32
Velyettn Ulusoy Hacı Bektaş Veli’ye Bağlılık Fkret Otyam Katkılara Eyvallah Ey Canlar Yaar Seyman Deyişlerin Yanık Sesi Esat Korkmaz Geri Dönüş Tapımı ve Kırklar Cemi İsmal Kaygusuz Yunus Emre - Bölüm I İlyas Şmek Abdal Musa Etkinlikleri CHP Adına Düzenlenmiş Yusuf Zamr İnsan Olmaya Geldik - Bölüm II İlhan Cem Erseven Alevi Cephesinde Neler Oluyor - Bölüm III Ham Kutlu Ölçüsüzlük ya da Yanlışlardan Öğrenmek Ahmet Koçak 2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü Sebahat Akkiraz’a verildi Sebahat Akkiraz ile Söyleştik Ula Özdemr Cavit Murtezaoğlu ile Söyleştik Bölüm II Metn Demrta Hamza Tanal ile Feyzullah Çınar’ı Dinlerken, 1983 İsmal Özmen Tasavvufda Müzik ve Sema Hasan Harmancı Hak’tan Doğanlar Döner mi Geriye Al Kele Günümüz Âşıklarından Taşlamalar Lütf Kalel Yedi Ulu Ozan Fyati: Ytl / / Austos Sayi: S ERÇEÞM E BİLİMLE GİDİLMEYEN Y OLUN SONU KARANLIKTIR 32 32 Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: [email protected] Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli Aylik Derg Bu Sayida (Devamı 2. Sayfada) ALEVİLER İÇİN SEÇİM BİR BİLMECE Dervişlik, hırkada, taçda değildir Hararet nardadır, sacda değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüste, Mekkede, Hacda değildir (Hacı Bektaş Veli) Aptallaşı yor muyuz? Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni S eçim sürecinde “ aptallaşıyor muyuz neyiz”; zaman bize daha hızlı koşuyor bunu biliyorum. Onu karşılama becerisini gösteremediğimiz için gelip bize çarpıyor; yara-bere içinde kalıp “telef ” oluyoruz. Sonra da zaman kötü diye dövünüyoruz. Zamanın kötülüğü, biz zaman olamadığımız içindir; zaman olabilseydik, zama- nın yerine geçebilseydik eğer birbirimize koşardık; anlaşırdık diye düşünüyorum; en azından kendimize rastlama olanağımız olurdu. Zaman olup birbirimize koşacağımıza, “siyasete müdahale ediyoruz” savıyla örgüt- lerimizi kendi sağına yatırım yapan sosyaldemokrat yapıya “koştuk ”. Koştuk da ne oldu? Körlüğümüzün bedeli ortaya çıktı. Bu toprağın en gerçekçi siyaseti olan Alevi-Bektaşi ta- rihi, sosyaldemokrat zemine yatırım yapmaya yöneldi. Alevilik-Bektaşilik denen tohumun temel üretim zemininin dışına şen CHP toprağında “ şük verim” vereceğini bir türlü öğrenemedik. Öyleyse böylesi dönemlerde ağırlıklı olarak sosyaldemokrat yapının solunda yatırım olanakları-seçenekleri yaratmak daha üretken olmaz mı ? Gerekiyorsa çok küçük oy oranıyla ezilenler adına politik anlamda “ erken uyarı sistemi” olunamaz mı ? Bunu bile beceremedik. Seçim “geliyorum”, dedi; biz “haber vermeden geldi, apansız bastırdı” biçiminde anla- dık. Hazırlıksız ve seçeneksiz yakalanan Alevi-Bektaşi örgütlülüğü, kimi örgüt yöneticile- rinin milletvekili olma hırslarını tatmin etmenin ötesinde sağlıklı sonuçlar üretebildi mi? Bence üretemedi. Alevi-Bektaşi siyaseti, topluluk ölçeğinde, Alevi-Bektaşi gelenekselliğini kucaklayan, o temelden beslenerek günümüze uzanan çağdaş bir tavrın-duruşun; toplumsal ölçekte ise Alevilerin-Bektaşilerin de içinde yer aldığı halk katının-sınıf temelinin çıkarlarına dayalı bir kavganın iktidara yönelik taşıyıcısı olmalıdır. Çağdaş Alevi-Bektaşi örgütlülüğünün “yazgısını” elinde tutan örgüt yöneticilerimizin, doğrudan demokrasi temelli, halkın yakın ve uzak çıkarına dayalı Alevi-Bektaşi geçmişini güncellemekten, Aleviliğin-Bektaşiliğin toplumsallaşma araçlarını saptamaktan ve siyasal siyasetini üretmekten “ aciz” olduğu anlaşıldı. Bu durum arkadaşların iyi ya da kötü olmala- rıyla ilintili değildir; bilgi ve becerilerini aşan bir durum olmasıyla ilintilidir. Alevi-Bektaşi örgütlülüğünün mücadele zemini halk katıdır; yani sınıf yoğun alandır. Orada demokratik hakların kesintisiz kavgasını verir; toplumsallaşma araçlarını harekete geçirerek Aleviliğin siyasal siyasetinin nerede ve nasıl üretileceğini, nerede-nasıl ve kim- lerle örgütleneceğini yaşama geçirir. Elde ettiği her hakkın kalıcı kazanımlar durumuna gelmesi için uğraş verir. Birey kimliğini, demokratik örgüt kimliğine dönüştürür. Yasaları zorlayan ya da egemen yargıyı kıran, daha açık anlatımla sistemin ezberini bozan bir “itaat- sizlik ” kanalında Aleviler-Bektaşiler için güdücü-yönlendirici bir bilinç-kültür oluşturur. O zaman somutlayalım: Alevilerin-Bektaşilerin kendi demokratik örgütlerini doğrudan taban alarak gösterecekleri siyasal tavır, tepki duydukları sosyaldemokrat siyasetin solun- da, ilerici toplumsal güçlerin bir blok oluşturarak iktidara yönelik olarak gerçekleştirecek- leri siyasal oluşuma katılmayı amaçlayabilir. Katılım sürecinde, Alevi-Bektaşi kimliğinin ılımlarının özümsenmesini sağlar. Uzantısında sosyaldemokratları da kendi siyasetlerini sorgulayacakları bir eğilimin içine sokmaya çalışır ya da böylesi bir sonuca neden olur. Bu tavır, bağımsız adaylarla gösterilebileceği gibi başka yollarla da gösterilebilir. Aleviler- Bektaşiler açısından, halk katında, emek zemininde “sınıf yoğun” değerleri öne alan anlamlı bir demokrasi blokunun özlenen biçimde gerçekleştirilememiş olması, yapılan yanlışlıkları

Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Serçeşme Dergisi, Sayı 32, Ağustos 2007

Citation preview

Page 1: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Velyettn Ulusoy Hacı Bektaş Veli’ye Bağlılık

Fkret Otyam Katkılara Eyvallah Ey CanlarYaar Seyman Deyişlerin Yanık SesiEsat Korkmaz Geri Dönüş Tapımı ve Kırklar Cemiİsmal Kaygusuz Yunus Emre - Bölüm Iİlyas Şmek Abdal Musa Etkinlikleri CHP Adına

DüzenlenmişYusuf Zamr İnsan Olmaya Geldik - Bölüm IIİlhan Cem Erseven Alevi Cephesinde

Neler Oluyor - Bölüm IIIHam Kutlu Ölçüsüzlük ya da

Yanlışlardan ÖğrenmekAhmet Koçak 2007 Yılı Hacı Bektaş Veli

Dostluk ve Barış Ödülü Sebahat Akkiraz’a verildi

Sebahat Akkiraz ile SöyleştikUla Özdemr Cavit Murtezaoğlu ile Söyleştik

Bölüm IIMetn Demrta Hamza Tanal ile Feyzullah Çınar’ı

Dinlerken, 1983İsmal Özmen Tasavvufda Müzik ve SemaHasan Harmancı Hak’tan Doğanlar

Döner mi GeriyeAl Kele Günümüz Âşıklarından TaşlamalarLütf Kalel Yedi Ulu Ozan

Fyati: Ytl / / Austos Sayi:

SERÇEÞMEBİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

3232

Genel Yayın Yönetmeni: Esat KorkmazSahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet KoçakSorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet KoçakYönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbulTel/Faks: +90.(0)212.519 56 35E-posta: [email protected]ı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 NurtepeKağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00Yayın Türü: Yerel - Süreli

Aylik Derg

Bu Sayida

(Devamı 2. Sayfada)

ALEVİLER İÇİN SEÇİM BİR BİLMECE

Dervişlik, hırkada, taç’da değildirHararet nardadır, sac’da değildir

Her ne arar isen kendinde araKudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir

(Hacı Bektaş Veli)

Aptallaşıyor muyuz?Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

Seçim sürecinde “aptallaşıyor muyuz neyiz”; zaman bize daha hızlı koşuyor bunu biliyorum. Onu karşılama becerisini gösteremediğimiz için gelip bize çarpıyor; yara-bere içinde kalıp “telef” oluyoruz. Sonra da zaman kötü diye dövünüyoruz. Zamanın kötülüğü, biz zaman olamadığımız içindir; zaman olabilseydik, zama-nın yerine geçebilseydik eğer birbirimize koşardık; anlaşırdık diye düşünüyorum;

en azından kendimize rastlama olanağımız olurdu.Zaman olup birbirimize koşacağımıza, “siyasete müdahale ediyoruz” savıyla örgüt-

lerimizi kendi sağına yatırım yapan sosyaldemokrat yapıya “koştuk”. Koştuk da ne oldu? Körlüğümüzün bedeli ortaya çıktı. Bu toprağın en gerçekçi siyaseti olan Alevi-Bektaşi ta-rihi, sosyaldemokrat zemine yatırım yapmaya yöneldi. Alevilik-Bektaşilik denen tohumun temel üretim zemininin dışına düşen CHP toprağında “düşük verim” vereceğini bir türlü öğrenemedik. Öyleyse böylesi dönemlerde ağırlıklı olarak sosyaldemokrat yapının solunda yatırım olanakları-seçenekleri yaratmak daha üretken olmaz mı? Gerekiyorsa çok küçük oy oranıyla ezilenler adına politik anlamda “erken uyarı sistemi” olunamaz mı? Bunu bile beceremedik.

Seçim “geliyorum”, dedi; biz “haber vermeden geldi, apansız bastırdı” biçiminde anla-dık. Hazırlıksız ve seçeneksiz yakalanan Alevi-Bektaşi örgütlülüğü, kimi örgüt yöneticile-rinin milletvekili olma hırslarını tatmin etmenin ötesinde sağlıklı sonuçlar üretebildi mi? Bence üretemedi.

Alevi-Bektaşi siyaseti, topluluk ölçeğinde, Alevi-Bektaşi gelenekselliğini kucaklayan, o temelden beslenerek günümüze uzanan çağdaş bir tavrın-duruşun; toplumsal ölçekte ise Alevilerin-Bektaşilerin de içinde yer aldığı halk katının-sınıf temelinin çıkarlarına dayalı bir kavganın iktidara yönelik taşıyıcısı olmalıdır.

Çağdaş Alevi-Bektaşi örgütlülüğünün “yazgısını” elinde tutan örgüt yöneticilerimizin, doğrudan demokrasi temelli, halkın yakın ve uzak çıkarına dayalı Alevi-Bektaşi geçmişini güncellemekten, Aleviliğin-Bektaşiliğin toplumsallaşma araçlarını saptamaktan ve siyasal siyasetini üretmekten “aciz” olduğu anlaşıldı. Bu durum arkadaşların iyi ya da kötü olmala-rıyla ilintili değildir; bilgi ve becerilerini aşan bir durum olmasıyla ilintilidir.

Alevi-Bektaşi örgütlülüğünün mücadele zemini halk katıdır; yani sınıf yoğun alandır. Orada demokratik hakların kesintisiz kavgasını verir; toplumsallaşma araçlarını harekete geçirerek Aleviliğin siyasal siyasetinin nerede ve nasıl üretileceğini, nerede-nasıl ve kim-lerle örgütleneceğini yaşama geçirir. Elde ettiği her hakkın kalıcı kazanımlar durumuna gelmesi için uğraş verir. Birey kimliğini, demokratik örgüt kimliğine dönüştürür. Yasaları zorlayan ya da egemen yargıyı kıran, daha açık anlatımla sistemin ezberini bozan bir “itaat-sizlik” kanalında Aleviler-Bektaşiler için güdücü-yönlendirici bir bilinç-kültür oluşturur.

O zaman somutlayalım: Alevilerin-Bektaşilerin kendi demokratik örgütlerini doğrudan taban alarak gösterecekleri siyasal tavır, tepki duydukları sosyaldemokrat siyasetin solun-da, ilerici toplumsal güçlerin bir blok oluşturarak iktidara yönelik olarak gerçekleştirecek-leri siyasal oluşuma katılmayı amaçlayabilir. Katılım sürecinde, Alevi-Bektaşi kimliğinin açılımlarının özümsenmesini sağlar. Uzantısında sosyaldemokratları da kendi siyasetlerini sorgulayacakları bir eğilimin içine sokmaya çalışır ya da böylesi bir sonuca neden olur. Bu tavır, bağımsız adaylarla gösterilebileceği gibi başka yollarla da gösterilebilir. Aleviler-Bektaşiler açısından, halk katında, emek zemininde “sınıf yoğun” değerleri öne alan anlamlı bir demokrasi blokunun özlenen biçimde gerçekleştirilememiş olması, yapılan yanlışlıkları

Page 2: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

2 Sayı 32

SERÇEÞME

“mazur” göstermez. Yöneticilerimiz, akılları-nın erdikleri gibi davrandılar; ama bu doğru yaptıkları anlamına gelmez.

Soralım-yanıtlayalım: Alevilik-Bektaşilik ne zaman yapılanıp biçimlendi? Ortaçağ’da. Nerede? Temel üretim zemininde, yani toprak-otlak üzerinde. Kimleri kucakladı? Belirleyici üretici güçleri ve bu güce yardımcı güçleri, yani köylüleri, çobanları, zanaat üreticilerini

Böyle olduğu için de kendisi dışında her inançtan insanın, yaratan-üreten olmak koşu-luyla sözcüsü oldu. Her davranışı, halkı kurtu-luşa taşıyan seçenek durumuna geldi.

Ama bugün Ortaçağ’da yaşamıyoruz. O günün temel üretim zemini bugün “az sınıf yoğun” bir üretim alanı durumuna dönüştü. O günün belirleyici üretici güçleri bugün, belirle-yicilikten “yardımcılığa” indi. Küçük mülkiyet temelinin küçük üreticileri oldu. Mülksüzlerin yardımcısı anlamında, “sınıf yoğun” alanın kı-yısına taşındı. Şimdi, kentler, fabrikalar temel üretim zemini; işçiler belirleyici üretici, köylü-ler yardımcı güç.

Yaşanan Alevi-Bektaşi gerçeği, yaşamın kendisindeki bu değişime ayak uyduramamış görünüyor; bu nedenle hâlâ bâtıni köylülük de-ğerlerinin taşıyıcısı durumunda. Kırdan kente göç olgusuna koşut olarak ağırlıklı biçimde kendilerinin de işçileştiklerinin ayırımında de-ğiller sanki. Küçük mülkiyetin ufuk sığlığıyla belirgin böylesi bir Alevi-Bektaşi gerçeği, sol siyaset yerine, sisteme yönelik köktenci bir sorgulama getiremeyen, tam tersine sistemin acılarını-sıkıntılarını çekilebilir kılmanın kim-liği olan sosyal demokrat siyasete yatkın bir eğilim üretti. Aleviler-Bektaşiler sosyaldemok-rat yapıya “düşman” olsunlar, o yapıyı “olum-suzlasınlar” demiyorum. Bu doğru da olmaz. Benim söylemek isteğim Aleviler-Bektaşiler açısından sosyaldemokrat zeminin “yardımcı” çalışma alanı olduğu gerçeğidir.. Asıl çalışma alanı “silinip”, yardımcı alan öne alındığı, bü-yütüldüğü için her şey tersine dönmektedir.

Öyle olmadı mı? Örgütlü Alevi yapının siyasete müdahale tavrı, sosyaldemokrat bir siyasal ufuk içinde “güdük” bir sosyaldemok-rat tavır üretmekten öte bir sonuç vermedi. O alanda kökleşmiş olan sosyaldemokrat siyase-tin kendisiyle baş edemediği için, “pazarlık” varlığı olmanın ötesine geçemedi. Pardon: “Pazarlık” varlığı da olamadı.

(Baştarafı 1. Sayfada)

Aptallaşıyor muyuz?

ANAMIN GÖÇÜ KÖYÜNDEN HABER DERLEMEYE DEVAM,

Katkılara Eyvallah Ey Canlar..Fikret Otyam

Esat Korkmaz’ı Salı geceleri

saat 8 ile 9 arasında Dem TV’de

Gönül Defteri programında

izleyebilirsiniz.

Türksat 1C Frekans: 10955 V

SR: 5860 - FEC: 5/6

ADIMA gönderilenleri “dosttan gelen se-lamdır” deyip saklarım yıllardır ve üç yıl

önce de 1943 / 2005 arası gelen mektupları, anıları içeren 800 sayfalık kitabımı yazdım Günizi Yayınları arasında çıktı adı da: “Dost-tan Gelen Selamsın”. Evet, gelen mektup değil, mihmanın ta kendisidir, o mihman ki Hazreti Ali’nin ta kendisidir, bu cana böyle bellettiler-di.

İşte bir örnek:“Sayın Fikret Otyam Abi, Merhaba!Biz ‘yezit’ taifesinden değiliz. (hep nalet okumuşuzdur da) Senin 72 yıl önce, Mü-ezin İbrahim bey ‘amcan’ sayesinde, Ak-saray pazarından ‘bir cingel tereyağı’ tam almak üzereyken o körpe omuzundan bir el çekip geriye ‘nörün be oğlum’ demeseydi dahi senin hidayete ereceğini bilir miydi bilmem, ama iyi de olmuş yani.Hani, senin anayın memleketi!.. Ben derim ki, Antalya Beyşehir’e 260 km.dir. 72 yıl önceki yarım kalmış ‘Kızılbaş tereyağı ve Kızılbaşın kestiği etlerden’ meze, yanında (günahın çifte tellisi) rakı içmeye ne der-siniz?..Rakı şahidim olsun ki ‘Kızılbaşın kestiği etin’ mezesi de hoştur hani!.. Sizi sarmaya, soframızda ağırlamaya ha-zırız. Var mısın? Varsın ‘kaşık düşmanın’ da olsun yanında. Vallahi bir güzel de olur hani ‘mekruf’’ kızılbaşların sohbeti; yaşı-yın 79 buçuktan 80’e devrildiğinde…Şu, biz ‘Kızılbaş’ güruhu var ya şişeden doldurup bardağa ‘mekruf rakıdan’ can cana içmek isteriz. (Sahtekârların zehirli rakısı girmez kapımızdan ha!) Tanrı bizi, ‘yezit taifesinden’ koruduğu gibi korur ‘zehirli rakıdan’ Alimallah, eyval-lah.Eğer gelmek arzu ederseniz ben gelir ara-bamla alırım sizi. Saygı ve sevgilerimle..”

Selman Zebil , 20 Aralık 2005

Hani yazdım ya anama ait tapu belgesi “Ali evlatları” diye başlıyor diye evladın birisinin adı Durmuş idi ki biz anamın babasının adını hep Osman bildik durduk iyi mi? Anam Naciye, teyzem Zülfi ye dayım da “Ali Riza” Yemen’de kafası kesilip şehit edilen genç zabit. Dosyayı

açıp Selman Zebil cana telefon ettim iki yıl sonra da, kendi Kızılbaş ya, dedim Selman can anamın köyü Göçü ya da yanında Alevi köyü/köyleri var mı? O da Antalya’ya geliyormuş iki gün sonra yazları dört yıldır yaşadığımız Ge-yikbayırı köyündeki yuvamızdaydı özetle bir “ayaklı kitaplık” bir can. Köyü Şamlar ile ilgili “soy-sop kökenleri ve eski Türk geleneklerinin günümüzdeki izleri” ana başlıklı bir çalışma-sını verdi, bu çalışmanın kitaba dönüşmesini yürekten dilerim, “Yası-Matem ve Aşure Gele-neği” bölümünden bir örnek vermek isterim:

“Yas-ı Matem ve Aşure Geleneği, Şamlar’da ‘Yas-r Matem’ Kerbela’da imam Hüseyin ve yanında bulunan 72 kişilik ailesine kar-şı acımasız, kanlı kıyımın acısını duyum-samak için tutulan Muharem ayındaki 12 günlük oruç tutulduktan sonra aşure ya-pılır. Şamlar’da aşure, bir nevi mevlüt’e ben zer Şahlama adı verilen ortaya aşure dolu bir tas konur, etrafında dönülerek ağır tempoyla eller birbirine çarpılır ve hep bir ağızdan ‘Şah Şah’ denilerek aşağıdaki de-yiş okunur.”

“Osmanlı Döneminde Beyşehir Sancağı”

(1522–1584)

SELMAN can daha sonra Prof. Dr. M. Akif Er doğdu’nun “Osmanlı Döneminde Beyşe-

hir Sancağı” adlı kitabından “Göçü Nahiyesi” bölümünü faksladı. Bu bölümün girişi de özet-le şöyle:

“2.1. Göçü NahiyesiGöçü, kapsadığı alan, zenginlik ve nüfus ba kımından sancağın en zengin, geniş ve değişmeyen nahiyesi olarak varlığını on al-tıncı yüzyılın sonlarına kadar devam ettir-miştir. Göçü kelimesi Türkçe olup ‘kapı önünde veya ev önünde herhangi bir şey ekilmeyen yer’ anlamına gelmektedir. Göçü köyü bu bölgenin merkez köyü idi. Davga-na, Beğri, Eğriler, Gurgurum, Karahisar ve Çiğil köyleri on altıncı yüzyıl sonlarına ka-dar nahiyenin en zengin ve kalabalık köy-leri olarak kaldılar. Konya, Ilgın, Akşehir, Kıreli ve Gurgurum nahiyeleriyle hemhu-duttu. 1584 yılında bu alanda 119 köy ve 4 mezra bulunuyordu.”

Beyşehir yöresinde yapılan yörük şenlikleri, Fırka-i İslahiye eliyle zorunlu iskana tabî tutulduklarından beri yerleşik düzene geçmeye zorlanan göçebe türkmenlerin yitirdikleri kültürlerini bir ölçüde yad etmeye yarıyor.

Page 3: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 3

SERÇEÞME

Sabrın sonu selamettir deyip aramaya de-vamdan başka ne var elde başka yapacak?.. Bu konuda okur canlardan da yardım diliyorum. Osmanlı bazı köylere yerleşik düzen için ekim olanakları tanımış, tohumlar vermiş Göçü yö-resinde ama onlar sonunda yinede başkaldırıp yakmışlar tohumları. Vergici gelince bunlar sır oluyormuş kodunsa bul! Ya şimdileri iki torba kömüre, iki üç torba makarna sıvı yağa oy sa-tanlara ne demeli ey gök çadırlım?

ŞahlamaŞah geldi şarımıza Sefadır canımıza Hüseyn’im gaziler Bu gün bayramdır bize Şah, Şah

Şah bizim alamızdır Veysel-i kalemizdir Hüseyn’im gaziler Bugün Kerbelamızdır Şah, Şah

Şah bize nesin verdi Sohbetin hasın verdi Yezide cevrin cefasın Biz’e de sefasın verdi Şah, Şah

Şah geldi dem geldi Kıran girsin Yezit’e Aliyel Abbas’an geldi Şah, Şah

Şah geldi dem geldi Güzel Şah’ın ellerinden On İki İmam can geldi Şah, Şah

Şah gelir kalka kalka Boğazı gümüş halka Şah yüzüğün yitirmiş Ararız korka korka Şah, Şah

Şah geldi şarımıza Sefadır canımıza Şah’ın ayağın tozları Sürmedir gözümüze Şah, Şah

Şah sılanın elinde Al kaftanı belinde Sofular semah oynar On İki İmam yolunda Şah, Şah

Âlem eydir ey kişi Dünya fendir ey kişi Bu bir fani dünyadır Bir bilene var kişi Şah, Şah

Âlem gider ağmaya Eller gider yağmaya Var bir amelcik kazan Başına taşlar yağmaya Şah, Şah

Şah’ım geldi gömlekce Donu gömleğinden gökçe Güzel Şah’ım yolları İnceden ince Şah, Şah

Gül ektim gül bitirdim Gül harmanı yetirdim Gül harmanın üstüne Şah Ali’yi getirdim Şah, Şah”

Deyişlerin Yanık Sesi…Deyiş seslerimizden biri de Gülşen Altun…

Saz üretim ustası Mustafa Sekendur, sazı şöyle tanımlıyor:

“Anadolu’nun binlerce yıllık sesi saz… Her telinde farklı bir duygu, farklı bir ruh… Bilir misiniz, en güzel sevda türkülerini alt tel, en hüzünlü dertleri orta tel, gurbetle sılanın en yanık havasını üst tel anlatır. Ba-zen de üçü birleşip yaşamı dile getirir.”

Yılların saz çalan ve saz üreten ustasın-dan bunları okuduğum gün dostum Gülşen Altun’un armağanı olan ‘Gezdimde Geldim’ adlı çalışmasını dinliyordum. Yıllar sonra çı-kan CD yeni söz yazarlarını, bestecileri ve der-lemecileri de müjdeliyor.

Alevi deyişlerinin kadın sesleri var… Onlar-la deyişlere, türkülere, gülbanklara yolculuğa çıkmak insanın öz öze direnç tazelemesini sağ-lar. Bu güzel sesler Alevi inancının sanat elçi-leridir. Sabahat Akkiraz, Belkıs Akkale, Güler Duman, Gülcihan Koç ve Gülşen Altun…

Sevgili Gülşen, bu çalışmasını hakka yü-rüyen Köy Enstitülü babası öğretmen Hasan Altun’a ithaf etmiş…

Çalışmaya adını veren ‘Gezdimde Geldim’ parçasına amatör bir klib çekilmiş. Söz ve mü-zik Hüseyin Ün’e ait olan ‘Hayal Oldu’ Gülşen Altun’un yanık sesinde dillere pelesenk olacak. İnsanın yürek telini titreten bu türkü uzun yıl-lar dillerden düşmeyecek. TRT’de uzun yıllar halk türküleri söyleyen, derlemeler yapan sa-natçı bu çalışmasına ‘Vay Deli Memo’ derleme-siyle katılıyor. Söz ve müziği Orhan Narinç’e ait ‘Cano’ bir başka güzel türkü. Gülşen’in, li-rik ve berrak sesinde bir içim su gibi gönüllere akıyor…

Uzun yıllar sonra ikinci baharında kitle-lerle buluşan Gülşen Altun’u bu çalışmasında yalnız bırakmamak ve popüler kültüre inat halk kültürünü, türküleri, deyişleri yaşatmaya kararlı sanatçımıza destek olmak gerek… Ve bu sesi bir mevsim değil tüm mevsimler din-lemek ve yüreklendirmek halk kültürüne de gönül borcumuzdur…

Yaşar SeymanOran, 1 Ağustos 2007

GARİP BEKTAŞ

Gezdim de GeldimCihan var olmadan ben-i âdemdenHak ile birlikte gezdim de geldimBütün ilimleri devir eyledimİncil’i, Kuran’ı yazdım da geldim

Nice kitap yazdım çoğu sır olduYüce tanrım bana sadık yar olduBütün peygamberler bende var olduTevrat’ı, Zebur’u çözdüm de geldim

Binbir dona girdim gören olmadıHalin nedir diye soran olmadıBenden evvel Hakk’a eren olmadıİlmin deryasında yüzdüm de geldim

Yağmur oldum yere yağdım sel oldumDeryalara aktım gittim göl oldumGarip Bektaş her canlıya dost oldumKendi mezarımı kazdım da geldim

Gülşen Altun’un demesinde dem:

Allah bir Muhammet medet Ya AliPirim Hünkâr Hacı Bektaş-ı VeliSensin bu dertlere derman ya Ali

Ali yar, Ali yar, Şah’ım Ali yarHak biliyor benim gönlüm sende var

Gel Gidelim Hacı Bektaş Veli’yeEğer gerçekleri görmek istersenGel gidelim Hacı Bektaş Veli’yeMuhabbet demine girmek istersenGel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye

Orada kurulsun bir ulu divanGerçekten görülsün sevilen sevenVarını yoğunu bu yola verenGel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye

Şeriattan tarikata geçelimHakikatten marifeti seçelimPir elinden dolu bade içelimGel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye

Keramet ehlinin ol kerem kaniBiz bizden alalım ilmi irfanıSevgide bulalım dini imanıGel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye

Atalım kalplerden kini nefretiİnsana verelim sevgi hürmetiKendinde ara bul her hakikatiGel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye

Hiç bir canı incitmeden kırmadanKendi kusurunu kendin görmedenBoş boşuna bu bedeni yormadanGel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye

Garip Bektaş Hak çağırır dilimizEzelden ikrara bağlı belimizErenler yoludur gerçek yolumuzGel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye

Gülşen Altun’un Gümüş Müzik Yapımevinden yayınlanın albümünde yer alan Gezdim de Geldim deyişinin videosunu internette izleyebilirsiniz:www.youtube.com

Page 4: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

4 Sayı 32

SERÇEÞME

Geriye Dönüş Tapımı ve Kırklar CemiEsat Korkmaz

KIRKLAR CEMİ’ni Alevi felsefesine ve Ale-vi öğretisine uygun biçimde bilince çıkarma

ya da inanca taşıma sorunu, Aleviliğin-Bektaşili-ğin düğüm sorunlarından biridir. Çünkü şeriatçı İslam kuşatmasında yaşama geçen hemen her tür-den kirlenme öncelikle Kırklar Cemi söylencesi-ne taşınmaktadır. Alevi felsefesindeki ya da inan-cındaki olumsuzlukların saptanması bağlamında Kırklar Cemi söylencesi bir turnusol kağıdıdır denebilir.

Alevi-Bektaşi topluluğunun günlük dilinde en çok yinelenen, Alevi-Bektaşiliğe ilişkin so-runların çözümünde en sık başvurulan bir inanç kaynağı olmasına karşın, Kırklar Cemi’nin neyi anlattığı konusunda tam bir sığlık egemendir. Tarihsel süreci içinde bu sığlığa şeriatçı ya da Ortodoks İslam’dan gelen kirlenmeler de yapışmış, kimi durumlarda yapıştırılmıştır.

Bu zeminde özkaynaklarından uzaklaştırılan ya da özkaynaklarına yabancılaştırılan Alevi felsefesi, süreçte, şeraitçi tanrıbilime (teolojiye) dönüşürken; bu dönüşüm koşutunda, kendi geçmişinden korkan, ken-di inanç kaynaklarının özgün yorumundan ürken azımsanmayacak bir Alevi-Bektaşi kimliği yaratılmıştır. Alevilerin-Bektaşilerin kendilerini sorgulamada ölçüt alacakları felsefe-tasavvuf pusulası ikirciksiz bilince taşınamazsa korkaklığı-ürkekliği ile belirgin bu kimlik yakın gelecekte, Alevi-Bektaşi topluluğu üzerinde egemenlik kuracaktır. O günlere taşı-nılması durumunda:

a. Doğatanrıcılığın, yani doğasal diyalektiğin dışa vurumu olarak beli-ren Tanrı-Doğa-İnsan ve İnsantanrıcılığın, yani toplumsal diyalektiğin dışavurumu olarak beliren Hak-Muhammet-Ali üçlemeleri aracılığıyla akıl varlığı olarak tasarımlanan Tanrı, insan, Muhammet ve Ali kimlik-leri, şeriatçı İslam zemininde inanç varlıklarına dönüştürülecek;

b. Tanrısal özün ışık biçiminde taşarak görünüşe çıkması görüntüsü ar-dında düşüncede görme olarak tasarımlanan Doğa-Evren gerçeği, şeriat zeminine taşınarak yaradılış, yoktan var ediş kapsamında inançta kabul-lenmeye çevrilecek;

c. Yüzlerce yıllık tarih sürecinde yaratılan ve şeraitçi tanrıbilime karşı oluşturulan Alevi felsefesi, Alevi öğretisi iğdiş edilecek;

d. Aleviliğin-Bektaşiliğin düşünsel/toplumsal kaynakları Arap Yarıma-da sı’nda aranmaya başlanacak; ve

e. Ruh göçü anlayışının gereği olmayan cennet-cehennem tasarımları, şeriatçı inançtan ödünç alınma yoluna gidilecektir.

Belirecek yoğun yabancılaşma kanalında, Kırklar Cemi’nin kendisi de düşünsel tasarımdan, inanç kabullenmesine dönüşecek; akıl alanının, mantık engellerinin dışında bir söylence iken aklın kabul edemeyece-ği, mantığın özümseyemeyeceği bir somutlukta, nesnellikte mucizeye indirgenecek; şeriatçı inanca bir başkaldırı olarak tasarımlanan Kırklar Cemi, bu inancın bir parçası durumuna gelecektir.

Söylenceler Yalan Söylemez

SÖYLENCELER akıl-mantık alanı dışında, sonradan kurgulanan ürünler olmalarına karşın yalan değillerdir. Kırkların Cemi de bir

söylencedir; demek ki o da yalan değildir. Çünkü her söylence, toplum-da yalanın keşfedilmediği çağlar üzerine kurulur; toplumsal bir özle-min dışavurumu olarak belirir. Bu bağlamda Kırklar Söylencesi sosyal ve tarihsel olayların, Alevi-Bektaşi kimliğinin beyin ve ruh aynasında bir yansımadır. Alevi-Bektaşi kimliği Anadolu’da ve Anadolu’ya yakın coğrafyalarda süregelen değişiklikleri, ortaya çıkan altüstlükleri, kendi evren görüşü ve kendi somut araçlarıyla anlamlandırmak istemiştir. Ale-vi-Bektaşi kimliğine bu isteği dayatan sosyal olaylar ve ortam gözden kaçırılırsa Kırklar Cemi söylencesi anlaşılmaz bir yumağa dönüşür.

Bu nedenle bir söylencenin nasıl söylendiğine değil, niçin söylendi-ğine bakılır.

Biraz daha somut düşünelim: Kırklar Cemi, Küçük Asya’da İsa şeria-tına tavırlı halkın, Muhammet şeriatına tavırlı Ali Yandaşları’nın ve Orta Asya’dan kopup gelen, ilksel komünal değerlerle donanımlı, medeniyetin sömürücü özüne tavırlı yığınların düşünce beslemesiyle yaratılan ve ata-lar tapımı-gök tapımı gereği geçmişe taşınıp inanç alanına oturtulan bir

söylencedir. İnsanlık evriminin bir gereği olarak kabul ettikleri ya da kabul etmek zorunda kal-dıkları son tektanrıcı din İslamiyet içinde, kendi kimliklerinin dayatması sonucu dramatik biçim-de yaşama geçirilen başat bir inanç kaynağıdır. İbrahim-İsa-Muhammet şeriatına karşı zeminde fi lizlenip boy veren nesnel-toplumsal-düşünsel ve inançsal yaratılar ortamında bir sentez olarak beliren Aleviliğin-Bektaşiliğin, tepkisini destan-laştırmak isteğinden doğmuştur denilebilir. İnanç boyutunda, İslamiyet’in doğuş koşullarına taşı-narak yaratılan ve “Ben kimlik olarak o günlerde yaşasaydım böyle düşünürdüm”, demek istenilen, olağanüstü bir kurgudur. Medeni insan kafasının

ürünü olan şeriatçı inanca, aynı medeni insanın kafa yordamını kullana-rak verdiği bâtıni-heterodoksi nitelikte bir manifestodur. Ortodoks inanç görüntüsü ardında şeriatı temsil eden Tanrı elçisinin; bâtıni-heterodoksi inanç görüntüsü ardında aklı temsil eden Ali ve arkadaşlarını tanımak durumunda kaldığı bir organı, yani Kırklar Meclisini merkeze alarak bi-lince çıkarılan anti-şeriatçı tavrın evrenselleştirilmesidir.

