Upload
tranliem
View
275
Download
16
Embed Size (px)
Citation preview
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI
YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI
TÜRK ROMANINDA OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞ SÜRECİNE
YAKLAŞIM
Yüksek Lisans Tezi
Cengiz Karataş
Tez Danışmanı
Doç. Dr. Nurullah Çetin
Ankara – 2003
ÖNSÖZ
Edebiyat, kültürden özellikle de tarihten bağ ıms ız düşünülemez.
Edebiyatı zenginleşt iren öğelerin başında kültürel birikim yer almaktadır. Bir
milletin kültürel geçmiş i ne kadar zenginse edebiyatı da o ölçüde
zenginleştirilebilir. Çünkü roman, şi ir vb. bütün edebî türlerin temelinde
kültürel birikim yatmaktadır. Tarihî roman, bu kültürel birikimin en belirgin
şekilde ortaya çıktığ ı edebî türdür. Tarih ile edebiyatın buluşmas ı olarak da
nitelendirebileceğimiz bu tür, tüm dünyada kabul görmekte ve beğeni ile
okunmaktadır. Tarihî roman türü, tarihî gerçeklere bağlı kalmak kayd ıyla
romancının kendi muhayyilesinde tarihi ete kemiğe büründürmesi, kuru tarihî
olaylara hayat vermesi temeli üzerine oturmaktadır. Tarihî roman yazarının
en çok dikkat etmesi gerektiğ i nokta, tarihten yararlanırken kendisinin bir
tarih kitabı yazarı olmad ığını unutmamasıd ır. Nitekim zaman zaman bu teknik
yanl ışlıktan dolayı tarihî roman yerine tarih kitabıyla yüz yüze gelinmektedir.
Yazar, bazen bilimsel eser yaz ıyormuşçasına bize kaynakça bile vermektedir!
Bu gibi yanlışlara düşülmemesi açıs ından sanatsal eserlerle bilimsel eserlerin
farklıl ığının bilincinde olunmalıdır.
Türk Roman ında Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Sürecine Yaklaşım adlı
Yüksek Lisans çalışmam yukarıdaki ay ırımın farkında olarak hazırlanmış tır.
Söz konusu olan bu tezin edebî eserlerden yola çık ılarak hazırlandığı göz
önüne alınarak tarihle ilgili eleştirlerin dışında tutulması gerekir; Çünkü bu
çalışma hazırlanırken ilk kaynak olarak “Kaynakça” bölümünde verilmiş olan
15 roman esas al ınmış tır. Bu edebî eserlerin tarih ile ne kadar bağdaşıp
bağdaşmad ığı farklı bir tartışma konusudur. Unutulmamas ı gereken bir şey
daha vard ır ki o da, tarihin üzerinde en çok oynamaya müsait bilim
dallarından biri olduğudur. Biz bu çalışmamızda tüm bunlar ı dikkate alarak
mümkün olduğu kadar söz konusu romanlardan yaptığımız yorumları
desteklemeye çal ıştık.
Çal ışmamızın “GİRİŞ” bölümünde Osmanlı Devleti’nin kurulduğu
s ırada Anadolu ve çevresindeki gelişmelere değinilmişt ir . Siyasî, ekonomik
ve sosyal çerçeve ana hatlarıyla ele alınan romanların doğru anlaşılmas ı
açısından verilmiştir.
“Osmanlı Devletinin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Zümreler”
bölümünde Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük hizmetlerde bulunmuş
topluluklara yer verilmişt ir . “Anadolu Ahileri”, “Anadolu Gazileri”, “Anadolu
Abdallar ı”, “Anadolu Bacıları” olmak üzere ayrı ayrı incelemeye tabi
tuttuğumuz bu zümrelerin incelenmesinin kuruluş meselesinin daha iyi
anlaşı lmasına yardımc ı olacağ ına inanmaktayız.
“Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Temel Faktörler”
bölümünde söz konusu olan romanlarda Osmanlı’n ın kuruluşu s ırasında hangi
düşüncelerin ve davranış biçimlerinin rolü olduğuna değ inilmeye
çalışılmaktad ır. Bu bölüm, çalışmamız ın esas ı olmas ı bakımından önemlidir.
Osmanlı’nın kuruluşunda etkin olan 34 değiş ik unsur ve bunlar ın adı geçen
romanlarda ele alın ış ı incelenmektedir. Bu unsurlar, abece sıras ına göre
s ıralanmıştır.
“Osmanlı Devleti’ni Kuran Beylere Yaklaşım Tarzı” adl ı bölümde ise
kuruluş dönemini anlatan romanlarda “Beylere” nasıl yaklaşı ld ığı hangi
özelliklerinin ön plâna çıkarıld ığı ve kuruluş ta etkin rol oynadığı verilmeye
çalışılmıştır.
“Sonuç” bölümünde çalışmamız boyunca ulaşt ığ ımız sonuçları , elde
ettiğimiz hükümleri derli toplu olarak ortaya koyduk. Ayrıca konuyla ilgili
romanların genel olarak dil ve üslûp özelliklerine değ inilmiş t ir .
Çalışmalarımın başından itibaren her türlü yard ımını esirgemeyen
değerli hocalar ım Prof. Dr. İsmail PARLATIR’a ve Doç. Dr. Nurullah
ÇETİN’e, çal ışmalarım s ırasında bana her türlü imkânı sağ layan aileme ve
çalışmalarım s ıras ında faydalandığım eserlerin sahiplerine teşekkürü borç
bilirim.
Cengiz KARATAŞ
Mayıs 2003, Ankara
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ .................................................................................................................................I- III İÇİNDEKİLER....................................................................................................................IV-VI KISALTMALAR LİSTESİ..................................................................................................VII GİRİŞ...................................................................................................................................1-19 1. Osmanlı Devletinin Kuruluşu Sırasında Anadolu, Bizans ve Balkanlar’ın Durumu.....1-6 2. Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Yıllarında Ekonomik Durum............................................7-16 3. Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla ilgili Görüşler............................................................17-19 I. BÖLÜM..........................................................................................................................20-72 Osmanlı Devletinin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Zümreler........................................20-72
1. Anadolu Ahîleri.................................................................................................20-36 2. Anadolu Gazileri................................................................................................36-42
3. Anadolu Abdalları..............................................................................................42-70
4. Anadolu Bacıları................................................................................................70-72
II. BÖLÜM......................................................................................................................73-290 Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Temel Faktörler..........................73-290
1. Adalet...............................................................................................................73-92
2. Akıncılık...........................................................................................................93-95
3. Alçak Gönüllülük..............................................................................................96-98
4. Azim, Sabır ve Kararlılık................................................................................98-106
5. Birlik ve Beraberliğe Verilen Önem..............................................................106-113
6. Devlet Fikri....................................................................................................113-117
7. Din Değiştirme...............................................................................................118-125
8. Dostluk...........................................................................................................125-127
9. Düşmanın Olumsuz Yönlerinin Sağladığı Kolaylıklar..................................127-131
10. Eğitim ve Kültüre Verilen Önem...................................................................131-138
11. Emir ve İtaatlara Önem Verme ve Saygı.......................................................139-140
12. Entrika............................................................................................................140-143
13. Eşitlik.............................................................................................................144-147
14. Fedakârlık......................................................................................................147-149
15. Fetih Ruhu, Genişleme Arzusu ve İdealizm..................................................150-165
16. Geçmişe Verilen Değer ve Sorumluluk Bilinci.............................................165-173
17. Güven.............................................................................................................173-176
18. Hoşgörü..........................................................................................................176-190
19. İhanet..............................................................................................................190-192
20. İnancın Güçlülüğü ve Cihad Fikri..................................................................192-224
21. İstihbaratın Güçlülüğü....................................................................................224-226
22. Kadına Verilen Değer....................................................................................226-230
23. Kız Alıp Vererek Genişleme..........................................................................230-232
24. Meşveret.........................................................................................................232-243
25. Ölüm ve Ahiret İnancı....................................................................................243-245
26. Rüyalar...........................................................................................................245-251
27. Sadakat...........................................................................................................251-253
28. Şeyh Edebalı’nın Rolü...................................................................................253-257
29. Tedbir.............................................................................................................257-262
30. Törelere Bağlılık............................................................................................262-270
31. Vefa................................................................................................................271-275
32. Yardımseverlik...............................................................................................275-283
33. Yeniçeri Ocağının Kurulması........................................................................283-284
34. Yiğitlik ve Kahramanlık.................................................................................284-290
III. BÖLÜM...................................................................................................................290-307
Osmanlı Devletini Kuran Beylere Yaklaşım Tarzı..........................................................290-307 SONUÇ...........................................................................................................................308-320 ABSTRACT KAYNAKÇA A ) İncelenen Romanlar B )Yararlanılan Diğer Kaynaklar
I. Edebiyat Tarihleri
II.Tarihsel Kaynaklari
III. Monografiler IV. Sözlükler, Kılavuzlar ve Antolojiler
V.Tezler
VI. Dergiler
KISALTMALAR LİSTESİ
.
a.e.g: Adı geçen eser
bkz: Bakın ız.
bs: bask ı
C. : Cilt
Enst. : Enstitü
K.B. : Kültür Bakanl ığı
Ktb. : Kitabevi
M.E..B. : Millî Eğitim Bakanl ığ ı
OSAV: Osmanl ı Araş tırmaları Vakf ı
(Osmancık: 12) : Osmancık sayfa 12.
s. : Sayfa numaras ı
S. : Sayı
TÜRDAV: Türkiye Kalkındırma ve Dayanışma Vakfı
Ün. : Üniversite
Yay. : Yay ınlar ı , yayınevi
YKY: Yapı Kredi Yay ınlar ı
27 : 23 : 23. ayet, 27 sure
GİRİŞ
1. OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞU SIRASINDA ANADOLU,
BİZANS VE BALKANLAR’IN DURUMU
Osmanlı Devleti’nin kurulduğu sırada ne gibi gelişmeler olduğunu
tarihsel kaynaklara dayalı olarak bilmek, konumuzla ilgili inceleyeceğimiz
romanların iyi bir şekilde çözümlenebilmesinde ve amacımıza uygun olarak
anlaşı labilmesinde bize alt yapı oluşturacakt ır.
Osmanlı Devleti’nin kurulduğu sıralarda Anadolu’nun ve çevresinin
durumu hiç de içi açıc ı değ i ldir. Kayı aşireti bir taraftan Bizans ve
tekfurlukları , diğer taraftan ise engel tanımayan Moğol saldırılarıyla
uğraşmak durumundadır. Böyle bir atmosferde yap ılmak istenenlerin sağlıklı
sonuçlar verebilmesi için plânl ı hareket etmek gerekmektedir. Ertuğrul Bey,
durumun fark ındadır ve her şeye rağmen barışçı bir siyaset izlemeye devam
etmektedir.
Anadolu Selçukluları’nın 1243 Kösedağ Savaşı’nda Moğol’lara
yenilmesiyle birlikte Anadolu’da siyasî durum değ işmeye başlamıştır.
Kösedağ Savaşı’ndan sonra Anadolu Selçuklu Devleti fiilen idare gücünü
kaybetmiş ve adeta kukla gibi hareket etmeye başlamıştır. Moğollar, ellerine
geçirdikleri Anadolu’nun birçok bölgesinde halka çok büyük zulümlerde
bulunuyordu. Moğolların ağırlıklı olarak faaliyette bulunduğu bölgeler olarak
Orta ve Doğu Anadolu Bölgesi karş ımıza çıkmaktad ır. Bu bölgelerdeki Moğol
baskısından kaçan halk, Moğol’lar ın bask ılarının henüz görülmediği bat ıdaki
s ın ır bölgelerine göç ediyordu. XIII. yüzy ılda Moğol baskısın ın
zayıflamas ıyla birlikte Anadolu Selçuklu Devleti’nin de iyice zayıflamas ını
fırsat bilen beylikler, bağıms ızlıklarını ilân etmeye başladı lar. Böylece
“Beylikler Dönemi” denilen süreç başlamış oldu. Bu beylikler içinde
Karamanoğ lu ve Germiyanoğulları en büyük nüfûza sahip olanlard ı . Fakat
bulunduğu bölge itibariyle Söğüt ve çevresinde bulunmas ından dolay ı bir
uçbeyliği görünümünde olan Osmanlı Beyliğ i , siyasî gelişmeye en elveriş l i
olanıydı .
“Osmanlı Beyliğ i 'nin kurulduğu sırada Bizans İmparatorluğu'nun siyasî
ve ekonomik durumuna gelince; Ortaçağ 'ın en güçlü devletlerinden birisi olan
Bizans, art ık gerileme dönemine girmiş t i . 1071 yılında yap ılan Malazgirt
Savaşı’ndan sonra Bizansl ılar, Anadolu'yu yavaş yavaş kaybetmeye
başlamışlardı . Gerçi Bizanslı lar, bu savaştan sonra Türkleri Anadolu'dan
atmak için birkaç kez daha Türklerle karşılaşmış larsa da, başar ılı
olamamış lard ır. Sultan II. Kıl ıç Arslan'ın 1176 y ılında Bizanslılara karşı
kazanmış olduğu Miryakefalon Savaşı i le Anadolu'nun Türk vatan ı olduğu bir
kez daha bütün dünyaya duyurulmuş tu.
Türklerin Anadolu'daki bu başarıları sonucunda Avrupa'dan gelen Haçl ı
orduları da Bizans Devleti için pek faydalı olmamış tı . Zira bu seferler,
İstanbul 'un tahrip edilmesine ve IV. Haçlı Seferi s ırasında da Latinlerin eline
geçmesine sebep olmuş tu. Latinler, 13 Nisan 1204'te Bizans'ın başkenti
İstanbul 'a girmiş ler, böylece Büyük Constantinus zamanından beri ele ge-
çirilmesi mümkün olmayan bir şehir olarak bilinen İstanbul, Haçlılar 'a teslim
olmuş tu. Flandre kontu Boudouin'in İstanbul 'da Latin Devleti 'ni kurduğu bu
s ırada, III. Aleksios'un meşhur komutanlarından olan Theodoros Laskaris,
Anadolu'ya kaçarak İznik'te bir devlet kurdu, İznik Devleti , İstanbul 'u
Latinlerden almak için 57 yıl mücadele etti . Nihayet Palaeologoslar sülâlesi
1261 yıl ına Latin İmparatorluğu'na son vererek tekrar İstanbul'a hâkim oldu.
VIII. Mihail, 15 Ağustos 1261'de parlak bir merasimle İstanbul 'a girerek
idareyi eline aldı . Bu s ırada imparatorluk her bakımdan zayıflamış , arazisi
küçülmüş ve ordusu dağ ılmış tı . Mihail Palaeologos, bu şartlar içinde Latin
İmparatorluğu'nun yerine Bizans İmparatorluğu'nu yeniden kurmaya
çalışırken Anadolu'daki siyasî durum, Bizans'ın lehine dönmeye başlıyordu.
Bu tarihlerde Anadolu, Moğol istilâs ına uğramış ve Selçuklu Devleti
İlhanl ı nüfuzu altına girmişt i . Buna rağmen Bizansl ılar, zayıf durumda
oldukları için Anadolu'nun bu kar ışık döneminden faydalanamadılar. Mihail
Palaeologos'tan sonra imparator olan II. Andronikos (1282-1328) zamanında
ise, Anadolu'da yepyeni bir kuvvet ortaya çık ıyordu. Selçuklu Devleti
toprakların ın Bizans s ın ırlarında kurulan Osmanl ı Beyliği , Osman Bey'in
yönetiminde hızla gelişmeye başlamış ve daha kuruluş yı l larında Bizans'a ait
pek çok kale fethedilmişt i . Bu Türk akınları karşısında Bizans'ın durumu
oldukça zayıf kalıyordu. Bizans'ın İznik Devleti zamanında kurulan savunma
sistemi yık ılmış ve ülke, dış tan gelen hücumlara karşı koyamaz duruma
düşmüştü. 1261 yı lında devletin tekrar İstanbul 'a taşınması hadisesi, Bizans'ın
Anadolu'daki savunma sisteminin zayıflamasına sebep olmuş tu. Devlet
merkezi bu hadiseden sonra doğu sınırlarından uzaklaşmakla kalmamış , aynı
zamanda imparatorluk siyasetinin ağırlık noktas ı batıya kaymış t ı . Bunun
yanında Türk kuvvetleri gittikçe sın ır bölgeleri üzerine yükleniyor ve Bizans
şehirleri ancak bazı yerlerde karşı koyabiliyordu. Daha 1300'lerde Bursa,
İznik ve İzmit gibi bir kaç önemli şehir dış ındaki yerler, Türklerin eline
geçmiş t i .
Osmanlı Devleti 'nin kurulduğu sırada Bizans İmparatorluğu'nun askerî
yapıs ı Anadolu'daki Türk yayılmas ın ı durduracak güçte deği ldi. Bunun
yanında devletin dinî ve ekonomik durumu da kar ışıktı , imparatorluk dinî
münakaşalar yüzünden bir türlü huzura kavuşamad ığı gibi, halk da ekonomik
s ık ıntı çekiyordu. Bitinya, Frigya ve Paflagonya gibi bölgelerde Bizans sınır-
larını koruyan halk, daha önce vergilerden muaf tutulduğu halde, Andronikos
ağır bir vergi koymuş , bunun neticesinde de sınırlarda yaşayan halkın
nefretini kazanmıştı . Ayrıca derme-çatma bir orduyla Bitinya'nın müdafasına
gönderilen askerler, erzak yollanamadığı ve maaş ları da düzenli ödenemediği
için dağılmak zorunda kalmıştı .
Osmanlı Devleti 'nin kurulduğu s ırada, Bizans'ın batısındaki
Balkanlarda da kuvvetli bir devlet yoktu. Bizans'ın 1204'de Haçl ı lar
tarafından işgali s ırasında İstanbul'dan kaçan bir kıs ım Bizanslı lar,
Yunanistan'da Epiros Devleti (1204-1340) ve Tesalya'da Tesalya Devleti 'ni
(1271-1318) kurmuşlardı . Bulgaristan'da ise II. Bulgar Devleti (1186-1393)
vardı . Sırbistan'da da XV. yüzyı l ortalarına kadar hüküm süren Sırp Krallığı
bulunuyordu. Bu devletler, hem kendi aralarında mücadele ediyorlar, hem de
Bizans İmparatorluğu'na karşı savaşıyorlard ı .
Balkanlar 'da bulunan bu devletlerin en kuvvetlisi olan Sırplar, bütün
Balkanlar 'ı hâkimiyetleri altına almak istiyorlardı .
Fakat bu sırada Balkanlar 'da siyasî bir birlik olmad ığı gibi, dinî ve
sosyal beraberlik de yoktu. Halk, derebeylerin zulümünden ve vergilerin
fazlalığından usanmıştı .
Görüldüğü gibi Osmanl ı Devleti, gerek Bizans'ın, gerekse Balkanlar 'in
oldukça kar ış ık ve zayıf olduğu bu dönemde ortaya çıkmış tı .” 1
Mustafa Necati Sepetçioğlu, Konak romanında Moğolların yaptığ ı
zulümü dile getirmekte ve Türkmen’in bir yer yurt bulup yerleşmeye
çalışırken hepten göçebe duruma düştüğünü ifade etmektedir. Moğol
saldır ılar ı durmaksız ın devam etmektedir. Kimsenin ağzının tad ı kalmamış tır.
“Giden gidene, kaçan kaçana” dır. ( Konak: 21 )
Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Osmanoğulları adlı roman ında ise Osmanlı
Devleti’nin kurulduğu yı l larda Anadolu’nun genel durumu uzun uzun
anlatılmaktad ır. Roman kurgusunun, bu bilgiler üzerine inşâ edilmesi
açısından yazar tarafından gerekli görülmüş olabilir. Fakat yaklaşık on
sayfalık bu bilginin roman içerisinde verilmesinin roman sanatı açıs ından bir
zaaf teşkil ettiğ i kanaatindeyiz. Zira yazar, tarih kitabı mı yoksa sanat eseri
mi ortaya koyduğunun fark ında olmalıdır. Zaman zaman Feridun Fazı l
Tülbentçi, romanında dipnotlar ve kaynakça da vererek belgesel roman örneği
vermeye çalışmıştır. Fakat tarih kitaplarından birebir al ınan bu bilgilerin
roman kurgusu içerisinde eritilmemiş olması , eğreti durmasına sebep
olmuş tur. (Osmanoğulları: 439, 588 vd. )
Cavit Ersen’in Osman Gazi roman ında ise Osmanlı Devleti kurulduğu
s ırada Anadolu’nun nas ıl bir dinî yapı içerisinde olduğuna değinilmişt ir .
Ülkede mezhep ayrılıkları çok fazlaydı . Selçuklular, Horasan ve İsfahan’dan
1 Osmanlı Ansiklopedisi, İz Yay. , İstanbul 1996, s. 56 - 57
geldiğinde sünnî Müslümanlığ ı yaymaya çal ışıyorlardı ve Abbasî halifesine
bağlıydılar. Bunun yan ı sıra Anadolu’da Bat ınî tarikatlar da vardı . Baz ı
zaviyeler ve tekkeler ise işler durumdayd ı . Konya’da Mevlânâ Celâleddin-i
Rumî’nin Mevlevîlik tarikat ı hızla yayılıyordu. Konya bu tarikat
mensuplarının ortağı durumundayd ı . Rufaîlik, Nakş ibendîlik ve Kadirîlik gibi
tarikatlar da Anadolu’da görülmekteydi.
Bunlar ın yanı sıra özellikle göçebe Türkmenler arasında yaygın olan
tarikatlar vardı . Göçebe Türkmenler, topluluklar halinde yaşarlar, ekerler,
biçerler, öşür vermezler, kar ışanları olmazdı ; fakat bunlar arasında
Bektaş î l ik, Kalenderîlik, Kız ılbaş lık, Tahtacılık vb. uygunsuz tarikatlar
yayg ınlaşmış tı . Bunların başındaki Şeyhler, babalar, dervişler hızla
tarikatlar ın ı yay ıyorlardı .
Doğu’dan gelen Moğol istilâsı sebebiyle s ığınma ihtiyacı hisseden
halkın içinde bulunduğu ruhsal durumdan da faydalanan babalar, şeyhler,
dervişler halkı kolaylıkla uygunsuz tarikatlarına çekiyordu. Sünnîler ise, bu
gibi bat ınî mezhep ve tarikatlarla mücadele ediyorlardı . Kısacası Anadolu,
dinî anlamda da kaynayan bir kazan gibiydi ve dinsel bir ihtilâlin pençesine
düşmüştü. (Osman Gazi : 52)
2. OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞ YILLARINDA EKONOMİK
DURUM
Osmanlı Devleti , kuruluş dönemi itibariyle ekonomik anlamda çok iyi
durumda deği ldi. Moğol ve Bizans sald ırıları sonucu genel bir ekonomik
s ık ıntı vard ı . Tüm bunlara rağmen Osmanoğulları Beyliğ i , kendini
toparlamas ın ı bilmiş ve ayn ı zamanda bölgede denge siyaseti izleyerek hem
Beyliğ ini büyütmüş hem de uygun ortam doğmadan mümkün olduğu kadar
savaşa girmemeye çalışmıştır. Osmanlı Beyliğ i , büyümesini daha fazla
bar ışçıl temeller üzerine oturtmuş tur. Almak istediği yeri elde edebilmek için
önce bölge halkının sempatisini kazanmaya çalışmıştır. Beyliğ in büyüme
plânının temelinde savaştan ziyade “hoşgörü” yatmakta olup en son çare
olarak savaşa baş vurulmuş tur. Köprülü’nün naklettiğine göre “kuruluş”
aşamas ında her ne kadar birçok ekonomik imkânsızl ık varsa da Beyliğ in
bulunduğu konum itibariyle zenginleşmeye başladığını ve XIV. asrın
başlarından itibaren de ekonomik durumunu iyice düzelttiğini ortaya
koymaktad ır.
“XIV’üncü asır başlarına aid olarak Ermeni Haython’un Türkiye’yi çok
zengin, oldukça iyi gümüş ve şab mâdenlerine mâlik, şarab, buğday ve
meyvası mebzul, zengin hayvan sürülerine ve güzel atlara mâlik bir memleket
olarak göstermesi, sonra, XIV’üncü asır ilk nısfına aid İslâm menbalarınında
Türkiye’nin bolluğundan ve ucuzluğundan bahsetmeleri , her halde,
memleketin iktisadî vaziyetinin umumiyetle yükselmiş olduğunu
anlatmaktadır. Bütün bunlar, Anadolu’nun, bilhassa Baybars istilâsından
Gâzân’ ın saltanatına kadar geçen zaman esnasında olduğu gibi, iktisâden kötü
ve sıkıntıl ı bazı devirler geçirmekle beraber, bu vazıyetin sonradan
düzeldiğini gösteriyor. Ehemmiyeti i t ibariyle kuvvetli bir tenkid-i tarihî’ye
yani uzun uzun münakaşa ve mülâhazalara lüzum gösteren bu karışık
mes’eleyi burada b ırakarak ve şehir teşkilâtına ait izahlara geçelim.”
(Köprülü: 55- 56)
Kuruluşun tamamlanmasından hemen sonra h ızlı bir şekilde
teşkilâtlanmaya gidildiğine işaret edilmekte ve şehirlerde yaşayan halkın
büyük kısmın ın devletin hizmetinde çal ışan insanlar olduğu üzerinde
durulmaktadır. Bu bize -dolaylı olarak da olsa- devletin hızla yapı laşmasını
tamamlamaya başladığını ve ekonomik alanda halkın birçoğuna istihdam alanı
oluşturduğunu göstermeketedir:
“Şehir halk ının mühim bir tabakasını , devlet hizmetinde bulunan yahud
devlet bütçesinden geçinen kimseler teşkil eder. Pâyı tahtta, merkezî idare
mensubları oldukça kalabal ık bir sınıf teşkil ettikleri gibi, büyük idare
merkezlerinde de mahallî idareye mensub olanlar epeyice kalabalık bir zümre
vücûda getirirler.” (Köprülü: 60)
Kemal Tahir, Devlet Ana romanında halkın kuruluş sırasında yoksulluk
içinde olduğunu, yer yer yoksulluktan k ırı lma noktasına geldiğini, zaman
zaman tekfurlar ve çevreleri , tarafından küçümsenecek hâle düştüğünü
vurgulamaktadır. Gelirinin büyük bir kısmın ı akıncı lıktan elde eden
Osmanoğulları’n ın uzun zamandır akına gitmediğ ini ve bu sebeple de iyice
yoksullaştığını ve artık akın zamanının geldiğini belirtmiş t ir:
“ — Bar ış ı biz mi bozduk? Hayır! «Bozalım» mı demekteyiz? Hayır!
Dev gibi yiğidimizi yediler, malımızı sürdüler. Suç bizden gitmiştir, Tanr ı ,
hakl ıdan yanadır ve de bir gün önden davranmak gerektir. Gayet gerektir.
Düşman ın aranması kaldı mı? Bizi vuran ok, Karacahîsar oku.. iz, Karacahîsar
toprağına girmiş . . . Martalos'la neyi sezinlemeğe çabalamaktay ız bakal ım?
Yiği t lerin kursakları eti , yağ ı , unuttu çoktan.. . Yoksulluk yakamıza yap ış tı ,
bizi yere çald ı . Çevrede ne denilmektedir Hasan Nakip, kulağını kes ardına at,
dinle bakalım! «Ertuğrul? Bey'in milleti gibi kıl ıksız» lâfını , atasözü etti
komşularımız, bizi gönül eğ lentisi yapt ı . Karılar ne demekteymiş , tekfur
hisarlar ında heriflerine... «Şu üstüne başına bak! Türkmen karı lar ına döndün,
sen hiç utanmaz mısın?» demekteymiş!. . Bebeler büyümez oldu, açlıktan...
Delikanlılar kılıç taşıma gücünü yitirdi. Gelinler yüklerini düşürür oldu,
imrentiden.. . Kırı lmaktayız durduğumuz yerde, külufak olmaktayız! Günaht ır
ve de Keş iş Dağ ı gibi vebali vard ır. Yeter olmuş tur, gün günden beter
olmuş tur ve de bıçak gelip kemiğe dayanmış tır. Vurulsun «Akınd ır» davulları ,
gayret kemerleri yedi yerden perkitilip kolanlar sıkı lsın! Bileyli k ılıçlar
tak ını lsın! Okları sadaklara doldurup kirişleri yenilesin yiğ i t ler! Bundan geri
bar ış çürüktür, ve de, ya devlet başa, ya kuzgun leşedir. Bayraklar aç ıla,
yiği t ler yürüye, Karacahisar toprağına deprem, tekfuru hayın Aksantoz'un
yüreğine ölüm korkusu düşe.. . Uğraşta akında, yiği t lerimizin, eskisi gibi,
suyun seline, ataşın alafına, denizin boğucu yeline benzediği biline.. .”
(Devlet Ana: 139)
Osmanlı Beyliğ i’nin destekçisi olan Anadolu Selçuklu Devleti , uzun
süren Moğol istilâları karşısında iyice zayıflamış ve kendisine bile hayırı
olamayacak dereceye düşmüş tür. Uzun süren savaşlar sonucu halk iyice
fakirleşmiş ve “paran ın görüntüsü” nü bile unutacak dereceye gelmiştir.
Kemal Tahir, dönem itibariyle halk ın içinde bulunduğu durumu son derece iyi
dramatize etmiş tir. Buna göre halk, adeta insan eti yiyecek boyutta sefalet
içerisine düşmüş tür. Bu durum, “İlhan fermanı , Sultan buyrultusu, vezir emri,
kadı hükmü“ nün geçersizliğ ine yol açmış tır.
“«Halkta paranın görüntüsü unutulup mal adına hiç bir kırıntı
kalmamış tır, insan, giyeceği dökülüp cavlağa dönüp birbirine düşüp vuruşup
kaçup koğalaşıp yetişen yetiştiğini basıp bozup kesip biçip âdem eti yemek
derecelerine gelmişt ir .» buyurdu Konya'deki Şeyh kardaşın ız! Dediğine
göre Şeyhim, Sultan kaç para, ilhan'ın fermanını dinleyen kalmamış . . . Vazife
umanlar, bir boy sürüp Tebriz'e varıp zorlu Moğol Beylerinden birine yanaşıp
rüşveti sunup arka peydahlayıp şuranın kadılığını , buranın sancakbeyliğini ya
da berinin subaş ılığ ını kap ıp savuşmaktaymış . . . Şeyh kardaş ınız dedi ki,
«Ş imdi mansap rezildedir / Ruspi elinde zildedir» dedi. Rüşvetle vazifeye
konanlar önce rüşveti Çıkarmaya bakıp verginin kat kat artığını toplayıp
uygun kadarını kapılandığı Moğol Beyine salıp sürdürdüğü kadar sürdürüp
savuşup yerine gelen al ınmış vergiyi yeniden arayıp alamayınca yukarıya
yazıp çeri isteyip zora bindirip gelen çeri de kendini bedava besletip fazladan
bulduğunu kapup alıp bulamadığını sopa gücüyle çıkartmaya çabalayıp
ilhanl ığa bir kuruş göndermeyip masraf diye Sultanı ıht ırıp s ık ıştırıp altındaki
seccadeyi sattırıp cebe indirip kışlağına giderken de yol boyu kap kaçak,
tüten ocak komayıp ülkeyi bat ırıp reaya fıkaras ın ın kütükte, ev baş ına, yüz
ölçek buğday, elli ölçek şarap, iki torba pirine, üç torba çeltik, şu kadar kulaç
yeni urgan, bir tek demir temrenli ok, bir tek nal, davarda yirmide bir, bir ak
gümüş ve de yirmi kızı l akça vergisi görünüp katiyen ödenmemiş say ılıp
veremeyenin kızını oğ lanını , yoksa körpe gelinini esir götürmekte imişler.
Şeyh kardaşınıza «Argun İlhan'ın k ırk bin kiş iyle İznik'ten gelin almaya gelip
gelmeyeceğ ini» sormuşsunuz. Güldü ki ne kadar.. . «Bre Kaplân Çavuş ,» dedi,
«bugün sürdün geldin, yolların halini gördün, konaklayıp at değ işt irdin,
yemledin, yedin,» dedi, «kırk bin kişiyi bırak, k ırk kiş iyi taşıyacak yol,
bar ındıracak konağı , geçtim; gölgesinde soluklanacak ağaç kalmış mı yol
boylarında? Dolusunu b ırak, boş ambar, damı göçmemiş ahır, gördün mü?
Suvaracak çeşme, körelmemiş kuyu. geçilir köprü, var mı? Kış ın taşkın ın ı
batağ ın ı , yazın kurağ ını çorağını nasıl aş ıp gelin almaklığa gidecek ve de alıp
dönebilecekmiş bu k ırk bin kişi?» dedi. Doğrudur Şeyhim, yollarda yolluk,
kervansaraylarda kervansarayl ık kalmamışt ır. Köyleri geç, adı belli kasaba
pazarlarında bir tutam ota, bir avuç arpaya, yumruk kadar ekmeğe ağırlığınca
altun versen bulunmaz. Kira hayvanı göke çekilmişt ir , değme Arap atlarını
beğenmez beyler ağalar, sözüm burdan dışarı , eşek bulamaz olmuş tur. Eğer
bizim dünya durdukça durası Ahî zaviyelerimiz desteklemese, Konya'ya bir
ayda var ılacağı şüphelidir ve de gerisin geri, sağ-esen, gelinebileceğinde
kuşkum vard ır. Kısası Şeyhim, Konya'n ın Selçuk Sultanl ığ ı 'nı öldü bilmeli,
kendi gücümüzden gayrısına hiç güvenmemeli. İlhan ferman ı , Sultan buyrul-
tusu, vezir emri, kadı hükmü kalmamış tır. Tutulacak işler bu hesapça
tutulmalıdır.” (Devlet Ana: 465)
Halk ın ekonomik durumu zaten iyi değ ildir; buna ek olarak bir de
Osmanoğulları’n ın uzun zamandır akına ç ıkmaması sefaletin derecesini bir
kat daha art ırmış tır. Fakat ak ınlar için en uygun zaman beklenmektedir. O
zaman geldiğinde her şey yavaş yavaş yoluna girecek, XIV. asr ın ilk
yar ısından itibaren ise halk rahata kavuşmaya başlayacak, devlet olmanın ilk
adımlar ı atı lmaya baş lanacaktır. Zira “yaşatmak için yaşamak” gereklidir. Bu
düşünüş , devlet için de geçerlidir. Devlet Ana’da Kemal Tahir, toplumun
değiş ik zümrelerine ait halkın içinde bulunduğu durumu çok çarpıcı bir
şekilde gözler önüne sermiş t ir . Halk açt ır, halk susuzdur, halk uzun zamand ır
et yüzü görmemiş t ir , adeta çapulcu gibi giyinmek durumuna düşmüştür. Ama
tüm bunlar geçicidir ve ileriye yapı lan yat ırımların kısa vadedeki yalancı
görüntüsüdür. Çünkü rahat ve huzurlu günler yakınd ır.
"Yıllardan beri orta halliler eti iki üç ayda bir yiyebiliyorlar,
yoksullarsa, ancak kurban bayramından kurban bayramına görebiliyorlardı .
Hayvanlar az olduğundan yağ , peynir, hattâ yoğurt bile çok azalmış , uzayan
bar ış Söğüt kadınlarını yemek işinde gerçekten bunaltmış tı . Koyun keçi
h ırsızlıkları gitgide artıyor, Kara Osman Bey nedenini bildiği için, çok
k ızdığı halde, hırsızların ardına pek düşmüyordu. Arada bir dayanma gücünü
yitiren derviş tak ımı , batakta baş ıboş gezen yabanîleşmiş kara sığır avına
ç ıkmakta, sürüp sıkıştır ıp yıktıkları kocaman bir mandayı , hemen parçalay ıp
s ırtlayıp bir kuytuya taşıyarak derisine kadar yiyip tüketmekteydi. Böyle
sürek avlarında Karacahîsar savaşç ılarıyla Çatışmak, daha beteri Osman
Bey'in yasağını dinlemediklerinden sopalanmak korkusuyla, nişanına
bakılamadığı için. Söğüt varl ıklılarının hayvanlar ı da kazaya uğruyordu.
Hasıl ı Söğüt'te her ev her akşam, ocağ ını mutlaka yakmaktaydı ama,
kuru ekmekleri gevretmek için.. .Yağı alınmış ayran çorbası bulunursa ne
devlet!. (Devlet Ana: 108)
Osmanlı’nın ilk zamanlarında vergi yoktur. Hatta Osman Bey vergi
kavramından bile haberdar deği ldir. Çünkü onun felsefesinde her şey
çalışmanın karşılığ ındad ır, hiçkimse çalışmadan kimsenin malına ortak
olamaz. Kendisinden bir pazarın bacın ı kiralamak isteyen birisine Osman
Bey’in tepkisi de çok sert olmuş tur: “Bir kişi malını kendi eli i le kazanmış
ola, bana ne borcu var ki bedava akçe vere?.. .” Osman Bey’e çok ters gelen
bu fikir orada bulunan Akçakoca’nın Osman Bey’e kendisi için olmasa bile
Devlet için böyle bir uygulamaya gidilmesinin zorunluluğunu anlatması
üzerine Osman Bey tarafından kabul edilmişt ir:
“— Osmanoğlu Devletinin, bu ilk kanunudur ki, Yenişehir pazarında
hukmoluna. Her kim pazara bir yükü satmağa getirirse iki akçe verecektir .
Satarsa verecektir . Eğer satamazsa hiçbir şey vermiyecektir.”
Osman Bey ile pazarın bacını isteyen kiş i ve Akça Koca aras ındaki
konuşmalar şu şekilde cerayan etmişt ir:
“. . . . .pazarı gezerken aklıma bir şey geldi. O gelen şeyi var ıp Osman
Beye teklif edeyim, dedi.
— Ne imiş bu aklına gelen şey?
— Bey, Yenişehir pazarının bac ını bana verir misin? Osman Gazi
hayretle gözlerini açtı :
— Bac mı? Bac nedir?
— Bac şudur Bey: Pazara her kim yük getirirse ondan akçe almak...
Bu akçeyi kim alacak?
— Ben alacağım, Bey.
Osman Gazi dönüp önce Akçakoca'nın yüzüne baktı , sonra adama
döndü. Hayreti büsbütün artmış tı :
— Bre kiş i! Yenişehir pazarına gelenlerden alacağın mı var ki
bunlardan akçe almağa kalkarsın?
— Bu bir âdettir Bey, dedi adam sakin sakin.. . Her büyük ilde vardır
bu.. . Her devletteki ilde Sultan için her yükten akçe alırlar.
Osman Gazi kaşlarını çattı :
— Bre bu Tanr ı buyruğu mu, peygamber kavli midir? Yoksa her ilin
sultanı bunu kendi mi ortaya koyar?
— Sultan türesidir bu Bey, evvelden beri böyledir.
Osman Gazi 'nin sakalları t i tremeğe başlamıştı . Yumruklarını s ıkmış ,
burun delikleri aç ılıp kapanmağa baş lamıştı . Diş lerini sıka s ıka bağırdı :
— Bre yürü ırak! Bu arada durma ki sana bir ziyan ım dokunur. Bir kişi
mal ını kendi eli i le kazanmış ola, bana ne borcu var ki bedava akçe vere?.
Adam korktu, geri geri çekildi, fakat kap ıya yaklaş tığı sırada Akçakoca
eliyle işaret edip onu durdurdu, sonra Osman Gazi 'ye döndü :
— Bey, artık bir devlet başısın, sultans ın. Sana bu akçe gerekmese de,
senin bu akçeye hacetin olmasa da, pazarı bekleyenlerin var, o bekleyenlere
olsun bir nesnecik verirler ki. emekleri boşa gitmeye.. . Bugüne kadar gelmiş
geçmiş devletlerde, hâlâ yaşamakta olan devletlerde bu böyledir.
Osman Gazi dalgın dalgın Akçakoca'nın yüzüne bakt ı:
— Benim pazarı bekleyenlerim yok ki. . .
— Bundan sonra olması gerek.
— Ya kimler beklerler?
— İşte (Akçakoca kap ıdaki adamı gösterdi) karşında Germiyan'dan
ç ıkagelmiş biri var, bu iş i ona ver. Aldığı bac'dan bir kısmını senin devletine
b ırakır, bir kısmın ı kendi alır. Böylece pazar ın güveni de korunmuş olur.
