314
1

Seyahatnâmelerde İzmit ve Çevresi

  • Upload
    anton

  • View
    428

  • Download
    70

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Osmanlinin isgal ettigi topraklari merak edip Rumlari ve Ermenileri dikizlemeye gelen Katolik seyyahlarin notlari.

Citation preview

1

ISBN 978-975-93754-3-0, İzmit 2008

Seyahatnamelerde Kocaeli ve Çevresi

İçindekiler sayfa

* Sunuş * Önsöz - Seyahatnamelerin Sosyal ve Kültür Tarihi Yazıcılığında Yeri ve Önemi

(İbrahim Şirin, Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakultesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi) * Giriş * En Erken Gezginler

- İÖ 6. yy., Skylax - İS 18-19, Strabon - 2. yy., Ptoleimos - 333, Bordeaux’lu Bir Hacı - Antonin Çizelgesi - Peutinger Çizelgesi

* 845, İbn Khordadbeh (Hurdadbi) * 10. yy., Tellü Mevzeni Ebû Hüseyin Muhammed bin Abdülvahhab * 1097, Kont Etien de Blois * 1147, Odo de Deuil * 1206, G. de Villehardouin * 1380, Bourge’lu Bir Gezgin * 1389, Smolensk’li Ignacius * 1403 & 1404, Ruy Gonzales de Clavijo * 1433, Bertrandon de la Broquiere * 1469, Antonio di Torriglia * 1514, Haydar Çelebi * 1522-1523 & 1533-1536 & 1548-1549 Matrakçı Nasuhi * 1530-1531, Abu al-Barakat Muhammad Badr al-Din al Ghazzi-Mekki * 1547, Pierre Belon * 1547-1550, Pierre Gilles (Petrus Gyllius)* 1547, Gabriel de Luetz * 1548, Jacques Gassot * 1555, Busbecquius * 1555, Dernschwam

- Gebze Yolu Üzerinde Bulgarlar - Gebze - Gebze – Hereke – İzmit Yolu - İzmit

* 1557, Sidi (Seydi) Ali Reis * 1557, Wolfgang Müntzner * 1558, Kutbiddin-Mekki * 1567, Petrus Villinger * 1568, Ludwig von Rauter * 1582, John Newberie * 1588, Reinhold Lubenau * 1588, J.E. Dauzats * 1589, Georg Christoph Fedrnberger * 1597, John Sanderson * 1608, Polonyalı Simeon * 1609, William Biddulph

2

* 1631, Evliya Çelebi - Tavşancıl - İzmit - Diliskelesi - Gebze - Hereke - İzmit’e İkinci Ziyaret - Sapanca - Sakarya Irmağı - Hersek’e Gezi

* 1632, Jean Baptiste Tavernier * 1635 & 1648, Katip Çelebi * 1650, Eremya Çelebi Kömürcüyan * 1656 Jean Thevenot * 1670, Thomas Smith * 1675, Dr. John Covel* 1675-1676, George Wheler & Jacob Spon * 1677, Guillaume Grelot

- İzmit - Çene Suyu - Diliskelesi

* 1678, Corneille Le Bruyn (Cornelius Bruyn)- İzmit - Çene Suyu & Dil Burnu

* 1700, Joseph Pitton de Tournefort * 1701 & 1703, Aubry de La Motraye

- Tökeli’nin Daveti - İzmit’e Varış - Yazıtlar - Çiçek Tarlası - Kale - Veda

* 1705, Paul Lucas - Tökeli’nin mezar yazıtı - Tökeli’yi ziyaret - Mermer Lahit ve Aya Pandaleimon - İzmit Köyleri & Şifalı Sular - Satürn Boyası - Karamürsel - Lucas’ın yörede not ettiği yazıtlar

* 1736 & 1743, Jean Otter * 1740 , Richard Pococke

- Hendek – Sapanca - İzmit - Eski İzmit - Çene Suyu

* 1745, Charles de Peyssonel - Gevize (Gebze)- Philokrene (Bayramoğlu) Burnu - Tarjca (Darıca) - Bozuk Hisar (Eskihisar) - Dil - Braca veya Vraca veya Vereke veya Feleke (Hereke)- İzmit Körfezi - Nikomedia (İzmit)

3

- Nİkomedia’nın eski Astakos ve Olbia olup olmadığı konusunda bir arasöz - Körfezin güney kıyısını katetmek isteyenler için notlar

* 1765-1795, Bir Fransız Gezgin * 1777-1782, Dominico Sestini * 1787, Thomas Howel * 1790, Jean Baptiste Lechevalier * 1790-1795, Dallaway* 1797, Olivier * 1797, John Jackson * 1797 & 1802, William George Brown* 1799, William Wittman * 1799, Pouqueville * 1800, Albay William Martin Leake & General Koehler * 1804, Joseph Freiherr von Hammer-Prustgall

- İznik – İzmit - İzmit – Sapanca Kanalı - Sapanca-İzmit Kanalı Projesi Göz Boyama mıydı? - İzmit - Ermeni Mezarlığındaki Yazıtlar - İmre Tökeli’nin Mezartaşı - İzmit – Gebze

* 1804-1805, Karl Graf von Rechberg * 1806, Albay Winterton ve Yeğenleri * 1807, F. Murhard * 1807, Ali Bey el Abbasi * 1807, Adrien Dupré * 1808, Şeyh Ali Zubari * 1808, J. M. Tancoigne * 1809, Paul Ange de Gardane * 1809, James Justinian Morier * 1810, Osman Şakir Efendi * 1810, John Galt

- İstanbul – İzmit Deniz Yolculuğu - Kandıra ve Kerpe’ye Gezi - Hacı Köy ve Bey Evi - İzmit

* 1812, M. Bruce * 1812, William Ouseley * 1814, John MacDonald Kinneir

- İstanbul’dan Eskişehir ve Yerma üzerinden Ankara’ya - Kartal – Gebze – İzmit - İzmit

* 1815-16 Otto Friedrich von Richter * 1818, Graf Istvan Szechenyi

- Günce - Türk Hamamı

* 1819, Marcellus - Darıca - Gebze’ye Gezi - İzmit - Aya Pandaleimon - İzmit Körfezi - Çene Suyu - Körfez’in Güney Yakası

* 1823, Dr. Robert Walsh

4

- Kiraz’ın Anadolu’dan Avrupa’ya Yolculuğu - Kaya Mezarlar - İzmit - Sapanca - Süt Deresi

* 1825, Joseph-Marie Jouannin - Jouannin’in Nikomedia’da Bulduğu Yazıt Üzerine

* 1825, Prokesch von Osten * 1826, Alexandre & Léon de Laborde* 1827, Josiah Brewer

- Yalova & Dağ Hamamları * 1828, Serristori * 1829, Baron Félix de Beaujour * 1829, George Thomas Keppel Albemarle

- Gebze - Hersek - Hersek’ten Kızderbent’e - Kızderbent’ten Lefke’ye

* 1830, Adolphus Slade * 1831, Joseph Wolff * 1830-1833, Callier & Stamaty* 1832, James Porter

- Diocletianus Sarayı ve Tapınak - İzmit – Karamürsel

* 1830, Eli Smith & H. G. O. Divide * 1833, James Baillie Fraser * 1834 & 1837, Remy Aucher Eloy * 1836, William J. Hamilton * 1837, Thomas Allom * 1837, Baptistin Poujoulat * 1838, Charles Fellows * 1838, William Francis Ainsworth * 1838, Eugene Boré

- Şile - Kerpe - Kandıra ve çevresi

* 1843-1844, Philippe Le Bas * 1843, Charles Texier

- Krallık Dönemi Bithynia - Roma Vilayeti Bitihynia- Bizans Dönemi Bithynia - Müslümanların Hakimiyeti - İzmit Körfezi Kıyıları - Tavşandil (Tavşancıl) - Gebze & Hannibal

* 1841-1848, Heinrich Kiepert ve oğlu Richard (1902) * 1847, Xavier Hommaire de Hell

- İzmit Körfezi’nde Seyir - İzmit - Kent Surları - Macar Kralı Tökeli’nin Mezarı - Köseköy - Sapanca - Şile – Kandıra

* 1848, Charles Mac Farlane

5

- Vapurla İzmit’e Yolculuk - İzmit - İzmit’te ilk Sosyalist Bildiriler - Akropol - Çuha Fabrikası - İngiliz Mezarları - Bithynia Tekneleri - Derbent – Sapanca – Akmeşe - Tökeli’nin Mezarı - Hereke Fabrikası

* 1850, Pierre von Tchihatchef * 1853, James Henry Skene * 1855, George Cavandish Taylor * 1856, H. Poole * 1856, Edmund Hornby * 1861, Georges Perrot

- İzmit Adı - Yollar - Antik Kalıntılar ve Yazıtlar - İzmit – İznik - Mudanya

* 1862, Alphonse de Moustier - Elçilik Teknesi ile İzmit’e Yolculuk - İzmit’e Veda - Sapanca - Sophon Köprüsü – Adabazar – Sakarya - Kemer Köprü

* 1862, Kubinyi & Henszlmann & Ipolyi - Tökeli & İzmit’teki Macarlar

* 1870, S. Bengamin * 1876, Frederick Burnaby * 1877, Pierre Loti * 1877 Benjamin Samuel Grene Wheeler * 1882, Jules Verne * 1885, Thomas Stevens

- Gezi Hazırlıkları - İzmit Postası - Yolcu Mahkumlar - İzmit - Eşkiyalar - Pilav - Asya’ya Doğru - Kafkasyalı Göçmenler - Sapanca

* 1888, Kalman Thaly & Ignac Kunos - Trenle İzmit’e Yolculuk - Tökeli’nin Mezarı

* 1890, Dr. Edmund Naumann - Gebze – İzmit – Adapazar

* 1893, Vital Cuinet (İstatiksel Verilerle Kocaeli) - Gebze ve Şile - Hereke Fabrikası - Gebze Kazası - Darıca Nahiyesi - Şile Kazası - İzmit Mutasarrıflığı

6

- İzmit Merkez Kazası - Bağçecik Nahiyesi - Kara-Mursal Kazası - Yalova Nahiyesi - Ada-Bazar Kazası - Sabanca Nahiyesi - Ak-Yazı Nahiyesi - Hendek Nahiyesi - Kandere (Kandıra) Kazası - Şeyhler Nahiyesi - Keymas (Kaymas) Nahiyesi - Karasu Nahiyesi - Ağaçlı (İncirli) Nahiyesi - Ak-Abad Nahiyesi - Geyve Kazası - Ak-Hisar (Pamukova) Nahiyesi - Taraklı Nahiyesi

* 1890, Ahmed Midhat - Yelkenkaya Burnu, Körfez’e Giriş - Çavuş Üzümü - Çiroz Yapımı - Tavşancıl

* 1889, Baron von der Goltz * 1893 & 1900, Walther von Diest * 1894 Thomas Gaskell Allen Jr. & William Lewis Sachtleben * 1896, Ernst Kalinka * 1900, Rudolf Fitzner * 1903, Lajos Szadeczky-Kardoss

- Macarlar - Karatepe Köyü

* 1907, Gertrude Bell * 1910, Banfe * 1911, Frederick George Aflalo * 1877 & 1911 & 1915, Andreas David Mordtman * 1911, Ignaş Kunoş * 1912, Eugene Dallegio * 1916, Franz Carl Endres * 1915-1919, Nogales Méndez * 1921, W. Endriss * 1934 & 1957, Nahid Sırrı Örik

- İzmit’te İki Gece - İzmit İskelesi - Hünkar Kasrı & Atatürk Heykeli - Orhan Cami - İzmit Limanı

* 1941, Karl Dörner * 1961, Ekrem Hakkı Ayverdi

- Kandıra Çandı Yapıları - Adapazarı Çandı Yapıları - İzmit Çandı Yapıları - Gebze Çandı Yapıları

* 1995, John Ash * 2000, John Freely

7

Önsöz

Seyahatnamelerin Sosyal ve Kültür Tarihi Yazılığında Yeri ve Önemi

İbrahim Şirin*

Aynı zamanda yüksek ve ciddibir bilim de olan Yolculuk, bizikendimize geri getirir.

Albert Camus

Bu gün bütün dünya seyahat ediyor. Her zaman, her yerde yolculuğa çıkılıyor. Bir

zamanlar eşsiz ve önemli bir olay olan seyahat, artık bir alışkanlığa dönüştü, hayatın bir

parçası haline geldi. İnsanlar yalnızca gezmek için seyahat etmiyor, yola çıkmak için çeşitli

nedenleri ve amaçları var. İş seyahatleri, aile ziyaretleri, kültür spor, dinlenme ve tatil amaçlı

seyahatler, inceleme gezileri…Türlü neden, çeşitli amaç. Yine de o büyük seyyahlara pek

rastlanmıyor artık. Bir zamanlar insanlar seyahat etmek için seyahat ederlerdi. Seyahat

etmek başlı başına bir amaçtı, bu uğurda dağlar, çöller ve denizler aşılır, yabancı yöreler,

kentler, insanlar, gelenek göreneklerle tanışılırdı. Seyyahların piri fanisi İbni Batuta’nın

seyahati tam çeyrek asır sürmüştü. Yolculuk eğitim, bilgi ve görgünün bir parçasıydı. Houarı

Touatı, seyahati özellikle ortaçağda bir alim uğraşı olarak ele alıp yorumlar.1 Yıllar süren

tehlikeli seyahatler kendi dışında kalan dünyaya yapılan bir yolculuktan çıkıp seyyahın

kendine, kendi dünyasına yaptığı bir yolculuğa dönüşür.

Uzaklara duyulan özlem ve bilinmeze duyulan merak, insanların giderek daha uzun

yolculuklara çıkmasına, ciltler dolusu seyahatname ve sayısız harita yapılmasına neden oldu.

İnsanları seyahatin bütün tehlike ve zorluklarını göze alıp yola çıkmaya teşvik eden güdüler

birbirinden çok farklıydı.Yüzyıllar içinde bu güdüler değişti. Bazen bu güdüleri merak, bazen

macera tetikledi. Bazen keşif, bazen kar hırsı, bazen de eğlence. Seyahat bazen de

burjuvanın kendini diğerlerinden ayrı göstermesinde bir araca dönüştü. Avrupa’ya giden

Osmanlı seyyahları 1850’lerde seyahat etmenin önemine dikkat çekerler.2 Avrupa kentlerinde

seyahat edemeyen insanlar seyahat dönemlerinde evlerinden çıkmayarak seyahate çıkmış

izlenimi yaratırlardı. Seyahat etmek ayrıcalıklı bir durumdur ve diğerlerine karşı bir üstünlük

duygusu yaratır. Seyahat ne amaçla yapılırsa yapılsın sonuçta seyyahlar yeni fikirlerle dönüp

bambaşka ufuklar açıyor, insanların kendileri dışında dünyalara açılmalarını sağlıyordu.

Dünyanın kendi yaşadıkları kıtadan ibaret olmadığını insana gösteriyordu.3

1İbrahim Şirin, Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakultesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi� Houarı Touatı, Ortaçağda İslam ve Seyahat, Çeviren Ali Berktay, İstanbul, 2000.2 Seyahatnâme-i Londra, İstanbul, 1259, s. 283 Wilfried Löschburg, Seyahatin Kültür Tarihi, Çeviren, Jasmin Traub, Ankara, 1998, s. 8

8

Seyyah, gezerek edindiği tecrübeyi seyahatnamesinde okuyucusuyla paylaşır. Gezi

yazısı bu bağlamda edebiyatın kendisi kadar eskidir. Biri seyahatini anlatırken diğerleri de

onunla birlikte yolculuğa çıkmış kadar olur. Seyahatname edebiyatın bir parçasıdır. Aynı

zamanda kültür tarihçiliğin de önemli bir malzemesini oluşturur. İnsanın tarihi kadar eski olan

seyahatin ve seyahatnamelerin yeterince incelendiğini söylemek zordur. Seyahatnamelerin

analitik bir metotla ele alınıp incelenmesi insanın tarihinin yazılması açısından önemlidir.

Zihniyet tarihinin kurucusu Lucien Febvre, aşkın, ölümün, acımanın, zulmün, sevincin tarihine

sahip olmadığımızı; ölümün tarihinin yazılmasının gerektiğini vurgular.4 Seyahatnameler tam

da Febvre’nin işaret ettiği gibi tutkuların, duyguların tarihinin yazılması için önemli malzeme

içerir. Osmanlının ölüm ve yaşam karşısındaki tavrını Osmanlı arşiv kayıtlarında her hangi bir

defterden çıkarmak güç, belki de imkansızken seyahatnameler çok zengin bir içerikle önemli

bir veri niteliğindedirler. Seyahatnameler, tarihçiye tutkunun, acının, hissin tarihini

yazmasında vazgeçilmez bir kaynaktır.

Seyyahın kimliği, seyahati hangi dürtülerle ne zaman yaptığı çok önemlidir. Türkiye

ile ilgili ilk Batılı gözlemler, Türklere esir düşen daha sonra kurtulanların ya da Osmanlı

ülkesinde her hangi bir suçtan dolayı hüküm giyenlerin Schildberger, Krafft, Schmidt ve

Seideln gibi yazarların gözlemleridir. Bunlara daha sonra Osmanlı ülkesine elçi olarak gelen

Busbecq, Schweigwer, Dernschwamn ve Gerlech gibi görevliler katılır. Avrupa insanı,

seyyahların gözlemleriyle Osmanlı hakkında bilgi edinir. Gözlemler, Avrupa’nın Osmanlı

dünyasına karşı duyduğu tarihi ön yargıları beslemiş ve güçlendirmiştir. Dünya ticaret ağına

Osmanlının eklemlenmesiyle tüccarlar mallarını satmak için Osmanlı ülkesine gelmeye,

gözlemlerini yazmaya başladılar. Chevalier D’arvieux, gibi tüccarları, J. J. Spon gibi arkeolog

J. Piton de Tournefort gibi botonikçi meraklı araştırmacılar, Thomas Smith ve H.F.G. Paulus

gibi misyonerler ve rahipler, Grand de Nerval, K. Humsun ve Edmondo De Amicis gibi

edebiyatçılar takip etmiş ve Doğuyla ilgili yüzlerce seyahatname yazılmıştır.

Oldukça farklı amaçlarla gelen seyyahın bıraktığı bu seyahatnameler nasıl tarihçinin

yararlanacağı bir metne dönüşür? Seyyahın kendi dışındaki dünyaya karşı duyduğu ön yargı,

gözlemlerini belirler ve etkiler. Rönesans’a kadar Avrupa kendi dışındaki dünyayı özellikle

Osmanlı’yı barbar, kan emici olarak algılar. Rönesans’ta bu algı yerini yenilmez Büyük Türk’e

bırakır. Doğu pek çok açıdan Avrupa’ya örnek olunacak bir mekandır. Aydınlanma, sanayi

devrimi bu algıyı değiştirir. Doğu özellikle Osmanlı, despotizmin, tembelliğin, kaynağıdır. Bu

haliyle sömürülmeyi hak eder. Avrupa’nın kendi dışındaki dünyaya bakışı seyyahların

metinlerine de yansır. Avrupa dışında her yerin cennet olduğu ve Christoph Colomb’un yeni

bir kıtayı keşfetmesine neden olan düşünce, zamanla Avrupa’nın yer yüzü cenneti olduğu,

4 Febvre’nin izinde Fransız Türkologlar Osmanlı’da ölümün tarihini yazma girişiminde bulundular.bknz Gilles Veinstein, “Önsöz”, Osmanlılar ve Ölüm,Hazırlayan, Gilles Veinstein, Çeviren Ela Gültekin, İstanbul,2007, s.11.

9

Avrupa dışında her yerin kötü olduğu bir imgeye dönüşür. Bu dönüşümü seyyahların

metinlerinde görmek mümkündür. Seyahatnameler Batı’nın hegomonik bir özne olarak

kendini inşa etmesinde kullanılır. Oryantalist yaklaşımda seyyahların önemli bir etkisi vardır.

Bu anlamda seyahatnameler kullanırken kullanıcıların çok dikkatli olması gerekir. Seyahatte

anlatılanın ne kadar tarihi gerçeği yansıttığı ne kadar seyyahın hayali olduğunun ayrımını

yapmak gerekir. Seyyahın verdiği bilgileri başka kaynaklarla da doğrulamak gerekir.

Avrupalı gezginlerin eserlerini inceleyen çalışmalara değinecek olursak: Tülay

Reyhanlı, İngiliz Gezginlerine Göre XVI Yüzyılda İstanbul’da Hayat (1582-1599) Ankara,

1983 çalışması bu alanda yapılan ilk çalışmalardan biridir. Nazan Aksoy’un Rönesans

Avrupası’nda Türkler, İstanbul 1990 çalışması, Stephane Yerasimos’un Les Voyageurs

Dans L’empire Ottoman (XIV- XVI ), Ankara 1991 çalışması bu alanın el kitabı mahiyetinde

bir çalışma olarak önemini korumaktadır. Necla Arslan’ın, Gravür ve Seyahatnamelerde

İstanbul 18 Yüzyılın Sonu ve 19 Yüzyıl, İstanbul, 1992 çalışması Gülgün Üçel Aybet’in

Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları, İstanbul, 2003 çalışması

sosyal tarih çalışmalarında seyahatnamelerin kullanımına önemli bir örnektir. Aybet, özellikle

1530-1699 tarihleri arasında Osmanlı ülkesinde bulunmuş seyyahların eserlerini kullanmıştır.

Seyahatnameler sosyal ve kültür tarihçilerinin dikkatini çektiği kadar özellikle kent

tarihçilerinin kaynak olarak kullandığı metinlerdir. Mehmet Önder, Seyahatnamelerde

Konya, 1948, Sibel Ercüment, XIX Yüzyıllarda Batılı Seyyahlara Göre Doğu ve Orta

Karadeniz, Hacettepe Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi Ankara, 1991, Veysel

Usta, Gezginlerin Gözüyle İzmir XVIII.Yüzyıl, İzmir,1996, Pınar, Gezginlerin Gözüyle

İzmir XIX Yüzyıl I-II, İzmir, 1996, Pınar, Gezginlerin Gözüyle İzmir XVII. İzmir 1998, İlhan

Pınar, 19 Yüzyıl Anadolu Şehirleri: Manisa, Edirne, Kütahya, Ankara, İstanbul, Trabzon,

Antalya, Diyarbakır, Konya, İzmir, İzmir, 1998, Veysel Usta, Anabasis’ten Atatürk’e

Seyahatnamelerde Trabzon, Trabzon, 1999, Nurşen Günaydın, Raif Kaplan,

Seyahatnamelerde Bursa, Bursa 2000, Osman Eravşar Seyahatnamelerde Kayseri,

Kayseri, 2000, M Şefik Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbakır, Diyarbakır, 2003, Leyla

Doğan Peker, İngiliz Seyyahların Seyahatnamelerinde (17 ve 20 Yüzyıllar arası) Bursa,

Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa,

2003, Health W. Lowry, Seyyahların Gözüyle Bursa, Çeviren, Serdar Alper, İstanbul, 2004

çalışmaları seyahatnamelerin kent tarihi çalışmalarında önemini göstermektedir. Bu

çalışmaların sayısının artırılması gerekmektedir.

F. Yavuz Ulugün’ün elinizdeki Seyahatnamelerde Kocaeli ve Çevresi çalışması,

Kocaeli tarihi çalışan araştırmacılara önemli bir kaynak niteliğindedir. Ulugün çalışmasında

milattan önce 6. yüzyıldan günümüze Kocaeli ve çevresini gezen yaklaşık Avrupalı, Macar,

Arap ve Osmanlı 150 seyyahın seyahatnamesindeki Kocaeli ve çevresiyle ilgili kısımları

okuyucuya sunmaktadır. Kocaeli kent tarihi yazımında bu metinler önemli olmakla birlikte

10

seyyahın ön yargıları da dikkate alınmalıdır. Özellikle Kocaeli nüfusuna dair verdiği bilgiler

diğer kaynaklarla doğrulanmalıdır. Aksi takdirde önemli yanlışların yapılması kaçınılmazdır.

Giriş

Annem ve merhum babama,

İlimiz tarihi hakkında bilgi edinmek için yola çıktığımızda gördük ki aslında oldukça önemli bir tarihsel geçmişin mirasçılarıyız. Bu kitapta da kentsel tarihimizdeki kimi boşlukları doldurabileceğine inandığım, yöremizi ziyaret eden gezginlerden örnekler sunmaya çalıştım. Kimisi uğrayıp geçmiş, kimisi ise oldukça uzun kalıp detaylı bilgiler vermiş. Ne yazık ki, bugüne değin bölgemizle ilgili seyahatnameler nerdeyse hiç dilimize çevrilmemiş. Bu yapıtta yer alanların nerdeyse tamamına yakını tarafımdan çevrildi. Ancak Graf Istvan Szechenyi’nin 1818 yılı seyahatnamesi, Sn. Ali Ayvaz’ın Almanca’dan akıcı çevirisi ile bu yapıtta yer aldı.

Çevirilerine gerek duymadığım bölümleri “…” noktalaması ile belirttim. Kimi gezginleri tesbit etmeme karşın ne ilk, ne de ikinci elden gezi notlarına ulaşmam mümkün olmadı. Yine de daha sonraki araştırmacılar için bir ip ucu olması için onlardan da söz ettim. Bazen gezi notları içinde çizim ya da fotoğraflardan söz edilse de ne yazık ki elimdeki kimi baskılarda yoktular. Ben de bu eksikliği o döneme ait başka fotoğraf ve çizimlerle gidermeye çalıştım. Bu vesile ile, elindeki Yıldız Arşivi fotoğraflarını veren Sn. Prof. Atilla Çetin’e çok teşekkür ederim.

Bu kitapta, gezginlerin notlarını yorumlama yönteminden özellikle kaçınarak, böylesi bir yapıtın kentimiz için ilk olması nedeniyle, gezginlerin kaleminden çıkan sözleri “italik” olarak doğrudan aktardım ancak çok gerekli durumlarda dipnotlar ekledim. Kendi eklediğim dipnotlarının önüne gezginlerin dipnotları ile karışmaması için “Y.U.” ibaresini koydum.

Gezginleri kronolojik bir sıralama içinde sunmaya çaba gösterdim ancak kimi gezginlerin yöremizi ziyaret yıllarını kesin olarak tesbit edemedim, bu durumda yaklaşık yıl ya da eserin yayın tarihini esas aldım ancak yanına (?) işareti koydum. Açıktır ki birkaç yıl farklılık olabilir.

Fransızca orjinali dahi hiç yayınlanmamış ve konu el yazması ilk kez benim Türkçe’ye çevirimle bir kitap olarak gezginler literatürüne eklenmiş olan Peyssonel’in “1745 Yılında İzmitve İznik’e Yapılmış Bir Gezi’nin Öyküsü” adlı yapıttan, Türkçe baskısına yalnızca İzmit ve çevresi ile ilgili bölümleri dahil etmiştim ancak bu İngilizce çevirisine İznik’i de dahil ettim. Ayrıca bu baskıda, Türkçe baskıda var olmayan John Jackson (1797), George Cavandish Taylor (1855), Thomas Gaskell Allen Jr. & William Lewis Sachtleben (1894) ve Frederick George Aflalo (1911) adlı gezginlerin de notlarını ekledim.

Gezi Notları, yerli ya da yabancı gezginlerin gittikleri bölgenin güncel ve tarihsel dönemlerine ait gözlemledikleri ve derledikleri bilgileri yazıya dökmelerinden oluşurlar. Strabon örneğinde olduğu gibi antik döneme ait Anadolu gezi notları, bir anlamda merak ve tanıma isteğine, ya da Skylax örneğinde olduğu gibi askeri bir göreve dayanırken Orta Çağ’da Haçlı Seferleri ve Arap Gezginler açısından da diplomatik görevler gibi nedenlere dayanmaktadırlar.

Kimi zaman, farklı gezginler aynı ya da yakın zaman dilimi içinde gelmiş olsalar da görevleri ya da bakış açıları farklılığı nedeniyle, aktardıkları bilgilerin öncelikleri farklı olabilmekte. Kimi arkeoloji ya da tarihi ön planda tutarken, bir diğeri bitki örtüsü ya da sosyal yaşamla daha yakın ilgilenebilmektedir.

11

15. yy. sonuna doğru Osmanlı topraklarında gezgin patlaması yaşanır. 16. yy. sonlarında ise Osmanlı toprakları üzerinden Hindistan’a giden ticaret yolunun önem kazanması bir başka nedendir. Ancak bu uzun geziler oldukça masraflıdır ve genellikle diplomatik görevliler, hacılar ve soylular tarafından yapılabilmiştir.

17. yy. gezi notlarında ise Rönesans’ın etkisi vardır. Amaç, yeni coğrafi keşifler ve toplumsal aydınlanmadır. Osmanlı’nın yükselişi bir yönden korku yaratırken öte yandan da tanıma merakını da uyandırıyordu. 19. yy’da deniz ve demiryolları ile gezilerin daha kolaylaşması sonucu elde edilen bilgiler, bilimsel kullanımlarının yanı sıra emperyalist, ticari ve misyoner politikalara da hizmet ediyordu. Bu nedenle kimi gezginlerde taraflılık kolayca fark edilebilmektedir. Bir kısmının amacı da özellikle Osman Hamdi Bey tarafından 1884 yılında çıkartılan Asar-ı Atika Nizamnamesine kadar, eski eser toplayıp götürmektir.. Osmanlı seyahatnameleri ise oldukça azdır. En bilinenleri Evliya Çelebi, Katip Çelebi ve Lâtifî'dir.

Kimi zaman da “gezgin yazarlar” kadar olmasa da “gezgin ressamlar” da görülmektedir Gezi notlarına ek resim, gravür, taş baskı ve daha sonraları da fotoğraflar görülmektedir ki bunlar Anadolu kentleri ve ören yerlerindeki kimisi günümüze ulaşamamış antik tapınak, hamam, sukemerleri, tiyatro gibi mimari yapıların yanı sıra arkeolojik eserlerin ayrıntılarını gösteren fragman, yazıt, sunak ve lahit gravürleri hakkında önemli bilgiler sunmuşlardır. Kent betimlemelerinin yanı sıra, kale gibi savunma alanlarına da ayrıntılı olarak yer verilmesi ise kimi zaman stratejik amaçlar taşıdıklarını da göstermektedir.

Kocaeli, Bizans İmparatorluğu doğu sınırlarını çeviren konumu nedeniyle, Osmanlı Beyliği’ninkuruluş döneminde, pek az gezginin tercih ettiği bir güzergah olmuştur. Yine de ilk çağlardan beri ama özellikle de XVII. yy. ve sonrasında bir çok gezgin İzmit’ten geçmiştir. Ancak, olasılıkla kent artık görülebilir kalıntılara sahip olmadığından veya toprak altında kaldığından ya da yalnızca bir mola noktası olarak kullanıldığından, kimi gezginler pek fazla bilgi aktarmamışlar. Yine de bu yüzyıla ait gravürler ve anılar İzmit’in, ticareti gelişmiş olan, bayındır bir kent olduğu görüntüsünü sunmaktalar.

Gezi notlarının, tarihsel kaynak olarak kabul edilebilirlikleri de gezginlerin yorumlarını kendi kültürel birikimleri ve bakış açılarıyla yaptıkları savı nedeniyle bir tartışma konusudur. Ancak öte yandan Osmanlı arşivleri ve seyahatnameler dışında, Osmanlı ve Anadolu toplumsal yaşamı hakkında kaynaklar sınırlıdır. Kaldı ki Osmanlı resmi tarihçilerin kaleme aldıkları kroniklerin, genellikle askeri seferler, siyasi ve diplomatik ilişkiler ile kısıtlı olduğu göz önüne alınırsa gezi notlarının tarihsel ve toplumsal topoğrafya, coğrafya, sosyal yaşam ve kent mimarisi hakkında ayrıntılar içerebildikleri görülür. Öte yandan İzmit gibi yüzyıllar boyunca sürekli yoğun göç alan ve göç veren bir kent için, yitirilmiş kent belleğinin onarılmasında önemli katkıları vardır.

Kimi gezginler, bazen Grekçe yazıtları olduğu gibi not edip bırakmışlar, bu yapıtta bunların Latin harflerine transkripsiyonu ve kimisinin Türkçeye çevirileri Sn. Muhittin Bakan tarafından yapıldı, yanı sıra redaksiyonuna katkı verdi. Hiç bir zaman esirgemediği bu özel katkılarına içten teşekkürler. Bir başka özel teşekkür de Sn. İbrahim Şirin’e, öneri ve katkıları bu yapıta son halini verdi. Ayrıca “önsöz”ün yazımını üstlendi. Şahsım ve yerel tarih dostları olarak kendisine sonsuz teşekkür borçluyuz. Son bir teşekkür de kitabın Türkçe basımı gibi İngilizcebaskısını da üstlenen İzmit Rotary Kulübü Yönetim Kurulu ve saygıdeğer üyelerine. Sayelerinde kentimiz tarihi ile ilgili yeni bilgiler gün ışığına çıktı.

Umarım hoşunuza gidecek bir eser olmuştur.

F. Yavuz ULUGÜN İzmit, 01.02.2008

12

En Erken Gezginler

Anadolu’nun eski coğrafyası hakkında başlıca bilgileri Strabon, Ptolemaios, Plinius, Bizanslı Stephanos’un yapıtları ve ilgi çekici yol cetvelleri ya da haritaları olan Peutingerius Tablosu, Antoninus ve Kudüs Itenirerum’ları, Hierocles’in Synecdemus’u yanı sıra Ksenephon’un günlüğü ya da Arrianus’un Anadolu’nun İskender tarafından fethinin anlatımı gibi kimi ünlü askeri sefer notlarından edinmekteyiz, ki bu sefer notları gelecek çağlarda da Matrakçı Nasuhi’nin yapıtında olduğu gibi önemli bilgiler sunmuşlardır. Roma’nın Anadolu’daki savaşları Polybius, Livius ve Appianus’un yapıtlarında yer almışlar. Bir başka değerli anlatımda Haçlı Seferlerini ve İmparator Aleksius Komnenus’un İstanbul-Konya seferini anlatan kızı Anna Komnena’nın yapıtıdır.

İÖ 6. yy., Skylax

Bölgemize yönelik en eski gezi notlarını yazan kişidir. Karianda’lı bir kaptan ve coğrafyacı olan Skylax’ın Pers İmparatoru Darius’un (Dareios Hystaspis) emri üzerine hazırladığı Indus nehrinden Kızıldeniz’e sonra da Akdeniz’den Karadeniz’e tüm limanları ve olanaklarını içeren“Periplus” adlı denizci el kitabı İÖ 360-330 yıllarına aittir, ancak kimi bilgiler aşağıda açıklayacağımız üzere daha eskidir. Dolayısı ile Skylax’ın daha önce İÖ 6.-5. yüzyıllarda yaşamış olması ve konu kitabın ona atfen daha sonra yayınlanmış olması ya da daha sonraki bir kopyesi olması olasıdır.

Bithynia’nın (Kocaeli Yarımadası ve çevresi) bir süre için Mysler tarafından iskan edildiği ilk kez, Indus yolculuğundan iki buçuk yıl sonra dönmüş olan Skylax5 tarafından kanıtlanmıştır. Skylaks, Askania (İznik Gölü)’nün etrafında Frigyalılar ve Mysialıların yaşadığını söyler. Astakos (Başiskele) şehrinden hiç söz etmeyen antik çağın meşhur çoğrafyacısı Karyandalı Skylax, yalnız Olbia şehriyle Olbianus körfezini (İzmit Körfezi) belirtir.6 Bu kitapta bizi ilgilendiren bölüm şu şekildedir:

“Maryandinlerin arkasında Trakya Bithynleri, Sangarios Nehri, Artanes adlı başka bir nehir, Thynias adası (Kefken Adası) ki burada Herakleialılar (Kdz. Ereğli) otururlar ve Rebas Nehri bulunur; hemen bundan sonra Boğaz, Pontos’un (Karadeniz) çıkışında daha önce bahsedilen tapınak, bundan sonra Trakya Bosphoros’unun (İstanbul Boğazı) dışında Kalkhedon (Kadıköy) kenti, bundan sonra Olbia Körfezi (İzmit Körfezi). Maryandinlerden Olbia Körfezinin en iç köşesine kadar -işte burası Trak Bithyniası’dır- yapılan bir kıyı seyri üç gün sürer.”

Burada doğudan batıya doğru bir kıyı seyri tarif edilir. Thynias adası, Kefken adası olup, tapınak ise Anadolu yakasındaki ünlü Zeus Urios tapınağıdır. Olbia Körfezi, İzmit Körfezi’dir. körfeze bu adın verilmesi bize “Gemi Yolculuğu” el kitabının yazarı Skylaks’ın “ yukarıdaki tarifi oldukça daha eski bir kaynaktan aldığını göstermektedir. Çünkü İÖ 5. yy’dan itibaren İzmit Körfezi genellikle körfezin en iç noktasında ve Nikomedia yakınındaki Astakos kentine atfen “Astakos Körfezi” adını taşımaktadır. Olbia kenti adına tarihi zamanlarda artık rastlanmamaktadır. Demek ki, gittikçe gelişen Astakos kenti tarafından gölgede bırakılmış ve sonunda ortadan kalkmıştır. Olbia Körfezi adı çok eskidir ve İÖ 6. yy. veya 5. yy’ın ilk yarısını ifade etmektedir.7

Skylaks ve Ksenophon’un8 sonraları bir Bithynia kenti olan Kios’u (Gemlik); Bithynalı tarihçi Arrianos’un da Nikaia’yı (İznik) Mysia bölgesinde göstermiş olmaları Bithynia’nın erken

5 Herodotos, IV, 44 6 Skylaks, Periplus, 75, II 7 Emin Clemens Bosch, Bithynia Tetkikleri, çev. Sabahat Atlan, TTK Belleten, Ankara, 1946, s.37-388 Ksenophon, Hellenika/Yunan Tarihi, çev. Bilge Umar, I, IV, , İzmir, 1984, s. 7

13

tarihlerde daha kuzeyde ve Kocaeli Yarımadası dediğimiz alanla sınırlı kaldığına işaret etmektedir.

İS 18-19, Strabon

Anadolu’nun eski çoğrafyasını kaleme alan Amaseia’lı (Amasya) Strabon’un olgunluk döneminde, kimi araştırmacılara göre İÖ 7 yılında, kimilerine göre İS 18-19 yılları arasında yazdığı 17 kitaplık Geographika külliyatı, ilk seyahatname örneklerinden biridir.

Hattuşa’nın İÖ 1200 dolaylarında tahrib edilmesinden sonraki süreç Bithynia’nın sınırlarının belirmeye başladığı dönemlerdir. Bu dönemin başında Karadeniz kıyısıyla İstanbul boğazı veMarmara Denizi arasında bulunan ve daha sonra Bithynia adını alacak büyük ve verimli bölgeye Bebrigler yerleştiğinden bu topraklara Bebrykia denmekteydi. Bu yüzyıllarda Anadolu’ya geçen Frigler, buralarda Bryg adıyla anılmış ve bölgeyi birkaç yüzyıl ellerinde tutmuşlardır. Topraklarını daha sonra Mariandynlere kaptıran Bebrykler Strabon’a göre Trak’tılar.9

Göç hareketleri son bir güçlü zorlama ile İÖ 7. yy’da Trak’ları, özellikle Bithyn’leri Anadolu’ya yönlendirdi. Skyte’lerin (İskitler) çok kuvvetli bir akınları da İÖ 7. yy’a denk düşmektedir. Olasıdır ki, bu ileri hareket ve baskı Bithyn’leri göç hareketine zorlamış ve sebep olmuştur.10 Trakya’da Trak ve akraba kavimlerin yer değiştirme hareketleri, özellikle de Bithyn’lerin doğuya göçleri geniş bir ülkeler demetine, Kuzeybatı ve Batı Anadolu’nun bir kısmına sürekli olarak Trak damgasını vurmuştur. Thoukydides,11 Ksenophon12, Strabon13 ve Plinius14 yanı sıra bir çok başka yazar15 da zaman zaman Asya Trakları adını verdikleri bu halkın Küçük Asya’ya Avrupa’dan geldikleri konusunda görüş birliği içindedirler.

Strabon, Maryandinler konusunda Theopompos’un görüşüne dayanarak Mariandynus’un Paphlagonialı bir grup lideri olduğunu ve Bebrikleri yenerek aldığı bu yere, kendi adını verdiğini söyler. Kimi kaynaklara göre de Trakyalı kavimler, Bithynia’da Mariandynleri, penestes yani fakir insanlar durumuna düşürmüşlerdi.

Strabon’a göre,16 Bithynia’yı doğuda Paphlagonlar ve Mariandinler ve Epiktetlerin bir kısmı; kuzeyde Pontos’un (Karadeniz) Sakarya’nın ağzından Byzantion (İstanbul suriçi) ve Kalkhedon (Kadıköy) civarındaki boğaza kadar uzanan parçası; batıda Propontis (Marmara Denizi); güneyde Mysia ve Hellespont Frigyası adını da taşıyan Frigya Epiktetos sınırlamaktadır.

Strabon, “Bithynia” bölgesinin (Kocaeli Yarımadası ve çevresi) bu adı Traklar’ın akınından sonra, İÖ 7. yy. öncesi bölgeye yerleşen Bithyler ve akrabaları Thynler’in adlarından aldığını kesin olarak ifade ediyor. Bithynia’nın Asya’dan çeşitli devletlerle ilişkide olduğu, ticaret gemileriyle susam yağı ve şarap ihracatı yaptığını yine antik kaynaklardan öğrenmekteyiz.17

9 Strabon, Geographika – Antik Anadolu Coğrafyası (Kitap XII-XIII-XIV), çev. Adnan Pekman, 12, III.3, İstanbul, 2000 10 Afif Erzen, İlk Çağ Tarihinde Trakya, Istanbul,1994, s.8511 Ksenophon, Anabasis, VI 2, 1712 Ksenophon, Anabasis, VI 4.113 Strabon, XII, III, 3, age, s. 15 14 Plinius, Natural Historica, V, 14515 Bosch, agm, s. 39, dn 34: Arrianos, Bithyn., parça no. 37 (FHG, 3, 593); Byzanslı Stephonos; Eusobios, Chronicles, Hieron, ad ann. Abr: 1044/5, Helm16 Bosch, agm, s.34, dn 23: Schmid-Stahlin 2, 409 ve devamı; Honigmann, RE, II, 4, 76-155; Strabon’un eserinin yayımlanması hakkında bkz. B. Niese, Hermes mecmuası, 13 (1878), 33 vd.17 Strabon, age, 12.3.3

14

Bu bölgenin ilk çağ tarihine ait olan her şey o derece karanlıktadır ki eski tarihçiler, bize aktarılan çok az olay hakkında bile fikir birliği yapmaktan uzaktırlar. Strabon’un18 dediğine göre, bu kavimler o kadar değişim geçirmişler ve Bithynia o kadar farklı uluslar tarafından istilaya uğramıştır ki çoğrafyacılar bu zor problemin çözümünden vaz geçmek zorunda kalmışlardır.

Bu hususta şöyle diyor: “Bu yerlerin ve bu kavimlerin durumları tarif edildiği gibidir. Bunlar, bugün görülenlere hiç benzemiyorlardı. Bu farkları her zaman bir olmayan yöneticilerin isteklerine göre, kavimleri bazen ayırıp bazen birleştiren çeşitli devrimlerde aramak gerekir çünkü Troia’nın ele geçirilmesinden sonra bu saha sırasıyla Frigyalılar, Misyalılar, Lidyalılar, Aolyalılar, İonlar,İranlılar ve Makedonyalılar eline geçti ve en sonunda Romalıların yönetimi altına girdi. Romalıların yönetimi altındaki bu kavimlerin çoğunluğu,dilleri ve adlarına kadar herşeylerini kaybettiler.”19

Belki de Thynler tek başına bir ulus değil, Bithynlerin bir koludur. Böyle olduğuna kanıt, Bithynlerle birlikte Anadolu’ya göç etmeleri ve Kocaeli yarımadasına birlikte yerleşmeleridir. Thynler kuzeyde Karadeniz kıyısında, Bithynler ise onların güneyinde otururlardı.

Bundan sonraki yüzyılda Astakos’un kaderinin ne şekil aldığını bilmiyoruz. Ancak Büyük İskender’in İÖ 323’de ölümünden sonra halefleri arasında iktidarı ele geçirme savaşları Boğazlara kadar ulaştığı zamanlarda Astakos isminden tekrar bahsedildiği görülür.20

Bithynler bölgeye yerleşmesinden kısa bir süre sonra Lidya Kralı Krezüs’ün yönetimi altına girdiler. Lidya İmparatorluğunun yıkılmasından sonra İran’ın yönetimi altına girdiler. Daha sonra Yunan göçmenleri gelerek uzun süreden beri savaşlarla tahrip edilmiş memleketi yeniden imar için Marmara denizi kıyılarına yerleşmişlerdi. Fakat bu ilerleme ve gelişme uzunsürmedi: Byzantion (İstanbul – Suriçi) ve Khalkedon (Kadıköy) cumhuriyetleri Bithynia’ya çok sayıda saldırıda bulundular. Bu sahanın çok sayıda şehrini işgal ederek halkının çoğunu kılıçtan geçirdiler. Bithynialılar, Ksenophon’un ordusu “Onbinler”in İran dönüşü kendi bölgelerinden geçmesinden de sıkıntı çektiler. Calpe (Kerpe) önlerinde meydana gelen kanlı bir çarpışma sonucunda yenildiler ve Onbinler Ordusu Khrisopolis’e (Üsküdar) ulaştı.

İÖ 200 yıllarında Bithynia’nın Strabon’un gösterdiğinden daha büyük bir alana yayıldığı açıktır. Anadolu’yu en iyi bildiğini kanıtlamış coğrafyacı Strabon acaba burada hata mı işlemişti? Elbette hayır, Strabon burada yalnızca Roma’nın Anadolu’daki devletlerin sınırlarınıbelirlediği İÖ 188 Apameia barışından21 sonraki olayların aldığı durumu anlatmıştır ki, zamanla Bithynia’nın sınırlarının değiştiğini kabul etmek gerekir.

Strabon ve Yaşlı Plinius’un “Kendi adıyla anılan Astakenos Körfezi’nde bulunuyor”22 Polianos’un “Kent, Bithynia’da, körfezde sağlıksız ve bataklık bir noktada bulunuyor”23

18 Bosch, agm, s. 36: Strabon, 12, 4, 419 Texier, Küçük Asya (çev. Ali Suat), c.1, s. 9020 Clemens Bosch, İzmit Şehrinin Muhtasar Tarihi, çev. Osman Nuri Arıdağ, İstanbul 1937, s.15: Bkz J. Toepffer, Astakos, Hermes mecmuası, sayı 31, 1896, s. 124-13621 Bosch, agm, s. 35, dn 28: Helenizm Tarihinin Anahatları, II, 9522 Strabon, X, 453, XII, 563; Plinius, N.H., V, 14823 Palianos, II.30, 3

15

notlarına göre bugünkü İzmit’in karşısında Başiskele yöresinde24 kurdukları kentin ismi Astakos idi.25 Strabon’a göre de Astakos Megaralılar ve Atinalılar tarafından kurulmuştur.26

Yeni doğan bu Grek sömürgelerinin böylesi başarılı olmaları, yerli liderleri gölgede bırakmayabaşladığından, saldırıları sonucu kentler onların yönetimleri altına girmek zorunda kalmışlardır. Strabon ise şöyle demektedir: Astekenos Körfezi’nde Megaralılar ve Atinalılar vedaha sonra Perslerin baskısına ve Satrap Pharnabazes’in dışarıdan sürekli karışıklık çıkarmasına rağmen Dedaldes (Doidalsos) tarafından kurulmuş olan Astakos şehri vardır. Ancak antik dönemde bir kenti ele geçirip, sonrasında ihya eden kişilere kurucu denilmesi çok olağandı. Yine de bu satırlardan Krallık öncesi Bithyn prenslerinden Dedalses’in bir ara kenti ele geçirdiğini çıkarmak olasıdır. Kaldı ki kimi yazarların belirttiği üzre Bithynia hanedan lideri Dedalses, iki Yunan şehrini kendi memleketlerine kattı.27 Daha sonra Astakos kenti, Zipoetes’e savaş açan Lysimakos’un eline düştü. Gerçi Pausanias,28 “Astakos’un kurucusu , Trak soyundan olduğu adından da belli olan Zipoites idi” der ama az önce belirttiğimiz üzere sönük bir kenti yeniden canlandıran kişilerin kent kurucusu olarak adlandırıldığı ilk çağ yazarlarında görülen bir durumdur.29

Krallık döneminde Bithynia’nın sınırı artık iyice belirmiştir. Bunların hakimiyet alanı, doğuda Sangarius (Sakarya) nehri ve batıda Rhyndacus (Orhaneli çayı) arasındaki yerleri içine almaktaydı. Bithynlerin memleketine daha önce İstanbul boğazından Rhebas nehrine kadar Thynler yerleşmişti. Bithynler ile Thynler aynı sınır üzerindeydiler.30

Pausanias31, Olympos’un surları içinde saklanmış olan sanat eserleri hakkında I.Nikomedes’in fildişinden yapılma bir heykelinden söz ettiği sırada “Adını bu devletin en büyük şehrine verdi; çünkü Nikomedia şehrine eskiden Astakos derlerdi” kaydını ekliyor. Strabon’un görüşü de bu merkezde olsa da bu dönemden çok zaman sonra Astakos adı, Astakenos körfezi kıyısında Nikomedia ile rekabet eden bir şehir olarak birçok yazar tarafından belirtilmiştir. Bu anlaşmazlığı Lysimakos’un vefatından sonra Astakos, kentin harabeleri üzerinde kurulmuştur, diye açıklamak mümkün olsa da32 aşağıda anlatılan Nikomedia’nın kuruluş efsanesinde Nikomedia’nın konumunun kuzey yakada olduğu kesinlikle belirlenmektedir.

2. yy., Ptolemaios (Ptolemeus)

24 Y.U.: Olasılıkla bugünkü askeri bölge içinde. İzmit-Gölcük yolu üzerinde, İzmit’e 3 km uzaklıkta, asfaltın 200 m güneyinde, körfeze hakim tepelerin eteğinde 1960’lı yıllarda yapılan genişletme çalışmalarında keramikler bulunmuş ve İzmit Müzesi’ne getirilmiştir. Envanter no. 625’e kayıtlı bu keramik buluntular İÖ 5-4. yüzyıllara aittir. Yine 1967 yılında İzmit-Gölcük yolu inşaatinde Başiskele mevkiinde Roma dönemi sütün başığı (İzmit Müzesi, Env. no.692) ve diğer mimari parçalara rastlanmıştır. Ayrıca, Prof. Dr. Sencer Şahin 1967 yılında SEKA’da bulunarak Ankara’ya Prof. Dr. Cevdet Bayburtluoğlu’na iletilen “Kuros başı”nın Astakos’dan gelmiş olabileceğini düşünmektedir. Söz konusu eser İÖ 54o-530 yıllarına tarihlenmekte olup, bu tez doğrulanırsa Astakos için en eskiarkeolojik buluntu olacaktır. Bkz. S. Şahin, Neufunde von Antiken Inschriften in Nikomedia und in der Umgebung der Stadt, s.68, Elbistan 1973 ve Cevdet Bayburtluoğlu, İzmit’ten Bulunmuş Olan Arkaik Kros Başı, Belleten, c. XXXI, s. 331-335. SEKA alanı inşaatında bulunan eser, İzmit Subay Evi bahçesinde başka bir heykel başı ile

birlikte saklanırken diğer heykel başı kaybolur, bunun üzerine Kros başı 1967 yılında Bayburtluoğlu’na götürülür. Askeri bölge içinde kazı ve fotoğraf yasağı nedeniyle ancak yüzey araştırması izni alabilen İzmit Müzesi uzmanlarınca hazırlanan raporlarda, su kanalı izleri ile Bizans kiremit mezarları görüldüğü belirtilmektedir. Astakosile soruların cevapları ancak bölgede sistemli bir arkeolojik kazı ile olasıdır.25 Bosch, age., s.926 Adem Işık, Antik Kaynaklarda Karadeniz Bölgesi, s.24: Strabon, XII, IV, 2AAAA, Ankara 2001 27 Strabon, age, XII, IV, 228 Pausanias, 5, XII, 729 Bilge Umar, Bithynia, İstanbul 2004, s.3 30 Texier, age, c.1, s. 9031 Texier, age, c.1, s. 98, d.n. 211: Pausanias, V.Kitap, böl.1232 Texier, age, c.1, s. 98

16

Geographika Hypegesis adlı yapıtı ile tanınan coğrafyacı, gezgin Ptolemaios’a göre33 Nikomedia 57º 30’ doğu, 42º 30’ kuzey konumda ve en uzun bir gündüz süresi 15 saattir.34 Bir çok Bithynia kentini konumlandıran Ptolemeus’un Nikomedia’yı, haritalarında İzmit Körfezi’nin güney kıyısına konumlandırmasına neyin yol açtığı bilinmese de, bunun bir yansıması olarak da Libyssa’nın (Gebze) Nikea (İznik)’e yakın yerleştirilmesine neden olmuşve doğal sonuç olarak bazılarınca Astakos ve Olbia’nın kuzey kıyıda olduğunu varsayılmıştır. Aslında tam tersidir, çünkü Nikomedia’nın kuruluş efsanesinde Nikomedia’nın konumu, kartalve yılanın yeni kentin kurululacağı konumu belirlemek üzere, Astakos’un bulunduğu güney kıyıyı terk ettikleri, ve körfezi aşarak vardıkları karşı yamaç ile kesinlikle belirlenmektedir. Böylece Libanius’un aktardığı bu halk efsanesi Strabon’un metni ile uyum sağlamakta ve bir yanlış anlamanın yer açtığı eski coğrafya bilimindeki kargaşa ortadan kalkarak her şey yerineoturmaktadır. Yani Nikomedia ile Libyssa kuzey sahilde ve Astakos ile Olbia, ya da en azından Astakos karşı güney kıyıda olmaları gereken yerdedirler.

Roma İmparatoru Macrinus döneminde Nikomedia’nın karşısında Eribolon adlı bir limanın olduğu kesindir.35 Olasılıkla Başiskele (Astakos ?) ve Yuvacık’a (Olbia ?) çok yakın olan Sekban/Seymen’dir.36. Bu yerleşim Ptolemeus tarafından Eribaea diye adlandırılmıştı.37

333, Bordeaux’lu Bir Hacı

Kudüs’e gitmekte olan ancak ismi bilinmeyen Bordeaux’lu bir Hristiyan hacı adayı gezi notlarısunmamış olsa da yöremiz ve çevre yerleşimleri arasındaki uzaklıkları vermiştir:

Khalkedon’dan (Kadıköy) hareketNarses (Narsetea/Maltepe) 7 milPandicia (Pendik) 7 milPontamus (Gebze ?) 13 milLibyssa (Diliskelesi ?) 9 milBrunga (Yarımca) 12 milNikomedia (İzmit) 13 milEgribolum (Eribolon/Kavaklı ?) 10 milLibum / Libo (Sapanca ?) 11 milLiada (Uzunçayır ?) 12 milNikaea (İznik) 9 milSchine 8 milMidus 7 milChogea 6 milThatesus 10 milTutadus (Geyve yakınlarında Tottaion) 9 milProtoniaca 11 milArtemis 12 milDable (Taraklı yakınında Dablis) 6 milCerate (Gerede) 6 milBithynia-Galatia sınırı 10 mil

Yine aynı şekilde, aşağıda göreceğimiz iki çizelge daha yöremiz yerleşimleri arası uzaklıklar hakkında bilgi vermektedirler:

33 Ruge, Real Encyclopedia, 486: Ptolemaios 5-1

34 Ruge, age, 486: Ptolemaios 5-1, 8-10. satırlar35 Adem Işık, age., s.54: Cassius Dio Cocceianus, H.R., LXXIX, 39, 3 - Macrinus36 Y.U.: Geniş bilgi için bkz. Miliopuios I. P., İzmit Körfezi’nde Sekban İskelesi Kazısı, Eribolos, Arkeolojik ve Topografik Araştırmalar, 1923

37 Texier, age, c.1, s.130

17

Antoninus’un Çizelgesi:38

Kalkhedon/Kadıköy

Pantichium/Pendik 15 mil

Libyssa/Gebze 24 mil

Nicomedia/İzmit 22 mil

Peutinger’in Çizelgesi (Tabula Peutingeriana):39

Roma dönemi askeri yolları gösteren bu haritada bögemiz uzaklıkları şu şekilde gösterilmektedir:

Kalkhedon (Kadıköy)

Libyssa (Gebze) 37 mil

Nicomedia (İzmit) 23 mil

Bir başka çizelge ise 1884 yilinda İtalyan rahip Gian Francesco Gamurruni (1835-1923), Arezzo’da Santa Flora kütüphanesinde bulduğu el yazması “Itınerarium” ile ortaya çıkmıştır. Kitabın geriye kalan orta sayfalarindan Eugeria adlı bir bayanın ilk olarak İstanbul’a geldiğini ve buradan yürüyerek Bithynia, Galatia ve Kappadokia’yı geçerek Tarsus’a ulaştığını ve 381 sonbaharında Kudüs’e vardığını görüyoruz.

845, İbn Khordadbeh (Hurdadbi)

Nikomedia eyaletinin antik kalıntılarına da vurgu yapan ilk anlatımı 845’de Batı İran – Arap Posta Servisi’nin emri ile İstanbul’a kadar akın güzergahları hazılayan bir Arap yazar İbn Khordadbeh’den, eyaletin, “üç hisar” ile “şimdi o bir harabe” dediği Nikomedia kentinden oluştuğunu açıklaması ile gelir. Khordadbeh’in anlatımı daha sonraki yazarlarında yinelediği gibi kentin harabe halini abartılı şekilde açıklar. Bu olasılıkla, hasar görmüş olan limana yakıneski mahalleri nedeniyile kentin dokuzuncu yüzyılda akrapolise doğru çekildiğini anlatıyordu.

Kentin aynı zamanda İstanbul ana yolu üzerinde bir istasyon olduğunu belirtir.40

10. yy., Tellü Mevzeni Ebû Hüseyin Muhammed bin Abdülvahhab

İslam coğrafyacılarından Ebu’l Kâsım Muhammed bin Havkal, Kitabü’l Mesâlik ve’l Memâlik veya Sûretü’l Arz adlı eserinde, yaşı yüzü geçmiş olmasına rağmen aklı başında olduğunu belirttiği Tellü Mevzeni Ebû Hüseyin Muhammed bin Abdülvahhab’dan dinlediği seyahat notlarını şu şekilde aktarmaktadır: Alis nehri üzerindeki Sağire’yi bir binek hayvanla geçtik. Gölün geçidinden altı fersah yürüdük ve arka yolundan diğer bir gün daha yürüyerek Nikomedia denilen kente vardık. Buradan denizde iki gün gittik. Halkiz ve Nih denilen kente vardık. Buradan sabahleyin kalkarak Haliç’te gemiye bindik ve İstanbul’a geldik.41

38 Y.U.: İS 2. Yüzyıl sonu - 3. Yüzyıl başında hazırlanmış uzaklık cetveli 39 Y.U.: İS 3. Yüzyıl ortası veya 4. Yüzyılda hazırlanmış uzaklık cetveli Konr. Celtes tarafından bulunmuş ancak bundan sonra ondan alan Augsburg senatörü Konrad Peutinger’in adı ile anılmıştır. 40 Ibn Khordadbeh, Kitab al-Masalik w’al Mamalik, Bibliotheca Geographorum Arabicorum, S.6, 102, s. 113’den naklen Foss (2000), age, s. 31 41 Yusuf Ziya Yörükan, Müslüman Coğrafyacıların Gözüyle Ortaçağ’da Türkler, İstanbul 2004, s. 46, 83

18

1097, Kont Etien de Blois

26 Nisan 1097 günü Pelakanon (Tavşancıl yakınları) toplanarak İzmit’e yönelen 600,000 kişilk Birinci Haçlı ordusunda yer alan Champagne Kontu Etienne de Blois, Nikomedia’nın kutsal şehit Pantaleon’un Roma döneminde eziyet edildiği kent olduğunu söylemiş ve yerde yatan harabeleri kentteki tahribatı da kısmen “urbem desolatam a Turchis” Türklere bağlamıştı. Türkler, olasılıkla işgal ettikleri yerlerde ağır hasarlara sebebiyet vermişlerdi ancak bu bölgeyi daha yeni ele geçirmişlerdi ve hasarların temel nedeni, kesin olarak eski depremler idi.42

1147, Odo de Deuil

İkinci Haçlı orduları ile gelen tarihçi Odo de Deuil, İzmit’i gördüğünde, uzun süre önceki bir geçmişe ait muhteşem harabelerle kaplı idi. Odo, Nikomedia’yı şu sözlerle anlatılmaktadır:

“Quod nobis Nichomedia prima mostravit,que sentibus et dumis consita, ruinis subliminibus Antiquam suam gloriam et praesentium dominorum probat inerciam, frustra iuvabat eam quidam maris profluvius que de Bracchio consurgens post dietam terciam in ea terminatur.”

“Nikomedia bize ilk olarak şu görüntüyü verdi; dikenler ve böğürtlenlerle birlikte yükselmiş yüce harabeleriyle günün hükümranlarına eski görkemi ve eşsizliğini görüntülemekteydi. Boşbir gururla, güneşin Kol’da43 üç kez doğmasından sonra ulaşılabilen ve kendisine elverişli ulaşım imkanı sağlayan bir haliç44 ile sonlanırdı.”

İkinci geçişinde ise özel olarak Nikomedia adını belirtmese de kalıntılarla tamamen örtüşen bir anlatım sunmaktadır: “Deniz kıyısından başlayarak kentin kurulu olduğu yüksek bir tepede iyi korunan bir kale”yi anlatmaktadır. Görüldüğü üzere kent bir liman olarak işlevini devam ettirmişti dolayısıyla denizde gemileri ve olasılıkla buna bağlı ticareti korumak üzere kıyıda bir kale olmalıydı. Daha önceki dönemlerde bir kaleden bahsedilmemiş olsa da bu konumu daha dokuzuncu yüzyılda kazanmaya başlamış ve onikinci yüzyılda kent tamamiyle görkemli surlara dönüşmüştü;.45

1206, G. de Villehardouin

Latinler, 1206 yılında Nikomedia’ya da bir sefer düzenleyerek kenti aldılar. Kaleyi harabe olarak bulan Loos’lu Thierry, Aya Sofya kilisesini güçlendirerek savaşı buradan yönetmeyi düşünerek bir kale haline getirdi. Villehardouin’in anlatımına göre kilise çok yüksek ve çok güzeldi.46 Laskaris’in 1207’deki saldırısı karşısında başarısızlığa düşen Nikomedia’daki şovalyeler İstanbul’daki Latin imparatordan yardım istediler, Latin imparator yardıma gelince Laskaris İznik’e çekildi ve Latinler de garnizonlarını güçlendirdiler. Ancak Bizanslılar aynı ay sürpriz bir saldırı ile Thierry’i ele geçirdiler. Thierry’nin geri kalan adamları güçlendirilmiş Nikomedia Aya Sofya Kilisesine çekildiler. Ancak beş günlük erzakları olduğu için tekrar imparatoru çağırdılar. Laskaris, İznik’e bakan dağlarda, imparator Henry ise Nikomedia karşısındaki tarlalarda kamp kurdular. İmparator burada bulunduğu sürede uluslararası durumdan iyi haberi olan Laskaris’in bir elçisini kabul etti. Zira Bulgarlar o esnada Latinler için ciddi bir tehlikeydiler ve iki yıllık bir ateşkes için Latinlerin kenti boşaltması karşılığı

42 Foss, age, s. 35, dn 48: Gesta Francorum, 11.7; Etien 886 43 Y.U.: Kol, burada Aziz George’un kolu = İstanbul Boğazı 44 Y.U.: İzmit Körfezi 45 Foss, age, s. 37, dn 58: Odo of Deuil, op. cit., pp. 84, 89 ff 46 Villehardouin, La Conquête de Constantinople, 455: Faral baskısı 1938, II, s. 271. Aktaran Raymond Janin, Les Eglises et Les Monasteres des Grands Centres Byzantins, Paris 1975, s. 101

19

anlaşmaya varıldı. Latinler Aya Sofya Kalesini yıkarak çekildiler.47 Latin İmparator Henry 1211’de Mysia’da Rhyndacus nehrinde Laskaris’i yendi ve güneye ilerledi. Olasılıkla bu esnada İstanbul’un savunması için vaz geçilmez olan Nikomedia’yı tekrar ele geçirdi. 48

1380, Bourge’lu Bir Gezgin

Yaklaşık 1380 yılında Diliskelesi (Glossa) üzerinden Baccusa (?) ve Leyngouon’a (Gemlik ?) geçen Bourge’lu bir gezginin güzergahı 19. yy’da kaleme alınır ancak yöre hakkında hiçbir bilgi yoktur.49

1389, Smolensk’li Ignacius

1389 yılında Küdüs’ü ziyaret amacıyla Moskova’dan yola çıkan Smolensk’li Ignacius ise Sinop, Amasra, Ereğli, Sakarya ve Şile’den geçerek İstanbul’a gelmiştir. Smolensk’li İgnacius, Haziran’ın 25’inde Diospolis’e (Akçakoca), 26’sında Sakarya’nın ağzına, 27’sinde Daphnousias (Kefken Adası), Karphia (Kerpe Limanı) ile Astravia’ya (Ağva), 28’inde ise Fili (Şile) ve Riva (Riva, Kumdere) üzerinden geçerek İstanbul’a ulaşır.

1403 & 1404, Ruy Gonzales de Clavijo

1404 yılında İspanya Kralı’nın elçisi olarak Timur’un başkenti Semerkant’a varan Clavijo’nun kaleme aldığı seyahat (1403-1406) notlarında gördüğümüz üzere 14.11.1403 Çarşamba günü İstanbul’dan ilk çıkışında 15 Kasım’da bir kayalık üzerindeki küçük bir kale olduğunu söylediği ve nerdeyse denizle kaplanmış dediği Sequello (Şile) sahillerinden seyrederek Cenevizlilere ait küçük bir ada olduğunu belirttiği Finagia (Kefken Adası) ve Karpi’ye (Kerpe limanı) uğrar. İşte bölgemizdeki bu yolculuğun özet çevirisi:

O esnada Pera (Beyoğlu) valisince Tana (Azov) Denizi’nden gelmekte olan ve kaptanları savaşmayı bilmedikleri için güvende olmayan ticari yüklü Venedik gemilerine göz kulak olmaları için gönderilmiş silahlı iki tekne bu sulara gönderilmişti ve bunlardan biri de Kefken Adası açıklarında demirli idi.

16 Kasım 1403 Cuma günü Clavio’nun teknesi tekrar yola koyulmaya niyetlidir ancak havanın oldukça kötü olması nedeniyle demirde beklemek zorunda kalırlar. Finogia, üzerindekimsenin yaşamadığı küçük bir ada olup Türk sahillerinden iki mil açıktadır ve limanı çok güvenli olmadığı için diğer Ceneviz teknesinin Venedik gemilerini beklediği altı mil uzaklıktakiCarpi (Kerpe) limanına geçmeye niyetlenirler ancak tekne reisi yola çıkmak yerine beklemenin daha doğru olduğunu söyleyince biraz daha içeriye sokulurlar. Gece yarısı rüzgar daha da sertleşir ve deniz kabarınca küreklerin yardımı ile Ceneviz gemisine rüzgar altı yapacak şekilde aborda olmayı denerler ancak fırtınaya dönüşen rüzgar deneniyle beceremezler. Eski konumlarına dönmeye çalışırlar ancak bunu da başaramazlar. Ne Ceneviz gemisine ne de limana ulaşamayınca her iki demiri de funda ederler. Hava daha da artarak sular güverteye dolmaya başlar ama gece karanlığında yapacak bir şey yoktur ve herhes kendini Tanrı’ya emanet eder. Kerpe yakınlarındaki Ceneviz gemisinin de başı

47 Villehardouin 481-489. Aktaran Foss (2002), age, s. 40 48 Foss (2002), age, s. 40, dn 64: Bu seferin anlatımında Nikomedia’nın adı açıkça geçmemektedir ancak Akropolites, Latinler ve Bizanslılar tarafından kontrol edilen Anadolu topraklarını açıklarken Laskaris’in kuzey topraklarında olması umulan kent adını dahil etmemiştir. Birkaç yıl sonra kent Latinlerin elindeyken 1211 seferi kentin ele geçirilmesi için daha uygun görünmektedir. 49 Yerasimos Stephane, s. 98 : Lelewel Joachim, Géographie au Moyen Âge (Ortaçağda coğrafya) “İtinéraire XXII.. de Brugis per terram usque Vischa in Turchia per Constantinopolim. Deinde usque Jhrl-m per aquam”, Epilogue (C.5), s. 281-308, Brüksel 1857; Gilles de Bouvier, Le livre de la description du pays, Paris 1908

20

derttedir, her iki demirini de atmasına rağmen tutunamaz ve karaya sürüklenir ancak personeli bir bot ile kendilerini adaya atmayı başarırlar. Sabah aydınlığında Clavio ve diğer elçiler karaya çıkarlar, Timur’a sunulacak hediyeler ıslanmalarına ve dağılmalarına rağmen kurtarılmıştır ancak şimdi karadaki bu şeylere Türklerin kendi sultanlarına sunmak üzere el koyma olasılığından korkmaktadırlar.

Bu arada bazı Türkler gelerek kim olduklarını sorarlar, yanıt Peralı Cenevizliler oldukları ve dün gece kayalıklara sürüklenen gemiden çıktıklarını ve eşyalarını Capri’deki (Kerpe) diğer gemiye götürmeleri için atlarını tahsis ederlerse para ödeyecekleri şeklindedir. Türkler komşuköyden at bulabileceklerini söylerler ve gerçekten de Pazar günü atlarla geri gelirlerek onları Capri’ye götürürler. Buradaki teknenin kaptanı Amrossio onları ve eşyaları gemisine kabul eder. Bu arada birlikte bulunan ve Türkler tarafından tanınarak öldürülmesinden korkulan Timur’un elçisi de bir hıristiyan gibi giydirilir.50 Seyire elverişli bir hava için Salı gününe kadar beklerler. O gün yörenin şefi bir Türk gelerek bölgeden giysi ve diğer şeyler aldıklarını ve gümrük vergisini ödemeleri gerektiğini beliritir; Türkler onların ne Cenevizli ne de Peralı olmadıklarını anlamışlardır. Aynı gün öğleden sonra hava daha da sakinleyince Pera’ya dönmek üzere denize açılırlar. Kış geldiği içinde Mart ayına kadar beklemeye karar verirler.

21.03.1404 Cuma günü ikinci kez yeni ama bu kez silahlandırılmış bir tekneyle yola koyulan grup aynı gün akşamı Sequel’e (Şile) varır, gece yarısına kadar orada kaldıktan sonra daha önceki teknenin battığı Finogia’da (Kefken Adası) durmadan 23/03 Pontaraquia (Kdz. Ereğli) üzerinden yoluna devam eder.51

1433, Bertrandon de la Broquiere

Bertrandon de la Broquiere,52 Bourbogne dükü Philippe Le Bon adına 1432 yılında gizli bir görev için deniz yoluyla gittiği Kudüs’ten kara yolu ile dönüş yolculuğunda 1433 yılının ilk günlerinde bir İspanyol ve Cenevizli üç tüccarla birlikte İzmit’e (İzmid) varışından bir gün önce kentin yaklaşık dört fersah aşağısındaki (güneyindeki) ormanın kıyısındaki bir köyde (Karamürsel olmalı) geceleyen gezgin İzmit’i güzel bir kent olarak tanımlar. Lenguo (dil) adı verilen bir körfezin sonunda bulunduğunu ve körfezin bir ok atımı genişlikte olduğunu belirtir.

Karşı yakadaki İzmit’ten İstanbul’a olan yolun nisbeten daha seyahat edilebilir olduğunu belirten Bertrandon, bu bölgedeki bir kasabada (Darıca ? Kartal?) Rumların Türklerden sayıca çok olduğunu ancak öte yandan Rumların, Latin hristiyanlardan Türklerin ettiğinden daha çok nefret ettiklerini belirtmektedir. El yazması gezi notları 1804 yılında yayınlanmıştır.

1469, Antonio di Torriglia

Galata'daki (Pera) Ceneviz (Genova) noterlerince, 1408-1490 yılları arasında düzenlenen ve günümüzde Genova Devlet Arşivi'nde korunan 124 belge, A. Roc-catagliata, Notai genovesi in Oltremare. Pera, Genova 1982 adı altında yayımlanmıştı1. Belgeler, yaklaşık seksen yıl gibi sınırlı bir dönemi kapsasa da, fetihten hemen önceki ve sonraki Ceneviz Galatası'na ilişkin ipuçları sunar: Türklerin İstanbul'a yaklaşması belli bir tedirginlik yaratmıştır; 1453'te kent Türkler tarafından fethedilir ancak Galata'da ticaret yaşamı devam etmektedir; Galata'yabir kadı tâyin edilir; 1475'te Kefe de alınır, bu kentteki Latinler İstanbul'a getirilir ve çoğu dahasonra buradan Sakız'a ve Genova'ya gider.

50 Yolculuğun 1402 Ankara savaşı hemen sonrası olduğu düşünülür ise gerçekten Timur’un elçisi için bir hayati tehlike söz konusudur. 51 Ruy Gonzales de Clavijo, çev. Ömer Rıza Doğrul, Embassy to Temerlane 1403-1406 – Anadolu, Orta Asya ve Timur, 79, Istanbul 1993, s. 74, 78 52 Bertrandon de la Broquiere, Le Voyage d’Outremer de Bertrandon de la Broquiere (1432-1433), s. 138-139, Paris 1892. Bu eserin İlhan Arda tarafından yapılmış Türkçe çevirisi 2000 yılında “Bertrandon De La Broquiere’in Denizaşırı Seyahati” adıyla 2000 yılında İstanbul’da yayınlanmıştır.

21

Belgeler arasında Genova Ticaret Dairesi'nde görev yapan ve 1466 ve 1469 yıllarında Karadeniz'e yaptığı yolculuklar nedeniyle Pera'ya (İstanbul Beyoğlu) gelerek mersin balığı, orkinos, havyar ve kumaş ticaretiyle meşgul olan Antonio di Torriglia'nın53 Costantino Lomellino'ya yazdığı bir mektup ve eki de vardır (27 Kasım 1469-18 Aralık 1469). Mektubun bir bölümü şöyledir:54

"18 Ekim'de Kefe (Kırım) Limanı'ndan ayrıldık; ertesi gece Laie Burnu'na yanaştık. Burada başka gemi dümencileriyle konuştuk; bize güney ve lebogius (lebegi; güneybatı) arasında yolalmamızı söylediler ama bizim dümenci güneye doğru çeyrek güneybatı yönünde gitmek istedi ve böylece onlardan ayrıldık ve beş gün sonra kendimizi Penderache (Herakleia; Kdz. Ereğli) taraflarında bulduk. Kaptanımızın deneyimsizliği ve bilgisizliği yüzünden Türkiye'nin bu taraflarında demir atacağımız bir yer bulamadık. Bu arada batı ve kuzeybatı rüzgârlarının esmesiyle Sinop yakınlarındaki Armenus (Harmeno) Limanı'na kadar gitmek zorunda kaldık. Ne kadar fırtına, yağmur, kasırga atlattığımızı anlatmak çok zaman alır. Birkaç gün sonra limana silahlı üç fusta'yla (fusta; fosta; bir tür gemi) birlikte Harmenolu Musa yanaştı, Sivastopol ve Gotların tarafına gitmek istiyormuş. Harmeno Limanı'ndan ayrılarak Castellae (Hisarlar; Amasra'nın doğusu) Limanı'na doğru yola çıktık, ayın yirmisinde Pera'ya ulaştık. Constantinopolis'te (İstanbul) ve Pera'da veba salgını var ve her gün beş-altı kişi ölüyor. 18 Aralık: Yukarıdaki mektubu yazdıktan sonra Carpi (Kirpe - Kerpe) Limanı'na55 F. de Savignono'ya ait gemi yanaştı. I. de Grimaldis, oğlu ve M. de Nigro buradan Bursa'ya, oradan da Sakız'a gittiler. Bu arada, bu limanda, gemiyle birlikte bulunan iki ığripardan, Allecsi adını taşıyan ve G. Sufiano'ya ait olan bir ığripar, Aziz Andrea arefesinde (29 Kasım) battı; gemidekiler, üstlerindekiyle kurtuldular, malları ise yitirildi. Şu anda vebadan ölen bir kimseden söz edilmiyor. Size çok fazla bilgi veremiyorsam şaşırmayın, çünkü veba korkusundan gemide yiyor ve içiyorum, kimseyle temas etmiyorum. Fustaların kaptanı, Türklerin dominus'u (Sultan) tarafından görevinden alındı, Aziz Andreas arefesinde Gelibolu taraflarından İstanbul'a gelmişti. Bu olaydan sonra büyük bir geçit resmi yapıldı. Yaygın bir şekilde, çok kısa bir zamanda çok büyük bir donanma oluşturulacağı söyleniyor".

1514, Haydar Çelebi

Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır seferine katılan Haydar Çelebi, 21 Mart 1514’de Edirne’den hareketle 20/04 Üsküdar, 23/04 Maltepe, 24/04 Pendik, Papas Çayırı (Çayırova), Kekboze (Gebze), 26/04 Değirmendere, 27/04 Hereke, 28/04 İznikmid (İzmit), 19/04 Kazıklı (Kavaklı), 01/05 İznik’e varır. 10.04.1516’da bir kez daha Edirne’den hareketle 07/06 Maltepe, 08/06 Papas Çayırı, 09/06 Gebze, 10/06 Hereke, 11/06 Çınarlıdere, 12/06 Hocalı (Kiles) deresi üstündeki Deristan (Sitare) Köprüsü, 13/06 Kazıklı köyünden sonra Derbend ağzı üzerinden İznik’e yönelir.56 Haydar Çelebi’nin Ruznamesi günü gününe tutulmuş olması nedeniyle önemlidir.

1522-1523 & 1533-1536 & 1548-1549 Matrakçı Nasuhi

Sultan Süleyman’ın Rodos Seferi’ne (1522-1523) ve Irak Seferi’ne eşlik eden Matrakçı’nın notlarını da bir seyahatname olarak kabul etmek gerek. 07.06.1522’de Üsküdar’dan hareketle 09/06 Maltepe, 20/06 Tekfur çayırı (Çayırova), 21/06 Hereke, 22/06 Çınarlı, 23/06 İznikmid (İzmit) ve Sitare köprüsü, 24/06 Kazıklı (Kavaklı) üzerinden İznik’e doğru yol alırlar. Dönüşte İzmit Körfezi’ni denizden geçerek 25/01/1523 tarihinde Diliskelesi üzerinden İstanbul’a ilerlerler.

53 A. di Torriglia, bir grup belgede adı sıkça geçen Niccolò di Torriglia'nın kuzenidir, günümüze ulaşan, ailesine, dostlarına ve ortaklarına yazdığı çok sayıda mektubu vardır, Roccatagliata, op. cit., s. 9. 54 Erendiz Özbayoğlu, XIII. Türk Tarih Kongresi Ankara 4-8 Ekim 1999, XV. Yüzyıl Geneviz-Galata Noter Belgelerinde Osmanlı İzleri, c. III, kısım III, Ankara 2002, s. 4-5 55 Bu yer için bkz. Pistarino, op. cit., s. 438, n. 74. Ceneviz-Galata Noter Belgeleri 556 Stephane Yerasimos, Les Voyageurs Dans L’Empire Otoman, Ankara 1991, s. 130: Haydar Çelebi Ruznâmesi (1514-1518), Feridun Bey, Mecmu’a-i Münşeat el-Selatin, c.1, s.221, İstanbul 1857

22

Matrakçı’nın Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn adlı yapıtında Kocaeli’deki Konaklama Noktaları

Kanuni devrinde yaşamış değerli bir hattat, ressam, matematikçi, tarihçi hatta silahşör olan ve kendince kimi oyunlar icat etmesi nedeniyle Matrakçı ya da Matraki lakabı ile ünlü Nasühü’s Silahi’nin “Beyan- Menazil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleyman Han” adlı eser Kanuni’nin 1534-1536 yılları arasındaki Safevilere karşı ilk İran seferini konu edinmiştir. Bununla birlikte Nasuh, sefer esnasında konaklanan yerlerin yani menzillerin resimlerini yapmak ve adlarını kaydetmek sureti ile gerçekten bir Menzil-name oluşturmuştur.57

Bu eserde bulunan menzil resimlerin sembolik olmaktan çok, genellikle ait oldukları yerleşim birimleri ve konak yerlerini oldukça doğru, asıllarına uygun bir şekilde gösterdiklerini belirtmemiz gerekir. Kitabın orijinal adı Mecmu-ı Menazil olup daha sonra verildiği anlaşılan adındaki Irak kelimesini Irak-ı Acem yani İran olarak algılamak gerekir. Nasuh adını verdiği kentler hakkında pek bilgi vermez ama ordunun geçişi ile ilgili verdiği günü gününe bilgiler onun sefere katıldığını göstermektedir. Nasuh’un resmettiği menzillerden Birinci Merhale’de bizi ilgilendirenlerin isimlerini şu şekilde sıralamak olası : İstanbul, Üsküdar, 15/06/1534 Kışşahan Köprüsü (Kemer Köprü) ve Tekfur Çayırı, 16/06 Gegibize (Gebze), 17/06 Kal’a-i Hereke, 18/06 Çinarlu ve Sazludere, 19/06 izniğumid (İzmit) ve Cisr-i Sitare (Sitare Köprüsü),20/06 Derbend-i Kazıklı (Kavaklı) ve 22/06 Kal’a-i İznik. Dönüş yolundaki uğrakları ise 03/01/1536 Sitare (Kiles) Köprüsü ve Merenlü (Karamürsel?), 04/01 İznikmid, 06/01 Geğbüze (Gebze) üzerinden 08/01’de İstanbul’a varış şeklindedir.

İzmit’i 31 x 22 cm ölçülerinde tam sayfa olarak minyatürleyen Nasuhi’nin çiziminde kent, yer yer yıkılmış surlarla çevrilidir. Deniz gösterilmemiştir. Bundan kentin henüz 16. yy’da kentin dışına yayılmadığını anlamak olasıdır. İç kale de gösterilmemiştir. Sur içinde sol altta görülen dik çatılı, tek minareli, yanında ikişer kubbeli mekanlara sahip cami, Pertev Paşa (bugün YeniCuma) Külliyesi öncesi bir yapı topluluğu olabilir. Ortadaki tek minareli ve kubbeli cami, sağ alt tarfta görülen hamam da Yukarı Pazar (Süleyman Paşa) hamamı olabilir.

Nasuhi’nin son yıllarda ortaya çıkmış 1548-49 ikinci İran seferi hakkındaki eseri, sözü geçen konak ve menzillerin tam olarak belirlenmesinde büyük yardımcı olmuştur.58 Bu sefere de katıldığı anlaşılan Nasuhi 14 yıl önce yaptığı üzere yeniden resimlememiş ancak hem menzil isimlerini daha doğru tesbit etmiş, hem de adını verdiği konaklar, ordunun durumu,satın alınan arpa, buğday, un gibi ihtiyaç maddelerinin fiatları hakkında bilgiler vermiş, daha önce yazmak imkanını bulamadığı menziller arasındaki mesafeleri mil olarak belirlemiştir.

57 Hüseyin G. Yurdaydın, Nasühü’s-Silahi (Matrakçı), Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn, Ankara 1976

58 Y.U.: Bu sefer esnasında, Kanuni’nin İzmit’ten Şah İsmail’e yazdığı ve daha önce tutsak edilmiş İsmail taraftarıKılıç adlı biri ile gönderdiği mektup oldukça önemli olup şu şekilde özetlenebilir: Bil ki ilahi hükümlerden yüz çevirenlerin, dini ve yasaları yıkmaya çalışanların, bu hareketlerine bütün Müslümanların ve bu arada adaletli hükümdarların, gücü oranında engel olmaları gerekir. Bunu söylemekten amacım şudur: Tekke köşesinden hükümdarlığa yükselen sen, bu yolda yürüdün. Müslüman ülkelere saldırdın. Acıma ve utanmayı bir yana bırakıp zulüm kapılarını açtın. Günahsız Müslümanları incittin. Bozgunculuğu ve bölücülüğü kendin için temel kabul ettin. Hükümdarların yapması gereken doğru işleri ve hükümleri, keyfince değiştirip yasaları yıktın. Daha bir çok yanlış işler yaptın. Bunlar senin yaptığın kötülüklerden yalnızca birkaçıdır. Bu nedenle din adamları kesin kayıtlara dayanarak senin dinden çıktığına, senin ve sana bağlı olanların öldürülmesinin, mallarının yağmalanmasının, kadın ve çocuklarının tutsak edilmesinin din bakımından uygun olduğuna oy birliği ile karar verdi. Bu durum karşısında ben, Tanrı’nın emrini yerine getirmek, baskı altında kalanlara yardım etmek için zırhımı giydim, kılıcımı kuşandım, atıma bindim ve yola çıktım. Amacım Tanrı’nın yardımıyla senin padişahlığını yok etmek ve böylece yaptığın kötülükleri engellemektir. Ancak savaştan önce sana tekrar Müslüman olmanı öneriyorum. Eğer yaptıklarına pişman olup içtenlikle tövbe eder ve aldığın kaleleri geri verirsen, seni dost olarak kabul ederim. Ama yanlış yapmaya devam edersen, kötülüklerinle berbat ettiğin yerleri kurtarmak ve senin elinden almak için

Tanrı’nın izniyle yakında geleceğim. Takdir ne ise öyle olacaktır. (Bu mektubun yanıtı gelmeden, Yavuz ikinci bir

mektup daha gönderecektir. Yavuz Ercan, Türkler Ansiklopedisi, c.9, Yavuz Sultan Selim Dönemi, s.428)

23

Aşağıda Feridun’un ünlü eseri ile Nasuh’un birinci İran seferindeki eserinde resimleri bulunanyerleşim isimlerinin bizi ilgilendirenleri ile ikinci seferinde yer alanları ve bu yerler hakkında, karşılaştırmalı olarak tamamlayıcı bilgiler vereceğiz.

15 Haziran 1534Feridun, Münşeat, I, 584 : Tekur ÇayırıMatrakçı (1533-36), 10a : Kışşahan Köprüsü Tam sayfa resim. Dere üzerinde bir köprü.Matrakçı (1548-49) 15a : Kışşahan Köprüsü1 Nisan 1548, mil 16.” Mezkur konak uzak konaktır. Arapanın kilesi onara alındı”Leunclavius (1548),419,3 : Kisehon Tzupri, 16 mil.Ali, Nusretname (1578),115b : Çay Köprü

Feridun’da geçen Tekur Çayırı, I. Selim’in 1514 İran seferi rüznamesinde Tekfur Çayırı, Katip Çelebi’de ise Sultan Çayırı ve Tekür çayırı şeklinde geçmektedir. Burası Fatih’in son seferinde konakladığı ve öldüğü Tuzla Yarımadası düzlüğünde bulunduğundan IV.Murad’ın 1637 Bağdad seferi rüznamesinde görüldüğü üzere aynı zamanda Tuzla denilen yer olmalıdır. Bu yerin doğusunda Kemiklidere denilen küçük bir dere vardır, üzerinde iki büyük ve iki küçük sivri kemerli bir köprü vardır. Bu köprünün doğu tarafı uzun zamandır haraptır ve zaruri hallerde kullanılmak üzere kalaslar yerleştirilmiştir. 1927 yılında Taeschner’e adının Kemer Köprü olduğu söylenilen bu köprü, onun da belirttiği üzere Matrakçı’nın kaydettiği Kışşahan Köprüsü olsa gerekir.

16 Haziran 1534Feridun, Münşeat, I, 584 : Geğbüze (Gebze)Matrakçı (1533-36), 12b : Gegibize (Gebze)Kasabanın resmi sayfanın yarısını kaplamaktadır.Matrakçı (1548-49), 15a : Gegivize’yi geçüb Dil Deresi2 Nisan 1548,mil 15.”Mezkur konak orta konaktır. Arapanın kilesi beşere alındı”Leunclavius (1548),419,4 : Jeibise (Gebze) kasabasından sonra Dil Deresi 15 mil.

Katip Çelebi’nin belirttiğine göre ordugah ya Gebze’de ya da Sultan Çayırı’nda kurulurdu.

17 Haziran 1534Feridun,Münşeat,I,584 : Hereke Matrakçı (1533-36),13a,orta : Kal’a-i HerekeMatrakçı (1548-49),15a : Hereke’yi geçüb Çınarlüdere3 Nisan 1548,mil 21.”Mezkur konak uzak ve taşluk yer olub arapanın kilesi altışara alındı”Leunclavius (1548),419,5 : Hergie

Burası Matrakçı’nın ikinci eserinde olduğu gibi Leunclavius ve Katip Çelebi’de de ordugah yeri olarak değil bir geçit olarak geçmektedir. Leunclavius’un, Kanuni’nin İkinci İran seferi menzillerini Matrakçı’nın ikinci eserinden almış olması gerekir.

18 Haziran 1534Feridun, Münşeat, I, 584 : Şazludere (Sazlıdere)Matrakçı (1533-36), 13a, altta : ÇınarlüBir tepe üzerinde dört ağaç.Matrakçı (1548-49),15a : ÇinarlüdereLeunclavius (1548),419,5 : Ginarli-dere, 12 mil.

Burası Kiepert haritasında Tshinarli (Çınarlı) Dere şeklinde geçmekte, I.Selim’in İran seferi Rüznamesi’nde Çınarlı adı ile köy olarak gösterilmektedir. Katip Çelebi burası için Gebze ve İzmit arasında Çınar Çayırı demektedir.

24

19 Haziran 1534Feridun, Münşeat, I, 584 : Sitare KöprüsüMatrakçı (1533-36),13b,üstte: İznigümid altta : Cisr-i SitareMatrakçı (1548-49), 15a : İznigmid’i geçüb Sitare Köprüsü4 Nisan 1548, mil 12.”Mezkur konak yakın olub,köprüler çökmesinden hayli müzayaka çekildi. Arapanın kilesi beşere alındı”Leunclavius (1548),419,6 : İznimid’i geçince Sitara Tzupri (Köprü), 12 mil.

İzmit’in kendisi, bir menzil adı olarak XVII. yy. rüznamelerinde geçmektedir. Bu şehrin adının, kaynaklarımızda İznigümid, İzniğmid, Nigömid şekillerinde geçmesi, eski adı Nikomedia’dan gelmektedir. Sitare Köprüsü ise, tıpkı Kiepert’in işaret etmesi Chodjaly (Kocali) Dere gibi, İzmit Körfezi’ne dökülen su akıntılarının üzerinde olan bir köprü idi. Bugün mevcut olmayan bu köprünün adına sadece I.Selim ile Kanuni’nin seferleri rüznamelerinde rastlanmakta, dahasonraki rüznamelerde hiç geçmemektedir.

20 Haziran 1534Feridun, Münşeat, I, 584 : KazıkludereMatrakçı (1533-36), 14a, üstte: Derbend-i KazıkluMatrakçı (1548-49),15b : Derbend ağzında Karye Kazıklu5 Nisan 1548, mil 26. ”Mezkur konak kısa olub,yolda bir ağaç köprüden geçiliyor.Arapanın kilesi dördere alındı”Leunclavius (1548),419,7 : Chaziclu,8 mil.

Kazıklı (günümüzde Kavaklı), İzmit’in karşısında İzmit Körfezi’nin güney kıyısında bir iskeledir. Katip Çelebi’ye göre, Kazıklıbel İzmit’ten 4,5 saat uzaklıktadır.

1530-1531, Abu al-Barakat Muhammad Badr al-Din al Ghazzi-Mekki

16. yüzyılda yurdumuzu dolaşan Arap seyyahlarından ve Şam şafi müftüsünün oğlu olan Abual-Barakat Muhammad Badr al-Din al Ghazzi-Mekki seyahatnamesi (1530-1531),59 babasının1530’daki ölümünden sonra olasılıkla babasının yerine geçmek için onay almak üzere İstanbul’a doğru yola çıkışını içerir. 23/06 İznik, 25/06 İznikmid (İzmit), 26/06 Kekibaza (Gebze) üzerinden İstanbul’a varır. 06/09’da kısa bir deniz yolcuğu için İstanbul’dan yola çıkar, 08/09 İzmit, 03/11 Manzil Dil (Diliskelesi), Hersekoğlu Ahmet Paşa Kervansarayı (Hersek-Altınova) ve Kekibiza (Gebze)’yi ziyaret eder. 09/06/1531’de dönüş için İstanbul’dan hareket eder, 10/06 Kartal, Kikibiza (Gebze), Dil (Diliskelesi), Darband (Kızderbent) üzerinden İznik’e yönelir.

1547, Pierre Belon

Fransız doktor, hayvan bilimci ve botanikçi Pierre Belon 1517’de Le Mans’da doğdu. Paris’te tıp eğitimi aldı, sonrasında Wittenberg Üniversitesi’nde Valerius Cordus’dan (1515-1544) botanik eğitimi aldı. I.François’nın son hükümranlık yıllarında 1546-1549 arası Yunanistan, Anadolu, Mısır, Arabistan ve Filistin’e bilimsel bir gezi yaptı. Bu dönemde Fransa ve Osmanlı arasında bir bağlaşıklık anlaşması imzalanmıştı. Gezisi daha sonra diplomatik bir göreve dönüştü. Resimlerle süslü tam gezi notları “Voyage au Levant”ı601553’de yayınlandı. Eseri birdoğa bilmcinin fauna ve flora üstüne doğal ilgisini yansıtsa da gezdiği bölgelerin özgün geleneklerini de içermiştir. Rönasansın ünlü gezginlerinden biri olarak kabul edilir.

59 Ekrem Kâmil, Edebiyat Fakültesi Türk Semineri Dergisi, sayı 1-2, 1937 İstanbul 60 Y.U.: “Levant” Fransızcada “gündoğumu” anlamına gelip çoğunlukla Doğu Akdeniz ülkelerini tanımlamaktadır.

25

Belon, 1547 yılında Makedonya ve Yunanistan üzerinden gelerek Bithynia’yı gezdi.61 Nikomedia harabeleri ve bugün Prens Adaları olarak adlandırılan Marmara’nın doğusundaki adalara yaptığı gezi bu denizdeki eski balıkları ve uygulanan çeşitli balık avı tekniklerini tanımasına olanak sağlar.62 Buradan Çanakkale üzerinden Mısır’a doğru yola çıkar.

Belon’un anlatımına göre bugünkü adı ile İzmit, aynı adı taşıyan körfezin ucunda kurulmuş veüç yüz kadar hanesiyle Kocaeli bölgesinin merkezidir. “Nicomédie (İzmit) bir bıçağın sırtına yerleşmiş gibidir. Sur kuleleri çok büyüktür. Surlar, limanın alt kısmından başlayıp tepenin ucuna varıyorlardı. Kent tamamiyle harap olmasına karşın burçlar ve körfezin ucundaki en yüksek noktaya kurulmuş kule tamamen ayaktaydı. Kulenin içinden geçen surlar dolana dolana uzanıyordu. Kalenin surlarındaki kulelerin biriyle diğeri arasındaki uzaklık onsekiz kademden çok değildi. Bu kuleler oldukça çok güçlendirilmişlerdi, pişmiş tuğlalarla örülmüş ve çok sağlam harç kullanılmıştı. Kale konumu itibarıyle, dağın tepesine çok güzel bir yere oturtulmuştu. Çeşmelerin suyunun bol olmasının sağladığı olanaklar sayesinde burası Rumların ve Türklerin oturdukları bir yer haline gelmişti.”

1547-1550, Pierre Gilles (Petrus Gyllius)

Alby’li Doğa Bilimci Pierre Gilles’in kaleme aldığı ve 1547-1550 yıllarını kapsayan özellikle doğa tarihi üzerine gezi notlarında özellikle İstanbul topografyası (Kalos Agros-Hünkar Çayırı dahil); Marmara, Çanakkale bölgeleri ve antik yollar ele alınmaktadır. 1548 yılında Osmanlı ordularının İran’a seferinden yararlanarak Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi Mösyö d’Aramont ile birlikte Anadolu ve İran’ın bazı bölgelerini de gezme olanağına kavuşarak 1549 yılı sonuna doğru İstanbul’a dönmüştür. Ancak Gilles, İran seferini kaleme almamıştır. Buna karşın bu seferin öyküsü elçilik sekreteri Jean Chesneau tarafından yazılmıştır. Gilles’in eseri, İzmit milletvekili Fuat Carım tarafından “Kanuni Devri’nde İstanbul” adı ile Türkçeye çevrilmiştir. Ne yazık ki bu çeviriyi bulamadık.

1547, Gabriel de Luetz

Fransa Kralı II.Henri tarafından 1546 yılında Kanuni’ye bir bağlaşıklık anlaşmasını gündeme getirme göreviyle elçi olarak atanan Valabregues ve Aramon Kontu Gabriel de Luetz (1500 ?– 1554 ?), 6 Nisan 1547’de İstanbul’a vardı. 1547-1553 yıllarında gerçekleşen gezi notlarında, bölgemizle ilgili olarak Gemlik, İzmit ve Sapanca yer almaktadır. 6 Mayıs 1547’de maiyetiyle birlikte, Kanuni’nin doğu seferi için karargah kurduğu Diyarbakır’a gitmek için yola çıktıklarında 06/05 Maltepe, 07/05 Diachidesse (Darıca) ve Lebisa’dan (Gebze) geçerek 9 Mayıs’ta İzmit’e vardılar. İzmit’ten Sabangil (Sapanca)’ya geldikten sonra Sakarya nehrini geçerek Geyve’de kaldılar. Buradan Tavachy (Taraklı) üzerinden Bolu’ya vardılar. Buradan Huvada (Hendek), Giagaiel (Gerede) üzerinden Caragiola (Karagöl)’e ulaştılar. Dönüş yolunda 1550 yılı Ocak ayı ortalarında İznik, La Lingua (Dil), Gebizé (Gebze) ve Cartalinum (Kartal) üzerinden İstanbul’a vardılar. Seyahatname elçinin sekreterlerinden Jean Chesnau tarafından kaleme alınmıştır63 ve kitap ilk kez bu şekilde 1558’de Paris’te basılmıştır.

1548, Jacques Gassot

İstanbul’daki Fransız elçisi Aramon şovalyesi Luetz’e bir mesaj getirmekle görevlendirilen, II.Henri’nin sekreteri Jacques Gassot, 17.12.1547’de Venedik’ten yola çıkar, ancak İstanbul’a

61 C. F. Brisseau – Mirbel, Physiologie Végétale et de Botanique, Paris, 1815, s. 256 62 Belon,Les Observations des Plusieurs Singularités, c.1, böl. 70-75’den aktaran Louis Viven de Saint-Martin, Description Historiques et Géographique de l’Asie Mineure, c. 2, s.7

63 Jean Chesneau, Voyage de Gabriel de Luetz, seigneur d’Aramon, a Constantinople, Egypte et en Palestine (El yazmasındaki başlık ise: Voyage de Paris en Constantinople, celuy de Perse, avec le camp du Grand Turc, de Judée, Surie, Egypte, et de la Grece avec la descriptions des choses plus notables et remarquables desdits lieux: fait par noble homme Jean Chesneau, et par luy mis et rédigé par escrit.), Paris 1759

26

vardığında Sultan’ın 29 Mart’ta İstanbul’dan ayrılmış olması nedeniyle, yukarıda bahsettiğimiz üzere Elçi Aramon Şövalyesi ile birlikte 02 Mayıs1548’de İstanbul’dan yola koyulurlar. 07 Mayıs’ta Diachidissa’ya (Darıca) varırlar. Sonra sırasıyla Nicomédie (İzmit), Sabangich (Sapanca), Gene (Geyve) üzerinden Halep’e hareket eder. Kralın sekreterine yazdığı mektuplar daha sonra yayınlanarak 1547-1549 yılları arasındaki seyahatnamesini oluşturur. Yöre hakkında anlattıklarının çevirisi şu şekilde:64

Kadıköy’ü geçtikten sonra Türkler tarafından zengin tepe anlamında Maltepe adı verilen Nikomedia Körfezi girişindeki kıyıda konakladık. Ertesi gün kıyıyı izlemeye devam ederek Diachidissa’ya vardık. Dört mil uzağında Hannibal’ın kaldığı ve denildiği üzerede gömüldüğü yer olan Lybissa (Gebze) bulunuyor ancak harap olmuş, antik bir mezar çukuru, büyük taşlar ile Grekçe yazılmış hasarlı sütunlardan başka bir şey kalmamış. Buradan çok eski ve Bithynia’nın başkenti olan Nikomedia’ya vardık. Tamamen harap vaziyette, büyük bir surla çevrili, çok yüksek bir tepe üzerine oturmuş, Nikomedia Körfezi’nin sonlandığı sahile kadar yayılmış bir kent. Burada iki gün kaldıktan sonra aynı adı taşıyan gölün yanındaki Sabangich’e (Sapanca) ulaştık. Ertesi gün İstanbul’u fetheden Sultan Mehmet’in yaptırdığı Bithynia ve Galatia’yı birbirinden ayıran Sangari’yi (Sakarya Irmağı) aşan güzel bir taş köprüden geçtik. Bu ırmak Sultanönü denilen yerden doğuyor ve Karadeniz’e dökülüyor. Gene (Geyve) denilen yerde konakladık ve buradan harabe haldeki küçük bir kent olan Taraklı’ya geldik. Daha sonra dendiğine göre eski bir kaleye ait surların hala görülebildiği Göynük, Dibekli ve eskiden Abonomenia denilen Bolu’ya ulaştık.

1555, Busbecquius

Busbecquius (Ogier Ghiselin de Busbecq, 1521-1591), ise, 1554-1562 yıllarında Kanuni Sultan Süleyman zamanında Alman İmparatoru Ferdinand’ın büyükelçisi olarak İstanbul’da bulunmuştur. 22 Haziran 1554’de Viyana’dan ayrılan grup 25 Ağustos’ta İstanbul’a varışı sonrasında Amasya’da bulunan Kanuni’nin İstanbul valisine gönderdiği emirname üzerine Amasya’ya yolculuk edebilmiştir. 9 Mart 1555’de Üsküdar’a geçerek başladığı Anadolu yolculuğunu 10/03 Kartal, 11/03 Gebze, 12/03 İzmit, 13/03 Kasochli (Kazıklı), 14/03 İznik, Yenişehir, Pazarcık, Bozüyük, Ankara, Kızılırmak, Çorum üzerinden geçerek 7 Nisan’da Amasya’ya vararak başlatmış oldu. Bu yolculuk hakkındaki notları hızlı bir şekilde kaleme alınmış kısa notlardır, yine de topografik ayrıntılar içerir. 2 Haziran 1955’de Amasya’dan, 1562 sonbaharında ise Türkiye’den ayrıldı. Bu süreç 1555 – 1560 ve 1562 yılındaki mektuplarında incelenir. Diplomatik görevi boyunca bir sefir olarak Türklerin Macaristan’a saldırmalarına engel olmaya çalıştı. Seyahatnamesi Busbecquius’un İtalya’daki öğrencilik arkadaşı Nicholas Michault’a yazdığı dört mektuptan oluşur. Bu mektuplar aslında yayınlanmak için yazılmamış olsalar da 16. 17. ve 18. yüzyıllarda çeşitli dillerde basılmışlardır. Hollanda asıllı olup ilk leylak ve lale soğanını Istanbul’dan Avrupa’ya götürerektanıtan kişidir.65 Elçi Busbecquius’un yolculuğu Hüseyin Cahid Yalçın tarafından Türkçeye çevrilmiştir.66 Busbecquius ortaçağlarda bir çoklarının yaptığı gibi ses veren özet bir tanıtım yapmıştır. Bir çok tarihçinin notlarında ondan alıntılar mevcuttur. Busbecquius İzmit’i 1555’de gördü. Ona göre çok iyi tanınan eski bir kent idi; ancak değerli gözleminde eski haşmeti ile terkedilmiş bir sütun ve arşitrav kalıntısı hariç olmak üzere harabeler ve döküntüler dışında bir şey görememişlerdi, zirvedeki kale ise görece daha iyi korunmuş durumda idi.67

64 Jacques Gassot, Le discours du voyage de Venise à Constantinople contenant la Querele du Grand Seigneur contre Sophie, Paris 1550, s. 16-17 (Ayrıca bkz. Lettre écrite d’Alep en Syrie par Jacques Gassot seigneur de Défense a Jacques Thiboust Seigneur de Quantilly Notaire et Sécraitaire du Roy et son êlu en Berry; contenant son voyage de Venise a Constantinople, de la a Tauris en Perse et son retour audit Alep, 1674 & 1684 Bourges) 65 Busbecquius Ogier Ghislain, Itinera Constantinopolitanum et Amasium ab Augerio Gislenio Busbequio ad Solimannum Turcarum Imperatorem, 1582 Anvers. Gaudona tarafından yapılmış olan Fransızca çevirisi “Ambassade et Voyages en Turquie et Amassie” adı ile 1646’da Paris’te yayınlanmıştır. 66 Hüseyin Cahid Yalçın, Türk Mektupları, Ankara 1953. Ne yazık ki bu çeviriye ulaşamadım.

67 Foss Clive, age: Busbecq 1.134f. ; De Foy, Lettres du Baron de Busbec, Paris 1748, c.1, s.135-138

27

İşte yöremiz hakkında söyledikleri: Bir çok kişi İstanbul’a kadar yolculuk etmiştir ancak bildiğime göre zamanımızda hiç biri Amasya yolunu tutmamıştır. Kartal’dan Gebze’ye (Gébisé) geldik. Bu kent dünyanın en güzel görüntüsüne sahip. Bir yanda denize hakim, öbüryanda ise olağanüstü yükseklik ve büyüklüğe sahip servi ağaçları ile süslü sokaklara sahip İzmit’e (Nycomedie) açılan görüntü. Burası bir Bithynia kasabasıdır. Hannibal’in gömüldüğü yer olmasıyla tanınmış antik Lybissa olduğu sanılıyor.68 İstanbul’dan ayrıldıktan sonra dördüncü konağımız Nikomedia (İzmit) oldu. Burası eski çağlarda ünlü bir kenttir. Burada bazı surlardan, sütun tabanlarından ve sütun parçalarından başka dikkate değer bir şey göremedik. Eski görkemi ve ününden geriye kalanlar yalnızca bunlardı. Bir tepe üzerinde bulunan iç kale tümüyle korunmuş durumda. Bize bahsedildiğine göre, varışımızdan kısa bir süre önce zannettiğime göre Bithynia krallarının sarayının bir kısmını kazarken beyaz mermerden bir duvarın uzunca bir devamı ortaya çıkarılmıştı. Nikomedia’dan sonra Kazıklı (Kazocli) adlı küçük bir köye gittik. Buraya ulaşabilmek için bir dağı tırmanmak zorunda kaldık, köy de bu tepenin ardındaydı. Oradan da hareketle çakalların çığlıkları altında saat birbuçukta Nikaea’ya (İznik) vardık.

Busbecqius’un bir ilginç gözlemi de yöremizdeki hayvan yetiştiriciliği üzerinedir:69 Pontus (Karadeniz) yöresinden Kappadokia’ya giderken Bithynia’da gördüm ki tüm insanlar ve hatta çiftçiler taylarına insancıl bir şekilde yaklaşıyorlar, onları sanki çocukları imişcesine oksuyor ve eve girip çıkmalarına izin veriyorlar. Nerdeyse memnuniyetle aynı masayı da paylaşacaklar. Her birinin boynunda nazara karşı bir muskası da bulunan bir çeşit gerdanlık var. Nazardan çok korkuluyor. Sürücüler de atlarını aynı yumuşaklıkta, hayvanlarını okşayarak hatta onlarla dostça konuşarak ve çok zorda kalmadıkça kesinlikle öldüresiye dövmeden sürüyorlar. Aynı şekilde atlar da insanlara dostlar, çifteleyen, ısıran ya da kötü huylu bir ata rastlamak oldukça zor. Çevrede gördüklerimiz oldukça iyi beslenmişlerdi. Bizim uyguladığımız yöntemlerle bunlar arasında ne kadar fark var. Bizim sürücülerimiz hayvanlarabağırmaz ve böğürlerine vurmazlarsa olmaz zannediyorlar. Onları korkutmak ve insana saygıgöstermelerini sağlamak amacıyla boş yere yüz kırbaç vurulması gereğine inanıyorlar. Bunun sonucu olarak da ahırlara girdiklerinde hayvanlar kesinlikle onlar için iyi düşünmüyor, korkudan tir tir titriyorlar. Türkler ayrıca atlara daha rahat binebilmek için diz çökmelerini öğretiyorlar. Onlara yerdeki bir değneği ya da kilimi dişleri ile alarak sahibine getirmeyi gösteriyorlar. Bu eğitimi başarabilenlerin burnuna uysallıklarının karşılığı bir ödül olarak gümüş bir halka takıyorlar. Binicisi yer düştüğü zaman yerinden kımıldamayan bir çok eğitimliat ile kendi başına bu eğitimi yapan atı yahut da oldukça uzak bir noktadan kendilerine emirler veren eğitimcinin söylediklerine itaat eden atı aynı yerde gördüm. Bazı beygirler vardıki sahibi üst katta benimle birlikte yemek yerken kulaklarını dikip tetikte kalıyorlar, sesini işitince de kişniyorlardı. Türk atlarının üstün özelliklerinden biri de sürekli boyunlarını gererekkoşmalarıdır. Bu nedenle onları kısa bir mesafede durdurmak olanaklı değildir. Sanırım bu onlara takılan gemin bir kusuru. Türkiye’nin her yerinde aynı cins gem kullanılmakta. Bizde olduğu gibi ağza uyacak şekilde değişken değil. Türk atlarına vurulan nalın ortası bizdeki gibiaçık değil, sağlam ve deliksiz. Bu nal hayvanların ayaklarını daha iyi koruyor. Burada atlar daha uzun yaşıyor. Yirmi yaşında atlar gördüm ki bizim sekiz yaşındaki atlarımız kadar canlı ve kuvvetliydiler. Gördükleri hizmetler nedeniyle bütün hayatları boyunca Sultan’ın ahırında yaşamaya hak kazanmış bazı atların kırk sene hatta daha fazla ömür sürdükleri biliniyor. Peksıcak yaz gecelerinde Türkler, atları kapalı yerlerde tutmazlar, gecenin serinliğine çıkarırlar, üzerlerini kaba bir örtü ile örttükten sonra altlarına biraz kuru gübre sererler. Hayvana yatak olarak bütün sene toplayıp güneşte kuruttukları ve alt üst ederek toz haline dönüştürdükleri atın gübresini kullanıyorlar. Başka bir şey katmadıkları kesin. Saman kullanmıyorlar. Hatta bunu hayvanlara yem olarak da vermiyorlar. Yedirdikleri biraz kuru otla biraz da arpadan oluşmakta. Bu onların semirmesinden çok beslenmelerine yarayan bir besin. Türkler, atlarının narin olmasını yeğlerler. Böylece hayvanların uzun yolculuklara ve her çeşit işe

68 İÖ 202’de Zamma çatışmasında Romalılara yenilen Hannibal, önce Suriye’ye oradan da Bithynia Kralı Prusias’ın sarayına kaçtı. İÖ 182 tarihinde orada zehir içerek intihar etti. 69 Dubos, Réflections Critiques sur la Poésie et sur la Peinture, böl. 2, “Busbec., Legat. Turc, Epistolaterria”, Paris 1755, s. 574-575

28

dayanıklı olacağı inancı içindedirler. Üstlerine örttükleri sözkonusu örtüyü yaz kış kullanırlar ancak mevsime göre değiştirirler. Dediklerine göre bu örtü, tüylerinin parlaklığını sağlarken soğuk almalarını da engelliyormuş. Atlar, soğuk havadan çabuk etkilenir ve bu onlara oldukça zarar verir.

Yukarda da söylediğim gibi akşamüstü kazıklarına bağladığım benimkiler de bana her gece hoş bir seyirlik sunuyorlar. Onları avluya getirip alarını söylediğim örneğin Arap veya kahraman dediğimde kişneyerek karşılık veriyorlar ve dikkatlice bana bakıyorlar. Kendi ellerimle ağızlarına verdiğim birkaç dilim kavunla dostluk kurmuş oldum. (Gezgin daha sonra deve bakımı hakkındaki gözlemlerini aktararak sözlerine devam eder)…

1555, Dernschwam

Ünlü gezginlerden ve hümanist bilim adamı Busbecquius’un refakatçilerinden olan Hans Dernschwam (1494-1568), 09 Mart 1555’de İstanbul’dan yola çıkarak 10/03 Chartophilon (Kartal), 11/03 Gévisé (Gebze) Polak (Çoban) Mustafa Paşa Kervansaray ve camii, 12/03 Hereke Kalesi, Karamusa (Karamürsel), İnce İskele, İzmit ve Hüsrev Paşa Cami, 13/03 Kazıklı ve Kervansaray üzerinden İznik’e gider. Dönüşünde ise yine İznik üzerinden 20/06 Kazıklı, 21/06 İzmit, 22/06 Gebze , 23/06 Kartal ve Üsküdar üzerinden İstanbul’a gider. Derschwam Amasya’ya kadar grupla kalmış, daha sonra Türkiye’den ayrılarak 11 Ağustos 1555’de Viyana’ya varmıştır. 1554 yılında Pera (Beyoğlu) hakkında yapmış olduğu çalışma nedeniyle “Juhannes Zonaras” ödülünü almıştır. Seyahatnameden ilk söz eden 1863 Prusya Bilimler Akademisi “Ön Asya’nın Topografyası” adlı konferansta Heinrich Kiepert’tir ve seyahatnamedeki haritayı yayınlamıştır. Kütüphanesindeki 2000’i aşkın el yazması Viyana Kütüphanesi’ndedir.70

Gebze Yolu Üzerinde Bulgarlar

11 Mart’ta Kartal’dan itibaren yarım günlük bir uzaklıkta bulunan ve vaktiyle adı Viso, şimdi ise Geuise (Gebze) olan bir köy var. Bu uzaklık 3 mil71 veya biraz fazladır. Biz ilk önce bu Rum köyünden geçtik. Bu köyde çok balıkçı olduğu anlaşılıyor. Burada Fransız elçisine rastladık. Atla gidiyordu, yanında başka bir atlı daha vardı. Yola devam ederken mermer yalaklı taştan bir çeşme gördük. Bunun ilerisinde bir hendek üstünde küçük bir köprü var. Daha ileride de küçük bir dere üzerinde tahta bir köprü var. Mermer yalaklı bir çeşme daha gördük. Yolun sonunda üç tarafından mermer yalaklara su dökülen taş bir çeşme daha var. Hemen yanıbaşında kemerli bir taş köprü daha gördük. Biraz ileride ise bir tahta köprü ve yanında bir bostan kuyusu. Yarım gün kıyı boyunca yolumuza devam ettik. Üzerinde tepeler bulunan bir çok ada, köy ve bağlar gördük. Daha sonra, artık deniz kıyısını takip edemeyince, dağların eteğinden gittik. Sol tarafımızda çıplak, taşlı bir dağ uzanıyor. Bugünküyolculuğumuzda düne oranla daha çok yapı ve daha çok ekili arazi gördük. Gebze güzel bir yer. Buradan sağ tarafta deniz çok güzel görünmekte. Her taraf fundalar ve kocayemiş ağaçlarıyla kaplı. Kocayemiş, çileğe benzeyen ancak biraz daha büyük kırmızı meyveleri olan bir ağaç. Bu civarda pek çok Bulgar köylülere rastladık. Atlara binmiş olan Bulgarların çoğunun eşyası ve öteberisi de var, silahları yok. Kalacakları yere gidiyorlar. Bunlar ağırlık birlikleri. Romalılarda olduğu gibi ordugahtaki atlara bakarlar, su, odun, vb. taşırlar. Karşılığında belirli bir ücret alırlar. Gördüğümüz yerlerde mera yok. Yalnız koyunlar için otlaklar mevcut.

Gebze

70 Dernschwam Hans(1494-1568) İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü 1494-1568, çev. Önen, Yaşar, Ankara1992, s.208-21471 Y.U.: Macar mili

29

Gebze’de güzel bir cami ve kervansaray var. Edirne yakınlarında Meriç üzerinde bir köprü yaptıran Polak Mustafa adında bir paşa tarafından yaptırılmış. Bu kervansarayda kalan herkese, Allah rızası için çorba verilmekte; fakat atlara yem yok. Gebze’de ikinci bir cami daha gördük. Biz başka bir kervansarayda kaldık. Burada konaklama ücreti ödenmiyor. Yolcular bedava kalsın diye hayrat olarak yapılmış. Yalnız saman ve arpa alındığında para ödeniyor. Yukarıda bahsettiğimiz Gebze şehri eski Lybissa imiş. Solinus da Bithynia adlı yapıtında böyle yazıyor. Hannibal’in mezarı burada imiş. Güzel bir yer olmakla beraber burada bir kent bulunduğuna dair hiçbir işaret yok. Taş yapılar görülmüyor. Varsa da alınıp cami yapımında kullanılmış.

Gebze – Hereke – İzmit Yolu

12 Mart’ta Gebze’den Nikomedia’ya doğru yola çıktık. Tam bir günlük yol. 6 mil belki de dahafazla. Buranın adı şimdi Türkçe’de İsminik’dir (İzmit). Yol üzerinde önce küçük bir dere üstündeki tahta köprüden geçtik. Bundan sonra oldukça yüksek, çıplak ve kayalık bir dağ geliyor. Burada sol tarafta alçak tepeler üzerinde sıradan köylü kulübeleri var. Sazlardan yapılmış olabilirler. Sağ taraftaki tepeciklerin üstünden deniz görülebiliyor. Dar bir yol tepeden denize doğru iniyor. Dağın eteğinden aşağıya doğru indiğimizde, yolun sol kenarında büyük, harap bir Rum şatosu ile karşılaştık. Şato bir kaya üzerine oturtulmuş. Aşağıya yola kadar iniyor. Hala birkaç kulesi görülmekte. Buranın adı Hareke (Hereke) imiş. Şato’nun yanında bir yerde sevimli bir derecik dağdan aşağıya doğru şırıl şırıl akıyor. Burası çok güzel bir yer. Karşı tarafında denizde uzunca bir dağın eteğinde bir ada görülüyor. Karamusa (Karamürsel) diyorlar. Şato’nun etrafında küçük, çıplak bir tepe üzerinde üzüm bağları ve bu bağların yanıbaşında iki tane küçük ev var. Daha ilerde deniz kenarında birbiri ardınca sıralanmış kireç ocakları görülüyor. Buradan İstanbul’a gemiler yükleniyor. Aynı zamanda kışlı odun da burada depo edilip gemilerle istanbul’a gönderiliyor. Odun tartan bir kantar var. Buradan itibaren denizin öbür tarafında, sağda karlı yüksek bir dağ uzanıyor. Denizin bir kolu dağın eteğine sokulmuş gibi. Aynı tarafta daha doğuya doğru gidilirse Brussa’ya (Bursa) varılır. Biraz daha ilerleyince dağ ile deniz kıyısı arasında dört koşu atın yan yana yürüyebileceği genişlikte bir yol uzanıyor. Fakat bu yol taşlı. Sol tarafta yer yer kayalıkla bir dağda küçük boyda kocayemiş fidanları görülüyor. Sol tarafta mermer yalaklı taştan yapılmış bir çeşme gördük. Yanıbaşında üç tane kulübecik var. Buraya “İnce İskele” (İnehacı, Eynarca ?) deniyor. Buradan sonra küçük bir dere geçtik. Tepede yüksekte, yoldan uzak bir köy var. Tekrar dağdan akıp gelen dere üzerindeki bir tahta köprüden geçtik. Yolda eski, etrafını çalılıklar bürümüş bir mezarlık gördük. Burada da dağdan denize doğru bir yol iniyor. Herhalde yukarıda, göremediğimiz bir çok köy vardır. Biraz ilerleyince mermer yalaklı, taştan yapılmış bir çeşme daha karşılaştık. Sonra bir köprü daha geçiyoruz, bir köprü daha. Gebze’den İzmit’e kadar bir günlük seyahatimiz dağlık bir arazide geçti. Transilvanya’yı andıran bir arazi, küçük tepeleri ine çıka devam etti yolculuğumuz. Hepsi de çıplaqk dağ ve tepe. Ara sıra tarlalar da var. İşte böyle kısmen deniz kenarından, çoğu defa da dağ ve tepeler üzerinden yol aldık. Geçtiğimiz yollar Arnavut kaldırımı döşeli idi. İki araba genişliğinden fazla olan bu yollar, Padişah iki yıl önce İran’a sefer yaparken açılmış. Düzgün yeni yollar.

İzmit

13 Mart öğleye kadar İzminik’te kaldık. Kısmen harap olmuş vaziyette bulunan şehri dolaştık.Ama binde birini bile göremedik. Burası çok güzel eski bir Bizans kenti. Deniz kenarına yakınuzunca bir yamaç üzerinde kurulmuş. Yamacın sonundaki saray, tepeden aşağıya sahile kadar iniyor. Bu şehir de İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş ve etrafında bir sur varmış. Harap olmuş, yıkılmış duvar kalıntılarından eskiden burada bir sur olduğu anlaşılıyor. İlk bakışta doğal bir kaya izlenimi veren bu kalıntıların, iyice inceleyince taş ve tuğladan örülmüşduvarlar olduğu anlaşılıyor. Büyük taşları ve sütunları alıp çok önceleri alıp İstanbul’a görülmüşler. Şimdi duvarların temelleri kazıldığında güzel, büyük ve sanatkarane yontulmuş taşlar çıkıyor. Vaktiyle asıl kent merkezinin bulunduğu yerde ev yok. Ancak eski binaların

30

kalıntıları ve boşlukları var. Bir zamanlar mesire yeri olan bahçelerin yerine şimdi buğday ekilmiş. Sarayın bulunduğu yerdeki çevre surları ve kuleler duruyor. Saray, Budin’den daha yüksekçe bir tepe üzerinde.72 Etrafında çepeçevre alçak basit Türk evleri var. Orta yerde bir cami görülüyor. Burada vaktiyle bir kilise varmış. Yer sarsıntılarında yıkılmış, onun yerine Türkler bir cami yapmışlar. 73 Kentin genel manzarası, birbiri üzerine yapılmış çok sayıda kırlangıç yuvalarını andırıyor. Bu saraydan denize doğru, birçok büyük köşk mevcutmuş. Sur,aşağıdan başlayarak dağa doğru devam ediyor; yontulmuş iri taşlarla yapılmış. Yukarıda üst kısımda çok büyük mermerlerden yapılmış bir yarım daire görülüyor. Bu mermerler üzerinde çok güzel işlenmiş bazı figürler var. Yarımdaireyi oluşturan bu mermerler, 3 veye 4 kulaç uzunluğunda ve bir kulaç genişliğinde. Bunlar, üzerlerinden denizin çok güzel görünebileceği bir başlık oluşturuyorlar. Burada buna benzer büyük mermer sütunlardan çok varmış. Şimdi şuradan buradan kazıp çıkarıyorlar. Çok büyük oldukları için burada alıp satamıyor, gemilere yükleyip İstanbul’a da yollayamıyorlar. Mimarın tarifi üzerine büyük mermerleri bıçkıhanede kesip padişahın yaptıracağı cami ve binalarda kullanılacak hale getiriyorlar.

Deniz kenarından şoseler bu saraya doğru uzanıyor. Ayrıca büyük, geniş bir meydan (Yukarı Pazar / Forum?) var. Her tarafı kare şeklinde taşlarla kaldırım döşenmiş. Bu kaldırım taşlarınıda söküp götürüyorlar. Bunlar dışında etrafta bahçeler ve tarlalar görülüyor. Neresi kazılsa yerin altından yontulmuş, işlenmiş taşlar çıkıyor. Bunların arasında tabanda bulunan yuvarlakbüyük bir sütun gördüm. Aynı yerde dağın eteğinde küçük bir kapı var. Bu kapı surların yıkılmasından sonra ortaya çıkmış. Kapıdan içeriye girdim. İçeride yanlarda küçük hücreler ve sağlam kemerli bölmeler var. Sayıları fazla olduğu için hepsini göremedim. Burası herhalde vaktiyle gizli hapishane olmalı; zira yukarda saray var.

Sarayın bulunduğu tepede şimdi İstanbul’da yapılanlar tarzında, alttan ısıtılan iki hamam (biriSüleyman Paşa hamamı, diğeri bugün üzerine bina oturtulan 50. Yıl Okulu yanındaki Yeni Hamam olmalı) gördük. Güzel mermer taşların hepsi kazılıp çıkartılmış. Bu hamamların birinin erkeklere diğerinin kadınlara mahsus olduğu anlaşılıyor. Zira her iki hamam da birbirine çok yakın. Bu hamamların suyunun nereden geldiği insanı düşündürüyor. Çünkü suyun şehirden ve saraydan geçip gelmesi lazım. Aynı yerde uzunca ve dört köşe bir taş bulduk. Altında ve üstünde oyulmuş gesimisler mevcut. Üzerinde Latince bir yazı var. Önce okuyamadık. Taşın üstündeki tuğla ve kireç kalıntılarını kazıdıktan sonra kısmen okuyabildik.

PERPETVO IMP OC. AVR. V. DIOCLETIANP. AVG. CVIVS. PROVIDENTIAE ……TIAMLAVACRVM … TERMARVM ANTONI FVNDITVS ..... EVERSVMPECVNIA AMPLIFICATVM POPVLO SVOEXHIBERI. IVSSIT

Buna benzer diğer bir taş yeni sökülmüş. Biz orada iken kesip parçalayıp İstanbul’daki mabedlerine götürecekler.

Bizim İzmit’te bulunduğumuz tarihe kadar su yolundan gelen su, sarayın içinden ve dağın üstünden aşağıya doğru akıyor ve bir taş yontma ve kesme atölyesine kadar ulaşıyor. Burada iki büyük bıçkı ile saray, şato ve benzeri yerlerden çıkan mermerler kesiliyor. Bıçkıların bilenmiş dişleri yok. 3-4 adım uzunluğunda, bir karış genişliğinde ve yarım parmak kalınlığında. Kesilecek mermerler alta konuluyor, üzerine bıçkılar oturtuluyor ve mermer sağasola kaymasın diye iki tarafına boylu boyunca birşeyler sıkıştırılarak emniyet altına alınıyor.

72 Y.U.. Günümüz Hünkar Kasrı’nın bulunduğu alan olmalı 73 Y.U.: Günümüz Bağçeşme Cami olmalı.

31

Mermer hızarcısı bıçkı iyi işlesin diye hızarın çalıştığı yere azar azar mermer tozu döküyor. Yukarıdan da bu tozun üzerine damla damla su akıyor. Ve böylece sert mermer veya taşlar kolaylıkla kesiliyor. Hızarcı sanki keman çalıyormuş gibi mermer kesiyor. Su, buraya birbuçukgün uzaklıkta bulunan bir dağdan getiriliyormuş. Vaktiyle bu güzel sarayın ve hisarın bulunduğu dağın her tarafında şimdi köpek ve kırlangıç yuvaları var. Çok büyük taşlardan yapılmış olan bu sarayı çok kudretli kralların yaptırmış olması lazım. Zira bu büyüklükte, bu kadar güzel mermer blokları buraya getirtirmek kolay olmamıştır. Bunlar şimdi bir yere gönderilemiyor. Yüzlerce kişinin kaldıramadığı bu mermerleri biz orada iken kesiyorlardı. 13 Mart öğleden sonra İzmit’ten ayrılarak dağın eteğindeki küçük bir köye geldik. Bir dere kenarında, kervansarayda kaldık. Bu küçük köyün adı Kazıklı (Kavaklı) idi. Derenin adı da Kazıklı Deresi. İzmit’ten çıktığımızda sol tarafta küçük bir köy görmüş ve iki tahta köprüden geçmiştik. Daha sonra da eski, üzeri taş kaldırımlı ve iki kemerli bir köprüden geçtik. Yalnız bu kemerler ortalarından çökmüş, açılan kısma tahta kaplamışlar. Bu köprünün altındaki su oldukça çok ve denize dökülüyor. Adı Kiles imiş. Burada Macar bir kadın gördük. Belki de kadın bize katılıp yola devam edecekti. Fakat Türkler onu köprüden geri çevirdiler. Köprüdekibir kulübede iki veya üç bekçi bulunuyor.

İzmit kentinin sona erdiği yerden hemen sonra Sinus Maris veya bizim günlerdir kenarından geldiğimiz denizin kolu (İzmit Körfezi) sona eriyor. Biz hemen ordan, sanki bir gölün seddinden geçiyor gibi karşıya geçtik ve karlı dağa doğru ilerledik. Bir süre sonra yukarıda sözünü ettiğim kervansaray ve Kazıklı köyüne geldik. Yolda istanbul’a götürülen odunlar ve koyunlar gördük. Orada sahilde odun tartılan bir kantar vardı. Daha sonra ilk defa Macarlara rastladık. Bunlar sığır güdüyorlardı. Adamlar başka zaman böyle iş yapmazlar. Çünkü onlarındavar sürüleri falan yok. Biraz daha gidince yan tarafta bir köy göründü. Yolu kenarında, bizdeki bir ahıra bile benzemeyen bir ev vardı. Bir sipahinin eviymiş. İzmit’ten Kazıklı’ya kadar uzanan yol, Arnavut kaldırımı döşeli, güzel ve geniş. İzmit’ten geceyi geçirdiğimiz Kazıklı’ya gelene kadar 25 adet taş ve tahta köprüden geçtik. Kazıklı kervansarayı yeni yapılmış. Binanın alt kısmında eski İzmit’ten getirilmiş büyük taşlar kullanılmış. Kervansarayın içine kalın meşe direkler dikilmiş. Direkli kısımlar 93 adım uzunluğunda, 21 adım genişliğinde. Kervansarayda 10 ocak var.

Kısacası, Üsküdar’dan İzmit’e kadar bir süre deniz kenarından, bir süre de dağlar üzerinden geldik ve yolculuğumuz böylece İzmit’in yarım mil altında , denizin son bulduğu yere kadar devam etti. Körfez’in sondaki genişliği Tuna Irmağı’nın Presburg’daki genişliğinin 4-5 mislidir. Denizde bir çok ada ya da tepecikler gördük. Denizin öbür yakasında ise Bursa var. 14 mart günü Kazıklı’dan İznik’e doğru yola çıktık.

Dernschwam, İznik surlarının çok zarar gördüğünü, hendeklerin dolduğunu, kale temellerindeheykel kaidelerinin bulunduğunu, bazı yıkıntılardaki önemli taşların İstanbul'a nakledilmekte olduğunu anlatır.

1557, Sidi (Seydi) Ali Reis

Kaptan-ı Derya Sidi Ali Reis’in 1557 yılında kaleme aldığı, Mirat-ül Memalik yani “Ülkelerin Aynası” adını taşıyan yapıtı, 1553-1556 yılları arasında Hindistan, Afganistan, Orta Asya ve İran’a doğru Portekizlilere karşı çıktığı seferini ele alır. Malabar sahilinde gemisi karaya oturan ve kara yolundan dönen Kaptan-ı Derya, 14. bölümde yöremiz hakkında bir bilgi vermeksizin, kısaca Nisan 1557’de Taraklı, Yenice, Geyve’nin ardından Sakarya üzerindeki bir köprüden geçerek Ağaç Denizi’ni aştıktan sonra Sapanca ve İzmit üzerinden İstanbul’a ulaştığını yazmaktadır. A. Wambery tarafından İngilizceye de çevrilerek 1889 yılında Londra’da yayınlanmıştır.74

1557, Wolfgang Müntzner

74 Yerasimos, age, s. 275: Mira tül Memalik, İstanbul 1313 (1895)

32

Babenberg’li maceraperest Wolfgang Müntzner, İstanbul’da birlikte hapis yattığı Moritz von Altmanshausen ve Melchior Seydlitz’le beraber İznik üzerinden 1 Ağustos 1557’de İzmit’e gelir. Burada bir kervansaray ve cami’yi ziyaret ederler. Aynı seyahatnameyi diğer ikisi de kaleme almışlardır. Ancak bu ikisinin yapıtları birbirinin aynıdır.75

1558, Kutbiddin-Mekki

Onaltıncı Asırda Yurdumuzu Dolaşan Arap Seyyahlardan Kutbiddin-Mekki Seyahatnamesi (1557-1558). Mekke şerifi tarafından bu kentteki yeniçeri ağasının uygulamalarını şikayet etmek üzere İstanbul’a gönderilen Kutbiddin Mekki (1511-1582), 1558 yılı Nisan ayında Hersekzade imareti (Altınova-Hersek) ve Gebze Mustafa Paşa imaretini ziyaret eder.76

1567, Petrus Villinger

1565-1568 yıllarını içeren seyahatnamesinde görüleceği üzere Petrus Villinger, arkadaşları Bockenberch, Helfferich ve Vlaming ile birlikte 07.03.1567’de İzmit’e gelerek Piyale Paşa camini (?) ziyaret ederler.77

1568, Ludwig von Rauter

Ludwig von Rauter, 10.06.1568’de Gebze Mustafa Paşa kervansaray ve camini, Glossy (Diliskelesi) ve 11/06’da İzmit’i ziyaret eder.78

1582, John Newberie Hindistan yolculuğu esnasında Gemlik’ten İstanbul’a geçen Londralı tüccar gezgin John Newberie 08.03.1582’de Dil İskelesi’ne uğrar.79

1588, Reinhold Lubenau

1588 yılında İzmit’e gelen Reinhold Lubenau1628 yılında yayınladığı el yazması seyahat notlarında İzmit’ten ve Pantaleimon manastırından bahsetmektedir. Lubenau manastır hakkında şu bilgiyi vermektedir. “Aziz Pantaleimon manastırının bulunduğu yerden az uzakta, kiliseye benzeyen bu eski bina, muhtemelen manastırın bölümlerinden biri olmalıdır. Kilisede altarın altında Pantaleimon’un mezarı bulunmaktadır. Mezar çok güzel bir beyaz mermere oyulmuştur.” Lubenau mermer lahte mezar adını vermiştir. Yöremizdeki konaklama yer ve tarihleri ise şu şekildedir: 12 Temmuz 1588’de Eskihisar, Gebze ve Carmesal (Karamürsel), 15-21/07 İznik, 21/07 Nasockli (Nüzhetiye), 23/07 Casilik (Kazıklı-Kavaklı), 24/07 İzmit Kale ve Piyale Paşa cami, (?) 27/07 İzmit’ten gemiye biniş, 28/07 ve Karamürsel ve Kadıköy gezileri. Lubenau İznik’te göl tarafındaki surlar dışındakileri oldukça sağlam gördüğünü ve 124 burç saydığını ve surların üzerinden kenti çepeçevre gezmenin olanaklı olduğunu belirtmiştir.

1588, J. E. Dauzats

75 Yerasimos, age, s. 244: Wolfgang Müntzner, Reyssbeschreibung dessGestrengen und Vestern herrn WolfgangMüntzers von Bababgerg, Ritters etc. Von Venedig auss nach Jerusalem, Damascus und Constantinopel, 1624 Nurnberg 76 Ekrem Kâmil, Edebiyat Fakültesi Tarih Semineri dergisi, no. 1-2, 1937 77 Yerasimos, age, s. 275: Petrus Villinger, 1603 Constanz am Bodensee, İzmit için bkz s. 143 78 Viktor Christiansen – ed. Franz Babinger, Ludwig von Rauter und sein verschollenes reisebuch (1567-1571), Viyana 1956 79 Yerasimos, age, s. 330: John Newberie, Two Voyages of Master John Newberie, 1625 Londra

33

Dauzats’ın “1588'de Anadolunun bir köşesi adlı seyahatnamesinin İzmit-Geyve-Torbalı-Mudurnu-Nallıhan-Beypazarı-Sivrihisar-Gemlik” adlı bölümünde her ne kadar İzmit adı geçsede deniz yoluyla gelip sahile iner inmez kenti terk ettiklerinden İzmit kenti hakkında pek bilgi sunmamaktadır:80

Şark harbi sonunda tifüsün kaybolması, ordunun eczacı-doktorlarına bilimsel bir gezi fırsatı verdi. Afyon mahsül zamanı yaklaşıyordu. Yerinde bir incleme gerekiyordu. Eczacı M. Bourlier’nin başkanlığında bir heyet gönderildi. Bana da kendilerine eşlik etme olanağı verildi. Heyetimizde bizden başka, bir Türk hastanesinde eczacı olan Mösyö Galligas ile dört hastane memuru ve iki kavas vardı.

18 Haziran 1588 sabahı Galata limanından ayrıldık. Birkaç saat sonra İzmit’e geldik. Fakat körfezin dibinde bir dağa yaslanmış olan bu eski kenti ziyaret edemedik. Karaya ayak basar basmaz içeriye doğru yola çıktık. Yol iki küçük ırmak arasından geçiyordu, büyük ağaçlarla gölgelenmişti. Çadırımızı ilk defa güzel bir çayırda kurarak, ertesi gün çevreyi dolaşarak zaman geçirdik. Bir taraftan da müdürden istediğimiz iki klavuzu bekledik.

Bu klavuzların iki görevi vardır. Öncelikle bir kentten diğerine yolcuya eşlik ederler. Her kentte klavuz değiştirilir. Ayrıca jandarma görevi görürler ve yollarda güvenliği sağlarlar. Bu kavaslara zaptiye denir. Bakıra çalan yanık tenleri ve ilginç giysileri onlara gerçekten kendilerine özgü bir görünüm veriyor. Dişlerine kadar silahlı ve en çekingen gezgine bile güven veriyorlardı. Fakat yine de tedbirli olunmalı çünkü eşkıya, genellikle zaptiyelerle birlikteolup soyardı.

Yakıcı bir güneş altında yürüyorduk. Fakat çok geçmeden muhteşem bitki türü karşısında bütün yorgunluklarımızı unuttuk. Her tarafta miyan kökleri, kestaneler, ıhlamurlar Avrupa’nın yetiştiremiyeceği yükseklikte idi. Yer yer, zamanla kofalmış gövdelerinde birkaç adam barındırabilecek, birkaç yüzyıllık muazzam kavaklar görülüyordu. Böylece akşama doğru Sapanca’ya vardık, geceyi orada geçirmek üzere hazırlandık.

Halk bizi iyi karşılıyordu. Birkaç saat gittikten sonra, parası ile her istediğimiz zaman hayvanlarımıza saman ve arpa buluyorduk. Ancak etrafımızda davranışları şüpheli adamlar dolaşmaya başladı. Biz de tedbiri elden bırakmadık. Birkaç derviş mezarı bulunan bir yerde konakladık ve hepimiz sıra ile nöbet tuttuk. Uykumuz, çevredeki dağlarda yankılanan çakal sesleri ile bölünüyordu.

Gün ışımasıyla birlikte Sapanca’dan ayrıldık ve bir dağı tırmanmaya başladık. Gözlerimizin önündeki manzaranın güzelliğine az rastlanırdı. Kendimizi bakir bir ormanda sanıyorduk. Yol,şelaleler, kayalıklar ve içine girilmez ağaçlıklar arasında yılankavi kıvrılıyordu. Bir dönemeçtebir atlıya rastladık, yüklerimize kötü kötü baktı. Mösyö Bourlier hemen tabancasını çekti ve “Haydi! Haydi yoluna!...” diye bağırarak adamın yüzüne doğrulttu. Adam bir süre terddüt etti sonra birdenbire çakıllı ve dar bir yola atılarak gözden kayboldu. Birkaç saat ilerlediten sonra deniz uğultusunu andıran sesler işittik. Zaptiyelerimiz Sakarya’ya yaklaştığımızı söylediler. Gerçekten uğultu gittikçe daha iyi duyuluyordu ve bulunduğumuz yerden hemen kırk kadem aşağıda, çok hızlı ve gürültülü akan bir ırmak gördük. Köpüklü suları, kayalıklar ve köklerinin yarısı açığa çıkmış kütükler arsında yardan yara atlıyordu. Nihayet, kökleri ırmağın üzerinde asılı gibi duran yüksek kavakların altında mola verdik.

Birkaç dakika henüz geçmişti ki dört nala koşan nal sesleri ile sert ve garip şekilde bağıran bir insan sesi işitildi. Ormanın içinden tunç renkli bir adam göründü, kıyafeti orijinal ve tam anlamıyla doğulu idi. Siyah bir ata binmişti. Atın peşinde sırtlarına paketler yüklenmiş bir sıra küçük eşekler vardı. Birbirlerine kuyruklarından bağlanmışlardı. Önümüzden şimşek gibi geçtiler. Atlı bütün gücüyle “Varda!...” (çekilin!) diye bağırarak, koşturmaktan daha çok

80 Dauzats J.E. çev. Reşad Ekrem Koçu, İstanbul 1940

34

peşinden süreklemekte olduğu eşekleriyle gözden kayboldu. Klavuzlarımız bunun Bağdat’tanİstanbul’a giden posta olduğunu söylediler. Gezgin, buradan sonra Çoban Kalesi ve Geyve üzerinden yoluna devam eder.

1589, Georg Christoph Fedrnberger

1584-1592 yıllarını kapsayan gezisinde Georg Christoph Fedrnberger81 07 Temmuz 1588’de Bursa ziyareti için İstanbul’dan yola çıkar ve dönüşte İzmit ve Gebze’yi ziyaret eder. Eylül ayında doğu turu için bir kez daha Gelibolu’ya doğru hareket eder. Gezinin dönüş yolunda 1592 Ağustos ortalarında Beşköprü, Sapanca, İzmit, Derabe (Hereke), Geubise (Gebze) imaretini ziyaret eder.

1597, John Sanderson

Gezgin John Sanderson, 1597 Eylül ayı sonunda İzmit’i ziyaret etmiştir.82

1608, Polonyalı Simeon

15 Şubat 1608’de Kudüs’e gitmek üzere yola çıkan ve bir Polanyalı Ermeni olan gezgin Simeon ve 10 Eylül 1608 yılında vardığı İstanbul’da karşılaştığı Bithynia bölgesinde incelemeler yapacak Harputlu Mıgırdiç adlı bir vardapet (vaaz veren papaz), birlikte yola çıkarak İstanbul’dan gemi ile hareketle Mudanya iskelesine varırlar. Burada beş gün kalarak İncilci Yahya (İoannes) ve Prokhoron’un çalıştıkları ve daha sonra camiye çevrilmiş hamamı ziyaret ederler.

Buradan hareketle bir buçuk günde Bursa denilen antik Bithynia’nın Prusa kentine varırlar. Kenti ve o dönemde Keşiş Dağı (Bithynia Olympos’u - Uludağ) olarak adlandırılan Olkos Dağı’nı ve daha sonra Mihaliç Kasabasını (Karacabey) ziyaret ettikten sonra Bandırma üzerinden Edincik’e varırlar. Buradan güneye İzmir’e kadar gittikten sonra kuzeye yönelerek Gelibolu ve Tekirdağ’dan sonra Karamürsel iskelesine gelirler. Burada az sayıda Ermeni ve bir papazla karşılaşırlar. Dört gün kaldıkları Karamürsel’den Nikya’ya (İznik) geçerler. Simeon, bir zamanlar oldukça büyük olan kentin büyük kısmının yıkık olduğunu söyler. Ancakkent dışında şaşırtıcı yapılar, temel kalıntıları ve bir dikili taş olduğunu ekler. Öğretileri daha sonra sapkınlıkla suçlanan Arianos’un (Arius) bu taşın altında can verdiğini ve 318 patriğin toplandığı kilisenin (İznik Konsili) göl kenarında olduğundan bahseder. Belirttiği üzere az ötede de kubbeli büyük bir kilise vardır ve Ariusçuların bir dönem bu kiliseye hakim olmuşlardır. Simeon’un orada bulunduğu dönemde bu kilise Rumların elinde idi. Kentin çevresinde büyük surlar ve çeşitli burçlar vardı. Bunların içleri, kiliselerde olduğu gibi aziz betimlemeleri ile süslenmişti. Ancak yıkıntı durumundaydılar. Kentin kapısında muazzam iki söke taşı vardı ve birinin üzerinde Nestor’un diğerinde ise Arius’un resimleri bulunmaktaydı.

İznik’ten hareket eden Simeon ve yol arkadaşı, otuz hane Ermeni bulunan Adapazarı adlı bir köye, oradan bir yanında orman diğer tarafında kayalık bir dağ bulunan bir düzlüğe ulaşırlar. Dağın üzerinde, Erzincan’ın Kabos manastırından gelmiş bir piskopos ile iki keşiş olduğu küçük bir kargir manastır (Bahçecik) ile karşılaşırlar. 83 Oradan büyük ve bender (bayındır) birşehir olan İzmit’e gelirler. Kentte iki papaz ve 180 hane Ermeni vardır. İzmit’te bir ay kalır ve daha sonra İstanbul’a geçerler. Simeon, daha sonra 1616 yılında Suriye gezisinden dönüşünde 1618 yılında iskele kenti olarak nitelediği İzmit’e bir kez daha uğrar ancak bir gün kalarak deniz yoluyla İstanbul’a geçer ve kent hakkında başka bir bilgi vermez.84

81 Yerasimos, age, s. 363.: Georg Christoph Fedrnberger, Peregrinatio Synai et Terrae Sactae, Avusturya Ulusal Müzesi’nde el yazması 82 Yerasimos, age, s. 373: The Travels of John Sanderson in the Levant 1584-1602, Londra 1931 83 Y.U.: Gezgin, Sapanca’daki manastırından söz ediyor olmalı. 84 Polanyalı Simeon’un Seyahatnamesi, çev. Andreasyan Hrand D., İstanbul 1964, s. 16-22

35

1615’e kadar kah çalışan kah gezilerini gerçekleştiren seyyah, eserini 1619 yılında Ermenice yayınlar. Bir başka baskı 1936’da Viyana’da gerçekleştirilir. Birinci bölüm Lvov’dan İstanbul’a kadar olan güzergahı, ikinci bölüm İstanbul’u, üçüncü bölüm Ege ve Marmara kıyısındaki kentleri, dördüncü bölüm İstanbul-Venedik güzergahını, beşinci bölüm Venedik’i, altıncı bölüm Papalık hükümetini, yedinci bölüm Roma’yı, sekizinci bölüm Muş’a kadar Anadolu kentve kasabalarını, dokuzuncu bölüm doğudaki diğer kentler, onuncu bölüm Kahire’yi, onbirinci bölüm Kahire-Kudüs etabını, onikinci bölüm Küdüs, onüçüncü bölüm Suriye, ondördüncü bölüm ise Suriye’den İstanbul’a kent ve kasabaları anlatır.

1609, William Biddulph

Biddulph William, Afrika ve Asya’da bir çok yer gezdikten sonra 1609 yılında Anadolu’ya gelerek Bithynia ve Trakya’dan sonra Karadeniz’e geçmiştir.85

1631, Evliya Çelebi

1611-1684 yılları arası yaşamış yorulmak bilmez Türk gezginlerinden Evliya Çelebi 1631 yılında İstanbul’dan yola çıkarak Bursa, İzmit, Sakarya üzerinden Karadeniz’e geçer. Evliya Çelebi, İzmit Seyahati sırasında Sakarya ve Sapanca Gölü’ne de uğramış, Trabzon gezisinde ise Kefken ve diğer Karadeniz kasabalarına uğramıştır. 1645’de Erzurum’a giderken izlediği yol ise İzmit, Sapanca, Hendek, Düzce, Uskubi (Konuralp), Bolu şeklinde birhat oluşturmakta idi. Gezgin’in ilettiği üzere o yıllarda Gebze’deki mahkemeler Üsküdar kadısı’nın bir naibi tarafından yürütülüyordu.86 Öyküsel anlatımına rağmen dönemin sosyoekonomik yapısı hakkında önemli bilgiler vermektedir. İzmit’i ve çevresini şu sözlerle anlatmaktadır:

Tavşancıl

Her yıl Temmuz’da kiraz mevsiminde İstanbul’dan ve diğer kentlerden binlerce insan birikip çadırlar kurarak bir saz ve düğün, bir iyş-ü nüş olur ki kırk gün kırk gece sürer. Öyle tüfenk, fişenk şenlikleri olur ki dil ile anlatılamaz. Derdi olup fasid ahlat hastalığına tutulanlar burada üç gün üç gece içme suyundan içerler. Allah’ın emri ile kimi kusup sarı sarı, yeşil safra, sevda, ahlat çıkarırlar ki insanın kötü kokusundan ölesi gelir. Bazıları aşağısından safra, sevda, balgam, ahlat, kara balgam, gazbur, okrak, seyrence adlı çeşitli hastalıkları çıkararak güya yeniden hayat bulur. Bazısından, benzetmek gibi olmasın tesbih tanesi gibi dürülmüş çıkınca şeyler çıkıp, kırk ellişer boğum bağırsak gibi çıkıları çalılara sererler. Gelip geçenler seyrederler. Tuhaf hikmettir ki kimileri çıkıları yardıkları zaman içinden binlerce siyah başlı kurtlar, kelebek gibi haşerat çıkar. Bu su yalçın kayadan kaynayıp çıkar. Saydam, güzel bir su olsa da tuzlucadır. İçen kimse öncelikle üç gün kesinlikle tuzlu ve canlı yemeyip perhiz yapmalı, dördüncü gün ise sabah akşam birer fincan su içmeli ancak kendini de sıcak tutmalıdır. Üç gün bu şekilde vücudunu haberdar edip moğla içmiş olduktan sonra üç gün daha günde üçer kez sudan içip tuzsuz piliç maslukası suyu içilmelidir. Tam onbeş kez amel ettikten sonra yukarıdan, aşağıdan faydalar görülür. Limon suyu, ekşi çorba içilerek amel kesilir. Nice faydası vardır. Sonra buradan gemiye binerek karşıdaki Yalova ılıcalarına giderek oradaki hamamlara girilmelidir. Vücuttaki tüm deri düzelerek güzelleşir. İşte böyle hacetli bir içme suyudur.87

85 Yerasimos, age, s. 440: William Biddulph & Theophilius Lavender & Peter Biddulph & Bezaliell Biddulph, The Ten Years Travels of Four Englishmen and a Preacher into Africa, asia, Troy, Bithynia, Thracia and to Black Sea, Londra 1612 86 İ.Hakkı Uzunçarşılı, s.134: Evliya Çelebi Seyahatnamesi, c.I, s.462 87 Mehmet Zıllıoğlu Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, çev. Zuhuri Danışman (1969), s. 64; sadeleştiren. Çevik (1993), s. 436

36

Buradan gemiye binip kürek çekerek yarım saatte İne Hacı köyüne vardık. Köyün deniz kıyısında bir mescidi bulunan altmış evli bir Müslüman köyüdür. Bir değirmeni vardır. Buradan yine sekiz saat kadar kürek çekip Zeytinburnu köyüne vardık.

İzmit

Yunanlıların Aleksandr dedikleri ve asıl adı Yunanlı İskender olan kral, Peygamberimizin nübüvvetinden 882 sene önce bu İzmit kentinde doğmuştur...88 Bu kentte doğan İskender, şanı büyük bir padişah olup İzmit’i mamur ederek sağlam bir kale yaptırmıştır ki İstanbul’a benzermiş. Hala eserleri, kale duvarları görülür…İskender, doğu taraftaki Sapanca gölünü yararak İzmit Körfezi’ne akıtmıştır. Kocaeli (Yarımadası) ile İzmit kenti Sakarya Irmağı, Karadeniz ve İzmit Körfezi arasında bir ada gibi kalmış. Sonra İstanbul tekfuru Konstantin, Sapanca halicini kapatıp İzmit’i ada olmaktan kurtarmış. Ama yine Osmanlı Devleti ister ve Sapanca Gölü’nü İzmit Körfezi’ne akıtırsa bir kantar odun beş akçeye, bir tahta iki akçeye düşer. Ve bütün İzmit gemileri ta Düzce’ye kadar pazara yanaşıp orası bender iskele olur.

Bu İzmit Kalesi İstanbul Rumlarının elinde iken 831 (M. 1339) yılında Orhan Gazi zamanındafethedilmiştir. Fethinde zorluk çekildiği için fetih sonrası kale yer yer yıkılmıştır.89 Bundan amaç kafirlerin gücünü kırmak ve bir daha bu kaleyi alma umutlarından vaz geçirmektir. Halen yıkıntı artığı olarak deniz kıyısında dört köşe, bir kapılı büyük bir kulesi var. İçinde dizdarı ve neferleri var ise de içi gemi alayı ve kerestelerle doludur. Orhan bu kaleyi fethetmek için önce Koca Bey’i kumandan atayarak „İznimdir var git” buyurmuş. İşte İzmit de“İznim git“ sözünün değişmesinden meydana gelmiştir, derler. Bazıları da „İzmagit“ veya „İzimgit“ derler.90

Fatih Sultan Mehmet Han Anadolu eyaletlerini yazdığında İzmit’i de Anadolu’dan bir sancak olarak yazmıştır. Zamanımızda burası üç tuğlu vezirlere arpalık olarak tahsis edilirdi. Padişahtarafından 26,526 hass-ı hümayunu, 34 zeameti, 187 timarı, çeribaşısı ve alay beyi vardır. 350 akçelik itibarlı kazadır. Kadılığı senelik 5.000 olur. Paşalığı senede 20.000 kuruşa varır, mamur ve bakımlı büyük bir şehirdir. İskelesi büyük bir limandır. Sayısız tüccarı vardır. Bir yeniçeri serdarı,bir sipahi kethüdası,bir müftüsü,bir nakibü’l eşrafı vardır. Ayan ve eşrafı çoktur. Çoğu kereste tüccarıdır ki, çeşit çeşit ipekli elbiseler giyerler. Muhteşem yeniçeri oturakları, korucuları vardır. Bu kentin 3.500 mükellef, süslü, kat kat, bağlı, bahçeli, mamul ve kırmızı kiremit örtülü evleri vardır. Mükellef sarayların en muntazamı Bağdat Fatihi IV.Murat Han’ın sarayıdır ki, bağ ve bahçeli büyük bir saraydır. Özelliklerini saymakta dil aciz kalır. Hala padişahlara mahsustur. Bahçe üstadı ve iki yüz bostancı neferi vardır. Paşa sarayı, Altıntopoğlu evi, Serdar Solak evi ile şehir 23 mahalledir. Üç mahallesi hristiyan, bir mahallesi yahudidir. Yirmiüç cami vardır. En eskisi çarşı içindeki Mahkeme cami olup, bir minareli, örtülü, aydınlık bir camidir. Bu camiyi Süleyman Han’ın vezirlerinden Pertev Paşa, burada yedi sene süren hakimliği sırasında yaptırmıştır. Şık, süslü, güzel bir camidir. Koca Mimar Sinan yapısıdır. Bundan başka Mehmed Bey Camii (günümüzde Fevziye adı ile anılan), Alaeddin Bey, Abdüsselam Bey camileri de Mimar Sinan yapısıdır. Mescidleri de vardır. Darü’l hadis’i ve Darü’l kurrası yoktur. Hamamlarından Pertev Paşa hamamı ki, suyu, havası, binası ve dellakları güzeldir. Rüstem Paşa hamamı da, Pertev Paşa hamamı da Mimar Sinan elinden çıkmıştır. Hanların en mükemmeli Pertev Paşa misafirhanesidir. Gelip geçenler Için yapılmış 70 ocak bir handır ki, binası kagir, tuluz kubbe ve kurşunludur.

Hanlardan başka iskele başında sayıları iki yüzü bulan kereste ve diğer eşya depoları vardır. Çarşısı 1.100 adet sanat ehlinin dükkanlarını içine alır. Kırk kadar da nakışlı kahvehaneleri vardır ki, civanları ile meşhur kahvehanelerdir. Bu şehrin kagir bedesteni yoktur. Fakat tüccar

88 Y.U.: Gezgin bu bölümde yoğun olarak yanlış bilgiler vermekte olup Nikomedia (İzmit) kentini kuran Bithynia kralı Nikomedes’ten söz etmektedir. 89 Y.U.: Marshal Boucicault’nun anlatımı bunu doğrulamamaktadır, surlar XVII. yy’da tahrib edilmiş olmalı. (Bkz. Foss, Nikomedia) 90 Danışman age, s. 68; Çevik age, s. 437

37

hanlarında bütün kıymetli malları bulmak mümkündür. Hünkar sarayı yakınında devlet tersanesi vardır. Şehrin bütün evleri yüksek tepeler üzerine yapılmış olup, kıble tarafından denize bakar. Sokakları baştan başa beyaz taş ile kaldırım döşelidir. Evler arkalarını dağlara yaslamıştır. Dağların üzeri bağlardır. Hava ve suyun güzelliğinden, halkı sağlam ve kuvvetlidir. Yüzlerinin rengi beyazdır.

Evvela doğu tarafındaki dağlara “Ağaç Denizi“ derler. İçinde insan kaybolur. Göklere yükselmiş öyle ağaçlar vardır ki,gölgelerinden on bin koyun gölgelenir. Güneş tesir etmez sınırsız dağlardır. Tahtaları biçecek su ile dönen bıçkı değirmenleri vardır. BU dağlarda elli arşın yüksekliğinde direk keserler. Rumeli ve Balvan direkleri ünlüdür. İzmit gölcüğünün bittiği yerde, deniz kıyısında çok meşhur tuzlası vardır. Tuzu son derece lezzetli olmasının yanı sıra ayrıca tuz emini bulunur. Kentteki cami çeşmelerinden akan suları yaşam suyu gibidir. Beyaz kirazı ve kızıl elması meşhurdur. Horlika Rakısına ve şarabına diyecek yoktur. Bu şehirde akrabamız Kuloğlu Mehmed Çelebi’nin evinde on gün zevk ve sefa edip, sayısız dost ve ahbabla tanıştım.91

Diliskelesi

Evliya Çelebi 17. yy’da İstanbul'dan hareketle Darıca yoluyla Dil İskelesi'ne geldiğinde aşağıda aktardığı üzere Bağdat-Erzurum yolu üzerindeki bu yerde iki han yapısı bulunmakta idi.

Bu kaleye demir attık. Hava iyi olmadığından gemiler kürek çekerek yirmi mil mesafede Diliskelesi’ne geldi. Burada Konya, Halep, Şam ve Mısır’a giden hacılar, tüccar, ziyaretçiler atkayıklarına binerek bir mil kadar karşı tarafta bulunan Hersek diline geçerler. Çünkü bir boğazdır. Doğu tarafı seksen mil sürer bir körfezdir ki, sonunda İzmit kenti vardır. Bu Gebze Dili iskelesinde iki eski han, iki ekmekçi dükkanı, bir bozahane, iki bakkal dükkanı ve bir çeşme vardır ki üzerinde ki tarihten Sultan Murat’ın Bostancıbaşı’sı Mustafa Ağa’nın H.1048’de (M. 1638) yaptırdığı anlaşılıyor.

Gebze

Burası eski zamanlarda büyük bir kent imiş. İkiyüzkırkdört tarihinde Bağdat’tan Harun Reşid Cafer Seyid Battal Gazi ile gelip İstanbul’u kuşatarak barışla İstanbul içine Silivri kapısı yakınında Kızıl Manastırı dedikleri yerde ki ona hala Koca Mustafa cami derler. Eski mabeddir. Bir kale bina ederek içine üç bin asker yerleştirdiler. Her sene kafirlerden bir Mısır hazinesi almak üzere barış yapıp Harun Reşid yine Bağdat’a döndü. Seyid Battal Gazi Üsküdar’da muhafazacı kalarak o sene Gebzeliler, Battal askerinden birkaçını şehit ettikleri için Gebze’yi yağme edip evlerini harab, kafirlerini esaret şişinde kebap ederler. Oradan Malatya kentine çekip gider. Hala o harabelerden Gebze’de nice eserler açıkta görülür. Fakatsonra Kral Konstantin yine burada büyük bir kale yapıp kenti onarır. Sonra Çelebi Sultan Mehmet bu kaleyi ele geçirip, küffara yatak olmasın diye harab ettirir. Sonraki kalenin eserleriyer yer görülür. Gebze kelimesi “gel bize” kelimesinden galattır. Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul fethinden sonra burayı mamur etmiş. Kocaeli sancağı toprağında yüzeli akçeli kazadır. Sultan Süleyman dönemi köprü sahibi ünlü Koca Mustafa Paşa burada çok büyük bir cami yaptırdığından ona vakıf olarak verilmiştir. Mütellisi hakimdir. Bir yüksek dağın tepesinde olup denizden bir saat uzak, susuz dağ başı bir yerdir. Hepsi bin kadar mamur bahçeli eski tarz evleri, üç cami şerifi vardır. Ama hepsinden daha güzel Selatin (Sultanlar) cami gibi kurşun örtülü, mavi kubbeli büyük bir cami vardır ki, İstanbul’da vezir camilerinde böylesi yoktur. Bu cami Edirne yakınında “Geçme namert köprüsünden koparsın su seni” mısraı söylenen köprünün sahibi Mustafa Paşa’nın hayırlarındandır. Merhum Mustafa Paşa Mısır valisi iken bu caminin mermer taşlarını Mısır’da usta mermercilere levha levha yaptırmıştır ki, cihan heykeltraşları o şamdanın bir şlşesini yapmaya bile müktedir değildirler.

91 Atilla.Çetin, Kocaeli Tarihinden Sayfalar, İzmit 2000, s. 101

38

Daha nice bin çeşit Mısır hediyeleri yaptırıp Gebze’nin Darıca iskelesine göndermiştir. Caminin iç kısımdaki duvarları üç adam boyu renkli mermerler kaplıdır ki, İstanbul’da bu çeşitbir şekil hiçbir camide görülmemiştir. Mimberi, mihrabı, müezzinler mahfili sihirli sanatlardır kitarifi mümkün değildir.

Bu cami Süleymaniye şerifini yapan Koca Mimar Sinan’ın baş halifesi “Hüsam Kalfa” büyük bir beceri ve ustalıkla yapıp şirin ve ince işçilik fenlerinde büyük sanatını göstermiştir. Caminin dört taraındaki pencerlerin üzerinde büyük kuşlar gibi ince nakışlı büyük camdan ışıklar vardır ki, üzerinde ateş saçan güneşin ışığı vurunca camiyi nura boğar. Onun için kubbesinin ortasında “Allahu nur üs semavatu vel ard” ayeti celilesi yazılmıştır. Kubbesinin içtarafı tabaka tabaka kandillerle ve nice asılı şeylerle süslüdür. İçinde Mısır işi öyle halılar vardır ki, güya İsfehan işidir. Nasihat eden vazi için bir kürsü vardır ki, Hint sedef ustalarının becerikli ellerinden çıkmıştır. Zamanın doğramacıları ona benzer bir kürsü yapmaya müktedirdeğildir. Caminin üst tarafındaki penderelerin dışında irem bahçesine benzer bir gülistan vardır ki, oradaki sümbül ve reyhan, gül ve erguvanın kokusu cami içindekilerin ruhunu okşar. Kıbleye açılr sanatla bir kapısı vardır ki, güya büyük bir kapıdır. Üst eşiğinde Karahisari Hüseyin Çelebi Efendi yazısıyla altınlı “hayren Hasanen, sene 930” cümlesi tarih olarak yazılmıştır. Caminin içinde yetmiş adet güzel yazı ile yazılmış Allah kelamları vardır ki,her biri bir Mısır hazinesi değerinde. Ama hepsinden güzeli mihrabın sol tarafındaki “yakut-u Mustaf’sami” yazısıyla olan Allah kelamıdır ki, hiçbir diyarda misli yoktur. Meğer Sultan Ahmet caminde ola. Kıble kapısının iki yanında dış sofralarında altı adet çeşitli sütün üzerine kondurulmuş yedi adet kubbelerle süslüdür. Caminin avlusu selatin camiler gibi geniştir. Bir şerefeli minaresi vardır. Gayet nisbetli, yüksek bir minaredir. Bu caminin etrafında gelip gidene misafirhane olmak için bir han vardır ki, üç bin adam ve iki bin at alır. Başka devliği devardır. Bütün misafirler ve gelip geçenler için bir yemekhanesi vardır ki ay ve sene, ihtiyar ve gence, erkek ve kadına nimeti bol olduktan başka bugüne kadar her gece akşamdan sonra misafirhanede kalanlara bakır tepsilerle her ocak başına birer sini, adam başına birer ekmek parçası, her ocağa bir nurlu yağ mumu, her at ve katır başına birer çorba yem verilir. Vakıf tarafından mihmandarlar gelip, herkese hizmet ederler. Öylesine büyük bir hayırdır. Havası ve suyu güzel, aydınlık bir hamamı vardır. Anlatılan imaretlerin hepsi gök kurşunla örtülüdür. Bunlardan başka bir han, yüzseksen dükkan vardır. O kadar şirin binalar hep Koca Mimar Sinan’ın elinden çıkmadır. Kasabanın suyu, kuyu suyudur. Dağ başında olduğunda havası güzelse de suyu ağırcadır.

