20
I

no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

Embed Size (px)

DESCRIPTION

ayı kovanı ebedi edebi fanzin

Citation preview

Page 1: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

I

Page 2: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

II

O daha 5 yaşındayken, babası Ali Ağa’nın kapısına ırgatlığa gelmişti. Hayal meyal hatırlı-yordu bunları Irgat Şükrü. Babası köyden ödünç bir katır almıştı. İki kat yataklarını, kap kaçak-larını katıra yüklemişler, keçiyi katırın terkisine bağlamışlar yola düşmüşlerdi. Ağabeyiyle abla-sı büyük olduğu için zorlanmadan yürüyordu ama o daha küçük olduğu için ayaklarına kara sular iniyordu. Yazdı, hava sıcaktı, nerede bir çeşme bulsalar su içiyorlardı. Ünye’ye geldikle-rinde akşam olmuştu. Hayvanları bir ağaca bağladılar, ateş yaktı babası. Yanlarında getirdikleri mısır ekmeğini ısıtıp yemişlerdi. Yatakları yıldızların altına serip uyumuşlardı. Ertesi gün akşa-ma doğru Ali Ağa’nın kapısına varmışlardı. Ali Ağa onlara eski bir serentiyi kalacak yer olarak göstermiş, mısır vermişti. Serentinin deliklerinden sivrisinekler olduğu gibi içeri giriyorlardı. Babası mısırı değirmende öğüttürüp eve bıraktıktan sonra emanet katırı iade etmek için yeni-den Fatsa’nın yolunu tutmuştu. Geri döndüğünde çamurla serentiyi bir güzel sıvamıştı. Yazın sıcağında çeltik tarlalarında ot yolmaktan, kasım soğuklarında su basmış mısır tarlalarında ça-lışmaktan doğurganlığını yitirmişti annesi. Yüksek yerlere alışkın oldukları için ovanın basık havası iyi gelmemişti onlara. Geldiklerinin ikinci yılında ağabeyi sıtmadan ölmüştü. Şükrü de sıtmaya yakalanmış ama o acayip kocakarı ilaçlarını içe içe kurtulmuştu. Ancak gelişlerinin onuncu yılında babası üç dönüm arazi alabildi. Ormandan taşıdığı ağaçlarla ev yaptı kendileri-ne. Askerden gelmişti ama kim kız verirdi Irgat Şükrü’ye. O da Irgat Sami’nin kızı Fatma’yı kandırıp kaçırmştı. Babasını dövmüşler, büyük paralar istemişlerdi ama köy büyüklerinin araya girmesiyle dört keçilerinden ikisini verip anlaşmışlardı.

Babası, annesi, Fatma, kendisi dört kişi birden çalışıyorlardı artık. Önce bir inek aldılar. Fat-ma her yıl bir çocuk doğuruyordu ama bu çalışmasına engel değildi. Doğumuna kadar çalışı-yor, doğurunca beşiğini yüklenip loğusa loğusa tarlanın yolunu tutuyordu. 9 yıl boyunca para biriktirdiler. Üç buçuk km uzakta, toprağı verimli, köylerden uzak olduğu için fiatı ucuz bir tar-la satılıyordu. Uzak diye babası karşı çıkmıştı ama o ilerde bir at alacağını söyleyerek babasını ikna etmişti. Büyükbaş hayvanlarını sattı, sağdan soldan borç aldı tarlayı aldı. İki yıl boyunca çalışıp borçlarını ödediler. Tarla çok verimliydi. İnsanın tarlası varsa ineği de olmalıydı, yeni-den inek aldı.

Öküz arabası kiralayıp tarladaki mısırı alırken, kalın bir karaağaç vardı onu da kesip araba-ya yükledi. Bütün kışı karınları guruldayarak geçirdiler. Tek yiyecekleri mısır ekmeğiyle fasul-yeydi ama baharın onlar da satılacak bir at alınacaktı. Pancar kavurmasının yanında herkese bi-rer dilim mısır ekmeği veriliyordu. Çocuklar komşuların kapısına gidip ekmek dileniyordu. Ba-har gelince mısırı, fasulyeyi, kabak çekirdeklerini sattı ama atlar ateş pahasıydı. İnek dişi dana doğurmuştu. “Danayı büyütürsün zaten keçiler var” deyip ineği de sattı. Boylu poslu, güçlü kuvvetli bir kısrak aldı. Tay doğurup çoğalsın diye kısrak almıştı. İlk işi bir at arabası yapmak olacaktı. Hemen atölyeci Ferhat Usta’ya koştu. Herkesin at arabasını o yapardı. Ferhat Usta on-dan iki tekerleği olan bir dingil bulmasını istedi. Terme’de bulabileceğini ama 30 lirayı gözden çıkarmasını söyledi. 30 lira yarım inek parasıydı ama onda 7 lira vardı. Satacak bir şeyde kalma-mıştı. Babasını Ali Ağa’ya gönderdi. Yevmiyelerini yarı fiyatına peşin sattılar. Terme’de dingili buldu, köyün minibüsüyle getirdi. Ferhat Usta bir günde çaktı arabayı. Oklarından tutup sür-düler, yağ gibi kayıyordu yerde. Arabayı eve getirdi Irgat Şükrü, evdekiler arabayı incelediler, her yerine ellediler. “Bu karaağaç en az 50 sene gider” dedi babası. Ama şimdi başka eksikleri çıkmıştı. Atın hamutu , koşum takımları olmalıydı. Atı olanlara sordu, 20 liraya Çarşamba’dan alabileceğini söylediler. Keçilerin ikisini sattı koşum takımını aldı.

at

Page 3: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

III

Kısrak at değil ateş parçasıydı. Ayakları yere değmiyordu hayvanın. Irgat Şükrü’nün kıs-rağı herkesin ağzında dilindeydi. Bir gün boş durmuyordu Irgat Şükrü. Ot, odun, toprak, güb-re… ne bulursa taşıyor, günde 5 yevmiyeden az yapmıyordu. Mayısta dalap oldu kısrağı, iyi bir aygıra tuttu onu. Seneye birde tayı olacaktı. Ali Ağa’nın borcunu ödedi, yeniden inek aldı. Kıs-rak olduğu sürece onun sırtı yere gelmezdi artık. Tay büyüyünce bir sapan alacak artık çiftte ko-şacaktı. Artık ırgatlıktan kurtulmuştu, her fırsatta Allah’a şükrediyordu.

Eylül gelmişti. İlk çocuğu oğlandı, onu yanına aldı, tarlaya gitti. Tarla değil cennetti. Mı-sırlar sarı sarı püsküllerini tozlandırmışlar, salkım salkım dökmüştü fasulyeler, kenarlara doğru uzayıp giden kabaklar; kocaman kocaman dökmüşlerdi. Tarlanın alt kısmındaki alçaklıkta ci-nek adam boyuydu. İnsanın kendisinin olunca güzelliği daha bir başka oluyordu. Atı arabadan çözdü, gemi ağzında alıp arabaya bağladı. Bir kucak cinek biçip atın önüne attı. Peştamalı bağ-layıp bir çuval fasulye topladı. Getirdikleri yemeği yediler oğluyla, atı kanalda suladı. Tırpanla cineği istif istif biçiyor, oğlu bağ yapıyordu. Atı arabaya koştu, ot bağlarını güzelce istifledi. Ak-şama az kalmıştı. Yük ağır olduğundan kısrak yavaş gidiyordu.

Dere geçişine geldiklerinde akşamın zifiri karanlığı çökmüş, ay daha doğmamıştı. Burası tehlikeli bir geçişti. Şarampolün ortasından dar, dik bir yol derenin içine iniyor, oradan karşıya geçiliyordu. Yolun altını dere oymuş, orada adam boyu bir derinlik oluşturmuştu. Hata yapma-ya gelmiyordu ve zaten burada bir çok araba kaza yapmıştı. Yolu ezbere biliyorum diye ayın doğmasını beklemedi Şükrü. At sağa dönüp, araba diklendiğinde birden kaydı sağdaki teker! Sol teker havalanıp araba ters dönerken soldan kendini atabildi Şükrü! Otların arasında yatan oğluyla birlikte at, araba ters dönüp suya gömülmüştü!

Şükrü hemen atladı suya, arabanın okunu buldu, hamutun iplerini çözdü. Boynundan tu-tup zorladı ata, at dönüp ayaklarını üstüne basmayı başardı. Kuma çıkıp kişnedi. Atını kurtar-mıştı. Suyun içinde olduğu için arabayı çevirmesi zor olmadı. Ot bağlarını tek tek tutup kumun üstüne attı. Sonunda suyun dibinde oğlunun cesedine ulaştı. Oğlunun cesedini kumların üstüne yatırdı. Arabayı kıyıya çıkardı. Otu yeniden yükledi, çocuğun cesedini üstüne attı. Yola düştü. Atını kurtarmıştı en azından.

Mehmet Baydan

Page 4: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

IV

TRAMVAYDA FOTOĞRAF

Tramvay.

Ayaktayım.

Çemberlitaş’a yaklaşmak üzereyiz. Son durak: Kabataş.

Kimse görmüyor. Görseler gülerlerdi. Hiç değilse bir nebze tebessüm belirirdi yüzlerinde. Gör-

mediler.

Ayaktakiler durağı bekliyor. “şimdi”de yoklar. Birinin kalkmasını ve boşalan koltuğu işgal etmeyi

kolluyorlar.

Ayaktakiler, oturanlara çantalarını değdiriyor, üzerlerine eğiliyor, öf-püf edip nefeslerini kusuyor-

lar. Bu bir kavga: Koltuk emperyalizminin kirli bir oyunu var tramvayda. Ve tramvay, Cemal Süre-

ya’nın dediği gibi “Lale’liden dünyaya doğru gidiyor”.

Çemberlitaş.

Bankta iki turist: Çekik gözlüler, Japon olmaları muhtemel ama Uzak Doğulu diyelim onlara;

Uzak Doğulu iki sevgili turist.