Geriye Dönüş Tapımı

İSTER BİREYSEL olsun, ister toplumsal olsun yapılanıp biçimlenen bir kimliğin, kendini yaratan kaynaklara doğru geriye yolculuğa çık-

ması ve tapım konusu olacak biçimde bu değerleri kutsaması, olgusuna geriye dönüş tapımı adı verilir. Bu tapımı anlamadan Aleviliği anlamak olası değildir: Yıllardır tartıştığımız, bugün de canlılığını koruyan Alevi-lik İslam’ın içinde mi yoksa dışında mı? sorunu, bunun kanıtı durumun-dadır.

Anadolu Aleviliğinde geriye dönüş tapımı son derece önemlidir: XI.-XII. yüzyıllarda Anadolu’da yapılanıp biçimlenen Anadolu Aleviliği, kendisini yaratan kaynaklara doğru yolculuğa çıkar; bu yolculuk özel-likle Ali Yandaşları’nın izini sürme biçiminde gerçekleşir. Geriye doğru İslam’ın doğuş koşullarına taşınırken, İslam’ın ortodoks değerlerini ve kimliklerini kaynakta kurutmak için tapım konusu inanç kaynaklarını yaratır. Bu gerçeklik nedeniyle Alevilikte nesnel kaynaklarla inanç kay-nakları genelde aynı yerde/coğrafyada bulunmaz.

Anadolu Aleviliğinde geriye dönüş, kalın çizgileriyle yapılanma sü-recinde Babai Hareketle başlar ve Kızılbaş Hareketle tamamlanır. Geri-ye dönüş, Anadolu Aleviliğinin kaynak kültürlerinde atalar tapımı ola-rak önemli bir işlevselliğe sahipti. Önemi nedeniyle bu tapım değerleri Anadolu Aleviliğine taşınmıştır.

Atalar tapımının kazanımları gereği Alevilik-Bektaşilikte topluluk dendiğinde bu üç biçimde anlaşılır:

l. Yaşarken henüz dirilememiş canların oluşturduğu topluluk;

2. Ölmeden evvel ölmek zemininde yetkin duruma gelmiş canların oluşturduğu topluluk ve

3. Hakk’a yürümüş canların canlarının oluşturduğu topluluk.

Söylencelere “aklın ilkeleri” ile bakamayız:

Çünkü söylence “açık ve dünyevi” bir bilince seslenmez,

egemenliğini gönül dünyasının derinliklerinde sürer;

anlama-algılama yeteneğini tetikler ve uyarır

Nurhak Görgü Ceminde Fatma Ana ile Hüseyin Baba semah dönerken

Page 5: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 5

SERÇEÞME

Atalar tapımı bağlamında, Hakk’a yürümüş canların canlarının toplamı aslında, toplumsal bilinç demektir. Bu bilinçten yararlanma çabası Alevi-Bektaşi eğitimini oluşturur. Ata ruhları, yaşayanların yaşamına sızmışsa bir yönüyle beden kimliği edinmiş demektir; sızamamışsa ya da sızmaya yatkın beden düşüncesi bulamamışsa bedensiz olarak ya da kuş, böcek, hayvan donunda, yaşayanlarla iç içedir.

İnsanın amacı bu üç toplum arasında kesintisiz iletişimi sağlamaktır. Bu iletişimin sağlanma-sında sırra ermiş kimlik olarak dede-baba, büyük bir sorumluluk taşır.

Anadolu Aleviliği kaynak kültürden kendisine ulaşan atalar tapımı değerlerini Hz. Ali’nin de-ğerleri durumuna dönüştürür: Artık “Konuşan Tanrı” görüntüsü ardında Hz. Ali “ata-baba” ya da “ata-tanrı”dır; daha doğrusu bir “doğa-tanrı”dır. Hz. Fatma, “ata-ana”dır ya da “ata-tanrıça”dır, daha doğrusu bir “doğa-tanrı”dır. Doğal olarak ataların izini geriye doğru sürme biçiminde tanım-layabileceğimiz geriye dönüş tapımı, Hz. Ali’ye ve Hz. Fatma’ya dönme biçiminde yaşama geç-miştir. Dönmenin gerçekleşebilmesi için Hz. Ali’nin adıyla anılan İslam heterodoksisi geriye doğ-ru izlenmiş ve Anadolu Aleviliği bâtıni gönül zemininde İslam’ın doğuş koşullarına taşınmıştır.

Kırklar Cemi Şeriatçı İslam’a Bir Manifestodur

BÂTINİ anlamda, toplumsal bir özlemin dışa vurumudur Kırklar Cemi. Bâtıni kimliğin, Alevi kimliğinin; kendini yaratan ya da medeni bir toprakta olağanüstü bir kıvraklık göstererek içi-

ne taşındığı İslam zemininde kendini etkileyen kanallardan biri durumunda bulunan Ali Yandaşla-rı Hareketi’nin, izini geriye doğru sürerek kurgulayıp bilince çıkardığı eğitici bir söylencedir.

Söylencede Cebrail bir inanç kişisi olarak tanımlanmasına karşın gerçekte o Muhammet’in sezgisel aklı, içgüdüsel zekâsıdır. Bu nedenle özünde Muhammet, nesnel bir yolculuğa değil, sez-gisel aklının kılavuzluğunda bir gönül yolculuğuna çıkar. İbrahim-İsa-Muhammet şeriatının tem-silcisi ve son Ortodoks tanrının elçisi olarak çıktığı bu yolculuktan, halkın temsilcisi ve halk elçisi, yani bir halk adamı olarak döner.

İşte Kırkların Cemi söylencesi Muhammet’in eğitilmesi anlamına gelen bu değişimin/dönüşü-mün kutsal bir anlatımıdır.

Bâtıni kimliğin, Alevi kimliğinin özlem yüklemesiyle bir iç hesaplaşmaya itilen Muhammet’in gönül serüveni, inanç örtüsü altında Miraç yolculuğuna dönüşür. Yolculuk sonunda Ortodoks Tanrı, yani inanç tanrısı insan tanrıya, yani konuşan tanrıya indirgenir. İnancına egemen olan, kendisini inanç baskısından arındıran Ali, Muhammet’i etkiler, bir bakıma eğitir. Bu eğitim/etki-leme sonucu Muhammet, tanrı elçisi olarak çıktığı gökyüzünden birey / toplum hizmetlisi olarak yeryüzüne iner; bir yorum ve yetenek varlığı olarak toplumun, ama yoksul toplumun duyarlı bir üyesi olur.

Görünürde inanç yaratısı olan Cebrail, Tanrı’nın davetini Muhammet’e bildirir ve O’nu alıp Tanrı katına çıkarır. Tanrı da gerçekleri Muhammet’e açıklar. Bu görüntünün arkasında olan ise Muhammet’in Cebrail olarak algılanan kendi aklı aracılığıyla yorumlamaya çalıştığı şeylerin ne-reden geldiğini anlamaya / bulmaya çalışması yatar.

Söylencede bâtın âlemin/gayb âleminin ya da tanrısal âlemin görünüşe çıkmış bir biçimi ola-rak beliren Kırklar Meclisi, gerçekte ezilenler adına davranan, onların sözcüsü/öncüsü durumunda olan; ortodoks inanca, despot devlete karşı duruş almış bulunan bir örgüt kurmaylığından başka bir şey değildir. Buradaki bâtın âlem, gayb âlemi ya da bunun kutsanmış biçimi olan tanrısal âlem; yoksulların/ ezilenlerin dünyasıdır. Kaldı ki bu gerçeklik söylencede örtük de olsa Tanrı diliyle açıklanır: Tanrı-Muhammet muhabbetinde doksan bin söz edilir; bunun otuz bini şeriat olur ve Kuran olarak iner; kalan altmış bini ise Ali’de sır olur.

Buradaki otuz bin sözün taşıyıcısı olan Muhammet kimliği, Ortodoks inanç kimliğidir; Tan-rı’nın elçisi, peygamberidir. Bu otuz bin söz Tanrı buyruklarıdır. Cebrail, Tanrı’ya en yakın olan dört melekten, peygambere haber verip götürmekle görevli olanıdır. Cebrail, Tanrı’nın buyrukları-nı Muhammet’e taşır. Muhammet, ümmetine duyurur; bunlar toplanır, Kuran ortaya çıkar.

Görüldüğü gibi Muhammet’in ortodoks kimliği, bütünüyle bir inanç kimliğidir; kulluk ya da tutsaklık üzerine kuruludur.

Bu kimlik Miraç yolculuğu sonunda terk edilir: Ortodoks Tanrı, tanrı insan ya da insan tanrı kılığında bedenleşirken, Muhammet peygamberlikten, asıl kimliğine, yoksulların hizmetçiliğine soyunur. Tanrı buyruğu olarak algılanan Kuran ayetleri, Muhammet’in yapıtına/makalesine dönü-şür. Cebrail, Tanrı’ya en yakın dört melekten biri olmaktan çıkar ve genel olarak insan aklına, özel olarak Muhammet’in aklına dönüşür.

Kimlik değiştiren Muhammet’in aklı yani Cebrail, gayb âleminde yani yoksulların dünyasında gezindiğinden; söylenceye göre hemen her şeyin Kırklar Meclisi’nden geldiğini sezer ve onların bulunduğu kapıyı çalar.

Aleviler-Bektaşiler için Muhammet’in Kırklar Meclisi’ne katılması, O’nun Ali’nin yolunu bul-ması olarak algılanır. Ali’de sır olan altmış bin söz; Kırklar’ın toplu eğitimiyle, yani cem’le ken-dilerini yönetecek kurallar/ilkeler biçiminde belirmeye başlar. Aklın sınırı dışında bir yerlerde duran, kendini sorgulatmayan ortodoks tanrının anlayamayacağı ya da denetim kuramayacağı bir zeminde yani akıl alanında görünüşe çıkan sırlar; ezilenleri kurtuluşa taşıyacak bir bâtıni ideolojiye dönüşür.

Miraç yolculuğu sırasında ve dönüşte Kırklar’ın kapısında kulak abdesti yoluyla akılla/ özle yıkanan Muhammet; Kırklar Meclisi’ne katıldıktan sonra inançta aklın nesnelleşmiş biçimi olan dolu ya da şerbetle bir kez daha yıkanır; bilgiyle iç yıkanmaya uğratılır. Kırkların Cemi’ndeki üzüm suyu yani dolu; Kırklar’ın taşıyıcısı oldukları toplumsal aklın nesnelleşmiş halinden başka bir şey değildir.

Bilgiyle yıkanmış olan Muhammet, ezilenlerin temsilcileri olan Kırklar’a biat eder. O artık mürşittir.

Mürşit inançta, aklın bedenleşmiş biçimi olarak algılanır. Her şeyi akılla sorgulayan bir odağın, inanç olarak yansıyan akıl sonuçlarının kutsandığı halkın manevi odağının merkezidir. Bu nedenle Alevi inancının toplumsallaştığı yer olan meydanda akıl kıblesi olarak öne çıkar. Görüldüğü gibi Kırklar Cemi söylencesi ortodoks inanca, yani Şeriatçı İslam’a bir manifestodur.

ABDAL MUSA

Ali’den GayriGözlerin kör olsun ey kanlı yezit,Bu meydanda kim var Ali’den gayri?Oniki İmam’ın kapısın açanİmamlar değildir Ali’den gayri.

Güvercin donuyla Urum’a uçanİmamlar evin kapısın açanCümle evliyalar üstünden geçenVar mıdır hiçbir er Ali’den gayri?

Muhammet Mirac’ın yoluna girdiBu sır gayet sır içinde sır idiŞir donunu, hatem mührünü verdiBu sırrı kim eder Ali’den gayri?

Cümle evliyalar, imamlar bundaİkrar alan kişi düşer mi derdeYek nefesle durma meydan-ı erdeKimdir baba, rehber Ali’den gayri?

Her kimin çırağın yaksa Hak olurRızaya baş koyup teslim’in takarAslımız Oniki İmam’a çıkarBabamız her kim var Ali’den gayri?

Selman bir deste gül Şah’a uzattıKendi tabutuna kendisi yattıCemm-i Mushaf’tan nikabın attıKuran yok, gördüler Ali’den gayri.

Erenler erkânı gerçek bellüdürAbdal Musa fakir onun kuludurİmanlar sırrıyla gönül doludurVar mıdır hiçbir er Ali’den gayri?

ŞAH HATAYİ

Kırklar MeydanıKırklar meydanına vardımGel beri ey can dedilerİzzet ile selam verdilerGel işte meydan dediler

Kırklar bir yerde durdularOtur deyü yer verdilerÖnüme sofra serdilerEl lokmaya sun dediler

Kırkların kalbi durudurGelenin kalbi arıdırGelişin kandan beridirSöyle sen kimsin dediler

Gir semaa bile oynaSilinsin açılsın aynaKırk yıl kazanda dur kaynaDaha çiğ bu ten dediler

Gördüğünü gözün ileSöyleme sen sözün ileAndan sonra bizim ileOlasın mihman dediler

Düşme dünya mihnetineTalip ol Hak HazretineAb-ı zemzem şerbetineParmağını ban dediler

Şah Hatayi’m nedir halinHakk’a şükr et kaldır elinGıybetten kesegör dilinHer kula yeksan dediler

Page 6: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

6 Sayı 32

SERÇEÞME

Aleviliğin Büyük Bilge Ozanı Yunus Emre (1238–40/1320) - Bölüm Iİsmail Kaygusuz

YUNUS EMRE’den, bizim Yunus’tan, onun evreni kucaklayan hoş-görülü ulu gönlünden canlara binlerce merhaba diyerek, bir şiiriyle

giriş yapalım. Çünkü Yunus Emre’mizden konuşurken ve yazarken onun önüne geçilmez. İlk o söyler sonra bizler.

Aşk imandır bize gönül selamet Kıblemiz dost yüzü daimdir salat

Dost yüzün göricek şirk yağmalandıAnın çün kapıda kaldı şeriat

Gönül secde eder dost mihrabına Yüzün yere koyup kılar münacat

Münacât için vakt olmaz arda Kim ola dost ile bu demde halvet

Derildi beşimiz bir vakte geldi Din tamam olıcak değer muhabbet

Doğruluk bekleyen dost kapısında Gümansız ol bulur ilahi devlet

Yunus o kapıda keminde kuldur Ezelden ebede dektir bu izzet

Yunus’un Kıblesi Dost Yüzü, Secdesi Dost’adır“İnancımız sevgi” diyor Yunus,

“Kıblemiz dost yüzü, namazımız niyazımız onadır. Dostun yüzünü görünce şeriatı kapıda koyduk. Dostun yüzü, insanın kendisidir, bi-zim mihrabımız ve secdemiz onadır. İbadet için vakit mi olurmuş? İbadet sevgi-muhabbettir, hiç vakitle kısıtlanır mı? Derip devşirip bire indirdik biz o beş vakti! Bu bir vakit sınırsızlığında, din ancak sevgiyle tamamlanır...”

Şeriatı kapıda bırakıp gönül evine, hakikat makamına ermiş olan Yunus Emre’mizi devlet Türk-İslam sentezi çerçevesinde, Sünniler şe-riatçı bağlamda sahiplenmeye kalkıyor. Kapısının önünde yığılmışlar, basın-yayın araçlarıyla, burjuva tarihçileri ve dinci yazarlarıyla, hatta bilim adamı sıfatıyla Yunus’u gönül evinden çıkarmak, Sünnileştirmek istiyorlar.

Bir de Said Emre’nin şu şiirini okuyalım:

Sala geldi müezzin geldi kaamet eylediKıbleye karşı yüzin tutdı niyyet eyledi

Secdeye indi yüzüm didar gördi bu gözümDağıldı aklum sözüm zihnümi mat eyledi

Unutdum namazımı dosta tutdum yüzümüDost kendü mürvetinden bir işaret eyledi

Ne taat var ne salat ne zikir var ne tesbihBu beş vakit namazumı ışka gaaret eyledi

Şol benüm secdegahum Tur dağı durur meğerMusi’leyin gözlerim Tur münacat eyledi(...)Kanda baksam dopdolu Hacı Bektaş-ı VeliBu Said kemter kulı oldı adet eyledi

Said Emre, her nereye baksa Hacı Bektaş’ı gördüğünü ve onun basit bir kulu olmayı adet eylediğini söylüyor. O, Hacı Bektaş’ın irşadıyla ba-tıni tasavvufun içine öyle bir dalıyor ki, beş vakit namazını, tüm zahiri ibadetlerini, zikir ve tesbihini nutuyor ve aşka kendini veriyor. Musa’nın Tur dağında gördüğünü, hangi yana baksa Hacı Bektaş Veli’de görüyor. Bütün bunlar, geçmişte inandıklarını inkâr sayılırsa da önemli bulmuyor artık. Hünkâr’ın mürüvvetine erişmiştir, bu ona yeter:

Yunus Emre ve Hünkâr Hacı Bektaş

AYNI dönemde yaşamış ve Hacı Bektaş’ın halifelerinden Tapduk Emre’nin yoloğlu Yunus’un da ona şiirlerinde yer vermemesi müm-

kün değildir. Günümüze ulaşan Yunus şiirlerinde Hacı Bektaş’ı göre-meyişimiz, onun adının geçtiği şiirlerin ayıklanıp yokedilmesiyle açık-lanabilir ancak. Yunus’un şiirlerinin birçoğu Hacı Bektaş felsefesinin yorumlarından başkası değildir. Yunus’un yukarıdaki dizelerinde, doğ-

ruluk beklediği dost kapısı Hacı Bektaş dergâhının kapısıdır, “kıblesi ve dost yüzü” de onun yüzüdür. Yunus o kapıda (tıpkı Said gibi) basit bir kul görüyor kendini. Bu onun için sonsuza dek sürecek bir izzet, bir onurdur; büyük aşktır. “Doğruluk dost kapısıdır” diyen zaten Hacı Bektaş Veli’nin kendisidir ve ona göre de tapınma Dosta’dır. Bu dost Tanrının görünüm alanına çıktığı Veli’dir, zamanın İmamıdır ve de insan-ı kâmildir.

1200 yılında yazılmış Alamut İsmaili Aleviliğinin Kıyamet (yeniden doğuş) dönemi kitabı Haft-i Bab Baba Seyyidna’da Azizi’nin şu dizele-rini okumaktayız:

“Dostun kapısı iki adımdan fazla değilSen ise birinci adımda duruyorsun”

Büyük batıni dai’si Hacı Bektaş, karşı inançtakiler için erişilmez ve atılması mümkün olmayan bu “iki adımı” aşmış; ‘Dost’un kapısını açıp, onunla bütünleşerek Hakikat’a ulaşmıştır. Kendilerini onun kapısında basit bir kul olarak görseler de Said Emre de, Yunus Emre de bizce “Dost kapısı”ıdan içeri girmiş ve kendi sözleriyle “kuşkusuz ilahi varlığı bul-muş” ve “ezelden ebede kadar bu izzeti, bu sonsuz aşkı yaşamışlardır”. Her iki Emre’nin Hünkâr’da bütünleşen tanrısal aşkına Said’in şu dize-leri tanıktır:

Işk yokluk kabul ider varluğın koyup giderVarluk mülkinden sonra ışk ebed ömür sürer

Dirliğin ışka virüb kendü ışka kul olupHünkâr ışkın öğmedin bu Said neye yarar

Büyük Bilge Halk Ozanı Yunus Emre

YUNUS’UN yaşamı hakkında Velâyetname’deki söylencelerin ve halk arasında anlatılanların dışında fazla bir şey bilinmemekte-

dir. Bunlara göre, Yunus yoksul mu yoksuldur. Son belgelere göre ise, 1238-40’larda doğan Yunus, olasıdır ki varlıklıca bir Türkmen oymak beyinin oğluydu. Belgelerin gösterdiği gibi bu oymak Hacı İsmail veya Hacı İbrahim topluluğu olabilir. Sakarya-Porsuk havzasında yaşadıkları düşünülürse, demek ki Horasan’dan geldiklerinde Bizans sınırı boyuna yerleştirilmişlerdi.

Yunus Emre’nin kırsal kesim halkı arasında yetişmiş, doğaçlama şiir söyleyen bir “halk aşığı” olduğunu düşünmek yanlıştır. O iyi eğitim görmüş ve çağının dilleri ve bilgileriyle donanmış ve bilinçli tercihini yaparak halkın arasına girmiş bir “bilge ozan”dır. Şiirlerinden büyük bö-lümünün ve özellikle 54 yaşlarındayken yazdığı Risalet-ül Nushiyye adlı mesnevisinin içeriği, Yunus’un çağının tüm felsefi bilgi ve akımlarını tanıdığını göstermektedir.

Yunus Emre’nin, Mevlana ile tartışacak, Ferüdeddin Attar’ı okuyup tasavvufi öykülerini şiirlerinde kullanacak ve Sadi’den şiirler çevirecek kadar Farsçası vardı. Kuran’ı yorumlayacak, Hallacı Mansur’un yapıtla-rını okuyup inceleyecek ve onun enelhakçılığını çok iyi anlayacak ka-dar Arapça biliyordu Yunus. Massignon’un Fransızca tertiplemiş olduğu Hallac Divanı’ndaki bazı şiirlerinden türkçeleştirdiğimiz bir kaç dize-siyle Yunus’unkilerden bir küçük karşılaştırma yapalım:

(Tanrım!)

Herkesin başı yukarıda Dikelmiş durduklarına bakılırsa Seni göklerde arıyorlar Kör olduklarından varlığını farkedemiyorlar Oysa seninle benim aramda hiç bir boşluk yok!

(...)

Ey benim varlığımın özümün özü Ey içinde ruhum asılı olan senSeni nasıl bende sen diye çağırabilirdim Eğer sen bana ‘Ben’ diye mırıldanmamış olsaydın

Yunus Emre de Hallac-ı Mansur kadar cesurdur. O, aradığının yer-yüzünde olduğunu söylemekle yetinmiyor. Yunus yaratan ve yaratılan-dır. İsa ve Muhammed’le göklere ağar, Musa’ya binbir kelam eden odur! Hallacı Mansur ile birlikte “enelhak” der ve dâra çekilir. Ama onun boy-nuna dâr urganını geçiren de kendisidir. Evvel odur, ahir odur. Bu söyle-diklerine inanmayanlara kafi r demekten de çekinmez:

Page 7: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 7

SERÇEÞME

Ben ayımı yerde gördüm ne isterim gökyüzünde Benim yüzüm yerde gerek bana rahmet yerden yağar (...) Gökte peygamber ile miracı kılan benim Ashab-ı soffa ile yalıncak kalan benim

Musa peygamber ile binbir kelamı kıldım İsa peygamber ile göklere çıkan benim

O Hallacı Mansur ile söylerdim Enelhakkı Benim gene onun boynuna dâr urganı takan benim

Evvel benim ahir benim canlara can olan benim Azıp yolda kalmışlara Hızır medet olan benim

Dost ile birliğe yeten buyruğu ne ise tutan Mülk yaratıp dünya düzen ol bahçevan heman benim

Halk içinde dirlik düzen dört kitabı doğru yazan Ağ üstünde kara düzen ol yazılan Kuran benim

Yunus değil bunu diyen kendiliğidir söyleyen Kafi rdürür inanmayan evvel ahir heman benim

Anadolu Türkçesinin yazı dili olmasında öncülük eden, Türk halk edebiyatının ilk büyük ozanı Yunus Emre’nin ilk gençlik ve tahsil yılları Selçuklu başkentinde geçmiş olmalıdır. Gölpınarlı’nın “Yunus Emre’nin Konya’da medrese eğitimi görmüş olduğu” düşüncesine katılıyoruz. Moğol korumalığındaki Selçuklu devletinin başkenti Konya, o dönemde hâlâ yüksek din, felsefe, kültür ve sanat merkeziydi. Suhreverdi, Mu-hiddin-i Arabî ve Sadettin Konevi gibi mutasavvıfl ar ve kısa bir dönem büyük İsmaili baş daisi Muhammed Şamseddin Tebrizi bu kentte bulun-muşlarsa da, Konya’ya damgasını vuran, hiç kuşkusuz Mevlâna Celaled-din Rumi’dir. Ancak Yunus, “Konya minaresini bir çuvaldız gibi görme-ye” başladığında, Mevlâna meclislerinden kaçıp, dışarıda yönetimlerin ezdiği halka yönelmiştir.

Yunus, Şeriata ve Onun Kurduğu Düzene Başkaldırmıştır

YUNUS döneminin düzenine ve yönetimlerine karşıdır. Düzenin te-melden bozukluğuna, zalimliğine ve kandökücülüğüne başkaldır-

mıştır. Şiirlerinde “öğüt işitmez halka” durup dinlenmeden bunu anlat-maktadır. Feodal beyler yoksul halkı iliklerine değin sömürmektedir ve onlar için öldürmek zevktir. Haram-i hamir, yani mayası bozuklar cihanı doldurmuştur, onca fesat ve namussuzluklarına rağmen saygı görürler.

Düzenin getirdiği ahlak bozukluklarına da dikkat çeken Yunus, der vişlerin yolgöstericilik görevlerini yerine getirmediklerinden de yakınıyor. Konyalı dervişlerle birlikte, kendi batıni-Alevi çevresinden bazı gezginci dervişleri de kıyasıya eleştirmektedir. Bunların halkı ay-dınlatma-eğitme görevini bırakıp, bey olarak çevreye korku ve heybet saldıklarını, düzenle kaynaştıklarını biraz kapalı da olsa söylemekten çekinmiyor. Yunus Emre ve onun mensup olduğu çevrenin dervişleri, Hacı Bektaş Veli’nin yolgösterici ve aydınlatıcı, inanç ve düşüncelerinin propagandacısıdırlar. Yunus şiirlerinden birinde;

Vardığımız illere şol sefa gönüllere Halka Taptuk ma’nisin saçtık elhamdülillah

diyerek, piri Tapduk Emre’nin, dolayısıyla Hacı Bektaş’ın düşüncele-rinin yayıcısı olduklarını açıkça söylüyor. Yunus, tanrıyı kendi sıfatında görmüştür, bundan hiç kuşkusu-gümanı yoktur. Oruç, namaz, zekat hac, yani şeri tapınmalar onun için bir cinayettir. O, kendinde gördüğü tanrıy-la birleşmiş ve Hak ile Hak olmuştur. Şeriat ve ilkeleri, ibadetler hakkın-daki bu düşüncelerinin ayrıntılarını Yunus’un kendi dilinden izleyelim:

Rüku sücuda kalma ameline dayanma İlm ü amel garkolur naz ü niyaz içinde

Oruç namaz zekat hac cürm ü cinayettürür Fakir bundan azattır has-ül havas içinde

Ayn-el yakın görüptür Yunus mecnun olupdur Bir ile bir olupdur Hakk-al yakın içinde

Yunus çok çalışmış, çabalamış, çok çileler çekmiştir bu olgunluğa erişmek için. Nefsine kılıç çalmıştır. O şimdi “herkestir”. Kuran okuyan da, Kuran’ın içindeki de kendisidir. Üstelik meydana çıkmış, bunun si-yasetini yapmaktadır:

Siyaset meydanında galebeden çıkan o Siyaset kendi olmuş girmiş meydan içinde

Tartmış kudret kılıcın çalmış nefsin boynuna Nefsini tepelemiş elleri kan içinde

Sayrı olmuş iniler Kur’an ününü dinler Kur’an okuyan kendi kendi Kur’an içinde (...) Baştan ayağa değin Haktır ki seni tutmuş Haktan ayrı ne vardır kalma güman içinde

Oruç namaz gusül hac hicaptır aşıklara Aşık andan münezzeh halis heves içinde

Girdim gönül şehrine daldım onun bahrine Aşk ile gideriken iz buldum can içinde

Yunus senin sözlerin ma’nidir bilenlere Söyleniser sözlerin devr-i zamaniçinde

Seksen yılı aşkın yaşamı boyunca bir kez bile hacca gitmemiş olan Yunus, er-evliyayı ziyaret edip erin eşiğine yüz sürmekle Kâbe’yi tavaf kılıyor. O, Hakkı er yüzünde görmektedir. Yunus için bir gönüle girmek, binlerce kez Kâbe’ye gitmekten yeğdir:

Âşık oldum erene ermek ile Hakkı gördüm er yüzün görmek ile

Haktan erer türlü nasip erlere Olmaz imiş Kabeye varmak ile

Kâbe senin eşiğindir bilmiş ol Bulamazsın yol çekib aramag ile (...) Ey erenler ey kardeşler görün beni nittim ahi Ere erdim eri buldum er eteğin tuttum ahi

Canım bir gözsüz bir can idi içi dolu sen-ben idi Tuttum miskinlik etegin ben menzile yettim ahi

Yunus Emre için cümle yaratıklar birdir, ayrısı gayrısı yok, eşittir. Cümle varlığa tek bir gözle bakmayan, şeriatın evliyası da olsa hakikatte asidir. Hakikat bir denizdir, şeriat bir gemi. Tahtaları ne denli sağlam olursa olsun gemiye güvenilmez, dalga biraz arttı mı tahtalar kırılıverir. Öyleyse o gemiden çıkıp hakikatin kucağına atılmalıdır. Kurtuluş bura-dadır. Hakikatin kafi ri şeriatın evliyasıyla eşdüzeydedir. Şeriat oğlanları ortalıkta “şeriat da şeriat” diye çığlık atıyorlar. Girip de Hakikat kapı-sından şöyle bir baksınlar, bakalım bir daha geri dönebilecekler mi?

Bizler bilimin talipleriyiz ve aşk kitabı okuruz, diyor Yunus. Öğret-menimiz Çalap’ın kendisidir. Gittiğimiz yola gelmek istersen, dört kitabı yüzeyden şerhedenleri dinleyerek değil, içanlamlarını, batıni yorumları-nı öğrenmelisin. Ben’likten çıkıp, adını değiştirip öyle geleceksin. Çün-kü bizim inancımızın temel ilke ve buyrukları hiçbir dinde bulunmaz. Yunus, “sözün hülasasını” kendi coşkun diliyle şöyle dile getiriyor:

Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan Şer’in evliyasıysa hakikatta asidir

Şeriatın haberin şerh ile aydam işit Şeriat bir gemidir hakikat deryasıdır

Ol geminin tahtası her nice muhkem ise Deniz merci kat’olsa tahta uşanasıdır

Bundan içeri habar işit aydeyim ey yar Hakikatın kafi ri Şer’in evliyasıdır

Biz talibi ilimleriz aşk kitabın okuruz Çalap müderris bize aşk hod medresemizdir(...)Hakikat bir denizdir şeriattır gemisi Çoklar gemiden çıkıp içine dalmadılar

Bunlar geldi tapıya şeriat tuttudurur İçeri giribeni ne varın bilmediler

Dört kitabı şerheden asidir hakikate Zira tefsir okuyup ma’nisin bilmediler

Şeriat oğlanları bahsedüp da’vi kılur Hakikat erenleri da’viye kalmadılar

Yunus adın Sadık’tır bu yola geldin ise Adın değiştirmeyenler bu yola gelmediler

Şeriat tarikat yoldur varana Hakikat marifet andan içeri

(Devamı 8. Sayfada)

Page 8: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

8 Sayı 32

SERÇEÞME

(...)Gayridür her milletten bizim milletimiz Hiç dinde bulunmadı din ü diyanetimiz

Bu din ü diyanette yetmiş iki millette Bu dünya ol ahrette ayrıdur ayatımız

Zahir suya banmadan el ayak deprenmeden Baş sücuda varmadan kılunur taatımız

Ne Kabe vü ne mescid ne rüku ne sücud Hak ile daim becid olur münacatımız

Yunus canın yenile kim dostluğun anıla Aşk ile dinlerisen bilesin kudretimiz

Yunus’un okuduğu kitabı kalem yazmamıştır, yazabilmesi için yedi deniz dolusu mürekkep olmalıdır. Yunus, oruç namaz için içki içer, sarhoş olur. Seccade üzerinde ise altı telli saz ya da kopuz dinlemeyi tercih eder:

Ben bir kitap okudum kalem yazmadı onu Mürekkep eyler isem yetmeye yedi deniz

Ben oruç namaz için suci içtim esridim Tesbihü seccadeyçün dinledim çeşte kopuz

Açıktır ki, Yunus’tan verdiğimiz bu birkaç örnekte bile şeriatı, Sünniliği öven tek bir sözcük yoktur. Zamanının bey ve yönetici-lerinin yanında olduğunu belirleyen bir dolaylı söylem de yok, tam tersine onlara karşıdır. Alevi kanı içmekten doymayan Osmanlı şeyhülislamı Ebu Suud Efendi, ölümünden iki yüz yıl sonra Yunus için “katli vaciptir” diye fetva yazıyordu.

Alevi-Bektaşi, yani Batıni inanç ve gelenekleri, Anadolu’da kesin olarak ilk kez Yunus Emre’nin şiirleriyle –onun kendi deyi-miyle– “siyaset meydanına” çıkmıştır. Hacı Bektaş Veli’ye bağlı Tapduk Emre’den el etek tutan, nasibalan Yunus, Anadolu batınili-ği olan Aleviliğin siyasetini yapmıştır. Erler meydanından geçmiş olan Yunus canını satılığa çıkarmış ve “burada yiter başlar, soran olmaz” demektedir. Alevi cemlerinde “bu meydan er meydanıdır, bu meydanda nice başlar kesilir de hiç soran olmaz” diye gülbenk çekildiğini hatırlayalım.

Aşk pazarıdır bu canlar satılırSatarım canımı kimseler almaz

Begim aşık isen var sen yoluna Burda başlar yiter başlar sorulmaz

Yunus bu tertibe garkoldu gitti Geri gelmekliğe aklı derilmez

Gölpınarlı, “Yunus, batıni inançları, telakkileri ve gelenekleri benimsemekle birlikte aşırı bir Alevi değildir” diyor. Buna kanıt olarak da, üç-dört şiirde Ebubekir, Ömer ve Osman’ın adlarının geçmesini gösteriyor. Bir kez, bunların Yunus’a ait olup olmadığı kesin bilinmiyor. Yunus’a ait olduğu kabul edilse bile, eğer bunlar gerçekten takıyye (kendini gizleme) zorunluluğundan yazılmamış olsaydı, daha çok benzerleri bulunabilirdi. A. Gölpınarlı Yunus’a Alevi dememek için bu dört beyite sarılıyor. Bununla da kalma-mıştır. Ölmezden önce giderayak Yunus’a en büyük kötülüğü yapmış ve Altın Kitaplar Yayınevi’nin yayınlamış olduğu “Yunus Emre” kitabında, “Yunus’ta biraz melametilik ve batınilik varsa da yol, erkan, yani tarikat silsilesi Mevlana’ya çıkmaktadır” de-mektedir.

Bunu yaparken Gölpınarlı çürük bir destek kullanıyor: Yunus’un sadece iki şiirinde Mevlana’nın, bir şiirinde de Konya’nın adları-nın geçmesi. Oysaki Yunus’un en az 12 şiirinde de Hacı Bektaş müridi Tapduk Emre’nin adı geçmektedir. Onu bir server, ulu şeyh görmektedir. Yunus’un aşk sultanıdır O. Yüzünü görünce esrimiş, coşmuş ve çiğken pişmiştir. Bu şiirlerden bir beyitte,

“Yunus’a Tapduk’tan oldu hem Barak’tan Saltuğa Bu nasib çün cuş kıldı ben nice pinhan olam”

diyerek Tapduk, Barak ve Saltuk’u, dolayısıyla Hacı Bektaş Veli’ye ulaşan yol silsilesini belirtmiştir.

