Upload
others
View
43
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
The Journal of Academic Social Science Studies
International Journal of Social Science
Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS2420
Number: 28 , p. 393-411, Autumn II 2014
OSMANLI DEVLETİNDE GELENEKTEN YENİLİĞE GEÇİŞİN
ANLAMLI BİR SEMBOLÜ: MECİDİ NİŞANLARI AN IMPORTANT SYMBOL OF THE TRANSITION FROM OLDER
TRADITIONS TO MODERNITY IN THE OTTOMAN STATE:
THE MEDJIDIE NISHANS Dr. Kemal Hakan TEKİN
Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Temel Eğitim Bilimleri Bölümü
Özet
Devlete hizmeti özendirmek ve bağlılık sağlamak aynı zamanda
bağımsızlığın vurgulanması anlayışının bir sembolü olan nişan geleneği,
Osmanlı Devletinde madalyalardan sonra başlamıştır. Madalyalardan daha
görkemli olarak hattâ değerli taşlarla süslenerek devlet hizmetinde başarılı
olan, devlete bağlılık, fedakârlık ve yararlılık gösteren vatandaşlara ve
yabancılara verilmek üzere devlet bütçesinden büyük harcamalar yapılarak
imal edilen ve dağıtılan nişanlar, özellikle Sultan II. Mahmud döneminde
yaygınlaşmaya başlamıştır.
Çalışma konusu olarak seçilen Mecidî Nişanları, özellikle ıslahatçı
kimliği ile tanınan Sultan Abdülmecid tarafından, daha önce verilmiş olan tüm
nişanların lağvedilerek ve veriliş kriterleri ve sayıları nizamnamelerle standart
altına alınmış, aynı zamanda batıda verilen örnekleriyle hem görünüm hem de
prestij açısından boy ölçüşebilecek kriterlerde ihdas edilmiş olmaları itibariyle
özellikle Osmanlı Devleti tarihi açısından oldukça önemlidir.
Gelenek ile Avrupa kaynaklı modernliğin adeta bir sembolü haline
gelen Mecidî Nişanı, çok kısa sürede büyük bir başarıyla Osmanlı devlet
geleneğinde yerini almıştır. Öncelikle padişahın portrelerinde gerekli
değişiklikler uygulanarak, daha önce takmış olduğu görkemli nişanların yerine
yeni nişanın alametleri yerleştirilmeye başlanmış, bu yeni nişan Osmanlı devleti
hakkında yazılan eserlere de hemen dâhil edilmiştir. Aynı şekilde bu yeni
nişanın alametlerinin görüntüleri, o dönemde gayet popüler olan tarih,
coğrafya ve hanedan secereleri üzerinde yayınlanan kitapların resimli
levhalarında da görülmektedir.
Çalışmamızda, gelenekle yenilik arasındaki geçiş sürecinin önemli
sembollerinden biri haline gelen ve Osmanlı Devletinin sonuna kadar ihdas
edilmeye devam edilmiş olan Mecidî Nişanlarını, daha yakından tanıtarak
önemlerine dikkat çekmek amaçlanmıştır.
394
Kemal Hakan TEKİN
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Sultan Abdülmecid, Nişan,
Batılılaşma, İftihar
Abstract
In the Ottoman State, nishans served to encourage service and loyalty to
the state, and were considered as symbols of independence. Nishans entered
into use in the Ottoman State long after the first Ottoman medals appeared. In
appearance, nishans were more imposing than medals, often decorated with
precious stones, and prepared at great expenses from the state budget. Nishans,
which became common at the time of Sultan Mahmud II, were awarded to
Ottoman citizens and foreigners who successfully performed their state duties,
and who demonstrated great loyalty, self-sacrifice and service to the Ottoman
State.
Medjidie Nishans, on the other hand, first began to be awarded at the
time of Sultan Abdülmecid, who was known for his reformist character. After
Medjidie Nishans first appeared, all previous nishans were abolished, and strict
regulations were defined regarding the criteria according to which Medjidie
Nishans could be awarded, as well as the number of these nishans that could be
awarded at any given time. These nishans, which rivaled Western medals in
both their appearance and the prestige that was associated with them, are of
particular importance in the history of the Ottoman State. Medjidie Nishans
symbolized the intermingling of Ottoman traditions and European modernity,
and soon became an integral part of Ottoman state traditions. In this context;
the Medjidie Nishan replaced all other previous nishans on the portraits of
Ottoman Padishahs, and also began to be mentioned in written works
regarding the Ottoman State. Similarly, images of this new nishan were often
depicted in the pictures of books on history, geography and the genealogical
tree of the Ottoman dynasty that were published at the time.
The aim of our study was to provide a more detailed description of the
Medjidie Nishan, which was one of the important symbols of the transition
from older traditions to modernity, and which continued to be awarded until
the very end of the Ottoman State. In this context, we will draw attention to
particular features and characteristics of these nishans.
Key Words: The Ottoman State, Sultan Abdulmecid, Order,
Westernization, Boast
GİRİŞ
Nişanlar, devlet adına gösterilen üstün başarı ve yararlılıklardan dolayı hak
eden kişileri onurlandırmak amacıyla verilen ve göğse takılan alametin adıdır. ve
nişanlar devlet gücünün simgesi olma özelliğini taşımaktadırlar. Bu sebepten
madalyalardan çok bilhassa nişanlar genellikle kıymetli metallerden ve elmas, zümrüt
ve yakut gibi değerli taşlardan gösterişli bir şekilde imal edilmiştir ve bunları taşıyan
kişiler de dolaylı olarak devletin üstün gücünü ve zenginliğini de etraflarına
hissettirmişlerdir.
Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 395
Madalyalar, prensip itibariyle tek parça metalden, para gibi basılırken nişanlar
ise tek parça olmayıp, çeşitli bölümler halinde ve kuyumculuk sanatının çeşitli kolları
olan dökümcülük, sadekârlık, minecilik, taş mıhlayıcılığı gibi sanatların uygulanması,
imal edilen parçaların birbirine monte edilmeleri ve hatta bazı bölümleri de madalya
gibi basılmak suretiyle meydana getirilmişlerdir. Bunlar devlet darphanesi yanında
özel imalathanelere de sipariş edilerek yaptırılmışlardır. Bu sebeplerden dolayı da
nişanlarda, madalyalardaki gibi standart sağlanamamış, aynı derecedeki nişanlarda
farklılıklar olmuştur (Erüreten 2001: 12).
