu insanları. Neden çünkü toplumu geleceksizleştirmek, geleceğini elinden almak üzerine kuruyor tüm projelerini. Yine diada vardı, Okmeyda- nı’nda bez pankarta yazılan ‘Birahane, pav­yon, kumarhane istemiyoruz’, ya da beni 7 yıl önceye götüren, ‘İmar planı değil, yıkım planı.Yıktırmayacağız’ sözü . O süreçte biz 2-2.5 yıl o bölgede çalıştık. Recep Tayip Er­doğan’ın ilk belediye başkanı olduğu yıllardı, ikinci yılı olmalı. Tüm Okmeydam’nı içine a- lan, daha Bedrettin Dalan döneminden baş­layan üçüncü köprü projesinin Okmeyda- nı’na isabet eden bölümünü yaşama geçir­mek için Belediye İmar Planları hazırlatmıştı. İlginçtir imar planlarının gerekçe raporunda bölgeyi çöküntü alanı olarak tanımlamışlardı. Ve öyle bir misyon biçiyorlardı. Yani kentin arka sokaklarının, kentin fuhuşunun, kentin eroinin esrarının aktığı yerler. Kentin çürü­me alanları diye toplumun büyük bölümü­nün yaşadığı alanları çürütmeyi teklif ediyor­lardı ve planlıyorlardı. İmar planının özü bu­na dönüktü aslında. Neden? 14 milyonun ya­şadığı bir İstanbul’da, haramilerin saltanatını sürdüğü bir İstanbul’da, meydanların, sokak­ların, çocuklarla, işsizlerle dolduğu bir İstan­bul’da güvenlikli olabilmeleri için. “Çürütebi- lirsek bu toplumu, kendi yaşam alanlarında, kendi insani değerlerini, kendi kardeşlik, da­yanışma duygularını, özgürlük duygularını köreltebilir ve bunları çürütebilirsek sistem bugünü de yarını da kurtarabilir” diye düşü­nüyorlar. Burada bir alan çıkıyor karşımıza. Biz hepimiz hep birlikte görüyoruz, bizim bugünü kurtarmamız mümkün değil. Bugün gerçekten insanlığın çok büyük bir bölümü î- çin kaybedilmiş bir dönem. Ve belki de in­sanlık, tarihinin en büyük çelişkisini bu ne­denle yaşıyor. 6.5 milyar dünya insanının 5.5

— yol-------------------------------------------

milyarının temiz içme suyu kaynaklarından, sağlıklı barınma haklarından, yiyeceğinden, eğitiminden, sağlığından yani insanlıktan u- zaklaştığı dünya koşullarında bu büyük bir insanlık çelişkisidir. Çünkü bilimdeki, tekno­lojideki gelişmelerin en yüksek düzeyde ol­duğu bir dönemde insanlık, tarihinin en yok­sul ve en kötü günlerini geçiriyor. Ki bu da bir insanlık çelişkisidir. Çünkü bilim dediği­miz şey, bizim sanat dediğimiz, kültür dedi­ğimiz bütün bu olgular aslında binlerce insa­nın, binlerce yıl süren emeğinin bir ürünü o- larak, taş taş üstüne konularak yaratılmış de­ğerlerdir. Nasıl oluyor da insanın ürünü olan bilimsel gelişmeden, insanın ürünü olan tek­nik gelişmeden insan yararlanamıyor, işte bu durum aynı zamanda insanlığın en büyük çe­lişkisi olarak duruyor. İnsanlık böylesine bü­yük bir çelişki ortamında bence, iki olayla yüz yüze. Ya bu eşitsizliklerin, bu yoksulluk­ların olduğu alanda giderek mahvolmaya, gi­derek yok olmaya doğru sürüklenecek ya da insanlık bu büyük çelişkiyi insanlık lehine çö­züp tarih sahnesine çıkacak. Şimdi tabii ki hiçbir olgu kendiliğinden gerçekleşmiyor. Örneğin belki en doğru, en gerçek, belki tartışılamayacak derece doğru sözlerden bi­rini de Gallieo söyledi. “ Dünya dönüyor” dedi. Ama Gallieo’nun bu doğru sözü söyle­mesi, Engizisyon mahkemelerinde yargılan­masını engellemedi. Yani en doğru sözlerin bile yaşama geçirilmesi için o doğru sözler etrafında bir insanlık örgütlenmesine ihtiyaç var. İşte bu geldiğimiz noktada, ezici çoğun­luğun örgütsüz olduğunu, ezici çoğunluğun dayanışma ortamlarının kurulamadığını, bü­yük bir çoğunluğun birbirinden habersiz ol­duğunu, birbirine yabancılaştığı yaşam alanla­rında ve çalışma alanlarında nesneler haline geldiğini görüyoruz. Artık insanlaşma süreç­lerinden uzaklaşan insan toplulukları görü­yoruz çevremizde. İstanbul bunlar için çok büyük, çarpıcı kentlerden birisi.

__ 194

Page 196: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

İstanbul’da geçtiğimiz hafta bir deprem şurası toplandı. Ben mühendis-mimar odala­rından deprem şurası delegesiydim. 17 A- ğustos depreminden bu yana tam 5 yıl geç­ti. Ama kentin üzerinden milyarlarına mil­yarlar katan bir takım sermaye grubunun yer aldığı şurada, İstanbul’da ve genelde Marmara Böigesi’nde ve deprem riski taşı­yan Doğu, Güneydoğu Anadolu bölgelerin­de de tabi ki kentin altyapısı nasıl düzenlene­bilir, insanlar için depreme karşı nasıl sağlık­lı ve güvenli yaşam alanları kurulur, olası bir İstanbul veya Marmara depreminden insan­lar nasıl daha az zarara uğrayarak kurtulur tartışması yapılmıyordu. İstanbul halkının çok büyük bir çoğunluğu o salonlarda ne tartışıldığını bilmeden, İstanbul halkı üzerin­de yeni imar planlan, yeni rant planları ko­nuşuluyordu. Bu da büyük bir çelişki insanlık açısından. 14 milyonun geleceğinin konuşul­duğu bir yer. Ama tam 50 yıllık - 80 küsur yıllık bir cumhuriyet tarihinin 1950’den son­ra başlayan, günümüze kadar gelen yarım yüzyıllık bir kesiminde- kent üzerinden ve kent insanının ucuz emeği üzerinden soy­gun, sömürü ve yağmasını sürdüren kesim­ler deprem riskini kullanarak yeni bir soygun tasarlıyor. Artık kentin bütün yükünü almış bazı bölgeleri yıkıp, yeniden yüksek kuleler­le, nasıl yeni sermaye birikimleri yaratabiliriz diye konuşuyor. Zeytinburnu’ndan başlatıla­cak. Orası bir başlangıç olarak seçiliyor. Ya­şadığımız mahallenin ve sokağın yarın gele­ceğine binlerinin ne şekilde karar vereceği­ne dair bilgiden uzak bir alanda bir hayat ve bir gelecek oluşturulamaz. Ve bugün kuru­lan, yapılmak istenen bütün o milyonlarca in­sanı sürece yabancılaştırarak, kendi emeğine yabancılaştırarak, kendi kültürüne, kendi bi­rikimine, kendi insanlık değerlerine yabancı­laştırarak yoksullaşmayı derinleştirmek ola­rak seyrediyor. Tabi ki bütün dünya düze­yinde sürmekte olan politikalar sermaye te­kelleri tarafından Türkiye parlamentosun-