Abdal Musa Etkinlikleri CHP Adına Düzenlenmiş

İlyas Şimşek

ANTALYA’DA Alevi örgütlenmesinin son durumu ve ABF’nin yansımaları, 1993 yılında kurulan Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür ve Tanıtma Derneği ile başlamıştır. O günden bugüne toplumun büyük bir bölümü örgütlü Alevi-Bektaşi zeminden uzaklaştırılmıştır. Kopuş süreci tabii ki bir-iki olayla gerçekleş-

medi, bunun tohumları dernekler kurulduğu günden itibaren ekilmeye başlan-dı. Antalya’da Alevi örgütlenmesinin başlamasıyla toplum hızlı bir şekilde bu örgütlerde yer almaya başladı. Yılların verdiği ezikliği derneklerde yer alarak bastırmaya, kimliklerini ifade etmeye başladılar. Hızlı bir şekilde semah ekip-leri kuruldu. Düğünde dernekte semahlar dönülmeye başlandı. Gösteri amaçlı olsa da insanlar cemlere katıldılar, salonlar cem ayinlerine yetmedi. İnsanlar cemlere, susuzluğunu giderecek bir pınar gözüyle bakıyordu; toplumda yeni bir uyanış başladı.

Doğal olarak toplumun bu durumunu gören politikacılar boş durmadı. As-lanın yakaladığı ava yaklaşamayan tilki misali bu örgütlerin etrafında yalanıp durdular. Hesaplar yaptılar, fırsatlar aradılar. Bu dönemlerde derneğin yaptığı etkinlikler kitleleri coşturuyor, insanlar salonlara sığmıyordu. Bizim siyasi til-kilerin iştahını kabartıyordu, dernekleri bir şekliyle ele almaları gerekiyordu. Ama bir engel vardı. Onların bu tutumlarına karşı gelen bir grup vardı. Etkin-liklerle salonları dolduran bu derneğin bir altyapısı, bir mutfağı vardı. Onlar öncelikle bu insanları bu derneklerden çıkarmadan bir şey yapamayacaklarını biliyorlardı. Çalışan gençlik kadrosundan gelen bu arkadaşlar derneğin semah hizmetini yürütüyor, geceleri organize ediyor, Aydın’a Muğla’ya kadar gidip etkinlikler düzenliyordu. Siyasi arkadaşlarımız, kendilerine öncelikle dernek içinde dayanacakları bir avcı, bir kekliğe ihtiyaçları vardı. O kekliği çok çabuk buldular. Dernek 1995 seçimlerine giderken kendi içinde benlik çekişmesine gidildi. O zaman dernek yönetiminde bulunan Ali Aksüt kendine göre açıkla-malar yapıyordu; kendini her yerde ön plana çıkartması derneğin altyapısında çalışan arkadaşların tepkisini almaya başladı.

Seçim kararı çıkınca Ali Aksüt yönetimde görev almayacağını söyledi. O zaman bir liste yapılmasına karar verildi, liste oluşmadı. Tabii bunlar olurken Ali Aksüt ve beraberindekiler, CHP binasında, orada çalışan Alevi arkadaşlar-la bir liste oluşturmuşlar. Ali Aksüt o zaman CHP üyesi olan, aktif çalışan, usta siyasetçi -şimdi aramızda olmayan- Hüseyin Yıldırım Abiyi yönetime önermiş. Hüseyin Abi ile Ali Aksüt’ün içinde olduğu bir listeyle seçime girildi. Çarşaf listeye girecekler daha önceden belirlendiği için ben ve Nagi Metin listeye gi-remedik. Bize en yakın arkadaşım Süleyman Demir ve Çorumlu yakınlarım bile oy vermedi, tabii bu hesapları onlar bilemiyordu. Yanlışlar yapılıyordu ama bir şeyleri değiştiremedik. Seçimi kaybettik. Ali Aksüt’ün de içinde bulundu-ğu liste seçimi kazandı. Bir hafta on gün geçmeden dernek kaynamaya başla-dı. Ali Aksüt CHP’den gelen kadrolarla çalışamadı; hemen istifa etti. Dernek kaldı Hüseyin Abi’ye; O da dernek gençliği ile mahkemelik olacak derecede kavgalara girdi. Ben seçimi kaybedince bu grupla çalışamayacağımı anlayıp yeni kurulmuş olan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nde çalışmaya başladım. Ben gidince benden sonra Süleyman Demir ve bir grup genç de bizimle geldi. Pir Sultan Derneği’nin bir dönem genel merkezinde görev yaptım. Süleyman Demir, Hüseyin Yıldırım yönetimi gidince tekrar derneğe döndü. Hüseyin Yıl-dırım Abi kendi ayrılmıştı ama CHP’li bir grubu derneğe yerleştirdi. Bu grup yıllarca derneğe geldi CHP propagandası yaptı, bir fayda sağlamadı. CHP’ye gidip Alevi kimlikleriyle bir şey yapmaya çalıştılar ama oraya da bir fayda sağlayamadılar. İki arada bir derede kaldılar. Dernek artık bir grubun elindeydi ama siyasi arkadaşların önünde bir iki engel vardı. Onların da oradan gitmesi gerekiyordu. Çekirdek kadrodan gelen Fahrettin Aksünger ile Süleyman De-mir, sudan nedenlerle bir çatışma içerisine sokuldu. Süleyman Demir’in bir olaydan dolayı dernekten dışlanmasını sağladılar. Her nedense aynı şeyleri yapan başka arkadaşları daha büyük görevlere getirdiler. Bu arkadaşlar kendi siyasi hırsları uğruna basit sebeplerden un eler gibi önüne geleni elediler. Bir dönem birlikte aynı yönetimlerde görev alan Kazım Engin Hoca’yı önce ABF yönetimine gönderip Antalya’dan uzaklaştırdılar; sonra da bir fırsatını bulup Antalya’dan ayağını kaydırdılar. Yıllarca derneğe bir derviş gibi hizmet veren, zâkirlik yapan Fahrettin Aksünger’i derneklerden ayağını kestiler.Dernekte eski kadrolardan birkaç istisna dışında kimse kalmadı. Meydan kaldı siyasi ar-kadaşlara, artık önleri açıktı. Dernekte istediği gibi CHP borusunu üfl üyorlar. Etkinlikler CHP etkinlikleri gibi oluyor. Sanki başka siyasi anlayış yok gibi kendinden olmayana yaşam hakkı tanımadılar.

Bir taraftan Çanakkale şehitlerini anmaya giderken kendi özel günlerine sahip çıkmayı unuttular. Mahsuni Şerif’in anmasını bir hafta sonra yaptılar (anmış olmak için). Tabii kendi asıl çalışmaları vardı. Tam da bu dönemde bir seçim konuşulmaya başlandı. 22 Temmuz’da seçim kararı alınınca bizimkileri

(Baştarafı 7. Sayfada)

Yunus Emre

Page 9: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 9

SERÇEÞME

bir heyecan sardı ki iştahları kabardı. ABF’de tam gaz gidiyor, ülkenin kaderini değiştirece-ğini sanıyor. Paneller, konserler organize edi-yor, direktifl er yağdırıyor.

Antalya dernek yöneticilerimiz bir arayışa girdi, herkes gizli gizli toplantılar düzenliyor. CHP’den aday olmak için nabız yokluyor. Der-neklerin altını boşaltan kadrolar gezmeye baş-ladılar. Yıllarca CHP’den aday olma fırsatını bekleyen ve bu nedenle Hacı Bektaş Dernek Başkanı Zeynel Can’ın yanında yer alan Mus-tafa İssi öne çıkmak isteyince sorun yaşanma-ya başladı. Zeynel Can ani bir dönüşle Mustafa İssi’den önce kendi aday adaylığını ilan ediver-di; en yakın arkadaşını yolda bıraktı. CHP’den aday adayı oldu. Ne yazık ki Deniz Baykal sı-ralamaya bile almadı.

Federasyon da aynı şekilde ülke genelinde aday gösterince durumu yadırgamadık ama yıllarca yol arkadaşlığı yapmış kimi canlar ay-rıldı. 22 Haziran’da yapılan Abdal Musa şenlik hazırlıklarında bizim arkadaşlar hummalı bir çalışmaya girdiler. Federasyonun orada en iyi şekilde temsil edilmesi gerekiyordu.

Asıl ipler burada koptu. Federasyon burada ağırlığını İzzettin Doğan’a rağmen gösterme-si gerekiyordu. Her sene köylü kurnazlığı ile kendi çıkarları uğruna en sağdaki MHP’ye bile giden Abdal Musa köyü dernek yöneticileri, bu sefer de CHP’nin kazanacağı umudu ile ilk kez buradaki derneğe görev verdiler.

Federasyon da etkinlik organizasyonunu Antalya Şubesi’nden Sayın Zeynel Can’a verdi. Zeynel Can Musa Eroğlu’ndan Dertli Divani’ye kadar birçok sanatçıyı arayarak Abdal Musa’ya bir çıkartma yapıyor. Abdal Musa’da olmadı-ğım için orada olanları yazmıyorum ama on-dan sonraki gelişmeleri, bir toplantıda şahit olduklarımı yazacağım.

Bu toplantıda ilk defa Aleviliğimden dolayı aşağılandığımı düşündüm. Antalya Sanatçı-lar Derneği’nde benimle birlikte görev yapan aynı zamanda CHP il yönetiminde olan sera-mik sanatçısı Taci Alpaslan, “CHP milletvekili adayları cemevini ziyarete gidecekler birlikte gidelim”, dedi. Ben de onu kıramadım. Benim arabayla onu da atölyesinden alıp cemevine vardık. Üst kattaki yönetim odasında toplan-mışlar. Taci Abiyle içeri girdik. Selam vermeye kalmadan dernek başkanı Zeynel Can “hocam bir toplantı var, sizi şu odaya alalım, klima var, sekretere bir çay söyle” dedi. Taci Bey “ben

il yöneticisiyim” dedi içeri girdi. Ben dışarı çıkıyordum, vakıf başkanı Musa Çolak İlyas Hocam “İçeri gelin toplantı özel değil”, dedi. Ben manzarayı anlayınca Zeynel Can’ı önem-semeyip içeri girdim, bir sandalyeye oturdum. İçeride HBV Başkanı Mehmet Kaya. Ne za-man başkan olduğunu anlamadım: Bir dönem içinde seçim yapılmadan üçüncü kez başkan olmuş, haberimiz yok.

İçeride hep milletvekili adayları var. Bizim vakıf başkanımız ne kadar eski CHP’li olduğu-nu anlatıyor. Ondan lafı alıyor Sayın Mustafa İssi nasıl mücadele ettiklerini anlatıyor, nasıl çalıştıklarını söylüyor. (Ben anladım) CHP bu kadrolar yüzünden bir türlü iktidara gelemiyor. Sırasıyla konuşmalar oluyor. En son söz sırası Zeynel Can’a geldi. Abdal Musa törenlerini ne adına yaptığını Federasyon’un kendilerine ne amaçla görev verdiğini anlattı ama bizim yö-neticimiz etkinliği Federasyon etkinliği değil de, Alevilerin kutsal inanç yeri etkinliği değil de meğerse CHP adına yapmış. Zeynel Can bu etkinliğe CHP’nin damgasını vurması için elinden gelen çabayı sarf etmiş ama parti onu yalnız bırakmış, otuz milyar borç üzerine kal-mış. Tabii bunları anlatırken perişanlığı her ha-linden belli oluyor. On beş yıldır etkinlik yapıp hiçbir sanatçıya, hiçbir kuruma borcu kalma-yan Dernek otuz milyar borcun altına girmiş. Kimin yüzünden; organizasyonu yapan arka-daşlar yüzünden. Zeynel Can CHP’den açık açık para istedi onca kelli felli CHP adayların-dan bir ses çıkmadı. Oturanlardan biri kendi adına 500 YTL vereceğini söyledi. Zeynel Can Abimin yüzüne bakıp derneğin dünden bugüne gelişini gözümden geçirip sustum. Osmanlı’nın onca kıyımına rağmen dik durmasını bilen bu toplum sanki haraç mezat satılıyordu. Çok ucuza satılıyordu, biz sadece bakıyorduk.

Nasıl bir sürece gelindiğini tekrar düşün-düm içimden. Sayın Zeynel Can Abimiz yıl-lar yılı bu kurumları ayakta tutan insanları buralardan dışlamayıp onları kazansaydı; aynı binayı paylaşan Pir Sultan örgütünün, HBV Vakfının desteğini alsaydı; Abdal Musa tö-renlerini yıllarca organize etmiş insanlardan yardım isteseydi; kimse çıkar beklemeden des-teğini verirdi, yol gösterirdi; sizi sanatçılara borçlu bırakmazdı. Belki bir gün hasbel kader aday olunca da size oy verdirirlerdi, sizi yaya bırakmazlardı. Ama ne yapalım etme bulma dünyası…

Solun Ulu Çınarlarından Birini Daha Yitirdik

İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllardan başlaya-rak günümüze dek işçi sınıfımızın, emekçilerin kurtuluş davasının yılmaz savaşçıla rın dan biri olan Şaban Ormanları seksen yaşında yitirdik. Şaban Ormanlar, Güzel Sanatlar Akedemisi’nde mimarlık eğitimi alırken Marksizmi benimse-di ve komünist örgütlenmede yer aldı.

1948 yılında İstanbul Yüksek Tahsil Genç-lik Derneği’ne katıldı. Nazım Hikmet’i Kurtar-ma kampanyasında ve bu amaçla yapılan açlık grevinde yer aldı. Hür Gençlik adıyla yayınla-nan gençlik dergisinde çalıştı. IYTGD’ye açı-lan davanın sanıkları arasındaydı.

Güzel Sanatlar Akademisi’nin son sınıfın-dayken 1951 TKP tevkifatında hapse atıldı. İşkenceli sorguların ardından bu davada hü-küm giydi. Hüküm giydi, hapis ve sürgünün ardından, askerliğini sakıncalı olarak yaptı. İstanbul’a dönüp okulunu bitirdi.

27 Mayıs sonrası Mimar ve Mühendis Oda-ları yeniden yapılandırılırken Mimarlar Oda-sının çalışmalarına aktif olarak katıldı. TKP davasından hüküm giymiş olduğu için siyasi hakları kısıtlanmıştı. Bu nedenle Türkiye İşçi Partisi’ne katılamadı. Ancak, Milli Demok-ratik Devrim muhalefetinin çekirdeğinde yer aldı. Türk Solu dergisinde düzenli yazılar yaz-dı.

12 Mart karanlığında Mimarlar Odasının merkez yönetim kurulunda görev aldı ve baş-kanlığını yürüttü.

1970’li yıllarda Mihri Belli çevresi ile bir-likte Türkiye Emekçi Partisi’nin kuruluşuna katıldı ve 12 Eylül darbesine kadar genel sek-reterliğini yürüttü. 12 Eylül’den tüm devrimci-ler gibi o da nasibini aldı. Sosyalistlerin birlik çabalarına katıldı. Gerçek bir enternasyonalist olarak Kürt halkının davasını savundu. Bu ilk baharda yapılan aydınlar çağrısı içindeydi.

Genç kuşak devrimciler onu örnek alacak.

İstanbul’da Ortak Bağımsız Sol Adaylar: Elde Var Bir, İkincisine Yazık Oldu22 Temmuz seçimlerinin sonuçları içinde en önemli gelişme solun ortak adaylarından Ufus Uras’ın İstanbul Birinci Bölge’de yürüttüğü başarılı bir kampanyanın ardından seçilmesi oldu. Ülkenin diğer yörelerindeki ortak bağımsız sol adaylar ise başarılı olamadı.

İstanbul İkinci Bölge’de Solun Ortak Adayı Baskın Oran ile Bin Umut Adayları arasında aday gösterilen Doğan Erbaş arasında bölünen oyların bağımsız bir milletvekili daha çıkartma şansını daha baştan ortadan kaldıracağı biliniyordu. Asıl sorun bu işbirliği-güçbirliğinin ku-rulamamısıydı. İşbirliğinin kurulamadığı bu ortamda bağımsız Alevi aday Muhterem Aktaş da seçimlere katılmaya karar verdi. Sonuç tahmin edildiği gibi oldu, Baskın Oran yürüttüğü başarılı kampanya ve çeşitli toplum kesimlerinden aldığı desteğe rağmen seçilemedi.

Yattığı Yer Işık OlsunAnısı Önünde Saygıyla Eğiliyoruz

1948 İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği Yöneticisi

1951 TKP Tevkifatı mahpusu1960’lı yıllarda Türk Solu

yazarlarından12 Mart Askeri Müdahalesininen karanlık yıllarında (1972-75)Mimarlar Odası Genel Başkanı

70’li yıllarda Türkiye Emekçi Partisi’nin Genel Sekreteri

12 Eylül faşist rejiminin kurbanlarından

ŞABAN ORMANLAR1927 - 15 Temmuz 2007

Page 10: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

10 Sayı 32

SERÇEÞME

YAZARIN ALEV YAYINLARI’NDAN YAYINLANMIŞ MARKS GERÇEKTE NE DEDİ ADLI KİTABINDAN BİR BÖLÜMÜ SUNUYORUZ

İnsan Olmaya Geldik - Bölüm - II

Yusuf Zamir

İNSAN-DOĞA alışverişini sağlayan emek faaliyetidir. İnsan doğayı etkileyip dönüştür-

me faaliyetinde kendi zihinsel, fi ziksel güçle-rini ve doğa güçlerini harekete geçirir. İnsanın doğayı etkileyip dönüştürme faaliyetinde, yani emek sürecinde harekete geçirdiği bu güçler, emeğin üretici güçleridir.

Üretici Güçler - Üretim İlişkileriÜretici güçler, doğrudan üreticiler (insan fak-törü) ve üretim araçları (maddi faktör) diye iki-ye ayrılarak incelenir. Doğrudan üretici, içinde yer aldığı ekonomik ilişkiye göre, köle, serf, zanaatçı, işçi diye adlandırılır. Üretim araçları, emek araçları (alet-edevat, makineler, bilgisa-yarlar, binalar, araziler) ile emek nesnelerinden (doğadan emek harcanarak alınan hammadde-lerden ya da başka üretim birimlerinden gelen işlenmiş maddelerden) oluşur.

Üretici güçler, insan faktörüyle ve maddi faktörleriyle, birbirini izleyen kuşakların faali-yeti tarafından tarihsel-toplumsal süreç içinde yaratılagelmektir. “Her üretici güç, edinilmiş bir güçtür, insanların daha önceki faaliyetleri-nin ürünüdür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratikte uygulanmış insan enerjisinin sonucu-dur.”

Emek araçlarını, aletleri, makineleri yara-tan insandır. Emek araçları, insanın ulaştığı bilgi ve beceri birikimini maddi varlığında içe-rir. Doğadaki nesnelerin emek nesnesi olarak üretim sürecinde yer alması da insan emeğinin bir sonucudur. Doğrudan üreticinin kendisini de yaratan insandır. Doğrudan üreticinin bilgi ve becerisi, önceki nesillerden devraldığı ka-darıyla geçmiş insan emeğinin, kendisinin ge-liştirdiği kadarıyla da şimdiki insan emeğinin ürünüdür.

Ekonomi politiğin üretici güçleri doğrudan üreticiler ile üretim araçları diye ikiye ayırarak incelemesi, mevcut insan faaliyetinin yaban-cılaşmışlığını yansıtır. Yabancılaşmış emek, doğrudan üreticiye yabancılaşmış, dolayısıy-la başkasınınlaşmış emektir. Yabancılaşmış emek ürünü başkasının, yani kapitalistin mül-küdür. Üretim araçları da yabancılaşmış emek ürünleri olarak kapitalistin mülküdür. İşçinin geçmişteki emek faaliyeti, başkasının mülkü haline geldiği için, şimdiki emek faaliyetine dışarıdan katılıyormuş gibi görünür. Geçmiş insan faaliyeti, üretim araçları kılığında, sanki insandan ayrı bir dünyaya aitmiş gibi görünür.

İnsanlar doğayla boğuşarak geçim araçla-rını üretirlerken, aynı zamanda kendi araların-daki ilişkileri de üretirler. Çünkü insan - doğa alışverişi de, insan - insan ilişkileri de aynı insan faaliyetinin çeşitli görünümleridir. İnsan - insan ilişkileri, insanın doğayla mücadelede seferber ettiği üretici güçlerin düzeyiyle sıkı sıkıya bağlıdır:

“İktisatçı Bay Proudhon, insanların kumaş, keten ya da ipekli maddeleri belirli üretim ilişkileri içinde ürettiklerini çok iyi kavrı-yor. Ama onun kavrayamadığı şey, bu belir-li toplumsal ilişkilerin tıpkı keten bezi üre-tir gibi insanlar tarafından üretildiğidir.”

“Toplumsal ilişkiler üretici güçlere sıkı sı-kıya bağlıdır. İnsanlar yeni üretici güçler edinerek, üretim tarzlarını değiştirirler. Ve üretim tarzlarını değiştirerek, yani yaşam-larını kazanma tarzını değiştirerek de bü-tün toplumsal ilişkilerini değiştirirler.”“El değirmeni size feodal beyli toplumu, buharlı değirmen ise endüstriyel kapitalistli toplumu verir.”“Maddi üretkenliklerine uygun olarak toplumsal ilişkilerini kuran aynı insanlar, toplumsal ilişkilerine uygun olarak da ilke-ler, düşünceler ve kategoriler üretirler. Bu düşünce ve kategoriler, tıpkı ifade ettikleri ilişkiler gibi ölümlüdürler. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir.“Üretici güçlerde sürekli büyüme, toplum-sal ilişkilerde sürekli yokolma, düşünceler-de sürekli oluşma hareketi vardır.”1

Üretim ilişkileri ya da ekonomik ilişki-ler, insanların maddi yaşamlarını üretirlerken birbirleriyle girdikleri ilişkilerdir. Üretim iliş-kileri, üretimin maddi koşullarına sahipliğin mantıksal sonucu olarak ortaya çıkar. Üretim araçlarına sahip oluş tarzı, doğrudan üreti-ciler ile üretim araçlarının ne koşullarda yan yana geleceğini (mülkiyet ilişkileri), üretimin sonuçlarının nasıl dağıtılacağını (dağıtım iliş-kileri), nasıl mübadele edileceğini (mübadele ilişkileri) ve nasıl tüketileceğini (tüketim iliş-kileri) belirler.

Üretim ilişkileri, üretici g üçlerin içinde örgütlendiği toplumsal biçimdir. Üretim iliş-kileri, üretici güçlerin gelişme düzeyini yansı-tır. Üretici güçler geliştikçe, ona uygun olarak üretim ilişkileri de değişir. Çünkü üretici güç-ler, kendisinin biçim örgütlenmesi olan üretim

ilişkilerini her gelişme düzeyinde kendisi tayin eder. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin kendisi-ni insanlar arası ilişkilerde dışa vurmasıdır.

Üretim ilişkileri, üretici güçlerin kabuğu-na benzer. Kabuk, içindekinden başka bir şey ya da içindekine dışsal bir şey olamaz. Kabuk benzetmesini, kaplumbağanın kendisiyle bir-likte büyüyen kabuğu gibi anlamak gerekir. Cevizin içindeki yenen kısmıyla kabuğu farklı organizmalara ait değildir.

Üretici güçler ile üretim ilişkileri, toplum-sal üretim faaliyetinin birbirinden koparıla-maz iki yönüdür. Eğer üretim ilişkileri, yani özel mülkiyet, meta, değer, para, ücretli emek - sermaye ilişkisi insana aykırı ise, bu aykırılık toplumsal üretim faaliyetinin bütününden kay-naklanan bir aykırılıktır.

Toplumsal üretim faaliyeti yabancılaşmış emekle yapılmaktadır. Yabancılaşmış emek, kendi sapkınlığını, insana aykırılığını, akıl-sır ermez, garip doğasını, insana aykırı toplumsal ilişkiler olarak dışa vurmaktadır. İnsan - insan ilişkileri insana aykırıdır, çünkü insan - doğa alışverişi insana aykırı koşullarda cereyan et-mektedir. Çünkü emeğin üretici güçlerinin mevcut düzeyi doğayla başetmekte yetersizdir.

Yabancılaşmış emek, emeğin üretici güçle-rindeki yetersizlik aşılıncaya dek insansoyuna dayatılmış bir koşul olarak görünür. Yabancı-laşmış emeğin tarihsel mazereti, emeğin üre-tici güçlerini tek yönlü de olsa, insana aykırı biçimler altında da olsa geliştirmesidir.

Emeğin üretici güçleri yeterince gelişince, insan doğa karşısındaki aczini aşmış olacak, böylece insan doğanın sınırlaması olmaksızın insani özünü geliştirebilecektir. İnsan - doğa alışverişi insana layık koşullarda gerçekleşin-ce, insan - insan ilişkileri de insanca olacak, yani sahici insan toplumu doğmuş olacaktır.

Ekonomi politikteki üretici güçler ile üretim ilişkileri ayrımı, insan faaliyetinin parçalan-mışlığını yansıtır. Marks’ın ekonomi politiğin şablonunu kullanarak üretici güçler ile üretim ilişkilerini analiz etmiş olması, bu parçalı ha-lin kalıcılığını kabullendiği anlamına gelmez. Marks ekonomi politiğin dilini ödünç alarak, ekonomi politiğin akıl yürütmesini sureta izle-yerek, bu dilin ve akıl yürütmenin kofl uğunu, ekonomi politiğin aslında akla ziyan, saçma ilişkileri gizlemeye yaradığını açığa vurmak istemiştir.

“Maddi üretkenliklerine uygun olarak toplumsal ilişkilerini kuran aynı insanlar, toplumsal ilişkilerine uygun olarak da ilke-ler, düşünceler ve kategoriler üretirler. Bu düşünce ve kategoriler, tıpkı ifade ettikleri ilişkiler gibi ölümlüdürler. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir.”İnsana yabancılaşmış faaliyet derinleştikçe, faaliyetin parçalılığı artmakta, her bir faa-liyet parçası insandan ayrı, insana aykırı, insana düşman güçler haline gelmekte ve insan üstünde tahakküm kurmaktadır. Bu akıl-sır ermez, sapkın faaliyet, insan zihni-ne mistik ilkeler, mistik düşünceler, mistik kategoriler olarak yansımaktadır.

Tarihin şafağında ilk baltayı yapmayı

akleden prehistorik insanı, toprağın karnına

ilk sabanı saplayan Hallan Çemi, Göbekli Tepe,

Çayönü yerleşimcilerini, ilk kerpici karan Aşıklıhöyük’ü,

ilk çömleği pişiren Çatalhöyük’ü, ilk tuncu döken Alacahöyük’ü, ilk kağnı tekerleğini döndüren

Hattileri, devrini çivi yazısıyla tabletlere kaydeden Sümer uygarlığını,

ilk sikkeyi basan Lidya’lıları, bugünkü insana bağlayan

aynı bütünsel insan faaliyetidir.

Page 11: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 11

SERÇEÞME

Yabancılaşmış, parçalanmış insan faali-yeti aşılınca, binlerce yıldır insana aykırı mecrada gelişegelen insan faaliyeti mistik toplumsal kabuklarından ve bunların zi-hinsel yansımalarından sıyrılarak bir bütün halinde insana geri dönecek, böylece sahici insan toplumu ortaya çıkacaktır. O zaman, altyapı - üstyapı gibi insan faaliyetinin par-çalılığını, insan ilişkilerinin sapkınlığını, zihinlerdeki mistik yansımaları anlatan analojilere gerek kalmayacaktır:“Özgürce birleşmiş insanlar saptanmış bir plâna uygun olarak ve bilinçli bir biçimde üretimi düzenlenmedikçe, maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam süreci kendisini saran mistik tülü (mülkiyet, meta, değer, para, sermaye gibi mistik toplumsal olguları ve onların mistik bilincini - YZ) sıyırıp atamaz. Ne var ki, bu sıyırıp atma, toplumda belli bir maddi temelin ya da uzun ve sancılı bir gelişme sürecinin spon-tane ürünü olan bir dizi varoluş koşulunun bulunmasını talep eder.” 2

Üretici Güçler Tarihin Temelidir“Biçimi ne olursa olsun, toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünü-dür. İnsanlar şu ya da bu toplum biçimini seçmekte özgür müdürler? Asla. İnsanın üretici güçlerinin belirli bir gelişme düze-yini varsayın, insanlar arası ilişkilerin ve tüketimin belirli bir biçimini elde eder-siniz. Üretimin, insanlar arası ilişkilerin ve tüketimin belirli bir gelişme aşamasını varsayın, buna tekabül eden bir toplumsal sistemi, buna tekabül eden bir aile, toplum-sal katmanlar ya da sınıfl ar örgütlenmesini, tek sözcükle, buna tekabül eden bir sivil toplumu elde edersiniz. Belirli bir sivil top-lumu varsayın, sivil toplumun resmi ifadesi olmaktan ibaret olan belirli politik koşulla-rı elde edersiniz. Bay Proudhon bunu hiçbir zaman anlayamayacaktır. Çünkü davayı devleten alıp sivil topluma götürünce, yani meseleyi toplumun resmi özetinden alıp resmi topluma taşıyınca büyük bir iş başar-dığını sanıyor.”“İnsanların kendi üretici güçlerini –ki bü-tün tarihlerinin temelidir– seçmekte özgür olmadıklarını eklemeye gerek yok. Çünkü her üretici güç, edinilmiş bir güçtür, insan-ların daha önceki faaliyetlerinin ürünüdür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratikte uy-gulanmış insan enerjisinin sonucudur. Ama bu enerjinin kendisi, insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o zamana ka-dar edinilmiş üretici güçlerle koşullanır. Bu enerjinin kendisi, o insanlar varolmazdan önce varolan, o insanların yaratmadıkları ve bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullanır. Birbiri ardından gelen her kuşağın bir önceki kuşak tarafından edinilmiş ve yeni üretimde ona hammadde olarak hizmet eden üretici güçlere kendisi-ni sahip bulması nedeniyle, bu basit olgu nedeniyle insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar. İnsanın üretici güçleri ve dolayısıy-la toplumsal ilişkileri geliştikçe, insanlık tarihi, daha da bir insanlık tarihi biçimini alır. Öyleyse, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olsalar da olmasalar da, kendi bireysel gelişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir. İnsanların maddi ilişkileri, bütün ilişkilerinin temelidir. Bu

maddi ilişkiler, insanların maddi ve birey-sel faaliyetlerinin içinde gerçekleştiği zo-runlu biçimlerden ibarettir.”3

Tarih, kendinden önceki nesillerden dev-raldığı üretici güçleri eyleme sokan kuşakla-rın peşpeşe sahneye çıkışından başka bir şey değildir. Her kuşak sahneye çıkıp devraldığı üretici güçleri işletirken, doğa güçlerini ve kendi yaratıcı potansiyelini kullanmanın yeni yollarını keşfeder. Böylece her kuşak, geçmiş kuşaklardan devraldığı insan faaliyetine tarih-sel süreç içinde kendi faaliyetini ekleyerek ge-lecek kuşağa miras bırakır. Bu anlamda üretici güçler insanlık tarihinin temelidir.

Tarihin şafağında ilk baltayı yapmayı akle den prehistorik insanı, toprağın karnı-na ilk sabanı saplayan Hallan Çemi, Göbekli Tepe, Çayönü yerleşimcilerini, ilk kerpici ka-ran Aşıklıhöyük’ü, ilk çömleği pişiren Çatal-höyük’ü, ilk tuncu döken Alacahöyük’ü, ilk kağnı tekerleğini döndüren Hattileri, devrini çivi yazısıyla tabletlere kaydeden Sümer uy-garlığını, ilk sikkeyi basan Lidya’lıları, bugün-kü insana bağlayan aynı bütünsel insan faali-yetidir. Üretici güçler, binlerce yıllık insan faa-liyetinin ürünü olarak, insanlığın tarih-zaman bütünselliğini sağlar.

Üretici güçler, insan –doğa alışverişinin, do-la yısıyla insan– insan ilişkilerinin gelişme aşa-malarını yansıtır. Tarihin akışı, son tahlilde, emeğin üretici iktidarı ne kadar geliştiğince, yani insanın doğa güçlerini ne kadar kontrol altına alabildiğince belirlenir. Binlerce yıldır süregelen insan faaliyetinin tarihsel zıplama

momentlerini tespit etmek için, harekete ge-çirilen üretici güçlerin durumuna, özellikle de kullanılan emek araçlarının niteliğine bakarız:

“Farklı ekonomik çağları birbirinden ayır-mamızı mümkün kılan, üretilen eşyalar de-ğil, fakat bunların nasıl ve hangi araçlarla üretildikleridir. Emek araçları, yalnızca insan emeğinin ulaştığı gelişme derecesi-nin bir ölçüsünü vermekle kalmıyor, aynı zamanda emeğin sarfedildiği toplumsal ko-şulların da göstergesi oluyor.”4

Bu bakış açısıyla bakıldığında, taş balta, sapan, tekerlek, koşum hayvanı, su dolabı, de-ğirmen, demirci körüğü, çıkrık, dokuma tez-gâhı, tarımsal ve zanaatçı el emeği, daha sonra, buharlı makine, içten patlamalı motor, elektrik dinamosu, hidrokarbon enerjisi, endüstriyel emek, günümüzde de canlı emeği üretim sü-recinin dışına çıkarmakta olan bilgi yoğun tek nolojiler ve yaratıcı zihinsel emek, insan faaliyetinin tarih boyunca kaydettiği gelişme aşamalarını gösterir.

(Devamını gelecek sayımızda okuyabilirsiniz.)

NOTLAR:

1 K. Marks, Felsefenin Sefaleti, 1847, METY, (İng.), c. 6, s. 165.

2 K. Marks, Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı, Kapital, 1867, (İng.), c. 1, s. 84.

3 K. Marks, P.V. Annenkov’a Mektup, 28 Aralık 1846, MESY, (İng.), c. 1, s. 518.

4 K. Marks, Kapital, 1867, (İng.), c. 1, s. 175–176,

Freidrich Engels, 1864 yılında Karl Marks ve Marks ailesinin kızları Jenny, Laura ve Elenor ile birlikte (Marksist İntenet Arşivinden alınmıştır: www.marxists.org)

Page 12: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

12 Sayı 32

SERÇEÞME

Alevi Cephesinde Neler Oluyor?Bölüm: III

İlhan Cem Erseven

BİLİNDİĞİ GİBİ Alevilerin Diya-net’le arası iyi değil. Çünkü Diya-net İşleri Başkanlığı (DİB), devle-tin resmi Sünni ideolojisine göre hareket edip Alevileri de Sünni

İslam dairesi içinde görmekte ve tüm icraatları da buna yöneliktir. Aleviliği ayrı bir inanç ol-gusu olarak kabul etmezler, cemevine cümbüş yeri derler, Alevi köylerine cami yaparlar, hat-ta imam gönderirler (onlar da büyük olasılık-la imamlıktan öte devletin istihbarat memuru gibi çalışırlar), Alevileri ilgilendiren her alana müdahale edip “Biz sizin yerinize yaparız” di-yerek ellerini sokarlar. Bu, devletin kendisine yüklediği bir misyondur, şaşırmamak gerekir. Çünkü Alevi örgütleri içinde de kendisi gibi düşünen, Aleviliği İslam’ın içinde ve has Müs-lüman olarak gören yandaşlar, örgüt başkanla-rı (Cem Vakfı, Ehlibeyt Vakfı, Malatya HBV Derneği, Tuncelili Dede Hıdır Bulut, İ. Çetin-kaya, F. Erdoğan, vb.) bulmakta zorlanmaz. Bu nedenle alanı boş bulup asimilatör görevini ra-hatlıkla yerine getirmektedir. Sağ olsunlar bi-zim Alevi asimilatör yardımcılarının da bu işi kolaylaştırmakta ellerine su döken yok.

Diyanet’in Alevi Klasikleri ve MEB Tavsiyeli Kitaplarda

AlevilikDiyanet, tüm bunlar yetmiyormuş gibi Alevi klasikleri adı altında yeni bir projeye soyundu. Aklı sıra Alevi klasiklerini ilk kez su yüzüne çıkarıyormuş edasıyla Amerika’yı yeniden keş-fetmenin verdiği bir sevinçle birinci derecede bir baskı tekniğiyle ilk üçünü bastılar. Kalite olarak çok güzel bir baskı. Buna diyeceğimiz yok. Ama bu klasikler olarak adlandırılan ki-tapların birçoğu çeşitli yayınevleri tarafından aynı mükemmel baskıda olmasa bile daha önce basıldı.

