Upload
others
View
5
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
1
Başöğretmen Anadolu Lisesi Bilim Felsefe ve Kültür dergisi Yıl:1 Sayı:1
LYKEİON
2
KÜNYE
SAHİBİ
Başöğretmen Anadolu
Lisesi Adına
Erdinç ALTUN
Okul Müdürü
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Münür KUNDURACI
ESER İNCELEME KURULU
Mustafa KAYMIŞ
Berna SÜKLÜM
Süriye TURGUT
Elife AYDEMİR
Tamer Ünal ÇUBUKÇU
YAYIN KURULU
Fevzi Alper
Yıldırım KAYA
Kübra KÖLE
Mesut KAYNAK
Nihal ÖZSARAÇ
İNCELEME KURULU
Büşra SUCU
Melika PEHLİVAN
Emre Talip YILDIRIM
Mete BACAKSIZ
İLETİŞİM
3
Tarihçe 4
Editörden 5
Filozoflardan Damlayanlar 6
Üst İnsan 7
Unutulmayanlar 8
Rehberlik Köşesi 7
‘Sevdası Olmalı İnsanın 11
Şiir 13
Deneme 15
Şiir 20
Mezunlar 22
Şiir 24
Öğrencilerimizden gelenler 26
Liyakat Üzerine 29
Peygamberimiz ve Gençlik 30
Hikaye 32
Bilim Köşesi 33
Hikaye 37
Şiir 38
Bilim Köşesi 40
Siyaset ve tarih Arasındaki
zorunlu İlişki 42
Okulumuz etkinlikleri
İÇİNDEKİLER
4
Okulumuz 1992 yılında Anadolu Lisesi’nin
bünyesinde bir şube olarak eğitim ve
öğretime başlamıştır.1999-2000 Eğitim
ve öğretim yılı Eylül ayında şu an Meh-
metçik Lisesi olarak kullanılan binaya
taşındı. 2002 yılı Ekim ayında 5254 m2
kapalı alan , 14853 m2 bahçe alanı olmak
üzere 20107 m2’lik alanda hizmet ver-
mekteyiz.
Okulumuz spor salonu,146 öğrencilik kız-erkek pansiyonu , 10 dairelik loj-
manı ile çağdaş bir eğitim-öğretim ortamı oluşturmaktadır.Okulumuzda
KABİNET sistemi uygulanmakta olup, öğretmenler kendilerine ait ve
derslerin amacına uygun olarak düzenlenmiş sınıflarda ders yapmakta-
dır. Milli Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Genel Müdürlüğünün 05.06.2014 tarih
ve 2288335 sayılı bakanlık onayı ile okulumuzun adı Başöğretmen Anadolu Lisesi
olarak değiştirilmiştir.
5
Münür KUNDURACI
EDİTÖRDEN
D eğerli okuyucular,
Dergimizin ilk sayısıyla karşınızdayız. Dergimizin ismini Lykeion
koymamızın sebebi kavramı açıkladığımızda anlam kazanacaktır. mukaddes
orman demek olan lykeion, atina yakınında, illissus çayı kıyılarında ağaçlık
bir mesire yeriydi. filozof Aristoteles, derslerini bu bahçede verdiği için bir
tür okul olan lise kelimesinin aslı lykeion’dan alınmıştır. Sözlükler kısaca bu
bilgiyi verseler de aslında olay magazin olarak biraz da şöyle oldu: Aristote-
les Platon’un en gözde ve zeki öğrencisiydiBabası bir tıp hekimiydi. Make-
donya kralı Amnyntus’un hekimi olarak atanınca babası ile Makedonya’ya
yerleşmiştir. Gençliğinde tıp alanında çalışmalar yapmış ve 17 yaşına gelince
öğrenim için Atina’ya yollanmıştır. Platon’un öğrencisi olmuş ve yaklaşık 20
yıl Platon ölünceye kadar Atina’da kalmıştır.
Platon Aristonun zekasını ve ilgisini çok takdir etmiş ve ona yunanca akıl
anlamına gelen nous ismini vermiştir. Bu süre zarfında siyaset, politika ve
edebiyat, felsefe dersleri almıştır. Kendisi Hocasının kurduğu okul olan
Akademya’ya hoca olamayınca kendi okulu olan Lykeion’u kurmuş ve orada
felsefe, siyaset ve bilim dersleri vermeye başlamıştır. İlerleyen zamanlarda
okulun ve Aristo’nun ünü yayılınca 2. Philip oğlu İskender için öğretmen
olarak Aristoyu seçmiştir. 3 yıl İskender’e öğretmenlik yaptıktan sonra
babası ölen İskender kral olmuş ve Aristo’yu danışmanı olarak atamıştır.
İskender’in ölümü ile Aristo desteğini kaybetmiş üstelik iskender’in ona
okul için yaptığı yardımlar eleştirilmeye başlanmıştır. Bu süre içinde dinsizlik
ve ihanet ile suçlanmıştır.
Bahsettiğimiz hikaye Atina’da yaşanmıştır ancak benzer olaylar
farklı coğrafyalarda ve zamanlarda tecrübe edilmiştir. Mitostan kurtulup
Logos merkezli düşünmenin derli toplu ilk nüvelerine rastladığımız İyonya
coğrafyası bu anlamda adına filozof dediğimiz pek çok kişiyi yetiştirmiştir.
Filozoflar çığır açıcı, toplumu şaşırtıcı ve kimi zaman da tepki çekici etkiler
yaratarak günümüz algısının temellerini o zamandan hem de sağlam şekil-
de atmışlardır.
Varlığı yeniden anlama ve anlamlandırma, halihazırdaki fikir
dünyasına da kökünden bir eleştiri olduğundan, kabul edilmiş, sorgulanma-
mış fikirlerin müntesipleri mevzilerini koruma refleksiyle hareket ederek
yeni görüşlere karşı olmuşlardır. Filozofların geneli ya toplumun yöneticileri
veya rahipleri veya da cahil halk yığınları tarafında farklı türlerde şiddete
maruz bırakılmışlardır. Bahsettiğimiz bu genel trajedinin örneklerini dergi-
mizde anlatmaya gayret göstereceğiz. Amaçladığımız hedef ise hakikat
arayışının bizzat kendisinin önemli olduğunu vurgulamak, eleştiri ve sorgu-
lamanın hakikati kavramada mihenk noktası olduğunu iş bu sebepten farklı
fikirlerin aslında zenginlik olduğunu benimsetmektir. Hoşgörü ortamının
bize nefes aldıracak yegane mecra olduğunu söyleyip dururken dergide ki
tavrımızın farklılıkları barındıracağını şimdiden teminat olarak sunuyoruz.
Dergimiz öğretmen ve öğrencilerimizin katkısının yanında hem
mezunlarımızı hem de velilerimizi katkı sunmaya davet etmektedir. Dergi-
mizde ağır ve netamali konuların yanında mizah, bulmaca, sanat ve güncele
dair paylaşımlar da yer alacaktır.
Biz bir başlangıç yaptık bu yapıyı geliştirecek her tür fikir ve
katkıya şimdiden şükranlarımızı sunar okuyucularımıza keyifli ve katkı su-
nan okumalar dileriz.
.
6
Friedrich Nietzsche
İflah olmazlara hekim olunmaz !
Her alışkanlık elimizi daha becerikli, aklımızı ise daha beceriksiz hale sokar.
Dünyanın en yüce tahtına da çıksanız, oturacağınız yer, kendi kıçınızın üstüdür.
Sadece binlerce yılın aklı değil, çılgınlığı da patlak verdi üstümüzde. Tehlikelidir mi-
rasçı olmak.
Kendimiz hakkında çok konuşmak, kendini gizlemenin bir yolu da olabilir.
Yaşamak İçin Bir "Neden"i Olan, Her Türlü "Nasıl"a Dayanabilir.
Seni övdükleri sürece, kendi yolunda gittiğini sanma sakın; başkasının yolunda gidiyorsun.
İnsanların çoğunda entelektüel vicdan eksiktir.
Kimin az mülkü varsa, o daha az başkalarının malı olur.
Bana yalan söylemiş olman değil, artık sana inanmamam sarsıyor beni...
Bir kez yürünmüş bir yola düşenlerin sayısı çoktur, hedefe ulaşan az.
En insani davranış, bir insanın utanılacak duruma düşmesini önlemektir.
Kovalamaktan, aramaktan yorulduğumdan beri bulmayı öğrendim.
Issız ve yorucu dorukları sevenlerin kanatları olmalıdır!
Kuş olmayanın uçurumlar üzerine yuva kurmaması gerekir.
Yüksek dagda buz içinde gönüllü yaşamaktır felsefe.
Kanmışlıklar, yalanlardan daha tehlikeli düşmanlarıdır.
Siz yükselmek isteyince yukarı bakarsınız. Bense aşağı bakarım.
İnsan ölümü nasıl karşılayacağına karar vermek zorundadır.
Insan hatasını bir baskasına itiraf ettiğinde unutur onu; ama çoğu kez öteki kişi bunu unutmaz.
7
8
UNUTULMAYANLAR
7 Günah , 7 erdem ve 7 Gezegen
1.Kibir
2.Şehvet
3.Oburluk
4.Açgözlülük
5.Tembellik
6.Öfke
7.Hasetlik’dir…
Bu günahlarla ve nefsiyle iradesi ile mücadele edebilsin
diye insana yol gösteren 7 erdem vardır ..
1.İffet
2.Ölçülülük
3.Hayırseverlik
4.Çalışkanlık
5.Bağışlama ve İtidal
6.İnayet
7.Alçakgönülülük ve Tevazu…
Ay: erdeme yatkın ruhlar;
Merkür: üne yatkın ruhlar;
Venüs: gerçek aşk ve dostluk;
Güneş, tanrıbilimciler;
Mars, iman için savaşanlar;
Jüpiter: krallar;
Satürn, düşünen ruhlar..
9
Mesut KAYNAK
REHBERLİK KÖŞESİ
ERGENİN DÜNYASINI ANLAMAK VE BİRLİKTE YAŞA-
MAK
Ergenlik için; yaşamın en zorlu, karmaşık ve dinamik döne-
mi olduğu söylenebilir...
Ana-baba ve yetişkinler dünyasının ilke ve değerleri, özdeşim
ve öncelikleri artık ergeni rahatsız edecek bir “yük” ve zorlama
olarak algılanmaktadır.
Uyarlı ve uyumlu, kolayca yönetilen ve yönlendirilen “ iyi ço-
cukluk duruşu”; sorgulayan ve itiraz edip boy ölçüşmeyi dene-
yen, zaman zaman etkili çıkışlarla kendi varlığını ve kimliğini
ispatlamak isteğiyle dirençli ve çekilmez davranabilen biri olma
duruşuna dönüşmeye başlamıştır.
Okul ve sosyalleşme süreci ve gelişen dünya algısı, uyarıcı
zenginliği ve zorlayıcı olaylardaki artışa karşın bu yaşam olayla-
rıyla baş etmek için kullanılacak davranış çeşitlilikleri ergen için
oldukça tehdit ve tedirgin edicidir. Büyümek ve güçlü olmak,
istediğini yapmak ve kendi değer ve inançlarına uygun bir dün-
ya idealize etmeye kendini zorunlu hisseder.
Kendisini dünyayı değiştirecek veya dönüştürecek kadar
güçlü hisseder. Başka bir gün ise yetişkinlerin çok normal ve
sıradan kabul ettiği bir konu veya problem durumu, ergen tara-
fından çileden çıkarıcı, bütün değerleri tehdit eden ve dünya-
nın sonu gibi algılanabilir. Buna benzer duygu ve zihin karışık-
lıkları ve aşırı tepkisellik, normal bir gelişimin denemelik davra-
nışlarıdır. Kendisini aramakta ve bulduklarından memnun olma-
maktadır.
Ergenin duyguları ve zihinsel potansiyeli bir biriyle ritim
tutturamaz. Duyguları ve hassasiyetleri yaşam enerjisinin bü-
yük bir bölümünü alırken, zihinsel aktivite ve akademik başarısı
sekteye uğrayabilir. Bu yönelimlere, kalıcı olmayan bedeni bek-
lenenden daha sakarca kullanma gibi durumların yaşanmasıyla
daha karmaşık ve anlamlandırılması oldukça güç davranış bi-
çimleri gözlenir. Reddedici bir görüntü sergilemek ve dünyaya
kafa tutabilmenin yolu olarak giyiniş ve görünüşte aykırılıklar,
pasaklı olma ve dağınıklığı sevme, düzen ve uzlaşmadan kaç-
ma, bu konuda aileyle ters düşme gibi soğuk savaş hali yaşana-
bilmektedir.
Aile ve yetişkinler dünyası, sabır ve kabul düzeyleri açısın-
dan farklı olmakla birlikte; ergeni, tehlikeli sularda yüzen pusu-
lasız bir gemi gibi görüp ,bu gidişe karşı tedbir almak , kontrol
etmek ve yönetmek isteğini daha derinden ve kaygıyla karışık
bir telaşla hissederler. Çatışmaya sebep olan esas ayrılık konu-
su bu noktada başlamaktadır.
