19
The Journal of Academic Social Science Studies International Journal of Social Science Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS2420 Number: 28 , p. 393-411, Autumn II 2014 OSMANLI DEVLETİNDE GELENEKTEN YENİLİĞE GEÇİŞİN ANLAMLI BİR SEMBOLÜ: MECİDİ NİŞANLARI AN IMPORTANT SYMBOL OF THE TRANSITION FROM OLDER TRADITIONS TO MODERNITY IN THE OTTOMAN STATE: THE MEDJIDIE NISHANS Dr. Kemal Hakan TEKİN Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Temel Eğitim Bilimleri Bölümü Özet Devlete hizmeti özendirmek ve bağlılık sağlamak aynı zamanda bağımsızlığın vurgulanması anlayışının bir sembolü olan nişan geleneği, Osmanlı Devletinde madalyalardan sonra başlamıştır. Madalyalardan daha görkemli olarak hattâ değerli taşlarla süslenerek devlet hizmetinde başarılı olan, devlete bağlılık, fedakârlık ve yararlılık gösteren vatandaşlara ve yabancılara verilmek üzere devlet bütçesinden büyük harcamalar yapılarak imal edilen ve dağıtılan nişanlar, özellikle Sultan II. Mahmud döneminde yaygınlaşmaya başlamıştır. Çalışma konusu olarak seçilen Mecidî Nişanları, özellikle ıslahatçı kimliği ile tanınan Sultan Abdülmecid tarafından, daha önce verilmiş olan tüm nişanların lağvedilerek ve veriliş kriterleri ve sayıları nizamnamelerle standart altına alınmış, aynı zamanda batıda verilen örnekleriyle hem görünüm hem de prestij açısından boy ölçüşebilecek kriterlerde ihdas edilmiş olmaları itibariyle özellikle Osmanlı Devleti tarihi açısından oldukça önemlidir. Gelenek ile Avrupa kaynaklı modernliğin adeta bir sembolü haline gelen Mecidî Nişanı, çok kısa sürede büyük bir başarıyla Osmanlı devlet geleneğinde yerini almıştır. Öncelikle padişahın portrelerinde gerekli değişiklikler uygulanarak, daha önce takmış olduğu görkemli nişanların yerine yeni nişanın alametleri yerleştirilmeye başlanmış, bu yeni nişan Osmanlı devleti hakkında yazılan eserlere de hemen dâhil edilmiştir. Aynı şekilde bu yeni nişanın alametlerinin görüntüleri, o dönemde gayet popüler olan tarih, coğrafya ve hanedan secereleri üzerinde yayınlanan kitapların resimli levhalarında da görülmektedir. Çalışmamızda, gelenekle yenilik arasındaki geçiş sürecinin önemli sembollerinden biri haline gelen ve Osmanlı Devletinin sonuna kadar ihdas edilmeye devam edilmiş olan Mecidî Nişanlarını, daha yakından tanıtarak önemlerine dikkat çekmek amaçlanmıştır.

OSMANLI DEVLETİNDE GELENEKTEN YENİLİĞE GEÇİŞİN …jasstudies.com/files/1720151633_22-Dr. Kemal Hakan TEKİN.pdf · Boğazlar Osmanlı nın sahip olduğu ve Avrupalı devletlerinin

  • Upload
    others

  • View
    43

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

The Journal of Academic Social Science Studies

International Journal of Social Science

Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS2420

Number: 28 , p. 393-411, Autumn II 2014

OSMANLI DEVLETİNDE GELENEKTEN YENİLİĞE GEÇİŞİN

ANLAMLI BİR SEMBOLÜ: MECİDİ NİŞANLARI AN IMPORTANT SYMBOL OF THE TRANSITION FROM OLDER

TRADITIONS TO MODERNITY IN THE OTTOMAN STATE:

THE MEDJIDIE NISHANS Dr. Kemal Hakan TEKİN

Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Temel Eğitim Bilimleri Bölümü

Özet

Devlete hizmeti özendirmek ve bağlılık sağlamak aynı zamanda

bağımsızlığın vurgulanması anlayışının bir sembolü olan nişan geleneği,

Osmanlı Devletinde madalyalardan sonra başlamıştır. Madalyalardan daha

görkemli olarak hattâ değerli taşlarla süslenerek devlet hizmetinde başarılı

olan, devlete bağlılık, fedakârlık ve yararlılık gösteren vatandaşlara ve

yabancılara verilmek üzere devlet bütçesinden büyük harcamalar yapılarak

imal edilen ve dağıtılan nişanlar, özellikle Sultan II. Mahmud döneminde

yaygınlaşmaya başlamıştır.

Çalışma konusu olarak seçilen Mecidî Nişanları, özellikle ıslahatçı

kimliği ile tanınan Sultan Abdülmecid tarafından, daha önce verilmiş olan tüm

nişanların lağvedilerek ve veriliş kriterleri ve sayıları nizamnamelerle standart

altına alınmış, aynı zamanda batıda verilen örnekleriyle hem görünüm hem de

prestij açısından boy ölçüşebilecek kriterlerde ihdas edilmiş olmaları itibariyle

özellikle Osmanlı Devleti tarihi açısından oldukça önemlidir.

Gelenek ile Avrupa kaynaklı modernliğin adeta bir sembolü haline

gelen Mecidî Nişanı, çok kısa sürede büyük bir başarıyla Osmanlı devlet

geleneğinde yerini almıştır. Öncelikle padişahın portrelerinde gerekli

değişiklikler uygulanarak, daha önce takmış olduğu görkemli nişanların yerine

yeni nişanın alametleri yerleştirilmeye başlanmış, bu yeni nişan Osmanlı devleti

hakkında yazılan eserlere de hemen dâhil edilmiştir. Aynı şekilde bu yeni

nişanın alametlerinin görüntüleri, o dönemde gayet popüler olan tarih,

coğrafya ve hanedan secereleri üzerinde yayınlanan kitapların resimli

levhalarında da görülmektedir.

Çalışmamızda, gelenekle yenilik arasındaki geçiş sürecinin önemli

sembollerinden biri haline gelen ve Osmanlı Devletinin sonuna kadar ihdas

edilmeye devam edilmiş olan Mecidî Nişanlarını, daha yakından tanıtarak

önemlerine dikkat çekmek amaçlanmıştır.

394

Kemal Hakan TEKİN

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Sultan Abdülmecid, Nişan,

Batılılaşma, İftihar

Abstract

In the Ottoman State, nishans served to encourage service and loyalty to

the state, and were considered as symbols of independence. Nishans entered

into use in the Ottoman State long after the first Ottoman medals appeared. In

appearance, nishans were more imposing than medals, often decorated with

precious stones, and prepared at great expenses from the state budget. Nishans,

which became common at the time of Sultan Mahmud II, were awarded to

Ottoman citizens and foreigners who successfully performed their state duties,

and who demonstrated great loyalty, self-sacrifice and service to the Ottoman

State.

