96

kuliye53

Embed Size (px)

DESCRIPTION

literature, poems, article

Citation preview

Page 1: kuliye53
Page 2: kuliye53

Muhterem Okurlar,

Kardeş Kalemler’in Genel Yayın Yönetmeni Ali Akbaş, Ocak 2007’de, derginin ilk sunumunda; her dergi yeni bir misyon üstlenmek ve mevcut yayın yelpazesi içinde kendisine bir yer aramak için çıkar, demiş ve bütün Türk dünyasına, yeryüzünde Türkçe’nin konuşulduğu çok geniş bir coğrafyaya sesleneceklerini belirtmişti. O günden bu güne; Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Afrika’dan Ortadoğu’ya, Avrupa içlerine kadar durmaksızın seslenen Kardeş Kalemler, seslendiği yerlerde “tatlı bir ünsiyet” peyda ederken Anadolu’da edebiyat dergisi çıkaranlara da övünç oldu.

Hevesten mi, başımıza gelenlerin ıstırabından mı, yoksa uzaktaki kardeşlerimize bir selam gönderme ihtiyacından mı; bu sayımızda biz de Kardeş Kalemler’in hem konusunu hem temasını üstlendik.

Ama asıl tetikleyici sebep Kırgızistan Dostluk ve Kültür Derneği’nin talebi… Kardeşlerimizin Türkiye Türklerince pek de bilinmeyen Kırgız yazı dilinin temelini atan şair, yazar, Türkolog Kasım Tınıstanov’u tanıtma arzuları önünde duramayışımız.

Gelecek sayımızın dosya konusu “Edebiyat ve Estetik”.

Nice güzelliklerde buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.

Bizim Külliye

Page 3: kuliye53

NAZIM PAYAM

Olgun okurlar, edebiyatçının nasıl söylediğiyle ilgilendiği kadar ne söylediğiyle de ilgilenirler. Buna ‘niyet okuma’ diyebilirsiniz. Çözümlemeler, suçlamalar, savunmalar niyet okuyucuların sürümleri doğrultusunda derinleşir, genişler.

Bazı roman yazarları, sanki şehrimin, mahal-

lemin, sokağımın insanıymış gibi gelir bana. Evden çıktı-ğımda, kendilerine ya da kah-ramanlarından birine “Ne haber komşu?” diye sesleneceğim

hissiyle dolarım. Romandan çıkmış fakat isim de-ğiştirmiş tipleri de tanımakta gecikmem. Eskiler, ye-niler bir yerlerde buluşur, konuşuruz. Mesela Necip Mahfuz’un sokaklarında… O sokakların bitiminde dünyanın bütün sokaklarının birbirine bağlandığına bayağı inanmışımdır. Mahfuz, kuşkusuz ki kendi toplumunun hayatını, kültürünü anlatmaktaydı. Sa-natçıda ortak değerler çoğaldıkça paylaşım da ço-ğalıyor.

Okurun görevi, metinlerden doğan alınyazısını gerçeklemedir. Dikkatsiz okur, kalemin fısıldadı-ğı ilhamı amaçsız bırakabilir. Aytmatov’u okurken de geçmişi hayatından koparılanların nasıl bir kara boşluğa düştüğüne tanık olmuş, çevremizin gitgi-

3ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 4: kuliye53

de mankurtlar tarafından kuşatıldığı düşüncesi-ne kapılmışımdır. Ürküntüm, tedirginliğim yine onun romanlarına, hikâyelerine efsanelerden, destanlardan aldığı yüzlerle giderilmişti. Sovyet sisteminin aidiyet damarlarını tıkama, parçala-ma çabasına karşın Aytmatov’un romanlarına, hikâyelerine gizlediği mazi kıvılcımlarıyla ışılda-yan yüzler, psikiyatrları imrendirecek güçteydi.

Edebiyatın işlevlerinden biri de kendi kültürü-nü savunma ve yaymadır.

Mahkûm vatan kaygısını sırtında ve tek ba-şına taşıdığına inanan Bahtiyar Vahapzade’nin şiirleri de töresiyle bezenmiş özgürlüğe çağrıdır. Ona göre asıl ortaklık, ortak ruh; tarihi, dili, dini, didinişi bir kardeşlerin özgür iradesinden doğa-caktır. Eğer insanı ve insanlığı sömürenlere taş atılacaksa bu birliktelikle kaldırılıp atılmalıdır. “Gözümde göllendi, güllendi yaşlar / Dağıldı başımdan dostlar, tanışlar/ Bedbahtlık- yüreğe çapraz dağ çeken/ Tekliğin zamanda ikiz kardeşi/ Teklik – gönül sıkan, teklik bel büken / Dünya-nın en büyük, en ağır taşı!”

Gaspıralı İsmail gibi Vahapzade de kardeşle-riyle; Cengiz Aytmatovlarla, Cengiz Dağcılarla, Muhtar Şahanovlar, Adil Yakubovlar, Muham-med Hüseyin Şehriyarlar, Oraz Yağmurlarla ve Balkanlılarla, Kemallerle, Buğralarla varlık penceresini güneşe açmaya, “Dilde, fikirde, işde birlik”i, hayata sevk etmeye, bütünlük içinde di-rileşmeye niyetliydi. Ömrü bu niyetle tükendi.

Roman inandırmaya dayanır, şiir inanmışlı-ğa. Bundandır ki toplumlar büyük değişim talep-leriyle, yeni bir ülküyle karşılaştıklarında ilkin bunların temsilcileri olarak gördükleri şairlerin mısralarına eğilirler. Ancak böylesi şairlerin uya-rıları, heyecanları; mevcut düzeni, erinci sarsarak farklı algılar oluşturacağından çoğunluğu veya hâkim güçleri rahatsız edebilir. Etmiştir de. Ya-şadıkları dönemde birçok şair dünya okurlarınca ilgi görmesine rağmen kendi ülkelerinde dışlan-mış, sürgün edilmiş, hücreye konulmuş yahut öl-dürülmüşlerdir.

Vahapzade’nin, niyetinden tedirgin olanlar, kızanlar da onun yaşama hakkını elinden almaya kalktılar. Yalnızca ona değil, yakınlarına, arka-daşlarına da öldürücü ıstıraplar yaşattılar. Sokak-ta olsun, evinde olsun çok zaman yalnız kaldı.

Nâzım Hikmet de öyle idi: “Bir gece bir deniz-de yalnız yıldızlar ve bir yelkenli vardı./ Bir gece bir denizde bir yelkenli yapayalnızdı yıldızlarla.” “Yazılarım otuz kırk dilde basılır/ Türkiye’mde Türkçemle yasak”

Nurullah Ataç, “Şeyh Bedreddin” deneme-sinde Nâzım Hikmet’in şairliğinin, konusuna, fikirlerine hâkim olmasından kaynaklandığını, kendisinde bulunan musiki gücü ile şiirlerini bi-rer senfoni hâline getirdiğini, kulak gibi gözü de işlediğinden, anlatmak istediği şeyi gördüğünü ve gördüğü için de anlatabildiğini belirtir.

Ataç’ın tespiti, büyük şairlere mahsus doğru-luk kazanmış bir tespittir.

Nâzım da büyük şairdi. Acımasızca öğüten gerçek bizi çaresiz bırak-

tığında Nâzım’ın mısraları hâlâ saatimizin akrebi oluyorsa, iflah olmaz çıkar ilişkilerini görüp duy-duğumuzda iç sızıyla “Yine kimin dostlar/ yine kimin boynun vurdular?” demekten kendimizi çekip alamıyorsak Nâzım büyük şairdi.

Fakat büyük şairimizin bir büyük yanılgısı var-dı; kabullenemeyeceği manzaralardan topyekûn kabullendiği despot bir sistem çıkarmak.

Olgun okurlar, edebiyatçının nasıl söylediğiy-le ilgilendiği kadar ne söylediğiyle de ilgilenirler. Buna ‘niyet okuma’ diyebilirsiniz. Çözümleme-ler, suçlamalar, savunmalar niyet okuyucula-rın sürümleri doğrultusunda derinleşir, genişler. Evet, niyet okuyucular, Nâzım’ın şiirlerini insan odaklı olmaktan çok karın tokluğuna Sovyet Sos-yalist Cumhuriyetler Birliği halklarından biri ol-maya özendirici bulmuşlardı.

Bulgular kimi edebiyatçıyı sesiyle, kimini ni-yetiyle, kimini ise hem sesi hem niyetiyle bırakır bize. Nâzım’ın niyetinden zevklenen üç beş bin kişi elbet vardı. Ama keşke Türkçemize kulak ve-ren milyonlar göz ardı edilmeseydi.■

4ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 5: kuliye53

Demir donduran ayaz sahiplenir geceyiTahtını kurmak isteyen şafağa karşı durarakGam taşır, gönlü yakar, ateş getirirAnbean sakin gönlü avucunda sıkarak.

Yalım saçarak yavaş yavaş yanan çıraEtrafına fersiz güçsüz ışık üfler durur. Dilinde hafiften bir şarkı canlanırken Sanki nazenin ipek perde dalgalanıyordur.

Söylerken gönlünün en derinindeki sırrıOnun yoluna feda etmeye hazırdır benliğini.Bazen ağlar, candan canandan geçer,Dile getirir bu şekilde hürriyet isteğini.

Yorgunluk gösteren komuz şevke gelerekDilinden nice türlü ezgiler kanatlanır.Bazen öfke, bazen şefkat dolu sesiyleBeni büyüten annemin silueti canlanır.

Kopuzdan yankılanan sitem dolu nağmelerDurduramaz geçmiş günlerin kasavetini.Dualar sıralanır bulutların gezdiği yüreğindeBir daha görmek için dertsiz geçen günlerini.

Kopuzun gamlı sesine kız kulak verirkenEt yüreği koştururcasına hızla atmaktadır.Sanki mızrak yarasına tuz dökülmüş gibiGöğsünden kaçmak için çırpınmaktadır.

Demir donduran ayaz sahiplenir geceyiTahtını kuracak şafağa karşı durarakGam yükler, gönlü yakar, ateş getirirAnbean sakin gönlü avucunda sıkarak.

KASIM TINISTANOV

KIŞ GECESİNDE

* çev. İbrahim Türkhan

5ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 6: kuliye53

Tepelerden gayret içinde getirip taşYendiler engelleri bir bir, yavaş yavaş.Başlayarak Ala Dağ’dan Çüy’e doğru,Ayna gibi berrak nehirleri akıtır Talas.Saygı dolu gözyaşları içinde o kümbeteGömülmüş bir zamanlar Yiğit Manas.

Kümbetin ne zaman kurulduğunu anlatıyorYüzyıllar öncesinden olanları yansıtıyor.Manas’ın halkını korumasını; zafer kazanmasınıNasıl bir insan olduğunu haykırıyor.Ziyaret etmeye gelenlere söyleyecekleri,Dört bir yanındaki kitabelerde yazıyor.Ne var ki, merhametsiz yabancıların ellerinden,O eşsiz yazı ve süslemeler hoyratça harcanıyor.

Hâlâ da ayaktadır kümbet şaşırtarakGörenleri düşündürüp aklını başından alarak.Uzakta kalıp görmeyenleri haşmetiyleİç çektirir her zaman kendine hasret bırakarak.Dağ rüzgârı gece gündüz okuduğu masallarlaEsmektedir kümbete nice türlü sırları anlatarak.Şimdiki nesillerin ahvalini beyan etmektedir,Uykudan yeni uyanmışçasına hayrette bırakarak.

Ala Dağ gökyüzüyle kucaklaşmaktadırGurur dolu göğsünü dikerek yarışmaktadır. ‘Manas’ım halk içinde iki kat yiğit’ diyerekGüneşle, ayla onu denk tutmaktadır.Vadiler, büyük zirveler, uzun boylu ağaçlarSırasıyla kümbetin başında bekçilik yapmaktadır.Vadiden nefes nefese çıkan berrak pınarSözlerine Manas’ın sözleriyle başlamaktadır.

Halkının yüreği ve gönlü yaralıdırGeçmiş zamanların derdinde kalarak.Ozanlar ismini ekleyerek şiirlerini süslerkenKopuzcular mest olurlar içli bir ezgiye kapılarak. Ressamlar özlem duyup resim çizerkenGençlerin kanı kaynar, yürekleri yanarak.İnleyen her bir kopuz çoktan beriYasını tutuyor Er Manas’ı hatırlayarak.

MA

NA

S’IN

MB

ETİN

DE*

KA

SIM

TIN

ISTA

NO

V

* çev. İbrahim Türkhan

6ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 7: kuliye53

M İ R L A N B E K N U R M A T O Vile Kırgız Dostluk ve Kültür derneği üzerine

AYDIN KARABULUT

Her şeyi bir plana programa sokmak gerekiyor. Akademisyenlerimizi ayrı organize ediyoruz. İş

adamları kolumuz oluşuyor. Öğrenci kurulu, sanatçılar kolu, kadınlar kolu diye ayrı ayrı

gruplara ayırdık. Kadınlar kolumuz çok aktif bir şekilde çalışıyor.

Sizi tanıyalım isterseniz sohbetimizin başın-da. Biraz kendinizden, akademik çalışmaları-nızdan bahseder misiniz?

İsmim Mirlanbek, soy ismim Nurmatov. 2000 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde li-sans tahsili yapmak için Kırgızistan’dan geldim. 2005 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çağdaş Türk Lehçeleri Bölümünde yüksek lisansa başladım. Tezimde Türkiye Türk-çesi ve Kırgız Türkçesindeki deyimlerin karşı-laştırmalı sözlüğünü hazırladım. Hâlihazırda aynı enstitüde doktora yapmaktayım.

Kırgızistan Türkiye Dostluk ve Kültür Der-neği Genel Sekreterliğini yürütüyorsunuz. Dernek, Türkiye’deki Kırgızlara yönelik çalışmalar yürütüyor. Derneğin amacı, misyonu hakkında neler söylemek istersiniz? Ayrıca ne gibi faaliyetleriniz oluyor?

Kırgızistan Dostluk ve Kültür Derneği adı üs-tünde dostluğa ve kültüre çok önem veriyor. Şu anda Türkiye’de İstanbul ve Ankara’da faaliyet yürütmekteyiz. En kısa zamanda da Antalya gibi Bursa gibi Kırgızların yoğun yaşadığı yerlerde de şubeler açacağız. Genel Sekreterlik görevi bana verildiğinden beri elimden geldiğince kül-tür işleri üzerine yoğunlaştım. İnsanı bu hayatta en çok mutlu eden şeylerden biri kendi kültürüne yaptığı hizmettir. Dünyayı saran teknoloji çağı-nın içerisinde insanı en çok mutlu eden kurulan dostluklardır.

Derneğin yeni yerini Kırgızistan Cum-hurbaşkanı Sayın Almazbek Atambayev açtı. Dışişleri Bakanı, Kültür Bakanı ve Türkiye’den birçok resmî davetli vardı açılışta. Açılışa Sayın Cumhurbaşkanın katılması derneğinizi nasıl etkiledi?

Sayın Cumhurbaşkanımız Almazbek Atam-

7ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 8: kuliye53

bayev bütün Kırgızların lideri. Onun bizzat gelip derneğimizin açılışını yapması bizi çok onore etti. Cumhurbaşkanımızın derneğimizi açması birçok yönden etkiledi. Türkiye’deki resmî ku-rumlarla bizim bağımızı daha da güçlendirdi. Misyonumuzun çok büyük olduğunu etkili bir şekilde halka anlatma fırsatı doğdu.

Dernek oldukça geniş bir yere taşındı. Der-neğin içinde hangi birim ve bölümler var?

Derneğimiz 450 metrekarelik bir ofiste faali-yetini yürütüyor. Toplam 12 odası var. Yönetim Kurulu, Konsolosluk, Genel Sekreter, Öğrenci Kurulu birimlerinin hepsinin ayrı ayrı odaları var. Sosyal alan diye bir bölümümüz var. Bu bölümde bekleme salonumuz, çocuk odası, toplantı salonu var. Ayrıca bu bölümde mutfak ve Kırgız Kültürevi diye bir bölümümüz var. Bu odada genelde misafirlerimizi ağırlıyoruz. Ta-mamen Kırgız millî kültürüne ait eşya ve işle-melerle dolu bu yere, mini bir etnografya müzesi diyebiliriz. Bekleme salonunda, çocuk odasında, toplantı salonunda, Kırgız Kültürevi’nde plazma televizyonlar var. Uyduya bağlı. Kırgızca yayın yapan kanallar seyrediliyor. Kültürel bir dernek olduğumuz için paneller, seminerler düzenleye-bilmek için ayrıca 50 kişilik konferans salonu-muz var. Bu salon çağın teknolojisine göre do-natıldı. Akıllı tahta, yansıtıcı var.

Dernek birçok faaliyete imza attı. Cengiz Aytmatov Kültür Günleri, Kurmancan Datka ve başka programlar. Bu faaliyetler hakkında neler söylemek istersiniz?

Cengiz Aytmatov, Kurmancan Datka Kır-gızların gurur kaynağı, bizim adımızı dünyaya duyuran önemli şahsiyetlerdir. Cengiz Aytmatov sadece Kırgızların değil bütün Türk dünyasına mal olmuş bir yazardır. Çıngız’ı tanıyan Kırgız’ı tanır derler. Burada tekrar ruhunu rahmetle yâd etmek istiyorum. Kurmancan Datka Kırgız ka-dınlarının içinden çıkmış büyük bir kahraman-dır. General unvanını, Kırgızca tabirler Datka unvanını alan bir hanımefendidir. Emperyalizme karşı kendi vatanını ve milletini korumaya ça-lışmıştır. Kırgız tarihi açısından çok önemli bir

şahsiyettir.

Dernek kurulduğu yıldan itibaren yoğun bir programın içerisinde. Basından takip ediyoruz zaman zaman. 2012 yılı içerisinde hangi kültü-rel faaliyetleri yapmayı planlıyorsunuz?

Yeni yerimize taşındığımızda tarih 15 Ocak 2012 idi. Yani biz yeni yılda yeni bir başlangıç yapmış olduk. Türkiye’deki Kırgızistan vatan-daşlarını ve Türkiyeli kardeşlerimizi kucaklaya-bilmek için bazı güzel kültürel programlar yap-tık. Hafta sonları öğrencilerimiz için çok güzel seminerler düzenliyoruz. Derneğimize üye olan ailelerin çocuklarına yönelik kültürel program-lar yaptık. Halk Ekmek Fabrikasına, Kartepe Kayak Merkezine gezi düzenledik. Bu progra-ma da oldukça yoğun bir katılım oldu. Türkiyeli Kırgızlardan ressam Tacıgül Küntüz Kırgız mo-tiflerinin tarihi üzerine bir seminer verdi. Orda çocuklar ekmeğin soframıza ulaşıncaya kadar hangi aşamalardan geçtiğini gördüler. Önümüz-deki hafta çocuklar için müze gezisi düzenleme-yi planlıyoruz.

Kırgızistan’dan Türkiye’ye resmî ziyaret amacıyla gelen devlet adamları, milletvekilleri, bakanlar; ticarî amaçla gelen iş adamları, gezi amaçlı gelen Kırgızistanlı turistler Kırgızistan Dostluk ve Kültür Derneği’ni mutlaka ziya-ret ediyorlar. Gelen resmî heyetler Kırgızistan Cumhuriyeti İstanbul Konsolosluğu ile birlikte gelip dernek yönetim kuruluyla Türkiye ve Kır-gızistan ilişkileri ve vatandaşların meseleleri üzerine konuşuyorlar. Bu konuyla ilgili neleri söylemek istersiniz.

Kırgızistan Cumhuriyetinin bağımsızlığına 20 yıl geçti. Türkiye Cumhuriyeti devlet tecrü-besi olarak çok ileride. Üniversiteleri, önemli kurumları, Yunus Emre Vakfı gibi önemli kuru-luşları yurt dışında Türkiye’yi temsil ediyor. Al-manların Goethe Enstitüsü var. Yine İngilizlerin, Rusların enstitüleri var. Kırgızların dünyada yo-ğun olarak yaşadığı ülkeler var. Rusya’da olduk-ça fazla Kırgızistan vatandaşı var. İkinci sırada Kazakistan’da üçüncü sırada da Türkiye’de yo-ğun olarak vatandaşlarımız yaşıyorlar. Kırgızlar

8ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 9: kuliye53

bu kadar yoğun bir şekilde yaşadığı bir yerde bir kültür ortamını oluşturmazlarsa zamanla kaybo-lurlar. Bunun için biz dernek kurduk. Buradaki Kırgızların haklarını hukuklarını korumaya, her alanda onlara moral vermeye çalışıyoruz. Vatan-daşlarımızın bir araya gelip dertlerini müzakere edeceği bir platform gibi de kullanıyoruz burayı. Burayı başka bir tabirle Kırgızların evi yapma-ya çalışıyoruz. Türkiye’de bulunan bize kardeş halklar, ilgi duyanlar da derneğimize gelebilir-ler. Türkiye’deki ve Kırgızistan’daki devlet dai-releriyle aramızın nasıl olduğunu sordunuz. Biz tamamen kendi üyelerimizin desteğiyle ayakta kalan bir derneğiz. Türkiye’deki Kırgızistan va-tandaşları, derneğin kurulmasında ve yapılan-masında sorumluluk aldılar. Herkes taşın altına elini koydu, derneğimizi imece usulüyle kurduk. Derneği büyük bir kültür merkezine dönüştür-mek için çalışıyoruz. Türkiye’de yaşayan Kır-gızistan vatandaşların entelektüel hayata daha fazla katkı yapmasını amaçlıyoruz.

Derneğin www.kyrgyzstan.org.tr adresinde bir web sitesi var. Bu sitede Türkiye’de yaşayan Kırgızistan vatandaşları ve dernek hakkında haberler yer alıyor. Ayrıca derneğin içerisinde İş Dünyası diye bir bölüm açılmış. Biraz da iş adamlarına yönelik çalışmalara değinelim is-terseniz.

Teknolojinin hızla ilerlediği bir çağda yaşa-dığımız için zamanın gereklerini yerine getir-meye çalışıyoruz. Derneğimizin güzel bir web sitesi var. Bizim hakkımızda güncel her şeye buradan ulaşılabiliyor. Önceden herkes gelsin, çay içelim, tanışalım usul ve mantığıyla gidiyor-duk. Artık dernek çok büyüdü. Her şeyi bir plana programa sokmak gerekiyor. Akademisyenleri-mizi ayrı organize ediyoruz. İş adamları kolu-muz oluşuyor. Öğrenci kurulu, sanatçılar kolu, kadınlar kolu diye ayrı ayrı gruplara ayırdık. Kadınlar kolumuz çok aktif bir şekilde çalışıyor. İktisadi bir hayat içerisinde yaşıyoruz. Ekono-mi oldukça önem arz ediyor. Türkiye’nin seçkin üniversitelerinde eğitimini tamamlayıp ya kendi işini kuran ya da üst düzey firmalarda çalışan 200’e yaklaşan Kırgızistanlı iş adamaları kitlesi

var. Biz bunlarla bir araya gelerek, başka ülke-lerle irtibata geçerek, iş adamlarımızın çalıştığı sektörlerdeki hedefledikleri atılımlara yardım etmek istiyoruz. Yani bir irtibat merkezi gibi dü-şünebilirsiniz derneği. Sadece Türkiye’dekileri değil, dünyanın dört bir yanında ticaret yapan iş adamlarımızı birbirlerinden haberdar etmek istiyoruz.

Derneğin içerisinde Konsolosluğa ayrılmış bir oda var. Bu odanın işlevinden bahsedelim.

Konsolosluk, elçilik bunlar devlet makam-ları. Vatandaşlar çok işleri düşmedikçe buralara gitmek istemezler. Resmiyet vardır bu yerlerde. Dernekler biraz daha rahat yerlerdir. Gurbet-te olan insanların her türlü sıkıntısı olabiliyor. Vatandaşlarımızın problemlerinin dinleneceği bir yerin olması gerektiğini düşündük. Bizim üyemiz olan Abdulatip Juraev Bey’i cumhurbaş-kanımıza ve Dışişleri Bakanlığına teklif ettik. Bir ay gibi yoğun bir diplomatik programa tabi tuttular kendisini Bişkek’te. Ondan sonra resmî şekilde Kültür, Eğitim ve Migrasyon Ateşesi olarak ataması yapıldı. Haftanın belli günleri dernekte belli günleri konsoloslukta bulunuyor. Dernekte bulunduğu günlerde vatandaşlarımız sıkıntılarını dinlemekte, konsoloslukla vatandaş arasındaki irtibatı sağlamaktadır. Türkiye’de 20 yıldır yaşaması, prosedürleri ve resmiyeti çok iyi bilmesi bu uygulamada etkili oldu. Bu pilot bir uygulama. Başarılı olunduğunda diğer ülkelerde de uygulanacak. ■

9ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 10: kuliye53

Hüseyin hocam, Kasım Tınıstanov’u sizden daha iyi bilen kimse yok herhâlde. Sohbetimize, onunla tanışmanızdan, kader yolunuzun nasıl ke-siştiğinden söz açarak başlayalım.

Kasım Tınıstanov ile 1914-1916 yıllarında Karakol’da Rus Tüzem Mektebinde birlikte oku-duk. Aynı yaştaydık. Ancak çocukken o kadar ya-kından tanışmıyorduk. Sonra 1923 yılında yine Karakol’da tanıştık. O zaman ben Kasaba Devrim Komitesi’nin (Selrevkom) Başkan Yardımcılığı-nı yürütüyordum. Bir arkadaşım gelip: “Gençler, Taşkent’e okumaya gitmişler; biz de gidelim. Tınıs-tanov diye orda bir tanıdığım yakın arkadaşım var. O, orada okuyor. Onunla konuşalım,” dedi. Tamam dedik ve Karakol’da Çin mimarisinde yapılmış eve gittik. Eve girecekken bizi bir kız karşıladı. Ona “Kasım evde mi?” diye sorduk. Biz konuşurken Ka-sım da geldi. Baktım, çocukluğundaki siması değiş-miş. Çehresi ablaklaşmış, delikanlı olmuş. Üstünde şalvara benzeyen askılı bir pantolon vardı. Sohbet etmeye başladık. Amacımızı, düşüncelerimizi ona söylediğimizde o, “Gelin, Taşkent’te Talim Terbiye Enstitüsü var. Orada Kazak-Kırgız Enstitüsünün bir bölümüne girersiniz,” dedi. İlk defa böyle tanıştık. 1924 yılında Sovyet Sosyalist Kırgız Muhtar Cum-

H Ü S E Y İ N K A R A S A Y E Vile Kasım Tınıstanov üzerine

TENTİ OROKÇİYEVçev. ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU

Her halkın medeniyet temelini atan mimarları, yetenekli aydınları vardır. Kasım, yetenekli bir hoca aynı zamanda da

devlet adamıydı. İlk halk mimarlarındandı. Kısaca söyleyecek olursak Kasım Tınıstanov Kırgızların Lomonosov’udur.

huriyeti kuruldu. Devlet adamları hemen bizleri çağırıp görevlendirdiler. Kasım’a “Sen alfabeden sonra okuma yazma öğrenme kitabını yaz, baş-ka hiçbir işle meşgul olma,” dediler. Ondan sonra bizleri (Osmonkul Aliyev, Sıdık Karaçev, Mustapa Akmatov ve beni); sizler de Erkin Too gazetesini çı-karacaksınız dediler. İsa Arabayev’e “Alippe” (Al-fabe) yazma görevi verildi. Kasım’a Ekim Devrimi ile ilgili şiirleri Kırgızcaya tercüme etme görevi ek olarak verildi. Böylece işe koyulduk. Orada Türkis-tan Halkı Aydınlatma Başkanına bağlı Kara Kırgız İlim Komisyonu vardı. Bu komisyonda Osmonkul Aliyev, Sıdık Karaçev, Mustapa Akmatov ve ben çalışıyorduk. Bizden önce Kasım Tınıstanov, İsa Arabayev, Sarnogoyev ve Daniyar çalışmış. Böy-lece okulu bir yana bırakıp bir tek bu işle meşgul olmaya başladık. O yıllarda Kasım, enstitüde son sınıf öğrencisiydi. Enternasyonal marşını o zaman tercüme etti.

Hocam, Kasım Tınıstanov çalışırken nasıl bir metot izlerdi? Uzun yıllar birlikte çalıştınız. O, bü-yük bir ilim adamı idi, şairdi, çok yönlü biriydi.

Kasım Tınıstanov, 1926 yılında Bakü’de düzen-lenen Türkoloji Kongresi’ne katıldı. Delegasyo-

10ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 11: kuliye53

nun içinde Osmonkul Aliyev, Bazarkul Daniyarov, Osmonkul Bölöbayev vardı. Yetenekli ilim adamı Bartold, Türk halklarının hepsinin tarihi, onları araştırmanın bundan sonraki mesuliyeti hakkında geniş bir tebliğ hazırlamış. Konuşmasında, Kırgızlardan oldukça çok bahsetmiş. O zaman Kasım, Bartold’a “Siz Kırgızlar için ayrı bir tarih kitabı yazar mısınız?” diye dileğini bildirince o da, olur, demiş. Bartold, 1926 yılında eserini bitirir ve 1927 yılında basıma verir. Bu eser 1928 yılında Kırgızistan Akademi Merkezi tarafından yayım-landı. 1928 yılında ben okumaya giderken Kasım Tınıstanov ile Takçoro Coldoşov “Bunu üstadına götürür teslim edersin,” diye bana verdi. Eseri alıp Bartold’a verdim. Kırgız tarihi hakkında ilk ese-rin yazılmasına da Kasım Tınıstanov vesile oldu. Tınıstanov’un her yazdığı şiir bir fikri içeriyordu. Onları şu anki toplum bilmiyor artık. Buna bir mi-sal verelim. Onun “Şakirt” başlıklı bir şiiri var. Bu şiiri yazdığında öğrenciymiş. Sene 1920. Kazakça yazılmış bir şiir.

Tün mezgil el uktagan tınç tangAy jarık jatır düynö uyku koyuvJalgız ak şakirt otur kitep okup, Şırak pen tüz jakpagana av-gavKiteptin bardık katı tüsüp közgö,Oy kirbey kökürökkö anan özgö.Jüröktü jarıp çıkkan nazik süyüü,Baylanıp ulut degen jalgız sözgö.Çetinen bir kitepti açıp körüp,

Bekemdep adabiyat aldı bölüp.Tekşerip eng tüpkürün karap körsö,Terengdep bagıt alıp ketken örüp.Sol zatı jok, bol jetken bar kılmakçı,Tabuvga tezden izdep kayrımaçı?!

(Anlamı: Gece vakti millet uyuyor çıt yok. Ay ışık saçıyor uyku koyu. Talebe yalnız başına otur-muş kitap okuyor. Mum ışığında tam olarak seçi-lemiyor, kitabın yazıları göze yansıyor. Düşünce sarmıyor insanın sinesini, özünü. Gönlün yarıp çıkan nazik sevgi yalnızca tek bir millet sözüne bağlanmış. Bir kitabı ucundan açıp bakarak iyice inceleyip edebiliğini yoklayıp en ince ayrıntısına kadar baksa)

O zamanlar hepimiz Kazakça okuyor, Kazakça yazıyorduk. Kasım’ın kalbinin daha genç yaşlarda Kırgız halkı için nasıl çarptığını bu mısralardan gö-rüyoruz.

Değerli üstat, 1926 yılındaki Ürkün’ü siz de Kasım da yaşadı. O zamanki halkın çektiği sıkıntı anlatılamaz. Bununla ilgili Kasımalı Bayalinov’un “Acar” (Acar), Cusup Turusbekov’un “Acal or-duna” (Ecel Yerine), Aalı Tokombayev’in “Kan-duu cıldar” (Kanlı Yıllar) adlı eserleri var. Bu hikâyelerin her bir ayrı sanat eseri her biri ayrı tarih. O devirden Kasım da siz de bahsetmediniz, neden?

Ordaki azabı Allah dosta değil düşmana bile göstermesin. Yolda dağ geçitlerinden geçerken Kal-

11ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 12: kuliye53

makların zulmü, bir yıl zarfında halkın yaklaşık % 30-40’ı öldü. Hayatta kalanlar tekrar vatanlarına döndüler. Dönenler de suçlandı ve evlerine yerleş-melerine izin verilmedi; dağlara sürüldüler. Çin’de, Kırgızların kızları, gelinleri, çocukları heder oldu, kayboldu. Birçoğu hizmetçi olarak satıldı. Birço-ğunun dili Kalmakçaya, Uygurcaya döndü; ana dil-lerini unuttular. Çocuklar, kızlar hizmetçi oldular. Kasım bütün bu hâdiselerin canlı şahididir. Ben de Çin’den 1921 yılında döndükten sonra Erkin Too gazetesinde “Ne zaman rahata kavuşacaklar, döne-cekler, çoğu hizmetçi olarak yaşıyor,” diye küçük bir makale yazdım. Kasım da bu durumdan oldukça muzdaripti. Çin’e kaçan göçmenlerin vaziyeti onu düşündürüyordu. O yıllarda hükümet girişimlerde bulundu. Ukombez’in[1] (Gizli Güvenlik Teşkilâtı) sekreteri Usubakun Kangeldiyev göçmenlerin geri dönüşü için girişimlerde bulundu. O sıralarda Kakşaal’dan yazılan sıkıntılarla dolu mektubu Er-kin Too gazetesinde yayımladık. “Suraçı dosum suraçı” (Sorsana Dostum Sorsana) adlı Kasım’ın şiiri de tam bu temayı işliyordu. Kasım’ın ve be-nim Ürkün hâdisesini işlemediğimizi söylemek kuru laftan, lakırtıdan ibaret. Kasım, milletini seven biriydi. Eğri oturup doğru konuşmak gerek. Onun Kazakça ve Kırgızca şiirlerinin çoğu vatanperver-likle örülü. O, bunları yazdığında bıyıkları yeni ter-liyordu. Şimdiki gençliğin, 20 yaşlarındakilerin ne yaptıklarını çok iyi biliyoruz. Tek işleri televizyon seyretmek. Kasım’ın şairliğinden ister bahsedeyim isterseniz de bahsetmeyeyim; hepsi gün gibi aşikâr. Şairlik yeteneğini, eleştirmenler daha ayrıntılı bili-yorlar, anlatıyorlar.

Demin Kasım Tınıstanov’un bazı şiirlerini okuyup genel olarak bu şiirlerdeki poetikaya, fi-kirlere değindiniz. O, aynı zamanda nesirde de us-taydı. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?

Genel olarak Kırgızlarda konuşma yeteneği var. Bunu Manas destanından ve halk efsanelerinden an-lıyoruz. Ama bunların birçoğu günümüze ulaşmadı; derlenip basılamadı. Edebiyatımıza büyük yol açan bu işleri başlatan Kasım Tınıstanov’dur. Onun şiir-lerinin bazıları nesre yakındır. Canıl Mırza manzu-mesini buna örnek verebiliriz.

Men turdum, tışka çıktım, ay arası

1. Upravlenie Komitet Bezopasnosti

Bolgondoy tumandangan toonun başıÇetinen ala bulut çubap ötüpAgaydın ubayımdı köz karaşıKıroogo üstü-başı çılk orongon,Kiygendey kümüş kımkap saydın taşı.Koroboy iz tüşürüp tülkü, börü,Ençileş cazılganday şıbagası

(Anlamı: “Ay ışığında kalktım dışarı çıktım. Dağın başı sislenmişti, bir ucunda bulut şekil almış kuyruk gibi görünüyordu. Hocanın duruşu hüzün-lüydü. Kırağı her tarafı kaplamıştı. Nehrin taşları gümüş bir kına girmiş gibiydi. Tilki ve kurt usulca iz bırakıp gitmişlerdi. Nasipleri birdi.”)

Bu edebî bir tablo… Böyle mısralar şiirlerinde oldukça fazla. Kasım’ın nesri de aynı ustalıktadır. O, edebiyatımızın ilk eseri “Mariyam menen köl bo-yunda” (Mariyam ile Göl Kıyısında) adlı hikâyeyi yazdı. Bu eserin kahramanını da tanıyorum. Onunla hanımım Ayşa’nın akrabası evlendi. O adam, ya-kında vefat etti. Onunla Kasım’ın arasında bir alaka vardı.

Hangi yıllardı?1923 yılıydı. Böylece Kasım nesirde de önem-

li bir yol açtı. Onun şiir tercümeleri de güçlüy-dü. Tercümelerinin çoğu yayımlanmadı. Manas Destanı’nda “Almambetin comogu” (Almambet’in Hikâyesi) adlı bölüm var. Bu bölümü Kırgızcadan Rusçaya tercüme etti. Bu tercümeyi daktiloda yazan kişinin ağladığını gördüm. Rus edebî dilini, ana dili gibi yazabiliyordu. Rusça şiirlerde yazdı; ama bun-lar yayımlanmadı. Onunla birlikte çalışan Rus ar-kadaşları “Şiirlerinin Puşkin’den eksiği yok,” diye onu övüyorlardı. O, Rusçayı biraz aksanlı konuşsa

12ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 13: kuliye53

da oldukça iyi biliyordu. Bu yaratılıştan verilmiş bir yetenek. Söz sanatını iyi bilen insan sanata da ya-kın oluyor. O, her zaman Karamoldo’yu evine davet eder, ondan komuz dinlerdi. Ara sıra Kasım, şakay-la karışık “Moldo ağa, çal bakalım. Bir zamanlar toprak ağalarına çalıyordun, şimdi bize çalıyorsun,” dedi. Ne zaman gitsem Moldo evindeydi. Sanatı iyi bildiği bundan da anlaşılıyor.

Üstat, siz çok güzel bir şeyden bahsettiniz. Karamoldo’yu her zaman evine davet edip, komuz dinlediğini söylediniz. Demek onun sanatına çok değer vermesinin yanında, müziği dinlemesi de boşuna değilmiş.

Ondan sonra Kasım, Boogaçı’nın sürgüne gönderildiğini duyup bana şöyle dediğini dün gibi hatırlıyorum: “Hey, Hüseyin! Bu nasıl iş? Aydınlar sürülüyor. Bu adam kendisi okul yaptı. Onun saye-sinde Narın bölgesinden Moldobasan, Musa gibi yetenekler çıktılar,” dedi. Kederlendi. Kazakların Mağcan Cumabayev adında bir şairi vardı. O, Ka-sım Tınıstanov’un hocasıydı. 1923 yılında varsam, Mağcan Taşkent’e gidiyormuş. Kasım benden iki sınıf üsteydi. O sıralar Kasım, mandolin çalmaya uğraşıyormuş. Mağcan, ona “Mandolin çalma, sa-nat ilgi ister. Sanatın diğer dalı seni kendine çeker. Sen şairsin şiir yazman gerek,” diyerek onu yönlen-dirdiğini duymuştum. Mağcan geldi. Saçı, kâkülü oldukça güzeldi. Çok yakışıklı bir delikanlıydı. Daha sonra kurşuna dizilerek idam edildi.

Siz, Kasım çok şakacıydı diyorsunuz. Sayakbay’ı Karkıra’dan getirip, Kasım ile ilk defa tanıştırdığınızda ilginç bir olay olmuş. Bunu da anlatır mısınız?

Sayakbay Karalayev’i Frunze’ye (Bişkek) getir-dikten sonra Kasım “Akademik toplantı, program düzenleyelim, para ayıralım,” dedi. Onun dediğini kabul edip birçok meşhur insanı davet ettim. Bu ko-nudan oldukça çok bahsedildi; bunları şimdi tekrar etmeyeyim. Sayakbay Karalayev gelip oturdu. O zaman daha otuz yaşında bile değildi; delikanlıy-dı. Onu görünce Kasım şöyle dedi: “Sana çok iyi bakmışlar. Yağız doru koşu atı gibisin. Bakalım ne kadar koşabileceksin? Manas’ı benim gibi okuyabi-lir misin?” deyip başladı Manas okumaya; destanın derinliklerine daldı. Ondan sonra “Haydi bakalım, destanı benden daha iyi anlatabilecek misin, anlaş-tık mı?” diyerek dışarı çıktı. Biraz sonra hanımım

Ayşa “Gelir misin?” diye beni çağırdı. Gittiğim-de “Deminki boynu kalın, iri kafalı Manasçı mı?” diye Sayakbay Karalayev soruyor. Ben ona, “Yok; o, Manasçı değil.” dedim. “Destanı ezberden an-latıyor; onu ben de yaparım. Ezberden kim olsa o, okur. Yoksa Manasçı olmasından mı korkuyorsun? Korkma,” diye Sayakbay’ın heyecanını giderdim. Hepimiz o zaman şerine[2] yiyorduk.

Kasımalı Cantöşev, Kasım Tınıstanov ve ben bir araya gelip piyes yazıyorduk. Mesela “Mayluu Tang” (Yağlı Tan) adlı bir piyes yazdık. Bu tama-men komedi eseriydi. Bunu tekrar tekrar anlattırıp gülüyordu. Onun bulunduğu yer şen şakrak olurdu.

Üstat, ben de Kırgız dilcisiyim. Kırgız dili üzerine çalışmalar yapıyorum. Bir şeye çok şaşırıyorum. Kırgız dilinin gramerini, fonolojisini, morfolojisini, sentaksını başka dillerle mukayese ettik. Elbette ilk önce Rus diliyle karşılaştırdım. Mesela Kırgız dili fonolojisinde, morfolojisinde zamir, sıfat, isim, fiil gibi terimler Rusçadan tercü-me edilse de Kırgızcaya tam olarak uyuyor. Bunu yaparken herhâlde Kazak, Özbek ve Tatar dille-rinden ve bu kardeş edebiyatlardan istifade etti. Her ne şekilde olursa olsun, Kasım Tınıstanov’un eserlerinin eşi benzeri yok.

- Kasım gerçek bir ilim adamıydı. Enstitüyü ta-mamlayamamış olmasına rağmen, yaratılıştan akıllı biriydi. Kırgız dili meselesi gündeme geldiğinde onun oluşturduğu dil terimleri üzerine çalışmak ge-rek. Kasım, morfolojiyi ilk kendisi yazdı. O zaman, demin bahsettiğin terimleri oluşturdu. Bu terimleri ustalıkla, estetik zevkle düşünüp bulmuş. Morfo-loji kitabını okuduklarında, ilim adamları şaşırıp: “Bu çalışmasıyla hemen akademik unvana layık,” demişler. Bir yönden tam olarak bu doğru. Diğer taraftan da bu Kırgızlara ait bir değer. Kasım, Al-tay dil ailesinin gramerlerini, Kazak, Kırgız, Özbek gramerlerini çok iyi mukayese etti herhâlde. O, ilk okuma öğrenme kitabını, bu eserin içinde morfo-lojiyi ve sentaksı yazdı. Bu ilklerin adamının ismi elbette ebediyete kalacak. Her halkın medeniyet temelini atan mimarları, yetenekli aydınları vardır. Kasım, yetenekli bir hoca aynı zamanda da devlet adamıydı. İlk halk mimarlarındandı. Kısaca söyle-yecek olursak Kasım Tınıstanov Kırgızların Lomo-nosov’udur.■

2. Şerine: Bir tür millî Kırgız yemeği

13ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 14: kuliye53

A B D U L M A C İ T M U R Z A Y E Vile Kasım Tınıstanov üzerine

MEERİM TAŞIBEKOVAçev. ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU

Aalı Tokombayev o zaman Lenin hakkında bir manzume yazmıştı. İşte bu manzumeye Kasım Tınıstanov tanıtım yazısı yazar. Bu yazıda Aalı Tokombayev’in daha tam pişmemiş, ham mısraları olduğunu yazmaktadır. Bu eleştiriyi Aalı Tokombayev yanlış anlayıp beni kıskanıyor diye düşünür.

Abdumacit Bey, Kasım Tınıstanov ile ilgi-lenmenize ne vesile oldu?

1990’lı yıllardan önce cerrah Prof. Dr. Erkin Tınıstanov beni okutmuştu. Onu hoca olarak ta-nıyordum. Önceleri biz onun kim olduğunu bil-miyorduk. Kasım Tınıstanov ile soy isim ben-zerliği var, diye düşünüyorduk. 29 Aralık 1989 tarihinde “Moldo Kılıç ile Kasım Tınıstanov’un Eserlerini Değerlendirme” adı altında Kırgı-zistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin kararı çıktı. Bu karardan sonra Kasım Tınısta-nov hakkında birçok makale yayımlandı. Bu makaleler sayesinde Erkin Tınıstanov’un Ka-sım Tınıstanov’un oğlu olduğunu öğrendik. Bu zamana kadar bu gizli kalmıştı, bilmiyorduk. Ben, ona babası hakkında ilginç şeyler sordum. Arşivlerden, kütüphanelerden bilgi ve belgeler toplamaya başladım. O zamanlar Kasım Tınısta-nov hakkında oldukça sınırlı bilgi vardı. Onun hakkında yayımlanan yazılar arşivlerde gazete sayfalarından koparılarak yok edilmişti; bir türlü

ulaşamıyorduk. Kısacası imkân da yoktu aramak için… Bütün bunlardan sonra daha da fazla ilgi-lenmeye başladım. Bilenlerden sordum. Akraba-larından, onu tanıyanlardan, el yazısıyla yazdığı bazı kaynakları toplayarak parça parça matbuat organlarında yayımlamaya başladım.

Böylece büyük yazar hakkında “Kuugun-

tuk” adlı kitabınız yayımlandı. Biraz bu kitabı-nızdan bahsetseniz?

Bu kitabın birinci bölümünde kendi araştır-malarım, topladığım materyaller yayımlandı. İkinci bölümü “Öçpös İzder” (Silinmez İzler) olarak adlandırılmaktadır. Bu bölüme Kasım Tı-nıstanov hakkında akademisyenlerin, yazarların, gazetecilerin gazete ve dergilerde yayımlanan yazıları, arşivlerden alınmış materyaller koyul-du.

O zamanlar yazar, ailesi çok büyük soruş-turma ve baskı altındaydı. Bu durum hakkında

14ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 15: kuliye53

gizli kalanları, halkın bilmediklerini anlatabilir misiniz?

1933 yılında “Akademiya Keçeleri” (Aka-demi Akşamları) hakkında opera-bale tiyatro-sunda piyesler oynandı. Ondan sonra Kasım Tınıstanov’a eskiyi özleyen, burjuvazi yanlısı, halk düşmanı gibi yakıştırmalar yapıldı. Birçok tenkit yazıları yayımlandı. Ve daha sonra Kasım Tınıstanov işinden çıkarılarak tutuklandı. Sonra onun hayatı tam bir trajediye dönüştü. Tutuklan-dıktan sonra sadece ailesi, çocukları değil; ta-nıdıkları, hısım akrabası da halk düşmanı, halk düşmanının kuyrukları gibi suçlamalara maruz kalıp kovuşturuldular. Bu kitapta bu anlattıkla-rım hakkında çok geniş bilgi var.

Bu duruma Aalı Tokombayev’in çok büyük katkısı olsa gerek.

Aalı Tokombayev o zaman Lenin hakkında bir manzume yazmıştı. İşte bu manzumeye Ka-sım Tınıstanov tanıtım yazısı yazar. Bu yazıda Aalı Tokombayev’in daha tam pişmemiş, ham mısraları olduğunu yazmaktadır. Bu eleştiriyi Aalı Tokombayev yanlış anlayıp beni kıskanıyor diye düşünür. Tokombayev bu eleştirileri dikkate almadan Lenin Manzumesini yayımlar. Bu olay-dan sonra ikisi arasında anlaşmazlık başlar.

Bu durumun Kasım Tınıstanov’a çok zararı dokundu herhalde?

Elbette, Kasım Tınıstanov bu olaydan son-ra birçok tenkide maruz kalır. 1927-1937 yılla-rı arasında çeşitli eleştiriler yapıldı. Genellikle Alaş Partisi ile ilişkisi var diye suçlandı. Eleş-tirmenler onun eserlerinde ideolojiye ters düşün-celeri aramışlardır. Bu eleştirmenlerin öncüsü Aytkulu Ubukeyev idi.

Kasım Tınıstanov’un çocuklarının, neslinin repressiyadan sonraki kaderlerine kısaca de-ğinsek…

Onun Tendik, Erkin adlı iki oğlu ve Birdik adlı bir kızı var. Kasım Tınıstanov kendisi en-ternasyonaldi. Enternasyonal marşını Kırgız di-line tercüme etti. Çocuklarına Erkin (Svaboda:

Hürriyet), Tendik (Ravenstva: Eşitlik), Birdik (Yedintsva: Birlik) adlarını koymuştur. Bu onun sosyalizme inanmasının en büyük delilidir. Ten-dik, Büyük Vatan Muharebesi’ne[1] katılıp başın-dan yaralanır. Askerî hastanede tedavi edildikten sonra memleketine döner. Kırgızistan Devlet Tıp Enstitüsü’ne kayıt olur. Enstitüde okumaya baş-lar; ama bir süre sonra başındaki yara yüzünden vefat eder. Erkin ise tıp fakültesini bitirdikten sonra Kırgızistan’ın güneyine doktor olarak ta-yin olur. Doktorasını tamamlar ve akademisyen olur. Uzun yıllar Kırgız Devlet Tıp Enstitüsü’nün Cerrahi Bölümü’nde öğretim görevlisi, daha sonra da Sağlık Bakanlığı’nda baş cerrah olarak çalışır. Kızı hakkında ise bir bilgim yok.

Kasım Tınıstanov hakkında sadece bir kitap-la yetinecek misiniz?

Kasım Tınıstanov hakkında toplanan bilgiler-den üç kitap çıkar. Bu sene ikinci kitap basıla-cak. Üçüncü kitap ise önümüzdeki yıllarda hazır olacak.

Kitabın basım masraflarını kim karşılıyor?“Kuuguntuk” adlı kitap Kasım Tınıstanov’un

doğumunun 100. yılı için hazırlandı. Para olma-dığı için ancak 2007 yılında basılabildi. Bu kita-bın yayımlanmasına KAMEK Kliniği’nin müdü-rü Erkin Mamatov Abdrahmanoviç büyük katkı yaptı. İkinci kitap parasızlıktan yayımlanamıyor.

“Kuuguntuk”un Millî Eğitim tarafından

okul müfredatına alınacak diye duyduk. Bu kitap Eğitim Akademisi tarafından ince-

lendi. Birçok okul müdürü kitabı överek Millî Eğitim Bakanlığı’na başvurdu. Bu başvurulara Kasım Tınıstanov hakkında müfredata girecek bilgiler var, diye cevap verildi. Ama bunu yüksek tirajla basmaya bakanlığın bütçesi yok denildi. Bu yüzden çok az tirajla basıldı. Hâlâ müfredata alınma işi beklemektedir. Kırgız dilcileri ve ede-biyatçıları tarafından bu kitap hakkında olumlu eleştiriler gelmektedir.■

1. Büyük Vatan Muharebesi: Sovyetler Birliği’nin içindeki Türk dilli halkların literatüründe İkinci Dünya Savaşı bu terimle anlatılmaktadır.

15ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 16: kuliye53

Kırgız yazılı edebiyatının temelini atanların biri olan yazar, şair, dram yazarı, Kırgız alfabesini

oluşturan dilci, Kırgızların ilk profesörü Kasım Tınıs-tanov, 10 Eylül 1901 tarihinde Isık Göl ilçesine bağlı Çırpıktı köyünde doğdu. Bu sene bilim adamı Kasım Tınıstanov’un doğumunun 110. yıldönümüne yönelik anma programları üniversitelerde düzenlenmektedir. Yakında Isık Göl ilçesinde Kasım Tınıstanov ile Cu-sup Abdrahmanov’un 110. yıldönümleri doğrultusunda anma törenleri ve Isık Göl ilçesinin kurulmasının 80. yıldönümünü kutlama faaliyetleri düzenlenecektir.

Gençlik yılları, ilk aşkıKasım, doğuştan zeki ve yetenekliydi. On iki yaşına

girene kadar babası Tınıstan ona Arapça okuma yazma-yı öğretir. On iki yaşındayken babası onu Karakol’daki Rus tuzem okuluna götürür, fakat bu okul çocuğu kabul etmek istemez ve Özbek okuluna yönlendirir. Kasım, Rusça eğitim görmeyi çok istese de çaresiz Özbek oku-lunda bir yıl okur. Ders sonrası amele olarak köylüle-rin yanında çalışır. Zor günleri geçirerek Karakol’dan Ananyevo’ya gelir. Burada Kırgızlar için açılan yatılı okul vardı; fakat Kasım’ı bu okul da almaz. Kasım, Tınçtık (Barış) yargıcının Kırgız tercümanına hizmetçi olarak çalışarak öğrenimini devam ettirir. Bir yıl son-

SIMBAT MAKSUTOVAçev. GÜLDANA MURZAKULOVA

Kasım’ın dilin gelişmesi için binlerce kelime topladığına dair söylentiler vardır. Bazı uzmanlar onun derlediği kelimelerin altmış bine ulaştığını belirtiyorlar. Şimdi Sanat Müzesi’nin bulunduğu arazide eskiden Kasım’ın evi vardı. Oradan Kasım’ı hapse götürdükleri zaman üzeri örtülü siyah arabaya onun çalışmalarını da yükleyerek götürürler.

16ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 17: kuliye53

ra çocuk öğrenim yeteneği ve babasının altı som rüşveti (günümüzün 6 bin somu) sayesinde okula alınır. Rus yatılı okulunda öğrenim görmeye başla-masından 1 yıl sonra “Ürkün” patlak verir. Kasım anne babasıyla birlikte Çin’e kaçar ve Kulca şehri dışında, Tekes, Cıldız adlı yerlerde bulunur. Ame-lelik yaparak geçinirler ve 1917 yılının sonunda Karakol’a dönerler. Kasım “Ürkün” sonrası kendi köyü Çırpıktı’ya gitmez, Ak Suu ilçesine bağlı Tep-ke köyünde dayılarının yanında kalır. Buradayken 17 yaşındaki Kasım ilk aşkına rastlar. Onun aşk olduğu kız, Tenizbay boyunun zengini Cayılkan’ın kızı Mariyam’dır. Kasım kıza ithaf edilen şiirler ya-zar.