Ergen farklı birisi olmak isterken aile, ergenin kendilerine çok
benzemesini ve kendilerinin her konuda devamı niteliğinde bir
tip örnek olmasını istemektedir. Çocuklarının büyüdüğünü
gözlemekle birlikte, bu duruma ilişkin kabul ve baş etme güçle-
rini, beceri ve yeterliliklerini gözden geçirmekte isteksiz dav-
ranmakta veya inatlaşma, gücü ve mevziyi savunma stratejisi-
ne dayalı orantısız tepkiler vermeyi tercih edebilmektedirler.
İletişim ve güven duygusunun temelini sağlam tutmakta zor-
lanmaktadırlar. Ergen de, bu zorlanmaya kendi sıkıntılı ruh
halini ve isteklerini dayatarak işin daha da karmaşıklaşmasına
katkıda bulunmaktadır. Birkaç yıl öncesinin sükunet hali, yerini
teyakkuz ve anlaşmazlıklara bırakmakta, herkes kendisine gö-
relik ilkesini istismar noktasına varıncaya kadar esnetmekte,
sürtüşmenin gerçek sebebinden uzak, tali ve sözde sebeplerle
savunma mekanizmaları kurmak için çaba harcar konuma geri-
lemektedirler. Ergen bu durumda inada karşı inatla riskli davra-
nışı göze almayı marifet ve büyümek olarak kabul edebilmekte-
dir.
10
REHBERLİK KÖŞESİ
Akranları ve arkadaş grubu kendisini en iyi anlayan ve temsil
eden, yaşamı paylaştıkları ve rahatladıkları bir sosyal ortam
oluşturur. Bu yönelim çok güçlüdür. Aile ilişkileri askıya alınabil-
mektedir. Her akran topluluğunun zarar getireceğini, dünyayı
bilmeyen acemilerin başlarına iş açacaklarını, birilerinin kurbanı
olacaklarını aklımızdan geçirip durmamız çözüm olmamaktadır.
Ergen, kendisini açıklayabilecek ve savuna bilecek, tercih ve
düşüncelerini paylaşmaya değer bulan yetişkinlerle ilişkilerini
koparmak istemez. Bu onun için kayıp olacaktır. Kendi kafasın-
daki; bunaltmayan, dengeli ve güven veren yetişkin fikrine
uygun olduğu için, sizi reddederek kendisiyle çelişmek isteme-
yecektir.
Olup bitenlerden bir şekilde sizi haberdar edecek ve güveninizi
kaybetmeyi göze almayacaktır. Hatalı olabilir, ancak sizin evla-
dınız olmayı, anne-babasını yok sayamayacaktır.
Dikkatlerin şu noktaya çevrilmesi yaralı olacaktır. Ergenlik
bir tehdit ve savaş dönemi değildir. Karşılıklı herkesin “ büyü-
mesi” zorunlu olan” bir dönemdir. Ergenin kendisini yeniden
gözden geçirerek bir “kimlik”edinmeye çabaladığı, anne ve
babaya ve diğer büyüklere şeklen benzeyen ama onlardan
oldukça farklı bir insan olacağı akılda tutulmalı ve bu dönemin
ikinci bir doğum olduğu kabul edilmelidir. Çünkü her yönüyle
yetişkinliğe aday, farklı birisi daha topluma katılmak ve yer
edinmek, birlikte yaşamak istemektedir.
Ergen kendisinin yapıp ettiklerini eleştirilmesini ve sürekli
düzeltilmeyi istemez. Ancak gizliden gizliye de eski anne ve
babasını, öğretmenini veya akrabalarını özler. Bu ikilemde onu
daha çok anlayabilmek, yetişkinlere yönelik güven, ilgi ve sev-
gisiyle yaklaşmak ve dünyasının içinde önemsediği ve bağlı
hissettiği kişiler olarak yerimizi korumak için çaba sarfetmek
zorundayız. En anlamlı adımımız, kendimizden korkmayarak,
kendimizi onunla yaşamaya layık ve yeterli görmemiz olacaktır.
Ergenlerle yaşamayı öğrenmek ve bundan mutluluk çıkar-
mak dileğiyle…..
ÇORUM BAŞÖĞRETMEN ANADOLU LİSESİ REHBERLİK SERVİSİ
11
12
Yıldırım KAYA
SEVDASI OLMALI İNSANIN
Sevdası Olmalı İnsanın!
İlk önceleri küçücük bir su damlacığı halinde hayat bulmaya baş-
lar insan anne rahminde.
Kendine , esirgeyerek ve canını dişine takarak , canından can
katan annesine;
Havasını soluduğu , toprağına bastığı , çocukluğunu bir su gibi
geçirdiği vatanının toprağına , daldaki kuşa , bahçedeki çiçeğe ,
efil efil esen memleket rüzgarlarına ,
Sevdası olmalı insanın!
Onu öpüp koklayan dedesine , ninesine , amca , dayı , teyze ,
hala , ağabey, abla, kardeşlerine.
Mahallesinde ilk oyunlarına katıldığı arkadaş ve dostlarına.
Elinden tutup onu okula ilk götürene,
Kalemle yazmayı ve okumayı öğretene,
Sokağını süpüren çöpçüye , ekmeğini pişiren fırıncıya , tarlasını
süren çiftçiye , güvenliğini sağlayan vatan evladı askerlerine ,
polisine , sağlığını emanet ettiği hekimine , adalet dağıtan hukuk-
çularına,
Her şeyi bir hesap üzerine yapması gereken mühendisine,
Sevdası olmalı insanın!
Bilime , sanata , müziğe , resme , tüm kainata ve varlıklara.
Kendisine saygısı ve sevdası olmalı insanın , başkasından önce.
Dostu olana sevdası olduğu kadar , düşmanını da affedecek en-
gin bir yüreği olmalı insanın ama insan hafızasız ve nankör de
olmamalı.
Kendisine uzanan eli iten değil , tutan;
Selam vermenin ve almanın bir erdem , tebessümün dahi birbiri-
ne karşı sadaka olduğuna dair bilinci de olmalı insanın.
Aşık Veysel misali : ”Gün ikindi akşam olur, / Gör ki başa neler
gelir, / Veysel gider adı kalır , / Dostlar beni hatırlasın ” dizele-
rindeki şuurda ve sevdada olmalı insan.
13
SEVDASI OLMALI İNSANIN
Ömrünün bir ikindi vakti kadar kısa , kendinden geriye
kalacaklarınsa yalnızca arkasında bırakacağı iyilikler ve güzellikler
olacağına dair de sevdası olmalı insanın.
Atasözlerimizde üzerine vurgu yapıldığı gibi ” İnsanlar kılık kıya-
fetlerine göre karşılanırlar ama akıllarının derecelerine ( kişilikle-
rine,karakterlerine) göre uğurlanırlar.” düsturundaki şekliyle de
gidebilmeli insan, alçalmadan, düşmeden ve değerini yitirmeden.
Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığının bilincinde olup , sanal
dünyada daha fazla sanallığa kapılmadan hakikatin yolunda
“Rabbine doğru” riyasız bir yolculuğu hakkıyla tamamlayıp gide-
bilecek bir sevdası olmalı insanın.
Türkülerine , tarihine , coğrafyasına , atasözlerine , mimarisine ,
resmine ,
sporuna , kültürüne de sevdası olmalı insanın.
Yunusça söylersek : ”Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usa-
nası ” diyor ya üstat , işte öyle her dem yeniden doğarak ve aldığı
her nefese , verdiği her nefese şükredebilecek kadar sevdası
olmalı insanın.
Hayat yolunda ilerlerken yolunu birleştirdiği yarine , evlad ü iyali-
ne , yolda tanıştığı kardeş ve dostlarına da sevdası olmalı insanın.
Ufkunun sınırlarının Çin Seddi’nden , Anadolu coğrafyasından ,
Afrika, Avrupa , Amerika’dan daha öteleri kapsadığını , Ata-
türk’ün ” Lider , yalnız ufku değil , ufkun da ötesini görebilen
kimsedir! ” , özdeyişinde olduğu gibi ufkuna sınır çizilemeyeceği-
ni ; başta Türk İslam alemi olmak üzere tüm ümmete ve insanla-
ra , kainata ve Rabbine karşı sorumlu olduğunu, öyle bir hayat
sürmesi gerektiğini, onun ötesinde her şeyin boş , yalan ve geçici
olduğuna dair de sevdası olmalı insanın.
İçinden çıktığı insanlık ailesine , kültürüne , medeniyetine ecda-
dının ve kendisinin neler kattığını , katmakla sorumlu olduğunu
bilecek bir sevdası değil , binlerce sevdası olmalı insanın;
”İNSANSA !”
VESSELAM.
Yıldırım KAYA
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Çorum Başöğretmen Anadolu Lisesi
14
Hayrullah YILDIRIM
9/E -863
ŞİİR
*Mehmetçik Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi
BOŞLUK
İnsandır yapraktan çok savrulan
Kararsızca boşlukta kalan
Ölümünü beklerken ağlayan
Yıllarca mutluluk için çırpınan
Son deminde bir döşekte kahrolan
İnsandır teklere ömür adayan
Yokluğun hep bir adım önünde olan
Kaçtıkça girdaplara kapılan
Somutla soyutu karıştıran
İnsandır ölüme göz açtıran
Mutlara kutlara baş koyan
Birçok zehr-i şerbete kanamayan
Kalbini kainatın çekiminden kurtaramayan
İnsandır sükut-ı matemi yadigar olan
Bir çukurda suyla hatırlanan
Kendi ahvaline uz buz bakan
O kadar hayattan bir yudum tadan
Toprağa basıp toprağa yatan
İnsandır insanlığı yine de bağrına basan.
15
DENEME
DİLİM YOZLAŞIYOR MU . ‘DİLİMİZ KİMLİĞİMİZDİR.’ KONULU MAKALE
ELİFE AYDEMİR–TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETMENİ
DİLİMİZ YOZLAŞIYOR MU?
Prof. Dr. Muharrem Ergin’e göre dil : “İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta; kendi kanunları içinde yaşayan ve gelişen canlı
bir varlık, milleti birleştiren, koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir müessese; seslerden örülmüş muazzam bir yapı; temeli bilinmeyen
zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar ve sözleşmeler sistemidir.”Prof. Dr. Doğan Aksan ise dili şu şekilde tanımlamaktadır:“ Dil, düşünce,
duygu ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak ögeler ve kurallardan yararlanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan, çok
yönlü, çok gelişmiş bir dizgedir.” Dilin tanımı gerek Türk gerekse de yabancı birçok araştırmacı tarafından yapılmıştır. Bu araştırmacılar bazı
noktalarda ayrılsalar da aslen onların da ortak noktası dilin bir iletişim aracı olduğudur. Fakat dil sadece iletişim aracı değil, aynı zamanda
kültür aktarıcısıdır. Bu noktada ‘Kültür nedir?’ Sorusu çıkıyor karşımıza.
‘Kültür, milli hayat tezahürlerinin heyeti umumiyesi, bir milli değerler manzumesi, bir milli cemiyetin sosyal akrabalık bağlarının yekûnu-
dur. Bu milli hayat tezahürleri, bu milli değerler, bu sosyal akrabalık bağları ise belli başlı olarak dil, örf ve adetler, dünya görüşü, din, sanat
ve tarihtir. (Ergin, 2002, s. 24)…Asıl kültürü kısaca derli toplu olarak şöyle tarif edebiliriz; kültür, bir topluluğu, bir cemiyeti, bir milleti millet
yapan, onu diğer milletlerden farklı kılan hayat tezahürlerinin bütünüdür. (Ergin, 2002, s. 23)…Demek ki kültür, milli hayat tezahürlerinin
heyeti umumiyesi, bir milli değerler manzumesi, bir milli cemiyetin sosyal akrabalık bağlarının yekûnudur. Bu milli hayat tezahürleri, bu milli
değerler, bu sosyal akrabalık bağları ise belli başlı olarak dil, örf ve adetler, dünya görüşü, din, sanat ve tarihtir. (Ergin, 2002, s. 24)
Nihal Atsız’ın ifade ettiği gibi “Bir millet ordusunu kaybedebilir; bağımsızlığını da kaybedebilir; fakat dilini sakladıkça o millet yaşıyor de-
mektir.” Dil ve kültür ayrılmaz bir bütündür. Her millet diliyle var olur, diliyle yaşar. O halde dil Türk milletinin var olması için bu kadar önem-
li. Dil ve kültür arasında kopmaz bir bağ vardır. Dil kültürden, kültür de dilden asla bağımsız düşünülemez. Nitekim Ziya Gökalp dili kültürün
en temel öğesi saymaktadır.(GÖKALP, Z. Türk Töresi.) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı kitabının bir bölümünü Türk dili ve edebiyatına
ayırmıştır. Eskiden beri tartışılan dil konusunda öne sürülen düşüncelerden uygun bulduklarını ilkeleştirmiştir. Bunlardan öne çıkanları şöyle
belirtebiliriz:
1. Ulusal bir dilin oluşturulabilmesi için halk edebiyatında kullanılan dil alınacak;
2. Yazıda İstanbul hanımlarının konuştuğu dil kullanılacak;
3. Halk dilinde Türkçe karşılığı olan Arapça, Farsça sözcükler, tanımlamalar atılacak;
4. Halkın diline girmiş Arapça, Farsça sözcükler korunacak; bunların yerine eski Türkçeden dönmüş sözcükler alınmayacaktır.
5. Yeni terimler gerektiğinde, halkın dilinde bulunmadığı zaman -tamlama olmamak koşuluyla- Arapça ve Farsça sözcükler alınabilecektir.