Medjidie Nishans, on the other hand, first began to be awarded at the

time of Sultan Abdülmecid, who was known for his reformist character. After

Medjidie Nishans first appeared, all previous nishans were abolished, and strict

regulations were defined regarding the criteria according to which Medjidie

Nishans could be awarded, as well as the number of these nishans that could be

awarded at any given time. These nishans, which rivaled Western medals in

both their appearance and the prestige that was associated with them, are of

particular importance in the history of the Ottoman State. Medjidie Nishans

symbolized the intermingling of Ottoman traditions and European modernity,

and soon became an integral part of Ottoman state traditions. In this context;

the Medjidie Nishan replaced all other previous nishans on the portraits of

Ottoman Padishahs, and also began to be mentioned in written works

regarding the Ottoman State. Similarly, images of this new nishan were often

depicted in the pictures of books on history, geography and the genealogical

tree of the Ottoman dynasty that were published at the time.

The aim of our study was to provide a more detailed description of the

Medjidie Nishan, which was one of the important symbols of the transition

from older traditions to modernity, and which continued to be awarded until

the very end of the Ottoman State. In this context, we will draw attention to

particular features and characteristics of these nishans.

Key Words: The Ottoman State, Sultan Abdulmecid, Order,

Westernization, Boast

GİRİŞ

Nişanlar, devlet adına gösterilen üstün başarı ve yararlılıklardan dolayı hak

eden kişileri onurlandırmak amacıyla verilen ve göğse takılan alametin adıdır. ve

nişanlar devlet gücünün simgesi olma özelliğini taşımaktadırlar. Bu sebepten

madalyalardan çok bilhassa nişanlar genellikle kıymetli metallerden ve elmas, zümrüt

ve yakut gibi değerli taşlardan gösterişli bir şekilde imal edilmiştir ve bunları taşıyan

kişiler de dolaylı olarak devletin üstün gücünü ve zenginliğini de etraflarına

hissettirmişlerdir.

Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 395

Madalyalar, prensip itibariyle tek parça metalden, para gibi basılırken nişanlar

ise tek parça olmayıp, çeşitli bölümler halinde ve kuyumculuk sanatının çeşitli kolları

olan dökümcülük, sadekârlık, minecilik, taş mıhlayıcılığı gibi sanatların uygulanması,

imal edilen parçaların birbirine monte edilmeleri ve hatta bazı bölümleri de madalya

gibi basılmak suretiyle meydana getirilmişlerdir. Bunlar devlet darphanesi yanında

özel imalathanelere de sipariş edilerek yaptırılmışlardır. Bu sebeplerden dolayı da

nişanlarda, madalyalardaki gibi standart sağlanamamış, aynı derecedeki nişanlarda

farklılıklar olmuştur (Erüreten 2001: 12).

Madalyaların daha görkemli bir çeşidi olan ve devlet hizmetinde yararlılık,

bağlılık ve fedakârlık gösteren vatandaş ve yabancılara, hazineden büyük harcamalar

yapılarak imal ettirilen ve dağıtılan nişanlar, madalyalardan daha sonra ortaya

çıkmıştır.

Kelime anlamı ile belirti, işaret, hedef, ayrıcalık gibi anlamlara gelen nişandan

önce Osmanlı Devleti sorguç, tüy ve çelenk kullanmışlardır. Ancak bunlardan kavuk

ve sarık gibi başlıklara takılan sorguç ve tüyler, padişahın ve üst düzey komutan ve

yöneticilerin alâmetleri olduklarından ve bir standardı bulunmadığından nişan vasfını

tam olarak içermezler. Bilhassa padişahın kendi kendini ödüllendirmesi

düşünülemeyeceğinden bunların bir çeşit ziynet ve takılar olabileceği düşünülebilir.

Sultan III.Selim’in 1798 yılında İngiliz Amirali Nelson’un Fransız donanmasını

Abukır’da Yakması üzerine (Eldem 2004: 16-39) kendisine, ortasında ay ve yıldız,

etrafında pırlantalı taşlar bulunan ve bir belgede “Hilâl Nişanı” olarak geçen nişanı

yaptırarak vermesi ile, ilk Osmanlı nişanı ortaya çıkmıştır (Erüreten 2001: 13). 1798

yılının sonundaki bu gelişmelerin önemi dikkate alındığında Amiral Nelson’un

olağanüstü bir muamele ile şereflendirildiği ortaya çıkmaktadır (Foto 1). Bu

fevkaladeliği herkesten çok anlamış olan tek kişi sanki İngiliz elçisi Spencer Smith

olmuştur. Smith’in neredeyse kehânet niteliğindeki yorumu, Palermo’da bulunan ve

muhteşem çelengini yani hilâl nişanını birkaç gün sonra alacak olan Amiral Nelson’a

yazmış olduğu mektubunda bulmak mümkündür: “Çelenk bir padişah sarığından

çıkarılmış olup, burada benzer nişanlara verilen değer göz önüne alındığında, Hıristiyanlıktaki

birinci şovalye nişanına en azından eşdeğerdir” (Eldem 2004: 27).

Sultan II.Mahmud dönemimde yaygınlaşmaya başlayan nişanlar, devletin son

dönemine kadar değişik isimlerle ve formlarla diğer padişahlar tarafından da ihdas

edilmiş ve dağıtılmış, bunlar hakkında nizamnameler hazırlanarak belirli kurallara tabi

tutulmuştur. Osmanlı nişanları şahıslar haricinde bazı kurumlara da verilmiş, bazı alay

sancaklarına hatta Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman Gazi Türbesi’ne Nişan-i

Osmanî takılmıştır. Ayrıca Osmanlı nişanları berat adı verilen bir nevi ferman

sayılabilecek, tanıtıcı ruhsat niteliğindeki bir belge ile beraber verilmişlerdir (Erüreten

2001: 13).

Osmanlı madalya ve nişanları genel olarak ödüllendirme amaçlıdır. Ancak,

Sultan II.Mahmud ve Sultan Abdülmecid dönemlerinde yaygın olarak kullanılan ve

büyük bir çeşitliliğe ulaşan rütbe ve görev nişanları bulunmaktadır. Bunlar askerlere,

396

Kemal Hakan TEKİN

devlet memurlarına ve diğer görevlilere yalnızca temsil ettikleri görevi belirtmek

amacıyla verilmişlerdir (Foto 2). Bu dönemde onbaşıdan sadrazama, hekimden

nalbanta kadar pek çok rütbeye ve göreve ait nişan mevcuttur (Erüreten 2001: 14).

Nişanların bazılarının “Şemse” (Güneş) denilen, ilgili nişanla beraber verilen ve

arkalarındaki iğneleri vasıtasıyla göğse takılan büyükçe formları vardır.

Osmanlı nişanları ve madalyalarının arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır.