Bu şiirler dışında, öğrencilik döneminde “Mari-yam ile Göl Kıyısında” adlı uzun hikâyesini yazar. Kasım ilk aşkı olan Mariyam’la evlenemedi, çünkü onun söz kestiği nişanlısı vardı.

Kasım Tepke köyünde yaşarken, buradaki bazı insanlar onu muhacir, seyyah, fakir diyerek kendi-lerine denk saymazlar. Sonraları Kasım, Tepke kö-yünden polis dayısı Sadıbakas Ismayılov’un yardı-mıyla Alma Ata’ya, oradan Taşkent’e gider ve Ka-zak-Kırgız Pedogoji Enstitüsü’nü kazanır. Burada okurken 1924 yılında “Mariyam ile Göl Kıyısında” hikâyesini Kazakların “Cas Kayrat” dergisinin dört sayısında Kelgin (muhacir) takma adıyla yayınlar. O, sonraları da Kelgin müstearını kullanır.

Kazak şairlerinden etkilenmeTaşkent’teki öğrencilik yılları, onun hayatında

önemli değişimlere neden olur. Çevik, Rusça’yı çok iyi bilen, aktif bir delikanlı olan Kasım dersleri dı-şında toplumsal faaliyetlere katılarak öğretmen ve aydınların beğenisini kazanır. Onu, Mayıs 1920 yı-lında siyasi “Canı Örüs” gazetesinin “Türkistan’ın Komünist Gençler Birliği” bölümünün editörü ol-maya davet ederler. O, gazetede kendi bölümüne gelen makaleleri denetleyip düzeltmekle birlikte, Ekim Devrimi’ne ithaf edilen şiirleri de gazeteye yerleştirmekle uğraşır. Kazak şairlerinin şiirleri-ni okuyarak gazete sayfalarına yerleştirmekle uğ-raşması, onun şairliğine yeni bakış açısı ve yeni coşkunluk katar ve Kazakçayı yeni öğrenmeye başlayan Kasım, ilk on iki tane şiirini Kazak dilin-de yazar. O dönemin meşhur Kazak şairi Mağcan Cumabayev, onun üzerinde büyük etki bırakmıştır. Kasım gazetecilik işi dışında, Taşkent’teki öğrenim

gördüğü Kazak yatılı okuluna bağlı olarak gençler birliğinin kolunu (şubesini) kurar. Bu olaydan son-ra, onda devlet ve halka yönelik siyasi bakış açısı gelişir ve o genç olmasına rağmen ağır sorumluluk-ları almaya başlar.

Kasım 1922-1923 yıllarında daha öğrenciyken tatile memleketine geldiğinde folklor bilgilerini toplamaya başlar. Bilgi toplarken Tepke köyünün gençleri eğitimlerini devam ettirmek istediklerini söylerler. Kasım onları Kazak-Kırgız Eğitim Ens-titüsüne davet eder. Cunuş Irıs Uulu, Kuseyin Ka-rasayev, Hayridin Kaşimbekov, Mustafa Akmatov Taşkent’e gider ve enstitüye kayıt olurlar. Kasım sayesinde, onlar sonraları işe de başlarlar. Kasım, Sıdık Karaçev ile birlikte 1923 yılında saha çalış-maları yaparken, Karakol’un ileri gelenlerinden Uygur Zunnahun’un Turdubübü adlı kızını gö-rüp âşık olur. Turdubübü de ona âşık olur. İkisi tanışıp konuştuktan sonra Kasım, Turdubübü’yü Karakol’dan Tepke’ye dayılarının evine kaçırır. Böylece Kasım ile Turdubübü evlenir ve Taşkent’e giderler.

Çalışmaları Kırgız yazılı edebiyatı tarihinde ilk defa Kasım

Tınıstanov’un “Kasım’ın Şiirleri” derlemesi 10 bin nüsha olarak Moskova’dan yayımlanmıştır. Bu ki-tapta on iki tane Kazakça, yirmi iki tane Kırgızca şiir, Krılov’un “Karınca ile Yusufçuk” fablının Kırgızca çevirisi ve “Canıl Mırza” adlı manzume girmişti. Fakat bu kitap yayınlandıktan sonra kitabı eleştirenler çok fazla olur. Eleştirmenler “Sevgiyi niye yazıyor?” diye eleştirirler. “Akademi Buluş-maları” adlı piyesi sahnede oynandıktan sonra kı-nanır, parti üyeliğinden çıkarılarak zor durumda kalır. Bundan sonra o, şiir yazmayı bırakır ve dil bilimini geliştirmeye ve toplumsal işlere yönelir.

Geleceği görebilme yeteneğiKasım Tınıstanov 1924 yılından itibaren çalış-

ma alanını kesin olarak değiştirerek, bilimsel çalış-maya yönelir; fakat o, 1925 yılında Sovyetler Bir-liği Komünist Partisi Kırgız Vilayet Komitesi’nin isteğiyle ilk Rus ihtilalinin 20. yıldönümü doğrul-tusunda Rusça şiirleri Kırgızca’ya çevirerek “Deği-şim Şiirleri” adlı kitabı çıkarır. 1925 yılından itiba-ren Bilim Kurulu’nu yöneten Kasım, tüm bilgi ve gücünü Kırgız milletinin gelişmesi için harcayarak,

17ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 18: kuliye53

gece gündüz demeden çalışır. Kırgız Muhtar Sov-yet Sosyalist Cumhuriyeti kurulurken Kasım’ın ka-tılmadığı çalışma, yapmadığı iş kalmaz. Bu yıllarda onun asıl isteği, yeni Kırgız edebiyatını oluşturmak olmuştur. O, Kırgız dilinde Sovyet edebiyatını ge-liştirmeye çaba gösterir. Bunun için sabit bir alfa-be gerekiyordu. Kasım, 1925 yılında “Canı Alfavit Koomunun Dostoru” (Yeni Alfabe Topluluğunun Dostları) teşkilatını kurar ve bu teşkilatı 1927 yı-lına kadar yönetir. Kırgızlardan başka komşu ülke-lerde de dil meselesi gündemdeki yerini koruyor-du. Dolayısıyla 1926 yılında Bakü şehrinde Türk Dili konuşan halkları bir araya getiren 1. Kongre gerçekleşir. Kasım 26 Şubat - 5 Mart 1926 tarih-leri arasında gerçekleşen Türkoloji Kongresi’nde sunduğu bildiride, Latin alfabesine geçmenin ge-rekliliğini ve Türk dili konuşan halkların kültürü, edebiyatı ve biliminin, kendi aralarındaki ilişkide, aynı düzeyde gelişmesinde dilin önemli rol oyna-dığını vurgular. Onun bildirisini Özbek, Kazak, Azerbaycan aydınları ve V. Bartold, S. Olden-burg, B. Çobanzade, K. Yudahin, A. Samoyloviç, L. Şerba, S. Malov gibi büyük bilim adamlarının tümü beğenir. Bakü’den döndükten sonra Kasım, bu bildirisini “Erkin Too” gazetesinin 8 Nisan 1926 tarihli 15. sayısında yayınlar. Kasım Bakü’deyken, tarihçi V. Bartold’dan Kırgızların tarihini yazma ricasında bulunur. Bartold, Kasım’ın teklifini ka-bul eder ve Pişpek’e geldiğinde yapacağı çalış-manın kitap olarak basılmasını rica eder. Bartold, halkla tanışıp dolaşarak Kırgızlar hakkında birçok kıymetli çalışma yapar. Sonraları Kasım, sözü-nü tutarak Bartold’un bu yazdıklarını kitap olarak bastırır ve bu kitabın 10 nüshasını Kuseyin Kara-sayev vasıtasıyla Leningrad’a, Bartold’a gönderir.

Arap alfabesinden Latin, Latin’den Kiril alfabesine geçiş

Kırgız yazı tarihinde Arap harflerinden vazgeçi-lerek Latin harflerinin kullanılmaya başlamasında, Kasım’ın büyük emeği geçmiştir. O, 24 harf ve yu-muşatma simgesinden (kıbaçı) oluşan alfabeyi ha-zırlar ve bu alfabe “Erkin Too” gazetesinin 29 Ha-ziran 1925 tarihli sayısında yayımlanır. Gazetenin aynı sayısında Kasım, “Latin alfabesini niye kulla-nacağız?” başlıklı uzun makalesini yayımlar ve bu makalesinde şöyle der: “Her okur şunu iyi anlama-sı gerekir ki, Latın alfabesine geçmemizin amacı,

doğunun beyaz sarıklı imamlarını yok etmek değil, basit bir yol ile edebiyatımızı ve kültürümüzü geliş-tirmek; bizim amacımız, Latin harflerini kullanarak Latin veya Fransız’a dönüşme veya soldan sağ tara-fa yazarak uygar milletlere özenme değil, basit ve kısa yol ile millî edebiyatımızı, millî kültürümüzü biraraya getirerek bunlar vasıtasıyla onlarınki (uy-gar milletlerinki) gibi tekniğe sahip olmaktır”.

1926 yılının sonunda Kırgızistan’da Yeni Al-fabe Topluluğu kurulur, buraya Kırgızistan Yürüt-me Komitesi’nin başkanı Abdıkadır Orozbekov ve Orozbekov’un yardımcısı olarak Kasım Tınıstanov tayin edilir. Kasım 1926 yılından itibaren E. Poli-vanov ile beraber Latinleşen alfabeyi esas alarak Kırgızlar ve Dunganlar için alfabe oluşturma çalış-masına ciddi bir şekilde başlar. Kasım 1927 yılında Kırgız Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Eği-tim Komiserliği’nin komiseri, aynı yıl Kırgız Al-fabesi Merkezi Komitesi başkanı olur. İtiraf etmek gerekir ki, Kasım Kırgızların şart ve duruma göre halkın gelişmesi için etkili olacak soldan sağa doğ-ru yazılan Latin alfabesine geçmesinde önemli rol oynamışsa, sonraları aynı şartlar gereği, halkın kısa zamanda okuryazar hale gelerek gelişmesi için Ki-ril alfabesine geçmeye davet etmiştir. Kasım Tınıs-tanov Rus alfabesine geçilmesi hakkında 10 Mayıs 1937 tarihinde sunduğu “Kırgızistan’daki Yeni Al-fabe İçin Mücadelenin 10. Yılı” konulu bildirisinin son paragrafında şöyle der: “SSCB’deki milletlere Rus dilinin kültürel etkisi büyük ve bu tarihi zo-runluluktan ortaya çıkmıştır. Evvelen, Rus işçileri Rusya’da kapitalizmin ortadan kalkmasında öncü-lük etti ve bundan sonra da sosyalizmin kurulma-sında öncülük edecektir. İkinci olarak, sosyalizmin toplum tarafından benimsenmesi için sosyo-eko-nomik, bilimsel ve teknolojik bilgilerin diğer mil-letlerde yerleşmesi Rusça sayesinde mümkündür. Soruna bu cihetten baktığımız zaman gramerin, ter-minolojinin, imlanın ve dil kuruluşunun meseleleri daha kolay çözülecektir”. Kasım Kırgız milletinin hangi istikamet ve yol olsa da adım atarak büyük milletleri örnek alarak onlarla yan yana yükselme-sini ve gelişmesini istemiştir. Kasım’ın dediği ol-muş, onun bu konuşmasından ve vefatından üç yıl sonra Kırgız milleti Rus alfabesine geçmiştir. Ka-sım, Arap harflerini kullanan Kırgız milletini Latin alfabesine, on yıl sonra Rus alfabesine geçirmek için birçok bilimsel toplantı ve kurulda bildiriler

18ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 19: kuliye53

sunarak dil için durmadan çalışmıştır. Toplantılarda yabancı kelimelerin Kırgız diline etkisi hakkında da fikirlerini belirtiyordu. O, ölümüne kadar Kırgız diliyle ilgili bilimsel çalışmaların devam ettirmiştir.

Söz üretici Kasım’ın dilin gelişmesi için binlerce kelime

topladığına dair söylentiler vardır. Bazı uzmanlar onun derlediği kelimelerin altmış bine ulaştığını be-lirtiyorlar. Şimdi Sanat Müzesi’nin bulunduğu ara-zide eskiden Kasım’ın evi vardı. Oradan Kasım’ı hapse götürdükleri zaman üzeri örtülü siyah ara-baya onun çalışmalarını da yükleyerek götürürler. Bundan sonra Kasım’ın götürülen çalışmaları bu-lunmaz. Kasım Tınıstanov bir dönemde üniversite öğretim görevlileri ve öğrenciler için ders program-larını ve birçok terim geliştirmiş, ekonomik, teknik ve zooloji terimlerini Kırgızca’ya çevirmiştir.

Bunların hepsi muhafaza edilmemiştir. Kasım, Kırgız diline birçok yeni kelime katmıştır. Bununla ilgili Salican Cigitov şunları söylemiştir: “Elbette, bazı gelişmiş dillerin hazinesine bir iki kelime kazan-dırmak, bazen büyük üstatların da elinden gelmeye-bilir. Örneğin, Lev Tolstoy, yüzden fazla büyük eser bıraksa da Rus diline bir tane bile kelime kazandır-mamıştır. Fedor Dostoyevski ise eserlerinde birçok yeni kelimeyi kullansa da onlardan sadece üç tanesi Rusça’ya mal olmuştur. Büyük yazar, Rus diline üç kelime kattığı için çok övünür, gururlanırmış. Bu ör-neklerle kıyasladığımız zaman, Kasım’ın büyük işler başardığını görebiliriz; o, Kırgız diline iki üç değil, onlarca yeni kelime kazandırdı. Bunların tamamı öz Kırgız kelimesi gibi benimsendi.” Bu değerlendirme-lere bakarak Kasım Tınıstanov’un dahi olduğunu söy-lemek mümkündür.

Kasım Tınıstanov ee (özne), bayandooç (yük-lem), etiş (fiil), süylöm (cümle), atooç (isim), müçö (ek), tamga (harf), barış (-e hali), catış (-de hali), çıgış (-den hali), kiriş söz (ön söz), kirindi söz (arasöz), tire (uzun çizgi), ütür (virgül), ilep belgisi (ünlem işareti) gibi birçok kelimeyi bizim lügatimize katmıştır. Sa-lican Cigitov bununla ilgili düşüncesini şöyle belir-tir: “Bunların tamamı düşünce sonucu ortaya çıkan yeni kelimeler olsa bile, denilmesi kolay, doğal ve kulağa hoş gelen, en önemlisi halk tarafından çabuk benimsenen terimlerdi. Tabî, böyle terimler ordu-sunu sadece konuya hâkim, dilin inceliklerini iyi bilen, dilin sesini duyabilen şair yapabilirdi.”

Salican Cigitov, Kasım Tınıstanov’un söz üret-me yöntemlerini sonraki bilim adamlarının çalış-maları, ders kitapları, makaleleri ve çevirileriyle kıyasladıktan sonra çok üzülür. Bundan dolayı o, şimdiki durgun yazılı dilden kurtulmak için, Ka-sım Tınıstanov’un başlattığı yola adım atmamız ve onun tecrübesine dayanarak çalışmalar yapmamı-zın doğru olacağını söylemiştir.

Asra bedel çalışmalarKasım Tınıstanov Arapça, Rusça, Kazakça ve

Özbekçe okuyup yazabilir, Latin, Uygur, Azeri, Dungan dillerini çok iyi anlayıp okuyabilirdi. Ben, Kasım Tınıstanov’un 37 yıllık kısa ömrünün on do-kuz yıllık zaman diliminde Kırgızlar için asra bedel hizmetler yaptığının farkına vardım. Bu on dokuz yıl içerisinde nasıl çalışmalar ortaya çıkardığını özel sistem çerçevesine alarak inceledim. O, sade-ce yazar, şair, dram yazarı, gazeteci değildi. O, bir eğitmen, Kırgız dil biliminin kurucusu, Kırgız al-fabesini oluşturan, terimler üzerinde çalışan, kültür adamı, Manas araştırmacısı, tarihçi, tercüman ve besteci de olmuştur. O, acımasızca öldürülmeseydi, Kırgızlar için daha birçok çalışma meydana getirir ve miras olarak bırakırdı.

Ailesi ve çocuklarıKasım’ın babası Tınıstan kısa boylu, sağlam vü-

cutlu, esmer bir adamdı. Annesi Arpabek çok güzel, emçilik yaparak bitkilerle hastaları iyileştirebilen bir kadındı. Tınıstan ile Arpabek’in Kasım, Batma-kan, Botalı adlı üç çocuğu olur. Kasım’ın kız karde-şi Batmakan, Keminli Sulaymankul adlı delikanlıy-la evlenir ve altı oğlan çocuğu doğurur. Onların en küçüğü Kimya anabilim dalında doktor olan Kakin Sulaymankulov’dur. Tınıstan’ın Kasım’dan sonra-ki oğlu Botaalı Frunze’deki Pedagoji Teknik Oku-lu’unda eğitim görür. Tınıstan’ın Botaalıdan son-raki evladı, kendisinin küçük kardeşi Mukanbet’in oğlu Ormon’dur. Kasım ile Turdubübü annenin üç çocuğu olur. En büyüğü Tendik savaşta şehit olmuş, dolayısıyla evlenememiştir. Ortancası Birdik’in ko-cası ünlü bir toplum eylemcisi Emil Abakirov’dur. Üçüncü çocuğu Erkin, uzun yıllar cerrah olarak ça-lışmıştır. Birdik Tınıstanova’nın Marat ve Elmira adında iki çocuğu, Erkin Tınıstanov’un Stella, İndi-ra, Laura ve Tendik olmak üzere dört çocuğu vardır. Kasım’ın bu torunları şimdi Bişkek’te yaşıyor.■

19ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 20: kuliye53

Kasım Tınıstanov, Ekim Devrimi’nin dalgasıyla Kırgız halkının içinden yükselen aydınların en

seçkinlerindendir. Millî edebiyata, matbuata, halkı aydın-latmaya, dil bilimine en büyük hizmetleri yapmış biridir. Bunun yanında Tınıstanov, modern Kırgız edebiyatını şe-killendiren en baş mimarlardandır. Onun sanatında, eserle-rinde hayattayken de repressiya kurbanı olduktan sonra da öne çıkan özelliği edebiyatımıza bıraktığı mirastır. O, kendi devrinde nesirde, nazımda, dramaturgiyada, şiir tercümele-rinde kalemini sınamıştır.

K.Tınıstanov’un sanat hayatı içerisinde 1921’de ve 1930’lu yılların başında olmak üzere iki defa drama tü-ründe eser yazdığını, ilim adamı Çabalday Canıbekov belirtmektedir. 1921 yılında halk arasında propaganda iş-lerini yürütmenin gerekliliğinden “Alımkul” adlı piyesi yazdı. Maalesef bu piyes kaybolmuştur. 1930’lu yıllarda Kırgız millî tiyatrosunun edebî seviyesini yükseltme iste-ği ve bu yönde hükümet tarafından ilan edilen yarışma, K. Tınıstanov’un dram eseri yazmasına sebep olmuştur. Böyle bir ilgiyle yazılan “Akademiyalık keçeler” (Akademi Ge-celeri) Kırgız tiyatro tarihinde güzel bir yere sahip olma-sının aksine, yazılıp sahnelenmesinden fazla zaman geç-meden ideolojik mücadelenin yıkıntıları altına gömülerek yazarı K. Tınıstanov’un trajik sonunu hazırlamıştır.

A.E.ABDIKERİMOVAçev. ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU

Kasım Tınıstanov, Maksim Gorki’ye mektup yazıp ondan yardım istemiş, komünist idarenin ve ideoloji eleştirmenlerinin dile getirdikleri siyasî, fikrî hataların neler olduğunu tespit etmesi için kendi yazdığı ikinci bölümü Rusçaya tercüme edip, mektupla birlikte ona postalamıştır.

20ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 21: kuliye53

K. Tınıstanov, yukarıdaki yarışma ilan edildiği 1931 yılında, Kırgız Dram Tiyatrosu’nda müdür ola-rak çalışmaktaydı. Bu yüzden yarışmaya katılmak ve de tiyatronun edebî seviyesini yükseltmek için “Aka-demiyalık keçeler” (Akademi Geceleri) adlı piyesin üzerinde yoğun bir şekilde çalışmıştır.

İlan edilen yarışmanın şartları şöyledir:1. Sosyal dram2. Tarihî dram3. Sosyal komedi4. Yazarın kendi isteğiyle seçeceği her türlü konu-

daki komedi veya dram eseri 5. Yarışmada en iyi dört eser dereceye girecektirYarışmanın katılım şartlarını oluşturmada Kasım

Tınıstanov’un ne kadar etkili olduğu bilinmemekte-dir.

Kasım Tınıstanov’un fikrine göre “Akademiyalık keçeler” (Akademi Geceleri) Kırgızların tarihinin üç devrini yansıtmakta; üç önemli amacı gütmekte, bir-birinden bağımsız üç piyesten oluşmaktadır.

1. Kırgızların eski devirlerdeki sosyal hayatını yan-sıtan piyes

2. Feodalizmden pazar ekonomisine geçme döne-mini tasvir eden piyes

3. Sosyalizmin yerleştiği dönemi anlatan piyes Bu silsilenin amacı sanatın, sınıf mücadelesinin

önemli bir silahı olduğunu gösterme, Kırgız halkının tarihindeki sınıf mücadelesinin ilerlemesinin önemli bir dönemini yansıtma, yeni sosyal hayat için müca-delede emekçilerin temel silahının proleter edebiyat olduğunu ortaya koymuştur. Böyle zor bir işi kısa zamanda gerçekleştirmek, tek bir adamın elinden ge-lecek bir şey değildir. Bu yüzden Kasım Tınıstanov, “Akademiyalık keçeler” (Akademi Geceleri) piyesini yazmak için K. Cantöşev, A. Sopiyev, Ş. Kökönov ile bir grup oluşturup bu işi kendi yönetmiştir. Maalesef bu silsilenin ilk metinleri günümüze ulaşmamıştır. Çeşitli bilgileri, Kasım’ın “Menin colum, çıgarmaçı-lıgım, menin betim” (Benim Yolum, Sanatım, Benim Yüzüm) adlı makalesini süzgeçten geçirerek birinci piyese özümsetilmiş; ayrıca Manas Destanı’nın özeti alınmış; ikinci piyeste Manap Şabdan’ın hayatından bir kesit yansıtılmış; üçüncü piyeste Kırgız toprakla-rında Sovyet hâkimiyetinin yerleşmesinin bir kesiti tasvir edilmiştir şeklinde görüşler beyan edilmiştir. (10: 185)

Günümüzde okuyucuların, araştırmacıların elin-de bulunan eser “Akademiyalık keçeler” adlı piyesin “Köz körgöndör” (Gözün Gördükleri) adlı ikinci piye-

sidir. Bu eser “Kapitalizm dooru” (Kapitalizm Devri) diye de adlandırılmaktadır. Bilgilere, hatıra yazılarına göre bu piyesi Kasım Tınıstanov’un kendisi yazmış-tır. Maalesef bugün bu piyesin orijinali elimizde mev-cut değildir. Yazarın Rusçaya yaptığı tercümesi tek-rar Kırgızcaya tercüme edilmiştir. Rusça tercümesi, halk kahramanı, büyük yazar, akademisyen Tügölbay Sıdıkbekov’un şahsî arşivinde yıllarca muhafaza edil-miş, K. Tınıstanov’un ismini korkmadan, açıkça zik-retme imkânı oluştuğunda ortaya çıkmıştır. Bu eseri Kırgızcaya Ziyaş Bektenov tercüme etti. Piyesin oriji-nal metni muhafaza edilmediği için tercümenin oriji-nal metinle ne kadar örtüştüğünü söylemek mümkün değil. Başında kara bulutlar dolaşmaya başladığında, Kasım Tınıstanov, Maksim Gorki’ye mektup yazıp ondan yardım istemiş, komünist idarenin ve ideoloji eleştirmenlerinin dile getirdikleri siyasî, fikrî hataların neler olduğunu tespit etmesi için kendi yazdığı ikinci bölümü Rusçaya tercüme edip, mektupla birlikte ona postalamıştır. Ama Maksim Gorki’den hiçbir şekilde cevap gelmediğini Kasım Tınıstanov’un eşi Turdubü-bü anne söylemiştir (9).

“Kapitalizm dooru” (Kapitalizm Devri) ve “Köz körgöndör” (Gözün Gördükleri) adlı piyesi tür ba-kımından 7 tane edebî resimden oluşan tarihî drama olarak tarif edilmiştir. Bu eserde Kırgızların Ekim Devrimi’nden önceki sosyal hayatı geniş şekilde yansıtılmıştır. Piyes oldukça zengin bir muhtevaya sahiptir. Her perdesi değişik bölümlerden oluşuyor. Birinci perdede “Şabdan cana Kemel” (Şabdan ve Kemel), “Murdagılar cana casool” (Öncekilere Mu-hafız), “Casool cana Şabdan” (Muhafız ve Şabdan), “Irçı cana murdagılar” (Şarkıcı ve Öncekiler), “Mol-do cana Şabdan” (İmam ve Şabdan), adlı dokuz bö-lümden; ikinci perdesi “Manaptar, biy, moldo, straj-nikter, Aşımbay, İtibay cana Alım” (Toprak Ağaları, Zengin, İmam, Asayiş Memuru, Aşımbay, İtibay ve Alım), “Asan, İman cana murdagılar” (Asan, İman ve Öncekiler), “Serkebay cana murdagılar” (Serkebay ve Öncekiler), “Mirzacan, Aşım cana murdagılar” (Mirzacan, Aşım ve Öncekiler), “Acar, Andaş cana murdagılar” (Acar, Andaş ve Öncekiler), “Nigmat, Metrey cana murdagılar” (Nigmat, Metrey ve Öncekiler), “Kerimbek, İman cana murdagılar” (Kerimbek, İman ve Öncekiler) adlı sekiz bölümden oluşmaktadır. Bunun gibi üç perde bir bölümden, dördüncü perde altı bölümden, beşinci perde iki bölümden, altı ve yedinci perdeler ikişer bölümden oluşmaktadır. Bu piyesin tarihî ve edebî değeri Kırgız

21ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 22: kuliye53

Edebiyatı’nda ilk defa ezen sınıfın temsilcilerinin kendine has bir şekilde anlatılmasıdır. Bunlar kapitalist pazar ekonomisine geçmiş Şabdan ve onun çocukları, eski usule göre yaşayan ama ticaretle meşgul olmaya başlayan millî burjuvazinin ilk temsilcileri zenginler, toprak ağaları, Rus Sömürge İmparatorluğunun yöneticileri, din adamları, zenginlere ve toprak ağalarına müzik çalıp söyleyen şarkıcılar, sanatçılardır. Bunların hepsi birbirine çok yakın alakadadır; çabaları, sosyal amaçları aynıdır. Ama piyeste bu grupları tarih sahnesinden silecek güç de gösterilmiştir. Bu güç emekçi halkla, Bolşevik partisidir. Piyes “Yaşasın Devrim!” çığlıklarıyla sona ermektedir. Bu düşünce yazarın eserde söylemediği düşünceler sembolik olarak şöyle anlatılmaktadır. Kı-zıl güneş nur saçmakta herkes uzanarak onu karşıla-maktadır. Piyesin amacının oldukça ilginç olduğunu A. Erkebayev bildirmektedir. Bu eser tarihi, sanatın gözüyle anlatma veya tarihin sanata yansıtılmasıdır. Mesela bu piyeste Şabdan’ı öven şarkıcılar, sanatçı-lar var. Halk şarkılarıysa tam aksine ezilen işçi sınıfı-nın ağır kaderini, karmaşık hayatını, ezen sınıfa karşı mücadelesini anlatmaktadır. Kısaca piyes türü bakı-mından devrimden önceki Kırgız toplumunun sosyal hayatının devirlerini sahnede birkaç saatlik bir eserde tiyatrolaştırmaktadır. Bu eserde halka yabancı, toplu-ma zararlı fikirleri bulmanın zor olduğunu araştırma-cılar göstermiştir. (10: 185)

Ama “Akademiyalık keçeler” (Akademi Gecele-ri) sahnelendikten sonra çok geçmeden 1 Nisan 1932 tarihinde Kırgız Bölge Komitesinin sekreterliğinin toplantısında “Kırgız millî tiyatrosunda Akademi-yalık keçeler meselesi” başlığında ele alınmıştır. Bu meselenin böyle bir üst makam tarafından gündeme alınmasında gazete ve dergilerde peş peşe yayımlanan eleştiri yazıları etkili olmuştur.

Çok geçmeden Pravda gazetesinde yayımlanan “Proletardık internatsionalizmdin tuusun cogoru kötörölü” (Proleter Enternasyonalizmin Bayrağını Yukarı Kaldıralım), “Burjuaziyaçıl-kulaktık ulutçulduktun kaldıktarın akır ayagına çeyin talkalaylı” (Burjuvazi Milliyetçiliğin Kalıntılarını Sonuna Kadar Yok Edelim) adlı makaleler Kasım Tınıstanov’un meşum akıbetini hızlandırmış, üzerinde dolaşan kara bulutlar daha da zulümata gömülmüşlerdir.

1933 yılının Mart ayında Kırgız Bölge Komitesi’nin meclisinde Pravda gazetesindeki ma-kalelerin adilliği, Kasım Tınıstanov’un öncülük ettiği A. Sopiyev, Ş. Kökönov, K. Cantöşev “Akademiyalık

keçeler” (Akademi Geceleri) adlı eserin içine gizlene-rek tiyatro sahnesinde açıktan açığa milliyetçi propa-ganda yapıp burjuva ideolojisini, feodalizmi yeniden canlandırmaya gayret ettikleri belirlenmiştir. Bununla ilgili Kırgız Bölge Komitesinin toplantısında “Ma-nas” ve “Şabdan” piyesleri Kırgız tiyatro sahnesin-den kaldırılsın; Kırgız edebiyatı hakkında komitenin önceki kararına göre yaptıkları milliyetçi hata yüzün-den suçlanan Tınıstanov ile Kökönov yoldaşlar eğer bundan sonra partinin halk siyasetinde en küçük bir sapma gösterirse partiden ihraçları hatırlatılsın; ikisi de suçlarını kabul etsinler, kararı çıkmıştır. Bu ifti-ralardan kurtulmanın çaresini arayan Kasım Tınısta-nov, kendisine yöneltilen suçlamaları kabul edip, hata yaptım demiş, ama onun vaziyeti iyileşmemiş aksine daha da kötüleşmiştir.

Netice itibariyle K. Tınıstanov “Akademiya-lık keçeler” (Akademi Geceleri) adlı eserinde anti inkılâpçılık, milliyetçi ideolojileri yansıttığı için yıkı-cı faaliyet gösteriyor suçlaması, Alaş Orda ve Sosyal Turan partilerinin üyeliğiyle siyasî olarak suçlanması, günahsız yere tutuklanmasına ve kurşuna dizilerek idam edilmesine neden olmuştur. ■

Kaynaklar: Akmataliyev, Akmatali, Akademiçeskiye veçera K.

Tınıstanova, Tandalmalar 3-tom, Bişkek, 2002Artıkbayev, Kaçkınbay, 20. Kılımdagı Kırgız ada-

biyatının tarıhı, Bişkek, 2004Canıbekov, Ç, Kasım Tınıstanov: jizn i tvorçestvo,

Bişkek, 2003Canıbekov, Ç, Kasım Tınıstan uulu, Biyiktik Bas-

ması, Bişkek, 2006Cigitov, Salican, Caşında cayragan carkın talant,

Kırgızstan Madaniyatı, 1991, No: 88Kasım Tınıstan uulu, Adabiy çıgarmalar, Adabiyat

Basması, Bişkek, 1991Kasım Tınıstanov i oteçestvennaya kulturnaya is-

toriya 20. vek, Materialı yubileynoy konferentsii, Biş-kek, 2001

Stanaliyev, Samsak, Tutulgan aydın carıgı ce Kasım Tınıstanovdun ömürlük carı Turdubübü ene menen angeme, Mezgil-Okuyalar-Tagdırlar, Mektep basması, Frunze, 1990

Ulut madaniyatının başatında, Kırgız tuusu, 18 Avgust 1991

Erkebayev, A., Canı madaniyatıbızdın köç başı, Kasım Tınıstanov Adabiy çıgarmalar, Adabiyat bas-ması, Bişkek, 1991

22ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 23: kuliye53

Kırgız Edebiyatının kurucusu, büyük devlet adamı Kasım Tınıstanov, 9 Eylül 1901 ta-

rihinde Prjevalski’ye bağlı Çok Tal kasabasına bağ-lı Çırpıktı köyünde dünyaya gelir. Babası çiftçilikle hayatını temin eden Markatay oğlu Tınıstan’dır. K. Tınıstanov küçük yaşlardan itibaren babasına tarla iş-lerinde yardım etmeye başlar. Babasından Arap alfa-besiyle okuma yazmayı öğrenir. 1912-1914 yıllarında değişik Özbek mekteplerine devam eder. 1914-1916 yılları arasında Karakol şehrindeki Rus Tüzem Mek-tebinde okur. 1916 yılında meşhur olaylar patlak ve-rince ailesiyle birlikte Çin Türkistanı’na kaçar. Orda Gulca şehrinde yaşarlar. 1917 Bolşevik İhtilali ile Çarlık devrilince Kırgızlara yeniden vatanlarına dön-me yolu açılır. Tınıstanov ailesiyle birlikte Çırpıktı köyüne döner.

1919 yılında önce Almata’ya gider. Oradan Sov-yet Sosyalist Türkistan Cumhuriyeti’nin merkezi olan Taşkent şehrinde açılan Kazak-Kırgız Halk Pedagoji Enstitüsünde okumak üzere yola çıkar. Bu enstitüde Kazakların önemli aydınlarından Ahmet Baytursunov ve Mağcan Cumabayev onun hocası olur. Taşkent’te yayımlanan Cas Kayrat, Canga Öris, Sana, Ak Col adlı Kazak gazetelerinde çeşitli görevlerde çalışır. Ayrıca yine Kazakca çıkan Uçkun, Tilçi, Örüş adlı gazeteler-de de yazılar yayımlar. Bu yazılarında “Kıt” müstea-rını kullanır. 1920-1921 yılları arasındaki ilk şiirlerini

ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU

Kırgız Edebiyatı 20. asrın başında ilk yazılı edebiyat ürünlerini vermeye başlaması-na rağmen çok büyük yazarlar, dilciler, sanatkârlar çıkarmış bahtiyar bir edebiyattır. Bu edebiyatın içinde yetişen ilklerden biri de Kasım Tınıstanov’dur.

Kazakça kaleme alır. “Tang” (Tan), “Bugingi Kün” (Bugünkü Gün), “Bulbulga” (Bülbüle) gibi şiirler bu yıllarda kaleme alınmış Kazakça şiirlerden bazılarıdır. 1922-1924 yılları arasında Kırgızca, Cangıl Mırza manzumesini yazar. Aynı yıllarda yirmiye yakın Kırgızca şiir yazar. Kırgızca ve Kazakça yazdığı bu şiirleri ve Cangıl Mırza manzumesini bir kitapta toplayarak “Kasım Irlarının Cıynagı” (Kasım’ın Şiir-lerinin Cemi) adıyla Moskova’da bastırır. Kırgızcanın yanında Kazakça, Özbekçeye de hâkimdir. Rusçayı da ileri derece de bilmektedir. Bu yönüyle çevresinde-ki birçok insanın takdirini toplar. Tınıstanov kendisiy-le aynı enstitüde okuyan Kazakların millî şairi Mağ-can Cumabayev’in şiirlerinden etkilenmiştir. Onun bazı şiirlerine nazire de yazmıştır. Bu da ayrıca dikkat çeken bir husustur. Bu konuyla ilgili Kırgız edebiyat araştırmacıları birçok makale yazmışlardır. Kasım Tınıstanov sosyal içerikli, pedagojik hikâyeleriyle, şiirleriyle, eğitimciliğiyle, dilciliğiyle, gazeteciliğiyle, aydın kimliğiyle tanınmış bir insandır.

Kırgız Edebiyatı 20. asrın başında ilk yazılı ede-biyat ürünlerini vermeye başlamasına rağmen çok büyük yazarlar, dilciler, sanatkârlar çıkarmış bahtiyar bir edebiyattır. Bu edebiyatın içinde yetişen ilklerden biri de Kasım Tınıstanov’dur. Onun “Mariyam Me-nen Köl Boyunda” (Mariyam ile Göl Kıyısında) adlı hikâyesi Kırgız Edebiyatının ilk eseri olarak kabul

23ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 24: kuliye53

edilmektedir. Bu hikâye 1924 yılında Taşkent’te Ka-zakça yayımlanan Cas Kayrat gazetesinde neşredilir. Yazar bu eseri yayımlarken Kelgin müstearını kulla-nır. Eserde Kırgız geleneklerinde bugün de yaşatıl-makta olan “kız kaçırma” âdeti anlatılmaktadır. Böy-lece modern Kırgız Edebiyatının temeli atılmış olur. Bazı yazarlar Kasımalı Bayalinov’un “Acar” adlı uzun hikâyesini ilk eser olarak kabul etmektedirler. Bu Kırgız yazar ve eleştirmenlerinin çoğu tarafından kabul görmemektedir. Acar’ın yayım tarihi de tartış-malıdır. Bazı kaynaklar 1926 derken bazı kaynaklar ise 1928 yılını göstermektedir. Ayrıca bu eserin uzun hikâye mi roman mı olduğu da tartışılmaktadır.

“Mariyam Menen Köl Boyunda” adlı eserin ardın-dan mektep talebeleri için küçük pedagojik hikâyeler ve şiirler yayımlar. 1926 Bakü Kongresi’ne katılır. Orda “Türk Tilderinde Alfavit Tüzüü Pirensipteri” (Türk Dillerinde Alfabe Oluşturma Prensipleri) adlı bildiriyi sunar. Daha sonra kongreyle ilgili görüşle-rini Kırgızistan matbuatında Erkin Too gazetesinin 10 Nisan 1926 tarihli 115 numaralı sayısında “Bakı Kalaasında Bol Oturgan Turkologiya Sıyezdi Cana Anın Kadırı” (Bakü Şehrinde Gerçekleşen Türko-loji Kongresi ve Onun Değeri) başlığıyla yayımlar. Bakü Türkoloji Kongresi’ndeki bildiride birbirlerinin edebiyatını rahat okumak ve medeniyet alışverişinde bulunmak için Türk halklarının hepsinin aynı Latin alfabesini kullanması gerektiğini dile getirir.

Kasım Tınıstanov 37 yıllık kısa hayatına birçok eser sığdırmıştır. Kırgız Arap alfabesinin, imlasının, Kırgız Latin alfabesinin kurucusudur. Bütün bu ko-nularla ilgili kitaplar yazmıştır. İlk Kırgız gazetecile-rinden, dilcilerinden, yazarlarından, şairlerinden, eği-timcilerinden olması, yani onun bu çok yönlü kişiliği, arkadaşlarının bakışlarını üzerine çekmiş ve büyük bir haseti başlatmıştır. Çevresindeki yazar arkadaşları onun Sovyet sistemi içerisinde eleştirilecek yönlerini araştırmışlardır.

1933 yılında “Akademiya Keçeleri” (Akademi Akşamları) piyesi Bişkek’te Opera Bale Tiyatrosu’nda sahnelenir. Akademiya Akşamları piyesi yüzünden Kasım Tınıstanov’a eskiyi özleyen, burjuvazi yanlısı, halk düşmanı gibi yakıştırmalar yapılır ve hakkında birçok eleştiri yayımlanır. Daha sonra Aalı Tokom-bayev, Lenin hakkında bir manzume yazar. Kasım Tınıstanov, Lenin Poeması’na yazdığı tanıtım yazı-sında, takdimde bu eserin daha tam olgunlaşmadığını acele edilmemesi gerektiğini yazar. Aalı Tokombayev

yanlış anlar. Lenin Poemeası yayımlanır ve böylece Tokombayev ile Tınıstanov arasındaki münakaşa baş-lamış olur. Kasım Tınıstanov bu olaydan sonra birçok tenkide maruz kalır. Kasım Tınıstanov’a daha çok Alaş Partisi ile ilişkisi olduğu suçlamaları yapılır. Onu eleştirenler arasında ön saflarda Aalı Tokombayev ile birlikte Aytkulu Ubukeyev yer almaktadır. Bu eleşti-riler ve şikâyetler yüzünden işinden atılır ve tutukla-nır. 1937 yılında Stalin Repressiyasının kurbanı olur. İdam edilir. Daha sonra aklanır ve itibarı iade edilir.

Kırgız Edebiyatının büyük eleştirmeni Salican Cigitov aslında Kasım Tınıstanov’un ona haset eden aydınların, arkadaşlarının kurbanı olduğunu onun hakkında yazdığı uzun makalesinde ayrıntılı şekilde anlatmaktadır.

Ailesine kısaca değinecek olursak Kasım Tınıs-tanov, Karakol şehrinde meskûn Uygur Türklerinden Zunnahun adlı bir zenginin Turdubübü isimli kızıy-la hayatını birleştirir. Daha sonra hanımını Taşkent’e götürür. Kasım Tınıstanov’un Tendik, Erkin adlı iki oğlu ve Birdik adlı bir de kızı olur. Çocuklarına Er-kin (Svaboda: Hürriyet), Tendik (Ravenstva: Eşitlik), Birdik (Yedintsva: Birlik) adlarını koymuştur. Tendik, İkinci Dünya Savaşı’na katılıp başından yaralanır; askerî hastanede tedavisi tamamlanır. Daha sonra Bişkek’e döner. Kırgızistan Devlet Tıp Enstitüsüne kayıt olur ve okumaya başlar; ama bir süre sonra ba-şındaki yara yüzünden ebedî âleme göçer. Erkin ise tıp fakültesini bitirir. Sonra Kırgızistan’ın güneyine doktor olarak tayini çıkar. Akademisyen olmak için doktorasını tamamlar. Önce Kırgız Devlet Tıp Ensti-tüsünün Cerrahi Bölümünde öğretim görevlisi, daha sonra da Sağlık Bakanlığında başcerrah olarak çalışır. Kızı hakkında kaynaklardan bir bilgiye ulaşamadık.■

Kaynaklar:Kasım Tınıstanov, “Adabiy Çıgarmalar”, Adabiyat Basması,

Bişkek, 1991.Abdumecit Murzayev, Ayımkan Musayeva, “K.Tınıstanov: Kı-

lımdar Kırında”, Turar Basması, Bişkek, 2011.Çabalday Canıbekov “Kasım Tınıstan Uulu Madaniy Kuruluş

Colbaşçısı”, Kasım Tınıstanov Koomduk Fondu, Bişkek, 2006.Kaçkınbay Artıkbayev, “20. Kılımdagı Kırgız Adabiyatının Tarı-

hı”, Kırgız Respublikasının Bilim Cana Madaniyat Ministirligi, Biş-kek, 2004.

Meerim Taşıbekova, Abdumacit Murzayev Menen Mayek: “Ka-sım Tınıstanov Kimin Ayınan Repressiyalangan?”, Cangırık Apta Ga-zetası, No: 27, 30 Oktyabr 2008.

“Salican Cigitov ve Dünyası”, Kırgızistan-Türkiye Manas Üni-versitesi Yayınları: 78, Hazırlayanlar: Orhan Söylemez, Kemal Göz, Bişkek, 2006.

Kasım Tınıstanov, Algaçkı Emgekter, Soros Fondu, Bişkek, 2001.

24ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 25: kuliye53

No. 78Kırgız Dilinde Edebî Eserlerin Yayınlaması

Hakkında Komünist Partisi’nin VI. Kırgız Propa-ganda Komisyonu Oturumunun Protokolü

Frunze Şehri27 Mayıs 1929 Katılımcılar: Cumabayev, Tınıstanov, Tokom-

bayev, Coldoşev, Ailçinov, Şarbayev.Dinlendi:1. Edebî eserleri yayınlama hakkında karar

kabul edildi:1. Devletin ekonomik gelişmesiyle birlikte,

kültürel gereksinimlerin arttırılması belirlensin. İş-çiler arasında Kırgızca edebî eserlere yönelik ilgi gözükmektedir.

Kırgız Devlet Basımevine Kızıl yazar ve şair-lerin verdiği el yazmaları, günümüze kadar işleme tabi tutulmamıştır. Bunlar olmadan millî yazarlarla şairlerin sayısı ve hazırlığını saptamak zordur. Yu-karıda belirtilenler nedeniyle şunlar zorunluluk ola-rak belirlensin:

1. Gelecek faaliyet doğrultusunda, 1929-1930 yıllarında işçilerin çoğunluğuna yönelik Kır-gızca edebî eserler serisi yayınlansın.

2. Halk tarafından talebi artan Manas ve Se-metey Destanlarını basmaya itiraz yoktur. Destanla-

rı basma işi Eğitim Halk Komiserliği tarafından yü-rütülsün. Basma işinin bütün ayrıntıları planlanarak İl Başkanlığı UNBÇ’nin onayı alınsın.

3. Millî yazarlarla şairlerin eğitim düzeyini kontrol etmek için sınav düzenlensin, bu doğrultuda aşağıda adı sıralanan yoldaşların içinde bulunacağı komisyon oluşturulsun:

1. Tınıstanov, 2. Tokombayev, 3. Telegin, 4. Na-amatov, 5. Ailçinov.

Onlara beş günlük zaman içerisinde sınavın ko-şulları, zamanı ve çapı problemlerini çözme işi ve-rilsin. (Davet için yoldaş Tınıstanov)

Başkan: CumabayevSekreter: PunegovaKIRGIZ CUMHURİYETİ MERKEZİ DEV-

LET ARŞİVİ F. 20 C. 5. K. 34. 134 b aslından.

No.86Kasım Tınıstanov’un Derlediği ve Oluşturdu-

ğu Kelime Hazinesini Esas Alarak Kırgız Dilinde Açıklama Sözlüğünü Yayına Hazırlamayı Geliştir-me Hakkında Eğitim Halk Komiserliği Kurulu Ka-rarı Kopyası.

Frunze şehri. 14 Şubat 1932 yılı.1.Kırgız dilinin mücevherlerini toplamak için

yoldaş Tınıstanov’un geliştirdiği tablolar, Kırgız kelime hazinesini derlemeyi hızlandırmakla, değer-li teknik usul olarak sadece Kırgız dili değil, başka

*Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Öğrencisi.

çev.ABDRASUL İSAKOV*

Kasım Tınıstanov ile ilgili Kırgızistan

arşivlerindeki belgeler

25ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 26: kuliye53

milletlerin (Dungan, Sart-kalmak, Uygur v.s.) dille-rinin kelime hazinesi için de önemli olduğu belir-lensin.

2.Yoldaş Tınıstanov’un tablosu, derlenen söz-ler sosyal esasları açıklamaz, birçok teknik, tıp vs. terimleri içermez diyen eleştiriler, onun sonuçları istatistikle uğraşan memurların kelime hazinesine boyun eğerek şablonların kısa zamanda dilin bütün zenginliklerini içine aldığından şüphe duyulmaya-cak şekilde hazırlansın.

3.Yoldaş Tınıstanov’un çalışmalarının Kırgız di-linin açıklama sözlüğünü yayınlamakla gerçekleş-tirme lazım olarak görülüp yoldaş Tısıntanov’a Eği-tim Halk Komiserliğine sözlüğün planın, onu yayın-layacak personeli ve basım planın verme önerilsin.

4.Yoldaş Tınıstanov’un tablosunu kullanmanın yollarıyla, onun çalışmalarının Sovyet toplumunun geniş çevresine tanıtmak için basında bu meseleyi yansıtarak, parti, Komsomol ve mesleki en faal üye-leri çekmekle beraber Frunze şehrindeki öğretmen-lerin toplantısında tablolar ve kendisinin derlediği lügat hakkında Tınıstanov’un beyanına yer verme gerekli olarak görülsün.

Doğrulandı:Kırgız Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti

Eğitim Halk Komiserliği’nin Sekreteri Muhtarov.KIRGIZ CUMHURİYETİ MERKEZİ DEV-

LET ARŞİVİ F. 869. C. 3. K.199. 13 s. kopyadan.

No. 92Beşinci Sınıflar İçin Morfoloji Ders Kitabını

Oluşturmaya Tınıstanov’un Görevlendirmesi Hak-kında Kırgız Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuri-yeti Eğitim Halk Komiserliği’nin Kurulunun №1 Protokolü’nden

Frunze Şehri2 Eylül 1933 yılıKatılımcılar: Kurul üyeleri Çistyakov, Toyçinov,

Daniyarov, Akmataliyev, Kulov, Nogoyev, Tsıga-nov, Cumayev, Mihalov, Babaşalin.

Dinlendi:1.Daimi ders kitaplarını yayınlamanın yapısı

hakkında (Daniyarov, RSFSC Eğitim Halk Komi-serliği temsilcisi Çaplin, Toyçinov) karar kabul edil-di:

Paragrafı bulun 1.4. Beş yıl okuyanlar için (Mor-foloji) ders kitabını oluşturmaya yoldaş Tınıstanov

görevlendirilsin. Yoldaş Tınıstanov’a bir gecelik zaman içerisinde bu görev için anlaşma gerçekleş-tirme önerilsin.

7.Ders kitapları dışındaki çalışmalardan Bayım-betov 5 Eylüle kadar, Abdukaimov ile Tınıstanov 10 Eylüle kadar derhal muaf tutulsun.

Başkan ColdoşovKR SD BMA F. 10. C. 5. K.115. ss. 67-68.Teyitli kopyadan.

No. 98KASIM TINISTANOV’UN BİLİMSEL ÇA-

LIŞMALARI HAKKINDA FİKİRLERFrunze Şehri.1935 yılı.Kİİ’nin İnşaat Enstitüsü’ne verdiği önerileri kı-

saca tekrarlamakla beraber, şöyle talimatları gerekli olarak görüyorum.

1.Kırgızistan’daki ulusların dil meselesi üze-rinde çalışanlar içinde Kasım Tınıstanov, şüphesiz önde yer almaktadır.

2. Sözcük bilimi meselelerinden tutun, Tınıstanov’un özel yeteneği, dile söz kazandırma becerisi meselede sonuca gitmede, teorik ve pratik kullanımda çok önemli rol oynayabilir

3. Sözlük üzerinde çalışma Tınıstanov’u “Mor-foloji” olarak bilinen meseleye getirmiştir: Kasım Tınıstanov Morfoloji terimiyle (Batı Avrupası’nda son 5-6 yılda ortaya çıkan) Batı Avrupası dilbi-limcilerinin bununla ilgili çalışmalarından haber-dar olmamasına rağmen, o Kırgız dili alanındaki morfolojiye yönelik sorunu kendi gücüyle çözme-ye girişerek birkaç meseleyle ilgili net bir çözüme ulaşabilmiştir (Tınıstanov’un Projelerinde bu doğ-rultudaki bilimsel çalışmanın sadece bazı yönleri yansıtılmıştır).

4.Kırgızistan’ın dil alanı veya Kırgız dili bi-liminde yoldaş Tınıstanov önemli rol oynadı ve oynamaktadır. Yukarıda belirtilenleri göz önünde bulundurarak, kendi bilimsel birikimini Avrupa dil-bilimcilerini eserlerin okuyarak geliştirme gereksi-nimi olmasına rağmen, Tınıstanov kendi uzmanlık alanında profesör unvanına lâyık görülmektedir.

Profesör PolivanovYoldaş Tınıstanov Kırgız dilini bilimsel öğren-

me alanında ilk iz bırakanlardandır. On dört yıl içerisinde Kırgız dilini öğrenmede Kasım Tınısta-

26ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 27: kuliye53

nov birkaç bilimsel çalışma yaptı. Bunlar Kırgız dili ilmine çok büyük katkı sağladı. Şu an yoldaş Tınıstanov bu alanda özverili ve başarılı şekilde ça-lışmaktadır. Kırgız Pedagoji Enstitüsü’nde yoldaş Tınıstanov, üç yıldır çağdaş Kırgız dili ve Kırgız dili tarihi profesörü görevini yürütmektedir. Bilim ada-mı, kendi alanının en iyi uzmanı yoldaş Tınıstanov, çok değerli öğretmendir. Kendi bilimsel araştırma-larını esas alan dersleri yüksek kuramsal seviyesiyle sivriliyor. Bunun yanı sıra yoldaş Tınıstanov Kırgız millî kültürünün tanınmış şahıslarından olmuştur, bu onun “Sosyo-ekonomik Terimler Sözlüğü” gibi bazı bilimsel çalışmalarında ve “Üç Dönem” gibi edebî eserlerinde yansımıştır. Bunlar nedeniyle yol-daş Tınıstanov 1934 yılındaki tasfiyedede partiden çıkarılmıştır (onun parti faaliyetiyle ilgili rapor şu an Moskova’da tasfiyeye yönelik merkez komis-yonda bulunmaktadır).

Enstitü müdürü BapşevParti örgütü başkanı MihlinaYerel Komite DenisovKIRGIZ CUMHURİYETİ MERKEZİ DEV-

LET ARŞİVİ F. 869. C. 3. K.199. s. 4-6. aslından kopya.

