Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
ÖZET I
ABSTRACT II
İÇİNDEKİLER III
GİRİŞ 5
I.BÖLÜM
SOSYAL BİR FAALİYET OLARAK HALKLA İLİŞKİLER
1. Halkla İlişkilerin Uygulama Alanları 33
2. Halkla İlişkilerin Faaliyetlerinin Amaçları 48
3 . Halkla İlişkiler Teknikleri (Modelleri) 53
3.1. Tanıtım 54
3.2. Duyurma 55
3.3. Asimetrik Model 57
3.4. Simetrik Model 61
4. Hedef Kitleyi Oluşturan Gruplar 67
4.1. Dış Hedef Kitle 67
4.2. İç Hedef Kitle 69
4.2.1. Çalışanlar 69
4.2.2.Ortaklar 73
5. İşletmelerde Uyum 74
6. İşletmenin Amaçları 77
6.1. Kâr 77
6.2. Topluma Hizmet 78
6.3. Büyüme 81
2
6.4. Tüketicilere Hizmet Sunma 82
7. Sosyal Değişim ve Halkla İlişkiler 83
8. Sistem Yaklaşımı ve Halkla İlişkiler 98
8.1. Analitik Düşünce ve Sistem Yaklaşımı 108
8.2. Bir Üst Sistem Olarak Kainat 109
II. BÖLÜM
SORUMLULUK 1. Sorumluluğun Temellendirilmesi 113
2. Sorumluluğun Özellikleri 128
3. Sorumluluğun Kaynakları 136
3.1. İnsan Doğası 138
3.1.1. Akıl 141
3.1.2. Duygu 152
3.2. Toplum 163
3.2.1. Toplumsal Hareket Alanları, Sosyal Kontrol ve Sosyal
Değişim 176
3.2.1.1. Toplumsal Hareket Alanları 176
3.2.1.2. Sosyal Kontrol 177
3.2.1.3. Sosyal Değişim 179
3.2.1.3. İç Dinamikler 179
3.2.1.3.2. Dış Dinamikler 184
3.2.2. Beşeri Bir Sistem Olarak Toplum 192
3.3. Toplum ve Ahlak İlişkisi 196
3
3.4. Millet ve Devlet 205
3.5. Din 209
III. BÖLÜM
SOSYAL SORUMLULUK VE HALKLA İLİŞKİLER 1. Sosyal Sorumluluk Kavramı 215
2. Sorumluluk ve Yükümlülük 228
3. İşletmelerin Sosyal Sorumluluğu 231
4. İşletmelerde Sosyal Sorumluluk Alanları 241
4.1. Yasal Sorumluluklar 246
4.2. Ekonomik Sorumluluklar 250
5. Sosyal Sorumluluğun Kapsamı 253
5.1. İşletme İçi Sosyal Sorumluluklar 254
5.1.1. Çalışanlara Karşı Sosyal Sorumluluklar 254
5.1.2. Sahiplere Karşı Sosyal Sorumlulukla 258
5.2. İşletme Dışı Sosyal Sorumluluklar 261
5.2.1. Tüketicilere Karşı Sosyal Sorumluluklar 261
5.2.2. Doğal Çevreye Karşı Sosyal Sorumluluklar 262
5.2.3. Toplumla İlgili Sosyal Sorumluluklar 267
6. Sosyal Sorumluluk ve Mutluluk 279
7. Sosyal Denge ve Sosyal Sorumluluk 282
8. Sosyal Ölümsüzlük ve Sosyal Sorumluluk 289
Sonuç 295
Kaynakça 309
ÖZET
Tezimizde Halkla İlişkilerin geniş kapsamlı bir
iletişim faaliyeti olduğu, iletişimin içerdiği mesajın
muhataplarda bir değişime yol açtığı, halkla ilişkilere
sorumlu yaklaşımın bu değişimi olumlu/iyi; aksinin ise
olumsuz/kötü sonuçlar doğuracağına;
Sorumluluğun temelde insani ve bireysel olduğuna,
sorumluluğu temellendirirken aşağıdaki beş hususu
dikkate almanın zorunluluğuna;
1-İnsan bilgisinin artmasıyla sorumluluğun da
artacağı, azalmasıyla azalacağına;
2-Duygu yoğunluğu-empati- ile sorumluluğun doğru
orantılı olduğuna;
3-Toplumsal normlara bağlılığın ve o normları
içselleştirmenin sorumluluk duygusu ile doğru orantılı
olduğuna;
4-Milli değerlere bağlılığın ya da millet olma
bilincinin sorumlulukla doğrudan ilişkisinin bulunduğuna;
5-Dinin bireye verdiği dünyevi ve uhrevi sorumluluk
duygusunun, sosyal sorumluğunun tamamlayıcı bir unsuru
olarak güçlü bir fonksiyona sahip olduğuna dikkat çektik
ve bu beş hususu sorumluluğun kaynağı olarak ele aldık.
Sorumluluğun sosyal boyutu olarak ele alınan sosyal
sorumluluk, bireyin sorumluluğundan ayrılamaz. Sorumlu
bireyler sorumlu yapılar; sorumsuz bireyler sorumsuz
yapılar inşa ederler. Sosyal sorumluluk sosyalleşen bireyin
tek başına ya da başkalarıyla üslendiği ortak
sorumluluktur. Bu sorumluluk gönüllülük temelinde
yükselir ve ucu açık olarak bilgi/bilinç, empati, norm
oydaşlığı, ortak değerler ve din duygusu ile harmanlanarak
bir bütün oluşturarak ucu açık bir hüviyete bürünür. Bu
bütünlüğe “sosyal şuur” adını verirsek, bu şuura sahip
olma oranı birey, kurum, şirket, sivil toplum kuruluşları ve
devletlerin sosyal sorumluluklarının düzeyini belirler
diyebiliriz. Bu şuur sadece topluma değil, varlık ve yaşam
alanlarının tümüne dönük eylemlerimizi kapsar ve her şeye
karşı sorumluluk duygusu ile hareket etmemizi “emreder”.
i
ABSTRACT
In our thesis, we attracted attention to the followings
and considered those five subjects as the source of
responsibility:
Public relations is a large scope communication
activity, the message included in communication causes a
change in receivers, the positive approach towards public
relations makes such a change positive/good; otherwise
negative/bad;
Responsibility is essentially humane and individual;
it is a necessity to pay attention to the following five
subjects while constructing responsibility:
1- Responsibility will also increase as the human
knowledge increases, it will decrease otherwise;
2- Concentration of emotion – empathy - and
responsibility are linearly proportional;
3- Connection to public norms and making these
norms internal are linearly proportional to feeling of
responsibility;
4- There is a direct relation between connection to
national values or awareness of becoming a nation
and responsibility;
ii
5- Worldly and hereafter feelings of responsibility
which religion gives has a strong function as a
supplementary element to social responsibility.
Social responsibility which is considered as a social
dimension of responsibility can not be separated from the
responsibility of individual. Responsible individuals
construct responsible structures whereas irresponsible ones
construct irresponsible structures. Social responsibility is a
common responsibility which is undertaken by a socialized
individual alone or along with others. This responsibility is
raised on the basis of volunteerism and plays the role of
open-ended identity, constituting an whole by being mixed
with knowledge/awareness, empathy, norm like-minded,
common values and religion feeling open-endly. If we name
this integrity after “social awareness”, then we can say that
the rate of having such an awareness determines the level of
social responsibilities of individuals, institutions,
companies, civil public organizations and states. This
awareness covers our actions not only towards society but
also towards all of the existence and living areas, and
“orders” us to act with feeling of responsibility towards
everything.
GİRİŞ
Halkla ilişkiler bir iletişim faaliyetidir. İletişim;
bireysel, kurumsal ve sosyal ihtiyaçların temini amacıyla
gerçekleştirilir. İhtiyaçlar, kabaca fizyolojik ve ruhi
ihtiyaçlar olarak sınıflanabilir. Fizyolojik ihtiyaçlar, yeme-
içme, giyinme ve barınma gibi hayatı idame ettirmeye
dönük ve maddi bir kökene sahipken; ruhi ihtiyaçlar,
tanınma, kendini gerçekleştirme, sosyal statü elde etme,
temsil, hayatın anlamını arama, bilme ve hakikate duyulan
arzunun tatmini gibi ontolojik kökenlidirler.
İnsan belli bir yaşa gelene kadar sadece fizyolojik
ihtiyaçlarını karşılar, bu ihtiyaçlarını tatmin ettiğinde,
kendini diğer canlılardan ayıran ve varlık sebebini
sorgulayan bir duyguyu “iç ses” olarak duymaya başlar.
Aynı zamanda bu duygu onun her şeyde bir anlam
aramasının ifadesi olarak belirir. “Anlam arayışı insana
mahsus bir özelliktir. Anlam istemi, insanın insanlığının
gerçek bir dışavurumu olmasının yanısıra, Theodor A.
Kotchen’in de bulgularla ortaya koyduğu gibi, ruh
sağlığının da güvenilir bir ölçütüdür.” (Frankl : 1998 : 29)
İnsanın diğer tüm canlılardan üstün olmasının en büyük
farkı burada yatar. Eğer insan, diğer canlılar gibi sadece
“yaşamak” için temel ihtiyaçları karşılanan biri olarak
5
kalmak istese idi onlardan görünüş haricinde bir farkı
kalmazdı.
İnsanlar ihtiyaçlarını çalışarak ve inşa ettikleri
kurumlar eliyle sağlarlar. Maddi ihtiyaçlarını kişisel
çabaları ve kurdukları- üretim, pazarlama, ticaret, sağlık,
inşaat, giyim vs. şirketler vasıtasıyla karşılarlarken ruhi
ihtiyaçlarını kültürel, sanatsal, felsefi, dini ve sosyal
kurumlar eliyle temin ederler. Tüm bu kurumları idare
eden, bu kurumlara amaç veren ve o kurumun amacına
uygun işlemesini sağlayan yine insandır. Kurumlar; insanın
ihtiyaçlarını, insanın yapısına uygun, onun bütünlüğünü
bozmadan ve ona saygı göstererek yerine getirirlerse
insanın kendine, işe ve doğaya yabancılaşması söz konusu
olmaz, aksi halde gerek insanın ruh-beden dengesi gerekse
doğanın dengesi bozulmaya yüz tutar.
Halkla ilişkilerde sosyal sorumluluk adlı tezimiz,
ihtiyaç, özgürlük, akıl ve ilişki kavramları temel alınarak
toplumsal ve doğal dengenin hassasiyeti gözetilerek ele
alınmaya çalışılmıştır. İhtiyaçlar sınırsız, doğal kaynaklar
sınırlı. Birey özgür olmak istiyor ama tarih, toplum, doğa
ve benlik onu sınırlıyor. İnsanı sınırlayan bu “dört
zindan”ın özgürlük bahçesine dönüşmesi; bireyle bireyin,
bireyle toplumun, bireyle kurumların ve bireyle doğanın
ahenkli uyumuna bağlı. Akıl, kendine ve başkalarına olmak
üzere iki yönde de çalışma potansiyeline sahip. Bu çift
6
kutupluluğu bir sorun alanı olmaktan çıkarmak sorumlu
bireyin denge ve uyum politikaları izlemesiyle mümkün.
Öz çıkar ve fedakarlık bireyin sorumluluğuyla yakın ilişki
içerisindedir. Bireysel sorumluluğun toplum ve doğaya
yansıması, sosyal sorumluluk kavramıyla ifade edilecek
olursa sosyal sorumluluk, kişisel çıkar ile toplumsal çıkarın
dengede tutulması, adaletin sağlanmasına katkı yaparak
çok boyutlu düşünebilme; birey ile toplum, bireysel fayda
ile toplumsal fayda, madde ile mana, özgürlük ve
determinizm gibi birbirini tamamlayan –ayrı ayrı ele
alındığında zıt gibi görünen - varlık alanlarını
uyumlaştırmayı başarabilmedir. “Katı determinizm tam
doğru olsa idi sorumluluktan bahsedemezdik, caniyi ve
caniyi linç eden insanları kınayamazdık”....(Aydın : 2002 :
164) Tam özgürlük mümkün olsa idi sebepler zincirini
görmezlikten gelir, olaylarda ve varlıkta anlamı
kaybederdik. Katı bireysellik bencilliği, egoizmi, neticede
gelir adaletsizliğini ve toplumsal sınıflaşmayı; katı
toplumculuk, bireysel yeteneği öldürerek gelişmeyi ve
ilerlemeyi durdururdu. Bunun için sorumlu, dengeli ve
yaşanabilir bir hayat iki alanın uyum içerisinde yürütülmesi
ile sağlanabilir.
Her kurum kendi hedef kitlesine yönelik olarak çalışır
ve faaliyet alanı ile ilgili işleri görmekle mükelleftir.
Aileden başlayarak, en büyük organizasyon olan devlete
7
kadar her organizasyonun belli görevleri vardır. Bu
görevler o kuruma belli sorumlulukları da yükler. Ailede,
aile bireylerinin rol ve statüleri onların görev ve
sorumlulukları da belirler. Devlet yönetiminde de
yöneticilerin belli görevleri; bu görevlerle orantılı
sorumlulukları da vardır. Her alanın görev ve
sorumlulukları o toplumun, toplumsal değerleri, kültür
yapısı, yasaları, gelenekleri ve hayat anlayışından tarih
boyunca süzülüp gelen değerler ışığında anlamlı hale gelir.
Örgütler kendi kamuları ile iletişimde (bilgi, mal ve
hizmet alış-verişinde) bulunurken ve o kamunun
ihtiyaçlarını temin ederken sorumluluklarını da göz
önünde bulundurmalıdır. Örgütün kamu yelpazesi iletişim
faaliyetlerinden farklı dozlarda etkilenmektedir. Çok yakın
çevresi ile ileride ulaşabileceği potansiyel çevresi (kamusu)
örgütün faaliyetlerinden aynı derecede etkilenmezler. Onun
için örgüt sorumluluklarını öncelik sırasına koyarak hareket
etmelidir.
Görev kamusu; örgütün iş ve eylemlerinden doğrudan
etkilenen ve o iş ve eylemleri denetleyen, halkla ilişkiler
açısından birinci derecede ilgi konusu tutulan grup ve
toplumsal kesimleri içermektedir. Yetki kamusu, örgüt
içerisindeki ve örgütün kontrol edebileceği çevredir.
Potansiyel kamu ise; gelecekte örgütün ulaşmasını umduğu
toplumsal katmanları içerisine alır. Örgüt; tüm bu kamuları,
8
kısa ve uzun vadeli planlarında dikkate almak
durumundadır. Bu kamularla ilişkilerde sorumluluk
duygusu ihmal edilmemelidir. Örgütün tüm bu kamulara
karşı sorumlulukları ilgili bölümlerde açıklanacaktır.
Özellikle çok geniş bir kitleyi içeren potansiyel kamuda;
şirketin büyüme hedefleri, şirkete duyulan güven açısından
ve çevreye vereceği etki bakımından sosyal sorumluluk
kesinlikle göz ardı edilemez. Bu kamuya karşı şirket,
sosyal sorumluluk kampanyalarına katkı sağlayarak ya da
bizzat sosyal projeleri yürüterek katkıda bulunur. Bu proje
ve kampanyalar şirketin geleceğinin potansiyel hedef kitle
açısından alacağı pozisyonu belirleyici faaliyetlerdir. Eğer
örgütler etkili bir kurumsal kimlik ve geniş kesimlerce
güven duyulan bir marka olmak istiyorlar ise sosyal
sorumluluk kampanyalarına önem vermek ve bu kavramın
içini doldurarak muhataplarına güven vermek
durumundadırlar.
Görev ve yetki kamusuna karşı görevleri ve
sorumlulukları, ürettiği mal ve hizmetin kaliteli ve verimli
olmasıyla, çalışanların haklarına riayetle sağlanır. Bunlar
yerine getirilmezse örgütün yaşaması ve varlığını
sürdürmesi imkansızlaşır.
Bu üç “kamusal alan” sadece bilgi düzeyinde ayırıma
tabi tutulabilir. Sosyal bir bütünlük olan toplum ve bireyin
yaşamı dikkate alındığında bu alanlar parçalanamazlar.
9
İnsani bir faaliyet hayatın diğer alanlarını da ilgilendiren
ilişkisel ve toplumsal bir faaliyettir. Her insani faaliyetin
seyyaliyeti ve etkileşime dönük bir yüzü de vardır. “Üzüm
üzüme baka baka kararır” ata sözümüz bu etkileşimi en
veciz şekilde açıklar. “Bilim, din, felsefe, sanat ve ahlak
insanın fiziki ve beşeri muhitinde akıp giden hayatına
anlam verme faaliyetinin birer şubesi olarak kabul
edilebilir. Bu şubeleri bilgi düzeyinde birbirinden ayırırız
ki, onları daha yakından görelim ve aralarındaki ilişkileri
daha iyi tanıyalım. Bu ayrım asla mutlak değildir. Onların
dile getirdikleri, nazari olarak tasvir ettikleri tecrübeler, bir
ve aynı varlığın, yani insanın hayatında birlikte
yaşanmaktadır.” (Aydın : 2002 : 269)
Bir sosyal sorumluluk kampanyasında amaç
potansiyel kamuya yönelik olsa da, örgütün iç yapısı,
çalışanları, örgütün iş ve eylemlerinden etkilenen kesimler
kampanyadan farklı boyutlarda etkileneceklerdir. Eğer o
kampanyayı benimsememişler ise bir şekilde tepkilerini
göstereceklerdir. Çalışanlar : Bize emeğimizin tam hakkını
vermezken buraya para saçıyor. Tüketiciler : Ürettiği mal
veya hizmet ucuz ve kaliteli değilken bu kampanyayı
yapması doğru değil diyebilir ve bu durumu tutumlarına
yansıtabilirler. İşte halkla ilişkilerde sosyal sorumluluk tüm
bu hassas dengeleri iyi ayarlama duyarlılığıdır. Tezimizin
amacı iç halkla ilişkiler ile dış halkla ilişkileri birlikte
10
düşünüp sosyal sorumluluğun önemine vurgu yaparak;
insan, toplum, doğa uyumuna dikkat çekmek, hayatı bir
bütün olarak görüp, parçalara takılıp kalmanın
sorumlulukla bağdaşmadığını ortaya koymaktır. Ya da daha
net ifade ile parçanın bütün içerisindeki konumunu yerli
yerine oturtmaktır. Parçaya değer vermek ama değerini
mutlaklaştırmamak, sistem içerisindeki yerini iyi tespit
edip, yok saymamaktır.
Toplum çok çeşitli örgüt tiplerinden meydana gelmiş
bir yapıdır. Halkla ilişkiler de her tip örgüt adına faaliyette
bulunabilir. Çıkar peşinde koşan örgütün de, kamu yararına
çalışan örgütün de, yer altı örgütlerinin de halkla ilişkileri
vardır. Tüm örgütler bir toplumsal yapı içerisinde hizmet
ederler, bu yapı toplumsal ilişkilerin düzeyine de belirler.
Toplumsal ilişkiler yakın kişisel ilişkiler gibi “hakkaniyet”
içermez, kişisellikten uzaktır. “Toplumsal ilişkilerde,
insanların karşılıklı olarak birbirlerinden yararlanmaları
değil, birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamaları beklenir.
Hatta, birbirlerine karşılıklı faydalarının dokunması hemen
hemen kesin surette beklenmez. Toplumsal ilişkilerde yer
alan ve yapılan iyiliklerin karşılığını ödemeye çalışan
katılımcılar büyük olasılıkla, bundan dolayı, ilişkiye zarar
vereceklerdir.” (LaFollette : 1999 : 187)
Hugh LaFollette Kişisel İlişkiler adlı kitabında,
ilişkinin derin ve kuşatıcı çözümlemesini yaparak, insana
11
vurgu yapar. Nitelikli bir ilişki için insanın kendini
tanıması, kendinden yola çıkarak başkaları ile ilişkiye
girmesi ve oralardan öğrendiklerinin tekrar kendine
dönmesi ve bu dönüşümün sürekliliğinin her yeni ilişkiyi
daha anlamlı kılacağından bahseder. Her yeni ilişki bir
öğrenmedir. Birey karşılıklı(yakın) ilişkilerle diğer
bireyleri tanır, tanıdıkça samimi ilişkilere yönelir, samimi
ilişkiler de toplumsal (kurumsal) ilişkilere dönüşür. Bir
amaç etrafında birleşen samimi kişiler bir örgüt oluşturarak
ilişkileri kurumsallaştırırlar.
Toplumsal ilişkiler aynen samimi ilişkiler gibi
karşılık beklemeden “genel menfaat” için gerçekleştirilir.
Bu tür ilişkilerde samimi ilişkilerde olduğu gibi taraflar
birbirlerini yeterince tanımazlar. O yüzden bu tür ilişkilerin
düzeyi toplumsaldır (sosyaldir/kişisellikten uzaktır),
toplumun düzen ve huzurunu sağlamaya/bozmamaya
dönük ve yapılan işin nitelikleriyle alakalıdır. Düzen ve
huzurun bulunmadığı toplumlarda iş hayatı, sosyal hayat
hatta bireyin hayatı güvencede değildir. Tüm
organizasyonlar huzur ve güven ortamında verimli
çalışabilirler. Devlet, bu huzur ve güveni sağlamakla
yükümlü ise de örgütlerin de kendi üzerine düşen
sorumlulukları vardır. Örneğin toplumda açlık ve işsizlik
bir tehlike ise ve bu tehlikenin ortadan kalkması devletin
12
sosyal devlet olma özelliği yanında birey ve kurumların
yardımlaşma ve dayanışmasıyla da yakından ilişkilidir.
Toplumsal birer organizasyon olan işletmelerin halkla
ilişkiler birimleri, toplum hassasiyetlerini gözeterek
yönetime danışma görevi yapmak ve çalışanlarına sosyal
sorumluluk bilinci aşılamakla kendilerini yükümlü
saymalıdırlar. Organizasyonların dışa açılan penceresi olan
halkla ilişkiler birimlerinin toplumsal düzen ve toplumsal
taleplerle ilgili sosyal sorumluluk projeleri
gerçekleştirmeleri toplumla bütünleşmeleri bakımından
hayati öneme haizdir. Çalışanlarından yöneticilerine kadar
işletmede herkese bu bilinci kazandıracak birim, halkla
ilişkiler birimidir, bunu da iç halkla ilişkiler çalışmalarıyla
yapacaktır. Örgütlere, kendilerini ifade etme ve toplumsal
taleplere cevap verme imkanı veren halkla ilişkilerin,
toplumsal bütünlüğün korunması, içerisinde faaliyette
bulunduğu toplumun daha ileri gitmesi için sorumlu
davranması hem örgüt hem toplum için yararlı ve
gereklidir.
Halkla ilişkiler, hayatın her alanında uygulama alanı
bulabilen bir bilimdir. Özel ve kamu kesimi halkla ilişkileri
birlikte düşünüldüğünde ticaretten sanata, siyasetten sivil
toplum kuruluşlarına kadar hayatın her alanında halkla
ilişkiler faaliyeti yapılmaktadır. Kapsamı bu kadar geniş bir
bilimin, kendini sadece adına çalıştığı örgütün bakış
13
açısıyla sınırlaması uygun düşmez, hayata holistik
(bütüncül) bir bakışla bakması da gerekir. Tüm örgütlerin
ortak menfaatlerini de içeren ve toplumun tümünü
ilgilendiren ortak politikaları, adına çalıştığı örgütün
politikalarıyla buluşturma (uzlaştırma) , halkla ilişkiler
birimin görevleri arasında olmalıdır. Bu da, o birimin
sosyal sorumluluk bilinci (anlayışı) taşımasıyla
mümkündür. Sosyal sorumluluk, bireysel sorumluluğun
sosyal boyutudur, topluma, genele yönelik hizmetlerin
ifasında bireyin payına düşen kısmı ya da bireyin gönüllü
olarak kendini sorumlu hissetmesi ve sosyal hizmetlerin
karşılanmasında aktif rol almasıdır.
‘Sosyal hizmetlerin nihaî hedefi, sağlıklı, sosyal
açıdan uyumlu, ümitli ve her şeye rağmen pozitif enerji ile
donanmış insanların varlığını korumak ve sayılarını
artırmak sûretiyle hem sosyal barışı ve dayanışmayı (millî
birliği) tesis etmek, hem de kendisi ve sosyal çevresiyle
barışık, bilinçli, kültürlü, kısacası kaliteli insan yetiştirmek
sûretiyle “sosyal sermaye” (Seyyar : 2002 : 535)
oluşturmaktır. Sosyal sermaye ile sosyal sorumluluk
arasındaki ilişki, sosyal sermayenin oluşum ve kullanım
(dağıtım) aşamasında etik değerlerin dikkate alınmasıyla
anlam kazanır. Hiçbir fert dışarıda kalmamak üzere tüm
toplumsal kesim ve kişilerin insanî bir yaşam sürdüğü,
sosyal adalet ilkesine azami ölçüde uyduğu bir toplumda
14
hem sosyal sermaye adil kullanılmış hem de kişi ve
kurumlar sosyal sorumluluklarını gereğince yerine getirmiş
olurlar.
Halkla ilişkiler açısından sosyal sorumluluk, örgütün,
içinde yaşadığı topluma ve doğaya karşı sorumluluğunu
ifade eder. Örgüt, bireylerin idare ettiği bir kurum olduğu
için, kurumu idare eden yöneticilerin (bireylerin) toplum
adına üstlenmeleri gereken sorumluluk türü, sosyal
(toplumsal) sorumluluğun karşılığıdır.
Sorumluluk duygusu ile hareket eden bir örgüt,
insanlara da topluma da zarar vermeyecek, verdiği zararları
telafi edecek önlemlerini de alacaktır. Örgüt faaliyetlerinin
toplumsal açıdan hangilerinin zararlı, hangilerinin faydalı
olacağını tespit etme görevi halkla ilişkiler birimine aittir.
Bu birim uzmanları, toplumsal talepleri ve beklentileri,
çalıştıkları kurumları adına yönetim birimlerine sunarken,
örgütün sosyal politikalarına yön veren bir görev de ifa
etmiş olurlar. Bunun için halkla ilişkiler uzmanlarının
içinde bulundukları toplumu iyi tanımaları, dünya sistemini
iyi analiz etmeleri daha önemlisi insan psikolojini iyi
bilmeleri ve empati yeteneklerinin güçlü olması
gerekmektedir.
Toplumsal sorumluluk duygusuyla gerçekleştirilen
halkla ilişkiler uygulamaları günümüzde hala meşruiyeti
tartışılmakta olan halkla ilişkiler bilimine toplumsal bir
15
meşruiyet alanı da yaratacaktır. Bugün her kurumun kendi
amaçlarına uygun yürüttüğü halkla ilişkiler politikaları ve
uygulamaları, halkla ilişkileri bilimsel arka plandan uzak,
sadece bir teknikler manzumesine dönüştürmüştür.
Uygulanan tekniklerin meşruiyetini sorgulayacak ve onları
‘uygulanabilirlik’ düzeyine çekme görevi de sorumluluk
duygusu ile mücehhez halkla ilişkiler bilimine aittir. Bu,
uygulayıcıların, uzmanların ve örgüt yöneticilerinin sosyal
sorumluluk duygusunu (bilincini) taşımasıyla mümkündür,
aynı zamanda hem eğitim, hem de bilinç işidir. Bu bilinç
de aile, okul, toplum ve yaşam deneyimlerinden edinilen
bir sürecin sonucunda sağlanabilir.
Her birey ve kurum diğer birey ve kurumlarla
toplumsallaşmanın gereği olarak ilişki içerisinde
bulunduğundan, bu ilişkiyi “rasyonel, adil ve ahlaki” bir
temele oturtmak ve ilişkiyi planlamak, yani neyi, nerede,
ne zaman ve kime söyleyip/yapacağına karar vermek
görevi kurumun halkla ilişkiler birimine ait olmalıdır. Bu
ilişkinin sözü edilen özellikte olması, o birimin sosyal
sorumluluğu ile doğrudan ilgilidir. Halkla ilişkiler birimi
organizasyonun her aşamasında kime ne görev düşüyor,
yapılan işin kurumsal ve sosyal boyutu nedir, iş ihmal edilir
ve eksik yapılırsa ne gibi kötü sonuçlar ortaya çıkar
bilincini bireye/çalışana kazandırır. Kişiyi hem
organizasyonun hem de toplumun bir üyesi olarak görür,
16
ona uygun bir işlev yükler. Bireye kurumsal bir kimlik inşa
eder, bireysel kimliği ile kurumsal kimliğini bütünleştirir.
Dış halkla ilişkiler faaliyetinde bireyin (çalışanın) kurumsal
kimliği ile iş görmesini sağlayarak kurumun halk nezdinde
“sağlam, güvenli ve güçlü”; sosyal sorumluluk
kampanyalarıyla da topluma “duyarlı” olduğunu
göstererek, potansiyel kamusundan aldığı olumlu feed-
backlerle bunu ispatlamış olur. Örgütün sağlam, güvenli ve
duyarlı olarak algılanması iç ve dış halkla ilişkilerin uyum
ve bütünlük göstermesine bağlıdır. İçerideki bir hata
dışarıda er geç yankı bulur ve örgütün itibarını zedeler.
Halkla ilişkilerde iç ve dış uyumun sağlanması sosyal
sorumluluğa verilen önemle doğru orantılıdır. Tezimizde bu
konunun da önemi vurgulanmaktadır.
Her bilimde olduğu gibi halkla ilişkilerde de
uygulayıcılar kilit konumdadırlar. Bir tıp etiğinden
bahsettiğimizde, tıp alanında uygulanması gerekli ilkeleri
kast ederiz, uygulamada bu ilkeleri hayata geçirecek
olanlar sağlık personelidir. Eğer bu personel söz konusu
ilkeleri uygulamaz keyfi davranırlarsa –böyle davranan her
meslekte vardır- sorumlu o kişidir ve o kişi hakkında
mesleki ve idari kovuşturma yanında hukuk devreye girer.
Halkla ilişkilerde de uygulamadan kaynaklanan
manipülatif, taraflı, yönlendirici ve tek taraflı çıkar
sağlayıcı, halkla ilişkiler etiğine uymayan ‘halkla ilişkiler
17
uygulamalarından’ ilgili kişiler sorumlu tutulmalı ve
mesleki, idari, hukuki ve sosyal yaptırımlar uygulanmalıdır.
Sorumluluk kişiseldir, bir kuruma devredilemez. Halkla
ilişkilerde sosyal sorumluluk derken bilimin
sorumluluğunu değil, uygulayıcıların ve karar vericilerin
(uzmanların) sorumluğunu anlamalıyız. İkinci bölümde
sorumluluğun özellikleri başlığı altında bu konu
açıklanacaktır. Çoğu yazarın halkla ilişkilere ‘maksatlı’
yaklaşması, onu propagandanın rafine boyutu olarak tarif
etmesi, bu kötü uygulamaları bilim emrediyormuş zannına
kapılmalarından olsa gerek. Bilim kişilerin elinde iyiye de
kötüye de kullanılmaktadır. Bilim kullanılarak ilaç da
yapılır zehir de, yapılan silahla masum da öldürülür cani
de. Bilim insanlara konfor da sağlar sefalet de. Bilimin
faydası ve zararı onu kullanan ellerin ve beyinlerin
ahlaklılığı ve sorumluluğu ile doğrudan ilgilidir.
Geçmişte konjoktürel olarak belli siyasal ve
ekonomik çevreler halkla ilişkileri içte ve dışta kullanarak,
kendilerine çıkar sağlamışlardır. Hâlâ bu amaçla
kullananlar da olabilir. Bu durum sadece halkla ilişkilere
özgü değildir. Diğer bilimler de belli çevrelerce kötüye
kullanılmaya açıktır. Psikolojiyi beyin yıkama aracı olarak
kullanan, sosyolojiyi kendi sınıfını yüceltmek için
kullanan, siyaseti zengin olmak için kullanan, tarihi kendi
18
milletinin üstün meziyetlerini sergilemek için kullananlar
her zaman olagelmiştir
Biz bu tezimizde, bu tür kötüye kullanımların o
bilime mal edilemeyeceğini, bunun yanında
uygulayıcıların/halkla ilişkiler uzmanlarının en az adına
çalıştıkları örgüt kadar topluma karşı da sorumlu
olduklarını, sorumsuzca davranışların insan ve toplum
hayatındaki olumsuz etkilerini hatırlatmak ve
sorumluluklarının vicdani, toplumsal ve ahlaki boyutlarını
gözler önüne sermeyi hedefledik. Bunu yaparken insanı
merkeze aldık, onun doğasını, toplumsal yanını ve aşkın
boyutunu ayrı ayrı ele alarak sorumluluğunu
temellendirmeye çalıştık.
Sorumluluk statik bir yapı göstermez, kişinin
olgunluğu ve “tam kişi” olmasına bağlı olarak farklılık arz
eder. Bundan dolayı sorumluluğun büyüklüğünden ya da
düzeyinden bahsedebilmekteyiz. Niceliksel ve niteliksel
sorumluluk olarak sorumluluğu sınıflandırırsak; niceliksel
olanı, maddi boyutta; niteliksel olanı manevi boyutta
değerlendirebiliriz. Çevreye zarar veren bir fabrika
bacasının zararının giderilmesi beden sağlığı bakımından
niceliksel; aynı fabrikanın eğer toplum domuz etini
“haram” olarak benimsiyor ise domuz eti katkılı mamulleri
üretmemesi niteliksel sorumluluğuna örnek olarak
verilebilir.
19
Bir işin yapılması ya da yapılmamasına karar veren
kişi ya da kişiler olduğundan, sorumluluk da o kişi/kişilere
yüklenmelidir. Bir karar verilirken iki temel özelliğin
bulunması zorunludur: Akıllı olmak ve özgür olmak. İrade,
tercih ve bilinç bu iki özelliğin türevleridirler. Sorumluluk
alternatifler arasında bilinçli, bile-isteye tercih yapma ve
onun sonuçlarını yüklenmedir. “Düşünüp taşınıp karar
verme aslında bir seçmedir. Öyle ise insan asıl hürriyetini
seçme hürriyetinde görmelidir. Eylemde farkına vardığımız
hürriyet, bir seçme hürriyetine bağlıdır. Seçme seçenekler
arasında birini tercih etmektir....Eğer insanın seçenekler
hakkında bilgisi yoksa seçme olayı da yoktur.... Seçenekler
hakkında yalnız bilgi sahibi olmak hürriyetin anlam
kazanması için yeterli değildir. O bilginin o şahıs için
fonksiyonel olması, onun için bir işe yaraması, onun
benimsenmesi de lazımdır.”(Öner : 1995 : 70) İyi ve adil
bir tercih iyi ve adil bir yaşam; aksi tercih kötü ve adaletsiz
bir yaşam demektir. Bu yönüyle sorumluluk ahlaki
tercihlerimizle çok yakından ilişkilidir. Tezimizde
sorumluluk ve ahlak ilişkisini sürekli göz önünde tuttuk,
sorumluluğu bireysel, toplumsal ve evrensel bazlara
oturtmaya çalıştık. Kişinin kendi, toplumu, milleti, devleti,
insanlık ve doğaya karşı sorumluluklarının birbirini
tamamlayan bir bütün olduğunu göstererek, bilinç düzeyi,
20
özgürlük ve sistemin uyumu ile bağlantısını ortaya
koymaya çalışıldı.
Halkla ilişkilerin sosyal boyutunu etik ve felsefi
açıdan inceleyen çalışmalar sınırlı ve dağınık olduğundan
ve mevcut çalışmaların yaklaşım tarzı bizim tarzımıza
uymadığından kaynak ve metot sıkıntısı çektik. Bunu
kısmen felsefenin, sosyolojinin ve etik’in amaçları ile
halkla ilişkilerin amaçlarını birlikte düşünerek aşmaya
çalıştık. İyi ve en iyi hedefine ulaşmak, herkesi ve her şeyi
kapsayacak adil bir ilişki ile mümkün olacağından,
mümkün olduğunca ucu açık düşünmenin imkanlarını
zorladık. Kişinin kişi , toplum, eşya, doğa ve Tanrı ile
olan ilişkilerini yaşamı kaplayan bir bütün olarak
değerlendirmeye aldık ve sorumluluğu buralarda aradık.
Sorumlu bir halkla ilişkiler faaliyeti tüm bu alanlara duyarlı
olmalı ki, anlamlı, bütüncül ve doğru bir işlev görebilsin.
Şimdiye kadar gerçekleştirilen kampanyaların
yukarıda sayılan özellikte ve kapsamda ele alınmadığını
varsayarak, sosyal sorumluluk kampanyalarına bütüncül bir
yaklaşım kazandırmaya çalışıldı. Kimi kampanyalar
kurumsal fayda, kimileri yönetici ya da sahiplerin
psikolojik tatmini, kimi sosyal fayda, rekabet ve prestije
dönük yapılırken; bunların hiç birinin yanlış olduğunu
söylemeden daha mükemmel sosyal sorumluluk
kampanyaları nasıl olabilir sorusuna cevap arandı.
21
Araştırmamızda mantıksal çıkarım, tarihsel deneyim
ve olgusal gözlem ve sentezleme yöntemini kullandık.
“Bilim, esas itibariyle olgu ve olaylarla uğraşır, değer
dünyasını dışarıda tutmaya çalışır. Bu çabasında ne ölçüde
başarılı – yahut bazılarına göre, başarısız – olduğu, bugün
hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Özellikle
sosyal bilimlerde “değerden bağımsız” bir faaliyetin
imkansız olmasa da çok güç olduğu bilinen bir husustur.”
(Aydın : 2002 : 271) Hele eylemlerimiz ya da
davranışlarımız söz konusu olduğunda ki halkla ilişkiler
uygulamalı bir faaliyettir - değerden bağımsız olması
düşünülemez. Değerden bağımsız bir halkla ilişkiler
faaliyetinde de sorumluluktan bahsedilemez. O bakımdan
bilimsel verilerle insanın özelliklerini ortaya koyduktan
sonra, bu özellikteki insanın muhtemel davranışlarını ve o
davranışın toplumsal sonuçlarının ne olacağını kestirerek
onlara ahlaki bir temel bulmaya çalıştık. Mevcut sosyo-
ekonomik durumun yarattığı olumlu/olumsuz neticeleri
insan davranışı ve anlayışının etkilerine bağladık.
Sorumsuz ve bencilce davranmanın kötü sonuçları
kaçınılmaz kıldığı tarihsel deneyim ve yaşanan olguların
gösterdiği bir gerçektir. Hayatın bir bütün olarak ele
alınması gerektiğine karar vererek, liberal ve sosyal(ist)
anlayışların mevcut ve geçmişteki uygulamalarından yola
çıkarak tek başına yaşamı kavrayamayacak ve
22
anlamlandıramayacaklarına karar verdik. Sistem yaklaşımı
bize “bir şeyin var olması için, her şeyin var olması”
gerektiğini öğretti. Buna göre insanın var olması,
toplumun, çevrenin ve kainatın var olmasına bağlıdır. “Ben
yoksam, hiçbir şey yok; hiçbir şey yoksa ben de yokum ya
da benim varlığım her şeyin var olmasına bağlı” anlayışı
halkla ilişkilere egemen olursa sorumluluk anlamını bulur.
Suya ihtiyacım var, su olmaz ise yaşayamam, güneş (ısı,
ışık, ateş), bitki, hayvan, toprak, yağmur, hava vs. akla ne
gelirse hepsine muhtacım- çünkü hepsi birbirini
tamamlıyor- bunların biri ya da hepsi olmaz ise yaşamım
son bulur. Suyun oluşumu için toprağa, güneşe, rüzgara,
gökyüzüne, bitkiye (fotosentez – buharlaşma vs. için)
havaya bunlarla ilişkili hemen hemen her şeye ihtiyaç var.
Onun için bunların hepsini korumalıyım bilinç ve
sorumluluğu, halkla ilişkilerde sosyal sorumluluk
anlayışına bütüncül yaklaşımla bakmamızı zorunlu
kılmaktadır. Halkla ilişkiler sadece kişiler arası ilişkiler
olarak ele alınırsa, kişilerin yaşadıkları ortam ıskalanmış
olur. Bu anlayış da insanların boşlukta (havada )
yaşadıklarını varsayar.
Tüm ihtiyaçlarımı kendim karşılayamam, başka
insanlara (ana-baba ve kardeşten başlayarak toplumsal
yaşam içerisinde herkese, herkes de bana muhtaç)
hayvanlara, havaya, suya, toprağa, taşa, bitkiye, ota,
23
madene, vatana vs. muhtacım ve onlara karşı
sorumluluklarım vardır. Bu mantıksal, deontolojik ve
sistematik ilişkiler düzeni ve bütüncül yaklaşım tezimizin
yöntemini oluşturmaktadır.
İlk bölümde halkla ilişkilerin ne olduğu, amaçları,
kapsamı, teknikleri, sistem yaklaşımı perspektifinden
örgütlerin ve halkla ilişkiler biriminin sistem içerisindeki
yerine; ikinci bölümde sorumluluk kavramının tanımı,
felsefi temeli, özellikleri ve kaynaklarına; üçüncü ve son
bölümde toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan
insanlığın içerisinde bulunan krizlerin, şirketlere yüklediği
sorumluluklara problem çözücü bir yaklaşımla halkla
ilişkiler açısından bakmaya çalıştık. Eğer dünyada bir
bunalım, sıkıntı, adaletsizlik, açlık, yağma, kimlik krizi,
zulüm, sömürü, cehalet ve vurdumduymazlık varsa bu, tüm
alanlarda faaliyet gösteren kişi,
örgüt/kurum/şirket/devletlerin güçleri oranında
sorumluluklarını yerine getirmemelerinden
kaynaklanmaktadır. Kimse uzaydan gelip bizi sıkıntıya
sokmadı ve bizim meselelerimizi halledemez. Bu insan
eliyle ve insan elinin değdiği kurumlar eliyle ortaya çıktı,
yine onların eliyle çözülecektir. Sorumluluklarımızın
bilincinde olup, gereğini yerine getirerek.....
24
I. BÖLÜM
A-SOSYAL BİR FAALİYET OLARAK HALKLA İLİŞKİLER
Halkla ilişkiler; bir kişi veya örgüte karşı
kamuoyunun (hedef kitlenin) tavrını değerleyip,
organizasyonun kamu oyu nezdinde saygınlık ve itibar
kazanabileceği strateji ve politikaların izlenmesidir. (Oluç :
1990 : 5) Halkla ilişkiler, yönetimin eylem ve işlemlerini
halka onaylatma çabası değil, eylem ve işlemleri,
yönetilenlerle etkileşerek gerçekleştirme ve böylece
kendiliğinden oluşan bir onay elde etmektir. (Kazancı :
1992 :37) : Kazancı bu tanımın yeterince kapsayıcı
olmadığını düşünse gerek 1999 da yeni baskısı yapılan
kitabında, halkla ilişkilerin çok geniş bir uygulama olanı
olması, diğer disiplinlerle olan sıkı ilişkisinden dolayı
tanımlama güçlüğünün bulunduğuna işaret etmiş, bu
güçlüğün yanında temel karakter ve iskeletinin netleştiğini
belirtmiş, yapılan tanımların belli bakış açılarından
yapıldığını, özel kesimin tek yönlü ve çevreyi etkilemeye
matuf tanımlamalarla halkla ilişkilere yaklaştığını, kamu
kesiminde bir netlik gözlenmediğini söyleyerek konunun
daha iyi anlaşılması için yeni bir tanımlamaya gitmenin
25
yararlı olacağını vurgulamıştır. “Kanımızca halkla
ilişkilerin pratik amacının üstünde yer alan ve onun siyaset
bilimi ve sosyolojisi ile bağlantısını görmezlikten gelen,
ideoloji aşılama özelliğini bir yana iten bu ele alış(lar)
kuşkusuz eksiktir. Özellikle çokuluslu kuruluşlar için
önemli amaç olan hem kendi ülkesine hem de öteki
ülkelere bir nevi ideoloji şırınga etme işlevi gözden
kaçırılmaktadır.” (Kazancı : 1999 : 57-58) “Gerçekten biz
de halkla ilişkileri yalnızca bilgi vermek için yürütülen bir
çalışma olarak almıyor, yönetim-halk ilişkilerini
iyileştirmeye yönelik, temelinde iletişimin yattığı bir
etkileşim çalışması olarak niteliyoruz.” (Kazancı : 1999 :
59) Kazancı’nın eksik gördüğü alan, siyaset kurumunun
halkla ilişkilere atfettiği rolün uygulayıcılar tarafından
yeterince dikkate alınmamasıdır. Takdir edilir ki her alanda
gerçekleştirilen halkla ilişkiler faaliyetinin kademeli olarak
sosyal bir yanı da vardır. Ekonomik, siyasal, kültürel ya da
eğitim vs. alanların tümü hayata ve insana dair yapıp-
etmelerin birer uzantısıdır. Dolayısıyla her bir alan kendi
içerisinde yürüttüğü halkla ilişkiler faaliyetlerini
değerlendirirken, genel ve toplumsal hayatın dengesini ve
güvenliğini göz ardı etmemelidir.
Halkla ilişkiler, kamuoyunu etkileme ve ondan
etkilenme sürecidir. (Tortop : 1993 : 4) Halkla ilişkiler, bir
örgütün sunduğu hizmetin geliştirilmesi amacıyla yürütülen
26
ve kamuoyunu etkilemeye yönelik tüm ilişki biçimlerini
içeren planlı çabalara denir. (Ertekin : 1995 : 9) Halkla
ilişkiler, özel ya da tüzel kişilerin belirtilmiş kitlelerle
dürüst ve sağlam bağlar kurup geliştirerek onları olumlu
inanç ve eylemlere yöneltmesi, tepkileri değerlendirerek
tutumuna yön vermesi, böylece karşılıklı yarar sağlayan
ilişkiler sürdürme yolundaki planlı çabaları kapsayan bir
yöneticilik sanatıdır. (Asna : 1993 : 13) Olumlu inanç ve
eylemlerin altını çizersek, bu inanç ve eylemlerin neye
karşılık geldiği tartışılabilir ve temellendirmeye muhtaçtır.
Kime ve neye göre olumlu ? Bu, çeşitli bakış açılarına göre
farklılık gösterir. Hayata çıkar açısından bakan çıkarına
uygun olanı olumlu, olmayanı olumsuz görür; genel
menfaat açısından bakan “kamu yararına” olan eylemleri
olumlu diğerlerini olumsuz görür. Haz aldığı, sevinç
duyduğu eylemleri olumlu, acı ve üzüntü duyduğu
eylemleri olumsuz görür. Halkla ilişkilerde sosyal
sorumluluk anlayışının egemen olması bu karşıtlıkların
çözümüne ve uyumlu birlikteliğine katkı yapar.
Halkla ilişkiler, kuruluşun duyarlı olduğu çevreyi
tanıması ve kendini bu çevreye tanıtması amacıyla iletişim
tekniklerinin planlı/programlı bir şekilde iki yönlü olarak
yönetim felsefesine dayandırılarak uygulanmasıdır.
(Kadıbeşegil : 1986 : 3)
27
“Halkla ilişkiler, belli tarz, yoğunluk ve yönde
ilişkileri yaratma, tutma, değiştirme veya geliştirme amaçlı
profesyonel yönetim faaliyetidir. Halkla ilişkiler endüstrisi
hem kendi reklamını kendi müşterileri olan ve olacak
firmalar ve kurumlara yaparlar, hem de şirketlerin ve
kurumların imaj ve faaliyet satışını yaparlar. Özlüce halkla
ilişkiler profesyonel ve örgütlü bilinç yönetim
tekniğidir”(Erdoğan : 2002a : 341) Erdoğan bu tanımla
halkla ilişkileri bilinçli bir şekilde örgütlerin çıkarlarına
hizmet eden bir kurum olarak tarif etmektedir. Egemen
ideolojiyi ve durumu sürdürmek, kendilerini daha
fonksiyonel yapmak için, hakim güçler ona göre halkla
ilişkileri profesyonel bir şekilde kullanmaktadırlar. Yani
halkla ilişkiler, “örgüt için, örgütlü bilinç yönetimi” olarak
görülmektedir ve örgütün varlığını devam ettirmesi,
büyümesi için, örgütün ilgi alanına giren kitleleri, örgüt
lehine davranmaya iten, onların zihinlerini yönlendiren
uygulamaları kendisine konu edinen, bunu yaparken
örgütlü olarak bütün teknik ve yöntemlerden faydalanan bir
iletişim faaliyeti olarak gösterilmektedir.
Bu yaklaşım halkla ilişkileri propagandaya çok ama
çok yaklaştırmıştır. Halbuki her ikisi ayrı kategorileri işgal
etmektedir. Eğer günümüzde yaygın halkla ilişkiler
uygulamaları propagandaya yakın işliyor ise bu, halkla
ilişkiler mesleğinin suçu değil, uygulamacıların yanlışıdır.
28
Doğru olan halkla ilişkiler faaliyeti, karşılıklı rıza ve güven
oluşturarak, örgüt çıkarları ile toplum çıkarlarını
dengeleyebilen bir tutum geliştirme esasına dayanmalıdır.
Erdoğan, bunun mümkün olabilmesi için, örgütlü bir gücün
karşısında yine örgütlü bir güce ihtiyaç olduğunu ima
ediyor. Tarafların eşit olmadığını ve dengenin ta
başlangıçta bozuk olarak kurulduğunu söylüyor. Trilyonluk
halkla ilişkiler endüstrisi, burjuvazinin siyasi, kültürel,
ekonomik alanlarda pazarının ve pazarlamanın (bilinç
yönetiminin) bütünleşik bir parçası olarak işlev görüyor.”
(Erdoğan : 2002a : 353) diyerek savına gerekçe
sunmaktadır.
Bu durum halkla ilişkilerde sorumluluk ve güç
ilişkisini gözler önüne sermektedir. Sorumsuz insanlar gücü
bencilce ve uzun vadede tahrip ve yıkım amaçlı
kullanırlarken; sorumlular adalet sağlamaya yönelik olarak
kullanmaktadır. Günümüzde Amerika’nın dünya politikası,
Irak örneğinde ve dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi
olumsuz güç kullanımına, geçmişte Osmanlı’nın
uyguladığı dünya siyaseti olumlu güç kullanımına örnek
olarak verilebilir. Erdoğan’ın bu yaklaşımı örgüt esas
alındığında ve sorumluluk devre dışı tutulduğunda doğru
kabul edilse de, örgütün sosyal bir çevre, coğrafi olarak
tanımlanan bir alan (vatan) içerisinde faaliyet gösterdiği
dikkate alınırsa doğru olmadığı görülür. Sadece örgüt çıkarı
29
için halkla ilişkiler faaliyetinde bulunmak çıkar
çatışmalarını beraberinde getirecektir. Her örgüt sırf kendi
çıkarı için çalışırsa diğer faktörlerden (insan, hammadde,
hava, su, toprak vs.) en azami ölçüde faydalanmanın
yollarını arar ve dengeyi bozar. İnsanın akıl ve duygu
boyutu olduğunu dikkate almadan onu köle gibi çalıştırır,
baskı altında tutar. Çevreyi yenilenemeyecek bir hale
sokarak tahrip eder. Neticede hayatı çekilmez ve yaşanmaz
hale koyarak yok eder. Bu yaklaşım sorumluluk
anlayışından uzak bir yaklaşımdır, sonu huzur değil
çatışmadır.
Halkla İlişkilerin meslekleşme tarihi boyunca çeşitli
tanımları yapılmış, yapılmaya da devam edilmektedir. Bu
kadar çok tanımın olmasının nedeni mesleğin çok boyutlu
olması yanında, yeni denilebilecek bir tarihi geçmişe sahip
olmasıdır. Mesleğin yaklaşık 70 yıllık geçmişi gazetecilikle
kardeştir. Prof. Dr. Nihat Karakoç çok sayıda tanımın
nedenlerini dört ana başlıkta toplamıştır.
1-)Halkla ilişkilerin geçmişi tarihin ilk yıllarına
uzanmakla birlikte, çağdaş anlamdaki halkla ilişkilerin
oldukça kısa sayılabilecek bir geçmişinin olması, yeni bir
bilim dalı olması ve iyi anlaşılamaması
2-)Halkla ilişkiler, iletişim,reklamcılık, işletme
yönetimi, ekonomi, siyasal bilimler, kamu yönetimi,
personel yönetimi,istatistik, organizasyon,sosyal hizmetler,
30
editörlük, metin yazarlığı, sunuculuk gibi çok sayıdaki
bilim ve uzmanlık alanlarıyla ilişkisi....
3-)Halkla ilişkilerin gelişme sürecinde, halkla ilişkiler
alanındaki yazarların yaşadıkları dönemin koşullarına,
eğitim ve deneyim birikimlerine göre halkla ilişkiler tanımı
yapmaları
4-)Tanımlar, yapısı gereği genellikle bir cümleden
oluşan kısa ve öz tanımlardır. Halkla ilişkileri bir cümle ile
anlatma zorluğu karşısında yazarların, halkla ilişkilerin
önemli gördükleri bir ya da birkaç amacını, niteliğini,
ilkesini veya işlevini vurgulayacak nitelikte tanımlar
yapmaları.(Karakoç : 2002: 5)
Günümüzde hala tartışmaları süren halkla ilişkiler,
reklam ve propaganda kavramlarının çok ince sınırlarla
birbirinden ayrılması; hassas olmayan uygulayıcıların bu
üç alanı birbirine karıştırmasından dolayı halkla ilişkilerin
toplumsal vicdanda net bir konuma oturtulmasında meslek
açısından bazı güçlükleri doğurmuştur.
Halkla ilişkilerin tanımları yapılırken belli
kategorilere göre ayrımları yapılmaktadır.
Nitelikleri ve ilkelerine göre;
Amaçlarına göre;
İşlevleri ve faaliyetlerine göre;
Nitelikleri ve ilkelerine göre yapılan tanımlara birkaç
örnek vermek gerekirse ; halkla ilişkiler, karşılıklı olarak,
31
iki yönlü iletişime dayalı, toplumsal sorumluluğu içeren bir
işleyişle kanaat ve eylemleri etkilemek üzere
gerçekleştirilen planlı çabalardır. (Cutlip: 1988 : 203) Paul
N. Garrett’e göre halkla ilişkiler, insanların istedikleri
şeyleri, yine onların dilediği şekilde yapma
felsefesidir.(Aşkun : 1973 : 6)
Amaçlara göre yapılan tanımlara birkaç örnek; halkla
ilişkiler, halkın ilgisini çekmek, onu harekete geçirmek ve
istenilen yola yöneltmektir... kişinin ya da kurumun halkla
ilgisini geliştirme ve anlama yolundaki çabalardır.(Tortop :
1990 : 4) Uluslar arası Halkla İlişkiler Enstitüsüne göre,
halkla ilişkiler, bir örgüt ile duyarlı grupları arasında iyi
niyet ve karşılıklı anlayışın sağlanması ve sürdürülmesine
yönelik ölçülü, planlı ve sürekli çabalardır. (Cutlip, M.
Scott- Center, Allen H. : 1978 : 7)
İşlev ve faaliyetlerine göre ise ; halkla ilişkiler,
“toplumsal gereksinmeyi en iyi biçimde karşılamak,
çevreden gelecek uyarılarla dilekleri göz önüne alarak
örgütsel davranışlarda bulunmak için yapılan çalışma”
(Kazancı : 1999 : 59)olarak tanımlanmaktadır. Halkla
ilişkiler, müşteri, ortak, işgören, çevre ve genel kamuoyu
gibi hedef kitlelere kuruluş felsefesini anlatacak mesajları
hazırlamak, iletmek, gelecek tepkileri toplayıp
değerlendirerek yöneticinin kuruluş politikasını
yönlendirmesine yardımcı olmaktır. (Asna : 1995 : 56,
32
Karakoç : 2002 : 7) Görülüyor ki tanımlarda perspektif
farklılıkları vardır. Kimi tanımlar ihtiyaç temelli, kimileri
örgüt temelli, kimileri toplumsal temele oturtulmaya
çalışılmıştır ama hepsinde ortak olan iletişimdir. İletişimin
amacı tanımlardaki amaçla uygunluk arz ediyor. Sosyal
sorumluluk duygusunu ihmal etmeyen bir iletişim faaliyeti,
hem ilkeleri hem niteliği ve amacı hem de işlev ve
faaliyetleri kapsamak durumundadır.
1. HALKLA İLİŞKİLERİN UYGULAMA ALANLARI
Halkla ilişkiler toplumsal boyutu ağır basan ve
hayatın tüm alanlarında uygulanabilecek bir yönetim
faaliyetidir. Bireyin ve organizasyonun amaçlarına uygun
olarak çeşitli teknik ve yöntemleri kullanır. Bu teknik ve
yöntemler toplumların kültürel ve siyasal yapılarına uygun
olmalıdır. Toplumsal dokuya ters düşen halkla ilişkiler
faaliyetleri istenen sonucu vermeyebilir. İçinde bulunulan
toplumun değer yargılarına ve anlayışına ters düşen
politikalar toplum tarafından benimsenmez.
Profesyonel halkla ilişkiler yaşamın her alanında
uygulanır. (Sjöberg : 1981 : 14)
1- Devlet yönetiminde (ulusal, bölgesel, yöresel ve
uluslar arası)
2- Ticaret ve sanayide (küçük, orta ve uluslar arası)
3- Topluluklarla ilişkiler ve sosyal ilişkilerde
33
4- Eğitim kurumları, üniversiteler, kolejler ve
benzeri yerlerde
5- Hastaneler ve sağlık hizmetlerinde
6- Hayır kurumlarında ve yardım işlerinde
7- Uluslar arası ilişkilerde.
Bu kadar geniş bir alanda faaliyet gösteren, diğer
disiplinlerle ortak çalışan, sürekli yüzü topluma ve insana
dönük olan halkla ilişkiler biriminin sorumluluğunda
bulunan iletişim ve etkileşim faaliyetinin; sorumluluk
duygusundan yoksun hareket etmesi çeşitli toplumsal
çatışma ve huzursuzluklara yol açar.
Görülüyor ki halkla ilişkilerin uygulama alanı
bulunmadığı hemen hemen hiçbir alan yok gibidir. Hedef
kitlesini en küçük gruptan ulusal çapta en büyük
organizasyon olan devlete kadar, hatta uluslar arası
organizasyonlarda kamuoyunu etkilemek amacıyla halkla
ilişkiler tekniklerinden ve politikalarından yararlanılır. Bu
amaçla ekonomik, kültürel, siyasal ve sosyal alanlarda :
uygun ortam yaratmak, satışı artırmak, insanların
temayüllerini bilmek ve gelecekteki temayüllerini
belirlemek, karşılıklı iletişimi artırmak, sorun alanlarında
karşılıklı diyalog yoluyla yakınlaşma sağlamak, gerekirse
bu yakınlaşmayı lehe çevirmek, sosyal sorumluluk
duygusunu pekiştirmek, kültürel değerleri korumak ve
gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde ulaştırmak, ürün ve
34
hizmetleri tutundurmak ve o ürün ve hizmet hakkında
olumlu imaj oluşturmak, toplumsal yanı ağır basan
kararlara toplumun katılımını sağlamak, dolayısıyla
demokrasiye katkı yapmak maksadıyla halkla ilişkilere
gerek duyulur.
Tüm bu amaçların gerçekleşmesi için ekonomik,
kültürel, siyasi ve toplumsal alanlarda çaba göstererek
toplumu etkilemek, bireysel ve toplumsal değişimi
arzulanan yöne kanalize etmek, toplumsal hassasiyetleri,
toplumsal normları ve toplumsal yapıyı iyi analiz etmek
gerekir. Eğer normları güçlü bir toplumda etki yaratmak
istiyorsak, elimizdeki kozlar (gerekçe, değer, alternatif,
fikir, bilgi ve ideal vb.) sağlam olmalı, hedef kitlede iyi
yankı bulabilmelidir. Kendisinden güç aldığımız değerler, o
toplumdaki değerlerden zayıfsa, toplumsal bellekte yankı
bulmuyorsa etkisi hissedilmez. Oluşturmak istediğimiz
toplumsal ortam mevcut değerlerle (norm) çatışıyorsa
sonuç alamız da zor olur.
Global ölçekte uygulanan halkla ilişkiler
kampanyalarının amacı belki de tüm ideoloji ve dinleri
ehlileştirerek tüketimi teşvik edip, toplumu "salt müşteri"
düzeyinde tutmaktır. Şirketlerin amaçları göz önüne
alındığında üretilen malı satacak toplumsal ortamların
yaratılması öncelikli hedefler arasındadır. Bu gün dünyaya
yön veren çok uluslu şirketler açısından yönetim biçimi ve
35
toplumsal yapı (sınıf ve katmanlar) "tükettiği ve üretimi
engellemediği" sürece sorun alanı oluşturmamaktadır. Çok
uluslu şirketlerin devletleri de bu siyaseti benimsemiş
gözüküyorlar.
Bunun için halkla ilişkilerin toplumu tanıma
fonksiyonunu devreye sokarak amaçlarının önünde engel
olan değerleri ya sulandırarak ya da o değerlere yeni
anlamlar yükleyerek değişime uğratmaktadırlar. Özgürlük
gibi insan onuru yüklü bir değer – uğruna can verilen – bir
içecek firması tarafından “...iç özgürlüğünü yaşa” gibi
maddi bir değere indirgenmekte, ya da başka bir firma “...
parfümü kullan kendini mutlu hisset” gibi özgürlük ve
mutluluk gibi değerleri dönüştürerek ticarileştirmekte, o
değerlerdeki kutsiyeti profanlaştırmaktadır. Bu halkla
ilişkilerin sorumsuz bir şekilde kullanılması ve hayata
tüketim merkezli bir bakışın yansımasıdır.
Halkla ilişkiler netice itibariyle bir tanıma ve tanıtma
işidir. Tanımada ulaşılabilecek hedeflerin tutturulması için
o yapının bilinmesi hayati önem arz eder ki o yapıya uygun
halkla ilişkiler politikaları ve kampanyaları uygulanabilsin.
Tanıma; hedef kitlenin/kamunun isteklerini, beklentilerini,
şikayetlerini öğrenmedir. Tanıtma ise örgütün ne iş yaptığı,
ne tür hizmetleri ne kalitede verdiği, ne gibi kolaylıklar
sağladığı, ürünün fiyatının ne olduğu, diğer ürünlerden
farkı, kullanım kolaylığı vb. unsurların hedef kitlede yankı
36
bulması ve yönetileni/tüketiciyi aydınlatma, yönetimin
eylem ve işlemlerini halka anlatma ve açıklama olarak
nitelenebilir.
Toplumda bir değişim yaratmak için o toplumun
yapısını iyi bilmek, toplumsal statülere değer vermek ve
mevcut normlardan daha güçlü normlarla (değerlerle)
topluma seslenmek gerekmektedir. İnsan haklarına, ahlak
kurallarına, dini değerlere, toplumun örf ve adetlerine ters
ya da bu değerleri dikkate almayan yani tanıma
fonksiyonunu devre dışı bırakan bir halkla ilişkiler
kampanyasının toplumda başarı şansı olamaz.
Sosyolojik açıdan toplum dejenerasyona uğramış,
yapı zayıflamış; kültür, din, dil, örf ve gelenekler maya
görevi göremez olmuş ise o topluma yapılan her müdahale
yankı bulacak ve etkisini kolayca gösterecektir. Böyle
toplumlarda istenilen her türlü olumsuz etki kolaylıkla
sağlanabilecektir. Burada genel anlamda halkla ilişkilerin,
topluma hangi yönde etki yapacağı önemlidir. Toplumsal
yapıyı yeniden düzeltecek bir halkla ilişkiler uygulaması,
kısmen geçmişteki değerlerin yeniden canlandırılması
kısmen de yeni ve evrensel değerlerin oluşturulması için
uygun politikalar içerebilir. Verilecek karar, uygulayıcıların
o toplum için yapmak istediklerine ve sosyal sorumluluk
bilincine bağlı olarak değişebilir.
37
Topluma yapılan müdahaleler iki yönlüdür. Yukarıdan
aşağıya yapılan bir müdahale, toplum değerlerini dikkate
almaz tepeden inmeci ve zora/güce dayalı olarak yürütülür.
Bunun başarı şansı azdır, istenilen değişimi sağlamaz,
çoğunlukla çatışmaya yola çar. Aşağıdan yukarıya yapılan
müdahale ise mevcut yapı ve hiyerarşi/statüyü dikkate
almakla birlikte birey esaslı ve tedrici olmalıdır. Kültürel
değişim sadece üst yönetimin sorumluluğu olmamalı ve
yeni bir kültür oluşturulurken alınan her kararda
çalışanların katılımı sağlanmalıdır. Toplumsal katılımın
olmadığı durumlarda, kültürel değişim toplumları kaosa
sürükleyebilir. Kültürel değişimin başarılı olması istenirse
bu değişimi kademeli bir şekilde uygulamak gerekir.
Eğer halkla ilişkiler mesleğini uygulayanlar örgütlü
bir yapıya kavuşur, adına faaliyette bulunduğu
organizasyonlarla amaç birliği ederlerse değişimin yönünü
belirleme güçleri de artar. Bu yönü belirleyecek
sorumluluğun niteliğidir. Kurumsal ve bireysel
perspektiften bakıp toplumsal adalet ve denge kaygısı
taşımadan sadece kendinin ve kurumunun çıkarlarını
düşünen kişiler kısa vadede kazançlı çıksalar bile uzun
vadede toplumsal çatışma, çevrenin tahribi vb. durumların
ortaya çıkması ile kayıpları artmaya başlayacaktır.
Her bir halkla ilişkiler uygulaması faaliyette
bulunduğu alanda, o alanın özellik ve yapısına uygun
38
politikalarla sonuç alma yoluna gider. Bir eğitim
sektöründeki halkla ilişkiler uygulaması ile sağlık
sektöründeki halkla ilişkiler uygulaması norm ortak
tabanında aynı görünse de işin türü, toplumsal rol ve
statülerden kaynaklanan bazı yaklaşım farklılıkları
olacaktır. Bu da o alandaki insan hassasiyeti ve meslek
etiğine bağlı olarak değişir.
