Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
KASTAMONU ÜNĠVERSĠTESĠ
IV. ULUSLARARASI
ġEYH ġA‟BÂN-I VELÎ SEMPOZYUMU
-HANEFÎLĠK-MÂTURÎDÎLĠK-
05-07 MAYIS 2017
CĠLT 1
III
Kastamonu Üniversitesi
IV. Uluslararası
ġeyh ġa‟bân-ı Velî Sempozyumu
-Hanefîlik-Mâturîdîlik-
EDĠTÖRLER
Yrd. Doç. Dr. Cengiz ÇUHADAR
Yrd. Doç. Dr. Mustafa AYKAÇ
ArĢ. Gör. Yusuf KOÇAK
(Kastamonu Üniversitesi, Türkiye)
ISBN: 978-605-4697-06-9 (Tk)
978-605-4697-07-6 (1.c)
Aralık 2017, Kastamonu
Baskı: Kastamonu Üniversitesi Matbaası
Eserde yayımlanan bildiri metinlerinde ileri sürülen görüĢlerin
ilmî ve hukuki sorumluluğu bildiri sahiplerine aittir.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Her hakkı saklıdır.
IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)
528
EBU HANĠFE‟NĠN AKILCILIĞI (Din - ġeriat Bağlamında)
Osman KARADENĠZ1
Özet
Bilindiği gibi Ġmam A‟zam Ebu Hanife, akıl merkezli Küfe ekolüne, yani rivayetçiler
karĢısında dirayet ekolüne mensup bir alimdir. Bu ekol, Ģüphesiz Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz.
AiĢe, Ġbn Abbas, Ġbn Mes‟ud vd. bazı sahabelerin yolunu izleyen ve temelini Kur‟an‟da bulan
akılcı geleneğin bir uzantısıdır. Bu gelenekten kaynaklanmıĢ olsa gerektir ki, Ebu Hanife
çeĢitli rivayetler karĢısında pes etmeyen, fikrini hür olarak ifade etmekten çekinmeyen bir
karakterde yetiĢmiĢtir. Tebliğde de sunacağımız üzere, M. Hamidullah‟ın da ifade ettiği gibi,
Halife Mansur‟un, üstün bilgisini kabul etmesine rağmen, fıkhın tedvini konusunda
kendisinden değil de Ġmam Malik‟ten talepte bulunması, onun siyasi ve dini konulardaki bu
karakteristik tutumun tabii bir sonucudur. Ġçtihadına itiraz eden bir kimseye verdiği cevapta,
tıpkı Hz. Peygamber‟in Muaz b. Cebel ve bu minval üzere Hz. Ömer‟in Kadı ġurayh ile ilgili
olarak nakledilen hâdisede olduğu gibi, hüküm ararken önce Kur‟an‟a, sonra hadise ve
nihayet orada da bulamazsa ashabın sözlerine baktığını belirtmiĢtir. Onlarda ihtilaf bulduğu
takdirde birini diğerine tercih ettiğini, onların dıĢındakilerin içtihatları nasıl olursa kendi
içtihadının da öyle olması gerektiği hususunda meĢhur sözü herkesçe malumdur: “Nahnu‟r-
rical ve hum rical”. Ebu Hanife, Ģüphesiz fıkıh ekolleri açısından en eski ve vahyin kaynağına
en yakın bir noktada bulunmaktadır. Bu avantajı sebebiyle, Allah‟ın varlığı-sıfatları, kaza-
kader, din-Ģeriat gibi bazı çetin meseleleri, akli açıdan ele alırken kendine has bir bakıĢ
açısıyla ortaya koymuĢ, merhum Akif‟in ifadesiyle dini asrın idrakine sunma noktasında
kayda değer sosyolojik bir tutum sergilemiĢtir. Bu minval üzere bu tebliğde, Ebu Hanife‟nin
akılcılığı noktasında, bilgi, iman ve amel üzerinden dini anlama ve yorumlamadaki ince
vukufiyetini misalleriyle ortaya koymaya çalıĢacağız.
Résumé
Comme étant connu, Abou Hanifa était un savant qui fessait partie d'une école de
rationnaliste a Kufa. Cette école, sans aucun doute, etait une extension de la tradition pour
suivre le chemin de certains Compagnons rationnels, comme Omar, Ali, AiĢe, Ibn Abbas et
Ibn Messoud. En raison de cette tradition, Abou Hanifa, n‟a pas peur d‟exprimer librement
leurs pensées. Ainsi qu'en raison de cette avantage, il relevait avec un style unique les
problèmes religieux comme par exemple la presence de Dieu et ses adjectifs, la religion, la
charia etc. Dans cette présentation, nous avons essayer de montrer, la rationaité d‟Abou
Hanifa, son succès de comprendre cette information. La fois et les actes religieux.
Bilindiği gibi Ġmam A‟zam Ebu Hanife, akıl merkezli Küfe ekolüne, rivayetçiler
karĢısında dirayet ekolüne mensup bir alimdir. Bu ekol, Ģüphesiz Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz.
AiĢe, Ġbn Abbas, Ġbn Mes‟ud vd. bazı sahabelerin yolunu izleyen ve temelini Kur‟an‟da bulan
akılcı geleneğin bir uzantısıdır. Bu gelenekten kaynaklanmıĢ olsa gerektir ki Ebu Hanife,
çeĢitli rivayetler karĢısında pes etmeyen, fikrini hür olarak ifade etmekten çekinmeyen bir
karakterde yetiĢmiĢtir. Tebliğde de sunacağımız üzere, M. Hamidullah‟ın da ifade ettiği gibi,
Halife Mansur‟un, üstün bilgisini kabul etmesine rağmen, fıkhın tedvini konusunda
kendisinden değil de Ġmam Malik‟ten talepte bulunması, onun siyasi ve dini konulardaki bu
karakteristik tutumun tabii bir sonucudur.
Ġçtihadına itiraz eden bir kimseye verdiği cevapta, tıpkı Hz. Peygamber‟in Muaz b.
Cebel‟i ve bu minval üzere Hz. Ömer‟in Kadı ġurayh‟ı görevlendirmeleri ile ilgili olarak
nakledilen hâdisede olduğu gibi, hüküm ararken önce Kur‟ân‟a, sonra hadise ve nihayet orada
da bulamazsa ashabın sözlerine baktığını belirtmiĢtir. Sahabede ihtilaf bulduğu takdirde birini
1 Prof. Dr., DEÜ. Ġlahiyat Fak. Kelam ABD Öğr. Üyesi
Kastamonu Üniversitesi
529
diğerine tercih ettiğini, onların dıĢındakilerin içtihadına uymak zorunda olmadığını Ģu ifade
ile vurgulamıĢtır: “Nahnu‟r-rical ve hum rical”.
Bu ifadeden de açıkça anlaĢıldığı üzere Ebu Hanife, temelde nakli esas almıĢ ve nassı
yorumlamada ise aklı rehber edinmiĢtir. ġüphesiz o, fıkıh ekolleri açısından en eski ve vahyin
kaynağına en yakın bir noktada bulunmaktadır. Bu avantajı sebebiyle, Allah‟ın varlığı-
sıfatları, kaza-kader, din-Ģeriat gibi bazı çetin meseleleri, akli açıdan ele alırken kendine has
bir bakıĢ açısıyla ortaya koymuĢ, merhum Akif‟in ifadesiyle dini asrın idrakine sunma
noktasında kayda değer sosyolojik bir tutum sergilemiĢtir. Böylece o, değiĢen Ģartlarda dini
emir ve yasaklara, yani dinin Ģeriat cephesine iĢlevsellik kazandırmıĢtır. Bu tutumu, dinin akli
yorumu noktasında, istihsan ve örfe yer vermesi ile de açıkça müĢahede etmekteyiz.
Bu akli hareket tarzı, onun insana bakıĢı ve verdiği değerden kaynaklanmaktadır. Ona
göre, herkes akıl cephesinden ilahi vahye muhatap olmuĢ, bu sebeple de yeryüzünde Allah‟ın
halifesi konumundadır. Her fert, bu ilâhi iliĢki sebebiyle, kendi baĢına, hiçbir tesir altında
kalmadan aklını kullanmak ve Allah‟a ulaĢmak durumundadır. Ebu Hanife‟nin insana verdiği
değer, kendine has bakıĢ açısıyla Ģöyle tecelli etmiĢtir:
Ehl-i Kitab‟a verilecek cezalar hakkında, Ġmam ġafii‟ye göre, onlardan bir erkeğin ve
kadının diyeti, bir Müslüman erkeğin ve kadının diyetinin üçte biri kadardır. Ġmam Malik‟e
göre bu diyet Müslüman diyetinin yarısı kadardır. Ebu Hanife ise, kadın erkek farkı
gözetmeden hepsinin eĢit olduğunu söylemiĢtir. Diğer taraftan ġafii, durum ne olursa olsun,
bir kâfire karĢılık bir mümin öldürülemeyeceğini; Ebu Hanife ise öldürülebileceğini
söylemiĢlerdir. YaĢlı bir ihtiyara cizye gerekip gerekmeyeceği konusunda da ġafii, gerekli
görürken Ġmam Azam gerekli görmemiĢtir.2 Görülüyor ki burada, insana verilen değer
açısından rivayet ehli ile dirayet ehli arasında yadırganamayacak farklar vardır.