____________geleceği oluşturmak___

dan geçirilerek uygulamaya konuyor. Adı İs­lamcı ya da sağcı, adı CHP ya da AKP fark etmiyor. Yabancı tekellerin kulelerinde ta­sarlanmış planlar Türkiye parlamentolarında karara dönüştürülüyor. Türkiye coğrafyası bunlara peşkeş çekiliyor. Şimdi böyle bir sü­reç yaşanıyor. Bu sürece karşı başka bir dünyayı, başka bir ülkeyi, başka bir yaşadığı­mız kenti kurmak mümkün. Ve bunun için de küçük olabilir, basit olabilir, sade olabilir, -sade olmalı zaten- dayanışma ortamlarını geliştirmek ve buradan bir siyasal örgütlen­meyi ve gelecek toplum projesini oluştur­mak ye buradan yürümek dışında başka bir insanlık seçeneğimiz kalmadı. Bugün Türki­ye’nin mühendisleri de, yani Türkiye’de e- mekçiden, emekten yani ezilenlerden yana, yani eşitlik ve özgürlük değerlerini, yarının geleceğini gerçekleştirmeyi dileyen mühen­disleri de aynı problemle karşı karşıya. E- mekçileri aynı problemle karşı karşıya. Top­lumun çok büyük bir bölümü karşı karşıya ve problem de burada düğümleniyor. Ezici bir çoğunluğun aleyhine her gün kararların alındığı, her gün kapalı kapılar ardında Ba­kanlar Kurulu’ndan, her gün tekellerin mer­kezlerinden bir avuç sermaye grubunun le­hine kararların alındığı bir alanda emekçiler kendi varlıklarını hissedebilecekleri, kendi geleceklerini oluşturabilecekleri alanların tasfiye edildiğini görmek durumundalar. E- mekçiler kendi örgütlülüklerini kurabilecek­leri bütün alanların sermayeye kar uğruna devredildiğini görmek zorundalar. Akmakta olan süreç bunu geliştiren bir süreç. Bugün 50-60 emekçi yan yana gelebilirken, yarın 50-60’ının da yan yana gelemeyeceği ortam­ların yaratılması süreci. Özelleştirmeler bun­lardan bir tanesi. Kentler üstüne kurulan i- mar planları adı altındaki yıkım planları bun­lardan bir tanesi. Hatta geçen hafta Maltepe Gülensu-Gülsuyu mahallesinde büyük bir halk toplantısına katıldım. Halk komitelerini, halk mahalle meclislerini oluşturmuşlar.

----------------------------------------- 195-----

Page 197: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Gülsuyu-Gülensu Mahalleleri doğrudan Bo- ğaz’ı ve Adaları gören inanılmaz bir manza­raya sahip. Maltepe Belediyesi’nin Büyükşe- hir Belediyesi’nin desteğiyle oluşturmuş ol­duğu kent planlarında bütün yeşil alanları ka­patmışlar. Yüzlerce, binlerce konutun oldu­ğu alanları ve oradan o insanları sürüp yeni­den sermayenin kar elde etmesi için yeni kent projeleri geliştiriyorlar. Bunu ancak Gülsuyu-Gülensu Mahallesi’nin örgütlü gücü geriletebilir. Bize düşen görev, sermayenin belediye mekanlarında, kağıtlar üstünde kur­maya çalıştığı imar planlarıyla neyi yapmaya çalıştığını halka doğru anlatabilmek. Orada halkın anlayamayacağını düşündükleri bö­lümleri bu konudaki bir aydın olarak halka anlatmak, nasıl bir kent kurulmak istendiğini, kimin lehine, sermayenin hangi vurgunları le­hine projelerin geliştirildiğini ayrıntılarıyla kavrayarak, halkı bilgilendirmek, bilinçlendir­mek ve halkın bilgi edinme hakkını daha doğ­ru kullanmasını sağlamak. Dayanışmaevleri bu bağlamda örnekler verdi, seçimlerden önce de “ Halk Kentlerini Yönettiğinde...” diye afişlerin hazırlamışlardı. Ben o panelle­rine de katılmıştım. Ancak halk kentlerini yönettiğinde, kent mafyası, kent rantları or­tadan kaldırılabilir. Ancak halk kentlerini yö­nettiğinde; kentlerinde, sokaklarında, mahal­lelerinde kendi geleceğini, kendi kaderini be­lirleyecek oluşumları oluşturduğunda, bu­nun nüvelerini kurduğunda, dayanışma ağla­rını ördüğünde, sokağındaki komşuluk ilişki­lerini, sokağındaki kardeşlik ilişkilerini kur­duğunda yani sokağına ve mahallesine sahip çıktığında çeteler geriletilebilir. Ve buradan bir gelecek toplum projesi kurulabilir. Bura­dan insanlığın eşitlik, özgürlük ve kardeşlik değerleri, geleceğin Türkiyesi’nde, geleceğin dünyasında yaşama geçirilebilir. Ancak böyle başka bir dünyayı kurmak mümkündür. Biz, yani bugünü kaybedilmiş olanlar bugünü ya­rında kurabiliriz. Zaten temel mücadele ala­nı da bugünün devamını isteyen güçlerle, bu­

— yol-------------------------------------------

__ 196_____________________ _

günü yarında kurmak isteyen eşitlikten, öz­gürlükten, emekten, barıştan ve kardeşlik­ten yana olan güçler arasında dönmektedir. Çünkü onlar bugüne hakimdirler, bugünün egemenidirler, bugün ellerindeki baskı araç­ları silahları, topları, tüfekleri ve hepimizin vergileriyle toplamış oldukları kaynakları, o baskı araçlarının daha da büyümesi için ak­tarmaktadırlar. Onun için devletin bu an­lamda büyütülmesini ama eğitim ve sağlık a- çısından küçültülmesini savunmaktadırlar. O yüzden 44 dolar eğitime ayrılmaktadır. O yüzden bir Türkiye bütçesi kadar bir rantı, yaşadığımız sokakların, kentlerin yağması ü- zerinden paylaşmaktadırlar. Türkiye bütçesi 70 milyar dolar. İnanın Türkiye’de yerel yö­netimler eliyle, belediyeler eliyle yaratılmış olan kentlerin yağmasıyla elde edilmiş olan rantların boyutu 3 bin 200 yerleşim birimin­de 70 milyar dolar kadar, bir Türkiye bütçe­si kadar. O yüzden siyasi örgütlenmelerin a- lanları ve halkaları, etrafları bu rantlar etra­fında kuruluyor. Kağıttan bir kaplan gibi rant paylaşımı üzerine bir siyasallaşma yaşanıyor ama bizim insanlık değerleri üzerinden ge­leceğimizi oluşturacağımız, geleceğimizi kuracağımız bir örgütlemeye ve dünyaya ihtiyacımız var. O yüzden emeğin, eşitliğin, özgürlüğün çağrısı sade ve basit olmalı. Ancak el ele verdiğimizde milyarlarca, mil­yonlarca insan el ele verdiğinde bir gele­cek kurulabilir. Ve o zaman da bu gelece­ğin oluşturulması sürecinde de, kurulması sürecinde de o büyük engelleri o büyük duvarları Nazım Hikmet’in o sözüyle söy­leyelim, “ bütün o duvarları vız gelir bize vız” diyorum ve saygıyla selamlıyorum.

* 10 Ekim 2004 tarihinde Dayanışmaevleri’nin “ Toplumsal

Çürümeye Karşı Halk S avunması” başlığıyla gerçekleştirdiği kampanya

çerçevesinde düzenlenen panelde yaptığı sunum...