Güneş ısıtıyor, kışın ortasındayız halbuki. Atkım beni boğmaya başladı. Şu tramvayda neden mü-

zik çalmıyorlar? Oysa bi akordeon sesi ne de güzel doldururdu tramvayın boşluklarını.

Sırtımda yalnız sesten ibaret iki-üç üniversiteli kız hocalarından not dileniyor. Ne acı!

Tramvay Uzak Doğudan geçiyor ve komşu olmuş ona, hayvanat bahçesinde,tropikalden gelmiş

bir hayvanın garipliğine şaşırır gibi sevgi dolu bakan Orta Doğu: İki Arap turist: Kadın siyahlar

giymiş. Ve kadın, kadındı herhalde yüzünü göremedim, gülüyordu. Gülüyor olmalıydı çünkü ben

de gülüyordum.

“İstanbul’da yaşanmaz” diyor üniversiteli kızların arkadaşı üniversiteli oğlan. Gülüyorlar. Ama bu

çok sonraydı. Olay örgüsünü bozduk. Kız, kızlardan bir’i “keko muhabbeti” diyor bu lafa. Başka bi

oğlan, yeni üniversiteli başkaldırısı yapıyor: “Hayır, esnaf muhabbeti aslında.” Gülüyorlar.

Tramvay Galata’da, köprüde. Tramvay Haliç’in üstünde. Tramvay yüzüyor. Ben yüzme bilmiyo-

rum.

Haliç’e bir köprü yaptılar. Beyaz fütürist direkleri var. İki yanından ip gibi ince halatlar tutuyor

köprüyü. Bu köprünün yapılışını izlemiştim bir belgeselde; ama köprü Yunanistan’daydı. Büyük-

tü. Bu köprü Haliç’i boğuyor. Haliç’in üstünü kapatacaklar! Haliç bir köprü olacak ve altında mavi

değil kapkara sular akacak: bu bir distopya.

Page 5: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

V

Çekik gözlü kız dondurmayı ısırıyor; yanında çekik gözlü sevgilisi. Arka fonda parmaklıklı duvar-

ların arasından görünen mezar taşları var: Osmanlı hanedanı ve ileri gelenlerinin taşları. Sonra

bank var. Bankta iki Uzak Doğulu var. Ben varım. Kız gülüyor, elinde dondurma. Güneş de var;

ama mevsim kış. Biz gidiyoruz. Kızın yanında, ayakta bir siyahlı kadın ‘var!’. O’nu göremiyorum.

‘yok!’ da olabilir. Bir de Arap adam var, Orta Doğu’dan gelmiş elinde akıllı telefonuyla. Hiç akıllı

telefon kullanmadım. Ara sıra fotoğraf çekmek için falan elime tutuşturduklarında teknolojiyle

sanki yeni tanışmış gibi ne yapacağımı bilemeyip afallıyorum. Hala dört seneyi aşkındır cebimde

duran telefonumla konuşuyorum. İşimi görüyor ama özenmiyor da değilim. Benim gibi pasif biri

için fazla aslında. Neyse.

Kadın, kadın mı bilmiyorum, genç Uzak Doğuluların yanında. Adam karşılarında. Adamın elinde

telefon, kızın elinde dondurma var. Oğlan Koreli edasıyla gülüyor. Umursamıyor gibi. Ama olayın

içinde.

Olmuyor. Beğenmiyor Orta Doğulu adam fotoğrafı. Kadın, kadındı galiba, yine geçiyor bankın

yanına, kız gülüyor, elinde dondurma, elini ağzına götürüyor, ağzını ve hatta yüzünü perdeliyor

bu hareketi, adam deklanşöre basıyor, kadın, kadın olmalı, banka sarılmış poz veriyor, arka fon-

da taş duvarlar, Osmanlı hanedanının mezar taşları, oğlan tebessüm ediyor, sıkıldı, maymun gibi

hissediyor kendini, kız gülüyor, dondurmasını yalıyor, ısırıyor, olmuyor, olmuyor…

Adam baktı fotoğraflara, kadın da. Olmadı. Kız dondurmasını bitirdi. Kızın eli yüzünü kapatmış,

gülüyor eli. Kadın geçti kafesin içinde, kafesin yanında kafestekilerle kafese poz veriyor. Kıza na-

sıl durması gerektiğini gösterdi eliyle. Dilleri farklı. Anlamıyorlar birbirlerini. Olağan. Adam çekti:

Oldu.

Istanbul’da, Sultanahmet dolaylarında, belki Kapalıçarşı, belki Çemberlitaş dünya cıvıl cıvıl. Gü-

lüyoruz.

Orta Doğu’da Uzak doğulu yok. Tıpkı Afrika’da beyaz, Avrupa’da sarı, Asya’da zenci olmadığı gi-

bi.

Gülüyoruz. Birbirimiziz. Sınırlara başkaldıran bir fotoğraf bu. Bu gülüş Che’ye adanmış bir gülüş.

Benim önümde ağaç var, tramvaydayım, ağacın arka fonunda adam, makine, bank, dört çekik

göz, bir kadın, kadındı, arka fonda mezar taşları var duvarların arkasında. Tarkovsky’nin doğası

bu.

Kıtalar birleşiyor. Kıtalar gülüyor.

Ve tramvay dünyaya doğru gidiyor.

Emre Nurkan Yavuz

Page 6: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

VI

Yaz sonuydu, vefasız dostum Tayfun gelmiş ve duygulanıp ağlamaya başlayınca şaşkınlıkla

gülmüş; “oğlum sakin ol, zaten burdayken de arayıp sorduğun yoktu, hem belki böylelikle daha

sık görüşürüz.” diyerek teselli edip boşalan dairemizin önüne çıktığımızda Veli’yle karşılaştık, hâlâ

biraz zamanımız olduğundan derneğe gidip birer bira yapalım yolluk dedik; annem beklenme-

dik bir anda, pat diye erkenden, “gidiyoruz” dediğinde; hiç adetim olmadığı halde, iki birayı on

beş dakika içinde içmek zorunda kalmıştım, sonra çocuklar bizi uğurladı, yola çıktık. O günkü

koşturmacanın içinde bir ara aylardır bi türlü görmediğim sevgili dostum Tolga’yla da ayak üstü

tesadüf edip vedalaşmıştık; burda akrabaları olduğundan, onla görüşme olasılığımız da artıyor-

du aslında; ama nerden baksan bir sene oldu, ‘hasretinden prangalar eskittim’ yine de bir türlü

bir araya gelemedik. Zaten liseden sonra bir daha asla tam kadro sahaya çıkamadık.

Bir gece öncesinde ilköğretimimi tamamladığım okul bahçesinde içerken ‘parla be çılgın

elmas’ Murat, ertesi gün otostopla güneye gitmeyi teklif etmiş; bunun, taşınıyor olduğumuz için

mümkün olmadığını söylemiştim. Sonrasında o gece; Cem’in de alzeihmer hastalığından iyice

elden ayaktan düşen, huysuz ihtiyar dedesi vefat etmiş; onun kadar olmasa da bizleri üzmüştü.

Ölüme sevinemiyorduk; hatta öncesinde, o gece ötenazinin bi hak olduğu kararına varmıştık;

yine de ölüme değil aslında işleri oraya getiren hayata karşı tepkiliydik; ölümle bi problemi ol-

mayan bizi üzen her ne kadar bu şekilde yaşamak da olsa; o şekilde ölmeye, o şekilde yaşa-

makla birlikte karşıydık.

Sevgililer Günü’nde dönmüştüm, turistik gezi için memlekete, Murat’ı bi günle kaçırmıştım.

‘Gönül Adamı’ Mahmut, Cem, Veli, Tayfun ve ben kısa sürede bizim evin oralarda toplanıp, bi-

zim bakkaldan şarabımızı alıp Sağlık Meslek’in bahçesine gittik; rüzgarın yakıcı soğuğundan ko-

runmak için Atatürk Büstü’nün arkasına geçtik. Orda eşcinselli bi hikaye yazmak istediğimi söyle-

yince bi arkadaş, senelerce önce başından geçmiş bi hatırasını anlattı: O yaz denizin içinde ta-

nışmışlar; bizimki gerçekten beğenip, etkilenmiş; taş gibiymiş, baştan anlamamış ve durumu çak-

ması sevgili olmalarına engel olmamış. İşte böyle romantik adamlarla takılıyorum.

Şarabımız bitince, -bilen bilir- ‘ucuz bira’ almak için yine bizim bakkalın yolunu tuttuk, sevdi-

ğim sloganları atıyorduk. Biraları alıp bizim ilkokulun bahçesine gittik. Çağrı aradı, dernekteymiş,

bekliyormuş; mecbur fazla bekletmemek için hızlıdan çekip derneğe gittik ama yolda rakıyı ner-

de ve nasıl içeceğimizin tartışmasını veriyorduk, bir karara varamadan geldik. Çok geçmeden

Şafak ve Ankara’dan ayağının tozuyla bize katılan sevgili Taner de aramızdaydı. Yine tam kad-

ro olamamıştık ama ekip ve sohbet sağlamdı, canlarım benim, çok özlemişim onları; oy birliği

sağlayamasak da oy çokluğuyla karşıdaki MHP ilçe teşkilatının üst katındaki pavyona gitme ka-

rarı aldık. Çağrı dernekte kalmış, Taner de “Çağrı’nın yanına dönüyorum ben” demiş, Şafak ise

“gelirim ben kanka ya” diyerek bizi biletlemişti. Sonra biz daha adımımızı atmadan Taner aramı-

za dönmüştü, nasıl sevindim anlatamam.

