Upload
farkindalik-dergisi
View
272
Download
0
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Kültür – Sanat ve Edebiyat alanlarında susamış gönüllere bir damla su sunabilme gayesiyle çıkaracağımız e-dergide herkesin ilgisini çekebilmeyi umut ediyoruz. Edebiyat, Sosyoloji, Psikoloji, Tarih, Resim, Müzik, Tiyatro, Sinema, Arkeoloji gibi birçok alanla ilgili eserlere yer vereceğimiz dergimiz ile hem yazınsal hem görsel anlamda toplumumuzun her kesimine hitap edebileceğimize inanıyoruz.
Citation preview
2
Genel Yayın Yönetmeni
Mehmet GÖKDOĞAN
Editör Hüseyin YAYLA Merve ÇETAK Redaksiyon Nurdan OFLAZOĞLU Sosyal Medya Yönetmeni
Aydın AÇIN
Serdar Serhat ALTAN
Basın Tanıtım Sorumlusu
Şafak OĞUZ
Mehmet ARSLANTAŞ
Yazarlarımız
Ahmet SONKAYA
Arzu TOK
Barış ÇELİMLİ
Besna AYDIN
Cem ERBAĞ
Ceyda CEVHER
Edib Rasljanin İSLAMOĞLU
Eyüp BAĞ
Gül Gürdal DURMUŞ
Gülnihal ÖZKAN
Günsel İSLAMOĞLU
Hakan KARTAL
Hilal İNAN
İsmail Can KARAKUŞ
Mehmet ÇERİBAŞ
Nihal Buran AYANA
Özcan URTEKİN
Pınar ÖZÖNER
Sahir ÜZÜMCÜ
Sunay GÜLSOY
Şenay ÇAKIR
Yelda KARATAŞ
Mehmet GÖKDOĞAN
Farkındalık yaratmak şiarıyla çıkmış olduğumuz bu yolda e-
dergimizin ilk sayısını çıkarmış bulunmaktayız. Kültür – Sanat ve
Edebiyat alanlarında susamış gönüllere bir damla su sunabilme
gayesiyle çıkaracağımız e-dergide herkesin ilgisini çekebilmeyi umut
ediyoruz.
Edebiyat, Sosyoloji, Psikoloji, Tarih, Resim, Müzik, Tiyatro,
Sinema, Arkeoloji gibi birçok alanla ilgili eserlere yer vereceğimiz
dergimiz ile hem yazınsal hem görsel anlamda toplumumuzun her
kesimine hitap edebileceğimize inanıyoruz. Gerek akademik
çevreden gerekse çeşitli meslek gruplarından oluşan yazar
kadromuz, hem alanında uzman hem de amatör kalemlerin bir
araya gelmesinden oluşmaktadır. Paylaşacak ve anlatacak şeyleri
olan dostlarımızla birlikte hazırlayacağımız eserleri sizlere her ayın
15’inde sunmaya devam edeceğiz.
Teknolojik gelişmelerin artmasıyla birlikte bilgiye ve eserlere
ulaşmanın maksimum hızda olduğu çağımızda, e-dergi projemizin
gerçekleşmesinden dolayı yaşamış olduğumuz mutluluk tarif
edilemez. Kaliteli eserlerle siz değerli okurlarımızı buluşturacağımız
sayılarımızda hem güzide kalemlerimizi hem de eserlerini daha
yakından tanıma fırsatı bulacaksınız.
Koşuşturma içerisinde geçen hayatımız için ne demişti usta
şair Cemal Süreya:
“Kısa… Hayat kısa… Kuşlar Uçuyor…”
Şu kısa hayat içerisinde kendimize vakit ayırmanın zor
olduğunu kavrayamadık daha, oysa en çok ihtiyaç duyduğumuz
kendimize zaman ayırmak. Bizler de naçizane kendimize
ayırdığımız zaman için Kültür – Sanat ve Edebiyat dergisiyle sizlerin
değerli zamanınıza ortak olmayı yeğledik. Neden olmasın
düşüncesiyle yapabiliriz fikrini harmanlayıp “Farkındalık” yaratmak
şiarıyla kollarımızı sıvadık. Her ne görüşten olursa olsun, hangi
sanat dalına ilgi duyulursa duyulsun herkesi içine çekebilecek bir
dergi çıkarmayı kendimize ilke olarak belirledik.
Devamlılığının daim olmasını dileğimiz e-dergimize vermiş
oldukları desteklerden dolayı öncelikle güzide kalemlerimize, sosyal
medyada dergimizi takip edenlere, siz değerli okuyucularımıza
teşekkürü bir borç bilirim.
farkindalikdergisi @farkindalik_drg
3
İçindekiler 15 Ocak 2015 Sayı:1
4. Ortadoğu’da Duende – Yelda KARATAŞ
5. Şiirinde Resim Çizen Adam: “Cemal Süreya” –
İnceleme – Hüseyin YAYLA
9. Kaç Bahar – Şiir – Mehmet GÖKDOĞAN
10. Şiir – Sahir ÜZÜMCÜ
11. Before I Go To Sleep (Uyuyana Kadar) –
Sinema>Eleştiri – Mehmet ARSLANTAŞ
12. Madenci Çocuğu – Şiir - İsmail Can KARAKUŞ
13. Mor Kınalar – Deneme – Sunay GÜLSOY
15. Antik Dönem Sanatında Boyalı Heykeller –
TÜBİTAK Projesi – Merve ÇETAK
17. Pink Floyd’un Dönüşü – Müzik – Cem ERBAĞ
19. Salvador Dalí – İnceleme – Şenay ÇAKIR
21. Drahoma – Şiir – Ceyda CEVHER
22. Uzatın Elinizi – Deneme - Şafak OĞUZ
23. Âşık Veysel’in Duygu ve Düşünce Dünyasında
Toprak – Makale – Doç. Dr. Mehmet ÇERİBAŞ
29. Biraz Mizah – Sizin İçin Seçtiklerimiz – Ömer
ERDOĞAN – Musa GÜVEN
30. Öykücü, Şair, Öğretmen, Yazar ve Gazeteci
“Sabahattin Ali” – İnceleme – Serdar Serhat
ALTAN
33. “Kaf Dağının Arkası – Anka Kuşu – Çirkinin
Güzele olan Aşkı – Beşinci Mevsim – Fısıltılar
Vadisi” – Deneme - Psikolog Hilal İNAN - Eyüp
BAĞ
36. Saat Karanlığı İstanbul Geçiyor – Şiir – Hakan
KARTAL
37. Şiir – Gülnihal ÖZKAN
38. Nazım Hikmet – İnceleme - Nurdan
OFLAZOĞLU
41. Uçuruma Düşen Serçe – Şiir – Barış ÇELİMLİ
42. Ah Yar – Şiir – Arzu TOK
43. Mutluluk – Şiir – Nihal Buran AYANA
44. Umut Öldü – Şiir - Besna AYDIN
45. Bambu Ağacı – Deneme – Pınar ÖZÖNER
46. Ankara’ya Kar Yağıyor – Şiir – Nebahat
KARABABA
47. İstanbul – Gezi&Seyahat – Gül Gürdal
DURMUŞ
49. Hüseyin Kefeli ve Murat Bavli İle Tiyatro Üzerine
Söyleşi – Tiyatro>Söyleşi – Serdar Serhat ALTAN
& Aydın AÇIN
54. Mehmet Emin Yurdakul – İnceleme – Ahmet
SONKAYA
55. Folklor ve Halk Oyunları – Özcan URTEKİN
57. Farkında(lıkta) Mısınız? – Deneme – Edib
Rasljanin İSLAMOĞLU
58. Biraz Mizah – Sizin İçin Seçtiklerimiz – Ömer ERDOĞAN – Günsel İSLAMOĞLU – Musa GÜVEN
4
Yelda KARATAŞ
Ortadoğu’da Duende
Ortadoğu’da Duende
- Lorca için
Bir daha baktım yabanıl mersinlere
Bir daha kokladım umudun kuytusuna gizli o çiy tanesini
Elimden tutup göğü gösterdi bana kalbini ölüme korkusuzca dayayan
kadınlar
Yeni bir isim arar onlar her şafak aklığını koruyan papatyaya.
Sormadım kendime, kimim ben Akdeniz tuzundan başka tek bir mavi
geçmiyorsa gözlerimden
Bir daha anladım ki ay denizlerinin o paslı geçmişi batarken
ciğerlerime şiirin göğsünde kendini bileyen o parlak onur kılıcıyım
ben.
Yakıyorlar Ortadoğu’yu Lorca; ölümün gırtlağında bir dilenci
yalnızlığıyla kalıvermiş 'duende' yaşamın solgun bakışından utanıyor
şimdi.
İblisin amentüsü ne yaparsa yapsın o çok yüzlü sesini gizleyemiyor
altının siyahi parlaklığında
Bir daha baktım ellerime; isyanın göbeğinden kan toplayan ellerime.
Yalnızlığımdan korktum. seni dizdikleri o duvarın dibinde durdum.
Gözlerin nasıl dayandı ölüme korkusuzca bakmaya öyle.
Utandım sonra. Ayağa kalktım bütün çiçekler aşkına. Masum çocuk
duaları aşkına. Savaş tellallarına çifte vav söyledim; kör kulakları
tanrı'nın bir çiğdem gibi nasıl yalnız ve umarsız ağladığını duymadı
Hiç kimse duymadı şiirin eteğinden yükselen acıyı. Çünkü deve
çanları hüznün kör kuyusunda baş eğmeyi ezberletiyor Ortadoğu’da
her yaştan kadına.
Bir daha baktım aynaya. o kadim toprakların çöl çekilmiş gözlerinden
hiç bir dolunay sevinci öpemeyecek alnından.
Gün ışımayacak suskun hayatın kan damarlarına. Hiç bir çocuğun
gözlerinde parlamayacak uzun yıllar gerçeğe ermenin tadı.
Oysa biz Goya'dan öğrenmiştik direnmenin onurunu. Hayyan nasıl
parçalar atomu biliyorduk Hayyam'ın matematiği gibi açıktı iki kerenin
dört etmediği bir daha baktım o abaküse. Hangi mantıksızlığın çarpık
bölmesiyiz Yusuf’un endazesinde. Hangi kır şarkısının bozuk
korosuyuz. Bir daha baktım anadilime ve anakalbime
Ruhum acıdı.
5
Hüseyin YAYLA
İnceleme
Şiirinde Resim Çizen Adam
“Cemal Süreya”
Şiirinde Resim Çizen Adam: Cemal Süreya
“Tanrı
Bin birinci gece şairi yarattı,
Bin ikinci gece Cemal’i,
Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı,
Başa döndü sonra,
Kadını yeniden yarattı”
-Ülkü Tamer
Dilin sıradan kullanımlarını reddedip dışına çıkmak, daha
önce rastlanmamış kelimeler kullanarak sözcüklerin anlamlarını
olabildiğince zorlamak, aktarılan duyguyu anlatmak değil okuyucuda
hissettirmek, gözünde canlandırmak amacıyla yola çıkan “İkinci
Yeni”nin en önemli şairlerinden biridir Cemal Süreya. Sıkıntıların,
yalnızlığın, aşkın şairidir aynı zamanda. Onun şiirlerinde toplum
sorunlarına, öğütlere pek rastlamayız. Şiirlerini okudukça ve
anlamaya başladıkça Süreya’nın âdeta ruh âleminde dolaşırız.
Her insanın hayatında iyi ya da kötü hikâyeler vardır.
Dolayısıyla bu hikâyeler; işimize, hâl ve hareketlerimize kısacası
dünyamıza akseder. İyi bir çocukluk dönemi geçirmiş kişi o günlerini
sıkıntılarla yâd etmez. Böyle bir durumda kişi çocukluğunu dış âleme
aktarırken olumlu imajları kullanacaktır. Ya da çocukluğunda
babasını kaybetmiş bir kişi, ileride baba özlemini mutlaka
hissettirecektir. Bütün bunlar göz önüne alındığında, Cemal
Süreya’nın çocukluğunda ve gençliğinde yaşadığı sıkıntılar ve acı
olaylar onun şiirinin aslında bir nevi temelini oluşturur. Kendisi de
bunu bir söyleşide belirtir: “Yazma ve okuma mahkûmiyetini besleyen
kırılma duygusuydu. Çok varlıklı bir ailenin el üstünde tutulan bir
çocuğuyken, bir hayvan vagonunda yüz yıllık bir yolculuğa çıkmıştım.
Sonra annesizlik. Temel kırgınlık bundandı.” 1 Başka bir
konuşmasında bunu tekrar vurgular: “Sanat duygusunu annemden
aldım diyebilirim. Altı yaşımda annemi kaybettim. Çok küçük yaşta
onu yitirmiş olmam da bendeki duyarlılığı pekiştirmiş olabilir.”2
1 Cemal Süreya, “Aşk Meşru Bir Şey Olamaz, O da Şiir Gibi Meşrulaşınca Ölür”,
Güvercin Curnatası, YKY, İstanbul 1997, s. 81. 2 Süreya, a.g.e., s. 88.
6
Cemal Süreya’yı anlamak için poetikasına da bakmak gerekir elbet. Şiir hakkındaki yazıları az çok
onun poetikası hakkında bizlere bilgi verir. Ona göre mutluluğun şiiri yazılamaz. Şiirde önemli olan husus
sözcüklerdir. Şiirle ilgili düşünceleri sorulduğunda şöyle cevap verir: “Bence şiir ve aşk; bunların ikisi de
gayrı-meşrudur. Meşru duruma gelince ikisi de biter. Mutluluğun şiiri yazılamaz. Masallarda bile sevgililer
birleşince masallar biter. Şiir, temizler ve arıtır. Kendisi de biraz kirlidir. Son derece temiz duygularla şiir
yazanlar bence bir temizlik işlemi yapıyorlardır o kadar. Şiir duygularla değil sözcüklerle yazılır.”3 Bilhassa
“Folklor Şiire Düşman”, “Şiir Adamı Rahatsız Etmeli”, “Şair Yağmurdan Söz Etme Bize O Yağmuru Yağdır”,
“İmgenin Kökleri” gibi yazıları, şiirini anlamada okuyucuya yön verir. İkinci Yeni dolayısıyla Cemal Süreya,
modern şiiri oluşturma çabası içerisindedir. Ona göre modern şiirde folklorun yeri yoktur. Bu anlamda
Cemal Süreya, “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı. Çağdaş şairler kelimeleri bile sarsıyorlar; yerlerinden,
anlamlarından uğratıyorlar. Bu böyleyken bizde hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyle yer
veren şairlerin kısır bir yolda oldukları sanısındayım. Çünkü folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini
taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir
havadır.”4 der. İkinci Yeni topluluğuna baktığımız zaman ki onların tam mânâsıyla bir manifestosu yoktur,
temel anlayışları budur. Başta Süreya olmak üzere hepsi, kelimenin anlamlarını son haddine kadar zorlar.
İmgelerle farklı boyutlara geçmeye çalışırlar. Cemal Süreya’nın sözünden şunu da anlıyoruz ki folklorik
unsurları kullanan Birinci Yeni’ye (Garip) karşı bir eleştiri söz konusudur. “Şiir Adamı Rahatsız Etmeli”
yazısında da şiirin ne olduğu hakkında bilgiler verir: “Çağdaş şiir hep alışkanlıklara, yerleşmiş simetrilere,
edinilmiş rahatlıklara karşı olmuştur. N’olursa olsun yenilenmek, en büyük kaygısı bu onun.” 5
Cemal Süreya, şiirlerinde imgeyi çok kullanır. Soyut bir dil kullanarak okuyucunun kafasında olayı
canlandırmak ister. Resim çizer gibi şiirini işler. Şiirden tat almanın okuyucudan geçtiğini, okuyucunun
kendini geliştirmesi gerektiğini dile getirir. “İmgenin Kökleri” yazısında şunları söyler: “Okur dilin iç
konumları yönünden en toptan bir hazırlığa sahip olmalı; dilin, şiirin, sanatın geleneklerini iyice yaşamış
bulunmalıdır ki o yapıtla gelen değişik öğeyi benimseyebilsin; ondan kendine bir pay çıkarabilsin.”6 Kişinin
belli bir alt yapısı olmadan bu şiiri anlamasının mümkün olamayacağından bahseder.
Cemal Süreya’nın resim çizer gibi şiir yazmasının ana nedenlerinden biri resimle iç içe olmasıdır.
Resmi çok sever ve resimle çok ilgilidir. “Birkaçımızda büyük resim tutkusu vardı. Boyuna albümler
karıştırırdık. Sözgelimi, Edip Cansever’le ben… Edip’le resmin sorunları üzerine çok konuştuk.” 7
Süreya’nın en çok etkilendiği ressamlardan birisi Marc Chagall. Onun hakkında “Kaç zamandır
Chagall’dayım. Az bir şair değil o. ‘Yazmam daha aşk şiiri’ adlı şiirimi onun etkisinde yazdım. Ressamlar
kadar şairlerin de çok öğreneceği şey var ondan. Ben kendi payıma, kimsedeki Chagall’daki kadar adamı
çarpan, bozan, alıp götüren şiirsel çağrışımlar görmedim.”8 diye söyler.