No. 99KASIM TINISTANOV’UN YAŞAM ÖYKÜ-

SÜNDEN KISA BİR BÖLÜMFrunze şehri.10 Haziran 1935 yılı.Edebiyat çalışmalarını 1919 yılının sonlarında

başlar, bu dönemde Kazak burjuva aydın kesiminin etkisi altında olur. Kendi çalışmalarında 1923 yılı-nın sonlarına kadar burjuva milliyetçilik fikrini ya-yar. 1929 yılında millî burjuva fikrinden vazgeçerek Komünist Partisi safında yer alır. Kırgız dili alanın-daki bilimsel faaliyetini 1922 yılında başlayıp, bu alanda gerçekleştirdiği ilk çalışmaları 1924 yılın-dan itibaren Kırgız bilim komisyonu araştırmacısı olarak çalışır. 1925-1927 yıllarında bu komisyonun başkanı, 1928-1930 yıllarında Kırgız Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Eğitim Halk Komiserliği’nin başkanı olur, 1930-1931 yıllarında sağlık sorunları nedeniyle çalışmamıştır.

Çağdaş edebiyat alanındaki faaliyetini 1924 yı-lının sonlarında başlamıştır. 1925 yılının başlarında yeni alfabeye geçme, Kırgız dili ve yeni alfabe pro-

jesi hakkında birkaç makale yayınlamıştır. 1925-1927 yılları “Yeni Alfabenın Dostları İdaresini”, 1927 yılından itibaren yeni alfabe merkez komite-sini, eski alfabe kullanımdan tamamen çıkıncaya kadar yönetmiştir. 1926 yılında Latinleştirilmiş al-fabeyi temel alan Dunganlar için yazı geliştirmeye yönelik çalışmaların yönetimine katılmıştır.

Kırgız Pedagoji Enstitüsü’nün Kırgız edebiyatı öğretmeniyken kaleme aldığı özgeçmişi:

Eğitim faaliyetine 1924 yılında başladım, Tem-muz 1925’ten Ocak 1926’ya kadar Karakol şehrin-de öğretmenlik kurslarında dil ve edebiyat dersleri verdim. 1925’ten 1927 yılına kadar Frunze şeh-rindeki öğretmenlik kurslarında ders verdim. 1933 yılının Eylül ayından günümüze kadar profesörlük yapmakla birlikte Kırgız Pedagoji Enstitüsü’nde çağdaş Kırgız dili ve bu dilin gelişme tarihiyle ilgili ders verdim. Şu an bilimsel gramer ve Kırgız dilinin gelişme tarihi alanında bilimsel araştırmamı da de-vam ettirmekteyim.

Dil ve yazı hakkında ana çalışmalarımın listesi şöyledir:

1.Kırgız Tili Boyunça Hrestomatiya, (Kırgız Dili ile İlgili Seçmeler, Kırgızca), Türkmambas, Taşkent, 1934.

2.Çondor Üçün Alippe, (Yetişkinler İçin Alfa-be Kitabı, Kırgızca) , Merkez basımevi, Moskova, 1926.

3.Kırgız Tilinin Grammatikası, (Kırgız Dili Gra-meri, Kırgızca), 1. Kısım, Kırgmambas, Frunze, 1927.

4. Kırgız Tilinin Grammatikası, (Kırgız Dili Grameri, Kırgızca), 2. Kısım, Merkez basımevi, Moskova, 1931.

5.Kırgız Tili Boyunça Okuu Kitebi, (Kırgız Dili Ders Kitabı, Kırgızca), Kırgmambas, Frunze, 1924.

6.Baldar Sözdügün Östürüü Boyunça Kitep, (Çocukların Kelime Hazinesini Arttırmaya Yönelik Kitap, Kırgızca), OAPMB, Taşkent, 1932.

7.Sotsialdık-Ekonomikalık Atalmalar, (Sosyo-Ekonomik Terimler, Terimler Sözlüğü), Kırgmam-bas, Frunze, 1933.

8.Kırgız Adabiy Tilinin Canğı Orfografiyasının Dolbooru, (Kırgız Edebi Dilinin Yeni Yazımının Projesi, Kırgızca ve Rusça), Kırgmambas, Frunze, 1934.

9.Kırgız Tilinin Morfologiyası, (Kırgız Dili Morfolojisi, Kırgızca), Kırgmambas, Frunze, 1934.

27ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 28: kuliye53

10. “Alfavitti Almaştıruu Jönündögü Maselege Karata” (“Alfabeyi Değiştirme Hakkında Mesele-ye Yönelik”), Erkin Too Gazetası, Mayıs-Haziran 1925.

11. “Alfavitti Almaştıruu Zarılçılıgı Tuuraluu” (1925-Jıldagı Syezddegi Dokladdın Stenografıya-sı), (“Alfabeyi Değiştirme Gereksinimi Hakkında”, 1925 Yılında Gerçekleşen Kongrede Sunulan Bil-dirinin Stenografisi), Erkin Too Gazetesi, Haziran 1925.

12. “Canğı Alfavitti Kuruunun Negizgi Tu-tumdarı Tuuraluu”, (“Yeni Alfabeyi Oluşturma-nın Temel Esasları Hakkında”, Birinci Türkoloji Kongresi’nin Bildiri Metinleri), Bakü, 1926.

13. “Çet Ölkölük Atalmaların Taasiri Cönün-dö”, (“Yabancı Terimlerin Etkisi Hakkında”, Bildiri özetleri), Canğı Madaniyat Dergisi, Frunze, 1928.

14.Kırgız Tilinin Kuruluşu, (Kırgız Dilinin Olu-şumu, SSC Bilimler Akademisi Konferansı’nda Sunulan Bildirinin Kısaltılmış Stenografisi), “Kir-giziya” derlemesi içinde, SSCB B.A. Basımevi, Leningrad, 1934.

El Yazması Çalışmaları15. “Ene Til-Madaniyattı Kötörüüdögü Kubat-

tuu Rıçag”, (“Ana Dili, Kültürü Geliştirmede Kuv-vetli Bir Etken”), Kırgız OSSC İKA Derlemesi için-de, 1934’de basıldı.

16. “Kırgız Tilinin Sintaksisi”, (“Kırgız Dili Sözdizimi”, El yazması baskıya hazır), 1935.

17. “Kırgız Tilinin Lenindik Körönğösü”, (“Kır-gız Dilinin Leninlik Temeli”, Yüz bin civarında ke-limeden oluşan sözlük malzemeleri), 1935.

10 Mayıs 1935. Frunze şehri. TınıstanovKIRGIZ CUMHURİYETİ MERKEZİ DEV-

LET ARŞİVİ F. 869. C. 3. k. 199 3-3 s. Kopyadan

No. 100Kırgız Atasözleri (“Masallar”) Derlemesini Ya-

yınlamak İçin Yazı Kurulu Oluşturma Gereksinimi Hakkında Komünist Partisi Kırgız Bölge Komitesi bürosunun 126 No’lu Oturumu Protokolünden

Frunze şehri10 Kasım 1935 yılı1.Bölge Komitesi Kırgız Enstitüsü ile Eğitim

Halk Komiserliği Kırgız atasözlerinin yayınlaması üzerinde günümüze kadar ciddi çalışmadı, masallar ve atasözleri alanında hiçbir şey yayınlanmadı diye düşünüyor.

2. Bölge Komitesi 1936 yılında masallar ve ata-sözleri derlemesinin yayınlanmasını gerekli görü-yor, bu amaçla Ailçinov (başkan) ve Tınıstanov yol-daşların içinde bulunduğu yazı kurulu oluşturulsun.

3.Yazı kuruluna hemen malzemeleri toplama görevi, yazılmış, enstitüde ve yoldaş Yudahin’de olan malzemeleri siyasi açıdan kontrol edip, Kırgız dilinde folklorun (masal ve atasözlerinin) birkaç adlandırılmasını Bölge Komitesi’ne incelemeye 15 Kasım tarihine kadar gönderme ve yazı kuruluna Rusçaya tercüme etmek ve yayınlamak için Bölge Komitesi’nin incelemesine gönderme önerilsin.

Komünist Partisi Kırgız Merkez Komitesi Sek-reteri M. Belotskiy.

KIRGIZ CUMHURİYETİ SİYASİ BELGELER MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. 10. C. 1. K. 639. 17 s. asıl nüshadan.

5 Mayıs 1937Manas Destanı’nın Rusça Yarı Cildinin da-

nışmanı ve Editörü Olan Manas Uzmanı Kasım Tınıstanov’u Moskova’ya Acilen Gönderilmesi İçin “Hudojestvennaya Literatura” Yayınevinin Kırgız İlçesi Komite Başkanı Jumabaev’e, Kırgız SSC Halk Komiserler Başkanı İsakeev’e Mektubu

Moskova şehriDevlet edebiyat yayınevi Kırgızların Manas

Destanının yarı cildini kısa süre sonra tamamlaya-caktır.

Fakat şair ve tercümanlar S. Lipkin, L, Penkovs-kiy, M. Tarkovskiy çalışma esnasında bazı kelime ve deyimleri anlamakta zorlanıyor. Kitabın baskı-ya gönderilmesinden önce, tercümanlara Manas’ın Kırgızca editörünün danışmanlığı gerekiyor, da-nışman Rusçası çok iyi olan konuya hâkim editör olması lazım. Bunula birlikte, açıklanması gereken yerleri hemen açıklayan ve baskıdan çıkacak Ma-nas kitabının bölümlerinin özetlerinin hazırlanması, Rusça metinin müellifleri ile göze göz çalışabilen biri olması gerekiyor. Kitabın güzel görünümlü ol-ması için de Kırgız editörün görüşlerinin alınması ihtiyacı doğuyor. Yayınevi ve tercümanların kanı-sınca bütün bunların üstesinden yoldaş Tınıstanov gelebilecektir. Bundan dolayı o, 15 Mayısa kadar Moskova’ya gelmesi lazımdır. Eseri baskıya gön-derdikten sonra, kitap üzerinde çalışanlar Manas çalışma grubuna ve bütün Kırgız halkına çalışma-

28ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 29: kuliye53

ları hakkında ayrıntılı bilgi vermek için Frunze’ye gitmesi yerinde bir hamle olur. Bu teklif zamanında Yoldaş İsakeev tarafından iletilmişti. Manas ter-cümanlarının Frunze’ye giderek “Chong Kazat”ın ikinci cildininin tercümesinde oralı meslektaşlarıyla danışması, bundan sonraki çalışmaları hızlandıra-cak, engelleri ortadan kaldıracaktır. Devlet edebiyat yayınevinin meselesine sizlerden en kısa zamanda cevap bekliyorum.

Kültür Yayınevi Müdürü Nakoryanov SSC Halkları Çalışmaları Bölüm BaşkanıMusaelyanKIRGIZ CUMHURİYETİ SİYASİ BELGE-

LER MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. 350. C. 1. K. 51. s. 61-61 Asıl nüshadan.

Kırgız SSC Halk Komiserler Komitesi Başkanı Bayalı İsakeev 7 Haziran 1937 tarihinde, Hudo-jestvennaya Literatura Yayınevi Müdürüne “Ma-nas” Destanı meselesiyle ilgili danışman olarak K. Tınıstanov’un Moskova’ya yollandığını bildirmiştir. KIRGIZ CUMHURİYETİ SİYASİ BELGELER MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. 350. C. 1. K. 51. s. 60. asıl nüshadan.

Arşiv belgelerini tercüme eden Tülön Akmata-liev

Yeni kültürümüzün önderiKasım Tınıstanov sadece dilbilimci ve devlet

adamı değil, yazar, şair ve tercüman da olmuştur. Hakikaten, onun edebî mirasi o kadar da fazla de-ğil, fakat fikir ve yaratıcılık, tür ve tarz bakımından dikkat çekiyor ve okuyup öğrenmeye layıktır. İlk şiirleri Taşkent’te okurken, ilk önce Kazak dilinde, sonra Kırgızca Kazak gazete ve dergilerinde yayın-lanmaya başlar. 1925 yılında “Kasım Irlar Cıynagı” (Kasım’ın Şiirleri Derlemesi) adıyla Moskova’dan kitap olarak basılır. Vurgulanması gerekir ki, bu, Sovyet döneminde ana dilimizde yayınlanan ilk öz-gün şiir kitabı olmuştur. O dönemin ölçüsünü göz önünde bulundurursak, derlemenin hacmi epeyce büyük, derleme biçim, tür ve konu bakımından çeşitli, yaratıcılık bakımından da epeyce farklıdır. Kitap, otuz iki özgün şiir, bir çeviri (İ. Krılov’un “Karınca ile Yusufçuk” fablı) ile “Canıl Mırza” adlı uzun şiiri içerir.

İlginç olan nokta şu ki, “Kasım’ın Şiirler Derle-mesi” yayınlandığı dönemde, ne yazar arkadaşları

ne de yeni oluşmaya başlayan Kırgız edebî eleştiri-sinin kitaba yönelik bakışları kendini göstermiştir. Bu doğrultuda ilk tarafsız görüşünü söyleyen, başka bir değişle, derlemenin olumlu ve olumsuz yönle-rini eşit biçimde değerlendirerek yazarın genel ve mesleki seviyesini saptayan şahıs Tokçoro Jaldoşev olmuştur. Tokçoro Joldoşev bu görüşünü belirtme gayretini, 1927 yılında “Erkin Too” (sonraki “Kızıl Kırgızstan”) gazetesinde “Güzel Edebiyatımız ve Şair-Yazarlarımız” adlı özel seri şeklinde yayınla-nan makalesinde gerçekleştirmiştir.

Ömrünün son yıllarında Kasım Tınıstanov, dilbilimle ilgili araştırmalarını devam ettirme-nin yanı sıra, arkadaşı olan ünlü dilbilimci E. Polivanov’la beraber “Manas” destanını Rusça-ya çevirme çalışmasına katılır. Sözün kısacası, hangi yönünden bakarsak bakalım (şairlik olsun, yazarlık ve gazetecilik olsun, tercümanlık olsun, tiyatro yeteneği olsun, dilbilimi olsun, devlet işle-ri olsun) Kasım Tınıstanov her yerde tüm yetene-ği ve bilgisini yeni zamana, yeni iktidara, akıllıca seçerek katıldığı partisine, öz halkına, başka mil-letlerin dostluğuna hizmet etmeye harcamıştır. Abdıganı Erkebayev

KIRGIZ CUMHURİYETİ MERKEZİ DEV-LET ARŞİVİ F. No. 2869, C. 1, K. 72, s. 5-9.

Kısaltılmış şekli.

Tınıstan Uulu KasımBu kişi ile birlikte eskiden padişahlık dönemin-

de yerel halk için açılmış Tuzem Okulu’nda bir yıl okudum. Benimle yaşıttır. 1901 yılında doğmuş olsa gerek. O dönemde onu o kadar da iyi tanımı-yordum.

1916 yılında Ürkün nedeniyle Çin’e kaçtık. 1921 yılında ancak öz vatanım Isık Göl’e dönebil-dim. O zamanlar Kasım, Taşkent’teki Kırgız-Kazak Pedagoji Enstitüsü’nde okumaktaydı. Ben de aynı enstitüye 1923 yılında başladım. O, üst sınıfta, ben ise alt sınıftaydım. O, bana kıyasla çoktan zihni açıl-mış, gazetelere Kazakça şiirler yayınlayan hâle gel-mişti. Ozandı. Çok neşeli ve bir araya gelinen yer-lerde grubun en iyisiydi. İnsanlara tam isabetli lakap bulurdu. Onun lakabına, takma isime layık görülen kişi de razı olurdu. Rus dilini çok iyi bilirdi. Ens-titüyü Kırgızistan Muhtar bölge olduğu dönemde bitirdi. Hemen işe alındı. Kırgız okullarının ikinci sınıfları için “Okul Kitabı” oluşturma görevi verildi.

29ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 30: kuliye53

Bu görevini zamanında yerine getirebildi. Bu ki-tap Erkin Too gazetesi ile aynı dönemde yayınlandı. İşenalı’dan sonra ders kitapları hazırlayan tek kişiy-di. Kitabı çok iyi yazılmıştı. Şimdi de örnek olma bakımından ilk sırada yer alıyor.

1925 yılında “Kasım’ın Şiirleri Derlemesi” adlı kitabı Moskova’da basılmış ve halk arasına yayıl-mıştı. Kırgızistan’ın muhtar bölge ilan edildiği dö-nemde Bilim Komisyonu Başkanı olarak çalıştı, sonra Eğitim Komiseri oldu.

Kısmetmiş Kasım’la birlikte çalışmak nasip oldu. Kasım’la ortaklaşa makale yazdık. Latin al-fabesine geçtiğimizde, onun projesini beraber geliş-tirdik. Kasım’la beraber Semerkand’da ve Bakü’de gerçekleşen toplantılara gittik...

...1934 yılında Karakol’da başıboş gezdiğim, bir gün çalışırsam iki gün boş oturduğum dönemdi. İyi kalpli bir insan, bana eski dönem evlerinden biri-ni vermişti. Sınıf çatışması şiddetlenerek insanların birbirini çakal olarak gördüğü dönemdi. Kasım, Bişkek’ten görevle gelmişti. Kırgızistan’ın oluşu-munun onuncu yıldönümüne malzeme toplamaya gelmiş olmalı. Her şeyin ucuz olduğu dönem. Kom-şularımızla birlikte koyun keserek etini paylaşıyor-duk. Kasım’ın geleceği o gün de, komşu delikan-lıyla birlikte koyun kesmiştik. Koyunu kesen kom-şum, koyunun başını bile ikiye bölmüştü. Koyunun bu yarı başını pişirip, Kasım’a ikram ettim. Kasım bir şey demeden yemişti. Ertesi gün İlçe Komitesi Sekreteri Tınayev Osmonkul bize geldi. Kasım’ın geldiğini duymuş olsa gerek. Osmon beni de sevi-yordu. O, “Et var mı?” diye şakalaştı. O zaman Ka-sım “Geceleyin bana başın yarısını ikram etti. Di-ğer yarısını sen yiyeceksin.” diye şaka yapmıştı. İki gün sonra Kasım’la birlikte akşamleyin Tınayev’in evine gittik. Ben önce kapısını çaldım, Osmon koşa-rak çıktı. “Eve girin.” dedi. Ben “Kasım da yanım-da.” dediğimde “İkiniz de girin, misafirim olun.” dedi. O sırada diğer kapıdan birkaç karalı alacalı kişi geçti. Ben “Onlar kim?” dediğimde, “Ne yapa-cağın? Gir, büyükler.” dedi. Ben “Yok, giremem, beni gördüklerinde tiksenerek içip yediklerini sindi-remezler. Milliyetçi, ters insanla nasıl oturabilirler, Kasım kalsın, ben gideyim.” dediğime bakmadan evine soktu.

Tınayev Osmonkul’un Rus eşi vardı. Aşırı anla-yışsız kadındı. O terk ederek gitmiş, bir Özbek de-likanlıyı getirterek önemli misafirlere yemek yap-

tırdığı zamandı. Gelen misafirler Törökul Aytmat Uulu, Erkinbek Esenaman Uulu, Saymasay Tatıbek Uulu’ydu. Hepsini tanıyordum. Yalnız tanımak de-ğil, hatta beraber çalışmıştım. Yaşıttık. İçten beni sevdiklerini biliyordum. Votka, şarap içildi. Ben de geri çevirdim. Onlarla beraber, ben de sarhoş ol-muştum. Büyük tepsiyle et getirdiler. Birer tane ustukan (kemikli et) aldık. Et doğrayacak kişi yok-tu. Bir anda Kasım “Kuseyin, kemiği bırakıp eti doğrasana, et doğrayıp yiyen biyin (zenginin) oğlu değil misin?” dedi. O zaman ben, “Kasım, biyin (zenginin) oğlu kendi eti doğramazdı, başka birisi-ne doğratarak yerdi. Sen çeviksin ya, sen doğra.” dediğimde herkes güldü. Bunu dememin sebebi, Kasım’ın babası eskiden “Tek atlı Tınıstan” olarak bilinirdi. Yeni Ekonomi Planı sayesinde oğlu belini doğrultmuş, zengin olmuş galiba. Ukrayna’ya sü-rülmüştü. Kasım da “yabancı unsur” olarak nitelen-dirilmeye başlamıştı. İçkinin olduğu yerde gülme de artar ya. Bir ara içkili hâlde olan Saymasay Tatı-bekov Alaş’ın şarkısını söylemeye başladı. Onunla daha Taşkent’te okurken, Komsomol faaliyetinde tanışmıştım. Şimdiyse o Motor Traktör İstasyonu Başkanıydı. Parti tasfiye komisyonunun amiriydi. Kılıcından kanın damladığı dönemdi. Fakat söyle-diği şarkı buydu. İnsanların içiyle dışı birbirinden farklı olan zamanmış ya. Törökül içmeden yattı. Ne de olsa eğlence iyi geçti. Hepsi birbirine saygı du-yardı.

Gene devam edeyim. Galiba 1932 yılıydı. Dil Edebiyat Enstitüsü’nde Kasım, ben, Acıyman Şab-dan Uulu, Kasımalı Cantöş Uulu ile beraber çalı-şıyorduk. Yazın şerine (bir şenliktir ki üyelerinden her biri sıra ile ötekilerine ziyafet çeker) oluştur-duk. Bu şerinede Aalı Tokombay Uulu, Abdılda Ayılçı Uulu, Turdaalı Toktobay Uulu vardı. Bazen Caynak Saaday Uulu da katılıyordu. Asan Rıskeldi Uulu, Börü Kenensarı Uulu vs. de vardı. Kasım, K. Cantöş Uulu ve ben bir araya gelince olmayan ko-mik şeyleri meydana getiriyorduk. Sözlü “Mayluu Tanğ” (Bereketli Tan) adlı piyesi ortaya çıkardık. Bir gün Kasım “Hey, yiğitler, bende bir fikir var. Sanatın sınıfa (feodal sınıfa) nasıl hizmet ettiğini, başka bir deyişle sanatı sınıf (feodal sınıf) kendi çıkarı için nasıl kullandığını halka gösterelim mi?” dedi. Hepimiz kalem alarak piyes yazmaya giriştik. Ben Ayçürek’in Amu Derya boyunda kırk kızıyla gezerken Semete’yle buluşmasını yazdım. Kısacası,

30ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 31: kuliye53

o geceye “Akademi Geceleri” adını verdik. Tiyat-ro ile bir aylığına anlaşıp oyunu hazırladık. Devlet yönetim üyeleri gelip izlediler, beğendiler. Olan on-dan sonra oldu. Ak emeğimiz başımıza bela oldu. Fırsatçılara gün doğdu. Beni Celal Abad’a sürdü-ler. Gerekçe “ili kalkındırmak”. Kasım, Akademik Gecelerde ustalığını konuşturdu. Onu beğenenlerin önü kesildi. Tembel, dilencilerin önü açıldı. İyi ni-yetliler gelişemediler. İnsan ömrü sinek ömrü değeri kadar değer görmüyordu. “Turna’yı bey yaparsan, başından bela eksik olmaz”, “Nereye gidersen git, aynı çile” devri başladı. Durum gittikçe zorlaşıyor-du. Olur olmaz gerekçelerle insanlar partiden ihraç edildiler. 1933 yılında Kasım bir günü bana şunu dedi:

-Hey, Kuseyin! Zaman bozuldu ki. Çare kalma-dı. Ben Maksim Gorki’ye mektup yazdım. Bunu okuyayım, diye mektubu gösterdi.

Mektubu gönderdik, maalesef, Gorki’den cevap gelmedi. O mektubu K. Yudahin ikimiz, Gorki’in adını taşıyan Dünya Edebiyat Enstitüsü’nün müdü-rü olan Arfa Petrosyan adlı kadına gönderdik. Son-raları o mektubun aslı bulundu. Mektubu Profesör B. Yunusaliyev’e verdik. Şimdi mektup bu kişinin arşivinde olmalı.

Oldukça fazla insan Kasım’a yapışmıştı. Onun: “Ayazla ıslık çalarak,/ Geldi ihtiyar kış./ Baharda bizde öten,/ Sıcak yerlere gitti göçmen kuş./ Ne za-man gider ihtiyar kış,/ Ne zaman çiçeklenip sevinir,/ Sıcak yerlere giden yaşlı kuş./ Ne zaman gelip öter-ler.” şiirinde “ihtiyar kış” diye Bolşevikleri anlatı-yor; “Ne zaman gelir göçmen kuş” diyerek, yabancı ülkede olan “akları” çağırıyor diye eleştirdiler.

Kasım, ders kitabına “Hububatın varsa oroodo (hububat muhafaza etme için çukurda), hayvanın varsa kışlada” atasözünü yazmıştı. Bu atasözüne ya-pışarak “Baksana, hububatını hükümete vermeden orada sakla diyor ya. Bu kulak (zengin çiftçi, sömü-rücü) propagandasıdır.” diye hücum ettiler. “Kasım sadece eski hayatı çok istiyor. Şimdiki yeni hayat hakkında şiiri de yok” diye yapıştılar.

Bunların sesini bastırmak için Kasım, “Be, Gök-çe, yürü. Bu sene devlete bol hasat olsun!” diye bir-kaç mısra şiir yazdı. Eleştirenler, “Kasım hep eski Gökçe atını görür, yenilikleri görmek istemiyor.” diye gene eleştirdiler. Kasım cevap olarak “Gelir, gider traktör, gelir, gider.” diye yeni şiir yazar. Eleş-tirenler, “Şuna bak, yer kazan traktörü görmüyor,

geliyor, gidiyor diye bağırıyor. Kasım’dan adam olmaz.” sonucuna varırlar. Kasım da dayanamayıp onlara yapıştı. Olay şöyle oldu: Kasım bir günü ko-nuşurken sözü bu konuya getirdi:

-Ben birçok dedikoducunun tercüme ettiği, Stalin’in “Kısa Kurs”una baktım. Tercümede bir sürü siyasi hata mevcut. Üslup, yazım kurallarından eser yok. Şimdi ben bunu onların yüzüne vuruyum ne diyecekler, dedi.

Bu konuşmadan çok geçmeden Kırgız Komü-nist Partisi Başkanı Bayalı İsakeev’e mektup yaz-dı. İsakeev hemen bir toplantı düzenledi. Kasım tercüme ile ilgili bildiri sundu. Tahtanın bir tarafına Stalin’in Leninizm hakkındaki sonucunu, öbür ta-rafına Kırgızcasını yazdı. Çeviride Marksizm, Ka-pitalizm olarak yazılmış. Tercüme yapanlar bir laf edemediler. Bir sürü üslup, imla hatalarını gösterdi. İtiraz eden çıkmadı. Çünkü Kasım işini iyi bilen dil-ci, Rusçayı da çok iyi bilen bir aydındı. İsakeev bir hayli sinirlendi ve:

-Tercüme çok kötü çevrilmiş. Bu tür yazılar hal-ka sunulmaz. Tercüme olmamıştır. Bu kutsal eser işinin ehli kimselere verilsin, dedi.

Daha sonra örneklere bakarak, Kalim Rahma-tulin adında birinin önderliğinde, resimli bir albüm hazırlamışlar. Bastırmak için İsakeev’e götürürmüş-ler. İsakeev, tekrar toplantı düzenler ve Kasım’ı da-vet eder. Kasım çalışmaya baktıktan sonra:

-Bu olmamış. Bu halk dili değil, Molla diline benzemiş.” diye dediğini tekrar ispatlar. Neden dil-cilerle danışmadan hazırladınız, dilcilerle birlikte hazırlayın emri verilir. O zaman dil uzmanı olarak, ben, Şatmanov ve Kasım var. Bizi zengin neslinden diye o tür işlere sokmadıkları bir dönem. Bu tür işler çok yaşandı. Böylece Kasım fırsat geldiğinde, dedi-koducu tercümanların dersini vermekten çekinme-di. Neden bir avuç Kırgız aydını bir takım olarak çalışamadı? Onları birbirine düşüren sınıf müca-delesidir. Cetlerinde soylu birini buldu mu, hemen onu partiden ihraç etme, onları itekleme normal iş-lerdendi.

Kasım Bişkek şehrinde 1924 yılından itibaren yaşamaya başladı. Komşusu Adamkalıy, ooz komu-zu (millî çalgı “ağız kopuzu”) çok iyi çalabilen bir insandı. Ben Kasım’a sık gidiyordum. Her gittiğim-de Kasım’ın evinde meşhur kopuzcu Karamoldo’yu komuz çalarken görürdüm. Her zaman o kişi komuz çalarken, Kasım “Çal, hocam, çal. Eskiden manap-

31ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 32: kuliye53

lara (baylara) komuz çalardın ya, şimdi benim için çal.” derdi. Meğer Kasım kopuzdan çok iyi anlayan bir insanmış. Hatta Kasım Taşkent’te öğrenciyken hocası olan Magcan Cumabay öğrencisinin mando-lin çaldığını gördüğünde ona:

-Kasım sen şairsin. Mandolin çalma. Sanat dedi-ğin tabaktaki yemektir.” diye nasihatte bulunur.

Kasım’a mama gibi yapışan eleştiriciler “Kasım, eski hayatın yanlısıdır. O Sovyet hükümetini sev-mez. Sovyet hükümetine ün kazandıran (öven) şiir de yazmaz.” dediler. Bu apaçık bir yalandı. Kırgız-lardan Sovyet hükümetini ilk öven Kasım olmuştur. Bu sözümü kanıtlamak için şu örneği verebilirim ki, Kasım, 1920 yılında yirmi yaşındayken aşağıdaki şiiri yazdı. O dönemde Kırgızların öz diline uygun olan ve sahiplendikleri alfabesi yoktu. Bütün Türk halkları Arapların 28 harfi ve Fars, Türklerin ekle-diği 3-4 harfle yazarak birbirinin edebiyatını oku-yabiliyordu. Bunların içinden bize en yakını Kazak diliydi. Kırgızların hepsi Kazak dilinde kullanılan Arap harflerini kullandı. Baytursunov’un Kazakça yazılmış “Til Kuralını” (Dil Aleti) okulda okuttu. İlk şairimiz Kasım da, şiiri Kazak dilinde yazdı. Kırgızların ilk okuyan gençleri, Kazak kardeşle-rimizin öğretmenlerinden eğitim gördüler. Bundan dolayı ana dili gibi çok iyi Kazakça konuşabiliyor-lardı. Kasım’ın şiirini de Kazak dilinde sunuyorum:

Bugünkü GünBugün şulelerin parıldadığı gündür,Dünkü umutsuzlukların giderildiği gündürDökülen kanlar hakkında ses çıkmazdı,Şimdi onları açık söyleme günüdür

Maksatların gerçekleştiği bir gündürHer insanın payını aldığı günKan içen kimselereTabiatın başını eğdiği bir gün

Bitkiler, hayvanatlar gülen bir günEzilen, kalplerin ferahladığı bir günUzun yıllar eziyet çekenlerSağ salim birbirlerine kavuştuğu bir gün

Yoldaşlar bayrağı kaldırıp öne yürüyünEvde boşuna yatmayın halkla birlikte olBüyüklerin dediği atasözü varHalktan ayrılan adam olmaz

(Sürüden ayrılanı kurt kapar)

1920 yılıBuna benzer “Tan” adlı şiirini de yayımladı.

Buna rağmen iftiralar durmak bilmedi. Yalanı ger-çek gibi konuştuklarında gerçek utancından bura-lardan uzaklaştı. Dostum, meslektaşım, fikirleşelim hayatta olsaydı neler neler yapardık. 1933 yılında, ilk hapse atma ve öldürme işi gerçekleştirildi. O za-manlar Kırgızların yetişmekte olan değerli insanları yok edildi. Ben de o zaman hapse atıldım. Okulu yeni bitirdiğim dönemdi. O zaman Kasım da hapse atılacaktı. Fakat o dönemde sekreter olan Belovs-kiy, Kasım’ı hapse girmekten kurtardı. 1936 yılında Stalin’in anayasası ilan edildi. Sınır çatışması bir-den durdu. Birbirini “milliyetçi” “yabancı unsur” diyenler, şartlar gereği olsa gerek dost kesildiler.

Tam o zaman beni “Rusça-Kırgızca Sözlük” oluşturmaya Moskova’ya davet etti. Ailemle git-tim. Hızlıca gazaplı 1937 yılı geldi. Kasım da Ma-nas Destanı’na “Baş söz” yazacağını söyleyerek bir aylığına eşiyle beraber Moskova’ya geldi. O dö-nemin Moskova’daki Kırgız temsilcisi Camansariyev Asanbay’ın evine yerleşti. Benim üzerinde çalışmakta olduğum “Sözlüğe” yönelik de iftiralar artmıştı. Bir gün eşimle Camansariyev’in evine geldiğimizde Ka-sım yoktu. Biraz sonra geldi. Kederliydi. Neler oldu-ğunu sorduğumda:

-Zaman bozulacak gibi. Sen Moskova’dan çıkma, dedi.

-Ben de Moskova’da kalayım demiştim. Ancak İsakeev çağırıp: -Belovskiy’den telgraf geldi. Kasım’ı getir demiş,

dedi. Çare var mı? Patronun götüreceğim diyorsa, ne-rede kalabilirim ki. Gideceğim, diye içini çekti.

Bundan bir kaç gün önce benim geçici olarak kal-dığım eve gelmişti, konuk olmuştu. Nedense,

-Kuseyin, senin evinde sarhoş olasım geliyor. Çok derdim var, demişti.

Sözün kısacası, Kasım’ı İsakeev götürdü. O ge-lince hapse atmışlar. Böylece bu, canım gibi gördü-ğüm yazı arkadaşımla son buluşmam oldu...

Isık Göl İl Devlet Arşivi’nden alındı.Akademik Karasayev’in fonu.F-1041, tüzüm No. 1, s. 63-68.■

32ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 33: kuliye53

İlim bitmez zenginlikBir adamın iki oğlu vardı. Baba, büyük oğlunu daha çok seviyordu. Servetinin tamamını

büyük oğluna miras olarak bırakacak oldu. Anne her iki oğlunu da seviyor birini diğerinden ayrı tutmuyordu. Kocası onu dinlemedi; azarladı, dövdü. Kadın dayaktan kaçarak bir kara çiyin dibine vardı. Hıçkırıklar içinde ağlayarak oturdu. Yoldan geçen bir yolcu kadını gördü.

-Niçin ağlıyorsun?diye sordu. Kadın ağlamasının nedenini anlattı. Yolcu hikâyeyi dinledikten sonra kadına şöyle

dedi:-Siz boş yere ağlamayın. Küçük oğlunuzu okumaya gönderin. Bilim bitmez zenginliktir. Baba-

nın servetiyse elin kiri gibidir. Çabuk tükenir.

Kadın yolcunun söylediklerine inandı. Oğlunu çok uzaklara okumaya ilim öğrenmeye gönderdi. Çocuk yıllarca yılmadan okudu. Sanatını eline aldı ve sanatıyla zengin oldu. Ağabeyinin ise baba-sının servetiyle başı döndü, sanat ilim öğrenmedi. Baba serveti çabuk tükendi. Beş parasız kaldı. Düşkünleşti. Kardeşine ekmek parası için yalvardı.

Evet, iki tane güzel atasözümüz var: “Enege balanın alalıgı cok” (Anneye çocuğun kötülüğü yok); “Bilim tügönbös baylık” (İlim bitmez zenginlik).

HırsızÖğrencilerden birinin çakısı çalındı. Kimin çaldığı bir türlü bulunamadı. Çakının çalınması

öğretmenin kulağına gitti. Öğretmen bu duruma çok üzüldü. Çocuklara şöyle dedi:

Kasım Tınıstanov'dan kısa hikâyeler

çev.: HALİT AŞLARÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU

33ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 34: kuliye53

-Okul talebesinin içinden hırsız çıkması hiç ya-kışık almıyor. Okul hırsız yetiştirmez. Örnek insan yetiştirir. Bu hırsızı bulmalıyız. Kendi içinizden üç öğrenciyi komisyona seçiniz. Benim hırsızı bulan kedim var, şimdi onu getireceğim.

Çocuklar komisyon başkanlığına Abıl’ı seçtiler. Komisyondaki çocuklar öğretmenle beraber öğren-cileri yalınayak hizaya dizdiler. Öğretmen kedisini getirip öğrencilere:

-Şimdi hepiniz gözünüzü kapatınız. Kedi biraz sonra çakıyı çalan çocuğun baldırına yapışacak, dedi.

Çocuklar gözlerini yumdular. Abıl,-İşte yapıştı, diyerek bağırdı. Çakıyı çalan çocuk çığlık atarak olduğu yere

oturdu. Çakıyı çalan öğrencinin adı Cangıbay idi. Çocukların hepsi ayıp, yazık, günah diyerek

uğuldaştılar. Cangıbay kızardı, bozardı utancından ağlamaya

başladı. Öğretmen Cangıbay’ı evine götürdü. Na-sihat etti. Sonra arkadaşlarının huzuruna çıkardı. Onlardan özür dilettirdi. Ondan sonra okulda bir daha hırsızlık olmadı.

Arpa ile buğdayArpa: -Haydi gidip altın çıkan yerde bitelim, dedi. Buğday:-Bıyığınız uzun ama aklınız kısa arpam. Biz ni-

çin altının peşinden gidelim. Altın bize kendi gelir, dedi.

Kırgızlarda atasözü var: “Arpa buuday aş bolot, altın kümüş taş bolot” (Arpa buğday aş olur, altın gümüş taş olur).

Arpa buğdayın çok olursa altın kendi gelir.

Niçin böyle yaratılmış?Ağız bir tane insandaKulak iki tane bu ne? Şunun için yaratılmışİyi dinle de az söyleAğız bir tane insandaGöz iki tane bu ne?

Şunun için yaratılmışİyi gör noksansız söyleAğız bir tane insandaKolsa iki tane bu ne? Kendin düşünüp buluverÇok fazla çalış da az ye…

Mektepte talebelerin tertip düzeniAbıl’ın okuduğu mektepte tertip düzen yoktu.

Derste öğrenciler paldır küldür oynuyorlardı. Ço-cuklar birbirlerine kötü söylemeyi, küfür etmeyi de ihmal etmiyorlardı. Bir gün hoca “Çocuklar, mek-tepte düzeni kendiniz sağlamalısınız,” dedi. Ço-cuklar tertip düzeni yoluna koymak için aralarında toplantı yaptılar. Toplantıyı yönetmek için Abıl’ı başkan seçtiler. Abıl, konuşmak isteyenlere sırayla söz verdi. Çocukların çoğu konuşma yaptıktan son-ra Abıl oylama yaptırdı. Evet deyip el kaldıranların sayısı çokluğu teşkil ettiği için şu karara vardılar:

Kim dersteyken gevezelik edip milleti rahatsız etse bir birilerine kötü söyleyip küfür etse onu ar-kadaşlığımızdan çıkaralım. Onunla oynamayalım. Bu karardan sonra mektebe tertip düzen geldi. Mektebe tertip düzeni ancak talebeler kendileri ve-rebilirler.

Hayvanların tartışmasıBir gün hayvanlar arasında münakaşa çıktı. Her

biri kendisinin insana lüzumundan bahsetti. -Bensiz Kırgız’ın görecek günü yok. Ben araba

yerine yük taşıyorum. Benim yünlerim olmasaydı Kırgız çıplak kalırdı, diyerek kendi lüzumunu anlattı.

- Hayır, sendense ben faydalıyım. Ben insa-nın kanadıyım. Güce dayalı işleri de herkesten iyi yapıyorum. Etim de sütüm de işe yarıyor. Sütümden yapılan kımız bütün hastalıklara deva oluyor. Velhasıl bensiz gün geçmez.

-Benim etim sütüm olmasa Kırgız’ın günü geçmez diye inek de kendi lüzumundan bahsetti.

-Sütümle etim bir yana benim yünüm olmaz-sa Kırgız bozüysüz[1] kalır. Ben yeri geldiğinde Kırgız’ın işine yarayan para gibiyim, dedi koyun.

1. Bozüy: Kırgız çadırı

34ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 35: kuliye53

Keçi de hemen kendi lüzumundan bahsetti. Hayvanlar münakaşa ederek sahiplerinin yanına gittiler.

- Size kim daha çok gerekli, diye sordular. -Hepiniz gereklisiniz. Hepinizi bunun için bes-

liyorum, diyerek hayvanları önüne katıp dağıttı.

Tarlada tay bitmişAbıl babasına,-Bana at al, diye durmadan söylüyordu. Abıl’ın

sözlerine babası çok kulak asmıyordu. Bir gün ata binip gezen çocukları görüp iç geçirdi.

-At satın al, diyerek babasının sakalından asıl-maya başladı.

Babası,-Tamam oğlum, bahar çıksın, okulunu bitirip

tatil olsun, ben senin atını hazırlarım. O zamana kadar sen güzel güzel derslerine çalış, dedi.

Bahar sona erdi. Okul tatil oldu. Abıl, -Konuştuğumuz atı ne yaptın, dedi. -Bahsettiğim tayı tarlaya örkledim, orda büyü-

yüp at oldu, seni bekliyor, dedi babası.Tarlada tay nasıl büyüsün diyerek uzaklaştı

Abıl. Bir gün-Haydi oğlum, atını sulayıp yemleyelim, diye-

rek oğlunu yanına alarak tarlaya gittiler. Abıl hâlâ hayretler içerisindeydi.

-İşte oğlum senin yürük atın, diyerek yeniden büyümeye başlayan darıları gösterdi.

-Bu darı, dedi Abıl. -Bu darılara bakıp büyütürsek güzün at olur,

dedi babası. Abıl babasının söylediklerine inandı. Darıdan

çok bol mahsul çıktı. Güzün Abıl darıları kendi toplayıp harman meydanına yığdılar. Çuvallarla darı çıktı. Bozocular darının fiyatını kızıştırıp yük-selttiler. Koyçuman, iki çuval darısına bir doru yü-rük at satın aldı.

- Abıl oğlum, işte o tarlaya örklediğim tay, doru at oldu.

Tarlada at bitmesine Abıl o zaman inandı.

YalancıAbıl’ın okuduğu okulda Capay adlı bir çocuk

vardı. Capay derslerini fazla umursamıyordu. Bir gün okumaktan bıktı. Okul arkadaşlarıma, akranla-rıma öyle bir oyun oynayayım ki neye uğradıkları-nı şaşırsınlar diye düşündü.

-Okulun koyunlarına kurt girdi, diyerek bağır-maya başladı. Çocukların elleri ayaklarına dolaştı. Koyunlara doğru koştular. Hayvanların yanında kurttan iz yoktu; her şey yerli yerindeydi.

Capay,-Yalan söyledim; sizi aldattım, diyerek kıs kıs

güldü. Bir gün gerçekten koyunlara kurt saldırdı. Kurt-

ların talanını Capay gördü. Can havliyle arkadaşla-rını çağırdı.

-Yalan söylüyorsun, yalancı, dediler. Kurtlar karınlarını tıka basa koyunlarla do-

yurdular; hayvanların çoğunu kırdılar. Artık ço-cuklar Capay’a ‘yalancı’ lakabını taktılar. Onun söylediklerine kimse inanmaz oldu. Halk arasında da çocuklar onu adıyla değil de ‘yalancı’ diye ça-ğırmaya başladılar. Capay bir köşeye çekilip ağla-dı. Bir gün Abıl, Capay ile konuştu.

- Akranlarından özür dile. Bundan sonra kimse-yi aldatma, kimseye yalan söyleme. Sana çocuklar yalancı demesinler.

Capay, Abıl’ın söylediklerini kabul eti. Akranları toplandılar Capay onlardan özür diledi.

-Arkadaşlar benim suçumu bağışlayın. Bundan sonra yalan söylemeyi bıraktım, diyerek ağlamaya başladı.

-Tamam, affettik, diyerek çocuklar bağrıştı-lar. Capay bütün arkadaşlarıyla tokalaşıp barıştı. Ondan sonra Capay bir daha yalan söylemdi. Arka-daşları hep onu ismiyle çağırdılar.

Atasözü: “Bir colu kalpın bilinse, sözgö algısız bolorsun” (Bir kez yalanın anlaşılırsa, bir daha seni kimse dinlemez).

Aldar kösö ile şeytanAldar Kösö ile Şeytan ava çıktılar. Nasiplerin-

de bir toy kuşu vurmak varmış. Toy kuşunu ben alacağım, yok ben alacağım diye münakaşaya tu-

35ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 36: kuliye53

tuştular. Avı birbirlerine layık görmediler. Sonunda kim daha büyükse avı o alsın dediler. İkisi yaşlarını sorup doğum tarihlerini araştırmaya başladılar.

Aldar Kösö, -Sen kaç yaşındasın, hangi yıl doğdun, diye

sordu. -Doğduğum yılı bilmiyorum, yerin yaratılması

tamamlanırken ben 7 yaşındaymışım, dedi Şeytan. Aldar Kösö, Şeytan’ın boynundan kucaklayıp

ağlamaya başladı. Şeytan hayretler içerisinde kal-dı.

- Niçin ağlıyorsun Aldar Kösö? -Yerin yaratılması tamamlanırken benim yedi

yaşındaki çocuğum kayboldu. Seni ona benzeti-yorum. Kaybolan biricik evladım sen olmayasın, diyerek hıçkırıklara boğuldu. Şeytan aldatıldığını anladı.

- Aferin! Sen tam Aldar Kösö imişsin. Baş eğ-dim Aldar Kösölüğüne. Toy kuşunu sen al.

Atasözü: “Aldar Kösö şeytandı da aldaptır” (Aldar Kösö şeytanı da aldatmış).

AlbastıAbıl yemeğini yer yemez yatmaya gidiyordu.

Bunu alışkanlık hâline getirmişti. Yemeği sindir-meden yatmanın uyumanın ne kadar zararlı oldu-ğunu Abıl bilmiyordu. Yatarken her zaman sarınıp sarmalanıp yattı. Bir müddet sonra bir şeyler bas-mış gibi oldu. Göğsünün üstündeki ağırlık gittikçe arttı. Sanki nefes alamıyordu. Abıl, gayret etti ba-basına seslenmek istedi; ama sesi çıkmıyordu. Bi-raz dinlendi, derin bir nefes aldı. Babasını çağırdı. Uykuda olanları anlattı.

Babası, -Oğlum seni albastı basmış, diye Abıl’ı korkut-

tu. Abıl’ın yüreği düştü. Abıl albastının varlığına inandı. Ondan sonra Abıl’ı her gün albastı basmaya başladı. Abıl ne yapacağını bilemez oldu. İyice za-yıfladı. Öğretmen Abıl’ın vaziyetini görüp bir gün ona,

-Abıl, sen hasta mısın, diye sordu. Abıl konuşamadı,-Albastı, diyerek ağlamaya başladı. -Dur ağlama hallolur. Bundan sonra yediğin

yemeği sindirmeyi ihmal etme. Yatarken fazla sarı-nıp bürünme. Vücudunu temiz tut. Bu dediklerimi yaparsan albastının olup olmadığını öğreneceksin, dedi.

Abıl öğretmenin söylediklerini tuttu. Kirden pasaktan uzak durdu. Yediklerini sindirmeden yatmadı. Korktuğu albastı artık gelmez oldu. Abıl oldukça rahatladı.

-Albastı geliyor mu, diye bir gün öğretmen sor-du.

- Abıl ortalarda gözükmüyor, dedi gülerek. Okumuş insanların albastıya inanması ayıp.

Kirli pasaklı olsa yediği yemeği sindirmese sarı-lıp sarmalanıp yatsa insanın kan dolaşımı yavaşlar. Kan dolaşımı yavaşlarsa insan rahat nefes alamaz. Bu durumu halk albastı diye adlandırıyor. Abıl on-dan sonra albastıya bir daha inanmadı.

KömöçKocakarı,-Kara çuvalı silkeleyip kara ineğin yağından

kaldıysa bir kömöç[2] gömsene, diye ihtiyar koca hanımına söyler. Kocakarı hamur yoğurup içine yağ koyup ocağın içine gömer. Kocakarıyla ihtiyar yanlarını ocağın sıcağına verip kaşınarak oturup beklemeye başlamışlar. Kömöç piştiğinde ihtiyar karısına:

- Elini ıslat, kömöç piştiyse al da yiyelim, de-miş. Kocakarı elini yıkayıp ocağa uzanmış ama tam o sırada kömöç ocaktan çıkıp kaçmış. Koca-karı, ihtiyar kovalamışlar ama yakalayamamışlar. Kömöç kaçıp at çobanının yanına varmış.

-Çoban hey çoban, yakalayabilirsen ye, yakala-yamazsan taş ye, demiş.

Çoban kovalamış ama tutamamış. Kömöç yol-da koyun çobanına rastlamış. Ona da aynı şeyleri söyleyip kaçmış. Sonra yolda tilkiye rastlamış.

-Yakalayabilirsen ye, yakalayamazsan taş ye, demiş.

Tilki,- Ne diyorsun? Yakın gelip söyle. Kulağım sa-

ğır, duyamıyorum, demiş. Kömöç tilkiye yaklaşıp söyleyeceği esnada tilki

2. kömöç: ocağa ateşin içine gömülerek pişirilen ekmek

36ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 37: kuliye53

efendi şarpadan kömöçü yakalayıvermiş. Atasözü: “Tük orunsuz kaçkandın, tülkü bersin

sazayın” (Nereye kaçtığı belli olmayanın tilki gel-sin hakkından).

Elden düşen köpekBir zengin avlusunda köpek besliyordu. O

bahçeye, evin yakınına kimseyi yaklaştırmıyor-du. Ağıla gelen kurtları perişan ediyordu. Köpek yaşlandı. Ağzında diş, dizlerinde derman kalmadı. Gözlerinin feri söndü, görmesi iyice zayıfladı. Ge-celeri ağılın yanında havlamayı da kesti. Köpeğin mecalinin kalmadığını gören zenginin neşesi kaçtı. Köpeğe yal vermeyi bıraktı. Karnı acıktığında ça-resiz her yandan kesilen köpek hırsızlık yapmaya başladı. Köpeğin hırsızlık yapmasına zengin hid-detlendi. Köpeği peşine takıp nehre atmak için götürdü. Onu nehre attı. Köpek nehirden yüzerek çıktı, yalvararak gelip zenginin ayağının dibine yı-kıldı. Zengin köpeğin boynuna büyük bir taş bağ-layarak nehre doğru sürüdü. Köpek direndi; ama zengin bu kez köpeğin başını taşla yardı. Köpek bayıldı. Zengin, köpeği bir yarın başından nehre fırlattı. Köpeği nehre atarken yarın başı sallandı dengesini kaybeden adam da nehri boyladı. Adam oldukça sıkı giyinmişti. Bir türlü suyun üstüne çı-kamıyordu. Çaresiz kaldı; suyun dibine batmaya başladı. Canından ümidini kesti. Zenginin ağzına burnuna su doldu. Nefes alamaz oldu. Suyun akın-tısına kapıldı. Bir anda bir şekilde köpek boynuna bağlanan ipten, taştan kurtuldu. Köpek suyun üs-tünde baygın şekilde yatan sahibini gördü. Yarık başına aldırmadan sahibine doğru yüzdü. Hemen ona ulaşıp pantolonunun paçasından dişledi. Suyun akıntısıyla boğuşarak zavallı köpek sahibini sürü-yerek nehrin kenarına kuru yere çıkarttı. Ağzından burnundan su gelen zengin baygın şekilde yattı. Biraz zaman geçtikten sonra adam kendine geldi. Başucunda yüzü gözü kan içinde dimdik oturan köpeği gördü. Köpeğin boynuna sarılıp ağlamaya başladı. Köpeğe yaptığı affedilmez işten dolayı çok pişman oldu. Zengin köpeği evine götürüp kuş tüyüne yatırıp baktı.

Atasözü: “Naadandın kılgan kastıgın, cakşılık

menen cengip al” (Cahilin yaptığı kötülüğü, iyilik-le yen).

Dayır ile nabekNabek adlı bir Arap’ın çok yağız bir atı vardı.

Bu atın namı bütün Arap yurtlarına yayıldı. Bu ata Dayır adında bir bedevî göz koydu.

-Bütün malımı mülkümü vereyim. Ağılımdaki koyunları, atlarımı, develerimin tamamını al; ama atını bana ver diyerek Dayır, Nabek’ten atını istedi.

Nabek atı vermedi. At, Dayır’ın rüyalarına girdi. Dayır atı o kadar

çok istedi ki nerdeyse hasretinden yataklara düşe-cekti. Ata duyduğu özlem yüzünden kurnazlıklar düşünmeye başladı. Bir gün Dayır yüzünü gözünü boyayarak dilenci kıyafetlerini giyinip yol boyuna çıktı. Bu yoldan Nabek, atını idman yaptırarak ge-çiyordu.

-Dur atlı! Benim gibi aç dilenciyi de götür. Üç gündür açım. Yerimden kıpırdayacak mecalim yok. Yardım et, dedi.

-Gel, atla ardıma, evime gidelim, dedi. -Yerimden kımıldayacak dermanım yok, dedi

dilenci. Nabek attan sıçrayıp indi. Dilenciyi kaldırıp ata

bindirdi. Ata biner binmez dilenci atı mahmuzlaya-rak Nabek’e doğru bağırdı:

- Ben Dayır’ım. Atını götüreceğim. Nabek atı geri alamayacağını anladı; peşinden

gitmedi. -Dur beni dinle! At sana kurban olsun. Sen di-

leğine ulaş; ama atı benden nasıl aldığını el âleme anlatma, dedi Nabek.

-Niçin böyle söyledin, diye sordu Dayır.-Eğer sen bu hileyi halka anlatırsan çok kötü

olur. Gerçek dilenciler, düşkünler yol kenarında atlılardan yardım istediklerinde ‘Dayır gibi dü-zenbazdır.’ diyerek halk onlara yardım etmez. İşte halkın arasında yardımseverliğin yok olmasına sen sebep olursun, dedi Nabek. Dayır bu söz karşısında yelkenleri suya indirdi. Attan indi Nabek’e sarıldı, atı ona geri verdi. Nabek ile Dayır ömür boyu dost oldular. ■

37ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 38: kuliye53

Anneciğim! Senden parlak tan var mı?Şulen senin ebediyen tükenmez. Bilemem ki, senden güçlü can var mı?Hangi yiğit senden yardım istemez!