Halkla ilişkilerin faaliyet sahası toplumdur ve bu
zeminde 'halkla' ilişkilerini tayin ederken kendi tarafını da
tayin etmiş olmaktadır. İlişkide iki tarafın olduğu
düşünülürse birey ya da örgüt adına iş yapan halkla ilişkiler
uzmanlarının birey ya da örgütün çıkarlarıyla “halkın”
çıkarlarını bir noktada buluşturabilecek donanıma sahip
olmaları gerekmektedir. Eğer halktan yana, onun
değerlerine saygılı ve halkı otoriteye karşı koruyan bir
anlayışla bu faaliyet yürütülecekse toplumun tüm
katmanlarının "modus vivendi"sini (uzlaşma) arkasına alıp
demokrasiye gerçek anlamda önemli bir katkı
yapabilecektir. Bu ancak ortak çıkarların ve tercihlerin
yanında durmak, ayrılıkları körüklememek, toplumun
herkesçe kabul görmüş değerlerini korumakla mümkündür.
Bu yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşen bir
demokratikleşmedir (grassroots democracy). Aşağıdan
yukarıya demokratikleşme (bottom up democracy) insan
haklarını bireysel anlamda ele alan, bireyin özgürlüğüne ve
39
katılımına önem veren, kimlik ve direnişini toplumsal
hareketlerin temeline oturtan ve bireyin topluma karşı
sorumluluğu olduğu bilincinden hareket eder, "sorumlu
özne" nin toplumsal değişimi/dönüşümü başarabileceğini
varsayar. Her iki yöndeki demokratikleşme birbirinden ayrı
düşünülemez, belki toplumların yapısına göre hangisinin
tercih edilebileceği tartışılabilir, bu kararı verecekler
değişimin yönünü de belirleyeceklerdir.
Halkla ilişkilerin devlet eliyle ve 'sivil' örgütlerce
kullanılması onu, amaçladıkları politikaların hakim
kılınması için bir araca dönüştürebilir. Bu gün hemen
hemen tüm halkla ilişkiler uygulamaları modern kültürün
taşıyıcısı niteliğinde olup, modernizme 'acenta' görevi
yapmaktadırlar. Ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal
alanlardaki tüm kampanyalarda kullanılan ''modern giyimli
insanlar birer kültür taşıyıcıları görevi yapmakta, görsel
imajlar, kokteyller, dil vs. unsurlar modern formatla
sunulmaktadır. Dolayısıyla bu tür uygulamalarla bu gün
halkla ilişkiler gerçek temeline dayanıp dayanmadığını
bilmediğimiz enformasyonla ve imaj yaratmayla veya
imajları desteklemeyle "yaratılmış, inşa edilmiş,
kurgulanmış" gerçekler sunmaktadır. Medyada nasıl
görünüleceği, etkili konuşmanın nasıl yapılacağı, iletişimde
etkinlik ve medyayı kullanma eğitimleri dünyayı anlama
hakkında değil, imajlarla hedeflenen amaçları
40
gerçekleştirmeye dönüktür. Ürünlerin tasarlanması,
paketlerin ve renklerin belirlenmesi, firma binalarının ve
yönetici odalarının tasarım biçimleri hep imaja dönüktür;
derinlikli bir sorgulamaya tabi tutulduğunda içerik ve
samimiyetten yoksun oldukları görünen uygulamalardır.
Michael Levine “Halkla İlişkiler : bir gerilla savaşı” adlı
eserinde geleneksel halkla ilişkiler anlayışının devamı
olduğunu söylediği, benimsediği ve Tiffany Kuramı adını
verdiği yaklaşımında şık ambalajlara sarılan armağanların
sade ya da kutusuzlara göre çok daha değerli olduğunu
söyler... Aslında benim de her gün yaptığım şey,
armağanları şık ambalajlara yerleştirmektir. Bir mesaj
alırım ve Tiffany’s’in en şık kağıdına sararım. Mesaj nasıl
olursa olsun onu çok daha çekici, çok daha ilginç ve çok
daha yararlı göstermeye çalışırım. (Levine : 2004 : 31)
Amaç; modernizme uygun toplumsal bir dönüşümü
sağlayıp, tüketim kalıplarını değiştirmektir. Tüketim
kalıplarının değişimi uzun vadede tutum, davranış ve
kültürde de değişimi beraberinde getirecektir. Öze değil
forma, kalbe değil kalıba önem veren yaklaşım halkın
mevcut halini beğenmeyen, onu “köylü, kıro, cahil” vs.
sıfatlarla hor gören bir anlayışı benimser, kendine
benzemesini ama kendini geçmemesini arzular.
Yöneticilerin halka bakış açıları ve halkın tercihlerini
dikkate alıp/almamaları demokratik yaşamla, "makul
41
çoğunluğun" mutluluğuyla doğru orantılıdır. Demokrasinin
biçimsel düzeyde kaldığı bir ülkede egemenlerin halka
bakış açısı da demokratik olmayıp otokratiktir. Yönetici
kesim kendilerini halktan daha bilgili ve ehil görerek, halka
tepeden bakan; halkla ilişkilerini de halkın değerlerinden
kopuk bir şekilde, biçimsel argümanlarla manipüle eden bir
zihniyeti yansıtır. Bu anlayış, halkın kendi kendisini
yönetemeyeceği, ‘bilen, okumuş-yazmış insanların’ onlar
adına yönetim işini üslenmesini söyleyerek, halkı ‘cahil ve
beceriksiz’ bir konumda tutan, böylece iktidarlarını ilelebet
sürdürmek isteyen bir anlayıştır. "Aklı çok eren, kendini
halk adına düşünme, siyaset üretme, karar verme ve iktidarı
kullanma mevkiinde gören, halka rağmenci, yukarıdan
buyrukçu seçkin takımı; tanzim, tanzimat, ıslahat,
yenileştirme, reform, devrim, vb. teşebbüslere külliyen
aykırı düşer. Bu takıma sorarsanız halkın akıllı vasilere
ihtiyacı vardır. Halkın siyasi ve toplumsal geleceğine,
gündelik ve tarihsel kaderine ipotek koyanlara göre bu
vasiler de kendilerinden başkası değildir." (Bulaç : 1995 :
86) Bu çeşit iktidarlar alınan kararlara harfiyyen
uyulmasını, hiçbir biçimde itirazda bulunulmamasını ister,
toplumsal olaylara da tahammülleri yoktur. Böyleleri için
"pasif bir toplum en iyi toplumdur, çünkü yönetilmesi en
kolay olan toplumdur" (Chomsky : 1997 : 90) Böyle bir
yönetim anlayışında siyasal halkla ilişkilerin varlığından
42
bahsetmek abestir.
Oysa gerçek bir demokratik toplum "yönetilenlerin
rızası" ilkesi üzerine kurulmalıdır. Fakat bir konuda tüm
insanların aynı rızayı ortaya koymaları mümkün değildir.
Kimi kabul ederken kimi reddedecek ve taraflar
oluşacaktır. "Oydaşlık olanaksızdır; azınlık yönetimi
sürekli bir düzenleme olarak hiç kabul edilemez; bu
nedenle, çoğunluk ilkesini reddedince geri kalan şu ya da
bu biçimde anarşi ya da buyurganlık (despotluk)
olmaktadır." (Lipson : 1984 : 474) Bir konu üzerindeki
konsensüs çatışmaları ortadan kaldırır. Konsensüs de büyük
ölçüde halkla ilişkiler mesleğinin sorumlu kullanımı
sonucunda sağlanacak ve taraflar arasında bir dostluk
köprüsü kurulmasına imkan verecektir. Bu köprü tarafların
birbirlerini gerçek anlamda anlamaları, mesleki terimle
ifade edecek olursak tanıma ve tanıtma fonksiyonunun
yeterince uygulanması sonucunda oluşacaktır.
Toplumda konsensüs sağlanamayan alanlarda ise
halkla ilişkiler 'rıza üretimi' sürecini devreye sokarak
çoğunluk sağlamak için çaba gösterir, demokrasilerde
gerekli olan meşruiyet alanını yaratır. Ya da halkı eğlence,
oyun, konser, magazin vb. şeylerle "izleyici" konumunda
bırakarak yönetim işini halk adına başkalarının yapmasına
zemin hazırlar. Bu günün demokrasilerinde yönetilenlerin
rıza gösterme hakkı saklı olmakla birlikte, halk ancak
43
"izleyici" statüsündedir. Yönetim, düzen ve güvenliğin
sağlanması amacıyla "halkın isteklerini bilen, kendileri gibi
sorumlu yurttaşlar" tarafından gerçekleştirilmeli; onların
rızasını almak ise, kamu zihnini denetleme görevi yapan
organlar eliyle sağlanmalıdır. Bu durum siyasal halkla
ilişkilerin önemini ortaya koyar ve işlevsel hale getirir.
Toplumda düzen ve barışın sağlanabilmesi elbette devletin
varlığını zorunlu kılmaktadır. Fakat otoritenin toplumsal
katmanlarca paylaşılması, dengeli ve adil bir şekilde
dağıtılması toplumun yönetilebilmesinin önemli bir şartıdır.
Kuzey Amerika liberalizminin önemli
savunucularından John Dewey, "Toplum siyaset dediğimiz
şeyin gölgesi altında yaşıyor.... Büyük iş odaklarının
üretim, değişim, tanıtım, ulaşım ve iletişim araçlarının
denetimi yoluyla, bu arada basın, basın araçları, reklam ve
propaganda araçları üzerindeki yetkileriyle ülkenin
yaşamını yönettiğinde demokrasinin pek bir anlamı
kalmadığını ifade ediyordu." (Chomsky : 2000 : 62)
Örgütlü birimler, tek tek insanlarınkinden daha fazla ve
daha meşru haklara sahiptirler ve bu birimler, büyük ölçüde
egemen oldukları devletten maddi destek alırlar; James
Madison'un deyişi ile "hem devletin araçları hem de onun
tiranlarıdır... Halka dayalı bir hükümet, halka dayalı bilgi
kaynaklarını kullanmadığında, olsa olsa bir farsa ya da bir
trajediye-ya da her ikisine birden- dönüşür." (Chomsky :
44
2000 : 63) Siyaset toplumun örgütlenmiş en üst kurumudur,
onun için siyasal alanda örgütsel amaçlardan çok kamu
yararının gözetilmesi adil bir yönetimin olmazsa olmazları
arasında olmalıdır. Siyasetin fonlanması kamu
kaynaklarından olmalı ve siyaset kurumunun amacı
adaletin sağlanmasından başka bir hedefe yönelmemelidir.
Halkla ilişkiler biliminin önde gelen isimlerinden
Edward Bernays şunları söylemektedir. "Kitlelerin
düzenlenmiş alışkanlıklarının ve fikirlerinin bilinçli ve
incelikli biçimde yönlendirilmesi demokratik toplumların
önemli bir parçasıdır, bu önemli görevin altından
kalkabilmek için 'bilinçli ve incelikli düşünen azınlıklar
düzenli ve sistematik olarak propagandadan
yararlanmalıdırlar." Çünkü "kamu zihnini denetleme
iplerini ellerinde bulundurmak da onlara düşer.
Propaganda, liderlere kitlelerin zihnine şekil verme
mekanizması sağlar; böylelikle "kitle eline geçirdiği yeni
gücü istenilen yöne kanalize edecektir." (Chomsky : 2000 :
64)
"Bu yüzyılın başlarına denk gelen doğuşundan bu
yana, devasa halkla ilişkiler sanayii, iş dünyası liderlerinin
deyişi ile "kamu zihnini denetleme" görevini üstlenmiş
durumda. Bu sanayi kendinden beklenenleri
gerçekleştirerek modern çağ tarihinde merkezi önem
taşıyan bir tema oluşturmuş oldu. Halkla ilişkiler sanayinin
45
köklerini ve başlıca merkezlerini "en özgür" ülkede (ABD)
bulmuş olması hiç de şaşırtıcı değil." (Chomsky : 2000 :
54) Halkın etkili propaganda teknikleri ile değil de
karşılıklı rıza ile yönetilmesi, satın aldığı maldan ve
hizmetten aldanmaması için sorumluluk sahibi halkla
ilişkilercilere ihtiyaç vardır.
Modernleşmesini dış etkiler yoluyla tamamlamaya
çalışan Türkiye'de toplumla ilişkiler tepeden inmeci bir
yaklaşımla yürütülürken, dışarıdan ithal edilen 'halkla
ilişkiler' bilimi de topluma şekil vermek ve
modernleşmesine katkı yapmak için kullanılmaktadır. Sivil
toplumun gelişmemesi, hali hazırdaki 'sivil toplum'
örgütlerinin yarı resmi birer hüviyet arz etmeleri sebebiyle
halkla ilişkiler, bu örgütler eliyle toplumun modernleşmesi
ve kapitalistleşmesine (tüketim toplumu haline
dönüşmesine) imkan sağlayan bir fonksiyon icra
etmektedir. Küçük çaplı organizasyonlarda halkla ilişkiler
kendi mecrasında yapılmakta ise de, ulusal çapta bir halkla
ilişkiler kampanyası için düzensiz ve yönetilmeye razı bir
kitlenin varlığı 'ajanların' işlerini kolaylaştırmaktadır. Sivil
toplumu gelişmemiş bir ulusun halkı, sadece kelimeden
ibaret, içeriği doldurulamayan bir yığındır ve sosyal açıdan
kontrolü kolay olmaktadır. Yığınla ilişkilerde muhatap
'hayali'dir, iletişimin ana unsurlarından biri yoktur. Mesajın
gerçek muhatabı bulunmadığından, herkes gerçek
46
muhatabın 'başkası' olduğunu düşünerek, iletişime bigane
(duyarsız) kalmakta, tüm olup bitenler karşısında
umursamaz davranmakta, belli bir zaman sonra dolaylı
yollardan etkilenmektedir. Bu dolaylı etkiden ajanlar (elit)
hukuk karşısında sorumlu değillerdir ve bedel de
ödememektedirler.
Halkla ilişkiler, 'yerel' ölçekte samimiyetle,
dürüstlükle ve toplumsal değerler dikkate alınarak yapılırsa
önemli kazanımlar sağlarken, ulusal ölçekte sivil toplumu
gelişmemiş bir ülkede yönetici ve elit kesimin istediği
doğrultuda sonuçların alınmasına imkan vermektedir.
Küçük çaplı yerli bir şirketin tanıtımı, ürünlerini
tutundurması bakımından PR gereklidir fakat çok uluslu
yabancı bir şirketin o toplumda pazar bulması kültürle de
alakalıdır ve beraberinde zihniyet değişimi getirir. İşte
burada halkla ilişkiler ajanları (uzmanları) bu değişimi
kolaylaştıracak yöntemleri arayıp/bulan, halkı 'rakip'
görmeyerek, "beraber" iş yapma taktiği ile manipülasyona
yol açmaktadırlar. Bu görevini ya 'toplumsal aktörlerle'
işbirliği yaparak ya da kamuoyundan gelen itirazlara
karşın iş dünyası gündeminin dayatılmasını mümkün kılan
şeyin 'halkın rızası ve tercihi' olduğunu söyleyerek, "rızasız
rıza" üretiminin yolunu açarak yaparlar. Bu tercihlerin her
ikisi de sosyal sorumlulukla doğrudan ilişkilidir.
47
Devlet ve şirketlerin yönetiminde ve toplumsal
yapıya yön vermede "iş dünyasının çıkarları ve devletlerin
ulusal güvenlik kaygılarının" etkisi inkar edilemez bir
gerçek olarak önümüzde duruyor. Bu kaygılar önümüzde
iken, toplum değerleri ile barışık, ideal halkla ilişkiler
kampanyaları yürütmek pek mümkün görünmemektedir.
Yapılanlar, genellikle toplumsal hassasiyetleri dikkate
almayan, halka 'yabancı' ve "yukarıdan alınan kararlara"
ayarlı uygulamalardır.
2.HALKLA İLİŞKİLER FAALİYETLERİNİN AMAÇLARI
Halkla ilişkiler faaliyetlerin ne amaçla yapıldığı
konusunda genel bir mutabakat olmakla birlikte, duruş
yerinden (konum) kaynaklanan farklılıklara da
rastlanmaktadır. Halkla ilişkiler mesleğinin teorik yanı
üzerine kafa yoran uzmanlar, kimi zaman reklam ve
propaganda karşısında halkla ilişkilerin durumunu
tartışmışlardır. “Yıllar boyu, yaptıkları işin düşünsel yanını
tartışma gereği duyan bir çok halkla ilişkiler profesyoneli
halkla ilişkilerin kavramsal olarak nasıl ele alınması
gerektiği sorusu üzerinde kafa yormuşlardır. Halkla
ilişkilerin yaptığı nedir? sorusuna yanıt aramışlardır. İkna
etmek mi, inandırmak mı, iletişimde bulunmak mı,
tutumları değiştirmek mi, davranış değiştirmek mi, sorun
çözmek mi, satışları artırmak mı, müşterilerde güven
48
duygusunu artırmak mı, uyum sağlamak mı? (Hallahan :
1998 : 169)
Kuramsal bakış ile uygulamacıların bakış açıları
arasında mahiyet farkı olmamakla birlikte yaklaşım farkı
kendini açıkça ortaya koymaktadır. Kuramcılar, halkla
ilişkilerin bir bütün olarak örgütleri, kamuları ve toplumu
nasıl etkilediği sorunsalı üzerinde durmuşlar,
uygulamacılar ise daha dar ve mikro düzeyden, yani kendi
kurumlarının perspektifinden bakarak, örgütüm açısından
halkla ilişkileri nasıl kullanabilirim amacını gütmüşlerdir.
Bu açıdan bakıldığında yukarıda sayılan farklı farklı
amaçların gerçekleşmeye dönük uygulama biçimleriyle
karşılaşmamız olağandır.
Halkla ilişkiler :
1- İnsan davranışlarını anlamayı temel alan
danışmanlıktır.
2- Gelecekteki eğilimleri çözümlemek ve sonuçlarını
tahmin etmektir.
3- Kamuoyu, tutum ve beklentiler konularında
araştırma yapmak ve gerekli eylemlerle yönelik
önerilerde bulunmak.
4- Tam ve doğru bilgilere dayanarak iki yönlü
iletişim akışını sağlamak ve bu iletişimi
sürdürmek.
49
5- Anlaşmazlıkları ve yanlış anlamaları
engellemektir.
6- Karşılıklı saygıyı ve toplumsal sorumluluğu
pekiştirmek.
7- Özel yararlarla kamu yararları arasında uyum
sağlamak.
8- Çalışanlar, tedarik kaynakları ve müşteriler
arasında iyi niyeti pekiştirmek.
9- Endüstri ilişkilerini (işçi-işveren ilişkilerini)
geliştirmek.
10- İyi personeli çekmek ve uygulamacıların devir
hızını azaltmaktır.
11- Ürünleri ve hizmetleri tutundurmaktır.
12- Maksimum karlılığı sağlamaktır.
13- Kurum kimliği oluşturup yansıtmaktır.
14- Uluslar arası ilişkilere ilgi duyulmasını teşvik
etmektir.
15- Demokrasi anlayışını pekiştirmektir. (Sjöberg :
1981 : 15)
Halkla ilişkiler mesleği ile uğraşanların evrensel
ölçüde kabul görmeyi hak edecek geniş bilgi, yetenek ve
deneyim sahibi olmaları gerekmektedir. İletişimin
yaygınlaştığı, toplumun globalleştiği, kurumların birbirleri
ile entegre olduğu bir dünyada, “halkla ilişkiler ya
kuruluşların vazgeçilmez bir parçası olarak işlev görecek
50
ya da sadece bir dizi yararlı tekniğin uygulanmasına
indirgenecektir.”(Sjöberg : 1981 : 18) Tüm bunları yapmak
için iyi donanım, bilinç ve adalet yanında sorumluluğu
sosyalleştirmek hatta evrenselleştirmek “sorumlu özne”
konumundan vazgeçmemek şarttır.
Armanda Barry’e göre ise halkla ilişkilerin işe
yarayacağı beş durum vardır.
1- Şirket ve çalışanları arasında iletişim sağlar
2- Kamuoyu oluşturan güclerle güven ilişkisi
kurulmasını sağlar
3- Tartışmayı teşvik eder, tavır ve yaklaşımlarda
değişikliğe ön ayak olur.
4- Seferber eder, kayıtsızlıkla savaşır.
5- İlgi uyandırır. (Barry: 2003 : 26)
Türkiye’de halkla ilişkiler mesleğinin duayeni kabul
edilen Nuri Tortop’a göre halkla ilişkiler mesleğinin
amaçları :
• Halkla ilişkiler halkı aydınlatmak ve onlara
çalışmaları benimsetmek.
• Halkta yönetime karşı olumlu davranışlar
yaratmak
• Halkın yönetimle olan ilişkilerinde işlerini
kolaylaştırmak (danışmayı kolaylaştırma, bilgi
verme gibi)51
• Kararların isabet derecesini artırmak için halktan
bilgi almak
• Kanun ve kurallara uyulmasını sağlamak için
bunlar hakkında halkı aydınlatıcı bilgi vermek.
(trafik kuralları, yasaklar gibi)
• Halkla işbirliği sağlayarak hizmetlerin daha çabuk
ve kolay görülmesini sağlamak. (okul, hastane,
yol yapımı, okul-aile birliği toplantıları gibi)
• Halkın istek, dilek, tavsiye,telkin ve
şikayetlerinden yapılan çalışmalarda, hazırlanan
yasa ve diğer tasarılardan yararlanmak,
aksaklıkların giderilmesi için yapılan çalışmalarda
bunları değerlendirmek.
• Halkla ilişkilerin amacı, özel ve kamu yararlarına
cevap vermeye çalışmak ve herkesin kişiliğine
hürmet ederek sosyal sorumluluk duygusu
yaratmak, denilebilir.(Tortop : 1993 : 10)
Tortop’un yaklaşımı daha çok
devlet/yönetim/örgüt merkezli bir yaklaşımdır.
Yönetimin yaptığı iş ve eylemleri benimsetmeye
yöneliktir, başlangıçtaki katılımı dikkate
almamıştır.
İnsan ve topluma yönelik tüm alanlarla bir şekilde
halkla ilişkiler uzmanını ilgilenmesi kaçınılmazdır. İnsanı
hangi saiklerin motive edeceği, algı, tutum, his ve 52
beklentilerinin neler olacağı ve hangi şartlar altında nasıl
davranacağı halkla ilişkiler uzmanının duyarsız kalamayacağı
koruların başında gelmektedir. Çünkü onun işi insanladır.
İnsan yalnız başına tüm ihtiyaçlarını karşılayan bir
varlık değildir. İnsanlar işbölümü ve sözleşme fikri
etrafında bir toplum oluşturmuş, aralarında işbirliği
yaparak görev bölüşümü yapmışlardır. İnsanlar bu
görevlerini yaparken sorumluluklar getireceği bilinci ile
hareket etmez ise toplumsal yaptırımlar devreye girer.
Dolayısıyla toplumsal normlar, toplumun ahlaki değerleri,
dini ve kültürel yapısı halkla ilişkilercinin ilgi alanına giren
konulardır. Toplumsal yaşamın alacağı seyir, bölüşüm ve
iktidarın paylaşımı, moral değerler gibi konular da halkla
ilişkiler politikalarını önemli ölçüde etkilemektedir.
3.HALKLA İLİŞKİLER TEKNİKLERİ (MODELLERİ)
Amerika Birleşik Devletleri’nden birer halkla ilişkiler
araştırmacısı olan Grunig ve Hunt, bu ülkedeki halkla
ilişkiler uygulamalarını incelemişler ve dört aynı model
saptamışlardır.(Saran : 103) Bu modeller hem tarihsel bir
perspektif sunar, hem de halkla ilişkilerin hangi yöntemleri
kullanmakta olduğuna dair bilgiler verir. Bu modellerin
tümü bir tek halkla ilişkiler uygulamalarında
kullanılabileceği gibi, her uygulamaya özgü ayrı bir model
53
de bulunabilir. Buna karar verecek olan kampanyayı
yürütecek uzmanlardır.
3.1.TANITIM
Örgütün ürettiği mal ve hizmetlerin mümkün olan her
türlü araçla ve yöntemle tanıtılmasıdır. Satışları artırma
amacına dönük işler. Burada tek yönlü bir iletişim söz
konusudur. İletiler örgütten kamuya doğrudur. Olumsuz
tanıtımdan uzak durulur, halkla ilişkiler biriminin görevleri
ürün ve hizmetin müşterilere tanıtılması ile sınırlıdır. Bu
birimin başarısı ürün ve hizmetlerdeki artışla
ölçülmektedir.
Tanıtımda örgüt ve örgütsel amaçlar merkezde
tutulmaktadır. Örgütün ne yaptığı, mal ve hizmetlerinin
müşteriye ne gibi avantajlar sağlayacağı tek yönlü
enformasyon akışı ile aktarılmaktadır. Bir anlamda reklama
benzemekle birlikte, reklama ödenen para, tanıtma işinde
ödenmemektedir.Başlangıçta işletme faaliyetleri, ürün ve
hizmetlerin duyurulması maksadıyla kullanılan tanıtmanın
amaçları kamuoyunda toplumun sorunlarına ve
beklentilerine duyarlı, güvenilir, tanınmış, güçlü ve saygın
bir işletme görüntüsü yaratmak ve destek sağlamak
şeklinde genişlemiştir. Toplum dinamik bir süreç içerisinde
hızlı bir değişim geçirmekte, örgütler de bu değişime
54
uygun olarak fonksiyonlarındaki bazı işlevlerde değişime
gitmektedir. Halkla ilişkiler de bu sürecin dışında değildir,
onun kullandığı kavramlarda değişime ayak uydurmakta,
anlam genişlemesine uğramaktadır.
3.2. DUYURMA(Publicity)
Halkla ilişkiler tekniklerini ilk aşamasıdır. Halkla
ilişkilerin ABD inde ekonominin durgunluk döneminde
gazeteciler eliyle ortaya çıkmış olmasından dolayı
şirketlerin faaliyetleri hakkında kamuoyunu bilgilendirme,
basın yoluyla tüketiciyi haberdar etme girişimi olarak
başlamıştır. 1903 yılında Ivy Lee New York’ta ilk büroyu
açtığında amacı çeşitli şirketler adına basın danışmanlığı
yapmaktı. Mesleki deneyimlerini adına çalıştığı şirketin
lehine kullanmaktı. O gazetecilik deneyimi sırasında
açıklık, doğruluk, dürüstlük gibi meziyetlerin tüketici kitle
tarafından bilinmesi sonucunda o kitle nezdinde “olumlu
tanıtım” sağlanır ve kamuoyunun işletme hakkındaki
olumsuz duygu ve düşünceleri bertaraf edildiğinde
başarının yakalanması kaçınılmazdır. Ünlü işadamı Jhon D.
Rockeffeller’in danışmanlığını yapan Lee, o dönemde
“tamahkar, cimri ve acımasız ihtiyar” imajını medya
gücünü kullanarak kamuoyunda “yardımsever, iyi kalpli
yaşlı adam” imajına dönüştürerek büyük başarı
sağlamıştır.(Karakoç : 2002: 72) Halkla ilişkiler
55
uzmanlarının en önemli görevi şirket haberlerini sistemli ve
planlı bir şekilde medya organlarına göndererek lehte haber
yapılmasını sağlamaktır. Uzman tarafından gönderilen
kurum, hizmet ve ürün bilgisinin medya organı tarafından
kullanılması bu tür haberlerin haber değeri niteliğini
taşımasına bağlıdır. Halkla ilişkiler uzmanı kurum ile ilgili
bilgilerin haber özelliği kazanması için çeşitli etkinlikler
düzenleyerek gazetecileri kuruma ilgili kılmaya özen
gösterir. Etkinliklerin iki temel özelliğinin bulunmasına
özen gösterilmelidir. a) Hedef kitleye gönderilen iletilerin
içeriğine uygun bir ortam oluşturulmalı b) hedef kitlenin
ilgisini çeken ve bu nedenle doğrudan ya da basın aracılığı
ile izlemek isteyeceği nitelikte olmalıdır. (Karakoç : 2002 :
184)Kurum ile ilgili bilgilerin medyada hiçbir ücret
ödenmeden yayınlanması için verilen bilgilerin haber
özelliği taşıması gerekir. Bunun için basın bildirileri
hazırlamak, basın bültenleri çıkarmak, basına makaleler
yazmak, ürünle ilgili raporlar hazırlamak, konferanslar
düzenlemek, röpörtajlar yapmak, fotoğraflar ve görsel
sergiler açmak, basına gezi düzenlemek, basın mensupları
için kahvaltılar düzenlemek, günümüzde internet sayfaları
yoluyla yayın yapmak, sergi ve fuarlara katılmak ve
düzenlemek, sempozyumlar tertip etmek gibi etkinlikler
düzenlemek kurum ile ilgili bilgilerin yayınlanması için
etkin olarak takip edilen yolların başında gelmektedir.
56
Duyurma (publicity) tekniği ağırlıklı olarak basınla
ilişkilerle sınırlı bir faaliyettir.
3.3.ASİMETRİK MODEL
İletişimin taraflar arasında eşit tutulmadığı, elinde
imkan ve güç olanın daha fazla ve etkili iletişim
olanaklarından yararlandığı bir modelin adıdır. Hedef kitle
örgütlü ve donanımlı olmadığından iletişim tek taraflı
olarak yürütülür. ”Bu iletişim şeklinde kuruluş/kaynak,
hedef kitleyi yönlendirmeye ve ikna etmeye çalışır.
İletişimi geliştirmek için araştırmadan yararlanır. Ama
iletişim çabalarının yöneltildiği kişilerden/alıcılardan çok
az katkı alınır. Kuruluş ile hedef kitle arasında çok fazla bir
anlaşmazlık yoksa, bu modeli uygulamada bir sorun
yaşanmaz.” (Görpe : 2001 : 6) Eğer anlaşmazlık alanları
çok fazla ise bu model yetersiz kalmaktadır. Günümüz
kuruluşlarının dünyaya açılması ve çok çeşitli toplumsal
yapılarla karşılaşması, farklı kültürlerle tanışması ve
acımasız rekabet ortamında sorunların olmaması
düşünülemez. Asimetrik model yedi varsayımla desteklenir.
(Grunig, 1992 : 43) İçe yönelme (örgütü dışardan
gözlemleme kabiliyetinin olmayışı), kapalı bir sistem
(bilginin içeride değil dışarıya akışı), verimlilik oranı
(maliyet kontrolünün yeniliklerden daha önemli olması), 57
elitizm (örgüt liderinin en iyi olanı bilmesi), tutuculuk(
değişime karşı direniş), gelenek (örgütü bir bütün haline
getiren kültürün yaratılması) ve merkezi otorite (çalışanlar
için özerklik hakkı vermeyen otokratik örgütler)
Bu özelliklerin genelini değerlendirdiğimizde
değişime ve yeniliğe kapalı, mevcut yapıyı korumayı
amaçlayan bir örgüt hassasiyetinin varlığı ile karşılaşırız.
Dışarıda olup bitenlere duyarsız, dışarıdan girdi almayan
bir örgütün uzun süre yaşaması mümkün değildir. Örgütler
tüm girdilerini kendileri sağlayamazlar, bu eşyanın
tabiatına terstir. Nasıl ki tek bir insanın tüm ihtiyaçlarını
kendisinin sağlaması mümkün değilse örgütler de diğer
örgütlerle girdi ve çıktı alış-verişinde bulunarak
yaşamlarını sürdürürler. Bu alış-veriş esnasında dışarıdan
bilgi alır, etkilenirler ve etkilerler. Kapalı sistem
yaklaşımında kendi kendine yeterlilik mümkün
gözükmemektedir. Hele hele globalleşen dünyada,
iletişimin bu kadar yaygınlaştığı, mal ve hizmet alış-
verişinin sınır tanımaz bir biçimde yaygınlaştığı açık ve
liberal ekonomik sistemde şirketlerin kapalı yapıları ile
dünya ile rekabet etmeleri, ayakta kalmaları mümkün
değildir. Açık sistem yaklaşımının özelliklerini şu şekilde
özetlemek mümkündür :
• Enerji ithaline gidilmesi. Hiçbir sosyal yapı kendi
kendine yeterli ya da kapalı bir sistem değildir.
58
• Dönüşüm (troughput)
• Çıktı. Açık sistemler bazı ürünleri çevreye ihraç
ederler.
• Sistemler olayların çemberi olarak görülmeli.
Sisteme enerji girişi, girişin dönüşümü ve çıktı
elde edilmesi, bir kısmının sisteme girmesi ile
yeniden eylemde bulunması eylemleri
çemberseldir.
• Negatif entropi. Açık sistemler ihtiyaçlarından
fazla enerji ithal ederek enerji depolar, negatif
entropi sağlarlar.
• İnformasyon girdisi, negatif geri besleme ve
sürecin kodlanması. Sosyal sistemlerde girdiler
sadece yapılan işle dönüştürülen enerji maddeleri-
girdileri olamaz. Çevreye, örgütün işlevlerinin
çevresine ilişkisine ilişkin bilgi sağlayan
enformasyon da bir girdir.
• Sürekli Denge (Steady State) ve Dinamik
Homostasis. Entropi sağlama amcı ile enerji
ithali, enerji değişiminde süreklilik sağlamak
içindir. Bu duruma sürekli denge durumu denir.
Sürekli denge durumu, hareketsizlik ya da tam bir
denge durumu değildir. Sistemde sürekli bir enerji
ithali ve ihracı vardır, ancak sistemin özelliği aynı
kalır.59
• Equifinality : Bir sistemin son durumuna bir çok
farklı koşullar ya da yollardan ulaşılabilmesidir.
(Balcı : 2002 : 46-47)
İnsanlar ölümlüdür ve yerine yenileri gelecektir. Bu
gerçeğin farkında olan örgütlerin kapalı yapılarını
sürdüremeyeceklerinin farkına varan liderler, yerlerine yeni
beyinlerin gelebilmesi için örgüt içinde alt kademe
çalışanlarını liderlik pozisyonuna hazırlamak amacı ile
yetki devri ve yetki paylaşımı ilkelerini devreye sokarlar.
Bu amaçla personelle ilişkilere büyük önem verirler. Hem
personelde gerekli motivasyonun sağlanması hem de
verimliliğin artırılması için çalışanların örgüt ile
bütünleşmesine önem verilmelidir.
Örgütlerin de topluma ve dünyaya duyarsız kalması
yaşam ömürlerini azaltacağı gibi girdi maliyetlerini de
yükseltecektir. Girdi maliyetlerinin yükselmesi çıktı
fiyatlarına yansıyacaktır. Rakip firmaların piyasada çok
daha fazla pazar bulmalarına yarayacaktır. Bu da kapalı
yapıda ısrar eden örgütün piyasadan silinmesi anlamına
gelecektir. Ne kadar ürün ve hizmetin tanıtımı için halkla
ilişkiler faaliyetinde bulunursa bulunsun nihai ürün
piyasada hedef kitlenin hizmetine sunulduğunda fiyat farkı
ve kaliteden dolayı tercih edilmeyecektir. Kalite ve fiyat
rekabetin bu sonucu olarak gelişir. Teknoloji ve yetişmiş
60
insan gücü açık piyasa işlemleri sonucu sağlanabilecektir.
Hep aynı teknoloji ve insan kaynakları ile çalışmak ürünün
ve hizmetin yeterli kalite ve hızda tüketiciye sunulmasının
önünde en büyük engeldir.
3.4. SİMETRİK MODEL
Bir kurum ve hedef kitlesi arasındaki ikili iletişimde
her tarafın eşit derecede katkılarının olması. Simetrik
halkla ilişkiler kuruluş ile hedef kitlesi arasında iki yönlü
iletişimdir.(Görpe : 2001 : 95) Duyurma ve asimetrik
modellerin eksik ve olumsuz yanlarını gören halkla
ilişkilercilerin bir sistem modeli yaklaşımı ile
geliştirdikleri, toplumun-hedef kitlenin- tüm özelliklerini
iletişim ortamına katarak karşılıklı etkileşim esasına dayalı
geliştirdikleri bir modeldir. Simetrik model bütüncüllük ve
çevre ile karşılıklı dayanışma, bilginin serbest dolaşımı,
denge, uyum esası üzerine bina edilmektedir. Buradaki
iletişim öncelikle anlamayı sağlayan bir iletişimdir. Taraflar
eşittir ve birbirleri üzerinde herhangi bir baskı
oluşturmazlar. İletişimdeki amaç bir şeyi empoze etmek
değil, karşılıklılık esasına uygun olarak uzlaşma ve
konsensusa varmaktır. Bu modelin diğer varsayımları
adalet (örgüt üyeleri için eşit olanaklar ve saygı), özerklik
(bireylerin görevleri ile ilgili karar verme kabiliyeti ve iş
tatmini), yenilik (gelenek ve verimlilik oranından daha
61
ayrıcalıklı olan yeni düşünceler), merkeziyetçi olmayan
yönetim (merkeziyetçi olmayan ve müşterek; yüksek
düzeyde özerklik, çalışanlar için tatmin edici ve yenilikçi),
sorumluluk (sosyal sorumluluk), çatışma çözme (müzakere,
iletişim ve uzlaşma yolu ile) ve çıkar guruplarının
liberalizmi olarak sıralanabilir. (Pieczka : 2002 : 253)
Simetrik yaklaşım açık toplum modellerinde işleyen
toplum değerlerini ve toplumsal beklentileri dikkate alan
bir tutum izler. Toplumu anlamaya çalışır. Genel trendlerin
ıskalanmasına göz yummaz. Teknolojinin, toplumsal
dinamiklerin, tüketim alışkanlıklarının, algı tutum ve değer
yargılarının iletişim sürecine etki ettiklerini düşünerek
örgüt ve kitle arasında uyum ve dengenin sağlanmasına
katkı yapar. Hareket halinde olan denge yaklaşımı simetrik
modelin hedefleri arasındadır. Durgunluk çürüme ve yok
olma anlamına geldiğinden sürekli çalışma, üretme,
üretirken ve çalışırken etkileşimde bulunma ve genel
ahengi bozmama kaygısı simetrik yaklaşımda egemendir.
Eğer her hangi bir taraf dengeyi bozar ise orta ve uzun
vadede bu durum bizi de etkileyecektir. Adaletsiz bölüşüm,
toplumsal çalkantılara; iş görenlerin ihmali, verimin
düşmesine; çevreyi kirletmek, sağlığın bozulması ve
alternatif maliyetlerin oluşmasına, tek yanlı bilgilendirme
uzun vadede müşteri kaybına vs. yol açacağından tercih
edilmez.
62
Sorumluluk varsayımı yaşamın her alanında gerek
bireysel gerek kurumsal sorumluluğu kapsamaktadır.
Sorumluluğun kökeninde bireysel bilinç ve ahlaki
temellendirmeler vardır. Tezin ana konusunu oluşturan
sorumluluk kavramı ve onun felsefi, dini ve toplumsal
temellendirilmesi ayrıntılı olarak incelenecektir. Burada
simetrik yaklaşımın önemli bir ögesi olarak işlenen
sorumluluğun örgüt içi ve örgüt dışı yanlarıyla ilgili genel
bilgiler verilecektir.
Örgüt türüne göre farklılık gösterse de her örgütün
hedef kitlesi nihai olarak toplumun genelini
ilgilendirmektedir. Örgüt büyüklüğü hedef kitlenin
büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Büyümeyi hedefleyen
örgütler potansiyel kitlelerine karşı da duyarlı olmalıdır.
Ayrıca kendi hedef kitlesi olmasa dahi, olumsuz bir iletişim
açık toplumda sarmal etkisi yapacak, örgütü de olumsuz
etkileyecektir.
Halkla İlişkilerin pozitif performans sağlamak,
faaliyetlerinde başarıyı yakalamak, en iyilerin kendi
bünyesinde çalışmasını sağlamak ve elinde tutmak, ismini
duyurup olumlu bir imaj yakalamak için belli değerleri göz
ardı etmemesi gerekmektedir. Bunlar :
• Açıklık
• Dürüstlük
• İstikrar63
• İnandırıcılık
• Güvenilirlik
• Detaylara önem verme
• Anlayış
• Esneklik
• Politik davranabilmek
• Sabır
• Hassaslık
• Azim
• Tolerans
• Espri anlayışı (Barry : 2003 : 38)
Bu ilkelerin bir halkla ilişkiler politikasında yer
bulabilmesi için insan faktörünün çok iyi eğitilmiş olması,
toplumun iyi tanınması ve etik değerlerin halkla ilişkiler
politikasında belirleyici rol alması ile mümkündür.
Simetrik yaklaşım aynı zamanda mükemmellik (excellence)
yaklaşımının habercisidir. Kusursuzluk yaklaşımı da denen
bu modelin güçlü bir kültürel yapı, simetrik iletişim
sistemi, güçlü liderlik, stratejik planlama, sorumluluğunun
dağıtılması ve sosyal sorumluluk olarak kendini göstermesi
kaçınılmazdır.
Bu modeller örgüt yapısına uygun olarak
kullanılabilir. Basınla ilişkiler mesleki örgütlerde olur,
mekanik örgütler kamuyu bilgilendirme modeliyle birleşir,
64
organik örgütler iki yönlü simetrik halkla ilişkileri
uygulama eğilimi gösterir, karışık örgütler ise her iki yönlü
modeli uygular (Pieczka : 2002 : 248) Basını
bilgilendirme/tanıtım ve kamuyu bilgilendirme modelleri
kapalı sistem yönelimini gösterirken iki yönlü asimetrik ve
simetrik modeller örgütlerin açık sistem yaklaşımına bağlı
olarak işlev yürütürler.
Örgüte kaynak ve bilgi sağlayan, çıktısını ödedikleri
parayla satın alan birey, küme ve örgütler onun çevresini
oluştururlar. Örgütün iç ve dış çevresi ile iletişimi iki yönlü
karşılıklı anlayış ve rızaya dayalı olarak yürütülürse, halkla
ilişkiler amaçlanan verimi alabilir; bundan hem örgüt
kazançlı çıkar hem toplum. “Açık sistem modeli örgütü biri
iç gelişme, öbürü varlığını koruma olmak üzere iki alanda
çaba harcayan, çevresine bağımlı bir sistem olarak
kavramsallaştırmaktadır.”(Scott, 1977 : 73-74 ; Tosun :
1981 : 68)
Bir örgütün girdi sağlamak için salt örgüt çıkarlarını
düşünerek, kazanç hırsıyla her yola baş vurması, toplumsal
hassasiyetleri dikkate almaması kısa vadede kâr gibi
gözükse de uzun vadede her zaman örgütün yararına
olmayabilir. Çevresindeki kaynaklar tükenince ve
toplumsal talep azalınca, örgüt yeni kaynak sağlamakta ve
çıktılarını satmakta zorluklarla karşılaşacaktır. Bu
gerçekler, örgütü ne kadar güçlü olursa olsun varlığını
65
sürdürme ve istikrarlı bir büyüme için çevresiyle uyumlu
çalışmaya zorlayacaktır.
Örgütün piyasadaki durumu, onun ürettiği mal ve
hizmetlerin müşteriler tarafından beğenilip-
beğenilmemesine bağlıdır. Örgütün pazardaki konumunun
elverişliliği, genellikle, onun çevreyle ilişkilerini geçmişte
başarıyla yürütüp yürütmemesine bağlı olarak değişkenlik
gösterir. Pazar ya da piyasadaki elverişli bir konum, örgüte
gelecekte de yeni imkanlar sağlama bakımından yararlı
olacaktır. Örgütün piyasa ya da pazarda elverişli bir konum
elde etmesi de uygulanan halkla ilişkilerin gücüyle doğru
orantılıdır.
Halkla ilişkiler faaliyeti örgütün hem girdi hem de
çıktısını içerisine alan bir süreçtir. Girdi; dış çevreden gelen
mal, hizmet ve bilgilerin (tanıma boyutu) iyi analiz edilerek
üretim sürecine katılması yani hedef kitle beklentilerinin
değerlendirilerek ürün ve hizmet kalitesinin artırılması
(çıktı), müşteri beklentilerinin karşılanmasıdır. Bu bilgilerle
donanmış ürün ve hizmet kalite ile birleşerek müşteriye
sunulur. Hedef kitlenin arzu ve beklentilerini karşılamış
ürün ve hizmet müşteri memnuniyeti olarak, pazardaki
payda artış olarak, kuruma duyulan güven olarak örgüte
döner ve örgütün girdi maliyetlerinde önemli bir azalışı
beraberinde getirir. Bu durum, örgüte kâr olarak geri döner.
Ürüne ve hizmete duyulan güven beraberinde kuruma
66
güveni de getirecektir. Toplumda güven sağlamış bir
işletmenin ürün ve hizmet kalitesini bozmadan hatta daha
da geliştirerek toplumdan, halkla ilişkiler yoluyla aldığı
olumlu geri bildirimler örgütün kimliğini ve varlığını uzun
yıllar boyu sürdürmesi anlamına gelecektir.4. HEDEF KİTLEYİ OLUŞTURAN GURUPLAR
Her örgütte hedef kitle farklılık göstermektedir, her
örgüt için standart olarak belirlenebilecek bir kitle yoktur.
Faaliyet alanına göre her örgütün kendine özgü kamuları
vardır. İşletme biçiminde örgütlenen örgütlerin sermaye
yapısı, büyüklüğü, çalışma alanı gibi faktörlerin etkisi ile
hedef kitlesinde yer alabilecek başlıca kamular şu şekilde
sıralanabilir. 4.1. DIŞ HEDEF KİTLE :
Pazardaki Gruplar :
• Müşteriler
• Aracılar
• Teknik Servisler
• Rakipler
• Komşu İşletmeler
Girdilerle İlgili Gruplar :
• İşgörenler
• Ortaklar
• Satıcılar
• Eğitim ve Araştırma Kurumları67
Sosyal Sorumlulukla ilgili Gruplar
• Basın-Yayın Kuruluşları
• Kamu Kuruluşları
• Yöre Halkı
• Meslek Örgütleri
• Diğer Gruplar (Karakoç : 2002 : 119)
Bizim kanaatimizce bu grupların içine doğayı da
katmak gerekmektedir. Doğa olmadan insanın ve grupların
yaşaması mümkün değildir. Doğa bireyin, toplumun ve
örgütün üzerinde yaşadığı ortak paydadır. Halkla ilişkiler
faaliyeti gerçekleştirilirken doğanın gözden çıkarılması çok
büyük bir eksikliktir. Bu alan sosyal sorumluluk
kapsamında değerlendirilmelidir.
Zeyyat Sabuncuoğlu ve Tuncer Tokol’ göre örgütün
dış halkla ilişkilerdeki hedef ketlesi :
• Kamu Kuruluşları
• Eğitim kuruluşları
• Finansal kuruluşlar
• Diğer işletmeler
• Mesleki kuruluşlar
• Spor kuruluşları
• Sosyal kuruluşlar
• Basın vs.dir. (Sabuncuoğlu ve Tokol : 2001 : 347)
68
Biz bu grupların yanına çevre faktörünü de ekleyerek
işletmelerin sosyal sorumluluğuna doğal duyarlılığı da
ilave ediyoruz. Gerek bireyin gerekse örgütün yaşam
alanlarının başında doğal çevre gelmektedir. Çevrenin
tahrip olması yaşam alanının yok olması demek olup, diğer
tüm faaliyetlerin yapılamaması anlamına gelmektedir.
Çevre bize emanettir ve gelecek nesillerin de daha
yaşanılabilir bir dünyada hayat sürmeleri için bireylerin ve
örgütlerin duyarlı davranması hem bir görev hem de
sorumluluktur.
Her bir grubun beklentilerinin karşılanması
işletmenin başarısını dolaylı veya direkt olarak
etkileyecektir. Her bir gruba gereken önem verilmelidir.
Bazıları önemsenip bazıları ihmal edilir ise; ihmal edilen
gruplar işletmeye destek vermezler, etkinlik ve verimlilik
düşer, işletme zararla yüz yüze kalır. Açık sistem
yaklaşımında bu gruplar birbirleriyle iletişim halinde
bulunduklarından, ilişkimizin bozuk olduğu grup bizim
aleyhimizde çalışarak diğer grupları da etkileyecek ve daha
büyük zararlarla karşılaşma olasılığımız artacaktır.
İşletmenin sosyal sorumluğu bu grupların her birine
karşı yerine getirmek zorunda olduğu görevlerin varlığına
işaret eder.4.2. İÇ HEDEF KİTLE
4.2.1.Çalışanlar
69
İç hedef kitle; çalışanlardan, işçi ve işveren
sendikalarından ve hisse senedi sahipleri ve ortaklardan
oluşmaktadır. Bir örgütün dışarıda iyi tanınması örgüt
çalışanlarının motive edilip, örgütle bütünlük sağlamaları,
ortak bir örgüt iklimi geliştirmelerine bağlıdır. Halkla
ilişkilerin örgüt içine dönük faaliyetleri çalışanların
amaçları ile örgütün amaçlarını uyum içinde bir arada
götürebilmeleridir. Mutlu ve huzurlu bir iş ortamında
çalışan iş görenler çalıştıkları kurumun olumlu imajının
oluşumunda önemli katkı yaparlar. Örgüt içi halkla ilişkiler
çalışması çalışanların örgüte bağlılığını sağlamayı
hedefler. Bu da ekonomik bakımdan tatmin edici bir ücret
politikası, meslek ilkelerine saygı, kurum içi iletişmin
sağlıklı bir şekilde yürütülmesi, terfi ve ödüllendirme
sisteminin adaletli olması, dayanışmayı sağlayıcı toplantı,
gezi, kutlama vs. etkinlikler yoluyla olur. Yönetime katılma
yetkisi, uzmanlık alanıyla ilgili konularda söz söyleme,
fikirlerine başvurma kanallarının açık tutulmasıdır.
“İşletmeyi amacına ulaştırmak için yönetici, insanları
gelişigüzel bir biçimde değil, verimli bir biçimde
çalıştırmak durumundadır. Bu ise, yöneticiye iki türlü
sorumluluk yükler :
a) Görevlilerin her birinden ayrı ayrı en fazla verim
sağlamak
70
b) Sözü geçen kişilerden grup (takım) olarak en
fazla verim elde etmek...(Tosun : 1992 : 249)
Psikoloji, sosyal psikoloji, sosyal antropoloji,
davranış bilimleri gibi sosyal disiplin alanlarının
araştırmaları, birey davranışlarını etkileyen etkenleri şu
şekilde sıralamaktadır.
Gereksinimler ve çevre koşulları.... Gereksinimler,
bireylerin psiko-sosyal ve kültürel nitelikleriyle birlikte
düşünmek gerekmektedir. Bireyin işletme içindeki
davranışı, gereksinimlerine, bireysel nitelik ve kişiliğine
bağlı olarak oraya çıkacaktır. Bu da bireyi iyi tanıma ile
mümkün olacaktır. Çalışanın bedensel , zihinsel ve ruhsal
açıdan yetenek ve beklentilerinin çok yakından tanınması
ile doğru orantılıdır. İnsanı tanımak ve anlamak için insan
bilimlerinin verilerinden faydalanmak ve geniş bir bilgi
birikimine sahip olmak zorunludur. Felsefe, din, sosyal
bilimler, psikoloji, sosyoloji, sosyal antropoloji, iletişim
bilgisi vs disiplinler bize yol gösterici olacaktır. Halkla
ilişkilerin inter-disipliner bir yaklaşım tarzı ile gerek iç
gerekse dış kamuyla iletişim kurması onun
zorluklarındandır. İçeride ve dışarıda uyum, ahenk ve
mutluluğun yakalanması evrensel ve kolektif bir bilinçle ve
sorumluluk duygusunun evrenselleşmesi ile mümkün olur.
İyi donanım, fedakarlık duygusu ve kamu yararı adına
çalışma gibi ahlaki değerlerle mücehhez bireylerin yönetim
71
sorumluluğu almaları meselelerin çözümüne önemli katkı
yapacaktır.
Bedensel sağlamlık, zihinsel aktivitenin ve ruhsal
uyumun önemli bir göstergesidir. İnsan bu üç boyutu ile
bölünemez bir bütündür. İş yerinde çalışma şartlarının
iyileştirilmesi, işle çalışanın uyumlu olarak tatmin
duygusuna erişmesi, morallerinin güçlendirilmesi halkla
ilişkiler biriminin duyarsız kalamayacağı iç halkla ilişkiler
uygulamalarıdır. Bu amaçla iş yerinde iş yeri hekimi,
psikolog, sosyal psikolog ve davranış bilimleri
uzmanlarının istihdam edilmeleri iş verimini artıracak,
yönetimin de işini kolaylaştıracaktır. Yönetimin her konuyu
bilmesi mümkün olmadığından bu uzmanlar yöneticinin
danışmanları olarak vazife göreceklerdir. Halkla ilişkiler
birimi uzmanları da tüm bu ihtiyaçların tesbitinde ve
karşılanmasında yönetimin en yakınındaki danışman rolünü
üslenmelidir ki örgütün amaçlarına verimli ve etkili bir
biçimde ulaşılabilsin.
Çalışanlara yönelik halkla ilişkiler uygulamalarının
başarısız olması durumunda iş veriminin düşük olması,
işten sağlanan tatmin duygusunun azlığı, iş kazalarının ve
iş kayıplarının artması, dedikoduların artması, disiplin
suçlarında artış, mal ve hizmet kalitesinde düşüş,
çalışanların işletmeye uyum maliyetlerinde artışlar söz
konusu olabilecektir.(Karakoç : 2002 : 122)
72
İşletmenin birimlerinin birbirleri ile uyumlu
çalışması, işlerin zamanında görülmesi, yetki ve
sorumlulukların paylaşımında şeffaflık, o işletmenin iyi
çalışmasının da önemli bir göstergesidir. Bu uyumun
sağlanmasında aksaklıkların tesbit edilmesi halkla ilişkiler
biriminin hedef kitleden aldığı feedback (geri bildirim)
lerin değerlendirilmesi ile ortaya çıkacağından, halkla
ilişkiler biriminin her bir olayı objektif olarak
değerlendirmeye tabi tutmalıdır. Burada iç ve dış halkla
ilişkiler birbirini tamamlayan bir fonksiyon icra eder.
Halkla ilişkilerin program evrelerinden dördüncüsü olan
değerlendirme evresi –araştırma, planlama, uygulama-
değerlendirme- alınan verilerin tekrar sürece katılımıyla
işletmenin eksikliklerini gidermeye önemli katkı
yapacaktır.
4.2.2.Ortaklar
İşletmeye sermaye koyan kişilere ortak adı
verilmektedir. Sermaye işletmenin temel üretim
elamanlarından bir tanesidir. Ortaklar diğer yatırım
araçlarına göre kârdan en yüksek payı almak isteyen grubu
teşkil ederler. Ortaklara göre en iyi işletme, en yüksek kârı
sağlayan işletmedir.
İşletmelerin sermaye yapıları ve ortakların sayısına
göre farklılık gösteren ortak grubu işletmenin varlık
nedenlerinden biridir. Çok ortaklı ve halka açık işletmelerin
73
ortakları, işletmenin yönetim, işleyiş ve sorunlarından
uzaktırlar. İşletmenin mali durumunu ancak genel kurul
toplantı sırasında öğrenebilirler. Bu tip işletmeler
profesyonel yönetici çalıştırarak yetkilerini profesyonel
yöneticilere devrederler. Ancak genel kurullarda ortaklar
birbirleri ile, yöneticilerle yüz yüze iletişim kurabilirler.
Bu ortamlar ortakların güven ve desteğini kazanma
platformları olarak değerlendirilmelidir.
Ortaklar işletmenin kârlılık oranı, rakiplere göre
avantaj ve dezavantajlı yönlerini, kapasite kullanım oranı,
istihdamın maliyetlerdeki payı, teknolojik durumu vb.
bilgileri öğrenmek isterler. Bu bilgilerin belli periyotlarla
ortaklara gönderilmesi, ortakların işletmeye olan mali
desteklerin devam etmesini sağlar, eğer ayrılacaksa neden
ayrılacağı, işletme için tavsiye ve önerilerin alınması halkla
ilişkilerin görevleri arasında sayılabilir. Ortak olduğu
işletme hakkında sağlam bilgilere sahip olan ortaklar, kendi
işletmelerini başkalarına da tanıtabilecektir. İşletmenin
durumundan memnun her ortak, işletmenin gönüllü ve
inandırıcılığı yüksek bir tanıtım ajanı olarak da görev
yapacaktır. Bu da halkla ilişkilerin işini kolaylaştırıcı bir
fonksiyondur.
5. İŞLETMELERDE UYUM
74
Her organizasyon sadece kendi iç uyumuna (internal
adaptation) değil, etkilediği ve etkilendiği çevresi ile olan
uyumuna da özen göstermelidir. Yakın çevre uyumunda
başlayarak giderek genişleyen, örgütün büyüklük ve etki
alanına göre şekil alan dış çevre ile uyumu (external
adaptation), örgütün o çevre içerisinde tutunması ve
hayatiyetini devam ettirmesinde ihmal edilmemesi gereken
bir konudur. Kurumlarda uyum mekanizmasının nasıl
işlediğini açıklayabilmek için, önce ortamın ne olduğunu
ve ortam koşullarının kurumu nasıl etkilediğinin bilinmesi
gerekir.
“Ortam; organizmayı etkileyen koşulların toplamıdır.
Bu koşulları doğal, toplumsal, kültürel, siyasal, hukuksal,
teknolojik ve ekonomik diye gruplara ayırmak
mümkündür.” (Tosun : 1992 : 110)
İç uyum, birimler arası ilişkilerde ve örgüt ile
çalışanlar arasında iradi birlikteliklerin sağlanması, ortak
amaçlarda bütünleşmedir. Dış uyum ise dış kamu ile
örgütün ilişkilerinde karşılıklı çıkarların ortak bir noktada
buluşabilmesidir. Deprem, sel vb. doğal afetler, harp,
kaynakların tükenmesi ve yeni kaynaklara uyum sağlama,
teknoloji değiştirme gibi yapılması gereken köklü
değişikliklerin örgüt bünyesince kabul edilmesi iç ve dış
uyumun sekronize edilmesi ile mümkündür. Bu gibi
durumlara gerek iç gerekse dış çevre kolaylıkla uyum
75
sağlayamayabilir. Beklenmedik gelişmeler karşısında
halkla ilişkiler biriminin ortak kamularını değişime ve
uyuma hazırlıklı tutması, önemli görevleri arasındadır. Bu
görev o birime bir sorumluk olarak yüklenmelidir.
Değişim çağımızın en önemli trendlerinin başında
gelmekte, bir kasırga gibi bireyleri, toplumları ve
işletmeleri önüne katmış sürüklemektedir. Çevreyle uyum
yeteneğine sahip örgütler bu değişimi en az zararla
atlatırken; bu uyumdan yoksun örgütlerin ayakta kalması
şansı güçleşmektedir.
İşletme, varlığını tehdit eden sayısız tehlikelerle dolu
bir çevrede yaşamını sürdürmektedir. Varlığını tehdit eden
faktörleri bertaraf etmek için değişime ayak uydurmalı,
uzun süre aynı örgüt yapısını sürdürmemelidir. Toplumsal
koşullardaki değişimler örgütün de değişime zorlayacaktır.
Örgüt toplumdaki değişimden kendini soyutlayacak olursa,
toplumsal tabanını kaybedecek, zaman sonra tarih
sahnesindeki yerini alacaktır. Toplumdaki yönetim anlayışı,
teknoloji, pazar ve tüketim alışkanlıkları değişmiş ise;
işletmenin bu değişimi dikkate almaması kendi kuyusunu
kendinin kazması anlamına gelecektir. Sosyal sorumluluk
bahsini işlerken değişimin yönü ve genel refaha olumlu-
olumsuz katkısının ne olduğunu ele alacağız. Değişimin iyi
mi , kötü mü olduğunu evrensel değerler, toplumsal yarar
ve ahlak ilkeleri açısından değerlendirmeye çalışacağız.
76
6. İŞLETMENİN AMAÇLARI
6.1.Kâr
İşletme dış halkla ilişkilerini geliştirirken amaçlarını
sürekli göz önünde bulundurmak durumundadır. Amaçların
kısa vadede revize edilmesi mümkün değildir. Eğer
değişim trendi çok hızlı ise, şirketin arzuladığı amaçlara
ulaşmak için kullandığı araçları gözden geçirmesi
gerekebilecektir. Klasik işletmenin amaçları arasında kâr
elde etmek önceliklidir. Kar amacı yanında bağımsız
çalışma, kendi işini kurma, toplumda yeni istihdam alanları
yaratma, dolayısı ile topluma hizmet etme fikri ile
işletmeler de kurulmaktadır. Kârın işletme açısından
faydaları şu şekilde ifade edilebilir:
• Kâr, işletmenin varlığını sürdürme aracıdır.
• Kâr, işletmenin büyüme, büyüme, yatırım ve
gelişim aracıdır.
• Kâr, işletme sahiplerinin yaşam kalitesini artırma
aracıdır.
• Kâr, işletme başarısını ölçüm ve denetleme
aracıdır.
• Kâr, ücret artışı ve prim yoluyla çalışanları işe
özendirme aracıdır. (Sabuncuoğlu : 2002 : 22)
77
6.2. Topluma hizmet
Kâr, elbette bir işletmenin olmazsa olmazları
arasındadır. Kârdan başka hiçbir şey düşünmeyen
işletmelerin toplumsal konulara duyarsız kaldıkları, bu
şekildeki işletmelerin çoğalmasıyla toplumsal
adaletsizliklerin arttığı, çevrenin kirlendiği, kaynakların
israf edildiği, iş kazalarının önlenemediği, zengin-fakir
arasındaki uçurumun arttığı, bir taraftan lüks bir hayat
yaşanırken diğer taraftan açlıktan ölen insanların sayısının
gün geçtikçe çoğaldığı günümüz dünyasında gözlemlenen
olgular arasında yer almaktadır.
İnsanlığın bu hali karşısında, ortak yaşam alanımız
olan dünya, bize ilelebet bu yaşam tarzını devam
ettirmemize izin vermeyecektir. Ozon tabakasının
delinmesi, yağmur ve sel felaketleri, toprak kaymaları,
kuraklık vb. doğal afetler yanlış sanayileşme ve kârdan
başka bir şey düşünmemek doğayı tahrip etmemize ve
toplumsal eşitsizliklere yol açmıştır. Dünya bütün
insanlığın ortak malıdır. Kimseye doğuştan bağışlanmış bir
mülk değildir. Biz yaşayıp gidecek, bizden sonra gelecek
nesillere miras bırakacağız. Ayrıca doğal hayatı tahrip
78
etmemiz sadece kendi hayatımız üzerinde değil tüm canlı
varlıkların hayatları üzerinde bir tehdittir.
İnsanların açlık ve sefalet içerisinde yaşam sürmesi
karşısında vicdan sahibi bireylerin sorumluluk duygusu ile
hareket etmeyip bencilce davranmaları insanlık onuru ile
bağdaşmayan bir durumdur. Aç insanların varlığı gün
gelecek bizim hayatımıza da önemli bir tehdit
oluşturacaktır.
İşletmelerin sahibi olan bireylerin varlıkların bir
kısmını, sorumluluk duygu ile kazandıkları topluma geri
vermeleri, toplumsal sorumluluklarının bir gereğidir.
Çağdaş dünyada işletmelerin amaçları arasında topluma
hizmet ve sosyal sorumluluk duygusu yer almalıdır. Hiçbir
işletme kendi başına bir varlık elde edememektedir. Ne
kazanılırsa toplumun oluşturduğu bireylerin ortak çabası ile
kazanılmaktadır. Toplumun huzuru ve güveni, sağlanan
ekonomik ortam ve ortak mekanımız olan dünya –
coğrafya- kişinin kendi bireysel çabaları ile oluşmuş
değildir. İşletmenin kurulabilmesi ve hayatiyetini devam
ettirebilmesi için emek, sermaye, toprak ve girişimci gibi
faktörler sayılır ama bu faktörlerin üçünün de kişisel çaba
ile elde edilemeyecek hususlardan olduğu dikkate alınmaz.
En azında bu üç faktörün kârdaki payının bir anlamda
kendilerine iadesi demek olan topluma, doğaya ve ihtiyaç
olan alanlara verilmesi gerektiği düşünülmez.
79
Her işletme yarattığı katma değer ölçüsünde topluma
dolaylı olarak hizmet etmektedir. Mal ve hizmet üreten her
işletme –ki bu örgütün iş performansına karşılık gelir-,
ürettiği mal ve hizmetle topluma ücret karşılığı hizmet
sunmanın yanında, rekabet ortamına dahil olarak mal ve
hizmetlerin yararlı ve kaliteli sunumuna katkı yaparlar.
Ürettikleri mal ve hizmetin tanıtma ve pazarlanması-
iletişim performansı-da bir üretim faaliyetidir, katma değer
yaratarak toplumsal fayda sağlar. Ürettikleri mal ve
hizmetin hem üretim aşamasında hem de pazar aşamasında,
satış sonrası hizmetlerde arkasında durabilmesi,
sorumluluk alabilmesi, sosyal sorumluluk bilinci içinde
kamu yararına yönelmesi (doğrudan kuruluşa bir çıkar
sağlamadan)-etik performans- topluma hizmetin bir
gereğidir. (Küçükkurt : 1987 : 162-164) Ayrıca işletmeler
istihdam alanları oluşturarak çalışanlarına ekonomik
kazanç kapısı açarlar, vergilerini vererek kamu
hizmetlerinin görülmesinde kazançları oranında katkı
sunarlar.