Mekâna girdik, hemen bir abi bizimle alakadar olup; içerde, köşedeki bir masaya yerleştirdi

bizi, bira söyledik. Pek kalabalık değildi, iyi. Yalnız ortam; o Yeşilçam’daki veya kitaplardaki gibi

değil; saz ekibi yok, dijital teknoloji; boktan pop ve hit oyun havaları çaldırıp sersemletiyor ve

ablalar masaların arasında ve ortadaki pistte dans ediyor, karanlık fonun üzerinde sürekli hare-

ket halindeki baş dündüren renkli ışıkların altında; bazıları da bir masaya oturmuş dinleniyordu.

Veli’nin söylediğine göre ben, çılgın diktatörler gibi yanımdakileri yumruklayıp, dürterek, ite

kaka garsona seslenmelerini söylüyormuşum. Bizimkiler pek bir tutuktu baştan, neyse ki sonra

BEYGİR HAVASI

Page 7: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

VII

açıldılar. Baktım bizimkilerde iş yok ayağa kalkıp garsona işaret ettim; onlar kenarda ben orta-

daydım, daha müsait olmalarına rağmen naparsın, iş başa düşmüştü. Abi geldi, bi ablanın ma-

saya kaça geldiğini sordum, uygundu, çağırdım. Elma suyu alıp gelmiş, bizim masamızda oy-

nurdu, çok geçmeden ilk önce Veli, sonra Cem ve Tayfun arkalarından onların ısrar ve çekele-

meleriyle ben kalkarak ablayla oynamaya başladık. Tayfun ayaküstü bayağı muhabbet etmiş-

ti, ben oynamayı bilmediğimden Şener Şenvari figürler yaparken, Mahmut da bizi videoya çe-

kiyordu, hepimizin yüzü gülüyor, yalnız ne var ki Taner somurtuyordu, çok ciddiydi, oynamasını

bilmesine rağmen kalkmamıştı, oturup birasını içip bize pis pis bakışlar atıyordu, bense ona ba-

karak kâh gülümsüyor, kâh şen bir kahkaha koyveriyordum. İçimizde en iyi oynayan Veli’ydi,

hiç beklemediğim iki metrelik ‘uzun adam’ Cem bile bir harikaydı, inanılmaz derecede esnek

ve kıvraktı, takdir ettim. Tayfun’un dediğine göre esmer abla da bizi çok beğenmiş, hepimiz tu-

riste benziyormuş, memurluğundan mütevellit aramızdaki tek takım elbiseli Mahmut hariç; sanı-

rım sırf bu yüzden o Türk’müş.

Esmer abla gitti, biz de masaya dönüp içmeye devam ettik lakin, uzaklardaki şarışın bir

başka abla dikkatimizi çekti; masanın halkla ilişkileri bende olduğundan, garson abiye rica et-

tim o da geldi; bize dostane davranan “fazla içmeyin, sonra sizi burda hesapta sikerler” diyen

dost canlısı, genç ve hoş sohbet ablanın tam tersi olarak; soğuk, suratsız, son derece profesyo-

nel ve biraz da geçkinceydi ve ben malesef ki cebimdeki son parayı ona, yani yanlış kadına

takmıştım. Büyük bir pişmanlık ve ağır bir suçluluk duygusu içinde esmer ablayı tekrar çağırma-

mız gerektiğini her ne kadar söylesem de masadakilere dinletemedim; onlarda da paralar su-

yunu çekmeye başlamıştı, o kadar ısrar etmeme rağmen, “şimdi gidelim, yarın yine geliriz” de-

diler. Kapıdan pasaja çıkarken, Cem: “Ulan bu şarkıda çıkılır mı be?” deyince hemen geri dön-

meye başlamıştım ki, tayfanın yarısı çoktan merdivenlerden aşağı inmeye başlamıştı. Düğünde-

ki alır almaz patlayacak ucuz balonu, annesinin parası olmadığı için alamayan çocuk hayal

kırıklığı ve öfkesiyle sırt çantama davrandım ve çantamdaki bir buçuk litrelik şarap şişesini çıka-

rarak: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” dedim.

Rakı muhabbetini kaynatmışlar, pavyonda da yeterince durmamışlardı ama yine de

‘kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!’ diyerek, tekrar Sağlık Meslek’in bahçe-

sine yollandık. Gitmeden bi börek yiyelim dedik, yolu biraz daha uzatıp börekçiye gittiğimizdey-

se kapalı olduğunu gördük. Sağlık olsundu, daha içkimiz vardı. Bahçede şişeyi açmaları için

çantamı Cem’e verirken bir an için elimden kaydı, hafifçe yere çarptı. Sonra Tayfun, onlarda

içmeyi önerdi, ‘olur’ dedik, çantayı tekrar sırtıma taktım ve yola koyulduk. Yürürken; götümde

baştan anlamlandıramadığım bir ıslaklık hissettim, ‘ulan, yoksa?’ diyerek kendi kendime çanta-

yı açtım. Malesef şişe kırılmış, beni al şaraba boyamıştı. Sırtımda parkam olduğundan içeri geç-

memiş, aşağı inenene kadar fark edememiştim. Bizim fanzinin ilk iki sayısının son kopyaları ve

Oğuz Atay’ın Günlük’ü ayvayı yemişti, teselli ikramiyesi ise diş fırçamın da şaraba bulanmış ol-

ması ve bir şişe de cep viskisi almış olmamdı. Çantamdan bir tek ‘Nutuk’ çıkmadı; fanzinleriyse,

rastlarsam babama veririm diye almıştım ancak artık olanaksızdı.

Taner’le Mahmut da bizden koptu, Tayfun’a gittik. Veli tuvalete girdi ve biz de kendi ara-

mızda benim son paramı yanlış kadına takmam konusunda hararetli bir sohbete tutuştuk; isyan

ediyor, pişmanlık duyuyorduk lakin; olan olmuştu artık, yapacak bir şey yoktu ve benim dönüş

param da kalmamıştı. Tuvaletten çıkınca Veli de sohbeetimize katıldı, viskileri içtikten sonra o

kalktı, Cem’le ben orda kaldık. Salondaydık ve ben üçlü koltuğa geçip uzandım, bilmiyorum

onlar nerde yattılar, uyandığımda uyanmışlardı çoktan. ‘Kaslı, sporcu’ Tayfun bize kendi şampi-

Page 8: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

VIII

yonların kahvaltısından hazırlıyordu; kendine altı, bize ikişer yumurtalı, yulaflı besleyici omlet.

Kahvaltıdan sonra, Sevil Teyzeler’euğramadan önce biraz ‘pantalık’ yapayım, sokakları

turlayım dedim. Yolda babamla karşılaştım, iki kişi daha vardı yanında tanımadığım, arkadaşları

herhalde. Ayaküstü sohbet: her zamankinden. Dersler, filan, cart, curt, “çok içme” vesaire... Pa-

ra vermek istedi, almak istemedim; tamam belki param yoktu ama ondan para almak istemi-

yordum, ısrar etti, yandaki adamların içinde rencide etmeyeyim, ayıp olmasın diye mecbur his-

settim, aldım; sanki haberi varmış gibi gülerek: “kadınlara takmayasın yalnız parayı” dedi, şaşır-

dım.

Ailecek çok samimi ve sağlam bir dostluğumuz vardır Sevil Teyzeler’le, hiç çekinmem, ken-

dimi çok rahat hissederim yanında; zaten aksi olsa darılır, gönül koyar, kızar bana. Çok da güzel

kahve falı bakar, bana da bakmıştı. Ağzından bal damlıyordu, kendi gibi güzel şeyler söylemişti

yine; canım benim. Yeni yemiş ve henüz acıkmaya fırsatım olmamış olmasına rağmen ısrarlarını

kırmayıp onlarla sofraya oturup, eşlik de ettim; kalkıp mesaiye dönmeden önce.

Bu gece dünkü çoğunluğu sağlayamamıştık, eksiklerimiz vardı, Tayfun da eski günlerdeki

gibi “kanka ben gelicem” deyip bizi biletledi, gelmeyeceğini biliyorduk ama Cem: “Sen burda-

sın ya, gelir” dedi. Tayfun gelmedi. Veli deri ceketini giyip gelmişti, üçümüzdük. Doğruca şarap-

ları ve biraları alıp Sağlık Meslek’e. İçtik, bitirdik, güldük, eğlendik, güzel vakit geçirdik ama be-

nim dişimin kovuğuna gitmemişti; hem aklım pavyondaki iyi yürekli esmer abladaydı, belki de-

dim içtikten sonra bizimkileri ikna etmem daha kolay olur, şansımı zorladım. Sonuç olumluydu

yalnız işin kötüsü o kadar paramız yoktu. Bu arada saat on buçuğu çoktan geçmişti. Bizimkiler

‘bar filozofu’ Serhat Abi’nin bir süredir ikamet ettiği oteli biliyorlarmış; Veli, “Hadi Serhat Abi’ye

gidelim” dedi. Der demez hemen düştük yola. Kendisi muhteşem bir insan ve benim de idolüm-

dür. Eğer Jim Morrison olamayacaksam, elbette Serhat Abi olmak isterim.

İlk zamanlarda, her seferinde baştan tanışıyor ve her zaman farklı şeylerden konuşuyorduk.

“Kusura bakma, alkol yüzünden isimleri unutuyorum ama simalar aklımda.” derdi, önemsemez-

dim; son zamanlardaysa gülerek, “Meşhur yapıcam seni.” demeye başlamıştı bana. O bizim

abimiz biz onun ‘kuzucukları’ idik. Sayısal Loto satıp, meyhaneleri dolaşıp, kendine içki ısmarlata-

rak sürdürürdü hayatını. Bizim paramızla içmek istemez, ısrarlarımıza dayanamaz, bizle sohbet

etmek için kabul ederdi. Sokakta kaldığı dönemde bir gece; bütün parasıyla bize içki ısmarla-

mıştı, gökkubbenin altındaki hurdaya çıkmış çekyatta birlikte içmiştik. Resepsiyon görevlisi ara-

yıp, haber vereyim dedi, telefonda konuşurken “Devrimciler geldi!” diye bağırdım arkadan, çok

geçmeden terliklerle indi. Bizi görünce hem şaşırdı, hem sevindi. Telaşlanmış adam

“devrimcileri” duyunca, bir parça da heyecanlanmış haliyle.

