Upload
hasan-tural
View
251
Download
4
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Çağdaş Eğitim Gönüllüleri Derneği Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi
Citation preview
KIRLANGIÇ
KIRLANGIÇ ÇAĞDAŞ EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ DERNEĞİ
KÜLTÜR, SANAT, EDEBİYAT DERGİSİ
SAYI :2 YIL : 2014
KURBAN
MÜRŞİDE ALTINBAŞ
YAŞLI ÇINAR’A MEKTUP
MERVE ÖZDEMİR
SIĞINIŞ
ÜMİT KARATAŞ
YAŞANAN
SUDE KIZMAZ
ASANSÖR
MUTLU KIZILBUGA
SANA DAİR GÜNEŞ DOĞURAN GECELER DÖRTLÜKLER BEYİTLER GÖKYÜZÜ TADINDAKİ UMUT
GÜLÇİN TUĞRUL SUNA GÖKÇE SELÇUK CAN RAMAZAN PUSAT SULTAN YÖRÜK
İLK AŞKIMI SANA VERİYORUM İNSANLAR ACİZ OKUDUKÇA ŞİİRİN İŞLEVİ
MELİKE GÜL MÜRDÜK RAMAZAN DEMİRTAŞ EKREM GÜNEŞ KIRLANGIÇ
Çağdaş Eğitim Gönüllüleri Derneği ;
geleceğimizin teminatı çocuk ve gençlerimizin boş zamanlarını
değerlendirebilmek, maddi sıkıntıları nedeniyle yetersizlikler-
ine somut çözümler bulmak, maddi ve manevi yönden gerek-
sinim duyabilecekleri sorunlarına cevap verebilmek için, yasal
çerçevenin bu hizmetler için kullanımından en üst düzeyde
yararlanabilmek amacıyla, gücünü emekli öğretmenlerden
ve çocuklarımızın sorunları için bir araya gelmiş halkımızın
işbirliğinden alan bir sivil toplum örgütüdür.
KIRLANGIÇ
4
8
9
11
12
15
16
20
21
23
25
30
26
28
29
KIRLANGIÇ
ÇAĞDAŞ EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ DERNEĞİ
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR, EDEBİYAT VE SANAT DERGİSİ
GENEL, SÜRELİ YAYIN
SAY: 2 YIL : 2014
Çağdaş Eğitim Gönüllüleri Derneği Adına Sahibi
Yalçın AKTOP
Yazı İşleri Müdürü
Mahmut ASLAN
EDİTÖR Sabahattin ÇAĞIN
DENETİM KURULU Yalçın AKTOP
Hüseyin ALTINPULLUK
Hasan Fehmi TURAL
YAYIN KURULU Berkay ŞANDA
Mürşide ALTINBAŞ
Ramazan DEMİRTAŞ
Sultan YÖRÜK
Ümit KARAKAŞ
Örsan Gürkan APLAK
Grafik Tasarım
Hasan Fehmi TURAL
Basım Yeri
KANYILMAZ MATBAACILIK
KAĞIT VE AMBALAJ SAN. TİC. LTD. ŞTİ.
Sanat Cad. 5609 Sk.No:13 Çamdibi-İzmir-TLF:(0232) 4491443
Çağdaş Eğitim Gönüllüleri Derneği Yönetim Kurulu’nun 05/01/2014 tarih ve 1 Nolu kararı
ile ücretsiz dağıtılmak üzere 1000 adet basılmıştır.
ADRES : 223. Sokak No: 11 D:1 35280 Hatay / İZMİR
TEL & FAKS : 0(232) 243 25 21 CEP : 0 505 600 33 05
WEB SİTESİ : www.cagder.com.tr
MAİL : [email protected]
ŞİİRİN İŞLEVİ
KIRLANGIÇ
SANA DAİR
Gülçin TUĞRUL
GÖKYÜZÜ TADINDAKİ UMUT
Sultan YÖRÜK
YAŞANAN
Sude KIZMAZ
YAŞLI ÇINAR’A MEKTUP
Merve ÖZDEMİR
İNSANLAR ACİZ / SEBEPSİZ
Ramazan DEMİRTAŞ
KURBAN
Mürşide ALTINBAŞ
GÜNEŞ DOĞURAN GECELER
Suna GÖKÇE
İLK AŞKIMI SANA VERİYORUM
Melike Gül MÜRDÜK
OKUDUKÇA
Ekrem GÜNEŞ
DÜŞÜNÜYORUM O HALDE/DÖRTLÜKLER
Selçuk CAN
SIĞINIŞ
Ümit KARAKAŞ
BEYİTLER
Ramazan PUSAT
GİTMEK
Berkay ŞANDA
ASANSÖR
Mutlu KIZILBUGA
KIRLANGIÇ 1
ÖNSÖZ
Bu dergiyi yalnızca yirmi öykü, on anı,
birkaç şiir yayınlamak için değil, aynı zamanda
gençlerimizin geleceğin edebiyat dünyasında
yerlerini alabilecekleri umudu ve onların içinde-
ki yazarlık yeteneğini ortaya çıkarmak amacıyla
hazırladık.
Bir yandan okuma bilincinin geliştirilmesini ve okuduklarımızın
yaşamımıza katkı vermesini amaçlarken öte yandan üniversiteli gençlerimizle
lise çağı gençlerimiz ve günümüz İzmirli azarları arasında yazma kültüründe
tanışıklığı ve etkileşimi hedefledik.
Her şeyden önce içinde yazma yeteneği olmasına rağmen, yazdıklarını
yayımlayacakları bir dergi bulamayan gençlerimizi göz önünde bulundur-
duk. İzmir’in liselerinden mezun olmuş günümüz yazarlarının örnek hayat
hikâyelerine ve örnek teşkil edebilecek yapıtlarına da yer verdik. Böylece
geleceğin yazarları olmaya aday yetenekli gençlerimizle usta yazarlar arasında
bir köprü oluşturmayı ve onlarla en azından eserleri vasıtasıyla iletişim
kurmayı amaçladık.
Kurulan köprü ile oluşacak iletişim genlerimizin ne okuduğunu, ne
kadar okuduğunu ve neyi niçin okuması gerektiği bilincini oluşturmakla
kalmaz; gençlerimizin dışsal etmenler tarafından yönlendirilmelerine de fırsat
verecektir. Onların geleceğin yazarı olmaya yönelik hedeflerini hızlandıracak,
cesaretlendirecek ve güçlendirecektir.
Sağduyu her ne kadar gençliğin geleceğini güçlendirmeyi amaçlasa
da yaşam ve çevre etkenlerinin belirleyici olması nedeniyle üniversite ve lise
gençliğinin yazdıklarını yayımlayan bir dergi çıkarılmasına vesile olmanın
mutluluk ve heyecanını yaşıyoruz.
Bir sorunun çözümünde yazdıklarının yayımlanması yetmez; üni-
versiteli gençlerle lise çağı gençlerimiz aralarındaki yazılı ürün ilişkilerini
geliştirmek ve bu ilişkiyi İzmirli yazarlarla bütünleştirmek gerekliliği
düşüncesini de taşımaktayız.
Çok yönlü okuma ile edinilecek yazma kültürünün geliştirilmesinde
yaş gruplarının parlak zekâlarında belirişlerini de bulmak gerekir. Yaratma
sürecinin kendisiyle ilgili akla yatkın varsayımlar geliştirmesine olanak ver-
mek de gerekir.
KIRLANGIÇ 2
Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
öğrencileri ile İzmir ilinde pilot olarak seçilen Konak, Karabağlar ve Buca
İlçelerindeki lise ve dengi okul öğrencilerinin deneme, şiir, anı, hikâye
gibi türlerde eserlerinin yayımlanacağı bu derginin İzmir kültür hayatına
katkısı olacağına inancını taşımaktayız. Bu dergi bir yandan Eğitim Fakül-
tesi öğrencilerinden seçilmiş edebî yazıların lise öğrencilerine model olarak
sunulmasını; diğer taraftan da lise ve dengi okullardaki öğrencilerin okuma
yazma seviyesini geliştirmesine katkı sağlamak, onların yazma potansiyellerini
geliştirmek ve gerekli yönlendirmeleri yapmak amacındadır. Böylece onların
kendini tanıma, sosyal faaliyetlere katılma gibi davranışları kazandırılması
sağlanacaktır. Bu derginin hazırlanması ve çıkarılmasında destek veren
Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Tür Dili ve Edebiyatı Eğitimi
Anabilim Dalı Başkanı Sabahattin ÇAĞIN ve kurullarda yerini alan öğrenci
temsilcimiz Berkay Şanda ve tüm öğrenci arkadaşlarımıza teşekkür ederiz.
İzmir ili Konak, Karabağlar ve Buca ilçeleri lise ve dengi okulları ile işbirliği
yapılması için gerekli izni veren İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğüne, faali-
yetlerimizi öğrencilerine duyurarak destek veren edebiyat öğretmenlerine ve
tüm emeği geçenlere teşekkürü borç biliriz. Bu teşekkürlerimizi yıl sonunda
hazırlanacak teşekkür belgelerimizle yıl boyu emeği geçenlerle paylaşacağız.