Özel sektör işletmelerinin tüm bu hizmetler yanında,
gönüllü olarak kârlarının bir kısmından fedakarlık yaparak
toplumsal projeleri desteklemeleri beklenmekle birlikte, bu
kanuni bir zorunluluk olarak görülmez. Faaliyet gösterdiği
sektörde rekabet ortamı acımasız değilse, kârlarını yeni
yarımlara yöneltmeyecekler, iş alanlarına yatırım
80
yapmayacaklarsa, yani büyüme amaçları yoksa, toplumda
imajlarının kalıcı hale gelmesi için sosyal projeleri
desteklemeleri kendi lehlerinedir.
6.3.Büyüme
Rekabet ortamı serbest piyasanın acımasız şartlarına
uygun olarak seyrediyorsa, sosyal projelere kaynak
aktarmak, işletmeyi rekabet dışında bırakabilir. O zaman
amaç büyüme ve gelişmeye yöneliktir. Büyüme işletmeyi
merkeze alan, işletmenin geleceğini düşünen bir yaklaşımın
sonucudur. Günümüz rekabet ortamında bir işletme
büyümüyorsa yani yerinde sayıyorsa, o işletme geriliyor
anlayışı yaygın bir kanaat halini almış demektir.
Büyümenin kâr etme ile çok sıkı ilişkisi vardır. Kâr eden
işletme, kârını dağıtmadan yatırımlara yönlendiriyorsa
büyüyor demektir. Büyüyen bir işletmenin iç ve dış hedef
kitlesi de büyümektedir. Hedef kitlenin büyümesi yeni
sorumlulukların beraberinde gelmesi demektir. Ürettiği mal
ve hizmet miktarı artmaktadır; bu yeni müşteriler, daha
fazla kaynak tüketimi, daha çok enerji kullanımı, daha çok
çalışan demektir.
İşletme sektörün hakimi durumunda büyümeye
devam ediyorsa tekel oluşturma durumuna gelecektir. O
zaman fiyatları tek başına belirleyecek, ürün kalitesini
81
düşürecek, hatta iktidarı belirleyebilecek konuma
ulaşacaktır. Büyümenin de dengeli ve optimal bir düzeyde
tutulması zorunludur. Tekel durumundaki bir işletmenin
optimal düzeye çekilmesi bir zorunluluktur. Böyle bir
işletmenin kaynaklarının bir kısmını sosyal alanlarda
kullanmak ve serbest piyasanın rekabet ortamına çekmek
sosyal sorumluluğunun bir gereği olarak düşünülebilir.
6.4.Tüketicilere hizmet sunma
İşletme ürettiği mal ve hizmetleri ihtiyaç sahibi
tüketicilere sunar. Tüketici o mal ve hizmetleri bir bedel
karşılığı satın alır. Toplumsal iş bölümünün gereği olarak
bu ürün ve hizmetlere farklı kişiler tarafından üretilir. Kişi
tüm ihtiyaçlarını kendi karşılayamayacağına göre, belli mal
ve hizmetlerin belli kişi ve işletmelerce üretilmesi toplum
olmanın bir sonucudur. Toplumların varlıklarını devam
ettirebilmesi için bu tür iş bölümünün yapılması
zorunludur. İşte işletmeler bir yanlarıyla da toplumsal
özellik arz eden işleri üstlenirler, iş bölümünün gereği
olarak toplumda herkes herkesin müşterisidir. Türk
toplumunda yerleşmiş bulunan “müşteri velinimetimizdir”
yaklaşımı tüketiciye verilen önemi göstermektedir. Bu
topluma, dolayısıyla müşteriye saygının da bir gereğidir.
İşletmenin tüketiciyi memnun etmek için, onun
gereksinimlerine uygun mal ve hizmeti üretmesi,
82
işletmenin toplumsal görevi olduğu kadar, varlığını devam
ettirmesinin de zorunlu koşuludur. İşletmenin kalıcı ve
güvenilir olması isteniyorsa kaliteli, ucuz mal ve hizmet
üretmenin yanında satış sonrası hizmetleri de sağlanması
tüketiciye ve topluma hizmet olarak görülmelidir.
7. SOSYAL DEĞİŞİM VE HALKLA İLİŞKİLER
Kamuoyunun bir konu hakkındaki tutumu, değişime
bakışı, yenilik arzusunda olup-olmaması, gelecekten
beklentisi hem siyasal halkla ilişkileri hem de ticari halkla
ilişkileri yakından ilgilendirmektedir. Siyasal iktidarın
otoritesinin devamı ya da mevcut durumla nereye kadar
gidebileceği; şirketler açısından gerek tutundurma gerek
yeni ürünlerin ve hizmetlerin piyasaya girmesi
kamuoyunun-toplumun- beklentileriyle doğru orantılıdır.
Yeniliğe kapalı bir toplumda yeni malların piyasada satış
şansı azdır, yeni siyasal fikirlerin tutunup partileşme
sürecine girmesi pek umulmaz.
Değişmeler çoğu kez, etkiledikleri toplumlar
tarafından belli bir gecikme ile anlaşılabilmektedir. Alvin
Toffler ve gelecek konusunu ele alan diğer
düşünürler/yazarlar bu gün geçmişte olduğundan çok farklı
ve hızlı bir değişim yaşandığını söylemektedirler. Bunun da
yeni bir bilgi ve düşünce yapısı yaratmakta olduğunu,
toplumun sürekli yenilik ve sürprizlerle karşılaşacağını,
83
kişilerin sorununun değişiklik ve yeniliğin temposu ile baş
edebilmek olacağını, geçicilik, yenilik ve hızlı değişimin
beraberinde “ gelecek şoku”nu getireceğini savunmaktadır.
Buna engel olmanın ise ancak bu yapıya uygun bir eğitim
sistemi ve bireyin toplumsal ve politik katılımını
arttırmakla mümkün olacağı söylemektedirler. Katılımın
artması feedback mekanizmalarını güçlendirecek ve hızlı
değişimi denetlemeye yardımcı olacaktır. Hızlı değişim,
bazı kişi ve grupları marjinalleştirip mutsuz azınlıklar
durumuna itebilir. Katılımın yaygınlaştırılması buna engel
olmanın en kısa yoludur (Kozlu : 1995 : 1) Feedback
mekanizması halkla ilişkilerin tanıtma fonksiyonunun bir
sonucudur ve toplumsal değişmenin yönünü ve hızını
belirlemede çok önemli bir işlev görebilir. Eğer bireyin
yalnızlaşmasını istemiyor topluma aktif katılımını,
yönetimde sorumluluk almasını isteniyorsa tam ve doğru
bilgilendirme yapmalı, iletişim kanallarını açık
tutulmalıdır. Dürüst olup anlaşmazlık konularını ortaya
koymalı, karşılıklı anlayışla müzakere metodunu
benimseyip aldanmaması sağlanmalıdır.
Alvin Toffler Gelecek Şoku adlı esirinde olumsuz
gidişi önlemek için bir "süper-sanayi" yani sanayi ötesi
eğitim sistemi ve katılımcı bir politik sistem yaratılması
gerektiğini söyleyerek şoku atlatabileceğimizi belirtir.
Toplumların geçmişte olduğundan çok daha hızlı
84
değiştiğini, bunun yepyeni bir bilgi ve düşünce yarattığını
ve "süprizlere" açık hale geldiğini söylemektedir. Eğer
eğitim ve katılımcı demokrasiye önem verirsek bilgi ve
geri bildirimle (feedback) bu hızlı değişim
denetlenebilecektir. Hızlı değişim bazı kişiler ve grupları
marjinalleştirir ve mutsuz kılarken bazılarını da güçlü,
rekabetçi ve bencil hale getiriyor. Bu durum denetim ve
yönetimi zorlaştırıyor. Sanayi toplumu, zengin-fakir
farklılaştırmasını yarattığı gibi onun sonucu olan toplumsal
sınıflaşma da küskünler ordusuna yol açıyor. Çevre
kirlenmesi, kaynakların verimsiz ve hor kullanılması ve
toplumların yönetilemezliği, sanayi toplumunun
oluşturduğu olumsuz koşulların ürünüdür.
Toffler tarım devrimine birinci dalga, sanayi
devrimine ikinci dalga, 1950'lerde başlayan teknoloji ve
onun getirdiği toplumsal ve sosyolojik değişimlere ise
üçüncü dalga adını veriyor. Üçüncü dalga ile gelişmekte
olan bilgisayar, elektronik, bilgi, biyo-teknoloji gibi
sanayileri kastederek, bu sanayilerde esnek üretim, yarı
zamanlı mesai, işin eve dönüşü gibi değişimlere işaret
ediyor. Bu toplumda bilgi en önemli güçtür. Bilgi sayesinde
iş hayatı, ulusal ve uluslararası politikalar da değişecektir.
Toplumlarda gücü, kaba kuvvet değil bilginin
belirleyeceğini ve en demokratik kaynağın bilgi olduğu
görüşünü ısrarla ortaya atıyor. "Geleceğin imparatorlukları
85
aklın imparatorlukları olacaktır" sözünü güçlendirici
açıklamalar ve öngörülerde bulunur.
Gelecekte her kurum, iktidar kavgalarının merkezinde
bilgiyi bulacaktır, iktidarı bilgi denetleyecektir. Büyük
ölçekli kurumlar gerilerken, küçük işletmeler gelişecek ve
sayıları artacaktır. İş gücünün önemli bir kısmı bu küçük
işletmelerde istihdam olanağına kavuşacak ve üretimin
büyük kısmını bunlar gerçekleştirecektir. Ekonomide
sanayinin ağırlığı sürekli azalırken, ticaret ve hizmet
sektörü canlanacak, ekonomideki payı artacaktır. Bu
işletmelerde çalışanlar kendilerini ilgilendiren kararlara
katılıyor ve bu katılım etkili ve başarılı yöneticileri de
içinden çıkarıyor. Buradaki gelişmeler politik hayatta da
kendini hissettiriyor. Özelleştirme ve devletin küçültülmesi,
çoğu işin taşeron kurumlara verilmesi, hiyerarşinin
azaltılması özel ve kamu sektöründe tartışılır hatta
uygulanır hale gelmiştir. Küçülme ve özelleştirme gelirin
parçalanıp paylaşılmasına imkan tanıdığından gelir
dağılımı en önemli konu olmaktan çıkıp katılım ve medya
gücünün paylaşımı ilk sıraya yerleşmektedir.
John Naisbitt de benzer ifadelerle geleceğin
toplumlarını tasarlamış, dünya ekonomide evrensellik
ulusal ekonomiden küresel ekonomiye geçiş, siyasette
merkeziyetçilikten yerinden yönetime, temsili
demokrasiden katılımcı demokrasiye hiyerarşiden ağ
86
örgütlenmesine, milli kültürden evrensel kültüre evirilecek
saptamasında bulunmuştur. Küresel Paradoks adlı kitabında
teknolojinin önemine, bilginin gücüne, ekonomilerin
küreselleşmesine işaret eder. Ekonomiler küreselleşirken
onu oluşturan parçaların önem kazandığını büyük bir
paradoks olarak ifade eder. Sovyetler Birliği’nin
parçalanmasıyla bölgesel ittifakların doğduğunu, büyük
şirketlerin belli alanlarla kendilerini sınırladıklarını ya da
parçalanarak her bir işi bir şirketin yapar hale geldiğini
küçük şirketlerin ise şirket evlilikleriyle güçlendiklerini
ifade eder. Küresel iş dünyasında stratejik ittifaklar artmış,
büyümeden güç kazanmak daha önemli hale gelmiştir.
“Yerel düşün küresel davran. Kabileci düşün evrensel
davran.” ilkesi uyarınca hareket etmek daha akıllıca bir
davranış olarak gözükmektedir. Demokrasi arttıkça
dünyadaki ülke sayıları da artıyor ; milli devletlerin önemi
arttıkça yenileri kuruluyor. İnsanlar kimliklerine daha sıkı
bağlandıkça dünyanın her yerinde azınlık dilleri yeni bir
statü kazanıyor. Globalleştikçe paramıza ve kimliğimize
daha fazla önem vermeğe başlıyoruz. Tüm bunlar birer
paradokstur. Görülüyor ki dünyada gerek siyaset gerek
ekonomi gerekse toplumsal alanlarda belli bir odak
kalmamış herkes bir arayışın peşine düşmüştür. Naisbitt’e
göre bu büyük paradokslar Maastricht anlaşmasını da
geçersiz kılacaktır. Naisbitt’in işaret ettiği toplumsal ve
87
ekonomik yapı, halkla ilişkilerin genelde yerel ölçekte
planlanıp uygulanmasını gerekli kılar ama evrensel
gerçekleri de göz ardı etmeyen bir tutuma işaret olarak
algılanabilir.
Daniel Bell sanayi sonrası toplumun temel
özelliklerini sıralarken bilgi ve onu kullanımı üzerinde
ısrarla durarak, bilgili insanın bir toplumun en önemli
kaynağı olduğunu söylemektedir. Toplumsal sınıfları
mülkiyet değil, eğitim farkları belirleyecek ve yeni bir sınıf
oluşacaktır. Eğitimliler ve diğerleri... Toplumu bekleyen en
önemli tehlike de bu eğitimli sınıfın önderliğinde oluşacak
bürokratik yapının kemikleşmesi, uyum ve dayanışmaya
kendini kapamasıdır.
Ekonomik alanda üretim yerini hizmetler sektörüne
bırakarak insan faktörünün ön plana çıkarmıştır. Sanayi
döneminde makine başat rolü oynar iken, bu toplumsal
dönemde yerini tekrar insana bırakarak o döneme göre
daha insani bir mecraya girilmiştir. İnsana hizmet bilgi ile
olacağından kalite de bilgi ile yakalanacağından araştırma
enstitüleri ve üniversiteler bu toplumun temel kurumları
haline gelecektir. Bu yaklaşım halkla ilişkilere olan ihtiyacı
daha da artıracak, hizmetler sektörü içindeki yerini
güçlendirecektir. Hizmetler sektöründeki gelişim kadınların
ekonomideki payını artıracak, özellikle gelişmekte olan
ülkelerde ekonomik bağımsızlıklarını kazanmalarını da
88
sağlayacaktır. Bu durum sanayileşmeye yeni başlayan
ülkeleri de zamanla etkileyecektir. Hizmet sektöründe
yapılan işi makine ile ikame etmek sanayi kadar mümkün
olmadığından ücretlerin artan payı enflasyon olarak halka
geri dönmektedir.
Serbest Pazar ekonomisinde ürünlerin dağıtımı etkin
bir şekilde yapılırken, servis sektörü ürettiği hizmetleri
etkin bir şekilde halka sunmakta zorlanmaktadır. Sağlık,
eğitim, güvenlik ve çevre hizmetleri sosyal değeri çok
yüksek hizmetlerdir, toplumsal yarar ön plandadır ve baskı
grupları eliyle politika üzerinde etkisi çok çabuk görülür.
Bell, bilimin yenilik ile birleşip sistematik ve
organize bir şekilde teknolojik büyümeyi beraberinde
getirdiği, teknolojinin toplumu dönüştürerek sanayi sonra
toplumu oluşturduğunu söyler; bu gelişim giderek raslantı
ve kişisel çabalardan, sezgi ve dehadan değil, sistematik
araştırma ve geliştirme çalışmalarından kaynaklanır hale
gelmektedir der. Milli gelir ve istihdamdaki pay ile
ölçüldüğünde toplumun ağırlığının giderek bilgi sektörüne
kaydığı görülür. Hizmetler sektöründeki en büyük grubun
öğretmenler olması, onları mühendis ve teknisyenlerin
izlemesi çok önemli bir göstergedir.
Bu Amerikan toplumunun en temel kuruluşları olan
özel şirketlerin yarın yerlerini üçüncü sektöre bırakacakları,
bu sektörün ise okul, hastane, araştırma enstitüsü gibi
89
kurumlarla, gönüllülerin kurdukları çeşitli dernek, vakıf
gibi baskı kurumları olacağını söylemektedir. Müteşebbis
ile serbest piyasayı buluşturan ticari şirketlerin toplumdaki
ağırlığı azalacak, dağıtım ve pazarlama ön plana çıkacaktır.
Sistem sosyal tercihlere ve sosyal planlamaya daha fazla
önem vermek zorunda kalacak, bu da halkın tercihlerinin
bilinmesini gerekli kılacağından halkla ilişkilere önemli bir
görev düşecektir. Böyle bir toplumda gündemi politik ve
teknokratik odaklar belirleyeceğinden ekonomi ikinci plana
düşecektir. Güçlenmekte olan bilim sektörü ülke
yönetiminde ağırlığını hissettireceğinden vasıflıların söz
hakkı artacak, fırsat eşitliğini sağlamak zorlaşacaktır. Bu
gibi güçlükleri ortadan kaldırmak için halkla iyi ilişkiler
geliştirmek, halkı ülke yönetimine katılmaya zorlamak,
aksaklıkları giderici karşılıklı tedbirler almak görevi,
herhalde en başta halkla ilişkilere düşecektir.
Samuel Huntington ise gelecekte esas çatışmanın iki
medeniyet arasında olacağını, bunların İslam ve
Hıristiyanlık kaynaklı batı ve doğu medeniyetleri olduğunu
belirtir.1 Dünyadaki medenileşme ve modernleşme
deneyimlerinden nasibini alamayan müslümanların
küreselleşme karşındaki tepkileri daha çok şiddet içerdiği
ve uzlaşmaz bir tavır takındıkları için bu çatışma
kaçınılmazdır diyerek meşhur medeniyetler çatışması
1 (Medeniyetler Çatışması, derleyen Murat Yılmaz, Ankara : Vadi, 1995.)90
fikrini ortaya atar. Bu tez bu gün çok tartışılır olmakla
birlikte müslüman dünyayı bu şartlar altında bırakan, o
ülkeleri gerek siyasi gerek ekonomik dayatmalarla karşı
karşıya bırakanın kim olduğu üzerinde durulmamıştır.
Kendi ülke halklarına uyguladığı demokrasi ve insan
haklarını söz konusu ülkelerde uygulanmak ancak batı
çıkarlarına ters düşmediği ölçüde mümkündür. Stratejik
planlarını bozacak halk tercihlerinin yönetime yansıması
söz konusu olunca gerek içten, gerekse dıştan ekonomik
ambargo vs. yollarla müdahaleye cevaz verilmektedir.
Tarih bunun örnekleri ile doludur. Ayrıca İslam alemi diye
mono-blok bir yapı yoktur. Tüm İslam dünyasını aynı
kefeye koyan bu anlayış Türkiye ile Afganistan'ı, Irak’la
Suudi Arabistan'ı aynı gözle görmektedir. Buralarda din
belirleyici tek sebep değil, o ülkelerin tarih ve kültür
yapıları daha etkilidir. Üstelik bu ülkelerin bir kısmı kendi
aralarında kavgalıdır, batı medeniyetine karşı ortak bir güç
oluşturmaları mümkün gözükmemektedir. Geçmişte
oluşturmuş oldukları ekonomik bloklar dağılmış, siyasi
yapıları çok farklı, ekonomik açıdan çoğu batılı
sanayileşmiş ülkelere bağımlı, sanayileşmelerini
tamamlayamamış ülkelerdir.
Okumuş yazmış aydınlarının bağnazlıktan uzak,
tartışmaya açık ve uzlaşmacı olmaları çok önemli bir
avantajdır. Bu aydınların çoğu batıda eğitim görmüş, hem
91
batıyı hem doğuyu bilen, batılı üniversite ve enstitülerde
öğretim görevi yapan entelektüel insanlardır. Bu insanların
varlığı, medeniyetler çatışmasına değil aksine iki
medeniyet arasındaki diyaloga kapı açacak ve
Huntington'un fikirlerini çürütecek en güçlü kozdur.
Batıdan bakınca doğu tek blok gibi görülebilir ama doğu
öyle zengin bir kültür hazinesine sahip ki, bu hazinenin-
fundemantalistler hariç tutulursa- her türlü düşünceyi kabul
edebilecek bir hoşgörüyü de barındırdığı görülecektir.
Fundamentalistlerin bu ülkelerde etkili olabilmeleri tarihi
deneyimler ve hoşgörü kültürü ışığında mümkün
gözükmemektedir. Bu ülkelere milliyetçilik akımını yayan
batı, mozayiği parçalayıp toplumsal yapıyı bozunca üstüne
de ekonomik zorlukları ekleyince ortaya çıkan şiddet yüzlü
tepkilerden korkar hale gelmiş, medya gücü ile bunları
genelleyerek tüm islam dünyasını şiddetle özdeşleştirmiştir.
Bu tavır ahlaki bir tavır değildir ve altındaki sebepler
sorgulanmadan yargılama yoluna gidilmiştir. Burada, islam
dünyasında uygulanan ve uygulanacak dış halkla ilişkiler
faaliyetinin (dış tanıtım) bu olumsuz durumu ve imajı
giderecek şekilde tasarlanıp-planlanması kaçınılmazdır.
Yirminci yüzyılın en önemli tartışma konusu olan
küreselleşme ve onun oluşturacağı yeni dünya düzeni,
ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel yapıları aşama aşama
etkiliyor, dönüştürüyor. Sanayi toplumunun üretim ve
92
büyüme eksenli modeli pazarın da büyümesi ile yani tüm
dünyanın ortak pazara dönüşmesi ile genişlemiş, üretilen
malların tüketimi, başka bir deyişle üretilen mal ve
hizmetlerin satışa sunulması daha öncelikli sorun haline
gelmiştir. (Gürlesel : 2000 : 15) Bu da mal ve hizmetlerin
tanıtımında halkla ilişkilere önemli görevler yükler.
Gelişmiş ve sanayileşmiş ülkeler yeni pazarlarda daha
rahat satış imkanlarına kavuşmak için hukuki ve siyasal
yapıları yeni dünya düzeninin normlarına uygun hale
getirmek için kendi aralarında oluşturdukları, çoğu zaman
kendilerine hizmet eden uluslar arası kurumları
kullanmaktadırlar. Gümrük duvarlarının kaldırılması,
serbest dolaşım, ekonomik bütünleşme, piyasa hareketleri
ve yabancı sermayenin ülke ekonomisine katkısı gibi ilk
bakışta hoş gelen atraksiyonları dolaşıma sunarak, bunları
oluşturacakları "yeni dünya düzeni"ne basamak
yapmaktadırlar. Gelişmiş ülkelerdeki tasarruf fazlası,
gelişmekte olan ülkelerdeki tasarruf açığını kapatacak,
yatırım ve üretime dönüşerek her iki taraf da karlı çıkacak
mantığı ile çalışmadan para kazanacaklar ve aynı zamanda
bu "yardım"larla istedikleri düzeni dünyaya vermiş
olacaklardır. Neticede yeni dünya düzeni güçlülerin
oluşturacakları ve onların kazançlarını azami ölçüde
sürdürecekleri bir düzen olacaktır. Bunlar, paranın önüne
geçecek, mal hareketlerini engelleyecek her türlü teşebbüsü
93
"terörizm" damgası ile damgalamaktan da
kaçınmayacaklardır.
Yeni dünya düzeninin temel üç sac ayağı
bulunmaktadır. Demokrasi, piyasa ekonomisi ve birey hak
ve özgürlükleri. Bu değerler dünyadaki tek pazarın oyun
kurallarına dönüşmüş bulunmaktadır. Diğer ülkeler bu
değerleri benimseyip-kabullendikçe ve uygulamaya
koydukça bu sürece katılacaklar, uzaklaştıkça bu sürecin
dışında kalarak "terörizm"e yaklaşacaklardır. Her ülke için
bu kurallar demetinin istenip istenmediği de tartışmalıdır.
Zengin enerji kaynaklarının bulunduğu ülkelerin yönetim
biçimlerinin demokrasi olmaması ve bu yönetimlerin halka
rağmen iş başında kalmaları bir sorun teşkil etmemektedir.
Yeni dünya düzeninin kültürel, siyasal ve toplumsal
alanlarda da önemli sorunları ortaya çıkmaktadır. İnsanlar
her türlü iktisadi değişme karşısında kendilerini tehdit
altında hissediyorlar, ülkeleri dışından gelen değişmenin
tamamen yabancı ve tehdit edici görülmesi mantıksız da
değil. İktisadi ilişkiler toplumların sosyal ve kültürel
yapılarını değiştirmekte, dostluk, akrabalık ve yardımlaşma
duygularını köreltmekte, her değeri paranın kontrolüne
bırakmaktadır. Dünya Ticaret Örgütü'nün Seattle'daki
toplantısında ortaya çıkan sokak gösterilerinin (protestolar)
ortak gündemi kuzey-güney farklılaşmasının ortadan
kaldırılması, daha adil bir ekonomik düzenin oluşturulması
94
idi. Küresel ekonomi bazıları için yararlı, geri kalan
çoğunluk için zararlı bir şekilde işlemektedir. Avrupa
halklarının çoğunluğu bu süreçten olumsuz etkilenmekte,
yedikleri genetik gıdalar sağlıklarını bozmakta, yatırımlar
daha verimli bölgelere kaymakta, işsizlik artmakta ve
gelirleri göreli olarak sürekli düşmektedir. Avrupa dışı
ülkelerde kabaran milliyetçi akımlar bu sürecin önünde en
büyük engeli oluşturmaktadır. Netice olarak denebilir ki
oluşturulmakta olan yeni dünya düzeni bünyesinde
tehlikeleri barındıran, dikenli bir yolda yürümeye devam
etmekte, yol boyunca alınacak iyileştirici radikal
tedbirlerle belki hedefine varabilecek yoksa çok büyük
toplumsal ve ulusal patlamalara da sebep olabilecektir.
Tam bu aşamada halkla ilişkilerin bu sürecin karşılıklı
uzlaşma zemininde arabulucu bir misyonu olabilir.
Dünyanın daha yaşanılır ve daha temiz bir hal alması,
gelecek nesillerin sorunsuz yaşaması için halkların ve
ülkelerin asgari bir uzlaşma zemininde buluşması
kaçınılmazdır. Tarafların karşılıklı istek/talepleri alınarak-
ki bu halkla ilişkilerin görevidir.- uzlaşım noktalarının ve
ortak yararların tesbit edilmesi bu sürecin daha sağlıklı
işlemesini sağlar. Her bir taraf kendi başına, çevresinden
habersiz, diğerlerinin sıkıntılarını ve amaçlarını bilmeden
karar verirse, ortalık toz duman bir hal alacak ve şiddetin
ateşi sürekli yükselecektir. İstenmeyen bu durum çok daha
95
acı sonuçları da beraberinde getirecektir. İyi bir halkla
ilişkiler uygulaması ile kötü sonuçların oluşması
önlenebilecek, belki ortak bir anlaşma zemini
bulunabilecektir. Taraflar arasında karşılıklı anlayış, saygı
ve algı birliğinin oluşması halkla ilişkilerin modern ve
küresel durumu iyi analiz etmesi ve objektif
uygulamalarıyla daha kolay çözülür hale gelebilir.
Salim Kadıbeşegil Halkla ilişkilerin yeni evrensel
boyutu : Repuception adlı makalesinde dünya halkla
ilişkiler literatürüne 1990’lı yıllarda “Reputation
Management” veya “Perception Management” gibi yeni
kavramların girdiğini, halkla ilişkilerin değişen dünyada
yeni yaklaşımlarla anılmaya başladığı söyler. “Ülkelerin
coğrafi sınırlarının önemini yitirdiği günümüz dünyasında
şirketlerin kendi faaliyet alanları gösteren haritalar yönetim
masalarının arkasında stratejik anlamlar içerdiğinden,
global stratejilerin yerel izdüşümlerini algılamaya halkla
ilişkilerin klasik tanımı yetmiyordu “Reputation”ı, nam, ad,
ün, itibar, saygınlık gibi sözcüklerle açarsak “Perception”
algılama, idrak, sanı gibi kavramlarla dilimize
çevrilebiliyor... Bu iki kavramın birlikte anılmasının
kaçınılmaz hale geldiğini” ifade ediyor.... Günümüzde çok
yoğun yaşanan şirket evliliklerinde belirleyici unsur olan
“kurum imajının değeri”, borsada işlem gören şirketlerin
hisse değerlerinin azalıp, artması, nitelikli insan
96
kaynaklarının bir takım şirketleri “kariyer” olarak
görmeleri “Repuception” kavramının ta kendisidir.
(Kadıbeşegi1 : 2000 : 122-123)
İçinde bulundukları toplumsal çevrenin bir ürünü olan
örgütler, çevrenin sürekli değişmesi ile kendilerini
çevreden gelen bu değişmeye uydurmak zorunluluğu ile
karşı karşıyadırlar. Örgütler, toplumsal bir fonksiyonu
yerine getirdikleri ölçüde hayatiyetlerini devam
ettireceklerine göre ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal
olan kuruluş amaçlarını çevrenin isteklerine göre yeniden
düzenlemek ya da değiştirmek durumundadırlar.
Ayrıca örgütler; çevreye bir kurum olarak kendi
saygınlıklarını kabul ettirdiklerinde, bir yenilik kaynağı ve
değişme aracı olarak kendi çevrelerini etkileme ve kontrol
etme olanağına kavuşmaları, çevredeki değişme ile kendi
değişimlerini amaçlarına uygun bir dengede tutabilmelerine
bağlıdır.(Sağlam : 1979 : 61)
Teknolojik gelişmelere paralel olarak gelişen örgütsel
değişim iç ve dış çevreye uyum olarak iki farklı bir
kategoride de incelebilir. Bu bağlamda örgütün iç çevresi
dendiği zaman onun bütün formel ve informel ilişkilerini
ifade eder. Dış çevre ise “örgütün içinde oluşturduğu daha
üst düzeyde bir sistemin ya da toplumun unsurlarını ve
biçimsel doğal etkileşim kalıplarını” ifade etmektedir.(
Sağlam : 1979 : 78)
97
Amaçlarını gerçekleştirmek için örgütün iç ve dış
çevreye uyumu olarak ele alınan örgütsel değişimin
gerçekleştirmek istediği ve adına “örgütsel amaçlar”
dediğimiz kavram ise örgütün hem toplumsal ihtiyaçlarının
hem de kişisel ihtiyaçların bir uzantısı olarak görülüp
örgütün bir sistem olarak varlığını sürdürebilmesi ve
koruyabilmesi için öngördüklerinin toplamıdır.
Örgütün hem örgütsel amaçlarını gerçekleştirmesi
hem de toplumla uyumlu ilişkiler geliştirmesi halkla
ilişkiler politikalarının tutarlılığıyla doğru orantılıdır.
Politikaların tutarlı olması da tutarlı ilkelerin
uygulanmasına bağlıdır. Siyasette, ticarette, sosyal
ilişkilerde, hayatın tüm alanlarında insan haklarına riayet
eden, hak ve hukuk gözeten, karşılıklı anlayışı esas alan
yaklaşım tarzları daima toplumsal huzuru sağlayıcı
sonuçların alınmasına katkı yapar.Toplumsal sorumluluğun
temel ayakların biri insan vicdanı, diğeri ise toplumsal
ahlaktır. Bu iki kavramın felsefi temellenrilmesine ikinci
bölümde değineceğiz.
8. SİSTEM YAKLAŞIMI VE HALKLA İLİŞKİLER
Sistem birbirlerine bağımlı olan iki veya daha fazla
parça veya alt sistemlerden oluşan bir bütün olarak tarif
edilmektedir. İşletmeyi bir sistem olarak ele alırsak,
pazarlama, üretim, personel, finansman gibi birimler
98
işletmenin alt sistemleridir. Pazarlama bölümünün alt
sistemi ise satış, stoklama ve plasiyerler, satış noktaları vs.
olarak ele alınabilir.
Adına çalıştığımız işletme, hangi sektörde faaliyet
gösteriyor ise - örneğin imalat sektöründe ise- o sektörünün
alt sistemidir. Tüm sektörler genel ekonominin alt sistemi;
ekonomi, siyaset, ticaret, kültür gibi kurumlar da
kendilerinin üstünde işleyen adına devlet organizasyonu
denebilecek – siyaset bilimi anlamındaki devlet değil- daha
büyük bir sistemin alt sistemleridir. Böyle bir sistemde,
ulusu oluşturan bireylerin her türlü faaliyetleri sistemde
yer bulur. Devlet, ülke-birey-millet bütünlüğünün
oluşturduğu ve hiçbir unsuru dışarıda bırakmayan büyük
organizasyonun adıdır. Bunun üstünde iki veya ikiden fazla
ulus-devletin birleşip-bütünleşerek kurdukları bölgesel
organizasyonlar yer alır. Ekonomik ve siyasi birlikler olan
AB gibi. OECD, NAFTA vb. Bunların da üzerinde insanlar
tarafından kurulmamış olmasına rağmen, yani bir
organizasyon niteliği taşımasa bile işleyen-yaşayan bir
dünya sistemi vardır. Dünyanın da kendi kendine
yetmemesi, yağmuru, havayı, ışığı daha üst sistemlerden
alması da dünya sisteminin üzerinde sistem(ler) olduğunun
işaretlerini gösterir. Evren...Uzay...Galaksiler vs...gibi çok
daha üst sistemler.
99
Her şey ve herkes birbirine bir şekilde bağlı ya da
muhtaç.
Sistemleri basitten karmaşığa doğru belli bir hiyerarşi
içinde Kenneth Boulding sınıflandırmıştır.
Satik Yapı Düzeyi : Çatı olarak da kabul edilen bu
düzeye örnek olarak evrenin anatomisi ve coğrafyası,
güneş sistemi verilebilir.
Basit Dinamik Sistem : Önceden belirlenmiş bazı
hareketleri yapan basit dinamik sistemlerdir. Bu düzey,
mekanizmalar olarak adlandırılabilir ve örnek olarak saatin
işleyişi gibidir.
Kontrol Mekanizmalı veya Sibernetik Sistem :
Termostat düzeyi sistemin belirli bir dengeyi korumasını
sağlar.
Açık Sistem : Hücreler, organizasyonlar gibi
varlıklarını sürdürebilen açık sistemlerdir. Büyüme
yeteneği gösteren, kendi kendini koruyan veya sürdüren
sistemler düzeyi. Bu düzey canlı organizmaları kapsayacak
biçimde gelişmektedir.
Kalıtım-Toplumsal Düzeyler : Bu sistem
çerçevesiyle etkileşim halinde olup botanik uzmanlarının
gözlemsel dünyasını oluşturan ve bitki ile belirtilen
katılım-toplumsal düzeydir.
100
Hayvan Sistemler : Hareketlilik düzeyi olup amaca
dönük davranışları ifade eder. Kendinin farkındadır, diğer
bir ifade ile yaşamak için yiyecek arar, tehlikeden kaçar.
İnsancıl Sistemler : Sembol yorumu ve fikir iletişimi
düzeyidir.
Sosyal Sistemler : İnsanların oluşturduğu
sistemlerdir. Bunlar aile, ordu, devlet, okul, özel işletme
vb.
Doğa Üstü Sistemler : Bunlar aslında bilinmeyen ve
doğa üstü kabul edilen güçler düzeyidir. (Özalp : 2000 : 45)
Örgütler de birbirlerinden ve çevreden girdi adı
altında materyal, insan kaynağı, finans ve bilgi alırlar. Bu
dört elamanın birleşmesi çevreye ürün ve hizmet olarak
geri döner. Çıktı olarak isimlendirilen ürün ve hizmet başka
örgütlerin girdisidir. Bu ürün ve hizmetler gerek birey
gerekse işletmelerin ihtiyaçların karşılar. Bu birey ve
işletmeler o işletmenin alt sistemi olabildiği gibi eşit düzey
bir sisteme ait de olabilirler.
Sistem kuramını bir otomotiv fabrikası üzerinde
uygularsak; girdiler : fabrikanın kurulu olduğu toprak ki
bu doğa üstü bir sistem tarafından dünya sistemine çıktı
olarak verilmiş-üretilmiştir. Dünya sistemin yaşaması için
hazır bulunan doğadaki hava, ışık, su, madenler, ateş vs.
unsurlar yine doğa üstü bir sistemin doğaya armağanıdır.
Bu yaşamsal unsurlar olmaksızın fabrikanın kurulması
101
mümkün değildir. İnsan kaynağı üretimi ilk neden
itibariyle, biyolojik ve ruhsal yapısı ile üst bir sistemin çok
daha alt bir sisteme hediye ettiği önemli bir faktördür.
Bina, oluşumunda toprak, demir, çimento, kereste gibi
elemanların bilgi ile yoğrularak oluşturulan, insanlar
tarafından kurulan bir yapıdır. Makineler, demirin bilgi ile
bütünleşmesidir. Makinelerin rasgele konulmadığı ve bir
amaç için ve o amaca uygun olanların seçildiği, birbirlerine
entegre olduğu, benzin, elektrik vb. enerjilerini yine başka
bir sistemden sağladıkları unutulmamalıdır. Yönetim
birimi, insanlardan oluşan sosyal ve bilişsel bir
organizasyondur. Üretim birimi, makinelerin ve insanların
bir arada bir amaç uğruna birlikte çalıştıkları alt sistem.
Tasarım...Pazarlama...Finans... tüm bunlar fabrika
organizasyonunun iç çevresini ve halkla ilişkilerin iç hedef
kitlesini oluştururlar. Müşteriler...Bayiiler...Sürücüler...
Otomobiller.. Taksiciler... Kamyoncular... Nakliyeciler...
Tamirciler..vs. de o işletmenin dış hedef kitlesini
oluşturmaktadırlar.
İç ve dış hedef kitlenin yanında başta saydığımız üst
sistemler tarafından bize verilen unsurlar halkla ilişkilerin
ilgi alanı dışında tutulabilir mi? Eğer cevabımız evet ise,
bu unsurlar fabrikamız için önemli değildir anlamına
gelecektir. Böyle bir yaklaşım sorumluluk duygusundan
uzaktır. Kadirşinaslık değildir. Bu unsurların elimizden
102
alınması durumunda, böyle bir organizasyonun varlık
nedenleri ortadan kalkacaktır.
Sistem yaklaşımın özünde olayları tek bir nedene
bağlamama, her unsuru birbiriyle ilişkilendirme yatar.
Halkla ilişkiler de bir ilişki süreci olduğuna göre, gerek
insanlar arası-iç ve dış kamu/hedef kitle- ilişkilerde, gerek
insan-doğa, insan-örgüt, insan-üst sistem ilişkileri bu
bilimin duyarsız kalamayacağı alanlar olarak karşımıza
çıkar. Sorumluluğun kaynağı da böyle bütüncül ve sistemli
bir yaklaşımdan doğacaktır.
Organizasyonlar belirli ihtiyaçları karşılamak
maksadıyla kurulmuş insan ürünü kurumlardır. İnsan
ihtiyaçları sınırsızdır. Sınırsız ihtiyaçların karşılanması özel
ve kamusal işletmeler eliyle sağlanmaya çalışılmaktadır.
İşletmenin imkanları ölçüsünde bu ihtiyaçların
karşılanması insan doğasının yapısına uygun olmalıdır.
Biyolojik yanıyla insan yeme, içme, giyinme ve barınmaya
ihtiyaç duyarken; ruh yapısı itibariyle de insan, anlamlı,
tutarlı bir hayat bütünlüğünün sağlanmasına ihtiyaç
duymaktadır. Eylemlerinde tutarlı olmak, kandırılmamak,
kişiliğine saygılı olmak, düşünce ve fikirlerine değer
verilmesi, kimliğinin tanınması, uygun temsil, inancına
uygun yaşama hürriyeti, varlığına bir anlam verme,
mükafatlandırılma ve yaptıklarından sorumlu tutulma gibi
felsefi ve insana özgü arayışları birer ihtiyaç olarak
103
karşımızda durmaktadır. Bu ihtiyaçları karşılayacak
kurumlar da yine insanlar tarafından kurulurlar. Bu
organizasyonlar da insana, doğaya ve daha üst sistemlere
karşı sorumludurlar.
Örgütleri yapı ve işlevsellik özelliklerine göre
inceleyen Parsons örgütü toplumsal sistemin bir parçası
olarak görür. “Bütünleşmiş bir sistemin kısımları
birbirinden bağımsız hareket edemezler, kısımların
davranışı, bir bütün olarak sistemin davranışını belirleyen
ilkelere uygun olmak zorundadır.” (Tosun : 1981 : 50) Ona
göre örgüt toplumsal bir sistemin işlevsel olarak
farklılaşmış bir alt sistemidir.Örgütün amaçları, onun
toplumsal sistem için yerine getirdiği işlevlerden ibarettir.
Amaca erişme, örgütle onun içinde eylemde bulunduğu dış
çevrenin ilgili kısımları arasındaki bir ilişkiyi anlatır. Bu
ilişki, örgütün dış çevresindeki sistemlere olan çıktısını en
yüksek düzeye çıkarması olarak düşünülebilir. (Tosun :
1981 : 50)
Örgütün betimlenebilir bir yapısı vardır. Parsons, bu
yapıyı kültürel-kuramsal görüş açısından incelemek için
değer kavramına başvurur. Örgütün değer sistemi, onun üst
sistem yani toplum içerisindeki yerini ya da rolünü belirler,
amacını meşrulaştırır. Bu değer sisteminin temel
noktalarda, toplumsal değerlerle tutarlı olması
istenmektedir. Bu yönüyle örgüt amacının meşruluğu,
104
toplumun işlevsel gereksinimlerine yapabileceği katkıdan
ileri gelmektedir. Böylece örgüt, kendi amacını, alt
sistemlerin sahip oldukları öteki değerlerin üstüne
yerleştirmekte ve toplumsal sistemin amaçlarıyla
bütünleştirmektedir.(Tosun : 1981 : 50)
Parsons örgütün etkili olmasını örgütün kendi
amaçları açısından değil, daha üst bir sistem olan toplum
açısından değerlendirmektedir. Örgütün varlık nedeni
toplumun bir işlevine katkıda bulunmaktır. Toplumsal bir
ihtiyacı karşılamak, toplumun yaşamasına katkı yapmaktır.
Sistem yaklaşımına göre örgütün çıktıları- ürettiği mal ve
hizmet- topluma girdi olarak hizmet sunmaktadır. Çıktısı
başka bir sistem için girdiye dönüşmeyen hiçbir sistemin
yaşama şansı yoktur. Bu sistemler arası yardımlaşma ve
dayanışmayı da zorunlu kılan bir durumdur. Yani her
sistem birbirlerine karşı sorumludurlar. Kimse tek başına
hayatiyetini devam ettiremez. Bu eşyanın tabiatına
aykırıdır.
Örgütler gibi insan da bir sistemdir. Gerek insanın
kurduğu (ürettiği) organizasyonlar, gerek doğada hazır
bulunan tüm yapılar insana çıktı sağlamaktadır. Her şey
insanın yaşaması ve rahat etmesine yöneliktir. Hayata
anlam katan, varlıkları değerlendirmeye tabi tutan
insanoğludur. Onları akıl gücü ve yeteneği doğrultusunda
sistemin yaşaması için kullanma şerefi ona aittir. İşleyen
105
bir sistemin yaşamaması demek insanla birlikte tüm canlı-
cansız varlıkların da yok olması demektir. Bu anlamda
yaşatma ve yok etme sorumluluğu insana aittir. Bu tercih
insanın irade özgürlüğünün bir sonucu olarak tecelli
edecektir. Sorumluluk bahsini işlerken sorumluluk ve irade
arasındaki ilişkiye değinilecektir. Organizasyonları kuran
ve yöneten insan olduğuna göre, onlara sorumluluk bilinci
katacak da insandır. İnsan devreden çıkınca
organizasyonların herhangi bir kişiliğinden bahsetmek
mümkün değildir. Kişiliksiz bir yapının sorumluluğunda da
bahsedilemeyecektir.
Halkla ilişkiler bir örgüt faaliyeti olarak düşünülürse,
örgütün amaçları ile toplumsal amaçlar arasında zaman
zaman çatışmaların olması kaçınılmazdır. Örgüt, serbest
piyasa şartları ve açık sistem yaklaşımını benimsemişse,
işlemesi için gerekli girdilerin sağlayabilmesi için,
toplumun ya da alt sistemlerinin gereksinme duyduğu mal
ve hizmetleri üretmesi gerekir. Bu karşılıklı ilişki bir
taraftan örgütün çıkarlarını sağlamaya yardımcı olurken,
örgütü ayakta tutarken; diğer taraftan örgütü toplumun
kabul edebileceği bir düzeyde tutar. Yani örgüt üretim
faaliyetlerinde bulunurken toplumsal fayda, toplumsal
kabul ve beklentileri göz önünde bulundurmalıdır.
Günümüzde giderek karmaşıklaşan örgütlerin birden
çok çıktısı olduğu düşünüldüğünde, toplumsal amaçlarla,
106
örgütsel çıktılar arasında ilişki kurulması daha da
zorlaşmaktadır. “Öte yandan toplumsal bir amacın
bulunması, örgütün salt bu amaca göre değerlendirilmesini
gerektirmez. Çünkü örgüt açısından, topluma yapılan katkı
katlanılması gerekli zorunlu bir giderdir.” (Yuchtman ve
Seashore : 1971 : 151; Tosun : 1981 : 53) “Örgüt için iyi
olanın toplum için her zaman iyi olmayacağı kabul
edilmekle birlikte, toplumsal çıkarların gözetilmesi,
olağanüstü durumlar dışında, genellikle, örgütle bir ilişkisi
bulunmayan rollere yüklenmektedir.” (Katz ve Kahn : 1996
: 167; Tosun : 1981 : 53)
Örgütün yaşaması ve faaliyetlerini etkili bir şekilde
yürütebilmesi, iç ve dış süreçler dediğimiz süreçleri
optimal bir şekilde kullanmasına bağlıdır. “İç süreçler,
örgütün enerji girdilerini mal ve hizmet üretmek için
kullanabilecek bir birim haline getirilmesi ile, başka bir
deyişle verimliliği ile ilgilidir. Yetke yapısının kurulması,
ileti (mesaj) akımının sağlanması ve dinamik denge
(hemeostasis), örgütsel gelişmenin iç yönüne ilişkin
sorunlardır. Dış süreçler ise örgütle çevresi arasındaki
ilişkilere ya da etkililiği ile ilgilidir.” (Tosun : 1981 : 56)
Verimlilik örgütün iç yapısı ile ilgili olduğundan bize
örgüt-çevre ilişkileri bakımından bir gösterge olarak
görülmez. Fakat örgüt bir girdi-dönüşüm-çıktı sistemidir.
Enerji girdisi sağlamak için çıktısını satmak zorundadır ve
107
bu yönüyle dışa bağımlıdır. Dışa bağımlı olduğu çevreyi
kendi lehine çevirmek için de bir dizi halkla ilişkiler
faaliyetlerinde bulunur. Girdi maliyetlerini rekabet halinde
olduğu benzeri örgütlere göre daha kaliteli ve ucuz elde
etmek, içeride oluşabilecek grevleri önlemek, iş barışını
sağlamak, vb. nedenlerle içeriye dönük; çıktıların ise
toplumsal sağlığa, toplumsal taleplere ve beklentilere
uygun olması, çevreyi bozup kirletmemesi için ve dönüşüm
sürecinde kullanılan insan, bilgi, para, malzeme ve
donatımın elde edilmesi için de dışarıya dönük halkla
ilişkiler faaliyetleri yapmaktadır.
8.1. ANALİTİK DÜŞÜNCE VE SİSTEM YAKLAŞIMI
"Analiz" kelimesinin kökü "parçalarına ayırmak"
anlamına gelmektedir. Analitik düşünce metodu Batı'da ilk
defa René Descartes tarafından geliştirildi. Bu metot,
bütünün (sistem) işleyişini, onu oluşturan parçalardan yola
çıkarak anlamaya dayanır. Tüm canlı varlıkların da içinde
bulunduğu evren, Descartes'e göre analiz edilerek
anlaşılabilecek bir makinedir. Bu düşünceyi toplum
bilimciler topluma da uygulamışlardır.
Sistem düşüncesi ise parçaları kendi aralarındaki
ilişkiler yoluyla anlamaya dayanır.Varlıklar aleminin her
nesnesi sistemin bir parçası olduğundan, sistem düşüncesi
incelenen nesnenin sistemin diğer parçalarıyla etkileşimde
108
odaklanır; bu etkileşimden sistemin davranışı ortaya çıkar.
İnsanların birbirleriyle ilişkilerinden ve inşa ettikleri
kurumların faaliyetlerinden de toplumun özellikleri
anlaşılabilir. İnsan da kendi başına karmaşık bir sistemdir.
Onun alt-sistemlerinden olan beynin nasıl işlediği, onu
insandan ayırıp analiz ederek anlayamayız. Ayırdığımızda
ölüm gerçekleşeceğinden, canlı bir beynin özellikleri
görülmez.
Bir sistemi sadece anlamaya çalışmak için parça
parça inceleme yolu olan analiz metodunu kullanmak
elverişli olabilir ama o sistemi yalnız bu metot yardımıyla
tanımlamaya kalkışmak bizi yanlış sonuçlara götürebilir.
Analiz metodunu sentez metoduyla ve bir sistem bütünlüğü
içerisinde düşünüp meseleye yaklaşır isek daha sağlıklı
sonuçlara ulaşmamız mümkün hale gelebilir.
8.2. BİR ÜST SİSTEM OLARAK KÂİNAT
Kâinat da büyük bir üst sistemdir. Onun içinde,
galaksiler, samanyolu gibi alt sistemler vardır. Samanyolu
sisteminin bir parçası olarak güneş ve etrafındaki
gezegenlerin oluşturduğu Güneş sistemi de öyle. Güneş
sistemi içerisinde dünya da bir sistem. Onun içinde
bulunan atmosfer, okyanuslar, tabiat, hayvanlar, otlar ve
tüm canlı cansız varlıklar gibi insanlar da ayrı ayrı birer
alt-sistem. İnsan fizyolojisi ve psikolojisi ile başlı başına
109
bir sistem, kainat üst siteminin bir modeli. "İnsan küçük
bir kâinat, kâinat büyük bir insan" sözü insanla kainat
arasındaki benzerliğin çarpıcı bir ifadesidir.
Tüm bu saydığımız sistemler birer açık sistem. Çünkü
birbirleriyle enerji alış-verişi yapmaktalar. İnsan ve tüm
canlılar dünyadan yiyecek-içecek temin eder, dünya Güneş
sisteminden ışık, su, hava vs alır ki fonksiyonlarını ve
varlıklarını devam ettirsinler. Güneş sistemi de benzer
birçok yıldız sistemiyle birlikte ve onlarla etkileşimde
bulunarak Samanyolu galaksi sistemi içinde varlığını
devam ettiriyor. Yerküre de Güneş sisteminin bir parçası
olarak, bu sistemdeki diğer gezegenlerle ilişkisini devam
ettirerek içerisindeki sistemlerin yaşamalarına uygun bir
çekim gücüyle (yer çekimi) belli bir yörüngede yer alıyor
ve yeryüzündeki hayat Güneş'ten gelen ışık ve ısıya bağlı
olarak devam ediyor. Netice itibariyle dünyanın varlığı
diğer üst sistemlerin varlığına bağlı olduğundan bir açık
sistem özelliği göstermektedir. Kapalı hâle geldiğinde
hayatiyetini belli bir süre sonra yitirir.
Sistem olarak vasıflandırılabilecek bir bütün, ancak
anlamlı bir iç ve dış uyumla ve karşılıklı dayanışmayla
varlığını devam ettirir. İnsan da bir sistem (yapı)
kurduğunda iç ve dış uyumunu mantıklı bir ilişkiler
sistemine oturtursa tüm girdi ve çıktılarını en optimal
şekilde kullanabilir. Bir fabrika, şirket veya herhangi bir
110
hizmet kurumu da birer sistem olarak düşünülüp kurulmalı,
idaresi bu anlayışa göre sürdürülmelidir.
Sistemi oluşturan parçaların (alt-sistemlerin) sistem
(bütün) içindeki yerlerinin bilincinde olunması ve sistemin
bütünlüğünden kopuk olmamaları; her parçanın sistem
içindeki görev ve fonksiyonlarının iyi bilinmesi, sosyal
sorumluluk bilinci ile doğru orantılıdır. Sistem olarak
vasıflandırılmayı hak etmiş sağlıklı işleyen bir bütünün
içindeki parçalar, yapı ve fonksiyonlarıyla artık o sistemin
ayrılmaz birer parçası olarak görülmelidir. Bir büyük
şirketin muhasebe bölümünü çıkarıp atamayız. Şirket
muhasebesiz yürümez. O bölüm o haliyle dışarıda bağımsız
bir muhasebe bürosu gibi de çalışamaz. Bir fabrikanın
herhangi bir bölümünü de fabrikadan ayıramayız. Bunu
yaparsak, ne o bölüm tek başına bir işe yarar, ne de fabrika
sağlıklı üretim yapar. Parçalar bu yüzden çok önemlidir.
Fakat parçalar bir arada çalışıyor iken anlamlıdırlar ve
sistemin amacına hizmet ederler. Bu parçaları bir arada
birbiriyle uyumlu tutmak iç halkla ilişkilerin temel görevi
olmalıdır. Dış halkla ilişkiler de kendinin de içinde
bulunduğu sistemin diğer sistemlerle ilişkilerini
düzenlemeli, diğer sistemlerle uyum ve ahengi kendine
görev edinmelidir.
111
112
II.BÖLÜM
B- S O R U M L U L U K1.SORUMLULUĞUN TEMELLENDİRİLMESİ
Sorumluluk kavramını üç beş cümle ile tüm boyutları
ile tarif etmenin güçlüğünü itiraf etmek lazım. İnsanın
hayatı boyunca edindiği bilgi, deneyim ve bilinç süreçleri
ona farklı boyutlarda sorumluluk duygusu kazandırır.
Sorumluluğun çok önemli şartlarından biri eğitim ise de,
eğitimli insanların tümünün sorumluluk taşıyacağını
söyleyemeyiz. Öyle ise sorumluluk salt bilgi ile
oluşabilecek bir özellik değil. O, bilginin ve yaşam
deneyimlerinin bütüncül (kollektif) bir bilinç süreci ile,
insan türünü, kültürü, doğal çevreyi ve hayata dair ne varsa
hepsini içine alacak şekilde ‘değerlendirmeye’ tabi
tutularak elde edilebilecek ve sadece insana özgü bir
duygudur. Sorumluluk zorlama ile de elde edilemez. Ceza
ve ödül beklentisi sorumluluk duygusunun insan bilincinde
yer bulması için yeterli değildir. Yasa, yönetmelik, tüzük,
asker, polis gibi caydırıcı güçler ve korku insana
sorumluluk duygusunu kazandıramaz. O, insanın içinde
olan ve gönüllü olarak kabul edilen ‘manevi bir güçtür.’ Bu
yüzden onu tarif etmeye kelimeler yetmiyor. Bir aşk
duygusu gibidir, hissedilir, duyulur, yaşanır ama tarif
113
edilemez. Biz burada, sorumluluğu tarif değil hangi
temeller üzerine oturduğunu anlamaya çalışacağız.
Sorumluluk duygusu eylemlerimizden ve hayattan kopuk
tarif edilemez, hayat da anlatılamayacak kadar zengin bir
çeşitliliği barındırır.
Her insan aynı düzeyde sorumluluk taşımaz. Aldığı
bilgi, eğitim ve “hayatın bağlı olduğu kaynaklar zincirinin”
insana verdiği bilinç düzeyi, sorumluluğunun da düzeyini
belirler. Bir örnekle açıklamak konunun daha iyi
anlaşılmasına yardımcı olabilir. Memleketimiz tarihi ve
kültürel bakımdan çok zengin ve güzel bir ülke. Bu bilgi,
ilkokuldan başlayarak üniversite sonuna kadar herkese
öğretilir ama her insan tarihi ve kültürel mirasımızı -
burada miras kavramı sorumluluk duygusu ile
uyuşmayabilir, emanet kelimesinin daha uygun olacağını
düşünüyorum, çünkü miras bölüşülüp tüketilebilecek bir
tüketim nesnesidir.— koruma ve gelecek nesillere aktarma
sorumluluğuna sahip değildir. Bu da gösteriyor ki bilmek
tek başına sorumlu olmaya yetmiyor. Bilginin sorumluluğa
dönüşmesi için başka şeyler de lazım. Onların ne olduğunu
bu bölümde irdelemeye çalışacağız.
Sorumluluk, kişinin kendi söz ve eylemlerinin veya
kendi yetki alanına giren davranışlarının sonuçlarını
üstlenmesidir. Sorumluluk duygusu bireysel bir duygu
olmakla birlikte, toplumsal bir yapı içerisinde anlamlı hale
114
gelir. Bu duygu bir kültür sonucu oluşur, kültür ise
toplumların yaşayış biçimi ve hayatı anlamlandırmalarını
sağlayan önemli bir unsurdur. Toplumsal ilişkiler sonucu
oluşan kültür, o toplumda yaşayan insanların birbirlerine
karşı vazifelerini, ilişki biçimlerini belirler ve ona uygun
davranma sorumluluğunu kazandırır. İnsanların sorumluluk
duygusu, kültürlü olmaları ile doğru orantılıdır. Yani
sorumluluk, eğitimle ve kültürle kazanılır. Sorumluluk,
eğitimin ve kültürün artması ile olumlu yönde gelişir.
Aldığımız kültür, bizim kendimizle, ailemizle,
arkadaşlarımızla, grubumuzla, toplumumuzun her bireyi
ile, diğer canlılarla ve doğa ile nasıl ilişkiler kuracağımızı
belirlediğinden, onlara karşı sorumlu olma duygusunu da
kazandırır.
Sorumluluk ve yükümlülük kavramları çok sık
birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Sorumluluk,
yükümlülüğün (görev) bir sonucudur. “sorumluluk; kişinin
kendi davranışlarını veya yetki alanına giren her hangi bir
olayın sonuçlarını üstlenmesidir” (TDK : 1328)
“Yükümlülük, yapılması zorunlu olan iş veya bir işi yapma
zorunluluğu, mecburiyet, mükellefiyet. Yükümlü olma
durumu.” (TDK. : 1652) “Yükümlülük düşüncesi
dediğimiz ve görev hakkında sahip olduğumuz genel his,
bizde kendiliğinden ortaya çıkan bir şuur halidir...
Yükümlülük düşüncesi her halükarda bizim içimizde
115
vardır, ama bazen silinir, yok olur... Fert, topluma girerken
bir takım haklar kazanmakla birlikte, bazı görevleri de
üstlenmektedir...Görev, yapılması gereken ve kendini,
şuura zorunlu bir eylem olarak kabul ettiren bir husustur.
Burada bir yükümlülük kendini hissettirmektedir.”
(Altıntaş : 1999 : 72-74) “Yükümlülük kavramından, biri
sırasında diğerini gerektiren, destekleyen ve tesis eden iki
zorunlu sonuç çıkmaktadır. Bunlar sorumluluk düşüncesi
ve müeyyide düşüncesidir.” (Draz : 1993 : 69)
Yükümlülük, sorumluluk ve müeyyide kavramları
birbirlerinden ayrılamayan bir bütün oluştururlar. Eğer
birini devreden çıkarır isek öbürlerinin insan için bir
anlamı kalmaz. “Birincisi varsa, öteki ikisi zorunlu olarak
hasıl olur. (Birincisi) lağvedilince, onlar da derhal ortadan
kaybolur. Sorumluluk olmaksızın yükümlülük, sorumlu
olunan konu olmaksızın yükümlülükle aynı şeyi ifade eder.
Bu sıfatlar anlatımlarını ve gerçekliklerini uygun bir
müeyyide bulmadıkça, mecbur ve sorumlu bir varlık
tasavvur etmek saçmadır. Açıkçası bu, kelimeleri
anlamlarından yoksun bırakmak olacaktır.” (Draz : 1993 :
69)
Sorumluluk, bilinçli olma halidir. Hayatın neresinde
duruyorum? Ne yapabilirim? Nasıl davranır isem daha iyi
yapmış olurum kaygısı duyan bireylerin duyumsadıkları
içsel histir. Bu his, bireyin kendine, ailesine, ait olduğu
116
gruba, toplumuna, milletine ve bütün insanlığa karşı
yapabileceği bir şeylerin olduğu hissidir. Kişinin bilinç
düzeyi ve donanımı ile doğru orantılı olarak etki alanını
genişletir. Gücünün yettiği, yetkisinin ulaştığı alanlarda
sorumluluğunun gereğini yerine getirirken, yetmediği
alanlarda ise eğer potansiyel olarak kendini sorumlu
hissediyorsa güç ve yetki elde etmek için mücadele eder,
bu mümkün değilse o sorumluluğa ortak olmaz, gerekli
tepkiyi gösterir.
Sorumluluk kavramı genelde pozitif anlamıyla
kullanılmaktadır. Davranma, eyleme sorumluluğu vardır da
yapmama, davranmama sorumluluğundan bahsedilmez.
Daima iyi sonuçlar veren işlerin yapılması insana
sorumluluk olarak verilmiştir ya da insan o yönde kendini
sorumlu hisseder. Haksız yere adam öldürmek, zina
yapmak ve çevreyi kirletmek büyük bir suçtur/günahtır.
Bunların işlenmemesi insani, yasal ve ahlaki bir
sorumluluk olarak insanın sırtındadır. Bu tür eylemlerde
bulunmak ise sorumsuz davranmaktır. İyi işlerin tarafında
olmak, iyilikler yapmak; kötülük yapmamak, kötünün
tarafı olmamak sorumlu olmakken; tarafsız kalmak ve
kötüden yana olmak sorumluluk duygusu ile bağdaşmaz.
Sorumluluk kavramında nötr değer yoktur. Ne iyilik
yaparım ne kötülük yaparım anlayışı sorumlu bir anlayış
değildir. İyilik ve kötülük yapmayan insan yaşamayan
117
insandır. İnsan yaşamı boyunca iyiliklerle de kötülüklerle
de karşılaşır; iyilik de yapabilir, kötülük de, önemli olan
sorumlu davranarak kendimiz, ailemiz, toplumumuz,
milletimiz ve tüm insanlık için iyinin ve iyiliğin yanında
olabilmektir. Sorumlu insan olmanın gereği de budur.
Yönetim bilimi açısından “sorumluluk, astın bir
başkası için bir görevi ya da belirli bir hizmeti yerine
getirme mecburiyetidir”. (Koparal : 2000 : 186)
Sorumluluk, yetkiden bağımsız olarak yürütülemez. Eğer
bir kimseye ya da bir kuruma sorumluluk veriliyorsa yetki
de verilmiş olmalıdır. Aksi takdirde o durum kölelikten
başka bir şeyi çağrıştırmaz. Sorumluluğu alan kişinin o
sorumluluğu alıp-almama özgürlüğünün de bulunması ön
koşuldur. İstemediği bir sorumluluğun altına giremeyecek
kişinin zorla o sorumluluğu yüklenmesi o kişiye zulümdür.
Sorumlulukla yetki dengesi eşit olmalıdır. Yetki çok,
sorumluluk az ise keyfi uygulamalar olur, denge bozulur.
Tersi durumda da –yetki az sorumluluk ağır ise- kişinin
takati zorlanır, o kişi o sorumluluğun altında ezilir, kişiliği
ve kimyası bozulur. Halkla ilişkiler açısından örgütlerin
yerine getirmek zorunda olduğu görev, örgütün kuruluş
amaçları doğrultusunda üretmek zorunda olduğu mal ve
hizmetler ve onların toplum ve doğadaki yansımalarıdır. Bu
mal ve hizmetlerin hangi şartlarda ve hangi kalitede
üretileceği şirket yönetiminin, şirket sahibi ve müşterilerine
118
karşı sorumluluğudur. Yönetici, yönetim sorumluluğunu
aldığı anda, mal ve hizmetin üretim ve sunum aşamasında
oluşabilecek olumlu-olumsuz sonuçlarının da
sorumluluğunu almış olmaktadır. Üretilirken oluşabilecek
kazalar, ürünün yasal ve insan sağlığı için faydalı olup-
olmaması; satış ve kullanım aşamasında müşteri açısından
defosu; yine gerek üretim gerekse tüketim aşamalarında
insan sağlığı ve çevre sağlığına olumlu-olumsuz etkileri
yöneticinin sorumluluğundadır.
“Sorumluluk: En genel anlamda belirli bir görevin
istenen nitelik ve nicelikte yerine getirilmesidir.” (Pehlivan
: 1998 : 61) “Genellikle iki tür sorumluluk vardır.
Bunlardan birincisi, üstlere hesap vermeyi içeren “sorumlu
olma”dır. İkincisi ise bir işi yapmayı üstlenmek anlamına
gelen “sorumluluk alma”dır.” (Başaran : 1991 : 105)
“Sorumluluk, kişiye dışarıdan yüklenmiş olan bir görev
olarak algılanmaktadır. Sorumluluk, başkalarının
gereksinmelerine yanıt vermeye hazır olmak anlamına
gelmektedir.”(Fromm : 1981 : 35) “Sorumluluğun temeli,
yetkiyi kullanma zorunluluğudur. Sorumluluk, mesleki ve
etik ölçülere uymayı gerektirdiği kadar, bu ölçülerin
yaratılmasını da gerektiren bir kavramdır.” (Bursalıoğlu :
1987 : 272)
Sorumluluk insana has bir olgudur. Çünkü irade
özgürlüğü, iş yapma kabiliyeti, düşünüp tartabilme-
119
değerlendirme- ve ilkeli olma durumu insana özgüdür.
Diğer canlıların böyle bir özelliği yoktur. Onlar kendi
yaratılış özelliklerinden gelen işleri yerine getirirler, onun
dışında bir iş yapabilme iradeleri yoktur. Onlar iyi-kötü,
doğru-yanlış, güzel çirkin mukayesesi yapmadan
içgüdüleri-yaradılış programları- doğrultusunda hareket
ederler. “Yükümlülüğün (sorumluluğun)-parantez bana ait-
muhatabı sadece insandır. Bununla beraber ifayı ve ademi
ifayı gerçekleştirecek olan, muhatabın kendi kararıdır.