16
Gördüğünüz gibi, Ziya Gökalp dil konusunda ılımlı bir yol izle-
miştir. Osmanlıcaya karşı çıkmakla birlikte, dilin parçası olmuş
yabancı kökenli sözcüklerin korunması gerektiğini savunmuştur.
‘Yeni Lisan’ makalesinde Ömer Seyfettin de Ziya Gökalp ile aynı
görüşü savunur. Genç Kalemler dergisi etrafında toplanarak,
"Yeni Lisan" hareketini başlatanlar da devrin Türkçülük hareketi-
ni yürüten sanat ve fikir adamlarıdır. Türkçe'nin sadeleşmesi ko-
nusunda en kalıcı atılımı, Yeni Lisan’cılar başarmıştır 1911'de
Selânik'te Genç Kalemler dergisi etrafında toplanan Yeni Lisan’cı-
lar ilk defa Millî Edebiyat kavramını da ortaya atmışlardır.
Günümüz Türkçesi'nin sadeleşmesinde ve gelişmesinde Yeni
Lisan Hareketi ilk devre, başlangıç devresi olarak düşünülürse,
ikinci devresi de 1930'larda başlayan "Dil İnkılâbı" devresidir. Bu
devrede Atatürk'ün öncülüğü ile Türkçeye devlet eli uzanmış,
sadeleşme ve Türkçecilik bir "devlet politikası" haline getirilmiş-
tir. 1928'de Lâtin Alfabesinin kabulü ve 1932'de Türk Dil Kurumu-
nun kuruluşu, Türkçe'nin sadeleştirilip zenginleştirilmesi yanında
araştırılıp incelenmesini de sağlamıştır.
O dönemlerde, 20.yüzyılda, sadeleştirme çalışmaları Arapça,
Farsça, Fransızca kelimelere karşı idi. Günümüzde, 21.yüzyılda ise
bu çaba İngilizceye karşı yapılıyor Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın bu
konu ile alakalı olarak Türkçenin Güncel Sorunları adlı yazısında
şöyle demiştir:
’… Türkçe gelişmiş bir dildir diyoruz; çünkü Türkçenin söz varlığı
bugün 75.000’e ulaştı. Türk Dil Kurumunun 1945’te çıkardığı
birinci baskı Türkçe Sözlük’te 20.000 civarında söz vardı. 1998’de
çıkan Türkçe Sözlük’te ise 75.000 söz var. Günümüz Türkçesinin
en önemli sorunu, yabancı dillerin, özellikle de İngilizcenin, Türk-
çeyi olumsuz olarak etkilemesi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Ame-
rikan ve İngiliz kültürleri bütün dünya dillerini etkilemeye başla-
mıştı. Türkiye’de İngilizce ile öğretime başlandığı 1950’lerde Ang-
lo-Sakson kültürünün yoğun etkisi de kendisini hissettirir. İngiliz-
ce sadece Türkçeyi değil, başka dilleri de etkiliyordu. Fransızlar
dillerini korumak amacıyla yasa bile çıkardılar. Yabancı dil öğren-
me düşüncesi, zamanla yabancı dille öğretime dönüştü ve yay-
gınlaştı. Çocuklarımıza yabancı dil öğretelim. Hatta çocuklarımız
bir değil birkaç yabancı dil bilsinler. Ama yabancı dille öğretim,
yanlış bir yol. Yabancı dili yabancı dil dersinde öğretelim. Mate-
matiği, fiziği, kimyayı gençlerimiz ana dillerinde Türkçe olarak
öğrensin. İngiliz-Amerikan kültürünün etkisi sadece dilde değil,
pek çok alanda kendisini gösterdi. Beslenme alışkanlıklarımızdan,
giyime, müziğe kadar pek çok alanda bir etkilenme söz konusu.
Ancak, en fazla dikkati çeken de dildeki etkilenme oluyor. Dilimizi
olduğu kadar, diğer ulusal değerlerimizi de yaşatmak zorundayız.
Özenti ile dilimize yabancı sözlerin girişi de arttı. Türkçesi varken
yabancı kaynaklı sözleri kullanmak özentiden başka bir şey değil-
dir. Dilimizde karşılığı bulunmayan sözler için de karşılık türetmek
gerekir. Türk Dil Kurumu öteden beri bu çalışmayı yürütüyor.
17
Bugün kullandığımız pek çok sözü bu çalışmalara borçluyuz. Ya-
bancı dillerin etkisinin artması, Türkçenin söz varlığını, söz dizimi
özelliklerini olumsuz yönde etkiliyor. Divan Oteli demek dururken
Hotel Divan, Marmara Oteli demek dururken The Marmara de-
mek, Türkçenin söz dizimi özelliklerini zorlamaktır. Son zamanlar-
da bir de çeviri yoluyla anlatım türü ortaya çıktı. Sözler Türkçe,
ama anlatım kalıbı yabancı kaynaklı... Doğru olmayan bu kullanış-
lar da yaygınlaşıyor: Çay içmek, kahve içmek yerine çay almak,
kahve almak; özür dilerim yerine üzgünüm gibi kullanışlar bunla-
ra sadece birkaç örnek. Türkçenin yapısına ve mantığına aykırı bu
yanlışlardan kurtulmamız gerekiyor. Türkçemize son yıllarda Batı
dillerinden, özellikle de İngilizceden, bir söz akını olduğu gerçek-
tir. Sözlerin bir bölümü teknolojiyle birlikte geldi. Yeni bulu-nan
ve yeni üretilen aletler, ülkemize gelirken adını da birlikte getirdi:
air-conditioner, disket, faks, kamera, kompakt disk, monitör,
printer, radyo, televizyon, tubeless, video, walkman… Dilimizin
doğal gelişmesi içerisinde bu aletlerin çok az bir kısmına karşılık
bulunabilmişti: buzdolabı, bilgisayar, derin dondurucu vb... Buna
karşılık yabancı kaynaklı sözlerin dilimize girişi her geçen gün
biraz daha artıyordu. Yeni bulunan ve üretilen aletlerin adları
girmekle kalmadı, bu aletlerin çeşitli özellikleri, parçaları, kullanı-
cıları ile ilgili sözler de dilimize girmeye başladı, hatta bu sözler-
den fiiller türetildi: air-conditoned araba, kaset, diskjokey
(kısaltılması de je olarak değil, İngilizcedeki biçimiyle söylendi:
dicey), videojokey (ve je değil, vicey biçiminde söylendi), faksla-
mak, hardware, software, zapping, zaplamak, zoomlamak... Kısa
bir süre içerisinde yabancı kaynaklı söz kullanmak bir özenti halini
aldı. Günlük hayatta, çarşıda, pazarda, radyoda, televizyonda,
basında, okulda, sporda kısacası her yerde yabancı kaynaklı söz-
ler artık bilinçsizce kullanılır oldu.Bu olumsuz duruma karşılık,
daha önce söylediğim gibi toplumda Türkçe bilincini uyandırmak
ve canlı tutmak zorundayız.’(‘Türkçenin Güncel Sorunları’ Prof.
Dr. Şükrü Halûk Akalın)
Bugün Türkçemizle ilgili başlıca güncel sorunları şöyle sıralaya-
biliriz: Özensizlik ve yanlış kullanım, yabancı sözcük tutkusu, ya-
bancı dil öğretimi ile yabancı dilde öğretimi birbirine karıştırma,
Türkçenin bilim dili olmadığı görüşü, Türkçe öğretimindeki yeter-
sizlik, sözcük ve terim üretimindeki yetersizlik, öğretmen faktö-
rü. Bu sayılan sorunlardan ‘yabancı sözcük tutkusu’na değinmek
istiyorum. Prof. Dr. Cahit KAVCAR’ın Türkçenin Güncel Sorunları
başlıklı yazısında yabancı sözcük tutkusu sorunu şöyle açıklan-
mış: ‘Günümüzde Türkçe, neredeyse ana dilimiz olduğunu unut-
turacak ölçüde yabancı sözcüklerle dolduruluyor, kendi sözcükle-
rimiz acımasızca dışlanıyor. Sorunların belki de en önemlisi, dili-
mizin kamuoyu önündeki kullanımında görülen "Türkçeden ka-
çış" diyebileceğimiz süreçtir…Türkçe konuşmaktan kaçan bir
kamuoyu oluşmuş görünüyor. Bu durum dilimiz için büyük tehli-
kedir.
Bugün de benzeri durumlara sık sık tanık oluyoruz. Güzelim uz-
laşma yerine concencous, yoğunlaşma yerine consantrasyon,
kontrol yerine çek etme dedik mi kültürlü kişi oluyoruz. İstanbul
Taksim'deki görkemli bir otelin adı The Marmara, Hilton'daki
sergi merkezinin adı Exibition Center. Kentlerimizde caddeler,
yabancı adlar nedeniyle işgal altındadır. Kendilerine "entel" deni-
len bir kısım aydınlar, kendi yurduna yabancılaşmayı evrensellik
sanıyor. Konuşmada veya yazıda aralara yabancı sözcük sıkıştır-
mak, bağımsızlık gururunun nasıl törpülendiğini gösteren acı bir
örnek değil midir? Neredeyse, ana dilimizin Türkçe, anavatanımı-
zın Türkiye olduğunu unutuyoruz. Yabancı dil ne kadar önemli
olursa olsun, insanın ana dili daha da önemlidir. Temel görevimiz,
gençlerimizi düşünen, eleştiren ve
18
düşüncelerini düzgün ifade edebilen bireyler olarak yetiştirmektir. Öğrencinin kendi dilini ikinci sınıf, yetersiz bir iletişim aracı olarak görme-
si çok sakıncalı bir durumdur. Böyle bir öğrenciden kendi diline ve kültürüne, ana diline saygı duyması nasıl beklenebilir?’
Dilimizde Türkçesi varken gereksiz yere yabancısını kullandığımız kelimelerden biraz örnekler verelim:
analiz -çözümleme
asistan - yardımcı
bodyguard - koruma
center - merkez
cv - özgeçmiş
data - veri
demagoji - lafazanlık
departman - bölüm
dizayn - tasarım
ekstre - hesap özeti
empoze etmek - dayatmak
fonksiyonel - işlevsel
globalleşme - küreselleşme
imitasyon - taklit
izolasyon - yalıtım
jenerasyon - nesil
kalifiye - nitelikli
kompleks - karmaşık
komünikasyon - iletişim
konsept - içerik
koordinasyon - eşgüdüm
kriter - ölçüt
legal - yasal
link - bağlantı
lokal -yerel
marjinal - sıra dışı
mesaj - ileti
monoton - tekdüze
okeylemek -onaylamak
optimist - iyimser
orijinal - özgün
partner - eş
perspektif - bakış açısı
prestij - saygınlık
rasyonel - akılcı
referans - kaynak
Bütün bu saydıklarımız dışında bir de sosyal medya dili var ki insan bu hangi dil acaba? demekten kendini alamıyor. Marmara Üniversite-
si İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi ve Uluslararası Sosyal Medya Derneği (USMED) Genel Sekreteri Yrd. Doç. Dr. Ali Murat Kırık, bu konu
ile ilgili yazısında şöyle demiş: “Türkçede yer almayan sözcükler literatüre girdi. Bu durum kültürel değişimleri de beraberinde getirdi.
Özellikle ‘Z kuşağı’ diye tabir edilen 2000’li yılların sonrası doğan nesil, kelimeleri kısaltarak dilin yozlaşmasına zemin hazırladı.
19
Selam yerine ‘slm’, naber yerine ‘nbr’, merhaba yerine ‘mrb’,
kendine iyi bak yerine ‘kib’lerin kullanılması dildeki bu yozlaşma-
nın ve bozulmanın en somut örnekleri arasında yer alıyor… Sanal
dünyanın ortaya çıkmasıyla birlikte yabancı kökenli sözcükler
adeta dili esir aldı ve gençler bu sözcükleri yaygın biçimde kullan-
maya başladı. İngilizcenin ağırlığı açık bir şekilde göze çarpmakta-
dır. Tamam yerine ‘okay’, güle güle yerine ‘bye’ sıklıkla kullanıl-
maktadır. Sanal dünyada kullanılan bu dil ne yazık ki gerçek haya-
tı da etkilemektedir. Duyguların yazılı bir dilde ifade edilmesini
nispeten daha da kolaylaştıran emojiler ise sanal dünyanın
‘göstergebilimsel dili’ olarak ifade edilebilmektedir. Gerek Türki-
ye’de gerekse de dünyada her beş bireyden dördü sanal ortamda
emojilere yer veriyor. Yüzde 80’lik bu kullanım oranı oldukça
dikkate değer. Emojilerle hislerimiz, duygularımız, düşünceleri-
miz, ruh halimiz yansıtılırken kelimelerin yeterli olmadığı durum-
larda kullanıcılar bu simgelere başvurabiliyor. Jest ve mimiklerin
yerine de kullanılabilen emojiler, soğuk olan yazınsal sanal dili
daha sıcak bir hale getiriyor. Kimi zaman meydana gelebilecek
yanlış anlamaların önüne geçebiliyor. Ancak sürekli emojilerin
kullanılması da milli dilin öz niteliklerine zarar vererek, dili zedele-
yebiliyor.…Sanal dilde dil bilgisi ve yazım kurallarının gözetilme-
diği düşünülürse bu durumun farklı anlamalara ve anlam kargaşa-
larına zemin hazırlayacağını söylemek pek de yanlış sayılmaya-
caktır. Cümlelerin sonuna noktalama işaretleri koymamak, nokta-
dan sonra büyük harfle başlamamak, virgülleri kullanmamak
yapılan en büyük dil yanlışlarındandır. İnternet ile sosyal medya-
da dilin doğru kullanılması ve öz niteliklerinin kaybolmaması için
sosyal medya okuryazarlığına ihtiyaç duyuluyor.Sürekli emojilerin
kullanılması ise sağlıklı bir şekilde duygu ve düşüncelerini aktara-
mayan nesillerin yetişmesine sebep olabilir.’ Sosyal medyadaki
yazışmalar, Sayın Ali Murat Kırık’ın da ifade ettiği gibi kaybolan,
yozlaşan bir dili ve kendini ifade edemeyen bir nesli doğuruyor.
Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak bu durumdan çok rahatsı-
zım. Maalesef sadece sosyal medya okuyan öğrencilerimle ileti-
şim kurmakta zorlanıyorum. Hatta bazen öğrencilerim bu rahat-
sızlıklarını şöyle ifade ediyorlar: ’Öğretmenim sorduğunuz soru
ile ilgili çok fazla fikrim var fakat ifade edemiyorum.’ İşte sorunu-
muz tam da bu. Türkçede 75.000 sözcük var fakat benim ülkemin
insanı kendini ifade edemiyor.
Kökeni 6.yy’a kadar dayanan Türk dilini yozlaştırmamak, boz-
mamak ; milli benliğimizi kaybetmemek için sadece sosyal medya
okumak yerine kitap okumalı, yazılar yazmalı, şiir değerlendirme-
li, sözcük dağarcığımızı geliştirmeliyiz. Bu ulusal bir sorumluluk-
tur. Türkçemizi yabancı kelimelerin saldırısından korumalı, günlük
hayatta yaşantımızda Türkçe kelimelere ağırlık vermeliyiz.
‘Sahipsiz vatanın batması haktır. Sen sahip çıkarsan bu vatan
batmayacaktır.’ Sözünü söyleyen Mehmet Akif, vatanı sahipsiz
bırakma derken geniş kapsamlı olarak dilini, kültürünü de sahip-
siz bırakma demek ister. Dilimize sahip çıkalım çünkü dilimiz kim-
liğimizdir.
KAYNAKÇA:
Türk Dil Bilgisi, Muharrem Ergin, Bayrak Yayın, İstanbul. Sayfa: 3-
5.
Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, 2. Baskı,
Ankara, 2003, I. C, s. 51.
GÖKALP, Z. Türk Töresi,1923.
‘Türkçenin Güncel Sorunları’ Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın.
‘Türkçenin Güncel Sorunları’ Prof. Dr. Cahit KAVCAR.
KIRIK, A. M. (2012). Sosyal Medyada Gençlerin Dili Kullanımı ve
Yozlaşma Problemi 1st
Türkçe Sözlük, TDK, 2009.
20
ŞİİR
YOK MU AÇAR
Yaralandım ben de yoktur ilacım
Çok kapılar çaldım yoktur umarım
Ağlarım sazımla çoktur hazanım
Kapandı nurlar da yok mu açarım
Pirim sözünle düştüm ben yollara
Nur-ı dünyam asamla vuram bâba
Can-ı aşkım sedamla varam ben sana
Maksud u hayatımda yok mu açarım
İnmişse perdeler didelerime
Girmişse hareler bir bir gönlüme
Geçmezse yâreler günden güne
Sırat-ı nizamda yok mu açarım
Yakınlar uzak oldu bu evlerde
Sığamadım gittim ben o illere
Hasret kaldım ben anam yüzüne
Seherim sislenmiş yok mu açarım
Muharrem anlar mı saklı diyarı
Irmaklar aşar mı koca dağları
Aşıklar sarar mı kor yaraları
Umutlar paslanmış yok mu açarım
Elife AYDEMİR
(Değerli Tekkeli Aşık Muharrem’e ithafen yazılmıştır. Aşık Muharrem Öztürk
tarafından bestelenmiştir. Çorum’un Mehmet Dede Tekke köyünde yaşayan
ozanımız, çocukken görme yetisini kaybetmiştir.Fakat hayattan kopmamış
türküleri, bağlaması ve sesiyle etrafa ışık saçmaktadır. )
21
HABER KÖŞESİ
22
PIT !
Bir sonbahar mevsimi, pazartesi sabahı… Saatimin alar-
mı çalmaya başlıyor. Alarmı 07:20’ye kurduğum aklıma
geliyor… Hava soğuk, yatak sıcak. Tabii ki benim hiç
uyanasım yok. Acaba yarım saat daha mı uyusam diye
düşünüyorum… Ama okula gitmem gerek! Zar zor kalkı-
yorum yataktan. Yarı uyur - yarı uyanık, iki lokma bir
şeyler atıştırıp koştur koştur okulun yolunu tutuyorum…
Son anda yetişiyorum törene… Okul Müdürümüz Hasan Demirbaş konuşma yapıyor, “Sizi evlen-
dirmeden emekli olmayacağım.” diyor konuşma arasında. O anda Ahmet Doğan’ın muzur ve sıcak gülüm-
semesi beliriyor yine yüzünde. Mehmet Ali Köseoğlu yüzlerce öğrenci arasında birilerini uyarıyor bakışla-
rıyla, kafasını nereye çevirse nefesler tutuluyor. Benimse gözlerim Soner Eryaşar’ı arıyor. Bu adamı gör-
mem bile rahatlatıyor beni nedense?
Tam o esnada Adil Çağlar’ın arabası ile birlikte okul bahçesinin kapısını sıyırarak içeri girmesiyle
hafiften irkiliyoruz. “Arhadan ağrı meyk sentınsıs bahıyım.” sesi kulaklarımda yankılanıyor bir anda. Murat
Saat’le göz göze geliyoruz. “Okul çıkışı antrenman var, herkese haber ver.” diyor. “Tamam.” diyorum te-
bessüm ederek. Bize matematikten çok daha fazlasını öğretiyor gerçekten… Alimet ve Şükrü Sert yan ya-
na duruyorlar ileride. Uzaktan çok havalı gözüküyorlar…
Derken konuşmasını bitiriyor müdür bey ve sınıf giriş kapısına doğru yürümeye başlıyoruz. Kapıda
Asiye Kaynar’ın asil duruşu ve Birsen Seçen’in anne şefkatine bir kez daha şahitlik ederek içeri giriyoruz.
Yukarı çıkarken kargocu geçiyor yanımızdan, elinde bir sürü koliyle. “Kesin Yıldırım Kaya’nın kitap sipariş-
leridir.” diyor diğer şubelerdeki çocuklardan birisi. O anda Korhan Özdemir’in “Agah – Emrah! 2. ders oda-
ma gelin.” demesiyle hepimiz, “Hocam ben de geleyim mi?” diye söze karışıyoruz. Sanırım Rehberlik Ser-
visi anca bu kadar sevilebilir diye düşünerek sınıflara doğru çıkmaya devam ediyoruz…
Gür bir ses yankılanıyor kalabalıkta. Sabah sabah muhteşem enerjisiyle şiir okuyarak yanımızdan
tempolu bir şekilde geçip gidiyor Turgut Sarpkaya. Merdivenin başında iki öğretmenimiz sohbet ediyor.
Şuayip hocanın o ince ve keyifli gülmesine karşılık veriyorum ben de, Yaşar Kıyıklık ise “en sevdiğim 138.
öğrencim Ömür” diye laf atıyor bana, yanlarından geçerken…
Sınıfa girmemle “Fizik sınavı nereye kadardı?” cümlesini duymam bir oluyor. Hemen organize olup
Ayşe, Nida ve Fatma’yı Hasan Aktı’nın yanına gönderiyoruz sınavı iptal ettirmeleri için. O anda Şerafettin
hoca sınıfa giriyor. “Günaydın” dedikten hemen sonra bir aforizma patlatıyor. Biz gülerken Mustafa Özdu-
ran giriyor sınıfa. Dersimizin Milli Güvenlik olmadığını söylüyoruz. Biraz mahcup ve her zamanki gibi o be-
yefendi, aynı zamanda da gizemli duruşuyla tebessüm edip çıkıyor sınıftan gerisin geri…
2. ders oluyor göz açıp kapayana kadar. Dingin kişiliğiyle Tamer Çubukçu gözüküyor koridorun
öteki ucunda. Kişiliği gibi dingin ses tonuyla bir şarkı mırıldanarak giriyor sınıftan içeri. O anda nöbetçi öğ-
renci gelip resim dersi seçenlerin son saat Levent Taşçı’nın yanına çıkmalarını söylüyor…
MEZUNLAR
23
MEZUNLAR
3, 4, 5. Ders derken öğle arası olu-
yor. O gün okulda kalıyorum öğle yemeğine. Kan-
tine inerken okulun her şeyi olan Arif, Ali ve Ah-
met ağabeylerle sohbet ediyoruz ayak üstü. Ce-
mal Sakallı dersimize girmemesine rağmen ya-
kından ilgileniyor bizimle yemek yerken. Dil sınıfı
ise Tülay Yılmaz ve Aslan Çevik’le toplantı yapı-
yor bahçede…
Bahçeye çıkıp basketbol oynayalım diye
konuşurken biz, Durmuş Ali Barut’un okuldan ay-
rılacağını öğrenip hüzünleniyoruz bir anda. Ağzı-
mızın tadı kaçıyor. Ağzımızın tadı kaçmışken biz
de okuldan mı kaçsak acaba, diye düşünmeye
başlıyoruz. Ardından da derse girme kararı alıp
sınıfa yöneliyoruz. Biz koridorda ilerlerken Gül-
süm Çıtak da yanımızdan geçip derse gidiyor.
“Tam profesör tipi var Gülsüm Hoca’da da.” deyip
devam ediyoruz yürümeye…
Koridorun başında 4 tane öğretmenimiz
muhabbet ediyor. Muttalip Özten’in anlattıklarına
naif gülümsemesiyle karşılık veriyor Ömer Faruk
Polat. Yanlarında da İhsan İstanbullu ile Cengiz
Tufan. Her zamanki heyecanları ise görülmeye
değer türden. Zaten başka türlü bu kadar eğlen-
celi geçemez ki Coğrafya ve Tarih dersleri…
Ağır adımlarla yürüyüp sınıfa giriyorum…
“Ders neydi?” diye düşünürken, arkadaşlarımın
mavi kaplı, beyaz etiketli defter ve kitaplarını çı-
kardıklarını görüp gülümsüyorum kendi kendime.
Yerime otururken ben, Fevzi Alper giriyor sınıfa.
Sıra arkadaşım Fatih, “Bugün tahtaya çıkıp şiir
okuyacağız. Şiirini ezberledin mi?” diye soruyor
bana. Benim “evet” dememe fırsat kalmadan Fev-
zi hoca adımı okuyor listeden; “Ömür…”
Sesi yankılı ve uzaktan geliyor… Bense
bir anda donup kalıyorum öylece. Fevzi Alper tek-
rar sesleniyor; “Ömür, kalk hadi…” Git gide bula-
nık görmeye başlıyor gözlerim bir anda. Ses ise
daha da netleşiyor görüntünün aksine... “Ömür
bey, kalkmayacak mısınız?”
Tam o esnada gözlerim kararıyor tama-
men ve ardından bir el dokunuyor omzuma, hafif-
çe sarsıyor beni. “Ömür! Saat 8’e 10 var. İşe geç
kalacaksın…” Gözlerimi açtığımda bana seslene-
nin babam ve gördüklerimin ise sadece bir rüya
olduğunu anlamam çok da zor olmuyor…
Hüzünlü bir tebessümle gözlerimi yeniden
kapatıyorum. O anda bir damla gözyaşı kirpikle-
rimden ayrılıyor istemsizce. Yanaklarımdan süzü-
lüyor yavaşça. Ve yastığıma düştüğünde çıkardı-
ğı ses ile irkiliyorum; pıt...
24
ŞİİR
Gül Misâli Üşüyorum Isıt beni, kışlardan düşüyorum. Gündüzleri yok bir şeyim. Gece çökmüş ve ben yine ölüyorum. Kimseye ses etmedim, Sustum dertlerime. Ağladım her gece, Tüm dertlerime. Etmedim kimseye naz Garipsedim, Dökemedim kimseye içimi Korktum. Oturdum yine, Sustum. Bir ağaç dibinde Soldum. Sonsuz bir gül gibi. Görkem Ali AKYOL 10-D 5302
25
26
Eda Nur BALCI
ÖĞRENCİLERİMİZDEN GELENLER
Kendini bilmek, tüm bilgeliğin başlangıcı-
dır.Aristoteles(Mö.384- Mö.322)
Sorgulanmayan yaşam yaşanmaya değer değil-
dir. Sokrates (Mö. 470-399)
Özler(varlıklar) gereksiz yere çoğaltılmamalı-
dır. Ockham’lı William (1285 – 1349?)
Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anla-
yabileceği kadardır. Mevlana(1207-1273)
Büyük fikirleri düşünenler büyük hatalar yapar-
lar. Martin Heidegger(1889-1976)
Uzun bir yolculuk tek bir adımla başlar. Konfüçyüs
(MÖ.551 -479)
Zeki adamlar söyleyecek bir şeyleri olduğu için konu-
şurlar. Aptallar, konuşmaları gerektiği
için. Platon (M.Ö. 427-347)
Merak bir filozofun en düşkün olduğu şeydir. Çünkü
felsefenin bundan başka bir başlangıcı yoktur. Platon
(M.Ö. 427-347)
İnsan “ne ise o olmayı” reddeden tek yaratıktır. Albert
Camus (1913 – 1960)
Hakiki ve ciddi bir tek felsefi sorun vardır: İntihar. Ha-
yatın yaşamaya değer olup olmadığını yargılamak,
bu felsefenin temel sorusunu oluşturur. Albert Camus
(1913 – 1960)
Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz Heraklit (Mö. 540 –
480)
Havaya atılan
bir taş düşüne-
bilseydi kendi isteğiyle yere düştüğünü sanır-
dı. Baruch Spinoza(1632-1677)
Cogito ergo Sum: Düşünüyorum, o halde varım. René
Descartes (1596 – 1650)
Esse Est Percipi- Var olmak algılamaktır. …Ağaçlar
algılayan birileri olduğu sürece vardır-
lar. Ormanda Bir Ağaç Devrilse Kimse Duyar mı?
… George Berkeley (1685 – 1753)
Olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz- Gottfried
Wilhelm Leibniz (1646 – 1716) Minerva‟nın Baykuşu kanatlarını ancak gün batarken
açar. G.W.F. Hegel (1770 – 1831)
Devlet olmadan insanın yaşamı yalnız, fakir, mutsuz
ve kısadır. Thomas Hobbes (1588 – 1679)
Tanrı öldü. Friedrich Nietzsche (1844 – 1900)
Bir filozof söyledikleri ya da yazdıklarıyla tanınmama-
lı, nasıl yaşadığıyla, hatta yürüyüşüyle tanınmalı-
dır. Friedrich Nietzsche (1844 – 1900)
Georg Wilhelm Friedrich Hegel
27
İBRETLİK
28
Kübra KOLAY
Busenur AYKAÇ
ÖĞRENCİLERİMİZDEN GELENLER
Delilik, kişide seyrek görülür; ancak gruplar,
partiler, uluslar, çağlar için bir kural halinde-
dir..Friedrich Nietzsche (1844 – 1900)
Dünyada görmeyi istediği-
niz değişimin kendisi olunuz.Mahatma Gandhi
(1869 – 1948)
İnsanoğlu kainat dediğimiz bütünün bir parçasıdır,
zaman ve mekanla sınırlanmış bir parça… Kendi ben-
liğimizi, düşüncelerimizi ve duygularımızı her şeyden
soyutlanmış hissediyoruz, ve buna bilincin yarattığı
bir göz yanılsaması denebilir. Bu yanılsama bizi kişi-
sel arzularımıza ve en yakınımızdaki birkaç kişiye
olan bağlılığımıza hapseden bir cezaevi gibidir. Göre-
vimiz, şefkat evrenimizi tüm canlıları ve bütün güzel-
liğiyle doğayı da kapsayacak şekilde genişleterek,
kendimizi bu cezaevinden azat etmek olmalıdır. İnsa-
noğlu varlığını sürdürecekse yeni bir zihniyete ihtiyacı
vardır. Albert Einstein (1879 – 1955)
İyi veya kötü insan diye bir şey yoktur. İnsan-
lar iyi veya kötü olmayı düşünceleriyle belirler-
ler. William Shakespeare (1564- 1616)
Filozoflar dünyayı yalnızca yorumlamışlardır oysa
sorun onu değiştirmektir. Karl Marks(1818-1883)
Doğruyu söylersen, hiçbir şeyi hatırlamak zorunda
kalmazsın. Mark Twain(1835-1910)
En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en
büyük amacı kılmaktır, çünkü tek gerçek budur, başka
her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük bu-
dalalığımız oldugunu da söyleyebiliz, çünkü yalnızca
kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan
içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değ-
mez. – Arthur Schopenhauer(1788- 1860)
Bir kimsenin düşüncesini açıklayamaması kölelik-
tir. Euripides(Mö. 480-406)
Gerçeklik tarihsel bir işlemdir. G.W. Hegel (1770-
1831)
Hayat yalnızca geriye dönük anlaşılır, ancak ileri doğ-
ru yaşanmak zorundadır. Søren Kierkegaard(1813-
1855)
Duanın amacı Tanrı‟yı etkilemek değil, dua edenin
tabiatını değiştirmektir. Søren Kierkegaard(1813-
1855)
Kaygı özgürlüğün sersemliğidir. Søren Kierkegaard
(1813-1855)
29
Münür KUNDURACI
EHLİYET VE LİYAKAT ÜZERİNE
Ehliyet ve Liyakat kavramlarını çevrele-
yen açıklayıcı kelimeler niceliksel olan bilgilerin
miktarının fazlalığına işaret etmektedir. Bilginin
niceliksel ölçümü kendi başına bir sorunsala işa-
ret etmekle birlikte, bilgi değişim gösteren karak-
teriyle de referans olabilme özelliğini yitirmekte-
dir. Bir işi yapmaya yetkilendirilen kişinin o işi
yapmaya muktedir olup olmadığına dair kanaat
geliştirilirken kullanılan bilgi enstrumanı, aslında
sürekli değişim gösteren ve tecrübeye aktarılması
sırasında çoğu zaman örtüşme sağlanamayan
özelliklerine mündemiçtir. Bir başka nokta ise
bilginin tümel değerlendirilmesi sonucu oluşan
aksaklıklardır. Oldukça kapsayıcı yargılarla para-
metre oluşturduğumuzda, bireysel farklılıkları
göz ardı ettiğimiz gibi fert ve iş uyuşmamasından
kaynaklanan sorunlara da çözüm getirememiş
oluruz. Ölçüm yapma aracımız olan bilgi birey-
sel iş ve fert ayırımını da yok saymaktadır. Tümel
yargılarımız objektif davranma yanılgısı oluştur-
makla birlikte üretkenlik beklentisini de yükselte-
cek dolayısıyla ehliyetli olduğunu varsaydığımız
veya kabul ettiğimiz kişi ile iş arasında sonucu
kaosla sonuçlanacak birliktelik oluşturacaktır.
Ehliyet ve Liyakat birlikte kullanılan fakat
birlikte değerlendirilmemesi gereken kavramlar-
dır. Çünkü ehliyet bir işe başlarken o işi yapacak
kişinin iş ile ilgili yetkinliği ve donanımına işaret
ederken liyakat iş yapılırken failin tecrübe ve iş
ahlakı, bilgi donanımı ve kullanılmasına gönder-
me yapmaktadır. Bununla birlikte fail ehliyet al-
mış olabilir fakat liyakat sahibi olmayabilir. Aynı
zamanda liyakat sahibidir ancak ehliyet alamamış
olabilir.
Ehliyet ve liyakat kavramlarının içini dol-
dururken veya referans kavramlarını belirlerken
kavramı kimin için veya hangi meslek için kulla-
nıyor isek değerlendirmeyi de ona göre yapma-
mız icap edecektir. Örneğin zanaatkârlar için ehli-
yet ve liyakatten bahsediyor isek zanaatkârların el
becerisi ile yetinip kişilik, karakter ve ahlaki du-
ruşunu perdelersek sonuçları telafisiz olaylarla
karşılaşırız. Bir işi yapmada ehliyet sahibi olmak
ile o işi yapmaya layık olmak ayrı şeylerdir. Ez
cümle bir kişinin ehliyet ve liyakatini bahis konu-
su ediyor isek en azından konunun giriftliği bizim
de karar vermede aceleci davranmamamız gerek-
tiğini hatırlatmalı.
30
PEYGAMBERİMİZ VE GENÇLİK
Gençlik, insan
ömrünün en
kıymetli hazine-
si, en verimli
çağıdır. Dinimiz-
de gençlik, başlı
başına bir de-
ğerdir ve en
büyük nimetler-
den biridir. Pey-
gamber Efendi-
miz (s.a.v.) bir adama nasihatte bulunurken, “Beş
şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bil; ihtiyarlık
gelmeden önce gençliğin, hastalık gelmeden önce sağ-
lığın, fakirlik gelmeden önce zenginliğin, meşguliyet
gelmeden önce boş vaktin, ölüm gelmeden önce ha-
yatın.” buyurarak gençliğin önemli bir fırsat olduğu-
na ve bunun değerlendirilmesi gerektiğine işaret
etmiştir. Zira gençlik, insanın en verimli çağı olup,
maddi ve manevi kazanımlar bu dönemde elde edi-
lir.
Günümüzde, her türlü fitnenin, sapkın dü-
şüncenin, zararlı birçok akımın, sigara, alkol ve uyuş-
turucu gibi zararlı alışkanlıkların yaygın olduğu bir
zamanda yaşıyoruz. Ne yazık ki gençlerimiz, ne ka-
dar çaba sarf etsek bile içinde bulunduğumuz bu
şartlardan etkileniyor ve yanlış akımların, sapkın
inançların pençesine düşüyorlar. Zararlı madde ve
teknoloji bağımlılığı onları esir alıyor ve gitgide arka-
daşlarından, aileden, toplumdan koparak yalnızlaşı-
yorlar. Bunun en önemli nedeni inançlarının zayıflığı
ve sorumluluk anlayışından yoksun, bencil bir yapıya
sahip olmalarıdır.
“Gençlik, su gibidir; hangi kaba koyarsan o
şekli alır.” der Mevlana. Günümüzde gençlerin şekil-
lenmesinde en büyük görev ailelere ve biz eğitimci-
lere düşmektedir. Bu konuda bize yol gösteren, yaz-
dığı eserleriyle bizi aydınlatan pek çok eğitimci ve
bilim adamı mevcuttur. Fakat ben, “Rabbim beni en
güzel şekilde terbiye etti” diyen, Yüce Yaratıcı’nın
eğitiminden geçmiş Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu
konuya yaklaşımından örnekler vererek konuyu ele
almak istiyorum.
Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) dünyasında gençlerin daima özel bir yeri olmuştur. O, gençlerle samimiyet ve güven üzerine kurulu bir iletişim dili
geliştirmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.), onlara çok özel tavsiyelerde bulunmuş ve onların yetişmeleriyle özel olarak ilgilenmiştir. Onun eğitiminden geçen gençler, insanlığı aydınlatan birer kandil olmuşlardır. Gençlere duyulan güven sayesindedir ki onlar, idare-cilikten komutanlığa; öğretmenlikten ticarete kadar geniş bir yelpazede sorumluluk üstlenmişlerdir.
Meselâ Hz. Ali –Allah ondan razı olsun- ,
İslâm’ı kabul ettiğinde henüz 10 yaşında bir çocuk-
tu… Peygamber Efendimiz’in terbiyesi altında, ilim-
de, irfanda, idârede, yani her alanda zirve bir şahsi-
yet olarak yetişti. Peygamberimize suikast düzen-
lendiği gece canı pahasına onun yatağına yattığında
daha yirmili yaşlardaydı.
Peygamber Efendimizin âzâd ettiği köle-
si Zeyd b. Hârise - Allah ondan razı olsun – , müslü-
man olduğunda henüz 15 yaşındaydı. Tâif’te Pey-
gamberimiz (s.a.v.)’e atılan taşlara karşı vücûdunu
hiç çekinmeden, korkusuzca siper eden genç ve yi-
ğit bir delikanlıydı. Oğlu Üsâme bin Zeyd, 19 yaşında
Peygamberimiz tarafından İslâm ordusuna komutan
olarak tayin edilmişti.
Muaz b. Cebel - Allah ondan razı olsun –, Ye-
men’e vali olarak görevlendirildiğinde henüz 27 ya-
şındaydı.
Mekke’nin en zengin ve en yakışıklı gençle-
rinden Mus’ab b. Umeyr - Allah ondan razı olsun -
müslüman olup âilesi tarafından hapsedildiğinde 18
yaşlarındaydı. O Mus’ab ki, daha sonra Medîne’ye
İslam’ı anlatması için ilk öğretmen olarak görevlen-
dirilmiş, orada İslam’ın hızla yayılmasına vesile ol-
muş ve genç yaşta Uhud Savaşı’nda şehit düşmüş-
tür.
Câfer b. Ebî Tâlib - Allah ondan razı olsun -,
Habeşistan’da Necâşî’nin huzûrunda müslümanları
temsîlen, ilim, hikmet ve cesaretle konuştuğunda 17
yaşlarında bir gençti.
Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Mek-
ke’yi fethettiğinde 20 yaşındaki Attâb b. Esîd’i oraya
vâli tâyin etmişti.
31
PEYGAMBERİMİZ VE GENÇLİK
Yine büyük İslâm âlimi ve en çok hadis ri-
vâyet eden sahâbîlerden Abdullah b. Abbâs - Allah
ondan razı olsun -, Peygamber Efendimiz’in vefâtında
henüz 13 yaşında idi.
Peki, bu genç insanları bu hale getiren nasıl
bir eğitim ve yaklaşım biçimiydi? “Cahiliye dönemi”
diye adlandırılan, ahlaksızlık ve insanlık dışı davranış-
ların zirve yaptığı bir dönemde bu gençler nasıl oldu
da böyle bir sorumluluk ve fedakârlık bilinciyle do-
nandılar?