Madalyaların daha görkemli bir çeşidi olan ve devlet hizmetinde yararlılık,
bağlılık ve fedakârlık gösteren vatandaş ve yabancılara, hazineden büyük harcamalar
yapılarak imal ettirilen ve dağıtılan nişanlar, madalyalardan daha sonra ortaya
çıkmıştır.
Kelime anlamı ile belirti, işaret, hedef, ayrıcalık gibi anlamlara gelen nişandan
önce Osmanlı Devleti sorguç, tüy ve çelenk kullanmışlardır. Ancak bunlardan kavuk
ve sarık gibi başlıklara takılan sorguç ve tüyler, padişahın ve üst düzey komutan ve
yöneticilerin alâmetleri olduklarından ve bir standardı bulunmadığından nişan vasfını
tam olarak içermezler. Bilhassa padişahın kendi kendini ödüllendirmesi
düşünülemeyeceğinden bunların bir çeşit ziynet ve takılar olabileceği düşünülebilir.
Sultan III.Selim’in 1798 yılında İngiliz Amirali Nelson’un Fransız donanmasını
Abukır’da Yakması üzerine (Eldem 2004: 16-39) kendisine, ortasında ay ve yıldız,
etrafında pırlantalı taşlar bulunan ve bir belgede “Hilâl Nişanı” olarak geçen nişanı
yaptırarak vermesi ile, ilk Osmanlı nişanı ortaya çıkmıştır (Erüreten 2001: 13). 1798
yılının sonundaki bu gelişmelerin önemi dikkate alındığında Amiral Nelson’un
olağanüstü bir muamele ile şereflendirildiği ortaya çıkmaktadır (Foto 1). Bu
fevkaladeliği herkesten çok anlamış olan tek kişi sanki İngiliz elçisi Spencer Smith
olmuştur. Smith’in neredeyse kehânet niteliğindeki yorumu, Palermo’da bulunan ve
muhteşem çelengini yani hilâl nişanını birkaç gün sonra alacak olan Amiral Nelson’a
yazmış olduğu mektubunda bulmak mümkündür: “Çelenk bir padişah sarığından
çıkarılmış olup, burada benzer nişanlara verilen değer göz önüne alındığında, Hıristiyanlıktaki
birinci şovalye nişanına en azından eşdeğerdir” (Eldem 2004: 27).
Sultan II.Mahmud dönemimde yaygınlaşmaya başlayan nişanlar, devletin son
dönemine kadar değişik isimlerle ve formlarla diğer padişahlar tarafından da ihdas
edilmiş ve dağıtılmış, bunlar hakkında nizamnameler hazırlanarak belirli kurallara tabi
tutulmuştur. Osmanlı nişanları şahıslar haricinde bazı kurumlara da verilmiş, bazı alay
sancaklarına hatta Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman Gazi Türbesi’ne Nişan-i
Osmanî takılmıştır. Ayrıca Osmanlı nişanları berat adı verilen bir nevi ferman
sayılabilecek, tanıtıcı ruhsat niteliğindeki bir belge ile beraber verilmişlerdir (Erüreten
2001: 13).
Osmanlı madalya ve nişanları genel olarak ödüllendirme amaçlıdır. Ancak,
Sultan II.Mahmud ve Sultan Abdülmecid dönemlerinde yaygın olarak kullanılan ve
büyük bir çeşitliliğe ulaşan rütbe ve görev nişanları bulunmaktadır. Bunlar askerlere,
396
Kemal Hakan TEKİN
devlet memurlarına ve diğer görevlilere yalnızca temsil ettikleri görevi belirtmek
amacıyla verilmişlerdir (Foto 2). Bu dönemde onbaşıdan sadrazama, hekimden
nalbanta kadar pek çok rütbeye ve göreve ait nişan mevcuttur (Erüreten 2001: 14).
Nişanların bazılarının “Şemse” (Güneş) denilen, ilgili nişanla beraber verilen ve
arkalarındaki iğneleri vasıtasıyla göğse takılan büyükçe formları vardır.
Osmanlı nişanları ve madalyalarının arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır.
Bunlardan biri, nişanların daha geniş konuyu ihtiva etmesi ve daha geniş zaman dilimi
içinde kullanılmış olmasıdır. 1852 tarihinde Sultan Abdülmecid´in ismine izafetle
“Mecidî Nişanı” yapılmıştır. Bu nişanın birden beşe kadar dereceleri ve murassası
vardı. Devlete hizmette özel gayret ve başarı göstermiş olan herhangi birisini
ödüllendirmek üzere ihdas edilen bu nişan birçok yabancı nişan gibi birden beşe kadar
sıralanan beş derece veya rütbeden oluşuyordu. Layık olan kişiye kayd-ı hayat şartıyla
verilen Mecidî Nişanı´nın her rütbesinin âdeti belirlenmiştir. Bu dönemde birinci
rütbesinden 50, ikinci rütbesinden 150, üçüncü rütbesinden 800, dördüncü rütbesinden
3.000 ve beşinci rütbesinden 6000, toplam 10.000 adet basılması kararlaştırılmıştır. Bu
nişan, 1862´de Sultan Abdülaziz devrinde geliştirilmiş dört rütbe ve murassası olan
Osmanî nişanı gibi kendisinden sonra gelen Sultan II. Abdülhamit hatta Sultan Reşat
devirlerinde de verilmeye devam edilmiştir (Artuk 1967: 15-17). Madalyalar ise pek az
istisna dışında bir olayın simgesi olarak çıkarılmış olup, bu olay ile ilgili kişilere
verilerek, bu süre sonunda görevlerini tamamlamışlardır. Örneğin Kırım Madalyası,
sadece bu savaşta kahramanlık ve başarı gösteren kişilere verilmiş, bir daha da başka
bir sebeple ve başka bir zamanda verilmemiştir. Bir diğer fark ise Osmanlı madalyaları
iki taraflı olarak, nişanlar ise bir iki istisna dışında arka tarafları boş olarak imal
edilmişlerdir.
İlk önceleri gerçekten yararlı ve başarılı kimselere verilmiş olan nişanlar, son
dönemde yararlı olsun olmasın herkese verilir olmuş, yabancı tüccarlara, sanatçılara
(Foto 3), bankerlere, hatta bu kişilerin eşlerine, padişahın kahvecisinden arabacısına
kadar dağıtılmıştır. Nizamnameler, iradeler ve kayıtlar incelendiğinde büyük paralara
mal olan ve Devlet hazinesini sora sokan mücevherli üst rütbe nişanlar ile büyük boy
altın madalyaların daima imtiyazlı ve yönetime yakın kişilere verilmiş olduğu görülür.