Örneğin; İmam Caferi Sadık Buyruğu (Haz: Ali Adil Atalay, Can Yayınları, 1996, İst.), Buy-ruk adıyla (Haz: Esat Korkmaz, Ant Yayınları, 1997, İst.), Kitabül fevaid, (Ayyıldız Yayınları, 1990, Ankara; Hacı Bektaş Veli Fevaid adıyla hazırlayan: Baki Öz, 2. baskı, Can Yayınları, 1996, İst.) Nehc-ül Belagat (Hazreti Ali Divanı adıyla Ant Yayınları, 1990, İst.), Vilâyetname (Menakıb-ı Hacı Bektaş Veli) (Ant Yayınları, 1. baskı, 1995, İst.; Can Yayınları, 2. baskı, 1999, İst.; manzum olarak Bedri Noyan, 2. baskı, Can Yayınları, 1997, İst.), Şerh-i Besmele, (Haz: Rüşdü Şardağ, Karınca Matbaacılık, 1985, İz-mir) Tam Hüsniye (Can Yayınları, 1996, İst.) Ve diğer başka kitaplar.

Bu durumda DİB, yeni baskılarını yapmak-la Alevilere şirin gözükmeye çalışmanın altın-daki baklayı saklamış olduğunu düşünüyorsa yanılıyor. Bence bu yöntemle Alevileri kandır-maya çalışmaktadır. Daha doğrusu bu kitapları yayınlayarak Alevileri tamamen İslam’ın içine çekip asimile etmeyi sürdürmektedir. Yukarıda adını andığım kitapların yeni baskısını durup dururken kaliteli bir şekilde basması, “Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü.” atasözünü doğrular niteliktedir ki bunun da mantıklı bir yanıtı yoktur. Varsa da Diyanet’e şirin gözükmeye, oradan nemalanmak isteyen

birkaç Dede’nin iştahını kabartmaktan başka işe yaramaz. Siz hem Aleviliği yok sayacaksı-nız, DİB Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in dediği gibi1 ihmal ettiğinizi itiraf edeceksiniz, şimdi de klasikleri yayınlamakla kendinizi affettirmeye çalışacaksınız. Acaba kim inanır ki? Reklamda olduğu gibi yersen tabii.

Aleviler, Diyanet’ten klasiklerin basılma-sını öncelik konu olarak istemiyor. Eğer DİB, hayırlı bir iş yapmak istiyorsa, 1- Alevi köylerine cami yaptırılmasından ve imam atamasından vazgeçmeli. 2- Din derslerinin zorunluluğunun kaldırılma-sı için uğraşmalı.3- Cemevlerini, Alevilerin inanç mekanı oldu-ğunu kabul etmeli.4- Alevileri yok sayıcı, rencide edici açıklama-lardan, söylemlerden kaçınmalı.5- Aleviliği, bir Alevinin kafasındaki gibi ka-bul etmeli, İslamileştirmemeli.6- Diyanet bütçesinde Alevilerin de payı var. Bu bütçenin üçte biri oranındaki pay, Alevi-lerin talepleri doğrultusunda harcanmalı. Ör-neğin cemevleri yapımı, Alevi-Bektaşi eren-lerinin türbelerinin restorasyonu, dergâhların bakımı ve onarımı, vb…

Diyanet İşleri Başkanlığı, ancak bunları yaptığı zaman “ötekileştirme”nin önüne ge-çip hoşgörüyü, sevgiyi, saygıyı pekiştirmiş ve böylece yüzyılların getirdiği kini, düşmanlığı, mezhep çatışmasını önlemiş olur. Cicili bicili icraatlarla Alevileri Ilımlı İslam projesi içine dahil etmeye çalışmasın.

Diğer bir konu da Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) İlköğretim kurumlarına “tavsiye” etti-ği 100 Temel Eser arasında yer alan kitaplarda Aleviliği küçültücü bölümlerin yer alması so-runudur. Bu konu da çeşitli basın organların-da az da olsa gündeme geldi. MEB’nın tavrı da Diyanet’in aynısı. Biri din alanında, diğeri eğitim alanında asimilatörlük görevini yerine getirmektedirler. Benim üzerinde duracağım konu, bu durumun Alevi yazar, çizer ve ön-derlerinin (gelen e-maillerden anlıyorum) yeni farkına varmış olmasıdır ki buna da günaydın demek gerekir. Ömer Seyfettin’in “Harem”, Haldun Taner’in “Şişhaneye Yağmur Yağıyor-du” kitaplarında yer alan ve Alevileri, “Kızıl-baş” sözcüğüne aşağılayıcı bir anlam yükle-yerek rencide eden öykülerin neredeyse 40–50 yıldır baskı üstüne baskı yapılmasına, hatta bir Alevi öykücü yazar bir dostumuzun da yazar-ların adına düzenlenen öykü yarışmasında ödül almasına karşın gözden kaçırılıp şimdi canım yandı demenin hiç de tutar yanı yok. Ben her iki yazarın bu öykü kitaplarını “Çağdaş Türk Romanı ve Öyküsünde Aleviler”2 adlı kitabım-da eniyle boyuyla irdeledim, eleştirdim. Tabi bu kendini Alevi namusu konusunda çok du-yarlı olduğunu sananlar biraz da Alevilikle il-gili kitapları okusalardı sanırım meseleye daha iyi yaklaşırlardı. Hem bu tavır tek tek kişilerle olmaz. Bu öykü kitaplarının okul kütüphanele-rine girmesinin engellenmesi ancak örgütlerle olur. Yazarı hakkında dava açamazsınız, çünkü hayatta değiller, mirasçılarına da hiç açamaz-sınız, çünkü böyle bir davada “müdahil” bile sayılmazlar. Yapılacak tek iş, MEB’na baskı

yapmak, kitapların toplatılmasını sağlamak ya da bundan sonraki baskısı için yayıneviyle gö-rüşüp o öykünün kitapta yer almamasını sağ-lamak, bu da olmazsa “yürütmeyi durdurma” kararıyla engellemek. Gerçi bunu hukukçuları-mız daha iyi bilir, eğer dikkatlerini çekerse.

Abant Toplantısı ve Bay Müfi t Yüksel’e “Hop, Bir Dakika..”

17–18 Mart 2007 tarihlerinde İstanbul’da, Abant Toplantıları adı altında düzenlenen toplantının 13.’sü yapıldı. Fetullah Hoca’nın onursal baş-kanı olduğu bu toplantının düzenleyicisi olan kurum, bu kez konu olarak “Alevilik”i seçmişti. Toplantıya Fetullah Hoca hayranı birçok öğre-tim üyeleri, eskinin solcusu yeninin küreselci liboş aydınları katıldılar. Bu sıradan bir orga-nizasyonun düzenlediği sıradan bir toplantı değildi. Türkiye gündeminde katılımcılarıyla ve de tartıştığı, sonunda yayınladığı bildirisiy-le yer alan ciddi bir etkinliktir. Burada onursal başkanları Fetullah Hoca’yı tartışacak değiliz, zaten herkes kim olduğunu, niyetinin ne oldu-ğunu iyi biliyor.

Bu toplantı, bu kez ciddi olarak gündem ya-rattı ve Alevi camiasında bir bakıma infi ale yol açtı. Alevi ileri gelenleri, “Onlar bizim adımıza böyle bir toplantı yapamazlar, adımıza konu-şamazlar, onlar da kim oluyor da Aleviliği ta-nımlamaya kalkıyorlar?” gibisinden refl ekssel tavırlarda bulundular. Hatta başta Ali Yıldırım olmak üzere diğer Alevi temsilcilerini (?!) de katıldıkları için eleştirdiler.

Tüm bunları bir yana bırakıp olaya serin-kanlılıkla eğilmek gerekir. Bu toplantıyı düzen-leyenler, bu çorbada bizim de tuzumuz bulun-sun diye birden ortaya çıkmadılar. Bunun arka planında ABD’nin yenidünya düzeni programı çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği “Ilımlı İslam modeli” rolü yatmaktadır. Bu modeli de ya-şama geçirmek için Fetullah Hoca ve yandaş-larını kullanmaktadır. Bilindiği gibi Diyanet içinde belli bir Fetullahçı kadro bulunmak-tadır. Arada bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Aleviler hakkında söylemde bulunmalarının altında bu kadro yatmaktadır. Bilindiği gibi DİB, Alevileri İslam dairesi içinde görmekte, sorunların çözümü yerine camiyi adres göster-mektedir. Bu da asimilasyon politikasının bir başka versiyonudur.

Abant toplantısının asıl amacını bakınız Müfi t Yüksel nasıl açıklıyor:

“Elbette Türkiye’de ki Sünni grup ve cema-atler, İslami kesim, Alevilerle, Bektaşilerle ilgilenecek, konuyu masaya yatıracak. Bu en tabi hakları. Alevi kimliğine ilgisiz ve bigane kalıp bu kimliği yok saymaları daha mı iyi olurdu?”3

Şimdi burada sormak gerekir Bay Yüksel’e: Aleviler Çorum’da, K.Maraş’ta, Gazi’de kat-ledilirken, Sivas’ta yakılırken neredeydiniz? O zaman Aleviler ve de Alevilik yok muydu? Şimdi mi Alevilerin varlığını keşfettiniz?

Müfi t Yüksel, açıklamasına devam ediyor: “Bu ülkenin toprakları, insanı olarak el-bette Alevilik-Bektaşilik konusuyla ilgile-neceğiz. Hatta bu sorunun içinde olacağız.

Page 13: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

SERÇEÞME

13Ağustos 2007

Elimizi bu sorundan çekmemiz söz konusu olamaz. Dışarıdan seyretme gibi bir lükse sahip değiliz. Batılı oryantalist ve araştır-macıların çalışmaları kabul görürken neden bu ülkenin insanının Alevilik ilgisinden korkuluyor? Aleviler hep ilgisizlikten, dış-lanmışlıktan, ötekileştirilmekten yakınıp dururlardı. Bugün ise, neden Alevilik? diye garip, anlamsız sorularla karşılaşmaktayız. Aleviler aynileştirme ile ötekileştirme sar-kacında tanım aralığı bulmakta güçlük çe-kiyorlar. Önemli olan Alevi-Bektaşi kim-liğinin İslam dairesi içerisinde sağlıklı bir tanım aralığı geliştirebilmesidir. (…) Alevilik-Bektaşilik konusunda birçok de-deden ya da babadan çok daha iyi Cem, Cemaat, Erkân yürütebilecek şekilde bilgi, birikim ve donanıma sahip olan bizler kim ne derse desin elbette bu konunun içinde olacağız, içinde olmaya devam edeceğiz.”

Evet, dilinin altındaki bakla bu. İslam dairesi içinde Alevileri aynileştirmek gerekir. Bundan Aleviler korkmamalı. Bu aynileştirmeyi yapa-cak bilgi, birikim ve donanıma da sahiplermiş. Bravo açık sözlülüğüne. Muhterem zat, -ceğiz, -cağız diyerek Alevileri açıkça tahdit etmekte, gerekirse sizin cemlerinizi, erkanlarınızı da biz yönetiriz diyerek militanca bir tavır sergi-lemektedir. Ve bu da çok tehlikeli bir söylem bence. Aslında kendi niyeti olarak açıkladığı söylem, bal gibi Abant Toplantısının onursal başkanı Fetullah Efendi üzerinden ABD’nin “ılımlı İslam projesi” planının stratejisini gös-termektedir. Bay Yüksel şunu çok iyi bilmeli-dir ki, Aleviler, 1400, hatta daha fazla yıldır kendilerine özgü inanç yapısıyla yaşamışlar, kültürlerini, düşüncelerini ve yaşam biçimle-rini korumuşlar, hiçbir zaman “aynileşme”ye, yani ehli-sünnet sahibi bir Sünni gibi olmaya çalışmamışlardır. “Öteki” görülmek bile onları yıldırmamış, devletin boyunduruğunda “ehli-leşmiş” kul olmamıştır. Eğer öyle olsaydı onca kırımlara, baskılara, fetvalara karşın böyle dik durmazlardı. Kaldı ki Aleviler, sizden bir şey beklemiyor ki. Evet, Alevilik ve Bektaşilik hakkında bilimsel araştırma yapabilir, bu ko-nuda sempozyumlar, paneller düzenleyebilir-siniz, buna itirazımız olmaz, hatta destekleriz bile. Zaten bu da, örneğin birçok Sünni inançlı master öğrencilerine bu konuda gerekli yardım ve kolaylık tanınmaktadır, ama hiçbir zaman Aleviler-Bektaşiler adına söz sahibi olamaz-sınız. Size o yetkiyi kim verdi de “… elbette bu konunun içinde olacağız, olmaya devam edeceğiz” diyerek üst perdeden gözdağı ver-

meye çalışıyorsunuz? Anlaşılan, Bay Yüksel, ABD’nin “ılımlı İslam projesi”nin gönüllü mis-yonerlerinden olsa gerek.

Toplantıya, basından öğrendiğimiz kada-rıyla Alevi kökenli araştırmacı-yazar ve aka-demisyenler, dernek temsilcileri de katılmış-lardır. İlke olarak bence bunların katılmaması gerekirdi diye düşünüyorum, çünkü katılmak-la Fetullah Hoca’nın “Alevi hassasiyeti”ne ve ABD’nin “ılımlı İslam projesi”ne bilerek/bil-meyerek katkı vermişlerdir. Katılımcılardan Ali Yıldırım hariç, diğerleri tam Abantçıların gönlünü okşayacak, onların çizdiği çerçevede, yani “İslam dairesi içinde bir Alevilik”i anlata-rak toplantının gözdeleri olmuşlardır. Ali Yıl-dırım arkadaş ise, her ne kadar konuşmasının bir yerinde “Abant Platformu diye özgürlükle-ri, sivil toplumu, demokrasiyi kendisi için ilke edinmiş bir kurum,” diyerek övdükten sonra, sonuç bildirisinde yer alan Aleviliğin tanımı konusuna gelince canhıraş bağırıp karşı çık-ması bir şey ifade etmez. Belki katılımcıların ortak kararıyla öyle bir bildiri çıkmasını engel-lemiş, hatta Alevilik konusunda daha dikkatli olmalarını sağlamış olabilir, ama sonuçta son eylemi, yukarıdaki övgü içeren söylemini gör-memezlikten gelmemizi ve de katılımını des-teklememizi gerektirmez.

Abant Toplantısına katılan Alevi kökenli konuşmacılardan, eskinin solcusu, şimdinin Fetullah hayranı Reha Çamuroğlu ise, Alevili-ğini (!) unutmuşçasına tam da Abant Toplantısı-nın ruhuna uygun, Bay Yüksel’in dillendirdiği “aynileştirme” operasyonuna gönüllü uğramış bir profi l çizmiştir. Bu anlamda şaşmamak ve hatta üzülmemek gerekir. Reha, hiçbir zaman “Alevi” olmadı ki. Eğer olsaydı, bugün onca si-yasi zikzaklar çizdikten sonra gelip AKP’den aday olmayı içine sindirmezdi.

Sonuç olarak, Alevilerin öteden beri dile getirdikleri sorunlarının çözüm bulacağı ad-res, “ılımlı İslam projesi”ni yaşama geçirmek için ABD’nin taşeron olarak kullandığı Fetul-lahçı toplantılar, Diyanet İşleri Başkanlığı ve birkaç Sünni aydının oluşturduğu platformlar değildir. Yıllardır Alevileri görmezlikten gelen, onca katledilme ve yakılmalara karşın sesini çıkarmayan, halen inkar politikası güderek so-runlarına arka dönen, öte yandan Alevilerde de kendilerine sözüm ona Alevi temsilcisi/aydını türünden yandaş bulup asimilasyoncu tutum-larını sürdüren devlet politikasıyla da olmaz. Abant Toplantısı, Alevileri “ılımlı İslam proje-si” içine amip örneği alıp eritme, “aynileştir-me” (Sünnileştirme) eyleminden başka bir şey değildir. Bu anlamda dikkatli olmak gerekir.

NOTLAR:1 Yasin Akay, Aleviliği Tartışmak, Yeni Şafak

Gazetesi, 19 Mart 20072 İlhan Cem Erseven, agy, Alev Yayınları, 2005,

İstanbul3 [email protected]’dan bana gelen iletiden

alıntı. Kimden: Mufi t Yüksel, Kime: “Yasin Aktay”, “İbrahim Mazman”, Gönderme tarihi: 23.3.2007/6:53 pm, Konu: (qizilbash) Abant ve Alevilik

Abant Toplantısı, Alevileri

“ılımlı İslam projesi” içine amip örneği

alıp eritme, “aynileştirme” (Sünnileştirme)

eyleminden başka bir şey değildir

ÖZCAN KESKEÇ Ispartalı dört çocuk-lu bir memur ailesinin ilk çocuğu olarak

1945 yılında Afyon’un Dinar ilçesinde dünya-ya geldi. İlk ve Ortaokulu Konya’nın Sarayönü ilçesinde bitirdi.

1963 yılında Kuleli Askeri Lisesinden me-zun oldu. Kara Harp Okulu öğrencisi iken, Ta-lat Aydemir’in 20–21 Mayıs 1963 tarihli dar-be girişimi nedeniyle 1453 öğrenci ile birlikte Harp okulundan uzaklaştırıldı.

1964 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden 1969 yılında mezun oldu. Öğrencilik yıllarında çeşitli işlerde işçilik yaptı. 1967 yılında işe başladığı SSK Eminönü Şubesinde çalışırken aynı yıl Sosyal-İş Sendi-kasına üye oldu. Nisan 1969’da Sosyal-İş Genel Sekreterliğine getirildi. 1972 yılında seçildiği Genel Başkanlık görevine, daha sonraki tüm Genel Kurullarda tekrar seçildi.

1973 yılında CHP İşçi Büroları Genel sek-reterliği görevini yürüttü. 1974 yılında SSK tarihinde ilk kez olarak, kurum çalışanlarının oyları ile sendika adayı olarak SSK Müdürler Kurulu (Yönetim Kurulu) üyeliğine seçildi. Aynı yıl getirildiği DİSK Genel Başkan Vekil-liği görevini 1975 yılına kadar sürdürdü.

1975 yılında yeniden kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı ve Parti 1980 yılında kapatılıncaya kadar Merkez Yö-netim Kurulu üyesi olarak görev yaptı.

12 Eylül yönetimince 1980 yılında DİSK ve bağlı sendika yöneticileri ile birlikte gözaltına alındı ve beş yıl tutuklu kaldı, idamla yargıla-narak beraat etti.

1991 yılında DİSK ve bağlı sendikaların beraat ederek yeniden faaliyete geçmesi ile Sosyal-İş Sendikası Genel Kurullarında 1992, 93, 94, 97, 2000 ve 2003 yıllarında tekrar Ge-nel Başkan seçildi.

Evli ve ikiz çocuk babası olan Özcan Ke-sgeç Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nin kuruluşunda da görev aldı. TBKP’nin Sendika Bürosu’nda çalıştı.

Mücadeleci kişiliği ile en yumuşak insan kalbini birleştirmiş nadir sendika savaşçıların-dan biriydi. Bir Mayıs’ın ilk kez bir sözleşme ile işverene kabul ettirilmesi onurunu hep ta-şıyacak.

Anısı önünde saygıyla eğilirken, günümüz-de sendika mücadelesi bayrağını yere düşürme-yen tüm işçiler onu örnek alacaktır diyoruz.

Sosyal -İş Sendikası Genel Başkanı

ÖZCAN KESGEÇ1945 - 19 TEMMUZ 2007

Yattığı Yer Işık Olsun

Page 14: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

14 Sayı 32

SERÇEÞME

OSMANLIDA, Arapça “siyasa” kav-ramından bir adapte olarak “siyaset etme”, idam etme anlamına geliyor-du. Siyaset etmenin doğrudan hede-

fi olan, bütün süreklerden Aleviler için sözün en anlaşılır olan özelliği buydu. Osmanlı ne zaman yönetimsel bir kriz yaşasa, yeniden ve yeniden bir “iç fetih” operasyonuna gereksi-nim duyuyordu ve iç fethin en önemli hedefi n-de, Alevi başlığı altında ifade edebileceğimiz ortaklık toplumu yapılanmaları bulunmak-taydı. Bu ise, Alevilerin maddi birikimlerinin yağmalanması anlamına geldiği gibi “siyaset etme” yani idam, toplu katliam, sürgün ve bas-kı altına alma anlamına da geliyordu.

Tabii ki, özellikle İslam halifeliğinin Os-manlıya geçmesinden sonra, Alevi topluluk-larının üzerine yönelme, bu uygulamalarla sınırlı kalmıyor, onların ocaklarına, dergâhla-rına müdahale ederek, Osmanlı döneminde de oldukça etkin olan Sünni tarikatlar aracılığıy-la, Alevi topluluklarının yukardan aşağıya bir biçimde asimilasyonunu sağlayarak, sisteme entegre etme yolları aranıyordu. Uygulamanın bu yönü Aleviler açısından çok daha bitirici sonuçlara yol açıyordu. Her fi ili katliam, sür-gün gibi uygulamaların ardın devreye sokulan bu uygulamalar, geçmiş bütün dönemlerde de uygulana gelen, egemen devlet uygulamaların-dan çıkarılmış en başat uygulamaydı.

“Osmanlıda oyun çok” sözü daha çok da Aleviler açısından üretilmiş bir niteleme ol-malıydı. Yolun örgütlü yapıları ve ona önderlik eden büyüklerin, bu uygulamaların yol insanı üzerinde yarattığı tahribatları, bir biçimde gö-ğüslemek amacıyla geliştirdikleri;

“Ne ararsan kendinde araMekke’de Kudüs’te Hac’da değil”(Hünkâr),

“Dönen dönsün Ben dönmezem yolumdan” (Pir Sultan Abdal),

“Yanılıp da gitme Nakşi’yeTaş getirirsin yola kardaş”

gibi deyişleri, değişik tarihlerde yaşanmış aynı yönlü gerçeklikler karşısında yapılmış uyarıcı çağrılardı.

Güzide Ana’dan yazımın başına aldığım dörtlük, Osmanlı’nın, Hünkâr Dergâhına ifa-de ettiğimiz bağlamdan müdahale ettiği, cami yaptırıp, postnişin olarak dergaha, Nakşi şeyh-lerini atadığı yıllara, yani 18. yüzyılın ortala-rına denk gelir.

Aslında, Güzide Ana’nın çağrısındaki vur-guya gelebilmekti derdim. Geriye dönük kimi anımsatmaları yapmak için bu uzun girişe ge-rek yoktu. Ne ki, insanımızın pek az tarih bi-linci var ve o da kendi gerçekliğiyle ilgili değil, daha çok resmi tarih anlayışlarından mülhem bilgilerle yüklü. Bu da günü anlamaya, günün sorunlarına doğru teşhisler koyarak önünü ay-dınlatmasına hizmet etmiyor. Doğru tarzda ta-rih bilgisi ise bunun için gereklidir.

Güzide Ananın gününde henüz, bugünkü bağlamda bir ulusçuluk yok. Bu nedenle de, Güzide Ana çağrısını ya da tepkisini, Nakşi-ler üzerinden hareketle Ortaklığı bozmaya, bu zeminde anlam kazanmış yolu-erkânı terk et-meye ve egemen mülk sistemiyle “barışmaya”,

sistem içine geçerek ona biat etme yönelimine karşı koymak için yapmaktadır. Çünkü Nakşi Şeyhleri orda “devletlü” olarak bulunmakta-dırlar. Bana göre tepkinin esası, bu noktada anlam kazanmaktadır.

İki ayağıyla Yol güzergâhına sıkıca bağlan-mış Güzide Ana, o günde değil de, bu gün de olsaydı ve bu gün için ifade etseydi, tepkisini bugün ortaya koysaydı, bunu nasıl ifade ederdi acaba? Ya da şöyle de sorabiliriz aynı soruyu; Güzide Ananın gününde bu günkü anlam-da ulusçuluk ortalığı kasıp kavursaydı ve yol insanından “birazda milliyetçi olsak ne olur” gibi yaklaşımlarla karşılaşsaydı, tepkisi nasıl olurdu?

Bunun yanıtını doğrudan okura bırakmak-la birlikte şu kadarını söyleyebilirim düşünce-sindeyim:

Bana kalırsa, özü açıklamaya çalıştığım-dan hiç de farklı olmayan, ama ortaya çıkan olgunun niteliğine uygun bir çağrı olacağın-dan hiç kuşkum bulunmamaktadır. Bu, taban tabana zıt iki toplum yapılanmasının karşılıklı duruşunda, ortaklık yapılanmasının ürettiği düşünce, hukuk ve ahlak anlayışının bir ifadesi olarak açığa çıkmış olduğundan, her durumda başka türlü olmazdı, olamazdı. Bu ise, yol in-sanının mutlaka gözönünde bulundurmak du-rumunda olacağı bir ölçüye, yol ölçüsüne işaret etmektedir.

Tabii ki köprülerin altından çok sular geçti. Ulaştığımız tarihsel uğrakta ne otantik yapı-lanma bağlamında o ortaklık toplumu kaldı, ne de onun yol ve erkânı. Bu gün farklı toplumsal koşulları yaşıyoruz ve farklı koşulların önü-müze çıkardığı sorunlara yanıt arıyoruz. Yeni toplumsal koşulların bir ürünü olarak demok-rasi ve özgürlükler için meydan tutmaya çalı-şan ve bu amaçla örgütlenip varlık göstermeğe çalışan Alevilerin önünde de, çözmek zorunda olduğu sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunlar paketinin çoğu ise geçmişten bu güne, bir sü-reğe dayanmakta ve günümüze miras olarak akıp gelmektedir. Her vesileyle tarihe yollama yapma gereği duymamızın sebebi hikmeti de burada yatmaktadır.

Türkiye Cumhuriyetine hükmeden irade-nin, on parmağının altında on tane pire bulun-makta ve artık pireler bu parmakların altında, hiçbir biçimde kalmak istememektedirler. Çözülmemiş, dahası da var, “yok” sayılarak çözmek şöyle dursun, varlıkları dahi inkâr edil miş, demokrasinin doğrudan konusu olan sorun ların önemli bir bölümü, örneğin Alevi sorunu gibi, Osmanlı’dan aynen devralınmış. Bir kısmı ise yeni koşulların ürettiği demok-rasi sorunları olarak, her kesim ve cinsten de-mokrasi ve özgürlük dinamiklerinin önünde çözülmeyi beklemektedirler.

Çözümü bekleyen her sorun, kendini var eden temel etmenlere bağlı olarak doğru öl-

çülere, doğru taktik ve stratejilere gereksinim duyar. Hünkâr’dan, Pir Sultan Abdal’dan ve Güzide Ana’dan aktardıklarım ise ölçüsüzlü-ğümüze ışık tutup, doğru ölçülere ulaşmamıza yardımcı olacak niteliktedir ve kanımca doğru ölçüler yine binlerce yıl imbiklerden süzülerek günümüze ulaşmayı başarmış, yolun temel de-ğerleri üzerinden çıkartılabilir. Aksi durumda ise sadece “taş getirir yola kardaş!”

Ölçü Arayışı ve Bir Anı22 Temmuz seçimleriyle birlikte, bir seçim sü-reci geride kaldı, ama gerek seçim ortamına gi-rilmesini getiren koşullar, gerekse seçim süreci ve ortaya çıkardığı sonuçlar, hem seçim öncesi hem de seçim sonrasında tartışıldı, tartışılıyor. Daha uzun bir sürede tartışılacağa benziyor. Özellikle, en başta Modern Alevi Hareketinin örgütlü yapıları ve ona öncülük edenler başta olmak üzere, bir tekmil demokrasi ve sosya-lizm dinamiklerinin konuyla bağlantılı üret-tikleri düşünceler ve ulaştıkları sonuçlar, de-mokrasi ve özgürlük arayan, hak adalet, eşitlik arayan toplum kesimleri açısından son derece önem arz etmektedir. Dilerim bundan önceki bütün süreçlerde yaşandığı gibi üretmek şöyle dursun, “lafı da tüketen” bir lükse dönüşmez. Dilerim, bir yandan yürüyerek bir yandan yü-rürken düşünerek, bu iki etkinlik düzeyinin birlikteliğini sağlayarak bir çalışma tarzı esas alınır, içinden geçmekte olduğumuz uğrak-ta, çürüyüşün ve toplumsal çöküşün gidişiyle yüzleşerek düzey aşılır.

Bu son sözümü hem bir temenni hem de bir beklenti olarak ifade ederken, nedensiz deği-lim. Modern Alevi Hareketi önderliklerinin, gerek seçim öncesi süreçleri ele alış tarzları, gerekse seçim olgusuna yaklaşım tarzları ve gerekse de seçim sonuçlarına ilişkin yaklaşım-larını dikkatle izliyorum. Seçim öncesine iliş-kin düşüncelerimi ve uyarılarımı her vesileyle yaptığımı düşünüyorum. Ancak ne o zamanki gelişme ve yaklaşımlar ne de seçim sonrası dü-şünce ve yaklaşımlar, yukarda ifade etmeğe ça-lıştığım temenni ve beklentilere yanıt vereceğe benzememektedirler. Henüz ne kendi varlık nedenlerini ne de Alevi sorunsalının da içinde bulunduğu ülkenin temel problemlerini anla-yabilmiş durumdalar. Hiç kimse ne kendi ger-çeğinden ne de yaşadığı gerçeklikten kaçamaz, kaçmamalıdırlar da. Oysa gerçeklikten kaçılı-yor. Ölçüsüzlük, yapılan her değerlendirme ve yaklaşımda kendisini hissettiriyor âdeta.

Birçok dostumuz değerlendirmesinde Alevi örgütlenmesinin yeni olduğunu, bu bağ lamda da eksikliklerinin, yanlışlıklarının ola cağını, bu eksiklikler ve yanlışlıklardan öğ renerek ken -di sini olgunlaştıracağını belirti yorlar. Tabii ki bu değerlendirmelerini seçim ger çeğiyle buluş-tu rarak yapıyorlar.

Yazılarımı izleyen dostlar, her vesileyle, tarih boyunca hırpalanmış, katliamlardan ge-çirilmiş, bütün örgütlülük düzeyleri tarumar edilmiş Alevi topluluğunun, kendini yeniden keş fetme ve günün koşullarına taşarak gelmiş sorunlarına çare olmaya çalışırken, tabii ki bü-tün bu hırpalanmışlığıyla, kiriyle pasıyla ayağa kalkacağını, bunun son derece doğal olduğunu, bu nedenle de Alevilerin kimsenin güzeli ol-mak zorunda olmadıklarını hep söyleye geldi-ğimi bilirler. Dahası, yanlış yapma haklarının olduğunu, kimsenin doğrusunu gerçekleştir-mek gibi bir zorunluluklarının bulunmadığını da belirttiğimi bilmektedirler.

Tabii ki bu ifadem Alevi dışından, özellikle de egemen sistem düzeylerinden yönelen yak-

Ölçüsüzlük ya da Yanlışlardan ÖğrenmekHaşim Kutlu

Bu sözüm BektaşiyeYanılıp gitme Nakşiye

Uyma hal bilmez kişiyeTaş getirir yola kardaş

Güzide Ana

Page 15: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 15

SERÇEÞME

laşımlara dönüktü. Ama kendi içimize, kendi düşünsel ve eylemsel pratiğimize gelince, ka-zın ayağı hiç de öyle olmamalıydı, olmadı da. Özellikle Modern Alevi Hareketinin “siyasete müdahale” düşüncesi ve bu doğrultuda ortaya çıkardığı pratik söz konusu olduğunda, belki talip düzeyi için mazur görülebilir ama ön-derlik ya da yönetim düzeyi açısından hiç de mazur görülmeyecek hata ve yaklaşımlar or-taya çıkmıştır. Bunu görmeden, ele almadan, bundan sonraki süreçler de doğru bir tek adım atılamaz. Hele hele ne şiş yansın ne kebap ör-neği, “altın orta bulma” yaklaşımları, sorun-ların üstünün örtülmesinden başka hiçbir şeye hizmet etmez.

Talip düzeyi için mazur görülecek birçok yaklaşım, bugün Alevi örgütlenmelerine hük-meden irade ve o iradeleri ortaya çıkaran kad-rolar için mazur görülemez. Çünkü Alevilik açısından, onun özgün örgütlülüğü açısından belki birçok eksiklik ve yanlışlıkları olabilir, ama genel olarak bu arkadaşlarımız ne siyaset zeminlerinin ne de örgütlü demokratik müca-delelerin yabancısıdırlar. Birçoğu 60’lı ve son-raki yılların devrimci demokratik mücadelele-ri içinde yer almış, her Alevi çocuğu gibi bu ortamlardan nasiplenmiş arkadaşlardır. Eğer bugün bir ölçüsüzlüğün, bu bağlamda da yan-lışlığın içinde iseler, bunca zamandır ödenmiş bunca bedelin hiçbir yerinden bir şey öğren-memişler demektir ki, bunun hoş görülecek bir yanı yoktur.

Söz konusu sürecin değerlendirmelerine ilişkin, Alevi hareketi içinden çeşitli düzeyler-de yapılmış çok sayıda yazı önümde duruyor. Bir kaç istisnayı hesaba katmazsam, genelin tespitleri, üç aşağı beş yukarı aynı noktalarda düğümleniyor ve aynı yanılgıları, bir örgütlü düzeye çıkartacak denli, biri diğeriyle para-lellik içinde âdeta örüyor. Bunları bir sonraki makalenin konusu olarak ele alacağım ve kar-deşlerimle paylaşacağım. Bu makaleyi aslında “ölçüsüzlüğe” vurgu yapmak için planladım. Öyle de bitirmek istiyorum.

***Cezaevinde oluşumun ilk yıllarıydı. Hem Marksizmle hem de ülke gerçekliğiyle henüz yüz yüze geldiğim ve öğrenmeğe çalıştığım yıllardı. Tabii ki bir devrimci olarak, ağır bir bedelle karşı karşıya olmama karşın, bu be-del ile hiç de orantılı olmayan ölçülere sahip olduğumu da fark etmeye başladığım yıllardı. Örnek olsun, devrim için katara dizilmiştim, bundan hiç kuşkum yoktu, ama bu yürüyüşte karşıma aldığım kimdi, birlikte olacağım veya olmam gerekenler kimlerdi, kime dost diyecek kime düşman gözüyle bakacaktım, bunun doğ-

ru dürüst ayırdımında değildim. Ayırdımına varmak için doğru bir ölçü de yoktu. Tabii ki ortada örgütler vardı ve bunların her birinin, kendine göre, bu gibi sorulara buldukları ya-nıtlar vardı ve bunlardan kimilerine karşı olur-ken kimilerine yandaştım. Ama yine de bana ters gelen bir yan vardı ve aradığım ölçüyü vermiyordu.

Örneğin kim demokrattı bu ülkede, kime demokrat, kime sosyalist diyecektim. Genelle-melerin rehavet veren gölgesine sığınmanın bir âlemi yoktu. Mutlaka, en azından ana başlıklar olarak görmek ve ona göre bir yön tayin etmek zorundaydım. 1978 yılında bu doğrultuda bir makale kaleme aldım. Hafızamda kaldığı ka-darıyla o makalede de, üzerinde durduğum te-mel konu ölçüsüzlük gerçekliğini, en azından elle tutabileceğim bir ölçüye çevirme arayışı vardı.

Başkasına bir şey ifade etmese de kendim için bulduğum ölçüler, Türkiye Cumhuriye-ti’nin Anayasal düzeninin, “Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükümleri içinde saklıydı ve saklı olanlar aynı zamanda “yok” sayılanlardı. Yok sayılanlara karşı alı-nacak tavır, sosyalist olmanın değil, asgari düzeyde Türkiye gerçeğinde demokratik ola-bilmenin ölçüsünü veriyordu. Anayasal düzen “sınıfsızlık ve imtiyazsızlık” üzerine oturmuştu. İşçi sınıfına karşı tavrın ne olduğu, ölçülerden birini veriyordu. Bu bağlamda komünistlere karşı tavır, ikincisini, soya-boya, dine, dile, et-niye, tarihe, dile göre oluşturulup tanımlanmış “Türklük” dışında kalan, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Araplar, Çerkezler, Lezgiler’e karşı tavır bir diğer ölçüyü; Tadın cinsine karşı ta-vır bir diğerini; ve nihayet tarih boyunca yok sayılmış, Alevilere, Ezidilere, vb., topluluklara karşı tavır bir diğer ölçüyü veriyordu ki, bunlar devrimci demokrasinin en temel koşulu olarak ele alınması gereken konulardı. Bu zeminde açık tutum belirlemeyene demokrat demek mümkün değildi ve bunu belirlemek için sos-yalist olmak da gerekmiyordu. Bu gerçeği gör-meyen sosyalist ise hiçbir şekilde sosyalistim dememeliydi.