Attığımız adım gönül dostlarımızın destekleriyle gerçekleşmektedir.
Geleceğimizin teminatı çocuk ve gençlerimize destek veren her kişi, kurum
ve birimin desteklerinin çok önemli olduğu bilinciyle destek bekliyor, saygı ve
sevgilerimizi sunuyoruz.
Yalçın AKTOP Çağdaş Eğitim Gönüllüleri Derneği
Yönetim Kurulu Başkanı
KIRLANGIÇ 3
MA
KA
LE
ŞİİRİN İŞLEVİ KIRLANGIÇ
Başlangıçta dinsel törenlerle birlikte anılan ve belli bir görevi üstle-
nen şiir, sonraki dönemlerde üzerinde yapılan tartışmalara paralel olarak
değişikliklere uğramıştır. Bilindiği gibi başlangıçta bütün dünyada din adamları
ve onların merkezde olduğu dinsel törenler toplum hayatında çok önemli yer
tutmuşlardır. Ancak bu törenlerin zaman içinde işlevini kaybetmesi iki temel
türü ortaya çıkarmıştır: Duygu ve düşüncelerin aktarılması bakımından şiir,
hareketleri ve davranışları öne çıkarması bakımından tiyatro… Bizim konu-
muz olan şiir bu açıdan bütün edebî türlerin kaynağı olarak düşünülmektedir.
‘‘...bildiğimiz
şeyleri farklı bir
şekilde hayalde
canlandırmamızı
sağlamak
amacını taşır
şiir. ‘‘
Bu yazımızda yüzyıllardır tartışılagelen “şiirin işlevi” konusundaki
görüşlerimizi ortaya koymaya çalışacağız. Bir “şiirin nasıl olması gerektiği”nden
tutun, “şiirden neler beklenilir”e kadar birçok soru çeşitli makale ve kitapların
konusu olmuş, bunların etrafında çok ciddi tartışmalar meydana gelmiştir.
Bu tartışmalar sadece yazar ve şairleri değil, zaman zaman fikir adamlarını da
ilgilendirmiş ve onlar da bu tartışmaların içinde yer almıştır.
Dolayısıyla şiirin ne olduğu konusunda hem Batı’da hem de bizde çeşitli
fikirler ortaya atılmış, bunlara karşı geliştirilen yeni fikirler sürekli bir tartışma
ortamını canlı tutmuştur.
Son devirlerde şiir hakkında ortaya konulan görüşlerde şiirin estetik
yanı öne çıkarılmıştır. Buna göre önemli olan gördüğümüz ya da daha önceden
bildiğimiz şeyleri farklı bir şekilde hayalde canlandırmamızı sağlamak amacını
taşır şiir. Başka bir deyişle şair artık unuttuğumuz bir şeyi hatırlatır ya da
karşımızda duran bir şeyi sıradan insandan farklı görmeyi sağlar. Sözgelimi
şair sıradan insanın sevgilisine “seni hiç aklımdan çıkaramıyorum” sözünü şair,
“adını mıh gibi aklımda tutuyorum” diyerek bizim algıladığımız bir şeyi daha
farklı bir şekilde algıladığını gösterir. Ya da yine aynı şiirde şair aşkı “ustura
ağzında yaşamaya” benzetir:
KIRLANGIÇ 4
ŞİİR
sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
insan bir akşam üstü ansızın yorulur
tutsak ustura ağzında yaşamaktan
kimi zaman ellerini kırar tutkusu
birkaç hayat çıkarır yaşamasından
hangi kapıyı çalsam kimi zaman
arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Görüldüğü gibi, şair, aşk acısına uğramış şairin kırıklığını değişik
şekillerde veriyor bize. Onun bazen rezilce korkulu olduğunu, ustura
ağzında yaşamak kadar zor olduğunu, yaşadıklarının birden fazla insanın
yaşayacaklarına bedel olduğunu vurgular. Şiiri okuyan insanlar yaşadıkları
tecrübeleri gözönüne getirerek bu şiirleri okuduklarında “işte bu, işte bu, ben-
im yaşadıklarım da bu” derler. Ama bunu, ancak şairin yazdıklarından sonra
algılayabilirler.
Uzun yıllardan beri edebiyat tarihlerinde ve edebiyat ders kitaplarında
hiç de doğru olmayan bir tekerleme söylenir durur: “Sanat toplum içindir/
Sanat sanat içindir.” Bu kitaplara giren hemen her yazar ve şair genellikle bu
kalıplardan biri içine sokulur ve hakkında verilen hüküm de bu tekerlemeye
bağlı olarak verilir.
Bu kadarla kalsa iyi. Bundan daha vahim olanı, “sanat toplum içindir”
kategorisi içine girenler baştacı edilirken, diğerleri için söylenmedik söz
bırakılmaz. Bu insafsız yaklaşım, birçok şair ve yazarı derinden yaralamıştır.
Kendisinin şair olmadığını itiraf eden Ziya Gökalp, Yeni Hayat adlı şiir
kitabının önsözünde şunları söyler: “Şuur devrinde şiir susar, şiir devrinde
şuur seyirci kalır. İçinde bulunduğumuz zaman, galiba birinci devreye ait-
tir: Şairler müzlerinden uzak düşmüş, vezinle kafiye şuurlu müteşairler eline
geçmiştir...” İşte bizim toplumumuzda “sanat toplum için olmalıdır” yargısı
bu hüküm içinde gizli gibidir. Tanzimat’tan bu yana Türk toplumu devamlı
olarak savaşlar, karışıklıklar ve sıkıntılar içinde yaşamıştır. Bu durum, daima
şuuru, yani düşünceyi ön plana çıkarmış ve çoğu zaman şiiri susturmuştur.
Arada bir yukarıda bahsettiğimiz tekerlemenin hiçbir cümlesine uymaksızın
şiir yazmaya çalışanlar nelerle suçlanmadılar ki... Sözgelimi, Abdülhak Hamit,
toplum meselelerine yabancı kaldığı için “Putları Yıkıyoruz” saldırısına maruz
kalır. Saf şiiri esas alan Ahmet Haşim’e yalnız sanatçı kalmak istediği ve so-
syalist olmadığı için kızanları, Abdülhak Şinasi Hisar’ın kaleminden okuruz.
Yine Ahmet Haşim’in şiirleri Emile Verhaeren’in şiirlerine benzetildiğinde, bir
eleştirmen hemen karşı çıkıyor ve E. Verhaeren’in 20. asrın canlı sahnelerini,
işçi hayatının bütün safhalarını tasvir ettiğini, bu yüzden de aralarında bir ben-
zerlik bulunmasının mümkün olmadığını söylüyor. Bu benzetmenin, söyleyiş
ve teknik bakımından olabileceğini aklına bile getiremiyor. Çünkü ona göre
şiirin muhtevası, topluma iletmek istediği mesaj önemlidir.
KIRLANGIÇ 5
Bu düşüncenin temeli Eski Yunan filozoflarından Platon’a dayanır. Pla-
ton, kendi “ideal devleti” içinde sanata sosyal ve politik bir görev vermiştir.
Platon’un ta milattan önceye dayanan bu görüşü daha sonra çeşitli şekillerde
taraftar bulmuştur. Bazen ahlakçılar, şiiri ve genel olarak sanatı, ahlakî gay-
eye ulaşmada bir araç saymışlardır. Bizde bu görüşün ilk temsilcisi Namık Ke-
mal olmuştur. Daha sonraları, Rus ihtilalinden sonra, Platon’un bu görüşü ilk
dönem Sovyet edebiyatının resmi tezi halini almıştır. Bu defa şiir ve sanat belli
bir ideolojinin aracı haline getirilmek istenmiştir.
Sadece bu zihniyet yüzünden Tanpınar’ın değeri yıllar sonra
anlaşılabildi. Tanpınar bir yana, Bu zihniyetin temsilcilerinin çevresinden
(arasından değil) çıkan Oğuz Atay’ın sanattaki kudretinin anlaşılabilmesi için
on yıllık bir sürenin geçmesi gerekti.
Bütün bunları söylemekle sanat eserinin “fayda” unsurunu reddettiğimiz
sanılmasın. Bize göre, sanat eserinde “güzel” ve “fayda” unsurları at başı gitme-
kle beraber, güzel biraz daha ön plânda yer alır. Bu artık günümüz edebiyat
teorisyenlerince de kabul edilen bir gerçektir.
Bizim karşı olduğumuz, şiirin bütünüyle ve sadece bir düşüncenin
emrine verilmesi hadisesidir. Şiir bir düşüncenin ya da ideolojinin esiri
olmamalıdır. Çünkü şiir bireyseldir. Tanpınar’ın da belirttiği gibi “Haki-
ki şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir hedefi yoktur.” Şiir,
şairin kendi duygulanımlarından ortaya çıkardığı bir eserdir. Dolayısıyla bu
duygulanmanın eseri, her şeyden ve herkesten önce kendisini ilgilendirir. Bu
yüzden şiiri konusu için okumak, konusuna göre değerlendirmek yapılacak
en büyük yanlıştır. Yeri gelmişken hemen şunu da belirtelim. Sanat eseri ne
sadece şekilden ne de sadece muhtevadan ibarettir. Sanat eserini sanat eseri
yapan; şekil, muhteva ve üslup arasındaki münasebettir. Bir başka söyleyişle
bunların meydana getirdiği birliktir. Bu yüzden gerçek bir sanat eserinde
bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu durumu Nazım Hikmet’in
“Bahr-ı Hazer”i ve Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiiri ile örneklendirebiliriz:
ufuklardan ufuklara
ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgarların dilini konuşuyor balam,
konuşup coşuyordu!