Osman Gazi başını pencereden d ışarıya çevirerek bir müddet düşündü, sonra
ihtiyar Türkmene seslendi. Yaz ı yazar Ahî müridlerinden birini çağırtt ı , ona
şunları dikte ettirdi :
— Osmanoğ lu Devletinin, bu ilk kanunudur ki, Yenişehir pazarında
hukmoluna. Her kim pazara bir yükü satmağa getirirse iki akçe verecektir .
Satarsa verecektir. Eğer satamazsa hiçbir şey vermiyecektir .” (Ovaya İnen
Şahîn: 156 vd. )
Bu yukar ıdaki alınan ilk vergi olan pazar bacından sonra ikinci bir
vergi olarak da “ köprü vergisi” alınmaya baş lamıştır. Köprüden geçen herkes
âdil bir şekilde bu vergiyi vermekle mükelleftir. Yalnız savaşa giden gaziler
bu vergiden muaftır:
“Rahman gelir gelmez Dursun Fakih ağzın ı açt ı; sesi derin, karş ı
gelinmez, inanmış tı; kesindi: «Osman Beyin ad ına Karacahîsar Kadısının
ağzından söyleniyor subaş ı Rahman Ağa eyce dinle hemi de bir kelimesini
unutma. Sıkı ezberle hemi de sıkı kovala sonunu göreyim seni. Şöyle ki:
Birr. . Yeni köprüden geçen her bir yayadan bundan böyle bir Yirmi akçenin
onda biri nisbetinde geçiş parası alınacakt ır. Eğer Türkmen eğer yerli halk,
eğer gazi eğer başı ı bozuk, eğer derviş , kiş inin kan ına ve cinsine cibilliyetine
bakılıp ay ırt edilmeden alınmalıdır bu para . İkiii. . Atlıdan, sürüden,
kervandan ne al ınacağı ayrıca yaz ılıp köprünün her iki başına asılacakt ır,
Gazâya giden gaziler bu ücretten bağışlanmış tır, böyle biline.” (Çat ı:101)
Görüldüğü gibi Osmanl ı Devleti’nin ilk zamanlarında durum hiç de iç
açıcı değ i ldir. Belli başlı gelir kaynakları akınlarda elde edilenler, ufak tefek
vergiler, hayvanc ılık ve tarımd ır. Ama bu durum h ızla gelişmeye baş layacak;
artan fetihlerle birlikte halkın refah seviyesi de yükselecektir.
Osman Bey’in amcası pazar bacı konusunda da Osman Bey ve
arkadaş larının düşüncelerine muhalefet etmeye çalışmış tır. Pazar bacının Bey
için gereksiz olduğunu ve Bey’in halktan vergi toplamasın ın yanl ış olacağını
düşünmektedir. Ama Dündar Bey’in unuttuğu bir şey vardır o da “yaşatmak
için yaşamak” ve devletin bekâsı için çalışanlar ına birşeyler vermesi gerektiği
ve artık beylikten çıkıp devlet olma yoluna girildiğ idir. Devlet Ana’da Kemal
Tahir, Dündar Bey’in bu düşüncelerini şu şekilde vermiş tir:
“ Evet, halvette en uzun çekişme, pazar bacı üstüne olmuş . . . Amcanız
Dündar Bey, demiş ki, «Türkmen'de 'pazar bacı ' yoktur, tımar dağ ıtmak,
reayayı , toprağı deftere yazmak' yoktur ve de hazine toplamak gazi töresine
s ığmaz.» demiş . . . «Gazilikte, bir elden alınır, öbür, elden verilir.» demiş . . .
«Baç almak, defter kalem danışman gâvurluğudur, kitabımızın kavlince
küfürdür. Çünkü savaşta alın teriyle elde edilmiş mal değildir, askere ha-
ramd ır.» demiş . . . «Çünkü Müslümanl ıkta gerek zekât, gerek sadaka
yoksulundur. Bey kesesine giremez. Mal ı parayı gâvur kazanır, Müslüman
bulduğu yerde alır, keyfi nasıl isterse yer tüketir. Beyliğ i mal biriktirmek,
hazine peydahlamak yıkar. Çünkü beyi kasıntıya sürer, pintiliğe alıştır ır,
doğruluktan ayırır.» demiş . . . «Tarih kitaplarında yazıl ı . . . Beyin mal toplaması
ülkeye kıt lık düşürür. Nitekim, topladığı , sonunda düşmana kalır.
Şeriat ımızın töresince Beye hazine gerekmez!» diye bağırmış . . .” (Devlet Ana:
509)
3. OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞUYLA İLGİLİ GÖRÜŞLER
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili çeş i t l i görüşler ileri
sürülmektedir. Bu görüşlere kısaca değ inmenin çalışman ın doğru
sonuçlandır ılması aç ısından faydalı olacağına inanmaktay ız. Osmanl ı’n ın
kuruluşu ile ilgili en yaygın görüş ler şunlard ır: 2
1. Gibbons: Osmanlı Devleti’nin 400 çadırlık bir aşiretten yeni ortaya
ç ıktığ ın ı belirtmektedir. Gibbons, Osmanl ı Devleti’nin geniş lemesini yeni
kabul etmiş olduğu din ile birlikte elde ettiği heyecana bağlamaktad ır. Yazar,
Osmanlı lar’ın Müslüman oluşunu ise Moğollardan kaçarken Anadolu’ya
yerleşmeleriyle açıklamaya çalışmıştır. Osmanlı’nın Müslümanlığı kabul
ettikten sonra Müslüman olmayanları da zorla Müslümanlaş tırdıkların ı i leri
sürmüş tür. Osmanlı’n ın 400 çadırlık bir aşiret olmas ına rağmen dine dayanan
bir Osmanlı ırkı meydana getirerek kısa sürede büyüyüp genişlediğini
belirtmektedir. Fuad Köprülü, Gibbons’un bu görüşlerini, özellikle de “zorla
Müslümanlaşt ırma” ve “dinî sebeplerle genişleme” görüş lerini ş iddetle
eleştirmişt ir .
2 Akgündüz, Ahmet – Öztürk Said, Bilinmeyen Osmanlı, OSAV Yay., İstanbul 1999, s. 31- 34.
2. Paul Wittek: Osmanlı Devleti’ni kuran kadroların tam bir “gazi devlet”
ortaya ç ıkarmak istediğini ortaya koymuş ve Osmanlı’nın kuruluşunu izlediği
“hoşgörü politikas ı” na bağlamış tır.
3. F. Giesse: Osmanl ı’n ın kuruluşunu “maneviyat erenleri” ve “ahilerin etkin
rolü”ile açıklamaya çalışmaktad ır.
4. Iorga: Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu ve hızla büyümesini “Birlik”,
“Muhafazakârlık” ve “Hoşgörü” politikası sonucu uzun süredir baskı ve
zulümden bıkmış olan köylü ve asker s ın ıfının düşünmeksizin Osmanl ı’ya
kat ılmasına bağlamaktadır. Mensubu olduğu Balkan tarihçilerinin de görüşleri
hemen hemen onunkisiyle paraleldir.
5. Fuad Köprülü: Köprülü, Gibbons’un görüşlerine ş iddetle karşı çıkar. F.
Giese’nin ahilik ve din merkezli düşünmesini de abartılı bulur. Köprülü,
Osmanlı’nın kuruluşunu “Ahlat’tan Domaniç’e gelen Ertuğrul Bey ve neslinin
insan yapısıyla” açıklamaya çalışmaktad ır. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin
Kuruluşu adl ı eserinde kuruluş meselesini tüm yönleriyle ele alm ış ve şu
özelliklerin kuruluşta etkili olduğunu belirtmiştir:
1. Türkmen’lerin sahip olduğu gaza ruhu
2. Bizans toprakların ı İslâmlaş tırmak istemeleri
3.Selçuklu’nun zayıflaması ve çökmesi
4. Bizans’ın içinde bulunduğu karmaşık dönem
5. Anadolu Beylikleriyle iyi geçinme
6. Türklerin sahip olduğu etnik özellikler
7. Gazilerin, abdalların, ahilerin ve bacıların rolü
8. Osmanlı Beyliği’nin yerleştiği konumun elverişl i l iğ i
6. Halil İnalcık: Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun tamamen “muhafazakâr”
bir yapı taşıdığını belirterek âni bir fetih ve yerleşmenin söz konusu
olamayacağ ı üzerinde durmaktadır.
7. Ahmet Akgündüz: Bilinmeyen Osmanlı adlı eserinde böyle bir konuyu bir
tek sebebe bağlaman ın yanlış olacağını ifade etmiş ve şu etkenlere vurguda
bulunmuştur:
1. Kayı’ların etnik özellikleri ve jeopolitik konumunun geniş lemeye
elverişl i oluşu
2. Bizans’ın iç karış ıklar ile uğraşmas ı ve halk ını bıktırmas ı
3. Osmanlı Devleti’nin izlediği “İslâm Hukuku” politikası
I. BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞUNDA ETKİN ROL OYNAYAN
SOSYAL ZÜMRELER
1. Anadolu Ahîleri ( Ahîyân-ı Rûm )
2. Anadolu Gazileri ( Gâziyân- ı Rûm)
3. Anadolu Abdalları ( Abdâlân- ı Rûm )
4. Anadolu Bacıları ( Bâcıyân-ı Rûm )
1. Anadolu Ahîleri ( Ahîyân-ı Rûm )
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu kolaylaşt ıran diğer bütün etkenlerin
d ış ında şüphe yok ki birleş t iricilik açısından “Ahîlik” çok önemli bir yere
sahiptir. Ayrıca Osman Bey’in bir ahî şeyhi olan Edebal ı’nin k ızı Mal Hâtun
(bazı kaynaklarda bu isim, Bâlâ Hatun) ile evlenmesi kuruluş aşamasında olan
Osmanlı Devleti’ni olumlu yönde etkilemişt ir . Osman Bey Mal Hâtun ile
evlendikten sonra yavaş yavaş Ahî teşkilâtının içerisine girmiş t ir . Böylece
aynı zamanda Şeyh Edebalı i le yak ın ilişkiler geliş tirmeye başlamıştır. Osman
Bey’in Şeyh Edebalı i le yakınlaşması , kuruluş aşamas ında olan Osmanlı
Devleti için çok büyük bir destek sağlamış tır. Osman Bey bunun bilincindedir
ve Şeyh Edebalı i le yakınlaşmas ı sonucu bambaşka bir dünyanın insanı
oluvermişt ir . Şeyh Edebalı onun için adeta bir ufuktur. K ısaca “Anadolu
Ahîliğini” hakkında şu açıklayıcı bilgiyi verelim:
“Bu asırlar Anadolusu’nun en mühim ve şümullu teşkilât ı kadrosunda
gâzi teşekkülleri, alplar ve alp erenler de bulunan Ahî teşkilâtıdır. Ahîlik ,
bugünkü bilgimize göre, bir taraftan fetih ve gaza hamlelerini kolaylaştıran
askerî bir teşekkül, bir taraftan şehirlerde ve kasabalarda sanatkârları ve
çalışanları kendi kadrosuna, himayesine almış , s ınıflandır ıp çalışmaların ı
desteklemiş iktisadî bir kurum, bir Esnaf Teşkîlâtı 'dır. Bir taraftan da bütün
bu teşkilâta mensup kimselerin dînî-mânevî ihtiyaçlarına olumlu cevap veren
bir inanış ve tasavvuf hareketidir.
Ahîliğin böyle çeşitli kollarda organize bulunması , yeni yurdun gerek
dînî - askerî , gerek sınaî ve iktisadî zorluklarını yenmek ve teşkilâta mensup
olsun olmas ın, bütün halkın bir düzen içinde yaşamasını sağlamak;
çapulculuğu, hayat ve mal emniyetsizliğini gidermeğe çalışmak ve bir ticâret
asayişi kurmak gibi mevzularda hayırlı vazife görmüş tür.
Anadolu'da adları ve hât ıraları hâlâ yaşamakta olan ahîler ve ahîlik
hakk ında teferruat bilgimiz yeterli olmamakla beraber, bu teşkilâtın,
başlangıcı Hz. Muhammed zamanına kadar uzandığı söylenen, İslâmî fütüvvet
teşkilâtı 'n ın, Türk - islâm dünyâsında, bilhassa Anadolu'da Azerbaycan ve
Kırım bölgelerinde bir devamı olduğu san ılmaktadır.
Arapça'da kelime mânâsı «yiğit bir delikanlıda bulunan iyi ahlâklar
ve cömertlik» olmakla beraber fütüvvet : «başkalarını kendi nefsinden
üstün tutarak; cömert, yiği t , kahraman olarak insanlığın hayr ı için çalışma»
d ır. Arapça'da, “kardeş” özellikle “erkek kardeş” anlamına gelen “ah” ve
“benim kardeş im” anlamına gelen “ahî” kelimesinin bu mânâsına yine
cömertliğ i , yardımlaşmayı ve diğer erdemleri ilâve eden ahîliğ in ise daha
Abbasî Halîfesi Nâsırü'd-dînullah zaman ında bir meslek haline getirildiği
söylenir.
Meşhur seyyah İbni Batûta Anadolu'nun birçok şehir ve kasabalarında,
özellikle Antalya, Burdur, Lâdik, Milas, Barem, Konya, Niğde, Aksaray,
Kayseriyye, Sivas, Gümüş , Erzincan, Erzurum, Birgi, Tire, Mağnisa,
Balıkesir, Bursa, Gerede, Geyve, Yenice, Mudurnu, Bolu, Kastamonu ve
Sinop'da ahî denilen şeyhlerin reisliğinde açı lmış zaviyeler görmüştür; Ahî
teşkilâtına mensup insanların bu zaviyelerde âyin ve semâ' yaptıklarını ,
bunların özel kıyafetleri olduğunu ve bu çeşi t tekke mensuplarının türlü
işlerde, türlü sanatlarda çalışarak alınlar ın ın teriyle ve hünerleriyle
geçindiklerini söylemiş t ir:
«Ahîler, Rum beldelerindeki Türkmen kavimlerinin her vilâyet, belde
ve karyesinde vardır. Yabanc ı lara şefkat gösterme; yiyeceklerini ve diğer ih-
tiyaçlarını sağlama; halka Zulümedenleri ve onlara iltihak eden şerirleri
öldürme ve yok etme hususunda bunlar ın dünyada misli yoktur. Ahî denilen
reisleri bir zaviye inşâ ve tefriş eder, buraya kandiller asar. Mensupları ,
gündüz hayatlarını kazanmağa çalışır ve ikindiden sonra kazançların ı reise
getirir, bununla meyve, yiyecek ve tekkede harcanan diğer maddeler alırlar.
Beldelerine bir misafir gelirse zaviyelerinde misafir ederler. Toplân ıp yemek
yerler. Tegannî ve raksederler. Bunlara “fityan” ve başkanlarına da “ahî”
derler.»
«S ırtlarında kaba ve ayaklarında mest bulunur. Herbirinin belindeki
kemere uzun birer bıçak ası lıd ır. Başlarında sof'dan, beyaz, sivri bir külah
(kalensüve) ve her kalensüvenin tepesinde, iki parmak genişliğinde ve bir
zira' uzunluğunda bir taylasan vardır." 3
Ahî teşkilâtı mensupların ın gerek davranışlarına gerek kıyafetlerine
dâir daha başka tafsilât da veren İbn-i Batûta , bu teşkilât mensuplarına ayrıca
Ahîyâtü'l-fi tyân (kardeş yiğitler) adın ı vererek ahîliğin Anadolu'da bir
kardeşl ik teşkilâtı mânâsı taşıd ığını doğrular.
Esnaf topluluklar ı , herhalde fetih devri Anadolusu'nun çeşitli buh-
ranlar ı arasında bir teşkilâtlanma ve yardımlaşma ihtiyacı duymuş tu. Bir
taraftan koruyucu alplar ve gazilerle işbirliğ i yaparken diğer yandan da o
asırlar Anadolusunu saran tasavvuf iman ına mensup olmalarından doğan bu
iktisâdî-askerî- tasavvufî oluşum, yeni yurdun dinî-ahlâkî-sosyal düzeninde
büyük ve müsbet bir vazife görmüş tür.
Bütün bu çeş i t iyi ve hayırlı teşekküllerden millî birliği kurma ve
kalkınma yolunda faydalanmakta gecikmeyen Osmanlı Devleti’nin de kuruluş
çağlar ında ahîlerle esaslı işbirliği yapması , Anadolu'da ahî teşkîlatı 'n ın
ehemmiyeti ve müsbet vazifesi hakkında mühim fikir verecek dîğer bir târih
hadisesidir. 4
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu konu alan romanlarda ahîlik de roman
kurgusu içerisinde yerini almış tır. Birçok değişik romanda ele alınan ahîliğ in
genellikle Osmanlı’nın kuruluşundaki etkileri ön plâna çıkarılmaya
çalışılmıştır.
Bunlar içerisinde Kemal Tahir’in Devlet Ana roman ında o dönem
itibariyle ahîliğ in nasıl sağlam bir teşkilât olduğuna değinilmeye çalışılmış;
her şeyin bozulsa bile ahîliğin bozulamayacak kadar sağlam bir yapıya sahip
3 Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, M.E.B. Yay., İstanbul 1971, C. I, s. 296 vd. 4 Banar l ı , 1971: 296 vd
olduğu belirtilmiş t ir . Ancak ahîliğ in yine bozulamayacak derecede güçlü
oluşu çeşi t l i şartlara bağ lanmıştır. Bu şartlar, kibirlenmemek, doğru olmak,
harama el uzatmamak ve maneviyattan uzaklaşmamak gibi değerlere bağl ıdır.
“— «Şöyledir bilin ey ihvanlar, ey dostlar ve de ey mert yoldaşlar!
Ahîlik çok ulu katt ır ve de sayg ılı basamaktır. Ama onu gördüm ki,
bölüklerimize şeytan uğramış , yiği t lerin gönül gözlerini bağlamış . “Bundan
böyle, hiç bir yolsuzluk bize, erişebilemez, “diye kibirlenmiş ler, Dizgiden
ç ıkmış lar, doğruluğu şuraya koyup eğriye sapmış lar. Sohbetler, yârenler
bozulmuş , sofralara haram girmiş , nefisler kuduz canavar gibi azg ınlaşıp
gem almaktan çıkmış . Alpl ığın yerini yavuzluk, utanmanın yerini yüzsüzlük
kapmış . Bilmekliğin uyanık ış ığ ı sönüp bilmezliğ in uykulu karanlığı yerin
yüzünü sarmış . Ahîler, pîr kapılarını boşlayıp beğler kapısına birikmiş . . .
Oysa, bu dünyada her bir nesneye bozuntu elverir, ahîliğe erişebilemez!
“(Devlet Ana : 81)
Ahîlik teşkilât ı , sadece ticarî bir birliktelik değil; ayn ı zamanda
Anadolu’da huzur ve güvenliğ in, sosyal kontrolün sağ lanmasında büyük rolü
olan bir kurumdur. Ahîler sadece tüccar değ il gerektiğinde iyi birer
savaşçıdırlar. Teşkilât, kendi içerisinde bir takım kurallara sahip olup bu
kurallara uymayanlar teşkilâttan atılmaktadır. Zaten ahî olabilmenin de bir
tak ım koşulları vardır.
Ahîlikte sürekli çal ışmak esastır.
“Ey ihvanlar, ey yoldaşlar, ey dostlar, yiğitlik yönelmektir, ahîlik baş-
lamaktır ve de Ahî Babalık gerçeğe ulaşmaktır. Aslında üçü birdir, ayrılık
gayr ıl ık yok! Şöyle biline ki, ahîlikte miras yürümez, babanın kazand ığı oğula
geçmez ve de herkesin kendi kazanması kanundur. Ama kazanmak kolay
tutmak çetin.. . Yüz yıl çabalad ın, kazand ın, bir gün şaşt ın, yaramaz ı iş ledin,
gitti gider.” (Devlet Ana: 82 vd.)
Ahîler ilim ve irfana önem verirlerdi.
“Ahî Baba, erkân toplântıların ın başında, gelenek olan bu okumayı
yeterli bularak, çavuşlara işmar etti . Sağ çavuş testiyi, sol çavuş süpürgeyi
alıp ortaya geldi. Biri su döker, öteki süpürür gibi "yaparak okuman ın
yeterliği bildirildi”(Devlet Ana : 82 vd.)
Yine “Ahî Babalık” diye bir unvan vard ı . Ahîler birbirlerine olduğu
gibi “Ahî Baba” ya da son derece saygılı olmak zorundaydılar. Ahî teşkilâtı
içerisinde Ahî Babalığın önemli bir yeri vardı .
“Ahî Babalık, debbağ lar ve saraçlar gibi esnafın başlarındaki adamlara
tevcih edilen resmî bir unvandı . Ahî; Osmanlı lardan önce Azerî ve Selçukî
memleketlerinde esnaf kahyalarıyla şeyhler hakk ında kullan ılır bir tabirdi.
Ahîler Ankara’da bir hükûmet bile teşkil etmişlerdi. . .” 5
Kemal Tahir’in Devlet Ana romanında ahî teşkilâtına ayrı bir önem
verilmiş ve yazar tarafından ahîliğe ait bir takım tablolar sunulmaya
çalışılmıştır. Bunlardan biri de teşkilâta girmek isteyen birisinin ne gibi bir
yol izlemesiyle ilgili olandır. Teşkilâta girmek isteyen kişi , öncelikle
kendisine teşkilât içerisinden bir yol atası seçmelidir. Bu yol atası o kiş inin
teşkilâta girmek istediğini teşkilât toplant ısında bildirir ve o kişinin kabul
edilip edilemeyeceği noktasında değerlendirmeler yapılmaya baş lanır. İlk iş
olarak kişiye teşkilâtın ne gibi şartları olduğu ve bu şartları yerine getirmenin
5 Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Yay., İstanbul 1993, C.1,
s. 29
zorunluluğu belirtilir. Devlet Ana’da teşkilâta yeni girmek isteyen birisinin
şunlara dikkat etmesi gerektiği söylenmektedir:
1. Darg ınlar bar ışmalı
2. Helâllik alınıp verilmeli
3. Yol kardeş leri aracı olmal ı
4. Bir yol atası olmal ı
5. Eli, yüzü, gönlü, sofras ı açık olmalı
6. Gözü, beli, dili kapalı olmalı
( . . . )
Bunlar uzun uzun anlatıldıktan ve teşkilâta girmek isteyene sorulduktan
sonra kişi kabul edilirdi.
Bu şartlar, sadece yukarıda say ılanlardan ibaret deği ldir. Önemsenmesi
gereken daha birçok husus vard ır: Örneğin yemek s ırasında uyulmas ı gereken
kurallardan birkaçı da şöyle sıralanmıştır:
1. Sağ dizi dikip sol dizi altına almak
2. Lokmay ı önce sağ avurduyla çiğnemek
3. Küçük lokma ağ ızlamak
4. İki elini yağ etmemek
5. Ağzından akı tmamak
6. Ağzı dolu iken konuşmamak
7. Yere dökmemek
8. Kimsenin lokmasına bakmamak
9. Başını kaşımamak
10.Sözü kısa söylemek ve hiç gülmemek
11.Yemeğ in iyisini konuğa bırakmak
12.Yemekten sonra elini y ıkamak
Ahî teşkilâtında söz söylemekte ise şu kurallar esastır:
1. Sert söylememek ve ağzından tükürük saçmamak
2. Bir kişi i le söyleşirken başka yere bakmamak
3. Sen-ben yerine siz-biz demek
4. Elini, kolunu sallamamak
Yola giderken (yürürken) dikkat edilmesi gereken kurallar da tespit
edilmişt ir ve şu şekilde geçmektedir:
1. Katı kat ı kas ılarak yürümemek
2. Canavarc ıkları ezmemek
3. Dört yanına bakmamak
4. Yoldan ayrı lmamak
5. Kimsenin ardından gözlememek
6. Büyüğün önüne geçmemek
7. Biriyle giderken bekletecek bir işe girişmemek
Bir şey satın al ırken ise şu kurallara uyulmas ı istenmektedir:
1. Yumuşak söylemek
2. Tadına azla bakmak
3. Aldığını geri vermemek
Bir beyin huzuruna ç ıkı lacağ ı zaman ise şunlara dikkat edilmesi salık
verilmektedir:
1. Vakitsiz gitmemek
2. Büyüklerin hepsine ayrı ayrı selâm vermek
3. Uzak oturmak
4. Çok söylememek
5. Öğüt vermemek
Yukarıda sayılanların tümü, ahî teşkilâtına girmek isteyen birisinin
kendisine sorulan soruların cevaplarından oluşmaktad ır. Bu soruları çok iyi
bir şekilde yanıt layan ahî adayına “yol atası”, şu öğütleri vermektedir:
1. Saygılı ol ki sayg ı göresin.
2. Sözün dolusunu söyle ki dinletebilesin.
3. Şarap içme, kumar oynama.
4. Gammazlık, kasıntı , karalama yapma.
5. Kıskanma, kin tutma, zulmetme.
6. Yalan söyleme, sözünden dönme.
7. Namusa kötü bakma.
8. Başkalarının günahını görmezden gel.
9. Pintilik yapma.
10.Hırsızlık yapma.
Ahî adayına yol atas ın ın da söylemek istediklerini yukarıdaki şekilde
söylemesinden sonra tüm ahîler, hep bir ağızdan “gülbank” çekerek aday,
ahîliğe kabul edilir. (Devlet Ana: 82 vd.)
Yukarıdaki bölümde Kemal Tahir, bizlere ahîliğin geleneğini deği l aynı
zamanda nasıl işlediğ ini ve kendi bakış açısın ı da vermiş tir.
Devlet Ana’da Kemal Tahir, yer yer karşılaş tırmalar yapmaktadır.
Ahîlik hakkında genellikle olumlu bir kurgulamaya gittiği halde yer yer
dervişleri eleşt irmektedir. Dervişleri ahîlerle karş ılaştırmaya çalışmış ve
dervişlerin ne bu dünyaya ne de öteki dünyaya yaranamadığ ını belirtmiş t ir.
Ahîler, her yönden kendilerine güvenilir olduğu halde derviş lerin eskiden beri
kendilerine güvenilmesi zor insan olduklar ına değinmiş ve savaşçıl ık
konusunda da onlara güvenilemeyeceğini belirtmişt ir .
”Kerim, ac ı acı gülümseyerek k ılık beğenmekten vazgeçti. Bu kez de
tak ımlardan hangisinin savaşç ılıkta daha çok saygı gördüğünü araştırd ı .
Dervişler, birbirini hiç tutmayan inançları , davran ış lar ı , sözlerinin
yapt ıklarına uymamas ı yüzünden, çevrede eskiden beri güvenilir savaşçı
sayılmıyorlardı . Bunların dervişl ikleri gibi, savaşç ılıkları da yarımd ı .
Dünyayı büsbütün başlayıp ahîrete yönelmedikleri gibi, kendilerini toptan
dünyaya verip cennetten de vazgeçmiyorlardı . Dillerinden «Bir lokma - bir
h ırka» lâfını düşürmedikleri halde, savaşlardan sonra «Zaviyemize,
tekkemize vakıf isteriz» diye Bey eşiklerini aş ındırmaları bundand ı . Ahî
yiğitleri de sabahtan akşama kadar, çarşıda zanaatla uğraştıklarından,
savaşçıl ıkta gaziler kadar usta değ i l lerdi ama aralarında okuma yazma
bilenleri , ülkeye nam salmış ustalar çoktu. Yol terbiyesiyle yontulmuşlardı .
Her yerde öğütleri bulunduğu için, şeyhleri birbirleriyle aralıksız
haberleşiyorlar, ayrıca, gezginleri tekkelerine kondurduklarından dünyada
olup bitenleri herkesten önce duyup öğreniyorlardı . (Devlet Ana: 129 )
Bekir Büyükarkın da Kutludağ adlı eserinde ahîliğin ne gibi olumlu
yönleri olduğu üzerinde durmuştur. O da Devlet Ana’da olduğu gibi ahîliği
tablolaş tırmaya çalışmış , ahî olmak isteyen birisinin ne gibi aşamalardan
geçtikten sonra ahî olabileceği neleri yapıp neleri yapmaması gerektiği
üzerinde durmuş tur.
“Orada, köşede iki kiş i de ney çalıyordu. Derin derin. içli içli , ocağın
alevlerini daha fazla ıs ıtırcasına yumuşak ney sesleri, yayıl ıyordu etrafa.
Şeyh Edebalı 'nin sesi duyuldu, yavaş yavaş karşısındaki adama
sesleniyordu:
— Ey Talip! Bilmiş ol ki Ahîlik, cömertlik demektir. Aslı , akı 'dan gelir .
Ahîler, gayretli , eli açık, yiği t kendi nefsini yenip başkalarına yardım eden
kiş ilerdir. Sen ş imdi, Ahî olmak istersin. Sorarım sana; evvelâ kendine ina-
n ıyor musun?
Ayakta duranların ortasındaki adam, çekinerek cevap verdi.
— Çalışacağım Şeyhim!
— Yanındaki şu iki dostum, aramıza katılacağını , gönlünü insanlığa açık
tutacağını söylediler. Tanr ı yard ımcın olsun. Ş imdi, törenden evvel beni dinle
ki, iyice öğrenesin, öğrenesin ki sonunda caymayasın. Çünkü vermek güçtür.
Çoğu insan hep almaya alışmış tır. İş te şurada y ıl lardan beri görmediğim
gezginci Dede Baba kardeşim, gönlü gibi k ılıc ı da ak Akça Koca Gazi,
Kayı larm yeni beyi Osman Bey bizi dinler. Onlar da şahît olsun ki kendini
yenemezsen vermesini bilemezsin. Vermesini bilemeyince de Ahî olamazsın.
Razı mısın ey Talip?
Yine titrek, yine ürkek, fakat eskisine nazaran daha kararlı bir ses cevap
verdi.
— Evet Şeyh'im!
— Şimdi sana bazı gerçeklerden bahsedeceğim.Biz Türkler, koyunu,
keçiyi, atı ehlileş t iren ilk insanlarız. Buğdayı un haline getirmişizdir. Biz,
ham deriyi temizlemeye ağırtmak deriz. İşe yarayan ne varsa bu ağırtma
sonucu meydana gelmişt ir . Ayağındaki çizme de, sırtındaki kepenek de,
hergün aş ından ay ırmad ığ ın ekmek de hep böyle olmuş tur. Elbette
yararlandığ ın nimetler burada bitmez. İçtiğin süt, evsiz barksız kal ınca
s ığ ındığın çad ır, eş inin başına bağladığın çatma, altına serdiğin döşek, üze-
rinde oturduğun post, evlenirken kızına verdiğin kalın ı , ayranın, k ımızın
hep ağırtmaktan doğmuş tur.
Şeyh Edebal ı biran sustu. Sonra sesi, ney sesleriyle birlikte derinden,
duygu pınarından gelmeye başlad ı:
— Ey Talip! Sen de kendini ham deri kabul et ve kendini ağırtmaya
çalış . Atalar ının, senden evvel gelenlerin sana bırakt ıklarına daha çok
şeyler ekle. Ver ki, hırsını yenesin. Sev ki, sevilesin. Bize ş imdi Ahîyân-ı
Rum diyorlar. Ben de diyorum ki, biz kardeş yiği t leriz. Kardeşliğimiz d ıştan
ziyade içtedir. Muhtaçlara yardım ederiz, devlet yıkmaz, aksine yıkılan ı
yapmaya, yeniden yaşatmaya çalışır ız. Ey Talip, sen de bunlara uyacağına
yemin eder misin?
— Ederim!
Şeyh Edebal ı 'nin ayağında fütüvvet şalvarı denen bir şalvar, baş ında ak bir
börk vardı . Börkün tepesinden aşağ ıya doğru bir şerit sarkıyordu. Belindeki
kuşağına ince bir kama s ık ışt ırmışt ı . Ahî olmaya kararl ı gencin iki yanında
duran yard ımc ılar kılıçlarını k ınlarından yarı yarıya çekmiş ler, şeyhlerini
dinliyorlardı .” (Kutludağ: 43 - 44)
Ahîlik teşkilâtı , felsefe olarak hoşgörü üzerine dayanmaktadır. Ahîlik
ortaya ç ıkarken de Mevlânâ ve Yunus Emre’nin felsefesinden etkilenmişt ir.
Yani bu düşünüş , katıksız ve karşıl ıksız iyilik, hoşgörü ve cömertlik üzerine
şekillenmiş t ir .
“. . . . .Şeyh Edebal ı , Dede Baba'ya seslendi:
— Kardeş Dede Baba, Gezginci Dede Baba, sen söyle; Anadolu'da
biz yalnız mıy ız? Fikirlerini paylaşt ıklarımız kalmadı mı?
Dede Baba bu suali, herhalde bekliyordu. Öylesine ki, Edebal ı 'ye ne
demek istediğini araştırmadan, hemen cevap verdi:
— Konya'da Mevlâna Celâlettin-i Rumi 1273'te bundan sekiz yıl
evvel, Sulucakarahöyük'te Hac ı Bektaş Veli 1271 y ılında bundan on yıl evvel
göç ettiler. Ama duyguları , düşünceleri yaş ıyor. Henüz buralara kadar
gereğ ince uzanamadılarsa da, varacaklar. Şimdi ise bir ozanımız, Yunus
Emremiz, bir Türkmenimiz var. Dolaş ır, gönlünün dileğini sözleriyle dile
getirir. Onların hikâyeleri uzundur. Onlar da yap, ne yaparsan yap hep
insanlık için yap der. «Hoşgör, inan, iyiyi kötüden ayır ve Tanrı 'ya yaslan.»
Sustular, yutkundular, uzaktan da olsa birbirlerine derin derin bakt ılar,
anlaşt ılar. Zaten Dede Baba'nın istediği buydu. Şeyh Edebalı 'ye bunun için
uğramıştı . Yetti ona. Bundan sonra konuşmayıp geri dönse de olurdu.”
(Kutludağ: 43 - 44)
Yine Kutludağ’da ahîliğin dervişl ik, abdallık, zahîtlik gibi olmadığına
değinilmişt ir . “Yaşatmak için yaşamanın gerekli olduğu” vurgusu yap ılmış ,
ahîlerin bu yönleriyle adı geçen diğer zümrelerden ayrı ldığına değinilmişt ir .
Ahîler hep “alan taraf” olmaktansa mümkün mertebe “veren taraf” olmayı
yeğlemiş lerdir.
“...Şeyh Edebalı kısa bir süre bu sese kendini kaptırdı . Sonra kendi
dünyasından s ıyr ılıp Tâlib'e döndü:
— Ey yabancı! Ahîler, bir lokma ve bir hırkayla yetinen, dünyadan
elini eteğini çekmiş zahîtler, dervişler ve Abdallar zümresinden değildir.
Yaşatmak için yaşamanın da gerektiğine inanırlar. Biz bir devletin, özellikle
Türk'ün marifet, hirfet, fazilet ve manevî kuvvetle birlikte maddî kuvvete
dayanarak yaşayacağına kaniyiz.Şimdi benimle birlikte tekrarla
yabanc ı!Bundan sonra yedi kap ıyı kapatacaksın ve yedi kapıyı açacaksın!”
(Kutludağ: 43 – 44 )
Ayn ı romanda Devlet Ana’da olduğu gibi ahîliğe girmiş olanın neyi
yapıp neyi yapmaması gerektiği şöyle verilmiş t ir:
1. Hırs kap ısını bağlayıp cömertlik kapısını açmak.
2. Kahır kapıs ın ı bağlay ıp iyilk kapısını açmak.
3. Tokluk kap ıs ın ı bağlayıp riyazet kapısını açmak.
4. Halktan ümit kapısın ı kitleyip Hak’tan rica kapısın ı aralamak.
5. Boş lâf söyleme kapısını bağlay ıp bilgi kapısını açmak.
6. Şeytanlık kapıs ın ı kapatıp Tanr ı 'ya inanış kapısını açmak.
7. Kayı lara, aşiretine ve destekçilerine yardım etmek.
8. Eli, alnı ve sofrası aç ık olmak.
9. Dili, beli ve gözü kapal ı olmak.
10. Pirinden yüz çevirmemek.
11. Dinini, malını ve helâlini korumak.
12. Evet dediğ ini yerine getirmek.
13.Elinle koymadığını almamak.
14.Edeple oturup sözün hikmet üzerine deği lse söyleyeni dinlemek.
(Kutludağ: s. 43-44 vd )
Ahîliğin en önemli iş levlerinden biri de paylaşmayı örgütlemesi, toplumun
bireyleri arasındaki bağları kuvvetlendirmesidir. “Ahî” kelimesinin anlamında
da belirdiğ i üzere “bireyler arası kardeşliği” geliş tirmek, ahîliğin temel
işlevlerinden biridir. Ahî olmak, ahîliğe giren kiş i lere paylaşımın artması
haricinde çok şey sağlamaz. Zaten kendilerinin bundan daha fazla çıkar
beklentileri de yoktur. Fakat paylaşımın artmasıyla birlikte her konuda
“hemdert” ve “hemhâl” oluş başlar ki bu ahîliğin bir nevi amac ına ulaşmas ı ,
bireysel mutluluğun ve buna bağlı olarak da toplumsal huzurun sağ lanması
demektir. Ahî’nin niteliklerini Bekir Büyükarkın’ın Kutludağ adlı roman ına
göre şöyle sayabiliriz:
1.Cömert olmak
2.Kafaca genç olmak
3.Yiğ it olmak
4.Bilgiye sayg ı göstermek
5.Vermesini bilmek
Bu özelliklere sahip olan herkes, ahîliğ in dışında da olsa ahî olarak
görülmüş tür. Bu bak ış açıs ıyla evrensel değerler bağlamında ahîlik, önemli
bir yere sahiptir. Zaten felsefesinin temelinde tüm dünyada kabul görmüş olan
Yunus Emre ve Mevlânâ düşünüşünün olmas ı da bunun somut bir
göstergesidir.
“Osman Bey ise soludu. Atının dizginlerini bıraktı . İsteksiz çöktü
çardağın alt ına. Ahîlerin yanına. O zaman Şeyh Edebalı:
— Tanr ı çalışanları ve namuslar ı i le kazananları sever kardeş lerim,
dedi! Şimdi size bu kazançlarınızı nas ıl paylaşacağınızı bir kere daha
anlatacağım. Otuz iki esnafın ve diğer yetmiş iki sanat erbabın ın elde ettikleri
kazancın üç hissesi Ahî Baba'ya, iki hissesi Kethüda'ya, iki hissesi Yiği t
Başı 'na, iki hissesi otuz yı llık ustalara, birer buçuk hissesi yirmi yıll ık
ustalara, birer hissesi onbeş y ıl lık ustalara, yarım hissesi on y ıllık ustalara
verilecektir. Onlar dahî elde ettiklerini, hay ır işlerinde, eli ayağı tutmayan-
lara bakmakta, çırak yetişt irmekte, ehli dil ve ehli iman sahibi kılmakta
kullanacaktır. Kim ki, bu değ işmez yasamıza karşı çıkar, ona uymazsa otuz
y ıll ık usta dahî olsa yakasın kesip, börkün at ıp tekrar şakirtliğe indirilir . Bu-
nu da kabul etmemeye kalkarsa ocaktan kaydı silinip kendisine işlemek için
deri ve malzeme ile satmak için mal dahî verilmez. Bilesiniz ki,
dabakhanelere gelen deri, yaprak ve palamutlar geliş i güzel satılamaz. Bunca
masumun ahım, bunca alınterini pahalı mal satıp omuzlarınızda ta-
ş ıyamazs ın ız.
Şeyh Edebal ı , kendisini büyük bir saygıyla dinleyen ahîleri gözlerini
yan kapatarak süzdü, içindeki duygu dış ına doğru taş ıyor gibiydi. Sesi
titriyordu, bir kararın arifesinde olduğu, hisleriyle arzularını bir araya
getirmenin çabası içinde bulunduğu anlaşıl ıyordu. Yine de konuştu :
— Kardeşler her esnafın kendi arasından seçtiği yiğitbaşılar o esnafın
dirlik ve düzenini sağlayacaktır. Görevini yerine getirmeyen, adap ve
erkâna saygı göstermeyen, şu topraklara yerleşmiş , ahî olsun olmasın, bütün
insanlara yardım elini uzatmayan ahîler cezalandır ılacak, gerekirse
aramızdan uzaklaştırılacaktır.