Bunun yanında, savaşlarda büyük kahramanlık ve fedakârlık göstermiş olan gazilere
ve şehit yakınlarına birkaç gramlık gümüş madalyalar verilmiş, Hamidiye Kruvazörü
kahramanlarına bakır madalya layık görülmüştür. Ne yazık ki Osmanlı Devletinin son
dönemindeki kurumlar gibi bu kurum da gerçek amacından uzaklaşmıştır.
Maddi değeri çok büyük olan ve imtiyazlı kişilere verilen gösterişli nişanların
yanında, gümüş ve bakırdan üretilen ve gerçek kahramanlara verilen madalyaların
manevi değerleri ve ihtiva ettikleri şeref elbette çok daha yüksektir. Türkiye
Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra 26.11.1934 tarihli ve 2590 sayılı Devrim Yasası ile
Osmanlı nişan ve madalyaları kaldırılmış, yalnız savaş madalyaları bunun dışında
tutulmuştur (Erüreten 2001: 14).
Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 397
Sultan Abdülmecid Dönemi
Sultan Abdülmecid, II. Mahmud’un büyük oğlu ve Abdülaziz’in ağabeyi idi.
Annesi Bezmiâlem Sultan’dır (Foto 4). Bir Batı dili, Fransızca bilen ilk padişah sıfatı ile
17 yaşında tahtta çıkmıştır. Abdülmecid şehzadeleri bunaltan kafes hayatını tanımadan
yani geleneklere göre değil, zamanın gereklerine göre yetirilmiştir (Karal VI/1995: 98).
Sultan Abdülmecid’e babasından iki pürüzlü problem miras kalmıştı: Mısır
paşası Mehmed Ali ile yapılmakta olan harp, diğeri de Osmanlı devletine yeni bir
düzen vermek amacıyla, ilanı kararlaştırılmış bulunan “Tanzimat” (Karal V/1995, 169).
Abdülmecid’in hükümdarlığının başlangıcına işaret eden Hatt-ı Hümayun onun adına
çıkarılmışsa da padişah insiyatifiyle ilan edildiği söylenemezdi; bir devlet adamı olan
Harciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa’nın eseriydi (Davison 1997: 46).
1839 tarihinde Gülhane’de okunan Gülhane Hatt-ı Hümayunu, gelenekçi
kalıplar altında şerî’at’a ve gelenekçi devlet anlayışına saygı göstermekle beraber,
kanun ve devlet telâkkisinde ve idari prensiplerinde modern kavramlar getirmekte,
belirli pratik gayelerle idareyi yeni baştan düzenleme amacını gütmekteydi (İnalcık
1993: 359). Sonuçta Gülhane Hatt-ı Şerif’i bazen bir tür anayasa şeklinde
tanımlanmaktaysa da fermanda padişahın iktidarını kısıtlayan hiçbir fiili engel ya da
yaptırım bulunmuyordu (Davison 1997: 49). Ancak, Tanzimat devri, bürokrasinin
devri olacaktır (İnalcık 1993: 354).
Maliye’de ıslahat Tanzimat’ın temelini teşkil ettiğinden ve idari sahada yapılan
ıslahat ile merkezden geniş yetkilerle muhassılların tayini vergi işlerini valilerin ve
ayanın kontrolünden kurtarmak ve böylece onların yaptıkları veya sebep oldukları
suistimallere son vermek gayesini gütmüş ve bu da tepkilerin çıkmasına neden
olmuştur (İnalcık 1993: 371).
Bu arada, Mısır ciddi bir sorun olarak Osmanlı’nın gündemini işgal ederken,
sorunu yine Avrupa devletleri çözmüştür. Sonuçta, Bab-ı Ali itirazlarına rağmen, 24
Mayıs 1841’de, Mısır’daki Mehmet Ali Paşa’ya isri valilik verilmek zorunda kalınacaktı
(Akşin 2002: 126).
Boğazlar Osmanlı’nın sahip olduğu ve Avrupalı devletlerinin de sahip olmak
istediği diğer önemli bir yerdi ve sorun, Osmanlı gücünü kaybettikçe daha da
büyüyordu. Londra’da 1841 yılında imzalanan ve Fransa ile Osmanlı Devletinin de
katıldığı anlaşmayla Boğazların Osmanlı Devleti barış halindeyken bütün savaş
gemilerine kapalı tutulması kabul edilmiştir ki bu, Rusya’nın Hünkar İskelesi
anlaşmasının feshi ve Osmanlı’nın Avrupa’nın ortak egemenliği altına girdiğinin bir
göstergesi anlamını taşımaktaydı (Akşin 2002: 126).
Aristo’nun devrimler için söylediği savaşlar ve de özellikle Kırım Savaşı için de
doğrudur: “Savaşı ortaya çıkaran yakın ya da ani neden önemsiz olabilir ama gerçek
ya da temel nedenler her zaman çok önemlidir ” (Sander 1993: 214).
Asıl sebep tam olarak emperyalist devletlerarası rekabettir. Ana sebeplerden
biri Osmanlı’nın üzerinde Rusya’nın Hünkâr İskelesi ile yakaladığı üstünlüğü İngiltere
ve Fransa’ya kaptırması ve daha da ileri giderek 1853’te I. Nikola’nın İngiliz elçisi ile
398
Kemal Hakan TEKİN
görüşürken kullandığı “hasta adam” tabirinin sahibi Osmanlı paylaşımından daha
erken ve daha büyük pay istemesidir (Akşin 2002: 130–31). İngiltere ve Fransa’nın
ortak düşünceleri ise Rusya’nın Avrupa kıtasının dışında tutulmasıydı ki Kırım Savaşı
“soğuk savaş” ortamının önemli bir özelliğinin 19. yüzyılın ortasında anlamlı bir
örneğidir (Sander 1993: 216).
Rusya karşısına Osmanlı-İngiltere-Fransa ittifakı çıkmış ve 1855 Eylül’ünde
başlayan Kırım Savaşı Rusya’nın yenilgisi ile 30 Mart 1856 son bulacaktır. Paris
Antlaşmasının Osmanlı açısından önemi ise Avrupa devletleri haklarından yani ve
Avrupa hukukundan yararlanmasının kabul edilmesidir (Karal V/1995: 243). Eşitlik ve
Avrupalılık da tamamen lafta kalacaktı ki hemen orada Ali paşa bu gelişmeleri ciddi
sanıp kapitalüsyon düzenine son verilmesini önerdiğinde karşılaştığı donuk tepki
bunun işaretidir (Akşin 2002: 133).