Dedik, “Serhat Abi biz senle içmek istiyoruz, tüm paramız bu, nasıl yapıcaz?”

Dedi, “Hiç korkmayın, gelin benle.”

Takılıp gittik Serhat Abi’nin peşine, en son sanırım lisenin başlarındayken rakı içmeye gittiği-

miz, aslında sevdiğimiz ama nedendir bilinmez birkaç defadan sonra gitmediğimiz bir meyha-

neye. Kalabalıktı, Serhat Abi barmenle konuşup sipariş verdi, içerde oturanlardan da bir adam

bize selam verdi, elini uzattı. Sırayı bozmadım, ben de tokalaştım, “Aferin, iyi sıkıyo” dedi, sanırım

parkalı, postallı kılığım ve tipimden olsa gerek,

“Ben faşistim kardeşim” dedi.

“İyi,” dedim, “Napalım?”

Page 9: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

IX

“Vay geri vites yok, helal. Şaka yaptım sana, kusura bakma. Mekan bizim, rahat ol.”

“Memnun oldum” dedim “tanıştığımıza.”

Yanlarındaki boş masaya oturduk. Bir buçuk litre beyaz şarap geldi. Serhat Abi:

“Kuzucuklar,” dedi, “ben günde on beş, yirmi litre şarap içen adamım ama kırmızı içmem;

katkı maddesi var kanserojen, en iyisi beyaz.”

Yan masadaki az evvel tanıştığım abi de haliyle hem Serhat Abi’yi hem de bizim Cem’i ta-

nıyormuş, bir şişe de o söyledi bize. Onların masa dağılınca da yanımıza gelip, sohbete katıldı.

İçkiler bitti, dükkan kapanacaktı, aşağı indik lakin, benim hâlâ içesim vardı. Serhat Abi’nin kolu-

na girip, çekiştirip slogan atmaya, marş söylemeye başladım, o da eşlik etti, diğerleri de; masa-

da kartını Cem’e verip, “bizim dükkanı biliyorsun” diyen yeni tanıştığım abi motoruna atlayıp;

evrenin derinliklerinde kayan bir yıldız gibi karanlığın içinde kayboldu. Ben “daha içicez” diye

tutturmuş ve laftan anlamıyordum, bunca yılın tam zamanlı alkoliği Serhat Abi bile: “Yalnız böyle

yaparsan, ben bi daha senle içmem, terliklerle çıktım zaten telaştan. Benim gitmem lâzım.” de-

di. O sırada karanlığın ortasında bizim ‘Ghost Rider’ yine belirdi. Durumu ona izah ettim, hak ver-

di: “Gel, bizim dükkanda içelim” dedi. Atladım motorunun arkasına, Cem nasıl olsa dükkanı bili-

yordu, Veli’yle gelirlerdi peşimizden; ancak ne var ki Cem bilmiyormuş ve hesapta o gece ben

onlarda kalacaktım, üstüne bir de bizimkinin şarjı bitmesin mi? Her neyse...

Dükkana geldik, “Şimdi seni çocuğumla tanıştırıcam,” dedi, “önden git, kapıyı çal, kesin

açar.” dediğini yaptım, evladı da adamın dediğini yaptı, sonra çocuğu şarap almaya yolladı.

Aslında köpekten korkarım, ama hiç çaktırmam, mecbur kalırsam hele severim bile; Dog Argen-

tina cinsi, dünyalar tatlısı ve uzun süre kaybolduktan sonra yeni bulunduğunu ve de sara hastası

olduğunu öğrendiğim köpeğe inanılmaz yakınlık hissettim -o da bana karşı boş değildi, hadi yi-

ne iyiydim- ve bildiğin seviştim, canım benim.

Ben Cem’i arıyordum ama şarjı bittiğinden telefonu kapalıydı, sonra birden babam aradı;

merak etmiş. Atarlandım, “ulan,” dedim, “ne sikime arıyosun beni, bugün tesadüf edip rastlaştık,

cebime para koydun diye mi babam olduğunu hatırladın? Benim hakkımda en ufak bi fikrin

yok, hiçbi şeyden haberin yok, şimdi görünce mi aklına geldi; görmesen, ölsem haberin olmi-

cak, içiyoruz biz, geliyo musun?” dedim, “geç oldu, hayır.” Dedi. “O zaman siktir git.” diyerek

telefonu kapadım.

“Ben sizi yalnız bırakayım da biraz konuşun” diyerek yanımızdan ayrıldı beni getiren abi.

Çocukla biraz lafladık, dövme sanatçısıymış, liseden atılmış, kendi dövmelerine baktım, güzel

işlerdi gerçekten; benim de çok istediğimi yalnız sırf yaptırmış olmak için yaptırılacak bir şey ol-

madığı için yaptırmadığımı ama bir gün netleşirsem onu bulacağımı filan söyledim ve biraz da

havadan sudan, güncel politikadan, üniversiteden filan bahsettik. Veli aradı, eve gelmiş, merak

etmiş, arabayla beni almaya geleceğini söyledi, kabul ettim, dükkanı tarif ettim, çok geçme-

den geldi.

Şarabı bitirip, dostlarımızla vedalaştık, arabaya giderken tutturdum ‘mahalleye’ gidip ot

alalım diye. Bindik Veli arabayı çalıştırdı, baktım mahalleye doğru gitmiyor, yeni hareket ettik,

pek hızlı da sayılmayız, sonra aksiyon filmleriyle büyüdük. Kapıyı açıp atladım arabadan, biraz

yuvarlandıktan sonra, hemen toparlanıp ayağa kalktım ve “Ben mahalleye gidiyorum kardeşim,

gelmezsen gelme” dedim. Veli de yanaşıp durdu, “Tamam, gidicez.” diye beni kandırıp araba-

ya aldı, mahallleye gider gibi yapıp ilerden dönerek evine götürdü. Balkonda birer sigara içip

salonda uyuduk. Sabah Cem aradı; merak etmiş ne yaptım diye, uyku sersemi doğru düzgün

Page 10: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

X

düzgün cevap veremeden kapadım. Veli uyanmıştı, Cartoon Network’te Regular Show izliyor-

duk ki annesi seslendi: “Kahvaltı hazır.” Kadınceğiz, canım benim o kadar da zahmet etmiş bir

de oğlunun arkadaşı, misafiriyim diye ama tek lokma yiyecek halim yoktu, ayran vardı; biraz iç-

tim. Yiyemediğimi ayıp olmasın diye kadına çaktırmak da istemiyordum, umarım müttefikim Veli

beni anlamış, bari yiyemediğim için en azından umarım o alınmamıştır. Cemler’e gitmek üzere

evden çıktık, sonra nedendir bilmem Veli yarı yolda yan çizdi; ‘götadam’, ‘biletçi’.

Cemler de beni yine bir kahvaltı sofrasıyla karşıladılar, annesi –kendisi bu arada benim çok

beğendiğim muhteşem resimler yapar- “Biz seni geceden bekliyoduk ama aksilik olmuş, kaybet-

mişsiniz birbirinizi.” dedi. Gece babası “Nasıl adamsın lan sen, insan yanındaki arkadaşını kaybe-

der mi?” diye sitemde bulunmuş. Konuşma genelde soru cevap şeklinde gittiğinden daha da

komik bir hal almış; benim al şaraba bulandığımı da bir araya sıkıştırıvermiş bizimki; adam da

halden anlar bir tavır, içten bir üzüntüyle karışık ufak çapta bir isyanla : “Bu kadar olur, bi ada-

mın işleri ters gitmeye başladı mı, hep öyle devam eder.” yorumunda bulunmuş ki hakkı var. Ca-

nım kahvaltılıkları yine yiyemediğim gibi tabağımdaki omleti de Cem’in marifetiyle çaktırmadan

çöpe atmak zorunda kaldık, içim sızladı ama neylersin? Yemeğe davransam, ortalık karışacak,

etraf kirlenmeye başlayacak, leş gibi kokacak ve bu iyi kalpli, misafirperver, sıcak insanlara karşı

çok ayıp olacaktı.

Parayı bulmamız lazımdı, bayiiden bülten alıp; lisede mesailerimizi geçirdiğimiz kafeye git-

tik, baktık doğru düzgün maç yoktu, kupon yapamadık. Ben çılgınlar gibi Snickers yemeye baş-

ladım, kendimi durduramıyordum ta ki “ulan şimdi bu mideyle ishal olursak; bokunu tutamayan

sarhoşa dönücez, yakışmaz” diye düşünerek vazgeçirene kadar kendimi. Gidişlerimizi bir gün

daha erteleme kararı alarak ertesi güne Cem’e bilet aldık, benim için bilet sorunu yoktu, her tür-

lü araba bulurdum.

Çoktandır olmayan ama bir aralar her akşam aynı saatlerde tekrarlanan ve içmeye başla-

yınca geçen elmacık kemiklerimin üstünün kızarıp şişmesiyle ilk kez karşılaşan Cem biraz şaşırdı;

epeydir olmadığından benim de şaşırdığımı ama korkulacak bir şey olmadığını, her şeyin yolun-

da ve kontrol alıtnda olduğunu, sadece yüzümün biraz yandığnı ve hafiften sızladığını ama nasıl

geçeceğini bildiğimi söyleyince fazla vakit kaybetmeksizin; biraları, şarapları alıp aynı yerin yo-

lun tuttuk, yalnız hava çok daha sert ve serindi. Hale limon geldiğinden Veli de yoktu bu akşam,

biz rahat rahat içelim diye mesai saatleri dışında solculuk yapan Mahmut da. Çağrı zaten bin-

lerce yılda bir nadir olarak görülen bir doğa olayı gibi tek gecelik dışarı çıkmıştı. Taner sırf etkinlik

için Ankara’dan atlayıp gelmişti, işi gücü vardı adamın; Şafak hala dönmemiş, Tayfun da hâlâ

gelmemişti. Hiç gelemeyen Tanju’ylaysa telefonda konuşmuştuk, selamı var. İkimizdik, babama

atarlanmam beni rahatsız etmişti; ölümlü dünyada hiçbir şeyin insanların birbirini kırmasını, kaba

davranmasını gerektirmediğini düşünürüm; her ne kadar pratikte genelde çuvallıyor da olsam.