Kadının evliliğinde velisinin iznine gerek olup olmadığı noktasında da Ebu Hanife
yalnız kalmıĢtır. Cumhura göre kadın, evlenmede mutlak hürriyete sahip değildir. Ebu Hanife
bu görüĢe muhaliftir. Bir rivayete göre, bu konuda kendisine, aksi rivayet olmakla beraber,
sadece talebesi Ebu Yusuf katılmıĢtır. Öte yandan kadının malı üzerinde de tasarruf hakkı
vardır. Kaldı ki bir kadının malı üzerinde velayet hakkına sahip bulunması yanında nefsi
üzerinde olmaması anlamsızdır. Zira mal da can da kendisinindir; aralarında fark yoktur. Bu
velâyet, bulüğa ermek ve reĢid olmakla ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla akıl ve bulüğla
gerçekleĢen velâyet hakkı her ikisine de Ģamildir. Erkek için bu haklar söz konusu olunca
kadın için de geçerli olmalıdır; kıyas bunu gerektirir. Bu nedenle bir rivayette Ebu Hanife‟ye
göre, asabiyet güden bir velinin zorlamasıyla kız, kendisine uygun olmayan biriyle evlenirse
bu nikâh fâsid olur. Bu görüĢ, nikâhı kadına isnad eden âyet ve hadislerle de te‟yit edilmiĢ
olmaktadır.3
Bütün bu bakıĢ açısı ile, mesleği gereği dolaĢtığı coğrafyalarda Ģahit olduğu farklı
kültür ve değerler, Ebu Hanife‟nin, ilahi bir vergi olan ortak aklı/kamuoyunu, baĢka bir ifade
ile örfü dini bir delil olarak görmesinde etkili olmuĢtur. Bu sebeple tebliğde, konunun daha
açık bir Ģekilde vuzuha kavuĢması açısından, öncelikle Ebu Hanife‟nin yetiĢtiği çevre ve bilgi
kaynakları sebebiyle, meselelere akli bakıĢ açısı ve metodik yaklaĢımına ayrı bir baĢlık
altında yer vermek istiyoruz.
A- BĠLGĠ KAYNAKLARI ve METODU Ebu Hanife‟nin meselelere özellikle akılcı yaklaĢım tarzında, yetiĢtiği coğrafya ve bu
ortamda iĢtigal ettiği mesleğin önemli bir yeri vardır. ġüphesiz o, mesleği gereği, çeĢitli
coğrafyalarda farklı mezhep ve görüĢlere tanıklık etmiĢ, bu coğrafyadan kaynaklanan bir
takım problemlere çözüm bulma noktasında, ihtiyaçlara göre dini yeniden yorumlama
gereğini hissetmiĢti.
2 Bağdadi, Abdulkahir, Mezhepler Arasındaki Farklar, Çev. E.Ruhi Fığlalı, Ankara, 1991, s. 281-282.
3 Konu ile ilgili ayet (Bakara(2), 230, 232) ve hadislerin yorumu; ayrıca muhalif görüĢler hakkında bak. Ebu
Zehra, Ebu Hanife, Terc. O. Keskioğlu, Ġstanbul, 1970, s. 577-582 vd.
IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)
530
Bilindiği gibi, Hatib el-Bağdadi, Ebu Hanife‟nin hayat hikâyesine en geniĢ Ģekilde yer
veren bir müellif olarak ne yazık ki, onun leh ve aleyhindeki rivayetleri aktarmıĢ, ancak diğer
muhaddislerin yolunu takip ederek tarafsız bir Ģekilde davranamamıĢtır. Bu arada Ģu da kayda
değer bir husustur ki Ebu Hanife kadar leh ve aleyhinde konuĢulan baĢka bir Ģahsiyet yoktur.4
Bütün bunlar bir yana, biz burada, onun her yerde ulaĢabileceğimiz hayat hikâyesine yer
vermek suretiyle konuyu uzatarak tebliğ sınırlarını zorlamak istemiyoruz. Bizim için mühim
olan, epeyce müctehid yetiĢtirmiĢ üstadımızın bu atmosferde hangi kaynaktan beslendiği ve
fikir dünyasına tesir eden saik ve etkenlere kısaca da olsa iĢaret etmektir.
Hayatını etraflıca ele alıp günümüze taĢıyan Ebu Zehra‟nın da ifade ettiği üzere, Ebu
Hanîfe, öncelikle devrindeki Ġslâm ilimlerini ve kültürünü elde etmiĢ aydın bir kimse olarak
temayüz etmektedir. O, evvelâ Asım kıraati üzere Kur‟an-ı Kerîm‟i ezberlemiĢ biri olarak
engin bir Kur‟an kültürüne hakimdi; dini kaynağa yakın olması bakımından da, ĢimĢekleri
üzerine çekecek kadar, hadîsleri değerlendirme konusunda geniĢ bilgi ve zekâya sahipti. Bu
arada dinin ana konularını ele alıp inceliklerine vukufiyet açısından bigâne kalamayacağımız
edebiyat, Ģiir ve nahiv gibi alet ilimlerini de tahsil etmiĢti.
Ebu Hanife, bu birikim ve donanımla, öncelikle itikadi meselelerde çeĢitli fırkalarla
mücadele etmiĢtir. Ticaret sebebiyle pek çok ilmi sohbete katıldığı bilinmektedir. Rivayetler,
onun mesleği gereği çok seyahat ettiğini, bu arada elli beĢ defa hacca gittiğini söylüyor. Bu
rakam, biraz mübalâğalı ise de, bu ziyaretlerin daha çok ilim amaçlı olduğu muhakkaktır.
Belli ki onun asıl maksadı, hac esnasında bir taraftan ders alması, diğer taraftan ders vermesi
idi. Bu arada baĢkalarından ilim öğrenir, rivayet eder ve fetvâ verirdi. Hattâ bazı münazara ve
münakaĢalarda bulunmak üzere ara sıra Basra'ya gittiği, orada bir sene kaldığı
nakledilmektedir. Bu itikadi konularla ilgili gayretlerinden sonra, nihayet hocasının vefatı
üzerine fıkha yönelmiĢtir.5 Daha çok Küfe'de yetiĢen Ebu Hanife, zengin ve renkli bir ilmî
muhit içinde hayatını geçirme Ģansına sahipti:
“Hz. Ömer, Abdullah b. Mesud'u halka Kur'an ve fıkıh öğretmek için Küfe'ye
gönderirken, „Abdullah'ı göndermekle sizi kendime tercih ettim‟ demiĢti… Küfe'nin
kuruluĢundan, Hz. Osman‟ın hilafetinin sonlarına kadar Küfe halkına Kur'an ve fıkıh öğreten
Abdullah b. Mes'ud, dörtbine ulaĢan fakih ve muhaddis ashabıyle Küfe'nin diğer Ġslam
beldeleriyle ilmi bakımdan rekabet edebilecek bir seviyeye ulaĢmasında en büyük paya
sahipti. Bu yüzden Hz. Ali, Küfe'deki fukahanın çokluğundan dolayı sevinerek, „Allah, Ġbn
Ümmi Abd (Abdullah b. Mes'ud)‟e rahmet etsin. Bu belde (Küfe)yi ilimle doldurmuĢ‟
demiĢti… Hz. Ali'nin, hilafet merkezini Küfe'ye nakletmesinden sonra çok sayıda sahabi
Küfe'ye göç etmiĢti. Bunların sayılarının bin beĢ yüz civarında olduğu belirtilmektedir…”6
ĠĢte Ġmam Azam, böyle bir kültür ortamında, dini açıdan zengin ve biraz önce de ifade
edildiği gibi, daha çok Hz. Ömer ve Hz. Ali, Ġbn Mesud, Ġbn Abbas gibi dirayeti esas alan bir
kaynaktan beslenen ilmi havayı soluyordu. Hayatı daha çok, mesleği gereği Küfe, Mekke ve
Bağdad gibi, o gün için oldukça muteber Ġslâm beldelerinde geçti. Dolayısıyla, Araplardan
baĢka muhtelif ırk ve milletlere mensub Müslümanlardan ders alma fırsatını bulmuĢtu.