Şeyh Edebalı son defa sustu ve son defa karşısındakilere seslendi:
— Kardeş lerim! Ahîlik, doğrudan doğruya bir esnaf topluluğu, ya da
sofular tarikatı deği ldir. Fütüvvet yolunda toplânanların hepsi Ahîdir. Yani,
cömert olan, kafaca genç olan, yiği t olan, bilgiye saygı gösteren, vermesini
bilen, esnaflığın sofiliğin dış ında da olsa Ahîdir. İnsanlığa hizmet yatar
Ahîliğin içinde.İşte Alp'ler de, bacılar da, Horasan'dan gelmiş ler de, gaziler
de, Merv'de, İsfahan'da örgütlenmiş Ayyarlar da, Ahîdir. Bir tanesini
söyleyeyim size, yan ımızda duran Akça Koca kuşağımız ı dolamışt ır. Onun
nakip'i , kuşağını beş kata bükmüş , üç kat dürmüş tür. Size anlatacaklar ım
ş imdilik bu kadardır.Yolunuz açık olsun, kardeşin eli kardeşinin elinde
bulunsun. İnsanın insan olduğunu unutmayınız!..” (Kutludağ: 94 vd. )
2. Anadolu Gazileri ( Gâziyân-ı Rûm)
Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Osmanl ı Devleti’nin kuruluşunda en
büyük çabayı gösteren zümrelerden biri de şüphesiz “Anadolu Gazileri”
olarak bilinen gâziler ve alplardır. Türkler Müslüman olmadan önce tarih
sahnesinde varl ığ ını “alp” olarak gördüğümüz bu kahramanlar, Müslüman
olduktan sonra “gâzi” olarak an ılmaya başlanmış tır. Fuad Köprülü, Osmanl ı
Devleti’nin Kuruluşu 6 adlı eserinde hükûmet teşkilât ının zay ıf olmas ı ve
yöneticilerin iç ve dış düşmanlara karşı sık sık ücretli asker bulmaya mecbur
olmalar ından dolayı , yalnız sın ırlarda deği l , siyasî ve kültürel anlamda büyük
merkezlerde de böyle bir zümrenin kurulmasının zorunlu olduğunu
bildirmektedir.
Türkler Müslüman olduktan sonra her ne kadar alp yerine gâzi denilmişse
de Selçuklular döneminde de “alp” kelimesinin kullanı ld ığın ı görüyoruz. Fuad
6 Köprülü, Fuad, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, TTK Basımevi, Ankara 1959, s. 84-86
Köprülü an ılan eserinde XIV. yüzyı l şairi Âşık Paşa’n ın Alp-eren olmak için
gerekli olan dokuz şarttan söz ettiğine yer vermektedir:
1. Kuvvetli yürek sahibi olmak.
2. Pazı kuvvetine sahip olmak.
3. Gayretli olmak.
4. İyi bir at ı olmak.
5. Özel bir giysisi olmak.
6. Yayı , iyi bir kılıcı , süngüsü olmak.
7. Uygun bir arkadaşı olmak.
Ayrıca bunlara “ayyarlar ın baş ı”, “sipâhsâlâr-ı gâziyân”, “re’îs’ül-
fı tyân” vb. adlar da verilmiştir. 7
Özetleyecek olursak “alp”, “gâzi” vb. gibi terimlerle adlandırılan
kiş iler vatan, millet ve din uğruna, canların ı ve malların ı feda eden erler,
ordu ve şehirlerdeki belli sınıf kahramanlard ır.
Alplar ve Anadolu Gazileri, Osmanlı’nın kuruluş aşamas ında çok büyük
hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunlar son derece nitelikli insanlardır. Gerçek
bir alp olabilecek bir şahsiyette en az şu özellikler bulunmalıdır: Yüreğ i ve
pazusu kuvvetli , gayretli , yörük at ı olan, yayı , k ıl ıcı , mızrağı iyi kullanan,
çizmesi, cepkeni, kuşağı , tülbent sarı lı başlığı , yald ızlı şalvar ı olan, kendisi
için canını bile feda edebilecek en az bir yoldaşı olan, dünya malına ve
mülküne önem vermeyen, toprağa veya sadece bir yere bağlı olmayan bir kişi
olmalıdır.
Bekir Büyükarkın’ın Kutludağ romanında bu özellikler şu şekilde
ortaya konulmaktadır:
7 Akgündüz, Ahmed, Bilinmeyen Osmanlı, OSAV Yay. , İstanbul 1999, s. 35
“Sonra kocas ının cevabını beklemeden Aykaan Bacı Aydoğdu'ya döndü:
— Adın neydi senin? diye sordu.
— Ay doğdu!.
— Hım! Beni dinle! Soracaklar ıma teker teker cevap ver. Yüreğin
kuvvetli mi?.
Bu sefer Aydoğdu, Aykaan Bacı 'nın gözlerinin içine baktı . Artık
kaçmıyordu, gizlenmiyordu.
— Bilmem, dedi.
— Pazun kuvvetli mi?
— Sanmam!
— Gayretli misin?
— Denemedim.
— Yörük atın var mı?
— Yok.
— Yayın, kılıc ın, mızrağın nerede?
— Hiç kullanmadım.
— Çizmene, cepkenine kuşağına, tülbent sarılı başl ığına, yald ızlı
şalvarına ne oldu?
— Onları ömrümde giymedim.
— Ya kendini sana adamış , ölürsen ölecek, kal ırsan kalacak, kılıcı
senin kılıcınla havaya kalkıp senin kılıc ınla yere inecek arkadaşın nerede?
— Böyle bir arkadaş ım da olmad ı .
— Öyleyse sen Alp olamazsın! Dünya malına değer vermesen de,
davarda, sürüde, kap kaçakta gözün olmasa da, toprağa bel bağ lamasan da
sen Alp olamazsın! Baban, Alp dahî olsa.( Kutludağ: 32 vd.)
Yine alpların niteliklerini Turhan Tan, Gönülden Gönüle adlı
romanında yukarıda verdiğimiz Kutludağ roman ındakine benzer bir şekilde
irdelemiş ve biraz değişik bir anlatımla ortaya koymuş tur:
“— Kunur -dedi- seni bağ ırtmak istiyorum da böyle takılıyorum. Yoksa
en büyük Alplar bile senden üstün yaranılmadı . Bir alpın yüreği muhkem,
kolu demir, at ı yörük, yayı sağlam, k ıl ıcı keskin, yurt sevgisi derin olur
derler, atalar ımızdan böyle iş i t t ik. Senin yüreğinden muhkem yüreği Allah
kande yarattı , şu paz ılar ın eşini Âdemoğ lu kande gördü, atının çıkard ığı toz
bazan bulut olur da güneşi karartır. Kılıc ından kan damlamadığını gören yok,
yurdunu dinin kadar seversin, sana Alp denmez de kime denir?” (Gönülden
Gönüle: 7)
Bekir Büyükark ın, Kutludağ roman ında alplarla abdallar ı çeş itli
yönleriyle karşılaştırmaya çalışmış ve abdallar ın da son derece değerli ve
önemli bir etkiye sahip olan kişiler olduğuna göndermede bulunarak;
savaşmak ve yiği t l ik konusunda alplarla karşılaştırmanın yersiz olacağını
sergilemiştir. Çünkü alplar, yap ıları i tibariyle ruh ve nüfuz meselesinden çok
savaşçı nitelikleri ve yiği t l ikleriyle ön plâna çıkmış lar; buna nazaran abdallar
da “ufuk insan” olarak ayrı bir yükümlülükle Osmanlı’nın kuruluş sürecinde
hizmette bulunmuş lardır.
“Ruh ve ruha nüfuz meselesi onlar ın düşünmedikleri, düşünemedikleri
şeylerdendi. Alplar, harbin silâhla kazan ılacağ ın ı , hastal ığ ın ilâçla geçeceğini
bilirler, kuru duaya kulak asmazlardı . Aptallara muhabbet ve hürmetleri
onların bilgiçliklerinden, iyi gören ve iyi düşünebilen insan ı kâmil
olmalar ından, i leri geliyordu.
Filhakika abdallar da birer cihangir idi. Kimi Horasan’dan, kimi
İran’dan gelen bu zeki Türkler, uzun ömürlerinin her anın ı bir tecrübe ve bir
müşahede-i arifane ile geçirdikleri için görüşlerinde isabet, reylerinde rezanet
vardı . Taşıdıkları muharip ruhile muhite intibak ettikleri gibi zekâlar ındaki
yükseklik, tecrübelerindeki geniş l ikle de hem-muhit oldukları insanların
fevkine yükseliyorlardı .” (Gönülden Gönüle: 36 )
Her yeni yetişen gencin kendisine alpları örnek alması ve bir an önce
büyüyüp onlar gibi giyinerek onlar gibi yüce değerler uğruna meydanlara
atılmak isteyişi de alplık müessesesinin ne kadar değerli olduğuna işaret
etmektedir. Osmanl ı’nın kuruluşunda her ne kadar diğer unsurlar etkili
olmuşsa da fiiliyatta asıl önemli rolü alplar üstlenmektedir.
Gönülden Gönüle roman ında buna şöyle değinilmişt ir:
“Alplar, zabit mevkiinde bulunanlar, kaftanlarının üstüne birer kısa
cübbe giyiyorlardı . Dolamanın alt ında - ekseriya - al renkte çakşır bulunurdu.
Bu al çakşırlar ın güneş altındaki pırılt ıs ına, mızrakların, topuzların par ıltısı
da inzimam edince muhariplerin teşkil ettiği alay, çok rengin ve seyyal bir
il t ima üvcuda getirirdi. Orduda bilâhare kabul olunan mes - papuç ve çizme
- papuç ilk devirlerde yoktu. Bütün muharipler, kundura şeklinde ökçesiz
yemeni, yahut yandan kopçalı ve uzun konçlu kundura taş ıyorlardı . Çar ık
giyenler de vardı . Süvariler, kazan üzengi ve sıkleti bir okkadan aşağ ı
olmıyan mahmuz kullan ıyorlard ı .
Şen askerler, kıymetli ve heybetli rehberlerinin ardında güle konuşa yol
alıyorlardı . Yaşça biraz ileri olanlar kendi aralarında eski yurt
hikâyelerini tekrar ediyorlar ve gençler birer alp olmak, ünlenmek için
tahayyül ettikleri fırsatlar ı , harp fırsatlarını meyanelerinde yad ü ta 'dat
edip hasretle ve sabırsızlıkla içlerini çekiyorlard ı .
Her genç Türkün emeli, gayei emeli, bir akça koca, bir Kunur alp
olmakt ı . Onların düşman bozup kale almaktaki muvaffakiyetleri, büyük bir
kudretten doğan büyük şöhretleri gençler için bir mihrabı -ihtiram olduğu
kadar nurlu bir hedef te teşkil ediyordu. ( Gönülden Gönüle: 151)
Abdallar ın alplar üzerindeki etkisine de değinen Turhan Tan, Gönülden
Gönüle roman ında alpların motive edilmesinde abdallar ın etkisi üzerine vurgu
yapmaktadır. Kaldı ki alplar ın çok iyi bir şekilde motive edilmiş olarak canla
başla savaşmalarında dilbirliği , dinbirliğ i , yurtbirliği , elbirliği inanc ın
sağlamlaşmas ında küçük yaş lardan itibaren abdallar tarafından verilen
nasihatlerin etkisi büyüktür:
“ -Alplar, ta beşikteyken aldıkları ve hiç bir zaman unutmadıkları bu
nasihatleri Abdal Musa’n ın ağz ından dinlemekle memnun oluyorlardı .
Dilbirliği , dinbirliğ i , yurtbirliğ i gibi elbirliğ i de onlar için çok kıymetli ve
çok ehemmiyetli bir umdei hayat, umdei harekât idi. Maamafih, yeni bir şey
istiyorcasına Abdal Musa’yı dinliyorlar, ve toprağa kar ışmış analarının ayni
meali terennüm eden ninnilerini duyuyor gibi heyecanlanıyorlardı .”
(Gönülden Gönüle : 55 )
3. Anadolu Abdallar ı ( Abdâlân-ı Rûm )
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda etkin rol oynamış bir başka sosyal
teşekkül de “Anadolu Abdalları” veya “Horasan Erenleri” olarak bilinir. Bu
gruba Osmanl ı kaynaklarında adı geçen “abdal”, “baba” lâkabını taş ıyan ve
ilk Osmanlı sultanlarıyla beraber harplere katılan tahta kı lıçl ı ve cezbeli
dervişler ve maneviyat erenleri girmektedir. 8 Bu tabiri Bektaşî Babalar ı ve
Alevî dedeleri olarak açıklamanın yanlış olacağını hem Fuad Köprülü, hem de
Ahmed Akgündüz eserlerinde belirtmektedir. Fuad Köprülü, bununla ilgili
olarak Osmanl ı Devleti’nin kuruluşu adlı eserinde şu bilgiyi vermektedir:
“Anadolu Selçuk Devleti , dinî siyaset hususunda, Büyük Selçuk
İmparatorluğu'nun an'anelerine sâdık kalarak sünnîlîği ve Abbasî
taraftarlığını muhafaza etti; devlet nüfuzu altındaki şehirler daima kuvvetli
bir sünnî, hattâ Hanefi muhiti olarak kaldı; buralardaki medreseler ve
XIII 'üncü asırda artık çoğalmağa baş layan birtakım tarikatler umumiyetle bu
temayülü muhafaza ve takviye ettiler. Suhravardî, îbn al- 'Arabî, Sadr al-dîn
Konevî, Mevlânâ gibi büyük sofilerin neo-platonicien nazariyelerini ve pan-
theiste temayüllerini hüsn-i telâkki eden bu serbest şehir muhiti, Yakın-
Şark'ın o devirdeki sair islâm merkezleriyle mukayese edilemiyecek derecede
taassubdan uzak olmakla beraber, sünnî şekillerini daima muhafaza etmişt ir .
Alman müsteşriki Prof. Babinger'in "Anadolu Selçukîleri 'nin, şi î l iğ i resmî
mezhep o-larak kabul ettikleri" iddias ı , hiçbir delile istinad etmez.” 9
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Anadolu şehirlerindeki en
önemli tarikatler şunlardır:
8 Akgündüz, Ahmed, Bilinmeyen Osmanlı , OSAV Yay., İstanbul 1999, s. 36 9 Köprüülü, Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, TTK Yay., Ankara 1959, s. 95.
1. Mevleviyye
2. Rifâ’iyye
3. Halvetiyye
4. İshâkiyye
1. Mevleviyye
Ad ını Mevlânâ Celâleddin Rûmî’den alan Celâliyye veya daha sonraki
adıyla Mevleviyye Tarikatı , Mevlâna’nın hayatında henüz bir tarikat şeklinde
kurulmamıştı . Bu tarikat ın felsefesinde herkes bir Yaratıc ı’n ın eseriydi.
Bundan dolayı yelpazesi çok geniş t i . Yüksek ve orta tabakalara dayanan bu
tarikat, en üst seviyeden en alt seviyeye kadar, hattâ Hristiyanlar ve
Musevîler de dahil olmak üzere çok geniş bir kitleye yayılmış tı . 10 Bu tarikat,
Mevlânâ’nın vefatından sonra müridleri tarafından daha da yayı lmış ve çeşitli
yerlerde birçok zaviyeler açmıştır. Köprülü, bu tarikatı Babinger’in
Bektaş i l ik’le aynı nitelikte görmesini ise kesinlikle reddetmekte ve gerçekliğe
tamamen ayk ırı olduğunu söylemektedir.
2. Rifâ’iyye
XIII' ncü as ırda Anadolu'da yerleşmeğe başlayan Rifâ'iyye- veya
Ahmedîyye - tarikatı , Moğol istilâsından sonra, o aralık en kuvvetle
yoğunlaşmış bulunduğu Irak sahasında Türk-Moğol Şamanl ığının tesirinde
kalmış popüler bir tarikattı . XIV'üncü asırda Anadolu'da çeşitli tekkeleri
bulunan ve mensupları daha ziyade şehirlerin fakir sınıflar ına mensup olan bu
tarikat, büyük bir önem kazanamamış tır.
10 Köprülü, Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, TTK Bas. , Ankara 1959, s. 95.
3. Halvetiyye
XIII'üncü asrın sonunda Niğde'de Ahî Yûsuf Halvetî tarafından aç ılan
bir zaviye ile Anadolu'ya giren Halvetiyye tarikatı da. Mevleviyye ve
Rifâ'iyye gibi, sünnî şeklini muhafaza eden bir tarikattır. Bu tarikat ın uç
beyliklerinin dinî hayatı üzerinde doğrudan doğruya önemli bir tesiri
olmamış tır. Lâkin, Anadolu'da yerleşir yerleşmez Ahî teşkilâtıyla s ık ı bir
alâka peyda ederek, böylece şehirlerdeki zenaatkârları kazanmağa çalışmış ve
sonraki as ırlarda Arran ve Azerbaycan'da ve Osmanlı İmparatorluğu sahasında
oldukça kuvvetlenmişt ir .
4. İshâkîyye
XIV'üncü asır baş ında Anadolu şehir tarikatlerinin bu umumî tablosunu
tamamlamak için, meşhur İran mutasavvıfı Ebü İshâk Kâzerünî 'ye nisbetle
Kâzerüniyya veya Ishâkîyye veya Mürş idîyye, isimleriyle zikrolunan en eski
İslâm tarikatlerinden birinin de, her halde XIV'üncü asır başlarında Anadolu
şehirlerinde mevcud olduğunu söylemeliyiz. Kâfirlerle cihad ve dinî
propaganda prensibini mensuplar ı için en esasî düşünüş olarak kabul eden bu
misyoner Tarikatın, Batı Anadolu beylikleri sahasında etkinlik gösterdiği
söylenebilir.
Fuad Köprülü, köylerde ve Türkmen aşiretleri arasında dinî hayat ın ve
sofiyane cerayanlar ın şehirlerdekinden daha canlı , daha samimi, daha taşk ın
olduğunu belirtmektedir. Metafizik düşünceler ve soyut kavramlar, bu dışa
kapal ı kalmış çevrelerde oldukça basitleşerek; daha çok eyleme dönük somut
şekiller almaktadır. Köprülü, anı lan eserinde propagandac ı dervişlerin daha
XIV. yüzyıl ın başında küçük köylere ve aşiretler arasına kadar yayıldıklarını
belirterek bunların sağlam ve çok samimî Müslüman olduklar ını
vurgulamaktadır. XIII. Yüzy ılın ilk yarısında etrafına büyük bir kitle toplayan
ve daha sonra debbağlar esnafının pîri sayı lan Ahî Evren’ in halifesi ve
Kırşehir’deki tekkesinin şeyhi olan şair Gülşehrî, bu köy şeyhlerinin ş iddetle
aleyhinde bulunmaktadır.
Köprülü, bu Türkmen’lerin Müslümanlığının şehirli Türk’lerinkine tam
benzemediğ ine değinerek; daha çok eski Türk’lerin putperest gelenekleriyle,
d ış tan tasavvufî renklere boyanmış aş ırı şi’îliğ in basit ve popüler şekli
olduğunu ifade etmektedir. Bunların ileri gelenleri, “Baba” lâkabıyla
adlandırılmaktadır. Ayrıca bunlar garip k ıyafetleri , şeriata aykırı âdetleri ve
çoşkun yaşayışlarıyla tamamen eski Türk Şamanlarını hat ırlatmakta olup
ortodoks mutasavvıflar tarafından şiddetle eleştirilmişlerdir. “Baba” diye
adlandırılan bu Türkmen şeyhleri, köylülerin ve göçebelerin manevî
hayatlar ının yol göstericileridir. Bu “Baba”lar, zamanla güç odağ ı hâline
gelmiş ler ve merkezî otoriteye karş ı ayaklanarak “Babaîler isyanı” nı
ç ıkarmışlardır.
Fuad Köprülü, “Babaî”lerin ve Türkmen Şeyhlerinin kökeninin
Yesevîye ve Kalenderîye tarikatlarında aranmas ı gerektiğini belirtmektedir.
1. Yesevîyye
XII. yüzyılda Orta Asya’da kurulmuş en eski Türk tarikat ıd ır. Büyük bir
h ızla bütün Türk memleketlerine yayı lmış , özellikle Cengiz istilâsından sonra
Mâveraünnehir’den ve Hârezm’den Anadolu’ya doğru olan büyük göçler
s ırasında Anadolu’ya gelip yerleşmiş tir.
2. Kalenderîyye
Kalenderîyye tarikatı , Anadolu’nun dinî deği l , genellikle tasavvuf tarihi
bakımından önemlidir. Kökenleri “Horasan Mektebi” veya “Melâmetîyye” ye
dayanmaktadır. Suriye, Mısır, Irak, İran, Hindistan, Orta Asya, Anadolu
sahalarında görülmektedir. Ayinlerinin garipliğ i ve mensuplar ının
kayıtsızlığından dolayı ortodoks sofilerin eleştirilerine hedef olmuş lardır.
Mensublar ının k ıyafetleri, yaşayışları ve hattâ ahlâkî anlayışları , biraz Hind
Sadhu’ların ı hatırlatan bu tarikat, çeşi tli zaman ve mekânlarda bazı farklar
göstermekle beraber, "mücerredlik, fakr, dilenme ve melâmet" esaslar ına
bağlıdır. Kalenderîler, saçların ı , kaşların ı , sakal ve bıyıklarını t ıraş ederek
kendilerine has bayraklar ve dümbeleklerle, oldukça kalabalık zümreler
hâlinde oradan oraya gezerler. Bazı merkezlerde tekkeleri olmakla beraber
umumiyetle gezgindirler. Pek az istisna ile, yüksek felsefî düşüncelere ve dinî
tecrübelere kabiliyetli olmayan ve işsiz serserilerden oluşan bu zümrelerde,
yukarıdaki prensiplerin nas ı l manevî bir “nihilizm”le, hattâ ne korkunç bir
ahlâksızlıkla sonuçlanacağı bellidir. Sonralar ı , iyi anlaşı lamamış bir
“panteizm” ve aşırı ş i î eğilimlerine de bulaşan bu Kalenderîye Tarikatının,
sosyal ve ahlakî düzene karşı nas ıl isyancı rol oynadığı kolayca anlaşıl ır.
3. Haydarîyye
Kutbe’d -dîn Haydar adlı bir Türk şeyhi tarafından XII. Yüzyı l sonunda
Horasan’da kurulmuş ve esas ın ı Yesevîlikten almakla beraber, Kalenderîyye
tarikat ın ın düşüncelerinden de çok esinlenmiş olan bu tarikat ın başlıca
mensupları , Horasan’daki Türk gençleridir. Bunlar, şehirden daha çok
köylerde ve göçebeler arasında yer edinmişlerdir. Köprülü, Babaîler
k ıyamının başını çekenlerin Türkmen Babalar ı’nın aşırı Alevî zümrelere
mensup ve eski Türk Şamanları’na benzeyen Türk Dervişleri olduğunu
belirtmektedir. Köprülü, Moğol istilâsından sonra sözü edilen heteredoks
zümrelerin çoğaldığını vurgulayarak, ilerleyen zamanda bu Türkmen
Babaları’nın yalnız köylerde ve göçebeler arasında deği l Selçuklu
saraylarında ve uç beylerin yanlarında da yaygınlaş tığını ifâde etmektedir.
Anadolu’nun şehirlerinde ve köylerinde ortaya çıkan bu tarikatların
yanında “atheizm” ve “İbâhîye” vb. düşünce sistemlerini benimseyenler de
bulunmaktadır. Özellikle Niğde’de bunların çokluğu göze çarpmaktadır. Gök
Böri Oğulları , Turgut Oğulları gibi bazı göçebe kabilelerle Luluva
vilâyetindeki oduncular, kömürcüler ve Niğde çevresinde etkinlikte bulunan
İbrahim Hacı adlı İbâhîye’ye mensup şeyh taraftarlarını Niğdeli Kadı Ahmet,
Küfür ve zındıklıkla itham eder. Yine Anadolu’da Taptuk isminde bir Türk
şeyhine bağl ı olduklar ı için Taptukî , daha doğrusu Taptuklu namını alan bir
topluluk var olup, misafirlerine kızların ı , kız kardeşlerini, karı lar ını peşkeş
çektikleri bilinmektedir.
Köprülü, XIV'üncü yüzyıl başlar ında, yeniden batıya, Bizans
topraklarına doğru ilerlemeğe başlamış olan Türkmen kabileleri arasında ve
Türk köylerinde gördüğümüz etkin, propagandacı , mücahit Türkmen
Babaların ın, yukarıda sözü edilenler olduğunu vurgulamış tır. ilk Osmanl ı
hükümdarlarının yan ında, menk ıbelere nazaran tahta kıl ıçlarla harp eden,
kaleler alan, bir avuç müridi ile binlerce düşmanı ezen, Müslümanlığ ı yayan
Abdal lâkapl ı birçok dervişlerin, meselâ Abdal Musa, Abdal Murad, Kumral
Abdal, Âşık Paşazâde'nin Rûm Abdalları dediği zümreye mensup olduğunu
belirtmişt ir . Bunların Yesevîye, Kalenderîye, Haydarîye vb. çeş i t l i heterodoks
zümrelerin Anadolu’da Türkmen gelenek ve göreneklerinin yöresel
hurâfelerle karışmas ından ortaya çıkan “Babaîlik”in sonraki şekillerinden
biri olduğu belirtilmektedir. Köprülü, ilerleyen zamanda bazı doğu ve bat ı
eserlerinde gördüğümüz “Torlaklar ve Derviş ler”in de bu abdallarla aynı
olduğu kan ıs ına varmış tır. 11
Yeri geldikçe çeşi t l i kiş i ler çevresinde oluşan öğretilere daha fazla
değinilecektir . Fakat burada “Rifaiye” Tarikatıni düşünüş biçimi olarak biraz
geniş letmeyi gerekli görüyorum. Mevlevîlik ve Yunus Emre’nin fikrî yap ısına
ise zaten geniş biçimde ilerde değinilecektir.Çünkü adı geçen bu şairlerimizin
hem fikrî hayatın gelişmesinde hem de Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna
hizmet eden zihinlerin oluşmas ında çok büyük katk ıları olmuş tur.
Osmanlı’nın kuruluşu s ırasında her ne kadar birçok çarpışma olmuşsa da
düşünce alan ında Anadolu’nun İslâmlaşmas ını ve Osmanlı’nın kuruluşunu
sağlayan “Öğreti sahipleri” dir. Çünkü Alperenlerin hareketleri ve seferleri
üzerinde belirleyici rol oynayan ve onlara fetih ruhunu aşılayan ve ufuk açan
Şeyh Edebalılar, Yunus Emreler ve Mevlânalar gibi erenlerdir. Aşağıda İbn-i
Celâl’in Cilâ’üs- Süedâ adl ı eserinden naklen “Rifailik” e ait belli baş lı
düşünüş biçimleri verilmektedir:
«Muaşereti güzel, maişeti kolay ve sade, nefsi gani, hilmi çok, ketum»
ahdinde vefakâr, Müslümanlar için çok dua eder, kötülükleri affeder, açı
doyurur, çıplağı giydirir, hastanın hatırını sorar, cenazeyi teşyi eder, fukara
ile oturur, miskinlerle birlikte yemek yer, ezaya sabreder, düşmana nasihat
11 Köprülü, Fuad, a.g.e, s. 94 - 102
eder kendisiyle karş ılaşınca selâm verir, revak ve mescidi kendisi süpürür,
halkın ferah ve sürurunda ferih ve mesrur olur, gam ve kederlerinde gaml ı
görünür, birine hitap edeceği vakit muhatab ı gerek büyük olsun gerek küçük
olsun, efendim der, bir şey hoşuna giderse tebessüm eder, kahkahadan
hoşlanmaz, özür sahibinin özrünü kabul eder, korkusu ferahından ziyade olup
korkusundan nefesinden yanık ciğer kokusu gelirdi. Yolda yürüdüğü vakit
sağa sola bakmayıp önüne bakar, körleri eliyle tutup yol gösterir, fakirlerin
evlerine yemek, eramil ve miskinlere kırba ile su götürür, takati olmayanlarla
hastaların hizmetlerini görür, onlardan kendisiyle nâs için dua talep ederdi.
Yetimlere baba, dullara koca muamelesi ederdi. Bir sözü söylemeden evvel
tartar, öyle söylerdi. Hiç bir şeyde ifrat etmez, boş şeylerle uğraşmazd ı .
Namaz vakti girince her şeyi b ırakır, namazı eda ederdi. Namaza durduğu
vakit rengi sararır, sabah namaz ında güneş doğuncaya kadar yerinde otururdu.
Göz yaşları çok, ağlaması uzun, ferahı azdı . Her namazın sonunda Ayet ül-
kürsü, yolda giderken Fatiha okurdu. Daima abdestli bulunur, buna devamı
emrederdi, önünden geçtiği mescide girer, namaz kılardı . Kendisine verilen
hediye hurma kurusu olsa hakir görmez, musafa hasın ı isteyenlerden elini
çekmezdi. Fukaradan bir kimseyi işinde kullanmazdı . Meclisinde dünya sözü
cereyan etmezdi. Kalkarken, otururken zikr-i İ lâhi ile kalkar otururdu.
Cemaatten bir derviş eksik olsa, o fakirin hatırını sorar, hasta ise ziyaretine
gider, yahut tarafından birini gönderir, eğer gelemeyişi bir ihtiyaçtan ise
hacetini görürdü, ihvan ile birlikte yemek yemeyi sever, yanık ekmek yemez,
elini ekmeğe silmezdi. Tokluktan nehyeder, tokluk âfete sebeptir derdi. Suyu
üç nefeste içerdi. Yerde bir ekmek parçası görse Allah ad ı yanl ı bir şey için
nasıl ihtimam ederse öyle ihtimam ederdi. Yamalı hırka giyerdi. Geceleyin
teşbih maaf kesbinden efdald ır deyip k ıyam- ı leyle tergip ederdi. Birinin
yalan söyliyebileğini istib'ad ederdi. Kalbi sıkar ve hicapland ırır diye
fukaray ı ağniyaya nazardan nehyederdi. Doyduktan sonra yemeğ i , lüzumsuz
söz söylemeğ i , zalimler ile musahabeti ve onlara yardımı nehyederdi. Bu hal
kalbi katılaştırır, Allahı gazaplândır ır derdi. Hurma dibine düşeni sahibinin
izni olmadan almağ ı menederdi. İhtiyarın elini öper, duasını isterdi. Bir genç
görse ona da sokulur, bana dua et derdi ve bunu isterken çünkü sen tövbekar
bir gençsin derdi. Bir çocuk görse öper, dua talep ederdi.” 12
Yukarıda k ısaca Osmanl ı’nın kuruluş sürecinde rolü olan dinî
oluşumları özetledikten sonra bu dönemi iş leyen romanlarda bunların nasıl ele
alındığına bakalım. Turhan Tan’ın Gönülden Gönüle roman ında abdallar şu
şekilde ele alınmıştır:
“ -Alplar, ta beşikteyken aldıkları ve hiç bir zaman unutmadıkları bu
nasihatleri aptal Musanın ağzından dinlemekle memnun oluyorlardı .
Dilbirliği , dinbirliğ i , yurtbirliğ i gibi elbirliğ i de onlar için çok kıymetli ve
çok ehemmiyetli bir umdei hayat, umdei harekât idi. Mamafih, yeni bir şey
isitiyorcasına aptal Musayı dinliyorlar, ve toprağa karışmış analar ının ayni
meali terennüm eden ninnilerini duyuyor gibi heyecanlanıyorlardı .” (
Gönülden Gönüle: 55 )
Bekir Büyükark ın, Kutludağ roman ında abdalların da akınlara ve
savaşlara nasıl katıld ığın ı çok çarpıcı bir şekilde özetlemiş ; zaman zaman
abdallar ın alpların önüne geçmek için nasıl yarış ırcas ına hareket ettiklerini
tablolaş tırmış tır:
12 Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Yay., İstanbul
1993, C. III, 39 - 40
“Abdallar ise göğüsleri aç ık, ayak tabanları delik, başları çıplak,
ellerinde tahta kılıçlar, yaral ı bir bacının, ya da Alpın önüne geçip, «Allah
diyelim» diye haykırıyordu.
Burası Çak ırpınar'd ı . Gerilerde bir orman vardı . Orada da çarpışıyorlardı .
Çakırp ınar ise hâlâ ş ırıl şırıl akıyordu. Yerde ölüler, ölüler yat ıyordu..”(
Kutludağ: 345)
Kemal Tahir de Devlet Ana romanında aslında papaz olup sonralar ı din
değiş t irerek Osman Bey’in amcası Dündar Alp’ ın adamlarından olan
Daskalos Derviş’in kiş iliğinde Hristiyanlığa eleştirler getirmiş t ir . Hatta papaz
çömeziyken şarapç ılık, karıcılık, kumarc ılık vb. işler yaptığ ını da belirterek
durumu daha dikkat çekici kılmış tır. Yine Daskalos derviş i Dündar Alp’a
yakınlaşmış olarak kurgulayarak Dündar Alp’ın düşünüş biçimiyle Daskalos
Derviş’in düşünüş biçimi arasında paralellikler kurmuştur. Hatta Dündar
Alp’ ın Daskalos’u yanına kabul etmesini dervişin kendisine “bakır ı altına
çevirebildiğini” göstererek Dündar Alp’ ın ne kadar menfaat düşkünü
olduğunu somutlaş tırmışt ır. Aslında tüm bu gelişmeler, daha sonraları
birikerek yavaş yavaş Dündar Alp’ ın da sonunu hazırlamıştır. ( Devlet Ana :
135 )
Devlet Ana’ da verilen bir diğer derviş ise “ Kamagan Derviş” tir. O da
davranış biçimi olarak pek tekin deği ldir. Yine s ık s ık Dündar Alp’ ın
yandaş lar ından Daskalos Derviş’le biraya gelmesi kendisinin de bakır ı alt ına
çevirebilen bir simyacı olduğu noktasında keyfî söylemlere yol açmıştır. Bu
nokta da kendisini pek iyi tanıtmamış tır:
“ Kamagan Derviş ' in mağarası , ev iriliğ inde sivri kayalarla kaplı bir
çorak tepedeydi, önünde harman yeri kadar bir düzlük vardı . Kamagan Derviş ,
gelenleri, çoğunluk, burda karşı lar, burdan savard ı . Yolu geceye kalanlar,
bahar herklerinde öküzlerini gövertiye salmak için kırlarda geceleyenler,
genellikle çobanlar, Kamagan Derviş ' in mağarasında kırmız ı , mor, yeşi l , sar ı
ışıklar yandığını söylüyorlardı . Dervişliğin yanısıra simyac ılıkla uğraşt ığ ı ,
kurşunu, bakırı altun etmeye çabaladığı yayg ınd ı . Bunu inanı lır hale getiren
Dündar alp'ın akıldânesi Daskalos Derviş ' in buraya sıkça gelmesi, Kamagan'la
mağaraya girip kaybolup uzun uzadıya kalmasıyd ı .
Mağaraya yaklaştıkça Bacıbey'in sinirliliğ i artmış tı .
Mavro'nunsa, «Allah adamlar ıd ır bunlar, tekin değ i ldirler, nolsa olur»
dediği keşişe, dervişe karşı , hiç yüzü yoktu. Ortasında kocaman bir ateş yanan
düzlüğe çık ınca beti benzi atmış , boğazı kurumuş tu.
Kamagan Derviş mağaran ın kap ıs ında göründü. Uzun cüppesi, iki arşın
külâhıyla boyu kestirilemiyor, çekik gözleri, fırlak elmac ıklarıyla adamdan
çok Moğol'a benziyordu. Sakalları seyrek, boynu ince, omuzları daracıktı . Bü-
tün dişleri döküldüğünden çenesi nerdeyse burnuna değecekti. Buruşuk suratı ,
insana ürküntü verecek biçimde oynuyor, gerilip gevşerek aral ıksız
değiş iyordu.” ( Devlet Ana: 298 )
“Devlet Ana” roman ındaki Hristiyanl ık eleşt irisine benzer bir şekilde
Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğ lu- I adlı roman ında Hristiyan papazlar ını
aşağılayıcı söylemlere yer vermiş t ir .
“Nöbetçilerden biri esefle başın ı salladı:
“Papaz olmadığına hayıflanıyorum,” diye mır ıldand ı .
“Ye, iç göbek şişir .Bol bol cennet anahtarların ı millete dağ ıt , torbalar
dolusu altın kazan.Ne hayat, ne hayat!” ( Sunguroğ lu- I : 221 )
Yavuz Bahadıroğlu’nun bu romanında bazı papazların halkı sömürdüğü,
bol bol yiyip içip zevk ve sefa içerisinde bir yaşam sürdüğü; hatta cennetin
anahtar ı adı altında halka birşeyler satarak haksız kazanç sağlad ıklar ına
göndermede bulunmuştur.
Yavuz Bahadıroğlu, Turgut Alp adlı roman ında düşman ın inaçsızlığına
değinmiş , para dış ında hiçbirşey düşünmediklerini vurgulayarak onların
kendilerinin bile papazlarına güvenmediklerini ortaya koymuş tur. Böylece
papazların yaptıkları olumsuz davranışlara doğruluk kazandırmaya
çalışmıştır.
"Benimle konuşurken Meryem'den, İsa'dan bahsetme Moris. Bilirsin,
böyle şeylere inanmam. Papazların para kazanmak için uydurduklar ı korkunç
cehennemle cazip cennet de beni hiç alâkadar etmiyor üstelik. Şu anda bana
para lazım ve bu sende vardır."
Moris soğuk soğuk terlemeye başlamışt ı . (Turgut Alp: 160 )
Devlet Ana romanında Kemal Tahir, “Cavlak” lar hakk ında kısa bilgiler
içeren bir kurgulama ortaya koymuş ve bunların kökenlerinin Haşhaşçıl ığa
dayandığ ın ı belirtmişt ir . Ortaya çıkt ıkları zamanlarda öncülerinin de Acem
içerisinde yer alan Hasan Sabbah adında birisinin olduğu üzerinde durmuş ve
tamamen sapık bir oluşum oldukları yönünde kanaatlarda bulunmuş tur:
“Haşaşç ılıktan kökleri .. . Eskinin meselesidir. Vaktiyle bir Hasan
Sabbah türemiş Acem içinde... Geçmişe yanmaz, gelecekten nesne ummaz bir
k ıyıcı herif. . . Kuş kanadı erişmez bir dorukta bir kale örmüş , ad ı:
Alamut..«Dağlar Şeyhi» olup ç ıkmış . . . «Benim Mehdi» diyerek biriktirmiş
başına ipini kır ıp kazığını sırtlayıp geleni. . . İçirmiş bunlara afyonlu şarabı .
Atmış koyunlarına körpe cariyeleri. . . «Cennettir bu.. . Allah'ın cennetine ölen
girer. Doğru çalışırsanız bana, sağken, durağınız burasıd ır ve de burda size
ölüm yoktur» demiş . . . «Cenneti dünyada bulduk» sanan avanaklar, yitirmiş
ölmüş korkusunu... Saldığı yere dalar, tut dediğ ini kapar olmuş lar. Çok adam
öldürmüş bunlar vaktiyle.. . Ş imdinin cavlakları , eskinin haşaşçılarına pek
benzemez ama gözü karası gene de çoktur. Tepelediğin herif inanmamış senin
mollalığına.. . Deli Balta'nın kitaba el bastığını görmesiyle aklı sıçramış ,
«Vay başıma... Mollası böyle olan yerde bize ekmek yok» demiş , «Heyvah ki,
boşuna teptik bunca yolu.» diyerek sızlanmış . . . Bizim buralar ın gidişat ını
anlatmış Deli Balta.. . Herif, adam gibi giyinip savaşçılara kat ılmayı dilemiş . . .
Demek yetti canına maskaral ık... -içini çekti-: Germiyan'dan gelen afyonu
keseydik, düzene girerdi bu fukaraların çoğu... Önleyemedik olgörüp...(Devlet
Ana: 166 )
Osmanlı’nın kuruluş aşamas ında çok değ iş ik dinî oluşumların olduğu
bilinen bir gerçektir . Eski Türkler’den beri Türk inanış sisteminde önemli bir
yeri olan Şamanizm ve buna bağlı olarak Şaman, Devlet Ana’da şu şekilde
tasvir edilmiş t ir:
“Cüppesinin üstü meral postundandı . Eteğ i altmış parçaydı . Yakasına
yedi bebek dikilmişti . Bunlar, insanoğ lunun atası , yağ ız yerin tanrısı ,
ş imşekçi, y ıldır ımcı Ülgen'in, şamanlara fala bakarken yol gösteren yedi ak
k ız ıyd ı . Bu yedi bebeğin yanma küçücük yaylar, oklar, çıng ıraklar asılmış ;
ay, güneş , yı ldız, kurbağa, y ılan, kuş , kulak, burun resimleri yapılmışt ı .