“Anne” desem, hatırası bilirim, Hemencecik belirir göz önüne. Düşlerimde uzun yoldan gelirim, Yaslanırım o sımsıcak göğsüne.

Zorda kalsam çağırırım yardıma, Sevincimi paylaşmaya koşarım.Gülümseyip çıkıp kalsan karşıma,Keder biter mest olurum, coşarım.

Büyüsem de ak saçını okşayıp, Utanmadan, çocuk olmak isterim! “Oğlum!” diye saçlarımı tarayıp, Şımartmanı ödül diye bilirim.

ANNECİĞİM*

AALI TOKOMBAYEV

Anneciğim! Yaşlansan da an be an, Vermem seni ihtiyarlık yalvarsa. Ömür gemi, kurtulamaz rüzgârdan, Çabuk söyle diyeceğin söz varsa.

Anneciğim, fısıltıyla söyle sen,Özleyince yâd edeyim hepsini.Yaparım ben; ödevdir, der, annemden,Söyle haydi, varsa başka emrini.

Gülümsersen şefkatinle yavruna,Altın beşik vatanımda sanırım.Düşümde de basıyorsun bağrına;Hatırlasam hayaline rastlarım.

Anneciğim, senden parlak tan var mı?Şulen senin ebediyen tükenmez. Anneciğim, senden güçlü can var mı?Hangi güçlü senden yardım istemez?

* çev. İbrahim Türkhan

38ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 39: kuliye53

Aalı Tokombayev, 1904 yılında Kemin il-çesinin “Kayındı” köyünde fakir bir çiftçi

ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası Tokombay, iri yapılı, güçlü, doğru sözlü biridir. Annesi Uulbala, Kırgız sözlü halk edebiyatlarından hikâye, masal, tekerleme, bilmece gibi edebî türleri çok iyi bilmektedir. Aalı’nın çocukluk yıllarında, annesinden dinlediği Kırgız sözlü edebiyatı, onun ileride Kırgız edebiyatının büyük bir yazarı olma-sına önemli katkılar sağlamıştır.

Aalı, Kırgızistan’daki 1916 yılı isyanında ai-lesiyle birlikte Çin’e kaçmak zorunda kalır. Bu yolculuk esnasında, Çar askerlerinin, kaçan Kırgız halkını öldürmesi, açlık, bulaşıcı hastalıklar, soğuk gibi nedenlerden dolayı birçok kişi hayatını kay-beder. Yazar, birçok Kırgız’ın canlarını kurtarabil-mek umuduyla çıktıkları zorlu Çin yolculuğunda; beş kardeşini yakın zaman aralıklarıyla açlık ve soğuk gibi sebeplerden dolayı kaybeder. 1917 yı-lında kaçan Kırgızların tekrar Kırgız topraklarına dönmeye başlamasıyla Aalı da annesi ve babası ile birlikte vatanı Kırgızistan’a geri döner. Narın şeh-rinin Koçkor ilçesi yakınlarında Ortotokoy adlı bir yerde babası Tokombay vefat eder. Çok geçmeden de annesi Uulbala, ebedi âleme göçer.

HÜSEYİN ŞAHAN

Çar askerlerinin, kaçan Kırgız halkını öldürmesi, açlık, bulaşıcı hastalıklar, soğuk gibi nedenlerden dolayı birçok kişi hayatını kaybeder. Yazar, birçok Kırgız’ın canlarını kurtarabilmek umuduyla çıktıkları zorlu Çin yolculuğunda; beş kardeşini yakın zaman aralıklarıyla açlık ve soğuk gibi sebeplerden dolayı kaybeder.

hayatı ve edebi kişiliği

AALI TOKOMBAYEV

şair ve yazarlığının yanında, gazeteci, eleştirmen ve yayımcıdır da. Edebiyat sahasında şiir, hikâye, roman, tiyatro ve tercüme faaliyetlerine varıncaya kadar birçok edebî türlerle ilgilenmiş, bu alanlarda büyük başarılar sergilemiştir.

39ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 40: kuliye53

Bütün aile bireylerini kaybeden Aalı Tokomba-yev, bakımını üstlenecek yakın akrabaları olmadı-ğı için 1922 yılına kadar bir yerde hizmetçi olarak çalışmak zorunda kalır. 1922 yılında Aalı Tokom-bayev, Taşkent’te bulunan Sovyet Parti Okulunda okumaya başlar. Derslerinde başarılı olunca, Orta Asya Komünist Enstitüsünde eğitimine devam eder. 7 Kasım 1924’te, Kırgızların ilk gazetesi olan “Erkin-Too”nun ilk sayısında “Ekim Ayı Gelince” adlı şiiri yayınlanır. 1927’de enstitüyü bitirdikten sonra, 1929 yılına kadar Kızıl Kırgızistan (şu anki Kırgız Tuusu) gazetesinin baş editörü olarak görev yapar. 1930-1931 yılları arasında Kırgızistan Millî Devlet Basımevi’nde baş redaktör olarak çalışır. 1931 yılında Tergi Çabuu (şu anki Ala-Too dergisi) dergisinin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynar. Daha sonra bu derginin baş redaktör yardımcısı olarak çalışmaya başlar.

Aaalı Tokombayev, 1958 yılına gelindiğinde kırktan fazla kitabın yazarıdır. Bunların ikisi nesir, üçü drama, geri kalanlar da şiir kitaplarıdır. 1927 yılında, o güne kadar yazdığı şiirleri “Lenin Hak-kında” adıyla birinci şiir kitabını yayınlar. 1929 yı-lında kadın hürriyeti konusunu ele alan “Kadınların Penceresi” adlı ikinci şiir kitabını yayınlar. 1935 yılında “Kanlı Yıllar” adında uzun ve tarihî gerçek-lere dayanan bir roman yazmıştır. Bu eserde 1916 yılındaki Kırgız isyanı anlatılmaktadır. Yazarın bu eseri bazı sebeplerden dolayı değişiklikler yapılıp yayınlanmıştır. Bu eser “Kanlı Yıllar” adıyla1935 yılında, “Tan Ağarırken” adıyla 1962 yılında, en sonunda da yazar öldükten sonra eser, “Kanlı Yıl-lar” adıyla 1991 yılında tekrar yayınlanmıştır. 1933 yılından itibaren eserleri Rusçaya çevrilmeye baş-lar. 1987 yılına kadar eserleri, Kazak, Özbek, Ta-cik, Ukrayna dillerine çevrilip yayınlanmıştır.

Aalı Tokombayev’in nesir biçiminde yazdığı ilk eseri “Kurmanbek Batır” adlı eseridir. Bu eser 1923 yılında Kazak dergisi “Şolpan”da yayınlanır. Bundan sonra yazar, Kırgız edebiyatında önemli bir yeri olan “Yaralı Yürek” eserini yazmıştır. II. Dünya Savaşı yıllarına kadar Aalı Tokombayev, “Ezginin Sırrı”, “Akay Avcı”, “Akıllının Cevabı”, “Yol Hikâyeleri” ve “Ölüm Kimleri Korkutmuyor ki” adlı eserlerini yayınlar. 1940’lı yıllardan sonra “Aşırbay”, “Bir Avuç Toprak” adlı kısa eserlerini yayınlar. Savaş yıllarından sonra da

“Zaman Uçar”, “Bir Zamanlar Asker İdik” adlı eserlerini yayınlar. Bu yıllarda “Toktogul” adlı ese-rinin ilk bölümünü ve “Kendi Hayatım” adlı eserini yazıyor.

Aalı Tokombayev, ileriki yıllarda drama alanın-da yazdığı eserleriyle de yetenekli bir yazar oldu-ğunu ispat etmiştir. Bu alanda yazdığı “Ölmezlerin Meyvesi” ve “Günün Doğuşu” adlı drama eserleri Kırgız tiyatrolarında oynatılmış ve halkın beğenisi-ni kazanmıştır. Bu eserler savaş dönemindeki Kır-gız kadınının ve erkeğinin vatanlarını kurtarma uğ-runda gösterdikleri kahramanlıkları anlatmaktadır.

Aalı Tokombayev, yazdığı eserlerle Kırgız halkının takdirini kazanmıştır. Aalı Tokombayev, edebiyat alanındaki çalışmalarından dolayı sadece Kırgız halkının değil Sovyet yönetiminin de takdi-rini kazanmıştır. Sovyet yönetimi tarafından “Le-nin” ve “Emek Kızıl Bayrak” ödüllerine layık gö-rülmüştür. Aalı Tokombayev, ayrıca “Kanlı Yıllar” adlı romanı ile de “Toktogul” adlı devlet ödülüne layık görülmüştür.

Aalı Tokombayev, şair ve yazarlığının yanında, aynı zamanda gazeteci, eleştirmen ve yayımcıdır da. Edebiyat sahasında şiir, hikâye, roman, tiyatro ve tercüme faaliyetlerine varıncaya kadar birçok edebî türlerle ilgilenmiş, bu alanlarda büyük başa-rılar sergilemiştir. Yazar, 1988 yılında ölmüştür.

KAYNAKÇA:1. Abazov, R., “Çarlık Yönetimi Altındaki Kırgızlar”

Türkler, C.18, Ankara, 2002.2. Abdırakmanov, C., Kırgızların 1916 Yılındaki İsyanı,

Bişkek, 1991.3. Akmataliyev, A., Sanat Eserleri ve Tarihi İnsanlar, Biş-

kek, 1999.4. Asanaliyev, K., Door menen Birge, Firunze, Kırgızis-

tan, 1981.5. ---------------, K., Kırgız Sovyet Eserlerinin Toplamı,

Firunze, 1960.6. ---------------, K., Millî Tarih ve Edebiyat Anlayışı, Kır-

gızistan Madaniyatı, 1992, 6 Şubat.7. Erkebayev, A., Kırgız Prozasının Kontrattarı, Firunze,

Kırgızistan, 1963.8. Gorkiy, M., Edebiyat Hakkında, Moskova, Sovyet Ya-

zarı, 1976.9. İbraimov, İ, Kızıl Kırgın, 1991, No: 7.10. İlyasov, S.İ., Sovyet Kırgız Tarihi, II. Kitap, Firunze,

1986.11. Kaçkınbayev, A., Kasımalı Bayalinov’un Yazarlığı

Hakkında Birkaç Söz, Ala-Too, 1968.12. Tokombayev, A. Yaralı Yürek, Mektep Basması, Firun-

ze, 1971.13. -----------------, A., Eserler Toplamı, C.1, Firunze, 1958.

40ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 41: kuliye53

17 Ekim İhtilâli’ne kadar geçen süreç-te Kırgız dilinde, hatta genel itibariyle

bu dilin bazı diyalektlerinde birtakım metinler kaleme alınmış olsa da bahsi geçen metinlerde işlenen dil tam mânâsıyla bir yazı dilinin özel-liklerini taşımıyordu.

Meselâ zamanın süreli basın yayın organla-rında dil olarak Kırgızca’dan yararlanılmıyor, ilköğretim okullarında “Kırgız dili” adında bir ders yer almıyor, Kırgızca başlı başına bir dil olarak değerlendirilmediği için herhangi bir okulun programındaki dersler arasında yer al-mıyordu. Devlet dokümanlarında ve devletler arası yazışmalarda ise hiç kullanılmıyordu.

Bahsi geçen dönemde kaleme alınan metin-ler (bu metinlerin çoğu şiirdi) ise bizim “lite-ratura” mânâsında anladığımız edebiyatın stan-dartlarından uzak, çağdaş mânâda kabul edilen edebî kriterlerin seviyesinde değildi. Batıdan giren türlerin işlenmesiyle ortaya çıkan Çağdaş

SALİCAN CİGİTOVçev. KEMAL GÖZ

Kırgız edebiyatının uzun bir geçmişe sahip olmaması nedeniyle olgunlaşma sürecini geçirmekte olduğunu gündeme getirdiğimiz zamanlarda meseleye duygusal olarak yaklaşan bir kısım ilim adamlarımız karşı görüş olarak Cengiz Aytmatov’un eserlerini örnek olarak göstermektedir.

41ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 42: kuliye53

Kırgız edebiyatı ise Sovyetler Birliği döneminde ortaya çıkmıştır. Nitekim 70 yıllık Sovyetler Birli-ği döneminde Batı edebiyatından giren türler Kırgız dili kullanılmak suretiyle işlenmiş, edebî metinler kaleme alınmış ve bu sürecin sonucunda ortaya çı-kan eserler ise şimdilerde Çağdaş Kırgız edebiyatı olarak tarif ettiğimiz genelin temellerini oluşturmuş-tur.

Fakat Kırgız edebiyatı olarak ifade ettiğimiz geneli oluşturan ve Sovyetler Birliği döneminde kaleme alınan bu eserler, tarlada sapıyla samanıyla karışık bir halde duran buğday yığınlarından farksız-dır. Nitekim bu yığınlar nasıl uzun uğraş ve çabalar neticesinde belli bir süreçten geçirilip ayıklanıyor ve ortaya nihayetinde buğday tanesi yani fayda çıkarı-lıyorsa, geride bıraktığımız 70 yıl içerisinde kaleme alınan edebî nitelikteki metinlerin ayıklanması ve Kırgız edebiyatı için faydaya dönüştürülmesi yerine getirilmesi gereken zarurî bir gerekliliktir.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız meseleyi başka bir şekilde ifade edecek olursak, Kırgız dili vasıta-sıyla kaleme alınan edebî metinleri, yüzyıllar içe-risinde gelişimini tamamlayarak belli bir seviyeye gelmiş olan diğer millî edebiyatların ulaşmış olduğu bilgi birikiminden, bu edebiyatların geliştirmiş oldu-ğu edebî kriterlerden ve bakış açılarından yararlana-rak yeniden gözden geçirmek, iyi ve kötü arasındaki farkı objektif bir bakış açısıyla belirleyerek son yet-miş yıl içerisinde kaleme alınan bu eserleri en baştan araştırmanın zarurî bir ihtiyaç olduğu şeklindeki bir fikri öne sürmenin yazının ilerleyen satırlarında da ifade edileceği gibi birçok geçerli sebebi bulunduğu-nu itiraf etmekte hiçbir sakınca yoktur. Bu anlattık-larımızı Kırgız edebiyatının tarihî gelişimini objektif ve ilmî olarak, eleştirel bir bakış açısıyla yeniden ele almak ve ele alınan eserleri tarafsız bir bakış açısının süzgecinden geçirerek zamana yenik düşen eserleri ayıklamak, yaşayabilecek kapasitede olanları ise be-lirlemek şeklinde ifade etmek de mümkündür.

Zira Sovyetler Birliği dağıldıktan ve üzerine ku-rulduğu komünizm doktrini iflas ettikten sonra orta-ya çıkan yeni dengeler, yukarıda anlattığımız mese-lenin hayata geçirilmesini yani Kırgız edebiyatının gelişim sürecini ve bu süreç dahilinde ortaya konu-lan eserlerin yeni baştan değerlendirmeye alınması işini zorunlu bir gereklilik haline getirmiştir.

Maalesef Kırgız edebiyatı dahilinde kaleme alı-nan ve basılan edebî metinlerin bundan sonra da

yaşayabilecek düzeyde olanlarını zamana yenik dü-şenlerden ayıklamak ve belli dönemlerde son derece popüler olan yazarların ciltlerle ifade edilebilecek külliyatlarının profesyonel bir kalem tarafından ye-niden gözden geçirilerek edebî kriterlerimize cevap verebilecek seviyede olanlarının yeni baskılarının yapılması meselesi el değmemiş halde araştırmacı-ları ve eleştirmenleri beklemektedir. Bu bağlamda her ne kadar bazı yazarların eserleri onların yakın akrabalarının sağladığı malî imkânlarla basılıyor olsa da bu yeni baskılar eskilerinden hiçbir fark taşı-mamakta, yazarın değerli değersiz bütün eserleri bu baskılara girmektedir.

Diğer taraftan Kırgız edebiyatının Sovyetler Bir-liği dönemindeki gelişme sürecini araştırmak şek-linde tarifi mümkün olan ilmî çalışmalar Kırgızistan bağımsızlığını kazandıktan sonraki dönemde de ça-lışma alanı edebiyat olan ilim adamlarımız tarafın-dan Sovyetler Birliği dönemindeki gibi, bu dönemde yerleşen gelenek ve kriterlerden herhangi bir kopma olmadan yürütülmektedir. Nitekim üniversitelerde Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki dönemde de edebiyat konulu, bu ilim dalının bir takım prob-lemlerinin incelendiği eserler kaleme alınmakta, bir kısım yazarlarımızın hayatlarını ve yapıtlarını konu alan doktora ve bitirme tezleri hazırlanmakta, savu-nulmakta ve nihayetinde bu çalışmalar basılmakta-dır. Fakat bahsi geçen bu ilmî çalışmalarda Sovyet-ler Birliği zamanında yerleşen edebî ölçütlerin, ba-kış açılarının ve eserleri değerlendirme kriterlerinin, kısacası Sovyet ideolojisinin miflerinin çok az bir değişiklikle olduğu gibi korunmakta olduğunu be-lirtmek durumundayız.

Nitekim geçtiğimiz on yıl içerisinde kaleme alı-nan bu çalışmaların yazarlarını komünist ideolojinin çökmesi, bu çöküşle beraber sosyo- ekonomik yapı-nın bozulması ve nihayetinde meydana gelen yeni şartların etkisiyle estetik kriterlerin değişmesi pek de alâkadar etmiyor gibi görünmektedir. Zira bu ede-biyatçılarımız Kırgız edebiyatının, doksan derece değişen şartların getirileri ışığında edebiyat ilminde kaydedilen gelişmeleri de göz önünde bulundurula-rak tarafsız bir bakış açısıyla en baştan incelenmeye muhtaç olduğunu ya anlamak istememekte ya da bu durumu idrak edememektedirler.

Neticede Kırgız edebiyatını konu alan, bu ede-biyat dahilinde ortaya konulan eserler ile önemli yazarların hayatları ve eserlerine dair yapılan ça-

42ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 43: kuliye53

lışmaların sanki değişen hiçbir şey yokmuşçasına Sovyetler Birliği döneminde yerleşen kriter ve bakış açılarıyla kaleme alınması; bu ilim adamlarının vü-cutlarının günümüzde kafalarının ise eskilerde, Sov-yetler Birliği döneminde yaşadığını düşünmemize sebep olmaktadır.

Elbette millî edebiyatımızı inceleyen ilim dalı günümüzdeki seviyesinde ve kalitesinde kalmaya-caktır. Genç edebiyatçılarımız, özellikle Kırgız ede-biyatının tarihî gelişim sürecini gelecekte araştıracak olan genç araştırmacılarımız, inceleyecekleri mese-lenin açıkça görülebilen bir kısım sıradışı özellikleri olduğunu daima akıllarında tutarak kalemlerini elle-rine alacaktır.

Yukarıda bahsini ettiğimiz genel durum bu ma-kalenin yazarını, Kırgız edebiyatının hangi esaslar dahilinde incelenmesi gerektiği meselesi üzerinde düşünmeye sevk etmiş ve vardığımız sonuçlar aşa-ğıdaki gibi sıralanmıştır.

Kırgız Edebiyatı-Orta Asya’da yaşayan küçük bir halkın edebiyatı

Takdir edileceği gibi nüfusun az olması bir halk için her zaman avantaj olamıyor, bu durum halkların ruhî medeniyetlerinin bu bağlamda da edebiyatları-nın gelişmesine önemli etkenler, kuvvetli nedenler ortaya çıkaramıyor.

Özellikle yazı dili olan bir halkta kaleme alınan edebî kitapların tirajı; okur kitlelerinin ilmî seviyesi, satın alma gücü ve edebî metinleri okuma alışkanlığı kazanıp kazanmadığıyla yakînen alâkalı olduğu gibi bu kitlelerin nüfus oranındaki ağırlık merkezi ile de sıkı bir şekilde bağlantılıdır. Daha basit bir anlatımla edebî kitapları satın alan ve okuyan, biz edebiyatçıların kitap dostu dediğimiz kitleler, nüfusu çok olan halkların içinde çok oluyor. Neticede kitapların basılması, satılması ve ekonomik bir sektör haline gelmesi çabuklaşıyor. Diğer taraftan kitaba ilginin çok olması tirajı yakından etkiliyor, tirajın yüksekliği ise yeni kitapların yazılması zorunluluğunu doğuruyor ki bu durum, edebî metin kaleme alan yazarların bahsi geçen halk arasından çok çıkmasını, yani millî edebiyatın gelişimini sağlıklı ve seviyeli bir ortamda yürütmesini sağlıyor.

Kısacası nüfusu çok olan halkların içinden ya-zarlar da kitap dostları da çok çıkıyor. Örneğin yüz otuz milyon Rusun ve sayıları yüz milyon civarın-daki ikinci dili Rusça olan Sovyet Cumhuriyetleri

halklarının yaşadığı eski Sovyetler Birliği’nde, Rus dilinde basılan bazı kitap ve dergilerin tirajı 1, 5- 2 milyon civarındaydı. Nüfusunun çok olması şimdi-ki Rusya Federasyonu’nda özelleştirilse dahi basım evlerinin ticarî faaliyetlerini kesintiye uğramadan devam ettirmelerine imkân sağlamakta ve neticede bu durum Rus edebiyatının gelişimini herhangi bir duraklamaya uğramadan normal düzeyde devam et-tirmesine neden olmaktadır.

Fakat Kırgızistan’da nüfus, Sovyetler Birliği’nin kurulduğu yıllarda 600- 700 bini, dağıldığı yıllarda ise 2, 5 milyonu ancak bulmuştur. Sovyetler Birliği yönetiminin Kırgız dilinde edebî eser yazılmasını ödediği yüksek miktarlardaki telif ücretleriyle des-teklemesine, bu eserlerin basılmasını yazarları için problem olmaktan çıkarıp dağıtımının ve satışının sağlıklı bir şekilde yapılmasını sağlamasına, hatta bu kitapların maliyetlerinin çok altında fiyatlarda sa-tılması için ek ödenekler ayırmasına rağmen; edebi-yatçısı, eleştirmeni, şairi ve yazarı ile birlikte Kırgız halkının içinden yeni türlerde eser veren beş yüz ka-lem ancak çıkabilmiştir. (Kırgızistan Yazarlar Birliği üye sayısı: 229) Kırgızca yazılan edebî kitapların or-talama tirajı ise on bini geçmemiştir. Elbette ki yet-miş yıl içerisinde birtakım kitaplar otuz bin tiraj ile basılmış, (Örnek: Manas üçlemesinin ek varyantı, 1958; Cengiz Aytmatov’un Elveda Gülsarı adlı ki-tabı, 1978) kitap evlerinin raflarında son derece ucuz bir fiyat karşılığı alıcılarını beklemiş, uzunca bir süre daha raflarda bekletildikten sonra fiyatları neredeyse yok pahasına denecek kadar ucuzlatılmış fakat buna rağmen yıllarca tozlu raflarda bekletildikten sonra çare kalmadığı için kağıt kazanımına gönderilmiştir. Okuması yazması olan Kırgızlar nedense kendi ana dillerinde yayınlanan kitapları satın alma alışkanlığı kazanmamıştır.

Zira XX. yüzyılda Kırgız dilinde yazılan ve ba-sılan kitap sayısı Fransız ya da İngiliz dilinde sadece bir yıl içerisinde basılan kitap sayısından yüzlerce kat daha da azdır. Örneğin Fransız dilinde her yıl binlerle ifade edilebilecek rakamlarda roman basıl-dığını farz edelim, Sovyetler Birliği’nin kuruluşun-dan yıkılışına kadar geçen 70 yıllık süre içerisinde Kırgız dilinde ancak 72 (yetmiş iki) roman basıldığı-nı burada belirtmek durumundayız.

Sovyetlerin yıkılmasından sonra kitapların ucuz fiyatlarla satılabilmesi imkansız hâle gelmiş ve ya-

43ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 44: kuliye53

zarların telif ücretleri için ayrılan ek ödenekler kal-dırılmış, neticede yeni edebî kitaplar çok az çıkmaya başlamıştır. Elbette bu şartlar altında yazarlığın başlı başına bir meslek olduğu eski günlerdeki gibi ev ge-çindirebilen, yaşamak için gerekli temel ihtiyaçları karşılamak için yeterli olan bir meslek dalı olmak-tan çıkmasıyla edebiyatımızın gelişimi de sekteye uğradı, edebî gelişim süreci tamamıyla durmamakla beraber son derece yavaşladı, kitapların tirajı da sa-yısı da her geçen gün daha da azaldı. Kırgız halkının nüfusunun az olması ve genel itibariyle ülkenin fa-kirliği elbette bu durumun ortaya çıkmasında önemli faktörler arasındadır.

Demek ki Kırgız edebiyatını ilmî prensipler da-hilinde incelerken ve bu edebiyatı dünya edebiyatla-rı ile karşılaştırırken küçük ve ekonomik olarak zor durumda olan bir halkın edebiyatı olduğunu daima göz önünde bulundurmak gerekmektedir.

Kırgız Edebiyatı- XX. yüzyıla kadar sosyal ve tarihî gelişimden uzakta kalan halkın edebiyatı

Hepimizin bildiği gibi Kırgız uruuları[1] yüzyıllarca konar göçer bir hayat tarzı yaşamaları nedeniyle dünya medeniyetinin kazanımlarından uzakta kalmış, insanoğlunun değişik alanlarda yapmış olduğu icatlardan habersiz yaşamışlardır. Son derece gecikmeli olsa da çağımızın medeniyet ve kültür alanlarında kaydetmiş olduğu kazanımlarla tanışan Kırgızların bahsi geçen ilerlemelerin bilgi yığınlarını bu yollardan çok daha önce geçmiş bir medeniyetin dili aracılığı ile öğrenmekten başka çaresi yoktu. Fakat yabancı bir dili tam mânâsıyla öğrenerek bu dilin bilgi hazinesine direkt olarak hükmedebilme kabiliyeti kazanmak hem bireyler hem de genel itibariyle bir toplum için yapılması çok zor, ağır bir iştir. Bu yüzden gelişerek diğer dünya milletleri için örnek haline gelen medeniyetlerin, Kırgız halkı, özellikle de Kırgız aydınları tarafından tam mânâsıyla anlaşılması son derece çetrefilli bir sürecin neticesinde olmuştur. Bu durumun ortaya çıkmasında, geniş halk kitlelerinin yabancı bir dili öğrenebilmesi için gerekli şartların ve maddî kaynakların bulunmasının zorluğu etkili olduğu gibi Kırgızların kafa yapısının bahsi geçen medenî gelişimi tam mânâsıyla kavrayarak bu medeniyeti kendi malıymış gibi kullanmaya müsait olmaması da bunda etken rol oynamıştır.

1. Uruu: boy.

Kısacası Kırgız yurdu, belli bir dönemden sonra dünyada lider haline gelen Hıristiyan uygarlığının medenî devletlerini, bilim ve teknik açıdan kaydet-tiği gelişmeleri, bunlardan başka özellikle sosyal bilimler alanındaki yenilikleri Sovyet Rus varyan-tında, yani ideolojik bir bakış açısının süzgecinden geçtikten sonra, yani eksik öğrenilmiş, yarım yama-lak bir biçimde ulaşılan bilgiler yüzeysel olarak fikir sahasında kullanılmak istenmiş, yani medenîleşme işi yarım kalmıştır.

Demek ki Kırgız edebiyatını ilmî temeller dahi-linde inceleyecek olan ilim adamlarının bu edebiyatı ortaya koyanların daha yüz yıl öncesine kadar gö-çebe bir hayat yaşayan halkın içerisinden çıkan ka-lemler olduğunu, bu halkın öğrenmeye çalıştığı me-deniyeti yarım yamalak, yüzeysel bir şekilde ancak anlayabildiğini ve Kırgız edebiyatının dünya bilgi merkezlerinin çok uzağındaki bir coğrafyada kalan küçük bir halkın edebiyatı olduğunu göz önünde bu-lundurmaları gerekmektedir.

Kırgız Edebiyatı- Dünyadaki en genç edebiyat-lardan biri

Herhangi bir şeyin gençliği, onun birçok açıdan çiğliğinin, tecrübesizliğinin ve yetişmeye muhtaç ol-duğunun belirtisi değil midir?

Bir çocuğun doğar doğmaz konuşmaya başlama-sı, on yaşlarına basınca buluğ çağına girmesi, etra-fındaki yiğitlerin beyi olması, devlerle güreşmesi, onları yenmesi halkı kötülüklerden tek başına ko-ruması gibi garip haller sadece masallarda tesadüf edilebilecek durumlardır. Gerçek hayatta ise her bir birey doğar doğmaz otomatik olarak son derece me-şakkatli bir sosyalleşme sürecini yaşamaya başlar, kendisini bireyi olduğu toplumun dilini, örf- adet ve geleneklerini ve medeniyetini öğrenme devresinden geçerken bulur. Bu sosyalleşme devresi 20- 25 se-nelik bir zaman talep eden meşakkatli bir dönemdir.

Millî yazı dilinin meydana gelmesiyle birlikte ortaya çıkan millî edebiyat da ancak uzun bir zaman diliminin verdiği birikimle ortaya çıkar ki bu biri-kimin neticesinde ortaya çıkan dil ile klasik olarak nitelendirebileceğimiz eserler vücuda getirilir. Bu konu ile alâkalı Amerikan- İngiliz edebiyatının mü-him üstatlarından Henry James şunları söylemiştir: “Büyük bir tarihî geçmiş yoksa, az da olsa gelenek görenek kurulmaz; büyük bir geçmişe dayanan gele-neklerden söz edemeyeceksek çoktan oluşması gere-

44ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 45: kuliye53

ken edebî zevk için norm aramanın mânâsı da yoktur ve eğer edebî zevkin uzun yüzyıllar boyu büyük bir sabırla işlenerek oluştuğundan bahsedemeyeceksek öyle veya böyle sanattan yani ‘iskustva’dan söz et-menin imkânı yoktur.”

Herhangi bir millî edebiyatın kemale ereceği, klasik eserler vücuda getirilebilecek seviyeye ulaşa-bileceği döneme kadar elbette ki birtakım emekleme devrelerinden geçmesi doğaldır. Bu duruma örnek olarak Rus edebiyatını göstermek mümkündür.

Hepimizin bildiği gibi Rus edebiyatının bütün dünyada tanınması ve klasik çıkarmış hatırı sayılır edebiyatlar arasına girerek dış dünyada tanınması, A. S. Puşkin, L. N. Tolstoy, F. M. Dostoyevskiy ve A. P. Çehov’un başını çektiği yeteneklerin XIX. yüz-yılda ortaya koydukları eserler sayesinde olmuştur. Fakat Rus edebiyatının yukarıda ismini zikrettiğimiz edebiyat adamlarının verdikleri eserlerle dünya ede-biyatları arasına girmesi bir anda meydana gelen bir olgu değildir. XIX. yüzyıla kadar bin yıl boyunca, özellikle de XVII. yüzyıldan sonra dünyanın hem ekonomik hem de kültürel açıdan önde giden halkla-rının medeniyet ve edebiyat alanlarında edinmiş ol-dukları tecrübeleri öğrenmeye çalışan Ruslar, özel-likle hayatın görünüşlerini kelimelerle anlatmak, ifade etmek ve betimlemek fiillerinin olmazsa olmaz kurallarını öğrenmekle meşgul olmuş ve bu tecrübe-leri kendi edebiyatlarına aktarmışlardır. Değişik bir şekilde ifade edilecek olursa Rus edebiyatının an-laşılmaz bir muvaffakiyetle gelişmesinde Rus ruhî medeniyetinde özellikle de Rus edebiyatı ve yazı dilinde binlerce yıl içerisinde edinilen temel birikim etkili olmuştur.

Fakat, ancak bir asırlık kısa bir zaman dilimi içe-risinde işlenen Kırgız edebiyatında dünya standart-larında klasik eserlerin vücuda getirilmesine temel olacak medenî ve edebî özellikler günümüzde de oluşumunu devam ettirmektedir. Elbette bu eksikli-ğin en önemli sebebi edebiyatımızın uzun bir geçmi-şe sahip olmayan genç bir edebiyat olmasıdır.

Kırgız edebiyatının uzun bir geçmişe sahip olma-ması nedeniyle olgunlaşma sürecini geçirmekte ol-duğunu gündeme getirdiğimiz zamanlarda meseleye duygusal olarak yaklaşan bir kısım ilim adamlarımız karşı görüş olarak Cengiz Aytmatov’un eserlerini ör-nek olarak göstermektedir. Fakat millî sembolümüz haline gelen Aytmatov’un iki dilli bir yazar olduğu nedense hiçbir zaman akıllara gelmemektedir.

Elbette ki tartışmasız, Cengiz Törökuluulu Kır-gız milletine mensuptur. Onun birçok eserinde Kır-gız halkı, yurdu, hayatı betimleniyor. Nitekim Ayt-matov, eserlerinin üçte birini Kırgızca kaleme almış ya da Rusça’dan Kırgızca’ya çevirmiştir. Nihayetin-de Aytmatov’u Kırgız edebiyatının gelişim sürecine katkıda bulunan yazarların arasında saymak için bir-çok neden var.

Diğer taraftan Aytmatov’un eserlerinin üçte iki-sini Rus dilinde kaleme aldığı ve bunların başkaları tarafından Kırgızca’ya çevrildiği gerçeğini ise göz ardı etmemiz mümkün değil. Cengiz Aytmatov gibi içinden çıktığı halkın hayatını Rus dilinde kaleme al-dığı eserlerinde son derece etkileyici betimlemeler-le anlatan Abhaz yazar Fazıl İskender de, yine Rus dilinde kaleme aldığı hikâye ve uzun hikâyelerinde çoğunlukla Odesalı Yahudilerin günlük hayatını, do-ğasını ve kültürünü anlatan Yahudi dinine mensup Emanuel Babel de Rus edebiyatı çerçevesi içerisin-de değerlendirilen yazarlardır. Bu yüzden eserlerinin üçte ikisini Rusça yazan Cengiz Aytmatov’un da Fazıl İskander ve Emanule Babel gibi Rus edebiyatı yazarlarından değerlendirilebilecek yanları var. Ni-tekim Cengiz Aytmatov’u Kırgız yazarların genelini yansıtan, Kırgız edebiyatı dahilinde eserler veren kalemlerin yazarlık seviyelerini bizlere anlatan bir çıta olarak kabul etmek imkânsızdır. Neticede onun eserlerindeki estetik yapıyı Kırgız nesrine mal etmek ve bu eserleri Kırgız nesrinin gelişim sürecini gös-teren kilometre taşları olarak kabul etmek gerçekle bağdaşmayan, edebiyat metodolojisi açısından da sakıncalı sonuçlar doğurabilecek bir bakış açısıdır.

Neticede Kırgız edebiyatını araştırmak isteyen ilim adamlarının, üzerinde duracak oldukları edebi-yat tarihinin ve edebiyatın, köklü bir geçmişe sahip olmayan temeller üzerine kurulduğunu anlamaları, Rus edebiyatı dahilinde de değerlendirilmeye müsa-it yanları olan Cengiz Aytmatov’u ve onun kaleme almış olduğu eserleri Kırgız edebiyatının ortalama gelişim sürecini gösterecek kıstaslar olarak kabul etmenin, araştırmalarını son derece yanlış sonuçlara sürükleyeceği gerçeğini akıllarından çıkarmamaları gerekmektedir.

Kırgız Edebiyatı- Ancak XX. yüzyılın başla-rında kağıt üzerine yazılmaya başlayan, yetmiş yıl içerisinde birtakım gelişmeler gösterse de hâlâ tam olarak oturmamış, günümüzdeki dünya bilgi akı-şının ve dünya medeniyetlerinin kazanmış olduğu

45ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 46: kuliye53

bilgi birikiminin milyonda birini belki yeni yeni anlamaya başlayan yazı dili vasıtasıyla ortaya ko-nulan edebiyat.

Esasında her bir halkın yazı dili, sözlü dili temel almak suretiyle ana dili, bahsi geçen sözlü dil olan aydınların nesiller boyu uğraş vermeleri ile ortaya çıkar, uzun yıllar içerisinde belli bir çerçevenin içine oturur ve sözlü dilden uzaklaştığı kadar bizim yazı dili dediğimiz kavram meydana gelir. Ve elbette millî yazı dili dediğimiz kavramın gelişmesi, bu yazı dilinin temel aldığı sözlü dilde konuşan, özellikle de edebî metinler kaleme alan aydın kitlesinin hem sa-yısıyla hem de yetenekleri ve ilim seviyeleri ile ya-kından bağlantılıdır.

Yazı dili, halk dilinin gramatikal ve leksikolojik özelliklerinden faydalanarak gelişim yoluna baş-larken bu süreç içerisinde, fikir ve duyguları ifade biçimleri, hayatın görünüşleri ve tabiatı betimleme şekilleri açısından sözlü dilden farklı bir kulvara girer, kısacası sözlü dilden uzaklaşır ve sözlü dilin ifade imkânlarını kat be kat aşan yapma bir dil halini alır. Bu duruma örnek olarak Fransız yazı dilini gös-termek mümkündür. “Fransız yazı dili ile sözlü dili birbirinden alabildiğine uzaklaşmıştır” şeklinde bir tespitte bulunan ünlü dil bilimci J. Vanderes sözle-rinin devamında “Bu yüzdendir ki Fransızlar yazar-ken kullandıkları dil ile hiçbir zaman konuşmazlar, konuşma dili ile arada sırada bir şeyler karalasalar da hiçbir zaman yazmazlar” demektedir.

Neticede tuzu kuru olan, sözlü dilden uzaklaşan, aydınlar tabakasının kullandığı yazı dili, bahsi ge-çen yazı dilini temel alan sözlü dilde konuşan yeni nesiller için herhangi bir yabancı dilden farksızdır. Nitekim bu dil, sadece ilköğretim okullarının veya üniversitelerin müfredatlarına konulan edebiyat derslerinde değil diğer derslerde de öğretilir. Yazı dilinin bütün üslup zenginliklerinin, gramatikal ve leksikolojik özelliklerinin yeni nesiller tarafından belli bir düzeyde öğrenilmesi 15- 20 yıl gibi uzun bir zaman dilimi içerisinde ancak gerçekleşir.

Kırgız yazı dili ise esasında taşradaki ilköğre-tim okullarında, az da olsa üniversitelerde, yüksek okullarda ders olarak okutulmakta, haber alma ve basın- yayın organları tarafından işlenmekte, bazı devlet dairelerinde kullanılmaktadır. Fakat ana dili-miz, siyaset, din, diplomasi, felsefe, psikoloji, man-tık- sosyoloji ve kültür tarihi gibi alanlarda işlenme-mekte, daha doğru bir tabirle kullanılmamaktadır.

Yani yazı dilimiz ile konuşma dilimiz birbirinden hâlâ uzaklaşmış değildir, yani Kırgız yazı dili yu-karıda da değindiğimiz gibi yazı dilinden beklenen şartlara cevap vermekten uzaktır. Bu durum Kırgız dilinin gelişmiş bir yazı dili olarak oluşumunu hâlâ tamamlamadığını ve bu oluşum sürecini yaşadığını göstermektedir.

Neticede her türlü edebî metnin - bir an için bu edebî metinlerin tamamını edebiyat diye ifade ede-lim- yazı diline, yazı dilinin leksikolojik, morfolojik ve üslup repertuarına biriktirdiği betimleme, ifade etme ve etkileme özelliklerinden yararlanılarak or-taya konulduğunu kabul etmek durumundayız. Yazı dili olma sürecine girmiş fakat tam mânâsıyla ke-male ermemiş Kırgız dilinde ise ilmî, siyasî ve dinî üslup özellikleri oturmadığı için Kırgız edebiyatı genellikle konuşma dilinin sınırlı imkânlarına da-yanarak ortaya konulmuş, edebiyatımız, gelişimini konuşma diline dayanarak sürdürmüştür.

Eğer her bir halkın aydın tabakasının duyguları-nın, düşünme yeteneklerinin ve kelimelerle duygula-rını ifade edebilme gücünün, ana dilinin yazı türün-deki şeklinin üslup açısından ne derece geliştiği ile yakından alâkalı olduğu fikrini kabullenecek olursak bu takdirde Kırgız yazı dilinin hâlâ tam olarak ge-lişim sürecini tamamlamamış olması durumunun, Kırgız yazarların edebî düşünme özelliklerini ve ka-lem güçlerini eksik bıraktığını ve eserlerinin edebî kalite açısından olumsuz etkilendiğini düşünmemiz son derece doğal bir sonuçtur.

Demek ki Kırgız edebiyatına dair yapılacak olan ilmî çalışmalarda, bu edebiyatın oturma sürecini yeni yeni tamamlama yoluna giren, kemale ermemiş bir yazı dili vasıtasıyla ortaya konulan bir edebiyat olduğu meselesi hiçbir zaman akıllardan çıkarılma-malıdır.

Kırgız Edebiyatı- Devlet desteği ile ortaya çıkan, devletin verdiği maddî yardımlarla gelişim sürecini devam ettiren fakat diğer taraftan yine devletin po-litikalarının propagandasını yapmakla mükellef, kesintisiz olarak resmî otoritenin kontrolünde olan bir edebiyat.

İster kabul edelim ister etmeyelim Çağdaş Kırgız edebiyatı olarak ifade edilen kavram, yani Çağdaş Kırgız edebiyatı, Sovyetler Birliği’nin siyasî istekleri, maddî yardımları ve değişik alanlarda sağladığı imkânlarla ortaya çıkmış ve yine devletin

46ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 47: kuliye53

koruması ve sağladığı imkânlarla gelişimini yetmiş yıl boyunca herhangi bir kesintiye uğramadan devam ettirmiştir. Kısacası Kırgız edebiyatı, hükümetin ekonomiye müdahalesinin olabildiğince kısıtlı ol-duğu, özel mülklere serbestlik tanınan ve özgür bir toplumda değil, yeni bir sosyal yapı kurma endişe-sindeki devlet gücü tarafından ortaya çıkarılmıştır.

Her ne kadar Sovyetler Birliği döneminde dev-let, Kırgız edebiyatını ve bu edebiyat dahilinde eserler veren yazarları her açıdan desteklemişse de bu destekle beraber edebiyat üzerinde her zaman sansür baskısı olmuş, Kırgız edebiyatı Sovyet hü-kümetlerinin açtığı kampanyaların propagandasını yapan siyasî bir organ olarak kullanılmıştır. Bu yüz-den edebiyatımız, Sovyetler Birliği yıkılana kadar dış dünyadan habersiz kalmıştır. Bu kapalılığın ve sansürün sonucunda ise sosyal yapının, hayallerin, arzuların devletle herhangi bir alıp vereceği olmayan özgür olarak nitelendirilebilecek aynası olmaktan uzak kalan Kırgız edebiyatı, propaganda aracı haline dönüşmüş, Parti’nin siyasî görüşlerini ve ideolojisini yansıtan bağımlı bir edebiyat olmuştur.

Fakat her türlü baskı ve sansür uygulamalarına rağmen Kırgız edebiyatını ortaya koyan nesiller, ana dillerini işleyerek, örneğin olay halkaları kurmak, kurulan olay halkalarını verilen tasvirlerin de eşliği ile ilginç hale getirmek, hayattan aldıkları kesitleri, insanları, tabiat görünüşlerini canlı bir şekilde be-timlemek, şahıs ve olay örgüsü arasındaki bağlantıyı kurabilme becerisinin yanı sıra Kırgız dilini kullana-rak psikolojik tahliller yapmak gibi edebiyatın temel teori alanlarında kendilerini yetiştirmişler, dünya edebiyatlarının, özellikle de daha rahat anlayabildik-leri Rus edebiyatının yüzyıllar içerisinde birikimini yapmış olduğu beğeni çizgisini az da olsa kendi ka-falarında oluşturabilmişler, bu çizgiyi yakalamaya çalışmışlardır.

Demek ki Kırgız edebiyatını konu alan ilmî ça-lışmalarda, bu edebiyatın Sovyetler Birliği döne-minde bizzat devlet eliyle kurulduğu, sansür baskısı altında geliştiği ve dünya standartları ile karşılaştı-rıldığı zaman birçok eksiklerinin olduğu göz önünde bulundurulmalı, yetmiş yıl içerisinde gelecekte ya-zar olacak genç kalemlerin dayanabilecekleri belli bir temelin ancak oluşturulabildiği unutulmamalıdır.

Kırgız Edebiyatı- Genel olarak herhangi bir entelektüel temeli olmayan, yazarlık meziyetleri

açısından yetersiz ve dünya standartlarının altında eğitim almış yazarlar tarafından ortaya konulan edebiyat.

Elbette her şeyin bir başlangıcı vardır. Kırgız edebiyatı da bir noktadan başlamış, gelişme yoluna girmiştir ki takdir edileceği gibi bu başlangıcı ya-pacak olan kalemler olmadan bunun olması düşü-nülemez. İlk yazarlarımızın en büyük eksikliği ise kendilerinden önce örnek alabilecekleri bir temelin olmamasıdır. Temeli onlar atmış, bu yüzden eğitim aldıkları yıllarda ders kitaplarında Kırgız edebiya-tı diye bir kavramla karşılaşmamışlardır. Modern mânâda eğitim almamaları, şahsî olarak düşünme yetilerinin çeşitli sebeplerden dolayı gelişememesi, düşünmek denilen şeyin insana verdiği azabı, bu azabı kağıt üzerine dökme ıstırabını çekmemeleri gibi eksiklerine rağmen millî bir edebiyatın temel-lerini onlar attılar.

Sonraki nesillerde eğitim açısından iyileşme görülse de, genel kültür, dünya görüşü ve orijinal düşünme yetileri açısından bu yazar nesilleri ne Batı’nın ne de Sovyet Rusya’nın kendileri ile za-mandaş kalemlerinin düzeyine denk olabildiler. El-bette bunun sebepleri vardı. Şehirde doğup büyüyen bir- ikisi haricinde bu yazarların çoğu köy ilköğretim okullarından, ideolojinin ayyuka çıktığı ders kitapla-rından, yetersiz öğretmenlerden ilim almış, üniver-site yıllarında ise geriye dönük bu eksikliği kapaya-mamış, bilgi fakiri ana dillerini işleme gayretindeki kalemlerdi. Bu yüzden bu kalemler ne kadar gayret ettiyse de Batı medeniyetinin yetiştirdiği kalemlerin seviyesine hiçbir zaman ulaşamamıştır.

Diğer taraftan hayatını yüksek miktarlardaki akademik burslarla kazanan ve geçindirmesi gere-ken bir ailesi olmayan Alıkul Osmonov, komünist rejim tarafından Kırgız halkının içerisinden çıkan Sovyet yanlısı ilk yazarlar olmaları sebebiyle şımar-tılan ve çeşitli ayrıcalıklar verilen T. Sıdıkbekov ile A. Tokombaev ve nihayetinde millî gururumuz Cen-giz Aytmatov haricindeki diğer yazarlarımız ise gün-düzleri hükümet dairelerindeki işlerinde çalışmış, eserlerini ise ancak boş vakitlerinde yazabilmiştir. Yani yazarlarımızın büyük çoğunluğu için edebî ya-ratıcılık işi tam mânâsıyla geçimlerini sağladıkları profesyonel bir meslek olmaktan çok boş vakitleri-ni değerlendirdikleri bir uğraş, ek olarak gelir elde edebilecekleri ikinci bir iş olarak görülmüş, esasında içinde bulundukları şartlar bunu zorunlu kılmıştır.

47ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 48: kuliye53

Demek oluyor ki Kırgız edebiyatını incelemek isteyen bir araştırmacı bu edebiyatın genel mânâda ilim ve estetik kriterler açısından kendisi ile zaman-daş Alman, İngiliz, Fransız ve Rus yazarlarla denk olamayan ve yazarlığı profesyonel bir meslek olarak göremeyen yazarların kaleminden çıkan edebiyat ol-duğunu aklından çıkarmamalıdır.

Kırgız Edebiyatı- İçerik ve tür olarak Batı ede-biyatında işlenerek ortaya çıkan ve başka halkla-rın edebiyatlarına da geçen edebî türlerde verilen eserlerle ortaya çıkan ve bu türlerin belli ölçülerde yerleştiği edebiyat.

Kırgız edebiyatının temellerini atan kalemler şiir, piyes, hikâye veya roman türündeki eserleri Çin, İran, Arap veya Hindistan edebiyatlarında gelişen, oluşan ve bu halkların dilleri vasıtasıyla işlenen tür-leri taklit ederek kaleme almış değillerdir. Çünkü ilk yazarlarımız yukarıda bahsi edilen halkların dilini de edebiyatlarını da bilmiyorlardı. Sonraki yazar nesil-leri arasında da Doğu halklarının diline ve edebiyatı-na vakıf olan bir kalemin çıktığını söylemek çok zor.

Diğer taraftan yazarlarımız, ilk kaleme aldıkları hikâyeleri, uzun hikâyeleri veya romanları yazarken Kırgız destanlarında faydalanılan olaylar zinciri şe-killerinden, tasvir usullerinden veya kahramanların konuşma biçimlerinden yararlanmamışlardır. Ya da ilk yazarlarımızın kaleme aldıkları ilk piyesler için Kırgız folklorunda örnek alabilecekleri bir tür geliş-memişti. Ve Kırgız edebiyatında örneği verilen mo-dern mânâda anladığımız şiir türü hem işlenen tema-lar hem de şekil açısından sözlü destan türlerinden bambaşkaydı.

Örneğin Kasım Tınıstanov’un 1919 yılında yayınlanan “Ayga”, “Bayçeçekke” adlı şiirlerini ele alalım. Bu şiirler aya ve ömrü kısa olan bir çiçeğe, kardelene yazılmış. Başka bir tabirle şair, ay ve kardelen çiçeğine sıcak duygular beslediği bir insana (örneğin güzel bir kıza) gösterebileceği yaklaşımın bir benzerini göstermiştir. Bu şekilde içeriği olan şiirleri sözlü edebiyattan mum yakıp özel olarak arasak dahi bulamayız. Neticede okuma yazması olmayan herhangi bir halk şairinin ayı, kardelen çiçeğini veya bir ağacı romantik gözlerle seyredip, birden bire duygulanarak sevdiğini aklına getirmesi, bu sembollere şiirler yazması yanlış anlaşılması ama düşünülmesi zor bir ihtimal.

Kısacası, çağdaş Kırgız edebiyatı halk edebiya-

tının uzantısı olarak ortaya çıkmamış, gelişimindeki temeller hiçbir zaman folklor olmamıştır.

Çağdaş Kırgız edebiyatının temellerini atan yazar nesli içerisinden bir- iki kalem haricinde Rusça’yı bilen olmadığı için bu yazarlar ilk kaleme aldıkları eserleri, özellikle de şiirleri, Kazak, Özbek ve Tatar dillerinde kaleme alınan orijinal eserlerin veya bu dildeki çevirilerin etkisinde kalarak kaleme almış, kaleme aldıkları edebî metinleri bu dillerde verilen eserlere benzetme çabasında olmuşlardır. Fakat yeni tipte oluşmaya başlayan Kazak, Tatar ve Özbek edebiyatlarında bahsi geçen zaman dilimi içerisinde işlenen türler Rus edebiyatından örnek alınmıştı. Rus edebiyatında işlenen bu türler ise Batı’da gelişmiş, işlenmiş Rus edebiyatına geçerek uzun bir zaman dilimi içerisinde bu edebiyat dahi-linde en mükemmel seviyesine ulaşmıştı.

Kırgız edebiyatının temellerini atan yazar nesil-leri Rus dilini tam mânâsıyla öğrendikten sonra hem Rus dilinden hem de bu dil vasıtasıyla dünya edebi-yatlarından ders almaya başlamıştır. Fakat ilk yazar nesillerimizin Batı edebiyatının, hatta Rus edebiya-tının yüz yıllar içerisinde edinmiş olduğu edebî biri-kim ve neticesinde oluşan edebî zevkleri anlaması, edebî türlerin Kırgızca’da örnek olarak nitelendiri-lebilecek şekillerini ortaya koymaları hiç de kolay olmamıştır. Bu yüzden şayet vermiş olduğu eserlerle Rus edebiyatı dahilinde de değerlendirilmeye müsait yanları olan Cengiz Aytmatov’u istisna olarak kabul edecek olursak Kırgız edebiyatında Batı standartla-rını karşılayabilen klasik mânâda eserlerin günümü-ze kadar kaleme alınmadığını söylemek durumunda-yız.

Fakat bütün olumsuzluklara rağmen millî edebi-yatımızın, Batı edebiyatlarının açtığı yolda gitmekte olduğunu, ilk yıllardaki tür kargaşasını atlattığını ve gelişim sürecini yaşamaya başladığını söylemekle de yanlışa düşmüş olmayız.

Netice itibariyle Kırgız edebiyatı tarihini kendi-lerine araştırma konusu olarak seçen ilim adamı ve öğrencilerin bu edebiyatın Doğu halkları edebiyat-larının tesiri altında gelişmediğini, aksine Avrupa, özellikle de Avrupalılaşmış Rus edebiyatından hem tür hem edebî yaklaşım hem de teorik ve estetik açıdan etkilenerek inkişaf ettiğini, fakat dünya ede-biyatları seviyesine çıkma sürecini de hali hazırda yaşamakta olduğunu unutmamaları gerekmektedir.■

48ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 49: kuliye53

Kırgızistan topraklarında yaşayan halkların özünde kadimden beri karşılıklı anlayış

ve toleransa olan heves mevcuttu. Buralarda, ye-rel bazı çatışmalara rağmen asırlar boyunca ruhen birbirlerini zenginleştiren farklı milletlere mensup, türlü kültür ve dilleri taşıyan kimseler yaşadılar.