Kendilerinden ders aldığı üstadları arasında, HabeĢ‟li Ata Ġbni Ribah, Ġbni Abbas‟ın azatlı bir
kölesi olan Ġkrime ve taraftan Mekhül ise Berberi, ġam, Mısır ve Kâbil kaynaklı idi. Bu
sebeple bütün bunlardan onun Farsçaya da vakıf olduğu anlaĢılmaktadır.
Ticaret büyük bir ihtimalle babadan kalma mesleği idi. Hayatı boyunca ipekli kumaĢ
ticareti yaptığı ve talebelik yıllarında dahi zengin olduğu bilinmektedir. Öyle görülüyor ki,
baĢlangıçta o ilim tahsil etme fırsatını bulamamıĢ ve zevkini tadamamıĢ biri olarak zekâ ve
4 Bu konuda bilgi için bak. Ebu Zehra, A.g.e., s. 92 vd.; Ünal, Ġ. Hakkı, Ebu Hanife‟nin Hadis AnlayıĢı, Ankara,
1994, s. 219-265. 5 Bak. Ebu Zehra, A.g.e., s. 39-40.
6 Rivayetler için burada geçen kaynaklara bakılabilir. Küfe'ye yerleĢen sahabilerin bir listesi için bkz. Ġbn Sa'd,
Tabakat, VI, 12 vd… Küfe'de baĢta hulefâ-i râĢidîn ve Abdullah b. Mes'ud olmak üzere birçok sahabiden
rivayette bulunan çok sayıda tabiî hakkında geniĢ bilgi için bkz. Ġbn Sa'd, Tabakat, Vl , 66 vd. (Ünal, A.g.e., s.
49 vd.; Ayrıca bak. M. Hamidullah, Ġmam-ı Azam ve Eseri, Çev. K. KuĢçu, Ġstanbul, 1963, s. 15-14.
Kastamonu Üniversitesi
531
kudretini çarĢıda, pazarda tüketiyordu. Fakat Emevi halifelerinden en saygın kabul edilen
Ömer Ġbni Abdülaziz iktidara gelince, onun ilme ve ulemaya verdiği değer, Ebu Hanife‟nin
üzerinde de tesirini gösterecek ve hayatına yeni bir yön verecekti.7
Abbasiler dönemine gelince, halifelerin himayesi altında, bazı talepler üzerine ferdî
çalıĢmalarla bir takım kanun mecmuaları hazırlanmaya baĢlandı. Bu gayretler arasında, halife
Mansur‟un isteği üzerine Ġmam Malik‟in Muvatta‟ı, bir kanunname metni olarak fıkıh
bablarına göre tertip olunmuĢtu. Bununla ilgili olarak merhum Hamidullah‟ın Ģu tespitine
burada yer vermek istiyoruz:
“Üstün bilgisini kabul etmiĢ olmasına rağmen halife Mansur‟un (hükümeti: h.136-
158), Ebu Hanîfe‟nin yerine Ġmam Malik‟den Fıkhın tedvinini taleb etmiĢ olması, Ġmam Ebu
Hanife‟nin, o tarihlerdeki ihtiyarlığından ileri gelmiĢ olabilir. Bundan fazla olarak onun siyasî
meselelerde korkmadan fikrini söylemesi ve düĢüncede istiklâline sahib olmasının da buna
sebeb olması muhtemeldir…
Sonra Mansur‟un aleyhine hicretin 148. senesinde isyan olunca müĢarünileyh aleni
olarak Mansur‟un aleyhinde bulundu. Ġmam Malik de bidayette Mansur‟a biatin cebren
yapıldığını ve bu itibarla gayrı muteber olduğuna dair fetva vermiĢti… Mansur, Ġbn Ebi
Zi‟bi‟l-Amiri, Ġmam Ebu Hanîfe ve Ġmam Malik her üçünü çağırarak, onlara kendisinin
hilâfete ehil olup olmadığını sordu. Ġbn Zi'b ve Ġmam Ebu hanife, Mansurun ahlâki
noksanlarını açıktan açığa yüzüne söylediler. Lâkin Ġmam Malik, pek hoĢ bir tarzda Ģöyle
cevab verdi: Eğer Allah seni bu vazifeye lâyık görmeseydi, ümmetin muamelâtını senin eline
vermezdi ve Peygamberden (akrabalık bakımından) senden fazla uzak olanları, ümmetin
muamelatından uzaklaĢtırmazdı.”8 Nihayet halife, Ġmam Malik‟e müracaat etmiĢ ve böylece
kadılar için Muvatta, bir kanunname metni olarak ortaya çıkmıĢ oldu.
Bilindiği üzere Emevilerin son dönemi ile Abbasileri ilk dönemi, Ġslam ilimlerinin
yavaĢ yavaĢ ortaya çıkmaya ve tedvin edilmeye baĢladığı devirlerdir. ĠĢte Ġmam Azam da, her
iki dönemi de müĢahede eden biri olarak, ilmi uyanıĢın baĢladığı ve hız kazandığı böylesi bir
atmosferde kendini buldu. Bu coğrafya, farklı kültürlerin kıyasıya yarıĢ yaptığı bir ortamdı.
Akıl ve zekâca üstün yeteneğe sahip bir kiĢinin bu atmosfer ve coğrafyada kulağını olup
bitene tıkaması düĢünülemezdi. Rivayete göre, meĢhur bir muhaddis olarak Ģöhret bulan
ġa‟bî, insan seçen gözleri, bir Ģeyler va‟deden Ebu Hanife‟deki cevheri fark etmiĢ olmalı ki
bir gün kendisine Ģöyle sormuĢtu: “Ey beyzade! Siz ne dersi alıyorsunuz? Ticaret lâfını
duyunca dedi ki, gaflet etmeyiniz ilim tahsil etmeye ve ulemanın meclisine devam etmeğe
bakınız. Çünkü ben sizde bir uyanıklık ve kudret görüyorum.”9
Ebu Hanife, sağlam bir mantıktan hareketle, akli temeller üzerinde dini anlama ve
yorumlama noktasında statik değil, günün Ģartlarına uygun dinamik bir anlayıĢa sahip bir
alimdir. Ancak kendi görüĢünün yegâne doğru olduğu noktasında ısrarcı bir tavır sergilemez.
Ne yazık ki bu anlayıĢ zamanla kaybolmuĢ, aradan asırlar geçmesine rağmen hâlâ bu durağan
zihniyet devam etmektedir. ġartlar ve hayat değiĢmiĢ, mezhep ve görüĢler hep aynı kalmıĢ,
değiĢmemiĢtir. ġu hadise, kendisinin değiĢen Ģartlara göre aklı kullanma noktasında ileri
görüĢlülüğüne çarpıcı bir örnek teĢkil etmektedir:
Ġmam Züfer anlatıyor: Ebu Yusuf ve Ġmam Muhammed ile birlikte Ebu Hanîfe‟nin
dersine devam ederdik. Onun söylediklerini yazardık. Bir gün Ebu Yusuf‟a dedi ki: “Ne
yapıyorsun öyle Yakub (Yusuf), benden her iĢittiğini yazma! Çünkü ben bugün bir re'y (görüĢ)
görürüm, yarın onu bırakırım, yarın bir re'y görürüm öbürgün ondan vazgeçerim.”10
ġüphesiz sadece bu rivayet bile, yetiĢtiği fikri atmosferde farklı kültürleri soluyan biri
olarak Ebu Hanife, değiĢen Ģartlara göre Ģeriatin değiĢtiği gerçeğini idrak noktasında dirayet
ortamında baĢ temsilci olma Ģerefine nail olmuĢtur. Kaldık ki ġehristani'ye göre, ümmetin
7 Saymuri, Ebu Abdillah, Ahbaru Ebi Hanife, Beyrut, 1985, I, 68; Hamidullah, A.g.e., s. 26-27. Ayrıca bak. Ebu
Zehra, A.g.e., s. 45-46. 8 Saymuri, A.g.e., I, 69; Hamidullah, A.g.e., s. 11-12.
9 Bak. Hamidullah, A.g.e., s. 26-27 (el-Muvaffak, Menakib‟ül-Ġmami‟l-A‟zam, I, 59‟dan naklen).
10 Bak. Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, Beyrut, ts., XIII, 424; Ebu Zehra, A.g.e., s. 105.
IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)
532
müçtehitleri iki kısımdır: Ashab-ı hadis ve ashab-ı rey. Hadis ashabı, Hicaz ehli yani Malik b.
Enes, ġafii, Sevrî, Ahmed b. Hanbel, Davut b. Ali ve ashablarından müteĢekkildir. Ashab-ı
rey ise, Irak ehli yani Ebu Hanife ashabı, Ġmam Muhammed, Ebu Yusuf ve Ġmam Züfer ve
ashablarıdır.11
Râzî‟ye göre, ashab-ı hadis tabiri sadece ġafiilere hastır. Halkın çoğunluğu nazarında,
ġafiî taraftarları ashab-ı hadis olarak; Ebu Hanife taraftarları da ashab-ı rey olarak bilinirler...