Bunlar şamanın doğuş silâhlarıydı . Yolunu kesmek isteyen, şaş ırtıp baştan
ç ıkarmak için gök katlarında pusu kurmuş , yol azdırıcı kara kızların, ancak bu
silâhlarla hakk ından gelebiliyordu. Kırmız ı bezden her biri bir karış boyunda
üç boğumlu, tepesine vaşak kuyruğu asılı içi yapağ ıyla tıkabasa doldurulduğu
için dimdik duran külahını başına geçirmiş ti .”(Devlet Ana: 299 )
Osmanlı’nın kuruluşu sırasında çok önemli yeri olan bir başka öğreti
ise Mevlâna’nın öncülüğünü yapt ığı ”Mevlevîlik” tir.
“Mevlevîlik, Anadolu’da XIII. asırda kurulan tarikatler içinde, daha
çok, bir yüksek zümre tarikati olarak büyük ve müspet vazife gören mühim bir
teşekküldür. Bu tarikat, adını Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin “Mevlânâ” unva-
n ından almış ; fakat Mevlânâ tarafından kurulmamış tır. Çünkü Celâleddin, bir
tarikat kuracak ve onu yürütecek ölçüde maddî teşkilât iş leriyle uğraşacak
ruhta deği ldi. O, çok büyük bir mutasavvıftı ve bütün bir tarikatı , her türlü
tefekkürü, heyecanı ve coşkunluğu ile kendi hayât ında, kültüründe ve
düşünüşünde yaş ıyordu.
Bu arada Mevlevî tarikatinin ş i ir , mûsikî ve semâ gibi güzel sanatlarla
birleşen ve onlarla ifâde edilen duyuş ve düşünüş sistemi, Mevlânâ zamanında
başlamışt ı . Mevlevî musikisinin ve Mevlevî semâ ın ın baş lang ıcı ondaydı .
Onun zamanında musiki; ney, rebâb ve def gibi sazlarla terennüm ediliyor;
ş iir , Farsça ile söyleniyor ve Mevlânâ'n ın, coştuğu zaman, yüksek sesle ş i ir
okuyup sokakta yürürken bile semâ ettiği haber veriliyordu.
Mevlevîlik, yüksek ve hür bir İslâm tefekkürü içinde başlamış tı . Büyük
yaratıcıya ş i irle, musiki ile; semâya kanatlanır gibi hareketlerle coşkun bir
dinî raksla kendini veriş mahiyetindeki bu tarikat ibadeti, bizzat Mevlânâ'nın
başlattığı bir hareketti . Mevlânâ hayatta iken bu coşkunluk meclislerinde
kadınlar da bulunuyordu. Mevlânâ onların da meclislerinde semâa kalkıyor,
bu semâ ile coşan kadınların da aynı harekete kat ıld ıkları söyleniyordu.
Nitekim Mevlevîliğ in Mevlânâ'dan sonraki hayâtında, Sultan Veled'in kızı
Şeref Hâtûn gibi kadın mürşidler ve kadın halifeler de görülmüş tü.
Fakat Mevlevîliğ in belirli âdab ve erkânı i le ve birtak ım değ işmez
prensiplerle büyük teşkilât hâlinde kuruluşu, Mevlânâ'n ın oğlu Sultan
Veled'le başlamıştır. İyi bir teşkilâtçı olan Sultan Veled ve onun da oğ lu Ulu
Arif Çelebi, Tarikatı kurup teşkilâtı geniş letmiş lerdir. Başlangıçta Selçuk
sultanlarıyla, sonra Moğol kumandanlarıyla iyi geçinerek Mevlânâ'n ın büyük
adını ve hâtırasını vakur hareketlerle yaşatmışlard ır. Önce Konya çevresinde,
sonra daha başka şehirlerde teşkilâtlanan Mevlevîlik, bilhassa Osmanlı
sultanların ın bu ağ ırbaşlı ve yüksek kültürlü tarikate gösterdikleri saygı
dolayıs ıyle imparatorluk zaman ında M ısır 'dan Macaristan içlerine kadar
yayılmış t ır. Bütün buralarda Mevlevî dergâhlar ı kurulmuş , Mevlevî âyinleri
yapılmış , Mevlevî semâı ve Mevlevî musikisi, üç kı t 'ada, yayg ın bir alâka
görmüştür.
Kur'ân-ı Kerîm ' in yüksek tefekkür seviyesinde, manzum bir tefsiri
mahiyetindeki Mesnevî , Mevlânâ'nın ölümsüz eseri olarak bütün bu yerlerde
asırlarca bir mukaddes kitap saygısıyle okunmuş , şerh edilmiş , dergâhlarda
kadınlı erkekli dinleyicilere mesnevî dersleri verilmişt ir. Mesnevî 'de Hz.
Muhammed'e ve onun kitab ına karşı duyulan derin aşk ve bağlıl ık,
Mevlevîliğ in bütün bu ülkelerde birinci derecede müsbet tesir uyandıran bir
tarikat olarak bilinmesini sağ lamış tır.
Kurulan dergâhlar ın hepsinde büyük semâ'hâne'ler yapı lmış , buralarda
bir tarafta mutrıbler ney üfler, kudüm çalar, na't ' ler, i lâhîler söylerken bir
tarafta semâ'a kalkılmış , mukabele denilen Mevlevî törenleri bu âdâb, erkân
ve hareketler dahilinde yapı lmış tır.
Mevlevî tarikatı Mevlânâ'n ın büyük yolunda hep aynı vekarla yürümüş ,
umumiyetle, siyâsî hareketlere katılmamış , dînî münakaşalara iş tirak etmemiş
ve Türk topluluk hayatında daima bir kültür, bir sanat ve bir yüksek duyuş ve
düşünüş müessesesi haysiyetiyle yaşamış tır. Bu tarikatin Konya'da Mevlânâ
Türbesi çevresindeki merkezi, Çelebî 'ler denilen ve Mevlânâ neslinden gelen
Mevlevî büyükleri tarafından idare edilmiş t ir .
İşte, tarikat hayatı bu çizgilerle özetlenebilecek olan Mevlevîlik, XIII.
asırda önce Mevlânâ'n ın büyük şahsiyeti sayesinde Anadolu'nun bu as ırdaki
buhranlı hayatı içinde manevî bir huzur kaynağı olmuş tur. Mevlânâ, Konya ve
çevresinde geniş bir manevî hayat uyandırmış ve onun maneviyât ı , i lk halifesi
Hüsâmeddin Çelebi ile oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Arif Çelebi gibi
Mevlevîliğ in ilk çelebi 'leri tarafından büyük vekarla yaşatılmıştır. Bu
maneviyat XIII. asır Anadolu'sunun çeşitl i buhranları içinde bunalan; halktan
olsun, büyüklerden olsun nice insana derin bir dînî kültür ve tefekkür
yanında, o ölçüde büyük bir huzur ve teselli vermiş ve birçokların ı da me'yûs
olmaktan kurtarmış tır.” (Banarl ı: 291-293 )
M. Necati Sepetçioğ lu, Konak roman ında Mevlâna ile Osman’ ın ilk
karşılaşt ığı an her iki tarafın da neler hissettiği üzerinde durmuş , Osman’ ın
sanki büyülenmiş gibi ve Mevlâna’n ın ise onu görür görmez sanki geleceğ i
görmüş gibi olduğu üzerine vurguda bulunmuş tur. Hiç şüphe yok ki
Mevlâna’nın Osman ve Osmanl ı Devleti’nin kuruluşunda çok büyük manevî
etkileri olmuş tur. Başta Şeyh Edebalı olmak üzere Mevlâna, Yunus vb.
erenlerin yanında âdeta gerçek kiş iliğine kavuşmuş ; ayrıca yeni kurulan
Osmanlı’da da kültürel anlamda bir atmosfer oluşmuş tur. Aşağıda Konak
romanında Mevlâna ile Osman’ın ilk karşılaş tığı an verilmiş t ir:
“Selâm verdi yanına gelince yiğ idin.
Delikanlı hafifçe eğilip yana çekilmiş , ihtiyara yol vermiş t i . Selâmım
duyunca, o âna kadar duyduğu saygın ın birkaç misli fazlasıyla eği ldi;
ihtiyarın ellerine eğ i ldi; tutup öptü. Mevlânâ, ellerine eğ i len bu heybeti
hemen farketti . Ellerini Öpen dudaklar sert, sıcak, içtendi; ellerini tutan eller,
tuttuğu zaman gönülden, bırakmıyacakmış gibi, erkek bir dostluk dolusunda
tutuyordu. Bu ellerdeki sağ lam gücü de farketti Mevlânâ. öyle geldi ki bu
eller, yeni bir zaman ın sıcağındaydı ; elleri öpen dudaklara, zaman perdesini
aralayarak uzanmış tı . Gözlerine baktı yiğidin; çakırlaşmış bir süt
duruluğunda; içinde yaşadıkları zamanı göremedi. Mevlânâ vecde doğru uçtu.
Dünyadan s ıyr ılıyordu. Yiğidin gözlerindeydi aradığı zaman, aç ıkça gördü.
Altmış şu kadar yıldır beklediğ i ; aradığ ı , anlattığı , inleyip hıçkırdığı zamandı
bu: “Adını bağış lar mıs ın oğul?”
«Osman.»
Mevlânâ Celâleddin, bütün damarlarında, bütün sinirlerinde beyninde
bir Osman aradı . Eski Osmanlar, yeni Osmanar; böylesini bulamadı .
“Hangi Osman?”
Osman gülümsedi. Saygıda kusursuz, sevgide ölçülü, dostluğu ne az ne
çok bir gülümseme.
«Kara Osman da derler. Ertuğrul oğluyum. Kayı Boyundan.»
«Söğüt’teki. Edebalı’den duyduğumsun sen, tan ımal ıyd ım.»
Osman ın kara esmer can yüzü kara esmerliğ inde kızarabildiği kadar
k ızardı; çakır, hoş bir utanmışlık buğulandı . Nerdeyse: «Edebalı benden mi
bahsetti?.. Şeyh Edebal ı . . .» diyecekti; hattâ daha çocuksu, daha boş bulunup:
«Mal Hâtunun babas ı benden mi bahsetti?» diye soracakt ı . İhtiyar ın bakışları
o kadar yakındı , o kadar içten geliyordu ki sormasından daha tabiî bir şey de
olmazd ı . , soramadı yine de. İhtiyarın o her şey olan gözleri çocuk
duruluğunda bile olsa saygıs ızlığı ay ıplayan bakışlardandı . Soramad ı . Çakır
gözlerinden buğulanmış utangaçlık sevinçle karıştı .
Mevlânâ Celâleddin bu değişen yüzün ve gözlerin hazzın ı şu anda
dünyalara değişmezdi. Fakat, bir sona erişle bir başlangıc ın ucuna geldiği
zaman bağ ının daha fazla zorlamağa gelmeyeceğini de biliyordu. Kim olursa
olsun, bütün ölümlülerin duyabileceği en büyük hazzın, uzamağa tahammülü
olmayan bir haz olduğunu kendisi söylerdi; şimdi bu hazzı uzatmak zamanı
daraltmak olurdu ki bu kendisinin elinde deği ldi. «Ne güzel» diye söylendi
vecd içinde haz duyarak; «Tanrım ne hoş! Bensiz bir zaman yaratmadın çünkü
her zamanda sen varsın, şimdi beni alıyor, Osman ı salıyorsun. O halka iniyor
bu merdivenlerden, ben aynı merdivenlerden çıkıyorum, halkın içinden çı-
k ıyorum. O saraydan kurtuluyor ben saraya giriyorum. Ne güzel Tanr ım ne
güzel; saraydan halka inmek ve halktan saraya ç ıkmak ne güzel!»
Osman bir tuhaf oldu; sandı ki bir dünya çevresinde dönmekte, güneş
dönmekte, saray ve kalabalıklar dönmekte., bir korkunç baş dönmesiydi.
İhtiyara kim olduğunu sormak geliyordu içinden, utanc ından soramıyor, daha
doğrusu alacağı cevaptan korkuyordu. Şeyh Edebalınin gelip konuş tuğu kimse
s ıradan biri olamazdı , bunca kalabal ığ ın iki sıral ı safta beklediği biri ulu orta
bir kimse de olamazdı . Konyada böylesine biri ancak? düşünemiyordu; bu
korkunç bir düş hazzıyd ı; bir zaman penceresinden bakmanın, düşüncelerinin
o pencereden şekillenişini görmüş olmanın başdöndürücülüğüydü. Bu,
Mevlânâyd ı herhal. . . ohh!
Mevlânâ Celâleddin «Durma Osman» dedi; «Burda beklemen beyhude.,
yürü, "kendi zamanına yürü oğul.. Bize, şu merdivenlerin başında biri , yürü,
dedi, izin verdi. Biz, halka izin verdik. Hepsi senin içinmiş , ş imdi anlıyorum.
Hayırlı olsun!»
Bir daha baktı Osmana; çak ır gözlerini, kara esmer yüzünü bir ân
seyretti . Osman, Mevlânâ Celâleddinin kendisine deği l de s ırlı bir aynaya
bakt ığını sandı ; onun gördüklerini kendisinin de görebilmesi için neler neler
vermezdi şu anda.
Gülümsedi Mevlânâ; bu, göreceğini görmüş , Öğreneceğini öğrenmiş bir
ölümlünün gülümsemesiydi. Osman çok sevdi bu gülümsemeyi, kendi göz-
lerine yap ış ıp kald ığına inandı . «Hadi» diye fıs ıldadı Mevlânâ: “Hadi
Osman.Burda bitiyor, burda baş lıyor.”
Sarayın görkemli kapısına doğru yürüdü ağ ır ağır.
Yı l 1273, aylardan hazirandı; günlerden Cuma. Haziran sıcağı
Konya’n ın üzerinde tortulan ıyordu.” (Konak: 91 vd.)
Yunus Emre de Osmanlı’nın kuruluş aşamasındaki manevî havan ın
oluşmasında çok önemli yeri olan şairlerimizden biridir. Yunus, her şeyden
önce bir aşk adamıdır. Yaşadığ ı sürece çevresindeki birçok kiş iye kaynakl ık
teşkil etmiş , vefatından sonra bile onun düşünceleri günümüze kadar tüm
tazeliğiyle ulaşmıştır. Şu anda bile şi irleri, okuyanlar üzerinde büyük bir
manevî iklim oluşturmaya devam etmektedir. Yunus hakk ında çok daha
ayr ınt ılı bilgi verilebilecek ve müstakil bir çalışma yap ılabilecekken biz
burada konumuzla ilgili olması açısından sadece onun fikrî ve edebî yönünü
Banarlı’nın değerlendirmesiyle sunalım:
“Yûnus'un duygu ve düşünce âlemini hazırlayan kültürün kaynağında
islâm imanı vardır. Bu îman, dünyânın üç kıt 'asında tecrübe görmüş ve her
yeni nesle zekâ ve irfan mîrasları b ırakmış bir milletin bağr ında, kendi öz
çevresini bulmuştur. Yûnus'un bilgi ve düşünce âleminde, önce, bu uzun,
sabırl ı ve sayısız hayat tecrübelerinden doğan irfan ış ıldar. Onun, yarad ılış ,
varlık, yokluk, aşk ve Allah hakk ında, duygulu ve hummalı zihin yoruşları
vardır ki ayni irfan kaynağ ından beslenir.
Yûnus, insan olan herkese karş ı; fakir, zengin, Hıristiyan ve Müslüman
ayırımı yapmayan, engin sevgiyle bağ lıdır. Ondaki insan sevgisi, insan'da
Allah' dan bir parça, O'ndan gelip bedenlenmiş bir cevher bulunduğunu
bilmesindendir. Yûnus, işte bu parça'nın bütün'üne yânî Allah'a âşık'dır, O'nu
gönlünde bilmenin heyecâniyle vurgundur. Bu heyecanı , Musa Peygamber'in
konuştuğu çoban kadar saf bir gönülle duyar; ayni saflıkla söyler.
Yer yüzünde bir ömür boyu vatanından uzak kalmış bir insan hüznüyle
Yûnus'un Tanr ı diyârı 'na karş ı sonsuz hasret duyması da bundandır.
Yûnus, ömrü boyunca böyle bir nostalji 'nin hummâlarıyle yanmış ,
ş i irlerine bu hummanın hareketini vermiş t ir . Nihayet, bütün bu iç ve kafa
hareketleriyle olgunlaşıp derinleşen, bâzan coşkun, bâzan rind ve her haliyle
cana yakın bir derviş . . .
Yûnus Emre'nin şiirlerinden ve halk içine yay ılan menk ıbelerinden
yükselerek yedi asır ötede canlanan simasının belli baş lı çizgileri bunlard ır.
Yûnus, duymuş , düşünmüş , inanmış ve bütün bu duyuş , düşünüş ve
inanışların ı büyük bir sadelik ve kolaylıkla ş i irleş tirmeğe muvaffak olmuş tur.
Islâmî taassubun, üzerinde durmaktan çekindiği birçok îman meseleleri i le
cennet, cehennem, sırat v.b. gibi kavramlar, onun en zekî ve hür
düşüncelerine mevzu olmuş tur. Şiirleri, eskilerin, sehl-i mümteni ' dedikleri ,
her dilin söyleyemiyeceği bir açıklık ve kolaylıkla terennüm edilmiş tir.”
(Banarlı: 331-333 )
Osman’ın Yunus Emre ile karşılaşmas ı âdeta onu büyülemiştir. Osman,
Yunus’un konuşmalarını can kulağıyla dinlemiş; hatta bazı söylediklerini tam
anlayamamış ‘acaba ne demek istedi’ diye düşünmeye başlamıştır. ‘senin
zamanın senden sonra başlamazsa neye yarar. Sen senin zamanını kendin
öreceksin’ diyerek Osman’ın geleceğe yönelik olarak yapması gerekenler
konusunda kendisine imâda bulunmuş tur. Yunus’la ilk defa karşı laşan Osman,
Mevlâna ile karşılaştığında duyduğu heyecanı duymuş ; onunla konuştukça ve
onu dinledikçe kendinden geçmiş t ir . Yunus, Osman’a dünyanın geçiciliğ ini
vurgulamış ve ayr ıca paylaşmanın önemine yönelik sözler söylemişt ir .
Osman Bey, Yunus’la geçen bu konuşmalarından sonra bir kat daha
ağırlaşmış , bir kat daha düşünce dünyasın ı geliştirmiş tir. M. Necati
Sepetçioğlu, Konak adl ı roman ında Yunus’la Osman arasında geçen bu
karşılaşma anını şu şekilde vermiş t ir:
“«Neyin sonu gelmeli hay yiği t? Esselâmü aleyküm hele.»
Osman hiç bu kadar boş bulunmamış , kötü duruma düşmemiş t i . Sıçrayıp
kalktı ayağa: «Ve aleykümüsselâm» dedi ama yer yarı lsa yerin dibine
girecekti. Hâlâ oralarda eşinip duran at ına baktı ters ters: «İnsan haber verir
meret, kişner biyol!» Fakat kişnediğini hat ırlayınca atına da kızamadı .
«Sonu gelen, susar yiği t oğul; susanlar ise ölülerdir; ne söylerler ne bir
haber verirler., üzerlerindeki otlar kadar bile olamazlar.»
Ses, gül terlemesindeydi; tomur tomur, içinde ışıklar yanıyordu.Yüzüne
bakt ığında gül terlemesinin daha da ışıklandığını gördü. Bir dervişti mu-
hakkak; sesiyle yüzü hiç bu kadar birbirine benzeyen bir derviş görmediğini
düşündü Osman; toprağın durulaştığı bir yüzdü; suyun toprağa doya doya
kanış ındaki sesti: «İzin var mı hay yiği t? Otursam,, iki lokma yesem, su
içsem.. Söz Tanr ınınd ır. Tanrıdan geleni konuşsak.»
Keder vardı dervişin yüzünde bir de; hiç bir dervişte görmemiş ti . Fakat
bu yüzdeki, bu sesteki keder bu adamın değildi; kendi kederi değildi. Osmana
öyle geldi ki bütün yeryüzünün kederini, özlemini, belki de bütün yeryüzü
rahat etsin diye toplamış tı derviş yüzüne. Bunca adam: Yiği t , Bey, Sultan,
derviş , şeyh görmüş tü Osman; hiç birinin yüzüne bakarken böyle insanı
rahatlatan bir sayg ı duymamış tı . O zaman daha kolay baktı dervişe; kederin
yorgunluğunu, yorgunluğun gülümsemekte olduğunu gördü; gülümseme yüzün
çizgilerin-deydi, derviş in gözlerindeydi.. «Estağfirullâh, estağfirullâh izin ne
kelime» diye söğüdün dibindeki, az önce kendi oturduğu gür yeşi l l iği
gösterdi: «Buyurun, kerem, edin, sevinirim. Ben yanıma bir şey almamış ım,
niyetim öğ le üstü Söğüde dönmekti.»
Derviş dua eder gibi oturdu; iki diz üstünde, çok al ışı lmış rahat bir
oturuştu; savaşçı larla çiftçiler böyle oturamazdı . «Söğüde dedin yiği t . .
Kayı lardan olmalısın.»
Kuşağ ını çözüyordu. Yemenimsi ince bir beze sarılmış küçük bir çık ın
ç ıkardı . Açtı .
Çıkını çıkar ırken de açarken de elleri , her bir parmağı ayrı dua
ediyordu sanki; bir bulutun du-manıms ı tütüşünde, Tanrıya varışındaydı .
Çıkından katlanmış yufka ve bir toprak çiğleme ç ıktı . .
«Buyur Kayı Boyunun yiğ idi, Tanrı seninle paylaşmamı nasip etmiş bu
nimeti. . Niğmet paylaşıldığı zaman güzeldir.»
«Paylaşılacak nimet bulunduğu zaman da güzeldir dervişim. Nimeti
bulmak bizim işimiz, paylaş tırmak sizin olsa gerek, ikisi birleşince daha
güzel olmaz mı?»
«Ş imdi tanıdım seni yiği t , Ertuğrulun oğlusun, Kara Osman
dediklerisin.»
Osman, nedense yıl larca önce, Konya’da, Alâeddin’in Sarayın ın
merdivenlerinde rastladığ ı Mevlânâ’yı hatırlad ı . Öyle rahat bir ti treme, yine
damarlar ın ı sarmadaydı . Baş ı bir garip dönüyordu. Derviş : «Ününü duydum
yiğit . Söğüd’e seni görmeğe geldim; yoktun. Konya’ya gidip gelirmişsin,
durmadan bu çevreleri dönüp dolaş ırmışs ın. Dileğ im bir yerlerde rastlamaktı
sana. Nasip buradaymış , Tanr ın ın bu hoş yerinde. Hele gel de ortak ol bana,
gönlümü dinlendir; doyalım.»
Yemeniye benzer çık ını iyice yaymıştı; çiğleme kurumağa yüz tutmuş ,
yufkalar gevrek, soğan penbenin kızarmışında h ışırtılı , tuz, kirli beyaz.
Osman sessiz, bir besmeleyle bağdaş kurdu. «Adını bağ ışlar mısın dervişim?
Kimin ekmeğ ini tuzunu yediğ imi bilsem.» .
Derviş , göz uçlarında, görenin öpmeden duramıyacağı bir kırış ık
gülüşle baktı: «Ortalıkta borçlanmak mı var Ertuğrulun oğlu? Sofra da söz
gibi Tanrın ındır; herkese her şeye açıktır. Birsen birliğe gelirsin, ikilik sana
yakışmaz Osman yiğit , Say ki Yunus denmiş adıma.»
«Derviş Yunus! Ben de çok görmek istedim seni. Benim gibi çok
gezdiğinden olmalı , göremedim.. Duyduklar ım doğru ise sen Konya’dan da
ötelere gitmişsin. Zaman ım olsa Konya’dan ötelere de, daha öteleri de
dolaşmak isterdim. Oradakiler ne düşünür, nas ıl yaşar, neyle geçinir? Eve
nasıl alışmış lar, dört duvar arasına, tahtanın, kerpicin çad ıra üstünlüğüne
nasıl al ışmış lar öğrenmek isterdim. Gelgelelim zamanım yok.»
«Sonu gelmeli diyorsun; zamanım yok diyorsun. Yiği t , bu ne dediğini
bilmemektir. Zaman, şu şimdi duyduğumuz değ i l ki. , biz öldüğümüz ânda
sona eren değilki .»
«Ben benim zamanımdan söz ettim.» «Senin zamanın senden sonra
başlamazsa neye yarar? Demem şu deme Osman yiğit; sen zaman ın ı kendin
öreceksin; sen, ben, Ahmet, Mehmet. örgülerin sağ lamsa zaman seni unutmaz,
senin ardınsıra gelir, yok örgülerin sağlam değ i lse o Konya’nın ötelerindeki
merak ettiğ in insanlardan fark ın kalmaz. Ben söyleyeyim sana o insanların
nasıl olduğunu: karıncalar gibi. Bir fark var amma, karıncalar ne yapt ığını
bilir. Bütün tabiattakiler ne yaptığın ı bilir aslında.Gel gelelim insanlar
tabiattan uzaklaş ıyor. O senin dediğin dörtduvar arası , yani ev deği l düşman
olan. Dört duvar insanların yüreğinde, hem de kerpicin hem de tahtanın en
kat ısıyla yüreklerinde. Halbuki tabiat gelip yerleşmeli yüreğe; tabiat
sevmektir, aşkt ır yiğ it . Sevmek, en kat ı kerpiçleri en yonga tahtalar ı eritir,
yüreği tutsaklıktan kurtarır. Konya’dakiler de, Konya’n ın ötesindekiler de
sözüm ona evin içinde oturuyorlar, çad ırdan çıkmış lar da hoyratlıkları ondan
sanıyorsun he mi ?.. Ne gezer. Ev yüreklerine oturmuş dedim. Selçuklusu
Karamanlıs ına, Karamanlısı Moğoluna, Moğolu Baybars’ ın adamlarına
düşman kimi adamları birbirinden mağrur. Din adamları dininden kibir
deryasına dalmış . . Müslümanlık debbağ ın döndüzü gön misali herkes çekmiş
bir ucundan, herkes önüne gelen parçayı döğmekte.. Türk dersen aşiret, bin
aşiret on bin aşiret. Para, şimdi şu s ıra ölçüde mehenk; yoksulu
yoksulluğundan zengini zenginliğinden bencil . Bilen bildiğinden, bilmeyen
bilmediğ inden kör..»
Avuç içi büyüklüğünde bir yufka parçasına bir tutam çiğ leme, bir
çimdik tuz koydu; muska yapıp sardı . Ağz ın ı açmadan önce yaprak k ıpırt ı-
s ında dudaktan kıpırdadı . Lokmas ın ı ondan sonra ağzına köydü usulca;
gözlerini yumdu.
Osman bir düşde sandı kendini; gözlerinin önünde bulutlanmış bir
gökyüzü açıl ıyordu; yağmur sonlarının maviliğ i bulutların altında gü-
neşleniyordu: «öyleyse o yanlarda hay ır yok..»
Yunus, lokmasını ağ ır ağır çiğnedi; gözleri yan aralandı sadece; gören,
namaz sonu duasında sanabilirdi..
Osman, bu ağır ağır çiğnenen lokmaya, yan aralanmış gözlere, namaz
sonu duası sanılabilecek kadar seher sükûneti sinmiş sessiz duruşa kapt ırd ı
kendini; tıpkı Yunus gibi bir parça yufkaya çiğleme koydu; tuz ekti, muska
yapıp büktü. Hızlı yemeğe alışıktı , fakat eli yavaşça vardı ağz ına.
Yunus lokmay ı yuttu; sonra damağ ını , dilini, dişlerini dinlendirdi sanki.
Ondan sonra: «Hangi hayır Osman yiğit ?» diye sordu, «Hayın da Tanrı verir .
Tanr ının verdiğini- görebilen görür, ancak. Sen görmeğe çalışırsan görürsün.
Konya da, Konya’nın ötesi de. neye benzer bilir misin? Çift at koşulu bir göç
arabasına ama, arabanın atlar ürküp parlamış , delice bir dört nalda başıboş
nereye varacağını bilmeden koşmakta.
Arabanın dersen tekerleklerinde dingiller ha kopmuş ha kopmakta.
Böyle bir araba nereye çarpar Tanrı bilir. Sen bu araban ın içindekilerini
merak ediyorsun he mi?.. Böyle bir arabanın içindekiler ne nereye gittiklerini
bilir, ne de neyin nereden geldiğini. Kim elini uzatsa ona dönerler.»
«Böylelerine el de uzatı lmaz.»
«Uzatıl ır. . Ası l böylelerine el uzat ılır.»
«Nasıl ?»
«Baban Ertuğrul gibi.»
«Babam Ertuğrul gibi mi? Babamın çevresinden haberi yok; Tekfurlarla
hoş geçinmekten başka bir şey bilmez, Konya’yı bile bilmez. Bilinmeyene
nasıl el uzatılır.»
«Sessizlik izinde. Sevmek sessizliktedir yiğ it , bağ ırarak sevilmez,
görünerek de sevilmez. İyi bir çiftçi, işlemek için durgun hava ister.»
«Durgun hava sıkıntılı , değil midir? Adamı bunaltmaz mı?»
«Emniyetlidir. Hele biraz daha lokma alalım yufkamızdan..»
Yunus, yufkayı almadan, yumruğunun tersi i le soğanı k ırdı . Osman
Yunus’un soğanı k ıran yumruğuna farkında olmadan dikkat etmiş t i : Bir
çiftçinin yahut bir çobanın soğan kıran yumruğundan pek farklı deği ldi.
Konuşmamış , adını söylememiş olsa bu yumruğun sahibinin Türkmenlerin
dillerinden düşürmediği i lâhileri söylediğine inanamazdı . Fakat soğanı
kabuklarından ayıran, dilimlerini bölen Yunus’un parmakları hiç de bir çoban
yahut çiftçi parmağ ına benzemediğini gördü; ince uzunda bu parmaklar, ke-
miksize benziyordu, belki bilinen etten de değ i ldi. , bir ilâhî akışındayd ı ,
daimi bir yalvarma halindeydi «Babam Ertuğrul. .» dedi Osman: «Babamın»
Yunus, soğan ın zarlarını alıyordu; ayr ı bir yere koyduğu soğan
kabuklarının yanına b ırak ıyordu zarları . Gözleri yapt ığ ı iş teydi: «Ertuğrul
Babanın da bir bildiğ i olmal ı» dedi çok yavaş . Sesi soğan zarı inceliğindeydi.
Gizli deği ldi. «Soğan tad verir Osman yiğit halbuki acıdadır. Kabuğunu
ayıklay ıp zarın ı çıkarmadan yemeğ i denedin mi?.. Yiyemezsin. Yufka ile
çiğ leme olmadan da yalnız soğanı yiyemezsin a yiği t oğul, üçünü bir arada
bulmak için uğraşmak gerek; bulduğunda soğan ı soymak gerek. Bir sürü ge-
rekten sonra çiğnemek için lezzetli bir lokmaya kavuşur ağzın. Baban
Ertuğrul Söğüde gökten gelmedi; doğma büyüme buralardan da değil . Senin
Söğüde doğduğuna bakma.»
Osman Yunus’un sözlerinin asıl mânâs ın ı çıkarmağa çalış tı . Türlü
mânâlarla geldiği muhakkaktı . Bir baş soğandan, kabuğuyla zarıyla Yunus
gibi bir derviş boşuna lâf etmezdi. Fakat ası l işmar etmek istediği hangisiydi.
Belki lâfı daha açard ı; erken sorup da çiğ lik etmek istemedi.
Ama Yunus konuşacağa benzemedi. Az önceki gibi muska yaptığı
çiğ lemeli yufka parças ının içine iki kat soğan koydu, sard ı , Osman’a uzatt ı:
«Bu da bizden sana gelen lokma olsun Osman yiği t . Kimin ne olacağı
bilinmez; bakarsın bizi bir bu lokma unutturmaz.»
Osman, Yunus’un uzatt ığı lokmay ı aldı; halbuki elini uzatmış parmakları
Yunus’un parmaklarına değmiş t i . O sıra bir ateş bastı damarlar ın ı; Yunus’un
parmaklarının bu kadar s ıcak olmas ı imkânsızdı . Ama Yunus’un
parmaklarının olağandan daha s ıcak olup olmadığ ını düşünmek fırsatını da
bulamadı .” (Konak: 95, 96 vd. )
Banarlı’nın Dânışmendname adl ı eserden naklettiğine göre derviş lerin
ordu önünde savaşa nasıl yürüdükleri şu şekilde anlatılmaktad ır:
“Baş ı açık, ayak yalın, nice derviş en önde yürüdüler; ellerinde altın
başlı bayraklar tutuyorlar; dillerinde her an Allâh’ın adı bulunuyordu.”
Bu alınt ı gösteriyor ki Osmanlı’nın kuruluşunda en büyük paylardan
birine dinî oluşumlar sahiptir .
Anadolu’da diğer dinî oluşumların yanında en önemli paya sahip olan
bir unsur da Horasan yoluyla Anadolu’ya gelen tarikatlerdi. Çünkü
Anadolu’daki İslâmî hayat ın güçlenmesinden çok daha önce Horasan ilim ve
irfan noktasında doruğa ulaşmış tı . Buradan gelen “Horasan Erenleri” de
Anadolu’ya son derece olgun, büyük, manevî ideallerle geliyorlardı .
Tüm bunların yanında Anadolu’ya gelen tarikatların hepsi saf ve
kat ıksız olarak yüce değerler uğruna hizmet vermiyordu. Bunlar ın bazıları
Banarlı’nın nitelemesiyle “uygunsuz tarikatler” di. “Çevrelerinde biriken
îmanlı halk ın büyük kalabalığına, tarikat ve derviş lerin sonsuz fedakârl ığına
güvenerek şeyhlikle şahlığı birleş t irip” saltanat sürme hevesine kapılan bazı
tarikat büyükleri , böyle ayk ırı yollara sapıyorlardı .
Bu tip tarikatlerin en tanınmış larından biri Bâbâîlik’tir. K ısaca bu
tarikat hakk ında şu bilgiyi aktaralım:
“Kısa ömürlü olmakla beraber bu tarikat, Anadolu'nun maddî ve manevî
bünyesinde derin sarsınt ı yapmış tır. Bunu yapmak için de yeni vatandaki
kuruluş hengâmesinde gelişen sosyal ve iktisâdi hayattaki ölçüsüzlükten
istifâde etmiş t ir . Şehirlerde yerleşmiş Türk halkının oldukça zengin ve üstün
bir hayat yaşamasına karşı bir k ısım köyler halkının yoksul hayâtı bunda âmil
olmuş tur. Şehirlerde yaşayanların Müslümanl ık icapların ı yerine getirmeyerek
kâfirliğe sapan bir hayâta dald ıkları iftirâsıyle bunların servetini köy ve
göçebe Türkmen halk ına helâl gösteren bir zihniyet, Bâbâî tarikatini bir
tarikat kisvesinden çıkarıp bir ihtilâl topluluğu hâline düşürmüş tür.
Bu tarikat, Anadolu'ya Moğol istilâsı yüzünden göçen, Horasan'l ı Baba
İlyas adlı (Bağdad'ın Vefâiyye tarikatine mensup) bir şeyh tarafından
kurulduğu için “Bâbâî” ad ıyla tanınmıştır. Baba İlyas'ın iyi niyetli
kuruculuğuna rağmen tarikatin ikinci mühim şeyhi Baba İshak , Amasya,
Maraş ve Kefersud çevresindeki göçebe Türkmen halk ı aras ında propaganda
yaparak etrafına büyük kalabalık toplamış ve bunlarla Malatya, Tokat,
Amasya bölgesini elde etmeğe kalkmış tır. Müridleri, kendisine Baba
Resûlüllah diye inand ıklar ı için onun gösterdiği hedefe ve vaadettiği servete
cesaretle atılmışlard ır. Bu k ıyam, başlangıçta Selçuk ordularını mağ lûb
edecek bir kudret göstermişt ir . Neticede Anadolu Selçukluları tarafından
dağıtı lmak ve şeyhleri ası lmakla beraber, Babaîliğin, Anadolu'nun sosyal
bünyesinde yarattığı ihtilâl, Selçuklular tarafından kapatı lamayan bir yara
hâlini muhafaza etmiş tir.” (Banarlı: 291 )
4. Anadolu Bacıları ( Bâcıyân-ı Rûm )
“Yine Aşıkpaşazâde Târihi 'nde Bâciyân-ı Rûm diye tan ıt ılan Anadolu
bacılarının tarikatlere mensup kadınlar-arası bir teşkilât olup olmadığını
belirtecek başka bilgimiz yoktur. Gerçi daha Ahmed Yesevî 'den beri , Türk ta-
rikat ve tekkelerinde kadınların da bulunduğu bilinmektedir. Bu tekkelerde
kadınların zikre karıştıkları da söylenmektedir. Birçoğu Yesevî tarikatinden
doğan Anadolu tarikatleri 'nin de tekkelerinde kadınlar vard ı .
Mevlânâ'n ın kad ınlar meclisinde semâ' ettiği hattâ bu coşkunluğa
kadınların da iş t irak ettikleri bir yana bırakılsa bile Bektaşî tekkelerinde
kadın bulunduğu bir hakikattir. Yûnus Emre'nin, büyük şeyhi Tapduk Emre'yi
tekkedeki ana bacı vasıtasıyle ziyareti hikâyesi gibi çok sayıda rivayetler,
tekkelerde bacı , ana bacı denilen kadınların bâz ı vazifelerini de gösterir.
Kızkardeş mânâsındaki bacı sözüyle tarikatler, tekkelerdeki kadınlara
hemş ire gözüyle baktıklarını ifâde etmiş lerdir. Ancak bu tarikat bacıları 'n ın
aralarında birlik kurarak, gaazîler gibi, dîğer meslek kuruluşları gibi bir
teşkilât hâlinde çalışıp çal ışmad ıklar ı veya belirli bir sın ıf teşkil edip
etmedikleri henüz bilinemiyor.” (Banarl ı: 297 )
Hem Köprülü’nün hem de Banarlı’nın üzerinde birleş t ikleri bir nokta,
Osmanlı’nın kuruluşu sırasında kad ınların da çok önemli rol oynadığıd ır.
Fakat her ikisinin de üzerinde tereddütleri olan nokta, ne yönde yardımc ı
olduklarıdır. Keza Köprülü, Âş ık Paşazâde’nin tarihinde kadınlara yer
verildiğ ini fakat bu kadınların savaşçı kadınlar mı yoksa başka kad ınlar mı
olduğu noktasında kesin bilgi olmadığını ifâde eder. Ama şu bir gerçek ki
hangi kadınlar olursa olsun kuruluş aşamasında kadınlar da oturmamış ; sosyal
hayata müdahil olmuşlardır.
Bekir Büyükarkın, Kutludağ adlı romanında “Aykan Bacı” adlı bir
Anadolu kadınının kiş iliğinde kağnılarla yük taşıyan kadınların kendi
aralarındaki konuşmay ı ve gayret edişlerini çok başarı lı bir şekilde
kurgulamış tır.
“Bac ılar gülüşmeye başlamıştı . Aykaan Bacı bunu duydu. Hemen
dikleşt i , sertleşt i . . .
— Heyt, diye bağırdı . Ne varmış k ıkırdayacak? Siz hiç koca
görmediniz mi? Kim ki geri dönüp ardına bakarsa arabasının tekerine çomak
sokarım. Bunu böyle bilesiniz. Hadi, deh deyin!
Üğendireyi yiyen mandalar kıpırdadı , tekerlekler gıcırdadı , Bilecik
yolcuları Domaniç'e gidenlerden yavaş yavaş uzaklaştı . Beyin mallarını , Şeyh
Edebalı 'nin «kalını» dediği genç kızların çeyizlerini, yaylaya taşınması gerek-
meyen eşyaları manda derilerine sarıp bu arabalara yüklemiş lerdi. Kadınlar
bunları Bilecik Tekfuruna emanet edip geri döneceklerdi.
Domaniç ise buradan bir hayli çekerdi. Davarlar ını toplayanlar yaylaya
varmak için fazla acele etmiyorlardı .