Yükümlülüğün içeriği olan buyruk belirli bir durumdan
kaynaklanarak muayyen bir duruma yönelik olabileceği
gibi, gayri muayyen kişi ve gruplara da yönelik olabilir ki;
bu türden yükümlülük (Sollen) normları sadece hukukun
içeriği değil, örf ve ahlak alanlarının da düzen ögeleri
olabilir. (İzveren : 1994 : 71)
Sorumluluk kavramında, bir yetki veren, aynı
zamanda sorumluluk verip sorumlu tutan -kişi, kurum,
toplum, devlet, Tanrı- vardır. Bir de bu yetkiyi alan ama
karşılığında sorumlu tutulan -kişi, kurum, toplum, devlet-
vardır. Bu alıp verme işi karşılıklı rızaya dayanmalıdır ki,
determinizm oluşmasın. “Yükümlülüğün (Sorumluluğun)
gerçekliği; bunun nereden kaynaklandığının bilinmesine
bağlıdır. Yükümlülük anlamındaki Sollen (vecibe kavramı),
süjenin bir şey yapmak veya yapmamak gibi bir davranış
ve fiiline yönelik gereklilik olarak, bu yükümlülüğü
120
zorunlu kılan bir esasa dayandığı takdirde, ancak bu halde
gerçek (yani bağlayıcı ve vecibe yükleyici) anlamda bir
yükümlülüktür. (İzveren : 1994 : 70) “Etiğin temelini
özgürlük ve sorumluluk kavramları
oluşturur.”(Hacıkadiroğlu : 1997 : 273)
Bu yükümlülüğü zorunlu kılan esaslar insanın
kendisi; toplum, toplumsal sözleşmeden doğan devlet ve
Tanrı olarak üç şekilde ifade edilebilir. Diğer bir deyişle
akıl, sezgi, vicdan olarak insani boyut; ortak karar olarak
sözleşme (konsensüs), örf, adet ve toplum iradesi olarak
hukuk ve Tanrısal bir kaynak olarak vahiy. Bunların üçünü
tek bir başlık altında toplar isek ortak bir kavram olarak
ahlak terimini kullanabiliriz. Çünkü ahlakın bireysel,
toplumsal ve Tanrısal üç boyutu vardır. Ahlak
temellendirilirken bu üç boyut göz önünde tutulmaktadır.
Bir insanın ya da kurumun ahlaklı olması aynı zamanda
sorumlu olması da demektir. Çünkü sorumluluk mesleki ve
etik ölçülere uymayı gerektirir. Kuraldan, yasadan,
ahlaktan yoksun bir eylem, sorumluluk duygusundan da
uzaktır. “Ahlakta yalnız kendimiz için değil herkes için
kurallar düşünürüz. Herkes için düşündüğümüz kurallar
ahlakın alanını oluştururlar.” (Afşar : 2002 : 47)
Sorumluluk bir duygudur, bu duygu insana özgüdür
ve bu duygunun kaynağı; akıl, sezgi, vicdan, toplumsal
fayda, yaratılış temelinde çeşitli ahlak filozoflarınca
121
tartışılmış ve tartışılmaktadır. Sorumluluk, ağır bir
yükümlülüktür, sorgulamayı ve aktif katılmayı gerektirir.
Sorumluluğun ifa edilmesi için donanım, güç ve yetki
gereklidir. Kendisini toplumsal meselelerde sorumlu
hisseden insan, bilen insandır. Bilgi de ağır bir
sorumluluktur. Adaletsizlikler, zulümler, haksızlıklar,
yıkımlar karşısında sorumluluk duygusu ile hareket eden
insanlar ve kurumlar mevcut düzenden beslenenler
tarafından düşman olarak görülür. Bozuk ve adaletsiz bir
yapıda elinde güç ve yetki bulunanların sorumluluk
duygusu ile hareket etmemeleri en büyük sorumsuzluk
örneğidir. Öyle ise sorumluluk duygusu, insan olmakla eş
değer bir duygudur ve devredilemez. Devredildiği anda bir
kaçış söz konusudur. Hayatın her alanında yanlış giden her
durumun sorumlusu insandır. İnsan hem kendi
eylemlerinden sorumludur hem de ait olduğu toplumun
eylemlerinden. İnsan ve toplum ayrılmaz bir bütündür.
İnsan ancak toplum içerisinde varlık kazabilmektedir.
İnsan, kendi kendine yetemeyeceğini anladığı anda
başkaları ile ilişkiye girer ve onlarla birlikte kendisinin ve
onların ihtiyaçlarını, sıkıntılarını halletmenin yollarını arar.
Bu bir dayanışma ve yardımlaşma olduğu kadar, ortak
yaşamı tasarlamadır da. Ortak yaşamdaki olumsuzlukları
gidermek için ne/neler yapılabilir, mutlu bir hayat nasıl
sürülebilir, bunun için her bireyin üzerine ne gibi
122
sorumluluklar düşmektedir sorularının cevabı ortak bilinçle
(kollektif bilinç) ortaya konur. Bunun için gerekli kurumsal
yapılar da oluşturulur. Hukuk, ahlak, siyaset ve ticaret gibi.
Her bir kurum ortak sorumluluğun (sosyal sorumluluk)
bilincinde hareket ederek üzerine düşen görevi yapar. Her
kurumun kendi görev alanıyla ilgili sorumluluğu, genel
sorumluluğun bir parçasını oluşturur. Kurumun biri her
hangi bir şekilde üzerine düşen sorumluluğu yerine
getirmez ise tüm toplum ondan zarar görür. Sistem
yaklaşımında gördüğümüz etkileşim burada da kendini
gösterir. Sistemin bir parçasındaki (alt sistem) bozukluk
tüm sistemi etkileyecek, o sistemin içerisinde olan tüm
‘yapı’lar, -ilişkiler, bağlantılar vb. başta insan olmak üzere-
zarar görecektir.
İnsan hayatı boyunca söylediği sözden, eylediği
davranıştan ve ürettiği her üründen sorumludur. İyi söz,
davranış ve ürünlerinden müeyyide olarak mükafaat,
kötülerinden ceza alınır. Müeyyideler, vicdani, toplumsal,
ilahi ve yasal olarak uygulanmaktadır. Kimi davranışların
müeyyide dışı kalması, muhataplarında adaletsizlik
duygusunun yaşanmasına yol açar. Halkla ilişkiler
açısından toplumsal sorumluluk; adına iş yapılan kişi ve
kurumun eylemlerinin muhatapları nezdindeki
yansımalarından doğmaktadır. Eğer yapılan iş, verilen
hizmet iyi ise müeyyidesi güven olarak, pazar payını
123
artırma olarak, oy olarak, kabul olarak; kötü ise
güvensizlik, ret, nefret ve satışta düşme olarak geri
dönecektir. Bu, sorumluluğun faydacı boyutunu oluşturur.
Bir de hiçbir maddi menfeat beklemeden yerine getirilmesi
gereken sorumluluk çeşidi vardır ki, bu boyut tamamen
kişinin ahlaki duygularından kaynaklanır ve “kendi için
varlık: etre-pour-soi” olma amacı taşıyan, varoluşçuların
çok sık kullandıkları insana özgü bir durumdur. Sartre’a
göre kendi için varlık olmak : “sürekli gelişmek, ortaya
çıktıklarında kendini yeni durumlara ve direniş biçimlerine
alıştırmak, zorunlu olduğu yerlerde yön değiştirmek ve her
zaman tehlikeye atılmaya hazır olmaktır.” (Billington
:1997: 236) Hukuki sorumlulukların yerine getirilmemesi
yasaların uygulanması ile sonuçlanacaktır. Ahlaki
sorumlulukların yerine getirilmesi hem bireysel huzuru,
hem de toplumsal huzuru sağlayacak, getirilmemesi
vicdani ızdırap ve toplumsal huzursuzluklara yol açacaktır.
“Eylemleri ahlaki açıdan sınıflandıran, onları ve
bütün hayatı anlamlı hale getiren değerler sistemidir.
Değerler, eylemlerimizi iyi-kötü, suçlu-suçsuz, güzel-
çirkin, haklı-haksız, adaletli-adaletsiz vb. biçimlerde
sınıflandırmamızı sağlarlar. Eğer bir değerler sistemi
olmasaydı, bütün eylemler ahlaki açıdan eşit olurdu.
Eylemlerin ahlaki açıdan eşit olması demek, onların ne iyi
124
ne de kötü olması demektir. Bu, ahlakın yokluğu anlamına
gelir.” (Gündoğan : 2002 : 257-258)
Prof. Erol Güngör sorumluluk kavramını şu iki
kavramla açıklama yoluna gidiyor. Bunlardan birincisi
“beklenen davranış”, öbürü ise bir şeyi yapmak veya
yapmamak yolundaki “tercih”tir.” Beklenen davranışı: a)
Şahsın özellikleri b) Şahsın içinde bulunduğu durum olarak
ikiye ayırır. (Güngör : 1997 : 126) Her insanın her
durumda aynı tavrı göstermesi beklenmemeli ve aynı
derecede sorumlu tutulmamalıdır. Şahsın karakter
özellikleri ve içerisinde bulunduğu durum davranışlarına
etki etmektedir.
İnsan bir yandan bireysel varlığını korurken diğer
yandan toplumsal karakterleriyle grupları ve toplumu
oluşturmaktadır. İnsan, toplum içerisinde karakter ve kişilik
kazanmaktadır. “İnsan, yaşamak için, başkalarıyla
dayanışmayı, hareket etmek gayesi ile kabul eder. Kendi
hareketini yaratmak suretiyle hürriyetini kazanır.(Topçu :
1995 : 72) Bireysel nitelikleriyle kendine özgü,
başkalarında bulunmayan bir yapıya sahipken;
ihtiyaçlarının temini amacıyla geliştirdiği işbölümünün
sonucu olarak bireysel yanından bazı sınırlamaları gönüllü
olarak kabul eder ve toplumsallaşır. Bu toplumsallaşma,
kurduğu ilişkilerin, paylaştığı grup düşüncelerinin,
benimsediği toplumsal değerlerin o kişinin şahsında
125
oluşturduğu toplumsal (sosyal) kişilik yapısını oluşturur.
Kişinin bireysel kişiliği yanında toplum içerisindeki
ilişkiler sonucu edindiği bir de toplumsal kişiliği vardır.
Toplumsal kişiliğin güçlenmesi, sosyal dayanışmayı ve
toplumun bütünlüğünü güçlendirmektedir. Toplum
içerisinde her insanın belli bir konumu bulunmaktadır.
Toplumsallaşmanın bir sonucu olarak insan belirli
toplumsal rolleri edinir. Yönetici, yönetilen, memur, işçi,
çocuk, genç, yetişkin, politikacı, öğretmen, öğrenci, ana-
baba gibi mevkileri işgal eder. Mevkiler değişken olmakla
birlikte, temsil ettiği rollere uygun davranmak toplumsal
bir mecburiyettir. Bu mevkilerin rollerine uygun
davranmak kişiye toplumsal bir sorumluluk yükler.
Yönetici olmayı da ana-baba olmayı da birey kendi iradesi
ile seçmiştir ve o rolün verilmesi, tanımlanması- yetki ve
sorumluluğu- toplum içerisinde anlamlı olmaktadır.
Sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyen kişi toplum
tarafından dışlanır ve o görevin bir daha yaptırılmaması
sağlanır. Eğer bu görev ona toplum adına devlet tarafından
verilmişse- yetki belgesi ile, diploma ile, atama ile, seçimle
vs.- o görevi yasal sınırlar içerisinde yerine getirmekle
sorumludur. Sorumluluğunu yerine getirmez ise müeyyide
olarak cezaya muhatap olacaktır. Toplum, belli rollerde
bulunan kimselerden belli davranışları ister. Bu, beklenen
davranışın “şahsın özellikleri” ne ait kısmıdır.
126
Toplumdaki rolüne uygun davranması gerekirken,
bireysel kişiliği, birkaç ayrı rolü aynı anda temsil etmesi
dolayısı ile o role kısmen uyan, kısmen uymayan bir
davranış sergiliyorsa, bu davranışının cezasını
-müeyyidesini- almalıdır. Aykırılığın durumuna göre
davranışından sorumlu tutulmalıdır. “Karmaşık bir
cemiyette insanın bir anda işgal ettiği birkaç mevki, ondan
zıt roller isteyebilir ve bu gibi hallerde şahıs, bir mevkiin
istediğini yerine getirince mutlaka öbür mevkie ait rolü
bakımından kusur işlemiş olur. Bu tür rol çatışmaları hukuk
ve ahlak bakımından problem teşkil eder... Vazifesi
yüzünden ailesini ihmal edenler, düşman tarafından birini
sevdiği için savaş sırasında ne yapacağını bilemeyenler,
annesi ile karısı (veya kocası) arasında şaşırıp kalan evli
kimseler...” (Güngör : 1997 : 128) Bu tip rol çatışmaları da
şahsın içerisinde bulunduğu duruma özgü davranışlardır.
Burada sorumluluğun yerine getirilmesi, kimi zaman
bireysel tercihler kimi zaman diğer sosyal yaptırımlarla
-yasa, ahlak, toplumsal baskı, örf vs.- belirlenir.
Bu gibi rol çatışmalarında hangi rolün gereği olan
davranışın sergileneceği ve onun yaptırımını göze almak
bireyin “tercih”ine kalmıştır. Davranıştan beklediği
bireysel ve toplumsal fayda ya da iç tatmin, bu
davranışında etkili olacaktır. Bu tercih, bireyin kişilik
yapısı ile ilgili olduğu kadar, hayata bakışı, kendini ve
127
toplumu algılayışı kısaca dünya görüşü ile de ilgilidir.
Çocuklar, akıl hastaları, kendini kaybetmiş kadar sarhoşlar,
uyuşturucu alanlar gösterdikleri davranıştan sorumlu
değillerdir. Devlet, akıl hastalarını, uyuşturucu alanları ve
sarhoşları kimseye zarar vermeyecek hale getirmekle
yükümlüdür. Toplum o sorumluluğu devlete vermiştir.
“İnsanın tercih yapması için sadece birden fazla
alternatifin bulunması ve bu alternatiflerin normal bir kafa
ile görülmüş olması yetmez. İnsan bu alternatiflerden
hangisini isterse yapabilecek durumda olmalıdır ki,
bekleneni yapacak yerde beklenmeyeni yaptı diye sorumlu
tutulabilsin.”(Güngör : 1997 : 129)
2. SORUMLULUĞUN ÖZELLİKLERİ
Sorumluluk kavramının etik kavramından ayrı
düşünmek imkansız gibidir. Etik, davranışlarımızdaki
doğru-yanlışların teorisi ile ilgilenirken, sorumluluk görev
duygusu ile ve gönüllü bir şekilde yapılan davranışın
motivasyonundaki duyguyu ifade eder. Verilen/alınan
sorumluğunu yerine getirmek doğru bir davranışken, tersi
kötüdür. Etiğin pratik şeklinin, etik ilkelerin ahlaki
davranışlara yansıyan kısmının ahlak olduğunu söylemek
yanlış olmasa gerek. Yani etiğin değerlerle uğraştığı,
ahlakın bu değerlerin hayatta uygulanmasıyla ilgili olduğu
söylenebilir. Etik ile ahlak arasındaki ilişki, teori ile pratik
128
arasındaki ilişki gibidir. Etik insan davranışlarının
ilkeleriyle, ahlak da bu ilkelerin herhangi bir olayda ve işte
ilgili kişi ya da kişiler tarafından uygulanması ve sonuçta
ortaya çıkardığı durumla ilgilenir.
Hal böyle olunca halkla ilişkiler etiğinden bilimsel ve
teorik bazda, uygulamada ise ahlaklı bir halkla ilişkiler
faaliyeti/kampanyasından söz edebiliriz. Sorumluluk da
teorik bazda bir duygu; ilkelere uygun davranıp-
davranmama bilinci ise de esas etkisini uygulamada
gösteren bir insanlık durumudur. Pratikte bir insanın
sorumluluk duyması çok önemli değildir, sorumlu
davranması önemlidir. Sorumluluk bilinci davranışına
yansımaz ise, o davranıştan ortaya çıkan sonuç üçüncü
şahıslar açısından bir zarara sebebiyet verebilir ya da
mevcut doğa durumun bozulmasına yol açar. Kişi, sorumlu
olduğunu bilerek, sorumluluğunun gereğini yerine getirirse
ahlaklı; getirmez ise ahlaksız olarak nitelenir. Ahlak, etik,
sorumluluk, bilgi, bilinç gibi kavramlar birbirleri ile çok
yakın ilişki içerisindedir.
Sorumluluk, hayatın her aşamasında ve her türlü
davranışlarımızda taşıyacağımız bir duygudur. Herkes
kendi çapında belli şeylerden sorumludur, sorumluluk
ferdidir. Kimse bu duygudan kaçamaz, az veya çok
sorumlu olduğu bir durum vardır. Herkesin hayatta bir işi,
mesleği, ailesi, arkadaş grubu, doğal çevresi, toplumsal
129
çevresi, tabi olduğu bir devleti olur. Tüm bu kurumlara
karşı belli derecelerde sorumludur, sorumluğunu yerine
getirmez ise bu çevrelerden dışlanır, ceza görür, yaşaması
imkansız hale gelir. Yolda yürürken sigaramızın izmaritini
yola atmamamız gerektiğine dair sorumluluk bilinci, bizim
o izmariti alıp çöp kutusuna bırakmamıza yol açar. Daha
ileri bir bilinç işleterek şöyle düşünebiliriz : Sigara
izmaritini çevreye verdiği zarar, nikotinin bana verdiği
zarardan daha mı azdır? Benim vücudum, hayatım
çevreden daha mı az kıymetlidir? sorularını sorarak
sigarayı da bırakabilir, hatta sigara ile savaşanlar derneğine
üye olabilirim.
Sorumluluğun -sadece bize özgü bir bilinç değil-
herkesi ilgilendiren bir yanı vardır. Sigara içme örneğine
devam edelim. Evde; iki aylık çocuğumun yanında sigara
içmeye devam edersem, onun taze ciğerine nasıl zarar
verdiğimi, onun sağlığını nasıl riske attığımı düşünmemiş
olurum. Sadece çocuk mu diğer aile bireyleri, evdeki kötü
koku, perdelerin sararması, çamaşır yıkama işi, dolayısıyla
aileme verdiğim külfet, daha fazla deterjan, su, elektrik
kullanımı gibi maddi kayıp vs. Kendimin akciğer kanserine
yakalanma riski olmasına rağmen içmeye devam eder,
hastalanırsam, doktor, ilaç, yatak, hasta ziyaretleri, çiçek,
hastanede yatak işgali; daha acil hastaların yatak bulamama
durumu ve ölümlerine dolaylı sebep olmam; ölürsem
130
benimle ilişkide olan yakın uzak herkesi varlığımdan
yoksun bırakma durumum vs. gibi sonuçlar sorumlulukla
bağlantılı olarak düşünülmesi gereken hususlardır.
Sorumluluk önemlidir. Bu karar başkalarının
hayatlarını, geleceğini, mutlu ya da mutsuzluğunu
yakından ilgilendirir. Okula yeni başladığımızda kendimizi
öğretmenimizin ellerine teslim ederiz. O bizim
geleceğimizi adeta şekillendirir. Sorumluluk bilinci ile
hareket etmez bizi yanlış bilgilerle doldurursa, ailemize,
toplumumuza, milletimize, devletimize ve kendi öz
varlığımıza nasıl davranacağımızı düşünmek istemiyorum.
Bunu her kişi ve her meslek için yaygınlaştırdığımızda
dünyanın alacağı hali bir düşünelim. Yaptığımız her şeyin
başka insanların hayatını etkilediğini düşündüğümüzde
sorumluluğun önemi inkar edilemez bir gerçek olarak
ortaya çıkar. Çocuk yetiştirmeden tutun mesleğimizin
uygulanmasına, söz söylemekten vergi vermeye hayatın her
alanında davranışlarımız başkalarının hayatını bir şekilde
etkilediği ve sarmal etkisi ile yayıldığı, sonuçta tüm
toplumu ve insanlığı sardığı bir gerçektir. Onun için her
davranışımız önemlidir ve sorumlu davranmak gerekir.
Sorumluluk bir irade işidir. Öyle ya da böyle
davranmamız bizim tercihimizdedir. Doğru söylemek ya da
yalan konuşmak bizim kendi kararımızdır. Kimse bizi
yalan söylemeye zorlayamaz. Zorlamanın olduğu yerde
131
insanlar sorumlu tutulamaz. İnanmak belli değerleri kabul
etmektir, insanları işkence ile, ölüm tehdidi ile zorla
inandırmak, onları o inanç esasları ile sorumlu tutmak
anlamına gelmez. Özgür kaldığında o esasları hayatına
uygulamayabilir. Kendi özgür iradesi ile bir şeyi kabul
etmiş ise ondan sorumlu tutulur. Açlıktan ölmek üzere olan
bir insanın bir fırının vitrininden bir ekmek çalması da
zorlayıcı sebep olarak düşünülmeli, o insan ondan sorumlu
tutulmamalı, eğer bir sorumlu bulunacaksa bu başka yerde
aranmalıdır.
Sorumluluk, hür olmayı varsayar. Kişiler ve kurumlar
kendi eylemlerini kendileri seçiyorlarsa sorumlu
tutulabilirler. İyi yönde, insan tabiatına, toplum
menfaatlerine, insanlık ideallerine uygun tercih yaparlarsa
müeyyidesi huzur, güven ve barış olarak gelir, aksi
durumda ise müeyyidesi kargaşa, huzursuzluk,
adaletsizliktir. İnsan bu hürriyeti her iki biçimde kullanma
özgürlüğüne de sahiptir. Doğru ve uygun olan bu tercihi iyi
yönde kullanmaktır. İyi yönde kullanmak için de iyi
bilmek, eylemlerin sebep ve sonuçlarını çok iyi mukayese
edebilme becerisini göstermek gerekmektedir. Bu da aklı
doğru kullanmayla mümkündür.
Sorumluluk paylaşılmalıdır. İnsanlar bir toplum
içerisinde yaşarlar. Toplumsal yaşam iş bölümüne dayanır.
İş bölümü belli işlerin belli insanlar eliyle ve toplumsal
132
amaçlar gözetilerek yapılmasıdır. Yapılan işte belli hatalar
varsa ve bu, diğer insanların hayatlarını olumsuz yönde
etkiliyorsa o işi yapan insanların o olumsuz durumdan
sorumlu tutulmaları gerekir. Sağlık hizmetleri işiyle
uğraşan bir hastane düşünelim. Tedavi amacı ile gelmiş
yatan hastaların, hastanenin hijyen koşullarının uygun
olmaması sebebi ile yeni bir hastalığa yakalanması
durumunda hastane yönetimden başlayarak, doktorlar dahil
tüm çalışanların tedbir almamasından dolayı sorumlu
tutulmaları gerekir. Vatanına, milletine ve toplumuna karşı
hainlik içerisinde olan bir kişinin yetişmesindeki
sorumluluk; ailenin, eğitim sisteminin, toplumun ve
devletindir. Güzelliklerine kıyamayacağımız bir sit
alanından otoyol geçirilmesinin sorumluluğunu devlet,
toplum ve o otoyolu yapan insanlar taşımalıdır.
Televizyondaki şiddetin ve onun çocuklar üzerindeki
etkisinin sorumluluğunu sadece televizyon sahiplerinin
duyması yetmez; toplum ve devlet olarak bu sorumluluğu
duyup gerekli önlemleri almamız lazımdır, aksi halde
olumsuz sonuçlarını tüm toplum ve insanlık olarak, cinayet
ve terör gibi belalarla görebiliriz.
Sorumluluk ertelenemez. İnsan üzerine düşen
sorumluluğu gerektiği anda ve gerektiği oranda yerine
getirmek durumundadır. Zamanında yerine getirmediği
eylemin- sözü de içeren eylem, sorumluluk eylemde
133
görünür haldedir- doğuracağı sonuçlardan geri dönüş
mümkün olmayacağından sorumluluğu erteleme söz
konusu olamaz. Hükümetler beş yıllığına toplumu idare
etmek için seçilirler. Hiçbir hükümet ben altı yıl sonra
aldığım sorumluluğu yerine getireceğim diyemez. İnsan
belli bir ömür içinde yaşamını sürdürür ve bu yaşam süresi
içerisinde sorumluluklar yüklenir. Kimse ben ihtiyarlayınca
ya da öldükten sonra bu işleri yapacağım diyemez. Öyle bir
yetki ve ömür (zaman tanınması) onlara verilmemiştir.
“İlelebet yaşayacağımız ve ölüm diye bir şeyin olmadığı
gibi kesin bir bilgiye sahip olsa idik, kendimizi herhangi
bir şey yaratmak için zorlar mıydık?”(Billington : 1997 :
232) Böyle bir yaşam mümkün olaydı sorumluluklarımızı
da sürekli ertelerdik. Kimse iş yapmak istemez, yarına
hatta sonsuza ertelerdi. Ebediyet, sonsuzluk gibi bir hazine
elimizde olduğu sürece hiçbir şeyin anlamı ve kıymeti de
kalmazdı. “Her türden eylemimize, fikrimize ve
ilişkilerimize aciliyet duygusu ve anlam veren şey, yalnızca
mutlak ölüm gerçeği ve hayatın görece
kısalığıdır.”(Billington : 1997 : 232) Öyle ise bize verilen
ömür süresince ve güç/yetki oranında zamanında üzerimize
düşen görevleri yerine getirmeliyiz. Aksi halde kaybeden,
biz ve içerisinde yaşadığımız toplum-sistem, doğa, çevre-
olacaktır. İşsizlikten ruhsal bunalımlara, çevre kirliliğinden
gelir dağılımının adaletsiz olmasına kadar her ortaya çıkan
134
olumsuz sonuç zamanında ve gereğince yerine
getirilmeyen sorumlulukların meyvesidir.
Sorumluluk tutarlı olmayı gerektirir. Kişi her
eyleminde bir amaç gözetir. Eylemler de bir bütün olarak
insan kişiliğini ele verir. ‘Ayinesi iştir kişinin lafa
bakılmaz’ özdeyişi/ata sözü kişinin eylemlerinden bakarak
tanınabileceğini açık bir şekilde ortaya koyar. Kişinin şimdi
yaptığı eylem/davranışla bir saat sonra yaptığı iş arasında
mantıksal bir çelişki varsa o kişi hakkında olumlu duygular
beslenmez, dalavereci, yalancı, tutarsız, sahtekar gibi
ifadeler rahatlıkla kullanılabilir. Konumuza da oturacak bir
örnek vermek gerekirse : A, B, C, D; X den belli bir süre
sonra ödemek amacıyla kendisinden borç para almışlar,
ödeme süresi dolmasına rağmen bugüne kadar A, B, C bu
parayı geri ödememişlerdir. D zamanında ödemesini
yapmış. Aradan yıllar geçmiş X, çok zor duruma düşmüş,
geçimini sağlayamayacak kadar yoksullaşmış, bakacak
kimsesi de yokmuş. A önderliğinde B ve C, X için bir
yardım kampanyası düzenlemişler. A, B ve C’nin bu
konuda kendilerini sorumlu hissetmeleri tutarlı bir davranış
olarak görülemez (Bu durumu şirket ve ülkeler için de
yaygınlaştırmak mümkün.)
135
3. SORUMLULUĞUN KAYNAKLARI
Bireysel ve toplumsal kişiliğimizin bizi değişik
davranışlara yöneltmesi sonucunda oluşabilecek durum/lar
karşısında vicdani, toplumsal ve ilahi ceza ve ödül
(müeyyide) ile karşılaşırız. Bu müeyyideyi koyan güç,
makam veya otorite bizim sorumlu olduğumuz otoritedir.
Sorumluluğun tanımını verirken, sorumluluk, astın bir
başkası için bir görevi ya da belirli bir hizmeti yerine
getirme mecburiyetidir demiştik. Bu makamın insan
kaynaklı olanları, insanın kendisi (vicdanı), toplum, devlet
vs.; ilahi kaynaklı olanı ise Tanrı’dır. İlahi sistemde
Tanrı’ya karşı sorumlu iken, insan kaynaklı sistemlerde
kendimize, topluma, devlete, meslek odalarına, yöneticilere
–üstlere-, vs. sorumluyuz. Sorumluluğumuzun ölçüsünü ve
müeyyidenin ne olduğunu yukarıda saymış olduğumuz
otoriteler belli kural ve kaideler ortaya koyarak belirlerler.
Bu kaide ve kuralların sistemli hale gelmesi örf, töre,
hukuk ve ahlak kurumlarını oluşturur. “Kaidenin kaynağı
hangi makam ve otorite ise, biz birinci derecede o otoriteye
karşı sorumluyuz. İlahi hukukla ilgili konularda temel
sorumluluk Tanrı’ya karşıdır, laik hukuk sistemlerinde ise
cemiyete karşı sorumlu bulunuruz.” (Güngör : 1997 : 129)
Davranışlarımızın sonucunda oluşabilecek
müeyyideyi bize tatbik edecek güçler; vicdanımız, toplum
136
ve Tanrı oluğuna göre, sorumluluğun kaynakları da
onlardır. Vicdani sorumluluk, hiç kimsenin bizi mecbur
edemeyeceğimiz bir davranıştan kendimizi sorumlu
hissetmemizdir. Bu sorumluluk insanın kendisinden
kaynaklanır. Toplumsal sorumluluk, davranışlarımızın
sonucunda toplumdan veya devletten bir müeyyide
göreceğimiz durumdur. Bu da toplumun yaptırım gücü olan
toplumsal normlar ve hukuk yoluyla sağlanır. Tanrıya karşı
sorumluluk, dini temele dayanır; âhirette ceza ve mükâfaât
olarak, cennete veya cehenneme girerek
müeyyidelendirileceğimiz bir sorumluluk çeşididir. Bunun
kaynağı ise dindir. Öyleyse sorumluluğun kaynaklarını üç
şekilde ortaya koyabiliriz.
1-Salt ahlaki sorumluluk
2-Sosyal sorumluluk
3-Dini sorumluluk (Altıntaş : 1999 : 118)
Ahlak, bireysel ahlak, sosyal ahlak ve dini ahlak
şeklinde gruplara ayrılmaktadır.2 Dolayısı ile her
sorumluluk kabul edildiği andan itibaren ahlaki bir
sorumluluktur. “Başkası tarafından bize yüklenen
sorumluluk, bizim kabulümüzle birlikte bizim şahsımızın
gereği olur.” (Çağırıcı : 1985 : 139-142) Öyle ise
sorumluluğun kaynakları aynı zamanda ahlakın da
2 Bkz.Altıntaş, Hayrani; İslam Ahlakı; Bertrand, Alexis. Ahlak Felsefesi; Draz, M.A. Kur’an Ahlakı. Pazarlı, Osman; İslam’da Ahlak kitaplarının içindekiler kısmı.
137
kaynaklarını oluşturmaktadır. Şimdi ahlakın
(sorumluluğun) kaynaklarına değinelim.
3.1. İNSAN DOĞASI
İnsanı anlamak, tüm bilimlerin ortak çabasıdır. Tarih
boyunca bilimler insanı anlama çabası olarak kendilerine
insanı konu edinmişlerdir. Tüm ilimlerin üstünde kendine
yer edinmeye çalışan felsefenin de en temel konularından
biri insandır. “İnsanın doğası yerine insanın tarihini temel
aldığımızda, önümüze iki önemli sorun çıkar : İlkin insan
eğer Hegel ve Marx’ın öne sürdüğü gibi “sosyal çevrenin
ve tarihin ürünü” ise, bu malzemeden ahlaki bir özne
çıkmaz. Ahlaki olmayan özne bir tür hayvan gibidir-zaten
Yunan’dan beri insanın bir tür hayvan olduğu fikrine itiraz
edilmemiştir- ve bu özneye sorumluluk yüklemenin
mantıksal bir tarafı yoktur... İkincisi, eğer “insanın ebedi ve
evrensel bir özü” yoksa ebedi bir ruhu da yoktur.
Yaratılmamıştır ve varoluşçuların iddia ettiği gibi,
mahiyetini bilemediğimiz bir güç tarafından buraya, “bu
dünyaya fırlatılmış”tır. Eğer öyle ise, insan mümkün
değildir. Peki, o zaman insanın hep peşinde olduğu iyi ve
kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkinin anlamı nedir?...
Aslında “olumlu” ve “olumsuz” iki kategoride topladığımız
bütün değerlere karşı bizim olumlu ve olumsuz
tutumlarımızın kökeni bizim sahip olduğumuz ebedi
138
özümüzdür. İslam literatüründe buna “fıtrat” denir. Fıtrat,
insanın üzerinde yaratıldığı durum, mahiyetler ve
düzenekler bütünüdür. Buna insan doğası da diyebiliriz.”
(Bulaç :2001 : 5-6)Ahlaki monistlere göre insan doğası,
insanın nasıl davranacağını tam olarak belirler, bunların
başında Aristotales ve Platon vardır. Vico, Montesquieu ve
Herder de insan doğası, belirli biçimde davranmaya
eğilimini belirleyen bir yapıyı içinde barındırır, çevreden,
toplumdan ve kültürden bağımsız bir insan doğasının
olamayacağını söylerler. İnsanın insan türüne özgü,
toplumsal yanına ait, kültürel yanına ait ve evren içindeki
konumuna ait ayrı ayrı doğaları vardır. Yalnızca biyolojik
yapısından kaynaklanan doğası esas alınarak bütüncül bir
çıkarımda bulunmak eksik bir yaklaşımdır.(geniş bilgi için
bkz. Parekh : 2002 : 158)
İnsan biyolojik varlığı ile büyür, gelişir; ruhi varlığı
ile anlar, bilir, değerlendirir. Bu iki yapı birbirinden
ayrılamaz. Anlaması, bilmesi ve değerlendirmesi için bir
bedene de ihtiyaç duyar. Biyolojik yapısı ile hayvanlara
benzer olsa da bu iki yapının ayrılamaz özelliğinden dolayı
hayvanlardan farklıdır.
Her insanın kendine has özellikleri yanında, birbirleri
ile ortak yanları da vardır. Ortak fiziksel ve zihinsel
yapıları sayesinde yaşayabilmek için belirli gereksinimleri
ve ortak koşulları paylaşırlar. Herkes belirli bir
139
bebeklik/çocukluk devresi geçirir, bu dönemde bakıma
muhtaçtır. İleriki dönemlerinde insan, kişiliğini geliştirmek,
özel ve toplumsal taleplerini karşılayabilmek için beceri,
yetenek ve bilgi sahibi olmak ister. Dünyayı anlamak için
tutarlı bir dünya görüşü edinir. Tüm bunları edinmek için
istikrarlı bir doğal ve toplumsal çevreye, yakın özel
ilişkilere, biraz duygusal güvenliğe, ahlaki normlara ve
düzene ihtiyaç duyar. (Parekh : 2002 : 150)
İnsan doğası, insanoğlunu bir tür olarak niteleyen her
şeyi kapsamaz. İnsan varoluşun tüm yönleri insanın kendi
özelliğinden kaynaklanmaz aksine dış kaynaklı veya kişiler
arasıdırlar ve insan doğasının değil, insanın şartlarının ya
da durumunun birer parçasıdırlar. Onun kişiliği toplumsal,
kültürel ve tarihsel süreçler sonucunda oluşur. Sosyal ve
kültürel etkiler onu doğrudan veya dolaylı olarak derinden
etkilemiştir. ‘İlkel’ denebilecek insanla günümüz insanını
karşılaştırdığımızda bu fark açık bir şekilde ortaya çıkar.
Farklı kültürel ortam, tarihsel koşullar, coğrafi ortam ve
yetiştirilme tarzı insanın kişilik özelliklerinde etkilidir.
Tüm bunlara rağmen her insanda ‘potansiyel ortak
özelliklerin’ varlığı da inkar edilmemektedir. Yaşayan tüm
insanların ‘insan’ olarak nitelenmesi, ortak yanların
varlığına işarettir. Akıl, duygu, vicdan gibi görünmeyen
özelliklerin yanında, görülen biyolojik varlığımızdaki
benzerliklerdir. Dik yürüme, kafa ve diğer organların
140
benzerliği gibi. Bizi ilgilendiren biyolojik benzerlikler
değil, ‘insanı insan yapan’ o görülmeyen yanlardır; çünkü
onu birey olarak diğer canlılardan ayıran bu özelliklerdir ve
bu özellikler sayesinde sorumluluk duygusunu
taşımaktadır.
3.1.1. AKIL
Kant, ahlaka dolayısı ile sorumluluğa, iyi ve kötünün
belirlenimine ilkeler açısından bakan, eylemin ortaya
koyduğu sonuçların iyi ya da kötü olmasını niyete
bağlayan filozofların başında gelmektedir. Bizi harekete
geçiren güdülerimizde iyi niyet ve görev bilinci yoksa
davranışlarımızın sonucu ne olursa olsun ahlakilik özelliği
taşımaz. İyi niyet ve görev bilincinin kaynağı olarak da
pratik aklı gösterir. “O (Kant) teleolog–erekselci- değil,
deontolog-kuralcı- idi. Kant’a göre, ahlaki bir davranışın
iyi olup olmadığı, sonuçlara bakılarak değerlendirilemezdi.
Başka bir ifadeyle amaç aracı haklı çıkaramazdı.”
(Billington : 1997 : 170)
Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi adlı eserini
aklımızda a priori olarak bulunan pratik prensiplerin
kaynağını araştırma ve bu yolla ahlak metafiziğini
temellendirmek amacıyla kaleme almıştır. Bilgilerimizi,
nesneleri duyu organları yoluyla alıp, akılla yorumlayıp,
duyu organlarının etkisi olmaksızın mantıksal çıkarım
141
yoluyla elde ederiz. Nesneler dünyası “olan” dünyadır.
Duyu organları ile algıladığımız bilgi olanın bilgisidir.
Olması gerekenin bilgisi ise ahlakın konu edindiği bilgidir.
Bu bilgi alanında insanların ne yapmaları ve nasıl
davranmaları gerektiği belirlenir. Bu iki alanın bilgisi de
akıl ile sağlanmakla birlikte Kant, aklı ikiye ayırır. Teorik
akıl, pratik akıl. “Tek ve aynı olan bir akıl vardır, fakat
tatbikatta (teorik ve pratik olmak üzere) ikiye ayrılır.
(Heimsoeth : 1986 : 68) Teorik akıl, duyularla verilen
bilgilerimizi işler, düzenler, sentezler, analiz eder ve hüküm
verir. Burada bilginin konusu, aklın dışındaki nesnelerdir.
Verilerini o nesnelerden alır. Pratik akıl da ise; bilginin
konusu aklın kendisidir, kendinden çıkan ilkelerle hüküm
verir.
“Aklın teorik kullanışı sırf bilme yetisinin
nesneleriyle uğraşıyordu ve aklın, bu kullanışı bakımından
bir eleştirisi, aslında yalnız saf bilme yetisiyle
ilgiliydi...Aklın pratik kullanışında durum farklıdır. Bu
kullanışta akıl, tasarımların karşılığı olan nesneleri
meydana getiren ya da kendini (doğal yeti buna yeterli olsa
da olmasa da) bu nesneleri meydana getirmek üzere
belirleyen- yani kendi nedenselliğini belirleyen- bir yeti
olan istemenin belirlenme nedenleriyle uğraşır. Çünkü hiç
olmazsa burada, akıl istemeyi belirlemeye yeterli olabilir
142
ve yalnız istemek söz konusu olunca, aklın hem nesnel
gerçekliği vardır. (Kant : 1999 : 16)
Teorik akıl, mevcudun, olanın bilgisine yönelirken;
pratik akıl, olması gerekenin, yasanın, ahlakın bilgisine
yönelir. İstemeyi harekete geçiren ve istemenin sonucunda
oluşan akıl, pratik akıldır. “Dünyada, dünyanın dışında bile,
iyi bir istemeden başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek
hiçbir şey düşünülemez.” (Kant : 1999 : 8) “İyi isteme,
etkilerinden ve başardıklarından değil, konan herhangi bir
amaca ulaşmağa uygunluğundan da değil, yalnızca isteme
olarak, yani kendi başına iyidir.” (Kant : 1999 : 9) İyi
isteme kavramı, Kant’ın ahlak teorisinin anahtar
kavramlarından birisidir. “Kant’a göre ahlakın hareket
noktası iyi niyet (la bonne volontê)’dir. Dünyada var
olabilen şeyler arasında iyi niyet kadar iyi bir şey yoktur
diyor. O, tamamıyla kendiliğindendir; ve her türlü ahlak
hareketlerinin prensibidir. İyi niyette başarı gaye değildir,
insan başarmış veya başarmamış, yalnız iyi niyet sahibi
olması ahlaklılık için yeter : saadet, para, sağlık, itidal,
cesaret, vs.’den hiç biri iyi niyetsiz ahlakın temeli olamaz.
Bütün bunlar ahlâkî oldukları kadar gayri ahlâkî de
olabilirler. En iyi adamda olduğu kadar en kötü adamda da
bulunabilir. Bir cani soğukkanlı, cesur, sağlam, itidal
sahibi, hatta kendine göre mes’ut olabilir. Şu halde bu
143
vasıflardan hiç birisiyle ahlâkı kurmaya imkan yoktur.”
(Ülken : 2001 : 68)
“Bütün ahlak kavramlarının yeri ve kaynağı tamamen
a priori olarak akılda bulunur; hem de en yüksek derecede
kurgusal olan akılda olduğu kadar sıradan insan aklında da;
bu kavramlar deneysel, bundan dolayı da sırf raslantısal
olan bilgilerden çıkarılamaz; bizim için en yüksek ilkeler
olmalarını sağlayan değerlilikleri, kaynaklarının tam bu
saflığında bulunur.” (Kant : 2002 : 27)
Zenginliğin, mesleki bilginin, zekanın, tüm insani
duyguların her zaman kötüye kullanılması mümkündür.
Tüm bu yetenek ve kazanımların kötü bir hedefe ulaşmak
amacıyla kullanılması, onların kayıtsız şartsız iyi
olmalarını gerektirmez. Fakat “iyi isteme” hiçbir şekilde
kötü olmayıp, kötülük amacıyla da kullanılamaz, her
zaman kayıtsız şartsız iyidir. Acı ve ıstırap kötü olarak
bilinir. Oysa acı ve ıstırap veren bir ameliyatın kötü
olduğunu kimse kabul etmez aksine iyi olduğunu söyler.
Buradaki ‘iyilik’, ameliyatın bizatihi kendisi ile değil,
onunla hedeflenen fayda ile ölçülür. Kötü olarak bilinen bir
şeyi iyi yapan, daha genel söylersek duygu, düşünce, söz
ve eylemlerimizi iyi yapan şey nedir sorusunun cevabını
Kant, “ödev” kavramında arar. “Kendi başına saygı
görmeye layık ve başka hiçbir amaç olmaksızın iyi olan bir
isteme kavramını geliştirebilmek için, iyi isteme kavramını
144
içeren ödev kavramına bakalım.” (Kant : 2002 : 12)
“...Ödev, yasaya saygıdan dolayı yapılan eylemin
zorunluluğudur.” (Kant : 2002 : 15) Ödevden dolayı
harekete geçen isteme iyi istemedir ve ödev de yasaya
saygıdan kaynaklanır. Ahlaki olan davranışlar, ancak
ödevden kaynaklanan davranışlardır. Bir fiilin ahlâkî değer
taşıyabilmesi için ödev/vazifeden doğmuş olması gerekir.
Ödev/vazife yasaya saygıdan dolayı davranışta bulunma
zorunluluğu olduğuna göre, bu yasa ahlak yasası olmalıdır.
“İyi niyetle yapılan hareketler ya a-) ödeve uygun olarak
yapılır ki, burada temayüllerle ödev uyuşmuştur; yahut b-)
ödevle yapılır. Ahlaklılık yalnız bu ikincisindedir. Hayatı
korumak bir ödevdir; fakat aynı zamanda bir eğilimdir.
İnsan hayatı sevdiği, faydalı bulduğu veya hayat onu
mes’ut ettiği için yaşar. Şu halde yaşamak ödeve uygun
hareket etmektir. Fakat bedbaht olduğu, cesareti kırıldığı,
ölümü isteyecek hale geldiği halde insanın hayatını
koruması ödevle yani “öyle gerektiği için” yapılmıştır. İşte
yalnız korku ile, temayülle veya severek yapılmayıp,sırf
ödevle yapılan bu harekette Kant’a göre, ahlaki değer
vardır. (Ülken : 2001 : 68) Kant, saf akıl yoluyla iyinin ne
olduğunu bilmenin mümkün olabileceğini söylemektedir.
İyinin ne olduğunu belirleyen ahlaki temel ilke
‘evrenselleştirilmiş yasa’dır. Bu yasa, “olmasını
isteyebileceğin öznel ilkeye göre eylemde bulun”
145
biçiminde formüle edilebilir. (Tepe : 1998 : 9-24.)
“Maksimimin aynı zamanda genel bir yasa olmasını
isteyebileceğim şekilden başka türlü hiç
davranmamalıyım.” (Kant : 2002 : 17) İnsan başkalarından
kendine nasıl davranmasını bekliyorsa, kendi de öyle
davranmalıdır, bu eylemin ahlakiliği için yeterli kriterdir.
“Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma”
özdeyişi de bu kriterle örtüşmektedir. İnsan fakir düşmeden
fakirlere yardım etmeli, hastalanmadan sağlığın kıymetini
bilmeli ve bu amaçla hasta ziyaretlerinde bulunmalı,
Yaşlanmadan gençliğini iyi değerlendirmeli ve gençken
ihtiyarladığında kendine nasıl davranılmasını istiyorsa
ihtiyarlara öyle davranmalı vb.
Kant’a göre isteklerimizin ahlaken iyi olabilmesi için,
onların evrensel bir kanun olmasını isteyip-
istemeyeceğimizi kendimize sormalı, olanların
istikametinde davranmalı, olmayanları ise reddetmeliyiz.
İsteklerimizin objektif olanları yanında, subjektif olanları
da vardır. Objektif olan isteklerimizi saf pratik akıl
emreder. Kant’a göre üç çeşit buyruk vardır: Şartlı buyruk
(hypothetical imperative), maharet buyruğu (imperative of
skill) ve kesin buyruk (categorical imperative) “Bütün
buyruklar koşullu olarak ya da kesin olarak buyururlar. İlk
buyruklar, insanın ulaşmak istediği (veya isteyebileceği)
başka bir şeye araç olarak olanaklı bir eylemin
146
zorunluluğunu ortaya koyarlar. Kesin buyruk ise, bir
eylemi kendisi için, başka herhangi bir amaçla ilgi
kurmadan, nesnel zorunlu olarak sunan buyruk olur.” (Kant
: 2002 : 30) “Son olarak bir buyruk vardır ki, belirli bir
davranışla ulaşılacak herhangi bir amacı koşul olarak
temele koymadan, bu davranışı doğrudan doğruya buyurur.
Bu buyruk kesin dir.” (Kant : 2002 : 33) Ona göre ahlaki
buyruk, kayıtsız şartsız emreder, yani başka bir
gaye/amacın vasıtası olarak değil, kendi başına iyi olan
davranışları emreder. Bu tür davranışları emreden buyruk
kesin buyruktur.
Peki kesin buyruk bütün akıl sahibi insanlara
sorumluluk/yükümlülük yükler mi? Akıl sahibi varlığın
istemesi ile kesin buyruk arasında bir bağ var mıdır?
Kant’a göre isteme yetisi zaten belli bir kanun fikrine
uygun bir şekilde davranışta bulunmak üzere belirleme
yetisidir. “İsteme, belirli bir yasa tasarımına uygun bir
şekilde kendini eyleme belirleme yetisi olarak
düşünülmektedir. Böyle bir yetiye ancak akıl sahibi
varlıklarda rastlanır. Şimdi, isteme için kendi kendini
belirlemede nesnel neden işini gören şey, amaçtır : bu da
saf akıl tarafından veriliyorsa, bütün akıl sahibi varlıklar
için aynı şekilde geçerli olmalıdır."(Kant : 2002 : 44)
“Kendi var oluşu mutlak bir değere sahip olan, kendisi
amaç olarak bazı yasaların nedeni olabilecek bir şey
147
varsayılırsa, olanaklı bir kesin buyruğun, yani pratik
yasanın nedeni onda ve ancak onda bulunur. (Kant : 2002 :
45)
Kant, insanın akıl sahibi olması sebebiyle kendi
başına bir gaye olduğunu düşünmekte ve bu sebeple
kuralların ve kanunların(pratik ilkenin) temelinin akıl
sahibi doğa (insan) olduğunu söylemektedir. “akıl sahibi
doğa, kendisi amaç olarak vardır. İnsan kendi öz var
oluşunu zorunlu olarak böyle tasarımlar...Öyleyse pratik
buyruk şu olacak : (İnsan) her defasında insanlığa, kendi
kişisinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf
araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak
biçimde eylemde bulun(malıdır.)” (Kant : 2002 : 46) Kendi
başına bir amaç olarak her akıl sahibi varlığın istemesi
diğerlerini bir araç olarak görmeyerek “genel yasa koyucu
isteme” (Kant : 2002 : 49) şekline dönüşüyor.
“Kendini ve eylemlerini yargılayabilmek için her akıl
sahibi varlığın bütün maksimleri aracılığıyla kendini genel
yasa koyucu olarak görmesini gerektiren bir akıl sahibi
varlık kavramı, ona bağlı olan çok verimli bir kavrama, bir
amaçlar krallığı kavramına götürür.”(Kant : 2002 : 50)
“Şimdi, akıl sahibi bir varlığın kendisinin amaç
olabilmesini sağlayan tek koşul ahlaklılıktır; çünkü ancak
onunla bu varlık amaçlar krallığında yasa koyucu bir üye
olabilir. Böylece ahlaklılık ve insanlık, aynı şeyi
148
sağlayabildiklerine göre, değerli olan tek şeydirler. Beceri
ve çalışkanlığın bir piyasa fiatı vardır; şakacı, nüktedan
olmanı, canlı bir hayal gücüne sahip olmanın duygu fiatı
vardır; buna karşılık sözünde durma, (içgüdüden dolayı
değil) ilkelerden dolayı iyilikli olmanı iç değeri vardır.
(Kant : 2002 : 52-53)
Kesin buyruk tüm akıl sahibi varlıkları belli bir tarzda
davranmaya zorlar, bu da genel/evrensel kanun olmasını
isteyebileceği maksimlere göre hareket etmekten geçer.
Kesin buyruk, akıl sahibi varlıklara bazı ahlaki
yükümlülükler de yükler. Ahlaki yükümlülükler için özgür
olmayı bir şart olarak ortaya atar. Çünkü biz ancak özgür
olarak, sırf vazifeden dolayı ahlaki bir davranışta
bulunabiliriz. “Çünkü ahlaklılık, akıl sahibi varlıklar
olarak bizler için yasa görevini gördüğünden, bütün akıl
sahibi varlıklar için de geçenli olmalıdır; ve ahlaklılığı
sadece özgürlüğün özelliğinden türetmek gerektiğinden,
özgürlüğü de bütün akıl sahibi varlıkların istemesinin
özelliği olarak kanıtlamak gerekmektedir.” (Kant : 2002 :
66) Kant’a göre eylemlerimizde özgür olmak
ahlaklılığımızın temel şartlarındandır. “İnsan, bilimsel
çalışmanın bir nesnesi olarak biyolojiye ve psikolojiye
tabidir. Fakat, ahlaksal değerlendirmenin nesnesi olarak,
pratik aklın önermelerine uyup uymamakta serbesttir.
149
Ahlak, insanın özgürlüğüne ve mükemmelliğe ulaşmasının
aracını oluşturmaktadır.” (Alkan : 1993 : 71)
Kant, ahlakı pratik akıla dayandırmış, insanın ahlak
yasalarına uyup uymama özgürlüğü olduğunu söylemiştir.
Pratik akıl, hem bilen hem de harekete geçiren, hem nasıl
hareket etmemizi belirleyen kuralları koyan ve bizi bu
yönde hareket etmeye sevk eden en güçlü yetimizdir. Bu
tür bir yetiye sahip insanın kendini ve içerisinde yaşadığı
toplumu idare etmesi için kurallar koyması pratik akılını
kullanmasına bağlıdır. Pratik aklın bir emri olan
kanun/yasa/ilke insan üstü bir otoriteye ihtiyaç duymaz. O
kendi kendine yeter. “Kantçı etik herkesin kendi ahlak
otoritesi olmasına izin verir, rasyonel özerkliğe yaptığı
vurgu ahlakilik açısından herhangi bir dışsal otoriteyi, özel
olarak, ilahi otoriteyi reddetmesini getirmiştir. İnsan özgür
olarak nasıl davranacağına karar verir; insan (kutsallık
mertebesinde olsa bile) kutsal hükümlere tabi değildir,
çünkü bu onun kendi dışındaki yasalara tabi olması ve
böylece olgun bir ahlaki fail haline gelememesi anlamına
gelir.” (Billington : 1997 : 180)
“Ahlaki davranış kendi buyruğunu kendi içerisinde
taşır; kendiliğinden doğru ya da yanlıştır ve ahlaki
davranışı, sonuçları ya da yol açabileceği muhtemel
sonuçları temelinde eleştirmek ya da savunmak nafiledir.
İyi davranış kendi kendini haklı çıkarır, kötü davranış da
150
kendi kendini mahkum eder; destekleyici başka bir kanıta
gerek yoktur.”(Billington : 1997 : 198)
Akıl, iyi niyet ve görev duygusu olmadan da
işleyebilir. Bu durumda
her davranışın ahlaki bir sonuç vermesi mümkün değildir.
Aklını pratik akıl ilkelerine uygun işletemeyen insanlar
olacaktır. İlkeler, toplumsal iyinin (genel çıkar) tespit
edilmesi için olmazsa olmaz kurallar demek ise, bazı
bireyler bu ilkeleri çiğnemekle ‘genel iyiden’ pek fazla bir
şeyin kaybolmayacağını düşünerek kaytarma yoluna
başvurabilecektir. Kişi kendi çıkarını gördüğü durumlarda
ilkeleri çiğnemesinin toplumun genelini dikkate
aldığımızda önemli bir fark yaratmayacağını düşünür ve
çıkarı doğrultusunda hareket edebilir.
Kant bu tür durumlarda genel/evrensel kanun
olmasını isteyebileceği maksimlere göre hareket etmekle
bu sorunun üstesinden gelinebileceğini söyler. Yani benim
gibi herkes bu şekilde (kötü) hareket ederse toplumsal
huzur kalmaz ve hiçbir kurum görevini yerine getiremez
mantığını devreye sokar. Buna rağmen yine de herkesin
evrensel maksimlere göre hareket edeceğine dair hiçbir
güvencemiz yoktur. İlkelerin çiğnenmesi bir taraftan yasal
yaptırımlarla korunurken diğer taraftan pratik aklın işleyiş
biçiminden (görev duygusundan) daha güçlü bir
yaptırımlarla da desteklenmesi gerekir. Sadece akıl ve
151
yasalar bizi iyi işler yapmaya yeteri kadar motive
etmeyebilir.
3.1.2. DUYGU
Eylem ve davranışları kendi içerisinde değil o
davranışın sonuçlarına (amaç-gaye) göre değerlendiren
felsefi yaklaşımlar da vardır. Bunlardan biri de Faydacılık
ya da Hazcılıktır. İnsanın hayatında en anlamlı davranış
mutluluk getiren davranıştır diyen bu akım aynı zamanda
Mutlulukçu (Eudaimonist) ahlak öğretisi olarak da bilinir.
Mutlulukçu ahlak felsefe tarihi boyunca farklı şekilde
yorumlamıştır. (Akarsu : 1982 : 21) Her insan mutlu
olmayı başlıca amaç sayar. Bunun için de hazzı elde etmek
ve acıdan kaçmak ister. Bu nedenle bir toplumun ahlak ve
hukuk düzeni, ideal bir düzen olarak “mümkün olduğu
kadar çok sayıda insanın mümkün olduğu kadar çok mutlu
olması” amacının gerçekleştirebilecek bir düzen olmalıdır.”
‘İzveren : 1994 : 53) “Kendimiz ya da başkaları için zevk
verdiklerini ve yararlı olduklarını hissettiğimiz şeyleri
onaylarız. Temel ahlaki duyumlarımız Hume’ın iyilik ve
adalet ‘sosyal erdemleri’ adını verdiği, insan ırkının genel
refahına ya da ‘kamu yararına’ yol açan erdemler
tarafından yönlendirilir. Kamu yararı ya da başkalarının
mutluluğu, bireysel ahlaki fail için arzu ve kabul edilir bir
şeydir ve haz, eylemin nihai amacıdır. Onun sözünü ettiği
152
haz, halk güruhunun aldığı haz değil, işi gücü olan,
eğitimli, uygar insanın hazzıdır.” (Billington : 1997 : 199)
Mill, “insanların doğaları ortak olduğundan eşit olduklarını
ve eşit derecede saygı görmeye layık olduklarını, aynı
nedenle yaşam biçimlerin de istenen modele uyması
gerektiğini, eğer uymuyorsa diğerlerinin meşru bir şekilde
onları denetleyip yönetebileceğini söyler.”( Parekh : 2002 :
61) Bu anlayış, Mill’in sömürgeciliği haklı çıkaran bir
tutum almasına yol açmıştır. “Kara Afrika ve Doğu’nun
tamamını kapsayan toplumların istediği yaşam biçimlerini
sürme ve toprak bütünlüğünü koruma hakkı, yalnızca kendi
adlarına düşünüp karar verebilecek kadar “olgun”
toplumlara aitti. Geri kalmış toplumlar sözde bu yetenekten
yoksun oldukları için, böyle bir hak “onlar için ya kesin bir
kötülük ya da en iyi ihtimalle şüpheli bir iyilik” demek
olacaktı. Tarihlerini başlatmak ve onlara yardım görmeden
gelişmelerine devam edebilecekleri bir kalkış noktasına
getirebilmek için, yabancıların “babacan bir despotizm”
göstermesi gerekiyordu.(Aktaran Parekh : 2002 : 58)
Bentham da faydacılığı şöyle tarif eder. “Faydacılık,
ister birey ister topluluk için olsun, üretme, yarar sağlama
ya da hazzı, iyiliği ya da mutluluğu artırma eğilimindedir.
En çok kişi için iyilik, doğru ya da yanlışın ölçüsüdür.”
(Billington : 2002 : 198) Mill ise : “Ahlakın temeli olarak
faydacılığı ya da ‘en büyük mutluluk’ ilkesini kabul eden
153
bir öğreti, eylemlerin mutluluk getirmeleri oranında doğru
olduklarını savunur; eylemler mutluluğun tersi sonuçlar
üretiyorlarsa yanlıştır. Mutlulukla kastedilen, hazzın varlığı
ve acının olmamasıdır; mutsuzluk ise acının varlığı ve
hazdan yoksun olmaktır.” (Billington : 2002 : 199)
Ahlakın kaynağı olarak görülen insani özelliklerden
biri de duygudur. Duyguyu ahlakın kaynağı olarak gören
filozoflar, mantıksal çıkarımların değil, kişilerin
duygularının ahlaki davranışlarımızda belirleyici olduğunu
savunurlar. Çünkü eylemlerimizin sonucu oluşacak
duygularımız (haz ve fayda), o eylemin değerini
belirleyecektir. Kuralların, normların, ilkelerin ahlakta
kişilik özellikleri kadar etkili olmadığını, duygusal ortak
noktaların ve duygusal benzeşimlerin eylemlerimizin iyi ya
da kötü olmasını belirledikleri söyleyen filozoflar,
duygunun ahlaka esas teşkil ettiğini iddia ederler.
Duygu filozoflarına göre ahlaklılıktan amaç insanın
mutluluğudur. “Epikoros da mutluluğu sağlamayı amaç
edinen ahlak öğretisinin temelini doğada bulur. Daha
açıkçası bunu haz (hedone) ile acı (pathe) olan iki duygu
üzerine temellendirir. Bütün canlılar, doğal eğilimleri
gereği, acıdan kaçıp hazza yönelirler, onu elde etmeye
çalışırlar.”(Ağaoğulları : 1994 : 308) Onun için bizi mutlu
kılacak şeylerin peşinden koşmalıyız. Mutlu olmak için her
154
istediğimiz şeye sahip olmamız gerekir. Eğer istediğimiz
şeylere sahip değilsek mutlu olmamız mümkün olmaz.
Mill, ahlakı hazla izah etmeyi deneyen bir İngiliz
filozofudur. Felsefi akımının adı faydacılıktır.
Faaliyetlerimizin biricik gayesi ihtiyaçlarımız olan
nesnelerin elde edilmesidir. Bizleri harekete geçiren
sebeplerin başında haz alma duygumuz vardır. Bütün
düşünsel, sanatsal ve ahlaksal çabalarımız sonucunda da bir
çeşit haz alırız. Mill ahlaka gaye açısından yaklaşır ve
davranışlarımızın yegane gayesinin mutluluk olduğunu
söyler. Onun mutluluktan anladığı, haz tatmak ve acının
yokluğudur.
Mill ahlakını temellendirirken tek tek nesnelerden
alınacak hazlardan ziyade toplam haz/doyuma ulaşmayı
esas almıştır. “Sosyal bir varlık olan ve kültür içerisinde
yaşayan insan yüksek doyumlar sağlayan yüksek hazları
arayacaktır.”(Ülken : 2001 : 84) Tüm insanlar yüksek
doyuma ulaşamaz, bazıları adi/alçak doyum seviyesinde
kalırlar. Her insanın bu yüksek doyum seviyesine
ulaşamamasını nedenleri olarak üç sebep görür. :
a-) Adi doyumun daha kolay olması
b-) Doyum aramayan süjelerin, maddi-manevi
güçsüzlüğü
c-) İhtiyatların ve önceden görüşün eksikliği.
155
Kültürsüz, tembel ve zayıf olan insanlar ileriyi
görmek gücünden mahrum oldukları ve adi/alçak doyum
düzeyinde kaldıkları için hakiki insanlara yaraşır olan haz
derecesine yükselemezler. Yüksek hazları : manevi ve fikri
hazlar; alçak/adi hazları ise : maddi hazlar diye ayıran Mill,
yüksek hazlara ulaşmak için bazı ahlaki özelliklerin kişide
bulunmasının önemine işaret eder. “Hazları, maddiden
maneviye, ferdiden genele, zihni ve sosyale doğru
yükseltir. Hazların deneyler ve ölçü yardımıyla
düzenlenmiş olan şekline fayda denir. Fayda ekonomik
karla karıştırılmamalıdır. Fayda, bize maddi ve manevi
huzur veren değil, aynı zamanda bütün çevremize de bu
huzuru yayan bir şeyi ifade eder.” (Ülken age s. 85)Adi
doyumlar insanı yalnız aşağılara götürürken, yüksek
doyumlar da insanı zihni ve sosyal hedeflere götürür.
“Davranışı ile ahlaki bir değeri gerçekleştiren kimse,
bununla aynı zamanda mutlu olmakta, bir mutluluk
değerini kazanmaktadır.” (Aral : 1988 : 101)
Hazların tür olarak birbirinden çok farklı olduklarını
ve bunların sadece niceliksel ifadelerle ölçülemeyeceğini,
aynı zamanda bir nitelik meselesi olduğunu söylemiştir.
“İki lezzet varsayınız. Bunların her ikisini tecrübe eden
kimselerin hepsi veya bir çoğu -hiçbir ahlaki zorunluluk
durumundan kaynaklanmamış bir açıklamaya bağlı
olmaksızın- bu iki lezzetten birini diğerine tercih edecek
156
olurlarsa, bu lezzetin diğerinden daha çok tercih edilecek
nitelikte olmasındandır.”(Bertrand : 2001 : 94) “Mill,
zenginlik peşinde olanla, felsefi sorulara cevap arayışı
içinde olan iki kişi arasında yaptığı karşılaştırma ile tezini
güçlendirmeye çalışır. Mill için felsefi sorulara cevap
bularak zihinsel açlığını tatmin etmek bir insan için
bedensel açlığı tatmin etmekten çok daha önemlidir. Bu
bakımdan bir filozofun bir iş adamından her zaman çok
daha mutlu olabileceğini ileri sürer. “Karnı doymuş bir
domuz olmaktansa aç bir insan olmak; doyurulmuş bir
aptal olmaktansa, doyumsuz bir Sokrat olmak iyidir.”sözü
de ona aittir. Çünkü domuz ve budala sadece kendilerini
düşünürler; oysa diğerleri hem kendilerini hem de
başkalarını düşünürler. Mill, bu ifade ile Bentham’ın,
sadece kendi hedonist zevklerinin tatmini peşinde koşan
insan tanımlı faydacılık anlayışından epey uzaklaşmakta ve
insanı ahlaken sorumlu bir varlık olarak kabul etmektedir.”
(Mill : 2003 : 13) Mill, iki tür hazzın mukayesesini akıllı ve
ahlaklı bir insanın yapabileceğini, yalnızca aşağı hazları
yaşamış bir aptalın bunu yapamayacağını söyler.
Mill, hazları doyurucu hale getiren başlıca iki faktör
görüyor : 1-) Sükûnet. 2-) Hareket. Bunların biriyle bile
bazen saadet elde etmek mümkündür. İstirahat ve inziva
içinde saadet sağlandığı gibi, sürekli çalışmada da bu
157
mümkündür. Fakat bunların aşırılığı her vakit saadeti
bozabilir; ve ikisi birbirini kontrol eder.
Hayatı doyumsuz hale getiren faktörler :
1-) Egoizm ve hırstır ki, bunun şiddetli bir şekli
ambition yani doymazlık hırsıdır.
2-) Fikir kültür eksikliği veya büsbütün yokluğudur.
Mill’e göre bilim, sanat ve felsefe kültürü insanı,
manen yükseltir ve ahlakileştirir. “İnsanlar arasında zevk
duyma ve üzülme nedenleri farklı olduğu gibi, değişik
maddi ve manevi etkenlerin onlara etki edişinde de büyük
farklar vardır. Yaşam şekillerinde bunları karşılayan bir
çeşitlilik olmadığı müddetçe ne tam anlamıyla mutlu
olabilirler, ne de karakterlerinin elverdiği çapta düşünsel,
ahlaki ve estetik olgunluğa erişebilirler.”(Mill : 2003 : 130-
131)Bu kültürden yoksun olmakta alçaltır.Yüksek hazları
tercih eden insanlar içlerindeki haysiyet duygusuyla, alçak
hazları tercih edenler, karakter zayıflığından böyle
davranırlar. Mill, ahlakı iki temel prensip üzerine inşa eder.