İki dillilik bizim için hâlen önemli bir konudur. Konuya siyaset dışı bakmanın, yan yana ve etkili şekilde kullanmanın zamanı gelmiş bulunmakta-dır. Bu bağlamda Kırgız ve Rus dillerinde yazan ünlü Kırgız yazarları Cengiz Aytmatov ve Mar Bayciyev’in eserlerinin incelenmesi son derece önemlidir. Onların eserlerinde iki dilli çalışmanın özelliklerini daha net görebiliyoruz.

Edebiyatta iki dillilik, çok zor, çok tabakalı

MAMASALI APIŞEVçev. ABDRASUL İSAKOV **

* Bu makale Edebi Kırgızistan dergisinin 3. sayısında yayımlanmıştır (Mamasalı, Apışev, “Ç. Aytmatov, M. Baydciev: Gorizontı Dvuyazıçnogo Tvorçestva”, Literaturnıy Kırgızistan, Sayı: 3, Bişkek: Turar Yay., 2011, s. 158-168)**Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü doktora öğrencisi.

Aytmatov ve Bayciyev’in son derece başarılı eserler ortaya koyabilmelerinin nedeni, onların millî materyalleri çok iyi bilmeleri, gerektiğinde bu malzemelere dışarıdan bakabildikleri ki, bu özellik zaten iki dilli edebî düşüncenin ana etkenidir ve ünlü yazarların çalışmalarına da yansımıştır.

49ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 50: kuliye53

olaydır. İki dilli sanata yönelik inceleme eserleri genelde bölük pörçük mahiyettedir. Ve son dönem-de, iki dillilik doğal bir durum olarak kabul edil-dikten sonra, edebiyatçılar (yazın bilimciler) ko-nuyla ilgili ciddi bir şekilde çalışmaya başladılar.

Sovyet döneminde Kırgızlar, diğer SSCB halk-ları gibi ana dili yanında zorunlu olarak Rusça eği-tim de aldılar.

Ünlü Kırgız edebiyatçısı Cengiz Huseynov “Çok Milletli Sovyet Edebiyatı”ndaki tipleri şu şe-kilde sınıflandırır:

Ana dilde yazmak ve yazarın onu Rusçaya ter-cüme etmesi; Rusça yazmak ve onu kendisinin ana diline çevirmesi; aynı zamanda ana dilde ve Rusça yazmak ve çevirinin devre dışı bırakılması; geçi-ci veya daimi şekilde iki dillilikten tek dile Rusça veya ana diline geçmesi ve bunu yaparken eserin müellifi tarafından tercüme edilmemesi; sadece Rusça yazmak bunu yaparken yazar kendisini Rus yazarı olarak değil, mensup olduğu halkın yazarı saymasıdır.

Genel olarak Huseynov ile aynı fikri paylaş-makla birlikte, sayılan bütün iki dillilik tiplerinin pratikte kombine şeklinde karşımıza çıktığını be-lirtmeliyim. İki dilli çalışma, diğer çalışmalar gibi derin bireyseldir.

Aytmatov ve Bayciyev’in eserlerinde, yazar-ların şartlar gereği erken yaşlardan itibaren hem Rusça hem Kırgızca bilmelerinden dolayı, yukarı-da adı geçen iki dillilik türlerinin tamamını uyum-lu bir şekilde içinde bulundurur. Bununla birlikte onların kendileri birkaç defa, kendi tecrübelerin-den yola çıkarak iki dilli çalışmanın doğası hak-kında yazmışlardır.

Araştırmacılar her yazarın dil tercihi konu-sunda hakkının olduğunu kabul ederler, ama konu millî çerçeveye girdiğinde veya yazarın millî kim-liğini tanımlamaya çalışıldığında hararetli tartış-malar, birbirlerini dışlayan nedenler sıralanmaya başlar. Bazen Osetyalı edebiyatçı Nafi Jusoyti’nin dediği gibi saçma “Aytmatov Rus yazarı” gibisin-den iddialar da ortaya atılır.

Dünya edebiyat tarihi pek çok ana dili dışın-da çok güzel eserler yaratan ve resmî şekilde hem temsil ettiği dilinin hem temsil ettiği milletin ya-zarı olarak bilinen yazarları tanıyor. Aslen Leh olan ve İngilizce yazan Joseph Conrad, İngiliz ya-zarı olarak tarihte kaldı. Bununla birlikte Ameri-

kalı yazar Mavi Baykuş lakaplı Vesha Kuonnezin, aslen Kızılderili olmasına rağmen bütün eserlerini İngilizce yazdı, ama resmî kitaplarda ve okurlar arasında Kızılderili yazar olarak biliniyor. Galiba, yazarın milliyetini belirlerken, yazarın çalışmala-rını kapsamlı incelemek, sadece eserin dilini veya sadece yazarın millî kimliğini veya ülkesini ön plana çıkarmamak gerekiyor.

İki dilde yazan edebiyatçının dil ve konu me-seleleri tek dilde yazan geleneksel yazara kıyasla daha kritiktir. Bu konuda V. Nabokov’un yazdık-ları çok ilginçtir.

“Üç yaşımda ben Rusçaya kıyasla İngilizceyi daha iyi konuşuyordum. Dokuz, on iki yaşlarım-da ben daha çok İngiliz yazarları: Wells, Kipling, Shakespeare’i okumama rağmen bazı dönemle-ri göz önünde bulundurmazsam İngilizce çok az konuşuyordum. Fransızcayı altı yaşımda öğren-dim” diyor Nabokov 1975 yılında Bernar Pivo’ya yazdığı mektubunda ve devam ediyor: “Benim dedelerimin dili, benim şiirlerimde kendimi his-settiğim dildir. Ama ben hiçbir zaman Amerikalı birine dönüştüğüme pişman değilim. Fransız dili daha doğrusu benim Fransızcam (bu o kadar özel bir şeydir ki) benim akıl gücümle bükmek isteme-me rağmen bükülmüyor. Onun söz dizimi benim bazı serbestliklerimi sınırlıyor ki, ben bunu diğer iki dilde kendime müsaade edebiliyorum. Elbette, ben Rus dilini seviyorum, ama İngilizce kullanım açısından onu geçiyor.”

Aytmatov ve Bayciyev’in tecrübelerinden yola çıkarak cesaretle diyebiliriz ki, iki dillilik demek, iki dilin aynı zamanda kullanılıyor olmasıdır; iki dilde de fikir yürüterek düşünce sınırlarını zorla-mak, yazarların bu avantajını eserlerine yansıtma-sıdır.

Önemli temel sorunların biri, iki dilli yazarla-rın hangi dili anadili olarak görmeleridir? Çalışma dilini mi veya anne ile babalarının dilini mi?

Bu konuda ünlü Kalmuk şairi David Kugul-tinov şu beklenmedik fikrini bildirmiştir: “İnsan anadilindeki hangi sözleri ilk olarak söylediğini ve ne anlama geldiğini hatırlamaz ki... Fakat o, başka bir dilin anlamını ne zaman kavrar ve hayat tec-rübesi edinir, o zaman işin seyri değişir. Hatırlı-yorum da, Rusça “ekmek” kelimesinin anlamını nasıl öğrendiğimi. Sobadan çıkarılan sıcak ekme-ği dildiler ve içtenlikle ikram ettiler: “Al, ekme-

50ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 51: kuliye53

ği balla ye”. O günden bu güne çok uzun zaman geçmesine rağmen, ne zaman “ekmek” kelimesini duysam onun kokusu, tadı ve o an hissettiğim ana-vatandan ve büyüklerin danışmanlıklarına kadar kelimeyle ilgili her şey, gözümün önüne gelir.”

Kim bilir, belki Ruslaşmış Danimarkalı Vla-dimir Dal’ın “Açıklamalı Canlı Büyük Rus Sözlüğü”nün müellifi olması bununla açıklanabi-lir. Belki de, insan iki milletin kavşağında olursa, dillerini de başka türlü hissedecek, dil ve kültürün kendine has özelliklerini daha iyi görecektir. Rus dil bilimcisi Konstantin Yudahin Kırgızlaşmıştı ve ansiklopedik mahiyetteki Kırgızca-Rusça sözlüğü hazırlamıştı.

Cengiz Aytmatov ve Mar Bayciyev’in ruhi ve entelektüel dünyası Kırgız ve Rus dilleriyle zen-ginleşti. Mesele sadece millî folkloru bilmek, dün-ya edebiyatını öğrenmek değildir, bunları kendi çalışmalarının temeline oturtmaktır.

Yeni başlayan pek çok yazar çeviri işleriyle meşgul olmak zorunluluğu hissederler. Aytmatov ve Bayciyev bu “okul”un yanından geçmemişlerdi.

Aziz Saliev, Adabiy Gezit gazetesindeki ha-tıralarında, 50’li yıllarda genç zootekni uzma-nı Cengiz Aytmatov ve dil bilimi öğrencisi Mar Bayciyev’in Manas Destanı’ndan kelime kelimesi-ne tercümeler yaptığını anlatır. Aytmatov çevirile-riyle birlikte “Yazar-Köprü” hikâyesini de getirir ve bu hikâye daha sonra “Literaturnıy Kırgizistan” edebiyat yıllığında basılır.

Kuşkusuz, kelime kelimesine çeviriler ilerde yazarların yazarlık sanatına derinden bakmasını sağlamıştır, çünkü çevirmen çalışırken, yazarın bastığı yolu yabancı bir dilde tekrar yürüyecektir.

Aytmatov hiçbir zaman eserlerinde millî-etnografik unsurları okurlarına karşı dalkavukça sömürmemiştir. Eserlerinde doğal yaşam, millî renkler dayatılmaksızın, göze batırılmaksızın verilir vs. Aytmatov’un çalışmalarında Rusçayı kullanmasının nedenlerini analiz ederken çoğu eleştirmen, Rus tercümanların onun eserlerini Rusçaya çevirirken Kırgız gelenek görenek ve dil inceliklerini bilmediklerinden eserleri iyi çevire-mediklerini ve yazarın bundan memnun kalmadı-ğını söylerler.

Aytmatov’un “Selvi Boylum Al Yazmalım” uzun hikâyesi Rusça “Yazarın Kırgızcadan ter-cümesi” şeklinde yayınlanmış ve uzun hikâyenin

Kırgızcası yaklaşık yirmi yıl sonra 1981 yılında basılmıştır.

Yazar, Rusçaya geçme nedenini, cumhuriyet-lerdeki “edebî eleştiri düşüncesinin sınırlı kalma-sına” ve korunma içgüdüsüne bağlamıştır. Ama bunun o kadar da önemli rol oynadığını söylemek biraz zor.

Aytmatov “Kopar Zincirini Gülsarı” eserini yazarken, Rusça, cumhuriyet dillerine üstünlü-ğünü kurmuş, daha geniş kitle tarafından benim-senmiş durumdaydı. Millî diller ise cumhuriyet sınırları dâhilinde etkili olarak kalmıştır. Buraya Rusça olarak yayımlanan edebiyat yayınlarını da ekleyebiliriz; “hacimli” edebiyat dergileri, “roman gazete” özel sayıları vs. Rusça çalışmak millî dilde yazmaktan çok daha avantajlıydı. Üstelik Rusça yazarsan, eserinin başka dillere çevrilme ihtimali da vardı.

1967 yılında düzenlenen, iki dilli çalışma meseleleri sempozyumunda Aytmatov, iki dilin uyumluluğu ile ilgili şunları bildirmektedir:

“Eğer kitap Kırgızca yazıldıysa, ben onu Rusça tercüme ederim veya tersine. Bunu yaparken de bu iki yönlü çalışmadan çok keyif alırım. Bu, yaza-rın kendini geliştirmesi için büyük fırsat tanıyan ilginç iç çalışmadır ki, bence yazarın yöntemini geliştirmesini, dilinin çift yönde zenginleşmesini sağlar”.

“Rusça yazmak benim için, resmi geniş bir açı-dan çekmek demektir”, “büyük “edebî tecrübe” ile başka dile hâkim olmak ve o dil sayesinde kültü-ründen istifade etmek, benim görüş açımı genişle-tiyor, üretken olmamı sağlıyor”.

“Düşünüyorum da, daha doğrusu umut edi-yorum bir kişi için yazıyorum. Bu insan, benim kendisi için telaşlandığım, mücadele verdiğim, ona karşı dürüst olduğum, ona en gizli düşüncelerimi söylediğim ve bunu nasıl söylersem onu heyecan-landıracağını, hareketlendireceğini, kanatlandıra-cağını düşündüğüm biri. Eğer böyle olduysa ben muradıma ermişim demektir. Eğer böyle bir insan bulunursa, ben inanıyorum ki, beni başkaları da anlayacak, belki çoğu anlayacak, belki halk da an-lar. Eğer baştan eserini kitleye yönelik yazma he-defi koyarsan, baştan hesapların ona göre olacak, bu ise düşüncenin değer kaybetmesine ve edebî eserin (elinin kolunun) bağlanmasına sebep olur.”

Yukarıda söylenenler, yazarın öncelikle hazır,

51ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 52: kuliye53

arayış içindeki okurlara yöneldiğini gösteriyor.Georgiy Gaçev, “Cengiz Aytmatov ve Dünya

Edebiyatı” kitabında, “Onda Rus kökenli yazarlar-da olmayan ve Rus hayatını yazarken de kullana-madığı Rus edebiyat geleneğinin konusu, mitoloji-si ve tarz derinliği var. Böyle bir şey XIX. yüzyılın ilk yarısında Rus edebiyatına azınlık temsilcisi Ukraynalı Nikolay Gogol’un girmesiyle gerçek-leşmişti. Bütün bu Soroçinliler (Ukrayna’da bir grup), Mirgorodlular, Parubkiler, Zaparojest Ka-zakları kendilerine has yaşam tarz özellikleriyle, mitleriyle, dil ve fıkralarıyla daha önceden sınırlı olan Rus edebiyatına derya gibi akarak zenginleş-tirmiştir”, der.

Kırgız yazarlarından Cengiz Aytmatov ve Mar Bayciyev eski efsane ve mitleri, destanları sentezle-yip günümüze uyarlayarak eserlerinde sık sık kul-lanmışlardır. Bununla birlikte hem Aytmatov’un hem Bayciyev’in destanın ana fikrini, unutulma-ya yüz tutmuş veya meşhur bir efsaneleri yeniden dönüştürdüğünü, kendi edebî güçlerini kullanarak yeni bir fikir olarak insanlığın huzuruna sunduk-larını görüyoruz. Geyik Ana Efsanesini ilk defa iki yüzyıl önce Çokan Valihanov kaleme almıştı. Bu efsane Kırgız yazarları tarafından birkaç kere kısa alıntı şeklinde kullanılmıştı, ama o efsane-ye “Beyaz Gemi” eserinde Aytmatov ve “Eski Masal” dramında, “Eskiden Bir Zamanlar” uzun hikâyesinde Bayciyev yeniden hayat verdiler. Bay-ciyev böylelikle eski efsanenin ana fikrini yeniden canlandırarak, konuyu dünya çapında kamuoyu-nun tartışmasını sağlar.

Dram yazarı Mar Bayciyev’in iki dilli ustalığı, özellikle bu efsanenin edebî-entelektüel yorumun-da net olarak görülmüştür. Burada iki dilli edebî düşüncenin etkisi görülmekle birlikte millî folklo-rik materyaller insanlık sesi seviyesine çıkar. Bu efsane Bayciyev tarafından “Eskiden Bir Zaman-lar” uzun hikâyesinde de kullanılmıştır. Başka türden olmasına karşılık, bu eserlerin her birinin artı tarafları mevcuttur. Yazar, bunların her bi-rinde orijinal edebî dünya yaratmayı başarmıştır. Efsane temelinin kullanılmasıyla yeniden işlenmiş ve buluntularla zenginleştirilmiş yeni çalışmanın ortaya çıkarılması, yazarın özgün biri olduğunun kanıtıdır.

Kırgızlar, kendilerini ve doğayı bir bütün ola-rak görmüş, doğaya karşı gelmeyi ahlaken suç say-

mış, böyle yapan insanları da doğanın cezalandı-racağına inanmıştır. Mar Bayciyev tam bu noktaya vurgu yaparak, eserine çağdaş renk veriyor.

Aytmatov ve Bayciyev’in son derece başarı-lı eserler ortaya koyabilmelerinin nedeni, onların millî materyalleri çok iyi bilmeleri, gerektiğinde bu malzemelere dışarıdan bakabildikleri ki, bu özel-lik zaten iki dilli edebî düşüncenin ana etkenidir ve ünlü yazarların çalışmalarına da yansımıştır.

Müellifin çevirisi, iki dilli edebî çalışmanın ayrılmaz parçasıdır. Aytmatov, ilk hikâyelerinden itibaren çeviri işiyle ilgilenmişken, Bayciyev bü-tün çalışma hayatı boyunca bu alanda çalışmıştır. Yazar, dram yazarı Bayciyev’in özgünlüğü iki dilli çalışma özellikleriyle ilgili zengin bilgi vermekte-dir. Yazar hangi dilde yazarsa yazsın, daha sonra mutlaka yazar tarafından eserin “ikinci doğumu” gerçekleşmiştir.

Burada ister istemez şu soru ortaya çıkabilir: Neden iki dilli yazarlardan Aytmatov ağırlıklı ola-rak Rusça yazmaya başlarken, Bayciyev iki dilde yazmaya, daha sonra bunları kendisi çevirmeye devam etti?

Millî edebiyat tarihinde belirgin şahıs olan Bayciyev’in eserleri, okur ve seyircilerine büyük zorluklar sonrasında ulaşıyor, resmî eleştirmenle-rin eleştirilerine hedef oluyordu. Kırgız edebiya-tında muhalif edebiyat yoktu. Bayciyev’in çalış-malarıyla muhalif edebiyat ortaya çıktı. Bayciyev minnettarlıkla “Benim Sadık Dostum, Rus Dili” makalesini boşuna yazmamıştır. Kırgızistan’da onun eserleri, oyunları haksızca ve çok ağır bir dil-le eleştirilerek, kitap ve dramları piyasadan kaldır-dığında, o, çalışmalarını Moskova ve Petersburg’a gönderir ve oyunları SSCB’nin pek çok tiyatrola-rında sahnelenir, kitapları Rusça olarak yüz bin baskıya ulaşır. Edebî dille söyleyecek olursak, Bayciyev son uçuşunu yapan ama her zaman kona-cağı yedek havaalanı bulunan bir pilota benzerdi.

Belinskiy, metin tercümesinde çevirmenin “ek-leme ve eksiltme” hakkının olmadığını, metni ol-duğu gibi eksikleriyle, hiçbir şeyini değiştirmeden çevirmesi gerektiğini” yazmıştır. Fakat bu, eser sahibini kapsamıyor; burada çeviri çalışması özel bir türde olacaktır.

Cengiz Aytmatov ve Mar Bayciyev’in ikinci dilde “kendi eserlerini yeniden yazması”nın ortaya çıkardığı ders verici mahiyetteki ortak noktaları,

52ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 53: kuliye53

Kırgızca veya Rusça basılan eserlerini daha da gü-zel şekilde çevirip basmalarıdır.

“Orijinal” bir şekilde Kırgızcadan Rusçaya çevrilmesi, birinci defasında gözden kaçanların ikinci keresinde tamamlanma fırsatı yaratmış, sonuçta bu güzel yazarlarımızın eserlerinin geniş kitleler tarafından beğenilerek okunmasını sağla-mış, eserler devrin sınavından geçmiştir.

Bayciyev’in tiyatro alanındaki iki dilliliği, dün-ya tiyatro sanatı tarihindeki özel bir durumdur.

Dramlarını Kırgızcaya çeviren Bayciyev, oyunlarını yeni seyirciler için yeniden hazırlıyor. Bu da anlaşılır bir durum, çünkü Bayciyev’in pi-yeslerinde ele alınan konular aslında insanlık için-dir. O, bu millî malzemeyi aynı seviyede dünyaya sunar. Bu durum ona dünya tiyatrolarının kapıla-rını açıyor. Bayciyev, kendi piyeslerini Rusçadan Kırgızcaya çevirerek, onlara derin bir millî unsur ve imaj katıyordu.

Bayciyev’in kendi çevirileri sadece millî renge boyanmıyor, aynı zamanda olayları seyircilerin yerli ve öz olarak kabul etmesini sağlıyor.

Yazarın “Manas, Semetey ve Seytek Hakkında Beyan” kitabının basılmasını, abartmadan Manas Destanının Rusça olarak yeniden doğuşu, önem-li bir olay diyebiliriz. Onlarca yıldan beri destan, dünya toplumunun merak ettiği bir konudur. Fakat çok az kişi, bu muazzam eserin Rus okuruyla bu-luşturulmasının pek zor bir iş olduğunu biliyor.

Destanı, Rusçaya kazandırma girişimi çok faz-ladır, ama bunlar başarılı olamadı. Geçen yüzyılın ortalarında bu işe bir grup Moskovalı mütercim-ler el attı. Destanın ana dilini bilmedikleri için tercüme metinlere başvurmak zorunda kalan bu mütercimlerin Moskova’da 1946 yılında bastıkları eser pek çok yanlışı ve doğru olmayan unsurları içeriyordu.

Yazarın “Manas, Semetey ve Seytek Hakkın-da Beyan” kitabının basılması, Kırgız destanına dünya edebiyat okyanusunda yeni imkân ve yollar açmıştır.

Bayciyev’in bu kitabının değeri, yazarının destan konusunu esas alarak Rusça destanın ken-di varyantını ortaya koymasıdır. Bu müthiş bir olaydır! Yazar doğru bir yol seçmiş, bin yıllar yok olmadan halk hafızasında yaşayan efsaneyi, değerinden hiçbir şey eksiltmeden Rus okuruna ulaştırmıştır. Şota Rustaveli’nin “Arslan Derisi

Taşıyan Kahraman” uzun şiiri, Alıkul Osmonov tarafından, tam da bu tarzda Kırgızcaya çevrilmiş ve Kırgız okuru bu uzun şiiri sevmiş, benimsemiş, çocuklarına Aftandil, Tariel, Nestan ve Tinatin isimlerini vermiştir.

“Manas, Semetey ve Seytek Hakkında Beyan” kitabında destanın ana hatları ve başkahramanla-rın tipleri, destanın trajedisi Rus dili aracılığıyla edebî ‘şah eser’ olarak verilmiştir. Okur, eserin son sayfasını kapatırken bu muhteşem esere hayranlık duyacaktır.

“1856 yılında Valihanov, Manas destanını boz-kır “İliyada”sı olarak tanımlamıştı. Ben de destanı “Dağ ve Bozkır Kutsal Kitabı” olarak görüyorum. Bundan dolayı Kutsal kitaptaki motifleri destanda korumaya, netleştirmeye ve genişletmeye çalıştım. İmkânlarım dâhilinde destanın konusunu kurallar çerçevesinde vermeye, kahramanların hareketle-rini mantıklı şekilde ve olayların gelişimini akıcı şekilde aktarmaya, Kırgız dilinin güzelliğini yan-sıtmaya çalıştım.” itirafında bulunur yazar.

Ünlü edebiyatçı, Profesör Georgiy Hlıpenskiy, “Manas, Semetey ve Seytek Hakkında Beyan” kitabı ile ilgili çok doğru bir tespitte bulunuyor: “Başka bir zorluk, yabancı okurlara yani Rus okur-larına yönelik eserdeki millî şiirselliğin korunması meselesidir. Burada tercüman-ozan olarak karşı-mıza aracı ihtiyacı duymayan iki dilli yazar çıkı-yor. “Manas, Semetey ve Seytek Hakkında Beyan” üçlemesi, birinci el folklor kaynaklarından yarar-lanılarak yazılan yeni bir çalışmadır.”

Yukarıdaki dediklerimizi özetleyecek olur-sak, diyebiliriz ki, müellif tercümesi, çok yönlü çalışma sürecidir. Bu süreçte iki dilin sınırlarında dolaşan söz ustasının iki dilde düşünmesi söz ko-nusudur. Bu bağlamda Cengiz Aytmatov ve Mar Bayciyev’in eserleri çeşitli halklara mensup okur-ların bilincine yerleşmiş, Kırgız halkı ve onların ruhi zenginlikleri hakkında Rusça vasıtasıyla dün-yayı bilgilendirmiştir. Bu onların “Kopar Zincirini Gülsarı”, “Beyaz Gemi”, “Gün Olur Asra Bedel”, “Eski Masal”, “Düello”, “Eskiden Bir Zamanlar”, “Sonbahar Yağmurları” eserlerinde özellikle görü-lebiliyor. Böylelikle gündemdeki en önemli millî meseleler, insanlık meselesi derecesinde ses ge-tirmiş, bunlar dünya halkının ortak sorunu, ahla-ki temeli hâline gelmiştir ki, dünyadaki hayat da buna dayanmaktadır.■

53ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 54: kuliye53

Kaleme aldığı eserlerle âdeta devrinin ayna-sı, halkının sesi olmuş Mukay Elebayev,

38 yıllık kısa ömrüne birçok hikâye, şiir, bir tiyatro eseri ve bir de roman sığdırmasını bilmiş bir edebi-yat âşığıdır. Neredeyse ömrünün tamamı büyük sı-kıntılarla geçen yazar hedeflerine ulaşabilmek için büyük mücadeleler vermiştir. O, henüz oluşmuş bir edebî çevrede gerek edebî eserleri gerek eleştiri makaleleriyle çağdaşlarından ayrılmış, sadece on-lara değil, gelecek nesillere de örnek olmayı başa-rabilmiş bir yazardır. Özellikle Frunze (günümüzde Bişkek) şehrindeki Merkezi Eğitim Fakültesinde öğrenim gördüğü yıllarda zamanının çoğunu oku-mak ve yazmakla geçirerek edebî bilgisini artırmış, o yıllarda profesyonel yazarlığa giden yolda emin adımlarla yürümüştür.

Elebayev, edebiyata özel ve büyük bir sorumlu-lukla yaklaşmak gerektiğini kaleme aldığı hemen her makalede belirtmiş ve bu doğrultuda hareket et-miştir. Çağdaş Kırgız edebiyatının sorunlarını doğ-ru tespit etmiş, bu sorunların çözülmesi için çaba sarf etmiştir. Devrinin eleştiri anlayışının yanlış olduğunu, eserleri proleter (işçi/emekçi sınıfı) dün-ya görüşü çerçevesinde değil, “edebiyat” çerçevesi

içinde değerlendirmek gerektiğini anlatmaya çalış-mıştır. Edebî eleştiride ise eleştirmenin geniş bir bilgi birikimine sahip olması, eleştirinin objektif ve kaliteli olması gerektiğini dile getirmiştir. Mes-lektaşlarının edebiyata üstünkörü yaklaştığından, edebiyatı hafife aldıklarından şikâyetçidir.

Kırgızistan devlet matbaası redaktörlüğü görevi sırasında Kırgız halkının asırların derinliklerinden günümüze taşıdığı efsane ve destanların yayınlan-ması işlerini yürütmüş, bazı şairlerin edebî içerikten yoksun, sadece propaganda amaçlı şiirlerinin yeri-ne halkın bu sözlü edebiyat ürünlerini okumasının daha yararlı olacağını belirtmiştir. Aynı zamanda Kırgız atasözlerinin derlenmesi işini de ele almış, atasözlerinin bir halkın mirası olduğunu, atasöz-lerini tanımayan, bilmeyen halkın kendi benliğini unutacağını ifade etmiştir. Bu noktada o, geçmişle bağlarını koparmaksızın geleceğe uzanmak gerek-tiğini düşünen aydın bir yazardır.

Elebayev neredeyse bütün yazarlığı boyunca yerli tip ve konuları yazarlık hayal gücüyle birleş-tirip hikâyeleştirmiş; ilk hikâyelerini Kazak, Rus ve Batı edebiyatının tesiri altında Kızıl Kırgızistan gazetesi muhabirliği yaptığı sıralarda kaleme al-

HALİT AŞLAR

54ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 55: kuliye53

mıştır. Hemen bütün hikâyelerinde gerçek hayattan kesitler, yerli konu ve tipler yer alır. Hemen bütün eserlerinde yazarın ya kendisini ya da onun hayata dair düşüncelerini temsil eden kahramanlar bulu-nur. Yazarın bazı hikâyeleri ise okura hayata dair bilgiler veren didaktik bir hüviyete sahiptir. Bu bağlamda Elebayev didaktik, okurlarına doğruyu ve gerçeği göstermeye çalışan bir yazardır.

Çocukluğu ve ilk gençlik yılları zorluklar ve sıkıntılarla geçen yazar, edebiyata gönülden bağlı-dır. Elebayev hayattaki en büyük arzusunun eğitim görmek ve iyi bir edebiyat adamı olmak olduğunu her fırsatta belirtmektedir. Yazar yaşam mücadelesi verdiği yıllarda bile okumak, yazar/şair olmak ar-zusunu hiç yitirmemiş ve hep bunun mücadelesini vermiştir. Elebayev iyi bir yazar olmak olabilmek için yazarın sürekli kendini geliştirmesi ve daha önce yazdığı eserleri ileride eleştirebilmesinin ge-rektiğini belirtir. Gerçek anlamda iyi bir yazar ola-bilmek için yazarın önündeki engelleri birer birer kaldırması, lafa, söze, dedikoduya aldırmaması ge-rektiğini söyler. Etrafında olup biten olumsuzluk-lara karşı mücadele etmesini, bir kenara çekilme-mesini belirtir. Aynı zamanda yazarın/şairin sadece edebiyatla değil, diğer bilim dallarıyla da haşır ne-şir olması gerektiğini söyler.

O, henüz şekillenmekte olan çağdaş Kırgız edebiyatına sadece edebî eserleriyle değil, aynı za-manda eleştirmenliği ile de hem renk katmış hem de gelişmesini sağlamıştır. 1930 ve 40’lı yıllarda Elebayev’in eleştirisi her ne kadar kendisine ve özel hayatına zarar getirmişse de onun değeri ede-biyat tarihinde her zaman var olacaktır. Daha açık bir ifadeyle, dönemin edebî eleştirisini kaldırama-yan aydın yazar kitlesi ve aynı şekilde Kırgızis-tan Yazarlar Birliği Başkanı Aalı Tokombayev ve çevresi Mukay Elebayev’e rahat vermemişlerdir. Aynı şekilde, 1940 yılında kaleme aldığı ve Kır-gız Edebiyatında Sovyet rejimini eleştiren ilk eser olma özelliği olan Tartış piyesi de yazar hayattay-ken yayınlanmamıştır. Yani, Sovyet rejimini eleşti-ren ilk edebî eser yukarıda belirttiğimiz çevrelerce cezalandırılmıştır. Elebayev gerçekleri çekinmeden söyleyebilen, bu yüzden de sıkıntılar çeken ve çağ-daş Kırgız edebiyatında birçok ilke imza atmış, ce-sur bir kalem erbabıdır.

Mukay Elebayev Kırgız sözlü edebiyatı ve folk-loruyla ilgili de önemli çalışmalar gerçekleştirmiş-

tir. Kırgızmambas›ta (Günümüzdeki Kırgızistan matbaası)nda edebiyat redaktörlüğü yöneticisi ola-rak çalıştığı sürede, Kırgız efsanelerini, ünlü halk şairi Toktogul›un eserlerini kitap olarak bastırmış-tır.

Yazar öğrencilik yıllarında Tatar, Özbek ve Kazak Türkçesinde çıkan eserleri okumuş, Rus-çayı iyice öğrendikten sonra ise dünya klasiklerini Rusça üzerinden okumaya başlamıştır. Elebayev özellikle küçük hikâye alanında başarı göstermiş usta bir kalemdir. Kaleme aldığı hikâyeler devrin süreli yayınlarında yayımlanmıştır. Daha sonra ise 1938 yılında Kızın Kezen (Zor Zamanlar) başlı-ğıyla birçok hikâyesi kitap hâlinde yayınlanmıştır. Realist roman ve hikâye anlayışına bağlı olarak Elebayev bize ferdî ya da sosyal hayattan alınmış bir olayı veya bu hayata ait bir kesiti sunar. Yazar hikâyelerinde dönemin yaşantısına eğilmiş; gör-düklerini, başından geçenleri ve tanık olduğu bir-takım olayları hikâyelerine konu etmiştir. Yazarın hikâyeleri 1916-1943 yılları arasındaki Kırgız sos-yal yaşantısını aksettirir.

Mukay Elebayev’in ilk hikâyesi Yeni Medeni-yet Yolunda adlı dergide yayınlanan “Yürek Ağza Gelince” adlı hikâyesidir. Hikâyede, rüyada görü-len bir kâbus anlatılmaktadır. 1930-33 yılları ara-sında Kızıl Kırgızistan gazetesinde “Kitap Ararken, Karşılaşma, Pamukçular Pazarında ve Uşak Arteli” adlı hikâyeleri yayınlanır.

Yazarın “Pamukçular Pazarında” adlı hikâyesinde ülkenin güneyindeki halkın yaşantı-sı anlatılır. “Karşılaşma” adlı hikâyesinde iki eski dostun tesadüfen karşılaşıp geçmiş günlerini yâd etmeleri hikâye edilmektedir. Hikâyede diyalog-lar aracılığıyla yazarın hayata ve eski günlerine dair düşüncelerine rastlanır. “Kitap Ararken” adlı hikâyesinde okumayı çok seven hikâye kahrama-nının Rus ve Dünya edebiyatına ait eserleri bulmak için Leningrad, Moskova ve Taşkent gibi şehirle-re gidişi anlatılır. “Uşak Arteli” adlı hikâyesinde Sovyet hükümetinin yeni yeni hüküm sürmeye başladığı 1920’li yıllarda Tolubay ve Baymurat gibi zengin kimselerin mallarını kaybetme korkusu işlenmektedir. Yazar bu hikâyesinde kahramanla-rının psikolojik derinliklerine de inebilme başarısı gösterir. “Son Bir Gün” hikâyesinde olay II. Dünya Savaşı döneminde cephe gerisinde, Kırgızistan’ın Narın bölgesinde geçmektedir. Kocası savaşta ölen

55ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 56: kuliye53

Saykal ve parti görevlisi olarak bildiri dağıtmak amacıyla diyar diyar dolaşan Kencegul arasındaki henüz filizlenmekte olan aşk konu edilir. Hikâye sosyal içeriğinin yanında bu yanıyla da bir aşk hikâyesi hüviyetine sahiptir. “Uzaktaki Dağdan” adlı hikâyesinde II. Dünya Savaşı sırasında cep-hedeki askerlere erzak temini anlatılır. Halk varını yoğunu askerlere gönderme kararı alır. “Baysal” adlı hikâyede Baysal adlı gencin akrabalarının ya-nında kalışı, yengesiyle sürekli kavga edişi, civar köylerde uşaklık yaparak yaşam mücadelesi veren dostları konu edilmektedir. “Yolda” adlı hikâyesi başlığından anlaşıldığı üzere bir tren yolculuğu konu edilir. Hikâye kahramanı bu yolculuk esna-sında başına gelenleri, gördüklerini anlatır. Mukay Elebayev’in hikâyeciliğinde zirveye ulaştığı hikâye ise “Fırtınalı Gün” adlı hikâyedir. Hikâye yazarın sonunda belirttiği “gerçi bunda şaşırılacak bir şey yok, bu o günlerde geçirdiğim günlerden sadece biri” şeklinde olmasına karşın yazar bu hikâyesinde o dönemin Kırgız sosyal yaşantısını usta bir yazar titizliğiyle gözler önüne sermektedir. “Zor Zaman-lar” adlı hikâyesi uzun hikâye olarak değerlendiril-mektedir. 1916 ayaklanmasında Çin’e göç eden bir süre sonra da memleketine geri dönen Kabıl adlı Kırgız gencin bir Rus’un yanında uşaklık edişi ve başına gelenler konu edilmektedir. Hikâye 1920’li yıllarda Kırgız Türklerinin Isık Göl civarındaki ya-şayışını anlatması bakımından değerlendirilebilir. “Zarlık” hikâyesinde okuma ateşiyle yanıp tutuşan Zarlık adlı gencin bu amacına ulaşma gayretleri an-latılmaktadır.

Mukay Elebayev›in hikâyelerinde konu, çoğun-lukla yazarın bizzat yaşadığı, tanık olduğu olay-lardır. Hemen bütün eserlerinde yazarın kendisini bulabiliriz. Örneğin, “Fırtınalı Gün” hikâyesindeki genç adam, “Son Bir Gün”de Kencegul, “Zor Za-manlar” adlı uzun hikâyesinde Kabıl, “Zarlık” adlı hikâyesinde Zarlık adlı kahramanlar yazarın ken-disidir. “Ömrümde gördüğümün dışında başka bir şey yazmadım.” diyen yazar, XX. yüzyılın ilk çey-reğinde Kırgız toplumunda meydana gelen geliş-meleri kendi penceresinden aktarır okura. Örneğin, yazarın 1936 yılında kaleme aldığı Uzak Yol adlı romanında 1916 yılındaki Kırgız Türklerinin Rus Çarına karşı ayaklanması ve ardından Kırgızların Çin’e göç edişi, yazarın kendisi ve yakın çevresi anlatılarak aktarılır. Hikâyelerindeki mekân ise ya-

zarın çoğunlukla bizzat bulunduğu Türkistan coğ-rafyasına ait yerlerdir.

Mukay Elebayev gibi çağdaş Kırgız edebiyatı-nın önemli yazar ve şairlerini Türk okuruna tanıt-mak gerekmektedir. Sadece tanıtmakla yetinmeyip onlar üzerinde ilmî çalışmalar da yapılmalıdır. Bu çalışma, bir yüksek lisans tezi olmasının yanında yukarıda sözü edilen amaçlara da cevap vermesi düşünülerek hazırlanmıştır.■

BİBLİYOGRAFYA1. Omor Sooronov. Mukay. Bişkek:1998.2. Kırgız Sovyet Adabiyatının Tarıhı. Frunze:İlim Basması, 1987.3. Salican Cigitov. Irlar Cana Cıldar. Frunze:Kırgızstan Basması, 1972.4. Salican Cigitov. Keçeekinin Sabaktarı, Bügünkünün Talaptarı. Frunze:Adabiyat, 1991.5. Kaçkınbay Artıkbayev. XX.Kılımdagı Kırgız Adabiyatının Tarıhı. Biş-kek:2004.6. Mukay Elebayev. Carıyalanbagan Çıgarmalar. Frunze:Adabiyat, 1990.7. Kırgız Adabiyatının Tarıhı 6 (XX. Kılımdın Adabiyatı, 20-60.Cıldar). Bişkek:2002.8. Oçerki İstorii Kirgizskoy Sovyetskoy Literaturı, Akademiya Nauk Kir-gizskoy SSR İnstitut Yazıka i Literaturı, Frunze: İzdatel’stvo Kirgizskoy SSR, 1961.9. Mukaş Tülebagılov. Kırgız Adabiyatındagı Tarıhıy Cana Ömür Bayan Romandarı. Frunze:İlim Basması, 1978.10. Kırgız Adabiyatının Tarıhınan. Kırgız Respublikasının İlimder Uluttuk Akademiyası (Makalalar Cıynagı), Bişkek:1999.11. B. Malenov. Mukay Elebayevdin Çıgarmaçılıgı. Frunze:1959.12. S. Baygaziev. Cazuuçunun Çıgarmaçılık İndividualduulugun Mektepte Üyrönüü Mukay cana Cusup. Bişkek: Mektep, 199313. Mehmet Kaplan. Hikaye Tahlilleri. İstanbul:Dergah Yay. 1998.14. Şerif Aktaş. Edebiyatta Üslûp ve Problemleri. Ankara: Akçağ, 1998.15. Şerif Aktaş. Refik Halit Karay. Ankara:Akçağ, 2004.16. Berna Moran. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış (I, II, III) İstanbul:İletişim, 2002.17. Berna Moran. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul:İletişim, 1999.18. Mehmet Tekin. Roman Sanatı I. İstanbul: Ötüken, 2002.19. Bilge Ercilasun. Orhan Veli Kanık (Hayatı, Sanatı, Eserlerinden Seç-meler). İstanbul: MEB, 2004.20. Ömer Faruk Huyugüzel. Halit Ziya Uşaklıgil. Ankara:Akçağ, 2004.21. Hüseyin Tuncer. Tarık Buğra’nın Hikâyeleri Üzerinde Bir İnceleme. İstanbul:MEB, 1992.22. Prof. Dr. Durali Yılmaz. Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu. İstanbul:Ozan, 2002.23. Gennadiy N. Pospelov. Edebiyat Bilimi. (Çev.Yılmaz Onay). İstanbul:Evrensel, 1995.24. Emin Özdemir. Eleştirel Okuma. Ankara:Bilgi Yayınevi, 2002.25. Terry Eagleton. Edebiyat Kuramı, Giriş. (İng.çev: Tuncay Birkan). İstanbul:Ayrıntı, 2002.26. Satkın Sasıkbayev..Ala-Too Menen Koştoşuu. Bişkek Şamı, 1 Kasım 1991.27. K. Beyşembayev. Eldin Süyüktüü Cazuuçusu. Isık-Köl Pravdası.28. Tukey Kekilikov. Mukay. Kırgızstan Madaniyatı, 1 Ocak 1987.29. Köpbay Kümüşaliyev. Nuskaluu Cazuuçu. Kırgızstan Madaniyatı, 28 Haziran 1973.30. Satkın Sasıkbayev. Partalaş kurbum Mukay. Ala-Too, 1985, no.10-12.31. Sovyetbek Baygaziyev. Emi Men Şorduu Calgız. Kırgız Madaniyatı, no.4, 24 Ekim 1991.32. Ziyaş Bektenov. Zamandaşım. Ala-Too, 1975. no.4.33. Kirgizsko-Russkiy Slovar.34. Rusça-Türkçe Sözlük.

56ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 57: kuliye53

* çev. İbrahim Türkhan

Ben kendimi ev dışından dinlesem,Öksürüğün kuru sesi duyulur…Sona ermiş hayatımı görürsem, Üzülürüm, gönlüm o an kırılır…

Ben kendime bakınca bir sokaktan, Sanki yürür, halsiz zayıf siluet…Güçlü yiğit, olmuş şimdi yarım can,Dermansız bir derde dönmüş, içte dert.

Ben kendime göz atınca uykuda,Yatar sanki bir ölü can, kanı yok.Kalp gücünü damarından sayınca,Yorgun atar, hali zordur hem de çok…

Ben kendime öldüğümde bir baksamBoylu poslu er yatıyor, gülerek. Bu gerçek ki, kaderinde vardır tam,Yazgısına minnet duyar giderek…

Bilen bilir, bilmeyene ne çareTaş kalpli gün, derdi kime az vermiş?Eli açık, gönlü geniş biçareGüç yaşamış, tekrar tekrar yeşermiş..

Ben kendime yüzyıl sonra bakınca Taa uzaktan, toz kaldıran yel vururÖlmezliğin buyruğundan kaçıncaEr yürekli nice diri can durur…

BEN KENDİMİ

ALIKUL OSMONOV

57ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 58: kuliye53

Atalardan miras kalan ömür gibi,Bir avuç toprak,Bir avuç toprak,Kara toprak.Bu kadar yüzyıl,Bu kadar zaman bildirmedenKucağında bize dikkatlice bakarlar!

Hayattayken gönderdikleri bir selam gibi.Bir avuç toprak,Bir avuç toprak,Kara toprak.Bu dünyaya direk olarak kalamadanGittiğimiz gün seni üzerimize atarlar.

Sen ki hanın, sen ki kulun ardındaki mirassın,Birkaç kelimelik cümle gibi her zaman;Dünyadaki zenginliklerden geri kalmazsın,Bir avuç toprak,Bir avuç toprak,Kara toprak...

BİR AVUÇ TOPRAK

ANATAY ÖMÜRKANOV

* çev. İbrahim Türkhan

58ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 59: kuliye53

ÇINARA SASIKULOVA*

*Ardahan Üniversitesi Öğretim Görevlisi

Kırgız öyküsü Türkiye öyküsüne göre daha da genç sayılır. Batı tarzındaki ilk Kırgız

öyküleri 1920’lerde kendisini tanıtmaya başlar. İlk öyküler gazete ve dergilerde yayımlanır. Kalitesi tam bir öyküye uymayan bu örnekler, doğal olarak daha çok gazete makalelerine yakındı. Konu olarak da bunlarda “Yeni Çağ’ın getirdiği yenilikleri işlen-mektedir.. Mesela, fakir ve sefillerin eğitime kavuş-ması, kızların özgürlüğü, sömüren tabakanın hak ettiği cezayı alması gibi konular. Bazen feletona benzemeyen eserler de yayınlanır. Örneğin, “Kızıl Kaarmandar Sabında” (Kızıl Kahramanlar faaliyet-te) isimli feletonda’n kzıl orduya çağırılan gencin gördüğü eğitim. “Acar,Acar” öyküsünde mutlu ol-mak için mücadele veren kızın mahkeme yoluyla aşkını koruyarak mesut olması anlatılır. Bunun gibi eserler ne feletona, ne gazete haberlerine, ne de öyküye benzer. Fakat her şeye rağmen bu yazılan фельетондор öyküye geçişte önemli bir görev taşır.

Zamanın yazarları Aalı Tokombayev, Sıdık Ka-raçev, Kasımalı Bayalinov, R.Şükürbekov, Uzak-bay Abdukaimov vs. hepsi sömürülen tabakanın temsilcileriydi.

1924 yılında yayımlanmaya başlayan Erkin

– Too (Özgür Dağ) gazetesi, Canı Madaniyat Co-lunda (Yeni Medeniyet Yolunda) dergisinde, Kızıl Kırgızistan gazetesinde Sıdık Karaçev’in “Erik Tanında” (Azatlık Tanında), “Üylönüüdön Kaçtı” (Evlenmekten Kaçtı), “Süygönünö Koşula Albadı”, “Eriksiz Kündördö” (Esir Günlerde), “Süygönünö Koşula Almadı” (Sevdiğine Kavuşamadı), “Kükük ile Zeynep” öyküleri yayımlanmıştı. Yazar, 1937 yı-lında Stalin’in kurşuna dizdikleri listesinde yer alır. Onun için yazarın fazla eseri yoktur.

“Erik Tanında” öyküsünün başkişisi Akmat, memleketi olan Isıkköl’ün bir köyündeki olayı an-latır. Olay Sovyetlerin ilk yıllarındaki iç savaş za-manında geçer. Köydeki Meder isimli bir ağanın ikinci eşi (Kırgızca tokol) vefat eder ve o köyde-ki Esenbay’ın 13 yaşındaki bir kızıyla evlenmeye kalkışır. Akmat ise ilk komünistlerden olduğu için buna şiddetle karşı çıkar ve Meder ile Esenbay’ı tutuklatır. Akmat’ın annesi eski düşünceli olduğun-dan akrabaları Esenbay’ı tutuklattığı için oğluna kızar. Ama öykünün sonunda Akmat’ın annesi dü-şüncelerini tamamen değiştiren, yenice düşünen bir kahraman olarak karşımıza çıkar. annenin düşünce-lerini nasıl değiştirdiğini yazar bize açıklamaması tabii ki öykünün eksiği… Kurgu, kişilerin karak-terlerini açıklamada yazar tecrübesiz olduğu için

59ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 60: kuliye53

başarısız, ama bu sadece Sıdık Karaçev’e özgü bir durum da değildir. O zamanın yazarlarının çoğunda bu tür başarısızlıklar vardır. (Artıkbayev K. Kırgız Sovet Adabiyatının Tarıhı. F.1982. s. 37.)

Yazarın ikinci öyküsü “Eriksiz Kündördö” ise başkişi Cıpar, köyün saygıdeğer hacısı olan Kendirbay’ın kızına ait. Kendirbay kızı Cıpar’ı Mamırbay Ağaya dördüncü eş olarak vermek ister. Cıpar ise okuma yazma bilen, eski düşünceli değil, yenice yaşamayı seven bir kızdır. Üstelik Cıpar’ın sevgilisi de var. Çaresizlikten dolayı Cıpar, sevgilisi Cunuş ile kaçmaya karar verirler. Ama anlaştıkla-rı saatte, anlaştıkları yere Cunuş gelmez. Cıpar da Mamırbay’ın eşi olmaktansa ölmem daha da iyi der ve uçurumdan kendini atar. Cunuş’un neden gelme-diği yazar tarafından okuyucuya açıklanmaz. Bu da eserin başkişisi olan Cıpar’ın karakterini açıklama-da eksikliklere neden olur.

20. asrın ikinci yarısında Kırgız edebiyatın-da yeni öyküler yazılmaya başlanır. Örneğin, K.Bayalinov’un “Tülkü Menen Suur” (Tilki ve Mar-mot), “Çabalekey Cana Cılan” (Kırlangıç ve Yılan), “Cetimdin Ölümü” (Yetimin Ölümü) gibi öyküleri yayımlanır. Bu öykülerin “... her hangi masalların, efsanelerin, bulmacalı hayvan masalların mayasıyla yazıldığı şüphesiz” (Kebekova B. Kırgız Sovet An-geme Janrının Ösüş coldoru. F.,1967. S.17-б.). Halk edebiyatının materyallerini kullanmaları doğaldır. Bu süreç Türkiye öyküsüne de özgüdür. Örneğin Ahmet Mithat Efendi’nin öyküleri… Halk edebiya-tının bu motifleri zamanın talebine göre kullanılır. Mesela, yılan ve tilki gibi hayvanlar sömürenler ise, kırlangıç ve marmot gibi hayvanlar sömürülen ta-bakayı çağrıştıran alegorik kahramanlardır. Tabii ki bu çatışmada zafer marmot ve kırlangıcın olur. Halk edebiyatındaki masalların esas görevi; sömüren ve sömürülen mücadelesini anlatmaktır.

Aalı Tokombayev Kırgız Sovyet edebiyatında çok önemli yazar ve şairdi. Ama zaman değişince yazarın ancak esas edebiyat olarak algılanan eserle-ri değerini koruyabildi. İdeoloji için yazılan eserleri ise sadece tarih olarak kaldı.

A.Tokombayev’in “Ötköndögü Mun” öyküsün-de Sovyet iktidarından önceki hocalardan öğretim görmüş gençlerin yaşamı anlatılır. Okuma yazma-yı öğrenmeye hevesli olan Sadık isminde genç ve onun hocasının olumsuz davranışları anlatılır bu öyküde. Sadık’ın hocasını anlatırken yazar doğayı da siyah boyayla anlatır. Bu yöntem de halk edebi-yatının etkisidir. Sovyet edebiyatında kahramanlar olumlu ve olumsuz olarak ayrılırdı. Bizim hoca da

olumsuz kahramandır. Dolayısıyla hocanın portresi çirkin olarak çizilmiştir. “...gözleri domuzunki gibi, yanakları çökük, burnu iri, sakalı keçininki gibi, tip-siz bir yaratık”. (Ötköndögü Mun. 1931, 14 Kasım).

Söz konusu tarihlerde yeni sistemi övmek Kır-gız edebiyatındaki eserlerin önemli ve esas konula-rıdır. Bu konuyu ele almış yazarların kullandıkları yöntemler genelde birbirlerine benzer. Öyküleri de çizelgeleri de böyle olur. Öyküdeki başkişi eski za-manda sömürülür, hakkını arayamaz ama yeni za-man gelince sömürülen hakkını arar, eğitim alma olanağına sahip olur. Eskiden eğer öykünün başki-şisi bayansa babası onu ağaya ikinci eş olarak verir, yeni sistemde ise kız istediği ve sevdiği kişi ile ev-lenir. Tabii evlendiği genç de yenice düşünen nesil-den olur. Бул жазуучулардын ичинен К.Баялинов бираз айырмаланат.

Kubanıçbek Malikov’un “Caş Calın” (Yeni Kı-vılcım) öyküsünde Kırgız yazarlarından ilk olarak Kırgız işçilerinin karakterini işlemekle Kırgız ede-biyatında yeni konuyu ele alır. Öykünün başkişisi Sultan, çocuk esirgeme yurdunda büyür. Oradan mezun olunca işçi olarak fabrikada çalışmaya baş-lar. Aynı zamanda da komünist okullarında gece öğ-retiminde eğitim alır.

M. Abdukarimiv’un “Caşagım Kelet” (Yaşa-mak İsterim) öyküsünde birkaç olay anlatılır. Ama bu olayların birbirleri arasında bağlantı yok gibi. Olayların gelişmesi muhtevadan, öykünün talebin-den dolayı değil, yazarın kalıp düşünceleri ile izlek oluşturur. (Kebekova B. S.32). Öyküdeki kişiler ha-reketli değildirler, fazla konuşurlar. Yine öykünün başkişisin neden değiştiği tam olarak anlatılma-mıştır. Bizim düşüncemize göre bu noksan yazarın yeteneksiz olduğundan değil, o zamanlar öykünün Kırgız edebiyatında yeni olduğundan, halk edebi-yatına özgü anlatım tarzından tam kurtulamadığın-dandır.

K. Malikov’un “Ayluu Tündö” (Mehtaplı Gece-de), “Caş Calın” (Yeni Kıvılcım), “Açılgan Ayıp” (Belli Olmuş Kusur), “Kamış Kulak”, “Kızıl Alay”, “Sarala Kozu” isimli öykülerde köydeki değişmeler ve yenilikler anlatılır. Bu öyküler içerisinde “Sarala Kozu” öyküsü belirttiğimiz başarısızlıkları yenmiş ve Batı anlayışındaki öykü türüne layık seviyede yazılmıştır. Öyküde Kırgız köylerinde kolhozlaşma sürecinin gerçekleşmesi anlatılır. Kırgızlar için ya-bancı olmayan koyun beslemenin Sovyet kolhozun-da nasıl fark edildiği ve bunun yeniliği ele alınır.

Mukay Elebayev’in “Boroonduu Künü” (Buh-ranlı Günde) öyküsü başkişinin bir gününü anlatır.

60ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 61: kuliye53

Bu öykünün diğerlerinden farkı; Sovyetlerden ön-ceki dönemi eleştirmemesidir. Sadece kışın bir gün yolda giderken fırtınalı bir akşam yoldaki bir çadır evinde geçirdiği geceyi anlatır. O çadır evinde yaş-lı bir nine vardır. Çadır evi de çok eskidir. Öyküde olay yok. Sadece durum anlatılır. Bu durumda Rus edebiyatçısı Yuriy Kuranov’un “öykü yaşamın bir durumunu, özel bir olayını özelleştirir ve ona bü-yük bir önem verir” (Куранов Ю. Бессюжетных рассказов нет.//Вопросы литературы, 1969. №7. С.71. ) deyişi aklımıza gelir.

1920-1930 yılları arası yayımlanmış öykülerin konuları hemen hemen aynıydı. Eski sistemde sö-mürülen tabaka iktidarın değişimiyle hak ve hukuk-larına ulaşır, sömürenler ise hak ettikleri cezalarını alırlar. Öykülerin kurgusu ise halk edebiyatının et-kisinden tam kurtulamamıştı. 1930’un ikinci yarı-sında ise öykü yeni aşamalara varır. Konu açısından ise daha çok emeği öven eserler yazılır.

Cusup Turusbekov’un “Bir Olmuş İş” öyküsü de kolhozlaşma konusunu ele alır. Çatışma kolho-zun reisi Çoro ile at çiftliğinin başkanı Kerimkul arasında geçer. Çoro, Kerimkul’un kızı ile evlen-mek ister. Ancak bunu Kerimkul istemez. Çünkü Kerimkul yeni sisteme göre düşünen bir kimsedir, dolayısıyla kızının da kendisinin karar vermesini söyler. (Турусбеков Ж. Бир болгон иш.//Советтик адабият жана искусство. 1940. №2.). Buna karşı kin besleyen Çoro iftira ederek Kerimkul’u hapse attırır. Hapiste Kerimkul, Çoro’nun arkadaşı ile ta-nışır ve bu komplonun nasıl kurulduğunu öğrenir. Öykünün akışında Kerimkul’un suçsuz olduğu or-taya çıkar. Olaylar öykünün başkişisi Tolgonay’ın etrafında gelişir. Bu olayların hepsi Tolgonay’ın ki-şiliğini açıklamada görev taşır. Eserin kurgusu da-ğınık değildir. Amaçsız kullanılan anlatılar da yer almaz.

Kırgız edebiyatında fantastik tür de bu dönem ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bunu da Kuseyin Esenkocoyev’in “Sayakatçı Bala”, “Üçünçü Şar”, “Rodinanın Uulu” (Vatanın Oğlu) gibi eserleri is-patlar. Maalesef yazarın genç yaşta vefatından son-ra bu konuyu ele alan kimse olmadı. Eğer yazar hayatta olsaydı romantikalı fantastik türü gelişirdi fikrindeyiz. Kırgız edebiyatında bir Jules Verne çı-kabilirdi.

1940’lı yıllarda tüm Sovyet edebiyatının ortak konusunu Almanya ve Sovyetler Birliği arasındaki savaş oluşturuyordu. O yıllardaki eserlerde sadece cephedeki savaş değil, savaştakilere destek için ça-lışan köylülerin hayatı da anlatılır; halkın vatanse-

verlik, fedakârlık duyguları güçlendirilmek istenir-di. Bu konuda eser vermek yazarlar için pek kolay da olmadı: “Öykü kahramanlık aşılayan tarzda ya-zıldığından dolayı, öykünün dilinde halk edebiya-tına özgü geleneksel benzetmelere, paralelizmlere, atasözlerine çok rastlarız.” (Kebekova.s.77).

T. Sıdıkbekov’un “Paydaga Çeçilgen Çatak” öy-küsü de karakterlerin, diyaloglar aracılığıyla açık-lanmasından dolayı söz konusu dönem için yeni sayılır. Eserdeki kişilerin karakterleri yazarın an-latmasıyla değil, olaylar örgüsü esnasında kişilerin davranışları, konuşmaları aracılığıyla verilmiştir.

T. Sıdıkbekov’un bu öyküsünü yazarken Rus yazarı N. Gogol’un “İvan İvanoviç, İvan Nikifo-roviç ile nasıl tartıştığı hakkında hikâye”sinden etkilendiğini K. Asanaliyev “Orus klassikalık cana sovet adabiyatının kırgız adabiyatındagı traditsiya-larının kee bir maseleleri” adlı makalesinde yazar. (K.Asanaliyev //Sovettik Kırgızistan. 1954, № 8).

“Muzdakta” (Soğukta) eseri savaş yılları ka-dınların cephedeki askerler için nasıl çalıştıklarını konu eder. Eserin vakası çok basittir. Kolhozun at-larını besleyen iki kadının hikâyesidir. Bu kadınla-rın karakterleri aracılığı ile yazar zamana özgü öz-lem, hasret gibi kavramları açıklar.

“Sagınbadımbı” (Özledim) öyküsünün baş-kişisi, babasını özleyen çocuk. Aynı konu “Kü-tüü” (Beklemek) öyküsünde devam eder. Küçük Cetkin babasının savaştan dönmesini beklerken suya düşer. Babası Mambet de bu olayın üstün-den çıkar. Çocuğunun ölümle mücadelesini gö-ren Mambet, savaştaki mücadeleyi hatırlar ve savaşın cephede ne kadar bir felaket ise burada da aynı derecede felaket olduğunun farkına varır. (Sıdıkbekov T.n156-б.).

K. Bayalinov’un “Al Emi Cetim Emes” (O Artık Öksüz Değil) öyküsü savaş yıllarında an-nesini, babasını kaybeden küçük Lyalya Osipova Leningrad’dan Kırgızistan’a gelir. Isık Göl’ün Saruu köyünde Amantur ve Maani adındaki anne ve babasını bulur. K. Bayalinov’un bu eserine bir tür belgesel diyebiliriz. Çünkü eserdeki kişilerin isimleri, adresleri gerçek ve doğru verilmiştir.

Bu dönem yazılan eserlerin eksik yanı da, vaka çoğu zaman derinden anlatılmaz. Düşmanlar eser-lerde zayıf, olumsuz, korkak olarak verilir. Böylece yazar gerçekçi tasvirden uzak kalır. Ama Kırgız öy-küsünün bu ilk dönemi kendinden sonra gelen ba-şarılı ve kaliteli yazarlara zemin hazırlar. Dünyaca ünlü yazarımız Cengiz Aytmatov bu zeminin üzeri-ne kendi eserlerini kurmuştur.■

61ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 62: kuliye53

Beli iyice bükülen ihtiyar kadının tek derdi etrafına yayılan kokuydu. O koku kendin-den kaynaklanıyordu. Burnuna artık tanıdık gelen o koku kendisini rahatsız etmiyordu

ancak eve girer girmez oğlu, gelini ve torunlarını fazlasıyla rahatsız ediyordu. Onlar ne zaman eve gelseler, ihtiyar kadına iğrenerek bakarlar ve hemen pencereleri, balkon kapısını açmaya koşarlardı. İlk zamanlar nahoş bir kokunun ortalığa hâkim olduğunu kimse açık açık dillendir-miyordu ama son günlerde eve girer girmez burunlarını tutarak “ööf, öf!” demeye başlamış-lardı. Başkaları neyse de, kendi canından yaratılan oğlu Meder’in “anne, pencereleri açıp öyle otursan daha iyi olmaz mı!” diye söze ilk olarak başlaması yok muydu? Biçare ihtiyar kadın son günlerde buna benzer sözleri sık sık duyduğu için utanmaya başladı ve elinden gelse bir köşeye saklanıp oradan çıkmamayı diler oldu. Meder’in annesine yaptığı muameleden cesaret aldığı için midir, bilinmez; ‘saygıda kusur etmez.’ dedikleri gelin de son günlerde kaynanasına dil uzatmaya, lafla da olsa itip kakmaya başladı. “Gel büyük anne, buraya otur.” diyen torun-ları bile artık “Büyük anne, sen çok kokuyorsun.” diyerek yanından kaçıyorlardı. Daha önce çocuklarının buna benzer yakışıksız yaramazlıklarını engelleyen Meder, şimdilerde tamamen sessizliğe büründü. Hatta çocuklarının “Büyük anne öyle oturma, böyle otur.” şeklindeki ko-nuşmalarını duymasına rağmen ses çıkarmamaya bile başladı.

Evleri iki odalıydı. Birinde Üpöl nine yalnız başına yatıyordu. Eskide üç torunu ile birlik-te bu odada uyurlardı. Onlar büyük annelerini çekişirler, paylaşamazlar; en sonunda sırasıyla onun koynuna yatmaya razı olurlar ve bunu çok severlerdi. İhtiyar kadın da torunlarını o gün-lerde “Oy benim kokarcalarım!” diyerek severdi. Şimdi ise “Büyük annem kokuyor.” sözünü torunları da babaları Meder ile anneleri Canara’nın izinden giderek söylemekten çekinmemeye başladılar. En büyük torunu “Büyük annemin yattığı odada yatmayacağım.” der demez, son-rakiler de “Biz de senin yattığın odada yatmak istiyoruz.” derler, inatlaşırlardı. Anne baba ise sonunda çocukların sözüne gelirler ve büyük odada hep birlikte uyumaya razı olurlardı.

KokuOLCOBAY ŞAKİR

çev. İBRAHİM TÜRKHAN

62ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 63: kuliye53

Zavallı ihtiyar Üpöl’ün hayattaki tek dayana-ğı, bir oğlu ile bir kızıydı. Daha gençliğinin en ateşli yıllarında, bir yastığa baş koydukları koca-sı İkinci Dünya Savaşı’na gitmiş ve geri dönme-mişti. Taze gelinlik çağında dul kalsa da, ömür çok hızlı bir şekilde geçip gitmişti. Çevredeki-lerin ısrarına rağmen yeniden kocaya varmadı. “Oğlumla kızım üvey baba azabını çekmesinler.” diyerek, evlenmek için kapısına dayanan nice er-keğin ümidini kökünden kestiği günler, dün gibi aklında. “İkisinin yüzünü de yere baktırmam.” diyerek, çocuklarını kaslarına et, bacaklarına güç dolmamış çağlarında babasız olarak büyütmüş-tü. Oğlu ve kızı için gecesini gündüzüne katıp; durup dinlenmeden çalışarak en sonunda kolhoz sağıcılarının en birincisi olmuş ve onların baş-kanlığını yapmaya başlamıştı. Çocuklarına bir gün bile ‘yetim’ dedirtmedi. Hele eline ne ge-çerse, yemeyip içmeyip iki çocuğuna bölüştürüp vermesine ne demeli! Onca güzel yıllardan sonra sabahtan akşama kadar bu şekilde evde hapsolur-casına oturarak, çocuklarının küçüklük günlerini hatırlamak tek meşgalesi oldu. Bazen gözyaşların hâkim olamadığı ve kendini tutamayarak hün-gür hüngür ağladığı da oluyordu. Oğlu Meder ile kızı Zeynep’in bir kundağa sarılığı hâllerini düşündükçe yüreğinin bir köşesinin acıdığını da hisseder, “Çocukların karşında oturmasına rağ-men, onların küçüklüklerini özlemek ne kadar da zormuş meğer.” derdi kendi kendine. Her gün farklı bir zorluğa duçar olduğu bu ihtiyarlık gün-lerinde, oğlu ve gelini ile torunlarının ikide bir pencere ve kapıları açarak evi havalandırmalarını gördükçe kaderine kızdığı da oluyordu. “Bu koku da neyin nesi?” diye kendisine sorduğu soruya verecek cevap bulmaktan zorlanıyordu. Her hafta cuma günleri kızı Zeynep gelerek, banyo yaptırıp saçını taradıktan sonra giysilerini değiştirdiğinin hemen ertesi günü torunları “Büyük anne, senden koku geliyor!’ demeye başlıyorlardı. Her seferin-de koku hakkındaki buna benzer lafları duydukça, yapacak bir şey olmamasından dolayı içten içe bir düşünce seline kapılmaya başlıyordu.

“Ah keşke, dışarı çıkıp sağa sola biraz adım-layıp rahatlasam, bu koku gider mi acaba?” An-

cak dışarı çıkıp gelmeye derman nerde? Eli ayağı ağrıdığı için dokuz katlı apartmana inip çıkması zordu. Asansörden ise eskiden beri korkardı. Bi-necek olsa hemen başı dönmeye başlardı. Bunlar yetmezmiş gibi bir keresinde, dışarı çıkmak iste-diğini duyan oğlunun “Kara kışın ortasında dışarı çıkıp da ne yapacaksın?” diye öfkelenmesine de sebep olmuştu. Elinden sadece saat başında ban-yoya giderek alelacele temizlenmek geliyordu. Ancak kolları yarı felçli olduğu için sağ eli sol koltuğuna, sol eli de sağ koltuğuna ulaşmıyor-du. Köyüne gitmeyi düşündü bir ara ama şehirde hem hastane hem de kendisine bakacak oğlu ve kızı varken nasıl gidebilirdi! Meder ile Zeynep’e ‘annesine bakamadılar’ diye laf getirmek de iste-medi. Kalmasının bir sebebi de insanların içinde oğluyla kızına karşı koruyuculuk yapmak isteme-siydi.

Zeynep imkânları elverdiğince haftada bir gelerek banyo yaptırır, saçlarını tarardı. Kendisi gelemediği zamanlarda kızı Cibek’i gönderirdi. Aslında gelini Canara da kötü aileden gelme biri-si değildi. Bazen vicdanı elvermediği için midir, “Sizi ben de yıkayıp giyindirebilirim.” dediğini duydukça içten içe razı olsa da, kaynana değil mi; çekinirdi. “Zeynep gelir yapar.” diyerek bahane uydurur, gelinine el açmamaya dikkat ederdi. Ona rağmen bile, gelininin etrafa yayılan koku-dan kurtulmak istediği için öyle söylediğini dü-şündükçe yüreği sızlardı. Bu düşünce aklına ge-lince gelininin söylediği sözler ona dağlar kadar ağır gelir, yere göğe sığmazdı sanki. Hemen içeri girer, kapıyı kapatarak yatağın olduğu köşeye va-rır, büzüşür otururdu…

Eskiden sofraya oğlu gelini ve torunlarıyla birlikte otururlardı; ortalığa koku yayılmaya baş-ladıktan sonra ihtiyar kadına ayrı bir sofra kur-maya başladılar. Yemek hazır olana kadar mut-fakta hep birlikte eğleşirler, hazır olduktan sonra, tamam; seyretmeyi gerektirecek bir program ol-masa bile ‘televizyon seyredeceğiz.’ bahanesiyle ihtiyar kadını mutfakta yalnız bırakırlardı. Mut-fakta kendi başına yemek yer, oturur, dinlenirdi. İhtiyar kadın yemeğini yedikten sonra, odasına geçer geçmez hepsi birlikte mutfağa koşarlardı.

63ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 64: kuliye53

Hepsi bir yana, bu hareket ihtiyar kadını daha çok rencide eder, utandırırdı. Yaşı doksana çıkmasına rağmen, yarı felçli elleri ve ayaklarından hariç vücudunun geri kalan kısmı hâlâ genç görünüm-lüydü. Yaşıtlarının tamamı çoktan terk-i dünya etmişlerdi. “Allah benim canımı neden almıyor?” diyerek, her gün üzüntülü bir şekilde düşüncelere dalardı. “İnsanoğlunun en büyük düşmanı meğer ihtiyarlıkmış.” sözünü her adım başı söylemek gibi bir âdet edinmişti. Her gün güneşin doğması ve batmasına bakarak, “Beni de alacağın günler gelir mi acaba!” diye fısıldardı, dua edercesine…

Daha ne kadar yaşayacağını kim bilecekti? Bir gün üzüntüsünü iyice artıracak bir olay ya-şandı. İşten geç vakitte dönen Meder, mutfakta yemek yerken biraz özlemle biraz da acıyarak varıp karşısına oturdu. Canara ses çıkarmadan yemek yemekte olan Meder’in karşısında oturan kaynanasının önüne bir tabak yemek koydu. İhti-yar kadının yemek isteği yoktu. Ana-oğul olarak birkaç kelam konuşmak niyetiyle oğluna yaklaş-mıştı. Oğlunun huyunu bildiği için biraz çekinen zavallı sözü önce kızına getirdi:

-Bugün Zeynep geldi, bana banyo yaptırdı, te-miz giyimler giydirdi.

-Güzel olmuş.-İzin verirsen birkaç günlüğüne Zeynep’in

evine varıp geleyim…Meder ses çıkarmadı. Zavallı kadın bu sıra-

da vücudundan koku yayıldığını fark edemedi. Adam ise annesinden taraftan burnuna gelen ko-kudan dolayı içten içe öfkeleniyordu. “Tabağı eli-me alarak odaya geçip, orada mı yesem.” diye dü-şündü. Tam o sırada oğlunun işten yorgun argın gelip iyice acıktığını düşünen annesi kendi taba-ğındaki etleri toparlayarak oğlunun tabağına ko-yar koymaz, daha fazla dayanamayarak patladı:

-Tabağındaki yemeği kendin yesen olmaz mı, diyerek önündeki tabağı tiksinircesine ileri doğru ittirdi.

-Kurban olduğum, senin acıktığını düşün-müştüm… Sonrasında ne diyeceğini bilemeden nefesini almaya korkarak kalakaldı. Bir şeyler söylemek istedi ama kendi canından olma oğluna karşı içinde daha önce hiç duymadığı bir soğuk-

luk oluştu. Meder ise salona geçip televizyonun sesini iyice açarak sessizce izlemeye başladı. Eli ayağı titretmeye başlayan ihtiyar kadın, eline asasını alarak doğruca dışarı yöneldi. Bu sırada ihtiyar kadının dışarı çıkıp çıkmamasıyla kimse ilgilenmedi. Canara mutfağı toparladı, torunlar da babaları ile televizyon seyrederken uykuya daldılar…

Canara ertesi gün erkenden kalkarak kahvaltı-yı hazırladıktan sonra önce kaynanasının karnını doyurmak için onun odasına girdi, girer girmez geri çıktı.

-Meder, annen nerede?-Banyoya girmiştir.-Banyoda yok.Meder, ihtiyar kadının yattığı odaya kendisi

girdi. Koku yoktu. Annesinin o gece evde sabah-lamadığını kokunun olmamasından yola çıkarak şüpheyle karışık tahmin etti. Döşeği yokladı; so-ğuktu. Hep birlikte koşturarak dışarı çıkıp sağa sola baktılar, ihtiyar kadın ortalıkta yoktu. Kışın bu en soğuk günlerinde nereye gittiği bir bilme-ceye dönüştü. “Zeynep’in evine gitmiş olmasın?” Hemen ona telefon ettiler. Ancak sabahın bu er-ken vaktinde ne diyeceklerini bilemediler. Olan-lardan haberi olmayan Zeynep telefonu kulağına yanaştırıp karşısındakinin ağabeyi olduğunu öğ-renince:

-Annem nasıl, iyi mi, dedi önce. -Annem de nasıl olsun, iyi. Sabahleyin ba-

cımın hatırını sorayım diye aramıştım… Yarım ağız cevap verdikten sonra ahizeyi yerine koydu.

“Nereye gitmiştir ki?” Meder bu soruya cevap verebilmek için düşüncelerini bir noktaya odak-layamadı. Canara ile birlikte alelacele dışarı çı-kıp komşu binaların girişlerine baktılar tek tek; insanları rahatsız ederek. İhtiyar kadını gören bir kişi bile çıkmadı. Çaresiz kalan Meder, Ka-yıp Arama Merkezine kadar gitti ama oradan da bir sonuç, bir güzel haber alamadı. Arama ikinci güne sarktı. Komşular “Annenin fotoğrafı varsa, gazete ve televizyona ver de ilan edilsin.” deyin-ce, annesinin tek başına çekilmiş bir fotoğrafını alarak birkaç gazete ile televizyon kanalına baş-vurmaya karar verdi…

64ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 65: kuliye53

Otobüslerin birisine binerek düşünceli bir hâlde yol almaktayken, yolculardan birinin tele-fonu çaldı. Ön kapının hemen yanındaki genç ba-yan çantasından ivedilikle telefonunu çıkararak, ahizesini kulağına dayayıp:

-Alo, baba… Baba, ben şu an morga doğru gidiyorum. Beş dakikaya kalmaz biter, sonra ta-mam… dedi.

Aradan beş dakika geçti ya da geçmedi; oto-büs gürültü çıkararak önce sağa sola yalpaladı, sonra da ani bir frenle güç bela yolun ortasında durdu. Morg kelimesini duyunca “Acaba morga da bir baksam mı ki; belki de burada bulabili-rim…” diye düşünmekte olan Meder dengesini kaybederek tepetaklak yıkıldı. Otobüsün arka ta-raflarında oturanlar ve ayakta duran yolculardan birkaçı da yığılırcasına onun üzerine düştü. Oto-büsün içi bağırtı çağırtı ve feryatlarla doldu. Ki-misi inliyor, kimisi başını tutuyordu. Bazılarının ise yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Herhangi bir yara almadan kurtulan yolcular arasında Meder de vardı. Kaza sonrası eğrilen kapının açılma-sıyla güç bela dışarı çıkıp üstünü başını düzelten Meder, biraz önce “Baba ben şu an morga doğru gidiyorum. Beş dakikaya kalmaz biter, sonra ta-mam.” diyerek konuşmakta olan kızın, az ileride asfalt yolun ortasında boylu boyunca yatan kana bulanmış cesedini gördü. Görgü tanıklarının söy-lediğine göre, arabanın ani fren yapmasıyla kız ön camdan dışarı fırladıktan sonra bir süre yerde sürünmüş, kafatasının parçalanmasıyla da oracık-ta can vermişti. Olayın olduğu alanın etrafı kısa süre içinde meraklı insanlarla doldu. Tam bu sı-rada yerde yatmakta olan kızın telefonu acı acı birkaç kere çaldı ama etraftakilerin biri de tele-fonu eline alıp cevap vermeye cesaret edemedi. Telefonun sesi birkaç defa daha çaldıktan sonra kesildi…

Kaşla göz arasında meydana gelen olayı me-rak ederek etrafı saran insanların arasında ka-zanın şokundan dolayı vücudunun titremesinin geçtiğini hisseden ve kendini toparlayan Meder, kaybolan annesinin fotoğrafını gazete ve tele-vizyona vermek üzere yoluna devam etti. İhtiyar

kadının kayıp ilanının ertesi gün yayınlanmasını tembihledikten sonra geri dönerken “Kardeşim Zeynep bu olayı duyarsa, hâlimiz ne olur?” so-rusu Meder’in beynini kemirmeye başladı. Arada bir yoldaki kaza gözlerinin önünde canlanmaya devam etti. Evine doğru yol alırken birkaç saat önce kaza sırasında önünden geçtiği morgun ya-kınına geldiğini fark etti. Aklına bir şey takıldı. Bir de oraya bakmaya karar verdi. Morgdaki be-yaz giyimli görevli kadın Meder’i doğruca yeni getirilen cesetlerin muhafaza edildiği soğuk ha-valı kısma götürdü. Sağlı sollu dizilen cesetlerin arasında bir tanesini görünce Meder’in içi bir hoş oldu, vücudunu titreme bastı. Otobüsün kaza yap-masından az önce “Baba ben şu an morga doğru gidiyorum. Beş dakikaya kalmaz biter, sonra ta-mam…” diyen genç bayanın cesedi yüzü açık bir şekilde boylu boyunca yatıyordu. Bugünkü kaza yeniden gözlerinin önünde canlanıp vücudunun titremesi artarak, cesetlerin arasında ilerlemeye devam etti. Tam bu sırada burnuna birden tanı-dık bir koku geldi; tam da annesinden gelen koku gibi. Kalbinin atışı hızlanarak sağlı sollu bakın-maya başladı. Az ilerideki cesetlere biraz dikkatli bakınca annesinin iyice beyazlaştığı için tanın-maz hâle gelen simasını güç bela tanıyabildi; karşısında sessizce yatmaktaydı. Kokusu ise ortalığı iyice kaplamıştı. Annesinin cansız vü-cudu o an yerinden doğrularak, Meder’e beddua edecekmiş gibi geldi. Sağlığındayken, özellikle son zamanlarda bir kere bile sarılıp kucaklayıp öpmediği annesinin üzerine abanarak hıçkırık-larla ağlamaya başladı zavallı adam. Burnuna iyice tanıdık gelen koku ortalığa yayıldıkça, kendini iyice suçlu hissetti ve boğulurcasına ağlamaya devam etti. Bu koku bu sefer iğre-nilecek gibi değil de, çocukluğunda bilinçaltına yerleşen annelere has koku gibi hissedildi. Yerde yatan cenazenin vücudu da adamın ağlamasın-dan dolayı titriyordu. Ömrü boyunca bu morgun önünden belki bir kere bile geçmemişken şimdi sanki kendi vücudundan da can gidiyormuş gibi teninin soğuduğunu hisseti. Epey bir süre sonra nedendir yarı açık ağzından “Morga geldim, bit-ti…” sözleri döküldü…■

65ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 66: kuliye53

Sık ağaçlı bahçenin içindeki oturaklarda oturmakta olan iki ihtiyar kadın konuşuyorlar. Bu yaştaki insan neyi konuşabilir ki? Geçmiş zamanda yaşadıklarını, yâd ediyor ol-

malılar. Konu komşunun yaşadığı yenilikler hakkında laflıyorlar. Gördüklerini, duyduklarını birbirlerine anlatıyorlar. Birinin ağzından çıkan diğeri için bulunmaz bir şey gibi. Ağızlar türlü lafları ederken elleri de boş durmuyor, aynı zamanda ha bire çalışıyor. Biri yün çorap, eldiven, kazak örerken, diğeri de şırdak* kenarını çevirmekle meşgul. İki ihtiyar için de bugün farklı bir yenilik var. Sarı ihtiyar, evinin yanında yer alan eski evini kiraya verdi. İkisinin de lafları bitmek bilmiyor, ağızlarını şapırdatarak konuşmaya devam ediyorlar.

-Nerden buluyorsun, bilmiyorum. Böylesi evin yolunu yitirmiş biri de kiracı olur muymuş canım!

-Öyle deme komşu. O, gerçekten de iyi bir adam. Genç görünüyor. Genç olmasına rağmen memur olarak çalışıyormuş. ‘Anneciğim’ diyerek yalvarınca kıyamadım. ‘İçki içmiyorum’ diyor. Evine gelen geçen herkesi alıp, müziğin sesini iyice açıp da konu komşuyu rahatsız etmeden yaşayacaksan, gel dedim.

Buruşuk yüzlü sarı olanı, beli bükülmüş olan kara kadına gözlüğünün üstünden baktı. -Böylelerini iyi bilirim. Önce yalvarırlar, sonra söz verirler. Benim elimden buna benzer

niceleri gelip geçti. Az çok bir maaş alıp, kâğıt karıştırılan yerde çalışsalar tamam; ‘memuruz, tertipliyiz’, diyerek övünürler. Kendin de farkında değil misin? Dinlendirilen aygır gibi böbür-lenerek durmasına baksana! Her gün akşam bir arkadaşıyla gelip sabaha kadar yüksek sesle müzik dinleyip hepimizin rahatını kaçırıyorlar ya!

Kara ihtiyar kadın çenesi çenesine değmezcesine konuştur.-Olursa olur ne yapalım. Zaten günümüzün gençlerini önceden anlamak mümkün değil.

Dışından baktığın zaman taşı sıksa suyunu çıkaracak gibi görünüyorlar ama düşüncelerinde

ÇOLPONBEK ABIKEYEV

çev. İBRAHİM TÜRKHAN

Kuytudaki ev

66ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 67: kuliye53

nelerin olduğunu kim bilsin, yaşamayasıcaların. Biraz yaşayınca her şey ortaya çıkar. Eğer baş-ta dediğinin tersine, kötü biriyse, evden kovarım sanki.

Sarı olanı, kara olana biraz da olsa katıldığını belirtti.

-Ah, ne yazık ki, şimdiki gençler iyice yoldan çıkmadılar mı? Ya bizim zamanımızda nasıldı? Gece bir arkadaşımızla şöyle bir araya gelecek olsak bile yanlış anlaşılacağız diye yüzümüz kıp-kırmızı olurdu. Şimdikiler ne yapıyor peki? İster otobüste olsun, ister cadde sokakta olsun, yeter ki fırsat bulsunlar, istedikleri gibi davranıyorlar. Yüzlerinin kızarması bir yana bir de çevrelerine karşı gururla bakmazlar mı?! Hele bir de içmeleri yok mu, yerden kafalarını kaldıramadan ayakla-rını sürüyerek gitmeleri…

-Deme gitsin…-Bir süre sonra bunu da görürsün. Her gün iç-

kiye doyup evinin barkının tozunu attırır. O za-man kovmak için vakit harcayacaksın. Çık dedi-ğin zaman, ‘seni karanlıkta yakalar öldürürüm.’ diyerek korkutanları bile oluyor.

-Nerden bilebiliriz ki? Her adama kötü gözle bakmak da doğru değil.

Bu sırada yeni genç kiracı, dış kapısı bulun-dukları bahçeye bakan evi temizleyip badana yapmakla meşguldü. Üzerinde eski bir önlük var. Evi hiç olmazsa bir beş yıl kimse temizleyip badana yapmamıştır belki de. Öğrenciler, işçiler velhasıl her türlü adam bu evde geçici bir süreli-ğine yaşadıkları için duvarın her yerine gelişigü-zel çivi çakmışlar. Her taraf çizik içinde, tavanın boyası gitmiş; odaların kokusu bile değişik, kötü bir koku hâkim. Odaların sadece adı oda, oldukça dar yapılmışlar. İlk bakışta özellikle kiraya veril-mek için yapılmışlar gibi görünüyor. ‘Kuytudaki ev’ denmesinin sebebi var: Çatılı büyük beyaz eve ek olduğu için planının küçük olması az gel-miş gibi bir de yanındaki büyük ceviz ağacı, dal-larıyla evi iyice çevrelemiş…

Aradan birbirini kovalayan günler geçti. İki ihtiyar kadının günlük lafları güzel güzel gider-

ken, laf dönüp dolaşıp da ‘kuytudaki evin’ yeni sakinine gelince, sohbet tartışmaya dönüşmeye başladı.

-Demek ki, insanların hepsine de kötü de-memek gerekiyormuş. Şu ihtiyar hâliyle insana adaletle muamelede bulunmak daha doğru olsa gerek. Yeni kiracı dürüst biriymiş. Geldiğinden beri epey vakit geçti. Girmesi, çıkması, tertip dü-zeni yerinde.

Sarı ihtiyar âdet edindiği üzere gözlüğünün üzerinden baktı. Çünkü her zaman aşağıya doğru baktığı için gözlüğü burnunun ucunda zorla du-rurdu. İkide bir yukarı ittirip koymak da isteme-diği için düzeltmeye gerek görmezdi.

Tam o sırada ‘kuytudaki eve’ ellerinde valiz-lerle iki genç yaklaştı ve ihtiyar kadınlara başla-rıyla selam verip, eve girdiler. Bir an afallayan kara ihtiyar kadın fırsat bulmuş gibi konuşmaya başladı.

-Bunlar gibi suratsızlara sen de inanıyorsan… Vay başımıza gelenler… Sakin bir şekilde durup şimdilik hiçbir şey belli etmemeye çalışıyorlar. ‘Hele sırtımı bir sağlama alayım’ dercesine. Bi-razdan göreceğiz. Şu sallanarak gelenler, boş yere mi geldi diyorsun? Ellerindeki valizlerin içinde bir iki şişe vardır... Biraz vakit geçsin müzikleri bağırmaya başlar… Biraz sonra da kendileri… Evde bağırmayı bir yana koyarak bir de bahçeye çıkarlar. Yaklaşıp erkeksen, ‘yeter artık!’ diyerek bir konuş bakalım. Bir yumrukta yere sersin.

Sarı ihtiyar bu sözlere diyecek bir şey bula-mamanın sıkıntısıyla yerinden kalktı ve evine yöneldi. Giderken de belli belirsiz mırıldandı:

-Gençlerin hepsine kötü gözle bakmamak ge-rek.

Kara ihtiyar haklı çıkmanın verdiği güvenle dayanamadı:

-Vay vay!.. Görürsün sen ilginç olanı… Karşıdakini beğenmezcesine dudaklarını bük-

tü. Bugün de her zamanki gibi sakin bir şekilde

geçti. Bağırtılı çağırtılı müzik sesi duyulmadı. Bahçede alışılagelmiş sakinlik hâkimdi. Kara ih-

67ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 68: kuliye53

tiyar kadın ikide bir dışarı çıkıp merakla bakıyor. Akşama doğru gelen iki genç dışarı çıktı. Evdeki, onları yolcu eylemek üzere birlikte çıktı. Üçü de düzgün bir şekilde yürüyorlar. Seslerinde bir de-ğişme yok, her zamanki gibi normal. Kara ihtiyar kadın, gözlerine inanamamanın verdiği şaşkınlık-la onların her bir adımına göz atıyor. Sarı ihtiyar kadın bu sırada, evin içinde penceresinin önünde dışarıdan kulağını alamadan olanları, dinliyor. Kiracı genç bu sırada önüne çıkan kara ihtiyar kadına, “İyi akşamlar nineciğim…” diyerek mü-tebessim, eğilerek selam verip içeri girdi. Kadın nedendir bilinmez, öfkelenip iğrenmişçesine kafasını salladı ve yalancıktan gülümsedi. Erte-si günü erkenden kara ihtiyar kadın, ‘kuytudaki evin’ kapısını vurdu. Kapıyı açan genç kiracı, şaşkınlık içinde gözlerini ovuşturarak karşıladı:

-Buyurun nineciğim…Kara ihtiyar kadın, eşikten içeri geçmeden: -Ev yapımı rakı alır mısın oğlum? Al! Temiz!

Güçlü mü güçlü! Koklaman bile zor. Gizli bir şey söylüyormuşçasına yarı fısıltılı bir şekilde konuştu.

Genç kiracı iyice şaşırarak uykulu hâlinden kurtulup gözlerini birkaç defa daha kuvvetlice ovuşturarak cevap verdi:

-Hayır, nineciğim… Gerek yok, almıyorum. -Bence almalısın!... Elindeki büyük çantanın

ağzını açarak rakı şişesinin ucunu gösterdi. Ucu-za veriyorum. Paran yoksa sonra da versen olur. Şunun şurasında komşu değil miyiz?!

-Hayır, bana rakı gerek değil… Kara ihtiyar kadın onun sözünü bitirmesine

fırsat vermeden lafını böldü:-Kurban olduğum! Senin gibi yiğide de gerek

olmayacaksa… Eşin dostun geldiğinde…-Nineciğim, gerçeğini söylemek gerekirse, iç-

kiyle hiç aram yok. Başka komşulara da bir gidin. Belki onlar alırlar… Eğer nişanlıma uygun giyim falan varsa alayım. Size para gerek olmalı…

Kara ihtiyar kadın, genç kiracıya hışımla bir baktı ve o hızla evine doğru yöneldi. Sarı ihtiyar, komşusunun evine doğru ikide bir bakarak gide-

rayak kendi kendine öfke dolu bir sesle konuştu:-Tüh yüzüne… bu da erkek mi yani?.. Bir de

erkeğim diyerek… Yazıklar olsun… Ertesi gün herkes yerine oturduktan sonra sarı

olanı:-Ey, komşu… Bunların evi bu gece de sakindi

sanırım… Başı ile ‘kuytudaki evi’ işaret ederek sözüne devam etti: Biz insanlar ne kadar da ilgin-ciz değil mi? Birinin gerçekte nasıl olduğuna çok dikkat etmeden hemen dış görünüşüne bakarak fiyat biçiyoruz.

Kara ihtiyar kadın iyice öfkelenerek elindeki şırdağı silkeledi:

-Gepgenç hâliyle gelmiş, kuytu bir evde yaşı-yor. Madem erkekse erkek gibi yaşasa olmuyor mu? Doğrusu ben senin kiracının erkekliğinden şüpheleniyorum!...

Ertesi günü kiracının nişanlısı geldi. Bahçede oturan ihtiyarlara selam vererek içeri girdi. Elin-deki eşyaları bıraktıktan biraz sonra birlikte çık-tılar. Oturanların meraklı bakışları altında iler-lerken onlara selam vermeyi de ihmal etmediler. Kendi gençliklerini hatırlamanın verdiği heye-canla ellerindeki işlerini bir süreliğine bıraktılar ve gençlerin arkalarından bakakaldılar. Bir süre sonra, sarı olanı yerinden kalkarken:

-Gerçekten de her insana kötü gözle bakma-mak gerek cancağızım. İnsan insana hep iyi göz-le bakmalı, diye mırıldanarak eve doğru yöneldi.

Kara ihtiyar kadın söyleyecek hiçbir şey bu-lamayarak kızarıp yerinde kalakaldı. Sonra zor duyulur bir ses tonuyla sarı ihtiyara seslendi:

-Senin kiracın, nişanlısı için el örgüsü bir şey-ler olsa alacağını söylemişti, dedi.

Sarı ihtiyar tam duymamış gibi kara kadını bi-raz süzdü ve sonra:

-Ben ona parasıyla vermek için değil de, an-nelik- ninelik şefkatimle hediyelik bir şey örü-yordum zaten. Sonra elindeki bitmek üzere olan kolu kısa kazağı göstererek içeri girdi… ■

* Şırdak: Keçenin dokunmasıyla yapılan süs-lemeli Kırgız halısı.

68ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 69: kuliye53

Bin huylu dağ suyunun heybetine kapılmamak ne mümkün. Sıra sıra dağların şefkatli koy-nunda sakin ve geniş dereliğin güzelliğine güzellik katan, insanı heyecanlandıran onun gür-

leyen suyu ile yemyeşil ormanıdır. Irmağın kenarındaki hışırdayan ormanın bazı yerleri gayet gür, bazı yerleri ise seyrekleşerek derenin eteğine doğru azalıyor, nehir ise diğer çaylardan dökülen sular ile daha da kuvvetlenerek dağın yeli ve gücüyle derenin sınırından uzaklara, uçsuz bucaksız düzlüğe doğru yol alıyordu.

Bu vadinin başka bir özelliği ise hem tepe kısmı hem de eteği ikiye ayrılmış, daha doğrusu, o küçük iki dereden başlayarak orada bitiyor olmasıydı.

Nehri ikiye bölen de dağ sırtıydı, onu kendi koynuna alarak birleştiren de. Dağ güzel ve sakin ol-duğu için belki ondan şikâyetçi olan hiç kimse yoktu. İnsanları düşünceye salan tek şey, gürleyerek akmakta olan dağ suyuydu.

Yukarıdaki dereden başka bir dere doğuran tümsekli dağ sırtının eteğinin kırmızı dar bir şerit gibi uzanmış kısmının yükseldiği yerde nehir taşlara çarparak daralıyor, kayalar çınlıyordu. İşte tam bu-rada eskiden beri hiç durmadan insanların gelip geçtiği bir köprü vardı. Bu köprüye halk Anarbay’ın Köprüsü derdi. Köprünün herhangi bir yeri yıkıldığında paçaları birbirinden ayrılmış bir pantolon gibi oluyor, vadi de birbirinden ayrılıveriyordu.

Bu köprüye neden Anarbay’ın köprüsü denilmişti? Anarbay bir usta mıydı? Veya bu bir yer ismi miydi? Bununla gelen geçenler hiç ilgilenmiyorlar mı? Yol düzgün, köprü sağlam olduktan sonra daha başka ne gerek olabilir ki?

Bir gün Anarbay’ın köprüsünün başına ani bir su baskını sonucu bir felaket geldi. Şiddetle ak-makta olan bulanık dereden sıçrayan sular köprünün üstünden gelen geçenleri ıslatmaya başladı. Kağnılarıyla geçmek isteyenler, atlılar köprünün hem bu yakasında hem de öteki yakasında büyük bir şaşkınlık içinde öylece kalakaldılar. Herkesin gözü köprüdeydi. Bu vadinin tarihinde gözün gör-düğü kulağın duyduğu tek değerli şey bu köprüydü. Bu köprü bugüne kadar defalarca taşan nehrin azgın sularına karşı birçok kez sınav vermişti.

Yaklaşık üç metre yüksekliğindeki köprünün ortasında bulunan destek ayrı bir güzelliğe sahipti. Bu üçgen şeklindeki destek suya karşı dayanıklı ağaçlardan çaprazlama yapılmış, kalın tellerle sarıl-mış ve ortası kazan büyüklüğündeki taşlarla doldurulmuştu. Üstelik bu destek, akıntının tesirinden korunması için, uygun bir şekilde yerleştirilmişti. Su ne kadar hızlı akarsa aksın akıntının boyunun üç metreyi aşması mümkün değildi. Destek ise uzun yıllardır çürümediğinden bu dilsiz düşmana hiç de yenileceğe benzemiyordu. Yani bilginlerin tahminlerine göre bu köprü daha çeyrek yüzyıl boyun eğmeyecekti ezeli düşmanına.

Anarbay'ın köprüsü

KASIM KAİMOVçev. HALİT AŞLAR

69ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 70: kuliye53

Dağ suyunun huyunu anlamanın mümkün ol-madığını insanlar bugün anladılar. Su ulaşamaz de-dikleri üç metre yüksekliğindeki köprünün üstüne taşan dalgalar yayılmıştı. Destek çatırdamaya baş-layınca köprüden gelen geçenler arasında bir uğul-tudur başladı.

-Anarbay işini tam yapmamış, bir metre daha yüksek yapsaymış iyi olurmuş!

-Ama desteği de destekmiş!-Ne diyorsunuz? Anarbay dediğiniz kişi çoktan

alemden göçtü.-Vefat etmeden önce bunları düşünseymiş iyi

olurmuş!-Yanılıyorsunuz, bu köprü Anarbay vefat ettik-

ten çok sonra yapıldı, dedi birisi.Su baskını gittikçe güçleniyor, Anarbay hakkın-

daki tartışma da giderek artıyordu.-Peki, Anarbay hayatta mıymış? Gerçeği bilen

biri var mı?-Kim bilsin, köprüden bahsetsene!-Size lazım olan sadece köprü… Anarbay var mı

yok mu, bu sizin için önemli değil!-Bunun neyini tartışıyorsun? Köprüyü yapan

usta hakkını almıştır. Daha ne gerekiyor?Dağ suyunun yaralı bir ayı gibi kükremeleri,

yarı yolda kalmış olanların sakin sakin konuşma-larına fırsat tanımadı. Uğultular, mırıldanmalar art-maya başladı.

Bir süre sonra şiddetli bir gürültü sesi duyuldu. Büyük bir felaket olacağını bekleyenler donakaldı-lar. Bu korkunç gürültü duyulduğunda bilginlerin daha çeyrek yüzyıl ayakta kalır dedikleri destek sanki tam ortasından kırılmış gibi dağ suyunun bu-lanık ve azgın sularında kayboluverdi. Sadece ne-hir sularının yanından sarkan ağaçlar görünüyordu. Tam bu sırada köprünün iki tarafındaki bağlar ko-pup, ortalık tamamen toz duman içinde kaldı.

Böylece, biraz önceki tartışmayı nehrin kendisi bitirmiş oldu. Bu tartışmaya katılanlardan biri şöyle mırıldandı:

-Anarbay’ın köprüsü bugünkü şartlara uygun değil, yeni bir köprü yapmayı daha önceden düşün-meliydik.

Diğerleri ise onun söylediklerine katılıp, hiçbir şey demeden sessizce durdular.

İşte, köprü yapma işini zamanında düşünmedik-leri için bütün işleri, yolculukları yarım kalmış oldu.

Suyun seviyesi düşmedikçe buraya köprü yap-mak mümkün değil. Bu azgın dağ suyunun seviyesi kolaylıkla indirilebilir mi?

İki küçük vadinin ve onların hepsini içine alan büyük vadinin birbirleriyle olan tüm bağlantısı ta-mamen kesildi…

* * *İnşaat işleri, geleneğin dışında, su seviyesi dü-

şürülmeden başladı. Böyle bir olayla daha önce hiç karşılaşmayan köylüler, özellikle ihtiyarlar ile çocuklar gece gündüz inşaata gelip hayran hayran bakıyorlardı. Irmağın hem o yüzünde hem de bu yüzünde aynı teknoloji; taş, inşaat malzemelerini taşıyan araçlar ve buldozerler… İnsanları özellikle hayretler içinde bırakan şey inşaat malzemelerinin arasında ağacın olmamasıydı. Malzemelerin hep-si demir ve taştan ibaretti. Köylüler arasında “Taş köprü” yapılacak sözleri yayıldı.

İhtiyarlar inşaatın etrafını terk etmeden dağ bur-nunun gölgesine oturup eskiden ve bugünden bah-sediyorlar, ancak acıktıkları zaman evlerine gidiyor-lardı. Çocuklara demir köprü çok ilginç geliyordu. Orada oynuyorlar, hafif malzemelerin taşınmasına yardım ediyorlar, yük taşıyan şoförlerin yanına otu-rarak oraya buraya geziyorlardı.

Bu hummanın içinde sadece bir ihtiyar farklı görünüyordu. O, kendince, daha çok köprünün na-sıl yapılması gerektiğiyle meşgul oluyor, kâh proje üzerinde çalışan uzmanların, kâh işçilerin yanına geliyordu. Köprüyü bir an önce bitirip gitmek iste-yen insanlarla onun ne işi olabilirdi? Onun ne be-yaz takkesine, ne de gür bıyıklarına dikkat eden biri vardı.

İşçiler ve inşaat malzemeleri Anarbay’ın köp-rüsünün yıkılmasının hemen ardından gelmişti. İlk önce onlar köprünün her iki tarafını birbirine bağ-lamak için asma bir köprü yaptılar. İşçiler ile acil işleri olan kişileri ilk sırada köprüden geçirmek is-tediler.

İnşaat mühendisi kalabalığın arasından biraz önceki beyaz takkeli ihtiyarı ve çocuklu bir kadını asma köprüden geçmeleri için çağırdı. Çocuklu ka-dın geldi. İhtiyar ise hayır anlamında başını salladı. Vakit öldürmeye gelmiş biri galiba diye düşünüldü-ğünden onunla hiç kimse ilgilenmez olmuştu.

İş iyice yoğunlaştı. Kıyının her iki tarafına da işçiler için çadırlar dikilip, her türlü demir ve beton parçaları konuldu. Ekskavatörler durmaksızın çalı-şıyordu.

Diğer ihtiyarlar onun kadar gelmiyor, o ise gü-neşin doğuşuyla gelip batışıyla dönüyordu. Yüzün-de fazla kırışıklık olmayan, oturması kalkması derli toplu olan bir ihtiyardı o. Gözleri de sapasağlamdı.

70ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 71: kuliye53

Sadece kulakları iyi işitmiyordu. Onunla konuşma-dıktan sonra onun kulağının sağlam olup olmadığını nereden bilsinler.

Aslında, elindeki bastonuna o kadar da ihtiyacı yok gibi görünen ihtiyar her gün başı önde yavaş yavaş geliyordu. Yürürken bazen hafifçe salladığı, bazen de koltuğunun arasına aldığı bastonunu sade-ce oturup kalkarken kullanırdı.

Her geldiğinde önce eskiden köprünün olduğu boşluğu bir süzüyor, suyun bazen bir nar gibi kı-zardığını, bazen de bir yılan gibi kıvrılarak aktığı-nı, içinde yüzen nesnelerin bir belirip bir kaybol-duğunu zevkle seyrederdi. Su, bu şiddette akarken kim bir köprü kurabilir? Bunlar çok hilekâr veya tecrübesiz kişiler olsa gerek. Belki inşaat malzeme-lerini toparlayıp, hazırlıklar bitene kadar su baskını biter. Öyle düşünmek istese bile onların yüzlerinde sudan merhamet bekleyen bir ifade yoktu. Planla-rına inanıyormuş gibi bir halleri var. Plan dediğin nedir ki, altı üstü bir kâğıt parçası. Dilsiz düşman plana boyun eğer mi? İhtiyar bu düşüncelerini inşa-at işçilerine her ne kadar anlatmak istese de onların kendisinin bunamış biri olduğunu sanmasınlar diye susmayı tercih ediyordu.

İhtiyara göre köprünün iyi olabilmesi onun yük-sekliğine ve desteğinin sağlam olmasına bağlıydı. Yapılacak köprünün desteğinin sağlamlığı nokta-sında onun herhangi bir şüphesi yoktu, çünkü o de-mirden yapılıyordu. Asıl önemli olan onun yüksek olmasıydı.

Beyaz takkeli adam bir köşede bastonuna da-yanmış işin gidişatını dikkatle izlerken buldozerci genç köprünün diğer tarafını kazmaya başladı.

Sarhoş mu bu diye düşündü ihtiyar. Sarhoş da olsa, aklı başında da olsa bu yaptığı doğru değildi. Ardından daha fazla susmaya sabrı yetmeyince bas-tonunu sallayarak o gence doğru bağırdı:

-Hey, evladım, durdur!Bu beyaz takkeli ne istiyor acaba diye düşünen

genç motoru durdurup ona kulak saldı.-Durdur diyorum, durdur! -Benim sadece bir şefim var!Genç motoru tekrar çalıştırdı. İhtiyar onun bu

imasını anlamamış gibi bastonunu kaldırmış yine bir şeyler diyordu. Genç bu ihtiyardan bir an önce kurtulabilmek için şefine doğru el salladı. Beyaz takkeli bu işareti anlamış olacak ki, yavaş yavaş yü-rüyerek mühendisin yanına geldi.

-Evlat, köprü kuracağınız yeri niçin alçaltıyor-sunuz?

Mühendis ona şaşkın gözlerle bakarken:-Ne istiyorsunuz, dede?-Yüksek sesle söylesene! - dedi ihtiyar ve ona

kulak kabarttı.-Köprünün yükseği iyi olmaz mı? – İhtiyar onu

müzakerede bulunmaya çağırmak ister gibi kulağını yeniden kabarttı.

-Evet, yüksek köprü iyi olur!İhtiyar ona doğru yaklaşmak istediğinde mühen-

dis genç konuşma bitmiş gibi başka bir yere gitti.Tam bu sırada buldozer orayı iyice kazdı ve baş-

ka bir tarafa gitti. Oraya diğer işçiler gelip çukuru taş ve çimento ile tekrar doldurdular. İşte böylece köprünün temeli sağlam ve yüksek olmuş oldu. İh-tiyar deminden beri boşuna onları rahatsız ettiğini, onlara kötü göründüğünü anladı.

-Aferin size!, - dedi onlara memnuniyetini bil-direrek.

Köprünün yüksek olacak olmasıyla rahatsızlığı bir nebze azalsa da, inşaat etrafında hâlâ dolaşıyor-du. Kafasını karıştıran bir sorun daha vardı. Delice akmakta olan azgın dağ suyunun seviyesini düşür-meden köprünün desteğini nasıl kuracaklardı?

-Acaba hangisi kazanacak, gençlerin gücü mü, yoksa azgın dağ suyu mu? – diye düşünüyordu ih-tiyar. Bunu kendi gözleriyle görmek, onun için ha-yatının unutulmaz anlardan biri olacaktı, hatta belki de nesilden nesile aktarılacak bir efsane… İhtiyar o günü büyük bir sabırsızlıkla beklemeye koyuldu.

İhtiyar oradan uzaklaşmadan bir köşede bağdaş kurup, köprüye bakarak düşünceye daldı. İnsanı bü-yük bir hayrete düşürecek olayı görmesine artık çok az bir zaman kalmıştı.

İş gittikçe uzuyordu. Hava oldukça sıcaktı. Yaş-lı beden yorulmuş, uyumak istiyordu. O tüm yor-gunluğuna ve ihtiyarlığına rağmen uyumamak için olağanüstü bir güç sarf etti. Fakat kirpikleri yavaş yavaş birbirine yapışmaya başlamıştı…

Birdenbire büyük bir korkuyla irkildi. Hemen köprüye doğru baktı. Büyük ve uzun demirler köp-rünün her iki tarafına da yerleştirilmişti. “Allah Al-lah, bu da ne?” İhtiyar hızla yerinden kalkıp kıyıya yaklaştı. Evet, desteği olmayan demir bir köprü! Desteği olmayan bir köprü de olur muymuş?

-Gördüklerin görmediklerinden daha çoktur de-dikleri bu olsa gerek! Aferin çocuklar. Bunu görme-seydim gözlerim açık ölürdüm herhalde.

İhtiyar işçilerin yanına gelip “Aferin çocuklar” diye bağırdı, ancak işçiler suyun gürültüsünden onun sesini duymayıp kendi işlerine devam ettiler.

71ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 72: kuliye53

Artık işin geri kalan kısmı ihtiyarın ilgisini çekmi-yordu, devasa demirlerin üstünün neyle örtüleceği-ni, kalan işin nasıl biteceğini biliyordu.

Bu, vadideki ilk demir köprüydü. Akla hayale sığmayan bu işin nereden çıktığını anlamak isterce-sine etrafına şöyle bir bakındı. Elinde balta olan bir kişi bile yoktu. Her taraf demirlerle doluydu. De-mirleri işleyenler, onları taşıyıp oraya buraya götü-renler kara saçlı, iki ayaklı normal insanlardı. Yani her taraf insan ve demir; demir ve insandı.

Bastonuna dayanarak ayakta duran ihtiyar göz-lerini yumdu… Bir şey hatırlar gibi oldu… Uzunca bir zaman…

İnşaat işleri gece gündüz devam etti. O beyaz takkeli, bıyıkları dışarıya doğru sarkan ihtiyar oraya artık hiç gelmiyor, onun gelip gelmediğini de hiç kimse fark etmiyordu.