Uzaktan hâlâ Aykaan Bacı 'n ın sesi geliyordu :
Dayan ın ha!.. Kız kaldır şu tekeri. . . Oyalanmayın ha!..” (Kutludağ: 66 )
Tarihçiler, Anadolu bac ıların ın çarp ışmalara kat ılıp katılmad ıkları
noktasında tartışmaya devam ededursun romanc ımız, Kutludağ roman ında
Anadolu Bac ıları’n ı çoktan çarpıştırmaya başlamış tır. Hem de
kahramancasına... ( Kutludağ: 153 vd. )
II. BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞUNDA ETKİN OLAN TEMEL
FAKTÖRLER
1. Adalet
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda emeğ i geçenlerin adalet konusundaki
düşüncelerinin merkezinde “Allah’ın adaleti” vardı . Çünkü onlar, yapt ıkları
her işte Allah’ ın emirlerine göre hareket ediyorlardı . Onlar, yaşadıkları gibi
inananlardan değ i l , inandıkları gibi yaşayanlardand ı . Fethettikleri her yere
bar ış , huzur, adalet ve güven ortamı götürmüş lerdi. Onlarda bey ile halk
ayırımı yoktu. Bizans’ta olduğu gibi beylerle halk arasında uçurum yoktu.
Osmanlı’da beyler de halktan biriydi ve halk arasında dolaşır ve onların
dertleriyle ilgilenir ve ellerinden geldikleri kadar çözüm üretmeye
çalışırlardı . Onlar’ın felsefesinde birileri aç gezerken ötekilerin zevk ve sefa
içerisinde yaşamas ı hiç uygun deği ldi. Halkın refah içinde yaşaması
gerekiyordu. Maddî konularda kişisel menfaatler deği l ; toplumsal çıkarlar ön
plânda tutulmuş tur.
Hristiyan halk ile Müslüman halk aras ında asla bir ayır ım
gözetilmemiş ; hatta zaman zaman az ınlık halklara daha fazla ayrıcalıklar
tan ınmışt ır. Çünkü onların kendilerine her yönüyle bağlanmaları Devlet’in
sürekliliği açısından son derece önemlidir. Hatta Osman Bey döneminde bir
Hristiyanla bir Müslüman arasında çıkan tartışmaya Osman Bey müdahale
etmiş ve Müslümanı haks ız bulmuş tur. Bunun üzerine Müslümanın ‘Ben de
Müslümanın siz de Müslümans ın ız, bu Hristiyan karşısında beni nasıl haks ız
bulursunuz’ anlamında sözler söylemesi üzerine Osman Bey ‘Dediğ iniz doğru
ben de Müslümanın siz de Müslümansın ız ama doğru olan bir şey daha var ki
her şeye rağmen haks ızsınız ’ anlamında karşılık vermişt ir .
Osmanlı Devleti’ni kuran yöneticilerin kendilerinden sonra gelecek
olan oğullarına verdikleri en önemli öğüt “halka adalet üzere davranmaları”
olmuş tur. Halka adaletli davranırken de zalimlerle de çok çetin mücedelelere
girmişlerdir. Onların adaleti kısa sürede meyvelerini vermeye baş lamış;
özellikle Osman Bey’in adaletinden dört bir yanda söz edilir olmuştur. Bunun
neticesi olarak Osman Bey, önce kalpleri fethetmişt ir . Kalpler fethedildikten
sonra istenen sonuca daha kolay ulaşılmış tır.
Osman Gazi adaletin, hakkın ve hukukun her şeyin üstünde olduğuna
tam bir içtenlikle inanmaktad ır. Arkadaşlarıyla konuşmalarında da bu bariz
bir şekilde görülmektedir. Fethettikleri yerlerde adaletin savunucusu
olmalar ın ı “iyiliğ i emredip kötülüğü yasaklayan” bir düşünüş le hareket
etmelerini istemektedir. Zira her şeyin baş ı adalettir. Adaletin dengesinin
bozulması her şeyin hatta doğan ın dengesinin dahi bozulmas ıd ır.
Romanlarda birçok konuda Osmanl ı’yı kuran şahsiyetlerin İslâm
inanc ın ın gereklerini göz önüne aldıklar ın ı düşünecek olursak Kur’ân- ı
Kerim’de adalet fikrinin nas ı l işlendiği de önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü
onlar için ölçü, yapılan davranışın Kur’ân-ı Kerim i le uyumlu olup
olmamas ıyd ı . Bu bağlamda Kur’ân onlar için en yüce kaynaktı . Allah
Kitab’ ında insanlara adaleti emretmişt ir:
“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar
arasında hükmettiğ iniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne
kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işi t ici, her şeyi
görücüdür.” (Kur’ân-ı Kerim , 4:58)
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden
kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin.
Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yak ışan (bir davranış) tır. Allah'a
isyandan sakının. Allah yapt ıklarınız ı hakk ıyle bilmektedir. (Kur’ân- ı Kerim ,
5:8. )
Onlar Allah’ ın bu emirlerine karşıl ık vermişler akıllarından asla
ç ıkarmamış lar ve en güzel şekilde uygulamaya çalışmış lardır:
“Osman gazi hân, bu konuşmadan sonra, Gündüz ve Orhan beylerle
Konur Alp'i ve Turgut Alp'i yanına çağırıyor, onlardan ne beklediklerini
anlatıyor:
Osman gazi hân, her şeyden önce, adalet istemektedir. Adâletin, hak ve
hukukun İsevî, Musevî, Müslüman; Türk, Ermeni, Rum, Tatar gözetmemesi;
eş , dost, akraba kayırmamas ı gerektiğine, kesin olarak inanmaktad ır.
Ve Osman gazi hân, onlara :
- "Darlıklar, sıkıntı lar, yokluklar önce size, sonra milletinize; varlıklar,
rahatlıklar önce milletinize, sonra size" diyor. Savaşta dâima öne geçmelerini,
önde sürüp, önde çarpışmaların ı söylüyor. Son olarak da, kentlerini çeşmeler-
le, mescidlerle, hanlarla, pazarlarla şenlendirip mâmur etmelerini,
zenaatkârları , çiftçileri , bilginlerle şairleri ve din adamlar ını saymalar ını ,
korumalarını öğütlüyor.
Ayrıca, sald ırgana acımasız, s ığınana ve aman dileyene hoşgörü ile
davranı lacakt ır. Hatâlar bağışlanacak, kasıt lar şiddetle ve derhal
cezalandırılacaktır.
Ve bütün bunlar o öğütlerdir ki, Osman gazi hân, gereklerini aksatanı
derhal geri çekecek ve s ıra eri yapacaktır. Bunu da, başta Orhan olmak üzere,
hepsinin de tek tek gözlerinin içine baka baka söylemiş t ir .
Son olarak,
"Güvencimsiniz, övüncüm olun, Allah'a güvenin; yapıp ettiklerinizle
övülün, övünmeyin ve dahi, yarından tezi yok, yola koyulun" diye uğurluyor.
( Osmanc ık: 319 )
Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra Şeyh Edebal ı , Osman ile
konuşmas ında Osman’a babasın ın niteliklerini şu şekilde vererek onun adalete
ne kadar değer verdiğ ini ortaya koymuş tur:
“Baban rahmetli , büyük savaşç ıydı , dünyaya gücü yeter yiğitlerdendi.
Dileseydi, at sırtından hiç inmez, vilâyetler bozar, basıp çarpıp yırtıp kopar ıp
ortalığa dehşet salarak hazineler toplardı , istemedi, para bırakacağ ına saygılı
ad bırakt ı , -içini çekerek daldı biraz sesi gürleşt i-: Benzeri bulunmaz adam
güdücülerdendi Sertliğin gerektiği yerde, sertti çelik kadar, yumuşakl ılık
gereken yerde yumuşaktı pamuk gibi.. . İyileri incitmez, kötüleri undurmazdı .
Uzak umutluydu, çünkü sabırl ıydı . Kavrayış ı , bağışlayışı tez, öfkesi,
cezalandırması yavaş tı . Okuma-yazma bilmezdi ama, öğütlerden en yararl ıyı
hemen seçer, uygulamada hiç duraklamazdı . Olmaya ki, tuttuğu yolun
yanl ışlığı ispatlana.. . “ (Devlet Ana: 170 )
Osman, Şeyh’in yukarıdaki sözlerini tasvip etmekle beraber artık babas ı
yoktu ve kendisi çok daha farklı bir mizaca sahipti . Ondaki fetih ruhu içine
s ığmıyor âdeta taş ıyordu. Bu taşma öyle bir taşma idi ki zaman zaman
çevresindekileri dahi korkutuyordu. Osman gençti ve gençliğ in verdiği
heyecan ile hareket ediyordu. Ama Osman Bey çok zeki ve çok hızlı olarak
doğru kararlar verebilen niteliklere sahipti . Zaman hızla akmaktaydı . Osman,
Şeyh Edebal ı’nin kızıyla evlendikten sonra biraz durulmuş ve daha vakur bir
hale gelmeye başlamıştı . Bu da ona zaten tam anlamıyla güvenenlerin
güvenlerini bir kat daha arttırmış tı . Adaleti dört bir yanda duyulmuş Bizans’a
bağlı yerlerden bile Osman Bey’den yardım istemeye gelen halka
rastlanıyordu:
“Bugün Bizans'a bağlı bir köyden bir karı koca gelmiş t i Söğüt'e. Orhan
Bey onları babas ının yan ına çıkardığı zaman:
— Battık gayrı , diye bağırmışlardı , insaf!
— Ne oldu?
— Can ve mal güvenimiz yoktur! Vergi ödemekten evimizin damın ı
bile örtemez olduk. Bu hale dayanmak ne mümkün?
Kadın genç, adam yaşlıydı . Adamın omuzları çökmüş , kad ın ın bakışları
donuklaşmış tı . Yine de kadın çok güzeldi, yaşamak istiyor, ummak istiyordu.
— Adınız ne? diye sordu Osman Bey.
— Benimki Kosti karımınki Elenika!
— Hangi köydensiniz?
— Türkler Kurudere derler adına.
— Oras ı bize ait değ i l tekfurların!
— Bunun için geldik biz, bunun için!
— Ben ne yapabilirim size?
— Kurtar bizi! Gel, köyü al. Sana bağlanalım!
— Yalnız siz mi istersiniz bunu?
— Hayır! Bütün köylü diler, biz elçiyiz. Görürüz ki imparator
tekfurlara söz geçiremez. Tekfurlarsa keselerini doldurmak için durmadan
soyar bizi. Olmazsa döverler, bununla da yetinmeyip, karılarımız ı , kızlarımızı
alıp götürürler.7 Sonra salıverirler. Öyle değ il mi Elenika?
Genç kadın sadece başını önüne eğdi, k ızardı , yine de göğsü inip
kalkmaya başladı . Adam devam etti:
— Sen tekfurlara benzemiyorsun Osman Bey, ne mala, ne cana, ne de
ırza el sürdürtüyorsun! Bu yüzden bizi kurtar, halk ımızı koru gül gibi yaşayıp
gidelim.” (Kutludağ: 199 )
Allah iyiliğ i emredip kötülüğü yasaklamış tır. O adaleti emretmişt ir . Bu
Allah’ ın adaleti uygulanırken hiçbir ayırım yapılmamal ıdır:
“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği , akrabaya yard ım etmeyi emreder,
çirkin işleri , fenalık ve azg ınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size
öğüt veriyor.” (Kur’ân-ı Kerim, 16:90.)
De ki: Rabbim adaleti emretti . Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na
çevirin ve dini yalnız Allah'a has k ılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığ ı
gibi (yine O'na) döneceksiniz. (Kur’ân-ı Kerim, 7:29. )
Düşman ortalıkta hiçbir sebep yokken Bacıbey’in oğ lu Demircan’ ı
kahbece öldürmüştür. Bunun üzerine Osman Bey ile Bacıbey arasında geçen
konuşmada Osman Bey babası Ertuğrul Bey’in son derece barışçı bir politika
izlediğine ve gâvuruna Müslümanına “kardeş” gözüyle bakıld ığına değiniyor:
“. . .İyi düşün! Demircan olduğundan vurmadılar Demircan'ı . . .At
sürmek, birimizi öldürmek deği l bunların aslında niyetleri, boynumuza
ilmek atmak! Bizi kırmak bire kadar.. . Gâvur ına, Müslümanına «Kardeş»
dedik oysa biz.. . Kahpelik etmedik hiç birisine.. . Babam rahmetli , boşuna
sürdürmedi bu barışı . . .” (Devlet Ana: 181 )
Kemal Tahir, 1290 yıllarında Konya Selçuk Sultanl ığında rüşvet al ıp
vermenin çok yagın olduğuna değiniyor ve burada sadece Eskişehir Bey’i
Alişar’ın doğru dürüst bir adam olduğuna işaret ediliyor. Yine borçlu insanın
dönemin şartlar ı i t ibariyle namuslu olduğu sonucu ç ıkarıl ıyor. Kemal Tahir
böyle bir çıkarımla “Baz ı dönemler öyle zor ekonomik şartlar vardır ki borcu
olmayan insanın namuslu olması imkânsızd ır.” Sonucuna kapı aralayan bir yol
çiziyor.
“Ş imdi bile, dünya bu kadar bozulduğu halde, halka karşı hiç bir
kötülüğü görülmemiş , soygunu, vurgunu duyulmamıştı . Borçlu oluşu
namusluluğunun delili sayılıyor, bu da Alışar Bey'e gidişattan yanıp yakılmak
hakk ı veriyordu. Rüşvetçi olmadığ ı için birçok gereksiz çekişmelerden,
düşmanl ıklardan kurtulmakta, herkesle iyi geçinmeyi sağ lamaktaydı . Aşırı
kadın düşkünlüğünü, konaktan dışarıya taş ırmadığı için, sancağında
ahlâksızlığ ın yüze ç ıkmas ın ı başından beri önlemiş t i . Kopukları baş ıboş bı-
rakmaz, aralıksız izletir, bütün yapt ıklarından haberi olur. sırasının geldiğine
karar verince kumarda, içkide, hovardalıkta bastırıp Oğuz töresince onar
değnek çalarak sindirirdi. Birkaç kez. edepsizliğe kalkan, oğ lanlara sataşırım
sanan derviş leri, çarşının ortas ında tutup sakalına yapışıp suçunu açıkça
bağırarak dut dalı silker gibi sarsalayıp, «Tanrı adamı olmasan, bak neler
olurdu. Var yık ıl , gözüme görünme! Cimri 'ye olanı baş ına getiririm, derini
yüzüp saman deperim.» diye tartaklamış tı . Her fırsatta köylülere arka çıkıp,
«Bunlar hazır ve de baş eğmiş devlet reâyâs ıdır. Hoş tutaraktan ve de
üstlerine kanat gererekten savunmak boynumuzun borcudur. Böyle yapt ıkta,
bir Mısır hazinesi mal hasıl olur» diye kükrediği . «köylü ekinini yedirdi»
diye kap ısı devecilerinden birini, vaktiyle devesinin hamuduna ast ığı , at ını
köylü ekine bağlayan bir savaşç ısını , «Kulluk efendiye böyle mi olur? Nedir
sizde olan bu gâvurluk? Ben gereğince tedarikinizi ya görmez miyim?»
diyerek kendi eliyle sopalayıp öldüreyazdığ ı , ayrıca bineğ ini Beylik tavlaya
çekip güzelce damgaladığı dillere destandı , ikide bir, «Ben kıyamete kadar
aln ı kara olamam ve de Tanr ı huzuruna günaha batmış varamam. Ne
demektir böyle töresizlikler” diye rüşvetçilerin üstlerine yürümeleri, bir
kötülük duyduğunda, «Muhammet ümmetine sahip olacak bir yiğ itin nara
vuraraktan meydana uğramas ı zamanıdır.» diye hoplamaları , «Nâmert
tak ımının ipinde oynayanların başına neler gelir, görün tarihte.» diye
bilgiçlenmeleri vard ı . Epeyce saf, adamakıll ı dalg ın, hiç bir şeyi de gerçekten
umursamaz olduğu için, bir dediğinin, öbür dediğ ine uyup uymadığ ına, bir
yapt ığının, öbür yaptığını tutup tutmadığ ına pek aldırmıyordu. Bu sebeple bir
zamanlar. «Çevrede eşkiya barınmas ı Bey kısmının alın karasıd ır, ırz
k ırıkl ığına kadar varır bunun ucu!» dediği , Çudaroğ lu'nun ad ını her duyuş ta,
domuz görmüşe döndüğü halde Hophop'un gelmesinden, düzen dışı dolaplar
kurup bunların önemli bir kısmın ı Çudaroğlu'yla döndürmeye başlamas ından
bu yana, herifin lâflarını , kendi sözleri gibi tekrarlar olmuş tu. «Buras ı sınır
boyudur. Bey kısmı s ıral ı sıras ız: binip ardına levent haşaratını alıp devre ve
de harami kovalamağa ç ıkamaz. Çünkü reayayı ezmiş olur. Ezilen reaya
savuşup ülkeyi şenliksiz, toprağı ekimsiz bırakır. Allah korusun, kıtlık
yüzgösterir. Devlet, eşkıyaya benzemez. Hemen binip sürmesi kanun deği ldir.
Hani, soyguncudan uzun sürdürmüş var mı? Gerçekten bey olan bey, tavşan ı
arabayla avlasa gerek.» diye kasıl ıyordu.
Eskişehir esnafına göre Alışar Bey yüzde yüz cennetlikti ama, «Bu
kadar uçkuruna gevşek olmasa.. .» Evet, parayı biriktirmek şurada kalsın,
harcanmay ı bile sevmeyen Alışar Bey'in uçan kuşa borçlanması , uçkur gev-
şekliği yüzündendi. Bu gevşeklik, yaşı i lerledikçe durulacağ ına azg ınlaşmış ,
son zamanlarda kudurganlık halini almış tı . Gözünün tuttuğu her cariyeyi,
pahasını sormadan, «Gönder gitsin!» diye konağa yolladığından, Eskişehir
pazarında çoktandır, yesircilerden geçilmiyordu. Moğol soygunu, beyliğinin
gelirlerini gitgide azaltırken esirci borçları kabarmış , kalabal ık haremin
hesaps ız kitapsız çarşı borçları da bindikçe binmiş ti . Bu korkulu gidişin
nereye varacağını . Bey kâhyas ı Pervane Subaş ı gibi, alacaklı lar da kara kara
düşünürken, Hophop Kadı çıkageldi, üç yı la bırakmadan bütün borçlar ı
ödeyerek Bey'i dünyanın en gams ız, en saygı lı sancak beyi haline getirdi. “
(Devlet Ana: 255 )
Pazar bacı konusunda Dündar Alp ile Akçakoca arasında tartışma
ç ıkmış tır. Akçakoca için pazar bacı son derece gereklidir. Çünkü yaşatmak
için yaşamak gereklidir. Çünkü Osmanlı Beyliği artık devlet olma sürecine
girmeye başlamış ve bu sürecin devam etmesi için de çal ışmas ı gereken bir
düzeneğe ihtiyaç vardır. İster istemez bu düzenekte çalışanlara emeklerinin
karşıl ığı verilmek durumundadır. Akçakoca düzenin tüm devletlerde böyle
olduğunu bildirir ve Osman Bey’i ikna eder. Fakat Dündar Bey hâlâ pazar
bacı şeklinde bir verginin Bey tarafından toplanmas ının yanl ış ve gereksiz
olacağı fikrindedir. Oysa adaletin, huzurun ve güvenliğin temini, dirlik ve
düzenliğin tam anlamıya sağ lanması açısından pazar bacı son derece
gereklidir:
“ — Buna karşı , Akçakoca Beyim, demişsin ki sen.. . önce,
Germiyanlının sopa yemesini önlemek istemiş ler, «Cuma namazından
sonraya kalsın.» demiş ler. «Adalet namazdan ileridir.» demişsin halvette,
Dündar Bey'e karş ı , «Pazar kolay kurulmaz.» demişsin, «Çerçi milleti , tüccar
milleti , pazara mal getiren reaya milleti hayvanının kuyruğunu tutaraktan
sürünüp gelir ki, aksata ederek nafakasın ı çıkarsın, noksanın ı kapatsın! inişte
yokuşta bunca yorgunluk çekmesi, bunca belâya göğüs germesi bundand ır.
Hele çerçi-tüccar k ısmın ın, sürecek tarlası , dönen değirmeni, dikili ağacı ,
yürür davarı yoktur. Nice yükleri çözüp bağlayaraktan ve de harami-yaramaz
tutmuş yollara mal can dökerekten gelip birikmesi mülkü güvende
bildiğindendir. Güven kadıyla olur, subaşıyla olur, pazar bekçisiyle olur
ki, şarap serhoşu rezil Germiyanlı , düzen sevmezlerin kışkırtmasına gidip,
taşına gelecekten gafillenip bey kıl ıcı gölgesinde, talan ederim sanmas ın!»
demişsin. «Pazar sahipsiz olmaz, Dündar alp edepsize değnek ister.»
demişsin. «Ayrıca, çerçi-tüccar takımı da halkı haklamayacak.. . Meydan
kantarı ister ki, el vurmadan kendi başına doğru tartsın! Ölçekler, kileler,
haklalar örfden küçük olmas ın! Pekmezine su katan, yağsızı yağl ı diye
satmaya kalkan değnek ister. Paralarda silik, kulağı k ırpılmış , kalp var mı
bakılacak ki, «pazar» adına lâyık olabilsin Bey pazarları . . .” (Devlet Ana:
510)
Osman Bey savaşlarda elde edilen ganimetlerin adaletli bir şekilde hak
sahiplerine dağıt ılması konusunda çok titizdi. Fethedilen yerlerden sadece
biraz ganimet alınmasına müsaade ediyor cana ve ırza dokunmayı kesinlikle
yasakl ıyor, yerli halktan isteyen kimselerin kendi mahkemelerinde
yargılanmalar ına izin veriyordu:
“Osman Beğ , erlerine, Aydos'un yağmas ı için iki gün verdi. Dileyen
dilediği evin sahibi olacaktı . Cana ve ırza dokunmak yoktu. Bundan böyle,
Aydos'un dirlik düzenliğ inden Kıyan Selçuk sorumluydu. Anlaşmazl ıklara
Yahşi Fakı bakacaktı . Yerli halk ona başvurup vurmamakta serbestti; dileyen
Bizanslı yarg ıca gidebilirdi.
Osman Beğ , toplanan ganimetleri, yoldaşları aracıl ığı i le gazilere
bölüştürdü. Nikeforos'un, büyük bir servet tutan altınlarını , gümüş lerini,
mücevherlerini ve eşyasın ı beşe ayırd ı:
- "Biri Koca Kulmaş beğ kardaşımad ır. Biri Kara Güne beğ
kardaşımad ır. Biri Erdoğmuş beğ kardaşımınd ır. Biri Çoban beğ
kardaşımınd ır. Şu kalan da Kayı 'n ındır; ağam Gündüz beğ i le Dursun Fakı 'ya
emânet ediledir."
Paylaşt ırma eşi t t i ve öteki boyların birlik beyleri önünde yapılmış ,
paylar onlara teslim edilmiş ti . Kayı 'nınkini Akça Koca götürecekti.»
(Osmancık: 249)
Osman Bey her kim olursa olsun yargılanmadan cezalandırılmas ına
karşı olduğunu her fırsatta söylüyordu. Böylece adaletin tam tecelli etmesine
çaba harc ıyordu:
“ Bu Türkopol'u götürün dedi. Derviş Mahmut Gazi ile Abdurrahman
Gazi yargılasınlar. Suçlu bulurlarsa cezas ın ı versinler.
— İşi neden uzatırsın? Ben onun hesabını buracıkta görürüm.
— Olmaz böyle şey Aykaan Bacı , kişi yargılanmadıkça cezasını kimse
veremez. Kişi suçlu görülmedikçe de cezalanamaz. Bunu böyle bilesin ve
akl ından ç ıkarmayasın.” (Kutludağ: 90 )
Osman Bey paylaşmasını bilen bir insandı , kendisine hizmet edenleri
daima korur ve teşvik ederdi. Bu sebepledir ki kay ınbabası Şeyh Edebal ı’n ın
yanında yetişmiş olan Dursun Fakih’e Karacahisar’ ın yönetimini vererek
teşvik etmiş ve ödüllendirmişt ir . Kendisine bu görevi verirken de adalet üzere
bir yönetim kurmasın ı istemişt ir:
“ Yine de Osman Bey konuş tu :
- Ey Dursun Fakih kardeş! Sen kayınbabam Şeyh Edebalı 'nin elinden
kuşak dolandın ondan çok şeyler öğrendin, yetiş t in. Hak, hukuk bilir, töre
nasıl yaşatılır anlarsın. Bu yüzden seni Karacahisar 'a kadı ve subaşı
yapt ım.Burada yaşayanları mutlu kul ve adalet üzere o. Bir de şu kiliseyi
camiye çevir ki namazımızı kılalım.” (Kutludağ: 195 )
Ayn ı konu hakk ında Mustafa Necati Sepetçioğ lu’nun Çat ı adlı
romanında da paralel şeyler söylenmektedir:
“ Osman Bey ya bu düşüşü farketti ya da alışageldiği için: «Tanrı aklık
isteyene aklık karalık dileyene karal ık verir Dursun Fakih, bilirsin» dedi.
«Gelgelelim istemekle dilemekle iş bitmez; bilmekle de iş bitmez, varacağın
yola dört yol mu gidiyor belki beş incisi de vard ır hemi de daha k ısad ır., onu
da hesaplamak gerek. Kadımıza akıl vermek bize düşmez., bir daha kutlu
olsun! Karacahisar geniş yerdir; Türkmen de sağda solda aşiret halinde da-
ğ ınık., buyurduk ki bu dağınık, göçer halde yaşayan Türkmenin aşiretinden
dileyen Karacahisara gelip yerleşe, onlara bu Karacahisarda ev verile, yer
verile. Amma yerlilerden bir kimsenin hakk ı yenilmeye, al ıştığına
dokunulmaya ve burnu kanamaya; gelen Türkmenle Karacahisarın eski
yerlileri bir tutula, ayrıcalık gözetilmeye. Tanrıdan yüz aklığı diledin; yüz
akl ığı bu dediklerimdir ama sen Kadıs ın k ılıç değ ilsin; Kad ının k ılıçlısı halka
zarard ır zaten; şimdi bu Karacahisara bir de Subaşı gerek., gerek ki nizam
tam ola.. .” (Çatı: 10)
Anadolu bacılarından olan Aykan Bac ı’ya da Osman Bey’in adaleti
sirayet etmiş t ir . Aykan Bac ı , her kim suçlu ise kim olduğuna bakılmaksızın –
bey dahi olsa- cezasın ı çekmesi gerektiğ ini vurgulamış tır:
“ — Hepsi de kötü Ayhan Çavuş! İftira ise de, Bey yanı lmışsa da kötü.
Kim ki, suç işlemişse hak yerini bulmal ı , ' 'Bey de olsa cezasını çekmeli.
Birgün Yahya Usta elime geçerse, «Sen elalemin kız ıyla uğraşacağ ına kendine
bak» diye yakasına yapışırım. Ben Aykaan Bac ı 'ysam yaptım bunu . Bak o
zaman neler olur?” (Kutludağ: 172)
Osman Bey kendi kurdurduğu bir pazarda Germiyanlı Müslüman
birisinin Bilecikli Hristiyan bir kişinin bardaklarını ald ığ ı ve parasını da
vermediği haberini almış ve derhal o Germiyanlı’yı Müslüman dahi olsa
cezalandırmış tır. Dede baba ile arasında geçen konuşmada bu hâdise şöyle
dile getirilmektedir:
“ — İyidir hep genişliyoruz. Yeni göçmenleri yerleştiriyoruz.
Bilginlere zaviyeler açıyoruz. Şeyh Edebal ı bize çok hizmet eder. Eskişehir
ve İnönü de bize katı lmak ister, Germiyanoğlu'yla kap ışmamak için ş imdilik
oralara uzanmad ım. Yaln ız geçenlerde bir Germiyanlı 'yı cezaland ırdım.
— Niçin?
— Benim kurdurttuğum bir pazardan Bileciklilerin satmak için
getirdiğ i bardaklar ı zorla almış , parasını da vermemiş .
— Sakınsaydın Osman Bey, sakınsayd ın!.
— Adalet üzre ol demez misin Dede Baba? Adalet olmazsa nas ıl
yaşar ız, nasıl güven sağlarız?
Dede Baba Osman Bey'e cevap veremedi. Bey doğru söylerdi, bir
Germiyanlı 'y ı , bir Hıristiyanın hakkını yedi diye cezaland ırmıştı . Fakat,
Germiyanoglu Yakup Bey, Osman Bey'in bu davranışını bahane edip öç
almaya kalkabilirdi.” (Kutludağ: 250 )
Osman Bey Oğ lu Orhan Bey’e kendisnden sonra ne yapmas ını
istediklerini söylerken özellikle adalet üzere olması gerektiğini vurgulamış tır.
“ — Oğul! Bir de sana bağlananları hoş tut! Hizmet edenlerine daima
yardımda bulun! Asla hak yeme. Yapacağın iyilikler ömrünü uzatır, kişi leri
sana bağ lı k ılar.” (Kutludağ: 263 )
Osmanlı kuvvetleri Çimpe Kalesi’ni alarak ilk olarak Balkanlara doğru
geniş lemeye başlamış tır. Bu fetihler s ırasında yıl larca köhne Bizans’ın
adaletsiz yönetiminden ve zulmünden bunalan halk, Osmanl ı akıncı larının
kalelerine geliş lerini bayram havası içerisinde karşılamış , çoğu kez de
akınc ılara kalenin kap ılarını içerden açmışlard ır:
“ Kale kısa zamanda tamir edilmiş ti . Süleyman Paşa, orada bir miktar
asker bırakarak, civar kaleleri fethetmek ve sahil boyunu Osmanlı Devletine
katmak için üç bin kişiye baliğ olan ordunun başına geçerek yürüdü.
Zelzeleden her taraf harap olmuş tu. Çoğu kaleler oturulmaycak hale gelmiş ti .
Biraz da bundan istifade eden Osmanlı akınc ıları kolaylıkla sahil kesimini de
işgal ettiler. Yı l lar yılı Bizans imparatorlarının ve zalim tekfurların elinden
devaml ı zulüm gören halk, Osmanlı ların getirdiği İslâm adaletini can ü
gönülden alk ışl ıyor, Osmanl ı ak ıncılarına kapı larını aç ıyorlardı .”
(Sunguroğlu– I: 287)
Bir handa rastladığı Germiyanoğulları’nın dört adamın ın
somurtkanlıklarına hayret eden Turgut Alp’ ın hancıya hep mi böyle
olduklarını sorması üzerine hancı , bunların hep böyle olduğunu, birçok kere
de tekfurun emriyle handa bedava yiğ ip içip, kaldıklarını , tekfurun da
sonradan kendisine paray ı ödemediğini beyân ederek bunlara veryansın
etmektedir:
“Bunlar hep böyle somurtkan mı dururlar, hancıbaş ı?"
Hanc ıbaşı ellerini çaresizlikle iki yana açtı .
"Somurkanlıkları bir yana asilzadelerim, parasızlar da üstelik.
Tekfurumuz beş para almamakl ığımı emrettiler. Güya masraflarını kendisi
ödeyecekmiş ."
"iyi ya işte, başka ne istiyorsun? Bol hesap çıkarırsın."
Hancı ümitsizlikle başını sallad ı:
"Nerede? Bu kaç ıncı defadır böyle oluyor. Tekfur masraflar ı
ödeyeceğ ini söylüyor. Listeyi götürünce yüzüme Kahkahalarla gülüyor ve
'Birkaç kiş iyi hanında misafir ettin diye para istemeye utanmaz mıs ın bre?"
diye bağ ırıyor. Elim boş dönüyorum tabii. Yine de olacağı bu."
Turgut hayret etmiş göründü:
"Peki ama Tekfur hazretleri bunları neden koruyor?" (Turgut Alp: 108 )
Osman Bey’in himayesine girmiş olan Türkmen beylerinden Kamu
Salp’ ın oğ lu da Şeyh Edebalı’nın kız ı Bâlâ Hatun’u görmüş ve ona
tutulmuş tur. Osman Bey ile aynı anda Murat Alp’ ın da Bâlâ Hatun’u istemeye
gelmesi üzerine Şeyh Edebalı durumu çok ince bir şekilde kız ına aç ıklamış ve
tercihini sormuş tur. Bunu sorarken de kesinlikle Osman Bey’in hükümdar
oluşundan korkmamas ı gerektiğini, Osman Bey’in kendisini kılıç zoruyla
almak istemeyiş ini vurgulamış ve hür iradesiyle karar vermesini istemişt ir.
Bâlâ Hatun’un Osman Bey’i çok daha önceden görüp sevdiğini söylemesi ve
bunu ispatlaması üzerine k ız ın ı Osman Bey’e vermeyi uygun bulmuş tur.
Osman Bey de bu sonuçtan sonra Murat Alp’la konuşmaya başlamış ve şöyle
demişt ir:
“Kardaşım, dedi. Babana yardım edeceksi. Ve ilerde benim sağ kolum
sen olacaksın! Üzülme... Senden çok evvel Bâlâ Hatun’u görmüş , gönülden
birbirimizi sevmiş t ik. Sevmeden, sevilmeden hiç dirlik düzen olur mu? Sen
Bâlâ’ya gönül vermişsin. Yerden göğe kadar haklısın. Fakat, şimdi anlad ın ki,
Bâlâ beni istemektedir. Bunu şahitler huzurunda söylediler. Hak yerini buldu.
Kadere rıza gösterip halimize şükredelim.” Osman Bey Murat Alp’a bunları
söyledikten sonra Murat Alp’a uygun birisini önermiş ve Murat Alp’ı
sevdiğini belirtmişt ir . Murat Alp’ın ve babasının da uygun bulması üzerine
Murat Alp da onunla evlenmiş ve böylelikle sorun kimse incitilmeden âdil bir
şekilde çözüme kavuş turulmuştur:
“ — Kızım, dedi. Doğru konuş . Korkma! Hünkâr, ancak kılıç zoru ile
kalelerin zaptedileceğini söylemişt ir . Onun sözü sözdür. Eğer, doğru
konuşmazsan, onun her dediğini kendi isteğine uygun şekilde .dinleyip cevap
verirsen, bir hakkı suiistimal etmiş olursun.. . Sen, babanı bilir , fazlasıyla
sever, sayarsın. O, seni şiddet kullanmak suretiyle elde etmek istememektedir.
Her şeyi, Allah rızas ı için olduğu gibi anlat.
Murat Alp, Şeyh Edebal ı 'nin bu sözleri üzerine büyük ferahlık
duymuş tu. Demek ki bir baskı olmayacak. Zulüm edilmeyecek. Herkes, burada
bir hakkın teslimi için tartışacak, sonunda kadere rıza gösterilecekti .” (Osman
Gazi: 148)
Osmanlı’nın kuruluş aşamas ında büyük anlamda etkisi olan Şeyh
Edebalı’n ın adalet konusundaki düşüncelerini şu şekilde vermek mümkündür:
“ Şeyh Edebalı , haktan, hakikatten ve doğruluktan ayrılmayan bir dil i le
dedi ki:
«— Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Bizden dünyayı isteyenlere, istediğimiz
zaman, istediğimiz kimseyi seçmek suretiyle veririz. Lâkin cehennemi de
hazırlarız. Oraya koğulmuş olarak gitmek ne demektir?.. . Bunu bir kez
düşünelim... Kul olanlar, Ahireti unutmayıp, hiç kimsenin hakkına tecavüz
etmeden fani hayattan ayrıl ırsa, cennetin meyveleri onlara nasip olacaktır.
Rabbinin nimetinden hoşnut olmak isteyenler, ona şükür ile başkaların ın
hakk ın ı çiğnemeyenlerdir. Sizler de, yasak kıl ınmış olan şeylerden daima
kendinizi uzak tutmak mecburiyetindesiniz. Böyle bir dâva hepinize örnek
olsun. Bu konuda ibret alın. Ve hiç kimse, hiç kimsenin malına, ırzına,
namusuna, toprağına ve silâh ına sahip ç ıkmas ın. Bizim ülkemizde,
Müslümanlar kardeştir. Osman Gazi, adalet ilân etti . Bu adaletin tevziine de
bizleri memur eyledi. Şimdi onun kurallarına ters düşecek olursak,
hükümdarımız ın buyruklarına ald ırış etmeyecek olursak bekamızı temin
etmekte müşkilât çekeriz. Bu bakımdan, hiç kimse hakl ı veya haksız olarak
bana gelmesin. Demek istemiyorum ki, hakkım aramak için deği l , hiç kimse
hak çiğnemezse, haksızlığa kimse uğramaz; dolayısiyle hak aramak için de
bizim dostlar meclisimize gelen, olmaz.. . (Osman Gazi: 201)
Yine Şeyh Edebalı , ahileri bir araya toplayıp onlara iyilik ve adalet
üzerine muamele etmelerini ve bu dünyanın geçici olduğunu; herkesin bir gün
gelip öleceğini ve yaptığı her davran ıştan sorumlu tutulacağını anlatmaya
çalışmaktad ır. Ancak bu şekilde sağlam temeller üzerine oturtulmuş bir devlet
kurulabileceğinin alt ını çizmektedir:
“Birbirinizi sevip saymasını bileceksiniz. Çünkü bu dünya fanidir. Asıl
bu dünyanın sonu vard ır. . . Bizim için makbul ve muteber olan da işte odur.
Her kim, ahiretteki yüksek mevkinin sahibi olmak istiyorsa, bu gelip geçici
dünya nimetlerine fazla ehemmiyet etmemelidir. Düşkünlere ac ımak devletin
işi olmakla beraber, her mahallede bir veya birkaç fakir var ise, zenginin lok-
mas ı boğaz ına dizilmeli; fakir fukara aç bırakılmamal ıdır. Biz, buna riayet
ettiğimiz müddet zarfında, kuvvetli bir devlet olacağız. Burada birbirinizden
üstün taraflarınız olabilir . . . Fakat ahiret böyle deği ldir. Orada, şu sıralarda
hakir olarak aklınızdan geçen bir kimsenin, daha çok mutlu olmayacağını
kestirebilir misiniz? Kim, kimden daha faziletlidir, bunu ancak Yüce Halik
bilmektedir. Bu bakımdan, iyilik ve şefkat, her zaman bizi birbirimize
bağlayan yüksek ahlâkın kollar ıdır. Buna riayette kusur etmediğimiz
müddetçe refah ve saa'det bizim, şanlı Türk milletinin olacaktır. Türk soyu
dünyada bu şartlar içinde ancak hâkimiyet kuracaktır. Bu iyi biline.. .”
(Osman Gazi: 202)
Yarhisar’ın fethinden sonra Osman Gazi’nin oğ lu Orhan’a âşık olan
Holofira ile Orhan aras ında geçen konuşmada Holofira Orha Bey’e son derece
mutlu olduğunu, sevmediği bir adam ile evlenmekten kutulduğunu, halk ın
sefalet içerisinde yaşadığını ve Bizans’ın zulmünden bıkıp usand ığını ve
Osman Bey’in adaleti ve refahı getireceğini belirtmektedir:
“ — Ne anlatayım. Sen yan ımdasın ya... Bu benim için mutluluktan
başka bir şey deği ldir. Allah seni bana kurtarıcı ve koruyucu bir melek olarak
gönderdi. Sevmediğ im bir insan ile evlenecektim... Ülkemiz Osman Gazi
tarafından zaptedildi. İyi oldu.. . Halk sefalet içinde boğuşuyordu. Ağır
vergiler ödemek zorunda kalanlar, ezilip gidiyorlard ı . . . Osman Gâzi 'nin bir
ölçü ve nizam içinde tesis ettiği adaletli hükümdarlığı Yarhisar 'ı pek yakın
bir gelecekte eski saadet dolu y ıllarına kavuşturacaktır. . .” (Osman Gazi: 283)
Osman Bey şikâyetleri dinlemektedir. Tüm sorunların kaynağı olarak
beyler görülmekte ve bu dünyada olmasa bile ahirette tüm beylerin mutlaka
cezalarını çekeceği söylenmektedir. Osman Bey ise bunları son derece
soğukkanlı bir şekilde dinlemektedir. O söylenilenleri hakl ı bulmakta, fakat
her şeyin bir zamanı olduğunu da akl ından çıkarmamaktadır:
“Ali: «Eh işte anlad ın gayri Gelin bacım bizi» dedi.