Hereke

Buradan yine doğu tarafına beş saat daha giderek Eleke (Hereke) kalesine geldik. Bunu Çelebi Sultan Mehmet, Rumların elinden alırken bir çok gaziler şehit düştüğünden “heleke” yani helak yeri demişlerdir. Deniz kıyısında, iki dere arasında, bir yalçın kaya üzerinde karakol binası gibi şeddetvari bir bina, güzel küçük bir kaledir. Daima boştur. Kale dibinde düz bir değirmen vardır. Kocaeli toprağında nahiyedir.

İzmit’e ikinci ziyaret

Buradan yine doğu tarafına deniz kıyısından sekiz saatte İzmit kalesine geldik. Buranın ahvali 1056 yılında yaptığımız seyahatte bu cildin baş tarafından mufassal yazdık. Burada birgün bekleyerek ertesi gün nefir çaldırıp altı saatte doğu tarafa, ağaçlar ve ormanlar arasındagittikten sonra Sapanca kasabası durağına geldik.

Sapanca

Vaktiyle İzmitli bir koca ihtiyar buradaki dağlık dikenlikleri kırıp, sapan yürüttüğünden “Sapan Koca” adı ile bir köy olmuştur. Son zamanlarda mamur olup, Koca Süleyman Han zamanında bir kasaba durumuna gelir. İçinde Sarı Rüstem Paşa büyük bir han yaptırmıştır kiyüzyetmiş ocaktır. Latif bir cami, bir hamamı, güzel çarşısı vardır. İmaretleri gök kurşun ile

39

kaplıdır. Bin kadar, kiremit örtülü evi vardır. İmaretleri hep Koca Sinan yapısıdır. Bir Pertev Paşa hanı var, o da Mimar Sinan işidir. Bu hayır yapıtlarının çoğu Rüstem Paşa’nın olmakla birlikte onun vakfının hamisi hakimdir. Başka yeniçeri serdarı da vardır. Metin edilecek şeylerden beyaz kirazı meşhurdur. Hamamın dibinde bir ekmekçi dükkanı vardır. Bir dervişin hayır duası bereketi ile bir çeşit beyaz ve has ekmek, somun pişirir ki Sapanca somunu adı ile her tarafta şöhret bulmuştur. Hatta kırk gün bile dursa kuruyup, küflenip lezzetinin değişmesi olanaksızdır. O kadar meşhurdur ki birini ılgar ile taze taze Acem şahına götürmüşler, o da beğenmiş. Bu derece lezzetli ve has ekmek olmasını bazıları suyundandır derler. Yakında bir köy vardır.92

Sapanca Gölü’nün etrafı yirmidört mildir. Dört tarafında kasaba gibi yetmişaltı parça köyü vardır. Bütün ahalisi bu halicin suyundan içtiklerinden yüzlerinin rengi kırmızıdır. Ürünleri çoksa da bağları yoktur. Bahçeleri son derece aşırıdır. Bu gölün kenarında bin türlü kavun karpuz olur ki ancak ikisini bir eşek çekebilir. Bu göcük içinde yetmiş seksen parça kayık ve çırnıklar vardır ki köyden adam, kereste ve diğer eşyayı götürmekte kullanılırlar. Bu gölde bulunan yetmiş seksen çeşit balıktan avlanıp kar ederler. Alabalık, sazan, turna, luna balığı gibi tatlı su balıkları çok lezzetli olurlar. Ferahlık ve kuvvet vericidirler. Gölcüğün derinliği bir çok yerlerinde yirmi kulaçtır. Suyu gayet saf ve berraktır. Kıyısındaki köylerin insanları elbise yıkadıkları vakit asla sabun sürmezler. Ne yıkasalar, temiz ve beyaz tülbent gibi olur. Adı geçen ekmek somununu dahi bu suyla yoğurduklarında pamuk gibi ekmeği olur.

Sakarya Irmağı

Bu gölün doğusunda ve iki saat uzaklıktan Sakarya Irmağı geçer. Kocaeli’nde “Erve” kasabası kenarında Karadeniz’e dökülür. Sakarya Irmağı azıcık bir çaba ile bu göle akıtılabilir. Bu gölcük İzmit Körfezi’ne üç saat kadar yakın olduğundan ayağı İzmit tuzlası önünde denize karışır. Hatta bir zaman bu gölcüğü İzmit Körfezi’ne katmak için yüzbinlerce kazma va çapalı ırgat ve ameleleri toplattırılmış ise de İzmit halkının “Buna çok hazine ve Hazreti Nuh ömrü gerekir” diye gevşeklik göstermesi, işin yapılmasına engel olmuştur. Ama Sakarya Irmağı bu göle, bu göl de İzmit Körfezi’ne karıştırılsa bir daha Karadeniz’den Sakarya vasıtasıyla düşman giremezdi. Bir de İzmit kenti için vilayet olup “Bolu” ırmağına varıncaya kadar beş konaklık bir mamur olurdu. Bolu ırmağı iskeleye yaklaşıp İstanbul gemileri ta Bolu’ya ulaşır ve İstanbul’da bir tahta üç akçeye, bir kanta odun beş akçeye olup, büyük hayır olurdu. “Allahümme yessirhü bilhayr.”

Hersek’e Gezi

Üsküdar’dan doğuya doğru hareketle denizden Kartal ve Pendik köylerinden geçildi ve Gebze menziline vardık. Bu kasaba bundan önce yazılmıştı. Buradan yine aşağıya inerek “içme suyu iskelesi”ne vardık. Burası büyük iskeledir. Evvelce buradan karşı dile geçtik. Burası 1050 tarihinde ilk seyahatimizde müshil suyuyla, falanıyla yazılmıştır. Ama bu sefer, iskelede iki gün durup ikiyüz parça at kayıklarıyla uygun günde karşıya geçerek Dil hanı’na geldik. Burası da evvelce yazılmıştı. Buradan yine Kıble tarafına tam sekiz bin adım giderek Hersek kasabasına geldik.

861 (M. 1456) yılında Fatih Sultan Mehmet Han Bosna diyarında, Hersek Kralı’nın hükümet merkezi olan Bolagay Kalesi’ni fethetmekte zorluk çekerken içerden kralın oğlu kement ile dışarı inip Fatih’in huzurunda Müslümanlıkla şeref bulmuş ve kalenin ele geçirilmesini olanaklı kılacak sebep ve hileleri göstermiştir. Allah’ın emriyle kale fethedilip ganimet malıyla birlikte Müslüman olan Hersek kralının oğlu Ahmet Bey’e sancak olarak ihsan edilmiştir.

Ahmet Bey, babasından kalan yetmiş parça kaleleri de fethederek İslam ülkesine ekleyince, hizmeti padişahın makbulu olup, kendisine Bosna eyaleti ihsan edilerek şanlı vezir oldu. Bu

92 Danışman age, s. 170; Çevik age, s. 517

40

Hersek kasabasının yeri verimli bir baş arazi olup hacıların geçtiği yer olduğundan Ahmet Paşa gaza malından, buraya yediyüz ev reaya yerleştirecek bir kasaba yaptırır. Halkına her türlü vergiden af olduklarına dair hattı-şerif alır. Halk da gelip gidene ibadet yeri olmak üzere bir minareli, geniş avlulu, dört çerçeveli, kubbeli, sütunlar ile süslenmiş iki yüksek kubbe ile bezenmiş mihrab ve mimberi eski usul bir süslü cami yaparlar. Bir mescidi, bir medrese, bir okul ile bir tekke, iki han, bir hamam ve bir yemek verilen imareti vardır. Hala bütün gelip giden misafirler ve komşular misafirhanesinde kalırlar. Klavuzları kervansarayın her ocağında birer testi çorba ve adam başına birer ekmek parçası ve birer mum getirirler. Ve her at ve deve başına birer torba arpa getirip hizmet ederler.

Vakıfları büyüktür. Hepsi 75 adet dükkandır. Sonradan yapılma 5 adet hanı vardır. Evleri tamamen kiremitlidir. Ama Hersekzade Ahmet Paşa’nın bu kasabalar içinde bütün cami ve imaretleri kurşunlu büyük binalardır. Bunun için Hersek kasabası derler. Suyu ve havası ağırdır. Serçeyi sıtma tutar. Halkı hep sarı renkli Türklerdir. İş ve kazanca elverişli kumsal düz yerdedir.93

Rivayet olunur ki Orhan Gazi döneminde dünyayı dolaşan bir gezgin derviş, buradaki gemicilere gelip “Oğullar, beni karşı tarafa geçirin” der. Onlar da geçirmeyip giderler. Hemen o dünya dervişi eteğine toprak doldurup, “Biz karşıya Allah emriyle böyle geçeriz” diye eteğindeki toprağı denize döktükçe, deniz kara olur. Böylece geminin ardı sıra yürür. Gemiciler bu durumu görünce “Aman sultanım, boğazı doldurup ekmeğimize engel olma. İstanbul’dan İzmit’e gemiler geçmez olur. Lütfet! Burası gemilermize gerek” diye rica ederler. O da onikibin adım kadar denizde gidip doldurduktan sonra gemiye biner. Halen onun için “dil” derler. Bir sivri kumsal burundur. Derviş hazretleri de karşı kıyıya geçince kerametlerini açığa vurduğu için temiz ruhunu derhal Cenab-ı Hak’ka teslim eder. Gebze’de, Diliskelesi yakınında “Dil Baba Dede” adıyla gömülüdür.94

Çelebi, İstanbul Boğazı ve Karadeniz kıyısından yaptığı seyahatte, Kavaklardan sonra Erve İskelesi adıyla (Şile) Kocaeli Sancağı'na bağlı bir iskele başındaki bir han ile gene Kocaeli'niniskelesi olan Kefken'de bir han yapısı ile Kandıra kasabasında bir han’dan söz eder.

1632 , ?Jean Baptiste Tavernier

Fransız gezgin Jean-Baptiste Tavernier, döneminin en ilginç ve tanınmış gezginlerinden biridir. Paris’e göç etmiş Hollandalı Protestan bir harita tüccarının oğlu olup kırk yıllık bir zaman dilimi içinde Türkiye, İran ve Hindistan’a, tüm kullanılabilir yolları katederek altı gezi gerçekleştirmiştir. Özellikle bir tüccar gözü ile her ülkenin yaşam koşulları, din, yönetim, gelenekler, ticaret, insan manzaraları, tedavüldeki paraları hakkında detaylar vermiştir. Tavernier95 yöremiz için şunları not düşmüş:

Üsküdar’dan yola konulduğunda, seyahatin birinci günü oldukça zevklidir. Mevsim bahar ise çiçeklerle bezeli güzel kırlardan geçilir. Başlangıçta belli bir süre yolun iki yakasında güzel mezarlar ve mezar taşları görülür, taşlara bakarak bir erkeğe mi yoksa bir bayana mı ait olduğu anlaşılabilir. Erkeklere ait mezar taşlarının tepesinde bir sarık, ötekilerinde ise bu ülkekadınlarının taktıkları başlıkları anımsatan bir biçim var. O gece Bithynia’da bir köy olan Kartal’da, ertesi gün Hannibal’in mezarı nedeniyle ünlenen antik Libyssa’nın bulunduğu Gebze’de96 konaklanır. Burada iki kervansaray ve çok güzel iki çeşme bulunmakta.

93 Danışman, age, s. 69; Çevik, age, s. 40194 Danışman, age, s. 69; Çevik, age, s. 439 95 Les Six Voyages en Turquie, Paris, 1682, s. 5. Konu eser 2006 yılında Stefanos Yerasimos editörlüğünde Teoman Tunçdoğan tarafından Türkçeye çevrilerek yayınlanmıştır. Bu çeviride bölgemiz ve çevresi için bkz s. 47-5096 Y.U.: Tavernier’den sekiz yıl sonra (1640) Gebze’den geçen ünlü Türk gezgini Evliya Çelebi de buradaki büyük bir kervansaray’dan söz etmekte.

41

Üçüncü gün, bir çok kişinin eski Nikaia olduğunu varsaydığı İznik’e varılır (Gezgin, o dönemdeki adı İznikmid olan İzmit’i, adının söylenişi nedeniyle İznik ile karıştırmış olup geldiği kent bugünkü İzmit’tir). Kent kısmen bir tepenin eteğinde, kısmen denize kadar uzanan ovada kurulmuş. Deniz, kentin bulunduğu noktada bir girinti yaparak körfezi oluşturur. Limanda kesme iri taştan iki büyük dalga kıran ve duvarlarla kapatılmış, askeri tersane olarak kullanılan sahada üç büyük kapalı ambar var. Buradaki büyük dehlizlerde, ev ve kadırga yapımında kullanılan çok sayıda yontulmuş keresteler görülüyor. Kent çevresinde av hayvanı bol olduğundan ve bahçelerinde ender meyveler ile çok güzel şaraplar üretildiğinden Sultan IV.Murad çevrenin en güzel noktasına, hem deniz hem kır manzaralı birsaray yaptırmış.97 Kent esnafının büyük bölümünü oluşturan Yahudiler, özellikle buğday ve kereste ticareti ile uğraşıyorlar.98 Rüzgar uygun olduğunda, İstanbul’dan İzmit’e 7-8 saatte gidilebilir ve yol tehlikeli değildir.

Dördüncü gün Schabanci (Şabanci=Sapanca) gölü kıyısında küçük bir kasaba olan ve iki kervansarayı bulunan Şabanci’de99 durulur. Gölün başlangıcından kasabaya kadar olan yolda, kimi dağda kimi göl kıyısında (kimi yerde at, karnına kadar suya gömülür) olmak üzereyaklaşık iki mil yürünür. Gölün etrafı kesinlikle on milden daha fazla değildir ve gölde bol miktarda büyük boyda balıklar avlanmaktadır. Buradan üç metelik karşılığında iki buçuk ayakbüyüklüğünde bir turna balığı satın aldım. Bir çok Türk padişahı gölden körfeze kadar bir kanal açmaya yeltenmiş. Böylece gölün çevresindeki dağlardan elde edilen keresteler İstanbul’a daha kolay taşınabilecekmiş. Bir mucize sonucu eceli ile ölen ve yerine oğlu geçensadrazam100 birkaç yıl daha yaşayabilse idi, anısını Osmanlı İmparatorluğu’nda sonsuza dek canlı tutacak olan görkemli onarım çalışmaları yanına kuşkusuz bu güzel eseri de ekleyecekti.

Olayları kısaca sunabilmek için, anlatacağım bütün yerlerin, olumsuz hava, eşkiyalarla karşılaşmamak için yolu uzatmak gibi her hangi bir engel olmadığı takdirde, deve kervanı ile birer günlük uzaklıkta oldukları konusunda okuyucuları uyarırım.

Sapanca’dan sonra akşam Zakarat (Sakarya), adı verilen oldukça büyük bir ırmağın kıyısında konakladık. Irmak, kuzeye doğru akıyor ve Karadeniz’e dökülüyor. Bir tahta köprü aracılığı ile ırmağı geçtik ve çok sayıda balık tuttuk. Bu yörede ne köy ne de kervansaray bulunmuyor ancak ırmağa bir mil uzaklıkta, halkının çoğu Ermeni olan Ada (Adapazarı) adlı büyük bir kent var. Oraya birini göndererek oldukça yolculuk için gerekli yiyecek, güzel şaraplar ve gerekli soğuklukları aldırdık. Kankoli’ye (Hendek?) gitmek üzere nerdeyse tüm gün boyunca bataklıklar, tahta köprüler ve şoselerden geçtik.101 Buradan sonra, iki kervansarayı bulunan küçük bir köy olan Tuskebasar’a (Düzce Pazar)102 ulaştık.

Gezgin, bu noktadan sonra Çerkeslerin burunbalığı olarak adlandırdıkları, alabalık gibi benekli ama daha lezzetli bir balığın tutulduğu küçük bir ırmağın kıyısında olan ve bir kervansarayı bulunan Cargues’ler103 (Çerkesler? Kırgızlar?) adlı köyde konakladıktan sonra eski dönemlerde Poia ya da Polis adı verildiğini belirttiği Bolu üzerinden yoluna devam eder.

1635 ?& 1648, Katip Çelebi

97 Y.U.: Bugünkü Hünkar Kasrı’nın yerinde bulunan ve ahşap olan bu saraydan Evliya Çelebi de söz etmektedir. Ayrıca Peyssonel de (1745) gönderme yapmaktadır. 98 Y.U.. O dönemde kentte yalnızca bir Yahudi mahallesi olduğu kesin olarak bilinmesine karşın, gezgin böylesi bir yorumu kentin yalnızca çarşı kısmını gezmiş olması nedeniyle yapmış olmalı. 99 Kasabada bin hane ve vezirler tarafından yaptırılmış iki han bulunmaktaydı. 100 Y.U.. Gezgin, Köprülü Mehmet Paşa’dan söz ediyor. Helenistik ve Roma dönemlerinde de gündeme gelen bu projeyi daha önceki çeşitli yayınlarımızda ayrıntılı olarak aktarmıştım. 101 Bataklıklar ve tahta köprüden Evliya Çelebi (1645) ve Ainsworth (1838) da söz etmektedir. 102 Ainsworth (1838) buradan geçtiğinde en çok 20 hanelik bir köydü. 103 Melen Çayı üzerindeki Çayırcık köyü olabilir.

42

17. yy’da Osmanlı ordusunda görev yapan Katip Çelebi katıldığı seferler sırasında arasında gezdiği yerler hakkında bilgi vermiştir. 1648 yılında el yazması olarak yazılan bu eser ilk kez 1732 yılında İstanbul’da Cihannüma adı ile basılmıştır. 1744 yılında Armain tarafından yapılan Fransızca çevirisi, 1812 yılında ise Hammer tarafından yapılan Almanca çevirisi Viyana’da yayınlanmıştır. Avrupalılar tarafından “Hacı Kalfa ya da Hacı Halife” olarak tanınan Katip Çelebi İzmit’i şu şekilde anlatır:

Marmara Denizi’nin 100 mil kadar doğu ucu körfezinde sursuz büyük bir şehirdir. Kocaeli Sancağı’nın merkezidir. Sancak Bey’ibu kentte oturur. Büyük bir iskelesi, camileri, hanları, birkoruluğu, bir Sultan Köşkü ve bu köşkü çevreleyen bahçeleri vardır.(….) Kentte Rüstem Paşa bir han ve bir aşevi104 yaptırmıştır. Aşevine uğrayanlar kimlik sorulmadan sofraya alınırlar. Ayrıca Rüstem Paşa bu kentte bir de görkemli cami yaptırmıştır. İlçenin çevresi ekinlerle donalı ve yemyeşildir. Yöre,ağaç denizi adını hak etmiştir. Ormanın sınırları, kentin yerleşim alanı sınırları ile kesişir.

Gebze-Tekfur Çayırı, Katip Çelebi’de Sultan Çayırı ve Tekür Çayırı şeklinde geçmektedir. Katip Çelebi’nin belirttiğine göre ordugah ya Gebze’de ya da Sultan Çayırı’nda kurulurdu. Hereke ise, Katip Çelebi’de de ordugah yeri olarak değil bir geçit olarak geçmektedir. Katip Çelebi Çınarlıdere (Derince) için de Gebze ve İzmit arasında Çınar Çayırı demektedir. Kazıklı(günümüzde Kavaklı), İzmit’in karşısında İzmit Körfezi’nin güney kıyısında bir iskele olup Katip Çelebi’ye göre, “Kazıklıbel” İzmit’ten 4,5 saat uzaklıktadır.

1650 ?, Eremya Çelebi Kömürcüyan

Eremya Çelebi Kömürcüyan (1637-1695) bir Osmanlı şair, seyyah, diplomat ve tarihçisidir. Kendisini yetiştiren amcası Hacı Ambağum'un ölümünden sonra bir Ermeni tüccar olan Abro Çelebi'nin yanında çıraklık yaptı. Abro Çelebi zamanın sadrazamı Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’ya çok yakındı. Bu sayede devlet işlerini öğrendi ve çok nüfuzlu kişilerle tanıştı. Kömürcüyan'ın babası ve her iki kardeşi de papazdı. O zamanlar Osmanlı Ermeni toplumu bilgisiz ve tutucu papazlar tarafından aldatılmaktaydı. Kömürcüyan zekası, hristiyanlık hakkındaki derin bilgisi ve açık görüşlülüğü sayesinde Ermeni toplumuna çok büyük katkılarda bulundu. İşte yöremiz hakkında notları;

İzmit’ten Doğu ve Orta Anadolu’yu İstanbul’a bağlayan yollar geçer. Doğudan ve güneyden gelen çeşitli ticari mallar İzmit üzerinden İstanbul limanına geçirilmek üzere Üsküdar’a sevkedilirdi. İzmit ve çevresindeki verimli topraklarda tarım ve hayvancılık yapılır, saray ve İstanbul’un iaşesi için buradan gemilerle İstanbul’da odun iskelesine tavuk, sığır ve odun taşınır.105

Eremya Çelebi’ye göre İstanbul’dan kara yolu ile yapılan yolculuk üç gün sürer, yüz mil kadarolan deniz yolculuğu ise 5-6 saatte alınırdı.106

1656, Jean Thevenot

Troia, Gelibolu, İznik üzerinden İzmit’e varan gezgin kenti şu şekilde anlatmakta:107 Nikomedia, dünyadaki her hangi bir kentten daha hoş bir konuma sahip. Bir körfezin dibinde yer alıyor ve bir tepenin yamacına doğru yükseliyor. Kent bir çok çeşmeyle süslü, çevresi mısır, meyve ağaçları ve bağlarla kaplı. Bahçe meyveleri son derece kaliteli ve kavunları dünyanın en iyisi kabul edilen İran’ın Kaşan kavunlarına eşdeğer. Buradaki antik kalıntılar,

104 Y.U.: Rüstem Paşa, Sapanca’da bir külliye yaptırmıştır, gezgin olasılıkla Pertev Paşa külliyesini kastediyor. 105 Eremya Çelebi, XVII. Asırda İstanbul, çev. Hrand D. Andreasyan, İstanbul 1988, s. 17

106 Müzeyyen Ünal, İskele Alabanda, Kocaeli Gazetesi-Pişmaniye, 13 Mart 2005, s. 2 107 Thevenot, The Travels of Mr. John Thevenot in the Levant, Curious Collection of Voyages, cilt 11, Londra 1760, s.177-178

43

gezginlerin meraklarını tatmin edecek kadar çok. Kent, su perisi Olbia tarafından kurulmuş ama adını onu genişleten Bithynia Kralı Nicomedes’den alıyor. Hannibal’in ve Büyük Konstantin’in öldüğü yer olmakla tanınıyor. Türkler’in İzmit (İsmit) dedikleri kent Türk, Rum, Ermeni ve Yahudilerden oluşan yaklaşık 30,000 kişilik kalabalık bir nüfusa sahip. Bir çoğu geçimini ipek, keten kumaşı, pamuk, yün, meyve, çömlek ve cam eşya ile daha bir çok şey ticareti ile uğraşıyor, bu da kentte önemli bir canlılık sağlıyor. Bir çok Rum kilisesi ve güzel camiler ile pazarlara yakın çok sayıda han var. Gemi inşaları pek farklı olmasa da bir çok İstanbul teknesi burada yapılıyor. İzmit Körfezi’nin sağ tarafında Türk ve Rumların bir çok hastalığa iyi geldiğini söyledikleri doğal bir kaynak var (Çene Suyu) ve buraya yığınlar halinde geliyorlar.

1670, Thomas Smith

İngiliz bilim adamı Smith (1638-1710) doğu dillerine çok hakimdi. 1668 yılı Haziran ayında büyükelçi Daniel Harwey döneminde İngiltere’nin İstanbul büyükelçiliğine papaz olarak atandı. Yaklaşık bir yıl Osmanlı başkentinde kaldıktan sonra Bithynia’da Bursa’ya ilginç bir gezi yaptıktan sonra İzmir’e geçti108 1671’de geri döndü.

1675, Dr. John Covel

Dr. John Covel, 1670-1677 yılları arasında İstanbul’daki Sir Daniel Harvey yönetimindeki İngiliz Elçiliğindeki papazlık görevi süresi boyunca gerçekleştirdiği seyahatleri sırasında bölgemize de uğrar.109 1670 yılında İzmir limanından Osmanlı ülkesine giriş yapar ve kuzey Ege bölgesindeki antik kentleri dolaşmaya başlar. Daha sonra 1675 yılında İzmit ve İznik gezilerinden kısa bir süre sonra İstanbul’dan Edirne’ye bir yolculuk yapar. Gezi notları, günlükve mektuplardan oluşmaktadır.

1675-1676, George Wheler & Jacob Spon

Daha sonra İstanbul’da John Covel’in yakın dostluğunu kazanacak olan Wheler’in (1650-1724) Lyon’lu Dr. Spon eşliğinde Yunanistan’a yaptığı gezi notları altı ciltten oluşur. Dört levha halinde sikkeler ve sayısız heykeli de içeren yapıtının, birinci cildi Venedik’ten İstanbul’a olan bölümü, ikinci cilt ise İstanbul ve çevresindeki yerlerin anlatımını içerir. 1676 Kasım ayında geri dönen Wheler’ın kendi notlarının ilk baskısı 1682 yılında yayınlanır. 1683 yılında derlediği bilgiler ve gezilerinde topladığı antik eserleri hediye etmesi sonucu şovalye ilan edilir. Yol arkadaşı Spon’un anlatımı ise 1689 yılında Fransa’da yayınlanır. Wheler özellikle botanik ve topografi ile ilgilidir ancak yapıtında Pausanias’ın Geographika eserinden hareketle sikkeler ve heykeller üzerine de oldukça yoğun bilgiler sunar.110

1677, Guillaume Grelot

108 Louis Viven de Saint-Martin, age, c. 2, s.33, dn 1: Thomas Smith, Sept Eglises d’Asie, Oxon 1674 & Londra 1676; Philosphical Tarnsactions, Londra 1684, sayı 155, c. XIV, s. 431-454 109 John Dr. Covel, Early Voyages and Travels in the Levant, Londra 1843 110 Voyage d’Italie, de Dalmatie, de Grece et du Levant fait des années 1675-1676 par Jacob Spon et George Wheler, Amsterdam 1679; La Haye 1723

44

Olasılıkla 1677 yılında gerçekleştirilen ve İstanbul, Gelibolu, Kızık, İznik, Mudanya, İzmit, Kadıköy, Rodosto (Tekirdağ), Kdz. Ereğli, Halep ve Diyarbakır’ı kapsayan bir seyahatname Fransa kralına ithaf edilmiş.111 İşte Grelot’un anlatımı:112

İzmit

İstanbul’dan başka diğer bütün şehirlere üstünlüğünü sağlayan uygun konumu ile İzmit, aynı adı taşıyan bir körfezin sonundadır. Kent, meyve ağaçları, bağlar ve tahıl tarlaları ile süslü birtepenin tüm yamacına yayılmış durumdadır. Leziz meyvaları ile çok sayıda bahçe bulunmakta. Kavunları ise en üstün kaliteli olduğu kabul edilen ünlü İran Kaşan kavunlarından hiç de geri kalır değildir. Yazıtlara ilgi duyan bir gezgin bu ilgisini İzmit’te, Latince ve Grekçe kimi yazıtlar bulabilinecek bazı sokak ya da mezarlıklarda kısmen tatmin edebilir. Bu kent Bithynia kralının, daha önce su perisi Olbia’dan adını alan Olbia kenti yerinde113 kendi adını verdiği kenti yükselttiği andan beri çok iyi tanınır. Burası aynı zamanda Hannibal’in çeşitli yenilgileri sonrası Bithynia kralları Antiochus114 ve Prusias’a sığındığı yerdir. Ancak Plutarkhos’a göre bu kralların kendisini, artık desteklerini yitirdiği Kartacalılara ya da onu yenmiş olan ve Titus Quintus aracılığı ile Prusias’tan kendisini isteyen Romalılara teslim edileceğinden korkarak yüzük taşında sakladığı zehiri içerek ölmüştür. Titus Livus’a göre de çarmıha gerilmiştir.

Kent, inançlarını korumak isteyen ilk hristiyanların kanlarının bolca akıtıldığı dolayısı ile çok sayıdaki aziz martyrleri ile daha da tanındı. Aziz Adrian, Aziz Pantaleon ile 763 yılında Pepin’in yeğenlerinden birinin Roma’dan getirdiği cesedini bugün Fransa’da saklamakta olduğumuz Aziz Gorgonius yanı sıra Azize Barbara bu ünlü kenttendirler. Büyük Konstantinus da 340 yılında, altmış yaşında iken bu kentin yakınlarında Akiron (Yukarı Hereke) adlı kasabada yüksek ateşten ölmüştü. Bazı yazarlar, İznik Kurultayı’nda mahkum edilmiş aykırı Ariusçu inanca bağlı olan bu imparatorun Jordan (Ürdün) ırmağında ikinci kez vaftiz olmak amacıyla İstanbul’dan yola çıktığına ve Nikomedia’da hastalanarak Nikomedia Piskoposu Ariusçu Eusebius tarafından Ariusçularca uygulandığı gibi ikinci kez vaftiz edildiğini yazarlar.

Bir buçuk fersahtan daha geniş olmayan İzmit Körfezi iki kıyısındaki çeşitli kıvrımların yarattığı güzel manzarası ile oldukça uzundur. Türklerin İzmit adını verdikleri bu kent, oldukça büyük ve kalabalık olup nice Rum kilisesi, güzel camiler, bir çok han ya da kervansaray, çok sayıda pazar ile hal veya çarşılara sahip. Rum, Ermeni, Yahudi ve Türklerden oluşan 30,000 nüfusun nerdeyse tamamı kente büyük bir canlılık getiren ipek, pamuk, yün, kumaş, meyve, çanak, çömlek ve cam, vb. ticareti ile geçinirdi”. Büyük gemiler, kayıklar ve İstanbul tüccarlarının diğer tekneleri İzmit’te inşa ediliyor ancak sivil ya da askeri açık deniz teknelerini yapımında çok iyi değiller. Burada çok yüksek bordalı, oldukça büyük tekneler ve aynı zamanda kolay alınabilen olağanüstü yelkenliler inşa ediliyor. Ben orada iken üç yılda tamamlanan iki tanesi ilk yolculuklarını yapmak üzere İstanbul’a yükleme yapmaya gönderildi. Bu ikisi kent halkının büyük ilgisini çekmişti, limandaki diğer teknelerin her biri onların yanında bir kayık gibi kalmıştı. Onları iskeleye ya da buranın camisine yakın Kurşiu (Karşı ? Çarşı ?) Limanına çekmişler ve Mekke’ye doğru çevirmişlerdi. Yeni teknelerde gelenek olduğu üzere mahalle imamı gelerek açılış duasını yapmıştı. Sonrasında imam ve halkın iyi yolculuklar dileyen binlerce hayır duası ardından yüklenmişlerdi. Her ikisi

111 Relation nouvelle d'un Voyage de Constantinople enrichie de plans levés par l’auteur sur les lieux, et des figures de tout ce qu’il y a de plus remarquable dans cette ville. Présentée au Roi, Paris I680) – Bir kopyesi XIV. Louis’e sunulmuştur; Grelot, Guillaume-Joeseph, A Late Voyage to Constantinople: Containing an Exact Description of the Propontis and Hellespont, with the Dardenelles…as also of the City of Constantinople, London: Printed by J. Playford, and are to be sold by H. Bonwicke, 1683. (Grelot’nun bölgemizde gezdiği kentler: Kızık, İznik, Mudanya, Gemlik, İzmit, Kadıköy)112 Y.U.: Ben ulaşamadım ama Grelot’nun seyahatnamesi, Maide Selen tarafından “Josephus Grelot, İstanbul Seyahatnamesi” adı ile Türkçe’ye çevrilmiş (İstanbul, 1998). 113 Y.U.: Olbia antik kentinin bugünkü İzmit olduğu savı kanıtlanmış bir bilgi değildir. 114 Y.U.: Gezgin, Antiokhos’u Bithynia kralı sanma yanılgısı içindedir.

45

de demir alarak Mısır’a doğru yola çıkmışlar ancak Çanakkale Boğazı’nı geçtikten hemen sonra bir Maltalı bir korsan tarafından yollarını keserek mürettebatı ile birlikte Malta’ya götürmüştü.

Çene Suyu

Nikomedia’nın batısında, körfezin sonunda, sağ kıyıda mineral bir kaynak var.115 Alüminli olduğunu sanıyorum. Rumlar ve Türkler bu kaynak hakkında mucizeler anlatıyorlar. Gruplar halinde her yerden buraya geliyorlar. Anlattıklarına göre bu suların nerdeyse iyileştiremediği hastalık yok. Küçük bir dağa bağlı bir kayanın dibinde doğup Körfez’e doğru akıyor. Diğer birkaç küçük dere ile birlikte saz ve diğer otlarla kaplı bir ovayı suluyorlar. Görünüşe göre kış aylarında bir bataklığa dönüşüyor. Ben geçtiğimde kuru idi (Ağustos ayında da kuru idi). Sazlar arasında yürürken belki de benim hareketlendirdiğim iki yaban arısı gözlerime atılarakikisi de iğnelerini batırdılar, hissettiğim acı o denli kötüydü ki onbeş dakika boyunca gözlerimiaçamadım. Eğer tıb doktoru Mösyö Vaillant bana eşlik ediyor olmasaydı İran’a gitmeye hazırlanmak yerine el yordamıyla İstanbul’a gitmek zorunda kalma riskiyle yüzleşecektim. Ancak otların yararlarını sikkelerin değerinden çok daha iyi bilen bu bilge adam orada bulduğu bir bitkinin birkaç yaprağını hemen bana uyguladı. Bu bitkinin suyu ve özü ile gözlerimi buğulayarak ağrımı azalttı ve beni hemen bu ayazmaya ya da kutsal suyu ziyaret edebilecek duruma getirdi.

Diliskelesi

Biraz daha batıda, Körfez’in sol kıyısında güneyde, 10-12 metre genişliğinde ve çeyrek

fersah uzunluğunda bir kara parçası büyük bir rıhtım gibi ileri uzanmakta.116 Kara tarafındaki ucunda Türklerin hakkında hoş bir hikaye anlattıkları bir cami bulunmakta. Büyük bayram günlerinden birinde karşı kıyıda oturan bir derviş ya da keşiş, her zaman olduğu gibi ibadet etmek üzere bu camiye gitmeye kalkışmış ancak gece çıkan bir fırtına teknesini alıp götürdüğünden ve Körfez’i geçecek başka da bir vasıta olmadığından ne yapması gerektiği konusunda Tanrı’ya yakarır. Çağrısı karşılıksız kalmaz ve melek Cebrail ortaya çıkar, kıyıya inerek mantosunun cebine olabildiğince toprak doldurmasını ve geçeceği yöne ekerek oluşacak yolda korkusuzca ilerlemesini söyler. Zavallı keşiş kendisine söylendiği gibi ancak ya yeterince kum almadığından ya da bolca ektiğinden karşı kıyıya ulaşamadan yarı yolda kalır. Arkası su, elinde de ekecek kum kalmadığından bu zor durumdan kurtulmak için göz yaşları içinde ibadete başlar. Bu iyi müslümanın içten yakarışını ve camiye gitmek için atıldığı tehlikeyi gören Muhammet, bu zavallı dervişin ibadetine zamanında yetişebilmesi için derhal Tanrı’dan kara parçasını ona kadar uzatma iznini alır. O zamandan bu yana, o kara parçası bu hatırayı sürdürmekte.

1678, Corneille Le Bruyn (Cornelius Bruyn)

Anadolu, Kos, Rodos ve Kıbrıs kentleri üzerine Flaman gezgin Corneille Le Bruyn’ün (1652-1726/7) gözlemleri, kendi eli ile yaptığı ikiyüz resmin (gravür baskı) yanı sıra giriş bölümündeseyahatlerinde kendisi ile birlikte olanların mektupları yer almaktadır.117 Hollandalı bir gezgin ve ressam olan Le Bruyn 1678-1685 yıllarını doğuya seyahat ederek geçirir. İzmir, İstanbul, Boğaziçi, Rodos, Tyre, İskenderiye, Bethlehem, Kudüs, Halep, Palmyra, vb gibi kentlerin büyük panoramik çizimlerini yapan ilk sanatçıdır.

Le Bruyn’un Seyahatleri’nin birinci cildinde oldukça detaylı görüleceği gibi Türkler, Dil Burnu camideki ibadetten dönen bir dervişin, Cebrail’in emri ile kaftanının cebinde sakladığı ve

115 Y.U.: Gezgin Çene Suyu’ndan bahsediyor. 116 Y.U.: Gezgin, Hersek Burnu’ndan bahsediyor. 117 Corneille Le Bruyn (Cornelius Brun), Voyage au Levant, les pricipaux endroits de l’Asie Mineure, Paris 1700 & Kronovelt, Delft 1714 (Fransızca 2. baskı)

46

önüne doğru denize döktüğü toprağın mucizevi şekilde oluşturduğu yol üzerinden boğazı geçerken suyun ortasına geldiğinde Tanrı’nın karşı yöndeki toprak parçasını önüne kadar uzatması ile oluştuğuna inanırlar.118

İzmit

İstanbul’un hemen ardından gelen İzmit’in konumundan daha avantajlısını diğer kentler arasında bulmak zordur. Adını verdiği bir körfezin sonunda olup çok sayıda çeşme, meyve ağaçları, bağ ve tarlanın bulunduğu küçük bir tepenin tüm yamacını kaplamaktadır. Meyveleri çok lezzetli olan bir sürü büyük bahçe vardır, kavunları da Doğu’ya seyahat edenlerin aktardıklarına göre İran’ın “kaşan” kavunlarından hiç aşağı değildir. Güzel yazıtlar görmek isteyen meraklı yolcular Nikomedia’da bu zevklerini tatmin edebilirler çünkü Grekçe ya da Latince bunlardan parçaların hatta kimi zaman bir bütün olarak bulunmadığı tek bir sokak ya da mezarlık yoktur.

Ayrıca bu yerleşimin temellerini atan nymphe (Zeus’un kızı olan su perileri) adına göründüğü üzere bir zamanlar Olbia adını taşıyan kenti büyüterek kendi adını veren Kral Nikomedes’ten bu yana önemli bir yeri vardır. Hannibal, bir çok pusudan kurtulduktan sonra Bithynia Kralı Prusias’ın yanına buraya sığınmıştı. Ama bu kral tarafından onu isteyen Titus Quintus’a teslim edileceğinden korkarak, Titus Livius’un dediğine göre kendisinin hazırladığı ve her zaman üzerinde taşıdığı bir zehiri içerek intihar etmişti. Plutarkhos ve daha bir çok yazar bunu doğrular. Grelot ise Titus Livius’a atfen çarmığa gerildiğini belirtir. Bu eski tarihçinin yapıtında Hannibal’in ölümünden bahsedilen bölümde böyle bir ifade yoktur ancak 17. kitaptaFlorus’den söz eden bölümde bir başka Hannibal’den bahsedilmiştir.

Bu kent inançlarını savunmak üzere can veren çok sayıdaki hristiyan nedeniyle daha da bilinir. Bu kentin Akhyron (yukarı Hereke) adlı bir banliyösünde İmparator Konstantin ağır ateş nedeniyle 340 yılında, 66 yaşında iken öldü. Bazı tarihçiler, imparatorun İznik Konsili’nde mahkum ettirdiğ Ariusçuluk’a yönelerek Ürdün’de (Ariusçu mezhebin izin verdiği gibi) ikinci kez vaftiz olmak üzere İstanbul’dan yola çıktıktan sonra Nikomedia’da hastalandığını ve (Ariusçu) Piskopos Eusebius tarafından (ölümünden önce) ikinci kez vaftiz edildiğini yazarlar.

İzmit Körfezi’nin genişliği bir buçuk fersahtan fazla olmasa da oldukça uzun olup her iki kıyıda bir çok küçük tepelerle çevrilmiştir. Bu tepelerin kıvrım ve dönüşleri, aralarından geçenkörfezin sularını birbirine karıştırırken arzu edilebilecek en güzel görüntüleri oluştururlar.

Türklerin İzmit adını verdikleri Nikomedia ise oldukça büyük ve 30,000 kişiye ulaşan yoğun nüfusunun nerdeyse hepsinin ipek, pamuk, yün, kumaş, meyve, çömlek, cam ve daha bir çokşey ticaretiyle uğraştığı bir tüccar kentidir. Bir çok Rum kilisesi, güzel camiler, birkaç han ya da kervansaray ve güzel pazarlar yani çarşılar bulunmaktadır. Gemiler, kayıklar ve İstanbul tüccarlarının teknelerinin bir çoğu İzmit’te inşa ediliyor, ancak denizcilik, savaş ve inşa sanatı hakkında pek bilgili değiller yani iyi tekneler ancak kötü yelkenler yapmalarının yanı sıra bitiş süreleri sonsuz denecek derecede.

Çene Suyu & Dil Burnu

İzmit’in batısında, körfezin sağında bir mineral su kaynağı vardır ki gerek Rumların gerekse Türklerin yığınlar halinde geldikleri bu suyun her türlü hastalığı tedavi ettiği rivayet olunur.119 Biraz daha batıda aynı körfezin sol yakasında, güneye doğru uzanan 5-6 kulaç genişliğinde

118 Y.U.: Texier, bu efsaneyi “bunu gören balıkçılar, körfezin kapanacağından korkarak dervişe hemen kayıklarını sunmuşlar. Bu hikâyenin orayla bir ilgisi vardır; çünkü civarda “Dil Baba” adında bir dervişin türbesi mevcuttur. Dil’de ufak bir han ile Sultan III. Murat’ın bahçıvan başısı Mustafa Bostancı’nın 1638 yılında yaptırmış olduğu bir çeşme vardır” şeklinde devam ettirtmektedir. (Texier, agç, s. 131) 119 Y.U.. Derince Çene Suyu

47

ve çeyrek fersah uzunluğundaki ve kara tarafındaki ucunda bir caminin bulunan kara dili hakkında Türkler çok eğlenceli bir hikaye anlatırlar: Önemli bir bayram günü, körfezin kuzeydeki karşı kıyısında oturan bir derviş adet olduğu üzere ibadetini yapmak üzere camiyegitmek istiyordu ancak gece çıkan bir fırtına kayığını sürüklemişti ve karşı kıyıya geçmek için bir başka olanak göremeyince kendisini bu zor durumdan kurtarması için Tanrı’ya yalvarır. Duaları sonuç verir ve Melek Cebrail derhal kendisine görünerek, deniz kıyısından elbisesinin eteklerine olabildiğince kum doldurmasını ve daha sonra denizin üzerinde kendisine bir yol yapacak şekilde serperek korkmadan üzerinde yürümesini söyler. Münzevi keşiş kendisine söyleneni yapar ancak ya yeterli kum almadığından ya da fazla serptiğinden denizin ortasında kalıverir. Tekrar dua etmeye ve bu şaşkın durumdan kurtulmak için yalvarmaya başlar. Bu iyi müslümanın dindarlığından ve ibadetini yapmak için atıldığı tehlikeden etkilenen Hz. Muhammet derhal, dervişin namazına zamanında yetişmesi için Allah’tan bir kara parçasının (Hersek-Dilburnu) ona kadar uzanması iznini alır. O zamandan beri bu mucizeyi hatırlatmak için kara dili burada durmaktadır.120 Gezgin bu noktadan sonra Kadıköy’e doğru ilerleyerek yoluna devam eder.

1700, Joseph Pitton de Tournefort

Fransız botanikçi Tournefort (1656-1708), papaz olmak üzere Cizvitlerin yanında eğitim alırken babasının ölümü sonrası kendi geçimini sağlamak zorunda kalınca doktorluk eğitimi almıştır. 9 Mart 1700 tarihinde başladığı ve 1702 yılına kadar süren gezisi esnasında kendisine Alman botanikçi Andreas Gundesheimer ve ressam Claude Aubriet eşlik etmişlerdir. Yunan Adaları üzerinden Anadolu’ya gelmiş, buradan Karadeniz’e geçmiştir. Gezisini daha da uzatmak istemesine karşın yolda eşkiyalara rastladığı için geri dönmek zorunda kalmıştır. İstanbul’dan tekne ile başladığı yolculuğunda 28 Nisan’da filo halinde Riva’nın (Rhebas) ağzından dışarı çıkarak, kıyı boyunca ilerleyip 35 mil uzaklıktaki bir köy olan Kilia’ya121 ulaşırlar. İşte daha sonra yazdıkları:

Türkler namaz kılmak üzere sahile çıktılar ama daha sonra lodostan yararlanarak, Kilia’ya (Şile) 24 mil uzaklıktaki Ava ya da Ayala (Ağva) ırmağına ulaştık.122 Bütün buralar daha doğrusu Trabzon’a kadar bütün Karadeniz kıyısı yemyeşil olması nedeniyle hayranlık verici; ulu ağaçlı ormanların büyük bölümü, karanın içlerinde o kadar gerilere uzanıyor ki, gözden kaybolup gidiyorlar. Türklerin Ava ırmağının bu eski adını korumaları şaşırtıcı, zira köyün ırmağına Sagari ya da Sakari adını veriyorlar ve bu ad büyük olasılıkla eski yazarlarda adı çok geçen ve Bithynia’nın sınırını çizen Sangorios’tan (Sakarya) geliyor.123

29 Nisan, denizin çok süt liman olmasına karşın, kürek gücüyle 40 milden fazla yapamadık ve öğlene doğru Dichilites’te kamp kurduk.124 Tayfalarımız soluk soluğa kaldığından 60 mil ötedeki küçük Anaplia’ya (Anaplı) hareket ettik.

Yazar ve dostları 1 Mayıs’ta Penderakhi’ye (Kdz. Ereğli) ulaşarak yollarına devam ederler. Daha sonra yolculuğunun Ankara’ya doğru yöneldiği bir bölümde Ankara – İzmit (Nikomedia) arasını, kervanların dokuz günde aldıklarını belirtir.125

120 De Bruyn, Voyage au Levant (1678), s. 61 - 62 121 Tournefort Seyahatnamesi, ed. Stefenos Yerasimos, İstanbul 2005, s.110, dn 9: Burada sözü edilen, Boğazın batısında bulunan Kilya (Kilyos) değil, Evliya Çelebi’ye göre 600 evi ve bir camisi bulunan Şile’dir. Hommaire de Hell, 1846’da burada 750 ev bulunduğunu , sakinlerinin yarısının Türk, yarısının Rum olduğunu söylüyor. 122 Stefanos Yerasimos (editör) notu.: Ağva kasabası ve ırmağı Gökdere 123 Yerasimos: Tournefort küçük Gökdere ırmağını, buradan 40 mil kadar doğuda olan Antikçağ’daki Sangorios, yani günümüzdeki Sakarya ırmağı sanmış. 124 Yerasimos: Burası büyük olasılıkla Sakarya’nın denize döküldüğü yerin batısındaki uzun kumsal olmalı, ne var ki, Dichilites adına başka hiçbir yerde rastlamadık. 125 Tournefort, age, s.230

48

1701 & 1703, Aubry de La Motraye

Aubry de La Motraye’ın 26 yıllık bir süreç içinde Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerine yaptığı gezinin notları özellikle İtalya, Yunanistan, Kırım Tatarları ve Nogayları, Çerkezya, İsveç ve Laponya üzerine çok değişik coğrafi, tarihsel ve politik araştırmalar, gelenekler yanı sıra uluslar ve ülkeler üzerine düşünceleri içerir.

1696’da ülkesinden ayrılarak İstanbul’daki Protestanların papazı olan Motraye, 1700 dolaylarında sürgün Macar Kralı Tökeli ile İstanbul’da tanışmış ve Tökeli’nin İzmit’e sürgün gönderilmesinin ardından 1701 yılı sonunda İzmit’te şahsen Bey’i (Macar Evi olarak anılan evinde) ziyaret etmişti. 1727 yılında yayınlanan gezi notlarında anılarını şöyle aktarıyor:

Tökeli’nin Daveti

Prens’in İzmit’e gidişinden kısa bir süre sonra, özel sekreteri Commaroni tarafından kaleme alınmış bir mektup aldım; durumu anlatıyor, doğrusu pek de sürgün gibi olmadıkları, kendilerine İstanbul’daki kadar iyi davradıldığını dile getirdikten sonra Alteslerinin beni İzmit’edavet ettiklerini belirtiyordu. Mektupta ayrıca, Prens’in bana yüz yüze söylemek istediği şeyler olduğu da yazılıydı. Mektubu getiren ulağa sözlü olarak elimden geldiğince kısa bir sürede bu davete icabet edeceğimi söyledim. Ayrıca, Prens’e verilmek üzere Latince bir mektup yazıp, durumdan duyduğum üzüntüyü belirttikten sonra, en kısa sürede yüz yüze görüşmek için yanlarına geleceğimi yineledim. Prens bu mektubumu kendi eliyle, yine aynı dilden yazdığı ve Prens Tökeli diye imzaladığı bir mektupla yanıtladı. Mektubunda beni görmekten çok mutlu olacağını söylüyor, mektubumda dile getirdiğim üzüntüleri için kendisi ve sekreteri adına teşekkür ediyordu. Beni görmenin hem kendisi hem de eşi hanımefendi için bir zevk olacağının tekrar altını çizmişti. Ben de dayanamadım, Aralık başlarında yola çıktım. İzmit’e giden bir şalupaya126 bindim.

İzmit’e Varış

Öğleden sonra üç sularında yelken açmıştık, ertesi gün saat dört gibi körfezin derinliklerindeki, körfeze adını veren kente ulaştık. Prens’e (kentte) ayrılan ev İstanbul’daki evi kadar güzel ve konforluydu. İzmit, İstanbul’a göre daha ucuz olduğundan Prens burada kendisine verilen tayından tasarruf bile yapabilirdi. Kaldı ki adamlarından bazıları İstanbul’da yaptıkları gibi burada da açıkça şarap satmayı sürdürüyorlardı. Altesleri ve adamları tarafından çok iyi karşılandım, el üstünde tutuldum ve çok iyi ağırlandım. Masamızda yok yoktu; şarabın, balığın, av hayvanlarının en iyisini sundular. Ne diye bilirim? Bolluk içindeydiler. Ama sürgün edilmek Prens’e yine de zor geliyordu ve son gördüğümde tek beyazı bulunmayan sakalı şimdi griye dönmüştü. Prenses ise kahramanlara özgü cesaretini asla bırakmamıştı, kocasına her yönden destek veriyor, ona sabır aşılıyordu. Ama ne var ki yapılan tedavilere karşın Prens’in gut hastalığı daha da azmıştı. Gündüz sanki hapishanesi haline gelen koltuğundan kımıldayamıyor, akşam olduğunda bir tekerlekli sandelyeye alınarak kentte hava alması sağlanıyor ya da bazı günler aynı sandelyeyle ava götürülüyordu. Av çok boldu, özellikle çulluk ve sülün avlyorlardı ve bu avlarda Prens’in sandalyesini silah sesine alışkın iki at çekiyordu. Yani sonuç olarak Francesco denilen adamın Prens’e hastalığı için verdiği umutlar boşa çıkmıştı. Bu şarlatan uzun zamandır Prens’i kandırmaktaydı, acılarını bile dindiremeyince çareyi simya formüllerine baş vurmakta bulmuştu. Prens’in evinde zenginlik çeşmeleri akıtacağına sözler veriyordu. Prens, maalesef bu herifin tabibliğine de, bu sözlerine de güveniyordu… Prens’in sekreteri Commaroni, francesco şarlatının tasarılarıyla alay etmemi rica etti. Ricasını kırmadım, Prens de sözlerimden hoşlanmış göründü ama adamı da sokağa atmadı.

126 Şalupa, Türklere özgü güverteli, küçük tekne.

49

Prens’in benimle yüz yüze konuşmak istediği konu, Lord Paget’in kendisi hakkında neler düşündüğü idi. Ancak Prens, Lord Paget’in Mr. Williams aracılığıyla iletmiş olduğu Fransa ile ilişkilerini kestiği takdirde Karlofça görüşmeleri sırasında Presn’i koruyacağı sözlerine kulak asmamıştı. Beklediği hizmeti hiçbir biçimde gerçekleştirme niyetinde olmadığımı anlayınca benden Mr. Williams’a selamlarını götürmemi, Lord nezdinde çıkarlarının savunulmasının hiçdeğilse onun tarafından dikkate alınmasını rica etti. Ayrıca armağan düşkünü Madam Pearse’in Lord üzerinde ne kadar etkili olduğunu bildiğinden, hanımefendiye armağanlar götürmemi istedi. Altesleriyle yaptığım görüşmenin tek tanığı eşi Prenses hanımefendiydi ve o da söze karışarak ilk eşi Prens Rakoçi’den kalma değerli mücevherli olduğunu, onları armağan etmek istediklerini söyledi. Son iki taleplerini reddemeyecek durumda kalmıştım; elimden geleni yapacağıma söz verdim. Prens ve Prenses’in neşeleri yerine geldi. Prenses oğlunun hapisten kurtulup sağ salim Polanya’ya ulaştığını bildiren ve kendisine de yeni ulaşmış haberi ondan sonra bizimle paylaştı.

Ben İzmit’teyken, sadrazamın kahyası Prens’i yolda karşılayıp, Edirne yolculuğunu kesmesi için uyaran Firari Hasan Paşa, maiyetinde beşyüzden fazla adamla İzmit’e geldi. Asya şereflü paşası olarak atanmıştı. Bize komşu köyde bir gün için konakladı… Prens’in sürgünlüğüne üzüldüğünü ama bunun kendi hatası olduğunu ekledi, “onu uyardığımda ısrar etmeyip İstanbul’a dönmüş olsaydı, başına bunlar gelmezdi” dedi. Prens’e selamını götürmemi istedi. Paşa’nın selamını Prens’e elbette ilettim, o da ertesi gün, Paşa kampını daha bozmadan iyi dileklerini iletmesi için sekreterini Paşa’ya gönderdi, ben de onunla birlikte gittim. Paşa bizi olması gerektiği gibi karşıladı. Bize kahve, tatlı, koku ikram ettiler, Prens’in iyi dileklerini Paşa’ya aktardıktan sonra kente döndük.

Yazıtlar

Bithynia’nın merkezi İzmit ahalisinin çoğunluğu Türk ve Rumlardan oluşuyor, onları Ermenilerizliyor, Yahudiler ise hayli azınlıkta. Türklerin yirmi camisi, Rumların yedi, Eremenilerin dört kilisesi, Yahudilerin de iki sinagogu var. Ya da en azından ben oardayken durum böyleydi. Camilerin çoğu çok güzel, kentin eski görkemini yansıtan çok süslü sütunları, çinileri var ve taş işçilikleri harika ancak o eski görkeminin üzerinden birkaç kez yangın geçmiş. Kilise ve sinagoglar çok özgürler. Şurada, burada Korint sütun ve sütun başlıkları göze çarpıyor, bazıları da tamamı ahşap Türk evlerinin avlu duvarlarını ya da temel duvarlarını örmek üzerekullanılmış. Türk evleri genelde tüm kentlerde ahşaptır, yalnızca 2,50-3,00 m yüksekliğindeki temel taştan örülür ve ev onun üzerine oturtulur. İzmit’teki taş yollar arasında da arada bir mermer parçalar görmek mümkündü. Ben, tam bir bütünlük içeren her hangi bir yazıta rastlamadım. Grelot, gezi notlarında derlenip halka sunulması gereken çok kayıt var, diyor ama biraz abartmış olmalı. Doğrusu ben, bir Ermeni evinin duvarını oluşturan taşlar arasındaki bir mermere kazılı Grekçe “ΠΡΟΤΗ ΠΟΝΤΟΝ ΚΑΙ ΒΕΙΤΙΝΙΑΣ ΜΕΤΑ” yazısı dışında bütünlük gösteren başka bir yazıt göremedim. Türklerin, çok tanrılı ya da Hıristiyan geçmişten kalma anıtlara pek saygı göstermemeleri, hatta bunları aşağılamaları bilinen bir şey. İhtiyaç duyduklarında ki yangınlar sayesinde bu ihtiyaç asla bitmiyor, üzerinde bir şey yazılı imiş, değilmiş hiç aldırmadan ellerine geçen her türlü eski eseri kırıp, döküp kullanıyorlar. Yani eski yazıtlara ulaşabilmek için, Türklerin eski eserleri kullanarak inşa ettikleri ya da onardıkları her şeyi tekrar kırmak ve ayıklamak lazım. Kaldı ki bunu yapan yalnızca Türkler değil. Rum, Ermeni ve Yahudi ev ve duvarları da aynı şekilde. Kilise ve havraların iç avlu kaldırımlarında, tıpkı Sultan Murat’ın Bağdat’ı zaptı dönüşü yaptırılan sarayın127 kaldırımında yarım yamalak okunan “A . N . T . KP . …Σ… BEITINH . “ yazısı gibi harfler bulunan mermer parçaları var. Antik dönemden kalan eserleri tahrip bağlamında öylesi çaba harcanmıştı ki, denize atılan, evlere, sokaklara, avlular ve duvarlara gelişi güzel bir biçimde yerleştirilmiş parçaları bir araya getirmek ancak eski günlerin yeniden doğmasıylamümkün olabilirdi.

127 Y.U.: Bugün ki Hünkar Kasrı’ndan önce aynı yerde mevcut olan ahşap saray.

50

Macar dostlarımızın, Cizvitler tarafından tamamen Katolikleştirildiğini söyledikleri bir Rum papaz vardı. Onun için, “İzmit ve civarında antikite ile ilgili ne varsa, bilir” demişlerdi. Yukarıda sözünü ettiğim yazıt kalıntılarını da bana zaten o göstermişti. Bu adam beni bir günİzmit’in biraz dışına götürdü. Yan yana gelişmiş iki büyük ağaç gösterdi. Ağaçların gövdeleri, toprağa yerleştirilmiş, uzun ve düz iki taşı perdeliyordu. Uzaktan bakıldığında taşlar, Türk mezarlarının baş ve ayak uçlarında görülen taşlara benziyordu. Papaz bana bu taşların Azize Barbara’ya ait olduğunu söyledi. Hıristiyanlara karşı en şiddetli kıyımların yaşandığı günlerde kafası uçurulmuştu. Sonra, herhalde Cizvitler anlatmış olmalılar, bu olayın Diocletianus zamanında geçtiğini, imparatorun casuslarının Hıristiyanların toplanacakları yeriöğrenmeleri üzerine dua etmek için toplanmış yirmi binden fazla insanın yakıldıklarını ekledi. Gerçekten de bu imparator, Hıristiyanlara karşı eşi görülmemiş bir zulüm uygulamış, hatta buvesileyle para bile bastırmıştı. Bu paraların üzerinde “DELETO CHRISTIANORUM NOMINE, SUPPRESSA CHRISTIANORUM SUPERSTITIONE” ibaresi, yani “Hıristiyan Batılının adını bile ortadan kaldırmak için” ifadesi yer alıyordu.

İzmit ve çevresiyle ilgili merakımı giderdikten sonra, Prens’e daha fazla yük olma kaygısıyla, eski Apamea olduğu söylenen Montania’ya (Mudanya) yelken açan, gelirken bindiğim tekneye benzer bir gemiye bindim. Motraye, Mudanya’da bazı dağınık kitabesiz taşlardan başka eski eserlere ait bir şey görmediğini söyler. Buradan hareketle Bursa’ya geçer. 128

Çiçek Tarlası

Aralık sonuna doğru Prens Tökeli, “Çiçek Tarlası” denen bir yerde kır evine aktarıldı. Eşi Prenses hanımefendi 1703 yılı Şubat ayının 17. günü aramızdan ayrıldı. Bu kahraman kadının değeri yeterince bilinmemektedir. Katolik, mezhebinden ayrılmayan Prenses, hac ziyareti için Kudüs’e gitmeyi planlıyormuş. Hem bu yolculuk, hem de ruhuna dua edilmesi için4000 duka altını ve ilk eşi Prens Rakoçi’den hayli çok ziynet eşyasından, ikinci eşinin ihtiyacını karşıladıktan sonra artan bir kısmını bu iş için saklamış. Para ve mücevherleri, anahtarını kendisinin muhafaza ettiği küçük bir kutuya koyarak, kutuyu Galata Cizvitlerinin ruhani liderine teslim etmiş ve dileklerini bildirmiş. Cizvitler, Prenses’in ölümünün ardından “hacca gidemeden ölürsem, bu para ruhuma okunacak dua ve ayinler için sizde kalsın” dedğini iddia ediyorlar.

Ancak, eşinin ölüm döşeğinde bu olayı öğrenen Prens, Prenses’in ölmeden önce kutuya başka emanetler koymak istediğini belirterek kutuyu geri almayı başarır ve bir daha geri vermez. 129

Mart ayı130 sonuna doğru yapılacak ayına katılmam için Prens Tökeli bir adamını göndererek beni davet etti. Kara yolundan Prens’in sürgün yaşadığı yere gidecektik, gönderdiği adam da bana eşlik etme emri almıştı. Böylece Boğaz’ı geçip , Üsküdar’da atlara bindik ve gece gündüz yol alıp ertesi gün öğleden sonra İzmit’e ulaştık. Ülkenin düş gücünü aşan güzelliği ve verimliliği dışında, yolda dikkat çekici her hangi başka bir şey göremedik. Prens’in eskidensürgün yaşadığı evin131 önünde atlarımızdan indik. Babıâli, Prens’e ve birkaç adamına, Balat’ta olduğu gibi burada da şarap satma izni vermişti. Yol arkadaşım bana güzel bir yemek hazırladı. İşleri nedeniyle onun burada kalması gerektiğinden Çiçek Meydanı’na gidebilmem için yanıma başka bir Macar kattı, ben de biraz dinlendikten sonra yola koyuldum. Burayı taşıdığı adına, yani Çiçekli Çayır adına pek uygun buldum. Gerçekten de civarındaki çayırlar çeşit çeşit, rengarenk çiçeklerle örtülüydü. Ancak Prens’in kaldığı ev, hiçbir özelliği olmayan sıradan bir kır evi görünümündeydi. Yapının tamamı ahşap, keresteleruzunlamasına birbiri üzerine sıralanmıştı. Tavan ve zemini oluşturan keresteler, testerelerden

128 Aubry de La Motraye, La Motraye Seyahatnamesi, çev. Nedim Demirtaş, İstanbul 2007, s. 228-240 129 Aubry de La Motraye, age, s. 256-258 130 Y.U.: 1703 yılı 131 Y.U.: Kent içinde kendisine tahsis edilen “Macar Evi”. (Bey, Çiçekli Çayır’a taşındıktan sonra maiyetininden birkaç kişi tarafından göz kulak olunan ve her zaman Macarlara açık ev)

51

çıktığı gibi hiç rendelenmeden, boyanıp cilalanmadan oldukları gibi döşenmişlerdi. Prens, salonun bir köşesini kapatıp, kendisine küçük bir yatak odası yapmıştı. Ev, Alteslerinin hizmetçilerine ait kulübelerle çevrili bir çiftlik evi idi. Prens, eve gelişimden çeyrek saat sonra beni kabul etti. Adeti olduğu gibi, ayaklarının altında bir halı, kollu bir sandalyeye oturmuş haldeydi. Sinyor Françesko denen zatın tedaviye başlanmasından önceki haline göre çok daha hasta görünüyordu. İzmit’teki son görüşmemizden bu yana sakalındaki beyazlar eni konu artmıştı. Gözden düşmesinin üzerine eşi Prenses hanımefendiyi de kaybetmiş olmayı, galiba artık kaldıramıyordu. Beni çok sıcak karşılayarak, “Sürgünleri ziyaret etmekle, hem cezalarını, hem de diğer acılarını azaltıyor, çok büyük bir hayır işliyorsunuz” dedi, teşekkür etti. Bana Lord Paget’in yerine gelen Şovalye Sutton’la kendisi hakkında görüşüp görüşemediğmi sordu. Elçinin, Babıali tarafından sürgünlüğüne son verilmesi ya da İngiliz sarayında kendisi için bir olanak sağlanması için aracılık yayıp yapamayacağını sordu… Bahtsız Prens, Fransa sarayına karşı çok kırgındı, kurban edildiğini düşünüyordu. Fransa sarayının son savaşta Macaristan’ı karıştırmasına karşılık kendisine her yıl dört yüz bin ekü vaat ettiğini, ancak yerine getirilmediğinden şikayet ediyordu…

Prens, bana ortalıkta ne tür haberler olduğunu sordu, ben de bildiklerimi anlattım. Bu arada yemek hazırlanmıştı. Prens’in önüne bir masa getirdiler, masayı çok güzel yiyeceklerle donattılar. Prens’in mabeyincisi sekreteri, haznedarı ve onun eşi de yemekte eşlik ettiler. Yemek sonrasında masa yine kaldırıldı. Sekreter kulağıma eğilip, çekilmek için Prens’ten izinistememi söyledi. Prens ağrıları nedeniyle erken yatmaktaymış. Ben de fazla gecikmeden Prens’ten izin istedim. Sonra yemekteki insanlarla haznedar Seluzi’nin odasında bir araya gelerek, Macar şarabı içip gece yarısına kadar konuştuk.

Kale

Ertesi sabah çevreyi tanımak için atla biraz dolaştım ama üzerinde her hangi bir yazıt olmadığı için, eskiden ne işe yaradıkları ve kimin tarafından yapıldıkları hakkında bir şey söyleyemeyeceğim yıkık iki kule dışında eski bir esere rastlayamadım.132 Kuleler bir tepenin üzerine inşa edilmişti, tepenin eteklerinde küçük bir dere güçlü bir şekilde sularını İzmit Körfezi’ne taşımaktaydı. Çiçek Tarlası nasıl bir çiçek yatağıysa, bu dere de alabalık yatağıydı, dere balık kaynıyordu. Zaten her tarafta her şey çok boldu ve ev hayvanından geçilmiyordu. Prens’in yanında kaldığım dört gün boyunca yediğimiz her yemekte masada mutlaka balık ve av eti yediğimizi söyleyeyim de bu bolluğun nasıl bir şey olduğunu siz tahmin edin. Prens yemeklerden sonra arabayla biraz dolaşıyor, bazen de hiç kaçmayan sülünlerden bir kaçını avlıyordu. Ayrıca evin avlusundaki kümeste tavuklar kadar sülün de besliyordu.

Veda

(Yaklaşık dört ay kaldıktan sonra) 2 Nisan’da Prens’ten yola çıkmak için izin istedim, dönüşümde tekrar kendisine uğramamı istedi. Aynı gün öğleden önce İzmit’e doğru yola çıktım, sekreter de benimle birlikte geldi. Prens’in sekreteri Camorami beni, Babıali’nin Prens’in kentteki işleri için tahsis ettiği, kendisinin Macar Evi dediği eve yemeğe davet etti. Yemekten sonra çıkıp biraz kenti dolaştık. İkindi namazından önce de Menzilhane’ye gitmek üzere sekreterden ayrıldım. Ertesi sabah çıktığım Ankara yolu boyunca ülkenin verimliliğini simgeleyen yeşillik ve bolluk dışında kayda değer bir şey göremedim. 133

Prens’in ölümünün ardından sekreteri Commaromi bana Latince kaleme alınmış son dileklerini gönderdi. Prens, hakkında çıkarılmış olan ve yanlış anlamalara yol açabilecek

132 Y.U.: Konu kuleler Kullar’da Çuha fabrikası karşısında, bugün Paşa Kalesi denilen tepe üzerinde çalılar arasındadır. Arkadaki komşu parselde bir site inşaatı devam etmektedir. Osmanlıların kayıtlı ilk savaş ve zaferinin geçtiği “Bapheon – Koyunhisarı” kalesi olması kuvvetle olası, bir Bizans karakol kulesidir. 133 Aubry de La Motraye, age, s. 277-281

52

dedikoduları ortadan kaldırmak için İngiliz ya da Hollandalı tanıdığım ne kadar Protestan varsa onlarla iletişim kurmamı istiyordu. Mektubunun çevirisi şöyle: 134

“Ben, Macaristan ve Erdel Prensi Tökeli, Türkiye’de şahsıma gereken saygının gösterilmemesi, Fransa sarayının da şahsıma yeterince değer vermemesi karşısında, Cizvitler bana Katolik inancına geçmem halinde, Fransa ya da İtalya gibi bir ülkede hak ettiğim saygı çerçevesinde yaşayabileceğimi ve Fransa Kralı XIV.Louis’nin gözünde itibarımı kazanabileceğimi teklif ettiler. Razı olmuş görünerek, kendilerinden acil bir para yardımı ve söyledikleri ülkelerden birine maiyetimdeki insanlarla birlikte gitmemi sağlayacak bir savaş gemisi istedim. Ancak, bu rahiplerin sözlerinde durmak niyetinde olmadıklarını; söyledikleri iki ülkenin hiç birinden benim için davetiye almamış olduklarını; tek isteklerinin beni kendi inançlarına geçirmek olduğunu; bana verdikleri sözler tutulmadan adımı boşuna Katolik’e çıkardıklarını; tek amaçlarının benimle alay etmek olduğunu anlayınca, sadece Tanrı önündegerçeği açıklamak için değil, darda kalarak vermiş olduğum tüm sözlerden caydığımı kamuoyuna duyurmak, öldüğümde Protestan inancına göre defnedilmek istediğimi bildirmek için bilincim yerinde olarak, kendi el yazım ve imzamla bu yazdıklarımı kaleme aldım, maiyetimdeki önemli insanların da buna tanık olmalarını istedim. Tanrı yardımcım olsun!

İmzalar: İmre Tökeli, Prens (LS) Joan Comaromy, Sekreter Joannes Bai, Mabeyinci Pierre Babai, Özel danışman Samuel Seleuzy, Kahya

İzmit yakınlarındaki, Çiçek Alanı mevkiindeki ikametgahımda, 1705 yılı Eylül ayının 10. günü düzenlenmiştir.

Prens, Protestan geleneklerine göre defnedildi. Kısa bir süre sonra sekreteri, mabeyincisiyle birlikte Macaristan’a döndü. Çiçek Alanı’nda kalan diğer ikisi Prens ve Prenses’ten kalan ufaktefek bazı şeyleri, Alteslerinin en yakın mirasçısı Prens Rakoçi’ye verilmek üzere Fransa elçiliğine teslim ettiler, İstanbul’dan ayrılmadan önce benim yanımda iki, üç gün kaldılar.

1705, Paul Lucas

1. gezi: 1702 Mısır 2. gezi: 1705-1706 Yunanistan, Anadolu, Makedonya, Afrika 3. gezi: 1714-1715 Turkiye, Suriye, Filistin, Mısır

Lucas, bir tüccar, doktor, doğa bilimci ve eski yazıt ve kalıntıları keşfetmeye meraklı bir antikacı olup Fransa Kralı XIV. Louis tarafından nadir sanat eserlerini toplamak üzere Türkiyeve Asya’ya gönderilmişti. Gezi notlarını aktarırken düşselliğin sınırlarında dolaşması diğer gezginler tarafından eleştirilir. Ancak yapıtı renkli ve doğuya olan ilgiyi arttırıcıdır. Halkın anlayacağı dilde yazılmış ilk seyahatnamedir. 1712’de yayınlanan ve ikinci seyahatini (Yunanistan, Anadolu, Makedonya’ya, vb Yolculuk) ve Bey’i içeren kitabında editörün önsözünde, Tökeli ve karısının aşağıda göreceğiniz mezar yazıtları eklenmiştir.

Tökeli’nin mezar yazıtı:

134 Aubry de La Motraye, age, s. 412-413

53

Muhittin Bakan’ın çevirisi:

Burada dinleniyor Kahramanca uğraş veren, Kesmarklı Pek onurlu Bey Emericus Thökeli, Macaristan’ın ve Balkanlar’ın

54

Egemeni iken Vatanın özgürlüğünü savunmak için Cesaretle yaptığı işler ile Bütün Avrupa’da tanınan bir yiğit. Kaderin bir sürü cilvesinden sonra Uzun süre yabanda kaldı. Macaristan’ın özgürlük umudunun Yeniden yeşermesiyle Sürgünlüğü ve hayatı Aynı zamanda sona erdi.

Asya’da Bithynia’nın Nikomedia Körfezi’nde kendi Çiçek Tarlası’nda öldü. Esenlik yılı 1705 Yaş 47, gün 13 Eylül

Karısı İlona Zrinyi’nin mezar yazıtı:

55

56

Muhittin Bakan’ın bu metni çevirisi şöyle:

Burada dinleniyor Kahramanca işlerinden dolayı Şanlı ömrünü erdemle yaşayan bir kadın, Pek ulvî bir bayan Helena Zerinia Zerinia ve Frangipania soyunun en son onuru, Kral Thökeli’nin karısı, Rakotzi’den dul kalan, İkisi de değerli evlilik! Büyüklüğü Hırvatlar, Balkanlar, Macarlar ve SicilyalılardaYazıya geçmiş; Bütün yaptıklarıyla dünyada parlayan, Kaderin her türlü cilvesini yemiş, Gözde ve büyük asi, Askeri övgülerin imanlı hristiyanı. Efendisine güçlü bir ruh verdi, Kendi çiçek tarlasında öldü, Bithynia’daki Nikomedia Körfezinde.

Yıl 1703, Yaş 60, 8 Şubat

Lucas’ın 14. Louis’nin emri üzerine 1714-1719 yılları arasında gerçekleştirdiği üçüncü seyahati Asya, Suriye, Filistin, Yukarı ve Aşağı Mısır’ı kapsamaktadır. Nil Deltası, Ege denizi ve Anadolu haritaları yanı sıra yazarın keşfettiği bir çok ilgi çekici nokta sunulmaktadır.135 Yöremiz hakkında anlatıklarının çevirisi ise şöyledir:

Ayın beşinde Fransa elçisi Charles de Ferriol bana biri Türkçe, biri Fransızca iki pasaport’un yanı sıra biri Vezir-i Azam’ın Hasan Paşa’ya emirlerini içeren, diğeri ise İzmit’in oldukça yakınında bir kır evinde oturmakta olan Kral Tökeli’ye yazdığı iki mektup verdi. Böylece ayın altısında yöresel bir tekneye bindim. Saat 10 gibi yelken açtık. Rüzgar kuzeyden hafifçe esiyordu. Böylece üç mil kadar gittik, Prens Adaları’nı sağ tarafta bıraktık. Süt liman bir gecenin ardından hava karararak, korkutucu şimşek ve yıldırımların eşliğinde kuvvetli bir yağmur başladı. Eğer fırtına biraz daha devam etseydi belki de teknemiz şimdi bir enkaz olacaktı. Teknenin kapalı mahalleri kalafatlanmamış olduğundan ne kadar ıslandığımızı tahmin edebilirsiniz. Ayın yedisi güneş batışında hava bir kez daha kapayıncaya değin hafif bir rüzgarla yola devam ettik. Bütün gece yıldırımlar çaktı, gök gürültüsü ise şimdiye kadar hiç görmediğim şekilde insanı titretecek ölçüde korkunçtu… Yavaş yavaş ilerleyerek bugün Türklerin İzmit adını verdikleri Kral Nikomedes tarafından kurulmuş Bithynia’nın başkenti Nikomedia’ya vardık.

Ayın sekizi sabah saat 5’te karaya çıkarak Kral Tökeli’nin subaylarının kaldığı ve özellikle Sn.Elçi’den kendisine bir mektup gönderildiğini söylediğimde çok iyi karşılandığım bir eve yerleştim. Biraz dinlenmem gerekirdi ancak vakit kaybetmemek için Hasan Paşa’ya

135 Troisiéme Voyage du Sieur Paul Lucas, fait en MDCCXIV, &c. par ordre de Louis XIV dans la Turquie, l'Asie, Sourie, Palestine, Haute & Basse Egypte, &c,. Robert Machuel, Rouen, 1719 (2. baskı)

57

kendisine Elçi’nin mektubunu iletmek için kendisini ziyaret etmek istediğimi ilettim. Gelen yanıtta akşam birlikte yiyebileceğimiz bildiriliyordu. Vakit kaybetmeksizin konağına doğru yola çıkarak ekselanslarının benim için kendisine yazdığı mektubu verdim. Çok belirgin bir samimiyetle mektubu alarak bir benzerini Anadolu’daki diğer Paşa’lara yazmak üzere söz verdi. Ancak böylesi tehlikeli bölgeleri gezme isteğimi şaşkınlıkla karşılıyordu. Kendisine, onur verici koruması sonrası korkacak bir şey olmadığını belirttiğimde, ama benim korumam bölgede dolaşan çok sayıdaki hayduta karşı yararlı olacak mı? diye ekledi. Siz bana onları öldürme izni verirseniz ben korkmam diye yanıtlayınca bir kahkaha attı. Gerekli olabilecek bütün önerilerini ilettikten sonra genel durumdan söz ettik, özellikle Avrupa’dan haberler almaktan hoşnut olmuştu.

Tökeli’yi ziyaret

Eve geri döndüğümde beni Kral Tökeli’nin evine götürecek atlar hazır durumdaydı. Tökeli, İzmid’teki (İzmit) evde kalmıyordu, İzmid’ten yaklaşık iki fersah uzaklıkta “Çiçek Tarlası” adlı bir bölgede ikamet ediyordu. Yolun yarısında Türklerin Kilet (Kiles) adını verdikleri dere üzerinde güzel bir köprü bulunuyor. Çiçek Tarlası’na vardığımda beni oldukça onurlandırıcı bir şekilde karşıladı, güzel ağaçların ekili olduğu ve bana en lezzetli oldukları kanısını veren bir meyve bahçesindeydi. Onu dört tarafı açık, iki katlı bir arabada yarı uzanmış şekilde buldum. İki mindere yaslanmıştı, hastalığı başka bir şekilde duruşuna olanak vermiyordu. Bir Macar şapkası ve tüm vücudunu örten siyah bir ceketi vardı. Beni dinleyebilmesi için arabanın yanına koca bir koltuk getirildi, büyük bir nezaketle beni oturttu ve ekselanslarının mektubunu alarak çok mutlu olduğunu belirtti. Bir çok şey konuştuğumuz bir saatlik bir sohbetten sonra tekrar görüşmek arzusunu belirterek beni uğurladı.

Meyve bahçesinden evlerinin birine götürülerek nefis bir akşam yemeği ikramı eşliğinde bolca içtik. Macarlar biraz Almanca biliyorlar bu nedenle pek tasalanmaya gerek kalmadı. Ayın dokuzunda beni Çiçek Tarlası’na komşu bir dağa götürdüler. Burada hala oldukça ayakta kalmış, belli ki güzel bir yapının kalıntısı olan iki kule gördüm. Daha sonra Kralı tekrar görmek üzere geri döndüm. Yine arabasında, Fransızca’da dinlenme yeri anlamına gelen “Chfyly”sinin (Çiftlik ?) içinden akan bir dere kenarındaydı ve hafif su şırıltısı uyku getiriyordu.Bu kez de bir saat boyunca Fransa’nın şu anki durumu ve benim gözümle hareketimden bugüne gezdiğim ülkelerden, çizimlerimden yani bir gezgine zekice sorulduğunda merak edilebilecek hiçbir şeyin kalmayacağı şekilde her konudan söz ettik. Kendisini dinlenmeye bıraktıktan sonra Bayan Catherine’i (baş kahyanın karısı) selamlamaya gittim. Çok sevimli veiyiliksever yüzlü bir Macar hanımı. Bundan başka daha bir çok büyüleyici ve güzel nitelikleri var ki bu da onu sıradan kadınların üstünde bir noktaya koyuyor. Kusursuz dans ediyor, ayrıca saygı duyulacak şekilde gece boyu içmeyi ve hiçbir sarhoşluk ya da bozulma göstermeden en gözü pek erkeklere baş eğdirmeyi biliyor. Onunla yemek onuruna eriştim ve fark ettim ki içerken ölçülü olma gereksinimi duymuyor. Bir süre sonra dans zamanı geldi. Bugüzel Macar hanımı, ritme ve sese tam uyumlu ancak soyluluğundan ve zerafetinden hiçbir şey kaybetmeden bir çok hareketi ustalıkla sergiledi. Bu konudaki övgülerin abartılı olmadığını gözlerimle görmüş oldum. Kibar ve yumuşak sohbeti beni daha da etkiledi. Kendisi hakkında söylenen tüm övgüler hakkıyla söylenmişler. Çiçek Tarlası’nda daha fazla kalamayacağımdan bu soğukkanlı Macar hanımefendi’den izin isteyerek atıma atladım ve İzmit’e döndüm.

Mermer Lahit ve Aya Pandaleimon

Ayın 10’u. Öğrendim ki onu bir süre önce toprağın altından, üzerinde bir yazıt bulanan mermer bir lahit çıkarmışlar. Şimdi çarşının ucundaki korulukta olduğunu öğrenince oraya gittim ve özel bir avluda buldum. Denildiğine göre bir buçuk aydır buradaydı. Kente üç çeyrekfersah uzaklıktaki bir tarlada bulunmuş ve buraya getirilmişti. İzmit’in etrafında nerdeyse hiç çaba gerekmeksizin çıkartılacak şekilde bunlardan çok sayıda var. Bilim adamlarının çok dikkatini çekecek bu yazıtlar burada ne yazık ki pek ilgi görmüyorlar ve bir köşede unutulup

58

gidiyorlar. Bu mezar dokuz ayak uzunluğunda ve granite benzer bir mermerden yapılmış. Aşağıda görüleceği üzere yazıtı kopyeledim ki bana oldukça tam gibi geldi.

Bir papaz beni buradan kente bir buçuk fersah uzaklıktaki Aya Pandeleimon kilisesine götürdü. Nerdeyse yüz adım yürümüştük ki oldukça yüksek ve olağanüstü kalın iki ağacı farkettim. Sanırım üç adam bile birini kucaklayamaz. Rumlar bunları halk dilinde “Kukuvya” olarak adlandırıyorlar. Bu ağaçların oldukça siyah, küçük bir meyveleri var. Olağanüstü olan her birinin gövdesinde açılmış deliğin içinde, ağaç tarafından tümüyle sarmalanmış büyük kare bir taşın olması. Bu taşlar on ayak yükseklik ve üç ayak genişliğe sahipler ve yöredeki söylentiye göre Azize Barbara’nın gömüldüğü yeri gösteriyorlar. Bana anlatıldığına göre bu bakire Nikomedia’lı Dioscuros’un kızıydı. İmparator Maximianus zamanında inancı için acılara metanetle karşı koymasına rağmen sonunda biri baş ucunda diğeri ayak ucunda olmak üzere bu iki taşın altına konmuştu. Yöre hrıstiyanları, bu iki ağacın mucize sonucunda oluştuğunu söylüyorlar. Papaz, yürürken bana bu mucizeleri anlatıyor. Yürüdükçe taş döşeli yol daha da güzelleşiyordu. Bana bu yol üzerinde bir zamanlar var olan görkemli bir kilisede (Galerius tarafından) yirmi bin martyr’in katledildiği söylendi…

Buradan yüz adım sonra bahsettiğim lahitin çıkarıldığı tarlaya geldik, burada hala tek parça duran büyük kapağını ve içinden çıkan normal bir insanınkinin iki katı büyüklükteki kemikleri gördük. Burada bir zamanlar hatırı sayılır yapılar varmış. Her tarafta büyük mermer parçaları,ağaç ve oyuk işlenmiş sayısız malzemenin yanı sıra çok sayıda sütun parçası ile başlığı görülüyor. Aynı yerde bir başka köşede öküz başı ve çelenk betimleyen alçak kabartmalar iledaha başka yontu örnekleri gördük. Sonunda bu kalıntılardan pek uzakta olmayan Aya Pandeleimon kilisesine vardık. Yukarısında konu etmeye değmeyen birkaç süslemenin var olduğu kapıda dört ayak uzunluğunda, iki ayak genişliğinde bir mermer gördüm; aşağıda göreceğiniz Latince yazıtından bir köleye ait olduğu anlaşılıyordu.

Bir Rum kilisesine oranla oldukça güzel bir kilise. Pandeleimon’un mezarı altına kazılmış küçük bir mahzenin içinde. Cesedi yok, bana çalındığı anlatıldı. Kiliseden ayrılırken aşağıda görebileceğiniz üzere duvarın üzerinde alçak kabartmalı ve yazıtlı, boyu iki eni bir ayak bir mermer parçası gördüm. Bazıları yazıtlı daha bir çok parça vardı ancak tam olmadıkları için bıraktım. İzmit’e özelikle başka bir yoldan döndük. Kenarlarda bir çok sütun parçası gördük, bir bağda kuyunun üzerinde ortası kuyu ağzı yapılmak için delinmiş oldukça büyük bir mermer parçası buldum. Zorlukla okuyabildiğim yazıtını aşağıda görmek olası. Orada daha başka mermer parçaları da gördüm ama yazıtların harfleri silinmişti ve okumaya çalışmak zaman kaybı olacaktı.

Ayın 11’i. Paşa’yı ziyarete gittim, deniz kenarındaki küçük bir çifliğe gitmek üzereydi. Benimlekonuşmak için durdu ve bir kez daha tavsiye mektupları yazacağı ve bana gerekli olan her şeyi sağlayacağı sözünü verdi. İyilikleri için teşekkür ettim. İlk görüşmemizde kendisine yakıngözlükleri hediye etmiştim, o da memnuniyetle kabul etmişti. Dönerken denk geldiğim kahyası bana çok kibarlık gösterdi. Buradan sonra kentin bir çok yerini gezmeye devam ettimve çok sayıda yazıt daha buldum ancak hepsi bozulmuş. Dolayısıyla hiçbir çıktı alamadım. Her yerde hatırı sayılır kalıntılar, özellikle 25 ayak genişliğinde, yüksek tuğla kuleler gördüm.Zamanın ya da savaşların yok ettiği bunca güzel anıtı, güzel sarayları görememenin üzüntüsüne kapılmamak elde değil. Geçmişte İzmit’in ne denli büyük bir kent olduğunu görmek için bir tur yapmak üzere dört saat daha kaldık. Yöredeki inanca göre bütün bu görkemli yapıları bir deprem alt üst etmişti. Çevredeki bütün kırsal bölgede, toprağın altında, bu yapılara nerdeyse bütün halde rastlandığına göre oldukça mamur bir kent imiş. Nikomedia deniz kıyısında kurulmuş ancak bu kıyı, üzerinde kentin güzel bir amfitiyatro şeklinde yerleştiği bir mil yüksekliğe sahip bir tepecik oluşturmuş.

Ayın 12’si. Tekrar Paşa’yı görmeye gittim. Daha önce böyle bir şey duymamış olmasına rağmen beni dünyanın en büyük doktoru kabul ediyordu. Midesinde acılar hissettiğini söyleyerek bana bunları dindirecek bir şeyler verme inceliğinde bulunup bulunamayacağımı

59

sordu. Doktorluğun temel kurallarını arazide öğrenmiştim ve ilk çağlardan kalma yapıları görme arzumun yanı sıra bu merakımı da giderebileceğimi umuyordum. Kendisine sıradan doktorları verdiği uyuşturucu karışımlarının sağlığı geri kazandırmak yerine vucüdu bozduğunu söyledim. Bundan daha basit ama hastalığa uygun şekilde iyi oranlanmış ilaçlar insanın yapısını bozmadan tedavi edebilirler. Onları denizde, karada aramak lazım. Sizin hastalığınıza çok iyi gelecek bir ot biliyorum dedim, ama buradaki iklim onu gördüğüm ülkeninkine benzese de burada hiç bulunamayabilir. Nasıl dedi Paşa, siz burada gök kubbe altındaki en güzel ülkedesiniz. Tek ihtiyacınız olan ne tarafa gitmek istediğinizi belirtmeniz, yarın size atlar ve gittiğiniz her yerde size eşlik edecek ilki adamımı göndereceğim. Bahsettiğiniz otu bulmak için her şeyi yapın, komşu arazilerin birinde mutlaka vardır. Karşılaşacağımız çeşmelere de dikkat etmemi, sularını tatmamı ve hangisinin onun için dahasağlıklı olduğunu belirlememi ekledi. Kabul ederek kendisine söz verdim.

İzmit Köyleri & Şifalı Sular

13 sabahı Paşa’nın şokadora’sı (bütün hizmetli ve kölelerden sorumlu kişi) ve atları getiren bir başkası kapımda belirdiler, Paşa tarafından gönderildiklerini ve gitmek istediğim her yerdeeşlik edeceklerini söylediler. Altı kişi atlara binerek ekili güzel dağlardan geçtikten sonra güneş bizi küçük bir köyde mola vermeye zorladı. Erkekler tarlaya çalışmaya gittiklerinden kadınlardan başka kimse yoktu. Kırsal bölgede onları böyle evlerinde yalnız bulmak normal bir şeydir. Ama dinlenmek için halılarımızı yaydığımızda daha rahat etmemiz için minder ve ilave halılar getirmeleri ise pek öngörülen şey değildir. Hatta bize yemekte oldukları tereyağlı yumurta, peynir, her tür süt ürünleriden ikram ettiler. Kahvaltı bitince atlara atladık ve bir saat ilerledikten sonra Chernarsou (Kaynar-su ?) kaynağına vardık, bu vilayetteki en güzeli olmalı.Suları, atfedilen bir çok özelliği nedeniyle oldukça ünlü. Buranın sakinleri, bir çok hastalığa ama özellikle böbrek kumuna iyi geldiğini söylüyorlar. İyileştiğini söyleyen birkaç kişi ile ben de tanıştım. İçtikten bir süre sonra kusmak gerektiğine göre buna yakın bir etkisi olmalı. Bütün tıkanmalara iyi geldiği düşünülebilir. Bu çeşme çok güzel bir yerde, serinliği bize burada yaklaşık iki saat geçirtti. Sonra birkaç koruluk geçtik ve çok sayıda köy bir anda gördüğümüzde, bir öncekinde olduğu gibi bize yemek ikram ettikleri bir köyde durduk. Doğu ortodoksları ve müslümanlara ait övgüye değer bir özellik. Tüm yolcuları soluklatmaya yönelik bu adetlerini özenle koruyorlar. Bu ülkede yolculuk edenler ve özellikle de burada daha kollanan fakirler için şüphesiz ki iyi bir adet. Bu Türkler, çok saf bir yakınlık gösteriyorlar ve bekledikleri yalnızca teşekkür edilmek. Caragajument’a (Karacaçimen? Karagacıman?) kadar yolumuza devam ettik. Bir köy ama şüphesiz ki bir zamanlar güzel bir kentti. Çünkü burada, çoğu ters dönmüş olağanüstü büyüklükte çok sayıda mezarlar görülüyor. Yazıtlar da buldum ama zamanın acımasızlığı harfleri silmiş ve dört harften ötesinikopyeleyemedim. Burada karşılaşılan çok sayıda taş ve mermer parçası burada hatırı sayılır bir kent olduğunu bana yeterince kanıtlıyor. Yöredeki insanlar bana ne atalarından bahsedebildiler ne de başka bir bilgi verebildiler, belki de kökenleri buralı değildir. Bunca savaş ve değişik egemenlikler sonrası, özellikle Türklerin istikrarsızlıkları düşünülürse buradakimsenin köklerinin nereden geldiğini söyleyememesi şaşırtıcı değildir.

Atlarımızı bağlamak üzere çeyrek fersah uzaklıkta, bize denildiğine göre en görkemli köprülerden birinin bulunduğu yerden biraz ötedeki bir eve yöneldik. Tüfeğimi, Kral Tökeli’ninbenimle birlikte gelmiş olan bir adamını ve yolu göstermesi için küçük bir çocuğu yanıma aldım. Ancak köprü bana söylenenden daha uzakta idi ve olağanüstü de bir şey göremedim. Üç kemerli ve en büyüğünün üstünde oldukça geniş bir mermer üzerine yaslanmış koca bir öküz başı kabartması var. Üzerinde bulunduğu dereye Sanara-su (Sarı su?) deniyor ve oldıkça yüksek iki dağın arasından çıkarak Karadeniz’e dökülüyor. Bu küçük kaçamaktan gece yarım saatten fazla yürümenin getirdiği yorgunlukla konağa geri dönerken tek gördüğüm her adımdaki kurtlar ve çakallardı. Çakal, tilkiye oldukça benzer bir hayvan, bölgede çok sayıda var. Paşa’nın adamları beni endişeyle bekliyorlardı. Başımıza bir şey geldiğinden ya da yoldaki zorluklardan veya çevreyi iyi bilmememizden hırsızların eline

60

düşmüş olmamızdan korkmuşlardı. Tüm bu endişeler bizi görünce dinmiş ve herkes bizi görmekten mutlu olmuştu.

Ayın 14’ü. Yaklaşık iki saat boyunca batı yönünde yürüdük. Bir çok dağı geçtikten sonra sonuncusun ardında yörede verilen adı ile “tüm hastalıkları tedavi eden çeşme”ye vardık, en azından bu da bir ad. Bu çeşmenin suyu özellikle kuvvetli bir iç söktürücü sonuç veriyor. Arzu edilen sonuçları eksiksiz alırken, zayıf ya da yorulmaması gereken vücutlara fazla yük olmaması en elverişli yönü. Harika olan bir şey, bu suyu aşağı inerken yani yatağı boyunca ilerlerken içilirse sadece aşağıdan söktürüyor, eğer yukarı doğru çıkarken içilirse de yalnızca kusturuyor. Bu denli ender bir olayın nedenlerinin incelenmesini doğa bilimcilere bırakıyorum.Düzenli olarak, yılda iki kez 50 fersah uzaklıktan buraya sırayla geliniyor ve yol üzerindeki çok sayıda hırsız nedeniyle Padişah, bu dönemlerde kimsenin yaralanmaması ve bu tedaviden rahatça faydanılabilmesi için 2,000 silahlı adam gönderiyor.

Bu suyu diğerlerinden ayıracak özel bir tadı yok, öğrenmekten ve içmekten çok mutlu oldum ancak çevre insanının hakkında inanarak anlattığı binlerce masala da inanmadım, dolayısıyla sizlere aktarmam gereksiz. Kernar-su’ya (Kaynar Su? Çene Suyu ?) geri döndük. Yakında bir yerde geceledik, akşam suyundan içtim ve sonrasında size daha önce anlattığımneticelerini yaşadım.

Ayın 15’i. Nerdeyse aynı yoldan İzmit’e döndük. Paşa’yı görmeye gittim. Kendisine birkaç örnek verip midesi için yapması gerekenleri aktardıktan sonra söz verdiği mektupları sordum.Aklında olduğunu söyledikten sonra son birkaç gündür gerçekleştirdiğim gezi hakkında bir çok soru sordu. Kendisini yanıtlarken tıbbi bilgim hakkındaki fikrini tereddüte düşürmemeye dikkat ettim.

Satürn Boyası

Biraz sohbetten sonra kendisine Satürn boyasının etkilerini ve deriyi güzelleştirmedeki özelliğini gösterdim. Bunun üzerine, Hanım Sultan için büyük şişelerde çok sayıda yaptıraraksürekli bana ne kadar saygı gösterdiğini söyledi. Ayrıca bir yıldan fazla bir zamandır hasta olan hadımlarından birini görmemi rica etti, bir çok hekim tedavi etmeye çalışmış ama sonunda pes etmişlerdi. Ağır ateşin yanı sıra alt karın bölgesinde büyük ağrıları olduğunu gördüm. Paşa’ya açıkladıktan sonra ertesi gün hadımının ağrılarını dindirecek bir ilaç vereceğime ilişkin söz verdim ve ayın 16’sında da yerine getirdim. Bir miktar İngiliz damlası vermiştim. Umduğum sonucu da aldım, ateşi düştü. Ayın 17’sinde ona kusturucu bir pasta yedirdim, böylece rahatsız edici tüm sıvılardan kurtuldu. Bu hastalıktan kurtulduğuna bir türlüinanamıyordu.

Ayın 18’i. Paşa’nın bizzat kendisi bana çok teşekkürler ederek Anadolu Paşalarına emir yüklü tavsiye mektuplarını verdi. Hastalıkları tedavi yöntemimden oldukça hoşnuttu. İzin istediğimde dönüş yolunda mutlaka bir kez daha İzmit’e uğrayarak kendisini görmemi tembih etti.

Karamürsel

Ayın 19’u. Saat öğleden sonra üç buçuk’a doğru bir kayık tutarak beni Karamürsel’e götürmesi için bindim. Bu küçük körfezi geçerken Grogorio (Neocorio = Yeniköy?) adlı büyük bir kasaba gördük. Bundan sekiz mil sonra da Türklerin Arakli (Yukarı Ereğli = Tepeköy ?) adını verdikleri hatırı sayılır başka bir büyük köyle karşılaştık. Hayran olunacak bir 12 mil sonrasında da Karamusal’a (Karamürsel) vardık. Güneş battığı için de geceyi kayıkta geçirdik.

Ayın 20’si. Karaya ayak bastık. Yerleştiğim evde pazarlar ve antik paralar satın alabileceğim yerler hakkında bigi edindim. Birkaç saatlik sonuçsuz çabadan sonra İznik’e gitmeye

61

niyetlendim. İznik’ten buraya hergün meyve getiren birkaç yük devesi geliyor ve Karamürsel’den de İznik’e en sıradan arabalar gidiyor. Dolayısıyla sabahın altısında ata atladım ve yüksek dağların arasından yolculuğumuza başladık. Tepenin birinde “Feniki” (Fulyacık) adlı yalnızca Ermenilerin oturduğu bir köye rastladık. Buradan vadilere indik ancakbu uzun sürmedi ve tekrar dağların en yükseklerine tırmanmaya başladık, bu tırmanış da yaklaşık iki saat sürdü. Yine yükseklerde sadece Rumların bulunduğu “Fugaglı” (Fulyacık ?) adlı bir köy gördük. Yanımdakilerden biri burada tanıdıkları olan bir Rum’du ve bizi götürdüğübir arkadaşının evinde konakladık.

Grup, 21 sabahı buradan hareketle saat 10 buçuk gibi İznik’e varır… Lucas, 1706 yılı Ocak ayı, dönüş yolunda da Beypazar, Geyve, Sapanca, İskimid (İzmit) üzerinden İstanbul’a geçer.

Lucas’ın yörede not ettiği yazıtlar

İzmit’teki bir mezar yazıtı:

Latin harfleri ile:136

136 Yazıtların Latin harfleri ile transkripsiyonu Sn. Muhittin Bakan tarafından yapılmıştır.

62

AVR. EARINOS, ARKSAS THS KRATIS – THS PHYLES POSEIDONIADOS, ETHEKA THN SORON EMAVTO KAI TH SY – N BIO MOY AVRELIA DIOGENEIE KAI TH THYGATRI MOY AVRELIA BA – RON ANDIKAI THN SORON, EI MH E – AN EPEIKSH TEKNO HMON EAN DE TIS PARA TAYTA POIHSEI, DOSEI PROSTEIMOY TO IEROTATO TA – MEIO * E KAI TH POLEI *, G. KHAIRETE

İzmit’ten yarım fersah uzaklıktaki (Yenidoğan Mahallesi) Aya Pandeleimon Kilisesi kapısındaki bir mezar yazıtı:

Aynı kilisenin duvarlarının dış yüzeyinde bulunan bir yazıt:

Latin harfleri ile:

MENANDROS ARISTOY ARTEMIDORA MENANDROY

İzmit ve Aya Pandeleimon kilisesi arasındaki bir tarlada, diğer kalıntıların arasında delik bir mermerin üzerindeki yazıt:

63

64

Latin harfleri ile:

AMPHPIOLY TRAPHIHS GEOTHA APEOSO PTOLIDRIA …IENEAI KELOMAI ISSES LOPYRON ORMELONTA KAI THN YDNOBOLDI KHIDROSOIS PANPHOPON ANASSAN HDEANEMOY SOI PANTA PNOAIS PHYTLA PEIAINOYSIN HTTHOI IROIS YPSI NHS THE EOYO NER SO TAY LIS AYE ASOIAS KHRE REONO KHRO EAINAIS ODE SOYSA DEM IEREIA

65

KAIS THAI AST NOSTAS KHEI ODEI AIOSEN EPOIA AERESSOMENOI POLITAI EYTHENI HSE PIKOYRON ADHN AMASE TEKARPON

İznik’e üç fersah uzaklıkta bulunan bir yazıt:

66

67

Latin harfleri ile:

SEYMROS KLEMEN TOS ZON EAYTO KAI TH AYTOY GYNAIKI KATESKEYASEN TEN RSK … PHHN OLYMTIS OAYM PIOAYOEYSEBEI A.L.GOEN .. KEKHOE A THANON TE NOME . NONSOY ONARAAY. RA KLHPIOLO … MKA … EI TIS DE AN SKYLHDOS EI TO IERTEATOTA .. NE A .. A MOYNATIA PHILOYNENH ….. KIMENO PERI IMES .. H ..SI … A.. NEPI TO KATATHES . HDENARSKH … NEI . AI KATATETHHNAI IT MIOLZI * A ENTHAEEIKH BOHTHEIA TON EKHTHION KAI AS KKYN THHTHR MSOS EKEIO PHIAOKHP .. OHMONRAS AEOEON K KON TAN TNO EANE KAINSAOE OINH PONNH KAI ANAN EPRANTAIS LIATHS TOY ERIOY. EPI LEOOONKHP H KONANAS THSANTAS PIRION KENNA PO . ONKAMKHE OTIHPO … ENAKIAYAS AOS PAN EIPHPTRIKKS

1736 & 1743, Jean Otter

1736 Kasım ayında İsfehan’a gitmek üzere İstanbul’dan yola çıkan Fransız sarayının hizmetinde bir İsveçli olan Otter, Suriye kervanlarının gittiği geleneksel yol olan İzmit, Eskişehir, Akşehir, Konya, Ereğli ve Adana yolunu takip eder. 1743 yılında İran’dan dönüşünde ise Arapkir, Sivas, Devrek, Tokat, Amasya, Osmancık, Bolu, İzmit ve Üsküdar yolunu izler.137 Yola çıkmadan önce Paris Kraliyet Kütüphanesinde İbrahim Müteferrika ve Hacı Kalfa’nın (Katip Çelebi) yapıtlarını özenle incelemiştir.

1740, Richard Pococke

İngiliz Kraliyet ve Londra Eski Kültürler Derneği üyesi Richard Pococke, 1733-36 yıllarında Avrupa ülkeleri gezisi sonrası 1737’de İskenderiye’ye varır ve burada 3 yıl kaldıktan sonra yaptığı Doğu Akdeniz ülkeleri (Filistin, Anadolu, Yunanistan) yolculukları esnasında 29 Nisan1740’da Ankara’dan yola çıkar, Tosya üzerinden Çerkes Çayı’nı aşarak İstanbul yoluna koyulur. Daha sonra eski Parthenius138 olduğunu varsaydığı Gerede Suyu’na varır. Çerkes’in 14 mil doğusundaki Bender kasabasının Flaviopolis antik kenti olabileceğini düşünür. Bu yöreye Viranşehir adının verildiğini belirterek özetle139 şöyle devam eder:

Nehirden doğru gelirken aşağıda bir köprünün kalıntılarını gördüm. Çerkes Çayı, eski Flaviopolis olabilecek Bender yakınlarında Gerede-Su’ya katılıyor. Denildiğine göre Parthenius (Bartın Çayı), bu adı Diana’nın bu çevrede avlanma alışkanlığı nedeniyle almış olup Amasra kenti,140 çayın ağzındadır… Kuzeydoğu’da antik Billaeus (Filyos) olabilecek bir ırmak var. Karadeniz’e döküldüğü noktada da antik Tios (Tium = Hisarönü) bulunuyor. Bergama krallarının ardıllarından olan Philetoerus bu kentten idi… Mayıs’ın 3’ünde Ankara’dan 53 mil uzaklıktaki Gerede’ye geri döndüm. Bu kent, aynı adı taşıyan ırmağın iki yanına yayılmış… Bu kentin Kara Deniz’e uzaklığı 84 mil olup en yakın yerleşim ise antik Heracleia olduğunu sandığım Ereğli’dir…

137 Louis Viven de Saint-Martin, age, c. 2, s.69: Jean Otter, Voyage en Turquie et en Perse, Paris 1748138 Gezgin’in dip notu: Türkler, buraya “Dolap” adını vermişler. Büyük bir yer değil. Kuşkusuz “Onbinler”in geçmekten korktukları yerlerden biri. Strabon ve Arrianus, Bithynia ve Paphlagonia’yı birbirinden ayıran bir noktada olduğunu kesin olarak belirtiyorlar. Eğer, Strabon tekrar yaşasaydı, yazdığı kadar güzel olduğunu görebilecekti. Sular hala, “bakire” adının verilmesini doğrularcasına çiçekli çayırların arasından akıyor. (Parthenios, eski Yunanca’da bakire demektir.)

139 Voyages de Richard Pococke, ikinci Baskısı’nın Fr. çev. , cilt 5, bölüm 15, Paris 1772, s. 207-213 140 Gezgin’in dipnotu, s. 210: Antik adı ile Amastris, Darius’un erkek kardeşi Oxathres’in kızı ve kentin kraliçesi Amastris’in kurup kendi adını verdiği bir yerleşimdir. Dört kentin yani Sesamos, Kytores, Kromna ve Tios’un halklarını burada toplamıştır. Ancak kısa bir süre sonra Tios halkı, bu topluluğu terk eder ve kentin kalesi konumunda olan Sesamos, Amastris adını alır.

68

Gezgin, yöremize doğru yaklaşırken Borla, Nikomedia, diğer Bithynia kentleri ve İstanbul Adaları’ndan söz eder:

Bithynia’nın Mariandynler ve Kaukonlar tarafından iskan edilen bölümü Parthenius (Bartın) ve Hypius (Melen) arasıdır… Konumu antik Sarum’a denk düşen Borla’da eski bir kente ait sur kalıntıları görülmekte. Ayın 5’inde vardığımız kentin çevresinde, kente ulaşan yoldakilerinbenzeri, iki ayak çapında ve dört ayak yüksekliğindeki yuvarlak taş kaideler üzerine kazılmış sayısız mezar yazıtı bulunmakta. Burada daha sonra Claudianopolis adını alacak Bithynium’un (Bolu) görüntüsü var. Kente üçüncü adı Antinopolis’i verecek Antinous (Hadrianus’un gözdesi), buralıdır. Vadi, kuzeye doğru Elatas olduğunu sandığım ve ağzında Heracleia’nın (Kdz. Ereğli) bulunduğu bir ırmak tarafından aşılır. Ayın 6’sında, bir kayın ormanında hiçbir köye rastlamadan onsekiz mil yürüdük. Sonunda, Hypius olduğunu zannettiğim ve yatağı çok derin olan Lan-Su (Milan-Su = Melen Suyu) kenarına vardık. Gezginler için ev ve kervansarayların bulunduğu Lazca adlı bir köyü geçtik. Burada çok sayıda traşlanmış taşlar ve üzerinde çiçek zinciri motifli bir sunak gördüm. Bana, buranın Prusias ad Hypium (Melen üzerindeki Prusias = Konuralp) olabileceği görüntüsünü verdi. Kimileri, buranın antik Hypia olduğu ve kenti yeniden kuran Bithynia Kralı Prusias tarafından bu adın verildiğine inanır. Burada her çeşit ağaç tekne ve oval masa tabağı yapılmakta. Konumu, çizelgelerde verilen Antinopolis’in Cepota’sı ya da Borla’nın uzaklığına denk düşmekte… Olasılıkla Mariandynler, kıyının Sagaris’in (Sakarya) ağzına kadar olan bölümünde yerleşiklerdi. Daha güneyde olan Bithynia ise Mariandyn’lerden gerek kuzeyde gerekse doğuda Sagaris (Sakarya Irmağı) ile ayrılmış ve doğuda Küçük Phyrigia, güneydoğuda bölgeyi Mysia’dan ayıran Aesepus Irmağı, doğuda Propontis (Marmara denizi),kuzeyde ise Pontus-Euxinos (Kara Deniz) ile çevrili idi. Bithynia’nın bu bölümünde Khalkedon’lular (Kadıköy) otururlardı.

Hendek – Sapanca

7’sinde ondört mil yaptık. 8’inde bir ormanın batı ucundaki Handaki (Hendek) adlı bir kente vardık… Çok güzel bir ormanı geçtikten sonra bir köyde geceledik. Buradan sonra, vadiyi ikiye bölen tepeler ağaç ve buğday tarlaları ile kaplı. Bu tepelerin güneyinde büyük bir kemerve onun birkaç ayak yanında bir sur parçası gördüm ancak kervanla birlikte olduğum için merakımı gideremedim. Mesafeler uyuşmuyor olsa da burası çizelgelerde görülen Demetrium olmalı. Bugün burayı, bir zamanlar ırmak buradan geçtiği için eski Sacari’nin (Sakarya) köprüsü olarak tanımlıyorlar. Bu yakada keşfettim ki tüm çiftçiler Yeniçeri, sebebi ise İstanbul’a yakınlığı ve atalarının bu nedenle buraya yerleşmiş olmaları. Türbanlarının etrafına sardıkları kumaş bir fes ile diğerlerinden ayırt ediliyorlar. 9’unda yolumuza devam ettik. Sapanca Gölü, vadiyi bölen tepelerin güneyinde kalmakta, tepelerden kuzey tarafına yaklaşık yarım fersah genişliğinde ve iki fersah uzunluğunda. Aralarında kocaman sazanlarında bulunduğu çok çeşitli balık tutulabiliyor ve bunun için, yekpare ağaçtan oyulmuş tekneler kullanılıyor. Bu gölün kıyısında İstanbul’a giden bütün yolların ve dolayısıyla yolcuların kavuştuğu, küçük Sapanca kenti var. Burası, arada yalnızca onaltı mil olsa bile mesafe cetvellerinin Nikomedia’dan yirmialtı mil uzaklığa konumlandırdığı Lateas olabilir. Burada işçiliği bana çok eski görünen birkaç taş bulunmakta. Gölden uzaklaşmadan, yolumuza bu vadide devam ettik. Toprak çok verimli. Güzel bir çayırda mola verdikten sonra altı mil daha yaptık. Ertesi gün de on mil ve sonrasında altı mil daha ilerledikten sonra İzmit’e yani eski Nikomedia’ya ulaştık. Adını kente veren Olbia tarafından kurulduğu söyleniyor. Bithynia Kralı Nikomedes tarafından tekrar kurulduğunda ise Nikomedia adını almış. Ancak ben, Olbia’nın yakınlarda başka bir yerde olduğu ve halkının bu kente (İzmit’e) taşındığını sanıyorum.

İzmit

Daha önce belirttiğim gibi vadiyi bölen tepeler zinciri, Nikomedia kentinin kurulduğu nokta olan körfezin kuzeyine kadar uzanıyor. Bu yeni kent, bu tepelerin batı tarafında, körfezin

69

kuzeydoğu ucunda diğerlerinden daha yüksek ikisinin güney yamaçlarının eteklerinde kurulmuş. Özellikle tepelerin üzerine yapılanlar olmak üzere tüm evlerin ağaçlandırılmış bahçe ve avlusu var. Üzüm asmaları çardaklar halinde dizilmişler, bu da çok sevimli bir görüntü veriyor. Kent, kesinlikle iyi konuşlanmış, çevresi oldukça iyi ekili, tepeler bahçe ve bağlarla kaplı ve körfezin karşı tarafındaki bölge görülebilecek en güzel yerlerden biri.

Dükkanlar deniz boyunca dört ya da beş cadde oluşturmuşlar ve hepsi kervansarayların çevresine inşa edilmişler. Evlerin neredeyse tamamı tepelerin şişkin yamaçlarında, hristiyanlar tepede oturuyorlar, Türkler ise yukarılara çıkma konusunda isteksizler. Kentin hiç rıhtımı yok, ancak teknelerin İstanbul’a gidecek yüklerini boşaltmak üzere bağladıkları köprü şeklindeki ağaç iskeleler mevcut çünkü burada önemli bir ticaret var… Yolcular burada binek hayvanlarını terk ederek, Üsküdar’a kadar gemilerle gidiyorlar. Burada büyük tekneler inşa ediliyor, ayrıca önemli bir ağaç ticareti var ve körfezin doğu ucundaki tuzlalardan tuz elde ediliyor. Paşa’nın ikametgahı da burada ve yaklaşık ikiyüz Ermeni ailesi yaşıyor. Piskoposlarına ait yaklaşık beş-altı mil kuzeydoğu’da bir manastır var, ki zaman zaman orada kalıyor. Bir de kentte yalnızca bir papazın hizmet verdiği bir kiliseleri var. Ayrıca yüz kadar da Rum ailesi bulunmakta, onlar da bir piskopos ve kent dışında mezarını da gösterdikleri Aya Pandaleimon’a adanmış bir kiliseye sahipler. Ama ne burada (Roma döneminde) öldürülmüş olan Azize Barbara ve Aziz Adrian, ne de cesedinin şimdi Fransa’da olduğu söylenen Aziz Gorgon hakkında söz etmediler.

Eski İzmit

Eski Nikomedia’dan pek bir şey kalmamış, yalnızca tepenin en üst kısmında eşit olarak dizilmiş, yarı dairesel kulelerle desteklenmiş birkaç sur parçasından oluşan bir yapı var. Surların alt kısımlarının üçte biri, üzeri tuğlalarla kaplanmış kesme taştan yapılmış. Bana çokeski gibi gelmedi ama Konstantin dönemi öncesi olmalı, üst kısımları ise tuğladan. Yamacın aşağılarında da güneybatıya doğru uzanan, ayrıca doğu tarafta yine tepenin alt kısımlarında olasılıkla da bir zamanlar deniz kenarında sonlanan ve şimdi bir toprak parçasını desteklediğini gördüğüm surlar var. Doğu’da Yahudilerin mezarlıklarının bulunduğu bir tepe daha var. Burada içinde dört sıra halinde 24 sütun bulunan görkemli bir tuğla sarnıç harabesigördüm. Eşit dizilmiş 15 ayak, oval şekildeki düz bir kubbeyi taşıyor. Duvarların yapıldığı tuğlalar bir parmak kalınlığında ve bağlayıcı yapı harcında da üç tuğla bulunuyor. Sanırım kente su getiren ve bugün hala görülen su kemerlerinden önce yapılmış olan bu sarnıcın üzerinde daha önceleri önemli bir yapı vardı. Nikomedia’da çok az sayıda Yunanca yazıt var.Bu kent, daha önce sizlere bahsettiğim Sapanca üzerinden İznik’e 32 mil uzaklıkta. Sapanca ise İznik’ten 20 mil, İzmit’ten ise 12 mil uzaklıkta olup “İtinerarum”da (Yol Rehberi) İzmit-İznik yolu üzerinde olduğu belirtilen Libo ile aynı kent olduğunu sanıyorum.

İzmit Körfezi, eskiden Astacenus veya Olbianus ve güneydeki burun ise Neptün burnu (Bozburun) olarak adlandırılıyordu. Körfez yaklaşık 30 mil uzunluğunda ve oldukça tüccar bir kent olan Pronectus ise tam Nicomedia’nın karşısında belki de Baş-İskele’nin bulunduğu yerde idi. Drepanon da aynı körfez kıyısına konumlandırılmaktadır. Konstantin, annesinin onuruna buraya Hellenapolis (Karamürsel-Hersek) adını vermiştir, neresi olduğunu bilemiyorum. Bu hükümdarın, Ürdün’e vaftiz olmaya giderken öldüğü belirtilen Akhyron (Yukarı Hereke) hakkında, bir zamanlar bu isimde, İzmit’in yaklaşık 14 mil kuzeydoğusunda (?) bir kent bulunduğu dışında bana pek bir şey söyleyemediler. Tarihçi Arrianus bu kentli idi. Ünlü Macar Kralı Tökeli, bu körfezin yakınında “Çiçek Tarlası” adını verdiği bir kır evine sahipti. İzmit’te Ermeni mezarlığı’na gömüldü ve mezarının üzerine Latince bir yazıt dikildi.

Çene Suyu

11’inde İzmit’ten ayrıldım ve üç mil kuzeyde alüminli bir kaynak olan Çene Suyu’na vardım ki üstü, Azize Meryem adına yapılmış bir kilise kalıntılarının bulunduğu ve yılın belli zamanlarında Hristiyanların ziyaret ettiği bir dağdır. Bu suyun özel bir tadı olmamasına

70

karşın şap içerdiği için büyük miktarlarda İstanbul’a gönderilmektedir. Taş ve dizanteri’ye iyi geldiği sanılıyor.

İstanbul yolu üzerinde, İzmit’e 10 mil uzaklıkta, deniz kenarında “Korfo” adı verilen küçük bir köy var ki batısındaki dağın üzerindeki ovada sonlanan ve yaklaşık yarım millik bir çemberle çevrili bir alanı kaplıyan iki sur kalıntısı bulunuyor. Bir zamanlar bir başka antik kent varmış gibi görünüyor, ki bu körfeze adını vermiş Astacus olabilir. Sekiz mil daha batıda ve denizdenbir fersah yükseklikte Gebze adlı kasaba var. Antik Lybissa kenti olduğu sanılıyor ama ben hiçbir kalıntı görmediğim için denize daha yakın olabileceğini düşünüyorum. Burada ya da yakınlarında, Bithynia Kralı Nicomedes’e sığınmış olan Hannibal’ın ikametgahı vardı. İhaneteuğradığını öğrendiğinde kendini zehirlemişti. Denildiğine göre beklenmedik bir durum olduğunda kaçabilmek için dört çıkışı olan bir kule yaptırmıştı. O’nu almaya gelen Romalıları gördüğüne göre açıkça belli ki yüksek bir noktada oturuyordu. Gebze’nin yaklaşık bir fersah güneyinde tüm çevrenin görüldüğü ve birkaç servinin bulunduğu bir tepecik var. Kule burada yapılmış ve bu tepecik, komutanın gömüldüğü toprak yığını olabilir. Buradan sekiz mil ötede Pantik (Pendik) bulunmakta ki Antonin Yol Cetveli’nde (Itinerarum) Kadıköy’den 15 mil, Lybissa’dan ise 24 mil uzaklığa yerleştirilen eski Pantikhium olmalı ki bu son uzaklık oldukça fazla. Kentin ötesinde tuğladan büyük bir havuz ve kemerli küçük bir yer gördüm, sarnıç olarak kullanılmış olabilir. O gece açık arazide yattık ve ayın 13’ünde tekrar yola koyulduk. Tüm bölge, İstanbul’un kullanımına yönelik, bahçe ve bağlarla kaplı. İzmit Körfezi’nin girişine vardığımızda Rumların oturduğu “Adalar”ı fark ettik…

Gezgin, bu noktadan itibaren Adalar ve İstanbul’un Asya yakasını anlatarak gezi notlarını aktarmaya devam eder. Gezisi sırasında gördüğü antik kalıntıları daha sonra bizzat kendisi çizmiş olup botanik çizimler ise daha sonra Ehret tarafından çizilmiştir.

1745, Charles de Peyssonel

Fransa’nın İzmir konsolosu Peysonnel’in 1745 yılında İstanbul’dan İzmit ve İznik’e yaptığı kısa keşif gezisinin notlarından oluşan Fransızca orjinali dahi hiç basılmamış olup, Türkçeye çevirisi bu satırların yazarı tarafından yapılarak, ilk kez gün ışığına çıkıp KYÖD yayını kitaplar arasında yer almıştır.141 İşte yöremiz hakkında notları:

Doğu Marmara haritası İzmit ve Gemlik körfezleri haritası

Marmara denizi doğuda iki körfezle sonlanır, derin olanı bazı coğrafyacıların Astakos ve Olbia kentlerinin adlarından kaynaklanarak, bir zamanlar Sinus Astacenus (Astakos Körfezi) ya da Sinus Olbianus (Olbia Körfezi) olarak adlandırmış oldukları Nikomedia Körfezi ki bugünTürkler İznikimid Boğazı demektedirler, daha sığ olanı ise bir zamanlar Sinus Cianus ya da Gillius’a göre Cius/Kios kentinden kaynaklanan Sinus Cioticus olarak adlandırılmış Ghio (Gemlik) Körfezi, ki bu körfezin sonunda, adını Mondania ya da Montagnac’dan (antik Apamea) alan ve Bursa’ya giden deniz yolcularının indiği ve Türkler tarafından Mudanya Boğazı denilen körfez’dir.

İkinci körfezin konumu, Mösyö Bohn tarafından yapılan Marmara haritasında oldukça iyi tanımlanmıştır; ancak gezisine Troya’dan başladığı ve antik adı Posidium Burnu olan Bozburun’da bitirdiği için bu harita Nikomedia (İzmit) Körfezi hakkında eksiktir.

Bozburun, iki körfezi birbirinden ayıran dağ sıralarının en uç noktasıdır. Bu dağların ortasında bir zamanlar Lacus Ascanius olarak adlandırılan İznik Gölü kenarında Nikea (İznik)kenti bulunmaktadır ki dolayısıyla bu kent İzmit ve Gemlik kentleri arasında kalmaktadır.

141 Charles de Peyssonel, 1745 Yılında İzmit ve iznik’e Yapılan Bir Gezinin Öyküsü, çev. Y. Ulugün, İzmit 2005. Eserde ayrıca geçen yazıtlar hakkında Muhittin Bakan’ın ek notları da yer almıştır.

71

Gezmiş olduğum bölgenin seçimindeki temel hareket noktası Mösyö Bohn’un bu haritasını tamamlamaktı, ben yalnızca bu boşluğu doldurdum. Çalışmamı eksiksiz olarak tamamlayabilmek ve ayrıntılar için gereken zamanın tamamını ayıramadım; eğer çizdiğim haritaya ve altına düştüğüm notlara bir göz atma zahmetine katlanılırsa, gördüklerimi ve gözlemlediklerimi, Aubry’nin önceki notlarına yalnızca bir ek olarak, yalın bir şekilde belirttiğim görülecek ve bu harita vereceğim ayrıntıların daha iyi anlaşılmasına yarayacaktır.

İstanbul’dan 2 Mayıs 1745’de üç-çift-kürekli bir gemi ile ayrıldım. Bana ilk katılan Türk kürekçiye güvendiğim için yanıma bir yeniçeri ve iki uşak almakla yetindim ki bir tanesi çevirmen olarak hizmet ediyordu. Başıma kötü bir şey gelmemiş olmasa da uyarıları dinleyerek Huzur’dan142 bir pasaport almalıydım, böylece endişeli anlar yaşamazdım. Bu ayrıntılar aynı geziyi yapmak isteyecekler için yararlı olacaktır.

Gezgin Üsküdar, Kadıköy, Maltepe kıyısı boyunca seyrettikten sonra Kartal’da geceler. Sabah saat 3’de hareketle de Pendik üzerinden Tuzla’ya varırlar. İşte daha sonraki notları:

Tuzla’nın maden sularının bağırsakları temizleyen bir yapısı var ve uygun dönemlerde buraya suların kullanımı için gelenler sonucu hızlandırabilmek için civarda yürüyüşlere uygunalanlar bulabilirler.

Tuzla sahilinde bizi bekleyen teknemize binerek, Tuzla koyu boyunca bulunan ve İzmit Körfezi’nin karşısında kalan üç küçük adanın arasından geçip yolumuza devam ettik. Bu adalara Nisia ya da günlük Rumcada “Adalar” deniyor, başka adı da yok.

Dil şeklindeki “Terse” adlı bu toprak parçası daha önce bahsettiğim gibi nerdeyse bir ada, olasılıkla da Ptolemeus’un143 bahsettiği ve hatta çoğul olarak Akritas Promontoria dediği burunlar. Bu da bu toprak parçasına denk düşmekte çünkü bataklıklarla kesilerek küçük buruncuklar oluşmuş. Birinci adanın üzerinde uzaklardan fark edilen bir ağaç var, diğerleri küçük boyda kesilmiş odunlar ile kaplı. Aşağıdaki haritamda kesin olarak konumlayarak, güncel normal haritaların hiç birinde doğru çizilmemiş olan, bahsettiğim iki koyun çizimlerini düzelttim.

Gillius, Prens Adaları’ndan bahsederken oldukça kesin deliller sunarak Khalki (Heybeli) adasının (Bizanslı) Stephanus’un maden çıkarıldığını belirttiği eski Nemonesus olduğunu söyler. Gillius, bu arada Plinius’u,144 Astakenus körfezinde hiçbir ada olmamasına rağmen Nemonesus’un Nikomedia’nın karşısında olduğunu söylemiş olması nedeniyle eleştirir. Ancak bu yazar tüm Marmara hakkında doğru bilgiler vermiş, kesin bir araştırmacıdır. İstanbul Boğazı’nı anlatırken kullandığı bu anlatım nedeniyle az önce bahsettiği üç adadan haberi olmadığını sanmıyorum, görüldüğü üzere onlara basit kaya parçacıkları olarak bakmışve pek geniş olmadıklarından ada olarak nitelendirmeye uygun bulmamış olsa gerek. Bununla birlikte şimdiki Rumlar onlara Nisia ya da “adalar” diyorlar. Eğer aynı şekilde onurlandırmak istersek, Nikomedia’nın karşısında olması nedeniyle145 en büyüğünün Nemonesus olduğunu varsayabiliriz. Ayrıca, burada mavi renkli tavşan ve tombak ya da boraks bulunduğunu garanti eden Pilinius tarafından da onaylandığı üzere, eskiden Khalki (Heybeli) adası kıyılarındaki oyuklardan maden çıkarıldığını ispat ederek bu varsayımı güçlendirebiliriz.

Gevize (Gebze)

142 Y.U.: Saray’dan143 Y.U.: Ünlü 2. yy. coğrafyacısı.144 Y.U.: Büyük Plinius, 1 yy. Romalı yazar. Bithynia valisi Genç Plinius’un dayısı.145 Y.U.: Buradaki Nikomedia kelimesi, kenti değil, Nikomedia vilayeti ve körfezini içermektedir.

72

Libyssa146 olduğu sanılan yer ayrıca olasılıkla Pontamus. Tuzla Koyu’nu geçerken dağlara doğru yükselen ve meyve ağaçları ile donanmış bir kırsal hissettirmeden yükselmekte, körfezin sonlandığı bu noktada güzel dağ ve yamaçların üstündeki koca gövdeli ağaç örtüsüarasında Tavernier’nin Gebize olarak adlandırdığı Türk köyü Güveze fark ediliyor. Rumcada “b” harfinin “v” olarak telaffuz edildiği düşünülürse her iki ad da yaklaşık aynı şey. Bu telaffuzdan hareketle Gebize ile Lybissa arasında pek fark yok; bir çok modern coğrafyacı daGebize ile Romalılara teslim edilme noktasına gelince Eutropius’un147 dediği üzere zehir içerek intihar eden Hannibal’in öldüğü ve gömüldüğü yer olarak148 iyi bilinen Libyssa’nın aynı kent olduğu kanısındalar. Kimi yazarlar Libyssa’dan bir deniz kenti olarak, kimi yazarlar da kara kenti “in mediterraneis” olarak bahsederler, bu yazar da onları bir araya getirmek için Libyssa’nın denize yakın ancak tam da deniz kenarında olmayan bir kent olarak düşünmektedir ve bu da Gebize’nin şu anki konumuna denk düşmektedir.

Bu “in mediterraneis” ifadesi hem karada hem de güney tarafta anlamlarını içerdiğinden Ptolemeus’un antik haritalarında Libyssa’nın İznik ve Gemlik’e doğru körfezin güney kıyısınayerleştirilmesi kargaşasını getirmiştir. Bu da Libyssa’nın körfezin güney kıyısında olduğu sanılan Nikomedia ile aynı kıyıda olduğu kanısından çıkmaktadır, ancak görülmüştür ki güney kıyısında olan Astakos kenti idi ve bu kentin halkı kuzey yakada Nikomedes tarafından kurulup kendi adını verdiği yeni kente taşınmıştı. Bu nedenle de Libyssa’nın Nikomedia ile birlikte kuzey yakaya konumlandırılması gereklidir.

Bu gözlemler ayrıca Cellarius’dan hareketle bizim yaptığımız bu konudaki sorunları kısmen çözse de antik Libyssa’nın bugünkü Gevize olduğunu kesin olarak kanıtlamamaktadır, tersine eski uzaklıkları güncel güzergahlara uyarlamada Lybissa’nın Nikomedia’ya üç fersah daha yakın olduğuna inanmanın gerekçesi vardır ve ben de körfezin uzunluğunu tartışarak şu andan itibaren Gevize’nin daha ziyade kuzey yakadaki bazı güzergahlarda gösterilen Pontamus olduğunu ispatlayacağım.

Bousbecqius, antik Libyssa olduğuna inandığı Gevize’den geçerken gölgede yüksek bir noktadan Marmara’nın ve körfezin güzel görüntüsünü seyretmekten öteye başka bir şeyi inceleme çabasında olmamış ve M. Tavernier ise iki kervansaray ve oldukça güzel iki çeşme bulunduğunu söylüyor. Bana orada antik döneme ait hiçbir şey bulamayacağım kesin olarak belirtilmişti, bu nedenle sahile bir fersahtan149 daha az uzaklıktaki bu kasabaya çıkmanın çok gerekli olmadığına inandım.

Philokrene (Bayramoğlu) Burnu

Tuzla Körfezi, Nikomedia kanalını darlaştırarak giriş kısmını oluşturan Philokrene burnu150 ile son buluyor ve burun sanki mükemmel bir antik duvar işçiliği sonucu oldukça belirgin küçük bir eşik gibi dizilmiş görünen ve o denli eski bir viraneye benziyen, bu nedenle de sadece kaya parçası olduğunu görebilmek için oldukça yaklaşılması gereken çok sayıdaki blok taşlar nedeniyle beyazlıyor. Kıyıda biraz ileride sarmaşıkla kaplı bu kayaların bir kısmının ve

146 Y.U.: Antik tarihçilerin verdikleri bilgiler yanı sıra Th. Wiegand’ın 1902 yılında yaptığı inceleme kazı sonuçlarını günümüze gelebilen kalıntılarla karşılaştıran Feridun Drimtekin “Antik Libyssa’nın deniz kenarında, olasılıkla Wiegand’ın öne sürdüğü gibi Niketiaton/Eskihisar’ın 2 km. doğusundadır” demiştir. Buna göre Lybissa’nın Diliskelesi olması gerekir, demektedir.147 Yazarın dipnotuna göre orijinal ifade: Cum Roma nis tradendus esset, venonum bibit, et apput Lybissam in finibus Nicomedien sium sepultus est: Eutropius, kitap 4, bölüm 2 148 Yazarın dipnotuna göre orijinal ifade: Lybissa oppidum ubi nan a anni balis tantum tumulus: Plinius, kitap 5, bölüm 32; Cellarius, kitap 3, bölüm 8 149 Y.U.: Fersah, yaklaşık 3 mile eşit (5 km) uzunluk ölçüsü. Metindeki orijinal şekli ile Fransızcası “lieu”. Bir kara lieu’su 4 km, deniz lieu’su ise 5 km’dir ancak yazar “Libyssa’nın gerçek konumu” bölümünde 11 fersah’ın (lieu) 33 mil olduğunu yazmaktadır. Buna göre bir fersah veya bir lieu’yü 3 mile eşit almak gerekir.

150 Y.U.: Ortaçağdaki adını modern zamanlara kadar korumuş olan Philokrene’nin konumu şüphe kalmaksızın Leukatas /Yelkenkaya Burnu’nun bir mil kuzeyindeki daha küçük Kale Burnu’dur. Şimdi tatil merkezlerinin yer aldığı bu yere Bayramoğlu denilmektedir.

73

birkaç eski yapının yerini kaplamış çalıların dibinden akan bir kaynak var. Bu kaynağın adı Philokrene; itiraf etmeliyim ki olağanüstü etkilendim çünkü papaz Panayoti bana çöl gibi, terk edilmiş151 bir yer olarak anlatmış ve bir çok antik yapı kalıntısı bulacağımı söylemişti. Yer gerçekten çöldü ve bu kayalar eski idi. Bu kayaların yapı kalıntıları olmaması dikkatimi çekti.

Tarjca (Darıca)

Philokrene yakınlarında, yarım fersah mesafede Tarja (Darıca)152 kasabası bulunmaktadır ki bana göre Ptolemeus haritasındaki Tararium‘a denk düşmektedir. Körfezin kuzey sahilini bilen Ptolemeus 1. Khalkedon (Kadıköy), 2. Akritas Burnu, 3. Tararium sıralamasını yapmakta. Eğer … bakarken onu düşünürseniz Tararium, modern Tarjca (Darıca)153 adına denk düşmektedir.

Bu yer, oldukça dik bir rampanın eteklerindeki oldukça güzel bir kasabadır, evler tepenin zirvesinden denize kadar, amfitiyatro’ya sıralanmış. Aralar, ağaçlar ve topraklarla kesilmiş, buda çok güzel bir görüntü oluşturmuş. Burada antik kayıtlarda geçen hiçbir şeyi gözlemleyemedim, kasabanın Rum halkı da aynı şekilde boşuna araştırma olacağını garanti ettiler. Gillius, “Periple de la Propontide (Marmara Gezisi) adlı154 eserinde burayı Aricium, halkını da Aricine’ler155 olarak adlandırıyor. Çeşmeler ve su kaynaklarından, Mauledone156 adını verdikleri küçük timsahlara benzeyen hayvanlar topladıklarını söylüyor.157

Bozuk Hisar (Eskihisar)158

Birbuçuk fersah uzaklıkta ve Tarjca (Darıca) yakınlarında deniz kıyısında dükkanlar var, soldaki yoldan Gebze’ye varılıyor. Bu mağazalar buraya getirilen ve İstanbul’a gönderilmek üzere teknelere yüklenen meyve ve üzümler için bir antrepo görevi görüyorlar. Bu dükkanların hemen yanında boyutlarını verdiğim sur harabeleri üzerinde önemli bir hisar yükseliyor. Yaptığım çizimde ölçülerini ve görünümünü verdiğim için anlatımını yapmayacağım hisar’ın temellerinde ilginç bir şey yok . Yapının Cenevizlilere atfedildiğini ve

151 “Terkedilmiş” ifadesinin yanına yazar tarafından Yunanca “τοπος εζγρςος” ifadesi not düşülmüş

152 Y.U.: Darıca, Kantakouzenos’un yapıtında Ritzion olarak anılmıştır. Ramsay’a göre yeri konumlanamıyor, Pitcher ve Foss’a göre ise Darıca’dır. Kelimenin sonundaki –ion bölümü Helen dilinde –yeri anlamında olup Ritz kökünün o dilde anlamı yoktur. Kök kısmının neyi işaret ettiği bilinmemesine karşın Umar, Gebze adının kökeni olan Kibyza’nın –yza’sı ve Darıca’nın –ıca’sı arasındaki yakınlığın rastlantısal olamayacağını söylemektedir. Darıca adı, Bizans çağında kullanılan Ta Ritza’dan gelmiş olsa gerek. Bithynia Krallığı'nın son zamanlarına doğru bir liman kasabası olarak kurulduğu ve ilk adının Kalos Agros olduğu, kimi araştırmacılarca söylenmektedir. 787’de de çok az daha farklı bir isimle görüldüğü üzere 1078’de burada bir Aritzion Manastırı adı geçmektedir. Söz konusu dönemde birkaç kaynakta burasının adının Ritzion olduğu belirtilmektedir. Kantakuzen Pelekanon Savaşı’nı anlatımında Manuel Komnenos’un anayol boyunca doğu seferine giderken Pylai/Yalova‘dan karşı sahilegeçerek karısı ile 1160’da burada buluştuğunu belirtir. Osmanlılar’ın 1402’de yenilgilerinden sonra Bizanslıların geri alarak 1421’e kadar elde tuttukları yerlerden biriydi. Tararium Aratzion’dan geliyor olsa gerek. 153 Y.U.: İstanbul yolunu izleyerek Gebze’den ayrılınca, memleketin içine girmeye başlanır; fakat deniz hiç gözden kaybolmaz. Darıca adındaki küçük köy kıyı üzerindedir; burası 1423 yılında II. Mehmet tarafından fethedilen bir Bizans üssü idi. Burada Tavşandil (Tavşancıl)’ daki gibi bir kaynak suyu vardır. Texier, agç, böl. 5, s.134154 kitap 3, bölüm 8155 Y.U. : Okunuşu “Arisin’ler”156 Y.U. : Okunuşu “Molödon”

157 Y.U.: Bizanslı Etienne (Stephanos) bunu daha farklı olarak şöyle kaydeder: “Kalkhedon denizinin yukarısındaküçük timsahlar besleyen bir çeşme vardır.” Strabon der ki : “Bithynia’da Kalkhedon şehri, Üsküdar kasabası ve Kalkhedon tapınağı vardır. Bu mevkilerin üzerinde, denizden uzak olmayan ve küçük timsahlar besleyen Azaretia çeşmesi bulunur.” Diğer yazarlardan özellikle Stace, Antiganus de Caryste de bu hayvanlardan söz ederler. Bunlardan birincisi, bu hayvanlara Bizans kertenkelesi adını verir. Bunlar hiç şüphesiz salamander dedikleri hayvanın bir türü olup, kertenkele değildiler. Çünkü kertenkele suda yaşamaz. (Texier, agç, bölüm VI)

158 Y.U.: Niketiaton (Eskihisar): Niketiaton,Paflogonia’daki Niketia’dan gelen magister Sergius tarafından dokuzuncu yüzyılda kurulan bir manastırın adı idi. Nikomedia körfezinde her ikisinin de konumu belirlenememiş olan Kalos Agros/Darıca? emporia’sı ve Dorkon arasında idi. Niketiaton kalesi, Vatatzes tarafından 1241’de Latinlere karşı seferinde geri alındığında ismi tekrar görülmektedir.

74

yapıların istihkam ve duvarlardan oluşuyormuş görüntüsü verdiğini söylemem gerek. Burada kurulduğu zamanı içeren hiçbir yazıt bulamadım. Türkler bu harap kaleye Bozuk Hisar’dan başka bir isim vermemişler, diplerinden sıklaştırılmış duvarlar sağlam bir duvar işçiliği gösteriyorlar, görüldüğü üzere hazine bulma umuduyla kazı yapanlar buldukları surlar kalınlığında kanallar karşısında hayrete düşmüşler ancak boşluktan başka bir şey bulamamışlar. Bu kanallar yalnızca ya suyun akışını kolaylaştırmak ya da suyu kalenin sarnıcına yöneltmek için kullanılmış görünüyor. Dediklerine göre bu kalıntıların içinde altın sikkeler vardı ve madem ki biz “diğer”leri olarak her şeyi biliyorduk, o halde hazinelerin de nerede olduğunu bilmeliydik.

Bozuk Hisar’dan sabah saat 10’da ayrıldık ve kıçtan gelen tatlı bir rüzgarla öğleden sonra saat dört ya da beşe kadar Nikomedia’ya seyrettik. Anlaşılacağı üzere rüzgarın bu durumundan faydalanabilmek için bu sahildeki tüm kasabalarda karaya çıkmadım. Bunlar yalnız Türklerin oturduğu ve hristiyanların serbestçe kalabalıklaşamadıkları köylerdi. Haritayaişlemek üzere adlarını aldım, kıyıyı çevreleyen yüksek noktalarda kurulmuş olan Mahalemlu (Muallim Köy) ve Tavşanlu.

Dil

Bir sonraki nokta Dil, bir çok küçük yapısı ile Anadolu’yu gezmek isteyen ya da geziden dönen ancak İzmit Körfezi’ni dolaşmak istemeyen yolcular için bir çeşit liman ya da bir ticaretbölgesi. Dil’den binenler neredeyse tam karşısına denk düşen karşı kıyıdaki Hereclea’da (Ereğli) ya da Karamoussali’de (Karamürsel) tekneden iniyorlar.

Bir fersah aşağıda, üç gün sürdüğü belirtilen bu yolda at değiştirmek için mola verildiği bazı yol haritalarında belirtilen antik Brunga olduğunu sandığım ve yine bir Türk köyü olan, bir başka iskele, Varandje (Yarımca) var. Bugün kervanlar bu yolu dört günde geçmekteler.

Braca veya Vraca veya Vereke veya Feleke (Hereke)

Braca veya Vraca ki bugün Türkler Vereke ya da Feleke olarak adlandırmaktadırlar, yapısı itibarı ile Bozuk Hisar’ı oldukça andıran eski bir hisardır. Yöre insanlarının inanışlarına göre bu yer İmparator Konstantin’in yaşadığı yerdi. Öyleyse bu yer antik Konstantin’in sağlığı bozulduğunda, hiçbir olumlu sonuç alamayacağı, karşı kıyıdaki Helenopolis’in159 sıcak sularını da denedikten sonra Pers seferini iptal ederek taşındığı kır evi Akhyron olmalı.

Buradan biraz uzakta eski bir manastır görüntüsü veren kalıntılar var. Böylesi bir manastır I. Mikhail Rhambage’nin160 tahttan indirdiği İmparator Stauracius161 tarafından burada yapılmış ve bir başka kocası olmasına rağmen evlenmiş olduğu İmparatoriçe Theophilia ile birlikte bu kır evine sürgün edilmişti. İmparatoriçe, Stauracius’un öldüğü bu evi bir manastıra çevirmiş ve cesedi taşınarak Aziz Mikhail manastırına gömülmüştü. Ancak göründüğü üzere kurmuş olduğu manastır Grekçe adını korumuş ve Stauracius’un telaffuzu Stavraki, bir şekilde adını Vraka ya da aynı şekilde okunan Braka olarak devam etmiştir. Çeşitli Bizans yazarlarınca162 da belirtildiği gibi dilbilim sonuçları kesindir. Bu manastır Banduri tarafından Bracense manastırı olarak adlandırılır ki aşağıdaki gözlemleri incelemeden Stauracius’un manastırı olduğunu söylemek yerinde olmaz. Vraca’da kasaba olarak bir şey olmadığını yalnızca iki

159 Y.U.: Altınova-Hersek160 Y.U.: Staurakios’un birkaç aylık hükümranlığından sonra, bir darbe ile eniştesi I. Mikhail Rhangabe (2 Ekim 811 – 11 Temmuz 813) imparator ilan edildi. Theophylaktos ile birlikte ortak imparator idi. İktidarda kalabilmek için Büyük Karl Şarlman’ın Batı İmparatorluğunu tanıdığını ilan etti ancak yeterince güçlü değildi. Edirne yakınlarında Bulgarlara yenilmesi üzerine tahttan indirildi ve yerine V. Leon geçti. 161 Y.U: Babası I.Nikephoros ile çıktığı Bulgar seferinde babası ölünce tahta geçti. Fakat savaşta aldığı yaradan dolayı günden güne kötüleşiyordu. Çocuğu da olmayınca eniştesi Mikhail Rhambage tahtın doğal varisi olarak görülmeye başlandı. Ancak imparatorun karısı Theophano’nun bu duruma karşı çıkması sonucu bir hükümet darbesi ile devrildi. Birkaç ay sonra 11 Ocak 812’de öldü. 162 Ducange, kitap 4, § is n. 42

75

han ve aile üyeleri , bahçeler olduğunu bilmek iyi bir şey. Kervan yolcuları çadırların altında, aşağıda ya da yukarıda da olsalar güvende olduklarına inanıyorlardı.

Dediğim gibi tüm bu kasabalar körfezi çevreleyen bir yüksek tepeler zinciri üzerinde bulunuyorlar ve hemen belirtmeliyim ki bunlara Montes Damatrii (Damatri Dağları) adı veriliyor. Burası imparatorların Palatium ad Damatris (Damatris Sarayı) adı verilen sayfiye evlerinin bulunduğu bir av bölgesi.

İzmit Körfezi

Vranca’dan Nikomedia’ya kadar hiçbir yerleşim görmedim bununla birlikte toprağın ekili ve ağaç kaplı olduğu görülmeye başlanılıyor, özellikle uzun süredir böyle olduğu belli olan bir toprak parçası, Nikomedia’ya birkaç mil kala belirgin şekilde körfeze doğru uzanıyor. Nikomedia’yı gözlerden saklıyor, ancak sağa sapan yolu takip edip orayı geçtikten sonra kenti bu noktadan görebilmek olası ve harita üzerinde incelemekten daha heyecan verici. Gerçek bir liman, neredeyse oval bir hisar ki pek güvenli.

Le Bruyn’un Seyahatleri’nin birinci cildinde oldukça detaylı görüleceği gibi Türkler, bu kara parçasının camideki ibadetten dönen bir dervişin, Cebrail’in emri ile kaftanının cebinde sakladığı ve önüne doğru denize döktüğü toprağın mucizevi şekilde oluşturduğu yol üzerinden boğazı geçerken suyun ortasına geldiğinde Tanrı’nın karşı yöndeki toprak parçasını önüne kadar uzatması ile oluştuğuna inanırlar.

Nikomedia (İzmit)

Çizmiş olduğum Nikomedia görünümü, bu kent hakkında anlatmak istediklerimi daha iyi olarak ifade edecektir. Konumu hakkında söyleyebileceğim, körfezin sonunda değil ama kuzey yakanın sonunda ve güney yakanın ise karşısında olduğudur. Yeterli derecede yüksekbir dağın sırtına kurulmuş ve körfezin sonuna doğru uzanan bir ovaya yayılmış. Hiç bir kaya parçası görülmeden zirveye kadar topraktan oluşan bu dağ, kulübeler ya da bahçelerden yükselen ağaçların damlara karışan yeşilliğine tüm özelliklerini katarak çok hoş bir görüntü oluşturuyor.

Deniz kenarı çeşitli iskele ve rıhtımlarla kaplanmış; kimisi taş, kimisi ahşap. Ayrıca gemilerin de sığındıkları çekek yerleri var, ki aynı zamanda tekne yapımı için kullanılacak kereste dükkanı olarak da işlevleri var; aynı amaçla kullanılan bir de gezinti alanı var; bu ağaçlar tarihten aldığı adını hala koruyan ve İzmit’ten bir gün uzaklıktaki Sagaris (Sakarya) nehri boyundaki büyük ormanlardan çekiliyor. Ancak bu akarsu Karadeniz’e dökülmeden önce çeşitli kıvrımlar yaptığı için geçtiği dağlar ve ormanlar 2-3-4 ve 5 gün uzaklıkta kalıyorlar ve her biri 10-12 evlik küçük köyler olarak serpiştirilmiş bu köylerin sakinleri büyük efendilerin hizmetinde sadece ağaç kesimi ile yükümlü köleler gibiler; bu küçük köylerden üç yüz kadar var. Büyük efendiler, ağaç başına dağılım oranı önceden belirlenmiş 10 kuruş değer biçiyorlar, ancak kurumun müdürü ya da emini onlara sadece 5 kuruş veriyor ve diğer 5 kuruşu da kendine ayırıyor, bu da sıklıkla köylülerin ayaklanmasına neden oluyor. Bu ağaç parçalarını öküz arabaları ile taşıyorlar ancak oldukça büyükleri var ki yalnızca 16 hatta 18 öküzün çekmesiyle tomruk rulosu halinde taşınabilirler, İzmit’ten belli bir uzaklıkta bu tomrukları Kilez deresine atıyorlar ve kaynağını kentin tam karşısındaki körfezin öte yakasındaki dağlardan alan bu akarsu batıdan doğuya bir tur yaptıktan sonra güneyden kuzeye doğru İzmit yakınında ovaya iniyor ve kıvrımlar yaptıktan sonra İzmit’ten yarım fersahuzaklıkta körfezin sonunun tam ortasından doğu-batı yönünde denize dökülüyor.

Görüldüğü gibi kent Mösyö Bohn’un haritası ve kimi sıradan haritaların gösterdiği üzere bu derenin kenarında değil. Bu tomruklar özellikle sonbahar ve kış aylarında akarsu boyunca yüzerek körfeze ulaşırlar ve burada sadece bu işe tahsis edilmiş eski bir savaş ganimeti olangemiye yüklenirler. Bu yüksek bordalı gemi İzmit açıklarında yalnızca yosun bağlasın diye

76

bulunmuyor, bir görevi var ve tomruk yüklemek üzere bu geminin yanaşabilmesi için yeterli derinliği sağlamak üzere oldukça ileri doğru çıkmış olan iskeleye yanaşıyor.

Bu açıklamaya yol açan düzlük alana geri dönüyorum; bir tepenin yamacındaki sarayın163 bahçe duvarları ile sonlanıyor, bir terasın üzerine oturtulmuş sağ tarafta eski bir kare kule var, sol tarafta ise Türk tarzı büyük bir köşk bulunuyor, tüm bunlar küçük bir servi ormanı ve birkaç yüksek gövdeli ağaç ile çevrili.

Kent, sarayın yukarısında yükseliyor ve yükseltisinin 2/3’üne doğru sur çemberinin kalıntıları tanımlanabiliyor, birkaç burç tam olarak ayakta kalmış: zirvede bir yapının kalıntıları görünüyor ki olasılıkla kalenin zindanı, Türkler oraya bir ibadet yeri oluşturacak şekilde duvarlardan bir kare yapmışlar, nerdeyse gerçek bir cami gibi kabul edilebilecek yapıda. Orada bir tüpe ya da kürsüye (minber) benzer bir yapı yapmışlar, hocalar burada kuran okuyorlar veya tefsir ediyorlar. Bu tüp çok temiz şekilde işlenmiş bir mermerden yapılmış. Merak ettiğim için özellikle gezdiğim ve sadece Türklerin oturduğu sıkıntı veren mahalleyi unutmamam gerek. Rumlar ve Ermeniler’in göstermeye yanaşmadıkları kentin bu mahallesinden daha ilginç olan şey, benim gibi Frenkların orada görülmesiydi. Çocuklar, onlar için yeni bir şey olduğumdan beni sürekli takip ediyorlar ve bana rehberlik eden, aynı zamanda bendeniz garip kulunuzu yönlendiren, yörenin insanı olan bu yeniçeriye sorular soruyorlardı. Sürekli tekrar edilen bu utanmaz sorular onu çileden çıkarınca bir hastaya götürmekte olduğu doktor olduğumu söyleyiverdi; onu takip eden Türklerden biri ısrarlı şekilde hasta olan karısını görmem için ısrar etti; yeniçerim onun yakarışlarından ne olduğunu bilemediğim bir takım bahanelerle kurtulduktan sonra diğer meraklılara da kentin tepelerine bir ilaç yapmak için gerekli olan otlardan aramaya gittiğimizi söyledi.

Yalanı doğuran daha başka yalanlardan sonra nihayet beni az önce bahsettiğim caminin avlusuna götürdü, diğerleri benimle konuşurken komşulardan kötü ifadeli bir Türk elinde bir yaprakla yaklaşarak bana “Sayın doktor, eğer dediğiniz gibiyseniz, bana bu bitkinin etkisini açıklayın” dedi. Bu adamın berbat görünümü ve sesinin kederli tonu tehlikeyi anlamamı sağladı. Acısıyla küfrettiğini sandığım bu karakterdeki bir adam gasp da yapabilirdi. Buna rağmen yeniçeri onu iteledi ve camiden hemen çıkarak geldiğimiz yoldan başka bir yol üzerinden sahile dönmeyi denedik ancak bir yolunu bulamayınca çıktığımız yoldan geri inmek zorunda kaldık. Bu da geniş, iyi döşenmiş, kalabalık sokaklardan yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüş oldu ama bana bu şartlarda daha uzun geldi. Bu sokakların eğimi ne olursa olsun adımlarımızı oldukça hızlandırdık ve çok şükür kazasız tamamladık. Rehberim bir önlem olarak yanına aldığı ot hançerini, hakkımda sorular yönelten meraklılara kuşağının altından gösteriyordu . Bu macera İznik’ten dönüşümde İzmit’te bir kez daha başıma geldi, ancak yolculuğuma son vermeme neden olamadı, ve gezi sadece iyi sonuçlarla sonlandı.

Eğer kalenin bu kalıntıları içinde birkaç eski yazıt varsa anlaşılacağı üzere bu şartlarda onlarıarama ve yeterli bir fikir verme koşullarını yakalayamadım. Yalnızca aşağı kenti araştırabildim, bu da antik kalıntıları arayan biri için çok işe yaramadı. Bilmiyorum neden Bruyn, çok sayıda güzel yazıt görmek isteyen meraklı yolcuların bu kentte bu zevklerini tatmin edebileceklerini söyledi. La Motraye ise daha gerçek dışı olarak burada nerdeyse hiç bir şey olmadığını ve yararlı bir şey yapabilmek için göğe yükselme mucizesine benzer şekilde bu antik yapılarda sağa sola dağılmış parçaların toplanmasına gerek olduğunu söylemiş, keza ondan önceki Busbecqius da aşağı yukarı aynı şeyleri söylemişti.

Gelirken papaz Panayoti’nin önerdiği papaz Theodoros’a uğramış ve ev sahibimin evinde isteyebileceğim tüm hoşgörü ve iyi niyeti bulmuştum. Bana burada geçirdiği uzun yıllar boyunca incelemek olanağını bulduğu her şeyi gösterdi. Bu çerçevede beni kentin batısında yaklaşık bir çeyrek fersah uzaklıktaki, kalan tek Rum kilisesine götürdü, oraya giden yolu bir cins kemerli rampalar desteklemekte, denildiği üzere yer altından kaleye ulaşımı sağlıyor. Bu

163 Y.U.: Hünkar Kasrı (halk tarafından yanlış bir şekilde Av Köşkü denir).

77

rampaların üzerinde aşağıdaki bahçeleri sulamaya yarayan bir su yolu var. Bu rampa ve bahçelerin, Nikomedia’yı seven ve onu Roma’ya eşdeğer bir görkeme kavuşturmak isteyen Diokletianus’un164 sarayının kalıntıları165 olduğu sanılıyor; Nikephoros’un varsayımına göre busaray Diokletianus’un ardılları tarafından yapılmış, Büyük Konstantin zamanından kalmış ve yüzyıllar sonra Porphirogenetes, imparatorların iyi havalarda güzel Nikomedia Sarayı’na yaptıkları seyahatlerden bahseder. Bu seyahatlere Processus adı verilmişti ve İtalyanların sayfiyeleri gibiydi. Bu sarayın kimi kalıntıları hala deniz kenarı166 boyunca duruyor ve Rum kilisesinden o tarafa doğru yaklaşınca olasılıkla at yarışlarının, diğer oyunların ve halk gösterilerinin yapıldığı bir hipodrom olan uzun bir çayırlıktan geçiliyor. Hristiyanlar burayı kilise üzerine baskı uygulayan gaddar imparatorlar Diokletianus ve Maximianus zamanında bir çok şehitin kanıyla sulanmış bir yer olarak kabul ediyorlar. Hatta kilisenin yanında, vadininönünde sağ tarafta yapı kalıntıları bulunan ve bu şehitlerin ölüme götürülmeyi beklerken kapatıldıkları hapishane olduğu söylenen kalıntılar gösteriliyor. Eski kilise yıkılmış, adını şimdi hatırlayamadığım bir Türk Sultanı167 İzmitli Rumlara bu kilisenin168 yeniden yapımına, görüldüğü üzere izin vermiş. İçinde yolda gördüğümüz her hangi bir kasaba kilisesi kadar basit ve duvarla çevrili bir saha içinde, üstü sevgiyle kapatılmış oldukça küçük bir kiliseden oluşuyor. Orada bir din adamı olan şehit aziz Pandeleimon’un169 mezarını gösteriyorlar, bu mezar boş. İnanışa göre Venedikliler mezarı açarak bu azizin kemiklerini, Venedik’ten başka yattığı yer olmasın düşüncesiyle alıp gidiyorlar. İzmit Rumları hala aziz Basileus’un bir kolunasahip olmakla da övünüyorlar ancak metropolitin yokluğu nedeniyle bu kutsal kalıntıyı göremedim.

Kiliseye giden taş döşeli yolda, kapıda, birinci surların dış tarafında birkaç yunanca kırık yazıtparçası var. Bunlar mezar taşlarından başka bir şey değil, onurlarına dikilmiş kimi seçkinleri mi anlatıyor belli değil. Onlardan çok sayıda kopyaladım ve görüleceği üzere kimseyi sözlerlegereksiz yere yanıltmamak için bu yapıtın sonuna çizimlerini ekledim. Kiliseden dönüşte hristiyan Rum ve Ermenilere ait iki mezarlık gördük, bunlardan biri ziyarete açıktı ve kitabın sonundaki bölümde, bulduğum ve çözümleyebildiğim surlar içindeki bütün yazıtları görmek olası; sürgün Macar Kralı Tökeli’in170 mermer üzerine kazılmış mezar yazısı da bu ikinci

164 Y.U: İmparator C. Valerius Diokletianus (284-305), yaklaşık 236’da Dalmaçya’da doğdu. Pers seferinden dönüşünde Numerianus’un ölümü üzerine askerler tarafından İzmit’te imparator ilan edildi ve burayı Roma’nın başkenti yaptı. Maximianus’u ortak imparator yaptı. 293’de tetrarşi denilen dörtlü yönetimi kurdu. İmparatorluk iki avgustus ve iki Sezar tarafından yönetildi. Follis adlı yeni bir sikke bastırdı. Kendi isteği ile yine İzmit’te tahtı bırakarak emekliliğini Dalmaçya’da geçirdi. 316’da öldü. 165 Y.U. : Yazar denizden yaptığı kent resminde bu alanı Seka ve Mannesman fabrikalarının bulunduğu bölge olarak gösteriyor. 166 Y.U. : Seka alanı deniz kıyısı167 Yüksel Güngör: I.Murat’ın (1360-1389) kiliseyi haydut yatağı olduğu bahanesiyle yıktırdığını fakat azizin mucizesiyle tekrar inşa ettirmek için gayret sarf ettiğini öğreniyoruz. (Aziz ve Manastır hakkında daha fazla bilgi için bkz Yrd. Doç. Dr. Yüksel Güngör, KOÜ. Derbent Turizm Mes. Yük. Ok. Öğr. Üyesi, Kültür Turizmi Açısından İzmit - Nikomedeia’nın Yitirilen Kültür Mirası Pantaleimon Manastırı., KYÖD 2004 Yıllık Dergisi)

168 Y.U. : Aya Pandeleimon manastırı (Günümüz Yenidoğan Mahallesi’nde).

169 Y.U.: Aziz Pandeleimon (Aya Pandeleimon). Nikomedya’da doğdu ve tahminen 27 Temmuz 305’de Nikomedya’da öldürüldü. Mesleği nedeni ile tıp dünyasının en meşhur koruyucu azizi oldu. Efsaneye göre Nikomedyalı zengin putperest Eustorgius’un oğluydu ve hıristiyan annesi Eubola sayesinde hıristiyan olmustu. Daha sonraları putperest saray halkının etkisi ile hıristiyanlıktan uzaklaştı ve İmp.Galerius Maximianus’un şahsi doktoru oldu. Papaz Hermolaus sayesinde yeniden hıristiyan oldu. Babasının ölümü ile büyük bir servete kavuştu.Diocletianus katliamı başladığında tüm mal varlığını fakirlere verdi. Kıskanç meslekdaşları onu İmparatora ihbar ettiler. Öldüğünde bağlandığı zeytin ağacı meyve verdi. Eski çağlarda bu Aziz adına büyük bağışlar yapıldı. 170 Y.U: Avusturya’ya karşı bayrak açan ve Osmanlı’dan da destek gören İmre Tökeli kısa süreli başarılar yaşadı.Türklerin desteği ile 1690’da iki ay süre ile Transilvanya Prensi olarak tahta geçti. Ancak 1699’daki Karlofça anlaşması Macaristan’daki Türk etkisine son verdi. Türkler tarafından Orta Macar ya da Kurs Kralı olarak tanınmış olan Tökeli Zenta savaşından sonra sürgüne gitmesi için zorlandı. Daha sonra II.Mustafa’nın Macaristan seferine de katılan Tökeli’nin İzmit Körfezi kıyısındaki evi 1745 yılında hala durmakta idi (Tarih Mecmuası 1972, Antal Ullein). Padişah ona ayrıca yardımcısı ve çevresi ile birlikte yerleştiği,bu gün hala Macar Dağı (Aladağ etekleri) adı ile anılan İzmit karşısındaki bir çiftliği bağışladı.Çiftliğin sınırları Kelaz lağım deresinden Çokel’e varıncaya ve oradan da Yuvacık Kariyesi soluna ve oradan El Cerli deresine muntehi idi (Türk-Macar Münasebetleri Işığı Altında Macar Mülteciler Sempozyumu, Hamit Zübeyr Koşal). Daha sonra Kurs (Kurut) Çiftliği adını alacak bu bölgeye Çiçek Tarlası denilmekte, güzel çiçeklerle kaplı tarlaları ve çevre dağlardan inen alabalık

78

mezarlıkta idi. Kralın İzmit’te kalışı ve ölümünün ayrıntıları Motraye’ın seyahatnamesinde görülebilir.

Bu mezarlıkta bulunduğum sırada bir köylü yanaşarak daha önce konu ettiğim Diokletianus’un bu bahçelerinden (Seka alanı) birinde bulduğunu söylediği bir mermer başı bana satmak istedi. Oldukça uygun bir fiata anlaştık, gömüldüğü topraktan yeni çıkarılmışa benziyor, burun hasarlı, boyun ve omuz iyi işlenmiş, bir atleti andırıyor. Ev sahibim papaz Thedoros, kısa bir süre önce bulunduğunu söylediği iki kafa hakkında görüşmek üzere komşu bahçeye gitti, dönüşünde bahçıvanın iki kafayı onun evine sapa bir yoldan getireceğine güvence verdi, buna rağmen bu iki kafa bir türlü gelmedi ve ben de bana İstanbul’a gönderileceği umudu dışında başka bir şey elde edemeden Nikaea (İznik)’e gittim. Heykelcikleri tedarik edeceğini sandığımız bahçıvan düşüncesini değiştirerek bunu yapamadı. İznik’ten dönüşümde ise yine papaz Theodoros’un evinde kaldığım sırada, İzmit başrahibi olan Protosyncelos’un önünde saygın bir Rum beni ziyarete geldi ve beni evinde konaklamaya zorlamak istedi ancak ilk ev sahibimle olan tanışıklığımı mazeret göstererek, ben onu yanında bulunduğumuz ağacın altında bana hazırlanmış olan mütevazi yemeği birlikte yemeğe davet ettim. Görüşmemiz esnasında önerim kabul edilince, kendimi tutamayarak beklediğim iki kafaya sahip olamamaktan ve gereksiz yere Papaz Teodoros’u zorlamış olmaktan ne denli üzgün olduğumu anlattım. Protosyncelos “ben size daha iyi hizmet edeceğim” dedi ve tarlada yanındaki bir akrabasının sorduğum “dio kephalis”i yani iki kafayı hazır ettiğini ekledi. Bu iki antik parçayı nihayet elde ettiğimi düşündürten bu görüntü ve Gordion’un düğümünü çözdüğümü sandığım o anda, bu sözlerin beni ne denli sevindirdiğini düşünmeye başladım. Bu kibar beyefendi için tüm içtenliğimle minnet duygularıbesliyordum. Bize tercümanlık eden uşağa söz konusu iki başın getirilip getirilmediğini sorduktan sonra bana olumlu şekilde yanıt verince ne kadar sevindiğimi anlatamam.İki kafanın aşağı avluda kaldığını ve bulunduğumuz bahçenin çıkışındaki kibar bir yemekte onları bana sunacaklarını umuyordum. Ancak asıl surpriz, masadan kalkarken hizmetkarıma bu iki kafayı bir kez daha sorduğumda, bana “bayım onları yediniz, onlar size sunulan ve Protosyncelos tarafından akrabasına hazırlattırılan bu kızarmış iki kuzu kellesiydi” demesiyle geldi.

Bazen kimi rastlantılar, yolcuların ilişkilerinde abartılı kurgular yapmaları gibi kazalara neden olabiliyor. Bu macera bunun güzel bir örneği idi yine de anlatacak kadar da doğru görünmüş olmasını da kabullenemiyorum. Görünüşe bu denli kendimi kaptırmamın şüpheciliğimi engellemiş olduğu açık. Hatta arkadaşlarımdan biri hikayeyi o kadar ilginç bulduğunu söyledi ki dizelere dökmede zorlanmayacağı duygusuna kapılmış.

Bu kentin yönetimine gelince, iki tuğlu bir paşa tarafından yönetiliyor; ayrıca bir yeniçeri ağası ve adalet dağıtımı ile yükümlü bir molla (kadı) var. Yaklaşık on beş bin Türk nüfus var, belki biraz daha fazla, ancak kesinlikle Bruyn’un dediği gibi otuz bin değil; kesin olarak beşyüz ermeni, yetmiş rum ve elli yahudi evi bulunmakta.

Nikomedia, eski Astacus ve Olbia171 kentleri ya da her üçünün de değişik kentler olduğu konusunu inceleme konusu yaparak uzun bir tartışmaya girmekten korkuyorum; bununla birlikte burada yaptığım gözlemlerin göz ardı edilemeyecek ölçüde bana doğru gözüken veriler sağladığını da söylemem gerek.

dolu akarsuları ile bu topraklar, Tökeli’nin sürgün yıllarının çoğunu geçirdiği yer olmuştur. Tökeli’nin 1699’da başlayan İzmit’teki yaşamı 47 yaşında iken,13 Eylül 1705’de son buldu. Önce Yukarı Ermeni Mezarlığı’na (Askeri Hastahane yakınları), bu mezarlık kaldırılınca da Aşağı Ermeni mezarlığı’na (D-100 karayolu Kültür Bahçe Sineması/Bahar Apt. ile kısmen Seka Futbol sahası seyirci türibünleri altı) gömülmüştür. II.Rakoczi’nin annesi Ilona ve Tökeli’nin kemikleri ve mezar taşlarını 1906’da Macaristan’a götürüldü.Tökeli ve üvey oğlu II.Ferenc Rakoczi’nin heykelleri bu gün Budapeşte’de Kahramanlar Meydanı’nı süslemektedirler.171 Y.U.: Astakos, Olbia ve Nikomedia kentlerinin karşılaştırılması hakkında buraya dip not düşmememin nedeni seyahatnamenin önüne geçecek kadar uzun yer kaplayacak olmasındandır. Yine aynı kaygıyla kolaylıkla bilgi edinilebilecek kentler İznik ve İzmit hakkında da dip not düşmedim. Bu konularda daha fazla bilgi arzu edenler bak. “Tarihöncesi ve Helenistik Dönemde Bithynia, İzmit 2004”.