Bunlardan biri, nişanların daha geniş konuyu ihtiva etmesi ve daha geniş zaman dilimi

içinde kullanılmış olmasıdır. 1852 tarihinde Sultan Abdülmecid´in ismine izafetle

“Mecidî Nişanı” yapılmıştır. Bu nişanın birden beşe kadar dereceleri ve murassası

vardı. Devlete hizmette özel gayret ve başarı göstermiş olan herhangi birisini

ödüllendirmek üzere ihdas edilen bu nişan birçok yabancı nişan gibi birden beşe kadar

sıralanan beş derece veya rütbeden oluşuyordu. Layık olan kişiye kayd-ı hayat şartıyla

verilen Mecidî Nişanı´nın her rütbesinin âdeti belirlenmiştir. Bu dönemde birinci

rütbesinden 50, ikinci rütbesinden 150, üçüncü rütbesinden 800, dördüncü rütbesinden

3.000 ve beşinci rütbesinden 6000, toplam 10.000 adet basılması kararlaştırılmıştır. Bu

nişan, 1862´de Sultan Abdülaziz devrinde geliştirilmiş dört rütbe ve murassası olan

Osmanî nişanı gibi kendisinden sonra gelen Sultan II. Abdülhamit hatta Sultan Reşat

devirlerinde de verilmeye devam edilmiştir (Artuk 1967: 15-17). Madalyalar ise pek az

istisna dışında bir olayın simgesi olarak çıkarılmış olup, bu olay ile ilgili kişilere

verilerek, bu süre sonunda görevlerini tamamlamışlardır. Örneğin Kırım Madalyası,

sadece bu savaşta kahramanlık ve başarı gösteren kişilere verilmiş, bir daha da başka

bir sebeple ve başka bir zamanda verilmemiştir. Bir diğer fark ise Osmanlı madalyaları

iki taraflı olarak, nişanlar ise bir iki istisna dışında arka tarafları boş olarak imal

edilmişlerdir.

İlk önceleri gerçekten yararlı ve başarılı kimselere verilmiş olan nişanlar, son

dönemde yararlı olsun olmasın herkese verilir olmuş, yabancı tüccarlara, sanatçılara

(Foto 3), bankerlere, hatta bu kişilerin eşlerine, padişahın kahvecisinden arabacısına

kadar dağıtılmıştır. Nizamnameler, iradeler ve kayıtlar incelendiğinde büyük paralara

mal olan ve Devlet hazinesini sora sokan mücevherli üst rütbe nişanlar ile büyük boy

altın madalyaların daima imtiyazlı ve yönetime yakın kişilere verilmiş olduğu görülür.

Bunun yanında, savaşlarda büyük kahramanlık ve fedakârlık göstermiş olan gazilere

ve şehit yakınlarına birkaç gramlık gümüş madalyalar verilmiş, Hamidiye Kruvazörü

kahramanlarına bakır madalya layık görülmüştür. Ne yazık ki Osmanlı Devletinin son

dönemindeki kurumlar gibi bu kurum da gerçek amacından uzaklaşmıştır.

Maddi değeri çok büyük olan ve imtiyazlı kişilere verilen gösterişli nişanların

yanında, gümüş ve bakırdan üretilen ve gerçek kahramanlara verilen madalyaların

manevi değerleri ve ihtiva ettikleri şeref elbette çok daha yüksektir. Türkiye

Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra 26.11.1934 tarihli ve 2590 sayılı Devrim Yasası ile

Osmanlı nişan ve madalyaları kaldırılmış, yalnız savaş madalyaları bunun dışında

tutulmuştur (Erüreten 2001: 14).

Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 397

Sultan Abdülmecid Dönemi

Sultan Abdülmecid, II. Mahmud’un büyük oğlu ve Abdülaziz’in ağabeyi idi.

Annesi Bezmiâlem Sultan’dır (Foto 4). Bir Batı dili, Fransızca bilen ilk padişah sıfatı ile

17 yaşında tahtta çıkmıştır. Abdülmecid şehzadeleri bunaltan kafes hayatını tanımadan

yani geleneklere göre değil, zamanın gereklerine göre yetirilmiştir (Karal VI/1995: 98).

Sultan Abdülmecid’e babasından iki pürüzlü problem miras kalmıştı: Mısır

paşası Mehmed Ali ile yapılmakta olan harp, diğeri de Osmanlı devletine yeni bir

düzen vermek amacıyla, ilanı kararlaştırılmış bulunan “Tanzimat” (Karal V/1995, 169).

Abdülmecid’in hükümdarlığının başlangıcına işaret eden Hatt-ı Hümayun onun adına

çıkarılmışsa da padişah insiyatifiyle ilan edildiği söylenemezdi; bir devlet adamı olan

Harciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa’nın eseriydi (Davison 1997: 46).

1839 tarihinde Gülhane’de okunan Gülhane Hatt-ı Hümayunu, gelenekçi

kalıplar altında şerî’at’a ve gelenekçi devlet anlayışına saygı göstermekle beraber,

kanun ve devlet telâkkisinde ve idari prensiplerinde modern kavramlar getirmekte,

belirli pratik gayelerle idareyi yeni baştan düzenleme amacını gütmekteydi (İnalcık

1993: 359). Sonuçta Gülhane Hatt-ı Şerif’i bazen bir tür anayasa şeklinde

tanımlanmaktaysa da fermanda padişahın iktidarını kısıtlayan hiçbir fiili engel ya da

yaptırım bulunmuyordu (Davison 1997: 49). Ancak, Tanzimat devri, bürokrasinin

devri olacaktır (İnalcık 1993: 354).

Maliye’de ıslahat Tanzimat’ın temelini teşkil ettiğinden ve idari sahada yapılan

ıslahat ile merkezden geniş yetkilerle muhassılların tayini vergi işlerini valilerin ve

ayanın kontrolünden kurtarmak ve böylece onların yaptıkları veya sebep oldukları

suistimallere son vermek gayesini gütmüş ve bu da tepkilerin çıkmasına neden

olmuştur (İnalcık 1993: 371).

Bu arada, Mısır ciddi bir sorun olarak Osmanlı’nın gündemini işgal ederken,

sorunu yine Avrupa devletleri çözmüştür. Sonuçta, Bab-ı Ali itirazlarına rağmen, 24

Mayıs 1841’de, Mısır’daki Mehmet Ali Paşa’ya isri valilik verilmek zorunda kalınacaktı

(Akşin 2002: 126).

Boğazlar Osmanlı’nın sahip olduğu ve Avrupalı devletlerinin de sahip olmak

istediği diğer önemli bir yerdi ve sorun, Osmanlı gücünü kaybettikçe daha da

büyüyordu. Londra’da 1841 yılında imzalanan ve Fransa ile Osmanlı Devletinin de

katıldığı anlaşmayla Boğazların Osmanlı Devleti barış halindeyken bütün savaş

gemilerine kapalı tutulması kabul edilmiştir ki bu, Rusya’nın Hünkar İskelesi

anlaşmasının feshi ve Osmanlı’nın Avrupa’nın ortak egemenliği altına girdiğinin bir

göstergesi anlamını taşımaktaydı (Akşin 2002: 126).