Page 198: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

YOKSULLUK, SINIF VE POLİTİKA

Yoksul, kimi niteler? Bu soruya be­nim yanıtım kısadır: Yoksul, işçi sınıfının savunma örgütleri içine dahil olamayan kesimidir; yani, işçi sınıfının bizatihi ken­disidir. İşçi sınıfı dışında ayrı bir toplum­sal kategori olarak yoksulluk tanımının yapılmaması gerektiği kanısındayım. Bu vurgunun belki burada bulunan topluluk açısından çok fazla bir anlamı olmayabi­lir. Ama yoksulluk literatürünü izleyen­ler bakımından; Dünya Bankası’nın sponsorluğunda sürmekte olan “ yoksul­lukla mücadele programları” aracılığıyla işçi sınıfının tam da bu kavram etrafında nasıl bölünüp parçalanmaya çalışıldığı sır değildir. Onun için bu vurgu önemlidir. Şimdi demek ki yoksulluktan söz etmek, işçi sınıfından söz etmek demektir. Bu­rada tabii türdeş bir işçi sınıfının varlığı­nı iddia etmek de gerçekçi değildir; ö- zellikle yaşam tarzı ve davranış kalıpla­rındaki farklılıklara bakıldığında, kendi i- çinde çeşitlenmiş bir işçi sınıfından söz ettiğimizin de bilincinde olmamız gere­kir; kaldı ki, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren aslında işçi sınıfı hiçbir zaman türdeş bir sınıf olmamıştır. Onun içindir ki, işçi sınıfı hareketi ta başından beri sü­

rekli olarak birleşik bir sınıf hareketi ya­ratma amacını önüne koymuştur.

Günümüzde de, yeni liberal saldırı stratejisinin yarattığı koşullar çerçeve­sinde işçi sınıfı hareketi yeniden kendi i- çindeki farklılıkları nasıl ele alacağı soru­suyla karşı karşıyadır; sınıf içi parçalan­mayı, birleşik bir hareketi inşa etmek suretiyle aşmanın çabası içindedir. Bura­da sınıf politikası bakımından günümü­zün kritik sorusu, kanımca şudur: İşçi sı­nıfının bu birleşik yürüyüşü nasıl ve işçi sınıfının hangi seksiyonunun örgütleyici inisiyatifi altında gerçekleşecektir? Bir, nasıl sağlanacaktır; iki, hangi kesimin ini­siyatifi bu birleşikliğin oluşmasında tayin edici olacaktır. Bu soruların yanıtlarını sınıflar mücadelesi zemininde bulabile­ceğimizi de belirtmek gerekir; sınıflar mücadelesi derken, işçi sınıfının hem karşıt sınıflarla hem de kendisi hakkında sürdürdüğü bir mücadeleden söz ediyo­rum.

İkinci kritik soru, sözü edilen müca­delenin iktidar ölçeğiyle ilgilidir. Yani, Ne Yapmalı? sorusundan önce, bugün bizim önümüzde, Nerede -hangi iktidar

197----

Page 199: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ölçeğinde- Yapmalı?, sorusu vardır. Ulus devlet midir iktidar ölçeği; yoksa, mer- kezsizleşmiş bir yerellikler alanı mıdır; ya da ulus üstü kimi oluşumları da siya­sal iktidar mücadelesinin bir ölçeği ola­rak görebilir miyiz? Devrim diye bir perspektife sahip olanların, küreselleş- me-yerelleşme eğilimleri ve ulus-devlet konusuna, siyasal iktidar ölçeği sorunu açısından da bakması gerektiği açıktır.

Ö te yandan, birleşik sınıf hareketinin nasıl sağlanacağı; partili mi partisiz mi, i- lişki ağlarına mı, yoksa belli bir örgütsel hiyerarşiye dayanarak mı, bu birlikteliğin gerçekleşeceği tartışmaları, en temelde hareketi kurucu inisiyatifin işçi sınıfının hangi seksiyonunda olacağı tartışması­dır. Soru kısaca, siyasallaşmış ve birleşik bir sınıf hareketini sınıfın hangi seksiyo­nu kurabilir, sorusudur. Geleneksel sa­nayi proletaryası gibi çok daha düzenli istihdam koşullarına sahip olan ve sendi­kal örgütlülük gibi “ ayrıcalığı” bulunan kesim bu birleştirici harcı yeniden kara­bilir mi? Yoksa birleştirici inisiyatif, yeni kent yoksulları adını verdiğimiz, işçi sını­fının savunma ve direniş örgütlerinin dı­şına düşmüş kesiminden mi gelecektir? Bugün bu soruları politik çevreler ya da akademi tartışmıyor olabilir; ancak e- mekçi sınıflar arasında tam da bu sorula­rın yanıtlarına yönelik bir kavga sürmek­tedir. Çünkü sınıflar mücadelesi sadece iki karşıt gücün; yani, sömüren ve sömü­rülen iki sınıfın düz bir ovada karşı kar­şıya gelmek suretiyle tutuştukları kavga- yı/dövüşü değil, aynı zamanda her sınıfın kendi içinde yürüttüğü bir mücadeleyi i- çerir. İşçi sınıfının birleşik bir sınıf hare­keti olarak siyaset sahnesine çıkması, yukarıdaki sorular temelinde yaşanan mücadelelerin sonuçlarıyla ilgilidir. Bu

— yol-------------------------------------------

mücadele Dünya Sosyal Forumunda ya­şandı, Brezilya’da yaşanıyor. Muhteme­len burada da bu mücadelenin kimi izle­rini yaşıyoruz. Şimdi bu perspektifle Türkiye’ye baktığımızda, örgütleyici prensip ve iktidar ölçeği konularına iliş­kin soruların, bu topraklarda da sorul­duğunu görürüz. Fakat Türkiye’ye özgü kimi farklılık olduğu da açıktır. Çok sayı­da unsurdan söz edebiliriz, ben birine dikkât çekmek istiyorum. Mesela Avru­pa Birliği meselesi; Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma olasılığı olan bir ülke olması ciddi ölçüde farklılık yaratıyor kanısındayım. Avrupa Birliği’ne üye olma olasılığı, sanki ülkenin demokratikleşme olasılığı şeklinde kavranıyor; peki ama ne pahasına? Yeni liberal saldırı strateji­sinin mevcut eşitsizlikleri derinleştiren ve bunları tahkim eden süreçleri pahası­na. Bu ne demek? Bu, cahil kalma paha­sına bir tür diploma sahibi olma olasılığı­na sahip olmak demek.

Şimdi bu özelliği ile A B konusu, siya­sal yelpazenin mevcut sınıf içeriğini pa- ralize ediyor. Sonuç; açık bir şekilde sö­mürü ilişkisini yaşayan kitlelerle, kimlik siyaseti etrafında şekillenen siyaset yel­pazesi arasında muazzam bir kopukluk ortaya çıkıyor; yani, siyasal yelpaze sınıf karakterini görünmez kılıyor. Bu ise işçi sınıfının maddi yaşam içerisinde geliştir­diği siyasal programını siyaset yelpazesi­ne taşımasını engelliyor.

Bu bence memleketimizde yaşanan sorunların arka planında yatan temel bir paradokstur, yani siyaset,sınıf içeriğini kaybetmişken işçi sınıfı da henüz kendi­sini siyaseten açık bir şekilde ifade ede­bilmiş değildir. Türkiye’nin bütün mese­lelerinin arka planında yatan ana para­doks budur ve bunun çözümü de açıktır.