79

Nİkomedia’nın eski Astakos ve Olbia olup olmadığı konusunda bir arasöz

Daha önce Khalkedon (Kadıköy)’ü kurmuş olan Megaralılar Roma yılı 42’de (İÖ 712) körfezindiğer ucunda o dönemde bir şef ve cesur adam olan Astakos’un adını verdikleri bir koloni daha kurdular, tüm körfez de Astakenos adını aldı.

Bu kıyılara sızan ve yayılan Atinalılar yeni bir koloni gönderdiler, bu nedenle ki Strabon,172 Megaralılar ve Atinalıların Astakos’un kurucuları olduklarını söylemiştir ki bu söz birbirlerinin ardı sıra olarak algılanmalıdır. Aynı şekilde Roma takvimine göre 3 yılında (İÖ 751) tahta geçen Bithynia’nın ilk kralı Dedalses’i de Astakos’un kurucusu olarak görmektedir, bundan dabu koloniyi yenilediği ya da onardığı anlaşılmalıdır. Gerek Dedalses, gerekse Büyük İskenderile sonrasında ülkeyi paylaşan halefi generalleri döneminde Bithynia’nın dördüncü kralı olan Zipoetes, Astacus’u ellerinde tutmaya çaba gösterirler. Buna rağmen Lysimakhos’un yakıp yıktığı kenti Zipoetes yeniden kurar. Astakos’un gördüğü bu üçüncü onarım Pausanias’a173 “kentin kurucusunun Zipoetes olduğunu söyletmiştir.

Bununla birlikte, doğru olanın Astakos’un sakinlerini daha uygun ve elverişli bir yere nakleden kişinin açık bir şekilde Zipoetes’in oğlu I. Nikomedes olduğu, adını kente verdiği ve Strabon’un gösterdiği yerdeki yamaç üzerine kurulduğu andan bugüne kadar taşımaya devam eden bu kentin gerçek kurucusu olarak görüldüğüdür.

Latin peder Hardouin, üzerinde Nikomedia’nın Jupiter ve Asklepios’un sembolleri olan bir kartal ve yılanın betimlendiği İmparator Commodus’un madalyonunu betimlerken, Libanius’un bunun Astakosluların bir efsanesinin sonucu olarak aktardığını belirtir, ki ben de bundan bahsedeceğim.

Bu kentin ilk kurucusu, kenti bulunduğu ilk konumdan başka bir yerde kurmayı denerken bu konu hakkında tanrılara danışılır ve onlar da isteklerini şu şekilde gösterirler: Halkın, sunağınetrafında olduğu bir anda, bir kartal ateşin ortasından kurbanın kafasını kapmaya gelir ancak aynı anda Hindistan’da görülen türden korkunç bir yılan sunağın altından çıkar ve kartal uçarak, canavar ise denizi aşarak karşı yamacın tepesine varırlar. Kent kurucuları, Jupiter’in koruması altında onları buraya kadar takip ederler.

Bu metin, körfezin kuzey kıyısındaki bugünkü Nikomeida’nın konumu hakkında verdiğim bilgilerin de gösterdiği gibi özellikle bir sonuç olarak görünüyor. Bilmiyorum hangi önyargı Ptolemeus’un Nikomedia’yı, haritalarında güney kıyıya konumlandırmasına yol açtı, bunun bir yansıması olarak da Libyssa’nın Nikea (İznik)’e yakın yerleştirilmesine neden olmuşlar ve doğal sonuç olarak Astakos ve Olbia’nın kuzey kıyıda olduğunu varsayıyorlar. Aslında kesinlikle tam tersi, çünkü yeni Nikomedia’nın konumu, kartal ve yılanın kaçınılmaz olarak kurulması gerekli yeni kentin konumunu belirlemek üzere, Astakos’un bulunduğu güney kıyıyı terk ettikleri, ve körfezi aşarak vardıkları karşı yamaç ile belirlenmektedir. Böylece Libanius’un aktardığı bu halk efsanesi Strabon’un metni ile uyum sağlamakta ve bir yanlış anlamanın yer açtığı eski coğrafya bilimindeki kargaşa ortadan kalkarak her şey yerine oturmaktadır. Olmaları gereken yerde, yani belirlediğimiz gibi kuzey sahilde olan Nikomedia ile Libyssa ve karşı güney kıyıda, Astakos ile Olbia, ya da en azından Astakos karşı kıyıda.

Sadece bu durumun gerek Astakos, gerekse Olbia açısından benim varsayım ve yöntemimi onayladığını söyleyeceğim. Sanırım bu iki ad da aynı kenti ifade ediyor, bu nedenle de Astakosluları bugün Nikomedia’nın bulunduğu yamaca taşıyan Nikomedes, Anadolu’ya geçerek yerleşmek isteyen Galatlara karşı Bizantionluları korumaya çabaladıktan sonra onlarla barış yapmak ve Asya’ya geçmelerine yardımcı olmak zorunda kaldı. Hatta bu kralın yaşamını inceleyen M. Vaillant’ın görüldüğü gibi yaptığı savaşlarda destek almak şeklinde

172 Strabon, kitap 12 173 Pausanias, “in cliacis”, kitap 1, bölüm 12

80

yararlandığı bu yeni gelenlerle bağlaşıklık anlaşması bile imzaladı. Ayrıca Galatların, İskitler olmadığını ama Borysthene’ye komşu bu halkla ilişkide olabileceklerini vurgulamam gerek, kiBog Irmağının kavşağı üzerindeki kenti de Olbiapolis olarak adlandırmış olmalarından hareketle, bu varsayım Nikomedes’in sakinlerini karşı kıyıdaki yeni kente naklettiği Astakos’ayeni bağlaşıklarını yerleştirdiğini, onların da geldikleri yerdeki rakiplerinin en tanınmış kenti ve bir ırmak olan Olbia’nın adını vermeleri sonucunda Astakos’un biri eski diğeri ise barbarların verdiği iki adla anılmaya devam ettiğini kapsıyor. Aynı şekilde İzmit Körfezi de ülkenin yerlileri tarafından Astakenos olarak anılmaya devam ederken Nikomedes’in yerleşimlerine izin verdiği barbarlar tarafından Olbianos olarak adlandırıldı.

Görüldüğü gibi tüm bunlar olasılık dışı değil; en azından Mela’nın174 dediği gibi Astakenos ve Olbianos aynı körfezi tanımlıyorlar; Stephanus, Nikomedia’nın Olbia adını taşıdığını söylüyor,bundan anlaşılacak şey yeni kentin değil, bir zamanlar Astakos adı ile anılan eski kentin kastedildiği olmalıdır. Plinius,175 Olbia adını da taşıyan bir Nikea’dan bahseder, bu civarda yalnızca bir tek Nikea olduğu kesin ve yeni kent Nikomedia da Nikomedes’ten sonra artık adını değiştirmedi, öyleyse sadece eski kent yani Astakos, Olbia adını taşımış olabilir ve ben de olabildiğince hangi şartlarda olası isim değişikliğinin gerçekleştiğini gösterdim.

İzmit’in tam karşısında Olvacık176 adlı bir kasaba bulunduğunu da ekleyeceğim, eğer bu ülkede yer adlarinin sonuna eklenen “cık” hecesi atılırsa Olva kalır ki bu da Rumlarca Olvia olarak telaffuz edilen Olbia’ya benzer.

Bu tartışmayı nasıl bitireceğime gelince, birkaç ay önce edindiğim ve sanırım ilk kez Olbia yada Olbiopolis kentini işaret eden bir madalyonu betimleyerek. Bir tarafında bir aslan kafası diğerinde ise bir sadak ve bir savaş baltası ile (OLBIO…LIS) harfleri görülüyor. Bu madalyondaki Olbia’nın Borysthene’deki ya da burada konu edindiğimiz mi olduğu konusunu belirlemek bilim adamlarının görevi. Ben daha çok Borysthene’de Olbiopolis olduğunu sanıyorum ki Türkler (Osmanlılar) birkaç yıl önce Oszakov kentinin surlarını güçlendirmek için bu kentin harabelerinden aldıkları kimi taşları kullanırken su yüzüne çıkardıkları birkaç yazıttan anlaşılacağı üzere önemli bir kentti. Bu yazıtların kopyelerini çıkardım, bu ülkede yaptığım gezi esnasında topladıklarımın yanı sıra onlardan da bahsedeceğim.

Beni, bir zamanlar boş inançlı putperestlere, şimdi ise Muhammed’in dininden olanlara ait olan Nikomedia’nın bu tepesine çıkmaya sürükleyen gözüpekliğime şimdi daha az üzülüyorum. Daha önce bahsetmiş olduğum buradaki caminin bulunduğu ve putperest bir inançla Jupiter ve Asklepios’un177 Astakosluları getirdiği tam bu yere; merakımın hak etmediğialçaltıcı ve çifte anlamlı sert sataşmalar ile yeniçerimin refakati altında, elinde olmaksızın bir hekim ve günümüz Asklepios’u olarak gelmek zorunda kalan bendenizin macera merakı nerdeyse tam tersi gelişecekti.

Konu dışı bir başka söz de körfezin kuzey kıyısındaki yerleşimlerin uzaklığı ve Libyssa’nın gerçek konumu üzerine

Nikomedia üzerine söyleyeceklerimi kesmemek için buradaki iki günlük kalışımda gördüklerimi, incelediklerimi, İznik yolculuğumdan bahsetmeden önce bir düzene sokarak önce kuzey yakada gördüklerimi ve incelediklerimi aktaracağım ama daha önce bahsettiğim yerlerin uzaklıkları hakkında bazı gözlemlerim var.

Mösyö Tavernier’nin dediği üzere İstanbul’dan hareket ettiği birinci gün Üsküdar’dan Kartal’a,ikinci gün antik Libyssa olan Gebze’ye, üçüncü gün bir çoklarının antik Nikea sandıkları İzmit’e varır, ancak o Nikomedia’yı kastetmiştir.

174 Mela, kitap 1, bölüm. 19175 Plinius, kitap 5, bölüm 32176 Y.U. : Ovacık, bugün Yuvacık177 Y.U.: Yunan ve Roma’da sağlık tanrısı

81

Ankara’ya giden kervanların Üsküdar’dan İzmit’e normal yolu 4 gün sürer (üç değil). Arabacıların aşağıdaki hesaplamasını bilmek gerek:

1. Gün- 2 saat Üsküdar’dan Maltepe’ye, - 2 saat Maltepe’den Kartal’a

2. Gün - 1 saat Kartal’dan Pendik’e - 4 saat Pendik’ten Gebze’ye

3. Gün- 5 saat Gebze’den Feleke ya da Vraca’ya

4. Gün - 6 saat Vraca’dan İzmit’e

_________ 20 saat

Böylece, Üsküdar’dan İzmit’e 20 saatlik bir yol olduğu ve bunun da 4 günde gerçekleştiği görülüyor. Busbecqius’un İstanbul’dan Amasya’ya Yolculuğu’nda da aynı şekilde ikinci gün Gebze’ye, dördüncü gün İzmit’e varılıyor. Aynı şekilde modern hesap yöntemleri ile doğruladığım gibi İstanbul-Ankara arasını kateden tüccarların yaptığı yoldaki uzaklıklar da Gebze’nin antik Libyssa olması varsayımı ile uyuşmamakta çünkü Cellarius178 tarafından verilen ve Ptolemeus’un179 Geografika’sında görüldüğü gibi Kadıköy’den Pendik’e 15 mil, Pendik’ten Libyssa’ya 24 mil, Libyssa’dan Nikomedia’ya 22 mil, toplam üç günde kat edilen 61 mil’dir.

Bu uzaklıklar Antoninus’un Kudüs Yol Rehberi ile aynıdır:

7 ½ mil Kadıköy’den olasılıkla Maltepe yakınlarındaki durak noktası Nassates’e 7 ½ mil Nassates’ten Pendik’e ___

Toplam 15 mil, ilk gün Kadıköy’den Pendik’e

13 mil Pendik’ten Gebze olduğunu sandığım Pontamus’a 9 mil Pontamus’tan Libyssa’ya180 _____

Toplam 22 mil, ikinci gün Pendik’ten Libyssa’ya

12 mil Libyssa’dan olasılıkla bir durak noktası Brunga’ya, bence Varanje kasabası 13 mil Brunga’dan Nikomedia’ya _____

Toplam 25 mil üçüncü günde

Böylece bu iki güzergahın modern hesaplamalarla uyuştuğu görülüyor. Üsküdar’dan Nikomedia’ya olan 61-62 mil ya da 21-22 saatlik yol, eskilerin 15 mil olarak belirttikleri şimdilerde 5 saat olan Üsküdar-Pendik arası ile kesin olarak uyuşmaktadır ancak eskilerin 22

178 Cellarius, kitap 3, bölüm 8 179 Y.U.: II. Yy’da Mısır’da doğmuş ünlü Grek astronom. Coğrafya ve matematik üzerine yapıtları ile tanınır180 ubi positus est prex Annibalus qui fuit affrorum ( = Burada Afrikalı kral Annibal yatıyor)

82

mil yani 7 fersahtan fazla olarak belirttikleri Pendik-Lybissa181 arası 15 mil’dir, kaldı ki şimdilerde Pendik-Gebze ancak 4 saat sürmektedir dolayısı ile antik Lybissa bugünkü Gebzedeğildir. Bu da bir kez daha eskilerin üç günde yaptıkları Lybissa-Nikomedia yolculuğunun 25mil olduğunu doğrulamaktadır.

Şimdilerde 4 günde yapılan ve iki günlük toplam yürüyüşle 11 fersah ya da 33 mil olan Gebze-Nikomedia arası göstermektedir ki gerçek Libyssa, Gebze’den 3 fersah daha aşağıdadır.

Bunun ve Pontamus’tan Lybissa’ya uzaklığın 9 mil olduğu yani kesin olarak Libyssa’nın gerçek konumu ile Gebze arasında üç saatlik fark olduğu göz önüne alınması ve eski ile yenihesaplamaların karşılaştırılmasının sonucu olarak Gebze eski güzergahlardaki Pontamus’tur çünkü Pontamus-Libyssa arası tam olarak 3 saatlik bir uzaklığı ifade eden 9 mil olarak ölçülüyordu. Zaten görülüyor ki, birinci günkü konaklamayı Kartal’ın bir fersah üstüne itip Pendik’e sürükleyerek, ikinci günü ise 3 saat Gebze -ya da Pontamus-’un üzerine ilerleterek Libyssa’ya kadar gelindiğinde üçüncü gün Nikomedia’nın bugün bulunduğu yere ulaşılırdı; birinci gün Kartal’da, ikinci gün Gebze ya da Pontamus’ta durmak kaydıyla Nikomedia’ya varmak için iki kervan günü daha gerekiyordu. Her şey Gebze’nin eski Libyssa olmadığını gösteren şekilde uyuşuyor, daha ziyade Gebze’nin yaklaşık üç fersah ötesindeki Bozuk Hisar(Eskihisar) olmalı.

Körfezin güney kıyısını katetmek isteyenler için notlar

İzmit’ten yarım fersah uzaklıkta Mikaliti (Mihalcık/Gündoğdu)182 kasabası var, daha uzakta nerdeyse İzmit’in tam karşısında eski Olbia olduğunu sandığım Olvacık (Ovacık/Yuvacık) bulunmakta, bana oradaki bir köprü üzerinde oldukça güzel bir yazıt bulunduğunu garanti ettiler ancak gitmeye vaktim olmadı. Daha sonra Neocorio ya da Yeni Köy var, İznik’e yolculuğum için rehber ve atlarımı tedarik ettiğim buradan daha sonra bahsedeceğim.

Neocorio’dan bir saat uzaklıkta Kazıklı (Kavaklı) var, burada Sultan’ın hizmetindeki çok sayıdaki değirmeni çeviren bir küçük dere ya da suları yönlendiren bir kanal olmalı. Bu değirmenlerde sarayın ya da yeniçeri ocağının ihtiyacı için un imal ediliyor. Buranın işletmecileri bu değirmenlerin civarında küçük bir köy oluşturmuş olan Mora’dan gelme Rumlar.

Buradan iki saat uzaklıkta Değirmenderesi köyü var, burada da hala Moralı Rumlar tarafından yönetilen değirmenler bulunmakta, yalnızca Türklerin oturduğu köy değirmenlerden bir saat ötede iç tarafta. Papaz Panayoti’nin dediğine göre aşağı yukarı buralarda Türklerin Frenk camisi dedikleri bir yer olmalı, inanışa göre aziz George’un (Aya Yorgi) kafası burada kesilmiş. İncelenecek iki güzel sütündan başka bir şey yok. Papaz Theodoros ise bana bu yer hakkında hiçbir şey söylemedi, dediğine göre Değirmendere’den yarım fersah uzaklıkta bir dağın üzerine doğru altmış Türk ailesinin oluşturduğu Palandra (Pala Andra = Eski Andra = Eski/Yukarı Halıdere ?), buradan da yarım fersah ötede yaklaşıkyüz Rum ailesinin oturduğu Koncessi (Konca) bulunmakta. Koncessi’ye bir saat uzaklıkta Heraklea adlı iki köy var, bunlardan deniz kenarındaki Türklerden oluşmakta, geçerken burada çok güzel bir cami gördüm, Türkler buraya Karadeniz kıyısındaki Heraklea’ya olduğu gibi aynı şekilde Ereğli183 diyorlar; coğrafyacılar bunlardan elli kadar sayıyorlar, bu Ereğli de sayıya dahil mi bilmiyorum, geleneklerin bu kentin geçmişinden neleri koruduğunu yerinde derinlemesine incelemek ilgi çekici olur.

181 Y.U. : Lybissa’nın Gebze olduğu varsayımında

182 Y.U.: Gündoğdu/Mihaliç Köyü (şimdi İzmit’in bir mahallesi) camisinden İzmit Müzesi’ne taşınmış ve yazıtı S. Şahin tarafından okunmuş olan kalker bir sunakta köy sakinlerinden Koubaitenoslar olarak bahsedilmektedir.183 Y.U.: İzmit Körfezi kıyısında Karamürsel’e bağlı bir köy.

83

Ereğli’den bir saat sonra Karamussali (Karamürsel) bulunmakta, İznik’e gitmek için buradan geçilebilir yani Karamürsel bir iskele olup buradan Rum Ereğli’sine (Yukarı Ereğli) gitmek gerek, burada güvenilir hristiyanlar bulunmakta. Papaz Panayoti beni bu civarın din adamı olan Papaz İanny’e (Yani) yönlendirmişti. Neocorio yolunu tercih ettiğimden bu öneriye uyamadım . Kasaba ünvanlı olduğuna göre oldukça ilgi çekici olması gerek Karamürsel’de Türkler yerleşik.

Panayoti’nin sözlerini izleyerek Karamürsel’den bir saat sonra oldukça belirgin şekilde Körfez’e doğru uzanan Glossa adlı ya da başka deyişle Dil 184 anlamına gelen kara parçasınaulaştık. Yalova’ya dört saatlik yol var ancak Papaz Theodoros’un söylediğine göre de Karamürsel’den Yalova’ya ancak iki saatlik bir mesafe. Bu farkı yerinde çözmekten başka yolyok.

Yalova, Müftü Feyzullah Efendi’nin bir sürgün olarak yaşadığı kır evinin bulunduğu bir Türk kasabası. Bununla birlikte ben oradan geçtiğimde ikinci kez İzmit’e gitmişti. Türk Basımcılık Müdürü İbrahim (Müteferrika) Efendi Yalova’da kağıt değirmenlerini kurarak görüldüğü üzere bundan birkaç ay önce başarılı şekilde ürettiği kağıt örneklerini padişaha sunmuştu.

Yalova’dan iki fersah mesafede meraklılarının at tedarik ederek, dört fersah uzaklıktaki Thermi’ye (Termal) yani banyolara gidebilecekleri Kuri köyü var. Bana Termal’de oldukça iyi durumda antik kalıntılar olduğu hususunda güvence verdiler. Burada, bu banyoların eski Helenopolis olmadığı konusunda sahip olduğum bir şüpheyi unutmak istemiyorum. Büyük Konstantin’in yaşamında, öldüğü Akhyron’a (Yukarı Hereke) geçmeden önce Helenopolis’in sıcak sularında tedavi olmak üzere geldiği bilinmektedir. Cellarius’un185 yapıtında, Konstantin’in annesi Helen onuruna Astakenos Körfezi’nde Nikomedia’nın karşısındaki sahilde bulunan Drepanum kasabasına Helenopolis adını verdiğini otoritelerin doğruladığı görülebilir. Karşı kıyıdaki ifadesi kesinlikle İzmit’in tam karşısında anlamını içermiyor yalnızcakörfezin diğer kıyısında olduğunu gösteriyordu. Bu varsayımla, Kuri köyü (Koru Köy), Termal’e yakın olduğuna göre Drepanum yakınında olan eski Pronectus olmalı. Bana buradaolduğu söylenen kalıntılara gelince Procopius’un,186 Justinianus tarafından Bithynia’da sıcak suları ile meşhur Therma Pythia’nın (Pythia Ilıcası) inşa edildiğini ve bu nedenle de Palatium Pythiorium olarak adlandırıldığını belirttiği saray olmalı. Mösyö du Lange yapıtında187 bu saraydan bahsetmekte ve Zonaras’ın Büyük Konstantin adlı eserinde188 geçen Soteropolis adlı kent olduğunu sanmaktadır.

Kuri’den sonra birkaç kalıntının görüldüğü Deve Burnu’na varılıyor, oradan Kinarcik’a (Çınarcık), sonrasında dağdan inen bir dere ya da selin görüldüğü Paşa İskelesi’ne varılıyor. Burada dağın üzerinde olduğu sanılan bir gölün, bir deprem sonrası açılarak sularının yer altına indiği ve Plati adasında tekrar yeryüzüne çıktığına inanılıyor. Paşa İskelesi’nden sonra Kocadere’ye geliniyor. Daha sonrasında da Aziz Dimanche (Doretheus) anlamındaki Aya Kiriaki (Cyriaca) bulunmakta.

Buradan bir buçuk fersah sonra bir Rum köyü olan Katarlı var ki buradan İstanbul’a sebze yada yiyecek gönderilmekte. Bu yakadaki en son köyün adı, burada oturan yaklaşık altmış Arnavut ailesinden dolayı Albanito khori (Arnavut köyü). Rumca ve İllirce (Arnavutça) konuşuyorlar. Gördüğüm üzere ibadetlerini Yunanca yapıyorlar çünkü ibadet Bulgaristan’da kimi zaman Yunanca, kimi zaman İllirce yapılmakta. Kilisedeki papaza göre çok sayıda Rum

184 Dil Burnu ‘na karşı kıyıdan geçiş noktası yani iskelesine Diliskelesi ve söz konusu buruna, biçimi nedeniyle Dil dendiği için de oradaki dereye 19. yy. başında Dil Deresi deniyordu; Cramer bunun Drakon Deresi olduğunu öne sürmüştür.185 Cellarius, kitap 3, bölüm 8186 Procopius, kitap 4, bölüm 5187Constantinople chretienne kitap 4, § 13, n. 8188 La Vie de Constantin Le Grand, n. 26

84

ve Bulgar var. Dendiğine göre bu köyün sakinleri Rumeli’den gelmişler. Bazı yöreleri, gelenekleri ile anlatmak böylesi göç örneğinde olduğu üzere açıklayıcı olabilyor.

Kıyı, eski Posidium Burnu ya da burada onuruna yapılmış bir tapınak nedeniyle Neptün Burnu olan Bozburun ile bitiyor.

Şimdi konuyu tekrar Nikomedia’ya getirerek, İznik’e yolculuğumun ayrıntılarına girmek istiyorum. İzmit’e varışımın ertesi günü, gün doğumundan iki saat önce kalkıp Papaz Theodoros ile bir tekneye bindik ve bir dağa yaslanmış, denizden yarım fersah uzaklıktaki Neocorio’ya (Yeniköy) geçtik. Ağaçlar ve çitlerle çevrili çayırlıklar ve ekili tarlaların ikiye ayırdığı yaylayı yaya geçerek oraya vardık. Toprak oldukça yağlı ve killi, dolayısıyla yağmur yağdığı için yürümekte oldukça zorlandık. Karamürsel’den itibaren körfezin tüm güney kıyısı boyunca uzanan ve bana İran’a kadar gittiği söylenen Sultan Murat tarafından yaptırılmış ve Bağdat’a giden birlikler nedeniyle yeni tamir edilmiş taş bir yol bulunmakta.

Neocorio köyü, daha rahat yaşayabilmek için buraya taşınmış Nikomedia’lı Rum aileleri ile göze çarpıyor, kilisesi İzmit’teki kiliseden daha büyük ve tanınmış. Başrahip, komşu köylerden bir çok kişiyi de buraya çeken bugünkü Aziz Athanasius yortusunu kutlamak için bugün buraya gelmiş. Buradan güvenebileceğim rehberler ve atlar tedarik etmem için bana buraya kadar eşlik eden papaz Theodoros mutlu olmuştu. Oradan 4 at aldım, biri bana yeniçerilik yapan savaşçı için, diğer üçü uşaklarım ve benim içindi. Atların sahipleri, tüfek, tabanca ve kılıç donanmış üç yaya olarak bize eşlik edeceklerine dair söz verdiler. Bu ayrıntılar yapacağımız yolculuk süresinde gerekli olacaklardı.

Gezgin, daha sonra yolculuğunun ikinci ana noktası İznik’e doğru yola çıkar.

1765-1795, Bir Fransız Gezgin

Fransız hükümeti nezdinde görevli bir Fransız keşiş olasılıkla 1765-1795 yılları arasında İstanbul-İzmit-İznik-Gerede-Bolu ile başlayan bir gezi gerçekleştirir. İşte İzmit hakkında not düştükleri:

Bir zamanlar Nikomedia olarak adlandırılan İzmit (Ismid), Asya’ya doğru bir girinti yapan körfezin ucunda bir dağın yamacı üzerinde bulunmakta. Roma bağlaşığı Bithynia Kralı Nikomedes tarafından kurulmuş, İmparator Konstantin burada ölmüş. Bugün vilayet merkezi olmaktan başka belirgin bir şeyi bulunmamakta. Toprak tahıl açısından oldukça verimli, komşu ormanlardan da oldukça çok sayıda tomruk elde ediliyor bu da kent sakinlerine büyükbir ticaret olanağı sağlıyor.

1777-1782, A. Dominico Sestini

Floransa Akademisi’nden İtalyan başrahip Dominico Sestini, 1779 yılında Kyzikos, Bursa ve İznik’e bir gezi yapmıştır. Bu kentlerdeki jeolojik yapı ve kalıntıların yanı sıra ana amacı bölgeürünleri ve doğa tarihi hakkında bilgi toplamaktır. A.Domenico Setsini, İznik surlarını incelemiş ve Lefke Kapı'nın kitabesini okumaya çalışmıştır. Sestini’den önce kimse Bursa kentine hakim, Türklerin keşiş Dağı adını verdikleri Olympus Dağı’nın (Uludağ) çeşitli bölgelerini bu denli güzel aktarmamıştı. Tırmanışını 28 Mayıs 1779’da tamamladı. İzmit’in nüfusunu 30,000 olarak veren189 Sestini, 1781 yılında da Bolu, Tosya, Amasya, Sivas, Malatya üzerinden Fırat havzasına doğru yola koyulur.190

189 Avni Öztüre Avni, Nicomedia – İzmit Tarihi, İstanbul 1969, s. 162 190 Louis Viven de Saint-Martin, age, c. 2, s. 136: Sestini, Lettere odeporiche per la peninsula de Cyzico, per Brusse e Nicea, c. 2, 8, Livorno, 1789. (Aynı yıl bir Fransızca çevirisi Paris’te yayınlanmıştır: Lettres de M. L’Abbé Dominique Setsini a ses Amis en Toscane pendant le cours de ses Voyages, Paris 1789)

85

1787, Thomas Howel

Howel, Batı Hindistan şirket adına yaptığı inceleme gezisi esnasında Anadolu üzerinden Avrupa’ya yönelir.

Her biri iki kuruşa iki at sağlayarak 10 Mayıs günü saat ikide Hendek’ten Sapanca’ya tam yola koyuluyorduk ki İbrahim alışılageldiği üzere konak sahibi ile atların kirası hakkında tartışmaya girişti… Bu akşamın ilk bölümü bir batalığı aşmakla geçti ki ancak güçlü bir köprü ile geçebildik. Her biri birbirine paralel büyük kereste parçaları ve bunların üzerine dik açıyla kavuşturulmuş küçük parçalardan oluşuyor. Bu köprüyü geçtikten sonra sık sık hendek ve çamurla kesilen bir yolla karşılaştık. Birinde Mr. Morris’in atı nerdeyse saplanıp kalıyordu. Akşam saat dörtte, kamp kurmuş iki Türk müfrezesinin yanından geçtik. Bu vahşi ülkede gece rahatsız bir yolculuk hakkında yeterince birikim sahibi olduğumuzdan Sakarya ırmağınakadar iki saat boyunca dört nala devam ettik ve gün batarken nehri çeyrek mil uzunluğundakikaba bir tahta köprüden geçtik. Bize, Sapanca’nın buradan çok uzak olmadığı söylenince karanlık basıncaya dek hızımızı hafiflettik. Birazdan bugüne değin gördüğüm en kötü yollardan birine geldik, bataklık bir araziden gidiyor ve bir çok izle kesişiyordu, bize klavuzluk yapan sürücümüz ise hangisini izlememiz gerektiğini kestiremiyordu. Buna rağmen ilerlemeye devam ettik ve aldığımız her türlü tedbire rağmen atlarımız sık sık bele kadar bataklık ve suya batıyorlardı. Sakarya’yı millerce geride bırakmamıza karşın önümüzde hiçbirkasabanın işareti görünmüyordu. Sonunda sağımızda büyük bir göl gördük… Her yöndeki çamur nedeniyle Sapanca’ya gece ondan önce varamadık. Sakarya ırmağı kyısında bize söylenenden çok daha uzakta olmalıydı. Varışımızda konak tatarlarla (sürücüler, postacılar) doluydu, oda olmadığı gibi çıplak zeminde de uzanacak bir yer yoktu. Ancak romatizma ağrıları içinde kıvranan ve yürüyemeyen Bay Morris için görevliyi bir yer bulmaya ikna etmiştik. Kendi payıma, gece saat ikide tatarların tümünün gittiği ana kadar bir oda bulamamıştım…

11 Mayıs günü sabah saat altıda Sapanca’dan ayrıldık. Biraz ilerledikten sonra iki silahlı adam bize yaklaştılar. Uzaklaşmamakta ısrar ettiklerinde İbrahim, bir tatarın emredici ses tonu ile bizi rahat bırakmalarını söylemesine ve direneceğimizi belli eder şekilde silahlarımızı göstermemize rağmen bir asker müfrezesi görüş sahası içine girene kadar bize eşlik etmeye devam ettiler. Sapanca-İzmit (İsmid) yolunun yarısına vardığımızda bir dereyle karşılaştık. İzmit’e bir mil kalınca da ikinci bir müfrezeyi geçtik ve bir başka dereyi de bir taş köprüden geçtik. Buradan çok uzak olmayan bir noktada çok sayıda at ve insan bir kamp kurmuşlardı. İzmit’e öğle saat 12’de vardık ama bay Morris hala çok hastaydı. Bu nedenle daha fazla ilerleyemedik ve biraz iyileşinceye kadar burada durmaya karar verdik.

İzmit, Bithynia’nın eski Nikomedia kenti bir tepenin yamacından aynı adı taşıyan körfezin kıyısına doğru yayılmış ve güzel bir limanı olan yoğun nüfuslu bir kent. Yerleştiğimiz konak (han) insan doluydu, gelirken gördüğümüz kamp kentte telaşlı bir hareket ve koşuşturmaya neden oluyordu. Ancak kalmayı düşündüğümüz yerdeki bu durum hasta arkadaşım için uygun değildi ve İstanbul’a hareket eden bir tekne fırsatını değerlendirmek zorunda kaldık. Kente gelişimizden bir saat sonra arkadaşımın daha iyi dinlenebileceği ve ilaç bulabileceği İstanbul’a doğru yol alıyorduk. 191

Gezgin’in kitabın sonunda verdiği uzaklıklar ise şöyle:192

Yerleşim Ölçülen uzaklık Süre

DüzceHendek 24 8 saat

191 Thomas Howel, A Journal of the Passage From India, s. 128-131, Londra

192 Thomas Howel, age, s. 153-154

86

Sapanca 36 12 İzmit 18 6 Gebze 30 10 Üsküdar 30 10+ İstanbul

1790, Jean Baptiste Lechevalier

1790 yılında Yunanistan ve Türkiye’yi içeren gezi notlarının bölgemizle ilgili kısımlarında JeanBaptiste Lechevalier, Marmara ve Karadeniz kıyılarının tarihsel coğrafyasını, kentleri, anıtları ve ilginç gördüğü konuları işliyor.193

İznik’ten sonra yeşil meşe ve kestanelerle kaplı Arganthon (Samanlı) dağına çıktığımda, sakinlerinin Ramazan ayında Olympus dağı zirvesine çıkarak ayın ufukta doğuşunu gözlemek ve İstanbul’a haber vermekle görevli olduğu Tavşancı köyünü gördüm. Bu dağ, Cianus Sinus (Gemlik Körfezi) ile Astecanus Sinus’u (İzmit Körfezi) birbirinden ayırmakta olup Nicomedia (İzmit) kenti bu ikincisinin ucunda bulunmaktadır. Nikomedes tarafından kurulmuş olan bu kent, Roma imparatorları döneminde büyük bir görkeme sahip oldu. Burada olağanüstü bir tiyatro ile bir sirk görülüyor, surları ise Bizanslı yazarlara inanmak gerekir ise Babylone’un duvarlarından bile daha sağlamdı. İmparator Avgustus bu kentin koruyucusu idi, Traianus ise bir çok kamu yapısı ile süsledi ancak Diocletianus burayı inanılmaz büyüttü ve kısa bir sürede Roma’ya rakip oldu. Burada hala onun tarafından yapıldığına dair yeterli bir görünümü olan bir sarayın kalıntıları görülmekte.

İzmit Körfezi kıyıları, oldukça sarp ve resimsel ancak iç taraflar pek ekili değil. Gebze kasabası eski Lybissa olup, burası Hannibal’in gömüldüğü yerdir.194 Olasılıkla, kuzeyde kentin az dışındaki bir tepeciğin altında gömülü, gezginleri burayı açmaya davet ediyorum.

1790-1795, Dallaway

18. yy.’ın sonunda İstanbul’a gelen ve İstanbul’daki İngiliz Elçiliği’nin doktoru Jacques Dallaway (1763-1834), İzmit Körfezi’nden bahsederken İzmit için “Diocletianus’un ikametgah olarak seçtiği ve yaptırdığı binalar ile buraya yerleşmeyi seçenlere verdiği ayrıcalıklar ile oluşan büyük nüfusu ve yayıldığı alan ile Roma’ya rakip olan ve depremleri ile tanınan” ifadesini kullanarak şöyle devam etmekte “Ancak ticari avantaj içeren konumu nedeniyle her keresinde yeniden inşa edilmişti. Dallaway döneminde 30,000 nüfusu olup geriye yalnızca Diocletianus’a atfedilen, kızıl somaki ve mermer kolonlarından Busbecqius’un da konu ettiği Eskisaray kalmıştı”.195

1797, Olivier

Konya, Akşehir, Afyon, Kütahya, Yenişehir, İznik, İzmit hattını izlemiştir.

1797, John Jackson

Gezgin, deniz yoluyla Hindistan’a gitti. Dönüş yolunda 4 Mayıs 1797’de Bombay’dan bindiği Pearl adlı gemiyle Basra’ya kadar geldi. Bu noktadan sonrasını karadan tamamladı. İşte çok

193 Jean Baptiste Lechevalier, Voyage de la Propontide et du Pont-Euxin, Paris 1800, s.37-38 194 Gezginin dipnotu: Eutropius, kitap 4, böl. II 195 G. Boucher de la Richarderie, Bibliotheque Universelle des Voyages, c. 2, böl. 5, Paris 1808, s. 160 (Constantinople ancient and moderne, with the Account of islands to Archipel and that Throad, James Dallaway, Londra 1776; Constantinople ancient and modern, with excursions to the shores and islands of the Archipelago and to the Troad, James Dallaway, Londra 1797)

87

iyi şarkı söylemesi yanı sıra iyi rakı içen bir Türk ve bir tatar (klavuz) eşliğinde geçtiği bölgemizdeki notları:196

Hendek’ten ayrılışımız sonrası kısmen ekili vadilerin arasında yer alan ağaçlık bir bölgede üçsaat yürüdükten sonra geçmiş olduğumuz ormanlardan elde edilmiş gemi kerestelerini İstanbul’a götürmekte olan bin kadar mandanın arasından geçtik. Saat 9 buçukta, çeyrek mil uzunluğundaki bir ahşap köprüden Sakarya (Zacharea) Irmağı’nı geçtik. Kalaslar yerine yarım daire tahtalarla kaplanmış olması nedeniyle atlardan inip, ne korkuluk ne de parmaklık bulunmayan köprüyü yürüyerek aşmak zorunda kaldık.

Sakarya’yı geçip Sapanca (Sabanja) Gölü’ne varana kadar oldukça ağaçlık bir araziden geçtik, buradan da aynı adı taşıyan kasabaya saat 7 buçukta vardık. Bu etap 36 mildi.

Sapanca gölü yaklaşık 36 mil uzunluğunda ve nerdeyse bir üçgen şeklinde. Çok güzel bir su tabakası olması yanı sıra bir ormanın yanında olması da güzelliğine güzellik katıyor. Tatarların hendek’te söz ettiği gibi tüm yolu çekilebilir güzellikte buldum.

Sapanca’nın güneyi, geçmiş olduğumuz yoğun ormanların devamı şeklinde. İkiyüz mil uzunluğunda ve yaklaşık altmış mil genişliğinde. Bazı yerlerde oldukça yüksekler ve ülkeye geldiğimden beri izlediğim gibi Doğu-Batı istikametinde büyük sıradağlar şeklinde devam ediyorlar. Ormanlar arasından geçen yolumuz çoğunlukla kuzeye doğruydu ve dağları kesen geçit tüm yol boyunca taş döşeliydi, oldukça da eski görünüyordu. Ancak çoğu kısmın onarıma gereksinimi vardı. Taşlar oldukça büyük ve toprak döşemenin her iki tarafında yaklaşık 1 m derinlemesine kaybolup gitmiş. Bir çok yerde çökmüş ya da çöküntüler oluşmuş. Şimdi bir çok noktada atların bile pek az yerde üzerinde yürüyebileceği kadar engebeli omasına karşın ormanda seyahat edenler için hala bir klavuz rolü görüyor.

18 Ağustos Cuma

Bu sabah saat 4’de Sapanca’dan çıkarak çok güzel bir bölgede yol aldık. Aşağı yukarı sekiz mil uzaklıktan çok güzel bir görüntüsü ile karşılaştığımız İzmit’e (Ismit) saat 8 buçukta vardık. İzmit, büyük bir kent ve önceki vadiden bakıldığında çok hoş bir görüntüsü var. Evler çok kalabalık değil ve manzara her yere serpilmiş servi ağaçları ile daha canlı bir hale gelmiş. Şehrin aşağı kısmı denizle yıkanmış. Güneye bakan tepenin yamacında kurulu ve sutemin sistemi oldukça iyi, tepeye doğru hem Doğu hem Batı tarafında bağ ve meyve bahçeleri görülüyor ancak özellikle batı tarafında bahçeler, bağlar ve meyve bahçeleri 5-6 milboyunca uzanıyor. Derli toplu bir kent, bahçeler, deniz, karşı kıyıda iyi ekili bir toprak, iki nehirve kentten önceki mısır ekili vadi hep birlikte şimdiye değin gördüğüm en güzel görüntülerden birini oluşturuyor.

Dokuz buçukta İzmit’ten yola çıktık ve deniz kenarını takip ettik, kimi zaman yol sahile kadar indi. Yaklaşık yirmi mil batıda denize yakın eski kalıntılar bulunuyor. 10 ayak kalınlığındaki kimi sur kalıntıları denize düşmüş. Sekiz mil daha batıdaki Kuşhan (Coushan)197 kasabası tatlı bir meyille denize doğru inen bir yamacın üzerine kurulmuş. Bu kasabanın çevresinde yüzlerce dönüm bağ ve şimdi tam olgunlaşmış çeşitli meyvelerle dolu bahçeler bulunuyor. Kuşhan’da denizden ayrılarak Kuzey’e doğru yöneldik. Kasabaya ait bağları aştıktan sonra ortasından küçük bir derenin aktığı güzel bir ovaya girdik, derenin üzerinde üç kemerli etkileyici bir taş köprü var. Geri kalan yolu hızla katettik ve 5 buçukta Gebze’ye (Gabaza) vardık.

196 John Jackson, Journey from India towards England in the year 1797, Londra 1799, s.230-235 197 Y.U.: Matrakçı’nın söz ettiği Kışşahan olabilir.

88

Gebze, zirvesinden takımadaların güzel bir görüntüsü olan tepenin bir yanında kurulmuş derlitoplu küçük bir kasaba. Kasabadan denize uzaklık yaklaşık üç mil ve tümüyle bahçe, bağ, meyve bahçesi ve mısır tarlaları ile kaplı. Saat 6 buçukta yeni atlarımızla Gebze’den hareket ettik ve denize yakın, bazen de deniz kyısından çok güzel bir bölgede ilerleyerek Maricar adlıbir kasabaya vardık. Tekrar yola koyulduk ama bu kez yavaş ilerliyorduk. Üsküdar’a varmadan önce saat 2 olmuştu bile.

1797 & 1802, William George Brown

Brown, Afrika yolculuğundan, 1797 yılında Halep, Gaziantep, Kayseri, Ankara, Sapanca ve İzmit üzerinden döner. 1802 yılında da bu kez İstanbul, İzmit, Bursa, Kütahya, Afyon, Akşehir,Konya, Tarsus üzerinden yola koyulur:198

Haziran ayının ilk günlerinde İstanbul’dan ayrılarak Nicomedia’ya (İzmit) doğru yola çıktım. Başkente oldukça yakın olan Üsküdar, Kartal, Gebze, İzmit işlek bir yol üzerinde, yoğun nüfuslu, her türlü erzağın ve olağan tüketim maddelerinin bulunduğu kasabalardır. Üsküdar ve İzmit arasındaki toprak, parlak ve verimli, bol arpa (kimisi daha 20 Haziran’da olgunlaşmıştı) yanı sıra çavdar, soğan ve mercimek mahsülü elde ediliyor ancak buğday görülmüyor. Kasaba ve köylere yakın yerlerde meyve ağaçları gördüm. Toprak kısmen kayalık, kısmen killi ve aralıklı olarak kireç taşı.

İzmit, iki tuğlu bir Paşa tarafından yönetiliyor. Kütahya’ya giden ana yol üzerinde olması nedeniyle doğudan ve güneydoğudan gelen kervanlar sürekli buradan geçiyorlar. Ancak İzmit’in doğrudan ve sık ilişkide olmadığı Bursa’ya bir nakliyeci bulmakta oldukça zorlandım. Bu nedenle küçük bir tekneyle Kara Mursal’a (Karamürsel) geçtim. Körfez’in güney kıyısında,makul ölçülerde iki cami bulunan, tepelerin yamacında hoş bir şekilde konumlanmış küçük bir kasaba. Yöredeki yoğun meyve bahçeleri, İstanbul pazarlarını büyük ölçüde besliyor.

Kıyının biraz doğusunda Kurun köy (?) ve birkaç başka köy var. Beş mil batıda ise gariban ama başkent ile Bursa, Yenişehir arasında seyahat edenlerin kullandıkları, körfezin en dar yerindeki taşımacılık olanakları nedeniyle yoğun bir trafiği olan Hersek Köyü bulunuyor. Geçitücreti ister bir kişi, ister büyük bir grup olsun altı buçuk kuruş. İzmit’ten Karamürsel’e ulaşmak yaklaşık üç saatimizi aldı… Üsküdar’dan İzmit’e uzaklık 15 saat, Karamürsel’den Bursa’ya ise yaklaşık 16 buçuk saat harcadık.

1799 ?, William Wittman

1799, 1800, 1801 yıllarında Osmanlı ordusu ile birlikte hareket eden İngiliz ordusu cerrahı Wittman, sefer ve savaş anılarını bir kitapta toplamış olup bunlar arasında, idam edilen İzmit Paşası Hüseyin Paşa ile ilgili bir anektod vardır: 199

Rumeli’de toplanmış olan soyguncuların dağıtılması için Ridosto’ya gönderilmiş olan İzmit Paşası Hüseyin Paşa’nın İstanbul’a geri dönüşünde Kaymakam tarafından karşılanarak katkıları nedeniyle ihsanlar sunulmak üzere saraya davet edilmesi gurur vericiydi. Ancak, kaymakam tarafından selamlanmasına ve iyi sabahlar dilenmesine rağmen 22 Mayıs günü sarayın kapısından girmesiyle birlikte muhafızlar tarafından tutuklanarak anında kafası uçuruldu. Bir çok yönetim hatası yanı sıra haydutların etkili direnişine karşı gereğince hareketetmemekle suçlanıyordu.

1799 ?, Pouqueville

198 Brown, Journey from Constantinople Through Asia Minor in the Year 1802, böl. 1, s. 1-2 & 73-80 199 William Wittman, Travels in Turkey, Asia Minor, Syria and across the Desert into Egypte during the years 1799, 1800 and 1801, böl. VI, Londra 1803, s. 105-106

89

Pouqueville de İzmit’e uğramamış olmasına karşın aşağıdaki anlatım, Wittman’ın yukaridaki notlarına açıklık getirmektedir.200

Rumeli’nin çok sayıdaki haydutları Makedonya ve Trakya dağlarından indiler. Sayıları her gün artarak altmışbini buldu. Türklerin böylesi büyük bir gücün üzerine ilk anda gönderdiği küçük bölükler yararsız oldu. Sonrasında da bir haydut olmak, Sultan’ın ordusunda bir asker olmaktan daha kazançlıydı. Bunun sonucunda devlet derhal alarma geçerek, yağmacılıktan başka bir amacı olmayan bu haydutlar üzerine daha büyük bir güç göndermeye karar verdi. Asya’daki olaylara karşı Avrupa’daki, Avrupa’daki olaylara ise Asya’daki birlikleri gönderme geleneğinden hareketle, asilere karşı büyük bir başarı umuduyla Betal Paşa komutasındaki Gürcistan lejyonları gönderildi.

İzmit Paşası da çok sayıdaki birlikleri ile Gürcülerin komutanına katılacaktı. Paşa, İstanbul’undoğusunda Avrupa yakasına geçtiğinde Yedi Kule kalesinde konaklamak istedi ancak Ağa misafirleri olduğu bahanesiyle bu isteği reddetti. Tartışma ciddileşince, olaya Saray karışarakPaşa’ya baskı yapılarak surların dışında konaklamasına karar verildi.

Bu yılın olaylarına devam ederken belirtmem gerekir ki Betal Paşa’yla birleşmeden savaş alanına çıkan İzmit Paşası, topları ve yüklerini kaptırırken asiler tarafından tam bir bozguna uğratıldı. Birlikleri onu terk ederek düşmana katıldı. Yine de kadere inanarak tek başına İstanbul’da huzura çıktı. Vezir tarafından ilk kabul edilişi avuntu vericiydi. İnce bir kibarlıkla “kardeşim” diye hitab etmiş ve Sultan’ın önünde boyun eğmeye davet etmişti. Sevinç içindekiİzmit Paşası onu Saray’a kadar takip etmişti. Birinci avluyu birlikte geçip ikincisinden içeri girdikleri anda iki cellat Paşa’nın üzerine çullanarak bir dakika önce büyük neşe ve umutlar içinde girdiği kapının önünde boğazlamışlar ve sonrasında kafasını uçurmuşlardı. Vezir de hemen efendisinin önünde diz çökmüş ve istenmeyen bir Paşa’dan kendisini kurtardığı için övgüler almıştı.

1800, Albay William Martin Leake & General Koehler

Fransızların Mısır’a saldırması üzerine bir ordu ve donanma gönderme kararı alan Osmanlı’nın Mısır ordusuna komuta etmekle görevlendirilen İngiliz emekli general Koehler’e Albay Leake, Sir Richard Fletcher, Kraliyet Askeri Güçleri uzmanı ve teknik ressam Pink ile bir doğu uzmanı olan emekli papaz Dr. Carlyle eşlik etmektedir. Doğrudan görev noktasına varmak isteyen Koehler ve arkadaşları, 19 Ocak 1800 günü İstanbul’dan Mısır’a doğru yola çıkarlar. Leake, yolculuğun bu kısmını şöyle aktarmaktadır:201

Tümüyle silahlanmış ve Tatar ulaklar gibi giyinmiştik. Hizmetliler, bagajlar, Türk görevliler ve muhafızlardan oluşan grubumuz 35 attan oluşan bir kervan halindeydi. Bu dönemde Anadolu’yu kateden, Vezir-i Azam’ın ordusu ve başkent arasında ulakların ve diğer insanlarınkullandıkları iki anayol vardı. Biri güney kıylarına Adalay’da (Antalya) ulaşırken diğeri Kelenderi’de ulaşıyordu. Ayırım noktasına gelene kadar hangisini izleyeceğimize karar vermemiştik.

Saat 11’de Üsküdar’dan ayrıldık… Yol bazen çamurlu ancak genel olarak iyiydi. Dört saat sonra Kartal’a vardık... Buradan bir saat sonra ise bir Rum köyü olan Pandikhi (Pendik) bulunuyor.

20 Ocak

200 Pouqueville, Travels throuhg the Morea, Albenia and Several Other Parts of Otoman Empire to Constantinople during the Years 1788-1789-1800-1801, Londra 1806, s. 125-126

201 Leake, Journal of a Tour in Asia Minor, Londra 1824, s. 12-15, 79-80, 219-220, 271-272, 308-309, 314-315

90

Kartal’dan Gebze beş saat çekiyor. Üçüncü saatin sonunda ise sahip olduğu tuzlaları nedeniyle Tuzla adı verilen yerleşim bulunmakta. Yol kıyıdan darlaşarak ama bir çok güzellikleri sunarak devam ediyor. Toprak, otlak olmaya çok uygun, bazı yerlerde yerüstüne fırlamış mavi ve beyaz mermer kayalar ile bir çok eski taş ocağı görülüyor. Bir tahtırevanın içinde, yumuşak minderler üzerine yayılmış, nargilesini içerek, at üzerinde kendisini izleyen mükemmel giyimli hizmetliler eşliğinde seyahat eden bir molla ile karşılaşıyoruz. Yük atları döşek ve örtüler, elbiseleri ile dolu valizler, çok çeşitli pipolar (çubuklar), bakır siniler, kazanlar, tencereler ve tam bir mutfak takımı ile yüklü. Böylesi bir gezi şekli şüphesiz ki Osman ve Orhan dönemi Türklerininkinden oldukça farklı…

Rumların, Givyza 202 adını verdikleri Gebze, bir Türk kasabası olup az sayıda Rum vardır. Göze çarpan tek yapı, büyük bir servi koruluğu üzerinde kurulu, beyaz mermerden yapılmış güzel bir cami… Bu cami ve güzel hamamlar, Padişah I.Selim’in Mısır’ı fethi esnasında Baş veziri olan Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Daha öncesine ait tek bulduğum, eksik bir Grekçe yazıttı.

21 Ocak

Gebze’den Kızderbent’e 9 saat. Yolculuğumuzun ilk üç saati, her iki kıyısında birden çıkıvermiş ağaçlarla kaplı burunlar ile dağ yamaçları üzerindeki köyler, zirveye doğru mısır tarlaları ve üzüm bağlarının oluşturduğu güzel manzaralı körfez kıyısına paralel olarak devam etti. Sonrasında yol Malsum adlı küçük bir köyün altında deniz kıyısına indi. Karşı kıyıdan uzunan bir kara dili, iki millik uygun bir taşımacılık olanağı sağlıyor. Buraya Dil adını vermişler, oldukça hareketli ve beklemeksizin büyük tekneler bulmanız olası. Burada çalışan insanlar deniz kıyısında kurulu çadırlarda kalıyorlar. Körfeze yakın bir ormandaki Hünkar sofrasına avladığı sülün, keklik ve diğer avları götürmekte olan bir avcı aracılığı ile İstanbul’daki dostlarımıza mektup gönderiyoruz. Yüklerimizi indirmemiz, tekneyle karşıya geçmemiz ve eşyalarımızı tekrar yüklememiz iki saatimizi alıyor. Tekrar kıyı yoluna ulaşana dek Dil boyunca üç saat ilerliyoruz. Sağımızda, pek uzakta olmayan Ersek (Hersek) köyünü geçtikten sonra Dil yakınında denize kavuşan bir dere ile sulanan güzel vadinin yukarısına doğru ilerliyoruz. Bu dereyi, doğrudan içinden ya da güzel taş köprüler üzerinden yirmiden çok kez geçmek zorunda kalıyoruz. Bir çok yerde kayaların üzerinden şelale şeklinde dökülüyor. Gökyüzü bulutsuz ve sıcaklık, Nisan ya da Mayıs ayında İngiltere’deki gibi. Toprakmenekşe, sümbül ve çiğdemlerle kaplı. Yol güzelleşiyor ve saatte yaklaşık dört buçuk mil ilerliyor, dokuz saat olarak hesapladığımız yolu yedi saatte tamamlıyoruz. Bizans dönemine ait, bir çok burcu olan bir kale kalıntısını geçiyoruz. Her iki taraftaki yamaçlarda koyun ve keçisürüleri gördük. Köylüler sabanla çift sürüyorlardı. Öndeki eşeğin ardında peşi sıra bağlanmış çok sayıda develerden oluşan bir çok yük kervanı ile karşılaştık. İzlediğimiz derenin kaynağına yakın, vadinin geride kalan bir bölümünde kurulu “kızlar geçidi” anlamındaki Kızderbent köyüne yaklaşırken yoğun mor inci bitkileri gördük. Bu köy de diğer bir çoğu gibi mükemmel ipeğini, bu işin ticaretinin yapıldığı Bursa’ya gönderiyor. Yamaçlardaki bağlardan kabul edilebilir bir kalitede şarap elde ediliyor…. Burada bir gece konakladıktan sonra ertesi gün tam beş saat ya da yaklaşık yirmi millik bir yolculuktan sonra İznik’e vardık…

Gebze’nin genellikle Hanibal’in gömülü olmasıyla ünlü küçük bir denizci kasabası olan eski

Lybissa’nın bozulmuş hali olduğu sanılır ancak daha büyük bir olasılıkla Rumca ( )

yani Kibiza olarak yazılan şekli, eski Dakibyza’nın ( ) ilk hecesini kaybetmiş halinden başka bir şey değildir. Eski yol rehberlerinde 36 hatta 39 Roma mili olarak belirtilen Kadıköy-Libyssa arası uzaklığı, bu yolun eski Libyssa olarak konumlandırdığım Malsum’a oniki saat olduğu göz önüne alınırsa, Üsküdar’dan Gebze’ye dokuz saat süren yolcuğumuza

202 Gezginin dipnotu: Yer adlarındaki K, P, T gibi baş harfler modern Yunanca’da G, B, D olarak telaffuz edilir.

91

denk düştüğünü kabul etmemiz olası değil. Plutarkhos da şu sözleriyle bu varsayımı onaylıyor görünüyor.

Libyssa’dan işaret ederken Maldysem ya da Malsum’un hemen altında gördüğümüz Dil burnunda denk düşen kumlu bir plajdan söz etmektedir. Dakibyza ise bir çok Bizans tarihçisi tarafından Ariusçu İmparator Valens’in karşıt mezhepten seksen rahibi bindikleri teknede yaktığı yer olarak konu edilmektedir.203 Kızderbent’ten Dil’e inen dere Konstantin’in annesi onuruna Helenopolis olarak adalandırılan küçük köyde denize ulaşan Dracon’dan başkası olamaz. Procopius’un Anna Comnena ile Helenopolis’in Hersek ya da yakınları olduğu hakkında aynı düşüncede oldukları açıkça görülüyor. Dil, coşkulu suları ve soluk kesici yatağını Prokopius’un oldukça güzel aktardığı Draco’nun alüvyonları ile oluşmuş.204 Dil’den Kızderbent’e tırmanırken Prokopius’un da Draco için aynı şeyi aktardığına dikkat etmeden, dereyi yirmiden fazla aşmak zorunda kaldığımızı belirtmiştim. Birinci Haçlı Seferi esnasında bu derenin geçişleri Keşiş Pierre’in taraftarları için ölümcül olmuştu. Pierre, İmparator Aleksius’un diğer Haçlıları beklemesi gerektiği ikazına rağmen desteğini aldıktan sonra 1096 sonbaharında İstanbul’dan hareketle denizi aşarak Helenopolis’te kamp kurmuştu. Buradan da Kılıç Arslan yönetimindeki Türkleri elinde olan İznik çevresini yağmalamak üzere hareketlenerek Xerigordus (Çobankale, Altınova) kalesini ele geçirmişlerdi. Ancak bu kale kısa bir sürede Sultan tarafından geri alındı. Franklar çember içine alınarak bir çoğu tutsak edildi, bir çoğu da Draco geçişlerinde kurulan tuzaklarda telef oldu.205 Pierre, İmparatorun gönderdiği bir gemi ile kurtularak Avrupa’ya döndü.

1804, Joseph Freiherr von Hammer-Prustgall

“Osmanlı Tarihi” adlı yapıtı ile tanınan Avusturyalı doğu uzmanı Prustgall Joseph von Hammer (1774-1856), ilk eğitimlerini Viyana’da alarak, 1796’da diplomatik görevler üstlenmeye başlamış ve 1799’da İstanbul’da Avusturya elçiliğine atanmıştır. Bu görevine rağmen bir Osmanlı dostu olan Hammer, 1807 yılında doğudaki görevini tamamlayarak eve dönmüştür. Hammer, elli yıl süresince değişik konularda kesintisiz yazmış, bir çok metin ile Arapça, Farsça ve Türkçe çeviriler yayınlamıştır. Hammer’in başlıca eseri “Geshichte des osmanischen Reiches – Osmanlı Tarihi (10 cilt. 1827-1835)”dir. Diğer çalışmaları arasında “Constantinopolis und der Bosphoros – İstanbul ve Boğaziçi (1822)” ile “Sur les origines russes – Rusların Kökeni Üzerine (St. Petersburg, 1825)” önemlidir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin en uzun İngilizce çevirisini 1834’de yayınlamıştır. Bu çalışmasının ilk iki cildi İstanbul ve Anadolu’yu kapsar. Çeviride hatalar vardır ve garip bir tercüme yöntemi kullanmıştır. Ayrı basımdır ancak bazı üniversite kütüphanelerinde “Evliya Efendi” adı ile bulmak olasıdır. Ayrıca, “Geschichte der osmanischen Dichtkunst (1836)”, “Geschichte der Goldenen Horde in Kiptschak (1840)”, “Geschichte der Chane der Krim” ve bir de bitirilmemiş“Litteraturgeschichte der Araber (1850-1856)“ adlı yapıtları vardır. Avusturya Bilimler Akademisi’nin kuruluşuna destek vermiş ve ilk başkanı (1847-1849) olmuştur. 1959 yılında kurulan ve Yakındoğu ile kültürel ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan ve Avusturya’daki Yakındoğulu üniversite öğrencilerine destek veren “Avusturya Doğu Topluluğu”, ölümünden sonra adı eklenerek anılmıştır. Viyana’da ölmüştür.

203 Gezginin dipnotu: Zonaras, I, 13, böl. 16; Socrates, I, 4, böl. 16; Sozomen, 6, böl. 14; Cederenus, s. 311; Theophanes, s. 50 204 Gezginin dipnotu : Procopius, De Edifices, I, 5, böl. 2; Hist. Arcan. Böl. 30; Anna Comnena, I, 10, s. 287 205 Gezginin dipnotu : Anna Comnnena, I, 10, s. 286

92

Hammer, 1804 Ağustos’unda yaptığı Mudanya, Bursa, Uludağ, İznik ve İzmit yolculuk notlarını kısa bir öykü şeklinde yayınlamıştır. İşte orjinali almanca olan yapıtın206 Fransızca çevirisinden207 dilimize çevirdiğim İznik-İzmit etabı hakkında Hammer’in notları:

İznik – İzmit

İznik gölü boyunca devam ederek Pazarköy’den geçen ve 18 saat sonra Nikomedia’ya (İzmit) varan yolu izlemek yerine İznik yöneticisinin sağladığı kılavuzun önerisi ile İznik Gölü ve İzmit Körfezi arasında yer alan yüksek dağlara yöneldik. Normal yolcuların kullanamayacağı, dağlar ve ormanlar arasından geçen bu keçi yolu sayesinde yolculuğumuzu 7 saat kısalttık.

Girdiğimiz boğazın çıkışındaki ilk köy dikilitaştan sadece 15 dk uzaklıktaki Elbeyli idi. Nerdeyse tamamı Türk olan yaklaşık 150 haneden oluşuyor. Coşkun bir kaynaktan doğan birdere köyü kuzeyden güneye geçerek doğrudan göle dökülüyor. Dağı tırmanıp bir saat yürüdükten sonra ağaçların ortasında oduncuların oturduğu Kırmışlı köyüne vardık. Daha sonra Kuzey Avrupa’dakilerden hiç de aşağı kalmayan güzellikteki meşe ve kayın ağaçları arasında hiçbir yerleşime rastlamadan tam altı saat ilerledik. Osmanlı gemi yapımına gerekli ağaçlar buradan çekiliyor. İzmit ya da İstanbul tersanelerine gönderilmek üzere hazırlanmış ıskarmozları gördük. Üç saat boyunca çıktık ve koyu suyu nedeniyle Karasu olarak adlandırılan ve vadinin eteklerine doğru kıvrılarak İznik Gölü’ne dökülen dereyi defalarca geçtik. Büyük sıcakların yakıcılığının ortasında baharın tüm tazeliğini koruyan çok güzel bir çayır gördük. Bu nedenle dağın bu bölümüne Çayırlıdağ adı verilmiş. Yakut rengi yansımaları, dağın karanlık yeşili ile hayranlık verici bir zıtlık oluşturuyor. Üç saat daha indik, körfez kıyısından bir saat uzaklıkta dağ üzerinde bulunan Bayücik (Bahçecik ?) köyünün ardında İzmit Körfezi yavaşça belirmeye başladı. Düz bir çizgi halinde denize doğru indikten sonra İznik gibi tam gölün ucunda olmayan ve körfezin ucunun biraz kuzeyinde bulunan İzmit’e varmak için iki saat daha kıyı boyunca yürüdük. Körfezin ucunu geçerken kaynağını, dere ağzından güneydoğuya doğru altı fersah208 uzaklıktaki ve İznik-İzmit arasındaki dağlarınbir devamı olan Gökdağ’dan alan Kiraz-Su (bugün Kilez Deresi) üzerindeki bir köprüyü aştık.

İzmit – Sapanca Kanalı

Tam burada bir çok kez denenmiş, başlanmış ancak gerçekleşememiş İzmit Körfezi ile içerlerdeki bir gölü kanal aracılığı ile birleştirme projesinden bahsetmek gerekir. Plinius’un İzmit Körfezi ile İznik Gölü arasında bir kanal yapmayı planladığı şekilnde kimilerince öne sürülen savların yanlışlığını buradaki topografik kanıtlarla çürütelim. İddia önce göllerin adlarını karıştıran filologlar tarafından öne sürülmüş daha sonra da verileri dikkatlice incelemeyen tarihçilerce de tekrar edilmiştir. Bunlara inanan kimi gezginler de aynı hatayı tekrarlamışlar ancak arkadaşlarının ikazı ya da Plinius’e ele alarak incelemelerinin ardından sonraki yapıtlarında bu yanlışı düzeltmişlerdir.

Dolayısı ile bu birleşme sorununu gündeme getiren Plinius’un mektuplarını göz önüne sermeli, dikkatlice okumalı ve içerdiği topografik verileri bulunduğumuz bölgeninkiler ile karşılaştırmamız gerekir. Göreceğiz ki söz konusu göl kesinlikle İznik Gölü değil ve Plinius’unbahsettiklerinin hiç biri buna uymuyor. Sonra da Plinius’un bahsettiği göl hangisi diye araştırmamız gerekecek. Plinius’un mektuplarındaki yerel verilere bakınca da hiç zorlanmaksızın bunları Nikomedia çevresinde bulacağız. En kısa uzaklığın 11 saat olduğu veyüksek sıradağlarla birbirinden ayrılmış İznik Gölü ve İzmit Körfezi’nin birleştirilmesi

206 Joseph von Hammer, Umblick auf einer von Constantinopel nach Brussa und dem Olimpos uns da Zurück über Nicaea und Nicomediaen, Pesth 1808, s. 141-200 207 Joseph de Hammer, Relation d’un Excursion de Constantinople a Brousse au Mont Olympe a Nicée et a Nicomedie, Fr. Çev: M.W., s. 70-94 208 Y.U.: Fersah, yaklaşık 3 mile eşit (5 km) uzunluk ölçüsü.

93

saçmalığına gelince de yalnızca haritaya bir göz atılsa Plinius’un mektuplarına bakmaya gerek kalmaksızın ne denli aptalca olduğu görülebilir.

Bu iddiadaki gezginler eğer aralarında sadece bir ova ve nerdeyse aynı rakımdaki bir dağ geçidi bulunan İznik gölü ile yalnızca 3 fersah uzaklıktaki Mudanya Körfezi’ni öne sürseler özürleri nisbeten kabul edilebilirdi. Ancak aralarında kocaman dağlar bulunan İzmit Körfezi – İznik Gölü arasını nasıl aşacaklar hatta hangi makinaları kullanacaklardı, sorusuna yanıt vermeliydiler. Dağlar ve dar geçitlerle kaplı 18 fersahlık uzun İznik-İzmit yolunu göz ardı edip İznik Gölü ve İzmit Körfezi’nin birleşmesi projesini söz konusu edebildiler:

Neyse, sözü Plinius’a bırakalım, işte bu konuda Plinius ve İmparator Traianos arasındaki yazışmalar:

94

95

96

Plinius, İmparator’a deniz ile Nikomedia yakınlarındaki bir göl arasında kanal açarak eyaletin iç taraflarından getirilecek mermer, buğday ve tomruk taşımacılığının daha ucuza sağlanmasını öneriyor. Bu tasarıyı gerçekleştirmeye geçmeden önce göl sularının tamamıyledenize akması tehlikesi ile yüzyüze kalmamak için toprak seviyesinin ölçülmesi gereğine inanıyor. Kanalın göl kenarından denize kadar açılması da gerekmiyor. Yol üstünde bulunan ve denize akan bir akarsuya bağlamak yeterli olacak ve bu da işi kolaylaştırcaktır. Kaldı ki Bithynia krallarından birinin daha önce ya sular altında kalan tarlaların sularını tahliye etmek ya da gölü akarsuya bağlamak için (akarsuyu denize bağlamak için değil) yapmış olduğu bir çukur da mevcut. Ancak imparator göl sularının akıp gideceği korkusuyla bu bağlantının hemen yapılmasına karşı çıkınca Plinius, ırmağın yakınlarına kadar bir kanal açılmasını ve buraya kadar kanaldan getirillen yüklerin kısa mesafeli bir kara parçası üzerinden zahmetsizce ırmağa taşınabileceği önerisini getiriyor.

Sonrasında Plinius, gölün tedbir alınması gereğini düşündürten ölçü fazlalıklarını karşılayabilecek yükseklikte olduğunu gördükten sonra bu çareye de gerek kalmayacağını umuyor. Şu an zaten bir dere şeklinde atılan suyun doğal çıkışını sıkarak yönü değiştirilebileceğine göre göl suyunun azalması için, kanalın akmasını kollamaktan öteye korkacak daha bir çok başka neden var diyor. Gölden çıkan bu doğal derenin yatağını doldurup öbür taraftan yapay bir kanal açılırsa görülecektir ki suyun azalmasından korkmaya gerek kalmayacak. Daha sonra sanıyor ki (döneminin yanlış bilgilerine göre) kanal denize ulaşınca deniz gölden gelen suları geri itecektir.

Bu öneri İznik Gölü’ne uyarlanabilir mi?

Gördük ki bu suların fazlası önce bir ovadan sonra da denize açılan bir boğazdan doğrudan geçen küçük bir akarsu araçılığı ile denize kavuşuyor. Öyleyse arzu edilen yönde doğa tarafından açılmış biri varken insan eli ile kanal açmanın gereği var mıydı.

97

Plinius’un bahsettiği gölün suyu denize aksi yönde bir akarsu aracılığı ile akıyor ama İznik Gölü’nün suyu doğrudan denize akan bir akarsu ile taşınmıyor. Sonuç olarak yolu bu yönde bir başka ırmak vardı ve buna gerek hemen bağlanacak gerekse aralarında bir kara parçası kalacak şekilde bir kanal açılacaktı. Öte yandan İznik Gölü ve deniz arasında böylesi bir akarsu olmadığı gibi suların denize doğru giderken geçeceği boğaz dibinin buna nerdeyse olanak vermeyecek kadar dar olduğuna bakılırsa olası bir akarsuyun bu yönde akmasına da olanak yoktu.

<< Nikomedia’nın sonunda büyükçe bir göl var >>

Niçin Plinius, İznik Gölü’nün bilinen adı Ascanius diye bahsetmemiş ya da göl İznik kapılarının dibinde dememişdi de Nikomedia bitiminde demişti.

<< Ad committendum flumini lacum >>

<< Gölü akarsuya kavuşturmak için >>

Hangi akarsuya? Gördüğümüz üzere İznik Gölü ve deniz arasında tek bir tane bile akarsu yok ki ! Yalnızca dağlar arasındaki boğaza zorlukla giren bir derecik mevcut.

<< Est enim lacus ipse altus, et nunc incontrariam partem flumen emittit. >>

<< Gölün kendisi yüksek olsa da şimdi ters tarafa bir dere akmakta >>

İznik Gölü’nün bahsettiğimizden başka bir akarsu yok ve bir başkası da olamaz. Her tarafından sellerini boşaltan dağlarla çevrili. Bunlar gölün uzunlamasına kıyılarını bayır gibi çevirmişler ve gölün doğu ve batı uçlarında birer amfiteatr oluşturmuşlar. Bir köşeden göl denize akıyor, diğer köşeden bütün dereler dağlardan geliyor ve göle gidiyorlar. Bugün var olandan başka bir akarsu olamaz aksi takdirde suyun dağlara çıkması gerekirdi.

Böylece Plinius’un bahsettiğinin İznik gölü olamayacağını gösterdikten sonra şu Nikomedia’daki göle bakarak yerel detayların uyarlanabilirliğini inceleyelim ve İzmit Körfezi yanındaki Sapanca Gölü olup olamayacağını görelim.

<< Nikomedia’ya komşu çok büyük bir göl >>

Sapanca gölü İzmit’ten sadece altı fersah uzaklıkta olup onsekiz fersah uzunluktaki bir yolu aşıp İznik kapıları önündeki İznik Gölü’ne oranla daha “in finibus” yani komşudur. “Amplissimus”tur yani oldukça büyüktür çünkü 15 millik bir çevresi vardır.

Sakarya Irmağı ve İzmit kenti arasında doğudan batıya çizilecek bir doğru üzerinde bulunan bu göl hiçbir eski coğrafyacı tarafından adlandırılmamıştır. Ammianus Marcellinus, bu gölden“Lacus Sunoniennis” olarak bahsetmektedir. (L, VXVI, 8) İznik’ten gelen Procopius’un ordusuKadıköy’ü kuşatan Valencius’un birliklerini yandan çevirecekken bunlar gölün çevresinden dolaşarak kaçmışlardı. Ortelius, muhteşem sözlüğünde bu gölün Plinius ve Traianus’un konu

98

ettikleri göl olduğu yönünde kanısını belirtmişti. M. Mannert ise hala Evagrius’un bahsettiği “Boane Limne” olduğunu209 sanmaktadır.

<< Nam in agris manga copia hominum, etmaxima in civitate >>

<< Kırsalda çok, en çok da kentte insan var >>

Çünkü Plinius’un oturduğu Nikomedia’da kırsaldan çok çalışacak insan vardı. Eğer İznik Gölü’nden söz ediliyor olsaydı Nikomedia’daki insanlar niye konu edildiydi ki !

<< Kralın dereye gölü bağlamayı denediği yerde kalıntıları araştırmaya niyetlendim >>

Aslında bugün, eski bir çukurun izlerine rastlayamadık ancak Nikomedia’ya girmeden önce kanalın bağlanacağı akarsuya rastladık. Adı Kiraz-Su, oldukça belirgin ve güneydoğudan doğru geliyor. Biz İzmit Körfezi üzerindeki ağzına yakın bir köprü ile üzerinden geçtik. Göl, körfezin doğusunda olduğuna göre kuzeydoğudan güneydoğuya yöneltilecek bir kanal akarsuya ulaşacak ve gölden denize yolu kısaltacaktı.

Hiçbir şey bu işlemi engelleyemezdi. İster akarsuya kadar, iterse akarsuya az bir uzaklık kalana değin bu kanalı açmak için yeterli yer vardı.

<<Et nunc in contrariam partem flumen emittit.>>

Sonuçta Sapanca Gölü kuzeydeki küçük bir akarsu ile yani düşünülen kanalın tam aksi bir yönde fazla sularını boşaltıyordu. Dolayısı ile bu yöndeki akışı kapatarak aynı miktardaki suyu kanal aracılığı ile boşaltmak hatta akarsuya bağlamak gölün sularını azaltma riskine girmeden çok doğal bir işlemdi.

İzmit Körfezi, Mudanya Körfezi gibi bir dizi dağla değil de bir ova ile sonlandığına göre kanalı akarsuya değil de doğrudan denize bağlamak için de olanak vardı. Öyleyse kanal, akarsuyun

209 Fransızca’ya çevirenin dip notu: Hist. Ecclés., II, böl. 14

99

yarısında değil de körfez kenarındaki ağzına yakın bir noktadan akarsuya bağlanacaktı. Böylece kanal ve akarsu çok küçük bir açıda birbirine yaklaşan hatlar oluşturacaktı ki bu da bir su akıntısının zorlukla geçebileceği boşluk bulunan Mudanya Körfezi’ndeki dağ sıralarında olanaklı değildir. Açıkça görülüyor ki Plinius’un mektuplarında konu edilen göl İznik Gölü ya da eski adı ile Ascanius Gölü değil, bugün artık Sapanca denilen Nikomedia Gölü’dür. Modern çağlarda, 1503 (H. 909) yılında benzer ancak daha büyük bir proje, büyük vezir Sinan Paşa tarafından başlatılmıştı. Düşüncesi, Sapanca Gölü’nü yalnızca İzmit Körfezitarafından değil, bir başka kanalla da Karadeniz’e akan Sakarya Irmağı’na irtibatlamak, böylece iki denizi birbirine bağlamak idi. Bu büyük girişimin temel getirisi Sakarya Irmağı kenarındaki girilmez ormanlardan bugün Karadeniz kıyısına getirilerek sallarla İstanbul’a gönderilmekte olan, denizcilik için gerekli ağacı ucuza taşımak idi. Türk coğrafyacı Hacı Kalfatarafından aşağıda verilen geometrik ve hidrolik ayrıntılar oldukça ilgi çekicidir. Sultan’ın özel fermanı üzerine astronom, geometriciler ve hidrolik mühendislerinden oluşan bir komisyon araziyi incelemek ve seviyenin tasarının gerçekleşmesine uygunluğunu gözlemlemek üzere bölgeye getirilmişti. Hizaları aldıktan ve ölçümleri yaptıktan sonra gördülerki Sakarya kıyılarının en yüksek noktası, gölden 17 ½ ziraa (15 ayak)210 daha yukarıda ve aradaki uzaklık 9,600 ziraa (19,200 ayak) idi. Sakarya’dan 11,000 ziraa (22,000 ayak) uzaklıkta Sapanca Gölü’ne giden ve kıyıları yaklaşık Sakarya’nınkiler ile aynı yükseklikte küçük bir akarsu olan Sarıdere’nin yatağı ile karşılaştılar. Dolayısı ile gölle irtibatlamak için Sakarya Irmağı’nı Sarıdere’ye bir kanalla bağlamak yeterli olacaktı. Göl ve Körfez arasında ölçülen uzaklık 22,000 ziraa (44,000 ayak) ve göl kenarı ile deniz kıyısı arasındaki seviye farkı 30 ziraa (60 ayak) idi. İşte göl ve körfez arasındaki arazinin kesin eğimini veren, her bin ziraa’daki seviye ölçüm ayrıntıları:

Uzaklık Arazi Eğimi 1,000 ziraa

7zira

a 2,000 “ 9 ¾ “ 3,000 “ 10 “ 4,000 “ 6 “ 5,000 “ 13 “ 6,000 “ 17 “ 7,000 “ 18 ½ “ 8,000 “ 26 “

9,000 “ 30 “ 10,000 “ 25 “ 11,000 “ 25 “12,000 “ 26 “13,000 “ 17 “14,000 “ 20 “15,000 “ 9 “16,000 “ 8 “

210 Y.U.: yaklaşık 5.50 m.

100

17,000 “ 10 “18,000 “ 11 ½ “19,000 “ 17 “20,000 “ 20 “21,000 “ 28 “22,000 “ 30 “

Türk coğrafyacının dediğine göre, komisyonun raporu gösterdi ki bu proje, ekili alanlar ve yerleşim alanlarına tecavüz etmeden gerçekleştirilebilir çünkü hat genellikle ormanların içinden geçiyordu. Ancak, iki denizin birleşmesinden çıkar kaybına uğrayan bazıları, masrafın çok yüksek olduğunu söyleyerek bu güzel tasarıyı engellemişlerdi.

Göreceğiz ki Türk mühendislerin projesinde, Nikomedia (İzmit) körfezine akan ve Plinius’un kanalını bağlamayı düşündüğü Kiraz-Su (Kilez Deresi) hiç yer almadı. Onların planlarında göle diğer yönden ulaşan ve Sakarya Irmağı ile bağlamayı düşündükleri Sarıdere vardı. başka bir yönden ve başka bir seviyede yine Karadeniz’e ulaşan gölün suyunu çekmek yerine görülmedik bir şekilde daha yukarı seviyedeki Sakarya’nın sularını Sarıdere’ye akıtarak fazla suyunu almak istemişlerdi.211

Sapanca-İzmit Kanalı Projesi Göz Boyama mıydı?

Nihayet, geçen yüzyıl Baron de Tott212 döneminde Sapanca Gölü’nün İzmit Körfezi’ne bağlanması projesine geri dönüldüğü görülüyor. Ancak ciddi bir noktaya getirilmeden yönetimin bundan başkenti oyalamak ve olası bir baş kaldırmayı önlemek için politik olarak kullandığı görülüyor. İşte nedeni. Tahıl üretimi düşüktü ve ekinoks fırtınaları Kırım’dan başkente buğday getiren ikiyüzden fazla tekneyi İstanbul Boğazı girişinde périr etmişti. Ekmek aşırı pahalı idi, daha doğrusu hiçbir yerde bulunmuyordu. Yönetim, halkın şikayetlerinin Sultan III.Ahmet döneminde olduğu gibi açık bir ayaklanma ile sonlanmasındanve hatıralarda hala taze olan benzer sahnelerin yinelenmesinden korkuyordu. Halkın zihnini meşgul edecek ve şikayetleri dindirecek bir çare gerekiyordu. Bu projeye sığınılarak en korkulan kişilere oldukça çok para dağıtmanın bahanesi yaratılımış oldu. Başkentin bütün milisleri, birlikleri ve maitriseleri çağırılarak bu kanal çalışmasındaki görevleri belirlendi ve yolhazırlıkları için avans ödemeler yapıldı. Baron de Tott’a, kanal çalışmalarının yönetimini üstlenmek üzere Nikomedia’daki inşaat alanına gitmeye hazırlanması emri verildi.

Sonunda amaç gerçekleşti. Halk meşgul edildi, para ödendi ve sakin kalmaları sağlanmış oldu. Bu esnada başkente buğday ikmali gerçekleşti ve tasarıdan bir daha söz edildiği duyulmadı. Böylece Bithynia’nın eski kralları tarafından tasarlanan, Plinius’un valiliği döneminde yenilenen ve Sinan Paşa tarafından genişletilip büyütülen, Baron de Tott tarafından halı altına süpürülen bu güzel projeyi gerçekleştirmek gelecek zamanlara kaldı. Asya krallarının, Romalı valinin, Osmanlı vezirinin ve Fransız mühendisin bu düşüncelerini

211 Nikomedia’da Sapanca ve çevresine dair en doğru bilgileri almak için yaptığımız soruşturmalar tüm çabalarımıza karşın gölün suyunu doğrudan denize mi yoksa Sakarya’ya mı boşalttığı sorusuna yanıt bulamadı. Yine de bir çok insan Sakarya’ya kavuştuğu kanısındaydı. 212 Şaşırtıcıdır ki Tott’un kendisi bile hatıralarının başlangıcında söz konusu tasarının Zneurie (Sakarya) nehrini İzmit Körfezi’ne bağlamak olduğunu söyleyeceği yerde İznik Gölüne olduğunu söyleme yanılgısına düşüyor. Kısa bir süre önce Üsküdar’da basılan Osmanlı İmparatorluğu Sultan Osman ve Sultan Mustafa dönemi kayıtlarına göre bu tasarının 1758’deki (H. 1172) tartışıldığını ancak ilk kez Sinan Paşa tarafından 1492’de (H. 900) öne sürüldüğünü, 1653’de (H. 1064) tekrar gündeme getirildiğini ancak son kez Sultan Mustafa döneminde olduğu üzere sonuçsuz kaldığını belirtiyor. Y.U.: Bkz. Tott, Mémoires de Baron Tott sur les Turcs et Tartares 1755-1778, Amsterdam 1784

101

ve çalışmalarını bir gün tekrar ele alıp gerçekleştirecek o büyük dehaya, büyük adama şimdiden selam olsun, ün bulsun.

İzmit

Bir dağın yamacına yaslanmış Nikomedia213 kenti zevkli bir manzara sunar. Tepede Olbia’nınya da eski Nikomedia’nın sur kalıntıları görülür.214 Pococke tarafından anlatılan İmbaba sarnıcı kalıntılarını görmek üzere Zeytin mahallesi üzerinden oraya çıktık ve aynı yoldan indik. En önemli kilise Sultan Orhan tarafından camiye çevrilmiş.215 En güzel cami Amiral Pertev Paşa’nınki.

Körfezin suları çok alçak, tekneler kente pek yaklaşamıyorlar. Çok sayıda tahta iskele, gemilerden yük indirmek ya da bindirmek için denize doğru uzanmış, kimisinin uzunluğu 150 adım uzunlukta. Kent içinde ve dışında, çeşmelerde ve duvarlarda çok sayıda eski yazıt parçaları mevcut.

Ermeni mezarlığında Grekçe eski yazıtlar var. Biri yeni, diğeri eski iki Latince mezar taşı dışarıdan gelip yaşamlarını burada noktalayan iki yabancıya ait olması nedeniyle ilgi çekici. Birincisi ülkesini olasılıkla genel bir göç esnasında terk etmiş bir Ermeni’ye ait ve mezar taşı bir rastlantı sonucu çağdaş soydaşlarının mezarlığına getirilmiş. İkincisi asi Macar Tökeli’ye ait. Marmara denizi kıyısındaki Rodosto’daki (Tekirdağ) soydaşları Esterhazy ve Beresiny gibi onun da külleri burada dinleniyor.

Ermeni Mezarlığındaki Yazıtlar:

[Burada Evpalius yatıyor. Soyca Armenialı. (Buraya) Göçtükten sonra yirmibeş yıl yaşadı. Kendi vatanının yurttaşları bu anıtı dikerek imanını korudular]

Not. “Annos” kelimesinden sonraki PM harfleri olasılıkla “post migrationem – göç sonrası” anlamında.216

213 Y.U.: İznikmid ya da kısaltılmış hali ile İzmid, Nikomedia’nın Türkçe adıdır. İznik ise Nikea’dır. Gezginler her ikisini kimi zaman karıştırırlar. (Almanca baskıda yalnızca İznikmid olarak geçmekte, kısaltılmış İsmid hali görülmemektedir) 214 Y.U.: İzmit Körfezi kıyısında ilk çağlarda Olbia adlı bir kentin varlığı bilinmektedir ancak bunun Nikomedia’nın eski adı olduğu kesin değildir. 215 Y.U.: Orhan Cami olmalı. 216 Y.U.: Aynı yazıt İzmit’i 1745 yılında ziyaret eden Peysonnel tarafından da kopye edilmiş. M. Bakan’ın çevirisi: Evpalius, tam zamanında burada O, Armenia soyundandı,

102

İmre Tökeli’nin Mezartaşı:

25 yıl yaşadı, Vatanın pek dindar yurttaşları Olan çocuklarına bekçilik yaptı Bu anıtı dikti

103

Çevirisi: Burada, Macaristan ve Transilvanya Kralı Kesmark’lı kahraman Emeric Thökeli dinlenmektedir. Anayurdunun bağımsızlığını savunmak için gösterdiği değerli çabaları ile tümAvrupa’da tanınmaktadır. Bir çok rastlantı sonrası sürgüne gönderildi. Sürgün süresi ve yaşamı, Macaristan için özgürlük umudunun yeniden yeşerdığı bir dönemde son buldu. Asya’da, Nikomedia (İzmit) Körfezi yakınlarında Bithynia’da 13 Eylül 1705 günü 47 yaşındayken bahçesinde öldü.217

İzmit – Gebze

İzmit’ten İstanbul’a dönmek üzere deniz boyunca devam eden büyük kervan yoluna koyulduk. Yarımca’ya kadar beş saat tek bir ev görmeden yürüdük. Burası İzmit ile Hereke Hanı adlı kervansaray arasındaki yolun orta noktasında, sağ taraftaki dağın yamaçlarına kurulu küçük bir köy.

Hereke’de tepenin üzerine kurulu ve buradan sahilde sonlanan eski bir kalenin duvar kalıntıları var. Pococke’nin incelediği gibi bir zamanlar adını körfeze veren Astacus olabilir.218 Dağdan inen berrak bir dere değirmenleri çeviriyor. Altından geçerek denize döküldüğü köprünün yakınlarındaki sütun parçaları ve diğer mimari kalıntılar burada bir tapınak olduğu izlenimi veriyor. Hemen Hereke’den önce körfezin kıyısı dik bir açı oluşturuyor; buradan bir fersah ötede, oldukça denize doğru uzanmış bir burun üzerinde çok bakımlı büyük bir Türk köyü olan Tavşancıl bulunmakta.219 Karşılaştığımız köylerin en güzeli ve en resimseli. Bu parlak durumuna katkı veren bir başka öge de en az yarım fersah ötede deniz kenarındaki maden sularına yakınlığı. Buraya “İçme” adı veriliyor. Rum almanağına göre bu sular yalnızca 1-15 Ağustos arası içiliyor. Bu dönemden sonra zararlı olduğuna inanılıyor. Başkent’in (İstanbul) her sınıf ve cinsten insanı buraya akın ediyor.

Buranın denetiminden ve gelirinden sorumlu Kireççibaşı, Bostancılarla birlikte gelip çadırını kurarken, ormanlardan sorumlu Kırağası’nın muhafızları da komşu dağları dolaşıyorlar. Bu sular üç gün boyunca güneş doğmadan önce içiliyor ve sadece tavuk ile pilav yeniyor. Sonucunda bu rejim müshil etkisi yaratıyor. Dördüncü gün hemen yakındaki kum banyolarınagiriliyor. Bu suyu içenlerin çoğu gereksinimlerini Tavşancıl’dan sağladıklarından, Ağustos’un bu onbeş günü boyunca burası çok neşeli oluyor. Canbazlar, hokkabazlat, dansçılar, müzisyenler, öykücüler gece halk meydanında toplanan çok sayıdaki seyirciye yeteneklerini sergilemek üzere buraya geliyorlar. İçlerinde başkentten (İstanbul) bile gelmiş hanımlar, gözlenmediklerinden emin olduklarında, sürekli peçeli olmalarını emreden sert kurallardan uzaklaşıyorlar. Köyün biraz dışında onlardan bazılarına rastladık, peçelerini çıkarmışlardı ve bizi çene çalmaya davet ettiler.

Tavşancıl’dan bir fersah ötede, Dil sahilinde körfezin karşı kıyısına geçmek üzere buradan tekneye bineceklere hizmet veren bir han ve ahırlar topluluğu bulunuyor. Dil’in karşı yakasında yanaşılan yerin adı Hersek. Dil’den bir fersah, denizden yarım fersah uzaklıkta “Mahalle-el Alim – Alim Mahallesi”220 (günümüzde Muallim Köy) ile bir fersahtan daha uzak mesafede de eski Lybissa’nın adının bozulmuş hali olduğu kanısını uyandıran ve büyük bir kasaba olan Gebze ile karşılaştık. Bize sözü edildiği üzere, deniz kıyısındaki harabeler

217 Fransızcaya çevirenin dipnotu: İlave etmemiz gerekir ki Hammer tarafından Thökeli’ye veya daha bilinen adı ile Tekeli’yi asi olarak nitelemesine karşın bu asil Macar, ülkesinin tarihinde onurlu bir rol oynamıştır. Avusturya hanedanı, en tanınmış Macarların kanını akıtana ve bütün ulusal özgürlükleri baskı altında tutarcasına ant içilmiş anayasanın temel maddelerine tecavüz edene değin silaha sarılmamıştır. Her zaman cesur ve cömert olmuş ve ne zamanki Macaristan’ın tehlikeli bağlaşığı Türkler boyunduruğa karşı boyunduruk, zorbalığa karşı zorbalıkla karşı koymayı önerdiklerinde onların bu önerilerine kahramanca karşı koydu; sonucu olarak da saray tarafından İstanbul’da hapsedildi. 218 Y.U.: Çağdaş tarihçiler çoğunlukla Astacus’un Başiskele mevkii olduğu kanısındadırlar. 219 Lechevalier, haritasında Arganthonios’un (Samanlı Dağları) tepesine konumlamakta ve Ramazan ayında buradan ayın gözlemlendiğini söylemekte. Oysa Tavşancıl, kesinlikle Arganthonios üzerinde değil ve buradan ay gözlenmiyor. Ay, Kutay dağı üzerindeki Tavşanlı’dan gözlenmektedir. 220 Alim, Mısır’da dansözlere verilen bir ad. Çok yaygın ve değişken işlerin uzmanı oldukları söylenir.

104

arasında kimi kalıntılar bulacağımızı umut ettik. Aşağı indik ancak oldukça resimsel bir noktaya konumlanmış eski bir Rum ya da Ceneviz kalesinden kalma büyük hisarın (Eskihisarkalesi olmalı) dış duvar kalıntılarından başka bir şey göremedik. Burası Gebze’nin iskelesi. Karşı kıyıdaki Hersek’te olduğu gibi bu kıyıya geçenler, burada tekneden iniyorlar. Yol, Gebze’den içerlere doğru devam ediyor, yine de deniz görüntüsü kaybolmuyor. Kıyıda Gebze’den bir fersah ötede Darıca kasabası ile Darıca’dan bir fersah uzaklıkta da Tuzla’nın maden suları bulunuyor. İçme’nin suları Türkler için ne ifade ediyorsa bu sular da başkentin Rum ve Ermenileri için aynı değerde. Pendik, Tuzla’dan bir fersah mesafedeki bir kasaba. Kartal ise Pendik’ten bir fersah daha sonraki bir başka büyük kasaba. Bu kıyı boyunca, sahile yakın uzaktan burun zannettiğiniz bir çok dağınık ada yanı sıra ada sandığınız kıyıya oldukça ince kara parçaları ile bağlı burunlar bulunuyor. Bu adalara Rumca’da Gaidonria, Türkçe’de ise Eşek adaları adı veriliyor. Kartal’dan yarım fersah sonra hazine tepesi anlamındaki Maltepe adlı dağ var. Adına kaynaklık eden hikayeleri ve hazine bulma amacıylaboşuna açılmış çok sayıdaki çukurları ile ünlü.

Prens Adaları adı verilen Marmara adalarının tam karşısında, üç fersah uzaklıkta eski adı ile Khalkedon yani Kadıköy ile dört fersah ötede Üsküdar yani eski Khrysopolis bulunuyor. Servilerinin güzelliği ve mezar taşlarının görkemi ile ünlü mezarları aşarak buraya doğru yaklaşırken büyük bir kentin varlığını canlılar değil, ölüler haber veriyor. Burada insanlığın büyüklüğünü ve zavallığını yaşayarak bilinmez bir dünyaya göç edenler dinleniyor. Yollarının artık sonlandığını, mezar taşları kısaca şöyle anlatıyorlar:

Yolcu, dur; dua et ve bizim için iyilikler dile….

Öte yandan, “Société Asiatique – Asya Derneği”nin Mayıs 1826’daki toplantısında Mösyö Hasse, Fransız Elçiliği’nin İstanbul’daki ilk çevirmeni olan Mösyö Jouannin’in yukarıdaki gezisi esnasında, İzmit’e komşu bir vadide bulduğu Grekçe bir mezar yazıtı üzerine görüşlerini sunar. Bu arada Tavşancıl’da Hammer tarafından bir çeşme üzerinde bulunmuş aşağıdaki yazıtı da ekler: 221

221 Hasse, Journal Asiatique (Rapport), Sur une Inscription Grecque découverte dans une vallée voisine de Nicomedie par M. Jouannin premier drogman de l’Ambassade, c. VIII, Paris 1826, s. 262

105

Şu şekilde okunabilir.

106

Latin harfleri ile:

OKKONTOS THN PYELON ETHHKA EMAY – TO KAI TROPHIMH MOY AVRELIA … .. INA KAI TH GYNAIKI MOY AINA … .. A KAI BOYLOMAI META TO KATATETHHNAI EME KAI THN SYNBION MOY MEDENA ETE . RON KATATETHHNAI . EI DE TEIS PARA TAYTA POIESEI, DOSEI PROSTIMOY TO TAMEIO * AF KAI TH POLEI * KHIRETE

1804-1805, Karl Graf von Rechberg

Bithynia yöresinde yaptığı gezide Lybissa-Gebze’de Hannibal’in mezarını (Gaziler tepesi yöresinde) bulunduğunu sanarak, yanında getirdiği ressamlara bir de resmini yaptırır.222

1806, ? Albay Henry Winterton ve Yeğenleri

Gençliğinde bir süre İstanbulda kalmış Albay Winterton, kızkardeşinin oğulları William ve Henry ile birlikte Anadolu gezisine çıkarlar. Bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra bir tekne kiralayarak akıllı bir Rum uşakla birlikte Tophane’den yola çıkarlar ve yirmi saatlik bir yolculuksonrası otuz milden fazla bir uzunluğu olan körfezi, kıyılarda odun kömürü yapmak için yakılmış ateşleri seyrederek geçtikten sonra İzmit’e (İsmid) varıp Aziz Basileus (Vasilev)

222 Öztüre, age, s. 170, dn. f

107

manastırında konaklarlar. Oldukça büyük olan kent, surları ve yıkık kuleleri ile hala fark edilebilen kalenin bulunduğu tepenin ucuna doğru kıyıdan bir üçgen biçiminde yükseliyordu… Ertesi sabah Albay ve yeğenleri İznik üzerinden Bursa’ya doğru yola çıkarlar.223 Sonrasında Bursa’dan Tokat’a giden bir kervana katılırlar. Kervan, saban demiri yapan bir çok demirci dükkanını geçtikten sonra öğlenleyin Sapanca Gölü kıyısında mola verir. Göl nerdeyse bir üçgen biçiminde ve çevresi yaklaşık 30 mil idi. Çarşaf gibi bir suyu ve bol miktarda sazan ve turna balığı vardı. Kıyısındaki bereketli ve hoş kokulu çiçekler William ve Henry’nin dikkatini çekmişti ve özellikle sığır etiyle birlikte yendiğinde nerdeyse her şeyi öldürmesi nedeniyle Türklerin “öldüren çiçek” dedikleri bir cins “rhododendron” bitkisi de bulmuşlardı.224

1807, F. Murhard

İzmit Körfezi’nde gemi ile gezerken uzaktan gösterilen Gebze’nin eski Libyssa olduğunu yazar. 225

1807, Ali Bey el Abbasi

Asya ve Afrika’da Sultan Osman Bey el Abbasi’nin oğlu olarak tanınan Ali Bey eğitimini Avrupa’da yapmıştı. Afrika ve Asya’ya yaptığı gezileri oldukça büyük ilgi çekmişti çünkü Müslüman olmayanların girişine yasak olan bölgelere girebildiği için o güne değin Avrupalılar için gizemli olan yerleri gezi notlarında bulmak olası idi. Gezdiği tüm bölge ve kentlerin çizim ve haritalarını yapmış ayrıca coğrafi konumlarını belirlemiştir. İspanyolca adı ile Badia y Leblich olarak da bilinir.

Avrupa’daki eğitimini erken denilebilecek bir yaşta tamamlayarak Fransa ve İngiltere’yi gezdi.Daha sonra hac görevini yapmak üzere yola çıkarak 23 Haziran 1803’de Fas’ın Tanca kentine geçti. Sahip olduğu astronomi bilgisi ile burada oluşan güneş ve ay tutulmaları hakkında bilgiler verdi. Fas sultanı Maley Süleyman’ın dostluğunu ve övgülerini kazandı. Daha sonra Mekke’ye doğru yola çıktı ancak Cezayir kentinde çıkan isyan nedeni ile ancak 15 Kasım 1805’de Laraiş’ten bir tekneye binerek Tripoli’ye (Libya) doğru yola çıktı. 26 Ocak 1806’da iskenderiye’ye gitmek için bir Türk gemisine bindi ama kötü hava nedeniyle Mora Yarımadası’na uğramak zorunda kaldı. Buradan sonra iki ay Kıbrıs’ta kaldı ve Kıbrıs prensi Khrysantos’un dostluğunu kazandı. 12 Mayıs 1806’da bir Rum teknesi ile İskenderi’ye geçti. Kapudan Paşa’nın ve Musa Paşa’nın çekingenliği nedeni ile burada beş buçuk ay beklemek zorunda kaldı. Ekim sonu Nil nehri üzerinden Kahire’ye hareket etti ve Mehmet Ali Paşa’nın büyük ilgisine mazhar olduğu bu kentte Ramazanı geçirdi. 15 Aralık’ta büyük bir kervanla Süveyş’e hareket etti. 26 Aralık 1806’da Süveyş’ten Cidde’ye gitmek üzere Kızıldeniz’de çalışan bir Arap teknesine bindi. Geçirdiği bir kazaya rağmen 22-23 Ocak 1807 gecesi, otuzsekiz gün kalacağı Mekke’ye vardı. Mekke Şerifi sultan Halib ile yakınlığı sayesinde birlikte Kabe’yi yıkama ve kokular sıkma onuru yanı sıra Osmanlı sultanlarının senede bir kezadlarına Kabe’yi süpürmeleri için Şam Paşa’larını göndererek sahip oldukları “Hadem Beyt Allah el Haram” ünvanını da elde etmiş oldu. Ali Bey’in Mekke’deki ikameti esnasında Vahabilerin Sultanı Suud ve iki oğlu Kabe’yi kesin olarak ele geçirerek büyük bir Türk kafilesiyle hacca gelen Şam valisine izin vermediler. Ali Bey bu olayları ayrıntılı biçimde aktarmaktadır. Büyük maceralar sonrası vardığı Kahire’den 3 Temmuz günü ayrılarak Gazze üzerinden Kudüs’e hareket etti. 5 Eylül günü Halep’e varan Ali Bey buradan tedarik ettiği Tatarlar (posta sürücüleri) eşliğinde Torosları aşamak üzere yola çıktı. Olympus sıradağlarını (Samanlı dağları) ve İstanbul Boğazı’nı aşarak 21 Ekim 1807’de İstanbul’a vardı. O esnalar İspanya Kralı’nın İstanbul elçisi olan Almenera Markisi tarafından ağırlanan Ali Bey, Eyüp Cami’nin planını da çizdikten sonra 7 Aralık’ta İstanbul’dan ayrıldı ve Tuna’yı geçerek gezi

223 C. Wilkinson, A Tour Throuhg Asia Minor and the Grek Islands, Londra 1806, s. 37-38

224 C. Wilkinson, age, s. 53-54 225 Öztüre, age, s. 170, dn. b, İstanbul 1969: “Gemalde aus dem Griechischen Archipelagus”

108

notlarını sonlandırdığı Bükreş’e 13 Aralık 1807’de vardı.226 İşte yöremiz hakkındaki notlarının çevirisi:

Gün doğumunda İznik ya da diğer adı ile Nicaea’ya vardık. Bu kent, 324’de yapılan kurultay nedeniyle hristiyanlar arasında ünlü. Tıpkı Antiochos (Antakya) gibi büyük kapıları olan genişsurlarla kaplı küçük bir yer. Bir gölün doğu ucunda ve sayısız bahçelerin ortasında kurulu.

At değiştirdikten sonra göl kıyısı boyunca yolumuza devam ettik, zabit Mehmet Ali’nin birliği de benimkine katılmıştı. Gölün suyu tatlı ve içilebilir. Doğudan batıya doğru uzanan gölün şekli düzensiz. Kanımca 5-6 fersah uzunluğunda ve 1 buçuk fersah genişliğnde. Bir buçuk saatte katettiğimiz Kuzeydoğudaki küçük bir ova hariç her yönden dağlarla çevrili. Saat 11’debir kez daha Kuzey-Kuzeybatı yönüne doğru küçük ağaçlarla kaplı dağlara yol aldık. Göl, zirveden tümüyle görülebiliyor. Güneş bulutlarla kaplanıp korkunç miktarda yağmur yağmayabaşladığı ana kadar bu güzel görüntüye hayran olmaktan kendimizi alamadık. Yağmurun toprağını daha da kaygan hale getirdiği bir rampadan koşarak inerken atım, tutmaya çabalamama karşın yana doğru üzerime düştü. Ancak düşüş yavaş ve iki safhada olduğundan bana bir zarar vermedi. Ne mutlu ki Afrika ve Asya’ya yaptığım gezi esnasındaki tek düşüştü.

Öğleden hemen sonra küçük bir köyden saat 1’de de çok güzel bir köprüden geçerek bir vadinin dibine indim. Arka arkaya bir çok kez aşmak zorunda kaldığım iki dereyi izledim. Bu iki derenin kıvrımlarını zorlukla aştıktan sonra kendimi bir bataklığın ortasına yapılmış eski birşosede buldum. Bu bataklık ve denizin arasında Hersek adlı kötü bir kasabadan kıyılara doğru birkaç fersah girmiş bir deniz kolu olan ve buradaki genişliği bir buçuk fersah olan İzmit(İsnikmid) Körfezi’ni aşmak için atlarımızla birlikte bir tekneye binmek zorunda kaldık. Rüzgaruygun olmadığı için teknemiz ya da yöredeki adı ile kayığımız karşı kıyıya varabilmek için bir buçuk saat boyunca batıya ve 45 dakika da kuzeybatıya doğru ilerlemek zorunda kaldı. Bu hatta çalışan teknelerin demirlediği ve pek bir özelliği olmayan bir köyde karaya çıktık.

Buradan dağlarda yaptığımız sekiz saatlik bir yürüyüşten sonra başka bir köye vardık. Sürücülerim bugün yaptığımız yolun normalde üç günde aşıldığını söylediler.

21 Ekim sabahı gün doğumu ile şimdiye kadar gördüğüm en kötü atlarla yola koyulduk. Çok yavaş yol alırken ilk farkına vardığım Prens Adaları oldu….

1807, Adrien Dupré

Dupré Adrian, 1807 yılında başladığı gezisi tam üç yıl sürdü. 1808’de İzmit, Bolu, Amasya, Tokat’ı gezdikten sonra İran’a geçmiş olup Küçüjk Dupré Adrian, 1882 sonbaharında kuzey Phrygia, Paphlagonia ve Bithynia’ya (Nikomedia ve Nikaea) bir gezi gerçekleştirmiştir.227

Abazya seyahati dönüşümden nerdeyse yirmi gün geçmişti ki mühendis-coğrafyacı Mösyö Trezel’le birlikte İran Körfezi kıyılarına gitme emri aldım. 8 Eylül 1807’de Bağdat Paşası’nın bir tatarı eşliğinde Tophane’den gemiye binerek Üsküdar’a geçtik. Üsküdar’dan dört saatlik bir yürüyüşle Kartal’a ulaştık. Sabah saat228 birde vardığımız, eski zamanların Libyssa’sı, günümüz Gebze’si hiçbir sanayisi olmayan küçük bir köy. Bir büyük adamın anısını hatırlatanHannibal’in mezarı, soldaki bir dağın üzerinde bulunuyor.

Gebze’den bir buçuk fersah sonra, deniz kenarında Katırcı-Köy adlı küçük bir yerleşim var, kisonrasında yol dağlık ve taşlık hale dönüşüyor. Daha sonra yalnızca 5-6 evden oluşan Alki-

226 Voyages d’Ali Bey el Abbassi (Domingo Badia y Leyblich) en Afrique et en Asie [1803, 1804, 1805, 1806 ve 1807 yıllarında basılmış metinler Roquefort tarafından elden geçirilmiştir, Paris, Temmuz 1814, M. P. Didot l’Ainé Yayınevi. Dört ciltten oluşmakta olup bölgemizle ilgili notlar 3. cilt sayfa 318-321’dedir.

227 Voyages en Perse fait dans les Années 1807, 1808, 1809, böl. 1, Paris 1819, s. 1-7 228 Gezginin notu: Türkiye’de yol saati, bir buçuk fersah boyunca yol almaya eşit.

109

Han (Hereke) adlı başka bir köycük var ve birbirine iki saat uzaklıkta iki muhafız birliği var. Yol, Alki-Han’dan sonra oldukça güzel.

İsmid (İzmit), Nikomedia adını taşıdığı bir çok dönem boyunca Bithynia’nın başkenti olmuş. Prusias’ın oğlu ve halefi Nicomedes tarafından, Marmara Denizi kenarında daha önce su perisi Olbia’nın adını taşıyan kentin var olduğu yerde, yeniden kurulduğu dönemden bu yana tanınmış bir kenttir. Krallık döneminden Roma egemenliğine geçtikten sonra da başkent olma konumunu korumuştur. Bithynia valiliği yapmış olan Plinius bundan övgüyle bahsetmektedir. Diocletianus döneminde bu kentte hristiyanların kanı dökülmüş olması nedeniyle hristiyanlık tarihinde de görülmektedir.

Asya’da İzmid’ten daha hoş ve daha avantajlı bir kent bulmak olanaklı değildir. Adını verdiği körfezin sonunda, çok sayıdaki bahçeleri ile bağlar, meyve bahçeleri ve tarım arazilerinin kapladığı tatlı bir eğim üzerindeki kent iç açıcı bir görüntü vermekte. Yazıtlarla ilgilenen meraklı gezginler bu ilgilerini tamin edebilirler. Sokak ve mezarlıklar da gerek Yunanca, gerekse Latince bunlardan birkaç tane bulabilirler. Bu yazıtlar bütün değilseler bile pek az hasarlıdırlar.

İzmid’in batısında Rum ve Türklerin mucizevi sonuçlarını aktardıkları, kükürtlü bir mineral su kaynağı (Çene Suyu) bulunmakta. Küçük bir dağın eteğindeki bir kayadan çıkarak körfeze doğru akarken sazlıklarla kaplı ve diğer bir çok dere tarafından sulanan bir düzlükten geçiyor.Bizans döneminde bu mineral banyolar oldukça kullanımdaydı.

İzmid kentine bazı yerlerinde harab olmuş bir kale hakim. Bir çok kilise, cami, han ve kervansaray bulunuyor. Pazarları (çarşıları) büyük ve güzel. Rum,Ermeni, Yahudi ve Türklerden oluluşan nüfusu 30,000 civarında. Başlıca ticareti ipek, keten ve pamuklu kumaşlar. Kentte bulunduğumuz sırada Paşa kentte değildi, yörede ayaklanmış ve hatta İzmid’e yakın bazı evleri dahi yakıp yıkmış bir derebeyine karşı harekete geçmişti. Görüldüğüüzere başkent kapılarına bu denli yakın noktalarda bile isyankarlar bayrak açmaktan çekinmiyorlardı.

İzmid-Bolu arasındaki alışılmış yol, sık sık asiler tarafından kesildiğinden bir başka yolu seçmek ve denizden körfezi geçmek zorunda kaldık. Yaklaşık, genişliği üç fersah, uzunluğu dört fersah ve çevresi on fersah… Ayın dokuzu, akşam saat altı’da serin bir rüzgarla körfezinkarşı kıyısına hareket ederek ayın onu, sabah saat dörtte Kara Musal’da (Karamürsel) karaya çıktık. Nüfusu Rum, Ermeni ve Türklerden oluşuyor. Denizlik’te (İznik) oturan dere beyi Hacı Osman adına bir müsellim tarafından yönetiliyor. Birkaç yiyecek dükkanı ile köylülerin gereksinimlerini satan dükkanlar görülüyor. Buradan İstanbul’a her gün meyve, kömür ve odun götüren tekneler kalkıyor. Elimizdeki fermanlar ve İzmit Paşa’sının kahyası binbaşının emrine karşın at bulamayıp gece saat ikiden önce yola koyulamadık. Oldukça dağlık ve kalker taş dolu yolları izleyerek Yeni-Köy’e vardık. Tamamen Ermenilerin yerleşik olduğu küçük Fuacık (Fulyacık) köyü Kara-Musal-Denizcik yolunun tam ortasında bulunuyor. Arganthon (Samanlı) dağını aşarak İznik’e doğru yolumuza devam ettik.

1808, Şeyh Ali Zubari

1223 senesi Cemayizülevvel ayının dokuzuncu günü (02.08.1808), 63 gün süren Antakya – İstanbul yolculuğunu anlattığı öyküsünde İzmit’e ilişkin gözlemlerini aktarır:229

Yolda kimsenin dikemediği ve Allah’tan başka koruyucusu olmayan, İzmit’e kadar yayılmış ceviz ağaçları gördük. Ve öküzlerle mandaların çektiği arabalar gördük ki bunlar keresteler, salmalar, mertekler, sariyeler çekmektedir. Nihayet İzmit şehrine girdiğimiz yollar, düzlükler,

229 Aynur Koçak, Sözlü Kaynaklardan Hareketle Kocaeli Yer Adları Üzerine Bir İnceleme, I.Uluslararası Kocaeli ve Çevresi Kült. Semp. Bildirileri, c.2, s.741, İzmit 2007: Karasu Mehmet, Şeyh Ali Zubari’nin Gözüyle Tarihte Antakya, KIBATEK Gezi Edebiyatı Sempozyumu, Haz. Kafiye İnanç-Metin Turan, sAnkara 2006, s. 167-176

110

limanlar, sokaklar, arsalar, meydanlar gördük. Meydanlar yüzlerce, binlerce arabayla doluydu. Gördük ki İzmit, Engürü kadar geniştir. Ve burası nehir ve deniz kenarlarına kuruludur. İçinde camiler, minareler, sedirli ve yataklı hanlar, binalar ve deniz kenarlarında ahşap ve kereste için mahzenler vardır. Nitekim şehrin adı dahi “Ahşap İzmit”tir. Buradan İstanbul’a ahşap tahtalar, sariyeler, salmalar, mertekler, çıtalar ve tekne malzemeleri taşınmaktadır. Öyle bir şey ki akılları hayret içinde bırakır ve insan ne diyeceğini şaşırır.

1808, J. M. Tancoigne

J. M. Tancoigne, 8 Eylül1807 - 2 Ekim 1809 arasında gerçekleştirdiği gezisi esnasında İzmit, İznik, Ankara, Tokat’ı gezdikten sonra İran’a geçmiştir. Gezi notlarını “Lettres sur la Perse et la Turquie d’Asie” adlı yapıtta toplamıştır.

1809, Paul Ange de Gardane

1809 Eylül’ünde Anadolu’ya gelen Şovalye Ange de Gardane, 18 Nisan’a kadar İzmit, İznik, Tokat, Ankara ve Erzurum’u gezdikten sonra İran’a geçmiş, dönüşünde bir kez daha İzmit’tengeçmiştir.230

1809, James Justinian Morier

Diplomat, gezgin, haberci ve doğu uzmanı James Justinian Morier (1780-1845), tüccar ve diplomat bir ailenin oğlu olarak İzmir’de doğdu. Daha sonra İngiliz uyruğuna geçti. 1808 yılında Tahran’daki İngiliz elçiliğinde yardımcı olarak çalışmak üzere Türkiye’den İran’a yolculuk yaptı, dönüş yolculuğunu Anadolu üzerinden İstanbul’a gerçekleştirdi. Bu gezisini anlatan yapıtı 1812 yılında yayınlandı.231 1814 yılında Iran’a elçi olarak atandı ve bundan sonraki yolculuklarını ve kendi yaptığı Tahran’dan Amasya’ya olan bölgenin haritasını içeren yapıtı ise 1818’de yayınlandı. Öte yandan “İsfahandan İstanbul’a Hacı Babanın Maceraları” adlı romanı ilk yayımlandığı zaman, yazarının İzmir doğumlu bir İngiliz olduğuna inanılmamış, gerçek yazarın James Morier adının arkasına sığınan bir İranlı olduğu iddia edilmişti. Kitabın yayımlandığı 1824’te, İranı ve Osmanlıyı bu kadar bilerek anlatmanın başkatürlü mümkün olabileceğine inanmak zordu. İşte yöremizdeki yolculuğu:232

16 Temmuz günü Hendek’ten Sapanca’ya oniki saatlik yolculuk için at başı beş kuruş ödemek zorunda kaldık… Sapanca, ağaç yönünden zayıf ve sakinlerinin küstah ve bağımsız davranışları nedeniyle kötü tanınıyor. Menzil hanede fazla beklemeden, yolun belli bir saatten sonra güvenli olmadığı söylendği için gece olmadan İsmid’e (İzmit) varmak için hareket ettik… Yine de İzmit’e götüren geçide girdiğimizde hava çoktan kararmıştı. Ova, geceyi geçirmek üzere orada burada kamp kurmuş kervanların ateşiyle aydınlanmıştı. Menzile komşu kahvehanede durduktan sonra sabah erkenden dokuz saat uzaklıktaki Geviza (Gebze) için yola koyulduk. İzmit, derin ve güzel körfezi oluşturan bir deniz girintisininkenarını sınırlayan, bir dağın eğimi üzerine çok hoş bir şekilde konuşlanmış büyük bir kent. Bu hızlı ilerleyişim içinde bazı evlerin çok iyi inşa edilmiş olduğunu gördüm. Yüksek dağlarla çevrilmiş körfez, sanki bir gölmüş görüntüsü veriyor, ancak İstanbul ve Boğaz teknelerini burada seyrederken görünce bu hayal birden ortadan kalkıyor. Ne yazık ki İzmit’in antik kalıntılarını görme vakti bulamadım. İzmit’ten dört saat sonra İstanbul’a teknelerin hareket ettiği bir köye vardık ama ben menzil atlarımla, eski ve harap bir kalenin yanındaki dik yamaçtan yukarı çıkmaya ve daha güvenli olan karadan Gebze’ye devam etmeye karar verdim. Gebze, güzel bir cami ve beyaz boyalı minareleri ile küçük bir kent. Çevre az ekili ve

230 Paul Ange de Gardane, Journal d’un Voyage dans la Turquie d’Asie et de la Perse fait en 1807, 1808 et 1809231 Morier, A Journey Through Persia, Armenia, and Asia Minor, to Constantinople, in the Years 1808 and 1809, Londra 1812 232 Morier, A second Journey Through Persia, Armenia, and Asia Minor, to Constantinople, Londra 1818, s. 349-351

111

az ağaçlı. Hannibal’in mezarını aranma zevkini deneyemedim. Niyetim gece basmadan Üsküdar’a ulaşmaktı.

1810, Osman Şakir Efendi

Musavver İran Sefaretnamesi (Büyükelçilerin Seyahat Notları) İran Şahı nezdine büyükelçiliğe atanıp, 19 Ekim 1810 günü İstanbul’dan İran’a doğru yola çıkan Yasinci Zade Abdülvahhap Efendi maiyetine çevirmen olarak katılan Bozoklu Osman Şakir Efendi tarafından kaleme alınmıştır.

Bozoklu Osman Şakir tarafından çizilen minyatür, kentin yalnızca doğusunu içermektedir. Minyatürde, Peysonnel’in gravüründe olduğu gibi, iki cami bulunmakla birlikte, buradakilerin ikisi de kubbelidir. Bunlardan sağdaki büyük cami, Pertev Paşa Camii olmalıdır.

1810, John Galt

Bir kaptanın oğlu olarak dünyaya gelen İskoç gezgin John Galt (1779-1839), yaptığı geziler arasında geldiği İstanbul’da bir süre kalır ve yılın son günlerinde İzmit’e, oradan da Kirpi’ye (Kerpe) geçer. Bu geziyle ilgili, seyahatnamesinden ve otobiografisinden derlediğim notları şuşekilde: 233

İstanbul – İzmit Deniz Yolculuğu

Bir süre İstanbul’da kalıp aslanları gördükten sonra Bay S. ile birlikte Nikomedia’ya gitmek üzere İstanbul’dan küçük bir tekneye bindik. Güzel bir yolculuktan sonra ertesi sabah izmit’e vardık. Gemiye doğru gelen insanların tamamı Türk’tü ve Rumlar da dahi görmediğimiz gerek bize gerekse birbirlerine karşı tavırları ile bizi şaşırttılar. Bir çıkar gözetmeksizin ya da en azından eşyalarımızla ilgilenmeksizin büyük bir saygıyla hareket ettiler. Yarım saat sonra ise genç bir Rum gemici, ne denli aşağılık barbar olduğumuzun farkında olduğunu bize göstermek için elinden geleni yaparken, mürettabattaki diğer Rumlar da sorularını yanıtladıkça, hakkımızdaki her şeyi öğrenmek çabası içindeydiler. Aralarındaki Türkler ise törensel ciddiyetlerini korudular. Gemi olasılıkla otuz ton ağırlıktan fazla olmasa da ikram ettikleri kahve sanki bir vezirin huzurundaymışcasına bir düzen içinde sunuldu.

Kendimiz, üç hizmetçi ve bir Tatar (sürücü-klavuz) için kamara ücreti olarak dört guineas ödedik. Aslında Malta’nın doğusunda yol ücreti ödemek adetten değildir yine de yolculuğun başlangıcındaki bu harcama pek önemli değildi. Kaldı ki Türkiye’de yolculuk etmek İngiltere’de yolculuk etmekten daha pahalıdır.

İzmit’te karaya ayak bastığımızda gümrük’ün çiftçisi (?) tarafından bir kahve içmek üzere gümrük binasına davet edildik. Bu esnada Tatar, fermanlarımızı sunmak ve kalışımız için izinalmak üzere vali’ye gitti. Bu nazik adam bize artık tanışık olduğumuz bir kibarlık gösterdi, bizievinde kalmaya davet etti. Kabul etmememiz üzerine de yemek hazırlanmasını ve akşam kaldığımız yere götürülmesini emretti. Ayrıca, asıl evinin bulunduğu Hacı Köy’de yaşayan oğluna iletilmek üzere bize bir mektup verdi. Suworow tarafından alındığında Ismail’deymiş. Olağandışı bir Türk olmasının yanı sıra kendi şartları içinde iyi eğitimli idi. Akşam kendisini ziyarete gittiğimizde gördük ki evi çok kaliteli, tüm Türk evlerinin ortak özelliği gibi derli toplu ve şık olması yanı sıra kendisi de yöre insanın özelliklerini kendinde toplamıştı.

Kandıra ve Kerpe’ye Gezi

233 John Galt, Voyages and Travels in the Years 1809, 1810 and 1811, Londra 1812, s. 292 – 299 & John Galt, Autobiographie, c. 1, böl. 12, Londra 1833, s. 190

112

Kirpi’ye (Kerpe) yolculuğumuz sırasında bir macera yaşamadık, elimizdeki fermanlar bize arzu edebileceğimiz tüm saygıyı sağladı. Bölgenin insanı çalışkan ve uysal Türkler’den oluşuyor. Toprak sonsuz ve iyi ekilmiş ve orada buradaki çitlerlerle çevrili ağaçların görüntüsü İngiltere’yi oldukça andırıyor. Çok sayıda köy var, küçük evler ahşaptan yapılmış ve zemine oturtulmuş direkler üzerinde yükseliyorlar, alt kat ahır olarak kullanılıyor. Ziraat aletleri de saygınlık uyandırıyor. Alçak derinlikte altı ya da sekiz öküz tarafından çekilen, tekerlekli sabanlar gördük. İş, düzenli yapılmıştı. İklime uygun yığılmış samanlar dikkatimizi çekti. Ortaya büyük bir direk dikilmiş ve saman onun etrafına pek sıkı olmayan şekilde yerleştirilmiş, en üst nokta da güzel bir dam örtüsü şeklinde oluşturulmuş. Bu tür düzenlemenin sıcağa karşı olduğunu düşündüm ayrıca rüzgarın şiddetine karşı da dayanıklı. Hem Amerika hem de Avrupa kıtasında çok dolaşmış olan arkadaşım, adamız dışındaki hiçbir ülkede böylesi güzel bir kırsal görüntüyle karşılaşmadığını söyledi. Bölgenin insanları da oldukça zengin görünüyorlar. Ancak Asya’daki Türkler, alışkanlık ve hareket tarzlarında Avrupalılardan oldukça farklıdırlar. Toprak hala hükümdarın mülkiyeti ve miras olarak devredilemez konumda. Avrupa’daki Türkiye bize biraz daha benziyor ama burası Charlemagne öncesi dönemi anımsatıyor…

Bölge köylüleri, kendi işleri dışında komşu ormanlarda donanma için ağaç kesimine katılmak zorundalar. Bir çoğunun dediği üzere durumları, zaman zaman beylerin tehditleri ve savaş anında masrafları kendilerine ait olmak üzere reislerinin peşinde kampa katılmak zorunluluğuolmasa oldukça rahat. Kampta diğer birliklerle aynı şartlara tabiler, eğer Yeniçeriler içinde yeraldılarsa rütbelerine göre ücret alıyorlar: Hayat pahasına bir ücret.

Kandros’tan (Kandıra) Kirpi’ye (Kerpe) geçerken konakladığımız bir köyde, bizimle birlikte gelmiş olan valinin bir subayı tepenin ötesini işaret ederek, oradaki kalenin Türkler tarafındanilk ele geçirilen kale olduğuna inanıldığını belirtti. Gerçekten tarihi bir kale idi ve ilk saldırılar buralarda bir yere yapılmış olmalı.

Oldukça seyrek iskan edilmiş bölgede seçkin birinin evinde ağırlandık. Soylu bir Türk diyebileceğimiz ev sahibimizin kır evinde bir gece geçirdik. İkramlar, çok ve görkemliydi. Gerçekten bu konaklamamızdan çok özel anılar kaldı; örneğin haremdeki hanımların bize çok çeşitli yemeklerden oluşan bir akşam yemeği göndermeleri ve yanımızda tadabilmek içinonlara bırakabileceğimiz hiç panç olup olmadığı sorusuyla bizi onurlandırmaları gibi. Ancak gezi, olay ve maceralarına karşın İngiliz mallarını bu kıtaya satma açısından umduğumuz kadar verimli geçmedi ve hayal kırıklığı içinde geri döndük. .

Kerpe, Karadenizin güzel korunaklı, küçük bir koyun kenarında önemsiz bir küçük köy. Buradan önemli miktarda kereste komşu İstanbul’a gönderiliyor. Amacımız daha doğuya doğru gitmekti ancak fermanımızdaki kimi hatalar ve bu yönde yorumlamalar bizi yolculuğumuzu Kerpe’de sonlandırarak, karadan Hacı Köy’deki İzmitli tanıdığın kır evine yöneldik.

Kandıra’dan ayrılırken çok sayıda kadın da at sırtında kasabanın dışına kadar geldiler, hepsi çok neşeliydi. Atlardan biri, binicisinin haykırışları altında ileri koşmaya başladı ve kadını üzerinden attı. Tatar, hiçbir yardıma yeltenmememiz ve onu o halde hareketsiz bırakma pahasına atlarımıza binmek zorunda olduğumuz konusunda uyardı. Geride kalma huyu nedeniyle aslında işinde kınanacak bir adam olan çevirmenimiz kadınla konuşmaya başladı ve kadına kalkmasını söyledi. Bu arada at da aynısını yapmak zorunda kaldı.

Hacı Köy ve Bey Evi

Hacı Köy, güzel bir kır kasabası. Atları üstün nitelikli görünüyor. Arkadaşımız Bey’in evi, merkezinde bir kule ve büyük duvarlarla çevirli bir avlu ile çevrili geniş bir yapı. Küçükbey Mehmet onbeş yaşında bir delikanlı, bizi çok sayıda silahlı koruma ile çevrili esas halk odasında ağırladı. Kurnaz ve mantıklı yaşlı bir adam olan özel eğitmeninin yanında yöre

113

caminin hocası bulunuyordu. Geleneksel ve eğlenceli çubuk ve kahve faslı sona erdikten sonra Mehmet bey ayağa kalkarak, evinde misafiri olduğumuz sürece kendi evimiz olarak kabul etmemizi söyledi ve kapıya giden sofada ayakta bekleyen tüm hizmetlilerle birlikte odayı terk etti. Bu, daha önce hiç görmediğim bir gelenekti. Bu evde bir başka uygarlık örneğiile karşılaştık. Akşam yemeğimiz haremde hazırlanmıştı ve dayanıklı malzemelerin yanı sıra bu kutlu evin sakinleri için bile az bulunur malzemelerden oluşuyordu. Bey’in dört karısı ancak üç çocuğu var. Karılarından biri onunla birlikte İzmit’te, diğer üçü ve çocukları ile onların karıları Hacı Köy’de.

Yemekten sonra ev sahibimizi, bize ayrılan kadar güzel bulmadığımız dairesinde ziyaret ettik.Bizim pencerelerimiz kapaklı idi, buranın ise sadece sıradan camdan. Ziyaretimiz sırasında, Türklerin olduğundan daha konuşkan bir zabitten kimi bilgiler edindik ve bu esnada Türklerin konuşmada ne denli utangaç olduğunu gösteren olay meydana geldi. Bey, odadan içeri girer girmez zabit diz çökerek, beyin elini öptü ve tek bir söz etmeden odadan ayrıldı. Kısa bir süresonra silah sesleri duyduk, bize bir zabitin bu gece evlenmekte olduğu ve silah seslerinin, kendisinin gelinle tanıştırıldığını belirttiği söylendi. Konuşkan zabit, Türklerin evlenmeden önce eşlerini çocukluk dönemleri hariç olmak üzere hiç görmediklerini ve bazen de daha çocukken nişanlandıklarını söyledi. Türkiye’de ara bulucu olanlar, anneler. Evlilik, peçesiz gelin ve damadın birlikte onlar için hazırlanan bir ziyafet masasına oturmaları ile kutlanıyor. Üç gün birbirlerini beğenmeleri için çift rahatsız edilmeden geçiyor, üçüncü gün ise düğün patırtısı başlıyor ve genç çift ile davetliler yorulana kadar devam ediyor. Ziyaretimiz boyunca,holdeki hizmetlilere dualar okuyan yöre hocasının sesini duyduk.

Ertesi sabah, ziyaretimiz sona ererken korumalar Bey’den önce gelip odanın en ucundaki koltuğuna gidene dek sofada ayakta beklediler. Kısa bir süre sonra veda ederek, ayrıldık.

İzmit

Nikomedia, (İzmit) körfezin başına yakın dik bir tepenin yamacında büyük bir kent. Bir amfitiyatronun izleri görülebiliyor ve eski kent sur duvarları hala görülebiliyor ancak Konstantinopolis yazarlarının, kentin Diocletianus döneninde Roma’nın görkemi ile rekabet ettiği abartılarını doğrulayacak hiçbir şey yok. Kesilmiş taştan küçük kare bir yapı, Diocletianus sarayının kalıntısı olabilir. Ancak ben, geçerli bir neden sunamadan böyle olduğunu var saymıyorum.

İzmit’in nüfusu, olasılıkla 40,000’den fazla. Her yerdeki gibi burada da Septinsular (lokman) bir hekimle tanıştık, ayrıca bir sürü dar kafalı ve aptal Rum papaz tarafından ziyaret edildik.

Bu kentteki başlıca manüfaktür, kırmızı deri ve başkente gönderilmek üzere çok yüksek miktarlarda hazırlanıyor. Donanma için kerestenin toplandığı bir tersane bulunuyor. Ağustos ve Eylül ayları boyunca körfezin ucundaki geniş bataklık alanlardan yükselen çok kötü bir buhar, sıklıkla hastalık bulaştırıyor.

İzmit, Bağdat kervanlarının yolu üzerinde. Kent, Kerpe’ye yakınlığı ve başkente su yolu ile irtibat olanağı yanı sıra İstanbul Boğazı kapalı olduğunda234 tarafsız gemilere Kerpe’ye yanaşma izni verilseydi güzel bir ticari yük ambarı olabilirdi. Bölge boyunca yollar kötü değil, mal taşımak için araç kolayca bulunabiliyor, at ve deve ise bol sayıda…

1812, M. Bruce

Browne (1797) ile aynı yolu yani Kayseri, Ankara, Sapanca, İzmit yolunu izlemiş ancak Browne’un kitabında olmayan yer adları ve uzaklıkları da vermiştir.

234 Y.U.: Gezgin Osmanlı-Rus savaşını kastediyor.

114

1812, William Ouseley

Ousley’in seyahatnamesine ulaşamamış olmamıza karşın 5 Mart 1828’de İngiliz Kraliyet Edebiyat Akademis’nde yaptığı “Bithynia’nın eski başkenti Nikomedia hakkında tarihsel notlar” başlıklı konuşması bize yine de yöremizdeki gezisi hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler sunmaktadır:235

1812 yılında İran’dan Avrupa’ya dönüş sürecinde Kappadokia, Bithynia ve Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer vilayetlerinden geçtim. Bununla birlikte, daha sonra bahsedeceğim gibi Arrianus’un mezarının keşfi gibi bir başarının Türklerin desteği ile geldiğini belirtmek zorundayım. Ancak Nikomedia’daki (İzmit) bir günlük mola esnasında şansım bu denli yerinde değildi. Yapabildiğim tek gözlem, bir pusula ve birkaç kerteriz ile kentin şu anki konumu oldu. Sonucunda görülüyor ki Propontis’in (Marmara Denizi) güzelliğine katkı veren ormanlarla çevrili bir körfezinin kıyısında, denizden görkemli bir şekilde yükselen bir dağın yamacına mükemmel oturmuş, büyük bir kent. Yoğun bir nüfus oluşturdukları görülen sakinleri, genelikle güzel görünümlü bir ırktan geliyorlar, bazı genç kız ve delikanlıların yüzleri, kendi güzellikleri içinde, şimdiye değin hiç görmediğim oranda, antik Yunan yüzlerine çok benziyorlar. İzmit sokaklarınında dolaşırken bir çok yontulmuş mermer parçası ve tam olmayan bir yazıt parçası (ne yazık ki Türkler bir yapıda kullanmışlar) dikkatimi çekti. Kentin

bugünkü adı İznikmid ya da kısalmış hali ile İzmid, antik kent isimlerinin pek değiştirilmediğini gösterircesine, Nikomedia adının kısmi kalıntısı.

Kısa bir süre önce yayınlanmış bulunan gezi notlarım,236 kentin bugünkü durumu hakkında bir günde yapabildiğim gözlemlerimin toplamını içermektedir. Kentin eski tarihi ile ilgili notlarım ise yukarıda bahsettiğim kitabımda, kısıtlı olanakların getirdiği kaçınılmaz sonuçları ile yer almaktadır…

Şüphesiz ki Nikomedia, ilk sakinlerini yaklaşık İÖ 300’de tahrip edilen Astakos’a borçlu idi. Strabon, kenarında Nikomedia’nın bulunduğu körfezi tanımlarken, Megaralılar ve Atinalılar tarafından kurulan, sonra Doedalsus tarafından onarılan ve Lysimakhos tarafından tahrip edilen Astakos’un sakinlerinin, kurulan bu yeni kente yerleştirildiğini aktarmaktadır. Ancak Nikomedia, Astakos ve Olbia adlı bir başka yerleşim akılları karıştırmaya devam etmektedir. Strabon’un belirttiği Astakos, ( ) Pomponius, Melo ve Skylax’ın söz ettiği Olbia ile Petungeria (

) 237 ve Theodosius cetvellerinde238 görülen Nikomedia, her üçü de Marmara Denizi’nin bu körfezi ile bağlantılıdırlar. Bizanslı Stephanos’a göre de Nikomedia’nın bir başka adı da Olbia idi.

[ ]

Bununla birlikte, Ptolemeus’a göre her üç kent de birbirine yakın ama değişik coğrafi konumları ile yer almaktaydılar.239

Kent Boylam EnlemOlbia 57º 00’ 42º 20’Astakos 57º 20’ 42º 30’

235 Transactions of the Royal Society of Literature of the U.K., cilt 1, böl. 2, Londra 1829, s. 24-35 236 Gezgin: Travels in Various Countries of the East, more particulary Persia, c. 3, s. 514-515-573 (Y.U.: Ne yazıkki bu kitaba ulaşmak mümkün olamadı) 237 Gezgin: Ed. Gronov. Lugd. Bat. 1700, s. 83 238 Gezgin: Bertius, Theatr. Geogr. Veteris 239 Gezgin: Ptolemeus, Geographica, kitap 5, böl. 2

115

Nikomedia 57º 30’ 42º 30’ Ancak Salmasius, Astakos’un Nikomedia’nın olduğu dönemde de varlığını devam ettirdiğini söyleyen Ptolemeus’a dudak büker.240

Photius’un Memnon’dan alıntı yaptığı bir parçaya göre Nikomedia, Astakos’un karşısındadır (

) ve İmparator Konstantin’in ( Porphyrogenitus takma adlı) 10. yy.’da yazdığına göre Astakos ve Nikomedia farklı kentlerdir.241

Astakos ve Nikomedia’nın aynı yer olduğuna dair veriler ise Pausanias’da, “Bithynia’nın en büyüğü ve daha önce Astakos olarak adlandırılan kente daha sonra adını veren Nikomedes’in bir fildişi heykeli”nden sözlerinde yer alır.

Ayrıca, Trebellius Pollio’dan İskitlerin bu bölgeyi Gallienus döneminde istila ettiklerini ve sonraları Nikomedia adını alacak Astakos kentini yakıp, dümdüz ettiklerini öğreniyoruz.

Eusebius’a göreyse Nikomedes, tamir ettirdiği ya da yeniden inşa ettirdiği Astakos’a Nikomedia adını vermişti.242

Ammianus Marcellunus ise Astakos’un Nikomedes’den sonra Nikomedia olarak anılmaya başladığını söylemekte.243

Salmatius, Nikomedia’nın Astakos’un harabelerinin tam üstüne kurulmamasına rağmen yakınına kurulduğunu söyler.

240 Gezgin: Salm., Plin, Exercit. in Solin., 617241 Gezgin: Bkz. Banduri, İmperium Orientale, Constantine de Thematibus242 Gezgin: Eusebius, Chronicles, Can. 243 Gezgin: Amm. Marc., kitap xxii

116

Müthiş coğrafyacı D’Anville de iki kentin birbirinden ayrılması gerektiğine inanır.244

Hangi görüş doğru olursa olsun açıkça belli ki Nikomedia doğanın güzelleştirdiği, elverişli bir konuma sahip, zengin, yoğun nüfuslu ve yöneticilerince pahalı sanat eserleri ile süslenmiş biryerdi. Geçmiş ünü göz önüne alınırsa Nikomedia’yı keşfim esnasında beni sıklıkla üzen şey bu kentin başına gelen veba ve daha önce belirtilen koşullar nedeniyle sıklıkla kesintiye uğramış olması. Geçmiş çağlara ait yapıların bu kentte hala varlığı, akla uygun şekilde varsayılmış. 16. yy.’da Busbecquius, kalesi tümüyle tahrip olmamış kentin orijinal görkemine ait az sayıda kalıntı görmüş olsa da kraliyet sarayının bir parçası olabileceğini düşündüğü beyaz mermer duvarlar toprak altından yeni çıkartılmıştı.

Buna karşın Grelot’nun 16. yy.’daki notları, çok sayıda Grekçe ve Latince ilgi çekici yazıtların İzmit’in nerdeyse her sokak ve mezarlığında hala var olduğunu göstermekte. Paul Lucas, 1705 yılında kendi gözleriyle gördüğü bir çok yontulmuş parçadan ve yer altından az gayretlegün ışığına çıkartılabilecek daha bir çok başkalarının varlığından bahsetmektedir. Geçen yüzyılın sonlarında İzmit’i gezmiş olan dahi İngiliz gezgin Dalloway da bol servili bir koruluğun ortasına serpilmiş, yerde yatan çok sayıda mermer ve kızıl somaki sütun parçası yanı sıra Akropolis’in kimi surlarından ve yıkılmış kuleleri ile Türklerin de dediği gibi olasılıkla Diocletianus dönemine ait Eski Saray’a ait bir çok kalıntıyı görmüştür.

At sırtında aceleyle kent sokaklarını geçerken kendilerini bana gösteren az sayıda bozulmuş antik yontu sanatına ait kalıntılar daha önce not altına alınmıştı. Ayrıca kendi zevki için araştırmalar yapan bir antikacının meraklı incelemelerine burada izin vermek, gerektiğinden çok yer ayırmak olacaktır.

Geldiğim noktada bu kent, İÖ 3. yy.’da I.Nikomedes tarafından yeniden kurulsa, süslense ve büyütülse de ondan daha eski olmalı. Yukarıda anılan yazarlardan Paul Lucas, yanlışla bu kentin Julius Sezar’ın çağdaşı Nikomedes tarafından kurulduğunu varsaymış. Sezarın ününegölge düşüren klasik tarihin, rezil bir öyküsü kendisini yanıltmış olmalı. IV.Nikomedes bu hikaye sayesinde, kimi yazarlar bu adı taşıyan yalnızca üç hükümdar olduğunu söyleseler detarihte yerini almıştır. Kentin kimden sonra Nikomedia adını aldığı sorusunun yanıtı, Bizanslı Staphanos’a göre “kralların en meşhuru”245 ve bu kral yozlaşmış adaşından iki yüzyıl önce hüküm sürmüş idi:

244 Gezgin: Géographie Ancienne 245 Gezgin: Bu kral, Zela’nın oğlu Nikomedes’tir

117

Rakibi Nikea’nın (İznik) tüm karşı çabalarına rağmen görüyoruz ki Nikomedia, Bithynia’nın gururu ve metropolisi idi. Bu durum Plinius, Pausanias ve Ammianus Marcellinus’un sözlerinden anlaşılıyor.

Bu durum sikkelerde de görülüyor: Antoninus Pius’un saçlarında defne taçı ile betimlendiği bir pirinç sikkenin bir yüzünde şu açıklama yer alır:

diğer yüzde, oturan Jupiter sağ elinde bir patera, sol elinde ise bir mızrak tutamakta ve şu sözler bulunmaktadır:

Froelich’in “Quatutor Tentamina adlı yapıtında sayfa 225’de” yayınlanmış bir başka sikke hakkındaki bilgileri bu vesile ile aktarmak istiyorum:

4. yy.’a ait Latince bir coğrafi incelemenin Grekçe’ye çevirisine göre bir çok Bithynia kenti arasında, bir yıldırımla yıkılan ve Konstantin tarafından yeniden yapılan Basilica’sı ve oyunların oynandığı Circus ile tanınıyordu.246

Zosimus’a göre hatırı sayılır büyüklükte, zenginliği ve her şeyin bol bulunmasıyla tanınırdı.247

Arrianus’un, doğum yeri olan bu Nikomedia kenti hakkında bilgileri de içeren, Photius tarafından aktarıldığına göre sekiz kitaptan oluşan Bithynica ya da Bithyniaca adlı eserinin kaybolmuş olduğuna üzülmemiz gerek

246 Gezgin: Hudson, Minor Geographers, c. III, s.12 (Lat.’den Gr.’e çev. Jac. Gothofredus) 247 Gezgin: Zosimus, Historia, kitap I, ( Val. & Gell.)

118

Bir başka yerde de 248 Bithynica’nın sekiz kitaptan oluştuğunu okuyoruz:

Bununla birlikte Photius’un, Grek yazar Memnon’dan aktardığı kimi parçalar aracılığı ile kentin kuruluşu hakkında kimi bilgileri doğrulamak olası. Belirttiğine göre Yedinci Olimpiyadların ilk dönemlerinde yani İÖ 700’lerde bir grup Megaralının bir kahinin emri sonrası gelip buraya yerleştiklerini, sonrasında kente ünlü bir kişi Astacus’un adını verdiklerini, daha sonra Atinalıların da buraya yerleştiklerini, Dydalsus hükümranlığı döneminde de gelişmiş bir kent haline geldiğini aktarıyor.

Strabon’a göreyse Astakos kenti, adını Doedalsus olarak verdiği bu kral tarafından yeniden kurulmuştu.

Bu kraldan çok nesil sonra gelen Nikomedes de krallığın zenginlik döneminde, adını taşıyan kenti, Memnon’un belirttiğine göre Astakos’un karşısında kurmuştu.249

Bu anlatımların bir kısmı birbirini onaylamasına karşın, bir kısmı da uzlaşmaz bir çelişki içinde. Gelecekteki buluşlar konumuyla ilgili bilgileri onaylasın ya da geçersiz kılsın, kent İÖ 2. yüzyılın başlarında Nikomedia adını taşıyordu. Livyus’a göre Prusias’ın oğlu olan bu Nikomedes era’mızdan 189 yıl önce, yani Zybaea (Zibaeas) ile çekişmesinden galip çıkıp tüm ülkeye hakim olduktan sonra Bithynia kralıydı.250

Livius’un bir el yazmasında da yerine yazıldığını görüyoruz,251 isim

Memnon tarafındansa olarak yazılmış.252

Fakat, Bizanslı Stephanos’a göre Nikomedia’yı kuran Zela’nın oğlu Nikomedes’ti. Strabon dakentin, kurucusundan sonraki bir başka Bithynia kralının adını aldığını nakleder. Bu ülke krallarının da bir çoğu, Ptoleomuslar gibi aynı adı almışlardı.

İS 2. yy’da, Traianus döneminde, Genç Plinius’un Bithynia’da yöneticilik yaptığı ve eyaletin çeşitli bölgelerini gezmekte olduğu süreçte Nikomedia’daki iki kamu binası ve çok sayıda

248 Gezgin: Böl. XCIII 249 Gezgin: Memnon, böl. 21 (Photiius Biblioth.) 250 Gezgin: Lyvius, kitap XXXVII, böl. 16 & kitap XLV, böl. 44 251 Gezgin: Bkz. Hearne neşriyatı 252 Gezgin: Photius, Bibl., böl. XXI

119

özel ev bir yangınla yok olmuştu ki sonucunda konsül (imparatora yazdığı mektupta), burada bir itfaiye teşkilatı kurmanın ve benzeri durumlarda kullanmak üzere su sağlayacak doğru cihazları tedarik etmenin yararlarını öne sürmüştü:253

Burada belirtilen “Gerusia”, değişik çevirmenlerce “Senato Binası” ya da “Kent Meclisi” olarakbelirtilmiştir, belki her ikisi de aynı anlama geliyordu. Ancak gerusia, Justianus’un

olarak bahsettiği bir çeşit hastahane, fakir evi ya da sadaka evi veya kendine bakamayacak durumdaki yaşlı düşkünler için bir barınak olabilir.

Nikomedia’daki “Issos” adlı bir başka kamu yapısı da bu yorumcuya göre Trabzon yakınlarındaki Issos ya da Hyssos’dan veya Klikia’daki Issus’dan gelen yabancıların ikametine ayrılmıştı. Fakat bir çok başka yorumcu bu tezi reddeder. Plinius’un Iseum olarak yazdığı bu yapı için genel kanı, Isis tapınağı olduğudur.

Bundan birkaç yıl sonraki bir deprem sonucu hasar gören kentin, Esusebius’un Chronicles adlı eserinde belirttiği üzere İmparator Hadrianus tarafından onarıldığını görüyoruz. Üçüncü yüzyılın başlarında da İskitler ya da Gotlar tarafından yakılmış ve bu barbarlar yıkıcı seferleri esnasında buradan ve İznik çevresinden elde ettikleri ganimetlerini gemi ve arabalara yüklemişlerdi.

Ancak, Nikomedia bu yıkımdan kısa sürede kurtulmuş ve kent Diocletianus tarafından gerek lüks, gerekse kamu yararına binalarla donatılmıştı. Diocletianus’a karşı önyargılı bir yazar olan Lactantius, bu imparatoru aşırı yapılaşma ve Nikomedia’yı Roma ile eşdeğer anıtlarla donatma tutkusu nedeni ile kınar, ancak görkemli yapılar dikildiğini ekler.254

Bu imparator, aylarca ciddi bir hastalıkla savaştıktan sonra 305 yılında sarayından çıkarak üçmil uzaklıktaki bir ovada oldukça dinsel bir törenden sonra tahtı terk etti. 324 yılında Licinius, ortak imparatorluk hakkını, Konstantin lehine Nikomedia’da devreder. Konstantin de bu kenti sık sık imparatorluk ikametgahı olarak kullanır ve 337 yılında buraya yakın bir yer ya da villada ölür .255

Ancak Nikomedia, felaketin her anını ve ağır sonuçlarını gören çağdaş yazar Ammianus Marcellinus’un canlı duygularla aktardığı gibi bir depremle yıklır ve sakinleri perişan olur. Dediğine göre o günlerde bir çok kenti ve dağı alt üst eden, ancak en büyük hasarı çeşitli felaketler şeklinde Bithynia kentlerinin anası Nikomedia ve onun sakinlerinde yaratan korkunç depremler yapmıştı. Deniz kenarında böğüren dalgalar ve dağda yankılanan uğultular ve korkunç bir fırtına sonucu birbiri üzerine yıkılan evlerden söz etmektedir. Böylesine ani ve yıkıcı olayın doğal sonucu olarak yıkılan yapıların altında kalanların haykırış

253 Gezgin: Plinius, Epistulae, kitap X, episod 42 254 Gezgin: Aurelius Victor & Eutropius & Lactantius & vb. 255 Gezgin: Eusebius, kitap 4

120

ve inlemeleri ile kurtulanların ağlayışları duyuluyordu. Bir çok kişi de bu korkunç olayın ardından çıkan yangında ölmüştü.

Idatius’tan öğrendiğimize göre Nikomedia’yı tümüyle yıkan bu deprem, yüzeli başka kent ve kasabayı da etkilemişti.256

Bu olay 358 yılında meydana gelmişti. Dört yıl sonra kenti ziyaret eden İmparator Julianus, hayran olduğu kenti yıkıntılar içinde görünce restorasyonunu üstlenir.257 Hükümdarların kulaklarını çınlatan bu sızlanmaları, Achilles’e ağıt yakan Musalara benzeten güzel söz ustası sofist Libanius, kenti düşkünlüğü içinde bile mutlu olarak niteler.

Ne, Nikomedia ile ilgili olarak burada nakledilenlerden olasılıkla daha ilginç bir bilgi vermeyecek başka antik Grek ve Latin yazarların metinleri için artık bakınacak ne de Julianus döneminden Türklerin eline geçtiği 1330 yılına kadar ki karanlık dönem için bir çaba göstereceğim.

Eski sanat yapıtlarının yapıldıkları malzeme ya da şans eserleri, Nikomedia’nın çeşitli dönemlerde yaşadığı felaketlere özellikle de Ammianus’un 358 yılında, her şeyi aniden yıkan

( ) ve 50 gün boyunca, gece-gündüz devam eden felakete karşı koyabildiğine dair inanmaya istekliyim.258 Mermer ya da bronz anıtlar, değerli şeyler, vazolar, silahlar, sikkeler, süs eşyaları ve diğer ev eşyaları, kenti ve varoşlarını oluşturan ve uzun süre imparatorların tercih ettikleri ikametgahları olmuş mükemmel yapıların ancak yıkıcı deprem sonrası yangın geçirmiş kalıntıları altında olasıklıkla hala duruyorlardır. Yontulmuş parçalardan az önce yukarıda söz edildi ancak benim bunlara ekleyeceğim, kısa bir göz gezdirmeme rağmen bazılarının oldukça eski oldukları ve yeni bir evin duvarı üzerinde ters dönmüş bir taş üzerindeki Grekçe olduğunu tesbit ettiğim bir yazıt.

Yeni çıkan Gezi Notlarımda da bahsettiğim İzmit Mutasarrıflığı’nın güncel durumu hakkında burada ekleyebileceğim yalnızca, körfezinde çok sayıda tekne bulunduğu ve bunların çoğunlukla Rumlarla donatıldığıdır. Kimi büyük tekneler, kente yakın demirli bekliyorlar ama tümüyle enkaz olmuş görülmüyorlar. Oldukça büyük bir tanesi kıyıya çekilmiş ve bir çok kişi tarafından tamir edilmeye çalışılıyordu, bunlar arasında da Rumlar, Türklerden çoğunluktaydı. İzmid’in (İzmit) gemi enkazları ile dolu olduğu söyleniyor. Grelot, 17. yy.’da bir

256 Gezgin: Fast. Consul. Datiano et Cereali Coss. 257 Gezgin: Ammianus Marcellinus, kitap XXII 258 Gezgin: Amm. Marc., XVII

121

çok İstanbullu tüccarın teknesinin İzmitliler tarafından yapıldığı hakkında bizleri bilgilendiriyor.Olasıdır ki bu yer, erken dönemlerde de denizcilikte ileri idi. Froelich’in yapıtındaki gravürler arasında gördüğüm Commodius dönemi (180-192) pirinç bir Nikomedia sikkesindeki, “geminin pruvasına çivi çakan bir adam” resmi bunu doğruluyor.

Froelich’in konu sikke hakkındaki yorumu şöyle:259

Bu notlar, yapıtı kaybolmuş Arrianus’un elimize ulaşan çalışmalarına gönderme yapmadan değerlendirilmemelidir. Photius’un bize aktardığı üzere Bithynia tarihini yazmış ve kendisi de Nikomedialı bir ailenin çocuğu olarak İzmit’te doğmuş.

Ancak, Photius’un kimi notlarına göre, her nekadar Bithynia tarihi adlı yapıtı bir çok açıdan saygıdeğer derecede doğru idiyse de kendi ülkesi hakkında inanılması zor hikayeler de barındırmaktaydı.

Bizanslı Stephanos tarafından da “Bithyniaca”dan alıntılar260 yapılmış ve Nikomedia ile Olbia’nın aynı kent olduğuna dair bilgiyi bu yapıttan devşirdiğini ve Arianus’un da bu iki kenti Astakos ile karıştırdığını sanıyorum. Böylece, Astacus’un Neptün ile su perisi Olbia’nın olduğu gibi doğduğu kentin tarihini masallarla abartma yanlışına düşmüştür.261

Arrianus tarafından Nikomedia için nasıl bir kök öngörülürse görülsün Bithynia hakkındaki kayıp sekiz kitabı için üzüntü duymalıyız… Biliyoruz ki aynı zamanda Kappadokia valisi idi ancak kurallara uymama tehlikesini göze alarak önceki yapıtımda yer verdiğim ve ortaya çıkardığım bir mezar yazıtından262 hareketle kişisel geçmişi ile ilgili olarak belki de Sapanca’da (antik Sophon) gömülmüş olduğu, 48 yaşına kadar yaşadığını ve babasının adının Doedalsus olduğunu söylemek olası. Her ne kadar bu tür bilgiler ıvır zıvır gibi gelse deArrianus gibi bir kişiye bağlanınca önem kazanıyorlar. Yazıtın bir kopyesini burada sunuyorum.

259 Gezgin: Bkz. RE, Numeria Vetere, Quatuor Tentamina, s. 225, Viyana 137 260 Gezgin: Amazonium, Astacus ve Bithonopolis 261 Gezgin: Bizanslı Stephonos’un (de Urbibus) Astacus, Nicomedia ve Olbia hakkındaki yorumları için bkz. Thomas de Pinedo. 262 Gezgin: Bkz. Travels, c. III, s. 512 & levha LIX

122

Strabon,263 Memnon264 ve diğerlerinden, Doedalsus ( veya ) adının belli bir üne sahip ve özellikle Bithynialılara ait olduğunu öğreniyoruz. Nikomedes de aynı adlı bir hükümdarın dördüncü nesil torunuydu.

1814, John MacDonald Kinneir

1813 ve 1814 yıllarında, Anadolu’da değişik yönlere coğrafi geziler yapan Yüzbaşı MacDonald Kinneir’in İstanbul’dan hareketinden sonra ilk önemli durağı İznik olmuş, buradanEskişehir, Sivrihisar, Yarma, Ankara, Yozgat, Kayseri, Tarsus, İskenderun, Latakya, Kıbrıs, Kalenderi, Karaman, Konya, Akşehir, Afyon, Kütahya üzerinden Bursa’ya gelmiş ve Marmara Denizi’nden bindiği bir gemi ile İstanbul’a dönmüştür. Birkaç yıl önce de Diyarbakır, Sivas, Yozgat, Tokat, Marsavon (Merzifon), Tosya, Bolu, Sapanca ve Üsküdar üzerinden İstanbul’a bir yolculuk yapmıştı. İstanbul’da bir süre dinlenen Kinneir, üçüncü Anadolu yolculuğu için 30 Nisan 1814’de üçüncü Anadolu gezisi için İzmit Körfezi’ne doğru yola çıktı. Aynı adı taşıyan kent, Diocletianus döneminde Roma İmparatorluğu’nun başkentliğini yapmıştı ve Kinneir’in ziyareti anında 700 haneden oluşmaktaydı. Kinneir, kentin eski görkemini yansıtır kalıntılar görememiş ancak yüksek dağlar ve verimli vadilerle kesilmiş yöreyi hoş ve çekici bulmuştu. Bağlar, bahçeler ve olağanüstü ormanlarla doluydu. Daha sonra Sapanca, Taraklı, Tirebolu, Mudurnu ve Bolu’ya geçmiştir:265

İstanbul’dan Eskişehir ve Yerma üzerinden Ankara’ya

Bir önceki seyahatimde Anadolu üzerinden yaptığım Bağdat-İstanbul yolculuğu beni o denli mutlu etmişti ki bu ilgi çekici ülkeye bir yolculuk daha gerçekleştirerek az bilinen ve pek sık gidilmeyen bölgelerini keşfetmek üzere çok kararlıydım. Türk başkentinde, yazın sıcaklarından kaçınmak ve 1807’de Seringapatam’da kaptığım, zaman zaman da tekrarlayanhumma nöbetleri yaklaşık üç ay geçirdim. 2 Eylül’de İstanbul elçimiz, saygıdeğer Bay Liston’un hastahane konağını terk ederek bir Rum hizmetçi ve ihtiyar Tatar İbrahim ile yola çıktım, İstanbul Boğazı’nı geçerek Üsküdar’da ata bindik. İlk konağımız, Romalıların insanlık dışı zulmünden kurtulmak için burada zehir içeren Hannibal’in mezarı olduğu sanılan bir tümülüs ile tanınan küçük ve kirli bir kasaba olan Gebze.

Ayın üçü, sabah erkenden Gebze’den birkaç mil uzaktaki İzmit Körfezi’ni aşıp, ağaçlık bir vadide Türk saati ile yaklaşık sekiz saatlik bir yolculuk sonrası gariban bir halde yıkıntı bir küçük evde gecelediğim Gustorjeck’e (Küstarcık ? Çınarcık ?) vardık.

4 Eylül sabahı gündoğumu ile yola koyularak dört saatin sonunda Ascanius (İznik) Gölü’nü kuzeyden çeviren dağların zirvesine vardık266…

29 Nisan günü Bay William Chavasse ve ben, deniz yolundan Hereclea’ya (Kdz. Ereğli) gitmek üzere Büyükdere’den tekneye bindik… Birkaç saatlik yolculuktan sonra İstanbul Boğazı’ndan çıkıp, Anadolu kıyısı boyunca yedi mil seyrettikten sonra Khiva (Ağva ?) nehri ve kasabasının bir mil ötesindeki küçük bir koya girdik… Fırtınanın olasıklıkla uzun günler daha süreceğini öğrenince geri dönmek zorunda kaldık…

Kartal – Gebze – İzmit

263 Gezgin: Kitap XII 264 Gezgin: Photius Biblioth. 265 M. Eyries, Abrégé des Voyages Modernes depuis 1780 jusqu’a nos Jours, c.14, Paris 1824, s. 256

266 Kinneir, Journey Through Asia Minor in the Years 1813 and 1814 with remarks on the Marches of Alexander and Retreat of Ten Thousand, Londra 1818, s. 23-24

123

30 Nisan günü sabah saat 11’de tekrar denize açılarak İzmid (İzmit) Körfezi’ne doğru yola çıktık. Saat 1’de çıkan bir yağmur, bizi küçük bir köy olan Kartal’a sığınmaya zorladı ve havanın açıp tekrar denize çıkabileceğimiz akşam 4’e kadar orada kaldık. Ancak yağmur ve fırtına tekrarlayınca bir gece Tuzla’da konakladık. Yörenin ağası bir sivildi ve bizi evinde ağırladı.

1 Mayıs günü sabah saat 8’e kadar yağmur kesmedi, tam bu anda tekneye doğru yüyüyordum ki kolumdan çeken bir Rum, ilginç bir şey göstereceğini söyledi. Gittiğimiz bir Rum kilisesinde yaklaşık dört ayak yüsekliğinde üç ayak genişliğinde bir mermer kaya parçası gösterdi. Üzerinde çok eski görünen bir alçak kabartma vardı ve aynı şekilde yapılmış üç figürden oluşuyordu. Ortadaki adam kafasında bir tür pelerin ile betimlenmişti ve iki yanındakiler ise kafaları kurt, kol ile vücutları ise insan olan ve ellerindeki mızraklarla ortadaki insanı delmekte olan görüntülerdi. Rum’a bir hediye verip tekneye döndüm. 8’i beş geçe kıyıdan ayrılarak, saat 9’da bu noktada 8 ila 10 mil genişliğinde olan İzmit Körfezi’ne girdik. Saat 9 buçukta, sol taraftaki Gebze’yi geçtik. Burası Hannibal’in sığındığı son nokta olması ile tanınan eski Libyssa, kasabadan yarım mil uzaklıktaki küçük bir tümülüs hala bu kahramanın mezarı olarak gösteriliyor. Körfez gittikçe daralıyor, her iki kıyı yeşilliklerle kaplı, ancak büyük oranda ağaç eksikliği bu manzaraya sıkıntılı bir hava veriyor. Sabah hava kuzeyden doğru açtı, öğleden sonra saat 3’te, kıyının çıkıntı yaparak körfez genişliğinin 1 milden fazla olmadığı, İzmid’e 6 mil uzaklıkta bir noktadaydık. Burayı yavaşça geçince körfezin tekrar genişliyor ve sonunda da kent bulunuyor. Bölge şimdi daha hoş ve havalı, sağdaki ağaçlıklı dağlar suda yansıyor, sol tarafta ise zengin ve ekili tarlalar manzaraya değişiklik katıyor. Akşam saat 5’te karaya çıktık ve Paşa’nın emriyle sahibi kibar bir Türk beyefendisi olan evde çok yürekten ağırlandık.

İzmit

Şimdi İzmid olarak adlandırılan Nikomedia, I.Nikomedes tarafından kurulmuş ya da güzelleştirilmiş, çok eski bir kent. Çağlar boyu Bithynia’nın başkenti ve Bithynia bir Roma eyaleti olunca da prokonsülün alışıldık ikametgahı olmuş. Diocletianus hükümdarlığında ise Roma imparatorluk başkenti olma saygınlığını kazanmış. İstanbul kurulana değin koruduğu bir onur. Plinius, bir su kemeri, bir amfitiyatro ve bir tapınaktan söz ediyor ancak bugün kalıntıları görülmüyor. Günümüzdeki kent, körfez kıyısından yükselen bir tepenin yamacında ve İstanbul tarzı ahşap evlerden oluşuyor. Denildiği üzere 150’si Rum, 502si Yahudi, geri kalanının tamamının Türk olduğu toplam 700 hane bulunuyor.

IV.Nikomedes, Bithynia’yı Romalılara bıraktığında ülkesi, bir tarafta Olympus Dağı’ndan (Uludağ) Karadeniz kıyılarına, diğer tarafta İstanbul Boğazı’ndan Parthentius (Bartın) ve Galatia sınırlarına uzanıyordu. Göründüğüne göre başlangıçta Phrygia’nın da bir kısmına sahipti. Bir süre Danaus’un kızı Bebryce onuruna Bebrycia adını taşırken sonrasında adını Jupiter’in oğlu Bithynius’dan almış. Ksenephon döneminde bu ülkenin çocukları Asya’nın en gözüpekleri olarak kabul edilmiş. İki yüzyıl boyunca, bu soyun sonuncusu ülkeyi Roma’ya miras bırakana kadar kendi kralları tarafından yönetilmişler.

Bithynia, Mihridates tarafından ele geçirilmiş, Lucullus ve Cotta tarafından geri alınmış, Pontus kralı Pharnaces’in Domitius Calvinus bozguna uğratıp tutsak ettikten sonra Zela Savaşı ardından tahttan indirilene değin elinde tuttuğu, bu andan itibaren bir Roma praetor’u tarafından yönetilen, Konstantin imparatorluk eyaletlerini yeni düzenlemeye tuttuğunda Pontus diokezliğine dahil olan bir bölge. Valentianus döneminde Bithynia, birinin başkenti Nikomedia (İzmit) diğerinin ise Nicea (İznik) olmak üzere iki eyalete bölündü ve bu durum Anadolu, Selçuklu sultanlarının evi haline gelinceye kadar sürdü. 12.yy.’da onlardan geri alındı ama sonunda Genç Andronikus hükümranlığındaki Bizans imparatorluğuna kaybedildi.Bithynia şimdi Anadolu’nun büyük bir eyaleti olup, İzmit’te oturan üç tuğlu bir Paşa tarafındanyönetilmektedir. Yüksek dağlar ve bereketli vadilerle ayrılmış, romantik ve güzel bir kenttir. Meyve ve şarabı bol, orman ve güzel ağaçları çok sayıdadır.

124

2 Mayıs. Ağır bir yağmur altında, saat 11’de at bindik ve yağmur sekiz saat ya da 24 mil uzaklıktaki Sapanca’ya varana dek durmadı. İlk on kilometre boyunca doğa, tamamen düzlük, toprak zengin ve yüksek derecede işlenmiş. Güneye doğru yüksek bir sıradağ tümüyle yapraklı asil ağaçlarla kaplı, doğuda Sapanca Gölü’nün batıda ise İzmit Körfezi’nin muhteşem bir görüntüsü var.

Üç mil ilerlemeden, iki kez Kivas (Kilez) deresini geçmek durumunda kaldık, yazın küçük bir akarsu ancak kış ve ilkbaharda yoğun suyu var. Genç Plinus, Bityhia praetor’u olduğunda İmparator Traianus’a İzmit Körfezi’ne doğru ovada bir kanal açmayı önermişti. Şüphesiz böylesi bir işi gerçekleştirmek için çok uygun bir toprak, ancak bence bu iş kanımca hiçbir zaman gerçekleştirilmedi.267 10-11 mil sonra daha doğuya yöneldik ve Sapanca yolunun geri kalan kısmını tamamlamak üzere ince bir ormana girdik. Sapanca, aynı adı taşıyan göl kenarında fakir bir ahşap kasaba.268

Gezgin, Trabzon-Erzurum-Musul üzerinden Hindistan’a doğru yoluna devam eder. Ancak 1810 Mardin-Sivas-Tokat-İstanbul güzergahı için gezgin’in düştüğü ek notlar şöyle:269

Düzce-Hendek 12 saat, Hendek-Sapanca 12 saat. Sapanca, orman içinde gölün kenarında güzel bir köy. Hendek ve Sapanca arasında Sangar’ı (Sakarya Irmağı) nehrin sık sık coşaraktaşması ile alıp götürdüğü tahta bir köprüden geçtik.