Aristo’nun devrimler için söylediği savaşlar ve de özellikle Kırım Savaşı için de

doğrudur: “Savaşı ortaya çıkaran yakın ya da ani neden önemsiz olabilir ama gerçek

ya da temel nedenler her zaman çok önemlidir ” (Sander 1993: 214).

Asıl sebep tam olarak emperyalist devletlerarası rekabettir. Ana sebeplerden

biri Osmanlı’nın üzerinde Rusya’nın Hünkâr İskelesi ile yakaladığı üstünlüğü İngiltere

ve Fransa’ya kaptırması ve daha da ileri giderek 1853’te I. Nikola’nın İngiliz elçisi ile

398

Kemal Hakan TEKİN

görüşürken kullandığı “hasta adam” tabirinin sahibi Osmanlı paylaşımından daha

erken ve daha büyük pay istemesidir (Akşin 2002: 130–31). İngiltere ve Fransa’nın

ortak düşünceleri ise Rusya’nın Avrupa kıtasının dışında tutulmasıydı ki Kırım Savaşı

“soğuk savaş” ortamının önemli bir özelliğinin 19. yüzyılın ortasında anlamlı bir

örneğidir (Sander 1993: 216).

Rusya karşısına Osmanlı-İngiltere-Fransa ittifakı çıkmış ve 1855 Eylül’ünde

başlayan Kırım Savaşı Rusya’nın yenilgisi ile 30 Mart 1856 son bulacaktır. Paris

Antlaşmasının Osmanlı açısından önemi ise Avrupa devletleri haklarından yani ve

Avrupa hukukundan yararlanmasının kabul edilmesidir (Karal V/1995: 243). Eşitlik ve

Avrupalılık da tamamen lafta kalacaktı ki hemen orada Ali paşa bu gelişmeleri ciddi

sanıp kapitalüsyon düzenine son verilmesini önerdiğinde karşılaştığı donuk tepki

bunun işaretidir (Akşin 2002: 133).

Paris Antlaşması öncesi Viyana’da kabul edilen barış ön şartlarından biri,

Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan uyruklarına tanımış olduğu hakların yeniden ve

kendiliğinden teyid edilmesini öngörüyordu; bu nedenle 18.2.1856’da bu gereği yerine

getirmek üzerine Islahat Fermanı ilan edildi (Akşin 2002: 132).

Gülhane hattındaki prensipleri yeniledikten sonra yirmi maddelik yenilikler

yirmi madde altında toplanmıştır (Karal V/1995: 250). Türklerin çoğu, Tanzimat ve

İslahat reformlarına, başka nedenlerden dolayı değil, büyük ölçüde Batı’nın karşısında

aşağılayıcı bir boyun eğmeyi simgelediği için karşı çıkmışlardır (Sander 1993: 206).

Müslümanlarla eşit duruma getirilmiş bulunan Hıristiyan dini önderleri,

topraklarına denetleme getirmesi ve aforoz yetkileri de elinden alınması nedeniyle bu

fermanlara muhalif olmuşlardır (Sander 1993: 226–227). Hatta İzmit Metropolitinin

Fermanın, okunduktan sonra atlas kesesine konması üzerine “bir daha bu keseden

çıkmamasını Tanrı’dan temenni edelim” dediği rivayet edilir (Karal VI/1995: 11).

Ortodoks Rumlar, Osmanlı ülkesinde seçkin ve ayrıcalıklı bir etnik grup olmalarından

ötürü devlet bürokrasisinde, kitabet hizmetlerinde kullanılan tek gayrimüslim grup

olarak herhangi bir etnik gruba göre en iyi durumdaydılar (Ortaylı 2005: 62).

Fermanların getirdiği eşitlik ilkesi tüm bu imtiyazların elden çıkışı anlamına

gelmekteydi ki, muhalefet diğer gayri Müslimlerle bu ayrıcalıkların paylaşılmasına

çıkmıştır. İmparatorlukta örneğin Protestanlığın gelişip güçlenmesi ve şimdiki hukuki

ve toplumsal statüsü değişen bir Musevi cemaati her şeyden önce Hıristiyanları

rahatsız etmiştir (Ortaylı 2005: 93).

Ulusalcı hareketlere dönüşme durumu Abdülmecid zamanı için, Lübnan

sorunu ve Suriye, Eflak-Boğdan ve Sırbistan olayları, Karadağ isyanları şeklinde

sıralanabilir. Bu karışıklıklar her zaman Osmanlı Devleti aleyhine

sonuçlandırılmaktaydı. Nitekim 1840’lı yıllarda başlayan ve 1860’lara değin süren

Cebel-Lübnan karışıklık ve isyan sonucunda müstakil bir sancak haline gelmiştir

(Akşin 2002: 137).

Sultan Abdülmecid’in ıslahatları, en çarpıcı şekilde saltanat adetlerinde izlenir.

Ufak tefek gibi görünen yeni adetler Abdülmecid’in Avrupa hükümdarları gibi hareket

etme zihniyetinde olduğunu göstermektedir (Karal VI/1995: 104). Bunlar arasında

Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 399

saraya kapanmak âdetini bırakarak teftişlere çıkması; hatta kara yoluyla 1845’te Silistre

ve Girit’e seyahati; Kırım harbi zamanında elçilerin görüşme taleplerini kabul etmesi,

diğer hanedan üyelerinin ziyaretlerine iadeyi ziyaret etmesi, padişahların verme

geleneğinin olduğu ama alma geleneğinin kabul görmediği nişan konusunda çığır

açarak Fransız büyükelçisinin verdiği Lejyon donör nişanını alması ve hatta elçilikteki

baloya devlet erkânı ile teşrif etmesi sayılabilir (Karal VI/1995: 102-104).

Sultan Abdülmecid, dışardan aldığı borçların bir kısmıyla yaptırdığı yapılar

arasında; Dolmabahçe Sarayı (1853), Beykoz Kasrı (1855), Küçüksu Kasrı (1857),

Mecidiye Camii (1849), Teşvikiye Camii (1854), sayılabilir. Bezmiâlem Valide Sultan

Gureba Hastanesi'ni ve Yeni Galata Köprüsü gibi yapılar da yeni anlayışın kamu

yapıları olarak anılmaktadır (Eyice 1981: 165-173; Kuban 2007: 610-625).