Onlar bu tabirin kendilerine has olduğunu itiraf ve hatta bununla iftihar ederler.12
Buradan da açıkça anlaĢıldığı üzere Ebu Hanife, rey ekolüne mensup olmakla dini
yorum ve açıklamalarda değiĢen Ģartları göz önüne almaktadır. Böylece dini esaslar hakkında
münazara ve münakaĢa yapma konusunda kendisini olgunlaĢtırmıĢ, en yüksek bir dereceye
ulaĢtırmıĢtı. Fıkha yöneldikten sonra bile, gerektiği zaman usul ve akait esaslarında münakaĢa
etmekten geri kalmıyordu. MünakaĢa esnasında karĢı tarafın ruh haletine göre tavır alıp
yöneltilen sorulara soru ile karĢılık vererek, önce onların da kabul edeceği noktalardan
meseleye yaklaĢımı ve nihayet kendi mantık ve silahlarıyla anlayacakları dilden cevap verme
becerisi, onun kıvrak zekâsının bir ürünüdür.
Günah iĢleyen bir Müslümanın kâfir olacağını iddia eden Haricilerden bir grup, Küfe
mescidine baskın düzenlemiĢti. Orada bulunan Ġmâm A‟zam‟a, çetin sorular yönelttiler.
Üstadın soru soranlara karĢı takındığı tavır, kayda değerdir:
- Mescidin önünde iki cenaze var. Biri bir erkek cenazesi, Ģarap içmiĢ, boğazında
kalmıĢ, boğulmuĢ ölmüĢ! Diğeri bir kadın cenazesi, zina etmiĢ, bundan hamile kaldığını
anlayınca intihar etmiĢ. Bunlar hakkında ne dersin?
- Bunlar hangi millettendirler? Yahudi miydiler?
- Hayır.
- Hıristiyan mıdırlar?
- Değil.
- Putperest mi?
- Hayır.
- Hangi millettendiler ya?
- Allah‟tan baĢka tanrı yoktur, Muhammed onun kulu ve Peygamberidir, diyen
ümmettendirler.
- Bu kelime-i Ģehâdet imanın üçte, dörtte veya beĢte biri midir?
- Ġmanın öyle üçte, dörtte, beĢte biri olmaz, o parçalanmaz!
- Ġmanın kaçıdır?
- Bütünüdür.
- Öyle ise cevabını kendiniz verdiniz. Onların mü'min olduğunu söylediniz.
- Bunu bir yana bırak. Onlar Cennet ehlinden mi, yoksa Cehennem ehlinden mi?
- Bu hususta ben Ģunu diyebilirim: Hz. Ġbrahim bu ikisinden daha büyük günah iĢleyen
kavim için Ģöyle demiĢti: “Bana tâbî olanlar bendendir. Bana karĢı gelenler hakkında Sen
Gafur ve Rahimsin..”13
Keza Hz. Ġsâ‟nın onlardan daha çok günahkâr olan kavim için
dediğini tekrarlarım: “ġayet azap edersen onlar da Senin kulların, Ģayet onları affedersen Aziz
ve Hakîm olan Sensin.”14
Ebu Hanife‟nin karĢı konulmaz bu cevapları karĢısında Hariciler, sustular ve
silâhlarını bırakmak zorunda kaldılar.15
Haricilerin, nassları dar çerçevede yorumlayarak meselelere yaklaĢım tarzları,
kendilerini, kendi dıĢındakileri tekfir noktasına getirmiĢ, farklı ve çeliĢik rivayetler içinde
bocalama ve dinin önünde engel olma konumuna sokmuĢtur. Zaman içinde Kur‟an ile
hadisler arasında ortaya çıkan çeliĢkiler sebebiyle zihinler oldukça bulanmıĢ, kafalar
11
Bak. ġehristani, el-Milel ve‟n-nihal, (Ġbn Hazm‟ın el-Fasl hamiĢinde) Lübnan, ts, II, 45-46. 12
Ünal, A.g.e., s. 38 (Razi, Menâkıb, y.y. 1279 h., s. 242-45‟ten naklen) 13
Ġbrahim(14), 36. 14
Maide(5), 118. 15
GeniĢ bilgi ve kaynaklar için bak. Ebu Zehra, A.g.e., s. 39-40.
Kastamonu Üniversitesi
533
karıĢmıĢtır. Nassları yorumlamada ilmi bakımdan yetersiz kalan Hariciler, bu katı/fanatik
tutumlarını sergilemiĢlerdir. Günümüzde, hâlâ bu inacı paylaĢan ferd ve grupların varlığı,
nasların ruhunu anlamakta güçlük çeken bu Harici zihniyetin devamından baĢka bir Ģey
değildir.
Her ne kadar durum böyle ise de aslında, hadisleri Kur'an'a arz meselesi, sahabe
zamanından beri bilinen ve uygulanagelen bir husustur. Bu, aynı zamanda diğer mezhep
imamlarının da göz önüne aldıkları bir usüldür. Ebu Hanife‟nin bu konudaki tutumu, Kur‟an-
hadis iliĢkisi bağlamında, dini açıdan gayet tutarlı ve mantıkidir. AĢağıda kendisinden
sunacağımız ifadeler, onun meselelere akılcı yaklaĢımı sebebiyle Kur‟an‟ın asıl alınması ve
ona uymayan hadis ve rivayetlerin terk edilmesi gerektiği noktasında çok dikkat çekicidir:
“Mü‟min zina ettiği zaman, gömlek nasıl baĢından çıkarsa iman da aynen öyle
baĢından çıkar. Sonra tevbe ettiği zaman iman kendisine iade edilir” diye rivayet edeni
yalanlarım. Bu, ancak, Peygamber (s.a.v.)'den batıl rivayette bulunan kimseyi reddir. Töhmet
bu kimseyedir. Peygamber 'in söylediği her Ģey, iĢitelim, iĢitmeyelim, baĢımız gözümüz
üstünedir. Ona iman eder, Allah‟ın nebisinin söylediği gibi olduğuna Ģehâdet ederiz.
Allah‟ın peygamberi Allah‟ın kitabına muhalefet etmez. Bu rivayet ettikleri ise
Kur‟an‟a muhaliftir. Çünkü Allah: “zina eden kadın ve zina eden erkek…”16
buyurmuĢ, fakat
iman ismini ondan nefyetmemiĢtir. Allah: “sizden zina edenler…”17
buyurmuĢ, buradaki
“sizden (minküm)” ifadesiyle Yahudi ve Hıristiyanları değil, Müslümanları kasdetmiĢtir. Yine
Allah‟ın Ģu “Allah‟ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir”18
sözünde,
kendisine iman etmeyenler kast edilmiĢtir. Bu sözü, bize hocalarımızdan bazıları Ġbn
Ömer‟den nakletmiĢtir...”19
Hatib Bağdadi, Ebu Hanife‟den Ģunu aktarmaktadır:
“Ben evvela Allah‟ın kitabında olanı alırım. Onda bulamazsam Peygamberin
sünnetinden alırım. Allah‟ın kitabından ve Peygamberin sünnetinde bulamazsam o zaman
Ashabın sözlerini alırım. Onlardan dilediğimin sözünü alır, dilediğimi bırakırım, onların
sözünden baĢkasının sözüne çıkmam. Fakat iĢ Ġbrahim Nehai, ġa‟bi, Ġbn Sirin, Hasan Basri…
bunlar ictihat yapmıĢ kimselerdir, onlar nasıl içtihat ettilerse ben de onlar gibi ictihat
ederim.”20
B- DĠN VE ġERĠATA YAKLAġIMI
Evvela Ģunu dile getirmemiz gerekir ki Ebu Hanife‟ye göre, ilim amelden daha
faziletli ve değerlidir. Çünkü ilim olmadan sağlıklı ve faydalı bir amelden (amel-i salih) söz
edilemez. ġüphe yoktur ki ilim bize neyi, nasıl yapmamız gerektiği konusunda yol gösterir:
“Organların göze tabi olması gibi, amel de ilme bağlıdır. O halde amelle birlikte ilim,
cehaletle beraber bulunan çok amelden daha faydalıdır. Bu sebeple Allah Teâlâ Ģöyle
buyurmuĢtur: “De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri tezekkür
edebilir.”21
16
Nur(24), 2. 17
Nisa(4), 16. 18
Maide(5), 44. 19
Beyâzi-zâde, el-Usulu‟l-münife li‟l-Ġmam Ebi Hanife, AraĢtırma ve notlar ilâvesiyle Terc. Ġlyas Çelebi,
Ġstanbul, 2000, s. 113-114. GeniĢ bilgi için bak. Ünal, A.g.e., 84 vd. “Ebu Hanife'den sonra bu konu üzerine en
çok dikkat çeken Ebu Yusuf olmuĢtur. O Ģöyle der: "Rivayetler çoğaldıkça bunlar arasından, bilinmeyen, fıkıh
ehlinin bilmediği, Kitaba ve Sünnete uygun olmayan rivayetler ortaya çıkar. ġaz hadislerden sakın, hadisçilerin
ve fukahanın bildikleri (kabul ettikleri) ile, Kitap ve Sünnete uygun olanları al, diğerlerini buna göre
değerlendir. Çünkü Kur'an'a muhalif olan, Hz. Peygamber'den rivayet edilmiĢ dahi olsa ondan değildir" Ebu
Yusuf bu görüĢünü, Hz. Peygamber‟e isnad ettiği Ģu hadisle de teyid etmektedir: “Resulüllah (s.a) ölüm
döĢeğinde Ģöyle dedi: Ben yalnızca Kur' an'ın haram kıldıklarını haram kılarım. Allah'a yemin ederim ki benim
adıma bir Ģeye (beni bahane ederek) sarılmasınlar” (Ünal, A.g.e., s. 85. Ebu Yusuf, er-Red, (Beyrut, ty.) s.