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), öncelikle
gençlerin ilim alanında yetişmelerine büyük önem
vermiştir. Hadislerinde, “İlim öğrenmek, kadın - er-
kek her müslümana farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime,
17) , “İlim, Çin’de bile olsa gidip alınız.” (Beyhaki,
Şuabu’l - İman, 254) , “ Hikmet, mü’minin yitik malı-
dır. Onu nerede bulursa alır.” (Tirmizi, İlim, 19) buyu-
rarak okumaya, düşünmeye, araştırmaya teşvik et-
miştir. Onun dizinin dibinde yetişen Ashab-ı
Suffa’nın seçkin gençlerinden, Ebu Hüreyre, Abdul-
lah b. Ömer, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Abbas,
Muaz b. Cebel ve Enes b. Malik gibi sahabiler, İslam
medeniyetinin temellerinin atılmasında, İslami ilim-
lerin gelecek nesillere aktarılmasında büyük roller
üstlenmişlerdir.
İkinci olarak Peygamberimiz, gençliğe ümitle bak-
mış ve onlara güvendiğini her fırsatta hissettirmiştir.
19 yaşında ki Üsame bin Zeyd’in komutanlığına itiraz
edilmesine rağmen, ona güvendiğini ve kararını de-
ğiştirmeyeceğini kesin bir dille ifade etmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), gençlerin,
sarsılmaz bir imanla Allah’a bağlı, ibadet ve ahlak
noktasında titiz fertler olarak yetişmesinin önemini
ifade etmiş ve “Kıyamet gününde Allah’ın rahmet
gölgesinde bulunacak yedi zümreden birinin,
‘ibadetle büyüyüp serpilen gençler’ olacağı müjdesi-
ni” vermiştir. (Buhari, Ezan 36.) Onun manevi terbi-
yesinde yetişen Hz. Ali, Mus’ab b. Umeyr, Enes b.
Malik gibi nice genç sahabiler ondan, “Kişinin ahiret-
te hesaba çekileceği hususlardan birinin de ‘gençliğini
nerede tükettiği’ sorusunun olacağını” (Tirmizi, Ci-
had, 31.) öğrenmişler ve hayatlarının tamamını bu
bilinç içinde geçirmişlerdir.
Yukarıdaki örneklerde gördük ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), gençlere Allah’a iman ve kullukla donanmış, güzel ahlakla süslenmiş, okuyan, araştı-ran, düşünen, üreten, kendine güvenen ve sorumlu-luklarını bilen insanlar olmalarını öğütlemektedir.
Sonuç olarak, genç nüfusun giderek azaldı-
ğı dünyamızda gençliğimiz ve gençlerimiz millet ola-
rak bizim en büyük hazinemizdir. Bize düşen, aileler
ve eğitimciler olarak bu hazineyi haramilere kaptır-
mamaktır.
Mustafa YILMAZ Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
32
Arda KARAARSLAN
HİKAYE
TİLKİ VE TAVŞAN
Bir bilge yanında öğrencileri ile birlikte
gezinirken tilkiden kaçan bir tavşanı gösterir ve
şöyle der:
-Eski bir hikayeye göre tavşanlar tilkilerden daha
hızlı koşarlar.
Bir öğrenci itiraz eder.
-Hayır tilkiler daha hızlı koşarlar.
-Ama tavşan tilkiden kurtulacak,der bilge.
Öğrenci:
-Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?
Bilge:
-Çünkü tilki sabah kahvaltısı için,tavşan ise yaşa-
mı için koşuyor.
* Mehmetçik Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencileri
33
BİLİM KÖŞESİ
Yapay Embriyo Projesi-
Cambridge Üniversitesi’nden uzmanlar, fare-
lerden alınan kök hücreyle dünya da ilk kez
“yapay embriyolar” yaratmayı başardı.
Bilim insanları iki tip kök hücre ve üç boyutlu
yapı iskelesi (skaford) adı verilen, hücre ve doku
oluşumunu desteklemek için çatı vazifesi gören
biyolojik meteryal kullanarak, doğal bir fare
embriyosuna çok benzeyen bir yapı oluşturdu-
lar. Daha önceki denemelerde çok başarılı so-
nuçlar alınamamıştı. Çünkü embriyo gelişimi için
farklı hücrelerin birbiriyle koordine olması gere-
kiyor. Araştırmacılar çalışmalarının kısırlık teda-
vilerinde yardımcı olmasını umuyor. Çalışma,
embriyoların erken dönemlerinde nasıl geliştiği-
ne dair yararlı ipuçları da sunabilir.Aynı zaman-
da kadınların düşük yapma sebeplerini anlama-
mızı sağlayabilir.
“Biz iki kök hücre türü arasında önemli bir ileti-
şim kurulduğunu keşfettik. Bir bakıma hücreler
birbirlerine embriyonun neresinde yer alacakla-
rını söylüyorlar. Bu, insan embriyoları üzerinde
çalışmak zorunda kalmadan insan gelişiminin
kritik aşamalarındaki önemli olayları inceleme-
mize izin verecek. Gelişimin normal olarak nasıl
gerçekleştiğini bilmek, embriyo gelişiminde ne-
den sıklıkla hata yaşandığını anlamamızı sağla-
yacak. Çalışmamız pek çok dogmatik bilgiyi de-
ğiştirebilir ve insan gelişiminin temellerini anla-
maya yönelik yeni bir bakış açısı kazandırabilir.”
“Çalışmamızın ilk aşamasında iki doku kullan-
mıştık. Üçüncü dokuyu ise jelle taklit edebildik.
Şu an da ise üçüncü doku da tamamlandı. Yani
elimizde gerçek bir embriyonun birebir kopyası
var.”
“ Hatta bu embriyoyu fare rahmine nakletme-
ye (transplantsyon) çalışıyoruz. Bu çalışma gele-
cekte yumurta ve sperme olan ihtiyacınızı orta-
dan kaldırabilir ve kısırlığa sadece kök hücre
kaynaklı bir çözüm bulabilir.”
Eray AĞBAL
34
BİLİM KÖŞESİ
3D RENKLİ RÖNTGEN KEŞFEDİLDİ
Röntgen çekimlerinde siyah beyaz görüntü elde
edilirdi. Filmlerdeki bu kontrast sayesinde doktorlar,
kemiklerimizdeki kırıkları ve çatlakları kolayca tespit
edebilse de, bazı detaylar farklı problemlere neden
olabiliyor. Yeni Zellanda’dan Mars Bioimaging adlı
firma kemiklerin lipid ve yumuşak dokularını tama-
mıyla renkli görüntüleyen bir röntgen geliştirdi. Asıl
ilginç olan ise bu cihazı mümkün kılan CERN’de
LHC’de kullanmak için geliştirilen özel bir sensör
çipiydi.
Mars Bioimaging firması bu yeni teknoloji için
siyah beyaz fotoğraftan, renkli fotoğrafa geçtiğimiz
devire benzetiyor. Geleneksel bilgisayarlı tomografi
taramalarında X ışınları dokuya ışınlanırken, diğer
taraftan yoğunluk ölçme prensibine dayanır. Kemik
gibi daha yoğun maddelerde x ışınlarının enerjisi
yumuşak dokulara göre zayıflar, fakat görüntü düz,
monokrom bir resme dönüşür.
Mars Bioimaging bu yeni teknoloji için Spektral
CT (BT--bilgisayarlı tomografi) adını verdi. Bu yeni
sensör sayesinde X ışınlarının farklı malzemelerden
geçerken dalga boylarındaki zayıflama ölçülebiliyor.
Spektroskopik veri özel algoritmalardan geçirilirken
kas, kemik, su, yağ ve hastalık belirtileri ve hatta
mekanik bir saatin bile 3D renkli görüntüsü oluşturu-
lubiliyor. Bu görüntüler sanki içimizin kilden detaylı
bir modeline benziyor.
Spektral CT taramanın kalbinde ise Medipix 3 çipi
yatıyor. Bu cihaz sensöre gelen her parçacığın pikse-
li tespit edilerek görüntü üretiyor. Aslında
CERN’den Büyük Hadron Çarpıştırıcısından parçaları
izlemek için geliştirildi.
Cihazın küçük versiyonu, kemik ve eklem sağlığı-
nı, kanser görüntüleme ve vasküler hastalıkların işa-
retçilerini yakalamak için test edildi. Ekip sonuçların
umut vaad ettiğini belirtiyor. Elde edilen sonuçlar
sayesinde daha doğru teşhis, kişiye özel tedaviler
geliştirilecek. Yeni Zellanda’da önümüzdeki aylarda
ilk klinik denemeler ortopedi ve romotoloji hastalık-
larında denenecek.
35
BRAKİDAKTİLİ
Brakidaktili el parmağı (metakarp) ve ayak par-
mağı (metatars) kemiklerinin anormal derecede
kısa olması anlamına gelmektedir. Bu durum
kalıtsaldır. Çoğu vakada herhangi bir soruna yol
açmaz. Hangi kemikte kısa olma durumu oldu-
ğuna göre brakidaktilinin pek çok türü vardır.
Bu rahatsızlık başka genetik hastalıkların da be-
lirtisi olabilir. Bu belirtileri oluşturan bir rahatsız-
lık yoksa ya da kısa olma durumu el ve ayakları
kullanmayı olumsuz etkilemiyorsa tedavi olun-
masına da gerek yoktur. Bu rahatsızlık bende de
var. El ve ayağımı kullanmayı ileri derecede etki-
lemediği için tedavi edilmeme de gerek yok.
Bu hastalığın oluşmasındaki ana neden gen-
lerdir. El ya da ayak parmaklarınızda kısa
olma durumu varsa ailenizin diğer üyele-
rin de de bu hastalığın olması yüksektir.
Örneğin benim annemin tek ayağında
varken benim iki ayağımda da ve iki elim-
de de bu durum var yani bu genetik bir
hastalık.
Otozomal dominant bir durumdur. Yani bu
geni aktaran tek bir ebeveyn olması ye-
terlidir. Brakidaktiliye iki farklı mutasyo-
nun sebep olduğu düşünülür.
Bazı durumlarda brakidaktiliye anne karnın-
dayken annenin içtiği ilaçlar sebep olabi-
lir. Ayrıca gelişim çağındaki bebekte elle-
re ve ayaklara yeterli kan gitmemesinin
sonucunda da ortaya çıkar fakat genetik
sendrom olması olasılığı çok yüksektir.
Diğer durumlar çok nadir görülür.
Genlerin dışında başka nedenden brakidakti-
liye sahipseniz el ve ayakların kısa olma
durumu dışında başka belirtiler de görür-
sünüz. Brakidaktiliye Down Sendromu
ya da Cushing sendromu da sebep olabi-
lir.
Teşhisini koyarken hangi kemiklerin kısa ol-
duğunu ve hangi brakidaktili tipinin oldu-
ğunu görmek için röntgen kullanılır.
Brakidaktili için Ortopedi ve Travmatolo-
ji ,Fizik Tedavi bölümlerine gidilir.
Bazen bir şeyleri tutmakta güçlük çekmeni-
ze neden olur. Ayağınızdaki brakidaktili
ağır durumdaysa yürüme güçlüğü çeker-
siniz. Ama bu belirtiler çok nadir görülür.
Ben de sadece diğer parmaklara göre
daha güçsüz olma durumu var.
36
Hangi kemiğin etkilendiğine göre türlere
ayrılır.
**TİP A: Orta parmak kemiğinde kısa olma
durumudur.
**TİP B: İşaret parmağından Serçe parmağı-
na kadar tüm parmakların uç kısımlarını etki-
ler.
**TİP C: Çok nadir görülür. İşaret ,orta ve
serçe parmağı etkiler. En uzun parmak yü-
zük parmağı olur.
**TİP D: Çok yaygındır ve baş parmağı etki-
ler.
**TIP E: Çok nadir görülür. Başka hastalıklar-
dan dolayı görülür. El ve ayak tarağının kısal-
masına sebep olur sonucunda el ve ayak kü-
çük gözükür.
Son derece nadir vakalarda ameliyat gereke-
bilir.
Estetik cerrahi, kozmetik amaçlarla ya
da el ve ayak işlevlerinin geri kazanılması
için uygulanabilir. Bu durum beni rahat-
sız etmediği için ben herhangi bir tedavi-
ye ihtiyaç duymuyorum. Ameliyat, kemi-
ğin kesilmesine sebep olabilir sonrasın-
da kısalan kemiği normal uzunluğa getir-
mek için kademeli uzatma işlemi yapılır.
Doğuştan görülme sıklığı 1/1000 den az-
dır.
Kadınlarda erkeklere oranla 5 kat daha
fazla görülür.
Hem el hem ayakda görülmesi çok nadir
bir durumdur . Benim hem el hem aya-
ğımda görülüyor.
En sık dördüncü parmakta olur .
Deformitenin genellikle epifiz plağının
erken kapanmasından kaynaklandığı dü-
şünülür.
