65
2 1 www.sorunpolemik.com e.posta: [email protected] Süresi: Şimdilik İki Ayda Bir Yayımlanır Sayı: 23 (2006) Fiyatı: 4 YTL (KDV Dâhil) Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Sırrı Öztürk Yönetim Yeri ve İletişim: Çatalçeşme Sokak, No: 46, K/3, D/6 Cağaloğlu-İstanbul-34110 Telefon : (0212) 511 08 29 Fax : (0212) 519 05 60 Posta Çeki No: 98213 Banka Hesap No: İş Bankası Cağaloğlu Şubesi (1095) 325 835 Abonelik Yurtiçi yıllık 6 sayı - 24 YTL. Yurtdışı dört katı Yayın ilkelerimizle bağdaşmayan ilanlar kabul edilmez. Gönderilen yazıların beş dergi sayfasını geçmemesi (CD ve e-posta), Word programında zenginleştirilmiş metin biçiminde Times Türk veya Helvetica Türk yazı karakteriyle kaydedilerek gönderilmesi gerekir. Yazılı metinler kaynak gösterilerek kullanılabilir. Teknik Hazırlık: Sorun Teknik Büro Baskı: Huzur Ofset Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 336/1 Tel: 0212 544 70 36-Topkapı-İstanbul Yayın Türü: Yerel Süreli Baskı Tarihi: 15 Kasım 2006 ISSN 1303-2402 SORUN SORUN SORUN SORUN Polemik MARKSİST İNCELEME ARAŞTIRMA ELEŞTİRİ DERGİSİ 23 KASIM 2006 S.P. F/1

Sorun Polemik No

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Sorun Polemik No

2

1

www.sorunpolemik.com e.posta: [email protected]

Süresi: Şimdilik İki Ayda Bir Yayımlanır

Sayı: 23 (2006)

Fiyatı: 4 YTL (KDV Dâhil)

Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Sırrı Öztürk

Yönetim Yeri ve İletişim:

Çatalçeşme Sokak, No: 46, K/3, D/6 Cağaloğlu-İstanbul-34110

Telefon : (0212) 511 08 29 Fax : (0212) 519 05 60

Posta Çeki No: 98213

Banka Hesap No: İş Bankası Cağaloğlu Şubesi (1095) 325 835

Abonelik Yurtiçi yıllık 6 sayı - 24 YTL. Yurtdışı dört katı

Yayın ilkelerimizle bağdaşmayan ilanlar kabul edilmez.

Gönderilen yazıların beş dergi sayfasını geçmemesi (CD ve e-posta), Word programında zenginleştirilmiş metin biçiminde Times Türk veya

Helvetica Türk yazı karakteriyle kaydedilerek gönderilmesi gerekir.

Yazılı metinler kaynak gösterilerek kullanılabilir.

Teknik Hazırlık: Sorun Teknik Büro

Baskı: Huzur Ofset Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 336/1

Tel: 0212 544 70 36-Topkapı-İstanbul Yayın Türü: Yerel Süreli

Baskı Tarihi: 15 Kasım 2006 ISSN 1303-2402

SORUNSORUNSORUNSORUN

Polemik

MARKSİST İNCELEME ARAŞTIRMA ELEŞTİRİ DERGİSİ

23 KASIM 2006

S.P. F/1

Page 2: Sorun Polemik No

2

İÇİNDEKİLER ● Hıdır Diren Militarizmin Panzehiri II. TTKK ve Birleşik İşçi Cephesi 3 ● Suha Bulut - Karikatür 10 ● İsmail Arguvanlı Fındık… Linç… II. TTKK Bilinci 11 ● Ali Özdoğu Pratik-Eleştirel Faaliyet ve Faşizm Nasıl Yargılanır? 16 ● Nazire Işıklı Emperyalizmin Gündemindeki TC Devleti ve TC’nin Gündemi 22 ● Suha Bulut Türkiye’nin Küçük Asya Tarihi ve Kürtler 26 ● Ahmet Temizel Altemperyalist Bir Ülkede Yurtseverlik Nedir? 32 ● İsa Gözaçtı Yakındoğuya Emperyalist Müdahale ve Bölgesel Güç Odakları 37 ● Serhat Munzur Bilim, Üniversite ve Gerçekler -1 46 ● Tolga Ersoy Resmî Tarih Polemikleri -7 53 ● Hakan Mertoğlu Ütopyacı Kurgu!... Masal, Ütopya ve Fantastik Edebiyat 78 ● Kemâl Kök Dönem/Kuşak Edebiyatı ve 12 Eylül 84 ● Kemâl Kök - Şiir 89 ● Sabahattin Ali Tayır Tecrit, Hayat ve Sanat 90 ● Sanat Cephesi Sanatçılar da Tecritte 92 ● Ertan Taşdelen - Şiir 94 ● S.P. Dergi’mize Yöneltilen Eleştiriler Üzerine 95 ● Turgay Ulu Bir Kitap “Gün Ağarmasa” 101 ● Sırrı Öztürk Dersim… Dersim… -2 103 ● Turgay Ulu - Şiir 120 ● Sanat Cephesinden Haberler 121 ● H. Ali Selvi - Şiir 122 ● Azimet Ceyhan - Karikatür 124 ● Bizden Haberler 126

3

Hıdır Diren -Polemik-

Militarizmin Panzehiri II. TTKK ve Birleşik İşçi Cephesi

TC Devletinin kuruluşunda askerlerin büyük bir rolü var. 86 yıldır askerler politikada söz, yetki ve karar mekanizmalarına sahip. TSK, iz-lenecek politikalarda belirleyicilik vasfını korumak azminde. TSK, aynı zamanda finans kapitalin önemli bir gücüdür. Bankası, sigortası, sınaî kompleksleri olan biricik güçtür. Uluslarötesi tekelci sermayenin yerli-iç ortağı sermaye sınıfı ile TSK hemen hemen her alanda ve konuda içli dışlıdır. TSK’nın elindeki finans kuruluşlarının TÜSİAD, MÜSİAD ve Anadolu Kaplanlarının elindekilerden geri bir yanı yoktur. TC Devleti ABD ve AB’ye bağımlıdır. NATO-PENTAGON-CIA-MOSSAD, vb. itti-fak ve ilişkiler içindedir.

TSK’nın yetiştirdiği emekli-emeksiz paşalar, hemen her alan ve kurum da “köşe taşı” misali el üstünde tutulmaktadır. Siyasî partilerde, bankalarda, holdinglerde, fabrikalarda, basında, Tv’lerde, anılan ve anılmayan istihbarat birimlerinde, "derin" diye anılan kimi ilişkilerde, vakıflarda, dernek ve spor kulüplerinde, üniversitelerde, elçiliklerde bi-rinci sırayı daima askerlerin aldığı bilinmektedir.

Emekli-emeksiz paşaların yurtiçi ve yurtdışı eğitimlerinde edindik-leri bilgi ve bilinç düzeylerinin test edilmesi aktüel olaylar karşısında verdikleri beyanlardan anlaşılmaktadır. Basında, Tv’lerde kendilerine uzatılan mikrofonlara verilen mesajlara bakıldığında ideolojik, teorik, kültürel birikimlerinin çok geri bir düzeyde seyrettiği görülüyor.

Emekli-emeksiz paşaların biricik ideolojik gıdası resmî tarih anla-yışına ve resmî ideolojiye (Kemalizme) dayalıdır. Militarist, ırkçı ve şo-ven ögeler tüm söylemlerine egemen durumda. Sosyal bilimler, tarih, felsefe, siyasal-ekonomi, sanat, kültür ve estetik gibi dal ve alanlarda, eğitim-öğrenim ve konumları gereği, daha ilerde ve yetkin olmaları da zaten kendilerinden beklenmiyor.

Devrimci, demokrat, ilerici, sosyalist, Marksist düşünce akımlarına karşı ve kapalı biçimde yetiştirilen askerler arasından bu çemberi kırıp aşmaya yönelen askerler TSK camiasında asla barınamaz, tasfiye edi-lirler. En somut biçimiyle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askerî faşist darbeler sürecinde TSK’nın Kara, Deniz, Hava, Jandarma kuvvetlerin-de ve çeşitli kademelerinde görevli askerler arasında sistemi devrimci yol ve yöntemlerle dönüştürmek isteyenler çıkmıştır. TSK bünyesinden çıkan bu askerler arasından yargılanıp idam edilenler, ordu bünyesin-

Page 3: Sorun Polemik No

4

den ihraç edilenler, ağır hapis cezasıyla hüküm giyenler, ordudan firar edip yurt dışına siyasî mülteci olarak gidenler de bulunmaktadır.

TSK bünyesi, tıpkı üniversiteler gibi bilimsel bilgi ve bilinç veren bir kurum işleyişine sahip değildir. Olamaz. Irkçı, militarist, şoven ve Türkçü akımlarla beslenen kurumlardan yetişip de ilerici ve dönüştürü-cü fikirlerle tanışan TSK mensuplarının sayısı da parmakla sayılacak kadar azdır.

Emekli-emeksiz paşalara mikrofon uzatmak artık bir moda oldu. Onlar da mevcut Anayasa ve Yasa'lar karşısında "doğal" bir koruma zırhına sahip olduklarından her konuda destursuz söz etmek hakkını kendilerinde görmektedirler.

Örneğin Nâzım Hikmet’in Kore’ye gönderilen Türk askerlerine bu haksız savaşa karşı barışı ve insanlığın sosyal kurtuluşunu açıklayan bil-dirileri Kore’deki Türk askerine havadan atılışına tepki gösteren bir emekli paşa, Kore'ye asker gönderilmesini siyasî ve etik açıdan içine sindirebil-mekte fakat Nâzım’ı etik açıdan çok çirkin bir üslupla suçlayabilmektedir!

Nâzım’ın siyasî, sanatsal, estetik ve etik açısından eleştirisi, ırkçı, militarist, gerici ve faşist düşünce akımlarına girip çıkmış kimselerin işi değildir. Bu görev, ancak ve ancak Devrimci ve Marksist Kadro olmayı hakedenlere aittir. "İç meselemizdir." Yeri gelmişken söylemek duru-mundayız: Anılan Kadrolarla "iç meselemizi" olması gereken yerde tar-tışamadık. Eloğulları, bizim insanlarımızı mevcut yasal düzenlemeleri de çiğneyerek paşa gönüllerine göre yargılamak hakkını kendilerinde görebiliyorlar. Bu bir yana Nâzım’ın şiirlerini sömürücü çıkarlarına alet edip parselasyona tabî tutabiliyorlar…

Aynı ağızlar yine mevcut Anayasa ve Yasa'ları hiçe sayıp açıkça darbeyi savunabiliyorlar. Darbe savunuculuğunu “İç Hizmet Yasası"na, "sistemi koruyup-kollama" şiirsel dizelerine dayandırabilmektedirler. Emekli-emeksiz paşaların bu konular üzerindeki "yüksek performan-sı"nı sollayıp darbe ve cunta gibi kalkışmaların "bir hak" olduğunu çok üstün belagatıyla ileri süren üniformasız gazeteciler de vardır. De Gaulle’ün V. Fransız Cumhuriyeti’ni kurmasına imkân tanıyan Fransız paraşütçü birliklerinin Paris'e çıkarma yapması olayını "örnek" gösterip “Ordu-Asker Partisi”ne trenin makasını açan gazeteci, eski Harici Büro "TKP”si, Barış Derneği kurucusu zat, hayatı boyunca işçi sınıfına, emekçi halklara güvenen bir konumda olmamıştır. Cuntacı-Darbeci seçimleri böylelerinin ekmek parası olmuştur.

Yine emekli-emeksiz paşalardan biri (adlarını, kimliklerini anmak istemiyoruz, beIgelidir.), Tv’lerin birinde kendisine uzatılan mikrofonda ve sorulan "Asker ne zaman darbe yapar?" sorusuna, "15/16 Haziran

5

gibi bir kalkışma olduğu zaman" biçiminde bir cevap vermekte/verebil-mektedir.

Emekli-emeksiz paşalar gayet normal biçimde ve kendilerini layusel addederek 15/16 Haziran Hareketi’ni sistemi yıkmaya karşı bir "kalkışma" olarak değerlendirmektedir. Onların bu türden bir literatür kullanarak Darbe-Cunta yapma haklarını savunması karşısında yine "doğal" olarak hiç bir savcı mevcut Anayasa ve Yasa'lara dayanarak asla soruşturma açmayacaktır. Niçin açsın ki? Adliye binalarında "Ada-let Mülkün Temelidir" diye yazmıyor mu? Devlet tekelci kapitalizmi sis-temin, rejimin, düzenin tek egemen gücü değil mi?

İdeolojik ve sınıfsal seçimleriyle bu sistemin çıkarlarını koruyup-kollamaya koşullu olanlar 15/16 Haziran’a "kalkışma" diyor, böyle bir literatür kullanıyor. Sol cenahtan kimileri de fukara Sırrı Öztürk'ün 15/16 Haziran Hareketi’ni diyalektik tarihsel materyalist yönteme uy-gun olarak her açıklayışında O’na saldırıyorlar, sataşıyorlar... En son örneğini Almanya’daki bu konuda yapılan etkinliklerde gördük. Hayat-ları boyunca ne askerlik bilimi, ne fizik bilimi, ne de diyalektik yasallık-ları okuyup özümleyememiş olanlar 15/16 Haziran Hareketi'nin “kendi-liğindenliği”(!)ni akıllarınca öne çıkarıp bizleri vurmayı denemiştir. İşin özüne inmeden hemde… Kimileri de en keskin bir literatürü kullanarak emekli-emeksiz paşaların kullandığı literatürü sollamak istemiştir. Ne mi demişlerdir? “Ayaklanma, başkaldırı, vs.” Oysa ayaklanan, başkal-dıran, isyan eden, darbe ve cunta yapan emekli-emeksiz paşalar ol-muştur. Kime karşı? İşçi Sınıfı ve emekçi halkların haklı talep ve ihti-yaçları uğruna ayağa kalkmalarına karşı.

Devlet tekelci kapitalizminin yüksek çıkarlarını koruyup-kollama aşkına! avantalar ve yağmalar düzeninin korunup-kollanması için de militarist baskı ve teröre ihtiyaç duyulmaktadır. Sistemin mantığına uy-gun olarak da ırkçı, kara gerici, şoven, sosyalşoven, Türkçü, “Türk-İslâm Sentezci", faşist akımlar doğrudan ve dolaylı biçimde destek-lenmektedir. Devlet destekli çete ve mafyatik örgütlenmeler, kapitalist anarşinin doğal bir bölümü olarak tüm süreçlerde sotada hazır tutula-caktır. Sosyal muhalefet olaylarının kabardığı, siyasal-ekonomik krizle-rin derinleştiği süreçlerde anılan gizli örgütler işbaşı yapmaktadır. "Linç" girişimlerini salt bir siyasî eğilimin "vukuatı" olarak anmak doğru olmayacaktır. Faşist, faşizan yöntemler arasındaki “Linç” olayının da bir açıklaması vardır.

* * *

"Siyasî İslâm" AKP iktidarının dördüncü yılını ikmal ederek beşinci yılına (seçim yılına) girmesiyle birlikte, sosyal olaylarda bir hareketlilik gözlenmiştir.

Page 4: Sorun Polemik No

6

Toplumdaki olay, olgu, süreç, veri vb.'lerini somut şartları içinde değerlendiren ve kitlelerin talep ve ihtiyaçlarına doğru teşhis koyup on-lara yol gösteren örgütlerden yoksun bulunmaktayız. Sağlı “sol”lu bur-juva partileri, sosyal sınıf ve sosyolojik emekçi halk gerçekliği üzerine oturtulması gereken gündemi, bilinçli çarpıtmalarla “laik-şeriat”gibi sunî ve sahte bir gündeme kaydırmak istemektedir.

Laik-şeriat, irtica-mürteci, dinci-atatürkçü, ilerici-gerici, vb, isim ve nitelemelerle yapılmak istenen tartışmaların bilimsel bir yanı yoktur. Tartışmayı bilimsel temellerine oturtmak isteyen Devrimci ve Marksist Kadrolar, sistemin baskı ve terörü altındadır. Onların düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerini kullanmaları keyfî ve fiilî kuşatmalarla elle-rinden alınmak istenmektedir. Anılan özgürlüklerimizi kullanıyoruz, bu-na cüret ediyoruz. Fakat çok büyük bedeller de ödüyoruz. İşlevsel ol-mamızın önü binbir cezaî, hukukî, maddî, manevî, moral tehditlerle kesilmek isteniyor.

Yukarıda sıralanan sahte ve sunî gündem maddelerini anlatan li-teratürlere bakarak bir kere daha tekrarlamak ihtiyacını duyuyoruz: TC Devleti ne laik, ne demokratik, ne cumhuriyet, ne sosyal, ne de hukuk devletidir. “İrtica, mürteci, dinci, gerici" tanımlamaları yalnızca ve sıra-sıyla DP, MP, CKMP, AP, DYP, ANAP ve AKP gibi partiler için değil, ilerici ve atatürkçü geçinen CHP ve öteki partiler için de söylenecektir. Bu partiler de sosyalizme karşı gerici, tepkici ve tutucu birer rol oyna-yan partilerdir. Burjuva partilerinin tamamı bilim ve akıl dışı yol ve yön-temlerle sosyal sınıfları ve emekçi halkları dışlayıp büyük demagojiler-le onların talep ve ihtiyaçlarını sis perdesiyle karartmaktan yanadırlar. Hatta burjuva demokrasisi(!)ni fazlaca idealize ederek açık faaliyet alanlarında güvencesiz, kabak çiçeği misali açılıp, sisteme kalp ilacı olan işçi ve komünist isimli örgütler de birer "resmî" ya da "muvazaa" partileri olarak “Demokrasimizin” nezaketini korumaktadırlar…

AKP'nin iktidara gelişi, tekelci sermayenin programını uygulayışı, ABD ve AB’ye kölece bağımlı oluşu, emperyalizmin Yakın Doğu’ya müdahalesi sürecinde, Bölge halklarının ABD’ye karşı eylemli kalkış-ması, kimilerinin ise, ABD-AB ile sarmaşıp işbirlikçilik yapması, pek çok sorunu tartışmaya ve çözüm yöntemi üretmeye çalışanları düşün-dürmeye itmiştir.

TC Devleti, NATO’cu, PENTAGON’cu, ABD’ci ve AB'ci konumuyla asla ilerici, antiemperyalist bir konumda değildir. Olamaz. Başta Cum-hurbaşkanı, Başbakan, TBMM Başkanı, Kuvvet Komutanları, Siyasî Partiler, Basın ve Yayın kuruluşları, Tv’ler, Üniversiteler, sahte ve suni gerekçelerle, ayrıca kapitalizme bizzat karşı çıkmadan sözde antiem-peryalist görünmeye büyük bir özen göstermektedirler.

7

Son ayların gündemini belirleyen beyanatların hiç birinde ABD ve AB’yi işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal çıkarları doğrultusunda kar-şıya alan bir tavıra rastlanmamaktadır. İdeolojik-sınıfsal seçimini, ulus-lar ötesi tekelci sermayenin ve O’nun yerli ortaklarının düzeninden, sis-teminden ve rejiminden yana yapanların sözde antiemperyalizmi kim-seyi yanıltmasın. Tutarlı bir antiemperyalist duruşun, mutlaka kapita-lizme karşı çıkılarak olabileceğini unutmayalım. Devrimci ve Marksist Kadrolar dışında tutarlı bir antiemperyalist aramanın saçmalık olduğu-nu bilince çıkaralım.

TC. Devletinin her 30 Ağustos dizaynında ve özellikle de burjuva ve küçükburjuva kimi kesimlerinde "darbe-cunta" tartışmaları öne çıka-rılır. Terfi sırası gelen paşaların söylemlerine, biyografilerine bakılarak gündeme taşınır.

Bu 30 Ağustos’ta işbaşına gelen paşalar sözleşmişçesine çeşitli beyanatlarıyla "siyasî islâm" AKP iktidarını top ateşine tuttu. Paşalar âdeta birer politikacı gibi konuştu. Zaten "Ordu-Asker Partisi” denilme-sinin maddî bir zemini yok değil. TC. Devletinde Devrimci ve Marksist Kadrolar dışında herkes, her kurum doğrudan siyasetle iştigal etmek-tedir. Sistemin; hakikî Komünistleri "resmî" ve "muvazaa" partileriyle kuşatarak, artık biçimsel kaba güce başvurma yöntemlerine iltifat et-mediği anlaşılıyor. Fakat, "hini hacette" cezaî, hukukî, keyfî ve fiilî bas-kı ve terör uygulamaktan da geri durmuyor.

“Siyasî İslâm”ı ilkin Cumhurbaşkanı Meclisi açış konuşmasıyla to-pa tuttu. "Darbe-Cunta" heveslileri bu topa tutuşa büyük anlamlar ver-di. Yargıtay, Danıştay, Sayıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumla-rın açılışlarında da benzeri sahneler görüldü. Cumhurbaşkanı, sistemi koruyan bir konumdadır. O'nun sistemi koruma aşkına söylediklerine farklı nitelikler yüklemeye kalkanların perişanlığını da unutmamak du-rumundayız. "Gerekirse Laik Cumhuriyet’i korumak için temel hak ve özgürlükler sınırlandırılabilir." diyen Sezer, bu türden tavrıyla hemen 12 Mart 1971’in ilk başbakanı Nihat Erim’in "gerekirse demokrasinin üzerine bir şal örtülür…" özdeyişini(!) hatırlatmıştır. Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı, Erim, Üniversite öğretim üyesi Prof. kimliği ile bu sözleri sarf ediyor! Emekli-emeksiz paşalar zaman zaman ve çok açık biçimlerde "şu insan hakları, demokrasi olmayacaktı ki, biz iki haf-tada hallederiz" diyerek bilinçlerini(!) konuşturmuştur. 12 Mart "ara re-jim" dedikleri süreçte, zaten faşist yasalar yürürlükteyken, bir de "ma-kabline şamil" yasal düzenlemelerin uygulanacağını da çok işitmiş idik...

30 Ağustos dizaynı sonucunda işbaşı yapan generallerin çıkışını burjuva basını "askerin yeniden siyasete dönüşü" ya da "askerin, siya-

Page 5: Sorun Polemik No

8

sî rolünün kısıtlanmasına direnişi" biçiminde değerlendirdi. Yeni bir "28 Şubat postmodern darbesi"nin çeşitli versiyonlarının deneneceğini söyleyenler de çıktı.

Laik-şeriat, ilerici-gerici, irtica-mürteci, dinci-atatürkçü gibi bir lite-ratürü bilimsel tanımı yerine herkesin işine geldiği biçimde kullandığı bir ortamda (çünkü bu ortamı tersyüz edecek ne İSP ne de TKP gibi bir PARTİ'miz vardı.), bu süreci ayakları üzerine oturtacak bir kurumsal düzeneğimiz henüz işbaşı yapamamıştı.

"Ordu-Asker Partisi" kılıcını atmış "Rejimle ilgili bazı endişeleri-mizden rahatsızlık duyanlar varsa bu onları bağlar.”diyordu, Büyükanıt paşa. KKK İlker Başbuğ, "TSK başka ordulara benzemez...’iç mihrak-larla’ mücadelesini 'tavizsiz’ yürütecektir.” diyordu. HKK Faruk Cömert "Çatı yıkılırsa herkes altında kalır.” diyerek amaçlarını dillendirirken, DKK Yener Karahanoğlu: “Bu mihraklar ya ülkeyi terk edecekler ya da Anadolu denizinde boğulacaklar!” demek ihtiyacını duymuştur.

Bu türden söylemleri faşist partiler zaten her vesileyle "ya sev, ya terk et", “türksen öğün, değilsen itaat et” diyerek dillendirmekteydiler. Duvar yazıları bu türden “vecize”lerle doludur.

Cumhurbaşkanı, bürokrasinin kimi kurumları, TSK ve onların işa-ret ettiği hedefe yönelen gerici CHP vb. siyasî partilerin, 30 Ağustos sonrası "Cumhurbaşkanı dizaynı" kavgasında AKP’yi iyice köşeye sı-kıştıran bir yöntemi uygun buldukları anlaşılıyor.

Sözde laikler, Köşk’te frak giyen, batılı görünümlü, kokteyllerde kadehini kaldıran, devlet tekelci kapitalizminin işleyen çarkına biçimsel anlamda çomak sokmayacak birini Cumhurbaşkanı olarak görmek is-temektedir. "Siyasî İslâm"cılar ise, sözde laiklerin yerine sözde dindar-ların Cumhurbaşkanı olarak devlet tekelci kapitalizminin yüksek çıkar-larının daha iyi kollanacağını iddia etmektedir. Yaptığı “hizmet”lerle de bunu kanıtlamaktadır.

Bu tartışmalarda galiba en anlamlı sözü "Allahın dediği olur" öz-deyişindeki gibi TÜSİAD ileri gelenleri söylemiştir: "Demokrasimizin ve ekonomimizin sürekliliği ve güven ortamının devamı için uygun bir formül bulunacaktır."

Devlet tekelci kapitalizminin yüksek çıkarlarını koruyup-kollama işinde ne "yasal" parti AKP’nin, ne de "yasal olmayan" "Ordu-Asker Partisi" nin dediği olacaktır. Öteki burjuva partilerinin de dediği olma-yacaktır. Uluslar ötesi tekelci sermayenin ve yerli ortaklarının dediği olacaktır. Finans oligarşisinin hegemonyasındaki bir sözde demokrasi-de "yasal" parti AKP, "yasal olmayan" ve doğrudan politika ile uğraşan emekli-emeksiz paşaları ne kızağa çekebilecektir, ne de emekliye sevk edebilecektir. Taraflar arasındaki kayıkçı dövüşü karakolda bitmeye-

9

cektir. Düzen içi ve uzlaşır çelişkileri yeniden dizayn ve telif edilecektir. Sonuçta da "kabak" ilerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve Marksist cenahımızın başında patlayacaktır.

Faşist ve faşizan unsurları sürekli biçimde bağrında taşıyan sis-temin militarizme ihtiyacı vardır. Faşizmin-Militarizimin panzehiri de "Birleşik İşçi Cephesi"nin örülmesi ve İşçi Sınıfı Partisi’nin işbaşı yap-masındadır.

ABD’nin Ankara’daki Büyükelçisi, generallerin çıkışını soran gaze-tecilere verdiği cevabında "bunlar kuru gürültü" diyor/diyebiliyor. ABD, Yakın Doğu’ya müdahalesinde belli ve bilinen projesini uyguluyor. "Kürt Sorunu" nun çözümünde ise, emperyalizme zarar vermeyen uğursuz bir projeyi mek parmak mek parmak ilerletiyor. Bölgeye "genel müfettişler" ve "koordinatörler" gönderiyor. TC Devletine "işte muhatabınız" bunlar diye tebligatını yapıyor. Öte yandan da AKP'nin seçim öncesi büyük ihti-yaç duyduğu ABD desteğini almanın görüntülerinde, emperyalizmin en iğrenç sözcüsü, haksız savaşların ve tekellerin baş temsilcisi konumun-daki bir adamın icazetini almak için G. W. Bush’un ayağına gidiyor. Fu-kara Müslüman emekçilerin değil, emperyalizmin dostu olduğunu Bush’un ağzından kanıtlamış oluyor: "Dostum ve barış adamı Tayyip!... " sözleri AKP'ye de yaramayacaktır. Daha önceleri İnönü’ye, Demirel’e, Özal’a, Ecevit’e yaramadığı gibi Tayyip'e de yaramayacaktır.

Seçim hesaplaşması sürecinde kullanılacak argüman şimdiden belli olmuştur: Kürt realitesi, Ermeni sorunu ve Kıbrıs. Seçimlerde tüm siyasî partiler milliyetçi bir söyleme gelmiştir. Sarı ve kirli sollar da "dar-be-cunta" çağrışımlarından medet ummaktadır. Nasyonal sosyalistler, her boydan ve soydan faşistler de aynı ata oynamaktadır. Dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi "gericilik dalgası" bulunduğumuz böl-geyi ve coğrafyayı da etkisine almıştır.

"Ezeceğiz, yok edeceğiz, savaşacağız" söyleminden gayri niyeti olmayanlardan ülke ve bölgenin sorunlarına çözüm üretilmesini bek-lemek, siyaseten intihar demektir.

İktidarın paylaşımındaki çıkar çelişki ve çatışkıları devam edecek-tir. 12’li darbeler yerine 28 Şubat’ınkinden daha farklı bir darbe beklen-tisi kimi çevrelerce açıkça (alenen) telaffuz edilmektedir. TCK’ya göre "Anayasal suç" işlenmekte ve fakat sonu "kahrolsun" ile biten nakarat-larla Devrimci ve Komünistlerin yanı sıra Kürt düşmanlığı körüklen-mektedir.

Sistemin temel direkleri çatırdıyorken, "kuru gürültü" çıkararak var-lıklarını sürdürmekten yana olanların suni ve sahte gündemlerine al-danarak rehavete, korkuya ve sömürücüye biat etmeye dayalı projeler açığa düşürülmüştür. Cenahımızın anlamlı ve ileri bir adım atmasıyla

Page 6: Sorun Polemik No

10

açığa düşürülenler arasına, çatlağı derinleştirilebilecek kamaların so-kulması kolaylaşacaktır.

Tarihsel haklılıklarıyla işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal kurtu-luşundan yana olan tüm güçlerle; baskı, terör ve sömürü uygulayan güçler karşı karşıya gelmiştir. Cenahımız bir çetin sınavın eşiğindedir.

Yapılacak iş, tutulacak yol-yöntem bellidir:

İşçi Sınıfı Hareketi ile Sosyalist Hareketi buluşturup bütünleştire-cek ve böylelikle ancak Devrimci ve Marksist olabilmeyi hak edecek bir inisiyatifi hareketlendirmek. ‘Partileşme Sorunu’nu gündemleştirip PARTİ'nin oluşturulması yolunda çeşitli istişari toplantı, konferans ve kurultaylar düzenlemek. Bu sürecin doğal uzantısında II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi’ni (II.TTKK) gerçekleştirip tarihsel hesaplaş-mada belirleyici yığınağı yapabilmek…

PARTİ'nin oluşturulması, Birleşik İşçi Cephesi’nin örülmesi sü-recin en anlamlı adımıdır. Bu görevin gereğini yapanlar sistemin uygu-laya geldiği baskı, terör ve sömürüyü anladığı dilde karşıya alabilir ve sıçramalar yapabilir. Yoksa? Yoksası-moksası da kalmadı gayri.

15 Ekim 2006

Suha Bulut - Manisa

11

İsmail Arguvanlı -Polemik-

Fındık… Linç… II. TTKK Bilinci

“Senin her tanende zeytin İnsanlığın kahrını görüyorum Senin her tanende zeytin Ölüyorum diriliyorum...”

Sabri Soran

Fındık sorunuyla ilgili bazı değinmelere başlarken Sabri Soran'ın ‘Zeytin’ isimli şiiriyle konuya girmeyi uygun bulduk. Yeni nesiller Sabri Soran ismini tanımazlar. Nasıl tanısınlar ki, liberal, postmodern, tasfi-yeci solların, sanat ortamımızı tekelci sermayenin güdümünde yorum-layanların kuşattığı bir süreçte TKP’li Sabri Soran'ı kim anar? Onun bi-yografisi, sanat anlayışı, mücadelesi ve şiirlerinden nesnel gerçeklikle sözeden ciddî ve güvenilir bir kaynağımız, arşivimiz var mıdır? Yoktur.

TKP derken resmî işçi ve komünist partileri kastetmiyoruz. Resmî-lerle bir işimiz yoktur. Tarihî TKP’yi, 10 Eylül 1920'lerin devrimci gele-neklerini sürdürenleri kastediyoruz.

“Kara zeytin” üzerine pek çok öykü, şiir, vb. çalışma vardır. Fukara insanımızın sofrasından eksik olmayan zeytin... Şimdilerde yenilebilinir bir zeytini soframıza 10-18 YTL karşılığında getirebiliyoruz.

Kontrgerilla hücrelerinde de her sabah beş adet zeytinin asker ta-yını ile birlikte kapı altından bakır tabaklarla sürüldüğünü hatırlıyoruz. Atın önüne ot, itin önüne et daha edebiyle atılırdı, Anadolu kültürel ge-leneğinde… Her zeytin yiyişimizde bunu unutmuyor ve hatırlıyoruz.

Peki ya fındık? Fındığın anılan şiir ve zeytin ile ne bağı var? Fın-dık fukara insanımızın sofrasının bir ürünü değil ki... Fındığı ancak maddî durumu uygun olanlar alabiliyor. Herkes fındığı alıp zeytin misa-li ekmeğe katık yaparak yiyemiyor.

Grev çadırlarında zeytin, helva, üzüm, ekmek yerdik. Fındık ye-mek ihtiyacı duymazdık. Elbette fındık yemek isterdik, fakat alamazdık. Grev çadırlarının yer sofralarındaki ağız tadını; “Grev hakkımızı Şale Köşkünde havyarla yiyen”lerin ağız tadından üstün görüyoruz. O dö-nemlerin anılarını da bir türlü unutamıyoruz.

Fındık, Karadeniz ve Marmara bölgesinin küçük üreticisinin en önemli geçim kaynaklarından birisidir. Bölgeye has iklimi nedeniyle fındık dünyanın pek çok yerinde üretilemiyor. Fındık ürününün kayma-ğını küçük üretici değil, onun sırtından geçinen aracı, tefeci, tüccar ve tekelci efendiler takımı yiyor.

Page 7: Sorun Polemik No

12

Fındık fiyatlarının ayarı iktidar partilerince yapılıyor. İktidar partileri ise, üreticiden sadece oy alıyor, onları sömürenlerden yana bir politika izliyor. Üretici her yıl hiç sektirmeden fındık sorunu ile ilgili politikalara karşı çıkıyor. Bazen seçim vaatleriyle bir miktar yüzü gülüyor gibi olu-yor. Fakat banka, faiz, aracı, tefeci sömürüsünün altında elinde avu-cunda olanı da kaptırıyor. Bu durumda üretici başlıyor yakınmaya. Üreticinin yakınması karşısında sağlı “sol”lu burjuva partilerinin zaman zaman “halk dalkavuğu” kimlikleriyle, yer yer de üreticiyi azarlayan yöntemleriyle onlara “akıl” verdiği görülüyor!

AKP lideri R.T.Erdoğan, bu yılki ürün fiyatlarının açıklanması sü-recinde Kasımpaşalı üslubuyla üreticiyi bayağı azarlayınca iktidar-üretici bağı koptu. Fındık üreticisi, ABD ve AB’ye kölece bağımlı bir ik-tidarın geçmiştekiler gibi “onlar üç veriyorsa ben beşe alırım” diyeceği-ni sanıyordu. Yanıldılar. Fındığın kilosunu 2-2.5 YTL'ye kapattılar. Üre-tici malını bu fiyatla sattığında, işleme, gübre, çapa, toplama, vb. girdi-lerini dahi karşılayamadı. Üreticinin yakınması basının da ilgi odağı ol-du. Üreticiler sesini yükseltmeye başladı.

“Teşkilâtsız halk köle halktır.” (Dr.Hikmet Kıvılcımlı’nın kulakları çınlasın) özdeyişindeki gibi fındık üreticisinin feryadını duyan herkes, tabiî bu arada bizim Sol cenahımız da bölgeye akın etti. Burjuva parti-leri çeşitli uyutma ve vaatleriyle üreticiyi yatıştırma numaraları çeker-ken, “sol”larımız da kaba, vulger, örgütsüz ajitasyon yöntemleriyle ha-reket etmeye başladı. Fındık üreticisi içinde Sol'umuzun kayda değer işçi-kitle ve köylü-kitle çalışması yoktur.

Burada bir parantez açarak 1962-1970 döneminde tutarlı işçi-kitle, köylü-kitle ve gençlik-kitle çalışmalarından bir örnek vermek durumunda-yız. O dönem işçiler, emekçiler, işsizler, küçük üreticiler, yoksul köylülük, ilerici gençlik büyük bir hareketlilik dönemi yaşamaktaydı. İşçi, aydın ve gençlik etle tırnak misali kaynaşmaya adaydı. I.TİP bu türden kitle çalışma-larına sıcak bakmıyordu. TİP’in merkez oportünist kliği “aman faşizm gelir” gerekçesiyle(!) kitle hareketlerine karşıydı. Devrimci mücadele TİP'in inisi-yatifinden kayıp Dev-Genç'in cılız omuzlarına yüklenmek istenmişti. Türki-ye'nin bütün yörelerinde yerel inisiyatifleriyle dernek adı altında örgütlen-melere gidilmişti: Kars’da süt üreticileri birliği, G.Antep’de fıstık üreticileri birliği, Adana’da köylü birlikleri, Eyüp, Kartal, Kocaeli’nde işçi birlikleri, Ka-radeniz’de fındık üreticileri birlikleri, tütün üretici birlikleri, Amasya, Merzi-fon, Tokat, vb. illerde üzüm üreticileri birlikleri, gibi yüzlerce yerel örgütlen-me aracıyla kitlelerin talep ve ihtiyaçlarını dile getiriyor, kütlesel çıkışlarla alanlar sarsılıyordu. Sol’umuz bu türden ve kendiliğinden yer yer devrimci müdahalelerle biçimlendirilip-oluşturulan bu örgütlenmelerin manasını ve nereye evrilmesi gerektiğini bir türlü anlayamadı. Sık sık tekrarladığımız gi-bi, bu türden yerel inisiyatifler coğrafyamızda birer Devrim Ocağı, Şura,

13

Komün ya da Sovyet demek oluyordu. Sol’umuz bu inisiyatiflerde Dev-Genç’in çabalarını “Partileşme Sorunu” yöntemiyle işçi sınıfı güvencesine çekemedi. Yerli iç deneyim birikim ve zenginliğimiz üzerine temellenecek bir örgütlenmenin pek çok şeyi değiştirip dönüştüreceğini bizler kavradık, inisiyatif kullandık, ama kimilerine kavratamadık. Dönemin kadrolarındaki militanlık, heyecan, coşku ve korkusuzluk karşısında sistem korkuya kapıl-dı. 15/16 Haziran Hareketi’nden büyük ölçüde ders çıkaran burjuvazi, 12’li darbeler sürecinde de intikamını aldı. Devrimci fidanlarımız darağaçlarını süsledi. Kırım ve kıyımlar hükmünü sürdürdü… “Gençliğin yolu işçi sınıfı-nın yoludur.” diyerek bu inisiyatifleri İSP ya da TKP disiplinine kazandıra-madık. Bu görev başarılamadığı için 'devrim ihracı’ ve 'devrim simyacılı-ğı’nda yetenekli görevliler Latin Amerika, Orta Doğu, Çin, Vietnam ve Sov-yet deneyimlerinden eklektik uyarlamalarla kafaları iyice karıştırdılar. “Ter-cüman civanlar” (Dr. Hikmet' in yine kulakları çınlasın), Marksizmin temel bilgileri dururken gerillanın günlüğünü, gecelerini, gündüzlerini ve delikli ki-taplarını tercümeye koyuldular. Bu “görevi” bihakkın yerine getirenler gü-nümüzde “davadan dönmüş”, “yorgun demokrat” olmuş, esnaf ve tüccar kimlikleriyle tekelci sermayenin çizmelerini cilalamakla meşguldür. Kimileri Tusiad'ın, Tv’lerin, tekelci basının, her boydan ve soydan politikanın, hatta üniversitenin “aranan köşe taşı” olmuştur. Kimileri de AB’den, Kopenhag kriterleri bütçesinden ve Soros'dan aldığı dolar ve eurolarla icra-i zenaat etmektedir!

Dönemin örgütlenme anlayışlarını sırasıyla THKO, THKP-C, TİİKP, TKP(M-L) yerine, hayatı ve mücadeleyi kucaklamaya aday bir PARTİ'nin inşaası görevini sonuçlandıramadığımız için son derece kusurluyuz. Dev-rimci ve Marksist Kadroların en onulmaz hatası, en utanılacak yanı(mız) buradadır. Bu düğüm günümüzde de çözüm beklemektedir. Birlikçi gele-neklerimizle II.TTKK yöntemini boşuna telaffuz etmiyoruz.

Dev-Genç'in Karadeniz’deki gençlik-kitle çalışmalarının özgün ör-neğini veren bir kitabın okunmasını öneriyoruz (Hüseyin Yavuz, İsyan Günleri-I, BAK yayınları).

Fındık üreticileri tutarlı bir örgütlenmeye önayak olacak ilerici bir ini-siyatiften yoksun olmasına rağmen, yine de sisteme kafa tutmada ge-cikmediler. 70-80 bin üretici Ordu'da yolları kesti. İktidar bu kitlesel ey-lemden sonra kimi tavizler verdi ve fındık alım fiyatını 4 YTL’ye çıkardı. Üreticiden 4 YTL’ye alınan fındık dükkanlarda alıcısına 25-30 YTL’den satılmaktadır. Aynı işleyiş öteki ürünlerde, özellikle de buğdayda da uy-gulanmaktadır. Üreticinin talep ve ihtiyacını karşılamayan bu fiyat ayar-lamaları kitlesel eylemlerin dozunu ve yaygınlaşmasını hafifletmiş oldu. Fındık üreticisi donanımlı bir PARTİ'nin güvencesiyle örgütlü olsaydı, fındık meselesi AKP'nin başını yemeye yeter de artardı bile.

Page 8: Sorun Polemik No

14

Evet, fındık üreticilerinin kitlesel eylemlerinde de görüldü: Bizim an-ladığımız düzeyde küçük üretici de, tıpkı işçi sınıfı hareketi, sosyalist ha-reket ve ilerici gençlik hareketi gibi örgütsüz ve güvencesizdir. Devlet te-kelci kapitalizminin yüksek çıkarlarını koruyup/kollayan iktidarların baskı, kaba güce başvurma ve sömürüsü karşısında Sol cenahımız 'öndersizlik krizi'ni aşmak durumundadır. Sol, özellikle de Devrimci ve Marksist Kad-rolar, herkes/hepimiz sayı hesabıyla kendimize gelmeliyiz!..

Adapazarı ve Akyazı yöresinde fındık toplamak için her yıl ailece Kürt illerinden kopup gelen yoksul köylülük ve öteki fındık toplayıcı emekçilerin konumu ve karşılaştıkları güçlükler üzerine de cenahımızı sorgulamak durumundayız. Anılan yörede yerli fındık toplayıcı emekçi-lerin günlük ücreti 25-30 YTL. Kürt illerinden gelenlerin ise 15-20 YTL. Akyazı’da binlerce kişiyi kışkırtarak Kürt emekçilerin üzerine sürdüren faşist çeteler sınıfsal çelişkileri dahi “Kürt düşmanlığı” meselesine dö-nüştürmekte bayağı becerili olmuştur. Yörenin mülki, askeri ve polis güçleri bu türden kışkırtmaları önlemede çaresiz, hatta yer yer “linç” etmeye niyetli kesimlerin yanında yer almıştır.

Liberal sol kesimin gazetesi (Sakarya'da dört Kürt işçi linçten zor kurtuldu -Tehlikeli tırmanış- Radikal, 9 Eylül 2006), bu “linç” girişimini ilginç biçimde başlık yapmıştır. Aynı gazetenin genel yayın yönetmeni İsmet Berkan “Polisin düşmanı olursa...” başlıklı yazısında ise, bu tür-den “linç” olaylarının mevcut polisin eğitimiyle ilgili(!) olduğunu palyatif bir önlem olarak ileri sürmüştür. TC Devletinin ideolojik, sınıfsal konu-munu ve devlet tekelci kapitalizmin mantığını sorgulamadan “linç” ola-yını, polisin faşist milisleri koruyan tavrını salt “eğitim” sorununa indir-geyişi kaba bir demagojidir, ikiyüzlülüktür. Aldatmacadır. Polis sistemin polisidir. Kim kimi ve hangi amaçla eğitmektedir? A’dan Z'ye kadar gü-venlik güçleri ya ülkücü faşist ya da hocaefendi hazretlerinin tarikatına uygun seçilmiş ve eğitilmiştir. Bu işleyiş sistemin mantığına uygundur. Bu kesimin eğitimi ile toplumun tümünün egemen eğitim anlayışı “Türk-İslâm Sentezi” görüşüne endekslidir. Sahte gündemler yarata-rak, sınıfsal olguları “laik-şeriat” eksenine oturtan tüm anlayışlar, Türk-Kürt karşıtlığı-kışkırtıcılığının manüpülasyonu son tahlilde sistemin sömürücü mantığına uygundur.

Asıl sorun, sosyal-sınıfsal meseleleri, bir zamanlar “Komünizm düşmanlığı”na, günümüzde ise, buna eklenen “Kürt düşmanlığı”na çe-kerek kitlelerin sosyal uyanışını perdelemektir. Asıl tehlike, kitlelerin ta-lep ve ihtiyaçları için alanlara çıkması karşısında tekelci efendilerin ta-vize zorlanmasıdır ve bu önlenmelidir!.. “Barış, demokrasi” terennüm ederek, sömürücü sınıfların merhamete gelmesini beklemek ise bir hayaldir.

15

Devlet tekelci kapitalizmi, kitlelerin talep ve ihtiyaçlarını karşılaya-madığı için (karşılamaya niyetli olmadığı için) faşist milisleri “hini ha-cette” kullanmak üzere koruyup kollamaktadır. Devletin yapısı ve sınıf-sal kimliği neyi gerektiriyorsa sistemin tüm (sivil-resmî) kurum ve kuru-luşları da aynı mantığın uzantısında örgütlüdür. “Komünizm” artı “Kürt düşmanlığı”na endeksli bir sosyoekonomik formasyon, tarihinin en teh-likeli bir politik dönemecindedir. Bu tehlikeli gidişin panzehiri İSP ya da TKP’nin hızla örgütlenmesidir. Baskıya, zora, kaba güce, inkâr, imha ve asimilasyona başvuran iktidarlar güçsüz iktidarlardır. Bu yöntemlere başvuran iktidarların yıkılması da mukadderdir. AKP’nin yıkılışını sağ-layacak alternatif sosyalizmdedir. Sahte ve sanal gündem yaratan “la-ik”lerde değil. Kaldı ki, TC Devleti hiç bir zaman laik bir yapıya dahi ulaşamamıştır. Sözde laik geçinenlerin ürünü olan “siyasî islâm” sos-yalist alternatiflerin üretilmesiyle etkisiz kalacaktır. Kemalist, nasyonal sosyalist (faşist) akımların AKP’yi iktidardan indirme projeleri son tah-lilde uzlaşmaya adaydır. Aralarındaki çekişme “kayıkçı kavgasıdır.” Sı-nıflar mücadelesi şiddetlendikçe; geçmişte yaptıkları gibi birleşip ce-nahımızın üzerine çullanacaklardır. “Kürt” artı “Komünizm düşmanlı-ğı”na endeksli “linç” girişimleri altındaki sınıfsal mantığı iyi oku-mak/görmek zorundayız.

Faşist darbe girişimlerinde olduğu gibi, bir kez daha fenersiz yaka-lanmamak için ne yapmalıyız? Marksist bakış açısı ve deneyimlerimiz-den çıkardığımız ders ve sonuçlara bakarak çıkış hattını II.TTKK yön-teminde görüyor ve sürekli tekrar ediyoruz, etkinliklerimizle bunu bilin-ce taşıyoruz. Faşist tırmanışlar karşısında militanca direnen, tecritlere karşı çıkan, sistemin devrimci yol ve yöntemlerle dönüşmesini düşü-nen her kesimin inisiyatiflerine sahipleniyoruz. Bilmem ki, sizler ne di-yorsunuz?

10 Eylül 2006

Page 9: Sorun Polemik No

16

Ali Özdoğu -Polemik-

Pratik-Eleştirel Faaliyet ve Faşizm Nasıl Sorgulanır?

Bulunduğumuz coğrafyada hâkim gerici sınıfların uygulayageldiği çok yönlü baskı ve terör tırmanıyor.

Devlet tekelci kapitalizmi 86 yılda tahkimatını daha da artırdı. “Komünizm heyulası”nın bilincinde olan sermaye sınıfı artık “özgürlük, demokrasi” telaffuz ederek faşizmin sürekliliğini sağlamaya çalışıyor. 2l. yüzyılın faşizmi evrensel ve ulusal ölçekte artık bu ikiyüzlü argüma-nıyla işbaşı yapmakta ve sömürüsünü sürdürmektedir. Hâlbuki Hitler, Mussolini, Salazar, Franko, vb. faşizm uygulamalarında daha net bir tavır sergilemiş olan liderler ve partiler daha “erkekçe” davranmayı ilke edinmişlerdi. Açıkça “biz faşistiz” demekten utanıp sıkılmamışlardı.

Faşizm tehlikesini sürekli biçimde üzerinde hisseden örgütler keyfî bir tercihle illegal, gizli ya da yeraltı faaliyetini boşuna seçmemiştir. Sol’un bu biçimde konuşlanışı elbette tartışılacaktır. Tartışılmaktadır. “Legalite-İllegalite Nedir?”, “Gizli ya da Yeraltı Faaliyeti Nedir” ve “Na-sıl Olmalıdır?” Bu sorular can alıcı mahiyettedir.