Kim demiş “çört vazmi!”
Hazer ölü bir göle benzer!
Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu sudur Hazer!
Hazer’de dost gezer, e.....y!..
Düşman gezer!
KIRLANGIÇ 6
Bu şiirin başında şairin Hazer denizinin geniş açıdan bir tasvirini
yapıyor. “Ufuklardan ufuklara” ifadesi hem anlam olarak hem de söyleyiş
olarak denizin genişliğini bize aynı zamanda hissettiriyor. İkinci mısrada ise
ardarda kullanılan o, u ünlüleri ile d ünsüzü denizdeki dalgaların sesini adeta
kulağımıza getiriyor. Sonraki mısralarda ise z sesinin tekrarıyla rüzgârın ses-
ini getirliiyor kulağımızın dibine. Ve bunu şiir boyunca sürdürüyor şair. İşte
burada bu şiiri güçlü yapan esas unsur, şiirin şeklinin, içeriğinin ve üslubu-
nun birliğinde yatmaktadır. Yani şiirdeki söyleyiş ve şekil, içeriği destekleyen
unsurlar olmaktadır. Yine Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiirindeki bir dörtlüğü
şöyledir:
Ben gideyim yol gitsin, ben gideyim yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak Tak ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.
Bu şiire baktığımızda şairin ilk mısrada “ben gideyim yol gitsin iba-
resini iki defa tekrarlaması boşuna değildir. Böyle yaparak şair o yolun ade-
ta hiç bitmemesini istediğini göstermektedir. Yine “tak tak ayak sesimi aç
köpekler işitsin” derken adeta gecenin karanlığında tek başına koşarcasına
giden bir adamın ayak seslerini duyurur bize. Burada da görüleceği üzere şiiri
güzelleştiren sadece içeriği değil, onun söyleniş tarzıdır aynı zamanda.
Şiiri sadece muhtevasına göre değerlendirmenin yanlışlığını şiir
tercümelerinde de görebiliriz. Çok güzel bir şiiri başka bir dile tercüme
ettiğimizde çoğu zaman daha ilk mısradan itibaren şiirin güzelliğinin, o insanı
saran havasının birdenbire yok olduğunu görebiliriz. Oysa şiirin konusu,
aynen bu tercümede de vardır, fakat nedense şiirin etrafını saran güzelim sırlar
adeta kabuk kabuk dökülmüştür. Buradan da anlıyoruz ki bir şiiri şiir yapan
onun taşıdığı anlam veya muhtevası değil, şairin kendine has söyleyişi, bunun
doğurduğu hava ve şiirde konunun ustaca işlenmesidir.
Edebiyat teorisyenlerinden R. Wellek’e göre şiiri sosyal yapan iki şey
vardır. Birincisi geleneğe bağlı olabilmesi, ikincisi de okuyuculara ulaşmasıdır.
Bunun dışında şiirden başkaca beklediğimiz olmamalıdır.
Dolayısıyla şiirin işlevi geçmişten bu yana iki ana damar etrafında
gelişir: Kimine göre şiirin varlık sebebi sadecer kendisidir, bazılarına göre
de şiirde fayda unsuru öne çıkarılır. İkinci gruptakiler daha çok ecdebiyatın
dışında yer alan ideologlar, kimi felsefeciler ve ahlakçılardır. Bunlar için önem-
li olan şiirin insana vereceği estetik hazdan ziyade okura sağlayacağı faydadır.
Şiire illa bir misyon yüklemek istiyorsak, “şiir güzeli aramalı, güzeli
bulmalıdır” demek yerinde olacaktır. Ancak hepimizin de bildiği gibi -bu gü-
zel, dünyayı toz pembe gösteren güzellik değil, şekil, muhteva ve üslup birliğini
sağlayan, şairin kendine has buluşları ve söyleyişleridir. Sanatın, dolayısıyla
şiirin, ne için olması gerektiği sorusunu da göz önünde bulundurarak sözler-
imizi Bradley’in sözleriyle bitirelim: “Şiir, şiir içindir.”
KIRLANGIÇ 7
ŞİİR
SANA DAİR Gülçin TUĞRUL
Yalnızlık,
Kalemimin mürekkep
Benim kan kustuğum andı.
Yokluğun,
Bıçak sırtlarından çicek toplamaktı.
Baktığım aynalara ruhumu yansıtmaktı
Varlığın.
Sanaydı,
Çığırtkan kalbimin bütün suskunlukları.
Ellerin,
Cihan sandığının anahtarı.
Gözlerin,
Güneşi buzkestiren mavilik.
Saçların,
Mor düşlerimin zindanı
Sen aşk-ı ızdırap,
Özgürlüğe koşan ayaklarımsın prangalı.
KIRLANGIÇ 8
ŞİİR
HİK
AYE
GÖKYÜZÜ TADINDAKİ UMUT Sultan YÖRÜK
“Babasız çocuk büyütmek” diye başlıyor annem sözlerine yine. Avaz
avaz çığlıklarına göz yaşları eşlik ediyor. Evin her köşesi soğuk bir yalnızlığı
işliyor en derinlere nereye baksam buz gibi bir yalnızlık hücrelerime kadar
işliyor. Annemin sesi kulaklarımda yankılanıyor. Ömer’in korku dolu bakışları
ile annemin gözyaşları arasında gidip geliyor bakışlarım. Şimdi çocuk ol-
sam diyorum kendi kendime yine kulaklarımı tıkayıp babasızlığımı sessiz
çığlıklarla birkaç damla gözyaşına mı sığdırırdım acaba. Acı bir tebessüm
durumun tüm zıtlığına rağmen gelip konuveriyor dudaklarıma. Ömer şaşkın
bakışlarını benden alamıyor. “Sahi diyorum Ömer’e dudaklarımda yine acının
tebessüme dökülmüş hali annemin sesine tıkasak kulaklarımızı kaderin
sesine ne yapmalı”. “Abi kader ne demek?” diyor Ömer üzüm karası gözler-
inde sorgulayıcı bakışlar. İç sesimin istemeden de olsa dile gelmiş olduğunu
Ömer’in sorusu ile fark ediyorum. “-Hiç diyorum sen düşünme bunları” “
-gel bakalım aslan parçası” diye oturtuyorum kucağıma. Usulca okşuyorum
saçlarını. Yıllardır susturmaya çalıştığım düşünceler dile gelmek için ısrarcı.
Hayır diyorum hayır olmaz! Dilimin ucuna kadar gelen sözleri beynimin en
derinlerine gömmek istiyorum. Bahçedeki ıhlamur ağacı takılıyor gözlerime.
Keşke diyorum. Keşke bir günde yok olan ıhlamur çiçekleri gibi yok olsa dile
gelmemesi gereken düşünceler. Ömer ‘e bakıyorum altın sarısı saçları daha bir
güzel görünüyor gözlerime. Abi olmakla gurur duymak istiyorum.
Annem “yüz verme şuna “ diye bağırmaya devam ediyor. Hınzır
düşüncelere yenilmemek için dudaklarımı ısırdığımın farkına anca o zaman
varabiliyorum. Olmuyor! Yeniliyorum… -“Sıra bende değil mi? diyorum
anneme” alt tarafı erik bu” hem bunun babasız olmakla ne ilgisi var yalnız
babasız çocuklar mı komşunun ağacından izinsiz erik alıyorlarmış? Kapının
çürük tıkırtısına Ömer’in ayak sesleri karışıyor.
KIRLANGIÇ 9
Bir telaş sarıyor yüreğimi. Zavallı çocuk korkup kaçıyor. Derin bir ses-
sizlik içinde annem hak veren gözlerle bana bakıyor. Annemin sessizliğinden
cesaret bulup “Hep böyleydin anne öfken bırakıp gidenden çok geride kalan-
lara” diye devam ediyorum sözlerime. Sözlerim bıçak kadar keskin! Sesimin
perde perde yükseldiğini ve pişmanlığımın ilk belirtilerinin tüm hecelerimi
kapladığını hissediyorum. Annem korkusuz hüzün dolu gözlerle hem ana
hem baba olarak büyüttüğü çocuğuna acı dolu bakıyor. Boğazımda düğüm
düğüm bir acı “özür dilerim anne” demekten alıkoyuyor beni.
Ağır adımlarla yanıma kadar yaklaşıyor hep olduğu gibi yine ses-
siz yine düşünceli. Her zaman başı dik olan bu kadının yürürken ilk kez
onca yılın ağırlığı altında ezildiğini hissediyorum. Yavaşça doğruluyorum
oturduğum yerden. Cesaretsizce çeviriyorum gözlerimi gözlerinden. Cesaret-
sizce saklıyorum yine hüznü. Ana oğul gibi değil yıllar sonra hesaplaşmak için
sözleşmiş iki düşman gibi karşı karşıya geliyoruz. Yalnızca sokak lambasının
aydınlattığı bu oda da karanlık olan sadece odanın ışık almayan köşeleri değil.