* * *İnşaat sona ermişti. İşçiler de, mühendisler de

bir yandan ayrılmak için hazırlanıyorlar, bir yan-dan da köprüyü teslim edecekleri komisyonu bek-liyorlardı. Bu sırada dağ tarafından gelen, eyerine arttığı kımızı ve kuzusuyla dikkatleri çeken bir atlı göründü. Bu atlı, o beyaz takkeli ihtiyardı. Fakat o bu sefer başına beyaz bir kalpak takmış, üzerine de deve yününden yapılmış sarımtırak bir kaftan giy-mişti. Elbiselerini değiştirmiş ve bir de at üstünde daha farklı bir görüntü içerisinde olan ihtiyarla daha önce bizzat tanışmamış kişiler onun o pos bıyıklı kişi olabileceğini tahmin ettiler.

Sıcak hava insanları iyice susatmıştı. Eğer atlı kişi genç biri olsaydı, etraftakiler kımızını sat diye-rek onu attan sündürerek indirebilirlerdi, fakat bu ihtiyara hiç kimse bir şey demeden ona yol açıp se-lam verdiler.

-Selam aleyküm!-Aleyküm selam!Kendisine verilen selama karşılık verdi ihtiyar

ve onları bırakıp gitmek istemiyormuşçasına atının dizginlerini çekti.

Mühendis ihtiyara heyecanla:-Dede! Yol açık! Korkmadan geçebilirsiniz!-Evladım, sen beni nereye geçireceksin?-Nereye gidiyorsunuz?-Beni boşverin de, siz şunları bir indirin baka-

lım, - dedi ihtiyar.Sanki sırf bu sözü bekliyormuş gibi duran genç-

ler kuzuyla kımızı hemen ağacın gölgesine götür-düler. Tanıdık bu ihtiyar da atından indi. “Bunları kime getirdi acaba? Satmak için mi?” - gibi düşün-

celer herkesin aklına gelmeye başladı.Mühendis, ihtiyarı takip ederek gölgede topla-

nan insanların yanına geldi.-Haydi, kımızdan içmeyecek misiniz? – sözünü

duyana kadar herkes büyük bir sabırla bekliyordu.Saf ve buz gibi kımıza işçilerin çullandığı sırada

ihtiyar söze başladı.-Evlatlarım! Yeni köprünüzü kutlamaya geldim!Durumu anlayıp sevinen gençler ona memnuni-

yetlerini belirtmek için başlarını eğdiler.-Evlatlarım! Ben eski köprüyle vedalaşmaya

geldim.Bu sözler hiç kimse için bir anlam ifade etmedi.-Evlatlarım! Sizlerin benimle vedalaşmanız için

de geldim. İhtiyarın bu ciddi ve şaşırtıcı konuşması etraftakilerin ona şaşkın gözlerle bakmasına neden oldu.

-Artık, beni tanıyabilirsiniz! Anarbay adlı kişi benim, - dedi ihtiyar.

Herkes susmuştu. Herkesin yüzünde şaşkınlıkla karışık bir mahcubiyet ifadesi vardı. Sanki içtikle-ri kımız hiç birinin boğazından geçmiyor gibiydi. Günlerdir aralarında gölge gibi dolaşan bu ihtiyar adamla bir defa bile insanca konuşmadıkları için utanan gençleri o çok iyi anlamıştı.

-Her şeyin bir zamanı var. – İhtiyar bastonuyla yere biraz vurdu. Tanışacağımız ve konuşacağımız zaman işte gelip çattı. Siz önce kımızlarınızı için ve kuzuyu bir yeyin bakalım.

Kuzu hemen kesilip bir kazana konuldu. Kımız ise hala içiliyordu. İhtiyar uzun konuşmasına başla-madan önce bir iki sual sordu.

-Anarbay’ı siz nasıl biri olarak tanıyorsunuz?-Usta…-Hayır, öyle değil. Benim bir ustalığım yok, -

deyip ikinci sorusunu sordu ihtiyar.-Geçen gün suyun yıktığı köprünün kimin oldu-

ğunu biliyor musunuz?-Anarbay’ın.-Hayır, öyle değil! O köprüyü sizin gibi kişiler

yaptı.İhtiyar bastonunu yere bırakıp usulca oturdu.

Uzun bir söze başlayacak gibi bir hali vardı.Herkes susmuştu. Çoktandır açılmayan sır açı-

lıyor, Anarbay kendini tanıtırken herkes onun her bir sözünü aklında tutmak için pür dikkat onu dinli-yordu. Hatta, aşçı bile işini bırakıp Anarbay’a kulak kabarttı.

-Anarbay’ın köprüsü yapılalı elli yıldan fazla oldu. O köprü sadece üç yıl ayakta durdu. Ondan

72ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 73: kuliye53

sonraki köprülerin Anarbay ile bir ilgisi yok.“Bu ihtiyar kimin başını ağrıtıyor” diye düşündü

onu dinleyenlerin bir kısmı.-Eskiden bizim vadinin halkı çok cesurdu, - dedi

Anarbay – dış düşmanlarla değil hep kendi arala-rında savaşırlardı. Ben o zamanlar daha gençtim… Vadinin bir tarafını Kızılbaş, diğer tarafını Karabaş yönetirdi. Onlar hayatları boyunca birbirleriyle sa-vaştılar, nice kanlar ve gözyaşları döküldü, birçok yiğit öldü, bir kısmı sakat kaldı. Bazen bir taraf ye-niyor, boyun eğdiriyordu, bazen de diğer taraf. Fa-kat hiçbir zaman tamamen galip gelen taraf olmadı-ğından savaş böyle devam etti durdu…

Bu çarpışmalar bazen derenin bu tarafında, ba-zen de diğer tarafında olurdu. O zamanlar bu köp-rünün yerine iki uzun sırıkla yapılmış esnek ve taşı-nabilir bir köprü vardı. Kaçan taraf hemen aceleyle köprüyü kendilerine doğru çeker böylece kovala-yanlar diğer tarafa geçemezdi. Yani o zamanlar köp-rü bir oyuncak gibiydi, kim kaçıyorsa onu hemen kendi tarafına çekiverirdi…

Böylece vadi bu taraf ve diğer taraf olmak üzere ikiye ayrılmış, her iki taraf arasındaki düşmanlık da giderek artmıştı. Bu düşmanlık halinden halk iyice bıkmış ve bitâp düşmüştü.

Sonradan Sovyet hükümeti kurulunca beni iyi niyetli ve fakir çocuğu olduğum için buraya muhtar seçmek istediler. Ben önce kabul etmek istemedim, hatta direndim muhtar olmamak için, “Ben daha önce halkı hiç yönetmedim, eğitimli değilim” de-dim, ancak söylediklerime halk pek kulak asmadılar ve sonunda muhtar olmayı sadece bir şartla kabul ettim.

Muhtar olarak ilk emrim, “İki tarafı birleştirecek bir köprü yapacağız!” idi.

Halk bu şartımı büyük bir sevinçle kabul etti ve herkes işe koyuldu. Ben de onlara katıldım. Birlikte ağaç kestik, taşları taşıdık ve daha önce hiç kim-senin görmediği güzel bir köprü yaptık. “Soysuz muhtar, kendi emrindekilerle birlikte köprü inşa-atında çalışıyor” diyerek beni aşağılamaya çalıştı zenginler. Tabii onların bizim köprünün manasını anlayabilecek durumları yoktu… İşte halk o köp-rüye Anarbay’ın köprüsü adını verdi. Hiç kimse o köprüye bir zarar veremedi, halk huzur içinde yaşa-maya başladı.

O zamanlar köprü için iki felaket korkusu vardı. Biri tarafların düşmanlığı, ikincisi ise su baskını. İlk felaket korkusu tamamen ortadan kaldırıldı. Ancak ikinci felaket korkusundan aradan elli yıl da geçse

kurtulamadık. İşte bu felaketi sizler de gördünüz.Anarbay düşünceli bir halde sakalını sıvazlaya-

rak mühendis gence baktı.-Evladım, senin adın ne?-Turar.-Turarım, işte köprünün tarihi böyle.Bu sırada yemek hazırlanmıştı. Konuşma durdu.

Kuzunun eti yenildikten sonra ihtiyar yeniden söze başladı.

-Son bir sözüm daha var. Razıysanız yemeğe dua etmeden önce bunu bir konuşalım, müzakere edelim.

-Biz razıyız, baba!-O halde söyleyeyim, önceki köprülerin hep-

si birbirine benzer tahta köprülerdi. Onların hepsi Anarbay’ın köprüsüydü. Şimdiki köprü ise bırakın Anarbay’ın yaptığı bir köprü olmasını, Anarbay’ın aklına bile gelmeyecek, harikulade bir köprü. Her şeyi kendi adıyla adlandırmak daha iyidir. Eğer benim fikrimi uygun görüyorsanız, bu köprüye “Turar’ın Köprüsü” adını verelim. Haydi, evladım Turar, kalkıp halktan dualarını iste!

-Efendim, yanılıyorsunuz! – dedi telaşlanan Tu-rar, - adı halk koyar.

-Biz halkız, - dedi Anarbay. İşte şimdi dua ede-rek köprüye senin adını vereceğiz. Sonra bütün halk bu köprüye “Turar’ın Köprüsü” diyecek.

Diğerleri ne der acaba gibisinden etrafına ba-kındı Anarbay. Diğerleri ihtiyarın bu sözüne gülü-yorlardı. Bunu görünce Anarbay’ın kaşları çatıldı, hiddetlendi:

-Ben sizlere işin gideceği yeri anlatıyorum, yok-sa Anarbay bilgin filan değil, üstelik demir bir köp-rü yapacak kadar usta da değil. Böyle davranmanız hoş değil, - deyip Turar’a buyurarak şöyle dedi:

-Haydi, dua iste!-Yoksa köprü Anarbay’ın olarak kalır.-Sizin bu çabanıza halk her zaman saygı gösterir.Halkın onun bu sözlerini kabul etmeyeceğini

anlayan Anarbay cesaretini kaybedip yerine oturdu. Diğerleri dua etmeden yerlerinden kalktılar.

Anarbay ile tanışmak ne kadar gayet ilginç ve güzel olduysa onunla vedalaşmak da bir o kadar ağır ve zor oldu. Suratı asılan ihtiyar çok üzgündü. Onu, mühendis Turar ata bindirdi, Anarbay gitme-den önce gençlere son bir defa gözünün ucuyla bak-tı. Gayet keyifli görünüyorlardı.

Anarbay gittikten sonra köprünün yazı levhasına lehimle büyük harflerle bir yazı yazıldı:

“Anarbay’ın Köprüsü, 1969”■

73ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 74: kuliye53

74ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

İslamiyetin kabulü sürecinde bir geçiş dönemi ürünü olan Divânü Lügâti’t-Türk, Türkçenin bi-

linen ilk sözlüğüdür. Akalın, kitabın 1072’de yazılma-ya başlandığını, dört kez düzeltildikten sonra 1074’te tamamlandığını belirtir (2011:1). Yazıldığı devirdeki Türk dilini, Türk kültürünü, Türk boylarının toplum-sal yapılarını ve yaşayış özelliklerini yansıtması bakı-mından eşsiz bir eserdir. Eserin yazarı, eserinde verdiği (DLT I/3) bilgilere göre, Muhammed oğlu Hüseyin’in oğlu Mahmud’dur. Mahmud, Emirler soyundan geldi-ğini, babasının Türk illerini Samanlı oğullarından olan bey olduğunu (DLT I/112) belirtir.

Ercilasun, Kaşgarlı Mahmud’un Karahanlı Hanedanı’na mensup bir şehzade olmasının kuvvetle muhtemel olduğu kanısındadır. Ona göre Mahmud’un babası Hüseyin Çağrı Tigin 1056-1057 yıllarından önce Barsgan emiridir. Babasının babası Muhammed Buğra Han 1056-1057 yıllarında Kaşgar’da Doğu Karahan-lı hükümdarıdır ve 1057’de yerini Hüseyin Çağrı’ya bırakır. Bu yıllarda Kaşgar’da çok şiddetli taht kavga-ları görülür. Kaşgarlı Mahmud’un dedesi Muhammed Buğra Han’ın ikinci karısı, ailenin bütün fertlerini öl-dürterek kendi oğlu İbrahim’i tahta çıkarır; fakat İbra-him de hanedanın başka bir üyesi tarafından öldürülür. Kaşgarlı Mahmud’un babası Hüseyin Çağrı’nın da bu

Yazıldığı dönemde çeşitli Türk boylarının konuştuğu Türkçeyi, Türkçenin söz varlığını, sözlü kültürdeki sav, sagu, koşuk gibi türleri, gelenek görenek ve inançları, yeme içme, giyim kuşam gibi maddî kültür unsurlarını madde başlıkları şeklinde sıralayıp somut örneklerle göz önüne serer.

MUSTAFA SEVER*

* Doç. Dr., Gazi Üniv., Güzel Sanatlar Fak.

Page 75: kuliye53

75ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

olaylar sırasında öldürüldüğünü ve 1057-1059 yıl-ları arasında Mahmud’un Kaşgar’dan kaçtığını tah-min etmek mümkündür (2004:320).

Divânü Lügati’t-Türk’ün bugün için tek nüsha-sı, Muhammed İbn Ebî Bekr İbnî Ebi’l-Feth tara-fından 1266’da Şam’da asıl nüshadan kopya edi-len nüshadır. Hâlen Millet Kütüphanesi’ndedir. Ali Emirî Efendi tarafından 1915 yılında İstanbul’da bir sahafta bulunmuştur (Kurt 2008:19).

Kaşgarlı Mahmud, eserinin girişinde (I/3-8) Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarından doğdurduğunu, onların mülkleri üzerinde gök-lerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüğünü, Tanrı’nın onlara Türk adını verdiğini ve onları yeryüzüne ilbay kıldığını, devrin hakanlarını onlardan çıkardığını, dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdiğini ve onları herkese üstün eylediğini; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdiğini, onlarla birlikte çalışanları, onlardan yana olanları aziz kıldığını ve dileklerine eriştirdiğini ve aklı olanın yapması gerekenin Türklerin yolundan gitmek ve onların dilleriyle konuşmak olduğunu belirtir. Mahmud, sözlerine dayanak olarak Buharalı ve Nişaburlu iki imamdan duyduğu Hz. Peygamber’in “Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır” sözünü gösterir ve “Bu söz (hadis) doğru ise -sor-gusu kendilerinin üzerine olsun- Türk dilini öğ-renmek çok gerekli (vâcib) bir iş olur; yok, bu söz doğru değilse, akıl da bunu emreder.” diyerek hem dinî hem de akli açıdan Türk dilini öğrenmenin gerekliliğini vurgular. Kaşgarlı Mahmud, kendisi-nin Türkler arasında en uz dilli, en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kul-lananı olduğunu söyler ve Türk illerini baştanba-şa dolaşarak Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini, yaşayış özelliklerini, kültürlerini bellediğini ve bunları en iyi şekilde eserinde sıraladığını, düzenlediğini belirtir. Kitabı-nı kendisine bir ün, bitmez tükenmez bir azık ol-sun diye, Tanrı’ya sığınarak Divânü Lûgati’t-Türk/Türk dilleri kamusu şeklinde adlandırarak devrin hükümdarı Ebu’l-Kâsım Abdullah’a sunduğunu söyler.

Kitabındaki maddeleri[1] belli bir sıraya göre dizmiştir. Böyle yaparak -kendi ifadesiyle (DLT I/5)- kelimelerin anlam derinliğini ortaya çıkarmış,

1. Akalın, Besim Atalay’ın üç ciltlik çevirisinin 1943 yılında yayımlanan “endeks”inde verilen sözcük sayısının 8783 olduğunu belirtir (2011: 4).

katılıklarını yumuşatmıştır. Türklerin görgülerini, bilgilerini göstermek için, söylediklerini sagularla, koşuklarla, destan parçalarıyla örneklemiş; Türkle-rin kaygılı ve sevinçli günlerinde yüksek düşünce-lerle söylenmiş savlara yer vermiştir. Böylece kitap arılıkta son kerteye, güzellikte son yüksekliğe eriş-miştir.

Divânü Lügati’t-Türk’te Türklerin ve çevre-lerindeki diğer milletlerin yaşadıkları coğrafyayı gösteren bir haritaya da yer verilmiştir ki bu hari-ta bugün için bilinen ilk Türk haritasıdır. Kaşgarlı Mahmud, “bu harita üzerinde gezip dolaştığı dağ-ları, denizleri, ırmakları, ovaları, köyleri, kasaba-ları, şehirleri, memleketleri belirlemekte, araştır-ma yaptığı Türk topluluklarının yaşadığı coğrafya-nın sınırları dışında kalanları da haritasında işaret etmektedir.” (Yıldırım 2008: 109).

Divânü Lügati’t-Türk; Türkle, Türklükle ilgi-li her türlü bilgiyi içermesi açısından Türk kültü-rünün eşsiz bir eseridir. Yazıldığı dönemde çeşitli Türk boylarının konuştuğu Türkçeyi, Türkçenin söz varlığını, sözlü kültürdeki sav, sagu, koşuk gibi türleri, gelenek görenek ve inançları, yeme içme, giyim kuşam gibi maddî kültür unsurlarını madde başlıkları şeklinde sıralayıp somut örneklerle göz önüne serer. “O bütün bu özellikleriyle bir araya getirdiği metinlerden ördüğü eserinde, bir Türk medeniyeti mimarisi tasviri yaratır. Eseri okuyan her kişi, orada, bu mimarinin içinde yer alan ha-yatın tüm alanlarını kapsayan ve her bağlamda her ihtiyacı en ince detayına kadar ifade eden bir ‘me-tin’ çeşitliliği ve zenginliği ile karşılaşır.” (Yıldırım 2008:115).

Kaşgarlı Mahmud’un yaşadığı devir İslamiyetin Türkler arasında yaygınlık kazandığı bir devirdir. Ancak Müslümanlığı benimsemeyen, eski kam-lık inançlarına bağlı veya Budist, Maniheist Türk boylarının da olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple Mahmud’un, İslam dışı inançlardan ve İslamı be-nimsemeyen insanlardan söz ederken onları aşağı-layan sert bir dil kullandığı görülür. Zira o dini bü-tün bir Müslümandır. Ancak, İslam öncesi Kamlık inancının çeşitli uygulama ve kut-törenlerinden söz ederken kimi zaman daha ılımlı, kimi zaman da ta-rafsız bir üslupta ifadeler kullanır. Çünkü bu inan-cın uygulama ve kut-törenlerini “İslamiyetle boy ölçüşebilecek bir din olarak değil de atalardan, de-delerden kalan ve bir yere kadar saygı gösterilmesi gereken inançlar” (Canpolat 1974: 22), uygulama-lar olarak görür. Söz gelimi “Tengri” kelimesini açıklarken “Ulu Tanrı. Şu savda dahi gelmiştir: To-

Page 76: kuliye53

76ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

yın tapugsak, Tengri sefinçsiz/Toyın tapmak ister, Tanrı memnun değil (Müslüman olmayan Türkler din ulusu Tanrı’ya tapınır; fakat yüce Tanrı onla-rın yaptığı işten hoşnut değildir.” (III/376) derken tarafsız davranan Kaşgarlı Mahmud, açıklamasını sürdürürken “yere batası kâfirler, göğe Tengri der-ler. Yine bu adamlar büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen her şeye Tengri derler. Bu yüzden bu gibi şeylere yükünürler (secde eder-ler). Yine bunlar bilgin kimseye Tengrigen der-ler. Bunların sapıklıklarından Tanrı’ya sığınırız.” (III/377) şeklinde ağır sözler söyler. İfadelerinde-ki bu çeşitliliğe rağmen Mahmud, eserinde eski Türklerin kutsal saydıkları Tengri, Umay, vb. ilahî varlıklar, tapınma ve kut-törenler, halk hekimliğine ait tedavi şekilleri, büyü ve kâhinlik, vb. hakkında önemli bilgiler verir:

Kutlu ve mübarek olan her nesne, Divânü Lügati’t-Türk’te “ıdhuk” (I/65) olarak adlandırılır. Idhuk, kurbanlık olarak belirlenen, bu nedenle de üzerine yük vurulmayan, sütü sağılmayan, yünü kır-kılmayan hayvan için de kullanılır. Yada taşı’ndan bir inanç ve uygulama olarak “yatlattı”(II/355) ve “yatladı” (III/307) kelimeleri açıklanırken bilgi verilir. Bu bilgilere göre yada taşı, kamların yüce Tanrı’nın izniyle rüzgâr estirmek, yağmur yağ-dırmak için afsun yapmada kullandıkları bir taş-tır. “Irk” (I/42); falcılık, kâhinlik ve bir kimsenin gönlündekini bilmektir. “Yat” (III/159) ise, taşlarla yağmur ve rüzgâr getirmek için yapılan Kamlık-tır. Efsunculuk, kâhinlik, hekimlik, vd. görevleri yerine getiren kişiler o dönemde Kam olarak ad-landırılıyor; bu kişilerin olağanüstü güçlere sahip oldukları, gizli güçlerle, ruhlarla ilişki kurdukları-na inanılıyor, onlardan gerektiğinde çeşitli olay ve durumlarda yardım isteniyordu. Söz gelimi Kamın, cin çarpmasına karşı birtakım afsunlar yapmasına, dualar etmesine Divân’da “arwaşmak”(I/236) adı verilmektedir. Böylesi afsunlar yapan kama “ar-pagcı” veya “afsuncu” adı verilir; yaptığı afsuna karşılık olarak da “örüng” (I/134) denilen ve gü-nümüzde “el yeğniliği” olarak adlandırılan ücret ödenir. Çeşitli amaçlar için adanan, ıdhuk olarak belirlenen ve kurban edilen hayvan, Divân’da “ya-gış” (III/10) olarak adlandırılmaktadır.

Divân’da insanüstü varlıklar, sihir ve büyü, bu husustaki inanç ve uygulamalar hakkında bilgiler verilir. Bunlardan “abaçı” (I/136) açıklanırken bu-nun umacı olduğu, çocukları korkutmak için “abaçı geldi” dendiği belirtilir. Bostanları, bahçeleri göz değmesinden korumak için bostan ve bahçelere

“abakı” (I/136) veya “kösgük” (II/289) adı verilen korkuluk dikilir. Çıwı (III/225), cinlerden bir bölük olup Türklerin inanışına göre, iki ordu savaşırken bu iki ordunun vilayetlerinde oturan çıwılar da kendi aralarında savaşırlar. Çıwılardan hangi grup galip gelirse, onların ait olduğu vilayetin ordusu da galip gelir. Çıwılardan hangi grup kaçarsa, onların bulunduğu vilayetin hakanı da kaçar. Türk askerleri geceleyin cinlerin attıkları oklardan sakınmak için çadırlarına girerler. Bu, Türkler arsında yaygın bir inançtır. Tiki (III/230), geceleyin işitilen sestir. Bu sesi her kim işitirse öleceğine inanılır. Türkler, öyle sanırlar ki ruhlar, her sene yaşamış oldukları yer-lerde bir gece toplanır ve yaşayan insanları ziyaret ederler.

“Kumlak” (I/475), Kıpçak illerinde yetişen sar-maşık gibi bir ottur. Bu otun gemiye alınması du-rumunda fırtına çıkacağına, denizin dalgalanacağı-na, geminin batacak gibi olacağına inanılır. “Kaş” (I/152), beyaz ve siyah temiz taştır. Bu taşın beyazı-nı yüzük kaşı yaparlar. Böylece şimşekten, yıldırım çarpmasından ve susuzluktan korunurlar. Bu taş bir beze sarılıp ateşe atılsa, ne bez ne de taş yanar. Susayan kişi, bu taşı ağzına alsa susuzluğu gider (I/22). Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve daha başka boy-ların halkı and içtiklerinde yahut sözleştiklerinde demiri ululamak için kılıcı çıkararak yanlamasına önlerine koyup “Bu, gök girsin, kızıl çıksın” derler. Yani, “Sözünde durmazsan kılıç kanına bulansın; demir senden öcünü alsın.” demektir. Çünkü demi-ri ulu sayarlar (I/361).

Kaşgarlı Mahmud, eserindeki her maddeyi açık-larken “kimi zaman, onlara bağlı veya ilintili anla-tı, atasözü, şiir parçaları ve bağlam cümleleri ile de açıklama ve yorumlarını daha anlaşılır duruma getirmeye özen göstermiştir.” (Yıldırım 2008:115). Yıldırım’ın belirttiği gibi Mahmud, kimi zaman bir maddeyi açıklarken o maddeyle ilgili ayrıntılara da yer verir. Söz gelimi “pars” kelimesini açıklarken bize eski Türk takvimi hakkında da bilgi verir:

“Pars, yırtıcı bir hayvan. Türklerin on iki yı-lından biri. Bu şöyle olmuştur: Türkler on iki çeşit hayvanın adını alarak on iki yıla ad olarak vermiş-ler; çocukların yaşlarını, savaş tarihlerini ve daha başka şeyleri hep bu yılların dönmesi ile hesap ederler. Bunun kökü şöyle olmuştur: Türk hanla-rından birisi kendisinden birkaç yıl önce geçmiş olan bir savaşı öğrenmek istemiş, o savaşın yapıl-dığı yılda yanılmışlar; onun üzerine bu iş için Ha-kan ulusuyla geneş (müşavere) yapar ve kurultayda ‘Biz bu tarihte nasıl yanıldıksa bizden sonra gele-

Page 77: kuliye53

77ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

cek olanlar da yanılacaklardır; öyle ise, biz şimdi göğün on iki burcu ve on iki ay sayısınca her yıla birer ad koyalım; sağışlarımızı bu yılların geçme-siyle anlayalım; bu, aramızda unutulmaz bir andaç olarak kalsın.’ dedi. Ulus, Hakan’ın bu önergesini onayladı. Bunun üzerine Hakan ava çıkar; yaban hayvanlarını ‘Ilısu’ya doğru sürsünler diye emre-der. Bu, büyük bir ırmaktır. Halk bu hayvanları sı-kıştırarak suya doğru sürer. Bu hayvanlardan avlar-lar; birtakım hayvanlar suya atılırlar; on ikisi suyu geçer. Her geçen hayvanın adı bir yıla ad olarak takılır. Bu hayvanlardan birincisi sıçgan/sıçan imiş. İl önce geçen bu hayvan olduğu için senenin başı bu adla anılmış ve sıçgan yılı denilmiş. Bundan sonra sırasıyla geçen hayvanların adları yıllara verilmiş: ud/öküz yılı, pars yılı, tavışgan yılı, nek/timsah yılı, yılan yılı, yund/at yılı, koy/koyun yılı, biçin/maymun yılı, takagu/tavuk yılı, it yılı, tonguz yılı. Sayı tonguz yılına varınca dönülerek yine sıç-gan yılından başlar (DLT I/344).

Böylesi açıklamaları Divânü Lügati’t-Türk’ün pek çok madde başında görmek mümkündür; ki bu maddelerde köken açıklayıcı (etiyolojik) anlatılara da yer verilmiştir. Bu tür anlatılar, Türklerin yaşa-dıkları mekânları nasıl adlandırdıkları veya değişik Türk boylarının adlandırılmasında hangi olay ve durumların yaşandığını göstermesi bakımdan Türk kültürü için son derece önemlidir. Söz gelimi “öge” maddesi açıklanırken Uygur Türklerinin yaşadığı bölgeye yakın bir dağ olan Altun Kan’ın neden bu adı aldığı şöyle anlatılır:

“Zülkarneyn Çin’e dek ilerleyince Türk Hakanı savaş için Zülkarneyn üzerine gençlerden toplan-mış bir bölük asker gönderir. Hakanın veziri ‘Sen Zülkarneyn’in üzerine gençleri gönderdin; onların içerisinde denenmiş, yaşlı savaş eri adamların dahi bulunması gerekti’ deyince Hakan, yaşlı ve tecrü-beli anlamına olarak ‘Öge mi?’ demiş. Vezir ‘Evet’ cevabını vermiş. Bunun üzerine Hakan; yaşlı, sı-nanmış bir kimse göndermiş. Zülkarneyn’in ileri kolları üzerine bir gece baskını yapmışlar, düş-manları yenmişler. Türklerden biri Zülkarneyn’in askerlerinden birine bir kılıç vurmuş, herifi göbeği-ne dek parçalamış. Öldürülen adamın belinde, içe-risinde altın bulunan bir kemer varmış; kemer de kesilmiş, altınlar kana bulaşarak dökülmüş. Ertesi sabah Türk askerleri kana bulaşmış olan altınları görerek birbirlerine ‘Bu ne?” demişler. ‘Altun kan” cevabı verilmiş. Orada bulunan bir dağa hemen bu adı vermişler.” (I/90). Bunun gibi “Uygur (I/111), Çiğil (I/393), Türk (I/350), Türkmen (I/353;

III/412), Kaz (III/149), Kaz suvı (III/151)”, vd. bir-çok madde başı açıklanırken yukarıda verdiğimiz örnekte olduğu gibi, köken açıklayıcı anlatılara başvurulmuştur. “Türkmen” maddesi açıklanırken “Şu Destanı”na; “Alp (I/41), Ödhlek (I/102), Telin-di (I/147), Usıtgan (I/155), Ögreyük (I/159), Ulışdı (I/188), İrteldi (I/245), Kürküm (I/486), Çengeşti (II/209), Kurtıldı (II/233), Kevretti (II/334)” gibi maddelerin açıklamasında da “Alp Er Tunga Destanı’na ait parçalara yer verilmiştir.

Divânü Lügati’t-Türk’te çeşitli maddelerin açıklanması, örneklenmesi sırasında manzumeler-den faydalanılmıştır. Divân’da bu amaçla kulla-nılan “149 dörtlük, 79 adet beyit vardır. Ayrıca 9 dörtlük de ikişer defa kullanılmıştır.” (Kaya 2002: 42). Sözlü kültürün hâkim olduğu bir devirde ya-zılan Divân’da Kaşgarlı Mahmut, manzum sözle-rin gücünden de faydalanarak açıkladığı kelime ve kavramların daha iyi anlaşılacağını ve akılda tutu-lacağını düşünmüş olabilir.

Divânü Lügati’t-Türk’te eski Türklerin gün-delik yaşayışları, inançları, âdetleri ve gelenekle-riyle ilgili bilgilere, yine maddelerin açıklanması vesilesiyle yer verildiği görülür. “Öz” maddesinin açıklamasında (I/45) verilen dörtlükte insanın ko-nuğunu iyi ağırlanmasıyla ününün artacağı belir-tilirken “eşük” maddesinin açıklamasında (I/72) hanlardan, beylerden birisi öldüğünde mezarının üzerine kumaş örtüldüğü, daha sonra da bu ku-maşın bölünerek yoksullara dağıtıldığı;. “kedhüt” (I/357) maddesinde gelin ve güveyinin düğünlerine gelen hısımlarına armağan olarak elbise vermeleri âdetinden söz edilir. “Tuzgu”(I/424) maddesinde yolculara yemek sunulmasından, “boşug” (I/372) maddesinde uzaktan gelen hısıma şölen yapılması, armağanlar verilerek yolcu edilmesinden, “tayak” (III/166) maddesinde de gelinin hizmetine bakması için geline köle hediye edilmesinden söz edilir.

Divânü Lügati’t-Türk’te hastalıklar, hastalık-ların tedavisi için yapılan uygulamalar hakkında bilgiler vardır. Divân’da “ig” (I/48), “kem” (I/338, At kemlendi: At hastalandı), “mun” (III/140; has-talık, ayıp), “sükel” (I/394; Oğuz dilinde hasta), “çerlendi” (II/244; Er özi çerlendi: Adam hastalan-dı, vücudu ağırlaştı) kelimeleri hastalık, rahatsız-lık anlamlarında kullanılmaktadır. Verilen bilgilere göre hastalıkların tedavisinde “emci”ler (I/38) ve “otaçı”lar (I/35) bitkilerden, hayvani mahsullerden ilaç yapmakta, sihir ve büyüden faydalanmakta, ateşle dağlama ve kan alma yöntemlerini kullan-maktadırlar.

Page 78: kuliye53

78ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Hastalıkların tedavisinde bitkilerden veya hayvanların çeşitli mahsul ve kısımlarından fay-dalanılmaktadır. Söz gelimi “ang” (I/40) adlı ku-şun yağından ilaç yapıldığı, bu ilacın avuç içine sürüldüğünde elin üst tarafına geçtiği; “Kunduz kayrı”nın (I/458, kunduz taşağı) ilaç olarak kul-lanıldığı belirtilmekte, ancak bunların hangi has-talıkların tedavisinde kullanıldığı belirtilmemekte-dir. “Közlük” (I/478) veya “közüldürük” (I/529), at kuyruğundan yapılan bir tür dokuma olup göz ağrısına ve kamaşmasına karşı gözün üzerine ko-nulmaktadır. Yoğurt ile sütün karıştırılması yoluyla elde edilen “iprük” (I/101), yemek yedikten sonra midesinde ekşime olan, midesinde katılık hisseden kişinin içini sürdürmek için kullanılır. Karın ağrı-sına “angduz” (I/115) kullanılmaktadır. Angduz, topraktan çıkarılan bir kök olup toz hâline getirilip atın burnuna üflendiğinde at karın ağrısından kur-tulur. Karın ağrısını gidermede kullanılan başka bir ilaç da “egir”dir (I/53). Egir de topraktan çıkarılan bir köktür ve karnı ağrıyan kişi yerse, karın ağrı-sı geçer. Divân’da “üzerlik” karşılığı olarak geçen “ilrük”ün (I/105) tohumu, safra ve balgam sök-türücü olarak kullanılmaktadır. “Awılku” (I/489), kırmızı meyvelerinin suyu, göz ağrısına kullanılan bir bitkidir. “Çaxşu” (I/423) otu da göz ağrısı için kullanılır. “Sıgun otu” (I/409), kökü insana benze-yen ve cinsî gücü zayıflayanlar kullandığı bir ottur. Bu otun erkeği ve dişisi vardır. Erkeği erkeğe, dişisi kadına verilir. “Topulgak” (I/502), yaraya konulan bir ottur. Fındık büyüklüğünde kırmızı meyveleri olan “yakrıkan” (III/56) adlı bitki, dudak çatlak-larına sürülür.

Divân’da sihir ve büyüden tedavi yöntemi ola-rak söz edilmektedir. Sihir ve büyü karşılığı olarak “yalwı” (III/33), büyücü karşılığı olarak da “yalwı-çı” (III/33) sözleri kullanılmakta, büyücünün hasta kişiye okuyup üflemesi ise, “sufşamak” (III/286) olarak adlandırılmaktadır. Bu yönde çeşitli uygula-malar yapılmaktadır. Söz gelimi, göz değen çocu-ğun tedavisinde, çocuğun yüzüne, safrana birtakım maddelerin karıştırılmasıyla elde edilen ve adına “egit” (I/51) denilen ilaç sürülür. Çocuğu perilere ve göz değmesine karşı afsunlarken çocuğun yü-züne tütsü verilir ve bu arada “ısrık ısrık” denilir; ki bu sözle “Ey peri ısırılmış olasın” (I/99) denil-mektedir.

Divân’da dağlama, kan alma, yakı yakma gibi yöntemlerin de çeşitli hastalıkların tedavisinde uy-gulandığı bilgisi verilmektedir. Atın göğsünde çı-kan ve “çildek” (I/477) veya “çılday” (III/240) de-

nilen çıban, “tüknemek” (III/301, dağlamak) sure-tiyle tedavi edilir. Yine atlarda görülen ve “etilgen” (I/158) denilen beze, yarılıp temizlenerek tedavi edilir. Yaraların üzerine “yakıg” (III/74, yakı, sar-gı) konularak yara iyileştirilir. “Kanagu” (I/477) adı verilen aletle kan alınarak da hasta tedavi edilir.

Divânü Lügati’t-Türk’te Türkler arasında oy-nanan oyunlardan, sporlardan da bahsedilmiştir. Çeşitli kelimelerin (“kapışdı” (II/88); “tanğuk” (III/365); “egişdi” (I/187) açıklanması sırasında çevgenle oynanan ve günümüzde polo olarak bi-linen oyuna benzer bir oyundan bahsedilmektedir. Bu oyun, topa veya topaca çevgenle vurularak oy-nanmaktadır. Divân’da bir yarışma olarak ok atış-maktan, at yarıştırmaktan ve güreşmekten bahse-dilmiş; ancak nasıl yapıldıklarına dair yeterli bilgi verilmemiştir. Bunlarla ilgili kelimeler ve açıkla-malarında verilen cümle örnekleri:

“Atışgan” (I/157), “Ol mening birle ok atış-gan.”/ “Onun benimle –yarışmak için- ok atışmak âdetidir.”. “

“Atlaşu” (II/226), “Ol mening birle ot attı atlaşu”/”O, ortaya ödül olmak üzere at koyarak be-nimle ok atıştı.”

“Özüşdi” (I/184), “Ol mening birle at özüşdi.”/ “O benimle at koşturmakta yarış etti.”

“Yarışdı” (III/72), “Ol anıng birle at yarışdı.”/ “O, onunla at yarışı yaptı.”

“Çalış” (I/368), Çelme, güreş. “Bagdattı” (II/327), “Ol anıng adhakın bagdattı.”/ “O, Onun ayağını güreşte sarmaya aldırdı.”

“Münğüz münğüz” (III/363), Divân’daki açık-lamasına göre bir çocuk oyunudur ve şöyle oyna-nır: Çocuklar ırmağın kenarına diz çöküp otururlar. Bacaklarının arasına akıcı yaş kum doldururlar. Sonra elleriyle kuma vururlar. Onlardan birisi (ebe) “münğüz münğüz” der. Diğer çocuklar ona “ne münğüz” diye sorarlar. Ebe, boynuzlu hayvanları birer birer saymaya başlar. Diğerleri de bunu tekrar ederler. Bu arada ebe, deve ve eşek gibi boynuz-suz hayvanlardan birinin adını söylerse suya atılır. Çocukların oynadığı bir başka oyun da “köçürme” (I/491) oyunudur; ki “ondört” adıyla da bilinir. Yere kale gibi dört çizgi çizilir, sonra bu dört kaleye on kapı yapılır. Fındık veya fındık gibi şeylerle bu kapılar üzerinde oyun oynanır. Ceviz oyunu da ço-cukların oynadığı bir oyundur; ancak nasıl oynan-dığı hakkında bilgi verilmemiştir. “Atıç” (I/52) ve “eteçlik” (I/151) kelimeleri açıklanırken bu oyunun oynanması için çukur açıldığı bilgisi verilmiştir. “Karagun” (III/243) kelimesinin açıklamasında

Page 79: kuliye53

79ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

“Akşamleyin çocukların oynadığı bir oyunun adı” diye bilgi verilmiş, ancak oyunun nasıl oynandı-ğı hakkında bilgi verilmemiştir. “Tepük” (I/386), çocukların oynadığı ayaktopu oyunudur. Divân’da verilen bilgiye göre, kurşun eritilip top şekline ge-tirilir. Üzerine keçi kılı veya başka şeyler sarılır. Çocuklar bunu teperek oynarlar.

Divân’da Türklerin yaşayış özelliklerine, me-deniyet seviyelerine ilişkin bilgiler, bu bağlamda giyim kuşamları, kullandıkları ev aletleri, yemek kültürü, vb. hakkında değerli bilgiler mevcuttur. Bu bilgilere göre, XI. Yüzyılda Türkler mendil kullanıyor, giysilerindeki kırışıklıkları ütüyle dü-zeltiyorlardı. “Ulatu” (I/136), kelimesi, “kişinin burnunu temizlemek için koynunda taşıdığı ipek kumaş parçası” olarak açıklanır ki bu da bildiğimiz gibi mendildir. “Ütük” (I/68) için Divân’da “mala biçiminde bir demir parçasıdır ki dikiş yerlerini yatıştırmak için kızdırılarak elbise üzerine bastırı-lır.” denilmektedir. Bu da anlaşılacağı üzere ütüdür. Hayvancılık ve tarıma dayalı bir iktisadî hayatla-rı olduğunu bildiğimiz XI. yüzyıl Türkleri, deriyi işledikleri gibi yünü de işleyip keçe hâline geti-riyorlar; keçeyi de çizme yapıp giyiyorlardı. “Ol mandga oyma basışdı /O, bana keçeden çizme yap-makta yardım etti” (II/100) sözünde geçen “oyma”, özellikle Türkmenlerin keçeden yaptıkları çiz-meye verilen isimdir. Erkeklerin giydikleri sarığa “suwluk” (I/201), kadınların başörtüsüne de “bü-rünçük” (I/201) deniliyordu. Kadınlar takı ve süs eşyası olarak o devirde “yinçü/inci” (I/273), misk ile râmekten yapılan boncuk olan “bodh-monçuk” (III/121), “bilezük” (II/82), saçlarına takma olarak keçi kılından yaptıkları zülüf olan “öngik” (I/135), kullanıyorlar, kemerlerine altın veya gümüşten ya-pılan “tuş/toka” (III/125) takıyorlar, yanaklarına ise “englik/allık”(I/115) sürüyorlardı. Delikanlı kız ve oğlanlar alınlarına “but/değerli firuze taşı” (III/120) takıyorlardı.

XI. yüzyıldaki Türklerin hayat şeklini aksettiren önemli bir unsur da onların beslenme kültürüdür[2]. Divân’da Türklerin mutfağa “aşlık” (I/114), aşlıkta bulunan kap kacağa ise, “ayak” (I/84) adını verdik-leri, ancak Oğuzların ayak kelimesini bilmedikleri için onun yerine “çanak” (I/84) dedikleri bilgisi verilmektedir. Aşlıkta bulunan başlıca kap kacaklar olarak “aşıç/tencere” (I/52), “biçek/bıçak” (I/384),

2. Daha geniş bilgi için bkz. Reşat Genç, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, TKAE Yay. Ank. 1997, s. 229-236.

“etlik/et asılan çengel” (I/101), “bart/bardak” (I/341), “kumgan/ibrik, güğüm” (I/440), “örküç/sa-cayağı” (I/95), “sac/tava” (II/147), “sagrak/sürahi, kâse” (I/471), “kendük/un, vb. şeyler konulan küp” (I/480) “bukaç/su kabı” (I/357), “çançu/şehriye hamuru açmakta kullanılan oklava” (I/417), “çöm-çe/kepçe” (I/417), “kaşujk/kaşık” (I/383), “körke/ağaçtan yapılan tabak” (I/430), “kasuk/kımız tu-lumu” (I/479), “tagar/dağarcık, çuval” (I/411) vb. mutfak aletlerinden bahsedilmektedir.

Mutfakta kullanılan kap kacaklardan da anlaşı-lacağı üzere Türklerin XI. yüzyılda hayvancılığa ve tarıma dayalı bir beslenme kültürleri vardır. Hay-vanlardan elde ettikleri besin maddelerinin başın-da et gelir. Diğer besin maddeleri ise, süt ve sütten yapılan mahsullerdir. Bunların yanında yumurta ve bal da hayvanlardan elde edilen besin maddeleridir.

Türklerin etinden faydalandıkları hayvanla-rın başında koyun gelir. Diğer hayvanlar (at, keçi, tavuk, kaz, balık, vd.) ikinci derecede hayvanlar-dır. Bu yüzyılda Türkler, mevsimlere bağlı olarak yayla-kışla arasında göç ettikleri gibi yerleşik ola-rak da tarımla uğraşıyorlardı. Her iki durumda da hayvan sürüleri mevcut olan Türkler, hayvanların etinden, deri veya yününden, sütünden faydalanı-yorlardı. Kesmek üzere özel olarak besledikleri hayvanlara “etlik” (I/101) diyorlardı. Bu devirde “etçi/kasap”ların (II/48) olduğu, “ekdi/mezbaha”da (I/125) hayvanların kesildiği bilgisi mevcuttur. Türkler eti pişirerek yedikleri gibi, sonra yemek üzere tuzluyor veya kurutuyorlardı da. Kurutulan ete “kak et” (II/282), güz mevsiminde birtakım ba-haratlarla terbiyeledikleri ve kuruttukları ete ise, “yazok et/pastırma” (III/16) diyorlardı.

Divân’da verilen bilgilere göre o devir Türkleri eti, karaciğeri ve baharatı karıştırıp bağırsağa dol-durarak sucuk yapıyorlar, adına da “soktu” (I/416) diyorlardı. Koyun, keçi gibi hayvanların başını üterek (I/193) temizliyor, pişirerek yiyorlardı. Et ve baharatı karıştırıp bağırsağa doldurarak günü-müzde de bilinen bir yemek olan bumbar dolması yapıyorlardı. İşkembe ve bağırsağı iyice kıyarak bağırsağın içine dolduruyor kızartmak veya pişir-mek suretiyle “yörgemeç” (III/55) adlı yemeği ya-pıyorlardı.

At sütünden kımız (I/365) yaparken diğer hayvanların sütlerinden yoğurt, “suvuk/ayran” (III/164), yağ, “kayak/kaymak” (III/167), “udhıt-ma/peynir” (I/143) yapıyorlardı. Ayrıca arıcılık ya-pıyor, bal üretiyorlardı. Suvarlar, Kıpçaklar, Oğuz-lar “bal” derlerken diğer Türk boyları bala “arı

Page 80: kuliye53

80ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

yağı” (III/156) diyorlardı. Bal, doğrudan yenildiği gibi “buxsı” (I/423) denilen yemeğe da katılıyor-du. Buxsı şöyle yapılırdı: Buğday pişirilip içerisine badem taneleri atılır, üzerine bal ve süt ile pişmiş bulamaç dökülür. Ekşitildikten sonra yemeğin buğdayları yenir, suyu içilir. Bal, ayrıca “kumlak” (I/475) adlı otla karıştırılarak şarap yapılır. Türk-ler baldan başka günlük beslenmelerinde “bekmes/pekmez” (I/458) de tüketiyorlardı. “Talkan kiming bolsa angar pekmes katar.” (I/440) sözü, pekmezin buğday veya arpa unundan elde edilen ve adına “talkan” (I/440) denilen kavuta katılması şeklinde yenildiğini göstermektedir.

Türkler besledikleri kaz veya tavukların yu-murtalarından da faydalanıyorlardı. Divân’da “yumurtga”nın (III/4333), “türmeklendiği/dürüm içine konulduğu” (II/276) vaya doğrudan “yutmak” (II/313) şeklinde yenildiği bilgisi verilmektedir.

Kaşgarlı Mahmut, eserinde Türklerin tarım yaptığına, buğday, arpa vb. tahılları yetiştirdikleri-ne ve bunlardan çeşitli usullerle faydalandıklarına dair bilgiler verir. Buğdaydan en başta un, undan da “etmek/ekmek” (III/57), “yuwka” (III/33), “tokuç/çörek” (I/358), “yerküç/çörek” (I/452) yapıyorlar-dı.

Türkler, yağlı yemeklere düşkündüler. Çünkü yağlı yemek onlara göre “özlüg aş” (I/45) idi. Yağlı yemek, tok tutucu, besleyici yemek demekti. Böylesi yemekler “çiwgin aş” (I/443), yağsız, yalın, tok tutmayan yemek de “kewgin aş” (I/443) olarak adlandırılıyordu. Buğday ve arpa ununun karıştırılması suretiyle “awzurı” (I/145) adlı ye-meği yapıyorlardı; ki bu yemek bir çeşit erişte idi. Hamuru serçe dili gibi eğri keserek erişte yapı-yorlar ve adına “kıyma ügre” (III/173) diyorlardı. Hamurun nohut büyüklüğünde kesilmesi suretiyle yapılan “sarmaçuk” (I/527) adlı şehriye çorbasının hastalara verildiği bilgisi mevcuttur. Su, kar veya buz ile soğutulup içine baharat konularak yenen bir başka şehriye çorbası da “letü ?/litü ?”dür.

Kaşgarlı Mahmut’un Türklerin en ünlü yemeği dediği “tutmaç” (I/452), bedeni güçlendiren, yüze kırmızılık veren, kolaylıkla sindirilemediğinden ki-şiyi tok tutan bir yemektir; fakat nasıl yapıldığına dair bir bilgi verilmemiştir. Bir çeşit helva olan “ka-gut” (I/406) darıdan yapılır ve yeni doğum yapmış kadınlara verilir. Darıdan yapılan başka bir yemek de “kürşek” (I/478) tir. Pirinç ile baharatın karıştı-rılıp bağırsağa doldurulması ve pişirilmesi şeklinde hazırlanan “sogut” (I/356), bumbar dolmasıdır. Bir tür sütlaç olan “uwa”(I/90), pirincin pişirilip soğuk

suya konması, sonra suyunun süzülüp içine şeker katılmasıyla yapılan bir tatlıdır.

Mahmut, eserinde XI. yüzyılda Türklerin ye-tiştirdiği sebzelerden söz etmiş, ancak “büstelli” (I/493) ve “kabak” (I/382) yemeklerinden başka yemeklerden bahsetmemiştir. Verilen bilgiye göre, büstelli, kara pazıdan yapılan yemektir. Kabak ise, yaş iken yemeği yapılan bir sebzedir. Ancak kara pazının veya kabağın yemeğinin nasıl yapıldığına dair bilgi yoktur.

XI. yüzyılda Türklerin içilen her şeye “içkü” (I/128) dedikleri, ancak şarap türü içkilere “süçik” (I/408) veya “bor” (III/121) adını kullandıkları görülmektedir. Türklerin en çok tükettikleri içki, şüphesiz kımızdı. Kısrak sütünün ekşitilmesi/ma-yalandırılması şeklinde yapılıyordu. “Ugut” (I/50), buğday ile arpanın pişirilmesi ve hamurla maya-landırılması sonucu elde edilen bir içkidir. Buğ-daydan yapılan “agartu” (III/442); buğday, darı, arpa gibi tahıllardan yapılan “bengi” (I/434) de Divân’da adı geçen içkilerdir. Bir içki olarak değil de içecek olarak sözü edilen “bekni” (III/60), gü-nümüzde de içilen bozadır. “Bekni yewüldi/bekni olgunlaştı.”(III/81) sözünden bekninin de boza gibi mayalandırılarak yapılan bir içecek olduğunu an-lıyoruz.

Divânü Lügati’t-Türk, yazıldığı devirde diğer milletlere göre oldukça ileri bir Türk kültür ve me-deniyetinin varlığını göstermesi bakımından olduk-ça önemlidir. Türk dili ve edebiyatından coğrafya-ya, tarihten sosyolojiye, ilahiyattan halk kültürüne, vd. bilim dallarına kaynaklık eden bir eserdir.■

KAYNAKLARAKALIN, Ş. Halûk 2011, “Kaşgarlı Mahmud ve

Divânü Lügati’t-Türk”,CANPOLAT, Mustafa 1974, “Divânü Lügati’-Türk’te

Şamanizm İzleri”, Türk Folkloru Araştırmaları Yıllığı-Belleten, Kültür Bak. Yay., Ank., s. 19-34.

ERCİLASUN, Ahmet B. 2004, Başlangıcından Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Akçağ Yay., Ank.

GENÇ, Reşat 1997, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, TKAE Yay., Ank.

http://tdkterim.gov.tr/dlt/?kategori=divan (27.6.20011).KAYA, Muharrem 2002, “Divânü Lügâti’t-Türk’ün

Halkbilimi Açısından Önemi”, Folklor-Edebiyat Dergisi, c.VIII, sayı 31, s. 39-49.

KURT, Şaban 2008, Kitâbu Divânı Lugâti’t-Türk (Tıpkıba-sım), Kültür ve Turizm Bak. Yay., İst.

YILDIRIM, Dursun 2008, “Kaşgarlı Mahmud : İlk Türk Sözlü Kültür Bilimcisi [=Folklorist], Kaşgarlı Mahmud Kitabı, (ed. Sema Barutçu Özönder), Kültür Bak. Yay., Ank. s. 107-119.

Page 81: kuliye53

Aşkın derin deryâsını,Yara yara geldim Sana!..Ömrün ma’nâ dünyasını,Kura kura geldim Sana!..

Kudretin var ten harcında; Nefesin var can burcunda!..Bir yüreği, nefs içinde;Öre öre geldim Sana!..

Bahtım, eler eleğimi;Edep yükler dileğimi!.. Umut kokan çiçeğimi; Dere dere geldim Sana!..

Sözde ihlas, özde iman;Kerem eyle Sen’in bu can!..Öz içimde özge mekân,Sora sora geldim Sana!..

Yolcu gerek yola uya;Dört kapıya, bir can koya!..Bu hikmeti, duya duya,Göre göre geldim Sana!..

Yâ Rab, kulum Sen’de karar;Her an artar bu intizâr!..Tâ Elest’ten bir yaram var,Sara sara geldim Sana!..

ÖZGE MEKÂN…

RIFAT ARAZ

81ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 82: kuliye53

Yokladım kalbimi ne var kendimde?Bu kez ayacığım taşa değdi de;Gafletimden kurtulmaya uğraştım,Bir tomurcuklanma oldu gönlümde.

Güçlü ve kuvvetli bildim ben beni,Sandım ki demirden tül var tenimde.Günaha, sevaba “hayal” mi derdim,Cahillik isyanı varken dilimde.

"Bir damlasın" demek, her hal bu ikaz,Okyanuslar dolu büyük evrende,Kin, haset ve gurur kalmadı biraz,Şefkat sillesini yiyen sinemde.