1812 yılındaki Halep-Ankara-İstanbul güzergahı için yol arkadaşı Mr. Bruce’in notları ise şu şekilde:270

29 Haziran günü vardığımız Taraklı evleri iyi inşa edilmiş ve sakinleri komşu ormanlardan edindikleri ağaçlardan sarımsı renkli kaşık ve tarak üretimi ile uğraşıyorlar. Buradan sonra iki buçuk saat sarp bir dağı tırmanarak bir ovaya vardık. Torbalı’dan sonra sekiz saatlik bir yürüyüşten sonra Sakarya Irmağı kıyılarına vardık ve Sakarya Köprü adı verilen köprüden geçtik.

30 Haziran. Nehri geçerek, yolumuza uçurum tehlikeleri ile dolu dağlık bir bölgede, ağaç ve romantik görüntülerin dolu olduğu yolumuza devam ettik. Sapanca’da biraz dinlendikten sonra altı saat sürecek bir yolculuk ile varacağımız İzmit’e yöneldik.

1815-16 Otto Friedrich von Richter

Otto Friedrich von Richter, 1816 yılında Suriye ve Filistin’de kaptığı bir hastalıktan İzmir’de öldü. J. Ph. Gust. Ewers tarafından günlük ve mektuplarından derlenen ve 1822 yılında çıkan kitabında; gezgin Gjebseh’in (Gebze) Libyssa olduğunu yazar, şaşırtıcı bir şekilde bir de antik lahit gördüğünü söyler. 271

267 Gezginin dipnotu: Plinius’un Traianus’a yazdığı mektuplardan birinde görüldüğü üzere Nikomedialıların hidrolik hakkında fazla bigileri yoktu. Bitirilemeyen bir su kemeri için 339 bin, kusurlu bir ikincisi içinse 2 milyon sesterce harcamışlardı. Bu hataları düşüncesiz seçimler diye niteliyerek bir yenisine başladığını belirtiyor. Ülkenin ticaretini arttırmak için de Sapanca Gölü ile İzmit Körfezi arasında bir kanal açmayı öneriyor ve Bithynia kralları tarafından yapılmış taşma ya da nehri birleştirme amaçlı bir kanal keşfettiğini ekliyor. Dendiğine göre gölün seviyesi körfezinkinden 40 cubit (dirsekten orta parmak ucuna olan uzunluk = 0.432 m) daha yüksekti ve suyu denize boşalabilirdi. Praetor bu nedenle bir çok önleyici plan önermişti, ki bunlardan biri, kanalı nehirle birleştirmeden birkaç metre yanına kadar inşa etmekti. Bu çalışmaya başlanıldı mı, bilemiyorum ama açık olan şu ki hiçbir kalıntı görünmüyor.

268 Kinneir, age, s. 252-260269 Kinneir, age, s. 557 270 Kinneir, age, s. 565 271 Öztüre, age, s. 170, dn. c, İstanbul 1969; Otto Friedrich von Richter, Wallfahrten im Morgenlande, Berlin 1822

125

1818, Graf Istvan Szechenyi 272

Kont István Széchenyi, 1825 yılından 1848 ihtilaline kadar Macaristan’ın en büyük reformist politikacısı idi. 1825 yılında Széchenyi, Preussburg’daki Eyalet Meclisinde çiftliklerinin yıllık gelirlerini Macar Bilimler Akademisinin kurulması için tahsis ettiğinde ve bu sembolik jest ile ulusal reform hareketine ilk önemli desteği verdiğinde daha 34 yaşında idi.

Széchenyi, aristokrat eski bir Macar ailenin üyesi olarak 1791 yılında Viyana’da doğdu. O zamanlar Macar asilzadelerin büyük bir çoğunluğu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun başkentinde oturmakta idi. Genç Széchenyi yüksek aristokrasinin bir ferdi olarak Almanca verilen çok özenli ve çok yönlü bir terbiye aldı. Macarcayı da yine Latince, Fransızca veya İtalyanca gibi ancak yabancı bir dil olarak öğrendi. O zamanki aristokrat Viyana toplumunda, aydın ve tahsilli bir erkek olarak ulusal fikrin savunucusu olduğu için bir istisna idi.

István, Hafif Süvari yüzbaşısı oldu, Napeleon’a karşı bağımsızlık savaşına katıldı ve kesinlikle binbaşı olmak istedi. Viyana Kongresi sırasında seçkin uluslar arası sosyetenin tanınan bir siması, baloların, konserlerin müdavimi idi. Sık sık kibar asil ailelerinin kızlarına aşık olurdu – erkek kardeşinin karısını kaçırdığı söylenmektedir – ancak bu arada hayal kırıklıkları da yaşadı ve ara sıra ret edilmeleri kabullenmek zorunda kaldı. Terfi edemedi ve kendi kendini analiz eden ve melankoliye yatkın olan Széchenyi, moda olan romantik bedbinliliğe sığındı. Şiirler yazdı, klasik ve romantik edebiyatı okudu, Fransa, İngiltere, İtalya, Yunanistan ve Türkiye’ye büyük seyahatler yaptı. 1814 yılından itibaren, eğitim seyahatleri sırasında düzenli olarak bir seyahat dergisi şeklinde genişleyen Almanca bir günce tuttu. Bu yapıt, o zamanki Türkiye’deki gezintilerini de anlatan Akdeniz bölgesindeki bir buçuk yıllık seyahat notlarını içermektedir.

Széchenyi’nin kariyerindeki büyük dönüm noktası yirmili yılların sonunda geldi. Subay olarak bulunduğu ancak hala yüzbaşı olarak hizmet ettiği alay Macaristan’da bulunan garnizonlara nakledildi ve burada şimdiye kadar tanımadığı anavatanının geri kalmışlığı ile karşılaştı. Askerlikte, az yararlı olduğunu düşünerek kaybolmuş olarak hissettiği bütün yıllarına yönelik anlamlı yeni bir görev aradı. Yüksek aristokrat olarak, Preussburg’daki Macar Eyalet Meclisinin Senatosunda milletvekili oldu.

Takip eden yıllarda Széchenyi sayısız projeyi hem mali olarak hem de politik ve organizasyonolarak destekledi. Ulusal ekonomi, sanayi ve ulaştırma kendisini öncelikle adadığı alanlardı. Örneğin, Aşağı Tuna’nın düzenlenmesi, Pest ve Buda arasında ilk taştan köprünün yapılması, zincirleme köprüler faaliyetleri, Tuna Nehri ile Plattensee Gölü üzerinde buharlı gemi işletilmesi, demiryolu inşası, buharlı değirmenler, Ulusal Tiyatro, at yetiştiriciliği ve at yarışlarının yorulmaz destekçisi idi. Vebadan sonra gerek eyalet meclisi nutuklarında gerekseulusal ekonomi ve politika ile ilgili yazılarında ve gazete makalelerinde reformların savunuculuğunu yaptı. Daha sonra bu yazıları hepsini Macarca olarak kaleme aldı. Öncülük eden ilk eseri Hitel (Kredi) 1830 yılında çıkt, bunu daima ulusal liberalizm ruhu içinde burjuva gelişimin temel sorunları ile uğraşan diğerleri takip etti.

Széchenyi düşünülen ilerlemenin, bireysel eğitimin, ulusal toplumun yükselmesinin sözcüsü idi. Ancak Habsburg hanedanı ile ilişkini kesmek istemiyordu, hatta Metternich’in Macaristan’ın gelişmesi için anlayış göstereceği ümidini beslemekte idi, ihtilalci değildi. Avusturya’ya karşı ihtilal başladığında Széchenyi şüpheler ve kötü sezgilerle rahatsız oldu. Yine de ilk bağımsız Macar hükümetinde bir bakanlık koltuğu aldı. Öte yandan Széchenyi hayatı boyunca fiziki olarak haddinden fazla dengesizdi, eskisi gibi durmaksızın, ancak değişmeksizin Almanca olarak, tuttuğu günlükleri buna bir örnektir. Vicdanı ile mücadele etti, derin kök salmış, hatta ara sıra patolojik gibi gelen ruhsal parçalanma kendi kendini

272 Y.U.. Sn. Ali Ayvaz’a Almanca’dan çevirisi için içten teşekkürler.

126

suçlamaya döndü ve suçluluk duygularını ortaya çıkardı. İhtilalin sözde sorumluluğunun yüküaltında yıkıldı ve 1848 yılı Eylül ayında Viyana yakınındaki Döbling tımarhanesine yatırıldı.

Széchenyi yaklaşık on iki sene daha yaşadı ancak tımarhaneyi asla terk etmedi. Gerçi ruhsaldurumu birkaç sene sonra görünür şekilde düzelmiş hatta dengelenmiş olmalı idi, sözde hastalığı şimdi onu bağımsızlık savaşından sonraki misillemelerden korurken Macaristan’dakigenel depresyon karşısında bir kaçış dünyası olarak da yaradı. Széchenyi, Macaristan düşmanı imparatorluk polisi tarafından esinlendirilen politik bir hicve cevabı Londra’ya kaçırarak orada yayınlattırdığında ve diğer fesat çıkaran faaliyet ve icraatlarını genişlettiğindetımarhanedeki ikametgâhında elleri bağlandı. 1 Nisan 1860 tarihinde güncesine “artık kendimi kurtaramam” diye yazıyordu ve 7 Nisan 1860 tarihinde beynine bir kurşun sıkarak intihar etti. İşte güncesinde yer alan, bölgemiz hakkında not ettikleri.273

Günce

28 Ekim 1818

Her zamanki gibi 2 saat boyunca işleri hallettikten sonra eski kayığımız ile hareket ettik. Darıca’dan İzmit’e 50 Türk milidir; karadan atla ile 9 saatte gidilir. Kayığın sol tarafında bir kez daha eski Ceneviz Sarayı Palio Castro’yu ve sağ tarafta güneydoğuda karanın denize enileri ucu İzmit Körfezini Mudanya Körfezinden ayıran Boz Burun’u gördük. Darıca’dan sonra yaklaşık 18. mil’de Dil ve Hersek burunları arasına gelinir ki bunlardan ikincisi daha çok karanın denize bir uzantısıdır ve sonrasında asıl İzmit Körfezi içine girilir çünkü karanın bu ikinoktası ile deniz içeriye doğru kapatılmıştır. Sol yakada eski Bythinia’da önemli herhangi bir yer etmemiş birkaç köy görülür. Sahile çok yakın geçen İzmit’den Üsküdar’a kervan yolu, ilk kervansarayın bulunduğu Hereke köyünden geçer. Kirli gezi elbiseleri içinde pek çok seyyah gördük. Kayıktan sahilde yürüyen bir keklik sürüsüne ateş ettim ama isabet ettiremedim, daha sonra 4 deniz güvercine ateş ettim. Rüzgâr yoktu ve bizim Rumlar 50 mili sürekli kürek çekmek zorunda kaldı. Bu iş hiçbir ülkede daha iyi bilinmez. İzmit’ten 10 mil önce kahvaltı etmek için demir attık; Edirne manda dilimiz vardı ama ekmeğimiz yoktu. Kayıkçılar bize sonuncu ekmeklerini ödünç olarak verdiler. Kayığın demiri tek elle kaldırılamayacak kadar ağırdı; onun her atılışında daima gülmek zorunda kalmıştım. Rüzgâr olmadığında ve sadece kürek çekildiğinde kayıkta gitmek çok hoş zira o zaman düz durulabiliyor ve koskoca denizle bile iyi ilişkiniz oluyor. Ancak yelken ile giderken sizi devirmek için bir rüzgâr darbesinin yeterli olduğunu düşünerek çarpık durursunuz. Bu, alışkanlık olmadığından ve böyle bir durumda tabi ki devrilecek olan sanki bir araba imiş gibi düşünüldüğünden olur. Keza ayni şey insanı içine girmeye korkutacak kadar yerinden oynamış ahşap evlerde olur zira taştan olanlar ayakta duramaz.

Körfezi güneye doğru içine alan dağlar olağanüstü görünüyor ve denizin üzerinden pervasızca uzanıyor. Yağmur yağması ve havanın pek az aydınlık olması beni üzdü. Bu bana İsviçre’yi hatırlattı. Saat 3’e doğru düşlediğim diğer kentlerdeki intibaı bende uyandırmayan İzmit’e vardık. Bana sürekli bir Amfitiyatro’dan bahsediliyordu ve ben bu Körfezi, sonunda yüksek dağlarla çevrilmiş bulmayı umuyordum. Bu kadar güzel başlayan vepek çok şey umutlandıran Körfezin bu kadar kötü ve iğrenç şekilde bittiğini görmeye pek şaşırdım. Durum aşağı yukarı böyle çünkü deniz umduğumun aksine yüksek dağlar yerine, uzunlamasına devam eden iğrenç bir bataklığın içine doğru uzanmakta.. İzmit, diğer Türk kentlerinden daha çok güzel değil. Ve ben kayığımızdan çıkarken İzmit’in kendini dışarıdan zarif göstermediğini, olasılıkla her zamanki gibi içini daha iyi bulacağımızı söyledim ki şimdiye kadar daima bunun aksi durum olmuştur. Türkiye’de zorunluluk olduğu üzere Gümrük İskelesinde karaya çıktık. Limanda bir başka yere gitmemeleri için gemicilere bir şeyler ikaz edilebilirdi. Türk kılıcı, kaçak eşyalar üzerine tehlikeli şekilde gider. Doğal olarak bizim için de ayni şekilde. Gezginler bagajlarının her yerde birbiri içine atılmasını

273 Graf Istvan Szecheny, Morgenlandische Fahrt (Doğu Ülkeleri Gezisi) 1818-1819, Budapeste 1925, s. 73-96

127

istemediğinden bizim için büyük önemi olan bir tür Lascia Passare’miz (geçiş izni-pasaport) var. Lippa Senyörü yolculuğumuzdan yarım saat önce bu konuya dikkatimi çektiğinde ve yarım saat sonra düzgün bir belge ile gelen bir yeniçeriyi bunu almak için gönderdiğinde bu kâğıttaki görevden başka hiçbir şey benim dikkatimi çekmedi. Ancak içeriği ve kimin kime verdiğini hatta böyle bir görevde bunun için müracaat edilebileceğini bile yeterince bilmiyorum, buna sahip olmak kolay olmamalı. Ben, Landschulz, Ender, Zimmermann ve Gabriel indik. Kreb, Johann ile beraber eşyaya göz kulak oldu. Birinci Rum’a bizim için hiç evbilip bilmediği soruldu, bize bir yönü takip etmemizi gösterdi; nereye olduğunu bilmeden ve sokakta yemek yedikten ve yarım saatten fazla etrafta dolaştırıldıktan sonra sonunda bir hana geldik. Han oturulmaz halde idi ve tekrar eşyalarımızı topladık ve görünüşü iğrenç olan bir Rum vakıf binasına getirilinceye kadar dolaşmaya devam ettik. Bir başkasını aramak için Ağa’ya gitmek aklıma gelince tekrar yola koyuldum, başta belirttiğim gibi elimde Bursa Paşası’nın kent ileri gelenlerine yönelik bir vezir mektubu vardı.

Çizmeler çıkartıldıktan sonra şapka başında, burnuna kadar manto ile örtülü ve kravatlı olarak, bir davayı sona erdirmek üzere olan ve bir Rum tüccarlar grubunu uğurlayan Ağa’nın huzuruna girdim. Zarif Türk, salonunun orta yerinde Yahudi bir terzi oturuyordu ve evhamlı Türklerin gözü önünde oldukça kaba bir kumaştan bir kaftan biçiyordu. “Peki, hosgeldin” sözleri ve bir fincan kahve ile ağırlandım. Şahsen ben Türkleri çok severim. Aslında genel olarak onlardan nefret ederim ancak bireysel olarak onlar nüfuzlu bir adamı olgulaştırabilecek ve bir kölede nadiren ortaya çıkan bütün özelliklere sahiptir. Bana evimi yerleştirmek için birisini verdi, çok sevindim. Landschulz ve diğerleri Ağa’nın beni başından savması durumunda az şeyler yaşamak için Rum vakfında kalmışlardı. Şimdi burada bagajları indirmek, 2 günlüğüne kiralamayı umduğum evimi yerleştirmek, ateşi yanan bir ocağın önüne koymak, İstanbul’dan getirdiğim balmumu mumlarımı yakmak ve böylece her şey çok uzun sürdüğü için, olasılıkla çoktan canları sıkılmış olan Landschulz ve Ender’i ağırlamak istiyordum. Artık Vakfın bir büyük teveccühü olarak yapılması söylendiği üzere daha Ağa’nın evinde hizmetçiler arasında 6 kuruş dağıttıktan sonra Türklere 6 kuruş daha ödemek zorunda olmama nasıl kızmıştım. Ne yapılabilirdi? Eh ancak sabır! Vakıfta bulunan 2 delik (üstelik hiç pencere de yok) tıkandı ve biz aynı yere yerleştik. Mideler boştu. Hemen birkaç ufak erzak temin edildi. Biz bu arada küçük bir tepe üzerinde, denize yakın, 40 silah ve mühimmat deposunun arkasında, göze hoş gelen bir görünüm veren güzel bir mekân içinde selvi ağaçları ile çevrilmiş olan yıkık bir binayı görmek için küçük bir gezinti yaptık. Ne olduğunu kimse bilmiyor. Diokletianus döneminden bir yapı olarak kabul ediliyor. Olabilir. Benim için hava hoş çünkü aslında beni ilgilendirmiyor. Pirinç, yaşlı bir horoz ve bitsiz, tahtakurusuz hayvanlar aldık. Zira biz okulda oturuyorduk ve bütün gün eğitim gören ve can sıkıcı bir okul müdürü tarafından dünyanın en garip şeklinde terbiye edilen talebeler bu gün erkenden geldi. Hayret!

29 Ekim 1818

Uzun süre yatakta kaldık. Dünkü harabeleri bir daha gezdik. Bay Hammer’in kervansarayını boş yere aradık. İzmit’in tepelerinde birkaç önemsiz harabeyi gezdik, birkaç sıkıcı kitabe gördük, büyük zahmetle İzmit’te hala bir şeylerin görüldüğü yegâne yer olan ve bir tür dikkati hak eden İmbaba Sarnıcı’nı keşfettik. Oradan zeytin ağaçlarının olduğu mahalleye kadar olan bölge İzmit’in en çok övülen ve en güzel manzarası. Ne yazık ki bu manzaranın en utanılacak kısmı, aşağıdaki bataklığın daima görüntüye girmesi. Her ne kadar gerçek bir doğubilimci olarak Bay von Hammer hiçbir zevkin olmadığı yerlerdeki her şeye hayran olsa da en ufak dikkati çekecek bir cami yok. Keşke Arap, Acem ve Türk camileri bende de bir etkioluştursa.

Posta atlarının emirnameye dahil olup olmadığını öğrenmek istediğimden fermanımı göstermek için yeniden Ağa’ya gittim. Ağa evde değildi, bekledim. Kapıcı benim fermanımı okudu ve posta atlarına ait hiçbir şeyden söz edilmediği meydana çıktı. Böylece her paşa nezdinde bu emirname ile yakından meşgul olmak zorundayım. Bir gezgin bunu asla

128

unutmamalı. Posta atları için ayrı bir emirnamenin İstanbul’dan beraberinde getirilmesi gerektiğini artık biliyorum…

Ağa’nın sarayındaki bir Türk, Gabriel’e doktor olup olmadığını sordu. O hayır dedi ancak ben bir doktor olduğumu söyledim, bunun üzerine etrafımda toplandılar, her biri nabzına bakmamiçin bana sağ kolunu uzattı. Diğerleri sıhhatli olmasına karşın bir tanesinin nabzı karışık idi veben ateşi olabileceğini söyledim. O zaman hayret etti; baş ağrısı da var dedim yine çok hayret etti. Karnı pek fazla aç değil, pek az ve uyuyor hoş olmayan rüyalar görüyor! Saygısından ne söyleyeceğini bilemiyordu ve bana durumunu bu kadar iyi bildiğimden neye ihtiyacı olduğunu sordu. Hiçbir şey dostum, insan genç ise ilk önce yardım için doğaya müracaat etmeli, diye yanıtladım. Bu konuşmadan sonra emin oldu ve ben onun üstadı-ı azamı oldum!….

Ağa gelmedi, onu silahhanede ziyaret ettim. Bana kahve ve tütün ikram edildi ve posta atları için yem buyruldu. Salonuna geldiğimde odanın ortasında arkasını Ağa’ya dönmüş şekilde halı üzerine eğilmiş, hararetli şekilde namazını kılan bir adam buldum. Birkaç Türk odanın içinde ona dikkat etmeksizin duruyordu. Huzura kabul edildim, sonunda belli namaz hareketlerini yapanın sekreter olduğu anlaşıldı. Yarın erkenden gemi ile hareket ediyoruz

Türk kayıkçı ile, Nikomedia (şimdi İzmit) Körfezi’nin güney sahili üzerindeki 30 Türk mili uzaklıkta hoş bir çevrede olan Karamursal’a (Karamürsel) kadar anlaştık. İstanbul’dan Prens Adaları’ üzerinden hareketle Hannibal’in mezarı yanından geçerek bir gün kalmak istediğimizİzmit’e gitmek daha sonra de oradan ayrılıp Nicea (İznik) üzerinden Brussa’ya (Bursa) seyahat etmeyi planlıyorduk. Her ne kadar biraz yavaş ve oldukça kötü bir havada da olsa daseyahatimizin birinci kısmını başarı ile yapmıştık. Buna karşılık pek çok sebeplerden dolayı ikinci kısımdan vazgeçildi. Bu turun daha Avrupa’da iken yapılan planında Anadolu’da yapılması gereken pek çok şey bulunuyordu ancak daha sonraki şartların, şurada veya burada bu planları değiştirmeden Asya’da bir seyahate devam etmeyi olanaksız kıldığını kabul ediyorum. Bizi, İznik üzerinden Bursa’ya gitmekten alıkoyan sebep mevsim ve kalabalık bir kafile alayı ile böylesi kötü bir kış havasında, bu kadar çok eşya ile İznik’i İzmit’ten ayıran dağlara koyulmanın olanaksızlığı idi. Güzel ormanların içinden geçtiği için buyoldan vazgeçmek zorunda kalmak beni çok üzmüştü. Belki de, ne orada görülebilecek harabeler ne de çevre, yağmurda oraya kadar gitme ve vakit kaybetmeye değmediğinden İznik’den sonra yapacak fazla bir şey yok. İzmit’ten İznik’e gitmek zorunda kalınan yol İzmit Ağa’sının da açıklattığı gibi Karamursal üzerinden giden bir yol idi ki bu tam bir üçgendir.

30 Ekim 1818

Saat 7’ye doğru erkenden limandan kürek çekildi. Sabah güzeldi, güneşin yükselişi görkemliydi. İzmit’in karşısındaki dağlar bir tablo gibi aydınlanmıştı. Gece boyunca küçük bir köpeğin uluması ve tam penceremizin önünde demirli duran ve bütün geceyi çalışarak geçiren Türk denizcilerinin tek sesli mahzun şarkısı ile uykumda rahatsız oldum, saat 10’a kadar uyanık kalmıştım.

Seyahatimiz iyi ancak yavaş gitti, zira hiç rüzgâr yoktu ve tayfalar çok tembeldi. Bu seyahati ancak 5 saatte yapabildik. Yol üzerinde inanılmaz uzaklıktan bir yaban kazına ateş ettim. Kara yolundan da Karamursal’a gidilebilir ancak Körfezin, içinde son bulduğu bataklık çamuru nedeniyle tamamen dağlara doğru at sürmek zorunda olunduğundan bunun için 9 saate ihtiyaç duyulur. Karamursal’a gelir gelmez, elimde kendisine bir tavsiye mektubu ile Ağa’ya gittim. Ayni saatte belli bir mevkii olan bütün Türkleri şereflendirdiği genel bir kabul nedeni ile moralim bozuldu. Bunun üzerine Ağa ile kendi evinde konuşmak için başka hazırlık yapmadan yola koyuldum. Kendisini hemen kapısının önünde buldum, söylediği üzere camiye gidiyordu ve bana beklememi emretti… Yarım saat bekledim, kayığımı evinin önüne getirttim ve Ağa’ya gâvura da biraz saygı göstermesini telkin etmek için, 7 kişi hepimiz saf düzeninde dizildik. Bir yarım saat daha bekledik, yine gelmedi, sonunda ben de

129

sabırsızlanarak cami dönüşünde onu yakalamak üzere o yerin Pazaryerine gittim. Aşçısı ve oda hizmetkârlarından biri Bay von Gabriel’in şakadan hoşlanan tercümanı tarafından biraz alaya alındı ve onlar da alaya alay ile karşılık verdi. Bu arada aşçının bir taraftan efendisine bir taraftan da bizim kafileye akşam yemeği pişirmek zorunda olduğunu fark ettim… Ulah dilinde birkaç kelimeyi de bizimle konuşmayı deneyen oda hizmetkârı ise Karamursal’ın civarından olup olmadığımı – veya hayatımda burada ilk defa olup olmadığımı sordurduktan sonra verdiğim cevaplar ile ürktü ve ben, bunun ilk ve son defa olduğunu ve onun can sıkıntısı veren ülkesinden bir kere ayrıldıktan sonra ikinci kez gelecek kadar akılsız olmadığımızı, söylemem üzerine kızmamış gibi göründü, peki diyerek uzaklaştı. Efendisi halagelmedi ve ben onu cami yerine alışık olunduğu gibi nargile içme bahanesini ileri sürdüğü, birkahvehanede buldum. Adama saldırabileceğimi itiraf etmeliyim. Selam da vermedim bilakis sadece beni etkileyebilen en küstah tonda beni neden beklettiğini sordurdum. Büyük bir gevşeklikle peş peşe anlattı ve Bursa seyahatimiz için gerekli posta atlarını almak için Hersek’e gönderildik.

Hersek’e kadar 25 kuruş fiat çeken ve o kadar da kayıkta alan Reis’e Karamursal Ağa’sını kötü bir adam olarak kabul ettiğimi söylettim, tercümanın sözünü kesti, evet, bunu onun çarpık gözlerinde gördüm. Ayni Reis, benim kendisine daha İzmit’te itimat etmediğimi ortaya attı, bana seçkin bir av köpeği hediye ettiği için ben bir avcı imişim. Onun ve İzmit Ağası’nın, nargile içer gibi pipo içtiklerini fark etmiştim. Bunu denedim ve çok hoşuma gitti. Göğüs için iyi olmayabilir.

Hersek, Karamursal’dan 15 mil uzakta ve Hersek burnunun batısında bulunuyor. Kıyıda olmayan bu yerde karaya çıkılamıyor aksine küçük korku veren, her zaman kahve bazen de kebap ve pilav bulabilen, 2 – 3 kişinin hiç de kötü olmayan bir şekilde geceyi geçirebileceği bir evin yapılmış olduğu burunun ucunda karaya çıkartıldık, bütün eşyamız küçük bir çayıra getirildi. Ters esen rüzgâr ile boğuşmak zorunda kalmış olan kayık bu kez uygun rüzgârla hareket etti ve hemen gözden kayboldu. Sert görünümlü, beyaz bir ata binmiş bir adam şu kadar insan şu kadar eşyası olan gezgin grubunun deniz kenarında posta atları beklediğini haber vermek için atla buradan yarım saat uzaktaki Hersek’e dörtnala gitti.

Nihayet, birkaç tarla kuşu vurduktan sonra 2 sürücü tarafından çekilen 10 zayıf beygir geldi, eğerlendiler, eşyalar yüklendi ve bizi eşyalarımızı dengede tutmak için üç kere durmak zorunda kaldığımız Hersek mevkiine kadar götürdüler. Orada eşyalar iplerle o derece sıkı bağlandı ki artık daha fazla bir şey yapmak zorunda kalmadık. Benim 2 refakatçim öyle iyi binici değildi, gecelemeye karar verdim. Köyde han yoktu, bize de posta menzilinde kalmaktan başka çare kalmadı. Orada olan 2 oda bize verildi ve huzursuz bir gece geçirdik, bitlerin ve gariplerin sayısı çok fazla idi ve biri diğeri gibi rahatsız edici idi.

Bu posta menzilinde mutat olduğu gibi 150 ancak şimdi 130 at var. Pazarköy’e kadar 9 saat atla 12 kuruş. Ahırlar, atların tımar da edildiği büyük sundurmalar şeklinde. Atlar orada saman ve arpa yiyor, ancak az. Posta menzilinde eyer yok değil, ancak insanın kendisi beraberinde getirmesi gerekiyor. Yük eyerlerini, iyi yüklendiği takdirde yarı yolda devrilmedikleri için mükemmel buluyorum, eyerlerin hemen hemen hiç kuşakları yok ve olsa bile asla gerilmiyor. Zorluk çıkaran Türk veya Arap formunda eyerler vurmuyor. İngiliz eyerleriçok zahmetli olurdu. Atlar tamamen berbat, ancak çok fazla cinste idi. Bütün gece bir posta geldi diğeri gitti.

31 Ekim 1818

Sabah erkenden, saat 3’e doğru hareket etmek istiyordum. Ancak bu mümkün olmadı ve her şey hazır olduğunda iyi bir havada neşe ile yürümeye başladığımızda saat 7’yi geçmişti. 7 kişi olmuştuk, yedisi yük atı toplam 13 atımız var. Karaya çıktığımız yerden Hersek’e kadar kısa bir masafe için bahşiş vermek zorunda kaldım ve Hersek’ten Bazarköy’e kadar atlar için 12 kuruş. Korkunç bir bedel! Büyük Efendilerin atlar için mutat olarak hem at sayısı ve hem

130

de fiyatlarını gösteren emri elimde olmamasının doğal bir sonucu. Saat 7’den sonra, hoş olmayan yerde yaklaşık 2 saat atla gittikten sonra, saat 9 civarında, sahilden pek uzak olmayan, Hammer’in haritasında Yalova olarak gösterilen önemsiz bir Çiftliğe geldik. Sahilden yaklaşık bir çeyrek saatten fazla uzaklıkta bulunan Çiftlikten sonra oraya kadar, ağaçlar ve fundalıklar arasından bir ovada kıvrılıp giden yol önce güneye dönüyor. Bir saat sonra (saat 10) yarım saat uzaklıktaki sağda bir tepenin üzerinde fakir bir görüntü veren Schascha Köyü görülür – yarım saat sonra (saat 10 ½) çok fazla derin olmayan daha ziyade bir uçurum ile mukayese edilebilen bir vadi içinde bulunan Yordan köyü bulunur. Yarım saat (saat 11 ila 11 ½) sonra, sadece birkaç taş ile dengelenmesi gereken yükümüzün tamamen yeniden yüklendiği Hersek’ten itibaren bizi sadece bir kere oyalayan yük hayvanlarımızı dengelemek için yarım saat oyalandığımız Almagyük Köyüne geldik. Daha sonra mükemmel bir sıkma meyve suyu olarak kendini gösteren 1818 yılı şarabı da bulundu. Köyün yegâne sakinleri olan Rumlar üzüm getirdiler. Üzüm ve kötü bir ekmekten ibaret olan sade yemeğimizi sakin bir şekilde yerken atım silkindi ve olasılıkla at binmekten dolayı kurulmuş olan tabancalarımdan biri patladı ve hiç kimse şaşırmadı.

Yolumuzun üzerinde, eski Ceneviz Sarayı, Darıca ve Hannibal’in Mezarı ile birlikte Kaz Dağını manzaramızdan çıkartabiliyorduk. 2 sıkıntılı saatten sonra (öğleden sonra1 ½) sonunda Cingele Köyüne vardık. Yol hemen hemen daima yukarıya doğru gidiyordu; çok dar ve kalın yapışkan kilden olduğu için yağmurdan sonra kolayca ve çok bozulmuştu. Zaman zaman üzerinde at ile gitmenin zor olduğu bir arşın genişliğinde çok kötü bir taşlı yol bulabiliyorduk. Cigele’nin bulunduğu ve Hersek ve Bazarköy arasındaki dağların esas sırtları olarak görülebilen tepeden güneydoğuya doğru Bazarköy’e (Orhangazi) doğru bataklık bir sahili olan, diğer oldukça sıkı şekilde dağlar tarafından kuşatılmış İznik Gölü görülür. Hava daima istifade edilebilir idi; öğleden sonra ise daha berrak oldu. Oldukça uzak bir mesafede görülen Bazarköy civarında Cigele’den oraya kadar devam eden tatlı yamaç sona eriyor. Yedi çeyrek saat sonra Bazarköy’e girdik. Posta menzilinden eşyalar ile az miktarda yiyecek alındı. Benim dikkatimi çeken Türklerin bu kadar çok Avrupalının gelişine hiç şaşırmamış olmaları idi zira köy yoldan sapa yerde bulunuyordu ve herhalde ancak 20 yılda bir, ceketli şapkalı birileri çevreye geliyordu. Uyuşukluktan ve kayıtsızlıktan bir fikir edinilmiyor. Bu erkeklerin çoğu üstelik bize daha fazla bakmadan “hoş geldin” kelimesini kullanıyor. Posta menzili çirkin bir bina idi. Kendimize dil, tavuk ve biraz Çester peyniri almak için konaklayacağımız yerdeki bina bir girinti ile başlıyor. Hava olağanüstü ve yola devam edip etmeme ya da burada konaklayıp konaklamama sorusu ortaya çıktı. Ben yola devam etme, arkadaşlarım asla sonuçlarını hesap etmediklerinden ve anlık rahatlıkları tercih ettiklerinden kalma taraftarı idiler. İki arkadaşımın arzularına teslim olmama kadar lehte-aleyhte tartışmasıoldu. Yolda kaldırabileceğinden biraz fazla içki içmiş olan bir posta sürücüsü hasta oldu ve gün boyunca sık sık kustu. Önce ben, tek başıma İznik Gölü’ne biraz daha yaklaşmak için dışarı çıktım. Enine bir caddede birkaç çocuk vardı, beni gördükleri gibi taşlara sarıldılar, içlerinden hoş bir genç bana taş atacakmış gibi tehdit etti. Nerdeyse her zaman yanımda taşıdığım tüfeğimin kabzasına her zaman yaptığım pandomima ile “Taşı atarsan ateş ederim.” diyerek vurdum ve taşı atmaya cesaret edemedi. Bu sahnenin şahidi olan yaşlı bir Emir sakince uzaklaşmamı söyledi ve çocuğa nasihat etti.

Bütün bu köyün içinde yükleri indirilen ve yüklenen develer için ahırdan başka bir han yok; posta menzilinin hanında bir an bile sükûnet olmadığından oldukça sıkıcı olan bir gece geçiriyoruz.

1 Kasım 1818

Bazarköy’den erkenden hareket etmek istiyordum ancak Türkiye’de hiç bir şey erkenden olmuyor, zira insanlar gezginlerin, kendi istedikleri gibi değil de Türk usulü seyahat etmeleriniistiyor. Beraberimde olan ve küçük paketler haline bölünmüş bu kadar çok eşya ile güneşin doğuşundan önce de hareket edilemiyor. En azından saat 7’den önce henüz yola koyulamadım.

131

Hemen köyün dışında fıstık çamları, servi ağaçları ve diğer güzel ağaçların bulunduğu bir mezarlığa gelinir. 7 1/4 ‘de hareket ettik. Yarım saat sonra Cseltik (Çeltik) mevkii sağda, sol tarafta ise kıyısında güzel fundalıkların yetişmiş olduğu, kendi içinde bir renk farklılığı olan veuzaktan bakıldığında yörede çok ziraat yapılıyormuş kanısı uyandıran, pek az av hayvanının bulunduğu İznik Gölü görülüyor. İyi toprağı olan verimli bir yöre meydana getirebilen çok sayıda step mevcut. Bunların böyle kalmış olması yazık. Ancak yörenin Bazarköy’den Gemlik’e kadar olan bölgenin, bir insanın düşleyebileceği en güzel ve en verimli bir bahçeyi sunmak için hiçbir şeye ihtiyacı yok. İnsanların buna sahip olmayı istememeleri oldukça garip. Genelde ağaçların hepsi soylu türden. Meyve çeşitleri de. Bunlardan bizim fakir ülkemizde arsızca yetişen ve iyi meyveyi bastıran yabani otlardan hiçbir iz görünmüyor. İkincidefa ekilen arpayı zamanından önce gördüğüme şaşırmıştım. 1 ¼ saat daha sonra oldukça zahmetli bir şekilde tırmanılması gereken tepeden Mudanya Körfezi görülebilir. 2 ¼ saat sonra güzel bahçenin (Balok Hüssü) içinden sokulup giden önemsiz küçük bir suda – tepelerden aşağıya kapıyı çalan en temiz suları olan kuyulardan yolumuzun üzerinde pek çok bulduk. Çok dikkatimizi çekmiyor, zira sıcaklık rahatsız edici değildi ve fazla su kullanmıyoruz, ancak yazın güzel nemli çayırlarda serinlikte dinlenen seyyahlar için ne büyükbir serinlik olmalı.

3 ¼ saat sonra Mudanya Körfezi’nin sonunda bulunan Gemlik’te, dağın şekillendirdiği bir oyuktan başka bir şey olmayan bir mağarayı bize gösterdiler. Ben ise Macaristan’da rastlanmayan siyah şerbetçi otuna baktım. Dut ağaçlarına destekler vurulmuştu ve asma çubukları gibi iple gerilmişti, olasılıkla Rumların terk ettikleri ipek kültürü için yapılmakta idi. Yolun çok yakınında asma bahçelerinin içinde uzun bir sütun gördüm – eski ve güzel değildi. Bununla beraber, diğer vadilerde ve diğer yolların üzerinde bilmediğimiz pek çok harabelerin olabileceği aklıma geldi. Bir yeri tanımlarken kesinliği ve detayı koyan Bay von Hammer Karamursal’dan Bursa’ya giden yolda bir dizi köyün içinden geçmesine karşın biz, yolumuzun üzerinde 2 tane hariç başkasına rastlamadık. Öyleyse yol başka bir şekilde devam etmiş olmalı. Gemlik’te bir han ve tersane var, öyle ki üzerine tahta bir köprü inşa edilmiş, bir sahilinden diğerine 600 adım mesafesi olan durgun bir dere ile onlar ortadan ayrılmamış olsaydı her ikisi Mudanya Körfezinin sonunu dolduracaklardı. Tersanenin hemen arkasından tırmanılan tepeden hemen sonra (Bazarköy’den 4 saat uzaklıkta) Olympus Yani Keşiş Dağı (Uludağ) görülür. Bu dağ, kar ile kaplıdır, enlemesine 3 yöne uzanır, çok güzeldir, ancak ben onu Avusturya’daki Schneeberg’den daha yüksek olarak kabul etmiyorum. Bana öyle geliyor. Seyahat ettiğim sürece Bazarköy ve Gemlik arasındaki yer kadar severek oturmak istediğim bir başka hiçbir yer bulmadım. Keşke İngiltere’deki gibi ziraat yapılmış olsaydı. Geniş caddeleri ve kesilmiş ağaçları olmayan – zarif bir düzensizlik içinde –Napoli cenneti! Meyvesi bol - ve üstelik kayalar ve berrak pınarlarla dolu! Bahsettiğim tepeden bütün Mudanya Körfezi bir ile dağın yamacında bulunan Mudanya kasabası tümüyle birlikte görülebilir.

Gemlik’te gemi yapılır ve Körfezin etrafından dolaşmak için iyi kayık bulunur. Aslında gemi iledünyanın bütün denizlerinde dolaşılır ve pek çok yerlerde yelkenle. Sadece benim ahmak memleketimde bu kadar ileri gidilmemiş! Denizler, göller yeteri kadar derin değil mi? Yoksa insanların yeterli rüzgârı mı yok? Evden 4 ½ saatte çok yakında olduğumuz yerde kala kaldık, solda küçük bir vadinin içinde önemsiz bir köy olan Engüre’den (Olympus ise eteğinden itibaren ölçmeye müsaade vermeyen diğer dağların üzerinde yükseliyor. Bu dost yörede ¼ saat eğlendik ve tavuk ile kahvaltı yaptık ve mükemmel şıra içtik. 6 ¾ saat sonra Gemlik’i Bursa’dan ayıran asıl dağda idik) Olympus dağı bütün yüceliği ile görülebilir. Ben, Andreossi’nin iddia ettiği gibi yüksekliğinin 1900 toisen olabileceğine inanmıyorum. Bundan sonra hemen Fahas Adé yöresinin yolun sağında bulunduğu görülür ve bir süre Elli dür akarsuyunun kıyısı boyunca atla gidilir. Yoldan 8 ½ saattir, sağda Demirdağ köyü ve solda Kal Hasan köyü. Her ikisi de önemsiz. Üzerinde yorgun atlarımızın hemen hiç gidemediği Arnavut kaldırımı yolun kötü oluşu dolayısıyla, güzelliği ile değil, beni hoş olmayan iç sıkıntısına sokan Yabagyık mevkiinden 9 saat.

132

Ordulara ve seyyahlara bir engel olarak, gösterilmesi gerekli olmadıkça haritalarda gösterilmiyor., zira bunlar her şeyden önce yok edilemeyen saman depolarıdır ve bir günden diğerine varlıkları sona erdirilemez ve en iyi haritaya bir tür tekzip verir – bunun yanında hiçbir kurda veya kuşa bir yuva veya herhangi bir konfor olarak hizmet edemez. 9 ¾ saatte altın dağdan gelen bir selin geçtiği, suyun olduğunda ki şu anda bu söz konusu değil, kötü birsel olabilen taş bir köprüden geçilir. Hemen bunun üzerine Bursa Paşalığının başkenti yani hemen Bursa’nın görüneceğinin, gerçi birbirine sık olarak yerleştirilmiş minarelerinden ve Brussa Tütün Şirketinin tüten dumanından çok uzaktan parladığından gerekli olmayan yegâne işareti olan Chiflick’e (Çiftlik) gelinir. Nasılda her şey Viyana, Londra, Paris vs. etrafındaki gibi kendini hissettiriyor. İçinden Hammer’in İznitmik’li (Nicomedia) ve İznik’li (Nicea) susamış seyyahlarının – şehrin mukaddes yerine – geçerek vasıl olduğu taze serin yeşil bir düzlük Bursa’nın varoşlarını sarmaktadır. Bu yeşil düzlük çok uygun nemli gerçek sıcaklığında orada yetişen sevimli yeşil ağaçlar insanı herhalde uzun süre orada kendilerine arkadaşlık etmek üzere kalmaya teşvik edebilir. Daha hoş ancak kötü ateş için etkili olmayanbir şey bilmiyorum.

10 ½ saatte sonra yani saat 2 ¾ ‘de nihayet Bursa’da ve hemen akabinde Eski Yeni Han’da idik. Bütün yol boyunca ne yem ne de su alan zavallı atlar bize av çağrısı yapan geyiği hatırlattı. Aslında atlara barbarca muamele yapılıyordu. Onların temizlendiğini, yeni nal çakıldıklarını zannetmiyorum – hepsi bezgin - . Her ne kadar zavallı hayvanlar suyu çok isteseler de ve geçilmesi gereken bir sudan güçlükle geçirilebilse de yürürken onlara asla su verilmiyor. 9 ¾ saatte (kahvaltıda geçirdiğimiz ¾ saat düşülerek) kat ettiğimiz Bazarköy’den Bursa’ya kadar olan yol üzerinde bir keresinde sayısı ve boyu ele alındığında çok garip görünen 28 deveye rastladık. Biraz daha sonra şahini ile yaptığı keklik avı ile eğlenen, emeklibir paşa gördük. Atlı olarak av hayvanını çok sayıdaki maiyeti ve şahini ile dağdan sürdürüyor ve vadide bekliyordu. Önlerinden geçerken paşa avından memnun değildi – kayalar üzerinde dağ keçileri gibi ve düdük ve av boruları ile ağır silahlanmış ve hemen hiç canı olmayan aç köy köpekleri kekliği bulmak isteyen sürücülere gülmek zorunda kaldım. Böyle bir avda bütün yollar atlılar ile kapatılır ve hazırlıklara göre onların bir kurt veya ayı avladıkları zannedilir ve ben kekliğe gittikleri duyduğumda şaşırdım. Aslında bir Türk bir çift tabancayı, bir kamayı ve bir hançeri kuşağına sokmadığında giyinmemiş sayılmasına karşın yine de çok abartılmış.

Ziyaret ettiğimiz han, ortasında su deposu olan dört köşeli büyük bir yapı. Binada hancı ve hizmet eden yok. Gerçi pek çok oyuk (oda) var ancak hiçbir kimse onları açamaz. Eşyalarımız avluda duruyor. Sabırsızca bekliyoruz. Saat 8’de müezzinin yüksek sesi ile işaret verildi. Büyük kapı zangırdadı ve kapısı olan şehrin bütün mahalleleri gibi han kilitlendi.Artık hiç kimse istese de handan içeriye giremez ve hiç kimse handan dışarıya çıkamaz. Bu güzel düzeni Kahire’de de görmüştük. Çok az yemek yedik ve açız. Durumumuz böyledir. Şansımız olduğundan bu gün ümidimizi kesmiyoruz ve aklımızdaki inanç bizi aldatmıyor, zirageceleyeceğimiz bir yeri bize açtıran ve efendisinin emri üzerine aşçısının bize mükemmel leziz gelen pilav hazırladığı Halep’li bir Ermeni tüccar ile karşılaşıyoruz. Benim tavsiye mektubumu Arles efendiye ve Doktor Julius Cesar Kelly’e vermek için artık ne zaman ne de olanak vardı.

2 Kasım 1818

Bu gün erkenden, ülkemizdeki harikulade güzel Eylül günleri ile kıyaslanabilen güzel bir günükaçırmamak için Olympus dağına (Uludağ) tırmanmak istiyorum. Sabah erkenden kalktım, Ancak Doktor’a rastlamadım. O çoktan üç tuğlu Ahmet Paşa’nın sarayında idi, oraya gittim, içeriye almak istemediler, ancak yine de girdim. Gabriel evde değildi, öncelikle Paşanın beni kabul edeceğine ve Doktorun tercümanımı takdim etmek için beni bekleyeceğine inanmak için sebebim olduğundan yönlendirmeye doğrudan doğruya güvenmek zorunda kaldım. Paşaya götürüldüm, Doktor orada değildi ve Paşanın sarayında bir saat sohbet ettim,

133

Türklerden hiçbiri bana bir bakış atmayı bile layık görmedi. Bu rezil heriflerden birini öldürebilirdim, dilimle onları hor görmemi belirtemediğimden en iğrenç gözle baktım. Nihayet doktor göründü ve uzun bir seremoni ile yaşlı, hastalıklı beni Türk nezaketi ile beni ihsanlara gark eden Paşa’ya takdim edildim.

Odada vezirin tavsiye mektubunu verdim ve başlangıçta bir sürü boş sözlerle geri çevirdiğim kahve ve nargileye zorlandım, sonunda kabul ettim. Aslında şakacıktan mağrur inatçıyı oynuyordum, zira bütün Franklar tersini yaparlar: Türkler buna hayret ediyor – sanırım bu o kadar kötü değil, gelecekte göreceğiz. … Benden en azından beni, mevkiime göre kabul etmediği için mazur görülmeyi rica etti. (Bu olduktan sonra Gran Personnagio -Büyük İnsan- nezdinde arzı hürmet ettim ve adamları tarafından daha kapıda yaka paça edildim ve 34 Rubi karşılığında kendimi oradan kurtarmak zorunda kaldım, daha sonra eve gittim – ne tezat!) Sayıları fazla maiyetimi duyan Doktor beni kendi evinde kabul etmek istedi – mobilyasız Fankların mutat ikametine tahsis edilmiş boş bir ev teklif etti. Benim için boş bir evden daha iyi ne olabilirdi? Acaba Türklerin bir kural dışı davranışından daha kötü bir şey mi idi? Bir dizi mağrur dilenciler. Bana onu takip etmemi istediğini belirten bir işaret yapan Paşanın hizmetçilerinden bir Rum, benim için gönderildiğinde kendimi mobilyasız boş evde buldum. Hemen hazırlıklı idim ve kendimi hiçbir kelime konuşamadığım tembihli adamın yönetimine teslim ettim.

3 Kasım 1818

Bu gün Olympus dağında idim, büyük bir bölümü yaya gittim ve tamamen kuvvetten düştüm. Yarın daha fazla.

4 Kasım 1818

Andreossi, Olympus Dağının yüksekliğini 1900 Toisen olarak veriyor. Birkaç yıl önce buraya gelmiş olan bir başka İngiliz 1800. Hemen hemen daha fazla bir şey ilave edilmeyecek kadardağın detaylı tanımını yapan Bay von Hammer yüksekliğinden bahsetmiyor. Her ne kadar bermutat biraz dayanabilen ayaklarım ve ciğerlerim dağın fevkalade yüksek olduğunu doğrulasa da Schee Berg Dağının yaklaşık iki katı yükseklikte olduğuna doğrusu inanmadığımı itiraf ederim. Saat 6’yı 30 dakika geçe evden ayrıldık, ve hemen Bursa’nın bir varoşu üzerinden kayarak gittikten sonra atla dağa tırmandık. Atla büyük deneyimlerim vardırve bir atın yaklaşık olarak ne yapmaya muktedir olduğunu bilirim, ben hayatımda Olympus dağına giden böyle bir yolda atla gitmedim ve bizim orada üzerinden mutlaka geçilmesi gereken böyle tepeleri atlarla çıkmak istemeyi aklına koyan veya bunun hesabını yapan kimseye gülerlerdi. Yol bir eşek için bile zordu ve ben güvenli hizmet sunmayı bir an reddetmeyen atlarımıza olağan üstü hayret ediyorum. 2 saat sürekli güzel kestane ağaçları arasından dikine, dağa doğru atla gittikten sonra Bay von Hammer’in geniş ölçüde tasvir ettiği, yazın pek çok Turkmen’in kıl örgüsü evlerde yaşadığı ve bir kısmı koyun gütmek, bir kısmı temiz dağ havasını almak için gelen Türk ailelerinin çadırlarda kamp kurdukları yerden başka bir şey olmayan bir düzlüğe geldik. Ayrıca, bir tür çanak oluşturarak hiçbir manzaranınolmadığı ve onu çevreleyen ağaçların hiçbir özel büyüklüğünün olmadığı görüntü hiçte güzel değildi.

Bir saatten biraz fazla bir süre sonra atlarımızdan inmek, yedekte getirmek ve dört ayakları üzerinde tırmanmak zorunda kalacakları kadar kar ve buzla kaplı dik bir yamaca geldik. Bazı yerleri atla geçmek, bir ustalık işi idi! Bir saat sonra kısmen karla kaplı, oldukça geniş şekilde yayılmış, arka planda asıl Olympus Dağı’nın (Keşiş Dağ - Uludağ) bulunduğu bir düzlüğe geldik. Ender bulunur bir resim yapmak için zarif bir yer olduğu için orada durup kaldık. Bu dağa tırmanmak uzun zamandan beri aklımda idi ve olabildiği yere kadar atla gitmek yerine düzlüğün hemen başlangıcından yoluma yaya olarak başlama tedbirsizliğini yaptım, zira şimdi kendini gösteren ve üzerinde dağ keçisine benzer atımla iyi gidememiş olduğum ve

134

yaya tırmanmak zorunda kaldığım bitmez tükenmez tepelerden dolayı öylesine yorgun düşmüştüm ki büyük bir gayretle son tepenin zirvesine tırmanabilmiştim.

Benim ve Landschulz’un kılavuzu tembel bir herifti ve her ikimiz de onunla konuşamadık, bu herif bizimle bu gezintiyi yapmayı hiçte gerekli bulmadı bilakis sakin bir şekilde yere oturdu ve dağın açıklanmasını bize bıraktı. Bu tür bir dağda bulunan bir kimse yolu bilmeden pek çok kereler rezil durumlara girdiğimizi düşünebilir. Bunun üzerine ben sabırsızlandım ve beden gücümle yürüdüm ve tırmandım. Kendimi de hemen soğuk sert bir ortamda yapayalnız buldum! Çok ısındığım ve tamamen yaz mevsimine uygun giyinik olduğumdan için vücudumu soğutmamak için bir dakika bile durmadım. Tam en uca gelmeden önce bir kez daha üzeri oldukça iyi ve sıcak olan bir tür düzlük buldum. En yukarıda ise rüzgâr adeta içimden geçti. Termometrem donma noktasının üzerinde 7 derecede idi, termometre donma noktasının üzerinde 17 dereceyi gösterdiği bir günde aşağıda Bursa ovasında sıcak bir Eylül günü ile karşılaştırılabilir. Birkaç yıl önce terk edilmiş bir manastırın birkaç harabesini bulduğum zirvenin manzarası – bütün yüksek dağlardan olduğu şekilde - deniz ve kara havave bulutlar ile bir arada tek vücut olmuş birlikte akıp gidiyordu. Buna dikkat etmeksizin, İzmit ve Mudanya Körfezini, İznik ve Apolyont Gölünü – Marmara Adasını ve Prens Adalarını, Marmara Denizini, İda ve Gargarus Dağlarını çok net olarak görebiliyorum. Yukarısı soğuk veben çok ısındığım için uzun süre orada kalamadım. En yüksek ucuna kadar gitmeye 4 saatten fazla bir zamanımızı alan yerden inmek 2 saat ve 40 dakikamı aldı. İzmit’te bir ayakkabıcıya tamir ettirdiğim çizmelerim tamamen delindikten sonra aşağıya iniş sırasında yüksek noktadan fazla uzak olmayan bir yerde tükenmiş ve tırmanma operasyonu sırasında pantolon askısı ve külotunun bağı kopmuş olan Landschulz’a da rastladım. Aşağıya inişte eller başrol oynuyor, onlar olmadan bana bir sur gibi gelen birkaç dik duvardan aşağıya inmek zor hatta imkânsız olurdu. Dağ keçilerinin ıslık çaldığını duyduk, bu yükseltinin doğusunda bunlardan çok olduğu söyleniyor. Buna inanıyorum, zira ellerinde o olmadan hiçbir şey yapamayacakları uzun borulu Bernstein ağızlıklı etkisiz filintaları ile Türk dağ keçisiavcıları bu hayvanların kökünü kolayca kurutamıyor. Dağ keçilerinin ve kurtların çok taze izlerini, pek çok kartalı ve hemen yanımızda havada dengede duran küçük siyah kuşları gördük. Kendi harareti içinde tamamen donuk şekilde bizi bekleyen Ender’in karargâhına kadar koşmak için 2 saatten fazla zamana gerek duyduk. Genelde Olympus dağına tırmanmak için 8 saatten biraz daha fazla bir zamanın gerekli olduğu hesap edildi. Bunu rahat şekilde yapmak ve sıcak mevsimde ziyaret etmek isteyenler ikinci düzlükte kamp yapan Turkmenlerin yanında geceyi geçirebilir, büyük bir ateşin yanında uyuyabilir, berrak dağ sularını içebilir ve taze alabalık yiyebilirler. Ayrıca Olympus Dağı, sadece yavaş yavaş yükselmesi ile değil ayni zamanda çiçek bakımından zengin bir ovada bulunması ve denilebilir ki yüksek bir piramit teşkil etmesi ile diğer yüksek dağlardan ayrılmaktadır. Bu yolda yemek yiyememem ve uyuyamam bana dokunmadı. Pek çok saat boyunca kulaklarım,yapabildiğim parmak şıkırdatmasına göre, fonksiyonlarını yavaş yavaş yapmaya başlayıncaya kadar sağır oldum. Daha önceki gün Julius Cesar Kelly akşam benim yanımda idi, koruyucu Allaha şükür ki henüz basılmayan ama hakkında pek çok şey yazdığı veba ile olan tecrübelerini bizimle paylaşması bana benzeri olmayan bir sıkıntı verdi. Dün ona gitmek istedim, kendisi şehir dışında idi.

Türk Hamamı

Bu gün yeni bir Türk hamamında idim ve tamamen Türk usulü yıkanıp temizlenmek istedim, bundan dolayı tercümanım, Gabriel’i beraberimde almadım, bilakis bu hamamın giriş salonuna yalnız girmeye cüret ettim. Türk hamamcılar yıkanmak isteğimi fark ettikten sonra beni pek çok Müslümanın önünde tamamen soydular, terbiyeden dolayı bazı bölgelerime bir bez doladılar, bana bir sarhoş gibi üzerinde dengemi zor bulduğum iki tane sivri tahta ayakkabı (takunya) verdiler ve beni Franken’leri saçından hemen tanıyan 20 çıplak masörün (natır demek istiyor) bulunduğu bir başka salona götürdüler. Salonda rahatım iyi ve konforlu idi. Genç hamam hizmetkârları gibi dışarı hizmetliler de çıplaktı ve uzun bıyıkları vardı. Sürekli terlemekten dolayı ringa balıkları gibi zayıftılar. Tamamen benim hizmetimle meşgul

135

olan 2 masör beni hemen ortasında 5 ayak derinlikte büyük yuvarlak sıcak su ve içi Türklerle dolu havuz olan 8 köşeli bir başka salona getirdi. Nişler olduğundan 8 kenar birçok kabin oluşturmaya yarıyordu – bunların her birinde dinlenme yeri olan bir havuz vardı. Kendime, onların yapmak istedikleri yapılması gereken her şeyi yaptırdım ve kendimi bu 2 sarı herife teslim ettim. Bana işlem yapmaya, düğümler atmaya çiğnemeye başladılar. Bir tanesi bütün uzuvlarımı yerinden oynattı bir diğeri gözlerimi, burnumu, kulaklarımı sabunladı, bir diğeri koruduğum birkaç yer hariç bütün kıllarımı tıraş etti. Küçük bir çocuk hoş bir şekilde beni çimdikledi ve bana küçük parmakları ile dokundu. Ve böylece nefesim kesilene kadar devam etti, daha sonra beni 44 derece sıcaklıktaki suya soktular ki neredeyse bilincimi kaybediyordum. Nihayet beni kaynayan suyun içine şuurum zayıflayıncaya ve hemen hemenkonuşmaya başlayıncaya kadar oturttular. 20 dakika sonra operasyonun sonuna gelindi. Olabilecek en acı veren operasyonlardan biri. Dışarı çıktığımda her şey, içerisi ile karşılaştırıldığında buz gibi idi. Ve sonunda yavaş yavaş tekrar kendime geldiğim bir yatağa yatırıldım. Hamamda nabzım dakikada 100’e çıktı. Bu günkü kürden öyle bitkin düştüm ki rüyada birkaç saatliğine güzel ebeveynime gitmek için yatak aradım.

5 Kasım 1818

Hala dünkü Türk kürünü hissediyorum ve daha önceki gücüme kavuşmak için birkaç güne ihtiyacım olacağından eminim. Öncelikle Bursa’daki hamamlara ihtiyaç duyan hamam müşterileri birkaç gün öncesinden belli bir rejim yapıyor ve bir sezonluğuna özel evlerde bulunabilen sıcaklığı azaltılmış küvetler içinde, başlangıçta sadece bir çeyrek saat, alışma iletam bir saate kadar kalıyorlar. Yeni hamamda, (Yeni Kaplıca), dışarı çıkışta çok hızlı sıcaklık değişiminin insana zarar vermemesi için biraz vakit geçirilen birinci salonun sıcaklığı 20 derece kadar, ancak ortasında havuz bulunan asıl salonda ise sıcaklık, suyunki 30 derece olmak üzere 26 dereceye kadar çıkıyor, iki tane olan yan kabinlerde suyun sıcaklığı 35 dereceye kadar ulaşıyor. Benim termometrem kaynakta 68 dereceye kadar çıktı. Ben böyle bir hamam hiç görmedim, hepsi ayni türde. Zarafet ve zevkten başka hiçbir şeyin farkına varmadım ve her ne kadar insanın sürekli pek çok iğrenç kimselerle temas halinde olduğundan banyo yapılan yerleri rahatsız ve iğrenç bulsam da, hamamların durumunu, tartışmasız Bursa yöresini insanın hamamlarda bulabileceği en zarifi kabul ederek övsem de insan, Bay von Hammer gibi (ı), (o), (u) harflerinin üzerine nokta koyabilecek ölçüde bir doğulu olmalı. Su, kükürt ve demir içerir ve çok sağlıklı olarak kabul edilir. Bu muhtemeldir – biri veba diğeri Bursa’daki ipek üretimi ile ilgili, 2 küçük broşür yazan Mösyö Kelly, 28 yıl Bursa’da kaldıktan sonra büyük bir kesinlikle 44 derece olarak verdiği, termometremizin ise bizi en ufak bir tereddüte düşürmeyecek şekilde 68 dereceyi gösterdiği kaynaktaki suyun sıcaklığını bildirmemiş olduğundan, ayrıntılar hakkında doğru ve kesin bilgileri ve onların suyun içinde hangi oranda var olduğunu bize verememektedir. Bu tabiat araştırmacısı ve paşanın özel doktoru 52. yaşına kadar termometrenin donma noktasını gösterdiğinde ateş yakılamayacağını zannetmekte idi! Bizim ona bu konuda bilgi vermemiz gerekti. Kendisine derin hisler beslediğim bu iyi doktor bizimle pek çok saat geçirdi, tercüman üniforması giyen – 28 yıl Türkiye’de yaşayan ve yavaş yavaş Türklüğü kabul eden - bir Frank’ın olabileceği kadar bize faydalı ve lütufkâr olmak için çok istekli idi. Üstelik bu iyi adam her şeyi tedavi ediyor – hatta haremde ziyaret etmeye müsaadesi olduğu kadınların doktoru. Harem hakkında birkaç küçük hikâye anlattırmak bizim için eğlenceli oldu –ve Türk kadınlarının giysilerinden konu ettiğimizde - onun Türk usulü olarak adlandırdığı iç ve dış külot giydiklerinibelirtiyordu. İleride, Bursa bana Türk ipek ürünlerini ve Bursa’dan 10 saat uzaklıktaki Eskişehir ise Paşanın müsaadesi ile çıkartılan lüle taşı bloklarını verebilir.

Hareketimi 6 Kasım günü erkene belirledim. Posta atları alıp almamak ya da beni özel atları ile Smyrna’ya (İzmir) kadar göndermesi için bir Bursa’lı ile anlaşma yapıp yapmamak konusunda kararsızdım. Birini veya diğerini seçmek için o kadar çok sebepler vardı ki ben uzun süre karar veremedim – sonunda özel atlar ile seyahat etmeyi tercih ettim ve bundan dolayı atların nallanması ve hazırlanması için yarın da burada kalmaya mecbur oldum.

136

1819, Marcellus

Mayıs 1819

Uzun zamandır İzmit ve İznik’e bir gezi yapmayı düşünüyor ancak İstanbul’daki gündelik uğraşlar bir türlü beni engelliyordu. Ancak bu kez arzularıma teslim oldum. Baharla birlikte uzun gezilerin ve denizde seyretmenin zamanı geliyordu.

Bu gezide yalnız değildim: Moskova yangınından kaçmış genç bir Rus, 1808 istilasından sonra yurdu Cadiz’den uzaklaştırılmış bir İspanyol, Wagram ve Beresina’da sokak aktörlüğü yapan bir meslektaşım, Mısır’daki ordularımıza (Fransız orduları) rehberlik yapan Levanten bir arkadaş yoldaşlarımı oluşturuyorlardı. Çok arzu edilen bir barışın buluşturduğu ve bağladığı, Avrupa devrimlerinin bu tanıkları Asya devrimlerinin kanla suladığı ve kalıntılarla dolu toprakları arşınlamak üzere, Yeni Fransa’nın genç öğrencisi olan benimle birlikte geliyorlardı. Sanki kendi kaderimiz bize aynı üzücü kararsızlıkları yaşatmayacakmış gibi kendi rüyalarımızdan sıyrılmış, bir zamanlar büyük savaşların ve umutsuz nesillerin sahne aldığı tiyatroyu seyretmeye gidiyorduk.

2 Mayıs 1819 günü İstanbul adalarına gitmekte kullanılan 4 çift kürekli bir tekneyle Tophane iskelesinden ayrıldık… Adaları geçip bu arada saat 11’de Heybeli Ada’da birkaç saat mola verdikten sonra tekrar denize açılarak, solda Asya yakasında Maltepe ve Strabon’un Azaritia kaynağının doğduğu ve küçük timsahların bulunduğunu söylediği Tuzla’yı bordaladık. Kaynak da timsahlar da birlikte yok olmuş, Bizans imparatorlarının bu sahilde oturdukları saraylardan da eser yok. Saat 4’e doğru Orpheus’un Kara Burun dediği Akritas’ı (Yelkenkaya Burnu) bordaladıktan sonra Agricolaki adlı küçük bir adaya aborda olduk. Bir çok haritada genel olarak Nisa diye belirtilen üç ıssız kayalıktan biri. Avcı kulübeleri ve yaban güvercinlerini izledik. Anason sapları ve kocayemişler arasında karabatak ve gümüş martı yumurtaları bulduk… Daha sonra Philokrene (Bayramoğlu) burnunu geçerek Aritzou (Ariçu-Darıca) önünde demirledik.

Darıca

Ariçu kasabası, eski Tsarion. Atina ve Megaralılardan oluşan grubun şefinin kurarak kendi adını verdiği Astakos kentinin bulunduğu ve aynı adla anılan körfezin başlangıç noktası. Astakos, Yunanca’da deniz istakozu anlamında. Bu yörelerde bu kadar istakozun avlandığı bir başka yer yok. Darıca bir amfitiyatro gibi tepenin yukarlarında yayılarak, deniz kenarındaki son evleri çevreleyecek şekilde yayılıyor. Cenevizliler tarafından yapılmış bir kalenin kalıntısı yarım bir kule göze çarpıyor. Üçte birini Türklerin geri kalanını Rumların oluşturduğu ikibin kişilik bu köy balık ve enginardan iyi para kazanıyor. Sardalya, uskumru vehamsi avı oldukça bereketli. Onları deniz kenarında, ipler üstünde kurumaya bırakıyorlar ve gemilere kumanya olarak satılan İstanbul’a gönderiyorlar. Burada sadece bahçeler değil kırsal da enginarla kaplı. Köyün etrafındaki tarlalarda çok geniş alanlara ekilmiş ve bu yeşil hasatı yüklemiş epey gemi İstanbul’a doğru hareket halindeydi.

Gebze’ye Gezi

Kıyıya yakın bir tavernaya girdik, bizi dar ve kirli tek bir odaya tıktılar. Hepsi taze balık, enginar, ıstakoz, vb. karışımından koyu bir çorba ikram ettiler. Ertesi sabah erken saatte at üstünde Libyssa’ya hareket ettik. İstanbul’u çevreleyen çalıların kuruluğuna alışmış gözlerimizi, en gürbüz ağaçlar ve en yeşil hasatın yer aldığı, bir çok derenin suladığı Asya yakasının zengin yeşil örtüsünden alamıyorduk. İstanbul’u Rumeli’nin eski ormanlarından ayıran, verimsiz ve hayvansız toprakları ile ne kadar çelişkili. Gebze’nin şık camisinin gölgesinde bir süre durduk. İşte efsanesi:

137

Tanınmamış bir çoban, kendi elleri ile tek başına Hz. Muhammed için Gebze’de bir cami yapmak ister. İlk taşı koyduğunda gece olmuştur ve ertesi sabah devam etmek için uykuya dalar. Ancak uyandığında bir mucize gerçekleşmişti. Cami, bugün gördüğümüz haliyle büyük minaresi, avlusu, çeşme ve uzun servileri ile tamamlanmıştı. Dindarlığı bu şekilde ödüllendirilmişti. Bu tanınmışlığı ve erdemleri camiyi imparatorluğun ilk saygın yapıları arasına sokmaktadır.

Bu mucizevi girişten sonra nasıl söylenir bilmiyorum ama bence, kütlesel sütün başlıklarının üzerine oturdukları iç avlunun sütunlarını eziyormuş görüntüleri, mimari olarak çok kötü.

Hannibal’in mezarına ulaşmak üzere, uzun süren bir yürüyüşle Gebze’nin dar sokakları ve Libyssus’un kurumuş yatağını geçtik. Burada görünen, Troia ovası tümülüslerinden daha yüksek, yürüyerek birkaç dakikada zirvesine ulaşılabilen oval bir tepe. Hannibal’in mezarından geriye kalan birkaç kırık mermer ve yerde yatan iki sütun. Ancak bu yükseltiden görüntü uçsuz bucaksız…

Öğle, her birimiz hafif kayığımızın beyaz bankında yerini almış Darıca’ya dönüş yolundaydık.Uygun bir rüzgarla, iki yelkenimizle Philokrene (Bayramoğlu) ve Arganhus (Samanlı dağı) arasındaki genişlik yaklaşık dört fersah olan İzmit Körfezi’nde hızla yol almaya başladık. Ancak bu genişlik harap bir Ceneviz kalesi kalıntısından sonra daralmaya başlıyor, orada körfezin doğu kısmındaki bir dil parçası ileri uzanarak bir geçit oluşturuyor. Daha sonra kara geri çekilerek yerini tekrar denize bırakıyor.

İzmit

Bithynia bana Osmanlı döneminin resimsel görüntüler açısından en zengin vilayeti göründü. Mithridates’in “Asya’nın kapısı” olarak nitelendirdiği Kyzikos’un surlarından Pontus Krallığı’nın sınırlarına kadar, İstanbul Boğazı’na doğru eğililen Olympus (Uludağ) ve doruklarıKaradeniz’in dondurucu rüzgarlarına karşı koruyorlar… Güney rüzgarının desteği ile dört saat sonunda İznimid’e (İzmit) vardık. Gümrük işlemleri, Türk valinin varışımızdan haberdar olup iyi ağırlanmamız yönündeki talımatına kadar uzun sürdü. Liman başkanı Rum mahallesine kadar bize eşlik etti. Birkaç gündür ikametgahında olan İzmit Piskoposu bizi çok güzel ağırladı. Çubuk ve reçel ikram etti. Yetmişli yaşlarında ve otuzdört yıldır İzmit piskoposu idi. Diokezine dönüş nedeni olarak İstanbul’un sağlığını olumsuz etkilemesi olduğunu söyledi. Zengin bitki örtüsü ile örtülü körfezin karşı yakasına bakan pencereyi göstererek “Nikomedia’nın baharı, Byzantion’un soğuğundan daha iyi değil mi? Şu anda hissettiğimiz sıcaklık, Karadeniz’den gelen sis ve rüzgarları ile İstanbul Boğazı’ndan daha değerli değil mi? Biliyorsunuz Diokletianus, İzmit’i Roma’ya tercih etmişti. ” dedi. Roma’nın veBoğaz’ın güzelliği açısından itiraz edebilirdim ama yaşlı piskoposu neden üzücü avuntularıyla bırakmayayım ki! Biliyordum ki İzmit’e dönmesini emreden sert, yeni patrik Gregorios idi. İki kez zorunlu tutulduğu Athos dağının zorluklarına alışkın ve III.Mahmut tarafından üçüncü kez patrikhanenin başına çağrılan bu patrik, Fener’in uyuşuk piskoposlarına kesin olarak ikametlerinde durma emri vermişti.

Nikomedia despotu (Rumlar, yerel dini liderlerine bu adı veriyorlar) synod’da (din işleri kurulu)beşinci sırada ve Kayseri, Efes, Kdz. Ereğli ve Kyzikos piskoposlarının ardından yürür. Yaklaşık elli komşu köyün haraç vergilerini toplar, Türk hükümeti bundan hiçbir harcama yapmadan onun adına tımar olarak saklıyor. Nikomedia piskoposluk konağı, deniz kenarında, silik, ahşap bir yapı., aslında kentteki ikiyüz Rumun başı olan Piskopos’un Episkopos ünvanlı yardımcısı burada kalıyor.

Nikomedia, yaklaşık İÖ 278’de Zela’nın oğlu Nicomedes tarafından kurulmuş ve hemen Bithynia’nın başkenti olmuş. Bir çok kez depremlerden zarar görmüş, Hadrianus ve Marcus Avrelius tarafından onarılmış, sonrasında İskitler tarafından yağmalanmış ve yakılmış. Diokletianus, Roma’ya eş yapma umuduyla tümüyle yeniden kurarak imparatorluk başkenti

138

yapmış ki sonrasında en sert zulümlerine sahne olmuş. Pausanias, o dönemki kentin varoşlarında Aurorius’un oğlu Memnon’un kılıcı ve kılıç kemerinin korunduğu bir Asklepiades tapınağının varlığını belirtiyor. Libanius’un aktardığına göre kent boyunca iki sıra portikli bir yol geçermiş. İmparatorların sarayı tepenin yamacında yer alıyormuş. Hamamlar, tiyatro, hipodrom, tapınaklar birer mimarlık harikasıymışlar. Bu büyük yapılar, Sozemenos’a göre 24 Ağustos 358 günü günün ikinci saatinde meydana gelen bir deprem sonucu tümüyle tahrip olmuşlar. Nikomedia bir daha tam anlamı ile ayağa kalkamamış. İmparator Julianus, boş yere yeniden imar etmeyi denedi, dört ay sonra aynı afet kenti bir kez daha vurdu. Uzun düşüş dönemi içinde yine de 1350’de Bursa’yı ele geçirmiş olan Sultan I.Osman’a dayanmış ancak savaşçı Orhan’a teslim olmuş.

Başlangıçta, Sultanlar kentin yeniden doğumu için yardımcı oldular ve konumu ile güzel ikliminden etkilenmiş Osman’ın çocukları buraya koşuştular. Ancak 1719’daki bir deprem burayı üç gün boyunca salladı ve tümüyle harap hale getirdi. Birkaç yıl sonra, korkusuz yeni yerleşimciler bu görkemli kalıntıların yanına ahşap evler inşa ettiler…

İznimid (İzmit) kenti bugün onaltı bin Türk ve iki bin Ermeni’den oluşuyor. Bir müsellim tarafından temsil edilen Bursa Paşası tarafından yönetiliyor. Bazı bahçelerde hala eski sur kalıntıları, yollarda ve duvarların içinde sütun dilimleri, yazıt kalıntıları, kızıl somaki ve akik renkte büyük parçalar görülüyor. Ardında bir çok esnafın yer aldığı, nerdeyse bütün halkın toplandığı büyük, gürültülü ve pis pazarlar var. Daha uzakta ise dört kemerle delinmiş büyük bir ev ve hala ayakta olan, harap olmuş en üst noktasının ise en yüksek servilerin uzunluğuna eriştiği bir duvardan başka bir şeyin, geriye kalmadığı Diocletianus sarayı bulunuyor…

Aya Pandaleimon

Piskopos, merak ettiğimiz her yerde bize eşlik etmek üzere episkopos’unu görevlendirmişti. Rehberimiz bizi önce, Diokletianus döneminde öldürülen Nikomedia’lı doktor Aya Pandaleimon kilisesine götürmek üzere yola koyuldu. Rum kilisesinin saygın, büyük azizlerinden biri. Eski ve yeni kent duvarlarını geçip bayır aşağı çok güzel bahçeler ve sularlaçevrili geniş bir yolu izledik. Ağaçların gölgesinin yola kadar uzandığı Ermeni mezarlığının yanından geçtik…

Aya Pandeleimon kilisesi daha önce I.Murat’ın askerlerince yarı yarıya tahrip edilmiş. O geceazizi rüyasında gören ve gazabından korkuya kapılan bu çekingen sultan ertesi sabah yeniden inşasını emretmiş. Kilisenin gelirini ve bağımsızlığını sağlamak için de geniş bir arazitahsis etmiş. Bu hristiyan kilisesi, bir Müslüman tarafından yapılan bu bağıştan bugün hala yararlanmakta. Nikomedia piskoposu da bu gelirin naibi. Epitropos, bu bilgileri alçak sesle bana aktarırken, Murat’ın adı her geçtiğinde çekingen bir tavırla, gizlice bizi izleyen yeniçerinin gözlerine bakıyordum.

Kilisenin içinde göze çarpar hiçbir şey yok. Mihrap ve koronun oturma sıraları sanatsal bir el işçiliği ele yapılmış. Koridorun altında, kırık birkaç mermerin ortasında, iki ayak yüksekliğindeve onbir parmak genişliğinde bir alçak kabartma var. Bu mezar dikiti, ayaktaki bir habercinin sözlerini saygıyla dinleyen, oturmuş bir erkek ve bir kadın yanı sıra bir başka köşede uzaktandinlediği bu hikayeye ağlayan ve yüzünü saklayan bir kadını betimliyor. Bana usta bir yontucunun eseri gibi görünen bu dokunaklı kabartmanın üzerindeki yazıt şöyle:

139

Latin harfleri ile:

MENANDROS ARISTOY ARTEMIDORA MENANDROY

İzmit Körfezi

Tekrar İzmit’e dönerek, piskoposun yine sıcak misafirperliği altında birkaç saat dinlendikten sonra İzmit Körfezi’nin sonunu görmek istedim. Kayığım beni bu güzel kıyıların her noktasından geçerek yavaşça götürdü. Emevilere karşı başarısız seferi esnasında İmparator II.Justianus’a ihanet eden kadın, çocuk ve yaşlı babalardan oluşan yirmibin köle (esclavon) denizin üzerinde yükselen bu kayalardan aşağı atılmışlardı. Plinius da burada İzmit ve Karadeniz arasında bir su yolu açmayı istemişti. Bu çaba şüphesiz, körfezin ucunda ağzını gördüğüm ve Türklerin Başiskele adını verdikleri dere ile daha bol olan sularını Karadeniz’e akıtan Riva deresini birleştirecekti. Av gezilerim esnasında bu ikinci dereden yukarı üç saat teknemle ilerlemiştim. Bithynia’nın Roma valisi, bu iç taşımacılıkta kimi yararlar görse de Osmanlı İmparatorluğu bundan ne elde edebilir ki? Eski Pontus krallığının ticareti, bugün de olduğu gibi yalnızca İstanbul’a gönderilen kömür ve tomruktan oluşuyordu…

Çene Suyu

Kürekçilerimizden biri İzmit üç fersah uzaklıkta, bütün hastalıkları tedavi eden mucizevi bir suyun aktığını anlattı. Bu şüphesiz Meletius’un anlattığı maden suyu kaynağı olmalı. Denizin batısındaki Türklerin Çene Dağ adını verdikleri bu yüksek tepedeki vadi bugün hala çok sayıda güçsüzü kendine çekmeye devam ediyor.

Saat geç olmuştu, ay Olympus’un ardından yavaşça doğuyor ve zayıf ışığı ile Konstantin’in saray kalıntısını aydınlatıyordu. Evlerinden ve çarşılarından binlerce ışık yansıtan, İzmit’e doğru son bir kez baktım.Sonunda kayığım, beni yarın ayrılmak zorunda olduğum iskeleye bıraktı.

Körfez’in Güney Yakası

Aslında, gün başlangıcından beri körfezin sonundan doğru düzenli esen sabah yeli yardımıyla teknemizle güzel Nicori’yi (Değirmendere? Ulaşlı? Neocorio = Yeniköy ?) geçerek Heraclea’ya (Ereğli) gitmiştik. Anadolu ve Marmara’da bu isimde bir çok kent var. Bu Ereğli köyü, bahçeler ve ağaçlarla bölünmüş iki mahalle halinde. Deniz kıyısındakinde yalnızca Türkler oturuyor, bir tepenin zirvesinde olan da (Tepeköy) ise yalnızca Rumlar… Kıyıdaki yamaçları kaplayan zeytin ağaçları ve bağların yeşilliği, genellikle sakin olan denizin gök

140

mavisi ile karışırken Arganthos’un (Samanlı Dağları) karaçamları uzaklarda üzgün ve vahşi bir ufuk sunuyorlar.

Öğlene doğru, kayığımızı terk etmek zorunda olduğumuz Türk köyü Kara-Musala’da (Karamürsel) idik. Epey uğraştan sonra bulabildiğimiz kötü atlarla İznik’e doğru hareket ettik.274

İznik’teki konaklamamız esnasında bizi ısrarla Sapanca’yı gezmeye yönlendirmek isteyen rehberimizin yanı sıra bizden bir türlü ayrılmayan bir Rum, merakımızı arttırmak için Sapancagölünün kıyısındaki dağlardabir süt kaynağı olduğunu iddia etti. Ancak bunun üzerine Rum papaz, bu yalancının sözüne karışarak, bu dağlar ve otlaklarında dolaşan çok sayıdaki sürünün bu efsaneye yol açtığını anlatarak tanıştığımızdan beri ilk kez mantıklı bir söz etti.275

Gezgin ve arkadaşları 5 Mayıs günü İznik’ten ayrılarak, Samanlı Dağları üzerinden Karamürsel’e geri dönerler. Körfezi geçerek Darıca’ya ulaşırlar ve ertesi sabah Büyük Ada’yahareket ederler.

1823, Dr. Robert Walsh

1820 yılında İstanbul’a elçi tayin edilen Lord Strangford ile birlikte İngiltere’den ayrılan Walsh (1772–1852), seyahatnamesinin birinci cildini oluşturacak olan Cebelitarık, Malta, Korfu, Zante, Ege Adaları, Milo, Atina, Naxia, Antiporos’u gezdikten sonra Truva ve Gelibolu üzerinden İstanbul’a varır. Dört yıl İstanbul’da ikamet eden Dr. R. Walsh, 1823 yılında Bithynia’ya bir yaz gezisi gerçekleştirmiştir.276 Yöre hakkında verdiği bilgiler özetle şöyle:

Mürettebatlı büyük bir Rum teknesi kiralayıp, biraz da deniz kumanyası tedarik ettikten sonraİzmit Körfezi keşif yolculuğumuzun ilk durağı, Romalıların zulmünden kaçmak için Hannibal’in kendini zehirlediği yer olan Libyssa idi. Aynı Troia’da Akhylles için yapıldığı gibi büyük bir tümülüs ya da konik bir toprak tepenin altına gömülmüş. Hala mevcut ve doğrusu kazıp kazmamayı uzun süre düşündük, özellikle ben çok niyetliydim… Ancak keşif yolculuğumuza devam etmeye karar verdik.

Kiraz’ın Anadolu’dan Avrupa’ya Yolculuğu

İkinci durağımız Tuzla idi. Rum ve Türklerden oluşan 300 haneli, çok güzel bir yörede harap bir kasaba… Ağa’yı, meselelerini çözmesi için kendisine gelen insanlarla birlikte bir ağacın altında oturken bulduk… İzmit’e gittiğimizi duyunca bizimle mektup gönderebileceğini söyledive kiraz bahçeleri arasından geçerek meyve yememizi tavsiye etti. Tuzla kirazı ile tanınıyor. Lucullus’un Karadeniz kıyılarında Ceracus’tan Romaya götürdüğü, buradan da İngiltere’ye ulaşan kiraz, hala 2000 yıl önceki lezzeti ile kocaman bir orman ağacı büyüklüğü kadar büyüyor…

Kirazın bugün kendi dilimizdeki karşılığı buradaki orijinal adının bizim tarafımızdan bozulmuş şekli. Karşılaştığımız ilk bahçenin içinden yürüdük. Bir kestane kadar büyüktüler ve kokuları enfesti. Kumanya olarak iki okkasını 10 paraya aldık. Daha sonra Türklerin Yelkenkaya dedikleri ancak Sonnini’nin oldukça beyaz kumtaşından oluşması nedeniyle olsa gerek

274 Marcellus, Souvenirs de l’Orient par le vicomte de Marcellus, c. 1, böl. 4, Paris 1839, s. 113-115, 124-140

275 Marcellus, age, s. 155 276 Walsh, A Residence at Constantinople, During a Period including the Commencement, Progress and Termination of the Grek and Turkish Revolutions, c. 2, Londra 1836, s. 161-173

141

Blanco (Beyaz) adını verdiği bir burnu geçerek gecelemek üzere Türklerin Darıca dedikleri, ancak bazı gezginlerce Tragea şeklinde bozularak söylenen köye vardık. 350 Rum ve 60 Türk aileden oluşıyor. Tatarımızı Ağa’ya gönderdik ama bulamayıp geri döndü. Bunun üzerine kendimiz, konağına doğru yola koyulduk ama saygıdeğer beyefendi anlayamadığımız bir nedenle, gelişimizi duyunca konağın harem bölümüne geçerek saklanmıştı ki bizim de bu bölüme geçmemiz olanaksızdı. Bir şarap evine yerleştik ve akşam, kafasının iriliği nedeniyle Rumlar tarafından Kephalos (Kefal) adı verilen bir balık yedik ki daha sonra körfezdeki büyük bir bentte, bu balıktan satın aldık.

Ertesi sabah erken kalkarak, yoğun bir orman içindeki “paleocastra” adı verilen kalıntıları geçtik ki bu ad tüm eski yapılara verilen genel bir ad. Bu göreceli olarak daha yeni ve Bizans dönemi bir kaleye benziyor. Körfez burada yaklaşık 4 mil genişliğinde ve her iki kıyı da çok güzel… Daha sonra kimi Türk teknelerinin dolaşmakta olduğu ve küçük bir liman olan “Malunİskelesi”ne vardık. Bu İzmit Körfezi’nde gördüğümüz ilk seyreden teknelerdi. Burası İstanbul yolu ile bağlantılı tek ferry hattı olması nedeniyle tanınıyor.

Kaya Mezarlar

Yolumuza devam ederken, bir dağın sarp ve ulaşılmaz görünen yüzünden körfeze sarkmış gibi acaip görünümlü, insan yerleşimine benzer kayalar ilgimizi çekti ve keşfetmek için karaya çıktık. Aşağıdaki bir mağaradaki ıssız bir kahvehanenin sahibi ihtiyardan öğrendiğimize göre yukarıdaki yerleşimler Diocletianus’un zulmünden kaçan erken hristiyanların yerleşimleriydi ve bu ulaşılamaz noktada küçük bir kasaba oluşturmuşlardı. Büyük zorlukla yukarı tırmandığımızda kayaların içine oyulmuş kaba bir yapının kalıntılarını gördük. Ön tarafta hala ayakta olan bir duvar ve bir haç işaretine bakılırsa burası bir kilise imiş… itiraf etmeliyim ki yontulmamış bir taş topluluğundan oluşsa da bu kalıntılar dikkatimi cezbetti… Satmak üzere getirdikleri ve aldığım bir çok Bizans sikkesi arasında bir de Diocletianus sikkesi vardı.

İzmit

Rüzgar şimdi inbata dönmüş ve biz de İzmir Körfezi’nde olduğu gibi rüzgara göre yol alıyorduk. Körfez birden darlaştıktan az sonra da görkemli görüntüsü ile 2400 yıldır var olan, ünlü Nikomedia ya da İzmid (İzmit) kenti görünüverdi… Sahile ulaştığımızda gece olmuştu veburası bir liman olduğuna göre ilk işimiz gümrük binasına gitmek oldu. Burada karşılaştığımıztek ticaret gemisi, bir süre önce gelmiş ve bir İtalyanın komutasındaki odun ve çember boşaltmakta olan Fransız bayraklı küçük bir tekneydi. İmparatorluğun başka yerlerinde de görülebildiği gibi gümrükçü bir Yahudi idi. Türkler, bu milletin ticari dehaları olduğuna ve kendilerinin bu konuda yetersiz olduklarına inanırlar. Niyetimizin İzmit’i gezmek olduğunu söylediğimizde, bir İngilizin kalıntıları gezmek ve eski kaya parçalarını toplamaktan başka bir amacı olmadığına aklı yatmamıştı. Yine de çok uygardı ve yeniçerimiz buradaki yönetici olanMüsellim’e yazılmış burada konaklamamız hakkındaki fermanları getirene kadar bizi çubuk ve kahve ile ağırladı. Müsellim, hemen kavasını göndererek istediğimiz sürece kalabileceğimiz, deniz kenarındaki güzel ve geniş bir özel mülke yerleştirdi. Talihsiz Nikomedia piskoposu o anda dört başkasıyla birlikte Bostancıbaşı’nın İstanbul’daki zindanlarındaydı ve Türkler de ondan farklı davranmayarak konağını bize ayırmışlardı. Kaldığımız sürece bir papaz bizimle ilgilendi ve rahat vakit geçirmemiz için elinden geleni yaptı…

Rum arkadaşlarımız bize etrafta hala bir çok yazıt bulunduğunu ancak bize göstermekten korktuklarını söylediler. Bunun üzerine ertesi gün, bize başkentte bile görmediğimiz bir devletadamlığı gösteren Müsellim’i ziyarete gittik. Her biri geniş bir evin dört ayrı köşesinde, kendilerine özgü giysileri içinde, bir diğerinin karşısında, birer divanın ortasında oturmuş dört şişman adam odanın ortasına kadar uzanan çubukları ile sigara içiyorlardı. Bir mezar kadar sessiz, bir heykel kadar hareketsizlerdi. Yaklaşık kırklarında, kibarca gülen bir yüz ifadesiyle

142

bizi kendisi karşıladı ve kentin neresini gezmek istiyorsak yardımcı olması için derhal kavasını bize tahsis etti. Sokakların birinde çeşme sarnıcı haline getirilmiş ters çevrilmiş bir lahit ve Sergeius Demetrius tarafından karısına dikilmiş yazıtı gördük. Yanında olağan olduğu gibi iyi şans için adanmış bir heykel kaidesi bulunuyordu. Bahçenin birinde de yurttaşlar tarafından seçkin biri için adanmış bir heykelin taban kısmı vardı. Bazı kelimeler okunabilse de çoğu hasarlanmış ve anlaşılabilir değil. Bir satırda heykelden bahsediyor ve bitimine doğru da şu iki kelime yer alıyordu:

“PARA TON KYRION MOY PHILANTHROPON POLITON”

“KENTLİ HAYIRSEVERLER OLAN EFENDİLERİMİZ TARAFINDAN”277

Kelimeleri kopye ederken Türkler sürekli çok ilgiliydiler. Bir tanesi kayaları yıkamak için taze ot getirdi, bir başkası yatağanının ucuyla harfleri temizledi. Başlangıçta, alışkanlıklarına ve düşüncelerine bu denli yabancı bir şey için neden bu kadar ilgiliydiler anlayamadık ama sonradan anladık ki eğer bize yardım ederlerse gizli hazinenin yerini gösteren bu harfler çözümlendiğinde ganimeti paylaşmamızı ummaktaydılar. Bu eski kenti anlayabilmek için tümbulabildiğimiz kalıntılar bunlar ve daha birkaç başka parçaydı.

Diocletianus’un sarayının kalıntılarını görmek için çok arzuluyduk… Gördüğüm sikkelerde Diocletianus, Titanların ya da Vaillant’ın yorumuna göre bitkin hristiyanların üzerine yıldırımlarını fırlatan Jupiter görünümünde:

Baudurius, Vaillant ve diğerleri bu paraları tasvir etmişlerdir. Sütunlardaki yazıtlar ise Baronius, Occo ve gruferus tarafından not altına alınmış, onlardan biri şöyle:278

Her türlü meyve, ağaç ve çiçeklerle dolu bahçeleri yanı sıra her dal ve çalılıktan ses çıkartan gece fırtınaları ile hiçbir şey bu yer kadar güzel olamaz. İnsanlarının sağlıklı görünmesine karşın vadinin sıtma kaynağı olduğu söyleniyor. Kentin nüfusu 22,000 Türk, 2,500 Rum ve Ermeni Hristiyan, yanı sıra yaklaşık 200 Yahudi’den oluşuyor.… Nikomedia’da birkaç gün kaldık. Birkaç kalıntının yanında çoklukla yeni yapıları ile belirgin. Bağımsız bir krallık kurarak, başkentini bu noktada inşa edecek yeteneği gösteren I.Nikomedes’in kararını alkışladık. Elimizde ferman, iki sürücü, silahlı muhafızlar, Halepli bir Arap ve tam giyimli tepeden tırnağa silahlı, bir yeniçeri olan tatarımız ve hizmetlilerimiz eşliğinde ondört atlıdan oluşan bir grupla karayolu ile İzmit’ten ayrıldık, bu ferman sayesinde ücret ödemeksizin ancak menzilciye bahşiş vererek hayvanlar edindik.

277 Çev. M. Bakan 278 Grot, s. 280, no. 4

143

Sapanca

Gece büyük bir göl kıyısındaki Sapanca kasabasına vardık. Bir konak bulmak için çok geç kaldığımızdan bir handa, ahır üzerindeki konforsuz bir odada konakladık. Burada yemek de vermiyorlar, akşam yemeğimizi aramızda paylaştık. Karşılaştığımız bir Rum yakınlarda 1000 nüfuslu bir Rum köyü olduğunu söyledi…

Ertesi sabah gündoğumu ile yola koyulduk. Kendimizi daha yüksek tepelerle çevrilmiş bir yüksek vadide bulduk. Göl, aşağımızda çok güzel görünüyordu. Tepeler, meyve ya da çiçek dolu sonsuz çeşitlikteki yaprakları ile ağaçlarla kaplıydı. Bütün İngiltere’yi doyuracak bolluktaki kestane, ceviz, erik, kiraz, incir, elma, ayva, armut ve muşmulayı toplayan bir tek kişi bile görülmüyor. Abartıyorum sanabilirsiniz ama gerçek bu. Öğlene doğru Derbent’e ya da başka deyişle ormandaki geçide vardık. Burada genellikle küçük bir muhafız birliği ve buna bağlı olarak da kahve ve çubuklarımızı içtiğimiz küçük bir kahvehane olur. Bu kahvehane, şimdiye değin hiç görmediğim amber sarısı kiraz veren büyük bir ağaçtı. Kahvelerimizi içip yola koyulduk…

Süt Deresi

Yolumuz garip bir şekilde süt gibi beyaz akan büyük bir dere ile kesildi. Boğa sürüleri kendilerini çamura gömmüşler ve siyah başları suyun rengi ile ilginç bir tezat oluşturuyorlar. Burası şimdi Sakarya Irmağı olarak adlandırılan ve eski coğrafyacıların Anadolu’daki en büyük ırmaklardan biri olduğunu belirttikleri Sangarius. Ancak hiçbiri bu kadar temiz ya da süt gibi ışık geçirmez bir akarsudan söz etmemiş. Türkler bu akarsuyu, uygun bir adla Aksu olarak adlandırıyorlar. Bithynia’yı iki eşit parçaya bölerek geçiyor, yaklaşık 600 adım genişliğinde.

Uzun bir süre suyu izledikten sonra bir zamanlar Doğu’da çok tanınmış “pylae”lerden birinin olduğu yere geldik. Pylae, kelime olarak kapı anlamına gelir ve burada bölgeye girişlerin korunduğu güçlü hisar kalıntıları vardı. Her iki yakada kayaların yüzünden suyun sonlandığı noktaya paralel iki büyük duvarın kalıntıları görülüyordu. Her iki tarafta giriş kapısı olduğunu düşündürten kemer kalıntıları bulunuyordu…

Türklerin Ağaç Okyanusu adını verdikleri, Olympus (Uludağ) ve ona bağlı olarak doğuya, Anadolu’nun keşfedilmemiş topraklarına uzanan zincirini, doğu ikliminin bilinmeyen ölçü ve güzellikleri içinde meşe, doğunun görkemli çınarları, kavaklar, ıhlamur ağaçları özellikle de meyve ağaçları ile kaplayan ağaç kuşağı buradadır. Ceviz, erik, armut, elma ve ayva vahşi doğada bol miktarda bulunmakta. Az sayıdaki nüfus nedeniyle meyvelere sahip çıkılmayaraktoplanmamış. Kestaneler çiçek açtığında renklerin bolluğu tepelere bir dama görüntüsü veriyor. Bithynia ormanları Türkiye’nin Asya yakasındaki ormanlarının batı ucunu oluşturur ki bu kuşak ufak kesintilerle Karadeniz’in tüm güney kıyısı boyunca uzanmakta, Akdeniz ve komşu bölgelerin gerek gemi, gerek mimari ağaç ihtiyacını karşılamaktadır.279

1825, Joseph-Marie Jouannin

Mösyö Jouannin, basılmamış gezi notlarınının özetini “1825 Yılında Bithynia’da Bursa’ya Yapılan Bir Gezi’nin Anıları” başlığı altında 3 Nisan 1829’da “Coğrafya Topluluğu”nda sunar:280

279 Walsh, age, c. 2, böl. 6, s. 161-177 280 Jouannin, Souvenirs d’un Séjour a Brousse, dans l’Année 1825 (3 Nisan 1829’da Société de Géographie’de okunmuş ve yayınlanmamış bir gezi özeti), s. 288-300 (Eğer bu seyahatname daha sonra kitap olarak yayınlanmışsa bile ne yazık ki yalnızca bu özete ulaşabildim)

144

Eğer okuyacağım iki metin Coğrafya Topluluğu’nun ilgisini çekecek olursa, aralarında aşağıda belirttiklerim de olmak üzere daha başkalarını da sunmak onuruna sahip olmak isterim:

1- Belediye yönetimi, nüfusu ve sanayisi ile Bursa hakkında geniş bir bilgi 2- Dağın yüksekliğini hesaplamaya yarayacak gözlemleri ile Bithynia Olympus’una (Uludağ) bir gezi ve Bursa havzasının ayrıntılı bir planı 3- İznik, güzel gölü, oldukça verimli ve ekili havzası ile topografyası hakkında veriler 4- Sangarius (Sakarya) üzerindeki Lefke (eski Leucae), aynı addaki bir akarsuyla sulanan büyük Aksaray (Pamukova) ovası üzerindeki Geyve ve pamuk ile afyon gibi zengin tarım ürünleri. Sakarya Irmağı’nın Sapanca Gölü’nü (Sophon Lacus) çevreleyen alüvyonları aşarakKaradeniz’e ulaşmadan önce Aşağı Bithynia bölgesine girdiği Çarlıdağ (Karlıdağ?) Boğazları 5- Büyük Adapazarı kasabasına komşu, 1825 Kasım’ında mutlu bir rastlantı sonucu Fransızların pek gelmediği bu bölgede keşfettiğim Mukhannes Köprüsü, ki ertesi sene Topluluk’un saygın üyelerinden Mösyö Laborde ertesi sene burayı ziyarete geldi. 6- Onbinlerin Dönüşü’nde Ksenephon’un sözünü ettiği Karadeniz kıyılarındaki Calpé (Kerpe) ve Kefken limanlarının tanıtımı

İzninizle sunduğum, temel notlarıma özet girişin Topluluk’un ilgisini çekeceğini ve bu konudaki çalışmalarıma destek olacağını umuyorum. 3 Nisan 1829

Jouannin’in Nikomedia’da Bulduğu Yazıt Üzerine

Öte yandan, “Société Asiatique – Asya Derneği”nin Mayıs 1826’daki toplantısında Mösyö Hasse, Fransız Elçiliği’nin İstanbul’daki ilk çevirmeni olan Mösyö Jouannin’in yukarıdaki gezisi esnasında, İzmit’e komşu bir vadide bulduğu Grekçe bir mezar yazıtı üzerine görüşlerini sunar. Oldukça geniş bu bilimsel yazıyı sizlere özetle sunuyorum:281

Sayın Baylar, 6 Şubat’taki toplantınızda bir doğu uzmanı olan bilim adamı Mösyö Jouannin’den gelen ilginç bilgilerle dolu mektubu ve ekinde geçen senenin ortalarında, İzmit yakınlarında bulunmuş mermer bir lahitin çizimini gördünüz. Büyük kare bir lahit, alınlık şeklinde yontulmuş kapağının dört köşesinde ise taçlar veya çiçek dizinleri asılabilecek şekilde akroter ya da dikitçikler bulunuyordu. Sadeliğine ve süs yoksunluğuna karşın anıt, bir güzellikler bütünüdür. Dernek yönetim kurulunun “yazıtın okunması” görevlendirmesi ve Mösyö Jouannin’in davetine rağmen ne yazık ki lahiti, sahibi konumundaki Türk mermercinin elinden almak olanaklı olmadı.

Yazıt, dokuz satırdan oluşuyor. İkinci, beşinci ve dokuzuncu satırları diğer satırların harflerinden daha büyük:

281 Hasse, Journal Asiatique (Rapport), Sur une Inscription Grecque découverte dans üne vallée voisine de Nicomedie par M. Jouannin premier drogman de l’Ambassade, c. VIII, Paris 1826, s. 257-278

145

Şu şekilde okunabilir:

Latin harfleri ile:

AILIOS SEPTIMIOS SEOYHROS ANENEOSAMEN TON SYNGENON TON PYELON EMAYTO KAI TH GLYKYTATH MOY SYNBIO, AILIA IEROKLEIA KAI BOYLOMAI META TO KATATETHHNAI EMOS, MEDINA ETERON KATATETHHNAI, EI MH, AN EPEIKSH TEKNOIS EMON

146

OS D.AN PARA TAYTA POIESH, DOSEI PROSTIMOY TO TAMEIO * I KAI TH POLEI * B KAI ARBILANOIS * A KHAIRETE

Sanırım, Jouannin tarfından bulanan yazıt şu şekilde çevrilebilir: “Ben Aelius Septimus Severus, aileme ait bu lahti kendim ve sevgili eşim Aelia Hioreclia için tamir ettirdim. İsterim ki biz buraya gömüldüğümüzde, en azından çocuklarım aksine karar verinceye kadar başkası konulmasın. Bu hükme aykırı hareket edenler, 10,000 denarius hazineye, 2,000 denarius kente ve 1,000 denarius Arbilum kenti yerleşiklerine ödeyeceklerdir. Allahısmarladık.”

Bu yazıtın tarihlemesine gelince, harflerin güzel şekilleri, oncial’lerin (yuvarlak büyük harflerin) azlığına bakarak (yazının doğru kopyelendiği var sayımı içinde) Otuz Tiran’ın döneminden (260-270) yeni olamayacağını gösteriyor. Diğer yandan Aelius Septimus ve Septimus Severus adları bize, Hieroclea’nın kocası Aelius’un Septimus Severus’un son hükümranlık yıllarında (196-211) doğduğu ve halefleri döneminde yani üçüncü yüzyılın ilk yarısında yaşadığını gösteriyor. Bu zamanlarda, Bithynia ve Asia prokonsüllükleri hala çok hareketli olan iç ve dış ticaret sayesinde oldukça zenginlerdi. Her bayram ve oyunlarda biribirleri ile yarışıyorlar, her kentli parasına göre doğduğu kente her çeşit yapı armağan etmeye çabalıyordu.

Coğrafyacılar tarafından konumu bilinmeyen Arbilum, Aelius Severus’un mezarına yakın olmalı. Peutinger Tablosu’nda İznik yolu üzerinde İzmit’e 12 mil uzaklıkta Eribulo adlı bir kentgörülmekte, başkaları bu kente Eribolon adını da veriyorlar. Bizim Severus lahtimizin İzmit’ten ne kadar uzaklıkta bulunduğunu kesin olarak bilmediğimizden Arbilum’un Peutinger Tablosu’ndaki Eribulum olduğunu isbatlama yönünde hiçbir çabaya girişmiyorum. Ancak bu anıt da bugünkü İzmit-İznik yolunun doğusunda, İzmit’ten aşağı yukarı oniki mil (yaklaşık üç buçuk fersah) uzaklıktaki eski Roma Yolu’nun geçtiği vadide bulunuyordu. Çok denk düştüğünü İtiraf etmem gerekir. Bordeaux-Kudüs Yol cetvelinde Hyribolum, Ptolemeios’da Eriboea olarak geçiyor ancak çok doğal olarak zamanla değişmiştir.

1825, Prokesch von Osten

İki yıl İzmir’de kalan antika meraklısı Avusturyalı binbaşı ve diplomat Anton Prokesch von Osten (1795-1876), 1824 Ekim ayından itibaren çevre kentlere gezilerine başlar ve 1825 yılının son aylarında gerçekleştirdiği gezisinde 1. Haçlıların geçtiği yoldan giderek Manisa, Akhisar, Gelenbe, Uluabat, Bursa, Yenişehir, İznik ve İzmit üzerinden İstanbul’a geçer.282

1826, Alexandre & Léon de Laborde

Kont Louis Joseph Alexandre de Laborde (1773-1842) bir liberal politikacı, antikacı ve yazar bir Fransızdı. Terör döneminde giyotinle idam edilen İspanyol kökenli banker Jean Joseph deLaborde’un dördüncü oğluydu. Genç Laborde daha sonra Viyana’ya sürülmüştü. Burada Avusturya ordusuna katıldı ve 17 yaşında subay oldu. Daha sonra Fransa’ya döndü ve Fransız ordusundaki görevi yanı sıra Fransız İçişleri Bakanı Kont Montavilet’in desteğini alarak Fransız Arkeolojik mirasını belirlemek üzere çalışmalar başlattı. Institut de France’a katılmak üzere davet edildiği 1813’de Légion d’Honneur nişanını da aldı. Gezi notlarını, Leon1838’de Paris’te yayınladı. Oğlu ressam ve mimar Léon de Laborde ile birlikte Anadolu içlerini ziyaret etmek üzere 1826’de İzmir’e ayak basar ve sonrasında başkent Istanbul’da altıhafta kalır, ardından İznik ve İzmit üzerinden Kütahya’ya yönelir. Sonrasında Suriye, Kudüs ve Mısır’a geçecektir.

282 Louis Viven de Saint-Martin, age, c. 2, s. 190: Prokesch, c. 3, s. 251 vd.

147

1827, Josiah Brewer

1827 yılında Akdeniz etrafındaki görevleri nedeniyle İstanbul’da kalmış olan Brewer, bu anılarını, dolayısı ıle Bithynia yöresine yaptığı gezi notlarını1830 yılında yayınlar.283

Aritchu (Darıca), 26 Temmuz 1827

Bu köy, İstanbul ve eski Nikomedia (İzmit) arasındaki köylerden en büyüğü olup İznikmid (İzmit) Körfezi’nin biraz içinde, kuzey yakasındadır. Kıyıya yakın bir tepenin yamacında kuruludur. Evlerin çoğu büyük ve ferah olmalarına karşın kendilerine has ilginç bir özellikleri var. Kazıklar üstünde yükselmekte olup döşemeden rahatlıkla görülebilen açıklık hem ahır hem de ortak lağım görevini üstlenmiş durumda. Türklerin toplamı yüzlerce olsa da nüfusun çoğunluğu Rum. Her iki topluluk da şu ana kadar bulunduklarımdakilerden daha varlıklılar. Yunan başkaldırısı sırasında çıkan olaylarda buradaki bir kilise harap edilmiş, varlıklıların evleri yağmalanmış, bir kısmı da öldürülmüş. Şu anda Rumların köyden ayrılma istekleri yoğun olduğundan kadınların İstanbul’a gitmelerine, kocaları ile birlikte Adalar’a kaçacaklarından korkularak izin verilmiyor.

Kısa bir süre sonra oğulları, şu an Korfu Üniveristesi’nde bir profesör olan Nicholas’ın bir tanıdığı olan, oldukça zengin bir Rum ailesi ile tanışma olanağı bulduk. Bu mükemmel insanlar, kendi oğullarını biz yabancıları karşıladıklarından daha az candan ağırlayabildiler. Bizi iyi ağırlamak için her şey sunulmuş ve hiçbir karşılık kabul edilmemişti. Ancak birkaç risale ve bir Yeni Ahit kopyesi, Bible Society’e iyi bir tutar karşılığı satılabilecekken birkaç kuruşa verildi. Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra kasabayı tanımak için dışarı fırladık.

Tıbbi ünüm benden önce gelmişe benziyordu… Bir çok Türk ve Rum hastayı muayene ettikten sonra eve döndük. Aileyle birlikte, ana öğünü yemek üzere oturduk ki, Rumlarda bu akşam yemeğidir. Masamız, zeminden ancak bir adım yükseklikdeki bir tabure ve bunun üzerinde yedik. Halının üzerine uzandıktan sonra da büyükbaba’nın yanındaki bir çocuk ayağa kalkarak büyük bir beceriyle şükran duasını okudu. Grup bağdaş kurduktan sonra büyük bir gayretle yemeğe başladı. Ziyafetin ilerleyen bölümünde baba, şarap kadehini alarak karşılıklı saygı gösterisinden sonra herkes çekinmeden içmeye başladı. Bu yönetemi herkes sırayla birkaç kez tekrarladı…

Yalova & Dağ Hamamları

Yazar, ertesi gün yine çok sayıda hastayı muayene ettikten sonra rüzgarın İzmit’e doğru gitmesine olanak tanımaması üzerine birkaç saatlik yolculuk sonrası doğrudan Türk kasabasıYalova’ya geçer.

Elli haneden oluşan bu hareketli kasabada karaya çıkarken “hoş geldin” nidaları ile karşılandık ve bir kahve içmek için oturduk. Yolcular sürekli gelip, gidiyorlardı. Yük balyaları, özellikle de Bursa ipeği develerden indirilerek İstanbul’a gönderilmek üzere yörenin küçük teknelerine yükleniyorlardı. Tamamı Türk olan bir kasaba için alışılmadık bir hareketlilik. İki cami ve birinin yanında bir okul var. Kuran ödevlerini tekrarlayan çocukların çığlıklarını ve heriklimde ya da her dini inançta insan doğasını vurgulayacak şekilde hocanın değneğinin sesiniduyabiliyorduk. Özellikle Mora’dan sürülenler olmak üzere erkeklerin çoğu gayet güzel Rumca konuşuyorlar. Aşırı derecede acımasız olmakla ünlüler. Bir çoğu Darıca’daki olaylara karışmış…

Geceyi birkaç saat içerlerde, varlıklı bir Rum’la geçirdik… Rum komşularının çoğu yalnız Türkçe konuşuyorlar… Bir Türkün anlattıklarından sonra ziyaretime Dağ Hamam(ları) ile

283 Josiah Brewer, A Residence at Con stantinople in the year 1827 with notes to Present Time (Missionarry to the Mediterrenean), Böl. 18 (Tour Along the Coast of Bithynia), s. 166-180, New Haven 1830

148

devam etmeye karar verdim. Bu adamın eli açık ve konuksever yaklaşımına önceleri tedbirli yaklaşırken öğrendim ki gelişimizi öğrenerek karaya çıkışımızın ertesi günü elinde hediye meyveler ve binek hayvanları ile aşağıya gelerek bizi evine davet etmek istemiş. Bu denli kıymetli karakter sahibi insana karşı ruhumun demir kancalarla boğuştuğunu hissettim.

Yalova’ya ilk vardığımızda Ağa bir adamını göndererek elimde ferman ve teskere olup olmadığını soruşturmuş ve daha sonra da olduğunu öğrenince mutlu olmuştu. Bu yerel pasaport şu anda bir gezginin en önemli evrağıdır. Mr. Gradley, sadece bununla İzmir’den Kayseri’ye yirmi gün boyunca seyahat etmişti. Benim de sahip olduğum ferman, gezgine en büyük güvenliği sağlayacaktır. Ne Franklar, ne Normanlar ne de Türkler ellerinde bir teskere olmaksızın içeride en küçük bir uzaklığı kat edemezler. İzmir yolunda soyulan ama teskeresi olmayan bir Türkün derhal kafası vurulmuştu. Aslında Anadolu’nun içlerine kadar yayılmış Yeniçeri korkusu sayesinde yolculuk eden Türkler, diğer topluluklara oranla daha yakından takip edilmekteler.

Bir rehber ve atlar edindikten sonra güneybatı yönüne, Dağhamam’a yöneldik. Yavaş yavaş denizden uzaklaşarak önce tamamiyle ekili bir düzlükten geçtik. Her tarafta mısır tarlaları ile kavun ve hıyar bahçeleri görülüyordu. Daha sonra, söylediklerine göre “Rumlara karşı” sahiplerinin nöbet tuttuğu, çok sayıda yeni yapılmış kulübe gördük… Kasabadan pek uzak olmayan iki küçük dereyi aşarak, pirinç ve buğday tarlalarından geçen bir tanesini takip ettik. Yavaşça daha gelişmiş bir bölgeye doğru çıktık. Türkiye’de ilk kez burada köyden ayrı çiftlik evleri gördüm. Aslında, haydut ve soyguncu korkusu insaları, evlerini kümeler halinde bir arada yapmaya zorluyor. Her ne kadar, her yerdeki tarlalar mükemmel kalitede bir ürün verseler de deve dikeni ve çalılar da aynı oranda yaygın… Oraya buraya serpilmiş ceviz ağaçlarını saymaz isek bölge ağaç yönünden yoksul…

Yalova’dan yaklaşık bir saat uzaklıkta, 50 hanelik Samanderli köyüne geldik. Gece için gerekli malzemeleri almak için bir Rum’un dükkanında durduk, bize burada “hristiyanlara” ait iki hane bulunduğunu söyledi. Bu terim, Rum vatandaşlar için kullanılan genel bir tanımlama. Bir çok evin üzerinde sayısız leylek var ve saatler boyu kıpırdamaksızın durabiriyorlar. Aynı çocuklarına duydukları derin sevgi gibi, leylekler kutsal korucuları Türkler için bir sembol…

Samanderli’yi geçdikten bir süre sonra tepelerde serpili köyler gördük. Ekili alanları ağır ağır terk ederek iki dağın arasındaki dar bir geçide girdik. Yolumuzu zorlukla bulabildiğimiz bu engebeli patika, tamamiyle çilek, kocayemiş gibi yaprak dökmeyen alçak çalılar ve palamut meşeleri ile kaplı idi. Geçen yıl yaşanan bir yangın, bir bölümü ıssızlaştırmış, batan güneş ışıkları bile canlı bir görüntü sunamıyorlar.

Küçük bir derenin sesi ve yerdeki yoğun tuğla döşeme bizi Dağhamam’dan uzak olmadığımıza inandırdı. Küme halindeki kalıntılar, yolda da gördüğümüz doğal ağaç kemerlerle kaplı idi. Hasarsız tarafta ise çimenler büyümüş, defne ve elma ağaçları da hatırı sayılır yükseklikte idi. Yapılar bir zamanlar oldukça büyükmüş ve ancak imparatorluk gücüyleyapılabilir görünüyor. Belki de Nikomedia’da ikamet etmiş Konstantin ve onun erken ardılları da burayı bir dinlence noktası olarak görmüş olabilirler. En büyük yapının terleme odası tamamiyle korunmuş durumda. Burada sıcak ve soğuk suların uygun bir sıcaklık oluşturacak şekilde karıştığı büyük bir sarnıç var.

Bir Türk ailesinin bizden önce buraya vardığını görünce atlarımızdan inerek, en uzaktaki kaynaklara gitmek üzere aceleyle dağa yöneldik. Yalnızca 120° dereceye kadar işaretli termometremizi suya sokunca cıva anında tübün ucuna kadar yükseldi, belki de su %5 kadar daha sıcaktı. Aynı anda hava sıcaklığı 77° ve ertesi sabah gün doğumunda 74° idi. Teknemizde ise gün ortasında 90° Fahrenheit’i gözlemledik. Kaynağı incelerken, şaşkınlıkla gördük ki derenin ortasında balıklar ayağımızın dibinde yüzüyorlardı. Elimi suya daldırdım vegördüm ki termometremiz sıcaklık hakkında yalan söylememişti. Balıklar yukarıdaki bir soğuk

149

sudan gelmişlerdi. Bu su 76° olup tadı ve görünüşü olağandışılık göstermemektedir. Bu birleşik dereden aşağı doğru epey indikten sonra tuğladan üst kemerli bir geçidin altında çok sayıda kaynayan sıcak kaynak gördük. Bunların hepsi benzer şekilde hafif ve rahatsız etmeyen bir tada sahipti. Suyu, aşağıdaki yapılara ulaştırmak için çeşitli kanallar yapılmıştı. Bunlar aynı anda konaklayan yüzlerce kişiye yeterli olmalı. Dönüşte, suların konforunu çıkardıktan sonra kırık bir kemerin altına oturarak suyun müsikisini dinledim. Belli bir uzaklıkta, harabeler arasında yemek hazırlığı yapan yaşmaklı Türk kadınları donuk bir ışığın altında seçilebiliyorlardı. Hava karardıkça, etrafımızda yükselen dağların konik zirveleri gökyüzünde daha güzel belirginleşmeye başladılar…

28 Temmuz 1827

Gün doğumuyla birlikte bir kez daha yıkandıktan ve yapının içini daha dikkatle inceledikten sonra dönüş için atlarımıza bindik. Türk hanımlardan biri bir fincan kahve getirerek ikram etti ve dün verdiğim ilaçtan bir miktar daha rica etti. İstanbul’dan gelmişler ancak bölgenin içerlerinde bir yere ziyarete gidiyorlardı. Arkadaşça bir bakışla bizi uğurladılar. Kimi zaman çok olumsuz da olsa bu sevecen Türk karakteri hakkında hissettiklerimden utanç duydum…

Tepeden aşağı indiğimizde suyun buharı, bir çok sıcak kaynağın bulunduğunu belirtircesine yoğun buhar çıkarmaya devam ediyordu. Ovada, bir atın üzerindeki Türkle sohbet ettik, birazardında hanımı ve iki çocuğu vardı. Hanım, alışıldık sabah selamını verdi ve bir anda, eğer öyleyse kaza ile hoş yüzünü saklayan peçesi açılıverdi. Samanderli köyünde bir genç müslüman gayet uygarca bize su verdi, bir diğeri ise tarladan kavun ikram etti. Aslında, tüm gezimiz boyunca kimseden terbiyesiz bir davranış görmedik.

Yalova’da İoania’lı (İzmir ve çevresi) bir Rumla tanıştık. Topallıktan şikayetçi idi, Nicholas onun adına neşterimi kullanmam için yalvardı. Bir Türk, İngiliz olup olmadığımızı sordu ki benbu soruyu, İngiliz koruması altında olduğumuz görüntüsünü vermek için genellikle olumlu yanıtlıyordum. Daha sonra birisi İngilize benzemediğimi fark etti. Anlaşıldığı üzere, bir süre İngiliz sarayında (elçilik) çalışmış ama İoanialı bir mahkuma acıyarak kaçmasına göz yumduğu için işten çıkarılmıştı. Beni sarayda hiç görmediğinden ya da hakkımda sohbet edildiğini duymadığından şüphe etmiş olmalı. Beni samimi bulmayacağını düşünerek, sorunuaçıklamak için bir Amerikalı olduğumu söylememiş olmaktan daha sonra üzüntü duydum. Sonraları, Amerikalı olduğumu belirtmeye dikkat ettim... Uygun rüzgarı bulunca da Büyükada’ya geri döndük.

1828, Serristori

Rusya ordusunda albay olarak hizmet veren Kont Serristori’nin 1828 ve 1829’da bir kez dahagözden geçirilmiş notlarında yer alan bilgiler, İstanbul’dan itibaren aşağıda gösterildiği şekilde. 284 Aşağıda sözü geçen “verste” bir eski Rus uzunluk birimi olup1,066.80 metre’ye eşittir.

Kartal-Libissa (Gebze) 23 verste

Gebze, denizden 8 verste uzaklıktaki bir yükselti üzerindeki 450 hanelik kasaba. Hannibal’in mezarı burada bulunuyordu. Kartal’dan Gebze’ye kalker bir yoldan gidilir. Gebze’den 6 verste sonra denize 8 verste uzaklıktaki Landiki köyünden geçilir. Üsküdar’dan Gebze’ye kadar yol, İzmit Körfezi kıyısını takip eder.

İsmid (İzmit) 42 verste

284 Serristori, Itinéraire de Constantinople a Abouchir rédigé dans les années 1828 et 1829, Société de Géographie, 1834, s. 358-359

150

Aynı adı taşıyan bir körfezin kıyısında bir yamaçtaki 6,000 hanelik bir kent. Gebze ve İzmit arasındaki yol kayalara oyulmuştur. Yolun yarısında Herakia (Heraklea-Hereke) kasabası var. Bu kasaba ile İzmit arasındaki 24 verste’lik uzaklık ağaçlarla kaplı.

Kara Mussal (Karamürsel) 37 verste

İzmit’in güneyinde körfez kıyısında 800 hanelik bir kent. İzmit ve Karamürsel arası toprak zengin ve oldukça ekili, yine de birkaç bataklık çayır mevcut. İzmit Körfezi 36 verste uzunluğunda, 6 verste genişliğinde olup çevresi 105 verste’dir.

Kızdervend (Kızderbent) 29 verste

Yaklaşık 150 yıl önce göç etmiş Bulgarların oluşturduğu 150 hanelik köy. Çalışkan ve zenginler. Köyün etrafında çok sayıda çiftlik görülüyor.

Yol, önce İzmit Körfezi boyunca uzanır ve sonrasında içerlere doğru daldıkça çorak bir bölgeden geçer. Gezgin’in bir sonraki durağı 20 verste uzaklıktaki 12,000 hanelik İznik’dir.

1829 ?, Baron Félix de Beaujour

Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir Askeri Seyahat

Deniz kıyısı, Sangar’dan (Sakarya ırmağı) sonra tekrar yükselerek küçük Thynia ya da diğer adı ile Apollonia adasına (Kefken Adası) doğru kıvrılır. Bu kıvrımın başlangıcında, doğa’nın yanı sıra çalışmayla da yapıldığı görülen küçük Kalpe (Kerpe) limanı görülür. Bu liman, karaya çok dar bir yolla bağlı bir kaya parçasının denize doğru çıkıntı yaparak bir barınak oluşturması sonucu oluşmuş. Kenti koruyacak bir kalenin kolayca yapılabileceği bir yer. Onbinlerle birlikte sefer dönüşünde Ksenephon, burada bir kent kurup kralı olmayı düşünmüştü. Doğrusu iyi bir yer seçmiş olurdu. Liman havuzu da kayanın altına oyulmuş ve her yönden rüzgarlara kapalı. Kayanın yamaçlarından tatlı bir su doğuyor ve buradan biraz adım uzakta güzel bir çeşme oluşturuyor. Çevredeki tüm kıyı çok verimli ve yoğun bir ormanla kaplı.285

Astakos Körfezi (İzmit Körfezi) oldukça derin ve burçlarla korunan bir sur çemberi ile çevrili ve bugün yarı yarıya terkedilmiş, ancak konumu nedeniyle her zaman önemini koruyan Nikomedia’ya (İzmit) kadar karanın içine giriyor. Bugün kent İzmid olarak adlandırılıyor ve eski büyüklüğünden yalnızca kamu binalarının kalıntıları görülebiliyor.286

Bu yönden Anadolu, eğer biri İzmit Körfezi’nden Karadeniz’e dayanmış bir hat, diğeri Gemlik Körfezi’nden Sakarya’ya İznik’e dayanmış bir başka hat ile ayrılarak güçlendirilmiş olsa idi, savunması gerçekten çok kolaylaştırılmış olurdu.287

İmparatorluktaki ana yollardan biri, Üsküdar’dan hareketle Hannibal’in mezarının hala durduğu eski Libyssa ya da bugünkü Gebze’ye kadar Marmara kıyılarını takip eden, buradanİzmit’e kadar İzmit Körfezi boyu devam edip, oradan da üçe ayrılan yoldur.288 Burada Trabzon yolundan ayrılan Ankara yolu Geyve üzerinden geçer.Bir diğer yol ise İzmit’ten güneye dönerek, İzmit ve Gemlik körfezlerini birbirinden ayıran dağları aşıp İznik’e yönelendir. 289

285 Beaujour, Voyage Militaire dans l’Empire Othoman ou Description de ses Frontieres, c.2, s. 145-147, Paris 1829 286 Beaujour, age, c.2, s. 152 287 Beaujour, age, c.2, s. 193 288 Beaujour, age, c.2, s. 194 289 Beaujour, age, c.2, s. 198-199

151

1829, George Thomas Keppel Albemarle

Paphlagonia’nın keşfedilmemiş bölgelerini gezmek üzere yola koyulan Binbaşı Keppel290, 8 Aralık’ta Üsküdar’dan hareketle dört saat sonra Kartal’a vardı ve geceyi orada geçirdi. Ertesi gün, güneşin doğumundan iki saat sonra sahili izlemek üzere yola çıktıktan bir saat sonra eski adı Pantichium şimdiki adı Pendik olan balıkçı kasabasına rastladı. İşte sonrasındaki anlatımı:

Gebze

Daha sonra gezdiğim bir çok kasabanın şimdiki yerleşimcileri tarafından verilmiş adlarında antik tanımlamaları kolayca tesbit edebildim. Altı saat daha yol aldıktan sonra at değiştirmek için Gebze’de durduk.

Bazılarınca bu kasabanın adı, Hannibal’in gömülü olduğu yer olarak bilinen antik Lybissa’nın bozulmuş şeklidir. Ancak Albay Leake, oldukça ikna edici biçimde Dakybiza olduğunu ve sonraları ilk hecenin kaybolarak Kybiza haline dönüşmesi sonrası modern Yunanca’ya uyguntelaffuz edildiğini291 var saymaktadır. Nüfus karışık bir şekilde Türk ve Rumlardan oluşmakta. Buranın yerleşikleri Kartal’da olduğu gibi hükümetten ve son yıllarda ikiye katlanmış yüksek vergilerden şikayetçi. İstenilen miktarları ödeyebilecekleri konusunda ümitsizler. Herkes eski yeniçeri sistemine dönülerek verginin düşmesine taraftar gibi görünüyor. Rumlar da eskiden dayak yeseler ve kimi zaman yağmalansalar bile şimdiki besin talebi (vergi olarak) ile hiçbir zaman karşılaşmadıklarını belirtiyorlar. Diğer taraftan Türkler de daha önce istisna oldukları vergiyi ödemeye yükümlü kılınmakla Tanrı’nın imanlı ve seçkin imtiyazlıları olma konumlarını kaybetmekten; çalışabilecek tüm çocuklarının savaşa gitmesi nedeniyle toprağı işleyecek kimsenin kalmadığından; onları doyuran araçların ellerinden alındığı oranda hükümetin isteklerinin arttığından yakınıyorlar. Bu iki yerdeki mırıldanmalar geçtiğim her köy ve kasabada Türk, Hıristiyan ya da Yahudi toplumun her katmanında hükümete karşı bir hoşnutsuzluk olarak yüzünü gösteriyor. Deli, cezzar (kasap) ve gavur lakaplı Mahmut adlı bir adamdan konu edildiğini duydum.292

Gebze’yi terk etmemizle birlikte her tarafı yeşilliklerle kaplı tepelik bir bölgeye girdik. Bu yeşillik içinde en yoğun olanı Valania adı verilen küçük meşe. Meşe palamudu ise kumaş boyası olarak kullanılıyor, Anadolu’da çok yaygın ve bir ticaret kolu oluşturuyor. En yoksul tabaka onlardan toplamak için ormana gidiyor ama hükümet bugünlerde büyük vergi koyduğu için insanlar toplamayı bırakmışlar.

Gebze’den beş mil sonra sağımızda, yalıtılmış ve yoğun ağaçlı bir dağın zirvesinde çok resimsel bir köy olan Damlı’yı görüyoruz. Bir mil daha yürüyerek Nikomedia ya da İzmit Körfezi kıyısına ve küçük Malsum köyüne vardık.

Burada güvertesiz ama ferah bir küçük tekneye bindik ve karşı kıyıda dağlık bir bölgenin devamı olan oldukça alçak bir kara parçasına çıktık. Buraya “Dil” deniyor ve Türkçe’deki anlamına uygun bir şekli var. Buradan bir gemi filosu görüntüsünü veren İstanbul’un minarelerini görebiliyoruz.

Albay Leake, Hannibal’in gömüldüğü var sayılan Lybissa’nın Gebze değil Malsum olduğunu öne sürüyor. Bu kanısını Plutarkhos’un “Dil”in Türkçedeki anlamına uygun bir yer tanımlamasına dayandırıyor:

290 Keppel George, Journey Across the Balcan and Newly Discovered Ruins in Asia Minor in the Years 1829-1830, c. 2, s. 140-169, Londra 1831291 Gezginin dipnotu: Modern Yunanlılar, K, P, T baş harflerini günümüzde genellikle G, B, D olarak telaffuz ederler. (Leake, Journal of a Tour in Asia Minor, with Comparative Remarks on the Ancient and Modern Geography of that Country, s. 4, 1824) 292 Y.U.: O dönemlerde yörede etkili olan Pehlivan Mahmut adlı bir eşkıya.

152

“Bithnyia’da denize uzanan bir yer ve ona yakın Libyssa adlı büyük bir köy var. – Plutarkhos, Flamius”

Hersek

Dil’den bir buçuk mil sonra bir posta istasyonu olan ve gecelediğimiz Türk köyü Hersek bulunmakta. Hersek’in İmparator Konstantin’in annesi Helena’nın onuruna kurduğu küçük Helenopolis kasabası olduğu sanılmaktadır. Helenopolis, Draco deresinin denize çamur akıttığı noktada yer alıyordu. Draco, bir sonraki gün aştığımız dereye denk düşüyor. Belli ki “Dil” de akarsuyun getirdiği alüvyon artıklarından oluşmuş.293

Köydeki tek kahvehanede yaklaşık yirmi kadar Türk vardı ve altışarlı gruplar halinde bir kömür mangalının etrafında oturuyorlardı. Türkiyedeki mangalın bu genel kullanımı hastalıkların başlıca nedenleri arasındadır. Bir İngiliz hekim, hastası sekiz Osmanlı’dan altısının rahatsızlığının bu silinmesi gerekli alışkanlıktan doğduğunu söylemişti. Çok rağbet ettikleri mangal kömürü elekleri etrafında sürekli ölü bulunan insanlardan söz edildiğini de işitmiştim. Mustafa, küçük odamıza bizim de bir mangal koymamızı ısrarla istedi ama ben sıcak kahveden dışarının soğuna çıkmanın kötü şekilde soğuk almamıza neden olacağını belirterek kesinlikle reddettim. İkazlarıma dikkat etmeyerek Türk vatandaşları ile bir mangalınçevresine sıkıştı ve ertesi gün kötü bir şekilde öksürmeye başladı.

Burada yemek servisi yok, bu oldukça yoksul buralı insanların tanımadığı bir hizmet. Açlığımıtatsız bir pilavla yatıştırmaya, sonrasında da canlılığımı korumak için güzel bir bardak cin ve su içmek zorunda kaldım. Mustafa da biraz istedi, bir yudum da ona verdim ve hiç su katmadan içiverdi. Cin kelimesi bir çok doğu lisanında şeytan anlamına geliyor ve Mustafa içtiği birkaç yudum cin’in midesinde birden cinlik yaptığına tanık oldu.

9 Aralık – Hersek’ten Kızderbent’e

Gecelemek için hedefimiz doğrudan bir yolla ulaşabileceğimiz Kızderbent’ti ancak (eşlik eden) Tatar’ımın hatası sonucu önce Kara Musal’a (Karamürsel) geldik. Bu kasaba körfezin sonunda kurulu, yaklaşık 300 haneden oluşuyor ve biz kasabaya girdiğimizde bir Türk kasabasında görmeye alışık olduğumuzdan daha telaşlı bri kalabalık vardı. Yeni kesilmiş bir koyunun çeyreğini alarak bir lokantaya götürüp fırına attırdık. Piştikten sonra da binayı bizi seyretmek için çevrelemiş kirli ve ağzı açık kasaba halkının bakışları altında yedik.

Kara Musal’ı (Karamürsel) çıkınca engebeli bir dağı tırmanmaya başladık. Yol, taş döşeli ancak tamir görmemiş. Bu yolu aşıncaya dek Balkan Dağları’nın hiçbir yerine görülemeyecekmanzaralara şahit olduk. Örneğin, önümüzdeki manzaranın belki de dünyanın hiçbir yerinde eşi yok. Tepenin çevresi tamamen yeşil bir örtüyle kaplı, doğanın eliyle yarattığı bu sanatsal görüntüyü hiçbir insan eli yaratamazdı. Burada koyu selviden soluk zeytine yeşilin her tonu var. Kocayemiş, çoban püskülü, sarmaşık, meşe ve adlarını bilemediğim daha bir çok ağaç mevcut. Bazıları yoğun olarak beyaz ve kırmızı çalı yemişleri ile kaplı. Bu görüntü İzmir’e kadar her yere hakim. Ülkenin bu yeşil görüntüsü sanki mevsim yazmış kanısı yaratıyor. Bu ve sonraki iki gün ellerindeki fermanın avantajları ile İstanbul’a dönen Katolik Ermenilerle karşılaştık. İki yıl önce sürgüne gönderilmişlerdi ve hepsi oldukça heyecanlıydı. Kaderlerini Fransız ve İngiliz yetkililerin ellerine bırakmışlar. Alınan izin belli bir sayıda Ermeni içindi ve

293 Gezginin dipnotu: Lake, s. 10

153

bir süre sonra tüm sürgünlere uygulanacağı umut ediliyor. Ancak ben iki ay sonra Türkiye’yi terk edene dek bu henüz gerçekleşmiyecekti…

Ermeni topluluğu daha önceleri, gelenekleri ile Rum kilisesine oldukça yakın bir mezhepti. Yıllar geçtikçe çok sayıda Ermeni, Katolik inanca döndüler. Bu mezhep değiştirme ilk olarak 14. yy. başlarında Bartholomew adlı bir Dominiken papaz aracılığı ile başladı. Bu sürecin artarak devam etmesi kısmen de Fransızlarla evlenen Ermeni kadınların kocalarının mezhebine geçmeleri ve çocuklarını da bu inanca göre yetiştirmeleri ile bugünlere gelindi. Bunedenle mevcut kiliseye muhalif mezhep büyüdü ve herhangi bir Türk (Osmanlı) sınıfının unsurlarından saygınlık ve zenginlikte aşağı kalmayacak şekilde gelişti…

Bir çok tepeyi aştıktan sonra bir çok kıvrım sonrası Hersek yakınında denize dökülen Draco deresi tarafından sulanan kuzeybatı’ya doğru büyük bir ova gördük. Kara Musal’dan dolaşacağımıza bu yöne doğru yürümeliydik. Bu akarsu o kadar dolambaçlı ki Albay Leake yaklaşık yirmi kez aşmak zorunda kalmıştı. (Bizanslı tarihçi) Procopius da aynı şeyi belirtiyor.Yeşil örtülü dağın öbür yamacından aşağı inince, ipek böceği yetiştirmek üzere dikilmiş dut ağaçları ile kaplı yetmiş haneli bir Ermeni köyüne vardık. Ürün, ipekçilikte büyük ün kazanmış kalabalık nüfuslu Bursa kentine gönderiliyor. Bu noktada hayvanlarımız için oldukça zor olan ana yolu solumuzda bırakarak güneydoğu Draco nehrini tekrar tekrar geçtikve yönünde ardı ardına, çeşitli derecedeki bayırları aştık.

Bir saat sonra Kızderbent’e vardık ve geceyi bir Bulgar’ın evinde rahat geçirdik. Ev sahibemiz ilerlemiş yaşına karşın oldukça güzeldi. Neşeli bir yaşlı bayandı ve yakışıklı Tatar klavuzumun el şakalarına gönülden boyun eğiyordu. Kızderbent adını içinde bulunduğu dağ geçidinden alıyor. Yaklaşık 100 hane var ve sakinlerinin tamamı Bulgar… Sultan tarafından saray’daki hanımlardan birine armağan edilmiş 12 köyden biri. Bu hanım köyleri Ermeni bankerine toptan devretmiş o da parakende olarak tekrar Türklere satmış. Yeni sahipleri yerleşip buranın ve diğer tüm köylerin başlıca geçim kaynağı ipekçilikte yerlerini almışlar…

Diğer dokuz köy, Kara Musal, Çiftlik, Tuzhanlı, Aker, Leylekderesi, Kaleköy, Kara Sepeköy veKınıslı yakınındaki iki köyden oluşuyor. Kaldığımız ev köyün eteklerinde idi ve etrafında toplanan kurtlar bize gece boyu bir koro halinde uluyarak serenad yaptılar.

10 Aralık Kızderbent’ten Lefke’ye (Bugün yürüyüş 12 saat sürdü.)

Köyü terk ederek kuzey ve güneyde birbirine paralel iki dağ arasında yer alan geçide ilerledik. Boğaz ağzının her tarafı yeşil örtüyle kaplı, ancak ilerledikçe yalnızca budanmış meşe ağaçları gördük. Yolumuz üzerinde alışıldığı üzere bir eşeğin ardından yürüyen yüzlerce deve ile karşılaştık, Bu yararlı hayvanların tabak biçimli iri ayakları ovanın çamurlu bölgelerinde yolu bozuyor ve her adım izi derin çukurlara dönüşüyordu. Ancak dağda sanki sanat yaparmışcasına düzgün yürüyüşleri biz at sırtındaki gezginlere oranla çok daha başarılıydı. Bunu nerdeyse dik bayırları inerken iyi hissettik, belki de buraya “Kırk Merdiven” demelerinin nedeni bu. Kırk merdivenler’in zirvesinden Ascanius (İznik) Gölü’nün ve onu çevreleyen güzel ovanın muhteşem manzarasını seyrettik. Tepenin dibinde düz arazinin yoğun çiçekli ayrı bir bölüm var; yazın bir çiçek gölü haline geliyor şüphesiz kışın da kuruyor. Millerce yürüdükten sonra Ascanius (İznik) Gölü kıyısında durduk ve yolumuza geniş zeytin ormanları arasında devam ettik. Buradaki üzüm bağları geniş alanlara yayılıyor, meyveler henüz olgunlaşmamış. Bir köylü bize bir salkım üzüm ikram etti, gerçekten lezizdi. Kuzeydoğuya doğru pitoresk Ömer ve Ali Bey köylerini gördük. Daha sonra birazdan göle kavuşacak Kara Su adlı bir dereciği güzel ancak harap olmuş bir köprüden geçtik.

Bir süre sonra solumuzda C. Cassius Philiseus onuruna dikilmiş bir obelisk gördük. Üzerindeki yazıta göre Pococke tarafından bulunan olmalı. Biraz daha yürüdükten sonra terke edilmiş Moara köyünden geçtik, yarım saat daha sonra Nikaea (İznik) kentinin kalıntılarını çevreleyen, ve büyük oranda korunmuş sarmaşık kaplı güzel surları gördük.

154

Burası bir zamanlar Bithynia’nın gururlu bir metropolisi ve eski hükümdarlarının ikametgahı idi.

( )294

“Bithynia’nın ana kenti Nikaia, Askania Gölü kıyısında”

Şu anki adı İznik olarak küçük de olsa bir nüfusa sahip ancak Rusya ile olan son savaş esnasında tüm sakinlerinin cephede eksilen siperleri doldurmak üzere gönderilmeleri sonrasıdaha da azalmış. Issız sokakları yürüyerek geçtikten bir süre sonra postahaneye vardık. Kasabanın bu kısmı nispeten kalabalık ancak nerdeyse tüm dükkanlar kapanmış, Bir kasabalıya karşılık beş asker gördüm. Böylesi ıssız bir görüntü içinde pek umudum olmasa da bir sıska koyunun çeyreğini satın almayı başardım.

Taze atlarla yola tekrar koyulduk ve üzerinde Pococke tarafından kopyelenmiş bir yazıt bulunan kemerli kapıdan İznik’i terk ettik. Güneydoğuya doğru 12 mil uzunluğunda ve 3 mil genişliğindeki, sağımızda ve solumuzda doğuya ve batıya doğru sıra dağların yer aldığı bir ovayı katetmeye başladık. Sağ ve sol tarafımızdaki dağ yamaçları tamamen yeşil bir örtü ve köylerle kaplı.

Üç buçuk saat ya da başka deyişle 11 millik bir yürüyüşten sonra sağa yöneldik ve bayır tepeler yerine altımız ve üzerimizdeki uçurumları ile kaba kaya yığınlarından oluşan dar bir dağ sırası boyunca geçtik. Yolun beklenmedik bir şekilde kıvrıldığı bir anda, Grekçe bir yazıt gördüğümü sandım ama hava karardığı ve yeterli zamanımız olmadığından inceleyemedim.

Bu yazıt sonrası değişik boydaki, ayrık bir çok tepe ile çevrili geniş bir ovaya vardık. Bu ova boyunca adını antik Sangarius’un bozulmuş halinden alan Sakarya akıyor, ancak bu Albay Leake’nin de belirttiği gibi Sakarya’nın ana kolu değil, daha önceleri Gallus olarak adlandırılan kolu.295 Strabon, Sangarius’u Khalkedon (Kadıköy) ve Heracleia (Kdz. Ereğli) arasındaki akarsulardan biri olarak belirtir. Phrygia Epictetus’u kat eden en büyük akarsu olarak belirtir ve bir kolunun Nikomedia’dan (İzmit) 300 stadia uzaklıkta Gallus ırmağı ile birleşene kadar Bithynia’yı geçtiğini aktarır. Şimdi, Nikomedia, kuzeye doğru birkaç gün uzaklıktaki Türklerin İznimid (İzmit) olarak adlandırdıkları kent olarak belirlendiğine göre bizim geçtiğimiz akarsu Gallus’tur. Sakarya’yı beş kemerli güzel bir köprüden geçtik. Orada Türk malları ve birkaç Avrupa ürünü yüklü, çok sayıda katırdan oluşan bir Ermeni kervanı ile karşılaştık. Köprüyü geçtikten üç mil sonra geceyi geçireceğimiz yaklaşık dörtyüz haneli Lefke (antik Leucae) kasabasına vardık. Gezgin, daha sonra Vezirhan ve Söğüt üzerinden yoluna devam eder…

1830, Adolphus Slade

1804 yılında doğan Adolphus Slade, Baron General Sir John Slade’in oğludur. 1815’te Porsmouth’daki deniz okuluna kabul edilen 26 çocuktan biri olan Slade, üç yıllık okulu iki yılda tamamlamayı basarınca altın madalya ile onurlandırıldı. Göreve deniz asteğmeni olarakGüney Amerika istasyonunda basladı. Burada 1820 yılına kadar bulundu. 1824 yılında Sir Harry Burrard Neale’nin amiral gemisi olan Revenge adlı gemide ikinci kaptan olarak Cezayirkentine karşı yapılan tatbikata katıldı. 1827 yılının Ekim ayında Asya’ya giden bir maiyet gemisinde görevli olduğu sırada Navarin’de Türk donanmasına karsı düzenlenen baskında hazır bulundu. Bir ay sonra yüzbasılığa terfi ettirildi. 1828 yılında patlak veren Osmanlı-Rus savasının ilgisini çekmesi üzerine Slade, İngiliz Amirallik dairesinden aldığı izin ile 1829

294 Gezgin’in dipnotu: Strabon, kitap XII, s. 565; Plinius, Deinde Nicaea, in ultimo Ascanio Sinu (Nikaia burada, Askania körfezinin en sonunda); aynı şekilde bkz. Ptolemeus, Stephonos ve Memnon. Bu son yazar Bachus ile kente adını veren nymphe Nikaea arasındaki aşkı detaylı olarak vermiştir. 295 Lake, age, s. 12

155

yılının Ocak ayında İngiltere’den ayrıldı. Fransa, İtalya ve Yunanistan üzerinden ilerleyerek Temmuz ayında İstanbul’a vardı. Kaptan Paşa’nın dikkatini çekmesi üzerine Kaptan-ı DeryaPapuççu Ahmet Paşa, onu birlikte Karadeniz seferine çıkmaya davet etti. Bu Slade’inTürklerle ve özellikle de Türk donanmasıyla olan uzun iliskisinin baslangıcı demekti.Kaptan Pasa ile yaptığı bu Karadeniz seferinden sonra Slade’i 1830 yılında bu defa bir İngilizgemisi olan Blonde ile tekrar bir Karadeniz seferine çıkmıs görüyoruz. 1831-1832 yıllarında ise Adolphus Slade, Türkiye Avrupası’nda ve Boğaz çevresinde 18 ay süren bir seyahat dahayaptı. Bu esnada Türkçe’yi bir hayli öğrendi. Memleketine döndükten sonra 1832 yılında, yaptığı bu seyahatlerle ilgili ilk kitabını iki cilt halinde yayınladı: Records of Travel in Turkey, Greece, etc. and of a Cruize in the Black Sea with the Capitan Pasha in the Years 1829, 1830 and 1831.296

1834 yılında Amiral Sir Josias Rowley’in Caledonia isimli gemisine kıdemli yüzbaşı olarak tayin edilen Slade, Ocak 1834-Eylül 1837 tarihleri arasında bu gemide, İngiliz Akdeniz filosu ile İstanbul arasındaki irtibatı sağlayan bir subay olarak görev yaptı. Bu görevi sırasında Osmanlı Devleti ve Rusya’nın deniz ve askerlik gücü hakkında raporlar yazdığı gibi ayrıca Amiral’e Türkiye’nin politik sorunları hakkında devamlı bilgi veriyordu. Bu vazifesiyle ilgili 1837 yılında ikinci kitabı olan Turkey, Greece and Malta isimli eserini yayınladı. Temmuz 1838-Haziran 1839 tarihleri arasında yine İngiltere’den ayrılarak Almanya, Avusturya ve Rusya üzerinden İstanbul’a bir yolculuk daha yaptı. 1840 yılında da üçüncü kitabını nesretti: Travels in Germany and Russia: including a steam voyage by the Danube and the Euxine from Vienna to Constantinople in 1838-1839.

1850 yılında Türkiye’ye bir daha gelen Adolphus Slade bu defa Osmanlı donanmasına danışman olarak atandı. “Müşavir Pasa” ismiyle 16 yıl boyunca Türk donanma ve tersanesinde yararlı hizmetlerde bulundu. 1863 yılında İstanbul Liman memurluğu’na atandı. 1863 yılında ikinci rütbeden mecidiye nişanı verildi. 1866 yılında Osmani nişanı da alarak Türk donanmasındaki hizmetinden emekliye ayrılan ve bir yıl sonra da memleketi İngiltere’ye dönen Adolphus Slade, aynı yıl Kırım Savası ile ilgili gözlemlerini de kullanarak kaleme aldığıTurkey and the Crimean War: a Narrative of Historical Events isimli kitabını yayınladı.297 1873yılında tuğamiral oldu. Geriye kalan ömrünü Londra’da geçiren ve hayatında hiç evlenmeyen Slade, 3 Kasım 1877’de öldü.

İngiliz Kraliyet Donanmasının bir teğmeni olan Adolphus Slade,298 Istanbul’da bulunduğu bir yıllık süreç sonunda, 1830 Mayıs ayında “Blonde” adlı fırkateyn ile İzmit’e kısa bir gezi yapar.İşte anlatımı:

Yılın bu mevsiminde hava daha da güzel. Bu nedenle “Blonde” gemisi ile Nikomedia’ya hoş bir gezi yapmak için çok uygun. Türklerin İzmit adını verdikleri bu kent Türk ve Ermenilerden oluşan 13,000 kişilik bir nüfusa sahip. Türkiye’deki en ilgi çekici kalıntılarından birine yani kalıntılarına göre müthiş bir yapı olması gereken Diokletianus sarayı’na sahip. Tepenin 1/3 yüksekliğindeki bir düzlük299 üzerinde ve her yönden güzel bir manzaraya sahip. Bir tarafı

296 Elde edememiş olsak da bu kitap Türkçe’ye iki defa, fakat kısmen çevrilmiştir. Birincisi Ali Rıza Seyfioğlu’na aittir. Sir Adolphus Slade’in (Müşavir Pasa) Türkiye Seyahatnamesi ve Türk Donanması ile Yaptığı Karadeniz Seferi adlı bu ilk çeviri 1945 yılında yayınlanmıstır. Seyfioğlu, birinci cildin birçok bölümünü çevirirken ikinci cildin çok az bir kısmını çevirmiştir. İkinci çeviri ise Osman Öndeş’e ait olup Kaptan Paşa ismiyle 1973 yılında yayınlanmıstır. Bu çeviri de diğeri gibi birinci cildin pek çok bölümünü, ikinci cildin ise ilk bölümünü kapsamaktadır. (Besim Özcan, “Osmanlı Bahriyesinde Bir İngiliz Müsavir: Sir Adolphus Slade (1804-1877)”, Askeri Tarih Bülteni, 43, Ankara 1997, s.46 297 Ali Rıza Seyfioğlu tarafından Türkiye ve Kırım Harbi adıyla çevrilmis ve 1943 yılında yayınlanmıstır. 298 Adulphus Slade, Records of Travels in Turkey, Greece & c. And of a Cruise in the Black Sea in the Years 1829, 1830 and 1831, c. 2, böl. 24, s. 335, Londra 1833; New Works: Slade, Travels in Turkey and Greece, Baltimore 1833, s. 169299 Y.U.: Bugünkü Hünkar Kasrı’nın belirtiyor olmalı.

156

yalnızca İstanbul Boğazı ile kıyaslanabilecek güzellikteki Körfez’e, diğer tarafı Diocletianus’un tahttan feragat ettiği tepeye bakıyor. Türk çocukların dibinde birdirbir oynadıkları bir sur çatlağındaki leyleği yumurtaları için rahatsız ettik. Surun ardında kalıntı olarak yalnızca kentin zirvesindeki yuvarlak bir kule ve içinde kent sokaklarının oluştuğu amfitiyatronun kemer parçalarının yükseldiği teraslar vardı.

Slade, ülkemize yaptığı ikinci seyahatinde300 bölgemize uğramaz ama çeşitli nedenlerle iki not düşer. Birincisi Mısır valisi Mehmet Ali Paşa ile Osmanlı arasındaki savaştan bahsederken bir kitap hakkında söyledikleridir:

“Sultan Mahmut ve Mehmet Ali Paşa” (1835 yılında yayınlanmış) kitapçığının yazarı, Rus general Muravief’in etkisi altında olan Serasker Paşa’nın kıskandığı Reşit Paşa’nın harab olması için Bursa ve İzmit’te konuşlanmış, en iyi alayları oluşturan 25,000 yedek askerin destek için hareketine izin vermemiş olduğunu söylüyor… Yazar, bu bilgiyi nereden almış bilemiyorum, öncelikle Bursa ve İzmit’te yalnızca 15,000 muhafız vardı ve General Muravief, Konya Savaşı’ndan sadece bir gün önce İstanbul’a gelmişti.

İkincisi ise, “İzmit’in geliri ve kullanımı Sultan tarafından Ahmet Paşa’ya verilmiş. O da geliriniarttırmak için bir yol açtırıp at arabası servisi koymuş ve başka bir şekilde seyahati yasaklamış. Arabalar, yaysız olduğu ve yol da düzgün olmadığı için bir çok kişi atı tercih ediyor” şeklindedir.

1831, Joseph Wolff

İran’a gitmek üzere 21 Nisan’da İstanbul’dan yola çıkarak Trabzon’a yönelen Wolff, 22 Nisan’da İzmit’e vararak şunları aktarır:301

Burada 7,500 Türk, 400 Rum, 2000 Ermeni ve 100 Yahudi bulunmakta. Beni büyük bir nezaketle evinde ağırlayan Rum başpiskoposun adı Apamias Benedictos.

23 Nisan –Türkler ve az sayıda cahil Rum bulunduğu Sapanca’ya vardık. Bir handa konakladım. Akşama doğru, Tokat’a yakın Sabas’tan daha önce Padişah’ın bankeri olan bir Katolik Ermeni geldi. Adı Tenger Oglo. Diğer Katolik Ermenilerle birlikte 1823’de sürülmüş ancak daha sonra görevine geri dönmense izin verilmiş. Gheba (Geyve) voyvodası’na verilmek üzere beni tanıtan bir mektup verdi. Buradan Taraklea’ya (Taraklı) geçtim.

1830-1833, Callier & Stamaty

Gezi notlarında önemli topografik bilgiler de sunan iki gezgin İzmir’den geldikleri İstanbul’da üç ay kaldıktan sonra İzmit ve İznik’i gezerler. Sonrasında Sapanca ve Sakarya Irmağı üzerinden Lefke’ye yönelirler. Bir ara Joseph Michaud’nun da katıldığı yolcululuklarının ileriki aşamalarında birbirlerinden ayrılarak değişik rotalar izlerler.302

1832, James Porter

Sultan Mahmut döneminde İstanbul’da uzun süre kalan hatta nnbeş yıl boyunca İstanbul’da Amerikan maslahatgüzarlığı yapan ve bu sürede yaşadıkalarını mektupları ile yazıya döken Amerikalı gezgin Sir James Porter, 1832 Haziran’ında İzmit, İznik ve Bursa’ya bir gezi yapar. Porter’ın günlüğü ve mektuplarından oluşan eser, torunu sir George Larpent tarafından iki cilt halinde düzenlenerek 1854 yılında yayınlandı. Bu yapıttan yöremiz hakkında alıntılar şöyle:

300 Adulphus Slade, Turkey Greece and Malta, c.2, böl. 11, s. 12 & 35, Londra 1837 301 Joseph Wollf, Researches and Missionary Labours, s. 14, Londra 1835

302 Louis Viven de Saint-Martin, age, c. 2, s.203-207: Voyage par Terre de Smyrne a Constantinople

157

Başkente doğrudan bağlı Bursa ve İzmit kentleri hariç olmak üzere, kazaların her bölgesinde bir müftü bulunur.303 İzmit Çuha Fabrikası, yalnızca ordunun ihtiyaçları için yeterince kumaş üretmekte olup aslında Türkiye’deki en başarısız kurumlardan biridir. İmparatorluk Fes fabrikası ise bunun boşluğunu giderecek şekilde çok daha başarılıdır. Bir Ermeni müdür yardımcısı ile 300 kişi çalışmakta ve ordunun gereksinimlerini yeterince karşılamaktadır. Fazlası ise püskülsüz olarak, tanesi 30 kuruşa pazarlarda satılmaktadır.304

Mektup XXI

Kadıköy, 1 Haziran 1832

Mayıs’ın 7’sinde Mustafa, atların boynuna birer muska taktıktan sonra İzmit – İznik – Bursa yolculuğumuza başladık. Grubumuz, ABD elçisi Mr. Goodel, Mustafa, Stephano, iki uşağım, bir sürücü ve ben olmak üzere altı kişiden oluşuyordu. İlk durağımız Tuzla çıkışında eşsiz bir antik kalıntıya rastladık. Deprem sonucu oldukça eğilerek aynı depremde yıkılmış kalıntıların üzerine yaslanmış, yüksek ve büyük bir taş kuleydi. Oldukça olağanüstü bir görünüşe sahip olmalıydı. Yolumuz şimdi Nikomedia Körfezi boyunca devam ediyordu. Köylerin birbirine bağladığı Asya yakası ve körfezin en yüksek dağ sıralarını geçtik. Bölgenin her yeri oldukça ekili ve güzeldi. Çok güzel bir camii olan bir Türk köyünü geçtikten sonra Tuzla-İzmit yolunun nerdeyse ortasında, bir dereciğin kenarında ve deniz kıyısındaki fakir bir köyden erzak satın aldık. Buraya bakan bir tepenin üstünde antik bir kale kalıntısı var ve yöredeki tüm kalıntılar için kendi atalarına ait olsalar dahi Türklerin söylediği üzere Cenevizlilere ait. Mustafa’ya göre eski ve ilginç olan her şey Ceneviz’di. Dağın bir kenarında doğanın oluşturduğu büyük kaya parçalarını gösterip, Mustafa’ya ne olduklarını sorduğumda yine Ceneviz diye yanıtladı.Bu köyün etrafındaki toprak, tozlaşmış kireç taşı, yine de şaşırtıcı derecede bereketli meyve ağacı ve asma yetişiyor. Buradan oldukça kıyı boyunca oldukça güzel bir yoldan şimdi “Nikmid” (İznikmid olmalı) denilmekte olan Nikomedia’ya yöneldik. Körfezin sonundaki bir tepenin yamacında, çok elverişli bir konumda yükselen bir kent. Tüm Türk kentleri gibi zarif cami minareleri, göğe yönelmiş sivri servi ağaçları ile güzelce süslenmiş. Kente girerken, ülkenin tümünde olduğu gibi sokaklar dar ve kirli idi. Ticaret, biraz hareketli görünüyor. Sultan’ın burada zengin bir kereste ambarı bulunan küçük bir tersanesi var. Görüldüğü üzerekızaklarda iki gambot var. Tersanedeki evler sağlam ve iyi yapılmış.

Atlar için ahırı da bulunan, üstü kapalı muazzam bir yapı olan handa konakladık. Yatak yayılacak odalar, yalakların arkasında duvara yakın. Yemek pişirmek isteyen yolcular için ocaklar da mevcut. Konaklama olanaklarının tümü bunlar. Büyük geniş kapısının orada kahve odası ve üstünde dizinizi kırma tehlikesini göze alıp çürük bir el merdiveninden sürünerek tırmanabileceğiniz, hancıya ait olmayan iki ya da üç küçük, kirli oda var.

Halk, kendince çok kibar ve özenli ancak bize göreyse nasıl refaha ulaşabileceklerini, dolayısıyla da benzeri olanakların misafirlere sunulabileceğini bilmiyorlar. Bir Türk’e üzerindeyatacağı bir halı, bir çubuk ve bir fincan kahve verince dünyevi zevklerin tümünü sunmuş olursunuz.

At sırtında on saat yolculuktan sonra doğal olarak öylesine yorulmuştuk ki akaşam yemeği bile yemeden yataklarımızı serdik. Ama zaptiyeler hemen kim olduğumuzu öğrenmeye geldiler. Mustafa soruları yanıtladıktan sonra Elçi Bey, Kadıköy imamının İzmit Müsellimi’ne yazdığı imzalı ferman ve teskereyi kendisine götürmesini istedi. Mustafa, kısa sürede Müsellimden iltifatlar ve doğrudan kendisine gitmediği için serzenişlerle geri döndü. Yönetim bölgesindeki tüm Ağalar ve köy ileri gelenlerine tüm isteklerini karşımalarını ve kendisi yanı

303 James Porter, Turkey Its History and Progress, cilt 2, Londra 1854, s. 48 304 James Porter, age, cilt 2, s.311-312

158

sıra beraberindekilere de gerekli saygıyı göstermeleri için dikkatli olmaları yönünde bir emir de yanındaydı. Bu, bize her yerde çok yardımcı olacaktı.

Diocletianus Sarayı ve Tapınak

Burada gözle görülebilen tek kalıntı Diocletianus’un Sarayı ve yakınındaki tapınak. Görüldüğüne göre tapınağın portikosunu oluşturan sütunlar, oturdukları kaideler üzerindeki yerler aşınmış olduğuna göre uzun süre önce yok olmuşlar. Tapınağın kendisi de Sultan’ın yaptırdığı fes fabrikasında kullanılmak için blok blok aşağı taşınmış. Gri granitten yapılmış veseçkin bir mimarlık örneği imiş. Sarayın büyük oranda diğer yapılarda kullanılan parçalarından geri kalanlar ise güzelliğinden çok gücü hakkında dikkat çekici idiler.

Zemin seviyesinde ve bir korunun gölgesinde, sarayla tapınak arasında hükümet ve dini temsilciler yanı sıra kentin ileri gelenleri yağmur duası için toplanmışlardı. İmam, bir çeşit taşınabilir yüksekçe mimbere, diğerleri ise yere oturmuştu. Büyük bir ciddiyetle topluluğa vaaz veriyor ve onlar da büyük bir saygıyla dinliyorlardı. Ancak bizim boy göstermemizle birlikte İmam’a verilen dikkat dağıldı. Bir çoğu ayağa kalkarak bize bakmaya ve sorular sormaya geldiler. Varlığımızın karışıklık yarattığını gören zaptiye şefi ayağa kalkmaya hazırkanırken yanına gelen bir Müsellim yardımcısı yanına gelerek, ekselanslarının söylediği üzere şimdilik gitmemiz ve duada olmadıkları bir zamanda geri gelmemizin uygun olacağını bize iletmesini söyledikten sonra gitti. Batı giyimli iki kişiyi gördüklerinde meraklarından oluşan telaşı izlemek ilginçti. Daha da ilginç olanı, cemaatle aynı anda yüzlerce güreşen, sürünen, top oynayan, bağrışan, çağrışan, her türlü sıçrayan Rum ve Ermeni çocuğunun rahatsızlık vermemeleri ve dikkatlerini dağıtmamaları idi.

Burada iki Ermeni, bir Rum kilisesi var. İki ya da üç mil uzaklıkta da rahibeler için bir Ermeni manastırı var. Kiliseleri ziyaret ettik. Manastırda ise yarım düzine ya da biraz fazla hristiyanlığı kabul etmiş Yahudi bulunmakta. Bu Yahudiler ve onları vaftiz eden Ermeni piskopos, Yahudi hahamın isteği üzere sürgün edilmişler ve şimdi bir aradalar. Açık ki İstanbul’da kalsalardı, Yahudiler onları öldürürdü, dolayısıyla korunmaları için sürülmeleri bir zorunluluktu. Şimdi Ermenilerin en önemli ilgileri onları (İstanbul’a) geriye gönderebilmekti.

İzmit – Karamürsel

İzmit’ten sonra geniş ve verimli bir araziyi geçtik. Üst kısımlar oldukça ekili, körfez kıyıları tuzlalarla kaplı ve ortadaki bölüm hayvan sürüleri ve mandalarla dolu idi. Bu yörenin mandaları korkunç yaratıklar. Ayırımsız hepsi siyah ve hafifçe kıllı, bazen de hiç kılları yok. Ovayı geçip bir süre sahilden yürüdükten ve bazende yuvarlak burunları geçtikten sonra akşam saat sekizde bir Türk köyü olan Karemsal’a (Karamürsel) vardık. Atlarımızı hana bıraktıktan sonra geceyi geçirmek üzere bir kahvehaneye oturduk.

Bugün ki uzun ve yorucu yürüyüşümüz, dikey deniz kıyıları üzerinde gördüğümüz ve şimdi deniz dalgalarının yıkadığı kalıntılardı. Bu kalıntıların bir kısmı oldukça dayanıklı ve güçlü idi. Bu güzel kıyıların her yerinde görülen kiremit ve tuğla yapı parçaları, bir zamanlar burada yoğun bir nüfus olduğunu gösteriyor. Kalıntılar genellikle, yakındaki dağın yamaçlarından fırtınalar sonrası gelen ve çağlar boyu yığılan dolgu toprağın 10-15 adım altında.

Yol üzerinde konu etmeye değmeyecek kimi Rum köyleri vardı. Üzerinden yürüdüğümüz denizden az yüksek, ender kum kıyılar vardı. Bunlar, küçük ama güzel bazı gölcükleri denizden ayırıyorlardı. Belki de bu ileri doğru çıkma eğilimleri ileride körfezi de bölecektir. Gördüğümüz ilginç şeyler arasında deniz kıyısına doğru uzanan, dayanıklılığı ve duvar işçliğiyüksek olan bir su yolu parçası idi. Kanımca amaç buradan bir mil uzaklıktaki değirmene su taşımaktı. Suyun kaynağı yakınlarında Türklerin “Değirmen Köy” adlı bir köy var ki bu da düşüncemi destekliyor. Ancak burada olağan üstü olan, ölçememe karşın çevresi en azından

159

yirmi adım olan ve kökleri, bu duvarı aşarak muzafferane üzerine oturmuş, dallarını da bu insan eseri üzerine genişçe yayılmış koca bir ağaçtı.

Karamürsel’de Elçi Bey, fermanını ve Nikmid (İzmit) müselliminin mektubunu Ağa’ya gönderdi. Derhal muhafızları ile birlikte geldi ve Türk adetlerine göre ona bir demet gül verdi. Daha iyi bir konaklama olanağı sunmak için izin rica etti ama çok yorgun olduğumuzu söyleyen Elçi Bey bu öneriyi reddetti. En az oniki saattir at üzerindeydik. Bizimle birlikte bir pipo ve çorba içti ve kahveciye bizimle ilgilenmesini tenbih ettikten sonra iyi geceler diledi. Sabah iznik’e doğru yol almak üzere derin bir uykuya daldık.305 İznik ve Bursa gezimiz sonrası Yalova’dan tekneye binerek, 11 günlük yolculuğumuzu Kadıköy’de sona erdirdik.306

1830, Eli Smith & H. G. O. Divide

American Board tarafından görevlendirilen Smith ve Divide 26 Mart 1830 İzmir’de karaya ayak basarlar. Sonrasında da Marmara denizi kıyısına kadar atla, ardından tekne ile 19 Nisan’da da İstanbul’a varırlar. 21 Mayıs sabahı saat 10’da hareketle Üsküdar, Bostancı, Maltepe, kartal, Pendik üzerinden öğleden sonra saat 6’da Gebze’ye varırlar.307

Eski Libyssa, şimdiki Gebze’de geceledik. Şimdiye dek geçtiğimiz köylerden daha büyük görünüyor ancak yerleştiğimiz menzilhane köyün bir ucunda olduğu için pek göremedik. Bu ilk günümüzde dokuz saatlik308 at binmenin yorgunluğu ile araştırma yapmak yerine kendimizi hemen yere atarak, menzilhanenin her yerine kümelenmiş pirelerin rahatsız etmesine rağmen uyumaya başladık. Belki de Hannibal’in küllerini saklayan küçük tepeciğin burada olduğunu söylediğimde beni daha da suçlayacaksınız.

Sabah saat dört buçukta, dünküne benzer ama artık denizin görünmediği bir araziden ilerledikten sonra meyvelerinin artık olgunlaşmaya başladığı kiraz bahçelerinin arasından yürüyüp İzmit Körfezi’nin başladığı yere geldik. Her ne kadar kıyı ve buradan yükselen kaba tepe yamaçları oldukça ekili olsalar da akşam dokuzda vardığımız konaklama noktasına kadar hiçbir yerleşim görmedik. Dün başkente doğru ilerleyen koyun sürüleri görmüştük, bugün de yol boyunca bunlardan binlercesi vardı.