GİZEM TERYAKİOĞLU
37
HİKAYE
SON HATIRA
Bir yaz günüydü ama içimde bir sonbahar suskunlu-
ğu vardı. Yazın son günleri içimi dolduran bu suskun-
luk, benim için son çanlarını çalıyordu. Kulak arkası
edemeyeceğim bu ses, vücudumdaki her hücreyi
daha bir donuklaştırıyor; kanımın yavaş yavaş çekil-
mesine sebep oluyordu. Ara ara yoklayan sinir kriz-
leri ve öfke nöbetleri artık yerini kabullenmeye bı-
rakmıştı. Bir duvar gibi gün boyu oturuyor sadece
karşıya bakıyorum. Her baktığım saniye yeni bir de-
tay fark ediyordum. Her gün insanların bakmadan
geçtiği onca detayı hafızama kazımaya çalışıyordum.
Gözlerimi kapattığımda görmek istediğim resimler,
çehreler bazen ifadeler oluyordu. Bakmadan resmini
çizebilecek kadar hatırlamak istiyordum her şeyi.
Küçükken yaptığım araba yolculuklarını, , ilk gittiğim
sinema filmini, hastalandığımda içtiğim ilacın tadını,
annemin yemeklerinin kokusunu, okurken ağladığım
kitabı, beklemediğim anda radyoda çalan adını bil-
mediğim o şarkıyı, hepsini ve daha fazlasını içinde
barındıran hayatımı… Tavan arasının tozlu rafların-
dan çekip çıkartmak istiyordum hepsini . Bu hayata
bir ömür sığdıracak kadar çok yaşamıştım. Hepsini
arkamda bırakmak düşüncesi beni yalnız ve sahipsiz
hissettiriyordu. Bir gün terk edeceğim diye düşün-
meden biriktirmiştim bunca hatırayı, şimdiyse hiç
yaşamamış gibi terk ediyordum onları.
Kimi insan öleceği zamanı bilmenin bir lütuf
olduğunu düşünebilir ama vedalar insanın omzuna
bir yüktür. Altından kalkamayacağı yükler insanlara
normalde yapmayacağı şeyler yaptırabilir. Bense
şimdi bu yüklerden kurtulmak için yapmam
gereken son şeyi yapıyordum. Kendimi mutlu
hissettiğim yere geri dönüyordum. Doğduğum
evin bahçesine adımımı attığım ilk an kiraz
ağaçlarının arasından bir kamyon tekerleğin-
den yapılmış salıncağım karşıladı beni. Yine
yemyeşildi kiraz ağaçları, mis gibi yemek koku-
ları geliyordu evin içinden. Epey yorulmuş olmalıy-
dım, karnım çok acıkmıştı. Evin biraz önündeki kum
havuzunda çamurdan yapılmış misketler kurumaya
bırakılmıştı. Evin balkonu güller, begonyalar, süm-
büller ve adını bilmediğim çiçeklerle donatılmıştı.
Garajda 70 model bir araç bütün ihtişamıyla duru-
yordu. O sırada ayağımın ucuna bir top düştü.Yan
bahçeden çocuk sesleri geliyordu, onlardan düş-
müş olmalıydı.Topu onlara geri attığımda beni
de oyunlarına çağırdılar. Yaşıma rağmen ben de
onlarla oynamak istedim. Oyuna iyice daldığım sıra-
da tanıdık bir ses bana seslendi. Ses evin içinden
geliyordu. Oyunu bırakıp evin önüne geldiğimde
annemin gençliğine benzeyen bir kadın beni yeme-
ğe çağırıyordu. O sırada soğuk bir elin vücuduma
dokunduğunu hissettim. Boğuk bir ses bana sesleni-
yordu:
-Hazır mısınız?
Beyazlar içindeki kadın yeni gelen hemşireydi. O an
anladım ki o bir hayaldi ve fişi çekilen makineyle bir-
likte benimle öldü.
GÜLENDAM RANA KILIÇ
1
1
/
B
38
Stalingrad
Bir cenk meydanıydı hayatım
Kafam zonkluyordu
Kafam çatlıyordu
Ellerim tutmuyordu
Ayaklarım yürümüyordu
Kan akıyordu
Geldiğimiz yollardan
Hava sisliydi
Kan kokuyordu
Boğuluyordu kar
Ne parkalar ne eldivenler
Çekilmiyordu hışımdan
Etraf boğuk
Dar miğferler
Kapaksız çukurlar
Aman vermiyordu
Geniş yüreklere
Salınıyordu kara ayazın ortasında
Selamı belli belirsiz, tipi de
Yol alıyordu İnce
İnce ince bir yol Gider mi vatana
Bulup da ona söyler mi? Mezalimin elinden çektiklerimi
Bulup da ona söyler mi? Son sözlerimi
Kanımla yazamadım doğru Sitem etme bana kurtulursam
Utangaçlığın çığından Mezalimin nefretinden A
ynı odayı paylaşırız Ateşimiz çıkana dek
Burhan YILDIZ
39
40
KANSERDE ŞOK GELİŞME
KEMOTERAPİSİZ KANSER TEDAVİSİ İMMÜNOTERAPİ
Rabia ÇAĞIL 10/D
Kemoterapi, kanserin tipine ve evresine göre kanseri tedavi
etmek, yayılımını önlemek, tümörün büyümesini yavaşlat-
mak ve vücudun farklı bölgelerine yayılmış kanser hücreleri-
ni yok etmek amacıyla kullanılır.
Tedavi sırasında kemoterapi ilaçları beyindeki kusma merke-
zi ve mideyi etkileyerek şiddetli bulantı ve kusmaya sebep
olurken, saç dökmesi de hastalarda ruhsal bir çöküntüye se-
bep olabilmektedir. Zaten ruhsal bir bunalıma girmiş olan
hastalar kemoterapinin bir diğer yan etkisi olan halsizlikle
birlikte geri toparlanacak enerji ve motiveyi bulmakta zorla-
nıyordu.
Fakat yan etkisinin sadece hastaların hayatlarını olumlu yön-
de değiştirme olduğu immünoterapi kendi bağışıklık sistemi-
mizin kanserle savaşmasını sağlıyor.
Peki kendi bağışıklık sistemimizin kanserle savaşması nasıl
sağlanıyor ?
Bağışıklık sistemimiz virüslere savaş açarken kendi hücreleri-
mize saldıramaz. Çünkü bağışıklık sistemi hücrelerinde bunu
önleyen frenler vardır. Kanser bu frenleri kullanarak kendini bağışıklık sisteminden gizler ve tümöre
kontrolsüzce yayılabileceği bir ortam yaratır.
İmmünoterapi ilk olarak bağışıklık sistemi hücrelerini çoğaltır. Sonrasında tümörü bağışıklık sistemine görü-
nür hale getirir ve bağışıklık sistemi hücrelerinin tümörü bulması kolaylaştırılır. Bunlar gerçekleştirildik-
ten sonra bağışıklık sisteminde bulunan,kendi hücreleri sandığı kansere karşı bir savaş açılmaması için
kullandığı kilitler devre dışı bırakılıyor ve böylece kanser bağışıklık sistemini frenleyemiyor .Son olarak
genleri değiştirilmiş virüsler tümörlü dokuya enjekte ediliyor ve bunlar kanserli hücreleri öldürürken ba-
ğışıklık sistemini uyarıyor .
Son aylarda hastalar üzerinde uygulanan, hastalardan alınan bağışıklık sistemi hücreleri kanser hücrelerini
hedef alacak şekilde değiştiriliyor. Laboratuvar ortamında çoğaltılıyor ve hastalara evde kullanabilecek-
leri haplar şekline getirerek veriliyor .Yani
immünoterapi kişiye özel ve evde ya da
istediği yerde kullanabilecekleri bir tedavi
yöntemidir.
41
KAPAK KONUSU
42
SİYASET VE TARİH ARASINDAKİ ZORUNLU BİRLİKTELİK
Siyaset, birçok bilim insanı tarafından
tanımlanmaya çalışılan, buna rağmen üzerinde
pek de uzlaşı sağlanamayan bir kavramdır. Genel
kabul gören tanıma göre siyaset; ”insanı yönet-
me, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”
olarak adlandırılabilir. Devletin kaynağı, hükü-
met şekilleri, hakimiyet kavramı, iktidarın sınırla-
rı, yöneten-yönetilen ilişkisi, sosyal adalet, insan
hakları gibi konular siyasetin alanı içerisine girer
( Thomson, 1997:7). Ancak sözü edilen konuları
ele alış biçimi zamana göre değişiklik gösterebi-
lir. Örneğin ilkçağda hakimiyet anlayışı, iktidar
kavramı ve sınırları farklı iken, ortaçağda daha da
farklılaşmış, yeni ve yakın çağlarda ise bambaşka
formlara bürünmüştür. Kimi zaman bu kavramlar dini bir içerik taşıyarak kutsallaştırılmış, kimi zamanda seküler
hale getirilmiştir. İster geçmişte isterse günümüzde olsun bu konuları incelemek ve sözü edilen bu alanlarda veri
oluşturabilmek için siyaset, tarih disiplininden yararlanmak zorundadır. Çünkü tarih bir ucu zaman, diğer ucu mekan
olan bir analitik düzlem gibidir. Bütün olaylar ve olgular bu düzlemde gerçekleşir. Siyaset de bu alanın dışında geli-
şemeyeceğine göre tarihin bu önemli birlikteliğinden (zaman-mekan) yararlanmak durumundadır.
Siyaset, bir bilim olarak ortaya çıkmasından itibaren tarihle içiçe olmuş ve geçmişin tecrübe ve değerleri
yanında yanlışlıklarını da gözlemleyerek gelişimini sürdürmüştür. Nitekim insanlık tarihinde ilk kez yerleşik hayata
geçilmesi ve köy tipi yerleşmelerin görülmesi ile birlikte köyün yönetilmesi, insanların ihtiyaçlarının karşılanması,
güvenlik, üretim ve bölüşüm, ticaretin başlaması ve katma değerin oluşması gibi konular siyasetin ilkel bir formda
da olsa ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu dönemden itibaren ekonomik, sosyal, kültürel, dini alanlardaki gelişmeler
şehir yaşamını ortaya çıkarmış; nüfusun artması, üretimin çeşitlenmesi nedeniyle yönetim daha da karmaşıklaşmış-
tır. Kent devletleri, ilk imparatorluklar ve feodal sistem, merkezi krallıklar, ulus devletler derken zaman içerisinde
sosyal ve siyasi hayatın her alanında görülen bu gelişmeler, insan yönetimini daha zor ve karmaşık hale getirmiştir.
İnsanoğlu ise bu zorluğu zaman içerisinde işbölümü, hukuk, seçim ve meclisli yönetim gibi yapılarla aşmaya çalış-
mıştır. Günümüzde de bu tür zorluklar siyasetin işlemesinde bir engel olduğu kadar bizatihi siyasetin konusunu da
oluşturmuştur.
43
Tarihin tanımını ise; ”geçmişte yaşayan insan topluluklarının yaptıkları faaliyetleri, belli prensipler çer-
çevesinde inceleyen sosyal bir disiplin ” şeklinde yapabiliriz. Bir İngiliz tarihçi ise tarihi tanımlarken onu, birçok
odası, sayısız kapısı ve koridorlarıyla kocaman bir saraya benzetir (Tosh, 1997:215 ). Bu tanım çok doğrudur.
Çünkü tarihin ilgi alanı o kadar geniştir ki insanların yaptığı her faaliyet tarihin konusu içerisine girer. Nitekim
kültür ve sanat tarihi, toplumsal tarih, askeri ve ekonomik kurumlar tarihi, düşünce ve bilim tarihi gibi geçmişle
bağı olan her konunun hatta her bilimin bir tarihi vardır. Siyaset bunlardan sadece birisidir ve bu sarayda o da
kendisine „siyasi tarih‟ adı altında bir yer edinmiştir. O halde siyasetin kendini tanımlayabilmesi ve geliştirebil-
mesi için tarihten yararlandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Hangi devletler ne tür yönetsel zorluklarla karşı-
laşmışlar, bu zorlukları ne şekilde yenmişler, hukuk ve iktidar nedir, devletlerin büyüme ve gelişme basamakları,
kriterleri nelerdir gibi konular siyasete tarih aracılığıyla taşınmıştır. Dolayısıyla tarihin görevi; geçmişteki sos-
yal, ekonomik, kültürel, dini konularda olduğu kadar siyasi konularda da edinilmiş tecrübelerin geleceğe aktarıl-
masını sağlamak olmuştur. Bu nedenle tarihsel tecrübeye sahip yöneticiler ya da yönetici adayları, amaçlarını
gerçekleştirebilmek veya karşılaş-
tıkları sorunları çözebilmek için
geçmişe müracaat etmişlerdir. İkti-
darda olanların güçlerini korumala-
rı için zaman zaman geçmişe atıf
yapmaları ya da iktidarın dayandığı
kurumların eskiliğini göstererek
meşruiyet sağlama amacı veya ikti-
darı ele geçirmeye çalışanların geç-
mişi didikleyerek birşeyler bulma
ümidi, siyasetle tarihin birarada
bulunma zorunluluğunu beraberin-
de getirmiştir. Tersi durumda söz
konusu olabilir. Böyle bir tecrübe
olmadığında iktidarlar ya da iktidar adayları amaçlarını gerçekleştiremeyecek, sorunları çözemeyip zorlanacaklar
ve iktidarlarının devamı için gerekli olan meşruiyeti sağlayamayacaklardır. Bu konuda Osmanlı devlet adamla-
rından Ziya Paşa‟nın şu sözü çok şey anlatmaktadır: “Tarih, en büyük siyaset muallimidir, hiçbir fert onun rahle
-i tedrisinden müstağni kalamaz.” Yani siyaseti öğrenmek için tarihin öğretmenliğine ihtiyaç vardır, hiçbir kim-
se onun verdiği dersi gereksiz göremez, kendisini bu dersten soyutlayamaz. Tanzimat döneminin önemli yöneti-
cilerinden olan Ziya Paşa bu sözü, geçmişi bilmeden geleceğe yön vermek isteyen tecrübesiz, beceriksiz, kendi
kültüründen ve kimliğinden habersiz siyaset adamları için söylemiştir.