Burjuvazinin baskı ve terörünü karşıya alıp sorgulamadan Sol’un “vukuatını” (hepimizin vukuatını) öne çıkaramayız.

Sol’umuzun tüm kadroları “bilimsel bilgi-bilinçlenmenin devrimci pratik ile kazanılır” olduğunu bilmek durumundadır.

Marksizmi doğru dürüst etüd etmemiş, lafzen okumuş “elit aydın-lar” sosyalizmi asıl sahibi olan işçi sınıfına taşıyamazlar. Taşıyama-mışlardır. Pek çok örgüt anılan üniversite okumuş yarım-aydınların fiilî kuşatması altındadır.

Marksist aydın, pratik-eleştirel faaliyetini ve katkısını işçi sınıfının militan gücüyle buluşturma eylemi içinde ise aydındır. Bu türden orga-nik bir ilişki ve örgütsel işleyiş içinde olmayan ve de Marksist geçinen-ler aydın değildir.

Kolektifimiz çalışanları da ne için mücadele ettiğimizi somutlamak yolunda Marksist eleştiriye-polemiklere ihtiyaç duyuyoruz. Bu yüzden-de bilinçli bir seçimle sosyal-pratikten kopuk ve aşırı teorisizme, ente-lektüalizme, dogmatizme ve doktrinerliğe karşı boşuna mücadele et-miyoruz.

17

Şiddetle karşıya aldığımız bu akımlarla mücadeleyi öne alışımızın gerekçelerini bıkıp usanmadan yaptığımız tekrarlarla bilince taşıyışı-mız da boşuna değildir. Bu alana girenler hayatı ve mücadeleyi anla-yamazlar. Çürümüş, çözülmüş toplumsal ilişkilerin nasıl aşılarak yıkı-lacağını ne bilirler ne de görürler… Görmeye çalışanlar da özümleye-medikleri için anlayamazlar…

Sol cenahımızda yaşananların bu düzeyde ve işlevsiz seyretme-sinden rahatsızlık duymayanlara, “çıkış hattı” aramayanlara da ne sos-yalist ne de komünist sıfatını yakıştırabiliriz.

İşte, pratik-eleştirel faaliyete yol göstermek, tezlerimizi senteze kavuşturup sosyal-pratikte yeniden sınamak için bu türden bir faaliyet içindeyiz. Bu türden bir faaliyet içinde iç eğitimimizi de sağlayacağımı-za inanıyoruz.

“Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar!” diyen bir şia-rın bilinçli ve samimi taraftarları, çağımızda işçi sınıfı ve emekçi halkla-rın sosyal kurtuluşunu gerçekten istiyorsa, yaşamlarını bu yola adadık-larını göstermek durumundadır. “Pratik-eleştirel faaliyetlerimiz” pratik-örgütçü faaliyetlerimizle bir bütünlük ve tutarlılık gösteriyorsa, sosya-lizmin asıl kadrosunun toplumu dönüştürebilmesinin yolu da ancak böylelikle açılacaktır.

Buna bağlı olarak burjuvazinin “rahatlıkla” uygulayageldiği baskı ve terör yöntemleri de günümüzdeki örnekleri gibi olmayacaktır.

Sol cenahımızda fiilen “birer gerçeklik” olarak tanımlanan hare-ketler, pratik-eleştirel katkılarla yeniden şekillenecektir. Şekillenmek zorundadır.

Devrimcilerin, Komünistlerin gözlerinin önünde cereyan eden olay, olgu, süreç, veri ve koşulları doğru biçimde saptayarak işçi sınıfı ve emekçi halkların sözcüsü olmayı haketmemiz gerekir/beklenir...

Sol’un bazı kesimlerinin sosyal-pratikteki yanılgı ve yenilgiler karşı-sında “genel bir iç kritik” yapmak yerine, kendilerine uyarı, öneri ve eleştirel katkı sunan kadroları şiddetle eleştirdikleri görülmektedir. Hâl-buki sosyal-pratikte konuşlanmış örgütlerimizin teori-pratik duruşları aşılmadan, pratik-eleştirel faaliyet olmadan ne siyasal-sosyal devrime uzanmak mümkündür ne de “Marksist Sol’un öndersizlik Krizi” aşılabilir.

“Marksist Sol’un Öndersizlik Krizi”nin aşılabilmesi için hem sosyal -pratikte devrimci iş yapılacaktır hem de pratik-eleştirel faaliyetin ne-den öne çıkarıldığı bilince çıkarılacaktır.

Burjuvazinin baskı ve terörü karşısında gardını alan hiçbir grup, çevre ve örgütün darbe alışı karşısında aklı başında hiçbir sosyalist-komünist “oh olsun, görsünler günlerini” diyemez.

S.P. F/2

Page 10: Sorun Polemik No

18

Devrimciler, Komünistler bu durumlarda öncelikli olarak sistemi ve onun mantığını karşıya alır. Burjuvazinin baskı ve terörü karşısında kombine çıkışları örgütleyebilmek esastır. Darbe alan ve anılan “ya-pı”ların teori-pratiğinin eleştirisi, Komünist Kadroların “bir iç mesele-si”dir. Ya da olmalıdır. “İç meselelerimizi” tartışmaktan korkuyor mu-yuz? Devrimci ve Komünist tavırın böyle olması gerekirken sorunları-mızı bir türlü olması gereken yerde tartışamıyoruz. Niçin? Hangi inan-dırıcı gerekçelerle? Kadroların olması gereken tartışma yeri “Devrimci Oturum”lardır.

Bu türden oturumları bir türlü düzenleyemiyoruz. Sorumlulukla tar-tışamıyoruz. Tartışmanın sonuçlarına katlanamıyoruz. Neden? Nede-ni, niçini malûm, ama yaraya neşteri vuran yok.

Hangi örgütlenme biçimi, hangi teori-pratik Sol cenahımızı bir adım ileri sıçratacaktır? Yapılan eylemler sisteme “kalp ilacı” mı olmak-tadır? Yoksa “örgütler anarşisi”ne dönüşen Sol ortamımızda devrimci bir aşı mı olacaktır?

Sorulacak soru o kadar çok ki…

Kolektifimiz’e kadar gelerek “Komünistlerin Birliği” davamızın nasıl seyrettiğini “merak eden” bir aydın şunları söylemekten kendini ala-mamıştır: “Yahu, samimi olarak üç yıllığına faşizmin en koyusunun iş-başı yapmasını istiyorum!..” diyebilmiştir.

12’li faşist uygulamalardan sonra “genel bir iç kritik” yapamayan, tutulacak “Ana Halka”yı bir türlü göremeyen, süreçten çıkarılan ders ve sonuçları görüp “Komünistlerin Birliği” davasının arkasını doldurama-yan vb. Sol’umuzun yeniden faşist bir darbe uygulamasıyla kendine geleceğini söyleyebilmek ancak içki masalarında dillendirilen kaçamak bir “aydın” tavrıdır.

Faşist darbeler devlet tekelci kapitalizminin diktatörlüğünü iyice perçinlemek amacıyla yapılmıştır. Faşist darbeler Sol’umuzun bilinçle-nip kendine gelmesini, örgütlerin-kadroların yeni nitelikler kazanmasını getirmemiştir. Daha da parçalanmasını, giderek kapitalist yabancılaş-mayı, kitlelerin dejenerasyonunu getirmiştir. Sistemin uygulayageldiği her baskı ve terör her zaman bilinçlenmeyi, yeniden toparlanmayı ge-tirmiyor. Kitlesel kırım ve kıyımlar karşısında nitelikli, güvenilir, ciddî ve donanımlı örgütlerin işbaşı yapmasını isteyen kadroların sayısı olduk-ça azdır. Faşizm uygulamalarından geleceği kazanmaya aday kadrolar da öyle kolayca yetişmemektedir. Mücadelenin ateşinden gelerek dev-rimci hareketi merkezî bir otoriteye -disipline- getirmeyi hedefleyen kadroları da bir yandan sistem binbir kuşatmayla sindirmeye çalışıyor. Diğer yandan sistemin koruyucubaşılığına soyunmuş her boydan ve soydan “resmî” partiler, “barış, demokrasi, özgürlük” taleplerini burju-

19

vaziden talep eden “sol”lar BİRLİK sorunumuzun en büyük düşmanı kesilmiştir.

“Üç yıllığına faşizmin işbaşı yapmasını” istemek, fantezi yapmak bir yana, Marksist geçinip açık faaliyet alanlarında reyting yapan “ay-dın”lara has bir tutumdur. Bu türden kaçış teorilerini genelleştirenlerin “vukuat”ını faşizmin en koyu ve açık renklerinin uygulandığı dönemler-de yeterince sınamış olduğumuzu da hiç unutmuyoruz.

Geçmiş tarihlerdeki faşist baskı ve terör dönemlerinin kritiğini bir yana bırakır, son yılların siyasal-ekonomik kriz dönemlerindeki bazı örgütsel yapıların karşılaştıkları baskıları özetlersek:

12 Eylül 1980 askerî faşist cuntasının zayıf karnında hayat bulan PKK ile devletin sıcak savaş ilişkisi, 40 bin insanımızın kaybı, Kuzeyli Kürtlerin göçe zorlanması, üretim faaliyetinin durması, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının daha da resmîyet kazanması, yaşanan “iç savaş” sonunda kimi haklı taleplerin gerçekleşmeyişini, sistemin bu sü-reçten “zafer” ile çıkmasını getirdi. İşçi sınıfı ve emekçi halkların ulu-sal-sosyal kurtuluşunu dillendirenlerin burjuvaziden daha ilerde birer “barış, demokrasi, özgürlük” elçisi kesilişini de unutamayız.

MKP MYK’sından 17’lerin Dersim kırsalındaki toplantıdayken kat-ledilmesini, ardından gerçekleştirilen tevkifatları unutamayız.

Güncelliğinde MLKP’nin “Gaye Operasyonu” ile aldığı darbeyi ve gerçekleştirilen tevkifatları ve bu özet örneklere eklenecek onlarca ol-guyu örnekleyebiliriz ve de unutamayız.

Kısaca değindiğimiz bu olgular tüm Sol’u ilgilendirir.

Devrimci ve Komünist teori-pratiklerin burjuvazinin baskı ve terör altında tutulmak istendiği bir toplum düzeninde yaşamaktayız. Her eği-limin “Devrimci ve Marksist” teori-pratiği tüm süreçlerde sınanıyor. Eğ-rilerle doğrular giderek ayıklanıyor. Bu süreç artıları ve eksileriyle ge-rekli bir hesaplaşmayı da bağrında büyütüyor.

Faşizmin âdeta “süreklilik” arzettiği bir sosyoekonomik formas-yonda herkesin/hepimizin sorumlulukları da sınanıyor. “Sosyalizmden haberli” birey, grup, çevre ve örgütsel yapılar, sırf eğitim ve ajitasyon faaliyetleriyle “dava”larını götüremez durumdadır. Her Sol eğilim dergi çıkarıyor. İnternet sitesini kullanıyor. “Panel-Söyleşi” etkinliklerinde bu-lunuyor. Tutarlı bir İşçi-Kitle, Köylü-Kitle, Gençlik-Kitle çalışmasının uzağındayız. Kadrolar arası enformasyon ağını bile oluşturamıyoruz. Nihai amacı bir, fakat farklı formasyonlarda durmayı “uygun” bulan kadrolar birbiriyle yaratıcı diyaloga girmiyor. En basitinden bir “protokol dergi gönderme” inceliğini dahi göstermiyor. Açık ve kapalı alan çalış-

Page 11: Sorun Polemik No

20

malarında darbe alanların duruşmalarına dahi gitmiyor. Organlarında haber bile yapmıyor!?...

Hâkim gerici sınıfların faşist baskı ve terör yöntemlerini aşınmış sistem eleştirileri ve vulger ajitasyonlarla aşamayız. Kapitalist sistem bu yöntemlerimizle devrilmez.

Başta PKK ve DTP olmak üzere kitle tabanı bulunan örgüt kadro-larının bunca olup bitenlerden, hapislik ve tecritten sonra kapitalizmi-emperyalizmi bir türlü öğrenemeyişi oldukça düşündürücüdür.

Kapitalizmde “barış, demokrasi, özgürlük olur mu?” sorusunu ilkeli biçimde cevaplayamayan örgütler giderek daha çok savrulmaktan kur-tulamayacaklardır.

Gündemine “tutarlı bir demokrasi mücadelesi”nin ve “tutarlı bir ik-tidar mücadelesi”nin ne demek olduğunu (ne olduğu ve olmadığı, fark-lılıkları, ilişkileri, yöntemleri vb. anlamında) bir türlü alamayanlar hem örgütlerine hem de kitlesine zarar vermiştir/vermektedir.

Üretim, mülkiyet ve paylaşım-bölüşüm ilişkilerine dokunmadan kapitalizmin iyileştirilmesini düşünmek yarışına kendilerini “78’liler” ola-rak tanımlayanlar da katıldı. Ne diyorlar: “Faşist cuntacılar yargılan-sın!..” Fıstık gibi bir slogan! Peki kim kimi yargılayacak? Belli değil. Devlet tekelci kapitalizminin bugünkü konumunu ve daha da tahkima-tını sağlayan 12’li darbeleri, ABD ve AB’nin arabasına binen partilerin iktidarı nasıl ve niçin yargılayacaktır? Faşist cuntacılarla günümüzdeki baskı ve terör ortamının politikacıları aynı hamurun bileşimidir. NA-TO’cu, Pentagoncudur. Faşist darbe yapan Yunanistan ve Şili örnekle-rini sunarak, faşist cuntacıların yargılanmasını talep etmek nasıl bir mantığın ürünüdür? Anılan ülkelerdeki işçi sınıfı ve emekçi halkların tarihsel deneyimlerini, örgütsel arayışlarını hesaba katmadan kaçamak bir “aydın” sunumuyla Türkiye’de de benzeri bir yargılanmanın gerçek-leşmesini talep etmek havada kalan bir taleptir. Burjuvazi, kitlesel ta-lepler, örgütlü güçler karşısında ancak bu türden bir işe girişebilir. Uluslarötesi tekelci sermayenin yer yer yerli bir ortağı ve altemperyalist bir taşeronu olan bir sistem ancak ve ancak, işçi sınıfı hareketi ile sos-yalist hareketi buluşturup bütünleştirme başarısını göstermiş bir TKP ya da İSP’nin kurmaylığında gerçekleştirilen teori-pratikler karşısında geri adım atmak durumunda kalabilir. Yunanistan emekçi halkı, bir iç savaş deneyimi yaşamıştır. Bu deneyimin kitle bağı olan partileri, dev-rimci gelenekleri, işçi sınıfı, aydın ve gençlik hareketlerinin birliği, vb. kökleri vardır. Şili’de de ha keza…

Peki Türkiye’de Yunanistan ve Şili’dekilerle eşdeğer PARTİ ve ku-rumsallaşma disiplinleri var mıdır? Yoktur. O halde “demokrasi için” koşul ileri sürülen “faşist cuntacılar yargılansın” diyebilmek hakkını ka-

21

zanabilmek için öncelikli olarak “Komünistlerin Birliği” davasını ete ke-miğe büründürmek gerekir. Kitlelere rehberlik edebilecek bir TKP ya da İSP güvencesi yoksa, “faşist cuntacıların yargılanması” davası an-cak siyasal-sosyal devrime ve Halk Mahkemesi’ne kalmış demektir.

Bu türden fiyakalı sloganlarla reyting yapanlar ve birilerinden “ba-rış, demokrasi ve özgürlük” bekleyenler, ancak sistemin koruyuculu-ğunu yanına alırlar. Hepsi o kadar.

Hâkim gerici sınıfların faşist ve faşizan uygulamaları bu türden yol ve yöntemlerle geriletilemez. Kapitalizm bu yol ve yöntemlerle devril-mez. İnsanların, toplumların ve kapitalizmi aşma iddiasında bulunan örgütlerimizin topyekûn ölçülerde değişim ve dönüşüme ihtiyacı vardır. Bu sürece katkı sunmak amacıyla gerçekleştirmeye çalıştığımız pratik-eleştirel faaliyetlerimiz ile polemiklerimizin ne denli haklı ve doğru bir zeminde olup-olmadığını biz de sorguluyoruz. Hayat ve mücadele bun-lara gecikmeden cevabını vermektedir.

Pratik-eleştirel faaliyetimizi bilince taşıyabilmek için II.TTKK yön-temini kadroların tartışmasına sunuşumuzun nedenlerini bıkıp usan-madan bu vesileyle de tekrar etmeyi yararlı buluyoruz. Sol’da, özellik-lede Devrimci ve Marksist Kadrolar arasında yaşanan sorunlar giderek rayına oturacak diye düşünüyoruz. Sosyalizm-Komünizm adına yapı-lan olumsuzluklar bu süreçte aza inecektir.

Pratik-eleştirel faaliyet, siyasal-sosyal devrimi amaçlayan bilinçli eğitim faaliyetiyle atbaşı gidecektir. Devrim telaffuz eden kimi “yapı ve aydın”lar kapitalist yabancılaşmadan kurtulamadıkları için anılan söy-lemlere başvurmaktadır. İşçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketin bu-luşturulup bütünleştirilememesi onların sosyal rahatsızlıkları yüzünde-dir. Emekçi halkların sosyal kurtuluş davasının darbe alışı da onların donanımsızlıkları yüzündendir.

“Pratik-yeniden üretim” gibi bir sorunsalı ve görevi böylelerinden bekleyen de zaten yoktur.

5 Ekim 2006

Page 12: Sorun Polemik No

22

Nazire Işıklı -Değerlendirme-

Emperyalizmin Gündemindeki TC Devleti Ve TC'nin Gündemi!

TC Devleti emperyalist sistem içinde yeniden şekillendirilmeye ve konumlandırılmaya çalışılıyor. ABD, Avrupa Birliği ülkeleri, TC ordusu, hükümet, muhalefet partileri, sermaye çevreleri kendi politikalarını ge-rilimi artan bir tonda ifade ediyorlar. Talabani, Barzani, Öcalan ve buna bağlı olarak KKK’ da Kürt cephesinden bu tartışmaya müdahiller.

Bilindiği gibi, KKK (halen PKK olarak isimlendirilse de doğrusu KKK'dır), Abdullah Öcalan'ın İmralı’dan yaptığı “ateşkes çağrısı”na beklenen karşılığı vererek resmen “ateşkes” ilan etti. Daha önce ilan edilen dört “ateşkesin” ardından gelen bu “ateşkes” ilanı, KKK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın basın toplantısında belirttiği gibi, ABD'nin 15 Ağustos'ta “silahları bırakın” çağrısının ardından gelişen bir dizi çağrıya da bir yanıttı.

Bu arada Türkiye'de Kuvvet Komutanları birbiri ardına konuşmalar yaptılar. Türkiye Başbakanının ABD'de görüşmelere başladığı gün ise, Genel Kurmay Başkanı, Harp Akademileri'nin yeni öğretim dönemine başlangıç vesilesiyle yaptığı konuşmada Kuvvet Komutanlarının ko-nuşmalarına sahiplenerek temel noktaların altını çizdi.

TC Başbakanı ve ABD Başkanı görüşme sonrası basın mensupla-rına görünüşte bir uyum fotoğrafı verdiler. Tayyip Erdoğan Beyaz Sa-ray'da ayrıca yaptığı basın toplantısında da bu fotoğrafı netleştirmeye özen gösterdi. Kuzey Afrika'dan Asya'ya kadar geniş bir yelpazede ABD ile yapacakları daha birçok işin olduğunu, ABD için TC'nin öne-minin halen çok önemli olduğunu vurguladı.

Bu arada operasyonlar ve çatışmalar devam ediyordu.

Gelinen aşamada önemli bir yol ayrımı ve karar noktasında olanlar TC Devletini yönetenlerdir. Doğal olarak tartışılan esas nokta da budur.

Sorun, Öcalan ve partisinin TC tarafından muhatap alınıp alın-maması değil, TC Devletinin ABD'nin Ortadoğu politikası içinde eski kalıbından çıkıp yeniden biçimlendirilmeye hangi şartlarda ve nasıl ge-lip gelmeyeceğidir. Elbette ki bu çerçevede “Kürt sorunu” en hassas ve temel bir noktadır,

KKK son “ateşkes ilanı”nda kendini sistem içine dahil etmek iste-yen talepler dışında hiçbir talepte bulunmamıştır. Ve bu yeni bir durum

23

da değildir. Öcalan'ın 1999'da İmralı'ya getirilişi sonrasında şekillendiri-len konsepte uygun taleplerdir bunlar.

Öcalan, İmralı'da 7.6.1999 tarihinde yaptığı görüşme notlarında (daha sonra da bir çok defa belirttiği gibi), ABD'ye şu mesajların iletil-mesini istemiştir: “a- Bu girişim, Ortadoğu'da demokratikleşmeye hiz-mettir. Bunun gelişmesine karşı değiliz. Irak'da, Balkanlar'da geliştiyse ABD'nin öncülüğünde gelişimine karşı değiliz. b- Güvenceler verilirse bu demokrasi blogu içinde rolümüzü oynamaya çalışırız. Demokratik bir blok şeklinde gelişeceğine inanıyoruz. c- Arabuluculuğunuzla Tür-kiye'de silahları bırakmaya hazırız. d- PKK, kendi program ve eylem yapısını değiştirerek, yasal-siyasal oluşuma kendisini hazırlamak iste-mektedir. Bunun için Türkiye'den beklentiler, bölgede bazı demokratik-leşme adımları atmasıdır.(Koruculuğun lağvedilmesi, OHAL'in kaldırıl-ması vb.) e- Toplumsal barış için silahsızlanmayı sağlamak için af ge-reklidir, f- Hızlı hareket edilmeli, sınırlar değişmeden güneye siyasal himaye (güvence verilmelidir). NOT: Ev gözaltısı gibi statü yaratmalı-sınız.

Birkaç arkadaş da yanımda olmalıdır. Türkiye'ye kendileri beni teslim etmiştir. Kendileri tarihi en büyük zararı görür. Olumsuz yakla-şım olursa, ABD 21.yüzyılı sadece bizimle savaşarak geçirecektir. Bu konsepte PKK’de dahildir. Hızlı adımlar atılsın. Pratik sonuçları İmralı duruşmalarına yansımalıdır. İngiltere ve Almanya'ya da bu projeyi su-nun. Süleymaniye'de ABD ile görüşsünler. Türkmenler ile ilişkileri dü-zeltin. Talabani ile görüşün, benden de selam söyleyin. Yardım etsin size. 93'deki yapıcı yardımını sürdürsün...”

Öcalan 10.6.1999 tarihli görüşme notlarında ise şunları söylüyor: “Çözüm-pazarlık ABD ile yapılacak, Avrupa ile değil. Beni canlı tabuta koyarak, PKK'de alternatif bekliyorlardı, olmadı. (ABD'de yayınlanan bir strateji dergisinin yazısı okundu, beğendi.) Bu ABD'nin resmî görü-şü, yazıda orta vadeli bir çözüm düşünülüyor. Bence protokole bağla-mışlar. Buradaki tavrımla birlikte benim üzerimde karar verdi. Büyük ihtimalle. Ben biraz hızlandırıyorum.”

İmralı duruşmalarından bu yana yaklaşık yedi yıl geçti. Şüphesiz bu az bir zaman değil. Bu arada PKK İmralı'ya bağlı olarak ideolojisini, programını, stratejisini, adını değiştirdi, ateşkesler ilan etti, eğitimini bu konsepte göre geliştirdi. Yeni adıyla KKK, Öcalan'ın 1999'da söylediği gibi “ABD öncülüğünde geliştirilen demokrasi bloku” içinde kendisine yer verilmesi halinde “rolünü oynamaya hazır” olduğunu ortaya koy-muş durumda.

Bunca yıl sonra ABD ilk defa “ateşkes” konusunda TC üzerinde açık baskı oluşturdu. PKK koordinatörü adı altında doğrudan ve açıkça

Page 13: Sorun Polemik No

24

müdahil oldu. Talabani'nin ABD ziyareti sırasında söylediği sözler de bu kapsam dahilindeydi.

KKK nerede konumlandığını ve ne istediğini net bir biçimde ortaya koymuş durumda. Kendisini emperyalist sistemin kabulüne uygun bi-çimde değiştirip, dönüştürmüş ve taleplerini de bu çerçevede şekillen-dirmiştir.

TC Devleti açısından ise aynı şey söylenemez. TC'nin kafası karı-şık. Korkuları derin. Yarını konusunda emin değil. Başta Kürt halkı ol-mak üzere halkların inkârı ve imhasına, emekçi sınıf haklarının inkâr ve gaspına dayalı temeller üzerinde inşa edilmiş devlet yapısı, bu iki temel korkusuyla (ne yazık ki sosyalizmin aynasında değil) emperyalist siste-min aynasında yüzleşme gücünü bile gösteremiyor. “Kürt sorunu” sos-yalizm mecrasından emperyalist sistem içine akıtıldığı, bu temelde halk-lar sorunu sistem içi bir sorun olarak AB ve ABD tarafından önüne ko-nulduğu biçimiyle bile devlet tüm yapısıyla korku refleksleriyle hareket ediyor. Kürt ve Ermeni sorunu buna en çarpıcı örnekleri oluşturuyor.

Yani, TC Devleti sadece ABD'nin yeni Ortadoğu politikasında yer alsak mı, nasıl yer alsak noktasında tereddütler yaşamıyor. Bu tered-dütlerinin gerisinde kendi tarihinden gelen çok derin korkuları bulunu-yor. Bu korkuyu en somut ve yükse sesle dillendiren ise TC ordusu.

Aynı zamanda kendi eserleri olan TC Devletinin temel korku ve reflekslerini çok iyi bilen emperyalist güçler, bu korkuları hafifletmek ve kırılma noktasına getirmeden esnetmek için gerçekten önemli bir çaba sergiliyorlar. Elbette bu kendi politik çıkar ve amaçlarıyla bağlantılı bi-çimde gelişiyor. Ama buna rağmen, PKK üzerinde gösterdikleri başarı-yı TC üzerinde henüz sağlayamamış bulunuyorlar.

İşte tam da bu noktada, Türkiye'de bir kez daha çarpık ve tümüyle yanıltıcı bir antiemperyalizm görüntüsü ortaya çıkıyor. TC Devletinin korkularına dayalı diretmesi, ABD ve AB'ye karşı bir direnme gibi yan-sıtılarak, antiemperyalizm gerçek temellerinden kopartılıp, TC'nin in-kârcılık ve imha siyasetinin savunulmasına indirgeniyor.

Emperyalizmin böyle bir antiemperyalizmden korku duymayacağı açık. Tam tersine bu, emperyalizmin halkları ve sosyalist güçleri “cep-hesizleştirme ve silahsızlandırma” politikasında ne ölçüde başarılı ol-duğunun göstergesidir. Nitekim şu aşamada KKK'ya “silahları bırak” dayatması son derecede teknik bir olaydır. Çünkü PKK, esas olarak 1999’da ideolojik ve siyasal olarak zaten silahsızlandırılmış ve cephesi dağıtılmıştır. Türkiye işçi sınıfı açısından da bir direnme cephesinden ne yazık ki söz edilemez. Sınıf ideolojik öncülükten yoksun, örgütsüz, güvencesiz, cephesiz ve dağınıktır. Böyle olduğu için de ağırlıklı olarak egemen sınıf ideolojisinin yönlendirmesi altındadır.

25

ABD'de en somut ifadesini bulduğu gibi, emperyalizm, 1990'ların sonu ve 2000'li yıllarda tüm dünyaya, ya sistemin merkezine tam an-lamıyla “itaat et ya da kendi kaosunda yok ol” politikasını dayatmıştır. Irak buna en somut ve yakın örneklerden biridir. “İtaat ettiğin kadar var olacaksın!” “Çeliştiğin kadar kaosa mahkûmsun!” Yani “istikrar” denilen şey, emperyalizme itaatten geçiyor!

TC Devleti şimdi bu ikisi arasında tercihini yapmak zorunda. Tarih-le değil, daha çok önündeki kârlarla ilgili olan tekelci burjuvazi “istikrar” diyor ve esnek bir dönüşümle devletin yeniden yapılandırılmasında kendisi açısından zarar değil yararları önde görüyor. Avrupa Birliği ile uyum tartışmalarına da bu damgasını vuruyor. Ordu ise devletin esas sahibi olma iddiasıyla bunun karşısına esas ve yapay korkuları körük-leyerek çıkıyor. Devlet ve toplum içindeki örgütlenmesi orduyu aşılma-sı güç bir engel haline getiriyor. Ordu merkezli devlet ve ulus örgüt-lenmesi şimdi TC'yi sistem içinde aşılması gereken bir problem haline getirmiş bulunuyor.

PKK bunu geçmişte sosyalizmi esas alarak halklar cephesiyle aşmayı hedeflemişti. Bugün ise, “ABD öncülüğünde demokrasi bloku” dediği emperyalist cephe içinde yer tutma çabasıyla yapmak istiyor, “ideolojik takılmıyor, politika yapıyoruz!” derken bu iddialarını dillen-dirmiş oluyorlar.

TC Başbakanı Erdoğan'ın ABD ziyareti sırasında TC Devleti'nin bütün kurum ve kuruluşlarıyla teyakkuz halinde bulunuşu, Erdoğan-Bush görüşmesi sonrası basın önünde sergilenen “rahat” görüntü nasıl izah edilmeli sorusunun cevabı acaba bu noktada yatmıyor mu?

ABD, kendisine kölece bağımlı uşaklarını biçimlendirmeyi en iyi bilen güçlerdendir. Korkut..., yumuşat…, esnet...! ABD yine, çıkarları gerektirdiğinde dünkü işbirlikçilerini acımasızca terk etmeyi ve yok et-meyi bilen güçlerdendir. Bunları söylemek Amerikanın yeniden keşfi de değildir, bilinen gerçeklerdir.

TC Devleti de hem bu gerçeği, hem de buna bağlı olarak önünde iki yol olduğunu bilmektedir: Ya esneyerek büyüyecek ve emperyaliz-min yeni Ortadoğu politikasının içinde önemli bir yer tutacak. Ya da, kı-rılarak küçülecek ve tam bir kaos alanı haline gelecek.

TC Devletinin önüne konulan bu tercihlerden hangisini yapacağı kendi bileceği iş. Bize düşen her iki durumda da, emekçi sınıf ve halk-ların lehine en doğru politikalarla hem kendi egemenlerimiz ve hem de emperyalizm karşısına çıkabilmek ve yepyeni bir yolu açabilmektir.

3 Ekim 2006

Page 14: Sorun Polemik No

26

Suha Bulut -İnceleme-

Türklerin Küçük Asya Tarihi ve Kürtler

Türklerin Ortadoğu’ya (İran-Irak-Türkiye-Mezopotamya’sı) gelerek Selçuklu Sultanlığı altında egemen devletler kurdukları Miladi 11. yüz-yıldan başlayarak Vezirden tahsildara kadar uzanan zincirdeki “me-murlar aristokrasisinin hep İranlı ya da İranîleşmiş unsurlar olduğu ko-nu ile ilgili tüm toplumsal tarih araştırmalarında görülen ortak bir sap-tamadır. (C.Cahen, F.Sümer, S.Yerasimos, E.Werner, Gordlevski )1

Kimlerdir bu “Türk” devletleri olan İran-Selçuklu ve Anadolu (Rum) Selçuklu Sultanlıklarında idarî-yönetsel, kültürel-edebî, ideolojik ve da-ha az ölçekte askerî egemenler olan İranî unsurlar? Hangi tarihsel sosyo-ekonomik koşulların ürünü olarak ortaya çıkmışlardır? Daha doğrusu tabanlarının Türk/Türkmen karakterine karşılık, daha sonra tam tersine bu tabana yabancılaşıp başta İranî olmak üzere kozmopo-lit yapıya evrilme süreci hangi tarihsel gelişimin ürünüydü?

Araştırmacılar, bu konuda nesnel yapıya bağlı olarak toplum di-namiğini değerlendiren tutarlı görüşler getirmişlerdir. Bunlardan birine, 15. yüzyılın Kuzey Afrika Mağrib’li ünlü İslâm bilgini İbni Haldun’a veri-len referans; çözümleme yapmak açısından ilgi çekicidir. İlk kez Tarih sosyoloji bilimini kurduğu kabul edilen İbni Haldun’un “Mukaddime” ad-lı eserindeki büyük imparatorluk kuran hükümdarların çok güç bir gö-revle insanların kendine yöneltmeye zorladığı, bunun için de kendi ka-bilesine sanki yabancı bir halka boyun eğdiriyormuş gibi davranmaya zorlandığı, öylece kendi yurttaşlarını düşmanlaştıracağından kendi sa-vunmasını ve devletini “yabancı dostlara” emanet etme durumunda ka-lacağı şeklindeki kuramsal belirlemesi bu konuyu açıklamak için refe-rans yapılıyor.2 Teknik açıdan ise, Sultanlara devleti nasıl yöneteceği konusunda ıslahat projeleri sunan Miladi 11. yüzyıl Selçuklu-Fars dev-letinin ünlü veziri Nizamülmülk’ün “Siyasetname”sine gönderme ya-panlar da var.

Ama daha doğru bir açıklamanın, Miladi 11-14 yüzyıllar arasında dalga dalga göçlerle giren bu yarı yerleşik/göçebe tarım-çoban eko-nomili Oğuz-Türk kütlelerin, geldikleri yerlerin ihtişamlı Sasani-Doğu Roma-Arap topraklı-kentsoylu uygarlığını yönetecek devlet mekaniz-masına ve kadrolarına yabancı oldukları gerçeğidir ki, bu nesnellik Selçuklu askeri Aristokrasisinin “kendi” kandaş kardeş Oğuz-Türk ta-banından kopuş sürecini başlatacaktır. Onun içindir ki, gerek İran ve Anadolu (Rumî) Selçuklu Sultanlığı gerek Beylikten Sultanlığa dönü-

27

şüm geçirince Osmanlı devletindeki üst yönetici sınıfları içinden çıktık-ları “kendi” Türklüklerine karşı tarihi boyunca hor, aşağılayıcı, tacizkâr olarak hep “Etrak” sıfatlar eşliğinde saldırmış ve de Rumi ya da Müs-lüman tabirini kendine yakıştırmıştır.3

Çünkü Selçuklu aristokrat-egemen sınıfın girdiği Sasani-Bizans-Arap topraklarındaki “feodalite zenginlik dünyası”nda artık-emek/artık-ürün üzerinden sağlayacağı rantçı birikimi güvenceye alma politikası, “gaza” yolundaki Türkmenlerin anarşist yağmasına karşı çıkmalarını gerektiriyordu.

Tarihin diyalektik özdekçi yorumlanmasının getirdiği bu açıklama bize özgü değil, yeni de değil.

Burada yeni olan şey ise, Selçuklu-Osmanlı’daki sivil-yönetsel sı-nıfın ana gövdesi olan bu Müslüman-İranî unsurların kimliklerini deşifre amacıyla sorgulamamız olacaktır.

Türk Devletlerini Yöneten İranîler

Hemen bir açıklama yaparak başlayalım. Bizans-Sasani egemen-lik dönemlerinde İran, kültürel-politik coğrafya olarak bu günkü Türkiye ve Irak sınırları içindeki kimi yöreleri de kapsıyordu. En azından kültü-rel sınırlar iç içe geçmiş durumdaydı. Bu yörelerde Kürt Mervani ve Eyyubi hanedanlık egemenlikleri malumumuz.

Asıl olarak İran’da yaşayan halkları ise Farslar ve Kürtler başta olmak üzere Acemi, Nebati, Deylemi, Gürcü, Ermeni etnik unsurlar oluşturmaktaydı.4 Bizi bu yazının esprisi içinde asıl ilgilendiren ise, Sel-çuklu ve Osmanlı’da yönetim, idare, kültür, politika, ordu-silahlı kuvvet-ler içinde erke (iktidar) odağı olarak Kürtlerin yeri sorunudur. Böyle bir denklemin unsuru olarak Kürtler mevcutsa, çıkar özlemlerini gözetecek politik organizasyonu da (illegalite de olsa) meşru bir güç olarak salta-natta (devlet ve toplum) kabul görecekti şüphesiz ki.

Konuyu ustaca toparlayan araştırmacılardan biri olan Nejat Birdoğan’a bakarsak, Türkmenlerin 11. yüzyılın ilk yarısında Batı İran’a doğru genişlemeleri sırasında Kürtlerle karşılaştıklarını, devlet nedir bilmeyen bu göçebe Türk ve Kürt oymaklarının dağı-taşı doldurdukla-rını, Anadolu’ya (Mezopotamya üzerinden, S.B.) giren bu Oğuz-Türk kitlelerin Harezm bölgesinde yanlarına aldıkları Kürtlerle yürürken yaz-gı birliği yaptıklarını, kız alıp verdiklerini, ortak müzikleri-dansları oldu-ğunu vb. okuyoruz. Ancak bu bilgilerin Türklerin ve Kürtlerin “alt-tabakaları” (yani Etrak ve Ekrat taifesi) için geçerliliğini unutmamalıyız. Selçuklu Sultanlığında yönetici askerî-sivil Kürt unsurlar kendilerinin

Page 15: Sorun Polemik No

28

“ayak takımı” Ekrat olarak değil de, tersine mal-paracı ve topraklı aris-tokrat “İranî sınıf” tan görmekteydiler.

İşte, İran-Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin yanından ayırmadığı Hezaresb gibi Kürt komutanları, Alparslan’ın 1071 de Bizans’a karşı Malazgirt savaşında ordusundaki Kürt ganimet “gönüllü” süvarileri, Ravadi Kültlerinden Ahmedil gibi Tebriz-Selçuklu emirlerini “İranı ana-sır” içinde mütalaa etmeliyiz.5

Bunun gibi Konya merkezli Rumî Selçuklu sultanlığı kozmopolit askeriye yapısı içinde Kürt paralı-kul askerler görüyoruz ki, “gulam” ta-biri bu kategoriyi tam içeremez. Nasıl ki Bağdat’a giren Selçuklu ordu-sunda Oğuzlar yanında İranlılar (Farslar-S.B.), Kürtler, Deylemliler, bu-lunuyorsa, Konya Selçuklu ordusunda da Türkmenler yanında Kürtler, Harezmler, Ermeni, Rum, Gürcü, Frenk, Rus ve Kıpçak unsurlarda bu-lunuyordu.6

Tersinden okursak Kürt Eyyubi ordusunun Kürtler ve daha çokta Türkler, yani “Türk Kölemen” askerler oluşturmaktaydı.

“Paralı” Kölemen (Memluk) askerlerin iktidar denkleminde fonksi-yonları büyüktü. Saray entrikalarına karışabiliyorlar, Hükümet (Vüzerat) devirebiliyorlar, erke’ye tekelci el koyabiliyordu. Eyyubi sal-tanatında Çerkez ve Türk gulamlar (kul askerler) bu gibi yöntemle Mı-sır Memluk devletini kurmuşlardı.

Selçuklu-Osmanlı İktidar Blok’unda Kürt Anasır!

Burada hemen bir parantez açayım. Sivil asker idarî cihazda İranî-Kürt unsurların mevcudiyetine parmak basarken, Selçuklu-Osmanlı döneminde Mezopotamya’da kendi kendine yeterli dukalıklar misali “bağımsız” Kürt yönetimlerinin (emaret devletlerin) varlıklarını konu dı-şı etmemiştim. Meselâ 10-11. yüzyıldaki Meyyafarkin (Silvan) merkezli olup, Amed’i ( Diyarbakır) de kapsayan Mervaniler olsun, özellikle Mi-ladi 16. yüzyıl’ın ilk çeyreğinde Kürt Mir’i olan İdris-i Bitlisi’nin gayretiy-le Osmanlı merkez’e gevşek tabiiyet bağı ile bağlı olarak kurulan yurt-luk-ocaklık Ekrat sancakları böyle Kürt feodal-beylik organizasyonları-dır.7

Bunlar Kürt tarihinde birer realite. Benim bu yazıda vurgulamak is-tediğim farklı bir düzlemde bakış, bir belirleme olacak. Yani İran-Mezopotamya ve Küçük Asya’da kurulan başlıca “Türk devletleri” olan iki Selçuklu ve bir Osmanlı devletinde bile Kürtlerin ezilen bir unsur olarak yerlerinin ethnique (bugünkü deyimle ulusal) zeminde tanım-lanmalarının abesliği. Ezme-ezilme ilişkisini açığa çıkarmak istiyorsak Kürt’lerin de tarihi düzlemde bile sınıfsal parçalara ayırarak kategorize

29

edilmelerinin kaçınılmazlığı. Çok çarpıcı anlaşılması için işte “paranın yazı turasının” tarihi toplumsal bir olguda nasıl göründüğüne bakalım, 1237’de nasıl ki Babai-köylüler toplumsal kalkışmasında bu “ezilenlerin ordusu”nun bileşimini Türkmenler yanında Kürtler ve Hıristiyan (Rum-Ermeni-Gürcüler) oluşabiliyorsa, onu bastıran Selçuklu ezenlerin ordu-sunda da aynı Türkmen, Kürt vs. ile Hıristiyan “paralı” askerleri gör-mekteyiz (Doğan Avcıoğlu, Faruk Sümer)

Osmanlı biraz farklı. 1300’lerde, sıradan bir Türkmen aşiretinin çeşitli ırk, din ve kültürlerin mozaik halinde yaşadığı Bizans-Selçuklu uç bölgesi olan Bitinye’de (Balıkesir-Bursa vb.) bir “Gaziler, Ahiler ve Dervişler” beyliğine dönüştüğü Osmanlının da kurucu ve sürükleyici unsurlarına baktığımızda ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Bizzat Os-man Bey’in babası Ertuğrul Gazi’nin, ilk “padişahlar” olan I. Orhan ve I. Murat’ın, keza Osman’ın kayınpederi olan Ahi-piri şeyh Edebali’nin, gazi dervişleri olan Geyikli Baba ve Abdal Musa’nın Tac’al-Arifin Ebu’l Wefai-Kürdi öğretisine ve Wefaiye yolakına bağlı olduklarını görüyo-ruz.8

Anılan Ebu’l-Wefa başlıca olarak Cemşit Bender’in, Nejat Birdoğan’ın, Mehmet Bayrak’ın ve Ahmet Yaşar Ocak’ın tarihsel belge ve bulgulara dayalı araştırma sonucu eserlerinde “Anadolu Alevi-Bektaşiliği”inin ilk kilometre taşı, fikirsel-kültürel banisi “Bilad-ı Ekrad” dan (Doğu Anadolu) bir Kürt eren olarak tanıtılmaktadır hep.

Bunlardan, Geyikli Baba ve Abdal Musa’nın ise “Kuzey Batı İran”‘dan Hoy kasabasından olduğunu görüyoruz.

Osmanlı’nın genişleme, daha doğrusu para-malcı bazergan eko-nomi ile örülerek “İmparatorluk”a evrilme sürecinde ise işbu ilk “Asr-ı Saadetçi” Bektaşi ögeler de yavaş yavaş İslâm Ortodoksisince kuşatı-lacaktır. Ama ne gam! Sünni-Osmanlı yönetimle ideolojik aygıtta da “İranî” Kürtlerden Ümera ve Ulema ögeleri olarak önemlerinden vaz-geçilmeyecektir.

Ordu Hıristiyan devşirme askerlere ve Tımar (kamu) arazisini rea-ya’ya işlettiren Sipahi’nin gelir üzerinden çıkartacağı cebeli süvariye bakıyor en başta. Burada Kürt görülmüyor. Ama ya yönetim aygıtında, tonla. Kataloglayabiliriz.

Fatih Sultan Mehmet’in hocası olup, daha sonra medrese müder-risi ve kazaskerlik yapan Molla Gurani, İran-Gurani Kürtlerindendir ki, İslâm Ansiklopedisi’den yazan Ahmet Ateş belirtiyor.(C.8) Medrese deyip geçmeyin. Ne tür “İlim” öğretildiği ayrı bir konu, ama Selçuklu ve Osmanlı medreselerinde hep Arapça, Arapça-Farsça karışık Osman-lıca ve Kürtçe tedrisat yapılırken Türkçe’nin “yasaklı” olduğunu biliyo-ruz. Boşuna mı, 1277’de Fars kültür ve dilinin hâkim olduğu Selçuklu

Page 16: Sorun Polemik No

30

Konya’sında kısa bir süre iktidarı ele geçiren “kızıl külahlı, siyah libaslı (yoksul giyimli), ayağı çarıklı” Babai-Türkmenleri, “Bundan sonra sa-rayda, konakta, divanda ve meydanda Türkçeden başka dil kullanıl-mayacaktır” ferman eylemişlerdi. Arap kaynaklarının diyar-ı Rum’un alimi “dediği” Molla Gurani’nin başına buyruk atamalar yaptığı, saray ve divanı bu yüzden rahatsız ettiği ve taşrada pasif bir göreve çekildi-ğini görmekteyiz ki, Osmanlı’da merkezi yönetimde de Kürt anasır’ın iktidar bloğundaki yerini tahkim etme mücadelesini göstermiyor mu bu durum?

Ya Padişah Yavuz Sultan Selim’le Kürt mefkuresi adına 24 Kürt emaretini “bağlayan” ünlü egemen-mir İdris-i Bitlisi, yazdığı Farsça “Heşt Behişt”(Sekiz Cennet) eseri ile Osmanlı’nın -kendine kadar ki- ilk sekiz padişahına methiyeler düzen, padişah meclisinin nedimelerinden ve Mısır seferinde neferlerinden olan Mevlana İdris!

Ya da, 50 bin Türkmen ve Kürt köylüsü Alevi-Kızılbaş’ın Osmanlı tarafından katledilmesi fermanını veren, bütün tarihlerin en bağnaz ve gerici “alim”‘i olan “Kuzey Irak’ın” Amadiye Kültlerinden şeyhülislam Ebussuut Efendi!

Ya da Osmanlı padişah’ı Mehmet Han III’ü “Her iki karanın her iki deniz’in sultanı, Ömer’in-Büyük İskender’in ikincisi” diye övgülere gark eden Farsça Şarafname (Kürt emaretler tarihi konulu) eser’in sahibi “Bitlis emiri” Şaraf Han! Bunlar başlıcaları, daha kataloglanacak nicele-ri de var. Kürt partisinin “Osmanlı oğulları Cumhuriyetinde” nelere kadir olduğunu göstermek için yeter bu üç tipolojik örnek.

Osmanlı’dan Cumhuriyete

Şüphe yok ki, Fransız Devrimi’nin “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” şi-arlarınca da esinlendirilen 19. yüzyıl sonlarında başlayan “Kürt ulusçu hareketleri’’realitesini ayrı bir düzemde tartışmalıyız.

Ama şu da bir realiteydi ki, Osmanlı’da da Kürtler, hem Konstanti-nopolis merkezli yönetim bloğunda bir bileşen olarak yer alıyorlar, hem de Fırat-Dicle’nin Ekrad sancaklarında tekelci iktidarıyla merkezi un-surlar bağı oluşturuyorlardı. Bu iktidar pozisyonları Cumhuriyet Türki-ye’sinde ethnique düzlemde asimilasyon-eritilme politikalarıyla aşındı-rılırken, toplumsal-ekonomik ve hukukî düzlemde Türkler ile “yurttaş eşitliği” nedeni ile sürmekteydi ki, doğruluğunu ölçmek için “Sosyaliste Kürd” yazar S. Çiftyürek’in “Ulusal Sorunda Somut ve Tarihsel Yakla-şım” adlı hacimli eserine bakılabilir (Gün yn.).

Şüphesiz ki Kürt realitesidir, mızrak çuvala sığmayacağından asimilasyonu kaldırmazdı. Kaldıramadı da. Ancak bu öyle bir “Kürt

31

Türkleri” asimilasyon “orjinalitesi” idi ki, şaşılacaktır belki ama, saldır-gan-ırkçılığa değilde “Türklerin kendilerinden bir bileşen” varsaydığı Kürtleri severek “Kürt-Türk kardeştir” ülküsüne yolu açıyordu. (Şimdi bilmem ama yaklaşık çeyrek yüzyıl önce Yalçın Küçük ve Halil Berktay da bu meyanda değerlendirmeler yapmışlardı, sanırım). İşte son ola-rak Şemdinli kalkışmasını da, Türk tarihi boyunca devlet iktidar blo-ğunda bir bileşen olmuş olan Kürtlerin Cumhuriyet rejiminin bu halkayı koparmada zorlanma girişimine süre gelen tepki ile, hemen yanı başla-rındaki İdris-i Barzani devletine ya da nam-ı diğer Amerika Bitlis’i dev-letine rağmen, Türkiyelileşme çabalarını ısrarlı olarak değerlendirmek istiyorum.