31‟den naklen) 20
Ebu Zehra, Ebu Hanife, s. 363-364 (Tarih-i Bağdat, XIII, 368‟den naklen). Ayrıca bak. Saymuri, A.g.e., I, 24. 21
Zümer(39), 9.
IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)
534
Buna dayalı olarak dinin usulü (itikat) de, furu‟undan (ameli meseleler) daha
faziletlidir. Kendi ifadesi ile bu husus, daha sonra Ġmam Maturidi‟nin de tekrar edeceği üzere,
Ģöyle dile getirilmiĢtir: “Dinde fıkıh, ahkâmda fıkıhtan daha faziletlidir... Bunlardan itikadla
ilgili olanlar, fıkh-ı ekber‟dir. Dolayısıyla kiĢinin, rabbine nasıl ibadet edeceğini öğrenmesi,
diğer birçok ilimleri toplamasından daha hayırlıdır.”22
Ġmam Azam‟ın bu bakıĢ açısı, dinde aklı kullanmaya ve ilmin önemine açıkça iĢaret
etmektedir. Bütün bu hususları belirttikten sonra ona göre fıkhen en önde gelen fazilet, kiĢinin
“Allah‟a imanı öğrenmesi”dir. Bu sebepledir ki ifade ettiğimiz üzere o, evvelâ itikadla ilgili
meseleler üzerinde durmuĢ, sonra da hocası Hammad‟ın vefatı üzerine bugünkü anlamda
fıkha yönelmiĢtir. Yoksa, zaman zaman dile getirildiği gibi, kelamdan ve kelami
tartıĢmalardan insanları menetmesi, onun bu ilme karĢı oluĢundan değil, o yıllarda, dıĢ
kaynaklı dine muhalif gibi görünen bazı görüĢlerden ve bunları savunan kiĢilerin, dinin
aslından sapma gibi yanlıĢ hareket tarzlarından kaynaklanmakta idi.
Aslında el-Alim ve‟l-müteallim‟de de belirttiği üzere, sahabenin bu ilme dalmamaları,
karĢılarında bu alanda savaĢan kimselerin bulunmaması ve bu sebeple de onlara karĢı silâh
taĢıma ihtiyacının olmamasından kaynaklanmıĢtır. Halbuki biz, bize ta‟n eden ve savaĢ açmıĢ
kiĢilerle karĢı karĢıyayız. Gerçekten de bu durumda silâha muhtacız.23
Belirtmeğe gerek yoktur ki bu silah, her konuda ihtiyaç duyduğumuz akıl ve mantıktır.
Bu gerekçe ve sebeplerden dolayı Ebu Hanife‟nin, devrindeki pek çok dehri (tabiatçı) vd.
gruplarla, bu kâinatın bir yaratıcısının bulunduğu ve buna imanın aklen zaruri olduğu ile ilgili
hususlarda sayısız münakaĢa yaptığı meĢhurdur.
Yörükân‟ın da belirttiği gibi, Ebu Hanife‟ye göre “marifetullah” bilgisi, yerine
getirilmesi gereken ilk farzdır. Ġman, kalpte yerleĢen ve akıl ile bağdaĢan bir Ģeydir; bu
bakımdan din, akla hitab eder, tefekkür Ģart, his vasıta, salâh kalbindir. Kalb kuvvetli imana
sahib olunca, insanın fiilleri, ibadetler ve ahlâk düzene girer. Bundan dolayı Ġslâm ahlâkı
imana dayanır. Ġbadetler, imanı besler ve kiĢiyi itaate alıĢtırır...“Allah adaleti, ihsanı ve
akrabaya yardım etmeyi emreder, fuhĢu, fenalığı, azgınlığı da yasaklar. Bunları size
düĢünesiniz diye öğütlüyor”24
mealindeki âyet ve iman, islâm, ihsan diye varid olan hadîsin
muhtevası, en büyük farzlar arasında olmak lâzımdır.25
Bu bakımdan Ebu Hanife, eğer Allah, insanlara elçi/rasül göndermeseydi, o takdirde
de onların Allah‟ı akıllarıyla bilmeleri vacib olurdu, kanaatindedir. Bunlar kendilerine bir
delil gelinceye kadar emir ve yasaklardan (Ģerâyi‟) mazur sayılırlardı. Fakat hiç kimse, yer ve
göklerin, kendisinin ve baĢkalarının yaratılıĢından bunu görmesi sebebiyle26
yaratıcısını
bilmemekte mazur sayılamaz. Kaldı ki aleme baktığımız zaman, onun devamlı değiĢmekte
olduğunu görürüz; değiĢme (tağayyür) ise zorunlu olarak bir değiĢtireni (muğayyir)
gerektirmektedir. Görüldüğü üzere burada, daha sonra kelamcılar tarafından, Allah‟ın varlığı
ile ilgili olarak ortaya atılan “hudüs” deliline iĢaret vardır.
Dolayısıyla, onu göre, Ģayet Türk yurdundan biri, Ġslam‟ı toptan ikrar etse, fakat
farzlardan, Ģeriatlerden ve kitaptan hiçbir Ģey bilmez ve bunlardan Allah‟ı ve imanı ikrar
dıĢında bir Ģey ikrar etmezse, mü‟min sayılır.27
Nitekim bu bağlamda Ebu Hanife‟ye göre,
meselâ Sâbiiler de, putperest değildirler; bunların yıldızlara tapması, Müslümanların Kâbe‟yi
tazim etmeleri mahiyetindedir. Sâbiiler, bir peygamberin dinine inanan ve bir kitabı ikrar eden
bir topluluktur. Onlar, Müslümanların kâbe‟yi ta‟zim ettikleri gibi yıldızları ta‟zim ederler.28
22
Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 30. 23
Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 31. 24
Nahl(7), 90. 25
Yörükan, Ġslam Dini Tarihi, Ankara 2001, s. 540. 26
Nitekim ayetlerde, “gökleri ve yeri yaratan hakkında Ģüphe mi var” (Ġbrahim(14), 10) ve “Ayetlerimizi onlara
iç ve dıĢ dünyalarında (afak ve enfüs) göstereceğiz.” (Fussilet(53), 41) Ģeklinde ifadeler yer almaktadır. 27
Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 39-40. 28
Tehânevi, KeĢĢâfu ıstılahâtı‟l-fünun, Kalküta, 1862‟den ofset Ġst., 1984, II, 807; Ayrıcı bak. Yörükân, A.g.e.,
s. 21. (Bunların ellerinde Sasaniler devrinde yazıldığı tahmin edilen “Ginza” isimli mukaddes bir kitapları vardır
Kastamonu Üniversitesi
535
Ebu Hanife‟nin Kur‟an‟ı anlama ve yorumlama noktasında kayda değer görüĢü, onun
akılcı yaklaĢımının bir ürünüdür. Ona göre, daha sonra Ġbn Küllab ve diğer bazı kelamcıların
da tekrar edeceği üzere, kelamda (kelime/söz) aslolan anlamdır; lâfızlar ise, Ģartlara ve zaman
göre değiĢebilir. Kaldı ki Ġslam alimleri, Kelamullah‟ta (ilâhi kelam), dolayısıyla Kur‟an‟da
aslolanın, lâfızların ifade ettiği anlam mı, anlamı ifade eden lâfız mı, yoksa her ikisi mi
olduğu noktasında ihtilaf içindedirler. Her ne kadar anlamın Allah‟tan olduğu konusunda
ittifak var ise de, lâfız, ses ve yazı gibi, insanlar için söz konusu olan arizi Ģeyler noktasında
ihtilaf vardır. Dolayısıyla Ġslam alimleri arasında nazmın Allah‟tan mı, Cebrail‟den mi veya
peygamberden mi olduğu tartıĢma konusu olmuĢtur.29
Kendisinden sonraki Kelamcıların tekrar ettiği üzere, Ebu Hanife, Fıkhu‟l-ekber ve el-
Vasiyye‟de Allah Tealâ‟nın bizim gibi konuĢmadığını Ģöyle ifade etmektedir:
“Biz âlet ve harflerle konuĢuruz; fakat Allah âletsiz ve harfsiz konuĢur. Kur‟ân,
Allah‟ın vahyi ve peygambere indirdiği mahluk olmayan Kelâmullah‟tır. Mushaflara yazılmıĢ,
dillerle okunmuĢ kalplerde ezberlenmiĢ, fakat onlara hulül etmemiĢtir. Mürekkep, kâğıt, yazı
ve okuma mahluktur; zira onlar kulların fiilleridir.”30
Bir dirayet mahsulü olan bu ayırım, Kur‟an‟ın Arapça‟dan baĢka bir dile tercüme
edilip edilmeyeceği sorununa bir çözüm getirebilecek mi?.. Evet Ebu Hanife, tam da bu
noktada, cesaretle önemli bir hususa iĢaret etmektedir. Bu mesele, yukarıda söz konusu
ettiğimiz anlam ve lâfız problemi ile alâkalıdır. Bilindiği gibi bu konudaki ihtilaf, Kur‟an‟ın
indirilmiĢ anlam mı, yoksa Arabça nazım (lâfız) mı olduğu üzerindedir. ġüphesiz lâfızlar,
anlama götüren Ģekillerdir; dolayısıyla birbirinden ayrılmazlar. Bu Ģekiller/lâfızlar olmadan
bir anlama ulaĢmak mümkün değildir. Bu sebeple bütün mesele, bir sözde/kelamda lâfzın mı,
yoksa anlamın mı asıl olduğu meselesidir.