Hukuki reformlar içinde şeriat mahkemelerindeki kadılara denetimin

getirilmesinin sorunları çözmediği görülünce, nizamiye mahkemelerinin temeli

atılarak III. Selim’in yeniçeri ocağı yanında bir Nizam-ı Cedit askeri kurması gibi yeni

bir adalet mekanizması kurmaya başlamıştır. Bu amaç doğrultusunda mahkemeler ve

kanunlar, ticaret kanunnamesi, ceza kanunnamesi gibi dallara ayrılmıştır.

Eğitim Kurumları Tanzimat döneminin öncelikli ıslahat çalışmalarının

gerçekleştiği yer olmuştur. Sıbyan mekteplerinin düzeltilmesine çalışılmış; lise

ayarında bir eğitim seviyesi getirilerek 1849’da ilk örneği İstanbul’da faaliyete geçmiş,

kız öğrenciler için rüştiye 1858’de yine İstanbul’da bir rüştiye açılmıştır. Harb Okulu

içinde 1849’da veteriner sınıfları açılarak Veteriner Okulu’nun temeli atılmış; 1842

tarihinde Askeri Tıb okulu’nda da kadınlar için Ebe kursu şeklinde bir eğitim

verilmeye başlanmıştır. 1859 yılında ise Bab-ı Ali’nin nitelikli personel ihtiyacını

karşılamak amacıyla eğitim verecek Mekteb-i Mülkiye, 1847’de Ziraat Mektebi, 1859’da

Orman Mektebi, 1860’da ise telgraf mektebi kurulmuştur (Karal VI/1995: 170-176).

Bütün bu eğitim sistemindeki yeniliklerin bir anlamda lokomotifi olacak Ercümen-i

Daniş yani Akademi 1850 yılında faaliyete geçirilmiştir (Karal VI/1995: 177).

Resmi olmayan ilk Türkçe periodik, haftalık Ceride-i Havadis, 1840 da William

Churchill tarafından çıkarılmaya başlanmış, Kırım Savaşı sırasında yayınlanan özel

ilavelerde yayınlanan haber yazıları dört gözle haber bekleyen Osmanlı okuyucuya

gazetenin fonksiyonu ve değeri hakkında yeni bir kavrayış kazandırdı (Lewis 1970:

146). 1851’de Şirket-i Hayriyye denilen Boğaziçi vapurları işletilmeye başlanmış,

1853’te başlayan Kırım Harbi sırasında ilk telgraf hattı İstanbul-Varna-Kırım hattı

olarak döşenmiştir (Hutteroth 2000: 291–296).

Maliyede de ne kadar reformlar yapılmaya çalışılıyorsa da harcamaların,

özellikle sarayın israfı önüne geçilemediği için hiç arzu edilmeyen bir sonuç olan borç

batağına doğru hızla yol alınmaktaydı.

Kırım savaşında alt üst olan Osmanlı maliyesini düzeltmek için 1854 yılında ilk

kez Avrupa’dan, İngiltere ve Fransa’dan 5 milyon İngiliz altını %4 faiz ve %1

amortismanla borç alındı (Akşin 2002: 134). Bu usule çok çabuk alışılarak Abdülmecid

400

Kemal Hakan TEKİN

devri sonuna kadar yani altı yılda dört defa daha borçlanma tekrar edilmiştir (Karal

VII/1995: 224)

1856 yılında Kırım Savaşı sırasında bir İngiliz sermaye grubu tarafından

kurulan sonrasında 1863’te İngiliz ortaklara yüzde 50 payla Fransızların katılımı ile

kurulan Bank-ı Osman-i Şahane günlük faaliyetleri Londra ve Paris’ten yönetilen

kurullar tarafından yönetilmekteydi. Bankanın önemi, devlete kısa vadeli borçlar

sağlaması karşılığında hazinenin en önemli işleri bu bankaya verilmesidir. Banka

devletin dış borç ödemelerinin büyük kısmı banka üzerinden yapılmakta ve bankaya

yüzde 1 komisyon ödenmiştir (Pamuk 1999: 230).

Galata bankerleri de bu piyasadan pay kapmak amacıyla İngiliz, Fransız ve

Avusturyalı sermaye gruplarıyla ortaklıklar kurmaya ve başkentte yeni bankalar

açmaya başladılar. Devletin Beyoğlu sarraflarından alınan borçlar da 80 milyon altın

lirayı aşacaktır. Bunlar için rehin verilen mücevherlerle borç senetlerinin bir bölümü

yabancı tüccar ve bankerlerin eline geçti. Durumu sert biçimde eleştiren sadrazam

Mehmet Emin Âli Paşa ise 18 Ekim 1859 da azledilmiştir.

Bu mali keşmekeş içinde Sultan Abdülmecit, 39 yaşında iken, türberküloz

hastalığından 25 Haziran 1861 yılında hayata gözlerini yumdu.

Osmanlı Devletinde Mecidî Nişanı Geleneği

Islahatçı kimliği ile tanınan ve daha önceki dönemlerde verilen nişanları

lağveden Sultan Abdülmecid, kendi ismini alan Mecidî Nişanı dönemini başlatma

hazırlıklarına girişti. Bu yeni nişanın ihdas kararının tam olarak ne zaman alınmış

olduğu net olarak belli olmamakla birlikte, bu yöndeki çalışmaların 1852 yılının ilk

yarısında gerçekleştirilmiş olduğu kesin gibidir. 29 Ağustos 1852 tarihinde ise Mecidî

Nişanının ihdasını ilan eden nizamname yayınlanmıştır. Bu nizamnamede yirmi sekiz

madde halinde nişanın alametlerinin nitelik ve özelliklerinin tanımı yapılmaktadır.

Mecidî Nişanının Avrupai bir nişanın gerektirdiği tüm hukuki ve idari çerçeveyle

donatılmış olarak ihdas edilmiş olması ilgi çekicidir (Eldem 2004: 176). Aslında

Avusturya İmparatoru Franz Joseph’in henüz üç yıl önce yaptığı gibi Sultan

Abdülmecid de bu nişana kendi adını vererek şahsileştirmeye karar vermiş, daha önce

devletin yenilenen para sistemine uyguladığı çözümü nişanına da yansıtmıştı (Eldem

2004: 182). Gelenek ile Avrupa kaynaklı modernliğin adeta bir sembolü haline gelen

Mecidî Nişanı, çok kısa sürede büyük bir başarıyla Osmanlı devlet geleneğinde yerini

aldı. Öncelikle padişahın portrelerinde gerekli değişiklikler uygulanarak, daha önce

takmış olduğu görkemli nişanların yerine yeni nişanın alametleri yerleştirilmeye

başlandı. Bu yeni nişan Osmanlı devleti hakkında yazılan eserlere de hemen dâhil

edildi. Aynı şekilde bu yeni nişanın alametlerinin görüntüleri, o dönemde gayet

popüler olan tarih, coğrafya ve hanedan secereleri üzerinde yayınlanan kitapların

resimli levhalarında da yer almaya başlamıştı (Eldem 2004: 182-183). Mecidî Nişanının

tam olarak ne zaman verilmeye başlandığı hakkında tam bir bilgi bulunmamakla

beraber, ihdasından kısa süre sonra olduğu tahmin edilir. Bu nişanı ilk alanlar arasında

birinci rütbe ile taltif edilen Mekke Şerifi Abdülmuttalip Efendi bulunuyordu (Eldem

2004: 183).

Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 401

Mecidî Nişanı nizamnamesi son derece teferruatlı bir şekilde kaleme alınmıştır.

Altı maddeden oluşan ilk fasılda nişanın genel şart ve nitelikleri belirtilmekteydi. Bu

nişan, devlete hizmette özel gayret ve başarı göstermiş olan herhangi bir kişiyi

ödüllendirmek üzere ihdas edilmişti. Padişahın kendi himayesinde bulunan bu nişan,

birçok yabancı nişan gibi birden beşe kadar sıralanan beş derece ve rütbeden

oluşuyordu (Eldem 2004: 176-177). Her rütbede verilebilecek nişan sayısına bir tavan

getirilmişti. Birinci rütbede 50, ikincide 150, üçüncüde 800, dördüncüde 3000 ve

beşincide 6000 olmak üzere toplam 10.000 nişan verilebilmesi öngörülüyordu. Bir tek

yabancılara verilecek olan nişanlar bu sayıların dışında tutularak herhangi bir

sınırlamaya tabi tutulmamıştı. Nihayet verilen nişanların kayd-ı hayat şartıyla

verilecekleri belirtilmekteydi (Artuk 1967: 15-16). Sultan Abdülmecid tarafından

başlatılmış olan bu gelenek Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar sürmüş ve diğer

padişahlar döneminde de yaptırılarak kullanılmış ve dağıtılmıştı (Erüreten 2001: 208).

Aynı zamanda Mecidî Nişanı, en sık verilen nişan olma özelliğini her zaman

koruyacaktı (Eldem 2004: 183).

19.yüzyılın sonuna, 20.yüzyılın başına ait salnamelerin devlet memurlarına

verilen nişanların sayısının güvenilir bir kaynağı olduğu düşünülürse 1906 yılı

salnamesinde Mecidî Nişanına sahip askeri ve mülki görevlerde bulunan kişilerin

sayısının 4500’ün biraz altında, yani 1861’de ihdas edilmiş olan Osmani Nişanının

yaklaşık bir buçuk katı olduğu göze çarpmaktadır (Eldem 2004: 183).

Nizamnamenin ikinci faslı, nişanın alametlerinin niteliklerini ve nasıl

takılmaları gerektiğini düzenleyen üç maddeden oluşuyordu. Bu konuda da Mecidî

Nişanı, rütbeler arasında karşılaştırma için bu dönemin batı nişanlarında kullanılmakta

olan başlıca unsurlardan istifade etmekteydi. Alametlerin boyu, kurdela veya kordon

kullanımı, boyundan veya göğse asılan nişan ile şemse farkı ve bu alametlerin kıyafet

üzerinde kullanılacakları yerlerin tespiti. Nişanın alametlerinin fiziki özellikleri gayet

net bir şekilde açıklanmaktaydı. Üçer şubeli yedi şuadan oluşan bir güneş şeklini alan

alametlerin şualarının arasında “Alamet-i Seniyye-i Devlet-i Aliye” olarak nitelenen ay

yıldız motifleri yer alacaktı. Nişanın ortasındaki madalyon, ilk dört rütbede altından,

beşincisinde ise gümüşten imal edilecek ve üzerinde Sultan Abdülmecid’in tuğrası yer

alacaktı. Etrafındaki koyu kırmızı mine çevre üzerine altın harflerle “işbu nişan-ı ‘Âliye

Nâiliyet İçin Sıfat-i Lâzıma-yı İstihkâkiye Olan Hamiyet ve Gayret kelimeleri” ve ihdas

tarihi olan 1268 tarihi işlenecekti.

Şemse dışındaki alametlerin bir de ay yıldız şeklinde bir askısı bulunacaktı. İlk

iki rütbede bu alamet boyun etrafında yeşil şeritli kırmızı kurdelayla takılacaktı (Foto

5-6). Buna ilaveten bu iki rütbenin bir de şemsesi olacaktı. Birinci rütbeninki biraz daha

büyük olup göğsün soluna iğnelenecekti (Eldem 2004: 178). Sadece birinci derece

Mecidî Nişanının mücevherlisi mevcuttu. Devletin en yüksek kademelerindeki kişilere

verilen bu nişan ve şemse üzerinde toplam olarak 50 kıratlık 778 adet pırlanta ve yakut

bulunmaktaydı (Erüreten 2001: 208). İkinci rütbeninki ise biraz daha küçük olarak

göğsün sağ tarafına iğnelenecekti. Üçüncü rütbe, birincininkinden küçük ama

402

Kemal Hakan TEKİN

ikincisinden büyük bir boyun nişanından ibaret olacaktı (Foto 7). Dördüncü rütbe ise

üçüncüden biraz daha küçük olup göğsün soluna iğnelenecek (Foto 8), beşinci

rütbeninki ise (Foto 9) aynı şekilde takılacak daha küçük boyu ve gümüş ortasıyla

tefrik edilebilecekti (Eldem 2004: 178).

Nişanların ayırt edici özelliklerinden biri de özellikle arka yüzde yer alan

“Darbhane-i Amire” ya da “kuyumcu” damgaları ve markalarıdır. Bunlar içinde en

çok rastlanan “Darbhane-i Amire” nin kendi damgasıdır. Bu damganın yanında sık sık

kıymetli metallerde ve özellikle gümüşte kullanılan tuğra, sahh ve ayar damgalarına

da rastlanabilmektedir. Bu damganın yanında kuyumcu Düzoğulları’nın 1870 tarihini

taşıyan ve “Düz Tarz-ı Cedid” ibareli damgalarına da rastlanır (Foto 10). Mecidî

Nişanları yurtdışında ve özellikle Paris’te imal edilmiş olduğundan arkalarında

Fransız ve başka yabancı kuyumcuların damga ve markalarını görmekte mümkündür

(Eldem 2004: 184).

Tüm Mecidî Nişanlarının sahiplerinin vefatı halinde bu nişanlar hazineye

intikal ettirilmek zorundaydı ve birinci derece nişanın berat harcı 500 kuruş, ikinci

derece nişanın berat harcı 100 kuruş, diğer derecelerin berat harçları ise 50’şer kuruş

olarak belirlenmişti (Artuk 1967: 17).