Kapitalizmin hem Metropol’deki hem Mezopotamya’daki “Kürt top-lumu”nu emekdar/sermayedar şeklinde sınıfsal olarak parçalayalı on yıllar oluyor. Ek olarak Mezopotamya-Güney’deki küreselci-emper-yalizmin jandarması pozisyonunda duran A. Barzani D.’nin kaçınılmaz etkilediği/etkileyeceği de dikkate alınmalıdır. Türkiye Komünist hareketi “sorun”a sosyal kurtuluş perspektifiyle yaklaşıyorsa eğer, tek başına “Kürt Ulusal Hareketi”nden devrimci dinamik beklentisinin çöldeki se-rap olduğunu artık görmelidir.

Manisa-12 Eylül 2006

Dipnotlar: 1 Claude Cahen, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, Belleten/201; Claude

Cahen, Osmanlıdan Önce Anadolu, Tarih Vakfı Yn., İst. 2000, s.108 b ve 213; S. Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, Kitap 1, Belge Yn., İst., 1986, s.110, 112, 121, 122, 129; E. Werner, Büyük Devletin Doğuşu, Alan Yn., İst. 1986, s.56, 58; Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, Onur Yn., Ank., 1988, s.252-254.

2 S. Yerasimos, age, s.109-110. 3 F. Werner, age, s.151, Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Kitap 1, Tekin

Yn., İst., 1979, s.134-135. 4 Mesalâ Bkz. Faik Bulut’un iki taksitle saptadığı İranî halklarının kimliği için

İslâm Komüncüleri, Doruk Yn., Ank., 1997, s.131 ve 176. 5 Nejat Birdoğan, Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi, Mozaik Yn., İst.,

1995, s.97, 106, 110. 6 Doğan Avcıoğlu, age, s.131; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türki-

ye, Boğaziçi Yn., İst., 1993, s. 388, 389. 7 Mesalâ, İ. Hakkı, Uzunluçarşılı’ya refaransla Yerasimos, age, s.209-210. 8 Erdoğan Aydın, Nizam-ı Alemin Gayri Resmî Tarihi-Osmanlı Gerçeği, Su

Yn., İst., s.66, 78, 90, 97.

Page 17: Sorun Polemik No

32

Ahmet Temizel -Polemik- Altemperyalist Bir Ülkede Yurtseverlik Nedir?

Emperyalizmin Yakındoğu’ya müdahalesi sürüyor; bu müdahale coğrafyamızı alabildiğine etkiliyor. Burada hamasi nutuklarla emperya-list kapitalizmin bir gün yenileceğine ilişkin sözler kaleme almayacağız. Bunu yapanlar var; ne yazık ki bunu yapanların teorik ve pratik sefale-ti hem tarihsel hem de bilimsel bir öngörünün önünde ayakbağı oluyor.

Öncelikli olarak yaratılan tüm dezenformasyonların önünü alacak olan yöntemden bahsetmek istiyoruz. Mekanik kavrayışlarla, yenilgiyi kabullenmiş ve düzen içinde kendine yer açan anlayışlarla hesaplaş-manın önünü açmak gerekiyor. Altemperyalizm kavramı bildiğiniz üze-re bir çok unsur tarafından kullanıldı ve kullanılmaya devam ediliyor. Bu kavramı kullananların büyük bir çoğunluğu iddialarının arkasını dolduracak bir profil sergileyemedi, düşmanın darbeleriyle dağıldı, tas-fiyeci rollere büründü, bir kısmı nehrin öbür yakasına geçti. Bizler onla-rın uğursuz kimliklerine takılmayacağız. Bu kavramı işlemeye devam edeceğiz. Bu kavramı işlememizin temel nedeni diğer yaklaşımlarda cevaplanmamış sorular bırakan, coğrafyamızda ve benzeri coğrafya-lardaki egemen sınıf burjuvazinin konumu ve birbirleri arasında çelişkili gibi görünen ilişkilerdir.

Emperyalist kapitalizm bir hiyerarşinin üzerine kurulmuş durumda, biz bu hiyerarşinin bir güçler savaşı üzerinde kurulduğunu net bir biçim-de biliyoruz. Doğası gereği bu örgütlenme büyük ve küçük ortakların (sermayelerin) uzlaşma ve çatışmalarına dayanıyor. Emperyalistler bü-yük ortağın arkasında bir dizi halinde sıralanıyorlar ve emperyalist birli-ğin bütününü oluşturuyorlar. Uzlaşmaları emekçi ve yoksul halk kitleleri üzerindeki sömürünün varlığına, çatışmaları ise, bu parsayı kimin topla-yacağına dair kendi doğalarından gelen acımasız rekabete bağlıdır.

Kimilerinin kör biçimde kalçadan salladığı; “artık Lenin’in tespit et-tiği emperyalist kapitalizm yok” hezeyanlarına inanmamız için somut, gerçekten elle tutulur nedenler yok. Evet emperyalistler kendi araların-da sıcak biçimde çatışmıyorlar, ama bunun nedeni Lenin’in tespitinin eskimesi, Ultra emperyalizmin, “imparatorlukların” varolması değildir. Emperyalistlerin sıcak çatışmaya girmesi, büyük krizler ortamında be-lirginleşir. Emperyalistlerin kaygısı: Sıcak çatışmaların ve büyük payla-şım savaşlarının proleterya devrimlerine yolaçmasıdır. Emperyalistler çatışmalarına daha sinsice ve terörist yöntemlerle halen devam etmek-

33

te olup şimdilik mümkün olduğu kadar haksız savaşları yerelliklerde tu-tuyorlar ve Birleşmiş Milletler denilen iki yüzlü kurumun noterliğinde bunu gerçekleştiriyorlar. Bunun en bariz örneğini Lübnan’ın işgal edil-mesinde açıkça görebiliriz. Büyük ortak en büyük payı, kalanlar da bü-yüklüklerine göre küçük payları alıyorlar ve sürekli olarak birbirlerine bel altından vuruyorlar. Yugoslavya’nın çözülüşü sürecindeki emperya-list ablukanın sonuçlandırılmasında, Somali’deki Birleşmiş Milletler müdahalesinde çok net hatırlayacağımız üzere büyük ortağın işi kolay değil. Ama onunda parsayı kaptırmaya hiç niyeti yok.

Ortada sadece ABD veya Avrupa emperyalizmleri yok. Birilerinin çok sevdiği biçimde sadece Yahudi sermayesinin “şer birliği” de yok karşımızda. Kimisi emperyalist kapitalizmin maskesini indirme iddiasıy-la bir yerinde boncuk bulmuş gibi Yahudi sermayesi arıyor. Emperya-lizmin gündemini hatta Amerikayı bile Yahudilerin yönettiğini savlıyor (bunun yetkin örnekleri için bakınız: Cumhuriyet gazetesi BOP yazı dizisi - Ağustos 2006) Oysa ki, tüm bu magazinleşme faaliyetleri tek bir saptır-maya yarıyor. Emperyalist kapitalizmin iktidarını uzatmak, karşıt güçle-rin bilincini bulandırmak. Bazılarının daha başat, daha kanlı bir rol al-dıkları ortadadır. Ancak egemen sınıfların emperyalist birliğini ve gizli açık teşkilâtlarıyla gündemini bir bütün olarak kavramak gerekiyor. Biz bu bütünü cisimleştirdikten sonra bu bütünün parçalarına daha rahat gidebiliriz.

Günümüzde yine iki kutuplu bir dünya vardır. Ancak sanıldığının aksine kutuplardan biri ABD-Avrupa-Japonya, diğeri de Çin-Rusya-Hindistan vb. değildir. Bunu böyle şekillendirmek tarihsel materyalist an-layışı reddetmektir. Bugün de kutubun biri komünizm (sosyalizm) dir. Karşı cephesi ise, emperyalist kapitalizmdir. Modern sınıflar tarih sahne-sine çıktığından beri böyledir ve böyle devam edecektir. Varsın gözü dönmüş kapitalizmin uşakları, mevcut görüntülerden gözleri boyanan üniversite okumuş cahiller, kendi varlığını idealize eden “Marksizmde kriz arama” müptelası yaratıklar bunu saptırmaya çalışsın.

Halen Sosyalizm türü sıfatları ülke isimlerinde bulunduran ülkele-rin Komünist bir Enternasyonalin varlığından ve rehberliğinden yoksun olduklarını biliyoruz. Bunların büyük bölümünün çok büyük hatalar ve sapmalar içinde debelendiğini de görüyoruz. Ancak bu yoksunluk ebe-di değildir. Savaş ancak karşı tarafın iradesi kabul edildiğinde kaybedi-lir. İki irade varolduğu sürece çatışma devam eder. Bugün sanılanın tersine ilerici insanlık teslimiyet geriliğinden uzaktadır, ama iradesini kabul ettirme noktasının da çok çok gerisindedir.

Emperyalist hiyerarşide yeralan her ülke egemen sınıfları varlığını sürdürmek için iki temel unsuru sürekli olarak beslemek durumundadır.

S.P. F/3

Page 18: Sorun Polemik No

34

Bunlardan birincisi milliyetçilik, ikincisi dindir. Kapitalin enternas-yonalleşmesini (küreselleşmeyi) bunun zıttı şeklinde algılayan bir be-yin doğru analiz edemez. Bu bir diyalektik çelişkidir. Çelişkinin özü an-cak bu çözümsüzlüğün bir toplumsal-siyasal devrimle aşılabileceği so-rununda belirginleşir.

Coğrafyamız özelinde ve tüm coğrafyalarda milliyetçiliği ve dini destekleyen her gerici iktidar ancak ve ancak toplumsal-siyasal bir devrimle aşılabilir.

Buraya kadar söylediklerimizi yeniden tekraralamak gerek bir şarttır; ancak yeter şart değildir. Okuyanlarda yukarıda yazılanlar te-mel doğrular, bunları bir çok yerde gördük kanısı da oluşabilir. Ancak temel doğruların bu kadar çok söylendiği ama bu kadar çok temel yan-lış yapılan bir yerde yaşıyoruz. Sorun temel doğruları ne kadar içsel-leştirdiğimize ilişkindir. Sorun Devrime dair söylediklerimizdedir. Misal, Fikret Başkaya’nın Radikal gazetesi ekinde de yayınlanan yazısında (30 Temmuz 2006 Radikal İki s.6) belirttiği gibi “Emperyalizme ve onun bölgedeki uzantısı siyonizme karşı mücadelenin başarısı, söz konusu mücadelenin gerçekten tutarlı bir antiemperyalist dolayısıyla antikapi-talist muhtevaya sahip olduğunda mümkündür.” demek gerektir, ancak bu saptama yeterli değildir. Bu antikapitalist antiemperyalizmin nasıl örgütlerek aşılıp gerçekleşeceğini söylemekte gerekir. Tutarlı bir tavır almayan ve yalnızca “saptama”larla uğraşan aydınları anlamaya çalı-şıyoruz.

Biz bu söyleme işinde yetkinliğimizi arttırmaya çalışacağız, bunu ger-çek yığınların gövdesinde de şekillendireceğiz. Yakın tarihe okuyucuyu sıkacak tekrarlarda bulunma pahasına da olsa bir daha bakalım. Çünkü bu yurtseverlik zortlamasının düğümlerinin bazıları orada saklıdır.

Coğrafyamızda bulunan egemen sınıf iktidarı tarihsel olarak bir mirasın üzerinde bulunmaktadır. Bu miras önceki asırları saymazsak, Bizanstan Osmanlıya oradan T.C. ye birikimlerini üzerinde taşımakta-dır. Lozan ile şekilenen süreç bu hiyerarşik emperyalist yapılanmanın içinde yeniden yer almanın adıdır.(Konuyla ilgili detaylı bir çalışma için ba-kınız: Tolga Ersoy, Lozan Bir Antiemperyalizm Masalı Nasıl Yazıldı?) 1930’ların yıkıcı ekonomik koşulları ve takip eden II. Paylaşım Savaşı-nın sonuçları; 1923’le kabul edilen liberalizmin devlet eliyle korunma-sını getirmiş, bu da son yirmi yılda yeniden yerli yabancı müteşebbisle-re devredilen KİTlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu arada yerli sermaye başından itibaren sürekli olarak korunmuş ve beslenmiştir. Kadrocula-rın başını çektiği ve sonrasında ikinci dönem kadrocular diyebileceği-miz Avcıoğlu ve benzerlerinin ideolojik şekillenmelerinde önemli rol oynayan bu devletçilik zokası (Sovyetlerin uzay yarışında önde olması,

35

ulusal kurtuluş hareketlerinin yaygınlığı, kapitalist ülkelerde yaşanan büyük ekonomik kriz, Keynesyen ekonomi politikaları gibi olgularla bir-likte) kapitalist ilişkileri makyajlayarak emperyalist kapitalizmin az ge-lişmişlik üzerinden bir eleştirisinin yapılabileceği savını getirmiştir. An-cak bilindiği üzere bu sav hem öncelikle 12 Mart hem 12 Eylül süre-cinde hem de son yaşanan özelleştirmeler sürecinde sınıfta kaldı. “Millicî güçler” nedense emperyalist ajanların ihanetlerine hatta işken-celerine maruz kalmıştır. Şimdilerde “millicî güçlerin” bazıları özel Tv kanallarında kim en harbi Kemalist, kim en harbi cuntacı, gibi tartışma-larıyla iştigal etmektedirler. Yaşadıkları yenilginin arkasındaki temel neden olan emperyalist kapitalist ilişkileri bir türlü görmeyip içlerinden bazılarının satılmış olduğunu söylemektedirler. Bu satılmışları satın alan mutlaka birileri vardır. Bir de doğası gereği satın alınamayacak olanlar. Ama “millicî güçlerin” bunu görebilmeleri için artık “millicî güç” olmamaları gerekiyordu. Bu da onlar için imkânsızdı.

Gelelim 2000 sonrası “antiemperyalist” milliyetçi sol hareketlere; bunların temel özelliği mevcut mülkiyet, paylaşım, ilişkilerine yönelik temel ve hatta hiçbir değişiklik taleplerinin bulunmamasıdır. KİT’ler bü-rokrasi kastının altında yönetilmeye (kapitalist pazara ham madde üretmeye) devam etmelidir. Sosyal devlet bu şekilde korunmalıdır. Türkiye “Kuzey Irak-Kürdistan konusunda, Kıbrıs konusunda karşı ta-rafa aman vermemeli, yaşam alanını sonuna dek ne pahasına olursa olsun cansiperane savunmalıdır.” (Burada en solda gözükenler bile en şoven roller alabileceklerini sürekli olarak yukarıya, askerlere göster-mektedirler). Dünyada bir antiemperyalist dalga yükselecektir. Bu dal-gaya yurtseverlik kisvesinde katılınıp (bazıları antiemperyalizmin altını doldurmak diyorlar, herhalde gerçekten kelimenin öteki anlamını kas-tediyorlar) işçiler, emekçiler milliyetçi cephelerde yurtseverce örgüt-lenmelidir. Chavez, Moralez türü liderlerin; ülkelerinde yaşanan sınıf mücadelelerinin birer denge unsuru olarak iktidarda bulundukları ger-çeği atlanarak, kişilikleri yüceltilmeli ve örnek gösterilmelidir! Resmî ideoloji ile kitlelerin çatışma noktalarının üstü güzelce örtülmelidir. Ge-rici iktidarların işçi sınıfını bölmek için kullandığı ikinci silahı dine karşı küçükburjuva radikalizminin “ilericilik-gericilik” ikilemi kullanılmalı, ger-çek gericiliğin sermaye iktidarının egemenliği olduğu temel bilimsel gerçeği gözlerden saklanmalıdır. Emekçi sınıfların kızılbaş-müslüman, kürt-türk (diğer etnisiteler de sayılabilir) olarak bölünmesine katkı su-nulmalıdır.

Toplumda oluşan linç kültürü hemen her gün kanıksanan ve bur-juva güdümlü medyanın “aman bu provokasyonlara meydan verme-yelim” şeklinde yansıttığı mahalle kavgaları, alacak verecek münaka-şaları, Devrimci ve Marksist Sol yapıların mevcut hukuk çerçevesin-

Page 19: Sorun Polemik No

36

de doğal hakları olan basın açıklamaları, bildiri dağıtmalarına karşı olan faşist parti-kolluk güçleri organizasyonundaki saldırılar nedensiz ortaya çıkmadı.

Hemen her büyük fabrikada, her köşebaşında metrelerce yükseklik-te devasa bayrak direkleriyle süslü, bütün diğer bakanlıkların bütçesini aşan dine (Diyanet İşleri Başkanlığına) ayrılan bütçesi bulunan, üç mil-yonu aşkın kaçak yabancı işçi çalıştıran, on milyonu aşkın yedek işgücü rezervi bulunan dünya ekonomisinde büyüklük açısından 13. sırada ve hiyerarşik emperyalist birliğin mağrur üyesi Türkiye, yıllardır özgürlük ve demokrasi taleplerini en sert biçimde boşuna bastırmamaktadır. Alt-emperyalist basamaklarda bulunan bir ülke için işler kolay değildir; he-men her konuda büyük ortaklara bağımlılık, sınırlandırılmış pazar ve re-kabet ortamı. Bu ortamda tutarlı bir tarih ve sınıf bilincine sahip burjuvazi oyunun kuralını uygulamaktadır. Kent küçükburjuvazisinin toplumsal ta-banı kesik kesimlerinin ulusal ekonomiyi (ulusal patronları) koruyan “an-tiemperyalist” söylemi tekellerin çok işine gelir; hele birde bunlar işçi sı-nıfını yurtseverlik maskesiyle örgütleyebilmişlerse.

Tekellerin işini bozan ise, işçi ve emekçi kitlelerin Birleşik İşçi Cephesi altında kendi kavgası için örgütlenmesidir. Bunun araçları ise, işçi sınıfının mutlak yüzde yüz bağımsız tavrı ile gerçekleşebilir. Toplumda yaratılan etnisite temelli ayrılıklar; din ve mezhep kavgaları; sınıf eksenindeki çabalarla ancak bıçak gibi kesilebilir. Bunun yol ve araçları sanıldığından daha kolaydır. İşçi ve emekçiler kanlarını verdik-leri ama bir türlü sahibi olamadıkları vatanın selameti için değil kendi yaşamları için örgütlendikleri mücadeleye sahip çıkarlar. Kısacası altemperyalist bir ülkede antiemperyalizm kisvesindeki şoven ve sos-yalşoven yurtseverlik anlayışları faşizme kapı aralar. İşçi sınıfı ve emekçilerin kendi kavgaları için mücadelesi ise, özünde antiemperya-list bir işlev taşır. Şovenizmin ve sosyalşovenizmin yenilgiye uğratıldığı bir sınıf mücadelesi emperyalistlerin-tekellerin uykularını kaçırır.

Emperyalist kapitalizmin gündeminin bilinmesi, coğrafyamız öze-linde Devlet Tekelci Kapitalizminin tahlili, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri-nin gerçek iktidarının yaratılması için bizler II. TTKK Yöntemini öne çıkarıyoruz. Varsın tezlerimiz doğru mecralarda doğru biçimde tartışıl-sın. PARTİ’nin yokluğunda kendi derme çatma örgütünün çatısı altın-da kapitalizme kan verecek tezleri gündeme getirip tartıştıranların mumu Komünist tezlerin kitlelerde vücut bulmasıyla ancak ve ancak sönecektir.

13 Ağustos 2006

37

İsa Gözaçtı -Değerlendirme- Yakındoğu’ya Emperyalist Müdahale ve Bölgesel Güç Odakları -1

Emperyalist kapitalizmin tarihine baktığımızda, Yakındoğu’ya ço-ğu kereler emperyalist müdahaleleri görebiliriz. Emperyalist müdahale-lerin özü, kapitalist pazarın kontrolü, enerji-hammade kaynaklarının kontrolü, hegemonya kurma, emperyalist sömürü önündeki engellerin kaldırılması ve kapitalist sisteme entegre etme üzerine kuruludur.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na kadar emperyalist müdaha-le İngiltere emperyalizminin liderliğinde yapılıyordu. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist liderlik Amerika Birleşik Dev-letleri’ne geçti. 1990 yılından günümüze kadar Yakındoğu’ya-Körfez’e yapılan emperyalist müdahaleler ABD emperyalizminin önderliğinde ve emperyalist devletlerin koalisyonuyla gerçekleştirildi. Günümüzde ise Yakındoğu’ya yapılan emperyalist müdahale halen sürmektedir.

Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında İngiltere emper-yalizminin liderliğinde çizilen Yakındoğu’nun sınırları, çok büyük deği-şikliklere uğramadan neredeyse aynen kaldı (Yakındoğu’nun haritası, emperyalist politikanın temsilcileri olan Lloyd George ve Winston Churchill tarafından çizilmiştir).1 Çelişki-çatışma-işbirlikçilik üzerine ku-rulan sınırlar bölgede savaşları eksik etmemiş ve emperyalist müdaha-lenin gerekçelerini-bahanelerini yaratmıştır. Örneğin Arap ulusu, farklı kültürel, mezhepsel, inanç farklılıklarından dolayı paramparça edilmiş, emperyalist müdahalelerle onlarca devlete bölünmüştür. Yine Kürt ulu-sunun coğrafyası emperyalist müdahalelerce parçalanmış, bölgesel güç odaklarına pay edilmiştir.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Yakındoğu’daki tek sınır değişikliği siyonist-İsrail Devleti’nin kurulması oldu2. Bölgedeki işbirlikçi devletler yetmezmiş gibi bölgenin çatışmalı ve gerginlik orta-mına ABD emperyalizminin önderliğindeki emperyalist koalisyonun Truva Atı siyonist-İsrail devleti etkeni de savaş sarmalına eklenmiş, savaş bölgenin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.

Günümüzü Anlamanın İki Ana Halkası: 1. Sosyalist Blok’un Çözülüşü ve Tasfiye Edilmesi

1917 Proleter Ekim Devrimi ve sonrasında emperyalizmin zayıf halkaları kopmaya başladı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda

Page 20: Sorun Polemik No

38

(emperyalist savaş, aynı zamanda SSCB’yi tasfiye etmeyi de içeriyor-du. Böylelikle emperyalist zincirden kopan ilk zayıf halka, yeniden sis-teme entegre edilmiş olacaktı.) Hitler Faşizmini yenen SSCB, emper-yalizmin zayıf halkalarının kopmasını hızlandırdı ve dünyanın yaklaşık olarak üçte birinde sosyalist deneyimlerin oluşmasına katkıda bulundu.

Sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketleri gelişti, yeni bağımsız devletler kuruldu. Emperyalizme karşı bir kutup oluşturuldu. Artık dün-yada ortaya çıkan sorunlar/krizler bu iki kutbun mücadelesi ve hege-monyası altında şekillenmeye/çözülmeye başladı. Kapitalist ve sosya-list sistem arasındaki hegemonya mücadelesi hiç durmadı. Görünürde statükonun korunması biçiminde tezahür eden bu hegemonya müca-delesi silahlanma, teknolojik savaş, soğuk savaş, her iki sisteme de mesafeli ve pragmatik yaklaşan ‘Bağlantısızlar’ olarak kendilerini tarif eden ‘devlet kapitalizmi’ niteliğindeki devletleri etkileme ya da dengede tutma ve ekonomik yardımlarla devam ediyordu. Kapitalist ve sosyalist kampın hegemonya mücadelesini 1989 yılında kapitalist kamp kazan-dı. Sosyalist kampın çözülmesi, çökmesi ve tasfiye edilmesi dünyayı tek bir kapitalist pazara dönüştürdü. O güne kadar iki kutbun hege-monya politikasına göre şekillenen dünya, kutbun bir yanının tasfiye edilmesiyle birlikte kaosa dönüştü. Kapitalist kampta rafa kaldırılan kamp içi hegemonya mücadelesi yeniden gündeme geldi. Kapitalist kampta yarıklar ve çatlaklar ortaya çıktı. Kamp içinde yeni kümelenme-ler oluştu. ABD’nin kamp liderliği tartışılır hale geldi. Ayrıca tasfiye edi-len sosyalist kamp paylaşılacak yeni pazar alanlarına dönüştü. Bu du-rum kapitalist kamptaki hegemonya krizini derinleştirdi. Kapitalist kamptaki emperyalist güçlerin hegemonya didişmeleri dünyanın böl-gesel krizlerinin çözülmesinde kendini gösterdi.

İki kampın ilişkisine göre kendini konumlandıran ülkeler, tek ku-tuplu düzene geçişle birlikte sisteme entegrasyon konusunda sorunlar yaşamaya başladı. Sosyalist kampla ekonomik ve askeri işbirliği geliş-tiren ülkeler, yeni durumda yalnızlaşmaya başladılar. Bu durum bölge-sel çatışma dinamiklerini tetiklemeye başladı.

Kapitalist kampın hegemonya krizine, kapitalizmin yapısal krizi de örtüşmeye başlayınca ortaya çıkan çatlak ve yarıklardan bölgesel güç odakları (altemperyalist ülkeler) hareket alanlarını genişletmeye başla-dılar.

Kapitalist kampın liderliğini elinden kolay kolay bırakmaya yak-laşmayacak olan ABD emperyalizmi Afrika, Balkanlar, Kafkaslar, Ya-kındoğu’daki krizlerin çözümünde liderliğin kendisinde olduğunu muha-taplarına (AB emperyalizmine, Japon emperyalizmine, Rusya’ya, Çin’e, Hindistan’a, altemperyalist ülkelere…) kabul ettirmeye çalıştı.

39

2. 11 Eylül Müdahalesi-Darbesi

Sosyalist sistemin çözülüp tasfiye edilmesinden sonra ortaya çı-kan kaosun uzun süreli belirsizliklere yol açacağının bilinciyle hareket eden ABD emperyalizmi, rakiplerinin hareket alanlarını daraltmak ve kriz yerlerine yapılan müdahalelerin maliyetini emperyalist koalisyona fatura etmek için geniş çaplı girişimlerde bulundu (Körfez’e yapılan 1. Emperyalist müdahale). 11 Eylül Müdahalesi-Darbesi3 ile dünyada ‘neo-faşist’ bir dönemi başlattı. ABD emperyalizmi bütün dünyaya ‘ya benden yanasın, ya düşmanımsın’ ikilemini dayattı. Hem içte hem dış-ta geniş bir emperyalist terör dalgası başlatıldı. Birleşmiş Milletler “Nato’nun siyasî organına dönüştürüldü.” 11 Eylül Müdahalesi-Darbe-sine kadar izlenen strateji ‘ABD karşıtlarını zayıflatma’ temelinde yürü-tülüyordu. 11 Eylül sonrası bu strateji ‘ABD karşıtlarını yok etme” ek-senine oturtuldu. Afganistan’a ve Körfez’e yapılan 2. Emperyalist mü-dahalede bu strateji test edilmektedir.

ABD emperyalizmi, iki kutuplu dünyada, kapitalist kutbun liderliğini yürütürken, emperyalist koalisyon, ABD emperyalizminin liderliğine rı-za gösteriyordu. Tek kutuplu dünyada ise, ABD emperyalizminin lider-liğine rıza gösterilecek bir nesnelliğin bulunmadığının farkında olarak hareket eden emperyalist koalisyon, ABD emperyalizminin liderliğine karşı seslerini yükseltmeye başlamıştır.

Günümüzde dünya tek bir pazara dönüşmüştür. Bu tek pazarı ABD emperyalizmi denetlemek ve yönlendirmek istemektedir. Bu kapi-talist tek dünya pazarında söz sahibi olmak isteyen diğer emperyalist güçler çeşitli ittifak ve birlik arayışlarına girişmişlerdir. Ayrıca bölgesel güç odakları da (altemperyalist ülkeler), emperyalist merkezlerin çelişki ve çatışmalarının yarattığı gerilimler sonucu oluşan boşluklardan ya-rarlanarak, bir yandan emperyalist güç odaklarıyla stratejik işbirliğini geliştirirken, diğer yandan bölgesel birlik arayışlarını hızlandırmışlardır.

Yeni dönemin en önemli özelliğini şöyle saptayabiliriz: Sosyalizm uygulamaları tarih sahnesinden geriye çekilmiş, iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçilmiş, kapitalist blokta sosyalist uygulamalara karşı mücadele etmek için geçici olarak rafa kaldırılan hegemonya mücadelesi tekrar gündeme alınmış, 3. Emperyalist Paylaşım Sava-şı’nın nesnelliği ortaya çıkmış, enternasyonal ölçekte sosyalist hareket ve işçi sınıfı 1. raundu kaybetmiştir.

Yakındoğu’nun Yakın Döneminde Yaşanan Önemli Olaylar Şah Vakası

İran İslâm Cumhuriyeti öncesinde, emperyalizmin bölgedeki en önemli ayağı Şah (Rıza Pehlevi) idi. Şah’ın petrol fiyatlarıyla oynama

Page 21: Sorun Polemik No

40

ve yeniden düzenleme girişimi kapitalist blokta tepki ile karşılandı. Bu durum emperyalist metropollerde petrol şoku yarattı. Emperyalist met-ropoller, yeni bir petrol şoku yaşamaktansa,4 Şah’ın tasfiyesini tercih ettiler. Şah gitmezse emperyalist metropollerde yaşanacak olan petrol şoku, kapitalizmin yapısal krizini derinleştirebilir, daha büyük sarsıntıla-ra yol açabilirdi. Üstelik sosyalist blok da halen ayakta idi.

Ayrıca, Şah’ın muhalefetindeki ağırlığı antiemperyalist güçler (Ayetullahlar-Sol ittifak) oluşturuyordu. Bu yetmezmiş gibi bir de Şah’ın ABD’de 200 milyar dolarlık yatırımı vardı. Buna rağmen Şah gözden çıkarılabildi. Yeni bir petrol şoku yaşamaktansa Şah kurban edilebilirdi. Nitekim edildi de.

Şah’ın tasfiyesinin önemli bir nedeni de İran devlet tekelci kapita-lizminin bölgede altemperyalist politikalara yönelmesidir. Şah’ın Şat-ül Arap suyolundaki (petrol kuyuları ve zengin petrol rezervlerinin bulun-duğu bölge) yayılmacı politikası, Şah’ın OPEC’deki girişimleri, emper-yalistlerin yaşadığı 1. Petrol şokunda Şah’ın rolü, emperyalist merkez-lerde Şah’ın güvenilirliğini azalttı. Ayrıca İran’dan yükselen antiemper-yalist dalga, Şah’ın gitmesiyle kalmayacak, emperyalistlerin çıkarlarını da tasfiye edebilecek bir yönelime girebilirdi.

Emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarının Şah sonrası dönemde de korunması için, Şah tasfiye edilmeden önce, emperyalistler Ayetullah-larla ilişkilerini geliştirdiler. Bu ilişkiler ağı, Ayetullahlar-Sol ittifakının bozulmasında önemli roller oynadı. Antiemperyalist mücadeleyi, anti-komünist mücadeleye dönüştürdü.

Şah sonrası Ayetullahlar-Sol ittifakı uzun sürmedi. Bu ittifak politi-kası devam ederken, emperyalistlerin silahlandırdığı ve kışkırttığı Saddam Hüseyin (Irak) İran’ın (antiemperyalist ittifakın) üzerine gön-derildi (Eylül 1980). Emperyalistlerin Saddam Hüseyin’i İran üzerine göndermelerinin en önemli nedeni antiemperyalist ittifakı ortadan kal-dırmaktı. Irak ordusunun İran’da ilerlemesinin durdurulmasında Sol’un askeri gücü önemli roller oynadı. Irak’a yönelik karşı saldırı başlatıldı-ğında Ayetullahların sağ-gerici kanadı harekete geçirildi/geçti. Antiem-peryalist ilerici Ayetullahlar bir toplantı esnasında topluca katledildiler. Sağ-gerici Ayetullahlar TUDEH dışındaki Solla yapılan antiemperyalist ittifakı bozdular. Her alanda Sol ile savaş açtılar. Antiemperyalist sa-vaş iç savaşa dönüştü.

TUDEH Sovyetler Birliği dış politikası (proletarya enternasyona-lizmi ilkesinden hareket etmeyen, tamamen konjonktüre uygun davra-nan pragmatist bir yaklaşım) gereği İran Solu’nun tasfiyesine göz yumdu. TUDEH, İran Solu tasfiye edilirken sağ-gerici Ayetullahlarla yaptığı ittifakı bozmadı. İran Solu tasfiye edildikten iki yıl sonra sağ-

41

gerici Ayetullahlar, TUDEH ile yaptıkları ittifakı da bozdular (1983). Sı-ra TUDEH’in tasfiyesine geldi. TUDEH’in trajik tasfiyesinin sonu, aynı zamanda Sovyetler Birliği dış politikasına endeksli KP’lerin de politika-larının iflasının ön habercisi niteliğindeydi.

Sağ-gerici Ayetullahlar Irak’la savaşın finansmanı konusunda zor-lanmaya başladılar. Antiemperyalist bir karakter taşımadıkları için IMF ile masaya oturup kredi görüşmelerine başladılar. IMF, sağ-gerici Aye-tullahlara kredi vermeyi kabul etti. Kredi borçlarının ödenmesi petrol satışları ile karşılandı. Sağ-gerici Ayetullahlar, hem savaşın finansma-nı, hem silahlanmayı sağlamak konusunda iç emek-sömürü ağını yo-ğun olarak işlettiler.

Sağ-gerici Ayetullahlar, iç kamuoyuna ve İslâm dünyasına verdik-leri mesajlarda söylem düzeyinde emperyalizme-şeytana lanet okuyor-lardı. Perde arkasında ise şeytanla anlaşıp işbirliği yapıyorlardı.

Savaş sona erdiğinde 1.250.000 ölü, yüzbinlerce sakat, yıkılan-harabeye dönen kentler, yüklü dış borçlar İran’ın devlet tekelci kapita-lizmine çözmesi gereken önemli sorunlar bıraktı.

Yeni dönemde ABD emperyalizmi-İran devlet tekelci kapitalizmi çelişkisi: emperyalist ittifak lideri ABD emperyalizmi Sosyalist Sistem’in çözülmesi-11 Eylül darbesi/müdahalesi sonrasında yeni güvenlik-tehdit konseptini oluşturdu. Yeni konseptte ‘komünizmin’ yerini ‘siyasî İslâm ve terör’ aldı. Sosyalist Sistemin emperyalist kuşatma politika-sında, emperyalistler tarafından örgütlendirilip yönlendirilen ve kullanı-lan ‘siyasî islâm’ , yeni güvenlik konseptinde ‘tehdit’ unsuru olarak gö-rülmekte ve kontrol altına alınmak istenmektedir. Özellikle merkezinde İran tekelci devlet kapitalizminin bulunduğu ‘Şii hilali’, ABD egemenli-ğinin Yakındoğu’ya yerleştirilmesinin önündeki en büyük engeli teşkil etmektedir. İran devlet tekelci kapitalizmi, bölgede altemperyalist bir politika izleyerek, ‘Şii hilali’nin hamiliği girişimini sürdürmekte; bölgenin altemperyalist hegemon gücü olmak istemektedir. Kuzey Afrika’dan Yakındoğu’ya, Yakındoğu’dan Hazar havzasına ve İç Asya’ya uzanan ‘Şii hilali’ bağlantı koridorunu İran tutmaktadır. Hegemonya mücadele-sinde önemli bir koridoru tutan İran’ın bu koridordan boşaltılması, em-peryalist hegemonya için zorunludur. ABD emperyalizmi İran’ı bu kori-dordan çıkartabilmek için İran’ı yalnızlaştırma ve tecrit politikası uygu-lamaktadır. İran devlet tekelci kapitalizmi, ABD emperyalizminin uygu-ladığı politikayı etkisiz hale getirmek için AB, Rusya, Çin ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır.

Saddam Hüseyin Vakası

Arap ülkelerinin çoğunda Nasyonalsosyalist kimlikli Baas partileri bulunmaktadır. Baas partilerinin ortak özelliklerini milliyetçilik, milita-

Page 22: Sorun Polemik No

42

rizm, yayılmacılık oluşturmaktadır. Pan Arabist söylem ise, bölgesel yayılmacılığın ideolojik silahı olarak kullanılmaktadır.

Saddam Hüseyin de Irak Baas Partisi’nin bir unsuru ve ürünü ola-rak ortaya çıkmış; partinin içindeki farklı eğilimleri tasfiye etmiş; anti-komünist ve anti-kürt bir politika izlemiş; partiyi, devleti, toplumu ve bölgeyi militarize etmiş; farklılıklara tahammül edemeyen, hatta burju-va demokratik muhalefete dahi izin vermeyen kişi kültü yaratmış; Irak coğrafyasını büyük bir toplama kampına çevirmiştir.

Saddam Hüseyin, Şah sonrası İran’daki antiemperyalist dalgayı kendi lehine değerlendirmesini bilmiş, bu sayede emperyalist kampla ilişkilerini geliştirmiş, yoğun bir silahlanma sürecine girmiş, yayılmacı-altemperyalist bir politika yürütmüştür. Saddam Hüseyin şahsında böl-gesel hegemonik bir güç olmak isteyen Irak devlet tekelci kapitalizmi, emperyalist blokun onayını ve desteğini de alarak İran’ı işgale başla-mıştır. ABD, Fransa, İngiltere emperyalizminin, Irak’ı desteklemelerinin en önemli nedeni, İran’da Şah’a yönelik muhalefetin aynı zamanda an-tiemperyalist bir dalgaya dönüşmesi; dalganın giderek anti-kapitalist bir dalgaya dönüşmesi eğiliminin güçlenerek, emperyalizmin zayıf hal-kası İran’ın zayıf halkadan kopmasının engellenmesidir. Bu sayede emperyalizmin en önemli silah müşterisi haline gelen Irak, İran-Irak savaşı sırasında manevra yeteneklerini geliştiren bölgenin önemli bir savaş aygıtına dönüştü.

Emperyalizmin zayıf halkası İran’ın halkadan kopması, İran-Irak savaşı ile engellenince, savaş aygıtı Saddam Hüseyin’in dizginlenmesi emperyalist ittifakın gündemini işgal etmeye başladı. Savaş sırasında silahlanma için emperyalistlerin mali kurumlarına ve emperyalist silah tekellerine yoğun borçlanan Saddam Hüseyin, dış borç ödemeleri ko-nusunda çok sıkıştırıldı. Saddam Hüseyin borçların ödeneceği konu-sunda güvence verdi. Bu güvenceden hareketle Irak’ın dış borçları tak-sitlendirildi. Saddam Hüseyin’in dış borç ödemelerindeki tek koşulu, ödemelerin OPEC’in varil başına belirlediği fiyattan yapılması idi. Em-peryalistlerin yönlendirmelerindeki Arap şeyhlikleri, petrol fiyatlarını OPEC’in belirlediği fiyatın çok çok altlarına çektiler. Bu durum, Sad-dam Hüseyin ve Irak devlet tekelci kapitalizmi için kabul edilebilecek bir durum değildi.

Emperyalistler Kuveyt’i, Saddam Hüseyin’i ‘tuzak’a düşürmek için kullandılar. Kuveyt, ham petrol fiyatlarını, OPEC’in belirlediği fiyatların altına çekmekle kalmadı. Irak’la sorun yaşadığı sınır bölgesindeki pet-rol kuyularını üretime açtı. Oysa bu kuyular, Irak’la yapılan anlaşma gereği açılmayacak ve petrol üretimi yapılmayacaktı. Zaten yayılmacı

43

bir politika izleyen Saddam Hüseyin’i Kuveyt ‘tuzağına’ iten bu manipü-lasyon oldu.

Siyonist İsrail Faktörü

İran-Irak savaşından sonra güç ilişkileri ve denge değişmeye baş-ladı. Siyonist İsrail’in aleyhine işleyen bu süreç, İsrail’i önlem almaya, emperyalist metropollerdeki lobi faaliyetlerini artırmaya yöneltti. Özel-likle ABD’deki Yahudi lobileri, ABD’yi ikna etme konusunda çok yoğun faaliyette bulundu. Yakındoğu’daki dengenin yeniden İsrail’in lehine döndürülmesi konusunda emperyalist güçler anlaştı.

Bölgedeki hiçbir güç, emperyalist ittifakın çok yoğun biçimde silah-landırdığı ve bir savaş aygıtına dönüştürülen Irak’ı durdurabilecek güç-ten yoksundu. Siyonist İsrail Devleti’nin bölgede yalnızlığı ve yayılma-cı, saldırgan bir politika izlemesi de Irak’ı durdurabilecek durumda de-ğildi. Ayrıca Saddam Hüseyin’in Filistin Sorununda taraf olup İsrail’in zayıflatılmasında rol alma olasılığı da İsrail’i iyice köşeye sıkıştırabilir-di. Ayrıca Saddam Hüseyin’in yayılmacı Baas politikasında, Hafız Esad ve Hüsnü Mübarek’ten daha aktif politika izliyor olmasından do-layı emperyalist ittifak’ın ileri karakolu siyonist İsrail’i savunmacı bir çizgiye zorlayabilirdi. İleri karakolun geri çekilmesi yerine, büyütülmüş canavarın küçültülerek zararsız hale getirilmesi, ardından canavarın yok edilmesi emperyalistlerin bölgedeki çıkarları için daha uygundu. Bu durum emperyalist politikanın yüzbir yüzlü olduğunu da gösteriyor-du.

Emperyalistler Saddam Hüseyin’i bizzat silahlandırdıkları için Irak’ın silah gücünü biliyorlardı. Kendi elleri ile silahlandırdıkları cana-varı, kendi elleriyle etkisiz hale getireceklerdi. Ayrıca bu emperyalist müdahale sayesinde çözülen ve çökme sürecine giren Ssosyalist Sis-temin gücü de test edilmiş olacaktı.

Bölgeye emperyalist müdahale hazırlıkları yapıldı ve müdahale için gerekçe-bahane aranmaya başlandı. Saddam Hüseyin’i Kuveyt’le manipüle ederek, Kuveyt’e sürükleyen emperyalist ittifak müdahale ge-rekçesini de “meşrulaştırdı.”

Yakındoğu’ya Emperyalist İttifakın Müdahalesi

Emperyalist ittifak gücü, Saddam Hüseyin’i devirebilecek güçte olduğu halde Saddam Hüseyin’i devirmedi; zayıflatmayı tercih etti. Saddam Hüseyin’in Baas Partisi, devlet ve orduda kendisine bağımlı mekanizmalar yaratmasından dolayı kendi yerine geçebilecek ve onun boşluğunu doldurabilecek, aynı zamanda emperyalist ittifakla işbirliği yapabilecek onun muhalifi örgütlü güç yoktu. Şii ve Kürt dinamiğinin

Page 23: Sorun Polemik No

44

örgütlülük düzeyi de Saddam Hüseyin sonrası doğacak boşluğun nasıl doldurulacağı noktasında yeterli “olgunluk ve işbirliği”ne hazır değildi. Emperyalist ittifak, “olgunlaşma ve işbirliği” hazır olana kadar zayıfla-tılmış ve kontrol altına alınmış bir Irak’ı tercih etti.

Emperyalist ittifak, Saddam Hüseyin’in gitmesi sonucu oluşacak boşluğu dolduracak dinamiklerin “rüştünü ispatlayıp, olgunluk ve işbir-liği” kapasitelerini geliştirdikten sonra, ikinci bir müdahale ile Saddam Hüseyin’i tamamen tasfiye etmiştir.

Zayıflatılmış ve kontrol altına alınmış, emperyalist ittifakın borç sarmalına takılmış bir Irak da emperyalist ittifakın kabul edebileceği bir durum iken, emperyalist ittifakın lideri ABD emperyalizmi, tek kutuplu dünya gerçeğini çok iyi “kavradığından” olsa gerek, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası çizilen sınırları yeniden çizmek; statükoyu değiştirmek istemektedir. ABD emperyalizmi açısından “Yeni Dünya Düzenine yeni statüko” gereklidir. Yine ABD emperyalizmi açısından “yeni statüko, bölgedeki yeni aktörlerle” oluşturulacaktır. Ya yeni statü-koya uyum sağlanır, ya yeni statükonun oluşturulmasında görev alınıp aktör olunur, ya da tasfiye olunur. İttifak politikası da yeni statükonun oluşturulmasına göre yapılacaktır. ABD emperyalizminin bu politikası bölgede test edilmeye başlamıştır.

Irak, ABD emperyalizminin yeni politikası gereği fiilen üçe bölün-müş durumdadır. Sünni Irak (işgale karşı direnişin olduğu bölge), Şii Irak, Otonom Kürdistan. Irak’ta denenen yeni statüko oluşturma giri-şimlerinin, bölgenin diğer devletlerine doğru genişletileceğinin işaretleri yapılan manevralardan ortaya çıkmaktadır. En son siyonist İsrail’in Lübnan’ı işgal provası, Suriye ve İran’ın arasına tampon çekme girişi-mi, yeni statüko oluşturma alanlarını göstermektedir.

İttifak Politikaları

1. Körfez Savaşı sonrasında yeni ittifak politikaları şekillendi.6 Kör-fez Savaşı Irak’taki statükoyu sarstı ve zayıflattı. Sosyalist Sistemin bölgede gerçekleştirdiği ittifak politikaları ve ağırlığı-dengesi ortadan kalktı. ABD emperyalizmi Yakındoğu’nun merkezini kontrol altına aldı. Bu durum, yeni ittifak arayışlarını ve bölgedeki stratejik yönelimleri te-tikledi.

Yönelimlerin netleşmesinde Kafkaslar’daki, Balkanlar’daki, İç As-ya’daki gelişmeler de etkili oldu. Belirginleşen ittifakları şöyle sıralaya-biliriz:

a. Yunanistan, Bulgaristan, Güney Kıbrıs, Suriye, İran, Irak, Er-menistan, Rusya Federasyonu, Çin.

45

b. ABD, İsrail, Türkiye, Ürdün, FKÖ, Mısır, Körfez ülkeleri.

c. Türkiye, İsrail, Ürdün, Filistin Özerk Yönetimi.

En önemli gelişmelerden birisi de Türkiye-İsrail Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşmasıdır (22 Şubat 1996).

2. Körfez Savaşı’ndan sonra ise Irak tasfiye edildiği için ittifak poli-tikalarından çıkmak zorunda kaldı.

ABD, İsrail, Türkiye, Ürdün, Filistin Özerk Yönetimi, Körfez ülkeleri bloğuna Özerk-Federatif Kürdistan da katıldı. Emperyalist İttifak Lideri ABD Emperyalizminin Müdahalesi İle Uluslararası Nitelik Kazanan “Filistin-Kürdistan Sorunu”

1. Körfez Savaşı sonrasında “Filistin Sorunu”, 2. Körfez Savaşı sonrasında “Kürdistan Sorunu” burjuva çözümü çerçevesinde, ABD emperyalizmi tarafından uluslararası gündeme taşındı. Ulusal sorunun çözüm yöntemlerinden biri olan ‘burjuva çözümü’ ABD emperyalizmi-nin kontrolünde bölgede gerçekleştirilme sürecine sokulmuştur.

Her iki sorun da çözülmemiş geç-ulusal sorunlardır. İki kutuplu dünyada çözülemeden tek kutuplu dünyaya taşınan bu ulusal sorunla-rı, tek kutuplu kapitalist dünyanın lideri ABD emperyalizmi müdahale ederek çözmek istemektedir. Her iki ulusal sorunun çözümü, bölgedeki statükoyu etkileyeceğinden ve statükoyu değiştireceğinden dolayı İran, Türkiye, Suriye gibi ülkelerin tepkileriyle karşılaşmaktadır. Özellikle “Kürdistan Sorunu”nun çözümü ‘burjuva çözüm’ çerçevesinde olsa bile Kürtlerin yaşadığı diğer coğrafyaları da etkileyeceği düşüncesinden hareketle bölgedeki bölgesel güç odakları, bu çözümün kendi toprakla-rına sıçramasından çekinmektedirler.

12 Ekim 2006 (Devam Edecek)

Dipnotlar:

1 Yavuz Gökalp Yıldız, Global Stratejide Ortadoğu, Der Yayınları, 2000, s.

VIII. 2 Veysel Çamlıbel, Kürt Solu-Newroz Kitap Dizisi 10, ABD’nin Irak Operas-

yonu, Kürtler ve Düşündürdükleri, s. 18. 3 İsa Gözaçtı, SORUN Polemik Sayı:1, Kapitalist-Emperyalizmin Yapısal ve

Hegemonya Krizi Derinleşiyor III. 4 Orhan İyiler, Körfez’in Kutsal Adakları, Akyüz Kitabevi, Mart 1991, s. 49-

58. 5 Coşkun Adalı, Emperyalizmin Ortadoğu’ya Müdahalesi, Sorun Yayınları,

Ekim 1991, s. 9 6 Yavuz Gökalp Yıldız, Global Stratejide Ortadoğu, Der Yayınları, 2000, s.

159.