3 Süreya, a.g.e, s. 87. 4 Ali İhsan Kolcu, “Cemal Süreya’nın Poetikası”, Folklor Şiire Düşman, Salkımsöğüt Yay., Erzurum 2010, s. 7. 5 Kolcu, a.g.e., s. 42. 6 Kolcu, a.g.e., s. 80. 7 Cemal Süreya, “Günler”, 705. Gün, YKY, İstanbul 1996, s. 278. 8 Alâattin Karaca, İkinci Yeni Şiiri ve Resim, Turkish Studies, S. 5 2010, s. 305.
7
Hatta kaleme aldığı
“Sığınacak yer kalmadı
Chagall’daki eşeğin gözünden başka”9
mısralarından da Chagall’in ismini görürüz.
Resim: Chagall-I and The Village
9 Cemal Süreya, Sevda Sözleri, YKY, İstanbul 2013, s. 267.
Süreya’nın okuyucuda sanki bir resme
bakıyormuş edası bırakan eserlerinden birkaç örnek.
“Sevgilim, Bir Günün…”, “Aşk”, “Yazmam Daha Aşk
Şiiri” adlı eserlerine bakıldığında sanki bir manzara
mısralara dökülmüş gibi:
Sevgilim, Bir Günün…
Sevgilim, bir günün ortası şimdi
Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,
Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde
Uzat bana uzat ellerini
İzinli askerler görüyorum, kırıtarak yürüyen işçi kızlar
İstanbul her günkü yaşantısı içinde, uğultulu,
Güvercinler güneşten bir sessizliği biriktiriyor
Ben seni düşünüyorum seni
Hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi
Kalbim diyorum kalbim
Daha dün tezgâhtan çıkmış bir su sayacı gibi
Aşkı anılar besliyor düşler kadar
Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
Sevgi eskidikçe sevgi.
Günümüz ekmeğimiz, türkümüz
Çoluğumuz çocuğumuz
Binalar yan yana yükselip gidiyor
Vapurların ağzı köpük içinde
Uzaklarda ne kapılar açılıyor
Tirenin biri bir istasyona varıyor
Ordan çıkıyor biri.
Her şey biliyor her şey
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi?
Üstüne titrediğimi?
Geldiğimi?
Gittiğimi
Hadi!
(Sevda Sözler, s. 308)
8
İstanbul, birçok şaire ilham kaynağı olmuştur.
İstanbul hakkında epey şiir yazılmıştır.
Benzetmelerle ve imgelerle anlatılan bu şiir,
İstanbul’dan kesitler sunuyor. Sevgiliye olan aşkını
İstanbul’dan aldığı etkiyle aktaran şair, yaşadığı anın
resmini çiziyor.
Aşk
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı
Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı
İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların
dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik
Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.
(Sevda Sözleri, s. 17)
Cemal Süreya, aşkı iliklerine işleyene kadar
kaleme alır. İki kişi olmanın öneminin altını çizer.
Yine İstanbul’dan aldığı görüntülerle aşkını mısralara
çizer.
Yazmam Daha Aşk Şiiri
Oydu bir bakışta tanıdım onu
Kuşlar bakımından uçarı
Çocuk tutumuyla beklenmedik
Uzatmış ay aydınlık karanlığıma
Nerden uzatmışsa tenha boynunu
Dünyanın en güzel kadını oydu
Saçlarını tarasa baştan başa rumeli
Otursa ama hiç oturmaz ki
Kan kadını rüzgârdı atların
Hep andım ne yaşanır olduğunu
En çok neresi mi ağzıydı elbet
Bütün duyarlıklara ayarlı
Öpüşlerin türlüsünden elhamra
Sınırsız denizinde çarşafların
Bir gider bir gelirdi işlek ağzı
Ah şimdi benim gözlerim
Bir ağlamaktı tutturmuş gidiyor
Bir kadın gömleği üstümde
Günün maviliği ondan
Gecenin horozu ondan
(Sevda Sözleri, s. 43)
Şairin bu şiirini Chagall’den etkilenerek
yazdığını aktarmıştık. Süreya, Chagall’in resminden
etkilenerek yeni bir resim ortaya koymuştur.
- Üstadı, Ölümünün 25. Yılında Saygıyla Anıyoruz -
9
Mehmet GÖKDOĞAN
Şiir
Kaç Bahar
Kaç Bahar
Kaç faslı bahar geçti ardından
Bir bilsen seni kimler özledi
Sen sanılarak kaç kez şiirler yazıldı
Oysa bir gittin pir gittin bu diyardan
Kaç yürek özledi inan haddi hesabı yok
Hangi çöl hangi yağmuru bekledi
Seni böyle beklediğimiz kadar
Oysa sen çekip gitmiştin çoktan
Bilirim esamen kalmadı artık buralarda
Ne demişti Can Yücel senin ardından
"Aşk yok gayrı memlekette Cemal Süreya beri gideli"
Anlaşılan nafileydi bekleyişimiz
Üstad ile çekip gittin bizden
Kimbilir bizeydi belkide esas sitemin
Anlık heveslerimize ve aldanışlarımıza belki de
Varlığında her zaman olduğu gibi
Yokluğunla da bizi bizden ettin
10
Sahir ÜZÜMCÜ
Şiir
Söyle gördüğüm rüzgar; Yüzüne yüzüm sen misin. Yangınıma yel, Terime ten misin. Biz mi getirdiğin bana. Ömrüne ömrümün notalarını veren gelişin mi bu. Söyle doğduğum ay; Saat vurdu mu dakikaları birbirine, En baştan başlamaya yakın vakit geldi mi. Düştü mü üç elma, değdi mi üç cemre. Çatladı mı toprak, Uyandı mı rüya. Suyunu dalıma yürüten gelişin mi bu. Söyle bulandığım renk; İncelen koptu mu en kalın yerinden, kapandı mı taş ocakları. Kurudu mu kabuk, Unuttu mu tuzu. Kuşumuz ökseden kurtuldu mu. Yaralarıma taze merhem süren gelişin mi bu. Söyle sevdiğim bitki; Memelerin mi öğüttü unu, ezdi üzümü. Pişti mi ekmek, şarap mayalandı mı. Dalları eğdi mi dutlar boylu boyu, Çatladı mı incir, aktı mı balı. Derelerime çağlamayı öğreten gelişin mi bu. Söyle kaybolduğum şehir; İzlerimi buldu mu yolların. Gün geceyi kapısından kovdu mu. Buldu mu fakir eşeğini, suya doyurdu mu. Silindi mi isi, gazı kondu mu lambaların. Gözlerime sürme çeken gelişin mi bu. Söyle aklıma giren yön; Yolu açıldı mı köylerinin, Rakı geldi mi bakkala, Kuruldu mu masa, Bir avuç leblebi kondu mu, dilimi damağıma vurduran gelişin mi bu. Söyle aradığım dağ, söyle geldin mi. Bu mu senin gelişin bu sefer. Kalkayım mı ayağa, buyur edeyim mi. Aklımı güneşe değdiren gelişin mi bu.
11
Mehmet ARSLANTAŞ
Sinema – Eleştiri
Before I Go To Sleep
(Uyuyana Kadar)
Kendi Gerçekliğini Keşfetmeye Hazır Mısın?
2014 yapımı 'Before I Go To Sleep' (Uyuyana Kadar) 02 Ocak 2015 tarihinde sinemaseverlerle buluştu.
Amerikalı yazar S.J. Watson'un 2011'de yayımlanan çok satan romanından uyarlanmış olan film, geçirdiği trafik kazası sonucu her sabah hafızasını kaybetmiş olarak uyanan Christine'nin, geçmişini öğrenmek için mücadele ederken başından geçen olayları anlatıyor.
Gerilim dozu yüksek film izleyiciyi insan bilincinin derinliklerindeki çaresizlikle tanıştırıyor.44 yaşındaki 'Christine' her sabah hiç bilmediği bir yerde, yabancı bir adamla aynı yatakta uyanıyor. Sonrasında ise diğer günlerde olduğu gibi en baştan her şeyi kavramaya başlıyor ve gün geçtikçe gerçeğe bir adım daha yaklaşıyor. Elbette ki bu süreçte yalnız başına hareket etmiyor. Gerçekliğin perdesini aralamaya çalışırken ona yardımcı olan Dr. Nash karakteri var. Doktoru her sabah onu arayarak kendini tanıtıyor ve görsel günlük tutması için verdiği kamerayı hatırlatarak kahramanımızın bilincindeki sis perdesini aralamaya çalışıyor.
Akıcı bir üsluba sahip filmde oyunculuklar gayet başarılı, lakin senarist koltuğunda da gördüğümüz yönetmenin izleyiciyi ters köşe yapmak istediği oldukça aşikâr. Colin Firth'ün hayat verdiği 'Ben' karakteri filmin en başından beri adeta kendini parmakla işaret ediyor. Bu da izleyicinin ilgisini filmin sonuna kadar canlı tutmaya çalışan yönetmenin düştüğü en büyük handikaplardan biri. Öte yandan her sabah hafızasını sıfırlayarak uyanan Christine'nin geçmişteki yaşanmışlıklarından başka hiç bir kaybı yok. Doktorunun verdiği kamerayı ve günümüze ait teknolojiyi oldukça başarılı bir şekilde kullanıyor. Bu da her sabah kendini 27 yaşında sanarak uyanan 44 yaşındaki bir kadının nasıl bir hafıza algısı olduğu yönünde derin boşluklar yaratıyor.
Filmin konusuyla alakalı ciddi boşluklar mevcut. Christine'nin bilincinin ona oynadığı oyunların bir kısmının ucu açık kalıyor. Özellikle doktoru ile olan münasebeti kafa kurcalar türden. Bir sahnede yakınlaşarak öpüşmek üzere olan ikili, Christine'nin doktorun yaka kartındaki ilk ismini görmesiyle, hafızasında beliren görüntülerden sonra aralarında bir kovalamaca yaşanmasına sebep oluyor. Doktoru tarafından iğneyle bayıltılıp evinde uyanmasıyla son bulan bu sahnelerin devamında hiç bir açıklayıcı öğe yok. Kim bilir yönetmen belki de fazla detay vermeyerek izleyicinin film üzerine düşünmesini sağlayarak zihinleri kurcalamayı amaçlıyor. Film, bu şekilde sıçrayarak devam eden olay örgüsüne rağmen yine de izleyicinin merak duygusunu sonuna kadar canlı tutmayı başarabiliyor. Hikayenin sonunda seyirci şaşırmakla şaşırmamak arasında tereddüt yaşıyor. Ancak, hakkını teslim etmek lazım filmin sonunda salondan finale değil ama finale kadar olan yükselişten memnun bir şekilde ayrılıyorsunuz. Alışılagelmiş kurgu öğelerinin kullanıldığı film, flashbackler açısından da oldukça zengin bir yapıya sahip.
Aslında her sabah uyandığında hafızasını kaybeden kadın figürü sinemaseverlerin ilk defa karşılaştığı bir durum değil, türü farklı olsa da '50 İlk Öpücük' filminde de Drew Barrymore'un canlandırdığı karakterde buna benzer bir durum içerisindeydi. Bu anlamda bir özgünlük taşımayan karakter Nicole Kidman'ın performansıyla muadillerinden sıyrılarak bambaşka bir boyut kazanıyor.
Filmin başrollerinde Oscar'lı iki yıldız Nicole Kidman ve Colin Firth var. Onlara eşlik eden isimler ise Mark Strong ve Anne-Marie Duff. Yönetmen Rowan Joffe'nin ikinci uzun metraj deneyimi olan 'Uyuyana Kadar' gerilim severler için aman aman olmasa da izlemesi keyifli bir film.
12
İsmail Can KARAKUŞ
Şiir
Madenci Çocuğu
Madenci Çocuğu
Baba,
eve gelirken
senden artık kömür istemiyorum
kendi gözlerimi taktım
kardan adama kömür yerine
seni artık göremeyeceksem
gözlerimi istemiyorum.
Baba,
sen yerin altında
ben yerin üstünde ölüyorum
güneş düşse de üzerime
burada senden az üşümüyorum
yine de kömür atmıyorum sobaya
korkuyorum
ya elinin değdiği bir kömür
rast gelirse diye bana
artık elime aldığım her kömürü
senin kalbinmişçesine öpüyorum
öpüyorum bin defa.
Baba,
öl ama beni unutma.
Soma'da, Ermenek'te, maden ocaklarında ve iş
kazalarında yaşamını yitiren işçilerimizin anısına...
Ruhunuz şad olsun…
13
Sunay GÜLSOY
Deneme
Mor Kınalar
Mor Kınalar
Her günün birbirinden farksız olduğu, bir koşturmaydı hayat.
Zamanı yakalama derdindeyken.
Gecenin sabaha uyandığı, akşamın geceye yenik düştüğü..
Yine o günlerin birinde telaşlı telaşlı anlatmaya başladı :“Sol yanımda
bir ağrı var, ama ağrısı varsa korkulacak bir şey yokmuş,
arkadaşlarım öyle söyledi, hatta kardeşlerin de korkma bir şey olmaz
içini rahat tut dediler.” diye tekrar etti.
Bir an gözlerim doldu…
Onun hayatı şöyle böyle bir hayat değildi.
İlkokuldayken, köyde yumurtalarla defter kalem aldıklarını anlatırdı
bana…
Mavi naylon ayakkabılarını nasıl sevdiğini, annesinin bir an bile
peşinden ayrılmadığını, o nereye giderse gittiği yere kadar onu gizli
gizli takip ettiğini…
Annesi fark edince onu kovaladığını, okuldaki arkadaşlarını çok
sevdiğini, yarısının aşağı köyden yarısının yukarı köyden bir kaçının
orta köyden olduğunu anlatırdı. Ne kadar da garip gelirdi bana tek
köydü aslında…
Onun hayatına kurşun saplandığı gün ablasını istemeye geldikleri
gündü…
İstemeye gelen amcasının oğluydu…
Babasının fakir olduğu için amcasının oğluna ablasını vermediğini,
daha sonra ise amcasının oğlunun köyü terk edip tabiri caizse Belgin
DORUK gibi bir hatunla evlendiğini anlatırdı. Keşke bu hikaye böyle
bitseydi ama bitmedi…
İlkokulu bitirdiğinde on üç yaşındaydı. Boylu poslu endamlı bir kızdı.
Güzel bir bahar günü sabahı damda oynarken kapıları çalındı. Gelen
yıllar önce köyü terk amcasının oğluydu. Yanında ablası da vardı.
“Hayırlı bir iş için geldik.” dediler. Hayırlı işin o ana kadar anlamının
iyi bir şey olduğunu söylerdi. Amcasının oğlunun eşi vefat etmiş,
kendisi yurt dışına gitmiş, zengin olmuş.
“Amca büyüğü vermedin, küçüğü almaya geldim.” demiş. Bu defa
babası: “ Tamam oldu bu iş hayırlı olsun.” demiş.
“Nasıl yani? Ablanı vermedi seni nasıl verir? Hem sen daha 13
yaşındasın o 31”dedim.
“Oldu işte.” dedi buğulu gözlerle..
14
Birden kendisini gelinliğin içinde bulduğunu, arkasında bıraktığı beş taş oyununu, yaşıtlarıyla gezdiği
günlerine özlemle geri dönmek istediğini, yıllarca gurbet elde tek başına ne sıkıntılar yaşadığını anlatırdı.
Aradan o kadar yıl geçmişti. Babasından her bahsedişinde tarifsiz bir kızgınlık ve hüzün karışımı görürdüm
gözlerinde. Yüklendiği hayat heybesi çok zorlamıştı onu...
Büyüdükçe ne kadar haklı olduğunu ben de anladım…
Onun gözlerine her bakışımda yaşayamadığı çocukluğu, ilk aşkı, gençlik yılları, hayatının elinden nasıl
kayıp gittiğini, büyüdükçe daha iyi anladım…
Birden irkildim… Geçmişin hayal perdesi kapanmıştı gözlerimde..
“ Merak etme sen, hepimiz yanındayız.” dedim.
Aradan birkaç gün geçti telefonun diğer ucundaki ses onun sesiydi. “ Hastaneye gidip sonuçlarımı alır
mısın? Sonrada beni ara.” diyerek kapattı telefonu…
Elimde sonuç kağıdıyla doktorun karşısındaydım. Heyecandan kalbim, yüreğim birbirinin yerine geçmişti.
Bedenimi hissetmiyordum sanki… Kağıdı uzattım.
“Otur bakalım, sen misin?” dedi.
“Hayır, fakat her şeyi söyleyebilirsiniz soğukkanlıyımdır ben.” dedim. Ürkekçe bir kelime dudaklarımdan
çıkıverdi “Kanser mi?”
“Evet, hemen ameliyat olması lazım, yoksa…”
Yoksa ne?
Hani derler ya dünya başıma yıkıldı diye ben o gün bu cümlenin ne anlama geldiğini anladım, bir an
son nefesimi verdiğimi hissettim, aldığım bir nefesin tekrarı olmayacaktı sanki. Bir şeyler yumruk oldu
boğazımda… Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Koşarak çıktım hastane koridorlarından herkesin
gözü bendeydi belki de fark etmiyordu ki ben görmüyordum o an gözlerim mühürlenmişti…
Oturdum kaldırım köşesine… Yok hayır hazır değildim ben daha onu kaybetmeye hiç düşünmemiştim bile
yokluğunu…
Her gün, her an, her dakika dilim hep tevekkülde yüreğim duadaydı…
Mevla’m dualarımı kabul etti.