__ 198

Page 200: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

_________________________________________ yoksulluk, sınıf ve politika__

Kendisini bir sınıf olarak örgütleyen bir­leşik politikleşmiş bir işçi sınıfı hareke­ti... Başka da bir çözümü görünmemek­tedir. Emekçi sınıflar lehine başka bir çözüm görünmemektedir. Peki, bunun bu memlekette oluru var mıdır? Birleşik politikleşmiş bir sınıf hareketinin olanak ve kısıtları nelerdir? Bu son derece cid­di bir sorudur. Bunu tartışmak gerekir.

Özellikle aktivistler arasında yaygın bir karamsarlığın hakim olduğunu göz­lemliyoruz. Burada sadece bir noktaya; kitlelerin tek tek insanlar olarak yaydık­ları imge ile bir sınıf olarak, bir hareket olarak yaydıkları imge arasındaki farka, dikkat çekmek isterim. Ünlü bir düşü­nür, “ kitlelerin ne yapacakları tahmini a- çıktır.” demişti. Ben bu lafı hatırlatır ve şu pankartta yer alan “ halk kentlerini yönettiğinde” ifadesini takip eden üç noktayı doldurmak isterim; halk kentle­rini yönettiğinde tabii ki devrim olur; memleketimizin asıl ihtiyacı da budur.Bu ihtiyacı bir kez daha hatırlattığı için bu toplantıyı düzenleyenlere çok teşek­kür ederim.

* Metin Özuğuriu Ankara Üniversitesi

Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi

14 M art 2004 tarihinde Dayanışmaevleri tarafından düzenlenen

"Yoksulluk, Küreselleşme ve Yerel Yönetimler”

başlıklı forumda yaptığı sunum...

— 199----

Page 201: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

AVRUPA BİRLİĞİ İZLEME RAPORU ÜZERİNE

Bir olgu ancak bütünü ile ele alınırsa anlaşılır olur. Bu nedenle, Avrupa Birliği ile ileri sürülen farklı iddiaları ya da son yayınlanan Avrupa Birliği İzleme Rapo- ru’nu tek başına ele almanın fazla bir ya­rarı olmayacağı gibi, böylesi parçalı yak­laşım konuyu tam olarak kavramada da eksikliklere ve yanlış anlamalara neden olabilir.

Meseleye bir bütün olarak yaklaşım yapıldığında Avrupa Birliği’nin bir kapita­list birlik olduğu ve sistem gereği, A BD ve Japonya gibi karşıt güçlerle şiddetli rekabet ve çatışma içinde bulunduğu gerçeği ile karşılaşılır. Şu hale göre, A v ­rupa Birliği’nin gerçek yüzünü görebil­mek ve politikalarını çözümleyebilmek i- çin kapitalizmin genetik yapısını incele­mek kaçınılmazdır.

Kapitalizmin işleyiş dinamikleri çer­çevesinde Avrupa kapitalizmi, sermaye­nin olgunlaşma aşamasına ulaşmış bir ya­pı sergilemektedir. Avrupa devletleri genel çerçevede, önceleri geçmiş dö­nemlerin yoğun sömürgecilik sürecinde merkeze aktardığı kaynaklarla güçlenen,

son dönemlerde de ekonomik ilişkilerle çevreden aktardığı kaynaklarla merkez­de gelişmiş bir ekonomik yapı ve onun çevresinde oldukça ileri düzeyde bir sosyal yapı oluşturmuşlardır. Bunun ne­ticesinde günümüzde Avrupa ekonomi­leri fert başına yüksek gelir düzeyine u- laşmış ve burjuva demokrasisini oturt­muş bir görünüm vermektedir.

Ancak, kapitalist birikim sürecinin ve sermayenin olgunlaşmasının doğal sonu­cu olan istihdam alanlarının küçülmesiy­le, Avrupa ekonomilerinde bir yandan sermaye birikim alanları daralmış, diğer yandar> da tüketim pazarları sınırlanmış durumdadır. Sermayenin gerileyen kâr oranları yanında, yükselen işsizlik bu e- konomilerde önce ekonomik, ikinci aşa­mada da sosyal sorunların tedricen su yüzüne çıkmasına yol açmaktadır. Avru­pa ekonomilerinde yükselen işsizlik ve bunun beslediği milliyetçilik ve dincilik a- kımları sömürgeciliğin Avrupa’daki asi- mile edilmemiş son kalıntılarını temizle­yici işlev yüklenmiş bulunmaktadır. A n ­cak, bir yandan yabancılara yönelik saldı-

200

Page 202: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

rılar yoğunlaşırken, diğer yandan da ka­liteli emeğin ve kaçak çalışanların Avru­pa’ya sızmalarına göz yumulması, hem yaşlanan Avrupa’nın hem de sıkışan ser­mayenin sorunlarının çözümünde hâlâ eski sömürgecilik mantığının hakim ol­duğu izlenimini vermektedir.

Sıkışan merkez sermayenin sorunla­rına göreli çözüm olarak, bu kez de çev­resel konumlu ekonomilerle girişilen e- konomik ilişkilerde, bu ekonomilerin gi­derek daha yoğun sömürü altına alınma­sı gündemdedir. Küreselleşmenin genel kuralları olarak bilinen VVashington Uz­laşma İlkeleri’nin (VVashington Consen- sus) tüm yerküreye dayatılması, aslında güçlü ekonomilerin güçsüzler üzerinde hakimiyet kurma aracından başka bir şey değildir. Kezâ, kamu kesiminin kü­çültülmesi, piyasaya müdahale edilme­mesi, ekonomilerin dış dünyaya açılma­sı, kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi ve çalışma yaşamında sendikaların çö­kertilerek yeniden düzenleme (reregü- lasyon) uygulamalarının dayatılması, merkez sermayenin istediği alanlara, kendi kuralları ile girmesi ve hakim ol­ması anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, G A TS ve TR IPS gibi hizmet ve fikrî hak­lar alanında getirilen sınırlamalar da ge­lişmekte olan ekonomilerin hemen her alanda ellerini ve kollarını gelişmiş mer­kezler lehine bağlamaktadır.

Avrupa .Bitliği’nin, sömürge kökenli zenginliğinin üzerinde yükselen bir bur­juva demokrasisi (sadece ifade ve talep etme özgürlüğü!) oluşturduğu ve siste­min elverdiği ölçüde bazı temel haklar a- lanında da ciddi ilerlemeler kaydettiği gerçeği yadsınamaz. Avrupa ekonomile­rindeki burjuva demokrasisinin çevreselkonumlu geri ekonomilerdeki demokra-

avrupa birliği izleme raporu üzerine__

tik anlayışla karşılaştırılmasında, zengin­liğin verdiği olanaklarla günümüzde A v­rupa’nın görece daha ileri düzeyde oldu­ğu da yadsınamaz. Ancak kesit analizinin verdiği bu görüntü, ülke temelinde ve zaman boyutu içinde yapılan gözlemler­le bozulmaktadır. Şöyle ki, yaşanan eko­nomik sorunlar karşısında Avrupa eko­nomilerinde de sosyal haklar giderek sı­nırlandırılmakta ve geriletilmekte, ırkçı­lık yükselmekte ve yabancı düşmanlığı körüklenmekte, insan ticareti sürdürül­mekte, Estonya ve Letonya’da yurttaşla­rın önemli bir bölümü yurttaşlık hakla­rından dahî mahrum bırakılabilmekte, sendikalaşma zayıflamakta ve yarı za­manlı ve geçici çalışma koşulları dayatıl­makta, vs. Varsıl Avrupa’da sosyo-eko- nomik alanda gözlemlenen söz konusu geriletmeler ve kötüleşmeler, açıktır ki bugünden yarına su yüzüne çıkmayıp, söz konusu sosyo-ekonomik çöküşlerin toplumsal düzeyde belirginleşmesi za­man alacaktır. Bu gecikme bizi aldatma- malıdır.