İznikmid (ki daha çok İznimid denir), adını verdiği körfezin kuzeydoğu ucundaki bir tepenin yamacı üzerinde kuruludur. Bu yöne doğru seyreden bir çok kayık ve iki direkli yelkenliler, yeşil tepeler ve her yöndeki verimli ovalar, Diocletianus’un ikametgahı bu Bithynia başkentinemuhteşem bir deniz ve kır manzarası kazandırıyor. Evlerin çoğu yüksek ve havalı bir görünüme sahipler. 4000 Türk, 500 Ermeni, 500 Rum ve Yahudi haneden oluşan nüfusu yaklaşık 25,000 kişi.

Bir sonraki durağımız altı mil uzaklıktaki Sabanca (Sapanca). Körfezin ucundan doğuya doğru uzanan bu ovanın toprağı nemli ancak oldukça verimli. Sağ taraftaki sıradağlar kesintisiz ince bir ormanla örtülü. Yürüdükçe ekili alanlar gözden kayboldu ve tenha patika yolu bizi tropikal bir zenginlik içindeki ağaç ve fundalıklara doğru götürdü. Yaklaşan akşamın serinliği ve kuş cıvıltıları bize 45 millik bir yürüyüşün yorgunluğunu unutturdu. Büyülü çevrenin getirdiği bu dalgınlık birden, komşu köylerin birinden yaklaşmakta olduğumuz köye gelin getirmekte olan alayı görünce kesiliverdi. Gelin ve ona eşlik eden her yaştan peçeli kadınlar üstü kapalı altı adet öküz arabasına sıkışık bir vaziyette yerleşmişlerdi. Öküzler her

305 Porter, Istanbul and Its Environs, c.1, New York 1835, s. 205-215 306 Kitabın sonunda İzmit Müsellimi ve İmparatorluk Gemi Kerestesi Emini Mustafa Tahir’in güvenli yolculuk etmeleri için verdiği mektubunun İngilizceye çevirisi yer almaktadır.

307 Eli Smith, Researches of the Rev. E. Smith and Rev. H.G.O. Divide in Armenia through Asia Minor, c. 1, NewYork 1833, s. 75-79 308 Gezgin: Konaklama noktaları arasındaki bir Türk saati, bir karavan yürüyüşüne eşittir ve Türkiye’deki konaklama noktaları arsındaki mesafeler önceden ölçülmüştür. Zemindeki toprağın yapısına göre değişse de üç mile ya da bir İngiliz league’ine eşit olduğu söylenebilir.

160

renkten medillerlle süslenmiş ve her iki yanda silahlı adamlar ile çalgıcılar yürüyorlardı. Zurnave davul gürültüleri anlatılamaz bir eğlence yaratıyordu. Akşam yedi buçukta Sapanca’ya vardık. Az önce sözünü ettiğimiz dağların eteğinde, tatlı sulu bir gölün kıyısında 150 Türk, 25Ermeni ve 15 Rum haneden oluşan bir köy.

Gezginlerimiz 23 Mayıs sabahı Sapanca’dan yola çıkarak on saatlik bir yürüyüşten sonra Hendek’te bir hana yerleşirler.

1833, James Baillie Fraser

James Baillie, Aralık 1832’de Londra’da başladığı gezisi esnasında İstanbul’a vardıktan sonra İzmit, Amasya, Tokat’ı gezip İran’a geçmiştir. İşte “Bir Kış Mevsiminde İstanbul’dan Tahran’a Yolculuk” adlı yapıtından alıntılar:309

Atlarımızı değiştireceğimiz Gheriza’ya (Gebze) girmeden önce karanlık çöktü ve biz kasabaya saat 10’da varabildik. Minarelerin tepesine kümeler halinde asılmış lambalar bizde Gebze’nin büyük bir kasaba olduğu kanısını uyandırdı. At yolculuğumuunz sonucu oluşan iştahımız bize keyif veriyordu, ancak düş kırıklığına uğradık. Tatar (sürücü) bize yiyecek hiçbir şey bulamadı. “Ramazan” dediler. İnsanlar az ve yalnızca gün batımında yerlermiş. Şanslıydık ki biraz tütsülenmiş Edirne dili, ekmek ve iyi kahvemiz vardı.

Gece değişkenliği ile kış mevsiminin yakın olduğunu kanıtladı. Kimi zaman zifiri karanlık, kimiaydınlık, sonra yine karanlık oluyordu. Yollarda umutsuzluk verircesine yoğun bir çamur vardıve sabaha karşı sağanak bir yağmur başladı fakat biz yola çıktık ve her birimiz atlarımızın ayaklarından çıkan çamurla tamamen kaplanmamıza rağmen ertesi sabah saat sekiz buçukta İzmid’e (İzmit) yani eski Nikomedia’ya vardık. Hiçbir şey, o güzel körfezinin hemen kıyısından dik dağın tepesine kadar yayılmış çok odalı eski evleri, sırtları, dar ve derin koyakları ve hepsinin üzerinde kümelenmiş bağları ve meyve bahçeleri ve ağaçları yanı sıra en ilginci kentin merkezindeki mezarlıklar ve servi ağaçları ile bu kentin konumu ve görüntüsünden daha resimsel olamaz. Ancak verdiğim kentin bu genel görüntüsünden, sokakları ayırmak zorunda kalmaktan korkuyorum. Yalnızca çok değişken biçim ve yönleri nedeni ile resimsellik kavramı içine alınabilirler. Dize kadar çamurdan sonra kesinlikle atların ayakları kırılsın amacıyla döşenmiş Arnavut kaldırımı yollarla karşılaşıyorsunuz.

Burada tereyağda kızarmış birkaç yumurta ile açlığımızı yatıştırdıktan sonra birkaç güzel akarsuyu geçip millerce sağlam ve dayanıklı ancak atların ayakları için kötü bir geçit yolunda ilerledik. Yolumuz daha sonra meşeleri istila etmiş cüce çoban püskülleri, deve dikeni, böğürtlen çalıları ve katır tırnaklarına benzer bitkilerle kaplı, geniş ve verimli toprakları olan bir vadide yayılarak devam etti. Özellikle sağ taraftakiler olmak üzere, her iki yandaki yüksek dağların zirveleri meşe ormanları ve sisle kaplıydı. Hava fazlasıyla tehdit ederek bozdu ancak yağmur kesildi ve ağır yollar ile bele kadar çamurla karşılaşmak yerine soylu yeşil meşeleri ve çınarları ile ilginç Sapanca kasabasına öğleden sonra saat üçü biraz geçe vardık. Burası İstanbul’dan 24 saat çekiyor. Bolu yolu nasıl sorusuna verilen yanıt, “çamur çok Çelebi, yağmur çok” şeklinde. Öğleden sonra saat dört gibi Sapanca’dan ayrıldık.

1834 & 1837, Remy Aucher Eloy

1830-1838 yılları arasında yakındoğuya yaptığı seyahatleri esnasında dört kez değişik zaman ve güzergahlarda Anadolu’dan geçer.

27 Şubat 1834’de İstanbul’dan hareket.

309 James Baillie Fraser, A Winter’s Journey (Tatar), from Constantinople to Tehran, cilt 2, Londra 1938, s. 182-184

161

28 Şubat öğleden sonra saat 4’de Kartal’da yemek. Güzel ve büyük bir caminin bulunduğu Türk kasabası Gebze 9 saat uzaklıkta. 01 Mart Gebze’den Nicomedia’ya (İzmit). Körfez’e varmadan önce toprak çıplak. Körfez kıyısında Heraclea (Hereke) bulunmakta. Bütün yol Clematis cirrhosa ile kaplı, güzel bir etki bırakıyor. İzmit, bir dağın üzerine kurulmuş, kent güzel ve oldukça ekili. 02 Mart İzmit’ten Karamusal’a (Karamürsel). Tuzlalar ve körfez kıyısında korkunç kötü bir yol,güzel çiftlik, Rum köyleri ve güzel meyve bahçelerinin bulunduğu bir ovayı geçiyoruz. 03 Mart Karamürsel’den Nikea (İznik)’e hareket, dağların arasından 10 saat yolculuk. Yolun neredeyse ortasında Yeni Köy isimli bir Ermeni köyünde yemek yiyiyoruz. Dağlar tatmamiyle bağlarla ekili. Karlara yakın Smilax Aspera, daha da aşağıda sarı, beyaz ve mor çiçeklerle çeşitlenen Crocus sieberi var. Dağların eteklerinde ve İznik ovaso girişinde Galanthus plicatus, Arbutus andrachne ve Daphne oleifolia bulunmakta.

Gezgin daha sonra İznik, Lefke, Gölpazar, Torbalı üzerinden yola devam eder. Aynı yıl içinde dönüşünde de Samsun, Tosya, Bolu ve Sapanca üzerinden İzmit’e gelir. 1835 yılında yine İstanbul’dan hareketle Bursa, Kütahya üzerinden İran’a hareket eder. 1837 yılındaki gezisinde de 1834’deki gibi İzmit’ten Ankara’ya giderken yaklaşık aynı yolu izler. Torbalı, Beypazarı ve Ayaş üzerinden Ankara’ya ulaşır.310

1836, William J. Hamilton

31 Ekim 1835’de İzmir’e ayak basan Hamilton ve yol arkadaşı Strickland, ağır kış şartları altında İstanbul’a geçerler. Havalar düzeldikten sonra Marmara’yı tekneyle geçerek Mudanyaüzerinden Bursa’ya ulaşır. Buradan Antalya’ya kadar iner.1836 Mart ayında Hamilton, tekneyle İstanbul’dan Trabzon’a yola koyulur. 311

1837, Thomas Allom

Thomas Allom (1804-1872), 1800’lerin ilk yıllarında Yakın Doğu’yu dolaşan büyük ressam ve mimarlardan biriydi. Allom, 1834 yılında İstanbul’a geldi ve Britanya elçisi Lord Strangford’un yakın arkadaşı oldu.1837 yılında on ay boyunca İstanbul, Bursa ve Ege bölgesini gezerek çizimler yaptı. Kendisine 1831 yılında İstanbul’a geri dönmüş olan Robert Walsh eşlik etti. 1838 Nisan’ında İngiltere’ye dönerek Haziran ve Temmuz aylarını yapıtını yayına hazırlamakla geçirdi. Walsh, Allom’un çizimlerine metin yazmakla görevlendirilmişti. 312 Alom’un levhaları Fisher tarafından bir çok yayında kullanılmıştır.

1837, Baptistin Poujoulat

Baptistin Poujoulat, daha önce kardeşi Jean Poujoulat ve Joseph Michaud’nun 1830 ve 1831yıllarında birlikte ziyaret ettikleri ve daha sonra 1833-35 yıllarında yayınladıkları “Correspondance d’Orient” adlı yapıtta yer alan bölgelere, özellikle de Haçlıların geçtikleri noktalara doğru 25 Eylül 1836’da Toulon’dan bir gemi ile bir geziye çıkar ve sonrasında önceki ekibin belirttiğimiz kitabına ek notlarını 1840 yılında yayınlar.313 İşte, İstanbul’dan yazdığı Nisan 1837 tarihli, yöremizle ilgili mektubun özeti:

27 Mart günü güneş doğarken güzel Bursa kentinden ayrıldık, kuzeydeki ovaya doğru yol almaya başladık. Bir saat sonra burada üretilen ipeğin inceliği nedeniyle ün salmış Emirde adlı bir kasabanın yakınındaki Tepece kasabasına vardık. Ovayı terk ederken alçak dağların

310 Remi Aucher Eloy, Relation de Voyages en Orient de 1830 a 1838, 311 William J. Hamilton, Researches in Asia Minor, Pontus and Armenia, Londra 1842

312 Thomas Allom & Robert Walsh, Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor, Londra 1838 313 Baptistin Poujoulat, Voyage dans l’Asie Mineur (A la Correspondance Orient adlı yapıtın devamı olarak), c. 1, Mektup 11, Paris 1840, s. 172-189

162

arasına daldık ve dört saat yürüyüşten sonra Murat Ovası’na ulaştık. Tepede de Murat adlı bir köy var. Üzüm, nar, erik ve zeytinle kaplı bu vadi büyükçe bir akarsu tarafından sulanıyor. Karaman’ın güzel develerinden oluşan kalabalık bir kervan suyun kenarında kamp kurmuştu.Develerin dizginleri kırmızı, mavi, yeşil ve sarı bezlerle süslenmiş. Pamuk ve ipek balyalarından oluşan kervan yükü kenara konulmuş… Murat Ovası’ndan iki saat uzaklıkta Emir Bey kasabası var. Üç saatlik bir yolda da gelirleri zeytin, üzüm, nar, erik’ten sağlayan Rum ve Türklerden oluşan eski Civitot ya da Cius olan bugünkü Gemlik kasabası var. Gemlikcivarında inşaat ağacı çok olduğundan Osmanlı Harbiyesi buraya savaş gemisi yapmak için bir tersane kurmuş. Gemlik, eskiden Cyanus olarak bilinen Mudanya Körfezi üzerinde bir amfitiyatro gibi yükseliyor. Civitot’un arkasında, doğuda, iki fersahlık alan üzerinde Ascanius’un (İznik Gölü) batı ucuna kadar uzanan bir küçük vadi bulunmakta. İznik Gölü’nün fazla sularını taşıyan bir akarsu bu vadiyi sulayarak Gemlik’in ötesinde denize dökülüyor. Bu akarsu, Cius ırmağından su ikmali yapmak için Cyanus Körfezi kıyılarına yanaşan Argo Gemicileri’nden, Herkül’ün gözdesi Hylas’ın nymphe’ler tarafından kaçırıldığı yer olması nedeniyle mitolojide oldukça ünlüdür. Bu nedenle bu yörenin insanları Hylas’ın kaçırılışının her yıl döneminde neşeli bir şekilde dans ederek ve Hylas’ın adını çağırarak Arganthon (Samanlı) Dağları ormanlarında dolaşırlar. Bu eğlence Strabon döneminde de devam ediyordu.

Haçlılar, İznik’in Selçuklularca kuşatılması esnasında Ascanius üzerinden aldıkları yardımı engellemişler ve arabalarını, gemilerini ve kayıklarını Civitot limanından göle Gemlik vadisi üzerinden taşıyarak ulaştırmışlardır. Keşiş Pierre’in birlikleri Bizans İmparatoru’nun onlara sağladığı gemilerle Propontis’i (Marmara) aşarak Civitot yakınlarındaki büyük plajda kamp kurmuşlardı.

Şimdi Renaud komutasındaki üç bin Almana zaferi getiren meşhur Exerogorgon’u314 arayalım. Gemlik’ten dört saat sonra, İznik’in sekiz saat kuzeybatısında, Türk köyü Pazarköy’ün (Orhangazi) yarım saat kuzeyinde Samanlı sıra dağlarının doğu yamacında yöre insanlarının Eski Kale olarak adlandırdıkları taş yığınları ve hala ayakta olan surlar mevcut. Buranın bir çok Haçlı’ya mezar olan Exerogorgon kalesi olduğuna inanıyoruz. Bu yerin İznik’ten uzaklığı tarihçilerin belirttikleri ile uyuşmuyor ama hikayenin bu kısmında eski tarihçilerin notlarında olaylar değil ama yer belirlemede çok sayıda bilgisizlik, belirsizlik ve çelişkiler var. Eski Kale bu dağlarda karşılaşılan tek kale kalıntısı…

Bir başka çelişki de Pierre ve Kılıç Arslan’ın çok sayıdaki adamları arasındaki saldırıların nerede başladığı. Yoksul Gauthier ve Orleans’lı Foucher komutasındaki Haçlılar, Civitot kampından hareketle Arganthon Dağları ormanlarının arasından doğuya ilerlerler. Bu esnadaİznik Sultanı’nın adamları da aynı dağlara karşı taraftan girmektedirler. Haçlıların savaş çığlıklarını duyan Selçuklular savaşmak üzere ovanın doğusuna indiler. Onbeşbin Haçlı’nın öldüğü bu kanlı savaş İznik’in altı fersah batısında geçmiş ve kuzeyden güneye dört mile yayılan savaş alanı da İznik Gölü ile Pazarköy arası olmalı. Alan bugün üzüm, zeytin ve erik ağaçları ile kaplı…

Güneyinde uzun sıradağlarla kaplı İznik Gölü, 7 fersah uzunluğa ve 9 fersah genişliğe sahip. İznik Ovası gölün kuzeyindedir ve Samanlı Dağları’ndan inen sellerle bölünmekte. Ovanın uzunluğu 8 fersah, genişliği ise 2 fersah ayrıca erik, nar, zeytin ağaçları ve bağlarla çevrili birkaç köy bulunmakta. Bu ovada 1097’de 600 bin hristiyan askeri konaklamıştı…

İznik kenti, gölün doğu ucunda yarım daire şeklindeki ağaçlık bir dağın eteğinde. Antik kent surları çift ve bir buçuk fersahlık bir çembere sahipler. Kısmen, kireçle karıştırılmış küçük taşlardan yapılmışlar. Kuzey tarafı, traşlanmış büyük taşlarla kaplanmış. Batı surları bir millik bir alanda göl kıyısı boyunca uzanıyor. Yanlarına yuvarlak, oval ve kare kuleler yapılmış olan İznik surları yaklaşık 30 ayak yüksekliğe ve 10 ayak genişliğe sahip. Göl tarafı hariç surlar

314 Y.U.: Ya da Xerigordos. Clive Foss, Civitot ve Xerigordos’u aynı yer olarak tanımlayıp bugünkü adıyla Çobankale (Altınova) olarak konumlamak taraftarıdır. Bkz. Foss, Nikomedia, çev. Y. Ulugün, İzmit 2002

163

tümüyle korunmuş durumda. Binlerce sarmaşık kolu surlar ve kuleleri kaplamış. İznik’in üç kapısı var. Güneydeki tümüyle yıkılmış, doğudaki üç küçük mermer kemerden oluşmakta; bukapının iç taraftaki alınlığı tümüyle bozulmuş bir Grekçe yazıt. Dış duvarın üzerinde mızrak ve kalkanlı Roma askerlerinin görüldüğü büyük ölçekte bir alçak kabartma var. Doğuya bakan kapının dışında yakın bir uzaklıkta komşu dağlardaki kaynaklardan İznik’e su taşıyan su kemerlerinin kalıntıları var. Kuzey kapısı büyük ve güzel, üç küçük gri mermer kemerden oluşuyor. Bu kapının iç duvarında kocaman bir yılan saçlı kadın başı (gorgon) görülüyor. Bu canavar başının burun deliklerinden, gözlerinden, kulaklarından, ağzından uzun sarmaşık kolları fışkırıyor…

İznik kuşatması başlamadan önce Haçlılar konumları paylaştılar, her komutanın tutacağı bir nokta vardı. Godefroy ile iki kardeşi Eustache ve Baudouin doğuda idi ve bu taraftaki surlar, bugünkü görünümlerinden anlaşılacağı üzere korkutucu idi. Doğu duvarlarının dibi, İznik Gölü’ne dayanmış batı duvarları hariç olmak üzere diğer duvarlar gibi yarı doldurulmuş hendeklerle çevrili. Goderoy’un surlar ve dağlar arasında tuttuğu bölge bir millik bir sahaya yayılıyor. Bağ, erik ve zeytin ağaçlarının oluşturduğu bitki örtüleri Lorraine dükünün çadırlarının dikildiği noktada kesişiyorlar. Az önce bahsettiğim su kemerleri kalıntısı tam bu noktada bulunuyor.

Tarente prensi Bohemond ve Tancrede’nin saldırdığı kuzey surlarından itibaren İznik ovası uzanıyor. Kuzey duvarlarının etrafında bulanık bataklıklardan başka bir şey yok. Flandre kontu Robert ve Normandiya prensi Tancrede ve Godefroy’un arasına yerleştiler. Kentin güneyi Toulouse kontu Raymand’a ve Puy piskoposu ünlü Adhemar’a ayrılmıştı. Güneydeki kuleler tüm diğerlerinden daha yüksek ve daha kalındılar. Güney surları ve dağlar arasındaki uzaklık yaklaşık bir buçuk mil. Toprak şimdi erik ve kıpkırmızı çiçekli nar ağaçları ile kaplı. Birgezgin olarak burada duruyor ve sözü bir tarihçiye bırakıyorum. Haçlıların Tarihi adlı yapıtın birinci cildini açarak oldukça gerçekçi yazılmış olaylara eşlik ediyorum.

Godefroy’un İznik’e gelişinden birbuçuk asır sonra Fransa Kralı VII. Louis, ordusuyla İznik Gölü’nün batı kısmında Civitot’un karşısında kamp kurmuştu. Hylas ırmağından çok uzak olmayan bir yerde dikilen çadırında, Laodicee dağlarına çekilmiş Germen haçlılarının Bizans imparatoru Manuelos’un ihaneti sonucu Selçuklularca kılıçtan geçirildiklerini haber veren Conrad’ın elçilerini kabul etmişti. Deuil’li Odo, “ne acıklı bir yazgı” diyor. Karşılarında Roma’nın bile titrediği bu Saksonlar, Batavlar, Almanlar kalleş Rumların oyunları sonucu zavallı bir şekilde ölmüşlerdi. Alman İmparatoru nerdeyse tek başına kalmış ve tümüyle yaralanmış halde Conrad’ın önünde yürüyen Fransız Kralı’nın yanına geldii. Tarihçi, “birbirlerini kucakladılar ve acı gözyaşları içinde birbirlerini öptüler”.

İmparator, ordusunun başına gelen felaketi bizzat kendisi VII. Louis’e anlattı. Conrad’ın anlatımı da Fransa Kralı’nı oldukça duygulandırmıştı. Bir ay sonra da Cadmus dağının geçitlerinde Fransız kralının gösterdiği kahramanlık ve fedakarlığa rağmen yenilmiş, yok edilmiş Fransız ordusunun kaderi için göz yaşı dökmek gerekecekti.

İznik’in şu anki durumundan söz edelim. Kente kuzey taraftan yaklaşınca sur çemberlerinin içine tuğladan yapılmış büyük bir kuledeki gedikten giriliyor. Kentin meydanına kadar tüm surların ayakta olduğunu görmek bir gezgin için oldukça büyük sürpriz. Önde, arkada her yerde ekili topraklar, bağlar, zeytin ve erik bahçeleri görülüyor. Selvi ve çınarlarla çevrili uzun yolları yürüdükçe küçük, basit bir kasabaya varılıyor. Burası Müslüman ve Rumların oturduğuİznik. Ne yazık ki bu sur çemberlerinin içinde bir zamanlar yükselen onca güzel yapıdan geriye bir şey kalmamış. Yontulmuş taştan yapılmış iki kemer yarıya kadar toprağa gömülü. Theodoros Lascaris’in mezarının kalıntıları olduğu söyleniyor. Kimileri ise buranın 325 yılındaKonstantin döneminde ve 787 yılında İmporatoriçe İrene zamanındaki iki konsilin toplandığı büyük İznik kilisesi olduğunu sanıyorlar. Bu konsillerden birincisi Ariusçuları, ikincisi ise ikonaklastları (tasvir-kırıcılar) dışlıyordu.

164

İznik’te Müslüman yapı harabeleri hristiyan yapı kalıntılarından daha çok. İznik’ten onbeş dakika uzaklıkta İznik fatihi Sultan Orhan tarafından yaptırılmış bir medrese bulunuyor. Hala iyi durumda bulunan bu yapı bu türün Türkler tarafından yapılan ilk örneğidir. İznik’i ziyaret eden tüm gezginler beyaz mermerden yapılmış bu güzel Yeşil Cami’den söz etmişlerdir. Yapıyı ve minaresini kaplayan yeşil çinileri nedeniyle bu adla tanınıyor. Arap mimar, bugün terk edilmiş durumdaki İznik camisinden daha ince, daha şık ve daha ilgincini yapamazdı. Buyapının kapısı cephede dört, yanlarda da ikişer sütunla süslenmiş. Arabın tüm hünerini gösterdiği mermer kafesin önünde bir revak yer alıyor.

İznik’ten 29 Mart’ta ayrıldık ve iki saat yürüyüşten sonra Arganthon (Samanlı) dağlarına ulaştık. İznik’ten Yeniköy kasabasına yol sekiz fersah; yol kuzeybatıya doğru ilerliyor, dar ve kayalık yolda zorlukla yürünüyor. Yeniköy’e varmadan iki saat önce Kızderbent kasabasından geçiliyor. Yeniköy, Kırkgeçit’in kaynaklarının yer yüzüne sızdığı sevimli bir tepenin dibinde bulunuyor. Tarihçilerin de belirttiği gibi bu akarsu, tortulu sularında Birinci Haçlıların bir çoğunun can verdiği eski Dracon (bugün Yalakdere). Dracon, Yeniköy karşısındaki bir vadide akarak, Konstantin’in annesi Helena’nın memleketi Helenapolis ya da bugünkü adıyla Hersek’i geçerek İzmit Körfezi’ne dökülüyor. Bouillonlu Godfroy’un büyük ordusu Dracon vadisini geçerek Samanlı dağlarına girmişti. Sanıyoruz ki ordunun geçeceği hiçbir yol bulamayan Lorraine dükü Yeniköy’den itibaren balta, kazma ve diğer demir aletlerledonatılmış dört bin adamını dağlarda bir yol açmaları için göndermişti. Yolu belirlemek için ağaç haçlar dikmişlerdi.

İki saatlik bir uzaklık Yeniköy’ü Samanlı sıradağları eteğinde ve İzmit Körfezi kıyısındaki Türkköyü Kara-Musal’dan (Karamürsel) ayırıyor. Adını, Orhan’ın komutanlarından Mürsel’den alan Karamürsel çekici bahçelerle çevrili. Osmanlı savaşçılarından bir birliğin başındaki Mürsel, Bithynia’nın bu bölümünü fethetmişti. Kara lakaplı idi çünkü gözüpekti. Kara adı, Orhan tarafından taşındığından beri Türklerde bir kıvanç adı olmuştu. Osmanlıların siyah rengi yeğlemeleri buradan gelmektedir…

Hersek, Karamürsel’in iki fersah güneyinde altmış haneli yoksul bir köy. Hersek yöneticisinin Mekke’ye giden hacı kervanlarına Psidia’nın antik Antiochia’sı Akşehir’e kadar eşlik etme geleneği var. Körfezin karşı yakasına gitmek için, Hersek’ten tekneye biniliyor ve adını denize bir dil gibi uzanan toprak parçasından alan Dil adlı bir limana varılıyor. Marmara denizi Dil’in bir saat güneyinde İzmit Körfezi’nin başladığı sınır olan bir dirsek oluşturuyor. Dil’den iki saat yürüyüş sonrası sağ tarafta Hannibal’in gömüldüğü antik Lybissa’nın üzerine kurulmuş olan Gebze’ye varılıyor. Hannibal, Bithynia Kralı II.Prusias’a sığınmış ve ona Bergama Kralını yenmesi için yardımcı olmuştu. İnsani değerlere önem vermeyen ev sahibi II. Prusias’ın bu onurlu adamı Romalılara teslim etmeyi kabul etmesi üzerine Hannibal, utancı yaşamak yerine ölmeyi tercih etmişti. Gezgin, bundan sonra II.Mahmut tarafından yapılmış geniş ve bakımlı olduğunu belirttiği yol üzerinden İstanbul’a yönelir.

1838, Charles Fellows

Nottingham’da bir bankerin oğlu olarak doğan Fellows (1799-1860), daha genç yaşlarda iyi bir gezgin olduğunu ispatlamıştı.1827 yılında Mony Blanc dağına çıkan onüçüncü kişi oldu. 1838 yılında İzmir’e gitti ve Anadolu’nun içlerini dolaşarak çok sayıda pre-helenistik kent keşfetti. Buradan dönüşünde 1839 yılında “A Journal Written During an Excursion in Asia Minor” adlı yapıtını yayınladı. Bu eser öylesine büyük bir etki yaptı ki, Lord Palmerston Sultan’dan kimi Likya heykellerini İngiltere’ye götürme izni istedi. Fellows 1939 yılı ikinci yarısında geri döndü ancak Türk makamları arkeolojik kalıntıların götürülmesi hususunda çekimser kaldılar. Yeni buluntuları 1841 yılında “An Account of Discoveries in Lycia” adlı eserinde yayınladı. British Museum’un mütevelli heyet üyelerinin ısrarı ile, daha öncekilerde olduğu gibi masraflarını yalnızca kendinin karşıladığı bir üçüncü seyahat yaptı. 1844 yılında yaptığı dördüncü ziyaret ise en uzunu ve kendi açısından en başarılı olanı idi. Bu seferden

165

de elde ettiği 27 sandık ganimet bugün British Museum’un “Lycia” bölümünün başlıca parçalarını oluşturmaktadır.

1838 yılındaki 12 Şubat günü İzmir’den başlayarak 7 Mart’ta İstanbul’a vardığı gezisinde yöremizi de gezen İngiliz arkeolog Sir Charles Fellows’un notlarını aşağıda aktarıyoruz.315

17 Mart, cumartesi günü Asya yakasındaki Üsküdar’a geçerek, atlarımı orada teslim aldım. Buradan İzmit’e kadar olan yaklaşık 60 millik yol Avusturya’lılarca dizayn edilmiş. Zemin şimdilik yöre toğrağından ancak bundan ötesinin yapılacağını sanmıyorum. Yol genişletilmiş, yönetmelikleri bile tamamlanmış. Bana biri kendim biri eşyalarım için iki araba tahsis edilmiştiama bu mevsimde çamur nedeniyle arabaların bu yolda gidemeyeceğini söylememe ve sadece atları almama rağmen ücret değişmemişti. Yolda aynı zamanda 33 mil aralıklarla atları değiştireceğimiz duraklar oluşturulmuş ancak ya tecrübesizlikten ya da her zamanki yavaşlıklarından her seferinde yüklerimizi yeni atlara yüklemek için en az bir saat beklemek zorunda kaldık. Saat 10’da Üsküdar’dan hareketle, akşam saat 7’de “Dil” iskelesine geldik. Burada bir büyük odası ya da başka deyişle Avrupa’dakilere biraz benzeyen kahvehanesi olan tek başına bir bina var. Gemiciler, çocuklar ve postacılardan oluşan 8-9 kişilik diğer gruptan uzakta bir yere yerleştik. Bu insanların hepsi saat 10’a kadar çok eğlenceliydiler ancak bu saatten sonra hepsi bir yana yayıldılar… Ertesi sabah saat 6’da kalktım ve buçuktada bizi karşı yakada eski adı Drepanum olan Hersek’ten denize doğru bir çıkıntı yapan boyunşeklindeki kara parçasına çıkartacak teknede idim. Bu noktadan bizi yaklaşık iki mil içeride olan Hersek’e götürecek atları bekledik. İzmit Körfezi doğu tarafının kaba taslak resmini çizdim, bataklık burnun düzlüğünde bir süre dolaştıktan sonra kıyıyı inceledim, tümüyle yabani otlarla karışmış, hafifçe kırık ve sahile sürüklenmiş deniz kabuklarından oluşuyordu. Echinus cinsi deniz kestaneleri çok sayıdaydı, her çeşit tarak ve midye kayalara yapışmış yığınlar halindeydi.

Bitkilerin çoğu oldukça ilgi çekici. Çalılıların ana bitkisi çoban püskülü, bir çeşit kuşkonmaz ise yüksek ağaçların bile tepesine kadar sarılarak büyümüş. Burada her cins su kuşunu görmek olası. Bataklık çulluğu yoğun, leylekler ise her alanda rahatsız edilmeyecek yüksekliklerde yuva kurmuşlar. Bunun için neden her zaman halka yakın yerleri, bir bacanın tepesini ya da bir meydandaki veya bir konağın bahçesindeki ağaçları seçerler, ilginç. Gagaları ile enstrümantal bir laklak gürültüsü çıkartırken, zarif bir eğimle kafalarını geriye doğru atıyorlar. Genellikle eşin yuvaya dönüşünde çıkartılan bir mutluluk sesi.

Temiz sığ suyun dibinde, yolun her iki tarafında da kaplumbağa gördüm ama sabahın bu erken saati, suda atılacakları tehlikeler için çok soğuk olsa gerek. Atların sağlandığı küçük köyün içinden geçerken yarım mil boyunca kuleli surları, mezarları ve su yolunu izledim. Bugün ancak bir zamanlar süslü bir kentin anılarını sunuyorlar.

Yavaşça tepeye doğru tırmanırken, yolun sert çamurlu kısmını bulmak için dereyi yaklaşık yirmi kez aşmak durumunda kaldık. Göründüğüne göre rehberlerimiz çoğunlukla geçilmez olan çok kullanılan hattı takip etmekten kaçınıyorlar. Sahne şimdi daha vahşi ve güzel, dereyle çevrelenmiş ayrı bir tepe. Tepesinde olasılıkla Roma dönemi bir sur gözlemledim, sekiz ya da on yuvarlak kule hala ayakta. Türkçe adı “Çoban Kalesi”, belki de küçük bir kasabayı savunuyordu. Tepeler, yoğun mermer damarları ile yatay kireç taşı tabakalarından oluşuyor. Yolumuz buradan sonra Kızderbent üzerinden İznik.

1838, William Francis Ainsworth

İngiliz doktor ve jeolog Ainsworth (1807-1896), 1837 yılında Russel ve Rassam ile birlikte Fırat havzasından başlayan İstanbul’a yolculuğunda bölgemizi şu şekilde anlatmakta;

315 Ch. Fellows, A Journal written during an Excursion in Asia Minor in 1838, böl.4, Londra 1839, s. 102-110

166

24 Temmuz günü Bolu’dan yola çıkarak 12 saat ya da 42 mil sonra Düzce’ye vardık. Yol, Bolu vadisini terk ettikten sonra tepelik bir orman boyunca devam ediyor. Düzce’de daha önce katettiğimiz yola vardık, bu nedenle ayrıntıları vermeden 25 Temmuz günü 12 saat sonra Hendek’e ve bir 12 saat sonra da 26 Temmuz sabahı Sapanca’ya vardık. 27’isinde de İzmit’e vararak, buradan sağladığımız at arabalarına binip 19 saat ya da 66 mil sonra varacağımız Kartal’a doğru yola çıktık.

2 Kasım’da Rassam’la birlikte Pera’dan bir tekneyle binerek İzmid Körfezi’nde Hereke karşısındaki bir burunda yer alan Hersek’e doğru yola çıktık. Yaklaşık beş saatlik zevkli bir yolculuktan sonra atlarımızla birlikte Hereke’ye kara yoluyla gitmiş olan tatar ve uşağın henüz henüz gelmediklerini gördük. Zorunlu olarak geceyi 10 haneli, harabe minareli bir camisi olan bu yoksul köyde geçirmeye karar verdik.

Buna karşın Hersek, Helenopolis değilse bile Pronectus olarak iki mil uzunluğundaki su kemeri ile antik geçmişi olan bir yerdir. Üzerinde bu köyün bulunduğu alüvyonlu çamur ve kumdan oluşan boyun, denize doğru iki mil uzanmakta olup aslında Kızderbent denilen geçitten geçen Derbent-su adlı küçük derenin deltasıdır. Komşu iç gölcükler bu yeri o denli sağlıksız kılmaktadır ki buradaki konaklama noktasında çalışanların dışında pek az insan oturmaktadır.

Albay Leake, burayı Keşiş Pierre komutasındaki Haçlıların kamp kurdukları Helenopolis olarak konumlandırmakta. Kızderbent olduğu var sayılan Draco geçidinde bozguna uğramışlardı ancak bu varsayım şüphelidir. Nicephorus Callistus, Konstantin’in Drepanum adlı kasabayı daha sonra annesi onuruna Helenopolis olarak adlandırdığını söyler ve Stephanus’un dediğine göre Helenopolis Astakos Körfezi (İzmit Körfezi) yakınındaydı. Cellarius, Kadıköy ve İzmit arasında olabileceğini söyler ama bu olası değil. Nikomedia’nın Rum piskoposu, Sapanca ve Helenopolis’in aynı olduğu konusunda ısrarlıydı. Ertesi sabah Valide Köprü üzerinden İznik’e doğru hareket ettik.316

1838’de İstanbul’dan Musul’a doğru başladığı ikinci gezisinde esnasında ise Üsküdar, İzmit, Sapanca, Melensu, Heraklea Pontika (Kdz. Ereğli), Tium (Filyos-Hisarönü), Bartın, Amasra, Kastamonu, vb. üzerinden Ankara’ya geçmiştir. Eylül 1839’da Türkiye’den ayrılmıştır. Ainsworth, İzmit’in nüfusunu 30,000 olarak vermektedir. 317

1838, Eugene Boré

Genç yaşında bilimsel bir görev için doğuya gönderilen M. Eugene Boré, 2 Mayıs 1838 günüİstanbul’dan çıktığı gezisinde Kadıköy-Dudullu-Ömerli yönünden gelip yöremizde Şile, Kerpe ve Kandıra çevresini gezerek Üskübi’ye (Düzce-Konuralp) geçer.318 İşte anlatımı:

Nikomedes yönetimindeki krallığın sınırlarını Karadeniz, Marmara, Olympus Dağı (Uludağ) ve Parthenius (Bartın) oluşturuyordu. İlk yerleşikleri Trakya’dan gelen Mysialılar, Thynler ve Bithynler geri dönüş yolunda onlar tarafından durdurulan Ksenephon’un da aktardığı gibi cesur insanlardı. Zela sonrası Romalıların kesin fethi ile karşılaşan Bithynia, imparatorluk hristiyanlarının ilk yerleşim yerlerinden biriydi. Konstantinopolis Patrikliği kurulup etki alanı, metropolitliği Kayseri’de olan Karadeniz diyokezliğine kadar yayıldığında Bithynia buna bağlı onbir bölgeden biri idi… verimli Ömerli ovası girişindeki aynı adlı köye vardığımızda sürü halinde yaşayan köpekler aynı İstanbul’daki gibi ancak daha da çekinmez şekilde ahşap evlerden dışarı fırlıyorlar. Birinin ısırmasından kurtulmak için gerçek bir kavga veriyoruz. Havlamaları ve Fransız giysilerimiz bütün çocukların dikkatini çekiyor. Girdiğimiz tüm kent ve kasabalarda olduğu üzere kadınlar örtünerek kaçışıyorlar, erkekler ise kapılarda sigara

316 Ainsworth, Travels and Researches in Asia Minor, Mesopotamia, Chaldea and Armenia, c. 2, böl. 28, Londra 1842, s. 40-45 317 Öztüre, age, s. 162, İstanbul 1969 318 Boré, Correspondance et Mémoires d’un Voyage en Orient, c.1, Paris 1840, s. 180, 405

167

içerek soğukkanlı bir şekilde duruyorlar. Ali, kahyayı çağırdı. Zenginliği, dürüstlüğü ve beyaz sakalı ile sivil topluluğun önderi olarak kabul görmüş biri. İhtiyar, bize evinde ağırlanmayı kabul ettirdi. Tereyağ, inek sütü, bahçesinden sebzeler, kümesinden tavuklar telaşlı hizmetkarlar tarafından bizlere sunuldu ve ertesi sabah da candan minnetimizden başka bir şey kabul etmedi. İşte Anadolu’nun tüm bu bölgelerinde bizi hayran bırakan ve hiçbir yabancının altın karşılığı bile satın alamayacağı Türk ve doğu konukseverliği.

3 Mayıs günü, puslu bir sabah, ortalama altı fersah olan bir sonraki olağan durağımıza ulaşmak üzere yola koyulduk. Oldukça yüklü atlar bundan fazlasına dayanamayacakları gibi insanları ve yerleri inceleyen aylar boyu göçebe hayatı yaşayan bir yolcu için de yeterli. Patika meşe, kestane ve gürgen ağaçları ile dolu tepelerle çevrili iç açıcı çayırları aşıyor. Orada burada yükselen duman sütünları kömür üretimlerinin bir kısmını başkente gönderen yöre insanlarının meşguliyet ve sanayilerini işaret ediyor. Biraz ötede bir kısmı yanmış ormanı gördük, rehberimize sebebini sorduğumuzda kızgınlıkla “işte” diye cevapladı.

Tepenin gerisinde Ömerli vadisi sona ererken geniş bir havzaya açılarak fundalık ve genç budanmış meşeler ufka kadar uzanıyorlar. İki saat sonra tüm bitki örtüsü kuzeyde Karadeniz’in beyaz kumsalları ile son buluyor. Sahil boyunca yürürken gördüğümüz direk, gemi karinaları (gövdenin alt bölümü) ve diğer enkazlar Kara Deniz’in bir misafir sevmezliğinin kesin kanıtları. Eskiler, bu denizi Pontus Exinus yani yabancıların dostu olarak adlandırarak Kara Deniz’in belalarını savuşturmayı amaçlamışlar. Belki de kimi çıkarcılar, İstanbul Boğazı’nın dar girişini ararken fırtına ya da sis yüzünden batan bu hüzünlü teknelerin ağaçlarını kumlardan çekip çıkarıyorlardır.

Şile

Biraz sonra yamaçları bağlık bir yüksek burun üzerine kurulmuş küçük Şile kasabasını göüyoruz. Daha hoş ve daha iyi havalı olan bu tarafta Türkler oturuyor. Liman civarında yüz civarında Rum ailesi var… Senede birkaç hafta toplumu ile birlikte olmak üzere İstanbul’a gitmiş olan papazın evi ikametimize veriliyor. Bizi yardımcısı karşılıyor. Sürekli sarhoşluğu içinde yaşayan evli bir tip. Bizi iki şapele götürüyor, bu adı vermek de doğru mu bilemiyorum,resimlerin mihrabı çirkinleştirdiği karanlık ve nemli iki küçük oda… Yolun karşı tarafında tavernanın kapısında oturarak sigara içen, ölçüsüz uzunluktaki saç ve sakallı bir adam gördük, bizi selamlamak üzere ayağa kalktı. Rehberimiz, “işte meslektaşım” dedi…

Ertesi gün limana inerken, Cenevizlilerden beri liman girişini koruyan kuleyi inceledik. Şüphesiz Arrianus’un Şile’nin önünde diye belirttiği Venüs Tapınağı’nın üzerine kurulmuş. Denizin sakin olduğu günlerde suyun içinde kalıntılar görünüyor. Kalpe’nin (Kerpe) karşı kıyısındaki buruna ulaşmamız için bize bir şalupa hazırlanmıştı. Altı Rum kürekçi ve bir Türk reis vardı…

Antik Psyllis’e319 ulaşınca gözlerimiz arzuyla bir kentin geçmişine ait sur, kule ve su kemeri kalıntılarını aradı.320 Kıyıyı kabaca döven sert dalgalara, birbirine geçmiş böğürtlen, sarmaşıkve “laurus pontica” adı verilen defneler arasından zorlukla geçerek kıyıya yanaştık. Bilmediğimiz bu yerde ellerimiz, yüzümüz ve elbiselerimiz yırtılmıştı. Ancak, katmanlı kayalararasında eşi görülmemiş bir beceri ile insani mimariyi kopyeleyen doğa, bizi sinsice hayal

319 Y.U.: Kefken adası yakınlarında bir dere. Kandıra’dan geçen dere olmalıdır. Bu derenin Billaios (Filyos) Çayı olmadığı kesindir. Phyllis yakınlarında Herakles/Herkül’e ait bir tapınak var. Rodoslu Apollonios , Argo Gemicileri adlı destanında Bithynia’nın kuzeyini betimliyor. Irmak Vadisinden, ırmak ilahlarından, Phyllis’den bahsediyor. Phyllis’in oğlu Dipsakos’un ikameti burası. A.Marcellinus ve Ravenna coğrafyacıları Philium adını kullanıyorlar, bu Göksu deresidir. Bir yorumcuya göre Psulis Potamos yani Psulis deresi’dir. Psilis yazımı Yaşlı Plinius’da Suris biçimine dönüşmüştür. Byzantionlu Stephanos’da şöyle bir açıklama vardır: “Psilion, Thyn Yurdu ile Bithyn Yurduarasındaki ırmak”. Ancak bunda bir karışıklık vardır, çünkü Thynia “Thyn Yurdu” anlamı dışında Kefken Adası’nın da ilkçağdaki adıdır. Umar’a göre Stephanos’un bu sözü, “Psilion, Kefken Adası ile Bithynia anakarası arasındaki kanal” anlamında olabilir, nitekim Arrianos, da bu anlamda kullanmıştır. 320 Y.U.: Gezgin Ağva yakinlarında bir noktaya çıkmış olmalı.

168

kırıklığına uğrattı. Utanarak ancak antikiteye merakımız daha da güçlenerek tekneye geri döndük. Rüzgarın hiç yardımcı olmadığı gece tayfalarımız hala kürek çekiyorlardı. Nihayet pruvada beliren bir ışık kılavuza gideceği yönü gösterdi ve biraz sonra bize fener işlevi gören, birkaç Türk balıkçının toplandığı eve vardık. Bir küçük bir odayı da yatmamız için bize sunmak zorunda kaldılar.

Kerpe

Tarihi anılarla dolu bir yerde olmanın heyecanı bizi sabah erkenden uyandırdı. Hemen antik Kalpe’yi (Kerpe) aradık. Heraklea’dan (Kdz. Ereğli) gelen Ksenephon’un birliklerinin bir bölümü ile karaya çıktığı ve arkadaşı Kerosophus’un anavatanını göremeden, ateşli hummadan son nefesini verdiği köyün bulunduğu bu noktada üç küçük ahşap külübe vardı. Cunaxa’dan buraya yol oldukça uzun ve Yunanlı yüzbaşı’ın geri çekilişi, fatihlerin yaptıklarından daha hayret verici. Binlerce diğeri, aynı yol üzerinden savaş kazanmış olarak geçti ama hiç biri onun gibi geri çekilemedi.

Elimizde onu ilk tarihçiler arasına sokan anlatımı ile birden farkına vardık ki onun gördüklerinigörüyorduk. Bazı farklılıklarla! Artık yamaçlarda nefis şarapların üretildiği üzüm bağları yoktu,incir ağaçları çiftçilerin bahçelerini süslemiyordu ve kesintisiz kaynak yararsızca denize akıyordu. Koyu sert kuzey rüzgarlarına karşı koruyan burunun ucunda bir kulenin temel kalıntılarından başka bir şey yoktu. Ne şekli, ne yüksekliği “Herkül’ün (Herakles) Sütunları” ortak antik adını (Calpe) taşıyan Gibraltar (Cebelitarık) kayalığı ile kıyaslanamaz. Dalgalar, kalker kayada derin mağaralar oymuşlar ve oralara girip çıktıkça sızı benzeri bir çığlık oluşturuyorlar…

Kandıra ve çevresi

İki fersah ötedeki Kanderli (Kandıra) kasabasına posta atı aramaya gitmiş olan Ali hala dönmemişti. Biz de bizi görme merakı ile köylülerin toplandığı kahvehanenin ev sahipleri ile tanışma olanağı bulduk. Fransızlarla tanışma yerine, farklı ve belirgin şekilde özellikle Fransız ve İngiliz adı taşıyanlar karşısında, reaya nedeniyle edindikleri çekinme ve görmezden gelmeyi sergiliyorlardı. Sultan ve imparatorluk büyüklerinin pantalon ve redingotubenimsemelerinden bu yana giysilerimiz onları iğrendirmiyor, sohbet etmeye çaba gösteriyorlardı.

Avrupa ülkelerinin endüstriyel ve sosyal durumu üzerine bine yakın sorudan sonra Avrupa’nın üstünlüklerini anlamaya başladılar… Ali döndüğünde bu insanları selamlayarak bataklıktan ayrılmış bir koruluğun ötesindeki buğday ve keten ekili tarlalara girdik ve Irzeva köyünü sağ tarafta bırakarak ilerleyerek sol taraftaki Duratlı köyünü gördük. Özbi adlı bir başka köyü zorlukla geçtikten sonra atım yolun kenarında uzanmış kocaman bir taşın önünde durdu. Genişliği altı ayak, yüksekliği ise on ayaktı. Dört köşesindeki şişlikler yontularak cilalanmıştı, yan yüzeylerin birinde başı güneş şeklinde insani bir figür vardı. Bu taşın nereden geldiğini sorduğumda bize eşlik eden Kandıralı kahya çubuğunu dudaklarının arasından çekerek “Allah bilir” diye yanıtladı, dünyanın başlangıcından beri buradaydı ve sonuna kadar burada kalacaktı. Umursamazlıkla yola devam etti. Geniş bir çitin arkasına doğru bakarken bir timülüs fark ettim. Açık ki bu taş oraya aitti. Amasia (Amasya) yolu üzerinde Tium (Hisarönü – Kdz. Ereğli’nin 64 km kuzeydoğusunda) mezarlığında daha küçükölçülerde benzer taşlardan çok sayıda buldum. Hiç birinde yazıt izi yoktu. Aynı akşam, çok sayıda mezar yeri dikkatimizi çekti ki şehirler anlamındaki Şeherler (günümüzde Şeyhler olmalı) köyü bize yakınlarda bir antik bir kentin varlığını az çok göstermekte olabilir.

Sürülerle dolu otlaklar arasından Hoca köyüne varana dek ayışığı bize bir saat boyunca klavuzluk etti. Yolun uzunluğu üç fersaha eşitti ve öğlene kadar sürekli yürümüştük. Yöre zengin ve ekili olduğu gibi insanı da geçim rahatlığı içindeydi. Bize oldukça temiz bir ev

169

verdiler. Ertesi gün, 6 Mayıs günü Mösyö Scafi şarabını unuttuğu ve Ali’nin de tüm girişimlerine karşı Hoca köyünde şarap bulamaması nedeniyle Pazar ayinini yapamadı…

Izza adlı bey erken saatte oğlu ile birlikte bizi ziyarete geldi. Babası gibi genç adam da yeniçeri tarzı, zengin giyimli idi. Kıyafet reformu kırsal bölgede yavaş ilerliyordu, kentlerde degenellikle asker ve memur sınıfı tarafından kabul görmüştü. Izza bey elli yaşlarındaydı, temizve sevimli bir yüzü vardı. Onurumuza yeni kesilmiş bir koyun getirmişti, bizi genç erik ağaçları ile süslü bahçesine götürdü. Alışık olmadığımız ayakkabı çıkartma ve doğu usulü bağdaş kurmayı gözlemlerken hizmetkarlar pipo, kahve ve ağırlandığımız çardakta yere serilen halılar getirdiler. Bey bize Avrupa’nın politikalarından konu açtı, Sultan’ın kaderinin artık hristiyan güçlerin ellerinde olduğunun farkında idi. Bize kendi atlarından verdi, dokuz saatlik yolumuz ve aşılacak bir nehir olduğunu bilerek daha fazla kalmamız için zorlamadı.

Kuzey-doğuya yönelerek Kulaklu köyüne kadar hoş bir kırsal bölgede ilerledik. Öküzlerin çektiği kapalı bir gelin arabası, peşinde beyaz örtülü bayanlar ile köyden çıkıyordu. Damat, önde tulum ezgileri eşliğinde sıçrayarak dans eden ve silahlarını ateşleyen bir kalabalık arasında yürüyordu. Saplı bir yemişi olan meşe, gürgen ile yaban armut ve elma ağaçlarından oluşan bir ormana girdik, kıyının çayırlarla sınırlandığı denize kadar uzanıyordu. Ucunda bugün Sakarya adını taşıyan ve Homeros tarafından Sangarius olarak aktarılan ırmak önünde durduk. Sarımtrak suyu hızlı akıyordu. Ağız genişliği Paris’teki Seine ırmağınınkine eşitti. Birkaç küçük Rus gemisi yükleme yapıyordu. Kırım buğdayı, büyük sallarla nehir yolundan taşınmış dağ tomrukları ile değiştiriliyordu. Ancak bir at, bir insan ve ihtiyar kayıkçının binebildiği altı ayaklık bir kanoda uzun ve tehlikeli bir geçişle gece karşı kıyıya vardık. Ay ve yıldızların bir armağanı olarak güneye doğru ilerledik ve ayanın bizi kendi evinde ağırladığı Darıkeni köyüne vardık. Yakınlarda at bulunmadığından ertesi günü de orada geçirdik.

Oldukça büyük koruluk bir araziden başka bir şey olmayan bölgenin temel geçim kaynağı İsviçre’nin dağ evlerine benzer şekilde yapılmış ahırlarda barınan sığır ve koyunlardan geliyor. Geçtiğimiz sene olan veba popülasyonun üçte birini yok etmiş.

Merakla Algers’den (Cezayir başkenti) haberler soran bir Türk ziyaretimize geldi. “On yıl boyunca Cezayir Beyi’nin hizmetindeydim, sizin kuvvetleriniz geldiğinde püskürteceğimizi sanıyorduk ancak iyi savaşıyorlardı” dedi. Kısa bir süre önce Constantine’nin de (günümüzdeAnnaba) alındığını söyleyince üzüntüsünü belirtir bir soluk aldı. Yine de nazikti, tütün ve kahve ikramımızı kabul etti. Gece, Bey’in bize tekrar göremeyeceği çekincesi içinde ısrarla birkaç gün daha kendi evinde kalmak üzere davet eden, temiz ve saygılı oğlu beni geziye çıkardı. Komşu ormandaki, yaban domuzu ve kurtlara karşı kahramanlıklarının tanığı ağaçsızalanları gösterdi. Bu hayvanlar sürü halinde dolaşıyorlar ve geceleri ahır kapılarına kadar yaklaşıyorlar. Çakalların çığlıklarının ağaçların derinliklerinden yankılanmasını ve tilkilerin bölgede çok olan tavşanları kovalarken cıyaklamalarını daha önce duymuştuk. Benim köpeğim de bir çakalın pençelerinden kurtardığı bir tavşanı getirmişti. Bir guguk kuşunun şakımasını duyunca, genç adam bu kuşu güzel bir ifade ile tanımladı: “işte gagasında ilkbaharın anahtarlarını taşıyan kuş”.

Ertesi gün, 8 Mayıs günü denizden esen rüzgarın getirdiği ve sonrası sıklıkla yağmurla sonuçlanan yoğun bir siste yola çıktık. Ancak haziran sonunda sıcaklar başlayarak kuraklığı, humma ve dizanteri gibi salgın hastalıkları getiriyor. Denizi solda bırakıp, Ingerlü ve Karasu köylerini geçerek öğlene kadar kıyıdan yürüdük. Av kuşlarının bolluğu ve gözü peklikleri bu kıyının vahşi durumunu kanıtlıyor.

Rumca ve Türkçe tekil bir kelime birlikteliğinden adını alan Melen-su ya da bir Kara-su adlı küçük bir ırmak geçişimizi engelliyor. Küçük bir tekneyle karşıya geçmeden önce denizciler ve yolcular için siyah kötü bir ekmek üreten bir Rum’un kulübesine girdik. İştahımız onu mutlu etti. Makedonya kökenli bu adam dilini gayet kibar konuşuyordu ve antik kalıntıları

170

aradığımızı öğrenince bize iç tarafta yaklaşık 12 fersah uzaklıktaki Heliopolis’ten bahsetti. Hiç gitmediği ve tam konumunu bilmediğini göze alarak iki gün sonra ziyaret edeceğimiz aynıuzaklıktaki Prusias ad Hypium’dan (Düzce – Konuralp) söz ettiğini varsaydık.

Üç fersah daha doğudaki Kurkun Dağı akşam için bize oldukça yoracak zorluklar hazırlamış. Bir gün önce yağan yağmur, dik rampayı atlarımızın nallarının tutunamayacağı bir duruma getirmiş. Ağaç dalları ve gövdeleri yolu kapamış, zirveye varamadan akşam oldu. Yük atlarımızdan biri şansız bir şekilde kayarak sandıklarımızla birlikte uçuruma yuvarlandı. Bir ağaç kökü aşağı düşmesini durdurdu. Yaralanmadan ayağa kalktığı anda ay Karadeniz’in bağrında çok parlak bir şekilde belirdi. Çok şükür bu aydınlık bizi tehlikeli bölgeden çıkararak akşam saat on’da küçük Akçe-Çarşu kentine (bugün Akçakoca) varmamızı sağladı.

20 mayıs günü gezdiğimiz Prusias ad Hypium’un emporium’u (ticari limanı) olan Akçe-Çarşu deniz kenarında, bir cami, Osmanlı donanmasına donanım üretiminin yapıldığı büyük atölyeler ve adını bunlardan alan bir çarşıya sahip. Bu atölyelerde çalışan çok sayıdaki işçinin gözetiminden sorumlu Ağa öğle yemeğimizi bizle paylaşmaya geldi. Biz Fransız ulusuiçin onur verici bir olay çünkü Cezayir’de tutsak düşmüş. İmparatorluk tersanesi yakınlarındaki ormanları çok iyi tanıdığından bize Prusias (ad Hypium) antik kenti kalıntılarının bulunduğu altı saat uzaklıktaki Üskübi’ye (bugün Düzce-Konuralp) nasıl gideceğimiz hakkında bilgi verdi.

Gezgin ve arkadaşları buradan sonra Konuralp, Varaklı, Alaplı ve Kdz. Ereğli üzerinden yollarına devam ederler. Ancak yazarın dipnotlarında görüldüğü gibi özellikle Konuralp batı surlarından alınanlar olmak üzere Kdz. Ereğli’ye kadar topladıkları yazıtları, uzmanlık isteyenbu tür çalışmaları yolculuk esnasında yapamayacakları söyleyerek önce İstanbul sonra da Fransa’ya götürme çabası içindedirler. Başarıp başarmadıkları hakkında bir açıklama ne yazık ki yok. Fransa’daki müzelere, özellikle de Louvre’daki Eugene koleksiyonlarına ve kayıtlara bakmak gerek.

1843-1844, Philippe Le Bas

Philippe Le Bas, 1843-1844 yıllarındaki gezisini “Yunanistan ve Anadolu’da Arkeolojik Gezi” başlığı ile yayınlamıştır.321

1843, Charles (Félix-Marie) Texier

*1834 Gezisi: İzmit, İznik, Bursa, Azani harabeleri, Afyonkarahisar, Phyrig mezarları, Pessinonte’nin keşfi, Ankara, Ürgüp vadisi, Erciyes dağı. Dönüş yolu Lykanoia, Toroslar. *1835 Gezisi: Marmara ve Ege etrafındaki vilayetler. Lykia ve Pamphylia *1836 Gezisi: Pamphylia, Kilikia, Doğu Toroslar, Fırat vadisi, Tarsus’tan Trabzon’a geçiş, İstanbul’a dönüş. *1839 Gezisi: Trabzon ve Erzurum üzerinden İran’a gidiş. *1842 Gezisi: Bir kez daha Türkiye’ye gelir.

1832 yılında Anadolu ve İran’da araştırmalar yapmak üzere Fransız hükümetince görevlendirilen ünlü mimar Charles Texier (1802-1871), bu tarihten sonra ünlü bir şarkiyatçı olarak anılmıştır. 1843 yılında bir kez daha Anadolu ve İran yolculuğuna çıkmıştır. Özgün baskısı 1862 yılında Paris’te basılmış olan bu seyahatname, Ali Suad tarafından 1923-1924’de eski harflerle Türkçe’ye çevrilerek yayınlanmıştır. Başka Türkçe bir baskı ise, Prof. Dr. Kazım Yaşar Kopraman tarafından yeni harflerle aktarılandır. Yazarın ayrıca “Description de l’Asie Mineure / Anadolu’nun Anlatımı, Paris, 1839-1840” adlı bir yapıtı daha vardır.

321 Le Bas, Voyage Archéologique en Grece et en Asie Mineure : pendant les années 1843-1844, Paris 1847-1854 (Diğer Yazarlar: William Henry Waddington, Eugène Landron, Paul François Foucart) Ne yazık ki bu yapıta ulaşamadım.

171

Texier’nin ülkemizde yayınlanan bir başka çevirisi de 1873 yılında İzmir’de Yunanca olarak yayınlanmış 21 x 14 cm boyutlarında 384 sayfa olan “Yeografia İstoriki Perigrafi tis Mikros Asia”dır. İşte yöremiz hakkındaki notların özeti:

Krallık Dönemi Bithynia

Bizanslı Stephanos, Bithynia’da krallığın kuruluşundan memleketin bir Roma şehri derecesine indirilişine kadar, yönetimi elinde bulunduran sekiz kralın tarihini veriyor.

Dedalses’in oğlu Botyras, babasının ölümüyle Bithynia’nın hakimi oldu: Kdz. Ereğli’nin hakimiDenisos, büyük bir ordu ile gelerek Astacus’u kuşatmıştı, Botyras burasını savundu. Bunun oğlu Bias babasından kalan kuvvet ve memleketi, komşularına karşı çok sayıda savaşla korudu. (İÖ 378-328)

Bithynialıların yönetimi altına girmiş olan Yunan memleketlerinin yeniden özgürlüklerini elde etmeleri için hazırlık yapan ve Frigya’ya kumanda eden, İskender’in generali Caranus’a karşıavantajlı bir savunma yaptı.

İskender’in ölümü, Bias’ı bu tehlikeli rakipten kurtardı: İşte o zaman hükümet, krallık adını alarak yönetimini üç asır süreyle korudu. Oğlu ve halefi Zipotes de uyuşmazlık olan eyaletlerin mülkiyetini silahlı kuvvetleriyle sağlamaya mecbur oldu. Böyle yeni ve hürriyetlerini tehdit eden bir devleti görmekten hiç hoşlanmayan Yunan Cumhuriyetleri, Zipoetes ile savaşmak için aralarında anlaştılar. Ptolemee birliklerinin gelmesi, general Antigone’un Kalkedonlularla planı sonucu Yunanlılara yardımı dolayısıyla başlangıçta kral Zipotes yenilme tehlikesi geçirdi. Fakat İskender’in generalleri arasında ortaya çıkan anlaşmazlık sonucunda bunlar kendi özel çıkarlarını korudular ve yeni cumhuriyetler BithyniaKrallarının intikamıyla karşı karşıya kaldılar. Savaşa kendi başına devam etmek isteyen Kadıköy, ordusunun parçalandığını ve, bütün şehrin yağma edilmek üzere olduğunu gördü; devamlı olarak gizlice Yunanlılara meyilli olan Bizantion Cumhuriyeti, Bithynia ile Kadıköylüler arasına aracı sıfatıyla girdi.

Zipotes dönemi hep galip olduğu savaşlarla devam etti. İskender’in generalleri bu zengin eyaletlere boşuna göz dikerek İskender’e Asya’da ve Trakya’da düşmanlar oluşturuyorlardı. Heraclea (Kdz. Ereğli) kralları Bithynia krallarının başarılarını daha unutmamışlardı ve Zipoetes aleyhine, Lysimakhos ile anlaşmış olduklarından Zipotes barış içinde yaşayamayan, bu kenti sonsuza dek ele geçirmek için doğrudan Ereğli üzerine yürüdü. Bithynia’nın Sakarya’dan öteye Maryandinlerin işgal etmiş oldukları bu kısmı, hemen hemen ıssız bir kır idi ve burada oturan kavim, göçebelik iç güdülerine uyarak bu şekilde çatılmış kulübelerde ikamet ettiklerinden bir kentleri yoktu.

Fakat yerleşik olmaya alışmış bulunan Bithynialılar, yönettikleri her yerde kent kurma ihtiyacını hissediyorlardı. Zipotes bu uzun seferi sırasında Sakaryanın ilerisinde ve Lyperus Dağı yakınında Zipotium şehrini kurdurdu. Bu şehir yalnız Memnon ile Bizanslı Stephanos tarafından anılıyor. Daha sonraki tarihçilerin söz etmeyişlerine sebep, ya şehrin adının değişmesi ya da uzun süre yaşayamamış olmasıdır.

I.Nikomedes

Kral Zipotes, kırk yedi yıl süren bir yönetim döneminden sonra vefat ederek krallığı oğlu I.Nikomedes’e bıraktı. Bu prens tahta çıkışını, doğu tarihlerince çok sıradan olan bir cinayetleilan etti. Daha iyice güçlenmemiş olan memleketi parçalayacak bir hırsın ortaya çıkması korkusuyla erkek kardeşlerini öldürttü. Bunların en küçüğü olan Zibeas ya da Zipotes, kaçarak ölümden kurtuldu. Bithynia’nın doğusuna çekilerek ortada sağladığı taraftarları ile kardeşinin üstüne yürüdü. Düşmanının ilerlemesinden korkuya kapılan Nikomedes, Bithynia’nın eski düşmanları ve savaşmaktan yorulmuş Heraclea sakinlerinin antlaşmasını

172

istedi. Khalkedon, uzun süredir yaşadığı kargaşalıkların sona ermesini sağlayacak böyle bir teklifi memnuniyetle kabul etti. Bizantion, Khalkedon’un izini takip etti; fakat diğer yönden Küçük Asya’nın Toros’tan ötedeki eyaletlerini elde etmeyi ne zamandan beri düşünen Suriye Kralı Antiochus, yardımlarını Zipotes’e yöneltti: O zaman Nikomedes bu kadar güçlü bir düşmana karşı durmak için ünü çoktan Çanakkale Boğazı’nı aşmış ve Antiochus’un gücünü dengeleyebilecek tek seçenek olan bağlaşıklarını yardıma çağırmayı düşündü.

Yunanistan ve Makedonya’yı arkada bırakarak düşman müttefiki sıfatıyla Bizantion kapılarına gelen Brennus’un en cesur yardımcısı, Marmara denizi kıyılarında gözüktü. Nikomedes’in Byzantion’la imzaladığı antlaşma, kralın kararı üzerine muhtemelen etki yapmış ve Byzantionlular, ona yardım ederek çıkara dayalı bir dostluktan kurtulmak mutluluğuna kavuşmuşlardır. Bir imparatorluk kurmak için gelen bir avuç adama, Asya’nın kapılarını açmakla Nikomedes akıllı bir siyaset izlemiştir. Nikomedes, Galatlarla Photius tarafından saklanmış ve zamanımıza ulaştırılmış olan bir antlaşma imzaladı. Bu antlaşma da Byzantion ile Nikomedes’e bağlı diğer şehirlerin çıkarları korunmuş ve gözetilmiştir. Bu şekilde Galatlar, bu cumhuriyete ait toprakların herhangi bir yerine silahlı olarak kim girerse, onların düşmanı olacaklarını açıkladılar.

Bütün düşmanlarından kurtulmuş ve komşularıyla arası iyileşmiş olan Nicomedes bundan sonra memleketin yapılanmasına dikkat edebildi. Bitinya’nın önde gelen şehri olan Astacus, uzun süre savaş tahribatına uğrayarak neredeyse açık ve sursuz kalmıştı. Nicomedes bir başkent kurmayı düşünerek bütün Bithynia kıyısının en güzel bir yerini bunun için seçti. Nicomedes, prenses Kosingis ile evlendi, ondan üç çocuğu oldu.

Bu prensesin vefatı ile Etazeta adında bir kadınla evlendi. Bu kadın çocuklara o kadar kötü davrandı ki en büyükleri olan Zielas son Ermenistan kralının yanına gitmek zorunda kaldı. Nicomedes’in yönetiminin son zamanları hep mutlu geçti. Buna karşı düşmanları tahrik için Suriye krallarının girişimleri başarılı olamadı; otuzaltı yıl yönetimde kaldıktan sonra, ilk hanımından olan çocuklarına ikinci karısından Prusias adındaki oğlu lehine yönetim haklarınıdevrettirerek öldü.

Zielas

Babasının öldüğünü öğrenen Zielas, bir grup taraftarının başına geçerek yönetim hakkını geri almak için geldi. Bu sırada babası ile yaptıkları antlaşmayı hatırlayan ve aynı zamanda savaş için bu fırsattan memnun olan Galatlardan beklenmeyen bir destek buldu. Daha Bithynia sınırına ulaşmasından önce oldukça kalabalık bir ordu toplamıştı; fakat Heraclea ile Tium kraliçenin tarafını tutmuşlardı.

Bununla beraber Zielas, Galatları bunların üzerine kışkırtarak intikamını aldı; Galatlar, Ereğli arazisini tahrip ettiler. Zielas ile kaynanasının torunları.memleketi böldüler ve Ereğli Cumhuriyetinin yardımıyla bir barış yapıldı. Zielas memleketin doğu kısmına yerleşti. Çok bilimeyen birinci ve ikinci Bithynia bölünmesinin o zamanlar ortaya çıkmış olması olasıdır. Nikomedes’in diğer oğlu Prusias ise, memleketin iç kısmında yönetimi elinde bulunduruyordu. Fakat, sürekli iç savaş ve karışıklıklarla meşgul olan bu oğul babasının girişimine devam edemedi. Kentler kurma ve imar etme çalışmaları hep askıda kaldı.

1.Prusias

Zielas’ın ölümünden sonra genellikle birinci kral gözüyle bakılan oğlu Prusias, amcası Prusias’ın yönetmekte olduğu eyaletlere kendi krallığıyla birleştirebildi. Bu olay Bithynia ve Bergama kralları arasında ilk savaşın meydana gelmesine sebep oldu. İki taraftan her biri Yunan prensleri ve zafer ganimeti almak üzere toprakları biraz genişletme ümidini besleyen küçük cumhuriyetlerden kolayca müttefikler buluyorlardı.Attalus’un Bizantion Cumhuriyeti ile ittifakına karşılık daha iyi dayanmak için Prusias da Makedonya Kralı Filip ile birleşti.

173

Bu prens Asya’da savaş için daha önce birkaç fırsat ele geçirmiş idi. Bu bölge krallarının anlaşmazlıklarına bir an önce karışmak için yeni sebepler elde ediyordu. En zayıf bir bahane ile kıyı şehirlerine saldırıken müttefiklerinin uzak yerlerdeki olaylarla meşgul oldukları zamanları seçiyordu.

Romalılar Philip’e savaş açtıkları zaman, Prusias, bağlaşığı Phlip’in yaynında yer almayarak Bergama kralını Romalılara yardım etmesi için Yunanistan’a geçmekte serbest bıraktı ve Bithynia’nın büyümesini kıskanarak bakan devletler arasındaki uyumsuzluktan faydalanıp sınırlarını doğu kıyısına kadar genişletti. Heraclea’yı kuşatarak Paflagonya’nın bu başlıca şehrini Pontus Kralı Mithridates aracılığıyla ülkesine kattı. Kuşatma sırasında yaralanarak fetihten vazgeçti; kırk senelik bir yönetim döneminden sonra hayatını rahat bir şekilde sürdürmek için tahtını kendi adındaki oğluna bıraktı.

II.Prusias

Cynaegus, yani “avcı” ünvanı verilen bu Prusias M.Ö.192 yılında Bithynia tahtına çıktı. Babasıyla Makedonya prensleri arasındaki antlaşma, Prusias’ın Philip’e karşı oynak davranmasına rağmen yine geçerliydi. Bu Bithynia hükümdarları, Perseus’un kızkardeşlerinden biriyle evlendi ve bu prensin doğuda Romalılara düşman olanlarla yaptığı entrikaya katıldı.

Cumhuriyetle barışık ve Bithynia krallarının gücünü çekemeyen Eumenes, kendisini öldürmek için suikastte bulunan Perseus’nin ihanetinden Romalılara şikayette bulundu; savaş ilan edildi ve Prusias savaştan vazgeçilmesi için Roma habercilerine boş yere etki etmeye çalıştı. (İÖ 170 )

Prusias, kayınbiraderi nezdinde girişimini daha yaralı hale getirmek için Eumenes’e saldırdı ve savaşı, Asya’da kalmaya mecbur olan Bergama kralının topraklarına kadar götürdü;fakat bütün bu olaylar doğrudan doğruya savaş açamayan Roma politikasına çok iyi hizmet ediyordu. Romalılar, Asya krallarına açıkça saldırmak için onların kendi aralarında bu şekildesavaşarak hepsinin zayıflamasını bekliyorlardı. Prusias’ın ordusu Eumenes birliklerine karşı önemli başarılar kazandı. Bu başarılar generallerinin beceri ve deneyimlerinden çok Cynaegus’un babası Prusıas’ın sarayına sığınmış olan Hannibal’ın örgütlemelerine borçluydular

Bu Kartaca generali, Eumenes’in donanması ile bizzat savaşarak gemileri kaçmaya zorladı fakat bu büyük iyilikler bile Prusias’ı en alçakca cinayetlerden vazgeçiremedi. Eumenes bu adamın davranışından Romalılara şikayette bulunmuştu. Roma cumhuriyeti, silahın çabuk etki edemeyeceği durumlarda Asya krallarının boyun eğdikleri bir otorite idi. Roma meclisiningönderdiği Quintius Flaminius iki kralın aralarını bulma görevi ile Bithynia’ya ulaştı.Fakat Romalılar’ın en büyük düşmanının Bithyna da Prusias’ın misafiri ve dostu olarak yaşadığını anlayan Flaminius, Hannibal’ın dostu olan bir kişiyi Romalıların hiçbir zaman dost tanımayacaklarını gizlemedi. Bithynia kralı o zaman konuğunu teslim ederek Roma’nın koruması altına girmekten dolayı hiç yüzü kızarmadı; fakat aleyhine dönen suikastten o andahaberdar olan Hannibal, kralın muhafızları kendisini tutuklamak için geldikleri sırada daha önce hazırladığı zehiri içti. Deniz kenarında Libyssa adındaki bir köye gömüldü. Aldığı eyaletleri Eumenes’e iade etmek zorunda olan Prusias, Roma Meclisinin çıkarlarını kendisi giderek korumak için Roma’ya yolculuk yapma girişiminde bulundu. Fakat daha Capitole ‘e çıkarken takındığı yalvarıcı tavrının küçüklüğü,o gururlu cumhuriyetçiler nezdinde, müttefiklerine saldırıda gösterdiği cesurca hareketten daha kötü bir etki yaptı. Yenilmiş bir halde geri döndürülen bu kral, Bithynia’ya gelir gelmez Bergama krallarından intikam almak amacıyla Eumenes’in halefi II.Attalos’a savaş açtı ve onu yenerek başkentini ele geçirdi. Fakat Romalılar ona tekrar baskı yaparak şehrin asıl sahibine iadesi için zorladılar. Bithynia’da meydana gelen ayaklanmalar ise Prusias’ı İzmit’e kaçmaya zorladı; oğlu

174

Nikomedes, devrimcilerin başında olduğu halde ona son kaçışında saldırdı ve babasını öldürttükten sonra Philopator ünvanı ile kral ilan edildi. Yönetiminin ilk yılları tam bir barış içinde geçti.322

II.Nikomedes

Bu hükümdarların Grek kralları ile antlaşması ve Asya prenslerinin gösteriş açısından en ünlü olanlarıyla kurduğu sürekli ilişkileri, Bithynia krallarının saraylarının da Attaloslar ve Selevkoslar’ınkinden aşağı olmadığı düşüncesini veriyor. Fakat Bithynia çoğunlukla istila ve yağmayla karşı karşıya kaldığından, yabancı yönetimi altına girmeden önceki dönemlerine ait bazı eser ve anıtlar bulmak ümidi yoktur.

III.Nikomedes

Nikomedes’in Mithridates ile yaptığı antlaşma Romalıların öfkesini çekti; fakat Kapadokya ve Paflagonya’yı ele geçirerek müttefiki ile bölünmesine engel olmadı. Yeni müttefikler arasındaki bir anlaşmazlığıçözmek için hakem sıfatıyla çağrılan Romalılar, Mithridates tarafından öldürülmüş olan kral Ariarathes’in intikamını almak için Kapadokya’yı ele geçirdiler. Aynı kaza Nikomedes’in başına da gelmekte gecikmeyerek, tahtını aynı addaki bir oğluna bıraktı. III Nicomedes ünvanıyla bu bu prens önce Mithridates’in himayesinde bulunan kardeşi Sokrates’e karşı savaş açtı; yalnız bu hareketi Romalıların ittifak etmesine sebep oldu.Romalılar bu kralın tahtını çoğu kez yeniden kurdular.Bu zamandan itibaren Bithynia, Romalıların oldu ve birkaç yıl sonra Nicomedes ölürken mirasçılarını belirledi. Bununla beraber mirasçılar, paylarına savaşmadan sahip alamadılar ve Mithridates büyük birordu hazırlayarak, Silanus, Lucullus ve Cotta’nın istilasına uğramış olan Bithynia’yı savunmaya kalkmıştı. Hasımlarından Lukullus, Mudanya ve Bursa şehirlerini kuşatırken Cotta da kararkahını Kadıköy’de kurmuştu. Lucullus, Mitridates’in çok sayıda gemiyle kuşatmasına uğradıysa da arkadaşının yardımıyla kurtuldu.323

Bithynia kralları sülalesi aşağıda kaydedildiği şekildedir;324

Bias Yönetim Dönemi M.Ö. 378-328Zipoetes “ “ M.Ö. 28-281I.Nicomedes “ “ M.Ö. 281-246Prusias (Zelas) “ “ M.Ö. 246-232I.Prusias “ “ M.Ö. 232-192II.Prusias “ “ M.Ö. 192-149II.Nikomedes “ “ M.Ö. 149- 92III.Nikomedes “ “ M.Ö. 92- 75

Roma Vilayeti Bitihynia

Daha sonra Roma vilayeti şekline dönüştürülen bu mamleket, prokonsüller(proconsuls) ve Pretorlar (Preteurs) hükümetinin altına düşmüş ve imparotorluğun genel yönetimi içine girmiştir.Roma halkının bir eyaleti ilan edilen Bitinya,kur’a ile belirlenen Porokonsüller tarafından idare edlirdi.Birkaç imparotor tarafından ziyaret edilmiş ve arazisi çoğunlukla imparatorluğa geçmek isteyenlerin hak iddia etme yolunda yaptıkları savaşlara sahne olmuştur.

Bizans Dönemi Bithynia

322 Texier, age, s. 104 323 Texier, age, s. 105 324 Y.U.: Texier, o dönemin diğer tarihçilerinin yaptığı gibi II. Nikomedes ve III. Nikomedes’i aynı kişi sanma yanilgisi içindedir. Yani son Nikomedes, aslinda IV.Nikomedes’tir.

175

İç savaşları kışkırtan bütün savaşların en önemlisi, Licinius ile Konstantin arasında imparatorluğun kaderini belirleyendir. Licinius’un donanması Bizans surlarının önünde yenildi. Yaklaşık bütün gemileriyle beşbin askeri yok edildi. Bunun üzerine gizlice Kadıköy’e geçerek derhal etrafına elli bin kişilik bir ordu topladı. Fakat Konstantin ona daha büyük bir kuvvet toplama zamanını vermeyerek İstanbul boğazını geçtikten sonra bugün Üsküdar adı verilen Chrysopolis tepelerinde savaşa tutuştu. Bütün bu savaş meydanı, bugün şehirden ta Bulgurlu Dağı (Büyük Çamlıca Tepesi) eteklerine kadar geniş bir Müslüman mezarlığıdır.

Bunu takip eden yıllarda imparatorluk, zaferle yenilgiler arasında sallanarak hemen hemen devamlı olarak uzak seferlere girişti ve Bithynia ile sınır olan eyaletler, yerel ayaklanmalar ve karışıklıklar olmadıkça, bir tür sakinlik ve rahatlıktan faydalandılar. Julianus tahta çıkar çıkmaz, depremden zarar görmüş büyük şehirleri yeniden yapılandırmada başarılı oldu. Sonra İzmit‘ten hareketle İranlılarla savaşmak için Asya’yı dolaştı. Halefi Jovienus, Ankara’datahta çıkarak imparator sıfatıyla Istanbul’ın duvarlarını bile görmedi. Bunun görevlilerinden Valentinianus adında biri, ordu ile müttefik bulunan kuvvetli bir grup tarafından Ankara’dan Bithynia’ya çağrılmış ve İznik şehrinde imparator ilan edilmişti. Bunun arkasından hemen İzmit’e giderek kardeşi Valens’i imparatorluğa ortak etti. Yeni imparatorların etrafında birleşmiş olan tarafların büyük yardımı,a sıl imparator ailesinin akrabasından Procopius’un arzularını susturamadı. İmparatorun orada bulunmasına rağmen İznik ile Kadıköy’ü ele geçirdi. Bu olaylar sırasında Valentinianus vefat ederek imparatorluk tamamen Valens’e kaldı. Bunun ilk işi, işgal ettiği şehirleri kuşatarak isyanları şiddetle takip etmek ve bastırmak oldu. Bununla beraber, Procopius’un İznik’te bulunan askerleri bir çıkış yaparak Kadıköy’ü sarmış olan Valens ordusunu endişeye düşürdüler.İmparatorlarının yalnızca oradan kaçma işine yaramış ve Ammien Marcellinus’un Sunon adı verdiği Sophon gölü üzerinden düşman eline düşmekten kurtulmuştu. Latin yazarın burada İznik Gölü’nden söz etmediği açıktır; çünkü bütün İznik yöresi düşman tarafından işgalm edilmişti ve halbuki İzmit tarafı imparatora sadıktır. Procopius’un taraftarlarını çoğaltan bu olay ona Kyzikos’un kuşatılması fikrini vermiş ise de bu girişim,imparatorluk yolunu açmamıştır. Valens tarafından Nacolia ovasında saldırıya uğrayarak ordusu bozulmuş, kaçarken yakalanan kendisi, imparatorun emriyle idam edilmiş ve hızlı bir intikam şeklinde buna taraftarlık etmiş olan şehirlerin surları, temelinden sökülüp yıkılmıştır. Aynı şekilde İranlılar, Keyhüsrev’in kumandası altında Bithynia’ya akın ettikleri zaman,b una benzer surları tahrip edilmiş şehirleri, kolaylıkla ele geçirmişlerdi. İranlıların baskınını, Gotlar ve İskitler takip etti.Bunların düzenli savaş yapma alışkanlığı yoktu. Bütün amaçları birden inerek halkı yağmalamak ve götüremedikleri şeyleri yakmak idi.

İmparator Decius ve Diocletianus zamanında yapılan zulme rağmen, hırıstiyanlık Bithynia’da tam olarak yayıldı ve imparatorluk makamından bir himaye gördüğü anda sadıklar, manastır ve kiliseleri kapayarak çevre şehirlere ve dağ yamaçlarına çekildiler. Bütün Olimpus vadileri, yanında samimi ve ateşli öğrencilerle münzevilerin geldiklerini gördüler.

Müslümanların Hakimiyeti 325

Anadolu’nun diğer bölümleri, uzun süreden beri bağımsız hükümetler ve beylikler oluşturmuşolan Müslüman ırkının eline düşmüştü; fakat Bizans imparotorlarının dikkatli kontrolleri, Bithynia sınırlarını emirler ve halifelerin uzağında tutmuştu. Ankara’yı ele geçiren ve öncüleri hemen Ereğli’’ye kadar gelen Hârûn er-Reşit imparatorun imzaladığı bir antlaşma sonucundaçekilmiştir. Diğer Müslüman prenslerle sürekli olarak savaş eden Selçuklular, Bithynia’ya gevşek bir tarzda saldırmışlar ve Osmanlı sülalesinin lideri olan Tuğrul da (Osman) kendisi için bir imparatorluk kurma fikri ile doğru batıya yürümüş ve oğlu Orhan’a Bursa dağlarını göstererek, Sakarya kıyılarında vefat etmişti. Selçuklu Sultanı Alaeddin, buna Sakarya’dan öteye fethedeceği yerlerin tamamının yıllık gelirini vermişti. Osmanlıların Asya’da başkent yaptıkları Bursa şehrini almaları, Bithynia imparatorlarının hakimiyetlerinin sona ermesine

325 Texier, age, s. 108

176

sebep oldu. Sonuçsuz savaşlar, yerleşmemiş kuvvetler,bir hakimiyetin varlığına işaret sayılamazlar. Daha sonra, Haçlı orduları bu toprakları işgale geldikleri zaman, Osmanlılar her ne kadar yenilmiş idiyseler de hiçbir zaman kovulamadılar ve İstanbul’un alınması, yeni yüzyılın savaşlarını taçlandırarak, Müslüman hakimiyetini sonsuza kadar şekillendirdi.

Sultan Orhan yeni fethettiği eyaletlerin sınırını belirlediği zaman başlıca yerleri orada faaliyette bulunan kaymakamlarının adlarıylaadlandırdı. Bu şekilde Thyn’lerin memleketi Kocaeli ve eyaletin batı tarafı Hüdavendigar adlarını aldılar. Emirin Olimpus etrafında kendine ayırdığı araziye de Sultanönü adı verildi. Fakat Sultan, bu fethedilmiş yerleri yalnız kendisine almayarak, emirlerinden en ünlü ve kahraman olanları,genel hazineya peşin olaraködedikleri taksitten başka,belli sayıda silahlı adam da vererek arazi alırlardı. Bu yerlerin yönetimi (Beyliği) onları alanlara,çocuklarına ve torunlarına geçerdi. Sultanların yüceliğine vegücüne asırlarca büyük yardımı olan “derebeylik”’ in gücünün ve yönetiminin kaynağı buradadır.

Bu araziden bazı yıllar için verilmiş olanları,sürenin bitiminde Osmanlı Devletinin emrine devredilirdi. Bu memleketin, yalnız Hrıstiyanları değil, hatta farklı Müslüman aşiretleri de ezmiş olan özel savaşları, onun medeniyet ve ticaret açısından son unsurlarının da yok almasına sebep oldu.

Sultan Mahmut’un siyasi prensiplerinin önemlilerinden biri,imparatorluğu kesin bir tek düzen altında toplamaktı. Bunun için derebey kuvvetlerine saldırdı. Bunlardan İstanbul’a yakın alanlar, boyun eğmek zorunda kaldılar. Bugün Bithynia sahası, her yılın bayramında, hassa arazisini alan paşalar tarafından yönetilir. Eyaletleri ateş içinde bırakan cesur ayaklanama veisyanlardan artık söz edilmiyor. Şimdi Türkler ile Hristiyanlar yönetimin lutuf ve kereminden değilse bile, nisbi bir sakinlik ve rahatlıktan yararlanmaktadırlar.

İzmit, hicri 727 (milâdi 1326) yılında Marie Paleologos’un kardeşi Kaloioannes’in büyük bir çaba göstererek savunmasına rağmen, Türkler’in eline geçti. İstanbul’un Latinlerin eline geçmesi üzerine, Komnenos prensleri İzmit’te ikamet etmişlerdi.

Sultan Orhan Gazi tarafından hemen hemen bütün kiliseler camiye çevrildi. Bununla beraberİzmit şehri Rum kiliselerindeki ayrıcalıklarını ve bir Episkoposluk ayrıcalığınını sürekli olarak korudu ve İstanbul’un büyük yortularında İzmit Episkoposu, İznik Papazının yanında ve hemen Patrik’tensonra yürüyordu. İzmit kilisesi, çok sayıda dini eşyayı korumuştur. Bunlar arasında yakut ve inci ile süslenmiş ve kol şeklinde yapılmış gümüş sandık içinde korunan Saint Basile’in kolu vardır.

Bugünkü Nikomedia’nın Türklerce adı İznikmid’dir. Bu dil bozulması sonucu eski beldelerin adları karışıklığa uğratılmıştır. İznikmid Yunanca kelimelerin bir parçasından başka bir şey değildir.

Sadrazam Köprülü’nün İzmit’te kurduğu tersanelerde, İstanbul için çok değerli olan kadırgalar ve dört direkliler üretilirdi. Önemli donanımı İstanbul’da yapılmak üzere, 326 İzmit’tehâlâ bazı savaş gemileri yapılmaktadır. Bu şehir, çok güzel yeri, ormanlara yakınlığı ve halkının çalışkanlığı sayesinde, önceleri sahip olduğu önemini kaybetmemiştir. O şimdi Küçük Asya’nın önemli bir şehridir;

Nüfusu aşağıda gösterildiği gibi otuz bin ( 30,000 ) kişidir.Türk 2,500 aileRum 1,200 aileErmeni 800 aileYahudi 500 aile

326 Texier, age, s. 126

177

Fakat Müslüman şehirlerinin nüfusu hakkında doğru bilgi edinmenin ne kadar güç olduğu bilinmektedir; çünkü halk gibi, valiler de içinde olduğu durumda genellikle nüfus miktarını gizlerler. Halk (reâyâ) kısmına biraz güvenilirse de onlar da dindaşlarının sayısını saklamakta yarar olduğu inancındadırlar. Çünkü her milletin "“çorbacı"” veya “papaz” ‘ları aracılığıyla kişi başına tahsil olunan “haraç” ya da “nüfus vergileri” toplam olarak valiler tarafından hazineye konduğundan, aralarında çok sayıya bölerek her nüfusa daha hafif gelenbu miktardan –nüfus sayısı az gösterilirse- önemli bir kısmı kendi sandıklarında kalıyor.

İzmit’in başlıca ticareti, kereste ile tuzdur. Önemli miktarda tuz üretmek için kurulan tuzlalara,körfezin sonundaki bataklıklar çok yaramıştır. Tuz üretimi özel şahısların elindedir; hükümet yalnız üretilen tuzdan öşür alır. Kereste ticareti serbesttir, hükümet hesabına nûmune olarak deniz inşaatında kullanıma uygun olan alınır. Fakat bu serbestlik, halka yük olan birtakım sınırlamalar karşılığında pahalıya mal olur; çünkü Türkler gibi kereste ticareti yapan halk kısmı, tersane hizmetleri için, angarya şeklinde gerekli miktarda amele temin etmek zorundadırlar. Hükümet, kendi tezgahları için ameleye beş guruş yevmiye tayin etmiştir; fakatbu para çok az tam olarak ödenir ve hiç kimse hakkını validen istemeye cesaret edemez. Ermeniler İstanbul’a ihraç edilen deri işiyle meşgul olurlar.

Şimdiki İzmit şehri ondokuzu Türklerin, üçü Hristiyanların ve biri Yahudilerin327 olmak üzere yirmi üç mahalleden oluşur. En eski cami Sultan Orhan Gazi tarafından çevrilen bir Rum kilisesidir. En büyük cami ise, Büyük (Kanuni) Sultan Süleyman zamanında, yedi yıl süre ile İzmit valiliğinde kalan Başvezir Pertev Paşanın yaptırdığıdır. Bu cami, tersanenin girişindeki kapıya yakın yerdedir. Mimar Sinan bu caminin ufak ayrıntılarında bile, o sırada İstanbul’da yapılmakta olan, Süleymaniye Camisini taklit etmiştir. Aynı mimar bir hamam ile bir de kervansaray yapmıştır. Şehrin nüfus ve ticaretine oranla bu eserler, hiçbir sanat değeri arz etmezler. IV. Murat’ın yaptırdığı, bahçelerle çevrili saraydan hiçbir iz kalmamıştır. İlk padişahların Küçük Asya’da örneğin Bursa’da, Manisa’da, yaptırmış oldukları saraylardan, bugün enkaz yığıntısından başka bir şey görülmez. Zamanında Ceneviz ve Venedik deniz kuvvetlerini başarısız düşüren donanmaların çıktığı Tersane-i Hümâyun’dan, bugün büyücek gemi yapamayan bomboş bir harabe kalmıştır. Çünkü yavaş yavaş biriken toprak kümeleri sonucu havuz dolarak büyük teknelerin yanaşmasına uygun olmayan duruma gelmiştir.

İzmit harabeleri ayrıntılarıyla incelenirse bir eski eser meraklısına, silinmiş bir medeniyetin karışık ve belirsizanılarından fazla bir şey hissettirmez. Burada Osmanlıların meydana getirdikleri eserler sanatkâra ancak bir sanat hissi veriyorsa, tabiat da buna karşılık daima zinde, daima azametli ve görkemli bir görüntü sergiler. Terebentin (çam ) ağaçlarıyla gölgelenmiş tepeler, ölülerin mezarlarını saran gürbüz, siyah selviler, her evi süsleyen yeşil bahçeler, bu şehre, içine girildiği zaman bayıltan şen ve süslü bir görüntü verirler. Camilerin yanındaki çok sayıda mezarlık da, Arap tarzının etkisiyle yok olmaya yüz tutmuş Türk eserlerinden bazı şeyler vardır. Türk tarzının ortadan kaybolması, batı esrlerini incelemek için Sultan Osman’ın İtalya’ya sanatkârlar gönderdiği tarihten başlar.

İzmit Körfezi Kıyıları 328

İzmit körfezi kıyılarını dolaşmak için, bu şehre dönerek kuzey kıyısını takip etmelidir. Eski eser aramayla uğraşan bir gezgin için çok önemli olan şey, mezar taşlarını incelemeden bir mezarlığı dolaşmamaktır; çünkü o taşlardan daima kitabeler toplamak mümkündür. Gerek mezar taşları ve gerek kitabeler, taşıması kolay şeyler oldukları için, orada oturanlar bunlarla mezarlarını süslerler.

İstanbul ile İzmit arasındaki kervan yolu, körfezin kuzey kıyısını takip eder. Beş saat yürüdükten sonra Yarımca’ya gelinir ve o akşam Hereke hanında yatılır. Bu yol üzerinde,

327 Texier, age, s. 127 328 Texier, age, s. 128-130

178

çevredeki tepelere hâkim olan ve denize kadar inen bir Bizans kalesinin harabeleri seçilir. Hereke mevkisi, Konstantin’in ölüm yeri olan köşkünün bulunduğu, İzmit çevresinin küçük bir kasabası olan, eski Akhyron olsa gerektir.Gerçekte bu yer başkentin dışarı bir mahallesi sayılabilir. Bütün bu kıyı, zamanında Bizans soylularının köşkleriyle işgal edilmişti.

Buz Burun; İzmit körfeziyle Gemlik ya da Mudanya körfezi arasındaki sınırı oluşturur. Kısa yoldan İznik’e gitmek için Samanlı köyüne inilerek oradan Kurla yoluyla gölün güney kıyısını dolaşmalıdır.

Biraz daha batıda, önce Drepanon ve sonra Helenopolis diye adlandırılan Yalova köyü vardır. Bu tarafta prenses Helene’in büyük binalar yaptırdığı kaplıca hamamlarını görmelidir. Bu hamamlara zamanında eski Bizanslılar geldikleri gibi, şimdi de başkente yakınlığından dolayı İstanbullular tarafından Bursa hamamlarına tercih edilir. Gölge bir vadi içinde bulunan bu yer, yaz mevsiminde çok hoş bir yerdir. Bu hamamlarda kalma süresi, normal olarak on beş gündür; kiraz mevsiminden faydalanılır. Anlatıldığına göre bu meyvenin yenilmesi, suyunetkisine yardım edermiş.

Anlatıldığına göre hamamın kubbeleri İmparatoriçe Helene tarafından yaptırılmıştır. Yine orada bulunan bir harabe, aslında imparatoriçenin ve Konstantin’in sarayına ait ve ruhbani bir misafirhanedir. Helene, bu binaları Kudüs’ten dönüşünde eski Drepanon’un bulunduğu yerde yaptırdı ve Konstantin de annesinin onuruna köyün adını şehre dönüştürerek Helenopolis ismini verdi.Konstantin hayatının son zamanlarında buraya birkaç defa geldi ve İzmit civarında, Akhyron adında küçük köşkünde öldü.

Keşiş Pierre ve Yoksul Gauthier’nin komutası altındaki Haçlı Ordusu, kıyıyla haberleşmede bulunmak ve gücünü artırmak üzere, İznik’e saldırmak için söz edilen İznik yöresinden dönüşünde, bu Helenopolis’e çekilmişti.

Müslümanlarla savaş sonucunda, Müslümanlar, savaş meydanında düşen ve Alexis Comnenos’e bakılırsa, yirmi beş bin olan Frank cesetlerinden piramit yaptılar.

Yalova ile Hersek arasında, suları çok dönemeç yapan Kırk Geçit adında küçük bir dere akar.Çok sayıda kıvrımlarından dolayı böyle adlandırılan bu dere, eski Draco suyudur. Kaynağını, denizle İznik gölünü birbirinden ayıran dağlardan alır. Bu küçük dere, daha önce Bizans İmparatorluğuyla Selçuklu Devletinin sınırını oluştururdu. Alexius Comnenos, batıda Normandiya Dukası ve doğuda Süleyman tarafından sıkıştırıldığı zaman, antlaşma imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaşma hükümleri gereğince, İznik’ten bu Draco suyuna kadar olan araziyi bıraktı ve Rum prense, ırmakla deniz arasında dar araziden başka bir yer kalmadı.

Hersek köyü, direkt olarak Dil’in karşısında bulunan denize doğru bir çıkıntı üzerinde kurulmuştur. Bu noktada İzmit körfezi daralarak genişliği altı kilometreyi geçmez. Bu köy, 1457 yılında bir cami ve bir kervansaray yaptırmış olan Sadrazam Hersek Ahmed Paşanın adına izafeten böyle adlandırılmış. Biraz ileride adı Sultan Osman’ın ilk zaferini hatırlatan Karamürsel köyü gelir. Akça Koca’nın silah arkadaşlarından “Kara” lakabını almış olan Mürsel, İzmit körfezinin kuzey kısmını ele geçirmişti. Bunun üzerine körfezde, geceleri deniz gözetlemesini yapmak için silahlı devriye sandalları bulundurmak şartıyla arazi verildi. (1326)Körfezin güneyinde yaptırdığı kaleden dolayı, orası kendi adıyla bir köy merkezi olmuştur. İzmit karşısındaki Astacus, şüphesiz bu noktada kurulmuştu. Bu yerden bir fersah mesafede,daha sonra Helenopolis adını alan ve yukarıda sözü edilen Yalova eski Drepanon hamamlarıgelir. Kıyıyı takip ederek gidilirken Ereğli adında bir köye rastlanır. Bu köyün Eribolon’un yerini işgal etmiş olması muhtemeldir. Bu şehir Ptolemios tarafından Eribaea adlandırılırdı. Civardaki dağda bulunan Gavur Ereğli köyü, deniz kıyısına kovulan Rumlar tarafından kurulmuştur. Bütün bu kıyı, Bizans köşkleriyle dolu idi. Kıyının her yerinde eski duvar izleri bulunur; fakat bina halinde hiçbir şey yoktur.

179

Tavşandil (Tavşancıl) 329

“Tavşan Dili” Tepenin arkasında aynı adda büyük bir köy. Bu köy tartişmasız bütün kıyının enönemli ve en hoş yeridir.Üç kilometre uzağından akan kaynak sularıyla ünlüdür. Bu sebeple iyi geçen mevsimin tamamında ve özellikle Nisan ayında pek çok ziyaretçinin göz koyduğu yerdir. Bu mevsimde İstanbul’un her sınıfından hastalar gelir ve Yalova ılıcalarına gitmeden önce, burada Tavşandil suyunu içerler. Üç gün süreyle her türlü tuzlu yiyeceklerle et yemekleri yenmez; dördüncü gün sabahleyin bu sudan bir büyük bardak sıcak olarak içilir. Buna üç gün devam eder; bunu izleyen üç gün içinde günde üç defa su içilir ve tavukla tuzsuz pişmiş pirinç yenir. On-on beş defa ihtiyaç giderdikten sonra limonata ya da ekşi limonsıkılmış çorba içilir. İçme mevsimi sırasında,suyun nâzır veya müdürü, orada kalarak genel düzeni korur. Çoğunluklabundan sonra Yalova hamamlarına gitme yerine, burada kum banyosu yapılır ve o zaman tavuk ve pilav perhizine devam edilir.Su içmeye gelenlerin çoğunluğu, kaynak çevresinde çadırlar altında otururlar; bir kısmı da köyde ikamet eder. Bu su içme mevsimi, oraya bir çok satıcı, oyuncu, kahveci toplar; bu durum çok kalabalık bir tablo oluşturur. Müslüman kadınlar ev dışında yüzü örtüsüz gezmeme âdetinden, burada vazgeçerler.

Kıyıyı izleyerek bir buçuk saat kadar devam ettikten sonra, “Dil” adı verilen kumsal bir yere gelinir. Bu “Dil” noktası tam Hersek köyünün karşısına düşer; bu boğaz, İzmit körfezini açık denizden içeride bırakan çok güzel bir demir atma yeri hizmetini görür. Alçak ve karaya çok az bağlı bu yer hakkında; oralılar bir masal anlatırlar; Güyâ karşıya geçmek için parası olmayan bir derviş bu “Dil” !i yapıyormuş, bunu gören balıkçılar,körfezin kapanacağından korkarak dervişe hemen kayıklarını sunmuşlar. Bu hikâyenin orayla bir ilgisi vardır; çünkü civarda “Dil Baba” adında bir dervişin türbesi mevcuttur. Dil’de ufak bir han ile Sultan III. Murat’ın bahçıvan başısı Mustafa Bostancı’nın 1638 yılında yaptırmış olduğu bir çeşme vardır.

Gebze & Hannibal

Buradan bir saat daha gidildikten sonra, Mahalletu’I-Âlim ( “Alimin Mahallesi”) adındaki, kayda değer bir şeylere sahip olmayan, bir köye varılır. Lybissa kelimesinden bozma olan Gebze noktası, Tavşandil’den altı kilometre uzaklıktadır. Annibal burada vefat etmiştir. Plutarkos der ki : Bithynia’da, deniz kıyısında oralıların Lybissa adını verdikleri bir köy vardır, anlatıldığına göre orada şöyle bir yaygın söz vardır.

“Annibal’dan ruh çıktığında, vücüdunu Lybisse toprakları yutacaktır.”

Lybissa’ya çekilmiş olan Annibal, takibe uğrarsa kaçabilmek için, evinin etrafında yerin altını oydurmuştu. Fakat evi askerler tarafından sarıldığından, Romalıların eline düşmemek için ölmeye karar verdi. Plutarkos’un aktardığına göre Annibal, boğa kanı içerek kendini zehirlemiştir. Eski zamanlarda çok yaygın olan bu kanaat, hiçbir gerçek olaya dayanmamaktadır. Boğa kanı, diğer hayvanınkinden daha zararlı bir şey değildir. O hâlde Plutarque’ın diğer bir sözünü kabul etmek gerekir ki o da Kartaca generalinin, sürekli olarak yanında taşıdığı bir zehiri içerek ölmüş olmasıdır. Bugün Annibal’ın mezarı diye gösterilen çimenlerle kaplı tepede, bina türünden hiçbir ize rastlanmaz; burası gelecekte kazı yapacaklar için hiç dokunulmamış bir yerdir.

Plinius, bu Lybissa’dan kendi zamanında artık olmayan bir şehir gibi söz eder. “Orada Annibal’in mezarından başka bir şey kalmamış olan Lybissa şehri vardır.” Bizanslı Etienne, burasını ancak, deniz şehri gibi ifade eder. Bundan Lybissa’nın denize çok yakın olduğu anlaşılır. Ptolemeios, şehri karaya koyar. Pierre Gilles ise yeni köye Dacibyssa adını verir.

329 Texier, age, s. 131 – 132

180

Bütün mesafe çizelgeleri, bu şehri bir konak yeri olarak kaydeder. Bundan, şehrin Bizans İmparatorluğu zamanında mevcut olduğu anlaşılıyor.

Gebze limanı, zamanında Bizans yapısı sağlam bir kale ile savunulurdu; bunun bugün çok az kalıntısı kalmıştır. Büyük Süleyman’ın zamanında Çoban Mustafa Paşa, Gebze’de bir cami yaptırdı. Burası Sultan Orhan’ın fethettiği yerlerden sayılır.

İstanbul yolunu izleyerek Gebze’den ayrılınca, memleketin içine girmeye başlanır; fakat deniz hiç gözden kaybolmaz. Darıca adındaki küçük köy kıyı üzerindedir; burası 1423 yılındaII. Mehmet tarafından fethedilen bir Bizans üssü idi. Burada Tavşandil (Tavşancıl)’ deki gibi bir kaynak suyu vardır. Önceki Türklerce sevildiği gibi, bu da Rumların ziyaret yeridir.

1841-1848, Heinrich Kiepert ve oğlu Richard (1902)

Alman coğrafyacı-haritacı Kiepert (1818-1899), Berlin’de doğdu ve buradaki üniversitede özellikle tarih, filoloji ve coğrafya eğitimi aldı. 1840’da Karl Ritter’le birlikte ilk yapıtı “Atlas vonHellas und den hellenischen Kolonien“i yayınladı. 1848’de “Historisch-geographischer Atlas der alten Welt “, 1854’de ise “Atlas antiquus “ u yayınladı. 1894’de eski dünyanın büyük atlasının ilk bölümü “Formae orbis antiqui “ yayınlandı. “Corpus inscriptionum latinarum “ külliyatındaki diğer haritalarını da belirtmek gerek. 1877’de “Lehrbuch der alten Geographie “ ve 1879’da “Leitfaden der alten Geographie“ yapıtlarını yayınladı ki bu sonuncusu 1881 yılında “A Manual of Ancient Geography “ adıyla İngilizce’ye çevrildi.

Anadolu, onun özel ilgi alanıydı, burayı 1841-48 yılları arsında dört kez ziyaret etti ve ilk haritası (1843-1846) ile “Karte des Osmanischen Reiches in Asien (1844-1869)” bölge coğrafyası için temel kaynak oldu. 1899’da öldü. Oğlu Richard, babasının kariyerini izledi ve 1902’de 24 parçadan oluşan 1:400.000 ölçekli Anadolu haritasını yayınladı ve “Formae orbis antiui” üzerine çalışmalara devam etti. Richard’ın çalışmasından örnekler Osmanlı Bankası Arşivi’nde bulunmaktadır.

1847, Xavier Hommaire de Hell

1846 yılında Fransız hükümeti tarafından ressam Laurence ile birlikte görevlendirilerek 6 Mayıs 1847’de İzmit’i gezen ünlü coğrafyacı, jeolog ve mühendis Hommaire de Hell’in not ettiği Kandıra’daki lahit kitabesi, buranın antik adının olasılıkla Kome Desanon olduğunu belirtmesi nedeniyle önemlidir. Hell, özellikle Prusias ad Hypium (Konuralp) yazıtları sayesinde tanınır. Yazıtlar ve doğaya ilişkin gravürler, birkaçı hariç geziye birlikte çıktıkları Jules Laurens tarafından yapılmıştır. Hommaire de Hell, bu son seyahati esnasında 29 Ağustos 1848’de 36 yaşında iken İsfehan’da ölür. İşte yöremiz hakkındaki izlenimleri:330

İzmit Körfezi’nde Seyir

5 Mayıs günü, haftada iki kez İstanbul’dan İzmit’e sefer yapan küçük bir Türk teknesine bindik. Beş saat süren seyir, her şeyin ötesinde çok güzel bir gezi oldu. Üsküdar’ı geçmemizin ardından, oynak kıyıları ve uzaktaki ufukları ile duru ve ışıltılı Marmara ya da Türklerin dediği gibi Beyaz Deniz önümüzde göründü… Küçük teknemizde yalnızca Türk aileler vardı, hanımlar kıç güvertede halı ve kilimlerin üzerine sanki haremlerindeki bir divanın üzerinde oturmuşcasına gevşek yayılmışlardı. Erkekler bizim varlığımızla pek ilgilenmeden ciddi bir şekilde sigara içiyorlardı. Bilmeli ki Türkler hiçbir zaman şaşırmazlar…

Teknesinde bir paşa (General Jochmus) görmekten kıvançlı olan kaptan, bizi rahat ettirmek için ne yapacağını bilemiyordu. Biz de kendisini, minnetimizi ifade etmek için metrdotelimiz

330 Hell, Voyage en Turquie et en Perse exécuté par ordre du governement français pendant les années 1846, 1847 et 1848, c.1, böl. 2, Paris 1855, s. 241- 290

181

Jani’nin hazırladığı sofraya davet ettik. Prens Adaları’nı geçtikten sonra Körfez ansızın göründü. Geniş bir bitki örtüsü ile güneyde bir sıradağ, kuzeyde ise çok sayıda vadilerle kesilmiş tepeler yükseldi. General bize ileri doğru uzanmış bir kara parçası olan Dil-Baba’yı göstererek hakkındaki efsaneyi anlattı.

Fırtınalı bir gece fakir bir derviş, körfezin en fazla dört kilometre olduğu bu noktada karşıya geçmeye niyetlenmiş. Saat zaten ilerlemiş ve hava da kararmış. Tekneciler derviten altmış kuruş istemişler. Bir dervişte o kadar para ne gezer, bir şey demeden yerden aldığı kumu eteğine doldurarak korkmadan denize girer ve ilerledikçe kumu serpmeye başlar. Tam bu anda bir mucize oluşur, dervişin ayakları dibinde körfezin her iki yakasını birleştirecek bir kara parçası meydana gelmeye başlar. Bunu gören tekneciler, üzgün bir şekilde dizleri üzerine çökerek dervişe geri gelmesi için yalvararak, kendisini karşıya ücretsiz geçireceklerini söylerler. Derviş’in körfez’in kuzey yakasındaki türbesi çok ziyaret ediliyor. Bulunduğu yüksek noktadan bugün bile doymak bilmez teknecileri gözlediği söyleniyor.

Aynı tepe üstünde bağlarla çevrili, güzel bir Türk köyü olan Ceraba-Köy bulunuyor. Farkına varıyoruz ki limanında gördüğümüz Yunan teknelerinin çoğu, güncel sorunlar331 nedeniyle güvende olmak arzusu içinde Rus bandırası çekmişler.

Biraz daha ötede Eski-Hisar adı verilen bir kalenin kalıntıları görünüyor. Yıkık duvarları ve yüksek kulesi ile çevrenin zarif güzelliği ile çelişki içinde. Ancak gözler daha büyük bir ilgi ile Hannibal’in Mezarı adını taşıyan büyük tümülüse yöneliyor.

Tekne, İznik’e gidecekleri indirmek üzere küçük bir koyun kıyısındaki Kara-Musal’ın karşısında duruyor. Tepede meyve bahçeleri ve gül ağaçlıkları ile teraslar halindeki bahçeler göze çarpıyor. Servi yapraklarının gölgesi arasından küçük bir camiye ait bir minare sıyrılıyor. Beylere yaraşır bir yerleşim kıyı boyunca, hanımelleri ve vahşi asmalarla örtülü, kapalı balkonlu köşkler dizili. Çiçeklendirilmiş çitlerle birbirinden ayrılmış her ev sani size “mutluluğu başka bir yerde aramayın, işte burada!” diyorlar.

İzmit

Sonunda bu ünlü kentin anılarının doldurduğu hayal ve güzel doğadan gözlerimizin büyülendiği İzmit önlerine varıyoruz. Demir atar atamaz kavas Süleyman, gelişimizi bildirmeküzere valinin yanına gitti. Kısa bir sürede geri dönerek bir Ermeni’nin sarayında kalacağımızı bildirdi. Tam bu esnada valinin büyük kürek takviyeli kayığı bizi karaya götürmek üzere geldi çünkü bizim teknemiz sığlıklar nedeniyle kıyıdan biraz açık durmak zorundaydı.

Kent körfezden, yürüyerek geçmek zorunda kaldığımız bahçeler ve dar vadilerle ayrılmış… Süleyman’ın da daha önce söylediği gibi valinin bize tahsis ettiği saray, mermer çeşmelerle dekore edilmiş geniş holleri, büyük salonları, çift sıra pencereleri ve çok sayıda hizmetkarı ilegerçek bir saraydı. Sahibi İzmit’in en zengin Ermenisi idi ve bu ayrıcalığının karşılığı olarak kentten geçen Paşaları ve yüksek görevlileri ağırlıyordu. Bizi ağırlamak için de tam bir daireyikapsayan köşkün bir kolu yani her yönünde şık süslü bir odanın yer aldığı koca bir hol ayrılmıştı. Odalardan bir tanesi, bir yaz salonu için ne arzu edilirse hepsini içeriyordu. Hafif kumaşlarla kaplı divanlar, parlak resimler, Mısır hasırları, tavanda iç açıcı oynak çıkıntılar, bir tarafta saraydan derin bir bahçeyle ayrılan kentin bir bölümünün diğer tarafta ise körfez ve komşu dağların baştan çıkarıcı tad ve zevkteki görüntüleri. Körfezin üzerinde bir amfitiyatro gibi yükselen ve güneybatıda serpilmiş köşk ve bahçelere hakim, batıda ise görüşün Sapanca gölüne kadar uzanarak mavi hattın gök mavisi ile karıştığı bir görüntüye sahip İzmit,tanıdığım kentler içinde en resimsel olanı. Evlerinin sevimliliğini anlatmak için de parlak renkleri, etraflarını çevreleyen canlı bitki örtüsü, bir mahalleyi diğerinden ayıran derin boğazlar, siyah yapraklarının altında Türk mezarlarının yontulmuş taşlarını saklayan bir servi

331 Gezgin: Mussurus olayı nedeniyle kısa bir süre önce Türkiye ve Yunanistan arasında bir sorun patlamıştı.

182

ormanının melankolik görüntüsü, kenti çevreleyen harap bir kale ve deniz kıyısına kadar inenbahçelerden bahsettiğimde bu güzelliğin tümü hakkında pek az şey söylemiş olacağım. Ne kalem ne de fırça, bu doğa görüntüsünün görkemli büyüsünü tam olarak aktarmaya yeterli olamazlar… Yerleşmemiz sona erdiğinde, evin hanımı ve kızı güzel Ermeni kıyafetleri içinde eşime görünerek, doğu gelenekleri gereğince çok güzel bir demet gül sundular…

Saat beşe doğru İzmit valisi Osman Bey, yanında çok sayıda subayla birlikte bizi ziyarete geldiler. Gelişimizde kendisine ilettiğim Reşit Paşa’nın mektubu bizimle yakında ilgilenmesini sağlamıştı. Adamları bize eksiksiz bir yemek getirmişlerdi ve bu sıcak ilgi biz kentten ayrılanakadar devam etti. Yemekler Türk usulü hazırlanmış olsa da özellikle ana yemek olan pilav ve fıstıkla doldurulmuş kızarmış kuzu çok lezzetliydi.

Gece korkunç bir fırtına başladı ve kurşuni kırmızı iri bulutlar Gök Dağı (Gökçe Dağ = Kartepe) kapladı… Sabah kalkığımda her şeyi devrilmiş bulmayı umuyordum ancak kırılmış tek bir gül dalı yoktu, kuşlar şakıyor, güneş parlıyordu. Sabahın tazeliğinden kenti gezmek üzere faydalandık. Dağlardan inen çok sayıdaki derenin yıkadığı dik yollar, doğu kentlerinde ender görüldüğü üzere tümüyle Arnavut kaldırımı kaplı idi. Bizi, büyük salonunun çekici görünümü ve orada hakim düzenin insanı şaşırttığı bir Ermeni okuluna götürdüler. Güzel ağaçların gölgelediği, çok sayıda çeşme ile süslenmiş, yeni resimler ve sevimli sütuncuklarla dekore edilmiş bu yapı ile bir çoğunun gerçekten bir hapishaneye benzediği Avrupa okulları arasında ne büyük bir fark var. Sonuna kadar açık çift sıra pencerelerin izin verdiği hava ve güneş ışığı ile dolu bu yere girerken küçük Ermenilerin sağlık ve sevinç dolu yüzlerini de görmek gerek…

Kent Surları

Kentin yukarısına varmak için epeyce çıkmak gerek ama bu da her yöndeki güzel manzaraları yakalamak için iyi bir şans. Kentin kaybolup gitmiş surlarının izlerini burada bulmak olası. Burada bir eğinti, şurada bir duvar yüzü, daha ötede çöküklüğünü bir sarmaşık örtüsü altında gizleyen bir Roma kulesi, kalıntılar bir zamanlar burada bir Bizans kalesi olduğunu gösteriyor, belki de Haçlılar tarafından tahrip edilmiş. Bu kararmış taşlar, bu sütun başlığı kalıntıları, tozun içinde yan yatmış bu eski duvarlar hakkında çok şey anlatılabilir… Eski sur çemberinin temel izleri, Nikomedia kentinin yayılı olduğu, dağın batı tarafıdaki öteki yüzünü tümüyle kaplıyor. Bu izleri izleyerek, hristiyan mezarlarının bulunduğu güzel bir çayırlığa geldik.

Macar Kralı Tökeli’nin Mezarı

İçlerinden biri, bir Macar sığınmacı ve yaklaşık bir yüzyıl önce burada sürgünde ölmüş olan “Kont Vazowski”nin mezarı dikkatimizi çekti. Şiirsel bir duygu yüklü mezar yazıtı Mösyö Hammer tarafından çevrilmişti: “Vazowsky, sürgünün tüm zorluklarına katlandıktan sonra sonsuza değin körfezin kenarında, çiçek tarlasında yatmaktan mutlu.” Kent, bugün yaklaşık 15,000 nüfusu ve 600’ü raya ve Yahudilere ait olmak üzere 3,350 hanesi ile imparatorluğun önemli kentlerinden biri.

Köseköy

Evsahiplerimizin tüm ısralarrına rağmen, birkaç ay sonra yangına yenik düştüğünü öğrendiğimiz bu sevimli saraya veda etmek zamanı gelmişti. Küçük atlı grubumuz karım, General Jochmus, bay Jules Laurens, generalin emrindeki genç bir Arnavut, çevirmenim, mükemmel bir aşçı ve benden oluşuyordu. İznik’e tuz götüren sekiz atı takip edecektik. Ayrıca, altı yük atı grubu tamamlıyordu. Sürücü olarak da Kayserili iki katırcı vardı, atların sahibi ise Figaro (berber) tipli, Asdur adlı bir Ermeni idi. Birkaç saat yol aldıktan sonra çadırlarımızı, bir küçük Türk köyü olan Köseköy’de kurduk. Birinci çadır bizim, ikinci çadır general ve Mösyö Laurens’in, üçüncü çadır ise diğerleri ve yükler içindi. Hayvan sürüleri

183

otlaktan dönerken akşam yemeğini yedik. Bu çok özel kırsal manzarayı yaşamanın ayrıcalığını aktarmak çok zor. Her yandan, böğürmeleri, kişnemeleri, titreten vahşi çığlıkları ile çıkarak neşeli bir gürültü ve patırtı içinde yalaklara, haralara, ağırlara koşuşturan sığır, inek, at ve tavuk sürülerinden oluşan böylesi bol yaşam çeşitliliğinin sarhoş edişini yaşamak gerek.

Yavrularınca peşlerinden takip edilen kuş, tavuk ve çok sayıda leylek sürüleri bir köy havasından öteye, gözlerimizi ayıramadığımız bir görüntü sunuyorlardı. Karanlık tamamen çökünce adamlarımız çadırların ortasına bir ateş yakarak halı ve leopar derileri üzerine yattılar. Geceyi, böylesi şiirsel bir ortamın tadını çıkarmak üzere sigara ve çay içerek geçirdik. Çakalların ince ve uzun çığlıkları doğaüstü bir hava veriyordu. Ertesi sabah, yüksek dağı gezmek üzere atlara bindiğimizde kıvrımlarının manzaraya sevimlilik kattığı Kiraz-Su’yu (Kiles Deresi) dört-beş kez aşmak zorunda kaldık. Tepedeki bir Ermeni köyüne doğru tırmandıkça manzara daha şiirselleşiyordu. Zirveye ulaştığımızda gördüğümüz panaromik manzara karşısında hayranlık çığlıkları attık. Körfez’in yayılımı, İzmit, zengin çayırlar, besleyici otlakları, ufkun sınırlarında parlayan Sapanca Gölü’nün durgun suları ve tüm bunları aydınlatan koca güneş unutulması zor bir tablo oluşturuyorlardı.

Aziz Elia’ya (İlyas) adanmış bir şapele girerken gördüğümüz bir tabloda bu aziz, sanki vaftiz edilmiş Apollon gibi dört güçlü savaş atı tarafından göklerde çekilen bir arabaya binmiş haldegörünüyordu. Sabahki yürüyüşten sonra bir çınarı altındaki uzunca bir dinlenme tüm yorgunluğumuzu aldı.

Bithynia valisi Plinius ve Osmanlı döneminde Sakarya Irmağı, Sapanca Gölü ve İzmit Körfezi’ni birleştirme çabaları herkesin bildiği bir proje.332 Buradan geçen üç farklı yol, bölgenin zırai ve ticari önemini gösteriyor. Sapanca yolu üzerinde karşılaştığımız, iki arabanın zor geçeceği eski bir şosenin yer yer çökmüş izlerinden çok değişken malzeme kullanıldığı anlaşılıyor. Demiryollarına gelince de bu konu Türk hükümetinin gündeminde. Bir İstanbul gazetesindeyakınlarda yayınlanan uzun bir makalede imparatorluğun en uzak noktalarını birbirine bağlayacak bir demiryolu ağından bahsediliyordu.

Sapanca

Ertesi sabah Sapanca Gölü’ne doğru yol almak üzere Köseköy’e veda ettik. Ova, göle kadar bataklık ve ağaçlarla kaplı. İkinci varış noktamız, Sapanca Gölü kıyısındaki Rum köyü Esma-Köy (Eşme) idi. Köyün içinden geçerken, bu yörede ilk kez Avrupai giyimli bir hanım gördük. Köy meydanında attan indiğimizde Pazar günü nedeniyle herkes bayramlıklarını giymiş ve orada toplanmışlardı. Bizi ağırlayacak olan köy şefinin evi geniş galerilerle çevrili idi. Eşyalarımızı odalara yerleştirmeye çalışırken gördüğümüz köy halkı oldukça neşeli, uçarı ve güzellerdi. Tüm kadınların saçları çiçeklerle örtülü idi…

Ertesi sabah, Sakarya ovasındaki eski bir Roma köprüsünü333 gezmek üzere at bindik… Korkulukları hariç olduğu gibi korunmuş bu köprünün uzunluğu 267 m, genişliğiise 8 m. Yarım daire bir kemeri takip eden her biri çift sıra taşlı yedi basık kemerden kemerden oluşuyor. Bu hat, yukarısında ve aşağısında bir seri tonozdan meydana gelen gizli bir sekizinci kemer ile sonlanıyor ki göründüğü üzere bir yapıya, olasılıkla da köprüyü koruyan birliğin yerleştiği yapıya temel oluşturuyordu. Yukarı tarafta bu tonozlar geniş bir alana kadar yayılıp, köprü hizasına kadar yükseliyorlar. Aşağı tarafta ise daha önemsizler, olasılıkla postaservisinin yerleşimini oluşturuyorlardı. Bu sekizinci kemerden sonra son olarak, eşit olmayan ölçülerde iki yarım kemer bulunuyor. Tüm yapı güzel yontulmuş taşlardan oluşmakta ve geniş döşeme taşları ile kaplı. Kendisi zaten güzel olan bu yapının her iki ucunda süs amaçlı iki portiko görülüyor. Burada ne bir kapı ne de bir girişin izi görülmüyor. Birinci portiko, bir yarım kemerle birleşmiş olan ve uçlarında bir korniş taşıyan iki dik ayaktan oluşuyor. Dönen

332 Gezgin, bu konuda uzun bir yorumda bulunuyor. Konuyu tekrar tekrar işlemiş olmamak için buraya almadım. 333 Y.U.: Justinianus (Beştaş) köprüsü.

184

bir merdivenle üst kısma çıkılıyor. Diğer tarafta ise portiko aynı ölçülerde olsa da iki dik ayaktan yatay olarak çıkan geçitler, köprüden hareketle tepeye yönelen iki yola bağlanıyorlar.Portikonun arkasında dik olarak yükselen yamacı gizlemek için, kesinlikle bir Bizans kilisesindeki absislere benzer fırın dipli bir tonozla bitirilmiş. İki saat boyunca biz bu etkileyici kalıntıyı inceler ve izlerken Mösyö Laurens de bir çizimini yaptı.

Dönüş yolunda bir gece daha Köseköy’de kaldıktan sonra Kiraz-Su’yun (Kiles Deresi) yanından geçerek, Ermeni Asdur ve yöreye ikinci kez gelen General’in klavuzluğu altında, dağda kaybolmuş bir Ermeni köyü olan Kara-Tepe’de konakladık. Burada kaldığımız evin pencereleri bir dış avluya açılıyordu, böylece Sapanca Gölü’ne bir kez daha veda etme olanağı yakaladık. Kara-Tepe’de hiç sokak yok. Her evin mimari yapısı komşusundakinden farklı. Bir kadının bağrışı üzerine tüm köy kadınları etrafımıza doluşarak, rahatsızlıkları için tavsiye ve ilaç istediler. Odamıza yerleştikten sonra da aynı gerekçelerle çocuklar doluştu. Ertesi sabah, İznik’e doğru yol almak üzere yataklarımıza yattık.

Yolculuğunun ilk kısmını tamamlayarak İstanbul’a dönen Hell, eşini Avrupa’ya gönderirken kendisi de Trabzon üzerinden İran yolculuğuna çıkar. İşte yöremiz kuzey kıyıları hakkında notları:334

Şile – Kandıra

Eski adı Ariane olan ve 375’i Rum ve raaya olmak üzere toplam 750 haneye sahip Şilli’yi (Şile) geçtikten sonra Ali-Bey’e varmak üzereyken tambur, obua (zurna), çığlık ve silah sesleri arasında koca evine götürülen bir Rum geline denk geldik. Aynı gece (4 Temmuz), yüz haneden oluşan Gandra’ya (Kandıra) vardık. Bir rastlantı eseri olarak, son sekiz yıldır uygulanan vergilerden dert yanan bir yaşlı Türkle sohbet ettik. Dediğine göre, ondalık vergi (aşar) ve zorunlu askerlik sonucu kandıra’nın en yoksul ailesi yılda 100 kuruş vergi veriyordu.Bir ev ve küçük bir tarla sahibi olarak kendisi, yılda 350 kuruş ödüyordu.

Bu kentte, Sultan Orhan tarafından yapılmış bir cami var. Bir çeşmenin üzerinde Grekçe bir yazıt gördük.335 Yukarılarda, etrafı meyve bahçeleriyle çevrili Gemicik-Köy ve biraz ötede oniki hanelik Kerpe-İskelesi bulunuyor. Buradan bir tekneye binerek yakındaki adayı ziyarete gittim… Göründüğüne göre Kefken Adası ya da eski Thynias, Karadeniz’de Greklerin ilk kolonizasyon döneminden beri mesken edilmiş. Çok eski dönemlere ait sur çemberi kalıntıları ve yüzlerce ayak uzunlukta duvar yüzleri görülüyor. Bu sur çemberi kuzey kıyı boyunca devam ediyor. Duvarlar, çimentosuz olarak kayanın üzerine konmuş, yontulmuş blok taşlardan meydana geliyor. Batı tarafında, kötü Bizans tamirleri göze çarpıyor. Bizans dönemine ait kule kalıntıları, tuğla duvar yüzleri, harap bir kilise gibi izler bulunuyor. Kayalaraoyulmuş sarnıçlar ise su olmazsa olmaz koşullardan biri olduğuna göre Greklerin ilk hakimiyet döneminden olsa gerek. Uzun zamandır terk edilmiş durumda. Yöredeki genel kanıya göre yılanlarla dolu olması gerek ama biz fare ve kertenkelelerden başka bir şey görmedik. Gece, ertesi sabah kıyıdan Sakarya’ya ulaşmak üzere adanın karşısında, kıyıda kamp kurduk.

1848, Charles Mac Farlane

İngiliz tarihçi ve gezgin Charles Mac Farlane (1799-1858), 1828’de İstanbul’da kalışını kitaplaştırdıktan sonra Anadolu ve Doğu gezilerine başlar. İşte 1848 yılında yöremiz hakkındanotlarının özeti.336

334 Hell, age, s. 311-315 335 Gezgin, bu kıyı gezisinde görülen tüm yazıtların “bilimsel bölüm ve atlas”ta verileceğini dipnot olarak düşmesine rağmen elimizdeki nüshada bu bölümler yoktu.

336 Charles Mac Farlane, Turkey and Its Destiny - Journeys made in 1847 and 1848 to Examine into the State ofthe Country, c. 2, Philadelphia 1850, s. 253-283

185

Vapurla İzmit’e Yolculuk

15 Nisan, Cumartesi günü bir buharlı Türk gemisi ile Haliç’ten İzmit Körfezi’ne doğru yola çıktık. Aralık ayında Gemlik’ten bindiğimize benzer tekne, pis ve tıka basa yolcu doluydu. Yolcular, subay ve askerlerden oluşuyordu, dediklerine göre zorunlu askerlik için adam toplamaya Anadolu’ya gidiyorlardı. Bu avcı birliğinin tamamı yaklaşık 160 kişi. Sekiz takıma bölünmüşler ve her birinde bir yüzbaşı, bir katip, bir imam ve gerek takımın gerekse askere alınacakların sağlık durumlarını gözlemek için bir doktor bulunuyordu. Ayrıca üç albay vardı ve görevleri içerlerdeki başlıca kasabalarda toplanmış ve İstanbul’a doğru yola çıkarılmış olanları denetlemek idi. Hekimlerden biri gri bıyıklı bir Venedikli, biri genç bir Fransız ve üçüncüsü melankolik genç bir İsviçreli idi. Diğer beş doktor ise hiçbir hekimlik eğitimi almadıklarını söyleyen Pera’lı (Beyoğlu) ve Galata’lı Franklardı…

Hava güzeldi ve Prens adalarının arasından geçerek İzmit Körfezi’ne giriş yaptık. Saat 11.50’de birkaç tepenin üzerine kurulmuş büyük Gebze kasabasının açıklarına geldik. Ancak buraya yakın bir yerde Hannibal’in mezarı olarak bilinen tümülüsün nerede olduğunu çıkartamadık. Gebze’nin tam karşısında, karşı kıyıda küçük bir köy görülüyordu. Her iki kıyıda da nüfus ve zirai ekim az gibi görünüyordu. Sağımızdaki dağlar ise görkemli bir şekilde yükselmeye başlamıştı.

İzmit

Öğleden sonra saat 1’de, sağ kıyıda, oldukça ağaçlıklı, büyük ve sarp bir yamacın dibindeki Kara Musal (Karamürsel) kasabasında durduk. Avcı arkadaşlarımızın yarısı ve yaşlı Venedikli doktor burada gemiden ayrıldılar. Körfezin nerdeyse tam karşısındaki İmparatorluk İpek Fabrikası’nın bulunduğu Herek-Köy’e (Hereke) geçerek birkaç yolcu aldık ve 1.30’da tekrar yola koyulduk. Yolcuların içinde kısa bir süre önce Müslümanlığı kabul etmiş ve şimdi Karamürsel’de on çocukla birlikte sünnet olacak bir Ermeni çocuğu vardı. Sünnet, hiçbir zaman tek başına yapılan bir operasyon değildir. Karamürsel Müslümanları ona büyük bir beyaz sarık ve ince bir şekilde örülmüş bir ceket göndermişler ceplerini de helva ve diğer Türk şekerlemeleri ile doldurmuşlardı. Yol boyunca bunları katır kutur yemeyi ve emmeyi sürdürdü, yeni dini ve sarığı ile çok mutlu görünüyordu. Göründüğü üzere 14-15 yaşlarında yakışıklı bir çocuktu.

Aynı yönde, Karamürsel’den yaklaşık bir mil üzerinde büyük bir Rum köyü olan Tepe-Köy bulunuyor. Dağa çıkan yolun ortasında, ağaçlar arasında sevimli bir köy. Tepelerde orada, burada Osmanlı mezarlarını işaret eden, orman halinde ya da ayrı küçük servi ağaçları gördük. Saat 2’de sağ tarafımızda, bir suyun kenarından öteye doğru yayılan ve yalnızca Rumların yerleşik olduğu, Konjiya (Konca) köyünü gördük. Diğer Rum köyleri görüş dışında kalıyorlardı…

Öğleden sonra 3.30’da eski Nikomedia, bugünkü İzmit’e vararak yıkık dökük bir ahşap iskelenin açığına demirledik. Teknenin güvertesinden baktığımda kent, daha önce gölün karşısında gördüğüm Apollonia’dan bile daha güzeldi. Bir bölümü gayet hoş körfezin ucuna yerleşmiş, diğer kısmı ise konik dik bir tepeye doğru yükselerek onu taçlandırmış kent, kurşuni kubbeler ve kar beyazı minareler, serviler, kavaklar, bitkiler, her cins yapraklar arasına karışmıştı. Birkaç saat içinde bambaşka bir iklime gelmiştik.

Pera’lı bir melezi tercüman ve uşak olarak yanımızda getirmiştik ama üç kağıtçı, aptal ve tembel bir adamdı. Yol boyu sürekli rakı içmişti. Karaya ayak basar basmaz onu sepetledik ve Mösyö R.’nin arkadaşı olan ve Bursa’da tanıştığımız akıllı, genç bir Fransız bu işleri üstlenerek bizi Rum mahllesinde temiz, rahat bir eve yerleştirdi. Daha sonra onunla birlikte bir zamanlar büyük kral Prusias’ın başkenti ve Hannibal’in ikametgahı olan bu kentin, adı çıkmış ve şimdi valisi olan Osman Bey’i görmeye gittik.

186

İzmit’te ilk Sosyalist Bildiriler

Bey’in bizi karşıladığı konak suyun ucuna yakın eski ve alçak bir yapıydı ama kendinsin kentte güzel bir ikametgahı vardı. Varşımızla birlikte İzmit İdare Meclisi üyelerini de kabul etti.Burada Ermeniler de çok sayıda ve etkili olmalarına rağmen hepsi Türktü. Üyeler daha sonraçekilerek bizi, bu karışıklık ve ayaklanma döneminde de olsa vali ile baş başa görüşmemiz için yalnız bıraktılar. Bize kısa bir süre önce Paris’te basılmış bir Sosyalist bildiriyi gösterdi vebana böylesi yoksulluk edebiyatının ve halk tutkusunun, toplumun sorunlarına çözüm olup olmayacağına, inanıp inanmadığımı sordu. Böylesi bir kağıdı, böylesi bir yerde okumak oldukça ilginçti. Çok duyarlı, uygar ve meraklı bir kimse görünüyordu. Dendiğine göre diğer valilerden daha hoşgörülü idi. Daha önce bir kaptanmış, 1839’da Sultan Mahmut’un ölümü üzerine Kaptan Paşa Ahmet Fevzi ile birlikte sultanın filosunu kaçırıp Mısırlı Mehmet Ali Paşa’ya teslim etmişlerdi. Bizim Akra’yı bombalamamız üzerine de filoyu geri vermişti. Sonrasında da Osman Bey, birkaç yıl Mısır’da sürgünde kalmıştı. Sonunda yaşlı Mehmet Ali,kibar Abdülmecid’in affını elde edince Rıza Paşa hükümetindeki bazı arkadaşları sayesinde, geri gelerek bu yörede büyük arazi ve mülkler sahibi olması nedeniyle İzmit valisi oldu. Dendildiğine göre şimdi de Reşit Paşa kabinesinden büyük destek almakta. Eski amiri AhmetFevzi ise şimdi yalnızca bir kayıkçıydı…

Akropol

Kentin yukarılarına doğru tırmandık, her ne kadar şimdiye dek gezdiğimiz kentlerden daha iyiolsa da, içeride dışarıdan bakıldığı kadar güzel değil. Sokaklar dar ve kirli, uzaktan çok hoş görünen evlerin en az yarısı harap halde. Tepenin yukarısında, çınar ve koyu servi ağaçlarının gölgelendirdiği bir düzlükte, bir zamanlar buraya imparatorluk fabrikalarını gezmeye gelen Abdülmecid tarafından kısa bir süre önce yeniden inşa ettirilmiş bir caminin yanında durduk. Burada daha önce Sultan Orhan tarafından yaptırılmış eski bir cami varmış ama Türkler, tarihi önemine bakmaksızın, aylnızca alçak, sağlam, taş minaresi hariç olmak üzere buranın harabe olmasına göz yummuşlar… Türk fatihler buraya gelmeden önce bu doğal terasta bir Rum kilisesi bulunuyordu ve olasılıkla da çevredeki kesilmiş kolanlar ve bozulmuş yazıtlara bakılırsa antik bir Grek tapınağı üzerine inşa edilmişti. Burası antik Nikomedia’nın akropolisi idi. Bu kent, üçüncü yüzyılda Got’ların yağmasına uğramıştı. Akropolis’teki kalıntılar pek önemli değil ayrıca duvar ve kulelerde antik ve klasik malzemeler devşirme olarak kullanılmış olsalar da hepsi Bizans dönemine ait. Kulelerin kimi kare, kimi düzgün olmayan şekilde yuvarlak. Türkiye’yi gelecek gezginlere, en azından manzarası için Nikomedia akropolisinde en az bir gece geçirmelerini öneririm. Yakında bir Türk mezarlığı ve burada da çok sayıda kırılmış, ayrılmış, yıpranmış çok sayıda Grek ya da Grekoromen yapı parçaları var ancak fazla bilgi sunmuyorlar. 1828 yılında çok bilgi edindiğim ünlü Nikomedia sikkeleri çoktan koleksiyoncular ya da adamları tarafından toplanıp götürülmüş.

Çevre kasabalarda yoğun olsalar da kentte görece az olan Rumlar, bastırılmış ve çekingen görülüyorlardı. Ev sahibimizin oğlu, gece Türk mahallesine gitmekten korkarak Türk çocuklarının üstüne çullanacaklarını söylüyordu. Evdekiler, Paskalya arifesindeki orucu, dahaaz ekmek, lahana ve kötü siyah zeytin yiyerek en sert şekilde tutuyorlardı. Kolera, henüz gelmemişti ama kaba ve sağlıksız bir oruç tutan Rumlar ve Ermeniler davetiye çıkarıyorlardı.

Çuha Fabrikası

Ertesi sabah, saat 07.15’de, keyifli bir Türk sürücü ve Pera’lı çevirmenimiz Giovanni eşliğindeSultan’ın Kumaş Fabrikası’nı gezmeye gidiyorduk. Kent, sandığımızdan da fazla körfez kıyısınca yayılı imiş. Düzensiz bir şekilde giden uzun bir yol, körfez yakınlarında özellikle harap görünümlü dükkanlarla kaplı. Komşu dağlardan kente gelen köylü ve küçük çiftçi gibi kimi Türk yolcularla sohbet ettik. Bize “capitani” (kaptanlar) diye bağırarak saygılı ve hoş bir şekilde selamladılar. Fakirin biri, bize bir müslümanın bir gavura söylememesi gerektiği

187

şekilde “selamın aleyküm” yani “barış sizinle olsun” diyeceği anda aklına geldi ve yalnızca “sel….” deyip kesti.

Körfezin sonunda, kente yakın tuzlalar bulunmakta. Şimdi, dün teknenin güvertesinden göründüğünden daha güzel, yeşillik bir ovanın üzerinde yürüyorduk. 08.15’de Sapanca Gölü yakınlarındaki dağlardan akan bir dereyi aştık. Su, eğer seviyesindeydi fakat çok temizdi ve çakıllı bir yataktan akıyordu. Oldukça yakında, eski bir köprünün kütlesel kalıntılarını gördük. Ova, ilerledikçe daha da güzelleşti, orda burada ağaçlar görülüyordu. Bu mevsim, ilk kez bir guguk kuşunun sesini duyduk.

Dereyi bir İngiliz dokumacı tarafından yapılmış sağlam, ahşap bir kır köprüsü üzerinden aştıkve dere boyunca yukarı doğru yaklaşık yarım mil yürüdükten sonra fabrikaya ulaştık. Eklentileri ile birlikte saygın ve etkileyici bir görünüşü vardı. Uzaklığı kanımca ancak altı mil olsa da İzmit’ten buraya yaklaşık iki saat sürmüştü. Makineleri İngilizler kurmuş ve Yorkshire’dan uzmanlar göndererek bu sert Asya kumaşını üretmiş olsalar da son İngiliz iki sene önce gönderilmiş ve yurttaşlarımızın yerini Ermeni Dadyanlar tarafından daha düşük ücrete çalıştırılan Belçikalılar almış.

Geçen sonbaharda, Mr. N. Davis buraya geldiğinde bütün Belçikalıları sıtma ateşinden yatar bulmuş. Biz ya da Belçikalıların etkilenmediği tek ay Nisan olsa da, hastahane olarak kullanılan bir yerden çıkan altı adam yanımıza gelerek “hoş geldiniz” dediler. Hepsi geçen yıl sıtma’ya yakalanmış olan bu mükemmel donanımlı Hollandalı ustaların ikisi hala ateşliydi. Bizi, büyük fabrika binasından ayrı bir yerde olan lojmanlarına aldılar ve soğuk bir şeyler içmemiz için ısrarcı oldular. Bölgeye gelmeleri ile birlikte ortaya çıkan üzüntü ve sıkıntılarını anlatmaya başladılar. Onları, sütün ve balın aktığı en sağlıklı bir iklimde yaşayacakları sözleriile buraya getiren hayırla anılacak bir kişi değildi. İkisini geçen sonbahar kaybetmişlerdi, onlardan önceki İngilizlerin üçü burada ölmüş ve ikisi hastalanıp evlerine geri dönereken yolda ölmüşlerdi. Ateş, odadaki Belçikalıların birinde değişik bir etki yapmış ve hafızasını yitirmişti.

İngiliz makinistler, aşağıda buradaki sıcak iklimde yaşayamayacaklarını, ayrıca lojmanlarda saldırıya uğrama olasılığını görerek, şimdi ikisinin gömülü olduğu Slombek adlı, tepelerdeki bir Ermeni köyüne yerleşmişlerdi. Sondan önceki yaz Belçikalılar da Slombek’de kalmayı denemişler ancak ateşlenmişler, bu yaz da bir Rum Köyü olan Kara Tepe’yi denemişler ama dağlara doğru güzel bir konumda da olsa orada da ateşlenmişler. Şimdi de gelişmiş bir Ermeni köyü olan Ovacık’ı (Yuvacık) deniyorlardı ve yine ateşlenmişlerdi… Pazar günü olduğu için tüm çalışmalar tatildi bu nedenle ertesi gün yeniden gelmemiz için davet ettiler.

İngiliz Mezarları

Saat 10.15’de tekrar tırmanarak yukarıdan ovanın başındaki Sapanca Gölü’ne baktık. Fabrikanın bir ya da iki mil doğusundaki Slombek köyünü ve Ohannes Dadyan’ın yalnlarına kanarak burada ölen İngilizlerin mezarlarını ziyaret etmek üzere yoldan daha doğrusu izden ayrılarak, en taşlı patikadan tepelere doğru çıktık. Felaket bir sürüşten sonra 11.15’de köye vardık. Pazar olduğu için Ermeniler, şarap ve rakı içiyorlar, bezelye ve tatlı kavuruyorlar, mezar taşları arasında spor yapıyorlardı. Şenlik yeri olarak mezarlık seçilmişti. Görünürde kadın yoktu ve erkekler iğrenç bir haldeydi. İri yarı, kirli, kızarmış gözlü çocuklar mezarlığın ortasındaki zavallı İngilizlerin mezarları üzerinde oynuyorlardı ve sürücümüz onları kovalayana kadar girmemize izin vermek istemediler. Barbarlar, taş, çekiç ve bıçaklarla zavallı yurttaşlarımızın adlarını, soyadlarını, yaşları ve doğum yerlerini tümüyle kazımışlardı. İlginçtir ki yalnızca aşağıdaki okunabilir parçayı saklamışlardı:

188

İki yıldan biraz daha fazla bir süre önce hayatta kalan İngilizler tarafından dikilmiş bu mezar anıtların, bu şişman, düş yoksunu, yontulmamış Ermenilerce görünümlerinin bozulması ve yanlış kullanımları sinir bozucuydu… Sonraları üç kurbanın adını öğrendim. Benjamin Oddy, ….. Howard ve J. Bins, ki Leeeds doğumlu olduğunu sandığım bu sonuncusu yukarıda anılanlarla birlikte gömülmüştü.

Yan yana yatan bu zavallı iki İngiliz doğrudan sıtma’dan ölmüşlerdi, İzmit’in kenarına gömülmüş olan üçüncüsü ise dendiğine göre ateşten delirerek tek başına perişan bir halde yaşamaya başlamış ve bir gece gizlice kendisini fabrikanın derin değirmen havuzuna atıvermiş. Bununla birlikte, hiçbir zaman delirmediğini ve intihar etmesi için hiçbir neden olmadığını söyleyenler de vardı. İzmit’te ve İstanbul’da, kimi karanlık tipli Ermeni çalışanların bir gece kendisine ansızın saldırıp havuza attıkları yönünde söylentiler duydum… Belçikalılardan biri de buraya İngilizlerin yanına, bir başkası da İzmit’teki İngilizin yanına gömülmüş. Bu zavallı insanların hayaletleri Ohannes Dadyan’ı ziyaret ediyor olmalılar. Belçikalıların mezarları için herhangi bir taş dikilmemiş. Mezarın üzerindeki toprak kabarıklık da bir süre sonra Ermenilerin bu arsız ayakları altında toprak seviyesine ineceği muhakkak.

Bithynia Tekneleri

Slombek köyü ovadan, büyük ve kalabalık görülse de evlerin çoğu kulübe türünde ve köyün içi oldukça pis. Aşağı doğru inerken 12.30 da kulübe ve ahırlardan oluşan küçük bir köyden geçtik… Sonunda İzmit ovasını güneyden sınırlayan ve göl boyunca doğuya doğru uzanan Gök Dağ’ın eteklerindeydik. Yaklaşık 5000 adım yüksekliğinde, dibinden tepesine ağaç kaplı.Mr. N. Davis, Sultan’ın örnek çiftliği için ağaçları buradan seçmişti. Türkler Sapanca’ya doğrubu ormanlardan yalnızca arabalarla odun taşımak ve odun kömürü yapmak için yararlanıyorlar. Eskiden, İzmit’teki devlet tersanesi çalışır durumdayken buradan ve yukarıdaki ormanlardan bir miktar kereste elde ederdi. Bithynia, kıyıları boyunca sahip olduğu ormanlar nedeniyle eski dönemlerden beri bir gemi yapım bölgesiydi ama Sultanlar daha sonra Mudanya tersanesini de kapatınca artık, ünlü Romalı şair Horasius’un dizelerindeki gibi ne Karpat, ne de diğer denizlerde, Bithynia gemi omurgası artık dolaşmaz oldu.

189

16 Eylül 1844’de ölen Wool Stapler ve 15 Ekim 1845’de ölen Scribbler ve 6 Kasım 1844’de ölen Scribbleranısına. İzmit’te gömüldüler ve hepsi Osmanlı Hükümeti hizmetindeydiler.

Derbent – Sapanca – Akmeşe

Öğleden sonra saat 2.00’de perişan Dervent’te (Derbent) idik. Yolun bir kenarında bir kahvehane ile bir muhafız karakolu, diğer yakasında bir bakkal dükkanı ve dükkanın biraz gerisinde içinden küçük bir derenin aktığı küçük bir vadide bir Türk değirmeni bulunuyor…

Sapanca’ya vardığımızda rehberimiz, İzmit valisi Osman Bey’e ait çok büyük bir çiftlik gösterdi. Sapanca kasabası, gölün giden yolun ortasında, güney yakası üzerinde bulunuyor. Burada önemsiz bir Rum manastırı var. Karşı kıyıda daha doğrusu gölden bir mil kadar uzaklıktaki tepede ünlü manastır ve hac yeri olan Armaş (Akmeşe) var… Göl balık dolu ama insanlar faydalanmayı bilmiyorlar… Bize, Sapanca’nın hemen arkasındaki Rum manastırının yakınlarında bir iki yerin antik yerleşim olabileceği söylendi… Güneş batmadan bir saat önce Derbent’e dönmüştük. Bu yollardan İzmit’e dönmek için artık geçti ve kahvehanenin önünde koca bir ateş yaktık. Rum bakkal bize bir pirinç çorbası, haşlanmış tavuk ve birinci kalite rakı verdi. Ertesi sabah kalktığımızda fırtına ve yağmur sona ermişti ve biz de atlarımıza binerek tekrar çuha fabrikasına doğru yola koyulduk. Belçikalılar bizi yine iyi karşıladılar. Müdür mösyö Brixhé ailesiyle birlikte İzmit’e gitmişti, tümü hastalanmıştı. Adamlar bizi atölyelere götürerek her şeyi gösterdiler. Atölyeler çok büyük, geniş hacimli, iyi havalandırılmış ve gerçekten mükemmeldi. Ancak işlerin pek azı buralarda yapılıyordu. Çoğunlukla, iki ya da üç düzine Ermeni bir araya gelmiş, yarı uyuklar haldeydiler. Genel olarak İngiliz, yanı sıra da Fransız ve Belçika malı birinci sınıf makineler vardı. Bunun gibi yüz fabrikaya yetecek akarsudan faydalanmak üzere çok görkemli bir hidroelektrik bir santral ve bütün makinaları harekete geçiren oldukça büyük çapta İngiliz yapımı bir çark bulunuyordu. Belçikalılar da bu harika çarkı takdir edilecek derecede iyi korumuşlardı. Ancak bu övgü ancak yapı ve makinelarla kısıtlı. Her şey Zeytinburnu ve Makriköy’de olduğu gibi kötü yönetilmiş ve bir talan yöntemi uygulanmıştı. Kötü yönetim derken Dadyan’lardan söz ediyorum. Kararlı bir şekilde yapıyorlar ve bozuyorlar, inşa ediyorlar ve yıkıyorlar ve yeniden yapıyorlar. Bu sizin işiniz değil diyen namuslu seslere de kulaklarını tıkıyorlar. Buradaki büyük fabrikayı kurarken,bir çok kişinin ikaz ettiği gibi buranın sinek, böcek dolu olduğunu, buna karşın yakın yerlerde daha sağlıklı ve su olanağı da bulunan başka yerler olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Sultan’a harcattıkları para çok yüksek miktarlardaydı. Ancak istedikleri yer “burası” idi ve böcek evini “burada” kurdular. Avrupalıların lojmanlarının arkasına çalışan Ermeniler için büyük bir baraka inşa ettiler. Az ötesine de düzgün (ya da değil) çizimlerle bir kasaba planladılar amaç Leeds benzeri bir Osmanlı kumaş kasabası yaratmak idi. Fakat insanları burada sürekli oturmak mümkün değildi. Ermeniler yazın ve sonbaharda burada yatmak istemiyorlar, gce olmadan tepelerdeki evlerine gidiyorlardı. Dolayısyla, büyük baraka yılın altı ayı kullanılmıyor,kış zamanı bile insanlar evlerinde kalmayı yeğliyorlardı. Çocuklar da dahil 150 erkek Ermeni çalışıyordu ama pek azı kumaş dokumanın inceliklerini öğrenmişti. Bir çoğunun dut ağaçları veya bağları ya da bir iki mısır tarlası vardı ve ücretleri de düzgün ödenmediği için daha çok bu işleri ile ilgileniyorlardı.

İngiltere’den oniki tam takım makine gönderilmişti ancak bir takım Fransız makinesi çalışır durumdaydı diğerleri bozulmuş, dağılmış ve tam donatılmamışlardı… Dokunan kumaşların çoğu kaba, geçirgen ve perişan bir malzeme halindeydi. Asker pelerini ya da ceketine dönüştürüldüğünde ortada giyecek bir şey yoktu. Dört yıl önce amaç tüm düzenli orduyu giydirmekti ama şu ana kadar yüzde ellisini bile giydirememişti. Fransız ve yaşlı Alman adam, böylesi verimli topraklara sahip ancak ziraati geri kalmış bir ülkede sanayiyi

190

dayatmanın saçmalığının farkındaydılar. Sultanın paraları burada sarf edileceğine zirai yatımlara yönelmeliydi…

Onbir Belçikalı ve bir Fransızın yanı sıra son ama geç kalmış olarak şimdi de dört Alman gelmişti. Geçen yıl ölenlerin yerine iki de Belçikalı getirmişlerdi. Ateşlerden kurtulabilen tek kişi ilaç olarak bol bol rakı içtiğini söyleyen bir Fransız idi. Kontratların bitmesine daha oniki ay vardı ve inanıyorum ki 1848 yazını da burada geçirirlerse yarısı ölmüş, diğer yarısı da harap bir halde dönüş yolunda olacaklardı. Ermeniler, bir Fransız doktor tutmuşlardı ama daha çok bir mühendis gibi çalışıyordu. Kibar bir Piedmonte’li ve İmparatorluk Fabrikası’nın başhekimi olan Signor Corones’i görmeye gittim. Kinin sülfat’a yanıt vermeyen inatçı ve ürkütücü şekilde kesintili devam eden bu hastalıktan şaşkına döndüğünü itiraf etti. Etrafta görülen tek kadın, gerçekten cadıya benzeyen bir Rum çamaşır yıkayıcısıydı. Bu zavallı insanlar, mucizevi şekilde bize çok güzel bir öğle yemeği ikram ettiler.

Öğleden sonra saat 2’de doktorla birlikte atlarımıza binerek İzmit’e doğru yola koyulduk. Bu kez dereyi doğrudan geçmek yerine yakınında bir kahvehane ve bir Türk’e ait mısır değirmeninin bulunduğu tahta köprüden geçtik. Mektup çantalarıyla bir imparatorluk postası, sürücüler ve üç ya da dört yolcu da kahvehanede mola vermişlerdi. Tam saat 4’de İzmit’e girdiğimizde, dans eden çocukların ardından yürüyen kavaslar’dan (polisler) oluşan bir yürüyüş alayı ana caddeye gelerek aşağı mezarlığın yakınındaki bir kahvehaneye girdiler ve içeride çok kötü bir gösteri yaptılar. Kızgın bir Rum, “marş, daha bitmedi” dedi, kavaslar arkada ama bizzat vali ve kadı önde olmalıydılar, diye ekledi. Kentte dolaştıkça,dün sabahtanbu yana adam toplamaya başlayan asker avcılarının tutumlarından memnun olmayan sızlanmaları işittik. Tanzimat, eski alım-satım sistemini kaldırmış ve bu askerlere ya da subaylara parasını ödemedikleri hiçbir şeyi alamayacakları yönünde kesin yasak koymuş ve yolculuk masraflarını ödemiş de olsa yine de gereksinim duydukları her şeyi almışlar ve kimseye ödeme yapmadan İzmit’ten ayrılmışlardı. Bir çok zavallıyı ve atlarını, kendilerini Adapazar’a götürmeleri için zorlamışlardı.

Tökeli’nin Mezarı

18 Nisan, Salı günü Herek-Köy’deki (Hereke) İmparatorluk İpek Fabrikası’nı görmek üzere tekneyle yola koyulduk. Gemicilerimiz somurtkan, kirli ve sakar Ermenilerdi. Kentten yaklaşıkyarım mil ayrıldıktan sonra bir Macar Kralı’nın mezarını ziyaret etmek için karaya indik. Şimdiye kadar gördüklerimizden daha az pasaklı, Rum bahçe-dükkanları arasından yürüdük.Bir zamanlar sur çemberinin parçası olduğu anlaşılan Bizans dönemi alçak kemer kalıntılarını geçtik. Olasılıkla burada bir amfitiyatro vardı. Bu kalıntıların hemen ötesinde, körfezden yarım mil uzaklıkta, küçük meşe ve çınar korularıyla süslü, hoş ve düz çayırlıkta bir Ermeni mezarlığı bulunuyordu. Seçme bir Nekropolis’ti (mezarlık). Macar’ın mezarı yere düz olarak yapışmış ve zaman içinde yıpranmış kalın, işlenmemiş bir mermerle kaplanmıştı. Yılların getirdiği toz, toprak yüzünden ancak bir kısmını okuyabildim:

191

Pococke’nin yapıtına bakana kadar buradaki Kesmark’lı Thöko’nun tarihteki Tekeli olduğunun farkında değildim. Macaristanın bu talihsiz, “özgürlük umudu” toprağa bağlı serflerin ve Avusturya Hanedanına karşı Türklerle bağlaşıklık kuran bir grubun başıydı. Ancak yenildikten sonra İzmit’te sürgündeydi. İki ya da üç yıl önce Kesmark ailesi ardıllarından olduğunu söyleyen bir Macar soylu buraya gelmiş ve mezara büyük ilgi göstermiş. Onun da çevirmeni olan, bizim üç kağıtçı Giovanni’ye göre mezarı göz yaşları ile yıkamış ve etrafını demir parmaklıkla çevirtmiş. Uzakta bir yerde kuyu kapağı yapılmış bir kaide var ama bu taşların böylesi kullanımı burada alışıldık değil.

Hereke Fabrikası

Saat 09.45’de tekrar tekneye binerek körfezin kuzey yakası boyunca yakın seyretmeye başladık. Beş saatlik seyir boyjnca tek gördüğümüz yaksul bir köy ile birbirinden yarı üç çiftlik. İzmit hariç, bu yaka ağaç yönünden çok çıplak. Yaklaşık öğleden sonra 3’de İmparatorluk İpek Fabrikası’na ayak bastık ve atla karadan gelen Piedmonte’li doktor ve

192

müdürlerden biri olan misafirperver Lombard tarafından sıcak bir şekilde karşılandık. Lombard, bizi deniz kenarındaki evine aldı. Burada doktor olan başka bir Lombard ve ufak tefek canlı bir Sardunyalı olan karısı ile tanıştık. Doktor, burada çalışanların sağlığından sorumlu idi.

İpek fabrikası, uzun, büyük hatta anıtsal bir binadan daha çok atölyeleri ve bağlı diğer yapıları ile birlikte tümü, körfeze paralel bir kasaba oluşturmuşlardı. Kabul edilebilir bir yolu, ayrıca denizle arasında dar bir başka yol vardı. Daha iyi olan caddede yöneticiler, doktor, teknik ressamlar, mühendisler ve çalışanlar için yeteri sayıda sıra evler vardı. Herkesin sağlıklı olduğunu söylediler. Burası bir malarya kaynağı olmaktan uzaktı ve çevrede de durgun sular yoktu. Aslında Herek-Köy tepelerde ve bizim görüşümüz dışındaydı. Yakın olsa da ulaşımı zor olan bu Türk köyünü bir zamanlar gezmiş olan Lombard, yüz yoksul haneden oluştuğunu belirtti.

Bir yerlerde Rıza Paşa kaynaklı, hatalardan daha arınmış, daha ortak zeka ürünü bir başka plan görmüştük. Rakibi Reşit Paşa’dan daha cüretkar bir üçkağıtçı olabilir ancak yönetim ve iş alanında daha yetenekli, hareketli ve enerjik idi. Reşit onunla karşılatırılamaz. Merinos koyunu projesi Rıza’nındı, Hereke’deki bu sağlıklı yeri o seçmiş ve bu çalışmaları ilk o başlatmıştı. Süsleme ağırlıklı bir pamuk fabrikası düşlemişti ve ilk getirilen makineler de pamuk eğirme ve dokuma üzerineydi. Pek kimsenin bilmediği üzere, yalnızca kendisine ait bir özel girişim olmaktan öteye idi. Ancak Rıza görevden düşdükten sonra, bu büyük yapıları öğrenen Sultan, “bu parayı nerden buldun” diye sinirlenince Rıza tüm fabrikayı Sultan’a hediye ediverdi. Hikaye bu, ancak bir çok değişik yorumu da var. Böylece, büyük miktarlara satın alınan, İngilizler tarafından kurulan ve donatılan pamuk makineleri sökülüp atıldılar, pekaz kısmı tahrip edilmeden Makri-köy’e gönderildi. Daha önce de söylediğim gibi bu ülkede pek az vezir, bir öncekinin yaptıklarından haberdar. Pamuk’tan ipeğe dönüldü ve başka pahalı makineler Avrupa’dan satın alındı. Ohannes Dadyan, Viyana’daki bir Alman fabrikasınıolduğu gibi satın alarak, müdürünü, ailesini ve çalışanlarını Viyana’da kazandıkları ortalama ücretin çok üstünde kazanacakları sözüyle buraya getirdi. İngiliz, Fransız, Alman ve İtalyan makineleri hepsi bir arada. Geçenlerde Lyons’da parlak ipek üretimi üzerine ilerlemeler üzerine Ohannes büyük paralara yeni alımlar yaptı ve bir Fransız makinisti makineyı kurmak üzere getirtti. Lyons’lu Mösyö Riviere duyarlı ve becerikli bir beyefendi ve işini şu sıralar nerdeyse bitirmek ve evine dönmek üzere. Sahtekar Ermeni yönetimini, akılsız ve üçkağıtçılar olarak niteledi.

Burada elli fabrikaya yetecek kadar su var ve hiç eksilmiyor, taşdığı da hiç duyulmamış. AmaDadyanlar, para kazanma amacıyla, ya kesilirse diye bir buharlı makine aldırmışlar. İngiltere’den ithal edilen bu birinci sınıf makine ve İngiliz çalıştırıcısı hiç çalışmamışlar ve çalışmayacaklar da. Makine toz toprak içinde. Burada çok kaliteli bir İngiliz hidrolik çarkı var ama iyi çalıştırabileceklerinden şüpheliyim. Kirli ve unutulmuş durumda. Gördüğümüz bütün tezgahlar el tezgahı ve çalışan sadece on tanesi. Yüzelli eğirme makinesi kurulmuş ve üçyüze çıkacağı söyleniyor. Çalışacak becerikli ellere ve çalışanların ücretleri için para gerekli olmasına karşın Ermeniler sayıyı arttırmaya çalışıyor. Ermeni köylülerinin yavaş öğrenme yeteneklerine ve düzensiz ödeme nedeniyle burada kalmak istememelerine rağmen Ermeniler, kıskanç bir şekilde Rumları dışlıyorlar. Türkler zaten çalımak istemiyor, pipo içmeyi yeğliyorlar. Kapıcı ve taşıyıcı olarak çalışanlar dört ya da beş adam ve birkaç çocuk dışında Türkler uzun süre önce kaçmışlar. Doğal çünkü hanımları erkeklerle birlikte çalışamazlar. Erkek, kadın ve çocuk toplam Ermeni sayısı yüzelli ama hiç birini çalışırken görmedik. Avrupalı olarak da 15’i bayan 40 Alman, 11 İtalyan ve 10 Fransız var. Saray gereksiniminin fazlası üretim, çarşılarda özel dükkanlarda satılıyor ama çalışanların hepsi Ermeni, ya Dadyan ailesinden ya da onlarla bağlantılı olanlardan. Ücretleri Sultan’a ayda 3,000 kuruşa mal oluyor. Pek bir şey sattıkları da yok.

Bazı parçaların dizaynları çok hoş ve sevimli ama hepsi ithal. Yine de biri akıllı genç bir İtalyan, diğer ikisi Alman olmak üzere üç dizayner’leri var. Onların nezaretinde çizimleri

193

kopyeleyen birkaç Ermeni çocuğu gördük. Mösyö Riviere, milyonlarca kuruş harcadılar,bu kurduğum karışık bir makinedir, biliyorum ki ben gittikten bir ay içinde bozacaklar, o zaman kim tamir edecek diye hayıflanıyordu. Buradaki Avrupalıların tümü, imparatorluğun hızla çöktüğünü söylüyorlardı, Ermeniler de sofrayı kemiklerini sıyırdıktan sonra kaldıracaklardı.

Ev sahibimizle birlikte on dakikalık kısa bir sabah yürüyüşü yaptık, su bir kayadan doğuyorduve bol akıyordu. Bize eski gibi görünen, sağlam bir duvar işçiliğine sahip bir kare sarnıca toplanan su atölyelere yöneliyordu, geri kalan çoğu da körfeze akıyordu.

19 Nisan, Çarşamba günü İmparatorluk İpek fabrikası’ndan ayrıldık. Karşı yakada Karamürsel’de kıyıya çıkarak, bu kasabayı incelerken, İstanbul’dan gelip İzmit’e gidecek buharlı gemiye binmek üzere beklemeye başladık. Öğleden sonra 1.20’de gemi geldi. Teknede bir öncekiler gibi sert görünümlü asker avcıları vardı. Yolcular arasında bir İtalyan doktor vardı ve 13-14 yıldır bu ülkedeydi. Merkezleri İzmit’te olmasına rağmen sık sık vilayet içinde seyahat ediyordu. Bir de Buhara’lı bir tüccar vardı. Ticaret için Anadolu’ya gidiyordu, oradan da hac için Mekke’ye geçecekti. Akşam 8.15’de İzmit’e vardık. İtalyan hekim bizi evine davet etti ama biz Rum ev sahiplerimizden hoşnuttuk. Denildiğine göre bu kentte 1,500hane Türk ve 400 haneden fazla Ermeni var. Yahudiler yalnızca 30 hane, Rumlar ise 80 haneden fazla değil. Rumlar’ın bir kısmı kentin doğusunda, bir saatlik uzaklıkta, tamamı kendilerine ait Mihaliç (Gündoğdu) adlı büyük bir kasabada oturuyorlar.

20 Nisan, Perşembe günü saat 7.15’de İzmit’ten ayrıldık. Buharlı tekne, paskalya’yı başkentte geçirmek isteyenlerle doluydu. Güvertedeki canlı yüklerin tamamı Ermenilere aitti ve pis sarımsak kokusundan yerimizden kımıldayamıyorduk. Dadyanların önde gelen iki yöneticisi Baron Artin ve Baron Stepano da gemideydiler. Sekreterleri, pipo taşıyıcıları ve uşakları ile bir çift paşa gibiydiler. Traşsız, taranmamış, yıkanmamış, kaba ve konuşmasını bilmeyen insanlardı… Öğleden sonra saat 3.30’da Haliç’e vardık. Gece Pera’da (Beyoğlu) hava soğuktu ve yağmur dört gün boyunca durmadı…

1850, Pierre von Tchihatchef

1845-1848 yıllarında İstanbul Rus elçiğinde Türk dilini incelemekle görevli ataşe olarak çalışan ve asıl adı Piyotr Aleksandroviç Çhihaçov olan Tchihatchef (1808-1890) daha,1847-1858 yılları arasında İstanbul Boğazı, Kocaeli Yarımadası da dahil olmak üzere tüm Anadolu’yu adım adım gezerek jeolojik yapı, hayvan ve bitki örtüsü açısından incelemiş ve daha sonra gözlemlerini sekiz ciltlik “Asie Mineure” adlı eserinde yayınlamıştır.

