14
KASTAMONU ÜNĠVERSĠTESĠ IV. ULUSLARARASI ġEYH ġA‟BÂN-I VELÎ SEMPOZYUMU -HANEFÎLĠK-MÂTURÎDÎLĠK- 05-07 MAYIS 2017 CĠLT 1

KASTAMONU ÜNĠVERSĠTESĠ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D263832/2017/2017_KARADENIZO.pdf · 2018. 5. 29. · Ġmam Malik‟e göre bu diyet Müslüman diyetinin yarısı kadardır

  • Upload
    others

  • View
    4

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • KASTAMONU ÜNĠVERSĠTESĠ

    IV. ULUSLARARASI

    ġEYH ġA‟BÂN-I VELÎ SEMPOZYUMU

    -HANEFÎLĠK-MÂTURÎDÎLĠK-

    05-07 MAYIS 2017

    CĠLT 1

  • III

    Kastamonu Üniversitesi

    IV. Uluslararası

    ġeyh ġa‟bân-ı Velî Sempozyumu

    -Hanefîlik-Mâturîdîlik-

    EDĠTÖRLER

    Yrd. Doç. Dr. Cengiz ÇUHADAR

    Yrd. Doç. Dr. Mustafa AYKAÇ

    ArĢ. Gör. Yusuf KOÇAK

    (Kastamonu Üniversitesi, Türkiye)

    ISBN: 978-605-4697-06-9 (Tk)

    978-605-4697-07-6 (1.c)

    Aralık 2017, Kastamonu

    Baskı: Kastamonu Üniversitesi Matbaası

    Eserde yayımlanan bildiri metinlerinde ileri sürülen görüĢlerin

    ilmî ve hukuki sorumluluğu bildiri sahiplerine aittir.

    Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Her hakkı saklıdır.

  • IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)

    528

    EBU HANĠFE‟NĠN AKILCILIĞI (Din - ġeriat Bağlamında)

    Osman KARADENĠZ1

    Özet

    Bilindiği gibi Ġmam A‟zam Ebu Hanife, akıl merkezli Küfe ekolüne, yani rivayetçiler

    karĢısında dirayet ekolüne mensup bir alimdir. Bu ekol, Ģüphesiz Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz.

    AiĢe, Ġbn Abbas, Ġbn Mes‟ud vd. bazı sahabelerin yolunu izleyen ve temelini Kur‟an‟da bulan

    akılcı geleneğin bir uzantısıdır. Bu gelenekten kaynaklanmıĢ olsa gerektir ki, Ebu Hanife

    çeĢitli rivayetler karĢısında pes etmeyen, fikrini hür olarak ifade etmekten çekinmeyen bir

    karakterde yetiĢmiĢtir. Tebliğde de sunacağımız üzere, M. Hamidullah‟ın da ifade ettiği gibi,

    Halife Mansur‟un, üstün bilgisini kabul etmesine rağmen, fıkhın tedvini konusunda

    kendisinden değil de Ġmam Malik‟ten talepte bulunması, onun siyasi ve dini konulardaki bu

    karakteristik tutumun tabii bir sonucudur. Ġçtihadına itiraz eden bir kimseye verdiği cevapta,

    tıpkı Hz. Peygamber‟in Muaz b. Cebel ve bu minval üzere Hz. Ömer‟in Kadı ġurayh ile ilgili

    olarak nakledilen hâdisede olduğu gibi, hüküm ararken önce Kur‟an‟a, sonra hadise ve

    nihayet orada da bulamazsa ashabın sözlerine baktığını belirtmiĢtir. Onlarda ihtilaf bulduğu

    takdirde birini diğerine tercih ettiğini, onların dıĢındakilerin içtihatları nasıl olursa kendi

    içtihadının da öyle olması gerektiği hususunda meĢhur sözü herkesçe malumdur: “Nahnu‟r-

    rical ve hum rical”. Ebu Hanife, Ģüphesiz fıkıh ekolleri açısından en eski ve vahyin kaynağına

    en yakın bir noktada bulunmaktadır. Bu avantajı sebebiyle, Allah‟ın varlığı-sıfatları, kaza-

    kader, din-Ģeriat gibi bazı çetin meseleleri, akli açıdan ele alırken kendine has bir bakıĢ

    açısıyla ortaya koymuĢ, merhum Akif‟in ifadesiyle dini asrın idrakine sunma noktasında

    kayda değer sosyolojik bir tutum sergilemiĢtir. Bu minval üzere bu tebliğde, Ebu Hanife‟nin

    akılcılığı noktasında, bilgi, iman ve amel üzerinden dini anlama ve yorumlamadaki ince

    vukufiyetini misalleriyle ortaya koymaya çalıĢacağız.

    Résumé

    Comme étant connu, Abou Hanifa était un savant qui fessait partie d'une école de

    rationnaliste a Kufa. Cette école, sans aucun doute, etait une extension de la tradition pour

    suivre le chemin de certains Compagnons rationnels, comme Omar, Ali, AiĢe, Ibn Abbas et

    Ibn Messoud. En raison de cette tradition, Abou Hanifa, n‟a pas peur d‟exprimer librement

    leurs pensées. Ainsi qu'en raison de cette avantage, il relevait avec un style unique les

    problèmes religieux comme par exemple la presence de Dieu et ses adjectifs, la religion, la

    charia etc. Dans cette présentation, nous avons essayer de montrer, la rationaité d‟Abou

    Hanifa, son succès de comprendre cette information. La fois et les actes religieux.

    Bilindiği gibi Ġmam A‟zam Ebu Hanife, akıl merkezli Küfe ekolüne, rivayetçiler

    karĢısında dirayet ekolüne mensup bir alimdir. Bu ekol, Ģüphesiz Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz.

    AiĢe, Ġbn Abbas, Ġbn Mes‟ud vd. bazı sahabelerin yolunu izleyen ve temelini Kur‟an‟da bulan

    akılcı geleneğin bir uzantısıdır. Bu gelenekten kaynaklanmıĢ olsa gerektir ki Ebu Hanife,

    çeĢitli rivayetler karĢısında pes etmeyen, fikrini hür olarak ifade etmekten çekinmeyen bir

    karakterde yetiĢmiĢtir. Tebliğde de sunacağımız üzere, M. Hamidullah‟ın da ifade ettiği gibi,

    Halife Mansur‟un, üstün bilgisini kabul etmesine rağmen, fıkhın tedvini konusunda

    kendisinden değil de Ġmam Malik‟ten talepte bulunması, onun siyasi ve dini konulardaki bu

    karakteristik tutumun tabii bir sonucudur.

    Ġçtihadına itiraz eden bir kimseye verdiği cevapta, tıpkı Hz. Peygamber‟in Muaz b.

    Cebel‟i ve bu minval üzere Hz. Ömer‟in Kadı ġurayh‟ı görevlendirmeleri ile ilgili olarak

    nakledilen hâdisede olduğu gibi, hüküm ararken önce Kur‟ân‟a, sonra hadise ve nihayet orada

    da bulamazsa ashabın sözlerine baktığını belirtmiĢtir. Sahabede ihtilaf bulduğu takdirde birini

    1 Prof. Dr., DEÜ. Ġlahiyat Fak. Kelam ABD Öğr. Üyesi

  • Kastamonu Üniversitesi

    529

    diğerine tercih ettiğini, onların dıĢındakilerin içtihadına uymak zorunda olmadığını Ģu ifade

    ile vurgulamıĢtır: “Nahnu‟r-rical ve hum rical”.

    Bu ifadeden de açıkça anlaĢıldığı üzere Ebu Hanife, temelde nakli esas almıĢ ve nassı

    yorumlamada ise aklı rehber edinmiĢtir. ġüphesiz o, fıkıh ekolleri açısından en eski ve vahyin

    kaynağına en yakın bir noktada bulunmaktadır. Bu avantajı sebebiyle, Allah‟ın varlığı-

    sıfatları, kaza-kader, din-Ģeriat gibi bazı çetin meseleleri, akli açıdan ele alırken kendine has

    bir bakıĢ açısıyla ortaya koymuĢ, merhum Akif‟in ifadesiyle dini asrın idrakine sunma

    noktasında kayda değer sosyolojik bir tutum sergilemiĢtir. Böylece o, değiĢen Ģartlarda dini

    emir ve yasaklara, yani dinin Ģeriat cephesine iĢlevsellik kazandırmıĢtır. Bu tutumu, dinin akli

    yorumu noktasında, istihsan ve örfe yer vermesi ile de açıkça müĢahede etmekteyiz.