Avrupa Birliği’nin genişlemesi proje­sinin, kapitalizmin çağdaş sömürgecilik aracı olarak uygulanan küreselleşmenin bir tür uygulaması olduğu açıktır. A B ’nin Sovyetler’den arta kalan ve yetişmiş, ka­liteli ve bol ucuz emek içeren Doğu A v ­rupa ekonomilerini tereddütsüz birliğe katması da bunun en büyük kanıtıdır. A B ’nin, 1963 yılında Ankara Anlaşması imzalamış olan Türkiye’ye ise büyük ve istisnaî engeller çıkarması da, Birlik’in genişleme sürecine sömürgeleştirme mantığı ile baktığının en önemli kanıtıdır. Sömürgeleştirme mantığı, sömürgeleşti­rilecek ekonomiyi, sömürü alanı içine a- lıp, ana gövde ile tümüyle binleştirilme­mesi esasına dayanır. Böylece, sömürge-

......... ______________________ 201 —

Page 203: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

den tüm yararlar sağlanır, ama sömürü­len bölgeye fazla bir ekonomik değer aktarımı yapılmaz. 1995 yılında A B ile imzalanmış olan “ Gümrük Birliği Anlaş­ması” bu açıdan tam bir sömürgeleştir­me anlaşmasıdır. Zira, bu anlaşmaya gö­re, A B Türkiye’nin her türlü pazar ola­naklarından yararlanabilir ama Türkiye tam ortaklığın bazı olanaklarından mah­rumdur. Şimdilerde Türkiye’ye önerilen “ Özel Statülü Ortaklık” da bir bakıma Gümrük Birliği’nin devamı gibi görülebi­lir.

Kapitalist birliklerin işleyişinde şu so­nuç kaçınılmazdır: Gunnar Myrdali’ın “ Kutuplaşma Teorisi” nde de açıklandığı üzere, tüm kaliteli elemanlar ve serma­ye merkeze doğru hareket ederek, merkezle çevre arasındaki farkın gide­rek açılmasına neden olur. A B ’nin “ Geri Bölgelere Yardım Fonu” nun amacı da böylesi bir oluşumu engellemektir. Ne var ki, topluluk genişledikçe ve bölgeler arasındaki fark açıldıkça A B emek dola­şımı ve yardım fonları konusunda çok ciddi daraltmalara gitmektedir. Avrupa Birliği, kendi içinde kâr oranları gerile­miş, eski sömürgelerinden oldukça u- zaklaşmış ve şimdi de bir yandan A BD ve Japonya gibi devlerle mücadele eden yaşlı bir ekonomi olarak, gençlik ve atıl­ganlık döneminde içte sağladığı refah or­tamından yavaşça uzaklaşırken, yeni a- lanlara refah dağıtmak için değil, buralar­dan merkeze kaynak aktarmak için ya­naştığının, böyle bir yaklaşımın ise yakla­şılan ekonomi açısından ne anlama geldi­ğinin anlaşılması gerekmektedir. Bu algı­lamayı net olarak yapabilmek için, ne bugünkü A B ekonomilerinin fert başına yüksek gelir düzeyi, ne de sömürge kay­naklarına dayalı burjuva demokrasisinin

— yol-------------------------------------------

geçici parıltıları bizi aldatmalıdır.A B ’nin ve tüm kapitalist dünyanın

bugünkü parıltılı görüntü veren ekono­mik ve sosyal koşulları kefeye konurken, onların yanına, başta Afrika olmak üzere tüm gelişmekte olan (ya da öyle sanılan) geri ekonomileri ve günümüzde yaşanan sefalet ve yoksulluğu da aynı kefeye koy­mak gerekir!

* Prof. Dr. İzzettin Önder İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi

4 Aralık 2004 tarihinde Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP)

tarafından düzenlenen " Sol AB’yi Tartışıyor?”

başlıklı foruma gönderdiği sunum...

___202

Page 204: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

SOL, AB’YE NASIL BAKMALI?

Avrupa Birliği meselesine daha genel bir çerçeveden bakmak gerekiyor. Çün­kü genel bir çerçeve koymadığımız ve o- nun üzerinden konuşmadığımız zaman sonuç alamıyoruz. Belki bir tespitle baş­lamak mümkün. Türkiye -bu dünyada da farklı değil- yaklaşık yirmi yıldır çok cid­di bir omurgasızlaşma yaşadı. Bundan kastettiğim şu; bir şey söylüyorsunuz, hiç ummadığınız insanlarla yan yana dü­şüyorsunuz. “ N e alakası var?” dediğiniz zaman da öyle. Dolayısıyla buradan ge­len bazı sorunlar var. Böyle bir omurga­sızlığın ortaya çıkarttığı bir hareket kabi­liyetini yitirme diyelim. Buralarda netliği nasıl sağlayabiliriz? Düşünmek gereki­yor. Dolayısıyla A B ya da birçok konuda soldaki tartışmalarda da böyle bir zemin aslında oluşmuş durumda. Şimdi “ Nasıl bakmalı?” meselesi çok tartışmalı. Ö n ­celikle bizim bir şeye karar vermemiz la­zım. Solun asgari ve vazgeçilmez temel kategorileri nelerdir? Bu kategoriler ü- zerinden A B nasıl anlaşılabilir? Buna da­ha sonra geleceğim.

Türkiye’deki tartışmalar gerçekten çok garip gidiyor. Çünkü genel olarak Türkiye’de “A B ’ye dair ne düşünüyor-

Mehmet Türkay

sunuz?” dendiğinde insanlar, % 90’lara varan, hatta aşan bir oranda “ Evet, kabul ediyorum” diyorlar. “ Peki, A B nedir?” dendiğinde, “ Şudur” diyenlerin sayısı ise en fazla % 5-10. Dolayısıyla ne istendiği­nin, neye girileceğinin, bunların hiçbiri­nin netleşmediği, sadece kişisel, öznel niyetler üzerinden bir tavır alınmaya ça­lışıldığı bir süreç. O yüzden “A B nedir?” sorusuna hareket noktası itibariyle bir cevap vermemiz lazım. Bu noktada kar­şımıza çıkan şey; “ Bütünsel perspektif­ten bu meseleyi nasıl anlarız?” sorusu o- luyor. Çünkü A B ’yi sadece Avrupa üze­rinden ya da sadece AB-Türkiye ilişkile­ri üzerinden tartışmanın çok ciddi yanıl­gı payları var. Bu anlamda şöyle bir soru başlama noktası olmalı belki; A B nasıl bir proje, nereden çıktı? AB, kapitaliz­min çok uzun süreli krizleri sonucunda, 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ser­mayesi ve tabi diğer sermayelerin de katkısıyla uzun süreli bir güç merkezi ol­maya dönük bir proje olarak, ortak pa­zar çerçevesinde bir refleks biçiminde gerçekleşti. Söylemeye çalıştığım şey sa­dece Avrupa sermayesi değil, A B ’nin ku­rulması sürecinde, A B demeyelim, daha