Şimdi kulaklarımda yine aynı türkü Şükriye Tutkun`dan “Ağ elime mor kınalar yaktılar. Kaderim yok gurbet
ele sattılar. On iki yaşımdı gelin ettiler.”
Hep seni hatırlatır bana…”
Benim Canım Anneciğim, seni bana üç yıl önce geri veren Rabbime binlerce kere şükürler olsun…
Canımın canı alacanıma, ANNEME…
Kanserle mücadele eden tüm KADINLARIMIZA…
15
Merve ÇETAK
Arkeoloji
Antik Dönem
Sanatında Boyalı
Heykeller
Antik Dönem Sanatında Boyalı Heykeller
Gezdiğimiz antik kentler ve müzelerdeki Eski Yunan ve Roma
heykellerinin orijinalinde renkli olduğunu biliyor muydunuz? Bu durum
birçok antik kaynakta belirtilmiş ancak günümüz heykellerinde boya
kalıntısı olmadığı için bu sanat anlayışının yerleşmesi güç olmuştur.
Çağlar boyunca bu yapıtların renksiz olduğu sanılmış, 19. yüzyılda
büyük tartışmalar ve daha sonra bilimsel analizlerle antik dünyanın renkli
atmosferi ortaya çıkmıştır. İlk olarak 1887 yılında İstanbul Arkeoloji
Müzelerinin kurucusu aynı zamanda ressam olan Osman Hamdi Bey
zamanında Antik Sidon (Lübnan) kazılarında gün yüzüne kavuşturulan
İskender Lahdi, üzerindeki boya kalıntılarından dolayı bize antik
dünyanın çok renkli olduğunu kanıtlamıştır. Özellikle renk yıpranma
haritası adı altında yapılan modern araştırmalarla eserlerin orijinal
renkleri tespit edilmiştir. Vehbi Koç Vakfı ve Türk–Alman İşadamları
Kültür Vakfı’nın değerli katkılarıyla lahdin üçboyutlu bir modeli
oluşturularak renklendirilmiş ve bundan yola çıkarak birçok renkli eser
ziyaretçilere sunulmuştur. Bu durum antik dünyanın alışılmamış bir
etkisini farklı bir bakış açısıyla gözler önüne sermiştir.
Bu renklilik durumunu zihinde canlandırmak güçtür. Yukarıdaki
bilgiler ışığında, Isparta Müzesinde bulunan ve sergilenmekte olan
Roma dönemine ait Eurymedon (Nehir Tanrısı) heykelinin
renklendirilmiş rekonstrüksiyonunun yağlıboya tablosu (yukarıda) 90*55
tuval boyutunda tarafımca yapılmıştır. Ve müzeye gidilerek orijinal eserin
yanına yerleştirilmiştir. Böylelikle eser hem geçmişe gönderme hem de
modernizm ile buluşmuştur.
TÜBİTAK destekli yapmış olduğum projede, sosyo-kültürel bir
mekân olan müzeden yola çıkarak kendi kültürümüze ait değerlere
sembolik anlamlar yükleyerek bir değerlendirme yapılmıştır. Yetersiz
ışıktan dolayı göz yoran eserlerin gerçek renkleri, yapıldığı dönemde
nasıl kullanıldığı ve eserin gün yüzüne nasıl çıkarıldığı tarih bilinci ön
planda tutularak izleyiciye eleştirel ve kültürel bir anlatımla aktarılmaya
çalışılmıştır. Bu sanatsal çalışmada eser, teknik duyarlılığın yanı sıra
çağdaş ve yaratıcı bir anlatıma kavuşturulmuştur.
16
Bu projenin ilk hedeflerinden biri arkeolojiyi, kültür mirasını farklı bir bakış açısıyla sevdirerek
insanlara anlatmaktır. Tarihin görsel boyutunu kendi kendine öğretecek şekilde yeniden organize etmek
hedeflenmiştir.
Bu projede tarihi eserlere bakış açısını değiştirmek, bu mekânların sadece geçmişe aitliklerinden
dolayı ziyaret edilecek mekânlar olarak görülmesine karşı çıkmak ve mekânı estetik bir bakış açısıyla
değerlendirmek amaçlanmıştır. Böylelikle yapıt, sanata ilgisi olsun olmasın birçok izleyiciyle buluşarak farklı
kitlelere verilmek istenen mesaj iletilerek ve değerlendirilen mekânlara farklı bir bakış açısı getirilmiştir.
Daha fazla izleyicinin dikkatini çekerek müzeye katılımı çoğaltmak, çağdaş sanatın Türkiye’deki ilk
üretimlerinin gösterilmesinin gerekliliğini vurgulayan bir model oluşturmak bu projenin amaçlarından biri
olmuştur.
17
Cem ERBAĞ
Müzik
Pink Floyd’un Dönüşü
David Gilmour
Richard W. Right
Pink Floyd’un Dönüşü
1967 Yılında müzik hayatına başlayan, The Wall gibi bir çok efsanevi albümü evrenimize(!) hediye eden ve müzik otoriteleri tarafından gelmiş geçmiş en başarılı müzik grupları arasında gösterilen Pink Floyd, 20 yıllık uzun bir aradan sonra veda niteliğindeki albumü “The Endless River” ile bizlere hoş bir süpriz yaptı.
1985 yılında grubun kurucu üyelerinden Roger Waters’ın gruptan ayrılmasından sonra grubu dağıtma girişimleri(!) başarısızlıkla sonuçlanmış, David Gilmour ve davulcu Nick Mason liderliğinde grup müzik kariyerine devam etmişti. İşte tam bu dönemde The Wall (1974) albümü kayıtları sırasında, özellikle Roger Waters ile arasındaki fikir çatışmaları nedeniyle, grupla yolları ayrılan Richard Wright, Gilmour ve Mason tarafından gruba tekrar davet edildi. Grup Gilmour’un önderliğinde, 1987 yılında “A Momentary Lapse of eason” ve 1994 yılında “ The Division Bell” adlı albümlerini yayınladı. The Division Bell, Richard Wirght’ın etkilerinin en net görüldüğü Pink Floyd albümü olarak müzik tarihine geçti. The Endless River’ın tohumları da işte tam bu sırada, 1994 yılında yayınlanan “The Division Bell” albümü ile atıldı; evet hem de tam 20 yıl önce..
Wright, 65 yaşında 15 Eylül 2008 tarihinde türü açıklanmayan bir
kanser sonucunda sonsuzluğun nehrine göç etti. Wright gibi bir duayenin ölümü ,müzik dünyasını ve özellikle beraber çalışmış olduğu grup arkadaşlarını derinden etkiledi. Wright’ın anısına arkadaşları Gilmour, Waters ve Mason onun ne kadar iyi bir müzisyen, iyi bir insan ve iyi bir dost olduğuna dair basın açıklaması yaptı. Elthon John Wright’ın anısına konser verdi. Medya’da Wright’ın anısına bir çok programlar yapıldı ama onun anısına yapılan hiçbir şey “Endless River” kadar onu onurlandırmayacaktı..
18
Nick Mason
The Endless River, Richard Writght’ın anısına yapılan ve “The Division Bell “ albümü sırasında düzenlenen fakat albümde yer almayan 20 saatlik kayıtların yeniden derlenmesiyle oluşan, wright’ın grupta olduğu yıllara saygı duruşu niteliğinde ortaya çıktı.
The Endless River, içerisinde ağırlık olarak ambient öğeler
barındıran enstrümantal bir albüm olarak değerlendirilebilinir. Albümde, grubun geçmiş yıllarına dair bir çok atıf göze çarpmakta. Bu atıflara birkaç örnek vermek gerekirse daha önce The Wall’da gördüğümüz albümün sonunu başına bağlama geleneği, yeni albümün girişindeki “Things Left Unsaid” parçasının Louder Than Words’ün uzun versiyonunun bitişiyle başlamasıyla sürdürülmüş. Surfacing şarkısının sonunda ve Louder Than Words’un başındaki çan sesleri, “The Division Bell “albümündeki efsanevi “High Hopes “adlı parçaya atıf olmuş.
Albümde, baş vokalist barından tek şarkı ise, kapanış şarkısı olan “Louder Than Words “ olmuş. Parçanın sözleri Gilmour’un eşi Polly Samson tarafından yazılmış.
19
Şenay ÇAKIR
İnceleme
Salvador Dalí
“Soytarı olan ben değilim, deliliğini gizlemek için ciddiyet oyunu oynayan şu aklın; mantığın alamayacağı ölçüde sinsi,
bönlüğünden bile habersiz toplum.”
Salvador Dalí
Kimine göre modern dünyanın tanıdığı en büyük sanatçılardan
biri, kimine göre sadece sıra dışı bıyıkları olan bir deli. 1904 doğumlu
olan sanatçı yaşadığı dönemde sadece sanatıyla değil yaşam tarzıyla
da sürekli gündemde olmayı başarmış ve bıyıkları kadar sıra dışı
açıklamaları bugünkü unvanını kazanmasında büyük rol oynamıştır.
11 Mayıs 1904'te İspanya 'nın bir köyünde doğdu. 6 yaşındayken menenjitten ölen erkek kardeşinden 3 sene sonra dünyaya gelmişti. 1973’te şöyle yazacaktı: 'Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu… Babamın sevgisinin bu sınırları yaşamımın ilk günlerinde itibaren çok büyük bir yara oldu benim için.' Böylece “Salvador Dalí “ bir küçük despota dönüştü. Ailesinin dikkatini çekmek için yaptığı histeri krizleri, teatral hareketler alışılagelmiş şeylerdi. Uzun süre, onu fetheden kızkardeşi Ana Maria'nın doğumu bile onu düzeltmeye yetmedi. Aksine zaman geçtikçe farklılığını ifade etme isteği daha dayanılmaz hale geliyordu.
Hasta çocuk; 10 yaşında yaptığı ilk self-portresinin ismiydi. Bir
süre sonra ilk resim kursuna başladı. Catalan empresyonist ve
realistlerini tanıdı. Daha sonra Kübizm ve Juan Gris'i keşfetti.1920'li
yılların başında Madrid San Fernando Akademisine başladı. Ancak
anarşist hareketleri nedeniyle okuldan atıldı (1923). Daha sonra tekrar
okula kabul edilse bile 1926'da tamamen atıldı. Bunu takip eden
yıl Paris'te Picasso'yla tanıştı.
20
Dalí, genişleyen sanat çevresi sayesinde değişti; hem fikirleri ve sanata bakış açısıyla hem de
görünümüyle. Başlangıçtaki uzun saçları, ağzından hiç düşmeyen piposu daha sonra kısacık biryantinli
saçlı spor kıyafetli asık suratlı birine dönüştü. Günlük yaşamı; entelektüel bir söylemin ve lüks bir yaşamın
çevresinde dönüyordu. Kadınlar pek ilgisini çekmiyordu. Onlar “sadece erotik fantezileri için gerekliydiler.
Dali'nin fikrini değiştiren olay 1926'da Gala'yla tanışmasıyla gerçekleşti. Gala, bir Rus avukatın kızı
ve sürrealist şair Paul Eduard'ın eşiydi. Onu ilk defa Cadaquez'de Akdeniz'in Catalan kıyısında Hotel
Miramar'ın karşı terasında gördüğünde eşiyle beraberdi. Ertesi gün saat 11'de plajda buluşmak üzere
sözleştiler. Dali bu olayı tamamen sembolik bir biçimde hazırlamaya karar verdi.
Soyundu. Elbiselerini, göğüs uçlarını, kıllarını, göbek deliğini ve esmerleşen tenini gösterecek
şekilde kesti; katladı. Boynuna inci bir kolye, kulağına bir kırmızı bir sardunya taktı. Traş olurken
yaralanmasından esinlenerek kendi kanını süründü. Bunu balık kuyruğu, keçi gübresi ve yağla karıştırdı.
Ama pencereden Gala'yı, özellikle de çıplak bronzlaşmış sırtını görünce, bu ölümcül ritüele son vererek
üzerindeki partallığı ve bu vebalı tutkuyu soyunmaya karar verdi.Birkaç ay sonra tamamen aşık olarak
birlikte yaşamaya başlayacaklardı. Ve o andan itibaren Gala; Dali için bir aşık, bir arkadaş, esin perisi ve
model, danışman ve her şeyin ilerisinde varlığının yöneticisiydi.. 1982'de Gala öldü. O zamandan sonra
neredeyse resim yapmayı bıraktı. Dali , Gala'nın mezarının olduğu Pubol'e yerleşti ve son eserlerini
verdi.Galanın ölümünü onu ne derece etkilediğini yazdığı bu şiirden anlıyoruz:
“Gala’nın acısından
– ki benim acımdır
Gala’nın ölümünden– ki benim ölümümdür
başka hiçbir şey hayatıma dokunamaz.”
Dalí hayatı boyunca 1500'den fazla resim ve onlarca heykelin yanı sıra çeşitli taş baskı eserler, kitap illüstrasyonları, tiyatro dekorları ve kostümleri üretmiştir. Ayrıca, Man Ray, Brassaï, Cecil Beaton ve Philippe Halsman gibi fotoğraf sanatçılarıyla ve Elsa Schiaparelli, Christian Dior gibi moda tasarımcılarıyla beraber çalışmıştır.
Bugün Dalí'nin eserlerinin büyük çoğunluğu, Figueres'deki Dalí Tiyatro ve Müzesinde
bulunur. Florida'nın St. Petersburg kentindeki Salvador Dalí Müzesi, Madrid'deki Reina Sofia Müzesi ve Los Angeles'taki Salvador Dalí Galerisi de sanatçının yüzlerce eserini barındırır.
Dalí'nin 1965'te New York'taki Rikers Island Hapishanesine bağışladığı çarmıha gerilmiş İsa resmi, 1981'e kadar hapishanenin yemekhanesinde asılı durduktan sonra buradan alınarak hapishanenin lobisine asılmış, 2003'te ise kimliği belirsiz kişilerce lobiden çalınmıştır. 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından, sürrealizmin yani gerçeküstücülük akımının temsilcisi Salvador Dali’nin başlıca esin kaynağı düşler, korkular ve hayaller ile Dali; resim sanatının akışına yön veren eserleriyle İstanbul’da da sergilenmiştir. Dali’nin kapsamlı bir retrospektifi niteliğini taşıyan “İstanbul’da Bir Sürrealist Salvador Dali” adlı sergisinde, İspanyol sanatçının 380 parça eseri sergilenmiştir. Sergide sanatçının yağlı boya tabloları, çizimleri ve grafiklerinin yanı sıra el yazmaları, defterleri, mektupları ve fotoğrafları gibi pek çok belge yer almıştır.
21
Ceyda CEVHER
Şiir
Drahoma
Drahoma
Şerh koydum ıssız kanılara
Menzilleri güneye olsun
Ve bir delide büyü diye
Kırmızı yanıyor, dilbilgisini geç
Yüreğinin sesinden koş bana
Şiir bağlarız umutlarımıza
Alacaklı günleri küstah gecelerimize değdiririz
En kötü ihtimalle karanlıkta deklanşör patlar
Sirenler öpmeye başlar bir sokağın kulaklarını
Raydan çıkmış bir tramvay ile kaçarız
İmkansızlık kollamak değil mi fırsatı?
Yolsuz bir aşka dar kulaçlar atarız
Devriyeler derdinden gocunan raptiyeler
Aşkı yavan bir sergüzeşte kilitlerler
Acemi müridleriyiz bir illegal evliliğin
Eflatunuz, gökyüzüne bürünürüz
Rahat bir buluta gömülür, suya sabuna dokunmadan
Zabt-ı Aşk bir drahoma hazırlarız
Devriyeler eski bir sirkte bizi izlerler
Evli kadınlarla sevişir gibi
Hayâsızdır, bedavacıdır o zalimler
Sahnede ikimiz aşkı canlandırırız
Ah! Aşka kırbaç atarlar
Ne korkunç bir canarvarlık!!!
Onlar közde tuzlu mısır falan rüşvet yer
Biz nemli rengimizi saklarız yine de AŞKAÇALARIZ
22
Şafak OĞUZ
Deneme
Uzatın Elinizi
Uzatın Elinizi Nasılda yabancılaşmışız birbirimize değil mi?
Kalabalıklaştıkça yalnızlaşıyoruz, hep kendi iç dünyamıza bir dönüş telaşı içerisindeyiz. Köhnemiş sanal dostluklara asılı bırakmışız sevgimizi. Birileri bir değse gönül telimize, şizofren bir duygu ile bakıyoruz aşklara, dostluklara... Esaslı duygulara şaşırır olmuşuz. Serseri rüzgârlar gibi esip gökkuşağının o renkli gizemine bakar körüz. Bütün bunlar yetmezmiş gibi tüm umutsuzlukları kuşanmış Don Kişot oluyoruz. Sevgiye savaş açmış kırıp geçiriyoruz. En yalan halde terk etmişiz kendimizi. Selamı sabahı kesmişiz! Vururlarsa sevdanızdan vursunlar der gibi... Vuruyorlar! Vuracaklar da! Aynı sevdayı paylaşanlar bile el olmuş birbirine! Anlamıyoruz ama anlayacağız... Kulaklarını elleriyle kapatıp avaz avaz şarkı söyleyen çocuklar gibiyiz , " duymuyorum ki, duymuyorum ki!"