Bunların birincisi, eylem/davranışlarımızı hasıl ettikleri
sonuçlara göre değerlendirme prensibi; davranışın iyiliği
veya kötülüğü, sonucunun iyi veya kötü olmasına bağlıdır.
İkincisi ise haz prensibi; sonucunda haz/lezzet
duyduğumuz şeyler iyi, acı duyduğumuz şeyler ise kötüdür.
“İnsanın tabiatı, mutluluğun bir parçası veya mutluluğa
araç olmayan hiçbir şeyi istemeyecek şekilde yaratıldı ise-
158
ki öyledir- mutluluk, insan fiillerin tek amacı ve ona
ulaşmak da insan eylemlerinde kullanılması zorunlu ölçü
olur. Buradan da onun ahlaki eylemin kriteri olması
gerektiği ortaya çıkar. Öyle ise mutluluk insan eylemlerinin
nihai amacıdır ve bu nedenle ahlak normudur.” (Mill : 1965
: 19-20) Wittgenstein’cı anlamda acının ve hazzın
öğrenilebilmesi için bu hazları denemek yanında sözcükleri
de işitmek, bir dil örgüsü içinde duyularla dilin bir
bütünlük sağlaması gerekir. Bu anlamda acının ve hazzın
davranışlarımızda belirleyici olması, bir kültür içerisinde
mümkün hale gelmektedir, kültürün en önemli taşıyıcısı da
dildir.
“Eğer her bireyin kendi mutluluğu onun için iyi olan
tek şeyse, buradan tek toplumsal iyinin – yani tüm bireyler
için iyi olanın – tüm bireylerin mutluluğu olduğu iddiasına
geçmek düş kırıklığı yaratacak kadar kolay bir hamledir...
Öz çıkara (bireysel mutluluk) dayalı davranış ile toplam
toplumsal iyilik arasındaki nedensel bağ, öz çıkar ancak
mülkiyet ve sözleşme tarafından konulan sınırlar içerisinde
işlediği sürece anlamlıdır.” (Poole : 1993 : 25) “Bireyin
iyiliği ile toplumun iyiliği arasındaki bağlantı genelde
devam edebilirse de, bunlar arasında bir özdeşlik
olduğunun savunulmasına elvermeyecek şekilde
birbirlerinden ayrıldıkları o kadar çok durum var ki.
Yalnızca en çarpıcı örneği vermek gerekirse : Huzurlu bir
159
toplumda bile, toplumun dış ya da iç düşmanlarından
korunmasının bazı bireylerin mülkiyetlerini (çıkarlarını) ve
hatta toplum adına hayatlarını feda etmeye hazır olmalarını
gerektirecek durumlar olacaktır. Ve işte bunun için, bu
denli rasyonel ve uzun vadeli olsa da bireysel öz çıkar
temelinde haklılaştırılabilmesinin hiçbir yolu yoktur.”
(Poole : 1993 : 27)
Genel çıkar, insanın tanımadığı kimseleri de
düşünmesi, yani kendi, yakınlarını diğer kimseler gibi
görmesi demektir. İnsan, kendi fayda ve mutluluğuna olan
işleri yapmak üzere motive olur, ya da tanıdığı kimseleri
gözeterek onlara olan yakınlığını göstermek ister. Hiç
tanımadığı ve belki de hayatında hiç karşılaşmayacağı
insanları yakınları gibi görmesinin kendi açısından tutarlı
bir nedeninin bulamayabilir. Ayrıca herkesin, herkes adına
hareket etmesi, yani kendi ve yakınlarını düşünmeden
genel iyi için davranmasının garantisi yoktur. “Genel iyiye
yapılan katkı, yitirilen bireysel iyi ile karşılaştırıldığında
çok küçük” (Poole : 1993 : 30) olacağını düşünerek, birey
öz çıkarı doğrultusunda hareket eder. Çıkar maddi bir
nesneye ulaşma olabileceği gibi toplum nazarında üstün
konumda olmak ya da öyle hissedilmek duygusu da
olabilir. İnsanlar, basit bir nedenden ötürü aralarında çıkan
tartışmada birbirlerin düelloya davet ederek, toplum
nazarında statülerini yitirmemek için hayatlarını bile feda
160
etmektedirler. Çıkara ve bireysel mutluluğu dayalı
toplumsal sorumluluk ve ahlak anlayışını temellendirmek
son derece zordur. Çıkarın, bireysel mutluluğun, pratik
aklın birlikte hareket etmeleri halinde bile, o büyük, geniş
ve açık toplumun genel iyisini keşfetme bilgisine
ulaşamayacağız. Toplum, bilinemeyecek kadar çok ilişkiler
ağıyla örülmüştür. Her bir ilişkinin hangi motivasyonla
oluştuğu ve bu ilişkilerin amaçlarını ortak toplumsal
amaçlar için buluşturmanın zorluğu bizi, ahlakın ve
sorumluluğun bireysel bazda ele alınması gerektiği
noktasına götürür. Herkes davranışlarını iyiye göre
ayarlarsa – ki Aristo geleneğinde iyinin mülkiyeti yoktur –
“Benim kendi iyim peşinde koşmamın sizin kendi iyiniz
peşinde koşmanızla çatışması hiçbir şekilde söz konusu
olmaz; çünkü bu iyi, ne özel olarak benim, ne de özel
olarak sizindir. İyi, özel mülkiyet konusu olamaz.”
(McIntyre : 2001 : 337)
Liberal felsefede ise toplumsal düzen, piyasa ilişkileri
sistemi ile yani “görünmez el” tarafından düzenlenir,
toplumsal işbirliği ve iş bölümüne çok fazla önem verilir.
Birey, kendi çıkarının farkında olduğunda ve onu
gerçekleştirmeye çalıştığında, piyasa yoluyla toplumsal
fayda da sağlanmış olacaktır. “Bireyler sahip oldukları ama
istemedikleri malları, sahip olmadıkları ama istedikleri
mallar” (Poole : 1993 : 17) karşılığında piyasa vasıtasıyla
161
mübadele ederler. Daha çok yarar elde etmek için kendi
mallarını rakiplerine göre daha kaliteli ve daha verimli
üretmek zorunda kalacaktır. Kalite, verimlilik ve rekabet,
toplumda ‘ortak iyinin’, genel çıkarın oluşmasına imkan
yaratacaktır. Karşılıklı bu işbirliği herkesin kendi amacını
gerçekleştirirken başkalarının amaçlarını da
gerçekleştirmeye yarayan bir süreçtir. Bu iş birliği
sürecinde her bir birey aynı zaman da hem araç hem de
amaç olarak işlev görür. Kendi amacını gerçekleştirirken,
başkalarının amacının gerçekleşmesinde araç olarak işlev
görür. “Eğer her bir bireyin iyi durumda olması aynı anda
diğerlerinin iyi durumda olması için gerekli şart ise ben ve
siz, araç ve amaç arasındaki zıtlığın otomatikman ortadan
kalktığı ortadadır.”(Hazlitt : 2004 : 129)
Bireysel çıkar (yarar) ile genel çıkar (kamu yararı),
bencillikle başkalarını düşünme arasında bir zıtlaşma
olmayacağı, bireyin hayatının ancak bir toplumda ve
toplum yoluyla daha iyi olması mümkün olacağından
bireysel çıkar ile toplumsal çıkar birbirlerini bütünlerler.
İyilik ve adalet dünyada daha iyi yaşamanın
vazgeçilmezleridir, kendi başlarına bir amaç olarak
düşünülemez. Bu ilkeler bireysel çıkara dolayısıyla
topluma hizmet ettikleri sürece anlamlıdırlar. “Faydacı bir
iktisatçı şunu söylemez : Fiat justitia pereat mundus.
(Dünya yıkılsa da adaleti tesis edelim) O şunu söyler : Fiat
162
justitia ne pereat mundus. (Adaleti tesis edelim ki dünya
yıkılmasın)” (Hazlitt : 2004 : 128) Bireylerin toplumu
oluştururken, topluma verdikleri şey – her neyse – kendi
güvenlikleri ve hayatlarını mutlu kılmaları içindir. Bu
anlamda kurumlar ve devlet bireylerin mutluluğunu
sağlayan ve bireyler tarafından oluşturulmuş yapılardır.
3.2. TOPLUM
Toplum, bir arada yaşayan insanların aralarında
kurdukları ilişkilerin ortak zeminidir ve sosyal bir
bütündür. Salt bireysel yaşam mümkün olmadığından ve
insan, her türlü ihtiyacını kendi başına
karşılayamadığından, yardımlaşma ve dayanışmaya
gereksinim duymaktadır. Yardımlaşma ve dayanışmanın
oluştuğu sosyal zemin, toplum denen kendine has olguyu
yaratmıştır. Toplum gelişi güzel bir topluluk değildir.
İnsanları birbirlerine bağlayan duygu ve anlayış, topluma
ruh ve güç katar. Toplumun oluşması için çok sayıda
insanın bir araya gelmesinin yanı sıra kollektif duygu,
düşünce ve hareket tarzlarının da oluşması gereklidir.
Gerek bireysel zevk ve tercihlerin gerekse tarihten gelen
birikimlerin ortak noktada birleştiği/kesiştiği yer toplumun
kollektif hafızasıdır. Bu hafıza toplumun oluşmasında en
hayati noktayı oluşturur. Milli takımın bir yabancı takım
karşısındaki maçı esnasında heyecan duymamız, onları
163
desteklememiz, duygularımız ve gönlümüzün onlarla
olması bir toplum oluşturduğumuzun ya da birbirimize
benzediğimizin işaretidir. Diğer bir deyişle duygu, düşünce,
inanç ve değer bakımından birbirine benzeyen insanların
oluşturduğu organik birlik toplumu oluşturur. Aynı
coğrafyayı paylaşan, aynı idealler için mücadele eden,
yardımlaşan, kaderleri aynı olan insanlar aynı toplumun
üyeleridir. Bu manada Türk toplumu, İngiliz toplumu,
Amerikan toplumu gibi toplumlardan söz edilebilir. Amaç
ve ideallerin çapı toplumları büyütüp/küçültebilir. Bir
kavim belli şartlarda bir toplum oluştururken, bir ulus da,
ütopik görünse de insanlık ailesi de bir toplum oluşturabilir.
Önemli olan aralarındaki çatışmanın ortadan kalkması, aynı
ideallerin paylaşılmasıdır. Pratikte pek mümkün görünmese
de sahip olduğu değerleri evrenselleştirebilmiş toplumlar
başka toplumları etkileyerek, belli ölçülerde onlardan
etkilenerek vizyonlarını genişletebilmişlerdir. Biyolojik,
fiziki ve coğrafyaya özgü farklılıkları doğal sayıp "insanlık
ve evrensel ahlak" ilkeleri etrafında bir arada "sağlıklı bir
ilişki" kurabilirler. İnsanın tabiatı daralmaya da
genişlemeye de müsaittir. Gönül/vicdanın saf ve temiz
tutulması, çıkar hesabının gözetilmemesi şartıyla böyle bir
oluşum çok ütopik olmasa gerek. Fakat ekonomik,
toplumsal ve uluslararası ilişkiler ve oluşmuş yapı böyle bir
ideali engelleyici fonksiyon üstleniyor. İdeolojiler, hep
164
üstün olmayı, hayatta kalmak için başkalarını (öteki)
ezmeyi/yok etmeyi dayattığından geniş çaplı bir toplum
oluşturmak şöyle dursun, dar anlamdaki toplumun bile
yaşamasına izin vermiyor, bireyciliği, çıkarı tüm ilişkilerin
temeline yerleştirerek "toplumsalın sonu" nu hazırlıyorlar.
“Cemiyet (toplum), aralarında kurumlar halinde
organlaşmış bağıntılarla karşılıklı yardımlaşma
münasebetleri bulunan fertlerin bütünüdür. Cemiyet,
teşkilatlanmış bir insan topluluğudur. Ekonomi, hukuk,
ahlak, sanat ve din çalışmalarını idare eden bu teşkilata
sosyal kurumlar denilmektedir.”(Topçu : 2001 : 19)
Toplumun kuruluş sebebi yardımlaşma, dayanışma, iş
birliği, bireysel kimliğin kabulü ve güven tesis etmektir.
Tek başına bir insan hayatı düşünülemez. Hobbes ve J.J.
Rousseau toplumun sözleşme ile kurulduğunu
belirtmişlerdir. Hobbes’e göre insanlar paylaşamamaktan
dolayı sürekli kargaşa ortamı yaşadılar ve düzeni sağlamak
için sözleşme yapmaya karar verdiler. Sözleşme olmadan
insanlar kalabalık halinde bir doğa durumu yaşamaktaydı.
“Doğa durumunda ne çalışma, ne kültür, ne ulaşım, ne
bilgi, ne sanat, ne yazı ne de toplum vardır.” (Ağaoğulları :
2000 : 185)Tüm bu kurumlar toplumun oluşmasıyla varlık
kazanmışlardır. Rousseau ise sözleşme fikrini insan aklının
bir gelişimi olarak görür. “Üyelerinden her birinin canını,
malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum
165
biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği
halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar
özgür olsun. İşte, toplum sözleşmesinin çözüm yolunu
bulduğu ana sorun budur.” (Rousseau : 1984 : 25)
Rousseau toplum sözleşmesini şöyle özetler : “Her birimiz
bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü bir arada genel
sistemin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez
bir parçası kabul ederiz.” (Rousseau : 1984 : 26)
İnsanın içerisinde yaşamak zorunda olduğu toplum,
insanın kişilik yapısının oluşumu ve davranışlarının
anlamlı hale gelmesinde önemli bir rol oynarken, aldığı
kararlar üzerinde de kendine özel bir baskı yoluyla etkide
bulunur. İnsanın bilgisi ve kültürü yaşadığı dönemle sınırlı
değildir. Geçmişten aldığı deneyimleri ve şimdiki
yaratımlarıyla hayatını kolaylaştırır. Bu deneyimler maddi
alet kullanımından, kültür yapılarına, oluşturduğu
kurumlardan yaşam felsefesine kadar çeşitlilik gösterir.
Bugün bizim yaşadığımız deneyimler de gelecek kuşaklara
toplum vasıtasıyla aktarılır. Toplumların hayatı insan
hayatına göre daha uzundur. Geçmişteki ve bugün yaşanan
tecrübeler toplumsal hafızada uzun süre yaşayarak gelecek
nesillerin de hayatını kolaylaştırıcı bir fonksiyon ifa eder. İş
yapmayı kolaylaştırıcı aletlerin hepsi günümüz toplumunun
ürünü değildir ve biz bu aletleri ölümümüzle birlikte
götürmeyeceğiz. Düşün ve sanat ürünleri de kültürün
166
gelişmesini sağlayan ve bu kültürü geleceğe taşıyan toplum
yoluyla(toplumsal hafıza) aktarılır. Toplumların kültürleri,
insan yaşamı üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Hakim
kültürden ayrı düşünmek ve o kültürel kalıplardan farklı
davranmak, toplumsal baskıyı göze almak demektir.
Duygusal gelişim, bedensel zevkler, yaşama bakış ve
zihinsel gelişim, içerisinde yaşanılan toplumun
değerlerinden bağımsız değildir. İçerisinde yaşanılan sosyal
çevre, özellikle çocukların davranışlarında önemli bir yere
sahiptir. Yetişkinler de, içinde bulundukları çevrenin örf-
adet ve özelliklerine göre kendi davranışlarını ayarlarlar.
Giyim kuşamdan tutun da, kullanılan dilin özelliklerine
(şive) kadar toplumsal çevrenin biçimlendirmediği insani
bir alan bulmak zor gibidir.
Toplum içerisinde yaşayan bir insanın mutlak manada
özgür olmasından bahsetmek mümkün değildir.Toplumu
oluşturan bireyler bazı özgürlüklerini (hak ve yetkilerini)
topluma devretmişlerdir. Hem birey kalıp hem de bir
toplum oluşturmak mümkün değildir. Bireyler; yalnız
kalmanın verdiği acı, tüm ihtiyaçların tek başına temin
edilememesi, karmaşa-otorite yoksunluğu-, güvenliğin
sağlanamaması gibi sebeplerden dolayı toplumsallaşma
ihtiyacı hissetmişlerdir. Toplum içerisindeki ferdin
özgürlüğü, sosyal yaşamın güven ve istikrarına bağlı hale
gelmiştir. Güvenin ve huzurun olmadığı cemiyetlerde
167
maddi ve manevi üretimden, fikri gelişmeden, kültürel
ilerlemeden ve ahlaki olgunluktan söz etmek abesle iştigal
etmektir. Toplumda oluşan ortak değerlerin insanın ahlaki
davranışı üzerindeki etkisi inkar edilemez. Dolayısı ile
toplum ahlaki yaşantımızı da etkilemektedir.
Toplumdaki kültürel kodların yapısına göre ahlaki
anlayış değişse de her toplumun bir ahlak kodu olmalıdır ki
bu sayede düzen sağlanabilsin. Toplumsal ahlak kodları
toplumlara göre değiştiği için ahlak görelilik arz eder. Bazı
toplumlarda çocuk yetiştirme ana-babanın sıkı gözetimi
altında, geleneklere uygun olarak yürütülürken; başka bir
toplumda onların hiçbir sınırlamaya tabi tutulmadan
kişiliklerini geliştirmelerine izin verilir. Birinci tür
toplumda çocukların ana-babalarının yanında sigara içmesi,
bacak bacak üstüne atması hoş (iyi) karşılanmazken, ikinci
tür toplumda böyle bir davranış normaldir. Yaşayan her şey
değişim geçirdiği gibi toplumlar da sürekli değişime
uğramaktadır. Değişen toplumların ahlaki kodları da
değişmekte, geçmişte normal görülmeyen davranışlar bir
süre sonra normal karşılanmaktadır.
Toplumların varlıklarını uzun süre koruyabilmeleri
için oluşturdukları toplumsal kurumlar belli kurallara
(yasa) göre işler. Bu kuralları birey tek başına koyamaz,
toplumsal bir uzlaşı (konsensüs) yoluyla ve sözleşme fikri
temel alınarak oluşturulur. “Her yurttaş tek başına bir hiçse,
168
ancak öbür yurttaşlarla birlikte bir şey yapabiliyorsa ve
bütünün elde ettiği güç bütün bireylerin doğal gücüne eşit
ya da ondan üstünse, işte o zaman yasa koyma işi
ulaşabileceği en yüksek olgunluğa varmış demektir.”
(Rousseau : 1984 : 52) Toplumsal uzlaşının çapı,
kurumların gücü ile doğru orantılıdır. Kurumun çatısını
belirleyecek toplumsal gruplardır. Grup ne kadar büyürse
kurulacak organizasyon da o kadar büyür. Bir dernek ile bir
devlet aynı çapta değildir. Derneği de devleti de kuran
sözleşme fikridir. Devlet, cemiyetin idari alanda
teşkilatlanmış en üst kurumudur. “Toplumsal kurumlar,
gelenekleri ve pratikleri aşılayıp muhafaza ederek, hem o
andaki hem de gelecekteki kuşakları toplumsallaştırmaya
yararlar.” (Swingewood : 1998 : 134) Toplumsal kurumlar
bir yandan insanları toplumsallaştırırken diğer yandan
mevcut toplumun işlerinin daha düzenli, etkili ve çabuk
görülmesini sağlarlar.
En geniş anlamıyla toplum : "sosyal gereksinimlerini
karşılamak için etkileşen ve ortak bir kültürü paylaşan çok
sayıdaki insanın oluşturduğu birliktelik."tir.(Fichter : 1996 :
73) Sosyal gereksinim ve ortak bir kültür, anahtar
terimlerimizi oluşturmaktadır. Bu iki kavramın içine insana
ilişkin her şeyi ama her şeyi koyabiliriz. Böyle bakarsak
"ilkel" insanlar da bir toplum oluşturur, modern insanlar da.
Aynı ırktan olanlar da farklı ırktan olanlar da... Sözün bu
169
noktasında toplum çeşitlerine değinmekte fayda var.
Bilimsel açıdan toplumlar : Sosyal, siyasi, ekonomik ve
kültürel açıdan dört kategoride sınıflandırılabilir. Sosyal
bakımdan geleneksel, çağdaş ve otoriter; siyasi bakımdan
bağımsız, federal, demokratik, totaliter, açık-kapalı;
ekonomik bakımdan gelişmiş, gelişmekte; kültürel
bakımdan ilerici, gerici, dışa açık, kapalı, ilkel vs. şekilde
sınıflanmaktadır.(Özkalp : 1986 : 19)
Her ne şekilde sınıflanırsa sınıflansın toplumda okur-
yazarlık yani bilinç düzeyi toplumun sağlıklı olması için
önemli bir yer işgal eder ve o topluma şekil verir. Sözlü
toplumlarda kültür; sesle, hareketle ve gözle taşınırken;
okur-yazar toplumlarda bunların yanında kayıt(yazı) ile
gelecek kuşaklara taşınır. Yazının bireyselleştirici etkisini
gözden uzak tutmamakla birlikte, bilinç düzeyini ve eleştiri
gücünü yükseltmesi bakımından topluma "değer" katıcı bir
fonksiyonu da unutulmamalıdır.
İnsanın içinde bulunduğu "sosyal çevre" fiziki yapı ve
kültür, onun davranış ve düşünüş biçiminde etkilidir.
Doğuştan gelen potansiyel yeteneklerini
geliştirip/geliştirmemesinde sosyal çevrenin etkisi
büyüktür. İnsan doğarken belli bir kültür örüntüsünde ve
belli bir çevrede doğar-büyür. Belli yaşlara kadar içinde
bulunduğu kültürden etkilenir. Aile, okul, toplum vs...
Kişiliğinin geliştiği dönemden itibaren bilinçli bir varlık
170
olarak içerisinde bulunduğu kültürü ya benimser ya da
değiştirici/dönüştürücü faaliyetlerde bulunur. Bu devrede
akıl ile toplumsal ihtiyaçlar birlikte hareket ederler. Bu
ilişki ve etkileşim insanı "sosyal kişilik" sahibi yapar. Bu
manada sosyal kişi, diğer insanlarla birlikte olan, belli
özellikleri/değerleri paylaşan, aynı zamanda beğenmediği
hususlarda kendine yardımcı arayan kollektif insandır.
Sosyal kişi, kendi aklının ve vicdanının doğrultusunda
kararlar alırken yalnız olmadığını bilerek davranışlarının
ötekileri nasıl etkileyeceğini ve toplum tarafından nasıl
karşılanacağının da hesabını yapar, daha önceki
deneyimleri ile "iç kontrol" mekanizmasını devreye sokar.
Bu deneyimler hep toplumsal zeminde oluşmakta ve
kişiliğin gelişmesine önemli katkılar sağlamaktadır. Ceza
ve ödülün karakter/kişilik gelişimindeki fonksiyonu çeşitli
psikologlar tarafından vurgulanmaktadır. Sosyal kişi de
toplumda nasıl davranacağını bilen ve ona göre hareket
eden kişidir. Davranış, psikoloji ile sosyolojiyi buluşturan
ortak bir alandır. Davranışın insan merkezli olması, insan
ruh değerlerinden renk alması bakımından psikolojik;
sonuçlarının diğer insanları (ötekileri) etkilemesi
bakımından sosyolojik bir özelliği vardır. Davranış
toplumun değer yargıları, hukuk normları ve ahlak
yargılarına ters ise toplumsal ve hukuki yaptırıma uğrar.
"Davranış, etkiye karşı tepki ve gözlemlenebilen
171
hareketlerdir."(İşçi : 1996 : 1)
Davranışlar kişiliğin göstergeleridir. Aileden, okuldan
ve içerisinde yer aldığı toplumundan öğrendikleriyle
sosyalleşen birey, davranışları ile "sosyal kişilik" kazanıp-
kazanmadığını ortaya koyar. Fertte sosyalleşme yoluyla
meydana gelen davranışların, toplum hayatında bir yer
bulmak için önemli olduğu söylenebilir. Davranışların
toplumda bireyleri birleştirici/toplumsallaştırıcı bir görevi
vardır. Davranış, toplumsal zeminde bir yer bulamıyorsa
ayırıcı bir işlev görür, o davranış kişiyi toplum dışına iter.
"Davranışlar bir yönü ile birleştirici, diğer yönü ile ise
ayırıcı özellik taşır."(Dönmezer : 1972 : 68) Kin, ayırıcı;
sempati ve sevgi birleştiricidir. Davranışların özündeki
amaç; hangi duygunun eseri olduğunu çoğu zaman ortaya
koyar. Davranışların değerini de o duygu/niyet belirler. İyi
niyet, hoş görü, sevgi ve empati duygusu iyi davranışlara;
peşin hüküm, saplantı, çekememezlik, kıskançlık, kin vs.
kötü davranışlara zemin hazırlarlar. Bu duygular insan
yapısında her zaman harmanlanmaktadır. Hayat anlayışı,
dünya görüşü, inanç sistemi, insanın tecrübesi ve içerisinde
bulunduğu ortam/kültür hangilerinin ön plana çıkması
gerektiğini ortaya koyar. Davranışların bir tek belirleyici
sebebi yoktur. İnsanın yapısı, toplum, tarih ve bilgi (bilinç)
düzeyi davranışa etki etmektedir.
172
Sosyal kişilik sosyalizasyon süreci ile sürekli gelişir.
Davranışlar bu kişiliğin hangi yönde gelişeceğini belirler.
Sosyal kişilik hiçbir zaman içinde doğup/büyüdüğü
toplumun mükemmel bir yansıması değildir. Her kişinin
hem "kendi" yani özel, hem de "sosyal" yanının olduğunu
söylemek yanlış olmasa gerek. Aynı yumurta ikizleri bile
aynı zamanda aynı davranış ve tepkiyi göstermezler. Hiçbir
birey diğerinin, hiçbir grup diğer bir grubun aynı değildir.
Hiç kimse boşluk içinde yaşayamayacağına göre
sosyalleşme de kaçınılmazdır. İşte bu sosyal yön ile bireyin
kendine özgü "özel" yönünün ortak ifadesine sosyal kişilik
denilmektedir. Sosyalleşme bireyselleşmenin karşıtı değil,
bireyin topluma katkısı ve ondan etkileşimidir. Aynı şekilde
bireyselleşme de sosyalleşme olmadan gerçekleştirilemez.
Kişi toplum içerisinde bazı deneyimler geçirerek
bireyselleşme tercihini ortaya koyar, ya da inzivaya
çekilerek toplum dışına itilir. Bireyselleşme, bireyin
deneyimini kişiselleştiren bir süreçtir. Bu, bireyin kendine
has bir kişiliğinin olduğu ve giderek sosyal deneyimler ve
sosyal ilişkiler yoluyla insanlar arası farklılıkların oluştuğu
bir alanı yaratır.
Sosyal kişilik toplumdaki statü ve rollerin bir karması
olmasından dolayı da anlamlıdır. Her birey toplumda belli
bir konumdadır ve konumunun gerektirdiği davranış ve
rolleri yerine getirir. Kendinden beklenen davranış/rolün
173
dışında hareket ederse toplumsal kontrol mekanizması
devreye girer.
Sağlıklı bir toplumda hiyerarşik bir yapı vardır. Bu
yapıda her bireyin belirli bir konumu bulunmaktadır. En
küçük toplumsal yapı olan ailede, aile bireylerinin
kendilerinden beklenen rollerini yerine getirmeleri o
yapının devamı için gereklidir. Baba, anne ve çocukların
davranışları aile düzeninin devamını sağlayan rollerle
gerçekleşir. Geleneksel toplumlarda baba, ailenin geçimini
sağlayan, aileyi dışarıya karşı koruyan bir rolün sahibi
iken; anne çocukların bakımını, eğitimini ve ev işlerini
yapan bir rol üstlenir; çocuklar ise ana-babalarına karşı
saygılı, onların dediklerini yapan, gösterdiği hedefler
doğrultusunda kendilerini yetiştiren bir rol üstlenirler.
Bir mahallede herkesin ayrı rolü vardır. Muhtar,
mahallenin işlerini evirip-çevirir ve devletin mahalledeki
temsilcisidir. Esnaf, mahallelinin ihtiyaçlarını satar,
mahalle sakinlerinin de kendilerine özgü rolleri vardır.
Geniş anlamda toplumun en üst organizasyonu olan
devlette de statü ve roller belli şekillerde dağıtılmıştır.
Toplum karmaşıklaştıkça statü ve roller de
karmaşıklaşmakta, bir birey farklı statü ve rollerde
bulunabilmektedir. Sosyalleşme arttıkça her kişi sayısız
gruplara katılır ve her grupta kendine özgü rolünü oynar.
Bir erkek bir ailede baba, işyerinde patron ya da memur,
174
takımda kaptan ya da oyuncu, okulda öğretmen ya da okul-
aile birliğinde üye, bir siyasal partide aday/yönetici, bir
ülke yönetiminde bakan/milletvekili, başbakan vs.
olabilmektedir. Bu her yerde aynı kişidir fakat toplumun
değişik katmanlarında kurumlaşmanın getirdiği rolleri
oynayarak sosyal kişilik sahibi olmaktadır. Rol oynama
terimi kişilik özelliklerini yok edici değil, toplumun
zorlayıcı gücü ile bireysel tercihini uzlaştırma arayışını
ifade eder.
Tamamen determinist bir anlayışla toplumsal baskıya
teslimiyet bireyselliği öldürür. "Sosyal kişilik" bireysellik
ile toplumsallık arasındaki etkileşimi ifade eden bir
terimdir. Kişiliği toplumsal yapıdan güçlü bireyler, toplumu
etkileyerek o topluma yeni bir yön ve renk verirlerken;
kişiliği toplumsal yapıdan zayıf bireyler topluma teslim
olur, tamamen o yapı tarafından şekillenirler. Yani karşılıklı
bir etkileşim söz konusudur. Bu etkileşim her zaman böyle
olmayabilir. Aynı anda etkileme ve etkilenme olabilir.
Toplumsal rollerin oynanmasında ehliyet ve liyakat bu
süreçte çok önemli bir yere sahiptir.
Halkla ilişkiler de bir etkileme ve etkilenme olayı
olduğundan bu işi yapan kişilerin ehliyet/liyakat ve bakış
açıları toplumun şekillenmesi bakımından önemli bir işlev
görmektedir. Amaçlarımız ve yapmak istediklerimizin
175
meşruiyeti ve gücü yanında sosyalleşme becerisi etkimize
ve etkilenmemize yön verecektir.
3.2.1. TOPLUMSAL HAREKET ALANLARI, SOSYAL
KONTROL VE SOSYAL DEĞİŞİM
3.2.1.1. Toplumsal Hareket Alanları
Her fert kendinden beklenen rolü yerine getirmelidir.
Diğer bir deyişle bir sosyal görevin yerine gelmesi, kişinin
kendine düşen davranışı yerine getirmesine bağlıdır. Sosyal
rolün oynanmamasından dolayı birtakım sosyal yaptırımlar
devreye girer. Bu yaptırımların gücü her davranış için
farklıdır. Toplum her sosyal rolü çeşitli davranış
düzlemlerinde yargılar, yargılama sonucuna göre de role
baskı ve yaptırımlar uygular. Her sosyal rol için :
a) Beklenen davranış alanı
b) İzin verilen davranış alanı
c) Yasaklanan davranış alanı vardır.(Fichter : 1996 :
99-100)
Beklenen davranış toplumun devamı için gereklidir.
Bu davranış olmasa toplum çözülür ve çöküntüye uğrar.
İzin verilen davranış, bireye özgür bir alan bırakır. Aynı
zamanda toplumsal değişimin olumlu ya da olumsuz
anlamda başlamasına zemin hazırlayan bir fonksiyon icra
eder. Bu alan çok katı kuralların uygulanmadığı, insana
farklı rol ve becerilerin sunulduğu, insanı geliştiren aynı
176
zamanda gerileten imkanların da bulunduğu bir alandır. Bu
alanda insan toplum tarafından biçimlendiği gibi toplum da
insan tarafından biçimlenebilir. Bu alan yetenek, beceri ve
ideallerin hayata, topluma yansıtılabileceği bir alandır. Bu
alan aynı zamanda halkla ilişkilerin kendine zemin bulduğu
en önemli alandır. Ürün ve hizmete ilişkin kalması ve
değiştirmek istediği tutumları bu alanda gerçekleştirir.
Yasaklanan davranış ise toplum düzenini bozan, insanların
haklarına tecavüz eden, diğer insanların zararına olan
davranışların ceza ya da olumsuz yaptırımlarla kontrolünün
sağlandığı alandır.
Toplum mühendisleri, halkla ilişkiler uzmanları v.s.
izin verilen davranış alanından topluma girerek güçleri ve
amaçları doğrultusunda toplumu şekillendirmek
istemektedirler. Ticari bir şirketin ürünlerini tutundurmak
için tüketim alışkanlıklarını değiştirmesi bu alanda olur.
Siyasi bir yapının (parti) anlayışları değiştirmesi için
kültürel ve sosyal çalışmalar yapması bu alanda
gerçekleşir.
3.2.1.2.Sosyal Kontrol
“Sosyal grubun ve kurumun amacına ulaşması,
bütünlüğün bozulmaması ve toplumun devamının
sağlanması için, insanlar üzerinde etkili denetim görevi
yapan mekanizmaya sosyal kontrol denir. Sosyal kontrolün
177
amacı toplumun işlemesi ve varlığını devam ettirmesidir.”
(Nirun : 1990 : 41)
Sosyal kontrol, kişileri değer ve normlara uymaya
zorlayarak onları yönlendirir. Buna göre töreler, gelenekler,
adetler, din, ahlak, hukuk, demokrasi ve insan hakları gibi
kavramlar birer sosyal kontrol mekanizmalarıdır. Bu
değerler kuşaktan kuşağa geçerek toplumun devamını
sağlarlar ve sosyal kontrole bağlı olarak varlıklarını devam
ettirirler. Bu normlar fertlerin tavır ve davranışlarına etki
ederek onlar üzerinde denetim görevi yapar, toplumda
otoritenin ve düzenin sağlanmasında önemli işlevler
görürler. Otoritesiz hiçbir düzen sağlanamayacağına göre
sosyal kontrol mekanizmaları bu düzenin oluşmasında ve
toplumsal birliğin sağlanmasında çok önemli bir yere
sahiptirler. Bu normlar toplum bireylerinin uzlaşması
sonucu oluştuğundan bireylere totaliter bir yapıda
görünmezler. Sosyal kontrol mekanizmalarına uygun
yaşam totaliter ya da bir mutlakıyet yönetimi altında
yaşamaktan daha insani bulunur ve bu mekanizmalara
gönüllü bir şekilde uyulur. Nüfusun artması, ekonomik ve
sosyal büyümenin sağlanması, uluslar arası etkileşimin ve
globalleşmenin sonucunda toplumsal kontrol
mekanizmaları da değişikliğe uğrar. Eğer bu mekanizma
güçlü bir skalaya sahipse değişim zor ve sancılı olur,
elastiki bir yapıda ise değişim kolay olur, toplumsal yapı
178
çok ciddi bir örselenmeye uğramaz. Hiçbir toplumsal
normun olmaması, toplumsal yapının yıkılması ve o
toplumun başka bir toplumun etkisi/kontrolü altına girmesi
demektir.
3.2.1.3. Sosyal Değişim
3.2.1.3.1. İç Dinamikler :
Modern toplumlarda kişilerin toplum değerlerine
uymasını sağlamak, uyulup-uyulmadığını kontrol etmek
için kitle haberleşmesi ve halk eğitiminin önemli olduğu
bilinmektedir. Kitle haberleşmesi - kitap, dergi, gazete ve
TV programları ile- toplum üzerinde zararlı etkiler
yapmasına karşılık bütünleştirici ve milli değerleri, milli
kültürü oluşturup-pekiştirici etkisinin olduğu da inkar
edilemez. Ayrıca kitle iletişim araçlarının sosyal normlara
uymayanları teşhir etmek gibi önemli bir işlevi de vardır.
Toplumdaki tüm insanlar birbirine bağımlı ve
birbirleriyle ilişkilidirler. Karşılıklı temas, etkileşim ve
iletişim hem grup hem birey için son derece önemlidir.
İletişimsiz ve etkileşimsiz kişiler ve gruplar varlıklarını
sürdüremezler. Toplum bu ilişki ve etkileşmenin geniş ve
karmaşık bir ağıdır. Sosyal ilişkiler bu ağ içerisinde
gerçekleşir.
Genelde sosyal ilişkiler kişisel ilişkiler gibi görünse
de bu ilişkide kişi, ait olduğu grubun üyesi olmanın verdiği
179
kimlikle ötekiyle ilişkiye geçer. O grubun içerisinde
edinmiş olduğu statü ve onun gereği oynamak zorunda
olduğu rol, bu ilişkiye rengini verir. Birinin sosyal
statüsünün diğerinin statüsüne göre aşağıda, eşit veya
yüksek olması ilişkinin ve etkileşimin seyrini belirler.
Öğrenci hoca ilişkisinde iletişim ve etkileşim onların sosyal
konumlarıyla doğru orantılı olarak okulda belli bir seviye
içerisinde gerçekleşir. Eğer aynı kişiler sokakta
birbirlerinin konumlarını bilmeden iletişime girmiş
olsalardı durum normal iki insan arasında eşit statüde
geçebilirdi. Bu demektir ki iletişim ve etkileşimde statü ve
konum, toplumsal tabakalaşmanın oluştuğu ve kurumlaştığı
mekanlarda role uygun, sokakta ise eşit statüde
gerçekleşmektedir. Her iletişim bir etkileşim sürecini de
beraberinde getirdiğinden statüsü daha üst seviyede olan
kişinin daha alt seviyede olanı daha kolay etkileyeceği
varsayılır. Eşit statüdeki bir ilişkide daha rahat bir iletişim
gerçekleşirken ve karşılıklı kozlar daha rahat ileri
sürülürken, statü farkını içeren bir ilişkide bu rahatlık pek
görülmez. Tüm sosyal ilişkiler, ilişkiye sevk eden güce
bağlı olarak etki doğurur. Kimi ilişkiler bilgi ihtiyacını
karşılamaya dönük iken kimi çıkar amaçlı, kimi de eğlence
ve hoşça vakit geçirmek içindir. İlişkinin türü etkileşimin
düzeyini belirler. Halkla ilişkilerde de etkileşim ilişkinin
niteliğine göre farklılık gösterir. Başta konulan nihai amaç
180
ilişkilerdeki seyri belirleyerek hedef kitledeki etkiyi artırır
ya da eksiltir. İstenilen tutumların gerçekleşmesi için ona
uygun araçlar kullanılır. İletişim burada araç konumunda
olup, amaç; görev üslendiği organizasyonun varmak
istediği sonuçtur. İletişim, satış artırmak, iyi bir imaj
yakalamak, toplumda tanınmayı sağlamak, iki tarafın
gerçekten birbirini tanıması, ortak sorumluluk üstlenmesi
ya da bir fikrin karşı tarafa aktarılmasına vs. dönük olabilir.
Sosyal ilişkilerde ilişkinin sonucu işbirliği, uyarlama,
özümseme, karşıtlık ve rekabetle sonuçlanabilir.(Fukayama
: 2000) İşbirliğinde kişi ve gruplar ortak bir amaç etrafında
birlikte hareket ederler. Bir hedefe yöneltilen bilinçli istek
kişinin öz çıkarına, grup ideallerine, bir başka grubun
müdahalesinden korunmaya vs. nedenlere bağlı olarak
gerçekleşir. Bu bir sosyal dayanışmadır. Çıkarın elde
edilmesi, statünün yükseltilmesi gibi nedenler de burada
devreye girebilirse de bu, açık bir hedef değildir. Bu tür bir
ilişkide bu gibi yan amaçların ortaya çıkması toplumsal
geçişlerin önünü açar, statü ve konum değişikliklerine
imkan verir. Halkla ilişkiler normalde işbirliği esasına
dönük faaliyette bulunmakla birlikte, bu görüntü altında el
altından yan amaçlarını faaliyette bulunduğu organizasyon
yararına tahvil ederek hizmetini "paraya"
dönüştürebilirken, sosyal sorumluluğunun gereği olarak
topluma hizmet amacı da güdebilir.
181
Uyarlama ise içerisinde iki veya daha çok kişinin,
grubun çatışmasını engellemek, azaltmak veya ortadan
kaldırmak için etkileşimde bulundukları bir sosyal süreçtir.
Kişi ve gruplar birbirlerine üstünlük sağlayamazlar ise bir
uzlaşmaya karar verirler. Bu bir pazarlık ilişkisinden çok
hoşgörü ve uzlaşma kültürünün hakim olduğu sosyal sürece
karşılık gelir. İki ayrı grup veya kişi varlıklarını ayrı ayrı
kişilik ve statüde sürdürürler ve birbirlerine hoşgörü ve iyi
niyet besleyerek bir çatışma ortamından kaçınırlar.
Özümseme iki veya daha çok kişi ve grubun bir
diğerinin davranış ve sözlerini kabul edip uy/gula/ması ile
gerçekleşen sosyal süreçtir. Kimlikleri ve kişilikleri farklı
kişi/grup(ların ) başka bir grup ya da topluma katılması
sonucunda, katıldığı toplumun değer yargısı ve anlayışı
tarafından kabul görmesi, aidiyetinin tescillenmesidir.
Farklı etnik ve geçmişe sahip gruplarda bu durum sık
görülmektedir. Burada da bir etkileşim vardır ama türü
farklıdır. Kabullenme, içine girdiği toplumun değer yargı
ve kültürünü "tamamen" içselleştirme şeklinde olmayabilir.
Geçmişten getirdiği bazı özellikleri de zaman zaman o
toplumda görünür kılarak etkilemede bulunabilir. Bu
özellikler ait olduğu toplumda zamanla bir değişim ya da
dönüşüme sebep olabilir. Ayrıca bu ilişkinin masum
olmadığı da varsayılırsa o toplum böyle bir riski almakla da
etkiye açık olduğunu kabullenmiş demektir. Yüksek
182
değerlere sahip toplumlarda özümseme çok sık görülen bir
olayken, kapalı ve kendine güveni gelişmemiş toplumlarda
kabullenme nadir görülür.
Çatışma kişi veya grupların bir diğerini ortadan
kaldırmaya ve etkisizleştirmeye çabaladığı etkileşim
ortamıdır. En ileri biçimi silahlı mücadeledir. Kuşaklar
arası çatışma kültür farklılığından kaynaklanır. Gruplar ve
sınıflar arası çatışma, çıkar ilişkisinden doğar. Psikolojik
sebeplerden dolayı çatışmaya da toplumda sık
rastlanılmaktadır. Modern toplumlarda ise rekabetten
kaynaklanan çatışma daha yaygındır.
Karşıtlık ilişkisi ise kişi veya grupların belli bir
amacın (hedefin) elde edilmesinde engellemelerle
karşılaşmalarıdır. Tarafların amaca kendilerinin ulaşıp-
ulaşmaması önemli değildir. Önemli olan karşı tarafın da
ulaşmamasıdır. Karşıtlık, çatışmanın kibar ve nazik bir
formu olarak düşünülebilir. Dolaylı yollardan çatışma
sürecini karşıtlık olarak değerlendirebiliriz. Taraflar
doğrudan karşı karşıya gelmezler dolaylı yollardan
düşmancıl ve antagonistik tepki gösterirler. Çeşitli
şekillerde karşıtlık ilişkisi kendini gösterir. Geciktirici
taktikler, engellemeler, işine çomak sokmalar, ithamlar,
mesnetsiz söylentiler (dedikodu), şaibeli kampanyalar,
olumsuz niteliklerin sürekli ön plana çıkarılması, yalan ve
karalama vb.
183
Rekabet ise aynı amacı elde etmeye dönük bir
mücadeledir. Burada amaç birbirleriyle değil amaç ve
hedef üzerine yoğunlaşılmış bir mücadeledir. Amaç ve
hedef ne kadar önemli ve yüksek bir değere sahipse, temini
ne kadar güçse rekabette o ölçüde serttir. Rekabet şartları
normalde barış şartlarıdır. Rekabet eden taraflar açıktan
açığa izledikleri yol, yöntem ve kuralları bilirler. O kurallar
dışına taşmazlar, taşarlarsa kurallar çiğnenmiş olur ve
rekabet şartları bozulur bu durumda hukuki yaptırımlar
devreye girer. Artık o rekabet olmaktan çıkmış bir
çatışmaya dönüşmüştür. Rekabette başarı alkışlanır,
başarısızlık ise herhangi bir yergi ile karşılanmaz. Modern
ve gelişmiş toplumlarda rekabete değer verilerek toplum,
açık bir yapıya kavuşturulur. Kişiler ise çoğunlukla
toplumda sosyal statü sağlayan nitelikler için rekabete
girerler. Bu niteliklerin sayısı ve elde edilebilirliği
toplumlara göre değişiklik gösterir. Şimdiye kadar
saydıklarımız toplumun kendi içerisindeki etkileşimlerdi.
Toplumların dışarıdan etkileşimi de söz konusudur.
3.2.1.3.2. Dış Dinamikler :
Tarihçiler, sosyologlar, antropologlar, eğitimciler
toplumsal değişim ve etkileşim için çeşitli modeller ileri
sürmüşlerdir. Kabaca sıralarsak; evrimci ve devrimci
değişim modelleri diye iki başlık altında toplayabiliriz.
Evrimci değişimin öncüsü Spencer, devrimci değişimin
184
öncüsü ise Marx'dır. Değişimde iç ve dış etkenler önemli
rol oynar. Toplum yapısındaki hiyerarşi, doğum oranı,
mobilite, zihniyet, eğitim, ekonomik yapı, savaş, kıtlık,
zenginlik, sınıfsal yapı, kültürleme (kültür alış-verişi)
yayılmacılık gibi faktörler toplumsal değişime ve
etkileşime sebep olan unsurlardır.
"Spencer'e göre toplumsal değişim tedrici ve
yığılmalı, esas itibariyle içeriden bir süreci izler. Bu
içeriden büyüme süreci "yapısal farklılaşma" terimiyle
anlatılır. Dış dünyanın etkisi ancak bir "uyarlama" etkisi
olarak görülebilir. Geleneksel toplumlarda hiyerarşi
doğuma dayanır, toplumsal hareketlilik düşüktür." (Burke :
2000 : 129)
Marx da Spencer gibi toplumsal değişmeyi üretim
tarzının iç dinamiğini vurgulayarak temelinde içsel
terimlerle açıklamaktadır." (Burke : 2000 : 138) Ekonomik
yapıda üretim tarzına dayanan bunalım ve çelişkileri içeren
bir çatışma (devrim) değişimin en önemli faktörüdür.
Alexis de Tocqueville ise evrimci ve devrimci
modeller arasında yer alır. Fransız devrimi sırasında siyasal
klüplerin, özellikle Jakoben Klübünün oynadığı role,
gönüllü kuruluşların rolüne değinir. (Burke : 2000 : 141)
Max Weber ile Michel Foucoult genelde baskıcı
bürokratik yapının toplumsal değişime önemli etkisinin
olduğu noktasında buluşurlar. Foucoult özgürlük yerine
185
disiplin kuramını ön plana çıkarır ve disiplinle bürokrasi
arasında bağ kurar. Toplumun her aşamasında kışlada,
fabrikada, okulda, hapishanede vs. daha çok görülen
disiplindir. 17. Y.y. sonlarından itibaren toplumlar daha bir
"disiplinli toplum" haline gelmişlerdir. Toplumu Jeremy
Bentham'ın ünlü "panoptikon" projesine yani tek bir
gardiyanın kendisi görünmezken her şeyi görebildiği
(kontrol edebildiği) ideal hapishaneye benzetir. (Burke :
2000 : 147)
Toplumsal değişmeyi doğuran faktörleri şu şekilde
sıralayabiliriz :
1-Fertlerin istek ve kararı
2-Üretim ilişkisi ve araçların farklılığı
3-Kültürel ilişki ve işgal gibi dış etkiler
4-Karizmatik ve olağanüstü kişiliği olan fert ve
grupların yönetimi üstlenmesi
5-Herkesi ilgilendiren ideal bir hedefin ortaya
çıkması
6-Bunalım ve ihtilaller. (Erdem : 1978 : 163)
Ancak bunların hiç biri kendi başına sosyal
değişmeyi meydana getirmeye yeterli olmayabilir.
Gerçek ve düzenli bir değişimin olabilmesi için uygun bir
ortamın yanında bu faktörlerin bir kaçının bir araya
gelmesi gerekebilir. Bazı faktörler sosyal değişimi
yavaşlattığı gibi bazıları da hızlandırır. "İcatlar, sosyal
186
çelişkiler, adaletin uygulanma tarzı, bilginin pratik hayata
uygulanma kolaylığı vs.” (Erdem : 1978 : 164)
Sosyal değişmeyi zorlaştıran faktörler ise :
1-Şehir merkezine uzaklık
2-Ekonominin tarıma dayalı olması
3-Aileye ve dine bağlılık
4-Alışkanlıklarıyla örf ve adetlerine aşırı bağlılık
(Turhan : 1972 : 143)
Sosyal değişmenin sebepleri :
1-) Sosyal sistemin içinden kaynaklanan değişim
sebepleri:
a) Düşünce akımları
b) Menfaat farklılıkları
c) İhtilaflar
d) Otoritenin kötüye/iyiye kullanılması
a e)Sınıflaşma
f)Aşırı rekabet
b g)Fırsat eşitliğinin uygulanmaması
2-) Sosyal sistemin ilgili olduğu sosyal ortam. Böyle
bir ortamı kültür değişmeleri sağlamaktadır.
3-) Çevrenin etkileri :
a) Toprak erozyonu
b) Deprem
c) İşgal ve göçler
a d) Siyasi anlaşmalar
187
Sosyal Değişmeyi etkileyen faktörler :
a) Fiziki çevre faktörü
b b) Teknoloji faktörü
c c) Kültür faktörü
d d) Nüfus ve biyoloji faktörü (Nirun : 1990 : 143)
Sosyal Etki :
Sosyal etki psikologlara göre üç tür ortamda oluşur.
1-Kişiler arası (birebir) iletişimin olduğu
ortamlardaki sosyal etkiler.
2-Birey-grup ilişkisinin olduğu ortamlardaki sosyal
etkiler.
3-Basın-yayın aracılığıyla oluşan sosyal etkiler.
(Sakallı : 2001 : 15)
Birebir etkileşim esnasında oluşan sosyal etkinin
hedefte değişim sağlama olasılığı yüksektir. İkinci iletişim
türünün avantajı aynı anda bir çok kişiyi etkileme şansının
bulunmasıdır. Konuşmacının becerisi, bilgi donanımı ve
dinleyici/seyircilerin özellikleri etkileşimin düzeyini
belirler.
Basın yayın aracılığıyla oluşan sosyal etki insanların
duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını etkilemek için
televizyon, radyo, gazete gibi araçlar kullanılarak
gerçekleştirilir. Bu araçlar kendi düşünce ve fikirlerini
topluma empoze etmek istemektedirler. Örneğin "x" isimli
bir televizyon ya da gazete ismini duyduğumuzda bu aracın
188
kime ait olduğunu, hangi dünya görüşüne yakın ve ne
amaçla yayın yaptığını anlamak mümkündür. Yayın
politikalarının oluşturduğu imajla kişi bu araçları kendine
yakın ya da uzak bulabilir. Dolayısıyla bu araçla arasındaki
mesafeyi ayarlar, etkilenimini ona göre belirler. Bu araçlar
doğası itibariyle uzaktan etkileşime imkan veren, yüz yüze
etkileşimin avantajlarını barındırmayan bir yapıdadırlar.
Televizyon ve radyo yayın tekrarı mümkün olmadığından
anlık etki sağlar; gazete, dergi ve kitap yineden
başvurulabilme özelliğinden dolayı farklı etkiler sağlarlar.
Bilgilerin veriliş biçimi de birbirinden farklıdır, her biri
farklı teknikler uygular. Televizyondaki program türleri ve
gazete yazılarının farklı olması da etkilemek istediği
kitlenin özelliklerine bağlı olarak farklılık gösterir. Bir
magazin programı ile bir belgeselin; bir köşe yazısı ile bir
spor yazısının sosyal etkisi birbirinden farklıdır. Toplum
mono-blok bir yapı göstermediğinden her grubun ilgi alanı
farklı olacaktır. Toplumun geleceği ile ilgili politika
belirleyen insanların sistemli, planlı, toplumsal katmanların
organik ilişkisini göz önünde bulunduran bir yaklaşımla,
normları ve toplumsal yapıyı dikkate almaları istedikleri
sonuca ulaşmaları için önemli yaralar sağlayacaktır.
Toplumsal değişim toplumsal hareketlerin varlığı ile
doğru orantılıdır. Toplumdaki sorun alanlarının varlığı ve
bu sorunlara çözüm önerileri hem halkla ilişkileri hem de
189
toplumsal hareketleri ilgilendirir. Toplumun kültürünü,
siyasal ve toplumsal yapısını iyi bilen her hareket o
toplumla bağ kurmayı başarabilir. "Toplumsal hareketin
oluşmadığı yerde, birbirine bağlı tüm ögeler birbirinden
ayrılır, ayrılırken de dönüşür ve değer kaybeder. Bir yanda,
ekinsel yönelimler, toplumsal ve siyasal çatışmalardan
ayrılırken "ahlaklılaşır", aitlik ya da dışlama ilkesine,
ekinsel denetim düzeneklerine ya da toplumsal uygunluk
normlarına dönüşür. Öte yandan, toplum hareketlerinden
kopan siyasal çatışmalar, iktidara gelmek için verilen
savaşıma indirgenir, devlet ile toplum arasında meydana
gelen ve üretimin, tüketimin ve kitle iletişiminin etkisiyle
de giderek anormalleşen bir ayrımı destekler. Son olarak
kendi başlarına bırakılan isteklerse, eşitsizlikleri
desteklemeye başlarlar." (Touraine : 2000 : 169)
Halkla ilişkilerin yaptığı da bir yönüyle hedef kitleye
bir tür müdahaledir ve o kitlede bir değişimi arzular.
Değişimin niteliğine karar verecek olanlar ise halkla
ilişkiler politikalarını ortaya koyan uzmanlar, kampanyaları
yürüten profesyoneller ile adına kampanya yürütülen
organizasyonun yöneticileridir. Bu değişim o organizasyon
için bir getiri öngörürken, toplumsal yapıda önceden
kestirilemeyen bir değişime de yol açabilir. Bu değişimin
toplumsal yapıdaki etkisinin ne olduğu, uzun ve kısa
190
vadede ne gibi bir dönüşüme yol açacağı kampanyayı
yürütenlerce bilinemeyebilir.
Toplum genelinde tek bir halkla ilişkiler
uygulamasından bahsedilemeyeceğine göre her kurum,
kuruluş ve özel şahıs "kendine göre" halkla ilişkiler
kampanyaları gerçekleştirecek demektir; kimi durumunu
korumak, kimi daha iyi bir konuma gelmek için. İyi
durumdakiler statüsünü muhafaza etmek, daha alt durumda
olanlar daha üst statüye yükselmek için. Bu mücadelede
çıkar çatışması da devreye girecek, mücadelenin
kazanılması için profesyonel kadrolardan yaralanılacaktır.
Halkla ilişkiler uzmanları da bu profesyonellerin başında
gelmektedir ve toplumun 'iyi' ya da 'kötü' manada değişim
geçirmesinde etkilidirler. İlkeli, sorumlu ve toplumsal
normları dikkate alan, 'evrensel değerlerle' uyumlu
politikalar izlemek suretiyle değişime olumlu katkı
yaparlarken, aksi durumda ise olumsuz değişime yol
açarlar.
3.2.2.BEŞERÎ BİR SİSTEM OLARAK TOPLUM
Toplum insanların oluşturduğu bir sistemdir ve onun
sağlıklı işleyişi sonsuz denecek sayıda faktörün kendi
aralarındaki karmaşık etkileşimlere bağlıdır. Toplum çok 191
sayıda, farklı büyüklüklerde grup ve kurumlardan oluşan
karmaşık ve insan yapımı bir sistem olduğundan çok iyi
işlemesi mümkün olmayabilir. İnsan, yapısı itibariyle
beğenmeme duygusu ve seçim gücünü devreye koyarak
sisteme muhalefet de edebilir. İşleyen sistemin çıktıları
adaletli bir bölüşüme tabi tutulmadığı için de tepki
gösterebilir. Her insana göre farklı sebeplerle toplumsal
yapıya müdahale çeşitlilik gösterebilir. Diğer sistemler
dakik işleyen, iradesi olmayan ve var oluş amacına uygun
olarak görevini aksatmadan yerine getiren fizikî
sistemlerdir. İnsan ve insanın oluşturduğu bir sistem olan
toplumlar ise farklı düşünüp farklı davranışlar
sergileyebildiklerinden, tercihte bulunma hatta isyan etme
hürriyetine sahip olduklarından arızasız çalışmaları
düşünülemez. Bu sistemlerin mutlak denge noktasına
ulaşması ve tümüyle sağlıklı olmaları mümkün değildir.
Denge noktasından sağa sola uzaklaşmalar olur ve bu gel
gitler belli sınırı geçmedikçe, sistemin genel işleyişini
sarsmaz, toplum ayakta kalır.
Ne zaman ki toplumsal sıkıntılar artar ve toplum artık
o yükü taşıyamazsa, sistemde belli hastalıklar baş gösterir,
organlar (alt sistemler/kurumlar) dağılmaya başlar, isyanlar,
boykotlar, intiharlar vs. artar, eğer bu hastalıklı durum
tedavi edilmez ise bütün sistem tehlikeye girer,
hayatiyetini yitirir. Klasik analiz metotlarının toplumu
192
anlamada ve tedavide yetersiz kalacağını da belirtmeliyiz.
Tek tek fertleri inceleyerek toplumu anlamaya çalışmak
hem kolay hem de sağlıklı değildir. Çünkü fertler gerçek
anlamda ancak toplumdaki diğer fertlerle ilişki içinde iken
tanınabilir, kişilik ve kimlik bulabilirler. Sorumlu ve ahlaklı
davranıp-davranmadıklarını diğer insanlarla ilişki
halindeyken anlayabiliriz. Yalnız başına bir insanın
başkaları lehine ve aleyhine davranışta bulunması imkan
dışıdır.
Bugün insanlık olarak, karşımızdaki en önemli
meselelerden biri, beşerî bir sitem olan toplumların
genellikle sağlıklı işlemediği gerçeğidir. Çünkü toplum
sistemini meydana getiren tek tek fertlerin çok büyük bir
kısmı, büyük ilişkiler ağını yeterince
kavrayamadıklarından, birbirlerine karşı davranışları sistem
bilincinden yoksun ve tahripkardır. Bu günün insanı aldığı
kararlardan, yaptığı işlerden sadece kendisi etkilenecekmiş
gibi hareket ediyor; diğer insanların, toplumun ve doğal
çevrenin etkileneceğini düşünemiyor. Evrende bir düzenin
egemen olduğunu ve bu düzeni yalnızca insanın bozma
gücüne sahip bulunduğunun farkında değil; tercih onun; ya
düzeni normal akışında devam ettirecek ya da bozacak ve
bu bozulmadan insan dahil tüm varlıklar olumsuz
etkilenecek. Bu bakımdan bu tercihte insanın ve onun
oluşturduğu kurumların sorumluluğu çok büyük ve ağırdır.
193
Toplum, insanî bir sistemdir, o da genel sistem teorisi
içerisinde kendine uygun bir yer bulmak zorundadır. Genel
sistemle bütünleşmeyen her toplumsal yapı eninde sonunda
bazı krizlere sebebiyet verecektir. Toplum, içerisinde
bulunduğu bireyi- eyleyen ve yapan bir özne olarak- yok
sayamadığı gibi toplumsal kurumların katkılarına da göz
yumamaz. Topluma meşruiyet alanı sağlayan, bireylerin
kişisel ve kurumsal bazda aldıkları özgür kararlarıdır.
Toplumsal sistemler, toplumsallaşmış kurumları ve
konuşan/eyleyen/karar veren özneleri kapsayan iletişim
ağına ortam oluştururlar. Kişiler arası, kurumlar arası,
kurum-kişi ve kişi-kurum arasında gerçekleşecek
iletişimsel eylemler toplum temelinde/zemininde yürütülür.
Bu iletişim/etkileşim sonucu oluşacak ortak kararlar o
toplumun dinamizmine güç katar ya da bozulmasına zemin
hazırlar. Alınan kararların insanın, toplumun ve genel
sistemin ‘sağlığı’ için önemi, insan sorumluluğunun ve
toplumsal bilincin düzeyi ile çok yakından ilgilidir.
Modern toplum böyle bir bilinçlilik ve sorumluluk
düzeyinden ileride göreceğimiz kriz alanları hesaba
katıldığında uzak görülüyor. Bilim ve teknoloji üretim ve
idarenin denetimine girmiş, toplumsal bilinç ‘rahat
yaşamaya’ endekslenmiş, akıl amaçtan yoksunlaşmış,
araçlar amaç haline gelmiş, hayatın anlamı ve genel sistem
içerisindeki yeri unutulmuş, insan ilişkileri çıkar sağlamaya
194
dönük bir hal almış, bilgi parçalara bölünmüş ve her
parçanın uzmanları birer otorite haline gelmiş, birlik ve
ahenk bozulmuştur. Böyle bir dünyada insanın kime ve
neye karşı sorumlu olacağının pek bir anlamı
kalmayacaktır. İnsan için anlamsız bir dünyada yaşamak,
çekilmez/katlanılamaz bir acının (mutluluğun olmayışı)
girdabına düşmek kadar zordur ve böyle bir hayatta
kimsenin sorumlu davranması beklenemez. Böyle bir
ortamda hiçbir ilkeye dayanmayan davranışların,
kampanyaların, halkla ilişkiler uygulamaların bireysel ve
kurumsal bazda sergilenmesi de mümkündür. “Habermas’a
göre kapitalist toplum, ileri derecede merkezileşmiş ve
düzenlenmiş bir yapısı olan devlet kapitalizmi sistemine
dönüşmüştür. On dokuzuncu yüzyıl kapitalizminde toplum
ile devlet arasında aracılık yapan kamusal alan,
teknolojinin ve bürokrasinin yükselişe geçmesiyle birlikte
çökmüştür. Olağan koşullarda kamuoyunun düşüncelerini
dile getirmeyi ve iletmeyi sağlayan kurumlar ticarileşerek
depolitize olmuştur. Tüm bunların sonucu, atomlaşmış bir
kitle toplumudur.”(Swingewood : 340) Atomlaşmış bir kitle
toplumundan sorumlu bir davranış beklenemez.
“Toplum bilimsel açıdan doğru olan bir kriz kavramı,
sistemin bütünleşmesi ile toplumsal bütünleşme arasındaki
bağı kavramak zorundadır. “Toplumsal bütünleşme” ve
“sistem bütünleşmesi” ifadeleri farklı teorik geleneklerden
195
gelmektedir. Biz toplumsal bütünleşmeden, konuşan ve
eyleyen öznenin toplumsal düzeyde ilişkili olduğu
kurumların oluşturduğu sistemlerle bağ kurarak söz
ediyoruz. Toplumsal sistemler, burada, sembolik bir yapı
olan yaşam dünyaları olarak görülmektedir. Sistem
bütünleşmesinden söz ederken ise, kendi kendini
düzenlemiş bir sistemin kendine özgü faaliyetini dikkate
alıyoruz.... İki paradigma da, yani yaşam dünyası da sistem
de önemlidir. Buradaki sorun, onların birbirine bağlı
olduğunu ortaya koymakta yatar.”(Swingewood : 1998 :
341)
3.3. TOPLUM VE AHLAK İLİŞKİSİ
İnsanın bedensel ve zihinsel gelişimi yanında
varlığına anlam katabilecek, onu evren içerisinde bir
‘konuma’ oturmasına yardımcı olabilecek bir aşama olan
ahlaki gelişim aşaması John Dewey, Jean Piaget ve
Kohlberg tarafından değişik kuramlar yoluyla açıklanmaya
çalışılmıştır.
Dewey bireyin ahlaki gelişimini eğitimle
irtibatlandırmıştır. Eğitim, bireyin psikolojik, zihinsel,
duygusal ve psiko-sosyal fonksiyonlarını belirleyen en
önemli araçtır. İnsanın tam ve özgür bir şekilde gelişip
olgunlaşmasına imkan verir ve bireylerde değerler
196
sisteminin oluşmasına yardımcı olur. Dewey üç ahlaki
gelişim evresi ileri sürmüştür. (Arı : 128)
1-) Gelenek öncesi düzey : Biyolojik ve sosyal
dürtülerle güdülenen ahlaki davranışları içeren evre.
2-) Geleneksel düzey : Bireyin içerisinde bulunduğu
grubun değerlerini benimsediği evre.
3-) Özerk evre : Bireyin davranışlarını kendi akıl
yürütme ve karar vermesi ile oluştuğu, bireyin içinde
bulunduğu grubun standartlarını irdeleyerek benimsediği
evre.
Piaget’ye göre ahlaki gelişim zihinsel gelişimden
ayrılamaz. “Zihinsel gelişim belli aşamaları izleyerek
oluşursa, ahlaki gelişimde benzer aşamalar geçirir ve
birbirlerini tamamlayarak belli bir olgunluğa ulaşırlar.
Gelişmenin her merhalesi bir öncekinin devamı olmakla
beraber onun yerine geçmez, yani her merhale eskisi ile
yenisinin bir terkibidir... Her merhalenin bir taraftan
biyolojik olgunlaşmaya bir taraftan hayat tecrübesine
dayanmasına rağmen, gelişme merhalelerinin her şahıs ve
kültür için aynı olmasıdır.”(Güngör : 1993 : 31) Bazı
bireylerde zihinsel gelişim tamamlanamaz, bu durum
ahlaki gelişimi de etkiler. Piaget ahlaki gelişimin evrelerini
çocuklar üzerinde yaptığı gözlemlere dayandırmaktadır.