    Bu akli hareket tarzı, onun insana bakıĢı ve verdiği değerden kaynaklanmaktadır. Ona

    göre, herkes akıl cephesinden ilahi vahye muhatap olmuĢ, bu sebeple de yeryüzünde Allah‟ın

    halifesi konumundadır. Her fert, bu ilâhi iliĢki sebebiyle, kendi baĢına, hiçbir tesir altında

    kalmadan aklını kullanmak ve Allah‟a ulaĢmak durumundadır. Ebu Hanife‟nin insana verdiği

    değer, kendine has bakıĢ açısıyla Ģöyle tecelli etmiĢtir:

    Ehl-i Kitab‟a verilecek cezalar hakkında, Ġmam ġafii‟ye göre, onlardan bir erkeğin ve

    kadının diyeti, bir Müslüman erkeğin ve kadının diyetinin üçte biri kadardır. Ġmam Malik‟e

    göre bu diyet Müslüman diyetinin yarısı kadardır. Ebu Hanife ise, kadın erkek farkı

    gözetmeden hepsinin eĢit olduğunu söylemiĢtir. Diğer taraftan ġafii, durum ne olursa olsun,

    bir kâfire karĢılık bir mümin öldürülemeyeceğini; Ebu Hanife ise öldürülebileceğini

    söylemiĢlerdir. YaĢlı bir ihtiyara cizye gerekip gerekmeyeceği konusunda da ġafii, gerekli

    görürken Ġmam Azam gerekli görmemiĢtir.2 Görülüyor ki burada, insana verilen değer

    açısından rivayet ehli ile dirayet ehli arasında yadırganamayacak farklar vardır.

    Kadının evliliğinde velisinin iznine gerek olup olmadığı noktasında da Ebu Hanife

    yalnız kalmıĢtır. Cumhura göre kadın, evlenmede mutlak hürriyete sahip değildir. Ebu Hanife

    bu görüĢe muhaliftir. Bir rivayete göre, bu konuda kendisine, aksi rivayet olmakla beraber,

    sadece talebesi Ebu Yusuf katılmıĢtır. Öte yandan kadının malı üzerinde de tasarruf hakkı

    vardır. Kaldı ki bir kadının malı üzerinde velayet hakkına sahip bulunması yanında nefsi

    üzerinde olmaması anlamsızdır. Zira mal da can da kendisinindir; aralarında fark yoktur. Bu

    velâyet, bulüğa ermek ve reĢid olmakla ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla akıl ve bulüğla

    gerçekleĢen velâyet hakkı her ikisine de Ģamildir. Erkek için bu haklar söz konusu olunca

    kadın için de geçerli olmalıdır; kıyas bunu gerektirir. Bu nedenle bir rivayette Ebu Hanife‟ye

    göre, asabiyet güden bir velinin zorlamasıyla kız, kendisine uygun olmayan biriyle evlenirse

    bu nikâh fâsid olur. Bu görüĢ, nikâhı kadına isnad eden âyet ve hadislerle de te‟yit edilmiĢ

    olmaktadır.3

    Bütün bu bakıĢ açısı ile, mesleği gereği dolaĢtığı coğrafyalarda Ģahit olduğu farklı

    kültür ve değerler, Ebu Hanife‟nin, ilahi bir vergi olan ortak aklı/kamuoyunu, baĢka bir ifade

    ile örfü dini bir delil olarak görmesinde etkili olmuĢtur. Bu sebeple tebliğde, konunun daha

    açık bir Ģekilde vuzuha kavuĢması açısından, öncelikle Ebu Hanife‟nin yetiĢtiği çevre ve bilgi

    kaynakları sebebiyle, meselelere akli bakıĢ açısı ve metodik yaklaĢımına ayrı bir baĢlık

    altında yer vermek istiyoruz.

    A- BĠLGĠ KAYNAKLARI ve METODU Ebu Hanife‟nin meselelere özellikle akılcı yaklaĢım tarzında, yetiĢtiği coğrafya ve bu

    ortamda iĢtigal ettiği mesleğin önemli bir yeri vardır. ġüphesiz o, mesleği gereği, çeĢitli

    coğrafyalarda farklı mezhep ve görüĢlere tanıklık etmiĢ, bu coğrafyadan kaynaklanan bir

    takım problemlere çözüm bulma noktasında, ihtiyaçlara göre dini yeniden yorumlama

    gereğini hissetmiĢti.

    2 Bağdadi, Abdulkahir, Mezhepler Arasındaki Farklar, Çev. E.Ruhi Fığlalı, Ankara, 1991, s. 281-282.

    3 Konu ile ilgili ayet (Bakara(2), 230, 232) ve hadislerin yorumu; ayrıca muhalif görüĢler hakkında bak. Ebu

    Zehra, Ebu Hanife, Terc. O. Keskioğlu, Ġstanbul, 1970, s. 577-582 vd.

  • IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)

    530

    Bilindiği gibi, Hatib el-Bağdadi, Ebu Hanife‟nin hayat hikâyesine en geniĢ Ģekilde yer

    veren bir müellif olarak ne yazık ki, onun leh ve aleyhindeki rivayetleri aktarmıĢ, ancak diğer

    muhaddislerin yolunu takip ederek tarafsız bir Ģekilde davranamamıĢtır. Bu arada Ģu da kayda

    değer bir husustur ki Ebu Hanife kadar leh ve aleyhinde konuĢulan baĢka bir Ģahsiyet yoktur.4

    Bütün bunlar bir yana, biz burada, onun her yerde ulaĢabileceğimiz hayat hikâyesine yer

    vermek suretiyle konuyu uzatarak tebliğ sınırlarını zorlamak istemiyoruz. Bizim için mühim

    olan, epeyce müctehid yetiĢtirmiĢ üstadımızın bu atmosferde hangi kaynaktan beslendiği ve

    fikir dünyasına tesir eden saik ve etkenlere kısaca da olsa iĢaret etmektir.

    Hayatını etraflıca ele alıp günümüze taĢıyan Ebu Zehra‟nın da ifade ettiği üzere, Ebu

    Hanîfe, öncelikle devrindeki Ġslâm ilimlerini ve kültürünü elde etmiĢ aydın bir kimse olarak

    temayüz etmektedir. O, evvelâ Asım kıraati üzere Kur‟an-ı Kerîm‟i ezberlemiĢ biri olarak

    engin bir Kur‟an kültürüne hakimdi; dini kaynağa yakın olması bakımından da, ĢimĢekleri

    üzerine çekecek kadar, hadîsleri değerlendirme konusunda geniĢ bilgi ve zekâya sahipti. Bu

    arada dinin ana konularını ele alıp inceliklerine vukufiyet açısından bigâne kalamayacağımız

    edebiyat, Ģiir ve nahiv gibi alet ilimlerini de tahsil etmiĢti.

    Ebu Hanife, bu birikim ve donanımla, öncelikle itikadi meselelerde çeĢitli fırkalarla

    mücadele etmiĢtir. Ticaret sebebiyle pek çok ilmi sohbete katıldığı bilinmektedir. Rivayetler,

    onun mesleği gereği çok seyahat ettiğini, bu arada elli beĢ defa hacca gittiğini söylüyor. Bu

    rakam, biraz mübalâğalı ise de, bu ziyaretlerin daha çok ilim amaçlı olduğu muhakkaktır.

    Belli ki onun asıl maksadı, hac esnasında bir taraftan ders alması, diğer taraftan ders vermesi

    idi. Bu arada baĢkalarından ilim öğrenir, rivayet eder ve fetvâ verirdi. Hattâ bazı münazara ve

    münakaĢalarda bulunmak üzere ara sıra Basra'ya gittiği, orada bir sene kaldığı

    nakledilmektedir. Bu itikadi konularla ilgili gayretlerinden sonra, nihayet hocasının vefatı

    üzerine fıkha yönelmiĢtir.5 Daha çok Küfe'de yetiĢen Ebu Hanife, zengin ve renkli bir ilmî

    muhit içinde hayatını geçirme Ģansına sahipti:

    “Hz. Ömer, Abdullah b. Mesud'u halka Kur'an ve fıkıh öğretmek için Küfe'ye

    gönderirken, „Abdullah'ı göndermekle sizi kendime tercih ettim‟ demiĢti… Küfe'nin

    kuruluĢundan, Hz. Osman‟ın hilafetinin sonlarına kadar Küfe halkına Kur'an ve fıkıh öğreten

    Abdullah b. Mes'ud, dörtbine ulaĢan fakih ve muhaddis ashabıyle Küfe'nin diğer Ġslam

    beldeleriyle ilmi bakımdan rekabet edebilecek bir seviyeye ulaĢmasında en büyük paya

    sahipti. Bu yüzden Hz. Ali, Küfe'deki fukahanın çokluğundan dolayı sevinerek, „Allah, Ġbn

    Ümmi Abd (Abdullah b. Mes'ud)‟e rahmet etsin. Bu belde (Küfe)yi ilimle doldurmuĢ‟

    demiĢti… Hz. Ali'nin, hilafet merkezini Küfe'ye nakletmesinden sonra çok sayıda sahabi

    Küfe'ye göç etmiĢti. Bunların sayılarının bin beĢ yüz civarında olduğu belirtilmektedir…”6

    ĠĢte Ġmam Azam, böyle bir kültür ortamında, dini açıdan zengin ve biraz önce de ifade

    edildiği gibi, daha çok Hz. Ömer ve Hz. Ali, Ġbn Mesud, Ġbn Abbas gibi dirayeti esas alan bir

    kaynaktan beslenen ilmi havayı soluyordu. Hayatı daha çok, mesleği gereği Küfe, Mekke ve

    Bağdad gibi, o gün için oldukça muteber Ġslâm beldelerinde geçti. Dolayısıyla, Araplardan

    baĢka muhtelif ırk ve milletlere mensub Müslümanlardan ders alma fırsatını bulmuĢtu.