Görmemek için olay mahallini çoktan terk etmişiz. Ama çok geçmeden her katil gibi sevgiyi aşkı vurduğumuz cana geri döneceğiz... Dönmek isteyeceğiz ve pişmanlık duyacağız. Bekliyorum! Sıra bize ne zaman gelir diye... Gelir... Gelir... O zaman bizim kapımızı da çalar, bize de sıra gelir... Bilin ki ilgisizlikten, can kaybından yitirmiş olacağız sevgileri. Tam da o zaman nerede yanlış yaptığımızı sorgulayacağız...
Tahammülsüz olmuşuz. Bir yanlışa bütün doğruları teslim ediyoruz. Bu kadar güzel duyguları bir beden olarak yaşamak varken gözyaşı neden? Savaşla kazanılmış ganimetten çok, sevgiyle kazanılmış dostlukların hesabı duygusal olarak yüceltir insanı.
Uzatın Elinizi! Doğru enerjinizi hissettirin. Arkadaşlık, dostluk zamanıdır. Unutulmaya, hatırlanmaya yüz tutmuş sevme duygusuyla kenetlenme zamanıdır şimdi… Gülümsüyorum! Haydi, siz de gülümseyin... İşte en güzel sevgi işareti! Sevgiyi vuramazsınız, onun kalkanı çok büyüktür. Nefreti barındırmaz içinde. Herkes kardeştir sevginin gözünde, el yoktur, elalem yoktur. Aşk vardır! İlahidir, köhnemiş duygusu, şizofren düşüncesi yoktur. Sanal değildir, dokunur, ağlar hisseder. Var olursun, kendini bulursun. Barışırsın, büyürsün. Severken düşmezsin, maneviyatın koltuk değneklerindir. Çocuksundur, masum bakarsın, sevdiğin için ağlarsın. Renklerin sınırsızdır, hiçbir film karesinde bulamazsın.
Kısa metrajlı yaşarsın, uzun soluklu hissedersin. Hayatı aşk ya da nefretle anlamlandırmak senin doğrularında saklıdır. Dostluğunu öyle büyüt ki kalabalığın sıkı sıkı sarsın seni.. Unutma! Hayat içinde sen, ben ve bizleri var ettiğimiz sürece kıymetlidir.
23
Doç. Dr. Mehmet
ÇERİBAŞ
Makale
Âşık Veysel’in Duygu ve
Düşünce Dünyasında
Toprak
Âşık Veysel’in Duygu ve Düşünce Dünyasında Toprak
Mehmet ÇERİBAŞ
Türk edebiyatı, bir cephesi insana diğer cephesi ilaha
dayanan çok yönlü ve çok katmanlı bir edebiyattır. Edebi ürünlerimiz
ister İslam öncesi isterse İslam sonrası yaratılmış olsun bu genel ilke
etrafında şekillenmiştir. Türklerin İslam dairesine girmesinden sonra
yeni dinin, coğrafya ve anlayışların etkisiyle kavramların ilahî
cephesinde bir genişleme ve farklılaşma görülse de bu kavramların
âdemi yönü hiçbir zaman kaybolmamıştır.
Toprak da edebiyatımız gibi iki yönlü ve çok katmanlı bir
kavram olarak karşımıza çıkar. Kavram, edebiyatımızın bütün
vadilerinde ve şubelerinde çokça işlenen mevzulardan ve
unsurlarından biridir. Halk edebiyatının bütün şubelerinde çokça
işlenen toprak konusu, klasik ve modern edebiyatımızda da bazen bir
doğa parçası bazen de bu parçanın çok ötesinde mistik bir imge
olarak ele alınmıştır. Divan ve tekke edebiyatında daha çok ilahî
cephesiyle ele alınan toprak, halk edebiyatının diğer şubelerinde ve
çağdaş Türk edebiyatında her iki yönüyle dile getirilmiştir.
Toprağa iki yönlü bir anlam yüklenmesi, büyük şair ve fikir
adamlarının düşünce biçimine de yansımış; toprak bazen kuru bir
arazi parçası sembolize edilirken bazen de bunun çok ötesinde ilahi
ve kutsal bir mevhuma dönüşmüştür. Bu bağlamda İstiklâl
Marşı’mızda toprak öyle basılıp geçilen yer değildir, kefensiz
yatanların mekânıdır. Necmettin Halil Onan’da toprak “bir devrin
battığı, vatan kalbinin attığı” yerdir. Toprak Ziya Gökalp’te uçsuz
bucaksız Türk yurdu Turan’dır, halk nazarında yüreği evlatları için
atan “anadır” toprak.
Bu yazı Milli Eğitim Dergisi, S.134, Nisan-2011’de “Âşık Veysel’in Duygu ve
Düşünce Dünyasında Toprak” başlığı ile kısaltılarak yayınlanmıştır (yazarın notu). Doç. Dr. Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Çağdaş
Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü/Nevşehir. E-posta: [email protected]
24
Toprak mevhumu gerçek anlamda ve bir problem olmak üzere en çok tasavvufta işlenmiştir.
Tasavvufî düşünce “varlık nedir? “ sualine cevap ararken anasır-ı erbaa (su, ateş, hava ve toprak) sayılan
toprağa sıkça temas etmek durumunda kalmış, toprağın hem kul hem de yaratıcı için anlamı üzerinde kafa
yormuştur. Bu bağlamada tasavvufta toprak, birden çok anlam değeri kazanmıştır. Tasavvufa göre kâinatın
temelinde Hz. Muhammed’in nuru vardır. Bu temelden sonra anasır-ı erbaa gelir. Toprak, su, ateş ve hava
olarak adlandırılan bu unsurlar, maddi âlemin de temelini oluşturur; her türlü malzemenin (insan dâhil) yapı
taşları bu dört unsura bağlıdır. Bu dört unsur kâinatın yapı taşlarını oluşturduğu gibi nefsin de dört
basamağını simgeler. Nefs-i emmare ateşe, nefs-i levvame havaya, nefs-i mülhime suya, nefs-i
mutmainne toprağa benzetilir. Tasavvuf, toprak kavramına İslâmiyet çerçevesinde öncelikle insan neslinin
ve cümle canlıların topraktan yaratılması manasında da bakar. “Ant olsun. Biz insanı (pişmiş) kuru bir
çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.” Ayet-i Kerimesinden kaynağını alan bu görüş toprağın
mukaddes bir varlık olduğunu kabul ve iddia eder. İslam su bulunmadığı zaman toprakla teyemmüm
yapmayı caiz saymıştır bu nedenle.10 Toprak, büyük mutasavvıflar tarafından peygambere olan sevginin
işareti olarak da algılanmış; Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ayağının toprağı olmak (Hâk-i pâyine yetem der
ömrlerdir muttasıl/Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su), ayağının toprağına yüz sürmek bu tefekkür
erleri için nihai gayelerden biri haline gelmiştir. Türk tasavvufunda toprak; varlıkları her yönüyle kabul eden,
ona bağrını açan gönül ehli, yaratılan her şeyi seven insan tipinin de timsalidir. Sofi toprak gibidir, kötü olan
şey ona anlatılabilir fakat ondan daima iyi ve güzel olan çıkar. Cüneydi Bağdadi sofîyi tevazu konusunda
toprağa benzetmekle kalmamış; hoşgörüde, cömertlikte ve tahammülde de toprak gibi oluşunu
hatırlatmıştır. Gerçekten de sofînin gönlünde kin, aşağılama ve cimriliğe yer yoktur. Tasavvufla hemhal
olmamış birisi iyiliğe iyilikle, kötülüğe de kötülükle cevap verirken sofî, iyiliğe de kötülüğe de iyilikle cevap
verir. 11 Bu anlamda toprak, Alevi-Bektaşi şiirinde ve şairlerince de sıkça bu anlamda işlenmiştir. Bu
gelenekten gelen Âşık Veysel de toprağa hem müşahhas hem de mücerret yönüyle bakar. Onun toprak
anlayışında tasavvuf akidesinden gelen düşüncelerle kendi tecrübelerinin temelinde oluşturduğu
düşünceleri hemhal olmuştur: Şairin, “Aslıma Karışıp Toprak Olunca” başlıklı şiirinde cismanî varlığımız
temelini toprağa bağlayan görüşü ile Yüce Rabbimizin “Ant olsun Biz insanı (pişmiş) kuru bir çamurdan,
şekillenmiş kara balçıktan yarattık”12, “İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raci’un (Şüphesiz biz Allah’tan geldik ve
şüphesiz dönüşümüz O’nadır.)”13
10 “İslâm Tasavvuf Düşüncesi Işığında Ma’rifetnâme’de Toprak Anlayışı” Temrin Dergisi, Toprak Özel Sayısı, Temmuz-
Ağustos, 2010. www.edebiyatdefteri.com/ 26.02.2010 11 agm 12 Hicr Suresi, 15/26. 13 Bakara Suresi, 156.
25
Ayet-i Kerimeleri arasında bilgi ve inanç bakımından mükemmel bir terkip kurduğuna, Yunusça bir
ses ve söyleyişe şahit oluruz:
Aslıma karışıp toprak olunca
Çiçek olur mezarımı süslerim
Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar
Gökyüzünde dalgalanır seslerim
Ne zaman toprakla birleşir cismim
Cümle mahlûk ile bir olur ismim
Ne hasudum kalır ne de bir hasmım
Eski düşmanlarım olur dostlarım
Evvel de topraktır sonra da adım
Geldim gittim bu sahnede oynadım
Türlü türlü tebdilata uğradım
Gâhi viran şen olurdu postlarım
Veysel, “Kara Toprak “ şiirinde toprağı, “dostluk, vefa, cömertlik, tahammül-hoşgörü, ölüm “ gibi
temlerle anlatmak istemektedir.
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır
Veysel, suret-i Hak’tan nice insanlar görmüş; hepsinin gerçek yüzünü tanımış ve anlamıştır ki
gerçek dost topraktır. Veysel, bu dörtlükte bunun ötesinde ölüm temine de gönderme yaparak insanın
müşahhas varlığıyla toprağa döneceğini hatırlatıyor ve Rabbimizin: “ Topraktan geldiniz toprağa
döneceksiniz! “uyarısını da dile getiriyor. Toprak, Veysel’e kapısını her şeyiyle açmıştır. Veysel’in
zenginliği, fakirliği, iyiliği veya kötülüğü ile hiç ilgilenmemiştir. Veysel’de toprak, bütün kötülükleri yutacak
kadar geniş, bütün varlığını ona verecek kadar da cömerttir. Veysel bu fikrini:
Bir dileğin varsa iste Allah'tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak'tan
Benim sadık yârim kara topraktır
Dizelerinde en güzel haliyle dile getirir. Veysel, aynı dizelerde toprağın cömertliğine değinirken
aslında Hakk’ın cömertliğinden de dem vurmaktadır. Bu ilişki içinde şair, toprağa kavuşmayı da Hakk’a
(gerçek dosta) kavuşmak gibi idrak etmektedir. Bu düşünce temelinde Veysel, bütün Alevî-Bektaşî
şairlerinden gördüğümüz Hakk-İnsan (Vahdet-i Vücud) benzerliği düşüncesine de işaret etmektedir.
26
Şair, şiirinin başka bir dörtlüğünde toprağı müşahhas özellikleriyle ele alır. Toprak kendisine ilgi
gösterene karşı bütün âlicenaplığını ortaya koyarken kendisine ilgi göstermeyen, gereği kadar değer
vermeyenlere karşı da o da ilgisizdir. Toprak, cömertliğine karşı insandan az da olsa vefa beklemektedir.
Şair, bu düşüncesini şu dörtlüğünde dile gelir.
Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi
Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yârim kara topraktır
Veysel, aynı şirininin başka bir dörtlüğünde “Âdem’den bu deme neslim getirdi. “ diyerek insanın
yaratılışına ve hayatını idame ettirişine dair düşüncelerini de ortaya koyuyor. Bu düşünce, Hz. Âdem’i de
içine alan bütün insanlığa şamil aynı varlıktan gelme düşüncesidir. Bu düşünceler şu dizelerde açık olarak
ortaya konur:
Âdem'den bu deme neslim getirdi.
Bana türlü türlü meyve bitirdi.
Her gün beni tepesinde götürdü.
Benim sadık yârim kara topraktır.
Veysel yaratılışa dair düşüncelerini, nefsi terbiye etmenin önemini, insanlar arasında yaratılış
bakımından ve Allah’ın nazarında farklılık olmadığını anlatmak için toprak imgesini “Beni Hor Görme
Gardaşım” başlıklı şiirinde de halk dilinin bütün samimiyeti ve sıcaklığı ile kullanır:
Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş Yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum
Tabiata Veysel âşık
Topraktan olduk kardaşık
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben bac mıyım
Veysel bu dizelerde, Hz. Ali (r.a)’nin, “topraktan gelen insanın toprak üstünde böbürlenip
kibirlenmesi münasip olmaz.” sözünü de -belki de farkında olmadan- tekrar dile getirmiş olur.
27
Veysel, ümmî olmasına rağmen gelenekten beslenmiş; bilgi kaynağını gelenekten almış bir âşıktır.
Aşağıdaki dörtlükler onun ilmine delil sayılmasa da irfanına dair işaretlerle doludur. Veysel bu dörtlükte, tam
da tasavvufta olduğu gibi toprak=sofi benzerliğine uygun duygu ve düşüncelerini dile getirir. Veysel bu
anlamda toprağı, mütevazılığın, hoşgörünün ve cömertçe kucaklamanın sembolü olarak idrak eder; toprak
onda dile geliş şekliyle kanlı-canlı sıcacık yüzüyle bizi karşılayan en iyi dost ve tahammül abidesi olarak
anlatılır:
Karnın yardım kazmayınan, belinen
Yüzün yırttım tırnağınan, elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yârim kara topraktır
İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim, dört bostan verdi
Benim sadık yârim kara topraktır
Veysel, hayat döngüsünü anlayacak hem akıl gücüne hem de duyguya derinliğine sahip bir âşıktır.
Aşağıdaki dörtlükler onun insan yaşamına dair düşüncelerine rehberlik etmektedir. Hakikat istersen açık bir
nokta; Allah kula yakın, kul da Allah’a derken hem ölümün ansızın gelişine hem de Allah’ın “Biz sizlere şah
damarınızdan daha yakınız.”14 kelamına gönderme yapar; gerçek sevgilinin toprak, toprak üzerinden de
Yüce Yaratıcı olduğunu söyler:
Hakikat istersen açık bir nokta
Allah kula yakın, kul da Allah'a
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sadık yârim kara topraktır
Âşık Veysel’in aşağıdaki dörtlüklerini okuyunca Mevlana’nın “Dinle neyden kim hikâye etmekte,
ayrılıklardan şikâyet etmekte” dizeleri akla gelmekte; Veysel dünyayı Mevlana gibi, ıstırapların yurdu,
gurbet olarak idrak etmektedir. Veysel için ıstıraplardan kurtulmanın yolu toprağın kusurları ve hataları
gizleyen genişliğine ve hoşgörüsüne sığınmaktır. Veysel’in nazarında toprağa kavuşmak, nüzul edildiği
mutlak âleme rücu etmek; yani bir tür şeb-i arus’tur.
Bütün kusurumu toprak gizliyor
Melhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yârim kara topraktır
14 Kaf Suresi, 16.
28
Âşık Veysel, Anadolu’nun tam da ortasında “ bozkır “da yetişmiştir. Yunus Emre’yi, Hacı Bektaşi
Veli’yi ve Mevlana’yı yetiştiren bu topraklar Veysel evladını da unutmamış, varlığında bitmez bir hazine
olan insan sevgisinden ona da bolca sunmuştur. Bu nedenle Veysel’de bitmez bir hoşgörü, varlığının
nereye bağlı olduğunu sezen büyük bir feraset gücü vardır. Yunus’un “sen kendini bilmezsen bu nice
okumaktır.” sözünü kendine şiar eylediği anlaşılan Veysel’in hem kendini hem de bu âlemi iyi tanıdığı;
varlığının nelere bağlı olduğunu idrak ettiği ve bu dünyaya geliş amacını bilerek bir yaşam sürdüğü
anlaşılmaktadır.
Azeri şair Bahtiyar Vahabzade’nin “Yunus Emre zirvesinden Veysel, Veysel zirvesinden ise Yunus
görünür.”15 sözü Veysel’in tasavvufî şiirlerindeki duygu ve seziş gücünü göstermektedir. Bu bağlamda Âşık
Veysel’i gönül bakımından Yunus’a, fikir bakımından Hacı Bektaşi Veli’ye ve Mevlana’ya bağlayabiliriz.
Veysel’i; kullandığı dil, şiirlerinin iç ve dış yapısı bakımından da Türk âşıklık geleneğinin en büyük
temsilcilerinden biri olarak görebiliriz.
15 www.bilgicenneti.com (16.03.2010)
30
Serdar Serhat ALTAN
İnceleme
Öykücü, Şair, Öğretmen,
Yazar ve Gazeteci
“Sabahattin Ali”
Öykücü, Şair, Öğretmen, Yazar ve Gazeteci: Sabahattin Ali
25 Şubat 1907'de Edirne Vilayeti'nin Gümülcine Sancağı'na
bağlı Eğridere kazasında doğmuştur. Babası Piyade Yüzbaşısı
(Cihangirli) Selahattin Ali Bey'in görev yerlerinin sık sık değişmesi
dolayısiyla, ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit'in çeşitli
okullarında tamamlamıştır. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı
olarak Balıkesir Öğretmen Okulu'na giren Sabahattin Ali, beş yıl
burada okumuş, daha sonra İstanbul Öğretmen Okulu'ndan 1926
yılında mezun olmuştur.Bir yıl kadar Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği
yapmış, Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya
gitmiş ve iki yıl burada okumuştur. Yurda döndükten sonra
Sabahattin Ali, Orhaneli’nde ilkokul öğretmenliğine atandı.Aydın ve
sonra Konya Ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapmıştır.