Bu yazımın o günün koşullarında en ufak bir yüz görmediğini, hatta “ilahı ışık”çılıkla, mezhepçilikle suçlandığını, bir yerlerim sızla-yarak belirtmek istiyorum. Tabii ki, daha son-raki süreçlerde, bu yaklaşımımı yılları kapsa-yan, Anayasa ve Ceza Yasası incelemeleriyle derinleştirerek sürdürdüm, yazılar yazdım. Babam, Kurban Baba’nın, “yap denize at, ha-lık bilmezse balık bilir. Emek zayi olmaz.” şek-lindeki yadigâr sözünün çağrısına uyarak hep denize attım.

Aşk ile!

ALİ İZZET ÖZKAN

MuhtarKöyü harap etti baykuş ötüyorHırsızlar başkanı şakavat muhtarPadişahlar gibi alıp satıyorMemleket düşmanı hıyanet muhtar

Öksüz oğlan dul karıyı soydurur Ocaklar batırır gözler oydurur Köy halkının ayağını kaydırır Milletine eder hakaret muhtar

Beş yüz lira mektep yarası n’olduDört yüz elli lira anamdan çaldıKöyün bütçesini yarıya böldüAz paraya etmez kanaat muhtar

Bir mektebi dört beş yere kaldırdı Dama taşı etti halkı güldürdü Oradan da kesesini doldurdu Haram olsun sana be nalet muhtar

Hemi muhtar hemi haksız hem bakkalHem ahlaksız hem humari hemi kelHemi sarhoş hem zinakar hem deccalArlanmaz utanmaz cenabet muhtar

Bazı yollar yanında dolanır Yal yemiş it gibi ürer yalanır Zulm ile var olan bir gün dilenir Düşer belalara akibet muhtar

Fakir fukarayı yuttukça yuttuKöyün tavuğunu bolca merettiSarı çamlı yaylamızı da sattıAslı haramzade necaset muhtar

Suçlulara sizi kurtarırım der Aldatır yaldatır beş on kuruş yer Bazı memurları kafeslere kor Hem yer hem yedirir (ü)rüşvet muhtar

Görmediği suça şahitlik ederAyda birkaç defa sorguya giderŞeytanı lainin koyunun güderFitnedir yaptırır cinayet muhtar

Tuzu gazı köyün yağını yedi Nice gül yetimin hakkını yedi Bu dolandırıcı çoğunu yedi Mürtekip kepaze nedamet muhtar

Sahtekar yalancı dinsiz imansızKanımızı sordu bıraktı cansızYazık bu millete demez vicdansızKahrol bu halk san emanet muhtar

Adil beyler köyümüzde soygun var Gören yoktur soran yoktur yangın var Adalete hücum ede çapkın var O da bizim köyde malamat muhtar

Eski ameleye bey oldu hemenÇok fakiri zengin eder bu zamanAkşam sabah inşallahürrahmanKopacak başında kıyamet muhtar

Al(i) İzzet esiriz bir elden alın Atatürk başıyçin imdada gelin İslam defterinden bu iti silin Haşa Türk değil bu ne millet muhtar

Ne efsunkar imişsin ah, ey didâr-ı hürriyetEsir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten

Namık KemalHürriyet Kasidesi’nden

Page 16: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

16 Sayı 32

SERÇEÞME

HACI BEKTAŞ VELİ’Yİ ANMA TÖRENLERİ ÖNCESİNDE HACI BEKTAŞ VELİ DERGÂHI POSTNİŞİNİNDEN TÜM CANLARA

Hacı Bektaş Veli’ye Bağlılık(*)

Veliyettin Ulusoy

ALEVİ-BEKTAŞİLERCE, Hünkâr Hacı Bektaş Veli, bütün ocakla-rın bağlandığı inancın kaynağı ve yolun piri olarak bilinir. Hünkâr Hacı Bektaş Veli’ye bağlılık sa-

dece inanç olarak kalmamış; çevresinde Hora-san Pirleri ve Rum Erenleri diye adlandırılan ve daha sonra adlarına ocaklar kurulan erenle-rin soyundan gelenler de müritlerini görüp yol hizmetlerini yürütürken, Hacı Bektaş Veli yo-luna bağlı kalmışlardır.

Hacı Bektaş Veli’den sonra ülkenin her ya-nında bulunan ocakzadelerin, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nda postnişin olan ve Hacı Bek taş Veli evladından gelen kişiden icazet al ma zorunlu-luğu vardı. Bunun dışında, “de de, baba, abdal, sultan ve derviş” unvanları nı taşıyanların tü-münün, tekke ve zaviyelerde görev yapabil-meleri, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nda bulu-nan ve Hacı Bektaş Veli’nin evladından olan Postnişin’in icazet vermesine bağlı idi. Bu, tek-kedeki hizmetlerin ve vakıfl arın yönetilmesi için de aynı zamanda resmi bir zorunluluktu.

Bu yasal zorunluluğun dışında Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin Horasan Pirleri ve Rum Erenlerinin soyundan gelenleri kendi dergâhı-na bağladığı, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’ndan icazet almayanlar için. “Nasip aldığı eli tınma-yanın yediği haram, yuduğu murdar, tacı delik, kendi murtattır.” diyerek yolun dışına çıkardığı yaygın bir kamu inancı olarak uygulanıyordu.

Bazı ocakzadelerin “Hacı Bektaş Veli Der-gâhı mesafe-i Baidededir” (Uzak yerdedir), diyerek, Dergâh’a gitmedikleri ve “Bizim soyu-muz da seyyiddir. Hacı Bektaş Dergâhı’na git-mek lazım değildir.”, şeklinde konuştukları ol-muşsa da; bunların zamanla, Hacı Bektaş Der-

gâ hı’ndaki kayıtları silinmiş, ayrıca, müridle-rince de ciddiye alınmaz duruma düşmüşlerdir. Böylece Hacı Bektaş Veli’ye olan geleneksel bağlılığa olumsuz yönde etken olamamıştır.

Örneğin Pir Sultan Abdal oğullarından İnce Mehmet’i talipler, Pir Sultan evladı olarak kabul etmemişler; O da Hacı Bektaş Veli Der-gâhı’na giderek zamanın mürşidinden icazet almıştır. Âşık İsmail olayı şöyle anlatmıştır:

Aradılar Pir Sultan’ın aslınıGörelim ki ne söyletir yaradanDinleyin de şerh eyleyim vasfınıZuhur oldu Kazım Musa Rıza’dan

Evvel Ali yerin göğün binasıKudretten çalınmıştır mayasıKazım atasıdır Rıza dedesi Oniki İmam ile geldi sıradan

Şeyh Cüneyd’dir âşıkların atasıYine şahtan Pir Sultan’ın putasıUmmandır deryadır nurdur ötesiBilir misin kimdir narı nur eden

Hem Rıza hem Haşim hem SeyitBir başında vardır hem Ebu-TalibBektaş-ı Veli’de yazılı kayıtİnanamayan haber alsın oradan

Seksen bin er Horasan’dan koptularİmam Rıza’yı muhkem tuttularSulca Kara’höyük de sohbet ettilerErler meşverette kaldı orada

Güvercin donunda havadan indiDarı çec üstünde namazın kıldıDoksan bin evliyaya ser-çeşme olduMevlam kısmetlerin verdi orada

Uçurdular Pir Sultan’ın kuşunuSeyrengâh eyledi yıldız başınıHub gösterdi toprağını taşınıPirim kısmetini verdi orada

Şah Yıldız dağında sema eylediBir ayak üstünde binbir kelam söylediİndi Banaz’ı hoş vatan eylediHayli devir zaman geçti orada

Koca Şah Urum’a bir elma saldıDolandı Urum’u Banaz’a geldiPir Sultan Elmaya bir tekbir kıldıİnsan taacüpte kaldı orada

Yüce gördü şehitliğin yolunuMansur gibi kabul kıldı dâr’ınıKokladı elmayı verdi seriniHırkasını asılı koydu orada

Seksen bin er Horasan’dan zuhuruGeldi Urum’a hatm eyledi zahirîŞeşper koltuğunda gitti ahiriDört yolun dördüne gitti orada

Halifeler bir araya geldilerEvlat kimdir diye meşveret kıldılarİnce Mehmet’i Pir’e saldılarOn iki er senet aldı orada

İsmail’im ötesine ermezlerEvlat olmayana senet vermezlerSenede mühüre itimat kılmazlarZanla güman böyle kaldı orada

İsmail’in uzun uzun anlattığı gibi, Anadolu ve Rumeli’de bulunan ocakzadelerin kayıtları Hacıbektaş Dergâhı’nda tutulmaktadır. Bu ko-nuda karşılaşılan güçlükler orada çözümlen-mektedir.

Page 17: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

ile Veli tek vücuttur. Fakat genellikle Alevi-Bektaşiler, Hacı Bektaş Veli’yi Ali soyundan gelen bir Seyit ve dolayısıyla “Evlad-ı Rasul” (Peygamber torunu) olarak tanımlar.

Dün gece seyrimde bâtın yüzündeHünkâr Hacı Bektaş Veli’yi gördümElifi taç başında nikab yüzündeAslı İmam nesli Ali’yi gördüm

Geçti seccadeye oturdu kendiCemal-i nurundan çerağ uyandıİşaret eyledi sakiler sunduBize Hak’tan gelen doluyu gördüm

İçtim ol doludan aklım yitirdimÇıkardım benliğim ikrar getirdimMenzil gösterdiler geçtim oturdumTığbend bağlanmış belimi gördüm

Mürşit eteğinden tutmuşum destimBu idi muradım irişti kasdımBilmem sarhoş muyum neyim, ben mestimErenlerin verdiği dilimi gördüm

Kalender Abdal’ım koymuşum seriKurban ettim canım gördüm didarıErenler serveri, gerçekler eriMaksudum olan İmam Ali’yi gördüm (Kalender Abdal)

Sağında Muhammed solunda AliBu söze erenler diler beliOn iki İmamın sevgili oğluEbu Ceddi Sultan Hacı Bektaşın (Vehbi)

Hatem-i Pir Hacı Bektaş VeliAnın nesl-i paki Muhammed AliCümle erenlerin bir ziba gülüİsmi Hacı Bektaş Hünkâr demişler (Şahi)

Şahi, Hacı Bektaş Veli’nin durumunu Hz. Peygamber’e benzeterek, onun son Peygamber olduğu gibi, Hacı Bektaş Veli’yi de “Hatem-i Pir” (Pirlerin sonuncusu) olarak gösteriyor.

(*) Ali Celalettin Ulusoy – Hacı Bektaş Veli ve Alevi-Bektaşi Yolu

Ağustos 2007 17

SERÇEÞME

Alevi-Bektaşilerde yaygın inançlardan biri de Hacı Bektaş Veli’nin çağ ve ad değiştir miş Ali olduğudur: Güvercin donunda Suluca Kara-hü yük’e konan ve cümle evliyalardan üstün olduğunu kanıtlayan Hacı Bektaş Veli, göster-diği işaretlerle Ali olduğunu arif olanlara açık-lamıştır.

Gözlerir kör olsun ey kanlı yezitBu meydanda ne var Ali’den gayrıİlim mabedinin kapısın açanVar mıdır bir bilge Ali’den gayri

Güvercin donuyla Urum’a uçanErenler evinin kapısın açanCümle evliyanın üstünden geçenVar mıdır hiçbir er Ali’den gayri

Sofu Abdal erkanını yürütenAyin cemde sevdiklerün sıredenNeşter Selman kırk vücudu bir edenVar mıdır hiçbir el Ali’den gayri

Muhammed Miracın yoluna girdiBu sır gayet sır içinde sır idiŞir donu’nun Hatem mührünü verdiBu sırrı kim bilir Ali’den gayri

Cümle evliyalar imamalar bundaİkrar veren kimse düşer mi derdeYek nefeste durma meydan-ı erdeBabamız her kim var Ali’den gayri

Selman bir deste gül Şah’a uzattıKendi tabutuna kendisi yattıCem’i Mushaftan nikabın attıKuran yok gördüler Ali’den gayri

Erenler erkanı gerçek bellidirAbdal Musa fakir anın kuludurİmam mahabeti gönlü doludurVar mıdır bir rehber Ali’den gayri

Kul Hasan da aynı kanıdadır. Ona göre Hün kâr Hacı Bektaş Veli, Ali’nin ta kendisidir. Bu Kul Hasan’ın kişisel düşüncesi değil, içinde yetişip büyüdüğü toplumun inancıdır. Kul Ha-san onu yansıtıyor:

Hayali gönlümde yadigâr kalanHünkâr Hacı Bektaş Ali kendidirDarı çec üstünde namazın kılanHünkâr Hacı Bektaş Ali kendidir

Ali’nin işleri daim sır ilenKisvetini kırmızıdan örünenNar içinde cebraile görünenHünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir

Arslan olup yol üstünde oturanSelman idi ana nergis getirenKendi cenazesin kendin götürenHünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir

Musa kahramanı dine gönderenMünkirin gözüne perde indirinDoksan bin küffarı dine döndürenHünkâr Hacı Bektaş Ali kendidir

Yerlerin göklerin binasın düzenAk üstüne ak yazılar yazanEngür şerbetini kırklara ezenHünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir

Kul Hasan’ım var mı sözümde yalanMünkirin gönlünü gümana salanDoksan günlük yolu kuşlukta alanHünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir

Kalender Abdal, Hacı Bektaş Veli’yi “Aslı İmam, nesli Ali” olarak tanımlamakla beraber onun kişiliğinde Ali’yi gördüğünü de söyleme-den edemiyor. Coşku halinde bu böyledir. Ali

Page 18: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

18 Sayı 32

SERÇEÞME

2007 Yılı Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü Sabahat Akkiraz’a VerildiAhmet Koçak

HACIBEKTAŞ İlçesi’nin internet sitesine yukarıdaki haberin düş-mesinin ardından sanatçı Saba-hat Akkiraz’ı telefonla arayarak söyleşi yapmak istediğimi söy-

ledim. Bir süredir İstanbul dışında olduklarını ve Hacı Bektaş Veli anma etkinliklerine kadar dönmeyeceklerini söylediler.

Bunu üzerine biz de konunun ivedi olması nedeniyle söyleşiyi e-posta yoluyla yaptık.

ABAHAT AKKİRAZ Sivas’ta doğ -du. Ailesinde müzikle uğraşanlar-dan etkilendi on üç yaşında ilk kırk-beşlik plağını yaptı. Şimdiye kadar on sekiz albüm yaptı. Albümlerinde

ço ğun lukla kendi derlediği semahlar, deyişler, mersiyeler ve duaz-ı imam okudu. Alevi deyiş ve nefeslerinin kayda geçmesi ve otantik bir şe-kilde gelecek kuşaklara aktarılması için çalıştı. Dünyada müzik otoriteleri tarafından önemli sayılan festivallere davet edildi.

1996 yılında London Jazz Festivaline davet edildi. Grand Union Orchestra ile Echoes From Anatolia (Anadolu’dan Yansımalar) projesini hazırladı. Başta London Jazz Festivali olmak üzere Londra’da konserler yaptı. 1999 yılında Queen Elizabeth Hall’de “Womens Of Traditi-on” projesinde Türkiye’yi ve “Alevi Müziği”ni temsil etti. Aynı yıl “Echoes From Anatolia” konserleri Redgold Music tarafından kayde-dildi ve Alevi nefeslerinden en seçmelerin yer aldığı bu albüm, tüm dünyada satışa sunuldu. 2000 yılının Şubat ayında Fransız Kültür Ba-

kanlığı tarafından Fransa’ya davet edildi. Pa-ris St. Claude ve Dieppe’de konser verdi. Aynı yılın Haziranı’nda Lyon’da “Doğu Festivali”ne çağırıldı. Kasım 2000’de değişik kültürlerin müziğinin mabedi kabul edilen “Theatre De Le Ville”de konser verdi. Burada konser veren ilk Türk olma unvanını aldı.

Bu konserin ardından Le Monde, La Figa-ro, Observatour gibi dünyanın en önemli ga-zetelerinde “Alevi Müziği ve Sabahat Akkiraz” söyleyişleri tam sayfa yer aldı.

Fransa’da “Alevi Müziği” en iyi Otantik Mü-zik, Sabahat Akkiraz’da bu müzik dalında yı-lın en başarılı sanatçısı seçildi. Fransız-Belçika ortak yapımı olarak hayatı, çalışmaları ve tem-silcisi olduğu “Alevi Müziği” belgesel yapıldı. Bu belgesel, dünyaca ünlü Mezzo ve Muzzik adlı TV kanallarında yayınlandı. Belgesel fi lm şu anda tüm dünyada yayınlanmaktadır.

31 Mart–1 Nisan 2001 tarihlerinde Brezil-ya’nın Sao Paola Kentinde “Alevi Müzi ği”ni ta-nıtan iki konser yaptı. Alevi Türküleri ilk defa Güney Amerika’ya, okyanus ötesine taşındı.

Sabahat Akkiraz’ın Kısa Özgeçmişi

S

16–19 Ağustos 2007 tarihleri arasında yapı-lacak olan Hacı Bektaş Veli Anma Törenle-ri ve Kültür Sanat Etkinlikleri çerçevesinde verilecek olan “Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü” bu yıl;

a. Alevi inancına olan bağlılığı,b. Bu inancın gereklerini yaşam prati-

ğine geçirmesi,c. Tüm dünyada “Alevi Müziği”ni mü-

zik literatürüne sokması,d. Aydınlanmacı ve barışçı kimliğinden

ödün vermemesi. Bu konuda özenle seçici davranarak katılacağı programları belirle-mesi nedeni ile Sabahat Akkiraz’a verilme-si Anma Kurulunca uygun görülmüştür.

Sayın Sabahat Akkiraz’ı kutluyoruz. Ve başarılarının devamını diliyoruz.

Page 19: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 19

SERÇEÞME

Sayın Sabahat Akkiraz “Hacı Bektaş Veli Dostluk Ve Barış Ödülü” bu yıl size verildi. Öncelikle sizi kutluyoruz. Duygularınızı bizimle paylaşır mısınız?

Çok önemsediğim bir ödüle layık görülmek beni mutlu etti. Ama bana ayrı bir sorumluluk yüklediği de ortada. Tabi bu ödülün şahsıma verilmiş olması beni mutlu ederken bana bir karar almam konusunda da öncülük etti. Ben bu ödülü kendi adıma değil; ustalarım ve bu yolun aktarıcıları adına alacağım. Alevi müzi-ğinin her türlü baskı ve sistem dışına itildiği süreçte ustalarım onu en korkusuz ve onurlu biçimde bedelini ödeyerek aktardılar. Hacı Bektaş Şenlikleri başlamadan uzun yıllar önce sırf kendi inançları için; Davut Sulari, Mahzuni Şerif, Muhlis Akarsu, Feyzullah Çınar, Daimi Baba kasabaya gelip insanlarla buluşup cem-ler yaptılar, konserler yaptılar. Hem de bunlar o günün yıldırıcı ortamında yapıldı. Bunun yanında dedeler; Tacim Dede, Abuzer Dede, Hozatlı Ahmet Dede, Cafer Dede, Arguvanlı Ali Dede ve adını bilmediğim ve sayamadığım birçok yol önderi bu kültürün en doğru biçim-de aktarılması için büyük hizmetler verdiler. O yüzden bedelini ödeyenlerin yanında tabi ki biz de yasaklarla, baskılarla, engellemelerle bu kültüre bir katre hizmette bulunduysak onların adına bu ödülü almayı bir görev sayıyoruz.

Bu yıl 14’üncüsü verilen bu “ödül” size ne anlam ifade ediyor?

Bu ödül üstünde taşıdığı sırf Hacı Bektaş-ı Veli ismiyle bile çok önemli bir ödül. Hünkârın yaşamının bir yansıması olan barış, kardeşlik, birleştiricilik gibi kurt ile kuzuyu bir kucakta yaşatabilme felsefesinin bir yansıması olarak algılıyorum.

Belki bazıları bunu sadece bir ödül olarak algılayabilir ama bu benim için bir ödülün öte-sinde taşıdığı kavramlarla bir yaşam ve hizmet ödülü.

Sizin Alevi-Bektaşi müziğine ve inancına olan katkılarınızı biliyoruz. Okuyucularımıza bu güne kadar yaptığınız hizmetlerden kısaca bahseder misiniz?

Bizim yaptıklarımız bize bu dünya üzerinde verilmiş bir hizmetin ötesinde bir şey değil. Bu yüzden yaptıklarımız da bir okyanusta sadece bir katre kadardır. Amacım ilk günden bugüne sadece ve sadece herkese, her koşulda, hiçbir baskıya, yasağa boyun eğmeden müziğimizi aktarmak. Çünkü bu müzik bize aktarılmak üzere öğretildi ve onun kutsallığını bozmadan, yaşam pratiğini unutmadan, değerlerini yücel-terek bir sonraki kuşağa en doğru biçimde ulaştırmak bize görev olarak verildi.

Şimdi bunları yaparken kimi zaman en de-nenmeyeni yaparak, en girilmez denilen alan-lara girerek, dünyanın her yanında bazı sözde Alevi kurumlarının boykotlarına, engellemele-rine, boynumuzu onlara eğme konusundaki bas kılarına karşı en doğruyu yapmaya çalıştık. Çünkü bizim inancımız her türlü siyaset, kişisel çıkar, baskı ve işbirliğinin üstünde bir inançtır ve onu kuranlar o kadar mükemmel bir sistem yaratmışlardır ki, bunu bugünün olanaklarına göre bile anlayamayan sözde kurumların, işbir-likçilerin ve onların askeri konumuna düşmüş

sözde Alevi müzisyenlerin anlamasını bekle-miyorum. Ben bu kültürü o kadar önemsiyo-rum ki sırf onu daha yüceltebilmek için “Alevi müziği yapmak; ozanların, dedelerin, kaynak kişilerin, zâkirlerin işidir. Biz sanatçılar bir kaç deyiş okuyoruz diye kendimizi bu kate-goride görmemeliyiz. Kendisi okuduğu deyişi anlayamayan, aktarırken doğru aktaramayan ve en önemlisi bir Alevi gibi yaşamayanların kendilerine Alevi sanatçısı dediği bir ortamda ben Alevi müziği yapmıyorum” demiştim.

Bazı kurumlar bunu anlayamadığı için bizi suçlamışlardı. Ama bu bizi bildiğimizi yap-maktan alıkoyamadı, alıkoyamaz da.

Son olarak şunu söylemek isterim. Yaşayan bir kültürün, yaşayan müziğini yapmaya çalı-şan ve onu aktarmaya çalışan bir insan olarak önce ustalarıma daha sonra bu kültürü bize ak-taran ve bu bin yıllık yolda korkmadan, bıkma-dan, yılmadan yürüyen tüm ustalara ve kutsal ozanlara saygılarımı sunarım..

“HACI BEKTAŞ VELİ DOSTLUK VE BARIŞ ÖDÜLÜ”NÜN ONDÖRDÜNCÜSÜ VERİLEN

Sabahat Akkiraz ile Söyleştik

LONDRA’nın ünlü Güney Yakası Merke-zi’nde düzenlenen ve Türkiye’nin yanı

sıra Merkezi Avrupa, Japonya, Hindistan ve Uganda’dan ünlü sanatçıların davet edildiği “Dünya Londra” festivali etkinlikleri 14-22 Temmuz arasında yapıl dı. Bu yıl etkinliğe Türkiye’den Sabahat Akki raz’ın yanısıra Müs-lüm Gürses, kanuni Göksel Baktagir, caz pi-yanisti Ayşe Tütüncü ve Orient Expression ile SOS adlı gruplar da davetliydi.

Sabahat Akkiraz, önce Kuzey Londra’da Dayanışma Merkezi’nin (Day-Mer) 1 Temmuz Pazar günü düzenlediği festivalde bir konser verdi. Yağmura karşın kendisini yalnız bırak-mayan sevenlerine yaşattıkları, “Off, Osmanlı-lar’ diye başlık atan The Guardian gazetesine şöyle yansıdı:

“Türkiye’de Sebahat Akkiraz kaybolmakta olan halk müziğinin koruyucusu olarak ta-nınır. Bana, kısa bir süre önce Brezilya’da verdiği konserinden örnekler vererek dil engelinin önemli olmadığını, ‘tüm halkla-

rın gizemli Alevi müziğini, Anadolu’nun türkü ve halaylarını anlayacığını ve seve-ceğini’ söyledi.”

Sebahat canın Kraliçe Elizabet Salonu’nda verdiğ konser ise Financial Times gazetesine şöyle yansıdı:

“Sesinde hiç hile yok. Müziği, elektronik aletlerle oynamadan, en temele iniyor. Tür-kü diye bilinen halk tarzı söyleyişi Anado-lu Alevi geleneğine dayanıyor. Ard arda söylediği dokuz yapıt dinleyicileri kendine bağlamaya yetti. Beyez ketenler giyinmiş, ince hatlı yüzünü çevreleyen uzun siyah saçlarıyla Akkiraz, yumuşak edası, tatlı ve hüzün dolu sesi dinleyicileri büyüledi. Hiç zorlanmadan özgürce kullandığı sesi, ona eşlik eden sazların üzerinden aşarak ulaş-tığı dinleyicilerine aşkı, özlemi ve dağları yansıttı. Öyle ki el çırparak ve onunla koro yaparak konsere katılan dileyiciler onunla birlikte bir gönül yolculuğuna çıktı.”

14-22 TEMMUZ ARASINDA YAPILAN “DÜNYA LONDRA” ETKİNLİKLERİNE DAVET EDİLEN

Sebahat Akkiraz’ın Londra Dinletisi ve Yankıları

Page 20: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

20 Sayı 32

SERÇEÞME

Cavit Murtezaoğlu ile SöyleştikBölüm IIUlaş Özdemir

Bunlar Sultan döneminde yaşayan pirler mi?

Sultan döneminde yaşayan pirlerdi, ancak Ehl-i Haklar’ın mantığında bu yedi kişi, Ali döneminde onun yanındaydılar. Ali o zaman Hakk idi, Khavendegar idi ve Hakk’ın taşıyı-cısı idi. Yanındaki yediler, mesela, Pir Bünya-min, Hz. Selman Farisi idi.

Diyorlar ki, “Ne diyorsun, insan öldükten sonra, dirilir mi?” Bu insanlar onları yansıtı-yor, yani demek ki Ali ölmemiş! Bu, don-dan dona geçiş fi kri, yeniden doğma fi kridir. Önemli olan Ali hiçbir zaman ölmez. Bunun temsili postnişin olarak yaşatılıyor, cemde yeri var.

Piramit dediğimiz, en başta bir noktadan başlar. O, Hakk’ın kendisidir. Düşünelim ki aşağı doğru geliyoruz. Hakk’tan aşağıda dört melek, yediler, on ikiler, kırklar, yetmiş iki pir, zerrin kemer (altın kuşak) sahibi altı bin altı yüz hizmetkâr ve piramidin temellerinde ise halk vardır. Sultan Sahak, bu katların birbi-riyle irtibatla geçmelerini Serencam kitabında bahsetmiştir.

İran’da Sultan Sahak’ın yerinde oturan her bir postnişin bir fedaiye telefon açsa, “Kendini beşinci kattan at” dese, eminim ki atarlar. Ama bu bir Batınilik hareketidir. Bu hareket sahip-leri hiçbir zaman, siyasete geçip devlet yöneti-cisi olmak fi krinde olmamıştır. Devletlerimiz korkmasın, Ehl-i Haklar bir gün güçlenip de hâkimiyeti eline almak istemiyor.

Bazı kelimelere yeni bir kıyafet giydirir-ler, öyle ki artık onu kullanamazsın. Şiiliği de, Hizbullah’ı da öyle yaptılar ve bu kelimeleri elimizden aldılar. O kelimeleri biz yaratmıştık. Onlara can bağışlamıştık. Şimdi o kelimeleri bizden aldılar. İran’da Şah Hatayi’yi de o hale getirdiler. Şah Hatayi heykelleri koyuyorlar, ama Şii kıyafetiyle oturacak o heykelde. Hâl-buki Şah Hatayi’i tanıyanlar, onun hiçbir za-man siyasi Şii olmadığını bilir. Zaten Şii sözü Şah Abbas döneminde çıkmış. Sen insafl ı bir siyasetçiysen, Şah Hatayi’i kendi yazdıkların-dan tanımalısın:

“Hatayi’yem al atlıyam Sözü şekerden tatlıyamMurtaza Ali zatlıyam Gaziler deyin o şah benim”

Niye söyleyemiyorlar “Murtaza Ali zatlı-yam”? Çünkü onlar devlet adamı, yani Tanrı ile halkın arasında bir fi ltredirler. Şah Hatayi diyordu ki, “Filtreyi kaldıralım!”

Nizami’nin Leyli Mecnun’unda, Leyli tan-rıdır, mecnun onu sevendir. Devlet Leyli’nin babasıdır, “Şeyh Mecnun’un Leyla’ya kavuş-masına izin vermedi, Mecnun gitsin” diyor.

“Asrilerdir saklamışsın zahida leylayı senKoy yetişsin Mecnun’a ol lafeta illa olan.”

Onlar da mollalardır. Mecnun’un Leyla’yla buluşamamasının nedeni bu iki düşüncedir. Onlar, Hakk’la sevenleri buluşsunlar istemi-yorlar. Araya vasıta koyuyorlar!

Vasıta koyması yetmiyor bir de paramızı alıyor. Biz pirlerin ekmeğini yedik ellerinden. Hem bir öğretmendir ki, her zaman anlatır, öğ-

retir, aynı zamanda yemek verir. Hangi pirin evine gittin de aç kalktın? Hangi siyasetçinin yanına gittin de aç kalmadın. Yani iş tersinedir burada.

Çocukken bir gün karıncaları seyrediyor-dum. Baktım, karıncaların birbirleriyle çok güzel irtibatları var. Çocukluk işte karınca yolunun arasına parmağımla bir çizgi çektim. Onlar, birbirlerinden ayrıldılar. Biraz sonra ce-sur bir karınca arayı aştı, ardından diğerleri de toplanmaya başladı.

Burada bir ders var. Başlar, bizim aramı-za da parmak çekti, Ehl-i Haklar İran’da kaldı. Bugün İran’daki Alevilere, “Türkiye’de yirmi milyona yakın Alevi var” desen şaşırırlar. Bu-rada da, “İran’da da Alevi var” deyince, bizi Şii sanıyorlar.

Bize cesur karıncalar lazım. Karşılıklı git-meleri, gelmeleri lazım. Devletten korkmamak lazım. Bu köprüler kurulmazsa tehlikelidir. Birbirimizi tanımamız lazım. Bu gerçekten köklü bir kültürdür.

Sultan Sahak’ın sistemi nasıl yazıya geçmiş? Serencam, Defter-i Pirdiwar nasıl yazıya geçirilmiş?

Hz. Sultan dönemlerinde söylediklerini he-men yazmışlar. Bir de onun pirlerinin yazdık-ları var. Hz Sultan zamanında emir vermiş yazmaya.

Defter-i Pirdiwar, Pirdiwar’daki meclislerde yazılmış, değil mi?

Yazılan mecliste olanlardı. Orada zirve top-lantıları kurulmuş, bunların hepsi bir emir, destur, batini rehberlik gibi yazılmış. Her pirin söylediği kelamlar gibi yazılıyor.

Sultan Sahak’ın piramidinde sanat çok önemli. Müzik ve şiirle ele vermiş, bu kültürü ve mirası bize taşımışlar. Müzik, semah, şiir olmasaydı, belki de taşınmayacaktı.

Serencam dediğimiz?

Serencam, işin gizli tarafıydı, kendine bağ-lı olanlara emirleriydi. “Bunu şöyle yapsanız, böyle olur” gibi, yani yol kurallarıydı, ama herkese sunulacak kurallar değildi. Kurallar şifahen sunuluyordu, ama Serencam kutsal bir yazıydı, çünkü o Sultan Sahak’ın ve yedi mele-ğin emriydi. Bu nedenle onu korudular.

Sultan Sahak yazılarını koymuş, fark-lı yöreleri irşat etmeleri için de haftawanalar –dedeler, pirler diyebiliriz– göndermiş. Onlar Pakistan’a, Azerbaycan’a, Irak’a, Türkiye’ye dağılıp bu bilgiyi yaymaya başlamışlar. Seren-cam da yanlarında olmuş.

Niye Batınilikte her zaman bir sır olması lazım? Sırrın nedeni, kötü insanların, cahil in-sanların bilimi alıp kötüye kullanmak gibi bir meyilleri olmasıdır. Onun için sen önce sınav-dan geç, sonra sana bu sırları verelim diyorlar. Serencam onun için saklanmış.

Sultan Sahak’dan sonra, yine Sultan Sahak’lar gelmek zorunda. Bu akımları yürü-ten birisi lazım, postnişin gibi. Onun için hala postta oturan on bir ulu soy vardır bizde. Şu anda Han Ateş Begler’de, Hz. Nizametin Sul-tan Sahak yerinde oturmuştur. Han Ateş bu soyu kurmuş, Hz. Nizamettin onun devamcısı-

dır. Onun da dört meleği, hefteni (yedileri) ve kırkları vardır, yani sultanlık piramidi devam ediyor.

Cem denilince burada on iki hizmet cemi var. Sizde müziksiz, nazr’ın olduğu toplantı da bir cem. Cem üzerine biraz bir şeyler söylerseniz?

Kelime olarak Cem, bir yere toplanmak de-mektir. Amaç nedir? Amaç; Kırklar’ın Cemine ulaşmaktır. Biliyoruz ki, insanlar bir yere top-landıklarında enerji büyüyor. Onun için cemin makamı Sultan Sahak zamanında Hakk’tan üs-tündür. Bak ne güzel, cem kurulduğu zaman, halk bir tarafta, cem bir tarafta. Cem Hakk’a üstün gelir, çünkü o enerjiden bahsediyoruz. Cem toplandığı zaman, esas olan dünyadan kurtuluştur. Bu dünyadan kurtuluş derken, hayat tarzı olarak dünyadan kopmuş, dünyayla bağı kalmamış insanları kastettiğimiz sanıl-masın. Niye semah dönüyorlar? Perde arkasın-da olan esrara vakıf olsunlar, esrarı anlasınlar ve gidip o semahtan sonra halkın manevi ve maddi yaşayışlarını güzelleştirmeye çalışsın-lar. Batınilik gelip halkla birleşiyor.

Tasavvur dünyasını gerçeğe döndürmek sürecidir semah. Semah tasavvur gücünün ger-çekleşmesi demektir. Semahta bir aşama var, orada yeni bir şeyler görünür. Uçtuğun yerden Arş’ı da yeryüzünde olmayan şeyleri de göre-bilirsin.

Halkla Hak olup da, halka yeni bir şeyler vermek lazım. Elinde dür (mücevher) ve gev-herle gelmen lazım. Yoksa bu kadar çaba neye yarar? Ben kendimi kurtarıyorsam, ne olacak ki? Kurtulmuş canların bir araya gelip halkı kurtarması lazım.

Bir Ehl-i Hak, bir Alevi, aydın olmalıdır. Cemde zikir, semah yapmaya geliyorsun, iyi ders okuman lazım. Okulun en iyi öğrencisi ol-man lazım; doğru siyasette öncü olman lazım; felsefede sözü konuşulur biri olman lazım.