    Kendilerinden ders aldığı üstadları arasında, HabeĢ‟li Ata Ġbni Ribah, Ġbni Abbas‟ın azatlı bir

    kölesi olan Ġkrime ve taraftan Mekhül ise Berberi, ġam, Mısır ve Kâbil kaynaklı idi. Bu

    sebeple bütün bunlardan onun Farsçaya da vakıf olduğu anlaĢılmaktadır.

    Ticaret büyük bir ihtimalle babadan kalma mesleği idi. Hayatı boyunca ipekli kumaĢ

    ticareti yaptığı ve talebelik yıllarında dahi zengin olduğu bilinmektedir. Öyle görülüyor ki,

    baĢlangıçta o ilim tahsil etme fırsatını bulamamıĢ ve zevkini tadamamıĢ biri olarak zekâ ve

    4 Bu konuda bilgi için bak. Ebu Zehra, A.g.e., s. 92 vd.; Ünal, Ġ. Hakkı, Ebu Hanife‟nin Hadis AnlayıĢı, Ankara,

    1994, s. 219-265. 5 Bak. Ebu Zehra, A.g.e., s. 39-40.

    6 Rivayetler için burada geçen kaynaklara bakılabilir. Küfe'ye yerleĢen sahabilerin bir listesi için bkz. Ġbn Sa'd,

    Tabakat, VI, 12 vd… Küfe'de baĢta hulefâ-i râĢidîn ve Abdullah b. Mes'ud olmak üzere birçok sahabiden

    rivayette bulunan çok sayıda tabiî hakkında geniĢ bilgi için bkz. Ġbn Sa'd, Tabakat, Vl , 66 vd. (Ünal, A.g.e., s.

    49 vd.; Ayrıca bak. M. Hamidullah, Ġmam-ı Azam ve Eseri, Çev. K. KuĢçu, Ġstanbul, 1963, s. 15-14.

  • Kastamonu Üniversitesi

    531

    kudretini çarĢıda, pazarda tüketiyordu. Fakat Emevi halifelerinden en saygın kabul edilen

    Ömer Ġbni Abdülaziz iktidara gelince, onun ilme ve ulemaya verdiği değer, Ebu Hanife‟nin

    üzerinde de tesirini gösterecek ve hayatına yeni bir yön verecekti.7

    Abbasiler dönemine gelince, halifelerin himayesi altında, bazı talepler üzerine ferdî

    çalıĢmalarla bir takım kanun mecmuaları hazırlanmaya baĢlandı. Bu gayretler arasında, halife

    Mansur‟un isteği üzerine Ġmam Malik‟in Muvatta‟ı, bir kanunname metni olarak fıkıh

    bablarına göre tertip olunmuĢtu. Bununla ilgili olarak merhum Hamidullah‟ın Ģu tespitine

    burada yer vermek istiyoruz:

    “Üstün bilgisini kabul etmiĢ olmasına rağmen halife Mansur‟un (hükümeti: h.136-

    158), Ebu Hanîfe‟nin yerine Ġmam Malik‟den Fıkhın tedvinini taleb etmiĢ olması, Ġmam Ebu

    Hanife‟nin, o tarihlerdeki ihtiyarlığından ileri gelmiĢ olabilir. Bundan fazla olarak onun siyasî

    meselelerde korkmadan fikrini söylemesi ve düĢüncede istiklâline sahib olmasının da buna

    sebeb olması muhtemeldir…

    Sonra Mansur‟un aleyhine hicretin 148. senesinde isyan olunca müĢarünileyh aleni

    olarak Mansur‟un aleyhinde bulundu. Ġmam Malik de bidayette Mansur‟a biatin cebren

    yapıldığını ve bu itibarla gayrı muteber olduğuna dair fetva vermiĢti… Mansur, Ġbn Ebi

    Zi‟bi‟l-Amiri, Ġmam Ebu Hanîfe ve Ġmam Malik her üçünü çağırarak, onlara kendisinin

    hilâfete ehil olup olmadığını sordu. Ġbn Zi'b ve Ġmam Ebu hanife, Mansurun ahlâki

    noksanlarını açıktan açığa yüzüne söylediler. Lâkin Ġmam Malik, pek hoĢ bir tarzda Ģöyle

    cevab verdi: Eğer Allah seni bu vazifeye lâyık görmeseydi, ümmetin muamelâtını senin eline

    vermezdi ve Peygamberden (akrabalık bakımından) senden fazla uzak olanları, ümmetin

    muamelatından uzaklaĢtırmazdı.”8 Nihayet halife, Ġmam Malik‟e müracaat etmiĢ ve böylece

    kadılar için Muvatta, bir kanunname metni olarak ortaya çıkmıĢ oldu.

    Bilindiği üzere Emevilerin son dönemi ile Abbasileri ilk dönemi, Ġslam ilimlerinin

    yavaĢ yavaĢ ortaya çıkmaya ve tedvin edilmeye baĢladığı devirlerdir. ĠĢte Ġmam Azam da, her

    iki dönemi de müĢahede eden biri olarak, ilmi uyanıĢın baĢladığı ve hız kazandığı böylesi bir

    atmosferde kendini buldu. Bu coğrafya, farklı kültürlerin kıyasıya yarıĢ yaptığı bir ortamdı.

    Akıl ve zekâca üstün yeteneğe sahip bir kiĢinin bu atmosfer ve coğrafyada kulağını olup

    bitene tıkaması düĢünülemezdi. Rivayete göre, meĢhur bir muhaddis olarak Ģöhret bulan

    ġa‟bî, insan seçen gözleri, bir Ģeyler va‟deden Ebu Hanife‟deki cevheri fark etmiĢ olmalı ki

    bir gün kendisine Ģöyle sormuĢtu: “Ey beyzade! Siz ne dersi alıyorsunuz? Ticaret lâfını

    duyunca dedi ki, gaflet etmeyiniz ilim tahsil etmeye ve ulemanın meclisine devam etmeğe

    bakınız. Çünkü ben sizde bir uyanıklık ve kudret görüyorum.”9

    Ebu Hanife, sağlam bir mantıktan hareketle, akli temeller üzerinde dini anlama ve

    yorumlama noktasında statik değil, günün Ģartlarına uygun dinamik bir anlayıĢa sahip bir

    alimdir. Ancak kendi görüĢünün yegâne doğru olduğu noktasında ısrarcı bir tavır sergilemez.

    Ne yazık ki bu anlayıĢ zamanla kaybolmuĢ, aradan asırlar geçmesine rağmen hâlâ bu durağan

    zihniyet devam etmektedir. ġartlar ve hayat değiĢmiĢ, mezhep ve görüĢler hep aynı kalmıĢ,

    değiĢmemiĢtir. ġu hadise, kendisinin değiĢen Ģartlara göre aklı kullanma noktasında ileri

    görüĢlülüğüne çarpıcı bir örnek teĢkil etmektedir:

    Ġmam Züfer anlatıyor: Ebu Yusuf ve Ġmam Muhammed ile birlikte Ebu Hanîfe‟nin

    dersine devam ederdik. Onun söylediklerini yazardık. Bir gün Ebu Yusuf‟a dedi ki: “Ne

    yapıyorsun öyle Yakub (Yusuf), benden her iĢittiğini yazma! Çünkü ben bugün bir re'y (görüĢ)

    görürüm, yarın onu bırakırım, yarın bir re'y görürüm öbürgün ondan vazgeçerim.”10

    ġüphesiz sadece bu rivayet bile, yetiĢtiği fikri atmosferde farklı kültürleri soluyan biri

    olarak Ebu Hanife, değiĢen Ģartlara göre Ģeriatin değiĢtiği gerçeğini idrak noktasında dirayet

    ortamında baĢ temsilci olma Ģerefine nail olmuĢtur. Kaldık ki ġehristani'ye göre, ümmetin

    7 Saymuri, Ebu Abdillah, Ahbaru Ebi Hanife, Beyrut, 1985, I, 68; Hamidullah, A.g.e., s. 26-27. Ayrıca bak. Ebu

    Zehra, A.g.e., s. 45-46. 8 Saymuri, A.g.e., I, 69; Hamidullah, A.g.e., s. 11-12.

    9 Bak. Hamidullah, A.g.e., s. 26-27 (el-Muvaffak, Menakib‟ül-Ġmami‟l-A‟zam, I, 59‟dan naklen).

    10 Bak. Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, Beyrut, ts., XIII, 424; Ebu Zehra, A.g.e., s. 105.

  • IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)

    532

    müçtehitleri iki kısımdır: Ashab-ı hadis ve ashab-ı rey. Hadis ashabı, Hicaz ehli yani Malik b.