Ġlahi mesajın insanlara ulaĢtırılması açısından anlamın esas alınması hikmete daha
uygundur. Bu bakımdan Yörükân‟ın da iĢaret ettiği gibi “Ebu Hanîfe, fıkıhta olduğu kadar
kelâmda da mütehassıs olduğu için, bu ayrılığı birleĢtirmiĢ, namazda kıraatin, tekbirlerin ve
duaların gayri Arabî dille yapılmasına izin vermiĢtir. Ġmameyn, „Dinde güçlük yoktur,
zaruretler mahzurları kaldırır,‟ esaslarına dayanır ve „Kur‟an‟ı Arapça okumaktan âciz
olanlar, zarurete binaen, kendi dili ile Kur‟an‟ı namazda okuyabilir,‟ der. Ancak, bu aczin
hududu nedir? Arap olmayanların Arap harflerini okuyamamaları, içinde bulundukları
Ģartların iktizasıdır. Ġmam Ebu Hanife‟nin mutlak surette cevaza kail olduğunu ifade eden
ictihadında, bilâhare zarurete binaen cevaza kail olan imamların fikrine iltihak ettiğini
nakleden rivayetler vardır. Ancak, bu nakil, Ġmam-ı Azam‟ın her Ģeyde mânâya ve ruha
kıymet veren sistemine uyar mı? Bu cihet ayrıca tetkike muhtaçtır.”31
Evet Ġmam Azam‟a göre kelamda aslolan anlamdır; bu sebeple de bu anlam her dile
aktarılabilir. Ġlahi hikmet bunu gerektirir. Aksi halde Ġslam dininin evrenselliğinden,
dolayısıyla Araplar dıĢında, diğer arapça bilmeyen insanlara tebliğinden söz etmek mümkün
olmayacaktır. Bu arada bazı farklı lâfızların aynı anlama geldiği ve dolayısıyla dinde farklı
kelimelerle dile getirilen bazı kavramların nasıl anlaĢılması gerektiği meselesi önemlidir. Bu
sebeple Kur‟an‟ın Arapça olması, onun baĢka bir dildeki kelimelerle ifade edilmesini
imkânsız kılmaz. En azından Ģu ayette de ifade edildiği üzere Kur‟an‟ın, (anlam bakımından)
daha önce vahyedilen ilk sayfalarda, baĢka bir dille mevcut olması, bu gerçeği açık bir Ģekilde
ortaya koymaktadır: “ġüphesiz bu (hükümler), önceki sahifelerde, Ġbrahim ve Musa‟nın
sahifelerinde vardır”32
ve burada eski Babil ve Yahudi dinlerinden izlerin bulunduğu ve hatta Vaftizci Yahya‟nın peygamber olarak
kabul edildiği nakledilir. A.g.e., s. 21) 29
Değerlendirme için ayrıca bak. Yörükân, A.g.e., s. 466. 30
Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 48-49. 31
Yörükân, A.g.e., s. 467-468, dn 65 ve 66. 32
A‟lâ(87), 18-19. Ayrıca bak. “ġüphesiz bu Kur‟an, alemlerin Rabbi‟nin indirdiğidir. Onu, uyarıcılardan olasın
diye, apaçık Arapça bir lisanla, senin kalbine güvenilir Ruh (Cibril) indirdi. Bu (Kur‟an) öncekilerin
IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)
536
Kur‟an‟da geçen bazı farklı lâfızların aynı anlamı ifade ettiği ile ilgili diğer bir
tartıĢma konusu da iman ve Ġslâmdır. Ebu Hanife, burada da bu iki kelimenin aynı anlama
geldiğini ifade etmektedir. Her ne kadar amel imandan bir cüz sayılmazsa da, bir anlamda
inancı ifade eden iman ile ibadetleri simgeleyen Ġslam aynıdır. Onun konu ile ilgili görüĢleri
Ģöyledir:
“Amel imanın, iman da amelin gayridir.33
Mademki iman amelin gayridir; artmaz ve
eksilmez. Öyle ise bizim imanımız meleklerin ve resullerin imanı gibidir.”34
Ġman; tasdik, marifet, yakin ve ikrardan ibarettir. Ġslâm‟a gelince, kısaca kiĢinin,
Allah‟ın rabbi olduğunu ikrar etmesi ve bunu yakinen bilmesidir. Dolayısıyla “bunlar farklı
isimler olup manaları aynıdır; o da imandır. Ġslâm ise, Allah‟ın emirlerine teslim olma ve
boyun eğmedir. Ġman ile Ġslâm, her ne kadar lügat bakımından ayrılır ise de Ġslâmsız iman,
imansız Ġslâm olmaz; bu ikisi karın ve sırt (yazı-tura) gibidir.”35
Burada üzerinde ciddi tartıĢılması gereken bir husus da Ģudur: Ġslam-iman aynı ise,
nasıl olur da amel imandan bir cüz olmaz! Yoksa bunlar iç içe daireler Ģeklinde birbirlerini
kapsamakta mıdır? Yukarıdaki açıklamalardan anlaĢılıyor ki din, iman ve Ġslâmı içine alan
ilahi sistemin adıdır. Bu sistem değiĢmez, hatta bütün ilahi dinler, orijinal halleriyle Ġslam‟dır.
Amellere gelince, onlar, dinin Ģartlara göre değiĢen emir ve yasaklarıdır (Ģeriat/hükümler).
Evvelâ, Ebu Hanife‟nin Ģu ifadesine yer vererek konuya açıklık getirmeye çalıĢalım:
“Din; iman, Ġslam ve Ģeraitleri toptan içine alan bir isimdir.”36
Çok karmaĢık bir mesele olmasına rağmen, bu durumda din, genel bir ifade olarak
iman, islâm ve Ģeriatı kapsayan bir tabirdir. Öncelikle din, diğer iman, Ġslam ve Ģeriatı içine
alan bir Ģemsiye konumundadır. Din, Ģemsiye bir tabir ile meselenin teorik tarafı olarak
müĢahede edilmeyen yönü ifade eder. Ġslâm ve Ģeriat ise, müĢahede edilen zahiri ifade eder.
Bu sebeple müĢahede edilen, edilmeyeni ifade için kullanılmak durumundadır. Öte yandan
iman ve Ġslam da aynı ise, Ģeriat islamı; iman da dini ifade etme konumundadır.
AĢağıda ele alacağımız üzere din ve Ģeriatın daha iyi anlaĢılabilmesi bakımından
Ġman-Ġslam iliĢkisini Ģöyle ifade edebiliriz: Ebu Hanife‟nin de açıkça ifade ettiği gibi, her ne
kadar kelime anlamları açısından aralarında fark var ise de iman ile Ġslâm aynıdır. Dolayısıyla
her mümin Müslim, her Müslim mümindir. Zira iman etmeyen Müslüman olamaz; Müslüman
olmayan da iman etmiĢ olamaz. Öyle ise iman, dinin teorik tarafını; Ġslâm ise pratik yönünü
ifade etmektedir.