Konya'da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında
Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanmış, bir yıla
mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmış, Cumhuriyetin
onuncu yıldönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla 1932 ‘de
özgürlüğüne kavuşmuştur. Dönemin bakanı Hikmet Bayur'un "eski
düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini" istemesi üzerine Varlık
dergisinde 15 Ocak 1934 de "Benim Aşkım" adlı şiirini yayımlayarak
Atatürk'e bağlılığını göstermeye çalışmıştır.
Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la “Marko Paşa, Malum Paşa,
Merhum Paşa, Öküz Paşa “ gibi siyasi mizah dergilerini
çıkarmıştır. Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay
hapis yatmış, karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba
dergisinde yayımladığı "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazıda, içinde
bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: "Çalmadan, çırpmadan bize
ekmeğimizi verenleri aç; bizi giydirenleri donsuz bırakmadan
yaşamak istemek bu kadar güç; bu kadar mihnetli, hatta bu kadar
tehlikeli mi olmalı idi?".
Tek parti yönetiminin baskılarından uzaklaşmak için yurt
dışına gitmeye karar vermiş ancak kendisine pasaport verilmemiştir.
Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca da
Bulgaristan'a kaçmaya karar verdi fakat para karşılığı Ali Ertekin adlı
bir kaçakçıyla anlaştı.Resmi açıklamalara göre Ali Ertekin, "milli
hislerini tahrik ettiği için" Sabahattin Ali'yi başına sopa vurarak
öldürdü. Cesedi 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şaibeli
bir şekilde bulundu. Ancak yazarın yakın çevresi ise Sabahattin
Ali'nin Kırklareli'nde Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence
sonucu öldüğü ve Ertekin'in paravan olarak kullanıldığını iddia etse
de bu hiçbir zaman kanıtlanamadı. Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü
itiraf eden ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin,
dört yıla hüküm giymiş fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan
yararlanarak serbest kalmıştır.
31
Sabahattin Ali yazı yaşamına şiirle başlamış, hece vezniyle yazdığı ve halk şiirinin açık izleri görülen
bu ürünlerini Balıkesir'de çıkan ve Orhan Şaik Gökyay tarafından yönetilen Çağlayan dergisinde
yayımlamıştır . “Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale “ gibi dergilerde de yazan Sabahattin Ali, bu arada
öykü de yazmaya başlamış; ilk öyküsü "Bir Orman Hikayesi" Resimli Ay'da yayımlanmıştır. Sabahattin Ali
özellikle Varlık dergisinde yayımladığı "Kanal", "Kırlangıçlar", "Arap Hayri", "Pazarcı", "Kağnı" gibi
öyküleriyle dikkati çekmiştir.
Sabahattin Ali, Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırmıştır. Ezilen
insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirmiş; aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları
küçümseyici tavrı eleştirmiştir. 1937'de yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en
özgün örneklerinden biridir.
Sabahattin Ali'nin halk şiirinden esinlenerek yazılmış şiirlerini içeren Dağlar ve Rüzgâr adlı kitabı
edebiyat çevrelerinde ilgi uyandırmış, örneğin ;Yaşar Nabi, “Hakimiyeti Milliye “de şu övücü satırları
yazmıştır: "Bu kitabın vasfı halk edebiyatı tarzında bir deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali'nin tecrübeli
muvaffak neticeler vermiş. Ve bize şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmış olduklarını
hissettirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edayı tattırabiliyor. Komplike imajlardan
kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük bir sadelik vermiş." Ancak Sabahattin Ali, bu kitabından sonra şiirle
ilgilenmemiş; sadece hikâye ve roman yazmıştır. 'Leylim Ley', 'Aldırma Gönül' gibi halk dilinden
yararlanarak yazdığı şiirler herkes tarafından bilinir.
Sabahattin Ali, İstanbul Öğretmen Okulu’nda okurken Ali Canip Yöntem edebiyat öğretmenliği
yapmaktaydı. Ondaki cevheri fark eden Ali Canip Yöntem yardımıyla şiirleri, öyküleri ve denemeleri birçok
önemli dergide yayımlanmaya başlar. 1927 yılında ise Sabahattin Ali, kendisini çok etkileyecek olan
babasının ölüm haberini alır. Babasının ölümü üzerine Sabahattin Ali “Babam İçin “� adlı şiiri kaleme alır.
Şiir, 15 Ocak 1927 tarihinde �Güneş dergisinde yayımlanır.
Edebiyata şiir ile adım atan Sabahattin Ali’nin şiirleri geçmişten günümüzü birçok önemli isim
tarafından bestelenmiştir. Şiirin yanı sıra 1937 ‘de yayımlanan �Kuyucaklı Yusuf� adlı roman, Sabahattin
Ali’nin kaleme aldığı en önemli yapıtlardandır. Edebiyatımızda gerçekçi roman olarak adlandırılın türün en
farklı örnekleri arasında sayılan bu roman Sabahattin Ali’nin kuşkusuz Yozgat, yıllarından kalma
izlenimlerini yansıtmaktadır. Yine usta sanatçının ‘’Kürk Mantolu Madonna’’� adlı yapıtı da edebiyatımızın
en önemli romanları arasında sayılmaktadır.
Kızı Prof.Dr. Filiz ALİ babasını şu sözlerle anlatmaktadır:
“Sabahattin Ali, “Türk edebiyatının Mozart “ıdır.”
Sabahattin Ali, çok kısa hayatı içerisinde çok eser vermiş olan bir yazar. Ben onu müzikte Mozart ile
karşılaştırıyorum. Sabahattin Ali de bir yerde üstün yetenekli bir insan, hatta şimdi onun gibi insanlara
hiperaktif diyorlar; 10 parmağında 10 marifet olan cinsten. Etrafında top patlasa yazı yazamaya devam
edebilen; kitaplarını, hikâyelerini, romanlarını kafasında oluşturduktan sonra çok hızlı bir şekilde kâğıda
dökebilen; hızlı yazan, çok hızlı yaşayan, edebiyatın dışında pek çok merakı olan bir insan. Mesela
Sabahattin Ali çok iyi bir amatör fotoğrafçıdır. Almanya'dan döndükten sonraki bütün hayatını neredeyse
belgelemiştir. Tabii sadece kendi hayatını değil; çevresini, yaşadığı şehirleri, köylüsüyle şehirlisiyle Türk
insanını teker teker belgelemiştir. Aynı zamanda Anadolu'da gittiği her yeri… Binlerce fotoğraf galerisi
vardır. Çevirmendir; Almancadan çevirdiği kitaplar, gazeteciliği… Yani 41 yıllık yaşamı içerisinde 80 yıllık işi
biriktirmiş ve yaratmış biri olduğu için bence çok önemli bir yazardır.
Aynı zamanda kendisinden sonra gelen yazarların önünü açmış olan bir yazardır, mesela Yaşar
Kemal onu örnek almıştır. Bana kaç kere söylemiştir: “Eğer Kuyucaklı Yusuf olmasaydı ben İnce Memed'i
yazamazdım. “ demiştir.
32
Bestelenen şiirleri:
"Hapishane Şarkısı " (Aldırma Gönül - Kerem Güney, Edip Akbayram)
"Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz." (Zülfü Livaneli)
"Leylim Ley" (Zülfü Livaneli)
"Hapishane Şarkısı I" (Göklerde Kartal Gibiydim / Nazlı Yarim - Deniz Akyürek)
"Hapishane Şarkısı II" (Bir Yürek Kaldı Avucumda) (Grup Çağrı)
"Hapishane Şarkısı III" (Geçmiyor Günler - Ahmet Kaya)
"Çocuklar Gibi" (Sezen Aksu - Mustafa Kaya)
"Kız Kaçıran" (Ahmet Kaya)
"Kara Yazı" (Ahmet Kaya)
"Melankoli" (Ali Kocatepe, Nükhet Duru)
"Eskisi Gibi" (Ben Yine Sana Vurgunum - Ali Kocatepe, Nükhet Duru)
"Dağlar" (Benim Meskenim Dağlardır - Sadık Gürbüz, Dağlardır Dağlar - Sezen Aksu)
"Göklerde Kartal Gibiydim" - Grup Çağrı, Volkan Konak
"Geçmiyor Günler" – (Ahmet Kaya)
33
Kaf Dağının Arkası – Anka Kuşu – Çirkinin Güzele olan Aşkı
Beşinci Mevsim – Fısıltılar Vadisi
Psikolog Hilal İNAN - Eyüp BAĞ
Meğer ulaştığı söylenen Anka Kuşu, geride hiçbir şey bırakmadan ölmesini bilenmiş.. Basit yazıların ardındaki sır.. Sakladığı manayı göreni arayan cümle.. Kırgın bir rumuz.. Diyorsun ki: “Sevgi bu kadar güzel miydi?”
Kim bilir.. Belki yaşadığın sevginin habercisidir. Belki gelmeden önceki tarifsiz kokusudur sana ulaşan. Yağmur öncesi serinliğidir havanın.. Belki de ilk damlasıdır sağanak yağmurun..
Belki de fark ettiğin; gizemli beşinci mevsimidir herkesin birbirine yakıştırdığı ama aslında o olmadığı ve tüm mevsimlerini feda edenlere kendisini gösteren beşinci mevsim.. Şehirlerini feda edenlerin, feda ettiklerinin arkasından gördükleri esrarengiz şehrin gizemli mevsimi.. Bulunmaz Kaf Dağı’nın gölgesi belki de. Kaçırılan güzel prensesin arkasındaki zindanda olduğu efsanevi dağ.. Biri bir masal anlatıyordur, belki de o masalın kahramanısındır anlatanın dudağından dökülen.. Belki kendilerine katılmanı bekleyen Anka kuşlarının sana yaklaşan kanat sesleridir, martılarını da feda ettikten sonra şehrinin..
Yitik şehrin gizemli mevsimi Kaf dağının karanlığını kuşatsın ey yolcu !.. Sevgiliye giden yolda Kaf Dağı eteklerinde, fısıltılar vadisinin büyülü fısıltıları tüm bedenini ele geçirdiğinde sinsi tuzaklarla, yola çıkmanı sağlayan sevgini kullan, kör olsun gözlerin.. Sevgini kullan, hissizleşsin duyuların.. Ki böylece tuzağa düşmeyesin..
34
Anka kuşlarından geri kalan bir kuşun ve diğer aldanmışların da toprağına karıştığı mezarlığı olmasın fısıltılar vadisi. Minik kuş güçlü bir kartala dönüşsün sonra, Kaf dağını aşsın binlerce yıl uçarak zamanın olmadığı o yerde. Bir savaşçıya dön sonra. Yani bir kuşu cezbetmeli sevgin. Bedenini vermeli ki kuş olabilesin. Sonra bir kartalı cezbetmelisin Kaf Dağı yolunda, yırtıcı pençelerinin kurbanı olmadan önce. O da bırakmalı bedenini sana.
Gözlerin bir şeyi görmez.. Ne bir kuşun sende neyi görüp de bedenini verdiğinin merakı, ne de kartalın, ne de bir savaşçının.. Anlamaya çalışmazsın, korkmazsın, tıpkı bir rüyadaymışcasına mantık yürütmezsin. Ey yolcu.. Kaçırılan güzele ulaşmadan önce ejderhalarıyla savaş karanlıklar ülkesinin padişahının. Derken güzeli bulsun çirkin.. Çirkinin güzele duyduğu aşk öldürdüğünde aşığını, güzelle birlikte çirkinin bedeninde tekrar hayat bulsun.
Efsaneler kendini feda eden çirkine acıyadursun.. Kaf dağının arkasında gördüğünün sadece bir ayna olduğunu varsın kimse bilmesin. Sadece bir ayna.. Basit bir ayna.. Aslında aynada gördüğüne bakıp ölen güzelin; çirkinin ta kendisi olduğunu bir seven bilsin, bir de sevilen.. Güzel uğrunda yapılan savaş, aslında çirkinin maskelerini düşüren sınav.. Sonra kartalın. Ardından çirkinin. Ve sonra güzelin. Aslında hepsinin.. Can içinde canan, belki sadece canan.. Şu anda seni saran bu his, ya Kaf dağının karanlık eteklerinin sinsi tuzağıysa? Fısıltılar vadisinin tatlı sesli cadısıysa sana büyülü şekilde seslenen? Kocakarının yolun başında: "Cesur savaşçı.. Bu yol çok can aldı, çok acı verdi senin gibilere. Sahip oldukların gidecek!" demesine karşılık; "Azığım günahım, silahım cesaretim.. Ben zaten ölüyüm! Dirilmek yolunda ölen binlerce savaşçı asırlardır hep benim. Adını bilmesem de bu aşk bayrağım ve sancağım. Düşersem yeniden doğan bir bebekte daha güçlü gelirim. Amacım ben değil, ulaşmam da değil; zaten ulaşamam..
Beşinci mevsim, efsanevi şehir, Kaf dağı ve sonrası bir hayal. Bilmiyor muyum sanıyorsun? Benim gerçeğim ancak bir hayaldir. Hayal olur bir zannın gerçeği. Ve bir zan, ancak bir hayalin uğrunda ölmelidir. Az sonra bir kuşa dönüşemesem de Alicengiz oyununu öğreten usta öldürmek için peşime düşse bir yapay oyuncak gibi ve oyuncaktan mazlum kalbim; bir hayalin ugrunda kırılmak olur kaderim. Var git kocakarı! Var gibi yaşamaktansa aşık gibi maşukun uğrunda ölürüm. Bir gün elbet bir bedende dirilen gerçeğin gönlümdeki emaneti, bir bedeni daha sürükler imkansızlık çölüne. Götüren olur güzele haberimi, kendim ulaşamasam da.. Hem cesetler topraktır, gül ise toprakta filizlenir. Ölsem de toprak olurum. Ayaklarını okşarken güzelin; belki de seslenirim: 'Toprağa basıp gülü tutan sevgili! Seni benden yarattı yaratan. Ne bu naz, bu endam? Ben olmasam bir gül, bir bülbüle ev sahipliği yapar mıydı?' Belki de sevgili benden bir avuç alır ve seslenir: 'Ey toprak! Bilinmez kahraman.. Beni ben yapan. Sen bensin. Ben sendenim. Gül de senden, bülbül de.. Ne bu figan?'
Bir aşık adım attı binlerce yıl önce, adı Adem'di. Ömrü bitene kadardır savaşçıların arayışı. O aşk her bedende devam etti. Yani kimisi toprak olmak için, kimisi serçe, kimisi kartal, kimisi gül, kimisi de bülbül..
Ey güzel kokular sürünmüş kocakarı! Hayallerimin katili.. Çocukluğumu öldüren cadı.. Güzel maskelere bürünmüş ölüm tüccarı.. Ey benim gibileri çocukluklarında sihirli vaadlerle hasta eden kocakarı! Hayal ve sihirli hisler karşılığında ruhları çalıp karanlıklar ülkesine gönderen dünya..
35
İnan ne aradığımı bilmiyorum. Çamurdan bir putum. Atalarımın başlattığı arayış yolunda parçalanacağım. Ulaşmak değil hayalim. Bulan bulmuş sevgiliyi biliyorum. Vuslata erişilmiş. Adem'de başlayan ayrılık Ahmet'le vuslata kavuşmuş. Çamurdan heykel; bu aşkın filizlendiği bu dünya saksısına karıştırsın toprağını. Kaf Dağı bir hayal. Bir zanna ancak bir hayal uğrunda ölmek düşer. Ölümüm beni toprak yapar.Topraktandır sevgili. Topraktan başkasını bilmem. Sevgilinin güzelliğini nerden mi biliyorum? Topraktandır gül ama toprağa benzemez.
Aynı zamanda topraktandır. Toprak olursam benden olur. Bense kendisinden sevgilinin.. Sonra elbet gölgelerden aslına yol çıkar, karanlıklar diyarından öteye. Asl’a çıkan bendendir, geride kalan feryadım karışır varlığına. Dudaklarında bir tebessüm sevgilinin. Sevgilisine..
Ey Sevgili.. Sevgilisine ait umutlardan yapılmış şehrim ve mevsimlerim ve hatta seherde yoldaşım martılar; feryadımdan yapılan.. Ve hatta yağmurlar, gözyaşlarımla yaptığım. Tüm yalanlarım ve günahlarım, yani tüm azığım feda olsun. Güzelin sevgilisi; güzelinden yapmış tüm güzelleri.. Elimde bana ait olanı verebilirim. Çamur, yalanlar ve günahlar. Güzelin sevgilisi; çamuru gül yapar sevgiliye. Yalanlarım ve günahlarımdan ise diken. Canını acıtmaktan başka ne işe yararım ki sevgilinin? Sevgili verir gülü sevgilisine. Uzun hikaye kocakarı. Anlatarak olmaz, cümleler kifayetsiz. Var git yoluna.." diyebilir misin? "Arkasında bir ayna Kaf Dağ ‘nın" diyor satırları yazan derviş.