Elinde bir sermaye var, harcayamıyorsun. Baban sana koca bir arazi bırakmış, eksen üs-tünde elma olur, ayva olur, nar olur. Ama sen boşuna dilencilik yapıyorsun! Sen bu mirası-nı al, çapala, tohum serp, yeni bakış açılarıyla modern bir şekilde bu topraktan gıda üret. Biz nasıl ki Aleviyiz, bunlar bizim derdimiz!

Bizim derdimiz ki Hacı Bektaş ile Mevlana’yı savaştırmak değil. Pirler orada bir-birleriyle kucaklaşmış semah yapıyor, müritler burada birbirleri ile kavga ediyor. Niye? Çünkü birbirlerinin canlarını bilmiyorlar.

Batınilikte, bakmaktan da öte görmek ma-kamına sahipseniz eğer, görüp de üretmeniz lazım. Hala aynı bağlamayı çalıyoruz. Hiçbir gelişme yok! Hala felsefemize kelime daha eklememiş kalemimiz. Descartes’in görüşü buydu, Marks’ın görüşü buydu… Tamam da, benim görüşümde budur birader diyen yok!

Cemin görevinin, cem erenlerinin enerjilerini bir araya getirip toplumsal bir misyonu yerine getirmek olduğunu söylüyorsun. Alevilik bu anlamda dünyevi bir inanç, değil mi?

Dünyada bir dolu inanç var ve dünyadan ilham alarak, dünyaya bir şeyler veriyorlar.

Page 21: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 21

SERÇEÞME

Batıniler, dünyada yaşıyor ama Batın’dan bir şeyler alıp, getirip, dünyaya veriyor, Aleviliğin farkı budur. Tüm dünyada Batıni hareketlerin iddiası budur. Biz, sizin görmediklerinizi gö-rüyoruz! Kardeşim, tamam sen benim görme-diklerimi görüyorsun, ama elinde ne var? Bana ne getirdin? Ne yapacaksın, programın ne?

Bir adam gelip, “Ağabey, ben de Alevi ol-mak istiyorum” dediğinde, senin de kendi planlarını anlatman lazım. Şimdi gözlerine bir mendil bağlıyorsun, elinden tutup yürütüyor-sun. Bu mantıkla nereye kadar sürer? Dedelere soruyorum bunu ben! Bunları yazın.

Ben diyorum ki önce bu akımı tanıman lazım, bu bir; sonra Hakk’a varman lazım, bu iki; sonra da Hakk’tan halka dönmen lazımdır, bu da üç!

Nesimi, çok güzel bir laf söylemiş, demiş ki, “Bizde kılıç yok, tahta kılıç var.” Tahta kılıç bir kültür simgesidir. Sen çocuğuna zorla balı, kaymağı bile yediremiyorsun. Yemiyor, çünkü ona ihtiyaç duyması lazım. Eşitliğin anlamı da böyledir. Eşitliğin altyapısı kültürdür. İnsan-lar eşitliği kendisi istemelidir. Tarihte bunun örneklerini gördük. Ama Alevilikte önce bu kültürler ve cem yapmışlar.

Dört kapı, kırk makam var, ama bir de bunların olduğu devirler var: Marifet devri, hakikat devri, vb. Biraz da o devirlerden bahsetseniz. Hangi devirde yaşıyoruz?

Aslında devirler senelerin içinde değil, in-sanların içindedir. O insanların içinde birbirle-rine düğümlenmesi lazım.

Tarihe bakarsanız, İslam’dan sonra dört kapı var demişler. Aslında bu dört kapı bir yo-rumdur. İslam’ın dışıyla alakalı olan insanlar şeriattadırlar. Şeriat, kurallar demektir: Burada bunu yap, şunu yapma; bir emirler silsilesi, çer-çevesi. Tarikat serbestliktir, Kuran yorumunda biraz daha öteye gidilmesidir. Marifet ise bu ikisinin birleşimi olan üçüncü kapıyı açmaktır. Hakikat da cemde Şah’ın huzurunda olmaktır.

Sizdeki yorumları nasıl?

Çok kısa, özet söylüyorum. Marifet, Hak’tan dönüp de halka varmak sürecidir. Ne zaman-ki bir derviş Hakk’a varmış, Hak’tan dönmüş, halka varmışsa bu marifet demektir.

O zaman Batınilikten çıkıp da Batınilikte arıyorsun Tanrıyı, Hakk’ı. Hakk’a vardıktan sonra, senin halka müracaatın marifet demek-tir. Onu Seyyid Nesimiler, Şah Hatayiler yaptı-lar. Şah Hatayi marifet şahıdır.

Hakikat hakkında, çok iddialı bir şey söy-leyeceğim: Hakikat yoktur. Şimdiye kadar ha-kikatin kendisi bir gerçek olarak ortaya çıkma-mıştır. Buna ancak iç dünyamızda varabiliriz.

Çok önemli bir konu, başta da söyledim, şeriatten tarikata geçen köprüler duruyor. Ta-rikattan marifete geçen köprüler de yıkılmış. Marifet de günümüzde yoktur zaten.

Bu dört kapı, bizim karşımızda duran ka-pılar değildir, sen kapıdan kapıya geçmek zorundasın. Ola ki sen bilirsen seçme şansın olur, Şeriatı bitirmeden tarikata varamazsın. Tarikatı bitirmeden marifete varamazsın. Şah Hatayi’den sonra bizim marifet makamımız

kaybolmuş. Artık gerçek dünyada bir kurum sahibi değil bu marifet âlemi. Şimdi tarikattan hakikate geçmek isteyenlere bir müfredat yok. Onun için Şah Hatayi’yi tanımak çok önem-lidir. O bu marifet dünyasının bayraktarıdır. Marifet âlemi Çaldıran’ı kaybetmiş. (Çaldıran bir mekan değil, bir manadır)

Yani, bilgi dönemimiz kaybolmuştur diyorsunuz.

Kaybolmuştur. Bizde Batınilik var; dedele-rimizin nefeslerine bakın, gerçekten ateş püs-kürürler. Şeriatın kuralından sıyrılmış, kurtul-muş ve Batınilikte çok büyük nefes sahibidir-ler. Ancak, yarın için bir program yoktur. Sen yarının programını vermezsen hakikatin tablo-sunu çizemezsin. Ben bu kanaatteyim.

De ki “ben hakikatim, ulaştım, bitirdim, vardım, yedim, Kırklar’la beraber oldum”, ama senin komşun açtır. Hatayi’den sonra Hakk’a ermiş pirler, halka müracaat etmemiş-ler. Hatayi’den sonra cemde saklanmışlar, yani içlerine kapanmışlar.

Tabii bir taraftan da kendimizi korumaya mecbur olmuşuz. İran’ın Safevi devletinin bas-kısı altında (Safevi Şiiliği) tarikata döndük biz. Bizim cemlerimiz, şimdi büyük bir laf ediyo-rum, cem şeklinde değil, tarikat dergâhlarıdır.

Dört kapı sanki sosyal konularla ilgili bir kurs gibi görülüyor.

Alakalıdır. Tebriz’de cemlerde, ben cemde oturanları eleştiriyordum. Saldırmak zorun-daydım, diyordum ki seninle bir tarikat ehlinin ne farkı var? Tarikat ehli de dergâhta oturup kafasını sallar böyle. Sen de cemde oturuyor-sun. Bu durumda sende iki cihan sığar mı?

Nasıl Ehl-i Haksın ki sen halkına bir şeyler veremiyorsun?

Müziğin de tarikat aslında. Hâlbuki aslında senin müziğinde cengaverlik, senin müziğinde isyan var. Bak Nesimi ne diyor:

Bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam Gevheri lâmekân benim kevn-ü mekâna sığmazam Arş-i ferş ile kaf-û nun ben de bulundu cümlesiKes sözünü ve ebsem ol çünkü beyana sığmazam

Nerede senin isyanın? Ben isyan deyince, demiyorum ki kalk Türkiye Cumhuriyeti Dev-letinin karşısında eylem yap! Benim amacım o değil. Amacım senin içinde olan kalıplardan kurtulman.

Adam diyor ki “biz İslam’ın ya içindeyiz ya dışında!” Adam karar verememiş bugüne ka-dar, sen bundan ne marifet bekliyorsun ki?

Onun için diyorum ki biz kaplumbağalar gibi içeriye dönmüşüz, çünkü korkuyoruz.

Korkmayan insan çıkar meydana, “Karde-şim, ben ehl-i marifetim. Sözün var mı bana?” der, fi kirlerini sunar. Der ki, ben bunu yazıyo-rum ve biliyorum yazımda yanlışlık ihtimali var.

İran’da senelerdir cemlerde, pirlerin yanın-da, dizlerinin dibinde oturdum, öğrendim. Ar-kadaşlara diyorum ki, fi krimi eleştirin, beraber oturalım, güzel şeyler sunalım. Bizim derdimiz budur: Şah Hatayi’den bu yana hepimiz kapa-lı dergâhlara döndük. Ama bugün dünyada internet var, her site bir ülke. Kardeşim, eğer varsan, bir varın varsa, ver bir siteye, insanlar öğrensinler.

Tek başına hakikate ulaşmanın anlamı yok. Bir cem gibi, onun içinde de toplumsal bir içerik var.

Her fi kir sahibi fi krini dünyaya sunmak zo-rundadır. Fikrini sunamıyorsan siyasi bir soru-nun vardır ya da cehaletin vardır. Ben üçüncü bir almaşık bilmiyorum.

Menfaat söz konusu olamaz mı?

Ya benim siyasi bir derdim vardır ya da ca-hilim! Bunu yaysam cehaletim belli olacak, elimdeki beş on mürit de gidecek. Modern mollalık, şimdi de cem çerçevesi içerinde mol-lalılığını yapıyor. Bunları gördüm ben. İsim vermiyorum, adam kendisine beş on talip edin-miş, zevk yapıyor. Kendine bir dünya kurmuş, zevkini çıkarıyor. Gelen de elini öpüyor!

Şimdi o dönemde miyiz? Yine öyle olma-mız mı lazım? Senin elini niye öpüyorlar? Ben de istemiyorum desene! Bir bildiğin, gördüğün varsa, bize de anlatsana.

Sendeki cevheri biz de görelim mi, diyorsunuz?

Biz de görelim; bizi mahrum etme; ben de sevenlerdenim. “Ben bir taneyim, benden baş-kası bunu bilmez!” dedin mi olmadı.

Ben, gidip bir çocuğun ağzında çıkandan bile bir şeyler kapmak istiyorum. Bencil bir adam da değilim, bana da verin bilginizden.

Adam onların ne isteklerinin farkında, ama o itaatler, o el öpmeler hoşuna gidiyor.

Onun için de böyle bir adamdan hiçbir bek-lentimiz olamaz. Bugün herkes fi krini cesaret-le sunuyor, sen sunmuyorsun.

İran’dan buraya nasıl geldin, anlatır mısın?

Çocukluktan sonra bir yandan cemlere gi-rerken, bir yandan da müziğe başladım. Cem-lerde kelamları söyledikçe, tamburla beraber okudukça anladım ki, bizim Aleviliğe ihtiya-cımız var, Aleviliğin de bize ihtiyacı var. An-ladım ki biz insanlar Tanrının taşıyıcısıyız. Anladım ki, zengin bir sosyete adamı olsam ne

(Devamı 22. Sayfada)

Page 22: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

22 Sayı 32

SERÇEÞME

olacak? Altmış yıl sonra öleceğim. Dedim ki; bu bedeni, bu yolda hizmete koyayım, elimden ne gelirse.

Sonra müzikle daha ciddi uğraştım ki iyi bir şeyler sunayım. İran’da müzik dinlemeye ve okumaya başladım, ama bir noktaya vardım ki, artık eğitimsiz daha ileri gidemem.

Fakir mahallelerde on-on beş derslik aç-mıştım. Altmış, yetmiş öğrencim oluyordu bü-yük derslerde... Oradan sıyrıldım, her şeyimi sattım, Azerbaycan’a gittim. Azerbaycan Kon-servatuarında makam bölümünde mezun ol-dum. İran’a geri döndüğümde, eski bilgilerime ve manevi içeriğime dayanarak, söz arasında başladım fi kirlerimi söylemeye.

101 Nefes adlı şiir kitaplarım çıktı İran’da. Türkçe yazıyorum, Türkçe söylüyorum ve ne-fese çok değer veren birisiyim. Oradaki Mesam benzeri sendikanın başkanı oldum. Ama İran rejimi benden daha uyanıktı. Anladı ki bu saç-larla, bu bıyıklarla bu adam tehlikelidir, sahne-ye çıkmamı yasakladı. Ama tövbe etmedim.

Avustralya’ya gittik, çok güzel konserler yaptık. Avustralya’da yaşama şansım olmasına rağmen, İstanbul’u seçtim. Çünkü canlar bura-da. Yirmi beş milyon Alevi burada var ve ben yirmi yıl evvel Türkiye’ye geldiğimde kendimi hiç yabancı hissetmemiştim. 2004’te geldim, sonra da eşim geldi. Hepimiz Türkiye’yi sevi-yoruz. Eskiden tanışıklığımız vardı kültürüy-le. Burada kalmaya karar verdik. Çocuklarım da burada okuyorlar.

Ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?

Burada isminde “barış” olan tüm çalışma-lara katıldım; Barışa Rock, Barışa Semah Dö-nenler… Bunu Radyo Barış yapıyor katılayım ya da katılmayayım gibi ayrımcı bir yaklaşı-mım yok. Her yere gittim, Cem Vakfı’na da gittim, Radyo Barış’a da gittim ve gidiyorum da. Ben birleşme taraftarıyım, bunun için uğ-raşıyorum.

İran Ehl-i Hak ezgilerinden bir albüm ya-pıyoruz. Ayrıca zikirlerden kazandığım bir müzik tarzı da var. Ben buna bir isim koymu-yorum, ama bazı insanlar etnik blues ismini veriyorlar. Yakında iki albümü de sunarak yola devam edeceğiz.

Biyografi :1962 İran /Tebriz doğumlu. Mezun olduğu Bakü Konservatuarı’nda İslam

Rızayev’ in öğrencisiydi.Nahçıvan Filarmoni Orkestrası fahri üyesi. Tebriz’im (1997), Senli Günler (2000), Susmam

(2002) adlarında üç albüm çalışması var.‘Tebriz Müzisyenler Sendikası’ kuruculuğu ve

başkanlığı yaptı.Bakü’de ‘Şah Hatayi İrfan Derneği’ kuruculu-

ğu yaptı.‘Şah Hatayi Kültür ve Bilim Heyeti’ başkanlığı

yaptı.Sahne yasağı uygulandı ve İran İslam Devrimi

mahkemelerinde yargılandı.Çeşitli tarzlarda 250 den fazla bestesi bulunu-

yor.Neva Makamını Azerbaycan Müziğine kazan-

dırdı.‘İran Video Klip Birinciliği’ aldı.

Film ve Belgesel müzikleri hazırladı.‘O 3 (Leyla-Mecnun)’ ve ‘Pir Sultan’ adlı iki

operete imza attı.‘101 Nefes’ adlı bir şiir kitabı var. Bir dizi konser için gittiği Avustralya’da kal-

mayı tercih etmedi ve İstanbul’da yaşama-ya başladı (2003).

Felsefi yazılar yazdı. İran, Avustralya ve Tür ki-ye’de felsefi seminerler verdi, sempozyum-lara katıldı.

İstanbul’da, kendi eğitim metoduyla ses teknik-leri dersleri verdiği ‘Ses Atölyesi’ni kurdu.

Beykent Üniversitesi’nde ‘Ses-Şan’ dersleri ve-riyor.

Plastik sanatlar alanında çeşitli tasarım çalışma-ları ve ürünleri, motorlu ve elektronik araç-lar alanında icatları var.

Cavit Murtezaoğlu evli, Bayrek ve Bektaş ad-larında iki oğlu var.

(Baştarafı 21. Sayfada)

MÜZİSYEN ve etnomüzikolog Ulaş Öz demir’in, 1998 yılında Kalan Mü-

zik tarafından yayınlanan ilk albümü olan “Ummanda – Maraş Sinemilli Deyişleri” adlı çalışması, Anadolu’daki Alevi ocakla-rı nın müzik kültürü üstüne yapılmış ilk al-büm olma özelliğini de taşıyor.

Günümüz Alevi-Bektaşi müziği ve ge-nel olarak halk müziği repertuarı açısından, önemli kaynak kişiler olarak sayılabilecek Tacim Dede, Mehmet Mustafa Dede, Sadık Hüseyin Dede, vb. ustaların yaşadığı Maraş yöresinin Sinemilli ocağı, müzik kültürü açısından oldukça önemli merkezlerden bi-risi olma özelliğine sahiptir.

Özdemir’in bu müzik kültüründen de-yişleri bir araya getirdiği albümde yer alan eserlerin bir kısmı Özdemir tarafından canlı olarak stüdyo ortamında çalınıp söylenmiş kayıtlardan oluşurken, diğer kısmı Mustafa Manış Dede, Hüseyin İmir Afe gibi yaşa-yan ustalarla köylerde yapılmış kayıtlardan oluşuyor. Albümde yer alan kayıtlar, dede saz ve ruzba gibi geleneksel çalgılarla icra ediliyor.

HASAN ÖZTÜRK (ÂŞIK BERRAKİ)

Seni BuldumSafl arın uç tarafınaPirlerin üç tarafınaEşiğin iç tarafınaGir dediler seni buldum

Keman çaldığı meyanda Senin sesin dört bir yanda Biraz daha bu meydanda Dur dediler seni buldum

Olunca pişmeyen yanlar Yoldan gelen haldan anlarBizde daha nice canlarVar dediler seni buldum

Mutlu olmayınca halklar Sürmemeli bu yasaklar Bu özgürlükler bu haklar Dar dediler seni buldum

Dostunu her demde içtenCanları her cemde içtenYüzden değil hem de içten Sar dediler seni buldum

Derviş adın duyduğumda Yola bele uyduğumda Muhabbete doyduğumda Pir dediler seni buldum

Net bir bilgi alınmayanAranıp ta bulunmayanAçık beyan olunmayanSır dediler seni buldum

Berraki bir ozan oldum Güzellikler yazan oldum Gönüllere sızan oldum Seni buldum seni buldum

KALENDER ÇELEBİ

Muhammet Ali’nin Yoludur Yolum*

Evvel bahar erdi karlar eridiTaştı sular dalgalandı çoşu varYeryüzünü türlü çiçek bürüdüDaha Balım dağlarının kışı var

Taştı uluçaylar bulandı sularKimi ah ediyor kimisi gülerKimi vatanından gurbete salarBu feleğin türlü türlü işi var

Bülbül ağlar kılar fi ganı zarıAyrılmaz gülünden neylesin harıBana cevretmezdi hublar serveriAramızda yüzü kara nakşi var

Ali ile aldı aklım hubların hanıİntizarda koydu bu garip canıYaktı kül eyledi aşk odu beniSöyündürür gözlerimin yaşı var

Kalender der daim metheder dilimMuhammed Ali’nin yoludur yolumBektaşiyim benim maksudum BalımHer kişinin bir kolaya tavşı var

* Kaynak: Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi, İsmail Özmen, Cilt 2

ULAŞ ÖZDEMİR

UmmandaMaraş Sinemilli Deyişleri

Page 23: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 23

SERÇEÞME

KIZIMI, oğullarım ve Günsel’i dün kısa bir zaman için Antalya’ya uğurladım. Yalnızım. Kendimi ve teypten Feyzul-

lah Çınar’ı dinliyorum… Dinlemekte olduğum türküler 1978 Aralık ayında Ankara’da Fikret ağabeyin (ya da Feyzullah’ın) evinde kayda alınmış. Kaseti Fikret Ağabeyim Gazipaşa’ya ziyaretlerine gittiğim gün armağan etmişti.

Tekke/ Akçaeniş’ten, Kaygusuz’un, Abdal Musa’nın yurtluğundan arkadaşım öğretmen Hüseyin Uçar ile Hamza Tanal geldi. Hamza Tanal ‘Mürebbi’. Benden yedi, sekiz yaş bü-yük. Kendisini 1965 yılında Fikret Otyam’ın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan röportaj-larından tanıyorum. Yüz yüze görüşmüşlüğü-müz yoktu. 1970’lerin başlarında yine Hüseyin Uçar Hamza Tanal’ı çalıştığım atölyeye getir-miş, tanıştırmıştı.

“Şair merhaba!”

Böyle bir seslenişle girdi Hamza Tanal ka-pıdan içeri. Oturduk, bir şişe şarap açtım, şara-bımızı yudumluyoruz.

Feyzullah söylüyor:

Yürek hastalandı yorgun vuruyorDumlu dağlarında salım kalacakCanalıcı gelmiş buruk vuruyorKorkarım gurbette ölüm kalacak.

Ve ardından “Dostum Dostum”… –Arada Filiz’in, Otyam’ın sesi duyuluyor.–

“Sensiz dünyaları neyleyeyim dostum dostum.”

Fikret Ağabeyin sesi:“Otyam kurban olsun sana!”

Biz de Feyzullah’ı severek dinliyoruz. Ama Hamza Tanal içer gibi dinliyor. 1982 Nisan’ında Celal Güzelyürek Feyzullah’ı Akçaeniş’e ge-tirmiş, yüz yüze tanışmış, kucaklaşmışlar. O günü anıyor ve arada şarabından bir yudum alıp, bıyıklarını töreli bir biçimde avucunun içiyle siliyor.

Soframızda keçi peyniri ve evimin önün-deki küçük avludan sökülüp, ayıklanmış yeşil soğan ve ekmek…

“Ekmek ve Şarap” romanındaki devrimci papazın konuğuna şarap sunarken söylediği

sözler geliyor aklıma: “Hayatımızda var olan iyi ve namuslu şeyler…” Tam böyle miydi? Pa-paz sanırım sofraya maydanoz da koymuştu.

Yeşil soğan, peynir ekmekle şaraba yükle-niyoruz.

Feyzullah’ın sesi dolduruyor odayı. Hapis-ten yeni çıkmış, özgürlüğün tadını çıkarıyor ve sesi Turnalar gibi havalanıyor.

“Şah Hatayım şaha düştükPir elinden dolu içtik” (…)

Kendi deyişleri:

“Kelepçe, karakol, jop, dayak zulümİçerde yatmak da az gelir bana

Halkım için mertçe ölemediysemYaşadığım bahar güz gelir bana”

Kaset sustu. Tanal sesleniyor: “Ozan bir şiir oku!” Ardından, “Kendinden oku!” diye de vurguluyor. Oysa bilir kendimden okumayaca-ğımı. Dileğini sonraya bırakıyorum, her daim dilimde gezip duran Pir Sultan’ın ünlü şiirinin bir dörtlüğünü okuyorum:

“Kadılar müftüler fetva yazarsaİşte kement işte boynum asarsaİşte hançer işte kellem keserseDönen dönsün ben dönmezem yolumdan”

Susuyorum. Hamza Tanal bir başka deyiş okuyor:

“Elim tutmaz güllerini dermeğeDilim tutmaz hasta halim sormağaDört cevabın manasını vermeğeSazım düzen tutmaz tel bozuk bozuk”

Ve şarabımızdan yudumluyoruz. Tanal’ın şaraba batmış bıyıklarını silişinden esinlenil-miş bir dize düşüyor dağarcığıma:

“Bıyıklarını batırarak şarap içen tahtacı”

Dursun bu söz bir köşede; gün olur belki bir şiirime konuk olur.

Akdağ zirvesinde, Karkaldı diye anılan bıçıkta kalan bir mendil karı ve böğründen fışkıran Uçarsu’yu ile yanıbaşımızda gibi. Feyzullah’ın sesi, sazı ve sözü odamızda..

Ve karşı bayırlarda beni her seferinde ke-derlendiren derviş duruşlu ahlatlar…

Ahlatlar uzakta,Durgun ve kara…Yalnız dervişleri kıraçlarınNeden hep kederleriKederleri ve anıları çağırır sana?..

Ahlatları böyle betimlediğimi söylüyorum Tanal’a. “Şair sözü üstüne söz yok” diyor.

(*) Yaşadığım kimi anları, bir deftere geçirdiğim günler olur. Hamza Tanal’la ilgili anı da bunlardan biri.

Çocukluğumuzda sarı matematik defterlerimiz vardı, ucuz defterlerdi… Başlık adı oradan esinlenme.

Yaşanılanlardan süzülmüş notlar Sarı Defter’den genel başlık adıyla örtüşüyor.

Yazılanların, kimi güzel dostları yâdetmekten öte bir savı yok demek istiyorum.

Sarı Defter’den seçtiğim bir yaprağı ilk kez, Serçeşme’de yayımlıyorum.

Hamza Tanal yıllardır yatağa bağlı ve son günlerini yaşıyor. Eğer o günlere yetişirse, kendisini son kez ziyaret edip, sarılıp, bu ortak anımıza ilişkin satırları başucunda okuyacağım.

1983 yılında doğum yerim olan Akçay’da (Hamza Tanal’ın köyüne 12 km.) yazılan notlarda adı geçen arkadaşım Hüseyin Uçar’ı 1999’da son yolculuğa uğurladık. Hüseyin’le aynı coğrafyanın çocuğuyduk. Hamza Tanal’ın köyünde yıllarca öğretmenlik yaptı. Devrimci, güzel bir insandı. Tuncel Kurtiz de sanırım 60’lı yılların ortalarında Yedek Subay Öğretmenlik görevini Hüseyin Uçar’ın okulunda yapmıştı.

Hüseyin Uçar’ın oğulları bize kalan armağanlardır.

Hamza Tanal’ı pek çok kez hem yalnız hem de dostlarla değişik zamanlarda ziyaret ettim, sohbetlerini dinledim. Bu dostların kimilerini anmalıyım: Haydelberg Üniversitesi’nden Tahtacılar üstüne araştırmalar yapan, Türkçe’yi iyi konuşan Prof. Kıristina Kehl Bodrogi, İlhan Başgöz, Fikret Otyam, Saffet Uysal, Giray Ercenk, İdris Özyol ve başka dostlar…

Son yıllardaki ziyaretlerimde yattığı yerden kollarını açar, boynuma sarılır, ağlar…

Filiz-Fikret Otyam’la ziyaretine gittiğimiz gün de Otyam’ın boynuna sarıldı, çığlık çığlığa kaldı.

Konuşamıyor… Hazin bir durum. Serdar’ın, Öznur’un sevgili babaları… Ne zaman Hamza Tanal’dan söz açsam, kızı

Öznur’un gözlerinde yağmur bulutları toplanır. 24 Temmuz 2007

SARI DEFTER’DEN BİR YAPRAK (*)

Hamza Tanal ile Feyzullah Çınar’ı DinlerkenMetin Demirtaş - Akçay, 1983

Soldan; Saffet Uysal, Hamza Tanal, İlhan Başgöz, Metin Demirtaş, Bir Komşu, Serdar Tanal

Page 24: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

24 Sayı 32

SERÇEÞME

Tasavvufda Müzik ve Sema

İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi

ÜNLÜ mutasavvıf Mevlâna Celâlettin-i Rumî Hazretleri aşağıdaki dörtlüğün-de, 13. yüzyılın aralığından, tüm in-

sanlığa şöyle seslenir:

“Gel, gel, ne olursan ol, gel!İster kâfi r, ister Mecûsi,İster puta tapan ol, gel!Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.Yüz kere, bin kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!”

Diyanet İşleri Başkanlığı, aylık yayın orga-nı “Diyanet” dergisinin son sayısını Hazret-i Mevlâna’ya ayırttı. Bu dergide yer alan, Diya-net Dış İşleri Yüksek Kurulu uzmanı Dr. Ömer Yılmaz, Mevlâna’nın magazinleştirildiğini(!) savunan bir yazısında, tartışma yaratacak iki örneğe de yer verdi. Ona göre, sema ayinleri-nin magazinleştirildiğini, giderek uygun za-man ve mekâna bakılmaksızın sema ayinleri düzenlendiğini, oysa semanın bir eğlence ara-cı yapılmasının ve dans gibi uygulanmasının yanlış olduğunu vurgulayarak açıkladığı gibi, Mevlâna’ya ait olmayan yukarıya alınan bir kısım sözlerin de ona atfedildiğini öne sürdü. Yazar, Mevlâna’ya ait olarak bilinen “Ne olur-san ol gel” deyiminin Mevlâna’ya değil, Ebu Saud Ebu’l-Hayr’a ait olduğunu belirtmektedir. Gerçi bu sözün, Mevlâna’nın görüş ve düşün-celeriyle ters düşmediğini ifade eden Yılmaz ayrıca, “Ne olursan ol gel” sözünün devamın-da ki “Tövbeni bozsan da, yine gel” sözünün “Tövbeni yüz defa, bin defa bozsan da, bunda istikrar sahibi ve içten olmasan da yine gel, olur” gibi algılandığını ve bunun dinsel açı-dan yanlış olduğunu da kaydetmektedir ki biz bu görüşlerin hiç birine, salt düşünce ve görüş olarak, katılmadığımızı, yanında, yöresinde yer almadığımızı hemen vurgulayarak söyle-yelim.

Mevlâna’ya adadığı “Rumî” adlı müzikal gös terisi İstanbul ve İzmir’de sahnelenecek olan, 20. yüzyıl dans tarihinin en büyük isimle-rinden biri sayılan, dansı büyük bir aşkla, mut-lak bir adanmışlıkla derinlemesine yaşayıp se-ven 80 yaşındaki Maurice Bejart, “anlam ancak bedenimizin içinden geçerse gereken derinliğe kavuşabilir” diyerek felsefesinin oda ğın daki temel noktayı açıkça vurguladıktan sonra, ulu düşünce adamı ve mutasavvıf Mevlâna Rumî hazretleri hakkında da,

“Mevlâna sema yoluyla bedeni ve ruhu bir-leştirir. Dans da aynı şekilde. Dans, bede-nin ya da ruhun ayrı ayrı kendi başlarına çözemedikleri sorunların çaresidir. Rumî, dansı bir duaya dönüştüren nadir mistikler-den biridir”

diyor ki, bu onun Mevlâna’yı derinlemesine algıladığının ana göstergesidir.

Burada üzerinde duracağımız konu, sema-semah kavramıdır. Arapça kökenli bir sözcük olan sema-semah deyimi, kendi çerçevesinde çeşitli anlamları içerir: Öncelikle, “işitmek, gök, gökyüzü; Mevlevi dervişlerinin kolla-rını iki yana açıp dönerek yaptıkları ayin” anlamına gelirse de, bu deyime, Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli yörelerinde verilen diğer an-lam ve tanımlanmalar da vardır:

Musiki dinleme, (Milliyet Meydan Larousse, c: 3, s: 163)

Köylü Alevilerin cem bezmi adı verilen özel törenlerinde musiki eşliğinde kadın-erkek bir-likte yaptıkları bir raks, sema (Meydan Larous-se, c: 10, s: 94)

Tasavvuf şiirlerini, bestelerini ve ney’i din-leyerek bir ahenk ve intizam ile dönmek mana-sına kullanılan sema, bilhassa Mevleviler ara-sında şayi olan dinî rakslardan biridir. Bu raks-ları yapanlara semazen, bunları idare edenlere semazenbaşı denilmektedir (S. N. Ergun, Türk Musikisi Antolojisi İstanbul 1943, c: 2, s: 692–93; akt. İlhan Cem Erseven, Alevilerde Semah, 4. baskı, Ürün Yayınları, Ankara 2006, s: 78)

Cemlerde okunan sözlü/sözsüz oyun türkü-lerine ve Isparta yöresinde oğlan evinde kına gecesine karşılık olarak yapılan gece eğlen-cesine de sema adı verilir Yurdumuzun çeşit-li bölgelerinde samah, zamah, zamak, semak gibi biçimlere bürünmüş olup bazı Alevi boy-larında semah yerine pervaz, pervaz edenlere de pervazcı denilir (Erseven, age. aynı sayfa). Bazı deyişlerde ise çark, çark etme, çark dön-me, pervaz vurma gibi deyimlerle anılır. Sema, semah inançtır, ritüeldir, oyun değildir.

Alevi-Bektaşilerde semah, Mevlevilerde sema sözcükleriyle anılan bu kavram, eldeki en eski belge ve kayıtlara göre 15. yüzyıl başlarında Osmanlı sınırları içinde, başta o tarihlerdeki başkent Bursa ve Balıkesir olmak üzere, ülke-nin çeşitli yerlerinde, medrese henüz skolastik düşüncenin egemenliği altına girmemiş oldu-ğu için, saf ve yoğun inanç heyecanıyla ve mis-yoner ruhuyla Sünni İslâmcı inanç ve alışkıları müzik, ses ve çalgı eşliğinde yaymama çalışır-ken; tarikatlar içinde bu iki ana kolun arasına ve uygulamalarına ritüel olarak girip, zamanla ve sistemli biçimde benimsenmiş, yeni giysi-lere bürünüp, yepyeni içerikler kazanarak ve renkleşerek sürüp gitmiştir; inançta renk ve cümbüş olmuştur.

Bu kavramın, çeşitli kültür ve inançlarda-ki ortaya çıkış ve tarihsel gelişim çizgilerine şimdilik değinmeyi düşünmüyorum. Sema ve semahın bu iki yolakta düşünsel, ayinsel ve ritmik oluşumlarının kökünün Mevlâna Rumî ile Hünkâr Hacı Bektaş Veli’den kaynaklan-dığı, belki de özde binasal ilk kaynağın onlar olduğu, onların yolaklarında ve inanç bazında böyle bir sistemin yer alıp gelişmesine izin ver-dikleri söylenebilir. Bu açıktır.

Elbette ki dans, bir tür iletişim aracıdır. Genel anlamda sema/semah da dansın kapsa-mındadır.

Bedene ve onun devinimine farklı bir bo-yuttan yaklaşan Maurice Bejart, dansın tüm ırklar, kültürler ve diller arasında kurulabile-cek gerçek bir iletişim kaynağı olduğunu; ve bu evrensel diliyle, en fazla dansın ilahî var-lığa yaklaştığını düşünmekte. Ona göre dans etmek,

“Karşıdakiyle varoluşunun derinliklerin-de koşup/konuşabilmektir. İnsanla insanı, insanla evreni, insanla Tanrı’yı, atomdaki elektronları, çekirdektekilerle ritmik bi-çimde birleştiren, makro kosmos ile mik-ro kosmosu kendi içlerinde ve dışlarında

HASAN DEDE

Eşrefoğlu Al HaberiEşrefoğlu al haberiBahçe biziz gül bizdedirBiz de Mevla’nın kuluyuzYetmiş iki dil bizdedir

Adem vardır cismi semizAlır abdest olmaz temizHalkı dehleylemek nemizBilcümle vebal bizdedir

Erlik midir eri yormakIrak yoldan haber sormakCennetteki sekiz ırmakAkan coşkun sel bizdedir

Arı vardır uçup gezerTeni tenden sezip gezerZahid bizden kaçıp gezerArı biziz bal bizdedir

Kimi sufi kimi hacıCümlemiz Hakk’a duacıResul-i Ekrem’in tacıAba hırka şal bizdedir

Biz erenler gerçeğiyizHas bahçenin çiçeğiyizHacı Bektaş köceğiyizEdep erkan yol bizdedir

Kuldur Hasan Dede’m kuldurManayı söyleyen dildirElif Hakk’a doğru yoldurCim ararsan dal bizdedir

SEYYİD NİZAMOĞLU

Bir Dost Bir Post*

Cümle dünya sizin olsunBir dost bir post yeter banaAtlas diba sizin olsunBir dost bir post yeter bana

Beyler tahtından inerlerAyaksız ata binerlerToprağa gömüp dönerlerBir dost bir post yeter bana

Sanır mısın kalsan gerekBilir misin n’olsan gerekBin yıl yaşar ölsen gerekBir dost bir post yeter bana

Karun malın verirlerseBeni sultan kılurlarsaAlem kulum olurlarsaBir dost bir post yeter bana

Sonu yok devletten olurEcel gelir seni bulurSeyyid Seyfi işin bilirBir dost bir post yeter bana

* Kaynak: Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi, İsmail Özmen, Cilt 2

Page 25: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 25

SERÇEÞME

uyumlu biçimde bir arada tutan gizil bir güçtür dans’. Ve aynı zamanda ‘hayvanla-rın dilini konuşmak, taşlarla iletişim kur-mak, denizin ezgisini, rüzgârın soluğunu anlamak, yıldızları keşfedip, varoluşun tahtına oturmaktır.”