Bu hususu ortaya koyduktan sonra, Ģimdi asıl meseleye, yani “din-Ģeriat” meselesine
geçebiliriz. Kur‟an ayetleri ve hadislerden de açıkça anlaĢılacağı üzere “din ile Ģeriat”
arasında bariz farklar vardır. Meselâ ġura(42), 13. ayetini siyak-sibak içinde
değerlendirdiğimiz zaman görürüz ki burada din, bütün peygamberler için geçerli ve
değiĢmez esasları (tevhid ve Allah‟a ibadet) kapsayan bir yoldur. Bu nedenle ayetlerin
devamında (15. ayet) Hz. Peygamber‟e, öncelikle bu dine davet etmesi, emrolunduğu gibi
istikamet üzere olması, Allah‟ın indirdiği kitaplara inanması, aralarında adaletli olması ve
rablerinin aynı olduğu gibi değiĢmeyen evrensel hususlar hatırlatılıyor. Ayrıca ayette de
belirtildiği üzere “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere Ģunu vahyettik: Ben‟den baĢka
ilâh yoktur; öyle ise bana ibadet edin.”37
Ģeklinde “tevhid ve Allah‟a ibadete” vurgu
yapılmıĢtır.
Ayette geçen “Nuh‟a tesviye ettiği dini sizin için de yol olarak çizdi/belirledi (Ģere‟a
le-küm)” ifadesinde, din ile Ģeriatın ilk bakıĢta aynı anlama geldiği intibaını vermektedir.
Ancak aralarındaki fark, Tehânevi‟nin de iĢaret ettiği üzere, özde (zat) değil, itibaridir
sayfalarında mevcuttur.” ġuara(26), 196. Kur‟an‟da, önceki peygamberlere vasiyet edilen bazı hükümlerin Hz.
Peygambere de vahyedildiği ile ilgili olarak bak. Nisa(4), 164; ġura(42), 13. 33
Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 97. 34
Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 102. 35
Beyâzi-zâde, A.g.e., s. 83-84 (el-Alim ve‟l-müteallim ve el-Fıkhu‟l- ekber‟den). 36
Beyâzi-zâde, A.g.e., s.84. 37
Enbiya(21), 25.
Kastamonu Üniversitesi
537
(gerçekte olmayan). ġu kadar var ki “Ģeri‟at ve millet”, sadece kullanıĢ bakımından
peygambere ve ümmete izafe edilmiĢlerdir. “Din” ise, Allah Teâlâ‟ya izafe edilmiĢtir. ġeriat
fer‟i ve ameli hükümlere has kılınmıĢ ve ilm-i Ģerayi‟ ve ahkâm diye isimlendirilmiĢtir; asli
hükümlere gelince onlar da ilm-i tevhid ve sıfat diye isimlendirilmiĢtir.38
Nitekim Ġmam Azam, aĢağıda da görüleceği üzere, bu vb. ayetleri bu anlamda
yorumlamıĢtır. Dolayısıyla Hatipoğlu‟nun da açıkça ifade ettiği gibi “Peygamberlerdeki „tek
din - farklı Ģeriat‟ vakıası, Müslümanlar‟ın Kur‟an‟a dayalı ortak kabullerinden olmuĢtur.”39
Ebu Hanife, el-Alim ve‟l-müteallim isimli eserinde, din ve Ģeriat arasındaki iliĢki
konusunda Ģunları ifade etmektedir:
“Peygamberler, farklı din üzere değildiler; onlardan her biri, kendilerinden önceki
peygamberlerin dinini terk etmelerini emretmedi. Çünkü onların dinleri aynı idi. Her
peygamber kendi Ģeriatına çağırmıĢ; kendinden önceki peygamberin Ģeriatından nehyetmiĢti.
Zira onların Ģeriatları çok muhtelifti. Bundan dolayı Allah Tealâ Ģöyle buyurdu: “Sizden
herbiriniz için bir Ģeriat ve yol kıldık. Allah dileseydi hepinizi tek ümmet yapardı.”40
Allah bütün peygamberlere dini ikame etmeyi -ki bu tevhiddir- onda tefrikaya
düĢmemeyi tavsiye etti. Çünkü onların dinini bir kılmıĢ ve Ģöyle demiĢtir: “Nuh‟a vasiyet
ettiği Ģeyi sizin için din kıldı; dini ikame edin ve ayrılığa düĢmeyin diye, Ġbrahim‟e, Musa‟ya
ve Ġsa‟ya vasiyet ettiğimizi sana da vahyettik.”41
Yine buyurdu ki “Senden evvel hiçbir
peygamber göndermedik ki „Benden baĢka ilah yoktur; o halde bana ibadet edin‟ diye
vahyetmiĢ olmayalım.”42
Diğer bir ayette ise “Allah‟ın yaratmasında değiĢme yoktur. ĠĢte
dosdoğru din budur.”43
Yani Allah‟ın dininde değiĢme yoktur. Din tebdil edilmemiĢ,
değiĢmemiĢ ve tağayyur etmemiĢtir. ġeriatler ise tağayyur ve tebeddül etmiĢtir. Çünkü bazı
insanlar için helâl olan öyle Ģeyler vardır ki Allah onu diğerlerine haram kılmıĢtır. Yine
Allah‟ın bazı insanlara emrettiği nice emirler vardır ki diğerlerini onlardan menetmiĢtir.
Netice itibariyle Ģeraitler muhteliftir, ve onlar da farzlardır.”44
Din ve Ģeriat ayırımı, Ġmam Maturidi tarafından da tekrar edildi ve geliĢtirildi.
Maturidi üzerinde yoğun çalıĢmalar yapan Kutlu‟nun da haklı olarak anladığı gibi,
“Maturidi‟nin iman ve inanca (itikad) karĢılık kullanılan din tanımına, „ed-din‟ kelimesinin”
geçtiği ayetlerden birisinin45
yorumunda rastlamaktayız. O, … dini Ģöyle tanımlar: “Din,
Allah‟ın Nuh ve diğer peygamberlere tavsiye ettiği, Allah‟ı birlemek (tevhid) ve O‟na ibadet
etmek demektir. Bu din peygamberlerin hepsi için, tek ve aynı dindir. Bütün peygamberlerin
dini, tevhid inancı ve bir olan Allah‟a ibadetten oluĢur. Fakat onların Ģeriatleri ve ahkamı
birbirinden farklıdır.
Kutlu‟ya göre Maturidi, inanç ve itikad olarak tanımladığı dini, Ģeraitten ayırır. Ona
göre Ģeriat, ibadetler, emir ve nehiyler ile diğer dini hükümleri içerir.”46
Dolayısıyla
Peygamberden peygambere değiĢen Ģeriat, ibadetlerin miktarı, sayısı, Ģekli ve Ģer‟i
hükümlerle ilgili bilgilerdir… “Ancak kıyamete kadar bir baĢka peygamber gelmeyeceğinden
Hz. Muhammed‟in Ģeriatı, baĢka bir Ģeriatq tarafından asla neshedilmeyecektir.”47
38
Bak. Tehânevi, KeĢĢafu ıstılahati‟l-fünun, Kalküta, 1862, I, 759. 39
Hatiboğlu, “Din-ġeriat Farkı Üzerine”, Ġslamiyat, Üç Aylık AraĢırma Dergisi, c. 1, sy. 4, Ankara, 1998, s. 9;
Din ve Ģeriat hakkında geniĢ bilgi için özellikle Ģu makalelere bakılabilir: M. Said Hatipoğlu, A.g.m., s. 9-13;
Ġlhami Güler, “Din, Ġslam ve ġeriat”, s. 53-76; Wılfred Cantwell Smith, “Bazı Kelamcıların ġeriat Kavramı
Etrafındaki TartıĢmaları,”, s. 87-106. 40
Maide(5), 48. 41
ġura(42), 13. 42
Enbiya(21), 25. 43
Rum(30), 30. 44
Beyâzi-zâde, s. 80-81. 45
ġura(42), 13. 46
Kutlu, Sönmez, Ġmam Maturidi ve Maturidilik, Milletlerarası TartıĢmalı Toplantı, 22-24 Mayıs 2009 –
Ġstanbul, “Maturidi Akılcılığı ve Bunun Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, s. 555-556 (Maturidi, Te‟vilât,
XIII, 175. KrĢ. IV, 48; V, 138; VII, 183;XI, 186‟ya istinaden). 47
Kaynaklar ve geniĢ bilgi için bak. Kutlu, A.g.e., s. 557 (I, 506; IV, 245; XII, 247; XIII, 175; (thk. Hiyemi) V,
119; I, 46, 78-79‟a istinaden).