Annemin karşısında pişmanlıktan silik bir gölge kadar belli belirsiz kalan be-
denim karanlıkla bütünleşip yok olmaya o kadar yakın ki…”sen el kapılarında
çalışmak nedir bilir misin? diye başlıyor sözlerine yeniden. Göz bebeklerinde
yıllardır alıştığım kederle öfkenin buluşması var yine. Hem kadın hem erkek
olmak ne demek bilir misin? El kapısı derken gösterdiği sokağın tozlu yolları
kadar yıpranmış elleri titriyor. Başından bir hışımla çektiği eşarbının altından
yılların acımasızlığı okunuyor. Hüznün son perdesi laf dinlemez birkaç dam-
la bırakıyor gözlerimden. Susuyorum! Gereksiz bir gururun altına yaramaz
birkaç damla gözyaşımla saklanıyorum.
Birkaç damla gözyaşının hınzırlığına yeniliyorum, babasız olmaya
yenildiğim gibi. Kapının çürük tıkırtısına bu sefer annemin ayak sesleri eşlik
ediyor. Bir yabancıdan farksız son bir bakışla uzaklaşıyor yanımdan. Sokak
lambasının aydınlattığı bu oda şimdi pişmanlığın avaz avaz çığlıklarına sahne
oluyor. Sanki ilk kez görüyormuş gibi etrafıma bakıyorum. Çocukluğumdan
beri odanın en köşesinde duran gökyüzü mavisi masaya takılıyor gözlerim.
Ve bir türlü dile getiremediğin umutlarını bu masada dökmüştün satırlara di-
yor alaycı bir ses. Saçma diyorum! Bu dünyanın en saçma işi. Kapının çürük
tıkırtısı bu sefer acele acele atılmış birkaç adıma eşlik ediyor. Babamdan kalan
son eşyayı alıyorum ellerime. Hınzır göz yaşları bu sefer oymalı bir kutunun
üzerine birkaç damla göz yaşı bırakıveriyor. Ilık ılık birkaç damlanın canımı
bu kadar yakması, hüznün son sözü söylemesi son perde oluyor. Usulca
açıyorum kutuyu. Eski bir defteri alıp çıkarıyorum tek tek açıyorum her bir
sayfayı tek tek dokunuyorum her bir satıra. Her bir satır gökyüzü tadında her
bir satır umut kokuyor her bir satır masum bir çocuğun ümidini saklıyor.
Kutuyu ve defteri elime alıp bahçeye çıkıyorum. O çok sevdiğim
ıhlamur ağacının altında yakıyorum umudu, özlemi, masum bir geçmişi.
Her bir kıvılcım pişmanlık kokuyor her bir kıvılcım babam için akıttığım son
birkaç damla gözyaşına zafer şarkısını mırıldanıyor.
KIRLANGIÇ 10
AN
I
ŞİİR
YAŞANAN Sude KIZMAZ
Şimdi yaşıyorum
Bugün anda yaşıyorum
Yaşanan defterleri kapatıyorum.
Hedeflerime ilerliyorum.
Baştan almıyorum,
Düşünüyorum…
Ne geçmişi ne geleceği…
Unutuyorum tekrardan
Anı yaşamak şimdi olan
Bir bakmışsın ki ileriye
Yoksun…
Anda yoksun.
KIRLANGIÇ11
HİK
AYE
YAŞLI ÇINAR’A MEKTUP Merve ÖZDEMİR
Sevgilim, kabarık saçlım, ince bacaklım, aşkım, kalbimin sultanı, de-
rin bakışlım, alev gözlüm, sert mizaçlım, yufka yüreklim, güneş yüzlüm, tatlı sözlüm,
Sana bugüne dek birçok şey için mektup yazdım. Hatta bazen sebepsiz
yere yazdıklarım oldu. Ne çok şey anlatmaya çalıştım sana o mektuplarda.Kalbi-
min ta derinliklerindeki o en küçük ama aslında en muazzam pırıltılarımı...
Tıpkı güneşi buradan küçücük görsek de aslında varlığında yok olmak, eriyip bit-
mek gibi.Her mektubumda o küçücük pırıltıların kocaman umutlara, hayallere,
kalp seslerine neden olduğunu zihnimdeki sihirli kelime haznemin elverdiğince
büyük emekle döktüm senin ellerine değeceğini düşündükçe öpüp kokladığım
bu sayfalara.Uzunca bir ömrün her gününü dantel gibi işliyormuşçasına...Yüce
bir dağın bir köşesinde karı delip çıkan kardelenin baharı hasretle bekleyen
umuduyla, baharın gelişiyle gelin gibi yüzünü nazlı nazlı gösteren papatyanın
doğallığıyla...
Oysa bu kez söyleyecek, yazacak olduklarımı aklımda toparlasam da
sana beğendirebileceğim şekilde kalemimin ucunda yaratıp da bu şanslı kâğıtla
buluşturamıyorum. Affet beni…
Seni özlüyorum diyebilme lüksüne sahibim yine de. Bunu söylerken
kalbimde coşan, çarpışan ırmaklar ile nehirler sel olmuş tüm benliğimi aşarken
boğulduğumu hissetmiyorum. Bir kere boğulmuşum ben, hatırla sevgili,
KIRLANGIÇ 12
Mevsimlerden bahar, baharlardan en güzeli, aylardan en özeli... Yumuşacık kışın bitişinin kurda kuşa habercisi olan o mum ışığı kadar adına destanlar yazılacak olan gün... Başlangıcı olan sonsuz hikâyemin en kıymeti bilinesi günü. Tıpkı sürmekte olan ışıkların hiç sönmediği, kadife perdelerin hiç birleşmediği bir tiyatro oyunu gibi hayal sahnemde her gece kapalı gişe oynuyor.
Anlattıkça tazelenen bir masal... Kalıcı ve büyülü... Ilık bir süt gibi
boğazından aşağı inen… İçini ısıtarak.
Hafızamın bana oyunlar oynamasına elvermediğim ölçüde anımsı-
yorum. Saat 17.20. Günlerden perşembe. Tatlı bir rüzgâr esiyordu sahilde.
Ayakkabımı çıkardım. Bütün o kumların ayaklarımın altında dans edişini izl-
edim. Sakince başlayıp bir şelaleyi andırırcasına coşan sonra usulca duran, du-
rup sarılırken sımsıkı oradan oraya rüzgârla savrulan minik kum tanelerinin
çığlıklarını duydum.
Bir bütün olup o koca sahili oluşturan muazzam güçlerini hissettim.
Rüzgâr… Ama ne rüzgâr... Yüzünü yalamaya çalışan küçük bir köpek yavru-
su gibi. ‘’Yeni Dünya’yı’’ yerle bir bir eden kasırga gibi. Van’ın depremi, kuzeyin
balığı, Akdeniz’in yaz kalabalığı gibi... Ege’nin incisi gibi. Ve bahar ‘’Ben geld-
im!’’ diyordu. Telaşlı, yerinde duramaz hâlde. Tıpkı seni gördüğümde ellerimin
titrediği gibi telaşlı, yerinde duramaz hâlde, titrek. Güneş çoktan doğmuş ola-
bilir. Önemi yoktu. Seni gördüğümde gerçek güneşim tepelerin ardından süzül-
üyordu. Senin ışığın yanında güneşin ışığı ancak gölge olabilirdi. O seni ancak
kıskanabilirdi. Bu akşamüstünde sahilde otururken insanın bütün dertlerini
götüren sessiz mavilikteki denizin mi, güneşin batışıyla kırmızının ve pembenin
en güzel tonlarıyla boyanmış, hayallere davet eden gökyüzünün mü yoksa en
güzel mücevherlerle bezeliymişçesine parlayan şehir ışıklarının mı daha güzel
olduğuna karar vermeye çalışmıştım. Düşünüyorum da, sen o deniz kadar sessiz
ve dertlerimi yok edensin. Gökyüzü gibi hakkında saatlerce hayal kurabileceğim
ve ışıklardan daha parlak, geceleri ateşböceklerinin ışığa uçtuğu gibi yöneldiğim
ışığımsın. Sabahları gülümseyerek uyanma sebebim, güzel rüyalarımın eşlikçisi,
sebepsiz mutluluğum, bütün günlerimi anlamlı kılan kişi...
Gözlerimle, telaşla seni arıyordum. Sahil uçsuz bucaksız gibiydi. Fakat
bir anda ortalık turuncuya boyandı. Efsanevi Kızıldeniz gibi ikiye ayrıldı
dünya.
Tıpkı bir Tanrı asaletinde, tüm bedenimi karıncalaştıran bakışınla,
güven veren omuzlarınla, gücü temsil eden ve huzuru yaşatan ellerinle, o
muhteşem masalsı kokunla bir efsane gibi geldin yanıma sevgilim.
Uzun boyun daha da uzundu sanki o an. Küçük bir çocuğun
yetişememekten korkup bir yandan da iştahla seyrettiği şeftalileri seyreder gibi
seyrediyordum seni. Şeftaliler... Telaşla yerken tüm suyu ağzımın içine dolar
hatta taşar, ağzından boynuna ellerine akar ya sakince... Öyle sessizce birleşip
bu yapay dünyadan akıp gidelim istedim.