Paris Antlaşması öncesi Viyana’da kabul edilen barış ön şartlarından biri,
Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan uyruklarına tanımış olduğu hakların yeniden ve
kendiliğinden teyid edilmesini öngörüyordu; bu nedenle 18.2.1856’da bu gereği yerine
getirmek üzerine Islahat Fermanı ilan edildi (Akşin 2002: 132).
Gülhane hattındaki prensipleri yeniledikten sonra yirmi maddelik yenilikler
yirmi madde altında toplanmıştır (Karal V/1995: 250). Türklerin çoğu, Tanzimat ve
İslahat reformlarına, başka nedenlerden dolayı değil, büyük ölçüde Batı’nın karşısında
aşağılayıcı bir boyun eğmeyi simgelediği için karşı çıkmışlardır (Sander 1993: 206).
Müslümanlarla eşit duruma getirilmiş bulunan Hıristiyan dini önderleri,
topraklarına denetleme getirmesi ve aforoz yetkileri de elinden alınması nedeniyle bu
fermanlara muhalif olmuşlardır (Sander 1993: 226–227). Hatta İzmit Metropolitinin
Fermanın, okunduktan sonra atlas kesesine konması üzerine “bir daha bu keseden
çıkmamasını Tanrı’dan temenni edelim” dediği rivayet edilir (Karal VI/1995: 11).
Ortodoks Rumlar, Osmanlı ülkesinde seçkin ve ayrıcalıklı bir etnik grup olmalarından
ötürü devlet bürokrasisinde, kitabet hizmetlerinde kullanılan tek gayrimüslim grup
olarak herhangi bir etnik gruba göre en iyi durumdaydılar (Ortaylı 2005: 62).
Fermanların getirdiği eşitlik ilkesi tüm bu imtiyazların elden çıkışı anlamına
gelmekteydi ki, muhalefet diğer gayri Müslimlerle bu ayrıcalıkların paylaşılmasına
çıkmıştır. İmparatorlukta örneğin Protestanlığın gelişip güçlenmesi ve şimdiki hukuki
ve toplumsal statüsü değişen bir Musevi cemaati her şeyden önce Hıristiyanları
rahatsız etmiştir (Ortaylı 2005: 93).
Ulusalcı hareketlere dönüşme durumu Abdülmecid zamanı için, Lübnan
sorunu ve Suriye, Eflak-Boğdan ve Sırbistan olayları, Karadağ isyanları şeklinde
sıralanabilir. Bu karışıklıklar her zaman Osmanlı Devleti aleyhine
sonuçlandırılmaktaydı. Nitekim 1840’lı yıllarda başlayan ve 1860’lara değin süren
Cebel-Lübnan karışıklık ve isyan sonucunda müstakil bir sancak haline gelmiştir
(Akşin 2002: 137).
Sultan Abdülmecid’in ıslahatları, en çarpıcı şekilde saltanat adetlerinde izlenir.
Ufak tefek gibi görünen yeni adetler Abdülmecid’in Avrupa hükümdarları gibi hareket
etme zihniyetinde olduğunu göstermektedir (Karal VI/1995: 104). Bunlar arasında
Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 399
saraya kapanmak âdetini bırakarak teftişlere çıkması; hatta kara yoluyla 1845’te Silistre
ve Girit’e seyahati; Kırım harbi zamanında elçilerin görüşme taleplerini kabul etmesi,
diğer hanedan üyelerinin ziyaretlerine iadeyi ziyaret etmesi, padişahların verme
geleneğinin olduğu ama alma geleneğinin kabul görmediği nişan konusunda çığır
açarak Fransız büyükelçisinin verdiği Lejyon donör nişanını alması ve hatta elçilikteki
baloya devlet erkânı ile teşrif etmesi sayılabilir (Karal VI/1995: 102-104).
Sultan Abdülmecid, dışardan aldığı borçların bir kısmıyla yaptırdığı yapılar
arasında; Dolmabahçe Sarayı (1853), Beykoz Kasrı (1855), Küçüksu Kasrı (1857),
Mecidiye Camii (1849), Teşvikiye Camii (1854), sayılabilir. Bezmiâlem Valide Sultan
Gureba Hastanesi'ni ve Yeni Galata Köprüsü gibi yapılar da yeni anlayışın kamu
yapıları olarak anılmaktadır (Eyice 1981: 165-173; Kuban 2007: 610-625).
Hukuki reformlar içinde şeriat mahkemelerindeki kadılara denetimin
getirilmesinin sorunları çözmediği görülünce, nizamiye mahkemelerinin temeli
atılarak III. Selim’in yeniçeri ocağı yanında bir Nizam-ı Cedit askeri kurması gibi yeni
bir adalet mekanizması kurmaya başlamıştır. Bu amaç doğrultusunda mahkemeler ve
kanunlar, ticaret kanunnamesi, ceza kanunnamesi gibi dallara ayrılmıştır.
Eğitim Kurumları Tanzimat döneminin öncelikli ıslahat çalışmalarının
gerçekleştiği yer olmuştur. Sıbyan mekteplerinin düzeltilmesine çalışılmış; lise
ayarında bir eğitim seviyesi getirilerek 1849’da ilk örneği İstanbul’da faaliyete geçmiş,
kız öğrenciler için rüştiye 1858’de yine İstanbul’da bir rüştiye açılmıştır. Harb Okulu
içinde 1849’da veteriner sınıfları açılarak Veteriner Okulu’nun temeli atılmış; 1842
tarihinde Askeri Tıb okulu’nda da kadınlar için Ebe kursu şeklinde bir eğitim
verilmeye başlanmıştır. 1859 yılında ise Bab-ı Ali’nin nitelikli personel ihtiyacını
karşılamak amacıyla eğitim verecek Mekteb-i Mülkiye, 1847’de Ziraat Mektebi, 1859’da
Orman Mektebi, 1860’da ise telgraf mektebi kurulmuştur (Karal VI/1995: 170-176).
Bütün bu eğitim sistemindeki yeniliklerin bir anlamda lokomotifi olacak Ercümen-i
Daniş yani Akademi 1850 yılında faaliyete geçirilmiştir (Karal VI/1995: 177).