----------------------------------------- 203 —

Page 205: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

_ y o idoğrusu ortak pazar sürecinde dünya­daki mümkün en geniş hâkim sermaye kesimi bu projeye destek verdi. Çünkü serm ayeler açısından tanımlanmış bir a- landa var olmak zaten birikimin mantığı­na çok uygun bir şeydir. Böyle bir ref­leks aslında bir taraftan da başka bir ris­ki önleyecekti. Çünkü Avrupa uzun yıl­lar bütün savaşları üzerinde yaşamış, sü­rekli birbiriyle savaşan ülkelerin bir ara- dalığı üzerine kuruluydu. Bu riskin de bertaraf edilmesi gerekiyordu ve edildi. Dolayısıyla ileride bir çekim merkezi ol­ma refleksinin, kapitalizmin dünya üze­rindeki birikiminin gidişatına göre pozis­yonda yer alan bir yapıyla karşı kaşıya- yız. Böyle baktığımız zaman 45’ten 70’le- re, hatta Avrupa için 80’iere sarkan bir Avrupa modeli çıktı karşımıza. Bu aslın­da çok uzun süreli bir çatışmanın ürünü olarak bir refah toplumu, sosyal devlet meselesiydi. Dolayısıyla birikim dediği­miz sürecin mantığına uygun sınıflar ara­sı çatışma ve mutabakatların tanımladığı bir projeydi. Sınıflar arası ilişkinin tanım­ladığı bir kurumsallaşmaydı. Ama dünya ölçeğinde refah devleti ya da sosyal dev­let kurumsallaşmasını bir birikimin geldi­ği nokta gerekli kılıyordu. Çünkü üreti­len malların bir şekilde satılmasını garan­ti altına alacak koşulların yaratılması ö- nemliydi. Daha önceki deneyimler, 30’lu yıllardaki deneyimler bunu bir zorunlu­luk olarak karşısına çıkarıyordu Avru­pa’nın. Bir başka önemli nokta da bir Sovyet devlet tehdidi meselesi vardı. Yani bir Soğuk Savaş koşullarında, Sov- yetler Birliği’nin hızla büyüdüğü kon­jonktürde, A B böyle bir refleksi ortaya koyarak, kendi içinde bir mutabakatı sağlayarak Sovyet etkisini belirli oranlar­da bertaraf edebilmenin yollarını da as­

lında buldu. Dolayısıyla bu haliyle baktı­ğımızda A B ’nin özellikle bugünkü tartışı­lan o sosyal boyut meselesi ya da sosyal Avrupa meselesi gibi kurumsallaşmalar esas itibariyle o konjonktürün ürünüy­dü. Yani bir birikimin gerekliliği bir de o dünya konjonktürünün dengeleri sonu­cunda gereklilikler olarak karşımıza çık­tı. Bu haliyle baktığımızda, seyrini izledi­ğimiz zaman yani bir O rtak Pazar proje­sinden A B ’ye nasıl dönüştü? Bu birlik dendiği zaman gerçekten o şeyi iyi tuta­bildiğimizde çok mantıklı bir kurumsal­laşma, bir girişim olarak da karşımıza çı­kar. Soğuk Savaş koşullarının çözülmesi­ne dönük ipuçlarının ortaya çıktığı sü­reç, 80’lerin başı hatta 70’lerin sonu iti­bariyle başlayan bir süreçtir. Bir taraftan böyle bir gelişme yaşanıyor. Yine, tabi kapitalizmin o uzun dönemli altın çağ denilen çağın sonuna gelmiş olmasıyla da çok bağlı. Yani birikim dediğimiz mese­lenin yine bir kar oranı sıkışmasıyla bir krize girmesi, bu krizden çıkmanın poli­tikaları ya da projesi olarak bütün o gü­ne kadar geçerli olan ve genel kabul gör­müş Keynesyen anlayışın tasfiyesi ile karşı karşıya kalındı. Bunun yerine ne kondu? Bugün neoliberalizm diye adlan­dırılan yeni bir politika, yeni bir strateji - hem dünya ölçeğinde hem de bu süreç­te yer alan bütün ülkelerde- kondu. A r ­tık yaşanacak süreç neoliberalizmin ta­nımladığı politikalar çerçevesinde o pro­jeye uygun hale getirilecekti. Çünkü krizden çıkmanın koşulları, öncelikle bu alanda krize neden olduğuna dair yapılan tespitlerden hareketle refah devleti uy­gulamalarının sonlandırılmasıydı. Kar o- ranlarının düşmesini biraz telafi edecek olan bu uygulamanın birkaç ayağı var. Bunun mantığı aslında refah devletinde-

__ 204

Page 206: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

ki pazar ilişkisine girmemiş alanların pa­zar ilişkisi içine çekilmesi ve bütün sağ­lık, eğitim, sosyal güvenlik gibi alanların bu süreçte özelleştirilmesi meselesi, de- regülasyon denilen mevcut süreçte bü­tün kuruluşların çözülmesini sağlayacak düzenlemeler ve bunun arkasından ge­len bildiğimiz yaşanan bir neoliberal sü­reç. Tabi bunun sonuçları toplumlarda ciddi parçalanmalara da neden oldu. Şimdi bu haliyle baktığımızda, kıta Avru­pa’sında bu sürece ilk tepki, -hem Soğuk Savaş koşullarının bitiyor olmasına hem krize dönük ilk tepki- A B projesi olarak karşımıza çıktı. A B projesi bu haliyle baktığımızda aslında en baştaki tanımla­nan reflekse uygun bir projeydi. Çünkü kendi içinde bir gücü oluşturmak, diğer güçlerle baş edebilmenin en azından re­kabet edebilen bir taraf olabilmenin ön koşulu olarak karşılarına çıktı. Nasıl bir proje dendiği zaman? Tam da krizin ta­nımladığı koşullarda gerçekleşen bir projeydi. Bu anlaşmalarda da zaten açık­ça ifade edildi. “AB piyasa merkezi çev­re sinde örgütlenen bir proje olacaktır” dendi ve bunu da hayata geçirmeye baş­ladılar. Dolayısıyla kapitalist bir projeyle karşı karşıyayız. Sermayenin tanımladığı genel eğilime uygun bir refleksle karşı karşıyayız. Bu önemli, çünkü tek başına A B ’yi ya da Avrupa kapitalizmini A BD kapitalizminden ya da Japon kapitaliz­minden ehli şer görerek yaklaşan kesim­ler için bunun tartışılması önemli bir mesele. Şimdi karşımızda böyle bir pro­je var. Bu projeye nasıl bakmak gerek sorusu için sermaye açısından da bu noktada aslında bazı sorunlar çıkıyor. Çünkü biz sermayeyi homojenleştirecek bir sermaye projesidir dediğimiz zaman bütün sermayelerin böyle bir projeye o ­