Page 24: Sorun Polemik No

46

Serhat Munzur -Değerlendirme-

Bilim Üniversite ve Gerçekler -1

“Bilimsel bilgi” olarak adlandırılan terim, elbetteki farklı bilim disip-linlerinin bütününü içerisine almaktadır. Bilim, yaşamı bir bütün olarak algılama işi ise eğer -ki bilim insanları bu gün bunu söylüyor:- “Bilim, yaşamı kucaklayan bütün alanlarda bir gelişim sağlama ve bu alanları birer araç biçiminde kullanarak bunu yapma işidir” deniyor. O halde; sosyal, kültürel, politik, felsefî, antropolojik, tarihî, coğrafik, teknik, tıbbi vb. alanlarda elde edilen veri ve bilgileri sistemleştirerek yeni veri ve bilgilere ulaşma biçiminde bir gelişim sağlama ve bu alanları gelişimin sağlanması için birer araç olarak kullanma, bu yöntemle toplumsal ge-lişimin önünü açma çabasıdır bilim.

Kabaca tanımlamaya çalıştığımız bilim, üniversiteler vasıtasıyla topluma yön vermek ve toplumsal gelişimi sağlamak amacı ile kulla-nılmaktadır. Üniversiteler, bilindiği üzere bilgi üretme ve bilim alanında çalışmalar yürütme merkezleri olarak tanımlanırlar. Bir üniversitenin varlık nedeni de budur zaten. Yani bilim alanında uğraş vermek, bilim-sel bilgiyi sistematize etmek biçiminde kullanarak toplumsal ilerlemeyi sağlamak. Bu yönü itibari ile üniversiteler ilk varoluş dönemlerinden günümüze kadar toplumsal ilerlemenin manivelası görevini görmüşler-dir. Zira üniversitenin varlık nedeni olarak yaşam bulan, bilimsel bilgi üretim sürecinde, fikirlerin kendilerini özgür bir şekilde ifade etmesi du-rumu ve buna bağlı olarak farklı düşüncelerin çarpışması sonucu orta-ya çıkan yeni fikirler, toplumu, içinde bulunduğu iktisadî, sosyal-kültürel, politik vb. konumlanışından daha ileri bir aşamaya sıçratma özelliği taşımaktadır.

Denilebilir ki, üniversitenin, temel uğraş alanı olan bilim disiplinle-rinin gelişimine yönelik yoğun çabası nedeniyle, üniversiteyle ilişkilen-miş her bireyi ilişkilendiği oranda bilgi sahibi eden, geniş düşünmeye iten ve yerel ölçekte, yaşadığı coğrafyanın toplumsal yapısının gelişi-mini, evrensel ölçekte ise tarihsel mirasıyla insanlığın gelişimini hedef-leyen bilinçli bireyler yaratma gibi bir misyonu vardır.

Bilim ve üniversitenin yukarıda açıklanan bu misyonunun, bugün ülkemiz üniversiteleri için geçerli olduğunu ileri sürmek gerçekçi bir be-lirleme olmasa gerek. Üniversitelerin bugün içinde bulunduğu duruma ilişkin bir saptama yapmak için, öncelikle üniversitelerin genel yapısı hakkında bilgi edinmemiz gerekmektedir. Bu temelde ülkemiz üniversi-telerinin yapısı hakkında ana başlıklara değinmek gerekirse:

47

Üniversitelerde Bilimsel Eğitim

Bugün TC devleti sınırları içerisindeki herhangi bir üniversitede bi-limsel bir eğitimin var olduğunu söylemek son derece saçma bir belir-leme olsa gerek. Üniversitede okuyan aklı başında her öğrenci, eğitim sistemindeki bozukluğun, üniversitedeki yansıması olarak açığa çıkan ezberci, mistifikasyona dayanan, idealizme bulaşmış, resmî ideoloji ve onun tarih anlayışı olan resmî tarih anlayışına dayalı, Türk-İslâm sen-tezci, destansı, kelimenin gerçek anlamıyla masalımsı özelliklere sahip bir eğitimin var olduğunu bilmektedir.

Sonuç itibariyle, üniversite öncesinden başlayarak, bilimsel olma-yan bu türden bir eğitimden geçen ve kapitalist anarşinin yönlendirme-si sonucu, para kazanma hırsı ve amacı ile üniversiteye gelebilmiş bi-rey, üniversitede beynine yerleştirilenlerle birlikte iyice gerçek bilgiden uzaklaşmış, böylelikle de üniversite okumuş cahil yığını içerisindeki yerini almış oluyor.

Bunun sonucunda ise Neruda’yı tanımayan edebiyatçılar, İzafiyet teorisini açıklayamayan fizikçiler, Adem ve Havva’dan türediğine ina-nan hekimler ve öğretmenler, Klimanjaro’nun Latin Amerika’da oldu-ğunu zanneden coğrafyacılar vb. üniversite okumuş cahil sürüsünün parçası olarak her geçen gün çoğalarak toplumsal yaşamdaki yerlerini almaktadırlar. Bu türden bir bilgi derinliğine(!) sahip bireylerin, toplum içerisinde sosyal, kültürel ve siyasal alanda söz sahibi olduğu düşünü-lürse, üniversitenin varlık nedeni olan toplumsal gelişimi sağlama ça-basının ne kadar vahim sonuçlara yol açtığı görülecektir. Hele birde bu bilgi derinliğine(!) sahip bireylerin, kendi alanlarında, okullarda eğitim veren öğretmenler oldukları düşünülürse, durumun vahamiyeti daha iyi anlaşılacaktır.

Üniversitelerde Eşit ve Parasız Eğitim

Sınıf sömürüsüne dayalı kapitalist sistemin varolduğu her alanda olduğu gibi, üniversitelerde ve üniversite eğitiminde de eşitsizlik kapita-list sistemin varlık nedeni olarak yaşam bulmak zorundadır. Üniversite eğitiminde eşitsizliği koşullayan temel öge, yine ekonomi olarak karşı-mıza çıkmaktadır.

Ağırlıkla emekçi sınıf ailelerinden gelen bireylerin eğitim gördüğü devlet üniversiteleri, eğitim kalitesi, sosyal ve kültürel yaşantıdaki akti-viteleri ve koşulları, yurtları, yatakhaneleri, yemekhaneleri, öğrenci ev-leri, bilgi edinme sürecinde kullanılması gereken her türden materyali, sağlık koşulları vb. bakımından, üniversiteye bilgi birikimi ve emeği ile değil de parasıyla girebilen öğrencilerin varolduğu özel üniversitelerle karşılaştırılamayacak boyutlarda eşitsiz bir durumdadır.

Page 25: Sorun Polemik No

48

Özel üniversitelerde, sosyal ve kültürel aktiviteler için gerekli olan tüm koşullar, tam teçhizatlı olarak hazırlanmıştır. Ancak sistem bu ko-şullardan yararlanma fırsatını sadece parası olanlara tanımaktadır. Zi-ra özel üniversitelere sadece parası olanlar gidebilmektedir. Emekçi halk çocukları, okumaya zorunlu bırakıldıkları devlet üniversitelerinde tüm bu sosyal ve kültürel aktiviteleri gerçekleştirmek için gerekli olan altyapıdan yoksundur. Bununla birlikte parası olanların okuduğu üni-versitelerin yurtlarında, tek kişilik, son derece lüks ve konforlu, duşu, mutfağı, kliması ile dört dörtlük odalara aylığı bin dolarlarla ödemeler yapılırken, emekçi halk çocuklarının okumaya zorunlu oldukları devlet üniversitelerindeki yurtlarda ise on, on altı kişilik odalarda son derece elverişsiz koşullarda, ortak tuvalet, ortak duş kullanılmakta ve cezaev-leri özentili sözde disiplin uygulamaları bulunmaktadır. Gene aynı şe-kilde parası olanların gidebildiği üniversitelerde okuyan öğrenciler ile devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin beslenme, sağlık, bilgi edinme sürecinde yararlanılması gereken materyal ve araçların kulla-nımı konusunda derin uçurumlar bulunmaktadır. Bir tarafta altlarında pahalı arabalarla paralı üniversitelerin öğrencileri diğer tarafta ise be-lediye otobüslerini kullanmak zorunda olan devlet üniversitelerinin emekçi halk çocukları.

Temelde sınıflı toplum yapısının, özelde ise paralı eğitim sistemi-nin bir sonucu olan özel üniversitelerin varlığı, eğitimde ve eğitim son-rasındaki yaşantıda büyük bir eşitsizliği yaratmaktadır.

Bununla birlikte devlet üniversitelerinin parasız olduğu söylenir. Oysa her kayıt döneminde harç adı altında tüm öğrencilerden haraç alınmaktadır. Alınan bu para ise üniversitelerde eğitim kalitesinin yük-seltilmesi için kullanılmamaktadır. Her kayıt döneminde yüz binlerce öğrenciden alınan bu paranın eğitime değil de militarist devlet yapısı-nın daha da güçlendirilmesi amacıyla silaha ve savaşa aktarıldığı bili-nen bir gerçektir.

Anadilde Eğitim

Anadil, adından da anlaşılacağı üzere, bireyin ebeveynlerinden öğrendiği dil manasında kullanılır. Bununla birlikte çeşitli nedenlerden kaynaklı olarak ebeveynlerin çocuklarına öğretemedikleri bir dil olarak da varolabilir. Elbette ki bu nedenlerin başında, çokça karşılaşılan bir uygulama olarak, dillerin, faşizan uygulamaların hüküm sürdüğü ülke-lerdeki yasakçı ve baskıcı rejimler tarafından yasaklanması ve yok edilmeye çalışılması gelmektedir. O halde anadil üzerine yapılacak bir tanımlamada, bireyin o dili bilip bilmemesi her hangi bir belirleyici ölçüt olarak değerlendirilemez. Son belirlemede anadili, -birey onu bilsin ya

49

da bilmesin- bireyin etnik ya da ulusal dili olarak adlandırmak müm-kündür.

Yukarıda adı geçen, faşizan uygulamalarda bulunarak dilleri ya-saklama yöntemini uygulayan, resmî dil olarak kabul edilen ezen ulus dilinden başka tüm dilleri yasaklayan bir devlet mekanizması içerisinde bulunmaktayız. Bu devlet mekanizması, kuruluşundan günümüze, dil-leri sadece resmî alanda değil sosyal yaşantıda dahi kısıtlamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, resmî dil Türkçe’yi bilmeyen vatandaşların alış verişte dahi farklı dil kullanmalarına, rejim, çoğu zaman para, kimi zamanda hapis cezası vermiş bu yöntemle rejim, resmî dilin dışında her hangi başka bir dilin kullanılmasının sosyal yaşantıda da yasak-lanmasını hedeflemiştir.

Anadilini, dünyayı tanımaya ve anlamlandırmaya başladığı dö-nemde öğrenen her hangi bir bireyin, zihinsel, kültürel, bilimsel ve sos-yal gelişiminin ileriki aşamalarında farklı bir dille eğitim görme zorunlu-luğunda bırakılması, bireyin öğrenme ve bilgi edinme sürecini yavaşla-tıcı bir etken olma özelliğini taşır. Bu da bireyin zihinsel, kültürel, bilim-sel ve sosyal gelişimini olumsuz etkiler.

Eğitim ve üniversiteler ölçeğinde düşünüldüğünde, ana dille eğiti-mi iki biçimde ele alarak değerlendirmek durumundayız. İlk olarak bi-reyin gelişimi üzerindeki etkisini, bireyin kendi dilinde almış olduğu eği-timin daha verimli bir eğitim olacağı gerçeğini ve her bireyin kendi ana dilinde almış olduğu eğitimin, farklı bir dilde eğitim görmenin yarataca-ğı öğrenme zorluğu nedeniyle eşitsizliği ortadan kaldıracağı gerçeğini göz önünde bulundurmalıyız. Ülkemiz ölçeğinde düşünüldüğünde resmî dil olarak adlandırılan zorunlu dil Türkçe’yi anadil olarak kulla-nanların yanında, ilk öğrendikleri dil Kürtçe, Lazca, Dersimce, Arapça vb. olan bireylerin Türkçe eğitim görme zorunluluğunda olmaları, daha baştan, Türkçe dışında farklı bir dil kullanan bireylerin eşitsiz koşullar-da -en azından dil alanında- eğitim gördüğü gerçeğini yansıtmaktadır. Sıkça karşılaşılan bir örnek olarak vurgulamak gerekirse, Türkçe bilen öğrenciler, ilkokul yıllarında, ilkokulda almaları gereken bilgileri edinme çabasında iken, başta Kürt köylerinde olmak üzere Dersim ve Laz köy-lerinde Türkçe bilmeyen ilkokul öğrencileri, ilkokul yıllarının tamamını bilgi edinmek yerine Türkçe öğrenmek zorunda bırakılarak geçirmek-tedirler. Bu durum ise anadilde eğitim almamış farklı etnik ve ulusal yapıdaki öğrencilerin, kendi ana dillerinde eğitim almış Türk öğrenciler karşısında hayata yenik başlamalarını yaratmıştır.

Anadil eğitiminin ele alınması gereken ikinci boyutu ise daha çok toplumsal-evrensel ilişkisi eksenindedir. Anadilin kullanımını, sadece o dili kullanan bireylerin kişisel gelişimlerini daha rahat sağlayabilmeleri

S.P. F/4

Page 26: Sorun Polemik No

50

için değil, bununla beraber, politik, insanî, etik bir bakış açısı ile yak-laşmamız durumunda ortaya çıkacak olan, her ulusun her dilin kendi-sini yaşatma ve özgür bir şekilde yaşamın her alanında kullanma öz-gürlüğünün varolması içindir.

Yukarıdaki belirlemeler ışığında düşünüldüğünde görülecektir ki, toplumsal gelişimin önündeki kanalları açmakla görevli olan üniversite-ler ülkemizde bu kanalları açmak bir yana, toplumsal gelişimin önüne set çekme amacıyla hareket etmektedirler. Her dilin kendini özgürce ifade ettiği, dillerin eşit kullanım koşullarının yaratıldığı bir ortam top-lumsal gelişkinliğin bir göstergesi ve aynı zamanda toplumsal gelişimi hızlandıracak bir durumdur. Burjuva ideologları, bize, üniversitelerin toplumun önünü açabilecek yegâne kurum olduğunu anlatadursunlar, üniversite yönetimleri de anadilde eğitimin ve bu türden bir istemde bu-lunmanın suç olduğunu ileri sürsün. Bilindiği üzere yakın geçmişte -iki binli yıllarda!- tüm burjuva yasallığı içerisinde anadilde eğitimin seçmeli ders olarak, dilekçe verme yöntemiyle oldukça kibar bir istemi, üniver-site yönetimleri, okuldan ve hatta YÖK’ten atma biçiminde cezalar ve-rerek karşılamıştır.

Tüm bu koşullarda, “üniversitede anadilde eğitim için ne yapılabi-linir” sorusuna verilecek en anlamlı yanıt, yan yana durarak BİRLİK oluşturmamız gerektiğidir.

Üniversite-Polis-Ülkücü İşbirliği ve Ortak Saldırıları

Eğitim alanında varolan tüm bu çarpıklıkların yanında, üniversite-lerin demokratik ve politik tutumları da sınıf sömürüsüne dayalı toplum düzeninde sistemi yani sınıflı toplumu koruma adına hareket etmekte ve bu yolda her türden antidemokratik ve faşizan uygulamalarda bu-lunmak biçiminde olmaktadır. Üniversitelerde, düşünen, sorgulayan, üreten öğrencilere ve öğretim üyelerine karşı baskıcı uygulamalarda bulunmaktan çekinmeyen üniversite yönetimleri bu uğurda öğretim üyeleri ve öğrencileri okuldan atmakta, uzaklaştırma cezaları vermek-te, soruşturmalar açmakta, üniversitelere giriş ve çıkışlarda cezaevi uygulamalarını aratmayan kimlik kontrolleri, üst aramaları yapmakta, bilim üretmekle görevli olan üniversiteye kimi zaman kitap, dergi vb. gi-rişini yasaklamakta, toplumun ve gençliğin içinde bulunduğu çürümüş-lüğe dur diyebilmek için politika yapan öğrencilere sert önlemler alarak karşı durmakta, toplumsal gelişimin manivelası olarak adlandırdıkları üniversitelere afiş sokmayı yasaklamakta, gençliğin kendi imkânları ile gerçekleştirmeye çalıştığı etkinlikleri, şenlikleri, konserleri ve her tür-den sosyal aktiviteyi yasaklamakta, üniversitelere her an polis eşliğin-de ülkücü faşistleri sokmakta, üniversite içerisindeki hemen her ilerici

51

etkinliğe polisi saldırtmakta, polis üniversite içlerine girerek üniversite kantinlerinde öğrencileri bayılıncaya kadar gaz bombaları, kalaslar ve coplarla dövebilmekte (İst. Üniv. Edebiyat Fak. 2006), tüm bunların ya-nında üniversite önlerinde bekleyen ülkücü güruhu üniversite yönetimi-nin ve polisin gözleri önünde devrimci öğrencilere saldırırken hiç bir müdahalede bulunulmamakta âdeta üç maymunlar oynanmaktadır. Üniversite öğrencileri içeri girişlerde zorla aranıp kimlik kontrollerinden geçirilirken, üniversitelerle hiçbir bağlantısı olmayan tamamı ülkü ocak-ları gibi faşist kurumlardan gelen bir kısmı orta yaşlı olan faşist güruh rahat bir şekilde üniversiteye girebilmekte ve üniversite içerisindeki po-lislerle ahbap çavuş ilişkisi sergiledikten sonra ellerinde kılıç kalkanla-rıyla öğrencilere saldırabilmekte, gene ülkücü olarak bilinen üniversite öğrencisi okulda silahını çekerek tehdit savurabilmekte (İst. Üniv. 2005) ancak buna karşı hiçbir soruşturma açılmayabilmektedir. Yine üniversi-te polisi üniversite içerisinde bir öğrenciye ölüm tehdidinde bulunabil-mekte (İst. Üniv. Edeb. Fak.2004), tüm bu antidemokratik uygulamalara karşı geliştirilen en demokratik bir eyleme dahi üniversite yönetimi tara-fından, polislere verilen direktifler doğrultusunda, öğrencilerin kafaları yarılarak saldırılabilinmektedir. Bununla beraber, ülkücü faşistlerin de-netiminde olan birçok taşra üniversitesinde faşist uygulamalar Nazi Al-manya’sını ya da molla rejimlerini aratmayacak boyutlara varmıştır. Bir-çok taşra üniversitesinde saçı sakalı uzun olduğu için birçok erkek öğ-renci dövülmüş, satırlanmış ve hatta ağır yaralanmıştır. Yine birçok öğ-rencinin saçları ülkücüler tarafından zorla kesilmiş, küpe taktığı için bir-çok öğrenci adı geçen güruh tarafından dövülmüş, insanların çenesin-deki sakala tahammülü olmayan bu ülkücü faşistler el ele tutuşan sev-gililere de tahammül gösterememiş ve bu nedenden kaynaklı olarak birçok öğrenciye saldırılmış, Türkçe dışında (Kürtçe, İngilizce) konuşul-duğu ve müzik dinlenildiği için birçok öğrenci dövülmüştür.

Tüm bu uygulamaların varolduğu ülkemiz üniversitelerinde hâlâ bilimsel, demokratik ve eşit bir eğitimin varolduğunu söylemek ne ka-dar gerçekçi bir belirlemedir? Burjuva ideologları tarafından ortaya ko-nulan üniversite tanımının ülke ölçeğinde bir karşılaştırma yapılması durumunda ne kadar asılsız olduğu görülecektir.

Toplumsal duyarlılığı yüksek olması gereken her üniversite öğ-rencisi başta içerisinde yaşadığı toplumun sonraki aşamalarda ise farklı toplumların ve insanlığın sorunlarına çözüm aramakla mükelleftir. Sorunlara yaklaşım önceliğini belirlerken tümevarım yönteminin kulla-nılması uygun bir çözüm yolu olabilir. Son çözümlemede toplum so-runlarına cevap olabilmek amacı ile hareket eden her birey ya da daha özel bir vurgulamayla her üniversite öğrencisi, başta doğru bilgi alın-ması durumunda toplumun dönüştürülüp-devrimcileşeceği gerçeğin-

Page 27: Sorun Polemik No

52

den hareket ederek, toplumun içinde bulunduğu çürümüşlüğe kendi içinde bulunduğu cepheden öğrenci cephesinden bakmak durumun-dadır.

Bilinen bir gerçektir toplumsal duyarlılığı olan her bireyin, toplum-sal gelişimin sağlanması için yine toplumsal bir mekanizmada yani bir örgütlenme içerisinde olması zorunludur. Bunun dışındaki her türden bireysel çaba belli bir sınırı aşamayacak ve gerçek anlamda sorunların çözümüne katkıda bulunamayacaktır. Ve belirli bir aşamadan sonra sadece bireysel vicdanı tatmin etme aracı olarak varlığını sürdürecek-tir.

13 Ekim 2006 (Devam Edecek)

53

Tolga Ersoy -Polemik-

Resmî Tarih Polemikleri -7

Birkaç yıl önce yaptığım bir çalışmaya, Martin Bernal’den alıntıla-yarak “tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir” sözleriyle başlamış ve naçizane bir eklemede bulunmuştum: “üstelik maaşlı ta-rihçilere hiç...” Son günlerde meydana gelen kimi tartışmalarla birlikte bir boş zaman değerlendirmesi olarak gördüğüm maaşlı tarihçileri okuma işi, üsteki aforizmaları yeniden sorgulamama aracılık etti. Aca-ba onlara haksızlık mı yapıyorduk? Ellerinden geldiğince yazmışlar, çizmişler, ancak daha önemlisi hak etmeye çalışmışlar; bu kesin olan bir şey! Uzun sıcak yaz sona erdiğinde bu okumalardan onlarca sayfa-lık notla -daha fazla değil- karşı karşıya kaldığımda, kendime boşa zaman harcayıp harcamadığımı sordum, bugünkü polemik yazımız bu öznel soruya aranacak bir yanıt olarak da ele alınabilir, bir antoloji de-nemesi olarak da. Yazının farklı bir yöntemle kaleme alındığını ve fark-lı bir okumaya hazır olunması gerektiği konusunda önceden bir uyarı yapmakta yarar var. Bir diğer uyarımız ise bu kez biraz daha tehlikeli sularda dolaşacağımız hakkında; tabii ki ucuz kahramanlık yapmama-ya ve birazcık da pragmatik davranmaya dikkat edeceğiz. Şimdiden eleştirmeye başlayabilirsiniz.

Yolculuğumuz 1913’e Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesiyle -ya da öldürerek- iktidara doğrudan ve açık bir şekilde gelen İttihat Terak-ki’nin üzerinden gizlilik perdesinin kalkmasa da aralandığı nadir tarih-sel süreçlerden biri ile başlayacaktır. Biliyorsunuz ki, “merkez-i umumi” adı verilen gizli, açık olmayan, geçirimli ve değişken bir yapının yöne-tim erkini tümüyle elinde tutması temel siyasî geleneğimizi oluşturmak-tadır. İşte 1913’de bu yolla iktidara gelen parti/merkez-i umumi 1915 yılında en güçlü günlerini yaşamış, ardından on üç yıl süreyle merkezi umumi=devlet hedefli bir iktidar mücadelesi yapılmıştır, bu bir iç mü-cadeledir. Anılan dönemde dahi gizliliğin temel siyasî yöntem olarak sürdürülmesine azami özen gösterecektir ve bu on üç yıllık süreçte ik-tidar militer olduğu kadar paramiliter kurumlar aracılığıyla idame ettiri-lecektir.

1915 önemlidir. Çünkü partinin gizli yönetim aygıtı merkez-i umu-mi tümüyle meydanda görünmektedir, çünkü parti kendisini çok güçlü hissetmektedir, güçlülüğün birçok argümanına sahip görünmektedir. Diğer taraftan 1915’de olanların üstünün kapatılması, yok sayılması ve dezenformasyonu için zor kullanımlı çaba gösterilmesinin ardında ya-

Page 28: Sorun Polemik No

54

tan unsurlardan birisinin de bu yılda yaşanan olaylar nedeniyle gizli merkezi umumi ilişkilerinin deşifre olmasının oluşturduğunu unutmaya-lım. Yönetim ve hükmetme “geleneğinin” deşifre olduğu ender tarih sü-reçlerinden birisini tanımlar 1915.

Bu bölümde, 1915’i kısaca değerlendireceğiz ve daha önceki ya-zılardan farklı olarak, resmî tarihin kendi içinde saklı olan polemik un-surlarını okumaya çalışacağız. İlginç ve eğlenceli ve daha önemlisi öğ-retici bir yöntem: resmî tarihin kendisini yeterince ele verdiğini görece-ğiz, özellikle de erkini huzurlu hissettiği anlarda...

Okumaya geçmeden önce “yöntemimiz” ve tanımlamamız hak-kında kısa bir açıklamada bulunmamız gerekiyor; herhangi bir kitabevi ve kütüphaneye gidip ilgilendiğimiz konuyu kapsayan “resmî tarih külli-yatı” arasından rast gele seçtiğimiz kitaplarda, kimi zaman açık bir şe-kilde dile getirilmiş, kimi zamansa metinlerin, paragrafların arasına saklanmış, gizlenmeye çalışılmış düşünce ve niyetleri saptamaya ça-lıştım.

Raflardaki diziliş sırası rast gele seçimimize kolaylık sağladı; sıra-dan, seçtiğimiz bir sayı kadar atlayarak elimize gelen kitapları gözden geçirdik ve Ermeni mevzuuna az ya da çok değinenleri ayıkladık ve okuma zorluğunu da düşünerek kitap sayısının da zorunlu olarak az olmasına özen gösterdik. Doğal olarak konuyla ilgili daha derin çalış-malar taramamızın dışında kalabildi, bunda yöntemimizle birlikte kita-bevi portföyünün de etkili olduğu düşünülebilir. Ancak yeterliydi!... Sa-dece tanımla ilgili bir sorun çıkıyordu; “Ermeni” girişinin arkasına ekle-necek tanımlayıcı kelime; onu da resmî tarih yazımına bıraktık: mevzu, sorun, tehcir, mezalim en çok kullandıklarıydı. Hukukun sakıncalı gör-düğü diğer tanımlamaları kullanan yoktu! Bizde onların diliyle yola de-vam edip mevzuu ya da sorun demeyi deneyeceğiz.

Diğer taraftan Ermeni sorununun yalnızca resmî ideolojinin değil, yakın zamanlara kadar kendini resmî ideoloji/resmî tarih tezlerinden bağımsızlaştıramamış “sol”un tabu konularından biri belki de en önem-lisi olduğu anımsanırsa “resmî tarih” başlığı altında irdeleyeceğimiz ve ismini vereceğimiz kitaplar arasında kendisini sosyalist sayan ya da sanan yazarların çalışmalarının da bulunmasının kaçınılmaz olacağı kabul edilmelidir. Hatta, resmî tarihten beslenen bazı “batılı” tarihçilerin yazdıklarının da çok farklı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Rastlan-tıların bu çalışmada bize öğrettiği budur, diğer taraftan bu saptamamız bizi “beslenme sorunları” üzerine araştırma yönünde kışkırtıyor. Farklı-lıklar yalnızca tonlamadadır. “Sol”dan sağ’a doğru gidildikçe tehcirin, dolayısıyla bu süreçte olup bitenlerin reddine yönelik vurgu artmakta ve Türklere yönelik katliamlar ritüellere/gösteriye dönüşen toplu mezar

55

açma seanslarıyla bu yaklaşım desteklenmeye çalışılmaktadır. Sol’da ise durum “yaşanan an’ın koşulları” ya da “her iki tarafında mağduriye-ti” gibi özgül olamayan yaklaşımlar arasında sıkışıp kalmış gibi gö-zükmekte, var olanın kabulüne ya da bu bağlamda resmî ideolojinin tartışılmasına yönelik cesaretsizlik göze çarpmaktadır. Kaldı ki, döne-me ait arşivlerin açılmaması ve bu durumunda son derece doğal karşı-lanması anılan tarihçilerin konumunu daha da tartışılır hale getirmek-tedir. Çoğu zaman arşivlerin açılma tartışması bile görünmez bir el ta-rafından engellenmekte ve -sözde- bilim ortamını derin bir sessizlik kaplamaktadır. Kuşkusuz, geçmişinden korkan erk tarafından besle-nenlerin -bu beslenme durumu yalnızca dünyevi değil manevi de olabi-lir- aynı korkuyu duyması da kaçınılmazdır. İncelediğimiz dönem 20. yüzyılı içeriyor. Ancak bu yaklaşım, “zorla göçertme” olgusunun bu yüzyıla özgü bir durum olmadığı, hep bir köprü olduğu iddia edilen Anadolu topraklarının binlerce yıllık kaderi olduğu gerçeğinden bizi uzaklaştırmamalıdır.

Yirminci yüzyılın başlarında yaşanan iki olayı, Ermeni ve Rum so-rununu tarihçiler genel olarak “tehcir” başlığı altında inceler. Arapça “hicret” kelimesinden köken alan tehcir bir yerden bir yere göç ettirme anlamına gelmektedir. Ne var ki bu, göç olayının zorla oluştuğunu tü-müyle vurgulayan, içeren bir tanımlama değildir. Oysa olay, bir halkın yaşadığı topraklardan “bir başka yere” zorla göçertilmesi ve gerekli gö-rülen tedbirlerin alınmasını ya da alınmamasını içermektedir! Tehcir bu bağlamda önceden planlanmış, programlı ve sistemli bir harekettir.

Önce konuyla ilgili yaptığım okumalardan genel bir değerlendirme yapılmasını gerekli görüyorum; Resmî tarihte “Ermeni Tehciri” olgusu-nu incelemeden önce, bu olguyla ilgili olarak bazı önemli noktaları kı-saca belirtmek gerekiyor. Ermeni Sorunu’nun kanlı bir süreci olan zor-la göç ettirmeyi, soruna bakışın merkezine yerleştirmek bizi bazı ya-nılgılara sürükleyebilir. Bunlardan belki de en çok gözardı edileni olgu-nun yalnızca 1915 yılına indirgenmesi ve soruna, bu nedenle oldukça dar bir perspektiften bakılmasıdır.

Oysa anılan “sorun” ne yalnızca 1915’e, ne de 20. yüzyıla aittir. Daha önceki yüzyıllardan itibaren başlayan, anılan tarihte oldukça kan-lı ve acı bir dönemeçten geçen süreç, şu anki yaklaşımlar korunmaya devam ederse bir yüzyıl daha maaşlı ve maaşsız “tarihçileri” oyalaya-caktır! Bir kez daha tekrarlamak gerekirse, büyük bir titizlikle korunan ve saklanan döneme ait Osmanlı arşivlerinin açılması sorunun çözül-mesi için bilimsel bir müdahale ortamının oluşmasını kısmen sağlaya-bilir. Hatta “iyi niyetli bir adım” gibi gözükebileceğinden kimilerine pres-tij bile sağlayabilir!

Page 29: Sorun Polemik No

56

İttihat Terakki’nin yapılanması ve işin bu yapıyla -yüz yıllık merke-zi umumi geleneği- olan ilişkisi göz önüne getirildiğinde arşivler konu-sunda da fazla iyimser olunmaması gerektiği düşünülebilir. Ancak ta-rihçilerin resmî tarihin dışına çıkacak cesaretten yoksun oluşları ve şo-venizmle, geri dönüşüm yollarını tümüyle kapatacak şekilde beslenen önyargıları, bu tartışılır bulduğum “bilimsel adım” yolunun tümüyle tı-kanmasına neden olmaktadır.

1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren Ermeniler üzerine uygu-lan şiddet ve yağma hareketleri, imparatorluğun çöküş sürecine girme-sinin de itelemesiyle sistemli bir politikaya dönüştürülmüştür. Abdül-hamit’in “Hamidiye Alayları” bu politikanın çok belirgin bir örneğidir ve bu yıllarda yaşananlar 1915-16 yıllarının habercisidir. Abdülhamit yılla-rında ilgili sorunların çözümü, Kürt aşiretlerinin oluşturduğu “çeteler” aracılığıyla sağlanıyor, Hamidiye Alayları adı verilen bu hukuki çeteler yetersiz kaldığında Osmanlı ordusu devreye sokularak sorun halledili-yordu. Bu durum hükümete dış politikada da bazı kolaylıklar sağlıyor-du. Ancak bölgesel çıkarlar -bunu “emperyalist politikalar” şeklinde okumakta olanaklı- gündeme geldiğinde Ermenileri anımsayan “batı”, vicdanını rahatlatma yolunu Osmanlı üzerinden sağlıyordu, bu da em-peryalizmin bu bağlamdaki pragmatik yaklaşımını örneklemektedir. Bu örnek devamlılık göstermektedir.

Genellikle bir provokasyonu takiben başlayan yağma ve katliamlar hızla bölgeden bölgeye yayılıyor, zaman zaman ilginç bir şekilde şid-deti azalıyor sonra yine provokasyon olduğu kuşku götürmez bir olayın ardından tekrar ve daha şiddetli bir şekilde başlıyordu. Burada okuyu-cuyu yanılgıdan kurtaracak bir diğer unsuru anımsatmak zorunlu olu-yor. Bu yanılgı, Ermeni Sorunu’nun tümüyle Doğu Anadolu’ya hapse-dilmesiyle ilgili.... Gerek anılan yıllarda gerekse ele alacağımız “tehcir” yıllarında Anadolu’nun birçok ilinde Ermeni nüfus bulunmaktaydı.

Trabzon’dan Erzurum’a, Sivas ve Diyarbakır’dan Ankara, Kasta-monu, Bursa’ya dek tüm illerdeki Ermeni halkı bu şiddetten payına dü-şeni alıyordu. İstanbul ve Trakya illerinde yaşayanlar ise, elçiliklere ve “Avrupa”ya yakınlıkları nedeniyle ve konjonktürel durumun kendilerine sağladığı şanstan zaman zaman yararlanıyorlardı!

Abdülhamit “istibdadına” karşı ortaya çıkan ve imparatorluğu kur-tarma sloganı etrafında örgütlenen Jön Türk hareketi ve 1908 darbesi ile rahatlamayı uman Ermeniler bu umutlarının kısa bir süre sonra söndüğünü gördüler. Çöküşe “pan-türkizm”le karşı koyma hezeyanına kapılan İttihat ve Terakki yönetimi, iktidara gelişinin ardından Anado-lu’daki Ermenileri gündemine aldı, Ermeniler pan-türkizm ile Kafkasya-Orta Asya arasında, üstelikte müslüman olmayan bir halk olarak varlık-

57

larını sürdürmeye çalışıyorlardı. Emperyalist paylaşım savaşının sonu-cunda ortaya çıkan kaotik ortam, uzun zamandan beri düşünülen pla-nın uygulamaya sokulması için eşi bulunmaz bir fırsat yaratıyordu. Ve böylece kimi yazarlara göre üç yüz bin kimilerine göre ise bir buçuk milyon Ermeni’nin ölümüyle sonuçlanacak süreç başladı.

Bugün birçok yazar ulusal kimliklerin oluşmasında bir başka ulusu “düşman” olarak görüp mücadelede hedef olarak seçmenin önemi ko-nusunda çeşitli teoriler ortaya sürerler. Bunun doğru olduğunu kabul edersek, Türkler için 20. yüzyılın başlarında ve devamında Rum ve Ermenilere duyulan nefretin realizasyonunu, daha kolay yapmak ola-naklı hale gelir.

Batı’da sürekli toprak kaybeden bitik Osmanlı için kurtuluş Do-ğu’ya, Orta Asya’ya açılmaktan geçiyordu. Bu yaklaşımın realizasyonu ise “Türkçülük” ideolojisiyle yerine getiriliyordu. Kuşkusuz yüzyıllardır “ümmet” kavramı ile yetişmiş Osmanlı “aydını” için Türkçülük ideoloji-sinin de somut bir çıkış noktası bulması zorunlu hale gelmişti. Bu ne-denle “Türk Yurdu” ve “Türk Ocağı” kavramları “Hıristiyan unsurlardan arındırılmış bir toprak parçasını” dayatmaktaydı. Ve artık iş sadece eyleme kalmıştı!

Ana konu ya da metin arasında Ermeni Tehcirine değinen resmî tarih kitapları gözden geçirilirken dikkati çeken bir diğer unsur da ko-nuya ait yaklaşımların belli başlı tezler etrafında dönüp durmasıdır. Ve bu yaklaşımların tümü ya resmî görüşü doğrudan desteklemekte ya da resmî görüşteki kimi çelişkileri onarma-kapama işlevine yardım etmek-tedir. Bu yaklaşımlar, ana hatlarıyla şu biçimlerde sınıflandırılabilir:

1) Süre giden Ermeni isyanları ve Ermenilerin 1. Dünya Savaşı yıllarında ve öncesinde Ruslarla ittifak yaparak Osmanlıyı zayıflatan -Osmanlı ordusunu arkadan vuran- hainlikler yapmaları... Bu şekliyle Ermenilere bir müdahalenin kaçınılmazlığı ve meşruluğu. (Ermenilerin askerden kaçtıkları şeklindeki söylemler bu bağlamda bireysel ayrıntı-lara kadar inebilmekte ve neredeyse Osmanlı ordusundaki tek tek Er-meni askerlerin bireysel ihanetlerinin orduyu zayıflatarak yenilgiye sü-rüklediği görüşü satır aralarında sık sık dile getirilmektedir.) Diğer ta-raftan birçok resmî tarih kitabında bu tezlerle çelişen bir şekilde “sa-vaştan önce Osmanlı ordusundaki Ermeni askerlerin tümüyle silahsız-landırıldığı” bilgisi yer almaktadır. Ermenistan “hayali” ile Ermeni halkı-nın kandırılıp ülkeyi bölmek için Türklere saldırdıkları ve hainlik yaptık-ları, böylesine emperyalist oyunlara gelinmemesi, tüm “bölücü” hare-ketlerin aslında emperyalistlerin birer oyunu olduğu tezleri ise en çok kendisini antiemperyalist ve solcu sanan “sol Kemalist” yazarlar tara-fından dile getiriliyor.

Page 30: Sorun Polemik No

58

2) Ermenilerin bulundukları topraklarda özellikle de Doğu Anado-lu’da, Türk ve diğer Müslüman halklara karşı sürekli ve sistemli katliam girişimlerinde bulunması... Bu, özellikle şovenistlerin en fazla etrafında dönüp durdukları ve toplu mezar gösterileriyle kitleye yönelik propa-gandayı aktif -ve isterik- bir şekilde yaptıkları konudur. Dönemi ince-leyen birçok çalışmada “Ermeni mezalimine” ait sayfalar dolusu bilgi bulunurken tehcir olayına hemen hemen hiç yer verilmemesi de bu yaklaşımın uç bir noktasını oluşturur.

3) Rusların Anadolu’da yayılmak amacıyla Ermeni aydınları kul-lanma düşüncesi... Rusya’da gelişen “yeni” düşünce akımlarının Er-meniler arasında filizlenerek Osmanlı’da bölünmeye yol açacağı kor-kusu kuşkusuz ilk iki yaklaşıma göre daha entelektüel düzeyde tartı-şılmaktadır! Diğer taraftan bugünün tarihçisinin hâlâ Osmanlının par-çalanmasının nedenlerini anlayamadığı ya da onu yeterince analiz ya-pamadığı düşünülebilir; hadi onların bilgi ve birikimlerine bu kadar da haksızlık yapmayalım ve durumun bir hazımsızlıktan kaynaklandığını ya da tümüyle psikolojik bir sorun olduğunu da not edelim!

4) Olayı salt 1915-16 yılları ile sınırlama yaklaşımı... Bu yaklaşım-la Ermeni Sorunu bir savaş psikozu olgusuna indirgenmek istenmek-tedir. Böylece savaş yılları karmaşasında meydana gelen “üzücü” olayların bir sorumlusunun olamayacağı görüşü empoze edilmeye ça-lışılmaktadır. Bu yaklaşımın kendisini sosyal-demokrat olarak tanımla-yan yazarlar arasında fazlasıyla yer bulması oldukça ilgi çekicidir. Böy-lece, önceki yüzyıllardan başlayıp 1915-16 dönemecinden geçen ve “Varlık” vergisi ile günümüze uzanan “sorunun” tartışılması oldukça sığ bir ortama çekilmektedir.

5) Haksız kazançla zenginleşen, bunun sonucunda da Türk halkı-nın yoksullaşmasına neden olan Ermenilerin mallarına el koyulmasının meşruluğu... Böylece gerek Ermeni gerekse Rum tehciri sırasında ya-pılan mülkiyet devirleri/kamulaştırmalar ya da “sermayenin Türkleşti-rilmesi” yasallaşmakta ve günümüzdeki, Kuvayı Milliye/Müdafaa-i Hu-kuktan beslenen birçok sermaye grubunun haklılığı da böylece kanıt-lanmış olmaktadır!

6) Ulus-devlet anlayışının gelişmesine paralel olarak Ermenilerin yetki alanlarının kısıtlanmasının zorunluluğu... Bu yaklaşımda Osman-lının varlığını sürdürebilmesi için “kısıtlamanın” meşruluğuna vurgu yapılmaktadır.

7) Ermenilerin doğuda zaten azınlıkta olduğu... Böylesine garip bir yaklaşımın etrafında katliamı onamaya çalışma hakkında fazla bir söz söylenemiyor. Nüfus çalışmaları ile bu tez doğrulanmaya çalışılıyor. Açılmayan arşivlerden her nasılsa nüfus kısmı cımbızlanıyor.

59

8) Uçlarda bir diğer yaklaşımı ise “yok sayma” oluşturmakta... So-runu “tümüyle yok sayma” eğilimi içine girilebiliyor. Bu yaklaşım sonuç-ta; “sol”da bildiğimiz-gördüğümüz sularda gezinirken, “orta”da Ermeni tehciri diye bir şey olmadığı, “sağ”da ise Ermenilerin olmadığı noktası-na varabiliyor.

9) Emperyalist tuzak tezleri... Bu tezlerin ulaştığı noktada, yeryü-zündeki “dost” ya da düşman tüm ülkelerin Türkiye Cumhuriyeti’nin büyümesinden korkup sürekli olarak bölücüleri destekledikleri ve bu-nunda önemli örneklerinden birinin “Ermeni Sorunu” olduğu sanrısına kapılana biliniyor.

10) Resmî tarih yazılarında konunun tartışıldığı bir diğer ekseni ise tehcir kararını alan kişi ya da kurumun kimliği oluşturuluyor. Sonuç-ta karşımıza Talat Paşa ve Enver Paşa ile başlayıp İttihat ve Terak-ki’nin ismi çoktan unutulmuş üyelerine varabilen bir isim listesi çıkıyor. Kuşkusuz, toplamda böyle bir listenin hazırlanmış olması uygulamanın ve benzeri uygulamaların bir devlet politikası-geleneği olduğu gerçeği-ni de gizlemeye yarıyor. Asıl ilginç olan nokta ise İttihat Terakki ve par-tinin lider kadrosunu neredeyse tümüyle olumsuzlayan Kemalist tarih yazını bu konuda onları suçlamaktan özenle kaçınmasıdır. Gerek Lo-zan yazışmalarında gerekse Nutuk’ta Osmanlıya ait birçok “şey” red-dedilirken, ısrarla korunan unsurların başında “Ermeni Sorunu” geliyor.

11) İletişim sorunları... Olup bitenlerden merkezi idarenin haberi-nin sonradan olduğu ve yerel yöneticilerin insafsız ve başıbozuk dav-ranışlarının ölümlerin başlıca nedeni olduğu şeklindeki yaklaşım resmî ideolojinin olayı de facto kabullenmemesinin araçlarından birisi oluyor. Yerel çete ile “merkezin” çatışması ya da kimi zamanlarda çatışıyor gi-bi görünmesi bir gelenek mi?

12) İlginç bir tez... Ermenilerin vesaire nedenlerle değil göç sıra-sında ortaya çıkan hastalıklar nedeniyle, olumsuz iklim koşulları nede-niyle vb. öldükleri ortaya sürülmektedir. Bu yaklaşımın en şovenist ucunda ise Ermenilerin bu göçe kendi istekleriyle başladıkları gibi son derece şaşırtıcı görüşler yer almaktadır.

Buraya kadar sıraladığımız, resmî tarihin konuya bakışını özetle-yen yaklaşımların birbirine göre ağırlığı ve üstünlüğü bulunmamakta-dır. Sadece yazarın siyasî kimliğindeki farklılıklar ağırlığın göreceli ola-rak birinden bir diğerine geçmesine yol açmakta çoğu kez de yukarda sıraladığımız “tezler” bir arada ve karışmış bir şekilde dile getirilmekte ya da konjonktürel olarak bu yaklaşım ya da tezlerden birine, birkaçına ağırlık verilebilmektedir.

Yazımızın bundan sonraki bölümünde birçok “popüler” yazar ve araştırmacıdan alacağımız örneklerle bu bakış “itiraf ve iftira” eksenin-

Page 31: Sorun Polemik No

60

de sorgulanmaya çalışılacaktır. Konuyla ilgili tüm yazın dünyasının ta-ranmasının olanaksızlığını hatta gereksizliğini okuyucu kabul eder kuşkusuz; tekrarlarsak, söz ettiğim tarzda rastlantıların kaderine sığı-narak seçilmiş on yedi kitap alıntılarıyla ele alınırken birçoğunun sade-ce yazar ismi verilecektir.

“Birinci Dünya Harbi içindeki karşılıklı Türk-Ermeni boğuşması ve hesaplaşması, öyle sanıyorum ki, insanlık tarihinin unutulması daha iyi olacak bir sayfasıdır. Bunun ilk ve asıl sorumlusu hangi taraftı? Kim-lerdi? Gene sanıyorum ki, bu suallerin cevaplarını araştırmamak ve hi-kayeyi ebediyen unutmak daha doğrudur.”

T.C. tarihinin ünlü döneklerinden ve Kemalizmin “kadro”lu ideolog-larından Şevket Süreyya Aydemir, “kızıl elma” peşine takılıp çıktığı “tu-ran” yolculuğunda, Suyu Arayan Adam adlı anı kitabının Erzurum du-rağını yazarken, tarihe ve dolayısıyla gelecek kuşaklara unutmayı da-yatıyor. Unutma olgusunun geleneksel eğilimlerimizden olduğu anım-sanırsa Aydemir fazla yadırganmayacaktır. Nitekim birkaç satır sonra da resmî tarihin konuyla ilgili temel tezlerinden birisini ilginç bir şekilde kurgulamaktan geri kalmıyor: “Tarihte kısa süreli bir Ermeni devleti iz-lenebilmektedir. Ama daha ziyade Asurîler, İranlılar, Romalılar arasın-da bocalayan, şu veya bu devlete haraç veren birtakım beyliklerin hi-kayeleri, yarı aydın bir kısım Ermenilerin elinde bir ihtilal edebiyatına daima konu olabilmişti.

Birinci Dünya Harbi ile beraber Anadolu’nun öyle yerlerinde Er-meni isyanları olmuştu ki, etrafları Türk halkıyla çevrilen, hiç bir yaban-cı memleketle bitişiği olmayan bu iç bölgelerde, orduya isyan edebil-mek için bir cemaatin, düşünce ve mantıktan ne derece uzaklaşması lâzım geldiğine insan hakikaten şaşardı.”

Aydemir, kan, ölü, çürüyen ve yanan insan eti kokuları arasında “turan yolculuğuna” devam eder. Bu haliyle bile anılarını anlattığı bu ki-tap “iddialı” diğer biyografi çalışmalarından daha dürüst ve hiç kuşku-suz daha nesneldir. Örneğin “Tek Adam” adlı Mustafa Kemal Atatürk biyografisinde Ermeni sorununa hiç değinmezken, “Enver Paşa”da so-runun anlatımında resmî tarih kendisini tüm tutuculuğuyla hissettirmek-tedir. Bu kitapta Enver Paşa’nın yaşamından çok “Türkçülüğü” bir kişi-de fetişe etmeye yönelik çaba olarak göze çarpmaktadır. Gittikçe kü-çülen imparatorluk, yazarın deyimiyle “Türklüğün dahi kaybolması” tehlikesini ortaya çıkarmıştır ve tarih bundan böyle, Türklüğü her ne pahasına olursa olsun koruma tarihine dönüşecektir. Dolayısıyla Ay-demir’in Enver Paşa’da anlattığı gibi, Talat Paşa’nın Berlin’e kaçarken önemli bir kısmının Ermeni tehciri ile ilgili olduğu düşünülen bavullar dolusu belgeyi imha etmesi bu bağlamda kolayca anlaşılabilir bir hare-

61

ket olmaktadır. Diğer taraftan bölgede yaşananlar, Aydemir’in deyişiyle “Halk arasında Ermeni Kırımı şeklinde yerleşmesine vesile verecek uygulamalar”, yapılanların satır aralarına gizlenmeye çalışılmış izleri olarak değerlendirilebilir. Unutulması gereken olaylar tanımlaması, “ön yargı” ve “söylenti” metaforuna uğramıştır. Aslında değişen belki de Aydemir’in “devlet”le olan ilişkisidir.