Resmi olmayan ilk Türkçe periodik, haftalık Ceride-i Havadis, 1840 da William
Churchill tarafından çıkarılmaya başlanmış, Kırım Savaşı sırasında yayınlanan özel
ilavelerde yayınlanan haber yazıları dört gözle haber bekleyen Osmanlı okuyucuya
gazetenin fonksiyonu ve değeri hakkında yeni bir kavrayış kazandırdı (Lewis 1970:
146). 1851’de Şirket-i Hayriyye denilen Boğaziçi vapurları işletilmeye başlanmış,
1853’te başlayan Kırım Harbi sırasında ilk telgraf hattı İstanbul-Varna-Kırım hattı
olarak döşenmiştir (Hutteroth 2000: 291–296).
Maliyede de ne kadar reformlar yapılmaya çalışılıyorsa da harcamaların,
özellikle sarayın israfı önüne geçilemediği için hiç arzu edilmeyen bir sonuç olan borç
batağına doğru hızla yol alınmaktaydı.
Kırım savaşında alt üst olan Osmanlı maliyesini düzeltmek için 1854 yılında ilk
kez Avrupa’dan, İngiltere ve Fransa’dan 5 milyon İngiliz altını %4 faiz ve %1
amortismanla borç alındı (Akşin 2002: 134). Bu usule çok çabuk alışılarak Abdülmecid
400
Kemal Hakan TEKİN
devri sonuna kadar yani altı yılda dört defa daha borçlanma tekrar edilmiştir (Karal
VII/1995: 224)
1856 yılında Kırım Savaşı sırasında bir İngiliz sermaye grubu tarafından
kurulan sonrasında 1863’te İngiliz ortaklara yüzde 50 payla Fransızların katılımı ile
kurulan Bank-ı Osman-i Şahane günlük faaliyetleri Londra ve Paris’ten yönetilen
kurullar tarafından yönetilmekteydi. Bankanın önemi, devlete kısa vadeli borçlar
sağlaması karşılığında hazinenin en önemli işleri bu bankaya verilmesidir. Banka
devletin dış borç ödemelerinin büyük kısmı banka üzerinden yapılmakta ve bankaya
yüzde 1 komisyon ödenmiştir (Pamuk 1999: 230).
Galata bankerleri de bu piyasadan pay kapmak amacıyla İngiliz, Fransız ve
Avusturyalı sermaye gruplarıyla ortaklıklar kurmaya ve başkentte yeni bankalar
açmaya başladılar. Devletin Beyoğlu sarraflarından alınan borçlar da 80 milyon altın
lirayı aşacaktır. Bunlar için rehin verilen mücevherlerle borç senetlerinin bir bölümü
yabancı tüccar ve bankerlerin eline geçti. Durumu sert biçimde eleştiren sadrazam
Mehmet Emin Âli Paşa ise 18 Ekim 1859 da azledilmiştir.
Bu mali keşmekeş içinde Sultan Abdülmecit, 39 yaşında iken, türberküloz
hastalığından 25 Haziran 1861 yılında hayata gözlerini yumdu.
Osmanlı Devletinde Mecidî Nişanı Geleneği
Islahatçı kimliği ile tanınan ve daha önceki dönemlerde verilen nişanları
lağveden Sultan Abdülmecid, kendi ismini alan Mecidî Nişanı dönemini başlatma
hazırlıklarına girişti. Bu yeni nişanın ihdas kararının tam olarak ne zaman alınmış
olduğu net olarak belli olmamakla birlikte, bu yöndeki çalışmaların 1852 yılının ilk
yarısında gerçekleştirilmiş olduğu kesin gibidir. 29 Ağustos 1852 tarihinde ise Mecidî
Nişanının ihdasını ilan eden nizamname yayınlanmıştır. Bu nizamnamede yirmi sekiz
madde halinde nişanın alametlerinin nitelik ve özelliklerinin tanımı yapılmaktadır.
Mecidî Nişanının Avrupai bir nişanın gerektirdiği tüm hukuki ve idari çerçeveyle
donatılmış olarak ihdas edilmiş olması ilgi çekicidir (Eldem 2004: 176). Aslında
Avusturya İmparatoru Franz Joseph’in henüz üç yıl önce yaptığı gibi Sultan
Abdülmecid de bu nişana kendi adını vererek şahsileştirmeye karar vermiş, daha önce
devletin yenilenen para sistemine uyguladığı çözümü nişanına da yansıtmıştı (Eldem
2004: 182). Gelenek ile Avrupa kaynaklı modernliğin adeta bir sembolü haline gelen
Mecidî Nişanı, çok kısa sürede büyük bir başarıyla Osmanlı devlet geleneğinde yerini
aldı. Öncelikle padişahın portrelerinde gerekli değişiklikler uygulanarak, daha önce
takmış olduğu görkemli nişanların yerine yeni nişanın alametleri yerleştirilmeye
başlandı. Bu yeni nişan Osmanlı devleti hakkında yazılan eserlere de hemen dâhil
edildi. Aynı şekilde bu yeni nişanın alametlerinin görüntüleri, o dönemde gayet
popüler olan tarih, coğrafya ve hanedan secereleri üzerinde yayınlanan kitapların
resimli levhalarında da yer almaya başlamıştı (Eldem 2004: 182-183). Mecidî Nişanının
tam olarak ne zaman verilmeye başlandığı hakkında tam bir bilgi bulunmamakla
beraber, ihdasından kısa süre sonra olduğu tahmin edilir. Bu nişanı ilk alanlar arasında
birinci rütbe ile taltif edilen Mekke Şerifi Abdülmuttalip Efendi bulunuyordu (Eldem
2004: 183).
Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 401
Mecidî Nişanı nizamnamesi son derece teferruatlı bir şekilde kaleme alınmıştır.
Altı maddeden oluşan ilk fasılda nişanın genel şart ve nitelikleri belirtilmekteydi. Bu
nişan, devlete hizmette özel gayret ve başarı göstermiş olan herhangi bir kişiyi
ödüllendirmek üzere ihdas edilmişti. Padişahın kendi himayesinde bulunan bu nişan,
birçok yabancı nişan gibi birden beşe kadar sıralanan beş derece ve rütbeden
oluşuyordu (Eldem 2004: 176-177). Her rütbede verilebilecek nişan sayısına bir tavan
getirilmişti. Birinci rütbede 50, ikincide 150, üçüncüde 800, dördüncüde 3000 ve
beşincide 6000 olmak üzere toplam 10.000 nişan verilebilmesi öngörülüyordu. Bir tek
yabancılara verilecek olan nişanlar bu sayıların dışında tutularak herhangi bir
sınırlamaya tabi tutulmamıştı. Nihayet verilen nişanların kayd-ı hayat şartıyla
verilecekleri belirtilmekteydi (Artuk 1967: 15-16). Sultan Abdülmecid tarafından
başlatılmış olan bu gelenek Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar sürmüş ve diğer
padişahlar döneminde de yaptırılarak kullanılmış ve dağıtılmıştı (Erüreten 2001: 208).