    Enes, ġafii, Sevrî, Ahmed b. Hanbel, Davut b. Ali ve ashablarından müteĢekkildir. Ashab-ı

    rey ise, Irak ehli yani Ebu Hanife ashabı, Ġmam Muhammed, Ebu Yusuf ve Ġmam Züfer ve

    ashablarıdır.11

    Râzî‟ye göre, ashab-ı hadis tabiri sadece ġafiilere hastır. Halkın çoğunluğu nazarında,

    ġafiî taraftarları ashab-ı hadis olarak; Ebu Hanife taraftarları da ashab-ı rey olarak bilinirler...

    Onlar bu tabirin kendilerine has olduğunu itiraf ve hatta bununla iftihar ederler.12

    Buradan da açıkça anlaĢıldığı üzere Ebu Hanife, rey ekolüne mensup olmakla dini

    yorum ve açıklamalarda değiĢen Ģartları göz önüne almaktadır. Böylece dini esaslar hakkında

    münazara ve münakaĢa yapma konusunda kendisini olgunlaĢtırmıĢ, en yüksek bir dereceye

    ulaĢtırmıĢtı. Fıkha yöneldikten sonra bile, gerektiği zaman usul ve akait esaslarında münakaĢa

    etmekten geri kalmıyordu. MünakaĢa esnasında karĢı tarafın ruh haletine göre tavır alıp

    yöneltilen sorulara soru ile karĢılık vererek, önce onların da kabul edeceği noktalardan

    meseleye yaklaĢımı ve nihayet kendi mantık ve silahlarıyla anlayacakları dilden cevap verme

    becerisi, onun kıvrak zekâsının bir ürünüdür.

    Günah iĢleyen bir Müslümanın kâfir olacağını iddia eden Haricilerden bir grup, Küfe

    mescidine baskın düzenlemiĢti. Orada bulunan Ġmâm A‟zam‟a, çetin sorular yönelttiler.

    Üstadın soru soranlara karĢı takındığı tavır, kayda değerdir:

    - Mescidin önünde iki cenaze var. Biri bir erkek cenazesi, Ģarap içmiĢ, boğazında

    kalmıĢ, boğulmuĢ ölmüĢ! Diğeri bir kadın cenazesi, zina etmiĢ, bundan hamile kaldığını

    anlayınca intihar etmiĢ. Bunlar hakkında ne dersin?

    - Bunlar hangi millettendirler? Yahudi miydiler?

    - Hayır.

    - Hıristiyan mıdırlar?

    - Değil.

    - Putperest mi?

    - Hayır.

    - Hangi millettendiler ya?

    - Allah‟tan baĢka tanrı yoktur, Muhammed onun kulu ve Peygamberidir, diyen

    ümmettendirler.

    - Bu kelime-i Ģehâdet imanın üçte, dörtte veya beĢte biri midir?

    - Ġmanın öyle üçte, dörtte, beĢte biri olmaz, o parçalanmaz!

    - Ġmanın kaçıdır?

    - Bütünüdür.

    - Öyle ise cevabını kendiniz verdiniz. Onların mü'min olduğunu söylediniz.

    - Bunu bir yana bırak. Onlar Cennet ehlinden mi, yoksa Cehennem ehlinden mi?

    - Bu hususta ben Ģunu diyebilirim: Hz. Ġbrahim bu ikisinden daha büyük günah iĢleyen

    kavim için Ģöyle demiĢti: “Bana tâbî olanlar bendendir. Bana karĢı gelenler hakkında Sen

    Gafur ve Rahimsin..”13

    Keza Hz. Ġsâ‟nın onlardan daha çok günahkâr olan kavim için

    dediğini tekrarlarım: “ġayet azap edersen onlar da Senin kulların, Ģayet onları affedersen Aziz

    ve Hakîm olan Sensin.”14

    Ebu Hanife‟nin karĢı konulmaz bu cevapları karĢısında Hariciler, sustular ve

    silâhlarını bırakmak zorunda kaldılar.15

    Haricilerin, nassları dar çerçevede yorumlayarak meselelere yaklaĢım tarzları,

    kendilerini, kendi dıĢındakileri tekfir noktasına getirmiĢ, farklı ve çeliĢik rivayetler içinde

    bocalama ve dinin önünde engel olma konumuna sokmuĢtur. Zaman içinde Kur‟an ile

    hadisler arasında ortaya çıkan çeliĢkiler sebebiyle zihinler oldukça bulanmıĢ, kafalar

    11

    Bak. ġehristani, el-Milel ve‟n-nihal, (Ġbn Hazm‟ın el-Fasl hamiĢinde) Lübnan, ts, II, 45-46. 12

    Ünal, A.g.e., s. 38 (Razi, Menâkıb, y.y. 1279 h., s. 242-45‟ten naklen) 13

    Ġbrahim(14), 36. 14

    Maide(5), 118. 15

    GeniĢ bilgi ve kaynaklar için bak. Ebu Zehra, A.g.e., s. 39-40.

  • Kastamonu Üniversitesi

    533

    karıĢmıĢtır. Nassları yorumlamada ilmi bakımdan yetersiz kalan Hariciler, bu katı/fanatik

    tutumlarını sergilemiĢlerdir. Günümüzde, hâlâ bu inacı paylaĢan ferd ve grupların varlığı,

    nasların ruhunu anlamakta güçlük çeken bu Harici zihniyetin devamından baĢka bir Ģey

    değildir.

    Her ne kadar durum böyle ise de aslında, hadisleri Kur'an'a arz meselesi, sahabe

    zamanından beri bilinen ve uygulanagelen bir husustur. Bu, aynı zamanda diğer mezhep

    imamlarının da göz önüne aldıkları bir usüldür. Ebu Hanife‟nin bu konudaki tutumu, Kur‟an-

    hadis iliĢkisi bağlamında, dini açıdan gayet tutarlı ve mantıkidir. AĢağıda kendisinden

    sunacağımız ifadeler, onun meselelere akılcı yaklaĢımı sebebiyle Kur‟an‟ın asıl alınması ve

    ona uymayan hadis ve rivayetlerin terk edilmesi gerektiği noktasında çok dikkat çekicidir:

    “Mü‟min zina ettiği zaman, gömlek nasıl baĢından çıkarsa iman da aynen öyle

    baĢından çıkar. Sonra tevbe ettiği zaman iman kendisine iade edilir” diye rivayet edeni

    yalanlarım. Bu, ancak, Peygamber (s.a.v.)'den batıl rivayette bulunan kimseyi reddir. Töhmet

    bu kimseyedir. Peygamber 'in söylediği her Ģey, iĢitelim, iĢitmeyelim, baĢımız gözümüz

    üstünedir. Ona iman eder, Allah‟ın nebisinin söylediği gibi olduğuna Ģehâdet ederiz.

    Allah‟ın peygamberi Allah‟ın kitabına muhalefet etmez. Bu rivayet ettikleri ise

    Kur‟an‟a muhaliftir. Çünkü Allah: “zina eden kadın ve zina eden erkek…”16

    buyurmuĢ, fakat

    iman ismini ondan nefyetmemiĢtir. Allah: “sizden zina edenler…”17

    buyurmuĢ, buradaki

    “sizden (minküm)” ifadesiyle Yahudi ve Hıristiyanları değil, Müslümanları kasdetmiĢtir. Yine

    Allah‟ın Ģu “Allah‟ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir”18

    sözünde,

    kendisine iman etmeyenler kast edilmiĢtir. Bu sözü, bize hocalarımızdan bazıları Ġbn

    Ömer‟den nakletmiĢtir...”19

    Hatib Bağdadi, Ebu Hanife‟den Ģunu aktarmaktadır:

    “Ben evvela Allah‟ın kitabında olanı alırım. Onda bulamazsam Peygamberin

    sünnetinden alırım. Allah‟ın kitabından ve Peygamberin sünnetinde bulamazsam o zaman

    Ashabın sözlerini alırım. Onlardan dilediğimin sözünü alır, dilediğimi bırakırım, onların

    sözünden baĢkasının sözüne çıkmam. Fakat iĢ Ġbrahim Nehai, ġa‟bi, Ġbn Sirin, Hasan Basri…

    bunlar ictihat yapmıĢ kimselerdir, onlar nasıl içtihat ettilerse ben de onlar gibi ictihat

    ederim.”20

    B- DĠN VE ġERĠATA YAKLAġIMI

    Evvela Ģunu dile getirmemiz gerekir ki Ebu Hanife‟ye göre, ilim amelden daha

    faziletli ve değerlidir. Çünkü ilim olmadan sağlıklı ve faydalı bir amelden (amel-i salih) söz

    edilemez. ġüphe yoktur ki ilim bize neyi, nasıl yapmamız gerektiği konusunda yol gösterir:

    “Organların göze tabi olması gibi, amel de ilme bağlıdır. O halde amelle birlikte ilim,

    cehaletle beraber bulunan çok amelden daha faydalıdır. Bu sebeple Allah Teâlâ Ģöyle

    buyurmuĢtur: “De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri tezekkür

    edebilir.”21

    16

    Nur(24), 2. 17

    Nisa(4), 16. 18

    Maide(5), 44. 19

    Beyâzi-zâde, el-Usulu‟l-münife li‟l-Ġmam Ebi Hanife, AraĢtırma ve notlar ilâvesiyle Terc. Ġlyas Çelebi,

    Ġstanbul, 2000, s. 113-114. GeniĢ bilgi için bak. Ünal, A.g.e., 84 vd. “Ebu Hanife'den sonra bu konu üzerine en

    çok dikkat çeken Ebu Yusuf olmuĢtur. O Ģöyle der: "Rivayetler çoğaldıkça bunlar arasından, bilinmeyen, fıkıh

    ehlinin bilmediği, Kitaba ve Sünnete uygun olmayan rivayetler ortaya çıkar. ġaz hadislerden sakın, hadisçilerin

    ve fukahanın bildikleri (kabul ettikleri) ile, Kitap ve Sünnete uygun olanları al, diğerlerini buna göre

    değerlendir. Çünkü Kur'an'a muhalif olan, Hz. Peygamber'den rivayet edilmiĢ dahi olsa ondan değildir" Ebu

    Yusuf bu görüĢünü, Hz. Peygamber‟e isnad ettiği Ģu hadisle de teyid etmektedir: “Resulüllah (s.a) ölüm

    döĢeğinde Ģöyle dedi: Ben yalnızca Kur' an'ın haram kıldıklarını haram kılarım. Allah'a yemin ederim ki benim

    adıma bir Ģeye (beni bahane ederek) sarılmasınlar” (Ünal, A.g.e., s. 85. Ebu Yusuf, er-Red, (Beyrut, ty.) s.

    31‟den naklen) 20

    Ebu Zehra, Ebu Hanife, s. 363-364 (Tarih-i Bağdat, XIII, 368‟den naklen). Ayrıca bak. Saymuri, A.g.e., I, 24. 21

    Zümer(39), 9.

  • IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)

    534

    Buna dayalı olarak dinin usulü (itikat) de, furu‟undan (ameli meseleler) daha

    faziletlidir. Kendi ifadesi ile bu husus, daha sonra Ġmam Maturidi‟nin de tekrar edeceği üzere,

    Ģöyle dile getirilmiĢtir: “Dinde fıkıh, ahkâmda fıkıhtan daha faziletlidir... Bunlardan itikadla

    ilgili olanlar, fıkh-ı ekber‟dir. Dolayısıyla kiĢinin, rabbine nasıl ibadet edeceğini öğrenmesi,

    diğer birçok ilimleri toplamasından daha hayırlıdır.”22

    Ġmam Azam‟ın bu bakıĢ açısı, dinde aklı kullanmaya ve ilmin önemine açıkça iĢaret

    etmektedir. Bütün bu hususları belirttikten sonra ona göre fıkhen en önde gelen fazilet, kiĢinin

    “Allah‟a imanı öğrenmesi”dir. Bu sebepledir ki ifade ettiğimiz üzere o, evvelâ itikadla ilgili

    meseleler üzerinde durmuĢ, sonra da hocası Hammad‟ın vefatı üzerine bugünkü anlamda

    fıkha yönelmiĢtir. Yoksa, zaman zaman dile getirildiği gibi, kelamdan ve kelami

    tartıĢmalardan insanları menetmesi, onun bu ilme karĢı oluĢundan değil, o yıllarda, dıĢ

    kaynaklı dine muhalif gibi görünen bazı görüĢlerden ve bunları savunan kiĢilerin, dinin

    aslından sapma gibi yanlıĢ hareket tarzlarından kaynaklanmakta idi.

    Aslında el-Alim ve‟l-müteallim‟de de belirttiği üzere, sahabenin bu ilme dalmamaları,

    karĢılarında bu alanda savaĢan kimselerin bulunmaması ve bu sebeple de onlara karĢı silâh

    taĢıma ihtiyacının olmamasından kaynaklanmıĢtır. Halbuki biz, bize ta‟n eden ve savaĢ açmıĢ

    kiĢilerle karĢı karĢıyayız. Gerçekten de bu durumda silâha muhtacız.23

    Belirtmeğe gerek yoktur ki bu silah, her konuda ihtiyaç duyduğumuz akıl ve mantıktır.

    Bu gerekçe ve sebeplerden dolayı Ebu Hanife‟nin, devrindeki pek çok dehri (tabiatçı) vd.

    gruplarla, bu kâinatın bir yaratıcısının bulunduğu ve buna imanın aklen zaruri olduğu ile ilgili

    hususlarda sayısız münakaĢa yaptığı meĢhurdur.

    Yörükân‟ın da belirttiği gibi, Ebu Hanife‟ye göre “marifetullah” bilgisi, yerine

    getirilmesi gereken ilk farzdır. Ġman, kalpte yerleĢen ve akıl ile bağdaĢan bir Ģeydir; bu

    bakımdan din, akla hitab eder, tefekkür Ģart, his vasıta, salâh kalbindir. Kalb kuvvetli imana

    sahib olunca, insanın fiilleri, ibadetler ve ahlâk düzene girer. Bundan dolayı Ġslâm ahlâkı

    imana dayanır. Ġbadetler, imanı besler ve kiĢiyi itaate alıĢtırır...“Allah adaleti, ihsanı ve

    akrabaya yardım etmeyi emreder, fuhĢu, fenalığı, azgınlığı da yasaklar. Bunları size

    düĢünesiniz diye öğütlüyor”24

    mealindeki âyet ve iman, islâm, ihsan diye varid olan hadîsin

    muhtevası, en büyük farzlar arasında olmak lâzımdır.25

    Bu bakımdan Ebu Hanife, eğer Allah, insanlara elçi/rasül göndermeseydi, o takdirde

    de onların Allah‟ı akıllarıyla bilmeleri vacib olurdu, kanaatindedir. Bunlar kendilerine bir

    delil gelinceye kadar emir ve yasaklardan (Ģerâyi‟) mazur sayılırlardı. Fakat hiç kimse, yer ve

    göklerin, kendisinin ve baĢkalarının yaratılıĢından bunu görmesi sebebiyle26

    yaratıcısını

    bilmemekte mazur sayılamaz. Kaldı ki aleme baktığımız zaman, onun devamlı değiĢmekte

    olduğunu görürüz; değiĢme (tağayyür) ise zorunlu olarak bir değiĢtireni (muğayyir)

    gerektirmektedir. Görüldüğü üzere burada, daha sonra kelamcılar tarafından, Allah‟ın varlığı

    ile ilgili olarak ortaya atılan “hudüs” deliline iĢaret vardır.

    Dolayısıyla, onu göre, Ģayet Türk yurdundan biri, Ġslam‟ı toptan ikrar etse, fakat

    farzlardan, Ģeriatlerden ve kitaptan hiçbir Ģey bilmez ve bunlardan Allah‟ı ve imanı ikrar

    dıĢında bir Ģey ikrar etmezse, mü‟min sayılır.27

    Nitekim bu bağlamda Ebu Hanife‟ye göre,

    meselâ Sâbiiler de, putperest değildirler; bunların yıldızlara tapması, Müslümanların Kâbe‟yi

    tazim etmeleri mahiyetindedir. Sâbiiler, bir peygamberin dinine inanan ve bir kitabı ikrar eden

    bir topluluktur. Onlar, Müslümanların kâbe‟yi ta‟zim ettikleri gibi yıldızları ta‟zim ederler.28

    22

    Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 30. 23

    Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 31. 24

    Nahl(7), 90. 25

    Yörükan, Ġslam Dini Tarihi, Ankara 2001, s. 540. 26

    Nitekim ayetlerde, “gökleri ve yeri yaratan hakkında Ģüphe mi var” (Ġbrahim(14), 10) ve “Ayetlerimizi onlara

    iç ve dıĢ dünyalarında (afak ve enfüs) göstereceğiz.” (Fussilet(53), 41) Ģeklinde ifadeler yer almaktadır. 27

    Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 39-40. 28

    Tehânevi, KeĢĢâfu ıstılahâtı‟l-fünun, Kalküta, 1862‟den ofset Ġst., 1984, II, 807; Ayrıcı bak. Yörükân, A.g.e.,

    s. 21. (Bunların ellerinde Sasaniler devrinde yazıldığı tahmin edilen “Ginza” isimli mukaddes bir kitapları vardır