Yazdıklarıyla “Atatürk’ün eşsiz takdirlerini kazanan” Aydemir’den çok sonra, onun ekolünden yetişen ve kendisini birçok platformda sol-sosyal demokrat olarak tanımlayan en son olarak da “en eski” siyasî partimizin “tarih bilirkişiliğini” yapan Tevfik Çavdar ise, bu Türkiye “sol”unun tabu konusuna yaklaşmakta Aydemir kadar bile cesaretli olamamaktadır. Bugün artık adı Ermeni Tehciri ile özdeşleşmiş olan Talat Paşa’yı anlattığı kitabında, Ermeni hareketlerini emperyalist bir planın parçası olarak gösterme eğilimi ilgili bölümlerde “sorun” Çav-dar’ı zorlama bir yazım üslubuna götürür. Anılan bölümün kitabın tümü içindeki ayrıksılığı hemen duyumsanabilmektedir.

“Tehcir” başlığı altında konuyu incelerken tehciri anlatmak yerine Anadolu’daki Ermeni hareketlerini anlatmayı tercih etmesi, sebebi ne olursa olsun yüz binlerle ifade edilen ölümleri açıklamakta kuşkusuz yetersiz kalmaktadır: “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki değişik etnik grup-larda olduğu gibi Ermeni topluluğunun savaşımı da emperyalist ülkele-rin istekleri doğrultusunda düzenlenmiş ve gelişmiştir.” diyen Çavdar daha sonra Ermenilerin bölgede zaten azınlıkta olduğunu iddia eder ve ilginç bir noktaya ulaşır: “...Doğu Anadolu’ya yönelik reform önerilerin-de sivil ve askeri yönetimde Ermenilere Müslümanlarla eşit temsil hak-kının sağlanması da istenmekteydi ki, azınlıkta olan bir halk için bu, demokratik olmanın da ötesinde bir istekti.” Konunun tümüyle dışına çıkalım bir “komünist” parti yazarının “yerel ölçekli eşit temsil hakkını” tanımlamasını ve bu isteme karşı duruşunu not edelim! “Tehcir” başlığı altında tehciri anlatmama ısrarı Çavdar’ın bildik tezler etrafında dolaş-masına neden olmaktadır.

Bu yaklaşım genel olarak “sol” kimliğinde tartışılması gereken bir yönünü oluşturur ve “sol”un resmî ideolojinin tabu konularına yaklaşı-mındaki tutarsızlıkları örnekler.

Çavdar’ın yazıları nesnel bir tarih çalışmasından çok, günümüze aktarım yapmak amacıyla tarihi kullanma amacı gütmektedir. Bu ça-banın ulaştığı nokta daha da ilginçtir. Döneme ve konuya ait tek bir ori-jinal kaynağın referans gösterilmediği çalışmada Ermeni hareketi ile Filistin’deki Yahudi kolonizasyonunun başlaması özdeşleştirilmeye ça-lışılır. Ermenistan devleti kurulmasının bölgede yalnızca İsrail devletini rahatlatacak emperyalist bir plan olduğunu ileri süren -ya da paragraf-

Page 32: Sorun Polemik No

62

taki betimlemeyle “gören”- Çavdar şöyle devam eder: “Bu görülüp, kamuoyu aydınlatıldığı anda Ermeni Özgürlük hareketinin temel daya-nakları ortadan kendiliğinden kalkacaktır.” TKP’nin de arasında olduğu “ulusalcıların” özgürlük kavramına yaklaşımını anlayabilmek için ilginç bir örnek; özgürlük hareketinin temel dayanaklarını uzaktaki bir başka devletin oluşumuna bağlayabilen Çavdar, tehcir olayına ilginç bir şekil-de çok daha sonra yayınladığı geniş kapsamlı bir başka çalışmasında yer verir: Türkiye’nin Demokrasi Tarihi adlı çalışmasında olayı şu söz-lerle ele alır: “Savaş döneminde bugün dahi büyük tartışmalara neden olan Ermeni tehciri yaşandı.

Özellikle doğuda cephe arkasında Ermenilerin Türk ordusunu ar-kadan vurma çabaları bu kararın alınmasında en büyük etkendir. Ger-çek olan şudur ki, Rus ordularının ileri harekatı sırasında Erzurum’da, Van’da ve Doğu Anadolu’da Ermeniler büyük zulümler yapmışlardır. Tehcir olayı da çok acıklı sonuçlar veren bir mecburi göç olayıdır. Yani terazinin iki kefesi de acıyla, ölümle doludur. Bu konunun ayrıntısına kitabın dar çerçevesi içinde girmek istemiyoruz.”

Burada bir soru daha sormak zorunlu oluyor. Çavdar haklı olarak 1839’dan 1950’ye kadar geçen “demokrasi” tarihimizi anlatırken “bu ko-nuya” girmeyebilir. Ancak Talat Paşa’yı ve “Tehcir’i” anlattığı geniş ha-cimli kitabında “konuya” niçin girmemiştir? Çavdar sol’un savruluşuyla paralel olarak Ermeni tehciri tezlerinde de bulanıklık yaşamaktadır.

Yazıya anı ve biyografilerden yaptığımız örneklemelerle devam edelim. Eski İttihatçı, sonra Kuvayı Milliyeci Celal Bayar’ın da konuya yaklaşımının diğerlerinden farklı olmadığı düşünülebilir. Tehcir ve taktil gibi suçlamalarla doğrudan karşı karşıya kalan Bayar’da benzer yakla-şımlarla kendini savunmaya çalışır. Ve savunmasının ana eksenini Ermenilerin, savaş sırasında Osmanlı ordusuna karşı ayaklanmaları oluşturur. Bu durumu doğrudan “vatana hıyanet” olarak değerlendiren Bayar, Türk’e düşman olan dış devletlerin (!) tahriklerini de sıkça sa-vunmasına dayanak yapar.

Bunun yanında birkaç sayfa arayla birbiriyle çelişen ifade ve notla-rın aktarımı da ilginçtir. Ben’de Yazdım/Milli Mücadeleye Giriş başlıklı anı kitabında önce bir emir verildiği taktirde buna uyacağını söyler, an-cak sözleri süre giden tehdidi de göstermektedir: “Umumi merkezden Ermenilerin tehcir veya öldürülmeleri için emir aldığımız veya böyle bir karar olduğu keyfiyetine gelince: Merkezin böyle bir kararı olduğunu bilmiyorum. İttihat ve Terakki disiplini olan bir kuvvetti. Eğer dediğiniz gibi, bir karar olsaydı ve bize bildirilseydi, düşünmeden itaat eder, tat-bikine geçerdik. O zaman da, hiç olmazsa, yaptıklarımızın izleri kalır-dı.”

63

Bu ifade 1919 yılında verilmektedir ancak Bayar birkaç sayfa son-ra geriye döner ve Doğu Anadolu’da meydana gelen olayları anlattık-tan sonra 14 Mayıs 1915 tarihli bir hükümet kanunundan bahseder. Bu kanunun birinci maddesinde, silahlı saldırı ve direnme halinde karşılık verilmesi emredilmekte ve bu karşılığın ne olabileceği 2. madde ile tamamlanmaktadır: “Madde 2- Ordu ve müstakil kolordu ve fırka (tü-men) kumandanları askeri icaplara mebni veya casusluk ve hıyanetle-rini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini münferiden (birer birer) veya toplu olarak diğer mahallelere sevk ve iskan ettirebilirler.”

Bayar bu emre uyulduğunu ve savaş bölgesi ile stratejik bölgeler-den Ermenilerin uzaklaştırıldığını ve bu süreçte görevlerini kötüye kul-lananların idam cezasına çarptırıldığını söylemekten de geri kalmaz. Bu nedenle hapsedilen Vali Doktor Reşit Bey’in intiharına da yer verir-ken sözlerini şu şekilde sonlandırır: “Ailesine bıraktığı evrak arasında Ermeni meselesine ait vesikalarla bağlı olduğu makamdan aldığı emir ve talimat da vardı. Bugün tarih için değer olan bu belgeleri ilerde ken-disini müdafaa için saklamış olması hatıra gelir.” Ancak, niçin kendisini müdafaa etme gereği duyabileceğinden -kime karşı? Neyi göstere-rek?- söz edilmez.

Siyasî yaşamındaki zigzagları ve “USA” patentli “vatanseverliğini” çok iyi bildiğimiz Celal Bayar’ın kapsamlı anıları konumuzla ilgili birçok ip ucunu daha içermekte ancak onun “Ermenileri ‘Hıristiyan’ oldukları için toptan kılıçtan geçirtmekle” suçlanan Abdülhamit için yaptığı bir-kaç satırlık övgüsü, anıların diğer bölümleri için de fikir verecektir: “Ab-dülhamit’e gelince, rahmetli hakan en kuvvetli tarafından vurulmak is-tenilmiştir. Onun yaptığı, her devlet başkanı, her kral ve imparator gibi memleketini, baş kaldırmakla, ayaklanmalarla parçalamak isteyen si-yaset zorbalarını tenkil etmekten ibaretti.”

Anı-biyografilerden son örneği, son zamanların Türkçüsü/Kızıl Elma ideologu cuntacı Kemalistlerimizden İlhan Selçuk’un “bestseller” olan “Yüzbaşı Selahattin’in Romanı” adlı çalışması. Suyu Arayan Adam’a benzer şekilde bir arayış anlatısı olan kitapta Yüzbaşı Selahat-tin’in savaş anılarına yer verilir. İlginçtir ki Yüzbaşı Selahattin Bey, 1915 yılında doğu cephesinde Ruslara ve Ermenilere karşı savaşma-sına, ardından da Kütülammare ve Bağdat’ta bulunmasına yani nere-deyse Ermeni tehcir yolunu izlemesine rağmen -Atay’ın “Zeytindağı”nı anımsayın- anılarında tehcir olayına hiç yer vermez. Bu durum olayı “yok sayma” eğiliminin güzel bir örneğidir.

Kitapta yalnızca bir dipnotta kıyım hakkında küçük bir ipucu var-dır. Savaşın başladığı günlerde İstanbul Merkez Komutanı Binbaşı Ha-lil hükümet adına Ermeni patrikliğine iki maddeden oluşan bir nota ve-

Page 33: Sorun Polemik No

64

rir: “1. Biz savaşta ya galip geleceğiz ya da yenileceğiz. Eğer bu dö-nemde siz bize kötülük yapmazsanız ve biz galip gelirsek, merkezi Erivan olmak üzere bir Ermenistan kurulmasını (Türk-İran-Rus toprak-larında) kabul ederiz. Yok yenilirsek zaten büyük devletler bunu yapa-caklardır. 2. Ermeniler düşmanlarımıza yardım ederlerse, o vakit Tür-kiye’deki bütün Ermenileri mahvederiz. Galip gelir ve Kafkasya’ya ge-çersek orada aynı davranışı devam ettiririz. Yenilsek dahi Ermeniler için kazanç yoktur.” Kuşkusuz Ermenilerle savaşların anlatılıp, tehcir olayının yok sayılması-anlatılmaması, bu dipnotla birlikte daha anlamlı olmaktadır ve İlhan Selçuk’un bugünkü -aslında her günkü- duruşu anımsandığında bu yaklaşım fazla yadırgatıcı olmayacaktır.

Bundan sonra da Ermeni Tehciri sırasında hükümet olan İttihat ve Terakki’yi anlatan kitaplarda olayı izlemeye çalışalım. İttihat Terakki üzerine belgelere dayalı ayrıntılı bir kitap yazan Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler-İttihat ve Terakki adlı kitabında Ermeni So-runu’nu emperyalistlerin oyunu, Ermenilerin ayaklanması ve Rusya’nın kışkırtması ana eksenlerinde anlatır. Yaklaşık yedi yüz sayfalık ince-lemede Ermeni Sorunu’na yalnızca üç sayfa ayrılması da bu genel tav-rı destekleyen bir yaklaşımdır. Önce “Ermenilerin, bitmek bilmeyen ıs-lahat isteklerinden ötürü sürüldüğü”nden söz edilir.

Bir başka ulus için, örneğin Türkler için en doğal hak olarak görü-len ıslahat ve özgürlük isteğinin başka bir ulus tarafından istenmesinin yadırganması, bu “ünlü” tarihçimizin ve onun izinden giden diğerlerinin mentalitesini özetler. Birkaç sayfa sonra konu “Ermeni Sorunu”na gelir. Önce Rusların desteği ile Ermenilerin Doğu Anadolu’da bazı hak is-temlerinden söz edilir, ardından savaş yılları içinde Ermeni-Osmanlı-Rus ilişkilerine kısaca değinilir: “Ermeniler ittihatçılar tarafından, Rus-ya’ya karşı ihtilalci bir tavır alma önerisini “hıyanet” olarak tanımlıyorlar ve böylece Rusya’yla savaşa girmiş Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi ülkesinde Rusya lehine hareketlerle yenilgiye sürüklemek istiyorlardı.

“Tehcir” denen olay bu karışık durum içinde görülmektedir.” Yazar sonraki sayfada bağımsız Ermenistan kurma girişimlerinden söz eder ve: “Ermeni meselesi, Umumi Harp sonuna bırakılmış bir çözümsüzlük içinde gösterilse de aslında yüzyıllarca bir arada iç içe, dost yaşamış iki milletin arasını açmış olan emperyalist devletlerin karışmasıyla ta-mamen ters bir yöne döndürülmüştür...” der, tehcir olayına yalnızca yukarda gösterdiğimiz kadar değinir!

Diğer taraftan Tunaya daha sonraki dönemi anlattığı Türkiye’de Siyasî Partiler-Mütareke Dönemi adlı kitabında yayınladığı belgelerde “tehcir gerçeğini” fazla gizleyemeyecektir. Kitapta yer alan, Talat Pa-şa’nın İttihat ve Terakki Cemiyetinin son kongresindeki konuşması il-

65

ginç bölümler içerir: “...Erzurum’da ordunun hareketlerini zorlaştıran Ermeni çeteleri vardı. Bunlar başları sıkıştıkça Ermeni köylerinden yardım ve himaye görüyorlardı. Kiliseler silah deposu halindeydi. Teh-cir çaresizdi. Her yerde intizamlı bir şekilde kalındığını ve zaruretin icaplarının dışına çıkılmadığını iddia edecek değilim. Birçok yerde düşmanlıklar bu münasebetle patlak verdi. Hiçbir suretle istemediğimiz kötülükler oldu.

Birtakım memurlar haddinden ziyade zulüm ve şiddet göstermiş-ler, bir hayli masum haksızca kurban olmuştur...” Tunaya’nın çalışma-sının bu bölümünde Ermeni Sorunu birçok şekilde, özellikle mütareke döneminde kurulan çeşitli parti ve derneklerin tüzüklerinde dile gelir. Bunların birçoğu Ermeni tehciri konusunda doğrudan İttihat ve Terak-ki’yi suçlarken, bir kısmı da Ermenice yayın yapmayı doğrudan prog-ramına koyar. Tunaya tarafından yayınlanan Hürriyet ve İtilaf partisinin programında İttihat Terakki’ye yönelik suçlama son derece açıktır.

Parti tehcir ve taktille (öldürme) suçlanmakta ve sorumluların ce-zalandırılması istenmektedir. Tunaya’nın ilgili kitabının bir başka bas-kısında ise konunun “yanlış anlatıldığı” düşüncesine yer verilir: “1914 Ağustosunda, Erzurum’da toplanan Taşnaksütyun kongresi, Rusya’ya aleyhtar cephe alınmasını reddetmiş, Ermeniler Rus ordularında Türk-ler aleyhine vazife almışlardır. Bu sırada, sonsuz bir dava olarak orta-ya atılan ve Avrupa efkarına sebeple netice karıştırılarak yanlış anlatı-lan tehcir hadisesi cereyan etmiştir.” Aynı çalışmanın farklı basımları arasındaki belge tutarsızlığının bilinçli olduğu düşünülmeli ve böylesi-ne duyarlı bir konuda oldukça anlamlı bir tavır olarak değerlendirilmeli-dir.

Ele aldığımız ya da elimize geliveren bir diğer kitap ise Sina Akşin’e ait Jön Türkler ve İttihat ve Terakki başlıklı çalışma... Bu ça-lışmasında Akşin, olay yok sayma anlamında Tunaya’nın neredeyse birebir izinden gitmeye özen göstermektedir. Akşin’de hacimli çalışma-sının çok az bölümünde, ancak iki sayfada olaydan söz eder. Ama ön-ce iki itirafa yer verecektir. İttihatçılara Rumeli günlerinin öğrettikleri arasında “pek yaman bir milliyetçilik eğitimi”de vardır. Ve bu, kuşkusuz Yunan bağımsızlık savaşının yarattığı psikolojide gelişen eğitim, bir başka “düşman”a karşı pratiğini bulacaktır:

“...İttihatçılar Rumeli’de yalnız komitacılığı öğrenmediler. Milliyetçi-lik uğruna aynı dinden bile olanların kanlı bıçaklı olduklarını ve en kirli, insanlığa en aykırı davranışlarda bulunduklarını yakından görerek ve bu kavgaya katılarak pek yaman bir milliyetçilik eğitimi görmüş oldular. Bu yaşantıların sonradan Ermeni tehciri gibi olaylarda İttihatçıların ka-rar ve davranışlarını etkilediği apaçık ortadadır...” ve aynı kitabın baş-

S.P. F/5

Page 34: Sorun Polemik No

66

ka bir yerinde: “Burjuvalaşma sürecinin savaş içinde hızlı olmasının bir başka nedeni, Anadolu’daki Rum ve Ermeni nüfusundaki büyük azal-madır. Aşağıda anlaşılacağı üzere, Anadolu’daki Ermenilerin pek çoğu tehcir ettirilmiş, yani göç etmek zorunda bırakılmıştı...” Kuşkusuz bu-rada tehcirin “geride kalanlara” bir başka katkısından da söz edilmek-tedir!

Anadolu’da çoğu ticaretle uğraşan Rum ve Ermeni nüfusun gö-çünden sonra geride kalan mal varlıklarının yağması ve bu yağmayı simgeleyen örgüt isminin burada anımsanması gerekmektedir. Örne-ğin bugün statünün en muhafazakar savunucularından olan geçmişin sözde ilerici bir gazetesi varlığını bu yağmaya borçludur. Bu yağmanın günümüze kalan artık izini ise bir bağımlılık haline gelen “hazinecilik mesleği” oluşturur. Hazinecilerin ya da define arayıcılarının bugün en yoğun bir şekilde “çalıştıkları” bölgeler, “göç olayının” yaşandığı bölge-lerdir.

Kitabın “Ermeni Tehciri” başlıklı bir sayfadan oluşan bölümünde ise, yine diğerlerinden farksız olarak Ermenilerin “özgürlük” istemlerin-den, Ruslarla olan ittifaklarından ve savaş yıllarındaki “isyanlarından” söz edilir. Tehcir ise sayfanın geri kalanındaki iki paragrafa sığdırıla-caktır. İşte bu paragraflardan birkaç cümle: “...Türkiye bu ölüm kalım mücadelesindeyken Ermenilerin bu davranışları, savaşın başarılması için onların zararsız hale getirilmesi gerektiği kanısını verdi... böylece... tehcir tedbirine başvurulmaya başlandı... Ermeni tehcirinin en kötü ya-nı, yolda başlarına gelenlerdi. Açlık, hava şartları, hastalık, sefalet yü-zünden ölenler oldu. Ayrıca, yağmacılık ve intikam gibi amaçlarla bazı yerlerde kendilerine kötülükler yapıldı, öldürüldüler.”

İttihat Terakki’nin 1918 sonrasını inceleyen Hollanda’lı araştırmacı Zürcher’de birçok konuda geri dönüşlere yer vermesine rağmen Er-meni sorununa, Milli Mücadelede İttihatçılık adlı kitabında “milli müca-dele” yıllarında Anadolu’da kurulan örgütleri anlatırken yalnızca bir sa-tırda yer verir. Burada da konu, “Ermeni katliamı ile ilgili Türk aleyhtarı propaganda” şeklinde yer alacaktır. Bu tavra Türkiye tarihi üzerine ça-lışma yapan batılı tarihçilerde sıkça rastlanılır. Kuşkusuz bunun en ta-nınmış örneği en “tüm özellikleriyle” Zürcher’den farklı bir yerde duran (!) resmî batılı tarihçi olan ve sıkışılan tüm durumlarda başvurulan, zamanla devletin batıda sözcüsü durumuna gelen ve bu nedenle de devlet tarafından ödüllendirilen Bernard Lewis’tir. Lewis ayrı bir araş-tırma konusu olmayı hak eder nitelikteki bir tarihçimizdir.

Şimdide kısaca genel tarih kitaplarından elimize geçen birkaç ör-neğe kısaca bakalım. Tarih Kurumu tarafından basılan Yusuf Hikmet Bayur’un Türk İnkılabı Tarihi adlı kitabının üçüncü cildinin üçüncü

67

kısmında ele aldığımız “göç” olayına tarihsel sürecin anlatımı içinde zaman zaman yer verilir. “Kafkas Cephesi Vuruşmaları” başlığı altında önce Rusların bu cephede ilerlemeleri ve Osmanlı ordusunun yenilgi-leri, başarısızlıkları Ermenilere bağlanır. Yazar, diğer bazı örneklerde olduğu gibi Ermenileri bir bütün olarak ele almaktan kaçınmaz. Ermeni ayaklanmasının ve onun bastırılma biçimini tarihte Hitler ya da “Sov-yetlerde, diğer bütün unsurlara” karşı girişilen hareketlerin yanında önemsizleştirme girişimi yazarın temel çabasını oluşturur. Bunun he-men ardından bu “ayaklanmanın” bastırılmasının haklı gerekçeleri aranmaya başlanır.

Sağ kulvarda bir devlet memuru olmaktan öteye gidemeyen bu “bilim adamının” temel savı, belirttiğimiz gibi Ermenilerle Rusların işbir-liği yapmış olduğudur. Dolayısıyla “tehcir” devlet için olduğu kadar, ona bilim yapar yazar için de bir zorunluluktur: “Ermeni ayaklanması ve tehciri Osmanlı ordusunun en sıkışık bir durumda bulundukları bir sı-rada yapılmıştır.

Hiçbir hükümet kendisi bu derece tehlikelerle kuşatılmış olduğu sıralarda, kendi isteği ile Ermeni tehciri gibi bin bir tehlike ile dolu bir işi yoktan ortaya çıkaramazdı... ancak Ermenilere durup dururken zulüm edildiği yolundaki iddialar baştan başa yalandır.” Durup dururken gö-rülmeyen bir zulüm! Yazara göre, durup dururken böyle bir uygulamay-la karşı kalınmayacağına göre, yazarın mentalitesini izlersek “hakke-dilmiş zulüm” gibi bir kavrama ulaşmak ta olanaklı olabiliyor! Yazar daha sonra bugünlerde fazla yabancısı olmadığımız bir yaklaşımla ba-ğımsız bir Ermenistan’a Ruslarında izin vermeyeceği görüşünü dile ge-tirir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise savaş ortamının şiddetinden Ermenilerinde payını aldığı şeklinde, birincisini destekleyen ikinci bir yaklaşıma yer verilir.

Diğer taraftan müttefik Almanların Ermenilere olumlu yaklaşımları da ulusu bölmeye yönelik Emperyalist taktikler arasında kısaca anılır. Ermeni tehcirinde Enver Paşanın sorunun “kökünden yok edilmesini önemli gördüğü” ve bu nedenle üçüncü orduya bağlı özel bir kuvvetin görevlendirildiği bilgisi ile Talat’ın “herhangi bir kanun çıkarmadan Er-meni tehcirini başlattığı” böylece bu büyük sorumluluğu “vatanın esen-liği için tek başına sırtlandığı” gibi bilgilerde Bayur tarafından kaleme alınan resmî tarihin bu versiyonunda, resmî tarihin üstü kapalı itirafları arasında yer alır.

Ve bu türden satırlar resmî tarih yazımı içindeki çelişkileri de ör-nekler. Şu satırları sanırım bu itirafları-çelişkileri daha açık bir şekilde dile getirmektedir: “Artık Ermeni tehciri yapılmıştır. Doğu ve Orta-Anadolu’da Ermeni kalmamış denecek bir durum vardır... Sason ayak-

Page 35: Sorun Polemik No

68

lanmasından 1915 yılı sonlarına kadar akmış olan Ermeni kanı bu ulu-sun durumunu hiçbir bakımdan iyileştirmiş değildi. Ermenilik bakımın-dan boşu boşuna akmıştı... 1915’te Ermeniler bazı kışkırtıcılara uyarak ayaklanacakları yerde uslu dursalardı Anadolu’nun büyük devletler arasında paylaşıldığı sırada çok daha iyi bir durum ve büyük menfaat-ler sağlarlardı. Onlar ayaklanıp kendilerini kırdırmak ve sürdürmekle göz diktikleri bölgelerde varlıklarını hiçe indirgemişlerdir.” “Uslu dur-mak”, “varlığın hiçe indirgenmemesi için” gerekliyse kuşkusuz haklı zu-lüm de vardır; “kendilerini kırdırmak” durumu da. Ve üzücüde olsa ül-kemizde bilim adamı olarak anılan birçokları gibi Bayur’un da vardığı nokta budur. Ancak hakkını da teslim etmek gerekir ki Bayur yol arka-daşlarına göre daha cesur bir yazım/üslup benimsemiştir.

Resmî tarihin ve tarihe yönelik duruştaki resmîyetin/resmî ideolo-jinin dışında kalmaya özen gösteren Mete Tunçay, Türkiye Tari-hi/Çağdaş Türkiye adlı ortak bir çalışmada 1915 yılını anlatırken tehcir nedenini “cephe gerisinde karışıklık çıkmasının önlenmesi” olarak gös-terir. Konuya benzer bir şekilde uzak duruş “sol” kulvarın bir diğer ya-zarı Doğan Avcıoğlu’nda da görülebilir. Birbirine oldukça yakın sözleri tekrarlamanın gereği yok. Farklı kulvarlardan birkaç isim okuyucuya örnek olarak verilebilir; Enver Ziya Karal, Bülent Oral, Falih Rıfkı Atay, Türkkaya Ataöv...

Sorunun niteliği ve Türkiye’nin özellikle uluslararası arenada bu mevzuu nedeniyle sık sık başının ağrıması birçok araştırmacıyı doğru-dan “Ermeni Sorunu” üzerine yazılar yazmaya yöneltmiştir. Tabii ki bu çalışmalar Türk tezlerinin doğrulanmasına, tekrarlanmasına yönelik olup, beklenen nesnelliği sağlamaktan uzaktır.

Bu haliyle de bu çalışmaların yurtdışında beklenen etkiyi yapmış olduğu düşünülemez bile. Sanırım buna en güzel örneğini etkin bir devlet adamı olarak tanıdığımız Kamuran Gürün’ün “Ermeni Dosyası” adlı çalışması oluşturur. Çalışmasında kendisine yüklenen bu sıfatın hakkını fazlasıyla veren önce Anadolu’daki Ermeni nüfusun varlığını ve nüfus sayıları arasındaki çelişkiyi tartışan yazarın asıl niyetinin iler-leyen sayfalarda da görüleceği gibi tehcir sırasında ölen Ermeni sayı-sının azlığını ortaya çıkarmaktır. Daha sonra Ermeni bağımsızlık hare-ketlerini ve 1.Dünya Savaşı yılları içinde Ermeni-Rus ilişkilerini özetler.

Satır aralarındaki yorumlar yazarın tezinin oluşumunun da işaret-lerini vermektedir: “Harp halinde bir devletteki kanun kaçakları (bunlar asker kaçağıdır) konusunda misyonerler anlaşma teminine çalışıyor-lar, onları besledikleri ve sakladıkları belli ailelerin Maraş’a sevkini misyonerlerin menfaatine bir darbe sayıyorlar. Bu kanun kaçakları si-lahla mücadele ederlerken ölürlerse, bu da Ermeni katliamı oluyor...

69

Bir savaş halinde her devlet kendi topraklarında bulunan düşman ülke tabiiyetindeki kişileri toplama kamplarına gönderir, bu yerleşmiş ve ül-kede tatbikat görmüş bir usuldür.” Düşman ülke tabiiyeti kavramını da-ha sonra tartışan yazar bunun kolay yanıtlanmayacak bir soru olduğu-nu belirtip ileri sayfalarda Osmanlı yazışmalarını örnek gösterip tehci-rin hukukiliğini ve insancıllığını kanıtlama çabası içine girer. Gürün’ün konuya yaklaşımındaki temel tez “Osmanlının Ermeni katliamı yapma-dığıdır”. Gürün’e göre katliam olmayıp her nedense meydana gelen göç sırasında olan ölümler vardır. “Göç” olayını nedensellik ilişkileri içinde hiç sorgulamayan yazar bu süreçte ortaya çıkan hastalıkları, olumsuz iklim şartlarını ya da çocuk ve yaşlıların bu yolculuğa daya-namayışını ya da göçenlerin eşkıya saldırılarına karşı iyi korunmayışı-nı ölümlerin nedeni olarak gösterir.

Kuşkusuz zorla göç yok sayılırsa bunların hepsi ölüm nedeni ola-bilir. Hatta yazar daha da ileri giderek bu kişilerin evlerinde, köylerinde dahi kalsa salgın hastalıklara yakalanıp ölebileceğini de söyler. Bu arada kendisiyle de tartışarak nesnelliğini kanıtlama yoluna gider! Evet, kuşkusuz göç etmeselerdi, örneğin iklim şartlarından dolayı öl-meyeceklerdi. Sivillerin her savaşta öldüğünü atom bombası ile örnek-leyen yazar şöyle devam eder: “Türkiye’nin maksadı öldürmek değil, göç ettirmekti. O günün imkânlarına göre daha mükemmeli temin edi-lemediği için yol meşakkatine tahammül edememiş oldukları için ölen-lerin Türkler tarafından katledildiğini kabul etmeye imkân yoktur... Ge-riye sadece yolda müdafaasız durumda öldürülenler kalıyor.

Bunların mesuliyeti, korunmadıkları için yahut öldürülmelerine göz yumulduğu için hükümetindir... Ancak unutulan bir husus var(dır). Tür-kiye’nin Birinci Cihan Harbinde savaştığı milletlerin arasında Ermeniler de vardır. Hem de Türkiye’de yaşayan, Türk vatandaşı Ermeniler... Ermenilerin göç ettirilmesi düşman cephesine mensup oluşları sebe-biyledir. Sivil olmaları durumu değiştirmiyor” Gürün’ün çalışmasında verdiği ve katliam olmadığı iddiasında olduğu ölü sayısı ise 300.000’dir. Sanırım fazla yoruma gerek yok! Yazarın tüm çalışması, kendi verdiği kadarıyla bile korkunç bir boyutta olan bu rakamın ak-lanma çabasıdır. Ve yazarın yaklaşımıyla tüm sebeplerden olan ölüm-ler bu sayının altında kalmak zorundadır!

Görülen odur ki, yazarın kafasında bir olaya “katliam” denebilmesi için belirli bir sayı vardır ve 300.000 sayısı bu sayının altında kalmak-tadır. Böyle bir tartışmanın ölen insan sayısı üzerinden yürütülmesinin en azından etik olmadığını belirtmek zorundayız tabii ki bilimsel hiç değil. Gürün’ün ölümleri saptadıktan ve saydıktan sonraki çabası ise hep reddedilen İttihat Terakki hükümetini aklamaya yöneliktir: “Katil ka-tildir, mazur görülmez. Biz, Ermenilerin Türkleri katletmiş olmalarını

Page 36: Sorun Polemik No

70

nasıl maruz görmüyorsak, Türklerin Ermenileri katletmelerini de mazur görmemekteyiz. Ancak, bu katledilen Ermeniler, Hükümetin emri üze-rine katledilmiş değildirler. Yakalanabilen suçlular yukarda belirttiğimiz gibi mahkemeye verilmiş ve idam dahil mahkum edilerek cezaları infaz olunmuştur.” “Türklerin Ermenileri katletmesinin mazur görülmemesi-nin” nadir rastlanan bir durum olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Ancak bir tekrar zorunlu oluyor; Gürün’ün yaklaşımındaki en önemli unsur “kendi topraklarında yaşayanların “Ermeni vatandaşlarının” “düşman ülke tabiyetinde” değerlendirilmesidir ki, bu resmî ideolojiyi örnekleyen bir diğer yaklaşımdır.

Benzer çalışmalar diğer birçok “araştırmacı-yazar” tarafından da yapılmıştır. Burada ilginç olan, konu spesifikleştikçe ya da minimalize oldukça, tehcir olgusunun neredeyse tümüyle reddedilir hale gelmesi-dir.

Yukarda yaptığımız gibi, aynı yolu izleyen birkaç ismi anmak oku-yucular için yol gösterici olacaktır: Bilal Şimşir, İlhan Akbulut, Niyazi Ahmet Banoğlu... Okuma yapılabilir... Bu yazarlar arasında sayabile-ceğimiz Mim Kemal Öke’nin, Ermeni Sorunu 1914-1923 (Devletin Dış Politika Araç Alternatifleri Üzerine Bir İnceleme) adlı kitabı da iddialı (!) adına rağmen, doğal olarak genel kabul gören tezlerin içindedir. Önce Ermenilerin uluslararası bir sorun haline gelme sürecini özetleyen Öke, ardından 1.Dünya Savaşı yıllarında Ermeni Rus ilişkilerini ve Ermenile-rin İttihat-Terakki hükümetine karşı muhalefetini anlatır. Ana eksen bu-dur ve “tehcir” bu anlatımda oldukça küçük bir yer kaplar. Gelinen yer ise “emperyalist tuzak” tezleridir: “Ermeni sorununun aslında pek ba-ğımsızlık ihtiyacına dayalı bir self-determinasyon mücadelesi değil de; Büyük Güçler’in Osmanlı İmparatorluğu’nu azınlıklar-ayrılıkçı akımlar kanalıyla çökertmek, parçalamak ve aralarında paylaşmak hedefine yönelik proje demetlerinin bütünü olarak tanımlayacağımız “Şark Me-selesi”nin bir boyutu olduğu ortaya çıkmaktadır.” Yazara göre Ermeni iç dinamikleri oldukça zayıftır, bağımsızlık talepleri samimi değildir.

Ancak bu kadarıyla bir “Büyük Güçler”in maşası olmalarına yeter-lidir: “Büyük Güçlerin sunduğu tarzda Ermeni Sorunu”, bir “hürriyet” vaadi değil de, İtilaf Devletleri’nin Osmanlı Türkiye’sindeki bazı toprak-ları “ilhak” etme emellerini içermektedir... Ermeni Sorunu sadece Os-manlıları tedirgin eden bir azınlık meselesi değil, Ortadoğu’da çıkar ve emelleri olan devletlerin hepsini birden ilgilendiren uluslararası nitelikte bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yazar Osmanlıların Türkleşme sürecinde Ermenilerdeki karşı-kültür zıtlığını bir türlü eritememesinin bu soruna neden olduğu gibi asimilasyoncu-ırkçı bir çizgide görüşlerini aktarmaya devam eder. Em-

71

peryalist tuzak tezini tamamlayan bu ırkçı yaklaşımda aslında nadir olarak ifadesini bulabilmektedir. Yazara göre Ermeniler ulusal düşma-nımız olmaya devam etmektedirler ve çok sayıdaki düşmanımızdan yalnızca birisidir. Buna karşılıkta Türkler, düşmanlarını ve düşmanla-rından biri olan Ermenileri ve Ermenileri destekleyen dünyadaki diğer devletleri -giderek yeryüzündeki tüm devletleri-düşmanları- iyi tanımak zorundadırlar.

Ermeniler ve tehcir gibi konuları inceleyen benzer çalışmalar özel-likle Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi ve Van’daki Yüzüncü Yıl Üni-versitesi tarafından desteklenmekte ve “yerel” çalışmalar mezar açma ritüelleriyle onurlandırılmaktadır. Okuyucu her yıl özellikle mart-nisan aylarında bir toplu mezar haberiyle mutlaka karşılaşmıştır. Konunun bu şekilde yerelleştirilmesi, örneğin “Van’da Ermeni Mezalimi” ya da “Er-zurum Köylerinde Ermenilerin Yaptığı Katliamlar” gibi başlıklarda su-nulan yazılarda tutucu, giderek ırkçı-faşist yan ağırlık kazanmakta ve tehcir tümüyle yok sayılarak aslında Ermenilerin “Müslümanları” ve Türkleri öldürdüğü tezleri kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Birçok kitabın bulunmadığı kütüphanelerimizde bu çalışmaların eksiksiz bir şekilde yer alması ve kitap basmakta oldukça cimri davranan üniversitelerimi-zin bu ve benzeri konularda kitapların basımına bonkörce yaklaşması önemlidir.

Azmi Süslü kitabına tüm benzerlerinde olduğu gibi Ermenilerce katledilen bir milyondan fazla “şehidimizin aziz ruhlarına” bir ithafla başlıyor. Yazara göre Ermeniler, bin yıldır müreffeh yaşadıkları bir ül-keyi bağımsızlık adına parçalamaya yönelmişler bunun üzerine de Osmanlı son derece insancıl olan bir çareye başvurarak Ermenileri ül-kenin emniyetli bölgelerine tehcire tabi tutmuştur! Sadece bu başlangıç bile yazarın nesnelliği hakkında bir bilgi vermektedir. Kitabın önemli bölümünde Ermenilerin Doğu Anadolu’da azınlıkta olduğu kanıtlanma-ya çalışılır.

Verilen nüfus sayılarının kendi içlerinde tutarsızlığı bir yana, kay-nakçada önemli bir yer tutan Gürün’ün kitabıyla da uyumsuzluk ve çe-lişki göze çarpmaktadır. Yazar, tehcir nedeni olarak 1.Dünya Savaşı yıllarında Ermenilerin yaptığı Müslüman katliamı ile Ermenilerin İtilaf devletleri adına casusluk yapmalarını gösterir. Tehcir sırasında mey-dana gelen ölümlere ise neredeyse hiç yer verilmez. Kitabın arka say-falarını ise yine benzerlerinde olduğu gibi, “Ermenilerin yaptığı” Müs-lüman katliamlarına ait fotoğraflara yer verilir. Tıpkı mezar açma tören-lerinde olduğu gibi fotoğraflarda da tarih belirsizliği vardır. Bu olaylar 1915 ve öncesine mi yoksa 1919 sonrasına mı aittir, saptamak zordur, diğer taraftan söylenmez...

Page 37: Sorun Polemik No

72

Yöntemimiz bize iki savunmayı değerlendirme fırsatı verdi; bun-lardan birincisini, mütareke döneminde yurt dışına kaçmamış ya da kaçamamış ittihatçıların “Divan-ı Harb-i Örfi’deki yargılanmaları sıra-sında söyledikleri -ya da söylemedikleri- oluşturuyor. İkincisi ise Fran-sız bir avukatın resmî görüş savunusu! Emperyalist paylaşım savaşın-dan taraflardan biri olan Osmanlının yenik çıkması, İttihatçı geleneğin kısa bir süre iktidardan uzaklaşmasına neden olmuş dönem hükümet-lerince kurulan mahkemelerde ele geçirilebilen İttihatçılar yargılanmış-lardır. Bu dava ve soruşturmalar söylenenler kadar söylenmeyenleriyle de konumuz bağlamında, tehciri doğrulayan kimi zamanlarda da onu savunan ifadelerin gün ışığına çıkmasını sağlamıştır. Selim Kocahan-oğlu’nun İttihat Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması başlıklı ki-tabından birkaç satır savunma... Said Halim Paşa’nın Meclis-i Mebusan Tahkikatı sırasında tehcir kanununun varlığı tartışılırken üye-ler ve Paşa arasında geçen konuşma ilginçtir: “Tehcir Kanunu vardır. Fakat ordu komutanlarının asıp kesmeleri hakkında kanun gelmedi.

- O kanun da geldi. Kumandanlar, o kanuna müsteniden istediği cezayı tatbik edebilir.

-...Fakat kadın ve çocukların bulundukları yerlerden çıkarılıp idam ettirilmesi için kanunda bir sarahat var mı?

Said Halim Paşa: İdam için olmaz, fakat kanunun tatbiki keyfiyeti var.”

Daha sonra Paşa Ermenilerin çeteler oluşturarak Osmanlı ordu-sunu arkadan vurmaya çalıştığını, kanunun bunun için çıktığını söy-lemekte “fakat maalesef icrasına memur olanlar kanunu fena bir halde tatbik eylediler” diyerek sorumluluktan sıyrılmaya çalışmaktadır. Adliye Nazırı (Adalet Bakanı) İbrahim Bey’de hemen hemen benzer yakla-şımla kanunun zorunlu olduğunu vurguladıktan sonra kanunun suiisti-mal edildiğinden söz eder. Soruşturmanın bir yerinde ise “tehciri ordu-nun güvenliği için mi yaptınız” şeklindeki bir soruyu, “Biz yapmadık, esbab-ı mucibe olarak askerler öyle söylediler” diye yanıtlayarak siyasî ve cezaî sorumluluğu reddeder konuma gelmektedir. Maarif Nazırı Ahmed Şükrü Bey’in de söylemi İbrahim Bey’inkine yakındır; ordunun emniyeti için ordunun isteği üzerine kanun düzenlenmiş ve tehcir ordu kumandanlarının karargah raporlarıyla yapılmıştır. Tehcir sırasında meydana gelenler hakkında ise o da diğer birçoğu gibi konuşmamayı ya da geçiştirmeyi tercih etmektedir. Hariciye Nazırı Ahmet Nesimi Bey ise Ermeni tehcirinin nedenini Rusların kışkırtmalarına bağlamakta ve Ermenilerin yaptıkları katliamlar nedeniyle ortaya çıkan “zorunluluğa” dikkat çekmekte ve bazı itiraflarda bulunmaktadır:”...meşhur meseledir tabii İsa’yı gücendirdiler, Muhammed’i de memnun etmediler. Esas

73

tehcirin, buyurdukları gibi olduğuna Heyet kanidir. Ancak bugün nasıl bir kabine çekiliyorsa orduyu tehlikeden kurtarmak için ahalinin tehciri-ne karar verirken hükümet, senelerden beri o havalide kalan unsuru, ahaliyi nazar-ı itibare almadı, düşünmedi.” Soruşturmada Abbas Halim Paşa “Tehcir meselesi bulunduğunuz vaziyette zannetmem ki büyük bir hata olsun.” derken daha sonradan hükümette yer almış birçok mil-letvekili tehcirden çok sonraları haberdar olduklarını söylemektedirler ki, “merkezi umumi” olgusu düşünüldüğünde gerçek olma olasılığı bir hayli yüksektir. Yapılan sorgulamalar sonucu oluşan “Divan-ı Harb-i Örfi Muhakemesi”nde ise tehcir sırasında meydana gelen olayların “münferit vakıalardan ibaret olmayıp, isimleri zikredilen kişilerden mü-rekkep bir merkezin kuvvetleri tarafından tertip olunan ve icraatının şi-fahi ve hafi emir talimatlar vermek suretiyle” oluştuğu söylenmektedir. Raporun geri kalan kısımları acı verici sahneleri açık bir şekilde yansı-tır. Kastamonu halkının Vali Reşit Paşa’ya verdiği dilekçe halklar arası düşmanlık olmayacağının da bir göstergesidir: “Civar vilayetlerden Ermenileri mezbahaya sevk eder gibi çoluk-çocuklarıyla dağ başlarına çıkartarak katlediyorlarmış, biz memleketimizde böyle şey istemeyiz. Gazabı ilahiden korkarız. Küfr ile hükümet payidar olur. Zulümle hü-kümet payidar olmaz.” Bunun yanında Teşkilat- Mahsusa’dan Bahattin Şakir Mamuretü’l-aziz valisine çektiği telgrafta sorduğu sorulardan biri-si de şudur: “Sürüp yağmalandığını bildirdiğiniz muzır kişiler imha edi-liyor mu? Yoksa yalnızca sevk ve izam mı olunuyor?” Mahkeme yargı-sı, ilginç bilgilerle devam ediyor ve katliamların Talat, Enver, Cemal Beylerin emirleri dahilinde yapıldığına ulaşıyor. Bu kişilerin özellikle “kanıtların”, cesetlerin imhasına ya da gözden uzaklaştırılmasına özel bir önem verdikleri görülüyor. İttihat ve Terakki önderliğinin emirleriyle gerçekleştirilen katliam, imha ve malların yağma ve gasbedilmesi “işi” ise başta Bahattin Şakir olmak üzere bölge Teşkilat-ı Mahsusa’cıları tarafından yürütülüyor. Bir konuşma tutanağı daha: “Agah Bey: Senin için 10.000 Ermeni imha etti diyorlar...

Zeki Bey: Benim namusum var, on bine tenezzül etmem, daha çık bakalım...”

Yargı şöyle devam ediyor: “İstanbul’da bu meselenin mahzurlarını Talat ve Nazım’a anlatırken, bu işin lüzum ve faydasına inandıklarını ve Dr.Nazım’ın daha da ileri giderek “bu teşebbüsün Şark Meselesini halledeceğini söylediğine...”

Galiba en “cesur ve tarihi” ifadeyi 17 Mayıs 1919’daki celsede Zi-ya Gökalp veriyor: “Milletimize iftira ediyorsunuz. Türkiye’de bir Ermeni katliamı değil bir Türk-Ermeni mukabelesi olmuştur. Bizi arkadan vur-dular, bizde vurduk.”

Page 38: Sorun Polemik No

74

“Eski” olarak tanımlanan İttihatçılar kadar bile net olamayan bir ta-rih yazını ile karşı karşıya olduğumuzu okuyucu sanırım kabul edecek-tir. Bu bölümde son olarak Georges de Maleville isimli Fransız avuka-tın Ermeni tezlerine karşı Türkiye’yi savunduğu kitabını ele alacağız. Kitap ya da savunma tümüyle resmî tarih tezlerinin özet halinde tekra-rından oluşuyor. Öyle ki bu tekrarlar yayınevi tarafından yetersiz bu-lunmuş olacak ki, bir başka resmî tarihçiye, Çetin Yetkin’e bir giriş “not”u yazdırılarak bu yetersizlik giderilmeye çalışılmış. “Tarihinde soykırımcılık şöyle dursun, etnik ayrımcılık yapmayan bir-iki ulustan bi-ri Türk ulusu” diyen Yetkin, olayı tümüyle yadsıyan bir tavır içinde “eğer arkadan vurunca soykırım yapılsaydı önce Rumlar bundan payı-nı alırdı” şeklinde örtülü bir gözdağı vermeyi de ihmal etmiyor. Türk unsurunu tümüyle olayların dışında tutma eğilimi yazarda giderek baş-kalarını suçlamaya dönüşüyor. Kürtlerle Ermenilerin bir arada yaşadık-larını söyledikten sonra Kürtleri kastederek, ilgili bağlamda resmî tari-hin yaklaşımlarına yeni bir madde daha ekliyor:

“Göç sırasında kıyıma uğrayan Ermenilere bu kıyımı kimlerin en yüksek oranda ve en büyük olasılıkla gerçekleştirdiği açık olsa gere-kir.” Maleville kısa bir tarihçenin ardından tehciri neredeyse es geçerek 1916-17 yıllarında Doğu cephesinde Ermenilerin durumu hakkında bil-gi veriyor, kuşkusuz bu “Ermenilerin Osmanlıyı arkadan vurduğu” te-zine de dayanak yapılmak isteniyor ve ardından bu süreçte anıldığı kadar ölüm olmadığı görüşüne ulaşılıyor.

Yazara göre Ermenilerin tehcir sırasında “sağ kalmış olsalar bile, savaşta kaybolanlar arasında sayılmış olma” olasılığı mevcut. Ve bu-gün Doğu Anadolu’da Ermeni olmamasının nedenini de onların geri dönmeyi istememelerine bağlıyor. Soykırım yapılmadığı tezine bir di-ğer dayanağı bu konuda düzenli bir planın varlığının kanıtlanmaması-na bağlayan yazar, olayların kronolojik incelenmesinin bunu göstere-ceğini söylerken her nedense kendisi kronolojik anlatımı tercih etmiyor ve satır aralarında tarihsel çarpıtmayı da ihmalden uzak durmuyor. Ve bu durum itirafı beraberinde getiriyor: “Osmanlılar bunun yerine, -beceriksizce- en insancıl çözümü, yani cephe gerisine gönderme yön-temini seçtiler. Bu çözüm daha da beceriksizce gerçekleştirildi ve bir dram oldu.” Yazara göre Osmanlı, Rusların yaptığı gibi, savaş alanı ilan ederek Ermenileri kurşunlayarak öldürebilseydi, becerikli bir yön-tem seçmiş olacaktı.

Diğer taraftan Osmanlı kendisine sadık halkında güvenliğini kuş-kusuz sağlamak zorundaydı! Osmanlı Yunanlıları gibi rahat dursalardı; “Eğer Ermeniler aynı şeyi yapmış olsalardı, kısacası sürgün ve bunun-la gelen katliam olgusu gerçekleşmeyecekti.”