Aynı zamanda Mecidî Nişanı, en sık verilen nişan olma özelliğini her zaman
koruyacaktı (Eldem 2004: 183).
19.yüzyılın sonuna, 20.yüzyılın başına ait salnamelerin devlet memurlarına
verilen nişanların sayısının güvenilir bir kaynağı olduğu düşünülürse 1906 yılı
salnamesinde Mecidî Nişanına sahip askeri ve mülki görevlerde bulunan kişilerin
sayısının 4500’ün biraz altında, yani 1861’de ihdas edilmiş olan Osmani Nişanının
yaklaşık bir buçuk katı olduğu göze çarpmaktadır (Eldem 2004: 183).
Nizamnamenin ikinci faslı, nişanın alametlerinin niteliklerini ve nasıl
takılmaları gerektiğini düzenleyen üç maddeden oluşuyordu. Bu konuda da Mecidî
Nişanı, rütbeler arasında karşılaştırma için bu dönemin batı nişanlarında kullanılmakta
olan başlıca unsurlardan istifade etmekteydi. Alametlerin boyu, kurdela veya kordon
kullanımı, boyundan veya göğse asılan nişan ile şemse farkı ve bu alametlerin kıyafet
üzerinde kullanılacakları yerlerin tespiti. Nişanın alametlerinin fiziki özellikleri gayet
net bir şekilde açıklanmaktaydı. Üçer şubeli yedi şuadan oluşan bir güneş şeklini alan
alametlerin şualarının arasında “Alamet-i Seniyye-i Devlet-i Aliye” olarak nitelenen ay
yıldız motifleri yer alacaktı. Nişanın ortasındaki madalyon, ilk dört rütbede altından,
beşincisinde ise gümüşten imal edilecek ve üzerinde Sultan Abdülmecid’in tuğrası yer
alacaktı. Etrafındaki koyu kırmızı mine çevre üzerine altın harflerle “işbu nişan-ı ‘Âliye
Nâiliyet İçin Sıfat-i Lâzıma-yı İstihkâkiye Olan Hamiyet ve Gayret kelimeleri” ve ihdas
tarihi olan 1268 tarihi işlenecekti.
Şemse dışındaki alametlerin bir de ay yıldız şeklinde bir askısı bulunacaktı. İlk
iki rütbede bu alamet boyun etrafında yeşil şeritli kırmızı kurdelayla takılacaktı (Foto
5-6). Buna ilaveten bu iki rütbenin bir de şemsesi olacaktı. Birinci rütbeninki biraz daha
büyük olup göğsün soluna iğnelenecekti (Eldem 2004: 178). Sadece birinci derece
Mecidî Nişanının mücevherlisi mevcuttu. Devletin en yüksek kademelerindeki kişilere
verilen bu nişan ve şemse üzerinde toplam olarak 50 kıratlık 778 adet pırlanta ve yakut
bulunmaktaydı (Erüreten 2001: 208). İkinci rütbeninki ise biraz daha küçük olarak
göğsün sağ tarafına iğnelenecekti. Üçüncü rütbe, birincininkinden küçük ama
402
Kemal Hakan TEKİN
ikincisinden büyük bir boyun nişanından ibaret olacaktı (Foto 7). Dördüncü rütbe ise
üçüncüden biraz daha küçük olup göğsün soluna iğnelenecek (Foto 8), beşinci
rütbeninki ise (Foto 9) aynı şekilde takılacak daha küçük boyu ve gümüş ortasıyla
tefrik edilebilecekti (Eldem 2004: 178).
Nişanların ayırt edici özelliklerinden biri de özellikle arka yüzde yer alan
“Darbhane-i Amire” ya da “kuyumcu” damgaları ve markalarıdır. Bunlar içinde en
çok rastlanan “Darbhane-i Amire” nin kendi damgasıdır. Bu damganın yanında sık sık
kıymetli metallerde ve özellikle gümüşte kullanılan tuğra, sahh ve ayar damgalarına
da rastlanabilmektedir. Bu damganın yanında kuyumcu Düzoğulları’nın 1870 tarihini
taşıyan ve “Düz Tarz-ı Cedid” ibareli damgalarına da rastlanır (Foto 10). Mecidî
Nişanları yurtdışında ve özellikle Paris’te imal edilmiş olduğundan arkalarında
Fransız ve başka yabancı kuyumcuların damga ve markalarını görmekte mümkündür
(Eldem 2004: 184).
Tüm Mecidî Nişanlarının sahiplerinin vefatı halinde bu nişanlar hazineye
intikal ettirilmek zorundaydı ve birinci derece nişanın berat harcı 500 kuruş, ikinci
derece nişanın berat harcı 100 kuruş, diğer derecelerin berat harçları ise 50’şer kuruş
olarak belirlenmişti (Artuk 1967: 17).
Nişana hak kazanmak için en az yirmi senelik bir hizmet şartı konulmuştu. Bir
rütbeden diğerine geçmek için de daha alt rütbede geçirilmiş sene adedi önemliydi. Bu
hizmet süreleri beşinci rütbe sınıfında iki, dördüncü ve üçüncüde üç, ikincide dört sene
şeklinde ayarlanmıştı. İstisnai olarak subayların harp zamanında geçirdikleri hizmet
süreleri çift sayılacaktı (Eldem 2004: 178). Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu olan
Mustafa Kemal Atatürk’e de 25 Aralık 1906 tarihinde, Kurmay
Yüzbaşı rütbesindeyken görev aldığı Şam'daki üstün hizmetlerinden dolayı sultan
II.Abdulhamid tarafından 5. derece, 12 Aralık 1916 tarihinde, 16. Kolordu Komutanlığı
görevinde gösterdiği olağanüstü başarılarından dolayı Sultan V.Mehmed tarafından 2.
derece, 23 Eylül 1917 tarihinde Kafkasya Cephesi'ndeki üstün başarılarından dolayı
Sultan V.Mehmed tarafından Kılıçlı Mecidî Nişanı ve son olarak 16 Aralık 1917
tarihinde I. Dünya Savaşındaki üstün başarılarından dolayı Sultan V.Mehmed
tarafından 1. derece Kılıçlı Mecidî Nişanı olmak üzere toplam dört adet Mecidî
Nişanına sahip olduğu bilinmektedir (Foto 11).