KIRLANGIÇ 13
Senden önce hızlı yaşar çabuk taşardım. Ben bir nehirdim. Gelen her
misafir ise gönlüme düşen bir taş. Etkisi yok. Akıntımda yitip gidiyor. Ben bile
bulamıyorum nereye koyduğumu, nerde durduğunu.
Senden sonra bir göl oldum ben. Sakin, duru, asil bir göl. Sen ise göle
düşen taş. Çarşaf gibi, bebek yüzü gibi pürüzsüz yüzeyim o taşla tam kalbinden
vuruldu. Taş gibi halka yarattı gönlümde. O halka diğerini ve diğerini... Gön-
lümden kalbime, boğazıma, mideme, beynime ulaştı. Islah etti beni. Efsanevi
durgunluğun nefesimi kafese koydu, bünyemi sarstı, en küçük zerrelerime dek
bütün bedenimi ele geçirdi.
Şimdi mektubumda yine başladığım yerdeyim. Kalemim tükendi.
Boğazım kurudu. Aklım darmaduman. Yokluğuna alışamıyorum. Ama sana
söz verdiğim gibi yaşıyorum(!) her saat, her gün. Yokluğunu madden bilerek,
varlığını ruhen hissederek... Yan yana...
Sonsuzuma
Kadın kâğıtları birleştirip yavaşça ikiye katladı. Zarfı açtı. İçine koy-
madan önce kâğıtları, hafifçe her zamanki kokusundan damlattı zarfa. Kapatıp
göğsüne bastırdı. Bir damla gözyaşı aktı suratından, yaşlı ellerinin titrekçe
tuttuğu zarfa. İtinayla giyinip hayat arkadaşı, eşi, ruh ikizi olan bu yaşlı çınarın
toprağına gitti. Azıcık eşeyelip sararmış diğer zarfların yanına koydu mek-
tubu. Ve gitti. Çok uzaklara gitti.
KIRLANGIÇ 14
ŞİİR
iNSANLAR ACİZ Ramazan DEMİRTAŞ
Uçmasın kuşlar
Gökyüzü Zeus’un
Yüzmesin balıklar
Denizler Poseidon’un
Promet! Yardım
et Ölmesin
insanlar Yer altı
Hades’in
SEBEPSİZ
Giden ben
Kalan sen
Sevinen o
Ayrılan biz
Sebep siz
Konuşan onlar
KIRLANGIÇ 15
15
HİK
AYE
KURBAN Mürşide ALTINBAŞ
Ak tüylü kuzu sesleri kapıdaydı. Bin bir pazarlıkla alınan kunduralar
kapıdaydı. Kurban Bayramı kapıdaydı. Aslına bakılırsa bu bayramın neden
kutlandığını da evimize yalnızca yılda bir kez giren ve adına et denen o
kırmızı şeylerin neden dağıtıldığını da anlayamıyordum. Bir yanım salyalar
akıtırken diğer yanımsa yaklaşan bayramdan ürküyordu. Çünkü bayram
halamın elleri demekti; halamın damarları fırlak buruşuk elleri… Üstelik
bunca eziyete karşın bayram harçlığı vermemek için yine bahaneler
uyduracaktı: “bozuk para yok Ömer, olunca veririm.” Üzülecektim; fakat
yılmayıp şansımı bir de komşularda deneyecektim. Aynı bahaneler geçidi…
“Ellerim etli Ömer, sonra Mıstıkla gönderirim harçlığını.” Yine yılmayıp
köyün en zengini Hasan emmilerin evinde alacaktım soluğu: “Neee! Bi de
para mı istiyon? Bi tabak et neyine yetmiyo? Koca koç kestik, koç. Siz
ke…”
Ömer! Salonda yankılanıp tüm evi karışlayan cırlak sesle uyandım
geçmiş bayramlardan. Hayal deryam dökülüverdi yerlere. “Ömer
hazırlanmadın mı daha? Geç kalcaz bak Arif Dedelere.” Panikle geçirdim
ayağıma eski (bayramlık!) pantolonumu. Hazırdım artık. Minicik ellerimle
annemin kuru, nasırlı ellerini kavradım. Babam hızlı adımlarla önümüzden
yürüyordu. Arif Dede’nin iki göz evine girince birbirine karışmış insan
nefesi ve sigara dumanını gördüm. Hasan Emminin oğlu Kenan’ı gördüm
bir de, onca yüz arasında. Tombul adımlarla yaklaşıverdi çömeldiğim
köşeye. Nedense bu çocuktan çok ürküyordum. Ömer, dedi; yüzü bana
dönüktü fakat şaşı gözleri başka yerlerde geziniyordu.
KIRLANGIÇ 16
-Hani baban yüz kiloluk bi koç alcaktı. Nerede koç?
-Şey, dedim; Şey, kesecek ama… O kadar büyüğünü bulamadı. Bi
dahaki sefere inşallah.
Yanımdan uzaklaşırken pek de inanmış görünmüyordu söylediklerime.
Derken Arif Dede başladı hikâyesini anlatmaya. Bu oğlunu Allah’a kurban
etmeyi kabullenen Hz. İbrahim’in hikâyesiydi. Tüm duyularımla dinliyordum.
Arif Dede gözlerini aça aça söylediklerinin dehşetinden kendisi de titreyerek
anlatıyordu.
-“Ve bir kez daha denemiş Hz. İbrahim” diye devam ediyordu. “Ama
olmamış, başaramamış oğlunu kurban etmeyi. Allah büyük işte olmamış.”
Diye haykırdı dişsiz ağzıyla. “Dağlara vurmuş dağlar yarılmış, taşlara vurmuş
dağılmış taşlar; ama Hz. İsmail’i kesmiyormuş işte.” diye haykırdı tekrar. O
anın dehşetiyle ihtiyarlar titriyor, çocuklar ağlaşıyorlardı. “Derken gökten bir
melek eşliğinde karagözlü bir koyun inmiş. İşte o gün bu gündür koyunlar
kurban edilir yüce Allah’a!” Korkunç bir titreme gelip konuvermişti ihtiyar
dudaklarına, süzülen gaz lambası ışığında.
Hikâye sona erip de daracık oda nefes alınamayacak hale geldiği sırada bir gaz
lambası da benim zihnimde şavkıdı. Acaba çok istersem bana da bir koyun
gönderir miydi Allah. Bu düşüncelerle ayrıldım Arif Dede’nin evinden, Yine
bu düşüncelerle girdim yatağa;çocuk ellerimi havaya kaldırarak yakardım.
“N’olur bana da bir koyun gönder. Yok, yok koç. Hem de yüz kilo olsun.”
dedim ve Âmin’i de unutmadım. O gece küçükbaşlar cennetine götürdü
düşlerim beni.
Sabah ezanıyla açtım gözlerimi. Babam bayram namazı için çoktan
çıkmıştı evden. Eski pantolonumu giyip evden çıkarken aklımda titreyerek
dinlediğim hikâye vardı hala. Ve hala mucizevî bir şekilde gökten inecek bir
koç bekliyordum. Komşulara uğradıktan sonra Hasan Emminin evinin yolunu
tuttum. Kesinlikle bir tabak et verecekti.
Koşar adam girdiğim bahçedeki vahşet sahnesi kanımı dondurdu.
Zavallı koçun gözüne beyaz bir mendil bağlanmıştı. Önce bir dua mırıldanıp
sonra “Ya Bismillah” diyerek kurbanın başını gövdesinden ayırdılar. Can
verirken bağlanmayan tek ayağıyla son kez çırpınmıştı zavallıcık. Dehşete
düşmüştüm. Yani soframızdaki o lezzetli o kırmızı şey böyle mi elde
ediliyordu. Eğer Allah bana bir koç gönderirse onun kesilmesine izin
vermeyecektim ve vakti gelince de Arif Dede’nin anlattığı gibi kıldan ince
Sırat Köprüsünden beraberce geçecektik. O gece kendimi yatağa dar attım.
Koyunların koca bir sapanla gökten fırlatıldığı bir kâbus ile lekelendi uykum.
Ertesi sabah uyku kuyusundan pek geç çıkabildim. Bayramın üçüncü günü ise
çok daha geç…
KIRLANGIÇ 17
15
Yataktan çıkmamla kendimi babamın kucağında bulmam bir oldu.
Ondan umulmayan bir neşeyle öpüyordu beni. Tahta çerçeveli pencereye
uzattı parmağını; “Oğlum, bak” dedi. “Allahın bir lütfu bize.” Parmağın
doğrulduğu yöne baktım. Kapkara gözleriyle yüz kiloluk bir koç duruyordu
bahçede! Demek bunu Allah’ın gönderdiğini babam da biliyordu.