75

İtiraflarını tezleriyle dengeleyen yazar batılı bir avukat olmanın ver-diği rahatlıkla konu hakkında söylenen olumsuz her şeyin Ermeni pro-pagandası olduğunu da ilan etmekten geri kalmıyor. Ölümler hakkında yapılan göstermelik kovuşturmalar ise bu durumda karşı tezin birer kanı-tı olabiliyor. Aynı zamanda İttihat-Terakki ile Teşkilat-ı Mahsusa Örgüt-lenmesini katliamla ilişkilendirmeme gibi bir tavır içine girmesi savunuyu daha da çelişik kılabiliyor. Konu hakkında yazılı bir evrakın olmamasını, mütareke döneminde İttihatçıların bu suçla da yargılanmasını ve bu yar-gılamanın sonuçlarını kendi tezlerine dayanak yapabiliyor.

Maleville’in Osmanlı arşivlerinin önemli bir kısmının açılmadığını, diğer taraftan hükümetler değişse bile değişmeyen “derin devlet” ger-çeğini bilmediği ya da bilmezliğe geldiği bu gibi iddiaların dayandığı tezler ve yaklaşımlarda açıkça ortaya çıkıyor.

Maleville’in diğer tezleri ise; Ermenilerle Osmanlı arasında hiçbir sorun olmadığı, hatta ulusal ve dini ırkçılığın olmadığı; bu kadar yaygın bir Ermeni ayaklanmasının örgütsüz ve dış desteksiz olamayacağı şeklinde özetlenebilir. Birincisi, kendisinin birkaç sayfa öncesinde sun-duğu tarih özetiyle çelişirken ikincisi geleneksel “Türk ideolojisiyle” doğrudan örtüşüyor. Yazının devamında yazardan yapacağımız birkaç alıntı içerdiği şaşırtıcı yaklaşımlarla kendi kendini yalanlayan bir sa-vunma -daha doğrusu bir itiraf- örneği olarak önümüzde duruyor: “Bu kurbanlardan bazıları varacakları yere vardıklarında, güçsüzlükten öl-müşlerdir. Ötekiler yolculuk sırasında ölmüş, diğerleri de sadece nor-mal olarak kaybolmuşlardır... Gizlice hazırlanan bütün bu saçma ayak-lanmalar o anda sadece gereksiz ölümlere neden olmakla son bulmuş-tur... Cinai sorumluluk tüzel değil, (hükümete ait değil) kişiseldir...

İstanbul’u savunan Türk ordusunun, yiyecek olmaması nedeniyle açılıktan ölmesine izin veriliyordu. Bu koşullar altında, Suriye’nin kuze-yine nakledilen zavallı sivil Ermeni nüfusunun başına ne gelmesi gere-kirdi acaba?” Tümüyle ilginç, ancak ben daha çok “normal olarak kay-bolma” ifadesine takıldım!

Bütün komşularını, hatta “anavatanının” sözünü dinlemeyen Kıb-rıs’lı Türkleri dahi düşman sayabilen bir söylemle karşı karşıyayız. Kuş-kusuz bu ideolojik yaklaşım birden oluşmadı. Yunanlıların doğrudan Osmanlıya karşı baş kaldırıp bağımsızlık savaşı sonunda yeni bir devlet kurmalarının yarattığı etki günümüze dek sürdü. O tarihten sonra Yu-nanlılar kalıcı düşmanımız oldu. Toprak kayıpları birbirini izledi. Ruslara kaybedilen her toprak parçası düşmanlarımızın sayısını arttırdı. Birçok resmî tarihçinin deyimiyle “Müslüman unsurların” tam ortasında, üstelik Türklerin eski ve gelecekteki (!) dünyası Orta Asya’ya açılan yolda ya-şayan Ermenilerin özgürlük, reform gibi taleplerine göz yumulması ise,

Page 39: Sorun Polemik No

76

artık gelinen çöküş noktasında neredeyse olanaksızdı ve bir şekilde bu sorunun çözümlenmesi gerekiyordu. O gün çöküşün önlenmesinin ge-reği olan “çözüm arayışı” bugün yarattığı söylemle resmî ideolojinin en önemli dayanak noktalarından birisini oluşturdu. Yakın ve uzak tüm komşularını düşman sayan devlet, -genel kriterlerin ve somut durumun aksine- güçlenmesinin önünde engel oluşturmak isteyen “dış mihrakla-rın” kendisini parçalayıp böleceği paranoyasını toplumuna aktararak oto-ritesini güçlendirmeye çalıştı.

Burada bir ara not olarak her nedense gölgede kalmış ve geniş ke-simlerce pek bilinmeyen, bilinse de dile getirilmeyen iki olaydan söz et-mek istiyorum. Bunlarda ilki Pontus Rum tehciri. Rus ordularının Doğu Karadeniz’in bir kısmını işgal etmesi ve işgal altındaki bölgede kısa sü-rede bağımsızlık hareketlerinin filizlenmesi üzerine, ordunun güvenliği, düşman hattındaki Türk olmayan unsurların temizlenmesi vs. benzer nedenlerle, özellikle Trabzon’un batısında yaşayan Rum yerleşimleri boşaltılarak geçici denilen (!) “tehcir” hareketi başlatıldı.

Ancak yola çıkışın hemen ardından onlara ait tüm izlerin yağma-lanması ve yok edilmesi işin geçici olmadığını gösteriyordu ve bu hare-ketlere katılan “çete”lerden en önemlisinin her devrin tetikçisi Topal Os-man’a ait olması işin hiyerarşik niteliğini de ortaya koyuyordu. On binler-ce kayıpla İç Anadolu’ya ulaşan göçmenlerin çok azı o da turistik olarak doğdukları topraklara geri dönebileceklerdir.

Diğer taraftan, 1.Dünya Savaşı yıllarında Hicaz başta olmak üzere çeşitli bölgelerde meydana gelen İngiltere destekli Arap ayaklanmaları ve “özerklik” hareketleri üzerine Arap nüfusunun yaşadığı bölgelerde de çeşitli göç hareketlerinin uygulamaya sokulduğu bilinmektedir. Elen ba-ğımsızlığı ile başlayan sürecin Arap ve Ermeni virajlarından sonra bu-gün geldiği noktayı tartışmak bu kısa “derlemenin” amacını aşıyor. An-cak anılan halklarla ilgili olarak paranoid bir sendrom yaşandığı da orta-da. Konumuz bağlamında bir örnek verebiliriz. Her yıl nisan ayında dün-yanın çeşitli ülkelerinde, özellikle de Ermeni toplulukların yaşadıkları ül-kelerde “tehciri” anma toplantıları düzenlenir. Bu toplantılar resmî ideolo-jiyi doğal olarak rahatsız eder ve hemen karşı atağa geçilir. 1915’in tartı-şılmasından özenle kaçınılarak Ermenilerin Doğu Anadolu’da “Müslü-man unsurlara” karşı giriştikleri katliamların anma törenleri başrolü oy-nar. Birkaç maaşlı bilim adamı uzun ve sıkıcı sohbet programlarında Ermenilerin haksızlığını uzun tartışır ve sorun yeniden alevlenene kadar unutturulmaya çalışılır.

Aslında sorunu unutturma, onu yok saymanın en önemli gerçekleş-tirme yollarından birisidir. Genel tavır yüz binlerce kişinin ölümüyle so-nuçlanan bu acı olayı hiçbir şekilde tartışmama yönündedir. Birtakım -

77

sözde- bilimsel gerçeklerle “aslında olayın öyle olmadığı” propagandası sürekli yapılır. Ne var ki bu duruş en önemli somut desteğinden yoksun-dur. Çünkü döneme ait Osmanlı arşivleri açılmamıştır ve açılması ya-saktır, Tapu kayıtları bile emir ve komuta zinciri içinde zapturapt altına alınmak istenmektedir. Bu şartlarda bilim yaptığını savunanlar, arşivlerin kapalı tutulması konusunda her nedense sessiz kalırlar ve ilginç bir şe-kilde hiçbir -resmî- tarihçimizin bu arşivlerin açılmasına yönelik bir talebi de yoktur. Böylece gerçeğin ortaya çıkışı bir şekilde engellenmek isten-mektedir. Ve kuşkusuz bu şartlarda eski tip propagandaya istenildiği gibi devam edilebilecektir; olay yok sayılıp sorumluluk konusu tartışmaya dahi sokulmayacaktır. Bir diğer ilginç nokta ise 1923’te kurulan ve dö-nem dönem Osmanlıyı tümüyle reddeden devletin bu olaya karşı gös-terdiği muhafazakâr tutumdur. Diğer taraftan İttihat ve Terakki’yi ve onun önderlerini tümüyle olumsuzlayan Kemalist geleneğin, bu sorun tartışıl-maya açıldığında onları özenle ve inatla savunur olmasıdır. Bunu “resmî ideoloji” mantığı açıklar. Kendisini “sol” olarak tanımlayan tarihçi ve araştırmacıların da bu ideolojik yaklaşımdan kendilerini kurtaramadıkları görülür. Hatta resmî ideolojik söylemin yarattığı bulanıklıktan en çok sol’un etkilendiğini söyleyebiliriz. Bunun en önemli nedeni resmî ideolo-jinin ve bunun devamında Kemalist tarih söyleminin etkisinden kurtula-mamış olmalarıdır. Bu konudaki nesnellik ölçüsü, kendisini “sol” olarak tanımlayan tarihçiler için ayırıcı bir katalizör işlevi görür. Kişinin kendisini tanımlayışından çok yaptıkları-yazdıkları onun tanımlanışını belirler. Ve bu duruşlarıyla bu kişiler sağ tarihçilerden daha geri bir konuma da sü-rüklenirler.

Soluklanıp sorumuzu yineleyelim “tarihi meselelerin tartışılmasını tarihçilere bırakalım” mı?

7 Ekim 2006

(Devam Edecek)

Page 40: Sorun Polemik No

78

Hakan Mertoğlu -Deneme-

Ütopyacı Kurgu!.. Masal, Ütopya ve Fantastik Edebiyat

“Kaçınılmazlıklara bir kere meydan okuduktan sonra umuda yolculuk için erzak toplamaya başlarız.”1

Dünya üzerinde yaşamış bütün toplumlarda iyi ve kötünün karşı-laşmasında/karşılaştırmasında iyi olanın kazandığı ya da hüküm sür-düğü bir dünyaya özlemi anlatan kurgulanmış anlatı zenginliği mevcut-tur. Bu zenginlik ister yazılı isterse sözlü olsun toplumların içinde ya-şadığı çağın karşısına o toplumun umutlarını çıkarır. Anlatı, kurgulan-dığı zaman ve mekândan bağımsız (evvel zaman içinde/bir varmış bir yokmuş) olarak yüzünü şimdiden sonraya döner. Kurgulanan ister kah-ramanın erdemli davranışları olsun, isterse geçmişte yaşamış bir top-lumun bolluk ve zenginliklerinin betimlemesi olsun, özde istenen kur-gulanan erdemli davranışların şimdiden sonrada tekrarını dilemek ve-ya bu davranışların tekrarını sağlamaktır. Toplumların içinde yaşadık-ları toplumsal ilişkilerinin karşısına koyduğu, geleceğe yönelik umut ve özlemlerinin ifadesi olan bu zengin anlatı biçimi, biz bunu çok genel anlamıyla sözlü ya da yazılı edebiyat olarak algılayabiliriz, insan soyut düşüncesinin birçok alanına referans kaynağı olmuştur. Din, Siyaset, Tarih, Felsefe, vb.

Din, Binyılcılık ve Mehdi inancıyla; siyaset, Altın Çağ idealizasyonuyla; tarih ise daha önce yaşamış müreffeh toplumların izini sürerek toplumların geleceğe dönük umutlarını canlı tutmayı iste-mişlerdir.

Modernizmin içine çekilmediği geçmiş zamanlarda Doğunun sözlü edebiyatında masalın önemli bir yeri vardı. Cinli perili fantastik düşün-ce akışında kurgulanmış masallarda Beylerine, Padişahlarına başkal-dıran halkın kahramanları daha iyi bir düzenin umutlarını halklara ta-şımışlardır. Her dönem ve zamanda gündelik halkın arzularını içine kattığı kendi anlatıcısıyla ve zamanıyla özdeşleşmiş, anonimleşmiş ve bireye değil topluma yönelen, zamandan zamana sıçrayan bu sözlü edebiyat biçimi “hayal oyunlarıyla yalanın perdesi arkasından gerçeği görmeye bir davettir.”2

Masalın çeşitliliği içinde fantastik daha çok erdemli davranışları övülen bir kahramanın gündelik yaşamdaki iyi, doğru düşünce davra-nış çizgisini gelecek kuşaklara belletmek için etkiyi artırmakta kullanıl-

79

mıştır. Masalın içine efsanevi tarihsel olay, olgu ve süreçler girdikçe içindeki fantastik öge gücünü gerçeğe bırakmış efsane masalda yeni-den kurgulanmıştır. Masalın içindeki bu efsanevi tarihsellik halklara kendi toplumlarındaki kötülükle, adaletsizlikle mücadele direncini ku-şaktan kuşağa taşıma işlevini görmüştür. Çoğu zaman halklar beyleri-ne ve padişahlarına cedlerinin anlattığı masallardaki biçimle karşı koymuşlardır.

Modernizmin kuşattığı Doğu’da masal bu etki gücünü kaybetmiş-tir. Beylerin, padişahların kahramanın karşısına çıkarttığı ejderhalar halkların gözünde cisimleşmiş artık bu ejderhalar tanka, helikoptere dönüşerek büyüyü bozmuşlardır. Artık bunların gözünü kör etmek için kahramanın kılıcı etkili değildir… Ancak Doğu halkları her daim kendi kahramanlarını yeniden ve yeniden üretebilmektedir. Örneğin kapısına Kur’an’dan bir ayet asan (müslümanlar kendinizi şûralarla yönetin) I. Doğu Halkları Kurultayı’nda müslümanlar şûrayı mehdi olarak gör-müşlerdir.

Batı’da Reform ve Rönesans akımlarıyla modernizmin doğuşu aklı ön plana çıkararak anlatı biçimlerindeki fantezi ögelerini törpüledi. “Her şey, ya us mahkemesi önünde varlığını doğrulamak, ya da varlığından vazgeçmek zorunda kaldı. Düşünen us, her şeye uygulanacak tek ve eşsiz ölçü oldu.”3 Batı’nın akılcılığı Doğu’nun masal’ının etkisini kırdı. Ancak modernizm kendisini yaratırken kendi karşıtını da yarattı. Masal kendisine, akılcılıkla harmanlanan yeni biçimini buldu. Artık “bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde, ben ninemin be-şiğini tıngır mıngır sallar iken,” diye başlamayan ancak zamansız ve mekânsız yeni anlatı biçimleri ilk temsilcilerini edebiyat sahnesine çı-kardı. Thomas More’un Utopia’yası bu yeni anlatı biçiminin ilk temsilci-sidir.

Ütopya ve Masal diğer bütün edebiyat alanlarından daha fazla birbirine kardeştir. İki türün de kurgulanmış bir ürün olması bu iki türün diğerleriyle ortak yanı olmasına rağmen birbirleriye temel ortak yanları farklılıklarından daha etkilidir. En büyük farklılıkları zaman algısı olarak belirse de masalın geçmişi kurgulaması aslında şimdiden sonraki za-mana yani geleceğe yüzünü dönmesi açısından bu farkı etkisizleştir-mektedir. En önemli ortak yanları olan toplumsal dertleri, yani daha iyi bir gelecek kurgusu, şimdiki zamana muhalif olma, erdemli olanı bu güne taşıma konusunda toplumların umutlarını canlı tutma istenci bu iki türü birbirine sıkı sıkıya bağlamaktadır.

Modernizmin us mahkemesi karşısında masal zaten eski biçimiyle varlığını koruyamazdı. Bunun için yazıya döküldü, cinlerinden ve peri-

Page 41: Sorun Polemik No

80

lerinden kurtuldu ama iyiye ve doğruya olan umudundan bir şey kay-betmedi. Aynı zamanda bilimlerin felsefeden ayrılması ve varlığını his-settirmesinin yanında insan toplumunun doğa karşısındaki özgürlük alanının artmasıyla gelecek kurguları insanların kafasında daha fazla yer etmeye başladı, bu nedenle masal geçmişin sınırlarını kaldırma yoluna girdi. Modern biçimine kavuşan masalın tarihi aslında Ütopya-nın tarihidir.

Edebiyat bir duyuş biçimi olarak toplumların içine hapsolduğu üre-tim ilişkilerinden kaynaklanan sorunları ve bu sorunların aşılma yolları-na dair özlemleri, umutları betimler. Modernizm çağında bu betimle-menin en etkili biçimi Ütopya olmuştur.

Ütopya hem modernizmin kendisi hem de onun bir eleştirisi olarak çeşitli tarihsel evreler geçirmiştir. Batı akılcılığının doğum sancıları çektiği bir evrede akılcılığın tarafında olarak Hıristiyan dininin ortaçağ bağnazlığıyla mücadele içine girmiştir. 17. yy.’da insancıl komünizm olgunlaşmaya başladığında komün toplumunun ideal düzenini anlat-makta teorik düzlemin kuruluğunu aşarak canlı ve yaşayan soyutlama-lar üreterek komün fikrinin kitleler içinde yayılmasını sağlamıştır.

Tıpkı masalda olduğu gibi iyi ve doğruyu toplumların zihninde somutlayarak bu kavramları yaşayan kavranabilen bir düzeye çekerek, yeni mücadele biçimlerinin kapılarını aralamıştır. Örneğin “Utopia’daki yaşamı tüm yoğunluğu ve somut özgünlüğüyle anlatmak, dolambaçlı mantıksal irdelemeler isteyen teorik konuları ikna edici bir şekilde iş-lemenin yöntemi olmaktadır. Başka herhangi bir yöntemle bu mesele-ler ön yargı ve belirsizlik içinde darmadağın olur. Mülkiyette ortaklaş-mak insanı çalışmaktan caydırır ve yoksullaştırır diye Hyhloday’e itiraz edildiğinde, teoriye değil, deneyimlediği ve gözlemlediği Utopialıların gündelik yaşamına atıf yaparak cevap verir: “Benimle Utopia’da olma-lıydınız ve davranışlarını ve adetlerini benim gibi gözlerinizle görmeliy-diniz…”4 Bu haliyle ütopyacı kurgu Fransız Sosyalizmine etki ederek Marksizm’in de kaynaklarından olan Fransız Sosyalizmini geliştirmiştir. Bunun dışında İngiliz iktisadına ve Alman materyalizmine de ütopyacı kurgunun yeni düşünce biçimlerini esinlemek bakımından katkısı var-dır.

18-19. yy.’da manifaktürün gelişimi sonrasında da sanayinin ge-lişmesiyle, bilimin olanaklarının artması, insanın doğa ve geçmiş top-lum düzenlerinden kaynaklanan boyunduruğunu kırmasıyla önceki yüzyıllarda yazılan ütopyaların gerçekleşmesi insan toplumuna bir o kadar yakınlaşmıştır. Ütopyacılarının hayalleri gerçekleşmenin eşiğine geldiğinde aydınlar toplumsal teoriyi geliştirmeyi ışıklı ütopyalar kurgu-

81

lamaya yeğ tutmuşlardır. 19. yy.’da ütopyacı kurgu yerini ütopyacı teo-riye bırakmıştır. Anadolu’daki anlayışa benzer “Yol cümleden uludur”5 anlayışıyla Batı toplumlarında yeni bilimin olanaklarıyla harmanlanmış geçmiş toplumların komünlerine öykünen komünler pıtırak gibi çoğal-mışlardır. Bu hareketin öncüleri Saint-Simon ve Owen’dır.6 Modern kapitalizmle kuşatılmış bu denemeler başarılı olamayınca ve kapita-lizmin toplumlara gelecek için zengin, barış içerisinde bir toplumu müj-delemediği anlaşılınca 19. yy. sonları ütopya anti ütopya biçimine dö-nüşerek muhalefet silahlarını kuşanmıştır. Ancak kapitalizmin ortaya çıkardığı yeni sınıf olan işçi sınıfı gelecek için yeni özlem ve umutları bu sefer bilimsel ütopya biçiminde toplumların belleğine ekmiştir. 19. yy. ortalarından 20. yy. başlarına kadar geçen süre anti-ütopya ve ütopyanın çarpışmasıyla geçer.

Devrimler çağı olarak başlayan 20. yy. Bolşevik Devrimi ile ütop-yanın bayrağını Doğu toplumlarına geçirmiştir. Ancak Batıdan bir dev-rimin gelmediği koşullarda buna bir de Sovyetlerin içerden ve dışardan çözülüşü eklenince Batı ütopyayı anti-ütopya olarak kurgulamış, ütop-ya Sovyetlerin eleştirisine dönüşmüş toplumların gelecek umutları ve özlemleri karartılarak ütopya asıl işlevinden saparak yönünü kaybet-miştir.

Yeniden Ütopya

Batı uzun zamandır toplumsallık derdinden, halkların zihinlerinde gelecek özlemlerini ve umutlarını yeşertmek olan ütopyalar üretme id-diasından vazgeçmiştir. Bu olanak Bolşevik Devrimiyle çoktandır Do-ğuya geçmesine rağmen Doğuda bu türden bir Modern Utopia üretme uğraşısı bulunmamaktadır. Batının penceresinden Doğu’ya bakanlar için bu gerçeklik Doğuda ütopya yoktur tespitine kadar varmıştır.7 Hal-buki Doğu’nun masalları bu tespite en güzel cevaptır. Ayrıca Utopia’dan anlaşılan ideal bir toplum ve yönetim kurgusu ise Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilik’i bu anlayışın karşısında durmaktadır.

Postmodern çağda Batının müreffeh toplumlarında şu sıralar mo-da olan edebiyat akımı salt iyinin ve kötünün savaşının fantastik nos-yonla kurgulandığı Fantastik Edebiyattır. Bu edebiyat zamansız ve mekânsız olmasıyla ütopyaya ve masala benzemesine rağmen hiçbir toplumsal kaygı taşımaz; kahramanları iyinin, doğrunun ve erdemlinin savaşını vermektedirler, ancak bu savaş ne için verilmektedir belirsiz-dir. Kahramanlar kendi serüvenlerinin peşinden giderler. Hiçbir top-lumsal mesajı içinde bulunulan çağa taşıma kaygıları yoktur, olan bi-

S.P. F/6

Page 42: Sorun Polemik No

82

tenlerin bu dünya ile hiçbir ilişkisi kurulamaz, kurulursa büyü bozulur. Kahramanlarının kendi pisikolojik oluşumlarında hiçbir toplumsal ögenin yeri yoktur. Verilen mücadele bir belirsizliğin içine hapsolmuş-tur. Mistisizm ve mitoloji ögeleri doğu masalları kahramanın arzularına tutsak edilmiştir.

Bu edebiyat biçimi Batı açısından sınıfsal bir tercihtir. O toplumsal olanı ve çağını sorgulamadığı gibi halklara daha iyi bir gelecekte vaat etmez. O okurlarını bu dünyadan uzaklaştırarak okuyucusuna her de-fasında katarsist yaşatır, onun sorguladığı uygarlık değil bireydir.

Tam da bu nedenle Doğu Batı’nın karşısına Utopia ile çıkmalıdır. Doğu tüm sömürülmüşlüğü ile daha iyi bir dünyaya inancını kendi mo-dern masallarını yani Ütopialarını yaratarak geleceğe dönük özlemleri-ni ve umutlarını canlı tutmalıdır. Bu olanak çoktandır Doğunun elinde-dir.

Marksizmin Ütopyaya Bakışı

Ütopyacı toplumsal teorinin 19. yy.’da gelişmesi ütopyanın bir top-lumsal dönüşüm projesi olarak ortaya çıkmasına neden oldu. Marksizmin eleştirisi ise, bir eylem klavuzu olarak ütopyacı toplumsal teoriyedir. Marx ve Engels her seferinde komünist toplumu betimle-mekten kaçınmışlardır. Marx’a göre bu iş edebiyatçıların işidir. Bunu da en güzel “Benim teorimin gelecekteki lokantalara güzel tarifler ha-zırlamakla ilgisi yoktur.” diyerek açıklamıştır. Ancak Marx ve Engels bir edebiyat biçimi olarak ütopyayı ve fantastik kurguyu kullanmışlardır. Örneğin Komünist Manifesto “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komü-nizm hayaleti. Eski Avrupa’nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üze-re kutsal bir ittifak içersine girdiler …” seklinde başlamaktadır. Marx ve Engels’in bir çok yazısında dönemin mitoloji, ütopya, falb türündeki edebi eserlere atıflar vardır. Engels Marksizmin ütopyacı teoriye bakı-şını “Marx’da, ütopyalar icat etmek, bilinmeyecek bir şey üzerine boş şeyler tasarlamak girişiminin izi bile bulunmaz. Marx, komünizm soru-nunu, örneğin bir doğa bilimcisinin kökeni ve değişikliklerinin yönü bili-nen, yeni bir biyolojik türün evrimi sorununu ortaya koyacağı gibi ko-yar” şeklinde betimlemiştir. Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sos-yalizm broşürü ile edebi bir tür olan ütopyadan ziyade ütopik toplumsal teoriyi eleştirmiştir. Marksizmin temel metinlerindeki bu tutum Devrimci ve Marksist Sol tarafından yanlış anlaşılarak Utopia edebiyatına karşı bir tepkinin oluşmasına neden olmuştur. Bunda Utopia edebiyatının kendisini toplumsal teori gibi lanse etmesinin de payı vardır. Ancak

83

Utopia özü itibariyle toplumsal sorumlulukları nedeniyle bir sistem eleştirisi olmaya en uygun edebiyat türüdür. Bu gerçeklik Marksist edebiyatçılar tarafından gözden kaçırılmaktadır. Özellikle edebiyatta postmodernizmin ve fantastik kurgunun ağırlığının hissedildiği bu çağ-da sosyalist gerçekçiliğin, içine masal ve ütopya gibi türleri de alarak yeniden kurgulanmaya ihtiyacı vardır. Ütopyanın yapısı itibariyle top-lumsal teorileri somutlaştırarak kitlelerin nezdinde cisimleştirmesi gibi bir işlevi de vardır. Bu işlevden sosyalist gerçekçi edebiyatın yararla-namayacağını düşünmek önemli bir edebi biçimin işlevlerini düşman eline teslim etmek olur.

Bu arada biraz yapıştırma gibi dursa da belirtmekte yararını gör-düğümüz bir noktada; şu an kendi parçalanmışlığını mutlaklaştırmış Devrimci ve Marksist Sol’umuzun bulunduğu ütopik konumu kırmanın, kendi biçimlerini toplumsal teori diye ortaya atmalarının önüne geçme-de sosyalist gerçekçilikle yeniden kurgulanmış ütopya edebiyatının yeni ufuklar açacağını düşünmek hiç de yabana atılmayacak bir dü-şünce olur kanısındayız.

14 Ekim 2006 Dipnotlar: 1 R. Williams, Yıl 2000, Pantheon Books, New York, 1983, s.268. 2 Pertev Naili Boratav, Zaman Zaman İçinde, İstanbul, Adam Yayınları, s.33, 3 Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Ankara, 1998,

Sol Yayınları, s.37. Ayrıca Ütopyacı düşüncenin kısa bir tarihçesi için Bkz. s.36-52.

4 Aktaran, Krishan Kumar, Ütopyacılık, Çev. Ali Somel, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, s. 42.

5 Bir Alevi deyişi. 6 A.g.e., s.96-99. Ayrıca Bkz. Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel

Sosyalizm, Ankara, 1998, Sol Yayınları. 7 A.g.e.

Page 43: Sorun Polemik No

84

Kemâl Kök -Eleştiri-

Dönem/Kuşak Edebiyatı ve 12 Eylül “Biz Marksistler bu değişikliklerin, ulusal ruh, dö-

nem gibi berrak olamayan kavramlarla değil, sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiyle belirlenen toplumsal düzene bakılarak açıklanabileceğini biliriz.”

Lunaçarski, 1918

Sanatsal yönelişler tasnif edilirken çoğu zaman kuşak ve dönem-ler bazında ayrıştırılır. “40 Kuşağı”, “70 Kuşağı”, “12 Eylül Dönemi” vb. gibi. Kuşak/dönem tasniflemesi genelin yönelişini ve belirli bir zaman kesiti içindeki baskın renkleri anlatır. Ancak salt kuşak/dönem tasnif-lenmesi içinde kalarak düşünmek, sanatsal etkinliklerin sınıfsal/ideo-lojik/örgütsel boyutunu gizlemeye yarar. Böylelikle toplumdaki temel sınıfsal çelişki ve çatışkıların sanatla olan bütünselliği ve sanatsal ürünlere olan yansıması sakatlanmış olur.

Bizde de yaygın olan kuşak/dönem tasniflendirmesi bu açıdan sağlıksızdır. “Kuşak çatışması” olarak adlandırılan, bireyler arasındaki yaş dönemlerinin, sanatsal yönelişlerde de dönem olarak düşünülmesi bilimsel yöntemle yapılmış bir tasnifleme olamaz, aksi takdirde kuşak-lar sanki sınıflar mücadelesinin üstünde/dışında gibi algılanır ki, çoğu zaman da salt gizlenmek için kuşak/dönem kavramı kullanılır. Aynı burjuva zihniyetinin tasnif anlayışı siyasal mücadeleyi de kuşak/dönem kısırlığı içinde tutarak çarpıtır. Öyle ki, bu “sol”un içinde bile “68’liler”, “78’liler” gibi anlatımlarla yaygınlık hatta “meşruluk” kazanmıştır.

Batı’daki sanat akımlarının sınıflar mücadelesi içindeki değişim-gelişim evreleri bilinir ancak aynı şeyin bizde de olacağı inatla düşü-nülmez. Batı’daki sanat akımlarının bize eklektik biçimde yansımaları “genel kabul” görmesine karşın, bizde de bu sanat akımları arasında mücadele olduğunun görülmek istenmemesinin nedeni; “ülkede sınıflar mücadelesinin Batı’daki gibi billurlaşmadığı” çarpık görüşü ve resmî ideolojiyle/iktidarla sanatçıların fazla haşır neşir olmasıdır. Burada vur-gulanması gereken nokta şudur: Sanat eylemliliklerindeki yönelişleri, sınıflar mücadelesi ekseninde değerlendirmeme alışkanlığının/yanıl-gısının kemikleşmiş bir düşünce biçimi olarak “sol”da da hâlâ yaygın olmasıdır.

Bu ülkede neredeyse kaç dergi varsa o kadar sanat akımı iddia-sında olan çevrenin olması, üstelik kültürel çürümenin böylesine boyut-landığı bir dönemde ilginçtir. Aslında bir taraftan iyidir de, çıkış yolu arandığını gösterir. Ancak diğer yandan ortalıkta onlarca eklektik sanat

85

“manifesto”sunun dolaşması sanat tarihinin sınıflar mücadelesi içinde oluştuğu fikrinin henüz beyinlerde billurlaşmadığını gösterir. Üstelik bu çevrelerin çoğu da kendisini “özgün sanat akımı” saymakta ve oluştur-duğu elitizmle kendilerine yeni yeni fildişi kuleleri yaratmakla meşgul-dür. Ancak iddialar ne yönde olursa olsun, yapılanlar genel olarak ça-ğımızdaki sınıflar mücadelesi ekseninde, temel uzlaşmaz sınıflar olan burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji doğrultusundadır.

Burjuva sanat anlayışının temel özelliği, sınıflar mücadelesini per-deleme amaçlı asimilasyon ve inkâr politikaları üzerinden sanatsal ürünleri toplumsal ilişkilerden yalıtarak soyut birey eksenli düşünmesi-dir. Bireyi toplumsal/sınıfsal konumundan yalıtma anlayışı, birbirinden farklı gibi duran ancak özünde aynı olan birçok sanat kümelenmesi-ni/dükkânını/tekkesini üretmiştir. Bu kümelenmeler finansmanını tekel-lerin yaptığı vakıf, dernek, dergi vb. gibi zeminlerde “sivil toplum” ma-salının uygulayıcısı olarak burjuvazinin “edebiyat komiserliği”ni yapma yarışındadır.

Kaldı ki, bu ülkede ta en baştan itibaren sanatçı-iktidar ilişkisi in-celendiğinde vurgulanmak istenen amaç açıkça görülecektir. “Bürok-rat” kimliğiyle Yahya Kemal, Ahmet Kutsi Tecer, Orhan Seyfi Orhon, Behçet Kemal Çağlar, Faruk Nafız Çamlıbel, M. Şevket Esendal, … gibilerinin hayat öyküleri iktidarın sanat politikasını nasıl yürüttüğünü gözler önüne serer. Sanatsal alanı Sol’dan temizleme operasyonları sistematik bir bütünlük gösterir. Sabahattin Ali’nin öldürülmesinden tu-tun da Cahit Sıtkı Tarancı’ya CHP Şiir Ödülü verilmesi, Necip Fazıl Kı-sakürek’in “Ağaç” dergisi için Celal Bayar’ın sponsor olması, Nazım Hikmet’in cezaevinde tutulması egemenlerin sanat politikasının bir ürünüdür.

Sanatın kitlelerle kurduğu etkileyici bağın ne anlama geldiğini bi-len egemen sınıf, Sol’un etki alanını kırmak için her türlü yöntemi de-nemekten çekinmemiştir. 12 Eylül’de kitap ile silahı özdeşleştiren sah-neler beyinlerde canlılığını korumaktadır. Kitapların toplatılması, yazar, yayıncı ve evinde “sakıncalı” kitap bulunanların sorgulanması boşuna değildir.

Askerî darbeler Türkiye egemen sınıfının istediği yönde siya-sal/sanatsal üretimlerin rotasını da çizmiştir. Tekeller adına “24 Ocak kararları”nın uygulayıcısı faşist apoletlerin bizzat desteğiyle, tıpkı Cumhuriyet dönemindeki gibi, kimi sanatçıların önü açılmış muhalif olanlar ise tarifsiz acılara mahkûm edilerek yaşama alanından mahrum bırakılmıştır.

Page 44: Sorun Polemik No

86

12 Eylül faşist askerî darbesinin sosyalistler üzerinde dolayısıyla tüm toplum üzerindeki olumsuz etkisi büyüktür. Öyle ki tüm ilerici kültü-rel birikim çeşitli kıyım ve kırımlardan geçirilerek budanmak, yok edil-mek istenmiştir. Kitapların kışlalarda yakılışı, yakılan kitapların ışığında gencecik bedenlere kurulan darağaçları, zindanların tıka basa dolduru-luşu ve kitabın yıllarca suç aleti olarak gösterilişi sosyalist mücadeleye dolayısıyla sosyalist gerçekçiliğe ciddî darbeler vurmuştur. Örgütsel sürekliliği, yani dernek, sendika, parti çatıları elinden alınan emekçi halka karşı uygulanan baskı, içe çekilmeyi, melankoliyi, inkârı, biline-mezciliği, idealizmi, kültürel çözülmeyi ve dolayısıyla burjuva sanat an-layışının hâkimiyetini üretmiştir. Askerî darbeye karşı koyuş deneyim-lerinin yenilgiyle sonuçlanmasından dolayı ilerici bir “karşı kültür” atılı-mı gerçekleştirilememiştir. Aksine küçükburjuva ideolojisi, 12 Eylül ön-cesi popülist solun vulger sanat anlayışı, feodal kültür kalıntıları ve ye-nilginin verdiği serzenişi de yanına aldığında sanatta “sol arabesk” doğmuştur. Böylelikle örgütsel ve kültürel geleneği parçalanan Sol, “sol arabesk” anlayışıyla sırtına yeni bir kambur ekleyerek süreci bu noktalara getirmiştir.

12 Eylül’ün siyasal hayata müdahalesi kültürel/sanatsal alanın ge-rici dalgaya teslimiyetini getirdi. Özellikle 12 Eylül’de çözülüp sistemle bütünleşenler bir Cumhuriyet geleneği olarak sanatta belirleyicilik nok-tasında bu iş için görevlendirildiler. Basın-yayın tekellerinde istihdam edilerek burjuvazinin “edebiyat komiseri” oldular. Sosyalist düşüncenin sanatsal alandaki etkisini kırmayı başardılar. Süreç Sovyetlerin çözül-mesiyle katmerleşince Sol, sanatta belirleyiciliğini/etkisini kaybetti. Kaybetmesinde Sol’un da kapsamlı bir proje üretememesi önemli bir nedendir. Ve zamanla proleterleşme ve resmî ideoloji dışına çıkma korkusu altında küçükburjuva şizofrenik itiraflarının medya holdingleri-nin pazarlamasıyla sanat olarak sunulması ‘90’lardan itibaren kanık-sanır duruma geldi.

“12 Eylül kuşağı”, “12 Eylül dönemi sanatı/şiiri” kavramlaştırılması üzerinden edebiyat/sanat incelemesinde bulunanlar, kasten böyle dav-rananlar hariç, faşist askerî darbeyi alttan alta ve üstü örtülü cümleler-le olumladıklarının farkında dahi değildir. ‘70’li yıllarda edebiyatın Sol’a yönelmesini içine yediremeyenler, dönemin küçükburjuva radikaliz-mindeki slogancı/vulger eserlerini öne çıkararak 12 Eylül’ün “gerçek sanatın” önünü açtığını kulaktan kulağa fısıldamakta ve böylelikle sos-yalist gerçekçiliğe olan içlerindeki kini kusmaktadır. “Gerçek sanat” dedikleri burjuva bireyciliği ve mistisizminin çöküntüleridir. Sözüm ona sanatları “ideolojiler üstüdür”, “politik şiirin kabalığını taşımaz” ve “ideo-

87

loji sanatı öldürdüğü” için “imge” ve “poetika” her şeydir. Hatta “şiir tek insansal yaratılıştır”1 diyen şamanlarla “politika veya dünya görüşü merkezli değerlendirmelerin bir eseri kavramada yeterli olmadığı”2nı yumurtlayan narsistler bile var. Aynı zihniyet 12 Eylül sonrası sana-tı/şiiri (dolayısıyla faşist darbeyi) kutsayarak “80 darbesinin, 80 şairine olmasa bile, 80 şiirine etkisi sıfıra yakın”3 gibi toplum/birey/sanatçı bü-tünlüğünü inkâr eden havada cümleler bile yazalabilmektedir.

12 Eylül ile öne fırlayan ve burjuvazinin edebiyata kapsamlı bir müdahalesinin basit birer figüranı olan sanatçıların temel kozu “im-ge”dir. İmgeye olan kutsal atıftır. Bu kutsal “imge” kavramı üzerinden sosyalist gerçekçiliğe olan düşmanlıklar açığa çıkar. Oysa onların yap-tığı imgeler gerçeğin atomik olarak parçalanması ve bütünün reddi üzerinden üretilir. Kapitalist anarşide parçalanan bilinçler zamandan ve mekândan münezzeh bir şekilde öne çıkarılır, bireyin yaşadığı girdap-lar ayrıntılandırılır. Soyut bireyin abartılı öne çıkması ya içe kapanarak varoluşsal çöküntüyü, kötümserliği, bunalımı ya da madalyonun diğer yüzü olan ırkçılığa dayalı sanal kahramanlığı doğurur. Böylelikle sa-natçı mevcut statüko içinde kalır. Durağanlaşıp çaresizleşir ve hırçın-laşır. Sanatçının içinde olduğu girdap, bütünü reddettiği için her geçen gün derinleştirilir. Bu sanatçının sosyal olaylara karşı ilgisizliğini ve kü-çümsemesini doğurur. Sanatçı gizemlileşir ve artık sanatsal ürünler gerçekdışı, parçalı ve çelişkilidir. Çünkü temel problem onun içinde yaşadığı travmatik fırtınalardır. Sanatçı için oluşturulan bu durum te-keller tarafından ödül, transfer ücreti, popülerleştirme gibi yöntemlerle hemen kutsanır. Kutsanan sanatçı bulunduğu fildişi kulesini kaybetme korkusuyla terbiye edilerek sosyal değişimden nefret eder hale getirilir. Böylelikle imgeler arasında organik bütünlük sağlamak isteyen sosya-list gerçekçilik anlayışı baş düşman olur. Çünkü sosyalist gerçekçi sa-natçılar, sosyal hayatın değişimini, bu değişime katılmayı ve dönüştü-rücü aktiviteleri savunur. Oysa burjuvazi kendi sistemini nihaî olarak görür ve devrimci değişime/dönüşüme şiddetle karşı çıkar. Bu açıdan toplumsal değişimlerin ana karakterini görmeyerek tarihi ve toplumu tersten, birey eksenli okumak, ne kadar iyi niyetli olursa olsun yapıtla-rın gerçeklik dışında idealist/fantastik düzeyde kalmasını doğurur ve burjuva ideolojisini pekiştirmeye hizmet eder.

12 Eylül darbesiyle 650 bin kişi gözaltına alındı, 7 bin kişi idamla yargılandı, 50 kişi idam edildi ve binlerce insan siyasî göçmenliğe zor-landı, vatandaşlıktan çıkarıldı. Tüm sanatsal/kültürel etkinlikler apolet-lerin denetimine girdi. Sansür ve yasaklama ile kitaplar toplatıldı ve yakıldı, ilerici yayınevleri kundaklandı, dergiler kapatıldı, filmler yasak-

Page 45: Sorun Polemik No

88

landı. Toplum bitkisel hayata sürüklenerek bellek yitimine uğratıldı. Bü-tün bunları görmezden gelip “12 Eylül’ün sanata etkisi olmamıştır” de-mek, faşist darbenin zulmünü olumlama anlamına gelir. Yine 12 Eylül sonrasının sanatsal eğilimlerini dönem/kuşak sığlığı içinde tahlile kalkmak, sanatın sınıfsal mücadele içinde kendine has silahları ve yöntemleri olan bir alan olduğunu inkâr anlamına gelir.

Bu yazı, amacındaki derinliklerin görülmesi açısından Luna-çarski’nin 1918’de 1. Proleter Kültür ve Aydınlanma Örgütlerinin Tüm Rusya Konferansı’na sunulan rapordan bir bölümle başladı, yine aynı raporun devamıyla sonlanacak: “Sanat şu veya bu sınıfın ideolojisinin saf ifadesi olabileceği gibi, bir dizi sınıfın karşılıklı etkisi altında da du-rabilir; fakat sanat eserlerinin incelenmesinin en verimli yöntemi sınıf-sal analizdir.”

13 Ekim 2006

Dipnotlar: 1 “Bağımlılık Şiir Bildirgesi”, Şiiri Özlüyorum dergisi, s.5, Mart-Nisan 2006. 2 80’li Yılların Şiirine Dair Soruşturma Dosyası, Mühür dergisi, s.10, Eylül-

Ekim 2006. 3 80 Şiiri Ne’dir Ne Değildir, Mühür dergisi, s.18, Eylül-Ekim 2006.

89

12 EYLÜL 1.Sarsılır Yeryüzü

Bağlamışlar parmak uçlarına hayalarına meme uçlarına telleri dokunurlar başka bir telle diline

Sarsılır yeryüzü bir tek sözcük için Yükselir voltaj sarsılır yeryüzü Lâl olur dil bir tek sözcük için vermez kimseye düşlerini

2.Sorguda Duvarların elleri bağlı arkadan kucaklayamaz gözlerinde bant dili lâl konuşamaz Yaslanacak bir omuz istesen sağ omzuna sol omzun var buluşamaz Duvarların türküsü ince ince sızı sızı gökyüzüne açılamaz

— adımı koy karıcığım karnındaki çocuğa belki bana koşamaz Kemâl Kök (Barış ve Başak, Sorun Yayınları, s.32)

Page 46: Sorun Polemik No

90

Sabahattin Ali Tayır -Deneme-

Tecrit, Hayat ve Sanat

Tecrit, insanı toplumsallığından, insanlığından, onurundan soyma girişimidir. Sistemin, iletişim tekellerinin, büyük sermaye gruplarının, emperyalizmin, “işine gelmediği” noktada insan bireylerini yalnızlaştır-mak, psikolojik olarak çökertmek, fiziksel ve ruhsal anlamıyla teslim alabilmek için uyguladığı “ince” işkence yöntemidir. Özellikle siyasî tut-saklardan başlanarak uygulanan bu “hiçe sayma” yöntemleriyle, ko-nuşmak, mektuplaşmak, doğadan herhangi bir ses duymak ya da gün-ler boyu faşist marşlar dinlemek zorunda kalmamak, bir insan yüzü görmek … gibi en temel insan hakları bile, “disiplin kuralları” bahane-siyle engellenebilmektedir. Tutuklu ve hükümlü ayrımı bile yapılmadan, fiziksel ve psikolojik saldırılara karşı savunmasız bırakılan insanların durumu sıkı bir sansürün yaşandığı duvarları ve boyalı holding basını-nı aşıp insanlara ulaşamamaktadır.

Dürüst, namuslu birçok bilim adamı ve sosyoloğun kabul ettiği gi-bi, birey ve grup tecridi toplumsal bir varlık olarak yaşayabilen normal bir insanı önünde sonunda psikolojik ve fiziksel yıkıma sürükler… Ha-pishanelerde, F tiplerinden beri fiziksel ve psikolojik hastalıklarda, inti-har oranlarındaki gözle görülür artış bir yana, altı yıldır dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş şekilde 122 devrimcinin ölümü, 400’ü aşkın kişinin kalıcı sakatlıklara uğramasıyla süren açlık grevi-ölüm orucu direnişleri, artık insanlığı harekete geçirmelidir. Artık, dünya çapında birleşmiş kü-resel gericilik düzenine karşı, “kurtuluş yok tek başına/ya hep beraber ya da hiç birimiz” deme zamanıdır…

Yalnız hapishanelerde değil, kanıksama ve duyarsızlığa paralel olarak hayatın her alanına taşınmakta olan tecrit uygulaması, azınlık durumuna düşürülen ve genellikle ayrı ayrı davranmakta ısrar eden sol kesimlere karşı linç girişimlerine kadar vardırılmakta, düzmece gerek-çelerle insanlar suçlanmakta, baskı ve şiddete maruz bırakılmaktadır. Bu grup tecridinin meşru gösterilebilmesi için holding basın ve televiz-yonları büyük bir serbestlik içinde gerçekleri eğip bükmekte, toplumu yanıltmaktadır. “Demokratikleşme Süreci” boyunca yaşanan ve onlar-ca insanın gözaltına alınıp baskı gördükten sonra “pardon” denilip ser-best bırakıldığı “operasyon”lar yoksul yaşantılarımızdan bugün de ek-sik olmamaktadır…

Kuşkusuz ki asıl amaç, F Tipi’ni insanların beyinlerine inşa etmek, tecridi içeride ve dışarıda toplumu denetlemenin, kendi çıkarlarına göre yönlendirmenin başlıca araçlarından biri hâline getirmektir. Kendi yaşa-mına müdahil olabilen, özgür iradesiyle örgütlenebilen bireyler yerine,

91

bencilliği bayrak edinmiş bireyci felsefî sefaletler 12’li darbelerden beri bu yüzden desteklenmekte, sanat-edebiyat ve basın-iletişim alanlarına sermayeciler tarafından bu yüzden “büyük yatırım”lar yapılmaktadır.

Günümüzde insanın insanla, işçi ve emekçi sınıfların benzeşleriy-le, ezilen-sömürülen halkların birbirleri ve ilerici insanlığın tüm ögeleriyle haberleşmesi ve dayanışması önüne dikilmiş başlıca engel-lerden biridir tecrit. Emperyalizm “iletişim devrimi” derken, hayatın her alanındaki haberleşmeyi kendi süzgecinden geçirmeyi, toplumu uyuş-turucu-hap bilgilerle “beslemeyi” kastetmekte, buna büyük önem ver-mekte, bu yolda sayısız adım atmaktadır.

Amaç, başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun devrimci düşünceler ve bilimsel dünya görüşüyle kaynaşmasını engellemek; devrimci etkin-liği sendikalar ve emekçi örgütlerinden tecrit ederek toplumun her ke-simini ayrı ayrı davranmaya zorlamaktır. Bu ise, tam da emperyalizmin “böl ve yönet” ilkesinin yaşamı kuşatması anlamına gelir.

Burjuvazi, solun kendi içinde düşman kardeşlere bölünmesini, bir demokratik tepki için on siyasetin bin kişi toplayamamasını; dışarıdaki-lerin içeridekilere, işçinin köylüye, Türk’ün Kürt’e, Kürt’ün Arap’a … karşı duyarsız davranmasını körüklemekte ve alkışlamaktadır…

Hayatın her alanındaki yabancılaşma ve tecrite karşı söyleyerek, yazıp çizerek, eylemde bulunarak dayanışma içine girmek günümüzde asgari düzeyde “insan” kalabilmenin tek yoludur. Cumartesi Anneleri, gözaltında kaybedilen yüzlerce çocukları için: “SUSMA, SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK” sloganını üretmişlerdi:

Habersizlik, tepkisizlik, kendine ve ötekine yabancılaşma, yüreğin nasırlaşması gibi nedenlerin sonucu palazlanan faşist eğilimlerin, Dev-rimcilerin, Marksistlerin kanıyla yetinmeyeceğini, “demokratlara”, “ileri-cilere”, “çevrecilere”, “liberallere” hatta yalnızca görünüşü kurtaran “en-tel-dantellere” bile yöneleceğini görmek için biraz tarih ve sınıf bilgisi ve linç tertiplerinde bulunduğu halde korunup kollanan, “millî hassasi-yet” gösterdiği söylenen faşist gruplara bakmak yeterlidir.