Ona göre dışa bağlı ve özerk dönem olmak üzere iki
aşamada ahlaki gelişim tamamlanır.(Arı : 130)
197
Dışa bağlı dönem : Çocuklar 10 yaşına kadar
verdikleri kararların doğru-yanlış, iyi-kötü olma durumunu
otoriteye göre belirlerler. Bu dönemde yapılan davranışlar,
sonucunda görülecek ceza ya da ödüle göre iyi yada kötü
olarak nitelenir. Çocuk yaptığı davranışın sonucunda bir
ceza alıyorsa o davranış kötü, ödül alıyorsa iyi olarak
nitelenir. Verilen ceza ve ödül ne kadar büyükse davranışın
niteliği de ona göre belirlenir.
Özerk dönem : Dışa bağlı dönem atlatıldıktan sonra-
bu 11-12 yaş civarında başlar- çocuklarda değerlendirmeler
görelilik kazanmaya başlar. Yani yapılan eylemin değeri, o
eylemi yapanın içerisinde bulunduğu şartlara göre
belirlenir. Eylemi yapanın niyeti, zorlayıcı bir gücün olup-
olmaması, eylemin etkileri, o eyleme değer katar. Birey bu
dönemde içerisinde bulunduğu psikolojik, ekonomik ve
sosyal durumunu hesaba katarak eylemde bulunur.
Kuralları kendine göre yeniden değerlendirir ve kuralların
da değişebileceğine kanaat getirir. Kimi zaman kendi
değerleri ve yargıları, diğerlerinin yargılarının önüne geçer.
“Otorite yerine karşılıklılık (mütekabiliyet-reciprocite),
emir ve kumanda yerine işbirliği esasına dayalı yeni bir
münasebet sistemi gelişir. Artık kurallar Tanrının veya
büyüklerin ezelde ortaya koymuş oldukları değişmez bir
düzeni değil, fakat insanlar arasında belli hedefe erişmek
198
üzere yapılan karşılıklı anlaşmaları ifade etmektedir.”
(Güngör : 1993 : 33)
Kohlberg, ahlaki gelişim sürecinde bireyi çok fazla
unsurun etkilediğini, bunlardan hangisini tercih etmekte
zorlandığını ve sürekli ikilemlerle karşılaştığını
söylemektedir. Önemli olan bu ikilemlerin nasıl çözüldüğü
değil, çözümü gerçekleştirirken yürüttüğü akıl yürütme
süreci ve niçin öyle davranılmasına ilişkin mantıksal
dayanakların bulunmasıdır.Bu durumu Kohlberg, ünlü
“Heinz İkilemi” ile örneklendirir.(Arı : 131)
Heinz’in hanımı ölümcül bir kanser hastalığına
yakalanmıştır ve doktorlar bir ilacın onun hastalığına
yararlı olabileceğini söylemektedirler. İlaç çok pahalıdır,
bir dozu yaklaşık 200 dolardır ve bulunmamaktadır. Eczacı
bir doz için 2000 dolar para istemektedir.Heinz bütün
gayretlerine rağmen 1000 doları zor bulabilmiştir. Eczacıya
gider durumu anlatır, paranın kalan yarısını daha sonra
vereceğini söyler ama eczacı kabul etmez, paranın
tamamını peşin ister. Şimdi Heinz ilacı çalmalı mıdır?
Niçin? Bu niçin sorusuna verilecek yanıt, bireyin ahlaki
durumunu da ortaya koymaktadır. Kohlberg, bu gelişim
evrelerini üç düzey ve altı aşamada ortaya koyar.(Arı : 132-
136)
1-)Gelenek öncesi düzey :
199
Bu düzeyen temel özelliği otoriteye körü körüne itaat
ve bireysel çıkardır. “Kuvvetli olan kazanır” düşüncesinin
arkasındaki temel felsefedir. Alt aşamaları ;
1.1.)Bağımlılık aşaması (Otoriteye itaat ve ceza) :
Doğruyu otorite belirler, o nasıl istiyorsa ona uyulmalıdır.
Uyulmadığı zaman yanlış davranılmış olur ve ceza görülür.
Davranışların fiziksel sonuçları davranışa etki eder. İnsana
ve eşyaya zarar verilmiş ise ceza kaçınılmazdır. Eğer
otorite, yapılan davranıştan habersiz ise bir cezayı
gerektirmez. Yakalanmadıkça kopya çekilebilir, vergi
ödenmeyebilir. Bu evrede insanlar kendi açılarından
olayları değerlendirirler. Diğer insanların tercihlerini ve
düşüncelerini hesaba katmazlar.
1.2.)Bireycilik; Karşılıklı Çıkara Dayalı Alışveriş :
Bu dönemde “doğru” olan şey, diğer insanların ihtiyaçlarını
da dikkate alan, somut ve adil karşılıklı alı veriştir. Bu
evredeki kişi “ne verirsem o kadar almalıyım” şeklinde bir
yargıya sahiptir. Kurallara, kurallar kişinin ihtiyaçlarını
karşıladığı oranda uyulur. Kişi, kendi çıkarı ve ihtiyaçları
neyi gerekli kılıyor ise o şekilde davranır. Diğer insanlarla
olan ilişkilerimizde de adil olduğu sürece karşılıklı çıkarı
gözetmeliyiz diye düşünür. Birey kendi kişiliğinin yanında
diğerlerinin de kişiliğinin farkına varmıştır ve onların da
çıkarları olabileceğini ama kendi çıkarımızın korunmasının
daha doğru olacağına karar vermiştir. “Polis beni koruduğu
200
sürece, belediye suyumu sağladığı sürece vergi vermem
doğrudur, bana faydaları yoksa vergi vermem” felsefesi bu
dönemde egemendir.
2-) Geleneksel Düzey :
Bu dönemin en belirgin özelliği kişiler arası ilişkilerin
önem kazandığı ve bireyin grup kararlarına uyması
gerektiğine dair bilincin egemen olduğudur. Toplumsal
beklentilerin davranışlar üzerindeki etkisinin görüldüğü bir
aşamadır.
2.1.)Karşılıklı kişiler arası beklentiler, Bağlılık ve
kişiler arası uyum :
“Doğru” iyi insan olmak, diğer insanların
duygularıyla ilgilenmek, onların beklentilerine cevap
vermek ve kurallar doğrultusunda davranmaktır. Doğru
davranış toplumsal rollere uygun davranmaktır. İyi çocuk
olma, iyi öğrenci olma, iyi eş olma, iyi anne/baba olma ve
iyi vatandaş olmadır. İyi olmak, çevresindeki insanların
onayını alma ve onların katında beğenilmektir. Başkalarıyla
olan ilişkilerde, kendini onların yerine koyarak, onların
beklentilerine uygun davranmak altın kuraldır. Heinz iyi bir
koca olarak ne pahasına olursa olsun ilacı almalıdır. İyi
vatandaş vergisini ödemelidir. İyi çocuk kopya çekmez,
kurallara uyar.
2.2.)Sosyal Sistemi Sürdürme ve Vicdan Evresi
201
Birey bu aşamada toplumsal düzeni korur, toplumun
ve grubun refahı doğrultusunda davranırsa doğru yapmış
olur. Doğru, toplumsal sözleşme sonucu alınan kararlar ve
kabul edilmiş görevler doğrultusunda davranmaktır.
Kanunlar, sosyal düzenin sürekliliğini sağladığı, bireylerin
sosyal çıkarıyla çelişmediği sürece korunur ve uyulur.
Doğru davranış, topluma, kurumlara ve diğer insanlara
katkı yapmaktır. Kurallara uymanın nedeni, toplumsal
sistemin-düzenini- korunmasıdır. Bazı kurallar vicdani
değerlerle çatışmış olsa bile toplumsal düzenin
bozulmaması için o kurallara uymak gerekir.
Heinz’in karısının hayatı değerlidir, çalarak ve zorla
ilacı almalıdır gibi bir tutum vicdani açıdan bir değer ifade
eder ancak herkes çalarsa diye düşündüğümüzde toplumsal
sistemin çökmesi tehlikesi baş göstereceğinden, Heinz ne
pahasına olursa olsun ilacı çalmamalıdır yargısı bu
dönemde baskın çıkar. Herkes askere gitmezse, herkes
vergisini vermezse toplum ve devlet diye bir şey
kalmayacağından, toplumsal düzenin devamı için herkes
üzerine düşen görevi yerine getirmek zorundadır.
3-)Gelenek Ötesi, Prensiplere Dayalı Düzey :
Bu evre, hoşgörünün, kollektif bilincin, aklın ve
ilkelerin insan davranışlarına hakim olduğu evredir. İnsan
artık mükemmelliğe doğru yol almaktadır.
202
3.1.)Sosyal Anlaşma, Yararlılık ve Bireysel Haklar
Evresi
Bireysel farklılıklar gözetilir, insan bir değer olarak
kabul edilir. Her birey kendi tercihlerini yapma hakkına
sahiptir. Doğru, toplumun temel hak ve değerlerini, temel
hukuk kurallarını, grubun kanunları ile çelişse bile
korumaktır. Doğru, insanların farklı düşünce ve değerleri
taşıyabileceğini bilerek, bu göreceli değerleri korumaktır.
Yaşama, özgürlük gibi temel insan haklarını, çoğunluğun
görüşüne ters düşse bile korumak gerekmektedir. Yasalara,
üzerinde çoğunluğun anlaştığı toplumsal bir anlaşma
olduğu için uymak gerekir. Bu düzeydeki ahlak gelişimine
göre çoğunluk anlaşarak, azınlıkta kalanların temel
haklarına zarar verecek kanunlar yapamazlar. Bunun için
yasalar, kılı kırk yararak hazırlanmalıdır. (Arı : 134)
Toplumsal uzlaşmaya akılcı bir yaklaşımla saygı
duyulurken, herkesin kabul ettiği evrensel değerlerle
çelişen anlaşmalar kabul edilmez. Hiçbir yasa insan
ölümüne neden olabilecek bir uygulamayı meşru
gösteremez, yaşamak temel insan hakkıdır. Kimse bir
başkasının malını çalma hakkına sahip değildir, kişi malı
üzerinde istediği tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Ama
o mal bir başkasının ölümüne neden olamaz. Heinz ilacı
çalarsa suç işler, eczacı da o ilacı mülkiyetinde tutarak bir
başkasının ölümüne neden olursa suçludur. Heinz, ilacı
203
çalarsa suçlu, karısı ölürse eczacının ve kendisinin ölümde
payı olacağını düşündüğünden vicdanen suçlu. Böyle bir
ikilemde tercih, insan yaşamının devam etmesi yönünde
kullanılmalıdır.
3.2.) Son evre (Altıncı evre) :
Kohlberg bu evrede, Hz Muhammed ve Gandi
örneklerine baş vurur. Bu evreye ulaşmış kişi, evrensel
ahlak prensiplerini kendine rehber edinmiştir. Yazılmış
kural ve yasalardan kendini bağımsız görür. Bu, tüm
kanunlara karşı olmak anlamına gelmez, aksine kanunlar
evrensel prensiplere uyduğu için desteklenir. Evrensel
ilkelere uymayan kanunlar, bu ilkeler ışığında
düzeltilmelidir. Evrensel prensipler bir grubun ortaya
koyduğu ilkeler değil, tüm insanlığın ortak değerleridir.
Bunlar olmazsa olmazlardır. Yaşama hakkı, Eğitim görme
hakkı, Seyahat hakkı, Fikir ve İfade Hakkı, Özgür Seçim
hakkı gibi hakları hiçbir kanun kısıtlayamaz. Hali hazırdaki
kanunlar bu ilkelerle çeliştiğinde birey, vicdanına uygun
davranmalıdır.
Güngör, bu aşamayı Evrensel Ahlak Safhası diye
nitelemiş ve şunları söylemiştir. “Kişi bu aşamaya varınca
artık doğru hareket ve davranışlar mantıkî tutarlılık,
evrensellik ve tecanüs ifade eden prensiplerdir : Adalet,
insan haklarının karşılıklı ve eşitlik ilkesine dayanır oluşu,
insanlara saygı gibi unsurlar bu prensiplerin temelini teşkil
204
eder. Ahlaki ihtilaflar (çatışmalar) kanun ve nizama değil,
onlardan daha geniş ahlaki prensiplere göre
çözülür.”(Güngör : 1993 : 38)
Bu evrenin temel perspektifine göre Hienz ilacı
çalmamalıdır. Fedakâr davranarak aynı durumda başka
hastaların olabileceğini düşünür ve o hastaların o ilacı
alabilecek maddi gücü vardır, alır ve kurtulur. Böylece
başka insanların yaşam hakkına da saygı göstermiş olurum,
tercihimi başkalarından yana koyarak diğerkam (fedakar)
davranmış olurum diye düşünür. Böyle bir davranış, bireyin
duygularını bir yana bırakarak akılcı ve sorumlu olmasının
en güzel bir örneğini oluşturur.
3.4. MİLLET ve DEVLET
Tarihsel süreç içerisinde tüm toplumlar üç aşamadan
geçerler. “Kavim” aşamasında toplumsal bütünlüğü
oluşturan etkenler, dil ve ırk birliği ile ortak gelenek,
görenek ve kurumlardır. “Ümmet” aşamasında ise bir takım
evrensel dinlerin egemenliği sonucu kavimler özgül
özelliklerini ve kişiliklerini büyük ölçüde yitirirler. Nihayet
“ulus” aşamasında, bir toplumun, özgül değerlerini yüksek
bir uygarlık düzeyinde yeniden örgütlemesiyle, yeni bir
ulusal kişilik oluşur. (Tolan : 1983 : 108)
Ziya Gökalp’e göre bir toplumun ikili kültürel yapısı
vardır. Ona göre “hars”, yani ulusal kültür, bireylerde
205
ulusal bilinci geliştiren, toplum için ulusal hedefler
gösteren bir özgül değerler bütünüdür. Uygarlık ise
akılcılığı ve bilimsel yaklaşımı içeren ve bütün toplumların
birlikte oluşturdukları bir kültürel bütündür. Din, ahlak,
hukuk, entelektüel yaşam, estetik, iktisat, dil ve fen
alanlarında, bir ulusa özgü nitelikler o ulusun harsı
içerisinde bütünleşir. Uygarlık ise, çeşitli ulusların bu
alandaki ortak niteliklerini belirler. Bu iki öğenin dengeli
bir bileşim oluşturması gerekir. Bir toplumun harsı, çeşitli
uygarlıkların gerekli ve yararlı öğelerini özümseyerek
benimsediği ölçüde, kendini zenginleştirme olanağı bulur.
Yapay bir nitelik taşıyan uygarlığın gereğinden fazla
gelişmesi, doğal bir biçimde oluşan ulusal kültürlerin
yozlaşmasına yol açabilir. Gökalp, harsı uygarlığından
üstün ulusların, gerektiğinde uygarlığı harsından üstün
uluslar karşısında daima güçlü olduğunu tarihin kanıtlamış
bulunduğunu belirtmektedir.(Tolan : 1983 : 108)
Bir toplumun millet oluşturabilmesi bazı maddi ve
manevi unsurların bir arada bulunmasına bağlıdır.
Maddi unsurlar :
• Soy (ırk) birliği
• Toprak (vatan ve coğrafya) birliği
• Emek (ekonomi) birliği
Manevi unsurlar :
• Dil birliği206
• Din birliği
• Dilek birliği dir. (Topçu : 2001 : 68)
Soy, insana ait fiziksel özelliklerin tamamını içeren
ve nesilden nesile değişmeyen özellikler gösteren tabi bir
yapıdır. Bu özelliklere göre insanlar, siyah, beyaz, sarı gibi
deri renklerine göre; Arîler, Samîler, Alp soyu veya dağlılar
diye arz üzerinde doğmuş oldukları yerlere göre; Türk, Çin,
Arap, Rus, Cermen gibi soya ve yeryüzündeki yerleşim
yerine göre ayrılmaktadır.
Vatan birliği, toplumların üzerinde yaşadıkları
coğrafyanın sadece onlara ait olmasını ve milletin üzerinde
yaşadığı ülkenin bütünlüğünü ifade eder. Hiçbir şekilde
bölünme ve başka milletlerle paylaşma kabul edilmez.
Üzerinde yaşanılan topraklar, bir milletin geçmişi, bu günü
ve geleceğidir. Vatanın kıymeti, vatanları elinden alınmış
insanların çektikleri acılar ve sürgünler hatırlandıkça daha
iyi anlaşılır.
Emek birliği, yapılan her işin millet için ve milli
hedeflere ulaşmak amacı gözetilerek yapılmasını ve
emeğin yaşamak için kutsallığını ifade eder. Yaşamak için
vatan gerekiyorsa, emekler vatanda icra ediliyorsa, çabalar
ülke için olmalı, vergiler verilmeli ve yaşam kalitesi millet
olarak artırılmalıdır.
Dil birliği, millet fertlerinin birbirleriyle
anlaşmasının, neşeyi ve tasayı paylaşmasının en önemli 207
şartıdır. Ekonomik, kültürel, sosyal tüm değerler dil
vasıtasıyla insanlar arasında aktarılır ve benimsenir.
İletişimin olmadığı bir toplumda değer aktarımından
bahsedilemez. İnsanları birbirine bağlayan, millet olmasını
sağlayan değerlerdir.
Din birliği, hiçbir milletin iki dini olmamıştır. Hangi
din kabul edilirse edilsin, dinin milletleri kuşatıcı,
kapsayıcı bir özelliğinin olduğu inkar edilemez. İnsanlar
aynı dine bağlı olduklarında sevgileri, nefretleri aynı olur.
Birbirlerini severler ve bir arada yaşamak isterler. İki ayrı
dinin insanı (toplumları) bir millet oluşturmamıştır ve
oluşturamayacaktır. Din, insanlara ortak hedefler belirler,
birlik, bütünlüğü ve kardeşliği emreder. O, insanların
hayatı daha farklı anlamlandırmak için kabul ettikleri bir
yaşam felsefesidir. İnsanların içindeki boşluğu manevi
olarak dolduracak en önemli güçtür.
Dilek birliği : Bir millet fertlerinin aynı iradeye sahip
olmaları istenir. Siyasi, ahlaki ve kültürel mefkûrelerin aynı
olması millette gayedir. Bütün maddi ve ruhî birliklerin
gayesi, fertleri irade birliğine ulaştırmaktır. Onlar milli
iradeyi meydana getirmek için sadece birer vasıtadır.
Ancak o vasıtalar değiştirilemez; biri diğerinin yerine
konulamaz. Milli iradeye ulaştırıcı maddi ve ruhi
birliklerden hepsinin bulunmasa da birkaçının bulunması
şarttır. Onların hiç birisi bulunmayacak olursa milli irade
208
meydana gelmez.(Topçu : 2001 : 73) Hukuk düzeni,
yönetim şekli, eğitim gibi kurumlar ortak dilek birliğinin
sonucunda şekillenirler. Millet fertleri arasında ortak uyum
bulunmazsa düzen ve otorite sağlanamaz.
3.5. DİN
Sorumluluk duygusunun önemli bir kaynağı da
dindir. Biz burada özellikle toplumsal bir fenomen olarak
İslam’dan yola çıkarak, din ve sorumluluk arasındaki yakın
ilişkiyi açıklamaya çalışacağız. Dinî bakış açısından
insanın nihai olarak sorumlu olduğu tek varlık Tanrı’dır.
Tanrı, dünyada mutluluğun kazanılması için insanın
sorumlu olduğu alanları da belirlemiştir. Ana-babaya,
öğretmene, idareciye, komşuya, fakire, mala, bedene,
çevreye, diğer canlılara ve vatana vs. karşı sorumluluklar
O’nun emirleri gereğidir. Bütün bu sahalarda O’nun
emrettiği gibi davranmak O’na karşı sorumluluğun yerine
getirilmesidir.
İslama göre din, tevhid esası üzerine oturmuştur.
Evren bir sistemdir ve yaratıcısı Allah’tır. Evrende
bütünlük ve ahenk vardır. Boşuna hiçbir şey
yaratılmamıştır, hepsinin bir yaratılış amacı vardır. Bütün
yaratıklar içerisinde en üstün ve şerefli varlık insandır.
İnsan doğası (fıtratı) gereği iyilik yapmaya da kötülük
yapmaya da müsaittir. İnsanda iyilik ve kötülük potansiyel
209
olarak mevcuttur. Eğer dünyada tümüyle iyilik hakim olsa
idi biz ne iyiliğin önemini, iyi bir şey olduğunu
bilebilecektik, ne de onu tanıyabilecektik. İyiliği tanımamız
için kötülük de yaratılmıştır. Fakat iyilik ve kötülük yapma
tercihi insana verilmiş bir haktır. “Hanginizin daha iyi amel
işleyeceğini ortaya koymak için ölümü ve hayatı yaratan
O’dur. O Azizdir, çok bağışlayandır.”(Kur’an-ı Kerim.
Mülk Sûresi : 2) Buna rağmen Allah hiç kimsenin kötülük
yapması istemez ve onu emretmez. Tüm insanların iyilik
yapmasını emreder ki, bu dünya yaşamında mutluluk
yakalanabilsin. İnsan, O’nun emirlerine uyup-uymamakta
da bu dünyada özgür bırakılmıştır. Dünya, insanoğlu için
bir imtihan alanı olduğu için seçim insana bırakılmıştır.
İnsan, dünyaya mutluluk getirme ya da dünyayı zindan
etme tercihi bakımından özgürdür.
Mutluluğun ilkelerini de Allah Peygamber/ler/i
aracılığıyla göndermiş olduğu kitap(lar)da belirlemiştir.
Allah’ın gönderdiği tüm Peygamberler haktır, biz
müslümanlar hiç bir Peygamber arasında ayırım yapmayız.
(Bakara : 256) Son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) ve
son kitap Kur’an’dır. “Bu, kendisinde şüphe olmayan,
müttekîlere yol gösteren bir Kitap’tır” (Bakara : 2) Bu
kitapların tümü, insanların dünyada ne şekilde mutlu
olabileceklerini anlatmaktadır. Öyle ise dinî ahlak,
Yaratan’ın emirlerini hayatın tüm alanlarında uygulamakla
210
kazanılan ve giderek olgunlaşan bir süreci ifade eder.
İnsan, ahlaken olgunlaştıkça Yaratan’a yaklaşır. Ne kadar
çok ve içten ahlaki tutum sergilerse o kadar çok olgunlaşır.
Tüm yaptıkları O’nun rızasını kazanma amaçlı olur ve
yaptıklarından ötürü kimseye bir borç yüklemez. İnsana her
şeyi veren O’dur; insan da bu verilenleri O’nun rızası için
muhtaç olanlara verir. "Ve derler ki, biz size sırf Allah
rızası için ikram ediyoruz, yoksa sizden bir karşılık
istemediğimiz gibi, bir teşekkür bile beklemiyoruz." (İnsan
Sûresi, 76/9) "Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz
kimselere minnet etmek, incitmek suretiyle o sadakalarınızı
boşa çıkarmayın. Allah'a da Âhiret'e de inanmadığı hâlde
sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kişinin
durumuna düşmeyin. Onun durumu, üzerinde toprak
bulunan kaypak bir kayaya benzer ki, şiddetli bir yağmur
olur olmaz toprağı kayıverir, cascavlak kalır." (Bakara
Sûresi : 264) Tevhid inancını iyi anlamayıp, kalplerine
yerleştirememiş olanlar ise : “Ve onlar, mallarını insanlara
gösteriş olsun diye infak ederler, Allah'a ve ahiret gününe
de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü
bir arkadaştır o.” (Nisa : 38)
İslâm dinini diğer düşüncelerden ayıran en önemli
farklardan biri de öldükten sonrayı hatırlatan ve orada
yaptıklarını her zerresinden hesaba çekileceğini vurgulayan
uhrevî sorumluluk boyutudur. İnsan, bu dünyada işlediği
211
suçların bir kısmından ceza görmeyebilir ya da suçundan
kimsenin haberi olmayabilir fakat o suç bir başkasının
hakkının gaspı olduğundan onun hakkının teslim edilmesi
ahlaki bir zorunluluktur. O teslim burada olmamışsa orada
mutlaka olacaktır. Bu sorumluluk anlayışı insanın insanla,
toplumla ve eşya ile kurduğu ilişkiler ağına bir de Allah ile
ilişkileri ekler. İslâm’da kötü davranışlara karşılık biri
dünyevî, diğeri uhrevî olmak üzere iki ceza belirlenmiştir.
Bunun içindir ki İslâm kendi mensuplarının akıllarına
ölümden sonra dirilmeyi, ahirette hesap ve kitabı, amellere
göre mükafat veya cezayı yerleştirmiştir.
İslam’ın emirlerinden biri de infaktır. İnfak, vermedir.
Karşılıksız ve gönülden. Sadece O’nun için. “İşte sizler
böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz;
buna rağmen bazılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik
ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik eder. Allah ise,
Ğaniy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan
sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka
bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de
olmazlar.” (Muhammed / 38) “Mallarını Allah yolunda
infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa
kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri Rableri
katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun
olmayacaklardır.” (Bakara : 262) “Yalnızca Allah'ın rızasını
istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip- güçlendirmek
212
için mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede
bulunan, sağanak yağmur aldığında ürünlerini iki kat veren
bir bahçenin örneğine benzer ki ona sağnak yağmur isabet
etmese de bir çisintisi (vardır). Allah, yaptıklarınızı
görendir.” (Bakara / 265)
İslam’da özel mülkiyet esas olmakla birlikte, sınırsız
kullanım hakkı verilmemiştir. İslâm, zenginliğe değil, onun
kötü ve kötüye kullanılmasına ve zenginliklerine
güvenerek Hak’dan yüz çevirenlere karşı çıkmıştır. Çünkü
Kur’ân’da servet, imtihan vesilesi deneme (Teğabün : 15)
ve Allah’ın rızasına ulaşmaya aracıdır. “Allah’ın sana
verdikleriyle ahiret yurdu için çalış. Dünyadaki payını da
unutma. Allah sana nasıl ihsan ettiyse, sen de öyle ihsanda
bulun. Yer yüzünde fesat çıkarmaya çalışma. Çünkü Allah
fesat çıkaranları sevmez.” (Kasas : 77) Yani İslâm’da fert,
servetini diğer insanları sömürerek elde edemeyeceği gibi
bu serveti toplum üzerinde sulta kurmak için de
kullanamaz. Bu sebepledir ki, Kur’ân’da, siyasi zorbalığın,
iktisadî zulmün ve bilginin kötüye kullanımı üzerine üç
dünyevileşme ve insan tipi örneği verilmektedir. Firavn,
Karun ve Bel’am. (bkz. Güler : 2001 : 43-45)
Toplumun tüm katmanlarında gerek bireyler gerekse
yönetici konumunda olan herkes üzerine düşen
sorumlulukları, her şeye hakkını vererek aşırılığa kaçmadan
yerine getirmelidir. Siyasi güç de ekonomik güç de bilgi
213
gücü de insanlığın hizmetinde kullanılmalıdır. Bireysel
çıkar sağlayarak servet edinme ve gücü elinde toplayarak
diğer insanlar üzerinde haksızlık yapan her insan eylemi,
Kur’an tarafından sapıklık olarak nitelenmiştir.
3. BÖLÜM
SOSYAL SORUMLULUK VE HALKLA İLİŞKİLER1. SOSYAL SORUMLULUK KAVRAMI
214
Sosyal sorumluluk kavramını birey ve kurumlar –
işletme, organizasyon ve şirketler- için kullanmaktayız. Bu
kurumlara sivil toplum örgütlerini ve devletleri de
katmamızda bir mahzur olmasa gerek. Özel ya da kamuda
faaliyet gösteren her kurum/kuruluşun, içerisinde yaşadığı
topluma ve doğaya karşı sorumlulukları bulunmaktadır.
Bundan böyle şirket, işletme gibi kavramları
kullandığımızda yukarıda sayılan tüm yapıları
kastedeceğiz. Sorumluluğu kurumsal baza taşıdığımızda
Kurumsal Sosyal Sorumluluk kavramıyla karşılaşırız.
“Kurumların, çeşitli eylemlerinin sosyal paydaşlarına karşı
ne tür çevresel, ekonomik ve sosyal etkiler yarattığını
ölçmeleri, yaratılan olumsuz etkileri azaltacak ve daha da
önemlisi, toplumun ve şirketin aynı anda gelişmesine katkı
sağlayabilecek işlemleri hayata geçirmeleri olarak
tanımlanabilir.” (Chandler : 2004 : 11) Toplumların ve
işletmelerin aynı anda gelişmeleri demek ortak sorumluluk
ve birlikte yaşamın vazgeçilmezliği demektir. Sosyal
hayatta aksayan yanların hep beraber düzeltilmesi için
ortak sorumluluk üslenmektir. Toplumsal işbölümü gereği
belirli işleri belirli kurumlar yaparlar fakat imkan ve
fırsatlardaki farklılıklardan, ya da ihmal, ileriyi iyi
görememe gibi sebeplerden dolayı bazı işler aksar. İşte bu
aksayan işlerin yasal bir görev olmamasına karşın gönüllü
215
olarak yerine getirilmesi sosyal sorumluluğun özünü
oluşturur.
“Türkiye’de Kurumsal Sosyal Sorumlulukla ilgili bir
yasa bulunmamakta ancak tüketici hakları, iş kanunu, çevre
kanunu içerisinde kurumsal sosyal sorumluluğu barındıran
bazı hükümler yer almaktadır. Örneğin. Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası madde 177’de tüketicileri koruyucu
ve aydınlatıcı tedbirlerin alınacağı ve bu yoldaki
gelişmelerin teşvik edileceği belirtilmiştir. Diğer bir örnek
iş kanunu çerçevesinde ortaya konabilir : 4857 sayılı yeni iş
kanunu belirli ölçekteki şirketlere 1475 sayılı eski iş
kanunundaki istihdam zorunlulukları dışında yeni
yükümlülükler getirmektedir. (Odaman : 2004 : )
Dolayısıyla hukuksal bir zorunluluk olmasa da Kurumsal
sosyal sorumluluk Türk iş dünyasına tamamıyla uzak
değildir. Öte yandan kültürel ve dinsel nedenlerden dolayı
hayırseverlik Türkiye’de önemli miktarlara ulaşmıştır; hatta
AB ortalaması üzerinde olduğu iddia edilmektedir.”
(Michael ve Erika : 2005 : 110-111)
Özel ya da kamu tüm işletmeler halkla ilişkiler
birimine ihtiyaç duyar ve bu birim eliyle kendi kamularıyla
ilişkilerini sürdürürler. Dolayısıyla sosyal sorumluluk
dediğimizde yukarıda sayılan her bir kategorinin halka
(ötekine, kamuyu, topluma, paydaşlara, çalışanlara,
tedarikçilere, rakiplere vs.) karşı sorumluluğunu
216
anlayacağız. Bu sorumluluk da olumlu ya da olumsuz
sonuçları itibariyle bir ilişkiler düzeneğinde ortaya
çıkmaktadır.
Sosyal sorumluluk, sosyal adalet ilkesinin ve sosyal
devletin bir gereği olarak ulusal bazda da düşünülebilir.
Sosyal devlet vatandaşının temel insan haklarını sağlayan
devlettir. Anayasamızın 1. maddesi Türkiye Devletini bir
Cumhuriyet olarak niteler ve 2. madde bu devletin
niteliklerini sayarken “... sosyal bir hukuk devletidir.” der.
(T.C. Anayasası Madde 1-2) 5. maddede devletin temel
amaç ve görevleri sayılırken “... kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak
ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle
bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve
sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya
çalışmaktır.” der. (T.C. Anayasası madde : 5) Sosyal adalet,
ulusu (milleti) oluşturan her bireyin milli gelirden adil pay
alması ve kendisine haksızlık yapılmadığı kanısına sahip
olmasıdır. Bir adaletsizlik görüldüğünde kişi ve kurumların
harekete geçerek kendilerini bu konuda sorumlu
hissetmeleridir. “Sosyal devlet veya sosyal hukuk devleti
kavramı, bir toplumun bütününü kapsayan sermaye
(maddesel varlık) ile insan emeği arasında adaletli bir
denge sağlayan (ekonomik-sosyal ve hukuksal nitelikte) bir
217
devlet düzeni” (İzveren : 1994 : 158) olarak tanımlanırsa,
toplumda üretilen maddi, manevi tüm değerlerin insan ve
onun mutluluğu için olduğunu söyleyebiliriz. Sosyal devlet
ilkesi gereğince devletin toplumda yoksulluğu ortadan
kaldırmak için asgari bir yaşam standardı tutturması ve
herkesi sosyal güvenceye kavuşturması gerekmektedir.
Sosyal adalet ilkesi gereğince zengin (güçlü) ve fakir
(güçsüz) insanlar arasında insanî bir buluşma noktasının
sağlanması gerekir. Zengin ve fakir arasında “eşitlik”
kelimesini bilerek kullanmadım, çünkü her insanın zeka,
yetenek ve becerileri eşit olmadığından kazanımları da aynı
olamaz, ama her insan insanca yaşama hakkına sahiptir, bu
da biz insanların sorumluluğundadır. Sorumlu insanlar bu
beceri farklarından doğan dengesizlikleri fedakarlık
duygusu ile telafi ederler, bunu yaparlarken de kendileri
haz alır ve insanlıklarını geliştirirler. Empati yaparak bir
gün benim gücüm ve imkanım elimden gidebilir ve bu
duruma düşebilirim diyerek kendilerini sorumlu
hissederler. Bunun için biz (sorumlu)insanlar “fakirlik,
hastalık, özür gibi sebepler yüzünden hiç kimsenin
insaniyetini yitirmesine” müsaade edemeyiz.
Bireyler gibi bireylerin inşa ettiği şirketlerin de yerine
getirmesi gereken dört temel sorumluluk alanı vardır.
(1)“Ekonomik sorumluluk : verimli ve karlı olmak; (2)
Hukuki sorumluluk : kanunlara uymak; (3)- Etik
218
sorumluluk : kanunların ötesinde toplumsal norm ve
beklentilere uyumlu davranmak, vicdanlı olmak; (4) Sosyal
sorumluluk : toplumsal sorunların çözümü için gönüllü
katkıda bulunmak. Kurumsal sosyal sorumluluk, doğrudan
bu sorumlulukların son ikisini, ancak dolaylı olarak hepsini
içeriyor çünkü, toplumun beklentilerine uyumlu olan, onun
sorunlarına ilgi gösteren kurumların toplumda yarattığı
mutluluk, onların daha mutlu çalışanlara, daha mutlu
müşterilere ve dolayısıyla daha mutlu hissedarlara sahip
olmaları sonucunu getiriyor. Kurumsal sosyal sorumluluk,
şirketlerin daha iyi bir toplum ve daha iyi bir çevre için
gönüllü olarak katkıda bulunmasıdır.” (Argüden : 2002 : 9)
Sosyal sorumluluk kavramı şu şekilde tanımlanabilir :
Sosyal sorumluluk; “işletmenin ekonomik
faaliyetlerinin, onunla ilgili tarafların (hissedarlar,
çalışanlar, tüketiciler ve nihayet tüm toplum) hiçbirinin
çıkarlarına zarar verilmeden yönetilmesidir.” (Dinçer :
1998 : 5)
Bir başka tanıma göre sosyal sorumluluk; “ iş
adamlarının, toplumun değer ve amaçları açısından arzu
edilen yolları takip ederek, bu yönde kararlar vermesi ve
işletmenin yönetilmesi konusunda bağlı olduğu
mecburiyetler ” şeklinde ifade edilmektedir (Bayrak : 2001
: 83)
Toplumsal Kâr
219
Sosyal Sorumluluk
Sosyal Yarar
Ekonomik Yarar Kurumsal Kâr
ŞEKİL : 1 İşletmelerin Sosyal Sorumluluk Grafiği
Sosyal sorumluluk, insanın birey olmaktan çıkıp
“sosyal kişilik” sahibi olması ile sorumluluğun
sosyalleşmesine tekabül eder. Kişinin kendine karşı
sorumluluğu (bireysel sorumluluk) sadece kendi bireysel
hayatını etkilerken, sosyal sorumluluk, bireyin de içinde
bulunduğu tüm toplumu etkiler. Sosyal sorumluluk, köken
itibariyle bireysel sorumluluğun kaynağından çıkar.
İnsanın, toplumsallaşması ile yükümlülük altına girdiği
220
sosyal kontratın gereğini yerine getirme ve bir arada
yaşamanın gereklerine saygı ile sorumluluğu da sosyalleşir.
Toplumsal işbirliği gereği belli işlerin belli
kurum/örgütler eliyle yürütülmesi sosyal bir gerçekliktir.
Kurumlar yapıları itibariyle zaten sosyaldirler, yani bir
toplum içerisinde belli görevleri yapmak üzere
kurulmuşlardır. Her işletme, kuruluş amacına uygun olarak
belli ilkeler etrafında, belli sayıda insan tarafından kurulur.
Sosyal kurumların sorumluluğu da sosyal bir nitelik arz
eder. “Sosyal sorumluluk kavramı, dış çevreye yönelik olup
örgütün kararlarında diğer kişi, grup, örgüt ve tüm
toplumun göz önünde bulundurulması ile ilgilidir.”( Dinçer
: 1998 : 155) Kurum, amaçlarını gerçekleştirirken sosyal
bir çevrede yaşamını sürdürdüğünü unutmamalıdır.
İçerisinde yaşadığı sosyal çevrenin aksayan yanlarına
duyarsız kaldığında kendi yaşam alanının da belli bir süre
sonra tehlikeye gireceğini hesaplamak durumundadır.
Sistem yaklaşımın ana felsefesini anlatırken sistemin her
hangi bir yerinde ortaya çıkacak bir hastalığın belli bir süre
sonra tüm sistemi etkilediğini söylemiştim. Bu açıdan
sosyal sorumluluk; örgütün ekonomik, siyasal ve kültürel
amaçlarının, onunla ilgili kitlelerin çıkarlarına zarar
vermeden gerçekleştirilmesi ve sistem bütünlüğünün
bozulmamasına dikkat eder. Başka bir ifadeyle sosyal
sorumluluk, örgütlerin ekonomik ve hukuki şartlara, iş
221
ahlakına, toplumun beklentilerine ve sistemin uyumuna
uygun bir çalışma politikası benimsenmesini gerekli kılar.
Bu açıdan bakılınca örgütler de toplumsal sistemin
içerisinde, sistemin devamı için sorumlu yapılar olarak
görev ifa ederler.
Toplum denen sistem içerisinde özellikle ekonominin
vahşi kapitalizm mantığı ile işlediği ve globalleşmenin
yerel değerleri darmadağın ettiği bir dönemde, üretimden
alınan gelirin adil paylaşılamaması ve ekonomik
büyümenin sosyal kesimlere eşit dağıtılmaması sonucunda
işletmeler, sosyal sorumluluğun önemini kavramaya
başlamışlardır. Diğer yandan toplumsal taleplerdeki artış ve
toplumsal kriz alanları işletmeleri, toplumsal sorunlara
duyarsız bırakamayacak bir duruma itmiştir. Gelir
dağılımındaki adaletsizlik, işsizler ordusunun artması, açlık
sorunları, uyuşturucu salgını, boşanmış ailelerin çocukları,
eğitim yetersizliği, suyun ve havanın kirlenmesi, kimyasal
atıklar ve sebep olduğu hastalıklar; erozyon, deprem, sel
gibi doğal afetler sonucu evsiz, yurtsuz kalmış insanlar,
sakat ve zihinsel engelliler, sokak çocukları, şiddetin
yaygınlaşması, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeler
üzerindeki emperyalist emelleri ve kültürel istilaları,
savaşlar; sistemi önemli ölçüde bozucu etki yaptığından
işletmeleri sorumluluk almaya sevk etmiştir. Bu durum
aynı zamanda mevcut iş ilişkilerini yeniden sorgulama ve
222
hayatı yeni bir bakış açısı ile değerlendirme çabasını da
beraberinde getirmektedir. Başka bir ifade ile sorumluluk
perspektifinden işe bakış, kapitalizmi sorgulamak ya da
mevcut uygulamayı revize eden tedbirlere başvurmaktır.
Kapitalizmin iş saatlerini insanî boyuta çekmesi, sigorta
hakkı, izin ve sağlık konularındaki çalışandan yana
uygulamaları emek tarihine kısa bir göz attığımızda olumlu
uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tür
uygulamalar kurumların kurum içi hedef kitle olan
çalışanlarına karşı sosyal sorumluluklarının bilinci ile
yaptıkları işler arasında sayılabilir, fakat yeterli olup
olmadığı tartışmalıdır. Ayrıca bu haklar çalışan kesimin
örgütlenmesi sonucunda verilen-daha doğru bir ifade ile
alınan- haklar olup, gönüllü olarak verilmemiştir. Halbuki
sosyal sorumluluğun temelinde gönüllülük yatmaktadır. Bir
işletme içeride rahat ve huzurlu bir ortam yaratmış olabilir
ama dışarısı emin değilse, bu emniyetsizlikten er ya da geç
etkilenmemesinin imkanı yoktur. Hayat tüm boyutları ile ve
bir düzen (sistem) içerisinde yaşanmaktadır. Bu sistemi ve
düzeni bozan tüm uygulamalar sorumlu insanın ve
kurumların gözünden kaçmamalı, ihmale meydan
vermeden gereği yerine getirilmelidirler aksi halde
bozulma, çürüme, toplumsal çatışma ve yıkım kaçınılmaz
hale gelecektir.
223
Çevrenin tahribatı ve tüm insanların ortak yaşam
alanlarının tehdit altında olması, toplumsal ve global
çatışma, yoksulluk ve açlık gibi sorunlar işletmelerin sosyal
sorumluluk bilincinin artmasına yol açmıştır.
Her kurumun kendi ilgi alanına giren ve ilgi alanına
yakın konularda üzerine düşen sorumluluğu yerine
getirmesi toplumsal bir gerekliliktir. “Bugün toplum,
giderek artan bir oranda işletmelerin sosyal sorumluluk
üstlenmeleri konusunda baskı yapmaya başlamış, sosyal
sorumluluğa önem veren işletmeleri kucaklarken; topluma
hizmet amacı gözetilmeksizin, sadece kar amacına yönelen
firmaların başarı şansını azaltmıştır. Artık yöneticiler, erk
ve yetkilerini kullanırken toplumsal eğilimlerden büyük
ölçüde etkilenerek kararlarını insani, sosyal, politik, yasal
ve ahlaki boyutlarını düşünmeden alamaz hale gelmiş,
işletmelere bir takım olanaklar sağlayan ve bir takım
kısıtlamaları da beraberinde getiren çevresel faktörleri de
dikkate almak zorunda bırakmıştır. Bu nedenle, yaşamak ve
varlık sürdürmek isteyen işletmelerin, toplumun istek ve
ihtiyaçlarına duyarlı olması, çevreyi koruması ve ahlaki
davranabilmesi vazgeçilmez bir zorunluluk olarak
karşımıza çıkmaktadır.” (Ölçer : 2001 : 22-23)
“Sosyal sorumluluk kavramı, geleneksel yönetim
anlayışında hemen hemen hiç yer almaz. Buna karşılık
modern yönetim anlayışında, örgütler sosyal sorumluluğu, 224
gündemlerine aldılar ve örgüt açısından önemini
kavramaya çalışmaktadırlar. Günümüzde örgüt ve çevre bir
bütün olarak düşünülmeye başlanmış, doğal kaynakların
daha rasyonel ve duyarlı kullanılması gerektiği
anlaşılmıştır. Bugün örgütlerin varlığını etkili bir şekilde
sürdürebilmesi sadece kazancını maksimize etmekle
mümkün görülmemekte, kazançlarının bir bölümünü
toplumsal hedeflere yöneltip, toplumun değer yargılarına
uygun politikaları uygulamaya koymak zorunda
kalmaktadırlar.
“Kurumsal sosyal sorumluluk davranışının
işletmelerin itibarını artırdığı, marka değerlerini yükselttiği,
yatırımcılara yönelik cazibeyi ortaya çıkardığı, müşteri
memnuniyetini çoğalttığı ve çalışaların motivasyonunu
artırdığını ifade eden araştırmalar bulunmaktadır. (Knox ve
Maklan : 2004 :508-516)
Günümüz dünyasında işletmeler, kurumsal sosyal
sorumluluğa klasik, modern, sosyo-ekonomik ve
yardımsever yaklaşım olarak dört farklı şekilde
bakmaktadırlar.
225SOSYAL SORUMLULĞUN FAYDALARI
Modern Yaklaşım Sosyo-Ekonomik Yaklaşım
Yardımsever Yaklaşım Klasik Yaklaşım
ŞEKİL 2 : Kurumsal Sosyal Sorumluluğa Farklı Yaklaşımlar (Deniz ve Suarez, 2005 : 28)
“Dar bir vizyona sahip ve sosyal sorumluluk
çabalarına işletmeye getirdiği maliyet yönlü bakış açısının
hakim olduğu işletmelerde klasik bir yaklaşım söz konusu
iken, aynı vizyonla sosyal sorumluluğun faydalarına
odaklanan işletmelerde ise sosyo-ekonomik bir
yaklaşımdan söz edilebilir. Örneğin, çalışanlara ve
müşterilere yönelik hizmet iyileştirmelerinde bazı
işletmeler bu davranışın maliyetine odaklanırken, bazıları
ise ortaya çıkacak faydayı dikkate alabilir. Buna karşılık
geniş vizyona sahip işletmelerde maliyet bakış açısı
yardımsever bir yaklaşıma, fayda bakış açısı ise modern bir
yaklaşıma işaret etmektedir. Kurumsal sosyal sorumluluk
226
GENİŞ VİZYON
DAR VİZYON
SOSYAL SORUMLULUĞUN MALİYETİ
faaliyetlerine uzun dönemli ve geniş perspektifle bakabilen
işletmeler, katlandıkları maliyetleri yardımseverlik olarak
değerlendirme eğilimi taşırlarken, uzun dönemde
işletmenin itibarının ve elde edilecek getirilerin artacağı
düşüncesiyle modern bir bakış açısı kazanırlar. (Torlak ve
Erdemir : 2005 : 421)
İşletmelerin verimliliği, örgütsel etkililik için ne denli
önemli ise, işletmeyi topluma yararlı kılmak da işletmenin
yaşamı için o denli önemlidir. Bu nedenle, işletmelerin
toplumsal konulara/sorunlara duyarsız kalmaları
gelecekteki yaşamlarını ve hedef kitle nezdindeki prestijini
azaltıcı bir fonksiyon olarak görülmelidir. Yaşadığımız
sorunlar, kişilerin ve kurumların geçmişteki ve şimdi
göstermiş olduğu sorumsuz davranışların sonucudur. Adil
ve yaşanılabilir bir dünyada mutlu bir şekilde yaşamak;
yeni sorunlar yaratmak, mevcut sorunları katmerleştirmek
istemiyorsak her işletmenin ilgi alanına giren konularda
güçleri oranında sosyal sorumluluk üstlenmeleri ve bu
sorumluluklarını yerine getirmek için günümüz koşullarına
uygun stratejileri geliştirmeleri gerekmektedir.
2. SORUMLULUK VE YÜKÜMLÜLÜK
227
İnsan mükemmel bir kainat içerisinde yaşamaktadır.
Kainat içerisindeki hiçbir varlık boş ve gereksiz değildir.
Her biri birbirleriyle mükemmel bir uyum içindedir ve bu
uyum hayatın devamını sağlama noktasında hayatî bir
fonksiyona sahiptir. Uyumun bozulması demek hayatın
sorunlar yumağı haline gelmesi demektir.
Kainatın bir parçası olan insan, bu uyumu
anlayabilecek ve eylemleriyle onu bozabilecek bir
donanıma da sahiptir. Aklı sayesinde bilgi üretme ve o
bilgiyi teknolojiye dönüştürme kapasitesi vardır.
Eylemleriyle mevcut uyum, denge ve düzeni koruyabilme
ve değiştirme sorumluluğu da insandan başka hiçbir varlığa
nasip olamamıştır. Bu şerefe insan layıktır ve kainat
içerinde tek sorumlu varlık odur. İnsan aklı ile düşünür ki
güneşin, ayın, toprağın, taşın, suyun, yağmurun, karın,
bitkinin, hayvanın, havanın, ateşin vs. olmadığı bir
ortamda insanın olması söz konusu değildir. İnsan
eylemlerinin bu unsurlara zarar vermemesi/kirletmemesi ve
tümünün var kalması kainattaki düzenin bozulmaması
demektir.
Sürdürülebilir bir yaşam ekolojik dengenin korunması
yanında, insanlar tarafından oluşturulan siyasal ve
toplumsal bir düzenin varlığı ile de doğru orantılıdır.
Siyaseten yönetilemez bir toplumda ne ekonomik ne de
sosyal hayat huzurlu bir şekilde yaşanabilir. İnsanların
228
asgari bir huzur ve mutluluk içerisinde yaşayabilmeleri
yine kendileri tarafından kurulan bir otoritenin (devlet)
varlığını kaçınılmaz kılar. Bu otorite huzur ve mutluluğu
içeriden gelen tehditleri karşı yasalar ve kolluk güçleri,
dışarıdan gelen tehditleri ise silahlı kuvvetleri eliyle sağlar.
Devletin koyduğu yasalara uymak insanların
yükümlülüğündedir. Bu yükümlülüklere uymak yaşamı
sürdürmenin zorunlu şartıdır. Yükümlülüklere uyulmadığı
zaman hayat yaşanamaz hale gelir, kimsenin can ve mal
güvenliğinden söz edilemez. Devlet canı, malı, nesli,
çevreyi (toprak, su, hava vs.) korumak için yasalar çıkarır,
uymayanlara yaptırım uygular. Sorumluluk bilincine sahip
olanlar bu yasalara gönüllü uyarken, olmayanlar ise zor,
baskı ve güç kullanılarak uymak mecburiyetinde bırakılır.
Yükümlülük mükellefiyet demektir. (TDK : 1652),
uyulması zorunlu halleri ifade eder. Bir devletin tebaası
olan ve belli bir gelir elde eden her vatandaş vergi
ödemekle yükümlüdür yani vergi mükellefidir. Devlet elde
ettiği bu vergi gelirleri ile düzen ve asayişi sağlar ve sosyal
devlet olmanın gereği sosyal projeleri uygulamaya koyar.
Liberal teori şirketlerin vergi dışında her hangi bir sosyal
sorumluluklarının olmadığını iddia etse de (Barry : 2003 :
111-117) insanlardaki yardımlaşma, acıma ve fedakarlık
duygularını inkar etmek mümkün değildir. Devlet, huzur ve
güven ortamını sağlayarak vatandaşlarının rahat iş
229
görmelerine zemin hazırlar. Toplumsal değişim ve talepler
yasaların yeniden gözden geçirilmesini gerektirirken, insani
olgunlaşma, ahlaki gelişme de bireyleri devletin
ulaşamadığı veya gücünün yetmediği yerlerdeki görevlere
ve yasaların üstündeki işleri gönüllü olarak yapmaya sevk
eder.
Yasalar insanların ahlaki gelişmesine engel olmazlar
fakat ahlaki gelişimlerini tamamlayamamış kişilerin
insanlara zarar vermesine engel olurlar. Yasalar insanlar
arasında ortalama bir standardı tutturarak hiç kimsenin
canına, malına zarar gelmemesi amacına matuf olarak
çıkarılır. Daha fazla iyilik yapmak isteyen için yasal bir
engelin olması mümkün değildir. Bir toplumda herkes aynı
fiziksel, zihinsel ve ahlaki gelişim düzeyinde değildir. Her
insan bir olmaz ama devlet her insanı korumakla
mükelleftir. Olgunlaşma/yeterlilik düzeyi bakımından
ileride yer alan insanlar, kendiliklerinden, gönüllü olarak
daha geride yer alanların daha mutlu bir yaşam sürmeleri
için kendilerini sorumlu hisseder, hiçbir yasal yaptırım
olmaksızın maddi ve manevi fedakarlıklarda bulunurlar.
İşte bu aşama yükümlülükten sorumluluğa geçiştir.
Yükümlülük ile sorumluluk arasındaki farkı; zor kullanma
ile gönüllülük, mecburiyet ile özgürlük belirler.
İnsani ve toplumsal asgari yaşam seviyesinin üzerinde
daha ileri ufuklara insanlığı ulaştırmak, onlara daha büyük
230
mutluluklar yaşatmak sorumluluk sahibi insanların eliyle
gerçekleşir. Bu insanlar sevgi ve hizmet aşkıyla kendi
aralarında organize olarak, organizasyonlar kurarak bu
sorumluluğu sosyalleştirirler. Sevgi ve hizmet aşkı ile
yapılan işler mütekabiliyete göre değil daha fazlasıyla
karşılık bulur. Sen bana kazandırdın ve ben
kazandıklarımın bir kısmını sana geri iade ediyorum diye
değil, gerekirse hepsine bu yolda kullanabilirim mantığına
göre işler.
3.İŞLETMELERİN SOSYAL SORUMLULUĞU
Günümüz işletmeleri profesyonel yöneticiler
tarafından yönetilmektedir. İşletme sahipleri, işletmelerini
belli amaçları yerine getirmek için kurar, o amaçlara
ulaştıracak uzman yöneticileri işletmenin idaresi için
görevlendirirler. İşletmenin sorumluluğu ile kişilerin
sorumluluğunu ayırt etmenin kolay ve kestirme yolunu
bulmak zor ise de Solomon Güven Yaratmak adlı eserinde
Peter French’e atıf yaparak çözmeye çalıştığı zorluğu biz
de aynı mantıkla çözmeye çalışacağız. “Her ne kadar
kurumlar bireyler ile aynı şey demek değilse de (örneğin
“yüz yüze”kavramını kurumlara uygulamak zordur),
kurumlar insana özgü varlıklardır. Bunlar sadece köprüler,
gökdelenler ve teoriler gibi insan tarafından yaratılmış
şeyler olmakla kalmazlar, aynı zamanda tümüyle bireysel
231
ve kolektif insan eylemleri ve kararları tarafından kurulup
yönetilen ve hareket ettirilen şeyler olma anlamında, baştan
sona insana özgüdürler.... Peter French’in bir örgüte ait İç
Karar Yapısı modelini kullanacak olursak, bir şirkete
mensup (şirketin konumu ne olursa olsun) herhangi bir
kişinin düşünceleri ile şirket adına karar alma ve
taahhütlere girme yetkisine sahip bir kişinin düşüncelerini
bir birinden ayırt etme olanağına kavuşuruz.” (Solomon :
2001 : 93-95)
Özellikle 18. yüzyıldan itibaren insanlık bilim ve
teknolojinin gelişmesi ile doğaya egemen olmayı, işlerini
daha kolaylaştırarak yaşam kalitesini artırmayı umuyordu.
İnsanlık, makinelerin ekonomiye girmesi ile giderek ivme
kazanan bir ilerleme ile karşı karşıya idi. Bu gün de bu
ilerleme ‘miti’ güncelliğini yitirmiş değil. Belli konularda
gerçekten ilerliyoruz ama bu, sadece maddi boyutta ve hali
vakti yerinde olan insana konfor sağlamak ve savaş
teknolojisi imal etmeye dönük. İki yüzyılda görüldü ki,
sorumsuz üretim sınırlı olan doğal kaynakların tükenmeye
yüz tutması ile karşı karşıya. Sorumluluk sahibi insanlar
anladılar ki, doğaya egemen olmak ya da doğayı fethetmek
maksadı ile sınırsız ilerleme fikri doğanın ve insanın
sonunu da beraberinde getirecek. Sınırsız üretimin sınırsız
sahip olma dürtüsüne yol açması, insanı bencilliğe ve
açgözlülüğe sevk etti. İnsan, bedeni zevklerinin esiri haline
232
gelmiş, ruhunu (maneviyatını) ihmal etmiştir. Elinde
imkanı olanlar sürekli yeni şeyler istiyor, kendilerine yapay
ihtiyaçlar yaratıyorlar yine de tatmin olmuyorlar; anlamsız
bir boşluk içerisindeler. Diğer taraftan temel ihtiyaçlarını
bile karşılayamayan milyonlar açlık ve sefalet içerisinde bir
‘yaşam’ sürüyorlar. Bu yaman çelişki insanın ve onun
oluşturduğu kurumların sorumluluk sahibi olması ile
ortadan kaldırabilir. Hayatın hem daha yaşanabilir halde
kalması hem de insanlar arasındaki adaletsizliklerin ortadan
kaldırılması bakımından sorumluluk duygusu, – onun
hayata geçirilmesi – bugün hayati bir öneme sahip olarak
gözükmektedir.
Şirketler sosyal sorumluluğu bu bağlamda
değerlendirilmeliler. Sürekli kazanma peşinde koşan
şirketler, nereye kadar kazanacak, kazançları kime
yarayacak ve kime kalacak ve sürekli kazanç sınırlı doğal
imkanlara ve toplumsal çatışmalara rağmen mümkün
olabilir mi? Bu, şirket sahiplerine ‘tatmin’ sağlayabilir,
ölüm gerçeği karşısında içlerindeki ruhi boşluğu
doldurabilir mi? İnsan, diğer canlılar gibi yeme, içme,
eğlenme ve çoğalmak için mi yaşamaktadır, yoksa diğer
canlılardan farklı özellikleri var mıdır, varsa bunlar
arasında yardımlaşma, dayanışma ve tüm hayatlara karşı
sorumlu davranma duygusunun yeri nedir?
233
Şirketler, kendi varlıklarını sürdürmek için insan
emeğine, doğal çevreye ve toplumsal bir desteğe (mal ve
hizmet satmak için) vb. ihtiyaç duyarlar, bu ihtiyaçların
düzenli temini şirketlerin onları ‘sorumlu ve verimli’
kullanmaları ile mümkündür. Sorumlu kullanılmaz ise
şirketler bir taraftan kendi yaşam alanlarını diğer taraftan
tüm canlıların yaşam alanlarını tüketerek yok etmiş olurlar.
Onun için ikinci bölümde ifade etmeye çalıştığımız
sorumluluğun özellikleri burada anlamını buldu.
Sorumluluk ertelenemez ve önemlidir. Toplumlar, doğal
çevre, çalışanlar ve diğer ilgili kesimler şirketlerden
sorumlu davranmalarını bekler. Dünyada hiç bir kaynak
sonsuz değildir, bu kaynakların insafsız ve müsrifçe
kullanılması belli bir süre sonra ulaşılamaması (yok olması)
anlamına gelir. Ekolojik ve biyolojik sitemin dengede
kalması, sürekli kendini yenilemesi, kaynakların sorumlu
kullanılmasına bağlıdır, bu da insan denen sistemin kendi
dengesini – ruh ve beden bütünlüğünü – kurarak, kendisi
dışındaki varlıklara sorumlu yaklaşmasıyla mümkün
görünmektedir.
“Bir şirketin sorumlulukları- o şirket birkaç yüz bin iş
görene ve çok sayıda yöneticiye sahip bir şirket olsa bile-
sonuçta tek tek insanların sorumluluklarından türetilir....
Bir şirkete güvenmek doğaya veya bir mekanizmaya itimat
etmekten çok – sorumlu aktörleri belirlemekle karşılaşılan
234
zorluklar ne olursa olsun – bir kişiye güvenmeye benzer.
Bir şirkete güvenmek demek, insan ilişkileri demektir –
sadece öngörme ve kontrol değil.” ( Solomon : 2001 : 96)
Her ne kadar şirketler kurumsal (tüzel) varlıklar ise de
sorumluluk ferdidir. Şirketler insanlar tarafından kurulurlar
ve eylemlerinden insanlar sorumlu tutulurlar. Şirketler
sorumlu bireyler tarafından kurulduğu ve tüzel kişilik
kazandığı için şirketlerin sorumluluğu, sorumluluğun
paylaşılabilir özelliğine bir örnek teşkil eder. Şirket
kurucuları tek tek üzerlerine almadıkları bir sorumluluğu
birlikte (şirket yoluyla) üstlenmiş olurlar.
“Şirketlerin çoğu kendilerini sadece dar bir kâr-zarar
hesabının içine hapsetmezler; hepsi de (şu ya da bu oranda)
–sadece bir kısmı, doğrudan finansal olan- çok sayıda
çıkara sahiptir; sayısı epey çok olan yarardaşlarının
ihtiyaçlarını da dikkate alırlar; müşterilerinin ve iş
görenlerinin olduğu gibi, çevrelerindeki toplulukların ve bu
toplulukları da içeren toplumun ihtiyaçlarını da hesaba
katarlar. Bir şirketi belirleyen şey kâr oranları değil, sahip
olduğu taahhüt ve sorumluluk duygusudur.” (Solomon :
2001 : 95)
İşletmenin amaçları sahipleri tarafından belirlendiği
için, yöneticinin bu amaçlara uygun olmayan bir işlemi
yerine getirmesi, bir bakıma sahiplere karşı sorumsuz
davranması anlamına gelmektedir. Hal böyle olunca kâr
235
amacı güden bir işletmenin sahiplerinin izni olmaksızın
sosyal sorumluluğunun gereği olan işlere katılması doğru
mudur?
Bu soru iki şekilde cevaplandırılabilir :
1-) İşletmeler, yalnızca işletmeye sermaye desteği
veren kişilerin yardımıyla varlık kazanmaz. Devlet,
işletmeye hukuki bir statü verir, bu statü iş yapma ve
tanınma yetkisini de içerir. Her işletme vatan toprakları
üzerinde kurulur, o topraklar üzerinde faaliyet gösterir.
Millet, o işletmenin yaşaması için alış-veriş yapar; işçi,
üretmesi için çalışır. O ülkenin yolundan, limanından,
denizinden, karasından faydalanır. Öyle ise bir işletmenin
yaşaması tek bir sermayeye (sahipliğe) indirgenemez.
İşletmeler üzerinde sermayedarların (sahiplerin) mülkiyet
hakları varsa da bu, sınırsız kullanıma açık değildir.
Gerektiğinde toplumsal amaçlar için kaynaklarını toplum
yararına tahsis etmelidirler.
2-) İktisat bilimi açısından bir işletmenin verimli
olması ve serbest piyasa koşullarında rekabet edebilmesi
için gelir-gider dengesini gözeterek kâr maksimizasyonunu
hedeflemesi şarttır. Sosyal kampanyalar iktisadın değil
siyasetin alanına girer. Ticari bir şirket serbest piyasa
koşullarında adil bir vergi sisteminde her işletme gibi
vergisini vererek dolaylı yoldan sosyal görevler ifa
236
etmelidir. Yoksa rekabet etmesi mümkün değildir, belli bir
süre sonra faaliyetlerini durdurmak zorunda kalabilir.
Dünyada kapitalizmin egemen olması, şirketleri daha
çok kazanmaya mecbur etmektedir. Kapitalizmin
globalleşmesi ile rekabet ortamı iyice kızışmıştır. Acımasız
rekabet ortamında şirketlerin sosyal projeleri düşünmesi,
oraya kaynak aktarması, dünyanın diğer şirketleri
tarafından yok edilmelerine yol açar.
İki görüşün keskin tavırlarına karşı bir orta yolun
bulunması hem şirket hem de toplum açısından bir çok
faydalar getirmektedir. Her şeyden önce, şirketin alacağı
kararlar üzerinde toplumun, devletin bir etkisi yoktur.
Yönetim, mevcut şartlar altında seçenekler arasından
istediği kararı alma özgürlüğüne sahiptir. Şirketin ilgili
olduğu her kesim, onun alacağı kararlar üzerinde etkili olsa
idi, karar almak mümkün olamaz hale gelirdi. Şirket
yönetimi karar alırken alacağı kararın kimleri nasıl
etkileyeceğini hesap etmek ve uygulamalarının
sorumluluğuna katlanmak durumundadır. Bu da demektir
ki, yönetim karar alırken keyfi davranamaz, aldığı kararlar
toplum ve devlet tarafından denetime tabii tutulur. İyi
olanları takdir edilir, kötü olanları da yaptırıma uğrar.
Bireyler nasıl sorumluluk duygusuna sahipse,
şirketlerin de aynı şekilde sorumluluk duygusuna sahip
olması mantıksal olarak tutarlıdır. Şirketlerin aldığı
237
kararlar, insani eylemlerdir. İnsan da bütün eylemlerinden
sorumludur. İnsanı sorumlu kılan tüm özelliklerin şirketleri
de sorumlu kılması gerektiği, sorumluluk bakımından insan
ve şirketlerin aynı karakteristik özellikler ortaya
koyduğunu Tom Donaldson’ın Şirketler ve Sorumluluk adlı
eserinden McCann aktarmaktadır.3 “Eğer şirketler sosyal
sorumluluklara sahipse, bunlar, kaçınılmaz olarak,
bireylerin moral sorumluluklarını ahlaki yapan sebepler
yüzünden moraldir ve eğer bir bireyin sosyal
sorumlulukları olduğu söylenebilirse, bir şirketin de sosyal
sorumlulukları olduğu söylenebilir”
Eğer şirketlere toplumsal sorumluluk verilirse-
gönüllü değil de yasa ve toplumsal yaptırımlarla,
müeyyideli- insanlar, hükümetlerin ve yerel yönetimlerin
görevi olduğu halde yapmadığı işleri şirketlerden isteyecek
ve şirketler asıl işlerini yapamaz duruma düşecek, adeta her
şeyi şirketlerin üstüne yıkmaya kalkacaklardır. Bu,
siyasetin bazı fonksiyonlarını gasbetme anlamına da
gelebilir. Onun için sorumluluk bir gönüllülük işidir,
zorlama kabul etmez. Demokratik bir toplumda görevler
belli kurumlar arasında tanımlanmıştır. Her kurum
toplumun verdiği görevi yasal sınırlar içerisinde yerine
3 McCann, Dennis P. ‘Tartışma : Şirketlerin Kâr yapma ötesinde bir sosyal sorumluluğu var mıdır? Norman P. Barry’ye Cevap’ Piyasa, Kış 2003, sayı : 5 sayfa : 122) Corporations and Responsibility’(Englewood Cliffs, N.J., Prentice-Hall, 1982, s.18-33)
238
getirme mecburiyetindedir. Verilen görev yerine getirilmez
ise yaptırımı da yasalarla belirlenmiştir, gereği yapılır.