“Alamanyadaki ağam göndermiş parayı, onun adına kesiverelim diye.” Bir
meleğin kucağında indi demek. Sırat köprüsü… “Cennetlik adam valla şu
ağam.” Kapkara gözleri var, Hz. İbrahim’in ki gibi…
“Kasab gelip kessin diye haber vermek lazım amma…” Kesmek lafı
kulaklarımdaki perdeyi kaldırıverdi. “Tarlaya gitmek de farz bugün. İyisi mi
yarın halledelim bu işi.” Annem mutluluktan uçarcasına, emme-basma
tulumba gibi baş sallıyordu. Hayır, onun kesilmesine izin veremezdim.
Küçük kardeşim paçama yapıştı. “Koyunlar kesildikten sonra meler mi abi?”
Onu bana Allah gönderdi.
Ben tüm gece bu düşüncelerle boğuşurken eve bayram nihayet
gelmişti. Derken karagöz’ün tüyleri karardı. Tüm ev, tüm sokak, tüm kasaba
uykudaydı. Yatağımdan çıkarken hiç tereddüt etmedim, Karagöz’ün ipini
çözerken de. Özgür kalan koç sanki uyandırmak istemiyordu sokağı, sessizce
uzaklaştı oradan. Koçumu kurtarmanın huzuruyla çektiğim uykuyu annemin
sessiz hıçkırıkları böldü “Evleri barkları yıkılsın kim çaldıysa. Garibanın
kurbanına mı göz koydunuz?” Babamsa her şeyini kaybetmiş gibi annemin
yanına çökmüş: “Olan oldu hanım, Kim çaldıysa kesip dağıtmıştır çoktan.”
Eve ölüm sessizliği çökmüştü. Bayramın son gününü annemin
gözyaşları getirdi. Durumu çoktan kabullenen babam, hırsızları aramamıştı
bile. Sebebini bilemediğim bir üzüntü içindeydim. O benim koçumdu; ama
annemi gözyaşları…
Kenan’ın beni evlerine çağırması üzüntümü unutturdu. Hasan
Emminin vereceği harçlığın cazibesine kapıldım. Evlerine vardığımızda
gördüm ki bütün komşu çocukları orda. Nefis bir et kokusu ayaklarımızı
yerden kesti. Hasan Emmi’nin başköşeye kurulduğu yer sofrasına tereddütsüz
çöktük. Nazife Yenge’nin sıska oğlu Mıstık iki lokma arasında “Allah razı
olsun Hasan Emmi” diyebildi. Serçe parmağıyla dişini kurcalayan Hasan
Emmi “Yok, bana teşekkür etme; sabah ezanla beraber bahçede bulduk bu
koçu. Kalkıp baktık. Bembeyaz tüylü sıska bir koç. Kurban kesecek kim var
kim yok soruşturduk. Kimse çıkıp benim demedi. Son çare Arif Dedeye
danıştık. “Size helaldir bu koç, kesip fakir fukara çocuklarına yedirin” dedi.
Ben sanki son söylediklerini duymamış gibi sordum:
KIRLANGIÇ 18
-Tüyleri bembeyaz mıydı?
-Evet, dedi.
-Gözlerinin çevresinde siyah çemberler de var mıydı?
-He, dedi şaşkın şaşkın.
Ağzımda dağ kadar büyüyen lokmayla kalakaldım.
-Büyük sevaba girdik doğrusu, Allah yolladı bunu Allah, dedi dolu ağzıyla
Hasan Emmi. Ve bir lokma daha tıkıştırdı.
KIRLANGIÇ 19
KIRLANGIÇ
ŞİİR
GÜNEŞ DOĞURAN GECELER Suna GÖKÇE
Ateşten gömlektir,
Bir giyseler;
Sönmek için yanmak gerek
Dönmek için bir yol gerek
Bilseler!
Eşref-i mahlûkattır.
İnsanoğlu deseler de
Yaratılanların en acizidir
Fakat bilmezler
Cinler, zebaniler ve hatta
Melekler!
Gökten inip aşk şarabın içseler.
Bir de güzel vücutlara
Boyun eğseler
Ruhlar!
Beden çarmıhına gerilmiş
Ruhlar derbeder.
Ruhumdan geridir
Bir adım seneler
Zamanın hırsızları
Ah şu isyankâr şükürler
Ateş bile üşüdüğünü
Kılım kılım hisseder
KIRLANGIÇ 20
HİK
AYE
İLK AŞKIMI SANA VERİYORUM Melike Gül MÜRDÜK
İki farklı dünyaydı onlar, ama ortak bir noktada buluşmuşlardı: Hastane
odasında. Cam kenarındaki yatakta yatıyordu Ayşegül. Gün boyunca gökyüzüne
bakardı. Geçirdiği ağır kalp ameliyatı onu yormuştu, ama o pes etmiyordu. Her
gün inadına hayata savaş açarcasına gülerek uyanıyordu. Bembeyaz dişlerini
hayata göstererek dayanmaya devam ediyordu. Tam o sırada yan tarafına baktı.
Yeni biri vardı yanında, heyecanlandı. İçinden düşündü, kimdi, kaç yaşındaydı,
aklında milyonlarca soru varken yatakta doğruldu ve konuşmaya başladı.
“Buraya ne zaman geldin?” Bunu sorarken heyecanlıydı, ama biraz
bekledikten sonra cevap alamadığını fark etti. Pes etmedi, o hayata direniyordu
yanındaki çocukla mı baş edemeyecekti.
“Galiba konuşmak istemiyorsun, ama eğer tanışırsak belki de burada
yalnız vakit geçirmemiş oluruz.” Bunları söylerken o hasta kalbindeki bütün
sevgi sesindeydi. Çocuk şaşırarak baktı
“Yalnız olmayı tercih ederim, ama eğer bu kadar merak ettiysen dün
geldim.” Bu cevap onu mutlu etmişti. Derin bir nefes verdikten sonra tekrar
yatağa yattı. Odaya büyük bir sessizlik hakimdi, sıkıcıydı, ama o yine de gül-
ümsüyordu. Yanakları al al olmuş gökyüzüne bakıyordu. Günler yavaş yavaş
geçmeye başlamıştı. Tam canı sıkılacak gibi olduğunda kendine yeni bir uğraş
buluyordu, yeniden tutunuyordu hayata gülümseyerek. Yanındaki arkadaşının
ailesi gelmişti. Ona yeni kitaplar getirmişlerdi sıkılmaması için, ama o tepki
bile vermiyordu. Ailesi de üzülmüştü, bunu anlamıştı. Herkes gitmişti ve gene
o sessizlik başlamıştı. Yatağında doğruldu. Ona sormak istediği sorular vardı.
“Niye bu kadar sessizsin, ailen geldiğinde bile hiç konuşmadın?” Bunları sorar-
ken hiç düşünmemişti bir anda ağzında dökülüvermişti kelimeler. Cevap koca-
man bir sessizlikti sadece.
“Bence hayattan zevk almalısın. Her şeye inat gülümseyebilirsin.
Hiçbir şey son değildir.”
“Senin yaptığın gibi mi? Aptal aptal sırıtınca her şey son bulacak mı?
Hem sen benim neler yaşadığımı biliyor musun ki bana akıl veriyorsun.”
Bunları söylerken sinirliydi. Ayşegül çok üzülmüştü, ama belli etmedi.
KIRLANGIÇ 21
““Benim ne derdim olabilir ki zaten.” Bunları söylerken gözleri dolmuştu,
ama ağlamamaya kararlıydı. Saatler geçmek bilmiyordu, artık Ayşegül’ün göz
kapakları direnememişti ve tatlı bir uykuya daldı. Tam o sırada doktorlar gel-
di kontrole, ama uyduğunu görünce bir şey yapamadılar. Kendi aralarında
konuşmaya başladılar.
“Kalbi çok zayıf, ancak birkaç gün daha dayanır. Zavallı kız o kadar zorlu
ameliyattan sonra yine de tutunmaya çalışıyordu hayata. Son bir isteği vardı,
ama onu da yapamayacak.” Bunlar doktorların gözünde gerçekti, ama Ayşegül
böyle düşünmüyordu o daha uzun süre yaşayacaktı.
O da bunları duydu. Söylediklerine o kadar pişman olmuştu ki…
Onu çok yanlış tanıdığını düşünüyordu. O küçücük dertleri gözünde o kadar
büyütmüştü… Oysa Ayşegül kocaman dertlerini küçültmüş, hatta yok etmişti.
Aradan tam tamına bir hafta geçmişti, doktorlar şaşkındı. Ayşegül daha
sıkı tutunmuştu hatta bazı değerleri iyiye işaretti. Bunun tek bir nedeni vardı yan
yataktaki arkadaşı. Pardon artık onun bir adı vardı Fırat. Şu küçücük ömrüne
bir de sevgi girmişti. Belki de bu onu hayata bağlamıştı. Yataklarını birbirine
yaklaştırmış ve uyurken el ele tutuşup yatıyorlardı. Artık Fırat’ın kırık ayağı
iyileşmişti, ama o gitmemek için direniyordu. Ayşegül’ü iyileştirecek ve birlikte
çıkacaklardı. Ailesi Fırat’ı götürmek istiyordu, ama o direnince üzülüyorlardı.
Ayşegül razı olmadı ve gitmesini istedi. Zor da olsa ayrıldılar. Her gün ziyaret
edecekti, söz vermişti. Fırat’ın gitmesinin üzerinden saatler geçmemişti ki
Ayşegül fenalaştı. Saatler ilerledikçe daha kötü oluyordu. Doktorlar şaşırmıştı.