Derviş yazadursun. "Kaf Dağı, bir olmayışın habercisi' diyedursun. "Serçe de topraktan, gül de,
bülbül de topraktan" diyedursun.. Martılarımdan bahsettiğim sen. Kendi kendime yazdıklarımın şahidiyim.. Ölüleri gömen mezarcı. Gidenleri taşıyan toprak.. Basit yazıların ardındaki sır. Sakladığı manayı göreni arayan cümle. Kırgın bir rumuz.. Ey figan yuvası bağrımdan beslenen hayalcik !.. Yüzleşmek haddine mi senin? Önce toprağa karış. Topraktan yaratır güzelin sevgilisi güzeli..
Meğer hiç bir kuş varamamış Kaf Dağı’na. Hepsi ölmüş.. Meğer ulaştıgı söylenen Anka Kuşu, geride hiçbir şey bırakmadan ölmesini bilenmiş..
36
Hakan KARTAL
Şiir
Saat Karanlığı İstanbul Geçiyor
Saat Karanlığı İstanbul Geçiyor
Saat iki kırk beş, Pazartesi
güneşe tırmandım kanadımda şarap tortusu deniz., dalgasız İstavrit rüyasında balıkçılar Salı simit peşindeyim kaptan güvertede paslı güneşi onarıyor sabırsız deniz göğün sirenine karışmış çığlığım
Çarşamba kayalıkla kolkola, ıslıklıyoruz mor güvercini sincapları saydık dalgaları da Saat iki kırk beş, haylaz Perşembe sofrasındayım ihtiyar iskelenin Sirkeci vapuruna çeyrek saat bulut yağıyor yalnızlığımıza Stavros bana bakmıyor üşüyen dudaklarımı ısırdı Elena Hakkı Baba oltasını suçluyor ağlıyoruz
Saat karanlık, günlerden Perşembe Galata köprüsü merdiven dayamış sevdiğim yakamoza isyanda Haliç yolculuk başlıyor, karnım hala aç kanadımı kırıp, rüzgara saklanıyorum gözlerim akıyor sandalların isimlerine bir bir ezberliyoruz şehri gözlerimle vuruyorum, kimse ölmüyor! Saat karanlığın biraz ötesi İstanbul susuyor
kapılar susuyor
anahtar susuyor
konuşamıyoruz
37
Gülnihal ÖZKAN
Şiir
gözleri yeşil
gözleri kahve
gözleri kara....
gözleri yeşilinden girince kara bir orman büyüsü
gözleri gün batımından sonra içilen kahvenin telvesi...
elleri beyaz
elleri ince
elleri narin...
elleri başlı başına medeniyet
bir kenti düşürüp yeni bir çağ açar elleri...
fırat boyunda bir thames kıvrımı sesi...
sesi bağbozumu
sesi nar çatlaması
sesi bimekan...
sordum: "nerelisin..?"
"Hazar kıyısında kirlenen mintanımı Belek Suyu'nda yıkarım..."
dedi...
tarih öncesi yanan ateşler gibiydi gözleri...
gözleri yeşil
gözleri kahve
gözleri kara
boynum inceydi...
anladım
her doğduğumda aradığım
üç bin yıl evvelki
sevdiğimdi...
38
Nurdan OFLAZOĞLU
İnceleme
Nazım Hikmet
Nazım Hikmet
Hayatı
Türk edebiyatının “Mavi Gözlü Dev“i olarak bilinen Nazım
Hikmet, 17 Ocak 1902 ‘de Selanik’te dünyaya geldi. İlk şiiri olan
“Feryad-ı Vatan“ı on bir yaşında yazdı. Bir aile toplantısında
denizciler için yazdığı kahramanlık şiirini Bahriye Nazırı Cemal
Paşa’ya okuyunca Bahriye Mektebi’ne gitmesine karar verildi.17
Mayıs 1921’de askeriyeye uymayan hareketler sergilediği
gerekçesiyle ordu ile ilişiği kesildi.
Ailesinden habersiz 1920’de milli mücadeleye katılmak için
Anadolu’ya geçip Bolu’da öğretmenlik yapıp Batum üzerinden
Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesinde
Siyasal Bilimler ve İktisat okudu.
İlk şiir kitabı 1924’te “28 Kanunisani “ sahnelendi ve o yıl
Türkiye’ye dönerek “Aydınlık “ dergisinde çalışmaya başladı. Şiir ve
yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince Sovyetler Birliği’ne
tekrar döndü. Bu sefer “Resimli Ay “ dergisinde çalışmaya
başladı.1938’de 28 yıl hapis cezasına çarptırıldı.12 sene süren
tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle
1950’de Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği’ne giden Nazım Hikmet
,25 Temmuz 1951’de Bakanlar Kurulunca Türk vatandaşlığından
çıkarılmasının ardından, büyük dedesi Mustafa Celaleddin Paşa‘nın
memleketine olan Polonya vatandaşlığına geçerek “Borzecki “
soyadını aldı.3 Haziran 1963’te geçirdiği kalp krizi sonucu 61 yaşında
hayata veda etti.
39
Yazın Hayatı
Şiire küçük yaşta başlayan Nazım Hikmet ,yazın hayatına da ilk şiiri olan “Feryad-ı Figan “la 3
Temmuz 1913’te yani 11 yaşındayken başladı. Nazım Hikmet’in 1913-1920 yılları arasında yazdığı
şiirlerinde çoğunlukla bireysel konuların işlendiğini belirten Asım Bezirci, özellikle “aşk “ teminin ağır
bastığını ve “melankolik bir hava “ taşıdığını belirtmiştir.
Şairin ilk gençlik şiirlerinden bazılarını Bahriye Mektebi’nde öğretmeni olan ve annesi Celile Hanım’a
yakınlık duyan Yahya Kemal’in düzelttiği bilinmektedir. Şairin yayımlanan ilk şiiri 3 Teşrinievvel 1918 tarihli
Yeni Mecmua’ da “Mehmed Nazım “ imzasıyla çıkan “Hala Serviler de Ağlıyorlar mı? “adlı eseridir. Bu şiir,
aynı ad ve imza ile sonradan “Ümid” dergisinde de yayımlanmıştır. Yahya Kemal tarafından düzeltilen şiir
şöyledir: “ Bir inilti duydum serviliklerde/ Dedim ki : Burada da ağlayan var mı? / Yoksa tek başına bu kuytu
yerde / Eski sevgiliyi anan rüzgar mı?/ Hayat inerken siyah örtüler /Umardım ki artık ölenler güler / Yoksa
hayatında sevmiş ölüler/ Hala serviler de ağlıyorlar mı? “
Nazım Hikmet’in ilk şiirlerinde, Osmanlı’nın gerilemesinden uğradığı savaş yenilgilerinden kaynaklandığı
açık olan ulusal duygular da önemli yer tutmaktadır .İlk şiirlerini hece ölçüsüyle yazmış olsa da diğer
hececilerden farklıdır. Hikmet, şiirsel gelişimi arttıkça hece ölçüsüyle yetinmemeye başladı.1922-1925
yıllarında yeni arayışlar en üst noktaya ulaştı ve diğer sanatçılardan özgün bir sanat anlayışı ortaya çıkardı.
Hece ölçüsünden ayrılarak Türkçenin vokal özellikleri ile ahenk oluşturup serbest ölçüyü benimsedi.
Yeni bir şiir kurmayı isteyen Nazım Hikmet, Batum’da bir gazetede Mayakovski ’nin şiirini görmüş ve
Rusça bilmediği için içeriğini anlayamasa da bu şiirin biçimine çarpılmıştır.
İlk serbest nazımla yazılmış şiiri olan “Açların Gözbebekleri “ nin öyküsünü şöyle anlatmaktadır :
“Batum’dan Moskova’ya gelişte açlık mıntıkasından geçtik. Gördüklerim , üzerimde çok tesir etti fakat böyle
bir açlığın bile inkılabı yıkamayacağını haykırmak istedim. Moskova’da hece vezniyle ve bu veznin çeşitli
hece kombinezonlarıyla açlığa dair bir şiir yazmak istedim, olmadı. O zaman Batum’daki şiirin şekli geldi
gözümün önüne. Bunun çok iyi tanıdığım Fransız serbest vezni olamayacağına kanaat getirdim , yepyeni
bir şey olduğuna ve şairin böyle dalgalar halinde düşündüğüne hükmettim ve “Açların Gözbebekleri “ ni
yazdım. “ Bu şiir; hurufat kullanımı ,kırılmış mısra düzeni ile çok farklı bir şiirdir.
Vatandaşlıktan Çıkarılması
Nazım Hikmet,1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere
yargılandı.1938’de orduyu ayaklandırmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı.
İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa Cezaevlerinde 12 yılı aşkın bir süre kaldı. Bursa Cezaevinde kaldığı
yılları anlatan “Mavi Gözlü Dev “adlı film 2007’de vizyona girdi. Sürekli izlendiği ve çürük raporu aldığı
halde 48 yaşında yeniden askerliğe çağrılması ve öldürüleceğine dair duyumlar alması üzerine yurt dışına
kaçtı.17 Haziran 1951’de Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılmasına karar verildi.
Moskova’da “Yazarlar “ köyünde daha sonra da eşi Vefa Tulyakova (Hikmet) ile Moskova’da yaşadı.
Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan ,Fransa , Küba ,Mısır gibi dünya
memleketlerini dolaştı, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı,
radyo programları yaptı. (Budapeşte Radyosu ve Bizim Radyo )
3 Haziran 1963 sabahı saat 6.30’da gazetesini almak üzere ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına
yürümüş ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda hayata gözlerini yummuştur. Ünlü
Novodeviçi Mezarlığı’na gömülmüştür. Mezar taşı siyah bir granitten olup meşhur şiirlerinden biri olan
“Rüzgara Karşı Yürüyen Adam “ figürü taş üzerinde ebedileştirilmiştir.
40
Yeniden Türk Vatandaşı Olması
2006 ‘da Bakanlar Kurulu ‘nun Türk vatandaşlığından çıkarılmalar ile ilgili yeni bir düzenleme yapması
gündeme geldi. Yıllardır tartışılmakta olan Nazım Hikmet’in Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi
yolu açılmış gibi görünmesine rağmen Bakanlar Kurulu bu düzenlemenin sadece yaşamakta olan kişiler için
düzenlendiğini ve Nazım Hikmet’i kapsamadığını belirterek bu yöndeki talepleri reddetti. 2009 yılında 5
Ocak günü Nazım Hikmet Ran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar
Kurulunda imzaya açıldı. Nazım Hikmet’in yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının iade edilmesine
ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve teklifin imzaya açıldığını ifade eden Hükümet Sözcüsü Cemil
ÇİÇEK,1951 yılında vatandaşlıktan çıkartılan Ran’ın yeniden Türk vatandaşı olmasına ilişkin önerinin
Bakanlar Kurulunca oylanarak kabul edildiğini söyledi.
Bakanlar Kurulu ‘nun 05.01.2009 tarihinde aldığı bu karar ,10.01.2009 tarihinde Resmi Gazete’de
yayınlandı ve Nazım Hikmet RAN 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı oldu.
41
Barış ÇELİMLİ
Şiir
Uçuruma Düşen Serçe
SUÇ 1. Yine geri döndü bu yorgun ırmak Yanlış bir okyanusun kıyılarından Çoktan kuruyup giderdi söğütlerin şarkısını duymasa. Külümden geliyorum, hâlâ sıcak ellerim, Sesimin dallarına konmuyor artık kuşlar. Kalbime kulak verdim “koru beni” diyordu, Daha zarif olsam da Daha güçlü değilim gül yaprağından. İğde kokularını çaldın ömrümün Dikeniyle korkutarak, Kurumuyor yapraklarının kanı Tamam, bildim, en güzel sen gidersin. Umudumu kapı kapı dilendirmesin diye, Aşkı aç öğrenmişim. 2. Ağır suyunda zamanın Batmaya mecalsiz bir yelkenliyim Yelkenimden kirliyim Aldırış etme iyiyim dilim dağıldı biraz, Şarabın suçu yok, ben bazen kırmızıyım. Yaşamayı yeni söktüm, ömür heceliyorum Gündüzüm devlet malı Geceye emanetim. Sabrımın sularını bulandırmasın diye, Aşkı geç öğrenmişim. 3. Girdim içeri aşkın o büyük kapısından Üstüme kapandı, korktum karanlığından El yordamı tutundum bir kuş sesine Kül oldu kanatlarım.
Ekmeğine bıçak, oldum bıçağına kan İki cebime sığdı bütün yokluğum Mevsimleri birbirine teyellemiştim oysa Hırkasıyla üşüdüm, közü dondurdu. Bir ömür yandığım bir avuç külmüş Serpiliverdim her düşe, Arındığım sular boğdu, suçlu aramıyorum Günler köz olup serpildi yüzümdeki gülüşe. Her tümseği dağ gibi dolandırmasın diye, Aşkı güç öğrenmişim. 4. Yeltendikçe ertelendim Nere dönsem önümdeydi “Çekip gideceğim” dedim o gitti beni çekti Düşürdü, dibine değdirmedi Yaktı, külümü benden sakladı Tenime bıçak gibi bakıyordu gözleri, Düş demedim, gülüş istemedim “Çırılçıplağım, soy” dedim Avuçları tuz doluydu. Bir ömür kendi külümü Öğütüp durdum Kendimden ip eğirdim Aşk gelip örsün diye, Ağırını taşıdım, üşümesini titredim Yokuşunu tırmandım Düzümü görsün diye. Ezilmekten kurtulmuş üzüm tanesi kalbim Bir şarap fıçısının dibinde saklanıyor Korkumu kandırıp pusu kurmasın diye, Aşkı suç öğrenmişim.
42
Arzu TOK
Şiir
Ah Yâr
Ah Yâr
Bezenmiş gülün rengi niyazı
Hayran olasın gelir
Bakışında saklanır işvesi nazı
Baktıkça bakasın gelir
Ey yâr
Süzülür inceden
Bir bahar
Ah yâr
Zülfün teli okşar gönlünü
Vurgun kalasın gelir
Saplanır gülüşü dudağına
Busesine ölesin gelir
Ey yâr
Süzülür incinden
Bir bahar
Ah yâr
43
Nihal Buran AYANA
Şiir:
Mutluluk
Mutluluk
Mutluluğu aradık yıllarca
Belki bir kuş kanadında
Belki dağların arkasında
Bir kuyunun dibinde
Ağlayan bir çocuğun gözyaşlarında
Bir sevgilinin dilinde
Belki bir anne sevgisinde
Dönüp bakmadık kendimize
Kendi içimize…
Mutluluk oraya saklanmış olmalıydı
Görmedik görmezden geldik
Açamadık gözlerimizi
Bakmadık bakamadık aynalara
Görmezden geldik kendimizi
Başka yüzlerde aradık mutluluğu
Bir tebessümü çok gördük kendimize
Sakladık mutluluğu içimize
Hapsettik kendimizi kafesimize
Aradık hep yanlış yerlerde
44
Besna AYDIN
Şiir
Umut Öldü
Umut Öldü
Kırılmış, eksik ve ertelenmiş şiirler yazıyorum yarına
Şarap misali umutlarımı koydum bir akrebin kıskacına
Bana hasretle koşan kar taneleri geliyor aklıma
Avuçlarımda eriyen ya da dudağımda öperek erittiğim kar taneleri
Sevda zulamı boşalttım
Önüne;
Kırılmış, ezilmiş, yanmış ama yeniden Anka olabilen sıfatlar ekliyorum
Yine, yeniden.
Başka bir varlık arıyorum içimdeki müthiş varlıktan habersiz.
Kendimi salıyorum hep bildiklerim varken bilinmezliklere.
Yeni arıyorum, yine arıyorum, hep arayacağım.
Varmak diye bir şey yokmuş senin yolunda.
Gözüm kapalı karanlığı ardıma verdim, içimdeki muzip çocuğu da.
Ne ben kalıyorum giderken, ne de giderken götürdüklerim.
Bütün yaşanmışlıkları, yaşayamadıklarımızı bir mürekkeple akıtıyorum
zamanın sonsuz boşluğuna.
Gücün yetebiliyorsa sen tut, sen yaşat o morgdaki kelebeklerimi.
Penceremin buğusuna çizdim sevdamı, ihanetin, sevmemişliğin geldi
aklıma.
Sevmek güzel şey diyordu şair, yaşarken ölmediği nasıl da belliydi.
45
Pınar ÖZÖNER
Deneme
Bambu Ağacı
Bambu Ağacı
Kimi zaman hayatımızda hiçbir şey yolunda gitmez ve bu
anlarda umutsuzluğa kapılıp her şeyden vazgeçeriz adeta. Böyle
zamanlarda Çin’de yetişen “bambu ağacı “nın hikayesini hatırlarım
hep.
Çinliler bambu ağacının tohumunu toprağa ekerler, sularlar ve
gübrelerler. Sene sonu geldiğinde toprakta herhangi bir değişiklik
olmaz. İkinci yılda ekilen tohum yine aynı şekilde sulanır ve
gübrelenir. Bambu ağacı, bu yıl da toprağa filizini vermez. Üçüncü ve
dördüncü yıllarda da ekilen tohum sulanır, gübrelenir fakat sonuç
aynıdır. Beşinci seneye gelindiğinde ekildiği günden beri sabırla
bakımı yapılan tohum yeniden sulanır. Nihayet beş senenin sonunda
tohum filizlenmeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir surede bambu
ağacı yirmi yedi metre boyuna ulaşır. Peki, ağaç yirmi yedi metre
boyuna sadece altı haftada mı ulaşmıştır? Elbette hayır. Uzunca bir
süre bıkmadan sabırla bakımı yapılan tohum, zamanı gelince
filizlenmiş ve kısa bir sürede olması gereken boyuna ulaşmıştır.