«Biz evliyayız amma sizin evliyalardan deği l iz. Ehl-i Hak evliyaları
derler. Ehl-i Hak nedir bilir misin?.. Bilmen gerek, bilmen gerek ki bizi
anlayas ın. Bilmeyen anlamaz.. Bizi senin gibi emeğ i çiğnenmiş , hakk ı
yenmişler daha iyi anlar, derdimiz birdir çünkü. Bizde ölüm yoktur. Öldü
sanırsın, ölen bedenimizdir; ruhumuz bu bedeni bırak ır başka bir bedende
yeniden doğar bizim. Bizde köle yoktur. Köle, Beyin, efendinin olduğu yerde
vardır. Dünyadaki bütün Beyler, efendiler günü gelecek yok olacaklardır. Bu
dünyada yok olmayanlar mahşer günü cezalarını bulacaklardır. Mahşer
gününü düşündüğün oldu mu hiç Gelin bacım? Düşünmediysen ben deyim
sana, mahşer günü Şehrizûr Ovasında, uyuyanlar da uyumayanlar da kalkıp
hep bir araya geleceklerdir. Orada Şehrizûr Ovasında olacak ne olacaksa,
cümle Beyler, o zamanaca cezalarını çekmemiş olan cümle Beyler tutulup yok
edileceklerdir, bu ceza yalnız Beyler içindir; ondan sonra da mazlumlar, yani
sen, ben, yani boynu bükük yoksullar, kahır çekenler hepimiz Şahrazülün
Harmanında kendi payımıza düşeni alacağız; kimsenin pay ı kimseden fazla
yahut eksik olmayacak..»
Osman Bey sakin, güceniksiz, sabırlı sordu: «Bitti mi?»
Aybüken Ebe, boşalmış su kabı pörsümesinde: «Bitti say» dedi.
Osman Bey, önündeki ekmek ufaklarını , çayırın çimenin aras ına düşmüş
k ırınt ılar ı topluyordu, özene özene, bir kırıntı kalmamacasına. Yı llar önce,
daha yeşi l , daha su serinliği dolu, daha suya doymuş bir çayırlıkta birlikte
yemek yediği biri de böyle toplamışt ı ekmek kırınt ıların ı: Yunus’tu. Yunus
Emre’nin sakin, güceniksiz, sabırlı , hep seven yüzü geldi gözlerinin önüne.
Hep seven sesini hatırladı . Daha bir ferahladı Osman Bey: «Bittiyse benim de
bir soracağ ım var sana» dedi; «Sen Ebesin he mi? Vakti gelmeden doğum
yapt ır ır mısın?..»
susup bekledi öylece.
Aybüken Ebe: «Olur mu öyle şey» dedi; «Ebeysem yaptırmam.»
«Yaptırdın say ki. Ne olur?»
«Hiç bir şey olmasa bile çocuk ölü doğar. Ananın da öldüğü olur.»
«Kimi dinlersin o zaman?».
«Nasıl kimi dinlerim? Ben Ebeysem Osman Beyim kimi dinleyeceğim
ben bilirim ancak.»
«Amma doğuracak kad ın çırım c ırım ç ığ ırıyor, sancıdan k ıvran ıyor?»
«Kıvranır; gebelik bu.»” (Çatı: 160 )
Osman Bey esirlere bile söz hakkı veren bir kişi l iğe sahipti . Esirlerden
birisini çok beğenen Kara Ali, Osman Bey’e onlardan birisiyle evlenmek
istediğini beyan etmesi üzerine Osman Bey, önce esir kıza r ızası olup
olmadığını sormuş kızın da damat adayın ı görmek istemesi ve esirlerin serbest
b ırakı lması şartıyla beğenirse razı olacağını bildirmesi üzerine Osman Bey
durumu değerlendirmiş ve uygun bulmuştur. Normalde esir birisine istediği
gibi muamale edebileceğ i halde Osman Bey’in böyle bir yolu seçmesi insan
kavramına ve adalete ne kadar önem verdiğini göstermesi açısından son
derece önemlidir. (Ovaya İnen Şahin: 114 - 117)
2. Ak ıncılık
Osmanlı Devleti’nin kurucuları , akıncıl ığa çok önem veriyorlardı .
Onların ömürlerinin at üstünde geçmesi çok olağandı . Özellikle Osman Bey
döneminden sonra akınların ard ı arkası kesilmemiş ve sürekli bir yayılma
politikası izlenmiş tir. Onlar, ayr ıca “bask ın basanındır.” fikrini
benimsemişlerdi. Güçlü istihbaratları sayesinde baskınları önceden haber
alıyorlar ve baskına uğramadan bask ın yap ıyorlar ve düşmanlarını kendi
tuzaklar ına düşürüyorlardı .
Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğ lu roman ında bir akıncıda bulunması
gereken özellikler şu şekilde özetlenmiş t ir:
1. Ak ıll ı olmak.
2. Çok iyi mızrak savurmas ını bilmek.
3. Çok iyi ok gezlemesini bilmek.
4. Çok iyi kılıç kullanmas ını bilmek.
5. Ata ustaca binmek.
6. Gözüpek ve süratli olmak.
7. Yüreği temiz olmak.
Tüm bu niteliklere sahip olan birinin akıncı olması , kendisi için son
derece sevindirici; fakat yakınlar ı için ayn ı derecede üzüntü verici bir
durumdur. Zira birisi akınc ı olmuşsa onu gözden ç ıkarmak gerektir . Çünkü
onlar ölüme kutsal bildikleri değerler uğrunda güle oynaya gitmektedirler.
(Sunguroğlu- I : 14)
Orhan Gazi, İzmit’in fethi öncesi bahadırlarına hitaben yaptığ ı bir
konuşmada, kısa bir süre önce Ertuğrul Bey döneminde dört yüz çadırl ık bir
aşiret olduklar ını ş imdi ise devlet olma yoluna girildiğini ve bunun için
herkesin canla başla gayret etmesi gerektiğini vurgulamışt ır. Çünkü
Selçuklu’dan kalan boş luğu doldurmak gerektir. Selçuklu’nun zayıflamasın ı
fırsat bilen bazı beylikler, bağıms ızlıkları için ayaklanıp hür olmuş lard ır. Bu
arada Osmanoğulları da ezilmemek için hür olmak zorundaydı . Orhan Gazi,
konuşmas ın ı büyük bir Coşku içerisinde sürdürmüş ve düşman ı yenebilmek
için önce davranmanın gerekliliğini belirterek güçlü olman ın önemini
vurgulamış tır:
" Orhan Gazi iki elini de havaya kaldırarak halkı sükûte davet ettikten
sonra, devam etti: "Kuvvetliyiz gazilerim, elbette ki kuvvetliyiz. Fakat
düşmanlarımızı sindirmek için daha da kuvvetlenmeye muhtac ız. Yoksa onlar
bizi dünyadan silerler. Kimseye bu fırsatı vermemeliyiz. Bunun için de bizim
önce davranmamız lâzımd ır. Gazilerim, beylerim, silâh arkadaşlarım! Baskın
basanındır. Bası lmay ı beklemeden basacağız! Şimdiye kadar, Allah'ın izniyle,
çok cenklerden yüzümüzün ak ıyla s ıyrıldık; büyük zaferler kazand ık.
Yı l lardır Osmanoğlunun sırtı yere gelmedi, bundan sonra da gelmeyecektir."
"İnşallah, inşallah!" sesleri afak ı çınlatıyordu.
"Allah'ın yard ımı bizimledir gazilerim! Hepiniz vazifenizi
yapıyorsunuz. Kendinize düşeni yapmaya devam ettiğ iniz müddetçe büyük
işler başaracağız. Bir milletin batmas ın ın en büyük sebebini, şah ıslar ın
kendilerine düşeni yapmamas ında aramak lâzımd ır. Biz bu duruma düşme-
yeceğiz. Kısa zamanda büyük iş ler başard ık. Aydos'u, Samand ıra'y ı aldık.
Bursa'y ı fethederek Devlete merkez ittihaz eyledik. Muntazam bir ordu
kurduk. Maltepe'yi, İznik'i , Gemlik'i ele geçirdik. Karesi Beyliğ ine son
vererek hudutlarımıza kattık. Çığ gibiyiz. Yol aldıkça büyüyen bir çığ gibi.
Bu çığ pek yakında köhne Bizans'ın baş ına düşecektir. Bizans bu muazzam
ç ığ ın altında âkibet ezilmeye mahkûmdur."
"Akınc ılar yine sabredemediler. Meydan inim inim inledi:
"Bizans'ı ezeceğiz!" sadalar ı Bursa'yı bir süre çınlattı .”
(SunguroğluI:17)
Orhan Bey, bu hitabın sonunda İzmit seferini kastederek büyük bir
sefere çıkılacağ ın ı ve bunun için herkesin haz ır olması gerektiğini söyler.
Çünkü güvenlik açıs ından nereye sefere ç ıkılacağı , sefer gününe kadar gizli
tutuluyordu. Orhan Bey’in cenk müjdesiyle birlikte Bursa’nın büyük meydanı
bir anda bayram havasına bürünmüş tü.
“Şehbazlarım, yiğitlerim, arslanlarım! Bütün bu iş leri k ısa zamana
s ığdırdık. Kay ı Aşireti , hızla, fakat şuurla genişledi. Ama bu yetmez; daha
çok genişlemeye muhtac ız. Fütuhata devam edeceğiz. Pek yakında büyük bir
sefere ç ık ıyoruz. Haz ır olunuz gazilerim."
"Biz daima hazırız Beyim! Cenk vaktidir."
"Öbür yanda, yeni cenk haberine sevinen gençler kılıçlarını çekmiş
birbirleriyle oynaşıyorlard ı . Her taraf kılıç şakırt ıları ve naralarla
uğulduyordu. Bursa'nın büyük meydanı , bir anda bayram yerine dönmüş tü."
(Sunguroğlu- I : 17)
3. Alçak Gönüllülük
Allah, alçak gönüllü olma konusunda şu şekilde buyurmaktadır:
“Rahmân'ın (has) kulları onlard ır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve
kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) "Selam!" derler
(geçerler)” (25:63) Osmanlı’yı kuran kadrolar işte bu ayette belirti len içeriğe
göre üzere hep alçak gönüllü olmuşlardır. Onlar, mümkün olduğu kadar
kimseyi kırmadan, hor görmeden yaşama ve yaşatma yolunu seçmişler; bunun
da her zaman faydasın ı görmüş lerdir. Çünkü mütevazilik insanı insana
yaklaştırmada en önemli unsurlardan biridir. Onlar da bunun bilincindedirler.
Osman Bey ve arkadaşları Türk- İslâm inanış sistemine uygun olarak sürekli
alçak gönüllülük üzerine hareket etmişlerdir. Onlar, Hz. Aişe’nin “Sizin
mağfiret edileceğiniz en büyük ibâdetlerin başında tevâzu gelir.” sözüne
uygun hareket etmiş lerdir. Osmanlı şairlerinden Nâbî de alçak gönüllülük
hakk ında şu şekilde öğüt vermektedir:
“ Ne kadar câhın olursa âlî ,
Dâmenin bûseden olsun hâlî.”
Bir diğer İslâm düşünürü ise alçak gönüllülüğü şu şekilde vermektedir:
“ Tevâzu; ister çocuktan olsun, hakkı duyduğun vakit, ona boyun büküp onu
kabul etmendir. (Fudayl Bin İyaz)
Osman Bey’in Şeyh Edebalı i le karşılaşmas ı , onun hayatında bir dönüm
noktası olmuş tur. Osman Bey, Şeyh ile karşı laş tıktan sonra tam bir manevî
havaya bürünmüş ve kiş iliği tamamen İslâm inanış ıyla donanmıştır. Şeyh
Edebalı’n ın Osman’a bir öğüdü de alçak gönüllü olma noktas ındad ır. Şeyh
Edebalı Alparslan’ın “ulular ulusu” Alparslan’ın kibirine yenik düşüp
düşmanı hor görmesi sonucu hazin bir sona maruz kaldığı ve zayıf bir
düşmanın darbesiyle öldüğünü anlatmıştır.
“ -Hey Osmanc ık” dedi, “ sana, kala kala iki öğüdüm kald ı: ululanma . .
düşmanını hor görme.”
Sonra da, kısa bir aradan sonra ekledi:
-Buralardan çok uzaklarda bir mezar gördüm.Taşında şunlar yazılıydı:
-“ Ey Alp Arslan’ın şanını göğe yükselmiş bilenler; gelin ve onun
toprağına bakın.”
“ Alp Arslan’ı bil, Osmanc ık. Tanr ıdan başka ulu varsa ve olursa ve
olacaksa, ulular ulusuydu o. Ülkeler almış tı . Ve, o bir avuç toprağa
verilmeden önce, nefesini vermeden önce, bir gaflet anında, o bağışlamaz
yaray ı aldıktan sonra şöyle demiş t i :
Bu ölümü hak ettim. Geçliğimde bir bilgin bana; alçak gönüllü ol,
kuvvetine güvenme, düşmanlarını hor görme demiş ti . Bu öğüdü unuttum;
kibrim yüzünden cezalandırıl ıyorum. Daha dün; Dünya, at ımın ayaklar ı
altında titriyor sanırdım ve, kendi kendime: Sen Dünya’nın efendisi ve
yenilmez savaşçısın, diyordum. Ş imdi ise, gafletin yüzünden, cılız bir düşman
darbesiyle ölüyorum. Bu ordular ve bu şeref, bu şan, bu taht artık benim
değil; hiçbir şey benim değil .” (Osmancık: 126)
Orhan Gazi’nin kendisine bir konuda haber getirmiş olan İbrahim adlı
bir gence sanki arkadaşıymış gibi davranmas ı , biraz önce heyecandan titreyen
genci son derece sakinleşt irmiştir . Sakinleşen gencin Orhan Gazi’nin
kendisine “yiğidim” şeklinde seslenişini ve çok samimî bir şekilde davran ışını
görünce gözleri dolmuş ve Orhan’ ın ellerine sar ılıp öpmüş tür. Orhan da gence
“berhüdar ol, yavrum.” Şeklinde yanıt vermişt ir . Orhan Gazi burada sadece
bir örnek teşkil etmektedir. Osmanlı’yı kuran kadrolar ın hemen hemen
hepsinde bu alçak gönüllülük vardır. Çünkü onlar, ruhlarının en derinliklerine
kadar İslâm terbiyesi ve insan sevgisiyle beslenmektedirler. (Sunguroğ lu- I :
94)
Osmanlı’nın kuruluşunda emeğ i geçenlerde görülen en büyük
niteliklerden biri de onların sevgilerini söylemek yerine uygulamaya
dökmeleridir. Onlar, birçok konuda olduğu gibi konuşmak yerine iş yapmayı
ve örnek davranışlar sergilemeyi uygun buluyorlardı . Çünkü att ıkları her
adımda Allah’a bir adım daha yaklaştıklarının bilincindeydiler. Onlar için her
şey, Allah’tan gelip her şeyin O’na döneceğ i fikri , her zaman hareket
noktasıydı . Onlar, Allah haricinde bu dünyada kimsenin önünde baş eğmeyi
doğru bulmuyorlardı . Çünkü secde, ancak Allah’a yapılırd ı . Onlara göre diğer
insanlar her şekilde eşi t olmalıyd ılar:
“Hayır, Teofo, hayır. Türkün başı yıldırımlar ın velvelesi karş ısında bile
eği lmez, bir faniye karşı kölece serfüru etmeyi ise onlar rüyalar ında görseler,
ç ıldırırlar. Bu büyük milletin muhabbeti ancak kalbi oluyor. Çocukları bile
yüreklerinden sevip zahîren lakayt görünüyorlar. Sanki sevgilerini, en meşru
ve en mukaddes sevgilerini de dillerile söylemekte bir riya çirkinliği
seziyorlar.” (Gönülden Gönüle: 67)
4. Azim, Sab ır ve Kararlılık
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda diğer birçok etkenin yanında
sabretmeye, kararlı lığa, çalışkanl ığa verilen önem de çok etkili olmuş tur.
Onlar gece gündüz demeden sürekli çal ışmış lardır. Onlar için sürekli çal ışmak
esastır. Çünkü bütün içtenlikleriyle inandıkları Allah onlara çalışmayı
emretmektedir. “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey
yoktur.(53:39) Çalışmak, onlar için hayat tarzı olmuş tur. Onlar eski Türklerde
de gelenek olduğu üzere sabah erkenden kalkarlardı . Üzerlerine güneşin
doğduğu gün çok nadir olurdu. Onlar ve onların idealleri için bu ömür çok
k ısaydı . Çünkü onlar, ideallerini nesiller üzerine kurmuş lardı . Onlar ın
felsefesini kendilerinden çok sonra yaşamış olan değerli kültür adamımız
Mehmet Âkif’in bir beyitiyle açıklayal ım:
Bekâyı hak tanıyan, sa’yi vazife bilir,
Çalış , çalış ki bekâ sa’y olursa hak edilir.
Tüm bu çalışkanl ıklarının yanında sabretmek de çok önemliydi. Çünkü
vaktinden önce çiçeğ in açmayacağının bilincinde olmak gerekti. Var gücüyle
çalışıp beklemeye devam etmeliydi. İyi plânlanmış yer ve zamana göre
hareket etmek, işleri çok kolaylaştırabileceği gibi, iyi plânlanmadan hareket
edildiğinde tam tersi de olabilirdi. Zaten Allah da onlara sabretmeyi
emrediyordu. “Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yard ım isteyin.
Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.”(2:153.) Allah’ın yardımı ,
O’na kulluk edip gerekli tüm tedbirleri aldıktan sonra sabredenlerle
beraberdi. Allah Kitabı’nda birçok defa sabretmeyi ve sabredenlerin en güzel
şekilde özlenen sonuca ulaşacağını müjdeliyordu: “Sabredenlere ecirleri
hesaps ız ödenecektir.” (Zümer, 39/ 10) Yine sabrın kurtuluşun ve
geniş lemenin anahtarı olduğu birçok düşünce adamı tarafından dile
getirilmişt ir . Mevlânâ, bununla ilgili olarak “Sab ır, kurtuluşun anahtarıdır.”
ve yine bir başka yerde “sabır, genişl iğe ulaşmanın anahtarıdır.” demişt ir .
Yapı lan işte kararlı olmak; eski deyişle “sebat eylemek” çok önemliydi.
İstikrar içinse bir zorunluluktu. Çünkü büyük ideallerin gerçekleşmesi, ancak
ve ancak genel-geçer plânlar dahilinde çalışarak, sabrederek ve kararl ı bir
şekilde ilerleyerek mümkündü.
Devlet Ana romanında Kemal Tahir, kurgu içerisinde sabır konusuna
yer vererek Kur’ân-ı Kerim’deki bir ayete gönderme yapmaktadır. Sabır ve
affetmenin birlikte yer ald ığ ı âyet şudur: “Kim, sabreder ve bağış larsa, işte bu
sabır ve bağışlama azimkârl ık ve büyük bir hünerdir”. (Şûra, 42/ 43)
Devlet Ana’da ise bu ayete gönderme şu şekildedir: “Sabredeceksin
oğ lum! Gücün yeterse affedeceksin. «Kıl ıçla vuran kılıçla vurulacak, okla
vuran okla» denilmiş t ir . Allah'ın her şeye gücü yeter. Hiç bir kötü kur-
tulamaz. Kitapları okuyanlardans ın. Kitapları okuyanlar ın ödevi belâ
karşısında sabretmektir.” (Devlet Ana: 102 vd.)
Devlet Ana’da ayrıca her şeyin bir vakti olduğu vurgulanmaktadır.
Sabır üzerinde zaman zaman durulmuş ve sabırsız hiçbir şeyin olamayacağı
Osmanlı Devleti’ni kuran insanlarda da sabrın ziyadesiyle varolduğu
düşüncesi romanın içerisine serpiştirilmiş tir:
“Her şeyin zamanı ve gök altında olan her işin vakti vardır.
Doğman ın vakti, ölmenin vakti , araman ın, bulmanın, yitirmenin vakti
vardır.” (Devlet Ana: 102 vd.)
Kerim Çelebi’nin ağzından hocası Yahşı imamın sözleri de sabır
konusunda dikkate değerdir: “ölüm kı lıc ının kalkanı sabretmektir. . .
Sabretmek... Sabır.. .” (Devlet Ana: 120)
Bir defasında ileri gelenlerin artık akın yapmanın zamanı geldiğini
söylemesi üzerine Osman Gazi de zamanlama olarak daha savaş zamanının
uygun olmadığını ve kendisinin de bunu çok arzu ettiğini fakat sabretmek
gerektiğini belirtmişt ir:
“Hey yoldaşlar, bugünleri başka günlere benzetmeyin! Ben kıl ıç
gezdirmekteyim! Beni iyi tanır savaş meydanlar ı ama bugün savaş günü
değil!. . . “
Devlet Ana’da bireysel konulara da değinilmiş , insanın sadece diğer
konularda deği l kendi nefsi ile de sabretmesini bilmesi gerektiğine dikkat
çekilmiş . Bu ifade edilirken Alişar Bey’in uçkur düşkünlüğünden yola
ç ık ılmıştır:
“—Karı tutkusu ay ırd ı tatlı can ından Alişar Bey’i.. .
-Evet. . . «Karı tutkusu.. . Para tutkusu.. . Fırsat el-verdi san ıp üste çıkma
tutkusu y ıkar âdemoğ lunu» derdi rahmetli babam... «Tutkusuna gem
vuramayan kısa yaşar derdi. -Biraz düşündü-: Gem de vurdu mu, yaşasa' da
bir, yaşamasa da.. .” (Devlet Ana: 377)
Osman Bey, bey olmanın bilincindedir. “Eğer beysen herkes birşeyi
düşünüyorsa sen her şeyi düşünmelisin.” felsefesinden hareket etmekte ve son
derece kararlı ve plânl ı bir şekilde hareket etmeyi yaşam felsefesi haline
getirmektedir. Bey olmanın gereklerini de kendisi şöyle sıralamış tır:
“Baş olayım diyenler, çevresindekilerin hepsinden daha ak ı llı , daha
bilgili , daha cesur, hattâ daha korkak bile olmak zorundaydılar. Buradaki akı l ,
buradaki bilgi, her anda, her durumda işe yararlığı bakımından
değerlendirilmeliydi. Baş , çevresindekilerin hepsinden daha sezgili de
olmalıyd ı , ayr ıca bir işe ya hiç girişmemeli, girişt imi de, duraklama göster-
meden, koparana kadar çabalamalıyd ı . Çocuktan, deliden, düşmandan, hattâ
kar ılardan bile öğüt almalı , ama, gene de, aklının kestiğ ini işlemeliydi.”
(Devlet Ana: 177)
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu ele alan romanlar içerisinde sabır
konusuna en çok göndermede bulunan eser olarak Devlet Ana’yı görmekteyiz.
Diğer romanlarda bu konu, Devlet Ana’daki kadar geniş yer almamaktadır.
Tarık Buğra’nın Osmancık roman ında ise Samsa Çavuş , Osman Bey’in
yanına gelerek artık İnegöl tekfurunun ve Çavdar’ın zulümünden bıktıklarını ,
müsaade buyurursa kardeşi Sülemiş i le birlikte Mudurnu yakınlarına göç
etmek istediklerini söylemesi üzerine Osman Gazi biraz daha sabredilmesi
gerektiğini söylemişt ir:
" -Babam Ertuğrul beğ gazi yoldaşı Samsa çavuşum, hâlâ at koşturan,
yay geren, kıl ıç uran Samsa çavuşum; Baba bildiğim Samsa çavuşum: Ben ki,
sabrın ve tahammülün gaza olduğunu babamdan ve babamın yoldaşlarından ve
senden öğrenmiş t im, az daha tahammül derim.” (Osmanc ık: 192 )
Sunguroğlu roman ında Yavuz Bahadıroğ lu, intikam hissinin ne kadar
kötü bir şey olduğunu ele almışt ır. Sunguroğ lu’nun ağzından romanda
intikamla yanıp tutuşanlara sabır dilemiş ve intikamın inanç sistemleriyle de
uyuşmad ığ ının altın ı çizmişt ir . İnsanlar uzun süre Foça korsanlarının
saldır ılar ına maruz kalmış , bu durum art ık onlar ı ç ılgına çevirmiştir.
Sunguroğlu, durumun soğukkanl ı bir şekilde plânlı hareket edilerek
çözüleceğ ini ve intikamın İslâm inancıyla bağdaşmadığını vurgulamış tır.
Çünkü bir hadis- i şerifte kesin bir dille “Mü’min kinci olamaz.” denilmiş tir.
( Sunguroğ lu- III : 89 )
Turgut Alp’ ta da sürekli çalışma ve sabır öğütlenmiştir . Çünkü
temelleri yeni at ılan bir devlet için sürekli çal ışma esas olmalıydı:
“Temelleri yeni yeni atı lan bir devletin mensupları atalet içinde değ il ,
hareket içinde olmalı idi. Osman Gazi bunu hatırlatıyordu.” (Turgut Alp: 94 )
Yavuz Bahadıroğlu, Turgut Alp’ ta Osmanl ı’nın h ızla geniş lemesine
değinmiş ve sab ır, kararlılık ve azim ile başar ılamayacak hiçbir işin
olamayacağ ını vurgulamaya çalışmıştır. Osman Bey, kendinden emin bir
şekilde son derece yerinde kararlar vermekte ve sürekli büyüme ve daha
ileriye gitme politikası gütmektedir. “Devlet-i ebed-müddet”, onlar için
yegâne gaye olmuş tur. “İlâ-y ı kelimetullah” – Allah’ın adın ı ve dinini
yüceltme- ise onlar için “Devlet-i ebed- müddet’in kapıların ı açan anahtardır.
Turgut Alp roman ında Bizans’ ın iyice köhnediğ i , Moğol’un güçten
düşmeye başladığı , Konya Sarayı’nın çökmek üzere olduğu, bizim ise gepgenç
bir aşiret olduğumuz vurgulanmış tır.
“Konya sarayı çökmek üzere, Moğol giderek takattan düşüyor. Derme
çatma bu imparatorluğun daha uzun müddet payidar olması şüpheli. Biz ise
gepegenç bir aşiretiz.” (Turgut Alp: 274 )
Devlet olma yolunda ilerlemenin önemine değ inilmişt ir . Bizans’ı
almak ise yüce bir ülkü olarak görülmeye başlanılmış tır:
“Ah Bizans, çok güzel bir beldeymiş , anlata anlata bitiremiyorlar.
Bizim olmal ı o topraklar, denizinde yıkanmalıyız, sularında atlarımızı
sulamalıyız, burçlarında sancağımız ı dalgaland ırmalıyız. O ne güzel
beldedir." (Turgut Alp: 274)
Yavuz Bahadıroğlu, Turgut Alp’ta büyük bir devlet olmaya verilen
önemin altını çizmiş , bunun da Osman Gazi’nin çizdiği yolda büyük bir sabır,
azim ve kararlılık ile mümkün olabileceğ ine değ inmiş t ir .
“Osmanoğulları da Osman Gazi’nin yolundan gittikleri sürece, yani
zevk ve sefahati deği l , din, memleket ve milleti düşündükleri sürece
yükselecek. Avrupa devletlerine diz çökertecek, Osmanlı hâkimiyetini
dünyaya kabul ettirecekti.” (Turgut Alp: 105)
Osman Gazi oğ lu Orhan’a o zaman için daha fethedilmemiş olan
Bursa’ya gömülmesini vasiyet ederek Bursa’nın fethini ne kadar istediğini
vurgulamış tır. Orhan da babas ın ın bu vasiyeti üzerine var gücüyle Bursa’nın
alınması için çalışmış ve sonunda Bursa’yı fethederek babasını oraya
gömdürmüş tür.
"İyi duyuyor musun Orhan? Bütün emelim Bursa'ya gömülmektir. Eğer
onu fethetmeye ömrüm yetmezse, vasiyetim budur ki, mutlaka Bursa'yı alasın
ve beni oraya hâkim bir tepe üstüne defnedesin." (Turgut Alp: 236)
Kösemihal, Müslüman olmuş tur. Müslüman olduktan sonra Osman
Gazi’den kendisine bir isim koymasın ı istemesi üzerine Osman Gazi,
“Abdullah” ismini uygun bulmuştur. Osman Gazi’nin kendisine isim
koymasından sonra Abdullah, “Kulunuz size minnettardır.” Şeklinde bir
söylemde bulunmuştur. Osman Gazi ise Köse Mihal’in bu söylemini hiç hoş
karşılamamış ve İslâm inancında kulun kula asla kul olamayacağını; sadece
Allah’a kul olunabileceğ ini, Allah’ ın ise her zaman çalışan, sabreden ve
kararl ılıkla hareket eden insanların yan ında olduğunu belirten bir konuşma
yapmıştır:
“. . . .Allah çalışana daha çok vermekte, rızık kapıların ı ona göre
açmaktadır. Bizim dinimizde miskinlik, tembellik, uyuşukluk diye bir şey
yoktur. Bütün kazan ılan zaferleri evvelâ zindeliğimizi bahşeden yüksek
iman ımıza, aptest alıp, namaz kı lmamıza borçluyuz. Bir insanın, sabahleyin
gün doğmadan yataktan kalkması , buz gibi sularla vücudunu yıkayıp, Allah'a
şükür ve dualarla abdest alması , sonra sabah namazını kılmas ı , günde beş kere
aynı şekilde ibadette kusur etmemesi ne demektir. . . Bu insan nasıl miskin
olabilir. Bu insan, Allah adını zikrcylcdiği için nasıl kötü niyetleriyle bir
milleti uçurumun kenarına getirir ve bırakır? O mü'minlerdir ki, Zulümetmez-
ler, iyilikten hoşlan ırlar. Gönül kapıları iyi dostlara daima açıkt ır. Fakat,
küffarı ezmek din ehline hizmet etmek, kin tutmamak, yalnız şahsî ç ıkarı için
deği l , tekmil Müslüman cemaatin yüce menfaatleri için seferber olup, hizmet
etmek, işte bunlar İslâm dininin esas ıd ır. Bizim kanunlarımız bunu böyle
emretmektedir. Harmankaya'da istenilen adil idareyi tesis ettiğin müddet
zarfında, senin hiç kimse kılına dahi dokunmayacaktır. Mescidin de mübarek
ola, tuttuğun taşlar altın ola.. . Allah seni ve Harmankayal ı’ları iki cihan
saadeti i le taltif ede, âmin.» (Osman Gazi: 267)
Ragıp Yeş im, Ovaya İnen Şahin romanında sabırlı olmanın önemine
değinmiştir . Buna örnek olarak da ipekböceğinin kozasını sabırla sarmasın ı
vermiş tir . Zira büyük işler, disiplinli ve yorucu çal ışmalar istemektedir.
Osman Bey’in anasın ın hamur yaparken hamuru ne kadar sabırlı bir şekilde
yoğurduğunu ve sonunda ondan ne kadar lezzetli yiyeceklerin meydana
geldiği vurgulanarak çalışma ve sabretmenin sonunda son derece güzel
sonuçlar elde edilebilceği belirtilmişt ir:
“ — Buralarda yetişen ipekböceğine dikkatlice bir bak hele oğul.
Kozasını nasıl sabırla sarar. Eğer bir gün aşiretinin başına geçersen, sen de
yurdunun yar ınını böyle saracaksın. Sab ırla, yavaş yavaş bir toprak iken iki
toprak olacaksın, bir dağ iken iki dağ olacak, bir ordu iken iki ordu olacaksın.
Anan, o çok beğendiğin çörekleri de yapmak için yumruklan ile durmaz hamur
yoğurur. Ama sonunda mis kokulu, kabar ık ve tad dolu çörekler önüne gelir.”
(Ovaya İnen Şahin: 20)
Osman Gazi, “Devlet-i ebed-müddet” uğrunda gece gündüz demeden
kendini tüm varlığıyla bu işe vermiş olarak çalışmaktad ır. Osman Bey
kararl ıdır; azim ve kararlı lık sonucu elde edemeyeceğ i başarı olmad ığ ına
inanmaktadır. Osman Gazi başaracakt ır. Çünkü o kutsal bildiği değerler için
önüne babası ç ıksa ezip geçecek kadar iyi bir şekilde motive olmuş tur. Onun
mal, mülk vb. bu dünyalık şeylerde gözü yoktur. Onun hedefi çok büyüktür.
Bireysel iş lerle uğraşmaz. Milletini ve devletini refah içinde yaşatmaktan ve
Allah’a kulluk yapmaktan başka hiçbir gayesi yoktur:
— Ben gözümü kapadığım zaman b ırakacağım miras bir tekelti , bir
yanc ık, bir tozluk, bir kaşıklık, bir sokman edik , birkaç sürü koyun ve Sultan
öyüğünde birkaç attır. Çünkü ben malı sevmem. Atalarım da sevmezdi. Ama
ard ımda ucu bucağı bulunmayan toprakların kalmasın ı istiyorum, içinde türlü
meyvalar yetişen bahçeler, türlü balıklar bar ındıran sular, türlü binaları olan
şehirler bırakmak istiyorum. Bunu yapacağım. Buna, elini durmadan öptüğüm
babam bile engel olmağa kalkışsaydı , gözümü kırpmadan çiğner geçer, yine
yapardım. Bana gem vuracak kimse bu yeryüzüne daha gelmemiş tir, Tanrı
böyle birisini yaratmamış tır.”(Ovaya İnen Şahin: 104 )
5. Birlik ve Beraberliğe Verilen Önem
Birlik ve beraberlik, bir devlet için olmazsa olmaz gereklerdendir.
Zaten bir birlikteliğ in ortaya çıkabilmesi için din, dil , ırk vb. en az bir
ortakl ık söz konusu olmalıdır. Ortak paydanın olmadığı yerde gerçek bir
birliktelikten söz etmek mümkün değildir. Zaten böyle birşeyin olmas ı da
mümkün deği ldir. Osmanlı Devleti’ni kuran insanlar daima bunun bilincinde
olmuş ; ellerinden geldiği kadar birlik ve beraberliğ i sağlamaya çalışmışlard ır.
Zaten uyguladıkları tavır ve davranışlarda da Kur’ân- ı Kerim’in buyurduğu
birlik ve beraberlik, son derece önemlidir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle
buyurulmaktadır:
“Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) s ıms ıkı yap ış ın; parçalanmay ın.
Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman
kiş i leridiniz de O, gönüllerinizi birleş tirmişt i ve O'nun nimeti sayesinde
kardeş kimseler olmuş tunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken
oradan da sizi O kurtarmışt ı . İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru
yolu bulasınız.” (Kur’ân- ı Kerim , 3:103 )
Allah birlik ve beraberliği emretmişt ir. Fitne ve fesadı ise kesinlikle
haram k ılmış tır. O iyiliği emredip kötülüğü yasaklayandır.
Osman Bey silâh arkadaşları arasında da daima iyi geçinmeyi
emretmişt ir . Özellikle bir Müslüman ın bir başka Müslümanla münakaşas ına
asla tahammül edememektedir. Daima birlik ve beraberliğ i emretmişt ir .
Çünkü yeni kurulmakta olan bir devlet için birlik ve beraberlik olmazsa olmaz
bir özelliktir. Osman Bey, birlik ve beraberliğin önemini çok iyi kavramış ve
çevresinde ayd ınları , devletin ileri gelenlerini, babası döneminden kalma
devlet adamlarını toplamış , zaman zaman çeşi t l i konularda onların görüşlerine
baş vurmuş tur.
Osman Bey daha gelmemiş t i . Babası Ertuğrul Bey'e yıl lardır vekillik
ettiği için yeri sekinin ortasındaydı . Ertuğrul Bey'in silâh arkadaşlarından
Söğüt'te bulunan kocalar, Turgut Alp, Saltuk Alp, Karamürsel, Sakarya
boylarında göçebe gezen Samsa Çavuş 'un kardeşi Şulemiş Ağa, sağ yana
s ıralanmışlardı . Soldakilerin başında Söğüt ahilerinin nakibi Hasan Efendi
bulunuyor, bunca yıll ık hocas ı Yahş i İmam, sonra da dünyanın dört
bucağından, türlü nedenlerle kopup gelmiş , her soydan, her boydan adlar ı ,
görüntüleri biribirini tutmaz, öyleyken OSman Bey'in çevresinde sıms ık ı
kenetlenmiş savaş yoldaş lar ı . Ak Timur, Kara Tekin, Akbaş Mahmut, Yiğit
Paşa, Emir Sultan, Mevlâna Hızır, Kadı Bay, Çoban Mirza, Yorgun Ata, yeşi l
sarığıyla Seyit Ahmet, Kara Tay, Kangal Mihman, Candarlı Halil , Ak Bıyık
oturuyordu.” (Devlet Ana: 129)
İnönü’nde konuk olduğunda kendilerini esir almaya gelen düşman
kuvvetleri karşıs ındaki tavırları ve bir anda beş farklı kişinin bir kişi hâline
gelişi orada bulunan insanları hayret içerisinde b ırakmışt ır. Çünkü bu kadar
k ısa bir sürede bu derece sıkı bir birlik ve beraberlik sağlayarak kaya gibi
düşmanın önüne dikilmek, onları daha bir güçlü kı lmış tı . Bu gönüllerin
aniden birbirine kenetlenişine tanık olan Mihail Koses hayranlığ ın ı
gizleyememiş t ir:
“ O İnönü gecesinde, Osman, Akça Koca, Konur Alp, Gazi Rahman,
Sungur. Beş kişi idiler.
Mihail;
- Görünüş öyle” diye sürdürüyordu değerlendirmesini:
Çünkü Mihail, o beş kişinin, bir anda, tek bir irâde, tek bir şuur, tek bir gönül
oluverdiğ ini – gözleriyle- görmüş tü.” (Osmanc ık: 70 )
Osman Bey, babası Ertuğrul Bey’den sonra yönetimi devralırken
kendisinin ne kadar birlik ve beraberliğe önem verdiğini özetleyen devletin
i leri gelenlerine yönelik bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmasında ayrıl ık
gayr ıl ık olmamas ı gerektiğ ini, birlikteliğin bir devletin sürekliliği için önemli
olduğunu vurgulamaya çal ışmış tır:
"Hey benim ulu beğ lerim; size derim; ben izninizle Kayı beği olan,
övülmüş ululanmış Ertuğrul beğ gazi 'nin küçük oğ lu Osman, size derim ki;
Tanr ı 'y ı şahit göstererek, Tanrı üzerinde and içerek derim ki, Kayı boyunun
boyların ızdan ayrısı , gayrisi yoktur. Ben, Ertuğrul oğ lu Osman, and içerim ki,
yolum hepimizin yoludur. Ben, Ertuğrul oğ lu Osman, Tanrı bir, inan ırım ki,
bu yol ayrı lı gayr ılı aşılmaz ve ayrıya gayrıya düşende ne kimesneye beğlik
kala, ne ad, ne san kala. Ve, ben Ertuğrul gazi oğlu Osman, derim ki, yücelik,
ululuk cihad ganimetidir, ancak paylaşıla; tek kiş inin olmaya." (Osmancık:
160)
Osmanlı’nın kuruluşu s ırasında emeği geçen herkes, farklı farklı
insanlardı . Hepsi ellerinden geldiği kadar yapabilecekleri iş lerin en iyisini
yapmaya çalışıyorlardı . Ama hepsinin gayesi ortak ve birdi. O da cihan
hâkimiyeti çerçevesinde bir devlet kurmak ve Allah’ın adını yüceltmekti.
Hepsi bu yüce gayeler etrafında birleşip bir kalkan oluş turmuş lardı .
“Ve Aykut Alp anlatıyor, Osman da anlıyordu: Gönül, kafa ve bilek
erleri idi onlar. Hem savaşçı , hem bilgili idiler. Kimi demir dövmesini,
çeliğe su vermesini, kap kaçak kalaylamasını ; kimi dikip dokumasın ı; kimi
saraçl ığı bilirdi; kimi hayvanların, insanların hastal ığından anlar onları
iyileş t irirdi. Hepsi de çok, çok uzaklarda bırak ılmış bir ocak'tan, aynı
törelerden, bir tek amaç için yetişmiş ; o tek amaç için çok, çok uzaklardan
gelmiş lerdir. . gönderilmislerdir. . . Kayı boyunun geldiği yerlerden, Kayı
boyum güttüğü amaç için.
Bu amacın gözcüsü, gözeticisi, habercisidir onlar.
Onlar bu amac ın yayıcıs ı , birleş t iricisidir.
Ve, onlar yoktur, bu amaç vard ır.
Ve onlar bu amacı gerçekleşme yoluna koyacak bileğ i , kafayı , gönlü
aramaktadırlar; o kafaya, o gönle sahip olan boyu aramaktadırlar.
Ve bu boy Kayı boyu olabilecektir.