Evrende her şey ta başlangıçtan beri dans halinde dönmektedir.

UNESCO–2007 Mevlâna yılı dolayısıyla, ünlü Fransız fi lozof Gaston Berger’in oğlu, 1994’den beri Fransız Enstitüsü Güzel Sanatlar Akademisi üyesi Maurice Begart ile gazeteci Yeşim Vesper’in1 “Dua ve Dans” adlı seçkiden dolayı sanatsal esin kaynağı ve ulu Mevlâna üzerine yaptığı kısa bir konuşmada; Begart’ın düşüncelerini soru-yanıt şeklinde şöyle dile ge-tirmektedir:

“Koreografi lerinizde evrensel düşünce ta-rihinde önemli izler bırakmış ve dansa çok yakın durmuş mistik ve felsefî kişiliklerden esinleniyorsunuz. Nietzsche gibi, Mevlânâ gibi.. Nereden geliyor metafi zik ile dans arasında kurduğunuz bu ilişki? Ve sanatla ruhanîlik birbirine bağlı iki kavram mı?Evet, benim açımdan kesinlikle öyle. Ruha-nîlik benim için bir çıkış noktası, her şeyin başı. Bu alanda ilerledikçe önemli ustaları, birliğe ulaşmak için gidilen birbirlerinden farklı yolları keşfettim. Mev lâna’nın yolunu ise özellikle kendime yakın hissettim. Ba-bam bir fi lozof olduğundan Mevlâna okurdu, onun sayesinde çok genç yaşta Mevlâna’yı keşfetme şansı buldum. Rumî’de beni en çok etkileyen nokta ise ruhanîliği devinim-le birleştirmesiydi. Bu bence olağanüstü bir şey. Çünkü insan bedeninin de bir ruhanîli-ği olduğunu düşünüyorum Örneğin bir kol devinimi bunu tanımlayan bir şey. Ayrıca, felsefesiyle birkaç kıtayı birbirine bağlayan tek mutasavvıf Mevlâna. Zamanında onun etkisi altında olan bu topraklardaki insan-ların bugün birbirleriyle savaşması bana çok acı veriyor. Mevlâna çok önemli bir mutasavvıftı; çünkü o bedeni ve ruhu bir-birleriyle bütünleştirmiştir.Evet, tam bu noktada dansın sizin için İlâhî Teklik’e yaklaşmanın bir yolu olduğu izleni-mini ediniyor insan…Her şeyden önce Mevlâna sema yoluyla be-deni ve ruhu birleştirmiştir. Dans da aynı şekilde bedeni ve ruhu bütünleştirir. Dans, bedenin ya da ruhun ayrı ayrı kendi başla-rına çözemedikleri sorunların çaresidir Ru-mî, dansa dinî içerik veren, dansı bir duaya dönüştüren nadir mistiklerden biridir”…

diyor. Bu saptamaların hepsinin eksiği ola-bilir ama hiç yanlışı yok.

Öyle ya, kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim bile kendi içinde, Tanrı’nın varlığından esinle-nen sonsuz ve gizil kendine özgü içsel bir se-mah dönmektedir, özüyle, sözüyle/sesiyle, söz-cükleriyle, anlam ve içeriğiyle, durmadan bu gizli/içsel ve şiirsel sema/semahı sürdürmekte-dir.

İnsanoğlu ibadetini ruhuyla ve fi ziksel yapısıyla bunların derin uyumu içinde yapar. Gerçek kişiler, ermişler, işin sırrına tamamen agâh olanlar bu hakikati kendi ibadetlerinde

görüp sezinlerler. Kutsal kitabımızın tilavatı bile özel bir musiki eşliğinde yerine getirilen dinsel bir işlevdir.

Bunun için Mevlevilerdeki sema ile Alevi/Bektaşilerdeki semah olgularını din dışı sayan-lar, basit bir oyun olarak düşünenler kasıtlı değill erse, bence yanılıyorlar, hata ediyorlar. Çün kü insan ruhu “Bezm-i ezel”den beri, Tanrı gü zelliği karşısında coşkuya kapılarak Tanrı sev gisiyle büyük bir mutluluk duyarak bundan aldığı güçle dönmede, ruhun heyecanlı titreşim-leriyle semah etmededir.

Zaten Alevi/Bektaşi cem ayinlerini mü-zikten, özellikle sazdan ayrı düşünmek hemen hemen olanaksızdır.

Kuran-ı Kerim’de Şuara suresinin 221–226 ayetlerindeki şiir ve şairlere olumsuz yaklaşı-mı yanlış değerlendirmemek gerekir. Zira anı-lan ayetlerde kast edilen, gerçek şiirler ve de-ğerli şairler değil, Kuran’ın ilk muhatabı olan Arap toplumunda yeni dine karşı kötü bir rol üstlenen bazı şairler ile onların İslâm aleyhine yazdığı değersiz şiirler kastedilmektedir, yani o ayetlerde şiirin ve şairin kötüsü, işini kötü-lüklere alet ederek şeytan işi haline dönüştüren şairler ve şiirleri reddedilmektedir. Yoksa Ku-ran, baştan başa hakiki pür-şiirdir, bu yadsına-maz. Duruma böyle bakmak gerekir.

Alevi/Bektaşilerde saz, semah ve deyişler kutsal birer iletişim aracı olarak işlev görmek-tedirler. Sazın bu şekilde algılanmasında biçi-mi de etkili olmaktadır. Çünkü sazın kolu, elif harfi biçiminde olup hem Allah’a, hem de Hz. Ali’ye işaret etmektedir. Sazın gövdesi/göğsü, Hz. Ali’nin gövdesidir. Sazdaki 12 tel on iki imamları sembolize eder (Hendrich, 2003).

Bağlama, hem müzik aleti, hem de ibadet aracıdır. Hasan Dede’ye göre saz derdi ifade eder, dertlilerin dilidir. Âşık Hasan Dede, gök-ten 104 kitap indiğini, bu kitaplardan dördünün Peygamberlere, 100’ünün ise âşıklara indiğini, âşıkların söylediklerinin Hakk kelâmı olduğu-nu şiirinde dile getirip açıkça söylemektedir. Sazsız semah olmaz.

Alevi/Bektaşi cemleri gezgindir, gâhi Tan-rı’nın divanında, gâhi arşu âlâ’da, dâhi Ker be-lâ’da, gâhi Kırklar Meydanı’nda, gâhi cemev-le rinde, gâhi yoksul bir kulun evciğinde, gâhi ulu semanın altında açıkta, ayan-beyan yapılır. Ger çekte cemevi tüm evrendir, onun içinde is-te diğin yerde istediğin biçimde ibadetini hiçbir kayda kuyda tabii olmadan içinden geldiği şe-kilde yapabilirsin, yeterki iste.

Aslında cem, bir tür mikro-Kerbelâ’dır, ayin sel ve teatral bir oyundur, uygulamadır. İki kişinin olduğu yerde, cem, belirli kırılma anlarında, bir şimşek gibi çakar, tüm kuşattık-larının özel ve genel pozisyonlarını aydınlatır, özgün sınırlarını çizer, onlara o keskin ışığın-da (nurunda) diğer mekânları ve zamanları gösterir ve sonra sahneden çekilir, gide; sonra yeniden belirir. Bütün bunlar bizi yani ceme katılanları ödüllendirmek için değil, üstüne bastığımızı tanıtlamak (teşhir etmek) içindir.

Bunun için Alevi/Bektaşi cemlerinde ce-mevine, camiye, dört duvara gerek duyulmaz..

Tüm Alevi/Bektaşilerce kutsal ve yüce sa yı lan “Kırklar Semahı” Kırklar ceminden çık tığına inanılan bir semah türüdür. Sema ve se mahlar, Tanrı’nın buyruğuna uyularak, evre-nin dönüşüne uygun biçimde ve hûşu içinde kendi inancının çevresinde dönmek anlamına gelir. Zaten sema ve semahların yapısı, anlam ve içerikleri derinlemesine incelendiğinde ta ma men ibadet olduğu, ibadet hasredildiği; oyun, magazin, fantezi konusu yapılamayacağı açıkça görülür. Özgün bir tür ibadet olan, en azından ibadetin kutsal bir ritüeli sayılan sema ve semahların toplum yaşantısına yansıyan du-rumlarıyla “oyun”, “magazin konusu” sayılma-sı doğru sayılamaz, çünkü bu gerçeklere ters düşer.

Âşık Hüdâî, saymaya çalıştığımız bütün bu olguları aşağıdaki şiirinde şöyle dile getirir:

Bütün evren semah dönerAşkından güneşler yanarAslına ermektir hünerBeş vakitle avunmayız

Canımız cânânımızdırTeni kendi tenimizdirSevgi bizim dinimizdirBaşka dine inanmayız

Hâkir görmeyiz insanıCümlemizin birdir canıŞiir, müzik, halk lisanıÇalar söyler usanmayız

Hüdâî’yim Hüda’mız varPir elinden bâdemiz varMuhabbetten gıdamız varÖlüm ölür biz ölmeyiz

NOT:1 13 Haziran 2007 tarihli Radikal Gazetesi, s. 18

Kültür Bakanlığı Semah Ekibi, Hacıbektaş Etkinliği’nde semah dönüyor

Page 26: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

26 Sayı 32

SERÇEÞME

FELSEFENİN temelini biçimlendi-ren ‘şey’ soru sorabilmektir. Hem de her alanda. Felsefe hiç soru bulama-dığında kendini yanlışlama üzerine yürütür sorunsallığı. Bazı tartışma-

lar vardır tarihselliği insanlığın, insanın önce-sine düşer. Yani insanın kendisini insan olarak ispatlamasından öncesine. Bunun en genel ve belirgin tartışmalarını da ‘kutsal’ inanç kitap-larında buluruz. Bu tartışmalar öyle keskindir ki bazı tarih kesitlerinde, insanlık birbirini bir hastalıktan kurtulmak ve kurtarmak için çare-sizce ölüme; cehenneme veya cennete sürükler. Öldürür de. Ölüm, bazı tarih kesitinde bir di-nin, ‘kutsal’ kitabın kendisini varetme savaşı-dır. Bu varolma düzeninin devam etmesi bizim hâlâ bu savaşta taraf olduğumuzu gösterir.

Balçıktan Yaratılan İnsan“Ve Rab Allah yerin toprağından Adam’ı yaptı” diyor Tevrat. Bu “çamurdan (bazı çevirilerde balçıktan) yarattı” biçiminde Kuran’da değiş-tiriliyor. İnsanın bu yanıyla neyden nasıl yara-tıldığı sorusu bilim sınırlarını çoktan zorlamış ve değişmez bir düstura dönüşmüştür. Bilimin inadına ‘kutsal’ kitapların yargısı devam et-tiriliyor; ‘Balçıktan mı’ yoksa ‘topraktan mı yaratıldık’, yoksa yazılı Sümer kaynaklarına göre ‘çömlekçi çarkında mı yapıldık’ acaba? Alaeddin Şenel, Sanat ve Hayat Kültür Sanat Dergisi’nin Haziran-Temmuz (2002) sayısında kısmi olarak, “Sümer/Aztek Balçıktan Yaratı-lan İki Uygarlık” başlıklı makalesinde sorun-sal açıdan da olsa bu konuyu tartışıyor.

Balçıktan Yaratılan UygarlıkTarih bilincinin oluşması için tarihin ne ile uğraştığını bilmek ve düşünmek, bir daha kendimize sorunsallaştırmak için açılması gereken pandomim gibi durur karşımızda. Şenel’in de belirttiği gibi, Sümer, ‘balçıktan çıkan’ ilk uygarlık olmakla birlikte, böyle va-rolan tek uygarlık değildir. Afrika’nın Mısır, Hindistan’ın İndüs, Çin’in Yeşil Irmak (Yang-çe) Amerika’nın Aztek uygarlıklarının da ‘bal-çıktan’ yaratıldığı söylenebilir. Bunların en eskisi olan ve birbiri ile kültürel ve coğrafi k yakınlık kuramayacağımız Sümer ile Aztek uygarlıklarında insanın yaratılışının tasarlan-ması, ‘balçıktan yaratılma’ ile savunulmuştur. Neden ‘balçık’ ve ‘balçığın erdemi’ nereden kaynaklanır? sorularına yanıt vermek ayrı bir tartışmayı gerektirir. Ancak Şenel’in kısa bir çözümlemesi bizi aydınlatacaktır.

Dağlardan gelip; sonradan, yerleştikle-ri yere göre adlandırılıp ‘Sümerliler’ de-nen halkların, dağlardan (Zagroslardan ya da Toroslardan) bataklıklara (Güney Mezopotamya’ya) inen göçebe çoban kabi-leler oldukları sanılıyor. Bunun, tanrılarını dağların dorukları üzerinde dikiltip, başla-rında dağ biçimli külahlarla göstermekten tutun, ovada (nostaljik) yapay dağlar (zigu-ratlar) dikmelerine dek birçok ipucu var… Bu çözümü bulan bilgelik tanrısı Enki’nin öğüdü üzerine doğum tanrıçası Ninmah insanı, suların dibindeki balçıktan, sular

tanrısı Enlil’in imajına (suretine) göre yap-mıştır.”Çöllerden Göllere İnen; “Aztekler, komşu-larının verdikleri ad ile ‘Göl Yabanılları’, Meksika’nın göller yöresine İ. S. 14. yüz-yılda (yani göçebe Türklerin Ortadoğu’ya göçtükleri gibi geç bir tarihte) göçerler. Texcoco Gölü’nün kıyısındaki bataklıklara ve ortasındaki adacıklar (İ. S. 1325’te)” da yaşamaya başlarlar. Aztekler, “burada ba-taklıkların sazlarını kesip (Sümerliler gibi) hasırlar ördüler. Tarıma elverişli ve yeterli toprakları bulunmadığı için, gölün dibin-den sepetlerle çıkardıkları balçığı, gölün üzerine serdikleri hasırlar üzerine yığdılar. Böylece edindikleri ‘çinampa’ (yüzer tarla ya da yüzer bahçe) sayısını yüzbinlere çı-kardılar. Bunların üzerinde mısır, domates gibi bitkiler yetiştirip, aldıkları ürünleri ve bataklıklardan yakaladıkları balıkları çev-re halkaların ürünleriyle takas ederek tica-rete başladılar. Ticarette varsıllaşıp güçle-nince de siyasete (savaşlara ve fetihlere)” yöneldiler.

Bu tarihsel kurmaca haliyle, Sümerler de Aztekler de ‘insan değilse de’ uygar toplumu, insan emek ve iradesiyle bataklıktan, ‘balçık-tan’, topraktan aynı biçimde yaratmışlardır.

Sümerler, insanlığa tekerlek yanında köle-liği ve kulluk kavramını da bıraktılar. Zorla kulluk yerini zamanla geliştirilen, ‘dinsel ideo-lojinin gücüyle dayatılan’, köle olanlarca kabul edilen, kanıksanan ‘gönüllü kulluk’, günümüz-de dönüştüğü haliyle; ‘tanrı-kul’ yani.

Bu soruların ardından varmak istediğimiz kestirme nokta Aleviliğin İslam karşısındaki ‘varolma’ savaşının kaynaklarının nasıl ayırt edilebileceğidir. Bunu baştan koymak sadece bir görev değildir. Durduğumuz noktanın da direnişidir kanımca.

Hakk’ın Emri RızasıBu özgüveni Başköylü Seyyid Hasan Efendi’nin daha önce eksik olarak yayınlanan, ancak şimdi, en anlaşılır haliyle elimizde bulunan “Hakk’ın Emri Rızası” çalışmasına dayanarak oluşturuyoruz. Elbette tek başına bir yeterlilik sunmuyor bize. Aleviliğin yarattığı değerler yanında bilimin verilerini asla bir yana bıra-kamayız. Bu kitaptaki bazı verilerle ve felsefi algılayışlarla da bilimsel anlamda çatışacağız. Felsefenin her zaman doğruyu söylemesi ge-rekmiyor da. Doğru bazen yanlışın içindedir.

Mürşidi Kâmilullah Seyyid Hasan Efendi (Hasani Sani) olarak da bilinen Seyyid Hasan Efendi’nin Osmanlıca yazılmış el yazmaları Kamer (Ağa) dedenin oğlu Hasan Canpolat’tan ödünç alınarak, İran Alevisi sanatçı Cavit Mur-tezaoğlu’nun çevirisi ile gün yüzüne çıktı..

Kimisi onu; ‘hakkı, hukuku, kanunu ve adaleti sorup arayan bir Şah’ olarak görüyor. Kitabı yayına hazırlayan Seyyid Hasan Efendi

Kültür Derneği Sekreteri Hüseyin Boy bunlar-dan biridir.

Bu kitapta en çok yaratılma, yaratıcı, ana-dan doğma gibi temel kavramlarla karşılaşıyo-ruz. Pek az kaynak vardır böyle doğrudan Ale-viliğin felsefi duyarlılıklarını ve kavramlarını tartışan. Yayıncısı Ünsal Öztürk’e göre; “Bugü-ne kadar Alevilerle ilgili çok kitap yayımlandı. (bu) kitabın önemi, Sırrı Hakikat Kapısı’ndan geçmiş bir pirin, bir erenin, Başköylü Seyyid Hasan Efendi’nin kaleminden çıkmış olması-dır.”; Başköylü Seyyid Hasan Efendi;

“Sırrı Hakikat Kapısı’ndan geçenler kendi aralarında neler konuşuyorlardı? Hangi ko-nuları tartışıyorlardı? Hakk ile Hakk olmak ne demektir? İnsanı Kâmiller nasıl insan-lardır?... Dünyanın kuruluşu, Hakk, Allah, Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin, İslam binasının kuruluşu”

gibi konuları tartışıyor. Aleviliğin hâlâ gündeminde felsefi sorunları olan Naci ile Naciye; Rahmet Deryası, Nur Deryası; Hak Kapısı, yetmiş üç; üç yüz altmış altı gibi kav-ramlar yanında; Üçler, Beşler, Yediler, Kırklar; Kudret Kandili, Kubbeyi Rahman kavramları-nın Alevilik açısından anlamı, yeri ve felsefi kavramlaştırılmaları üzerinde duruluyor. Hu-rufi liğin Aleviliğe sinen kalıplarını ve dönüşü-münü görmek açısından da önemli ve ilginç bir çalışma.

Güruhu Naci Olanlar, Olamayanlar

Aleviliğin ‘balçıkla’ savaşı sayabilirsiniz bir an lamda Başköylü Seyyid Hasan Efendi’nin ‘Hakk’ın Emri Rızası’ deyinmelerini;

“Naci (Şit) kocadır, Naciye karısıdır ve bir-birine eştirler. Eşi olmayanlar mücerrettir ve mücerretlerin mekânı yoktur. Mekân anadır, kan babadır; babadan anaya, anadan da dünyaya gelen evlattır. Babadan, anadan doğum olmazsa onlar da lâ mekândır. Ra-him kapısı ve rahim torbası olmayanlar lâ mekândır. Karı olsun koca olsun bunlarda var mekânı olmadığı takdirde lâ mekândır. Hakk’ı tasdik eden anadan ve babadan do-ğan evlatlarıdır. Dünyada olan mevcudat doğan evlatlarda ispat olur. Bunların ispatı da yine insanlardadır.”

Bu düşüncelerini açık bir tutum olarak gör-memek mümkün müdür. Bu bakış açısı bilimin de sınırıdır hâlâ.

Mitolojinin en tartışmalı konularından biri olan Âdem-Havva’nın durumuna Seyyid Ha-san Efendi bir ayrım olarak bakıyor. Alevi’nin ve diğer ‘72 millet’ten ayrımı olarak hem de. Hak ile Allah’ın birbirinden ayrımı üzerine ku-ruyor bunu da. Aleviliğin Tanrı anlayışına bir nokta koyuyor felsefi anlamda;

“‘Kandili Kudret’ten geldi. Zulümat der-yasında olan bu dünyanın ruhları kandilde mevcut idiler. Bu kandil 18 bin âlem ve 72 milletin kandilidir. Bu kandilde bulunan-lar yoktan yaratılanlardır. Allah bunları yoktan yaratmıştır. Yoktan yaratılanların kandili, sular çekilince yere indi. Burada bulunanların kalıpları topraktan yoğruldu ve yoğrulan bu toprak ikiye bölündü; birisi

Haktan Doğanlar Döner mi GeriyeHasan Harmancı

“Piri olan nurdan gelen taliptirPirsizler balçıktan yapılan kalıptır.”

Page 27: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 27

SERÇEÞME

Âdem, diğeri de Havva kalıbı olarak dizildi. Böylece birisi erkek, diğeri de dişi olmak üzere yaratılmıştır. Daha sonra dünya ka-lıplarıyla cennete gönderildiler. Ancak cen-netteki buğday tarlasında Şeytan da vardı. Buğday olgunlaşmaya başlayınca Şeytan Havva’yı kandırarak buğdayı Havva’ya ye-dirdi. Havva da Âdem’i kandırarak buğdayı yedirdi. Bunlar Cennette Hakk’tan emirsiz hem buğday yediler ve hem de birbirleriyle cinsel ilişkide bulundular. Bu nedenle de Cenabı Hakk onları cennetten sürgün ede-rek dünyaya gönderdi.”

Bu ifadeler yeni Alevi anlayışında olup da, ‘Aliyi sevmek Aleviliktir’ diyenleri rahatsız ede-bilir. Çünkü o Hakk ile Allah’ı bile birbirinden ayırıyor.

“Zulümat lanet deryası Tauz’un (Şeytan) me kânıdır” ona göre ve

“Cenabı Hakk’ın emri rızasında olma-yanlar Tauz’a tabidir. Havva’nın bir tarafı Âdem’dir, bir tarafı da Tauz’dur.”

diyor. Bu tartışmanın başlangıcı ve sonu neresi olabilir sizce? Bu bir hakaret değildir ‘yaratılış; balçık’ ile ‘doğuş; ana rahmi’ dü-şünceleri arasındaki sonsuz felsefi çekişmenin, bakışın karşı karşıya gelmesidir, sürmesidir.

Cennetten kovuluşu mitolojik bir kurgu olarak değil, felsefi bir algılayışa dönüştüren Seyyid Hasan Efendi;

“Babaları Allah’tır ve yoktan yaratmıştır. Baba yolu devri daimdir ve ‘Ebcet’tir. Eb-cet babadır ve fanidir. İşleği, süreği hayır, şer üzerinedir. Hayır ikrardır, şer ise inkâr-dır ve imanları yoktur. Eğer ki imanları ol-saydı Allah’a verdiği ikrarda durur sürgün olmazlardı.”

biçiminde sorguluyor ve Ana yolu’nu doğru yol olarak görüyor. Yani bizim doğal üreme ve evrim yolumuzu;

“İmanı olanlar ikrarına sadık olanlardır ve iman sadıkların yoludur. Bu yol, dünya yok

iken, rahmet deryasından sır ve nur yolu ile gelen ‘Encet’ yoludur ve ‘Encet’ ana yoludur. Bu yoldan gelenlerin evvelini bi-len yoktur, var ile gelen bir yoldur. Rahmet deryasından gelenlerin dünyasıdır. Bu dün-yanın diğer bir ismi de tövbe-i rahmandır. Cennet yoluyla ve Hakk’ın emri rızası ile fani dünyaya gelmiştir ve gelen bu dünya “devri kaim”dir. Devri kaim ile devri daim-de faniyi, adaleti, Hakk’ı tanıtıp bildirenler, ikrara ve imana sadık olanlardır. Verdiği sözden ve ikrardan dönmeyip kendilerini iman ile ispat edenler”

olarak görüyor. Aleviliğin genel kurulu-şundan yola çıkarak ulaşılabilecek birçok so-runun yanıtını bulmak için söylenebilecek en açık cümle şu olmalı; “İki ana yolu vardır: biri Naciye’dir, biri de Havva’dır.” ve “Doğuş yolu Hakk’ın yoludur. Doğuşu Hakk bilenler, Hakk’ın kendilerinde mevcut olduğunu bildik-lerinden dolayı doğuş yolunun sır ve nur yolu olduğunu tasdik etmişler ve tasdikleri de iman-larıdır.” Bu yanıtı aldığınız Başköylü Hasan Efendi için ‘Şah’ sıfatını kullananlar haklı bir yanıyla; O dünya düzenine de, dünyanın kar-maşık sorunlarına da kılıcıyla karar veriyor. Kılıcı engin felsefi duruşudur.

Yol Hasan mı Hüseyin mi?

Alevi öğretisinin kuruluşunu İmam Hüseyin ile sürdürenlere sürek açısından ilginç bir tar-tışma ve eleştirisine, yaklaşıma yer verelim;

“Evliya Fatıma’dır, Nebiyullah Muham-med, Veliyullullah Ali’dir. Muhammed rehberdir, Ali pirdir, Fatıma mürşittir. Mürşitten doğanlar talip olur, doğmayan-lar talip olamaz. Talip evliyadır; evliya da İmam Hasan’dır ve yoldur. Yolsuz rehber, pir, mürşit olamaz… Kanun, yol İmam Hasan’dır. İmam Hasan’ı pir olarak kabul etmediler, İmam Hüseyin’i kendilerine pir ettiler ve Muhammed Ali’nin yoluna memur ettiler… Yolsuzun yolu zulümata dayandı; çünkü kanunsuz, hükümsüz olduğundan hükmü Ebubekir’e, Ömer’e verdiler. Bu nedenle de yol hükümsüz kaldı. Bunun asıl sebebi de İmam Hasan’ı yol olarak tanıma-dıklarındandır. Yol da pire talip oldu. İmam Hasan kanunun emrini icra edeceğini, şerre meydan vermeyeceğini, yola gelmeyenleri, yolsuz, kanunsuz olanları; yol, kanun ve erkân üzerine yola getirtip hüküm verece-ğini söylediği için, İmam Hasan’ın emrini kabul etmediler. Meydanı İmam Hüseyin’e verdiler ve İmam Hüseyin de emir ne ise yolsuzun, olurun olmazın peşine, ardı sıra giderim ve yola getiririm dedi. Bunun üze-rine İmam Hüseyin’in emrini kabul ettiler ve böylece bela meydanı açılmış oldu. Bu nedenle de ehlibeyt mukadderata esir, kul oldu ve kan dökülmeye başladı. Kanın dö-külmesine sebep olan mukadderata mey-dan verendir. Mukadderat, ehlibeyti yoldan düşürdü, nikâhtan düşürdü, kan katile tabi ettirdi ve cümle fuşku fucuru işlettirdi.”

Bu uzun tartışması uygarlığın nasıl biçim-lendiği ile keskinleşiyor;

“Dünyanın ilk devresi şeriattır ve şeriatın döneminde şeriat ağaç idi. Çünkü her türlü işlerini ağaçla görüyorlardı ve birbirlerini ağaç ile öldürüyorlardı. Dünyanın ikinci devresi tarikattır ve tarikat da demirdir.

Tarikat devri kılıç, kalkan devri oldu ve ağacı bozdu… Dünyanın üçüncü devresi de marifettir ve marifet de baruttur. Demiri delip tüfek yaptılar, top ve tüfekle birbirini öldürüyorlardı… Dünyanın dördüncü dev-resi olan Hakikat gelip bunları bozacaktır. Hakikat sonunda bozulanları, kanunsuzla-rı, her şeyi doğrultacaktır.” … Yeterince tartışma iç içe geçmiş durumda.

Bu çalışma Aleviliğe olduğu kadar insanlık fel-sefesinin inançlarla, ‘kutsal’ kitaplarla yaptığı tartışmalarda alınacak yolu da derinleştirmek-tedir. Aleviliğin dört kapısını yaşamın dışında ve bir inanma, yol ya da kapı olarak görenlere vazgeçilmez bir yanıt çıkıyor burada.

Başköylü Hasan Efendi dünyayı bir sos-yal bilimci fi kriyatı ile devirleştiriyor. Ancak sonuç olarak ortaya koyduğu bu devirlerin tanımlanması ilginç; “Şeriat, tarikat, marifet şer eliyle yazılan mukadderat defterine tabi-dir. Hakikat Hakk’ın emriyle gelen Naci (Şit) ve Naciye’ye tabidir.”diyerek, sonucu balçıktan gelenlerin karşısında olmakla beraber bir son-suzluğa bağlanıyor.

Alevi öğretisinin şiirle ifade gücünün de en iyi örneklerinden birini veren Başköylü Hasan Efendi, aynı zamanda düz yazıdaki tartışmala-rını şiirle de sürdürmektedir. ‘Allah ile Kulların Hikâyesi’ şiirinden;

“Yer gök yok iken bu yollar vardıBiri zulümat biri de nur idi.Zulümat yolu hayır şer Allah yoludurNur yolu ikrar iman Hakk’ın yoludur.”‘Ana Yolları Adem ile Havva ve Naci (Şit)

ile Naciye’ şiirinden;

“İt Havva anadan doğanlardırŞit’de Naciye anadan doğanlardır.Cennet Hakk’ın emridirCehennem Hakk’tan emirsiz neyhidir.

Cennetle cehennem birbirine karıştıNuh’un tufanı geldi erişti.Gemi, kurtulanlara cennet olduDerya, boğulanlara cehennem oldu.”‘Hasani Bir Dükkândır’ şiirinden son bir

sözle tartışmaları size bırakayım. “Talibin kal-bi Hakk’ın evidir”

Aleviliğin kurallarını tüm ‘Kutsal’ kitap-lardan ayıran Başköylü Hasan Efendi’nin Ale-viliği kavram olarak kullanırken ideolojik-ter-minoloji olarak ‘İslam Alevisi’ gibi bir yakın dil kullandığını düşünmek bu çalışmanın bütü-nünü bozmasa da, soru işaretlerini çoğaltmak-tadır. Bugünü düşünenler yanılsamaz biçimde bir gerileme, bir İslam alt-kültürü olmak için çaba harcamaktadırlar. Şiirlerinin dikliğine ve yaşıyor olsaydı ‘Enel Hakk’ diyenler gibi yü-zülmekten kurtulamayacak olan bir bilgenin felsefesini, tanrısal etki ile okumak onu anla-mamak, okuyamamak olacaktır. Çeviri bütün-lüğü içinde yaratılar bu bunalımlı kavram kar-gaşalığının Başköylü Seyyid Hasan Efendiye değil de, yayına hazırlayana (Sayın Hüseyin Boy) ait olduğunu bilerek okumak ve tartışmak gerek bu çalışmayı.

Hazırlayanın önsüzde İslami algılayış ve sistemleştirme çabası ne yazık ki bu çalışma-nın bir de bu anlamıyla tartışılmasına açık kapı bırakıyor. Bu bir handikaptır. Başköylü Seyyid Hasan Efendi’nin deyişiyle, “yer, gök yok iken doğuş yolu ile gelenler”in, onun açtığı yolun bir kader olmadığını, insanın balçıktan yara-tılışının imkansız olduğu yolunun kapatılması gerek. Bunun için önce ‘İslam Alevisi’ olma-mak ve Emeviliğe hizmeti reddetmek gerek.

Başköylü Seyyid Hasan Efendi ALEVİLİK - TALİP ÜZERİNE KURULAN YOL:

HAKK’IN EMRİ RIZASI Yayına Hazırlayan: Hüseyin Boy

Yurt Kitap-Yayın, 2007

Page 28: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

28 Sayı 32

SERÇEÞME

9 HAZİRAN’da Kadıköy’deki Gitar Cafe’de “Günümüz Âşıklarından Taş-lamalar” adlı bir dinleti düzenlendi. Mayıs ayında “Gâhi Saz Gâhi Söz” adlı dinletide Alevi-Bektaşi müziğin-

de türlere dair örnekleri hem açıklayan hem de icra eden Ulaş Özdemir, bu kez yirminci yüz-yıl ve günümüz âşıklarından taşlamalar içeren bir repertuar sundu. İcra ettiği eserler ve onla-rın yaratıcıları olan âşıklar hakkında açıklayıcı bilgiler de veren Özdemir yine dinleyici-sanat-çı ayrışmasını kırıp, dinletiye aynı zamanda öğretici bir içerik de kazandırdı.

Aslında bu dinletide sunulan repertuar 2005 İstanbul Bienali’nde Roll dergisinin stan-dında Ulaş Özdemir ve kardeşi Baran tarafın-dan gerçekleştirilen konserde de sunulmuş. Ulaş Özdemir bu repertuarı Roll dergisi için söyleşi yaptığı âşıkların eserlerinden bir seçki yaparak hazırlamış. Aynı zamanda da “Bu yüz-yılın âşıkları neler söylüyor, neler düşünüyor, neleri yeriyor veya neler üzerine serzenişte bu-lunuyor?” sorusunu göz önünde bulundurmuş. Etnik müzik vokalisti Sumru Ağıryürüyen, bir dinleti için teklifte bulununca da Ulaş Öz-demir bienaldeki repertuarı, “Yirminci yüzyıl âşıklarına genel bir bakış nasıl yapılabilir?” sorusuna paralel bir şekilde genişleterek Gitar Cafe’de sunacağı eserleri belirlemiş.

Dinletinin başında Ulaş Özdemir, isim “Günümüz Âşıklarından Taşlamalar” olarak kondu, ancak bu eserler birer taşlama mıdır, yoksa bazıları hiciv özelliği mi taşımaktadır ya da başka bir tür içinde mi değerlendirilmeli-dirler, işin bu kısmı halk edebiyatçılarının uz-manlık alanına girer dedi. Burada asıl üzerinde durulan konu; farklı konulara değinen ve fark-lı bakış açılarına sahip günümüz ozanlarına genel bir bakış yapmaktı. Böylece Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu ve Yunus Emre gibi büyük ozanların oluşturduğu geleneğin bir de-vamı olan yirminci yüzyıl ozanlarının hangi konular üzerinde düşünüp, neler söyledikleri ve şiirlerini nasıl üsluplarla yazdıklarına dair ge-nel bir tablo oluşturmaya çalıştı Ulaş Özdemir. Ancak günümüzde çok fazla âşık olduğundan bunların hepsini bir dinletiye sığdırmak müm-kün değil.

Bu nedenle Ulaş Özdemir repertuarı üç kritere göre belirlemiş: kendi müzikal geçmişi ile bağlantısı olan eserler, kendi beğenisi içinde yer alanlar ve Roll dergisi için görüşme yap-tığı ozanların eserleri. Dolayısıyla hayatında bir şekilde yeri olan eserleri seçmiş. Dinleti başlamadan hemen önce repertuarı oluşturan şiirlerin fotokopileri tüm dinleyicilere verildi. Böylece hem söylenen onca kıymetli söz dile geldiği anda uçup gitmedi hem de isteyen din-leyicilere eşlik etme şansı tanındı.

Ulaş Özdemir dinletiye günümüz âşık la-rından Dertli Divani’nin “Serçeşme” adlı ese ri ile başladı. Çünkü bu şiir hem günümüzün sos-yal/siyasal koşullarını çok iyi analiz eden bir serzeniş hem de şimdiden Alevi-Bektaşi mü zi-ği nin nadide parçalarından biri haline gel di.

Cahiller kendini aklarKamiller özünü yoklar Kurudu çaylar ırmaklarSerçeşmenin gözü kaldı Dertli Divani

Serçeşme’nin ardından Âşık Meçhuli’nin “Gidiyor” adlı eseri okundu. Edebi dil olarak günümüzün en büyük ozanlarından biri olan Meçhuli aslen Maraş Afşin’li ancak bugün Fransa’da yaşıyor. Meçhuli gırtlak kanseri ol-duğu için artık çalıp söyleyemiyor ancak şiirler yazmaya devam ediyormuş. Aslında Abuzer Ka rakoç da Gidiyor adlı bu deyişi, bir albü-münde okumak istemiş fakat nasip olmamış. Tıpkı Meçhuli gibi gırtlak kanseri olan âşık Nurşani’den de “Boşuna Kendini Yorma” adlı deyiş okundu. Bu şiir Nurşani’nin genel tarzı-na iyi bir örnek. Çünkü Nurşani, Meçhuli’nin aksine direk bir düzen eleştirisi yapmıyor. An-cak sevdiği kadına söylediklerinin ardında tüm insanları hicvettiğini görmek çok da zor değil.