44
Tarihin kendisine ait çeşitli çalışma prensipleri vardır. Bir olayın tarih olabilmesi için öncelikle bitmesi ve sonuçları-
nın ortaya çıkması gerekir. Ancak bundan sonra o olay hakkında yorum yapılabilir. Böylece gerçekleşmiş olaylar
sayesinde tecrübe kazanarak ileriye dönük adım atılabilir. Eğer siyaset insanı yönetme konusunda belirgin bir tecrü-
beye sahipse, bunu tarihin geleceği inşa etmek için geçmişten yararlanma özelliğine borçludur. Yani geçmişten gü-
nümüze kadar kazanılmış her tecrübe aynı zamanda siyasetin de konusu olmuştur, siyasette
bu tecrübeden yararlanmıştır. Örnek olarak Fransız İhtilali verilebilir. Yer, zaman, kişiler, nedenler ve sonuçlar açı-
sından değerlendirildiğinde ihtilal bir olaydır ve tarihin konusu içerisine girer. Bu olayın sonuçlarına bakıldığında ise
meydana gelen olgular birçok alanda etkisini göstererek önemli değişikliklere neden olmuştur. Milliyetçilik akımı ile
imparatorluklar dağılarak yeri-
ni ulus devletlere bırakmıştır.
Ya da liberal düşünceler yayı-
larak devletlerin yönetimlerini,
hukuk anlayışlarını etkilemiş-
tir. Bu dönemi gören yönetici-
ler bu akımları ya destekleye-
rek ya da karşı çıkarak bizzat
tecrübe ederek öğrenmişlerdir.
Ama bu dönemi yaşamayan
yöneticiler ihtilalin bu sonuçla-
rından yararlanmak ya da ihti-
lalin sonuçlarından korunmak
için tarihten, başkalarının bu
konudaki düşüncelerinden ya-
rarlanma yoluna gitmişlerdir.
Başka bir örnekte ise; bugünün
modern Avrupa‟sı yönetim,
iktidar, hukuk ve devlet hakkında kurumsallaşmasını eski Yunan ve Roma klasik hümanizmi ve Ortaçağ Hristiyanlı-
ğına borçludur. O halde Avrupa geçmişten çıkardığı dersler ve tecrübelerle bu noktaya gelmiştir denilebilir. Bu ne-
denden ötürü bir kez daha tarih, siyasetin dayanak noktası, öğretmeni olmuştur. Bu anlamda siyaseti tarihten bağım-
sız düşünmek mümkün değildir. Çünkü siyaset aynı zamanda tecrübeler bütünüdür. Bu bütünlüğün geçmişten gele-
cek kuşaklara aktarılması ise başlangıçta da ifade edildiği gibi tarihin görevidir. Dolayısıyla ikisi arasında karşılıklı
bir gereklilik ilkesi vardır.
Yukarıda sözü edilen sosyal alanların, nereden nereye geldiklerini görebilmeleri, hedefler çizip ulaşabilme-
leri için tarihe ihtiyaçları vardır. Tarih bir anlamda başlangıç noktasıdır, bir mikyastır, ölçüdür. Siyasi gelişmeler
içinde böyle düşünüldüğünde insanlık tarihinde yönetimin geçirdiği aşamalar, insanoğlunun mükemmele ulaşma
isteği, tarihin bilinmesini zorunlu kılmıştır. Başka bir deyişle tarih, geçmişteki siyasettir (Tosh, 1997:76 ). Bu anlam-
da önceki iktidar şekilleri, hakimiyet anlayışı, hukuk, insan hakları gibi konular bilinebildiği ölçüde daha iyi bir yö-
netim biçimine ulaşmak mümkün olabilir. Köy-kabile yönetiminden bugün ki modern yönetim şekillerine gelişimi
sağlayan şeyin ne/neler olduğu tarih sayesinde öğrenilir ve bu tecrübeden yola çıkarak yeni siyasi modeller oluştur-
ma imkanına sahip olunabilir.
45
Nitekim geçmişteki olumsuzlukları atarak daha rafine bir yönetim oluşturmak her devrin temel amaçlarından bi-
risi olmuştur. Her felsefi düşünce, din, bilimsel faaliyet, hukuk, hatta her ideolojinin amacı da budur. Felsefe,
alanı itibariyle siyaset, düşünce, varlık-yokluk, ahlak, evren gibi konuları araştırırken tarihten yararlanmıştır. Ni-
tekim kadim Yunan felsefesinin „siyaset‟ ve „ahlak‟ gibi iki önemli alanı, sorunlarını çözmek için sürekli tarihe
başvurmak gereğini duymuşlardır (Bıçak, 2004:52 ). Thales‟ten beri felsefeciler geçmişe atıf yapmışlar ya önceki
felsefeleri reddetmişler ya da eski felsefelere yeni şeyler eklemişlerdir. Ama her seferinde felsefe tarihin içinden
konuşmuştur. Bugün eğer ilkçağ felsefesi, ortaçağ felsefesi gibi zamana atıf yapılarak adlandırılan felsefeler var-
sa o çağlara ait özellikler nedeniyledir. Sözü edilen dönemlerin felsefi görüşlerini bilmek ve anlamak için o dö-
nemlerin tarihini de bilmek gerekecektir. Tarih felsefesi, siyaset felsefesi, hukuk felsefesi gibi yan dalların amaç-
ları içerisinde ise daha iyi bir yönetim, hak ve hukuk oluşturabilme gayretleri yatmaktadır.
Bunun yanısıra semavi olsun ya da olmasın bütün dinler ya da inançlar da tarihe atıf yapar. Kutsal kitap-
lar geçmişteki insanların hatalarından bahsederek onları uyarıp, dünyada çeşitli prensiplere dayanan yönetimler
kurmasını öğütler. Nitekim Kur‟an-ı Kerim‟de birçok ayette zalim hükümdarlardan, hakkı ve hukuku hiçe say-
dıkları için yok edilen kavimlerden, cahil insanlardan, peygamberlerin toplumlarında değiştirmeye çalıştıkları
şeylerden bahsedilir. Böylece atıf yapılan geçmişin olumsuzlukları, insanoğlunun kendini yenilemesi ve geliştir-
mesi için alınması gereken bir ders olarak önüne konulur. Şüphesiz kutsal kitaplar birer tarih, felsefe, siyaset,
hukuk kitabı değildir ama insanoğlunun bugünü oluştururken yararlandığı en önemli kaynaklardandır.
Bilimsel faaliyetlerin de amacı felsefi görüşlerin ve dinlerin amacı gibidir. Nitekim bilim, A. Maslow‟un
ihtiyaçlar hiyerarşisinde olduğu gibi kendini gerçekleştirmiş bir insanı, hukukuyla, modern yönetim anlayışıyla
gelişmiş bir dünyayı oluşturmak için emek sarfeder. Ama bütün bunları yaparken bilim de tarihe müracaat eder
ve kendi gelişiminin, nereden nereye geldiğinin farkında olarak yeni gelişmelere kapı aralar. Bilim tarihi, insa-
noğlunun gelişmesindeki en önemli alanlardan birisidir ve varlık nedeni budur.
46
Hukukun da amacı
daha iyi bir yönetim,
eşitlikçi ve özgür-
lükçü bir dünya
oluşturmaktır. Hu-
kuk bu nosyonunu
yasama ve yargı
yoluyla gerçekleşti-
rirken tarihten yarar-
lanır. İcra makamı
olan yürütme ise
gücünü hukuk ve
siyasetten alır ve
tarihsel tecrübeye
dayanır. Dolayısıyla kimi zaman „kuvvetler birliği‟ kimi zaman „kuvvetler ayrılığı‟ diye dönemin özelliğine göre
ayrılan bu güçler de tarihselliğin ürünüdürler. Sümer kralı Urgakina‟dan Babil kralı Hammurabi‟ye, Roma‟nın
„Oniki Levha Kanunları‟ndan, dinlerin hukuk anlayışına ve nihayet günümüzün evrensel hukuk sistemine gelene
kadar geçirilen aşamalar, hukukun tarihten damıttığı tecrübelerdir.
Siyasetin lokomotifi olan ideolojilere gelince, onlar da ortaya çıkarken ya insanı ya da devleti merkeze
aldılar. Ama her iki anlayışta düşüncelerini ortaya koyarken tarihten yararlandılar. Bu nedenle hiçbir ideoloji
kendini tarihten soyutlayamaz. Nitekim burada da ünlü tarihçimiz Fuat Köprülü‟nün bir sözünü aktaralım:
”Tarih öyle bir cephaneliktir ki her ideoloji kendisi için istediği silahı orada bulabilir.” Yani ideolojilerde kendi
temellerini sağlamlaştırabilmek için geçmişten, tarihten güç almak zorundadır. Bir anlamda tarih meşruiyetin
temel kaynağıdır. İdeolojiler siyasetin düşünsel ve eylemsel yanını oluşturduklarına göre, siyasette ideolojiden
ve ideolojinin beslendiği tarihten beslenecektir.
Siyasetin tarihe olan ihtiyacı kadar tarihinde siyasete aynı oranda ihtiyacı vardır. Her ne kadar birçok ala-
nın (askeri, ekonomik, sosyal, kültürel, dini ) kendine ait bir tarih anlayışı olsa da siyasi tarih hep lokomotif ol-
muştur. Çünkü geçmişi en uzun tarih dalı odur. Antik Çağ‟dan beri varlığını sürdürmektedir. Diğer dalların tari-
hi ise birkaç asırlıktır (Tosh, 1997:74 ). Dolayısıyla sözü edilen alanlara da etki eden siyasettir. Bir yöneticinin
ya da devletin ideolojisi, felsefesi, dünya görüşü yönetimine de yansıyacağı için siyaset diğer alanlarıda etkile-
yecektir. Örneğin Thukydides‟in temsilcisi olduğu didaktik tarih anlayışının amacı, geçmişten kahramanlar
oluşturarak nesilleri yetiştirmek, böylece toplumu yönlendirmek olmuştur. O nedenle eski Yunan‟da tarih, insan-
ları, özellikle de siyaset adamlarını eğitmek için kullanılmıştır. Bu amaçla Thukydides, siyasi düşünceyi tarihi
bir temele oturtmak kaygısını her zaman yaşamıştır (Bıçak, 2004:130-131).
47
Sonuç olarak, siyaset ile
tarih birbirinin tamamlayıcısı ko-
numundadır. İki kavramın birbi-
rinden ayrılması durumunda her
ikisini de tek başına tarif etmek
zor olacaktır. Siyasi alanı olmayan
bir tarih çok yavan olacağı gibi,
tarihi olmayan bir siyaset de ge-
rekli tecrübeden yararlanamayaca-
ğı için istenilen sonuca ulaşama-
yacaktır. Binlerce yılın getirdiği
bilgi birikimi, pratik yaşam şunu
göstermiştir ki; siyaset ve tarih
birbiri için gereklidir. Bu gerekli-
lik sayesinde gelecek yüzyıllar
tasarlanabilir ve öngörülebilir.
Nihayetinde siyaset ve tarih, tıpkı
geçmişte olduğu gibi gelecekte de
insanoğlunun evrende çıkacağı
maceralı yolculuklarda elindeki
fener olmaya devam edecektir.
Tamer Ünal ÇUBUKÇU*
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Ayhan Bıçak, Tarih Düşüncesi II Felsefe Ve Tarih, Dergah Yayınları, İstanbul 2004
David Thomson, Siyasi Düşünce Tarihi, Şule Yayınları, İstanbul 1997
John Tosh, Tarihin Peşinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997
48
49
Okulumuz felsefe öğretmen Berna SÜKLÜM tarafından hazırlalan 10. sınıf öğrencileri Sokrates´in savunması Ki-tabını esas alarak Sokrates´in haklılığı veya haksızlığı guruplarından oluşan münazaralarını yaptılar
okul sporları federasyonu ile Çorum gençlik ve Spor İl Müdürlüğü tarafından 4-5 aralık 2018 tarihlerinde düzenlenen liseler arası yüzme şampiyonasında okulumuz 10/A sınıfı öğ-rencisi Ayşe Sonay ATEŞ 50m. sırtüstü, 100m sır-tüstü ve 200m serbest stilde il 1.si olmuştur. Öğ-rencimizi tebrik ederiz.
50
Mevlidi nebi Haftasında Hitit Üniversitesi ilahiyat fakültesi İslam tarihi bölüm başkanı prof. Dr. Meh-
met AZİMLi Hz. Peygamber’in Vefası Başlıklı Konferans Verdi.
Mevlidi Nebi Haftasında Hitit Üniversitesi İlahiyat fakültesiTasavvuf Musikisi Korosu Konser
51
Dünya felsefe günü Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlhami GÜLER2in verdiği konferans
ve söyleşinin ardından müzik şöleniyle devam etti
52
Öğretmenler Günü coşkuyla kutlandı
53