IV. ġeyh ġa'ban-ı Velî Sempozyumu (Hanefîlik-Mâturîdîlik)
538
Diğer taraftan ÖzdeĢ‟e göre, kelime çoğu zaman hem asli ahkâm olan itikadi
hükümleri, hem de fer‟i ahkâm olan ibadet, ahlâk ve muamelâtla ilgili hükümleri
kapsamaktadır. Bu bakımdan “Maturidi‟nin bazı ayetlere getirdiği kısa açıklamalarından,
onun dini sadece tevhide ve inanç esaslarına hasrettiğini, ibadetler ve muamelatla ilgili
hükümleri din kavramından bağımsız düĢünerek Ģeriata hasrettiğini zannetmek hatalı bir
tespit olur. Çünkü Enbiya suresinin 73. ayetini açıklarken, bütün peygamberlerin önderlik
vasıflarıyla insanları Allah‟ın dinine ve O‟nun emirlerine uymaya çağırdıklarını, namaz, oruç
ve zekât gibi ibadetlerin onların Ģeriatlarında da mevcut olduğunu ifade eder…”48
Dolayısıyla “Maturidi‟nin bu bağlamdaki ayetlere getirdiği açıklamalarını49
nazar-ı
itibara aldığımızda, onun, Ģeriat ve Ģir‟ati Allah tarafından insanların uygulamaları için
konulan sünnetler, üzerinde gidilen yol ve ahkâm olarak anladığını söyleyebiliriz.”50
Evet, Maturidi, ayetin yorumunda, genel olarak Hz. Nuh ve diğer peygamberlere
vasiyet edilen dinin Müslümanlar için de aynı din olduğunu ifade etmektedir. Bu da Allah‟ı
birleme (tevhid) ve sadece ona ibadet etmekten ibarettir. Bütün peygamberler, her ne kadar
Ģeriat ve hükümleri değiĢse de, Allah‟ın birliğine çağırmak ve ibadeti Allah‟a has kılmak için
gönderilmiĢlerdir.51
Bütün bu tartıĢmalar bir yana, Ġmam Azam‟ın açık ifadelerinden de anlaĢıldığı üzere,
peygamberler tarihine baktığımız zaman, değiĢmeyen Ģeyin din olduğunu, bunun dıĢındaki
ibadet ve muamelâtın Ģartlar gereği değiĢtiğini görürüz. Burada dinden maksad, tevhid ve
istikamet olmalıdır. Ġslam uleması tarafından itiraf edildiği üzere, Ġslâm‟da aslolan
vahdaniyet-i ilâhiyyedir. Kaldı ki ayette geçen “dini ikame etme ve fırkalara ayrılmama” bu
vahdaniyetin gereğidir. ġüphe yoktur ki bu din, evvela Allah‟ın birliğini, buna bağlı olarak,
sonra da, insanların fırkalaĢmadan yekvücut olmalarını sağlamak emelindedir.
Fazlurrahman‟a göre, “..ilâhi ve beĢeri dayanak noktalarını soyutlarsak, ġeri‟at ve din,
„yol‟ ve onun muhtevası açısından birbirinin aynı olacaktır. Bu nedenle, Kur‟an‟ın deyiĢine
uygun olarak dinin muhtevası açısından ġeriat ve dinden birbiri yerine söz edilebilir… Daha
baĢından beri, belli bir pratik amaç ġeriat kavramının bir parçası idi: O, Allah tarafından
belirlenmiĢ yoldur;.. ġeriat bizzat davranıĢı ilgilendiren pratik bir kavramdır… Böylece hem
iman, hem de amel onun kapsamına girer.”52
MeslektaĢımız Güler‟e göre ise, açık olarak ifade ettiği üzere, “daha somut konuĢmak
gerekirse, Allah‟a tapınma (ubudiyyet) Din‟dir; fakat bunun menâsiki (ritüelleri) değiĢebilir
ve ġeriat‟tır… O halde Din, sabittir, değiĢmez ve evrenseldir; Ģeriat ise dinamiktir…
ġeriat‟sız Din olmadığı gibi, Din‟siz bir Ģeriat da olmaz…”53
Görüldüğü üzere burada din ve Ģeriat, birbiri yerine kullanılarak ortak bir kavram
Ģeklinde iman ve ameli de kapsamaktadır. Bir yönü ile aynı anlama gelen din ve Ģeriat, nasıl
oluyor da bir taraftan değiĢmiyor, diğer taraftan değiĢebiliyor?!.. Hem bu, amel imandan bir
cüz kabul edilmezken nasıl mümkün olabiliyor! Bütün sorun burada yatmaktadır. Öyle ise
din, iman, Ġslam ve Ģeriat arasındaki iliĢki nasıl bir iliĢkidir? Gerçekten de mantık açısından
karmaĢık olan bu mesele, hep tartıĢmaya açık kalacak karakterdedir.
Bu tespiti yaptıktan sonra, asıl mesele, Maturidi‟nin de ifade ettiği gibi, mademki
farklı zamanlarda Ģartlara göre Ģeriatler değiĢmiĢtir ve değiĢmeye de devam etmektedir, öyle
ise genel olarak kabul edilen yeni Ģartların değiĢmesi sebebiyle, son Ģeriatın da aynı Ģekilde
değiĢime tabi tutulup tutulmayacağı meselesidir. Öyle görülüyor ki Ebu Hanife, bu temel
sorunu istihsan ve örfü de dinde geçerli kılmakla çözüme kavuĢturmak istemiĢtir.
48
Konu ile ilgili eleĢtirileri ve tartıĢmalar için bak. ÖzdeĢ Talip, Ġmam Maturidi ve Maturidilik, Milletlerarası
TartıĢmalı Toplantı, 22-24 Mayıs 2009 - Ġstanbul, “Maturidi‟nin Din ve ġeriat AnlayıĢı”, s. 126, 129 (Maturidi,
Te‟vilât, III, 337‟ye istinaden). 49
Bak. Te‟vilat, I, 256, II, 44-45, III, 384. 50
ÖzdeĢ, A.g.e., s.130. 51
Maturidi, Te‟vilât, XIII, 175. 52
Fazlurrahman, Ġslam, Çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Ankara, 1992, s. 140-141. 53
Güler, Ġlhami, “Din, Ġslam ve ġeriat”, s. 66-67. ġeriatın din ile özdeĢleĢtirilmesi hakkında geniĢ bilgi için bak.
Güler, A.g.m., s. 67 vd.
Kastamonu Üniversitesi
539
Bilindiği gibi ĢimĢekleri üzerine çekse de, Ebu Hanife‟ye göre, diğer Kitap, sünnet,
kıyas ve icma yanında, istihsan ve örf de fıkhi delillerdendir. ġüphesiz burada gözetilen, karĢı
olanların iddia ettikleri gibi, keyfi fetva vermek değil, insanların maslahatlarıdır.”54
Muvaffak
Mekki‟nin rivayet ettiği Ģu hususu aktarmakta fayda vardır:
“Ebu Hanife‟nin kavli mevsuk olanı almaktır, çirkin olandan kaçınmaktır. Ġnsanların
muamelatına, doğru olan iĢlerine, olara yararlı olan Ģeylere bakıp onlara muteber tutmaktır.
ĠĢleri kıyasla ölçer, kıyas bozuksa o zaman istihsan yapar. Ġstihsan da yürümezse o zaman
Müslümanların aralarında muteber tuttukları muamelelere bakar. Herkesçe maruf olan
hadisi alır. Kıyas mümkün oldukça ona göre kıyas yapar, sonra istihsana giderdi. Hangisi
sağlamsa ona bakar. Sehl der ki, iĢte Ebu Hanife‟nin ilmi budur, umumun ilmi de bu.”55
Tabii olarak mesele, Ebu Hanife‟nin dikkatinden kaçamazdı. Her Ģeye rağmen
ĢimĢekleri üzerine çekse de, hayatı pahasına bu konuda sessiz kalmadı. Ancak her devirde
olduğu gibi günümüzde de, merhum Akif‟in deyimiyle, dini asrın idrakine sunma noktasında,
meseleyi masaya yatıracak ne Ebu Hanife‟nin cesaretini, ne de bilimsel hoĢgörü ortamını
bulmamız mümkün görülmemektedir.
54
Ġstihsan, Ġmam Malik‟e göre ilmin onda dokuzudur; ġafii ise onu batıl görerek reddediyor. Leh ve aleyhdeki
görüĢler için bak. ġener, Abdulkadir, Kıyas Ġstihsan Ġstıslah (Doktora Tezi), Ankara,1974. 55
Ebu Zehra, Ebu Hanife, s. 364 (Mekki. Menakıb-ı Ebu Hanife, s. 82‟den naklen).