Bizler olsaydık, beş yıl boyunca tohumun filizlenmesini
bekleyebilir miydik hiç? Çoğumuz ektiğimiz tohum bir yılın sonunda
filizlenmezse bakımından vazgeçerdi öyle değil mi? İşte kendimize
sorulması gereken asıl soru budur bence. Neden bu kadar
sabırsızız? Neden hemen vazgeçiyoruz? Neden her işimizde, her
duamızda aceleci davranıyoruz ve olmayınca umutsuzluğa
kapılıyoruz? Halbuki engel ve zorluklar hayatın icabıdır. Böyle
durumlarda bıkmadan istemek, sabretmek şükrün göstergesi ve
olgun insanın vasfıdır.
Mevlana’nın çağlar öncesinden seslendiği gibi ‘’Acelecilik,
çabukluk şeytanın hilesindendir. Sabır ve hesaplı olmaksa Cenab-ı
Hakk"ın lütfudur.”(Mesnevî, V/2579)
Unutmamamız gerekir ki gökteki ayın bile dolunaya ulaşması
için zaman gerekir. Bizlere düşen; dert, sıkıntı, yoksulluk, hastalık
gibi hayatımızda yer alan olumsuzluklara karşı sabırlı
davranıp ümidimizi kaybetmemektir.
Necip Fazıl’ın da söylediği gibi,
Sabrın sonu selamet,sabır hayra alamet; bela sana kahretsin,
sen belaya selam et..
46
Nebahat KARABABA
Şiir
Ankara’ya Kar Yağıyor
Ankara’ya Kar Yağıyor Güneşli bir günde yaşadığım o şehre kar yağdı
Işık saçan mutluluk veren tüm pencereleri kapattı
Gördüğüm en güzel renkleri kana bulattı
Bir batık şehir gibiyim şimdi
Yakılmış yıkılmış, yağmalanmış
Elim kolum bağlanmış
İsa gibi haklı, İsa gibi haksızlığa uğramış
Yanan kor ateşlere atılmışım ben
Bir baktım ki o ben şimdiki ben değilim
O körpe umutların peşinden giden
O ben değilim
Vurulmuş bir kuş, inleyen bir bülbül
Şimdi bir harabenin en kuytusunda
Ürkek gözlerle bakıyorum
Ankara’ya kar yağıyor, dans edercesine
Bembeyaz gelinlikler içinde
Oysa içime Ankara’da kan damlıyor
Çarmıha gerilmiş umutlarımdan
Camdan bakınca ne kadar da güzel
Ankara’ya kar yağıyor
Oysa yüreğim yağmalanmış bir şehir
Kanayan bin yara
Bembeyaz bir şehir, bir kuğunun boynu kadar güzel
Bir bebeğin gülüşü kadar masum
Bir kulun yalvarışı kadar kutsalken
Umutlarımdan Ankara’ya kan damlıyor
Yıkılmış yağmalanmış bu şehir
Bana ağlıyor…
47
Gül Gürdal DURMUŞ
Gezi – Seyahat
İstanbul
İstanbul
Müthiş bir manzaranın, eşsiz bir seyrin ve huzurun içinde; bir
taraf tan da o müthiş manzaranın dondurucu etkisinde, o eşsiz
beyazlığın çaresizliğe dönüşmesinde ve huzurun yerini huzursuz
yüreklere dönüştürmesi üzerinde yaşamaktayız bu aralar… Herkese
merhabalar. Hem bembeyaz her taraf hem kapkara kış… Ben de bu
tablonun üstüne bir gezi yazısı için niyetlendim.
Bundan sonra her ay bir yeri birlikte yeniden keşfedeceğiz.
Nerelerde gezilir, nerelerde kalınır, ne yenir, ne içilir, ne alınır
kısacası ne yapılır ne edilir.. Biraz tarih, biraz güncel derken
sohbetimiz böyle sürüp gidecek sizlerle. Ben ilk maceramdan
bahsetmek istiyorum size. Elbette ondan öncesi de var lakin İstanbul
dendi mi o hep ilk o hep bambaşkadır benim için. Evet, ilk İstanbul
ziyaretimden bahsedeceğim. Yüksekokul için ilk kez ve yalnız elimde
birkaç bavulla otogarda indim ve hem korkumdan hem de sevgimden
ilk kez ayak basmama rağmen şöyle doya doya bakamadım
etrafıma. Korkum; beni yabancı sanmasınlar, sanmasınlar ki
kapkaça, kötü insanlara vs maruz kalmayayım. İçimdeki İstanbul
sevgisi de öyle büyük ki sanki defalarca gelmişim ve her yeri
biliyorum. Biliyorum ki kimseye yer bile sormuyorum. Çok şükür ki
bana lazım olan her şeyi her yeri kısa sürede öğrendim. Ve evet çok
şükür hiç kapkaça maruz kalmadım
İstanbul padişahların şehridir. Bilirsiniz İstanbul için denir ki
dünya tek bir ülkeden oluşsaydı başkenti İstanbul olurdu. Ne güzel
bir şehirdir İstanbul. Zor derler burada yaşanmaz derler bu şehir
insanın ömründen alır derler. Derler de derler. İstanbul’ a ne büyük
haksızlık ederler oysa. Oysa şehir değildir ki yaşanılmaz olan. Asıl
çekilmez olan toprağına ayak basan insanlardır maalesef. Hem
şehirleri hem kendimizi kirletir sonrada bahanelerimizi yollara,
sokaklara, belediyelere, evlere, binalara, su birikintilerine sıralarız.
Ne yazık ki bununla da avunur gideriz. Güzelliklere artık bakamaz
oluruz. Tarihimizi unutur, her yerin her şeyin ticaretini yapar oluruz.
Sadece adalar turu, Sultan Ahmet, Topkapı demek değil İstanbul.
Her karesinde tarih yatar bu muazzam güzelliğin.
48
Mesela Çamlıca… Kanlıca ya da.. Ne eşsiz seyirlikleri vardır. Sadece Nişantaşı’nda gezmek, lüks
lokantalarda yemek yemek ve yüksek binalardan elimizde marka poşetlerle aşağıya bakmak İstanbul’da
yaşamanın manası amacı olamaz. Olmamalı. Aahhh İstanbul diye ne şarkılar yazıldı ne içler çekildi ne
ağıtlar yakıldı. Türbeler, camiler, müzeler… Mezarlıklar bile bir başkadır İstanbul’da. Eyüp’te mesela. Çok
insan korkarken mezardan, mezarlıklardan, orası insanda korkudan çok öte bambaşka bir hissiyat
uyandırır. Hoş bir ürpertidir. Elinizde çay aklınızda bin türlü şey vardır. O kadar çok şey yazılabilir ki
İstanbul için kelimeler sayfalar yetersizliğinden çekinir, yazan da ifadesinden..
İstanbul’u anlatmak bir kerede çok zor. Bir baktım da şimdi sayfam bitmiş ben daha meselenin
girizgâhını bitirememişim. Diğer yazımda sadece birkaç, çok bahsedilmeyen, çok gezmek için gidilmeyen,
ez cümle bilinen ama çok üstünde durulmayan güzelliklerinden bahsetmek istiyorum İstanbulumuzun.
Herkese İstanbul kadar güzel günler diliyorum…
* Fotoğraflar Google isimli arama motorunun “Görseller” bölümünden alıntıdır.
49
Serdar Serhat ALTAN
Aydın AÇIN
Tiyatro – Söyleşi
Hüseyin KEFELİ ve
Murat BAVLİ İle
Tiyatro Üzerine Söyleşi
Hüseyin Kefeli İle Tiyatro Üzerine Söyleşi
S.S.ALTAN: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Hüseyin KEFELİ: Ben Hüseyin Kefeli Düzceliyim. 11 yıldır tiyatro
oyuncusuyum.Konya konservatuardan mezunum. 2012 yılında
Ankara Devlet Tiyatrosunda çalışmaya başladım. İstanbul ‘da tiyatro
üzerine yüksek lisans yapmaya başladım ve Şehir Tiyatrosuna
girdim.
S.S.ALTAN: Tiyatroya başlama fikri ne zaman ve nasıl başladı.
Ailenizde tiyatro ile uğraşan kimse var mı?
Hüseyin KEFELİ: Amcam lisede tiyatro kolundan sorumlu hocaydı.
Amcam aynı zamanda hocamdır benim. Bir tiyatro grubu kurdu ve
oyunun çıkmasına bir ay kala iki kişiyi çıkardı. Kimi döverek
oynatırım dedi ve beni seçti. O zamana kadar tiyatroyla alakam
yoktu. Böylelikle ilk oyunum olan Remzi Özçelik’in “ Sürek Avı “ adlı
oyununda oynadım. Ondan sonra sahneden hiç inmedim. Bölge
tiyatrosuna girdim ve 2003 beridir oyuncuyum.
S.S.ALTAN: Ailenizden veya çevrenizden destek gördünüz mü?
Hüseyin KEFELİ: Düzce ‘de tiyatroyla uğraşırken konservatuara
girmeye karar verdim. Bu kararımdan sonra başta amcam olmak
üzere çevremde destek verecek kimseyi görmedim. Lisede bilgisayar
programcılığı okuyordum. Üniversiteye girip bilgisayar öğretmeni
olmamı istiyorlardı. O yüzden destek görmedim konservatuvara
girme kararı alınca.
S.S.ALTAN:Tiyatro sizin için neyi ifade ediyor?
Hüseyin KEFELİ: Benim için nefes alma aracı. Kendimi ifade
edebildiğim en büyük araç diyebiliriz.Kendimi rahat hissediyorum ve
özgürleşiyorum.
S.S.ALTAN: Tiyatronun başka bir alanı ile ilgileniyor musunuz?
Hüseyin KEFELİ: Evet metin yazarlığı ile uğraşıyorum. Yazdığım
birkaç tane oyunum var. Bazıları amatör tiyatrolarca oynandı.’’Adını
sen koy’’ adlı oyunum Doğu Akdeniz Üniversitesinde oynandı.16
yaşındayken yazmıştım. Otuz kişilik oyun olduğu için üniversite ve
lise grupları için daha uygun oluyor.
S.S.ALTAN: Tiyatro alanında kendinize örnek olarak aldığınız bir
tiyatro oyuncusu var mı?
Hüseyin KEFELİ: Çok iyi ustalarla çalıştım. Onların her birinden
aldığım ve bana kattıkları çok şey oldu.Özellikle Ankara Devlet
Tiyatrosundan Durukan Ordu ve Zihni Göktay.
S.S.ALTAN: Son oynadığınız tiyatro oyunu hangisi ?
Hüseyin KEFELİ: Kültür A.Ş oyunu olan “ Eskitilmiş Kılıç “ ve “ Cibali
Karakolu “nda rol aldım. Ayrıca “ Sevgili Dar Ağacı “ adlı oyunu da
yönettim.
50
Hüseyin KEFELİ
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi
Şehir Tiyatroları Sanatçısı
S.S.ALTAN: Genellikle hangi tür oyunlarda rol almayı seviyorsunuz?
Hüseyin KEFELİ: Müzikallerden nefret ederim ama genelde hep
müzikal oyunlar denk gelir bana. Müzikalde rol almayı sevmem hatta
şimdi rol aldığım “Cibali Karakolu “ adlı oyunda da müzikal
var.Bunun dışında diğer türlerde oynamayı severim.
S.S.ALTAN: Tiyatro oyuncusu olmanın zorlukları nelerdir? Ya da
oyuncu seçme kriteri nedir?
Hüseyin KEFELİ: Akademik olarak etiğim alıp almadığınıza
bakıyorlar. Zamanında alaylı oyuncular çok yetişti.Yani usta-çırak
ilişkisinde yetişen oyunculardan bahsediyorum.Günümüzde alaylı
oyuncuların yetişmesi zor çünkü ustaların vakti pek olmuyor.Böyle
olunca akademik eğitimin önemi artıyor ve en önemli koşul sayılıyor.
S.S.ALTAN: Oyun seçimi neye göre belirleniyor ve metin bulma
konusunda sıkıntı yaşıyor musunuz?
Hüseyin KEFELİ: Türk tiyatro metinlerinde günümüzde fazla bir
üretim yok. Yazarlarımız günümüzde tiyatro oyunu yazmıyorlar.
Yabancı metinlerde böyle bir sıkıntı yok.Bizim tiyatromuzda genellikle
çeviri oyunlar daha çok oynanıyor.Yeterli kaliteye sahip oyunumuz
yok.Günümüzde çağdaş bu döneme ait fazla oyun yok.Tabi ki eskiye
ait kaliteli metinlerimiz var ama sınırlı sayıda.
S.S.ALTAN: İzleyicilerin en çok rağbet gösterdiği tür hangisi?
Hüseyin KEFELİ: Seyircimiz günlük hayatın bunalımını komediyle
atıyor.Bu nedenle tiyatro günümüzde güldürü ve eğlence aracı olarak
benimseniyor.Elbette iyi bir kitlemiz var diğer türler için ama genel
bakış komediden yana.Sosyal yaşamın o ağır yükünü bir nebze
komedi ile atıyor.Bundan dolayı komedi diğer türlere oranla biraz
daha rağbet görüyor.
S.S.ALTAN: Tiyatromuz bir bütün olarak istenilen seviyede mi?
Hüseyin KEFELİ: Tiyatro olarak iyi bir seviyedeyiz ancak ulaşmamız
gereken daha yüksek çıtalar var.Oyuncu kitlesi olarak fazla bir
sıkıntımız yok.Tiyatroya seyircimizin,tiyatroya olan bakışı olarak biraz
daha olgunlaşması gerektiğini düşünüyorum. Yıllar önce Düzce ‘de
dünya tiyatro günü vesilesiyle bir oyun düzenlemiştik. Bu önemli gün
nedeniyle yerel televizyondan röportaj için gelmişlerdi. Grup
yönetmeni ben olduğum için bana rağbet var mı diye sormuşlardı.
Ben insanların sigaraya beş lira verdiklerini ama tiyatro için üç lirayı
çok gördükleri yorumunda bulunmuştum. Seyirci bulamamıştık. O
günden bugüne bir iyileşme var ama kültürel olarak hala
eksikliğimizin olduğunu düşünüyorum.
S.S.ALTAN: Bir tiyatro oyuncusunun tiyatroyla beraber ilgilenmesi
gerektiği ve ona fayda sağlayacağını düşündüğünüz bir sanat dalı
var mı?
51
Hüseyin KEFELİ: Bir tiyatro oyuncusu kesinlikle bir enstrüman
çalması gerekir. Bedensel olarak kendine iyi bakması için sporla
ilgilenmesi şarttır. Ama kesinlikle müzik şart bence. Oyunculuk öyle
bir seviyeye çıktı ki el yeteneği vb. Birçok işlevi olması gerekir.
S.S.ALTAN: Günümüzde diziler ve sinemanın tiyatroya olan ilgiyi
azalttığı tartışılıyor.Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz ?
Hüseyin KEFELİ: Diziler farklı bir kulvarda. Sinema biraz daha yakın
ve az da olsa birbirlerini besliyorlar. Evet dizi izleyen önemli bir kesim
var ve sinema içinde bu böyle. Ancak tiyatro seyircisi olarak da bir
kitlemiz bulunuyor. Sadece insanlarımızın bu üç türün birbirinden
farklı olduğunun ve insanlara verdikleri duygunun farklı olduğunun
farkına varması gerekir. Tiyatro biraz daha günlük yaşamla iç içe ve
görsel olarak canlı bir şekilde sergileniyor. Tiyatroyu izleyen kişi bir
nevi oyunun ruhunu ve enerjisini algılıyor. Bunun dışında tiyatronun
kazanç kısmı ile sinema ve dizilerin kazancı için Zihni GÖKTAY
ustanın söylediği gibi :’’Biz buradan kazanıyoruz ekmek parası onlar
bize veriyor köfte parası.’’sözü bu durumu açıklıyor. Bende Zihni
Hoca’nın bu lafına katılıyorum.
S.S.ALTAN: Tiyatro üzerine söylemek istediğiniz temenni veya
dileğiniz var mı?
Hüseyin KEFELİ: İlerde tiyatroyu yönetecek bir yönetici olmak
istiyorum.Kendimizi daha iyi anlamak ve ifade etmek için tiyatroya
gidelim.Halk ile tiyatro oyuncu arasında bir uçurumun olmadığını
anlamalarını istiyorum.Sanatçının da halkın içinden ,onun bir parça
olduğunu unutmasınlar.Halk ile tiyatro arasında bütünleşmeyi
sağlayalım ve insanlarımızın daha çok tiyatroya gelmelerini
diliyorum.
52
Murat BAVLİ
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi
Şehir Tiyatroları Sanatçısı
Murat BAVLİ İle Tiyatro Üzerine Söyleşi
S.S.ALTAN: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Murat BAVLİ: Ben Murat Bavli 19 yıldır İstanbul Şehir Tiyatrosunda
oyuncuyum.Liseyi bitirdikten sonra fabrika işçiliği ve kırtasiyecilik işlerinde
çalıştım.Kısa bir süre sonra tiyatroya girdim.Çalıştığım işler tiyatroda bana
fayda da sağladı.