“Yakışmaz dayı, sen bilirsin” deyince Cem, aradım babamı:

“Ya,” dedim, “geçen gece içmeye gelmedin diye seni azarladım, kusura bakma.”

“Önemli değil,” dedi, gayet sakin ve yumuşak bir sesle, “bana istediğini söyleyebilirsin.”

“Onun için aradım zaten, bunu söylemek için. Hadi eyvallah.”

‘Üşüyoruz reyiz’ diyerek ve başbaşa olduğumuzdan, şarap faslı bittikten sonra biraları Cem-

ler’de içmeye karar verdik ve o gece de her gece olduğu gibi önceden bir araya topladığımız

izmaritlerimizi ve boş şişelerimizi poşetlere doldurup çöpe attık. İşerken de duyarlı ve hassastık,

bitki ve toprağa; bizi misafir eden ve orda yaşayan dostlarımıza zarar vermemek için hep beton

Page 11: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

XI

duvarların köşelerine işedik.

Her şeyden önce bir defa prensip olarak ciddiyetsizdik; aklımıza gelen her şeyden bahset-

tik; örneğin, benim mahalleden bir at çalarak -beyaz olmasa da atlı bir prens olarak- sevdiğim

kadını kaçırma planlarımdan; profesyonel olarak at hırsızlığı konusundaki kariyer ve gelecek

planlarımdan söz ettik. Gülmekten ağlanacak yerlerin hakkını veremedik. Annesinin sabah er-

ken kalkıp arabalara yetişeceğimizi hatırlatmasından kısa bir süre sonra kalan son biraları da çe-

kip, kalan son birkaç saatlik uyku için yataklara geçtik.

Sabah Cem’i yolculamak için yazıhaneye gittik, ben ondan hemen sonra çıkacaktım yola.

Serhat Abi geçiyordu; o zaman anlayamamıştım ama geçen 1 Mayıs’a giderken anımsadım ve

o zaman anladım; bize:

“Çocuklar Taksim’in size ihtiyacı var, İstanbul’un size ihtiyacı var.” demişti.

Murat Can Özdemir

Page 12: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

XII

4.sınıftaydım ve dersler çok zordu. Derslerin stresini hiç bir zaman ders çalışmayan arkadaşımla

beraber bahçede atıyorduk.Arkadaşımın ismi Özerdi .Benim hiç gitmediğim ve görmediğim köyüm-

dendi.Özer'le okuldaki yaban hayatın bekçiliğini üstlenmiştik o sıralar. Nerede bir kertenkele gezse

bir kuş uçsa haberimiz olur.Bir ağacın meyvesi olmaya başlamışsa yine bizden sorulurdu.Boş ders-

lerin vazgeçilmez mekanı, okulun aşağısında yaklaşık bir dönümlük, kenarları ağaçlarla çevrili

bahçeye, bize sormadan kimse giremezdi.Okuldaki her ağacın tepesine çıkar.Götümüzden uydurdu-

ğumuz avcılık hikayelerini birbirimize anlatırdık.Hikayelerimizde de yanımızda hep dedelerimiz

olurdu.Dedesiyle köyün ormanında kutup ayısı vurduğunu bile söylemişti hatta..İnanmamıştım

ama inanıyor gibi yapmıştım sonuçta aramızda mutualist bir ilişki vardı.Benim salladıklarıma da o

inanıyordu.

Beden dersiydi ve hoca yine serbest bırakmıştı bizi.Özerle hemen birbirimizi bulduk ve bu hafta ne

yapacağımızı düşündük. "kelebek yakalamak".Oyunun kuralları: beyaz kelebeği ilk yakalayan ka-

zanır.Futbol takımına alınmayan iki arkadaşımız da bu oyuna dahil olmuştu ister istemez.Bütün

hafta şişelerle futbol oynayan arkadaşlarımız,okulun futbol toplarıyla oynayınca kendilerini Beck-

ham zannediyorlardı.Bizim daha önemli işlerimiz vardı.Okuldaki yaban hayatın gizemini çözecek-

tik...Beyaz kelebeği ben yakalayıp serbest bırakmıştım ve oyunu kazanmıştım.Bunun sevinciyle

ağaca çıkmaya karar verdik 4 kişi.Her zaman ki ağacımıza çıkıp saçma sapan hikayelerimize başla-

dık.diğer arkadaşlarda buna dahil oldular ama onların böyle hikayeleri yoktu.

Daha sonra aşağıdan bir çığlık duyduk,baktık ki müdür yardımcısı Esma hoca...Esma hoca kısa

saçlı,çirkin mi çirkin bir kadındı. Öğrenciyle bağırarak anlaşırdı.Bir keresinde Okulda kafam delin-

mişti.Bana bağırarak pansuman yapmıştı.Onun açısından mantıklı bir açıklaması vardır illa-

ki..Esma hoca, inin çabuk aşağıya diye bağırıyordu.İçimizden en safımız Özer ilk önce atladı aşağı-

ya ve en çok dayağı o yedi.Daha sonra diğerleri indi.Hoca ne kadar yalvardıysa da beni aşağıya in-

dirmeyi başaramadı.on yaşında olsam da prensiplerim vardı.Beni sadece annem dövebilirdi...

Bir süre sonra pes etti Esma hoca adımı ve sınıfımı da Özere sorup öğrendi.Bir insan bu kadar saf

olabilir... Babana söyleyeceğim seni dedi esma hoca babama söylese ne olacaktı ki.Babam bir daha

yapma oğlum derdi.Ama babama değil de anneme söylerse sonum kötü olurdu.Esma hoca gittikten

sonra ağaçtan indim.Dayak yiyen arkadaşlarım hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlardı yaşama

ve ben de onlara uyum sağladım.Gün bitmişti ben eve döndüğümde kapıda terlik karşıladı be-

ni.Sonrasında kısa bir söz dalaşı ve nasihatle atlatmıştım ki.Doğanın bütün renklerine bürünmüş

önlüğümün beyaz yakasında ki lekeleri annem görene kadar.(Tabi o zamanlar OMO kirlenmek gü-

zeldir gibi reklamlar yoktu)O an keşke ağaçtan inseydim de esma hoca dövseydi dedim...

Yapacak bir şey yoktu.Hayat devam ediyordu.Fakat ben yine adam olmamış ertesi gün ağaçlara

çıkmaya devam etmiştim.Bir hafta sonra, Esma hoca bizi Eriklere dalarken yakaladı.İlginç bir bi-

çimde hiç bağırmamıştı.Kısık bir sesle düşün önüme dedi. Hoca arkamızda ve biz arada hocaya ba-

karak ilerliyorduk okulun içine..Özer,kesin okuldan atılacağız dedi.Öyle söyleyince dizlerimin bağı

çözülmüştü.Atılacağımı duysa annem kalpten ölür...

Esma hoca iş görüşmesine gelmişiz gibi masasının önündeki ikili koltuğa oturttu bizi. İki bardağa

da meyve suyu koydu ve bize verdi.Ben kesin atıldık diyordum içimden yarı ağlamaklı halde.Özer

ağlamaya başlamıştı bile.Yeni dökülmüş dişleri yüzünden ne dediği belli olmuyordu.Esma hoca ağ-

lama oğlum bir şey yapmayacağım ama bir şartla.Okulda bahçıvanlık yapacaksınız, madem çok se-

viyorsunuz yoksa disipline veririm dedi.Özer, hocayı duyunca kabul hocam kabul diye bağırdı ve

hocanın eline sarılıp öpmeye kalkıştı.Bende kabul ettim mecburen. Ama özer bahçıvanın ne demek

-

İLKOKUL POLİSİYESİ

Page 13: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

XIII

olduğunu bilmiyordu.Bütün gün bahçıvanın ne olduğunu anlatmaya çalıştım.. Esma hoca ceza ola-

rak ta birer erik fidanı getirip dikmemizi istemişti.Hem de ilk işimizi yapmış olacaktık.Anneme

ağaç haftası olduğunu ve erik fidesi götürmem gerektiğini söyledim.Annem hemen ayarlamış sa-

ğolsun.

Esma hocanın yanına götürdük fideleri ve Esma hocayla beraber kazma kürek almaya git-

tik.Kazma ve kürek iki kardeş ve ikisinin de boyu bizden büyüktü.Zar zor taşıyorduk.Fidelerimizi

diktik ve suladık.Çok ta keyif almıştım bu cezadan.Sonrasında Esma hoca bizi okuldaki herkesin

görebileceği bir yere götürdü ve buradaki toprağı kazmamızı, içindeki toprağı boşaltıp havalandır-

mamızı istedi.Teneffüslerde oyun oynamayacak toprağı kazıp bütün okula rezil olacaktık.

İlk önce kolay gelmişti bu ceza ama küreğin ve kazmanın ağırlığıyla bir süre sonra işkenceye dönü-

şüyordu.Esma hoca her teneffüs geliyor,bizi kontrol ediyordu bizde her geldiğinde bu kadar yeter

mi? diye soruyorduk.Üç günde bir mezar büyüklüğü kadar kazmıştık ve kazmaya da devam ediyor-

duk.Özer bıkmış ve biraz ağlamaklı Esma hoca bizi öldürüp buraya gömecek dedi.Bende gülmüş-

tüm çünkü biz ölsek bakacakları ilk yer burası olurdu.Çünkü bütün okul görmüştü bizi bura-

da.Ama ölü bir başkası ise... Esma hoca bir başkasını öldürmüş, ve bu çukuru da onun için kazdırı-

yordu.Akşam okulda kimse kalmayınca, cesedi buraya gömecekti.Bu fikri Özere söyledim daha da

ürkmüştü.Okulda bir ceset vardı ve biz onu bulmalıydık..