Nişana hak kazanmak için en az yirmi senelik bir hizmet şartı konulmuştu. Bir

rütbeden diğerine geçmek için de daha alt rütbede geçirilmiş sene adedi önemliydi. Bu

hizmet süreleri beşinci rütbe sınıfında iki, dördüncü ve üçüncüde üç, ikincide dört sene

şeklinde ayarlanmıştı. İstisnai olarak subayların harp zamanında geçirdikleri hizmet

süreleri çift sayılacaktı (Eldem 2004: 178). Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu olan

Mustafa Kemal Atatürk’e de 25 Aralık 1906 tarihinde, Kurmay

Yüzbaşı rütbesindeyken görev aldığı Şam'daki üstün hizmetlerinden dolayı sultan

II.Abdulhamid tarafından 5. derece, 12 Aralık 1916 tarihinde, 16. Kolordu Komutanlığı

görevinde gösterdiği olağanüstü başarılarından dolayı Sultan V.Mehmed tarafından 2.

derece, 23 Eylül 1917 tarihinde Kafkasya Cephesi'ndeki üstün başarılarından dolayı

Sultan V.Mehmed tarafından Kılıçlı Mecidî Nişanı ve son olarak 16 Aralık 1917

tarihinde I. Dünya Savaşındaki üstün başarılarından dolayı Sultan V.Mehmed

tarafından 1. derece Kılıçlı Mecidî Nişanı olmak üzere toplam dört adet Mecidî

Nişanına sahip olduğu bilinmektedir (Foto 11).

Mecidiye nişanı nizamnamesinin 12. maddesine göre öncelikle bu nişanın

beşinci rütbesi verilecektir. Aynı nizamnamenin 13. maddesi gereğince bu nişanın bir

rütbesinden diğerine geçmek için nişan sahibinin devletine üstün başarı ile hizmet

etmiş ve en az beşinci rütbede iki yıl, dördüncü, üçüncü ve ikinci rütbelerde üçer yıl

beklemiş olmak gerekmektedir (Artuk 1967: 17). Yine aynı nizamnamenin 19. maddesi

uyarınca birinci ve ikinci derece rütbeleri almaya hak kazananlar padişahın

huzurunda, diğer rütbeleri almaya hak kazanmış olan kimseler, bağlı bulundukları

sınıfın en büyük subayı, taşrada bulunanlar ise bulundukları yerin en yüksek rütbeli

zatının huzurunda nişanlarını göğüslerine takmak şerefine nail olacaklardır.

Nizamnamenin 21. maddesine göre bu nişanlar her ne kadar kayd-ı hayat şartıyla

veriliyor olsa da alan kişinin devlete hainlik, hırsızlık, katillik ve rüşvet gibi suçları

Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 403

işlemiş ve mahkemece de suçları sabit olanlardan, alacakları cezadan başka elde etmiş

oldukları nişanlar da geri alınacaktır (Artuk 1967: 18).

Nişanını herhangi bir sebeple kaybeden kimselerden gösterecekleri vesaik

üzerine birinci derece mecidiye nişanı ve şemsesi için 3000; kılıçlısı olursa 3100; ikinci

derece nişan ve şemsesi için 2500; kılıçlısı olursa 2600; üçüncü ve dördüncü rütbe

Mecidî Nişanlarından 1500; kılıçlısı olursa 1550; beşinci rütbe Mecidî Nişanından 1400;

kılıçlısı olursa 1450 kuruş alınarak kendilerine yeniden nişan verileceği belirtilmektedir

(Artuk 1967: 18). “Kılıçlı” ibaresinden kasıt (Foto 12), Sultan Reşad döneminde

çıkarılan bir nizamname ile diğer bazı nişan ve madalyalarla birlikte Mecidî Nişanına

da, muharebelerde başarısı görülen asker kişilere verilmek üzere, Avrupa’daki benzer

nişanlarda olduğu gibi, nişan gövdesi üzerine çift kılıç ilave edilerek dağıtılmıştır

(Erüreten 2001: 208).

Mecidî Nişanının muhtelif ilham kaynakları bulunduğu şüphesizdir. Daha önce

ihdas edilmiş bazı Osmanlı Nişanları, yeni alametlerin genel görüntüsü üzerinde etkili

olmuştu. Bu anlamda, Mecidî Nişanının daha önceki Osmanlı nişanlarıyla büyük

ölçüde devamlılık ve istikrar sağladığını söylemek mümkündür.

Mecidî Nişanı beşer şualı yedi şubeden ibaret olacaktı ve ortası kabarık güneş

şeklinde tasarlanmıştı. Kısımlardan her birinin beş şuasından ortadaki en uzun, bunun

iki tarafındakiler bir diğerinden biraz kısa olmak üzere kademeli olarak küçülür ve

hepsinin uçları sivridir. Kısımların arasında bunların zemininden biraz yüksekçe

konulmuş bir ay yıldız vardır. Nişanın ortasında çember ile çevrilmiş kabarık bir tuğla

sırası bulunmaktadır tuğralı sahanın etrafında, koyu kırmızı mineli bir saha üzerinde

altın ile nişanın yukarısında ve asılma noktasının altına gelmek üzere “gayret”, (sağda)

“hamiyet”, (solda) “sadakat”, gayret kelimesinin karşısına tesadüf etmek üzere en altta

“sene 1268” yazısı konulmuştur (Artuk 1967: 16).

Her ne sebep ve şart olursa olsun Mecidî Nişanının görüntüsünü belirleyen en

temel unsurların çoğu açık bir şekilde yabancı nişanlardan esinlenişti. Kordon,

kurdela, nişan ve şemse bunların birer ispatıydı (Eldem 2004: 179).

Nişanın beş rütbeye bölünmüş olması batıda kullanılan en tanınmış nişanlarda

kullanılan bir sistemdi. Nişan ve şemselerin görüntüsünün birçok özelliği de belirgin

bir şekilde batı geleneğini yansıtmaktaydı. Nişanların asılması için ay yıldız şeklindeki

bir askı eklenmesi, çoğu Avrupa nişanında aynı amaçla görülen askıların bir

uyarlamasından başka bir şey değildi. Aradaki tek fark askının şeklindeydi. Batı

nişanları ile Mecidî Nişanlarının arasındaki en temel farklılıklardan biri genel

görüntülerine hâkim olan şekilden kaynaklanmaktaydı. Batı nişanlarının çoğunda

genel görünümde haç ve haç varyasyonlarının hâkimiyeti görülürken, Osmanlı Devleti

nişanlarında her zaman yıldız veya güneş şekillerinin varyasyonları üzerinde

durmuşlardır. Buna rağmen Mecidî Nişanı şemsesi, Prusya Kara Kartal Nişanı,

Portekiz Hz. İsa Nişanı, İngiliz Saint Michael and Saint George Nişanı, Rus Saint

Stanislas veya Fransız Légion d’honneur (Foto 13) gibi batı nişanlarının şemselerinden

pek farklı bir görünüm arz etmemiştir. Doğu nişanlarına bakıldığında net bir şekilde

404

Kemal Hakan TEKİN

Avrupa örneklerinden ayrılmaktadır. Özellikle Japon nişanlarıyla kıyaslandığında

Osmanlı Nişanlarının oldukça Avrupai bir görünüm yansıttığı dikkatlerden kaçmaz

(Eldem 2004: 179-181).