Bu yapttan sonra Tchihatchef, 1850’de Karadeniz kıyısındaki Şile’den İzmit yukarısına kadar Kocaeli Yarımadası’nda bir topografik araştırma yapar ve bu gözlemlerini de 1864-1877 yılları arasında üç baskı yapan “Le Bosphore et Constantinople” (İstanbul ve Boğaziçi) adlı eserde toplar. Başka bir yapıtında kıymetli coğrafi gözlemler yanısıra ilginç arkeolojik gözlemler de vardır; örneğin Tchihatchef, 31 Temmuz 1850’de şöyle bir not düşmüş,”antik mimari kalıntıları olan Böcekler’de devasa bir sarkofaj var”.

İşte “İstanbul ve Boğaziçi” adlı yapıtından yöremizle ilgili alıntılar:

Bir yanda Boğaz’ın kuzey ucundan (Asya yakasındaki) Karaburun’a ve diğer yandan da Boğaz’ın güney ucundaki Üsküdar’dan Tuzla Burnu’na kadar Bithynia yarımadasının tüm çevresi boyunca Boğaz’ın Asya yakasının uzantılarını izlersek, söz konusu iki kıyı çizgisinin Trakya Yarımadası’na göre daha girintili çıkıntılı olduğunu görürüz. İlk olarak Trakya Yarımadası’nın kuzeyinde Rumeli fenerinin ardından uzun bir kumsal gelmesine karşılık, karşı kıyıda (Bithynia Yarımadası – Kocaeli yarımadası) Anadolu feneri burnu böyle bir düzlükle kesilmediği gibi, tüm bu sahili boydan boya kaplayan bir dizi çok güzel ve etkileyici bazalt yarla sürer. İkinci olarak Bithynia Yarımadası’nın güney sahili Boğaz kıyılarını andıran çizgilerinin çeşitliliğiyle Trakya yarımadasının güneyiyle çarpıcı bir zıtlık oluşturur. Ayrıca

194

Prens (Prinkipo) adaları gibi bir çok hoş ada bu güzel sahilin görselliğini daha da güçlendirir.337

Boğaz’ın güney ağzıyla İzmit (Nikomedia) körfezinin girişi arasında, Bithynia kıyıları boyunca Hristiyanlar tarafından Prens Adaları, Türkler tarafından da Kızıl Adalar adıyla bilinen bir dizi ada sıralanmıştır. 338 Prens Adaları, sadece Bithynia sahillerinin bu parçasında değil, aynı zamanda Trakya yarımadası kıyılarında da görülen tek takımadadır.339

Hem İstanbul’da hem de İstanbul’a komşu Trakya ve Bithynia bölgelerinde, etinin nefis lezzeti nedeniyle İngiltere de dahil olmak üzere Avrupa’daki tüm hemcinslerinden üstün olan doğu koyununun sahip olduğu haklı ünü koruyan yağlı kuyruklu koyun dışındaki evcil hayvanlarda hiçbir olağanüstülük yoktur. 340

Antiochos’la yapılan savaştan yaklaşık bir yüzyıl sonra, Romalılarla Mithridates arasında korkunç bir mücadele başladı. Mithridates’in elinde ilk seferinde 250,000 piyade ve 50,000 süvari vardı.341 Ama bu çok büyük ordu yalnızca Pontus krallığının öz kuvvetlerini temsil ediyordu. Çünkü bu birinci savaş döneminde Mithridates henüz ne Pamphlagonia’yı, ne Galatia’yı, ne de Phrygia’yı almıştı. Öyle ki Anadolulu başka bir hükümdar, Bithynia Kralı Nikomedes de Romalı düşmanlarının yanında yer almıştı. Ne yazık ki Mithridates karşıtı bağlaşıkların güçlerini sayısal olarak bilmiyoruz, çünkü appianus’un bu konuya ilişkin bölümükaybolmuş durumda. Bununla birlikte iki ordu Amnias (Gökırmak) kıyılarında karşı karşıya geldiklerinde, Pontus kralının ordusunda 40,000 ve Nikomedes’in ordusunda da 6,000 at bulunduğunu biliyoruz.342

Boğaz kıyıları ve komşu bölgelerde ekilen çok sayıda üzüm çeşidi olmasına karşın hiçbiri harika bir lezzeti olan çavuş üzümüne yetişemez. Bu üzüm biçimi ve tadıyla Toscana’nın “uva moscadellana”sını ve Fontainebleu ya da Montauban’ın “chasselas”ını hatırlatır. Fransız“chasselas”ının kökünü “çavuş üzümü”nden almış olma olasılığı vardır. Her ikisinin isim benzerliği bunu doğrular gibidir. 343

1853, James Henry Skene

19. yy. ilk yarısı Edinburg’lu tanınmış bir ressamdır. Yaptığı resimler, tarihçiler için önemli kaynaktırlar. 1853 yılında deniz yoluyla İstanbul’a gelerek buradan Bithynia bölgesine geçmiştir. Yunanistan’da ölmüştür.

1855, George Cavendish Taylor

Kırım Savaşı nedeniyle Ingiliz ordusuyla ülkemize gelen Taylor, ordunun katır gereksinimi içinİzmit’e gelir. İşte günlüğünden notlar.344 4 Mart

Birkaç gündür, katır satın almak üzere, İstanbul’dan vapurla yaklaşık 6 saatte varacağımız İzmit’e yapılacak bir gezi için binbaşı Fellowes’u bekliyorum. Bunun için iki serbest günümüz

337 Tchihatchef, Pierre de – çev. Berktay Ali, İstanbul ve Boğaziçi, s. 12, İstanbul 2000, 338 Tchihatchef, age, s. 19 339 Tchihatchef, age, s. 33 340 Tchihatchef, age, s. 44 341 Tchihatchef, age, s. 84, Yazarın dip notu: Appianus, de bello Mithrid., böl. 119342 Tchihatchef, age, s. 84, Yazarın dip notu: Appianus, de bello Mithrid., böl. 117 343 Tchihatchef, age, s. 105

344 George Cavendish Taylor, Journal of Adventures with The British Army from the Commencement of the War to the Taking of Sebastopol, Londra 1856, s. 210-214

195

vardı ama denize açılacak bu vapurlar her zaman gecikebiliyordu. Buradaki belirsizlik ve zaman harcama çok çıldırtıcı. Vapurların yarısı kendilerinden beklenen görevi yerine getiremiyorlar ama eğer iyi bir yönetim ve bakım gösterilse en az üçte biri daha iyi çalışır. Bu yönde kötü bir örnek, bir vapurun Balaklava’da iki ay boyunca deniz subayları için hotel olarak tutulmuş olmasıdır ve daha bir çok buharlı gemi uzun süre limanda tutularak depo, malzeme gemisi ve otel olarak kullanılmaktadır. Halbuki aynı iş yelkenli gemilere de yaptırılabilirdi, üstelik bu iki gemi tipi arasındaki kira farkı da oldukça büyük… Haliç’ten “Emperor” adlı vapura bindik, Prenses Adaları’nın yakınından geçerken görüntü çok güzeldi. Gerçekten sevimli adalar ama göze çarpan bir özellikleri yok. İzmit (Ismid) Körfezi oldukça uzun ve iki yaka arası uzaklık yaklaşık dört mil. Özellikle güney yakada olmak üzere kıyılar tepelik, yüksek noktalar da ağaçlık. Her iki yaka, ülkede alışkın olunduğu şekilde kısmen ekili. Kent, körfezin başında yer alıyor. İçerisi kabul edilebilir düzeyde temiz ve güzel, ancak Türk kentlerinin hepsi tekdüze ve birbirlerine benziyorlar. Denizden görünümü resimsel bir güzellik içeriyor. Ahşap evler, dik bir tepenin yamacında biri diğerinin üzerinde kurulmuş. Devlete ait bir tersane ve kızakta iki gemi var.

Körfez, geniş bir bataklıkta başlıyor, buradan itibaren de karşı kıyıda geniş bir ova ile tepeler yüz mil boyunca içeri uzanıyor. Ama tabi ki ilk ve sonbahar’da sağlıksız. İzmit’ten altı saat uzaklıkta bir dere aracılığı ile körfeze akan bir göl var. Kaldığımız iki gün boyunca en sevdiğim spor olan avcılığı yapabildim. Suyun üstü kuşlar, iki tür batağan, vahşi kümes ve hayvanları ve pelikanlarla kaplı. Bataklık ise yılan, yağmur kuşu ve vahşi ördeklerle dolu. Ancak her yönden akan ve üzerinden atlanamayacak kadar geniş dereler nedeniyle aşmak oldukça zor. Yüzeyde ise araları derin çamurla kaplı tepeciklerden başka bir şey yoktu.

Beni, vapurdan alıp sonra getirecek bir kayık kiralamak zorunda kaldım. Kayıkçılar aptal ve tembel, suskun kalmalarını istediğimde konuşmak istiyorlar ama bu onların tarzı. Hep görmüşümdür ki Türklerle konuşmaya kalktığında dünyanın en sessiz insanı olurlar ama sessiz kalmalarını arzu ettiğinde Araplar gibi gevezedirler. Kayık için birkaç saatliğine olmasına karşın her gün yirmi kuruş ödedim. Aççığa gelen bir sandalın sahipleri elli kuruş istediler ve hiç indirim yapmadılar, tabi ki onları kendi umarları ile baş başa bıraktım. En delilerin, diğerlerinin deli olduğu ve kolayca kandırılabileceğine inanlar olduğu yönünde bir kanıya sahibimdir, bu yörenin yerlileri de bunlardan. Sığ düzeyde üçkağıtçılar.

Katır işi ise iyi gitmedi, incelenmek üzere müteahhit çok sayıda katır getirdi ancak çoğu yaşlı,aksak ya da yaralanmış idi. Gemi ambarlarının taşıyabileceğinin ancak yarısını bulabilmiş olmamıza karşın gerisi olmadığı için İstanbul’a geri döndük.

1856 ?, H. Poole

Yöremizdeki kimi geziler, buradaki örnekte görüleceği üzere ekonomik ve jeolojik nedenlerle yapılmıştır. Sir Roderick Murchison’un “British Association” toplantısında kısaca özetlediği gibi İzmit Körfezi güney kıyılarında kömür varlığının araştırılması hakkındaki raporların sonuçlarına göre Majestelerinin hükümetine Mr. H. Poole’u, kömürün yapısı ve yanma değerihakkında bilgi vermeye yetkin biri olması nedeniyle, gözlemci olarak atanmasını önermesi sonrası gelen sonuçlar, buradakilerin kömür değil yalnızca zayıf linyit olduğunu göstermiştir. Böylece Kdz. Ereğli kömür yataklarının İzmit Körfezi’ne kadar uzandığı savı geçersiz kılınmıştır.345

1856, Edmund Hornby

345 Report of the Twenyfifth Meeting of the British Association, s. 94, Note on a Recent Geological Survey on the Region between Constantinople and Broussa in Asia Minor in Search of Coal by H. Poole, Londra 1856

196

Kırım Savaşı esnasında İstanbul’da bulunan bir İngiliz avukatın eşi olan ve bir süre İstanbul’da oturan Lady Hornby, İstanbul ve çevresine yaptığı gezileri mektuplarla dost ve ailesine aktarmaktadır. İşte İzmit gezisi ile ilgili notları:346

Prinkipo (Büyükada), 18 Ağustos 1856 Sevgili Anneciğim,

Geçen Salı, burada zengin ve misafirperver bir Rum tüccar olan Bay Vitalis, İzmit’e yani eski Nikomedia’ya gezi yapacak arkadaşlarına katılmamız için bizi davet etti. Kayığımızla,daha öteyle, sağımızdaki sisli dağları olan görüntüye doğru gitmeyi hep arzu etmiştim ve Asya kıyısını boyunca seyrederek İzmit Körfezi’nin sonuna kadar gitmek olasılığı beni heyecanlandırdı. Biz, adalıların sabah saat sekizde iskelede toplanmamız gerekiyordu. Hiçbirşey havanın, denizin ve gökyüzünün tek bir bulutsuz ve açık olması kadar güzel olamaz. İstanbul’un beyaz surları ve minareleri dalgaların üzerinden parlak günışığı içinde, Asya yakasındaki ıssız balıkçı köyleri üzerinde ışıldıyordu. Beyaz yelkenleri ile yavaşça ilerleyen kayıklar net olarak görülebiliyordu. Hava çok temizdi ve birden millerce ötedeki bir küçük nokta ve su üzerindeki beyaz bir kuş gibi yaklaşan yelkenlimiz “Sylph”i gördük. Daha da yakına geldiğinde beyaz yelkenleri ve güzel bayrakları ile çok hoş görünüyordu. Hepimiz çok dakikdik ve hemen tekneye atladık ancak su ihtiyacımızı sağlayacak olan ada eşeği gecikince birkaç dakika beklemek zorunda kaldık. Sonrasında Asya yakasına olabildiğince yakın düşecek şekilde yola çıktık. Adaların karşısındaki görüntü bu ıssız ve geniş arazi hakkında bir fikir veriyor, tepe tepe üzerinde, dağ dağ üzerinde, kocaman bayırlar, geniş ovalar, alçak bataklıklar, kumlu geniş plajlar ancak ne bir insan, ne bir yerleşim izi, ne de tüten bir baca görünmüyor. Bu ıssız noktalara bir süre daldıktan sonra birden bir tarla ya da zeytin bahçesi ve daha sonra selvi ağaçları ile çevrili eski görünümlü evler çevresinde yanmış, terk edilmiş araziler sizi bir anda uyandırıyor.

Buradaki Aziz. George (Aya Yorgi) manastırının tam karşısına düşen Asya yakasında arazi birden daha da dağlıklaşıyor. Gözüm sıklıkla, bu kıyıdaki tüm görkemiyle vadiden yükselen ve buradan yavaşça akarak yamaçlarına koyu yeşil gölgeler bırakan pembe ve kar beyazı buharlı iki tepeye takıldı. Alçak olanın yakınlarında bir grup servi ağacı var ki Hannibal’in mezarının burada olduğuna inanılıyor. Hapse atılan Bizans kraliçesi Irene, buradaki manastırda günlerini sayarken bunu sıklıkla düşünmüş olmalı. Dünyanın bu kısmı, tarihi ve efsanevi ögelerle dolu.

Soğuk bir sabah, bu servili tepeye tırmanmaya niyetlendim ancak 5-6 saat alacağını söylediler. Ama Hannibal’in mezarı yanı başında otururken Olympus Dağı’nın (Uludağ), bu sevimli adaların, Marmara Denizi’nın ve uzaktaki Haliç’in oluşturduğu enfes manzarayı seyrederek düşüncelere dalmanın ilgi çekici tadına varmak isteyenler bunu mutlaka yapmalı.

Sıcak nedeniyle tembelce yazıyorum ancak geçtiğimiz bu görkemli adalar, deniz ve kıyı hakkında sizlere zayıf bir görüntü vermek istemiyorum… Issız gibi görünen bir çok küçük adayı geçtik. Kaya çamları, uçurumlara çok yakın ve tümüyle onlara asılmış gibi büyümüşler.Kayalar muhteşem güzellikte ve çok değişken renklerde… Son ada, karşı kıyının ve Olympus’’un kesintisiz görüntüsü içinde en sevimlisi idi.

Bu mücevher gibi adaları geçtikten sonra yavaşça İzmit Körfezi’ne girdik. İstanbul Boğazı’ndan daha geniş, dağlar üç kat daha yüksek, güzel köşkler ve güzelce teraslanmış bahçeler yerine kıyılar oldukça taşlı, uçurum ve vahşi mağaralar var. Bilemiyorum, yumuşak, hareketli, lüks ve düşselliği ile aklımda yer eden Boğaziçi ile bence yırtıcılığı, büyüklüğü ve yabanlığı ile daha güzel olan İzmit Körfezi’ni kıyaslamak doğru olur mu?...

346 Edmund Hornby, In and Around İstanbul, c.2, Londra 1858, s. 204-223. Elimize geçmemiş olsa da bu kitabın çevirisi yayınlanmıştır. Lady Hornby, Kırım Savası Sırasında Istanbul, (çev. Kerem Işık), Istanbul 2007.

197

Kocaman yunuslar, tıpkı eski resimlerde olduğu gibi zaman zaman sudan dışarı sıçrıyorlar. Oldukça önemli bir fosil alanı olmalı, kıyıda canavar kemikleri bulunacağına inanıyorum. Ayrıca olasılıkla koleksiyonumuza katabileceğimiz çok sayıda çakal, kurt, yaban domuzu ve hatta ayı var. Ancak iyi muhafızlar olmadan atılacak bir tehlike değil. Sinyor Vitalis kışın iyi silahlanmış olarak bir ava çıkmayı önerdi.

Sonunda yaşam izi görebildiğimiz üzeri muhteşem fundalık ve ağaç kümeleri ile kaplı koca bir gri kaya köşeyi aştık. Antik formda, yüksek mahmuzları, mavi boncuklardan oluşmuş kabaağaç oymalı pruvalı onsekiz balıkçı teknesi, kayalardan oluşturulmuş bir dalgakıranın koruduğu küçük bir koyda demirlemiş duruyorlar. Bayram onuruna flama ve Türk bayrakları ile süslenmiş, umulabilecek en tatlı ve resimsel küçük bir filoydu.

Küçük bir balıkçı köyü, zeytin ağaçları arasından tepeye ulaşan rüzgarlı patikanın yarı yolunda idi. Her iki yanında bağlar, onların arkasında da vahşi ağaçlar vardı. Küçük bir servi topluluğu ardında bir caminin ince minaresi belirdi ancak ortalıkta kimse görünmüyordu. Bayram ve öğle vakti olduğu için dinlenmede olduklarını varsaydım. Şimdi karşıdan esen hafif bir rüzgarla seyrediyorduk ama kısa zamanda bir fırtınaya dönüştü… Sonunda büyük birRum balıkçı köyüne vardık. Kıyıda büyük bir hisarın kalıntıları vardı.347 Duvarları aynı parlak yeşil fundalıklarla kaplı idi. Buradaki kayıklar da bayram tatilindeymişcesine dinlenmedeydi.

Bağlar çok güzel görünüyorlardı, evlerin yanındaki tarlalarda altın sarısı yüzlerce kavun güneşleniyorlardı. Görebildiğimiz her yerde, kayaların arasında çoban kulübeleri vardı ancak ortalıkta ne koyun ne keçi görülüyordu. Yalnızca biz ve kuşlardan başka, ne kıyıda ne de denizde kıpırdayan bir şey yoktu. Buradan ötedeki kayalar düzgün, resimsel ve farklı idi. İşte diye düşündük hasarlı bir hisarın duvarları ve mazgalları kıyıya kadar yuvarlanmışlar ancak yakından bakınca bunlara bir ölümlünün elinin hiç değmediğini fark ettik.

Rüzgar şimdi bir fırtınaya dönüşmüş ve hanımların bir kısmı hastalanırken bir kısmı da korkuya kapılmıştı. Rüzgara ve denize karşı kısa bir yol yaptık ama Sinyor Vitalis’in İzmit’e bu gece zamanında varmanın olanağı yok sözleri beni oldukça üzdü. İzmit’in İstanbul’dan uzaklığı 70 mil’di. Bithynia Kralı Nikomedes’in burada yaşarken yaptırdığı eski kale ve surları çok görmeyi arzuladığım için önce çok üzüldüm ancak daha sonra arkadaşlarımın yola devam edebileceğini görünce kendimi daha iyi hissettim. Sinyor Vitalis çok iyi bir insandı ve herkesi mutlu etmeye çalışıyordu.

Birazdan tatlı ama vahşi görünümlü bir köy gördük. Kıyıya yakın bir vadideki kimisi oldukça büyük ağaçlara bakarken burada karaya çıkmanın doğru olacağını düşündük. Geceyi İzmit’tegeçirmek artık tartışma konusu bile değildi, ve hemen bu sessiz koya demirledik. Burada bir piknik havası içinde her zamanki eğlence, kahkaha ve sohbet ile çekici bir yemek yedik. Bu arada Rum teknelerine benzeyen birkaç büyük kayık “Sylph”in yanından kayıp gitti ve her birizevk ve macera düşkünü olduklarını belli edercesine kıyıda dolaşmaya başladılar. Orada denizin içine doğru ağaç ve kayalardan oluşmuş küçük bir uzantı var. Uzakta bir köşede alışık olunduğu gibi koyu renkli serviler arasından yükselen bir minare göründüğüne göre köyün yerleşikleri arasında Türkler de var. Karaya çıkar çıkmaz millet çeşitli yönlere dağıldı, bazıları doğrudan ağaçların altında oturmaya yöneldiler, bir kısmı içerilere yönelen muhteşem bir koyakta gezinmeyi yeğlediler. Bir çoğu basit ve pitoresk görünümlü köyü gezmeyi arzu ettiler. Biri bağlardaki olgun üzümleri ve yeşil incirleri işaret etti, bir diğeri bitki ve mersin ağaçları ile kaplı olağanüstü güzellikteki parlak gri uçurumu gösterdi.

“Canını sıkma” diye gürledi Komiser Joe, “duyarlı bir insan olarak şuradaki tatlı ihtiyar Türk ile bir fincan kahve içmeye gideceğim” dedi. Denizin üzerine kurulmuş ve kapısında bir sürü köylünün sessizce bizi seyredip sigara içtikleri ahşap bir kulübeye girip gözden kayboldu. Onu takip edenler kimlerdi bilemiyorum ama bizden bazıları sahilde gezinmeye ve yeşil

347 Y.U.: Gezgin, Eskihisar’dan söz ediyor olmalı.

198

yarları denize doğru uzanmış güzel uçurumun ötesinde ne var diye bakmaya gittiler. Ancak bugünkü bunaltıcı sıcaktan sonra gezintiden söz etmek, gezinmekten daha iyi idi. Toprak o denli sıcaktı ki ayaklarımız yandı, ve güneş acımasız bir fırın gibi kayaların üzerinden kavuruyordu. Rüzgar olmasa hareket etmek olanaksızdı, tek bir sözcük bile etmedik, aşağıdan dalgaların, yukarıdan da zeytin ve köknar ağaçlarının hışırtıları duyuluyordu. Yukarıdoğru çıkan ve pitoresk bir uçurumla kesilen engebeli kalker bir yol bulduk. Altımızda deniz uzanıyor, sonra kayalar ve zeytin ağaçları ile çevrelenmiş bir patikanın oluşturduğu bir sınır var. Üstümüzde, diğer tarafta çok güzel bağlar ile orada burada tek tük kara incir ve nar ağaçları bulunuyor. Yolun bu tarafı zeytin ağaçları, vahşi defne ve benim tanımadığım çalılardan oluşan çitle çevrilmiş. Özellikle bir cinsini daha önce Karadeniz’de kayalıklarda dolaşırken görmüştüm. Dışbudak ağacına benziyor ancak daha küçük ve güzel görünüşlü. En alçak olanları ise gövdeleri tatlı pembe ve kahverengi, mercan görünüşlü böğürtlenler. Buve diğer bir çok ağaçta çok hoş bir asalak bitki asılı; uzun soluk lifler, narin yeşil bir renk, onun yaklaşık 10 cm üstünde hoş altın rengi çiçeklerden oluşmuş küçük demetler. Kayalar arasında da bol miktarda sarı meyveli bir bitki var ve bana bundan Türk kadınlarının el ve ayaklarına yaktıkları kına yapıldığını söylediler. Beyaz yünlü kır başları ile vahşi enginarlar, vahşi kuşkonmazlar ve tek bir tane olsa da gördüğüm için gerçekten mutlu olduğum ve bizim İngiltere’deki çalı yemişlerinden çok daha parlak, hakiki bir çobanpüskülü var.

Daha sonra içimden bir örnek almayı geçirdiğim geniş bir bitki topluluğu gördüm. 11-12 cm büyüklüğünde ve lavanta renkli uzun çiçek başakları ile kaplı. Çok hoş bir kokusu var, sanırım kolonya kokusuna benziyor. Yaprakları aynı acı bakla gibi. Bu çalı kümesi etrafında kanat çırpan olağanüstü bir böcek yaşamı var. Küçüklü büyüklü muhteşem kelebekler, ilk bakışta kara böceklere benzeyen yoğun bir eşek arısı kümesi ve yüzleri sineğe benzeyen boltüylü, arka tarafları pembe gövdeleri krem rengi çizgili güveler. Herhalde bir koleksiyoncununilk olarak, kelebeklerden kanatları erguvani gözlü sarı rekli olanlardan mı, siyah-beyaz kadife renklilerden mi, mücevher gözlü kanatları ile tavus kuşlarını utandıracaklardan mı, kırmızı-beyaz olanlardan mı, parıltılı mavilerden mi yoksa muhteşem yeşillerden mi yakalayacağı konusunda aklı karışırdı…

Burada iki tane kocaman, kahverengi çizgilerle çevrili salyangoz kabuğu buldum. Bu arada birden birkaç keçi uçurumdan yukarı tırmandılar… Bunları Dr. Hassal’a göstereceğim, ilginç ve nadir olabilirler.

Ve şimdi gerçekten olağanüstü bir incir ağacının yanına geldik. Uzun dalları ve geniş yaprakları bu dağ yolunda mutluluk verici büyük bir gölgelik alan oluşturmuş. Buradan yukarı bir bağ ve henüz olgunlaşmamış meyveleri ile çok sayıda nar ağacı bulunmakta. Hep birilikte“burada duralım” dedik ve soluklanırken sohbete daldık. Bir kuşun yumuşak ötüşünden, incir ve üzümlerin arasından aramıza düşen bir kaya parçasından, köknarlarla kaplı kıyının karşı tarafındaki dağları kaplayan ormanın güzelliğinden söz ettik. Her bir sonraki kıyı bir öncekinden daha güzel olmaya başladığı için İzmit’e kadar gidemediğmize çok üzgündük ancak yapacak bir şey yoktu çünkü grubun geri kalanı çok yorulmuş, sıcaktan dolayı perişandı.

Ben kısa bir süre için tepeye çıktım… tam kalınacak bir yerdi. Yeşil bir kertenkele sağa sola sıçrıyordu, koyu kahverengi bir mağara vardı. Çalılar ve yapraklar girişi kapamıştı. Tam bu esnada “gidiyoruz” sesi duyuldu. Gitmeliyim diye düşündüm, çok yazık bu güzel yere tekrar gelemeyecektim… Yönümüz tekrar Büyük Ada’ydı.

1861, Georges Perrot

Atina Fransız Okulu eski üyesi Georges Perrot, Roma Fransız Akademisi’nde mimar EdmondGuillaume ve Paris fakültesi doktorlarından Jules Delbet ile birlikte 1861 yılında çıktığı bilimsel amaçlı Anadolu Gezisi’nde Bithynia’nın yanı sıra Mysia, Phyrigia, Kappadokia ve Karadeniz bölgelerinde yaptığı arkeolojik araştırmaları, 1862 yılında Paris’te bir seyahatname

199

şeklinde yayınlamıştır. Jules Delbet'nin fotoğraflarıyla yayımlanan bu kitapta verilen bilgiler, arkeologlara yol gösterici olmuştur.

2 Mayıs 1861 İstanbul'dan Anadolu gezisi için vapurla ayrılan ve arkeolojik araştırmalar için Fransız hükümetince görevlendirilmiş olan Georges Perrot yolda zengin bir Rum köyü olan Ariçu’ya (Darıca) uğrar. Yediyüz evden sadece yüzü müslümanlara aittir. Yörede zeytin ve buğday ekimi olduğunu gözlemleyen gezgin Karamürsel kirazının her ilk baharda İstanbul’a gönderildiğini belirtir. Kıyılarının güzelliğine hayran kalan Perrot İzmit Körfezi’nde dört saatlik bir deniz yolculuğu sonrası İzmit’e varır. Hanlarda kalmanın zorluklarından bahseden Perrot bir Rum’un evine gönderilir. Ona bahsedildiğine göre İzmit’te Rumlar, Ermeniler, Osmanlılar herkes Türkçe konuşmaktadır. Perrot 3 Mayıs 1861’de İzmit ve çevresini dolaşır. Yüksek tepelerde, ağaçlıklar arasındaki evler ve çeşmelere hayran olur. Eski akropol ile Roma ve Bizans kulelerini ziyaret eder. İzmit'te her yıl yapılan Panegry dini bayramının çevreden bir çok ziyaretçiyi çektiğini belirten Perrot, Hagios Pandeleimon manastırını yeniden inşa etmeyeçalışan Rumların gün ışığına çıkardıkları yazıtları kopye eder. Perrot bir de kentte yerleşmiş Fransız asıllı bir İtalyan doktordan bahseder. 4 Mayıs günü kenti İznik’e doğru yol almak üzere terkeder.348 İşte kendi ağzından anlatımı.349

İzmit Adı

Eski Nikomedia, bugün Türkler tarafından İsmidt (okunuşu İzmit) ya da İskimidt (okunuşu İzkimit) olarak adlandırılıyor. Yunanca’ya yabancı olan Türklerin ağzında “is Nikomidian”ın aynen is tin bolin’in İstanbul, is Nikin’in ise İznik olması gibi anlaşılabilir bir değişim. İzmit kelimesine dönüşen bu değişimde belirgin olan, eski kelimedeki (Nikomidian) ilk iki ve son heceleri kaybolurken, halk dilinde bir değişim ve kısaltmanın sonucu olarak geriye kalan tek hecenin (mid) bir yere doğru anlamına gelen “is” edatına yapışmasıdır. Dönüşüme uğradığı bir kelimenin bozulmasını böylesine bir korumayla ölümsüzleştiren bir başka etkileyici erdem örneği bilmiyorum. İskimidt kelimesinde ise olasılıkla Türkçe’deki devam eden hecelerdeki seslilerin uyumlu olma kuralına bağlı olarak hafifçe değişmesine karşın ikinci hece de korunmuştur. Bu uyum düzenine bağlı olarak Türkler farkında olmaksızın “o” harfini “”i” harfine dönüştürmüşler.

Yollar

İzmit, İstanbul’u Asya’daki iki başkenti Bağdat ve Şam’a bağlayan posta yolu üzerindeki Üsküdar’dan sonraki önemli ilk kenttir. Yol derken, benzeri patikalardan biraz daha fazla dövülmüş, hem kervanlar hem de ulaklar tarafından kullanılan, deve ve öküzler tarafından oluşturulan topraktaki derin çukurların bulunduğu bir hattı anlamak gerekir. Açıkça belirtmek gerekirse Türkiye’de bizim yol’dan anladığımız gibi Arnavut kaldırımı ya da kırma taş döşenmiş, köprüleri ve sanat eserleri olan, rampaları perdahlanmış ya da döndürülmüş tek bir yol yok. Yalnızca oradaki buradaki Roma yolu kalıntıları, bir zamanlar burada uygar bir halkın yaşadığını ve doğayı kendi haline bırakmayarak güncel ve gelecek gereksinimlere göre yönlendirdiğini kanıtlamakta. Anadolu’da tesadüfen bir köprü üzerinden bir nehri ya da bir bataklığı bir şose üzerinden aşarken nerdeyse her zaman, bu az ya da çok yıpranmasınarağmen yıllara dayanmış bu yapı Roma ya da Bizans dönemine aittir. Doğu’nun şimdiki nesilleri geçmişin kalıntıları ve deyim yerindeyse kırıntıları sayesinde yaşıyorlar.

İzmit’ten itibaren Bağdat ve Şam yolları birbirinden ayrılırlar. Bağdat yolu Sapanca Gölü boyunca ilerler ve Sangarius’a (Sakarya Irmağı) ulaşarak, kuzey Anadolu’da doğudan batıya doğru, ırmak boyunca devam eder. Ancak Amasya’dan itibaren güneydoğuya döner. Şam yolu ise tersine Kütahya ve Konya’dan güneye yönelir. Bu nedenle İzmit, çifte yolun başı ünvanı ve bu uygun konumu sayesinde bir zamanlar sahip olduğu görkem ve topluluktan

348 A.Çetin,a.g.e.,s.111-112 349 Georges Perrot, Exploration Archéologique de la Galatie et de la Bithynie, Bithynie, Paris 1862, s. 1-9

200

bazı şeyleri hala elinde bulundurmakta. Galata’dan haftada dört kez hareket eden buharlı gemiler sayesinde İstanbul’dan uzaklığı birkaç saate inmiş durumda…

Antik Kalıntılar ve Yazıtlar

Şüphesiz kentin kurucusu Bithynia kralları dönemine ait, şimdiye kadar gördüğüm en güzellerinden biri olan Helenistik duvarlar üzerinde yükselen yarı dairesel, tuğladan yapılmış,imparatorluk dönemine ait kulelerin bulunduğu bir akropol, şu an içinden geçen suların doldurmuş olmasına rağmen galerileri içinde ayakta rahatça yürünebilecek kadar yüksek ve hala kısmen ayakta olan büyük kanalizasyonlar, iskele ve rıhtım kalıntıları, büyük bloklardan çeşitli yapılar ve nihayet sarnıçlardan kent dışında bulunan kanımca da Bizans dönemine ait bir sarnıç görülüyor. Tüm bu kalıntılar kentin Diokletianus döneminde Roma imparatorluk başkenti olduğu zamanlar sahip olduğu görkem hakkında oldukça iyi bir fikir veriyor, ancak bir çok kez betimlenmiş ve tasvir edilmişler, bu da bizi bir kez daha düşünmeye ve incelemeye itiyor350…

İzmit’te konakladığımız zamanı yazıtları inceleyerek geçirdik, Mimari ve arkeolojik ayrıntı olarak, gerek etkileyici kütleleri gerekse resimsel görüntüleri açısından Nikomedia kalıntılarının tamamını almak gerek. Şanslıyız ki, kentin İstanbul’dan daha güzel iklimine ve körfezinin güzelliğine kanan Sultan Abdülmecid’in o anda kent içinde inşa edilmekte olan sarayı (Hünkar Kasrı) nedeniyle toprak alt üst ediliyordu. Rumların yeniden bir kilise inşa etmekte oldukları kentten yaklaşık çeyrek saat uzaklıktaki Aya Pandeleimon manastırı eski bir hac yeri idi.

İşçilere sorduğumuzda bize özellikle sarayın temel kazısı esnasında çok sayıda antik parçalar bulduklarını söylediler. Birkaç heykel, genç bir Rum olan yüklenici tarafından İstanbul’a götürülmüştü. Daha sonraları İstanbul’da elindeki birkaç tanesini görme olanağımız oldu. Kafaları eksikti ve elbise kıvrımlarının tarzından anlaşılabildiği kadarıyla Roma dönemine ait vasat heykellerdi. (Gezgin bu ifade ile olasılıkla geç antikite dönemini belirtmek istemişti. 351) Şantiyede mimarın yarar sağlamayacağını düşündüğü birkaç korniş, bir kaçı oldukça güzel uygunlukta şişkin sütun gövdesinden başka bir kalıntı kalmamış. Üzerlerinde yazıtlar bulunan blok taş ve mermer bloklara da rastladık ama bir çoğu traşlanmış ve çoktan yapıda kullanılmıştı. Ne yazık çok uzun zamandır toprak altından gün ışığına çıkarken kimse bu çok değerli metinleri yazıp kopyelememişti. Her yıl böylesi yerine konulamayacak ne kadar çok yöreye özgü belge ve bilgi yok olup gidiyor…

Yine de ev sahibimizin oğlu genç bir Rum tarafından, bulunduğu an transkripsiyonu yapılmaya çalışılarak kopye edilmiş olan yazıtın özenle kazınmış harfleri bize dediğine göre çok güzel, net ve canlı imiş. Olduğu gibi aşağıda verdiğim kopyesi, Latince bilmek bir yana Roma harflerini bile tanımayan bu çocuk tarafından oldukça özenli yapılmış görünüyor.

Avgustus’un oğlu, uğurlu seçilmiş konsül, 14 yaşındaki gençliğin önderi LuciusCaesar’a (sunulmuştur)

350 Gezgin’in dip notu: Ainsworth, Travels and Researches in Asia Minor, Mesopotamia, Chaldaea and Armenia, c. 1, X; Hommaire de Hell, Voyage en Turquie et en Perse, c. 2; Charles Texier, Description de l’Asie Mineure, c. 1, levha 1,2,3 351 Foss, age, s. 23

201

Genç adamın bize dediğine göre harfler 8-10 cm yükseklikte olmalı. Hiç şüphe yok ki yazıt Lucius Caesar onuruna dikilmiş bir heykelin kaidesi üzerine kazılmıştı. Pek az eksiği var görünüyor. İkinci satırın sonunda bir “s” ve dördüncü satırda “juventutis” kelimesi ki olasılıkla ardından heykeli diken kentin ya da Nikomedia’nın başkenti ya da sikkelerde geçtiği şekli ile metropolü olduğu eyaletin adı (Bithynia) geçiyordu.

Bu yazıt, tarihte ve yazıtlarda sıklıkla görülen bir kişiliğe Agrippa ve Julius’un 737 yılında Roma’da doğan ve 755 yılında İspanya’daki birliklerin teftişi sırasında, yalnızca 18 yaşında iken ölen ikinci oğulları Lucius Caesar’a ait. Ağabeyi Caius da 18 ay sonra ölerek kendisini takip etmişti.

Dion, Tacitus ve Suetonus’un352 tanıklıklarına ek olarak bir çok yazıtın353 bize öğrettiği üzere Avgustus büyük bir şefkatle çocukları üzerine çok titremiş ayrıca senato, soylular ve halk yaşlı krala bu delikanlıları precoses ünvanları ile donatmasında özenle yardımcı olmuşlardı. Roma dede Avgustus ve baba Agrippa’yı yeniden yaşatmak istiyordu. Bu Nikomedia yazıtını ilginç ve özel yapan şey, dikildiği yılın Lucius Caesar’ın erguvani elbiseyi giydiği yıla (752) denk düşüyor olmasıdır. Böylece en uzak eyaletlere kadar Avgustus ve torunlarına bahşedilen ayrıcalıkların ve Avgustus’un torunlarını bizzat kendisi Forum’a götürerek bir şekilde senato ve halka mirasçısı ve halefleri olarak ilan etmesinin yankılanmalarına da şahit olmuş.354 Lucius Caesar, Asya’ya hiç ayak basmadı ve Nikomedia’lıları hiç tanımadı ancak Roma dünyası ihtiyar Avgustus’un son yıllarında yerine kim geçecek diye endişeyle sormaya başlamıştı. Tiberius’un yıldızı geri dönmez şekilde sönmüş görünüyor, gözden düşmüş bir emekli gibi Rodos’ta yaşıyordu, Livius’un oğlu ise Germania’da kazandığı askeri başarılar ve ender yeteneklerine rağmen Avgustus’la aynı kandan gelen Agrippa’nın çocuklarının yükselen şansı nedeniyle gölgede kalmış görünüyordu. Herkes yükselen güneşe yöneliyordu. Genç Sezarlara daha yakın olmak isteyen kimi kentler işi Tiberius’un heykellerini kırmaya kadar götürmüşlerdi. Nikomedia, Avgustus’un tüm dünyaya ilan ettiği delikanlıya saygısını kamusal bir tanıklıkla sunarak onurlandırmakta acele ediyordu. Zaten aynı yıl Lucius’un ağabeyi Caius Caesar, prokonsül ve imparatorun yüzbaşısı ünvanı ile Doğu’ya gidiyordu. Eğer Caius, henüz Anadolu’da değildiyse bile hazırlanıyordu ve yolculuğuçoktan ilan edilmişti. Savaş ve yönetim deneyimini arttırmak için geldiği bu topraklara çıktığında Asya’nın en kalabalık ve zengin kentlerinden biri, Bithynia’nın başkenti tarafından kardeşine ve kendisine gösterilen saygı kendisini duygulandırmış olmalı. Şüphesiz Nikomedia Forumu’nda Lucius’un heykelinin yanında Caius’un heykeli de yükseliyordu.

Hristiyanlığın ilk yıllarına inen Latince yazıtlar, İtalya’da bile ender bulunur ki o yıllarda Latince Doğu’da henüz yaygınlaşmamıştı. Licius’un ölümünden kısa bir süre sonra Roma ve Avgustus tapınağının iç duvarlarına “Index rerum gestarum”un orijinal metni yazıldı ancak bakanların anlayabilmesi için yanına Yunanca çevirisinin konulmasına ihtiyaç duyuldu.

Şahsen Avgustus tarafından, Anadolu’ya Latincenin yaygınlaştırılmasına yönelik olarak eski askerler yerleştirilmesi; Roma ve İtalya ile ilişkilerin gelişmesi sonucu oradan bereberinde hizmetli ve astlardan oluşan bir maiyet alayı eşliğinde gelen her dereceden yüksek memurunbir kısmı burada kalarak yerleşmesi; Roma vatandaşlığı ünvanını alma ve lejyona girme şartları genişletilerek kolaylaştırılmesı; Roma’da uzun süre kalan bu yöre kökenli kölelerin ve azatlıların dönüşleri gibi nedenler özellikle ikinci yüzyıldan itibaren Asya’nın halklarını efendilerinin diline yakınlaştırdı. Örneğin Ancyra’da (Ankara) Latince yazıtların sayısı Yunanca yazıtlarla nerdeyse aynı sayıya ulaştı. Kentle, yüksek memurlar ve seçkinler onursal ve adak yazıtlarının yanı sıra basit mezar yazıtlarında da gönüllü olarak Latince’yi kullanıyorlardı.

352 Gezgin’in dipnotu: Dion, LIV, 8, 18 & LV, 9; Suetonus, Aug., başlık 64; Tacitus, Anal., 1, 3 353 Gezgin’in dipnotu: Orelli, Inscr. lat. sell. coll., no. 6304, 210, 637, 638, 641, 643, 640, 642, vb. 354 Gezgin’in dipnotu: Monumentum Ancyranum, ikinci sütunun sonu – üçüncü sütunun başı

202

Bir başka güzel ve iyi korunmuş Latince yazıt da kısa bir süre önce yeni Aya Pandeleimon kilisesinin temel kazısı sırasında çıkarılmıştı. Harflerin yüksekliği 3 cm.

Yazıt, üçüncü yüzyılık ikinci yarısına ait. Kendisi gibi imparator Avrelianus’un özel muhafızı olan Claudius Herculanus onuruna kardeşi Claudius Dionisius tarafından lahtin üzerine kazınmış. Burada “özel muhafız” olarak çevirdiğimiz Latince “protectores” kelimesini içerdiği anlam olarak “protectores domestici, protectores divini lateris” olarak kabul etmek gerek. Bu sonuncu tanım, kronolojik veriler eksik olsa da bize bir tarihleme olanağı sağlamakta. İkinci yüzyıldan itibaren kullanılmakta olup Traianus övgülerinde görülmekte. Cumhuriyetçilerin izlerinin artık silindiği ve imparatorluğun zamanı geçmiş boş yöntemleri bırakarak kendi düzenini kurmaya başladığı üçüncü yüzyıl süresince de iyice yerleştiği izlenmekte. Mermerlervarılan bu sonuçlarla uyuşuyor. Görüldüğü üzere bu ünvanların geçtiği en eski yazıt, 261 yılı konsülü olan Petronius Taurus Volusianus’unki; dördüncü muhafız birliği komutanı olduktan sonra ve ilk kez Tribün üyesi olmadan önce saray muhafızlığının kurulmasını emretmişti..355 Bizim yazıtımız ise Arezzo’da bulunmuş olan Petronius’unkinden birkaç yıl sonraya ait. Otricoli’de bulunan (Or. 1869) ve üzerinde “protector divini lateris” ünvanı kazılı bir yazıt yanlışlıkla Orelli tarafından Heliogabalos dönemi olarak rapor edilmişti, daha sonra Henzen tarafından üzerinde hala görülebilen imparatorun adının birkaç harfi aracılığı ile Maxencius dönemi olduğu çözümlenmiş.356

Nikomedia yazıtlarına ek olarak, ölüyü betimleyen 64 cm yüksekliğinde bir alçak kabartma üzerindeki örnek. Uygulama düşük nitelikli ve kafası eksik yine de bize “protectores”lerin tanımı ve giysileri hakkında yeterli bilgi veriyor. Bu ekteki çizimde görüleceği gibi mızraklarla silahlanmış bir atlı muhafız.

355 Gezgin’in dip notu: Grut., 1028, 2 356 Gezgin’in dip notu: G. Henzen’in gezi notlarında konu ettiği yukarıdaki yazıt hakkında Bulletin de la correspondance archéologique pour l’année 1861, sayfa 122-123’de bilgi vermiştir.

203

Alçak kabartma’nın genişliği 58.5 cm

Aynı yerde yine imparatorluk dönemine ait bir başka mezar yazıtı daha bulduk. Taş ortasına yakın bir yerden yüksekliği yönünde ikiye parçalanmıştı ve biri kayıptı, harfler de oldukça zor okunuyordu. Mezar yazıtları formülleri de uygulansa yazıt önemli bir bilgi içermiyormuş görünüyordu.

Latin harfleri ile:

Avrelios Zoilos Eskevasa emauto….. Emes te theken th metri…. Kai eauto hsa meta to ethina Anoi ksei d(e)…

Mezar taşının yüksekliği 80 cm, harflerin yüksekliği 5 cm.

Yazıtın son satırında okunan Anoi kseid(e) kelimesi, lahtin yapıcısının gerek ölüyle birlikte konulan kıymetli eşyaları almak gerekse eskisinin yerine yeni bir ölü koymak için bu lahti açmaya yelteneceklere bir bedduası olduğu kanısını uyandırıyor…

Yeni sarayın taşlarının yontulması işinde çalışan bir işçi birkaç zaman önce temel kazısı esnasında oldukça derinde bulduğu bir parçayı bize gösteriyor. Harfler güzel ve gayet iyi okunabilir ancak ne yazık ki ilginç bir bilgi vermeyen zayıf bir kalıntı. Okunan kelimeler kadar harflerin şekli de Roma dönemi öncesi, Bithynia kralları dönemine ait olduğunu gösteriyor. Ne “corpus”da357 ne de Le Bas’ın “Voyage Archéologique” adlı yapıtındaki Bithynia’da kopyelediği yazıtlar arasında yer alıyor. Benim buradan kesine yakın tek çıkarabildiğim Kios (Gemlik) kenti tarafından Sigee’li Adolos onuruna onaylanmış bir seyahat fermanınında358 ait olduğu otonomi ve krallık dönemine tarihlemek. Aşağıdaki metinde de Bithynia kralı olmuş ikiPrusias’dan birini belirtilmekte. Harflerin yüksekliği 1 cm.

357 Y.U.: Yazıtları içeren külliyat 358 Gezgin’in dip notu: C. J. Gr., 3723

204

Latin harfleri ile:

estalken… on tom philon kai ariston… ths anakomides… tai asphales… thn boulen kai ton demon peri ekaston ta… philotimias outhen e… thn anastrophen a…. Prousiou kai ths h… Tou tois. Tukhe th agathe

Böylesine kırık bir metinden bir şeyler çıkarmak zor yine de formül aracılığı ile Makedonyalı Roma imparatorları döneminde sıklıkla kullanılan olağanüstü övgü ve yalakalıkların yer aldığıbu tür onursal fermanlardan olduğu görülüyor. Kimin onuruna hazırlanmıştı? Prusias’ın bir subayı ya da hizmetindeki bir kişi için mi, ya da kralın İtalya’ya yaptığı yolculuk esnasında Anadolu’da tuttuğu, yakın ilişkide olduğu Roma’daki büyük kişiliklerden biri mi? Bunun yanıtını bulmak nerdeyse olanaksız. Kime ait olduğu hususunu bırakarak Polybius’un359 Roma senatosu önündeki davranışlarını aşağılık ve içten olmadığı şeklinde suçladığı Bithynia kralı II.Purisias’ın İÖ 167 yılında Roma dünyasına yaptığı seyahatle ilintili olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Olasılıkla “estalken” kelimesi Prusias’a Capoue’ye kadar eşlik etmek üzere Senato tarafından gönderilmiş questor’u (idare amiri), “anakomides” kelimesi kralın dönüşünü, kimi zaman dönüş anlamına da gelen anastrophen kelimesi de buradaki kullanımında kralın Roma’da konaklamasını anlatmaktaydı. Bu konaklama esnasında söz edilen Romalı kişi kralı onurlandırmak için gerekli saygıyı “philotimias outhen (outhen için) έ[λιπεν άμέλητον ? ] “ göstermemişti. Buradaki Prusias kelimesi anastrophen kelimesinin yanında olup ondan başkasına bağlanamaz, altıncı satırdaki άδφαλής kelimesi de kolayca aynı genel anlama dahil edilebilir, belki de Prusias’ın Roma halkına ve senatoya sunmak zorunda olduğu sadakati “ thn boulen kai ton demon” [δήμον Ρωμαίων] ile ilintilidir. Bir sonraki satırda şüphesiz Bithynia kralı kuvvetli koruyucularına krallığını ilgilendiren her türlü ayrıntı ve bunca özveride bulunduğu bir bağlaşıktan umulacak her türlü çıkar konusunda danışmıştı.

359 Gezgin’in dip notu: Polybius, XXX, 16 & XXXVIII, 2

205

Bize kırpıntılar şeklinde ulaşan yazıttaki questor Lucius Cornelius Scipion, senatonun emri ileCapoue’ye Prusias’ı karşılamaya gitmiş ve kralın Roma’da kaldığı süre boyunca doğuya dönmek üzere gemiye bindiği Brindisi’ye kadar kişisel hizmetinde kalmıştı.360

İzmit – İznik

İzmit’ten İznik’e iki yol var. Biri doğrudan, güneye doğru yönelerek nerdeyse hiç kıvrılmadan Sakarya’nın solunda Bithynia Olympus’unun (Uludağ) uzantısını oluşturan ormanlarla kaplı sıra dağlara ulaşır ki bu dağlar yüksekliğinden aşağı yukarı hiç kaybetmeden Arganthonius’un (Samanlı dağları) sonlandığı Poseidon Burnu’na (Bozburun) kadar uzanırlar. Diğer yol 7-8 saat daha uzun olup güney kıyısından Karamusal’a (Karamürsel) kadar körfezin çevresini dolaşır ve buradan güneydoğu’ya çok keskin bir dirsek yaparak bu dağ zincirinin en yüksek noktasında geniş bir boğazdan geçip İznik’e doğru yönelir. Şimdilerde daha tercih edilen yoldur çünkü diğerine oranla daha alçak ve kötü mevsimde daha elverişlidir. Ancak, daha çok bilinen bir yöreden geçmesi ve bu vilayette sayıları oldukça çok olan haydut saldırılarına yoğun ve büyük ormanlar nedeniyle Anadolu’nun merkezinin tümündeki kıraç yaylalara oranla daha az açık olduğuna inanılması asıl sebeptir. Yine de aldığımız kimi önerilere uyarak, daha kısa ve antik dönemde İznik’ten İzmit’e ve İstanbul’a giden ana yol olan birincisini yeğledik. Yanılmamıştık, İznik’e doğru dağların kalbine uzanan bir vadiye girmek üzere bir süre takip ettiğimiz körfez kıyısından ayrıldığımızda bu geçidin bir zamanlar sahip olduğu önemin kanıtlarını gördük. Bu boğazdan çıkan bir sel suyunun kenarındaki 70 m uzunluk ve 16 metre genişliğinde dörtgen bir kalenin kalıntılarını gördük. Bir çeşit karakol işlevindeki ana giriş dönük. Duvarın büyük taşlardan oluşan iç sıra taşları 1m 80 cm kalınlığında, üst bölümü taş dolgu, her yerinde bir metre yükseklik ve iki metre genişlikteki bir iç pencere sekisinin ulaşabildiği mazgal delikleri var. Bu kale bir Bizans eserine benziyor, Müslümanların İznik’e hakim oldukları ve Rumların başkente daha yakın olan ve güçlü kalesi ile savunulan ayrıca birkaç saat içinde denizden yardım ve erzak alabilecek Nikomedia’yı hala elde tuttukları bir dönemde yapılmış olmalı. Çünkü önce halifeler sonra da Selçuklu ve Osmanlı Türklerine karşı Bizanslılar nerdeyse her zaman denizde üstündüler. Gerek savunma gerekse saldırı sanatında bu üstünlük imparatorluğun nerdeyse kaybetti denilen zamanlarda kurtulmasını ve modern çağların eşiğine kadar devam etmesini sağladı. İzmit ve Mudanya körfezleri arasındaki sert ve ormanlık dağ sırası bir çok kez iki düşman hükümranlık arasında sınır oldu.

Mudanya

Daha sonra İznik ve Gemlik’i gezen Perrot, Gemlik surlarında dağınık vaziyette mimari parçalar gördüğünü, o günkü kaymakamın evinin bulunduğu noktanın akropol, 1 km uzağındaki İznik yolu üzerindeki noktanın ise nekropol olduğunu ve burada kayalara kazılmıştekne tekne biçiminde bir çok mezar bulunduğunu belirtmiş. Gemlik ve Mudanya arasındaki Kurmuşlu’da da (Kurşunlu) lahitler ve değişik mimari parçalar gördüğünü ancak yazıt görmediğini yazıyor. Mudanya sahilinde ise antik Apamea Myrlea kentinin limanını oluşturan iki dalgakıran görmüş. Sahilden 400 m uzakta tepenin yamacında da Perrot’nun gelişinden bir yıl önce yani 1860 yılında bir tiyatro rastlantı sonucu ortaya çıkarılmış olmasına karşın Mudanya’ya bir rıhtım ve mendirek yaptıran Kaptan Paşa’nın emri ile tiyatrodan alınan parçalar traşlanıp, yontularak bu yeni yapıda kullanılmış. Guillaume, o anda deniz kenarındaki şantiyede işlenmekte olan tiyatronun son kalıntılarının resmini çizmiş ve orkestrası 28m çapında olan I.Prusias tarafından yaptırılmış Helenistik tarzdaki bu tiyatronun oturma sıraları Vitrivius’un yazdığına göre kuzeye bakıyormuş. Perrot, tiyatronun üst kısmında sur kalıntıları, çevresinde de çeşitli yerleşim izleri görmüş. Tiyatronun orkestrasından çıkarılarak İstanbul limanına götürülmüş bir kaide üzerindeki yazıtı Perrot, gözleri ile görmemiş olmasına karşın üç değişik kaynaktan kopyesini edinmiş. Bu Latince yazıtın önemi, antik Apamea Myrlea’nın burası olduğunu Strabon’un coğrafi

360 Gezgin’in dip notu: Livius, XLV, 44

206

tanımlamalarından361 ve burada bulunan mezar yazıtlarından bilinmesine karşın ilk kez bir yazıtın metninde Apamea kelimesinin geçmesi idi.362

Perrot, yine Bithynia'yı gezisi esnasında Prusias ad Hypium'da (Düzce – Konuralp) ilgi çekici bir yazıta rastlamıştır. Augusta, Tebai, Germanicus, Sabien, Fausta, Dionysios, Tiberius, Prusias, Megare, Julia, Hadrianus ve Antoninus gibi kabileler yazıtta belirtilmektedir.363 Kentteyerleşik bu kabilelerden Prusias kabilesi dışındakiler Roma kökenlidir. Ancak Prusias kabilesi de kent yöneticileri ve rahipler yetiştiren, üyelerinden bazılarının Roma vatandaşlığı aldığı soylu bir kabiledir.

1862, Alphonse de Moustier

Fransa'nın Osmanlı İmparatorluğu elçisi Marquis de Moustier'in akrabası olan Alphonse de Moustier, 1862 yılında İstanbul'dan yola çıkarak, Marmara ve Kuzey Ege bölgelerini gezerek,çeşitli görüntülerini fotoğrafladı. Bu fotoğraflar, gravür tekniği ile hazırlanarak, 1864'de Le Tour de Monde adlı 15 ciltlik kitabın içinde yayımlandı. İşte bölgemiz hakkındaki notları:

Anadolu, Padişah’ın hükümdarlığındaki tüm topraklar içinde, her seferinde başka sonuçlar çıkarmak isteyenlere böylesi bir görüntü vermeksizin Türk örflerini en iyi inceleyebilecekleri yerdir.

Istanbul’da Eski Kaya’nın (Suriçi-Sarayburnu) insanları arasında her yerde olduğundan kötü ve yanaşılamazlar olduğu gibi Paris ya da Londra’da, şüpheci felsefe temelinde alınan keskineğitim sonucu, ulusal kimliğin olumsuz yanlarından sıyrılmış zarif insanlar vardır. İnsan toplulukları sürekli olarak yabancı toplumlarla olan ilişkilerden etkileniyorlar. Suriye, Bulgaristan ve Yunan illerinde de Türkler yaşamakta ancak düşman ülkeler denebilecek bu yerlerde onları incelemek, İngilizleri İrlanda ya da Hindistanda gözlemlemek gibi bir şey. Anadolu’da ise tersine tüm doğallıkları içinde, baskıdan uzak bir şekilde, evlerinde doğru ve yanlışları ile birlikte görülmektedirler.

Bu görüşün çerçevesi bana, verilerini de toplamış olmama rağmen bir moral eskizi çizme olanağı vermemektedir. Sadece Istanbul’dan ayrılırken genellikle yabancıların ziyaret etmeyi önemsemedikleri bölgelere niçin yöneldiğimi açıklamak istedim. Zaten ilk çağlardan beri hiçbir ülkede olmadığı kadar muhteşem halklar ve ünlü insanların hatıraları beni Anadolu’ya çekmesi için yeterli sebep değil midir? Orada Mısırlı Sesostris, Kuzeyin Steplerinden gelen İskit’lerle üçbin yıldan fazla bir zaman önce çarpışmadı mı? Orada tanrılar ve kahramanlar savaş başarıları yaşamadılar mı? Bu destanı söyleyen Homeros, dahi Tales, zeki Esope, Herodot, Apelles Anadolu’nun çocuklarıdır. Edebiyat ve sanat ışığı için anavatanlarında hiçbirşeye boyun eğmeyen Yunanlılar, Anadolu kolonilerinde ikinci bir yaşam buldular, Roma ise kaynağını burada bulmaktan mutluydu.

Bu klasik topraklar Doğu ve Batı arasında yığınsal savaşlara sahne olmuş ve büyük tarihsel dönemleri belirlemiştir. Ne zaman ki hırıstiyanlık yayılmaya başladı, Olimpos tanrılarının gözde konağı olan bu topraklar üzerinde yeni bir din egemen oldu. Aziz Paul ve Aziz Barnabe buraları tüm yönlere doğru bir çok kez dolaşarak vaazlar verdiler. Havari’lerden AzizIoannes, Efes’e yerleşti ve Meryem de bir süre onunla birlikte oturdu ve derinliklerin (karanlıkların) meleği yükseklerin, Asya’nın Yedi Kilisesine ayrıldığını duyurdu.

Zalimlerin sonuncusu Diokletianus Nikomedia’da kanlı İmparatorluğu’nu yerleştirdi ve ondan az sonra da Konstantin ruhunu Tanrı’ya burada iade etti. Birinci Konsil, İznik’te toplandı; sırası ile Efes ve Kadıköy Kilise’nin pederlerini ağırladılar. Ancak daha sonra Yunan Tapınak

361 Gezgin: Strabon, 4, 3 362 Perrot, age, s. 12-13 363 Perrot, age, s. 38

207

ve hırıstiyan kilise enkazları üzerinde Muhammet’in sancağı yükseldi.

Hiçbir dünya ulusunun yabancı kalmadığı bu çatışmalar ve hilal’in (müslümanlığın) yükselişi ile uymamazlık edilemeyecek çan çağrıları, atalarımızı, haçlı ordularını toprakları geri almak üzere buraya yönlendirdi; aralarında Yoksul Pier, Bouillon’lu Godefroy, Genç Louis, KızılsakalFrederik’i görüyoruz.

Ulusların bu randevusunda sıra, uç asya (doğu asya)’yı yöneten Timurlenk’e gelmişti. Hayır, gök kubbenin altında benzeri tarihe sahip başka bir ülke yoktur. Anıların büyüsü ve hayranlık uyandıracak bu doğal güzellikler gezginleri kendine çekmeliydi. Ancak öyle değil; geniş ormanlarla kaplı dağları, kıyılarında canlı antik kent harabeleri yükselen nehirleri, gölleri, denizlerin en güzelini binlerce dantel parçasına ayıran kıyıları, Anadolu kentlerine uzun ömürleri ile onurlu bir büyüklüğün damgasını vuruyorlar.

Tüm bölgelerini gezemeden başlıca noktalarını ziyaret ettiğim bir ülke olması sebebi ile yapısının en belirgin çizgilerini tutabildim, Anadolu üzerine eksiksiz bir kitap yazmaya gücünesahip olamam, sadece gördüklerimi sırası ile satırlara dökeceğim, bu yalnızca bir gezi notu olacak.

Elçilik Teknesi ile İzmit’e Yolculuk

24 Eylül 1862 akşamüstü Boğaziçi’ndeki bir iskeleden bindiğim vapur ile Ajaccio (Fransız sefaretinin teknesi) üzerindeki saray görüntüsünü geride bıraktım. Kısa bir süre önce Çin’deki görevi nedeniyle uzun süreli serüven gezilerine alışkın olan Istanbul Fransız Konsolosluğu sekreteri Mösyö de Vernouillet de Anadolu gezime katılmak istedi. Bir Fransız uşak ile aynı zamanda alışveriş ve aşçılık işlerine de bakacak bir Rum çevirmen bize eşlik ediyorlar. Bagajlarımız üzerine, içine seyahat yataklarımızın sarıldığı 4 gezi sandığı yerleştirildi. Çadır donanımını önemsemedik. Her gece yerleşik bir mekan bulmalıyız ve Padişah’ın fermanı bize her yerde iyi ağırlanma olanağı verecek. Bu ferman Osmanlı resmi yazışmasının değerli bir örneği olarak burada bahsedilmeye değer. Üst tarafta acaip arap harfleri ile çevrelenmiş kutsal işaret denilebilecek İmparatorluk tuğrasının, ilk sultanların anlaşmalar altına bastıkları ya da II.Mehmet’in Aya Sofya sütünlarından biri üzerine taze kanla bastığı beş parmağın izlerini temsil ettiği söylenebilir.

Bu arap harfleri hükümdar adını çevreliyorlar:

SULTAN OĞLU SULTANSULTAN MAHMUT OĞLU ABDÜL AZİZ HAN

<<Bursa’dan Kütahya ve İzmir’e giden yoldaki vilayetlerde karşılaşılacak olan şanlı, derin bilgili ulemalara, kadılara ve müftülere>><<Şanlı benzerlerine ve eşitlerine, vilayet müdürlerine ve meclis üyelerine (ki yetkileri yüksektir)>><<Bu yüksek İmparatorluk yazısını aldığınızda biliniz ki>><<Şanlı Fransa ülkesinden sayıştay üyesi Beyzade Moustier ve Konsolosluk sekreterlerinden Beyzade de Vernouillet Bursa, Kütahya; İzmir ve çevrelerine gitmek istediklerini belirttiler.<< Sonuç olarak siz müftüler, kadılar ve diğer yüksek rütbeliler hanginiz olursa olsun topraklarınıza Moustier ve de Vernouillet beyzadeleri girdiğinde hakettikleri bütün saygıyı gösterecek, beslenmeleri için gerekli her şeyi verecek ve ihtiyaç duydukları atları hazırlayacaksınız.<<Ve yanlarına yeterli sayıda zaptiye vererek tam güvenlikte olmalarını sağlayarak ne olursaolsun sorun yaşamalarına ve rahatsız edilmelerine engel olacaksınız.<<Bu ferman gücünü bu gerçekten almakta olup gereğini yerine getiriniz,böyle bilin ve bu asil

208

imzaya kalpten bağlanın.

Istanbul, 1279 Rebi ul Evvel ayının son on günü ( Miladi Eylül 1862 )

Ayın 25’i, tıpkı Istanbul Boğazı gibi o zamanlar soylu Bizans yurttaşlarının villaları bulunan, ağaçlarla kaplı tepeler ile çevrili eskilerin Astacus sinus dedikleri İzmit Körfezinde seyrediyoruz. Ancak bu gün, önemsiz ve seyrek kasabalardan başka bir şey görülmüyor. Körfezin girişinde, İstanbul’un karşısında antik savaşlar sırasında Pharnabase, Alcibiades, Mithradates tarafından sıkıştırılmasına karşın Konstantin’in halefleri yönetimi altında parlak bir geçmişi olan Kadıköy var. İmparator Theodosius ve Arkadius’un bilge veziri Rufin burada çok geniş ve muhteşem bir villada otururdu. Dördüncü Genel Konsil (451) Eutiches’i mahkumetmek üzere burada toplanmıştı. Eski Kadıköy’ün tüm anıtları kayboldu. Kalıntıları büyük Süleymaniye camiinde kullanılmak üzere Istanbul’a götürüldü. Aynı kıyıda eski adı Lybissa olan ve Hannibal’in orada sürgünde olduğu sırada Romalıların eline düşmemek için zehir içerek intihar ettiği Gebze şehri bulunuyor. Pilinius bu mezarı ziyaret ettiğini yazıyor; şüphesiz ki bu halen görülebilen çimle kaplı tümülüstür. İzmit’in hemen yanı başındaki Ancyron’da (Yukarı Hereke) Konstantin’in son nefesini verdiği bir villası vardı.

Sabah sekizde İzmit karşısında demir atıyoruz. Bugünkü şehir muhteşem görüntüsü ile bir tepenin yamaçlarını kapsıyor; yeşillik yığınları, kubbeler ve minareler ev grupları arasından görülüyorlar.

Sahilin orta yerinde Padişah’ın köşkü bulunuyor, yeni ve önemsiz bir bina. Ne hırıstiyanlara karşı zulüm fermanını imzaladığı sene yanan Diocletianus’un sarayına,ne de IV.Murat’ın bu gün kalıntıları kaybolmuş sarayına hiçbir şekilde benzemiyor. Yakınında tersaneler var, çağlar boyu hırıstiyanları endişelendiren filolarını burada inşaa ettiler. Zaman epey değişti, artık Avrupa için hiçbir tehlike arzetmiyorlar. Zaten önemli gemileri içeren donanma da İstanbul’a yerleşti. Yine de İzmit olağan hizmetini veriyor, karşıda inşaa halinde bir fırkateyn var. Tahta geçtiğinden beri ordu ve denize canlı bir ilgi duyan Sultan birkaç gün içinde ziyarete gelecek. İÖ 4.yy’da I.Nikomedes tarafından kurulan ve Bithynia’nın başkenti olan Nikomedia, İmparator Traianus’un valisi olan ve hırıstiyanları sürerek buraları imparatorluk hazinesine irat kaydeden (İS 111) Genç Pilinius ve İmparator Diokletianus tarafından güzelleştirildi. Bu gün bir yolcunun dikkatini çekecek ne bir sur ne de bir su yolu görülmemekte. Nikomedia (İzmit) bu gün Kocaeli’nin merkezi ve 15 – 20.000’lik nüfusunun altıda birini Rum ya da Ermeni hırıstiyanlar oluşturuyor. Gümrük ve sağlık işlemleri bizi kahvaltı sonrasına kadar Ajaccio’da tutuyor, ancak saat 11’e doğru karaya çıkıyoruz. Burada konağı tadil edilmekte olan Kaymakam’ı, çevresinde meclis üyeleri ile bir çadır altında görüyoruz. Bizi güzel ağırlıyor. Çubuklar, kahve, geleneksel nezaket ve sohbet ki bundan yolumuz hakkında bilgi almak üzere yararlandık, yaklaşık bir saat sürdü. Bu esnada Kaymakam’ca bize refakat etmek üzere görevlendirilen zaptiyeler posta atlarını hazırladılar.

Dip notlar:

1.Osmanlı topraklarının idari bölünüşü eski olmasına karşın Tanzimat ile yeniden düzenlenmiş ve birliktelik sağlanmıştır. Teşkilatlanma aşağıdakileri içermektedir:

a)Eyaletler: Başında bir vali veya mutasarrıf vardır. Yabancılar bu büyük yöneticilere Paşa adı veririler ancak taşıdığı bütün hiyerarşik kapsamı ile bu gün bu unvan hiçbir özel görevi ifade etmemektedir. b)Sancak veya liva: Bir kaymakam tarafından yönetilirler. c)Kaza: Bir müdür tarafından yönetilirler. d)Nahiye: Başında bir muhtar vardır.Bu yöneticilerin her birinin yanında yüksek memurlar va bölgenin hatırlılarından oluşan bir meclis vardır. Bu meclislerde hırıstiyanlar veya museviler Piskopos ve haham ya da delegeleri ile temsil edilirler. Başlıca görevi vergi dağılımını sağlamaktır, kimi hallerde

209

mahkeme görevi de görürüler.

2.Otel: Bu isim Istanbul’da önemli memurların yerleşimlerine verilir; taşra illerinde mülki amirin resmi lojmanına, kasabalarda ise konuk evine verilir.

3.Posta hizmeti: Anadolu’da ilk olarak Pers işgalinde görülür, Roma İmparatorları da bu hizmeti kusursuzlaştırmışlardır. Roma kanunlarında bu hizmetle ilgili bir çok madde görülür. Posta durakları iki ya da dört tekerlekli arabalara göre düzenlenmişti. Plinius’un mektuplarında Efes’ten Nikomedia’ya araba ile bir seyahat yaptığı görülmektedir. Bizans İmparatorluğu zamanında özen gösterilmemiş yollar ilk sultanlar zamanında da pek korunmamış olup bu gün artık yok olmuşlardır; görülebilen sadece keçi yolları olup nakliye atve deve sırtında yapılmaktadır. Pek acelesi olmayan seyyahlar kendi binek hayvanlarını kullanmaktadırlar. Büyük yerleşim merkezlerinde hayvan kiralayan katırcılar vardır ki bu hayvanlarla bir ya da birkaç gün süren yürüyüşler yapılabilir.

Posta istasyonları ise başlıca ulaşım yolları üzerinde her 25-30 km’de bir kurulmuşlardır. Burada bakımları yapılan atlar öncelikle tatarlar (posta sürücüleri) olmak üzere kamu hizmetleri için ayrılmışlardır, ancak böylesi bir düzenlemeyi yapmış Romalılarda ise özel bir izne sahip ayrıcalıklılar da bunlardan yararlanabilirdi. Posta hizmeti saat ve at başına başkentte 5 kuruş, imparatorluğun başka bölgelerinde ise 3,5 kuruş (yaklaşık 75 centime)’dur. Süre gerçek kullanım olarak değil, bir kervan devesinin konu mesafeyi kaç saatte katedeceği ölçüsünden hesaplanır.

İzmit’e Veda

Öğleyin sele üzerindeyiz, Nikomedia yöneticileri ile son temana (selam) değişimlerini yaptıktan sonra küçük topluluğumuz şehirden çıkıyor. İki refakatçi zaptiyemiz bir çok meslekdaşları gibi güçlü bir yüze sahip, demek istediğim savaşçı bir görünüm, özenle seçilmiş giyim ve silahları ile at üzerinde gururla duruyorlar. Türkiye’de zaptiyeler bizdeki jandarmaların işini yapıyorlar, ancak rahatlıkla var sayılabilir ki kuruluşlarının temel nedeni kamu düzeni ve insanları korumak. Detaylarda hiçbir benzerlikleri yok, üniforma konusunda itaatkar değiller, eğer ulusal türbanlarını (sarık) olağan bir fes ile değiştirirseniz kıyafetleri bir Türk atlısınınkilerden farklı değil; elbiselerin renkleri, işlemelerin desenleri, bir yumak üzerindeki toplu iğne gibi her boy ve şekilde içine sokuşturulmuş silahlar bulunan kırmızı kuşaklar her birinin zevkine göre değişken. Zaptiyelerin durumları Osmanlı’nın gözde tercihleri ile uyumlu: iyi bir at üstünde devriye gezmek, dağlarda ve ovalarda çubuk tütürerek rasgele dolaşmak ve her kasabada bir kahve hatta bazen tavuk ve pilav ikram edilmek Türkiye’de imrenilen bir yaşam tarzı. Her kasabadaki müdürün bir konağı ve atlı zaptiyeleri olduğu ki ayda ortalama 65 kuruş (15 frank) gelirleri olduğu bana kesin olarak ifade edildi. Kanıksamışlıklarına ve her şeyin ucuz olmasına rağmen bu maaşlar, örneğin refakat ettikleri yolcuların uzlaşı içinde verdikleri ikramiyeler gibi ek gelirleri olmasa yeterli olamazdı. Eğer birreaya ile ilintili olursa bu ikramiyeler çok yüksek olabilir. Hakkı olmamasına rağmen zaptiyeden talep ettiği bir günlük koruma için devletin bir ayda verdiğinden fazlasını verebilir.Mola verdikleri bir kasabadan aç karnına kalktıkları enderdir ve genellikle kaymakam ya da müdür’ün masasından artanlar onlar için yeterlidir. Çıkarlar bundan öteye gidiyor mu? Duyduğumuz kötü söylentiler gibi haydutlar ve gizli servis elemanları arasında çıkar ilişkisi var mıdır? Ben aksine inanmayı tercih ediyorum, eğer böyle bir şey görülmüş ise de bir istisnadır. Baş edemeyecekleri çeteler ile karşılaşmama da ustadırlar, küçük zorbaların olumsuzluklarına göz yumabilirler, tanıdık reaya’lar ile ilgili raporlarında daha az kuşkucu olabilirler ancak bir çokları yakın geçmişte korumalarına verilen konvoyları savunurken öldüler, ben inanıyorum ki bir yolcu onlara emanet edildiğinde en azından onların etkinlik alanlarında güvence altında olur. Kırsal alan yaşayanlarını rahatsız ettiklerine, haraç aldıklarına dair benim bir anım olmadı, bizim güvenliğimiz için yaptıkları hep namuslu, tetikte,saygı ve dikkat dolu idi.

210

İzmit’ten Sapanca’ya uzaklık 30 km, katetmemiz 6 saat sürdü. Yol yaklaşık 4m genişliğinde düz ya da yuvarlak taşlarla örtülü ve atların yürüyemeyeceği derecede bozuk. Birkaç gün süren yağmurlardan dolayı oluşmuş çatlaklar nedeni ile sık sık yan patikalardan gitmek zorunda kaldık. Yol zaten kırık dökük ve birden fazla noktada ortadan yok oluyor. Eski Roma yolu Küzeybatı’dan Güneydoğu’ya doğru Anadolu’yu geçerek Suriye sınırına ulaşırdı ki ana arter bu gün bile İran Körfezini İstanbul Boğazına, Ermenistan, Mezopotamya ve Anadolu’nun büyük şehirlerini İmparatorluğun başkentine bağlamaktadır. Şüphesiz ilk Sultanlar bakımını iyi yapmışlardı ancak bu gün Türkiye’deki tüm yapılarla aynı kaderi paylaşırcasına terkedilmiş bir durumda. Zaman zaman bir balçık çukurundan üzerine koca tomruk gövdeleri yüklenmiş iki veya üç çift tekerlikli arabaları güçlerini zorlayarak çıkarmaya çalışan koşulu öküzleri kimi zaman da bazıları yürüyüş halinde bazıları da açık alanda kamp kurmaya hazırlanan deve kervanları görüyorduk.

Yolu çevreleyen baltalık ormanlar sarmaşık ve yabani asmalar altında boğulmuş ve üzerlerinde çok büyük çınarların yükseldiği çayırlarla karışmış geniş bir çalı serisi görüntüsü veriyorlardı. Bu ağaçların sapları genellikle yerden birkaç metre yukarıdan, onların oransal güzelliklerine zarar verircesine kesilmiş. Tabandaki gövde alışıldığı üzere devecilere bir sığınak ve ocak vazifesi görüyor. Yolda sadece büyük çınarların gölgesi altında bir koruluk içindeki bir derbend önünde kısa bir mola vermek sureti ile saat altı buçukta neredeyse karanlık basmak üzereyken,Sapanca’ya vardık. Yollar Türk kentlerinin çoğunda olduğu gibi dar ve sanki evlerin çatılarını oluşturan saçaklarla örtülmüş gibi, bize dendiği üzere şehrin öbür ucunda ıssız bir yapı olan yabancıların konaklamaları için yeni yapılmış bir hana varmak üzere kenti boylu boyunca katediyoruz.

Dip notlar:

1.Temana: Selamlamadır. Bir çok çeşidi vardır. Alçak gönüllü selamlamada, yarı eğilmiş durumda el selamlananın ayaklarındaki tozu toplar ve alnına boşaltır gibi hareket ettirilir. Saygılı selamlama da ise el kalbe, ağıza ve alına götürülür. El sadece kalbe ve alna götürülmüş ise bu bir aile selamıdır. Doğu’da genellikle büyük olan önce selamlar, bu küçük olana selamının can sıkıcı karşılanmayacağı güvencesini içeren bir işarettir. Aslında alçak gönüllülükten başka bir şey olmamasına karşın bunu bilmeyen yabancılar kabalık olarak suçlamışlardır.

2.Bir müdürün aylığı 300 kuruş (75 frank)’tur.

3.Derbend kelimesi aslında geçit demektir, aynı zamanda posta ve kervanların yolu üzerinde bulunan yarı sığınak yarı kahvehane şeklindeki ayrıca zaptiyeler istasyon, yolculara ise barınak hizmeti veren yapı anlamına gelir.

Benzeri hana sahip Türkiye’de pek az şehir ya da büyük kasaba var. Bir vakfın hayır işi,gelirinin bir çoğu da özel bağışlardan. Handa hiçbir mobilya olmadığı gibi bir gezginin ihtiyacına yönelik bir imkan da yok. Aynen söylendiği gibi kapısını açıyor,yerleşiyor ve besleniliyor. Sapanca’daki daha yepyeni, mutlu bir ayrıcalık olarak hasır ve divanlarla döşeli iki oda buluyoruz. Giriş katındaki kahveci zamanından da harcayarak bize omlet ve tavuklu pilav ikram ediyor. İlk günümüz böylece iyi koşullarda geçiyor. Sapanca müdürü yok ama vekili bizi ziyaretinde yarın sabah saat altı için iyi atlar ve iki zaptiye sözü veriyor. Öyle olmasa da saat 7’den önce kervansarayın avlusundalar.

Sapanca Gölü - Sophon Köprüsü – Adabazar – Sangarius (Sakarya) Irmağı - Kemer Köprü

Küçük şehrin bir kısmını katedince türk şehirlerinin sokaklarını arşınlayan işsizlerin çoktan kahvehaneleri doldurduğunu gördük ve kuzeye doğru ilerliyerek birazdan kasabadan birkaç yüz metre ötedeki Sapanca gölüne vardık. Yüksek falezlerin çevirdiği kumsalı izliyoruz,

211

zaman zaman ayaklarımızı ıslatacak şekilde suyun içine giriyoruz. Plinius’un İmparator Traianus’a yazdığı gibi o zamanların tartışma konusu Sakarya nehri ve İzmit körfezi arasında, her ikisine de hakim konumda olan Sapanca gölü aracılığı ile bir kanal açmaktı. Şüphe etmemek gerekir ki yedi-sekiz yüzyıldır uykudaki bu proje bir gün tekrar gündeme gelecektir. Saat dokuz buçukta Sophon (Sapanca) köprüsünün girişindeyiz. Altıncı yüzyılın ortalarında İmparator Justinianus tarafından şu an bir akarsu ağı ile dolu bataklıktan ibaret olan eski yatağından yönünü doğuya çevirmesi sonucunda Sakarya nehri üzerine yaptırılmıştır. Geniş bir bitki örtüsünü barındıran su ile gelen tabaka kemerlerin subasmanını kaplayarak nerdeyse tonozlara kadar ulaşıyor, bu durum anıtın büyüklüğünün bir kısmının görülememesine yol açıyor, ancak yarısı asma ve incir ağaçları altında saklanmış yalnızlığında öneminden kaybetmiş olsa da hala etkileyici bir anıt görünümünde.

Kaymakamın bize aktardığı bir Türk atasözüne göre:“Nahmet köprüsünü görmeyen, hiç bir şey görmemiştir.”

Procopius ve Konstantinos Porphyrogenetes’in anlattıkları kanıtlıyor ki Bizans rumları hayranlığı ülkenin bu günkü sahiplerine yansımamış. Bu viadük (köprüyol) 400 m’den uzun, aynı yükseklikte olmasına rağmen çeşitli çaplarda askıda 12 kemeri bulunuyor ve geniş döşeme taşları ile kaplı ufki bir yüzeye sahip.

Bir gezgin’in (Texier) Küçük Asya (Anadolu) kitabı 25 yıl önce göle en yakın uçta bir zafer takından bahsediyor ancak tamamen yok olmuş, ama karşı sahilde bir yönü Karadeniz’e bir yönü Toros’lara uzanan yolun köprünün aksına göre iki dik açının kesiştiği noktasında bir yarıkubbe ya da niş görülüyor. Yakın bir yerde, kemerlerden birinin güney yüzü ile bitişik, hatta nehir yatağında bir takım tonozlu yapılar görülüyor, bir anıt, bir tapınak veya bir konaklama yeri olmalı.

Atlarımızı bir Bizans kubbesi altına bırakıyor ve çizimler yapıp fotoğraflar çektikten sonra sontetkikler için dört köşe sütun kalıntıları üzerine oturuyoruz. Önümüzden tavır ve kıyafetleri çok farklı atlılar, erkekler ve kadınlar geçiyor. Dendiğine göre komşu bir kasabaya hac için giden Ermeniler.

Sakız ağaçları topluluğu ortasından kıvrılarak geçen yola koyulmak üzere saat iki’de hareket ediyoruz, bir süre sonra güzel,küçük bir vadinin ötesinde Adapazar (veya Adaköy)’ün minareleri görünüyor. Adapazar Sakarya nehrinin sol kıyısında 10.000 kişilik bir nüfusu barındırıyor, bunun üçte biri Ermeni, bin kadarı da Rum. Klavuzluk yapan zaptiyelerimizden biri müdürü bulamadı ancak Rum Çorbacı (Rum topluluğunu idare etmekle yükümlü belediyegörevlisi) yanımıza gelerek bizi hoş sohbet dindaşlarından birinin evine götürdü, divanlı bir odaya yerleştik.

Reçeller, kahve, sigara (Rum’larda bunun yerini çubuk alıyor) kesintisiz ikram edildi, ev sahibimiz canlı hareketlerle bizi rahat ettirmek istediğini gösteriyor. Ayaklarımıza çömelmiş sürekli hoşnut olabilmemiz için ne yapabileceğini soruyor.

Canlı ve zeki görünümlü oğlanlar olan çocukları haber ilettikleri büyükleri ve arkadaşları ile birlikte geldiler. Şehri gezelim dediğimizde bizi binlerce renkli alacalı bir odadan oluşan Rum kilisesine götürdüler. Bir ızgara ve bir perde mihrabı gizliyor. Rusya’da, Yunanistan’da ve Doğu’da bu güne kadar hiç değişmeyen Bizans stili sahte mücevherler, göklere çıkartırcasına altın yaldız boyalı Aziz resimleri altında duvarlar kayboluyor. Ev sahibimizin evinin merkezi odasında bu resimlerden Kudüs’ü cennet ve cehennem arasında tasvir eden bir tane var.

Birazdan İngiliz korumasındaki Pera (Beyoğlu)’lı bir tüccarın monte ettiği bir buharlı hazarı görmeye gideceğiz. Adapazarlı Rum ve Ermeni kadınlar geniş şalvarlar ve çok belirgin tek renkli (mavi, pembe, sarı) cepkenler giyiyorlar. Bir türban gibi fluarın çevrelediği fes

212

takıyorlar, çok ince ve sık uçları deniz kabukluları ile süslenmiş saçları omuzlarına değiyor. Bazıları alınları veya boyunlarında altın parçalarından süsler taşoyor. İlkel toplumlarda kadınların mücevherleri bir tasarruf kasası işlevi görüyor. Ev sahibimizin bütün olanaklarını sunduğu yemekten sonra yere yataklar ve yorganlar döşeniyor ve bizim gelişimizle büyük misafirperlik gösteren bu evde istirahat zamanı geliyor.

Ertesi sabah 27 Eylül saat altı buçukta eğerlerin üstündeyiz. Atlar iyi, sürücü ve zaptiyeler hareketli. Uyku sonrası olabilecek en iyi adımlarla yürüyerek Adapazarını terk ediyoruz.

1862, Kubinyi & Henszlmann & Ipolyi

19. yy. ilk yarısında Macaristan kamuoyunda, İmre Tökeli’nin İzmit’te geçirmiş olduğu mültecilik yılları ve Macarlardan sonra orada kalan hatıraları hakkında pek bilgi yoktu. İlk bilgiler için 1861’e kadar beklemek gerekti. Esasında Tökeli’nin İzmit’teki Ermeni mezarlığındaki anıt mezarı hakkında ilk haberleri verenler 1848-1849 özgürlük savaşının Türkiye’ye göçmüş mültecileri oldu. İlk olarak Matyas Donath adında bir Macar 1861 yılında Alman Thaly’ye gönderdiği mektupta şunları yazmıştı:

Tökeli & İzmit’teki Macarlar

“İzmit’teki Ermeniler dokuz yıl önce yeni bir Ermeni kilisesi inşa ettikleri sırada orada buldukları mezar taşlarını kilisenin duvarlarını örerken kullanmışlar. Olasılıkla o zaman Tökeli’nin mezar taşını da olduğu yerden çıkarmış olacaklar, çünkü şimdi tuhaf bir şekilde, hemen yolun kenarında büyük sıra ağaçların altında toprağa gömülmüş olarak bulunuyor.” Bu emektar özgürlük savaşçısının mektubu Tökeli’nin mezarının konumu yanı sıra İmre Tökeli ve karısı İlona Zrinyi ile beraberindekilerin nerede oturmuş olabilecekleri hakkında bilgiveriyordu: “Tökeli taraftarları Kazıklı İskele’nin (günümüzde Kavaklı) yukarı tarafında bir köyeyerleşmiş. Köyün nerede olduğu ancak mezarlığından anlaşılıyor ve şimdi de Türkler buraya boş Macar Köyü diyorlar. Saraylı köyündeki torunlar arasında hala Macaroğlu adında bir ihtiyar yaşıyor. Geçen yaz Nogay Tatarları Türkiye’ye göç ettiklerinde burada da kalmışlar. Arada mezarlığın olduğu yeri kazmaya kalkışmışlar ancak istavrozlar bulunca kazmaktan vazgeçmişler. Gene buradan alınan bazı taşlar, yaya iki buçuk saat uzakta bulunan Bahçecik adındaki Ermeni köyünde çeşme duvarına yerleştirilmiş fakat yazıları içe dönük kalmış . Halahayatta olan bazı kimseler, bu taşların boş Macar Köyü mezarlığından alındığını çok iyi bildiklerini söylüyorlar.”

Aynı yıl, Macaristan’da Türkiye’ye bir araştırma gezisi yapılmaya karar verilerek bu gruba Macar Bilimler Akedemisi’nin üç üyesi olan milletvekili Yaşlı Ferenc Kubinyi, arkeolog-mimar İmre Henszlmann ve Törökszentmiklos kasabası rahibi-tarihçi Ipolyi alınıyor. Bu bilim adamları beş yıldır İstanbul’da bulunan ünlü gezgin ve daha sonra Türkolog Armin Vambery’den yardım istediler. Vambery, ekibin İstanbul, Tekirdağ ve Ermeni Patrikliği Arşivi’nde araştırma yapabilmeleri için ayrıca İzmit’teki Ermeni Mezarlığı’nı da gezebilmeleri amacıyla Babıali huzurunda gerekli adımları attı. Fakat ekip, oldukça gecikince 15 Mayıs 1862’de Istanbul’dan hareket ederek maceralı İran ve Orta Asya yolculuğuna başladı. Vambery’nin hareketinden az sonra da Macar ekip İstanbul’a vardı. Ekip Tekirdağ’a kadar gittiancak İzmit ziyareti yapılmadı. İmre Henszlmann’ın yolculuk sırasında yaptığı 27 resim arasında iki tanesi Tökeli’nin mezarını betimliyor ancak bunları olasılıkla İstanbul’da yaşayan Macarlardan sağladığı resimlere dayanarak çizmiş olsa gerek.364

1876, Frederick Burnaby

Bir İngiliz subayı olan Frederick Burnaby, Osmanlı sınırları içindeki azınlıklar hakkındaki iddiaların gerçekliklerini araştırmak için 1876 yılında Anadolu’yu baştan aşağı at üzerinde

364 Seres Istvan, İmre Thökeli ve Türkiye, Budapeşte 2006, s. 203-207

213

dolaşır. Dönemin politik gelişmeleri yanı sıra güncel yaşamdan da kesitler sunan yazar nerdeyse her konuya değinmektedir.

1876 yılının İngiltere’sinde yaşayan İngiliz Yüzbaşı Frederic, ülkesinde sözü edilen Türkiye’nin ve Türk hükümetinin gerçekte anlatılanlar gibi olup olmadığını merak etmektedir. O sıralarda Türk hükümeti, İngiltere’den aldığı borçların faizini dahi ödeyemeyecek duruma gelmiştir. İngilizler Türklere karşı nefret ve öfke duymaktadırlar. İngiliz centilmenlerinin, bütün gazetelerin ve dolayısıyla halkının ağzında dolaşan, Türklerin kötü, cani, tembel ve Müslüman olmayanları kazığa oturtacak derecede korkunç insanlar olduğu söylentilerini duymuştu. Gerçekte Türk nasıldı? Bu kargaşa içerisinde gerçeği anlamak zordu. Yazar, bu merakını gidermek için Küçük Asya’ya bir gezi yapmaya karar verir. Türk Büyükelçisine mektup yazarak İstanbul’daki yetkililerin küçük Asya’da yapacağı geziye itirazları olup olmayacağını sorar. İzin alıp yola çıkmaya karar verdikten sonra, Anadolu ile ilgili yazılmış bütün kitapları okuyarak bilgi edinmeye başlar. Kitaplardan havanın sert ve dondurucu soğuk olduğunu öğrenir. Sonra yolculuğu için yanına biraz ilaç, bir İngiliz uşak ve bir tüfek ile silah alır. Görevini aksatmamak için izinli bulunduğu dönemde 1876 yılının sonbahar aylarında trenle Marsilya’ya, oradan da vapurla İstanbul’a giderek Anadolu’da yapacağı yolculuğa başlar.

İstanbul’da daha ilk günlerinde İngiltere’de okuduklarının ve dinlediklerinin yanlış olduğunu gösteren olaylarla karşılaşır. Burada görüştüğü bir arkadaşı ona İstanbul’da basın özgürlüğü olduğunu söyler, oysa İngiltere’de söylenen ve yazılanlar böyle değildir. 1876 yılı sonlarında İstanbul’dan yola çıkan Burnaby, görünümleri pek güzel olmayan yerel atlar ile İzmit’ten başladığı atlı yolculuğunu Batum’a kadar sürüdürmüştür ve yöre hakkında ilginç gözlemleri vardır.

Gittiği yerlerde sıradan köylü halkla daha iyi anlaşabilmek için yanına bir Türk uşak almaya karar verir. Osman adındaki Türk uşağı ve İngiliz uşağı Radford ile birlikte, temin ettikleri yük ve binek atlarını yanına alarak Üsküdar’dan yola çıktığında ilk durakları Maltepe köyü olur. Maltepe’den İzmit’e geçer. İzmit’te bir Rum’un evinde kalırlar ve kendilerini görmeye gelen Hıristiyan ve Müslüman halk ile bu evde görüşme fırsatı bulurlar. Yüzbaşı, buradaki halkın birbiriyle çok iyi geçindiğine de tanık olur. İzmit halkı İngiltere’nin Türkler hakkında kötü düşüncelere sahip olduğunu bildiklerini söylemesi üzerine Yüzbaşı bunun nedeninin alınan ve ödenmeyen borçlar olduğunu halka anlatır. Durumu incelediğinde, ödenmeyen borçların sebebinin, Rusya’nın Türkleri savaşla tehdit etmesi sonucu devletin asker toplamak zorunda kalması ve mali sıkıntıya düşmesi olduğunu anlar. Sohbetleri esnasında orada yaşayan Hristiyan, Ermeni, Rum ve Müslüman halkın eşit haklara sahip olduğunu ve birlikte barış içinde yaşadıklarını görür. Burnaby,İzmit’i şöyle anlatıyor:365

“İzlediğimiz yol kötüleşti. Atlarımızdan biri kazara yanlış adım atsa binicisi kendini suda bulurdu. İzmit’e, tarih öncesi çağların Nikomedia’sına yaklaşıyorduk. Şehrin girişinde bir zaptiye karşıladı. Şehirde otel yoktu; önden giderek bizi, bir Rum’un işlettiği eve götürdü. Avrupai tarzda döşenmiş, temiz pak iki odayla karşılaştım burada. Zaptiye bir emrimin olup olmadığını sorduktan sonra,paşaya sağ salim vardığımı bildireceğini söyleyerek odadan çıktı. Ertesi sabah, İzmit Telgraf dairesi müdürü ziyaretime geldi. Fransızca bilen bir Ermeni idi. İstanbul’dan aldığım, İzmit’in hıristiyan eşrafına yazılmış takdim mektubunu görünce çenesi açıldı. Bir Ermeninin uğradığı haksızlığın İstanbul’dan gelen emir ile düzeltildiğini anlattı. Daha sonra şehri dolaştım. Yarımay şeklinde kurulmuş olan şehir, kıyı boyunca uzanan tepelerin üstünde yükselir. Yukarılara doğru uzanan evler kuş misali tünemişlerdir ücra köşelere. Bir tanesi kartal yuvası gibi tek başına dururken, diğerleri çok daha yukarılardadır. Evler inşa edilirken hiçbir düzen gözetilmemiştir.her türlü şekil ve üsluba rastlamak mümkündür. Çoğu İsviçre’nin dağ evlerini andırır. Ahşap duvarları binbir renkle parlar. O gün çamaşır günü idi anlaşılan. Türklerin ve hıristiyanların iç çamaşırları ile

365 Burnaby Frederic – çev. Taşkent Fatma , At Sırtında Anadolu, İstanbul 1999, s.72-81

214

gömlekleri asılı idi. Gökkuşağının tüm renklerini içeren giysiler, genel görünüme daha da fazla bir ışık katıyordu.Güzel inşa edilmiş birkaç taş bina vardı-içlerinden biri paşanın konağıydı. Akşam üzeri kendisine uğradım. Fransızca’yı, aynı zamanda Odessa’daki Osmanlı Konsolosluğu’nda geçirdiği yıllar sayesinde Rusça’yı mükemmel konuşuyordu… Akşam Ermeni bir piskoposu ziyaret ettim. Şehrin hıristiyan mahallesinde –diğer bir çok Türk şehrinde olduğu gibi, İzmit’te de Türklerle Ermeniler ayrı mahallelerde oturuyorlardı- tuhaf bir güzelliğe sahip, eski tarz bir evde oturuyordu... Sohbet dönüp dolaşıp İzmit’teki Türklere geldi. Kimi Türk resmi görevliler hakkında Ermenilerin bile olumlu konuştuğunu duymak güzeldi. ”Türk hükümeti o kadar da kötü değil” dedi üçüncü bir beyefendi. ”Bütün İmparatorlukta adaletin eşit dağıtılmasını arzu ediyorlar; ancak kadılar, bir hıristiyanın verdiği ifadeyi delil olarak kabul etmedikleri sürece huzura kavuşmamız çok zor. Kuran’da hıristiyan bir şahidin verdiği ifadenin delil kabul edilmesi gerektiği yazılı ama bu konu görevliler tarafından kötüye kullanılmakta. ”

Burnaby. kentte birkaç gün daha geçirdikten sonra Sapanca üzerinden yola devam eder. Mudurnu, Geyve ve Sakarya’nın kıyısından yollarına devam eden grup, yolda sık sık askeri birliklerle karşılaşır. Halkın sürekli Ruslar’la yapılacak olası bir savaşa hazırlandığı ve tüm halkın yapılacak savaş için aşırı istekli olduğunu tesbit eder. Ankara yolu üzerinde karşılaştığıÇerkezler de Türklere sığınmıştır. Çünkü Ruslar hamile kadınları, yaşlıları ve çocukları acımasızca öldürmüşler ve onlar da güvende olduklarını düşündükleri Türkiye’ye kaçmışlardır. Yüzbaşı Burnaby, Türkleri tanıdıktan sonra şu satırları yazmaktan kendini alıkoyamamıştır:

“Türk ulusunu yerin dibine batıran, onu dünyada akla gelebilecek her türlü kötülükle suçlayanülkemizin insanları, hikayeler yazmayı bırakıp, Anadolu’da küçük bir yolculuğa çıksalar iyi ederler. “Şeytan, betimlendiği kadar kara değildir” diyen eski bir atasözü vardır. Kendilerini Hristiyan sayan yazarlar bir çok konularda Anadolu’daki Türklerden ders alsalardı keşke.”

1877, Pierre Loti

Türkiye aşığı ünlü Fransız yazar Pierre Loti (asıl adı Julien Viaud, 1850-1923), deniz subayı olarak çıktığı yolculukları anlatan izlenimci romanlarıyla tanınır. Konusu İstanbul’da geçen ve platonik aşkını anlattığı Aziyade ilk romanıdır (1879). 1876-77 İstanbul’unun değişik yönlerini aktarması nedeniyle belgesel niteliği de taşır. Yazar, İstanbul eğlencelerinde sunulan İzmit şarabını anlatır:366

İstanbul’un bir ucunda, İzzeddin Ali Efendi’nin davetlerine ertesi gün erken saatlerde dönmeküzere erken saatlerde gidilir… Kuranın yasaklamamış olduğu beyaz İzmit şarabı tek bir kadehte verilmekte ve herkes bu bardaktan içmektedir. Bu şaraptan o kadar az içilir ki, bir genç kız bundan fazlasını isterdi. Şarap, daha sonraki durumun nedeni depildir. Baş yavaş yavaş ağırlaşır ve daha karışık düşünceler, karışık bir düş içinde birbirine karışır.

Aynı eserde, arkadaşı Plumkett’e yazdığı Şubat 1877 tarihli mektubun satırlarında amirlerinden aldığı on günlük bir izin sonrası arkadaşı Ahmed’le birlikte gerçekleştirdiği kısa gezi ve bir süre bulunduğu İzmit’ten de bahsetmektedir:367

Gece olurken İzmit’e vardık. Pasaportumuz olmadığından, tutuklandık. Bir Paşa, bize bunlardan ezbere birer tane üretme hoşgörüsünde bulundu ve uzun görüşmelerden sonra karakolda yatmayı başardık. Atlarımıza el konuldu, onlar kışlada uyudu.

İzmit, oldukça uygarlaşmış ve güzel bir körfezin sonunda kurulmuş büyük bir Türk kenti. Çarşıları canlı ve hoş görünüyor. Saat sekizden sonra halkının fenerle bile dolaşması yasak.

366 Pierre Loti, Aziyade, (çev. Nahid Sırrı Örik), İstanbul 2000, s. 146 367 Pierre Loti, age, s. 156-158

215

Bu memlekette geçirdiğimiz sabahı, güzel mavi gökteki güneşle şimdiden ısınmış o ilkbahar sabahını iyi anımsıyorum. İyi bir köylü yemeğinden sonra ikimiz de doymuş, dinlenmiş ve sağlam, belgelerimiz de düzgün, Orhan Camisi’ne doğru çıkmaya başlıyoruz. Kelebekler dolaşıyor, böcekler vızıldaşıyor. Kuşlar ilkbaharı şakıyor, rüzgar ılık. Eski ahşap ve garip evlere çiçekler, arabeskler çizilmiş. Her yanda leylekler damlara o kadar aldırışsız yerleşmişler ki, kurdukları “yapı” bir çok ev sahibini pencerelerini açamaz duruma getirmiş.

Orhan camisi’nin üzerinden görünüm, suları mavi İzmit Körfezi’ne, Asya’nın verimli ovalarına ve ta ötede, büyük karlı doruğunu yükselten Bursa’nın Olimp’ine (Uludağ) kadar uzanıyor.

İzmit’ten Tavşancıl’a, Tavşancıl’dan yolumuzun ikinci bölümü Karamursar’a (Karamürsel). Burada yağmura tutuluyoruz.

Karamursar’dan İznik’e karlı havada karanlık dağlardan geçerek atla gidiyoruz; kış geri döndü. İsmail adlı bir adam bizi soymayı tasarladığı için, tepeden tırnağa silahlı üç zeybek eşliğinde, türlü heyecanlarla aşılan bir yol. Hiç beklenmedik bir rastlantı sonucu başıbozuklarla iş iyice düzeldi ve yalnız çamura batmış durumda İznik’e ulaştık…

1877, Benjamin Samuel Gren Wheeler

S. Bengamin (1837-1914), bir Amerikalı ailenin beş çocuğundan biri olarak Yunanistan’da doğdu. A.B.D.’nin ilk Pers elçisi oldu. Gazeteci, ressam, yazar, diplomat, yayıncı ve amatör bir denizciydi. Benjamin, “from Broussa to Constantinople – Bursa’dan İstanbul’a” adlı makalesinde Nikomedia’dan şöyle bahsetmektedir.368

İznik’i fetheden Orhan, tarihteki bir çok ünlü gibi davranarak yaptığı üzere Sakarya ırmağı üzerinden Gök Dağ sıralarına ve Kserkes’in Hellespont’a yürüyüşünde ilerlediği, daha sonra Beyazıt’ın ya da tarihteki bir çok ünlünün kullandığı geçitlere gittikçe baskı yapmaya başladı. Orhan’ın orduğu bu zor geçitten güvenli bir şekilde geçerek olağanüstü güzel körfez ve Gök dağ’ın yalçın kayalıkları ile çevrili, doğunun en güzel kentlerinden biri olan Nikomedia’yı (İsmid) kuşattı. Bir zamanlar Diokletianus ve güçlü Romalıların elinde bulunan kale, yeniçerilere dayanamamış olsa bile en resimsel görüntüyü veriyor…

1882, Jules Verne

Bilimkurgunun babası sayılan ünlü Fransız yazar Jules Verne (1828-1905), denizcilik geleneği olan bir ailenin çocuğuydu ve ünlü olduktan sonra 1876 yılında büyük bir yat aldı ve Avrupa’nın çevresini yatıyla dolaştı. Jules Verne, Osmanlı topraklarındaki maceralarını, imparatorluk, Türkler ve Karadeniz’le ilgili düşüncelerini, 1882 yılında yayınladığı İnatçı Kereban adlı romanında yayınlar. Yapıtında, Hollandalı Van Mitten ve uşağı Bruno bir Ramazan günü uşağıyla birlikte İstanbul'a gelirler. Mitten, burada dostu tütün tüccarı KerabanAğa ile buluşur, onun Üsküdar'daki konağına yemeğe gideceklerdir. Tam da o gün, Boğaz'dan karşıya geçiş için yeni bir vergi konulur ama Keraban Ağa'nın bu vergiyi ödemeye hiç niyet yoktur. Yarım fincan kahve fiatı olan on paralık vergiyi ödememekte kararlı olan Keraban Ağa'nın bu inadı, kendisine yüzlerce altına mal olacak zorlu ve ilginç bir Karadeniz yolculuğu başlatır.369

27 Eylül’de küçük kervan Sakarya kasbasından geçti, akşama doğru, bundan tam altıyüz yıl önce İmparator Avrelianus’un öldürüldüğü yer olan Kerpe Burnu’na ulaştı. Burada geceyi geçirmek üzere mola verdiler ve kırksekiz saat içinde yani dönüş için belirledikleri son günün

368 Benjamin S.G.W., From Broussa to İstanbul, Harper’s New Monthly Magazine, C.60, Haziran-Kasım 1877, s. 719 369 Jules Vernes, Inatçi Keraban, çev. Nihan özyıldırım, İstanbul 2002, s. 215-220

216

sabahında Üsküdar’a ulaşabilmek için izlenecek yolda yapılabilecek bazı değişiklikler üzerine konuşuldu…

Üsküdar tepelerine uzaklık ne kadardı? Yaklaşık 60 fersah. Eğer atlar gece boyu yürümemekte direnirlerse süre yetmeyecekti. Kıyıdaki girinti ve çıkıntıların hissedilir derecede uzattığı sahil yolunu bırakıp, Anadolu’nun bu ucundan içeri girerek, Karadeniz ve Marmara Denizi kıyıları arasındanki bölgeden, kısacası olabildiğince kestirmeden giderlerse yolu rahat rahat oniki fersah kısaltabilirlerdi…

Sonuçta bu teklif çok iyi karşılandı. Ertesi gün kat edecekleri uzun yola hazırlanmak için 27 Eylül’ü 28 Eylül’e bağlayan gece boyunca dinlenmeye karar verdiler.

Kahramanlarımız, sonrasında maceralı bir yolculuk sonucu Nerissa Boğazı’nı geçerek Üsküdar’a varırlar.

1885, Thomas Stevens

Bisikletle dünya turunu ilk gerçekleştiren kişi olan Thomas Stevens, 24 Aralık 1854 İngiltere Hertfordshite doğumlu olup 1872’de Amerika’ya göç eder. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra sonunda madenci olur. Dünya turuna başlayana kadar Missisipi’nin doğusuna hiç geçmemiştir. Gezgin 22 Nisan 1884’de Pope İmalat Şirketi’nden sağladığı 50 inçlik bisiklet, çoraplar, yedek bir gömlek, çadır ve yatak olabilen bir branda ve 38’lik bir Smith&Wesson ile San Fransisco’dan başladığı yolculuğunda, Alameda adlı bir tekneyle Oakland’a geçer. 103 ½ gün sonra 4 Ağustos 1884’de Boston’a varır. Stevens’in ABD içi turunun 1/3’ü yürümekle geçmiştir. 83 ½ gün yolculukla ve 20 gün yağışlı hava şartları nedeniyle beklemekle geçmiştir. Gezinin bu bölümü aylık “Harper’s” dergisinde yayınlanır. Kışı, New York’ta hazırlıkyaparak geçirir. Kıtalararası turu hakkında yazı yazmak için “Outing” dergisi ile anlaşır. Tek başına yolculuk ettiğine göre kitabında yer alan çizimler bu derginin elemanlarınca ya da daha sonra kitap aşamasında çizilmiş olmalıdır. Dergi onu 9 Nisan 1885’de “The City of Chicago” adlı bir gemiyle Liverpool’a gönderir. Sonrasında İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Macaristan, Slovenya, Sırbistan, Bulgaristan ve Rumeli üzerinden Türkiye’ye varır. İstanbul’da yedek parça, lastik ve daha iyi bir tabanca edindikten sonra Anadolu yolculuğuna başlar. Irak ve İran’a gider. Kışı İran’da Şah’ın konuğu olarak geçirir. Sibirya üzerinden geçme isteği Afgan yetkililerce reddedilip 10 Mart 1886’da sınırdışı edilince bir Rusbuharlısıyla Hazar Denizi üzerinden Bakü’ye, demiryolu ile Batum’a geçip oradan da bir başka gemi ile İstanbul’a geri döner. Buradan bir başka tekneye geçerek Hindistan’a gider. Calcutta, Hong Kong, Güney Çin ve Japonya’ya geçerek 17 aralık 1886’da Yokohama’da 13,500 mil bisiklet sürdükten sonra son kez bir gemiye binerek Ocak 1887’de San Francisco’ya dönerek Dünya Turu’nu tamamlamış olur. Pope şirketi bisikletini II. Dünya Savaşı’na kadar saklamış ancak savaşa destek kampanyalarında hurda olarak bağışlamıştır.Stevens, 1935 yılında İngiltere’de ölmüş olup Londra’da East Fincley mezarlığında yatmaktadır.

İşte, ABD Massachusetts Bisiklet Klübü üyesi İngiliz Thomas Stevens’in 1887’de Londra’da kitaplaştırdığı “Bisikletle Dünya Turu” 370 adlı gezi notlarında, bölgemizde geçen anları ve sosyal yaşam hakkında aktardıkları:

Gezi Hazırlıkları

İstanbul’dan aldığım izin kağıtlarında, yolculuğuma 10 Ağustos Pazartesi günü doğrudan Üsküdar’dan başlamam yazdığını gören bir çok İstanbul beyefendisi, alınan istihbarata göre Mahmut Pehlivan adlı bir haydudun komutası altındaki bir çetenin Üsküdar’ın otuz mil

370 Stevens Thomas, Around The World on a Bycle, c.1 From san Francisco to Teheran, böl. X, Londra 1887, s. 249-272

217

ötesinde faaliyet gösterdiğini kibarca ikaz ettiler. Bunun üzerine (Anadolu’daki yolculuğuma) çetenin toplandığı noktadan 25 mil daha ötedeki İsmidt’ten (İzmit) başlamaya karar verdim. İngiliz uyruğundaki bir Rum olan Mösyö J. T. Corpi, daha önce aynı çetenin eline düşmüş ve varlıklı bir insan olarak bilindiğinden 3,000’nin üzerinde bir fidye vererek kurtulabilmiş. Dediğine göre, Üsküdar’dan İzmit’e karadan gideceğim gazetelerde yayınlandığı için büyük bir tehlikeye atılmış olacaktım.

Bir bisikletlinin doğal ekipmanı dışında fazladan birkaç jant teli, tekerlek lastiği tamir harcı topağı ve arka tekerlek için yedek bir lastik edindim. Yedek tekerleği, yirmi yardalık sağlam bir halatla ön iskelete sıkıca bağladım. Çadır, yedek iç çamaşırları, bir kutu tabanca fişeği ve bir şişe dikiş makinesi yağını arkadaki bagaj taşıyıcısına yerleştirdim. Yazı aletlerim, birkaç ilaç ve ince kauçuk bir deri çantanın içindeydi. Çeşitli yolları inceleyerek planladığım yol, Pers başkenti Tahran’a varark kışı orada geçirmek ve sonrasında Pasifik kıyılarında sonlandırmaktı.

İzmit Postası

Bu düşünce içinde kendimi 10 Ağustos sabahı saat 10’da, İzmit ve Osmanlı başkenti (İstanbul) arasında düzenli olarak haftada iki kez sefer yapan bir Türk buharlı gemisinde buldum. İzmit’e giden bu buharlı gemi her çeşit insanla dolmuştu. Bu durum, İstanbul’un dünyadaki en kozmopolit kenti olduğunu sözlerden daha çok doğrulayan bir görüntü sunuyordu, ayrıca raslantısal bir gözlemci olarak gemideki tanıklığımdan hareketle en demokratik olduğunu da söylemeliyim. Göründüğü üzere ne birinci, ne ikinci, ne de üçüncü sınıf var, her kes aynı yol ücretini ödüyor, herkes üst güvertede istediği noktaya, köşeye yayılıyordu ya da kürek sandıklarının üzerine tünüyordu. Klavuz köprüsünde (Kaptan köşkü) vakit öldürüyorlar ya da baş güvertede oraya buraya atılmış yük denklerinin üzerine uzanıyorlardı. Özetle, herkes isteğine göre davranmakta özgür görünüyordu, girilmesi yasak tek istisna kıç güvertede erkek yolcuların kaba bakışlarından çadır beziyle iyice gizlenmiş Müslüman bayanların dedikoduları, kahveleri ve güzel kokulu sigaralarından oluşan küçük dünyaları için ayrılmış bölme idi. Doğu’daki her kamu taşıtında güzel hanımların yaşmaklarınıçıkarabildikleri, sigaralarını içebildikleri ve kendilerinin evlerinin inziva köşelerindeki kadar rahat hissedebilecekleri ayrı bölümler var.

Rum ve Ermeni kadınları, ana güvertedeki yolcular arasına karışıveriyorlar. Rum kadınlarınıngiysileri doğu havasına oldukça uygun, Ermeni kadınlarının ise farklı ama tam batı giysisi değil, duruşları ise iyi huylu ve sevecen. Ancak kibar Rum kadınlarının anlayış ve eğilimleri tam tersi gibi gözüküyor. Tek başına ya da ikili veya grup halinde oradan buraya dolaşıyorlar,birbirlerine ya da başkalarına bir şeyler söylüyorlar. Resimsel görüntüleri ve umursamaz tavırları hak ettiklerinden fazla dikkat çekiyor ancak farkında değilmişlercesine zamanlarını sigara sarmak ve içmekle geçiriyorlar. Başlarına canlı ipek kumaşlar sarmışlar. Gösterişli kısa yelekler giymişler, gür siyah saçları iki örgü halinde sırtlarından aşağı sallanıyor. Ancak temel üst giyimlerini ne etek, ne de pantolon olarak tanımlamak olası değil, en doğrusu bir bayan giysisine benzemeyen ve bir Türk bayan giysisinden daha duyarlı ve resimsel olmayan bu farklı giyime “tanımlanamaz” demek. Bu Rum hanımların erkek refakatçileri de hep birlikte cesurca bayram elbiselerini giymişler gibi canlı renkleri ile Levanten kumaş sanatçılarını ürkütme konusunda onlardan pek geri değiller. Gemide oldukça çoklar, görüldüğü üzere İzmit Körfezi’nin mavi sularının üzerinde yükselen yeşil çerçeveyi süslemek üzere, bir sanatçının eliyle oraya buraya dağıtılmış, kıyıdaki beyaz boyalı kasabalar boyunca uzanan üzüm bağlarının ortasındaki küçük bir Rum kasabasında düğüne gidiyorlar.

Saatler boyu dans eden, müzik yapan bu neşeli insanları sürekli seyretmekte olan kalabalık seyirci topluluğu bu kez bisikletin etrafında toplandı. Bisiklet ve hakkımdaki kısmen anlayabildiğim sözlü çenebaz yorum ve yargılar pandomimler eşliğinde anlatılıyordu…

218

Bir İstanbul buharlı gemisinin, dolayısıyla İzmit postasının güvertesi, karakter çalışması için müthiş fırsatlar sunabiliyor. Gemide nerdeyse her insanın diğerlerinden farklı, kendine özgü nitelikleri var. Yaklaşık onbeş dakika süren aralarda, yalın ayak yalın bacak ve paçavra giyimli bir Ermeni çifti, kendilerine ait bir küçük bir tavuk kafesi ve bir arpa çuvalını almak üzere binbir zorlukla tavuk kafeslerinden oluşan büyük bir yığının üzerine tırmandı…

Bir orta yaşlı adamın giyimi bir bilgi vermiyor, belli ki Osmanlı değil. Sahildeki köylerden birindeki evine dönüyor ve yolculuk masrafını çıkartmak umudu ile elinde bir karpuz sepeti ilekalabalığın arasında dolaşıyor. Az önceki neşeli ve canlı sahnelere tepkisiz kalmış ve kıç taraftaki çadır beziyle ayrılmış bölüme yakın yerlerde bulabildikleri her noktaya çömelmiş bir grup, İstanbul ziyaretinden dönen iç taraftaki bir köyün güzel görünümlü, beyaz sakallı Müslüman hacılarından oluşuyor. Bisiklet gibi tüm ilgiyi çeken bir olaya bile kibirli ve dalgın tavırlarını değiştirmiyorlar. Bunlardan ikisinin müthiş görünümleri var; siyah gözleri, oldukça dolgun dudakları ve yağız derileri Arap kökenli olduklarını ele veriyor. Ayrıca, uzun hançerleri, modası geçmiş pistolları ve doğulu olduklarını ispatlarcasına inci kabzalı büyük tabancaları var. Bağdaş kurmuş bir halde, neşeli müziğe ve dans eden Rumlara aldırmaksızın sessiz bir meditasyon hali içinde sigara üstüne sigara tüttürüyorlar.

Yolcu Mahkumlar

Teknenin mola verdiği ilk durak olan Yalova’da iki zaptiye, İzmit’e götürdükleri iki mahkumla gemiye bindiler. Bu adamlar aşağı tabakadan suçlular. Perişan görüntüleri Türk hapishanelerindeki tümüyle sağlıksız koşulların bir göstergesi. İşlenmemiş inek derisinden pabuçlar, çıplaklıklarını ancak örten elbiseler, aylardır tarak yüzü görmemiş saçları, sanki yedi yıldır sabun görmemiş yüz ve elleri ile belli ki Türk değiller çünkü mahkumlar temizliklerini yapmakta özgürler ve en azından Türkler dışarı temiz bir yüzle çıkmak isterler.

Zaptiyeler, birlikte çömelerek sigaralarını yaktılar ve mahkumlarını teknedeki her yere gidebilecek şekilde serbest bıraktılar. Aşağılık konumları yanı sıra perişan ve pis hallerini de umursamayan iki mahkum sağda solda sohbete başladılar. Bir batılı onlardan uzak durudu. Bu iki adam, gerçekten de gerek fizik gerekse zeka olarak en aşağılık canilere benziyorlardı. Benim bu tekneye binmeme neden olan çetenin üyeleri olabilirler. Ancak kimse onlara acıma ya da yargılama duyguları içinde bakmıyordu. Olasılıkla dünyanın hiç bir ülkesinde Türkiye’deki gibi yığınsal bir moral ve sosyal duyarsızlık yoktur.

Daha once sözünü ettiğimiz düğün hazırlıklarının yapıldığı köye yolcuları indirmek üzere bir kaç dakika durduğumuzda, tekneye bindiklerinden bu yana kımıldamadan duran dört-beş soğukkanlı Osmanlı ayağa kalkarak, biraz ingilizce bilen Robert Kolej’in bazı Ermeni öğrencilerine anlatacak olduğum, bisikletin çalışması ve mekanizmasını dinlemek üzere beni ön güverteye kadar takip ettiler. Öğrencilerin sorularına hiç ilgi göstermeden ve tek kelimesinianlamadıkları açıklamalarımı dinleyip bir kaç dakika makinayı sessizce inceledikten sonra, gelenleri karşılamak üzere gemiye doğru kürek çeken ve havayı müzikle dolduran kayıklar dolusu neşeli Rum’a da aldırmadan eski konumlarına, sigaralarına ve meditasyonlarına geri döndüler. Çalışan bir bisikleti görmeye ve düğün eğlencesinde bu yeniliği tanıtmaya arzulu Rumlar, benimle sohbet edebilecek birini bulup beni sahile inmeye ve bir sonraki İzmit gemisine kadar (üç gün sonraydı) misafir olmaya davet ettiler. Bu muteber görünümlü Rumların davetlerini isteksizce değil ancak kibarca reddettim. İzmit postası, Türkiye’deki her şey gibi salyangoz hızıyla hareket ediyordu, öngörülen saatten bir saat sonra yola çıkmış ve yolda bir kaç köye uğrayarak sadece 55 mil olan uzaklığı övgüye değer yavaşlıkla katedip, İzmit iskelesine vardığımızda saat öğleden sonra altı idi.

İzmit

219

Bütün kalabalığın iskele tahtasını geçmesini bekledikten sonra bisikletim ve elimde biletimle ilerlediğimde, billet toplayıcı “Beş kuruş, Efendi” dedi. “Ne için, beş kuruş” diye sordum. Yanıtyerine bisikleti gösterdi. “Bagaj”, diye açıkladım.

“Bagaj yok, kargo” diye cevapladı, ödeme yapmalıydım. İşin doğrusu daha once hiç bisiklet görmemiş ve kargo ya da bagaj olup olmadığını bilemiyordu. Ancak bir Türk görevli, nasıl bir yol izleyeceğine dair bir örneğe sahip değilse para toplanacak doğru yolu seçerdi, yoksa bu denli özgün olamazdı. Yine de bu tutumun nedeni, görevini yerine getirmedeki isteksizlikten daha çok çoğunun yaptığı gibi bir zimmet olanağı idi. Bilet toplayıcının talebini karşılarken birgemi adamı yaklaşarak bahşiş istedi. Bunu, bisiklete bir el attığı ya da böyle yapması istendiği için değil, dalgın bakışlarının arkasında ileri iyi gördüğü için istiyordu. Bir bisiklet, bu teknede daha once gördüğü bir şey değildi ama gelecekte bu tür şeyler yolcular arasında yayılabilir ve yerleştireceği bir bahşiş geleneği daha sonraları iyi gelir getirebilirdi. Bu nedenlesaygılı bir selam vererek “Beyefendi” dedi ve iki kuruş bahşiş istedi. Onun arkasından pasaport memuru geldi, (İstanbul’dan aldığım yolculuk) teskeremin dışında bisiklet için de özel bir pasaport istedi. Sanki bir bilmece çözer gibiydi çünkü bir bisiklet daha once kayıtlara hiç girmemişti ve parasal bir işleme denk düşmediğine gore olasılıkla amaç bahşiş talep etmekti. Ama kalabalık rıhtım aylaklarının ve tekneden inmiş ancak cadde boyunca bisiklet sürmemi sabırla bekleyen hayranlarımın hep birlikte, güçlü ve gürültücü bir protestosu bu isteği geri çekti. Memur korkup sinerken ben rahatlamıştım. Düşüncem, bütün günü İzmit’e varmak için harcadığımdan gemiden iner inmez hemen yola koyulmak ve kalacak bir yer bulmak üzere gece bastırıncaya dek sürmek idi. Ancak İzmit’in iyi insanları, düşüncesiz ve tehlikeli olduğunu söyleyerek yine seslerini yükselterek açıkça karşı çıktılar. Onların bu iyi niyetli ikazlarını dinlemeyeceğimi açıkça dışa vurunca, anlaşılabilir düzeyde ingilizce konuşan bir Fransızı aceleyle çağırdılar. Kendi adına konuşur, diğerlerinin his ve sözlerine tercüman olurken Fransız, günün bu geç saatinde çalıların ardındaki tehlikelere doğru yola çıkmamam konusunda beni doğrudan uyardı. “İzmit ve Ankara arasında çok kötü, oldukça kötü insanlar ve çok sayıda Kafkasyalı var” dedi, en kötülerinin İzmit yakınlarında olduklarını ve Ankara’ya ne kadar yaklaşabilirsem o denli rahat edeceğimi ekledi. Güneş de tepelerin ardında kaybolduğuna gore en uygunu sabah erken yola çıkmaktı.

Eşkiyalar

Son Osmanlı-Rus savaşı esnasında binlerce Kafkasyalı sığınmacı Anadolu’ya göç etmişti. Yerinde duramayan, gezgin bir yapıları, bir aile reisinin çalışkan ve olaysız yaşamına uygun değil. Bir çoğu köylerde aylak dolaşıp, kimsenin nasıl olduğunu bilmediği bir şekilde geçiniyorlar. Genel kanı, her türlü kötülüğü yapabilecekleri ve uzmanlıklarının at çalmak olduğu şeklinde. Eğer bu, geçerli ya da kârlı olmazsa hatta eğlenceli küçük bir değişiklik için bu Kafkasyalı boşta gezerler fırsatını bulunca bir yolcunun yolunu kesme olanağını da kaçırmamaktaydılar. İzmit halkı, soyulmamı engellemek için her türlü öneriyi getiriyordu. Saatkösteğim, rozetim ve değerli olduğu görüntüsünü veren her şeyimi saklamalıydım. Böylece yolda ya da köylerde karşılaşacağım Kafkasyalıların gizli heveslerini uyandırmayacaktım. Beni koruyacak planlardan biri de elbisemi bir Türk subayının düğme ve apoletleri ile süslemekti. Böylece diğer insanlar beni bir Kafkasyalı’nın ya da diğer bir suçlunun bile çatışmaktan çekineceği, hükümet görevlisi tam donanımlı bir zaptiye sanacaklardı. Bu son düşünceler özellikle de zaptiye kıyafeti konu Kafkasyalıları gerçekten uzak tutarken öte yandan Türkçe bilmeyen biri olarak her kasaba ve köyde başımı askeri yetkililerle derde sokacaktı. Hazır cevap fransız, birlikte Paşasının konutuna giderek, durumu anlatıp üniformaiçin izin istemeyi önerdi. Aşırı önerilerin gerksiz olduğu inancı içinde bu teklifi kibarca ancak kesinlikle reddettim. Macaristan’dan çıktığımdan bu yana bir çok böylesi ısrarlı ikazlar aldım ama bu tehlikelerin insanların sandığı ölçüde olduğundan şüpheliyim. Genel tavrın birlikte ya da korumayla seyahat etmek olduğu bir ülkede tek başına yolculuk etmenin belli tehlikeleri barındırdığının bilincinde olarak, yolculuğumdaki bu aşırı değişikliğin Asyalı düşünce tarzındaderin bir etki yapacağı ve düğmelerimin devletin altınından da olsa çekingen davranacakları konusunda tatmamıyla emin oldum. Bisikleti ilk kez gören insanlar üzerindeki geçmiş

220

gözlemlerime göre, bir bisikletli yüz yarda uzunluktaki bir güzel yolda iken Asya’nın en kötü başıbozuklarının arasına girerek yoluna devam edebilir.

Pilav

Gece burada kalmaya karar vererek, bir Ermeni tarafından işletilen yeterli derecede konforlu bir otel buldum. Orada yediğim bir akşam yemeğinde, bir çok hafta boyunca günlük menümün bir parçası olacak “pilav” adı verilen bir Asya yemeği ile ilk kez tanıştım. Pilav, görüntüsü değişmekle birlikte tüm Asya’da yapılan bir yemek. Temel olarak haşlanmış pirinç ancak günlük deneyimlerimde gördüğüm üzere değişik katkılar eklenebiliyor. Benim ve otel sahibinin az düzeydeki yabancı dil sıkıntımızı aşabilmek için yemekhaneye davet edilerek birçeşit kiremit fırındaki ateş üzerinde hafifçe kaynayan çok sayıdaki değişik kaba ve tencereye göz atmaya, böylece beğendiklerimi hizmetkâra göstermeye izin verildim. Bir çok çeşit içindetanıdık bir yemek göremeyince, otelin sundukları arasında pilavı tercih ettim ve gerçekten lezzetli buldum.

Fransız arakadaşımız bir bisikletin İzmit’e gelmiş olmasından oldukça mutluydu, büyük bir ilgiyle bana gençlik yıllarında kendisinin de tekerlekli araçlar kullandığını ve yaklaşık 18 yıl önce Fransa’dan ilk geldiğinde yanında getirdiği ön tekerleği arka tekerleğinden daha büyük olan bir velospit ile kentin yerlilerini şaşkınlığa uğrattığını anlattı. Geçmiş günlerden kalan buunutulmuş anı şimdi bisiklet üzerindeki bir adamı görünce anılarında canlanmış ve bu gece benim onuruma tekrar gün ışığına çıkmıştı. Sahibinden aktarılan bu anı ile velospit ve gündemdeki bisikletim kıyaslanarak iyi ve kötü yönleri anlatılıyordu… Çenebaz ve neşeli bu adam, birlikte geçen akşam yemeğinden sonra tombul ve anaç görünümlü karısını bisikleti görmesi için getirdi. Levanten Rum bir hanım. Kendi dili fransızca dışında kocası, yanlış ve yüzeysel ingilizcesini geliştirmesi için ona yardımcı olmuştu. Onun görmesi için kısa bir süre bisikletimle bir kaç kez ileri-geri gidip sonra da rahatça indiğimde , beni övmek isteyen hanımefendi ileri çıkarak, “Ne kadar güzel sürüyorsunuz, bayım” derken, övgülere katılmak isteyen kocası da “çok güzel, oldukça” diye ekliyordu.

Görüldüğü üzere Rumlar, İzmit Körfezi kıyılarının yaşam ve şiir kaynağı. Otelim denize karşıydı ve güneş battıktan bir kaç saat sonra yarım düzine kayığa doluşarak gecenin karanlığında şarkı söyleyen insanlar, kentin karşısında kürek çekiyorlardı. Güzel olan, suyun yumuşatıcı etkisiyle gevşemişler, havai fişek ve meşalelerle bu güzelliği daha da arttırıyor olmalarıydı. Akşamın erken saatlerinde, bana güzel noktaları gösteren kentin bir kaç sokulgan yerlisi ile İzmit’e ve çvresini kuşatan manzarayı hayranlıkla seyrederken oldukça etkilendim. Antik adı Nikomedia olan kent şu an 13,000 nüfusa sahip. Kent, yaklaşık 1,5 mil genişlğindeki İzmit Körfezi’nin en sonunda ve denize karşı bir hilal şeklinde konuşlanmış; aşağılar körfezin mavi suları ile yıkanırken zirvesi ve yanları yeşilliklerle çevrili, teraslanmış yamaçlar üzerine yapılmış evlerin bir çoğu beyaz boyalı. Karşı kıyının yeşil yamaçlarında birer beyaz benek gibi yer alan köylerden belirgin bir tanesi de Bahçecik. Bir kaç yıl once burada sanırım Robert Kolej’in bir kolu olarak bir Amerikan misyoner okulu açılmış. İster yumuşak bir yokuş isterse daha engebeli ve heybetli olsun bu güzel yörenin tüm yamaçlarının her mili, yeşil bir bitki örtüsüyle kaplı ve dağlarla sınırlanmış olağanüstü koylarını oluşturan körfezin suları ise koyu mavi. Parlak yeşil tepeler, danseden mavi sular vebeyaz boyalı köyler, Boğaziçi’nden (Marmara’ya çıktıktan) sonra en durgun koyu oluşturuyorlar. Sanırım hayatımda daha güzel bir yer hiç görmedim, bu güzel görüntünün ardındaki dağ korunaklı bu koy gemiler için ideal bir demirleme yeri. Geçen savaşta, bilindiği gibi Rus orduları İstanbul’a yöneldiğinde İngiliz donanması, Sultan’ın izni olsun ya da olmasın Çanakkale’yi geçme konusundaki ünlü emir almışlardı ve İzmit Körfezi’nin suları aylar boyunca gemilerin buluşma noktası olmuştu.

Asya’ya Doğru

221

Salı sabahı tan yeri ağarırken kalkarak, uyuklayan otel görevlilerini zorlukla bulduktan ve kahvaltı yapmak yerine soğuk bir yemeği paketledikten sonra bisikletime binerek kentin doğusınırına doğru pedal çevirmeye başladım. Yolda, Ankara’dan yeni gelmiş ve tiftik yünü getirmiş bir kervanın yanından geçtim. Yük katırları, minik bir kızak çanından ağırbaşlı bir sesveren iki galonluk demir işi bir çana kadar her boydan çanlar asılmış fistolu bir sicimle gayet güzel süslenmişlerdi. Bu çanlar müthiş bir gürültü çıkarıyorlardı. Adamlar, sanki başlıca görevleri gürültü yapmakmış gibi bağıra bağıra hayvanların donanımlarını çıkartıyorlardı ancak ben yanlarından sessizce geçerken, ortak bir karar almışlar gibi birlikte susarak sessizce göz dikerek, sanki başka bir dünyadan gelmiş olan beni selamladılar. Bir kaç mil boyunca kaba şose bir yol biraz engebeli ancak yine de bisiklet sürülebiliyor ve içerilere doğru miller boyu bisikletten inmeyi gerektirmeyen güzel bir yol haline geliyor. Yol, sıra dağların devamı olan ve İzmit Körfezi’ni de içeren bir çöküntü boyunca ve şimdi de benim yoluma her iki tarafta bir kaç mil mesafede parallel olarak devam ediyor. Güneydeki dağ sırası üzerindeki kimi zirveler heybetli yükseklikte. İzmit’ten dört mil sonrası çevre düz ve bataklık, daha sonrasında da arazi yükseliyor. Batak düzlük, yüksek arazi ve dağ yamaçları kestane, ceviz, diğer cins ağaçlar ve kendi çekiciliklerini katan yaban inciri fundası ile eğrelti otunun da dahil olduğu yoğun çalılıklarla kaplı. Yörenin her tarafı yoğun ağaçlıklarla kaplı. Yolda ilk geçtiğim köy nerdeyse tamamen ağaçlarla gizlenmiş ve evlerin çatıları yeşil bitki denizi üzerinde ancak görülebiliyor. Ekili meyve ve küçük sebze bahçeleri tamamen gizli kalmış ve eğer köylülerin tüm mal varlıklarını silip süpürecek bu sonsuz çalı ormanında bir yangın çıksa, nasıl yardım edileceğini kimse bilemez. İleride sağlığım açısından beni nelerin beklediği konusunda birinci deneyimimi sabahın ilk saatlerinde yaşadım. Peşimden gelen bir çift atlı, böğürtlen toplamak için durduğum bir anda yavaşça midelerini okşayarak ve başlarını iki yana sallayarak bana böğürtlen yemenin iyi bir şey olmadığını anlatmaya çalıştılar ve el kol hareketleri ile bana görüş mesafesi içindeki kötü yerleri gösterdiler. Bir kaç mil uzaklıklarla, yol kenarındaki küçük açıklıklarda bulunan hanlarda da İzmit ve İstanbul’dakiarkadaşlarımın itibarı sayesinde bir çok Kafkasyalı sığınmacı güvenliğim için kendilerini gösterdiler.

Kafkasyalı Göçmenler

Kafkasyalılara özgü koyu kumaştan uzun ceketler giyiyorlar, özel yapılmış kaval ve keselerle donanımlı göğüslerini iki sıra kemik ya da madeni fişeklik süslüyor. Hem çizme, hem mes, hem de benim makosenlerimin benzerini giyiyorlar. Başlarında ise İranlıların ulusal başlıklarına benzer kuzu yünü uzun siyah kumaştan bir başlık var. Çoğu çıplak ayak yalın bacak olan çevredeki gruplar içinde uzun ara en iyi giyimli ve en saygın görünümlüler. Kötü giyimli bir Kafkasyalı hiç görmedim. Görüntü olarak en güvenilir insanlar ancak bu evsiz ve genel olarak köydekilerin neredeyse tamamının boğaz kesen görünümlü olduğu Çerkes dağlıların kimilerinin gülümseyen dış görünümlerinin altında bir kötülük gizli. Eski kılıçlar, bıçaklar ve tabancalar bütün grubun ortak kuşamı...

Daha öğle olmadan tuhaf atım (bisiklet) hakkındaki meraklarını gidermemi bekleyenlerce üç kez mastika, konyak ve kahve ikram bahanesi ile yanaşıldım. Bu üç içki ve kaçınılmaz nargile dışında bu yol kenarı hanların sunduğu bir şey yok. Bir bardak suya eklenen bir kaşıkvişne şurubu ile benim yolculuğum boyunca en tercih ettiğim, serinletici bir şerbet yapılıyor. Zararsız ve şarhoş etmeyen bir içki...

Sapanca

Geçtiğim yol Ankara’dan tiftik, İzmit’ten çeşitli mallar getiren katır kervanlarınca sürekli kullanılarak ezilmiş bir yol. Deve kervanları yumuşak izler bırakır ancak daha önce bilgilendirildiğim gibi yörenin rahatsız edici sivrisinekleri nedeniyle yılın bu tehlikeli mevsiminde İzmit’e nadiren gelirler. Özel saldırı şekilleri, ağır yük taşıyan develerin hassas burun deliklerini istila etmek ve dikkatlerini dağıtmak hatta bazen ölüme sürüklemek şeklinde.Akşam yemeği için Sapanca’da mola verdim. Avrupa Türkleri’nin uysallık ve çocuksu güven

222

vericilikleri Anadolu’daki kardeşlerinde pek görülmese de Balkan Yarımadası’nda verdiğim birmoladakine benzer görüntüler. Bunun dışında, akşam yemeğimi yemekle meşgul olduğum kısa süre içinde bir köylü yanıma yanaştı ve bana yemek yemeği bırakarak nasıl bisiklete bindiğimi göstermemi istedi. Olumsuz yanıtlamamı engelleyeceği düşüncesi içinde hiç bir Avrupalı’nın ölümcül kolera tehlikesi olmadıkça yemeyeceği ancak Asyalıların güven içinde tükettikleri bir kaç yeşil elma sundu. Yemekten sonra beni ahırın üzerindeki bir odaya koymaya çalışan han sahibine, bir kaç not almaya çalışırken beni deli eden kalabalıktan kurtarmasını rica ettim on dakikadan az bir zaman içinde kapı açıldı ve köyün ileri gelenlerinden biri yürüyerek yaklaştı, ağırbaşlı ve etkileyici bir selam verdi. Kırım’da İngilizlerle savaşmış bir adamı aradı, çok az fransızca bilen bu adamın dediğine göre çevirmenlik yapsın diye yanında getirmişti. En hafif bir tereddüt göstermeden bana yazmayı bırakmamı ve aşağı gelerek bisikleti sürmemi istedi. Başarımı gördüğünde bir at ve bisiklet arasındaki faydaları kıyaslayabileceğini kurnazca ekledi. Asyalı karakterinin bu tuhaf özelliği, öğleden sonra bisiklet sürülemez bir yolda karşılaştığım bir kervan şefinin bisikletin binilecek bir şey olduğunu anladığında “Bin, bin!” sözleri ile bir kez daha karşıma çıktı. Kısıtlı Türkçemle “Mümkün değil, fena yol. Düz yol lazım.” diye yanıtladım. Değişen bir şey yoktu, adam ince bir şekilde, nasıl binildiğini anlayabilmek için onları takip etmemi ve yol düzeldiğinde binmemi istedi. Hiç bisiklet görmemiş ve bu olayın tanımsız ve puslu bir kavramolduğu bu özgün insanlardan tekrar tekrar bahsetmem belki de gereksiz.

Sapancalıların temel işleri zaman öldürmek ya da bir şeyler olsun diye beklemek gibi görünüyor. Elma ve armut bahçeleri boyunca çalılıklar arasına serpiştirilmiş ve ilgilenilmiyormuş görünüyor. Çoğu yaşlı ağaç ve şimdiki sahiplerinin ataları tarafından ekilmişler... Çapalanmamış ve bakılmamışlar, doğanın kendilerine bahşettiği şekliyle yetinmişler. Ağaçlıklar arasında, orada burada yosun tutmuş mezar taşları gözüküyor. Bağlarne çitlerle çevrilmiş ne de çalılarla sınırlanmış. Kısaca ormanaltı bitkileri Sapancalıların enerjileri için oldukça fazla... Yamaçların en üst noktalarında çalılıklar arasında koca ağaçlar ve çok sayıda küçük açık araziler görünse de etrafı sağlam bir yeşil duvar gibi engellenemez ormanlarla çevrili. Sapanca’nın minareleri ve eski bir geçit olmasa kişi kendini uygarlığın bir beşiğinde değil de sanki yeni bir yerleşim merkezinde sanabilir.

Demiryolu Sapanca’da son buluyor ve yolum şimdiye kadar karşılaştığım en kötü yola dönüşüyor. Eski araba yolunu izleyerek alçak bir dağ geçidine doğru uzanıyor... Geçidin zirvesinden yeşil örtülü vadinin görüntüsü içinde, orada burada beyaz minareler yeşilliklerdenyukarı doğru fırlıyor sanki yeşil bir denizden zıplayan fenerler gibiler. Köyler, yaklaşık 12 mil uzunluktaki bir vadinin yarısını kaplayan ve gün ortasında donuk bir şekilde parlayan bir göl boyunca dağların alt yamaçlarında nokta halinde yerleşikler... Rampa, batı taraftan daha da taşlık ve küçük bir vadiye iniyor, eğer büyük bir köy varsa tüm yaz boyunca seslerle doluyor olsa gerek. Geniş bir alana yayılmış kestane ve büyük eski çınarlar, bölünmüş yeşil kadife bölgeler ve izole kayalık alanlar oluşturmuşlar. Sakarya’nın kolu küçük bir çay, kayalık yatağı boyunca kıvrılarak ilerliyor. Ormanlarla kaplı dağlar, nerdeyse tam dik durumda bir vadinin etrafında yükselerek doğuya çıkan dar bir geçidi koruyorlar. Görünüşte ne bir insan ne de derenin şırıltısını bastıracak bir ses var… Bu akarsu kolunun rotasını doğuya doğru millerce takip ederek ve defalarca üzerinden geçerek sonunda Sakarya vadisine vardım. Dar vadinin aşağısında kimi yollar oldukça güzel ve bazı yerlerde vadi dağlar arasındaki yalnız bir boyun gibi büzüşüyor. En dar noktalardan birinde dağlar, nerdeyse dikey bir kaya görüntüsü veriyorlar ve burada Yunanlıların (Bizanslıların) Türklerin güneyden saldıracakları endişesi ile12. yy. civarında bir dönemde yaptıkları bilinen taş bir duvarın kalıntıları bulunmakta. Duvar dağdan ırmağa doğru uzanıyor ve masif bir işçiliği var, kervanların geçmesi için yapılmış bir kemerli geçitle kesilmiş. Bu boşluğu geçtikten hemen sonra, beni 3-4 mil takip ederek kendine göre nerede bisiklete binilip binilmeyeceğini söyleyen bir adamın bana eşlik etmeye başlamasıyla onurlandım. Öğleden sonra yaklaşık saat beşte eski bir taş köprü üzerinden Sakarya’yı aştım ve yarım saat sonra Geyve’ye vardım. Yaklaşık yedi mil genişliğindeki üçgen bir vadinin ortasında büyük bir kasaba. Mesafe ölçerim İzmit’ten buraya kırk milden

223

fazla gösteriyor. İlginç bir kırk mil oldu, eski geçidin üzerinden geçişimi, zirveden Sapanca’nın görünümünü hiç unutmayacağım…

1888, Kalman Thaly & Ignac Kunos

II.Ferench Rakoczi’nin hayatının tutkulu araştırmacısı-tarihçi Kalman Thaly 1888’de Rakoczi’nin İstanbul ve tekirdağ’daki hatıralarını araştırmak için hareket etti. Doğal olarak Rakoczi’nin annesi ve üvey babası Tökeli’nin yaşamlarının son yıllarını geçirdikleri İzmit kentine de uğramamazlık edemezdi. Bir günlük İzmit yolculuğu 5 Ekim sabahı başladı. Thaly,Türkçe bilmiyordu fakat üç yıldır Türkiye’de yaşamakta olan ve henüz 28 yaşındaki Türkolog İgnac Kunos bu yolculuğun değerli bir yardımcısıydı. Genç Kunos beş yıl süren Doğu gezisi sırasında Anadolu’da üç büyük yolculuk yaptı, Yunanistan’ı, suriye’yi, Filistin’i, Mısır’ı ve bazı balkan ülkelerini gezdi. Türk halk şiirlerini toplamaya karar veren ilk Avrupalı bilim adamı Kunos oldu ve daha sonra bir çok yabancı dile çevrilen ciltleri sayesinde Türkologlar da bunları uluslar arası boyutlarda tanıma olanağına kavuştu.

Trenle İzmit’e Yolculuk

Kunos ile Thaly İstanbul’un Anadolu yakasına, Haydarpaşa’ya vapurla geçtiler ve oradan İzmit trenine bindiler. Bu hat Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tek demiryoluydu. Tren, Erenköy, Kartal ve Gebze’ye uğradıktan sonra öğle sularında İzmit’e vardı. İzmit, Türk, Ermeni, Rum ve Musevi sakinleriyle 10-12,000 nüfuslu küçük bir kentti. Daha Erenköy’e uğradıkları zaman kendilerine uygun bir at arabası sağlanması için İzmit istasyon şefliğine telgraf çekmişlerdi. Oraya vardıklarında “lalelerle süslü bir Tatar arabası” bekliyordu. İçine “yün şilteler” yerleştirilmişti ve iki yolcu adet olduğu üzere bağdaş kurarak bu şiltelere oturdu. Tepedeki Ermeni mezarlığına doğru batı yönünde yol alarak kentin sokaklarını baştan sona geçtiler. Mezarlığın önünde onları “kocaman ak sakallı dinç bir Ermeni papazı ile saçları ağarmış bir mezarlık bekçisi” ayrıca daha birkaç yaşlı ile cıvıl cıvıl bir grup çocuk bekliyordu. “Eski Macar Kralı”nın mezarını görmek için Macaristan’dan gelen bu ziyaretçileri merak etmişlerdi. Papaz ile mezarcı, 60 yıl kadar önce, eski Ermeni mezarlığının kaldırılmasından sonra Tökeli’nin kemiklerinin (ve mezar taşının) yeni mezara nakledildiğini anlattılar. Kilise defterlerine göre Macarlar Tökeli’nin mezarını sınırsız süreyle satın almış olduklarından, kilise kurulu Tökeli’ninkemiklerini de yeni mezara naklatmeyi kendisi için bir yükümlülük saymış.

Tökeli’nin Mezarı

Mezarlığın güneydoğu kısmında yüzlerce yıllık iki dev çınar vardı. Ekip, bunlardan birinin denize doğru dallarının altında, İngiliz mezarlığında, Kuruc kralının mezarını gördüler. Zira 1888’de İngilizler, eski Macar Beyi’nin mezarının çevresine mezarlar açmaya başlamışlardı. Hatta son defa tam da Tökeli’nin mezarının yanında 1878’de ölen genç bir İngiliz denizcisininmezarı yapılmıştı. Tahly, hemen Kunos’un çevirmenliği ile “Macar Kralı’nın yattığı yere kim bakıyor” diye merakla sorunca, buranın iki sorumlusu şu cevabı verdi: “Buraya, O’nun yanınamezar açan İngilizler, beyefendi İngilizler…” Mezarlar, Macar ziyaretçilerin hayretini uyandırdığı gibi gerçekten de tamamen bakımlı ve korunmuştu. Tökeli’nin mezarının etrafındaki demir parmaklık, rengini daha koruduğuna göre ancak bir iki yıl önce boyanmış olmalıydı.

Ekip, mezarın beş-altı adım ötesinde Tökeli’nin eski çeşmesinin mermer teknesi ile dört köşe yontulmuş iki tepelik taşını buldular. Ne var ki Tökeli’nin kemikleri mezar taşının altında değildi. Hatta çeşmenin de yakınında değil ancak öteki çınar ağacının yakınında idi. Aslında mezar taşı da (daha önce) oradaydı fakat yaşlı mezar bekçisine göre daha sonra İngilizler kendi mezarlarını süslemek için oradan kaldırmışlardı.

Tökeli’ye iltica boyunca eşlik eden sekreteri Janos Komaromi’nin Güncesi kısa İzmit ziyaretinin sonuna kadar Thaly’nin elindeydi ve hem mezar taşını hem de küçük çeşmeyi

224

buna dayanarak bulmuştu. Mezarlıkta daha fazla kalamadılar çünkü geri dönüş treninin hareket saati yaklaşmıştı. Thaly, mezarı gölgeleyen çınardan ancak birkaç yaprak kopradı ve bunları Komaromi’nin Güncesi’nin arasına koydu. Sonra gene arabayla istasyona döndüler. İstanbul’un karşı yakasında bulunan Pera’ya (Beyoğlu) akşam geç saatlerde vardılar. Ertesi gün hemen Thaly’nin en önemli hedefi saydığı üç günlük Tekirdağ yolculuğu başladı. Bu yolculuktan az sonra Thaly Budapeşte’ye döndü fakat İstanbul’da kalan Kunos’a bir dizi görev bıraktı. İzmit gezileri sırasında fotoğraf çekme olanağı yakalanmadığından bunu gerçekleştirme işi Kunos’a kaldı. 23 Ekim’de Berggren adlı İstanbullu bir Fransız fotoğrafçı ileİzmit’e gidilecekti ancak kışın ağır bastırması yüzünden uzun bir süre yola çıkamadıkları için yeni yılın başında daha bu işi bitirememişlerdi. Nihayet 1889 yılı içinde fotoğrafları hazırladılar. 371

1890, Dr. Edmund Naumann

Alman jeolog Edmund Naumann (1854-1927), 1890 yılında Anadolu’da altı ay süren bir geziye çıktı. İstanbul’dan başlayıp İzmit, İznik ve Bursa üzerinden Diyarbakır’a kadar gitti. Buradan kuzeye yönelerek Erzurum ve Trabzon’a, buradan da gemi ile İstanbul’a gitti. Amacıgezip görmek değildi. Alman bankacı ve yatırımcıları için Anadolu demiryolları’nı incelemek ve ekonomik olanakları belirlemek amacıyla gelmişti. 1893 yılında Munih-Leipzig’de yayınlanan kitabında ekonomik verileri, istatistiki verileri ve yaşadığı olayları yansıtmakla kalmayıp, 19. yy. seyahatnamelerinde alışıldığı üzere görülmesi gereken her yeri, her kalıntıyı tarihi geçmişine de dayanarak anlatmıştır.372

Naumann, 1890 yılının Mayıs ayı başında o zaman Haydarpaşa’dan ancak Adapazarı’na kadar giden trene binerek, Riviera benzeri bir doğanın eşlik ettiği, zeytin, üzüm, incir, kiraz, kayısı, servi ağaçları ve çiçeklerle dolu bahçelerin arasında geçen yolun zevkini çıkartır. Körfez’de tablo gibi yelkenlilerle karşılaşır.

Gebze

Şimdiki adıyla Gebze olan antik Lybissa’da Hannibal’in mezarına rastladığını romantik bir dille anlatır, bir de gravür ekler. 373

İzmit

İzmit, 30,000 nüfuslu, köşk tarzı evleri ve resimlerdeki gibi Pazar meydanları olan güzel bir kenttir. Atla yaptığı bir gezide kentin güney ve güneydoğusunu da inceler. Hammer, Goltz ve Fellows’un sözünü ettiği ağaç denizini gezer. Yolda bir çok leyleğe rastlar ve yapıtında batıl inanca göre üstünde leylek yuvası bulunan bir evin yangından korunduğunu anlatır.

Adabazar

İzmit’ten yine trenle Sakarya istasyonuna gider, ordan da bir yük trenine binerek hattın sonu olan Adapazarı’na gelir. O zamanlar, 25,000 nüfuslu olan kentten temiz evleri, gül ve nar bahçeleri ile ünlü bülbül seslerine değinerek “seçkin bir kent” diye söz eder. Kentte var olan bir gazinoda tavandan aşağı sarkan renkli boncuklar, birkaç kuş kafesi ve müzikli bir saat dikkatini çeker. Dünya’nın bu ıssız köşesinde Bismarck’ın geri çekilişinin ateşli bir şekilde tartışıldığına şaşırarak tanık olur. Sakarya Irmağı’nın güzelliğinden etkilenir. Daha sonra da Geyve, İznik, Bilecik, İnegöl ve Bursa üzerinden yoluna devam eder.

371 Seres Istvan, age, s, 209-215

372 Ther Ulla, Naumann’ın Gezi Notları – Altın Boynuz’dan Fırat’a, Türkiyemiz Dergisi, s. 42, sayı 71, Ocak 1994(orj: Von Goldenen Horn zu den quellen des Euphrat: Reisebriefe, Tagebuchblätter, 1893 Oldenburg) 373 Öztüre, age, s. 170, dn. h, İstanbul 1969: Von Goldenen Horn zu den Quellen des Euphrat

225

1893, Vital Cuinet

Vital Cuinet, İzmit’in tarihi, coğrafi ve sosyoekonomik durumunu istatiksel olarak incelemiş, şehirde bulunan manastır, camii, şapellerin sayısını belirttikten sonra, Pantaleimon Manastırından, sarnıçtan ve kaleden birkaç cümle ile bahsetmiştir.374

Vital Cuinet Notları’nda Kocaeli ve Çevresi İstatiksel Verileri

Osmanlı Dönemi bir Fransız konsolosu olan Vital Cuinet’nin, 19. yy.’ın son yıllarındaki Osmanlı İmparatorluğu idari coğrafyası ve istatistiksel tanıtımı yanı sıra her eyalet hakkında rakkamsal açıklamalar içeren yapıtı, ilk olarak 1894 yılında Paris’te yayınlanmıştır.375 Konu çalışmanın dördüncü cildi olan “Vilayet de Constantinople et Mutessariflik d’İsmidt” yani Boğaz’ın Asya yakasını376 kapsayan “İstanbul Vilayeti ve İzmit Mutasarrıflığı” adlı bölümden, ilimiz ve çevresi ile ilgili bölümleri çevirerek sizlere sunmak arzusundayım. Açıklamalıyım ki her ne kadar o dönemde Şile ve Gebze, İzmit Mutasarrıflığı’na dahil olmasalar da ilimiz tarihi ile yakından ilgili olmaları nedeniyle bu yazıya dahil edilmişlerdir. Öte yandan bugün Kocaeli sınırları içinde yer almasalar da o günlerde İzmit’e bağlı olmaları nedeniyle Yalova ile Adapazarı ve çevresi doğal olarak yazının konusu içine katılmışlardır.

Gebze ve Şile

O yıllarda İzmit Mutasarrıflığı’ndan İstanbul Boğazı’na kadar olan arazinin tamamı İstanbul Vilayeti’nin Asya yakasını oluşturmakta idi. Belediye teşkilatı sınırlarını da oluşturan kent sınırları ise Kanlıca, Üsküdar ve Kadıköy’ü içine alırken Vilayet’in bu yakadaki kazaları ise Prens Adaları, Gebze, Beykoz, Kartal ve Şile idi.

Gebze ve Şile bölgenin önemli ticaret merkezleri arasında yer alırken Şile ve (Ksenophon’un Onbinlerin Dönüşü adlı yaptında Kalpe olarak bahsettiği)377 Kerpe, ağaç ürünlerinin başlıca çıkış noktası idi. Şile ve Gebze’nin ormanlık bölgeleri yanı sıra Tavşancıl ve Darıca’nın mineral su kaynakları, Yalova’nın Dağ Hamamları’nda yapılacak bir kürün ilk aşaması olarak tanınıyorlardı. Tavşancıl suları Türkler tarafından tercih edilirken, Darıca suları ise Rumların gözdesi idi. Dokuz gün süren buralardaki kürün ilk üç günü dinlenmek amaçlı olarak et ve hertürlü tuzlu yemeği yememek şeklinde geçerken sonraki üç gün her sabah büyük bir tas su içiliyor ve son üç gün ise günde üç kez maden suyu içiliyordu. Yiyecek olarak da yalnızca tuzsuz pilav eşliğinde tavuk yeniyordu. Sıklıkla, Yalova’nın termal sularına yıkanmaya gitmekyerine rejime tuzsuz pilavlı tavuk’a limon suyu katılmış çorba ve limonata ilave edilerek kür burada kum banyosu ile sonlandırılıyordu.

Bir çok kaynak ve dere Asya yakasını suluyordu ancak bunlardan antik adı Rhebas olan bir tanesi Argo Gemicileri destanında geçmesi nedeniyle önemli olan Riva Deresi idi. Bu akarsu,kaynağını Gebze’nin kazaları olan Belen ve Hereke arasında İzmit Körfezi dağlarından almakta ve kaynağını Kartal’ın kazası Erenköy yakınlarındaki Kayış Dağ’ın doğu yamacındanalan Paşa Deresi başta olmak üzere bir çok küçük kolun katılımı ile güneydoğudan kuzeybatıya doğru Asya yakasının tüm orta bölümünü kat etmektedir. Riva Deresi, Gebze veBeykoz kazalarında yaklaşık 70 km yol aldıktan sonra kendi ile aynı adı taşıyan köy yakınlarında Karadeniz’e dökülür.

Anadolu Demiryolu’nun İstanbul Vilayeti’nin Asya yakasındaki istasyonları ise sırası ile şunlardı: Haydar Paşa, Kızıltoprak, Göztepe, Erenköy, Bostancık, Tavşancıl, Hereke ve Yarımca. Bu hattın uzunluğu 73km 500’dir.

374 Cuinet, La Turquie d’Asie; Géographie Administrative Statistique Déscriptive et Raisonné de Chaque Province d’Asie Mineure, Vilayet de Constantinople et Mutessariflik d'Ismidt, İstanbul 2001 375 Y.U.: Ülkemizdeki son baskısı ise 2001 yılında Fransızca olarak 2001 yılında yapıldı 376 Y.U.: Yazar bölge için “Asya Kordonu” tabirini kullanmakta 377 Y.U.: Ayrıntılar için bkz “Tarihöncesi ve Helenistik Dönemde Bithynia” adlı eserimiz

226

İzmit Körfezi’nden İstanbul Boğazı’na kadar olan bölgede başlıca tepeler Yelken Dağ, bugün Aydos denilen kartal anlamındaki antik Aetos Dağı (rakım 530m), Kayış Dağı (460m), ikisininarasındaki Maltepe, biraz doğusunda küçük ve büyük Çamlıca (202m ve 240m) olarak bölünmüş Bulgurlu dağı. Üsküdar’ın 20 km kuzeydoğusunda İzmit Sancağı’ndakilere benzer şekilde yoğun olarak meşe, kayın ve köknar ormanları ile kaplı ve rakımı 206, 225 ve 250 m arasında değişen Alemdağ.

Hereke Fabrikası

Hereke fabrikasında üretilen ve çatma adı verilen kumaş genellikle sofaları örtmek için kullanılır ve sipariş üzerine her mobilyanın tam ölçüsüne uygun yapılır. Desenler kadife görünümlü büyük çiçekler olup kumaşı çok yumuşak ve kalındır. Altın ya da gümüş daha az kalın nakıştan bir fon üzerinde canlı renkler dağılılır, böylece oldukça zengin etkili kabartma ve derinlikler oluşur. Gizli tutulan üretim işlemleri görüldüğüne göre yavaş ve titizlikle gerçekleştiriliyor. Sınırlı olarak ılımlı olsa da Çatma’nın fiatı yüksektir ve bu kumaş, diğer her cins ve genelde uygun fiatlı türk ürünlerine aykırı bir şekilde piyasaya pek sürülmez. Hereke’nin lüks kumaşları olan nakışlı satenler, antik parıltılılar, nakışlı çiçekciklerden oluşan uzun çubuk sıralı kumaşlar da bir o kadar dikkat çekici, canlı görünümleri, şıklıkları, renk ve kumaşın dayanıklılığı çok yüksek olmayan fiatının hakkını veriyorlar.

Yukarıda konu yapıttan özetlediğim genel notlardan sonra Cuinet, Gebze hakkında şöyle devam ediyor:

Gebze Kazası

Konumu, sınırları – Gebze kazası, Asya yakasının güneydoğusunda yer almaktadır. KuzeydeŞile kazası, doğuda İzmit Mutasarrıflığı, güneyde Marmara Denizi ve İzmit Körfezi ve batıda Kartal kazası ile çevrilidir.

Yönetim – Gebze ve Darıca olmak üzere iki nahiyeye ayrılmış olup 42 kasaba, köy ve küçük yerleşimden oluşmaktadır.

Yetkililer – İstanbul vilayetine bağlı bir kaymakam ve doğrudan ona bağlı bir Darıca nahiye müdürü bulunmaktadır. Bu her iki görevliye yürürlükteki genel kurallar uyarınca seçilmiş ve vilayetin onayına sunularak atanmış birer kurul yardımcı olmaktadırlar .

Kaza nufusu – Gebze kazasının toplam nufusu aşağıda gösterildiği üzere 19,250 kişidir:

Erkek KadınTopla

mMüslümanlar

7,000 5,300 12,300

Çeşitli (Müslüman Bulgarlar ve Çerkesler) 900 800

1,700

Ortodoks Rumlar 2,650 2,450

5,100

Yabancılar 100 50

150

Toplam10,650 8,600

19,250

19,250 kişilik bu nüfus Gebze, Darıca, Hereke, İmparatorluk (İpek, Halı, vb.) Fabrikası, Tuzla ve diğer 38 köyü kapsamaktadır.

227

Merkez – Kaza ve Nahiye merkezi olan Gebze, kaymakamın ikametgahı, şeri ve başkanlığınıbir naib’in yaptığı bedayet (modern hukuk) mahkemelerinin ve çeşitli kamu hizmetlerinin verildiği bir yer olup 27° 7´ boylam ve 40° 46´ enlem’de, Anadolu demiryolu Gebze istasyonunun 2,5 km kuzeydoğusunda, Haydar Paşa Garı’nın 44 km 250 güneydoğusunda ve İzmit Garı’nın 46 km 250 doğusunda bulunmaktadır. İzmit Körfezi kıyısındaki nahiye merkezi Darıca ile Gebze arasındaki yaklaşık güneybatıdan kuzeybatıya doğru olan uzaklık 11 km’dir.

Merkez nüfusu – Yukarıdaki kaza nüfusu içinde yer alan Merkez Nahiye Gebze’nin 6,030 olan nüfus dağılımı şöyledir:

Erkek KadınTopla

mMüslümanlar 2,250 2,050 4,300Ortodoks Rumlar 900 800 1,700Çeşitli 30 --- 30

Toplam 3,180 2,850 6,030

Gebze, Sultan Orhan zamanından bu yana Türklere aittir. Burası Romalılardan kaçan Hannibal’in sığındığı eski Lybissa’dır. Romalılar tarafından takip edilip burada sıkıştırılan Hannibal, ellerine canlı geçmemek için kendini zehirlemiştir. Demiryolu kenarında olasılıkla onun mezarı olan bir tümülüs görünmekte. Demiryolunun yapımı esnasında bilimsel bir amaçolmaksızın çok yüzeysel olarak kazılmış. Tümülüsü saran ağaçların altında bir atın kemikleri bulunmuş ve bu nokta daha önce kullanılmış ve buraya bırakılmış taşlarla kapatılmış. Bu buluntu bir işaret olabilir.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde, onun vezirlerinden biri olan Çobanoğlu Mustafa Paşa, Gebze’ye duvarları mozaik ve çeşitli renklerdeki değerli mermerler üzerinde kufî yazıtlarla süslü çok güzel bir cami yaptırmış. Bu dini yapıya 1 medrese yani hukuk ve din bilimi fakültesi ile yoksul öğrenciler ve diğerlerinin ikameti ve beslenmesi için 1 imaret eklenmiş. Birçok han ve otelcik kentin çeşitli mahallelerine dağılmış, aynı şekilde abidevi çeşmeler de gerikalanı kaplamış. Mimar Sinan’ın (?) bu görkemli yapıları hala ayakta. Sanatsal açıdan çok azzarar görmüşlerse de işlevsel açıdan aynı durumda değiller, bazı çeşmelerden artık su akmıyor. İmaretin ocakları hasarlanmış, mutfak bunun sıkıntısını çekiyor. Caminin kütüphanesindeki kıymetli Buhara eski el yazmaları kurtların ziyaretine uğramış.

Okullar – Gebze kazası ve kentinin okul sayısı 112 olup 10 öğrencili 1 medrese, 160’ı erkek 60’ı kız olmak üzere 220 öğrencili 4 ortaokul, 1,656’sı erkek çocuk ve 515’i kız çocuk olmak üzere 2,171 çocuğun okuma-yazma, sayma’nın yanı sıra temel dini bilgilerin öğretildiği107 ilkokulu kapsamaktadır. Dolayısı ile Gebze kazasında üç düzeyde verilen öğretim aşağıdaki gibi 1,829’u erkek, 575’i kız çocuk olmak üzere 2,401 öğrenciyi içermektedir:

Topluluklar Öğretim Düzeyi OkullarÖğrencilerErkek Kız

Müslümanlar 1 medrese (Gebze’de), 1 10 --24 ortaokul (Gebze’de), 24 60 109 Gebze’de, 1 Darıca’da, 3 Hereke’de, 1 Tuzla’da, 50 diğer 38 köyde olmak üzere 64 ilkokul 64

1,010 235

Ortodoks 2 ortaokul (Gebze’de) 2 100 50

228

Rumlar4 Gebze’de, 3 Darıca’da, 2 Tuzla’da, 2 Hereke’de, 30 diğer iki köyde olmak üzere41 ilkokul 41 616 220

Katolikler Hereke’de 1 karma ilkokul (iki kez sayıldı) 2 30 60

Toplam… 112

1,826 575

Genel Toplam: 2,401öğrenci

Gebze kazasının üretimi, tarımı, ticareti İzmit Mutasarrıflığı ve İstanbul kentinin yoğun üretimleri arasına karışmaktadır. Darıca Nahiyesi

Konumu – Nahiye merkezi Darıca, müdürün ikametgahı, bir çok kamu hizmetinin verildiği yerolup Marmara Denizi kıyısında, İzmit Körfezi girişinde, İzmit’in 48 km batısında, Gebze’nin 11km güneybatısında ve eski bir limandı. 1423 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından alınana kadar Bizans döneminde bu limanı bir kale koruyordu. Bugün harap haldeki bir kuleden378 başka kalıntı yok.

Darıca’nın mineral suları oldukça gözde. Gerek Yalova’nın (İzmit Sancağı) termal suları gerekse buradaki kum banyosu kürlerine hazırlık olmak üzere yine Gebze kazasının demiryolu üzerinde ve 15 km daha doğudaki bir başka kasabası olan Tavşancıl gibi buraya her sene gelinir. Bu kürler yukarıda özetle anlatıldı. Darıca’nın sofra şarabı, Gebze’nin beyazüzümleri, her cinsten meyve ve sebze oldukça bol ve İstanbul’da rağbet görüyor.

Hereke – Hereke’deki İmparatorluk ipekçilik ve diğer lüks kumaşlar fabrikası, Anadolu demiryollarının aynı adı taşıyan istasyonun yanında, Hereke istasyonu ise Haydarpaşa istasyonunun 69 km 750 doğusunda, Gebze istasyonunun 19 km 500 doğusunda ve İzmit istasyonunun 27 km 250 batısında bulunmaktadır. Aynı adı taşıyan kasaba ise yaklaşık 5 kmsolda yani Hereke istasyonunun kuzeyinde yer almakta. Fabrikanın oldukça geniş binalarında yerleşik yönetici personel, vb.’nin dışında işçiler de fabrika kapıları çevresinde toplanmış, kamu ve demiryollarının hizmetleri ile yararlı ve gerekli her türlü malzemenin uygun fiyata bulunduğu birkaç mağazanın yanı sıra hoş bahçelerle çevrili bir çeşit dağ evlerine benzer güzel evciklerde oturuyorlar.