  • Kastamonu Üniversitesi

    535

    Ebu Hanife‟nin Kur‟an‟ı anlama ve yorumlama noktasında kayda değer görüĢü, onun

    akılcı yaklaĢımının bir ürünüdür. Ona göre, daha sonra Ġbn Küllab ve diğer bazı kelamcıların

    da tekrar edeceği üzere, kelamda (kelime/söz) aslolan anlamdır; lâfızlar ise, Ģartlara ve zaman

    göre değiĢebilir. Kaldı ki Ġslam alimleri, Kelamullah‟ta (ilâhi kelam), dolayısıyla Kur‟an‟da

    aslolanın, lâfızların ifade ettiği anlam mı, anlamı ifade eden lâfız mı, yoksa her ikisi mi

    olduğu noktasında ihtilaf içindedirler. Her ne kadar anlamın Allah‟tan olduğu konusunda

    ittifak var ise de, lâfız, ses ve yazı gibi, insanlar için söz konusu olan arizi Ģeyler noktasında

    ihtilaf vardır. Dolayısıyla Ġslam alimleri arasında nazmın Allah‟tan mı, Cebrail‟den mi veya

    peygamberden mi olduğu tartıĢma konusu olmuĢtur.29

    Kendisinden sonraki Kelamcıların tekrar ettiği üzere, Ebu Hanife, Fıkhu‟l-ekber ve el-

    Vasiyye‟de Allah Tealâ‟nın bizim gibi konuĢmadığını Ģöyle ifade etmektedir:

    “Biz âlet ve harflerle konuĢuruz; fakat Allah âletsiz ve harfsiz konuĢur. Kur‟ân,

    Allah‟ın vahyi ve peygambere indirdiği mahluk olmayan Kelâmullah‟tır. Mushaflara yazılmıĢ,

    dillerle okunmuĢ kalplerde ezberlenmiĢ, fakat onlara hulül etmemiĢtir. Mürekkep, kâğıt, yazı

    ve okuma mahluktur; zira onlar kulların fiilleridir.”30

    Bir dirayet mahsulü olan bu ayırım, Kur‟an‟ın Arapça‟dan baĢka bir dile tercüme

    edilip edilmeyeceği sorununa bir çözüm getirebilecek mi?.. Evet Ebu Hanife, tam da bu

    noktada, cesaretle önemli bir hususa iĢaret etmektedir. Bu mesele, yukarıda söz konusu

    ettiğimiz anlam ve lâfız problemi ile alâkalıdır. Bilindiği gibi bu konudaki ihtilaf, Kur‟an‟ın

    indirilmiĢ anlam mı, yoksa Arabça nazım (lâfız) mı olduğu üzerindedir. ġüphesiz lâfızlar,

    anlama götüren Ģekillerdir; dolayısıyla birbirinden ayrılmazlar. Bu Ģekiller/lâfızlar olmadan

    bir anlama ulaĢmak mümkün değildir. Bu sebeple bütün mesele, bir sözde/kelamda lâfzın mı,

    yoksa anlamın mı asıl olduğu meselesidir.

    Ġlahi mesajın insanlara ulaĢtırılması açısından anlamın esas alınması hikmete daha

    uygundur. Bu bakımdan Yörükân‟ın da iĢaret ettiği gibi “Ebu Hanîfe, fıkıhta olduğu kadar

    kelâmda da mütehassıs olduğu için, bu ayrılığı birleĢtirmiĢ, namazda kıraatin, tekbirlerin ve

    duaların gayri Arabî dille yapılmasına izin vermiĢtir. Ġmameyn, „Dinde güçlük yoktur,

    zaruretler mahzurları kaldırır,‟ esaslarına dayanır ve „Kur‟an‟ı Arapça okumaktan âciz

    olanlar, zarurete binaen, kendi dili ile Kur‟an‟ı namazda okuyabilir,‟ der. Ancak, bu aczin

    hududu nedir? Arap olmayanların Arap harflerini okuyamamaları, içinde bulundukları

    Ģartların iktizasıdır. Ġmam Ebu Hanife‟nin mutlak surette cevaza kail olduğunu ifade eden

    ictihadında, bilâhare zarurete binaen cevaza kail olan imamların fikrine iltihak ettiğini

    nakleden rivayetler vardır. Ancak, bu nakil, Ġmam-ı Azam‟ın her Ģeyde mânâya ve ruha

    kıymet veren sistemine uyar mı? Bu cihet ayrıca tetkike muhtaçtır.”31

    Evet Ġmam Azam‟a göre kelamda aslolan anlamdır; bu sebeple de bu anlam her dile

    aktarılabilir. Ġlahi hikmet bunu gerektirir. Aksi halde Ġslam dininin evrenselliğinden,

    dolayısıyla Araplar dıĢında, diğer arapça bilmeyen insanlara tebliğinden söz etmek mümkün

    olmayacaktır. Bu arada bazı farklı lâfızların aynı anlama geldiği ve dolayısıyla dinde farklı

    kelimelerle dile getirilen bazı kavramların nasıl anlaĢılması gerektiği meselesi önemlidir. Bu

    sebeple Kur‟an‟ın Arapça olması, onun baĢka bir dildeki kelimelerle ifade edilmesini

    imkânsız kılmaz. En azından Ģu ayette de ifade edildiği üzere Kur‟an‟ın, (anlam bakımından)

    daha önce vahyedilen ilk sayfalarda, baĢka bir dille mevcut olması, bu gerçeği açık bir Ģekilde

    ortaya koymaktadır: “ġüphesiz bu (hükümler), önceki sahifelerde, Ġbrahim ve Musa‟nın

    sahifelerinde vardır”32

    ve burada eski Babil ve Yahudi dinlerinden izlerin bulunduğu ve hatta Vaftizci Yahya‟nın peygamber olarak

    kabul edildiği nakledilir. A.g.e., s. 21) 29

    Değerlendirme için ayrıca bak. Yörükân, A.g.e., s. 466. 30

    Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 48-49. 31

    Yörükân, A.g.e., s. 467-468, dn 65 ve 66. 32

    A‟lâ(87), 18-19. Ayrıca bak. “ġüphesiz bu Kur‟an, alemlerin Rabbi‟nin indirdiğidir. Onu, uyarıcılardan olasın

    diye, apaçık Arapça bir lisanla, senin kalbine güvenilir Ruh (Cibril) indirdi. Bu (Kur‟an) öncekilerin

  • IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)

    536

    Kur‟an‟da geçen bazı farklı lâfızların aynı anlamı ifade ettiği ile ilgili diğer bir

    tartıĢma konusu da iman ve Ġslâmdır. Ebu Hanife, burada da bu iki kelimenin aynı anlama

    geldiğini ifade etmektedir. Her ne kadar amel imandan bir cüz sayılmazsa da, bir anlamda

    inancı ifade eden iman ile ibadetleri simgeleyen Ġslam aynıdır. Onun konu ile ilgili görüĢleri

    Ģöyledir:

    “Amel imanın, iman da amelin gayridir.33

    Mademki iman amelin gayridir; artmaz ve

    eksilmez. Öyle ise bizim imanımız meleklerin ve resullerin imanı gibidir.”34

    Ġman; tasdik, marifet, yakin ve ikrardan ibarettir. Ġslâm‟a gelince, kısaca kiĢinin,

    Allah‟ın rabbi olduğunu ikrar etmesi ve bunu yakinen bilmesidir. Dolayısıyla “bunlar farklı

    isimler olup manaları aynıdır; o da imandır. Ġslâm ise, Allah‟ın emirlerine teslim olma ve

    boyun eğmedir. Ġman ile Ġslâm, her ne kadar lügat bakımından ayrılır ise de Ġslâmsız iman,

    imansız Ġslâm olmaz; bu ikisi karın ve sırt (yazı-tura) gibidir.”35

    Burada üzerinde ciddi tartıĢılması gereken bir husus da Ģudur: Ġslam-iman aynı ise,

    nasıl olur da amel imandan bir cüz olmaz! Yoksa bunlar iç içe daireler Ģeklinde birbirlerini

    kapsamakta mıdır? Yukarıdaki açıklamalardan anlaĢılıyor ki din, iman ve Ġslâmı içine alan

    ilahi sistemin adıdır. Bu sistem değiĢmez, hatta bütün ilahi dinler, orijinal halleriyle Ġslam‟dır.

    Amellere gelince, onlar, dinin Ģartlara göre değiĢen emir ve yasaklarıdır (Ģeriat/hükümler).

    Evvelâ, Ebu Hanife‟nin Ģu ifadesine yer vererek konuya açıklık getirmeye çalıĢalım:

    “Din; iman, Ġslam ve Ģeraitleri toptan içine alan bir isimdir.”36

    Çok karmaĢık bir mesele olmasına rağmen, bu durumda din, genel bir ifade olarak

    iman, islâm ve Ģeriatı kapsayan bir tabirdir. Öncelikle din, diğer iman, Ġslam ve Ģeriatı içine

    alan bir Ģemsiye konumundadır. Din, Ģemsiye bir tabir ile meselenin teorik tarafı olarak

    müĢahede edilmeyen yönü ifade eder. Ġslâm ve Ģeriat ise, müĢahede edilen zahiri ifade eder.

    Bu sebeple müĢahede edilen, edilmeyeni ifade için kullanılmak durumundadır. Öte yandan

    iman ve Ġslam da aynı ise, Ģeriat islamı; iman da dini ifade etme konumundadır.