Mecidî Nişanları, çok uzun süre hayatiyetini sürdürmüş olduğu için, değişik

müesseselerde, değişik zamanlarda imal edilmiş, bu sebeple de formunda ve

ölçülerinde tam bir standart sağlanamamıştır (Erüreten 2001: 208).

SONUÇ

Kelime anlamı ile belirli bir işaret, hedef, alamet-i farika, ayrıcalık gibi

anlamlara gelen nişandan önce Osmanlı Devleti sarguç, tüy, ve çelenk gibi semboller

kullanmışlardır. Nişanlardan önce kullanılan birer ödüllendirme vasıtası olmaları ve

belirli standartları sebebiyle özellikle çelenkler, Osmanlı nişanlarının atası

sayılmaktadır (Erüreten 2001: 13). Bu dönemden sonra farklı padişahlar zamanında da

aynı amaçlar doğrultusunda verilmek üzere ihdas ettirilen nişanlardan sonra Sultan

Abdülmecid döneminde ihdas ettirilen, sayıları ve veriliş kriterleri nizamnamelerle

standarda bağlanmış olan Mecidî Nişanları, kendisinden önceki dönemlerde verilen

nişanlardan ayrılmaktadır.

Sultan Abdülmecid döneminden sonra tahta çıkan diğer Osmanlı padişahları

tarafından da devam ettirilmiş olan Mecidî Nişanı geleneği, Osmanlı Devletinin iç

işleyişinde sürekli olarak kullanılmış, aynı zamanda devletin uluslararası bir itibar

kazanmasına katkıda bulunmuş olduğuna dikkat çekmek gerekir. Özellikle Kırım

Savaşından sonra Osmanlı Devleti’nin Avrupa siyasetinde kendine yer açabilmesini

sağlamak amacıyla Kırım madalyalarının kullanıldığı görülmektedir. Hatıra

madalyalarının üzerinde yer alan imgelerden padişahın yabancı nişanları kabul edişine

ve askeri madalyaların tasarımlarından müttefiklere nişan verilişine bakılacak olursa

Osmanlıların varoluş iddialarını artık bu simgelerle gösterme konusunda ne kadar

başarılı olabildikleri de gözden kaçırılmamalıdır (Tekin 2014: 294).

Özellikle çalışma konusu olan Mecidî Nişanlarının hızlı bir şekilde itibar

kazanmış olduğunun altını çizmek gerekir. Mecidî Nişanlarıyla beraber bir zamanlar

egzotik birer ödül olarak görülen Osmanlı nişanları artık belirli bir standardizasyona

bağlı olarak batı nişanlarıyla eşdeğer bir hal almaya başlamıştır. Örneğin yabancı bir

devlet adamının göğsündeki Mecidî Nişanı, “medeni dünya” nın herhangi bir

nişanıyla aynı görüntüyü vermekteydi (Eldem 2004: 187). Bu durum da Batılılaşma

süreci içindeki Osmanlı Devletinin “Avrupa Ailesi” içindeki itibarının da yükselmesine

katkıda bulunmuştur.

KAYNAKÇA

AKŞİN, S. (2002). “Siyasal Tarih (1789-1908)”, Osmanlı Devleti, Cild 3, (Yay.Yön. Sina

Akşin), İstanbul: Cem Yayınevi. s.77-190.

ARTUK, E. – C. ARTUK. (1967). Osmanlı Nişanları. İstanbul: İstanbul Matbaası.

DAVISON, R.H. (1997). Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876, Cild 1-2 (Çev.:

Osman Akınhay), İstanbul: Papirüs Yayınları.

Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 405

ELDEM, E. (2004). İftihar ve İmtiyaz Osmanlı Nişan ve Madalyaları Tarihi. İstanbul:

Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi Yayınları.

ERÜRETEN, M. (2001). Osmanlı Madalya ve Nişanları. İstanbul: DMC Yayınevi.

EYİCE, S. (1981). “XVIII. Yüzyılda Türk Sanatı ve Türk Mimarisinde Avrupa Neo-

Klasik Üslubu”, Sanat Tarihi Yıllığı, IX-X 1979-1980, İstanbul. s.163-189.

HUTTEROTH, W. (1999). “Osmanlı Devleti’nde İlk Demiryolları” ( Çev. Nejat

Göyünç), Uluslararası Kuruluşunun 700. yıldönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı

Devleti Kongresi. Konya. s.291-296.

İNALCIK, H. (1993). “Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-i Hümâyûnu”, Osmanlı

İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi. İstanbul: Eren yayıncılık. s.348-

KARAL, E.Z. (1995). Osmanlı Tarihi , Cild V-VII, Ankara: Türk Tarih Kurumu

Basımevi.

KUBAN, D. (2007). Osmanlı Mimarisi, İstanbul: Yem Yayınevi.

LEWIS, B. (1970). Modern Türkiye’nin Doğuşu. (Çev.: Metin Kıratlı) Ankara: TTK

Basımevi.

ORTAYLI, İ. (2005). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. İstanbul: Alkım Yayınevi.

PAMUK, Ş. (1999). Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt

Yayınları.

SANDER, O. (1993). Anka'nın Yükselişi ve Düşüşü, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

TEKİN, K.H. (2014). Kırım Savaşı Osmanlı Hatıra ve Asker Madalyaları. Zeitschriftfür

die Welt der Türken / Journal of World of Turks, 6 (1), 277-296

FOTOĞRAFLAR

(Foto 1) Amiral Nelson’un Mecidî Nişanlı Ceketi

406

Kemal Hakan TEKİN

(Foto 2) Ali Fuat Cebesoy 3. Derece Mecidî Nişanı İle.

(Foto 3) İtalyan Ressam Fausto Zonaro Mecidî Nişanları İle.

Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 407

(Foto 4) Sultan Abdülmecid Han (1823-1861)

(Foto 5) 1.Derece Mecidî Nişanı

408

Kemal Hakan TEKİN

(Foto 6) 2. Derece Mecidî Nişanı. Ön ve Arka Yüzleri

(Foto 7) 3. Derece Mecidî Nişanı. Özel Armudi Kutusunda

Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 409

(Foto 8) 4.Derece Mecidî Nişanı.

(Foto 9) 5.Derece Mecidî Nişanı, Ön ve Arka Yüz.

410

Kemal Hakan TEKİN

(Foto 10) Mecidî Nişanlarının Arka Yüzlerindeki Farklı Damgalar (Eldem 2004).

(Foto 11) Mustafa Kemal Atatürk Mecidî Nişanları ile.

Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 411

(Foto 12) Kılıçlı Mecidî Nişanı.

(Foto 13) Britanya İmparatorluk Nişanı, Prusya Kara Kartal Nişanı, Fransız Legion

d’honneur Nişanı.