Tecrit, ister birey, ister grup tecriti olsun bir insanlık suçudur!

Toplumun tüm ezilen-sömürülen kesimlerinin ve ilerici insanlık ai-lesinin birbirleriyle dayanışması olmadan kırılamaz!

Yabancılaşma, duyarlılık yitimi ve tepkisizliğe karşı sanattan, bu-nalımcı, bencilce bireyci kulvarlarda değil, yaşamın orta yerinde canlı, sağlıklı soluklarda olması beklenir…

Hiçbir riski göze alamayan sanat, daha baştan ölüdür…

12 Eylül 2006

Page 47: Sorun Polemik No

92

Sanat Cephesi -Basın Açıklaması-

SANATÇILAR DA TECRİTTE

Yaşadığımız her alan modern toplama kampı görünümündeki F Tipi hücre tecridi ve uluorta yapılan linç politikaları altında. Artık hapis-hanenin içerisi gibi dışarısına da hapishane koşuları getirilmek üzere-dir. Tecrit ve linç politikalarıyla yaşam damarlarımız kesilmeye çalışılı-yor, yaşantılarımız denetim altına alınarak geleceğimiz emperyalist yoz kültüre köle edilmek isteniyor.

İçerideki hapishanede bulunan devrimci-siyasî tutsaklar F Tipi ya-şama karşı yıllardır çeşitli yöntemlerle direniyor, yaşamını kaybediyor. Beraberinde “Tecridi Kaldırın” sloganı altında Ölüm Orucu’na başlaya-rak bu konuda bir duyarlılık/eylemlilik yaratmak isteyen Avukat Behiç Aşçı eyleminde 175 günü çoktan geride bıraktı.

Toplumsal muhalefetin en duyarlı kesimlerine uygulanan tecrit po-litikası, duyarsızlığın arttığı oranda toplumun bütününe yönelik olarak uygulanmak istenmektedir. İçerideki hapishaneyi yeniden dizayn etti-ğini düşünen egemenler, şimdi dışarıdaki hapishaneyi dizayn etmeyi gündemine almış bulunmaktadır. Egemenler içerideki hapishanede edindiği deneyimleri toplumun tümüne yaymak için elindeki tüm araçla-rı kullanıyor. Kültürel hayatta yaşanan yozluğun artmasına paralel da-yanışma, birlik, hak arama gibi davranışlarının her geçen gün kaybol-ması bunun en açık göstergesi.

Sanatçıları ve aydınları fildişi kulelere hapseden egemenler bunun dışına çıkmak isteyenlere TMY yaptırımları ve açık fiilî baskılarla mü-dahale ediyor. Mahkeme kapılarında, sokakta korku toplumu yaratma aracı olarak linç girişimleri deneniyor, muhalif ve farklı sese gözdağı veriliyor. Linç ve tecrit uygulamaları medya ile beyinlere zerk edilerek meşrulaştırılmaya ve böylelikle yaşamın tüm alanlarında uygulanmaya çalışıyor. Faşist-ırkçı-asimilasyoncu eğitim-kültür-sanat politikalarıyla faşist nitelikte tek tip insan ve toplum yaratılmak isteniyor.

Sanatçıların yaşanan gerçeklere duyarsızlaştırılarak gözleri ve be-yinlerinin resmî ideoloji ile bağlandığı bir dönemde artık sanatçıların da tecritte olduğunu düşünüyoruz. Çünkü tecridin amacı olan duyarsızlaş-tırma, korkutma, itaat ettirme, tek tipleştirme, yozlaştırma, yaşadığı top-lumun gerçeklerine yabancılaştırma gibi özelikler kimi sanatçılarda ola-ğan görülen özellikler haline gelmiş; neredeyse kanıksanır olmuştur.

Tecrit politikası toplumsal muhalefetin en ileri unsurlarını işçi sını-fı-geniş emekçi kitlelerden ve emekçi halklardan uzaklaştırmayı içeri-yor. Tecrit politikasına karşı çıkmak işçi sınıfı ve emekçi halkları, top-

93

lumsal muhalefetin en ileri unsurlarından izole etmek politikasına da karşı çıkmak anlamına geliyor.

Sanat Cephesi Geçici Komitesi olarak, ilerici, muhalif ve etnik-millî farklılığı olan tüm insanlara yönelik saldırıyı içeren böylesine kap-samlı bir politikanın durdurulup geriye püskürtülmesi, ancak bu saldırı-lara karşı olanların topyekün birlikte karşı koyuşuyla mümkün olacağı-nı düşünüyoruz.

Bilindiği gibi içerideki hapishanelerin yıkılmasının, ancak dışarıda-ki “emekçi halklar hapishanesi”nin yıkılmasıyla mümkündür. Bu açıdan dışarıdaki hapishanede çok yönlü ve kitlesel karşı duruşların, karşı ko-yuşların örgütlenmesi gerektiğini savunuyor; bu yolda üzerimize düşe-cek olan sorumluluğu yerine getireceğimizi belirtiyoruz.

Sanat Cephesi Geçici Komitesi olarak biz sanatçılar, içerideki ve dışarıdaki hapishanede ayrımsız bütün devrimcilere, aydın ve sanatçı-lara yönelik olarak uygulanan tecrit-linç politikasını kınıyor ve protesto ediyoruz.

Sanatçıların “sanatçı olmaları” nedeniyle göstermeleri gereken “sa-natsal duyarlılıkları”nı “tecrit” konusunda yeterince gösteremedikleri kanı-sındayız. Toplumun en duyarlı kesimi olması gereken tüm sanatçıları so-rumlu olmaya ve “Sanatçılar da Tecritte” isimli kampanyayı destekleyerek bu konuda bir bilinç ve birlikte karşı koyuş oluşturmaya çağırıyoruz.

28 Eylül 2006

Sanat Cephesi Geçici Komitesi İsmail Hardal, Ruhan Mavruk, H.Ali Selvi, Kemâl Kök,

Nevzat Oğuz, Sait Oral Uyan, Meral Kaşoturacak

Page 48: Sorun Polemik No

94

FOTOĞRAF hamur teknelerinde saklarız göz yaşlarımızı keser Osmanlının öfkesi tandır ekmeklerimizi boğazımızda bırakır katıksız gecelerimizi çığdan fenerler yaparız ulaşmaz dağlarımıza Beethoven’in sağır senfonileri uyuyamaz kıvranır Mezopotamya durup mağrur hatırlar o günleri Aras nehrinden geçer altun üzengili Ermeni beyleri Haşmayan ağa gezinir kartal başlı kalelerin önünde ve kendisine ve karısına ve çocuklarına ve düşlerine bulaşmadan Enver Paşa’nın öfkesi kehribar tespihler çeker Şiraz işlemeli eşlik eder bakır semaverler tutsak ve mülteci bir ömre hikayeler dinleriz Mem ile Zin’den Yusuf Peygamber kör kuyulara atılır Züleyha dişi peygamber devesi tezek kokan öpüşlerle sarılırız gümüş hızmalı kadınlarımıza koca yürekli Nazım’ın unuttuğu oynak ağır kalçalı irkiliriz birden aşiret töresi bu beklemez sararmış altın dişli ağalar koynuna alır her gece ülkemin kardelenlerini dökülür birer birer Afrodit’in kirpikleri kıl çadırlar tirer sarsılır Sarıgöl isyan eder Zeus, Meleke Tavus Nemrut utanır nemrutluğundan kesilir koları Munzur’un geçirir dişlerini yüreğine puslanır düşer gümüş Kofiler mişli geçmiş zamandır gelir toplu mezarlara gömer Berfin geceden siyah umutlarını

Ertan Taşdelen (Eylül Fırtınası, Sorun Yay. S. 67-68.)

95

Dergi’mize Yöneltilen Eleştiri Üzerine

Eleştiri: SORUN Polemik Dergisi üretim faaliyetini yoğunluklu olarak II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (II. TTKK) yöntemini bilince çıkarmaya odaklamıştır. ‘Komünistlerin Birliği’ davasını dile ge-tiren bazı siyasî eğilimlerin çabaları geçmişte de, günümüzde de hiç bir başarı sağlamamıştır. Yer yer birer söyleme ya da grupsal duruşla-ra neden olmuştur. Kolektifiniz, TKP’nin ve 15/16 Haziran’ın bir hizibi midir? Sol’un günümüzdeki konuşlanışı bir gerçekliktir. II. TTKK yön-teminin bu gerçekliği aşıp vücut bulması biraz ‘ütopik’ bir yönelişi an-dırmaktadır. Kolektifiniz, bu gerçekliği nasıl kırıp aşacak ve II.TTKK yöntemini gerçekleştirecektir?

Ayrıca, Kolektifiniz’in son aylardaki etkinliklerinden nasıl bir sonuç çıkarmaktasınız? II.TTKK’nın maddî altyapısının hazırlanması konu-sundaki görüş, öneri, izlenim, gözlem ve nesnel gerçekliği yansıtan bir değerlendirmeyi yapabilir misiniz?

Cevap: Eleştiri ve sorularınız Kolektifimiz’i yeterince tanıyama-maktan ileri geliyor. İlginizi bilince taşıyacak maddî bilgiler belgelen-miştir. Bir yandan bunları ayrıntılı inceleyerek, öte yandan yazılı eleşti-ri ve soru sormak yöntemi yerine bizzat ‘gezegenimize’ gelerek kadro-larımızla tanışıp tartışabilirsiniz. Ayrıca, düzenlediğimiz etkinliklere ka-tılarak dinleyenlere verilen söz hakkınızı da özgürce kullanabilirsiniz. Bazı zorunlu tekrarları içerse de Kolektifimiz:

a) Kolektifimiz, Tarihî TKP’nin, yani 10 Eylül 1920 geleneğinin gü-nümüzde doğal bir uzantısı olabilecek tarihî bir sürecin yeniden örgüt-lenmesinden yanadır. Kolektifimiz, bir Yayın Kurulu disipliniyle çalışan bir Kurum’dur.

b) Tarihî TKP’nin isim, sıfat ve devrimci geleneklerini sömürenler-den biri değiliz. Adına ve geleneklerine layık bir TKP’nin oluşturulma-sından yanayız. PARTİ ve ‘Partileşme Sorunu’ gibi konuları Bilimsel Sosyalizm-Komünizm davasını belirleyen temel ilkeler uzantısında de-ğerlendirmekteyiz. Türkiye’de Marksizm-Leninizm ve Proletarya Enter-nasyonalizmine sıkıca bağlı bir PARTİ’miz yoktur. TKP’nin adını so-rumsuzca kullanmaya yeltenenler birer “resmî” ya da “muvazaa” par-tisi görünümündedir. Parti değil, örgüttürler.

Page 49: Sorun Polemik No

96

c) Devrimci ve Marksist Kadro olmayı hakkeden herkesin grup kurma özgürlüğü vardır. Kolektifimiz, anılan hiziplerden, hizipçi duruş-lardan biri değildir. Allah yazdıysa bozsun. Grup kurma özgürlüğü dev-rimci bir maya çalabiliyorsa bu çok faydalıdır. Grup (hizip) devrimci mücadeleye zarar veriyorsa, yani hizayı bozuyorsa, devrimci bir maya çalamıyorsa çok zararlıdır. Kolektifimiz tarihî TKP ile 15/16 Haziran Hareketi geleneklerimize zarar veren hizipçi, hizayı bozucu bir işleyişe sahip değildir. Aksine böylelerini teşhis, tedavi, teşhir ve tecrit edici bir konumdadır. Marksizm-Leninizm ve Proletarya Enternasyonalizmi da-vasına zarar verenlerle araya kama sokmakla gerekli bir ayrışma-bütünleşme işlevini yerine getirmektedir,

ç) “Komünistlerin Birliği” davası Kolektifimiz’in bir keşfi değildir. Evrensel düzeyde tüm komünist kadroların birleşme, ayrışma ve bü-tünleşme süreçlerinde denenip-sınanmış bir yöntemdir. Lenin’in RSDİP’in oluşturulmasında, Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının 1919-1920’lerde I.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (I.TTKK)’nde ger-çekleştirdiği Marksist bir yöntemdir. Kolektifimiz’in “Komünistlerin Birli-ği” davasını lâfzen zikreden, fakat sosyal-pratikte pratik örgütçü ça-lışmalardan, yaratıcı diyaloglardan kaçan ve de aşırı teorisizme, ente-lektüalizme kaymış kesimlerden değildir. Aşırı teorisizm, entelektüa-lizm, dogmatizm ve sekterizm Marksizm dışı akımlardır. Türkiye’de üniversite okumuş yarım-aydınların temsil ettiği bu türden duruşlarla entelektüel birikime sahip yeni nesillerin temsil ettiği duruşlar sosyal-pratikte yeterince sınanmıştır. Yine de sınanmaktadır. Kolektifimiz’in duruşu geçmişteki ilkesiz birlik çabalarıyla asla örtüşmez. Devrimci ve Marksist birikimi olan ve mücadelenin ateşinden gelen kadrolar II.TTKK’nın ne denli hayatî ve acil bir sorun olduğunun farkındadır. Ko-lektifimiz’de doğallıkla kadro olmayı hakedenlere hitap etmektedir, şu aşamada.

d) II.TTKK yöntemi asla ‘ütopik’ (ham hayalci) bir yaklaşım değil-dir. Devrimciler, Komünistler doğallıkla ve zaman zaman devrimci ütopyacı, devrimci romantik ve dönüştürücü niteliklere sahiptir. Zaten devrimci ütopyası olmayana komünist denilmez. Devrimci hülyası, coşkusu, heyecanı, tarihsel iyimserliği ve dinamizmi olmayanlara nasıl devrimci diyeceğiz? II.TTKK yöntemi sonuç alıcıdır ve hareketimizin “örgütler anarşisi”nden kurtarılmasıdır. Siyasal ve sosyal devrimin yo-lunun döşenmesidir. Mevcut şu engin potansiyel birikimin enerjiye çev-rilmesidir. Sosyal kurtuluşumuzun, güvenilir araçlarımızın işbaşı yap-masıdır… Ve onlarca bilimsel gerekçemizin özüdür.

97

e) Burjuvazinin sağlı “sol”lu binbir kuşatmasını nasıl mı aşacağız? Kapitalist anarşinin yabancılaştırdığı insanlarımızın en ileri unsurlarını yeniden kazanarak, doğruların ve hakikatin kavgasını vererek, ayağı-mızı bulunduğumuz coğrafyanın gerçekliğine sağlam basarak, özel hayatı, işi ve üretimi bütünsellik gösteren bütün birimleri sevip-sayarak, onlara büyük değerler vererek, yok saymayarak, kucaklayıcı, çeşitli ve çok yönlü iştişarî toplantılar düzenleyerek, bu amaca yönelik konferans ve kurultaylar örgütleyerek, hayatın ve mücadelenin tüm alanlarında birlikte iş yapılmasını gündeme taşıyıp bazı zorlamalarda bulunarak, sanat, estetik ve politikanın aynı yerde olduğunun kavgasını vererek, düzenle arayı açmaya aday bütün birimlerle dostluk ve dayanışma ya-parak, Bilimsel Sosyalizm-Komünizm davasına bağlı herkesle iletişim kurarak, yaratıcı diyalogları gerçekleştirerek, işçi sınıfının sendikal ve siyasal birliğinin ne demek olduğunu bilince çıkararak… Bilmem daha sayalım mı? Yolu açacak onlarca konu ve iş var.

Kolektifimiz’in konumuna gelince:

1. Kolektifimiz, özgürce birleşmiş birimlerden oluşturulmuş bir Ku-rum’dur. Yayın Kurulu disipliniyle çalışmaktadır.

2. Birlikte tespit ettiğimiz plâna-projeye uygun ve bilinçli üretim; faaliyetinde bulunmaktadır.

3. Nasıl mı ayakta kalmaktayız? diyorsunuz. Temel ilkelere, ideo-lojik-siyasî ve ahlâkî değerlere tutunarak. Ayrıca maddî üretim süreci-ne dayalı ve sıkıca bağlı kurumsal bileşimlerin yaşam süreci, bir yan-dan iş ve emek sevgisinin geliştirilmesine bağlıdır. Diğer yandan bütün ilkelerde birleşmiş birimlerin, sistemin sağlı “sol”lu binbir kuşatma ve baskısından kurtularak işlevsel olabilmesi, bir dizi sancılı gelişmelerin ve bizleri vareden koşulların hazırlanmasına bağlıdır. Bilincimizden ve emek gücümüzden başkaca bir umarımız yoktur.

4. Devrimci ve Marksist kadroların kendilerini sarıp kuşatan kapi-talist yabancılaşmadan kurtulmasına karşı durmak tek tek örgütlerin, kurumların disiplinleriyle gerçekleşemez. Nihaî amacı insanın ve in-sanlığın evrensel sosyal kurtuluşunu gerçekleştirmek olan “Komünist-lerin Birliği” davasını gündem yapmak zorundayız.

5. Hayatın ve mücadelenin reddettiği aşınmış ve aşılmış düşünce-davranışlar yerine, çok zor ve çetin süreçlerden geçecek olan “Komü-nistlerin Birliği” davası gibi bir mücadele yöntemini benimsediğimiz için kimilerine benzeyen bir işleyişten yana değiliz. Kimi iyi niyetli fakat Marksist donanımı eksik birimlerin yadırgayarak bir türlü anlamak is-temediği bu türden duruşların ne demek olduğu gecikmeden kavranı-

S.P. F/7

Page 50: Sorun Polemik No

98

lacak bir süreçtir. Mevcutların dışında yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal kurtuluş mücadelesinin için-deyiz. Bu bağlamda anılan-anılmayan etkinliklerimizi kavramak ve bi-lince çıkarabilmek için teori-pratiğimizle yeterince tanışmalısınız. Bu-nun yolu da açıktır.

6. “Komünistlerin Birliği” davasının hazır bir reçetesi yoktur. Kolek-tifimiz’in dışımızdaki kadrolarla tartışmaya aday hazırlık çalışmaları vardır. Fakat tek başımıza hazırlanmış dayatmacı bir programımız yoktur. Olacaksa, kadrolarla tartışılacak ve birlikte üretilecek program-lardan yana olmak durumundayız. Devrimci yasallığı ve sosyal meşru-iyeti olan kurumsallaşmaların yolu buradan geçer. Bu dava; sağda ve “sol”da oldukça egemen olan bilcümle ‘resmî’ ritüel, mistik ve meta ilişkilerinin kırılıp aşılması bilimsel bilgi ve bilinçlenmeyi öne çıkararak ilerleyecektir.

7. “Komünistlerin Birliği” davası; Devrimci ve Marksist kadroların iletişim kurmasına, yaratıcı diyalogların önünün açılmasına ve bu yol-da bir iklim ve altyapının hazırlanmasına bağlıdır. Öte yandan “Dev-rimci Oturum” düzenleme, sonuçlarına katlanma disiplinleri kazanma-mıza, demokratik tartışma, ikna ve sosyalist demokrasiyi uygulama ve devrimci normları bütün süreçlerde işletmemize bağlı bir süreçtir. Amaç, hareketimizi düzeyli bir ortama kavuşturmaktır.

8. “Komünistlerin Birliği” davası konusundaki etkinliklerimizin dost-düşman herkesin gözünün önünde cereyan ettiğini görüyorsunuz. Bu etkinliklerden ve süreçten çıkardığımız sonuçları ilgili bütün kesimlerde paylaşmak için Dergi’mizi ve telif çalışmalarımızı ayrıntılı inceleyebilir-siniz. Bu konular yörüngesinde soru ve eleştiri yönelten herkesi anla-mak için bizler, sizler /onlar/ kadar “şanslı” sayılmayız. “Komünistlerin Birliği” davasına duyulan ilgiyi dergi ve internet sayfalarından çıkarıp ayakları üzerine oturtmak gerekiyor.

Eleştiri: Resmî tarih anlayışları ile resmî ideolojiler üzerine yaptı-ğınız eleştirileri ilgi ile izliyorum. Bu konular hakkındaki görüşlerinize de katılıyorum. Fakat Dergi’nin yazım kurallarında inceltme işaretleri-nin kullanışını da bir resmî ideolojiyi olumlama olarak görüyorum. Türkçe yazım kurallarında artık bunlar kullanılmamaktadır. TDK’nın yazım klavuzunu neden örnek almıyorsunuz?

Cevap: Bulunduğumuz coğrafyada kullandığımız türkçe lisanı resmî tarih anlayışı ile resmî ideolojiler tarafından âdeta köreltilmiştir. TDK ve TTK (Türk Dil Kurumu-Türk Tarih Kurumu) bütün resmî anla-

99

yışların merkezidir. Sistemin; Anadolu ve Mezopotamya emekçi halkla-rının dil, tarih, kültür, gelenek, görenek, inanç, müzik, folk, vb. zengin-liklerimizin geliştirilip güçlendirilmesi konusunda hiç bir ciddî ve bilim-sel bir çalışması yoktur. Sistemin mantığı baskı, inkâr, imha ve asimi-lasyona dayalıdır. TDK’nın öztürkçecilik akımı ya da “dilde devrim” gi-bi bilimsel olmayan yaklaşımı emekçi halkların geçmişiyle olan bütün bağlarını koparmış, uyduruk, köksüz ve özsüz bir dil (lisan) anlayışını egemen kılmak istemiştir. “Dilde devrim” üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerinin işçi sınıfı ve emekçi halkların yararına dönüştürüldüğü sü-reçlerde gerçekleşir. Emir-komuta ya da başka dillerden aşırma uy-durmalarla gerçekleşmez. Günümüzdeki Türkçe ile tanışan nesiller arasındaki kopukluk buradan kaynaklanıyor. Kapitalist batıdan tartış-masız biçimde alınan yoz ve kozmopolit bütün akımlar bu zeminde ve birazda TDK ile TTK’nın asla bilimsel olmayan çalışmalarından ileri ge-liyor. Türkçe yazım konusunda inceltme işareti kullanılması konuşma aracının hakkını vermektedir. Ayrıca, bu konuda daha doğru bir çaba içindeki kesimlere (kara gerici ve ırkçı) doğru yazım kullanma fırsatını vermemeliyiz. Resmî tarih anlayışı ile resmî ideolojilere gerçekten kar-şı isek, sistemin dayattığı uyduruk yazım kurallarına, alfabenin, grame-rin tahrifatına da karşı çıkmak durumundayız. Coğrafyamızdaki bütün emekçi halkların (Türk, Kürt, Laz, vb. ) resmî tarih anlayışı ve resmî ideolojilerin inkâr, imha ve asimilasyon politikalarına temelden karşı çıkmak gerekiyor. Özgür, demokratik bir toplumun altyapısı böylece döşenir.

Eleştiri: Kolektifiniz’in oluşumunda emeği geçenlerden Sırrı Öztürk’ün adını internette her tıklayışımızda şu bilgilerle karşılaşıyo-ruz: “Sırrı Öztürk 1975’de TKP’den ayrıldı Sorun Yayınlarını kurdu.” Dergi’nizdeki yazılara ve Sırrı Öztürk’ün imzasını taşıyan telif çalışma-lar bakıyoruz, TKP denilince 10 Eylül 1920’nin kastedildiğini görüyo-ruz. Bu türden internet yayınlarına niçin doğrusunu belirten bir açıkla-ma göndermiyorsunuz?

Cevap: Gerek Kolektifimiz, gerekse Sırrı Öztürk hakkında yalnız-ca internet sitelerinde değil, kitap, dergi ve gazetelerde de kasıtlı, ya-lan yanlış bilgiler yazılagelmektedir. Deveye sormuşlar “neden boynun eğri” diye, O’da “nerem düzgün ki” cevabındaki gibi, bizde bu türden kasıtlı bilgileri verenlerin “hangi birini düzeltelim?” demekten kendimizi alamıyoruz. Dikkatli ve bilinçli okurlarımız CIA-MOSSAD-MİT’in des-tekleyip manipüle ettiği internet kanallarıyla bilerek/bilmeyerek (fark etmiyor) onlara yardımcı olanların yayınlarını ayırt etmekte bir güçlükle

Page 51: Sorun Polemik No

100

karşılaşmaz. Okurlarımızın bilimsel bilgi ve bilinçlenmesine paralel ola-rak bu konulardaki tahrifatların aza ineceğine inanıyoruz. Yanlış, kasıtlı ve kışkırtıcı yayınlar karşısında Sol’un ortak bir hafızaya ve her alanda kurumsallaşmaya adım attığında kasıtlı bilgilerin de hem sayısı azala-cak hem de içeriği değişecektir. Bunların izole edilmesine gücümüz yetmiyor. Tekrarında yarar olduğu için bir kez daha ifade ediyoruz: Sırrı Öztürk Harici Büro “TKP”sine hiç bir zaman girmedi. PARTİ deni-lince 10 Eylül 1920 geleneğinin dışında bir örgütlenmeyi asla düşün-medi. Yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal kurtuluşundan yana tavrıyla bu geleneğin yeni nitelikler kazan-masının mücadelesini verdi. İyi niyetlerle sorduğunuz bu türden sorula-rınızın cevabı II.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (II.TTKK) yazı-larımızda verilmiştir. İnceleyebilir, ayrıntılı bilgi için de ‘gezegenimize’ kadar gelebilirsiniz.

SORUN Polemik

Web ve e.posta adreslerimiz değişikliğe uğradı.

Yenilerini lütfen not ediniz. ☼

SORUN Polemik Marksist İnceleme Araştırma Eleştiri Dergisi:

www.sorunpolemik.com [email protected]

☼ Sanat Cephesi:

www.sanatcephesi.org [email protected]

☼ Sorun Yayınları Kolektifi: www.sorunyayinlari.net

[email protected]

Emeğin Ressamı Avni Memedoğlu: www.avnimemedoglu.8m.net

[email protected]

101

Turgay Ulu -Kitap-

Bir Kitap : "Gün Ağarmasa" Kitabın yazarı olan Osman Akınhay, yaklaşık sekiz yıl hapishane-

de yatmış. 1991 “Genel Affı” ile birlikte çıkmış hapishaneden. O. Akınhay, bu kitabın basıldığı Everest Yayınları'nın editörüydü aynı za-manda. Değişik dergi ve kitabevinde yayın yönetmenliği gibi görevler-de bulunmuş.

"Gün Ağarmasa", anı-roman özelliği taşıyan bir kitap. Romanın baş karakteri Celal'dir. Sanırız kitapta anlatılan anılar, aynı zamanda yazarın kendi hayatından kesitleri oluşturmaktadır.

Yazar, kitabını kaleme aldığı dönem olan 2000'li yıllarda amaç ve iddialarını kaybetmiş durumdadır. Bu türden duruşu tüm süreç değer-lendirmelerine ve bakış açısına yansımıştır. Lâkin, Mamak hapishane-sinde yattığı süreçte de öyle davaya sonuna kadar bağlı kalmış bir profil çizmiyor.

19 Aralık hapishane katliamlarını izlerken, ekranda gördüğü sah-neler yazarın kendi anılarını canlandırmış kafasında...

Celal adını verdiği baş karakter, hapisten çıktıktan sonra gündelik "aşklar" ve tüketim toplumunun değer yargılarıyla uyumlu bir yaşam sürdürmektedir. Bunca yıl içerde kalan pek çok insanın da bu türden bir "yolu" seçtiğine ilişkin pek çok örneğe rastlanmaktadır. Barlarda, alışveriş merkezlerinde geçen bir yaşam, bireyci, aldatma üzerine ku-rulu "aşk" ilişkileri...

Bir nostalji olarak, geçmişte hapishanede yaşadığı acılı günleri anımsıyor. Örgüt içi çatışmalar ve eylemler eleştirel bir değerlendir-meyle aktarılıyor okuyucuya. Şimdiki zamanda izlediği hapishane olay-larında, "ölümün yüceltilmesi"ni eleştiriyor. Diğer yandan, devletin ölüm oruçları ve Devrimci tutsaklarla ilgili olarak yapageldiği karşı-propogandanın gerçek dışı olduğunu da vurguluyor arada bir de olsa...

Bu kitapta bir amaç ve iddia olmadığı gibi, herhangi bir ideolojik bakış da bulunmuyor. İş böyle olunca, derinlikten yoksun, toplum yapı-sını ve insanı çozümleyemeyen, âdeta bir askerlik anılarını anlatma ni-teliğindedir kitap. Umutsuz, ufuksuz, gelecek yoksunluğu, gerçeklikten uzak bir hümanizm ve duygusallıktan öteye varamamayı beraberinde getirmiş.

Tam bir yenilgi ve teslimiyet havası estiriyor kitap. Tüm olumsuz dünya koşullarına rağmen, insanımızın nasıl bir bağlılık ve feda örnek-leri sergiledikleri görmezden gelinmiş âdeta. Yazar bunca hapislik ya-

Page 52: Sorun Polemik No

102

şamına rağmen, bilimsel bilgi ve bilinçlenme yolunda hiçbir şey öğ-renmeden olay, olgu, süreç ve verileri koşulları içinde yerli yerine ko-yamamış. Bu eksikliğinin karşısında "ölümün yüceltilmesi ve örgüt içi -arası- çatışmalar" öne çıkarılmak istenmiş!..

Devrimci cenahımızda bu ve benzeri konulu kitap yazımı yeterli olmadığından, yüzeysel, hiçbir derinliği ve inandırıcılığı olmayan, olu-şan bu boşluk; iddiasını yitirmiş (daha doğrusu ruhsal ve ideolojik sağ-lığını zedelemiş) eski solcu, yeni liberal "sivil toplumcu" yazarlar tara-fından da anında dolduruluyor!..

Yazar, verilmekte olan devrimci mücadelenin ve devrimci hareke-tin aleyhine çok fazlaca söz söylememiş olmasına karşın, kitapla oku-yucu devrimci uğraşın bir zaman kaybı olduğunu düşünmeye yönlendi-rilmektedir. İktidar perspektifli devrim mücadelesi, anlamsız ve kişilerin yaşamına zarar veren bir uğraş olarak lanse edilmektedir.

Yazarın içinde yer aldığı kuşağın ve özellikle de 1991 "Genel Affı" ile tahliye olan solcuların çoğu (1970 sonrasındaki örnekleri gibi), sis-temin çeşitli kademelerinde yer tutarak, çevrelerine devrimci bir umut yayma yerine (ki, bu görev bunların işi değildir, bunun bilincindeyiz) düzene uygun adımlarla bağlanmanın yolunu işaret etmişlerdir. BU gerçek durum; öznel ve nesnel etkenleriyle birlikte çözümlenip değer-lendirilmesi gereken bir durumdur.

Tekelci sermayenin, Sorosların her açıdan kesenin ağzını açarak desteklediği yayınevleri ve yazarların karşısına uygun bir barikat oluş-turmak, Devrimci ve Marksist birikimli insanlarımızın biricik görevleri arasındadır.

12 Mart 2006

2 Nolu F Tipi Cezaevi-Kandıra/Kocaeli

103

Sırrı Öztürk -Gezi Notları-

Dersim. . . Dersim. . . -2 Rayber ve Rayberlik Kurumu

Sözcüklerde Rayber: Dinî yol gösterici, yol açan olarak kullanılı-yor. Dersim üzerine yazılan hemen hemen bütün anı, roman, şiir, ince-leme ve araştırma kitaplarında bir “Rayber” tipolojisine rastlanır. Bölge halkı bir zamanlar yaygın biçimde “Rayber” ismini çocuklarına verir-lermiş. Osmanlı’nın Dersim’e uygulayageldiği baskı, terör, kırım ve kı-yıcılığı artırılarak Cumhuriyet dönemine aktarılmış. TC Devleti’nin de devlet tekelci kapitalist dönemine evrilmesi aşamasıyla birlikte, Bölge halkını içinden vurmak, zayıf düşürülmüş karakterli kimseleri para ve altın karşılığında kullanmak düşüncesi hâkim bir uygulama olarak var-lığını korumuş. Bu uygulama yeni nitelikler kazanarak sürdürülmüş. Özellikle 1938’deki kırım ve katliamlarda Seyyid Rıza, Seyyid Hüseyin ve Alişer’lerin öldürülmesi gibi olaylarda “Rayber” isimli birinin Ocağı-na, aşiret, inanç, kült ve kültürel geleneğine karşı ihbar, jurnal, ispiyon ve adı ne olursa olsun Kızılbaşlık birikimlerine aykırı kullanılmasıyla birlikte artık bu ismi hiç kimse çocuklarına koymamaktadır. Gezilerimiz sırasında da Rayber isimli birine rastlamadık. Bu ismi duyan herkes Seyyid Rıza ile Alişer’in dram ve trajedisini anmadan edemiyor. Buruk bir kasvete bürünerek konuşmak bile istemiyor.

Rayber’in Alişer’in öldürülmesini gerçekleştirdikten sonra O’nun adına türküler ve ağıtlar söylenmiştir. Destansı direngenliği ile kurmay-lığı kitaplaştırılmıştır. Kızılbaşlık geleneğinde, günümüzde de sahiple-neceğimiz dürüstlük, mertlik, erdemlilik gibi nitelikler doğallıkla karşıtını da yaratmıştır. Dersim halkının haklı talepleri karşısında daima inkâr, imha ve asimilasyon uygulanırken, Dersim direngenliğini içinden vur-mak yöntemi de ihmal edilmemiştir. En büyük ihanetler, sistemle çeli-şen ve asla uzlaşmayan bu türden niteliklerinden ötürü, Dersim Hare-kâtı içindeki çürük insan malzemesinden çıkmış/çıkarılmıştır. “Biz düş-manı içimizde ararız.” devrimci özdeyişimiz, içimizdeki eloğulları ve “Rayberlik Kurumu” için de geçerliliğini korumaktadır.

Salt bu olgu bile; üzerinde bilimsel bir inceleme yapılamayan ya da bu yoldaki çalışmalar henüz daha yeterlilik, yaygınlık ve etkinlik ka-zanmadan Kızılbaşlık, Anadolu Aleviliği, Kadın-Ata, vb. konuların irde-lenmesinin ne denli önemli olduğunu işaret ediyor. Onbinlerce yıldır kimi geleneklerini ve varlıklarını korumaya çalışan bir halkın bu türden bir duyarlılığı beni de düşündürdü. Günümüzün hâkim gerici sistemi artık “Rayber” isminin nüfus kütüklerinden fiilen silinmesi karşısında

Page 53: Sorun Polemik No

104

pek çok “şeytanlıklar” düşünmüş, çete mantığına ve işleyişine dayalı teşkilâtına bir de “Rayberlik Kurumu”nu oluşturmuş, hatta kökleştirmiş-tir.

Sistemin “rahatlıkla” uygulayageldiği baskı, terör, inkâr, imha ve asimilasyon politikası karşıtını yaratmakta gecikmemiştir. TC Devleti “Rayberlik Kurumu”nu yalnızca Dersim’de değil her yerde ve politika-sının bir “temel direği” olarak kullanagelmiştir.

Yalnızca Bölge halkı Kızılbaş kült ve geleneğinin bir gereği olarak değil, Dünyamızın ezilmiş, sömürülmüş bütün emekçi halklarında “Rayber” ve “Rayberlik Kurumu” gibi olay ve olgular karşısında, tek yanlı olarak halkına ihanet edenler suçlanmamıştır. Onları buna zorla-yan, para ve bazı vaadlerle insanı düşkünleştiren rejim ve sistemler de hak ettikleri ölçüde şiddetle eleştirilmiş, açığa vurulmuştur.

Emekçi halkların her şeye rağmen koruduğu, korumak istediği bu türden değerlerine bağlı kalışını anlamaya çalışmalıyız. Kapitalist anarşiye karşı Dersim halkının direnişi ve hak arama konusundaki ka-rarlılığını anlayabilmek için Kızılbaşlık, Anadolu Aleviliği, Kadın-Ata kültünü iyi incelemek lâzımdır.

Sol’umuzun ayağını bastığı, üzerinde yaşadığı coğrafyayı yeterin-ce tanımadığı bu minicik, fakat bizce çok anlamlı örnekler karşısında takındığı tavırlarından da açıkça anlaşılmaktadır.

Sol’un ve özellikle de Devrimci ve Marksist Sol Kadroların hızla düşünce hamallığından kurtularak bu konulara kafa yorması gerekiyor. Tutarlı bir tarih ve sınıf bilinci kazanarak politika üretebilmek için önce-likle yaşadığımız coğrafyanın tarihini, efsanelerini, mitolojisini, masalla-rını, din ve inanç sistemlerini, gelenek, görenek, töre, din, dil, kült, kül-tür, folklör, müzik, vb. etmenleri incelemek durumundayız. Orijinal sınıf ve emekçi halk ilişki ve çelişkilerini, kadını-erkeği bu çerçevede ele alıp doğru tahlil yapabilenler politikada başarı sağlayabilecektir. Yoksa, söze “dedi ki” diye başlayıp bitmez tükenmez üniversite okumuş ya-rım-aydın tekerlemeleriyle, “Mao dedi ki”, “Troçki dedi ki”, “Che Gue-vera dedi ki” gibi eklektik, pragmatik söylemlerle yapılmaya çalışılan politikalar bu coğrafyanın emekçi halklarına büyük zararlar veregelmiştir. Dersim bölgesi bu türden geçersiz politikaların âdeta bir laboratuvarı olma niteliğini sergilemiştir.

Dersim’in tüm yerleşim birimleriyle kırsalında daima “Rayberlik Kurumu”nun elemanlarıyla karşılaştık, şu kısacık gezimizde…

Nasıl olmasın ki? Kuruluşundan bu yana yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın sosyal kurtuluşundan ya-na olan Kolektifimiz’i Devrimci ve Marksist Kadroları baskı, terör, tehdit altında tutan bir sistem, elbette ve doğallıkla benim Dersim’e gelece-

105

ğimden ve geldiğimden haberdar olacaktı. Adım adım da izlenecektik. Tunceli’nden bir ilçeye her gidiş-gelişimizde en az üç yerdeki askeri karakolların sıkı kontrol ve denetiminden geçiyorsun. Çifter çifter nam-luların burnuna dayatıldığı bu kontrollerde kimliklerimiz BİM işleminden geçiriliyor. Ovacık’a daha gelir gelmez gece yatısı için kalacağımız “Öğretmenevi” ne yerleşirken “Rayberlik Kurumu”nun bir elemanı ile yüzyüze gelmiştik. Şunları dile getiriyordu: “Efendim, Dersimli bir hemşehrimiz, yazarımız gelmiştir. Şimdi istirahat edin. Yarın birlikte bir kahvaltı ederiz. Benim misafirimizsiniz. Sonra da Kaymakam beyi, Emniyet Müdürünü, Jandarma Komutanını ziyarete gideriz...” Bu öne-rinin hangi manaya geldiğini kavramakta gecikmedik. “Neden?” diye karşılık verince, “efendim âdettendir, bir yazarımız gelmiştir...” yine ay-nı tekerlemeleri öne süren zata bizde şu karşılığı vermek durumunda kaldık: “O sözünü ettiğin kimseler benimle konuşmak-görüşmek ihti-yacını duyuyorsa, onlar gelsin... Niçin onların ayağına gidecekmişim?”

Sonradan soruşturdum. Bu işe âlet edilen zat, biraz saf, herkes ta-rafından kullanılmaya aday zavallı biriydi. Kimliği ve kişiliği ağır tahri-batlar geçirmişti. Zaten ahmakça yaklaşmasından da belliydi. Yaptığı zevzekliklerinden ötürü bir zamanlar Partizan gerillaları, son dönem-lerde de PKK gerillaları bu zatı “Rayber” kimliğinden dolayı sorgula-mış, tehdit etmişti. Bölge halkı böyle söylüyordu. Araya “etkili” kimsele-rin girmesiyle ilk gecemizde, Ovacık’a gelir gelmez karşılaştığımız bu insana bizler de Kızılbaş geleneğine uygun biçimde davrandık. O’na kem söz söylemedik. Yaptığı işin onurlu bir şey olmadığını hatırlatmak gereğini dahi duymadık.

Dersim’de Zevzeklik İnsanın Başına İş Açar

Dersim’e eşim ve ben, Bölge halkından “mihmandar” bir yol arka-daşım ve eşi ile birlikte gitmiştik. Bölgeyi iyice tanımıyorduk. Halkın kullandığı lisanı, Dersimceyi bilmiyorduk. Yalnızca da gidebilirdik. Kı-zılbaşlık geleneğine göre her gittiğimiz evde konuk edilirdik. Dostluk ta görürdük. Fakat Ovacıklı “mihmandar” yol arkadaşım ve eşi de mem-leket özlemi ile doluydu. Uzun bir zamandır da buralara gelememişler-di. O’nun da atalarının topraklarını görmek, gezip tozmak, yörenin ma-halli yemeklerini hasretle tadmak, otuz yıldır tahrip edilerek göçe zor-landıkları köyünü ziyaret etmek, akrabalarıyla görüşüp koklaşmak, bir-de buralara gelemeyenlerin özlemini duyduğu görüntüleri kameraya kaydedip onların izlemelerini sağlamak gibi insanî-duygusal düşünce-leri vardı. Onları bu türden bir ziyarete yıllardır zorlayan da ben idim. “Yahu, terk-i dünya etmeden şu Dersim’i bir görelim. Bizimkilerin Ata topraklarını, Bölgenin günümüzdeki durumunu yakından izleyelim...”

Page 54: Sorun Polemik No

106

diyerek önerilerde bulunuyordum. Derken yıllar öncesi bir özlemimiz bu yıl gerçekleştirilmiş oldu.

“Mihmandar” yol arkadaşım da, ailesi de bizim Aile Kolektifi’mizin başından geçenler gibi bir serüveni yaşamıştı. Dersim ile organik bağı ve halen orada bulunan akrabaları vardı. Üstelik Dersimce’yi de iyi bili-yordu. Onlar da ailece her “ara-rejim” döneminin büyük sıkıntılarını (hapis, işkence, yokluk, işsizlik, vb. ) çekmişti. Aile fertlerinden herbiri bu sürecin maddî, manevî ve moral tahribatından büyük ölçüde “nasi-bini” almıştı, Kafa dengi insanlardı. Aramızda kayda değer bir çelişki yoktu. Kendilerini ailecek tanıyor ve seviyorduk. Çeyrek yüzyıllık bu tanışıklığı ilkeli ve temiz tutmaya özen gösteriyorduk. İlle de düşünce-davranışta tıpa tıp aynı şeyleri söylemek gibi bir sıkıntımız da yoktu. En azından “birlik, zıtların birliğidir” denilmesini içimize sindirmeyi bili-yorduk. “Herkesin yeteneği ölçüsünde, herkesten ihtiyacı kadar” Ko-münist ilkeselliğini sınıflı toplumların bütün pisliklerine rağmen, işimiz-de, özel yaşamımızda ve üretimimizde göstermeye çalışıyorduk. Kızıl-başlık kültü birlik ve dayanışmayı, paylaşmayı, ortaklaşmayı gerektiri-yordu. Sınıflı toplum ve kapitalist anarşi kadın-erkek ve çocuklarımızı büyük ölçülerde yabancılaştırmanın ağına düşürmüş olsa da Kızılbaş-lığın bozulup dejenere olmamış, yer yer temiz ve diri kalmış gelenekle-rini de birlikte koruyor ve seviyorduk. Bu hazır insan malzemesinin üzerine Komünizmin, çok sağlam bir bina inşaa edebileceğini düşünü-yorduk.

Dersim’deki bütün diyaloglarımız, kurduğumuz ilişkiler, tanıklıklar, sohbetler, gözlem ve izlenimlerimiz bu noktalarda düğümleniyordu. Olabildiği kadar da gerçekçiydik. Kapitalist yabancılaştırmanın insanı-mızı ne derece kuşattığını burada da görüyorduk. Nasıl olmasın ki? Dersim, bütün hayatı boyunca hâkim gerici sınıfların çok yönlü baskı, terör ve kuşatması altındaydı. Kızılbaşlık kültünden geriye bir iki sağ-lam öge kalmışsa ona da “şükür” demek gerekiyordu.

Arkadaşım ilerici, demokrat ve dürüst bildiği bazı kimselere bende-nizin hayat öyküsünü, hapishane deneyimimi, işimi, iyi niyetlerle de olsa bazı abartılarla anlatmadan edemiyordu. Özellikle de “Mahir, Ulaşlarla hapis yatmıştır...” gibi anlatımları Bölge’de aleyhte yankı yapabilecek öl-çüye varabilirdi. Eşi ise, Kadın-Ata kültünden olsa gerek, daha gerçek-çiydi. Kocasına itidal ve denge tavsiye ediyordu. Sık sık “zevzeklik insa-nın başına iş açar” uyarısında bulunmaktan edemiyordu.

Bölge halkı yüzlerce yıllık deneyimiyle dikkatli ve dengeli olmayı yeğliyordu. “İç Savaş” yaşamıştı son olarak... Hâlâ da askeri timlerin, helikopterlerin, savaş uçaklarının, namluların ucundaki demokrasimiz-de nasıl ayakta kalabilirim’in kavgasını veriyordu. Kuzeyli Kürtlerin ve

107

Dersimlilerin, özellikle de yoksul köylülüğün, emekçilerin ekmeğini ka-zanırken nelere katlandığını, ne yiyip içtiğini, hangi şartlarda üretim yapmaya çalıştığını herkes bilemez. Bunları bilebilmek için bizzat ya-şamak ya da Devrimci ve Komünist olmak mı gerekiyor?

Tunceli’de bir parkta oturuyoruz. “Bu parkın adı nedir?” sorumuza Bölge halkı “İsmet Paşa Parkı” dediğinde, bu ismin parka verilişini ya-dırgadığımızı hissettiriyoruz, fakat halk temkinli, “tahrik” dolu eleştirimi-ze hemen cevap vermiyor, gülümseyerek, sağına soluna bakarak ce-vap vermeyi yeğliyor. Bölgenin tüm sokak, cadde, okul, meydan, park, hastane, vb. resmî ideolojinin ve resmî tarih anlayışının uzantısında isimlendirilmiştir. Çoğu Ermenice ya da sonradan Dersimce konulan köy, mezra, dere, geçit, mağara isimleri de öztürkçeleştirilmiş...

Öztürkçeciliğin büyük bir zevkle tadını çıkaranların hâkimiyetinde-ki bir bölgede elbette şaka yollu da olsa asla zevzeklik yapamazsın. “Eline, Diline, Beline Sahip ol!” öğretisine sahip olamazsan, “Rayberlik Kurumu”nun işbaşında olduğunu unutursan, başına iş açarsın!..

Kültürel Erozyonun Çocuklardaki Yansıması

Çok sık uğradığımız Ovacık’ın yakın köylerinden birindeyiz. Bu gezi notlarında gerekmedikçe yer ve isim zikretmemeyi uygun buluyo-ruz. Bölge halkının bu nedenle rahatsız edilmemesini ve olmamasını düşünüyoruz. Ana babası iyi-kötü asgari ücretin de altında bir iş bula-bilen bir ailenin en küçük çocuğu 8 yaşlarında bir kız. Görünüşü, dav-ranışları ve konuşmalarıyla 8 yaşında değil de sanki ergenlik çağındaki bir kız görünümünde. Dış görünüşü ve giysileriyle Batı kentlerinde gö-rülen çırıl çıplak kızlar gibi giyinmiş, ya da ailesi O’nu öylesine giydir-miş. Yüzü ve omuzları güneşin etkisiyle yanmış, âdeta simsiyah ol-muş. Eşim O’na, başını ve omuzlarını güneşten koruyucu bir şapka armağan etti. O, bu şapkayı da aynı genç kız imajlarıyla giyiniyordu. Daha çok kendinden büyük oğlan çocuklarıyla oynamayı seviyor. On-lara bağırıp çağıran, oyun kuran, kurduğu oyunu istediği gibi yönete-meyince bozuk çalan bir yaradılışa sahipti. Sevimli mi sevimli. Yaşına göre çok ta cılız. Yemesine, içmesine, uykusuna, kılık kıyafetine pek dikkat etmiyor. Ana-baba emekçi olarak çalışınca, O’da yakınlarının evinde, kırda, tarlada, orada burada gezinip duruyordu.

Çok bilmiş bir insan hâliyle Ovacık dışından yaz aylarında gelen, iyi-kötü bir mekân kuran, tatil yapan akrabalarının yanından hiç ayrıl-mıyor. Onlar da seviyorlar bu büyümüşte küçülmüş insan yavrusunu...

“Bu yonca tarlasının tapusu benim, onun yanındaki bostanın da tapusu benim. Şu yazlık evlerin, bu kavaklıkların, yolun, arkadaki gö-lün, köyde Nenemin oturduğu evin hepsinin tapusu benim...” diye her-

Page 55: Sorun Polemik No

108

kese diskur çekip duruyor. “Ne yapacaksın bunca mülkü?” diye takılı-yoruz, çok şımarık pozlarıyla omuz silkiyor, sesini yükseltiyor ve kavga çıkarıyor. Elinden gelse ya da fırsat verseler bu yüzden herkesi yum-ruklayacak kadar gözü mülk hırsıyla dolmuş ya da doldurulmuş.