Nurşani’nin ardından Âşık Meluli’nin “Ne Hacıyız Ne Hocayız” adlı eserini seslendiren Ulaş Özdemir bu ozana dair şöyle bilgiler de verdi: 1892–1989 yılları arasında yaşayan ozan saz şairi değilmiş, sadece şiir yazarmış. Yir-minci yüzyılın en önemli âşıklarından biri olan Meluli ardında çok zengin bir Divan bı-rakmış. Hem sosyal içerikli şiirler hem de ta-savvuf şiirleri yazmış. Ayrıca tıpkı Edip Hara-bi gibi erkekleri yeren şiirlerini bir kadın mah-lası ile yazmış. Bu şiirlerinde kızı Latife’nin adını mahlas olarak kullanmış. Tıpkı Meluli gibi hacı, hocalarla çok uğraşan Âşık İbreti’nin “Minareye Çıkıp” adlı şiiri de çok zekice söz-lerle yazılmıştı. Kimilerine göre hacı, hocalar konusunda adeta takıntılı olan İbreti bu konuda çok şiir yazmıştı. Pek saz çalmayan bir âşık ol-masına rağmen bazı ses kayıtları bulunan oza-nın şiirleri İbreti Divanı’nda toplanmış.

İbretinin ardından sıra Âşık İhsani’ye gel-mişti. Gerek yazdığı sözlerden gerek kullandığı ezgi kalıplarından sıra dışı bir ozan olduğu belli olan İhsani müziği dışında kalan yanları ile de tamamen kendine özgü bir kişilik. 1950–1970 tarihleri arasında Demokrat Parti’den TİP’e kadar çeşitli politik kulvarlarda siyaset yapmış. Kimileri tarafından çok sevilen kimilerinin ise hiç sevmediği İhsani tüm Anadolu’yu gezmiş ve politik mücadelesi uğruna şiirler, kitaplar yazmış. Şuan Diyarbakır’da on yedinci eşiyle birlikte yaşıyormuş. İcralarına çalıp söylediği eserlerin ruh haline uygun tiyatral öğeler de katan âşığın bu dinletide icra edilen eseri, kült olmuş yapıtlarından biri olan “Balta” idi.

Odun kırıcıydı adı İlyas’tıYanaştım yanına yüzünü astıİşin nasıl dedim bir küfür bastıArkasından baltasını biledi Âşık İhsani

Tıpkı İhsani gibi politik ozanlarımızdan biri olan Âşık Mahzuni Şerif de sözünü hiç sakınmadan yaşadı. İhsani’den farklı olan yanı ise tüm yaşamı boyunca çizgisini korumuş ol-masıydı. Ulaş Özdemir, bienaldeki konserde Katil Amerika’yı seslendirmiş ancak bu dinle-tiye “Vah Vah” adlı eseri uygun görmüş. Aynı melodiyle daha önce Kul Ahmet “Yok Yok” şi-irini okuyormuş.

Mahzuni’nin ardından aynı devrin ozan-larından Âşık Nesimi Çimen’in “Şifa İstemem Balından” adlı eseri icra edildi. Bu eser, 2 Temmuz 1993’de kaybettiğimiz ozanın şiiri ve ezgisi en güzel yapıtlarından biri olduğu için seçilmiş. Aslında Ulaş Özdemir bu eseri gü-

Günümüz Âşıklarından TaşlamalarAli Keleş

EYÜP CEYLAN (ŞAŞKIN EYÜP)

Sultan AnaBenden çok hizmet istersin“Bu yola baş koy” dersinBazen de sitem edersinSözüm geçmiyor insana Çaresizim Sultan Ana

Hiç bu yolda gülen var mıHiç taktir edilen var mıBu acıyı bilen var mıBak koskoca Pir Sultan’a Çaresizim Sultan Ana

Kimse kemale ermediYolunu doğru sürmediKimse suçunu görmediDavalar kaldı divana Çaresizim Sultan Ana

Yalancılar başköşedeRiyakârlar pür neşedeEdep-hayâ kaç kişideŞu rezalete baksana Çaresizim Sultan Ana

Gerçeği göreyim derkenGönüle gireyim derkenBu yolda pişeyim derkenMecnun oldum yana yana Çaresizim Sultan Ana

Ne kalp kırdım, ne baş yedimNe yol, ne yoldaş yedimHer yolcudan bir taş yedimCahillik tak etti cana Çaresizim Sultan Ana

Her kavgada cılız kaldımBak sonunda yalnız kaldımViran oldum ıssız kaldımBu dava zor geldi bana Çaresizim Sultan Ana

Kötünün yolu kaybolsunBağının gülleri solsunBu çektiğim çile dolsunKuyumu kazan kazana Çaresizim Sultan Ana

ÂŞIK MEYMANİ (YAVUZ YAĞDIRAN)

Sır AtmakBende senden evvel vardım cihandaSen benim külümden doğdun bir andaMuhabbet eyledik ulu divandaBen sensiz sen benle bir yaşıyordun

Sonra yarattım ben seni özümdenÇarmığa gerildim senin yüzündenEnel Hak dedim de geçtim kendimdenAşkın ataşında ben pişiyordum

Sırrımı ben senden ebedi aldımMiraca geldim de misafi r kaldımKerbela çölünde canımdan oldumKendi tabutumu ben taşıyordum

Zatı sırdaşınken kul oldum sanaNefesinden nefes verdin insanaDünya denilen bu viran binanaBir konan bir göçen ben oluyordum

Seninle bir olduk sırları attıkAy ile yıldızdan bir cennet yaptıkBütün kainatı aşkla donattıkMeymani bu demden hep içiyordun

Page 29: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 29

SERÇEÞME

SERÇEŞMEOKUYUCULARININ KATKISIYLA

ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR

Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır.

Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır.

Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır.

Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor.

Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR

YURTDIŞI

Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın ................... +49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ..................... +49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman ..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12Fransa: Paris Ahmet Kesik .................... +33.6.82 07 67 16 Evry Erdal Bulut ................................ +33.6.12 65 20 50Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ........ +31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören ............... +31.651 25 63 19İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ...... +44.7768 220 762İsviçre: Basel İbrahim Bakır .................. +41.78. 808 40 07Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505

YURTİÇİ

Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90Gaziantep: Merkez Haydar Dede ..............0342.250 64 77Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven ..........................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ......................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü .........................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ......................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu...............................0543.682 38 99Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.. .....0532.740 42 50

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

nümüzde Nesimi Çimen’le özdeşleşen iki telli cura ile çalmak istemiş. Fakat teknik bir arıza yüzünden bağlamasıyla çalıp söyledi ve bu ic-rayı Sivas’ta yitirilenlere adadı.

Nesimi’yim vay başımaKanlar karıştı yaşımaYağın gerekmez aşımaYeter zehirin katmasın Âşık Nesimi Çimen

Âşık Hüdai de tıpkı Meluli gibi saz çalma-yan bir ozandı. 2001 yılında vefat eden âşığın bu dinletide çalınan “Gönül Çalamazsan Aşkın Sazını” adlı eserini hepimiz Hasret Gültekin’in o unutulmaz yorumundan tanıyoruz. Hepimi-zin bildiği bu şiirin bestesi Hasan Albayrak’a ait. Ancak Hasret Gültekin bu eseri Gönül Ça-lamazsın şeklinde söylediği için herkes bu şiiri öyle biliyor. Hüdai’nin ardından Ulaş Özde-mir geçtiğimiz yüzyılın en büyük ozanı Âşık Veysel’in “Gönül Sana Nasihatım” adlı müthiş eserini icra etti. Aslında bir taşlamadan çok diğer âşıklara bir öğüt olan bu eserin ardından küçük bir ara verildi. Çünkü Ulaş Özdemir, dinleyiciler arasında bulunan müzisyen arka-daşlarını da bir bir sahneye davet etti ve çok da iyi etti.

Dinletinin ikinci yarısı, Yinon Muallem (vurmalı çalgılar) ve Arslan Hazreti’nin (ke-mançe) de katılımıyla oluşan üç kişilik yeni kadronun, aslında repertuarda olmayan “Ne Kaçarsın Benden” adlı eseri icrası ile başladı. Ulaş Özdemir o an içinden geldiği için bu deyi-şi seslendirmeye karar verdiğini söyledi. Çuku-rova yöresinden bir âşık olan İrfani’nin sevgili-sine nazire yaptığı bu eser de tıpkı diğerleri gibi alkış aldı. İlk kez birlikte çalmalarına rağmen yine de gayet uyumlu bir performans sergileyen üçlü halk müziğini ne kadar iyi özümsedikle-rini göstermiş oldular. İrfani’nin ardından ye-niden repertuara dönüldü ve Dertli Divani’nin babası Âşık Büryani’nin “Ne Fayda” adlı deyişi seslendirildi. Urfa Kısas yöresinin dedebabası ve önemli âşıklarından biri olan Büryani’nin bu şiiri hem günümüze dair önemli şeyler söylüyor hem de Alevi-Bektaşi yolunun çıkmazlarına dair bir serzenişi dile getiriyor.

Repertuarın geneli yirminci yüzyıl ve günü-müz âşıklarından oluşuyordu. Ancak Ulaş Öz-demir, Dertli Divani ve Büryani gibi günümüz ozanlarını çok etkileyen Âşık Veli’ye de din-letide yer vermeye karar vermişti. Belli ki 19.

yüzyılda yaşamış bu ozanın sözleri günümüzde halen geçerliliğini koruyor. Âşık Veli’nin ardın-dan Âşık Davut Sulari’nin “Batta Gazi Diyarı” adlı deyişi çalınıp söylendi. Arslan Hazreti bu güzel eseri çok güzel bir kemançe solo ile süs-ledi. Birçoğumuzun bildiği gibi Davut Sulari eski stil gezgin âşıkların geçtiğimiz yüzyılda-ki son temsilcilerinden biriydi. Atı Küheylanla Anadolu’yu, İran, Irak ve Azerbaycan’ı gezmiş ve gezdiği yörelerin etkilerini şiirlerine ve mü-ziğine yansıtmıştı. Battal Gazi Diyarı adlı bu şi-irini de Malatya’ya gittiğinde yazmış. Şiirde adı geçen ve Sivas’ta kaybettiğimiz Edibe Sulari de babası gibi âşık idi. Küçük yaştan itibaren ba-basıyla birlikte gezmiş, kimi zaman babasının şiirlerini not etmiş kimi zaman da kendi şiirle-rini yazmıştı. Bu nedenle bu şiirin hangisine ait olduğu biraz şüpheli.

Aldığım yazıyı Edibe yazdırElimde çöğürdür tamburdur sazdırSöylenen makamdır güzel avazdırAğız aynı ağız diller değişmiş Davut Sulari

Şuan Almanya’da yaşayan Âşık Emekçi’nin “Dilim” adlı eseri, taşlamalara çok iyi bir örnek olarak çalınıp söylendi. Geçtiğimiz günlerde uzun bir aradan sonra Türkiye’ye gelen ozan bu şiirinde kendi dilini yererken aslında düze-ne zekice bir eleştiri yöneltiyor. Emekçi’nin bu güzel şiirinin ardından Ulaş Özdemir yine din-leyiciler arasında yer alan bir başka müzisyeni sahneye davet etti. İran Tebriz’li vokalist Cavit Murtezaoğlu “Küçelere Su Serpmişem” adlı tür-küyü öyle güzel seslendirdi ki Ulaş Özdemir’in de dediği gibi ardından söylenecek pek bir şey bırakmadı.

Son olarak hepimizin tanıdığı Âşık Dai-mi’den tüm anlatılanları özetleyen, halk müzi-ğinde yazılmış en güzel sözlerden birine sahip olan “Madem ki Ben Bir İnsanım” adlı eser ses-lendirildi.

Kainatın aynasıyımMadem ki ben bir insanımHakkın varlık deryasıyımMadem ki ben bir insanım

İnsan hakta hak insandaArıyorsan bak insandaHiç eksiklik yok insandaMadem ki ben bir insanım Âşık Daimi

Ulaş Özdemirdinletide

Page 30: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

30 Sayı 32

SERÇEÞME

ALEVİ-BEKTAŞİ inancında Yedi Ulu Ozan olarak kabul gören Seyyid Ne-simi, Fuzuli, Şah İsmail (Hatayi), Pir

Sultan Abdal, Yemini, Virani ve Kul Himmet saygıyla anılmaktadırlar.

1345 yılında dünyaya gelen, Hallacı Man-sur’un “Enel-Hak” (Tanrı Benim) felsefesinin ateşli savunucusu olup,

“Mansur Enel-Hak söyledi Haktır sözü, Hak söyledi”

diyen Seyyid Nesimi, 1418’de Mısır hü-kümdarı El-Müeyyed’inin buyruğu üzerine Halep’te derisi yüzülerek katledildi. Şeriatçı gözlükle olaylara bakıp “Enel-Hak” felsefe-sinin özünü kavrayamayan bağnaz ve yobaz kesim Seyit Nesimi’yi de Hallacı Mansur gibi katlederken; bu felsefeyi batıni yorumla kabul-lenen Alevi-Bektaşi kesim, Cem törenlerinde hem Hallacı Mansur’u “Dâr-ı Mansur” maka-mıyla, hem de Seyyid Nesimi’yi “Nesimi Dârı” ile onurlandırıp baştacı yapmıştır. Seyyid Ne-simi, zâhiri anlayışta kalan bağnazlara, Tanrı-İnsan-Doğa birlikteliği olan “Vahdet-i Vücut” anlayışıyla şöyle sesleniyor:

“Bende sığar iki cihanBen bu cihana sığmazam Gevher-i âlâ mekân benemKevn-ü mekâna sığmazam...”

Divan edebiyatında önemli bir yeri olan Fuzuli, 1500’ün ilk yıllarında Hille veya Ker-belâ’da dünyaya geldi, 1556 yılında Irak’ta baş gösteren bir veba salgınında Hakk’a yürü dü. Köken olarak Oğuz Türklerinin Bayat boyun-dan olan ve Irak’a yerleşip soyuna bağlı kala-rak yaşamını sürdüren Fuzuli’nin esas adı Mehmet’tir.

Ancak şiirlerinde “gereksiz ve boş boğaz” anlamına gelen “Fuzuli” mahlasını kullanmış-tır. Dönemin koşullarına göre iyi bir eğitim alan, ayrıca bilgi dağarcığını genişletip felsefe, tasavvuf, tıp, fi zik, astronomi, geometri, fıkıh, kelam dallarında da olgunluğa eren Fuzuli’nin Türkçe, Arapça, Farsça dillerinde yazılmış üç ayrı divanı vardır. Bir şiirinde şöyle der:

“Beni candan usandırdı, sefadan yar usanmaz mı Felekler yandı ahımdan,Muradım Şem’i yanmaz mı?..

Değildim ben sana mail, Sen ettin aklımı zail.Bana tan eyleyen gaafi l, Seni gör geç utanmaz mı?..”

Bir Türk boyunun önderi olan ve Safe-vi Devleti’nin kuruluşuna zemin hazırlayan Şeyh Cüneyd’in oğlu Haydar’ın oğlu olarak 17 Temmuz 1487 günü, Serap’ta dünyaya gelen İsmail, henüz çocuk yaşta devlet yönetimine gelip Şahlık ünvanını aldı. İran’da kurulan Sa-fevi Devleti’ni genişletmek isteyen Şah İsmail, Anadolu’ya yöneldi.

Ne var ki Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’e 23 Ağustos 1514’te yenilip inzivaya çe-kildi ve henüz 37 yaşında iken 1524’te Hakk’a yürüdü. Bu sürede “Hatayi” mahlasıyla yazdı-ğı şiirlerden dolayı Alevi-Bektaşi toplumunda kabul gördü. Cem törenlerinde birçok şiiri du-vazimam olarak okunup ibadetin bir parçası haline getirildi. Örneğin;

“Kırklar Meydanı’na vardımGel beri ey can dedilerİzzet ile selam verdimGel işte meydan dediler.

Kırklar bir yerde durdularOtur diye yer verdilerÖnüme sofra serdilerAl lokmayı sun dediler.

Gir semaha aşkla oynaSilinsin açılsın aynaKırk yıl kazanda dur kaynaDahi çiğ bu ten dediler.

Gördüğünü gözün ileSöyleme sen sözün ileAndan Sonra bizim ileOlasın mihman dediler.

Düşme dünya mihnetineTalip ol Hak hizmetineAb-ı zemzem şerbetineParmağını ban dediler.

Şah Hatayi’m nedir halinHakk’a şükret kaldır elinGıybetten kesegör dilinHer kula yeksan dediler.”

Pir Sultan Abdal’ın doğum ve ölüm tarih-lerinde kesinlik yoktur. 1475–1480 yılları ara-sında doğduğunu ve 1545–1550 yılları arasında öldüğünü söyleyenler olduğu gibi, doğumu bi-linmemekler beraber, 1588–1590 yılları arasın-da Sivas Valisi Hızır Paşa tarafından asılarak öldürüldüğünü söyleyenler de var.

Ancak, Pir Sultan Abdal’ın bir tane değil, altı tane olduğunu ileri sürenler de var. Bu sav, Pir Sultan Abdal’ın Alevi-Bektaşi toplumu ta-rafından çok sevildiğinin bir ifadesi olarak al-gılanmaktadır.

Zalime karşı başkaldıran ve inandığı doğ-rulardan ölümü pahasına olsa da asla ödün vermeyen Pir Sultan Abdal, bu dik duruşunu zalimin uşağı Hızır Paşa’ya karşı şöyle haykır-mıştır:

“Yürü bre Hızır PaşaSenin de çarkın kırılırGüvendiğin PadişahınO da bir gün yıkılır!”

Koyun beni Hak aşkına yanayımDönen dönsün, ben dönmezem yolumdan!Yolumdan dönüp mahrum mu kalayımDönen dönsün, ben dönmezem yolumdan!

Kadılar, müftüler fetva yazarsaİşte kement, işte boynum asarsaİşte hançer, işte kellem keserseDönen dönsün, ben dönmezem yolumdan!

Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüzO da bizim ulumuzdur, pirimizHakk’a teslim olsun garip canımızDönen dönsün, ben dönmezem yolumdan!

Asıl adı Mehmet olan Yemini’nin 16. yüz-yılda yaşadığı sanılmaktadır. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgi yoktur. Yayın-lanmış olan Faziletname adlı yapıtında 7300 dolayında beyiti bulunmaktadır. Hz. Ali’ye sevdalı olduğu için Alevi-Bektaşi toplumun-dan kabul gören Yemini, bir methiyesinde Hz. Ali için şunları söylemektedir:

Yedi Ulu OzanLütfi Kaleli

DERVİŞ BABA

Abdal Musa Sultan’a Niyaz Abdal Musa derki ‘kavgalardan kaçSır saklamayı bil’ dosta gönlün açUlu Sultan’ımın başındaki taçSevgidir barıştır bunu bilelim Varıp dergâhına niyaz edelim

Yardım etti Osmanoğlu Orhan’aNankörlük görünce çekti barkana‘Yüzsuyu dökme’di beye sultanaElmalı’yı yurt edindi bilelim Gidip dergâhına niyaz edelim

Hünkâr Hacı Bektaş donunda indiAli oldu Zülfi kar’ı kuşandıGenceli şehrini kuşatıp aldıDağ taş asker izindeydi bilelim Biz de dergâhına niyaz edelim

Abdallara tekkesini kurdurduTemelde bir kazan altın dururduDokunmadı sahiplerin buldurduSultan din dil ayırmazdı bilelim Sultan dergâhına niyaz edelim

‘Kallaş pirsizlerle yoldaş olma’dıOl Teke beyini cezalandırdıOysa Umur beyi onurlandırdıGazi yapıp börk giydirdi bilelim Varıp dergâhına niyaz edelim

Rodos yalısına çomağın attıSekiz yüz abdalla bir semah tuttuOrayı da barış adası yaptıGönüllere Sultan oldu bilelim Gönül dergâhına niyaz edelim

Abdal Musa’m tekkesinde eğittiGaybi beyden bir Kaygusuz yarattıKaygusuz’un ünü cihanı tuttuYine ona ‘Şahım’ dedi bilelim Şah’ın dergâhına niyaz edelim

Derviş Baba Abdal Musa SultanımSultanım sanadır aşk ü niyazımAbdallar Şahı’na olamaz tanımHem Ali hem Veli bunu bilelim Ali dergâhına niyaz edelim

ALİ ÖZSOY DEDE

Bir Gerçek OkuluBir gerçek okuluna girmeyenOkusa her ilmi alim olamazŞeriatın kusurunu bilmeyenDenizlerde yansa temiz olamaz

Ademin secdesi özünü bilmekSağım selat derler nefsin öldürmekVarıp bir mürşide hemen bağlanmakMürşide varmayan Hakk’ı bulamaz

Özsoy turap eyle kendi özünüCemiyette sağlam söyle sözünüArif ol da yere indir yüzünüYüksekten uçanlar Hakk’a yaramaz

Page 31: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Ağustos 2007 31

SERÇEÞME

SERÇEŞMEAçıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır

Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fi kirlere açıktır.

Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır.

Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır.

Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez.

Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fi kirler yalnız yazarlarını bağlar.

Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fi kirler nedeniyle sansür etmez.

Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.

Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz.

Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır.

Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar.

Ancak fi kirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir.

Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELITürkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50

İngiltere £40

Türkiye’den abone olmak isteyen canlarlütfen abone bedelini bir postaneden

Genel Ajans Basım DağıtımOrganizasyon Ltd Şti

Posta Çeki Hesabına (No 1629127)yollayın.

Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,

varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no,

daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi

okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte

büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35

Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki

adrese yollayabilir:Avrupa Baş TemsilciliğiTel: +49.179.107 88 56

Hüseyin AkınPostbank

Kontonummer: 826 857 303Bankleitzahl: 25 01 00 30

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR“Hoş keramet madeni Şah-ı Velayettir AliNur-u Ahmet’tir bakın şem-i hidayettir Ali Muciz-i Musa’yı bir pare ağaçta gösterirŞöyle bir sırrını bahr-i keramettir Ali

Bunca işler kim alıptır kudret-i Hak’tan ayanMuciz-i nur-u Nebi’den ruşen ayettir Ali Hatem-i Tai bir pula değmez sehası olsa yadNesl-i İbrahim, kani sehavettir Ali

Nice din düşmanlarının kanını döktü yereHakk’ı inkar edene sahib-i siyasettir AliEy Yemini Haydar’ın methini tekrar eylekimHem dem, hem ser-i sultan-ı şefaattir Ali”

16. yüzyıl sonu ile 17. yüzyılın başlarında yaşamış olduğu sanılan Virani, nefesleri güçlü bir ozandır. “Virani Baba Divanı” ile “Virani Baba Risalesi” adında basılmış iki yapıtı bulu-nan Virani, Türkçe’den başka Arapça ve Farsça da bilmektedir. Virani de Yemini gibi bir Hz. Ali ve On İki İmam aşığıdır. O nedenle de Ale-vi-Bektaşiler tarafından kabul edilmiştir. Ne-feslerinde diyor ki:

“Ali’dir nokta-i evvel hidayetAli’dir ahir-i nur-i velayet.Ali’dir her iki alem zat-ı mutlakAli’dir kudret-i hikmet keramet.Ali’dir suret-i Rahman Ali’dirAli’dir şef-i ruz-i kıyamet.Ali’dir fail-i muhtar Ali’dirAli’yi sevmeyen ol cana lanet.Ali’dir ey Virani telde canımKim Ali’yi sevmezse lanet begavet.” (lanetli zorba)

“Gel ey mümin beni farz-ı Hüda’dırHakk’ı bilmek kavl-i Muhammet Mustafa’dır. Hakk’ı bilmek dilersen bil Ali’yiOku ilmin kapısı Mürteza’dır.Hasan’ın, Hüseyin’in ala dinimGözüm nuru İmam Bakır bekadır.Beri gel Cafer-i Kazım Rıza’yaTaki’ye ver özün lutfü sehadır.Naki hem Askeri Mehdi’yi HadiBunlar Virani’ye darül şifadır...”

16. yüzyılda yaşadığı, Pir Sultan Abdal ben-delerinden olup Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nda dervişlik yaptığı söylenen Kul Himmet, nefes-lerinde dile getirdiği güzelliklerle Alevi-Bek-taşi toplumu tarafından benimsenmiş ve Yedi Ulu Ozan arasına alınmıştır. Kul Himmet’in türbesi, Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Görüm-

lü köyünde bulunmaktadır. Kul Himmet de Hz. Ali ve On İki İmam sevdalısıdır:

“Her sabah her sabah ötüşür kuşlarAllah bir Muhammet Ali diyerek. Bülbül de gül için fi gana başlarAllah bir Muhammet Ali diyerek.

Fatma, Kamber, Düldül durdu duayaŞehriban soyundu bindi deveye İsa kahreyledi çıktı semayaAllah bir Muhammet Ali diyerek.

Biz çekelim İmamların yasınıDinleyelim gerçeklerin sesiniİmam Hasan içti ağu tasınıAllah bir Muhammet Ali diyerek.

Mümin olan ince eleklerden elendiTalip olan Hak yoluna dolandıŞah Hüseyin al kanlara boyandıAllah bir Muhammet Ali diyerek.

Gönül kuşu bulamadı yuvasınGerçek sürer İmamların davasın Kazım, Musa, ol Rıza’nın duasınAllah bir Muhammet Ali diyerek.

Taki ile Naki bir oldu gittiHasan-ül Asker’i nur oldu gittiMehdi mağarada sır oldu gittiAllah bir Muhammet Ali diyerek.

Dört kitap yazıldı dört dine düştüKuran Muhammed’in virdine düştü Kul Himmet, Ali’nin derdine düştüAllah bir Muhammet Ali diyerek...”

Alevi-Bektaşi toplumunda Yedi Ulu Ozan olarak kabul gören bu değerler, dikkat edilir-se 15. ve 17. yüzyıllarda yaşamışlar. Bu yıllar Anadolu’sunda Alevi Bektaşiler iktidar eden-ler tarafından hem horlanmışlar, hem de türlü kırımlara uğramışlardır. Örneğin Şah İsmail ile savaşan Yavuz Sultan Selim, 40 bini aşkın Alevi’yi kılıçtan geçirtmiş, bir o kadarını da Kuyucu Murat Paşa kuyulara diri diri gömerek öldürmüştür. Böyle bir ortamda yaşayan ve dü-şünceleriyle bu cellatlara ters düşen o dönemin ozanları Alevi-Bektaşilerin baştacı olmuşlar-dır. Yoksa Alevi-Bektaşilerin baştacı ettikle-ri binlerce halk ozanı vardır. Örneğin Yunus Emre, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Şeyh Bedreddin, Kazak Abdal, Teslim Abdal, Âşık Dertli, Derviş Ali, Edip Harabi, Genç Abdal, Hasreti, Kemteri, Seyrani, Âşık Veysel, Âşık Ali İzzet, Âşık Daimi, Âşık İbreti, Âşık Mah-suni gibi daha nicelerini sayabiliriz...

22 Temmuz seçimlerinin en çarpıcı sonuçlarından bir Bin Umut Adayları arasında İstanbul Üçüncü Bölgede bağımsız aday olan Malatyalı Kürt Alevi kızı Sebahat Tuncel’in milletvekili seçilmesi oldu. Geçen son bahardan beri yasa dışı örgüte üye olmak suçlamasıyla tutuklu bulunan Tuncel, seçim kampanyası için bile tahliye edilmemişti. Seçilmesinin ardından Tuncel Gebze cezaevinden böyle çıktı.

Page 32: Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

SERÇEÞMEBİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

SEÇMEN ASKER-SİVİL BÜROKRASİNİN VESAYETİNİ REDDETTİ

Seçimler Geride Kaldı, Önümüzü GörelimEsen Uslu

22 TEMMUZ’da seçmenlerin %84’ünün katılımıyla ya-pılan seçimlerde, oylarını yüzde %12,4 arttıran AKP, %46,6 oy oranı ile Meclis’teki koltukların %61’ini kazandı. Seçmenlerin neredeyse yarısının oylarını al-masına karşın AKP’nin Meclis’teki milletvekili sayısı

azaldı. Geçen seçimlerde AKP’nin aldığı oylara orantısız sayıda çok mil-letvekili çıkarmasının yarattığı dengesizlik bir anlamda ortadan kalkmış oldu.

CHP ise cuntacıların ve mitingcilerin zorlamasıyla DSP ile seçim için birleşti. Ancak bu dertlerine çare olmaya yetmedi ve oylarını sadece %1,5 artırabildi. Oyların %21’ini alan CHP koltukların %20’sini kaza-nabildi.

Bu başarısız sonucun DSP ile birleşmeyi suya düşürmesi ve DSP’nin seçtirmeyi başardığı 13 milletvekilini geri devşirip, Meclis’te grup kur-maya niyetlenmesini önlemeye yetmeyeceği açık.

Yağlı urganla oy toplamaya çalışan MHP, oylarını %6 artırmayı ba-şardı. Barajı aşarak oyların %14,3’ünü alan MHP Meclis’teki koltukların %12,9’una sahip oldu.

Sağın küçük partilerinden ANAP ve DYP, cuntacıların ve mitingci-lerin zorlamasıyla giriştikleri birleşme pazarlıklarını yüzlerine gözlerine bulaştırdı. Oyları yitti gitti.

Bazı Alevi-Bektaşi önde gelen isimlerinin aday olmayı kafasından geçirdiği, görüşmeler-pazarlıklar yaptığı hortumcular şahının partisinin de akıbeti aynı oldu.

“Bağımsızlar” Seçildi

SEÇİMLERİN ve partiler üzerine konan yasakların İslam’ın hül-le usulüyle aşılmasının normal sayıldığı ülkemizde DTP’liler “Bin

Umut Adayları” adı altında girdikleri seçimde, Meclis’te grup kurmaya yetecek sayıda milletvekili seçtirmeyi başardı.

Partisinin seçilme şansı olmayan BBP’nin başkanını da Sivas bağım-sız milletvekili seçti. Tunceli de DTP’li bir bağımsızın yanı sıra bir de yüzer-gezer gerçek bağımsız seçti.

İstanbul’da seçilme şansı olan ortak sol bağımsız adaylardan ÖDP’nin eski başkanı Ufuk Uras başarılı bir kampanyanın ardından seçilerek meclise girdi.

Diğer ortak sol aday Baskın Oran’ın bölgesinde DTP’nin de bağımsız aday göstermesinin ardından seçilemeyeceği belli olmuştu. Bu ortama bir de bağımsız Alevi aday “yüz elli bin oy alırım” diye balıklama dal-mıştı. Sonuçta, tahmin edilen oldu, Baskın Hoca’nın başarılı kampanya-sına karşın sonuç alınamadı.

İstanbul’da DTP’nin adaylarından biri olan Sebahat Tuncel tutukluy-du ve seçim kampanyası için bile tahliye edilmedi. Aday hapisteyken yürütülen kampanya başarılı sonuç verdi ve Sebahat Tuncel seçimi ka-zanmasının ardından tahliye edildi.

Geçmişte Abdullah Öcalan’ın avukatlarından biri olan ve artık onu temsil etmesi bile yasaklanmış bulunan Aysel Tuğluk da milletvekili se-çildi. DEP milletvekili olan ve dokunulmazlığı kaldırılarak Meclis’ten atılan ve kapıda yaka paça tutuklanan Şemdin Sakık da yeniden Mecli-se giren DTP milletvekilleri arasında. Sekiz kadın adayı Meclis’e sokan DTP’nin genel başkanı Ahmet Türk de seçilen milletvekilleri arasında.

Bağımsızların toplam oy oranı %5,4 ve Meclis’teki koltuk sayıları %5 oldu.

Cuntacılığın Reddi

OYLARIN dağılımının CHP taraftarlarında ve onlara paralel ola-rak Alevi-Bektaşi kesimde yarattığı hayal kırıklığı ve şaşkınlık

büyük oldu. Seçim öncesinde cuntacı asker-sivil bürokrasinin “elitist” toplum kuruluşları eliyle düzenlediği mitingler ve “irtica geliyor, laiklik elden gidiyor” sloganlarıyla yürüttükleri kampanyanın, İspanyol yazar Servantes’in ünlü roman kahramanı Don Kişot’un dev sanıp değirmen-lere saldırması benzeri çabaların boşa gittiğini ve kıç üstü oturmaya ne-den olduğunu gördüler.

Seçmenin neden CHP’ye değil de AKP’yi tercih ettiğini görmemekte ya da anlamamakta hâlâ ısrar edenler, halkı hakir görmeyi; kömür ve makarna ile satın alınabilir olduğunu ima etmeyi; “demek ki halkımız durumdan memnunmuş” gibi imalı küçümsemelerle konuşmayı marifet biliyorlar. Görmek istemedikleri şey, onların pek meraklı oldukları cun-tacılığın ve demokrasi düşmanlığının, halkımız çoğunluğu tarafından reddedildiği gerçeğidir.

Evet, tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi bizde de emekçi halk bir burjuva çözüme, dünya sermayesinin kaymak tabakası ile içli-dışlı ol-muş büyük patronların çözümüne oy vermiştir. Ama reddettiği, cunta-cılıktır, demokrasi düşmanlığıdır, elde yağlı urganla dolaşan linççiliktir. Bu yeter mi? Hayır yetmez! Ama bugün halk tepkilerini ancak bu ölçüde gösterebildi diye, izledikleri milliyetçi-ırkçı-saldırgan siyaseti, yabancı düşmanı-demokrasi düşmanı anlayışı reddetmedi sanmak aymazlıktır.

Kendini sosyal demokrat sayanlar ya da öyle gösterenler, sosyal de-mokratlığın temel ilkelerini hatırlayıp izledikleri siyaseti kökten değiş-tirip, benimsedikleri ada uygun bir siyaset izlemeye başlamazlarsa bir daha seçilme şansları olmadığını göreceklerdir.

Alevi Hareketi

SEÇİMLER öncesindeki dönemde Alevi-Bektaşi hareketinin de-mokratik dernekleri de geleneksel dergâh-ocak-pir-dede-baba ör-

gütlenmeleri de iyi bir sınav veremedi. Seçimler öncesinde bu konuda çok konuştuk ve yazdık. Tekrarlamaya gerek yok. Gün ileriye bakmak zamanıdır.

Seçim sonuçlarının açıklanmasının birkaç gün ardından bir eski pa-şanın, cumhurbaşkanlığı seçimleri yoldan çıkarsa ordu yine müdahale eder yollu bir açıklama yaptığını; günümüzde demokrasi havarisi gibi ortalıkta dolaşanların daha geçen gün, camiler kışla, minareler süngü, kubbeler miğfer, müminler asker yollu şiirler söylediğini Alevi-Bektaşi hareketi unutamaz.

Önümüzdeki dönem, belli ki Anayasa tartışmalarıyla devletin temel niteliklerinin sorgulanacağı, tartışmaya açılacağı bir dönem olacak. Ale-vi Bektaşi hareketi bu tartışmalarda ağırlığını göstermek için hiç gecik-meden harekete geçmelidir. Alevi-Bektaşi hareketi, en temel istemlerini kapsamlı bir demokrasi programı ile birleştirerek, tüm emekçilerin ortak kampanyasında onurlu yerini almalıdır.

Bunun için örgütlerimizin enerjilerini, iç tartışmalarda tüketmeye değil, en geniş tabanı doğru hedefl er etrafında birleştirmeye yönelik özverili bir çalışmaya yoğunlaştırması gerekir. Örgütlerin birliğini ko-rumalıyız, bölücülüğe yer yok! Örgütsel iç demokrasiyi geliştirmeliyiz, liderlik sultalarına yer yok! Kapsamlı laiklik ve demokrasi için mücadele sürüyor. Örgütler ve yöneticiler görev başına!