nay vermesi gerektiğini düşünüyoruz. A- ma baktığımızda durum öyle değil. Eğer böyle bir sorun varsa bu sefer dönüp sermayenin kendi iç hiyerarşisine bak­mak önemli hale geliyor. Sermayenin kendi iç hiyerarşisi dendiği zaman, Tür­kiye’deki birikim süreci sonunda gelinen aşamada karşımıza çıkan bir tablo var. Bu tabloda bilinen aslında birikim süreci mantığına uygun işleyen sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması ile sü­reç içerisinde karşımıza çıkan tekelci ya­pılar. Bu mantık bütün birikim süreçleri için, yani dünya ölçeğindeki birikim sü­reçleri için ve tek tek “ ulusal birikim” süreçleri için geçerli. Dolayısıyla böyle bir hiyerarşide yukarıda olan ve biriki­min olanaklarını en fazla kullanabilme potansiyeline sahip hale gelmiş bir kesim için A B projesi olmazsa olmaz bir proje­dir. Tabi bu bir uyum süreci getirmiştir. Dolayısıyla Türkiye’ye baktığımızda bu­nun temsilcisi tabiî ki karşımıza TÜ S İA D olarak çıkar. T Ü S İA D da tam kendi için­de netleşemediği kendi kurumsallaşma­sını dönüştüremediği bir uyum süreci yaşamıştır. Ama T Ü S İA D 90’ların orta­sından itibaren bu konuda kesinlikle en net tavrını almış ve o günden bu yana da Türkiye’deki tartışmalarda önemli yön­lendiricilerden biri olmuştur. Peki, ser­mayenin diğer kesimleri için aynı şey ge­çerli mi? Bu hiyerarşide aşağıda kalan, daha çok iç pazara dönük, birikim ola­naklarını çok fazla geliştirme şansına sa­hip olmamış sermaye de bildiğiniz gibi a- çıkça bu sürece karşı çıktı. Bir taraftan A B ’ye diğer taraftan küreselleşmeye. Bu da aslında birikimin mantığına uygun bir tavırdı. Sermaye kendisinin korunmasını talep ediyordu. M Ü SİA D (Türkiye’deki Ulusal Sanayiciler ve İşadamları Derne-

sol, ab’ye nasıl bakmalı__

--------------------------------------_ 205 —

Page 207: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

__yol________________________ği) bunun çok iyi bir örneğidir. Onlar A B ’ye karşılar, Gümrük Birliği’ne karşı­lar. Küreselleşme karşıtı söylemleri var. “ Peki nedir derdiniz?” dendiği zaman - bu konuda bir çalışma yaptık, oradan da­ha net söyleyebiliyorum- devlete dönük çağrılarında temel dertleri şu; “ TÜSİ- A D ’ı korudunuz, ya da T Ü S İA D içindeki sermayeyi korudunuz, bizi de koruyun, biz de onlar kadar birikim olanaklarına sahip olalım, ondan sonra biz de ulusla­rarası düzeyde rekabet eder hale gele­lim.” Bu pozisyonu alırken, M Ü S İA D ’ın bu pozisyonu meşrulaştırmak için kul­landığı temel kategori de ulusallık. Dola­yısıyla sermayenin ulusallığı meselesi ta­nım gereği sorunlu bir mesele zaten. U- lusal olanakları kullanmanın önündeki temel motif de uluslararası düzeyde re­kabet edebilir hale gelmek. Burada da karşımıza sermaye içinde iki farklı pozis­yon alış çıkıyor. Her ikisi de birbirine zıt olmakla beraber birikim dediğimiz, kapi­talizmin o çatışma ve çelişkilerle yürü­yen sürecine çok uygun pozisyon alışlar, tavır alışlar. Öbür tarafa geçtiğimizde, zaten sanıyorum şu aşamada bizim üze­rinde daha fazla konuşmamız gereken şey, peki sermaye dışı kesimler açısın­dan sorun ne? Burada tabi genel olarak sol diye bir çerçeve çizebiliriz. Solun tavrı ne olmalı meselesi. Şimdi Türki­ye’de solun tavrı, belirtildiği gibi, toptan­cı tavır. Aslında toplumda yaşanan A B karşında tavır alma tarzını biz solda da görüyoruz. Toptan reddetmek. Tabi ki reddetmek bir pozisyon alıştır ama ora­ya çok kestirmeden geldiğiniz zaman o- rada durmak da çok mümkün değil, olup biteni anlamak da mümkün değil. O za­man belli bir mesafeden soruna bakmak çok önemli. Genel olarak sol kapitalizm

__ 206 ____________________________

karşısındaki tanımlayıcılığını unuttu.Sol nedir? Solun ne ile uğraşması la­

zım? Nasıl bir projeye sahip olması la­zım? Bu aslında yaşanan sürecin sonun­da karşımıza çıkan marjinalleşmeyle ilgi­li. Çünkü ne kadar marjinalleşirseniz, kendi içinize kapanma refleksiniz arta­caktır. Bu kapanma refleksi de sorunu yeniden üretecektir. Şimdi sol nasıl bak­malı? Solda farklı bakma biçimleri var, bunların çoğu demin söylediğim gibi, toptancı. Örneğin A B ’ye karşıyız ya da girelim meselesinde, peki A B ’ye girişin etkileri ne olacaktır? dendiği zaman, “ Sermaye için iyi olacaktır, sermaye dışı kesimler için kötü olacaktır.” Türünden genellemeler var. Oysa sermaye dışı ke­simler açısından baktığımızda bu sefer karşımıza başka bir şey çıkıyor; örneğin küçük ve orta boy işletmelerin dünya ü- retim ağına, netvvork’üne dâhil olanlar i- çin A B çok önemli bir proje. O ağın için­de olmaları gerekiyor, bu yüzden o ağın içinde olan küçük ve orta boy işletmeler T Ü S İA D ’ın dışında T Ü S İA D ’la beraber pozisyon alıyorlar. İşçi sınıfı diye en ge­niş tanım açısından baktığınız zaman, iş­çi sınıfındaki, tabi tanımda zorluklar var, işçi sınıfı salt sanayi işçisi anlamına gelmi­yor, eskiden de gelmemeliydi, bugün bu­nun olmadığı çok açık hale geldi. Bütün o çerçeveyi mümkün en geniş hale yay­dığınız zaman, işçi sınıfının içindeki bü­tün o parçalanmayı göz önüne aldığınız zaman, burada da farklılıklar çıkacaktır karşımıza. Nitelikli işgücü açısından A B bir avantaj, zaten A B de bunu istiyor. Dolayısıyla çıkarların çatışması ya da çı­karların birliği meselesinin de yeniden göz önüne alınması ve buna göre bir proje geliştirilmesi çok önemli.

Türkiye’deki solun pozisyon alışın-

Page 208: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

daki asgari kategorileri ne olmalı? Mese­la ulusallık üzerinden alınan pozisyonlar çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. Ulusal perspektif diye ortaya konulan bir hare­ket noktasının nihai olarak çok sola hi­tap etmemesi gerekir, daha doğrusu so­lun o aksta ilerlememesi gerekir, çünkü ulusallık projesinin kapitalizmle ilişkisi­nin kurulması lazım. Siz kendi kategori­lerinize sahip değilseniz, kendi kavramla­rınıza sahip değilseniz, zaten ciddi bir sorun vardır. Türkiye’de sol uzun bir sü­redir böyle bir sorun yaşadı. Yani kendi gündemini belirleyemez bir pozisyonda. Kendi gündemini belirlemek demek, kendi kavramlarınla sürece müdahale etmek demektir. Kendi asli kavramlarını kullanamaz hale geldiğinde, ya tamamen solun dışında olması gereken, dönemin en fazla popüler, sistemle ilişkisi kurulan yanları üzerinden A B sorunu anlaşılma­ya çalışıldı ya da bir tepkisellik olarak u- lusallık vs. üzerinden. Burada çok temel bir şey var. Solun asli kategorilerinden birisi, sınıf kavramıdır. Sınıfı çok açık ta­nımlamak lazım yani demin söylediğim gibi, çok dar bir tanım, bugün gelinen a- şamada yeterli değildir. Peki böyle bir perspektiften bakarak sorunu nasıl anla­yabiliriz, sol A B ’yi nasıl tanımlayabilir? Ya da nasıl değerlendirmeli? Burada kri­tik olan şey bir, kapitalizmin kendi biri­kim sürecini akılda tutmak ve bununla beraber giden bir süreci kavramak; iki, burada pozisyon alışta belirli bir sınıf perspektifine, sınıf referansına sahip ol­mak. Çünkü sınıf referansına sahip ola­rak soruna baktığınızda aslında bu bula­nıklık da ortadan yavaş yavaş kalkacak. Dolayısıyla sınıfların homojen bütünlük­ler olmadığını da görmek önemli. Bu an­lamda alt ayrımlara da ihtiyaç var. Ama