Bütün okulda aramadık yer açılmadık kapı bırakmadık.Kazan dairesinden çıkarken bizi Esma ho-

ca yakaladı ve odasına yine götürdü.Bir süre azardan sonra ayrılırken arabasının anahtarını gör-

düm.Ceset kesin arabasının bagajında dedim Özere.Arabasının yanına gidip.Arabada kan lekesi

var mı diye kontrol ettim.Gördüğüm bir kaç damla leke Cesedin bagajda olduğuna emin olmamı

sağladı ve o gazla Özerle beraber müdürün odasına doğru koşmaya başladık.Kapıyı çaldım ve yok-

ladım kapı kilitliydi.Diğer müdür yardımcıları da Esma hocanın suç ortağıydı zaten.Esma hoca,

kesin müdürü öldürmüştü hiç anlaşamıyorlardı zaten..Tek çare kalmıştı polisi aramak...

Bekleme salonunda ankesörlü telefon vardı.Oraya koşup 155'i aradım.Durumu bir bir anlat-

tım.Esma hocanın bize verdiği cezayı,Esma hocayla müdürün kavgalı olduğunu,Müdürün sabah

törene katılmadığını,Esma hocanın araba plakasını bile verdim ama on yaşında olunca kimse tak-

mıyor sizi...

On yaşındaydık ve elimizden bir şey gelmiyordu.Zaten müdürü de sevmiyorduk.Ertesi gün okula

geldiğimizde müdür oradaydı inanılır gibi değil... Peki ölen kimdi ?İlk ders bitince doğru kazı ala-

nımıza doğru koştuk.Esma hoca bizi bekliyordu.Çukuru kapatın çocuklar dedi.Özerle birbirimize

baktık.Kimsenin ölmemesine sevinmiştik ama kazdığımız çukur boşa gitmişti.Dört günde kazdığı-

mız çukuru bir teneffüste kapatmıştık.

O gün den sonra Ağaçları üzerine çıkıp tepinmeden sevmeye başladık.Kelebeklere dokunmu-

yor.Kertenkeleleri şişeye sokup sınıfa getirmeden, uzaktan seviyorduk.Esma hoca da o günden

sonra dayaksız eğitimi savunmaya başladı demek isterdim ama öyle olmadı.Birkaç hafta sonra bi-

zim sınıftaki kavga eden çocukları dövmüştü ve o çocuklar tekrar kavga etmişler ve tekrar döv-

müştü..

On yıl sonra benimle aynı okulda okuyan kuzenimin 23 Nisandaki gösterisini izlemeye gitmiştik

ailecek.Bir ara ayrılıp diktiğim erik ağacını görmeye gittim.Ağaç diktiğimiz bahçe otopark ol-

muş.Hocalarımız oraya araçlarını park ederlermiş.On yıl önce bana fidan dikmeyi öğreten hocala-

rım şimdi gerçekten katil olmuşlardı, ama ben polisi bile aramadım...

Yağız Aydınlı

Page 14: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

XIV

Dünyada ilahi ya da kozmik bir adaletin zerresinin olmadığını, küçük bi çocukken anla-

mıştım. Eğer bi karakter verilecek olsa, tam bir orospu çocuğuydu dünya. Bilinçli kötüydü.

Benim herhangi bir adalet kavramının var olmadığını ayıkmamsa babamı gözlemleyerek ol-

du. Düşünür ve üzülürdüm küçük bir çocukçeyizken, oyun oynamaya ara verip. Bu kadar

iyi bi adamın, bu kadar boktan gitmemeliydi hayatındaki her şey, bu kadar da kaybeden ol-

mamalıydı, iyiden yana bir güç varsa. İlahi adalet ve güç kavramı; yaşamayı sürdürebilmek

ve berbatlıktan kaçabilmek için tek çaresi mucizeler olan, büyüyünce de masala ihtiyaç du-

yan, yaşlı çocuklar içindir. Babamın inançsız olduğunu da bildiğimden ve inanmayanın ce-

henneme gideceği söylendiğinden, henüz 7-8 yaşlarındayken ben de tanrıyı karşıma almış-

tım. Babamı cehenneme atacaktı ha, siktirsindi oradan.

Zeki adamdır babam. Kötülüğü görebildiği halde, iyiyi seçmek; koşulsuz olarak iyi olanı

yapmak ve benimsemek erdemli bi iştir oldukça. Mükemmel olan, kötüyü bile göremeyecek

kadar saf olmaktır belki, tıpkı çocuklar gibi. Ama babam, iyiyi seçiyordu. Birinden takdir,

ödül alması gerekmiyordu iyiyi seçmesi için, herhangi bir koşula bağlamıyordu; sonucu kay-

betmek de olsa ve bu hayati önem de taşısa, babam iyiyi seçiyordu. Canım epey sıkılmış, al-

lak bullak olmuştum durup dururken. Bir sigara yaktım. Dolapta sadece bir tane Skol bira

var. Birazdan içeceğim ama az daha vakit geçsin diye bekliyorum. Sigarayı içerken elime

baktım, titriyor. Gözlerim de doldu. Bira da bir litre anasını satayım, başka içkim yok. Hayat

hep boktandı, her şey ama her şey berbattı. Sadece benim hayatım değil, zaten sadece benim

hayatım düzgün olsa da, mutlu olmama imkan yoktu. Hem etrafımda gördüğüm, şahit oldu-

ğum herkesinki de berbattı, hem haberler de berbattı be. Ne diyordum, hayat berbat ama in-

san bunu ara ara hatırlıyor. İçki içiyor, bir kızla sevişiyor, film izliyor, kendini uyuşturup

unutuyordu. Sonra ufak bir şey oluyordu hatırlatan. Hatırlayınca daha çok içiyor, kızıp etrafı

dağıtıyordu insan. Duvara yumruk atıyordu mesela. Az önce annem aramış, hatırlatmıştı.

-Efendim anne?

-Oğlum, n’apıyosun?

-İki sınav var yarın, ders çalışıyorum işte biraz, senden n’aber?

-Çalış yavrum aferin. Sadece sınavlarda çalışma, okulda kal, notlarını yükselt de.

Hoca olursun..

N’aber’ime cevap vermemişti. Ardı ardına sıraladığı endişeleri sıralamaktan. Salt istek ya

da temenni değil, tam anlamıyla endişeydiler. Babamdan sonra, benim de hiçbir şey yapma-

mayı seçecek olma ihtimalim, haliyle onu çok korkutuyordu.

-Babanın arkadaşları söylemiş babana, internetten çok sert şeyler yazıp paylaşıyor-

muşsun. Yapma şöyle, korkuyorum. Bak yine birini içeri aldılar oğlum, ne yapacakları belli

değil bu adamların, yapma n’olursun.. Annemin sesinde yine o derin keder vardı, bu umudu-

nu kestiği, sadece hüzün ve endişe taşıyan sesi beni mahvediyor.

Babamın arkadan sesi geldi, bir şeyler söyledi bağırarak, kelimeler ağzının içinde dolan-

dı, anlayamadım. Sarhoştu yine büyük başkan. Telefonu istedi.

-Oğlum!.. Bağırarak konuşuyordu, kelimeleri zor düzleyerek. Kızgınlık değil bu bağırış,

heyecan. İyisin değil mi?

-İyiyim baba.

-Annene bakma sen.. Eee.. Yaa.. Diyeceğini toparlayamadı bir süre. Ne diyeceğini bili-

yorum, arkandayız diyecek. Oğlum, diye tekrar başladı,biz senin arkandayız, sen duyarlı bir

evlatsın; tabi yazacaksın ama şey ol bak, biraz esnek ol tamam? Sivrilme, akıllı ol, bu kadar

kolay harcatma kendini lan! İnternet yüzünden toparlıyorlar insanları. Orospu çocuğu bun-

lar. Bu ülke hep böyleydi –aslan gibi kükreyerek- kitabını sikeyim bu memleketin! Dedi. Seni

PAŞAM PAŞAM

Page 15: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

XV

çok seviyorum, annen de seviyor, senle gurur duyuyoruz, bu ülkenin Allah belasını versin,

hep böyleydi bu ülke. Dedi, duraksadı. Yorulmuştu. Cümleleri düzgün konuşmak için harca-

dığı efor, yormuştu büyük başkanı.

-Endişelenilecek bir şey yok baba.. derken sözümü kesti:

-Biliyorum aslan oğlum, ben sana güveniyorum. Ama bunlar orospu çocuğu.. Duraksadı

yine. Ben biraz kötüyüm, yani iyiyim de, sarhoşum içtim ben. O anlamda kötü. Seni seviyo-

rum.

-Bu kadar içme be baba, dedim. 25 yaşındayım bunu ilk kez söylüyorum. Hasta olacak

diye korkuyorum, ciğer dayanmaz be başkan.

-İçmek zorundayım biliyorsun, dedi. Tekrar beni sevdiğini söyleyip telefonu anneme

verdi.

-Kim söylemiş anne, ne yazdığımı falan biliyorum, burada da nasıl konuşacağımı biliyo-

rum insanlarla, korkmayın tamam mı endişelenecek bir şey yok.

-İçerken arkadaşı söylemiş bilmiyorum ki, yapma oğlum gözünü seveyim. Yazma bir

şey . Annem cümlesini bitirir bitirmez, babam haykırdı arkadan:

-Yaz amna koyum yaaz, yaz kitabını sikeyim, yaaaaz!

Gülümsedim, babamla ve annemle gurur duydum yine. Müthiş bi ailem vardı. Gülümse-

miştim ama gözlerim de dolmuş, gurur, hüzün karışımı, eski Türk filmlerdeki absürt, gerçek-

ten uzak karakterlerin, saçma ruh halleri gibi boktan bi duruma bürünmüştüm.