    AĢağıda ele alacağımız üzere din ve Ģeriatın daha iyi anlaĢılabilmesi bakımından

    Ġman-Ġslam iliĢkisini Ģöyle ifade edebiliriz: Ebu Hanife‟nin de açıkça ifade ettiği gibi, her ne

    kadar kelime anlamları açısından aralarında fark var ise de iman ile Ġslâm aynıdır. Dolayısıyla

    her mümin Müslim, her Müslim mümindir. Zira iman etmeyen Müslüman olamaz; Müslüman

    olmayan da iman etmiĢ olamaz. Öyle ise iman, dinin teorik tarafını; Ġslâm ise pratik yönünü

    ifade etmektedir.

    Bu hususu ortaya koyduktan sonra, Ģimdi asıl meseleye, yani “din-Ģeriat” meselesine

    geçebiliriz. Kur‟an ayetleri ve hadislerden de açıkça anlaĢılacağı üzere “din ile Ģeriat”

    arasında bariz farklar vardır. Meselâ ġura(42), 13. ayetini siyak-sibak içinde

    değerlendirdiğimiz zaman görürüz ki burada din, bütün peygamberler için geçerli ve

    değiĢmez esasları (tevhid ve Allah‟a ibadet) kapsayan bir yoldur. Bu nedenle ayetlerin

    devamında (15. ayet) Hz. Peygamber‟e, öncelikle bu dine davet etmesi, emrolunduğu gibi

    istikamet üzere olması, Allah‟ın indirdiği kitaplara inanması, aralarında adaletli olması ve

    rablerinin aynı olduğu gibi değiĢmeyen evrensel hususlar hatırlatılıyor. Ayrıca ayette de

    belirtildiği üzere “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere Ģunu vahyettik: Ben‟den baĢka

    ilâh yoktur; öyle ise bana ibadet edin.”37

    Ģeklinde “tevhid ve Allah‟a ibadete” vurgu

    yapılmıĢtır.

    Ayette geçen “Nuh‟a tesviye ettiği dini sizin için de yol olarak çizdi/belirledi (Ģere‟a

    le-küm)” ifadesinde, din ile Ģeriatın ilk bakıĢta aynı anlama geldiği intibaını vermektedir.

    Ancak aralarındaki fark, Tehânevi‟nin de iĢaret ettiği üzere, özde (zat) değil, itibaridir

    sayfalarında mevcuttur.” ġuara(26), 196. Kur‟an‟da, önceki peygamberlere vasiyet edilen bazı hükümlerin Hz.

    Peygambere de vahyedildiği ile ilgili olarak bak. Nisa(4), 164; ġura(42), 13. 33

    Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 97. 34

    Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 102. 35

    Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 83-84 (el-Alim ve‟l-müteallim ve el-Fıkhu‟l- ekber‟den). 36

    Beyâzi-zâde, A.g.e., s.84. 37

    Enbiya(21), 25.

  • Kastamonu Üniversitesi

    537

    (gerçekte olmayan). ġu kadar var ki “Ģeri‟at ve millet”, sadece kullanıĢ bakımından

    peygambere ve ümmete izafe edilmiĢlerdir. “Din” ise, Allah Teâlâ‟ya izafe edilmiĢtir. ġeriat

    fer‟i ve ameli hükümlere has kılınmıĢ ve ilm-i Ģerayi‟ ve ahkâm diye isimlendirilmiĢtir; asli

    hükümlere gelince onlar da ilm-i tevhid ve sıfat diye isimlendirilmiĢtir.38

    Nitekim Ġmam Azam, aĢağıda da görüleceği üzere, bu vb. ayetleri bu anlamda

    yorumlamıĢtır. Dolayısıyla Hatipoğlu‟nun da açıkça ifade ettiği gibi “Peygamberlerdeki „tek

    din - farklı Ģeriat‟ vakıası, Müslümanlar‟ın Kur‟an‟a dayalı ortak kabullerinden olmuĢtur.”39

    Ebu Hanife, el-Alim ve‟l-müteallim isimli eserinde, din ve Ģeriat arasındaki iliĢki

    konusunda Ģunları ifade etmektedir:

    “Peygamberler, farklı din üzere değildiler; onlardan her biri, kendilerinden önceki

    peygamberlerin dinini terk etmelerini emretmedi. Çünkü onların dinleri aynı idi. Her

    peygamber kendi Ģeriatına çağırmıĢ; kendinden önceki peygamberin Ģeriatından nehyetmiĢti.

    Zira onların Ģeriatları çok muhtelifti. Bundan dolayı Allah Tealâ Ģöyle buyurdu: “Sizden

    herbiriniz için bir Ģeriat ve yol kıldık. Allah dileseydi hepinizi tek ümmet yapardı.”40

    Allah bütün peygamberlere dini ikame etmeyi -ki bu tevhiddir- onda tefrikaya

    düĢmemeyi tavsiye etti. Çünkü onların dinini bir kılmıĢ ve Ģöyle demiĢtir: “Nuh‟a vasiyet

    ettiği Ģeyi sizin için din kıldı; dini ikame edin ve ayrılığa düĢmeyin diye, Ġbrahim‟e, Musa‟ya

    ve Ġsa‟ya vasiyet ettiğimizi sana da vahyettik.”41

    Yine buyurdu ki “Senden evvel hiçbir

    peygamber göndermedik ki „Benden baĢka ilah yoktur; o halde bana ibadet edin‟ diye

    vahyetmiĢ olmayalım.”42

    Diğer bir ayette ise “Allah‟ın yaratmasında değiĢme yoktur. ĠĢte

    dosdoğru din budur.”43

    Yani Allah‟ın dininde değiĢme yoktur. Din tebdil edilmemiĢ,

    değiĢmemiĢ ve tağayyur etmemiĢtir. ġeriatler ise tağayyur ve tebeddül etmiĢtir. Çünkü bazı

    insanlar için helâl olan öyle Ģeyler vardır ki Allah onu diğerlerine haram kılmıĢtır. Yine

    Allah‟ın bazı insanlara emrettiği nice emirler vardır ki diğerlerini onlardan menetmiĢtir.

    Netice itibariyle Ģeraitler muhteliftir, ve onlar da farzlardır.”44

    Din ve Ģeriat ayırımı, Ġmam Maturidi tarafından da tekrar edildi ve geliĢtirildi.

    Maturidi üzerinde yoğun çalıĢmalar yapan Kutlu‟nun da haklı olarak anladığı gibi,

    “Maturidi‟nin iman ve inanca (itikad) karĢılık kullanılan din tanımına, „ed-din‟ kelimesinin”

    geçtiği ayetlerden birisinin45

    yorumunda rastlamaktayız. O, … dini Ģöyle tanımlar: “Din,

    Allah‟ın Nuh ve diğer peygamberlere tavsiye ettiği, Allah‟ı birlemek (tevhid) ve O‟na ibadet

    etmek demektir. Bu din peygamberlerin hepsi için, tek ve aynı dindir. Bütün peygamberlerin

    dini, tevhid inancı ve bir olan Allah‟a ibadetten oluĢur. Fakat onların Ģeriatleri ve ahkamı

    birbirinden farklıdır.

    Kutlu‟ya göre Maturidi, inanç ve itikad olarak tanımladığı dini, Ģeraitten ayırır. Ona

    göre Ģeriat, ibadetler, emir ve nehiyler ile diğer dini hükümleri içerir.”46

    Dolayısıyla

    Peygamberden peygambere değiĢen Ģeriat, ibadetlerin miktarı, sayısı, Ģekli ve Ģer‟i

    hükümlerle ilgili bilgilerdir… “Ancak kıyamete kadar bir baĢka peygamber gelmeyeceğinden

    Hz. Muhammed‟in Ģeriatı, baĢka bir Ģeriatq tarafından asla neshedilmeyecektir.”47

    38

    Bak. Tehânevi, KeĢĢafu ıstılahati‟l-fünun, Kalküta, 1862, I, 759. 39

    Hatiboğlu, “Din-ġeriat Farkı Üzerine”, Ġslamiyat, Üç Aylık AraĢırma Dergisi, c. 1, sy. 4, Ankara, 1998, s. 9;

    Din ve Ģeriat hakkında geniĢ bilgi için özellikle Ģu makalelere bakılabilir: M. Said Hatipoğlu, A.g.m., s. 9-13;

    Ġlhami Güler, “Din, Ġslam ve ġeriat”, s. 53-76; Wılfred Cantwell Smith, “Bazı Kelamcıların ġeriat Kavramı

    Etrafındaki TartıĢmaları,”, s. 87-106. 40

    Maide(5), 48. 41

    ġura(42), 13. 42

    Enbiya(21), 25. 43

    Rum(30), 30. 44

    Beyâzi-zâde, s. 80-81. 45

    ġura(42), 13. 46

    Kutlu, Sönmez, Ġmam Maturidi ve Maturidilik, Milletlerarası TartıĢmalı Toplantı, 22-24 Mayıs 2009 –

    Ġstanbul, “Maturidi Akılcılığı ve Bunun Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, s. 555-556 (Maturidi, Te‟vilât,

    XIII, 175. KrĢ. IV, 48; V, 138; VII, 183;XI, 186‟ya istinaden). 47

    Kaynaklar ve geniĢ bilgi için bak. Kutlu, A.g.e., s. 557 (I, 506; IV, 245; XII, 247; XIII, 175; (thk. Hiyemi) V,

    119; I, 46, 78-79‟a istinaden).

  • IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)

    538

    Diğer taraftan ÖzdeĢ‟e göre, kelime çoğu zaman hem asli ahkâm olan itikadi

    hükümleri, hem de fer‟i ahkâm olan ibadet, ahlâk ve muamelâtla ilgili hükümleri

    kapsamaktadır. Bu bakımdan “Maturidi‟nin bazı ayetlere getirdiği kısa açıklamalarından,

    onun dini sadece tevhide ve inanç esaslarına hasrettiğini, ibadetler ve muamelatla ilgili

    hükümleri din kavramından bağımsız düĢünerek Ģeriata hasrettiğini zannetmek hatalı bir

    tespit olur. Çünkü Enbiya suresinin 73. ayetini açıklarken, bütün peygamberlerin önderlik

    vasıflarıyla insanları Allah‟ın dinine ve O‟nun emirlerine uymaya çağırdıklarını, namaz, oruç

    ve zekât gibi ibadetlerin onların Ģeriatlarında da mevcut olduğunu ifade eder…”48

    Dolayısıyla “Maturidi‟nin bu bağlamdaki ayetlere getirdiği açıklamalarını49

    nazar-ı

    itibara aldığımızda, onun, Ģeriat ve Ģir‟ati Allah tarafından insanların uygulamaları için

    konulan sünnetler, üzerinde gidilen yol ve ahkâm olarak anladığını söyleyebiliriz.”50

    Evet, Maturidi, ayetin yorumunda, genel olarak Hz. Nuh ve diğer peygamberlere

    vasiyet edilen dinin Müslümanlar için de aynı din olduğunu ifade etmektedir. Bu da Allah‟ı

    birleme (tevhid) ve sadece ona ibadet etmekten ibarettir. Bütün peygamberler, her ne kadar

    Ģeriat ve hükümleri değiĢse de, Allah‟ın birliğine çağırmak ve ibadeti Allah‟a has kılmak için

    gönderilmiĢlerdir.51

    Bütün bu tartıĢmalar bir yana, Ġmam Azam‟ın açık ifadelerinden de anlaĢıldığı üzere,

    peygamberler tarihine baktığımız zaman, değiĢmeyen Ģeyin din olduğunu, bunun dıĢındaki

    ibadet ve muamelâtın Ģartlar gereği değiĢtiğini görürüz. Burada dinden maksad, tevhid ve

    istikamet olmalıdır. Ġslam uleması tarafından itiraf edildiği üzere, Ġslâm‟da aslolan

    vahdaniyet-i ilâhiyyedir. Kaldı ki ayette geçen “dini ikame etme ve fırkalara ayrılmama” bu

    vahdaniyetin gereğidir. ġüphe yoktur ki bu din, evvela Allah‟ın birliğini, buna bağlı olarak,

    sonra da, insanların fırkalaĢmadan yekvücut olmalarını sağlamak emelindedir.

    Fazlurrahman‟a göre, “..ilâhi ve beĢeri dayanak noktalarını soyutlarsak, ġeri‟at ve din,

    „yol‟ ve onun muhtevası açısından birbirinin aynı olacaktır. Bu nedenle, Kur‟an‟ın deyiĢine

    uygun olarak dinin muhtevası açısından ġeriat ve dinden birbiri yerine söz edilebilir… Daha

    baĢından beri, belli bir pratik amaç ġeriat kavramının bir parçası idi: O, Allah tarafından

    belirlenmiĢ yoldur;.. ġeriat bizzat davranıĢı ilgilendiren pratik bir kavramdır… Böylece hem

    iman, hem de amel onun kapsamına girer.”52

    MeslektaĢımız Güler‟e göre ise, açık olarak ifade ettiği üzere, “daha somut konuĢmak

    gerekirse, Allah‟a tapınma (ubudiyyet) Din‟dir; fakat bunun menâsiki (ritüelleri) değiĢebilir

    ve ġeriat‟tır… O halde Din, sabittir, değiĢmez ve evrenseldir; Ģeriat ise dinamiktir…

    ġeriat‟sız Din olmadığı gibi, Din‟siz bir Ģeriat da olmaz…”53

    Görüldüğü üzere burada din ve Ģeriat, birbiri yerine kullanılarak ortak bir kavram

    Ģeklinde iman ve ameli de kapsamaktadır. Bir yönü ile aynı anlama gelen din ve Ģeriat, nasıl

    oluyor da bir taraftan değiĢmiyor, diğer taraftan değiĢebiliyor?!.. Hem bu, amel imandan bir

    cüz kabul edilmezken nasıl mümkün olabiliyor! Bütün sorun burada yatmaktadır. Öyle ise

    din, iman, Ġslam ve Ģeriat arasındaki iliĢki nasıl bir iliĢkidir? Gerçekten de mantık açısından

    karmaĢık olan bu mesele, hep tartıĢmaya açık kalacak karakterdedir.

    Bu tespiti yaptıktan sonra, asıl mesele, Maturidi‟nin de ifade ettiği gibi, mademki

    farklı zamanlarda Ģartlara göre Ģeriatler değiĢmiĢtir ve değiĢmeye de devam etmektedir, öyle

    ise genel olarak kabul edilen yeni Ģartların değiĢmesi sebebiyle, son Ģeriatın da aynı Ģekilde

    değiĢime tabi tutulup tutulmayacağı meselesidir. Öyle görülüyor ki Ebu Hanife, bu temel

    sorunu istihsan ve örfü de dinde geçerli kılmakla çözüme kavuĢturmak istemiĢtir.

    48

    Konu ile ilgili eleĢtirileri ve tartıĢmalar için bak. ÖzdeĢ Talip, Ġmam Maturidi ve Maturidilik, Milletlerarası

    TartıĢmalı Toplantı, 22-24 Mayıs 2009 - Ġstanbul, “Maturidi‟nin Din ve ġeriat AnlayıĢı”, s. 126, 129 (Maturidi,

    Te‟vilât, III, 337‟ye istinaden). 49

    Bak. Te‟vilat, I, 256, II, 44-45, III, 384. 50

    ÖzdeĢ, A.g.e., s.130. 51

    Maturidi, Te‟vilât, XIII, 175. 52

    Fazlurrahman, Ġslam, Çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Ankara, 1992, s. 140-141. 53

    Güler, Ġlhami, “Din, Ġslam ve ġeriat”, s. 66-67. ġeriatın din ile özdeĢleĢtirilmesi hakkında geniĢ bilgi için bak.

    Güler, A.g.m., s. 67 vd.

  • Kastamonu Üniversitesi

    539

    Bilindiği gibi ĢimĢekleri üzerine çekse de, Ebu Hanife‟ye göre, diğer Kitap, sünnet,

    kıyas ve icma yanında, istihsan ve örf de fıkhi delillerdendir. ġüphesiz burada gözetilen, karĢı

    olanların iddia ettikleri gibi, keyfi fetva vermek değil, insanların maslahatlarıdır.”54

    Muvaffak

    Mekki‟nin rivayet ettiği Ģu hususu aktarmakta fayda vardır:

    “Ebu Hanife‟nin kavli mevsuk olanı almaktır, çirkin olandan kaçınmaktır. Ġnsanların

    muamelatına, doğru olan iĢlerine, olara yararlı olan Ģeylere bakıp onlara muteber tutmaktır.

    ĠĢleri kıyasla ölçer, kıyas bozuksa o zaman istihsan yapar. Ġstihsan da yürümezse o zaman

    Müslümanların aralarında muteber tuttukları muamelelere bakar. Herkesçe maruf olan

    hadisi alır. Kıyas mümkün oldukça ona göre kıyas yapar, sonra istihsana giderdi. Hangisi

    sağlamsa ona bakar. Sehl der ki, iĢte Ebu Hanife‟nin ilmi budur, umumun ilmi de bu.”55

    Tabii olarak mesele, Ebu Hanife‟nin dikkatinden kaçamazdı. Her Ģeye rağmen

    ĢimĢekleri üzerine çekse de, hayatı pahasına bu konuda sessiz kalmadı. Ancak her devirde

    olduğu gibi günümüzde de, merhum Akif‟in deyimiyle, dini asrın idrakine sunma noktasında,

    meseleyi masaya yatıracak ne Ebu Hanife‟nin cesaretini, ne de bilimsel hoĢgörü ortamını

    bulmamız mümkün görülmemektedir.

    54

    Ġstihsan, Ġmam Malik‟e göre ilmin onda dokuzudur; ġafii ise onu batıl görerek reddediyor. Leh ve aleyhdeki

    görüĢler için bak. ġener, Abdulkadir, Kıyas Ġstihsan Ġstıslah (Doktora Tezi), Ankara,1974. 55

    Ebu Zehra, Ebu Hanife, s. 364 (Mekki. Menakıb-ı Ebu Hanife, s. 82‟den naklen).