Ve neden Kayı boyu olmasın?” (Osmancık: 33-34)
Bekir Büyükark ın, Kutludağ roman ında Eski Türk’lerin bir olayı
canlandırmak ve yaşatmak için taş üzerine “Bengü” denilen yazılar
yazdıkların ı söylemektedir. Bengü’nün ölümsüz olduğunu Osmanlı Beyliğinin
de ölümsüzlüğe varması gerektiğini Dede Baba’n ın ağzından vermeye
çalışmıştır. Bunun yolu da birleştirmek ve yaşatmaktan geçmektedir:
“Dede Baba kendisini dinleyen gençlere, yorgun sesiyle şöyle dedi:
— Eski Türkler, bir olayı canlandırmak ve yaşatmak için taş üzerine
yazılar yazarlardı . Bu yaz ılara (Bengü) denirdi. Bengü ölümsüzdür.
Siz de ölümsüzlüğe varın. Ölümsüzlük, birleşmek ve yaşatmakla olur.
Orhan Bey elini saygıyla tuttu onun:
— Daha konuş Dede Baba dedi. Sana inan ıyoruz! Bize öğret. . .
— Yavrum! Bundan belki de altıyüz altmış yıl evvel Göktürk'ler
Çinlilere yenilince, Türk egemenliği orada bitti . Bütün Türk büyükleri
kendini öldürdü. Bu ölümün anlamı vardı; biz yaşatamadık, siz yaşatın
demekti. Esirlik, sönmüş lüğü, unutulmuşluğu canlandıracak, Türkleri
diriltecekti. Eski Türkler yalnız ve soysuz kalmaktan ürkerlerdi. İşte siz
burada yalnız değilsiniz, yalnızlığ ın ızı anladığınız an korku başlar ve bunca
emek yıkılır gider.”(Kutludağ: 248)
Türklere çok çektirmesine ve zulmüyle meşhur olmasına rağmen onun ölmeden önce
birlik ve beraberlik anlamında oğullarına verdiği öğüt çok önemlidir. Bu, günümüze kadar
nesilden nesile anlatılagelmiştir:
“O yüce adam öleceği zaman dört oğlunu başına topladı. Sadaktan bir ok çıkardı ve
kırdı. Sonra bir çok ok daha çıkararak birleştirdi: "içinizde bunu kıracak var mı?,, dedi; dört
demir bilek o bir deste oku kıramadı. O vakit Çingiz, unutulmaz öğüdünü verdi: "Siz - dedi -
bu oklara benzersiniz. Birleşirseniz kimse sizi sındıramaz. Birleşmezseniz tek bir ok gibi ayrı
ayrı kırılırsınız.,, Türk, bu öğüdü unutmamalı, elbirliğinden ayrılmamalı.” (Gönülden Gönüle:
55 )
Türkler, her ne kadar kişisel konularda zaman zaman birbirlerine karşı
k ırgınlık yaşamışlarsa da bu mümkün olduğu kadar hep içeride kalmışt ır.
Onlar, daima dış düşmanlara karşı birleşerek âdeta bir kalkan görüntüsü
almışlardır. Türk’ün aklı ve fikri birlikten yanadır. Çünkü onu ancak birlik ve
beraberlik güçlü kılacakt ır:
"Şövalye, şövalye, bir Türk'ün üstüne altı kiş i gönderdiniz, hâlâ yardım
aramaktasınız, ben kime yardım edeceğ imi biliyorum.
Kı lıcını sür 'atle çekti . Bir köşeden dal ıp olup bitenleri seyreden
arkadaş ına doğru seslendi:
Peşimden gel. Türklüğümüzü bir kere olsun burada ispat edelim.
Aramis'in şaşkın bakışları alt ında kavgaya girdiler.
Aramis baş ın ı iki yana salladı :
Kolay olmayacak bu iş , diye söyledi. Şu Türkler ne kadar birbirlerine
düşman olsalar yine düşman karş ısında birleşebiliyorlar. Öyleyse
Germiyanoğ lu bizim gerçek dostumuz olamaz.
O söylenedursun, iki Germiyanoğlu pald ır küldür kavgaya dalmış , çala
k ılıç girmiş lerdi. Baysungur yeni yard ımc ıların geldiğini görünce
memnuniyetle bağırd ı:
Hoşgeldiniz dostlar ım.” (Turgut Alp: 283)
Osman Gazi daima birlik ve beraberlik mesajları vermiş ve bunlar ın ne
kadar önemli olduğunu her fırsatta dile getirmiş ve uygulam ış tır:
«— Biz,» dedi. «Hepimiz din kardeşi olduk. Asyadan beri bu topraklar
üstünde birbirimizin etini yiyecek olsaydık, şimdi burada toplânmamıza
ihtimal var mıyd ı? Kendimizle gurur duyalım. Onun ilelebet yaşaması ve
payidar olmas ı için Allah'a dua edelim. Türk beyleri birbirinden aynlırsa,
birbirlerine düşman kesilirlerse, bu ülkede dirlik ve düzenden eser kalır mı?
Çevredeki aşiret reisleriyle de görüşüp, halleşip dertleşip, onları Osman
Gazi 'nin sancağı alt ında birleşt irmek dururken, böyle bir iç çekişmeye
gidersek, Bizans'tan farkımız kal ır mı?» (Osman Gazi: 67)
Mustafa Necati Sepetçioğ lu, her alanda birliğ in olmas ı gerektiğ ini
vurgulamaktadır. Hem gönül birliğ i hem de kültür birliğini zorunlu görür.
Zira gönüllere yol gösteren kitaplardır. Birlik ve beraberlik konusunda
kitaplarda da beraberlik olmalıdır ve kitabın başını kim çekiyorsa güçlü olan
o olacaktır. Yani ilim ve irfan çok önemli olup kılıç ve kitabın birleşmesi
gerektiğini vurgulayarak tek başına bunların çok önemli olmayacağın ı
belirtir:
“Her bir şeyi hesaplamışsın, zamanı da hesaplamışs ın. Lafı baş ında
açarken zamandan söz ettim. Senden önce Kayı Boyunda biri çıkıp da kitaptan
kalemden söz açsaydı sözünü dinleyen ç ıkmazd ı . Zaman akıp geçince bir de
bakacaksın ki kitabın da bir başa ihtiyacı olacak; her kitap ayrı havada
yazarsa millet bölünür; ayrı hava yazan kitapların da bir yerde hakkı , adaleti,
gönülde bir olanı yazması gerek.. O zaman hem k ılıç hem kitap sende olursa
altından kalkamaz kimse; sen de kalkamazsın, senin buyruğundakiler de.
Kitabın baş ı senden olmayan bir kimseyse o zaman da yazık demek gerekir. .”
(Çatı: 137 )
6. Devlet Fikri
Devlet kurma, bizde eski Türk’lerden beri süregelen bir gelenektir.
Türk milleti devlet kurma ve yaşatma geleneğini çok eskilerden beri devam
ettirmektedir. Türkçe Sözlük’te “devlet” kelimesi şu şekilde
tan ımlanmaktad ır: “Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasî bakımdan
teşkilâtlanmış millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık.”
Ş iirimizde de yer etmiş olduğu üzere:
Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. (Muhibbî: K.S. Süleyman)
Osmanlı , başlangıçta sadece küçük bir aşiret iken; Osman Bey ve
sonrasında yönetime gelenlerin akı lcı ve plânlı hareketleri sonucu kısa
zamanda büyüyerek cihana hâkim olan bir devlet halini almışt ır. Özellikle
Osman Bey bu devletin kuruluşunda olağanüstü çaba sarfetmiş; kendisinden
sonra gelecek olan kardeşi Orhan Bey’e de zemin hazırlamış tır. Orhan Bey
zamanında da kurumlaşmas ını tamamlayan Osmanoğulları Beyliği ; kısa sürede
tüm teşkilâtlanmas ını tamamlayarak gerçek bir devlet görünümüne
kavuşmuş tur. Osmanoğulları romanında devlet kurma ve yaşatma fikri çok
belirgin olarak karş ımıza ç ıkmaktad ır.
Feridun Fazıl Tülbentçi, devlet kurma ve yaşatmanın önemini roman
kurgusu içerisinde büyük bir ideal şeklinde anlatmışt ır: “. . Selçuk yıkılırsa
Türk ölür mü san ıyorlar. O gün uzak değ il . Biz devlet kuracağız, koskoca bir
devlet kuracağız, zevk ve safadan gayr ı şey düşünmeyen Bizans bile
y ıkılacak...” (Osmanoğulları: 115)
Osmanoğulları romanında yazar, bize ayr ıca Ertuğrul Gazi’nin oğ lu
Osman’a küffardan korkmaması yolunda yol gösterdiğini vurgulamaktadır.
Ertuğrul Bey barış siyaseti izlemesine rağmen Allah’tan başka kimse
karşısında baş eğmeme düşüncesini de oğ lu Osman Bey’e aşılamasını çok iyi
bilmişt ir. (Osmanoğullar ı: 201)
Ayrıca Osmanoğulları roman ında Ertuğrul Bey’den yönetimi yeni
devralmış olan Osman’ ın da babası Ertuğrul gibi sürekli barış siyaseti
izlememesinin gerekliliği ön plâna çıkarılmış tır. Osman Bey’in akıncıları ve
ileri gelen beyleri uzun süren barış döneminden artık bezmiş ve güçsüz
düşmüştür. Çünkü yeni yerlere yapılan seferler, onların aynı zamanda ekmek
kapıs ı olarak karşımıza ç ıkmaktadır. Osman Bey’e artık durgun olmay ı
b ırakman ın zamanı geldiğini söyleyenler olarak Abdurahman, Turgut Alp,
Karamürsel, Saltuk Alp, Akbaş , Konur Alp, Hasan Alp ve Aykut Alp
karşımıza ç ıkmaktadır. Kendisine böyle önemli bir istekle gelen bu kiş i ler,
Osman Bey’in en çok sevdiği alp arkadaşlarından başkaları değ ildir. Osman
Bey onlar ın görüş lerine ve düşüncelerine çok önem verir ve en iyisi ne ise o
şekilde çözüm üretme yoluna giderdi. (Osmanoğulları: 585 vd.)
Osman Bey’in yukar ıda sayd ığımız en az kendisi kadar sevdiği
arkadaş ları yanında kendisine başlangıçtan beri köstek olmaya çalışan Dündar
Bey de zaman zaman romanlarda karşımıza çıkmaktad ır. Dündar Bey, sadece
Osman Bey’e köstek olmakla kalmıyor; zaman zaman da başka beylerle
işbirliği yaparak Osman Bey ve arkadaş lar ın ın cihan hâkimiyeti düşüncesine
engel oluyordu. Büyük ideallerle donanmış ve bu idealleri bir aşk haline
getirmiş olan Osman Gazi, artık ciddî ciddî bu durumdan sık ılmaya
başlamışt ır. Yine bir savaş sırasında düşman kuvvetleriyle çarpışma anında
geri çekilmek gerektiğini hayk ırması üzerine Osman Bey, daha fazla
dayanamamış ve çok sevmesine rağmen amcası Dündar Bey’i Devlet’in
sürekliliği için öldürmek zorunda kalmıştır. (Osmanc ık: 293)
Kutludağ romanında Bekir Büyükark ın, artık devlet olmanın zamanının
geldiğini Aydoğdu ile Osman Bey arasında geçen konuşmalar arac ılığıyla
vermiş t ir . Gerçekten de Osmanoğulları için içinde bulundukları durum, göz
önünde bulundurulursa devlet kurma girişimlerine başlamak için en uygun
zaman ön plâna çıkarı lmıştır. Osman Bey’in bir sorusu üzerine Aydoğdu savaş
hakk ındaki felsefesini ortaya koyarak çok gerekli olmadığı sürece savaştan
yana olmadığın ı ve son çare de tüketildiyse ancak savaş ılabileceğini ortaya
koymuş tur. (Kutludağ: 326 vd.)
Sunguroğlu romanında ise devlet olmak için sürekli bir fetih hareketi ve
geniş leme faaliyeti gerektiği vurgulanarak romanın serüven tarzı olmasının da
verdiği avantajla, Osman Bey’in sadece Devletin menfaatini düşündüğü,
k ız ıyla evli olmasına rağmen sürekli tehdit oluş turan Bizans İmparatoru
Yoannis’e de savaş açı lacağı dile getirilmişt ir . Tüm bu anlatılanlar, Saltuk
Alp gibi bir Osmanl ı cengaverinin ağzından verilerek ortaya daha bir gerçekçi
tablo ç ıkmıştır:
"Orhan Gazi, Osmanl ıların menfaatinden başka birşey düşünmez.
Altmışından sonra Prenses Theodora ile evlenmesi bile devlet menfaatlerine
dayanıyor." (Sunguroğ lu- I : 61)
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ilk y ıllarında hemen hemen herkesin
arzusu, bir Akça Koca veya bir Kunur Alp gibi yiğit olmakt ı . Çünkü devir
it ibariyle geçer akçe yiğ i t l ikti . Onlar kendilerini tüm içtenlikleriyle bu işe
adamış tı . Hepsinin en güçlü ortak ideali çok güçlü bir devlet kurmaktı:
“Her genç Türk’ün emeli, gaye-i emeli, bir Akça Koca, bir Kunur Alp
olmakt ı . Onların düşman bozup kale almaktaki muvaffakiyetleri, büyük bir
kudretten doğan büyük şöhretleri gençler için bir mihrabı -ihtiram olduğu
kadar nurlu bir hedef te teşkil ediyordu.” (Gönülden Gönüle: 151)
Kemal Tahir ise Türkmenler için “Bey” kavramının çok değerli
olduğunu, onların beylikleri ve beyleri için gerekirse çıplak dolaşacağ ın ı;
fakat asla beyi ve beyliği zor durumda bırakmayacaklarını vurgulamıştır. İşte
bu bağ lılık ve itaat, onlarda y ıkılmaz bir güç oluşturmuş ve asırlar boyu
sürecek bir devletin temellerinin atılmas ına öncülük etmişt ir: “Bunlar
Türkmendir. Çıplak gezdirirler kendilerini, Beyleri için.. . Beylerine ipekten
geydirirler. Beyleridir Devletleri. . .” (Bu Atlı Geçite Gider: 201 vd. )
Ertuğrul Bey Osman’a sadece bir aşiret deği l aynı zamanda
zümrüdüankaya giden yolu da göstermiştir. O yol, çal ışkanl ık yoludur. O
yolda tembellere yer yoktur. O yolda ayrıl ık yoktur.. O yol tektir . . O yol ana,
bacı , kardaş , abacı dinlemez... O yol çok keskin bir yoldur.. . O yol devlet
kurma yoludur.. . O yol devlettir. . . Osman Gazi babasının nasihatların ı can
kulağıyla dinlemiş ve elinden geldiği kadar istifade etmeye çalışmış tır.
Babası ona devlet fikrinin aş iret kavramıyla çok farklı şeyler olduğunu
öğretmeye çalışmaktadır:
“. . .Emmindir, öz kardaşındır, anandır bacındır. Devlet varsa bu
saydıklarım yoktur; bu saydıklar ım varsa devlet yoktur!» Sesini
yükseltebileceği kadar yükseltti «Aşiret Beyi olacaksan sözlerim boşuna,
emeğ im boşuna; aşiret olup sürü peşinde sürüneceksen yazık.. Sen kendini
yaşayamazsın, kendi ömrünü yaşayıp bitiremezsin; ardından Türkmen
kalabalığı var, yüzlerc bin ayrı ömrü yüz kere bin zahmeti ömür
bileceksin.Bizansı akl ından çıkardın mı?..” (Konak: 295)
Yine Konak roman ında devlet fikri için birlik ve beraberliğin önemine
değinilmiş; birlik ve beraberlik olmadan sağlam bir paylaşmanın olamayacağı ;
olsa bile fazla devam edemeyeceği üzerinde durulmuş tur.
“. . .devlet budur bana kalırsa» dedi «Kimsenin kır ıp atamayacağı , büküp
parçalayamayacağ ı kuvvettir. Tek başına kalmış ok, aşirettir. Niyetler ne ise,
bu meşverettir aç ığa vural ım; aşiret kim, devlet kim görelim. Tek olup ok gibi
k ırı lacaklar da söylesin, bölünüp parçalanmayı kendine yediremeyenler de.
Zemane değiştiğine göre zemanenin değişmesini at yapıp üstüne binmesini
bilmeyenler atın alt ında kalır, çiğnenir.. .”( Konak: 310)
7. Din Değ iştirme
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu konu alan romanlarda büyük bir
manevî iklim sezilmekte ve görülmektedir. Gerek romanlarda kullanı lan
imgeler, gerekse yapı lan göndermeler, hep İslâm dininin yüceliğini ortaya
koymaya yöneliktir. Onlar ın tavır ve davranışlarında görülen, dini bir
misyoner gibi deği l ; model davranışlar sergileyerek yaymak esast ır. Attıklar ı
her adımda İslâmî dinamikler görülmektedir. Fakat bazı romanların
kurgusunda yer alan papazın İslâm dinine geçmesi gibi motiflerin biraz
yapmacıklığa yol açtığını belirtmekte de fayda vardır. Görülen din değ iş tirme
motiflerinde genelde Hristiyanl ıktan İslâm dinine geçiş söz konusudur. Din
değiş tiren kişi lere asla zorlama yapı lmamış ama zaman zaman büyük bir
nezaket içerisinde İslâm dinine davetler olmuştur. Özellikle Köse Mihal
(Mihail Koses) in İslâm dinine geçmesi motifi, hemen hemen her romanda
karşımıza ç ıkmaktadır. Gerçekten yaşayarak ve bilinçli bir şekilde akla ve
mant ığa uygun olarak din değ iş t irip İslâmiyet’i kabul eden tek kişi Köse
Mihal’dir. Köse papaz (Jozef), Nikefor, Mihail Koses, Mavro, Kaptan
Gredos’inki hariç diğer din değ iş tirmelerin hepsinde aşk ve evlilik belirleyici
rol oynanmaktadır. Aşağıda din değişt iren şahsiyetler ve Müslüman olmadan
önceki isimleri i le Müslüman olduktan sonraki isimleri yer almaktad ır:
1. Köse Mihal ( Mihail Koses ) → Abdullah
2. Köse Papaz ( Jozef ) → Yusuf
3. Evdoksiya → Gül Hatun
4. Nikefor → Abdurahman
5. Meri → Meryem
6. Holofira → Nilüfer
7. Mavro
8. Kaptan Gredos
9. Niko → Nevzat (Kutludağ: 147)
Bunlar içerisinde Evdoksiya, Abdurahman ile evlenerek “Gül Hatun”,
Holofira ise Orhan Bey ile evlenerek “Nilüfer” ismini almıştır. Nikefor
Karamürsel ve arkadaşlarını çok sevdiğini belirterek onlar ın içerisinden
birisinin ismini almak istediğ ini belirtmiş ve en çok sevdiklerinden biri olan
Abdurahman’ ın ismini almıştır. Köse papaz ise uzun süren Osmanoğulları i le
olan münasebetleri sonucu Bizanstaki karmaşanın ve iki yüzlülüğün
Osmanoğulları’nda olmadığını görmüş ve İslâm dininin de ne kadar farklı ve
güzel bir din olduğunu fark ederek Müslüman olmuştur.
Mihal Bey’in Müslüman oluşu birçok romanda kurgulanmış olmas ına
rağmen kurgunun gücü bakımından Osman Gazi ve Konak romanlarında çok
başar ılı bir şekilde ele al ınmıştır:
«— Allahım, senden başka ilâh yoktur. Kâinatı yoktan var eden sensin.
Her şey Allah'ın takdiri i le olagelmektedir. Bugün burada benim de Hak
dinini seçmem ve Peygamberlere inanmam mukaddermiş . Bu bak ımdan, şimdi
içimde, çoktan beri duymakta olduğum huzura ilâve olarak bambaşka bir
hafiflik hissediyorum. Bu, tatl ı huzur olsa gerektir . Fakat herkes, böyle bir
demde şu şekil mutluluk içinde yaşayamaz. Bunun tarifi mümkün deği ldir.
Nasıl bir sessizlikle boyun büktüğümü dil i le belirtmek mümkün deği ldir.
Onun tarifi pek güç benim için. Bundan böyle îslâmın emrettiklerine karşı
ferahl ık duya duya uymak vazifemdir.. .” (Osman Gazi: 264) 13
Köse Mihal’in Müslüman oluşunu en başarıl ı şekilde tablolaş tıran
roman, Konak olmuştur. Romanda Mustafa Necati Sepetçioğlu, Köse Mihal’in
ağzından kim olduğunu ve neden Müslümanlığ ı seçtiğ ini mükemmel bir
şekilde kurgulamışt ır. Mihal, karakteri it ibariyle de Müslümanl ığa çok uygun
bir yapıya sahiptir. Onu diğer tekfurlardan farklı kılan özellikleri vardır.
Mihal Bey, Osman Bey ve arkadaşlarıyla tanışmış; onlara âdeta hayran
olmuş tur. Birkaç defa onların ibadet edişlerine de şahit olan Mihal Bey,
kendinden geçmişt ir . Mihal Bey, insanın tekfur olmakla tamamlanmadığını;
her şeyini paylaşacak samimi insanlara ihtiyaç duyduğunu belirtiyor:
“ . . .İnsan Tekfur olmakla tamamlanmıyor. Bizans İmparatoru yahut
Selçuk Sultanı 'olsan da nafile; bunlar boşuna bir yük. Biz insan yaratılman ın
yükünü taş ımaktan yorulurken yeni yükler yüklenmiş iz de farkında değiliz.
Bu yükü paylaşacak, y ıkacak gönüller gerek.»
Mihal Bey, Osman ve arkadaşlarından ve onların Allah’a tümüyle teslim
oluşundan o kadar etkilenmişt ir ki Peygamberimizi rüyada görmüş tür.
Rüyas ında Peygamberimiz, ona Kumral Dede’ye gitmesini buyurmuş ; bunun
üzerine Mihal Bey, Kumral Dede’nin yanına gitmiş t ir:
“Peygamberiniz Dede. Muhammed Peygamber. Düşümde gördüm.
Babamın yüzünden çok daha güzel, çok daha derin bir erkek yüzü; çocukken
13 Yine Turgut Alp ( s. 266), Osmanoğulları ( s. 683 ), Turgut Alp ( s. 364 ), Konak ( s.
270- 275), Osman Gazi (s. 262) romanlarında Köse Mihal’in Müslüman oluşu
anlatılmaktadır.
öptüğüm. Ertuğrul Bey’in ellerinden çok daha sıcak erkek elleri vard ı .
Demindenberi bakıyorum da, senin gözlerinden çok daha insan gözleri vard ı;
sana yak ın baktı bana., senin sesinde tıpk ı: "Mihal oğlum, Kumrala git" dedi.
Duramad ım. Geldim...” (Konak: 270 - 275)
Köse Mihal’in Müslüman oluşunu yazarımız, duygu değeri bakımndan
da son derece etkili bir şekilde vermişt ir . Bu sebeple Köse Mihal’in
Müslüman oluşunu Konak roman ının ilgili bölümünden okumak, onun İslâm’ ı
hangi bağlamda benimsediğini anlamak aç ısından faydal ı olacaktır.
Mavro’nun Müslüman oluşu ise Devlet Ana romanında ele alınmış ve
onun hiçbir baskı görmeksizin kendi isteğiyle İslâmiyeti seçtiğine dikkat
çekilmişt ir:
“Ben... Kara Vasil. . .oğlu.. . Mavroo... –sesi tepelerde yank ılanıyordu-:
Size derim ki. . .Kendi isteğimle Müslüman oldum...Tanrıdan başka Tanrı
yoktuuuur.. .Muhammet, Tanr ın ın elçisidir. . .Vay nâ...” (Devlet Ana: 360)
Kaptan Gredos’un İslâm dinini kabul ediş i , Sunguroğ lu roman ında son
derece çarp ıc ı bir şekilde ele alınmıştır. Sunguroğ lu ve arkadaşları , Kaptan
Gredos’un Müslüman oluşunu bir kazanç olarak niteleyerek tüm yaratılanların
buna “Elhamdülillâh” dediğine vurguda bulunmuş tur:
“Jözefin hıçk ırarak kardeşi Kalber 'in göğsüne yasland ı . Kaptan Gredos
inler gibi bir sesle:
"Galiba ben de Müslüman olacağım," diye mırıldand ı .
Sunguroğlu gemiye ç ıktıktan sonra sahîldekilere tekrar el sallad ı . Sonra neşe
içinde İbrahim'e:
"Nas ıl kocaoğlan," dedi. "Şövalyenin Müslüman olması ne güzel deği l
mi? Bu işte de ticaretimiz bu oldu elhamdülillah."
İbrahim daha yüksek sesle tekrarladı:
"Elhamdülillah.. ."
Uzaktan bir horoz ötüşü duyuldu.
"Elhamdülillah," dedi.
Bir kedi:
"Elhamdülillah," diye miyavladı .
Bir koyun:
"Elhamdülillah," diye meledi.
Ağaçlar, taşlar, denizler, yapraklar, kuşlar, kar ıncalar, hep birden şükür
secdesine vardılar.
"Elhamdülillah," dediler. ( Sunguroğlu- III : 208)
Yarhisar tekfuru Müslüman olup Abdurahman ismini almış tır. Bu son
derece önemlidir. Abdurahman, Nikefor’a kendi ismini almasından dolayı
“demek en çok beni seviyormuşsun” demiş; bunun üzerine tekfur Nikefor,
hâlâ samimiyetsiz olduğunu belirtircesine “Abdurahman” ismini almas ın ın
baldızı Elena’ya güzel görünmek dışında bir amac ının olmadığını
vurgulamış tır:
“ Abdurahman yerinden fırladı . Nikefor'un boynuna sarıld ı .
— Sağol, demek beni herkesten fazla severmişsin.
Nikefor, Abdurrahman' ın kulağ ına eğ i ldi:
— Seni severim, o başka beyzadem. Fakat biraz da bizim bir türlü
ihtiyarlamayan ve bilmem kaç yıl sonra gene genç ölecek olan baldızım
Elena'ya hoş görünmek istedim.
Nikefor 'un karısı ölmüş tü. Fakat bayg ın bakışlı Elena hâlâ güzeldi.”
(Osmanoğullar ı: 683 vd. )
Köse Papaz’ ın Müslüman oluşuna da bir çok romanda yer verilmiştir.
Papaz’ ın bile Müslüman olmas ı kurgusu, romanlardaki İslâmlaştırma
politikasın ı açıkça ortaya koymaktadır. Köse papaz, Bizans ile Osmanlı
arasında uzun süre istihbarat görevi yapmış ; bu sayede Osmanlı’nın sağlıklı
bir şekilde bilgilendirilmesi konusunda çok büyük faydalar ı olmuş tur. 14:
"Ne iyi dostsun sen, İslâm ahlâkım öylesine benimsedin ki, nasıl
anlatayım?"
"Anlatmana lüzum yok. Ne demek istediğ ini anlıyorum. Yine Müslüman
olmamı isteyeceksin. Fakat bir Hıristiyan Müslüman olunca hemen ibadet
etmekle mükelleftir. Bunu biliyorsun herhalde. Söyler misin, ben kilisede
nerede ve nas ıl namaz kı lacağım?"
"Sen hele Müslüman ol da, gerisi kolay. Bu işler bittikten sonra
k ılamadıklarını kaza edersin."
Köse, Sunguroğlu'nun koluna daha sık ıca sar ıld ı: "Oldum o zaman,"
dedi. "Oldum. Ben esasında, sizi bir sabah namaz ını kılarken gördüğümde
Müslüman olmuş tum. İşte şehadet getiriyorum."
Ve can u gönülden bir "Eşhedü" çekti. Sunguroğ lu durdu. Kelime-i
şehadetin bitmesini bekledi. Sonra yeni ihtida etmiş arkadaşını s ıkı s ıkıya
kucakladı :
"Bundan sonra arkadaştan ziyade bağlarla bağ landık birbirimize. Art ık
din kardeş iyiz. Şimdi seni daha çok seviyorum. Hadi bir kere daha beraber
şehadet getirelim."
14 Köse Papaz’ın Müslüman oluşu hakkında Sunguroğlu-III ( s. 208 ), Sunguroğlu-I ( s. 152 ), Sunguroğlu-II ( s. 90 ) romanlarında da ayrıntılı bilgi vardır.
Biri genç biri yaşl ı , biri mühtedi, biri doğuştan Müslüman iki adam,
kalplerinden fışk ırıp coşan taptaze bir imanla ve huşu içinde bir kere daha
ilâhî nağmeyi terennüm ettiler.
"Eşhedü enlailâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve
resûlüh."
Tekrar yürümeye baş ladılar. Sunguroğlu kafasını kurcalayan bir mesele
daha ortaya attı .
"Şu isim meselesini de halletmek nasıl olur. Bundan sonra sana papaz
diyemeyiz artık."
"Geçenlerde teklif etmişt in, hani ismini Yusuf yapal ım içmişt in. İnan bu isim
kalbime yer etti ." (Sunguroğlu - II : 90)
Orhan Bey’in eşi Holofira’nın Müslüman oluşuna yer veren Cavit
Ersen, Osman Gazi romanında ise Holofira’nın Müslüman oluş anında roman
kiş isine İslâm’ın tüm şartlar ın ı birer birer açıklatmış tır. Açıkladığı her şarttan
sonra kabul edip etmediğini sormuş tur. Çünkü İslâmiyet, kendi içerisinde bir
bütün olan ve kendisini benimseyenlere çerçeve çizen bir dindir. Aşağıda
Holofira’nın Müslüman oluş anında kendisine yöneltilen sorular yer almıştır:
“ — Holofira artık Allah'ın birliğine, ondan başka ' 'Allah olmadığına,
Allah'ın meleklerine, peygamberlerine, Hazreti Muhammed Aleyhisselâmın
Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna inan ıyor musun?
«— Evet efendim. Allah Bir! Ahîr zaman Peygamberi ise Hazreti Muhammed
Aleyhisselâmd ır.
«— Ahîret gününde tekrar dirileceğine, hayrın ve şerrin Allah tarafından
takdir edileceğine inanır ve bunu dil ile kabullenir misin?
«— Şüphesiz efendim.
«— Müslümanlar, Allah'ın emreylediği şekilde namaz k ılarlar, oruç tutarlar,
mal ının zekâtını verirler. . . Bundan başka fakirlere, dullara ve yetimlere yani
muhtaç olanlara kendi imkânlariyle yardım ederler. Senin de durumun
düzelirse, servetinin bir k ısmını bu işler için sarfetmeyi düşünür müsün?
«— Benim mal ım, mülküm yoktur. Fakat bir gün olursa, seve seve onlar için
harcar ım.
«— Müslümanlar en buhranlı dönemde Allah'a yalvar ıp yakarırlar, murat
dilerler, isterler. Maneviyatlarını bozmazlar ve Allah'a güvenirler. Sen de
k ız ım, Allah yoluna döndüğüne göre her s ık ıntılı zamanında yalnız ondan, O
Yüce Halik'ten yardım isteyecek misin? O'na güvenecek misin?
«— Benim Allah'tan başka kimsem yoktur ki. . .
«— Herkes için de böyledir. Evvelâ Allah, sonra ana, baba ve koca! Bütün
bunlar tamamlan ınca, Allah, isteyene muradını verecektir yavrum.
«— Eminim ki, Allah benim de muradımı pek kısa zamanda
verecektir.”(Osman Gazi :302)
8. Dostluk
Osmanlı Devleti’ni kuran ekibin düşünüşünün temelinde dostluk önemli
bir unsurdur. Onlar, dostluğa ve samimiyete çok önem veriyorlardı . Yapı lan
her iş te dostluk esastı . “Düşman ımın düşmanı benim dostumdur.” düşüncesi
geçerliliğini koruyordu.
“ . . .Osman beğ , Mihail Kosses'in dostudur ve ona de ki, Osman beğ ,
dostunun düşmanına düşmandır, ve Osman beğ , ancak düşman ını ve
düşmanl ıkta direneni bağlamaz , ona ok uçurur, ona kılıç çalar. Ve ona de ki,
Osman beğin oku üç adım öteden uçmaz da, kuşun ard ından şaşmaz."
(Osmancık: 147- 148)
Özellikle Ertuğrul Bey döneminde herkesle dost geçinilmeye
çalışılmıştır. Ertuğrul Bey’in barışçı bir politika izlemesinin temelinde
aşiretin kendini toplaması gerektiği ve savaşacak kadar güçlü olamadığı
düşüncesi yatıyordu. Bu durum, dışar ıdan “Ertuğrul Bey savaştan korkuyor”
şeklinde yanl ış bir düşünceye yol açmıştır.
Kemal Tahir’in Devlet Ana roman ında Osmanlı’n ın dostluk anlayış ın ı
biraz daha ileriye götürerek “Bize zarar verecek güçte olan ve de kendi
ç ıkarları için bize dostluk gösterene bile kötülük edilemez.” denilmişt ir.
(Devlet Ana: 500)
Osman Bey ve arkadaşları , gösterdikleri örnek davranış larla Mihal
Koses, Aretos, Papaz Jozef (Yusuf), Lagan Mişöp vb. arkadaşlar
edinmişlerdir. (Sunguroğ lu- III : 19)
Dost ve düşman konusunda Şeyh Edebalı , Osman’a öğütler vermektedir.
Bu öğütlerin temel unsuru düşman kazanma değ i l , dost kazanma merkezli
hareket etmedir. Edebal ı , kime nas ıl dost olunacağ ına da değ inmiş ve
dostluğun s ın ırlarının da iyi çizilmesini belirtmişt ir:
"Düşmanın ı çoğaltma. Ve düşmanl ığ ın sonunu da, başın ı da sen seç; sen
başlat, sen bitir. Boy'undan, soyundan, dininden kimselere düşman olma, kin
gütme. Ve boy' undan, soyundan, dininden olmayan kimselerle kurduğun
dostluğu yoldaş dostluğuyla kar ışt ırma, bir tutma; öyle dostluklara sâdık ol,
amma bel bağlama; hesabını , kitabın ı onlara dayama. Ve, düşman seçerken
gücünü, kılı kırk yararca ölçüp biç.” (Osmanc ık: 127)
9. Düşman ın Olumsuz Yönlerinin Sağlad ığ ı Kolaylıklar
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu aşamas ında izlediğ i güzel politikaların
sonucu olarak çevresindeki Hristiyan halkların sempatisini kazandığ ı gibi,
düşman kuvvetlerinin ve yöneticilerinin izlediğ i kötü politikalar da kendi
halklarını Osmanl ı’ya yaklaş tırmış tır. Osmanlı , bu sayede fetihler sıras ında
birçok yerde halkın direnişiyle karşılaşmamış tır. Düşmanın belli başl ı
olumsuz yönlerini şu şekilde s ıralayabiliriz:
1. İnançsızlığ ı (Hem din anlamında hem de yapı lan işe olan inanç
anlamında)
2. Yöneticilerin halka eziyet etmesi.
3. Adaletsizlik
4. Plânsızlık
5. Bireysellik vb.
6. Kan dökme tutkusu
Osmanlı’yı kuran kadroya mensup olanlar, askerlerine fethettikleri
yerlerin halkına kesinlikle zulüm yapılmamas ı konusunda talimatlar
vermiş lerdir. Buna karşın düşman, kad ın ın kızın namusuna bile göz dikmişt ir:
Devlet Ana roman ında Notüs Gladyüs adlı şövalyenin savunmasız olan
Liya adlı k ıza tecavüz ederek öldürüşü çok başarı lı bir şekilde dramatize
edilerek düşmanın ne kadar ahlâksız bir bakış açıs ına olduğu ortaya
konulmuştur. (Devlet Ana: 75)
Her şeyden önce düşman ın kendisi bile inanç konusunda samimiyetine
inanmıyordu. Yavuz Bahadıroğ lu, bu inaçsızlığı Turgut Alp roman ında şu
şekilde vermişt ir:
"Benimle konuşurken Meryem'den, İsa'dan bahsetme Moris. Bilirsin,
böyle şeylere inanmam. Papazların para kazanmak için uydurduklar ı korkunç
cehennemle cazip cennet de beni hiç alâkadar etmiyor üstelik. Şu anda bana
para lazım ve bu sende vardır."
Moris soğuk soğuk terlemeye başlamışt ı .” (Turgut Alp: 160)
Kemal Tahir, Devlet Ana romanında kilisenin içinde bulunduğu durumu
da çok çarpıcı bir biçimde sergilemişt ir . Ayr ıca Bizans’ta kiliseler de dahil
olmak üzere herkesin ve her şeyin imparatora ait ve imparatora karş ı gelenin
canından olduğunu belirtir:
“Kilisenin bile toprağı yoktur, say ki Ortodoks kilisesi imparatorun
ayl ıkl ı memurudur» demesiyle herifin aklı sıçradı , «Olmaz öyle şey!
Müslüman kâfiri midir bu Ortodokslar!» dedi. «Müslüman kâfirinden kat be
kat kötüdür kat be kat dinsiz imansızdır.» dedi Benito Keşiş! «Daha kötüsü,
bu Bizans'ta, ticaret, zanaat, madenler, l imanlar, tersaneler de devletin
tekelindedir.» dedi. «Dahas ı; imparator parasız kal ırsa, zenginlerin mal ın ı
çeker al ır, 'Olmaz' diyenin tatl ı canı da üste gider.» dedi. «Bereket versin, bu
s ıralar güçten düşmüştür, buralarda, hükmü yürümemektedir.” ( Devlet Ana:
152 )
Bunun yanında düşman ın sosyal hayat ı ahlâkî aç ıdan bir hayli
çürümüş tü. Yaşam felsefeleri kadın ve alkol üzerine kurulmuş tu. Tamamen
nefislerinin kölesi durumundaydılar. Onlar için önemli olan, sadece “haz
duymak”t ı . Birbirlerine kar ılarını kızlarını bile peşkeş çekecek derecede
yaltakçı lık yapıyorlard ı .
“ Ş imdi İznik'te bulunan Eskişehir Rum tekfuru sırf yerinde kalabilmek
için, k ızı Talia'y ı kendi eliyle sancak beyinin koynuna sokmuş tur. Vaktiyle
Lefke tekfurunun kız ı , Bilecik Rum beyi ile beraber yaşar, karıs ı bunu bildiğ i
halde ses çıkarmaz, hatta buluşmalarını , sevişmelerini kolaylaşt ırdığ ı olurdu.
Pazara çıkar ılmış bir esire yüzünden iki tekfurun senelerce birbirlerine
düşman olarak yaşadıklarını herkes bilir .” (Osmanoğulları: 205)
"Vay köpek soylu domuz! O yaş tan sonra aşk ha?"
"Evet akıncı . Bunlar hep böyledir. Kadından, şaraptan başka şey
düşünmezler. Bu düşkünlük bütün tekfurların baş lar ın ı yediği gibi, birgün
Bizans'ın varlığına son verecektir. Ve bu sonu sizler hazırlayacaksın ız."
(Sunguroğlu- I : 119)
Bizans ın adaletsizliğ i ve Rumeli tekfurları i le Bizans tekfurlarının
aralarındaki mücadelelerin faturasının halka yansımas ı , ağır vergiler, zulüm,
belirli kesimlere sağlanan sonsuz imtiyazlar ve keyfî idamlar, halkı artık
canından b ıktırmışt ır. Bu arada halk aras ında aylardır Osmanlı adaletinin ve
İslâm eşi t l iğinin övgüleri iyice yayılmaktadır.(Sunguroğ lu-I : 126 vd.)
Düşman kuvvetlerinde ve yöneticilerinde Osmanlılarda olan birlik ve
beraberliğin zerresi yoktu. Onlar, birtak ım yüce ve kutsal değerlere sahip
deği l lerdi ve sadece kişisel ç ıkarlar ını düşünmekteydiler. En küçük fırsatları
bile değerlendiriyorlar ve kişisel ç ıkar sağlamaya bakıyorlardı . Düşman
karşısında teslim olmak, onlar için hiç de alış ılmad ık bir şey deği ldi:
"Diyar-ı küfür kayn ıyor," diye söze girdi. "Gerek Rumeli tekfurları ,
gerek Bizans İmparatoru tam bir sefahat içine düşmüş lerdir. Çoğu, birbirleri
aleyhine entrikalar çevirmekten, devlet işlerine zaman ay ıramıyor. Bu da
devletin gün gün çökmesi neticesini doğuruyor. Halk, idarecilerin
entrikalarından bıkmış , onlara iyi vakit geçirtmek için çalışmaktan
usanmışt ır. Adaletsizlik, keyfî idamlar, bazı zümre ve şahıslara tanınan
sonsuz imtiyazlar, halkı tamamen küstürmüş tür. Bu arada aylardır Osmanlı
adaletinin, İslâm müsavatının methiyesi kafalarına işleniyor."