-İçmiş bu adam gene işte, dedi annem. Hadi çalış sen, bugünkü sınav nasıldı?

-İyiydi bugünkü.

-İyi o zaman, tamam yavrum hadi görüşürüz, seni seviyorum.

-Ben de sizi seviyorum, hoşça kal anne.

Kapattık. Tam ders çalışırken, bir yandan da dersten sonra izleyeceğim uzaylı filmi iner-

ken, bana dünyanın berbat bir yer olduğunu hatırlatan, bu kez bu beş dakikalık telefon ko-

nuşmasıydı. Biz güzeldik, bundan bahsetmiyorum. Ama hayat berbattı dostum.

Kapının önüne çıkıp bir sigara daha yaktım. Pakete baktım bir süre. Sigaradan para ka-

zanan ama bir yandan öldürür diyen ve aynı zamanda grip olunca bile doktora gidemediğim

bir sağlık sektörü olan devlet baba, beni uyarıyordu; sigara öldürür. Ne kadar samimiyetsiz,

sert ve soğuktu. İnsanlar gibi. Odaya döndüm, biramı açıp diktim.

Cem Alan

Page 16: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

XVI

Kollarını kocaman açmış karşımda dikiliyordu. En çarpıcı ifadesini takınmıştı, be-

nim için her hali öyle sayılırdı ya. Gözlerimi kaçırdım, farkına varmadan yüzümü

bir gülümse kaplamıştı. İyice yaklaşınca ben de kollarımı açtım ve sımsıkı sarma-

ladım bedenini. Uzun bir müddet öylece kaldık. Bu nadir anlarda kendimi onun sahibi

gibi hissediyordum. Onun da öyle hissediyor olma ihtimali bana esaret duygusunu sa-

lık vereceğine gururumu okşuyordu. Böyle hissetmiyor olabilirdi. Fakat apaçık böyle

hissetmesini diliyordum. Mükemmel bir şeyi sevmekten daha iyi hissettireni aynı mü-

kemmel şeyin seni sevmesidir. Hazca doyurur mükemmel olanın sevgisini bilmek. Mü-

kemmel ya da benim için mükemmel; modern zaman putu, aşk. İslamiyetten evvel deve-

ler tellal pireler berber putlar tanrı iken, yarımadanın yerel halkı helvadan put-

lar yapar, onlara ibadet-i iman eder mideleri kazınınca kenardan bir lokma koparıp

atarlarmış ağızlarına. Ne kadar samimi ne kadar da dürüst. Hiç değilse bir nebze

portatif. Helvadan put aşk dediğimiz, ruh acıktıkça dirhem dirhem koparıp tıkıyoruz

ağzına. İnsan değil, canavar beslemeye kalkıyoruz.

Kokusunu ciğerlerime çektim de çektim. Uzaklaşıp iki ayrı beden olduk yine. Koluna

dokundum, teni aynı bahar havasındaydı, bıraktığım gibi. Hadi dedim, soğuk bir şey-

ler içelim. Yola koyulduk, elini uzattı peşinden ben de elimi uzattım. Ellerimizin

buluşması da bizimki gibi samimi idi. Kontrolü tamamen ona bıraktım, o da gölge kı-

sımlardan yürütüyordu bizi. Kaldırımdan yola inmek, kaldırıma çıkmak ya da köşeler-

den dönmek rutin ritmimizi kaçırsa da gündelik olaylardan konuşmaya devam ettik.

Önemli ve vurucu mevzuları masa sohbetine saklıyorduk herhalde. Mekana vardık niha-

yetinde. Tenha civardan masa seçtim özellikle. Bol bol konuşmak istiyordum, onu

seyretmek ve dikkatimi dağıtacak başka bir şey olmasın istiyordum. Teras katta pen-

cere kenarında bir masa seçtik. Garson gelene dek suskunluğumuzu koruduk, hatta si-

parişler gelene dek. Eleman önce bardak altlıklarını peşi sıra içecekleri masaya

bıraktı. Sonra anlamsız ve iki yabancının birbirini gözlemleyeceğinden biraz daha

uzun bir müddette bana baktı. Şüphesiz, beni kıskanmış olmalıydı. Buna fazla kafa

yormadım. Karşımda canlı kanlı duran eşsiz surete odaklandım. Ardından sonra, özle-

dim seni dedi ilk. Çok özledim diye ekledi. Ben de diyebildim. Duygulara kelimeler-

le hayat vermek hususunda benden daha yetenekliydi. Özel durumlar hariç içsel, de-

rin duyguları belirten taraf hep o olmuş, bense ona ayak uydurmuştum. O, rahattı

ben onun aksine yaşamak güçlükle başa çıkabildiğim bir eylem olmasına karşın rahat

bir tavır takınmakla idare ediyordum. Onun yanındayken, onu düşünürken pervasızlığa

büründüğüm durumlar mevcut fakat otokontrolü elden bırakabildiğim zaruri sayılabi-

lecek durumlar bunlar. Ellerimiz birleşti, ses tonunu öylesine kanıksamıştım ki ar-

tık, duydukça duyasım geliyordu. Evet, evvet karşımdaki suret masumiyetin tablosuy-

du; saçlarının alnına dökülüşü, gözlerini kırpışı, o dimdik duruşu, kadife sesi,

güzel fakat bununla övünmeyen yüzü, çekici çok çekici ve de saatlerce izlenebilecek

ayrıntılarla dokunmuş vücudu... Vücudunun her ayrıntısını ezberlemek istiyordum.

Her milimi tapınak, dudaklarında şirk koşup memelerinde tövbe etmeliydim.

Başını yana eğdi, gülümsedi ışık saçarak. Yeniden ona dikkat kesildim. O buradan

ayrılalı üç ay olacaktı. Eskişehir'de öğrencilik dönemimde benim de uğrak yerim ol-

muş bir barda çalışmaya başlamıştı. Her ayrıntıyı duymak istediğimi söyledim. O an-

lattı o anlattıkça ben minik eklemelerle üniversite anılarımı kattım. Gülüşünü

seyrederken kimi zaman duyma yetim kayboluyordu. O hep konuşsundu, hep konuşsundu.

O anlattıkça, anıları aktardıkça nereden çıktığını anlayamadan ben dip köşede kal-

mış, çürümüş bir varlık belirdi. Hazırlıksız yakalanmıştım. Çabalasam da, uzaklaş-

tırmaya gayret etsem de geldi zihnimin ortasına çöreklendi. O inilti, o zevke doy-

muş çığlık. Mekanik, hepsi çok mekanik. Yapay. Bir ki bir ki bir ki… Nemli beden-

ler, rutubetliler. Şaşmak. Koku. Duygusuzca. Etten mozaik. Ev arkadaşım, ismi? İsmi

ismi ismi… Recep! Riyakar, ruhsuz, kancık Recep. Bir de, bir de o. Kız. O suret,

kız, beni seven. Etten mozaik. Nasıl? Olabilir mi? Hani dünya düzdü? Asın dünya yu-

varlaktır diyeni ya da kopsun kıyamet… Sonra yalanlar, yalan yalanların bile doğ-

rultamadığı durumlar… İşte böyle, sonrasında aşk, inanmadan tapındığım helvadan bir

put olup çıkmış, karın tokluğuna ibadet ediyordum.

Neyse ki bambaşka bir eser sunulmuştu bana. Elini daha sıkı tuttum. Tüm duyu organ-

larımı ona adadım, tam verimle ve eksiksiz. Güvenmek, aslında, en temel ihtiyaçtı.

İ G L O

Page 17: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

XVII

Sıra bana geçti, hukuk fakültesinden mezun olunca çevre aktivisti olmakta kararlıy-

dım. Ekosistem dostu bir firmada temel yaşam giderlerimi karşılayacak bir maaşla

çalışmak en büyük hayalimdi. Aklım bunları fısıldarken, cüzdanım aynı kelimeyi yük-

sek sesle tekrar edip durdu. Aile dostları vasıtasıyla geniş yelpazeli bir hukuk

firmasında zengin iş adamlarına açılan kamu davalarında iş adamları adına yalan at-

maya, pardon, savunma yapmaya başladım. Geçici olarak başladım, başlarda düşmanı

iyi tanımak adına yaptığım gizli stratejik hareket diye nitelendirdiğim durum iler-

leyen zamanlarda yaşamımın ta kendisi olmuştu. Ben geri adım atamadım, dolayısıyla

hayallerim de bir adım ilerisini göremedi. Ki zaten hukuk fakültesinin alt metninde

vicdanını pasifize etmek vardır. Pasifize edilmiş vicdanın direksiyonu her daim

sende de olsa otobandan gitmek varken engebeli arazilerde sürücülük edebilecek ba-

bayiğit kaç tanedir? O'na öyle söyleyemedim elbette. Dünkü davadaki son derece tat-

min edici ve başarılı savunmamdan bahsettim ayrıntılara inmeden. Uzun monoloğumdan

sonra annemi sordu, bana çeyiz diziyor dedim. Güldük, kahkahalaştık. Kız kardeşimin

halini hatırını sordu. Gündüzleri Beyoğlu'nda beton bir hotel yükseltip inşaat us-

talarına emirler yağdırırken , akşamları istiklal barlarında filozofluk ediyor. Bü-

yük usta lakaplı doğa magandasına küfrediyor, bana sorsan iki akıntı da aynı bok

çukurunu besliyor dedim. Tek fark bizimkisi su akıntısı ötekinin bir oksijeni çok

afedersin götüne kaçmış. Anlayacağın İstiklal barları onun kilisesi deyip göz kırp-

tım. O da öyle bir gülümsedi ki damarlarıma tünemiş serçeler yeniden havalandı.