Doktorlardan biri hemen Fırat’ı aradı iyi geleceğini düşünerek. Fırat kısa zaman
sonra uçarcasına odadan içeriye girdi. Hemen Ayşegül’e sarıldı.
“İyi misin canım? Yapmak istediğin bir şey var mı?” Derken gözleri
dolmuştu. Ayşegül çok kötüydü. O canlı gülümsemenin yerini solgun bir gülüş
almıştı. Yine de gülümseyerek cevap vermişti.
“Hava almak istiyorum ve yapmak istediğim bir şey daha var.” Fırat onu
tekerlekli sandalyeye bindirip dışarıya çıkardı. Bahçede biraz tur attıktan sonra
Ayşegül durmasını istedi.
“Biliyor musun benim hiç ailem olmadı. Ben uzun zamandır buradayım,
bu hastane aslında benim ailem. Sen geldiğinde bir umut olmuştun, bir arkadaş
gibi gördüm seni. Sen karşılık vermedikçe çabaladım, ama olmadı. Sonra
sen değiştin ne olduğunu anlamadım, ama hoşuma gitti. Hayatım boyun-
ca tatmadığım duyguları ilk defa tatmıştım. Ben seni sevdim biliyor musun
koşulsuzca.” Bunları söylerken gülümsüyordu, Fırat ise ilk defa ağlıyordu. Cevap
veremez haldeydi.
“İstediğim bir şey daha var demiştim hatırlıyorsan. Ben hayatımda hiç
koşmadım ve bugün seninle koşmak istiyorum. İsterse kalbim buna dayanmasın,
ama ben zaten öleceğimi biliyorum. Sadece seninle el ele tutuşup koşmak istiyo-
rum. Kabul eder misin?”
Fırat gülümseyerek başını salladı. El ele tutuştuklarında Fırat;
“Bende seni seviyorum” dedi. Bunu duyunca Ayşegül hayatında ona en
güzel duyguları tattıran insanla sonsuzluğa doğru koştu, koştu koştu…
KIRLANGIÇ 22
AN
I
OKUDUKÇA Ekrem GÜNEŞ
Yoksul bir ailenin on çocuğundan biriyim. Okula dört yıl geç
başladığım için hiçbir yatılı okulda okuma şansım olmadı. Öğrenimimi bin
bir zorlukla sürdürdüm, hiç yıl kaybım olmadı, üniversiteyi bitirip öğretmen
oldum. En çok sevdiğim ders ortaokul yıllarında Türkçe, lise yıllarında
edebiyattı. Bu derslerden hep en iyi notları aldım, ama okuma alışkanlığı ver-
ilmedi. Hastalıklar, kötü alışkanlıklar gibi güzel alışkanlıklar da bulaşıcıdır.
Bir bulaştırıcı olmadan kendiliğinden başlamaz. Öğütlerle, söylevlerle
bulaştırılmaz. Bulaştırmadığı gibi başlayacak olanları da uzaklaştırır. Pe-
tekte bal yoksa bal tadı nasıl verilir? Başarılı geçen öğrencilik yıllarında
öğretmenlerim bu alışkanlığı ne yazık ki kazandırmadılar, kuru öğütlerle yet-
indikler. Özendirici, yönlendirici olmayınca kendiliğinden olmuyor.
Üniversite bitirip öğretmenliğe başlamıştım, ama bomboş biriy-
dim, gazete bile okumuyordum. İlk görev yerim olan Van Kâzım Kara-
bekir Ortaokulundan Tire Ş.Alb.İ.Karaoğlanoğlu Lisesi’ne atandığımda otuz
yaşındaydım. Orası benim bir dönüm noktası oldu. Kendimi okuyup yazan
bir arkadaş grubunun içinde, buldum. Onlardan bana da bulaştı. Okudukça
düş gücüm zenginleşti. Okudukça sevmeyi, paylaşmayı öğrendim. Okudukça
görmediğimi görür, farkına varmadıklarımın farkına varır oldum. Okudukça
gözümün önü silimmiş cam gibi oldu. Okudukça özgürleştim, insanlaştım,
sürüde koyun olmaktan kurtuldum.
Sözüm özü okumaya başlama tarihi benim yeni doğum tarihim
oldu. Okuyarak yazar oldum. Yazmaya önce büyükler için yazarak başladım.
İlk yazdıklarım öykülerdi. Bazıları çeşitli sanat ve yazın dergilerinden çıktı.
Bunları sonra kitaplaştırdım, ama bu beni düş kırıklığına uğrattı. İyi ki çocuk-
lar var. Büyüklere ulaşamayacağımı anlayınca çocuklara yöneldim. Hiç çocuk
kitabı okumadan onlar için yazmaya, başladım. İlk denemem kısa bir radyo
oyunuydu. Beğeniyle yayına uygun bulunup seslendirildi. Bu durum beni
yüreklendirdi, arkasından uzun soluklu Çocuk Bahçesi oyunları ve büyükler
için radyo tiyatroları geldi. Yirmi kadarı yayınlandı. Özgeçmişimde belirttiğim
gibi iki Çocuk Bahçesi oyunum da ödüle değer bulundu.
KIRLANGIÇ 23
Söz uçup gittiği ve geriye pek bir şey kalmadığı için oyunlarla ger-
çek anlamda yazar olunmuyor. Bununun farkına vardığımda çocuk öykü ve
romanları yazmaya yöneldim. İlk denemem olan Gökkuşağı Sitesi Çocukları,
adlı romanım 1997 de Bu Yayınevi’nin ödüllü romanları arasında çıktı,
arkasından başka kitaplar geldi. Bugüne dek beş yayınevinde yirmi sekiz
kitabım çıktı. Kitaplaşmayı bekleyen çok sayıda dosyam var. 2002 den beri
ağırlıklı olarak İzmir’de bulunan Tudem Yayınevi ile çalışıyorum. Orada dokuz
kitabım çıktı. 2004 ten beri Tudem’in düzenlediği çok sayıda okul etkinlikler-
ine katıldım. İzmir’den Van’a, Adıyaman’a kadar birçok yere gidip çocuklarla
söyleştim. Nerede olursa olsun şunu gördüm: Okumaya en çok istekli olan
ilkokul 2 ve 3. sınıflar. Yukarı doğru çıktıkça azalıyor, 7 ve 8. sınıflarda bitiyor.
Son söz… Son yıllarda okulların kapsı yazarlara ve kitaplara kapandı.
Her gün daha da kötüleşiyor. Bunun nedeni belli.
Ekrem GÜNEŞ;
1943’de Gülşehir’in (Nevşehir)
Yeşilyurt köyünde doğdu. İlkokula
on bir yaşında köyünde başladı.
İ.Ü.Edebiyat Fakültesi coğrafya
bölümünü bitirdikten sonra sırasıyla
Van Kâzım Karabekir Ortaokula, Tire
Ş.Alb.İ. Karaoğlanoğlu Lisesi, Tire Kız
Meslek Lisesi, İzmir Karataş Lisesinde
öğretmenlik yaptı. 1995’de emekli
oldu.
Öykü, roman ve oyun yazıyor. TRT radyolarında çok sayıda oyunu yayımlandı.
Çeşitli yayınevlerince kitapları basıldı. Kimi yapıtları ödüle değer bulundu.
TRT’nin 2001 yılında düzenlediği oyun yarışmasında çocuklar için yazdığı
Okuma Tutkusu adlı on bölümlük oyunu ikincilik, 2003 yılında düzenlediği oyun
yarışmasında Sevginin Kuş Kanatları adlı beş bölümlük çocuk oyunuyla birincililik
ödülü aldı. İzmir’de oturan yazar evli ve iki kızı var. Yazmayı sürdürüyor.
KIRLANGIÇ 24
ŞİİR
DÜŞÜNÜYORUM O HALDE Selçuk CAN
Toroslar Akdeniz’e ayaklarını sokmuş
Susayan deniz ırmakları içmekte
Yağmur masal bu diyarda hiç varmış hep yokmuş
Alevden bir rüzgar kavruk otları biçmekte
Gündüzde güneş hain gecede yıldız çorak
Her an vücutlardan buharlaşmak üzre canlar
Sıcak, ruhların sırtına vurulur bir orak
Kuyuları teker teker yoklayan susuzluk
Günlerdir bir türlü yürümeyen su dallara
Düşündüm seni ve beni çöktü uykusuzluk
DÖRTLÜKLER
Hayal inceliği bir tül ardındadır yüzün
Sisler içinde bakıp gördüğüm güneş gibi
Mahzunluğunu taşır her daim bir öksüzün
Sen öksüzlükle öksüzlük senle kardeş gibi
*** Ey gençliğim can verdin gün-be-gün aşk aşk diye
Sorarım er geç bitecekse bu feryat niye
Zaman ölüm denizine sürüklerken seni
Yıkan arındır balçığa bulanmış bu teni
KIRLANGIÇ 25
HİK
AYE
SIĞINIŞ KAĞIDA KALEME ÜMİT KARAKAŞ
Artık saymıyordu, bu kaçıncı sigaraydı? Ne ara kül tablası ağzına ka-
dar cesetlerle dolmuştu?