ŞEFKAT SİLLESİ

UYGUN AHMET EKER

82ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 83: kuliye53

Elazığ’da 20.si düzenlenen “Hazar Şiir Akşamları”nın davetlisiydim. Bu güzel

şehrimize, 10. Hazar Şiir Akşamları’nda da git-miştim. O zaman da, buraya Kardeş devletlerden şairler gelmişti, bu defa da… On yıl önceki, şair-lerle, bu yıl gelenler arasında dillerinin anlaşılırlığı bakımından hissedilir bir düzelme olduğunu sevi-nerek gördüm. Yine tercüme edilen şairler olsa da, biraz daha anlaşılır Türkçe ile şiir okudular. Buna rağmen, onlara dillerini Anadolu Türkçesi’ne yak-laştırmaları gerektiğini söylediğim zaman umul-madık bir tepki gördüm. Sanki böyle bir şey yap-makla, kendi kimliklerini kaybedeceklermiş gibi bir psikolojik tedirginlik vardı. Enteresandır; bu ifadelerimden sonra baktım bana karşı hep me-

MUHSİN İLYAS SUBAŞI

Karde��devletler���d�l��roble��

safeli davrandılar. Dil, varlık sebebimiz ise, onun müşterekliği gücümüzü arttırır. Çünkü dil aynı zamanda sosyalleşmemizin tek hâkim unsurudur. Aklın tek vasıtası dildir. Dilimizi tanzim, düzelt-me kendimizi tanzim ve düzeltmedir. Onun sağlık-lı bir dil etrafında yeniden örgünleşmesi, kimsenin kimliğine müdahale olmaz, olmamalıdır. Bizim yurdumuzda da mahalli dil kullananlar vardır. Biz onları kültürel zenginlik olarak algılıyoruz, ama hepimiz aynı dili kullanmak suretiyle daha etkili, dolayısıyla kalıcı eserlere imza atıyoruz. Böyle bir talep yalnızca aklın gereği değil, aynı zamanda var olabilmemizin ve yarınlarımızı elimizde tutabil-memizin tek besleyici unsurudur. Benim temenni-me tavırları, kendilerini farklı bir yerde ve farklı

83ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 84: kuliye53

bir kimlikte gördüklerinden mi kaynaklanıyordu, anlayamadım?

Aslında meselenin aslı öyle mi? Elbette ki de-ğil. 80 yıl hâkimiyetleri altında kaldıkları Rus ide-olojisi, onları, ayrı milletmiş gibi ayrı lehçelerde tutmuş birini diğerine yaklaştırmamak için özen göstermişti. Bunu, Rus ordusunda pilot albaylığa kadar yükselmiş bir Azeri Türkü bana şöyle itiraf etti: “Biz, Bakü’nün işgaline kadar kendimizi Türk olarak görmüyorduk. O işgal bize Türklüğümüzü hatırlattı ve bizim Ruslara karşı başkaldırı hare-ketimiz ondan sonra ciddi boyut kazanabildi.” O güne kadar bu insanlara Rusların yaptığı telkin; “Siz Türk değil, Azeri’siniz. Azeriler ayrı bir mil-lettir ve ayrı bir dilleri olmalıdır.” Sömürge ideo-lojisi, bölüp parçalama stratejisi üzerine inşa edilir. Selçuklu ve Osmanlı devletleri tecrübesi göster-miştir ki, Batı, bizim bütünlüğümüzden ciddi şe-kilde rahatsızlık duymaktadır. Rusya kendisini ku-şatan böyle bir coğrafyanın bütünleşmesi halinde yaşayacağı siyasi travmayı çok iyi bilmektedir. “Türk Birliği”nin siyasi alanda gerçekleşmesi on-lar için ciddi bir handikaptır. Bunu fark edebilsek, mesele kendiliğinden çözülecektir. Bakınız biz, merhum ve mağfur Kaşgarlı Mahmut’un, “Divan-ı Lügatü’t Türk”ünde kullandığı dille yetinseydik bugün 8-10 bin kelimeyle konuşabilen bir millet halinde kalırdık. Hâlbuki bugün Türkçe sözlükle-rimizde 150 binin üzerinde kelime vardır. Bizim onları davetimiz bu zenginliği paylaşmak içindir. Değilse kimsenin, yerel ağzına müdahale değildir.

Geçmişimizde görmüşüzdür: Malazgirt Savaşı’nda bizi 50 bin kişilik askerimizle, 200 bin kişilik Bizans gücüne karşı galip getiren silah üs-tünlüğümüz, ya da sadece olağanüstü kahramanlı-ğımız değildi elbette. Bunların payı olsa da, esas olan, onların, Balkanlardan topladığı, Uz, Peçe-nek, Avar gibi Türk topluluklarının çocuklarından oluşan askerlerinin, karşılarında kendi dillerini konuşan bir milletle savaşa sürüldüklerini anlayın-ca, saf değiştirmiş olmalarıdır. Bunun sonucunda-dır ki, Bizans ordusu yarım gün gibi bir zaman içinde çözülerek çöküp dağılmış ve bize galibiye-tin nimetini sunmuştur. Bu olay, dil denen silahın her türlü gücün üstünde olduğunu göstermektedir. Bunu elbette Ruslar da bilecektir ve ona göre ted-birler alacaklardır. 80 yıl boyunca uygulanan bu dil politikası, bizim kardeşlerimizde öylesine bir milli kimlik değeri haline gelmiş ki, Türkmen’le Kazak’ı, Azeri ile Kırgız’ı bir arada tatlı bir soh-bet içerisinde görmeniz mümkün değildir. Bun-lar birbirlerine karşı bile mesafeli iken, bize karşı mesafeli olmaları şaşırtıcı gelmedi bana. Ancak bu insanlar, okumuş, aydın, toplumun meselesini kendisine dert edinen kimselerdi. Bunlarda sağdu-yunun, ortak duyarlılık ve kabul anlayışının çok daha önemli olması gerekmez miydi?

Düşünebiliyor musunuz, 200 milyonu aşan nü-fusu, 5 milyon km²’ye yaklaşan alanıyla Türk dün-yası ortak dil imtiyazına kavuşursa neler olmaz ki? Bunun farkında olan dış güçler, bu ülkeler üzerin-de, “kültür emperyalizmi” dediğimiz silahı çok

Düşünebiliyor musunuz, 200 milyonu aşan nüfusu, 5 milyon km²’ye yaklaşan alanıyla Türk dünyası ortak dil imtiyazına kavuşursa neler olmaz ki? Bunun farkında olan dış güçler, bu ülkeler üzerinde, “kültür emperyalizmi” dediğimiz silahı çok ustalıklı bir şekilde kullanarak bunları yalnızca Türkiye’ye karşı değil, birbirlerine karşı da mesafeli halde tutabilmeyi başarmışlardır.

84ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 85: kuliye53

ustalıklı bir şekilde kullanarak bunları yalnızca Türkiye’ye karşı değil, birbirlerine karşı da mesafe-li halde tutabilmeyi başarmışlardır. Bakınız, bana göre sarsıcı bir itiraftır: Bakü Üniversitesi’nden bir Bilim Adamı Türkiye’den tanıdığı şairlerin kimler olduğu sorulunca sadece üç isim verebilmiştir. 4. İsim yoktur, devamı yoktur. Kaldı ki, Azeri Türk-leri bize en yakın dili kullanan bir topluluktur. Bu kahredici sonucu doğuran sebep nedir? Onların Kiril Alfabesini kullanmalarından doğan dar alan mahkûmiyetidir; bizim edebiyatımızı okuyarak ta-nıma şansına ulaşamamış olmalarıdır. İngilizceyi öğrendikleri için Batılı edebiyatçıları bizim edebi-yatçılarımızdan çok iyi bilen bu insanlar, Türkçe okuyup yazamadıkları için bizi tanımamaktadır-lar.

Bundan yirmi yıl önce; 1992’de “I. Türk Dün-yası Yazarlar Kurultayı” toplandı. Oraya kardeş ülkelerden katılan şair ve yazarların hemen hep-sine bu meseleler anlatıldı. İki yıl sonraki 1994 toplantısında da vardım. Orada bir konuşma da yaptım ve ısrarla bu meseleleri dile getirmeye ça-lıştım. Rahmetli Cengiz Aytmatov o gün orada şunları söyledi:

“Edebiyat zamanımızın aynasıdır, göstergesi-dir. Edebiyat zamanımızın büyük düşüncesi, felse-fesi, tarihi ve bir büyük cereyandır. Kısaca söyle-yecek olursak, edebiyat nasılsa biz de öyleyiz. Biz Sovyet esaretinden yeni kurtulmuş bir edebiyatı temsil ediyoruz. Türkiye’de, başkent Ankara’da bir araya gelmemiz ise çok tabii bir şeydir. Çünkü di-nimiz, dilimiz, tarihimiz, kültürel değerlerimiz bir kaynaktandır. Düne kadar bizim edebiyatımız Rus diline aktarılıp oradan dünyaya yayılıyordu, artık bizim edebiyatımız bizim ortak dilimizle gelişe-cek ve dünyaya yayılacaktır. Bizim ana lehçemiz Türkiye Türkçesi’dir. Bizim kitaplarımız Türkçeye aktarılarak dünyaya yayılacaktır.”

O da rahmetli oldu, Bahtiyar Vahapzade ile ko-nuştum. Hatta o bu toplantıda uzunca da bir konuş-ma yaptı ve ısrarla şunları söyledi:

“Bakın biz daha önce Moskova’da Kazak, Türkmen, Özbek, Tatar kardeşlerimle Rusça ile anlaşırdık. Şimdi Allah’a binlerce şükür burada

Türkçe ile anlaşmaktayız. Bu büyük bir ihtilaldir. Biz artık bununla da yetinmeyecek ortak alfabeye geçeceğiz. Bizim bundan başka kurtuluş yolumuz yoktur. Bakın eskiden Arap Alfabesi Türk dilinde konuşan bütün milletleri birleştiriyordu. Bu alfa-beyi terk ettikten sonra birliğimiz yıkıldı. Yani Türk dilli halklar birbirinden ayrıldı. Mademki, Türkiye Latin alfabesini kullanıyor, biz de çok ge-cikmeden buna geçmek durumundayız. Azerbay-can önümüzdeki yıl buna geçecektir. Diğer Türk Cumhuriyetleri’nin de vakit kaybetmeden geçme-sini diliyorum. Rusya dilimizi elimizden alarak yıllarca bizi mahvetti, perişan etti ve sömürdü. Şimdi birleştik. Bu defa sizin bu yeni uydurma diliniz çıktı ortaya. Hadi bizim aydınlar bunu an-lasın, ama bizim köylümüz bunu nasıl anlayacak, biz nasıl birleşeceğiz? Kendi zenginliğiniz varken niçin yüzünüzü Batı’ya dönersiniz anlamak müm-kün değil.”

Bu iki yaklaşımın önemli tarafı, bizimle para-lellik ortaya koymasındadır. Çünkü bu bir temenni değil, idealdir. Bir soyun var olma idealidir.

Bugün hala Azeri Türkçesinde Kiril alfabesin-den harfler kullanılmaktadır. Anlayamadığım bir şey, bizim dilimizde (x) diye bir harf yoktur, (w) yoktur, (q) yoktur, ters (e) yoktur ama Azerbay-can aydını bunda ısrarlıdır.

Burada tamamıyla bu kardeş ülkelerimize de haksızlık ettiğimiz sanılmasın. Onları çok iyi anlıyorum: Biz, Latin alfabesine geçerken, bin yıllık bir ihtişamlı geçmişin birikimini bir elimizle kenara ittik ve seksen yıldır da bunun sıkıntısını çekmekteyiz. Bizim devlet adamları-mız böyle bir girişimde bulunurken önümüzde bize rehberlik edecek, yol açacak, bize öğrete-cek bir Türk Ülkesi yoktu. Biz kendi göbeğimizi kendi ellerimizle kestik ve bu günlere geldik. Bugün Kardeş devletlerimizin önünde bizim bir asra yaklaşan bir tecrübe ve birikimimiz var. Bundan faydalanıp soydaş devletler olarak gele-ceğimizi birlikte inşa edelim. Hissi yaklaşımlar bu milli ideali budanmamalıdır. Çünkü kaybe-den şahıs değil millet olacaktır… Bunu anlama-mak milletimize kıymak olmaz mı?■

85ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 86: kuliye53

Ç O L P O N C A P A R O V Aile Kırgız müziği üzerine

ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU

1996 yılında Amerika’ya gittim ve orda bir buçuk yıl yaşadım. Orada folklara ilgi duymaya başladım.

Kırgızistan’daki yakınlarımdan Kırgızca müziklerin olduğu DVD, CD istedim. Bana

hiçbir şey gönderemediler; çünkü bu tür şeyler o zamanlar yoktu bizde. Ondan sonra neden

Kırgızların müzik CD’leri yok diye düşünmeye başladım.

Kırgızların Yüzyıllar Öncesine Ait Müziğini, Destan-larını Dünyaya Tanıtan Ordo Sahna Grubunun Şefi Çol-pon Caparova:

“Kırgızlarda ‘At adamın kanadı,’ atasözü var. Bu ko-nuyla ilgili beş yıl çalıştık. Büyük İskender, Cengiz Han, Manas gibi kahramanların atlarına ithaf ettiğimiz parça-lardan bir albüm oluştu.”

Çolpon Hanım Türkiye’ye hoş geldiniz. Kırgızistan Dostluk ve Kültür Derneğinin düzenlediği Nevruz etkinliklerine katılmak için İstanbul’dasınız. Kısaca kendinizden bahseder misiniz? Sizi tanıyalım.

Müzik sanatıyla uğraşıyorum. Kırgızistan’da konservatuar bitirdim. Piyanistim. Konservatuarı bitirdikten sonra Abdıray Müzik Okulu’nda öğ-retmenlik yaptım, ders verdim. Öğrencileri kon-serlere hazırlıyordum. Klasik müzik eğitimi al-dım. Aslında hiçbir zaman folklor enstrümanları ilgimi çekmedi. Klasik müziği çok seviyordum.

Sizin yönettiğiniz Ordo Sahna grubu çok gü-zel bir müzik resitali verdi İstanbul’a. Grubun kurulması ve tarihinden bahsetseniz.

Kırgızların çok zengin bir müziği var. Ancak bu zenginliği uluslararası platformda tanıtmak için çok düşündüm. 1996 yılında Amerika’ya git-tim ve orda bir buçuk yıl yaşadım. Orada folklara ilgi duymaya başladım. Kırgızistan’daki yakınla-rımdan Kırgızca müziklerin olduğu DVD, CD is-tedim. Bana hiçbir şey gönderemediler; çünkü bu tür şeyler o zamanlar yoktu bizde. Ondan sonra neden Kırgızların müzik CD’leri yok diye düşün-meye başladım. Folklor müzik grubu kurma fikri hâsıl oldu. Kırgızların folklor enstrümanlarını toplayıp bir tiyatro açmayı düşündük. Bu fikri-mi ağabeyim Şamil Caparov da destekledi. Onun desteklemesiyle sanatçıları toplayıp 1998 yılında Ordo Sahna grubunu kurduk.

Ne gibi güçlüklerle karşılaştınız? Birçok engel çıktı karşımıza. Bunların içinde

86ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 87: kuliye53

üfleme çalgıları çalan müzisyenlerin yetersizliği, kaliteli enstrümanları bulmak oldukça zor oldu. Bu meseleleri hallettikten sonra iki yıl boyunca haftanın beş günü prova yaptık. Bazı sanatçılar çopo çoor, ağız komuz gibi enstrümanları üfle-meyi orkestranın şefi Nurlan Nışanov’dan öğren-di.

Ordo Sahna grubu kurulduktan sonra dün-yanın birçok ülkesinde konserler verdi. Hangi ülkelerde konserler verdiniz?

Bizim ilk konserimiz komşu Kazakistan’da oldu. 2002 yılında Amerika’da Dağlık Ülkeler Festivali oldu. Biz de bu festivale katılıp ülkemi-zi tanıttık. 2004 yılında Fransa’da, 2005 yılında Güney Kore’de, 2005 yılında tekrar Fransa’da Paris’te, aynı yıl Japonya’da konserler verdik. İs-viçre, Almanya, Çin, Rusya’da değişik şehirlerde konserler verdik. 2010 yılında Amerika’nın 12 eyaletinde konserler verdik. Konserlerimiz büyük memnuniyetle karşılandı ve katılımlar oldukça yoğundu.

Sanatçıların giysileri de Kırgız kültürüne ait oldukça iyi tasarlanmış. Özel tasarımcılarla mı çalıştınız?

1990’lı yıllarda millî giysilerimizi tasarlaya-cak profesyonel tasarımcılar yoktu. Bu yüzden tarih kitaplarına bakıp, Kırgız nakışlarını, sem-

bollerini kullanarak giysileri tasarladık. Bu giysi-leri gümüşlerle bezedik, seçkin güzel bir tasarım ortaya çıktı. Bizim millî giysilerimiz başka ülke-lerdeki insanların her zaman ilgisini çekmekte-dir; çünkü doğal malzemeler kullanılarak dikildi, nakışları orijinal.

Kırgız müzik dünyasına büyük katkılar yap-tınız. Dört tane albüm çıkardınız. Bu konu hak-kında neler söylemek istersiniz?

İlk albümümüz “Ulamış Külörü” (Efsane Melodileri) 2000 yılında piyasaya çıktı. Kırgızların ruh zenginliği, efsaneleri, musikisi halk şarkıları olarak bestelendi. Bu eserlere yeniden hayat verdik desem yanılmış olmam. İkinci albümümüz “Köçmöndör ırı” (Göçebeler Şarkısı) adıyla çıktı. Kırgızların göçebe hayatını anlatıyor. Ondan sonra “Toguz ak” (Dokuz Ak) projemizin temelinde dağlık bölgelerde yaşayan halkın hayatını, sosyal düzenini anlatan kliplerden seçmelerin yer aldığı albüm dinleyicilerle buluştu. Kırgızlarda “At adamın kanadı,” atasözü var. Bu konuyla ilgili beş yıl çalıştık. Büyük İskender, Cengiz Han, Manas gibi kahramanların atlarına ithaf ettiğimiz parçalardan bir albüm oluştu. Şimdi “Kayberen” adlı projemizin üstünde çalışıyoruz. Repertuar seçiminde birçok güçlükle karşılaşıyoruz. Günümüzde yetenekli, işinin ehli kompozitörler az. Bu yüzden eserlerin

87ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 88: kuliye53

uzunluğuna, nasıl seslendirildiğine çok dikkat ediyoruz.

“Calınduu at” (Yeleli At) adlı albümünüzde-ki parçaların muhtevası nasıl? Atların dörtnala koşturulmaları mı, kişnemeleri mi yoksa onların dünyası mı yansıtılmaya çalışılıyor. Bestelerin melodileri hakkında neler söylemek istersiniz?

Mesela biz Amerikan atına ait parçayı seslen-dirdiğimizde mutlaka Amerikan folklorik müzi-ğinden istifade ediyoruz. Rusların atına ait par-çayı icra ettiğimizde Rusların millî kaşıklarıyla parçaya renk katıyoruz. Napolyon’un atına ithaf ettiğimiz parçada Fransız müziğinden esintiler duyuyorsunuz. Bu eserleri dinleyen insan melo-diden de hemen anlayabiliyor parçanın kime ithaf edildiğini. Tabi bu melodileri Kırgız folkloruna ait enstrümanlarla ifa ediyoruz. Temel amacımız folklor enstrümanlarımızı dünyaya tanıtmak. Bi-zim enstrümanlarımızdan dünya müziğinin ses-lerinin çoğu çıkıyor. Kendimizi ispat ettik. Bu projeyi gerçekleştirdiğimiz için memnunuz. Şim-di yeni bir fikir hâsıl oldu. Bizde dünyaca meşhur yönetmenler var. Şimdi atlar üzerine büyük bir

proje üzerine çalışıyoruz.

İstanbul hakkında neleri söylemek istersiniz? İstanbul’u beğendiniz mi?

İstanbul’da birçok defa bulunduk. Ancak en güzel seyahatimiz bu seferki diyebilirim. Bu seyahatimizde buradan büyük başarılar ve unutamayacağımız hatıralarla ayrılıyoruz. Kırgızistan Dostluk ve Kültür Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Aybek Sarıgulov’un liderliğinde gerçekleşen Nevruz etkinlikleri üst düzey programlarla geçiyor. Bu bayrama Van’da yaşayan Kırgız kardeşlerimiz de katıldılar. Onların sosyal hayatları, yaşayışları hakkında bilgi sahibi olduk. Birçok tarihî mekânı ziyaret edip Türkiye’nin kültürel zenginliklerine şahit olduk. Ankara, Kocaeli ve Hendek’te de konserler vereceğiz.

Önünüzde daha başka nasıl hedefleriniz var? “Calınduu Attar” (Yeleli Atlar) projemizin de-

vamı olarak bizdeki asil atları içine alan büyük bir kutlama düşünüyoruz. Elbette büyük amaçla-rımız var. Hedeflerimizin gerçekleşmesi ümidin-deyiz. ■

88ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 89: kuliye53

Prof. Dr. İsmail Çetişli, gerek akademik hayat-ta ortaya koyduğu çalışmalarıyla gerekse kişiliği ile edebiyat dünyası içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Memduh Şevket Esendal –İnsan ve Eser-, Batı Edebiyatında Edebî Akımlar, Cahit Külebi ve Şiiri, Metin Tahlillerine Giriş1-2 gibi eserlere imza atmış olan Prof. Dr. İsmail Çetişli, oldukça hacimli bir çalışma ile yine okurlarının huzurunda.

Türk milletinin İslamiyet’i seçmesiyle birlikte başlayan edebî süreçteki değişim, dinî metinler-de ön plana çıkarken, bu metinlerde özellikle Hz. Peygamber’e yazılmış şiirler önem kazanmıştır. 11. yüzyıldaki ilk İslamî eserlerden bugüne Hz. Pey-gamber merkezli yazılmış metinleri ele alan müsta-kil çalışmalar çok azdır. Prof. Dr. İsmail Çetişli bu noktadan hareketle Tanzimat Edebiyatının başlangı-cından bugüne, yani 1860-2011 tarihleri arasındaki Türk şiirinde Hz. Peygamber çalışmasına imza ata-rak oldukça hacimli bir eserle karşımıza çıkmaktadır. Nitekim yazar, eserin oluşturulma amacından bahse-derken “Amacımız; Tanzimat sonrası Türk şiirinde Hz. Peygamber konusunu kronolojik bir bütünlük, ihtiva ettiği unsurları ayrıntılı biçimde ortaya koya-cak bir derinlik ve genişlik, sahip olduğu sevgi ve estetik kıymetleri okuyucuya taşıyacak bir duyarlılık içinde ortaya koyabilme”nin yükünü omuzlayarak 743 sayfalık bir çalışma ortaya koymuştur.

Yüzlerce şairin Hz. Peygamber’e dair eserleri-ni edebiyat sanatı içerisinde değerlendiren ve dinî, biyografik bir eser olmadığı özellikle vurgulanan eserde 500 şairin 1600 manzumesi incelenmiştir.

Türk şiirinde Hazreti Peygamber 1860-2011

AHMET FARUK GÜLER

150 yıllık dönem içerisinde sayıca daha fazla ese-rin olduğu muhakkaktır, ancak eksiksiz bir şekilde derlenmesi çok zor alan bu süreç içerisinde böyle bir sınırlandırmanın mecburiyetini yazar, eserin ön sö-zünde ifade etmektedir.

Eser, “Giriş” dışında: “Hz. Peygamber’e Dair Şiirlerde Muhteva”, “Hz. Peygamber’e Dair Şiirler-de Yapı” ve “Hz. Peygamber’e Dair Şiirlerde Dil ve Üslûp” olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır. “Hz. Peygamber’e Dair Şiirlerde Muhteva” adlı ilk bölümde şairlerin Hz. Peygamber algısı bütün detay-larıyla ortaya konulmuştur. “Hz. Peygamber’e Dair Şiirlerde Yapı” başlıklı ikinci bölümde 1600 man-zumenin yapısal özellikleri; nazım şekilleri, mısra ve beyit yapıları, kafiye ve redifleri, türleri, nazım birimleri üzerinde durulmuş ve muhtevanın bu yapı-sal özellikler içerisinde nasıl ele alındığı incelenmiş-tir. “Hz. Peygamber’e Dair Şiirlerde Dil ve Üslûp” başlıklı üçüncü bölümde ise manzumelerdeki dilin kullanımı ve şairlerin ortak üslûp özellikleri izah edilmiştir. Kitap; “Sonuç”, “Genel Kaynakça”, “Şair ve Şiir Kaynakçası” bölümleriyle son bulmaktadır.

Dergimiz şairlerinin de bulunduğu 500 şair içeri-sinde Namık Kemal’den, Necip Fazıl Kısakürek’e; Harputlu Rahmi’den, Nurullah Genç’e birçok şairin manzumeleri yer almakta. Dergimizde şiirleri ya-yınlanan şairlerden Nazım Payam, A. Vahap Akbaş, Yahya Akengin, Rıfat Araz, Bahtiyar Aslan, Faik Güngör, R. Mithat Yılmaz, A. Tevfik Ozan, Mahmut Bahar’a ait Hz. Peygamber’e yazılmış şiirleri de görmek mümkün. ■

89ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 90: kuliye53

Türk milletinin ve aydınlarının uğ-

radığı katliam, sürgün ve baskıları anlatan Kur-şunlanan Türkoloji adlı eserin ilk baskısı hakkın-da çeşitli dergi, gazete ve internet sayfalarında değişik kişiler tarafından çok güzel yazılar yazıldı.

Şimdi eserin üçüncü bas-k ı s ı çıktı. Akçağ yayınevi tara-fından basılan eserin üçüncü baskısı, gözden geçirilmiş ve genişletilmiş baskıdır. Birinci baskıda 396 sayfa olan eser, üçüncü baskıda 560 sayfaya çıkmış. Bu durum, kitabın birin-ci baskıya göre 164 sayfa arttığını, neredeyse yeni bir kitap olacak kadar eklemeler yapıldı-ğını göstermektedir. Üçte bir oranında ekleme yapılan eserin bu haliyle okuyucuya yeniden tanıtılması gerektiği de açıktır. Dolayısıyla biz bu eklemeleri dikkate alarak eseri yeniden ta-nıtmak istedik.

Bu yazıda eserin yazılış amacına değin-

BERNA YÜKSEL

“Millete hizmet etmek istiyorsan elinden gelen işle başla…”

Gaspıralı İsmail

mekle birlikte asıl olarak ikinci baskıya yapılan eklemelerden bahsedeceğiz. Kurşunlanan Tür-koloji, Türk milletinin yaklaşık yüz yıllık sancılı dönemini anlatan, tarihi gerçeklere; belgelere ve yaşanan olaylara dayanan bir araştırma kitabıdır. Şiirler, mektuplar, hatıralar ve günlüklerle destek-lenen tespitler, yaşanan olayları okuyucuya yaşa-tarak anlatmaktadır. Türk dünyasında yaşanmış kanlı tarihi, belgelerle sunan eserin amacını ve bu ismi almasını yazar ön sözde şu şekilde açık-lamaktadır:

“Türkler söz konusu olunca Uluslararası huku-kun, adalet ve insan haklarının işe yaramadığını biliyordum. Bu durumda beynimde Gaspıralı’nın sözleri yankılandı: “Millete hizmet etmek istiyor-san, elinden gelen işle başla…” Evet, bunları yazmak elimden gelebilirdi ve ben çeşitli kay-naklarda yer alan, ancak kamuoyu tarafından çok ayrıntılı olarak bilinmeyen

bu olayları yazmaya başladım.Bu çalışma vesilesi ile öğrencilik yıllarımdan

beri adlarını ya da bir kısım eserini bildiğim Sa-mayloviç, Polivanov, Hocayev, Çobanzade, Cu-mabayev, Baytursunov, Tınıstanov, Atnagulov,

Kurşunlanan Türkoloji

90ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 91: kuliye53

Gubeydullin, Şabdanov, Jubanov, Şonanov, Ali-yev, Asan, Kurmanov, Simumyagi, İpçi, Zebirov, Şeref, Hasanov, Arabayev, Azizoğlu... gibi bir-çok dilbilimci-Türkoloğun cezalandırıldığını ve genellikle de kurşuna dizilerek öldürüldüklerini öğrenince gerçekten çok üzüldüm. Elbette öldü-rülenler burada sayılanlarla sınırlı değildi ve daha birçok şair, yazar, devlet adamı öldürülmüştü. Öl-dürülen bu şair yazar fikir ve devlet adamları, Türk topluluklarının fikir ve kanaat önderleriydi. Onlar Türk toplumuna yol gösterecek, Türk dilini işle-yecek ve Türk aydınlanmasını gerçekleştirecekti. Onları yok etmek, Türk milletinin yolunu aydın-latacak ışıktan yoksun bırakmak demekti. Onlar sadece bir can değil, bir millet demekti... Onun için bu kitabın adına “Kurşunlanan Türkoloji” İkinci bölümün alt başlığına da –Dilimizin ve Bi-limimizin Soykırımı- dedim.

Bu eserde biz, Türk dünyasında meydana ge-len sürgün, baskı, soykırım ve insan hakları ihlal-leri ile birlikte, “Türkoloji”nin siyasal ve sosyal tarihine dikkat çekmeyi amaçladık. Siyasal ve sosyal tarih, bu bilim alanında çalışan insanların yaşama biçimlerini, ilişkilerini, değer yargıları-nı, çektikleri sıkıntıları ve zorlukları tanımamızı sağlayacak; hangi fedakârlıklarla, hangi imkân ya da imkânsızlıklarla, nereden nereye geldiğimizi bize gösterecektir. Siyasal ve sosyal tarih, bu bi-lim alanının geleneklerinin oluşup oluşmadığını ortaya koyacak; eski bilgi-yeni bilgi ilgisini ne kadar kurduğumuzu ve neleri nasıl anladığımızı, nasıl ifade ettiğimizi ve ne kadar değiştirdiğimizi ortaya çıkaracaktır. Ayrıca, Türklük biliminin si-yasal ve sosyal tarihi hangi ideoloji, yönetim ve toplumların, hangi dilden dinden ve soydan in-sanların bu bilim alanına nasıl yaklaştıklarını da ortaya koyacaktır. Oryantalist, emperyalist, ideo-lojik ve siyasal yaklaşımlarla bilimsel yaklaşımlar arasındaki zihniyet farklarını gösterecek ve bazı konuları daha doğru anlamamızı sağlayacaktır.

Bu eserde biz, dünyada hiçbir bilim kolu men-subunun yaşamadığı dramatik ve trajik olayları yaşayan ve canları pahasına Türkolojiye hizmet eden insanlara karşı vicdani görev ve sorumlu-luğumuzu yerine getirmeye çalıştık. Özellikle

Türkiye Türklerinin bugüne kadar Türklük biliminin siyasal ve sosyal tarihine ışık tutacak eserler yazmamış olmalarını büyük bir eksiklik olarak gördüğümüzü belirtmek istiyoruz. İşte bu çalışmayla biz karınca kararınca bu sorumluluğu-muzu yerine getirmeyi ve onların hatırasını ölüm-süzleştirmeyi amaçladık. Onun için eserin adı: “Kurşunlanan Türkoloji” dir. ” (s. 15-16)

Manas Yayıncılık tarafından Elazığ’ da 2007 yılında basılmış olan eserin ilk baskısı 396 say-fa idi. Yazarın daha sonraki eklemeleri ile eserin hacmi neredeyse bir kitap kadar daha artmıştır. İkinci baskısı 551(2010), üçüncü baskısı ise 560 sayfa olarak, 2011) yılında Ankara’ da faaliyet gösteren Akçağ Yayınevi tarafından basılmıştır. Eser; Ön Söz, Kısaltmalar, Korku Tüneli ( birinci bölüm), Kurşunlanan Türkoloji ( ikinci bölüm) ve Kaynaklar ana bölümlerinden oluşmaktadır.

Eserin “Korku Tüneli” ( 23-259 s.) adlı ilk bö-lümünde “20. Yüzyılda Türklerin Uğradığı Sür-gün, Baskı ve Soykırımın Genel ve Kısa Tarihçe-si” ana başlığı altında Türk dünyası coğrafyasın-da, özellikle sivil insanlara dönük sürgün, kıyım ve katliamlar anlatılmaktadır.

“Balkanlarda” adını taşıyan başlıkta, 93 Harbi ve Balkan savaşı sonrasında çekilmenin yaşandığı Balkanlarda, Bulgar, Sırp çeteleri ile Yunanlıların yaptığı kıyımlardan bahsedilmekte ve bu süreçte Osmanlının Avrupa’daki topraklarının % 83’ünü, nüfusunun da % 69 ‘unu kaybettiği belirtilmek-tedir.

“Adalarda” adını taşıyan başlıkta ise yine Rum ve Yunan çetelerinin Kıbrıs ve Girit’te yaptığı zu-lümler anlatılmakta, bu adaların nasıl kaybedildi-ği açıklanmaktadır.

“Sovyetler Birliği’nde” başlığı altında ve-rilenler, ilk baskıya göre oldukça artmıştır. Bu bölümde Sovyetler Birliği coğrafyasında yaşa-yan Türk halkına yapılan sürgün ve katliamlar-dan bahsedilmektedir. Eserin ikinci baskısına “ 1937-1938 Yılları Arasında NKVD organları Tarafından Mahkum Edilenlerin Sayısı, Çalışma Kampları ve Bulundukları Yerler, 1 Ekim 1937’ de İTL NKVD SSCB Kamplarındaki Tutuklula-rın Milliyetlere Göre Dağılımı, 1 Ekim 1938’ de

91ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 92: kuliye53

İTL NKVD Kamplarındaki Tutuklu Sayısı, GU-LAG Kamplarındaki Mahkum sayısı ve İktisadi Faaliyetleri, Yıllara Göre GULAG Kamplarındaki Mahkumların Aldığı Cezalar, İdam Mahkumları-nın Veda Mektupları” adlı altı başlık altında çe-şitli tablolar ve açıklamalar eklenmiştir. Kırım’ da, İdil-Ural’da, Kafkaslar’da, Batı Türkistan’da yaşanan olayları da bu başlık altında tek tek açıklayan yazar, ikinci baskıda Batı Türkistan başlığı altında anlatılan Kırgızistan alt başlığına “Roza Aytmatova’nın Günlüğünden ve Törekul Aytmatov’un Son Mektubu” adlı iki başlık altında eklemeler yapmıştır. Bu bölümdeki ekleme sade-ce bu başlıklarla sınırlı değildir, birinci baskıda var olan bölümlere de eklemeler yapılmış; Kırgı-zistan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan başlıkları altındaki bölümler de artmıştır.

“Doğu Türkistan’da” Çin baskısı altında olan halkın sıkıntılarının anlatıldığı bölümdür. Bu bö-lüme 2009 yılında Urumçi’de meydana gelen olaylar hakkında kısa bir bilgi eklenmiştir.

“Irak ve İran’da” adlı başlıkta ise 1959 Kerkük katliamı ve bu coğrafyadaki Türklerin uğradığı kı-yımlar belgeler ve fotoğraflarla anlatılmıştır.

“Türkiye’de” adlı başlıkta Ermeni ve Rum-ların yapmış olduğu katliamlar ile 1944 yılında Türkçü aydınların uğradığı baskı ve yargılamalar anlatılarak H. Nihal Atsız ve O. Şaik Gökyay’ın Savunmaları tam metin halinde verilmiştir.

Eserin “Kurşunlanan Türkoloji –Dilimizin ve Bilimimizin Soykırımı-” isimli ikinci bölümünde ise Doğubilimi ve Türkolojinin Doğuşu, Cezalan-dırılan Şair, Yazar ve Türkologlar isimli iki ana başlık bulunmaktadır.

“Doğubilimi ve Türkolojinin Doğuşu” adlı başlıkta ilk baskıda Doğu bilimi ve Türklük Bi-limini anlatan yazan ikinci baskıya bunlara ek olarak, Sovyet Türkolojisi ve Birinci Uluslarara-sı Türkoloji Kurultayı, Sovyet Türkolojisi, 1926 Bakü Türkoloji Kurultayı, Kurultayın Etkisi ve Sonuçları başlıklarını eklemiştir.

“Cezalandırılan Şair, Yazar ve Türkologlar” bölümünde ise Sovyetler Birliği’nde başlığına Çarlık dönemi, Sovyet Dönemi ve Repressiya, Le-

nin Dönemi, Stalin Dönemi ve Kruşçev Dönemi” alt başlıkları eklenmiştir. Sovyetler Birliği’nde Rus, Ukrayna, Estonyalı Türkologların, Özbek, Türkmen, Azerbaycanlı, Kırgız, Kazak, Tatar-Baş-kurt, Kırımlı, Nogay, Kumuk ve Karaçay-Balkar şair, yazar ve Türkologların yaşadıkları sürgün ve katliamlardan bahsedilmiştir. İkinci baskıda hem bu bölümlerde daha önce bulunan kişiler ile ilgi-li bilgiler arttırılmış hem de yeni isimler eklen-miştir. Özellikle Azerbaycanlı Şair, Yazar ve Tür-kologlar başlığına birçok Türkolog eklenmiştir. İkinci baskıya eklenen ilginç konulardan biri de edebi mahkemelerdir. Azerbaycan’daki bazı edebi eserlerdeki tiplerin nasıl yargılandıkları hakkın-daki açıklamalar da Azerbaycan başlığı altında verilmiştir. Üçüncü baskıda ayrıca Türkmen Tür-kologları bölümünde beş yeni isimin yürek burkan hikâyeleri de yer almaktadır.

Kitabın ikinci bölümünün sonlarında Çin’deki uygulamalardan ve baskılardan söz edilmiş ve Türkiye’de tutuklanıp yargılanan, işkenceye ma-ruz kalan Türkologlardan bahsedilmiştir.

Kitapta tutuklanan, cezalandırılan çok sayıda aydının adı geçmektedir. Ancak özellikle adlarına bir başlık açılarak hayatları hakkında bilgi verilen kişi sayısı 52’dir. Bunların önemli bir kısmı Tür-kologlardır. Birkaç isim de özellikleri ve önemleri dolayısıyla kitapta yer almıştır.

Prof. Dr. Ahmet BURAN bu eseri hazırlayarak önemli bir aydın sorumluluğunu yerine getirmiş-tir. Türk milletinin çektiği acıları ve uğradığı sür-gün, kırım ve kıyımları, ölüm ve zulümleri genç nesillere duyurarak onların tarihten ders almala-rına yardımcı olmuştur. Aynı zamanda bu eserle, Türkolojiye hizmet eden meslektaşlarının hatıra-larını da ölümsüzleştirmiştir. Böylesine acı bir ta-rihi, akıcı ve sade bir üslupla ele aldığı Kurşunla-nan Türkoloji adlı eserinde herkese ibret olması gereken olayları belgeler, fotoğraflar, mektup ve anılarla sunmuştur.

Her Türk evladının okuması gereken bu kitabı yazdığı için öğrencisi olmaktan gurur duyduğum değerli hocam Prof. Dr. Ahmet BURAN’ a bu ve-sileyle bir kez daha saygılarımı sunar, hizmetleri-nin devam etmesini dilerim.■

92ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 93: kuliye53

SAMET AZAP

Zor Zamanlar, Ünlü Kırgız şair ve yazar Mukay Elebayev’in seçme hikâyelerinden ve makale ile fikir yazı-larından oluşan bir eserdir. Eser üç ana bölümden oluşur. Birinci bölümde, Elebayev’in hayatı yer alırken ikinci bö-lüm Zor Zamanlar, Son Bir Gün, Fırtınalı Gün, Karşılaş-ma, Zarlık, Uşak Arteli, Dört Yolcu adlı yedi hikâyeden oluşur. Eserin üçüncü bölümünde ise, Elebayev’in Maka-le ve fikir Yazılarından örnekler yer alır. Eserin çeviri-sini, Prof. Dr. Orhan Söylemez ile Halit Aşlar yapmıştır. Kardeş Kalemler dergisinin Mukay Elebayev’in doğumu-nun 105. Yılı münasebetiyle ünlü yazara ayrılan sayısın-da Söylemez ve Aşlar söz konusu kitabın bölümlerindeki Elebayev’in hayatının olduğu kısmı, Fırtınalı Gün, Kar-şılaşma hikâyeleri ile Genç Yazarlar İçin Bir İki söz adlı fikir yazısının çevirisini yayınlamışlardı. Kitap, yayınla-

Rus edebiyatından beslenen, Gogol’u, Tolstoy’u, Puşkin’i ve Gorki’yi özümseyen Elebayev’in Zor Zamanlar adlı hikâye kitabı, Charles Dickens’in Zor Zamanlar romanıyla aynı adı taşır. Elebayev’in kitabının adı her ne kadar Seçme hikâyelerden oluşuyormuş hissi verse de, ilk bölümde Elebayev’in hayatı ve edebi kişiliği hakkında önemli malumatlar verilir.

93ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 94: kuliye53

nan kısımlara ek olarak alınan hikâyelerle daha derli toplu olarak okurla buluşmuştur.

20. yüzyılın başında diğer Türk milletle-ri gibi, birçok Kırgız’ın da yakından hissettiği baskıyı, zulmü ve sürülmeyi yaşayan Elebayev hikâyelerinde bu zulmü anlatmış, yarattığı kah-ramanlarıyla yaşamış, yaşatmıştır. Nitekim ki-taba adını da veren Zor Zamanlar hikâyesi de, 1916 ayaklamasında Çin’e göç eden, bir süre sonra da memleketine geri dönen Kabıl adlı Kır-gız gencinin yaşadığı çileli hayatı anlatır. Tıp-kı Çin’e sürülen Elebayev gibi. Karşılaşma adlı hikâyesinde yıllar sonra karşılaşan iki eski arka-daşın sıradan hayatlarını ilgi çekici bir üslupla aktarılır. Son Bir gün adlı hikâyesi ise, Cengiz Aytmatov’un Aşk masalını andıran Cemile’siyle kıyaslanacak kadar ilgi çekici bir aşk hikâyesini konu edilir. Uşak Arteli hikâyesi, Sovyet hükü-metinin baskıları neticesinde yıllarca çalışarak biriktirdikleri mallarını kaybetme korkusunu yaşayan Kırgızların hissiyatlarını gözler önüne serer. Baysal adlı hikâyesi, bir genç ile uşaklık yaparak yaşam mücadelesi veren insanların öy-küsü üzerine kurgulanmıştır. Yolda hikâyesinde ise, bir gezi yazısını andıran söyleyişle tren yolculuğu esnasında bir gencin gördükleri, yaşadıkları anlatılır. Elebayev, en ilgi çekici hikâyelerinden biri olan Fırtınalı Gün’de, Kırgız Sosyal yaşantısını ve bir gün içinde gelişen olay-ları usta bir titizlikle anlatır. Yazarın kitapta yer alan bir diğer hikâyesi Zarlık’ta, okuma aşkıyla yanıp tutuşan bir gencin çırpınışları anlatılır. Yine yolculuk hikâyelerinden biri olan Dört Yol-cu hikâyesinde ise, dört yol arkadaşının yaşadı-ğı ilginç olaylar anlatılır. Söylemez ve Aşlar’ın da belirttiği gibi Yazarın hemen hemen bütün hikâyelerinde kahramanlarıyla bütünleştiğini ve hikâyelerde kendi hayatından kesitler sunduğu gözlemlenir.

Rus edebiyatından beslenen, Gogol’u, Tolstoy’u, Puşkin’i ve Gorki’yi özümseyen Elebayev’in Zor Zamanlar adlı hikâye kitabı,

Charles Dickens’in Zor Zamanlar romanıyla aynı adı taşır. Elebayev’in kitabının adı her ne kadar Seçme hikâyelerden oluşuyormuş hissi verse de, ilk bölümde Elebayev’in hayatı ve edebi kişili-ği hakkında önemli malumatlar verilir. Kitabın son bölümünde yer alan, Elebayev’in makale ve fikir yazılarından seçilen örneklerde ise, Yazar-lığı özümsemiş ve yaşam şekline dönüştürmüş bir yazarın özellikle genç yazarlar için verdiği nasihatler önemli yer tutar. “Genç Yazarlar İçin Bir İki Söz” adlı fikir yazısında Elebayev, iyi yazar olmanın çalışmakla eşdeğer olduğunu be-lirterek, gençleri sahiplenmenin ve kalemlerini sağlam tutmaları için cesaret aşılamanın gerek-liliği üzerinde durur. “Edebiyatımızdaki Hatala-ra Dair” yazısı ise, yazarın edebiyat dünyasında kendini rahatsız eden adam kayırma ve dalka-vukluk meseleri üzerinde eleştiri oklarını açıkça isim vererek yönelttiği bir eleştiri yazısı hüviye-ti taşır. “Genç Yazarlar Üzerine” adlı yazısında, genç yazarlara yol gösteren, iyi bir yazar olma-nın sabır ve çalışmakla eş değer olduğunun altı-nı çizen Elebayev, “Folklor Üzerine” yazısında Kırgız sözlü kültür ürünlerinden destanlar üze-rinde kısa; ama önemli malumatlar verir.

Yazarın yazılarında kullandığı üsluba bakı-lırsa, karşısındakiyle konuşuyormuş gibi ken-dini rahatça hissederek yazdığı görülür. Akıcı bir kaleme sahip olan Elebayev, Yazmanın çok çalışmayı gerektiren bir uğraş olduğunu belirtir-ken, iyi bir yazar olmanın emek, sabır ve erliğin ürünü olduğunu fikir yazılarında belirtir. Ede-bi duyarlığı yürekten hisseden yazar, “Yazarın Günlüklerinden Notlar” adlı yazısında, bu du-yarlılığı şu şekilde belirtir: “Yazar arkadaşlar, edebiyatın değerini bir anlasınız! Ah, sizlere yalvarıyorum!”

Ana hatlarıyla vermeye çalıştığımız Elebayev’in sağlam kalemini okurla buluşturan bu eserin, okundukça ve üzerine çalışıldıkça nice zengin bilgiyi içinde barındırdığı görüle-cektir. ■

94ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 95: kuliye53

Bu yıl, 21-24 Haziran 2012 tarihleri ara-sında yirmincisi düzenlenen “ Uluslara-

rası Hazar Şiir Akşamları”na ben de davetli ola-rak katıldım. Tertip heyetini; başta, Elâzığ Valisi Muammer Erol olmak üzere, Elâzığ Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu, Fırat Üniversi-tesi Rektörü Prof. Dr. Feyzi Bingöl Elâzığ TSO Yönetim Kurulu Başkanı Ali Şekerdağ ile İl Kül-tür Ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk’ü tebrik ederim.

Elâzığ şehrinin güzide insanlarıyla bera-ber olmanın bahtiyarlığını yaşarken; bir şehrin topyekûn, şiire olan hasretinin de şahidi oldum. Ayrıca; bu vesileyle, senelerdir görüşemediğimiz gönül dostlarımızla kucaklaşmamız da mümkün oldu. Sebep olanlara binlerce teşekkür gönderi-yorum.

Bu gönül dostlarımız kimler mi? Mesela; Elâzığ’da, Bizim Külliye adlı sanat ve edebi-

M. HALİSTİN KUKUL

yat dergisini çıkararak, sadece Elâzığ’ın sesi-ni Türkiye’ye değil; Türkiye’nin sesini de bü-tün Türk dünyasına ulaştıran Nazım Payam’la Bedrettin Keleştimur’la,; Kayseri’den, Erciyes Dergisi’ni otuz beş senedir büyük bir azim-le neşreden Nevzat Türkten’le, Âlim Gerçel ve Muhsin İlyas Subaşı’yla; Eskişehir’den Mehmet Ali Kalkan, İsmail Sağır ve İsa Kahraman’la; Salihli’den Bizim Ece’nin senelerdir yükünü çeken Ahmet Otman’la ; Balıkesir’den Akhasa-noğlu Yusuf Akgül’le; Gümüşhane’den Herfene Dergisi yayıncısı Talât Ülker’le; Çanakkale’den Mustafa Berçin’le, İstanbul’dan M. Uluğtekin Yılmaz ve daha niceleriyle buluşmamızı sağla-yanlara teşekkürlerimi sunuyorum.

Sadece bu kadar değil elbette!Bu şölende, Türkiye’nin ve Türk dünyasının

da birçok şair ve şairleriyle buluşmanın, konuş-manın, muhabbetin hazzını yaşadım.

Soldan sağa: İl Kültür Müd. Tahsin Öztürk, Elazığ TSO Bşk. Ali Şekerdağ, Elazğ Belediye Bşk. Süleyman Selmanoğlu, Elazığ Valisi Muammer Erol

95ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2

Page 96: kuliye53

Türkiye’den; Muhsin İlyas Subaşı’dan, Ali Akbaş’tan, Âdem Yeşil’e, İsmet Binatlı’dan, Dursun Elmas’tan, Mehmet Ali Kalkan’dan, Tuncer Sönmez’e, Cemal Safi’ye, İsmail Yakıt’a, Fadıl Karadağ’a, Nevin Kurular’a, Okan Alay’a, Talât Ülker’e, Mehmet Nuri Parmaksız’a, Ha-lil Gökkaya’ya, Suat Yığmatepe’ye, İshak Tanoğlu’na kadar kimler yoktu ki!

Bu şiir akşamında; Türk dünyası âdeta Elâzığ’da şahlandı: Aysel Elizade (Azerbaycan), Dauletbek Baytursınulı (Kazakistan), Elmara Mustafayeva (Kırım), Toktarali Tanjarık ( Kaza-kistan), Altynbek İsmailov (Kızgızistan), Besti Elibeyli (Azerbaycan), Nurala Göktürk (Doğu Türkistan), Qismet Rustemov (Azerbaycan), Ha-siyet Rustamova ( Özbekistan) ve Osman Ahme-toğlu (Gürcistan), bu gecenin ihtişamına ihtişam katanlardandı.

TRT AVAZ vasıtasıyla bütün dünyaya duyu-rulan bu güzel şölenin daha mükemmele ulaşma-sı bakımından, gözden kaçmış olabilecek bazı hususları ifade etmekle kendimi vazifeli addedi-yorum.

Bütün samimiyetimle söylüyorum ki, bütün millî oyunlarımıza olduğu gibi, “Çaydaçıra”ya hayran değil, müptelâyım dersem hiçbir mübalâğa yapmış olmam. Millî Kültür Dergisi’nin Aralık 1981 tarihli sayısında yayınlanan “ Titrer Asırlar Boyu” başlıklı şiirimin ilk dört mısraı şöyledir:

“ Çaydaçıra ışıtır geceyi dolunayla;Titrer asırlar boyu bu ezgiyle bu yayla!Bu, klarnet sesidir, Harput Kalesi’nden oyy!Doğmuşuz at üstünde, büyüdük okla yayla!”

O gece (23 Haziran), -dikkat ettim, dolunay yoktu, hilâl vardı. Amma; yine de, şölenden önce, kimseye bir şey diyemeden “Çaydaçıra”yı bekle-dim. Diyeceğim o ki; Elâzığ’da, “çaydaçıra” sey-redemeden Karadeniz sahillerine döndüm!

Maksadımız, güzelin daha güzellerini hedef almak ve onlara ulaşmak olduğuna göre, naçiza-ne, birkaç hususa daha temas edelim istiyorum:

* “Hazar Şiir Akşamları”nın başında bulu-nan” uluslararası” ifadesi bana hiç cazip gelme-di/gelmiyor. Bunun birinci sebebi, “ millet” gibi harika bir kelimenin Moğolca olan iğreti bir ke-limeye tercih edilmesi ve onunla yer değiştiril-

mesidir. Kaldı ki; yirminci Hazar Şiir Şöleni, ta-mamen “ Türk Dünyası Şiir Şöleni’dir. (Küçük) Hazar’dan (büyük) Hazar’a akan bir gönül seli ve Türk dünyasını kucaklayan bir gönül sesidir, bir gönül meşalesidir. Ve bu şölen, sadece, Türk dünyasının şair ve şairleriyle icra edilmiştir.

* Yunus Emre’ye ithaf edilen bu üstün sevi-yedeki bir şölende okunan şiirlerin hepsinin, “ Yunus Emre” ile ilgili olmasını arzu ederdim. Sonunda (veya başında), bu şiirler, bir “Yunus Emre Güldestesi” olarak değerlendirilirdi. Yani, bir kitap hâline de getirilirdi. Kaldı ki; Yunus Emre ile ilgili çok az şiir okunduğu gibi; bazıla-rı da, onun fikrî ve bediî anlayışıyla hiç irtibatlı değildi.

* Şölenden önce bastırılıp dağıtılan ve şair/şairlerin fotoğraflarının, hayat hikâyelerinin ve şiirlerinin bulunduğu kitapçığın 6. ve 7. sayfala-rındaki ( Öğüt Kitapçığı) kaynak gösterilen yazı-ların dil ve fikir yapısı külliyen yanlıştır. Bizim, böyle bir lisanımız/Türkçemiz yoktur. Kaldı ki, bu yazının kim tarafından kaleme alındığı da be-lirtilmemiştir. Niçin?

Mesela; tasavvuf, İslami bir mefhumdur. Onun Yeni- Platonculuk ile alâkası nedir? Yu-nus Emre’yi, Kur’an Kerim’in ve hadis-i şerif-lerin dışına atmak veya itmek isteyen bu anlayış nereden türemiştir ve burada niçin yer almıştır, bilmek isteriz.

*Az da olsa, bazı kişilerin, mikrofonu, ken-di arzu ve emelleri istikametinde kullanmaları, hem şairlere hem konuklara ve hem de canlı yayında televizyon seyircilerine karşı yapılmış, umumi birlik havasını ve ruhunu zedeleyen yan-lış bir tavır olmuştur. Bu tavır içeresinde bulun-ması muhtemel her şairin, kendisini, murakabe altına alması cihetinde ikaz edilmesinin gereğine inanıyorum.

Ve inanıyorum ki; Elâzığ’ın, bu üstün millî şuurlu ve şiir sevdalısı insanları ve öncüleri, da-ima en yüksek mevkide mertebe bulacaklardır.

Harput Kalesi’nden Fırat’ın çağıltılarıyla kucaklaşan “ Çaydaçıra” coşkusuyla ve Yunus Emre’nin deyişiyle, bütün “ Dost bahçesi bülbül-lerini selâmlıyorum!

Elâzığ, çok daha güzel şeylere lâyıktır; müşa-hede ettiğim bu gönül birliğini, bunun, en bariz işareti olarak görüyorum.■

96ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 2