Tüm bunlara rağmen her kurumun görevini
mükemmel bir şekilde yaptığı söylenemez ve toplumda her
insan mükemmel bir yaşam sürmez. Nasıl insanlar yaratılış
bakımından farklı yetenek ve imkanlarla dünyaya gözlerini
açarsa, sosyal hayatta da eşit bir yaşam düzeyi
tutturulamaz.
Kimi hasta, kimi sakat, kimi yoksul, kimi zengin
olarak hayatının belli dönemlerini geçirir. Bu dönemlerin
kalıcı olmaması için sosyal hayatın bir gereği olarak
insanlar yardımlaşmaya ve dayanışmaya başvururlar.
Şirketler de bu yardımlaşma ve dayanışmaya insanlar gibi
katılırlar.
Robert Solomon şirketlerin negatif ve pozitif olmak
üzere iki tür sosyal sorumluluğunun olduğunu
söylemektedir. (Solomon : 1994 : 279-283) Negatif sosyal
sorumluluklar bütün moral varlıklar için geçerli olan bir
başlığın altına düşer : Zarar verme! Aynen diğer ahlaki
varlıklar gibi, şirketler de iş faaliyetlerinin fiili
sonuçlarından sorumludurlar. “Şirketler faaliyetlerinde
makul tedbirler almamaları sonucunda ortaya çıkan
olumsuz tesirleri, sonuçları ve hataları düzeltmek için
gerekli tedbirleri almakla sorumludur. Şüphesiz, ‘makul’,
muhtevaya ve maliyetlere dayanır.” (Solomon : 1994 : 281)
239
Mesela şirket yarattığı çevre kirliliğini temizlemenin
maliyetini ödemelidir ve şirketin maliyetleri “dışsallıklar”
olarak başkalarının omzuna yıkılmasına müsaade
edilmemelidir. Bu, her mâkul insan için yeterince aşikâr
olmalıdır.
Pozitif sorumluluklar, toplumun şirketleri üstlenmeye
teşvik ettiği sorumluluklardır, zati olarak firmanın
işleyişiyle ilgili/bağlantılı değildir. “Bu tür sorumluluklar
hepimizin omuzlarındadır ve bizim aramızda, ‘toplumun
bir üyesi olmaktan mütevellit’, eşit olarak
paylaşılmaktadır.” (Solomon : 1994 : 282) Tüm şirketler bu
tür sorumluluklarını yerine getirmede eşit kapasitelere
sahip olmadıklarından, Solomon, bir şirketin kendini
üstlenmeye mecbur hissetmesi gereken sosyal
sorumlulukların neler olduğunu açıklığa kavuşturmak için
yardımcı olacak iki ölçüt teklif etmektedir. Salâhiyet
(Competence) ve Maliyet.
Eğer herhangi bir pozitif sosyal sorumluluk kolayca
üstlenilebilirse ve iş faaliyetinin amaçlarıyla ve bu amacı
gerçekleştirmek için şirketin sahip olduğu yetkilerle
(competences) tutarlıysa, şirket bu sorumluluğu kabul
etmelidir. Eğer her hangi bir sosyal sorumluluk şirketin
amacının ve sahip olduğu yetkilerin ötesindeyse, şirket bu
sorumluluğu kabul etme mecburiyetinde değildir. Eğer
şirket sosyal sorumluluğuyla ilgili ihtilafın tarafları bu iki
240
sınırlayıcı kriteri kabul ederse, bir şirketin sosyal
aktivizmine karşı çıkmayı veya taraftar olmayı
mecburileştiren türden ideolojik duruşun ötesine gitmek
mümkün olabilir. Bu kriterler benimsenirse, şirket sosyal
sorumluluklarını kabul etmenin getireceği maliyetler, iş
yapmanın normal maliyetlerinin parçası olarak kabul
edilebilir ve haklılaştırılabilir.
4. İŞLETMELERDE SOSYAL SORUMLULUK ALANLARI
Toplumların değişen sosyo-ekonomik yapısı, örgütleri
her geçen gün daha fazla konuda sorumluluk taşımaya
zorunlu kılmaktadır; bu durum karmaşıklaşan toplum
yapısında örgütlerin hangi noktalarda ve hangi kesimlerle
sorumluluğu paylaşabileceklerini tartışma konusu
yapmıştır. Sosyal sorumluluğa ilişkin aşağıdaki
özelliklerden yararlanarak bir referans noktası
oluşturabilmek mümkündür.
1-) “Yasal düzenlemelerin ötesinde kalan alanlarla
ilgili olarak ne yapacağına veya ne yapmayacağına her
örgüt kendisi karar vermeli ve bu kararların aynı zamanda
sosyal sorumlulukla ilgili tutum ve davranışları da
belirleyeceği unutulmamalıdır.
241
2-) Örgütler uzun vadeli politikalar belirlemeli, kısa
vadede kazancını düşüren harcamaların uzun vadede
getirisi olacağını hesaplamalıdırlar.
3-) Bir örgüt sosyal gücü oranında sosyal sorumluluk
yüklenmelidir. Çünkü güçle paralellik göstermeyen bir
sorumluluğun üstesinden gelmek mümkün değildir.
Sosyal sorumluluk, örgütlerin büyüklüklerine,
koşullarına, yapılarına ve amaçlarına göre farklılık
göstermektedir. Örgütün ilgi alanı, faaliyet gösterdiği alanla
ilgili sosyal sorumluluk kampanyaları düzenlemesi veya
açılan kampanyalara katkı yapmasının diğer alanlara göre
avantajları vardır.
4-) Bir örgütün sosyal sorumluluk kapsamının, sosyal
taleplerle yakından ilgili olduğu unutulmamalıdır. Sosyal
talepler izlendiğinde, örgütlerden toplumun ne tür
beklentileri olduğu anlaşılabilir. Ancak sosyal talepler
durağan olmadığından bu talepleri belirlemeye yönelik
çalışmalar aralıksız bir şekilde sürdürülmelidir.” (Bayrak :
2001 : 92).
Halkla ilişkiler birimi, hangi alanda sosyal
sorumluluk kampanyası düzenlenebileceğini yöneticilere
tavsiye eden, geri bildirimler (feed-back) ve tanıma
fonksiyonu sonucunda sosyal talepleri belirleyen, bu
242
taleplerden hangisinin işletmenin yararına daha uygun
olacağına karar veren, kampanya boyunca medya kullanımı
ve planlanmasından, bu kampanyada rol alacak kişilerin
belirlenmesine kadar nelerin yapılacağını bizzat yürüten
örgütün dışa açık birimi olarak işlev görür.
Sosyal sorumluluk kampanyaları, işletmenin iletişim
faaliyetleri arasında en geniş kapsamlı olanıdır.
Kampanyanın istenilen sonucu verebilmesi için seçilen
hedef kitlenin kampanyanın amaçlarına uygun olması
gerekmektedir. Kampanyayı yürütecek taktik, strateji ve
politikaları belirlemek işletmenin halkla ilişkiler birimine
düşmektedir. Ne, nerede, ne zaman, kiminle, nasıl
yapılacak, aksayan yanlar olursa nasıl telafi edilecek?
Kampanya sonucunda ne elde edilecek, örgütün faydası ne
olacak? gibi soruların cevabını yönetime halkla ilişkiler
birimi verecektir. Onun için bu tür kampanyaların çok iyi
düşünülerek hazırlanması, fayda-maliyet analizinin iyi
yapılması, halkla ilişkilerin yönetime, yönetimin sahiplere
karşı sorumluluğudur. Bizatihi böyle bir kampanyanın
yapılıyor olması topluma karşı sorumluluğun gereği olarak
düşünülse de, kampanyanın örgüte maliyeti ve elde
edilecek faydanın sağlanıp sağlanmaması da yönetimin
şirket sahiplerine karşı sorumluluğudur. Günümüzde bir
çok sermayedar parasını karşılık getirmeyecek işlere
243
yatırmaz, kampanya başarısız olursa yöneticilerinden
hesabını sorar.
İşletmelerin faaliyet sahaları ve maddi güçlerine göre
üslenebilecekleri bir çok sosyal sorumluluk alanları vardır.
Organizasyonların sorumluluk alanlarını Carroll yedi
maddede toplamıştır.
1-) Sahiplere karşı sorumluluklar
2-) Müşterilere karşı sorumluluklar
3-) Çalışanlara karşı sorumluluklar
4-) Topluma karşı sorumluluklar
5-) Rakiplere karşı sorumluluklar
6-) Destekleyicilere karşı sorumluluklar
7-) Sosyal gruplara karşı sorumluluklar (Caroll : 1991
: 26) Günümüzde bu maddelere doğaya (çevre) karşı
sorumlulukları da eklemek gerekmektedir. Çünkü
işletmelerin bu sorunlara duyarsız kalması yüzünden
günden güne çevre sorunları artmaktadır
İşletmenin ilgili olduğu bu sekiz gruba karşı
sorumluluklarını adaletli bir şekilde yerine getirmesi çoğu
zaman mümkün olmayabilir. Grupların çıkarları
birbirleriyle çatışabilir. Bu durumda işletme, hangisini ön
planda tutacak, iki yada üç grubun aynı aciliyyet durumu
ortaya çıkarsa hangisine öncelik vereceğini de halkla
ilişkiler birimiyle birlikte yönetimin saptayacağı strateji
belirleyecektir. İşletme sahipleri açısından bakarsak, 244
işletme sermayesi onların, mülkiyet-tasarruf yetkisi onlarda
olduğu için normal şartlarda onların dediğinin olması
lazım. Müşteriler açısından bakarsak; onlar olmadan
işletmenin mal ve hizmet satması mümkün değil,
dolayısıyla işletmenin yaşaması müşterinin üretilen mal ve
hizmeti talebine bağlı ama müşteriyi oluşturan gruplar
homojen değil, bu, “sen olmazsan başkası olur” mantığını
yürütme hakkını işletmeye (karar alıcılara) verebilir.
Müşterilerin etkili bir güç olabilmesi için demokratik bir
biçimde teşkilatlanması ve “tek ve güçlü bir ses” olarak
haklarını aramaları gerekmektedir. Çalışanlar açısından
bakarsak; onlar olmadan üretim olmaz ama o çalışan olmaz
ise bu çalışan olur diye düşünülebilir. Bu sıkıntıyı aşmak
için çalışanların sendikalaşmaya gitmeleri hayati bir önem
arz eder. Toplum açısından bakınca da; toplum yekpare bir
yapı değil, gruplardan ve farklı temayüllerden müteşekkil
ve her kesim kampanyanın sonuçlarından aynı şekilde
etkilenmiyor. Sesini tek tek duyurması zor, sivil toplum
örgütleri yoluyla sesini daha güçlü çıkarabilir. Müşteriler de
toplum içerisindeki insanlardan oluşan bir grup olduğundan
iki kesim arasında yakın bir ilişki var. Rakipler,
destekleyiciler ve diğer sosyal gruplar açısından
bakıldığında da durum farklı değildir. Her bir grubun
hakkını araması için demokratik bir ortamın varlığı
kaçınılmazdır ve ikinci bölümde saydığımız ilkelerin ve
245
gönüllülüğün hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Tüm bu kesimler dışında asıl sosyal sorumluluk
kampanyalarının ilgi odağı toplum dışına itilmiş kesimler
olmalıdır. Eğitim dışı kalmışlar, özürlüler, sokak çocukları,
hastalar, yaşlılar, şiddetin her türlüsüne maruz kalmış
insanlar (kadınlar, çocuklar, yaşlılar), öksüzler, yetimler,
çaresizler vs. Bu insanlara karşı işletmeler direkt
yardımlarda bulunamazlar ise de, kuruluş amaçları bu
insanlara hizmet olan vakıf ve dermeklere yardımda
bulunarak toplumsal görevlerini yerine getirmiş olurlar.
Devlet, sosyal niteliği gereği bu insanların yardımına
koşmak durumundadır fakat her zaman bu görevini gereği
gibi yerine getiremeyebilir. Devlet vatandaşından topladığı
vergilerin bir kısmını bu tür sosyal alanlara ayırması
devletin üzerine bir görevdir; bu görevini yapmıyorsa
vatandaşına hesap verebilme sorumluluğunu taşımalıdır.
Sivil denetim, medya ve seçimler yoluyla bu hesap devleti
yönetenlerden sorulur. İşletmeler de sosyal sorunlara
duyarsız kalırlarsa kamu vicdanında itibarlarını zedelemiş
olurlar.
4.1. Yasal Sorumluluklar :
1-) Hükümetin ve hukukun beklentilerin uygun olarak
gerçekleştirilmesi
2-) Yerel düzenlemelere uygun olması
3-) Hukuka uygun organizasyon üyesi olmak
246
4-) Başarılı bir firmanın hukuki yükümlülüklerini
yerine getirmesi
5-) Firmanın mal ve hizmet üretiminin hukuki
ihtiyaçlarını asgari derecede karşılayacak olması.
Yasal sorumluluklar uymak hayatın tüm alanlarını
yaşanabilir kılmak için hukuki bir alt yapıyı zorunlu kılar.
Hukuk hak ve adalet temelinde tüm insanların insanca
yaşam sürmesi, kimsenin kimseye zarar vermemesi esasına
bina edilerek oluşturulmalıdır. İnsanın ontolojik açıdan
doğaya müdahalesi mümkün değildir ve doğa bu anlamda
“olan” bir durumdur yani mevcut olan ne varsa – iyi, kötü;
zengin, fakir; az, çok – onun olduğu bir durumu ifade eder.
Ama toplumsal açıdan insan doğa durumuna müdahale
etmek ister, Hobbes’in sözünü ettiği anlamda herkesin
başına buyruk olduğu bir tür bir doğa durumundan
memnun değildir, böyle bir durum kargaşa, zulüm ve
adaletsizlik doğurur. Bu durumdan kurtulmak için bir
sözleşme kaçınılmazdır, “olan” durumdan “olması
gereken” duruma geçmek için hukuk gerekli olmaktadır.
Hukukun en büyük ve ilk amacı toplum düzenini korumak
ve olması gereken en adil, eşit ve düzenli sistemi
oluşturmaktır. Bu amaç da insanlarda belirli bir hak ve
sorumluluk çerçevesinin oluşturulması ile mümkündür.
Belirli insanlara görev ve yetki verirken, o görev ve
yetkinin gereğini yerine getirmek için de sorumluluk
247
yükler. Sorumluluğunu yerine getirmeyeni
müeyyidelendirir. Bunun için hukuk norm niteliğindedir ve
gücü gerekli kılar, o güç ceza gibi yaptırımlarla o normu
uygular. “Normlar varlık ve geçerliklerini daha üstün yeni
bir normdan (“olması gereken’den) alırlar. Nitekim bir
hukuk düzeninde yönetmelikler tüzüklerden, tüzükler
yasalardan, yasalar ise anayasadan çıkarlar; geçerliklerini,
alttan yukarıya doğru bir dizi izleyerek, daha üsteki bir
norma borçludurlar. Ancak bir hukuk düzeninin (pozitif
hukukun) geçerlik ve yürürlüğüne ilişkin soruyu
cevaplandırmak konusundaki girişimi anayasaya kadar
çıkarıp orada kesmek, rasyonel düşünceye aykırıdır. Çünkü
anayasa da pozitif bir hukuktur ve bu yüzden o da geçerlik
ve yürürlük nedeni bakımından araştırılmaya tabidir. Bu
araştırmanın ise bizi, toplum içindeki insan davranışlarının
değerlendirilmesinden ibaret olan hukukun son (nihai)
temeli, tüm hukukun çıktığı kaynak olarak, adalet’in
kabülüne götürmesi zorunludur.” (Aral ; 1992 : 45) Adalet;
hayatın tüm alanlarında (gizli ve açık olarak, fert ve
toplum, fert ve çevre, fert ve otorite vb.) bir denge ve
uyumun ahenkli bir bütün olarak kişinin kollektif
vicdanında yansıma bulabilmesi ve durumdan memnun ve
mutlu olabilmesidir.
Yasal sorumluluklar yasaların ulaşabileceği alanlarla
sınırlıdır. Polis ve jandarma gibi otorite güçlerinin
248
ulaşamayacağı, fark etmesinin mümkün olmadığı yerlerde
kişi, kendi ya da işletmesinin çıkarına hareket ederek kamu
menfaatini çiğneyebilir. Bu bakımdan yasal sorumluluklar
gücün varlığı ve onun bizim üzerimizdeki etkisi ile
sınırlıdır. O gücü bir şekilde manipule etmek, onunla
işbirliği yaparak onu “kendisi için nötr hale getirmek”
mümkün ve otorite “uyuduğunda” işlerini yoluna koymak
olasıdır.
Güçlü, güçlü olduğu kadar da adaletli, eli kolu her
yere ve her şeye ulaşan bir otorite (?) kurmak mümkün
olursa, kişi ve kurumların yasa karşısındaki
sorumluluklarından kaçması mümkün ol(a)maz. Ama böyle
adil yasa yapan ve yaptığı yasaları adil uygulayan bir
otorite bu gün için ütopya olarak görünmektedir.
Mevcut şartlarda insanlığın ulaşabildiği yönetim şekli
olan demokrasilerdeki kuvvetler ayrılığı prensibi gereği
yasama meclis tarafından; yürütme meclisin içerisinden
çıkan hükümet ve Cumhurbaşkanı tarafından; yargı ise
bağımsız mahkemeler tarafından uygulanmaktadır.
Yönetim ile yönetilenler arasında adaletin sağlanması hem
yöneten insanların hem de yönetilenlerin empati yeteneğini
kullanarak, sorumluluk bilincini harekete geçirerek,
toplumsal yaşamın gereği olan sosyal sözleşmenin icabına
uygun davranmaları ile mümkün olabilecektir. Tek başına
yasal sorumluluklar mutlu bir ortak yaşam için gereklidir
249
ama yeterli olamaz. Yasal sorumluluk; bireysel (vicdani),
toplumsal ve ahlaki sorumlulukla beraber bir bütün
oluşturmalı ve yaşamdaki yerini almalı ki, çok boyutlu
denetim yapılabilsin.
4.2. Ekonomik Sorumluluklar :
1-) Hisse başına kazançların getirilerini maksimize
etmek
2-) Mümkün olabildiğince kârlılık
3-) Uzun süreli rekabet kabiliyetinin devamlılığı
4-) İşletme etkinliğinin en üst seviyede sürekliliğinin
sağlanması
5-) Başarılı bir firmanın tanımının, onun karlılığına
bağlı olarak yapılması.
Ekonomik sorumluluklar, aynı zamanda şirket
sahiplerine karşı sorumlulukları içirmektedir. Her şirket
sahibi yukarıda sayılan beş maddenin en mükemmel
şekilde yerine getirilmesini yöneticilerinden ister, bekler.
Bu maddeler şirketin yaşamını sürdürmesinin de gerekli
şartlarını oluşturur. Verimlilik ve toplam kalitenin şirket
yönetiminde ilke olarak benimsenmesi ve uygulamaya
konulması ile bu hedeflerin gerçekleştirilmesi sağlanır.
Kişi ya da kurumlar hayata sırf kazanç
perspektifinden bakarak, yaşam amaçlarını kazanmaya
endekslerlerse, ekonomik sorumluluk adı altında her şeyi
250
kendi nam ve hesaplarına alacak yazıp, başkalarının
haklarını yok sayabilirler. Hele birde piyasa avantajı
kendilerinin elinde ise diğerlerine hiç yaşam hakkı
tanımazlar. Gücü elinde tutan, elindeki gücü kullanarak
sorumluluk duygusundan uzak hareket ederek başka
yaşamları kendi yaşamı için av olarak kullanabilmeyi
rekabetin gereği olarak düşünebilir.
Sosyal yaşamın gereği olarak kişiler ve kurumlar
sadece kendi çıkarlarını düşünerek hareket edemezler.
Sahipler, işletmeye sermaye koyarak ve işleri organize
ederek ekonomik faaliyette bulunmasını sağlamalarına
rağmen; işletme sadece sermaye ve organizasyonla
çalışamazlar. İşletmenin yaşaması için mekan (toprak,
vatan), emek, hammadde gibi diğer üretim faktörlerine de
ihtiyaç vardır. İşletme tüm bu faktörlere gereken payı
verebilmek için ekonomik olmak durumundadır. Eğer
verimlilikle ekonomik olma beraber düşünülmez ise
işletme hem zarar eder hem de çalışanlar ve ülke zarar
görür. Ülkelerin kalkınması, o ülke vatandaşlarının iş ve aş
sahibi olmaları işletme yönetimlerinin sorumluluk duygusu
ile hareket etmeleriyle de doğru orantılıdır.
Globalleşmenin ve ekonomik rekabetin hızlı olduğu
günümüz dünyasında işletmeler genelde iş gücü
maliyetlerinin fazla olduğu ülkeleri terk ederek,
maliyetlerin daha az olduğu ülkelere yatırım yapmaktadır.
251
Çok uluslu şirketler yatırım yapacağı ülkenin ekonomik
hayatı ile yakından ilgilenmekte, kendine uygun bir ortam
yaratılması için ülke yönetimlerini direkt ve dolaylı
yollardan etkilemektedir. Yaratılan ‘uygun ortam’ zamanla
hayatın diğer sahalarına sirayet ederek toplumsal değişime
de yol açmaktadır.
Onun için ekonomik sorumluluklar diğer sorumluluk
alanlarından bağımsız olarak düşünülmemelidir. Ekonomi
siyasetle, ticaretle, reklamla, sendikal faaliyetlerle, tüketim
ve tüketim alışkanlıkları ile çok yakından ilişkilidir.
Kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada ekonomi adı
altında hayatın her alanlarına müdahale etmek kaçınılmaz
olmaktadır. Ekonomik sorumlulukların sınırları (ölçü ve
dengesi) iyi belirlenerek diğer alanlarla ilişkileri göz
önünde bulundurulmalı, sosyal tahribatın önüne
geçilmelidir.
5.SOSYAL SORUMLULUĞUN KAPSAMI :
Sosyal sorumlulukların kapsamını önem sırasına göre
şu şekillerde sıralayabiliriz :
252
• Sosyal sorumluluk kapsamına giren ilk konu,
işletmenin ve onun yöneticilerinin, hissedarlara
veya sermaye sahiplerine karşı olan
yükümlülükleridir,
• Sosyal sorumluluk kapsamına giren ikinci konu,
yakın çevreye istihdam olanaklarının teminidir,
işe almada, cinsiyete, ırka ve sosyal sınıflara eşit
davranılmalıdır,
• Tüketicinin korunmasıdır,
• İş ahlakına sahip olunmasıdır. Haksız ve aşırı
kârlar elde etme, rakip firma mallarını kötüleyici
ve küçük düşürücü reklamlar yapma gibi iş
ahlâkına ters davranışlar sergilenmemelidir,
• Çevre kirliliğinin önlenmesi ve çevrenin
yaşanabilecek bir ortam olarak korunmasıdır.
• İnsanlığa karşı duyulması gereken ihtiyari
sorumluluklardır. (EREN : 2000 : 103-107.)
Bunları, işletme içi sosyal sorumluluk ve işletme dışı
sosyal sorumluluk şeklinde iki ana başlık altında da
gösterebiliriz. İşletme içi sosyal sorumluluk, işletmenin
çalışanına karşı yerine getirmek zorunda olduğu
yükümlülüklerdir.İşletme dışı sosyal sorumluluk da o
işletme ile ilgilenen yakın ve uzak çevre ve işletmenin
üzerinde yaşadığı doğal çevreye karşı sorumluluklarını
ifade eder.253
İşletme İçi Sosyal Sorumluluklar :
1- İşletmelerin personeline önem vermesi,
2- Personelin işe adaptasyonunu sağlama,
3- Çalışma ortamının veya koşullarının, çalışana göre
ayarlanması, iyileştirilmesi,
4- Bireyin kişisel eğitimine ve kariyerine odaklanma,
6- İşletmelerde iletişimi arttırma ve yönetime katılma
olanağının sağlanması.
İşletme Dışı Sosyal Sorumluluklar :
1- İşletmelerin iş ahlakına uymaları,
2- Ürünün güvenliği bakımından, ürünü tüketiciye
tanıtma,
3- Tüketicileri bilgilendirme sorumlulukları,
4- Fiyat belirleme bakımından sorumlulukları,
7- Çevre kirliliğinin önlenmesi açısından
sorumlulukları.(Şener : 1996 : 16-45.)
5.1. İŞLETME İÇİ SORUMLULUKLAR
5.1.1.Çalışanlara karşı sosyal sorumluluklar :
İş yerlerinde iş güvenliğini sağlamak, çalışanların
kişiliklerine saygı duymak, terfilerinde adaletli davranmak,
çalışma şartlarını insani düzeyde tutmak, fazla mesaiyi
isteğe bağlı kılmak ve mesai ücretini karşılıklı rızaya göre
belirlemek, sendikalaşmaya izin vermek ve ücretlerde
geçim standartlarını dikkate almak, motivasyon sağlayıcı
254
uygulamalara açık olmak, özellikle bayanlarda özel
durumları dikkate almak, işi aksatmadığı sürece siyasi
fikirlere saygılı olmak, kişisel özelliklerine göre iş dağılımı
yapmak yani kişisel yetenekleri iş veriminin artması için
kullanmak, bu sayede kişinin işten zevk almasını sağlamak,
çalışanların çocukları için kreş gibi sosyal kurumlar açmak,
işe gidiş-gelişlerde servis sağlamak, bayramlarda ve özel
günlerde mümkünse ekstra yardımda bulunmak, yatay ve
dikey iletişimi kolaylaştırmak, çalışanların sosyal
güvenlikleri açısından sigortalarını ihmal etmemek,
yakınlarının ve kendilerinin ölümü halinde kurumsal destek
vermek gibi sosyal sorumlulukları vardır. Bunların bir
kısmı yasal olarak yerine getirmesi gereken
sorumluluklardır, yasal yaptırımlar ikinci bölümde
açıkladığımız vicdani, toplumsal ve ahlaki sorumluluk
bilinçleri ile desteklenmez ise aksamalara yo açabilir. Bu
görevler, Kant’ın dediği “görev bilinci” ile, Mill’in sözünü
ettiği yüksek hazlar sınıfına giren “kişisel haz” la ve
toplumsal bir zorunluluk ve gönüllülük (vicdanî
sorumluluk) olarak yerine getirilirse kaçış söz konusu
olmaz, işletmenin iç barışı ve çalışanların işletmeye güveni
sağlanmış olur.
Çalışanlarla ilişkileri sadece günün şartlarına uygun
ücret verip onların başka hiçbir derdiyle ilgilenmemek
motivasyon ve iş verimliliği açısından yeterli görülemez.
255
Çalışanlar her şeyden önce insandır ve insan gibi muamele
görmek isterler, onların kişiliğine gerekli saygının
gösterilmesi gerekmektedir. İş yerlerinde “bireyleri teşvik
için, onlara birey gibi davranıp ilgi göstermek” (Şimşek :
1999 : 107) gerekmektedir.
Çalışanların dil, din, ırk, siyasi görüş, mezhep ve
cinsiyet ayrımına tabi tutulmaması da işletmelerin
çalışanlara karşı sorumluluklarındandır. Kadın erkek
arasındaki cinsel ayırımın işin vasfına göre yapılması
dışında yasaklanması, özellikle kadınların cinsel tacize
maruz bırakılacak ortamların yaratılmaması yöneticilerin
sorumluluğundadır. Cinsel tacizi, Dünya Özgür İşçi
Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) şu şekilde yapmıştır
: “İş yerindekiler tarafından, tekrar edilen, istenmeyen,
sözle, vücut hareketleri ile veya jestler ile gerçekleştirilen
her yaklaşım, cinsel bakımdan küçümseyici her beyan,
cinsel ayırım güden her söz cinsel tacizdir. (Şimşek : 1999:
122)
İş yerlerinde çalışanların duygusal yönden de
gelişmelerine imkan ve ortam sağlamak, onların çeşitli
duygu incinmelerine maruz kalmamaları için rahat bir
iletişim ortamı hazırlamak da işletmenin
sorumluluğundadır. Mobbing ya da psikolojik terör diye
ifade edilen duydu kırılma(yaralanma)larına karşı uyanık
olmak, çalışanın verimliliği açısından önemlidir. Mob
256
ingilizce’de etrafını sarmak, saldırmak, hücum etmek,
doluşmak, üşüşmek anlamlarında fiil olarak; ayaktakımı,
avam, gangaster çetesi gibi anlamlarda isim olarak
kullanılmaktadır. (Akdikmen : 1996 : 339) İş yerlerinde
belirli bir kişiyi hedef alan ve uzun süre devam eden
olumsuz davranışlar olarak tanımlanmaktadır. İş
yerlerindeki ruhsal taciz, psikolojik terör ve yıldırma
teşebbüsleri bu kavramın içeriğine dahil edilmektedir.
“1984 yılında İsveçli psikolog Heinz Leymann tarafından
kullanılmaya başlayan bu terim, iş yerlerindeki kişi ya da
kişiler üzerinde sistematik olarak baskı yaratmak,
bunaltarak işten ayrılma noktasına getirmek” (Alkın : 2003
: 28) Bu tür baskılar genelde yöneticilerden gelmekle
birlikte çalışanların kendi aralarındaki çekememezlik vb.
olumsuz duygularının sonucu olarak da görülmektedir. Bu
duyguların sebebi cinsiyet, yaş, iş tecrübesi, ırk, yönetime
yakınlık vs. olabilmektedir. İşletmenin iletişim kanallarını
açık tutmaması, kötü yönetim, şeffaflığa açık olmama,
otoritenin çalışanlar üzerinde kendini hissettirememesi gibi
nedenler mobbing için ortam yaratabilir. İşletme üst
yönetiminin bu tür olumsuzlukların yaşanmasına fırsat
vermemesi için uyanık olması, çalışanlarının maddi ve
manevi olarak kişilikli ve onurlu bir üye olarak işletme ile
bütünleşmelerini sağlamak gibi bir sorumluluklarının
olduğu da unutulmamalıdır.
257
5.1.2. Sahipleri karşı Sosyal Sorumluluklar :
İşletmeler belirli bir işletme sermayesi ile kurulurlar,
bu sermayeyi işletmeyi kuran adına işletme sahipleri
dediğimiz kişiler sağlarlar. Bu sermaye haklarından dolayı
onların işletme üzerinde tasarruf yetkileri vardır. İşletmenin
ne tür faaliyet yapacağı, işletmeyi kimin yöneteceği,
kapasitesinin ne olacağı ve çalışanların durumu ile ilgili
kararların alınmasında yetki sahibidirler.
Eğer işletme bizzat sahipler tarafından yönetilmiyor,
profesyonel yöneticiler eliyle yönetiliyor ise; bu
yöneticilerin ve iş yerinde çalışan tüm personelin belli
oranlarda sahiplere karşı sorumlulukları vardır.
İşletme sahiplerinin başlangıçta ortaya koymuş
oldukları amaçların gerçekleşmesi yönetimin
sorumluluğundadır. İşletme kar elde etmek amacıyla
ekonomik faaliyet yapıyor ise yönetim; asgari maliyetle
azami karı elde etmekle sorumludur. Bu kar elde edilmiyor
ise gerekçeleri ile nedeni anlatılmalı ve işletme sahipleri
ikna edilmelidir. Yönetim, dünya ve ülkedeki ekonomik
ortamı (ekonomik trend), işçi ile olan ilişkileri ve ücret
konusunu, hammadde fiyatlarını ve diğer üretim maliyetleri
gibi hususlarda işletme sahiplerini ikna edip hedefler
konusunda bilgilendirmelidirler.
Sahipler işletmenin varlık amacını ortaya koyan
kişilerdir. İşletme onların izni olmadan o amaçtan
258
sapmamalıdır. Sektördeki gelişmelere paralel olarak
zorunlu bir faaliyet değişimine gidilecekse, bundan işletme
sahiplerinin haberdar edilmesi yönetimin
sorumluluğundadır.
Sermayesi halka açık işletmelerin sahipleri, elinde
bulundurdukları hisse senedi oranında o işletmede söz
sahibidirler. Bunların yasal hakları ilgili kanunlar ve
sermaye piyasası kurulu tarafından güvence altına
alınmıştır. Yönetim, her bir hissedarın haklarını korumakla
hukuk karşısında sorumludur. Çok ortaklı ve sermayesi
halka açık işletmelerin sahiplerinin haklarını korumak
hususunda devlet (hukuk kurumu) taraftır, yönetimlere
mükellefiyetler yüklemiştir.
Ekonomik faaliyetler piyasa koşullarında yürür. Tam
rekabet piyasasında malın ve hizmetin değerini piyasa
belirler. Böyle bir piyasa ortamında-(ki mümkün olursa?)-
piyasa sizin işinize, verimli çalışıp çalışmadığınıza not verir
ve sizin elinizdeki hisse senetlerinin değeri belirlenir. Tam
rekabet piyasasının olmadığı ortamlar ise spekülasyonlara
açıktır. Hisse senetleri belli tüyolarla hareket eder, belli
ellerde toplanır, alınır ve satılır. Borsa simsarları bu kağıtlarla
ticaret yapar, kağıt üzerinden para kazanırlar. Hiçbir küçük
çaplı borsa yatırımcısı kağıdını aldığı işletmenin verimlilik
oranlarına bakmaz. Piyasada oluşan imajına bakarak o kağıdı
alır-satar.
259
İşletme hakkında imaj oluşturma işi halkla ilişkiler
departmanının işidir. İmaj gerçeğe uygun olabileceği gibi,
sahte de olabilir. İmaj yaratma halkla ilişkiler biriminde
çalışan halkla ilişkiler uzmanlarının sorumluluklarıyla
yakından ilişkilidir. Gerçeğe uymayan bilgilerle de gerçek
bilgilerle de hisse değerlerini istenildiği yönde kontrol etmek
de mümkün. Böyle bir durumda sorum(suz)luluğunuzu
devreye sokmak durumunda kalıyorsunuz. Ya doğruyu
söyleyip adaletin yanında yer alacak; ya da yalan söyleyip
hisse senetlerinin değerleri ile oynayıp birilerini zengin
edecek, birilerinin batmasına göz yumacaksınız. Bunun
kararını vermek sorumluluk sahibi kişilerin elindedir. Eğer
verilen bu karar ortaya çıkmaz ise, yani toplum tarafından
fark edilmez, yasal kovuşturmaya uğramaz, yapan yaptığı ile
kalırsa; mağdur insanların faturaları kimin tarafından
ödenecektir? Batma; her şeyin ekonomi ile ölçüldüğü bu
çağda insanın psikolojisi, geçimi, sosyal statüsü üzerinde
onarılmaz tahribatlar demektir. Bir şekilde yasal sorumluluk
devreden çıkarsa sosyal sorumluluk devreye girer, eğer o da
yoksa adalet anlayışı da anlamsızlaşır, bu durmda diğer bir
sorumluluk şekli olan dini sorumluluğun uhrevi boyutu adalet
duygusunun anlamsızlaşmasını önleyici bir fonksiyon icra
edebilir.
5.2. İŞLETME DIŞI SORUMLULUKLAR
260
5.2.1.Tüketicilere karşı sosyal sorumluluklar :
Ürün ve hizmetin kaliteli olması, satış sonrası
hizmetlerin sağlanması, fiyatların piyasa koşullarına göre
belirlenmesi, bozuk-defolu malların hiçbir gerekçe
sunulmadan geri alınması, paketlemede ve reklamlarda
yanıltıcı bilgi verilmemesi, raf ömrü ve son kullanma
tarihinin gerçekçi tespit edilmesi, hijyen şartlarına uygun
üretim yapılması, kimyasal katkıların standartlara uygun
yapılması, ara tüketiciler (perakendeciler) için pazarlama-
dağıtımın zamanında yapılması, piyasada rakip firmaların
zor duruma düşmesinden yararlanarak fiyatları artırma
yoluna gidilmemesi.
Ürün ve hizmetlerin müşterilere kaliteli ve güvenilir
bir şekilde sunulması için o mal ve hizmet için resmi
kurumlardan alınacak Kalite Belgesi’nin alınması günümüz
şartlarında artık kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir.
Ülkemizde bu hizmeti Türk Standartları Enstitüsü (TSE)
vermektedir. Ayrıca ithalatçı firmalar için, ithal edilen
malın geçerli kalite belgesinin olup olmadığının
araştırılması, kalite belgesi olmayan malın müşteriye
sunulmaması, müşteriye karşı sorumluluğun bir gereğdir.
Standart, ürün ve hizmetlerin güvenilir bir şekilde
tüketilmesine, diğer ürün ve hizmetlerle karşılaştırılmasına,
dolayısıyla rekabet ortamının yaratılıp ürün ve hizmetlerin
sürekli kalite artırmasına imkan verir. Müşteriler açısından
261
satış sonrası hizmetler için bir güvence niteliği taşır.
Üreticiler açısından üretim ve pazarlama maliyetlerini
önemli ölçüde düşürür, verimliliği artırır.
5.2.2. Doğal çevreye karşı sosyal sorumluluklar :
“Doğal kaynakların hızla tükenmesi ve çevrenin
kirlenmesi sonucunda ortaya çıkan ekolojik sorunlar,
günümüzde teknik ve sosyal bilimlerin ilgi alanına girmiş
ve bilimler arası bir konu haline gelmiştir. Kıt kaynaklar,
sorumsuz ve sınırsız bir şekilde tüketilirse, bir gün kaynak
sıkıntısı kapımıza dayanacak, üretim duracak; doğal denge
bozulacaktır. Bu durumun önüne geçebilmek ancak
kaynaklara sistemin genel dengesini gözeterek sorumlu
yaklaşmakla mümkündür. Dünya bize geçmiş insanlardan
miras kaldı ve biz de gelecek nesillere miras bırakacağız.
Bu mirası hor kullanırsak çocuklarımızın geleceğini
karartırız. İleride alternatif kaynaklar bulunabilir ümidi bizi
yanıltmamalı, bugün kullandığımız kaynaklardan
faydalanmak onların da hakkı olduğunu düşünmeliyiz.
Özellikle doğal su kaynakları, doğanın yanlış kullanımı
sunucu gittikçe azalmaktadır, su gibi hayati bir kaynağı
kirletmek, sınırsız tüketmek, ileride susuz kalmak demektir.
Suyun kıt olduğu ya da olmadığı bir yaşam düşünmek
mümkün değildir. Kaynakların sorumlu kullanımı bir
vicdan işidir, etik bir ruhu gerekli kılar, bu da sorumlu bir
eğitim anlayışı ile sağlanır. Kanunlar ile vicdan üzerinde
262
hakimiyet ancak sınırlı boyutlarda kurulabilir. Örneğin;
eğitim ahlakına önem verilmeyen bir toplumda, diğer
alanlarda ahlaki davranış ve eylemlerin
kurumsallaştırılmasını sağlamak zordur. Meslek ahlakı
yalnızca çalışanlara, müşterilere ve rakiplere karşı
sorumlulukla sınırlanmamalı, bir sistem içerisinde bireysel
etiği, çevre etiğini, meslek etiğini, sosyal etiği birlikte
düşünmek gerekir.
İşletmelerin, kaynakların etkin kullanıp çevreye zarar
vermeyecek ya da zararı minimize edecek teknolojileri
seçip kullanması önemlidir. Ekonomik verimlilik için özel
maliyetler ve özel faydalar dikkate alınırken aynı zamanda,
dışsal maliyet ve dışsal faydalar da ihmal edilmemelidir.
İşletmenin çevreyi kirletmesinin topluma ve doğaya verdiği
zararı dışsal bir maliyet olarak değerlendirilmesi, bu zararı
karşılamayı işletmeye yük olarak görmesi toplumsal
sorumluluktan kaçış olarak görülmeli, yasal ve toplumsal
müeyyideye tabi tutulmalıdır. “Üretim faaliyeti sonucu
meydana gelen atıkların doğrudan çevreye bırakılması, özel
üretim maliyetlerinde bir değişim yaratmamakla beraber,
topluma bir maliyeti yani dışsal maliyeti olacaktır.
Kirliliğin ortadan kaldırılabileceğine ilişkin çalışmalardan
ziyade, kirletmeden üretim nasıl yapılabilir? diğer bir
deyişle, uygulanacak yatırım projelerinin fizibilite
263
aşamasında toplumsal maliyeti dikkate alınacak
yaklaşımlar gerekmektedir.” (İşseveroğlu : 2001 : 63-64)
Üretim esnasında çevreye, canlılara zarar vermemek,
çevre kirliliğine yol açmamak, doğal kaynakları optimal
kullanmak, doğada hammaddenin kıt olduğunu
unutmayarak üretim yapmak, üretim sonucu oluşabilecek
her türlü kazaların insan ve çevre sağlığına zarar
vermemesi için gerekli önlemleri almak, zehirli atıkları
doğaya bırakmamak gibi görevler işletmenin çevreye karşı
sorumluluklarını oluşturur. Doğa, hepimizin ortak
kullanımına tahsis edilmiştir. Kimse kendi çıkarlarını
düşünerek başkasının yaşam alanına zarar verme hakkına
sahip olmamalıdır. Bunun için her türlü yasal düzenlemenin
yapılması yanında, bireylerin ve işletmelerin bu konuda
kendini vicdani ve ahlakı bakımdan da sorumlu
hissetmeleri gerekmektedir.
En yakın yaşam alanımız olan mahalle ve iş
yerlerimizde imar, kanalizasyon, gürültü, çöp, kaldırım, su,
yol, yeşil alan, egzoz gazları, trafik gibi hayatımızı
etkileyen her konuda, sağlığımızı ve toplum sağlığını tehdit
eden meselelere karşı işletmelerin umursamaz davranması
sosyal sorumluluk anlayışı ile bağdaşmaz. Ortak yaşam
alanlarına duyarsız kalan işletmelerin mal ve hizmetlerini,
o işletmenin müşterileri gönül rahatlığı ile
264
tüketmemelidirler, aksi halde bireysel dolayısıyla toplumsal
sorumluluklarını yerine getirmemiş olurlar.
Yine işletmelerin tarım ve orman arazileri üzerine
kurulması, su kaynaklarını kirletmesi, çevreye zehirli
gazlar ve atıklar bırakması, bitki örtüsüne zarar vermesi
gibi ekolojik dengeyi bozan uygulamalar sosyal sorumluluk
anlayışı ile bağdaşmaz.
Dünyada her yıl 100 hayvan ve bitki türünün nesli
tükenmektedir. Her yıl sağlık koşullarının yetersizliği ve
açlık nedeniyle 13,5 milyon çocuk ölmektedir. Dünya
nüfusunun yarıdan fazlası, sağlıklı içme suyunun
bulunmadığı 35 ülkede yaşamaktadır. Tropikal ormanlar
yok olmakta ve çölleşme hızla artmaktadır. Atmosferdeki
ozon tabakası incelmekte ve bu incelme gelecek kuşakları
tehdit etmektedir. Dünyanın biyolojik çeşitliliği tehlike
altına girmekte, ekolojik dengede onarılamaz zararlar
ortaya çıkmaktadır. Küresel ısınma sonucu başlayan
buzullardaki erimeler, birçok kara parçasını sular altında
bırakacak düzeye ulaşmıştır. Ortaya çıkan tüm bu olumsuz
gelişmeler, artan nüfusun besin olanaklarını tehdit etmekte
ve açlık çeken insanların ve ülkelerin sayısı hızla
artmaktadır (Özey : 2001 : 31) Bu olumsuz durumlar,
kendiliğinden ortaya çıkmadı. İşletmelerin yanlış
politikalarının sonucu olarak bu durumları yaşıyoruz. Artık
bu gibi olumsuzlukların yaşanmaması ve mevcutların
265
asgariye indirilmesi için işletmelere büyük sorumluluklar
düşmektedir. Üretim teknolojilerini ve yönetim felsefelerini
insani ve doğal boyuta çekmeleri gerekmektedir. Doğa ile
rekabet etmek, doğayı alt etmeye kalkmak pozitivist ve
sorumsuz bir bilim anlayışının ürünü olarak geçmişte kaldı.
Feyarabend, bir bulaşıcı hastalık gibi yayılan bu bilim
anlayışına şu eleştirileri yapmaktadır. “İnsanların
hayatlarına anlam veren manevi değerleri paramparça ettiği
gibi, bu değerlere göre oluşturulmuş bir maddi çevreyle
başa çıkma maharetini de-yeterince onlara denk etkinlikte
yöntemler koymaksızın-tahrip etmiştir. “İlkel” kabileler
salgın hastalık, sel, kıtlık gibi doğal afetlerle nasıl başa
çıkılacağını biliyorlardı. Onlar, toplumsal bünyelerine
yönelmiş pek çok tehdidin üstesinden gelme imkanı
kazandıran bir ‘bağışıklık sistemleri’ vardı. Normal
dönemlerde, bizim ancak yeni yeni keşfettiğimiz ekolojik
etkileşim biçimleri, iklim değişiklikleri, hayvanlar ve
bitkiler hakkındaki bilgilerini kullanarak herhangi bir zarar
vermeden çevreden yararlanabiliyorlardı.”(Feyarabend :
1995 : 359-360) Pozitivist bilim anlayışı insana burada
cenneti vaat etmiş, sınırsız üretim ve sınırsız tüketimi
körüklemiştir, bu anlayış bunca felaket- ne yazık ki-
yaşandıktan sonra sürdürülmemeli. Artık daha insani
teknolojiler üretimin tüm aşamalarında kullanılmaya
başlandı. Bu teknolojileri kullanmak her işletmenin sosyal
266
sorumluluğunun bir gereği olmalıdır.
5.2.3. Toplumla ilgili sosyal sorumluluklar :
İşletmelerin topluma yönelik sosyal sorumlulukları,
toplumda yaşanan açlık, kıtlık, fakirlik, hastalık, sakatlık,
işsizlik, eğitimsizlik, nüfus artışı, şiddet, terör, uyuşturucu,
yaşlıların bakımı gibi alanlara yatırımlar yapmaları, bu
sorunları çözmek maksadıyla kurulmuş sivil toplum
örgütlerine destek vermeleri, bizzat sosyal sorumluluk
kampanyaları düzenlemeleri ya da açılan kampanyalara
destek vermeleridir. Elbette bu sorunların çözümü ilk elde
devlete ait bir görevdir. Denilebilir ki, işletmeler vergilerini
vermekle devlete bu alanlarda zaten destek vermektedirler.
Alınan vergilere rağmen bu sorunlar çözülmüyorsa, ya
vergiler az geliyor ya da alınan vergiler sorumlu
kullanılmıyor demektir. Bu durum da yönetenlerin ve
siyaset kurumunun sosyal sorumluluğuna havale edilmeli.
Onların da halka (hedef kitle) karşı (sosyal)sorumlulukları
vardır, gereğini yerine getirmeyen demokratik bir toplumda
o görevde kalmamalı, seçmen tarafından gerekli ders
verilmeli ve yasal takibata uğratılmalıdır. Eğer vicdanları
varsa iyi idare edememenin vicdani sorumluluğunu sürekli
çekilen bir acı olarak taşırlar. O sorumluluk duygusu
(vicdan) yoksa yönetilenlerin sürekli tekrarlanan bir
lânetini yanlarında taşıyacaklar demektir. İki türlü de acı.....
267
Olumsuzluklar öyle ya da böyle ortaya çıkmış,
hayatımızın bir gerçeği olarak bizleri etkilemekte.
Şirketlerin bu olumsuzluklar karşısında duyarsız kalmaları
vicdanî, ahlakî ve toplumsal sorumlulukla bağdaşmaz.
Sosyal sorumluluk kampanyaları yaparak ve yapılan
kampanyalara destek vererek, topluma olan
sorumluluklarının yerine getirmelidirler.
Sosyal sorumluluk kampanyası yapan işletmeler :
• Toplumların güvenini kazanır. Toplumsal
meselelere duyarlı olduklarını kanıtlamış
olurlar.
• Mal ve hizmetlerini daha kolay satarlar.
• İmajlarını güçlendirirler. Saygınlıkları artar.
• Potansiyel müşteri kitleleri rahat oluşur.
• Geniş kitlelere tanıtımlarını yapmış olurlar.
• Uzun vadede toplumsal konumlarını
güçlendirirler.
• İşletmenin zora düştüğü durumlarda toplumsal
desteği kolaylıkla sağlarlar.
• Ürün ve hizmetlerine prestij katarlar.
• Kalifiye elemanları daha rahat istihdam
edebilirler ve çalışanlarının moral
motivasyonlarına katkıda bulunurlar.
268
Bazı kampanyalar çıkar gözeterek yapılırken, bazıları
da gerçek anlamda sosyal sorumluluğun bir sonucudur,
çıkar gözetmez, bir vefa borcu olarak yerine getirilir. Bu
şekilde düşünen şirketler, toplum olmadan
yaşayamayacaklarını düşündüklerinden bu işi gönüllü
yaparlar.
Çıkar amaçlı sosyal sorumluluk kampanyası :
• Toplumda daha iyi tanınmak.
• Mal ve hizmetleri daha çok satmak. (müşteri
potansiyelini artırmak)
• Prestij edinmek.
• Geleceklerini güvenceye almak.
• Güven duyulmasını sağlamak.
• Topluma duyarlı olduğunu ispatlamak.
• İmajına değer katmak.
• Tüketicilere ek maliyet yükler. Mal veya
ürünün fiyatlarına belli miktarda ilave ile
tüketicilerden katkı beklenir.
• Kurumsal bir kimlik edinmek gibi amaçları
elde etmek için yapılır.
Çıkar amaçlı sosyal sorumluluk
kampanyasının tarafları medyada yer aldığı için
yardım görenler ‘mahzun, mahcûp’ olabilir,
incinebilir.
269
Gönüllü (içten, samimi ve hizmet amaçlı)
sosyal sorumluluk kampanyaları ise :
• Ahlaki ve insani duygularla yapılır.
• Hiçbir karşılık (çıkar) gözetmez.
• Pratik aklın (Kant) gereğidir, görev bilinci ile
yapılır.
• Yüksek manevi fayda (haz) duyulur
• Toplumsal bir görevdir, insana ve topluma
saygının bir gereğidir.
• Dinin emridir, sevap olduğu düşünülür.
• Kimse bilmediği için insanların ‘onuru’
zedelenmez.
• Tüketicilere ek maliyet yüklemez.
Sosyal sorumluluk, bir anlamda yardımlaşma ve
yardım etmek demektir. Şirketler, sahiplerine, sermaye
koydukları için kâr ederek kazanç sağlarlar; çalışanlarına,
emeklerine karşılık maaş verirler; dağıtıcı-
pazarlamacılarına, ürünlerini pazarladıkları ve satış
noktalarına ulaştırdıkları için ücret öderler; tüketicilerine,
para verdikleri için mal ve hizmet sağlarlar; bunların tümü
karşılıklılık özelliği gösterir ve yardımlaşma kapsamında
değerlendirilebilir. Siz, işinizi ne kadar iyi yaparsanız, öteki
de size karşı işini o kadar iyi yapar. Şirketler de,
çalışanlarına, sahiplerine, pazarlamacılarına ve
270
tüketicilerine karşı sorumluluklarını ne kadar iyi yerine
getirirse, onlar da şirketlerine karşı sorumluluklarını o
kadar iyi yerine getirir. Çalışanını düşünmeyen bir şirketin
çalışanından verim alabilmesi mümkün değildir. Tüketici
memnuniyetini devre dışı bırakan bir şirket mal ve hizmet
satamaz duruma düşer. Bundan dolayı şirketler iç ve dış
kamusal çevreye karşı yasal sorumluluklarının ötesinde
onları memnun etmek için daha neler yapabilirim kaygısı
ile yasal olmayan sosyal sorumluluk alanları ihdas ederler.
Bu tutum yardımlaşmadan öte yardım etmeye daha yakındır
fakat tam yardım etme değildir. Çünkü yardım etme,
karşılığında bir şey beklememeyi beraberinde getirir.
Şirketin iç ve dış kamusu ile hiç ilgisi olmayan toplumsal
kesimlere yönelik yaptığı hizmetler eğer ifşa etme gibi bir
amaç güdülmüyorsa tam anlamıyla bir yardım etmedir. Bu
hizmetler medya aracılığıyla – kitle iletişim araçları yoluyla
– bir kampanyaya dönüştürülürse, şirket buradan toplumsal
bir destek, güven, prestij, tanıtım vs. kazançlar elde
edecektir, dolayısıyla karşılık alacaktır. Şirketler sosyal
sorumluluk kampanyalarında genelde bu yöntemi
kullanılmaktadır. Bu uygulamalar için iyi veya kötü diye
bir şey söylemek istemiyorum, sadece durum tespiti
yapıyorum. Elbette belli bir dünya görüşü içerisinde
anlamlıdır ve önemli faydaları vardır. Bu tür bir kampanya
o dünya görüşünün, mağdur ve güçsüzler için benimsediği
271
bir yöntemdir. Her şeyde ve herkeste karşılıklı çıkar
politikalar uygulayan bir dünya görüşünün, mağdurlar
yoluyla da çıkar sağlamaması düşünülemez. Mağdurlar
onlara (kişiler, kurumlar vs.) bir çıkar sağlamasa da,
mağdurları kullanarak toplumdan daha farklı bir çıkar
sağlanmaktadırlar. Başka dünya görüşleri bu tip sorunları
başka şekilde çözebilir.
Yardım etme, ikinci bölümde temellendirmeye
çalıştığımız ahlaki, vicdani, dini ve insani duygularla, iç
huzuru ve görev bilinci ile hiçbir maddi karşılık
beklemeden yapılan bir sosyal sorumluluktur. Güçsüz ve
yoksul kimseleri belli bir hayat standardına kavuşturmak
için yapılanlar (sosyal sorumluluk kampanyaları), onların
medyada yer alması ile gurur ve haysiyetlerine zarar verirse
ahlaki temellerini de yitirirler. Şirketler bundan toplumsal
kazanç sağlarken, mağdurların sadece maddi ihtiyaçları
karşılanmış olur ama manen (ruhsal bakımdan) yıkıma
uğrayabilirler. Böyle bir durumda o insanların insani
dengeleri (ruh- beden dengesi) bozulabilir. Ama bu
yardımlar, kimden ve nasıl geldiği bilinmeden ihtiyaç
sahiplerine ulaştırılırsa ahlaki özellik kazanır ve yardımı
yapan kişi, kurum, şirket vs. gerçek bir ahlakî sorumluluk
örneği göstermiş olur. Karşı taraf da herhangi bir yıkıma
uğramaz.
272
Bizim “vakıf medeniyetimiz” bu tür sosyal
sorumluluğun en güzel örneğini oluşturmakta idi. Vakıflar
kurumsallaşmış yardım kuruluşlarımızdır. Kimin kime
yardım ettiği bilinmez, ihtiyacı olan kimse ihtiyacı kadarını
kurumdan alır idi. “Sunak taşları” uygulamasını da bizim
atalarımız hayatı geçirmişlerdir. Gönüllü yardımsever
parayı oraya bırakır, ihtiyaç sahibi oradan ihtiyacı kadarını
alır, gerisine dokunmazdı, o paranın bir koruyucusu da
yoktu. Toplum öyle bir bilinç ve şuura ulaşmıştı ki o para
kutsaldır, dokunulmaz anlayışı hakimdi. Oraya para ilave
etmek bir ibadet olarak kabul edilirdi. Bu uygulama
yukarıda sözünü ettiğimiz muhtacı incitmeme zerafetinin
bir sonucudur. Günümüz toplumlarındaki ekonomik anlayış
ve hayat felsefesi bırakın böyle bir inceliği, yoksulun
sırtından kazanç sağlama mantığı ile işlemektedir. Yapılan
yardımlar ya da sosyal sorumluluk kampanyaları bir “şova”
dönüştürülmez ise yeterli tanıtımın yapılmamış olacağı
düşünülmekte, her türlü medya haberdar edilmekte, tüm
saygın etkili ve yetkili kişiler davet edilmektedir. Bu, o
kampanyayı yapan kurum ya da kurumların tanıtımının bir
gereğidir; bu iş karşılığında tanıtım satın alınmıştır. Yani bir
ticaret söz konusudur. Sosyal sorumluluğun böyle bir yanı
var elbette;- ben buna sosyal sorumluluğun sosyal boyutu
diyeceğim- diğer taraftan karşılık gözetmeden, Kant’ın
dediği, vicdanın tereddütsüz kabul ettiği görev duygusu ile
273
ve incitmeden yapılanlar da sosyal sorumluluğun ahlaki
boyutuna örnek verilebilir.
Bizim kültürümüzün sadaka anlayışı buna çok
uygundur. Sadaka dini bir referansla fakire verildiğinden,
fakirin vereni bilmesi o kadar önemli değildir. Sadakayı
veren bilir ki rızası için verdiği Yaratan onu görüyor ve
verdiği malın iyi mi kötü mü, değerli mi değersiz mi, az mı
çok mu olduğunu biliyor. O da karşılığını ona göre O’ndan
bekliyor. Bu sayede veren hem toplumsal dengenin
kurulması ya da korunmasına katkı yapmış hem de O’nun
rızasını kazanmış oluyor. Gösteriş yaparak verirse “rızanın
kazanılması” tehlikeye girer endişesi ile sessiz sedasız,
fakirin geçeceği ya da ulaşabileceği bir yere bırakarak,
fakir uyurken ya da başkası aracılığıyla ona görünmeden,
kendini tanıtmadan ve tanıttırmadan, minnet duygusu
uyandırmadan verir idi; belki hâlâ böyle insanlar vardır.
Halkla ilişkilerin teorik ve uygulamaya dönük iki
yüzünün olduğu daha önce belirtilmişti. Bu iki yön birbirini
tamamlar ve destekler. Halkla ilişkilerde ahlaki boyut,
dolayısıyla sorumluluk teorinin ve uygulamanın bir bütün
olarak sorgulanması; belirlenen hedeflerin şirket ve
toplumun “ortak iyi” ya da “optimum fayda” açısından
yorumlanması ile değer kazanır. Şirketin amaçları ile
uygulamalarının uyuşması şirketin tutarlılığını gösterirken;
sosyal alanlarda şirket amaçları ile tam bütünleşmese de
274
eksik ve aksaklıkların tamamlanmasına yapılan katkılar
şirketin toplumla bütünleşmesinin en önemli işareti olarak
görülür. Sosyal duyarlılık, sosyal sorumluluğun başlangıç
noktasını oluşturur. İnsanlar gibi toplumlar da ihtiyaçla yüz
yüzedir. Nasıl çeşitli nedenlerden dolayı ihtiyacı
karşılan(a)mayan birey bir çok sorunla yüz yüze gelirse;
toplumsal sorunları çözül(e)memiş toplumlar da kriz
ortamlarına düşerler. Şirketlerin toplumla diyalogunu
sağlayan halkla ilişkiler birimi, toplumsal sorunların
çözümü için yönetime teklif(ler) sunar. Anlar ki bu sorunlar
çözülmez ise uzun vadede iş yapma imkanı kalmayacaktır.
Kaos ve çatışma ortamında (terör) kişisel çıkarlar bile
korunamaz; hiç kimsenin mal ve can güvenliği sağlanamaz.
Adil bir yönetimin olmadığı toplumlardaki iç çatışmalar ve
Irak örneği gözümüzün önünde durmaktadır. Bunun için
herkes ve herkesim çatışma ve kaos ortamını ortadan
kaldıracak, toplumsal adaletsizlikleri yok edecek bir
sorumluluk stratejisi geliştirmek durumundadır.
Hayat bir bütünlük içerisinde yaşanır, parçalanma
kabul etmez. Modern örgütlenme –kurumlar, bürokrasi-
gücünü sorumluluğun parçalanmışlığı üzerine bina eder.
Hayatın belli bir alanında faaliyet gösterir ve genelde
sorumluluğu birbirlerine atarlar. Çok yakında yaşadığımız
Adana’daki geminin batırılması gibi bir çevre kirlenmesi
olayında Çevre Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Dış Ticaret
275
Bakanlığı (Devlet Bakanlığı) arasındaki polemik bunun en
bariz örneğidir. Bürokrasi bir anlamda hiç kimsenin
sorumlu olmadığı bir idareyi ima eder. Sorumluluk bir kar
topu gibi oradan oraya yuvarlanır. Sorumluluğu
sahiplenmeyen kurumlar tam kurum olamazlar. Nasıl ki
“yalnızca tam kişiler, sadece eşsiz kişiler (kişiler olmadığı
zaman onların yaptığı eylemlerin yapılamaz oluşu
anlamındaki “eşsizlik”) ahlaki özne ve ahlaki sorumluluk
taşıyıcısı” (Bauman : 2001 : 257) olurlarsa; tam kurumlar
da aynı şekilde tam sorumluluk sahibi olabilirler. Tam
kurum olmak; eylemlerin tüm sonuçlarına katlanmak
demektir. Halkla ilişkiler açısından şirket eylemlerine
baktığımızda, o eylemin tüm sonuçlarının toplumda
yarattığı durumu sahiplenip şirket hesabına aktarabilmektir.
Yani ürün ve hizmet kişi ve toplum sağlığı açısından
olumsuz bir durum ortaya çıkarmış ise yasaya, rekabete,
maliyete vs. fatura çıkarmadan o sorunu çözmek ilgili
şirketin sorumluluğunda olmak zorundadır. Bu anlamda
sorumluluk paylaşılamaz. Sorumluluğun paylaşılması
durumu bir kişi veya şirketin gücünün yetmediği sorunların
çözümü için ortak hareket etme durumudur.
Toplumsal sorumluluk; toplumdaki her bireyin kendi
gibi eşsiz bir kişilik olduğu ön kabulü ile anlamlı hale gelir.
İnsanlık ortak noktası, duygu örtüşmesi, empati yeteneğinin
devreye girmesi-aynı durum benim başıma gelse ne
276
yaparım sorgulaması- ötekini bir nesne gibi görmeme hali.
Martin Buber’in tanımlamasıyla “ötekini
nesneleştirmeme”. Modern paradigma duyguyu “bilimsel”
olmadığı varsayımı ile özel alana hapsettiğinden yaşanan
sıkıntılara duyarsız kalmaktadır. Duygu ve duygulanım
insan olmanın bir özelliğidir ve insan parçalanamaz,
parçalandığı anda tanımlanamaz. Dolayısıyla ona
sorumluluk da yüklenemez; sorumluluk da al(a)maz çünkü
tam insan değildir. “Ötekine duygular yoluyla bağlanmanın
anlamı şudur : Ben ona karşı, ve, edimimin ya da
edimsizliğimin onun için doğuracağı sonuçlardan
sorumluyum... Yaptığım şey önemlidir ve bunu yapmaktan
vazgeçmem de önemlidir. Artık öteki benim rehinem
olurken ben de sorumluluğumun rehinesi olurum. Nitekim
ötekini kendi duygularımın ağına almamla birlikte karşılıklı
bir sorumluluk bağı doğuyor.” (Bauman : 2001: 89-90)
Her meslekte olduğu gibi halkla ilişkiler mesleğinde
de kişi mesleğini icra ederken bir aileye, topluma ve millete
mensup olduğunu düşünerek hareket etmeli; öteki ailelere,
içerisinde yaşadığı toplum ve millete karşı sorumlu
olduğunu aklından çıkarmamalıdır. Aile değerlerine,
toplum değerlerine ve milli değerlere saygılı davranmalıdır.
Kendisi gibi diğer insanların da yemeye-içmeye ihtiyaçları
olduğu, aynı havayı soludukları, aynı toprakları
paylaştıkları, kendisi gibi sevinçli ve hüzünlü anlarının
277
olabileceği, huzurlu bir ortam özlemi çektikleri bilinci ile
sorumluluk taşıyan eylemlerde bulunması insani
duygudaşlığın bir gereğidir.
Meslekler nötr ve değişime açık alanlardır. Sosyal,
siyasal ve ekonomik hayattaki olumlu/olumsuz değişmeler
mesleklerin uygulanmasını etkiler. Teknoloji, iş ve iş
ilişkilerini nasıl değişime uğratmış ise sosyal değişim de
sosyal bir bilim olan halkla ilişkileri değişime uğratmıştır.
Dün uygulanan halkla ilişkilerle, bu gün uygulanması
gereken halkla ilişkiler aynı olmak zorunda değildir.
Sorumluluk sahibi bir halkla ilişkiler uzmanı toplumun
sosyal haritasını çıkararak ve o haritaya bakarak mesleğini
icra edecektir. Yani toplumsal kesimlerdeki zaafları,
eksiklikleri, aksayan yönleri bu harita yardımıyla okuyup
değerlendirecek, ona göre tavır alacaktır. Her kampanya bu
hassasiyetler gözetilerek yapılmayabilir. Bazı kampanyalar
kişi odaklı, bazıları ise şirket odaklıdır. Bu tek başına bir
perspektif meselesi değil aynı zamanda ölçek, yapı ve
imkan meselesidir. Adına faaliyette bulunduğumuz kişi,
şirket, kurum ve kuruluşun görev alanı, amacı, toplumsal
konumu, etki gücü, hedef kitlesi ve maddi imkanı
kampanyanın büyüklüğünü ve amacını belirleyecektir.
Kampanyalar bir ihtiyacı karşılamaya yönelik olarak
yapılırlar. İhtiyaçlar ise çok çeşitlidir. İhtiyaçların
karşılanması insanı mutlu eder. Mutluluk ile meslek
278
arasındaki ilişki, ahlaki bir ilişkidir. Bunun yolu, beni mutlu
eden şeylerin başkalarını (ötekini) da mutlu edebileceği
düşüncesinden geçer. Mutluluk kişiden kişiye değişse de
onun bir hiyerarşisinden söz etmek mümkündür.