asgari zemin bir aks olarak, bir birikim aksı üzerinde A B meselesi tartışıldığında sınıf kategorisi sol için bence vazgeçil­mesi mümkün olmayan çok temel bir kategori. O zaman şöyle bir noktaya ge­liyor iş. Bunu nasıl kullanacağız? Yine Türkiye’de bu mesele tartışılır durumda, yani sınıf dendiği zaman bundan ne anla­şılacak, sınıfı nasıl anlayacağız? Bunun kapsamında kimler var, dolayısıyla aslın­da sınıf çıkarları bir kategori midir? Ya­şanan süreçte bu tanımların altında fark­lı çıkarların da çatıştığı ya da karşı karşı­ya geldiği süreçler de yaşanmaktadır, dolayısıyla toptan, homojenleştiren bir perspektiften bu süreci anlamamız bu haliyle mümkün değil. Türkiye için bura­daki önemli noktalardan bir tanesi, -tüm dünyada da böyle muhtemelen- bir neo- liberal hegemonyanın söz konusu olma­sıdır. Dolayısıyla bu neoliberal hege­monyanın nasıl aşılacağına dair bir kere sol kendi içinde asgari bir müştereke sa­hip olmalı. Bunun nasıl sağlanacağı aslın­da bir taraftan çok kolay, çünkü belki çok bildiğimiz birkaç konuda sol kendi i- çinde anlaşamayacak konumda ama pek çok konuda herkes aynı şeyi söylüyor. Ama diğer yandan ise kimse yan yana gelemiyor. Bir pozisyon alış, yani büyük teorik meseleler değil, mesela A B karşı­sında pozisyon alış, ya da bunun dışında­ki meselelerde. İşte burada marjinalleş­menin çok ciddi etkileri olduğunu düşü­nüyorum. Böyle bir çerçevede örneğin A B ’ye sıcak bakan bir solu inceleyelim. A B ’ye sıcak bakan solun argümanlarına baktığımızda “ demokratikleşme, sosyal devlet, vs., vs ...” Şimdi sol bu kavramla­rı kendi bağlamlarından kopararak kul­landığı için ya da sürekli tekrar ettiği için artık bunlar çok fazla anlamlı olmuyor.

_________ sol, ab’ye nasıl bakmalı___

------------------------------------------ 207----

Page 209: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6

Sol bir yandan Dünya Bankası’na, IMF’ye karşı ama A B konusunda tereddütlü. Nasıl ilişkilendireceğiz? A B ile Türki­ye’nin ilişkisinde A B ’nin kısa dönemli o r­taklık şartlarına baktığımızda Dünya Bankası ve IMF’nin şartlarını dayattığını görüyoruz. Sol burada bir taraftan D B ’ye, IM F’ye karşıyım diyecek, diğer taraftan da bütün o bağlamdan kopardı­ğı kavramlar üzerinden A B ’ye ‘eh’ diye­cek... Olsa da iyi olacak diyecek... Şim­di elbette ki bunlar kendi içinde de tar­tışılabilecek konular. Ama demokrasi meselesini sadece bir oy verme ya da i- fade özgürlüğü olarak almak doğru değil. Toplumsal kaynakların denetlenmesin­de, dağıtımının denetlenmesinde ve üre­tim sürecinin örgütlenmesinde demok­rasiyi tanım içine almadığınız zaman de­mokrasinin içeriğini daraltmış olursu­nuz. Belki daha şık, afakî değerler üze­rinden konum almış olursunuz. Solun tanım gereği bu kategorileri, yani insan hakları, demokratikleşme vs. gibi kav­ramlar üzerinden sorunu ele alışı haki­katen içine düştüğü marjinalleşmeden başka bir anlam ifade etmiyor. Tabi şu an Türkiye’de şöyle bir süreç yaşandı gelinen noktada. Türkiye uzun süredir böyle bir hegemonya altında yaşadığı i- çin bugüne kadar A B karşıtlığı da çok karşılık bulamadı, çünkü bir şekilde A B karşıtlığı diye ifade edilen pozisyon alış­lar kendi içinde net değildi, çok başka yerlere referanslar yapılması mümkün­dü. Diyelim böyie bir pozisyon alışta bi­raz zamana ihtiyaç var. Daha doğrusu bu sürecin biraz netleşmesi için. Örneğin bir tür ‘liberal sol’ perspektifin bugün­lerde geldiği noktaya baktığımızda ciddi tereddütler ortaya çıkmaya başladı. A B ’den yana çok net pozisyon alan bir

— yol_____________________________

yorumcunun geçen gün bir radyo ko­nuşmasını dinledim. Örneğin 17 Aralık’a giden süreçte nasıl pozisyon alınacağına dair vb konularda çok şaşkınlar ve en sonunda şöyle bir şey söyledi; “ Acaba biz, Avrupa rüyası ile Avrupa riyası ara­sında mı kaldık?” Şık bir laf ama bunu bu düzeyde de tartışmamız mümkün değil. Rüyası neydi zaten? Riyası ne? Çünkü bence A B riyakâr değil. Türkiye ile olan ilişkisinde Avrupa gayet net ve açık. Bu­nun söylediği şey, tam üyelik, özel şart­lar gibi şeyler tartışılıyor. Bunlar sanki yeniymiş gibi tartışılıyor. Oysa Ankara Anlaşması, A B sürecinin başlangıç anlaş­masıdır, 63 yılında yapılan bu anlaşmanın 28. maddesi gayet nettir. O da şunu söylüyor: “ Türkiye bu anlaşma ile üzeri­ne düşen taahhütleri yerine getirdiğinde taraflar tam üyelik olasılığını tartışırlar” diyor. Bunu olasılığı olarak da çevirebili­riz, olanağı olarak da. Zaten bir garanti yok. İlk anlaşmada da yok. Dolayısıyla Avrupa da bu olanağı mevcut stratejisi çerçevesinde, jeopolitik dengeler çerçe­vesinde kullanıyor. Burada Avrupa’nın riyası diye bir şeyden bahsetmek müm­kün değil. Dolayısıyla Türkiye’den A B ’ye atfedilen bir anlam var; bu anlam Avru ­pa ile ne kadar çakışıyor meselesi çok sorunlu. Bunun üzerinden de solun bir politika üretmemesi lazım, üretemez. Onun için de süreci biraz daha detaylı, daha mesafeli ele alması gerekli.

* Doç. Dr. Mehmet Türkay Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi

4 Aralık 2004 tarihinde Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP)

tarafından düzenlenen “ Sol AB’yi Tartışıyor?"

başlıklı forumda yaptığı sunum...

Page 210: Düşünce ve Davranışta Yol Şubat 2005 Sayı 6