Karanlık odada küllenmiş bir kor gibi nefes verdikçe parıldayan
sıcaklık, yolunu kaybetmiş ilham perilerini arıyordu. Boğum boğum sert
dumanı içine çektikçe elleri ayakları boşalıyor, düşünceleri zonkluyordu. Bir
küllenmiş karanlığa bir de çatlak kızıllıklarla aydınlanan öte saman sarısı
kağıda bakıyordu. Her şey zihninin kara deliklerine çekiliyor, boğazına kadar
uçsuz bucaksız karanlığa gömülüyordu. Sessizlik ve karanlık kafasına oturmuş
bir karabasan gibi sinsi ve haindi. Gözleri ve elleri bu durumu kabullenmenin
ağır utancı altında eziliyor; kendilerini teselli etmeye çalışanlara mahsus bir
edayla yeni duruma uyum sağlıyorlardı.
Kafasının içi en az odası kadar zifiriydi. Yeni bir cinayet ile bir-
likte gelen kesif kokular gırtlağına çöküyor; yutkundukça elem ve keder
göğsünü sıkıştırıyor; koca bir yumruk gibi boğazına düğümler atıyor ve
yutkunamıyordu. Avuç içleri ansızın terliyor, alnına düşen kara perçemlere
tomur tomur tuzlar dökülüyordu. Kafasından sızan fikirler hep kara kara
girdapların esareti altında can veriyordu.
yordu.
Fikri bulanıyor, düşüncesi geliyordu. Haykırmak, sade haykırmak isti-
Yalnız kara girdaplı fırtınaların ertesi görülen bir demet ışık huzme-
si, tuzlu alnına düşünce eli iştahla varabildi, artık öte olmayan saman sarısı
ovalara. Kabuğundan yeni sıyrılmış, ötesini berisini kestiremeyen geniş
ovaların acemi seyyahı, meraklı ve ürkek bir gözle ağır, temkinli el sürüdü
çatal dilli kaleme. Çatal dilli kalem ovanın rahmine mai ve siyah mürekkebi
akıttıkça sarı sıcak mevsimler değişiveriyordu.
KIRLANGIÇ 26
Bu mevsimlerin eşiğinde, bazı bazı saçlarını dört renkli rüzgârda
savuruyor; bazen de ekinleri saçları gibi topluyordu. Bazen yüreği yumruğunda
kavgaya tutuşuyor; çoğunlukla yüreği yerinde seviyordu. Bazı zaman acımasız
bir yönetici oluveriyor; çoğu zaman da o yöneticiye kafa tutan kırmızı atkılı bir
genç. Aslında ne oydu ne de bu; bilindik bir çizikle ovanın rahmine düşen bir
dolunaydı.
Bir iki bilindik çiziğin ardından beliriveren aşina sözcükler, gönül
heybesinden saman sarısı ovalara dökülüverince daha bir değere biniyor-
du; nefes almak. Her düşüveren sözcük, bir arpa boyu kadar yükseliyor; her
düşüveren sözcük, arzın perdelerini yırtarak arşa kadar yüceliyordu. Çalakalem
elleri, arşınladıkça ovayı kafası, yüreği berraklaşıyordu.
Bir ara temiz havayı özlediğini fark etti. Hemen sol yanı başındaki
pencereyi açtı. Temiz, kızıl havayı ciğerlerinin en ücra köşelerine
ulaştırdıktan sonra yarım bıraktığı seyahatini tamamlamak istedi.
Eli iştahla işliyordu ovayı.
İşte ben, yani bu seyr u seferin acemi seyyahı, eli bilindik ovanın
yüreğinde yazdıkça yazılası gelen bu yazma mevsiminde içimdeki kalabalığın
ateşi dinmiyordu.
KIRLANGIÇ 27
ŞİİR
BEYİTLER Ramazan PUSAT
Başladığım şiirde ne şair belli ne müellif..
Birbirine karıştı birçok telif, rivayetse muhtelif..
Derunumdaki ahsas neden başkalarıyla edilir kıyas?
Afitabım da, gözyaşım da, sevdam da bana has..
Yar ve diyardan bana esmiyor hiçbir umut dolu yel..
Yar yoksa çalmaz sevdalı sazım, inlemez hiçbir tel..
Ey gönül biz de olduk derd-i yâre mübtela..
O günden beri, beni es geçmedi hiçbir bela..
Bana ettiğin zulümden mi utanıp kızardı laleler?
Bir devr-i sükuta mı sebep oldu acılı naleler?
Kulağında mı acep seninle guş ettiğim nağmeler?
Ya da hatırında mı, gönlümde bıraktığın rahneler?
Ne kadar söylesem tesiri yok, artık susmam lazım..
Ey Pusat, sen de bırak beni yalnız ağlayayım..
KIRLANGIÇ 28
ŞİİR
GİTMEK Berkay ŞANDA
Tren gelir.
Sen,
Gidersin.
Arkanda
Raylarla uzanan bir keder…
Otobüs gelir
Ve
Ben gidiveririm.
Arkamda
-benim gibi-
Bir başka seferi bekleyenler…
KIRLANGIÇ 29
AN
I
ASANSÖR Mutlu KIZILBUGA
İzmir, Karataş semtinin
Dario Moreno Sokağı’ndadır Asan- sör. Bulunduğu sokak adını dünyaca
ünlü şarkıcı Dario Moreno ‘dan alır.
Sokağın girişinde Dario Moreno
Enrico Macias’ın büstleri karşılar zi-
yaretçilerini. Klasik rengarenk İzmir
evleri arasında bir sokak...İnsanı
bir bakışta büyüleyebilecek bir
sokak yani. İşte bu sokağın sonun-
da Asansör,yalnız ve kızıl saçlı bir
kadınmışcasına ( herkesin içinde en
çok dikkati çekenler vadır ya ,işte
öyle ) yükselir gökyüzüne.
Asansör kulesinin alt girişinde yazan levhaya göre bina 1907 yılında,
Musevi hayırsever Nesim Levi Bayraklıoğlu tarafından çocuklar, hamileler
ve yaşlılar için inşa ettirilmiştir.
Bugün ulaşımdan ziyade eğlence ve fotoğraf çekme amaçlı ziyaret
ediliyor gibi. Her geçişimde evlilik albümleri için fotoğraf çektiren gelin-
damat çiftleriyle birlikte pahalı makineleri olduğu için kendini profesyonel
fotoğrafçı zanneden ergenleri ve gençleri binanın etrafında dört dönerken
görürüm.
Birazdan Bostanlı Açık Hava Tiyatrosu’nda , Dostlar Tiyatrosu’nun
Ben Bertolt Brecht oyununu izlemek için yola çıktığımda asansörle Karataş’a
ineceğim. Eğer vaktim olursa tüm kıyı İzmir’e hakim olan asansörün
balkonuında şöyle bir etrafı izlerim.
KIRLANGIÇ 30
.
Geceleri daha bir güzel olur Asansör’ün balkonu. Karşı yakanın ve bu yakanın
ışıkları salınır durur karanlığın içinde. Bu ışıkları izlemek keyif verir bana.
Bunu da oyun bittiğinde eve dönerken yaparım sanırım.
Asansör’ün içinde Dario Moreno’nun Deniz ve Mehtap , Her Akşam ve
Canım İzmir şarkıları çalar. Deniz ve Mehtap ya da Her Akşam şarkısı çalıyorsa
şansıma eşlik ederim Dario Ağabey’ime. Asansörde benden başkaları da varsa
genelde önce bir an bana bakarlar, ( ben hiç kendimi bozmadan devam ederim
) sonra Asansör’ün çelik duvarlarına bakarlar.Sesim ya çok kötü ya da çok güzel
. Bunu bilmiyorum ama ilk ihtimal daha kuvvetli gibi... Nasıl olsa kabindeki
insanları bir daha görmeyeceğim için fazla üstünde durmuyorum bu konunun.
Bu yazıyı aslında üzerinde daha çok durarak yazmak isterdim ama baris-
ta olarak çalıştığım kafe bana haftada bir gün izin veriyor ve yazılarımı genelde
bu izin gününde ayaküstü denebilecek bir vaziyette yazıyorum. Diyeceğim son
şey şu ki ; İzmir’deyseniz gelin, görün burayı . Isırmaz, korkmayın !
İzmir’i çok sevdiğini iddia eden tanıdıklarımdan çoğu hiç görmemiş bu
binayı. Bir de şu Asansör’ün balkonundan görseler şehirlerini... Hey yavrum
hey ! Ben öyle şehirlere ve binalara aşık olan tiplerden değilimdir. Fakat ilginç
ki Asansör bana aşık olunacak bir bina gibi gelir. Yazının başındaki tasvirden de
anlamışsınızdır zaten...
KIRLANGIÇ 31
KIRLANGIÇ
ÇAĞDAŞ EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ DERNEĞİ
ADRES: 223. SOKAK NO: 11 D: 1 35280 Hatay / İZMİR
TEL & FAKS : 0( 232.) 243 25 21 CEP: 0 505 600 33 05
WEB SİTESİ : www.cagder.com.tr MAİL : [email protected]