Mecidiye nişanı nizamnamesinin 12. maddesine göre öncelikle bu nişanın
beşinci rütbesi verilecektir. Aynı nizamnamenin 13. maddesi gereğince bu nişanın bir
rütbesinden diğerine geçmek için nişan sahibinin devletine üstün başarı ile hizmet
etmiş ve en az beşinci rütbede iki yıl, dördüncü, üçüncü ve ikinci rütbelerde üçer yıl
beklemiş olmak gerekmektedir (Artuk 1967: 17). Yine aynı nizamnamenin 19. maddesi
uyarınca birinci ve ikinci derece rütbeleri almaya hak kazananlar padişahın
huzurunda, diğer rütbeleri almaya hak kazanmış olan kimseler, bağlı bulundukları
sınıfın en büyük subayı, taşrada bulunanlar ise bulundukları yerin en yüksek rütbeli
zatının huzurunda nişanlarını göğüslerine takmak şerefine nail olacaklardır.
Nizamnamenin 21. maddesine göre bu nişanlar her ne kadar kayd-ı hayat şartıyla
veriliyor olsa da alan kişinin devlete hainlik, hırsızlık, katillik ve rüşvet gibi suçları
Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 403
işlemiş ve mahkemece de suçları sabit olanlardan, alacakları cezadan başka elde etmiş
oldukları nişanlar da geri alınacaktır (Artuk 1967: 18).
Nişanını herhangi bir sebeple kaybeden kimselerden gösterecekleri vesaik
üzerine birinci derece mecidiye nişanı ve şemsesi için 3000; kılıçlısı olursa 3100; ikinci
derece nişan ve şemsesi için 2500; kılıçlısı olursa 2600; üçüncü ve dördüncü rütbe
Mecidî Nişanlarından 1500; kılıçlısı olursa 1550; beşinci rütbe Mecidî Nişanından 1400;
kılıçlısı olursa 1450 kuruş alınarak kendilerine yeniden nişan verileceği belirtilmektedir
(Artuk 1967: 18). “Kılıçlı” ibaresinden kasıt (Foto 12), Sultan Reşad döneminde
çıkarılan bir nizamname ile diğer bazı nişan ve madalyalarla birlikte Mecidî Nişanına
da, muharebelerde başarısı görülen asker kişilere verilmek üzere, Avrupa’daki benzer
nişanlarda olduğu gibi, nişan gövdesi üzerine çift kılıç ilave edilerek dağıtılmıştır
(Erüreten 2001: 208).
Mecidî Nişanının muhtelif ilham kaynakları bulunduğu şüphesizdir. Daha önce
ihdas edilmiş bazı Osmanlı Nişanları, yeni alametlerin genel görüntüsü üzerinde etkili
olmuştu. Bu anlamda, Mecidî Nişanının daha önceki Osmanlı nişanlarıyla büyük
ölçüde devamlılık ve istikrar sağladığını söylemek mümkündür.
Mecidî Nişanı beşer şualı yedi şubeden ibaret olacaktı ve ortası kabarık güneş
şeklinde tasarlanmıştı. Kısımlardan her birinin beş şuasından ortadaki en uzun, bunun
iki tarafındakiler bir diğerinden biraz kısa olmak üzere kademeli olarak küçülür ve
hepsinin uçları sivridir. Kısımların arasında bunların zemininden biraz yüksekçe
konulmuş bir ay yıldız vardır. Nişanın ortasında çember ile çevrilmiş kabarık bir tuğla
sırası bulunmaktadır tuğralı sahanın etrafında, koyu kırmızı mineli bir saha üzerinde
altın ile nişanın yukarısında ve asılma noktasının altına gelmek üzere “gayret”, (sağda)
“hamiyet”, (solda) “sadakat”, gayret kelimesinin karşısına tesadüf etmek üzere en altta
“sene 1268” yazısı konulmuştur (Artuk 1967: 16).
Her ne sebep ve şart olursa olsun Mecidî Nişanının görüntüsünü belirleyen en
temel unsurların çoğu açık bir şekilde yabancı nişanlardan esinlenişti. Kordon,
kurdela, nişan ve şemse bunların birer ispatıydı (Eldem 2004: 179).
Nişanın beş rütbeye bölünmüş olması batıda kullanılan en tanınmış nişanlarda
kullanılan bir sistemdi. Nişan ve şemselerin görüntüsünün birçok özelliği de belirgin
bir şekilde batı geleneğini yansıtmaktaydı. Nişanların asılması için ay yıldız şeklindeki
bir askı eklenmesi, çoğu Avrupa nişanında aynı amaçla görülen askıların bir
uyarlamasından başka bir şey değildi. Aradaki tek fark askının şeklindeydi. Batı
nişanları ile Mecidî Nişanlarının arasındaki en temel farklılıklardan biri genel
görüntülerine hâkim olan şekilden kaynaklanmaktaydı. Batı nişanlarının çoğunda
genel görünümde haç ve haç varyasyonlarının hâkimiyeti görülürken, Osmanlı Devleti
nişanlarında her zaman yıldız veya güneş şekillerinin varyasyonları üzerinde
durmuşlardır. Buna rağmen Mecidî Nişanı şemsesi, Prusya Kara Kartal Nişanı,
Portekiz Hz. İsa Nişanı, İngiliz Saint Michael and Saint George Nişanı, Rus Saint
Stanislas veya Fransız Légion d’honneur (Foto 13) gibi batı nişanlarının şemselerinden
pek farklı bir görünüm arz etmemiştir. Doğu nişanlarına bakıldığında net bir şekilde
404
Kemal Hakan TEKİN
Avrupa örneklerinden ayrılmaktadır. Özellikle Japon nişanlarıyla kıyaslandığında
Osmanlı Nişanlarının oldukça Avrupai bir görünüm yansıttığı dikkatlerden kaçmaz
(Eldem 2004: 179-181).