Kişisel mutluluk
a) Haz
b) Fayda
Sosyal mutluluk
a) Kamu yararı
b) Sosyal fayda
Aşkın mutluluk
a) Sonsuzluk bilinci
b) Sosyal ölümsüzlük
c) Şehitlik başlıkları altında kabaca sınıflanabilir.
6. SOSYAL SORUMLULUK VE MUTLULUK
Mutluluk kavramı kolay tanımlanabilecek bir kavram
değildir. Mutluluk herkese göre değişir. Kimi maddi bir
ihtiyacın karşılanmasından kimi iyi ve sevinçli bir
haberden, kimi bir insana yaptığı iyilikten, kimi de huzurlu
ve sakin bir yaşamdan mutluluk duyar. Kimine göre de
bütün bunların hepsi mutluluk için gereklidir, hatta daha
fazlası gereklidir. Mutluluğun ihtiyaçla bağlantısı olmakla
birlikte ihtiyacı aşan bir yanı da vardır. Maslow’un
279
ihtiyaçlar hiyerarşisinde tanımladığı en temel ihtiyaçtan
başlayarak, saygınlık ve kendini gerçekleştirme gibi üst
düzey ihtiyaçlar, bireyin bir topluluk içerisinde ve ötekiler
yoluyla karşılayabildiği ihtiyaç türleridir.
Her insan her işi tek başına yapamadığından sosyal
işbölümü kaçınılmaz olmuştur. İş bölümü sosyal bir
tabanda anlamlıdır. Temel bir ihtiyaç olan ekmek bize bir
çok faktörün yardımıyla ulaşır. Toprak, su, hava, mazot –
eskiden öküz- gibi doğal varlıklar ve çiftçi, değirmenci,
fırıncı, bakkal gibi insanlar olmadan ekmeğin bize ulaşması
mümkün olmadığı gibi tüm ihtiyaçların sosyal ve tabii
(çevresel) faktörler olmadan üretilemeyeceği akıldan
çıkarılmamalıdır. Her bir aşamadaki insanlar kendilerine
kazanç sağlarken, diğer insanlara da ekmek vererek fayda
ve mutluluk sağlarlar. Kişisel mutluluk/fayda liberal teori
açısından bakıldığında diğer insanların (toplum)
mutluluğuna da katkı yapar. Fakat kişisel mutluluk kişinin
hırs, tamah ve bencillik duygularını kamçılar, insan “hep
bana” mantığı ile iş görmeye başlar ise “adalet” ilkesi yara
alır ve toplumsal eşitsizlikler ortaya çıkar. Liberal teorinin
en büyük handikabı buradadır. Liberalizm bireyselliğin
sınırlarını alabildiğine genişletir ve kişiye işlerinin çoğunda
canının istediği gibi tasarruf etme özgürlüğü sunar. Bu hem
kendinin hem başkalarının rahatsız olmasına kadar varır.
Elindeki maddi gücü, serveti ve iktidarı başka insanların
280
sömürülmesi amacı ile de kullanmaya kalkabilir, bunları
yaparken özgürlük zırhının arkasına sığınarak kendini
dokunulmaz ilan eder.
Liberal teoriye alternatif olarak geliştirilen sosyalist
teori ise bireyi devre dışı bırakarak toplumu merkeze alan
bir anlayış geliştirmiştir. Bu anlayışta tam aksine
cemiyet/toplum dairesini geniş tutarak ferdin/kişinin
karşılanması gereken temel ihtiyaçlarına bile sınırlamalar
getirmiştir. Kişilerin duygularını, düşüncelerini onlar adına
karar veren devlet/toplum belirler hale gelmiş; bu verimi
düşürmüş, gelişmeyi engellemiş, zenginliği fakirliğe
dönüştürmüştür. Bu anlayıştaki kişi bir işin yapılmasını hep
başkasından bekler, böylece işler yapıl(a)maz hale gelir.
Kişi bir işi yapsa bile yaptığı o işten ona hakkaniyetli bir
değer verilmediğinden bir daha o işi yapmaya dört elle
sarılmaz. Hal böyle olunca iş verimi düşer, kimse yaptığı
işin sorumluluğunu üstlenmez.
Sorumluluk kişiseldir, kişiler sorumluluğu birilerine
atarak çözemezler, sorumluluğu topluma yükleyemezler.
Toplum inşa bir kavramdır, her hangi bir kişiliği yoktur,
insanlardan- tek tek kişilik sahibi kişilerden- oluşur. Onlar
arasındaki ilişkiler toplum denen kendi nev’i şahsına
münhasır yapıyı kurar. Tek tek bireylerin sorumluluğu
toplumsal sorumluluğu meydana getirir. Şirketlerde de
durum aynıdır. Bireylerin özgür iradeleri ile kurulan
281
şirketlerin sorumluluğu, yine o bireylerin özgür iradeleri ile
yüklendikleri eylemler ve seçimlerden ortaya çıkar.
7. SOSYAL DENGE VE SOSYAL SORUMLULUK
Hayat çok karmaşık ve çok boyutlu bir yapı arz
ediyor. Hayatın bir ucundan tutup diğer boyutlarını ihmal
etmek tam bir yaşam olmuyor. Bireysel açıdan kişi her
hangi bir olay karşısında sadece aklını kullanarak ve kendi
bakış açısıyla doğru karar vereceğini düşünürse çoğu
zaman yanılır. Şöyle ki, o olayın duygusal boyutu
(psikolojik boyut), sosyal boyutu, siyasi boyutu, ekonomik
boyutu ve kültürel boyutunu görmez; başka bir ifade ile bir
toplum ve bir düzen içerisinde yaşadığını unutarak kararlar
alır ise, bencil düşünmüş olur ve diğer insanlara çoğu
zaman zarar verir. Toplumsallık ilişki ile varlık kazanır;
ilişki de kişinin kendi eksik taraflarını tanımasına olanak
verir. Kişi, tek başına yanılabilir ama kişiler ortak karar
verirler ise yanılma payını en aza indirirler. Her biri olayın
farklı boyutlarını görür ve meseleye o açıdan bakar. Bu
sayede bakış açıları genişler olay bir bütünlük halinde
kavranır, ona göre karar verilir.
Hayata ferdiyetçi açıdan bakan liberalizm insan
özgürlüğünü felsefesinin temeline oturtmuş, özgürlüğü
kısıtlayan her türlü girişimi “kötü” olarak kabul etmiştir.
Sınırsız özgürlük “verili” bir hayatta nasıl mümkün
282
olabilir? Bizlerin hayatına etki eden binlerce belki
milyonlarca sebep varken biz bunların sadece sınırlı
olanlarını kontrol edebiliyorken. Günümüzde bireysel
özgürlüğün görünür hale geldiği ekonominin kalbini işgal
eden tüketim özgürlüğü, sınırsız hale getirilince gerek
toplumsal problemler gerekse çevresel problemler tüm
hayatı tehdit eder hale gelmiştir.
Diğer taraftan toplumu esas alan yaklaşımlar da
bireysel yetenekleri öldürücü bir etki yaparak gelişme,
ilerleme ve olgunlaşmayı durdurmaktadır. İnsani olan tüm
değerleri tahrip eden, insan haysiyet ve şerefini “hayali-
soyut” bir yapı olan toplum adına ortadan kaldıran bir
sonuca yol açmaktadır.Bireyi ve mülkiyeti boğan mutlak
toplumsallık, bütün duyguları ve insani fonksiyonları felce
uğratır. Böyle bir bireyin toplum inşa etmesi mümkün
değildir ya da bu tür bireylerden oluşan toplumlar adı
toplum olsa da içi çürümüş, hayatiyetini kaybetmiş,
yıkılmaya yüz tutmuştur. Toplumu ve toplumsal mülkiyeti
boğan mutlak ferdiyetçilik de, insanlar arasındaki gelir
adaletsizliği, sosyal katmanlaşma, ve eşitsizlik yoluyla
kargaşa, anarşi ve çatışma üretmektedir.
İnsanın hayatı lezzet ile acının, kendi ile başkasının
(fert-toplum) korku ile ümidin bileşiminden meydana
gelmektedir. İnsan ruhu lezzetten hoşlanır, acıdan nefret
eder. Lezzete sebep olan şeyler karşısında ümitlenir, acıya
283
sebep olan şeyler karşısında da öfkelenir ve korkar. Ümit
ortadan kalktığı zaman ümitsizlik çöker ve insan eylemleri
durağanlaşır; korku ortadan kalktığı zaman azgınlık başlar,
eylemlerin ölçüsü kaybolur, sorumsuz davranışlarla
“öteki”lere zarar verilmeye başlanır. Ümidin içinde bir
korku, korkunun içinde bir ümit yoksa kişinin sorumlu
davranması hayaldir. Toplumun içinde fert, ferdin ruhunda
toplum yoksa hayat çekilmez hale gelmiş demektir. Hayat;
tüm zıt gibi görünen bu unsurların ahenkli bir uyumundan
başka nedir ki? Yoksulları çalışmaya sevk eden zenginlik
ümidi; zenginleri çalışmaya sevk eden fakirlik korkusu
değil midir?.
İnsan aciz cahil olarak doğar. Zamanla çevresinden
(dışarı-toplum) aldığı yardım ve uyarılarla bedenindeki,
ruhundaki ve aklındaki potansiyel güçleri harekete
geçirerek büyür, öğrenir, olgunlaşır. İnsan yaşamı iç ve
dışın ahenkli bir iletişimi ya da etkileşimidir. Fert olmadan
toplum olmadığı gibi, toplum olmadan da fert olmaz. Bu
ikisi bir bütünlük arz eder. Liberallerin ve sosyalistlerin
yanılgıları hayata bütünlük perspektifinden
bakamamalarıdır.Toplum kuru bir kalabalık değil; duygu,
değer, ülkü ve amaç birliği etrafında bir araya gelmiş
insanların oluşturduğu bir yapıdır. Toplumun oluşumu bir
ruh ve sosyal sözleşmeye dayanır. Sosyal ruh evvela kişide
oluşur. Kişi tek başına yaşayamayacağını anlar, işbirliğinin,
284
kardeşliğin, yardımlaşmanın önemini kavrarsa topluma
zihnen adım atmış olur. Bu kavrayıştaki insanların bir araya
gelmesi ile de toplum oluşur.
Bir vicdan, bir başkasını kendisi gibi duyguları olan,
(acı çeken, sevinen, aç kalan, korkan, sevinen, üzülen,
ağlayan, gülen, vs.) ya da kendisine denk bir değerde
görmeye başlarsa yani onun menfeatinden kendi menfeati
gibi memnuniyet; zararından kendi zararı gibi üzüntü
duymaya başlarsa sosyal ruh oluşmuş demektir. Tok
sofrasında karnını doyururken yediği yemeklerin
üretiminde başkalarının hakkı bulunduğunu kavrayamazsa
sosyal ruh oluşmaz. Üretim bir değişim ve iş bölümüdür.
Değişim ve işbölümü esnasında adaletin her zaman
sağlanacağı garanti edilemez. Onun için yediğimiz
yemekleri, kullandığımız araçları üretenleri düşünerek
sağlam bir vicdan muhasebesiyle onların hakkını vermek,
yediklerimizi ve kullandıklarımızı hak etmektir. Yediğimiz
bir lokma yemek bu vatan toprağında üretilmekte;
yağmurla hayat bulmakta, güneşle canlanmakta, o lokmayı
bir gün belki bulamayabiliriz, şimdi onu bulamayan bir
fakir, bu vatan için canını vermiş bir şehidin oğlu ya da kızı
olabilir. Soframızdan artan ve çöpe atılan ekmek ve
yemekler çalışma gücü ve kuvveti kalmamış kimsesiz bir
ihtiyarın, öksüz ve yetim kalmış bir çocuğun hayatını
kurtarabilir. Yarın bizler de ihtiyarlayacağız ve belki de
285
genç yaşta ölüp çocuklarımız bir ekmeğe muhtaç kalacak.
Varlıklı insanlar böyle bir sosyal sorumluluk taşımazlar,
zevk ve safahatla ömürlerini tüketirlerse bir gün kendi
başlarına da aynı durum gelebilir. Hayata tutunamayan,
kendinden ve hayattan ümidini kesmiş insanların isyanla,
terörle zenginlerin hayatını da karartmamasının garantisi
var mı? Zenginlerle yoksullar arasındaki kavgalar ve
düşmanlıklar toplumsal huzurun bozulmasına, insanlar
arasında sevgi ve kardeşliğin yok olmasına fırsat verir.
İnsandaki kazanma hırsı toplumsal dengelerin ve doğal
dengenin bozulması yol açarsa, hayat gerek zengin gerek
fakirler için yaşanamaz hale gelebilir. Dengenin, düzenin
ve huzurun devamı, bozulmuşsa yeniden sağlanması,
bireylerin ve kurumların sosyal sorumluluk ruhuyla hareket
etmelerine bağlıdır.
İlim, sırf bilgi olarak kaldığı sürece; eylem de sağlam
bir bilgiye dayanmadığı sürece bireysel ve toplumsal bir
faydaya dönüşemez. İnsanlara faydası olmayan bir ilim
kişiye yük olur. Sağlam bir bilgiye dayanmayan amel de
insanlara kötü örnek olur. İlmine uygun yaşamayan alim,
yaşantısına uymayan ilim insanı iki yüzlü yapar, kişiliği
bozar. Bu, doğruyu söyleyip yanlış yapma ya da doğru
yapıp yanlış söyleme gibi de algılanabilir.
Bu durumu halkla ilişkiler açısından yorumlarsak;
teoride (bilgi düzeyinde) tanıma, tanıtma ve iyi ilişkiler
286
geliştirme demek olana halkla ilişkiler, bu düzeyde kaldığı
sürece yani eyleme (uygulamaya) dönüşmez ise herhangi
bir toplumsal fayda elde edilemez. Sadece raporlarda ve
kağıt üzerinde kalır. Onun için halkla ilişkiler uygulamalı
bir bilim olmak zorundadır ve uygulamayı sağlam bilgi
temeline oturtmalıdır. Toplumsal gerçeklikle kurumun
hedeflerini iyi bir şekilde koordine ederek sorumluluk
duygusu ile hareket etmelidir. Sadece kurum menfeatlerini
düşünürse toplumu ihmal etmiş; sadece toplumu düşünürse
kurumu yok olmaya mahkum etmiş olur. İkisini birden
düşünerek hem kendi varlığını garanti altına almış, hem de
kendisine varlık kazandıran topluma hizmet sorumluluğunu
(görevini) yerine getirmiş olur. Bu çok hassa bir dengedir,
bu denge ise sağlam bilgi ve yüksek bilinçle mümkündür.
Her şey bir denge üzerinde cereyan etmektedir. İki yönden
aşırı uç, eski deyimle ifrat ve tefrit insanların, toplumların
ve doğal hayatın dengesini bozar.
Vicdanında böyle bir ruh oluşan birey ve kurum
dengeli bir sosyal topluluğun (toplumun) oluşumuna çok
önemli katkı yapar. Bu ruh güçlendikçe toplum büyür, tüm
insanlığı sarar. Aileden, kabileye; kabileden millete;
milletten insanlığa kadar genişleme potansiyeline sahip
hale gelir. Bu ruhu ayakta tutan ise değerlerdir.
Değerlerin oluşumu uzun sosyal süreçlerden geçerek
gerçekleşir. İnsan deneyimlerinin sonuçlarını “sosyal
287
hafızada” saklar. Rupert Sheldrake’in “Morfik Rezonans”
veya “Morfik Alan” kavramı sosyal hafızayı çok güzel bir
şekilde anlatır. “Evrendeki düşünce formları ve hareketleri
de dahil olmak üzere olan biten her şeyi kaydeden bir ‘doğa
bilincinin’ varlığı olarak da anlaşılabilir. Beyin ve sinir
sistemi, bu morfik alana kayıt yapan ‘alıcılar’ hükmündedir.
(Örneğin radyo tek başına müzik çalmaz, sadece olan radyo
dalgalarının alıcısı görevini görür.) Bilginin aktarımı ve
taşınması da morfik rezonans alanı vasıtasıyla
gerçekleşmektedir. Morfik alanlar, içlerinde taşıdıkları
bireyleri kuşatırlar; tıpkı manyetik alanların demir tozlarını
özelliklerine göre düzenlemesi, kuşatması ve içlerinde
barındırması gibi. Bireyler de bunun gibi sosyal morfik
alan içerisindedirler. Benzer şekilde sosyal morfik alanlar
aynı zamanda sosyal organizasyonları da düzenlerler.
Örneğin bir kabilenin üyeleri, kabilenin hem sosyal, hem
de kültürel özellikleri tarafından kuşatılmıştır. Bu alanlar,
kendilerine mahsus hayatlarını sürdürür ve geçmişte
kabilenin kendi etkileşimi vasıtasıyla sağlanmış, alışıldık
bir düzen sağlarlar. Yani kabilenin alanı, sadece yaşayan
üyelerin değil, geçmiş üyeleri de içerir.Bütün dünyada
ataların görünmez varlıkları, geleneksel sosyal gruplarda
son derece baskındır.” (Sheldrake : 1990 : 95) Bu sosyal
hafıza nesillerden nesillere aktarılır. Değerin oluşumu için
bir insan ömrü kafi değildir. Tarih bu günkü insanların
288
deneyimlerini gelecek nesillere; geçmiş insanların
deneyimlerini bize aktarır. Geçmiştekilerin eylemlerin
sonuçlarını onların iyi ya da kötü olduğunu bu yolla
öğreniriz. Hayat boyunca edindiğimiz tecrübeleri ve
yaşadığımız sosyal olayların sonuçlarını sosyal hafızada
tutarak değerlendirmeye alırız. Her bireyin ortak deneyimi
ve tarihte alınan deneyimler birleşerek ortak değerleri
oluşturur. Bu bilgiler bize, insanlığın bazı ortak
değerlerinin olduğu söylerler. Bireyi, içerisinde bulunduğu
toplumu ve çevreyi korumak için büyük bir konsensüs
(uzlaşma) ile oluşturulan değerler, insanlığın uzun ve acı
deneyimlerin sonucudur.
8. SOSYAL ÖLÜMSÜZLÜK VE SOSYAL SORUMLULUK
İnsan haz ya da zevk aldığı şeylerden mutluluk; acı
aldığı şeylerden hoşnutsuzluk duyar diyen Mill ve Bentham
gibi faydacı düşünürleri akıl, belli bir yere kadar haklı
görse de, bir insan gerçeği olan ölümün karşısında bu
teorinin zaaflarının fark edilmesi zor olmasa gerek. Ölümün
ölen insan için zevk mi acı mı olduğu bilinmemekle
birlikte, ölen insanın, yakınları ve geride bıraktığı insanlara
acı veren bir hadise olduğu aşikardır. Kutsal metinler ve
geleneklerden öğrendiğimize göre, kötü/günahkar insanlar
için ölüm çok çetin ve acı bir hadise; iyi insanlar için ise bir
vuslattır. Bu bilgi hayatın manevi zevk ve mükaşefe
289
yoluyla bizzat tecrübe edilerek algılanması yoluyla elde
edilebilen bir bilgidir. Mevlana ölümünü Sevgili’ye bir
kavuşma olarak görmektedir. “Ölüm günümde tabutum
yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var,
dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit
şüpheye düşme, bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın
tuzağına düşersem işte hayıflanmanın sırası o zamandır.
Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. O vakit benim
buluşma ve görüşme zamanımdır.”(Mevlânâ : 1959 : 169)
Hiçbir insan sonunun iyi ya da kötü olacağından
yüzde yüz emin olamayacağına göre korku ve ümit
arasında yaşamını sürdürmeye devam etmelidir. Kimi insan
ölümle her şeyin son bulacağını söylerken, kimi için ölüm
yeni bir başlangıçtır. Ölümün son olduğuna inanan insanlar
açısından yaşam, burası ile sınırlıdır, ne yapılacaksa burada
yapılmalıdır. İnsanlar arası eşitsizlikler/adaletsizlikler,
toplumsal farklılıklar, zulüm, savaş, baskı, hastalıklar, gelir
dağılımdaki adaletsizlikler vs. bireysel, toplumsal ve
küresel haksızlıkların burada önlenmesi gerekmektedir.
Paylaşmak, vermek, yardım etmek burada daha iyi bir
yaşam sürmek adına yapılması gereken işlerdendir. Ölümle
hayatı son bulacak insanlar açısından vermenin,
paylaşmanın ve yardım etmenin motive edici gücü sadece
insan olma duygusudur. Yaptığı fedakarlığın, çektiği
ıstırabın karşısında insanlar arası eşitliği ve toplumsal
290
mutluluğu elde edemiyorsa geriye sadece bu mücadelede
insanlar arasında anıtlaşan ismi kalır. Bu isim onu
ölümsüzleştirerek geride kalanlara güç verir, adalet idealini
katkı sağlar.
Aksi taktirde ölmek ve ölüm bir son ise yaşamaya
niye tercih edilsin? İnsanlar ölümle sahip oldukları maddi
ve manevi tüm değerlerini yitirecekler, zevk ve hazları son
bulacaktır. Ölümün son olacağına inanan insanın
psikolojisine göre, geride kalan insanlar arasında bir
kahraman olarak yaşamak, onlar arasında ölümsüzleşmek
bir arzu ve teselli olarak görülebilir. Bunun yolu
fedakarlığı, mücadeleyi, vermeyi ve ölümü sosyal
bakımdan ölümsüzleştirerek toplumsal sorumluluğa
kanalize etmektir. Her şeye rağmen haksızlıklar
önlenemiyorsa ve yapılan haksızlıklar yapanın yanına kâr
kalıyorsa yaşamın anlamını kavramak ölümün son
olduğuna inanan açısından güçlüklerle doludur ve bu
güçlükler sosyal ölümsüzlükten başka bir şeyle
gerekçelendirilemez.
Ölümün bir son değil de yeni bir başlangıç olduğuna
inananlar açısından, burada iyilik ve adalet adına yapılan
her türlü mücadele hem buradaki yaşamın kalitesi açısından
gerekli hem de burada sonuç alınamaz ise orada, yeni bir
başlangıç için önemlidir. Dünya bir imtihan alanıdır, bu
imtihan da iyilik yapmak, paylaşmak, vermek, yardım
291
etmek, o kişi açısından dünyada adaletin sağlanması için
gerekli olduğu kadar imtihandan yüzünün akı ile çıkmak
bakımından da önemli bir işlev görmektedir. İyiler ve
kötülerin, zalim ve mazlumların belli olması bakımından
bu dünya aynı zamanda bir sınama yeridir. Her şeye
rağmen haksızlıklar önlenemiyorsa ve yapılan haksızlıklar
yapanın yanına kâr kalıyorsa yaşamın anlamı ve adaletin
sağlanması için ölüm sonrası hayat kaçınılmaz olmaktadır.
Bu inançtaki insan açısından yapılan mücadele ve
fedakarlıklar diğer insanlara maddi ve manevi fayda sağlar,
onların durumlarını düzeltir, örnek olur, kendileri de
dünyada iyi bir intiba – ün, nam, şan, ululanmak ve
kahraman olmak gibi, ki bu âhireti tercih edenler için
önem verilmeyen bir husustur – ve öbür dünya için umutlu
olmasına yol açar.
Biyolojik olarak ölüm kaçınılmazdır ama insanın
zihin, ruh ve gönül dünyası ona yapıp-etmelerinin değer
yüklü olduğunu, boş şeyler olmadıklarını bir iç ses olarak
fısıldamaktadır. “Ölümsüzlük verilen bir şey değil, nazari
ve ameli uzun çabalar neticesinde kazanılan bir şeydir.”
(Aydın : 2002 : 254) Sosyal ölümsüzlük yapıp-
etmelerimizin (eserlerimiz) sonucunda insanlığa, topluma
kazandırdıklarımızın o eserler yaşadığı müddetçe sürmesi,
adımızın anılmasıdır. Bu duygu ölümün son olduğuna
inanan ve inanmayan kimseler bakımından sosyal
292
sorumluluk kampanyalarının yapılması için şirket
sahiplerini harekete geçirici manevi bir motivasyon işlevi
görebilir. Maddi motivasyonlar her iki tür insan için ün,
nam, itibar, şirketin tanınması, çok satış, güvenken, manevi
motivasyon adını ilelebet yaşaması olarak da ifade
edebileceğimiz sosyal ölümsüzlük duygusudur. Ölümün
son olduğuna inanmayan insanlar açısından bu
saydıklarımız, ‘çok da önemli olmayan’ motivasyonlardan
sadece bir kaçıdır, diğerleri ise Cennet diye tabir edilen
sonsuz mutluluk ve O’nun rızasına kavuşmaktır. Ölüm
sonrası hayat onun için sonsuz bir hayat olacağından orada
rahat etmek burada iyi işler yapmakla – bu arada sosyal
sorumluluk kampanyaları ile ya da yapılanlara katkı ile -
sağlanacaktır.
“Sosyal ölümsüzlük, biz öldükten sonra yaşamaya
devam edecek olanların hayat tecrübelerini etkilemek ve bu
tecrübelere değer katmaktır.”(Aydın : 2002 : 266) Sosyal
sorumluluk kampanyaları ile yapılan okul, kültür merkezi,
hastane, cami vb. sosyal kurumlar inşa etmek, onları
kullananların hayatlarını kolaylaştırmak, hayata daha güçlü
tutunabilmek amacı ile yapıldığından, o kurumları
yapanlar, kullanıcıların sosyal hafızasında sürekli
yaşamalarına yol açar, bir anlamda onları toplum nezdinde
ölümsüzleştirir.
293
294
SONUÇ
Halkla ilişkilerin doğasında sosyallik vardır ve ilişki
kavramı bizatihi bir başkasını çağrıştırır. Başkası (öteki) ile
ilişkiye girebilmek için var olmak ve o varlığın öteki
tarafından bilinmesi gereklidir. Şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz ki iletişim kurabilmek için var olmak; var
olmak için ötekine kendini anlatmak ya da ötekinin sana
kendini anlatması esastır.
İletişim; bir varlığın kendini anlatması, ötekinin de
onu anlamasıdır, karşılıklıdır ve bir değer aktarımıdır. Bu,
söz ile de olur öz ile de. Sözdeki iletişim kurgusal ve
semboliktir; özdeki iletişim doğal ve sahicidir. Bir ağaç
bize kendini özü ile anlatır. Eğer o ağaç elma ağacı ise
onun özü elma üretmek, elma üretecek özelliklere
bürünmektir. Yaprakları ile, dalları ile, boyu ve şekli ile
elma ağacı hüviyetini özünde koruyabilmektir. Elma
içerisinde barındırdığı öz ile bize seslenir ve biz o sesi
mevcut bilgimizle algılar, bir tür ilişki kurarız,
duyularımızla tadar, görür, dokunur ve yeriz. Lisan (dil),
ses, renk, koku, ışık, işaret (sign) yoluyla iletişim
kurulabildiği gibi; yaparak ve ederek de iletişim kurulabilir.
Sanat eserleri, yaşanmış ve yaşanmakta olan hayatlar ve
295
kültür bir iletişim biçimi ve “değer” aktarımıdır, bir bilgi
türü değil bilginin ifade araçlarıdır. Bilgi bilenden ayrı
düşünülemeyen bir olgudur. Tüm bu araçlar bilen birileri
olmadan anlaşılamaz. Bir sanat şahaseri tablo; ondan
anlayan olmadan değeri anlaşılamaz. Bilen olmaz ise bilgi
yaşam alanına çıkmaz; kitaplarda, sanat eserlerinde ve
doğada gizli bir hazine olarak kalır. “İlim sıfatında zat akla
gelmez, Alim isminde ise sıfat perdesi gerisinde Zat’ı
bildirmektedir. Çünkü alim, ilim sahibi zattır.” (Erdem :
1990 : 84)
İnsan kendi kararlarını kendi veren bir varlık olmak
ister. Kararlarında tutarlı, doğru ve anlamlı olabilmek için
bilgi sahibi olmaya mecburdur. Bilgi elde etmek için de
başkalarıyla ve diğer varlık alanlarıyla ilişkiye girmelidir.
“İnsanların bilgilerinin çok büyük bir bölümünü
başkalarından aktarılan bilgiler teşkil eder. Bu tür bilgi
edinme iletimle olur. İnsan duygu ve düşüncelerini çeşitli
yollarla ifade eder. Bu ifade bilgi sunmadır. Bu bilgiler
başka birisine erişince onu etkiler ve böylece iletim olur.....
Eğer iletim karşılıklı olursa buna iletişim denir. (Öner :
1995 : 47)
Halkla ilişkiler faaliyetlerinde de hedeflenen amaç bir
bilgi aktarımıdır. Buradaki bilgi kavramı veriden
başlayarak information, bilgi, bilgelik, knowledge ve
marifete kadar geniş bir aralıkta kullanıyorum. Bilgi
296
aktarımı bir dönüşümü hedefler, aktarılan bilgi kişide bir
etki yapar, bu da zamanla bir değişim ve dönüşümü
beraberinde getirir. Değişimin yönü; değişen ve değiştiren
kişinin özgür iradesinden bağımsız değildir.
İnsan özgür bir seçim yapabilmek için bilgiye
muhtaçtır. “İnsanın bir yaşantı hali olan hürriyet ile, sahip
olduğu bilgi arasında sıkı bir ilişki vardır. Hürriyetle bilgi
arasındaki ilişkiyi iki açıdan ele alabiliriz : 1-Hürriyetin
temeli, onu mümkün kılan şartlar bakımından 2- İkincisi
hürriyet halinin devamını sağlayan şartlar bakımından.
Birincisinde fert bahis konusudur. İkincisinde toplum.
(Öner : 1995 : 69) Bilgi bana seçenekler arasında hangisini
tercih etmem gerektiğini öğretir. Eğer seçenekler ile ilgili
bilgim yoksa seçmem olanaksızlaşır. Bilgimin olmadığı
alanlarda özgürlüğümün de pek bir anlamı yoktur. Belki bir
seçim yaparım, ama yaptığım o seçim bilinçsiz bir
seçimdir, hayatımı öngörmediğim şekilde etkiler. Kendi
seçimimin olmadığı sonuçlar beni “özne” değil “nesne”
yapar. Bu, bir etkileşim değil etkilenmedir. Halka ilişkilerin
reklam ve propagandaya bakan yüzü buralarda yatar.
Bilgim yok ya da bilgi donanımı bakımından
muhatabımdan güçsüz isem ve de özgür irademle değil
iletişimdeki pozisyonum itibari ile söyleneni kabul etmek
zorunda kalıyor isem ibrenin propagandaya kayması
kaçınılmazdır. Halkla ilişkiler doğası gereği mütekabiliyet
297
(karşılıklılık), çift yönlülük esası üzerine bina edilir ve ikna
esastır. Bu yönüyle de sorumluluk bilincine sahiptir.
İletişimin bir türü olan halkla ilişkiler karşılıklı
etkileşim için bir araçtır, iki yönlü bir bilgi alış-verişi
yoluyla amacına ulaşır. İletişime giren taraflar iletişim
sürecinde sahip oldukları bilgileri – mal ve hizmetin
özelliklerini, hayat görüşlerini, yaşama bakış açılarını,
tecrübelerini ve değerlerini – birbirlerine arz ederler. Bilgi
derinliğine sahip olan, kendine güvenen bu “karşılaşmada”
avantajlı durumdadır ama muhatabında bir baskı uygulama
yoluna gitmez, aksine iknayı esas alır; yüzeysel bilgi sahibi
muhatabına göre daha çok etkiye maruzdur fakat baskı
görüyorsa iletişimi/ilişkiyi kesme hakkına da sahiptir.
Etkinin olumlu ya da olumsuz (iyi-kötü) sonuçlar
vermesi tarafların – özellikle etkileyenin – niyeti ile doğru
orantılıdır. Niyet kişinin aldığı bilgilerin, hayata bakış
açısının, niyetin yöneldiği kişi ve olaydan beklentisinin ve
bilhassa değer yargılarının sentezlenmesi sonucunda oluşan
bir “iç ses”tir. Niyette anlam yüklüdür. Anlamın pozitif ve
negatif olması kişinin sorumluluk bilinci ile doğru
orantılıdır. Sorumluluk da değerden bağımsız olamaz.
“Sorumluluk bir görev yapmaya ve bir işi yerine getirmeye
çağrıldığın zaman başlar, bu çağrıya uyarak görevini yerine
getirip hesabını teslim ettiğin yerde de biter. (Draz : 2004 :
74) Başlangıç ve bitiş noktası arasındaki uzaklık, o göreve
298
(işe) yüklenilen anlamla doğru orantılıdır. Sorumluluk
evrendeki tüm canlılar arasında sadece insana hastır, bu
özelliğinden dolayı çok yüksek bir duygudur. “İnsan onu
öğrenmeden önce de kendinde hisseder, varlığının bir vasfı
sayar.”(Draz : 2004 : 77)
Sorumluluk insanın akıl, irade ve yapabilme
kabiliyetleri sonucunda oluşan, toplumsal yaşamın sağlıklı
işlemesi için olmazsa olmaz bir özellik arz eden ve onu
sosyalleştiren insani bir duygudur. “İnsanın sorumlu
tutulabilmesi için her şeyden önce, hür, akıllı ve iyiyi
kötüyü ayır edebilecek zihni bir olgunluk ve güce sahip
olması gerekir.”(Erdem : 2002 : 81) Bu özelliklere sahip
olmayan, cahil, deli, çocuk, sorumluluk konusu olan işin
mahiyetine göre sakatlığı olan ve ihtiyarların
sorumlulukları düşer. Sorumlu tutulma özellikleri taşıyan
insan sorumlu davranıp davranmamakta özgürdür.
Sorumluluk duygusu onda bir iç ses olarak belirmesine
rağmen bunu harekete geçirip-geçirmemekte hürdür. Daha
doğru bir ifade ile bu duyguyu insan istediği gibi kullanır.
Yıkıcı ve yapıcı, faydalı ve zararlı, alçalma amaçlı ve
yükselme amaçlı, sorumlu ve sorumsuz bir tavır takınarak
kullanabilir. Seçim, tercih tamamen insanın kendisinindir
ama bu seçimleri sonucunda vicdani, toplumsal, hukuki ve
dini müeyyideleri kabul etmiş olur.
299
Halkla ilişkilerde sorumluluğu ele alırken, halkla
ilişkiler adına yapılan iletişim faaliyetleri ve
kampanyalarında hedef kitleye verilmek istenen mesajın
amaç ve sonucuna bakmamız gerekmektedir . İletişime
giren birey ya da kurumlar taraflarda bir etki meydana
getirerek, onların tutum ve davranışlarını değiştirmeyi
amaçlarlar. Tutum ve davranış değişikliği ile elde edilmek
istenen amaç, mal ve hizmet tüketimine dönük olabileceği
gibi, bir ideolojinin, fikrin ve dünya görüşünün
benimsenmesi de dönük olabilir. Ticari işletmeler mal ve
hizmet tüketimine; siyasi partiler bir ideolojinin
benimsenmesine dönük iletişim politikaları yürütürler, ona
göre medya planlaması ve kampanya yaparlar. Varılmak
istenen amaç, etraflıca düşünülmüş, sistem içerisindeki yeri
iyi saptanmış, zarar ve fayda analizleri iyi yapılmış,
toplumun değer süzgecinden geçirilerek projelendirilmiş
ise sorumlu bir tutumdan söz edebiliriz. Sorumluluğun
statik değil, dinamik bir yapı arz ettiğini; kişinin donanım
ve derinliğine bağlı olarak değişim gösterdiğini ve
seçenekler arasından bir seçim olduğunu söylemiştik. O
seçimi birey yapar ve seçimini yaparken de kendi kişiliğine
ayna tutar. Aynadaki görüntü aynı zamanda
sorumluluğunun da görüntüsüdür.
Mal ve hizmet üreten firmalar açısından sorumluluğa
baktığımızda, üretilen mal ve hizmetin kalite, servis ve
300
sunum hızı gibi unsurlar yanında; o mal ve hizmeti üreten
firmanın hizmeti alanlar nezdindeki algısı (imajı) da
önemlidir. Eğer o firma toplumun sahip olduğu değerleri,
milli ve ahlaki hassasiyetleri önemsemeyen söz ve
davranışlar sergiliyorsa/sergilerse toplum tarafından
(toplum değerlerinin bilincinde ise) çeşitli boykotlara
maruz kalabilir. Sosyal sorumluluk duygusu ile hareket
eden bir firma bu tür hareketlerden uzak durarak hayat
damarlarını kesmek istemez. Nitekim zaman zaman milli
ve dini hassasiyetlerimiz aleyhinde çeşitli tavırlar
sergileyen ülkeler ve firmalar bu gibi boykotlarla karşı
karşıya kalmaktadır. Bu firmaların kendi doğal faaliyet
alanları yanında, toplumun ihtiyaç duyduğu alanlarda
sosyal projelere ya doğrudan ya da dolaylı destekler
vererek katkı yapmaları, toplumun o firmaya olan
bağlılığını ve güveninin artırıcı bir etki yapmaktadır.
Bir firmanın mal ve hizmet üretebilmek için sermaye
yanında, toprak (ülke), işçi, teknoloji (bilgi) ve girişimci
gibi temel üretim faktörlerinin tamamı; ürettiği mal ve
hizmeti satabilmesi için gerekli müşteri kitlesini (toplum),
toplumsal huzuru, güven ve asayiş ortamının sağla(n)mış
olması şarttır. Firmaların tüm bu faktörlere karşı
sorumluluklarının bilincinde olarak hareket edip-etmemesi,
işletmelerin varlık nedenlerini iyi anlamasıyla da doğru
orantılıdır.
301
Bilgi ve o bilginin bilince dönüşmesi sonucunda birey
ve bireylerin oluşturduğu kurumlar sorumluluk duygusu ile
donanır; varlık nedenlerini ve var kalabilmelerini sağlayan
“sosyal çevreyi” devreden çıkaramazlar. Bu bilince sahip
olmak için birey, kendinin (akıl-duygu), toplumun, milletin,
devletin ve inanıyorsa Yaratıcı’sının yaşamı üzerindeki
etkisini düşünerek “kollektif bir bilince” ulaşır. Bu bilinç
onun nasıl ve ne şekilde davranacağının/yaşayacağının
pusulası olur.
Bir fikrin ya da düşüncenin toplumda yerleşmesi için
faaliyette bulunan birey ve kurumların hakla ilişkileri
sosyal sorumluluğa daha dikkatli yaklaşmak
durumundadırlar. Kişinin sahip olduğu fikir, yaşamıyla
doğru orantılıdır. Egoizm bir fikir olarak benimsenirse
sosyal sorumluluktan bahsetmek imkansız hale gelir.
Kollektivizm benimsenirse sorumluluk taşıyacak birey
ihmal edilerek, sorumluluk sahipsiz bırakılır. Onun için
sosyal sorumluluğun yaşayabilmesi için bireyde, bireyin
sosyal bir varlık olduğu, tek başına yaşamasının mümkün
olmadığı bilinci oluşturulmalı, bu bilinç toplumda kök
salmalı, “toplumsal bir şuura” dönüşmeli; hukuk (yasalar)
kamu yararı ile bireyin haklarını dengelemeli ve ortaya
hem bireyi hem de toplumu ihmal etmeyen bir “yapı”
çıkmalıdır.
302
Princeton Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
öğretim üyesi Prof. Richard Falk “BM geleceğini
tartışıyor!” adlı makalesinde uluslararası bir örgüt olan
Birleşmiş Milletlerin kuruluş felsefesinden yola çıkarak
günümüzde içinde bulunduğu krizi irdelerken Sivil toplum
örgütleri ile olan ilişkilerine değinir, uluslar arası krizlerin
çözümünde devletlerin ulusal politikalarının çatışmasından
dolayı “uzlaşamaz” bir görüntü ortaya koyduklarını; 70 ve
80’li yıllar boyunca NGO’ların etkinliğinin BM nezdinde
güç kazanmaya başladığını, 1971 deki “İnsan ve Çevre”
konulu Stockholm Konferansından başlayarak, Rio
konferansları vb. gibi global ağırlıklı etkinliklerle sivil
toplum örgütlerinin “global sivil toplum” hüviyetine
büründüğünü ve önemli bir baskı grubu oluşturduklarını ve
Birleşmiş Milletlerin dünya sorunları karşısında çaresiz
kaldığını, önemli bir kavşakta karar vermek için adım
atması gerektiğini belirtir ve sorunların globalleştiğinden
söz eder. (Falk : 2005 : 18) Globalleşen sorunlar
sorumluluğun da ağırlaşmasını/globalleşmesini beraberinde
getirmiştir. Yerel, ulusal ve uluslararası resmi ve sivil
örgütler; yerel, ulusal ve global sorunlar karşısında ciddi bir
arayış içerisindeler. “2004 de BM Genel Sekreteri
tarafından oluşturulan iki heyet; ‘Biz halklar : Sivil toplum,
Birleşmiş Milletler ve Global Yönetim’ ve ‘Daha Güvenli
bir Dünya : Ortak Sorumluluğumuz’ adlı iki ayrı rapor
303
hazırlarlar. Bu raporların ortak noktası dünyanın her geçen
gün güvenlikten yoksun hale geldiği; özellikle güvenliğin
ulusal ve kollektif güvenlik olarak değil, “insanın
güvenliği” olarak anlaşılması gerektiğine atıf yapar.” (Falk
: 2005 : 18)
Ulusal ve global çapta sorunların ağırlaşması ve bu
sorunlar karşısında örgütlerin (resmi-sivil) alıştıkları tarzda
hareket etmeleri, kendi iş ve eylemlerinin, sorunlardaki
paylarından habersiz bir tavır izlemeleri, dünyada
eşitsizliklerin, çevre felaketlerinin yaşanmasına yol
açmıştır. Bireylerden başlayarak örgütlere (küçük-büyük,
resmi-özel) varıncaya kadar herkesin ve her kesimin
sorumluluk bilinci ile hareket edip, gereğini yerine
getirmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Artık “silah imal
etmenin, bir bakıma savaş imal etmek; silah ihraç etmenin
ise savaş ihraç etmek” demek olduğunun bilinci ve
sorumluluğu ile hareket edilmeli; dünyanın bir yanındaki
aşırı tüketimin öbür yanında açlık demek olduğu
kabullenilmeli; “komşu açken tok yatmanın” komşuluk
hukukuna aykırı olduğu anlaşılmalıdır. Bu anlayış bireyden
başlayacak ve yine bireyde bitecektir. Bireydir toplumu
oluşturan; işletme, devlet ve uluslararası örgütleri kuran ve
yıkan.
Birey sorumluluk şuuru ile donanıp sürekli kendini
yükselttikçe, bu şuur topluma, çevreye ve tüm varlık
304
alanlarına hizmet olarak dönecek; toplum ve insanlık
yükselecektir. Birey sınırlanırsa ya da sorumlulukla
donanmadan alabildiğince sınırsız bırakılırsa toplum ve
insanlık zarar görecektir. Zayıf ve donanımsız bireyler,
zayıf ve donanımsız toplum oluştururken; hep bana diyen,
sürekli kendini düşünen bireyler, toplumdaki zayıfları,
hasta ve çaresizleri yok sayacaklardır. Toplumun
yükselmesi, bireylerin yaşam seviyesinin artması, “sorumlu
birey”in yükselmesine bağlıdır. Sorumlu bireyler eliyle
kurulmuş işletme ve kurumlar sorumlu yapılar haline gelir,
o yapıların halkla ilişkilerinde seviye yüksek tutulur,
sosyal projeler önem kazanır ve toplumsal uyum sağlanmış
olur. Bu durum çarpan etkisi ile yayılarak global çapta
sorunların çözüme kavuşmasına imkan sağlar.
Halkla ilişki; hedef kitle ile (mal ve hizmetin muhatap
olduğu insan kitlesi) ilişki ile sınırlanmaz da farkına
vardığımız ve bilincimiz arttıkça yenilerinin farkına
varacağımız tüm “varlık alanları” ile ilişkiye
dönüştürülürse sorumluluk da o nisbette zenginleşecektir.
İlişki kurduğumuz varlıkların hayatımızdaki fonksiyonunun
bilincinde olmak o varlıklara olan yaklaşımımızı belirler.
Eğer o varlık olmadan yaşama şansımız yoksa, ya da
yaşamımızın düzeni bozuluyorsa, o varlığa karşı
tutumumuz farklı olacaktır. Bir an için bir çiçeğin
hayatımızdaki yerini düşünelim. Herkesin bilinç düzeyine
305
göre çiçeğe yaklaşımı farklı olacaktır. Bir çiçeğin “var
olması için” toprağa, güneşe (ısı-ışık), suya (yağmura)
ihtiyacı var, aynı şeylere bir insan olarak benim de
ihtiyacım var. Çiçeğin bu üç unsurla ilişkisi, benim onlarla
ilişkime benzer mi? İhtiyaç bağlamında benzer ama bilinç
boyutu ile (farkındalık açısından) hayır. Çiçek bu üç unsura
karşı nötrdür, ama insan pozitif ve negatif tavır takınabilir.
Sorumsuz (bilinçsiz) insan bunlara zarar verir, doğal
dengeyi bozarken; sorumlu (bilinçli) insan onların var
kalması için mücadele verir, doğal denge/düzeni bozmaz;
anlar ki onları yok etmek kendi neslini yok etmektir çünkü
onlara herkes ve her şey muhtaçtır.
İlişkili düşünmeye devam edersek; yağmurun
oluşması için rüzgara, ısıya (güneşe), buharlaşmaya,
bulutlara (atmosfere), çiçeğe (bitkilere, fotosenteze), dünya
gibi bir oluşuma, dünyanın var olması için güneş sistemine
ve uzaya; güneşin ısı ve ışık vermesi için yakıta (helyum
atomunu)vb. ihtiyacı var. Her şey birbirine bağlı ve
birbiriyle ilişkili. Çiçeğin açması için topraktaki uygun
ortama (mineral vb.), bahçıvana; bahçıvanın yaşaması için
yemeye –içmeye, dünyaya; dünyanın yaşaması için uzaya;-
kapalı sistemlerin dışarıdan enerji almadan entropi yasası
gereğince yaşaması mümkün değildir,- açık sisteme, yani
kendi dışından ısı, ışık, su gibi enerjilere muhtaçtır. Öz
olarak söylemek gerekirse “bir şeyin varolabilmesi için her
306
şeyin var olması şarttır”. Her şey var; ama onların var
kalması için varlık aleminde sadece kendisine sorumluluk
yüklenen ve bu sorumluluğu da gönüllü kabul eden insanın
ilişkide bulunduğu varlıklara hakkını vermemesi büyük
eksiklik. Bireyin ve bireyler tarafından kurulun
organizasyonlardaki halkla ilişkilerin bu bilinç ve
sorumluluğu taşıması – ki organizasyonların “kollektif
hafızası ve sosyal beyni” halkla ilişkiler birimdir - bireyin,
toplumun ve doğanın uyum içerisinde yaşamasının ve
insanlığın mutlu ol(kal)masının yegane yolu olarak
gözüküyor...
307
308
KAYNAKÇA :
AFŞAR, Timuçin
1 “Ahlak Değerlerinin Bilgi Temeli.” Bilgi ve
Değer Sempozyumu, Ankara : Vadi Yayınları
AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali, Köker, Levent
2000 Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı , Ankara:
İmge,
1 Kent Devletinden İmparatorluğa, Ankara :
İmge yayınları
AKARSU, Bedia
1982 Ahlak Öğretileri, İstanbul : Remzi,
AKDİKMEN, Resuhi
1995 Langenscheidt Standart Sözlüğü. İngilizce-
Türkçe ve Türkçe-İngilizce, İstanbul : İnkılap
Kitabevi
ALKAN, Türker
1 Siyasal Ahlak ve Siyasal Ahlaksızlık , Ankara :
Bilgi Yayınevi
309
ALKIN, Emine
2003 “Mobbing ya da Psikolojik terör nedir?” İkitelli
İletişim, yıl:1; sayı :4, İstanbul,
ALTINTAŞ, Hayrani
1999 İslam Ahlakı, Ankara : Akçağ,
ARAL, Vecdi
1 Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları. İstanbul :
Filiz Kitabevi
ARAL, Vecdi
1 Toplum ve Adaletli Yaşam : Sorumluluk ve
Kişiliğin Kazanılması. İstanbul : Filiz Kitabevi,
ARGÜDEN, Yılmaz
2002 Kurumsal Sosyal Sorumluluk. İstanbul : ARGE
Danışmanlık A.Ş.
ARI, Ramazan. Ömer Üre ve Hasan Yılmaz.
(T.Y.) Gelişim ve Öğrenme Psikolojisi, Konya :
Mikro,
310
ASNA, Alaeddin
2 “Halkla İlişkiler Derneği bu kış uykusundan
uyanmalı” Marketing Türkiye, yıl : 5, sayı :
109
1993 PR Temel Bilgiler, İstanbul : Der yayınları
AŞKUN, İnal Cem.
1 “İşletmelerde Halkla İlişkiler”, Eskişehir :
ESADER, cilt : 10,sayı : 2,
AYDIN, Mehmet S.
1 Din Felsefesi , İzmir : İlahiyat Fakültesi
Yayınları
BARRY, Amanda
2 Halkla İlişkilerin Gücü (çev. Aysın Önen
Steidle), Ankara : Elips
BARRY, Norman P.
3 “Tartışma : Şirketlerin Kâr Yapmanın Ötesinde
Bir Sosyal Sorumluluğu Var mıdır?.” (çev.
Atilla Yayla) Piyasa Dergisi, Kış-2003, sayı : 5
311
BAŞARAN, İ. Ethem.
1 Örgütsel Davranış : İnsanın Üretim Gücü ,
Ankara : Gül Yayınları
BAUMAN, Zygmunt
1 Parçalanmış Hayat : Postmodern Ahlak
Denemeleri, (çev. İsmail Türkmen), İstanbul :
AyrıntıYayınları
BAYRAK, Sabahat
1 İş Ahlakı ve Sosyal Sorumluluk , İstanbul : Beta
Basım Yayım Dağıtım.
BERTRAND, Alexıs.
1 Ahlak Felsefesi (çev. Salih Zeki.) Ankara :
Akçağ,
BİLLİNGTON, Ray
1 Felsefeyi yaşamak : Ahlak düşüncesine giriş ,
(çev. Abdullah Yılmaz), İstanbul : Ayrıntı
Yayınları
312
BULAÇ, Ali.
1 “İnsanın Özü, Doğası ve Ahlak” Fecre Doğru,
yıl : 7 sayı : 74
1995 İrtica ve Sivilleşme, İstanbul : İz yayıncılık,
BURKE : Peter.
1 Tarih ve Toplumsal Kuram .(çev. Mete Tuncay)
İstanbul : Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
BURSALIOĞLU, Ziya
1 Okul Yönetiminde Yeni Yapı ve Davranış .
Ankara : A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi
CAROLL B. Archie
1 “The Piramid of Corporate Social
Responsibility” Business Horizon, July-August
cilt : 34, sayı : 4. ; Seyran, Cabir Deniz, a.g.m. ;
s.26
313
CHANDLER, Geofferey
4 “UK The evolution of business and human
rights debate in Sullivan Rory Bussiness and
Human Rights”, London : Greenleaf
Publishing.
CHOMSKY, Noam
2000 Halkın Sırtından Kazanç. (çev. Deniz
Hakyemez, Barış Zeren), İstanbul : Om
yayınevi,
1 Demokratik İdeallerin Çöküşü. (çev. Cevdet
Cerit), İstanbul : Pınar yayınları
CUTLİP, M. Scott- Center, Allen H.
1 Effective Public Relations , Prentice-Hall, Inc.
4.ed., Englewood Cliffs
ÇAĞIRICI, M.
1985 Ana Hatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul :
314
DİNÇER, Ömer
2 Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası , İstanbul
: Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş.
DÖNMEZER, Sulhi.
1972 Sosyoloji. İstanbul : Sulhi Garan Matbaası.
DRAZ. M.Abdullah
1 Sorumluluk . İstanbul : Kayıhan Yayınları
1 Kur’an Ahlakı . İstanbul : İz Yayıncılık
ERDEM, Hüsamettin.
1 Ahlak Felsefesi , Konya : HÜ-ER Yayınları.
2 Panteizm ve Vahdet-i Vücud Mukayesesi ,
Ankara : Kültür Bakanlığı,
ERDEM, Selman.
1978 Sosyoloji. İstanbul : Ofset Matbaası.
315
ERDOĞAN, İrfan
2002a İletişimi Anlamak, Ankara : Erk Yayınevi
2002b “Halkla İlişkiler” Kurtuluş Cephesi sayı : 68.
EREN, Erol
3 İşletmelerde Stratejik Yönetim ve İşletme
Politikası, İstanbul : Beta Basım Yayım Dağıtım
A.Ş., Gnşlm. 5. Baskı.
ERTEKİN, Yücel
1995 Halkla İlişkiler, Ankara : TODAİE Yayınları
FALK, Richard
2005 “BM geleceğini tartışıyor!”. ZAMAN Gazetesi,
2 Haziran 2005.
FEYARABEND, Paul
2 Akla Veda . (çev. Ertuğrul Başer) İstanbul :
Ayrıntı Yayınları
316
FİCHTER, Josepht.
1996 Sosyoloji nedir ? (çev. Nilgün Çelebi), Ankara :
Üniversite Kitabevi
FRANKL, Viktor E.
2 Duyulamayan Anlam Çığlığı, Psikoterapi ve
Hümanizm (çev. Selçuk Budak), Ankara : Öteki
Yayınevi.
FRENCH, Peter A.
3 “Responsibility And The Moral Role Of
Corporate Entities.” Business As A Humanity,
Ed. R. Edward Freeman Ve Thomas
Donaldson, 88-97. New York : Oxford
University Press; Solomon, Age., s. 93-95)
FROMM, Eric.
1 Sevme Sanatı . (Çev. Işıtan Gündüz) İstanbul :
Say,
317
FUKAYAMA, Françis.
2000 Büyük Çözülme. İnsanın Doğası ve Toplumsal
Düzenin Yeniden Oluşması. (çev. Zeynep Avcı,
Aslı Telli Aydemir), İstanbul : Sabah
yayıncılık.
GÖRPE, Serra
4 Halkla İlişkiler Kavramları, İstanbul : İ.Ü.
İletişim Fakültesi
GÜLER, İlhami.
5 “Dünyanın Başına Gelen ‘Derin Sapıklık’
Dünyevileşme” İslâmiyât IV (2001) sayı 3.
GÜNDOĞAN, Ali Osman.
6 “Ahlaki Hayatımızın Kaynağında Toplumculuk
Bireycilik Tartışması” Bilgi ve Değer, Ankara :
Vadi Yayınları
GÜNGÖR, Erol
318
1 Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak , İstanbul :
Ötüken Yayınları
2 Değerler Psikolojisi, Profesörlük Tezi.
Amsterdam : Hollonda Türk Akademisyenler
Birliği vakfı,
GÜRLESEL, Can Fuat
2000 “Küreselleşmenin yeni aşaması ve Türkiye'nin
konumu” New Perspectives Quarterly
(NPQ,Türkiye), cilt : 2, sayı : 4.
HABERMAS, Jürgen
1976 Legitimation Crisis : Londra : Heinemann,
HACIKADİROĞLU, Vehbi.
1997 İnsan Felsefesi, İstanbul : Cem,
HALLAHAN, Kirk.
2 “Paradigma Savaşımı ve Halkla İlişkiler
Uygulaması.” (Çev. Erol Mutlu) A.Ü. İletişim
Fakültesi Yıllığı
HAZLİTT, Henry.
319
7 ‘Kapitalizm Etiği’ Piyasa Medeniyeti.
(Derleyen Atilla Yayla) Ankara : Liberte,
HEİMSOETH, Heinz.
1 İmmanuel Kant’ın Felsefesi. (Çev. T.
Mengüşoğlu) İstanbul :
HUNTİNGTON, Samuel
3 Medeniyetler Çatışması, (Derleyen Murat
Yılmaz) Ankara : Vadi,
İŞÇİ; Metin.
1996 Davranış Bilimleri. İstanbul : Der Yayınları.
İŞSEVEROĞLU, Gülsün.
2 “İşletmelerde Sosyal Sorumluluk ve Etik”.
Yönetim ve Ekonomi , cilt: 8 sayı : 2
İZVEREN. Adil
1994 Hukuk Felsefesi, Ankara : 9 Eylül Üniversitesi
KADIBEŞEGİL, Salim.
320
1 Reklam Halkla İlişkiler ve Ötesi , Ankara :
MediaCat Yayınları
1 Halkla İlişkilerde Temel İlkeler , İzmir :
Tükelmat,
KANT, İmmanuel
1 Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi (çev.
İoanna Kuçuradi) Ankara : Türkiye Felsefe
Kurumu,
3 Pratik Aklın Eleştirisi (çev. İonna Kuçuradi,
Ülker Gökberk, Fusun Akatlı) 3.bs., Ankara :
Türkiye Felsefe Kurumu,
KARAKOÇ, Nihat.
2 İşletmelerde Halkla İlişkiler , İzmir : Mey
Ofset
KAZANCI, Metin.
1992 Halkla İlişkiler, Ankara : Savaş Yayınları
KEMAL Tosun
321
1992 İşletme Yönetimi, İstanbul : Savaş Yayınları
KNOX, S. ve Maklan, S.
2 “Corporate Social Responsibility : Moving
Beyond Investment Towards Measuring
Outcomes”, European Management Jornal,
Vol. (22), Nu. (5), 508-516.
KOPARAL, Celil.
2000 Yönetim ve Organizasyon, Eskişehir : Anadolu
Üniversitesi Açıköğretim Fak Yay.
KOZLU, Cem
1994 Türkiye mucizesi için vizyon arayışları ve
Asya modelleri. Ankara : İş Bankası yayınları,
KUR’AN-I KERİM ve Türkçe Meali
4 Hazırlayan Yaşar Nuri Öztürk. İstanbul : Yeni
Boyut,
322
KÜÇÜKKURT, Mehmet
2 “Halkla İlişkilerde Araştırma yöntemleri ve
Değerlendirme” Halkla İlişkiler Sempozyumu-
87, 20-21 Nisan 1987.(düzenleyen) A.Ü.
BYYO ve TODAİE, Ankara : A.Ü. BYYO
Yayınları.
LaFOLLETTE, Hugh.
4 Kişisel ilişkiler. Sevgi, Kimlik ve Ahlak (çev.
Ferma Lekesizalın) İstansul : 2.bsk., Ayrıntı
Yayınları
LEVINE, Michael.
2004 Halkla İlişkiler : Bir Gerilla Savaşı (kablolu
dünyada) (çev. Günhan Günay) İstanbul : Rota
Yayın Yapım
LIPSON, Leslie.
1 Demokratik Uygarlık . Ankara : Türkiye İş
Bankası Yayınları,
McCANN, Dennis P.
323
3 ‘Tartışma : Şirketlerin Kâr yapma ötesinde
bir sosyal sorumluluğu var mıdır? Norman P.
Barry’ye Cevap’ Piyasa, sayı : 5.
McINTYRE, Alasdair.
2001 Erdem Peşinde : Ahlak Teorisi Üzerine Bir
Çalışma (çev. Muttalip Özcan) İstanbul :
Ayrıntı,
MEVLÂNÂ, Celaleddin Rumi
1 Divan-ı Kebir (çev.Abdülbaki Gölpınarlı)
İstanbul : Remzi Kitabevi
MILL, John Stuart
3 Hürriyet Üstüne (çev. Mehmet Osman Dostel)
Ankara : Liberel Düşünce Topluluğu,
1 Faydacılık (çev. Nazmi Coşkunlar) İstanbul :
MEB,
MICHAEL, Bryane ve ERIKA, Öhlund
324
4 “The Role of Social Responsibility in
Turkey’s EU Accession” Oxford : Working
Paper.
NAISBITT, John
1995 Global Paradoks : büyüyen dünya
ekonomisinin küçük oyuncuları, (çev. Sinem
Gül) İstanbul : Sabah,
NİRUN, Nihat ve diğerleri.
1990 Sosyoloji, İstanbul : M.E.B.
ODAMAN, Serkan
4 “Kurumsal Sosyal Sorumluluk çerçevesinde
4857 sayılı yeni iş kanunundaki zorunlu
istihdam yükümlülüklerinin etkileri ve
doğurabileceği sorunlar”, 14. Ulusal Kalite
Kongresi Bildirisi
OLUÇ, M.
3 “Halkla İlişkiler ve Duyurum (Public R &
Publicity)” Pazarlama Dünyası Yıl : 4, Sayı :19,
sayı : 5.
325
ÖLÇER, Ferit
5 “Günümüzde Sosyal Sorumluluğun Değişen
Boyutları ve İşletmeler Üzerine Etkileri”,
Standard Dergisi ,Ankara : TSE Yayınları, Yıl:
40. Sayı: 473.
ÖNER, Necati
5 Felsefe Yolunda Düşünceler, İstanbul : Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları
ÖZALP, İnan.
1 Yönetim ve Organizasyon . Eskişehir : Anadolu
Ü. Açıköğretim Fak. Yayınları.
ÖZEY, Ramazan
2001 Çevre Sorunları, İstanbul: Aktif Yayınevi,
ÖZKALP, Enver
1986 Sosyoloji. Eskişehir : AÖF Yayınları.
PAREKH, Bhikhu
2 Çok kültürlülüğü yeniden düşünmek (çev.Bilge
Tanrıseven) Ankara : Phoenix Yayınevi
326
PEHLİVAN, İnayet
3 Yönetsel Mesleki ve Örgütsel Etik , Ankara :
Pagem,
PİECZKA, Magda
3 Halkla İlişkilerde Eleştirel Yaklaşımlar ,
Ankara : Vadi Yayınları
POOLE, Ross.
2 Ahlak ve Modernlik (çev. Mehmet Küçük)
İstanbul : Ayrıntı,
ROUSSEAU, J.J.
1 Toplum Sözleşmesi, (çev. Vedat Günyol)
İstanbul : Adam,
SABUNCUOĞLU, Zeyyat. Tokol, Tuncer
2001 İşletme, Bursa : Ezgi,
SAĞLAM, Mehmet
1979 Örgütsel Değişme , Ankara : TODAİE
327
SAKALLI, Nuray
6 Sosyal Etkiler. Kim Kimi Nasıl Etkiler ?,
Ankara : İmge yayınevi.
SARAN, Mine.
6 “Grunig ve Hunt’a göre Halkla İlişkiler
davranışının dört modeli” Düşünceler. E.Ü, İ.F.
Dergisi Yıl : 11 Sayı : 10.
SEYYAR, Ali
2003 Sosyal Siyaset Terimleri (Ansiklopedik
Sözlük) İstanbul : Beta yayınları,
SEZER, Birkan U.
3 “Bir Halkla İlişkiler kavramı olabilir mi?”
Halkla İlişkiler Sempozyumu-87 Ankara :
A.Ü.BYYO,
SJÖBERG, Göran.
1 "Mesleki uygulama için bir Halkla ilişkiler
eğitimi modeli" HDD Altın Kitap, Rota
Yayınları, sayı : 4.
328
SOLOMON, Robert C.; Flores, Fernando
5 İş dünyasında, politikada, ilişkilerde ve
yaşamda Güven Yaratmak (çev. Ahmet
Kardam) İstanbul : MESS,
3 Above the Bottom Line : An İntroduction to
Business Ethics 2. bs., Fort Worth, Tex,
Harcourt Brace Collage Publishers ; McCann,
a.g.m. , s. 123.
SWİNGEWOOD, Alan
7 Sosyolojik Düşüncenin kısa tarihi . (çev. Osman
Akınhay) Ankara : Bilim ve Sanat,
ŞENER, Mustafa
4 İşletmelerde Sosyal Sorumluluk , İstanbul
Teknik Üniversitesi, F.B.E., Yüksek Lisans
Tezi,
SHELDRAKE, Rupert
1990 The Rebirth of Nature, London
329
ŞİMŞEK; Birgül
1999 Yöneticilerin Çalışanlara karşı İş Etiğine
yönelik değerlerin tesbit ve analizine ilişkin bir
çalışma. Eskişehir : Yayınlanmamış Doktora
Tezi,
TEPE, Harun
1998 “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik”, Doğu-Batı, 1(4)
TOFFLER, Alvin
5 Şok : Gelecek Korkusu , (çev. Selami Turgut)
İstanbul : Altın Kitaplar
TOLAN, Barlas
2 Toplum Bilimlerine Giriş , Ankara : Savaş
Yayınları,
TOPÇU, Nurettin
4 İsyan Ahlakı (çev. Mustafa Kök, Musa Dogan)
İstanbul : Dergah,
1990 Sosyoloji, İstanbul : Dergah,
TORLAK, Ömer; ERDEMİR, Erkan
6 “Yönetim Kurulu Üyelerinin Kurumsal
330
Yönetim ve Sosyal Sorumluluk ilişkisine yönelik
algılamaları”, Kurumsal Yönetim Bildiri Kitabı, 4.
Orta Anadolu İşletmecilik Kongresi, Ankara :
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, 13-14
Mayıs 2005.
TORTOP, Nuri
1 Halkla İlişkiler , Ankara : Yargı yayınları,
4 Halkla İlişkiler , Ankara : Gazi Üniversitesi.
BYYO,
TOSUN, Mustafa
1981 Örgütsel Etkililik. Ankara : TODAİE,
TOURAİNE, Alain
8 Birlikte yaşayabilecek miyiz ? (çev. Olcay
Kunal) İstanbul : Yapı Kredi Yayınları
TURHAN, Mümtaz
2 Kültür Değişmeleri . İstanbul : Başbakanlık
yayınevi
TÜRKÇE Sözlük. Türk Dil Kurumu
TÜRKİYE Cumhuriyeti Anayasası
331
ÜLKEN, Hilmi Ziya
2001 Ahlâk., İstanbul : Ülken Yayınları,
YILMAZ, Murat (derleyen)
1995 Medeniyetler Çatışması, Ankara : Vadi.
332