Fabrikanın bu güzel köycüğündeki işçi ve diğer Hereke kasabasında toplam yerleşik nüfus, aşağıda gösterildiği üzere yaklaşık 2,000 kişiye ulaşıyor:

Müslümanlar 1,700Ortodoks Rumlar 200Yabancılar 100

Toplam 2,000

Hereke Fabrikası, belirlenmiş vadelerde en şatafatlı döşeme ve giysi kumaşları ile buradan Paris’e, Lyon’a, Şam’a, Halep’e ve İran’a ihraç edilen her cinsten en pahalı halıları

378 Y.U..: Bugün restore edlmekte olan Eskihisar

229

üretebilmekte. Aynı zamanda modern sanayinin gelişmeleri özümsenirken Türkiye’nin ulusal zenginlikleri olan geçmiş zamanların değerli üretim yöntemleri özenle korunmaya çalışılıyor.

Şile Kazası

Konumu, Sınırları – Şile kazası Asya yakasının kuzeyindedir. Sınırları, kuzeyde Karadeniz, doğuda İzmit Mutasarrıflığı, güneyde Gebze kazası ve batıda Beykoz kazası ile çevrilidir.

Yönetim yapılanması – Bu kazanın hiç nahiyesi olmayıp 84 köye sahiptir.

Yetkililer – İstanbul kenti vilayetine bağlı bir kaymakam tarafından yönetilmektedir. Bu memura, yürürlükteki genel kuralları uyarınca seçilmiş bir kurul yardımcı olmaktadır.

Kazanın nüfusu – Şile kazasının toplam yerleşik nüfusu 19,750 olup dağılımı şu şekildedir:

Erkek Kadın Toplam

Müslümanlar 7,600 7,200

14,800

Müslüman Bulgarlar (Pomak ve Çerkesler) 800 150

950

Ortodoks Rumlar 1,648 1,552

3,200

Gregoryen Ermeniler 400 400

800

Toplam 10,429 9,302

19,750

Merkez – Kaymakamın ikametgahı ve çeşitli kamu hizmetlerinin bulunduğu, kaza ile aynı adı taşıyan merkez, Şile Burnu’nun doğu ve kuzeydoğu rüzgarlarından koruduğu doğal bir limanın dibinde, Hecelidere’nin ağzında ve Karadeniz kıyısındadır. Kerpe Burnu (Ksephenon’un Kalpe olarak adlandırdığı) yaklaşık 30 deniz mili doğudadır.

Küçük Şile limanı, çok büyük bir öneme sahip olmasa bile kısmen kendi tekneleri kısmen de doğudan batıya bir çok denizci kasabanın İstanbul ve İstanbul Boğazı yönüne yük almaya gelen tekneleri ile sürekli doludur. Yükler, Hecelidere vasıtasıyla Ağaç Denizi’nden getirilen yakacak odunu, inşaat odunu, kömür, tahta, vb.’dir. Gerçekte, bu büyük orman bölgeleri denizden pek uzak olmamalarına rağmen güçlü bitki örtüleri ile bir çok eyaletin içerlerine uzanmaktadırlar.

Merkez nüfusu – Şile kasabasının yerleşik nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 1,500 kişidir.

Erkek Kadın Toplam

Müslümanlar 420 380 800Müslüman Bulgarlar (Pomak ve Çerkesler) 150 50 200Ortodoks Rumlar 200 150 350Gregoryen Ermeniler 75 75 150 Toplam 845 655 1,500

Okullar – Şile’nin ve kazanın okulları, aşağıda görüleceği üzere 10 öğrencili (softa) 1 medrese, 100 erkek ve 20 kız olmak üzere 120 öğrencili 3 ortaokul, 2,750 erkek ve 650 kız olmak üzere 3400 öğrencili 157 ilkokul, toplam 161 adettir.

230

Topluluklar Öğretim Düzeyi OkullarÖğrencilerErkek Kız

Müslümanlar 1 medrese (Şile’de), 1

10 -

1 lise (Şile’de), 1 50 -

Şile’de ve diğer 84 köyde olmak üzere 87 ilkokul 87

1,700

100

Ortodoks Rumlar

2 ortaokul (Şile’de Hisar sokağı ve Koyuncu sokağı’nda) 2

50

20

Ağaçlı’da 1 ilkokul 150 -

Yeniköy’de 1 ilkokul 1 - 120

Bekirköy’de 2 ilkokul 2 120

100

Diğer 30 köyde 41 ilkokul 41 630

230

Ermeniler15 köyde 25 ilkokul 25

150

100

Toplam… 161

2,680

670

Genel Toplam: 3,530 öğrenci

İzmit Mutasarrıflığı

İstatiksel Anlatım

Yapısı – İzmit Mutasarrıflığı ya da Sancağı toprakları Grek ve Latin yazarların Bithynia olarakadlandırdıkları ülkenin büyük bir kısmını kapsamakta. Osmanlı döneminde de Hüdavendigar eyaletinin güçlü sancaklarından biri olmuş ve 1867 yılında hala eski adı Koca-ili ile bu konumunu koruyordu. Şu anki yönetim şekli oluşturulurken bu eyaletten ayrılmış ve İstanbul vilayeti sınırlarına dahil olmuş ancak 1888’de ayrılarak doğrudan İçişleri Nezareti’ne bağlanmıştır.

Konumu, sınırları – Bu mutasarrıflık Türkiye’nin kuzeyinde, 26° 35´ ila 28° 37´ boylamları ile 40° 13´ ila 41° 15´ enlemleri arasında yer almaktadır. Kuzeyde Karadeniz, doğuda Kastamonu vilayeti, güneyde Bursa vilayeti ve batıda İstanbul vilayetinin Asya yakasındaki toprakları ile çevrilidir. Sınırları içinde, güneybatıda Marmara Denizi’nin bir parçası olan İzmit Körfezi bulunuyor. Bu körfez antik dönemde sırasıyla Olbia, Astacus ve sonunda bugün bile bazen anıldığı Nikomedia adlarını taşımış.

Yüzölçümü – İzmit Mutasarrıflığı’nın toplam yüzölçümü 12,050 km karedir. Bu yüzölçümün kazalara dağılımı ise şu şekildedir:

İzmit Merkez Livası

1,500 km kare

Karamürsel 2,125 km

231

Kazası kareAdapazar Kazası

1,925 km kare

Kandıra Kazası 3,500 km kare

Geyve Kazası 3,000 km kare

Toplam 12,050 km kare

Yönetim Yapılanması – İzmit mutasarrıflığı, sivil yetkililerin bulunduğu merkez olan 1 merkez-liva ile 4 kaza ve 12 nahiye ayrılmıştır. Toplam 606 köye sahiptir.

Askeri Yapılanma – İzmit mutasarrıflığı askeri açıdan merkez karargahı İstanbul’da bulunan Birinci Ordu’ya bağlıdır. Bu ordu imparatorluk muhafız birliğini oluşturmakta. Bu sancakta aktif askeri (nizam) garnizonu yok ancak 8 redif (yedek asker) taburu merkezi bulunmakta. Sancaktaki çeşitli Redif Dairelerinin sürekli karargahları bulunmakta olup subayları da seferberlik ve gözden geçirme kurulları üyesidirler. Her sene iki redif sınıfı, senf-i mukaddem (öncü birlikler) ve senf-i tâli (geri birlikler), sırayla birer ay talime çağrılırlar. İzmit mutasarrıflığı düzenli birlikler (nizam) için yılda 1,500 asker adayı sağlamakta, bunlardan bir kısmı gereksinim duyulan sayıda derhal bayrak altına çağrılırken, geri kalanı evlerinde askeriyetkililerin emrine hazır beklerlerdi. Kamu düzeni jandarma ve polis tarafından sağlanmakta.

Yönetsel Yetkililer – İdari yetkililer şunlardır: Sancak yöneticisi olan mutasarrıf, kaza yöneticileri 4 kaymakam ve nahiye yöneticileri olan 12 müdür. Akyazı müdürünün sıfatı yalnızca onursaldır. Adapazarı kazasındaki Ab-sofu birkaç kez nahiye ünvanını almış olsa dauzun bir süredir bu ünvanını yitirmiş durumdadır, burada da onursal anlamda bir müdür bulunmaktadır.

Dinsel Yetkililer – Müslümanlar için dini yetkilier sancağın, kazanın ve nahiyelerin merkezlerinde ikamet eden müftiler ve naibler ile camilerde imamlardır. Başpiskoposluğa bağlı Ortodoks Rumlar için dini yetklili İzmit’te ikamet eden bir piskopos olup Gregoryen Ermenilerin de aynı şekilde bir piskoposları olup ayrıca Bağçecik ve Adapazar’da ona bağlı iki vikar (yardımcı papaz) vardır. Az sayıdaki Katolik ve Protestan Ermenilerin ise çeşitli yerleşimlerde papaz ve misyonerleri bulunmaktadır. Latin Katoliklerin de İzmit’teki Assomption Augustinleri misyonunun379 pederleri vardır. Son olarak da Yahudilerin İzmit’te birhahamları vardır.

Mahkemeler – Her kaza merkezinde birer naibin başkanlık yaptığı bir bedayet (modern hukuk) ve bir şerî mahkeme bulunmakta. İzmit’te sivil ve ceza mahkemelerine bir naib başkanlık ederken Adapazarı’nda da bir müftü şerî mahkemenin başkanlığını yapmaktadır. İzmit’te bir de savcı yardımcısı bulunmaktadır.

Jandarma, Polis – İzmit mutasarrıflığı jandarmasına her ikisi de İzmit merkezde yerleşik bir albay ve bir binbaşı komuta ediyor. Kamu düzeni ve güvenliği bir komiser komutasındaki yaya ve atlı bir jandarma jandarma müfrezesi, zaptiyeler ve polis memurları tarafından sağlanıyor.

Posta ve Telgraf – Posta ve telgraf idaresinin, sancağın çeşitli yönetim bölgelerinin merkezlerinde posta acentalıkları var. Ayrıca bu sancakta uluslar arası hizmetler için Türkçe ya da Fransızca telgraf alınabilip gönderilebilen 3 adet (İzmit, Sapanca, Geyve) ve ülke içi hizmetler için yazışmaların yalnızca Türkçe yapılabildiği 4 adet (Adapazarı, Kandıra, Ağaçlı [İncirli] ve Taraklı) olmak üzere toplam 7 telgraf istasyonu bulunmaktadır.

379 Y.U.: Sonraları Üssü Bahri olarak kullanılan bugünkü Defterdarlık Misafirhanesi. Kompleksin kilisesi, 19. yy’daAzize Barbara Kilisesi olarak adlandırılıyordu.

232

Nüfus – Titizlikle kontrol edilmiş son sayıların sonuçlarına göre İzmit mutasarrıflığının toplam nüfusu 222,760’dır. Aşağıdaki tablo bu nüfusun topluluklara ve kazalara göre dağılımını göstermekte:

MüslümanlarOrtodoks Rumlar Ermeniler

Yahudiler

Çingeneler

Kaza Toplamı

Yerliler Göçmenler Gregoryen KatolikProtestan

Kazalar Yerleşikler Göçebelerİzmit 17,048 - 1,175 14,890 17,770 390 390 2,500 - 54,163Karamürsel 9,400 - 600 10,151 3,875 - - - - 24,026Adapazar 4,000 45 7,329 2,997 12,810 - 1,410 - 1,007 59,598Kandıra 36,000 95 2,357 6,276 5,101 - - - - 49,829Geyve 20,766 190 710 6,481 6,752 - 137 108 35,144Topluluk ya da kökene göre toplam 117,214 330 12,171 40,795 46,308 390 1,937 2,500 1,115

Genel Toplam 222,760

Müslümanlar – Yukarıdaki tablonun gösterdiği üzere İzmit Sancağı Müslümanları başlıca üç gruba ayrılıyorlar: Birinci grup yerleşik yerliler ki hem bu topluluğun hem de toplam nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlar, ikinci grup göçebe yerliler ki artık kaybolarak yerleşik nüfusun içinde erimekteler ve nüfusun artık ancak 1/400’ünü oluşturuyorlar, üçüncü grup ise sığınmacılar (göçmenler) olup bunların hepsi yerleşiktir.

Yerleşik Yerli Nüfus – Yerleşik yerli Müslümanlar, çoğunlukla 1326’da Nikomedia (İzmit) ve çevresini fetheden Sultan Osman dönemi Türklerin ardıllarıdırlar. Bu fatihlerin torunlarına gerek o dönemde gerekse daha sonraları bu fatihin dinini kucaklayan çok sayıdaki Rumları ve diğerlerini bağlamak gerekir. Bu gruba son olarak da hükümetin zorlukla da olsa vahşi iç güdülerini, yeteneklerini kullanmaya döndürerek zirai ve askeri alanlarda başarılı çalışmalarayönlendirmeyi başarabildiği ve bu andan itibaren de değerli ve sayıca çok olan üçüncü bir topluluğu eklemek gerekir. Bu üçüncüler, Ruslar nedeniyle ardı ardına Türkiye’ye göç etmiş yabancı Müslümanlardan oluşmaktadır. İlk gelenler, 1851 yılında Kırım’dan göç etmiş Tatarlardı. Diğerleri ve daha önemlileri 1855 yılından başlayarak 1864 yılına kadar Avrupa Türkiye’sine380 bu tarihten sonra da 1866 yılına kadar Asya bölümüne geçen Çerkes göçmenleri idi. Oldukça yumuşak, uyumlu ve tarlalarda çalışmaya alışkın Tatarlar, hemen yerleşerek iklime uyum sağlamışlar ancak Çerkeslerin asimilasyonu zahmetsiz olmamıştır. Çerkesler, uzun bir süre geçimlerini çalışarak kazanmaktan kaçınırken, onlara dağıtılan topraklar epey bir zaman ekilmeden ya da pek az ekili halde kalmıştı. Yeni Çerkes köyleri komşuları için sürekli endişe ve içlere yerleşen korku sebebi olurken yerel yetkililer için de her çeşit sıkıntının kaynağı olmuştu.

Bugün Çerkes nüfusunu Müslüman topluluğun diğer üyelerinden ayırt edecek hiçbir değişkenlik yok, tamamı ile asimile olmuşlar. Bir Çerkes köyünü her seferinde kesinlikle temiz çevresi, bakımlı kamu yolları, evlerini avluları, tahıl ambarları, etraftaki tarlaların bakımlı ve gelişmiş ziraatinin oluşturduğu hoş görünümü ile tanımak mümkün. İzmit mutasarrıflığının en güzel çiftlikleri, Vezirçiftliği’nde olduğu gibi işin uzmanlarının önerileri ile yatırım yapan ve modern tarım teknikleri uygulayan İstanbullu zenginlere ya da Çerkes köylerinde görüldüğü gibi bilimsel tarımın ve pahalı zirai aletlerin eksikliğini akıllı, titiz ve iyiyi yapma arzusu içeren bir çalışma ile nasıl tamamlayacaklarını bilen sakinlerine ait.

Çerkesler öte yandan orduda iyi hizmet verme becerilerini de geliştirmişlerdir. Askeri eğitimlerinde öylesi ilerleme sağlamışlardır ki imparatorluk muhafızlarının seçkin birlikleri arasında örnek olmuşlardır.

380 Y.U.: Yazar, Osmanlı’nın Avrupa’daki (Balkanlar’daki) topraklarını ima ediyor.

233

Göçebe Yerliler – Toplam sayıları 330 olan Adapazar, Kandıra ve Geyve kazalarının göçebe Müslüman yerlileri, Uludağ’dakiler gibi Şelçuklularla aynı kökenden olan Türk boylarının ardıllarıdır ki şimdi barışçı kâhinler olmuşlardır. Ahlakları, görenekleri ve giysileri kesinlikle onlarınkinin aynısıdır.

Sığınmacılar ya da Muhacirler (Göçmenler) – Sığınmacılar, son Osmanlı-Rus savaşı sonrası daha önce Osmanlı’ya ait olup da Rusya’nın ve Romanya’nın eline geçen ya da Lazistan, Dobruca, Bulgar Prensliği ve Doğu Rumeli gibi özerk bölgelerden göçenlerdir. İzmit mutasarrıflığındaki toplam sayıları 12,171’dir. Bu göçmenlerin sayıları, haksız anlaşma şartlarının, bu insanları kendi anayurtlarında kurbana dönüştürmesinin tetiklediği bir hareketle sürekli artmaktadır. Bu hareketin sürekliliği Türkiye’de bu göçmenlere varışlarıyla birlikte geçici bir barınak, ekmek, giysi sağlayacak bir özel yönetim gerekliliğini yaratmıştır. Çünkü bir çoğu İstanbul’a hiçbir olanakları olmaksızın çok acınası bir durumda gelmekteler. Yerleşecek yeni köy belirlendiğinde, onlara devlet hesabına ulaşım ve beslenme olanakları, varış noktasında da geçici barınak, yapı malzemeleri, hasata kadar ekecek, yiyecek ve giysi sağlamak gerek. Tek kelime ile her şey gerekli.

Tüm bu Rumelili, Bulgar ve Laz göçmenler çok çalışkanlar. Çoğu çiftçi ancak zorunluluk sonucu bir çoğu hemen bir geçim kaynağı bulmak çabası içinde kalmışlar. Böylece Bulgarlar kimi ormanlarda ilkel hızar tesisleri kurmuşlar ve kereste ticareti yapıyorlar, Rumeliler küçük arabalarla eşya taşıma hizmetleri kurmuşlar, vb. Özetle bu göçmenler devlet için geçici bir yük ve bulundukları ülke için mutlu bir kazanç. Hükümdarın esirgemediği ısrarlı ilgisi ve resmiyardımlar yanında özel katkılar da yapılıyor. Sabanca’nın (Sapanca) 1 km dışındaki 300 haneli bir köy Müslüman Batum göçmenlerinden oluşuyor. Kendisi de Laz bir göçmen olan Osmanlı eski Bayındırlık Nazırı ve bugünkü İzmir Valisi Hasan Fehmi Paşa, hepsi çiftçi olan bu köyde masraflarını kendisinin karşıladığı güzel bir cami ve iyi donatılmış bir okul inşa ettirmiş.

Ortodoks Rumlar – Sancak’ın toplam nüfusunun beşte birinden biraz daha az nüfusa sahip Ortodoks Rumlar, büyük olasılıkla otokton halkların ya da en azından Bithynialıların doğrudan ardılları. Onları, Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer Rumlarından ayıran tek bir özellik, bir çoğunun kendi dillerini bilmedikleri gibi Adapazar ve Geyve kazalarında hakim dil Türkçe’yi bile kullanmayıp Ermenice’den başka dil konuşmamaları.

Ermeniler – Gregoryen adı verilen inanca bağlı Ermeni toplumuna Protestan Ermeniler de hala dahil edilseler de aslında onların ayrıldıktan sonra eski inançlarına geri dönmek niyetleriyoktur. İzmit mutasarrıflığının yaklaşık ¼’ünü teşkil eden bu toplumun fazla bir temsiliyeti yoktur. Nüfus olarak kalabalık olsalar da eskiler arasında sayılmazlar. Bölgeye gelişleri, ülkelerini bir süre ele geçiren Pers kralı Büyük Abbas’ın tiranlığından kaçtıkları 1608 yılından öteye gitmez. Hepsi zengin, ticarette uzman ve çalışkan zanaatkarlar olan bu topluluk, sonradan yerleştikleri her köye veya kente yeni bir kesintisiz görkem unsurunu taşımışlardır, özellikle Adapazar bu yeni nüfusun gelişi ile önem kazanmıştır ve Armaş (Akmeşe), Aslanbeyve Bağçecik gibi ticaret ya da sanayi merkezi veya yüksek öğrenime vakfedilmiş kasabaların nüfusunun nerdeyse tamamı Ermenilerden oluşmaktadır.

Katolik Ermeniler – Protestan Ermenilerden daha az göze çarpan ve daha az sayıda olan Katolik Ermeniler, eski veya yeni bir göçün mensupları değildirler, yalnızca herhangi bir nedenle İzmit ya da Bağçecik’e inzivaya gelmiş ve kişisel beğenileri sonucu oralara yerleşmişlerdir. Gregoryen veya Protestan Ermeniler gibi Kuzeydoğu Türkiye’nin İran ya da Rusya sınırlarından gelmedikleri ancak Haçlılar döneminde güneyde, Kilikya’da kurulmuş ve son krallıklarını Kıbrıslı Lusignan Evi Fransızlarının yaptığı küçük Ermeni krallığının kalıntılarıoldukları bilinmektedir.

234

Okullar – İzmit mutasarrıflığının toplam okul sayısı, 23’ü yüksek, 29’u orta ve 538’i ilk ya da temel olmak üzere 590’dır. Toplam öğrenci sayısı, 9,886 erkek ve 1,140 kız çocuğu olmak üzere 11,025’dir.

MüslümanlarOrtodoksRumlar Ermeniler Yahudiler Kaza Toplamı

Gregoryen Katolik ProtestanKazalar

OkulÖğrenci(Erkek)

Okul Erkek Kız Okul Erkek Kız Okul

Öğrenci

Okul

Erkek Kız

Okul

Erkek Kız Okul Erkek Kız

İzmit (Merkez Kaza) 29 496 1 150 - 6 644 310 2 85 2 120 - 2 - 80 42 1,615 390Karamürsel 52 595 - - - - - - - - - - - - - - 52 595 -Adapazar 201 2,092 3 250 100 9 110 310 - - 2 50 120 - 120 - 215 3,302 530Kandıra 141 1,869 6 314 - 6 284 50 - - - - - - - - 153 2,467 50Geyve 118 1,326 4 286 90 5 240 80 - - 1 55 - - - - 128 1,907 170Topluluktoplamı 542 6,378 14 1,000 190 26 2,078 750 2 85 5 225 120 2 120 80 590 9,886

1,140

Yukarıdaki tablo daha sonra kazaları tek tek incelerken, her öğretim derecesindeki okulları (kız ve erkek) her birine giden öğrencileri göstermek sureti ile tamamlanmış olacaktır.

İklim – İzmit çevresindeki bataklıklar 1889 yılında kurutuldu ve mutasarrıflığın bu kısmında çok eski dönemlerden beri tüm yıl boyunca var olan sıtma hastalığı nerdeyse tamamiyle kayboldu. Şu anda sağlıksız tek bölge Kandere (Kandıra) kazasında, Karadeniz’e 5 km uzaklıkta küçük bir göl olan Akgöl çevresidir. Diğer yerlerde iklim oldukça temiz, hava sıcaklığı ise nerdeyse har zaman hoştur; yazın pek ender olarak 26º ila 30º dereceyi geçmekte ve olağanüstü kışlarda ya da dağların üst noktalarında sıfırın birkaç derece altından daha aşağıya daha düşmemektedir.

Tarımsal Üretim – İzmit mutasarrıflığının tahmin edilen yıllık tarımsal üretimi aşağıda gösterildiği gibi, buğday, arpa, yulaf, çavdar, mısır, pirinç, darı ve diğer tahıllar olarak 2 milyon hektolitre ve meyve, sebze, tekstil ürünleri, tütün, afyon, balmumu, vb olarak 20 milyon kg’dır.

HektolitreBuğday 291,300

Arpa 104,200Yulaf 154,400

Çavdar 62,500Mısır 780,200

Melez (Buğday veÇavdar karışımı) 60,000

Darı 182,550Kablıca (Kepekli

Buğday)381 76,950Pirinç 167,000

Adi Fiğ382 57,460Çeşitli 69,800

Kilogram

381 Y.U.: Yabani buğday (Fr. Epeautre, Lat. Triticum Spelta) 382 Y.U.: Bir çeşit yem bitkisi, kimi cinsleri sebze olarak da kullanılır. Aynı zamanda toprağı iyileştirmede de kullanılır, kötü otları bertaraf eder. (Fr. Vesce, Lat. Vicia)

235

Keten Tohumu 759,315Bakla 62,347Nohut 70,500

Bataklık Baklası 6,890Kestane 409,155

Yaş Üzüm 3,111,688Çeşitli Meyveler 4,052,690

Soğan 2,167,845Sarmısak 2,768,631Balmumu 65,407

Bal 520,200Koza 1,008,808

Ham İpek 26,885Kenevir Üstüpü 19,245

Fasulye 261,000Mercimek 131,550

Susam 18,270Badem 38,930Ceviz 523,953

Patates 1,967,950Taze Sebze 2,222,600

Pamuk 133,107Afyon 2,565Tütün 519,592Peynir 145,500

AdetYumurta 44,200,000

Piliç 305,000Sığır Derisi 7,000

Yukarıdaki miktarlar daha sonra her kazada cinslerine göre dağıtılmış gösterilecektir.

Madenler ve Maden Ocakları – Eldeki bilgiler ve çeşitli demiryolları şirketlerinin yaptıkları ön araştırmalar İzmit mutasarrıflığında linyit ağırlıklı taş kömürü yataklarının varlığını kesinleştirmiştir. Bu araştırmaları yapan mühendisler bu türden bir çok örneği toprak üstüne çıkarmışlardır. Ellerinde değeri hakkında düşüncelerini almak üzere kendilerine getirilmiş çoksayıda manganez, bakır ve kurşun pirit örnekleri vardı ancak geliş noktalarını söylemek istemediler.

Ayrıca, bu bölgede kireç taşı ve alçı taşı ocakları da çoktur. Bakanlık, kısa bir süre önce Dertad Dadyan Efendi’ye Geyve yakınlarındaki Ortaköy’de bir bakır madeninin imtiyazını 99 yıllığına verdi. Kandıra’nın nahiyesi Karasu’da bir gümüşlü kurşun yatağı bilinmekte, imtiyazı buranın seçkinlerinden biri tarafından taleb edilmiş ancak bugüne kadar bir yanıt gelmemiş. İşletmede olan tek ocak, Geyve kazası Akhisar (Pamukova) nahiyesine bağlı Kurtbelen köyündeki manganez madeni. Çıkan maden imtiyaz sahibi Yusep Ağa tarafından doğrudan İstanbul’a gönderiliyor. Geyve kazasında daha bir çok çekici değerde maden mevcut.

Ormanlar – İzmit mutasarrıflığının tamamında ve özellikle Adapazar’ın Geyve kazasında ve Osmanlı’nın yöreyi fethinden bu yana ilgi çekici olduğu kadar anlamının hakkını da veren şekilde “ağaç denizi” olarak anılan geniş ormanlık bölgenin merkezi Kandere’de (Kandıra) ormanlar, oldukça çok sayıda ve yaygındırlar. Bakım ve gözetim eksikliği, tüm taciz ve yağmalar ile sık yangınlar, yanı sıra sıralanmaya kalkışılsa binlercesi sayılabilecek tahrip edici nedenlere rağmen hala aynı güzellikte ve tükenmez görünen bu bölgeyi daha iyi tanımlayabilecek başka bir kavram yok.

236

Gerek devlet gerekse görüldüğü üzere bir çeşit devlet kontrolünde işletilen ormanlık alanlar da az tanınmaktadır. Ne kesin durumu ne de tam yüzölçümü belli değildir ve yalnızca orada başlıca şantiyelerin bulunduğu yanı sıra sürekli işletilen hemen komşu alanlardaki ağaç türlerinin ne olduğunu söylemekle yetinmek zorundayız.

İzmit yakınlarındaki ormanlar, öncelikle kömür üretimi için işletilmekteler. Ağaç dokusu daha çok meşe, koca yemiş, kayın, çam ve köknar. Bu ormanların kömürcüleri ürünlerini İzmit’teki depolara taşıyorlar, büyük bir miktarı da buradan da her gün küçük yelkenlilerle 10 ila 12 para (Okkası 5 ila 6 santim ya da 128 kilosu 5,75 ila 6,90 frank) karşığında İstanbul’a gönderiliyorlar.

Ada-Bazar kazası Hendek nahiyesi yakınlarında doğrudan Bahriye Nezareti tarafından işletilen ormanlar var. Bu bölgede hükümetin İzmit’teki tersanede yaptırdığı tekneler için kemereler ve diğer gerekli malzemenin üretimi için on iki şantiye bulunmakta.

Devlete ait olanlarla sınırlı olmak üzere diğer orman bölgeleri İzmit limanından yükleyerek yılda 500,000 ceviz ağacı kerestesi ihraç etmekteler. Yine bu ormanlarda kömür imal edilerek, bir ortalama piyasa oluşturmuş İzmit’teki fiyatlar üzerinden, aynı yolla İstanbul’a gönderilmekte. Kömürcülerin ihracat limanına uzaklıkları yaklaşık 60 km; Hendek’ten taşıt yolunun başladığı Adapazar’a yaklaşık 25 km, bu ilk 25 km oldukça zahmetli ve taşıma maliyetlerini oldukça yükseltiyor.

Daha ziyade meşe, gürgen, çam, köknar ve kavak ağaçlarından oluşan geniş ormanlar, aynı adı taşıyan nahiye merkezi Geyve etrafında yaklaşık 20 km uzaklıkta toplanmışlardır. Devlet kontrolünde oldukça düzgün yapılmakta olan işletmeler, yaklaşık 15 km’lik bir derinliğe uzanır. Bu ormanlık bölgelerin özellikle yaşlı ve kocaman ceviz ağaçlarından oluşan bazı kısımları açılmaya başlandı ancak yine de ortalama 6,000 kereste ile önemli miktarda güçlü ve güzel kaplamalık ağaç elde ediliyor. İzmit’ten taşıt yolu ile yalnızca 45 km ve demiryolu ile 63 km olan Geyve’nin ürünleri kazançlı tomruk ticaretinde olduğu gibi uygun fiyata taşınabilir.Aynı şekilde daha ziyade İzmit limanından yapılan yıllık ihracata tahminen 400,000 tahta fıçı,ayrıca 6,000 ceviz kerestesi ve yukarıda bahsettiğimiz ağaç kaplamalıklarına ıhlamur ağacı, karaağaç, gürgen ile güzel çam ve tamamı olgun köknar tomruklarını eklemek gerek.

Bu mutasarrıflığın gözetimsiz ve yalnızca diğer ormanların geriye kalanı olarak adlandırılabilecek yıllık randımanını kestirmek nerdeyse olanaksız. Oldukça aşırı işletilmelerinin tek amacı, yerel gereksinimi karşılamak ve İstanbul’un Asya yakasındaki Üsküdar’a (antik Khrysopolis) sevketmek üzere kömür üretmek. Sevkin nerdeyse tamamı arabalarla, dağlar, vadiler, yarlar arasından geçerek yapılmakta olup 8 ila 10 günden aşağı sürmemektedir. Hatta bazı kömürcüler için bu süre daha da fazla olabilmektedir çünkü katedilecek yol uzun olduğu gibi kötü bakımlı yollar ancak kentlerin yakınlarında, o da parçalıolarak görülebilmektedir. Bu kömürün Üsküdar pazarındaki fiyatı ortalama 500 okka yüklü araba için 10 mecidiye ya da başka deyişle 641 kg için 45 franktır. Yükün yaklaşık 1/3’ü yani yüzeyde görülebilenin tamamı 1 metre uzunluğunda ve 8 ila 12 cm çapında, birinci kalite meşeden oluşur; geri kalan 2/3’ü ise daha küçük parça, çöp ve toz karışımıdır.

Tuzlalar – İzmit kentinin bitişiğindeki eski tuzlalar birkaç yıl öncesine kadar körfezin sonunda bulunmaktaydı. Duyun-u Umumiye tarafından ortadan kaldırıldılar, böylece tüm kent temizlenmiş oldu.

Tütün – Yılda ortalama 513,178 kg yaprak üretmekte olan Ada-Bazar kazasında tütün tarımı oldukça önemlidir. Bu rakam İzmit’te 90,000 kg, Geyve’de ise yalnızca 6,414 kg’dir. Tütün kalitesi aşağı yukarı merkez sancak Bursa’daki gibidir. Diğer kazalardaki üretim, önemsiz miktarlarda olup yerel tüketime gitmektedir.

237

Maden Suları – Kara-Mursal, Ada-Bazar ve Geyve kazalarında oldukça sık bir şekilde termal istasyonlara rastlanmakta. En tanınmışı Karamürsel kazasına bağlı Yalova nahiyesindeki Huri Yalova ya da diğer adı ile Dağ hamamları. Bu ünü eski zamanlara kadar gidiyor. Byzantion’un yerleşikleri burada Herkül’ün383 koruması altında, Asklepios’a384 adanmış bir sunakla birlikte kaplıcaları kurmuşlar. Daha sonra İmparator Konstantin zamanında, annesi İmparatoriçe Helena, Kudüs’ten dönüşünde bu putperest yapıları yıktırarak yerine bugüne miras kalmış kapalı hatta dendiği üzere kubbeli hamamlar yaptırmıştır. Buradan çok uzakta olmayan bir noktada yine İmparatoriçe’nin, bugün Yalova adını taşımakta olan eski Drepanon’un kalıntıları üzerine yaptırdığı öksüzler yurdu ve sarayın harabeleri görülüyor. Konstantin, bu gölgelik vadide vakit geçirmekten hoşlanan annesini onurlandırmak için kentindüzeyini yükselterek adını Helenopolis olarak değiştirmişti. Kendisi de yönetim sıkıntılarındanuzaklaşarak dinlenmek için Nikomedia körfezi etrafındaki kasabaları yeğliyordu ve Hereke’deannesinin sarayının yakınlarındaki Ankyron villasında öldü. Justinianus döneminde, karısı imparatoriçe Theodora, 1892’de Hassa hazinesine ait Yalova’nın sularını incelemek üzere oluşturulan komisyon raporunun ayrıntılarında yinelendiği gibi 4,000 kişi eşliğinde Helenopolis banyolarını ziyaret etti. Yine bu raporda tekrar edildiği üzere merhum Doktor Millingen, Sultan Abdülmecid’in annesi valide sultan’ı buraya götürme onuruna sahip olmuştu.

Yalova ile doğrudan bağlantılı tarihsel anılar arasında Keşiş Pierre ve Yoksul Gautier’nin kumandasındaki Haçlı Orduları’nın feci Helenopolis çekilişleri göze çarpar. Anna Komnenos’a göre bu ordunun bozguna uğraması sonrası bu çevrede Selçuklu Türkleri, zaferlerine yönelik olarak 25,000 Haçlı Fransız’ın cesetlerinden bir piramit oluşturmuşlardı.

Dağ Hamamları’nı besleyen termal kaynaklar, bir kaya çatlağından doğarak küçük Yalova limanından 8 km güneyde ve 80 m yükseklikteki dağın yamaçlarında bir dere yatağı oluştururlar. Limandan kaynağın yakınlarındaki banyo yapılarına doğru bir taşıt yolu bulunmaktadır. Hepsi de dere yatağında olan bu banyoların sayısı beştir. Suların sıcaklığı 60º centigradı geçmektedir. Yapılan analizlerde hidrojen sülfür, iyot ve azot’a rastlanmıştır. Romatizma, diabet, kalıtımsal ya da sonradan olmuş vücut bozukluklarına ile kronik nezleye iyi geleceği umulmaktadır.

İstanbul İmparatorluk Tıp Kurumu, yukarıda belirtilen raporun sonuçlarını onaylayarak Yalova’daki Dağ Hamamları kaplıcalarının akratotermler ve sülfürlü kaplıcalar içinde sınıflandırılmasını, fiziksel ve kimyasal yapısının benzeri kaynaklar arasında birinci sıraya konmasının gerektiğini belirtmiş. Bu öneriler sonrası var olan yapılar yıkılarak yerlerine, kürlerin başarılı olabilmesi için gerekli olan bir otel, gazinolar, varlıklı hastalar için kulübeler, yoksullar için alçak gönüllü ancak sağlıklı evler, bir konser ve okuma salonu, gölgelendirilmiş yollar, dinlenme bankları, buradaki arazinin ve ormanın sunduğu kolay uygulanma olanağınınsunduğu her şeye sahip yeni bir kaplıca yerleşimi inşa edildi. İstanbul ve Yalova arasındaki vapur hattı ve Yalova ile Dağ-Hamam arasındaki düzenli araba hizmetleri bu hattı dört saattealmayı sağlıyorlar.

Ada-Bazar’ın 30 km ve Ak-Yazı nahiyesi’nin 4 km güneydoğusunda Kuzuluk köyündeki Ada-Bazar kazası termal istasyonu adı geçen nahiyeye bağlıdır. Kaza belediyesi sülfürlü kaynağael koyduktan sonra masraflarını kendi karşılayarak, işletmesini her yıl şartları vergi defterinde yazılı ihale ile güzel bir yerleşim inşa ettirmiştir. Bu kaplıcaların kozalaklı ağaç ormanları ile çevrili yörenin sağlığa yararlı ve çekici güzellikleri iyi mevsimlerde uzun süreli kalmaya gelen çok sayıda insanı kendine çekmekte. Bu su kaynağının sıcaklık derecesi bilinmiyor, kimyasal analizi henüz yapılmamış, yalnızca sülfür ağırlıklı olduğu biliniyor ancak bir çok hastalığa karşı etkinliği belli. Biri kendisi ile aynı adı taşıyan nahiyenin merkezi olan Zaraklı’nın (Taraklı) yakınlarında ve Geyve’nin 24 km doğusunda olan Ilıca köyünde, diğeri aynı yerleşimden 9 km uzakta, araç yolu üzerindeki iki kaynaktan oluşan Geyve kazası

383 Y.U.: Herakles 384 Y.U.: Sağlık ve Tıp Tanrısı

238

termal suları için de Adapazarı termal suları özellikleri geçerlidir. Bu iki banyodan birincisinin yapıları yıkıntı durumunda.

Tarım – İzmit mutasarrıflığı eğer toplam 4,090 km kare olan yüzölçümünün 1/3’ün fazla olduğu sanılmayan ekili arazisinin yaygınlığı, üretim gücü ile kıyaslanırsa temel olarak tarımcıdır. Böylesi boş bir arazideki çiftlik sayısı görece az olmasına karşın 333’den az değildir, bunların 39’u İzmit merkez livasında, 45’i Kara-Mursal (Karamürsel) kazasında, 97’i Adapazar kazasında, 47’i Kandere (Kandıra) kazasında ve 105’i Geyve kazasındadır. Bu çiftliklerin her birinde eski sistem bir değirmen var, bunlardan başka İzmit’te nerdeyse yalnızca yabancı buğdayı öğüten iki buhar makinalı değirmen bulunmakta; bu iki makinenın elde ettiği unun üçte biri ihraç edilmekte, üçte ikisi ise İzmit’ten Adapazar ve Sapanca’ya kadar olan köylerde tüketilmektedir. Bu durum ilk bakışta iki temel olguyu ortaya çıkarmaktadır: birincisi yöredeki çifliklerdeki eski sistem 333 değirmenin kendi tüketeceği unuüretmedeki yetersizliği, ikincisi ise tahıl üreticilerinin ürünlerini doğal olarak ihraç etme avantajı bulmaları.

Ne olursa olsun İzmit mutasarrıflığı toprağı ürünlerinin bolluğu kesinlikle göreneklerden başka klavuzları olmayan ve kesinlikle en ilkel tarımsal aletlere bağlı olan, cahilliklerini sorgulamayan, daha gelişmiş aletler ve sistemler olduğuna inanmak istemeyen çiftçilerin tarım bilgisine bağlanamaz. Öte yandan iyi çalışırlar, zordan yılmazlar ancak özellikle masraftan korkarlar. Demiryolları onlara ürünlerini daha hızlı ve ekonomik şekilde satma olanağı sağladığı andan itibaren kazançları katlanması karşılığında daha fazla üretmek isteyeceklerdir. İyileştirmeler onlara daha masrafsız görünecek ve Bursa vilayetindeki komşuların şimdiden sergiledikleri örnek gibi, Türkiye’nin refahını gerçekten isteyen hükümetve çeşitli yönetimlerin cesaretlendirmeleri ile bu noktaya kendileri geleceklerdir.

Yukarıdaki tarımsal üretim tablosunda da görüldüğü gibi şu anda bu sancağın en bol ürünleritahıllar, bal mumu ve bal, ipek, yumurta, vb., özellikle de her çeşit meyve ve sebzedir.

Tahıl üretiminin ve özellikle de buğday ve mısırın başlıca üretici kazası kuzeyde ve Karadeniz kıyısındaki Kandere’dir. Yıllık ortalama üretimi 900,000 hektolitre’ye yakındır ki 130,000 hektolitresi buğday ve 325,000 hektolitresi mısırdır. Bu kazadan sonra güneydoğudakalan Geyve kazası, daha sonra da batıdaki merkez liva İzmit, dördüncü sırada ise doğudaki Adapazar, sonunda da yılda yalnızca 242,250 hektolitrelik tahıl üreten güneybatıdaki Kara-Mursal kazası gelir.

İzmit Sancağı’ndaki mısır ekiminin Kafkasya’lı (Çerkes) göçmenlerin buraya yerleşmesinden sonra başladığı öne sürülür ki Anadolu’nun tüm eyaletlerine dağıtıldıkları ilk göç 1281’den (1864) başlayarak 1283’e (1864) kadar devam etmiş olup 413,000 kişiyi kapsıyordu. Böylesi bir olasılık oldukça düşüktür zira Anadolu’daki mısır kültürü herkesin bildiği gibi oldukça eskidir, ki bu tahılın Fransa’da tanınmaya başlaması ile birlikte halk arasındaki adı “Türk buğdayı” idi. Fransa’nın doğu bölgelerinde, özellikle de Franche-Compté’de çok eski zamanlardan beri büyük mısır üreticisi ve mısır unu çorbası385 tüketicisidir ki mısır başağı yalnızca “Türkiye” olarak adlandırılır. Bununla birlikte Türkiye’nin mısır üretiminin Çerkes ve Laz göçlerinin ülke nüfusunu arttırdığı bu yüzyılın ikinci yarısında gerçekten arttığı ve bu üretim artışının nerdeyse büyük oranda yalnızca mısırla beslenen bu yeni yerleşiklere bağlı olduğu kabul edilebilir.

Onlar için artık kalınamaz hale getirilen Müslüman Bulgarlar’ın doğdukları ülkeyi terk etmeye zorlanmaları sonucu göçmeleri de Anadolu’daki mısır kültürünün yaygınlaşmasına katkı vermiş olmalı. Ancak bu hareketli, zeki, çalışkan insanların göçleri, ilk sonuç olarak ülkeye çalışma zevkini ve daha önce pek gelişmemiş ekim yöntemlerini tanıtmaya başlamış ve tanıtmaya da devam edecektir çünkü daha göçün sonuna gelmiş görülmüyor. Bulgar

385 Y.U.: Mısır ununun kaynatılması ile yapılan bu çorbanın Fransa’daki yerel adının “gaude” (okunuşu, god) olduğunu yazar belirtmekte.

239

göçmenler tarafından başarı ile işletilen küçük taşıma şirketleri ve Bursa vilayeti ile İzmit sancağında birkaç ormanda yerleşik birkaç doğrama hızarı gibi bir çok ilginç sanayi tarıma, ticarete ve ormancılığa oldukça faydalılar. Aynı zamanda onların gelişinden 10-15 sene önceden beri tanıtılmaya çalışılan ancak dikkat çekici bir sonuç alınamayan patates tarımı, en azından İstanbul çevresindeki, daha ziyade Asya yakasında ortalama 130 km çapındaki bölgede başarılı olan bu yeni canlılığını da onlara borçludur.

Zaten bu bölgenin üretimi, özellikle de Ada-Bazar çevresi oldukça ticari boyutları yakalamış durumda ve kalitesi tamamiyle tatmin edici. Kimi Türk köylerinin patatesleri, en az Malta’nın en iyi patates türleri kadar değerli. İngiliz ve Fransız patatesi ithalatının gerilemeyerek artmasının nedeni ise ne kalitelerinin yüksek, ne de fiyatlarının daha düşük olmasından değil yalnızca halkın gereksinimini karşılayamayan ve uzun bir süre daha karşılayamayacak görünen yetersiz Osmanlı üretimi. İzmit mutasarrıflığı üretiminin önemli bir yeri olan İstanbul patates piyasasında, ithal ve yerli patatesin şu anki fiyatları aynı. Gerçekten de 1892’de tüm İzmit mutasarrıflığı’nda toplam patates üretimi 1,697,950 kg olurken, bu üretimin merkezi olan Ada-Bazar, aynı yıl 1,282,950 kg’a ulaşan yıllık patates hasatının büyük bir kısmını İstanbul’a gönderiyor.

Tüm sancakta toplamı yaklaşık 7 milyon kg olan soğan, sarımsak ve taze sebze üretiminde de Ada-Bazar kazası yılda 3 milyon kg üzerindeki ortalaması ile önemli bir orana sahiptir. Taze üzüm ve diğer meyvelerde de daha az bir farkla birinci sıraya oturmaktadır. Zira merkezliva ve diğer dört kazanın 7 milyon kg civarındaki toplam rekoltesi, beş bölgenin ortalamasını 1,400,000 olarak verirken Ada-Bazar kazasının 1892’deki taze üzüm ve diğer meyvelerin toplam rekoltesi 1,758,510 kg idi.

Benzeri bir oran, sancağın 5 bölgesinde toplam 532,387 kg’a ulaşan bakla, bezelye, bataklık baklası, fasulye, mercimek’ten meydana gelen sebze üretiminde de görülmekte.

İzmit mutasarrıflığının 1892 yılındaki toplam üretimi 759,315 kg olurken, keten üreticisi üç kaza, birinci sırada 513,178 kg’lık bir rekolte ile Adapazar, sonra 151,137 kg ile Kandere (Kandıra) ve sonunda 95,000 kg ile Geyve’dir.

Bu sancağın beş yönetim bölgesindeki susam üretimi ortalama bir öneme sahiptir. Toplam üretim 18,000 kg’dan biraz fazla olup çoğu 14’ü İzmit ve çevresinde, 3’ü ise Karamürsel’de bulunan 17 yağhanede yağ üretimi için işlenir.

İzmit mutasarrıflığının belirgin verimliliği, görece olarak oldukça ileri zirai durumu, örnek tarımişletmeleri ve Asya Türkiye’sinde tanıtılacak uygun çeşitli yeni ekinlerin deneme arazileri ve fidelikler için Osmanlı Anadolu Demiryolları Şirketi’nin Büyük Derbend, Sabanca (Sapanca) ve Ada-Bazar’ı şeçme nedeni olmuştur.

Bu yerleşimlerin yaratılmasının başlıca nedenleri arasında şüphesiz Angora (Ankara) vilayetinde demiryolları boyunca uzanan geniş boş arazilerin ağaçlandırılması için bu fidanlıklarda yeterli sayıda genç bitkiyi el altında bulundurmak vardı. Eski zamanlarda tamamıyla ağaç yoksunu olması nedeni ile Axylon adı ile bilinen bu yöre, çok uzun bir süredirekilmeden durmakta. Şirketin diğer hedeflerinden biri de doğal olarak istasyonlarını güzelleştirmek ve işletmesinin yakınlarını oldukça birbiriyle bağlantılı hale getirmek. Zaten oldukça zengin olan İzmit sancağı üretimi, yeni ve daha karlı tarım türlerinin tanıtılması ile hissedilebilir derecede arttırılabilir. Eğer ülkenin tarımcıları en iyi sistemi, en iyi araçları, örnek plantasyonlara geniş ölçüde katılmayı, elde edilen avantajlı sonuçları ilgililerin gözleri önüne sererek iyi bir örnek sunmayı kabullenirler ise bu üretimin kendisi bile çok daha önemliolacaktır.

Bu bakımdan, her ne kadar yeni ve tamamlanmamış da olsalar yeni yerleşimler, az bir şey olmayıp ülke için büyük bir iyiliktir. Demiryolları boyundaki halk, kültür çalışmalarının başarısı

240

için oldukça büyük çaba göstermekteler; çok sayıda çiftçi eğitim görmek istiyor, ağaçların ilk kesiminden elde edilecek fidelik dallar için aralarında tartışmışlar ve şirketin ziraat müfettişinin önerileri uyarınca eski ağaçlara başarılı aşı yapabilmişler.

Arıcılık – Nerdeyse her yerde başarılı bir arıcılık yapılıyor. 1892 yılındaki bal rekoltesi 520,200 kg ve bal mumu rekoltesi ise 65,407 kg. Bu ürünler İstanbul’da çok tutuluyor ve yarısı buraya gönderiliyor.

Bağcılık – Çok güzel ve bol ürünler veren bağcılık, genel olarak İstanbul’un masa ihtiyacı üzümü üretmekle kısıtlı. Bu üzümün satışından önemli kazanç elde edilmesi, yalnızca yerel gereksinimi karşılar düzeye inen şarap üretimini çok kısıtlıyor. Bu nedenle de bugüne kadar kayda değer bir ticari harekete dönüşememiş. Ancak merkez livanın nahiyesi Bağçecik’te ve ona bağlı üç köyde, geçen yıl üretilen kaliteli şarapların yerinde ancak kilosu 15-20 centime’ealıcı bulabilmesi nedeniyle üreticiler her hafta İstanbul’a 6-700 kg ihracatı denemeye karar vermişler. Eğer Bağçecikli bağcılar bu pek pahalı olmayan çabalarından iyi bir kazanç elde ederlerse nahiyelerinde bir şarap endüstrisi kurmaları sorun olmayacaktır, en azından ne yapacaklarını bilemedikleri bir ürün fazlasından kurtulacaklardır. Bu nahiye gerekirse tek başına 300,000 kg şarap üretebilir, daha önce bu rakamı üretmiş.

Afyon haşhaşı yalnızca Geyve kazasında üretilmekte ve yıllık afyon rekoltesi ortalama olarak2,565 kg.

İpekçilik – İzmit mutasarrıflığının dört kazasında ipek üretiminin aşağıda gösterildiği üzere 1,008,808 kg taze koza olması bekleniyor.

1º İzmit Merkez Kazası 113,059 kg

2º Kara-Mursal Kazası 25,156 kg

3º Yalova Nahiyesi 24,255 kg4º Ada-Pazar Kazası 76,551 kg5º Geyve Kazası 769,767

Toplam1,008,808

kg

Bugüne kadar ipek böcekçiliği, insanlardan uzak kalmış birkaç üreticinin pek küçük ve yukarıdaki rakamlara katmaya değmeyecek miktarlardaki üretimlerini saymaz isek Kandere kazasında pek bilinmiyor.

Sözü edilen yıllık koza rekoltesinin eğirilmesi sonucu aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi 26,885 kg 130 gr ham ipek elde ediliyor.

İzmit Merkez Kazası 5,490.500Kara-Mursal Kazası 609.550Ada-Pazar Kazası 3,179.600

Geyve Kazası16,605.48

0

Toplam26,885.13

0

241

Bu toplam, 320,000 kg taze kozaya tekabül ediyor. Geri kalan 688,608 kg taze koza eğirilmesi için Bursa’ya ihraç ediliyor.386

İzmit mutasarrıflığında ayrıca aşağıda belirtildiği gibi oldukça önemli sayıdaki özel evlerde ipek böceği yetiştirilen ve ipeğin elle eğirildiği 31 böcekhane mevcut.

Fabrika Sayısı

İzmit Merkez Kazası İzmit kenti ve çevresi 4

Ada-Pazar Kazası Ada-Pazar ve çevresi 2 20Sapanca ve çevresi 2Ak-Yazı ve çevresi 4Hendek ve çevresi 12

Geyve Kazası Geyve kenti ve çevresi 17

Toplam BöcekhaneSayısı 31

Hayvancılık – Hayvan yetiştiriciliği, özellikle aynı zamanda önemli birer tarım merkezi olan Kandere, Ada-Pazar ve Geyve kazaları olmak üzere İzmit mutasarrıflığına bağlı beş idari bölgede de çok yaygındır. Çeşitli ırk ve cinsteki yıllık hayvan yetiştiriciliği aşağıdaki tablodaki gibi ortalama 899,606 baştır.

Sığır ve inek 314,290 başManda 6,700 başAt ve katır 71,560 başKoyun 264,286 başKeçi (genel) 111,400 başTiftik Keçisi 130,000 başDeve 1,370 baş

Toplam 899,606 baş

Bu toplam, daha sonra mutasarrıflığın beş kazası incelenirken bölünecektir.

İzmit’te ve Kara-Mursal’da yetiştirilen koyunlar çoğunlukla Doğu Rumeli’den ilkbaharda ithal edilmişlerdir. Bu mevsimden sonbahara kadar olan sürede koyun sütünden öncelikle misitra adı verilen yağlı peynir üretilir. Bu peynir, bu saf ve lezzetli ürüne şeklini veren saz sepetler içinde, İstanbul’da ve nerdeyse her yerde alınıp satıldığı Şark’ta çok aranır. İlk mevsim geçtikten sonra misitra, yerini daha koyu ve yıl sonuna yaklaştıkça daha da kuruyan ve bu süreçte çeşitlerine göre değişik adlar alan bir beyaz peynire yerini bırakır. İlkbaharda ithal edilmiş koyunlar, sonbaharda kasaplara satılmaya başlanır, ancak bu sınıftaki çok daha büyük sayıda ve göçebe boylar tarafından özellikle yünü ya da canlı satmak üzere yetiştirilenküçük baş hayvan ülkenin iç taraflarından gelir.

Tahmin edildiğine göre İzmit’ten İstanbul’a yılda gönderilen beyaz peynir miktarı 150,000 okka yani yaklaşık 192,000 kg’dır.

Kümes Hayvancılığı, Yumurtacılık – Kümes hayvanı yetiştiriciliğinin başlıca merkezi, İstanbul’a yılda ortalama 15,000 sepet yumurta ve 100,000 tavuk gönderen Ada-Bazar’dır. Her sepette 1,700 yumurta olduğundan hareketle, sadece bu kazadan gönderilen toplam

386 Gezginin Notu. Bu eğirmeden elde edilen ipek miktarı Bursa kenti bölümündeki (bir başka ciltte) miktarın içinedahil edilmiştir.

242

yumurta sayısı 25,500.000’dir. Tüm İzmit mutasarrıflığından gönderilen yıllık toplam ise 26,000 sepet ya da 44,200,000 taze yumurtadır. Yine bu mutasarrıflıktan İstanbul’un tüketimiiçin gönderilen toplam tavuk sayısı 300,000’dir. Dolayısı ile tüm sancaktan ihraç edilen tavuğun 1/3’ünü, taze yumurtanın ise 5/9’unu, kümes hayvancılığının lideri Ada-Bazar sağlamaktadır. Tüm sancağın kazancı 4,140,000 kuruş olurken ki bu 952,200 franka eşittir, lider Ada-Bazar’ın kazancı 2,300,000 kuruştur, bu da yaklaşık 529,000 franka denk düşer. Buda bize daha kesin bir şekilde aynı oranları vermektedir. Ada-Bazar resmi ihracat kayıtları hesaplamalarında “doğrudan ürünler ve tarımsal ayrıntılar” olarak “yumurta ve tavuk” başlığı altında ayrım yapılmaksızın birim fiyatı yaklaşık 0.0213 frank belirtilmektedir.

Akarsular, Irmaklar – İzmit mutasarrıflığının başlıca akarsuları Sakarya (eski Sangarius) ve onun üç kolu Göynük-su, Mudurnu-su ve Çark-su’dur. Bunların dışında Kabaoğlu-çay ve Ağva-su ile birkaç daha önemsiz küçük dere sayılabilir.

Sakarya kaynağını Ankara ve Afyon Karahisar sınırındaki Bayat’tan alır. Önce Aziziye sonra Amorium harabelerinin bulunduğu Hacı Hamza üzerinden doğuya yönelir. Buradan yine doğuya Çakmak’ın üstüne kadar devam ederek sonra kuzeye yükselir. Buraya kadar yaklaşık 150 km katetmiş olan akarsuya sol kıyısından Çandır’da (Texier’nin Pesinunte harabelerinin bulunduğunu söylediği Sivrihisar’ın yaklaşık 20 km güneyinde) Kan-su, Seyid Gazi-su ile Sarı-su gibi bir çok kol katılır. Bu yeni güzergahı üzerindeki Sakarya, kuzeyde sağkıyısından, İzmit-Ankara demiryolunun geçtiği noktadan Ankara deresini, bu buluşma noktasının yakınında karşı taraftan da Pursak’ı alır. Yine kuzeyde, biraz daha yukarılarda sağkıyısından Kırmır-çay’ın katılması sonrası bir dirsek yaparak doğuya yönelir ve kuzeye hafif bir yükselme ile Kara-su ile Gök-su’nun katıldığı Lefke’ye kadar devam ederek burada keskinbir açı çizerek Mekece’de İzmit mutasarrıflığı sınırlarına girer.

Sakarya tarafından kaynağından Mekece’ye kadar yapılan tüm yol yaklaşık 410 km’dir. İzmit sancağının sınırlarına Geyve kazasına girdikten hemen sonra bu ırmak Mekece’nin 5 km güneyinde doğrulduğu yeni ve son yönünü artık terk etmeyerek kuzeybatıya yoluna devam ederek Geyve, Adapazar ve Kandere kazalarını geçerek, Geyve kazasında 40 km, Adapazar’da 40 km, Kandıra’da 30 km olmak üzere İzmit sancağında yaklaşık toplam 110 km yol aldıktan sonra Karasu yakınlarında İncirli’de Karadeniz’e dökülür. Toplam uzunluğu 520 km civarındadır.

Mekece’ye sızmadan kısa bir süre önce, Lefke’nin 5 km güneydoğusunda Sakarya, sağ kıyısından ne kaynağı ne de ağzı burada olmayan ancak aldığı toplam yolun 1/3’ünü sınırlarıiçinde barındıran İzmit sancağı akarsuları içinde sayılması gereken Göynük-su ile kavuşur. Bu su, kaynağını Kastamonu vilayeti sınırları içindeki Göynük’ten (Torbalı) alır ve doğudan batıya bir hat çizerek Geyve kazası sınırlarını aştığı noktaya kadar 28 km kateder, 8 km dahauzaktaki Taraklı’yı da sulayarak 19 km daha kateder ve Bursa vilayetindeki Göl-Pazar’ın 2 km kuzeyinden geçerek 25 km daha yol aldıktan sonra yukarıda belirtildiği gibi Sakarya Irmağı’na katılır. Toplam 80 km’lik yolun 28’i Kastamonu vilayetinde, 27’i İzmit mutasarrıflığında ve 25’i Bursa vilayetindedir.

Sakarya’ya, Mekece’den hareketinden Ada-Bazar kazası girişine kadar 40 km’lik parkur boyunca sağ kıyısından 4, sol kıyısından 6 olmak üzere toplam 10 küçük kol katılır. Sağ taraftakiler arasında ağzı, Demiryollarının Balaban istasyonu karşısında olan Doğan-çay, karşı kıyıdakilerden ise kendisi de Sakarya Irmağı’na kavuşmadan önce, Geyve’nin 5 km güneybatısında sol kıyısından 6 küçük kol alan Uzunçayır-çay ile Sapanca Gölü’nün 7 km güneydoğusunda, Selamiye ve Adliye arasında Geyve ve Ada-Bazar kazalarının ortak sınırında Sakarya’ya katılan Ak-çay önemlidirler.

Geyve’nin 2 km kuzeyinde ve Ortaköy’ün 3 km güneybatısında, bu iki yerleşimin arasında Sakarya Irmağı üzerinde Sultan Yıldırım Beyazıd tarafından yapılmış altı kemerli muhteşem bir köprü bulunmaktadır.

243

Ada-Bazar kazası sınırlarında iken Sakarya Irmağı’na bu kazanın güney sınırına 25 km, ve kuzey sınırına 15 km uzaklıkta, Beylik-kışla ile Soğuk-su arasında sağ kıyısından katılan Mudirni (Mudurnu) ya da Mudirni-su’dan (Mudurnu Çayı) başka katılım yoktur. Bu akarsu kaynağını yakınlarından aldığı Kastamonu vilayetindeki Mudirni ya da Müdürli (Mudurnu) eski Modrenae kenti olup Buccellair’ler temasının bir piskoposluk merkezi idi, Aladağ’ın batı eteklerindedir. Bu çayın aldığı toplam 95 km’lik yolun 40 km’si Kastamonu vilayetinde, 45 km’si ise İzmit sancağı sınırları içindedir. Bu yolun son kısmında, Ak-Yazı nahiyesi yakınlarında Sofular’da sağ kıyısından katılan Kabaoğlu-çay ile kazanın doğusundaki dağlardan doğan üç kaynağın suları güzel ormanları aşarak ve Mudurnu Çayı’na kavuşmadan 7 km önce tek kol haline gelerek, Kabaoğluçay’ın Sakarya’ya kavuştuğu noktadan 5 km uzaklıkta, yine sağ taraftan bu çaya katılırlar. Ayrıca, 7 km’lik bir sahaya yayılmış bataklıklar arasında yavaşça akan ve bulunduğu bölgeye adını vermiş Türk yapımı büyük köprüyü gereksiz kılan iki küçük dere Çatalköprü’de, çaya sol kıyısından kavuşurlar. Vaktiyle Ada-Bazar’dan Hendek’in doğusuna giden yolun ikiye ayrıldığı noktadaki bu köprü ile Ab-Sofu ve Ak-Yazıdaki köprüler aynı yol gibi çoktan harap olmuşlar ve bu molozlar arasında dolaşmak gerçekten tehlikeli. Posta servisi de artık buradan geçmiyor. Buradan geçme zorunda olan Hendek, Ak-Yazı ve Ab-Sofu’dan gelen yükler için birbirine yakın komşular da olsa Ada-Bazar’dan gelen yüklere göre iki misli nakliye ücreti ödeniyor.

Bu yol Adapazar’a yaklaşık 3 km’de İmparator Justinianus tarafından yaptırılmış görkemli bir köprü ile Sakarya Irmağı’ndan geçiyor. Bir çok yazar, bu güzel mimari sanat eseri üzerine hak ettiği çoşkun övgüler düzmüşler. Paul Diacre’a göre, olasılıkla 553 yılında yapımına başlanarak 561 yılında tamamlanmış. Aynı yazar, kemer ayaklarının yapımı için suyun akışının değiştirildiğini ekliyor ve bugün su artık köprünün altından geçmiyor. Nerdeyse hiç değişmeden bugüne ulaşan 430 m uzunluğundaki köprü, yörede “Beşköprü” olarak tanınıyor.Tabliyesi (döşeme) tamamiyle yatay olup 1 metre genişliğindedir. İçi dolu 8 kemer tarafından taşınmakta olup açıklık 23 m’dir. Kemer ayaklarının hepsi eşit şekilde 6m 50 yüksekliktedir. Yapım malzemesi büyük kalker bloklardır. Batıda, Ada-Bazar ve Sabanca tarafına doğru, duvarları içinde tepesine çıkmak için merdivenler bulunan bir zafer takı ile son bulmaktadır. Doğuda, eski Hendek yolu tarafındaki uçta, zafer takına benzer bir boşluğu kapsayan ve şüphesiz yolcuların dinlenmesi amaçlı bir göz bulunmaktadır.

VII.Konstantin Porpyrogenetes, Doğu İmparatorluğu’nun Themaları üzerine bir eserde, Sangarius (Sakarya) köprüsünü yaptığı için Justinianus üzerine büyük övgülere yer vermekteve kendi döneminde (912-959) köprünün taşları üzerinde mevcut ancak bugün kaybolmuş biryazıttan söz etmektedir. Bu yazıt şöyle tercüme edilmişti:

“Kibirli Hesperie (İspanyol), Med (İran) kavimleri ve tüm barbar göçebe yığınları gibi, çoşkun yolu bu kemerlerle kesilmiş olan sen, şimdi egemen bir gücün kölesi olarak akıyorsun; Eskiden gemilere geçit vermez bir evcilleşmemiş iken, şimdi bükülmez taş kösteklerle yatıyorsun”.

Ne olursa olsun, sağ yakasından Mudurni ya da Müdirli-su’yu aldıktan sonra Sakarya Irmağı,on kilometre boyunca Adapazar-Kandere sınırını izler; sonra sınırı geçerek Ferezli ve İmamlar köyleri arasından Kandere kazası içine sızar ve bu noktada, bir tahliye kanalı vazifesini gören Çark-su, Sapanca Gölü’nün fazla sularını ırmağa boşaltır.

Bu akarsu, gölün doğusundan çıkarak batıya doğru Ada-Bazar kentini geçer; aynı zamanda kuzeyini de çevreleyerek kentin kendine bağlı bölgeleri ile irtibatını bu iki yönden keser. Öte yandan Sapanca Gölü güneyden, Sakarya Irmağı da doğudan kenti çevirdiğinden adı içindeki “Ada” kelimesinin olasılıkla nedeni belli olur; “Pazar” eki ise daha kesin olarak bilindiği gibi kent, yörenin çarşısı olması nedeniyledir. Çark-su’yun Ada-Pazar kazası içinde Sakarya’ya nerdeyse paralel olarak aldığı yol yaklaşık 35 km’dir.

244

Kandere (Kandıra) kazasında, Sakarya Irmağı ağzına varmadan yaklaşık 6 km önce sağ yakasından, kaynağını Batak-köy’den alan ve güney-kuzey yönünde 25 km yol alan Batak-suile kavuşur. Akış yönünde, 2 km uzaklıkta sol kıyısından Ak-Göl’ün fazla sularını taşıyan yaklaşık 6 km uzunluğundaki doğal bir kanal ile buluşmaktadır.

Sancağın diğer bölgelerini her yönde sulayan diğer akarsular çok sayıda ancak sırlamaya girecek önemde değildirler. Bir çoğunun “dere”den başka bir adı bile yoktur.

Göller, Bataklıklar – İzmit sancağında üç göl görülmekte: en önde geleni, üçte biri merkez sancak, üçte ikisi ise Ada-Bazar kazası sınırları içinde kalan Sapanca Gölü olup daha küçük olan Ak-Göl ile daha da az öneme sahip Kara-su, Kandere kazasının Karadeniz kıyılarına yakın bulunmaktadırlar. Sık sık sıtma nedeni olan İzmit kenti ve çevresindeki bataklıklara gelince 1889 yılında kurutulmuşlardır ancak Sapanca ve Ada-Bazar çevresi Sakarya ya da komşu akarsuların taşması ile düzenli olarak su altında kalmakta ve bataklığa dönüşmektedir. Bazı noktalarda, örneğin Çatal-Köprü’de bu bataklıklar geçici olarak yaklaşık 7 km’ye kadar yayılabilmektedirler. Kandere kazasında da Ak-Göl yakınındaki Batak-köy ve Kara-su yakınlarında bazı bataklık bölgeler bulunmaktadır.

Bir zamanlar, bugün aynı adlı nahiyenin de merkezi olan Sapanca kasabasının bulunduğu noktadaki antik kentin adı ile “Sophon” olarak adlandırılan Sapanca Gölü, çeşitli dönemlerde çeşitli adlar altında anılmıştı. Ammianus Marcellinus, Sunonensis lacus (Sunonensis Gölü) olarak tanımlarken, tarihçiler ve vakanüvislerin doğudaki yöreleri tanımlaması zor isimlerle adlandırdıkları Birinci Haçlı Seferleri’nde, Anna Komnena, Bava adını vermiş. Bu göl, İzmit Körfezi’nin 16 km doğusunda, İzmit kentinin 17 km güneydoğusunda, Ada-Bazar’ın 7 km güneybatısında, İzmit-Ankara taşıt yolu ve bu yolun güneyi boyunca batıdan doğuya izleyen Anadolu demiryolunun solundadır. Demiryolu, bir şose yol kenarındaki Sapanca kasabasını sağında bırakacak şekilde gölden ayırmaktadır. Gölün uzunluğu 15 km olup en geniş yeri 5 km, dolayısı ile yüzölçümü 68 km kare civarındadır. Tchithatcheff’e göre çevresi 36 km’dir.

Bu gölün sularında bugüne kadar ya da en azından bugünlerde yalnızca küçük tekneler kullanılmış olmasına karşın, İstanbul Boğazı’ndaki deniz ulaşımından kaçınarak Karadeniz ve Marmara Denizi arasındaki ulaşımı kısaltmak ve kolaylaştırmak için bir çok kez batı kıyısından bir kanalla İzmit Körfezi’ne, doğu kıyısından da Sakarya ırmağı ile birleştirilmesi söz konusu olmuştur. Bu proje Bithynia valisi iken Genç Plinius tarafından Traianus’a sunulmuş, hatta aynı şekilde ilk Osmanlı sultanları tarafından da benzeri bir uygulama başlatılmış görünüyor. Bu çalışmanın terk edilme nedeni olarak da yeni kurutulmuş ve temizlenmiş İzmit bataklıkları öne sürülüyor.

Bu kanalın yerine daha da fazla yararlar sağlayacak bir demiryolu öngören yeni bir proje Bayındırlık Bakanlığı ile Mösyö Kaulla arasında Ankara-Kayseri ve Eskişehir-Karahisar hatları için imzalanan bir imtiyaz anlaşmasının 36. maddesinde yer alıyor. Bu madde ile Mösyö Kaulla, Hendek veya Üsküb (Konuralp) ya da Düzce üzerinden Adapazar-Kdz.Ereğli arasında bir demiryolu hattının hazırlık çalışmalarını yapmayı üstleniyor. Bu hattın yapımı ve işletilmesi için özel bir anlaşma imzalanacak.

Akgöl, Sakarya Irmağı’nın 6 km batısında ve Karadeniz’in güney kıyısından da aynı uzaklıktaolup Kandere kazası sınırları içindedir. Kuzeyden güneye 2,000 m genişliğinde ve doğudan batıya 6,500 m uzunluğunda bir alana yayılmaktadır.

Batak-su ile Sakarya’nın kavuştukları noktanın 6 km doğusunda küçük Karasu gölü bulunmaktadır. Bu göl, çok küçük bir akarsuyun küvete benzeyen bir yerde toplanması ile oluşur ve fazla sularını aynı adı taşıyan nahiyenin merkezi olan Karasu’da Karadeniz’e döker. Akarsuyun toplam yolu 15 km, gölün uzunluğu 4 km, genişliği ise 1 km’dir.

245

İzmit mutasarrıflığı göl, akarsu ve derelerinde sularının çok zehirli olması nedeniyle balık avcılığı yapılmıyormuş gibi görünüyor, en azından hazine kayıtlarında böylesi bir işletmenin kaydına rastlanmıyor.

Yollar – İzmit mutasarrıflığında yalnızca bir taşıt yolu bulunmaktadır. İzmit-Ankara arasındaki bu şose yol Sapanca, Geyve ve Taraklı üzerinden geçen ve Adapazar’a bir bağlantıdan oluşur. Buna çok kısa iki parça daha eklenebilir, biri bu şose üzerinde bulunan Fes Fabrikası’ndan Aslanbey Köyü’ndeki Çuha Fabrikası’na uzanan yol, diğeri Yalova’dan Dağ Hamamları’na giden yol. Ayrıca Bağçecik İskelesi’ni aynı adı taşıyan nahiye merkezi’ne bağlayan küçük köy yolunu da belirtmek gerek.

Bu sancakta yine tek bir demiryolu var. Anadolu Demiryollarına ait bu hat, eski Haydarpaşa-İzmit hattını İzmit mutasarrıflığı ve Bursa ile Ankara vilayetleri boyunca uzatmakta olup Mösyö Kulla’ya verilen bir imtiyaz sonucu olarak birkaç yıl içinde bir yönden Kayseri’de, diğeryönden de Konya’da son bulmuş olacaktır.

Bu iki yolun, şosenin, demiryolunun, taşıt yolunun ve hızlı yolun yapımı aşağıda özet olarak sunulduğu üzere oldukça yenidir:

Anadolu Demiryolu – İzmit mutasarrıflığının batısından merkezine, merkezden güneyine 89 km kateden Anadolu Demiryolları artık işletmesi Mösyö Kulla’ya devredilen 24 Eylül-6 Kasım 1888’de Deutsche Bank, Berlin gücü ile kurulan Haydarpaşa-İzmit ve yapımı ve işletme imtiyazı aynı gün verilen Eskişehir üzerinden geçen İzmit-Ankara hatlarını da kapsamaktadır.1288’de (M. 1871) aydın bir kişi olan Nafia (Bayındırlık) Nazırı (Bakanı) Edhem Paşa hazretleri, Asya Türkiye’sindeki demiryolları ağının derhal kurulmasını emreden bir imparatorluk iradesine uygun olarak devlet hesabına, bu hattın başlangıcı olması ve kısa sürede ülke içine doğru yayılması amaçlanan Üsküdar-İzmit hattına başladı.

Bunun üzerine Osmanlı Askeri İstihkam sınıfı mühendisleri, İngiliz Kraliyet mühendisleri, “Fransız Madenler-Köprüler ve Yollar Kurumu” mühendislerinden oluşan Bayındırlık Bakanlığı Yüksek Kurulu Üsküdar-İzmit demiryolunun üst yönetimini üstlendi. Kurulun önerisine uygun olarak Bayındırlık Bakanlığı, yarısı teraslama, istasyonlar, telgrafhaneler, vb.için, diğer yarısı da demir yolu ve tekerlekli taşıtlar için olmak üzere 10 milyon frank tahsis edilmesini istedi ve bu da hükümet tarafından onaylandı.

Demir yolunun yapımı üç bölüme ayrıldı: Kadıköy’den (Haydarpaşa) Tuzla’ya (34km 750) ilk bölüm ve Tavşancıl’dan İzmit’e (31km 750) üçüncü bölümün firma ve müteahhit olarak biri toplam 1,400,000 frank’a Mösyö G. d’Ostoya’ya, diğeri ise km başına ortalama 32,500 frank’a Mösyö Eckerlin’e verildi. Bu fiyatlara teraslama, sanat çalışmaları ve taş kırma çalışmaları dahildir. Aradaki 24km 500 uzunluğundaki bölüm, km başına 45,000 franklık bir ücret karşılığı Reji (Tekel) tarafından yapılacaktı.

4 Ağustos 1871’de çalışmalar bizzat bakan tarafından bir törenle ilk bölümde başlatıldı, aynı bakan beş gün sonra 9 Ağustos’ta, üçüncü bölümün yapılacağı toprakları Mösyö Eckerlin’e devretti.

3 Şubat 1872’de Haydarpaşa istasyonun yapımı mimar Mösyö Barborini’ye 72,000 frank’a ihale edildi. Aynı ayın 27’sinde Bayındırlık Yüksek Kurulu imparatorluk treninin Fives-Lille firmasından, 8 Ağustos 1872’de hizmete hazır teslim etme kaydı ile götürü 140,000 frank karşılığı alınması yönündeki evrakları onaylamıştı. Hattın yerleştirilmesine aynı yılın mayıs ayında başlandı. Kadıköy (Haydarpaşa)-Tuzla hattının Pendik’e kadar olan kısmının açılışı

246

22 Eylül 1872’de, sonra Gebze’ye kadarki kısmı 1 Ocak 1873’de yapıldı ve hattın İzmit’e kadar olan tamamı 1 Ağustos 1873’de teslim edildi.

Uzunluğu 91 km olan Haydarpaşa-İzmit hattı ayrıca Kızıltoprak’a 1km 800 ve Kızıltoprak’tan Fenerbahçe’ye 3km 500 uzunluğunda bir sapağa sahiptir, bu da hattın toplam uzunluğunun 92km 800m 10cm’yi bulması ile sonuçlanmaktadır.

İlk yedi yıl doğrudan Bayındırlık Bakanlığı’nca işletilen Haydarpaşa-İzmit demiryolu daha sonra 27 Mart 1880’de Mösyö Ludwig Sefelder, Mösyö W. J. Alt, Mösyö Ch. S. Hanson ile Mösyö G. D. Zafiropoulo ve firması’ndan oluşan ortaklara, Osmanlı hükümetine istediği an geri almak kaydı ile 20 yıllığına kiraya verildi. Bakanlık bu olanağı, Mösyö Kulla’ya İzmit-Ankara hattının yapım ve işletme imtiyazını verdiği anda “Anadolu Demiryolları”nın kurulmasını ve işletmesini kapsayan bu yeni anlaşmanın gereği olarak kullandı.387

Üsküdar’dan başlayan Anadolu Demiryolları’nın eklenen çeşitli sözleşmelerde tarih verilmeden öngörüldüğü üzere Bağdat’a kadar uzanması hedefleniyor. Şu anda Haydarpaşa’dan Ankara’ya kadar olan kısım işletmeye açıldı ancak imtiyaz şimdiden Kayseri’yi içine alacak şekilde genişletildi bile.

Yeni İzmit-Ankara hattı, Vitali firmasınca yapıldı. Uzmanlar, metal traversler üzerine konulmuş demiryolunun raylarla birlikte son düzeltmeler de bitikten sonra bozulmaz bir kütle oluşturması üzerine övgüler dizdiler. Aynı zamanda çok sayıda ve önemli sanat işleri, özellikle büyük viyadükleri oluşturacak, Sakarya Irmağı üzerindeki 100 ila 400 m’lik köprüler ve diğer metal işleri taşaron olarak Finet şirketine verildi.

Bu yolun ölçümü İzmit’ten başlar. Tersimi daha başlangıçta taşıt yolunun tersimi ile kavuşur. Her ikisi de daha önce Sırrı Paşa tarafından, yolu güzelleştirmek için dikilmiş güzel ağaçlarla çevrili iki güzel yolun ortasından geçen güzergahtan kentin tamamını katederler. Yol demiryolunun kimi sağından kimi solundan geçerek, verimli İzmit Ovası’ndan Sapanca Gölü’ne kadar uzanır ve tümüyle göl kıyısını izleyerek güneyden doğuya doğru devam eder. Demiryolu 32.nci km’deki Sapanca istasyonunda şoseyi izlemeyi bırakarak kuzeye Adapazar’a (40 km 273) yönelir, burada bir eğri çizerek tekrar güneye döner ve Sakarya Irmağı’nın sol kıyısında yeniden şose ile buluşur, sonra da sağ kıyıda Balaban’dan geçer. Yolve demiryolu, ırmak boyunca biri sağından diğeri solundan Geyve’ye (km 63) çıkarlar ve sonunda iki yol burada birbirinden ayrılarak karşıt yönlere ilerlerler. Demiryolu güneybatıya doğru hala Sakarya vadisini takip ederken Akhisar’ı388 (km 75) geçerek İzmit mutasarrıflığınınBursa vilayetine sınırındaki Mekece’ye (km 89) ulaşır.

“Anadolu Demiryolları”nın başlıca hattı ve yapımı tamamlanarak işletmeye açılmış Haydarpaşa-Ankara hattının uzunluğu resmi rakamlara göre 577km 718m 66cm’dir.

Aşağıda gösterildiği gibi bu demiryolu İzmit mutasarrıflığında 89 km katetmektedir ki buna eski Haydarpaşa-İzmit hattı uzunluğu olan 91km eklemek uygun olacaktır, böylece Haydarpaşa’dan Mekece’ye toplam uzunluk 180 km’dir.

“Anadolu Demiryolları”nın İzmit-Ankara hattı, aşağıda gösterildiği gibi her bölümün resmi kabülü ile birlikte işletmeye teslim edilmiştir:

İzmit-Adapazar bölümü 9 Haziran 1890Adapazar-Lefke bölümü 9 Ocak 1891Lefke-Bilecik bölümü 15 Mayıs 1891İnönü-Alpköy bölümü 16 Mart 1892

387 Gezginin Notu: Bu anlaşmanın temel şartları yazarın bu çalışmasının bir başka cildinde ele alınan Bursa vilayeti bölümünde belirtilmektedir. 388 Y.U.: Günümüzde Pamukova

247

Alpköy-Sarıköy bölümü 31 Ağustos 1892Sarıköy-Beylik köprü bölümü 2 Aralık 1892Beylikköprü-Puladlı bölümü 12 Aralık 1892Puladlı-Ankara bölümü 31 Aralık 1892

Daha sonraki İzmit Sancağı Ticari başlıklı özel bölümde, bu hattaki çeşitli dolaşım hakkında aşağıda gösterilen bilgiler sunulacaktır:

1º Bu hatta taşınan toptan ya da perakende yüklerin cins ve ağırlıkları

2º Yolcu taşımacılığı

3º Hayvan taşımacılığı

Araç Yolları – Gemlik’ten ve Mudanya’dan Bursa’ya giden iki şoseye oranla her açıdan dahaseçkin olan İzmit-Ankara şosesi u raporda da gösterildiği üzere oldukça yoksul olan Asya Türkiye’sinin en güzel taşıt yollarından biridir. Aslında bizim Muhteşem olarak adlandırdığımız Kanuni Sultan Süleyman’dan (1520-1566) beri, yanlarında hanlar, kervansaraylar bulunan, nehirleri İstanbul Süleymaniye ve Edirne Selimiye camilerinin yapımcısı bir yeniçeri subayı olan Mimar Sinan’ın başyapıtları anıtsal köprülerle aşan ve geniş imparatorluğunun tamamını ören bir yollar ağı bulunmakta idi. Romalılara ait olduğu zannedilen bu köprülerin bir çoğu hala ayakta olup yolcuların hayranlığını kazanmaktadırlar. Yollar ise bakım eksikliğinden kaybolup gitmişler, yanlarındaki kamu yapıları ise şekilsiz harabeye dönmüşler.

Bu arada belirtmek gerekir ki bugün hala mevcut ancak oldukça harap bir bölüm, bir zamanlar Türk ordusunun Üsküdar’dan hareketle Bağdat’a yapılan seferlerde izlenilen yolun parçası idi. Bu bölüm, Hannibal’in öldüğü antik Lybissa olan Gebze’nin Müslüman mezarlığını aşar. Orada, askerlerin gidiş ve dönüşlerinde namaz kılmak için durdukları mola noktası bilinmektedir.389 Mekke’ye dönük mihrab önünde imam dururdu. Kalıntıları hala mezarlar arasında görülmektedir.

Mimar Sinan’ın gerek yol üzeri gerekse kent içindeki askeri, sivil ve dini eserlerinin tam bir listesini eklemenin yeri belki de burasıdır. Hem sanatsal hem de bilimsel açıdan oldukça ilginç çok sayıdaki eser, aydın biri olan Başvezir Edhem Paşa tarafından kaleme alınarak, onun himayesinde, 1873 Evrensel Viyana Sergisi için Türkçe, Fransızca ve Almanca olarak “Osmanlı Mimarisi” adlı sanatsal bir yayında toplandı. Ziraat, Ticaret ve Bayındırlık bakanı olan Edhem Paşa, daha önceleri Fransa Madenler Okulu’nda ünlü ekonomist ve birlikte mühendis ünvanını almaktan onur duyduğunu belirten imparatorluk senatörü Mösyö Le Play’ın okul arkadaşı idi.

Uzun bir dinlenme döneminden sonra Türkiye’nin kalkıştığı bu ekonomik gelişme bilincine rağmen devlet adamlarının tamamı tarafından paylaşılmamaktadır. Bununla birlikte bu bilinç, hükümetin sayılarını arttırdığı askeri ve sivil Bayındırlık okullar ve liselerdeki teknik dersler sayesinde genç memurlar arasında yayılmaktadır.

Bu okullarda eğitim görmüş olan İmparatorluk Yollar ve Köprüler Genel Müfettişi Sırrı Paşa’nın bir eseri olan İzmit-Ankara karayolu, ulaşılan pratik anlayış düzeyi hakkında fikir verebilecek bir örnektir.

Bu yolun tek hatası, demiryolundan bir süre önce yapılmış olmasıdır, şöyle ki karayolunun geçtiği güzergah İzmit mutasarrıflığını geçen en iyi hat idi ve Geyve’ye kadar aynı hat demiryolu tarafından da izlendi. Bunun sonucu olarak da iki yolun bir çok noktada birbirine

389 Y.U.. Günümüzde Fatih Otağı olarak bilinmektedir.

248

karıştığı söylenebilir, örneğin İzmit-Sapanca şosesinin gereksiz kaldığı söylenebilir; nerdeyselüks oldu. Mutasarrıflığın diğer bölgelerindeki üst düzeydeki yokluk, bu aşırı zenginlik ile zıtlıkoluşturuyor.

1878 yılında başlayan bu şosenin yapımı, hükümetin Haydarpaşa-İzmit hattını uzatma kararı almasının hemen ardından terk edildi. Sakarya boğazına kadar olan teraslama işini üstlenen firma başarısızlığı nedeniyle şose çalışmalarına ancak 1884’de yeniden başlanabildi. Ancak bu kez, İzmit mutasarrıflığı ile Kastamonu ve Ankara vilayetlerinde eşzamanlı olarak toplam 360km 952m’yi içeren çalışmalar, oldukça hareketli idi. 1886’da Ankara vilayetindeki 168km 359m’lik bölüm trafiğe açıldı ancak Torbalı’dan (Göynük) Kastamonu vilayetine giren 91km 300m’lik ara bölüm daha bitirilmemişti ve tamamlanmayı bekleyen 11 km’lik bir parça daha vardı. İzmit sancağı sınırları içindeki 101km 293 m’lik bölüme gelince imtiyazın verilmesindenyalnızca bir yıl sonra 1887’de törenle açıldı ve İzmit-Adapazar demiryolunun üç yıl önüne geçti.

Bu şose üzerinde, Sapanca gölünün sağ yakası ile Sakarya Irmağı’nın sol yakası arasında vadinin ayırım noktasından (Kalaycı-kır Geçidi) başlayıp 14 km 560 m sonra Adapazar’da sonlanan bir sapak bulunmaktadır. Bu yol üzerinde sapaktan 7 km uzaklıkta yani yolun nerdeyse ortasında istasyon bulunmaktadır. Aynı şose üzerinde bir sapak daha bulunmaktadır. Bu ikinci sağ tarafta, İzmit’ten 14 km uzaklıktadır. Fes fabrikasından Aslanbeyadlı bir Ermeni köyü yakınındaki devlete ait Çuha fabrikasına uzanır ki Aslanbey köyü sakinlerinin nerdeyse tamamı bu fabrikaların çalışanlarıdır. 1887’de tarfiğe açılan her iki yolda 1888’de tamamlanabilmiştir.

Demiryolu ile birlikte, İzmit-Ankara araç yolunun İzmit’ten her iki yolun birbirinden ayrıldığı Geyve’ye kadar olan kısmı yukarıda yeteri derecede anlatıldı. Şose daha sonra Taraklı üzerinden doğuya yönelir ve İzmit sancağının güneydoğusunda Kastamonu eyaleti sınırını geçer.

Dolayısıyla, aşağıda gösterildiği üzere İzmit mutasarrıflığındaki hızlı ve araç yollarının toplamuzunluğu 224 km 373 m’dir:

KmAnadolu Demiryolları (İzmit Mutasarrıflığı içinde) 89,000Kastamonu eyaletine kadar İzmit-Ankara şosesi 101,293Bu şoseden Adapazar’a sapak 14,560Bu şoseden Aslanbey Köyü’ne sapak 4,520Yalova’dan Dağ Hamamlarına olan yol (yaklaşık) 11,000Bağcecik iskelesinden köye olan yol (yaklaşık) 4,000

Toplam 224,373

İzmit sancağındaki gerek 89 km’lik demiryolu, gerekse 135 km 373 m’lik araç yolu, sancağın merkezi ve güneyindeki kazalardan geçerek yalnızca doğu-batı ya da tersi yönde ulaşımı sağlamaktadırlar.

Limanlar – İzmit mutasarrıflığının limanları, sancak merkezi İzmit ve Kara-Mursal’ın limanlarından oluşmaktadır. Kuzeydoğu’da Kandıra kazasında Karadeniz kıyısında küçük bir iskeleye sahip pek önemli bir liman olmayan Karasu ve Sakarya’nın ağzında İncirli limanı bulunmaktadır.

Daha sonra sancağın ticaretini ele alan özel bölümde İzmit limanının hareketleri incelenecektir.

Ulaştırma – İzmit sancağında nehir ulaşımı hiç denecek kadar azdır çünkü Sakarya Irmağı uzun bir zamandan beri, daha önce konu ettiğimiz Konstantinos Porphyrogenetes’in

249

aktardığı Justinianus Köprüsündeki yazıtta geçen “bu hükmedici çalışmanın kölesi” ifadesine uygun akmıyor. “Bükülmez taş köstekler”den kurtulan su, hiçbir zaman olmadığı kadar azgın olmuş. Irmak ve başlıca kolu Mudurnu-su ile Sapanca Gölü’nün su baskınları her yıl yaklaşık altı ay boyunca sürüyor. Daha önce de söylendiği gibi yıkılamaz görünen Taşköprü, ırmağın azgınlıklarına dayanamamış. Hendek ve Adapazar’ın doğusundaki diğer yerleşimlerden gelen yüklerin su basmış kıyılardan ulaştırılması doğal olarak güney, batı ve merkezden daha rekabetçi araç yolu ve Anadolu Demiryolları ile gelen yüklerin taşınmasından daha pahalıya gelmekte.

Bu diğer yerleşimlerin araba ya da demiryolu tarifeleri arasında tercih yapma seçenekleri var.Birincilerin fiyatı yükleme noktasının İzmit’e olan uzaklığına göre değişiyor. Örneğin Adapazar’da kışın 100 okka (yaklaşık 128 kg) için 10 para (5 santim), yazın ise sadece 6 ila 7 para (3 ila 4 santim). Yol ise yaklaşık 38 km.

İzmit-Ankara şosesinin yapımından önce bu iki kent arasındaki taşımacılık yalnızca katır ve develerle yapılıyordu. Bu yolun açılması ile birlikte arabalar ortaya çıktılar ve sonucunda fiyatlar düştü. Develer kışın çalışmıyorlar. Taşımacılık, 360km 952m’lik yol için okkası (1kg 282gr) daha önceden olduğu 40 para (yaklaşık 23 santim) yerine 20 ila 25 paraya (10 ila 12 ½ santim) arabalar ve katırlarla yapılıyor.

Anadolu Demiryolları’nın yörenin başlıca yükleri için kilometre ve kilogram başına tarifeleri aşağıdaki gibidir:

FrankÇeşitli Yükler (hızlı) 0,0133Çeşitli Yükler (yavaş) 0,0125Yapı Malzemeleri 0,0049Hayvanlar 0,0087

Dağlar – İzmit sancağının topraklarının yaklaşık üçte ikisi hayvancılığın pek olmadığı, güzel ormanlar ve onları kesen verimli vadilerin bulunduğu dağlık araziden oluşur. Bu dağlar kuzeyve kuzeydoğuya doğru İstanbul Boğazı ve Trabzon’a kadar Karadeniz boyunca uzanan ve yüksek tepelerinin eski Pontus Krallığı ve bugün Kastamonu vilayeti olan Paflagonia’yı kapsayan “ağaç denizi”nde yükseldiği, Olgassus dağlarına bağlanırlar. Güneyde ise İzmit Körfezi kıyılarında sonlanan Olympos (Bursa-Uludağ) dağ koluna rastlanır.

Yalnızca sevimli kırlara sahip İzmit Körfezi civarında, İzmit ve Sapanca arasındaki vadiyi dolduran ve Sakarya boyunca yamaçları gölgelendiren çok sayıda köy arasında yükselen orta yükseklikte birkaç tepeye rastlanıyor. En yüksek iki tepeden biri, doğuda Uzunçayır’ın sınırını oluşturan Gökdağ (1620m), diğeri ise Uzunçayır’ın batı sınırında yer alan Başkeres dağı (1120m). Bunlara daha önce aktardığımız 80m rakımlı Yalova termallerine sahip, biraz daha batıdaki Dağhamam’ı da (820m) ekleyebiliriz.

Doğuya ve kuzeydoğuya ilerlerken toprak Sakarya’nın sağ kıyısından itibaren belirgin şekildeyükselse de kıvrımları pek hissedilebilir değildir. Bu tarafta Türklerin tepe adını verdikleri yüksekliklerden başkası pek görülmez; bir yaylanın genel oluşumuna uygun, tatlı bir bayırla aşamalı olarak yükselir, böylece İzmit sancağı sınırını aşarak Kastamonu vilayetinde kavuşacağı Olgassus sıradağlarına kavuşacak olan kabarık arazi ortaya çıkar.

Karadeniz sahilini geçip batıda İstanbul vilayetine giren kabarık arazi aksine sürekli alçalarakdevam eder ve İzmit mutasarrıflığı ovalarının neredeyse yarısında olduğu gibi İstanbul

250

Boğazı’nın Asya yakasındaki en yüksek nokta, bir Bizans hisarı kalıntıları altında kalan Jupiter Urinus tapınağının390 bulunduğu, yalnızca 500m rakımındaki Dev Dağı’dır.

Sanayi Üretimi – Daha önce “Madenler ve Ormanlar” özel başlığı altında sözü edilen, Geyve kazasındaki manganez madenlerinin işletilmesi, Ada-Pazar’ın nahiyesi Hendek ormanlarındaki, İzmit Tersanesinin omurga ve tekne yapımı için kullanılan diğer odunları hazırlayan 12 şantiye ile çok sayıdaki hızar ve odunkömürü ocağı; yanı sıra İstanbul ile Boğaz’ın her iki yakasının kereste, kalas, kaplamalık ceviz ve kömür gereksiniminin sağlandığı Geyve ve Kandıra kazalarındaki ormanlar hakkında ekleyecek fazla bir şey yok. Tarım başlığı altında da İzmit’teki iki buharlı değirmen belirtilmişti, şimdi burada Ada-Pazar yakınındaki Çark-su’da günde 222 hektolitre un üretebilen bir üçüncüsünü eklemek gerek. Aynı bölümde ipekçilik, koza, ham ipek üretimi dolayısı ile ipek üreticisi her kaza ve nahiyedeki böcekhane sayısı belirtilmişti.

Geriye, İzmit mutasarrıflığı sanayi üretimi üzerine bahsedecek, İzmit yakınlarındaki iki devlet fabrikası ve özel girişimcilerce yeni açılan bir üçüncü fabrika ile Kandere ve Ada-Pazar kazalarında keten kumaşı üretimi hakkında birkaç rakkam eklemek kalıyor.

İki devlet fabrikasının biri fes, diğeri çuha fabrikasıdır. Üretimin nerdeyse tamamı ordu içindir.Yıllık üretimleri 60,000 fes ile 192,000 kg çuha ve diğer yünlü kumaştır. Ankara’dan İzmit’e gönderilen yıllık tiftik keçisi yününün üçte biri Çuha Fabrikası’nda kullanılmaktadır.

Karamursal fabrikasının yıllık üretimi, çok yeni kurulduğu için henüz bilinmemektedir. Burada fes ve Türkiye’de çok tercih edilen bir cins yünlü kumaş olan şayak üretilmektedir. Kurucuları Velçerinli Yusuf, Çengici Mustafa ve ortaklarıdır.

Keten üreticilerinin kendileri tarafından yapılan ilkel tezgahlarda keten kumaşı dokuyan aileler ayrıca üstüpü ve keten ipliği de üretmektedirler. Hepsi Arabistan’a ihraç edilen bu kumaşların üretim merkezleri, Kandıra kazasında Şeyhler ve Kaymas nahiyeleri ile Ada-Pazar yakınlarıdır. Ada-Pazar’ın İzmit ve İstanbul aracılığı ile yaptığı yıllık keten kumaşı ihracatı, parçası 10 kuruş yani 2.30 frank üzerinden toplam 920,000 frank değerindeki 400,000 parçadır.

Bir zamanlar kimi kaza ve nahiyelerde çok sayıda deri tabakhanesi ve tabak sepiciliği391 bulunmaktaydı ancak ithal derilerin ucuzluğu karşısında rekabet edemeyerek yarısından çoğu işi bıraktı. İşlenmemiş deri ihracatının da artık büyük önemi kalmamış.

Ticaret – İzmit sancağı ticari hareketi aşağıda gösterildiği üzere ortalama 37,801,631.49 frank’tır:

İzmit Limanı Hareketleri *İhracat…… 31,845,744 *İthalat……. 5,469,911 ------------------------------ Toplam… 37,315,655 frank

390 Y.U.: Jupiter Urius Tapınağı ya da diğer adı ile Hieron, Phryxus tarafından yaptırılmıştır. İstanbul boğazının girişinde ve kanalın en dar kısmında, Misya Olimpus’u (Uludağ) silsilesinin kıyıya ulaştığı noktada bulunurdu. Bu yerin sahipliği sorunu, Bizanslılarla Kalkhedonlular arasında uzun süre anlaşmazlığa sebep oldu. Prusias buraların sahibi olarak bu anlaşmazlığa son verdi ve bu yeri güçlendirdi; fakat daha sonra tapınağın kerestesini, kiremitlerini, kısaca her şeyini söküp alarak Bizans cumhuriyetine teslimi gibi bir çelişki oluşturdu. Sicilyalı Diodores’un kayda geçtiği geleneğe göre, Kolkhis’dan dönen Argo Gemicileri İstanbul boğazına vardıklarında, on iki tanrıya kurban sunmuşlardı. Buradan anlaşıldığına göre bu tapınak, o zamanlar Jüpiter ile Neptün’e özgüydü; Çünkü boğazın Hieron tapınağında bu ikisine ibadet edilirdi. 391 Y.U.: Beyazlatma işlemi

251

Anadolu Demiryolları’nın 89km’lik hattında, genel bir ortalama olarak kilometre başına (5,460.41 frank) üzerinden yapılan bir hesaplama ile net işletme üretimi…… 485,976 frank

-------------------------------- Genel Toplam 37,801,631 frank

Aşağıda verilen tablo, gerek ithal gerekse ihraç malları olarak İzmit limanında gerçekleşen ticari hareketin madde ve frank üzerinden değer ayrıntılarını içermektedir:

İzmit Limanı 1893 Yılı Ticari Hareketleri

Cinsi İhracat İthalat GözlemFrank üzerinden

değeriFrank üzerinden

değeriTahıl 8,128,749 538,330 İthal buğday İzmit’te una dönüştürülür. Tereyağ 79,123 -- İstanbul’a gönderiliyor. Kahve -- 218,400 600’ü Adapazar’a gidiyor. Balmumu 110,537 -- Marsilya’ya gönderiliyor. Koza 1,728,000 -- Marsilya’ya gönderiliyor. Kayısı Reçeli 1,282 -- İstanbul’a gönderiliyor. Adapazar’da işleniyor. Pamuk 44,850 -- Yurtdışına çeşitli yönlere gönderiliyor. Bakır -- 47,981 İstanbul yoluyla ithal ediliyor. Kalay -- 490,000 İstanbul yoluyla ithal ediliyor. Keten Üstüpü 115,000 -- İstanbul’a gönderiliyor.Peynir (misitra) 48,100 -- İstanbul’a gönderiliyor.Çini ve cam -- 299,000 İstanbul yoluyla ithal ediliyor.Demir -- 115,465 İstanbul yoluyla ithal ediliyor.Kitre 525,000 -- Marsilya’ya gönderiliyor.Keten Tohumu 570,000 -- Yurtdışına gönderiliyor. Sarı Tohum392 408,000 -- Yurtdışına gönderiliyor.Zeytinyağı -- 50,290 Darıca’dan ithal ediliyor. Susam Yağı 59,291 -- İstanbul’a gönderiliyor. İzmit ve Karamursal’da üretiliyor.Keten 769,767 -- Ankara’dan transit geliyor, İstanbul’a gönderiliyor. Taze Sebze 650,000 -- Büyük bölümü Ankara vilayetinden İstanbul’a gönderilmek üzere geliyor.İmalat(manüfaktür) -- 500,000 İstanbul yoluyla ithal ediliyor. Bal 348,534 -- İstanbul’a gönderiliyor.

Moher (Tiftik) 3,613,245 --Ankara’dan transit geliyor, 470,000 kg imparatorluk fabrikaları gereksinimi için İzmit’te kalıyor.

Ceviz 95,000 -- İstanbul için. Haşhaş 2,880,000 -- Marsilya’ya gönderiliyor.Soğan veSarmısak 750,000 -- İstanbul ve Odessa’ya gönderiliyor.Sığır Derisi 51,300 -- Marsilya’ya gönderiliyor.Yaban DomuzuDerisi 25,000 -- Suriye’ye gönderiliyor. Çeşitli Deriler 25,000 -- Çeşitli yönlere gönderiliyor. Armut 1,000,000 -- İstanbul’a gönderiliyor.Elma 1,325,000 -- İstanbul’a gönderiliyor.Patates 400,000 -- İstanbul’a gönderiliyor.Taze Üzüm 1,250,000 -- İstanbul’a gönderiliyor.Sabun -- 28,000 İstanbul yoluyla ithal ediliyor.

392 Y.U.: Fr. Graine Jaune

252

Şeker -- 1,656,000 10,000’i Adapazar için olmak üzere İstanbul yoluyla ithal ediliyor.Tütün 1,970,000 -- İstanbul yoluyla ihraç ediliyor. Çiroz 432,000 -- 100,000 kg yerel tüketim için olmak üzere Darıca’dan transit ihracaat. Şarap 350,000 -- Büyük bölümü Marsilya’ya gönderiliyor.Sürü Hayvanı 150,000 50,000 Rumeli’den ithal ediliyor, İstanbul’a gönderiliyor. Tuz -- 156,445 Foça’dan ithal ediliyor. Gürgen FıçıTahtası 110,000 -- Yunanistan’ın çeşitli limanlarına. Ceviz Kereste 120,000 -- Marsilya ve Yunanistan’ın çeşitli limanlarına. Kaplamalık 20,000 -- Marsilya ve Yunanistan’ın çeşitli limanlarına.Yumurta 911,400 -- İstanbul’a gönderiliyor.Kümes Hayvanı 6,496 -- İstanbul’a gönderiliyor.Manganez 25,000 -- Avrupa’nın çeşitli yönlerine. Odun Kömürü 1,800,000 -- İstanbul’a gönderiliyor.Keten Kumaşı(400,000 parça) 920,000 -- Çeşitli yollarla Arabistan’a. Petrol -- 420,000 Rusya’dan geliyor. Çeşitli -- 900,000 Çeşitli yerlerden ithal. Toplam 31,845,744 5,469,911

Özetle, İhracat 31,845,744 İthalat 5,469,911 -------------- 37,315,655 frank – İzmit Limanı toplam ticari hareketleri

İzmit Limanı Gemi Hareketleri 13 Mart 1892’den 12 Mart 1893’e kadar

Gemi Bandırası Gemi Sayısı Gemi TonajıÖdenen Fener

Rusumu

Vapur YelkenliTopla

m VapurYelken

liTopla

m

Alman 3 -- 3 3,224 -- 3,224 416İngiliz 19 -- 19 25,986 -- 25,986 4,49Fransız 12 -- 12 13,733 -- 13,733 2,952Yunan 11 31 42 616 2,655 3,271 652İtalyan 2 -- 2 1,856 -- 1,856 573Osmanlı 164 1,198 1,362 22,373 11,816 34,189 15,656Sami -- 1 1 -- 76 76 --

Toplam 211 1,230 1,441 67,788 14,547 82,335 24,598

Kayık ve diğer çok küçük tonajdaki teknelerin dahil edilmediği resmi kayıtlara göre, yukarıdaki tablodaki yelkenlilerin tonajının ortalaması 11-12 ton arasındadır. Ya da İzmit-İstanbul arası yalnızca 40 deniz mili olması nedeniyle, küçük miktarlarda odun kömürü, meyve, peynir, sebze, kümes hayvanı, vb. yüklü teknelerle bu iki kent arasındaki deniz yolu ile hergün sıklıkla tekrarlanarak yapılan bu ticaret, İzmit Limanı hareketlerinin en büyük bölümünü oluşturur ve düşük taşıma ücretleri ile demiryollarına rakiptir.

Osmanlı, Anadolu Demiryolu 1893 Yılı Ticari Hareketleri

Yük Cinsi Kilo Yük Cinsi KiloNakleden 71,236,489

Aba 190,322 Taze sebze 1,905,717

253

Alkol 82,940 Kuru sebze 962,464Çeşitli maddeler 348,539 Likörler 195,536

Süpürge ve hasır 17,014Kütük ve kaplamalık ceviz 153,163

Tereyağ 84,021 Makineler 131,750

Bira 49,281İşlenmiş ürünler (manifaktür) 1,847,133

Tahta duvar kaplaması 61,397 Askeri eşya --Yakacak odun 45,287 Tabakhane malzemeleri 47,233Doğramalık odun 439,429 Çeşitli madenler 143,153Tuğla ve kiremit 156,653 Mobilya ve eşya 1,671,670Kahve 180,536 Tekerlek 23,508Tahıl 51,389,866 Maden filizi 1,330,026Kenevir ve halat 77,688 Yumurta 469,614Odun kömürü 55,058 Haşhaş 80,772Kireç ve çimento 102,390 Saman ve kuru ot 647,922Koza ve ipek 241,510 Kağıt ve kitap 132,071Ham ve iplik pamuk 418,721 Ham deri 370,833Deri ve kundura 366,761 Ham taş 86,930Çeşitli artıklar 47,605 Zehirler 294,225İlaç ve boyalar 207,626 Çömlek 23,319Lületaşı 224,498 Kimyasal ürünler 60,902Boş sandık ve fıçı 1,337,301 Hırdavat 720,501Çeşitli baharatlar 1,350,860 Ray 2,900Un ve hamur 3,150,395 Taze üzüm 4,766,912Soğuk ve döküm demir 947,280 Pirinç 286,195Demir, ham çelik 429,282 Sabun 228,481Peynir 291,563 Tuz 1,308,179Taze ve kuru çeşitli meyve 2,581,127 Yonga 293,151Hayvan yağı 551,351 Şeker 775,869İçyağ 28,999 Tütün 1,799,546Taşkömür 295,801 Cam eşya 384,439Madeni yağlar 1,434,805 Et 289,673Bitkisel yağlar 242,881 Yöre şarabı 1,224,273Keten 3,733,843 Canlı kümes hayvanı 197,540Süt 13,859 Güherçile 174,004

Nakleden 71,236,489 Genel Toplam 94,986,183

Osmanlı Anadolu Demiryolları1893 Yılı Hareket ve Varış İstasyonlarına Göre Yolcu Sayısı

İstasyonHareke

t Varış İstasyonHareke

t VarışSayı Sayı Sayı Sayı

Haydarpaşa280,26

9 236,158Ak-Hisar(Pamukova)

705,250

703,454

Kızıltoprak 37,857 46,554 Mekece 2,644 2,545Sapak 21,603 26,406 Lefke 940 795Göztepe 38,905 36,294 Vezir-Han 2,827 2,763Erenköy 59,936 75,801 Bilecik 1,407 1,258Bostancık 17,443 20,565 Kara-Köy 6,003 5,611Maltepe 37,457 40,959 Boz-Yük 361 312Kartal 49,043 51,052 İn-Önü 1,626 1,728Pendik 22,238 25,200 Çukur-Hisar 1,789 1,848

254

Tuzla 10,082 9,959 Eski-Şehir 208 158Gebze 20,742 22,030 Ak-Pınar 6,269 8,717Dil-İskelesi 826 702 Alpu-Köy 262 216Tavşancıl 9,476 9,852 Beylik-Abur 532 376Hereke 6,758 6,518 Sarı-Köy 238 220Yarımca 1,588 1,511 Biçer 632 460Tütün-Çiftlik 4,417 4,268 Sazıtar 317 327Derince 4,171 3,739 Beylik-Köprü 100 70İzmit 49,553 52,803 Polatlı 91 103Büyük-Derbend 2,690 2,239 Mali-Köy 902 706Sabanca 5,956 5,397 Sencan-Köy 575 292Ada-Pazar 16,530 17,723 Ankara 734 405

Geyve 7,730 7,724Fener-Bahçesapağı 8,085 8,697

Nakleden705,25

0 703,454 Toplam745,82

2745,8

22

Osmanlı Anadolu Demiryolları1893 Yılı Hayvan Taşımacılığı

Hareket İstasyonu Varış İstasyonuHaydarpaşa İzmitBaş Vagon Baş Vagon

Gebze 500 5 --Dil-İskelesi 2800 28 --Yarımca 400 4 --Derince 4200 42 --İzmit 8400 84 --Sabanca 100 1 --Ada-Pazar (240 sığır + 300 koyun) 540 17 --Geyve 800 8 --Ak-Hisar (Pamukova) 100 1 --Lefke 1,200 12 --

Bilecik 2,400 24100

koyun 1Boz-üyük (Bozhöyük) 200 2 --İn-önü 7,200 72 --Çubuk-Hisar 600 6 --Eski-şehir (40 sığır + 13,700 koyun) 13,740 140

100koyun 1

Mali-Köy 400 4 --Ankara (130 at + 7,100 koyun) 7,230 93

200koyun 2

Toplam 50,810 543 400 4

Aşar ve Vergiler – İzmit Mutasarrıflığı’nda yılda toplanan çeşitli vergiler ortalama olarak aşağıdaki gibidir.

KuruşArazi vergisi 4,602,754Temettü 1,634,962Bedel-i Askeriye 1,367,576

255

Mülkiyet Tezkereleri 21,426Tahıl Aşarları (ondalık vergi) 3,956,088Koyun Vergileri 1,148,306Çeşitli Rusumlar 215,149Madenler ve Ormanlar 1,625,137Çeşitli Gelirler 345,819

Toplam 14,917,217

Bu toplam da yaklaşık 3,430,000 frank’a eşdeğerdir.

Duyun-u Umumiye (Kamu Borçları) – 1306, 1307 ve 1308 yıllarında devlet gelirlerinden Osmanlı Duyun-u Umumiye’sine bırakılan girdiler şunlardır.

Girdiler

1306(1890-

91) Kuruş

1307(1891-

92)Kuruş

1308(1892-

93)Kuruş

Tütün (aşar) 294,758 524,451 260,503Tuz 700,375 680,198 713,259İspirtolu içkiler 527,863 499,610 595,410

İpek 827,113 757,4401,046,90

0Pul 452,589 444,099 451,024Çeşitli (Yeni Girdiler) 186,020 272,665 312,410

Brüt Gelir2,988,71

83,178,46

33,379,50

6Maaş ve Masraflar 681,529 703,112 744,210

Net Gelir2,307,18

92,475,35

12,634,83

9

Yıllık ortalama yaklaşık 2,472,478 kuruşa yani yaklaşık 568,600 frank’a denk düşmektedir.

Gümrükler – İmparatorluk Gümrük idaresi’nin İzmit’te bir müdürlüğü bulunmaktadır. Bu idarenin 1892 yılında İzmit mutasarrıflığındaki gelir ve giderleri aşağıdaki gibidir.

İhracaat İthalat

Tahsil EdlenRusumların Frank

Olarak Toplamı

Türkiyeiçine % 8

DışÜlkelere %

1Türkiye içinden ve

Dış Ülkelerden % 8 Tahsil Edilen Rusumlar 1,480,644 483,376 437,592 2,401,612

Maaş ve Masraflar 240,1611892 Net Gümrük

Geliri 2,161,451

Tütün Rejisi – Tütün gelirleri kazanç ortağı Reji’nin İzmit’te bir acenteliği, diğer kaza merkezlerinde ikincil acentelikleri ve nahiyelerde de tali acentelikleri bulunmaktadır. Bu idarenin 1892 yılındaki gelir ve giderleri şu şekildedir.

Satışlardan Gelir 5,244,510 kuruş

256

Maaşlar ve Masraflar 524,451 kuruş Net Gelir 4,720,59 kuruş

Net gelir yaklaşık 1,085,000 frank’a eşittir.

ÖzetRusumlar ve Vergiler

3,430,000frank

Duyun-u Umumiye 568,600 frank

İzmit Gümrüğü 2,161,451

frankTütün Reji’si (Tekel)

1,085,000frank

Toplam7,244,051

frank

İzmit Mutasarrıflığı Kazaları

İzmit Merkez Kazası

Konumu, sınırları – İzmit kazası aynı adı taşıyan mutasarrıflığın batısındadır. Kuzeyde Kandere kazası, doğuda Ada-Pazar kazsı, güneyde Geyve ve Karamursal kazaları ve batıdaMarmara Denizi ile İstanbul vilayeti ile komşudur.

Yüzölçümü – Yüzölçümü 1,500 km²’dir.

Yönetsel Bölünme – Merkez livaya bağlı bölgeler ve Bağçecik olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Birincisi 32, ikincisi ise 34 kasaba, köy ve küçük köycükten oluşmaktadır yani yerleşim merkezlerinin toplamı 66’dır.

Yetkililer – Bir mutasarrıf ve yapılanması vilayetlerdekinin aynısı olan bir meclis tarafından yönetilir. Doğrudan İçişleri Bakanlığına bağlıdır. Kaymakamlar ise mutasarrıfa bağlıdır.

Nüfus – İzmit kazasının (merkez liva) toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 54,163’dür.

MüslümanlarOrtodoksRumlar Ermeniler Yahudiler

YerleşikYerliler Göçmenler

Gregoryen Katolik Protestan

17,048 1,175 17,770 390 39018,223 yerleşik 14,890 yerleşik 18,550 yerleşik 2,500 yerleşik

Nüfus Genel Toplamı ……………… 54,163

Merkez – Mutasarrıflık ve kaza merkezi İzmit, mutasarrıfın, bölge (liva) müfrezesi komutanı generalin, jandarma komutanları albay ile binbaşının, gemi inşa müdürü albayın, tersane komutanı yarbayın, Rum Ortodoks metropolitinin, Ermeni Gregoryen piskoposun, Ermeni Katolik papazın, Latin ve Protestan misyonerlerin, bir hahamın, bir imparatorluk savcı yardımcısının, bir ormanlar genel müfettişinin, gümrük, posta telgraf idaresi, duyun-u umumiye müdürlerinin, Tütün Rejisi ile Mahsuse Deniz Yolları’nın acente müdürlerinin, liman kaptanının, vb ikametgahıdır. Ziraat Bankası’nın bir şubesi vardır. Anadolu Demiryolları’nın başlıca istasyonudur.

257

Bu kent, İzmit Körfezi’nin sonunda, 27º 37’ boylam ve 40º 47’ enlemde, Üsküdar’ın yaklaşık 91 km batısında, İstanbul limanından yaklaşık 40 deniz mili uzaklıkta ve İzmit’i ülkenin iç taraflarındaki önemli ticaret merkezleri ile hızlı bir ulaşım olanağı sağlayan demiryolları ile bağlandığı Ankara’nın 360 km kuzeybatısındadır.

Merkez’in Nüfusu – 25,000 olan kaza nüfusu aşağıda belirtildiği gibidir.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 12,000Muhacirler 365

12,375

Ortodoks Rumlar 5,875

Ermeniler Gregoryenler 3,850Katolikler 310Protestanlar 90

4,250

Yahudiler 2,400

Latinler (çoğu yabancı) 100

Toplam 25,000 kişi

Okullar – İzmit kenti ve ona bağlı bölgelerdeki okul sayısı, aşağıda görüldüğü üzere 3’ü yüksek, 3 orta ve 30 ilkokul olmak üzere 36, öğrenci sayısı ise 1,116 erkek ve 349 olmak üzere toplam 1,506’dır.

Topluluklar Öğretim Düzeyi Okullar ÖğrencilerErkek Kız Erkek Kız

Müslümanlar 3 medrese, 1 sivil yüksekokul 4 - 81 - 1 lise 1 - 75 -23 cami bağlantılı okul 23 - 240 -

Ortodoks Rumlar 1 erkek ilkokulu 1 - 150 -

1 kız ilkokulu - 1 - 100

Gregoryen Ermeniler 1 erkek ilkokulu 1 - 300 -

1 kız ilkokulu - 1 - 160

Katolik Ermeniler 1 erkek ilkokulu 1 - 140 -

Protestan Ermeniler 1 erkek ilkokulu 1 - 120 -

1 kız ilkokulu - 1 - 80Toplam 33 3 1,166 340Genel Toplam: 36 okul, 1,506 öğrenci

258

Bu noktada, Assomption Augustin’leri pederlerinin 1891 Ekim’inde kent ve çevresindeki Katolikler için İzmit’te bir okul ve bir şapel açtıklarını eklemek gerek. Bu okul açılışından itibaren, onlara modernleşme çalışmalarında hızlı bir gelişme umudu veren sonuçlar verirken, Augustin pederleri bir sonraki sene merkezi bir noktada bir mülk edinme olanağına kavuştular. 31 Ocak 1893’de yapı nerdeyse sonlandığında yandaki binada birden ortaya çıkan şiddetli bir yangın her şeyi küle çevirdi.

Şimdi, Assomption’cu Augustin pederleri misyon binalarını yeniden inşa etmek için hızlı çalışıyorlar. İzmit’teki öğrenci sayıları 1891 ve 1892 yılları arasında 15 ile 35 arasında değişmiş. Aynı zamanda Anadolu’nun bu bölgesindeki Gebze’den Bilecik’e sayıları yaklaşık 260 olan bütün Katolik Latinlerle ilgileniyorlar.

Onların yanında Assomption’un Oblate Hemşireleri393 1891 yılında İzmit’te bir okul ve dispanser açtılar. Okulun öğrenci sayısı 84 olup gerek Latinler, gerekse Ortodoks Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler’den oluşuyor. Hemşireler, öğrencilere Fransızca, Yunanca, dikiş ve dantel öğretiyorlar. Hemşirelerin dispanserine her hafta kentin ve çevrenin değişik toluluklarından ortalama 100 hasta başvuruyor ve aralarında ne ayırım ne de yeğleme yapılmıyor.

Bugünkü İzmit, aynı adı taşıyan körfezin kuzeyinde ve kenarında, antik Nikomedia’nın akropolünün yükseldiği tepelerin yamaçlarında yer almaktadır. Şu anda kullanılmayan daha önceki İznikmid adının, I.Nikomedes’in kentinin kalıntıları üzerine kurulmuş Bizans kentini tanımlayan, Grekçe “eis Nikomedeia” kelimelerinin bozulması sonucu olduğu söylenmektedir. Kentin genel görüntüsü ilginç, zengin ve hoş; özellikle deniz tarafından bakıldığında selvilerin gölgelediği sayısız caminin beyazlığına kontrast taze yeşillik ve süslü çiçeklere sahip bahçelerle çevrilenmiş ve canlı renklerle boyanmış ahşap evleri ile bir amfiteatr görüntüsü veriyor. Körfezin mavi suları, limanın canlılığı, askeri tersane şantiyelerinin hareketliliği, yerel taşımacılık yapan küçük teknelerin geliş-gidişleri, demirdeki teknelerin direklerinin oluşturduğu orman görüntüsü ve onların göğe yükselmiş bayraklarının patırtıları, bu düşmüş ama ticareti ve önemli geçmişi nedeniyle hala ayakta olan kentin iç açıcı görüntüsünü tamamlıyorlar.

İzmit’te iki imparatorluk sarayı var ki bir tanesi Abdülmecid döneminde başlanıp burayı gözdebir av evi olarak gören Abdülaziz tarafından bitirilendir. Buradaki odaların, Majestelerinin ressamı olan Mösyö Mason tarafından resmedilmiş olması ile övünülmekte. Konak ya da mutasarrıfın ikametgahı ahşap olarak yapılmış olmasına rağmen güzel bir anıttan daha aşağıkalır değil. Belediye sarayının öne çıkan bir özelliği yok. Bugün hala askeri firkateynler inşa edilen askeri tersane, meşhur vezir Köprülü’nün bir eseridir. Kentin 55 camisi arasında Kanuni Sultan Süleyman’ın baş veziri Pertev Paşa tarafından, Mimar Sinan’a eğer Edirne’deki Selimiye cami olmasaydı Sinan’ın baş eseri olacak olan İstanbul’daki Süleymaniye cami modeli üzerine yaptırılan cami öne çıkmaktadır. Aynı şekilde yukarı mahalledeki büyük Orhan camisini de belirtmek gerek. Eski bir büyük Bizans kilisesi olup Sultan Orhan tarafından 1330 yılına doğru islami inanca tahsis edilmiştir.

İzmit ve yöresinde 17 kilise, 4 manastır, biri Katolik Ermenilere diğeri Protestan misyonuna ait olan 2 şapel (küçük kilise) ve 1 sinagog bulunmakta. Gregoryen Ermenilere ait büyük kilise basit yapılmış ancak oldukça zengin süslenmiş. İthaf edildiği azizin mezarı üzerine yeniden inşa edilmiş olan Aya Pandeleimon Rum Ortodoks manastırı kentin 1,500 m batısında Ermeni mezarlığına yakın bir noktadır. Bu mezarlıkta vezir-i azam Kara Mustafa ordusunda Avusturya’ya karşı savaşan Macar soylusu İmre Tökeli’nin (Emeric Tekeli) mezarıgöze çarpmakta. Viyana kuşatmasını kaldırmaya gelen Polonya kralı Jean Sobieski, 12 Eylül1683’de Kara Mustafa Paşa’yı zorlayınca Tökeli, yeni vezirin komutasında savaşta yer almaya devam etmek için boşuna direndi. Bir çok başarısızlığı sonrası Sultan IV. Mehmet’in

393 Y.U.: Aynı misyonun kadınlar kolu

259

emri ile İstanbul’a götürülerek hapsedildi. Daha sonra Sultan İzmit’te yerleşmesine izin verdi ve 1705 yılında III.Ahmet döneminde burada öldü.

Bu yapılardan başka, İzmit’te 5 tekke, 2 imaret, 17 türbe, 3 medrese, 1 hastahane, 1 gümrük müdürlüğü, 1 uluslarası hizmet veren (Türkçe ve Fransızca dillerinde) telgraf istasyonu, 1 sağlık dairesi, 1 redif (yedek asker) dairesi, 1 yük ambarı, 10 halk hamamı, 146 halk çeşmesi, 2 un fabrikası, 39 değirmen, 2 hızar, 4 böcekhane, 34 ekmek fırını, 35 kahvehane, 1,140 mağaza, 11 susam yağı fabrikası ve 5,857 ev bulunmaktadır. Yapılarda kullanılacak taşların işlendiği 5 ocak ve 1 inşaat kerestesi şantiyesi ile kentin sonunda bulunan biri askeriye için çuha diğeri fes üreten iki devlet fabrikası mevcut.

Tarihsel Tanıtım – Körfez içinde Megaralılar tarafından iki kent kurulmuş olup önce birincinin adı Astacus, ardından ikincinin adı Olbia le anılmışlar, daha sonra da Nikomedia kurulmuştur.Astacus, bu kenti metropolis Nikomedia’dan sonra sonra dördüncü sıraya koyan Konstantin Porphyrogenetes zamanında hala mevcuttu. Nikomedia aslında I.Nikomedes’in babası Zipoetes tarafından kurulmuştu ancak kente kendi adını verecek kadar kıskanç olan Nikomedes, babasının Lysimakhos ile yaptığı savaş esnasında tahrip olmuş çevre yerleşimlerin sakinlerini kente davet ederek bir kez daha Bithynia’nın koruyucu tanrılarına görkemli kurban törenleri düzenledi. Kentin en önemli meydanına daha sonra Traianus döneminde Roma’ya götürülecek olan fildişi heykelini dikti ve bugün hala burçların harabeleriile daha sonra Roma egemenlik döneminde eklenmiş yapıları taşımakta olan, temellerinde koca blok kalker taşlar kullanılmış surlarla kenti çevreledi.

Nikomedia’nın ilk kuruluş tarihi bugün artık bilinmemektedir, ikincisi şüphesiz I.Nikomedes’in İÖ 281’de tahta çıkışı idi. Nikomedia kenti Bithynia krallarınca, görkemi komşu kralları ve eskidünyanın tüm deniz kenarı ülkelerindeki önde kişilerini cezp edecek derecede güzelleştirildi ve zengince donatıldı. Hannibal, I.Prusas ve II.Prusias döneminde buraya sığındı ve bu krallar için Prusa ad Olympum’u (Bursa) kurdu ve Eumenes’in gemilerini kaçırtan Bthynia donanmasına bizzat komuta etti. Roma’nın dostu son Nikomedes döneminde Sezar burada uzun dönem kaldı.

IV. Nikomedes,394 ölümü sonrası ülkeyi Roma’ya miras bıraktı. Sulla, Lucullus ve Cotta, Mithridates’in karşı çıktığı bu mirasa zahmetli de olsa el koydular. Roma egemenlik döneminde Nikomedia en az Bithynia kralları dönemindeki kadar gözde idi. Bithynia her ne kadar bir Roma eyaleti olsa ve prokonsüllerle yönetilse de fethedilmiş bir ülkeden çok bir Roma bağlaşığı idi. Yollar, kanallar, limanlar ve bir çok yararlı yapı ile donatıldı. Roma valileri Nikomedia’da oturuyor ve kente sık sık büyük yararlar sağlıyorlardı. Plinius, büyük bir halk meydanı ve bir su kemeri yaptırmıştı. Traianus’a yazdığı mektuplar, bu kente büyük ilgisinin izlerini taşımakta. Ancak kentte olmadığı bir anda çıkan korkunç yangın tüm kamu binalarını ve bir çok özel yapıyı kül etti. Yine de bu yaralar görkemli imparatorluk olanakları ile sarıldı; bir çok imparator Nikomedia’da kalışlarında kentten etkilendi; Heliagabalos, 218 yılında imparator seçilmesin ardından gelen kışı burada geçirdi.

Diocletianus, burayı imparatorluğun ikinci başkenti yapmak üzere büyütmek ve güzelleştirmek için oldukça emek verdi; burada sürdürdüğü uzun hükümranlık yılları esnasında bir çok saray, tersaneler, 1 darphane, silah fabrikaları inşa ettirdi. Ne yazık ki 303 yılında Galerius’un baskıları karşısında katedral kilisenin yağmalanması ve Aziz Anthymus’un ölümüyle başlayan hristiyan zulmünü emretti. 305 yılında artık hükümdarlıktan bıkan imparator, Nikomedia’nın doğusundaki bir ovada büyük bir tören düzenleyerek halkın önünde tahtı bıraktı ve doğduğu kent Salone’ye giderek yaşamının sonuna kadar evinin bahçesi ile ilgilendi.

394 Y.U.:. Gezgin, bu kralı o dönemki bilgiler çerçevesinde, II. ve III. Nikomedes’i aynı kral sanarak son kralı III. Nikomedes olarak belirtiyor. Ben IV. Nikomedes olarak düzelttim.

260

Nikomedia, Persler ve Romalılar arasındaki savaşta çok üzüntüler yaşadı, birkaç yıl sonra dabir hainin rehberliği altında Gotlar kenti yağmaladılar. Bıraktığı izler Libanius ve Ammianus Marcellinus tarafından aktarılan bir deprem, kenti temelden çatıya harap etti. Kente görkemini yeniden kazandırmak isteyen Justianus dönemine kadar bu durum devam etti.

1328 yılında Sultan Orhan tarafından fethine kadar Nikomedia’da önemli bir olay olmadı ve kent bu tarihten itibaren sürekli Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kaldı.

Antik kalıntılar – Eğer daha önceki dönemlere at temeller üzerinde yükselen Roma dönemi surları saymaz isek kentte kentin yukarılarındaki bir yahudi mezarlığının ortasındaki su sarnıcı, eski lağım kanalları ve bir rıhtımın yıkıntıları dışında kalıntı görülmemektedir.

Sarnıç, eski kentin su gereksinimini karşılıyordu. Bütünüyle tuğladan ve tonozları taşıyan kemerlerin üzerlerinde yükseldiği 36 ayaktan oluşmakta. Kapladığı alan 250 m² ve dendiğine göre Plinius tarafından bulunmuş bir kaynaktan gelen 1,500 m³ suyu barındırıyordu.

Eski lağım kanalları çok iyi korunmuş durumda ve toprağın altında yatay olarak devam ediyorlar. Bir insan, içinde rahatlıkla yol alabilir.

Eski rıhtım kalıntısı, tersane bölgesinde bu kanalların birinin ağzı yakınlarında bulunuyor. Denizaltı akıntıların girebileceği ve böylece limanın kumla dolmayacağı şekilde bir köprü gibi bir sıra kemerlerden oluşmuş. Üstlerinde yukarı döşemeyi oluşturan büyük taşları taşımakta olan ayaklar ve kemerler tuğladan yapılmışlar.

Tarımsal Üretim – Merkez kaza İzmit’in tarımsal üretimi ortalama olarak şöyledir.

HektolitreBuğday 29,000

Arpa 15,000Yulaf 20,500

Çavdar 8,000Mısır 110,500

Melez (Buğdayve Çavdarkarışımı) 8,600

Darı 31,000Kablıca395 10,000

Pirinç 28,000Adi Fiğ396 8,000

Çeşitli 10,000

KilogramBakla 13,000Nohut 15,000

BataklıkBaklası397 1,500Kestane 39,000

Yaş Üzüm 509,000Çeşitli Meyveler 821,000

395 Y.U.: Bir tahıl cinsi (Lat. Triticum Spelta). Hasat boyunca tanesi ayrıştırılmaz yani kepeklidir. Kimilerine göre tatlı buğdayın bir alt cinsidir. Uzun kökleri sayesinde kurak topraklarda yetştirilebilir. Günümüzde dietlerde kullanılmaktadır. 396 Y.U.: (Fr. Vesce, Lat. Vicia Sativa)397 Y.U.: Acı bakla, Yahudi baklası (fr. Feve des marais, faséole; lat. vicia faba) Dünyanın en eski ekinlerinden olduğu söylenir. Protein açısından zengin olup Parkinson hastalarının iyileşmesinde etkin olduğu sanılmaktadır.

261

Soğan 254,000Sarmısak 400,800Balmumu 14,700

Bal 117,710Koza 113,059

Ham İpek 5,490Fasulye 25,000

Mercimek 12,000Susam 3,600Badem 7,230Ceviz 120,000

Patates 60,000Taze Sebze 260,000

Pamuk 29,507Tütün 38,500

AdetYumurta 10,000,000

Piliç 75,000

Hayvancılık – Yıllık hayvan yetiştiriciliği ortalama olarak şu şekildedir.

BaşSığır ve inek 38,858 Manda 1,175 At ve katır 9,500 Koyun 46,801 Keçi (genel) 14,000 Tiftik Keçisi 18,500 Deve 260 baş

Toplam 129,094

Liman, Ticaret – İzmit limanı ve ticari hareketleri daha önce Mutasarrıflık bölümünde “ticaret” başlığı altında işlenmişti.

Başlıca Yerleşimler – Arslanbey köyü eski İçkara olup askeri çuha fabrikasının 10 km güneydoğusunda, fes fabrikasının 4 km güneyinde ve Anadolu Demiryollarının Büyük Derbend istasyonunun 4 km batısındadır.

Yerleşiklerinin tamamına yakını Gregoryen Ermeni olup, çoğu yukarıda bahsedilen iki imparatorluk fabrikasında çalışmaktadırlar.

Burada ayrıca sekiz böcekhane bulunmakta. Buradaki topluluk okulu, biri yüz civarındaki erkek çocuğun, diğeri ise elli kız çocuğun öğrenim gördüğü iki bölümden oluşmakta. Eğitim ilk ve orta olmak üzere iki dereceli.

Armaş (Akmeşe) – Doğrudan İzmit kentine bağlı olan Armaş,ın 1,500 olan nüfusu aynen Arslan Bey gibi tamamı ile Gregoryen Ermenilerden oluşmaktadır. Sancak merkezinin 30 km kuzeydoğusunda olup sınırları zorlukla belli olan küçük bir yol, daha doğrusu bir patika, demiryollarının yanına ulaşarak sonrasında bahçe, tarla ve ormanlardan geçerek kasabayı ilginç bir şekilde kente bağlar. Bu hoş görüntü, üzerinde yeni inşa edilmiş büyük bir manastır ve eklerinin bulunduğu, nerdeyse Kandıra kazası sınırındaki bölgeye kadar uzanır. Ünlü bir hac yeri olması ve kiliseye ekli tanınmış papaz okulu, bu küçük yerleşimi meşhur etmiştir.

262

1862 ve 1868 tarihlerindeki, yarısı birinci yangında diğer yarısı ise ikinci yangında harap olanve yeni planlarla tekrar kurulan kasaba, serin gölgelikleri olan Bıçkı Dere’nin yakınlarına kurulmuştur. Dere, doğuya doğru yavaşça akarak diğer değirmenler arasındaki yeni onarılmış ve mükemmel donatılmış manastır değirmeninden dönerek Sakarya Irmağı’na kavuşur. Bu değirmenin bakımı genellikle, gerek İstanbul’dan Anadolu Demiryolları ve İzmit istasyonu yolu ile, gerekse Asya vilayetlerinden Adapazar istasyonu üzerinden gelen hacilar tarafından yapılmaktadır. Hac esnasında ziyaret edilen Çarkhapan Surp Asdvazadzin (HayırlıYardım) tapınağı, 2,000 dönüm (yaklaşık 184 hektar) sürülebilir arazinin yanı sıra fırının yakacak odununu dallarla bolca karşılayan, aynı zamanda topluluğun gereksinimi odun kömürü ve inşaat tahtasını sağayan 3,000 dönüm (yaklaşık 276 hektar) ormana sahiptir.

Bir süre önce Armaş’ta Pasteur yöntemini yaymak üzere, Bursa İpekçilik Enstitüsü eski öğrencilerinin eğitimleri ve ipek böceği tohumlamasını yönetecekleri bu bölgede binlerce dut ağacı ekilip geniş böcekhaneler oluşturulmuş.

Geleneksel inanışlarına göre Armaş tapınağı, 303 yılında Diocletianus emri ile Nikomedia’da gerçekleştirilen zulümler esnasındaki martirlerin kanı ile kutsanmış bir noktada bulunmakta. İlk olarak buraya 1608 yılında İran’dan gelmiş ve bir çoğu Adapazar’a yerleşmiş yaklaşık 300aile tarafından denildiği üzere Tanrı’nın isteği üzerine 1611 yılında yapılmış. Gregoryen Ermeni Piskopos Thadeos yönetimindeki bu 300 aile, zamanla Asya Türkiye’si Ermenilerinin başlıca sofuluk merkezlerinden biri ve Gregoryen inançtaki İzmit Piskoposlarının doğal ikametgahı olan Armaş kazabasını ve manastırı aynı anda inşa etmişler. Osmanlı hükümdarları manastırı korumaları altına alarak çevre beylerin kendi aralarındaki çatışmalarda gördüğü zararlara karşı defalarca destek vermişlerdir. Thadeos’a 1611, Nikalos’a 1717, Athanas’a 1758 ve Bartholomeos’a 1787’de piskoposlara verilen ve onlara yerel küçük çatışmalarda uğranan kayıpları onarma ayrıcalıklarını içeren İmparatorluk fermanları tapınağın arşivlerinde özenle saklanmaktadır. Kaymas ve Genc-Ali beyleri arasında çıkan 1807 yılındaki savaşta harap olması sonrası Sultan II.Mahmut’un bir padişah fermanı ile piskopos Boghos Karakoçyan tarafından 1820’de de yeniden inşa ettirilmiştir.

Bu tarihten itibaren Armaş manastırı için yeni bir çağ başlar, kilise tarihi incelemelerinin düzeyi ayağa kalkarak özenle eğitimin genel gelişmesi seviyesinde tutulur. Çok sayıda seçkin öğretmen, papaz, vartabed ve piskopos yetiştirlir. Aralarında şu anki patrik Koren Aşıkyan’ın da bulunduğu İstanbul patriklerinin çoğu Armaş papaz kardeşliğindendirler. 1889’da Armaş manastırı İstanbul Gregoryen Patrikliği manastırı düzeyine yükseltilir ve Patrik başkanlığındaki bir özel komite, şu andaki Armaş piskoposu Malaşia Ormanyan ve Apik Uncuyan Efendi aracılığı ile yönetiminden sorumlu olur.

Sayısı 44 olarak sabitlenen ilköğrenimini tamamlamış 17 ile 20 yaş arasındaki genç öğrenciler alınmaktadır. Müdüriyet ve papaz okulunun yönetimi manastırınkinden ayrı değildir. Öğretmenler, aralarında 7 yıl sürecek ve sonunda öğrencilerin teoloji doktorası diplomalarını ve aynı zamanda Armaş manastırı papazları kardeşliği ünvanını alacakları eğitimin yüksek yönetiminden sorumlu Armaş piskoposunun da dahil olduğu bu manastırın 7 dindarıdır.

Armaş büyük manastırı eğitim programı zorunlu Ermenice, Ermeni edebiyatı, Türkçe, Fransızca, temel Yunanca ve Latince, fizik ve matematik derslerini içerir. Dini bilimler, felsefe ve teoloji de eğitimin başlıca ögeleridir. Ayrıca isteğe bağlı olarak, başlıca Avrupa ve Asya dilleri ile eğitim programının tamamlayıcı unsurları olmayan çeşitli bilimlerin dersleri de verilmektedir.

Yukarıda belirtildiği gibi 1820 yılında yeniden yapılmış olan Notre-Dame kilisesi 1872 yılında önemli onarımlara gereksinim duyar durumda olması sonucu kubbesi ve çan kulesi olan yenisinin yapılmasına karar verilmişti. Bu yapım çalışmaları esnasında 1888 yılındaki bir yangın manastırın büyük bir bölümünü tahrip etti. Önemli onarımlar yapılmak zorunda

263

kalınırken bu durumdan yararlanarak haclara yönelik bir yer inşa ettiler ve manastır tamamenyeni malzemelerle donatıldı.

Armaş büyük hacları, Eylül aylarında Meryem’in doğumu ve Varay kutsal haçı yüceltme adı verilen bayramlar arasında yapılmaktadır. Kalabalık ve gürültüden çekinen ancak görevlerini sukunet içinde gerçekleştirmek isteyen hacılar ise tapınağı ziyaret için mayıs ve haziran aylarını yeğliyorlar. Yıllık hacı sayısı 6-7,000 arasında, içlerinde Ortodoks Rumlar, Katolikler, hatta Hz. Meryem’e büyük saygı gösteren Müslümanlar bile var.

Hacıların bağışları, merhametli bağışçıların katkıları ile birlikte manastırın bakımının temel kaynağını oluşturuyorlar.

Kaşgal (Pir Ahmed) – Manastırın etki alanı Armaş’tan başka, 5 km doğudaki Kaymas nahiyesi sınırları içindeki Kaşgal’ı da kapsamaktadır. 750 nüfuslu bı köy resmi olarak Pir Ahmed adını taşımaktadır.

Bağçecik Nahiyesi

Aynı adı taşıyan nahiyenin merkezi, bir müdür’ün (nahiye yöneticisi), Gregoryen Ermeni İzmitPiskoposluğu’na bağlı bir yardımcı papaz, bir Katolik papazı ve bir Protestan misyonunun ikametgahı olan Bağçecik 9,620’si Gregoryen Ermeni, 300’ü Protestan Ermeni ve 80’i KatolikErmeni olmak üzere 10,000 nüfuslu koca bir kasabadır. Üç kilise ve aşağıda gösterildiği gibi 305 öğrencinin devam ettiği ikisi orta biri ilk olmak üzere üç okul bulunmaktadır.

Topluluklar Öğretim Düzeyi Okullar Öğrenciler

Gregoryen Ermeniler Erkek Orta Okulu 1 200

Protestan Ermeniler Erkek Orta Okulu 1 60

Kataolik Ermeniler Erkek ilkokulu 1 45

Toplam 3 305

Bağçecik, buharlı vapurların çalıştığı İzmit hattının son iskelesidir. Bu iskele, 4 km daha güneyde iç tarafta olan Bağçecik kasabası ile bir araba servisi sayesinde ve kuzeydoğuda 2 ½ km’den biraz daha fazla uzaklıktaki İzmit limanı ile günlük tekne servisleri ile sürekli bağlantı halindedir.

Kara-Mursal (Karamürsel) Kazası

Konumu, Sınırları – Kara-Mursal ka zası, İzmit mutasarrıflığının güneybatısında bulunmakta olup kuzeyde tüm kıyısı boyunca Marmara Denizi, doğuda merkez liva İzmit ve Geyve kazasıyanı sıra güneyde ve batıda Bursa vilayeti le çevrilidir.

Yüzölçümü – Toplam yüzölçümü 2,125 km²’dir.

Yönetsel Bölünme – Yalova adlı bir nahiyesi olup merkez kazaya bağlı bölgelerde 60, Yalovanahiyesine bölgelerde ise 27 kasaba, köy ve küçük yerleşim bulunmaktadır.

Yetkililer – Bir kaymakam tarafından yönetilmekte olup emrinde Yalova nahiye mudürü vardır.

264

Nüfus – Aşağıda gösterildiği gibi toplam nüfusu 24,026 kişidir.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 9,400Muhacirler 600

10,000

Ortodoks Rumlar 10,151

Gregoryen Ermeniler 3,875

Toplam 24,026

Merkez – Kazanın merkezi ve kaymakamın ikametgahı olan Kara-Mursal, İzmit limanının 15 deniz mili güneybatısında, İstanbul limanının 34 deniz mili güneydoğusunda ve İzmit Körfezi kıyısında küçük bir limandır.

Merkezin Nüfusu – Merkezin nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 2,000 olup bu rakam yukarıdaki kaza nüfusuna dahil edilmiştir.

Yerleşik Müslüman Yerliler 900

Ortodoks Rumlar 600

Gregoryen Ermeniler 500

Toplam 2,000

Karamürsel ve çevresinde 13’ü imparatorluğa (devlete) ait16 cami, 7 kilise, 1 manastır, 1 redif, 15 askeri tavla (ahır), 1 gümrük acentası, 5 halk hamamı, 29 fırın, 20 değirmen, 56 halkçeşmesi, 99 han ve kahvehane, 100 dükkan, 666 ev, 3 susam yağı fabrikası, 20 çiftlik ve 21 taş ocağı işletmesi bulunmaktadır.

Okullar – Karamürsel ve çevresindeki okulların toplam sayısı 15 olup 170 öğrenciye sahiptirler. Bu okullar camilerin ekleri olup yalnızca temel eğitim vermektedirler.

Tarımsal Üretim – Kara-Mursal kazasının başlıca tarımsal üretimi, tahıl, sebze, diğer bostan ürünleri, bal, balmumu, ipek, yumurta, kümes hayvanı, vb’dır. Hayvan yetiştiriciliği de yapılmakta olup, bunun yan ürünleri olan misitra peyniri ve diğer peynirler rağbet gördükleri İstanbul’a ihraç edilmektedir. Ayrıntılar ve dereceleri aşağıda verilmektedir.

HektolitreBuğday 37,200

Arpa 7,200Yulaf 23,000

Çavdar 7,000Mısır 95,000

Melez (Buğdayve Çavdarkarışımı) 7,200

Darı 23,000Kablıca 9,600

265

Pirinç 15,000Adi Fiğ 7,200Çeşitli 9,100

KilogramBakla 11,100Nohut 15,000

Bataklık Baklası 900Kestane 35,000

Yaş Üzüm 510,000Çeşitli Meyveler 900,000

Soğan 225,000Sarmısak 300,500Balmumu 10,000

Bal 80,000Koza 49,411

Ham İpek 1,609Fasulye 250,000

Mercimek 8,000Susam 2,000Badem 5,800Ceviz 80,000

Patates 50,000Taze Sebze 270,000

Pamuk 22,151Peynir (Misitra) 45,000

BaşSığır ve inek 29,831Manda 1,135At ve katır 7,500Koyun 30,000Keçi (genel) 13,000Tiftik Keçisi 16,800Deve 215

Toplam 98,481

Tarihsel Tanıtım – Sultan Osman’ın orduları tarafından Bithynia’da kazanılan ilk zaferin sonrası, İzmit Körfezi’nin güney kıyıları Akça Koca’nın yoldaşlarından Kara lâkaplı Mursal tarafından kesin olarak fethi ile sonuçlandı. Akça Koca’nın tüm bölgeyi ele geçirmesi ile bölgeye Koca-İli adı verildi ki İzmit mutasarrıflığının büyük bir kısmını kapsıyordu. Kara Mursal’a fethettiği kıyı, askeri gemilerin bakımının yapılması ve savunulması kaydı ile tımar olarak verildi. Kıyıda yaptırdığı hisar etrafında bugünkü kasaba oluştu ki bu yerleşim tüm diğer olasılıklardan daha çok Megaralılar tarafından kurulmuş antik kent Astacus’a uygun düşmektedir.398

Yalova Nahiyesi

Yalova – Müdürün ikametgahı olan ve nahiye ile aynı adı taşıyan merkez, İstanbul limanının 27 deniz mili güneydoğusunda, İzmit limanının 28 deniz mili batısında, Karamürsel’in 30 km batısında, Darıca’nın karşısında, İzmit Körfezi girişinden pek uzak olmayan bir noktadadır.

398 Y.U.: Günümüz tarihçileri Astacus’un konumu için Başiskele’nin daha doğru olduğu konusunda nerdeyse hemfikirdirler.

266

Karamursal Kazası genel toplamı içinde yer alan Yalova’nın nüfusu aşağıda gösterildiği gibidir.

Yerli Müslümanlar 500

Ortodoks Rumlar 250

Gregoryen Ermeniler 275

Toplam 1,025

Okullar – Yalova’da toplam 300 öğrenciye sahip 6’sı medrese ve 31’i cami ile mahalle mektebi denilen ilkokul eklerinden oluşan ve hepsi Müslüman okulu olan yaklaşık 37 okul bulunmaktadır.

Yalova kasabası ve nahiyesinde, yukarıda sözü edilen 6 medresenin yanı sıra 15 büyük cami, 17 kilise, 47 halk çeşmesi, 8 hamam, 43 halk fırını, 7 kahvehane ve han, 25 çiftlik, 25 eski sistem değirmen, 196 mağaza ve 2,426 ev bulunmaktadır.

Mineral Sular, Tarihsel tanıtım – Dağ Hamamları ve İmparator Konstantin tarafından, buradakalmayı seven annesi onuruna eski adı Drepanon olan kentin derecesi yükseltilerek adı Helenopolis olarak değiştirilen Yalova hakkındaki bilgiler, daha önce İzmit Mutasarrıflığı Mineral Suları başlığı altında verilmişti.

Sanayi – Aynı şekilde, bu sancağın sanayi üretimi ile ilgili bölümde, yakın bir dönemde Kara-Mursal’da yerli bir şirket tarafından kurulmuş bir fes ve şayak fabrikasından söz edilmişti.

Ada-Bazar (Adapazar) Kazası

Konumu, sınırları – Ada-Bazar kazası, İzmit mutasarrıflığı’nın merkezinde ve batı bölümündeyer almakta olup kuzeyde Kandere (Kandıra) kazası, doğuda Kastamonu vilayeti, güneyde Geyve kazası ve batıda İzmit (merkez liva) ile çevrilidir.

Yüzölçümü – Toplam yüzölçümü 1,925 km²’dir.

Yönetsel Bölünme – Sabanca, Ak-Yazı ve Hendek olarak üç nahiyeye bölünmüştür. 205 kasabası bulunmaktadır.

Yetkililer – Ada-Bazar’da oturan bir kaymakam tarafından yönetilmekte olup emrinde Sabanca ve Hendek müdürleri ile Ak-Yazı onursal müdürü ve eski bir nahiye olmasına karşınbu makamı onursal düzeyde sürekli taşıyan Abu-Sofu yöresi müdürü bulunmaktadır.

Nüfus – Ada-Bazar’ın toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere toplam 59,598 kişidir.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 34,000Göçebe Yerliler 45Sığınmacılar (Muhacirler) 7,329

41,374

Ortodoks Rumlar 2,997

Ermeniler Gregoryenler 12,810Protestanlar 1,410

14,220

267

Çingeneler 1,007

Toplam 59,598 kişi

Merkez – Kaza ile aynı adı taşıyan merkez, kaymakamın ikametgahının, bir müftünün başkanlığını yaptığı şerî mahkemelerin, Ortodoks Rum Nikomedia (İzmit) metropoliti naibinin,bir Protestan Amerikan misyonunun, Duyun-u Umumiye ve Tütün Rejisi acente memurlarının, bir Redif (Yedek Asker) Dairesi’nin ve yurtiçi (Türkçe) hizmet veren bir telgrafhanenin, vb. bulunduğu yerdir. Kent, 35 km’si anayol 14 km’si sapak olmak üzere İzmit’in toplam 49 km doğusundadır. Anadolu Demryolları istasyonu, İzmit’ten 40km 273m Adapazar’ından ise 7 km uzaklıkta, taşıt yolu kavşağındadır.

Kaza nüfusu içinde yer alan Ada-Bazar kenti nüfusu aşağıdaki sayılarda da görüldüğü gibi 24,150 kişidir.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 9,000Sığınmacılar (Doğu Rumeli’den Göçenler) 3,324

12,329

Ortodoks Rumlar 1,565

Ermeniler Gregoryenler 8,846Protestanlar 1,410

10,256

Toplam 24,150 kişi

Okullar – Adapazar ve ona bağlı yerlerdeki okulların toplam sayısı 148 olup 2’si medrese, 12’si ortaokul, 134’ü ise ilkokuldur. Toplam öğrenci sayısı, aşağıda da gösterildiği gibi 1,875’i erkek, 530’u kız çocuk olmak üzere 2,405’dir.

TopluluklarÖğretim Düzeyi Okullar

Öğrenciler

Müslümanlar Medrese 2 30Lise 1 85İlkokul 133 800

Ortodoks Rumlar

Erkek Ortaokulu (Lise) 1 150Kız Ortaokulu (Yatılı) 1 100

Gregoryen Ermeniler Kız Ortaokulu (Yatılı) 4 760

Erkek Ortaokulu (Lise) 4 310

Protestan Ermeniler

Ortaokul (Misyon’da Yatılı) 1 120Erkek İlkokulu 1 50

268

Toplam 148 2,405

Ada-Pazar adı kentin ticari öneminden ve Sakarya ile Sabanca gölünün fazla sularını akıtan Çark-Su akarsuları arasında kalan konumundan doğmuştur. Çark-Su, gölün doğu ucundan çıkarak güneye doğru ancak 7 km yol almaktadır. Bu akarsu, kenti beslemekte ve kovalı çarklar aracılığı ile 45 halk çeşmesinin gereksinimini karşılamaktadır. Ada-Bazar’ın başlıca mahallelerinden biri, Akçakoca’nın ardıllarından olan ve 1540 yıllarına doğru kenti kuran Hocazade’nin adını taşımaktadır. Başlangıçta küçük bir yerleşimdi ancak kuruluşunun üzerinden henüz bir yüzyıl geçmeden 1608’de bir Ermeni topluluğu buraya gelerek yerleşti. Sonucunda kervan yolları üzerinde elverişli bir konumu olan kasabanın ticari önemi ve görkemi sürekli olarak arttı.

Ada-Bazar’da 100’ü minareli olmak üzere 120 cami, 2 medrese, 6 türbe, 4’ü Gregoryen Ermenilere, 2’si Ortodoks Rumlara ait olmak üzere 11 kilise, 1 Protestan tapınağı ve bir yangının tamamen yok etmesi sonucunda uzun yıllar süren bir inşaat sonrası taştan yapılan bir büyük pazar bulunmaktadır. Bu pazarın 1,000 dükkanı aşağıdaki gibidir.

Çeşitli Kumaş Tüccarı 280Çerçi (Tuhafiyeci) 100Ülke insanına yönelik Ayakkabı Tüccarı 80Avrupalıya yönelik Ayakkabı Tüccarı 20Kunduracı 15Terzi 25Ekmekçi ve Pastacı 20Baharatçı 200Kasap ve Helvacı 120Kahve 40Eczane 5Bakırcı 40Demirci 30Dövizci 25Dükkan ve mağaza toplamı 1000

Büyük Pazar’daki dükkan ve mağazaların dışında Karaağaçdibi mahallesinde, 8 damıtım evi ve 15 içki satış yeri, 10 baharatçı, 3 ekmekçi ile 5 kasap bulunmaktadır. Nemçeler mahallesinde bir zamanlar 100 tabakhane bulunmaktaymış ancak 1880 yılına doğru sayıları 60’a kadar inmiş, bugün yalnızca 6 tane var. Ada-Bazar’da hala 4 kumaş boyahanesi ve 130 işçinin çalıştığı 2 ipek fabrikası mevcut.

Ada-Bazar’da her pazartesi yörenin önemli ürünlerinin satıldığı bir pazar kurulmakta. Diğer komşu kaza ve vilayetlerden insanlar kalabalık gruplar halinde gelip, yiyecek maddesi ve dış ülkelerden gelen baharat, petrol ile “imalat” denilen kumaşlardan satın alırlar.

Sakarya Irmağı’nın sık sık oluşan su baskınları geride Nil’inkine benzer limon rengi bir çökeltibırakırlar ki bu toprağa çok yüksek derecede bir verimlilik sağlar. Irmak kıyılarınındaki topraklarını her seferinde zenginleştiren bu su baskınlarında bazen su 4 m’ye kadar yükselerek bu kez iyi sonuçlarının tersine, gelecek yılın hasatının üzerinde hasar verecek derecede tarlaları alt üst eder, evleri yıkar. Bundan başka da mahzurları vardır. Kıyıların sürekli nemli havası ve sağlıksız kötü koku, kazanın iklimini özellikle yazın tehlikeli bir duruma sokar.

269

Tarımsal Üretim – Ada-Bazar’ın başlıca tarımsal üretimi, aşağıdaki tabloda görüleceği gibi yıllık ortalama 274,000 hektolitre tahıl ile aralarında sayabileceğimiz 520,000 kg keten tohumu, 1,000 ton’dan fazla soğan, yaklaşık 2,000 ton sarımsak, çok miktarda patates, 1,000ton taze sebze, 120,000 kg bal, 15,000 kg’dan fazla balmumu, 76,000 kg koza, 25,000,000 taneden fazla yumurta, 100,000 adet kümes hayvanı ve 200,000 baştan fazla hayvanından meydana gelen besin maddelerinden oluşmaktadır.

HektolitreBuğday 29,600

Arpa 10,000Yulaf 15,700

Çavdar 6,500Mısır 129,500

Melez (Buğdayve Çavdarkarışımı) 8,000

Darı 16,500Kablıca 7,850

Pirinç 35,000Adi Fiğ 7,110Çeşitli 8,200

KilogramKeten Tohumu 513,178

Bakla 12,300Nohut 16,000

Bataklık Baklası 1,890Kestane 120,155

Yaş Üzüm 829,510Çeşitli Meyveler 929,000

Soğan 1,026,755Sarmısak 1,154,651Balmumu 15,395

Bal 120,000Koza 76,571

Ham İpek 3,180Kenevir Üstüpü 19,245

Fasulye 55,000Mercimek 27,550

Susam 3,980Badem 6,900Ceviz 153,953

Patates 1,282,950Taze Sebze 1,202,950

Pamuk 24,376Tütün 513,178

AdetYumurta 22,500

Kümes Hayvanı 100,000Sığır Derisi 6,000

BaşSığır ve inek 80,000

270

Manda 1,450At ve katır 16,315Koyun 70,963Keçi (genel) 24,080Tiftik Keçisi 29,500Deve 300

Toplam 222,608

Sanayi – Ada-Bazar çevresinde keten bezi üretilmekte, İzmit ve İstanbul aracılığı ile yapılan ihracatının 400,000 parça olduğu tahmin edilmektedir ki bu miktarın yaklaşık değeri, yerinde 1,000,000 frank’a eştir. Çark-Su üzerinde bulunan bir değirmen günlük 220 hektolitre un eldeetmekte.

Ticaret – Ada-Pazar’ın ihracat ve ithalatı, ülkenin iç taraflarından İstanbul ve dış ülkelere gönderilmek üzere gelen ya da aynı yoldan ithal edilen transit yüklerde olduğu gibi İzmit üzerinden yapılmakta. İzmit limanının bu yoğun ticari hareketliliği, 1893 yılı için İzmit Mutasarrıflığı bölümünde verilmişti.

Transit mallar da dahil olmak üzere Ada-Bazar’ın yıllık ithalat ve ihracat değerleri aşağıda gösterildiği üzere toplam 14,000,000 frank civarındadır.

İhracat (transit dahil)

12,000,000fr

İthalat (transit dahil) 2,000,000 fr

Toplam Hareket14,000,000

fr

Sabanca (Sapanca) Nahiyesi

Sabanca nahiyesi, Ada-Bazar kazasının batısındadır. Göl ile aynı adı taşıyan bir kasaba ve doğrudan Ada-Bazar kaymakamına bağlı nahiye müdürü tarafından yönetilen 73 köy ve küçük yerleşimden oluşmaktadır.

Nahiye nüfusu – Nahiyen toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 15,000’dir. Müslümanlar Yerleşik Yerliler 12,000

Sığınmacılar (Muhacirler) 1,000

13,000

Ortodoks Rumlar 900

Gregoryen Ermeniler 1,100

Toplam 15,000 kişi

Merkez – Sabanca nahiye merkezi de aynı adı taşımakta olup nahiye müdürünün ikametgahı, Anadolu Demiryolları istasyonu (32. km), uluslar arası (Türkçe ve Fransızca) hizmet veren telgrafhane burada olup özellikle İstanbul ve Odessa’da çok tutulan elma, armut, soğan, sarımsak üretiminin oldukça verimli olduğu çok sayıda meyve ve sebze bahçelerinin ortasında, kendi adını taşıyan ova ve gölün kenarındadır.

271

Nüfus – Yukarıdaki toplam kaza nüfusu içinde yer alan kasaba nüfusu aşağıdaki gibi 7,380’dir.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 5,000Sığınmacılar (Muhacirler) 600

5,600

Ortodoks Rumlar 880

Gregoryen Ermeniler 900

Toplam 7,380 kişi

Okullar – Sapanca’nın okul sayısı 15 olup hepsi ilkokuldur. Toplam öğrenci 500’dür. Buna Hasan Fehmi Paşa tarafından doğduğu kent olan Batumluların yeni yerleşimi Cemile Köyü’nde güzel bir caminin yanı sıra yeni yapılmış ortaokul da eklenebilir. Şu anda bile 160 öğrencisi bulunmakta. Eğitim programı bir devlet lisesindekinin aynı.

Sapanca’da 11’i imparatorluğa ait 15 cami, öğrencisiz 2 medrese, biri Ermeni topluluğa biri Ortodoks Greklere ait 2 kilise, 1 halk hamamı, 10 halk çeşmesi, 5 halk fırını, 2 ipek böcekhanesi, 17 dükkan ve mağaza, deveciler için 24 kahvehane ve han ve 1,230 ev bulunmakta. Çevrede 16 çiftlik ve bir çoğu göle dökülen derelerin sularının hidrolik çarkları çevirmesiyle çalışan eski düzenekli 16 değirmen var.

Sapanca, bugünkü kentin yaptığı gibi adını göle de vermiş olan antik Sophon (Sofon) kenti üzerine kurulu. Antik döneme ait malzeme görülmüyor, etraftaki çok sayıda kalıntı ve sütun başlıklarının tamamı Bizans dönemine ait.

Üretim – Sabanca nahiyesinin tarımsal ve sanayi üretimleri ile ticareti, Ada-Pazar’ınkiler ile aynı olup onlarla karışmaktadır.

Eski adı Sophon olan Sabanca gölü’nden yukarıda İzmit mutasarrıflığı gölleri ve bataklıkları bölümünde bahsedilmiştir.

Ak-Yazı Nahiyesi

Konumu, vb. – Akyazı nahiyesi, Ada-Bazar kazasının güneydoğusunda Geyve’ya bağlı bölgelerin yakınındadır. Bölgesinde, Ada-Bazar kaymakamına bağlı bir onursal müdür yönetiminde 48 köy ve küçük yerleşimi barındırmaktadır.

Toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 7,448 kişidir.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 5,000Göçebe Yerliler 20Sığınmacılar (Muhacirler) 1,000

6,020

Ortodoks Rumlar 232

Gregoryen Ermeniler 1,064

272

Çingeneler 132

Toplam 7,448 kişi

Merkez – Aynı adı taşıyan nahiye merkezi, müdürün ikametgahının da bulunduğu tamamı Müslüman olan 800 nüfusa sahip, sakin, küçük bir kasabadır. Ağaçlı tepelerle çevrili bir çayırın ortasındadır. Özellikle ilkbaharda renk renk çiçeklerle süslü çimler büyürken görüntü çok çekicidir ki bu aynı zamanda Ak-Yazı adına çok denk düşen şekilde, eşsiz minyatürler üzerindeki hat yazısı gibi güzel duygular uyandırmaktadır.

Okullar – Akyazı nahiyesi’nde hepsi de ilkokul olan yalnızca 20 okul var olup öğrenci sayısı 300’dür. Bunlar toplam sayısı 24 olan önemli camilerin ekleridir. Küçük 4 tanesinin okul eklentileri yoktur.

Akyazı nahiyesi sakinlerinin en azını çiftçiler oluşturur, çoğu hayvancılıkla uğraşır veya ürün toplayıcılığı ya da ormancılık yaparlar.

Akyazı’nın 4 km güneyinde Kuzuluk adı verilen küçük bir köy, çoşkun bir termal kaynağa sahiptir ve işletmesi Adapazar Belediye’since her yıl ihale ile verilir. Bu konuda birkaç ayrıntı İzmit mutasarrıflığının mineral suları hakkındaki bölümde verilmişti.

Hendek Nahiyesi

Konumu, vb. – Hendek nahiyesi, Ada-Bazar kazasının batısında bulunmakta olup kuzeyde Kandere kazasına kadar yayılır, doğuda Kastamonu vilayeti sınırına dayanır, Ak-Yazı nahiyesinin güneyinden uzanarak batıda Mudurnu-Su ve Sakarya kıyılarında sonlanır.

Bu nahiye 32 kasaba, köy ve küçük yerleşimden oluşur. İmparatorluk donanmasının gereksinimi için devlet tarafından kısmen işletilen geniş ormanları kapsar. Bu amaçla 12 askeri şantiyede hazırlanan ağaçlar gemi yapımında kullanılmak üzere İzmit’teki tersaneye gönderilir. Devlet şantiyelerine komşu orman bölgelerinde çalışan özel işletmeler İzmit limanından yılda ortalama 500,000 ceviz kerestesi ile önemli miktarda meşe ve diğer cins ağaç kömürü ihraç ederler.

Hendek nahiyesi Ada-Bazar kaymakamına bağlı bir müdür tarafından yönetilir.

Bu nahiyenin nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 13,000’dir.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 8,000Göçebe Yerliler 25Sığınmacılar (Muhacirler) 2,000

10,025

Ortodoks Rumlar 300

Gregoryen Ermeniler 1,800

Çingeneler 875

Toplam 13,000 kişi

Merkez – Nahiye ile aynı adı taşıyan merkez yerleşim, 6,500 müslüman nüfuslu, Düzce’den (Kastamonu vilayeti) Ada-Bazar’a giden kervan yolu üzerinde, her iki kente de yaklaşık aynı

273

uzaklıkta küçük bir kasabadır. Bunun sonucu olarak Hendek nüfusunun nerdeyse tamamı deve sırtında nakliyecilik ya da küçük ticaretle uğraşmaktadır.

Okullar – Aşağıda da belirtildiği gibi, Hendek kasabası ve nahiyesinde 3’ü yüksek, 1’i orta ve27’si ilk ve temel öğretim okulları olmak üzere toplam 31 okulda 467 öğrenci bulunmaktadır.

Öğretim Düzeyi OkullarÖğrencil

er

Müslümanlar Medrese 1 32Lise 1 75İlkokul 27 360

Toplam 31 467

Hendek nahiyesinde 37 cami, 1 kilise, 6 çeşme, 2 halk hamamı, 32 han, 3 halk fırını, 111 dükkan, 26 çiftlik le 26 değirmen, 12 böcekhane, 2,500 ev diğer barınaklar mevcuttur.

Bu nahiyenin başlıca ürünleri, tütün ve ipektir.

Ab-Sofu’nun nahiye ünvanı kaldırılmış olmasına karşın onursal düzeyde de olsa müdür makamı korunmaktadır. Önemli bir sayıda olmayan nüfusu Hendek ve Sabanca nüfuslarına dahil edilmiştir.

Kandere (Kandıra) Kazası

Konumu, sınırlar – Kandere kazası, İzmit mutasarrıflığının kuzeyinde olup kuzeyde Karadeniz, doğuda Kastamonu vilayeti, güneyde Ada-Bazar ve İzmit kazaları ve batıda Üsküdar sancağı (İstanbul vilayeti) ile çevrilidir.

Yüzölçümü, yönetsel bölünme – Toplam yüzölçümü 3,500 km²’dir. Yönetsel açıdan Şeyhler, Keymas (Kaymas), Kara-su, Ağaçlı (İncirli) ve Ak-Abad olmak üzere 5 nahiyeye bölünmüştür.Toplam olarak 167 kasaba, köy ve küçük yerleşim bulunmaktadır.

Yetkililer – Kandere’de yerleşik bir kaymakam tarafından yönetilmekte olup kendisine bağlı beş nahiye yöneticisi yani müdür bulunmaktadır.

Kaza nüfusu – Kazanın nüfusu aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi 49,829’dur.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 36,000Göçebe Yerliler 95Sığınmacılar (Muhacirler) 2,537

38,452

Ortodoks Rumlar 6276

Gregoryen Ermeniler 5,101

Toplam 49,829

Merkez – Kaza ile aynı adı taşıyan merkez’de kaymakamın ikametgahı yanı sıra iç hizmetler için (Türkçe) telgrafhane bulunmakta olup kuş uçuşu İzmit’in 40 km kuzeydoğusunda, Karadeniz’in 5 km güneydoğusunda ve yaklaşık 15 km boyunca iyi ekimli tarlaları sulayarak,

274

geniş ormanlar arasında yol aldıktan sonra Karadeniz’e dökülen küçük bir akarsuyun yakınında bulunmaktadır. Merkezin nüfusu yukarıda verilen kaza nüfusuna dahil edilmiş oluphepsi Müslüman olan 8,000 kişiden oluşmaktadır.