Tv.’lerin ve boyalı basının propoganda ettiği boyalı şeker, sakız, gofret, krem, krema, şokellasından ne varsa işi gücü onları yemek. Köyde bol bulunan süt, kaymak, yumurta, yoğurt ve et yemiyor. Fakat saçına, tokasına, tuvaletine ve süsüne de pek düşkün. Yakınlarına sa-çını tarattırıyor, kılıktan kılığa giriyor, kendisine yakıştırılan saç mode-lini beğenmiyor. Sinir krizi geçiren hâllere giriyor. Sesini yükseltikçe tiz ve cırlak sesler çıkarıyor, boyun damarları oklava kalınlığında şişiyor, terliyor... ve Bölge halkının konuşma, ses ahengini bozan yapmacık bir ağzı deniyordu.

Çocuk eğitiminde bildiklerimizi ve bu yoldaki bütün belagatimizi kullanıyoruz, ne mümkün kızımızı ikna etmenin hiçbir yolu yok. O, se-vildiğinin farkında, bunu bir silah olarak çok güzel biçimde kullanıyor. Nasıl olsa gelenler misafirdir, onların yanında kimse de O’na karışa-maz havalarında... Bu keratanın hangi dilden anladığını biliyorduk, eği-tici yöntemlere başvurduk, fakat bu da para etmedi.

Ailesi ile tanışarak çocuk eğitimiyle ilgili bazı uyarılarda bulunmak istedik, o da olmadı. Çalışan Ana-Baba bu konuyu görüşmek üzere yanımıza kadar gelemedi.

Birgün kızımız her günkü saçmalıklarına bir yenisini ekleyerek şunları söyledi: “Ben intihar edeceğim.” “Niçin” diye sorunca yine şıma-rık pozlarıyla “Kafamı keseceğim. Sonra kafamı alıp masanın üstüne koyacağım...” “Sonra ne yapacaksın?” sorumuza cevap yok. O’nun kurgusunu mantıksal bir çerçeveye oturmak için, “Kafasını kesen biri, onu nasıl kalkıp masanın üzerine koyabilir?” dediğimizde ise, “Olsun, ben koyabilirim” deyip kestirip atıyordu.

Kulağına küpe, hem de sıra sıra kulağını delerek takmayı, göbe-ğine küpe takmaya özendiğini, dövme yaptırmayı düşündüğünü, gelin-lik elbiselere büyük merakı olduğunu söyleyip duruyordu.

O’nu birgün çağrılı olduğumuz bir düğünde gördük. Özlemini duy-duğu bir kıyafete bürünmüş, koluna yıldız bir dövme yaptırmış, saçını berbere ya da ailenin biçimlendirmesine göre taratmıştı. Genç kızlar gibi halay çekenlerle yarışa hazırdı. Yanağını okşadık, sevdik, iltifatlar yağdırdık hepsi o kadar.

Kızılbaşlık geleneğinin bu tekne kazıntısı çocuklar giderek büyük bir dejenerasyonun kucağına itiliyordu. Tv. ve kapitalist tüketim propa-gandası çocukları hipnotize ederek ağına çekiyor ve erozyona uğratı-yordu. Pek çok olguda korunan, yer yer kimi Kadın-Ata figürünü yaşa-

109

tanların yerini bu kerata kız çocukları alacaktı. Sistem bu yabancılaş-tırmadan ötürü memnundu. Çocuklar ise, kimliksiz, kişiliksiz, ruh ve beden sağlıklarını yitirmiş garip yaratıklar olarak toplumdaki yerini alı-yordu...

Kadın-Ata Geleneği’nden Üç Örnek

Bir yandan Arap İslâm’ın, bunun üstüne Osmanlı’nın, bunun da üzerine TC Devletinin Kızılbaşlık geleneği üzerine sistemli biçimde uygulayageldiği baskı, terör, kuşatma, kıyım ve kırımlar Dersim’deki Kadın-Ata geleneğinin etkisini kırmayı denemiştir. Özellikle Kızılbaşlı-ğa, Anadolu Aleviliğine, Batınî bütün düşünce-davranış çizgilerine kar-şı düşmanlık ilk komünal toplum yapılarının tek tanrı dinleriyle, devletin mülkiyeti koruma anlayışlarıyla taban tabana zıt olması yüzündendir. İlk komünal toplum yapılarında Anaerkil ilişkilerin egemenliği, ancak; Dersim gibi düşmana karşı korunaklı bir tabiat harikasında barınabile-cekti. Bölgenin dağlık yapısı, mağaraları, çılgın akan Munzur’u, iklimi Kızılbaşlığın Arap İslâm’a, Osmanlı kıyıcılığına ve TC Devleti’nin politi-kalarına karşı bir “müstahkem mevki” konumundaydı. Dersim halkı öz-gürlüğüne düşkündü. Kılıç zoruyla kabul edilen Arap İslâma karşıydı. Devlet anlayışına, vergi vermeye, askere gitmeye, nüfus kütüğüne kaydolmaya karşıydı. Halkın isyan, başkaldırı ve hak arama yolundaki direngenliğinin çok yönlü nedenleri ve tartışılan haklı gerekçeleri vardı. Bu türden bir direngenlik, isyan ve başkaldırı Devrimci ve Marksist Sol Kadroların siyasal-sosyal devrim ütopyasıyla örtüşüp çakışıyordu. Ka-pitalist özel mülkiyetin, paranın ortadan kaldırılmasıyla hem insanlık hem de kadın-erkek tüm insanlar eşit, özgür, adil ve demokratik bir düzene kavuşacaktı. Nihai amacı üretim mülkiyet ve paylaşım ilişkile-rinin sermayenin elinden alınıp işçi sınıfı ve emekçi halkların elinde dönüştürülmesiyle, devletin sönümlenmesi, savaşların, militarizmin, ar-tı-değer sömürüsünün, sınırların kalkmasıyla insanlık kurtulacaktı. İde-olojik, teorik, örgütsel ve kültürel yaklaşımımızla Sosyalist-Komünist topluma ulaşmanın kavgasını verirken, onbinlerce yıllık insanlık tari-hindeki Anaerkil gelenekler hâliyle dikkatimizi çekiyor. Dersim halkının, Kızılbaşlığın kültü bu açıdan incelenmelidir. Hâkim gerici sınıfların Kı-zılbaşlık ve Anadolu Aleviliği hakkındaki bilim ve akıl dışı karalamala-rına karşı cenahımızın da sistemli biçimde bu saçmalıklara karşı çıkıp görevini yapması gerekir ve beklenir.

Cenahımızın bu konu hakkındaki “vukuatı” (hepimizin vukuatı) af-fedilir cinsten değildir. Konuya kafa yoran bilim insanlarımız son yıllar-da oldukça artmıştır. Roman ve öyküleriyle konu kapsamlı biçimde iş-lenmeye başlamıştır. Anaerkil geleneğe kafasını yoran insanlarımızın

Page 56: Sorun Polemik No

110

eserleri okunmayı ve tartışmayı bekliyor. Arap İslâm ve tek tanrı dinle-rinin tuzaklarına düşmeden Osmanlıya, Cumhuriyete ve her türden resmî tarih anlayışına ve resmî ideolojilere prim vermeden konuyu in-celemek durumundayız. İslâmcı, Türkçü veya her ikisini sentezci dü-şünce akımlarına üstü örtük mesaj vererek konuya saptırmamak ta ge-rekiyor.

Öte yandan sosyalist ya da radikal sol argümanlarıyla “Alevicilik” yaparak politikasızlık güzergahında kılıktan kılığa girenlere de bir çift sözümüz olacaktır. Böylelerinin “encamını” 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül sürecinde çokça görmüştük. Devrimciler ve Marksistler teori-pratik duruşlarıyla işçi sınıfına ve emekçi halklara zarar veren bir po-zisyona asla giremezler. Girenleri hayat ve mücadele açığa düşürür. Dersim’de de bu konu enine-boyuna tartışılmaktadır.

İlerleyen konu başlıklarıyla sorunu daha da açacağız.

Ovacık’ın kırsalında ve bazı köylerinde Kadın-Ata geleneğinin uzantılarını aradık. Bulduğumuz örneklerden biri Mıkıko köyü yıkıntıla-rının yanıbaşındaki yaylada 85-90 yaşlarındaki karı-koca örneğinde or-taya çıktı. Kadın-Ata âdeta bir heykel gibi dimdikti. Uzun boylu ve soy-lu bir Kızılbaş geleneğinin bir parçasıydı. Kızılbaş Ana-Ata’larla karşı-laştığımızda ellerinin içi ve omuzları öpülüyor (niyaz ediliyor)du. Kızıl-baş Ana-Ata kadınlarımızdan özellikle 1938’i dinledik. Sorunlarını öğ-rendik. Böyle bir karşılaşmada “mihmandar” yol arkadaşımıza (ki ağır şaka yapmasını sever) bizlerin kim olduğumuzu sorduklarında: “Bunlar Tırkî (Türk)” dediğinde uzattıkları ellerini hemen geri çekmiş bizlerle tokalaşmamışlardı. Dersimceyi bilmeyişimiz “mihmandar” arkadaşımı-zın muzipliğini kolaylaştırmış ve zor bir sahnenin yaratılmasını tetikle-mişti. Sonradan kimlik ve kişiliklerimizi ve aile kolektifimizin 120 yıllık serüvenini anlatınca sıkılmayan eller daha sıcak bir kabule dönüşmüş birbirimize sarılmış, kucaklaşmıştır. Kadın-Ata örneğindeki Ana’lar gözyaşlarını tutamamıştı. “Bize otuzsekizi hatırlattınız. Yaralarımız de-rindir. Sen bizim aşirettensin. Koçgirilisin. Sen bizim Alişer’imizsin. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Lisanımızı konuşamasanız da simanızdan (ce-malinizden) bellidir. İyi ki kendinizi korumuş, bu günlere gelmişsiniz” diyen Kadın-Atalar ile bizim hanım (eşim, hayat arkadaşım) da kırk yıl-lık Kızılbaş gibi kaynaşmış gözyaşı selinde kucaklaşıp hemhal oluver-mişti.

İkinci Kadın-Ata örneğini torunu dünyaya yeni gelen yoksul bir emekçinin evinde görmüştük. O da heykel gibi duruyordu. Dışarıda 40-45 derece sıcaklık vardı, fakat O mahalli giysileri içinde çok rahat ve gururluydu. Hane’nin direği ve sözü geçeniydi. Geleneklerin durumu hakkında pek az şey konuştuk. Giyim ve kuşamı dışında, görsel mal-

111

zemelere hayranlığımız dışında konuya derinliğine giremedik. Torunu-nun doğumunu kutladık, görevimizi yerine getirdik ve Hane’sinden ay-rıldık.

Üçüncü Kadın-Ata örneğini yılın altı ayı kış, altı ayı yaz Ovacık kırsalında, kışı İstanbul’daki oğlunun yanında, yazı ise burada geçiren bir Ana’da gördük. Ovacık’a gelir gelmez Kadın-Ata giysileriyle kurum kurum kuruluyordu. Kendisini bu türden giysiler içinde çok daha rahat hissettiğini söylüyordu. O’na da sormuştuk: “İstanbul’da da bu giysile-rinle mi dolaşıyorsun?” sorusunu “Evet” diye cevaplamıştı.

Kadın-Ata örneklerinin nisbeten bozulmamış olan günümüzdeki uzantısı Analarımızla her karşılaştığımızda sordukları şu soru dikkati-mizi çekmişti. Benzeri soruları erkekler de ezberlemiş gibi tekrar edi-yordu: “Merhaba, Durumlar Nasıl?” Bu soruyu bilmem ki nasıl cevap-lamalıyız? Aynı soruyu Sol cenahımıza sormak lâzım: “Durumlar na-sıl?” Bu hatır sorusu sosyal bir içeriğe sahiptir. Öyle “keyfin nasıl, anan, baban, çocuklar iyi mi?” gibi bir soru değildi. Yahut “Allah iyilik versin” türünden her işi Allaha yükleyen “yasak savar” ve geleneksel bir soru yerine daha somut, konkre ve içeriği doldurulmaya değer böy-le bir soru daha anlamlıdır: “Arkadaş Durumlar Nasıl?” denilmesi çok hoşumuza da gitti. Oradan aldığımız “feyz” ile biz de cenahımızı sor-gulayalım: “Arkadaşlar Durumlar Nasıl? Ne yiyip içiyorsun? Nerede oturuyorsun? Nasıl geçiniyorsun? Kapitalist anarşiden memnun mu-sun? İçimizdeki eloğullarıyla beraber nasıl yıkacağız sermayenin padi-şahlığını? İçerideki-dışarıdaki hapishaneden ve tecritlerden memnun musun? Olup bitenler karşısında geceleri nasıl uyuyorsun? Uyuyabili-yor musun? ‘Komünistlerin Birliği’ sorunsalının çözüme kavuşturulması için neler düşünüyorsun? Kitap-Dergi okuyor musunuz? Kurumlarımızı niçin ziyarete gelmiyorsun? Yayınlarımızın daha da okunması için ni-çin elinizi cebinize sokmuyorsunuz? Cebinizde akrep mi var yoksa? Cenahımızda neden herkes kendine müslüman, neden herkes kendi amentüsünü okuyor/okuyabiliyor? Kızılbaşlık geleneğindeki gibi bir or-taklık/ortaklaşacılık’tan da mı daha gerilerdeyiz? Kolektif aklı, bilinci ve eylemi örmemizin önündeki engel nedir?”

İnsanın aklına çok soru geliyor, fakat burada uygun da düşmüyor. Dersim’de diyalog kurduğumuz, ilişkiye girdiğimiz ilerici, demokrat in-sanlarımızla (daha çok ta kadınlarımızla) “Durumlar Nasıl?” sorusunun cevaplarını uzun uzadıya konuştuk. Bunun imkân ve fırsatlarını arayıp bulmuştuk. “Durumlar” iyi değildi. Sistem krizdeydi.

Bu türden diyaloglara hasrettik. Onlar da bizler de hasretimizi gi-dermeye koyulmuştuk.

Page 57: Sorun Polemik No

112

Diyaloğa, iletişime, ilkeli tartışmaya, enformasyon ağı kurmaya ya da “Devrimci Oturum” gelenekleri yaratıp tartışmanın sonuçlarına kat-lanma gibi konularda üniversite okumuş yarım-aydınlarla bir türlü mü-şerref olamıyorduk. “Durumlar Nasıl?” diye sorgulayan emekçi halkı-mız bize kentlere yuvalanmış küçükburjuva avantüryeden daha yakın ve sevimli geliyordu. Sosyalist-Komünist toplumun insan malzemesi de buradaydı. Taksim-Kadıköy solculuğunda değil.

Arap İslâm-Kızılbaş Karşıtlığı

Aile Kolektifimiz’in bütün canları Arap İslâm’ın etkisinde kalmamış-tır. Düşünce-davranış çizgilerimizi besleyen ilerici akımlar ve gelenek-lerin yüzü gözü hürmetine gerici fikir akımları Hane’mize hiç uğrama-mıştı. Çocukluğumuzda da çevrenin binbir kuşatmasına karşı misti-sizmin etkisinde kalmamayı başarmıştık. “İsa Bu Köye Uğramadı” isim-li bir kitap okumuştum. Kitabın içeriği bir yana ismini çok beğenmiştim. Bundan esinlenerek sık sık şu sözleri tekrar eder dururduk: “Ha-ne’mize, Musa, İsa, Muhammed uğramadı.” Hane’mize bulaştırılmaya çalışılan Arap İslâm etkileri de şaka ile karışık bir yöntemle savuşturu-lurdu.

Kızılbaş-Müslüman karşıtlığı ve çelişkisi üzerine bilimsel bilgilere dayalı olarak fazla bir şey söylemeyi uygun bulmuyorum. Bu konudaki uzmanların daha fazla söz hakkı vardır diye de düşünüyorum.

Son yıllarda Alevi-Bektaşi inanç, kültür ve gelenekleri üzerine ol-dukça fazla yayın yapıldı. Bu yayınların bence en ilginci Alev Yayınları arasında çıkan Haşim Kutlu’nun yazdığı ‘Kızılbaş Kadın’ isimli incele-mesidir. Bu türden yayınlara ilgi duyarak sorumlulukla yayımlayan Alev Yayınlarını ve değerli yazarını kutlamak gerekir. Bu türden yayınlarla hem bizim insanımızın bilinçlenmesi sağlanacaktır, hem de Kızılbaşlığı Arap İslâmın etkisine almak isteyenlerin çabası, bir ölçüde de olsa, kı-rılmış olacaktır. Alev Yayınları bu konular üzerindeki kitaplarının yanı sıra ‘Serçeşme’ isimli aylık bir Dergi de yayımlamaktadır. ‘Serçeşme’ öteki Alevi-Bektaşi yayın organlarından ayrılmaktadır. ‘Serçeşme’ Der-gisi “Alevicilik” yapmıyor. Bulunduğumuz coğrafyadaki emekçi halkla-rımızın tarihi, kültürü, ilerici gelenekleri, inanç, kült, folklör, vb. birikim-lerini tahlil etmek istiyor. Kızılbaşlığı kuşatmak isteyen akımları ve etki-lerini açığa vurmaya çalışıyor.

Anadolu Kızılbaş geleneğinin yoz ve kozmopolit düşünce-davranış çizgilerinden etkilenmemesi yolunda çok sağlam yanları bu-lunmaktadır. Kapitalist yabancılaşmanın yıkıcı etkileri Kızılbaş insanını da büyük ölçülerde kuşatmıştır. Kızılbaşlık, Zerdüştlük ve Mazdeizm gibi ilk komünal toplum biçimlerinden oldukça etkilenmiştir. İlk komünal

113

kültlerden çok fazla etkilenmiştir. Etkilenmelerini günümüze değin bün-yesinde taşımıştır.

Anadolu Kızılbaşlığı, yoğunluklu olarak Dersim ve Yukarı Mezopo-tamya’da varlığını yer yer korumaya çalışmıştır. Kızılbaşlık kültü ile ye-tişen kuşaklar, âdeta, sosyalizmin altyapısını oluşturmaktadır. Böylesi-ne hazır bir altyapıya proje üretmek Sosyalist-Komünist Kadroların gö-revleri arasında olmalıdır.

Yalnızca Kızılbaşlık kültü değil, emekçi halkların dil, tarih ve gele-neklerini günümüze taşıyan öykü, masal, mitoloji ve dinlerin incelen-mesi de gerekiyor. Bulunduğumuz coğrafyada devrimci politika ürete-bilmek ve kitleleri sosyalizm yoluna kazanabilmek açısından da bu tür-den inceleme ve araştırmalara büyük bir ihtiyaç vardır. Emekçi halkları vareden bu kültün coğrafyamızda geleneğini sürdürüyor oluşu da önemlidir. Devrimci ve Marksist bilim insanları bu mirası ilerici, iyimser, dinamik ve yaratıcı bir yöntemle yorumlayarak (diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemle) yorumlayarak, açıklamakla yükümlüdür.

Bu görev yapılmadığı veya yeterince yerine getirilemediği zaman, kara gerici, ırkçı, şoven ve sosyalşoven görüşlerin işi kolaylaştırılmış olacaktır.

Munzur Baba’yı ziyaretimizde, O’nu anlatan kocaman tabeladaki Türkçe-İngilizce sunumları okuyunca çok irkildik. Munzur Baba, yok şöyle yapmış da… Okuyup üflemiş de… Kâbe’de sıcak helva yedirmiş de… türünden sunumlar Kızılbaşlığın kültü ile ters orantılıdır. Kızılbaş-lığın kültü ilerici, iyimser, dinamik ve yaratıcı bir yöntemle (Marksist yöntem) yorumlanmadığı/yorumlanamadığı koşullarda mistisizm, Arap İslâm ve Devlet bu alana kama sokup gerici-idealist yorumlarla bizim insanlarımızı uyutmak istemektedir. Bu taktirde Kızılbaş ve Anadolu Aleviliğinin egemen olduğu yörelerdeki köylere cami yaptırılması, zo-runlu din dersi okutulması ve Cemevi kurumsallaşmasına karşı girişim-ler-saldırılar geri püskürtülemeyecektir.

Son yıllarda Cemevi kurumsallaşması çalışmaları büyük gelişme-ler gösterdi. Türkiye’de ve dışarıda Kızılbaşlar, Alevi-Bektaşiler Cemevlerinde “cemmolma” çalışmalarının yanı sıra Tv. kurumsallaş-malarına da hız vermiştir. Kara gerici, dinci, ırkçı, faşist, şoven, sosyalşoven, liberal ve postmodern Tv.lerin ilerici düşünce-davranış akımlarına karşı gözetilen “sinsi kuşatma” ve “yok sayma” gibi tekelci- burjuva politikaları, görece “demokrat” bir ölçü gözeten Su Tv. gibi ka-nalların yaygınlaşmasını sağlamıştır.

Roj Tv. İle Mezopotamya Tv.ler de Kürt ulusal hareketinin ihtiyaç duyduğu haber, yorum, müzik, vb.’lerini yansıtmaya çalışmaktadır. Bu Tv.ler de ilgi ile izlenmektedir. Roj Tv. İle Su Tv. Liberal, postmodern

S.P. F/8

Page 58: Sorun Polemik No

114

solların sunumlarına da açıktır. Devrimci ve Marksist Sol Kadrolara ise oldukça ‘mesafeli’, hatta âdeta ‘neredeyse kapalı olan’ bu Tv. kanalla-rının işlevselliği, ayrı bir tartışmanın konusudur.

Dersim’deki gezilerimizde: Kızılbaşlık ve Anadolu Aleviliği inanç, kültür ve geleneğine bağlı olanlar ve bunu sürdürenlerin büyük bir ço-ğunluğunda sezgisel aklın (yer yer de mantığın) öne çıktığını gözlem-ledik. İnsana ve insanlığa ilişkin mistik ve dogmatik olmayan bu akım, Devrimci ve Marksist Sol Kadrolarca geliştirilip güçlendirilmeye aday-dır. Bu akım, mantık, bilimsel bilgi ve bilinçlenme süreciyle buluştu-ğunda pek çok dönüşüme-değişime hazırdır diye düşünüyoruz. Elbette bunun kimi işaretlerini çeşitli olay, olgu, veri ve süreçlerde aldığımız için bu türden bir değerlendirme yapmayı uygun buluyoruz.

İnsanın sosyal bir varlık olarak kendi özüne, doğaya dönüşümü Marksizmin temel referanslarına uygundur. Kapitalist anarşinin yeryü-zünden kökten kazınması sürecinde, kapitalist yabancılaştırma da or-tadan kalkacak ve insanın bütünlüklü insanîleşmesi gerçekleşecektir.

Kızılbaşlık ve Anadolu Aleviliği, tarihsel seyri içinde kendi ürettiği araçları doğrultusunda hareket etmiştir. İnanç, kültür ve geleneklerinin günümüze kadar taşınmasında “Dedelik Kurumu” önemli bir rol oyna-mıştır. Bu kurum aynı zamanda ve doğallıkla sınıflı toplumlardaki sö-mürü ilişkilerini de bağrında taşıyagelmiştir. Kapitalist yabancılaşma-dan önemli oranda etkilenen “Dedelik Kurumu” geleneği de bazı istis-naları dışında yozlaşmıştır.

Bölgede gerilla faaliyetinde bulunan örgütler, bu yozlaşmış “Dede-lik Kurumu”na karşı mücadelede bazı ilginç yaptırımlarda bulunmuştur. Bu yozlaşmalara yaptırım olarak bazı “Dede”ler şiddetle uyarılmış, ba-zıları da yargılanmıştır.

“Dede”lerin de, kapitalist yabancılaşma koşullarında iradî müda-haleden yana, ütopik sosyalizm anlayışına ve “devrimci romantizme” yer yer bürünmüş gerilla faaliyetinden, ayrıca kendilerine karşı yapılan uyarı ve yargılamalardan son derece rahatsız oldukları da açıktır. Bu rahatsızlıklarını kendileriyle yaptığımız söyleşilerde ifade etmekten çe-kinmiyorlar. Özellikle de bazı ‘gerillalar’ın kadın-erkek ilişkileri konu-sundaki “özgürlük”lerini “Eline, Diline, Beline, Sahip Ol” gelenek ve kül-tü gereği şiddetle eleştirmekten geri durmuyorlar.

Bu konuyu, biz bize bir ortamda konuştuğumuzda bir dostumuz, bize şu değerlendirmeyi yaptı: “PKK, kadın-erkek evliliğini gerillaya resmen yasaklamıştır. Bazı istisnalar dışında bu uygulama sürdürül-müştür. Kadın gerillanın cinselliği, vb. konuları yenerek dağa çıktığını yakın örnekleriyle biliyoruz. TKP (ML) ise, bu konuda özgürlük tanıyan

115

bir yapıya sahiptir. Onlar herhalde cinsel özgürlükler konusunda Kollantay’dan fazlaca esinlenmiş olsa gerek!..”

Kır faaliyetindeki gerilla, Latin-Amerika örneğinde çokça görülen kilise ve bazı rahiplerin devrimcilere verdiği aktif destek, Bölge’de ne yazık ki, yoktur.

Köy gezilerimizde “Dede” olduğu her halinden belli olanlarla ko-nuşma fırsatı yakalamaya çalıştık. Fakat yararlı bir diyaloga giremedik. Hasan Hüseyin Kormazgil’in bir dizesinde belirttiği gibi, yalnızca “bıyık-larımız konuştu”, mesajlarımızı bu düzeyde ilettik…

Söylemek zorundayız: Babaî’ler, Hacı Bektaş’lar ve Pir Sul-tan’lardan süzülüp gelen inanç, kültür, gelenek ve erdemler günümüz-deki “Dede”lerde yoktu. Yeni nesillerin de “Dede”lik geleneğine bir ihti-yacı yoktu. Paranın, serbest pazarın tahakkümü altında bulunan insa-nın insan olması düşünülemezdi. İnsanın insan olması, evrensel öl-çekte kapitalizmin tüm ilişkileriyle yıkılıp, kapitalizmin yerine, üretici modern örgütlü (sınıf bilinçli) işçilerin-emekçilerin bu sömürgen gidişe dur demesi, el koyması, devirmesi ve devrimci işçi iktidarını kurması gerekmektedir.

Üretim sürecindeki ücretli emek-sermaye ilişkisi, insanın insan ol-masını, ihtiyaçlarının karşılanmasını değil, parayı, mübadeleyi, rekabe-ti, kapitalist özel mülkiyeti, kârı (artı-değeri), serbest pazarı, sömürüyü (artı-değer sömürüsü ve emperyalist sömürüyü) esas alır. Bu ilişkiler işçi sınıfı tarafından ve onun genel çıkarına göre ters yüz edilmeden, insanın gerçek anlamda insan olması asla düşünülemez.

İlksel komün kültürü olan Kızılbaşlık ile, modern komün kültürü olan bilimsel sosyalizmi buluşturup bütünleştirmeden; insanı özne ya-pan Kızılbaşlık kültü de çürümemiş ögelerini de uzun süre koruyamaz.

İlksel ‘komünizmin’ modern-bilimsel sosyalizme ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı hisseden komünistlerin ilksel ‘komünizmle’ buluşmaları zorun-ludur!

Definecilik... Yer-Gök Kültü ve Ermeni Mezarlıkları

Anadolu halklarının çeşitli tarihlerdeki tehciri ve kırım-kıyımlarından sonra onların geride bıraktığı mal, mülk ve kültürel biri-kiminin nasıl yağmalandığını biliyoruz. Bu konuyu dillendirip gündeme bilinçle sunan değerli insanlarımızın eserlerinden de konuyu ayrıntılı öğreniyoruz, Bu gezimizde de kitaplardan öğrendiklerimizi gözlemleri-mizle doğruluyoruz. Tehciri çok büyük acılar ve kayıplarla yaşayan Ermeni, Rum ve Kürt halkları olmak üzere Anadolu halklarının yaşadı-ğı dram ve trajedileri bizler de irkilerek anıyoruz.

Page 59: Sorun Polemik No

116

Göçe zorlanan halkların mal ve mülklerine konan yerli eşraf, mü-tegallibe takımının gelirlerinin arttığı belgelerle sabittir. Dersim'de de Ermeni mal ve mülklerinin yağmalanışında bazı aşiretler arasında bü-yük paylaşım kavgalarının yaşandığını ve bu arada Ermeni tehcirinin desteklendiğini de biliyoruz. Dersimli Kızılbaşların yerleşim bölgelerin-de Ermenilerin de yaşadığını ve iki halkın birlikte yaşarken aralarında kayda değer bir sürtüşmenin asla meydana gelmediğini de biliyoruz.

Dersimli insan tipolojisini ve kimliğini yansıtan -karakterize eden- bazı eserlerin de kaydettiği gibi, tehcire karşı çıkan Dersimliler çoğun-luktadır. Bu olguyu atadan aktarımlarla bizlere de anlatanlardan öğre-niyoruz. Kara gerici, ırkçı ve faşist anlayışların bu coğrafyada çimle-nemediği de bir gerçekliktir. Kızılbaşlık kültü bu açıdan da doğru olarak incelenmelidir diye de düşünmekten, ayrıca bu düşüncelerimizi sıkça tekrarlamaktan kendimizi bir türlü alamıyoruz. Bölge halkı Ermeni hal-kını seviyor ve tehciri şiddetle reddediyor. Ermeni halkından bölgede kalan kimseler yoktur. Ancak, pek çok yörelerde olduğu gibi Dersimliler de bazı güzel Ermeni kadınlarını alıkoymuş ve onların asimilasyonun-da önemli bir rol oynamıştır. "Ben Ermeni halkının asimilasyonundan dördüncü kuşaktanım" diyenlere de rastlamıştık. Ancak, bu "itirafı" ya-pan insanlarımız ilerici düşünce akımlarıyla yeterince tanışmış kimse-ler idi. "Ermeni düşmanlığı"nın yaygın biçimde propoganda edildiği dö-nemlerin estirdiği ırkçı-faşist dalganın korkusu yüzünden Ermeni kimli-ğini ve kökenini saklayan kimseler de vardır. Ermeni tehcirinde, Erme-ni mallarına el koyma yarışında, Osmanlı ordusunun yanında yer alan bazı Şafi Kürt aşiretler, mal-mülk hırsıyla çok kan döktü. Akan kanlarla canlar alındı, canlar verildi... Osmanlı kıyımına karşı Kızılbaşlarla Er-meniler akıl edip birlikte hareket edemedi. İki halk da bu kıyıma "karşı koyma" konusunda yeterli örgütsel güvencelerden yoksundu.

Oynanan oyununun nelere gebe olduğunu göremediler. Tehcirden sonra da Ermeni mallarına el koyma yarışında aşiretler birbirlerine iyice düşman oldu. Bu düşmanlıklar. 1915'lerden 1938'lere kadar artarak de-vam etti. “Zololardan sonra sıranın Lololara” geldiğini fark edildiğinde, 1938'de de Dersim'liler birlikte hareket edemedi. Tarihsel süreçten ders ve sonuçlar çıkaran önder kadroların izinden gidemedi. O'nları koruya-madı. "Koruyabilir miydi?" Koruyamazdı. "Rayberlik Kurumu"nun oyunu-na geldi, bu tuzağı aşamadı. "Aşabilir miydi?" Aşamazdı. Bu ve benzeri soruların cevabını ancak Devrimci ve Marksist Kadrolar verebilirdi. Anı-lan Kadroları hayat ve mücadele üretecekti/üretiyordu...

Resmî tarih anlayışı ile resmî ideolojiler Kızılbaşlık gelenek ve kül-tünü Ermeni, Rum ve Kürt halklarının düşmanlığından ayırmadığı da tarihsel olarak belgelidir. Kızılbaşlığın gavurlukla suçlanışı ve giderek "cihat hükümlerine" uğratılışı elbette nedensiz değildir.

117

Tarihi boyunca Kızalbaşları "kafir, dinsiz ve sapık" olarak değer-lendiren görüşler, ne hazin günümüzde de yaygındır. "Siyasî İslâm"ın sözcüleri politikacılar, Din ve Diyanet yetkilileri, dinci, ırkçı, faşist ve "Türk-İslâm Sentezci"ler de çeşitli vesilelerle ve gerekçelerle bu bilim ve akıl dışı saçmalıkları tekrar etmekten bir türlü geri durmuyor. Cena-hımızdan Haşim Kutlu gibi araştırmacı, dilbilimci insanlarımızın bu tür-den ırkçı, faşist zihniyetleri karşıya alıp sorgulayışını doğru değerlen-dirmeliyiz ve bu çabaları yalnız bırakmamalıyız. Âdeta kemikleşmiş du-rumda olan bu türden "yargı"ları açığa vurmak zorundayız.

Kızılbaşların "cümlesinin katli vaciptir" fetvası Osmanlıdan günü-müze tüm süreçlerde "olağan" suçlama ve saldırı olmuştur. Bu fetva-lar, Kızılbaş Batınîlerin katline, mallarına el koymaya, ailelerinin yağ-malanmasına endekslidir. Bu mantığın manası-tercümesi- budur.

Resmî devlet dininin sözcülerinin "cihat" anlamına gelen uygula-maları K. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarında, doğallıkla işbaşı yap-makta gecikmedi... Dersim'in insansızlaştırılması, Arap, Osmanlı ve TC'nin resmî anlayışlarının süregen bir yönelişidir.

Kızılbaş Batınî kült ve geleneğine olan süregen saldırı ve katliam-lar karşısında kimileri susmayı tercih etmiş, kimileri korkmuş, "bizde müslümanız" diyerek bilinçli karşı koymayı göze alamamıştır. Resmî din saldırıları karşısında "Öz-Müslüman" savunuculuğuna soyunmuş Kızılbaş aydınlar, bu türden "arguman"larıyla tarihsel-sosyal-kültürel haklılıklarını bir türlü savunamamıştır.

* * *

"Definecilik... Yer-Gök Kültü ve Ermeni Mezarlıkları" ara başlığın-dan sonra konuyu dağıtmayalım. İlerleyen gezi notlarımızda konuya yer yer göndermeler yapacağız. Çünkü konu çok kapsamlıdır. Sorunla-rımızın kökeni derinlerdedir.

Orta Asyalı Türk boylarına atfedilen "Yer-Gök kültü" ilk komünal toplumların hepsinde görülmektedir. O günkü sınırlı bilgileriyle insa-noğlu çok tanrılı veya "totem" dönemlerinde Güneş, Ay, Yer, Gök, Su, Ateş, Rüzgar, Toprak, vb.leri üzerine son derece "sevimli" şeyler söyleyegelmiştir. Bilinçli üretim faaliyetlerinin gelişimi, bilimde, teknikte, sanat ve estetikteki keşif ve ilerleyişlerden sonra o dönem insanlarının ilk gözlemleri ve değer yargıları bilimsel temellerine dayandırılmıştır. Yalçın Küçük gibi Profların ise, bir türlü yerli yerine oturtamadığı bilim-sel bilgi ve bilinçlenme sürecinde, fiziksel, ruhsal ve ideolojik sağlıkla-rını zedelediğini görmekteyiz. Kimyasal bileşimi bozulmuş bu aydınlar-dan Yalçın Küçük'ün de "Yer-Gök" gibi bir "tanrısal" literatür çağrışımı yaptığını görüyoruz, yazılarında. İlk komünal toplum insanlarının "Yer-Gök" diyerek tanrısal arayışlarını, aradan bunca yüzyıl geçtikten sonra

Page 60: Sorun Polemik No

118

titreyip kendine dönen üniversite okumuş yarım-aydınların mistisizme kayan görüşlere ulaşmasını son derece doğal karşılıyoruz. Çünkü on-lar, lafzen diyalektik materyalist söylemlerine rağmen, başından beri idealist, metafizik orijinalitelerin peşindeydi. Kırk boya küpüne girip çı-kışları da bir türlü aydın olamadıklarının işaretiydi.

Dersim'deki "Yer-Gök" kültü konusu nereden çıktı diyeceksiniz? Anlatayım: Bazı Ermeni mezarlıklarını görmeye gitmiştik. Çoğunun kırmızı kiremit rengindeki haç simgeli mezar taşları kırılmış ve tahrip edilmişti. Bu tahriplerin ana nedeni, definecilik olayıydı. Define arayıcı-ları çocuk mezarlarını değil, haçı büyük yapılmış mezarları soymuştu. Soyulan mezarlardan ne çıkmıştı? Bilen yok. Belki bir iki takı, bilezik metalden başka ne olabilirdi ki? Bu konuyu bilen Ermeni bir arkadaşa sorduk, O'da Ermeni halkının geleneğinde hazinesiyle birlikte gömül-me geleneğinin olmadığını söyledi.

Ermeni mezarlığındaki mezar taşları Doğu-Batı yönündeydi. Bu mezarlıkların hemen yanındaki Kızılbaş mezarları da aynı, Doğu-Batı, yönündeydi. Kızılbaşlar aynı mezarlığa defnedilmeyi Müslümanlar gibi ayrı bir mezarlığa gömülme gibi algılamamaktadır. Bu olgu da Ermeni-Kızılbaş halklarının birlikte yaşama, paylaşma, bölüşme gibi ortaklık anlayışını simgeleyen bir işaret idi.

Kızılbaşlar neden mezarlıklarını Doğu-Batı yönünde kazmıştır? sorumuza hiç bir "tahsili ve tetebbusu" olmayan bir emekçi Kızılbaş şu karşılığı vermiştir: "Yahu bu ne biçim sorudur? Yani bizimkiler fena mı yapmıştır Doğu-Batı istikametinde mezar kazmakla? Atalarımız işte Dersime gelmiştir. Ermenilerle yan yana durmuşlardır. Onlardan bağ-bahçe işleri ve çeşitli zenaatlar öğrenmişlerdir. Mezarlarını da Ermeni-lerinki gibi kazmışlardır. Yer-Gök arasında Doğu-Batı istikametini de tabiata uygun biçimde seçmişlerdir. Yani illâ, bizim yönümüzü güney-deki Arap İslâma çevirmenin manasını bir türlü anlamıyorum. Şahsen, ben de "terk-i dünya" ettiğimde mezarımın Doğu-Batı istikametinde olmasını isterim. Tıpkı Ermeni-Kızılbaş geleneğindeki gibi..."

Böyle bir değerlendirmeyi yapan bizim insanımız -canlarımız- üni-versite okumuş yarım-aydınlardan bize çok daha yakın idi. Sosyalizm, işte bu türden insanlarımızın emek güçleri üzerinde inşaa edilecek-ti."Yer-Gök" telaffuz eden Yalçın Küçük gibi her şeyi zedelenmiş Prof.ların inşaa edecekleri bir şey kalmamıştır. Hele bu saatten sonra? Sol, eğer ve hâlâ anılan Prof.lara biat ediyorsa tümünün aklî ve ideolo-jik kimyası hepten bozulmuş demektir!

* * *

Definecilik Anadolu'da çok yaygın bir uğraştır. Hastalık derecesin-de herkesi etkilemiştir. Nasıl olmasın ki, pek çok uygarlıklara beşiklik

119

eden Anadolu uygarlıklarını egemen oligarklar yağmalamışken, bu ana yağmadan geriye "birşeyler kalmış mı?" sorusunu soran fukara insan-larımız da defineciliğe merak salmış olsa gerek. Ermeni, Rum ve öteki halkların mal ve mülküne el koyan eşraf, mütegallibe ve aşiretlerin ar-dından fukara Anadolu halkları da defineciliğe soyunarak, mezarlıkları, kilise ve mabetleri ve anılan uygarlıkların bütün kalıntılarını tahrip et-meye koyulmuştur. Defineciliği eleştirenler, Emperyalist sömürgenlerin Batı'dan gelip tarihsel-kültürel kalıtları tahrip ederek alıp götürmelerine karşı Anadolu tarihinden yok etme; silme girişimine çıktıktan sonra bu soruna parmak basmalıdır.

Dersim'e geliş nedenlerimizi sık sık anlatmamıza rağmen, define-ciliğe kafayı takmış olan kimileri de bizi şu şekilde izah etmeye kalkış-mıştır, Ovacık'n işsizliğin kol gezdiği 18 adet kahvehanelerinde: "Bun-lar Ermenidir. Mutlaka dedelerinin gömdüğü altınları almak için gelmiş-lerdir. Ne işleri vardır, kalkmış kır bayır geziyorlar. Yok efendim, Dede'-leri Mıkıko'dan 120 yıl önce göç etmiş de... Mıkıko'ya gitmek bile zor, hem yolu yok, hem de oralara izinsiz gitmişler... Orada ne yaptıkları da bilinmiyor... Mutlaka define aramışlardır!.."

Bu türden zırvaları yapan kişinin, bir zamanların TÖS/TÖB-DER üyeliğinde bulunmuş bir emekli öğretmen olduğunu öğrenince hem çok şaşırdık hem de üzüldük. Demek ki, bu öğretmen eskisine TÖS/TÖB-DER süreci hiçbir bilimsel bilgi ve bilinç aşılayamamış. Günümüzdeki kamu emekçilerinin önemli bir bölümünü oluşturan öğretmen örgütleri-ne bakınca aynı şeyi söylemek geçiyor içimizden. PARTİ kurumsal-laşması düşüncemizin ne denli isabetli olduğunu bu olay karşısında da test etmekten kendimizi alamıyoruz. Demek ki, "sendika kültürü" işe yaramıyor.

Bu öğretmen eskisinin saçmalıklarını işitip sinirlenen bir arkadaş şunları söylemekten kendini alamamıştır: "Sırrı Öztürk'ün kimliği, kişiligi ve günümüzdeki arayışlarını yansıtan kitaplarını şu adamın ka-fasına taş gibi vurmak lâzım...

Evet, kitaplarımız kimi üniversite okumuş yarım-aydınların kafası-na vurulmuş bir taş işlevini görmüştür. Onlara söylenecek söz kalma-mıştır. Günümüzdeki sözümüz devrimci dönüşümleri birlikte gerçekleş-tireceğimiz konusunda asla bir kuşkumuz olmayan bizim insanlarımıza olacaktır.

(Devam Edecek)

Page 61: Sorun Polemik No

120

BULUŞMA

Yağmurla toprağın

Muhteşem buluşmasıydı

Bizimkisi

Rüzgârlı bir dansın

İlk adımları

Sen topraktın

Ben yağmur

Kopardılar bizi

Aşilin topuğu gibi

Ayağım kesildi yerden

Toprağın olmadığı

Beton yığınının içine

Hapsedildim

Dikdörtgen bir

Gökyüzü parçasına

Haykırıyorum hasretimi

Ve düşlerimi

Sen depremle gösteriyorsun

Zaptedilmez kızgınlığını

Açık tut gerdanını

Birgün mutlaka

Yağacağım sağanak olup

Buluşup ilkbaharda

Yeniden dansa tutuşacağız

Taze güller saçılacak

Turgay Ulu

12 Eylül 2005

121

Sanat Cephesi’nden Haberler

● “Sanatçılar da Tecritte” Basın Açıklaması 28 Eylül günü Ölüm Orucu’nun 177. gününde olan avukat Behiç

Aşcı’yı Sanat Cephesi adına Ruhan Mavruk, İsmail Hardal, Kemâl Kök ve Nevzat Oğuz ziyaret etti.

Ziyaretlerinde Sanat Cephesi Geçici Komitesi “Sanatçılar da Tec-ritte” yazılı pankart açarak bir basın açıklaması okudular. Bu metni Dergi’mizin 92 ve 93. sayfalarında okuyabilirsiniz.

● Arnavutköy Halkevi’nin Düzenlediği "Ortadoğu’da Süren Em-peryalist Savaş ve Çözüm Önerileri" Konulu Panele Katıldık.

80 kişinin katıldığı ve yaklaşık 4 saat süren Arnavutköy Halkevi önderliğinde düzenlenen panele Köz gazetesi, Çağrı dergisi, Demok-ratik Toplum Partisi, Halk Kültür Merkezi ve Sanat Cephesi’nden İs-mail Hardal konuşmacı olarak katıldı.

Sanat Cephesi Geçici Komitesi sözcüsü olarak İsmail Hardal’ın ko-nuşmasında, Sanat Cephesi’nin burjuva sanatçılarından farklılıkları vur-gulanarak, Türkiye’de Komünistlerin dağınıklığı ve merkezileşememesi yüzünden savaş meselesinde bu kadar farklı görüş olabileceği ve savaş karşısında sanatçıların tutarlı bir davranış gösteremediği anlatıldı.

● Sanat Cephesi’nden İki Yeni Kitap Daha Yayınlandı.

Sanat Cephesi Kemâl Kök’ün Barış ve Başak adlı şiir kitabi ile Er-tan Taşdelen’in Eylül Fırtınası adlı şiir kitabını yayınladı. Böylelikle Sa-nat Cephesi’nin yayınladığı kitap sayısı beş oldu.

Page 62: Sorun Polemik No

122

BİR YERYÜZÜ PARÇASI Postmodern bombalarla parçalanıyor esmer yürekli, ağrıyan yurdum: Biz kazanacağız… Avrupalı kimyasallarla yakıldı solgun ciğerlerimizdeki hava ölüm kasırgaları estiriyor azgın kukla: Biz kazanacağız… Seçmece hedefleri vuruyormuş düşman: (öyle anlatıyor haber merkezleri) yani hastaneleri, yolları suyu,elektriği ve ambulansları hareket eden her şeyi ve duranları silah satışlarında ucuz Amerikan pazarı bu kefen bolluğunda, bu hayvanlıkta parça parça kopacaksa etimiz: Biz kazanacağız… Yıkıntılarda ezik bıraktım ablamı, annemi, iki amcamı bir de canım, ciğerim kardeşim Ahmad’ı fosfor bombası değdi kavurdu bedenimi korudum gözlerimi bitmeyen çocuk çığlıkları kulaklarımda kendi utancı içinde bırakarak dönek dünyayı şimdi fısıldıyorum ya şunu yarın haykıracağım sizlerle yine: Biz kazanacağız!

123

Düşman kaybedecek: o en üstün teknolojisi, bombalarıyla o en aşağılık kültürü, siyasetiyle yaşanılan her bir günü kaplayan yalanları uyduları, atomları, ticari gökdelenleriyle Ömrümüzün hırsızları kaybedecek Çığlık çığlığa haykırsa da kemiklerimiz koyun koyuna yatılan toplu mezarlarda taşın, kömürün sabrıyla ateşin, aşkın diliyle bilimle, sanatla, sevgiyle, hınçla kaç bin yıllık köklerimiz dal budak biz kazanacağız: yoksulların birliğiyle . . .

Hüseyin Ali Selvi

Temmuz--2006

Page 63: Sorun Polemik No

124

Azimet Ceyhan 1Nolu F Tipi Cezaev- Kandıra

125

Sorun Yayınları Kolektifi

ve

Sanat Cephesi’nden

Yeni Kitaplar

Page 64: Sorun Polemik No

126

Bizden Haberler

● Osmanlıdan Günümüze Ordunun Evrimi

Kitabımızın Yargılanmasına Devam Ediliyor. TCK’nın 301/2. Mad.’since Yazar Osman Tiftikçi ve Sorun Yayın-

ları Sahibi olarak Sırrı Öztürk’e açılan davanın duruşmasına İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesinde 5.12.2006 günü saat 09:30’da devam edilecektir. Daha önce 26 Eylül 2006 günü yapılan duruşmada Savcı Esas Hakkındaki mütealasını vermek üzere süre istemişti.

● “Kültürel Çürümeye Karşı Sanatçının Sorumluluğu”

4 Kasım 2006 günü saat 11:15-12:45 arasında 25. TÜYAP İstan-bul Kitap Fuarı’nda Sanat Cephesi’nin katkıları doğrultusunda Kolekti-fimiz’in düzenlemiş olduğu “Kültürel Çürümeye Karşı Sanatçının So-rumluluğu” isimli panel-söyleşimize; Konuşmacı olarak İsmail Hardal, Sabahattin Ali Tayır, Ruhan Mavruk, Kemâl Kök, Nevzat Oğuz katıl-mış, etkinliği Kemâl Kök yönetmiştir.

● “Düşünce-İfade-Örgütlenme Özgürlüğü ve

Yayıncılıkta Sol’un Sorumluluğu”

5 Kasım 2006 günü saat 16:45-18:15 arasında 25. TÜYAP İstan-bul Kitap Fuarı’nda, Kolektifimiz’in düzenlemiş olduğu “Düşünce-İfade-Örgütlenme Özgürlüğü ve Yayıncılıkta Sol’un Sorumluluğu” isimli pa-nel-söyleşimize konuşmacı olarak: Sırrı Öztürk, Tolga Ersoy, İsmail Hardal, Yakup Akbaş katılmış, etkinliği Sırrı Öztürk yönetmiştir.

127

Page 65: Sorun Polemik No

128