S.S.ALTAN: Tiyatroya başlama fikri ne zaman ve nasıl başladı. Ailenizde
tiyatro ile uğraşan kimse var mı?
Murat BAVLİ : Babam tiyatro oyuncusuydu.Bir anlamda işin içindeydim
zaten.Çevremde hep tiyatro müzik vardı bir nevi.Çalışırken bir dilekçe
vereyim dedim ve başvuru yaptım.Kabul olursa güzel olur diye
düşünürken,kabul oldu ve 19 yıldır oyunculuk yapıyorum.
S.S.ALTAN: Ailenizden veya çevrenizden destek gördünüz mü?
Murat BAVLİ : Evet özellikle babamdan destek gördüm .İstiyorsan
yapacağını düşünüyorsan uğraş dedi.Çevremde de tiyatro ile uğraşanlar
destekledi beni.
S.S.ALTAN: Tiyatro sizin için neyi ifade ediyor?
Murat BAVLİ: Tiyatro müzik ve diğer sanat dalları hayatın bir parçası.
Sokakta tiyatro var, günlük ilişkilerimizde tiyatro var yani günlük hayatta
olan her şey tiyatronun bir parçasıdır. Benim için hayatımın en önemli
parçasıdır.
S.S.ALTAN: Tiyatronun başka bir alanı ile ilgileniyor musunuz?
Murat BAVLİ: Hayır şu an ilgilenmiyorum ama metin yazarlığı ve oyun
yönetmenliği yapmayı istiyorum.
S.S.ALTAN: Tiyatro ananında akademik bir eğitim aldınız mı?
Murat BAVLİ: Kadıköy Konservatuar mezunuyum. Tiyatroya girdikten sonra
ben bu işin okuluna da gideceğim ve işin akademik yönünü de öğreneceğim
diye düşündüğüm için konservatuara girdim.Aslında burası da bir okul.
Oyun oynarken de hazırlanırken de çok şey öğreniyorsun.
S.S.ALTAN: Tiyatro alanında kendinize örnek olarak aldığınız bir tiyatro
oyuncusu var mı?
Murat BAVLİ: Ben ilk oyunumu oynadığımda sahneye bir çıktım baktım ki
etrafım usta oyuncularla dolu. Onlardan ayrı bir şeyler öğrendim. O yüzden
bütün büyük ustalar benim için önemlidir ve örnektir.
S.S.ALTAN: Son oynadığınız tiyatro oyunu hangisi?
Murat BAVLİ: Son oynadığım tiyatro şu an Şehir Tiyatrolarının Kağıthane
Sahnede oynatılan “ Cibali Karakolu “ adlı oyunudur.
53
S.S.ALTAN: Genellikle hangi tür oyunlarda rol almayı seviyorsunuz?
Murat BAVLİ: Trajedi, komedi, dram bütün türlerde rol aldım. Komedi belki biraz önde ama hepsinde oynamak benim
için ayrı ayrı zevk verici.
S.S.ALTAN: Tiyatro oyuncusu olmanın zorlukları nelerdir? Ya da oyuncu seçme kriteri nedir?
Murat BAVLİ: Başlamak için elbette az da olsa bir yeteneğinizin olması gerekir. Kesinlikle yapmanız gerek sürekli
çalışmak ve kendini geliştirmek. Genellikle sıfır oyuncu istiyorlar çünkü kendileri seni şekillendirmek ve belli bir
kıvama getirmeyi istiyorlar. Kendinin şekil vermesinin istediğin bir hamur misali. Bunun dışında bütün büyük
ustalardan bir şeyler almak için çalışacaksın.
S.S.ALTAN: Oyun seçimi neye göre belirleniyor ve tiyatro salonu sıkıntısı yaşıyor musunuz?
Murat BAVLİ: Salon sıkıntımız yok. Şehir Tiyatroları olarak yedi salonumuz mevcut. Belki bu özel tiyatrolar için geçerli
olabilir.
Oyun seçimi sanat yönetmeni tarafından yapılıyor. Repertuvar kurulu var ve projeler sunularak değerlendirilir. Sanat
yönetmeni ve repertuvar kurulu bir karar verir. Genellikle bir yelpaze oluşturulur.Bu yelpazede komedi,trajedi ve
komediden oluşan karışık oyunlara yer verilir. Seçimde biraz da evrensel nitelikli ve her kesime hitap edecek oyunlara
yer verilir.
S.S.ALTAN: İzleyicilerin en çok rağbet gösterdiği tür hangisi?
Murat BAVLİ: Komediye daha bir rağbet gösteriliyor. İnsanlar eğlenmek ve gülmek istiyor. Tabi ki diğer türlere de
rağbet var ama yüzdeye vuracak olursak %65 komedi diyebiliriz.
S.S.ALTAN: Tiyatromuz bir bütün olarak istenilen seviyede mi?
Murat BAVLİ: Yeterli sahne ,oyuncu ve oyunlarımız var.Seviye olarak ideal yeter ki halkımız istesin ve tiyatroya
gelsin.İyi şeyler yaptığımızda karşılığını alıyoruz.Dünden bugüne iyiye gidiyoruz.
S.S.ALTAN: Bir tiyatro oyuncusunun tiyatroyla beraber ilgilenmesi gerektiği ve ona fayda sağlayacağını
düşündüğünüz bir sanat dalı var mı?
Murat BAVLİ: Ben müzisyenimde aslında. Tabi ki de bir müzisyen olması bir müzik aleti bilmesi faydalı. Ressam olması
ve materyal olarak fayda sağlaması şart.Bu oyuncuya sahne de ve sahne arkasında çok yararlı olacaktır.
S.S.ALTAN: Günümüzde diziler ve sinemanın tiyatroya olan ilgiyi azalttığı tartışılıyor. Bunun hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Murat BAVLİ: Ben tiyatro ile sinemanın birbirini beslediğini düşünüyorum. Dizi durumu çok farklı bir şey televizyonla
ilgili. Dizileri farklı bir yere koyuyorum. Tiyatro ve sinema birbirini besliyor ama tiyatro biraz daha farklı bir durumda.
Tiyatro canlı performans ve sahnede yaydığınız bir enerji var. İzleyicimiz onu hissediyor ve olayın bir parçası
durumunda. Yalnız sinemada bu durum söz konusu değil.Birbirlerini olumlu yönde etkiliyorlar ve herhangi bir engel
durumu yarattıklarını düşünmüyorum.
S.S.ALTAN: Tiyatro üzerine söylemek istediğiniz temenni veya dileğiniz var mı?
Murat BAVLİ: İnsanların kendilerini yarınlara daha iyi taşıması ve hazırlaması için tiyatro, müzik ve diğer sanat
dallarıyla iç içe olmasının gerektiğini düşünüyorum. Kendilerini tiyatrodan mahrum bırakmamalarını diliyorum.
54
Ahmet SONKAYA
İnceleme
Mehmet Emin YURDAKUL
Vefatının 71. Yılında Bir Devrin Öncüsü
“Mehmet Emin YURDAKUL” Ahmet Ağaoğlu, Dr. Fuat Salih, Ahmet Ferit Beylerle birlikte
“Türkkültürü, dili ve sanatının geliştirilmesi amacıyla” kurulan Türk İstiklal Mücadelesinde önemli rolü olan Türk Ocakları kurucusu ve ilk genel başkanı Mehmet Emin YURDAKUL’ u Farkındalık Dergisi’nin ilk sayısında anmak ve hayatını mücadelesini siz değerli okurlara kısaca anlatmak ve hatırlatmak istiyorum.
Şiir yazmaya Servet-i Fünun Dergisi’nde başlayan Yurdakul bütün şiirlerinde sade bir dil ve hece ölçüsü kullandı; konularını toplum dertlerinden, sosyal-epik hayat sahnelerinden aldı; uyarıcı-öğretici şiirler yazdı. "Türk Şairi", "Milli Şair" diye anılır.
İlk şiirini 1897’de Yunan Harbi sırasında Selanik’te Asır Gazetesi’nde yayınlayan Yurdakul, “Cenge Giderken” adlı şiiri ile ünlendi. 1899’da “Türkçe Şiirler” isimli bir şiir dergisi çıkardı. İstanbul’da “Servet-i Fünun”’da, Selanik’te “Çocuk Bahçesi” Dergisi’nde, İzmir’de "Muktebes" adlı dergide şiirlerini yayımlamayı sürdürdü. Tanzimat Döneminde “halk için halk diliyle yazma” anlayışını Servet-i Fünûn Döneminde yeniden canlandıran sanatçıdır. Dili sadedir ve aruz yerine hece ölçüsü kullan ilk şairdir. Şiirlerinde kahramanlık ve milli bilinci öne çıkararak savaşa giden halkı cesaretlendirmiştir. Şiirlerinde Türk Milletinin gücünü haykırmıştır.
Dil bakımından halk şiirlerinden etkilenmiş olsa da, halk şairlerini iyi analiz edememesinden kaynaklı hece ölçüsünde başarısız olmuştur. Fakat açtığı yolda yeni nesiller yetişerek hece ölçüsünde çok başarılı şairler yetişmesine vesile olmuştur.
Türk Ocağı faaliyetlerini sürdürürken, İstanbul’un işgalinden sonra Mayıs 1919'da Sultanahmet Meydanı'nda düzenlenen mitingde sarf ettiği sözleri kulaklardan asla silinmedi. Gelin sözleri hatırlayalım;
"Demir ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın
öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî ve vatanî hatıralara mâlik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor..."
Türk Şairi kendini en iyi şekilde “Benim Ömrüm” şiirinde
anlatmıştır. Gelin o şiiri hatırlayalım; Genç çağdaydım, kendimi bir dikenli yolda buldum; Hıçkırıklar işittim, gül ve bülbül bağlarından. Felâketler topladım, Anadolu dağlarından; Uzun sazlı Âşıklar diyarında şair oldum. Ezgi koydum, âhlarla, figanlarla Türk şi'rine, Öz dilimle haykırdım, "Ey milletim, uyan!" diye; Viran yurdun dolaştım, bir şehrinden bir şehrine; Saç ve sakal ağarttım ben de, "Vatan, vatan!" diye. Vatan, vatan diyerek son nefesini 14 Ocak 1944 tarihinde
verdi. İstanbul’da hakkın rahmetine kavuştu. Zincirlikuyu
Mezarlığı’na defnedildi. Bu vatan için kanını, canını veren ve kalemi ile mücadele
eden ulu insanları asla unutmamak dileğimle…
55
Özcan URTEKİN
Folklor ve Halk Oyunları
Sayın Farkındalık dergisi
okuyucuları;
Halk oyunları ile ilgili
yazacağım yazılarla bilgi
darcığınıza minicik bir katkıda
bulunup küçük bir
“farkındalık” yaratabilirsem
ne mutlu bana.
İlkyazıma Folklor ve
Halk oyunları nedir, bu ikisi
arasında nasıl bir bağ vardır,
bunu açıklamaya çalışacağım.
Çünkü bu ikisi arasında anlam
karışıklığı yaşanmaktadır.
Folklor ve Halk Oyunları
Folklor
Folk (Halk) Lore (Bilim) demektir. İngilizce bir kelimedir.
Terim ilk kez İngiliz yazar William Thoms tarafından 1984 yılında
Londra'da yayınlanan "Athenaeum" adlı dergi yazısında
kullanılmıştır. Türkiye’de ise bu terimi ilk kez kullanan Ziya
GÖKALP'tir.
Folklor’un alanları ise; Maniler, Bilmeceler, Destanlar,
Hikayeler, Halk hekimliği, Halk müziği, Halk oyunları, Halk el
sanatları gibi kısaca halka ait olan herşeydir.
Folklor'ün amacı ise; Halk kültürünü araştırıp değerlendirerek
toplumun sosyo ekonomik gücünü ortaya çıkarmakla beraber Milletin
kültür birliğini sağlamakta. Mahalli kültürü önce Milli daha sonra
Evrensel kültür haline getirerek insanlığın ortak kültürüne katkıda
bulunmaktadır.
Türk Halk Oyunları
Ait olduğu toplumun kültür değerlerini yansıtan bir olayı, bir
sevinci, bir üzüntüyü ifade eden kökeni din ve büyü ile ilgili olan
müzikli olarak tek kişi ve ya guruplar halinde icra edilen ölçülü ve
düzenli hareketlerdir.
Ortaya çıkış nedenleri ise; Türkler, birlikte yaşama önemli
ölçüde değer veren, törelerine bağlı, yaratıcı insanlar olarak kabul
edilir. Tarihte ilk Türk uygarlıklarından Şamanların, Hunluların,
Oğuzların günümüze kadar uzanan belgelerinden geleneklerine bağlı
olarak yapılan törenlerinin en önemli bölümünü Halk oyunlarının
oluşturduğunu anlamaktayız.
56
Güneşin doğuşunu, batışını, çevredeki doğal olayları, mutluluk veren her şeyi taklide dayalı olarak
figürlerle anlatmaktaydılar. Doğal olaylar, Savaş, Din, Hasat ve Üretim, Tarım, Ölüm, Doğum, Aşk vb.
insani duyguları beden diliyle anlatmaya çalıştıkları zaman meydana çıkan figürler günümüz Türk Halk
Oyunlarında da kullanılmaktadır.
Fotoğraf Can Dündar’ın Mustafa Kemal Atatürk'ün yaşamının son 300 gününün anlatıldığı
1993 tarihli Sarı Zeybek isimli belgeselden alınmıştır.
Son olarak belirtmek gerekir ki; Türk Folklor’unun temelini Halk oluşturmaktadır. Bu yüzden Folklor
Halk Oyunları anlamında kullanılmaktadır. Fakat bu yanlış bir tanımlamadır. Folklor bütün Halk kültürünü
(yemek,efsane, türkü vb.) kapsayan bir terimdir. Halk oyunları ise, sadece yöresel dans ve yöresel giyimi
kapsayan bir bölümdür. Halk oyunları Folklor’un alanlarından biridir.
57
Edib Rasljanin İSLAMOĞLU
Deneme
Farkında(lıkta) Mısınız?
Farkında(lıkta) Mısınız?
Dîbâce
Her şey söz ile başladı. En mükemmel Söz Sahibi’nin “ol”
sözüyle... “Ol” sözünün neticesi olarak insan da söz(beyân) sahibi
oldu (Rahman suresi 4. ayet). Sözün etkisinin, gücünün büyüklüğüne
inananlardanım, tıpkı Yunus gibi;
“Söz ola kese savaşı Söz ola kestire başı Söz ola ağulu aşı Yağ ile bal ede bir söz.” yeter ki söylenen söz samimiyet tezahürü olsun, doğru olsun, istikrarlı
olsun ve en önemlisi gerekli olsun. Evet, en önemlisi gerekli olması
çünkü Kitabımız ondan da söz eder(Mü’minun suresi 3. ayet).
Cennet’te de gereksiz, boş söz duyulmayacak(Gaşiye suresi 11.
ayet).
*
Temennim ve duam odur ki elektronik ortamda yayın hayatına
giren Farkındalık Dergisi hepimiz için hayırlara vesile olsun. Kurucu,
yazar kadrosu ve yayına hazırlayan ekibi bu çabadan dolayı tebrik
ediyorum. Allah utandırmasın; yolumuz açık olsun, diyorum.
*
Farkında mısınız ki okuduğunuz bu satırlar bir elektronik,
sanal ortamda kendine mekân tutmuş? Tanzimat’tan bu yana
neşriyat türlerinin ciddi manada çoğalması, dönemin tüm
muharrirlerinin imkânını, umudunu ve tesirini artırdı. Bu vaziyet tá
internetin icadına dek sürdü. İnternet üzerinden muharrirlik yapmak
aslında sevindirici bir hal olmalıydı onlar için. Maalesef kimse
farkında değildi ki bizim matbuat - ki bunu içime sindiremiyorum,
söylemek de istemiyorum ama- pabucu dama atılmadıysa galiba
yakın gelecekte atılma tehlikesiyle karşı karşıya. Maalesef diyorum
çünkü kalem ve söz aşinası bendeniz, bir neşir türünün gözden
düşmesine zinhar razı değilim.
Son çeyrek asırda teknolojik gelişmelerin baş döndürücü hızla
artışı muharrir sayısının da artması anlamına geliyordu. Ve bu,
oldukça pozitif bir durumdur. Kalem erbabı fikrini, zikrini ve
popülaritesini artık sanal âlemde dünya aleme ulaştırır oldu. Çağın
gereği bunu yapmak pek tabiidir. Tabii olduğu için hemen hemen
bütün yazarlar mühimmatlarını bu cepheye taşımaya başladı. Anlık
olarak değişen dünya gündemini, sanatını, edebiyatını, ekonomisini,
sporunu ve sair alanları sıcağı sıcağına, dünyanın herhangi bir ülke,
kent, kasaba veya köyüne ulaştırma çabasındalar. İşte bu yüzden
ben de bu kervana katıldım, siz de öyle - farkında mısınız?
58
Biraz Mizah – Sizin İçin Seçtiklerimiz
Ömer ERDOĞAN
Günsel İSLAMOĞLU
Musa GÜVEN