Okullar – Kandere ve ona bağlı bölgelerde 50 öğrencili bir lise ve camilerin ekleri okullarda okumayı, yazmayı ve Kuran ezberlemeyi öğrenen 500 öğrenci bulunmaktadır.

Kandere, ilk Osmanlı sultanlarının tımar sahibi beyleri yönetiminde önemli bir kent durumunagelmiştir. Bugün minareli 29 büyük cami, 220 halk pınarı, yalnızca 1 halk hamamı, 4 han, 12 fırın, 115 dükkan ve 1,600 ev bulunmaktadır. Nerdeyse bütün halkı tarımla uğraşmaktadır, yörede sadece 2 çiftlik ve 2 değirmen bulunmaktadır.

Tarımsal Üretim – Kandere kazasının temel tarımsal üretimi, ayrıntıları aşağıda sunulduğu üzere patates, pirinç, fasulye, mercimek, vb. tahıllardan ve 200,000’den fazla baş hayvandan oluşmaktadır.

HektolitreBuğday 130,000

Arpa 45,000Yulaf 70,000

Çavdar 30,000Mısır 325,000

Melez (Buğdayve Çavdarkarışımı) 25,000

Darı 81,300Kablıca 35,000

Pirinç 72,000İncir 25,000

Çeşitli 30,000

KilogramKeten Tohumu 151,137

Bakla 13,800Nohut 18,300

Bataklık Baklası 2,000Kestane 105,000

Yaş Üzüm 750,000Çeşitli Meyveler 792,000

Soğan 375,000Sarmısak 399,500Balmumu 13,000

Bal 104,000Fasulye 150,000

Mercimek 75,000Susam 4,890Badem 10,000Ceviz 115,000

Patates 500,000Taze Sebze 379,000

Pamuk 25,000

Madenler – Taş kömür, alçı taşı ve kireç taşı ocakları oldukça fazla ve önemlerini kaybedecek gibi görünmüyorlar ancak bu konuda kesin veriler mevcut değil. Kara-su’da

275

bulunan ve imtiyazı bu nahiyedeki seçkinlerden biri tarafından talep edilen tek gümüşlü kurşun madeni epey tanınmıştır.

Ormanlar – Kandere kazasının, şu anki durumuyla belirgin yolların yokluğu nedeniyle çoğunagirmenin nerdeyse olanaksız olduğu, keşfetmesi bile oldukça zor hatta yararsız, geniş ve görkemli ormanları hakkında kesin veriler yok. Bu bölgenin ormanları, Kastamonu vilayetindekilerle birlikte, bölgeyi çok iyi betimleyen “ağaç denizi” deyimi ile adlandırılırlar. Kandere kazasının yüzölçümünden, ekim alanları, akarsular, küçük Ak-göl ve yerleşim alanları çıkarıldıktan sonra geriye kalan yaklaşık 2,300 km²’lik tek bir orman İzmit mutasarrıflığının sınırlarını doğuya doğru aşarak komşu vilayetler içinde uzaklara uzanarak bu adın verilmesine neden olmaktadır.

Hayvancılık – Kandere kazasındaki hayvan yetiştiriciliği yıllık ortalaması aşağıda verildiği üzere 228,640 baştır.

BaşSığır ve inek 83,900Manda 1,565At ve katır 20,000Koyun 55,665Keçi (genel) 34,960Tiftik Keçisi 32,200Deve 350

Toplam 228,640

Akarsular, Irmaklar – Sakarya Irmağı, Ada-Bazar ve Kandere kazalarının ortak sınırı boyuncayaklaşık 10 km yol alır ve tam Kandere kazasına girdiği noktada sol tarafından Kara-su kendisine katılır. Sakarya buradan kuzeye yönelerek Kandere kazasını yaklaşık 16-17 km katederek Ağaçlı’da (İncirli) Karadeniz’e dökülür.

Düzce’den gelen Milan (Melen)-Su’yu (antik Hypius Irmağı), son dört kilometresinde Kastamonu eyaletinden ayrılarak, Kandere kazasının en uç kuzeydoğu ucundaki ağızda Karadeniz’e dökülür.

Karşı sınırında ise kaza, İstanbul vilayetinden (Şile kazası) sularını Eseköy’de Karadeniz’e akıtan Ava-su (Ağva) ile ayrılır.

Göller, Bataklıklar – Kazanın kuzeyinde Ak-göl ve Kara-su adlı iki küçük göl bulunmaktadır. Biri doğuda, diğeri batıda olmak üzere her ikisi de Sakarya Irmağı’ndan 6 km uzaklıktadırlar. Ak-göl, fazla sularını doğal bir akıntı kanalı ile bu ırmağa boşaltmaktadır. Ak-göl’ün yüz ölçümü yaklaşık 12 km²’dir. Kendi ile aynı adı taşıyan küçük bir akarsuyun sularını toplayan küvet şeklindeki Kara-su’nun yüz ölçümü ise yalnızca 4 km²’dir. Bu sular gölün karşı kıyısından tekrar yola koyularak daha sonra Karadeniz’e dökülürler.

Batak-köy’de geniş sebzelikler bulunmakta olup buradan çıkan ve yavaşça güneyden kuzeyeyükselerek, Sakarya Irmağı ağzından 6 km önce bu ırmağa dökülen zayıf bir akarsuyun adı Batak-su’dur.

Yollar – Kandıra kazası, yol bakımından yoksundur ancak kısa bir süre önce Ankara-Kayseri ve Eskişehir hatları için Mösyö Kulla’ya verilen imtiyazın yer aldığı anlaşmanın Adapazarı’ndan Kdz. Ereğli’ye yapılacak hat için ön incelemeler yapılmasını içeren 36.ıncı maddesi ve yine aynı maddeki bu hattın yapılması ile işletilmesi hakkındaki tarafların yararına olacağı açık olan özel maddesine göre bu durumun değişmesi çok zaman almayacaktır. Bu hatta eklenecek, kısa ve ucuz hatlar Kandere kazası’nın başlıca

276

merkezlerini birbirine bağlayarak “ağaç denizi” bölgesinin demiryolu aracılığı ile daha verimli işletilmesini sağlayacaktır.

Üretim – İzmit’ten batıya yoğun gönderilen çeşitli orman ürünleri, hızarlar, sayısız kömür üretimi dışında Kara-su, İncirli (Ağaçlı), Kerpe ve diğer kuzeydeki Karadeniz kıyı köylerinin kayıkları ile İstanbul’a ve Boğaz’ın iki yakasına oldukça az miktarda kereste, kalas, kaplamalık ceviz, ağaç kömürü, vb. gönderilmekte. Aslında bu miktarlar çok yüksek değerlere ulaşabilir. Ayrıca, Şeyhler ve Keymas nahiyelerinde yoğunlaşmış olan önemli oranlardaki keten ipi, üstübü ve bezi de belirtilebilir. Burada ve Adapazar’da üretilen keten bezinin ihracatı, daha önce de belirttiğimiz gibi 920,000 frank değerinde ortalama 400,000 parçadır.

Şeyhler (Kaynarca) Nahiyesi

Şeyhler nahiyesinin merkez kasabası da aynı adı taşımakta olup İzmit’in 50 km kuzeydoğusunda, ve Ada-Bazar’ın 30 km kuzeyindeki kaza merkezi Kandere’nin 15 km güneydoğusundadır. Toplam 46 kasabadan oluşan nahiyenin toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 13,895’dir.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 10,340Göçebe Yerliler 95Sığınmacılar (Muhacirler) 800

11,235

Ortodoks Rumlar 1,560

Gregoryen Ermeniler 1,100

Toplam 13,895

Şeyhler, bir zamanlar çok önemli bir kent olmasına karşın bugünkü nüfusu yalnızca 1,800 kişidir. Burada minareli 18 büyük cami, 6 mescid, 150 halk çeşmesi, 6 han ve 37 dükkan ya da mağaza bulunmaktadır. Bu nahiyede 22 çiftlik ve 22 değirmen vardır. Başlıca ekin olan keten geniş alanlarda yapılmakta olup önemli oranda keten üstüpü, ipi ve bezi üretilmekte, belirgin miktarda da keten tohumu ihraç edilmektedir. Ada-Bazar aracılığı ile İzmit ve İstanbulüzerinden özellikle keten bezi Arabistan’a, keten tohumu ise Avrupa kentlerine ihracatı yapılmaktadır.

Okullar – Şeyhler nahiyesinin toplam okul sayısı aşağıda belirtildiği gibi, tamamı temel ya da ilk okul olmak üzere 33, öğrenci sayısı ise 525’dir.

Öğretim Düzeyi Okullar Öğrenciler

Müslümanlar ilkokul 31 400

Ortodoks Rumlar İlkokul 1 65

Gregoryen Ermeniler İlkokul 1 60

Toplam 33 525

Keymas (Kaymas) Nahiyesi

277

Keymas nahiyesi, İzmit’in kuzeybatısında Kandıra’nın da güneybatısında olmak üzere iki kazanın ortak sınırının en uç tarafında kalmaktadır. Konumu ekteki haritada399 Bayındırlık ve Orman Genel Müfettişliği’ne bağlı Osmanlı mühendislerince yeni yapılmış düzeltmelere uygun olarak verilmiştir. Nahiye, aynı adı taşıyan bir merkezin yanı sıra, aralarında Ermeniceadı Kaşgal olarak da çok tanınan ve önemli bir hac noktası olan Armaş (Akmeşe) Manastırı’nın dinsel yönetimine bağlı Pir Ahmet köyü de dahil olmak üzere 32 köy ve küçük yerleşimden oluşmaktadır.

Keymas nahiyesinin nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 10,772 kişidir.

Müslümanlar Yerleşik YerlilerSığınmacılar (Muhacirler)

7,591

Ortodoks Rumlar 1,180

Gregoryen Ermeniler 2,001

Toplam 10,772

Nahiye ile aynı adı taşıyan Keymas merkez kasabası, fetihler sonrası (Sultan) Osman’ın haleflerinin tımarı olarak bu toprakları elinde tutan eski beylerin merkezi idi. Bugün 10 minareli cami, 3 mescid ve 32 dükkan bulunmakta. Ortodoks Rum toplumunun 2 kilise ve 121 öğrencili 2 erkek ilkokulu var. Kaşgal’ın (Türkçe = Pir Ahmed) Gregoryen Ermenileri ise bu kasabada 750 nüfus, 2 kilise ve biri 100 erkek diğeri ise 50 kız çocuk öğrencili iki ilkokula sahipler. Bu 4 okul ve 271 öğrenci, temel olarak nüfusu çiftçi, dokumacı ile iplikçiden oluşan ve özellikle keten ekimi, ketenden üstüpü, ip ve kumaş üretimi ile uğraşan Kaymas nahiyesinin tüm öğrenci dağarcığını oluşturmakta.

15 çiftliğin ve bunlara ekli 15 değirmenin bulunduğu nahiyenin diğer başlıca zirai uğraşları olan sebzecilik ve olağanüstü ürünler elde eden meyvecilik, 363 pınarın sularını çok sayıdakigüzel bahçe ile paylaşıyorlar.

Karasu Nahiyesi

Nahiye ile aynı adı taşıyan Karasu merkez kasabası, Kandere kazasının kuzeyinde, Karadeniz’in kıyısında, Sakarya ve Milan-su (Melen, antik hypius) ağızlarının arasında, İzmit Mutasarrıflığı ve Kastamonu vilayet sınırının 15 km batısında, İzmit’in 80 km kuzeydoğusunda ve Ada-Bazar’ın 45 km kuzeydoğusunda bir liman kasabasıdır. Merkezin nüfusu yaklaşık 1,900 kişi iken, 21 köyden oluşan nahiyenin toplam nüfusu ise aşağıda gösterildiği gibi 9,400 kişidir.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 6,000Sığınmacılar (Muhacirler) 400

6,400

Ortodoks Rumlar 2,000

Gregoryen 1,000

399 Y.U.: Çevirisini okumakta olduğunuz baskıda ne yazik ki bu harita verilmemiştir.

278

Ermeniler

Toplam 9,400

Karasu nahiyesinde 24 okul bulunmakta olup, ilkokul eğitiminden ziyade temel bir eğitim verilmektedir. Öğrenci mevcudu aşağıda gösterildiği üzere 401’dir.

Okullar Öğrenciler

Müslümanlar 22 310

Ortodoks Rumlar 1 52

Gregoryen Ermeniler 1 39

Toplam 24 401

Karasu nahiyesinde minareli 10 büyük cami, 8 kilise, 8 çiftlik, 8 değirmen, 8 halk fırını, 5 çeşme, 22 han ve 43 dükkan ya da mağaza bulunmaktadır.

Ağaçlı (İncirli) Nahiyesi

Ağaçlı ya da İncirli, Sakarya’nın ağzına yakın, Kara-su’ya komşu, 7 köyden oluşan küçük bir bölgedir. İncirli adını taşıyan merkez yerleşim, Karsu’dan yalnızca 8 km uzaklıkta olup ülke içi (Türkçe) hizmet veren bir telgraf istasyonu bulunmaktadır.

Ağaçlı nahiyesinin nüfusu, çoğu denizci veya kömürcü olmak üzere 476 müslüman, 900 ortodoks rum ve 100 ermeni olmak üzere 1,476 kişidir.

Bu küçük bölgedeki okul sayısı göreceli olarak daha yüksektir ve 37’den aşağı olmayan sayıdaki okulda 486 öğrenci öğrenim görmektedir.

Okullar Öğrenciler

Müslümanlar 35 406

Ortodoks Rumlar 1 40

Gregoryen Ermeniler 1 40

37 486

Ak-Abad Nahiyesi

Ak-Abad nahiyesi’nde pek tanınmamış 25 ormancı köyü, 5 büyük cami, 20 çeşme, 9 dükkan,vb. bulunmaktadır. Toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 6,288 kişidir.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 4,264Sığınmacılar (Muhacirler) 486

4,750

Ortodoks Rumlar 636

279

Gregoryen Ermeniler 900

Toplam 6,286

Ak-Abad nahiyesindeki okul sayısı 21 olup, temel eğitim vermektedirler. Öğrenci sayısı aşağıda gösterildiği gibi 284’dür.

Okullar Öğrenciler

Müslümanlar 19 203

Ortodoks Rumlar 1 36

Gregoryen Ermeniler 1 45

Toplam 21 284

Geyve Kazası

Konumu, sınırları – Geyve kazası, İzmit mutasarrıflığının güneydoğusunda bulunmakta olup kuzeyde İzmit merkez livası ve Ada-Bazar kazası, doğuda Kastamonu vilayeti, güneyde Bursa (Hüdavendigar) vilayeti ve batıda Kara-Mursal kazası ile çevrilidir.

Yüzölçümü, Yönetsel Bölünme – Toplam yüzölçümü 3,000 km²’dir. Yönetsel olarak Ak-Hisar ve Taraklı adlarındaki iki nahiyeye bölünmüştür. Toplam 108 kent, kasaba, köy ve küçük yerleşimden oluşmaktadır.

Yetkililer – İkametgahı Geyve olan bir kaymakam ve doğrudan ona bağlı iki nahiye müdürü tarafından yöneltmektedir.

Kaza nüfusu – Toplam nüfusu aşağıda gösterildiği gibi 35,144 kişidir

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 20,766Göçebe Yerliler 190Sığınmacılar (Muhacirler) 710

21,666

Ortodoks Rumlar 6,481

Ermeniler Gregoryen 6,752Protestan 132

6,889

Çingeneler 108

Toplam 35,145 kişi

Merkez – Kaza ile aynı adı taşıyan Geyve merkezi, kaymakamın ikametgahı, Anadolu Demiryolları istasyonunun bulunduğu yer olup 26º kuzey boylamı, 40º 30’ doğu enleminde, Sakarya Irmağı’nın sağ kıyısında, ırmak ile İzmit-Ankara taşıt yolu arasında ve Yıldırım Beyazıt tarafından 1392 Hicri yılına doğru ırmak üzerine yaptırılmış görkemli altı kemerli bir

280

köprünün bitim noktasında bulunmaktadır. Bu bölgede vadi, en az 4 km genişliktedir. Çeşitli dut ağacı cinsleri, diğer ağaçlar ve iyi sulanmış bahçeler kasabayı çevrelemektedirler. Bir zamanlar oldukça önemli bir kent olmasına karşın, IV.Murat döneminde 1640 yılında yaşanan Sakarya Irmağı su baskını burayı harabe haline getirmiş ve o felaketten sonra ayağa kalkamamıştır. Evler bugün bile olasılıkla yeni olmayan su baskınları tarafından tahrip edilmiş görüntüsü içindeler. Nasıl olmuşsa olsun, sonucunda insanlar Geyve’ye çok yakın ve bu nedenle kenar mahalle adı verildiği sanılan, yoğun nüfuslu olan Orta-Köy ve Saraçlı-Karyesi yukarılarına taşınmışlar.

Nüfus – Geyve’nin (merkez) nüfusu, yukarıda belirtilen iki kenar mahalle dahil olmak üzere aşağıda gösterildiği üzere 5,894 kişidir.

Geyve’deki Müslümanlar 410

Orta-Köy’deki Ortodoks Rumlar 3,130Saraçlı’daki Ortodoks Rumlar 1,217

4,347

Orta-Köy’deki Gregoryen Ermeniler 1,137

Toplam 5,894kişi

Bu rakamlar, daha önce verilmiş olan Geyve Kazası toplam nüfusuna dahildir.

Okullar – Geyve, Orta-Köy ve Saraçlı karyesi’nde (köyünde) 2’si yüksek (medrese), 5’i orta ve 44’ü ilk okul olmak üzere 51 okul bulunmaktadır. 1024 öğrencinin 854’ü erkek, 170’i kız çocuktan meydana gelmektedir.

TopluluklarÖğretim Düzeyi Okullar

Öğrenciler

Geyve’deki Müslümanlar Medrese 2 29

Lise 1 49İlkokul 42 400

Ortodoks Rumlar Ortaköy’de Erkek Gymnasium’u (Lise) 1 150Ortaköy’de Kız okulu (Yatılı) 1 90Saraçlı’da İlkokul 2 136

Gregoryen Ermeniler Ortaköy’de Erkek Lisesi 1 90Ortaköy’de Kız Yatılı Okulu 1 80

Toplam 51 1,024

Geyve-İzmit arası kuş uçuşu uzaklık, yalnızca 43 km olmasına karşın gerek taşıt yolu, gerekse demiryolu 63 km’dir. Ada-Bazar ve Geyve arası da yine aynı yollardan yaklaşık 30 km’dir.

281

Geyve’de uluslar arası yani Türkçe ve Fransızca hizmet veren bir telgrafhane bulunmaktadır.Bu eski kentte ve banliyösünü oluşturan 36 yerleşimde 31 minareli cami, 41 mescid, 1 imaret, 4 türbe, 2 kilise, 75 halk çeşmesi, 1 hamam, 16 halk fırını, 35 han, 329 dükkan, 2 hızar, 38 çiftlik, 38 değirmen, 7 böcekhane ve ticari mallar için 2 depo bulunmaktadır.

Orta-Köy, Geyve’nin 5 km kuzeydoğusunda, 300 m rakımdadır. 5 km daha ötede Saraçlı-Karyesi de aynı şekilde yüksek bir tepededir. Yukarıda belirtilen 7 böcekhane bu iki dış mahallede olup 5’i Rum mahallelerinde, 2’si ise Ermeni mahallelerindedir. Ayrıca ipek ipliğinin çile haline getirildiği 384 çark bulunmaktadır.

Her hafta Perşembe günü Geyve’de, nerdeyse tamamının İstanbul’lu tüccarlar tarafından Fransa ve İngiltere’ye ihraç edildiği, kazada üretilen ipek, afyon, tahıl, pamuk, vb. gibi önemli malların ticaretinin yapıldığı büyük bir pazar kurulmaktadır. Diğer susam, soğan, üzüm ve diğer güzel meyveler, vb. gibi yerel ürünlerin çoğu İstanbul’da, geri kalanı ise yörede tüketilmektedir. Tütün ise Reji’nin acentasına teslim edilmektedir.

Çok özel bir nedeni olmasa da Geyve kavunları, bir zamanlar Bursa pazarlarında olduğu gibi demir yolu ve taşıt yolunun yapılması sonrası İstanbul’da oldukça rağbet görmektedir.

Eski Eserler – Görüldüğü üzere Geyve, antik Tottoeum olduğu sanılan kent üzerine kuruludur. Th. Charles Texier, buradaki büyük bir meydanda “bir çok lahit kalıntısı, palmetlerle süslü bir sunak üzerinde Αχλλευς yazısını ve bir mermer sütunun yukarı bölümünün üzerinde doğal yükseklikteki bir heykele ait iki ayak izi” görmüştü.

Tarımsal Üretim – Sancağa oranla Geyve kazası tarımsal üretimi aşağıda gösterildiği gibi daha gelişmiştir.

HektolitreBuğday 55,000

Arpa 22,200Yulaf 29,000

Çavdar 11,000Mısır 120,000

Melez (Buğdayve Çavdarkarışımı) 11,200

Darı 30,000Kablıca 14,500

Pirinç 17,000İncir 10,150

Çeşitli 12,500

KilogramKeten Tohumu 95,000

Bakla 12,147Nohut 11,200

Bataklık Baklası 600Kestane 90,000

Yaş Üzüm 513,178Çeşitli Meyveler 610,150

Soğan 256,590Sarmısak 513,180Balmumu 12,312

Bal 98,490

282

Fasulye 11,100Mercimek 9,000

Susam 3,800Badem 9,000Ceviz 55,000

Patates 75,000Taze Sebze 289,000

Pamuk 32,073Koza 769,767

Ham İpek 16,605Tütün 6,114Peynir 100,000

Hayvancılık – Yıllık ortalama hayvan besiciliği aşağıdaki gibidir.

BaşSığır ve inek 81,701Manda 1,375At ve katır 18,245Koyun 60,857Keçi (genel) 25,360Tiftik Keçisi 33,000Deve 245

Toplam 220,783

Ak-Hisar (Pamukova) Nahiyesi

Ak-Hisar nahiyesi aşağıda belirtildiği gibi toplam nüfusu 11,626 kişi olan 43 kasabadan oluşmaktadır.

Müslümanlar Yerleşik Yerliler 8,734

Ermeniler Gregoryen 1,957Protestan 137

2,089

Ortodoks Rumlar 803

Toplam 11,626 kişi

Nahiye ile aynı adı taşıyan merkez yerleşim, müdürün ikametgahı olup Sakarya Irmağı’nın sol yakasında, Anadolu Demiryollarının 75.inci kilometresinde, Geyve istasyonunun 12 km batısındadır. Ak-Hisar kasabası istasyondan 10 dk uzaklıkta, hoş tepelerin ayağında ve 1,800 m genişliğindeki büyük bir ovanın batı kıyısında olup içinden Sakarya Irmağı’nın kent boyunca geçer ve çevresinde çok sayıda köy ve küçük yerleşim bulunmaktadır. Garın yakınlarında, çevrenin büyük tarımsal üretiminden pay alma iddiasında olan bir buharlı değirmen yakın bir zamanda yapıldı.

Nahiye nüfusuna da dahil edilmiş olan Ak-Hisar’ın nüfusu birazdan görüleceği gibi 1,438 kişidir.

Müslümanlar 882Ermeniler 456Yabancılar ve çeşitli 100

Toplam 1,438 kişi

283

Ak-Hisar nahiyesinin ürünleri, kaza ile aynı olmasına karşın susam gibi tarımsal ürünler Geyve çevresine oranla daha yüksek miktarlarda iken afyon, ipek ve tütün daha düşük oranlardadır. Ak-Hisar’ın peyniri çok aranır olup yılda 100,000 okka (128,295 kilo) civarında ihraç edilir.

Okullar – Akhisar nahiyesinde 2 orta, 49 ilkokul olmak üzere 51 okul bulunmakta, öğrenci sayısı ise 706.

Okullar Öğrenciler

Müslümanlar (Yerleşik yerliler) 1 lise 38

36ilkokul 463

Gregoryen Ermeniler 3 ilkokul 150

Protestan Ermeniler 1 kolej 55

Toplam 51 706

Ak-Hisar kasabası ve çevresinde 28 minareli büyük cami, 12 mescid, 4 türbe, 3 kilise, 1 halk hamamı, 44 halk çeşmesi, 7 fırın, 31 hamam, 281 dükkan, 47 çiftlik, 47 değirmen ve 2 hızar bulunmaktadır.

Madenler – Ak-Hisar’ın 5 km kuzeyinde, Gökdağ eteklerinde, Kurt-Belen nahiyesindeki manganez madeni bir İstanbul Ermeni’si olan imtiyaz sahibi Ussep-Ağa tarafından işletilmektedir.

Eski Eserler – Akhisar’da bulunan sütunlar, arşitravlar ve diğer antik kalıntıların buraya eski Leucae olan Lefke’den getirildiği sanılmaktadır. Ancak, Akçakaya yakınlarında, nahiye merkezine yaklaşık 15 km uzaklıkta 2 m yüksekliğinde, kenarları 1 m olan dörtgen bir taş üzerinde bir ölü heykeli bulunmaktadır. Bu taşın her açısal köşesinde kanatlı bir figür işlenmiştir. Bu anıtın üst kısmına kazılmış bir yazıt, zamanın etkisi ile okunmaz olmuş.

Taraklı Nahiyesi

Taraklı nahiyesi, İzmit mutasarrıflığının güneydoğu sınırının en uç noktasında olup Gül-Pazaryakınında Bursa vilayetine, Göynük yakınında Kastamonu vilayetine dokunmaktadır. Nüfusu aşağıda görüldüğü üzere 8,593 kişidir.

Müslümanlar 5,470Gregoryen Ermeniler 3,832Ortodoks Rumlar 291

Toplam 8,593kişi

Bu nahiyenin tüzel kişiliği 29 kasaba, köy ve küçük yerleşimi kapsamaktadır. Merkez yerleşim Taraklı, bir müdürün ikametgahı ve ülke içi (Türkçe) hizmet veren bir telgrafhaneye sahip olup Sakarya’ya dökülen Göynük-Su’yun sağ kıyısında, kaza merkezi Geyve’nin 32 kmgüneydoğusunda, mutasarrıflık merkezi İzmit’in 95 km güneydoğusunda, Ada-Bazar’ın 69

284

km güneydoğusunda, Kastamonu vilayetindeki Torbalı’nın (Göynük) 30 km kuzeybatısında ve Bursa vilayetindeki Gül-Bazar’ın (Gölpazar) 23 km kuzeydoğusundadır. Bu kentlerden ilk dördüne, merkez caddesinden geçen İzmit-Ankara taşıt yolu ile doğrudan, beşincisine ise Göynük-Su ile bağlıdır.

Taraklı’nın nüfusu, yukarıda verilen nahiye nüfusuna dahil edilmiş olup 1,318 müslümandan oluşmaktadır.

Taraklı’da ve çevresinde 10 büyük minareli cami, 20 mescid, 5 medrese, 1 halk hamamı, 10 halk çeşmesi, 6 fırın, 12 han, 83 dükkan, 20 çiftlik ve 20 değirmen bulunmaktadır.

Okullar – Taraklı nahiyesindeki okul sayısı 26 olup, 5’i yüksek (medrese), 1’i orta ve 20’si ilk ya da temel okullardır. Öğrenci sayısı ise 347’dir.

OkullarÖğrencil

erMüslümanlar

5 Medrese 45 1 Lise 5020 İlkokul 252

Toplam 26 347

Bu nahiyenin başlıca tarımsal ürünleri tahıl, afyon ve ipektir.

Termal Sular – Taraklı yakınlarında, Ilıca kasabasında 1 sülfürlü termal kaynak bulunmaktadır. Ancak yapılar, ihmaller sonrası oluşan kazalar sonucu o denli hasar görmüştür ki bir zamanlar yoğun ilgi gören hamamlar bugün terk edilmiş vaziyette.

Taraklı’da her Pazar günü önemli bir pazar kurulmaktadır. Burada önemli miktarda buğday, mısır, taze meyve ve sebze, afyon, koza ve ham ipek ayrıca komşu köylerde kemik ve ağaçtan yapılarak İstanbul’a gönderilen kaşıklar satılmaktadır.

1890, Ahmed Midhat

Tanzimat sonrası yazarlardan Ahmed Midhat, Keçecizade Ferik İzzet Paşa’ya ait on metre boyundaki Keyfim adlı bir kotra ile Beykoz’dan başlayıp İzmit Körfezi’nde devam eden ve yolcuları arasında Ahmed Midhat dışında Hasip Paşazade Müfit ile Nahit Beylerin de bulunduğu bir tekne gezisini, ardından Tavşancıl tepelerinde yapılan bir av partisini anlatırken, keyifli bir uslupla o günün yaşamı ve hatta gezdiği noktaların tarihlerine de küçük notlarla değinmiştir. Gezi, önce Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmiş, daha sonra 1891’de kitap haline getirilmiştir. İlk kez 1952’de Hakkı Tarık Us tarafından bu makalelerden yaptığı şeçmeleriden oluşan “İzmit Körfezi’nde Bir Gezi” adı altında yeni harflerle yayınlanmıştır. Benim, yöremizle ilgili alıntıları yaptığım aşağıdaki özet metin ise Sami Önal tarafından yayına hazırlanan ve tüm makaleleri kapsayan “Sayyadâne Bir Cevelan” adıyla 2001 yılında basılan yapıttan alınmadır.400

Yelkenkaya Burnu, Körfez’e Giriş

Rumî Ağustos ayının yirmidokuzuna rastlayan Perşembe günü yola çıktık... Tuzla Burnu’ndan sonra Yelkenkaya Burnu’nu tutacak idik ki işte bu Yelkenkaya İzmit Körfezi’ne girerken sol taraftan körfezin başlangıcını oluşturur… Tuzla Burnu’ndan Yelkenkaya’ya doğru

400 Ahmed Midhat, Sayyadâne Bir Cevelan, İstanbul 2001, s. 42 – 74. (Y.U.: Cevelan, gezi anlamındadır).

285

gidilmek gerekince yol ikileşir. Birisi, orada insanın karşısına çıkan iki küçük hayırsız adayı sol tarafta bırakarak açıktan geçmek ve öbürü, anılan iki adanın orta yerinden geçip gitmektir. İzzet Paşa Hazretleri iki adanın arasından geçmeye davrandı. Ben elimde deniz haritası bulunduğundan ve oralarda su derinliğinin 8-9 gibi tekli rakamlarla işaretlendiğini görerek –kotranın su kesiminden aşağısının 7-8 ayak olduğunu hatırladığımdan- adaların dışından geçmesini teklif ettim… ancak daha sonra farkına vardık ki bu derinlik ölçüleri kulaçtır.

O gün bizim bu konudaki canlı tartışmamızı kaptan Sitrati devre dışı bıraktı. Tümümüze hitaben “Bre, ben buralardan bin kere geçtim. Hem gemilerle!” diye dümeni o tarafa doğrulttu. Gerçekten korkumuz bütünüyle yersizmiş. Oradan en büyük gemiler bile geçebilecek kadar denizler derin imiş…

Yemek için durduğumuz sırada çıkan ve oldukça sertleşen rüzgar ve sert deniz ile cayır cayıryol alarak, uzaktan bembeyaz görünen kocaman bir yardan ibaret Yelkenkaya’ya yaklaştık ki,kırk-elli metreyi geçen yüksekliği ve birkaç yüz metre uzunluğu olan bu heybetli ve resmedilmeye lâyık kayanın yukarısında bir de vaktiyle hisar olduğu anlaşılabilen bir harabe vardır. Zaten Marmara’nın bu taraflarında adım başında bu tür eski hisarların harabeleri ile karşılaşılır. Bunların vaktiyle kıyıları deniz hırsızlarından ve bazı kere de düşman hücumundan korumak ve savunmak için yapılmış oldukları tarihte görülür…

Marmara denizi nasıl içdenizlerin en güzeli ve deniz eğlenceleri için seçilecek seyahatlere nasıl en ziyade elverişli ise, bu denizin en güzel parçasının da İzmit Körfezi sayılması tamamiyle uygundur… Bizim için Tavşancıl bu deniz gezisinde ulaşmayı hedeflediğimiz amaç olup, asıl amaç ise oralarda çok sayıda keklik bulunmasının mevsim gereklerinden olması idi. Tavşancıl’a ulaşamaz isek, ertesi gün için kararlaştırılmış olan keklik avını yapamayacağımızı düşünüyor idik. Kotrayı Eskihisar’da bırakıp demiryoluyla Tavşancıl’a kadar gitme olanağı da aklımıza geldi… Bütün demiryolu boyunca peyda olmuş bulunan güzel sayfiyeler ile de birleşerek, bize adeta Avrupa’nın en mamur bir yerinde bulunduğumuzu bile zannettiriyor idi… Darıca kasabasının önünden geçmeye başladık. Yüz kadar İslam ve kalanı Rum olmak üzere beşyüz kadar haneyi içine alan bu Darıca kasabası ne güzel bir yerdedir. Deniz seviyesinden yirmi-otuz metre kadar yüksek ve set gibi bir yama üzerindeki denize akseden görünüşüyle, güya gümüş bir aynada kendi güzelliğini temâşâ ile hayran olan sevgiliye benzer. Kasabanın önünde ufacık bir burun vardır ki, kuzeyden güneyedoğru ilerlemiş olduğundan onun doğu ve batı tarafları gayet güzel demirleme yeridirler. Heledoğu tarafı rüzgarlardan emin ve korunaklı bir liman şeklinde bile kabul edilir.

Çavuş Üzümü

Erenköyü’nden kurtulur kurtulmaz Anadolu kıyısını bir takım düzenli bağların süslediği görülür ise de, o bağların asıl yoğunluğu İzmit Körfezi’nde olup, onun ilk örneği de şurada Darıca’da görülür. Bütün bu yörede yetişen üzümlerin nefasetine kimin ne diyeceği olabilir? Çavuş üzümü!... Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretleri işbu çavuşüzümü çubuklarından o zaman Fransa Kralı ve adı geçen hakan hazretlerinin bağlaşığı olan I.François’a hediye olarak göndermiş ve kralın emriyle çavuş üzümü çubukları Fontainebleue bahçelerine dikilmiş. Sonradan Fransa’nın başka vilayetlerine de yayılarak “şaşla” diye nefasetiyle bütün Avrupa’da şöhret bulmuş üzümler işte bizim bu Çavuş üzümünün zürriyeti iseler de, her ikisini de yemiş olanlar oybirliği ile karar veriler ki, Fransa’nın şaşlası İstanbul’un Çavuş üzümlerine kıyasla adeta dağlarda yetişen asmaların verdikleri üzümler ayarında kalır…

Gerek Darıca’nın gerekse şu İzmit Körfezi etrafında bulunan başka kasaba ve köylerin ürünleri üzümden de ibaret değildir. Burada pek çok zeytinlikler de var. Birer çırpı ile dikilmiş şu ağaçların uzaktan gösterdikleri düzenlilikdeki güzelliğin mutlaka gözle görülmesi gerekli olup, dil ve kalemle yeterince anlatılamaz. Halbuki bu kadar çok zeytinlikler, hala yeni sistem yağhaneler yapımını gerektirmemiş olsa da o nefis zeytinlerden, torbalar içinde sızdırılarak

286

çıkartılan yağ, çok üründen az yağ üretilebilmesi ile sonuçlanmaktadır. Gerçi bu torba yağların nefasetine diyecek yoktur. Ama yağın bir çoğunun da posa ve çekirdek vs. ile ziyan olup gitmesi, elbette acınacak bir kayıptır.

Çiroz Yapımı

Darıca’ya özel bir ürünün de çiroz olduğunu kaptanımız Sitrati söyledi. Gerçi bizim Boğaziçi’nde de çiroz balığı tutulup kurutulur ise de, buraya oranla az kalırmış. Mevsimi geldiği zaman burada milyonlarca çiroz avlanarak kurutulur imiş ki, kadın erkek, çoluk çocuk tüm kasaba başka çevre köylerden dahi işçi tutularak bu işle uğraşılır ve bir karış yeri boş bırakmamak derecesinde her tarafı çiroz hevenkleriyle doldururlarmış. Bunlar Limon İskelesi!’ndeki tüccarlar tarafından satın alınarak Rusya, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan taraflarına gönderirler imiş…

Bu voltada gele gele tâ Eskihisar karşısına kadar geldik. Bu Eskihisar, Gebze kasabasının iskelesidir. Orasını köy bile saymamak gerekse de Cenevizliler döneminden kalma büyücek bir hisar kalıntısıyla bir de Gebze’nin iskelesi olması buraya o namı kazandırmıştır. Yoksa üç-dört kulübeden ibaret bir yerin ne önemi olabilir? Gerçi şimdilerde asıl Gebze kasabasının dahiçbir önemi kalmamıştır ya. Kıyıdan üç-dört mil içeride bulunan bu kasaba, vaktiyle İstanbul’dan Bağdat’a giden yolun en önemli menzillerinden biri idi. Ama İzmit demiryolunun yapımından beri o önem İzmit’e kaydı. Şimdi İzmit’ten beri tarafa kervan geçtiği yoktur. O zamandan bu zamana da Gebze halkının yarısı dağılmıştır. Söz konusu kasabanın eski çağlardaki önemi ise daha da çoktu. Eski adı Libisos401 olup o zamanlar “Bitini”402 denilen ve şimdiki Hüdavendigar (Bursa) vilayeti ile İzmit Sancağı ve bunların civarında daha bir takım yerleri kapsayan ünlü krallığın en mamur yerlerindendi. Kartaca generallerinden olup Romalılarla yaptığı uzun ve şiddetli savaşlardan dolayı askeri tarihte pek tanınmış olan Anibal burada vefat etmiştir ki, bu da söz konusu kasabanın ününe ün katmıştır. Anibal son yenilgisi üzerine Suriye kralı Antiyonos’a iltica etmiş ve onu da Romalılara karşı savaşa kışkırtmış başını belaya sokmuş idi. Nihayet Bitini kralı Prosias’a403 sığınıp ve Gebze’de ikamete katlanmış ise de, Prosias bu tehlikeli konuktan dolayı Romalıların gazabına uğramaktansa Anibal’i Romalılara teslim ederek ödüllerine layık görülmeyi tercih etmiş ve Anibal bunu anlayınca düşmanlarının eline diri diri yakasını teslim etmektense, zaten 64 yaşında bulunup bu kadar da yenilgilerden sonra artık gözünde lezzeti kalmayan hayattan vaz geçmeyi ve kendi kendini zehirlemeyi seçmiş. Bu olay İÖ 183’de olmuştur. Aklımıza uymayan bir yön varsa o da tarihin, “Anibal boğa kanı içerek kendini zehirledi” demesidir. Boğa kanında acaba zehir var mıdır?...

Anibal’in mezarı derken aklımıza Fransız kontlarından ünlü Teyli geldi ki ömrünün son zamanlarında İzmit’te berberlik ederek geçinip, orada vefat ettiğini bir seyahatnamede okumuş idik.

O seyahatnameyi hatırlar hatırlamaz yine o seyahatnamede Anibal’in mezarı hakkında okuduğumuz bir bölüm aklımıza geldi. Meğer Anibal’in mezarı da Gebze’nin güneybatı tarafında ve kasabaya birkaç dakikalık uzaklıkta yüksecik bir tepenin üzerindeymiş, hala orada üç büyük servi bulunup halk dahi “Aniva Mezarı” derlermiş. Gidip görüp araştırmadığımız için buna doğru olup olmamasının sorumluluğu anlatana aittir demekten başka söz bulamayız…

Tavşancıl

Tavşancıl’a yaklaşırken İzzet Paşa Hazretleri Karamürsel Dağları’nda gerçekleştirilen avların menkıbelerini tatlı talı anlatıyordu… Güneş batmadan Tavşancıl’a ulaştık… Tavşancıl denilen

401 Y.U.: Libyssa 402 Y.U.: Bithynia 403 Y.U.: I.Prusias İÖ 229-182

287

köy sahilden on dakika, bir çeyrek yokuş çıkılmak süretiyle ulaşılabilecek bir tepe üzerinde ve ikiyüzelli, üçyüz kadar yalnızca İslam hanesini kapsayan oldukça manzaralı ve güzel bir yerdir. Sahilde ise demiryolu istasyonu ve birkaç kahve, kayıkçı ve balıkçı odaları ve fırın gibibinalar bulunur; bunların da önünde ufacık bir burun vardır ki, esmekte bulunan rüzgar ve onun kabarttığı dalgaları o burun biraz kestiğinden, onun iç tarafı oldukça liman kabul edilir. İşte bu limancığa demir attık. Seslenmemiz üzerine üç çifte bir kayık bizi karaya çıkartmaya geldi ki, Tavşancıl ile karşı kıyıda yer alan Karamürsel arasında yolcu, eşya ve evrak taşıyan iki kayıktan birisi imiş. Karaya çıktığımızda Müfit Beyefendi, daha önce verilen karar uyarıncabize eşlik edecek iki avcı, bizi ve eşyalarımızı taşıyacak beygirci bulmak ve o gece köyde kalıp ertesi sabah erkenden dönmek üzere köye gitti… Tavşancıl’da mutlaka bir okul olduğunu düşünerek durumunu sordum. Pek övdüler. Okulu genişleterek yeniden yaptıklarınıbelirttiler… Ertesi gün beni beygirle Çerkesli köyüne kadar götürmüş olan bağcı Eşref Ağa’yıda bir yazılı kağıdı okurken gördüm. Ağa ünvanlı adamın bu kadar okuması, artık bu köydeki efendilerin eğitim düzeylerini kıyaslamaya yardımcı olur. Geri dönen Müfit Bey’in yanında bir iki adam daha bulunup, bunun birisi Çerkeslili Ömer Ağa namında avcılığa meraklı bir adammış ki, ağızdan dolma tüfeklerle kırma ve kuyruktan dolma tüfeklerin farkını anlayarak fakirliğine rağmen bunlardan birini edinebilmiş. Yarın Çerkeşli köyüne gideceğimizden akşamı da onun evinde geçirmeye karar verildi…

Ertesi sabah, itirazlara rağmen avcı olmadığımı söyleyerek akşam üstüne kadar dinlenmek üzere teknede kaldım. Onlar gittikten sonra da ben de doğal ve zorunlu gereksinimlerimi görmek için karaya çıktım. Deniz kenarındaki kahvede bir de sabah kahvesi içerek, Sitrati’ye yedide beni kaldırmasını söyledim… Saat tam sekizde beni almaya gelen Eşref Ağa kıyıdan seslendi. Eşref Ağa önde, ben beygir ile arkada kıyıdan Tavşanlı köyüne ulaşan bayırları tırmanmaya başladık. Yolculuk esnasında Eşref Ağa’dan köy hakkında bilgiler aldım. Köyün en büyük geçim kaynağı bağcılık olup bu sene üzüm para etmemişti ve geç de yağan şiddetliyağmurlarüzümleri bozmuştu. Bir adamın yalnız başına dört dönüm kadar bağ yapabildiği ve onu da ortalama senede elli liraya kadar komisyonculara toptan satılabildiği ve bağ işlerinde çalışan işçilere on ile oniki kuruş arasında gündelik verildiği ve bazen köylülerin beygirlere üzüm yükleyerek buradan uzaklığı 12 saatten aşağı olmayan ve Karadeniz kıyısındaki Şile’ye kadar giderek satmaya gittiklerini öğrendim…

Köy içinden geçtik. Ne güzel, ne mamur köy! Tam köye girerken üzerine çıktığımız tepelerin İzmit Körfezi üzerine doğru uzayan manzarası, Boğaziçi’nde bile ender bulunan manzaralardandır. Köyde öyle eskimiş, bir tarafa eğilmiş, kiremitleri düşmüş evler yok. Birer katlı fakat muntazam yapılmış evler gördüm. Birkaç tane eski, tepe camlı ve pencereleri üzerinde “Maşallah” ve “Ya Hafız” yazılı evler gördüm ki yapılış tarzları eski ve ona mahsus güzellikte olmaları yanı sıra zamanında gayet dayanıklı yapılmış olduklarından, bugün dahi birkaç yıllık yapılar gibi görünürler. Yeni yaptıkları okulu da Eşref Ağa gösterdi… Köyün bir deoldukça önemli ve güzel çarşısı vardır. Hele bir gazinosu vardır ki, bahçesi mazı ağaçlarıyla gölgelendirilmiş güzel bir yerdir…

Köyün içinden geçtikten sonra yol bayır aşağı inmeye başladı ve önümüzde çevredeki bayırların, etekleri toplanarak büyük bir çanak görüntüsüne soktukları Tavşancıl bağları açıldıki, iki bin dönümden az tahmin olunmayan bu çanağın içini orman gibi istila etmiş bağlığın gözlerimin önünde oluşturduğu güzelliği ömrüm boyunca hiçbir yerde görmedim dersem abartma sayılmamalıdır.

Buralardan her gün İstanbul’a yüzlerce küfe üzüm geliyorsa da üzümün yine buradaki güzelliği taşıma esnasında kayboluyor. Koparılırken yıprandığı gibi küfelere istif olur, beygir ile istasyona taşınır ve demiryolu ile Haydarpaşa ve oradan mavna ile Sirkeci’ye ve oradan hamal ile komisyoncu dükkanlarına ve yine hamal ile manavlara götürülürken üzüm hep ezilirve gerçek tadını kaybeder…

288

Bağlığın Çerkeşli yönündeki yamacında “Çatalçeşme” denilir bir çeşmeye geldik. Yolda rastladığımız bir Boşnak bize arkadaşlarımızın av bulamadıklarını ve Çerkeşli’ye gitmeyip daha ilerideki Tepeköyü’ne gittiklerini söyledi… Çatalçeşme’ye vardığımızda çeşmenin yanında kocaman yeşil sarıklı, şeyh tavırlı bir adam oturuyordu. Eşref Ağa’dan öğrendim ki bu adam Karamürsel tarafında oturan ulemadan, şeyhlerden bir zat olup arada bir bu taraflara gelerek köylülere vaaz ve nasihat verirmiş.

Çatalçeşme’nin suyu pek serinse de bizim Göztepe, özellikle Karakulak suları ile karşılanmayacak derecede tatsız ve ağırdır, çünkü çukur bir yerden kaynar… Çatalçeşme’den yola düzülerek inişli çıkışlı bir hayli yürüdükten ve gayet taşlı yerlerden geçtikten sonra önümüzde belirek yüksecik bir tepe üzerinde Çerkeşli köyünün ilk evleri görüldü.. Tavşancıl’a bir saat kadar uzak olan bu köy iki yüz kadar haneyi topluyorsa da Tavşancıl gibi mamur olmayıp epeyce haraptır…

Bu köyün imamı, son çatışmada (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) gönüllü olarak çarpışmaya gidip gaza görevini yerine getirmiş güzel bir adamdır. Onunla da konuşmaya başladık. Köy okullarına ilgim çok olduğundan özellikle bunun üzerine konuştuk. İmamın anlattığına göre bu çocukların öğretime ilgileri fazla olsa da okul pek dökük olduğundan camide öğretime mecbur kalıyorlarmış. Köyün avarız404akçesi filan bulunmadığı gibi halkı da pek fakir olduğundan okul yapılamıyor imiş…

Köy evleri malum, altı ahır. Onun yanında küçük bir samanlık, bir ambar. Üst katta iki oda, birmutfak. Bunların hepsi de harap fakat her tarafı tertemiz…

Kahramanlarımız, ertesi gün nisbeten güzel bir av çıkardıktan sonra yine deniz yolundan İstanbul’a doğru yollanırlar.

1889, Baron von der Goltz

Freiherr Colmar Goltz 1843’de doğdu. 1861’de katıldığı Alman ordusundaki görevini Haziran 1883’de binbaşı rütbesine eriştikten sonra bırakarak Sultan Hamid dönemi Osmanlı ordusunda eğitmen olarak görev aldı. Ordunun modernleşmesinde görev alan Goltz,1896’da Almanya’ya bir korgeneral olarak döndü. Ağustos 1914’deki başarılı Belçika işgali sonrası Sultan V. Mehmet döneminde 1914 Aralık ayında Goltz, İstanbul’a gönderildi ve Osmanlı devletine danışmanlık yapmaya başladı. Mart 1915’deki bir güç savaşı sonrası Liman von Sanders’in yerine 1.inci Ordu (Boğaziçi Ordusu) komutanı olarak atandı. Ekim 1915’de Mezopotamya sınırındaki 6.ıncı Ordu’ya komutan olarak atandı. İngiliz ve Hintli kuvvetlere karşı 143 gün süren Kut kuşatmasında başarılı bir komutanlık yaptı ancak garnizonun 29 Nisan 1916’da düşmesinden on gün önce tifodan öldü. Askeri yapıtları yanı sıra Ein Ausflug nach Macedonien (1894) (Bir Makedonya gezisi); Anatolische Ausflüge (1896) (Anadolu Gezileri); İstanbul ve Çevresi Harita ve Tanıtımı gibi yapıtları da vardır.

Baron von Goltz (Goltz Paşa) “Anadolu Seyahatleri”nde bu bilinmeyen “Ağaç denizi”nin Gebze (eski Dakibyza) şehrinin hemen kuzeyinde bulunan Yelken Kaya’dan başladığını etraflıca anlatmıştır. Yolda bir çok leyleğe rastlar ve yapıtında batıl inanca göre üstünde leylek yuvası bulunan bir evin yangından korunduğunu anlatır. Von Goltz’un çalışmaları Boğaz ve Riva deresi arasını ve İstanbull civarının 1:100.000 ölçekli haritasındaki coğrafi görünümleri kapsamaktadır. Bu geziler Tuzla ve Gebze’nin kuzeyini içerir.405 Goltz, İzmit’in nüfusunu 20,000 olarak vermektedir. 406 Goltz 1891-1892 yıllarında İznik'i gezmiş ve surları Helenistik döneme bağlamaya çalışmıştır. Kendinden önce kenti gezmiş A. Korte'nin İznik kent kapılarının Helenistik döneme ait olduğu yönündeki yanılgısı, C. Freiherr Von der

404 Geçici vergi. Özellikle olağanüstü durumlarda, savaş zamanında alınırdı. 405 Freiherr von der Goltz Colmar, Anatolische Ausflüge, Berlin 1896406 Öztüre, age, s. 162

289

Goltz'un da bir bahçe sahibince toplanarak oluşturulan duvarın Helenistik dönem surlarına aitolduğunu öne sürmesine neden olmuştur. Adapazarı çevresindeki kalelerin tesbitini yapmıştır. Mekece Kalesi bunlardan biridir. Goltz, bir açıklama yapmaksızın kalenin Bizans dönemine ait olduğunu, Türkler tarafından tamir edilerek bir camiyle hamam eklenmiş olduğunu belirtir.407

1893 & 1900, Walther von Diest

Berlin Bilimler akademisi tarafından Küzeybatı Anadolu’da ve az bilinen Sakarya havzasında topografik çalışmalar için görevlendirilen Albay W. Von Diest, gezgin grubunun başkanı idi. 1886 ve 1895 yıllarında Sakarya çevresindeki kaleleri belirlemeye çalışırken Adapazarı’nın 1 km güneyindeki Adliye kalesini ilk kez o tesbit etti. Yine Adapazarı Seyifler Kalesini ilk inceleyen W. Von Diest’tir. Günümüze ulaşan yegane parçalar olan yuvarlak kuleleri köşe kule olarak belirtir ve kalenin 80 x 110 m’lik bir alanı kapladığını ekler.408

Yardımcıları arasında, fotoğrafları da çeken prens teğmen Carolath von Schöneich de vardı.409 Foss, Diest’in 1900 yılında İzmit’i ziyaret ettiğini ve İhsaniye yakınlarında bir şato yıkıntısının var olduğunu not ettiğini belirtir. Diest, yapının uzunluğunu 80’e 25 adım olarak ölçmüştü, harçsız büyük bloklardan bir temeli, duvarlarında uzun okçu delikleri ve kuleleri vardı. Ancak Saraylı Köyü yakınlarındaki yapı Diest’in anlattığı gibi bir kale değil bir 15. yy. Türk kervansarayı idir. Alt sıralarında geniş kireçtaşı blokları vardır. Nikomedia surlarındaki bloklara yakın benzerlikler taşıdıklarına göre oradan taşınmış olmalılar. Ulaşımın çoğu denizden yapılabileceği için çok zor bir çaba olmasa gerek. Walther von Diest, 1896 yılında da bölgeyi gezmiş ve Yuvacık’ın doğusundaki kalıntıların “Demir” anlamına gelen Sidera kalesine ait olabileceğini söylemiştir.410

1894, Thomas Gaskell Allen Jr. & William Lewis Sachtleben

Kuramsal bir eğitimin son aşaması olarak gördükleri, bisikletle Asya gezisine çıkan üniversiteden yeni mezun iki Amerikalı gezgin bir Nisan sabahı erkenden Haliç’te bindikleri bir buharlı gemi ile sisli bir havada Rum, Ermeni, Türk ve İtalyan yolcular arasında Haydarpaşa’ya varırlar ve Boğaziçi’nden Pasifik’e bisikletle yaklaşık iki yıl sürecek 7,000 millik yolculuklarına başlarlar. İşte bölgemiz hakkındaki kısa anlatımları.411

İzmit (İsmid) yolu başlangıcına kadar rehberimiz, İstanbul’da kaldığımız süre içinde bizi ağırlayan Ermeni doktorun 12 yaşındaki oğluydu. Elimizi iki eli arasına alarak “Tanrı sizi korusun” dedi… İzmit demiryolu412 ve hatta ilerisindeki Ankara askeri yolu yapıldıktan kısa birsüre sonra onarıma gereksinim duyar hale gelmişti. Bu nedenle yolun çoğunda patikayı takipettik. Demiryolunun uzun bir bölümü, İzmit Körfezi boyunca kayalık, tünel ve uçurumlarla çevrili. Bazen de kıyıya o kadar yaklaşıyor ki Türklerin adlandırdığı adıyla kıyıya yakın seyreden Kara Vapur’un sesi, dalgakıranların gürlemeleri ardında boğuluyor. Üsküdar’dan İzmit’e kadar olan arazi, Asya Türkiyesi’nde geçtiğimiz bütün topraklardan zirai olarak üstün. Verimli bir toprak ve bereketli bir bitki örtüsüne sahip. Şaşırtıcı bir biçimde sonradan öğrendiğimize göre iç taraflardaki arazi kısır yayala ve dağlardan oluşmaktaymış.

Demiryolu, Anadolu’yu değiştiren başlıca etkenlerden biri ancak yerliler bu dönüşüme pek

407 Goltz, age, s.118-121, 403, harita 400 408 W. von Diest, Tilsitt nach Angora, Petermanns Mitteilungen, Erg. Heft 125, 1898, s. 65 409 W. von Diest & M. Anton, Neue Forschungen im nordwestlichen Kleinasien. Mil Beitragen von Leutnant Graf Gotzen, A. Korte und G. Turk, Gotha 1895. (Ne yazık ki bu çalışmaya da ulaşamadım) 410 Diest (1898), s. 215. Aktaran Tay Project – Kurul, c. 8 (Bizans), İstanbul 2007411 Thomas Gaskell Allen Jr. & William Lewis Sachtleben, Across Asia on a Bicyle, The Century Illustrated Monthly Magazine, May-October 1894, Londra, s.83-84 412 Gezginler bu demiryolu hattına “Trans-Bosphorus” adını vermektedir.

290

gönüllü değiller. Demiryolu hala kervan yolunda çalışan 160,000 deve ile rekabet etmek zorunda. Ankara yolunu izleyen patikadan demiryolunun son istasyonu Geyve’de ayrıldık. Anadolu’dan gelen kervanlar yüklerini burada vagonlara devrediyorlardı. Ziyaret ettiğimiz yıllarda Padişah’ın koruması altında Almanlar tarafından yapılmış demiryolu yine onlar tarafından işletiliyordu. Halka Padişah’ın bu devasa hattı tamamlayacak sermayesi olup olmadığını sorduğumuzda “Allah, Padişahımıza o kadar çok güç ve mülk vermiştir ki doğal olarak bunu kullanmak hakkıdır” diye yanıtladılar. Diokletianus’un başkenti Nikomedia’dan (İsmid) sonra şimdi de ağaç dolu Sakarya vadisini de geçerek yolumuza devam ettik.

1896, Ernst Kalinka

Yanındaki genç bilim adamlarıyla birlikte coğrafi ve arkeolojik keşifler yapmak, bu vesile ile “Berlin, Corpus of Grek Inscriptions – Berlin, Yunan Yazıtları Külliyatı”na katkılar yapmak üzere Anadolu’ya gönderilmiş ve bu arada Bithynia’da incelemelerde bulunmuştur.

1900, Rudolf Fitzner

İzmit ve çevresini dolaşanünlü haritacı, İzmit’in nüfusunu 37,000, yüzölçümünü 8,100 km² olarak vermekte ve sadece kalenin aklıntılarından bahsetmektedir.413

1903, Lajos Szadeczky-Kardoss

Macar tarihçi Kalman Thaly’nin İzmit yolculuğundan 15 yıl sonra 1903’de Kolozsvar (Kluj) Üniversitesi üyesi bir başka Macar tarihçi Lajos Szadeczky-Kardoss İzmit’i iki kez ziyaret etti. Mültecilerin Türkiye’deki anılarını araştırmak amacını güden “Rakoczi Ziyareti” programını Szadeczky örgütlemişti. Programdaki bir maddeye göre ziyaretçiler İmre Tökeli’nin mezarına da gideceklerdi ve bu nedenle Szadeczky daha o yılın ilkbaharında İzmit’e önceden bir yolculuk yapmıştı. İkinci kez 1903 yılı Ekim ayında gitti, fakat sadece Ermeni mezarlığını ziyaret etmekle yetinmedi. Ayrıca kentin dışında İmre Tökeli ile İlona Zrinyi’nin son yıllarını geçirdikleri ve hayata gözlerini yumdukları Çiçekli Çayır’a da gitmeyi kararlaştırdı.

Szadeczky’yi bu ziyarete özendiren, sadece “vatan sadakati” değildi aynı zamanda o zamanakadar buraya bir Macar tarihçinin gelmemiş olması hatta oturulan köşkün tam konumun dahi bilinmemesiydi. Kalman Thaly de bu ziyareti destekliyordu zira daha önce belirttiğimiz üzere 1888’de Tökeli’nin mezarını ziyaret etmiş ancak oturduğu yeri görememişti. Szadeczky, Kalman Thaly’nin büyük başarı kazanan “Türkiye’de Rakoczy Hatıraları” adlı kitabını da yanında getirmişti. Zira kitapta Matyas Donath’ın 1861’de yazdığı mektup ile Thaly’nin yerinde edindiği izlenimlerinin bir özeti de bulunuyordu.

Macarlar

Szadeczky daha ilkbaharda araştırma hazırlıklarını tamamlayarak kendisinin edindiği “enformasyon” verilerini onbeş yıldır İzmit’te yaşayan, kent ve yöresini çok iyi bilen avcılık tutkunu Macar asıllı Keresztely Pap’a bildirdi. Bu konuda onun yol göstereceğini umuyordu. Keresztely Pap kendisine bildirilen verilere dayanarak, janos Komaromi’nin tarifine uygun düşen iki yer gösterdi. Birisi İzmit’in kuzeybatısında dağlar arasındaydı; diğeri ise kentten öteye güneydoğu yönünde dağların eteğindeydi. Pap, daha çok ilk gösterdiği yeri aramalarınıöneriyordu fakat Szadeczky bu görüşü desteklemedi. Çünkü Komaromi’nin anlattığına göre Çiçekli Çayır orada olsaydı Tökeli’nin cesedini Komaromi’nin geceleyin “gizlice kenti geçerek”götürmesine gerek kalmazdı.

413 Aus Kleinasien und Syrien, s.212, 1904. Aktaran Öztüre, age, s. 162; R. Fitzner, Forschungen auf der Bithynischen Halbinsel, Rostock 1903, s. 52-61. Aktaran Vahide Vural, İzmit Bizans Devri Eserleri, İÜ Ed. Fak. Sanat Tarihi Böl., Lisans Tezi, İstanbul 1977, s. 15

291

Szadeczky’nin ikinci dayanağı ise Matyas Donath’ın yukarıda değindiğimiz mektubuydu. Mektupta anlatılan yerleri –Kazıklı İskele, Saraylı, Bahçecik– sorup soruşturduğunda bunlarınİzmit’in tam karşısında olduğunu öğrendi. Bu ise Komaromi’nin verdiği yöne uygun düşmüyordu. Gerçi Tökeli’nin taraftarlarından bazılarının orada yerleşmiş olabileceğini dikkate aldı fakat Çiçekli Çayır’ı tamamen başka bir yerde araması gerekiyordu. Sonraları kendisi Tekirdağ’da iken Pap’ı bu yerlere gönderdi. Kazıklı (günümüzde Kavaklı) sınırında (güneydoğuda) eski mezarlığı da buldu. Etrafta üzerlerinde istavroz bulunan mezar taşları vardı fakat yazı yoktu, yalnız çiçeklerle bezenmişti. Binanın olduğu yeri ve hamamı da buldu. Hamamın girişinde, üzerine istavroz oyulmuş güzel bir mermer taş ve yakınında çeşmeyi de keşfetti. Buraya (eski mezarlık civarına) “Macarlar” diyorlardı; bunun yukarısında Gözlemen Tepe dedikleri dağ zirvesi, oradan doğuya doğru da Tatarköy (günümüzde İhsaniye) vardı. Pap, Bahçecik köyüne de gitti fakat inşaatta kullandıkları taşlar üzerinde yazılar bulamadı. Herhalde Kazıklı’nın sınırındaki eski mezarlığın çevresine “Macarlar” demeleri olasılıkla Tökeli taraftarlarından bir kısmının orada oturmalarının anısına olacaktı; fakat İmre Tökeli maiyetiyle birlikte orada oturmamıştı.

Öte yandan çiftliğin yeri hakkında Szadeczky’nin elinde iki dayanak vardı. Biri Tökeli’nin 17 Mart 1705’de II.Ferenc Rakoczi’ye yazdığı mektuptu ve buna göre bir mil uzaklıktaki çiftlik evini Hasan Paşa da ziyaret etmişti. Diğeri ise Janos Komaromi’nin notlarıydı ve buna göre ev “denizin sonundan içeriye doğru” yaya iki saat uzaklıktaydı. Bu durumda ancak Gökdağ (Kartepe) söz konusu olabilir görünüyordu zira burası İstanbul’dan İzmit’e doğru gidilirken güneydoğu yönünde İzmit’ten iki saat ya da bir mil uzakta bulunuyordu.

Keresztely Pap daha 27 Nisan 1903’de İzmit’ten Szadeczky’e yazdığı mektupta kentten aşağı yukarı iki saat uzakta Macar dağı adlı bir dağ olduğunu ve bunun eteğinde “çok güzel bir çayır” uzandığını yazmıştı. Bunu, Szadeczky İstanbul’a geldiğinde Macar ve Avusturya konsolosluk işgideri de doğrulamıştı.

Szadeczky üç memleketlisiyle birlikte 17 Ekim öğleden sonra İzmit’e geldi. Daha o akşam, Macarlardan kalan gelenekleri elden geldiği kadar çok insandan sorup öğrenmek istiyordu. Civar bölgelerin sakinleri Millet Otel’in büyük salonunda toplandılar. Yakındaki Sapanca kasabasından, diğerlerinden farklı bir erkek gelmişti, nüfus teskeresinde “Macar” diye yazılıydı. Anlattığına göre köyünde Macaroğlu adını taşıyan daha bir çok kişi vardı!

Karatepe Köyü

Ertesi gün Szadeczky ile Pap, arabayla Macar Dağı’nın eteğindeki Karatepe köyüne gittiler. Köyün Rum papazına göre burası 250-300 yıldır yerleşim alanı olmuştu ve halkın arasından bir çoğu Macar adını taşıyordu. Buradaki rivayete göre bunlar vaktiyle köy sınırında oturan Macar mültecilerin soyundandı ve Macar Dağı’nın eteğinde daha o zamanda “Macar Beyi’nin” oturduğu evin kalıntısı görülüyordu. Fakat Macarlarla bağlantıyı gösteren sadece dağın adı ve yerel soyadları değildi. Macar Dağı’nın eteğinde fışkıran, suyu billur gibi temiz “Macar Deresi” ve dereden sonra uzanan “Macar Bayırı” aynı şekilde bir zamanlar burada Macar mültecilerin oturduğunu kanıtlıyordu.

Keresztely Pap’ın tanıdığı Hacı Kosti Tanas adlı bir ihtiyar Karatepe’den sonra onlara rehberlik etti. Macarlar da tahtadan Tatar semerleri olan tıkız dağ atlarına bindiler, önde silahlıklavuzla, atların sahipleriyle ve bir grup meraklı delikanlıyla birlikte bir vakit Tökeli’nin oturduğu çitlik evinin yerini aramak amacıyla yola koyuldular. “Büyük Dere” ve “Bakırca Dere”üzerinden “Macar Deresi”ne vardıkları zaman orada artık çiftlik’in kalıntısını buldukları kanısına vardılar. Ayrıca, üzerinde salyangoz fosilleri bulunan incelikle işlenmiş bir mermer sütun tabanı da buldular.

Daha sonraları yerli sakinlerden biri Karatepe’den İzmit’e gitti. Elinde eski Macar cedlerinden kalma süslemeli oyma bir sandık vardı. Fakat Szadeczky’yi artık İzmit’te bulamadı. Buna

292

rağmen sandık Keresztely Pap aracılığıyla İstanbul’a gönderildi ve daha sonra da Szadeczky“süslü oyma alın kısmını” beraberinde Macaristan’a götürerek oradaki Kuruc hatıraları arasına koydurdu. Tahminine göre sandığın üstündeki süslemeler Sekel ve Kalotaszeg motifleriydi; halbuki servi ağacı motiflerinin doğu emeğini yansıttığını da fark etmişti.414

1907, Gertrude Bell

Birinci Dünya Savaşı’nın önemli İngiliz casuslarından olan ve çektiği 7000’den fazla belgesel fotoğraf koleksiyonu ile tanınan Bayan Gertrude Bell (1868-1926), 22 Temmuz 1907’deki olumlu yanıt alamadığı vize başvurusu nedeniyle Halep’ten geri dönüşünde 25 Temmuz 1907’de Hamidiye’de iken karşılaştığı, şişman ve sevimli bir zat olan Adapazarı Kaymakamı’ndan İzmit’te bir yemek daveti almasına karşın acelesi nedeniyle kentimizde duraklama olanağını yakalayamamış ve kent hakkında bir bilgi sunmamıştır.415

1910, Banfe

İzmit’in nüfusunu 25,000 olarak vermektedir. 416

1911, Frederick George Aflalo

Bir çok ülkeyi balıkçılk sevgisi nedeniyle gezmiş olan Kanada’lı Gezgin Aflalo, yirminci yüzyılın ilk yıllarında kentimize gelerek, başta levrek olmak üzere balıkçılık ve bölge hakkında özetle şu notları düşmüş:417

Sekiz kiloluk levreklerin yakalandığı kıyılara sahip İzmit Körfezi, adını içerisine doğru sokulduğu sancaktan ve kentin kendisinden almaktadır. Karşı kıyıdaki koyu kırmızı Anadolu dağları yamaçlarındakikiraz bahçelerinden toplanmış nefis kirazlar bu mevsimde her gün Değirmendere’den kayıklara yüklenerek, Bağdat Demiryolları treni ile başkent İstanbul’daki pazarlara gönderilmek üzere bir filo halinde mavi körfezi katederek kuzey yakasında Tütünçitlik’teki küçük istasyona götürülmektedir.

Bu İzmit Körfezi, harika bir balıkçılık sahası ve bu kıyılara uzun bir süre önce yerleşmiş olan Ermeniler, “talian” ve diğer yerel ağ çeşitlerini kullanıyorlar. Ortadaki derin sularda ve limanlarda palamut, kılıç balığı ve diğer canavarlar; körfezin sonu oldukça sığ, karşı kıya ise güneşin doğmasının hemen sonrasında kamış, misine ve büyük bir oltanın ucundaki bir demet büyük karidesten oluşan yem ile o görkemli levrek avlanabilir. Bu yöntemi bana öğreten, bir çok heyecan verici deneyimlerini paylaşan ve bir nesilden fazladır İstanbul’un karşısındaki Moda’da oturmakta olan Whittalls’lara teşekkür borçluyum.

Rum yardımcım Nikko ile gece kayıkta yattık, Türkiye yaz gecelerinin bu görkemli ayının sönükleşmeye başlayan ışığı altında, bu durgun körfezde uyurken ayağımı Nikko’nun göbeğine kadar uzatmış vaziyette elbiselerimiz ve çiyden korunmak için bir yelkene sarılarak yatmıştık ama erkenden işe koyulduk. Nikko kürekleri uykulu bir şekilde çekerken, oltaya canlı yemleri takıyordum. İlerlerden iki balıkçıl kanat çırparak loş karanlığın içinde kendi av bölgelerine doğru kayboldular. Bu arada misina bir anda makaradan boşandı, Nikko birden “boş koy bayım” diye bağırdı. Büyük bir taneydi, loş ışığın altında biz onu suyun dışına almaya çalıştıkça yiğitçe çabalamasını görüyordum. Ancak Niko, işini iyi biliyordu. Bu sırada bu büyük levreğin tek yapabildiği suya doğru, özgürlüğüne kavuşma umuduyla düzensiz hareketlerle geri geri makaramın nerdeyse tüm misinasını boşaltmaktı. Levrek ileri geri

414 Seres Istvan, age, s. 219-225 415 The Letters of Gertrude Bell, Benn, 1947 416 Öztüre, age s. 162

417 Frederick George Aflalo (1870-1918), A Book of Fishing Stories, Days with Bass in East and West, Londra, 1913, s.229-236

293

yaptıktan sonra hızla tekneye çarptı, Niko bu harekete gizemli bir öngörü ile derhal cevap verdi ve ben makarayı sararken o da kürekleri çekerek hızla balıktan uzaklaştı. En sonunda bu güzel balığın peşinden bir çok denizde ve nehirde koşarken hiç karşılaşmadığım çok ilginç bir şey başıma geldi. Balığı tam teknenin altında gördüğüm ve misinayı dikkatlice teknenin başından dolaştırarak diğer baş omuzluktan çekmeye çalıştığım anda olta birden boşandı. Normalde yirmi kiloluk bir levreği taşıyabilecek güçteki bağırsağı çekmek üzere son kez asıldığımda birden kopuverdi. Ama bir kırılma izi yoktu, ben şaşkın şakın bakınırken Nikko’nun da yüzünde aynı benimki gibi karanlık bir ifade vardı. Durumu yaşlı kayığının çürüklüğü ile açıklamaya çalıştı. Bu ülkedeki yolculuğumun geri kalanında bana daima sadık kalan bu uyuşuk adam bana kendini sevdirmişti. Hiç tereddüt etmeden kürekleri sandalın içine aldı ve sağında durmakta olan iskele ağını kenardan suya doğru attı. Onun bildiği ama benim ilk kez gördüğüm üzere, omurgadan çıkan eski bir çiviye bağırsağı hızla bağladı. Koca levrek teknenin yanı başında soluk soluğa uzanmış duruyordu. Böylece beni az önce sinir eden, oltanın birden boşanmasının sebebi anlaşılıyordu. Nikko, sanki bir balinayı ya da yunus balığı taşır gibi ağın içinde güvende olan levreği tutuyordu. Günün geri kalanında bana ustaca dalkavukluk yapınca arkadaşlarını görmeye ve birkaç gümüş mecidiye karşılığında balığı satmaya Pendik’e gönderdim.

Körfez’de yakaladığım diğer bir iyi levreği de kuzey kıyısında Solucak’da (Soğucak – Cumhuriyet mahallesi) avladım. Bol yakamozlu bir deniz, meyve bağçelerinden esen gece melteminin mükemmel nameleri yanında bataklıklardaki kurbağaların kaba bağrışları arasında yine bir gece avıydı. Denediğim tüm hilelere rağmen bu balığı gündüz avlamak sadece benim için deği,l bölgenin yerlileri için bile olanaksızdı.

Bu arada kulubeleri içindeki Ermeni balıkçıları ziyaret ettim, kahvelerini içtim, uskumrularını yedim, fotoğraflarını çektim, ıstakoz ve tekirlerinden satın aldım, ayrıca şişelere ateş etmeleri için tabancamı bile verdim. Değirmendere’de yarım peni’ye içtiğim nefis kahve, birbirimize balıkçılık hikayeleri anlattığımız ve banakendi bahçesinden sürekli güller veren yaşlı depo bekçisi, çok ucuza satın aldığım olgun kirazlar huzurlu saatlerdi. İttihat ve Terakki’ye karşı hala sona ermemiş olan ayaklanmalar nedeniyle huzur bulmak üzere İstanbul’dan Körfez’e ilk geldiğimde Solucak’ta bir piyade bölüğü konuşlanmıştı. Her treni durdurarak yolcular arasında isyankar kaçakları ve olaylardan kaçan askerleri arıyorlardı. Taze bir levreği bu zorluklarla uğraşan subaylara ikram ettim, onlar da beni sevgiyle ağırlayarak kahve ikram ettiler.

Diğer günleri düşünerek ve Sultan Abdül Aziz tarafından 1860’lı yıllarda bir inziva köşesi olarak yaptırılmış, Derince yakınlarında kıyıya yakın harap bir köşkün etrafında gezinerek geçirdim. Terk edilmiş ve örümcekler padişahın yerini almışlardı. Balık tutma zamanı gelene dek burada oturarak Reji sigaralarından tüttürmek ve yaşlı bekçiyle sohbet etmek ya da Paris malı bir piyanoyu çalmak isterdim.

1877 & 1911 & 1915, Andreas David Mordtman

Almanya’nın İstanbul konsolosu olan ve 1860 yılında Osmanlı hizmetine giren A. D. Mordtman, “Istanbul und das moderne Turkentum” adlı yapıtının (Leipzig, 1877) yanı sıra “Bursa’nın eski yazıtlarına dair, K. Syll., 9, 1875 Parartema” adlı bir makalesi de vardır. Ayrıca1911 tarihli İstanbul’un Asya yakası ve İzmit’i anlatan A.D. Mortdmann, Yenidoğan mahallesindeki Pantaleimon Manastırında bulunan kilise ve azizin mezarının ziyaret edilen kutsal bir yer oluğunu bildirmektedir. Dış surlar hakkında bilgi vermekte ve dış surların doğusunda oldukça yüksek bir noktada (Terzi Bayırı) bir ayazma bulunduğunu yazmaktadır.418 Aynı yazarın 1915 tarihli diğer bir eserinde, harp sonrası halkın durumu

418 A. D. Mordtmann, Bosphorus Christianus P.II Golf von Nicomedien und Asiatisches Ufer, İstanbul 1911, s.13-20. Aktaran Vahide Vural, age, s. 15

294

anlatılmakta şehrin önemi, nüfusunun Ermeni,Türk ve Musevilerden meydana geldiğini ve 30.000 olduğunu belirtmektedir.419

1911, Ignaş Kunoş

Macar Türkolog Ignas Kunoş’un 1911 yılında “Gezi Kütüphanesi”nin yayını olarak çıkan “TürkToprağı’nda” adlı gezi yazısında İzmit’ten ve şehrin verimli toprakları ile meyve bahçelerindensöz etmektedir:420

Dört tekerlekli küçük demiryolları arabasında altı kişi oturduk, önümüzde atlı bir zaptiye, diğerikisi de arabamızın arkasında yola devam ettik. Çerkeslerin oturduğu ovadan geçtiğimizde ikiköye rastladık. Biri Çerkes “Tepetarla”, öbürü de Gürcü sakinleriyle ünlü “Büyükderbend” idi. Bu bölge, üç yıl içinde ne kadar değişti! Bölgeden tren geçtikten sonra minicik köylerin önünde öyle biçimli istasyonlar kurulmuş… Verimli toprakları olan Sapanca’yı bugün uçsuz bucaksız meyve bahçeleri kuşatıyor ve büyük sepetlerdeki meyvelerle, gölün canlı balıkları inanılmaz ucuza satılıyor.

1912, Eugene Dallegio

1912 Ağustosunda İzmit’a yapılan arkeolojik bir gezi yapan Dallegio, notlarını özetle şöyle aktarmakta: 421

Hristiyanlığın ilk yıllarına uzanan bir kriptayı (gizli oda) gezme olanağım oldu. Benim kente gelişimden az bir zaman önce bulunmuştu. Bilemiyorum bugüne dokunulmadan mı gelmiş, daha önce başka bir yerde sözü edildiğini duymadım.422

Eski Nikomedia’daki bir kriptadan bahsedildiğinde Diokletianus’un 302-304 yılları arasında yaptığı zulümlerde öldürülenler akla geliyor. Söz konusu hipoje Aya Pandeleimon Manastırı’ndan çok uzakta değil. Yol kenarındaki bir tarlada fırtınalı bir yağmur sonucu oluşan bir toprak kayması sonrası gün ışığına çıkmış.

Yukarıdaki resim kripta’nın konumunu gösteriyor. Kripta tepenin altındadır. Toprakaltı yapı tamamen kırmızı kare biriketten yapılmış ve iki tarafında üç, girişin karşısında da bir olmak üzere toplam yedi mezar odalı bir dörtgen kulvar oluşturuyor. Kulvarın uzunluğu 5m 36, genişliği 1m83 ve beşik tonozla örtülmüş. Deliklerin darlığı yüzünden odacıkları ölçemedim. Planda verilen ölçüler yaklaşıktır.

İlk amacım bu kriptin resmini çekmekti. Mutlu bir rastlantı olarak güneş kulvarın içini tamamen aydınlatıyordu, bu da bana görece iyi bir klişe alma olanağı sağladı. Her oda da briketten döşeme üzerine uzanmış bir iskelet bulunuyordu. Aya Pandeleimon Manastırı’nın baş rahibi dindar bir çaba içinde kendi manastırında gömmek üzere bu kalıntıları topladı ve onları fotoğrafta görülen kutu ve el arabasının içine koydu.

419 A. D. Mordtmann, Anatolien Skizzen und Reisbriefe aus Kleinasien (1850-1859), Hannover 1925, s. 281. Aktaran Vahide Vural, age, s. 15. 420 Aynur Koçak, age, s. 741: Edit Tasnadi, Anadolu Gezgini Ignac Kunos, KIBATEK Gezi Edebiyatı Sempozyumu, Haz. Kafiye İnanç-Metin Turan, Ankara 2006, s. 275-280 421 Eugene Dallegio, Une Crypte de Nicomedie (İsmit) (Summary), Proceedings of the 22nd Congres of Orientalists (15-22 Eylül 1951 İstanbul) edited by Zeki Velidi Togan, Leiden 1957, s. 537-541; Eugene D’allessio, Le Tombeau de Saint Pantéléemon a Nicomédie, Actes du VI.Congress International d’Etudes Byzantines – Paris1948, II, 1951, s. 95-100. Aktaran Vahide Vural, age, s. 16 422 Y.U.: Pandeleimon ortodoks manastırının kriptası (mezar odası) olup bir süre Aziz Pandeleimon’un mezarı olduğu öne sürülmüştür. Daha yeni araştırmalar aslında bu manastırdaki mezarın bir Latin şovalyesine ait olduğu, kendi ve silahlarının görüntüsü ile dekore edildiğini ortaya koymuştur.

295

Her odacık, üzerlerine bir haç kazınmış olan beyaz mermer bir kapak taşı ile kapatılmıştı. Hiçbir yazıt görmedim.

Odacık kapılarının pervazları üç beyaz mermer parçadan oluşuyor. Bu kapılar bu kriptin eskiliğinin bir delili; dördüncü yüzyıla ait gibi görünüyor. İlk hristiyan anıtlarında haça ne denli ender rastlandığı bilinmekte, bilinen en eski haç tipi Roma’daki Lucine hipojesinde el değmemiş olarak bulunan “loculus” haçıdır ve Yunan Haçı olarak tanınır. Eşkenar kolları olup 2. yy. ortalarına aittir. İzmit kriptinin haçları çivi ile kazınmış ve dikey kolları ortalarından geçtikleri yatay kollardan daha uzun. Onları taşıyan döşemeler bir çerçeve oluşturacak şekilde hafifçe oyulmuş ve içindeki haç mermer yüzeyin tamamını kaplıyordu.

1916, Franz Carl Endres

Endres, Otto Liman von Sanders başkanlığındaki Alman askeri heyetinde yer aldı ve Osmanlı ordusunda kurmay subay olarak geçirdiği üç yıllık görev süresinde yaptığı bir çok seyahat sonucu ülkeyi yakından tanıma olanağını buldu. Olasılıkla da bir istihbaratçı idi. Birinci Dünya savaşı esnasında Endres’in hiç bir cephede görev aldığı görülmüyor. Yakalandığı ağır sıtma nedeniyle savaş dönemini İstanbul ve ülkesi Bavyera’da raporlu olarak geçiriyor. Kendi ifadesine göre ağır hasta bir adam olarak kendini okumaya ve yazmaya veriyor. 1912’den beri bulunduğu ve sıkça gezdiği Osmanlı ülkesi hakkında kitaplar hazırlıyor. Yaklaşık 350 sayfalık ilk çalışmasını 1915’de “Türkei 1916 - Türkiye 1916” başlığı ile Münihte yayınladıktan sonra gördüğü ilgi üzerine 1916’da metin kısmını güncelleştirip çok değerli 200’den fazla fotoğrafı ekledi ve yine “Türkiye” başlıklı ikinci bir kitap daha yayınladı. Bu kitabın Türkçe çevirisi 1994 yılında yayınlandı423 ve bizim aşağıda sunduğumuz bir adet fotoğraf (kitapta no. 32 fotoğraf) ve kısa açıklaması bu kitaptan almadır. Ancak bu fotoğraf daha önce Naumann’ın gezi notlarında da yer almıştır. Endres, fotoğraf koleksiyonunu genişletebilmek için Münih’ten Prof. Hilprecht, Frankfurt’tan Bağdat Demiryolu’nu yapan Holzmann şirketi, Osmanlı Genelkurmayı Demiryolu Bölümü eski şefi Binbaşı Kübel ve başka arkadaşlarından yararlanmıştır. Öte yandan bazı ilginç fotoğrafları da askeri nedenler nedeniyle yapıtında kullanmadığını belirtmektedir.

Fotoğraf açıklaması: İzmit. Dağın eteklerinden yükselerek inşa edilen kent, Marmara Denizi’nin doğu ucunda doğu ucunda, çok dar olan İzmit Körfezi’nin bitiminde olağandışı bir güzellikle yer alır.

1915-1919, Nogales Méndez

“Hilal Altında Dört Yıl” adlı hatıratın yazarı yılları arasında Osmanlı ordusunda görev almış Venezualı bir subaydır. Savaş anıları yanı sıra gezdiği bölgeleri ve tarihlerini de detaylı olarakanlatmıştır.

1921, W. Endriss

W. Endriss’in 1921 yılında yayınlanan yapıtında Bithynia yarımadası jeolojik yapısı, madenleri ve florasına ait detaylar vermiştir, ancak Anadolu’ya geçiş yolu bulmak için yarımadanın güneyindeki Kavimler Yolu’nu takip eden bu gezginin gözlemlerinde Bithynia yarımadası tarihi anıtlarına ait bir araştırma bulunmamaktadır.

1934 & 1957 ?, Nahid Sırrı Örik

Modern gezginlerimizden Nahid Sırrı Örik’in Anadolu'da -Yol Notları- (1939) Bir Edirne Seyahatnamesi, (1941) ve Kayseri, Kırşehir, Kastamonu (1955) adlı üç ayrı kitaptan oluşan

423 Franz Carl Endres, Türkiye 1916, Yay. Haz. Gürsal Köksal, Ankara 1994, s. 54

296

yapıt 1930'lu yılların Türkiye'sinden önemli bir kesit sunmaktadır. Nahid Sırrı Örik gezip gördüğü Edirne, Kayseri, Kırşehir, Kastamonu, Yozgat, Adapazarı, İzmit, Elmadağ, Bağlım, Gölbaşı, Haymana, Polatlı gibi yerleri kendine özgü üslubu ile anlatmaktadır. Türk gezi kitapları içinde çok önemli yer tutan bu üç kitap aynı zamanda 1930'lu yılların Türkiyesi için önemli bir belge niteliğini taşımaktadır:424

İzmit’te İki Gece

Uzun zaman Rüsumat müdürü umumîliği eden babam muhafaza vapurlarıyla sahil gümrüklerini teftiş ettikçe, beni de beraber götürürdü. Marmara ve Karadeniz kıyılarını pek güzel bilirim. İzmit’e de çocukluğumda iki kez uğramış ve kasabada bir kere 4-5 ve bir keredeyalnız 1 saat kalmıştık. Fakat bunlar eski hikayeler. Yedi sekiz seneden beri trenle Ankara’ya gidip gelirken İzmit’in körfezine de, kasabasına da hafızamda adeta hiçbir şey canlanmadan bakıp duruyordum. Martın son günlerinde ve Kurban Bayramı’nın ikinci günü, oraya gitmek üzere rıhtımdan vapura binerken yeni bir kenti ziyaret edecekmiş gibiydim.

Bulutlu ve serin bir hava ile yola çıktık. Lakin, Adalar’ı geçtikten bir süre sonra, güneş nihayetortaya çıkarak hava ısındı ve artık güvertede rahatça oturmak nasip oldu. Sakin ve masmavi bir deniz. Cumhuriyetin Onuncu yıl dönümü bayramında Gebze istasyonundan yürüyerek geldiğim Darıca, ilk uğrağımızı oluşturdu. Sonra, daha önceleri İzmit gibi iki kez ziyaret ettiğim Karamürsel’e; Karadeniz kıyıları ile Konya ilinden başka bir de bu körfezde varlığını tamamen aklımdan çıkmış olan Ereğli’ye; suyuyla havasını ve kıyısındaki küçük köşkünde geçirdiği asude hayatın güzelliğini Ahmet İhsan Bey’in dergisinde senelerce övmekten bıkmadığı Değirmendere’ye; ismen kerkesin bildiği Gölcük’e ve ismini ilk defa duyduğum Kazıklı’ya uğradık, yolcu verip yolcu aldık. Bayram nedeniyle gelip gidenler fazla ve iskeleler kalabalık. Özellikle Karamürsel kasabasının hemen bütün halkını sahilde gördük.

İzmit İskelesi

Nihayet dördü çeyrek geçe ve vapurumuzun hareketinden tam 7 saat sonra İzmit iskelesine yanaştık… denizden İzmit’in manzarası cidden güzel. Yüksek bir tepenin tâ zirvesinden başlayarak deniz kıylarına kadar inen, çoğu bahçeli ve hemen hepsi ahşap evleriyle biraz da Beykoz’u hatırlatmıyor değil. Vapurdan çıkıp ilerleyince, ortasından demiryolu geçen büyük ve uzun caddeye varılıyor. Şimdi budanmış yüksek ağaçlarıyla burası İzmit’in en geniş ve işlek caddesi. Buralarda birkaç da yeni yapılmış apartman gördüm. Fakat yaptıranlar ve içinde oturanlar affetsinler, hiçbiri de güzel değil. Demiryolu hattı ile deniz kıyısının arası, İstanbul-İzmit hattı yapılmadan önce depolar ve ticaret şirketleri ile dolu imiş. Mal alıp çıkarangemilerden yükselen vinç gürültüleri, kıyıya yakın evlerde oturanlara rahat, deliksiz uyku uyutmazmış. Anadolu içlerinden gelen veya Anadolu içlerine gidecek olan malları alacak veya getirecek vapur ve gemiler doğrudan doğruya bu limana gelir, bu limandan gider, çok kere İstanbul’a hiç uğramazlarmış. Şimdi o işlerin çoğu geçmişte kalmış. Adapazarı’ndaki büyük çarşı ve ticaret burada yok. Nüfus daha aza, 18 bin kadar. İzmit’in önemi daha çok askeri, denizci ve yönetim merkezi olmasında. Daha vapurda iken “İşte Portakal Hafız’ın kırk odalı konağı!” diye gösterilen büyük bina başta olmak üzere, geniş bahçeli konaklar ve konakyavruları hep o eski zenginlik döneminin gittikçe harap olmuş yadigarları. Fakat Cumhuriyet hükümetinin burada ve pek yakında kuracağı kağıt ve karton fabrikası, herhalde İzmit’in sönük hayatı üzerinde büyük etki yapacak, kasabaya yeni bir zenginlik ve bolluk getirecektir.

Hünkar Kasrı & Atatürk Heykeli

Akşam yemeği vaktine kadar denize yakın taraflarda, büyük kışlaya kadar bir hayli dolaştık.Demiryolu istasyonunun yukarıdaki tepenin eteklerine Abdülaziz tarafından yaptırılmış köşk şimdi vilayet dairesi. Bu köşk, büyük bir bahçe ortasında. Kapıları bayram

424 Nahid Sırrı Örik, Anadolu’da Yol Notları, İstanbul 2000, s. 232-230

297

nedeniyle kapalı idi. Ne yazık ki ne içini, ne de bahçesini gezemedim. Önündeki inişli meydanda yine o Padişah tarafından yaptırılmış saat kulesi ve biraz altında Gazi hazretlerinin askeri üniformalı ve ulusa eliyle ufku gösteren heykeli var. Bu heykeli yapan bir vatandaşımızdır. Avrupalı ünlü heykeltıraşların yaptığı Gazi heykellerinin de insanı hayranlığa sevketmediğini söyledikten sonra diyeceğim ki, İzmit’teki heykelin karşısında ben takdir hissi duyamadım. Baş ve ayakların büyüklüğüne karşı vücut ufak görünmektedir ve omuzlara alınan manto adeta tene yapışan bir ince ve ve gûya ki ıslak bir bez olmuştur. Eşsiz kahramanın o sadelik içindeki heybetinden ve çelik iradesinden bu heykelde ne yazık ki hiçbir yansıma yok.

Misafir olduğum ev istasyondan ve çarşıdan epey uzak düşüyor. İstanbul caddesi isimli bir yol üzerinde bir eski zaman evi. Tertemiz fakat harap. Aslında İzmit’in en eski evlerindenmiş. Üst katında hesapsız delikler açılmış, döşeme tahtalarından alt katı oluşturan toprak avlu görünüyor.

Uyanmasından korkulan bir aziz hasta sanki sonunda uykuya dalmış gibi, bu evde pek sessiz yürünmezse her taraf başatanbaşa sarsılıp zangırdıyor ve başlarında birer namaz bezi ile arkadaşın annesiyle teyzesi, etrafına minderler sıralanmış ve altın kumaş örtü yayılmış alçak ve yuvarlak masanın bir kenarına kendileri oturup yemeğe katılmamak kaydıyla hesapsız sahanlar getirip duruyorlar. Bir hayli süren bu yemekten sonra gece çarşıda sinemaya gittik. İzmit’in hem de iki sineması var. Biri İstanbul’da gördüğüm, biri de görmediğim bir filmi ilan ediyordu. Doğal olarak görmediğim filmi gösteren sinemayı tercih ettim. Ama öteki sinema daha şık ve itibarlı bir yermiş. Dolayısıyla İzmit’in zevkli halkını ve memur tabakasını toptan görmek için ötekisini yeğlemediğime daha sonra üzüldüm. Ertesi sabah da erkenden yollara düştük. Kasabanın tam dağ tepesine kurulmuş son evlerine kadargideceğiz. Hava ne yazık ki serin ve bulutlu. Halbuki niyetimiz, öğleden sonra yarım saati bulmayacak bir tren yolculuğu ile Sapanca’ya giderek orada kayığa binmek ve gölde dolaşmak. Ümidimiz, dün olduğu gibi öğleye doğru güneşin ortaya çıkmasında, havanın ısınmasında. Yavaş yavaş yokuşları çıkıyoruz. Büyük ve küçük, ne çok eski ev. Çoğunun bir yüzyıldan fazla ömürlü olduklarını gösterir yazılar üzerlerinde okunuyor. En yukarda, eski kale kalıntısının bulunduğu Bağçeşme taraflarında genel bir mezarlık, ayrıca şehitler mezarlığı var. Kurtuluş savaşında bir çok vatandaşımız buraya getirilerek öldürülmüşler. Fakat çok yazık ki bu mezarlık dökük halde.

Orhan Cami

İzmit’in hemen yanında sonlanan körfezle uzak ufukları bir hayli seyrettikten sonra tekrar mahalle içlerine girdik, dar ve dik yollardan inmeye başladık. İzmit’in Bizanslılardan alan Orhan Gazi’ye ait caminin içine girme olanağı bulamadık. Sadece namaz zamanları açılırmış. Komşu aktarın, karşılığında büyük bahşişler beklediğini belirtir ifadeyle verdiği anahtar, ancak bahçe kapısını açabiliyordu. Fakat bu bahçeden kent ve civarının cidden nefis bir görüntüsü var. Cami basit ve tezyinatsız bir bina. Tam karşısında Osmanlı tarihinin orta zamanlarında önemli bir rol oynayan kadınlardan Canfeda Kethüda’nın yaptırdığı bir de çeşme gördük. II.Mahmut haznedarlarından bir kalfa tarafından 1243’de (M. 1828) tamir ettirildiği kitabesinde yazılı. Türkçeyi belki de pek garip, çerkes veya gürcü şivesiyle konuşan bu iki kadının, başlarında kenarları sırmalı namaz bezleri ve sırtlarında dört peşli entarilerle kahya ağalarına elpençe divan durdurarak, biri çeşmenin yapılmasına, diğeri de tamirine dairhesaplar dinleyişleri hayalimde canlandı. Biraz daha aşağıdaki cami, Osmanoğulları’nın ilk komutanlarından Akçakoca tarafından yaptırılmış; müezzini açıp gösterdi. Hatta minaresine bile çıktık.

Camiden ayrıldıktan sonra yandaki kahvede oturduk. Burada duvarlarından vaktiyle bir su akar, gürültüsü insanın içini serinletir, heveslilerin belki de uykusunu getirirmiş. Şimdi o suyu bilmem ne maksatla belediye aldığı için güzellik ve sâfa unsuru olarak Orhangazi camiinin bahçesinde nezarete erişmeyen bir nezaret kalmış. Yine de bu kahvenin asıl kayda değer bir

298

özelliği kahvecisidir. Eski zamanları düşünmek ve sevmek zevki bu kadar gelişmiş bir kahveciye ben ülkemizin hiçbir yerinde denk gelmedim. Roma harabelerinin etrafında, sırf gezginlerden geçinen kahvelerin kahvecileri bile o kalıntılarla, bunun ilgilendiği derecede ilgilideğillerdir. Kitaplara nazaran tarihin kaydetmediği zamanlarda kurulup en eski zamanlarda Astakos ismini taşıyan, sonra Büyük İskender’in komutanlarından biri tarafından tahrip edilerek İsa’nın doğumundan iki-üç yüzyıl evvel yeniden bina edilen, bir süre Roma’nın başkentliğini de yapan, Orhan Gazi devrinde Türkler tarafından alınınca taşıdığı İsnikomidya ismi İznikmid ve nihayet İzmit şekline dönüşen bu çok eski kasabada, bu kahveci ne esrarlı bir hava teneffüs ediyor, hayallerle ne dolu bir dünyada yaşıyordu. Örneğin, yarım saat önce Bağçeşme’de arta kalanlarını gördüğümüz kale taşlarının bulunduğu yerde kıyıya kadar kentibaştan başa kateden yer altı yolları bulunduğu şeklinde bir inancı vardı. Davasına şahit olarak da orta mektebin tarih hocası İzzet bey isminde birini söyledi. Onda “Nikomedya” adlı muazzam bir eser varmış. Bütün İzmit tarihi bu eserden hikaye ediliyormuş ve tek bir nüshasıbulunan bu kitaba 4-5 bin lira verildiği halde, vermeye o razı olmuyormuş. Yeraltı yolları kitapta yazılı imiş. Bunun üzerine, İzzet Bey’i akşam çarşıda aramaya, bulamazsak akşam evine gitmeye karar verdik. Saat da bire gelmişti, kalktık.

Fakat, ne yazık ki Sapanca gezisini programdan çıkarmış bulunuyorduk çünkü hava hep bulutlu ve soğuktu. Öğleye kadar bir iki kere yağmur damlalarının düştüğü bile oldu. Bunun için yemekten sonra bir faytona binerek kent dışındaki çuha fabrikası yönüne gitmeği tercih ettik. Bu fabrikaya giden yolun bir kısmı gerçekten nefis ve şairane. Belki yarım saat belki daha fazla bir zaman, iki tarafı yüksek ağaçlı ve çok gölgeli bir yoldan gidiliyor. Fakat etrafındaki düz arazide batak yerler var. Bu durum İzmit havasını da etkiliyormuş. Dünya savaşı sırasında Enver Paşa’nın ilgisiyle bütün orduya kumaş yetiştirebilecek şekilde kurulanfabrika büyük fakat tamamıyla harap, Kurtuluş Savaşı’nda bir neden uydurup İngiliz gemileri tarafından topa tutulmuş, yalnız iskeletini bırakmışlar. Büyük bir bahçe içinde bulunan bu fabrikayı geçtikten sonra da hayli bozuk bir yoldan Bentlere kadar gittik. Hava sıcak ve güneşli olsaydı suyun başında pek güzel bir saat geçirebilecek ve herhalde İzmit’in önemli birkısım nüfusunu da (burada) görebilecektik. Fakat öyle bir soğuk vardı ki, bilinen deyimle şeytanlar top oynuyordu. Biz az çalı çırpı yakarak ısınmaya çalıştık. Bentlerden ileride bir iki de büyük köy görünüyor. Bunlardan biri Sultan hamit zamanındaki Ermeni gürültülerinde ismiçok geçen Bahçeköy, büyük ve güzel bir yermiş.

Kente döndükten sonra, iskele civarında, Sinan tarafından 987’de (M. 1580) yapıldığı söylenen Pertev Mehmet Paşa camiini ziyaret etmek istedim. Ancak içinde askeri eşya varmış, nöbetçi asker izin vermedi. Sonra çarşıda öğretmen İzzet Bey’le tanıştık. Kendisiyle birlikte hem Halk Fırkası, hem Halkevi görevini gören binayı gezdik. Bu binanın içindeki odaların birinde senede bir gün Turing Kulüp şubesi toplanırmış. Bu toplantının galiba bir acem beyinin dediği gibi oturulmak, konuşulmak ve gidilmek için olmayıp verimli sonuçlar vermesi Turing Kulüp başkanı aynı zamanda İzmit mebusu Reşit Saffet Bey’in çaba ve çalışmalarından beklenir. Çünkü bütün İzmit Körfezi, eski binalarıyla İzmit kenti ve hala içinde gezemediğim Sapanca Gölü hep görülmeğe değer yerler. İlin Karadeniz kıyısı ve o kıyıya yaklaşan dağlık kısımları da güzelmiş.

İzmit Limanı

İzzet Bey’den, gece evine gitmek üzere ayrıldık, bu son yemeği de bir lokantada yemeyip, arkadaşın ısrarıyla İstanbul caddesindeki evine kadar akşam taamına gittik. Çarşıya dönüşte bir süre, vaktiyle vinç gürültülerinin susmak bilmediği ve doğrudan doğruya Avrupa’dan gelenve Avrupa’ya giden gemilerip götürüp getirdikleri eşyalarla ağzına kadar dolu depoların sıralandığı sahil mahallesinde (Ankara caddesi ve çevresi) dolaştık. Bu mahllenin bütün sokakları şimdi ıssız ve sessizdi. Yalnızca, camları beyaz patiska kaplı perdelerle büsbütün kapanmamış iki barakamsı yerde saz vardı. Geç kalırız diye girmeyerek perde aralıklarından baktık. Birinde şişman ve esmer bir kadın, iki sazandenin ortasında tef çalıyor, öbüründe üç sazendenin ortasında uzun, beyaz ve boyalı bir kadın ellerini kavuşturmuş, oturduğu yerde

299

şarkı söylüyordu. Beyoğlu’nun Mulen Ruj ve Londra birahanelerinde şu anda şarkı söylemek bu iki kadın için kimbilir ne erişilmez bir rüya idi! Fakat belki de orada söyleyenlerle bunlar arsında fark yoktu ve varsa bile bu fark hiç de büyük değildi; her şey şans meselesi.

Evinde tek nüshalı ve 4-5 bin lira kıymetli bir “Nikomedya Tarihi” vardır denen İzzet Bey zeki ve şakacı bir kişi. İzmit yaşamı ile ilgili bir çok hoş şey anlattı. Son zamanlarda getirilen ve sık sık sözü edilen Çene Suyu hakkında o da övgülerde bulundu. Nikomedya tarihi, kendisinin yıllardır, buradaki ortaokulda öğretmenlik yaparkenhazırladığı bir takım notlarmış. Vilayetle mütabık kalırsa, İzmit kasabası ve İzmit’in merkezi bulunduğu Kocaeli ili hakkında bir eser yazmak istiyormuş. Bundan sonra, Bağçeşme’den sahile kadar inen yereltı yollarınındurumunu kendisine sormaya cesaret edemedim ve bu esrarlı yolların hayalimden tümüyle çıkarılıp atılmalarına rıza göstermeyerek konuyu açmamayı, içimde bir acaba bırakmağı yeğledim.

Adapazarı’nda geçen sene müdür iken bu sene burada öğretmenliğe atanan Bilal bey de bu ziyarette bizimle beraberdi. Bilal Bey’in, fabrika harabesine varmadan, o ağaçlıklı yol kenarında hayli azgın bir köpeğin bekçilik ettiği küçük bir çiftliği var. Bu çiftlikte gözüm kalmadı fakat kasbadaki eski evinde gözden çıkarılarak atılmış eski pencere camlarına doğrusu hayran oldum ve acıdım. Bu ev yüzyetmiş yıllıkmış. O kadar eski olmasa bile her halde ferah ferah yüzyirmi seneliktir. Artık tamir edilmeyecek bir hale geldiği için bu defa bir yıkıcıya verilmiş. Gündüz yolumuz üzerinde denk düştüğünden, bilmem ne amaçla içeri girenbir beygirin ardından biz de girmiş ve gezilebilen yerlerini gezmiştik. Renk renk ve türlü oymalı üst pencere camlarının kimisi kırılmış, kimisi de çıkarılarak öteye beriye konmuştu. Akçakoca camiinin yanındaki kahvede geçmişe özlemli ve saygılı yaşayan kahveci, bu camlara kimbilir kaç yüzyılın anısını yüklerdi! Fakat bunları, böyle hakir ve zelil, herhalde yerlere atmazdı.

İzmit’te geçen ikinci gecenin sabahı dokuzda iskelede bulunuyorduk. Hava yine serin, yine bulutlu ve geldiğimiz vapurdan daha küçük ve o kadar yolsuz bir vapurla, yine yanı iskelelereuğradıktan sonra dört buçuğa doğru Galata rıhtımına vardık.

Dönüşte Evliya Çelebi’nin İzmit hakkında neler dediğine baktım. Anlattıkları kitabının ikinci cildininin 62-65 sayfalarında bulunuyor. Kentin manzarası kendisine şunları ilham etmiş: Şehrin cami haneleri mürtefi bayırlar üzerinde vaki olup pencereleri kıble canibinde deryaya nazırdı. Sokakları serapa beyaz taş ile kaldırım döşelidir. Hanelerin ensesi dağlardır. Ab ve havasının letafetinden halkı salim ve sağlardır.

Tarihinden bahsederken de diyor ki: Bu İzmit kalesi İstanbul Rumlarının elinde iken 831 yılında, Orhan Gazi zamanında fethedilmiştir. Fethinde usret görüldüğünden badelfeth kalesi cabeca yıktırılmıştır ki bundan da maksat küffarın tamamı kesmek, onları bir daha bu kaleyi almak hevesinden düşürmektir. Hala bakıyet-ül-indiham olarak leb-i deryada çar köşe bir kapılı bir kal’e-i azmi var. İçinde dizdar ve neferatı varsa da derunu gemi alayı ve kerestelerlememludur. Orhan bu kaleyi fethetmek için evvela Koca bey’i serdar ederek “İznimdir, var git” buyurmuşlar. İşte İzmit’e “iznim git”den muharreftir derler. Bazıları da “İzmakit veya İzmekit” derler. Badelfeth yine Koca Bey serdar olarak Kilipo vilayetini fethederek ismine Kocaeli demiştir. Ebülfeth Mehmet Han, Anadolu eyaletlerini tahrir ettği sırada İzmit’i de Anadolu’dan bir sancak tahrir etmiştir. Zamanımızda burası üç tuğlu vüzeraya berveçhi arpalık ihsan olunurdu”.

Çocukluğumda, babamın yıllardan beri hiçbir yerde nüshasını görüp edinemediğim muhtasarOsmanlı coğrafyasını okuduğum esnada ise İzmit’in müstakil bir mutasarrıflık merkezi olduğunu bellemiştim. Valilik oluşu Cumhuriyet’ten evvel midir yoksa Cumhuriyet’te bütün mutasarrıflıklarla birlikte mi vilayet yapıldı, şu anda hatırlayamıyorum.

1941, Karl Dörner

300

Yöremize arkelojik bir gezi gerçekleştirmiş olan Dörner, tarihimize çok önemli katkılar yapmışbir Alman bilim adamıdır. Yapıtı, gezi amacına uygun olarak arkeoloji ağırlıklı olup, verdiği bilgiler bundan önceki eserlerimizde yoğun olarak kullanıldığından burada tekrar edilmeyip yalnızca çektiği arkeolojik parçaların birkaç fotoğrafı ve Seka Antik Alanı üzerine çizimleri örnek olarak sunulmaktadır.

1961, Ekrem Hakkı Ayverdi

Ekrem Hakkı Ayverdi (1899-1984), 1920’de Mühendis Mektebi’nden (İstanbul Teknik Üniversitesi) mezun olmuştur. İstanbul Belediyesi’nde bir buçuk yıl kadar çalıştıktan sonra serbest meslek hayatına atılmış, 1950 yılına kadar süren bu devrede çeşitli inşaatların taahüdünü almasının dışında, İstanbul ve Trakya’da birçok tarihî binanın restorasyonunu yapmıştır. 1950’lerde bütün bu müteahhitlik çalışmalarını bırakarak yazı hayatına başlamıştır,bundan sonra mimarî tarihi araştırıcısı olarak da yeri kolay kolay doldurulamayacak eserler vermiştir. 1952, 1956 ve 1976 yıllarında Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan’daki Türk eserlerini tetkikin dışında 1950’den itibaren Anadolu’nun her tarafına çeşitli geziler yapmıştır. Yöremizdeki yapılar, özellikle çandı camiler üzerine notları şu şekilde: 425

Camilerin genel özellikleri şunlardır:

a-Hiç birinde harçlı taş duvar temel yoktur. Tabanlar ya toprak üzerine konmuş ve büyük taşlara oturtulmuş ya da yer yer kazıklara yerleştirilmiştir.

b-Cami yan duvarları 10-12 cm kalınlığında, 10 m’e kadar boyda, 20-30 cm genişliğinde meşe kütüklerinden yapılmıştır. Köşelerde yarım kertme lambalarla, yanda düşey gelen kütüğe geçirilmiştir.

c-Plan itibarı ile bir orta sahan ile bir orta sundurma ortak özelliktir. Kimisinde yan revak, kimisinde saçak vardır. Hepsinde mutlaka bir iç mahfil bulunmaktadır. Bu mahfil yapıyı bağlayıp yekpareleştirmektedir.

d-Esas itibariyle pencere yoktur; mazgal gibi türlü şekillerde delikler vardır.

e-Döşemeler meşedendir.

f-Çatı iri ağaçlardan yapılmıştır. Bugün kiremitle kaplıdır ancak eskiden nasıldı, bilinmiyor.

g-Cuma camileri oldukları için hepsi mimberlidir. Minber kapılarında bazı taç ve oymalar vardır. Mihrab aynı süslerle yapılmış bir çerçeveden oluşmaktadır.

h-Bir tanesinin sundurmasında güzel direk başlıklarına ve orman bölgelerine özel balta ve keserle yapılmış oyma işçiliğine rastlandı. Diğerlerinde de var iken, birkaç yüzyıllık yaşamlarında kaybolmuş olması olasıdır. Şimdi kasaba köy ve kasaba adlarına göre bu camileri kaydedelim:

Kandıra Çandı Yapıları

Aftun Dere Köyü Orhan Cami426

425 Ayverdi, Osmanlı Mimarisinin İlk Devri, İstanbul 1966, s.122-160 426 Ayverdi, age, s.122, Çandı Camiler

301

Akça Koca’nın 15 km kadar doğusunda Ereğli yolu üzerinde Aftun Dere Köyü’ndeki bu cami, çandı camilerin en küçüklerindendir. Yörede Orhan Gazi Cami olarak bilindiği gibi vakıf kayıtlarında da “Nezaret-i Evkaaf-ı Hümayun’a mülkak evkaftan Akçaşehir Bolu Kazası’na tabi Altun-ı süfla divanında vaki Sultan Orhan tabeserahü Hazretleri cami-i şerifi” olarak geçmektedir.427 Ayrıca, defterin aynı sayfasında ”Aftun-ı ulya divanı”nda bir Orhan Cami bildirilmektedir428 ancak bugün köy de, cami de mevcut değildir.

Akça Ova Orhan Gazi Cami429

Kandıra’dan Ağva’ya giderken 22. km’deki Akça Ova eskiden Akça Alan adıyla anılmakta idi. Kasabaya, Kandıra tarafından giderken görülen kabristan, bu caminin haziresi imiş. Bu civara Taş Köprü ismi verilmektedir. Köyün içindeki caminin Orhan Gazi ile ilgisi bulunmamaktadır. Orhan Cami şimdi yoktur.

Akça Ova Orhan Gazi Medresesi430

Evkaf kuyûd-ı kadiîmesinde “medrese-i Akça Abâd an vakf-ı Sultan der Taşköpri” kaydından, Orhan Gazi’nin burada da bir medresesi olduğu anlaşılmaktadır.431 Olasılıkla yukarıda bahsedilen cami çevresinde olması gereken bu medrese yörede bilinmemektedir.

Araman Köyü Orhan Gazi Cami432

Kandıra’nın 15 km kadar güneydoğusunda olan bu köyün çandı cami Orhan Gazi cami adı ile1935 yılına yıkılıp yerine kagir cami yapılana kadar olduğu gibi durmaktaydı.433

Belen Köyü Orhan Gazi Cami434

Kandıra-Ağva yolunun 13. km’sinde Çerçil Köyü ile Belen arasında bir Orhan Gazi cami vardı. Şimdi yıkıktır. Şoseye 2.5 km uzaklıktaki bu köyün cami-i evkaf kayıtlarında Üsküdar müzafakatından Taşköprü Nahiyesinde Beylan Kariyesi’nde vaki merhum ve mağlurun-leh Sultan Orhan Hazretleri’nin cami-i şerifi adıyla geçmekyedir. Bu köy şimdi Belen olarak anılmaktadır.

Büyük Kaynarca Müslihiddin Cami435

Kandıra’nın güneyinde Kaynarca (eski Hoca Köyü) kazasının 5 km güneyinde çeşmelerle dolu bu köyün436 kütüklerle yapılmış camisi Kaymaslı Mehmed Ağa tarafından ampir motiflerle süslenmiş, kütükler dışarıdan ince ve muntazam tahta ile kaplanmış ve o erkek kunt kişiliğini kaybetmiştir. Onarımın tarihi bulunmamasına karşın yakınındaki çeşmedeki yarımanzum,

Safha-i Dehr içre namım hakkıdicek ruzigarBu Cihan-ı bi vefada kala Çeşmem yadigarSahibül hayrat v’el-hasenat ragıb’ül Cennet-ü v’ed-derecat

427 Evkaf KayıtlarıKlavuzu, no. 10, Kastamonu esas defteri, sıra 1. Bu köy Ms. Y.K.’da sayfa 20’dedir.428 Ev. K.K., no.10, Kastamonu esas defteri, sıra 2429 Ayverdi, age, s.122, Çandı Camiler 430 Ayverdi, age, s.122, Çandı Camiler 431 Bu medrese İzmit esas defterinin yalnızca fihrist bölümünde görülmekte olup defterin sahife numarası gösterilmemiştir. 432 Ayverdi, age, s.123, Çandı Camiler433 Meskun Yerler Klavuzu , bu köy Kaymas divanındadır, s.64434 Ayverdi, age, s.123, Çandı Camiler 435 Ayverdi, age, s.123-124, Çandı Camiler436 Mes. Y.K. 189. S

302

Kaymaslı Mehmed Ağa’nın hayratıdırSene 1236 gurre-i M

Kitabesinden onarımın 1236 Muharreminde (1820 Teşrini evvel) yapıldığı sonucunu çıkarmakyersiz olmayacaktır. Mehmed Ağa’nın sülalesi caminin kabristanın da yatmaktadır. Oğlu Kapıcı Başılardan Kaymaslı Emin Ağa - vefatı 1246 (1830) – ve onun kızının –vefatı 1272 (1861)- kabirleri oradadır. Yörede caminin Sultan Orhan’ın şeyhülislamı tarafından yapıldığı bilinmektedir. Vakıf kayıtlarında “Evkaf-ı mülhakadan Yaros Kazası’na bağlı Şeyhler Nahiyesi’nin Kaynarca-i Kebir Nahiyesi’nde Şeyh Müslihiddin Cami-i şerifi”437 şeklinde söz edilen, camin banisi Şeyh Müslhiddin Efendi, Orhan Gazi’nin veziri Sinaüddin Yusuf Paşa’nınbabasıdır.438

Cami, üç taraftan revaklı olup, cidarları oldukça düzgün, nisbeten ince, 4 cm’lik meşe ile kaplanmış içte duvar yüzleri adeta cilalı bir görünüm almıştır. Üzerine tahta giydirilmiş sütunların başlıkları ampir silmelerle süslenmiştir. Caminin saçakları da eğimli yapıldığından bir ahşap Avrupa yapısı kılığına girmiştir. Üzerine Marsilya kiremidi konması da bu görüntüyü güçlendirmektedir. Sonradan eklenen minare olmasa cami denemez. Camide bir de dış mahfil vardır, fakat muhdes olduğunu kanısındayız. Revak iki direk ilavesiyle büyütülmüştür. Ayrıca içeride iki yan mahfilin de eklenmiş olması olasıdır.

Emir Ali Köyü Orhan Gazi Cami439

İzmit-Kandıra yolunun 28. km’sinden batıya doğru 1 km uzaklıkta yanında sade bir çeşmesi olan arazideki Cuma mescidi az yukarıdaki Emir Ali (Emirler) köyünün adını almıştır. Yörede Orhan Gazi’ye ait olarak bilinen bu cami Fatih zamanı Kocaeli Livası Tahrir Defteri’nde kayıtlıdır.

Aynı kayıttaki diğer kariyelerin görevlileri belirtildiği halde bunun ki yoktur. Bu çiftliğe adını veren Emir Ali adlı kişi olmalıdır. Çiftlik sonradan köy olmuştur440. Kimliği bilinmemektedir. Timurtaş Paşa’nın babası Emir Ali olması düşünülebilir.

Cami iki yan ve önden reveklıdır. Harim kısmı 8-10 cm meşe yarmalarla çandı tarzında işlenmiş olmasına karşın revak sonradan ince meşe tahtaları ile kaplanarak, bina bir kutu görünümüne sokulmuştur. Mazgallar basit bir delik olmayıp ya iki kargı ucunun ortasında bir baklava ya da beyzi orta bir motife iki uç eklenmesi ile yapılmıştır. Bu caminin ayrıntılarında çalışıldığı revaktaki başlık, destek ve bırakmalara verilen güzel şekillerden anlaşılmaktadır. Revakın iki orta kirişinin merkezinde birer direk olasına karşın yanlardakiler destekli kiriş ile yapılmıştır. Ortadaki direkler bugün var olmayıp yalnızca başlıkları yerindedir.

Kandıra Orhan Gazi Cami441

Kasabanın güney tarafında kasabanın tam ortasında, şimdi kargir olan bu caminin daha önceçandı olduğunu bilenler hala mevcuttur. Kasabada bundan başka son cemaat revakı, oldukçairi direklerle yapılmış, ahşap cidarlı bir cami olduğunu Ayverdi 1950 yılındaki ziyaretinde görmüştü. Ancak o da yıkılıp kargir yapılmıştır. Bu cami kasaba tipi çandır camilerin bir örneğiidi.

437 Ev. K.K., İzmit Esas Defteri, 144 no, 1965 sıra 438 Bkz: a) İlmiye Salnamesi, Dar’ül Hilafet’ül Aliye, 316, Matba-i Amire, 1334; b) İsmail Hami, 421; c) Orhan Bey Vakfıyesi, T.T.E.M., 84, s. 297439 Ayverdi, age, s.124-125, Çandı Camiler440 Mes. Y.K Emirler adıyla geçmektedir: 361. S. Ancak biz, kasaba ve köyleri bugün yaşadıkları adları ile konu etme anlayışımıza rağmen bu köyden adını aldığı kişinin adı ile bahsetmeyi uygun bulduk. 441 Ayverdi, age, s.130-131, Çandı Camiler

303

Söylendiğine göre iri kütüklerle yapılmış, görkemli bir yapı olup görünümü yenisinden daha geniş ve boyu da ona orantılı imiş. Yenisi 12.50 x 19.00 m olduğuna göre öncekinin 15.00 x 19.00 m olduğu kabul edilebilir. Diğer çandılardan çok farklı bir vüs’ate sahip olduğu bundan anlaşılmaktadır.

Vakıf kayıtlarında “cennet mekan Sultan Orhan hazretleri’nin Üsküdar müzafatından Kandırı kasabasında kain cami-i şerifi” olarak söz edilmektedir.442 Halbuki tecdit kitabesinde, Gazi Süleyman Paşa’ya ait gösterilir. Baba ile oğulun eserlerinin karıştırılması çok karşılaşılan bir durumdur. Gerçekte hangisinin başlayıp hangisinin bitirdiği pek bilinememektedir. Kitabesi 2.00 x 0.80 m boyutlarındadır ve talik yazı ile yazılmıştır. Her satırda dört mısra bulunmaktadır. İmza ve tarih son satırın sağ ve solundadır. Kitabeyi yazan, halk söylencelerini ileterek, Süleyman Paşa’nın emeklerinin sonucunu göremeden ölümü sonucu camiye adı verilmiş olsa gerek çünkü kayıtlar açıkça babasına ait olduğunu göstermektedir.

Kandıra Akça Koca Cami 443

Kefken’e giden yolun yakınında, Baba Köyü’nün üstünde, denize ve ovalara hakim Babatepeadlı bir tepenin doruğundadır. Bu cami’nin belgesi, ona bitişik olan Koca Gazi’nin türbesidir. Cami eskiden çandı imiş , sonra tahtayla kaplanmış ve içi sıvanarak pencereler açılmıştır. Üstüne de kiremit konmuştur. Diğer örneği gibi bir de mahfili vardır. Dıştan dışa 11.50 x 7.00 m boyutlarındadır.

Kandıra Akça Koca Türbesi444

Yüzyaşını aşan yaşamının son anlarını İzmit ve çevresinin ele geçirilmesi esnasında yaşayan aynı tepenin üzerindedir. Önceden diğer yirmi küsur cami gibi o da ahşap imiş. Bu Kandıra halkı ve saygın Raif Yelkenci tarafından onaylanmaktadır. Son yirmi senede yıkılmış ve tamir görmediğinden etrafı parmaklıkla çevrilmiştir. Üstünün yarısı açık, yarısı ise kiremitleörtülmüştür.

Kaymakçı (Kaymaklu) Çiftliği Orhan Gazi Cami445

İzmit’in 5 km doğusunda bu köyde446 Orhan Gazi Cami olduğu 859 tarihli belgeden anlaşılmaktadır. “Kariye-i Kaymaklu ki vakıftır Orhan Bey’den Mescide Mevlana Yusuf Fakı’ya (din alimi) tesarruf idermiş” 447 daha önce kariye iken çiftlik halini alan köyde caminin artık olamadığı görülmüştür. Köyün ismi de Kaymaklu iken Kaymakçu olmuştur.

Kaymas Divanı Orman Kariyesi Orhan Cami448

Adapazarı-Kandıra yolunun 10. km’sinden batıya doğru 5 km içeride Kaymas Nahiyesi’nde “Üsküdar muhazafatından Kaymas Nahiyesi’ne bağlı Orman Karyesi’nde vaki merhum ve mağfurün-leh Sultan Orhan Cami-i şerifi”449 olduğu anlaşılmaktadır. Meskun Yerler Klavuzu’nda adı geçmemektedir. Şimdiki adı Selmenli de kayıtlı değildir. Bu tür ad değişimleribir çok tarihi izi tahrip etmektedir. Bu cami, çandı özelliği ile mevcuttur.

442 Ev. K.K., İzmit Esas Defteri, no 144, sıra 899443 Ayverdi, age, s.131, Çandı Camiler444 Ayverdi, age, s.131-132, Çandı Camiler445 Ayverdi, age, s.132, Çandı Camiler446 Mes. Y.K., 694447 Tayyib Gökbilgin, s.161, haşiye. Aslı, Muallim Cevdet Yazmaları, Beyazıt Belediye Kütüphanesi, no 117/1, defter 49, v.d. 448 Ayverdi, age, s.132, Çandı Camiler449 Ev. K.K Ayverdi, s.132, Çandı Camiler., İzmit esas defteri, no 144, sıra 436

304

Kuyumculu Kariyesi’nde Orhan Gazi Cami450

Karadeniz kıyısında Karasu kazasından Akçakoca’ya giderken 12-13 km uzaklıkta olan bu kariyenin451 camisi çandı iken bozulmuş ve kargir yapılmıştır. 859 tarihli tahrir defterinde “Kariye-i Kuyumcılu ki vakıftır Orhan Bey’den ve Murat Bey’den Mescide Mehmed Fakıyh tesarruf edermiş, şimdi oğlu Mustafa Fakı tasarruf eder elind Sultan Murat ve Sultanımızın Berat-ı Hümayunu var” kaydı olduğu gibi452 Evkaf’ta da “Karasu kazasında Kuyumcılı kariyesinde vaki merhum ve mağfurün-leh Sultan Orhan tabesserahü hazretleri cami-i şerifi vakfı” şeklinde yazılıdır453. Cami, oldukça basit tarzda yeniden yapılmış olduğundan konu edilecek nitelikte değildir.

Küçük Kaynarca Köyü Şeyh Muslihüddin Cami454

Yukarıda bahsedilen Büyük Kaynarca köyüne 5 km ve Kaynarca Kazası’na (Eski Hoca Köyü)1 km uzaklıktaki bu karyenin455 cami evkaf kayıtlarında “Nezarat-i Evkaf Hümayuna mülhak evkaftan Yoros kazasında Şeyhlu nahiyesinde vaki İskender456 Kırk Tepe457 ve Canos458 ve Gündüzli459 Divanında Kaynarca-i Sagıyr nam mahlalde kain cami-i şerif vakfı”460 şeklinde ve genel mıyanında belirtilmektedir. Ancak Büyük Kaynarca gibi mülhak vakıflardan olması onunpadişah vakıflarıyla ilintisine işaret sayılır. Yörede yapılan soruşturma, bu caminda Büyük Kaynarca ile aynı bani’ye ait olduğunu belirtmiştir. Cami, Büyük Kaynarca’dakinden az ufaktır. Aynı tamir aşamalarını geçirmiş ancak ahşap olarak günümüze kadar gelmiştir.

Yukarıdaki örnekler, Ayverdi’nin tesbit ettiği çandı camilerden bizim alıntı yaptığımız çevremiz çandı camileri olup, Ayverdi ayrıca başkalarının tesbit ettiği çandı camilerin adlarını da not etmiştir:461

a) Ağaçlı ya da Ağacık Divanı’nda462 Göğüşler Köyü’nün altında Akça Ova nahiyesinin 6 km güneyinde b) Aynı civarda Aşçılı Divanı’nda463 Çelebiler Köyü yakınında464 c) Büyük Yanık mevkiinde d) Dokuz Oluk Köyü’nde465 Kaynarca kazasının 15 km batısında e) Geredeli Köyü’nde466 Ağca’nın tam güneyinde 15 km uzaklıkta f) Hacı Mazlı467 g) Hayaller Köyü’nde468 Kaynarca kazasının 15 km kuzeybatısında h) İlkan Köyü’nde469

450 Ayverdi, age, s.132, Çandı Camiler451 Mes. Y.K., s. 768452 Tayyib Gökbilgin, s.161, haşiye. Aslı, Muallim Cevdet Yazmaları, Beyazıt Belediye Kütüphanesi, no 117/1, defter 49, v.d.453 Ev. K.K., İzmit esas defteri, no 144, sıra 330-333454 Ayverdi, s.132, Çandı Camiler455 Mes. Y.K., s. 775456 Mes. Y.K.’da yoktur 457 Mes. Y.K., s. 689458 Mes. Y.K., s. 201459 Mes. Y.K.’da yoktur 460 Ev. K.K., İzmit esas defteri, no 144, sıra 320 461 Ayverdi, s.133, Çandı Camiler 462 Mes. Y.K., s.10463 Mes., 93 464 Mes, 251 465 Mes., 344466 Mes., 404 467 Mes., 456468 Mes., 494

305

i) Kumlu Köyü’nde470 k) Kütükçüler köyü’nde,471 İzmit-Kandıra yolunun 30. km’sinin 3 km doğusunda l) Müezzinler Köyü’nde,472 Kaynarca-Adapazarı yolunun 15. km’sinde m) Şeyh Köyü Horozlar Divanı’nda,473 Adapazarı’nın 15 km güneybatısında n) Şeyh Köyü veya Şeyh Tımarı Köyü’nde474 o) Üğümce Köyü’nde475 Kandıra ve Akçaova’dan 6’şar km güneyde

Adapazarı Çandı Yapıları

Adapazarı Büyük Tersiye (Esence) Köyü Orhan Gazi Cami476

Adapazarı-Ankara asfaltı’nın 5 km’sinden sola sapınca 6 km ileride bulunan köydür.477 Evkaf kayıtlarında “Sapanca Kazası’na bağlı Tersiye-i Kebir Kariyesi’nde vaki merhum ve mağfurün-leh Sultan Orhan Cami-i şerifleri” olarak geçen cami, yörede de Gazi’ye ait olarak bilinmektedir. Cami köyden 500 m kadar uzakta bir tepecik üstündedir. Büyük Tersiye, Küçük Tersiye ve dağ Hasan Bey köyleri buraya Cuma namazına gelmekteydi.

Yapı, yalnızca önden revaklı olduğu halde doğu tarafına bir dehliz eklenmiştir. Bunun eklenmiş olduğu inşasından bellidir. Cami, dıştan bağdadi üstüne sıva ile kaplanmıştır. Mihrap duvarı ve ek dehliz duvarındaki pencereler ile minare muhdestir.

Yapının asıl bünyesi ön revak ile ekleme dehlizin köşesinde açıkça görülmektedir. Köşe, kertme-geçirme yapılmıştır. Kütükler, 7-10 cm kalınlığında, 20-30 cm enindedir. Bugün dehliz tek taraflıdır; dah önce batı tarafında da olduğu söylenmektedir. Döşeme kaplamaları hızar biçmesidir. Tavan düzgün olmayan şekilde kontrplak kaplanmıştır.

Cami içinde, minberin önünde, çok eski olasılıkla 14. yüzyıldan kalma yalnız deve tüyü ve kahverenginden yapılmış, küçük müstatili, tek tek motiflerle süslü bir seccade vardı ki, bize pek önemli geldi.478

İzmit Çandı Yapıları

Çeşitli tarihi kayıtlarda geçen rakamlara bakılırsa, Akça Koca Konur Alp’le aynı yılda, 727 (M 1326)’da ölmüştür. İzmit’in kuşatmasıyla meşgul olan meşgul olan Akça Koca şehrin alındığını görememiştir. Aşık Paşazade479 ve Neşri,480 Bursa’nın alınışı ve Akça Koca’nın ölümü sonrası İzmit’in ele geçirildiğini söylerler. Bundan 728 (M 1327) tarihini çıkarmak yerinde olur. Aslında, Tac’üt-Tevarih 728 olarak tasrih etmektedir.481 Hacı Kalfa yazması Takvim’üt-Tevarih’inde göstermektedir. Hammer bu şehrin fethini Bizans müelliflerinin 1338

469 Günümüzde Tekeşinler Köyü Ilgan Türbesi olarak bilnir. İzmit-Kandıra yolunda F tipi cezaevi karşısından stabilize yola saptıktan sonra sağdan köye giren yolun karşı tarafından. Yanında ayrıca –şimdi kullanılmayan ve devşirme taşlarında kullanılmış olduğu- çok eski olmayan taş bir Cuma cami kalıntısı vardır. Ne yazık ki defineciler tarafından sürekli tahrip edilmektedirler. 470 Mes., 784 471 Mes., 786 472 Mes., 850 473 Mes., 516 474 Mes., 1021475 Mes., 1097476 Ayverdi, age, s.124, Çandı Camiler 477 Mes. Ye. K., s.191478 Ayverdi’nin 1961 yılındaki ziyaretinde gördüğünü söylediği bu halıyı biz 2004 Mayıs ayındaki ziyaretimizde göremedik, köy halkı da bir cevap veremedi. Kaldı ki köy içindeki yeni cami nedeniyle çandı camide artik ibadet de edilmiyordu.479 Aşık Paşazade, Ali Bey baskısı, s.38; Nihal Atsız baskısı, s.116 480 Mevlana Neşri, Taeschner baskısı, s.44; Faik Reşid Mehmed Köymen, s.150481 Sadüddin Efendi, c.1, s.35

306

(M 737) gösterdiklerini ancak belde Akça Koca tarafından fethedildiğinden bu tarihin doğru olamıyacağını, olsa olsa kentin elden çıkıp on yıl sonra geri alınmış olabileceğini söyler.482 İsmail Hami Bey de Hammer’in düşüncesi üzerinde durmadan 1338 der.483 Kent halkının bildiği ayrıca rivayet yoluyla gelen tarih de 1327’dir. Orhan Gazi Camisi’ndeki levhada da böyle yazılıdır.

İzmit kenti tepedeki kale içinde Orhan Gazi Cami, medrese ve Akçakoca camileri ile hemen bezenmiş ve tarih boyunca güzel eserlerle bu arada Pertev Paşa külliyesiyle görkem kazanmıştır. Kent, bütün Osmanlı kentleri gibi kaleden çıkarak güney düzlüğe yayılmıştır.

Akça Koca Cami

İstanbul caddesi üstünde ve kalenin eteğinde olan bu caminin banisi Akça Koca fethi görmüş olsa da bir yapı yapmaya ömrü yetmemiştir. Bu nedenle cami kuşatma esnasında yapılmış olsa gerekir; yeri kale dışında kalmasından dolayı bu olasıdır. Nitekim İznik kuşatması esnasında da surlar dışında Orhan Cami yapılmıştır. Bugünkü yapı tamamen yeni olup duvarları 1 ½ tuğlalıktır. Bu 60-70 yıllık duvarların hiçbir camide rastlanmayacak oranda ince olması, önce ahşap, belki hımış olduğunu gösterir. Eğer duvarlar aslında kargir ve kalın olsaydı, sağından ve solundan biraz görülür ve yine aynı kalınlıkta yapılırdı. İnce bodrum duvarları da kalın duvarlı bir üst katı taşıyacak şağlamlıkta değildir. Görülüyor ki Akça Koca’nın yaptırmış olduğu yirmiden fazla çandı camiden biri de buydu ancak kesin kanıt yoktur.

Cami, üç sokağın köşesindedir. Zemine beş basamakla çıkılır; arazi de çok eğimli olduğundan altta bir bodrum oluşmuştur. Duvarlar 19. yüzyılın normal tuğlasıyla yapılmış olup sadece 35 cm’dir. Harim kısmı 14.75 x 12.60 m’dir. Ayrıca beş metrelik iki katlı son cemaat yeri vardır. Üst pencerelerden yanlardaki müstatili, arkadakiler yuvarlaktır. Minare şimdi duvarlardan daha eski yapım olmakla beraber iki yüzyıldan öteye gitmez. Belki de yalnız kaide ilk yapılandır.

İzmit Evkaf Müdürlüğü’ndeki defterde, buna Dere Cami adı da verilmektedir. Bir beratta “İzmit’te Yukarı Pazar’da Akça Koca nam-ı diğer Dere Cami’ine imamet tevcihi beratı, Şaban 1327” (M. 1910), bir diğerinde “Evkaf-ı mazbuteden İzmit’te Yukarı Pazar nam mahalde kain Akça Koca nam-ı diğer Dere Mescid-i şerifini cami’e tahvil olan Bostaniyan-ı Hassa kethüdası merhum Hacı Mustafa Ağa tarafından muhassas senevi 360 kuruş imamet ve ana meşruta hitabet, 20 kuruş devirhan… 1337 Receb” (M. 1918)484 kayıtları bulunmaktadır.

İkinci berat, aşağı yukarı caminin tamirini ve minber konulmasını da bildirmektedir. Hacı Mustafa Ağa’nın dönemi bilinmemektedir. Herhalde 19. yüzyıl ortalarından, Tanzimattan öncedir ki bostanıyan-ı hassa ünvanını korumaktadır.

Mihrabı, kıbleden 25 derece batıya dönüktür. Bu da Orhan Dönemi’nin kendine has özelliğidir.

İzmit Orhan Gazi Cami

Taş ve tuğla duvarlı ve ahşap çatılıdır. Aşık Paşazade İzmit’in alınışını anlatırken “Kilisaları mescid itti ve bir kilisayı dahi medrese itti şimdi dahi medresedir”485 der. Bizim tarihçiler, bir kilise cami yapılırsa çan sesleri yerine ezanların okunduğunu gururla yazarlar, hatta kilise yakınında veya arsasında bulunan camiler içinde bu fırsatı kaçırmayarak kiliseden bozma derler. Aşık Paşazade de böyle yapmıştır. Gerçi, Texier de “İzmit’in en eski cami Sultan

482 Hammer, c.1, s.318 483 İsmail Hami, c.1, s.22484 İzmit Evkaf Müdürlüğü, a. def., s.32 ve 33485 Aşık Paşazade, Ali Bey baskısı, s.38; Nihal Adsız baskısı, s.116

307

Orhan tarafından tahvil edilen bir rum kilisesidir”486 diyor. Fakat onunki başka amaçlıdır. İşte, Türklerin gasp ettikleri bir kilise daha demeye getiriyor. Fakat her iki şık da kesinlikle doğru değildir çünkü caminin kilise ile alakası yoktur.

Cami kayıtlarda Orhan Gazi evkafındandır.487 Halbuki Sultan Mecid zamanındaki tamir kitabesinde Süleyman Paşa namına gösterilmiştir. Bir çok yerde örneğin Kandıra’da olduğu gibi baba oğul vakıfları birbirine karıştırılır.

Cami, 1.05 -1.10 cm kaınlığında moloz taşı duvarla yapılmış olup orijinal gövdeyi korumaktadır. Kapladığı alan dıştan 15.40 x 20.85 m olup Göynük Cami’ne yakındır. Bu kargir kısma 1259 (M. 1843) yılındaki onarım esnasında ahşap bir son cemaat yeri ve bir hünkar mahfili eklenmiştir. Ekteki basit rölevesinde kalın duvarlar orijinal gövdeyi, inceler ekleri göstermektedir. Bu onarımda harim pencerelerinin üst dolguları boşaltılarak kemerli uzun pencereler oluşturulmuş, kıble tarafındaki iki pencere kapatılmıştır.

Bu pencerelerden bir tanesi mahfil döşemesine denk düştüğü için bozulmamış, asıl haliyle kalmıştır. Bu pencerenin orjinalinde diğerlerinden daha alçak oluşu, caminin ilk yapısında da mahfil bulunduğunu gösterir. Onarım sırasında ampir usluba sokmak çabasıyla, cami orijinal kapısının yekpare mermer basık kemeri düz lento haline getirilmiştir. Kezalik dışında, içeride direk başlıkları, silmeler, ahşab kubbedeki tezyinat tamamen ampirdir. Cami içinde hiçbir özellik yoktur. Duvara asılı sülüs yazı:

1-Fatih-i İzmid Süleyman Paşa bin Orhan 2-ve Fatih-i Hereke ve fatih-i Aydos ve Fatih-i Koca İli Sancağı 3-Sene 728 4-bina-ı Cami-i Şerif ve Medrese, sene 733. izmid Çuka Fabrika-i Hümayununda asakir-i Şahaneden İsmail Tosun bin Musa Bey kulları. 13 Nisan 1314 (M. 1898)

levhası İzmit’in alınışı ve cami ile medresenin yapılış tarihlerini doğru aktarmaktadır. Cami’ninonarım kitabesi dış harem kapısı üzerinde olup, bir satırda dörderden 20 mısradır. Yazısı taliktir.488

Hesaben de 1259 (M. 1843) tarihini veren bu kitabeye oranla, Cihan Sreaskeri denilen, Rıza Paşa Cami’nin halini Sultan Mecid’e bildirerek onarımını sağlamıştır.

Bir de cami’nin harem kapısı karşısında mermer bir ampir çeşme bulunup daha da eskidir. Yazısı eski bir sülüstür:

1)Sahibet-ül hayrat Canfida Kethüda kadın merhumenin İznikmid derunnunda insa ve icrasına muvaffak oldukları2)Çeşmeleri su yollarının mürur-i zaman ile muşrif-i harab ve mu’attal olmağla3)Mu’ahharen menbaından külliyen tamir ve çeşmelere icraya muvaffaka olan hala serlevha-i4)Şehinşah-ı Cihan Hazret-i Gazi Sultan Adli Mahmud Han medde zılal-i5)Devletehu ila ahir’id Devran Efendimiz Hazretlerinin Haremeseray-ı Hümayunlarında Hazinedar Ustalık6)Rütbe-i celilesiyle şeref yad olan aliyyet’üş-şan Su’ada Usta Hazretlerinin imarına muvaffakoldukları hayrattır. Sene 1242 (M. 1826).

Caminin haziresinde tanınmış Nakşi şeyhleri yatmaktadır. Bu yapıt, haziresi ve çeşmesiyle geçmişten kalan 7 asırlık bir yadigardır.

486 Texier, age, c.1, s.127487 Ev. K.K. (Evkaf Kayıd Kadime), İzmit esas defteri, no. 144, sıra 162 ve 415488 Yayınlanmamış olan bu kitabede, sekizinci mısradaki ….. kelimesi vazıh değildir. Noktalı olması nedeniyle hareket anlamında değildir. Yazım hatası denilse bile bir anlam içermiyor.

308

Süleyman Paşa Medresesi

Cami, Orhan Gazi vakfı olmasına karşın hemen batı duvarına bitişik gibi olan medrese Süleyman paşa’ya aittir. Bugün yalnızca enkazının doldurduğu bir toprak yığınıdır. Acaba bu medrese bir önceki konuda tekrarladığımız Aşık Paşazade’nin sözünden hareketle ir kilise yada manastır mıydı? Bu konuda yapısal bir iz kalmamıştır. Cami içindeki levhada Süleyman Paşa Medresesi’nden söz edildiği gibi Evkaf kayıtlarında da İznikmid Medresesi müderrisinden konu edilmektedir.489 İzmit Evkaf (Vakıflar) Müdürlüğü’ndeki bir ferman süretinde “Karye-i Ahi Cabi Süleyman Paşa badeha Orhan Gazi vakfetmiş, 1245 evahir-i Receb’de 2378 akçe iradı” ve “Kızılca Elma Kariyesi İznikmid Medresesi’nin talebesine sarf olunur, 2097 akçe Cihet-i müderris’an İmaret-i Bolayır Hazma vakf-ı Süleyman Paşa fil-yevm 5 senede 1800” ve aynı şekilde “An hamam salyane 1130 akçe” ve yine “mezra-i Halife Virani (şehir kurbinde) an iskle-i İznikmid salyane 3600” akçe varidat gösterilmektedir.490 Bu kayıtlar 887 tarihli olup, 807 tarihi ile defter-i köhne’de491 mestur Hüdavendigar berat-ı hümayunu ile tasdiklenmektedir. Yine aynı defterde “Bolu Sancağı’ndan Kandıra Nahiyesi’nde Sinanoğlu Çiftliğ 20.000 akçe“ varidatının bu medreseye vakf edildiği anlaşılıyor. Yine Ali Kuşçioğlu Derviş Mehmet Çelebi’nin yazdığı Süleyman paşa vakıfları tahrir defterinde, Bolayır vakıfları zevaidinden “Mevlana müderris der medrese-i İznikmid”in görev aldığını daha önce görmüştük;492 oradan aktarılan tasarruf belgesi böylece yerel defterlerle uyuşmaktadır.

Süleyman Paşa Hamamı

Bu hamam Orhan Cami’den daha aşağıda, yıkık bir durumdadır. Kısaca Paşa Hamamı veya Yukarı Pazar Hamamı adlarıyla anılmaktadır. Medrese bölümünde belirttiğimiz vesikada da görüleceği üzere 1130 akçe geliri olan bir çifte hamamdır.

Bina 60’lı yıllarda itfaiye deposu olarak kullanılmakta idi. Yalnız ılıklık ve sıcaklı kısımları ayakta kalmış, soğukluklar ve tuvaletler yıkılmıştır. Kadın ve erkek bölümleri yaklaşık bir birine eşittir. Yıkılmış olan kısımların şekil ve ölçüleri Klinghardt’ın eserinde bulunmaktadır.493 Yapıt 1927’de yayınlandığına göre, resimler 1925’lerdeki durumu göstermektedir. Buna göre soğukluklar 9.5 x 9.5 m boyutlarında olup çatılıdır. İkişer pencere ve birer kapıları vardır. Ilıklık bir kemerle ayrılmış, 3.85 x 8.60 m büyüklüğünde iki kubbeli bir müstatildir. Halvetler ise 3.85 x 3.85 m’dir. Ilıklıktan iki tuvalete geçilmektedir. Külkan ve kazan işaret edilmemiştir. Fakat arkada olsa gerekir. Yazar, kitabına soğukluğun ortasındaki güzel çanaklı bir havuzun resmini de koymuştur. Kubbeler kürevi müselleslere oturmaktadır. Bugün, hamamın arkası yolla aynı seviyededir.

Gebze Çandı Yapıları 494

Malkoçoğlu Mehmed Bey Açık Künbedi

Gebze’nin kuzey kenarında ana caddeden kente giriş yolu üzerindeki kabristanda bulunuyordu ve 50’li yıllara kadar mevcuttu. Şimdi tamamen yok olan bu açık künbedin

489 Ev. K.K., no.990, Vakfıye-i evvel-i Rumeli-Anadolu defterleri, s. eski 153, yeni 160’da Süleyman Paşa vakfiyesi sureti 490 İzmit Evkaf (Vakıflar) Müdürlüğü, a. defter, s.1 v.d.491 Defteri Köhne, H 807/M 1404. Bir çok Tahrir defterinde karşılaşılan defter-i köhnelerin 15. yüzyıl başında yazıldıkları buradan anlaşılmaktadır. 492 Tayyib Gökbilgin, s.167493 Dr. İng. Klinghardt, Turkische Bader, J. Hoffmann, Stuttgart 1927, s.27, res. 21-23494 Ayverdi, s.303- 305

309

kitabesi ve tarihi Halil Edhem Bey tarafından yayınlandığı495 gibi bir rölevesi ve mimari tanımlaması, müze mimarı Hasan Ergezen Bey’in bir makalesinde496 konu edilmiştir.

Türbeyi, Ayverdi de görmüş ancak incelemeye vakit bulamamıştı. Birkaç yıl sonra da yapı temelden yok edildi. Osmanlı devrinde az sayıda yapılmış külahı sivri kümbetlerin üçüncüsü, açık künbetlerin ikincisidir. Dördüncüsü Yıldırım Beyazıt Han zevcesi Devlet Hatun’un Bursa’da Yeşil’in alt tarafındaki türbesidir. Bilindiğine göre daha sonra böyle künbed yapılmamıştır.

Mimar hasan Bey tarafından yayınlanan röleveleri ve fotoğrafına göre yaklaşık 6 x 6 m boyutlarında olan türbe köşelerde dört adet yığma ayaklara, ortalarda yekpare mermer sütunlar üzerine oturmakta ve ayaklarla sütunlar arasında dairevi kemerler bulunmakta idi. Ayak ve kemerler 3 tuğla, 1 kesme taşla işlenmiş ve bu tarz kemer üst seviyelerine kadar devam ettikten sonra, saçağa kadar yalnız tuğla kullanılmıştır. Bunun üstü sivri bir külahtır. Bu tarz ile Malkoçoğlu Türbesi Germiyanoğlu Yakup Bey’in kızı ve Yıldırım Beyazıt’ın zevcesiDevlet Hatun’un türbesine benzemektedir. Ancak o türbe daha zengindir ve sivri külahı bir kasnak üzerine yerleştirilmiştir. Mimar Hasan Bey yapı taşlarının kalıntılardan devşirilmiş olupüzerlerinde Bizans motif ve işaretleri bulunduğunu ayrıca iki kemer arasına yerleştirilmiş kitabede de Bizanslılara ait işaretler bulunduğunu belirtmektedir. Şimdi var olmayan taşlar için bir şey söylenemez ama yazıttaki işaretlerin bu türbenin yapılmasıyla ilgili yazılar olduğu açıktır. Mimar hasan Bey ahşap gergiler olduğunu yazıyorsa da fotoğrafta böyle bir şey yoktur, delikler iskele yerleridir, gergi için değildir. Hasan Bey’e göre türbede iki mezar varmış. Fotoğraf ve cephe resminde görülen kitabenin 1910’larda Halil Edhem Bey tarafından yayınlanmış olup makalye ek bir de stampaj resmi vardır. Mermer yazıt iki satır sülüs yazı olup 87 cm x 38 cm boyutlarındadır. Yazıttan Mehmed bin Malkoç Bey’in 787 (M.1385) yılında öldüğü anlaşılıyor: Sene seba semanin ve seba maye (787)

Bu Mehmet Bey, Edirne eserleri arasında camisi bulunan, sancak beylerinden ve ümeradan Malkoç (Mihalkoç) Bey’in kendinden önce ölen oğlu olsa gerekir. Yazı kabartma olmayıp, Roma ve Bizans yazıtları gibi oymadır. Halil Ethem Bey yazıt mermerinin çerçevesinden dışarıda kalan, üstte üç, yanlarda ikişerden dört küme harften oluşan Rumca bir ibarenin bulunup, bunların 15. yüzyıl Bizans yazısına uygun olduğunu ve heyet-i umumiyenin “amel-i İstafanos” anlamını taşıdığını açıklıyor.

Bu Rumca imza, Osmanlı mimari tarihinde şimdiye kadar eşine rastlanmayan bir durum olup,Halil Ethem Bey, Mastoris İstafanos’un bu imzasının yalnız kitabeyi yontana mı, yoksa türbe binasını yapana mı ait olduğunda tereddüt ediyor. Müslüman ve Rum yazılarının aynı teknikle bir elden çıktığı açık olduğuna göre, İstafenos’un isminin yalnız yazıta denk düştüğünü var saymak daha uygun görünüyor. Aslında yapı, malzemesinin Bizans kaynaklı olmasına karşın tamamıyla eski künbedlerin özelliklerini taşır. Halil Ethem Bey 1328 rumi (M. 1912) den birkaç yıl evvel üç duvarı mevcutken bu tarihte yalnız bir yüzün kaldığını ve türbede, Hasan Bey’in resmine aykırı olarak yalnız bir mezar görüldüğünü yazıyor.

Burada yatan Mehmet Bey’in kimliği hakkında bir bilgi bulunamadı. Babası Malkoç Bey, Edirne’de camini gördüğümüz kişi olmalıodır. Ölümü Yıldırım Beyazıt’tan sonra olduğu için, oğlunun türbesini babasının yaptırmış bulunması olasıdır.

Gebze Orhan Gazi Cami

495 Halil Edhem, Gekbuze’de 787 Tarihli bir Osmanlı Kitabesi, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, no.40, sene 1 Teşrin-i Evvel 1332, s. 228-235 496 Hasan Rıza Ergezen, Malkoç Türbesi, T.T.O. Belleteni, no.73, Şubat 1948, s. 15-17: Planlar yayınlanırken ölçek konulmadığı için tam ölçüler bilinmemektedir. Asılları da bulunamadığından Ayverdi tarafından aynı büyüklükte kopye edilmiştir. Ancak kubbe olmayıp külah olduğu bizzat Hasan Bey ve Halil Edhem Bey tarafından bildirildiği halde planda kubbe çizilmiştir. Kemerlerin ayaktan taşması varid olmayacağı, esasen cephe ve kesit ve fotografta bir yüzde oldukları göz önüne alınarak plan Ayverdi tarafından değiştirilmiştir. Röleveyi 1/100 kabul etmenin gerçeğe yakın olacağı Ayverdi tarafından belirtilmiştir.

310

Gebze Orhan Cami kasabanın doğu tarafındadır. Eskiden ana yolun buradan geçtiği, mahalleye şimdi Menzilhane denilmesinden anlaşılıyor. Menzilhane hamamı da caminin yakınındadır.

Koca İli tahrir defterinde497 “Karye-i Danişmend Virani tabı’i (M) Orhan Bey tabserah ü Gekbuze cami’ine vakf itmiş Padişahımız aizze lehu ensaruhu Hazretleri Muhyittin nam kimesneye sadaka idüp eline Hukm-i Humayun virmiş deyu Cami gün bir cüz Kur’an-ı azim ve sure-i En’am’dan bir aşır okuya…”

Bir köyün varidatına bir cüz okuması karşılık tutuluyor. Bunun gibi daha başka görevler için ayrılan birkaç köy haşiyede belirtilmiştir.

Vakıflarda “Gekbüze Kasabası’nda merhum ve mağfurun-leh Sultan Orhan Cami-i Şerifi vakfı” serlevhası altında görevlendirme kayıtları vardır.498

Kasabanın batıya genişlemesi sonucu Çoban Mustafa Paşa yapı topluluğu gibi büyük bir yapıtın o tarafa yapılmasıyla ikinci dereceye düşen Orhan Cami oldukça bakımsızdır. Halbukiufak basitliklerine karşın Orhan Gazi dönemi yapılarının ender gelişmiş örneklerindendir. Basık değildir, pencereleri ne az ne de ufaktır. Epeyce yüksek beden duvarları, üç sıra penceresi, hareketli ve pencereli kasnakları bir uyum içindedir. Ayrıntılar da devrin özelliklerini gösterir.

Cami, 12.30 x 12.30 m boyutlarında bir saha üstüne birbirini kesen tonozlu, köşe tromplarıylaoturan, kasnağı pencereli tek kubbeden oluşur. Asıl beden duvarına altlı üstlü iki sıra pencereaçılmış, tromplarla güzelce bağlanmıştır.

Cami duvarları nerdeyse tamamen moloz taşındandır, ende olarak tuğla beslemeler ve kısmi hatıllar kullanılmıştır. Pencere kemerleri sade tuğladandır. Fakat cepheler hakkında tam bir kanıya sahip olmak olası değildir. Çünkü oldukça kalın ve badanalı bir derz yüzeyi örmekte, batı ve kuzey cepheleri de kimsi bir sıva ile kaplı bulunmaktadır. Kubbenin tepesi dıştan basık görünür, bununla birlikte duvarlara dört müsellesi sofa ile oturuşu, kasnak ve pencerelerin oranları, daha sonraki dönemlerin mükemmelliğine sahiptir. Alt sıra pencereler sövesizdir. Kemer dolgusu duvardan 12-15 cm çukura işlenmiştir. Bu tarz pencerelere Orhan devri ve onu takip eden dönemlerde sıklıkla rastlanır. Bu pencerelerin boyutları pek yerinde olup yukarıdakilerle de uygundur. Pencere söveleri iç ve dıştan meşe yapılmıştır. Pencereler karşılıklı düşmez, batı duvarında minber ve mahfile göre oturtulmuş, doğu duvarında ise minareden dolayı ileri alınarak ustaca yedirilmiştir. Fakat mihrap yani güney duvarındakilerin batıya doğru kaydırılmasındaki nedeni anlamak olası değildir. Nitekim kıble duvarı denilen kuzey yüzünde kusursuz oranlarda konmuştur. Acaba eskiden minber pencere ile mihrap arasındaydı da o nedenle mi böyle yapıldı? Akla yakın bir olasılık.

Minare, bu devre ait yapıların çoğunda karşılaşıldığı gibi soldadır. Bu yalnızca kaidesi orjinaldir. Gövde, hemen hiçbir geçiş düzeneği olmadan kaideye iğreti gibi oturur. Yalnızca kaidenin köşelerine birer istalaktitle, pah gibi bir şey yapılmıştır. Minarenin gövdesi kısmen 1.20 m çıkıntı oluşturan kaideye, kısmen de beden duvarına oturmaktadır. Eğer daha geniş olsa idi, belki sadece duvara bastıracaklardı. Fakat belitildiği gibi bu camide devrinden daha gelişmiş yöntem ve oranlar kullanılmıştır. Duvarlar öyle kalın değildir, pencereler pek uygun, beden yüksekliği uyumludur. İlkellik pek az hissedilir. O da daha çok ayrıntıdadır ve malzemenin en basitinin seçilmesindendir. İşte bu minareyi mantıklı yöntemlerle yapının olanaklarından en üst derecede faydalanarak yerleştirmeleri nu nedenledir.

497 Baş Vekalet Arşivi (BOA), 929 tarihli no.27 Koca İli tahrir defteri, s.17. Bu camiye değinen diğer vakıf kariyeleri için bkz. A. def., s. 38, 40, 41 498 Ev. K.K., İzmit esas defteri, no.144, sıra 9-15

311

Minare kaidesinde tuğla da kullanılmıştır ve bazı kesme taşlar eski yapılardan devşirilmiştir. Bunlardan bir tanesi iki aslanı zapteden bir şahsı, diğeri de 10 dilimli bir kursu göstermektedir. Birinci taşın üstünde bir kaval, bir armudi ve dişden oluşan bir silme vardır. Resimli olduğuna bakıp bu işlerin Bizans işi olduğu sanılmamalıdır. Osmanlılara da ait olamaz. Bu taşlar 473 (M 1080) yılında buraları ele geçirip 15-17 sene, 1098 Ehl-i Salib’ine (Haçlı Seferi) kadar elde turan Selçuklulara aittir. Aslan, Selçuklular tarafından sıkça kullanılan bir motifti. Bu taşlar, Selçukluların bura kısa zamanda yapılar yaptıklarını da göstermektedir.

Minare basamaklarının yedekleri meşedir. Basamaklar ve çekirdek tuğladan olup, basamakların köşesine meşe geçirilmiştir. Bursa Alaeddin cami ve geyikli Baba’da da böyledir.

İçeride esaslı bir tezniyat kalmamıştır. Yalnız kubbe özengisinin kemen altında bir yazı kuşağıvardır. Doğudan batıya doğru bir sure ve kıble duvarında, mahfil üstünde “Ketebe Asaf el kitap Mehmet Emin an Huvacegan divan hümayun, esil Allah ma yetimnahi. Sene 1189 yazılıketebesi yani imzası vardır, bu da caminin 1189 (1775) yılında onarıldığını gösterir.

Minber pek eski değildir, mihrap sivri kemerli bir oyuktan ibaret kalmıştır. Alçı pencereler içinde 17. yüzyıla kadar çıkanlar vardır. Cami kapısı oldukça zengin silmeli, üç tablalı, pek müzeyyen imiş. Ancak Ayverdi’nin ziyareti esnasında kenarda bir çok eşyanın altına atılı durumda imiş ve ağırlığı nedeniyle kaldırıp inceleyememişler. Döşemeler 26 x 26 cm tuğladır.Şeyh Edebali türbesinde de aynı boyutlar vardır.

Pencere kanatlarının altısı da eskidir. Beşi yekpare meşe ağacından ve düzdür. Yalnız, binileri oymalı, demir çivi başları ve çengeller döğmedir. Doğu tarafında mahfil yanındaki kapak ise çok müzeyyendir. Pek kalın bir boya bile bu letafeti örtemiyor. Üst tablalardan sağ ve sol kanatta kabartma sülüs yazı ile yazılmış hitab ve dualar vardır. Orta tablada geçme Rumilerden oluşan bir ana göbek etrafına, ters yüz altılı yıldızlardan birer gül konmuş ve bunlar birer şapla ortaya bağlanmıştır. Alt tabla bir hatai oymadır. Kapı ve bu kanat 14. yüzyılda Selçuklularda, Karamanlılardaki görkemli benzerinin bu yapıya göre yapılmış daha basit bir örneğidir. Yoksa böyle bir köşeye konmazdı. Caminin mihrabı 30 derece batıya dönüktür.

1995 ?, John Ash

1948'de Manchester'da doğdu. 1969'da Birmingham Üniversitesi'nden mezun oldu. 1996'danberi İstanbul'da yaşıyor ve Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim görevlisi. Ünlü bir İngiliz şairi olması yanı sıra Ingram-Merril, Whiting Award ve Guggenheim gibi ödüller ve burslar kazanmıştır. A Byzantine Journey (Bizans’a Yolculuk) adlı gezi kitabında Haçlıların izinde Anadolu’da yaptığı gezileri temel almıştır. İşta yöremiz hakkındaki kısa ama insani vuran notu:499

Ankara’dan gece yola çıkıp antik Nikomedia’nın, İzmit’in kasvetli varoşlarında gri şafak söktüğünde hala yağmur yağıyordu. İzmit ve İstanbul arasındaki sahil yolu bir zamanlar çok güzel olmalıydı ama şimdi tamiri mümkün olmayan şekilde bozulmuştu. İmparator Theophilos’un Binbir Gece Masallarına benzeyen Brias Sarayı’nı yaptırmak için seçtiği yer burasıydı. Aynı yerde başka saraylar, küçük surlu şehirler ve ünlü manastırlar vardı. O zamanlar deniz temiz, tepelerdeki ormanlar sıktı. Şimdi deniz zehirli bir çorbaya benzer, ağaçların çoğu kesilmiştir. Dehşete rağmen başımı çevirmeyerek, kemirilmiş yamaçlara ve beş katlı apartman yüksekliğindeki kütük yığınlarına şaşkın şaşkın baktım. Rafineriler sahildeparıldıyor, fabrikalar sarı duman kusuyor, çimento fabrikaları, taş ve maden ocakları her şeyi toza buluyordu. Bizanslı şair ve tarihçilerin çağırdıkları dünyevi cennet, cehenneme

499 John Ash, Bizansa Yolculuk (A Byzantine Journey), çev. Özge Özgür, İstanbul 2005, s. 274

312

dönmüştü. Gözlerimi sımsıkı kaparsam her şeyin yok olabileceğini hissettim ama görüntü tıpkı migren gibi inatla var olmakta ısrar ediyordu.

2000, John Freely

Kırım’da Osmanlılar ile birlikte savaşan Britanya ordusunun mensubu büyük babanın ve İrlandalı bir ailenin çocuğu olarak 1926’de New York’ta doğan ve Robert Kolej’den aldığı bir teklifle 1960 yılından bu yana İstanbul’da yaşayan John Freely’nin 20. yy. ilk yarısında gerçekleştirdiği gezisinin güzergahı İstanbul-Edirne-Ç.Kale Boğazı-Troya-Bursa-İznik-İstanbul-Amasra-Sinop-Samsun-Trabzon-Trabzon güneyi ve doğusu-Hopa-Artvin-Yusufeli-Trabzon şeklindedir. İzmit, Bithynia, Darıca ve Eskihisar’dan bahsetmektedir. Tarih Profesörü Freely, halen Boğaziçi üniversitesinde öğretim üyesidir. İşte anlatımı:

İznikten hareketle otoyol, Orhangazi’yi geçtikten sonra dik Bithynia tepeleri arasından kıvrılarak Marmara kıyısına doğru iniyor. En sonunda, karanın iyice içerilerine giren İzmit (Nikomedia) Körfezi’nin başındaki küçük bir liman olan Yalova’da denize ulaşıyoruz. Yalova, kentte ve çevre illerde çok sayıda insanın ölümüne neden olan 17 Ağustos 1999 depremindeağır hasar gördü.

Burada Yalova’nın 11 km güneybatısındaki Termal’e gideceğiz. Yunanlılar Termal’e, sıcak su kaynakları ve oradaki Apollon Pytia Tapınağı yüzünden Pythia Kaplıcaları (Thermae Pythia) diyorlardı. Burası Roma dönemlerinden beri ünlü bir kaplıcadır; hem Bizans imparatorları hem de Osmanlı Sultanları buraya gelip şifalı sularından yararlanmışlardır; Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında burayı yeniden sayfiye yeri haline getiren Atatürk de gelmiştir.

Şimdiki hamamlar ve açık yüzme havuzu, sıcak kaynaklardan beslenen bir dere olan Hamam Deresi’nin etrafında kümelenmişler. Bu hamamların en eskisi Bizans’ın ilk dönemlerinde kurulmuş olan Kurşunlu Hamam’dır; hamamın dış duvarları içine yerleştirilmiş olan Helen ve Roma dönemi cenaze stelleri, 1932’de tepedeki parkta bulunan eski sinema binasının arkasındaki bir arazide yapılan kazılarda çıkartılmış.

Sinemanın hemen arkasında, II.Justinos Rotundası olarak bilinen arkeolojik bir bölge var; aynı adlı hükümdarın döneminin (565-78) ilk yıllarına tarihleniyor. Burada bulunmuş, onun vekarısı Sophia’nın monagramını taşıyan bir sütun başlığından anlaşıldığı kadarıyla Rotunda, Justinos’un “Thermae Pythia”da yaptırdığı bir sarayın parçasıymış. Kazılarda ayrıca, Büyük Constantinus’un yaptırdığı ve Justianus’un restore ettirdiği, başmelekler Mikail ve Cebrail’e adanmış bir kilisenin kalıntıları da açığa çıkmış.

Yalova’ya döndükten sonra, 130 numaralı karayolundan doğuya doğru giderek İzmit Körfezi’nin güney kıyılarına ulaşıyoruz. Yalova’dan 12 km sonra, soldaki Topçular iskelesine giriyoruz; buradan körfezin karşı kıyısındaki Darıca’ya feribotlar kalkıyor. Böylece İzmit körfezi’nin etrafını dolaşmaktan kurtulmuş oluyoruz.

Feribot, Darıca iskelesine yaklaşırken, kıyının sağ tarafındaki tepede Türklerin Eskihisar dedikleri bir ortaçağ kalesinin etkileyici harabelerini görüyoruz. Buranın, Nikomedia Körfezi’ne girişi kontrol eden Dakybiza olduğu saptanmıştır. VIII.Mikhail Palaiologos 1259’da tahtı gasp ettiğinde, selefi genç IV.Ioannes Laskaris’i (1258-59) kör edip Dakybiza kalesine hapsetmiş. Ioannes hayatının geri kalanını Dakybiza’da geçirmiş ve 1281’de ölen Mikhail’dendaha fazla yaşamış. 500 ---

500 John Freely, Türkiye Uygarlıklar Rehberi, c.2 Marmara Etrafında & Karadeniz Kıyısı, İstanbul 2002, s. 76-77

313

Yaklaşık 1380 yılında Diliskelesi (Glossa) üzerinden Baccusa (?) ve Leyngouon’a (Gemlik ?) geçen Bourge’lu bir gezginin güzergahı 19. yy’da kaleme alınır ancak yöre hakkında hiçbir bilgi yoktur.501

Petrus Villinger, arkadaşları Bockenberch, Helfferich ve Vlaming ile birlikte 07.03.1567’de İzmit’e gelerek Piyale Paşa camini ziyaret ederler.502

Ludwig von Rauter, 10.06.1568’de Gebze Mustafa Paşa kervansaray ve cami, Glossy (Diliskelesi) ve 11/06’da İzmit’i ziyaret eder.503

07 Temmuz 1588’de Bursa ziyareti için İstanbul’dan yola çıkan Georg Christoph Fedrnberger,dönüşte İzmit ve Gebze’yi ziyaret eder. Eylül ayında doğu turu için bir kez daha Gelibolu’ya doğru hareket eder. Gezinin dönüş yolunda 1592 Ağustos ortalarında Beşköprü, Sapanca, İzmit, Derabe (Hereke), Geubise (Gebze) imaretini ziyaret eder.504

----

501 Yerasimos Stephane, s. 98 : Lelewel Joachim, Géographie au Moyen Âge (Ortaçağda coğrafya) “İtinéraire XXII.. de Brugis per terram usque Vischa in Turchia per Constantinopolim. Deinde usque Jhrl-m per aquam”, Epilogue (C.5), s. 281-308, Brüksel 1857; Gilles de Bouvier, Le livre de la description du pays, Paris 1908502 Yerasimos Stephane, s.275 503 Yerasimos Stephane, s.280504 Yerasimos Stephane, s.363, 365

314