Mecidî Nişanları, çok uzun süre hayatiyetini sürdürmüş olduğu için, değişik
müesseselerde, değişik zamanlarda imal edilmiş, bu sebeple de formunda ve
ölçülerinde tam bir standart sağlanamamıştır (Erüreten 2001: 208).
SONUÇ
Kelime anlamı ile belirli bir işaret, hedef, alamet-i farika, ayrıcalık gibi
anlamlara gelen nişandan önce Osmanlı Devleti sarguç, tüy, ve çelenk gibi semboller
kullanmışlardır. Nişanlardan önce kullanılan birer ödüllendirme vasıtası olmaları ve
belirli standartları sebebiyle özellikle çelenkler, Osmanlı nişanlarının atası
sayılmaktadır (Erüreten 2001: 13). Bu dönemden sonra farklı padişahlar zamanında da
aynı amaçlar doğrultusunda verilmek üzere ihdas ettirilen nişanlardan sonra Sultan
Abdülmecid döneminde ihdas ettirilen, sayıları ve veriliş kriterleri nizamnamelerle
standarda bağlanmış olan Mecidî Nişanları, kendisinden önceki dönemlerde verilen
nişanlardan ayrılmaktadır.
Sultan Abdülmecid döneminden sonra tahta çıkan diğer Osmanlı padişahları
tarafından da devam ettirilmiş olan Mecidî Nişanı geleneği, Osmanlı Devletinin iç
işleyişinde sürekli olarak kullanılmış, aynı zamanda devletin uluslararası bir itibar
kazanmasına katkıda bulunmuş olduğuna dikkat çekmek gerekir. Özellikle Kırım
Savaşından sonra Osmanlı Devleti’nin Avrupa siyasetinde kendine yer açabilmesini
sağlamak amacıyla Kırım madalyalarının kullanıldığı görülmektedir. Hatıra
madalyalarının üzerinde yer alan imgelerden padişahın yabancı nişanları kabul edişine
ve askeri madalyaların tasarımlarından müttefiklere nişan verilişine bakılacak olursa
Osmanlıların varoluş iddialarını artık bu simgelerle gösterme konusunda ne kadar
başarılı olabildikleri de gözden kaçırılmamalıdır (Tekin 2014: 294).
Özellikle çalışma konusu olan Mecidî Nişanlarının hızlı bir şekilde itibar
kazanmış olduğunun altını çizmek gerekir. Mecidî Nişanlarıyla beraber bir zamanlar
egzotik birer ödül olarak görülen Osmanlı nişanları artık belirli bir standardizasyona
bağlı olarak batı nişanlarıyla eşdeğer bir hal almaya başlamıştır. Örneğin yabancı bir
devlet adamının göğsündeki Mecidî Nişanı, “medeni dünya” nın herhangi bir
nişanıyla aynı görüntüyü vermekteydi (Eldem 2004: 187). Bu durum da Batılılaşma
süreci içindeki Osmanlı Devletinin “Avrupa Ailesi” içindeki itibarının da yükselmesine
katkıda bulunmuştur.
KAYNAKÇA
AKŞİN, S. (2002). “Siyasal Tarih (1789-1908)”, Osmanlı Devleti, Cild 3, (Yay.Yön. Sina
Akşin), İstanbul: Cem Yayınevi. s.77-190.
ARTUK, E. – C. ARTUK. (1967). Osmanlı Nişanları. İstanbul: İstanbul Matbaası.
DAVISON, R.H. (1997). Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876, Cild 1-2 (Çev.:
Osman Akınhay), İstanbul: Papirüs Yayınları.
Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 405
ELDEM, E. (2004). İftihar ve İmtiyaz Osmanlı Nişan ve Madalyaları Tarihi. İstanbul:
Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi Yayınları.
ERÜRETEN, M. (2001). Osmanlı Madalya ve Nişanları. İstanbul: DMC Yayınevi.
EYİCE, S. (1981). “XVIII. Yüzyılda Türk Sanatı ve Türk Mimarisinde Avrupa Neo-
Klasik Üslubu”, Sanat Tarihi Yıllığı, IX-X 1979-1980, İstanbul. s.163-189.
HUTTEROTH, W. (1999). “Osmanlı Devleti’nde İlk Demiryolları” ( Çev. Nejat
Göyünç), Uluslararası Kuruluşunun 700. yıldönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı
Devleti Kongresi. Konya. s.291-296.
İNALCIK, H. (1993). “Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-i Hümâyûnu”, Osmanlı
İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi. İstanbul: Eren yayıncılık. s.348-
KARAL, E.Z. (1995). Osmanlı Tarihi , Cild V-VII, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi.
KUBAN, D. (2007). Osmanlı Mimarisi, İstanbul: Yem Yayınevi.
LEWIS, B. (1970). Modern Türkiye’nin Doğuşu. (Çev.: Metin Kıratlı) Ankara: TTK
Basımevi.
ORTAYLI, İ. (2005). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. İstanbul: Alkım Yayınevi.
PAMUK, Ş. (1999). Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları.
SANDER, O. (1993). Anka'nın Yükselişi ve Düşüşü, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
TEKİN, K.H. (2014). Kırım Savaşı Osmanlı Hatıra ve Asker Madalyaları. Zeitschriftfür
die Welt der Türken / Journal of World of Turks, 6 (1), 277-296
FOTOĞRAFLAR
(Foto 1) Amiral Nelson’un Mecidî Nişanlı Ceketi
406
Kemal Hakan TEKİN
(Foto 2) Ali Fuat Cebesoy 3. Derece Mecidî Nişanı İle.
(Foto 3) İtalyan Ressam Fausto Zonaro Mecidî Nişanları İle.
Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 407
(Foto 4) Sultan Abdülmecid Han (1823-1861)
(Foto 5) 1.Derece Mecidî Nişanı
408
Kemal Hakan TEKİN
(Foto 6) 2. Derece Mecidî Nişanı. Ön ve Arka Yüzleri
(Foto 7) 3. Derece Mecidî Nişanı. Özel Armudi Kutusunda
Osmanlı Devletinde Gelenekten Yeniliğe Geçişin Anlamlı Bir Sembolü: Mecidi Nişanları 409
(Foto 8) 4.Derece Mecidî Nişanı.
(Foto 9) 5.Derece Mecidî Nişanı, Ön ve Arka Yüz.
410
Kemal Hakan TEKİN
(Foto 10) Mecidî Nişanlarının Arka Yüzlerindeki Farklı Damgalar (Eldem 2004).
(Foto 11) Mustafa Kemal Atatürk Mecidî Nişanları ile.