Elini kendime çekip ürkerek bastırdım dudaklarımı parmak eklemlerine. Bu arada önü-

müzdeki içecekler doldukça biz sorgusuz sualsiz boşaltıyorduk. Pür dikkat beni din-

liyordu. Ben de anlattım da anlattım. Sonra yeniden, usta bir manevrayla ona dev-

rettim konuşmayı. Sesini özlemiştim, mimiklerini, kelimelerini özlemiştim. Tam ya-

rım metre karşımdayken. O konuştu, ben konuştum. Bir kez yanımızdan geçen bir çift

için aynı tepkiyi aynı anda verdik de bir an duraksayıp kahkahalara boğulduk. Aynı

eleman gelip kapatacaklarını belirtene dek söyleştik. Hesabı kapatıp yola düştük.

Gece, geceliğini üstünden atmak üzereyken kuytulara sinmiş kedileri uyandırıp sev-

dik. Benim kediden korkan bir arkadaşım var, dedi ve peşinden kahkahasıyla sokağı

doldurdu. Onu dinledim, izledim. Yamuk bir gülümseme doldurdu suratımı, kollarımla

sardım sonra onu. Başını öptüm, saçlarının kokusunu içime çektim. Bir dükkanın ca-

mekanın önünde durdum, örgü kepenkleri inik. Bak dedim, yansımalarımızı işaret ede-

rek. Ne görüyorsun? Ben sana bakıp beni bana bakıp seni görüyorum ki hayır o rad-

dede sarhoş değilim. İnan bana içi boş sözler değil bunlar. İspatlayamam belki fa-

kat inan bana... Gün gelip döngüye karışana dek sana ait olacak. Sadece kalbim de-

ğil her bir organım. Her bir parçam. Her şeyim. Seni çok seviyorum. Aşk de sevmek

de ne dersen de…Adını ne koyarsan koy. Sen benim hümanist devrimimsin, Zümrüdüan-

ka’msın ulan benim… Sen her bir çocuk kadar masum, her bir nehir kadar berrak, her

bir dünya kadar sevgisin, aşksın…

Susmak zorunda hissettim, utandım. Gözlerimi yansımamızdan ayıramadım yine de. Önü-

me geçip sen benim özgürlüğümsün dedi ve dudaklarını benimkilerle birleştirdi. Za-

man duraksadı. Ellerimi yanaklarına götürdüm. Midem kramp mağduru bir organ olmak-

tan çok ılık rüzgarda savrulan bir yaprak gibiydi. Kanım damarlarımı anne şefkatin-

de, sevecenliğinde okşayarak ilerliyordu, her seferinde ama her seferinde o bana

dokununca bu böyle oluyordu. Ve bu duygu hiçbir duyguya benzemiyordu.

O birliktelik, o bütün, o çekim. Bir olma hissiyatı. Kopamadık. Güneş doğdu, fakat

ben zaten çoktan bir gökkuşağının içinde benliğimi yitirip gökkuşağının bir rengi

olmuştum. Bir kedi gelip başını bacaklarımıza sürtmeye başlayana dek kopamadık.

Sonunda ayrıldığımızda alnına bir öpücük kondurdum ve kollarımı yeniden ona sardım.

Şarkı söylemeye başladık. Şimdi düşünüyorum da sokak ortasında gün yeni ağırmaya

başlamışken insanlar rüya peşinde koşarken, ki o zaman bunun farkında bile değil-

dik, bağıra bağıra şarkılar söyledik. Bilmediğimiz kısımları uydurup, yeni şarkılar

türettik. O en devrik sözleri aşk ile yoğurdu ben ise piyanodan çıkan özgürlük me-

lodileri besteledim. Big Bang’in eksiksiz tarifi buydu. Kimse dokunamasındı bize.

Bir gündoğumluğuna o Havva, ben Adem’dim ve başı hep omuzuma yaslıydı.

Apartmana vardık. Asansöre girdiğimizde elini pantolonumun cebine soktu, yavaş ya-

vaş bacağımda gezdirdi parmak uçlarını. Anahtarlığı çıkarıp avucuna hapsetti. Tama-

men bana yasladı kendisini. Sendeleyip aynaya dayandık. Yüzünü yüzüme doğru kaldır-

dı. Bir kar tanesi, ne eksik ne fazla tam olarak bir kar tanesi kadar hafif ve hu-

zurluydu nefesi. Onun göz bebeklerinde suretimi gördüm,

Page 18: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

XVIII

‘Yaşıyoruz be!’ dedik, nira attık, dans ettik, bütün yapı taşlarım ve ben işte o

anda bir bütündük. Dudağının sol yamacındaki minik benine üfledim, yaklaştım ve ba-

sit bir öpücük kondurdum. Daire kapısına ulaştık. Elini avuçlarımın arasına aldım

parmaklarını araladım. Kapının anahtarını işaret ve baş parmağının arasına yerleş-

tirdim. Gözümü gözlerinden ayırmadan el yordamıyla anahtar deliğini buldurmaya ça-

lıştım. Utanmış olacak, başını eğdi. Birinci, ikinci ve üçüncü tırınk sesinden son-

ra içeri girmeyi başardık. Yere bağdaş kurdum, o ayaktaydı. Ayakkabılarımı çıkar-

dım. O çoktan terasa ulaşmıştı. Bak diye seslendi, doğrulup yanına vardığımda lit-

relik su şişesini çınar fidanının dibine boca ediyordu. Artık ekim vakti gelmiş ki

bunun dedi, sesinde okumayı yeni sökmüş bir çocuğun heyecanı vardı. Öyle mi dersin

küçüğüm? Alaycı bir ifadeyle dedim bunu ve beline doladım ellerimi. O da doğrulup

hınzırca gülümsedi kalan suyu başımdan aşağı boşalttı. Bu savaşa davettir! diye

haykırdım koşar adımlarla hortuma davrandım, suyu sonuna kadar açtım ve belinden

yakaladığım gibi ıslatmaya başladım. O, oh oh buralarımı da sula deyip kolunu baca-

ğını sallamaya başladı. Beni bir gülme aldı. Bu defa hortuma tazyik verip ucunu yu-

karı doğrulttum. Güneş tam bir alev topu olmuş sanki bize hizalanmıştı. Ve şimdi

bir yandan da yağmur yağıyordu. Yağmur efektim karşısında daha fazla direnemedi ve

kollarımdan kurtulup beyaz üstlüğünü çıkardı sallamaya başladı. Barıış, dünya ba-

rıışı! diye haykırdı. Sen öyle dersin de…Musluğu kapattım. Üstlüğünü fidanın dibine

serdi. Başımı avuçlarının arasına aldı toprağın pürtüklüğünü yanaklarımda hissedi-

yordum ve avuç içi, yer yer pamuk temas ediyordu sanki.

Dudaklarımız yeniden birleşti. Bacaklarını belime doladı, ellerimi sırtında kavuş-

turdum. Çıplak yerleri gözeneklerime işliyordu adeta. Boynuna öpücükler kondurmaya

başladım, parmakları saçlarımda dolaşıyordu. Kokusunu derin derin nefesime ekledim.

Vanilya esanslı parfümü, teninin kokusu, terinin kokusu. Hatırlıyorum da, baş par-

mağımı emerek annemin koynunda uyuyacak kadar küçükken o annemin ter kokusu bana

öylesine bir huzur gark ediyordu ki kendimi en güvende, korunaklı hissettiğim yer

orasıydı. Ve şimdi de güveni en çok hissettiğim yerdeydim. Daha sıkı tutundu beli-

me.

O vaziyette yatağa kadar ulaştık. Nadide bir koleksiyon parçasını taşırmışçasına

taşıdım onu ve yine aynı nezaketle bıraktım yatağa. Sonra yanına uzandım. Alt duda-

ğını, iki dudağımın arasına aldım. Ne kadar zaman geçerse geçsin hep o tat vardı

dudaklarında. O eşsiz tat. Ellerimiz yeni bir kıta keşfedermişçesine merak ve heye-

canla dolanıyordu vücutlarımızda. Sutyenini çözdüm, o da pantolonumun düğmelerini

çözmeye başladı. Kısa müddet sonra ikimizde üryan halde ten teneydik. Elini kasık-

larıma getirdi, ben saçlarını okşuyordum. Memeleri göğüs uçlarıma değdikçe minnet-

kar bir huşu hüküm salıyordu bedenime. Erkekliğimi okşadıkça nefesim kesiliyordu.

Cennet? Üstüne çıktım, saçlarının kokusunu yeniden ve yeniden doldurdum ciğerleri-

me. Alnında öptüm ilk baş, sonra göz kapaklarından. Kulak memelerine ulaştığımda

ellerini saçlarıma geçirdi. Ufak, minik bir kuş yavrusuna yaklaşır gibi yaklaşıyor-

dum tenine. Memelerini es geçemedim. En nihayetinde klitorisi dudaklarımın arasın-

dayken göğüs kafesi hacimlendi ve o teşekkür edercesine çıkardığı melodiler, melo-

dilerde minnet ve utanç. Masumiyet ve utanç. Durdum gülümsedim. Kadınım diye fısıl-

dadım. Gözlerini araladı, ışıl ışıl gözlerini. Dudaklarına uzandım tekrar bu kez

şehvet, çölde su bulmuş gibiydik. Erkekliğimi alıp içine yerleştirdi. Tir tir tit-

riyorduk. Erkekliğim kutuplarda bir iglo bulmuşçasına gömüldü derinlere. Medcezir.

Tırnakları sırtımı nadasa bırakılacak toprağı sürercesine sürdü bir saban misali.

Medcezirler. Bu yaptığımız, dikiş makinesinde aşk dokumaktı. Anahtar, kilit uyumu .

Kürek kemiklerime tutundu. Titremesi artmıştı. Nefesimi boynuna veriyordum. Nefes

alışverişlerim sıklaşmıştı. Seslerimiz harikulade bir ahenkle birbirine dolandı.

Aynı anda aşka ses verdik. Nefeslerimiz karıştı, aşkı haykırdık.

Kökcan Dönmez

Page 19: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

XIX

Page 20: no: 3 ağacı sev yeşili koru ayıyı öp

XX