“ Nikola çoktan ne yapacağını düşünmeye başlamıştı ya, bir türlü karar
veremiyordu. Teslim olunca arkadaş ları alay edecek, dövüşürse de en az ından
onların durumuna düşecekti. Yahut daha kötü bir ihtimalle ölecekti. Oysa
yaşamak istiyordu. Yarhisar 'ın da, İnegöl'ün de, hatta Bizans'ın da canı
cehenneme gitsindi. Kendisi öldükten sonra bunlar ın ne ehemmiyeti vardı?
Dünyanın en kuvvetli devletleri haline bile gelseler haberi olmayacaktı ki
onlardan. Kendisini hat ırlamayacaklardı bile.
"Can ı cehenneme hepsinin," diye söylendi, kıl ıcını fırlat ıp attı :
'Teslim, Turgut Alp!" (Turgut Alp : 30)
Cavit Ersen, Osman Gazi roman ında da Bizans’ın soylu kiş i ler
tarafından idare edildiği , İmprator’un gaflet uykusunda olduğu, halkın zulüm
ve adaletsizlik altında ezildiği vurgulanarak, yakın zamanda güç sahipleri
tarafından imparatorun devrileceğine değinilmiştir. Ayr ıca Bizans’ın çok
sayıda askeri olmas ına rağmen inançsız olmas ından dolayı verimli olmadığı
belirti lmiştir. (Osman Gazi: 171)
Bizans’ın yanında Bizans’a bağ lı olan diğer tekfurluklar da son derece
zor durumdaydı . Bizans’a gönderilmek üzere halktan ağır vergiler
toplanıyordu. Köylülerin önemli bir miktarı ise İnegöl tekfuru ile Orsini’nin
aşkları için harcanıyordu. Tekfurluk artık çatırdamaya başlamış tı . Zaten her
şey devletindi. Yani devlet demek tekfur demekti. Tekfur’un dediği dedikti;
istediğini asar, istediğini keserdi.. .(Osman Gazi: 219)
10. Eğ itime ve Kültüre Verilen Önem
Osmanlı Devleti‘ni kuranlar, o zamanki devlet dilinde “devletin
bünyesinin gücü” olarak bilinen âlimlere son derece önem veriyorlar; âdeta
onları can kulağı i le dinliyorlardı . Başlangıçta “Şeyh Edebâli, Kumral Abdal,
Dursun Fakih, Davut-ı Kayseri, Musa Baba, Geyikli Baba, ilerleyen
devirlerde Molla Fenarî, Emir Sultan, Hacı Bayram Veli ile kurulan
yakınlıklar, onların ilme ve ilim adamına verdiği değeri bir kez daha apaç ık
gözler önüne sermektedir.
Osman Gazi, nasihatlarının bir yerinde oğ lu Orhan Gazi’ye “Bilmediğ ini
bilginlerden sorup öğrenmesini, nerede bir bilgili kiş i duyarsa onunla ilişki
kurmasını , ihsanda bulunmasın ı , ondan yararlanmakta istekli davranmas ını ,
ülkede bilginlerin, erdemli kişilerin çoğalmasına imkân verecek programların
uygulanmasını” hatırlat ıyordu. Nitekim kendisinin de böyle birisi olduğunu,
biz onun sürekli olarak o dönemin bilgelerinden Şeyh Edebâli i le olan
ilişkilerinden anlıyoruz. Kald ı ki daha sonra Osman Gazi, Şeyh Edebâli’nin
damad ı da olmuş tur. Böylece ahi eği l imli bütün bilgelerin desteğ ini de
kazamıştır.
Osman Gazi ile Şeyh Edebâli arasındaki yakınlığı halk aynı zamanda bir
rüya mertebesiyle de şekillendirmiştir . Buna göre Osman Gazi, Edebâli’nin
evinde bir gün konuk olmuş tu. İstirahat sıras ında uyurken rüyasında göbek
hizasından çıkan bir ç ınarın dalları dört bir yöne uzanmış tı; altından ırmaklar
akıyor, atlılar gidiyordu. Bu s ırada, Edebâli’nin koynundan çıkan hilâl , ayın
on dördü gibi berrak ve parlak bir şekil almış ve Osman Gazi’nin koynuna
girmişt i .
Geleneğe göre Şeyh Edebâli, Osman’a vermekte tereddüt ettiğ i k ızını bu
rüyadan sonra nikâhlar ve neslini güçlü devletle müjdeler. Osman Gazi’nin
bilginlere, erdemli kişi lere, erenlere, evliyaya olan bu saygısına paralel
olarak bu niteliklere sahip olanlar, Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılma
döneminde uç bölgelerine ve bilhassa Gazi Beyliği’ne doğru akın ediyorlardı .
Aş ıkpaşazâde bunların “Anadolu erenleri, Anadolu Gazileri, Anadolu Ahileri
ve Anadolu Bacıları” olmak üzere dört grup olduğunu söyler. Söz konusu
Horasan erenlerinden bir kısmı da hiç kuşkusuz Osmanlı yurduna geliyordu.
Bunlar Bursa civar ındaki ormanl ık bölgeye fetihten evvel gelip yerleşmişler,
âdeta şehri tamamen kuşatmışlard ı . Abdâl Murad, Musa Baba, Geyikli Baba
gibi derviş-gaziler bunlardan birkaçı idi. Bursa ve İznik’in fethi iyi
incelendiği zaman Horasan erenlerinden çok sayıda derviş-gazi’nin bu
seferlere bizzat katı ld ıkları ortaya ç ıkar. Nitekim Bursa’lı İsmail Beliğ
Güldeste-i Riyaz-i İrfan adlı meşhur eserinde Horasan erenlerinden 40
tanesinin adını verdikten sonra Bursa’nın fethinde bunların sanı ldığından
daha etkili bir görev yapt ıkların ı belirtir.
Babasından öğütler almış olan Orhan Gazi’nin bir bilge kiş i i le kurduğu
ilişkiye k ısaca bir bakalım:
“Bursa’n ın fethinden sonra Orhan Gazi Keşiş Dağ ı (Uludağ) eteklerinde
bugünkü İnegöl’e doğru uzanan bölgede birtakım bilge, şeyh ve derviş lerin
yerleşmiş olduğunu biliyordu. Ama bunlar kimdi? Nice insanlardı? Ne
yaparlardı? Aralarında ülke için, din ve devlet için zararl ı düşüncelere sahip
olanlar da var mıydı ? İşte bunları anlamak için Turgut Alp başkanlığ ında bir
komisyonu bölgeyi teftiş ve denetlemek için görevlendirdi. Turgut Alp bu
görevi yapıp döndükten sonra Orhan Gazi’ye bir rapor sundu. Bu raporda
Geyikli Baba diye bir zatın adı geçiyordu.O zatla ilgili olarak Turgut Alp’tan
ilâve bilgi aldı . Bunun sonunda o zatla tanışma, onun sohbetine katılma isteğ i
uyandı ve haber gönderdi: “Ya gelsin, ya geleyim!” Geyikli Baba yanı t
yolladı: Ne gelsin? Ne geleyim? Dervişler göz ehlidirler, gözetirler, zamanı
gelince gelirler.” Bir süre sonra Geyikli Baba elinde bir çınar fidanı i le
geldi. Bursa’ da Beysarayı girişi yanına besmele ile dikti ve kurulmakta olan
devletin çınar gibi güçlü-kuvvetli olmas ı için dua etti ve dönüp yurduna gitti .
Orhan Gazi bu kadarla yetinmedi. Bu sefer kendisi iade-i ziyarette bulundu.
Bugün Bursa İnegöl yolu üzerinde Uludağ eteklerindeki Babasultan köyüne
gitti , o zatı da ziyaret etti , sohbetini dinledi, bundan mutluluk duydu ve ona
İnegöl taraflarını mülk olarak vermek istedi. Derviş mülk derdinde değildi.
Orhan’a, o mülkle Allah’ın kullar ına yararl ı hizmetler yapmasını hat ırlattı .
Ama, Orhan Gazi, teşekkür ve minnet ifadesi olarak dervişe bir şey vermekte
ısrarlıyd ı . Bunu hisseden derviş , şu karşıki tepecikten beri yerceğiz
dervişlerin avlusu olsun!” diyerek Orhan’ ın gönlünü ald ı . Orhan Gazi daha
sonra oraya cami, zaviye ve türbe yaptırdı . Şu anada burası “Babasultan
Köyü” olarak bilinir ve her y ıl yaz aylarında kalabalık halk kitlelerinin
kat ıld ığ ı geleneksel bir merasimle bu hat ıra yadedilir , konuşmalar yapılır,
Kur’an okunur, dualar yapı lır.
İl im adamları , erenler ve evliyâ ile il işkiler Murad Hüdavendigâr,
Yı ldırım, Çelebi Mehmed gibi Bursa dönemi sultanları devrinde de devam
etmişt ir .
Yine Ahmet Hamdi Tanpınar’ ın Beş Şehir adlı eserinin “Bursa” bölümünde
Orhan Gazi ile ilgili yapt ığı bir tespiti verecek şöyle:
Yapt ırdığ ı camilerin kandillerini kendi eliyle yakan, imaretlerinde
piş irttiği i lk yemeğ i kendi eliyle fakirlere ve gariplere dağıtan Orhan
Gazi’nin yar ı evliya çehresi bu destanın ası l merkezidir. Orhan, hakikatte
Horasan erlerinin silâh ve kerâmet arkadaşıd ır. 15
Devlet Ana roman ında Kelile ve Dimne , Felek-nâme ve Siyasetnâme’ye
göndermeler yapı lmaktadır. (Devlet Ana: 605)
Osman Bey ve arkadaşları , i l im ve irfan ile uğraşan insanlara karş ı
ellerinden geldiği kadar saygılı olmaya çal ışmışlard ır. “Ümera ulema’nın
ayağına gelir .” düşüncesinden hareketle Karamürsel, Abdurahman ve Turgut
Alp ile birlikte İtburnu’na Şeyh Edebalı’y ı ziyarete gitmişlerdir.
“Osman Bey, arkadaş lar ın ı da alarak tekkeye gitmiş , Şeyhin yanında üç
saatten fazla kalmıştı . Şeyh, hayatı büyük bir istikbal vaadeden aşiret reisine
çok güzel sözler söylemiş , Osman Bey'in Itburnu'na kadar gelmesini büyük
tevazuuna bir örnek olarak göstermişti . Bu arada Sultanönü beyini de yer-
miş t i :
Burnumuzun dibinde oturur. Bir gün tenezzül etmedi. Buna karşı
süvarileri köyümüzden çıkmaz, karınlarını burada doyururlar, fakir halka
kendilerini besletirler. Üstelik hayvanlarının bir aylık arpa ve samanını alıp
15 Algül, Hüseyin, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Temel Dinamikler, TDV İskilip şub. Yay. , Ankara, 1999, s. 22- 28
götürürler. Bilmem ama, bir iki gündür sancak beyinin süvarileri buralarda
çok fazlalaştı . Bu adamlar, tehlikelidir, dikkat ediniz.” (Osmanoğullar ı: 165)
Şeyh Edebal ı’n ın Sultanönü Bey’inden şikâyet etmesi üzerine Osman
Bey:
“— Merak edecek bir şey yok. Duanız berekât ıyla bize bir şey yapamaz.
Tanr ı büyüktür beyzadem. İyilik makbul, fenalık makhur olur.” diyerek Şeyh
Edebalı’ya kötülük yapanların elbet bir gün cezalandırılacağ ı mesajın ı
vermiş tir.
Osmanlı Devleti’ni kuran kadrolar sadece sıradan bir savaşç ı değil;
mümkün olduğu kadar sanatla uğraşan birer sanatçı kişiliğe de sahiptirler.
Yolculukları sırasında çalgı ları , yayları ve okları gibi yanlarındad ır. Konur
Alp güzel santur çalar, Sungur, çeng’in ustasıdır, Osman yaman ney üfler,
Abdullah mı? O da dinlemesini bilir. Miskal’de Gazi Rahman’ın üstüne
yoktur. Üstelik, onun Dâvûdî sesine canlar dayanmaz. (Osmancık: 61)
Tarık Buğra’nın Osmancık roman ında Dede Baba ile Aydoğdu arasında
geçen konuşmada Kâşgarlı Mahmut’un Divanü Lügati’t - Türk adlı eserine
değinilmiş ve bu kitap hakkında kısa bilgi verildikten sonra o dönemde
okunduğu vurgulanmıştır:
“ — Dinle, dedi. Bu kitabın aslı bundan ikiyüz on yıl evvel yaz ılmış!
Niçin mi? Herkes, halife dahi Türk dilini öğrensin, Türklerle anlaşs ın, dost
olsun diye. Göreceksin ki, atalar ın o zaman bile ipekli mendil kullanmayı , ütü
yapmay ı , çerilerinin künyesini dahi tutmay ı biliyorlarmış . Kitabın kâğıdını
gördün mü? Ayrıca ona da dikkatle bak ve anla. Arapça'yı da bu kitapla
ilerleteceksin ve Türkçe'nin Arapça’dan üstün olduğunu anlayacaks ın. Oku
benim güzel oğlum, oku ki, öğretebilesin.”
Ayrıca Dede baba Aydoğdu’ya öğüt olarak “.. .Kafaca güçlülük, bedence
güçlülük kadar değerli, hatta ondan bile üstündür.” demektedir.
Bekir Büyükarkın’ın Kutludağ romanında bilgi ve bilmenin önemiyle
ilgili şunlardan bahsedilmektedir:
1. Bilgisi açık olan sözünü söyler. (Bilgili olan )
2. Sözünü tutmayan insanın bilgisi yarımd ır.
3. İnsan, doğuştan bilgin olmaz; sonradan öğrenir.
4. Dil doğuş tan konuşmaz, sonradan öğrenir. (Bilgi sonradan öğrenilir.)
5. İnsan, öğrenerek bilgin olur.
Bilgi sahibi olduktan sonra her şey yoluna girer. (Kutludağ: 98 vd.)
Bu romanın da Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig adlı eserine de
değinilerek eserden birkaç satır okunmaktadır:
“Ey oğul iyi ahlâkı k ıymetsiz sayma
Öğren, iyi ahlâkın tabiatı ak kuşa benzer.»
«Onun mutluluğu ak kuşunki gibidir.
Haydi sen, iyi ahlâka kuş adını ver,»
«Dünyayı ihtiyarlatmış , çok yaşamış ,
Ak saçlı insan ne der, dinle»
«Bilgi ve iyi ahlâk öğren, ona saygı besle.
Onlar sonra sana da saygı sağlar.»
«Bilgi edin, anlay ışlı ol, vaktini boş geçirme.
Vakti gelince, o sana iyilik getirir .” (Kutludağ: 212 vd.)
Dede Baba, bir sohbetinde Moğollar saldırd ığında k ılıcımız ve
yüreğimin o zaman da olmasına rağmen neden kendimizi güçsüz hissederek
kaçt ığımız hususuna şöyle açıklık getirmeye çal ışmaktad ır:
“. . .dağı lmıştık, birbirimizi tanıyamaz olmuş tuk. Törelere, yasalara,
bilgiye sırt çevirir olmuş tuk, inanc ımızı yitirmişt ik. Kaba kuvvet o vakit ezdi
seni. Kendini küçük gördüğün için çiğnedi seni kaba kuvvet. Moğol da başka
güçlere omuz silktiğ i için y ık ılacak. Ama sen o gerçeklere saygı duyduğun,
onun üstünlüğüne inandığın, onu beslediğ in sürece yaşars ın. Ş imdi biz burada
bu gerçekleri topluyoruz. İnan ıyor musun bana Kaya Alp?” (Kutludağ: 212
vd.)
Dede Baba, Aydoğdu’ya uzun yı l lardır nerelerde olduğunu sorar.
Aydoğdu ise zahirî ve bât ınî ilimleri okumak için Horasan’a, Bağdat’a, Şam’a
kadar gidip, Hacıbektaş’ta bulunduğunu belirtir. Bunun üzerine Dede Baba,
aynı zamanda Anadolu coğrafyasında yaşayan heteredoks derviş lerin
felsefesine de yanıt ların verildiği sorularını sorar:
“ — Irmaklar nasıl akarmış öğrendin mi?
— «Allah, Allah! Deyu» der şair..
— Aşk neymiş bildin mi?
-— Ona hoş görünmek, ona yaranmak, onun sevgisini kazanmakt ır aşk.
— Nasıl dünyaya gelmişsin anladın mı?
— Kendini görmek istemiş kendinden bir parça ver bize.
— Zafer neymiş?
— Nefsini yenmek.
— Dost kimmiş?
— Kendini tanımak!
— Düşman kimmiş?
— Kendi nefsimiz!
— Mal mülk neymiş?
— Ruhtan başka satı lan her şey!
— Sever misin?
— Sabrederim!
— Otur oğlum, yine sokul bana. Nefesini nefesime kat. İşte ben,
işte elim, ikisi de senindir. Heybemde üç dört kitap daha bulunup sana
okutmaya k ısmet olmamış tı . Kendi mal ınd ır, bende kalmasın. Giderken
götürmediklerini de sakladım..” (Kutludağ: 268 vd.)
M. Necati Sepetçioğ lu’nun Bu Atlı Geçite Gider roman ında Somuncu
Babanın ağzından “un-hamur-insan-fırın bütünleşmesi” ile insanın da aynen
bir ekmeğ i yapar gibi yoğurulmaya ve olgunlaşmaya ihtiyacı olduğu üzerinde
durulmaktadır. (Bu Atl ı Geçite Gider: 20 vd.)
Ayn ı yazarın Konak roman ında ise Türkçe’nin önemine değinilerek
Barak Baba’nın ağz ından kültüre verilen önem vurgulanmaya çalış ılmışt ır.
Türk dilinin resmî dil olarak kabul edilmesi geleceğe yönelik umut olarak
görülmektedir: (Konak: 184)
“ Barak Baba kımıldamadan : «Umut dağ ların ardında da olsa gidip ararım
ben..» dedi. «Su lâfa bakın; şu fermandaki lâfa : Bugünden sonra divanda,
dergâhta, meclisde ve meydanda Türkceden başka dil kullanılmaya! Bu,
umudun büyüğü değ i l de ne?.. Barak bunu diyenin kölesidir. Koşar gider
ölesidir. ."
11. Emir ve İtaatlara Önem Verme ve Sayg ı
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda emeğ i geçen kadrolar, yapt ıkları
bütün işlerde birbirlerine karş ı saygı ve sevgi içerisinde bulunmuş lardır.
Beylerinin emirlerini benimseyerek yerine getirmiş lerdir. Onlar arasında son
derece düzenli işleyen bir yapı mevcuttu. Dıştan bakıldığında aralar ında
kardeşliğe dayalı bir sosyal ilişki mevcuttu.
Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu – I roman ında Süleyman Paşa’nın
saygı konusunda ne kadar titiz olduğuna değinilmiş t ir . Süleyman Paşa, her
zaman dedesinin ve babasının silâh arkadaşları olan beylere saygı duyup,
hepsine büyük bir önem verir ve daima gönüllerini hoş tutmak isterdi. Herkes
de Süleyman Paşa’nın bu saygısını takdir ederdi. Süleyman Paşa, her
toplantıda ayakta durur, sebebini soranlara da: “Osmanlı beyleri otururken
bize ayakta durmak yaraş ır, içlerinde dedemize yoldaşlık etmiş , devletimizi
kurmuş bahadırlar vard ır” diyerek cevap verir. Süleyman Paşa’n ın bu titizliği
her zaman gönüllerde çok ince düşünülmüş bir davran ış olarak kalmıştır.
(Sunguroğlu- I : 122)
Onlar, zaman zaman bir araya gelerek analarını anmak için sık sık mezarlık
ziyaretlerine gitmektedirler. Osmanlı’yı kuran zihniyet için “insan”a hizmet, sadece
hayattayken değil, öldükten sonra da devam etmektedir:
“Hey kardaş; Savcı ağanla deriz ki, Cuma önü gecesi hep bir olalım anamızı, atamızı
analım” demiştir. Ve, öyle de olmuş tur.” (Osmanc ık: 187)
Bekir Büyükarkın’ın Kutludağ roman ında Osmanlı’nın kuruluş
aşamas ında Bey’e gösterilen saygının ve onun emirlerine itaat etmenin
önemine yönelik söylemler yer almaktadır. Aykan Bacı , daha önce kız ıp
korkak olarak nitelendirdiği Osman Bey’in yiği t l iğ ini görüp ona haksızl ık
ettiğini anlamıştır.
“Helâl olsun, yaman çıktı bu Türkmen korktu demiştim ona; dilin
tutulsun Aykaan, dilin tutulsun ki bir daha Bey'ine karş ı koyup eğri büğrü
etmeyesin.Zaten biz Türkler Bey'e karş ı kötü söz söyleyemeyiz ki etsek de
yürekten deği ldir. Böyle görmüşüz, böyle yaşamışız.. İşte, Yahya Usta'cığım.
Dernekte Bey'i baş köşeye oturtursun. Akça Koca Gazi, Konur Alp, Aykut Alp
Samsa Çavuş , hepsini buyur edersin. Duyun demişler adına bütün âlem
duysun ki, parmağı ağzında kalsın. Darbuka meydan sazı , davul zurna bir
tarafta, Alpler, yiği t ler, erdoğmuş lar, er ölecekler öteki tarafta.” (Kutludağ:
227 vd.)
Bacıbey’in de Osman Bey’e olan saygıs ı çok dikkate değerdir. Bacıbey,
Ertuğrul’a saygısını elini öperek gösterirdi. Ayn ı al ışkanlıkla onun oğlu
Osman’ın babası Ertuğrul’un hep elini öpmekten gelen saygıyla Osman Bey’in
de elini öpmek istemiş t ir . Fakat kısa bir iç muhasebe sonucu elini öpmek
yerine erkekler gibi, kollarını göğsünde çaprazlay ıp Osman Bey’in önünde
eği lerek saygıs ın ı sunmay ı daha uygun bulmuştur. Osman Bey, kendisine
babası yaşındaki birisinin gösterdiğ i bu saygı karş ısında çok duygulanmış tır.
“Selâmda doğruca yüreğe dokunan, erkekçe güven, hür bir insanın isteyerek
bağlanışı vardı .” (Devlet Ana: 426)
12. Entrika
“Entrika”, kelime anlamı olarak Türkçe Sözlük’te şu şekilde
verilmektedir: “Bir işi sağlamak veya bozmak için girişilen gizli çalışma,
oyun, dolap, düzen, dalavere, dek, desise, hile.” Bu anlamından da
anlaşı lacağ ı üzere entrika düzenlemenin bir devlet için ne kadar tehlikeli
olduğu ortadad ır. Osmanlı Devleti, dıştan gelecek her türlü enrikaya hazır
olmasına rağmen as ıl sorun, içten gelen düzen ve dolaplardı . İçten gelen
tehlikelerin başını da Ertuğrul Bey’in kardeşi Dündar Bey çekmekteydi.
Dündar Bey, kardeşi Ertuğrul’un ölümünden sonra aş iretin başına kendisinin
geçmesi gerektiğini düşünerek her türlü entrikaya başvurmuş ve Osman Bey’i
zaman zaman çok zor durumlara sokmuş tur. Bu ihanetlerinin bedelini sonunda
canından olarak ödemiş t ir . İşbirliğ i yapmadığı düşman yoktur. “Düşman ımın
düşmanı benim dostumdur.” fikrinden hareket ederek içten içe Osman Bey’i
düşman kabul etmiş ve Osman Bey’e düşman olan herkesle dost olarak ona
karşı entrikalarda bulunmuştur.
Dündar Bey’in, çevre tekfurluklarla işbirliğ i yaptığı yetmiyormuş gibi
aşiretin içinden de Osman Bey’e düşman olanları tespit etmiş ; onlarla her
türlü işbirliğ ini yaparak Osman Bey’i yenmek için elinden geleni ardına
koymamış tır. Dündar Bey’in işbirliği yapt ıkları arasında Korhan, Konyal ı
Mesut, Germiyanoğulları ve çevre tekfurluklar yer almaktadır.
“Aşiret içindeki baz ı beylerin Osman Bey'i sevmediklerini de biliyordu.
İlk iş olarak onlarla anlaşma çarelerini arad ı , yakın ve mutemet adamlarından
Korhan'ı Söğüt 'e ve Konyal ı Mesut 'u da Domaniç'e yolladı . Bunlar hem
durumu tahkik edecekler, hem de Dündar Bey'e taraftar olanlarla temasta
bulunacaklardı . Kendisi de kış lağına pek yakın olan Yarhisar tekfuruna
misafir gitmişt i . İşleri burada gizlice idareye çal ışacaktı . Bilecik tekfuru da
Dündar Bey'e her türlü yardımı yapacağ ın ı vâdetmiş ti . Germiyanoğlu ise Kayı
aşiretini kudretten düşürecek her türlü anlaşmaya girmeye hazırdı .”
(Osmanoğullar ı: 12)
Tüm enrikalar ın başını Dündar Bey çekiyordu. Tekfurlarla ilişkisi sınır
tan ımıyordu. Tekfurlar da Dündar Bey gibi birisini yanlarına çekip onu
Osmanoğullarına karş ı kullanmak için her türlü entrikayı yapıyorlard ı . Hatta
tekfurlardan biri yeğeni güzel Elena’yı Osman Bey’e peşkeş çekmekte hiçbir
sakınca görmemiş ti . Dündar Bey de ihtiyar olmasına rağmen Elene’ya âş ık
olmuş ve tamamen tekfurların oyuncağı haline gelmiş t i . (Osmanoğullar ı: 17)
Dündar Bey’in oyunları ortaya çıkmıştır. Osmanoğulları tüm plânlar ını
bozmuştur. Bunun üzerine Dündar Bey önce Ertuğrul Bey’e gelerek af
talebinde bulunmuş sonra da Osman Bey’e giderek: “Ben ettim sen etme,
emrinde ölünceye kadar hizmet edeceğim.” Diyerek af dilemiş Osman Bey’in
affına mazhar olmuş ve yandaşları da uyar ılarak serbest bırakı lmıştır. Dündar
Bey, her ne kadar şimdi af dileyerek kendini kendine acındırmak istemişse de
herkes bilmektedir ki o iki yüzlüdür ve yaptığı davranış , sadece hâli
kotarmaya yöneliktir. Aynı tavır ve davran ışlarını tekrar tekrar yapacak
bunun sonunda da hazin bir şekilde ölecektir.(Osmanoğulları: 70 vd.)
Sultan Gıyasettin’in Mesut’un Sivas’tan Konya’ya gelerek Konya
Sarayına yerleşmesi üzerine doğu ve batıdaki uçbeyleri , sancakbeyleri,
Bizanslılar, Selçuklu devletine hudut olan tekfurlar Mesut’a elçi ve hediye
göndermekte birbiriyle yarış içine girmiş lerdir. Hatta bazı Rum beyleri daha
da aç ıkgöz davranarak – Konya sarayını içeriden fethedebilmek gayesiyle –
güzel k ızlarını veya k ızkardeşlerini sultana zevce olarak vermek için de
ricacılar göndermiş lerdi. Selçuklu Sultanları k ız verirken Müslüman
hükümdarları tercih etmekte; k ız alırken de genellikle Gürcü ve Rum
asilzâdelerden almay ı tercih etmişlerdir:
“Birinci Gıyasettin Keyhusrev, bir Rum k ız ıyla evlenmiş ti . Birinci
Alâattin Keykubat 'ın zevcelerinden biri Rum’du, ikinci Gıyasettin
Keyhusrev'in anas ı Mahperi Hatun aslen Rum olduğu halde kendisi de
birbirinden güzel iki Rum kızı almış tı .” (Osmanoğulları: 231)
Bizans’ın kendi içerisinde bile entrika çok fazlaydı . Halk uzun
zamandır huzur ve güvenden yoksun bir durumda bulunuyordu. Şövalye
Laskaris Andronikos’un eş i Evdoksiya’ya tutulduğu için çok iyi bir plân
düzenlenleyek Andronikos’u uçurumdan aşağıya atmıştı . Bunun ard ından
Evdoksiya’ya kavuşmaya çalışan Laskaris tam bir hayal kırıklığına
uğramıştır. Çünkü Evdoksiya, Abdurahman adl ı Türk alperenine daha gördüğü
ilk günden beri âş ıktır. İlerleyen zamanda da birbirlerine kavuşacaklardır.
(Osmanoğullar ı: 128 vd.)
Bilecik tekfuru yandaşları i le birlikte bir düğün bahanesiyle Osman
Bey’i ve arkadaş larını tuzağa düşürerek bask ın yapmak istemektedir. Osman
Gazi ve arkadaşları güçlü istihbaratları sayesinde böyle bir oyuna gelmemek
için çok iyi tasarlanmış bir plânla düşman ı yenmeyi başarmış ve bu vesileyle
de Bilecik’i almışlard ı . (Kutludağ: 321)
Entrika ile ihanet iç içe olduğundan bu konu hakkında daha ayrıntılı
bilgi için ihanet konusuna bak ılabilir. Tekfurlar ve Bizans’ın entrikalar ı her
zaman devam ettiği için asıl önemli olan, aşiretin içinden gelen entrikalardır.
Bunlar içerisinde de en büyük yeri Osman Bey’in amcası Dündar Bey’in
entrikaları tutmaktadır.
13. Eşitlik
Osmanlı Devleti’ni kuran düşünüşün temelinde hakların eş i t dağ ılımı
yatmaktadır. Onlar, hakk ın üstünlüğüne inanmaktayd ılar. Bir şeyin doğru mu
yanl ış mı olduğuna karar verirken de ölçütleri , İslâm inanç sistemiydi. Allah,
peygamberler ve Kitabı aracılığıyla emirlerini inananlara son derece açık bir
şekilde belirtmişt i . Dolayısıyla inananlar, Allah’ın kullarına ırk, din, dil vb.
ayırımlara gitmeden eş it davranmalıydı . Allah bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de
şöyle demektedir: “Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık
verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini
onlara eşit k ılmazlar. Durum böyle iken Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?
(16:71.) Buradan da anlaşılabileceği gibi Allah kendilerine bol rızık
verilenlere paylaşmay ı emretmiştir. Kurban, fi tre, sadaka vb. İslâmî
görevlerin temelinde de paylaşmay ı artırma vardır.
Osman Bey’in kendisi ne yeyip içiyorsa halkı da onu yiyip içmeliydi.
Çünkü o, farklı birisi deği ldi; halkın tâ kendisiydi. 1298 y ılı Kay ı aşireti
Karacahisar’a geri döner. Bu y ıl ekin, diğer yı l lara göre daha az olur.
Selçuklu diyarının içlerinden ise göçmen akını devam etmektedir. Beyler
toplanarak Osman Bey’den zahire ambarların ın tamamen aç ılmamasını
istemiş ; aksi takdirde 1299 y ıl ında s ık ıntı yaşanacağın ı belirtmiş lerdir.
Osman Bey onları büyük bir saygıyla dinleyip şu yanıtı vermiş t ir:
“ — Doğru söylüyorsunuz ama, biz ne yesek onlar da onu yemelidir.
Eğer yurtlarında rahat bir hayata mazhar olsalardı , evlerini barkların ı
b ırakarak buraya gelmezlerdi. Göç felâketinin ne olduğunu rahmetli babam
her zaman anlatırdı .” (Osmanoğulları: 493 vd.)
Kamu Salp’ın oğlu ve Osman Bey’in aynı anda Şeyh Edebali’nin kızına
talip olmaları üzerine sorun büyük bir adaletle çözülmüş ve Osman Bey’in
Bey oluşu sorunun gideriliş inde hiçbir rol oynamayarak tamamen kızın
iradesine bırakı lmıştır. (Osman Gazi: 148)
Şeyh Edebali, Osman Gazi romanında Allah’ ın bize buyurduklarına
k ısaca değ inerek ve adalet ve eş itliğin önemini vurgulamıştır. Şeyh
Edebali’nin vaazda söylediklerini şu şekilde s ıralayabiliriz:
1. Ahireti unutmamak.
2. Kimsenin hakk ına tecavüz etmemek.
3. Allah’a şükretmek.
4. Haram şeylerden uzak durmak.
5. Kimsenin mal ına, ırzına, namusuna, toprağına ve silâhına sahip
ç ıkmamak.
Zaten Şeyh Edebali’nin yukar ıda sıraladıklarına uyulduğu zaman
kimsenin hakl ı veya haksız diye bir sorunu olmayacakt ır. Böylece de kimse
kimseyi şikâyete gelmeyecek; adalet ve eşi t l ik sağ lanacaktır. (Osman Gazi:
201)
Şeyh Edebal ı , yapt ığ ı bir konuşmada paylaşmanın, biribirini sevmenin,
eşi t l iğin, adaletin, yardımlaşman ın önemine değ inerek bu dünyanın geçici
olduğunu vurgulamış ve bu dünyada insanların birbirine kötü davranmas ının
çok anlams ız olduğunun önemine değ inmişt ir . Bu dönemi anlatan hemen
hemen tüm romanlarda rastladığımız Edebalı’n ın bu öğretici ve düşündürücü
konuşmaları , Osmanl ı Devleti’nin kuruluşunda onun rolünü ortaya koyması
bakımından önem arzetmektedir. Şeyh Edebalı’nın bu konuşmas ı edebî
değerinin de çok yüksek olmas ından dolayı kısmen aşağ ıda verilmişt ir:
“Birbirinizi sevip saymasını bileceksiniz. Çünkü bu dünya fanidir. Asıl
bu dünyanın sonu vard ır. . . Bizim için makbul ve muteber olan da işte odur.
Her kim, ahîretteki yüksek mevkinin sahibi olmak istiyorsa, bu gelip geçici
dünya nimetlerine fazla ehemmiyet etmemelidir. Düşkünlere ac ımak devletin
işi olmakla beraber, her mahallede bir veya birkaç fakir var ise, zenginin lok-
mas ı boğaz ına dizilmeli; fakir fukara aç bırakılmamal ıdır. Biz, buna riayet
ettiğimiz müddet zarfında, kuvvetli bir devlet olacağız. Burada birbirinizden
üstün taraflarınız olabilir . . . Fakat ahîret böyle deği ldir. Orada, şu sıralarda
hakir olarak aklınızdan geçen bir kimsenin, daha çok mutlu olmayacağını
kestirebilirmisiniz? Kim, kimden daha faziletlidir, bunu ancak Yüce Halik
bilmektedir. Bu bakımdan, iyilik ve şefkat, her zaman bizi birbirimize
bağlayan yüksek ahlâkın kollar ıdır. Buna riayette kusur etmediğimiz
müddetçe refah ve saa'det bizim, şanlı Türk milletinin olacaktır. Türk soyu
dünyada bu şartlar içinde ancak hâkimiyet kuracaktır. Bu iyi biline.. .”
(Osman Gazi: 202)
Osman Gazi, Mihail Koses’e Müslüman olduktan sonra “Abdullah”
ismini vermiş t ir . Osman Bey’in kendisine isim vermesininin hemen ardından
Mihail Koses: “Kulunuz size minnettardır.” diyerek bağlılığını ve saygıs ını
belirtmek istemişt ir . Bunun üzerine Osman Bey de İslâmiyet’te insanın
Allah’tan başka kimseye kulluk yapamayacağı ve herkesin eşit olduğu
yolunda bir konuşma yapmış tır:
“ — Hayır! İstemem öyle şey! Hiç kimse, hiç kimsenin kulu değ i ldir.
Biz cümlemiz, hak yolunda yürüdüğümüz müddetçe yalnız Allah'a kulluk
ederiz. İslâmiyette kulluk yapmak, ne Hünkâra, ne sultana ye ne de
padişahadır. Bu sebeple, i leride bütün bunları öğrenecek ve tamamen, ülkede
bir kral, bir imparator deği l de, halkın arasından yetişmiş bir kimse olarak,
halkla beraber, ister en yüksek kademede olasın, ister, başka yerlerde
bulunasın, bütün bunlar, size şunu anlatmalıd ır ki, insanlar, Allah indinde
tefrik yapılmadan, çok çeş itli yönleriyle birbirine eşittir .” (Osman Gazi: 267 )
14. Fedakârl ık
Fedakârlık, yeni kurulmakta olan bir devlet için gerekli olan en önemli
unsurlardan biridir. Gerek savaşırken gerekse barış anında “devlet-i ebed-
müddet” için her türlü fedâkârlık yapılmak zorundaydı . Osmanlı’y ı kuran
kadrolar da daima bu bilinçte olmuşlardır. Kiş isel çıkarları asla ön plânda
tutmamış lard ır.
Devlet’in çıkarları için olağanüstü fedakârlıklar göstermişlerdir.
Fedakârlıklarının boyutu o kadar büyüktür ki birçok “gâzi”, bu uğurda hiç
evlenmemişt ir . Evlenenler ise evlenirken bile “ülkemize ne katabiliriz”
düşüncesinde olmuş lardır. Onların fedakârlıkları kutsal bildikleri değerlere
verdikleri önem derecesindeydi:
"Eh o zaman genceciktim."
"Yirmi beşinde ihtiyarlamaya mı durdun yoksa?" "Yok ağam, serhadlere
sevdalandım. Sen başka türlü müsün sanki? Ş imdiye kadar evlenmediğine
göre.. ."
Sunguroğlu kendi evliliği bahis konusu olunca, ya sözü değiş tirir, yahut
kaçardı . Hemen kapıya yürüdü: "Siz sohbete devam edin, ben Köse'yi
bulayım." İbrahim, Saltuk Beye sarılınca, kulağına fısıldadı: "Ne zaman
evlilik bahsi geçse, böyle kaçar hep.. ." Saltuk bir kahkaha attı:
"Şüphesiz çok iyi de yapar; birkaç kişinin din yolunda millete kendini
vakfedip bekâr yaşaması , Osmanoğ lu neslini kurutacak deği l a!. ."
(Sunguroğlu- III : 10)
Onların birçoğunun yabanc ılarla evlenmelerinin sebeplerinden biri de
yine “devlet-i ebed-müddet”i gerçekleş tirmek için genişlemeyi
kolaylaştırmaktı:
“Bu siyasî bir izdivaçtı şüphesiz. Orhan Gazi nasıl eski İmparator
Kantakuzinos'un kızım almışsa oğ luna da şimdiki İmparatorun kız ın ı alıyordu.
Mutlaka devleti için menfaatler düşünmüş tü. Yoksa Orhan Sultan gibi bir
devlet adamı böyle bir izdivaca lüzumsuz yere razı olmazd ı .” (Sunguroğ lu-
III : 204)
Turgut, Meri adl ı bir güzele âş ık olmuş tur. Bunu farkeden Saltuk: “onu
seviyor musun” diye sormuş; bunun üzerine Turgut: "Biz dinimizi, vatanımızı
severiz Saltuk. Meri hayatımı kurtardı . Üstelik kale kapısın ı da o açtı bize.
Bu yüzden..." demiş t ir . Bunun üzerine Saltuk Turgut’a: “ben de
evleneceğ inden korkmuş tum.” demişt ir . Cevap olarak Turgut:
“Bir ak ıncı yalnız dinini ve devletini sevmelidir Turgut. Kadın sevgisi
belki altınc ı , yedinci sırada gelebilir, bunun için daha erken. Evli adam iyi
akınc ı olamaz." demişt ir . (Turgut Alp: 92)
Onlar, aşiretlerinin zor durumlar ında ellerinden gelen her türlü
fedakârl ığı yapmaya hazırd ırlar. Devlet Ana romanında aşiretin zor
durumunda Asl ıhan’ın bir yılda biriktirdiği panayırdan ayağ ına sar ı meş inden
çizme almayı düşündüğü iki dirhemin hepsini vermesi, Bacıbey’in de
başındaki tasta sarkan beş yarım gümüş ten birini koparıp vermesi fedakârlık
konusunda somut örneklerden sedece ikisidir. (Devlet Ana: 113)
Konya’ya uçbeyliği için yollanan Süleyman Alp ve Gündüz Alp’ın
gecikmesi üzerine Konya’nın Osman Bey’e uçbeyliği vermeyeceği noktasında
dedikodular çıkmaya baş lamıştır. Bunun üzerine Osman Bey’in, arkadaş lar ına
“Konya’nın uçbeyliğ ini kabul etmemesi durumunda “ne yapmak gerektiğini
sormas ı üzerine arkadaşları: “Biz yaşamas ın ı da ölmesini de biliriz.”
Demiş t ir . Nitekim ilerleyen zamanda Süleyman Alp ve Gündüz Alp
sevindirici haberi getirmişlerdir. (Osmanoğulları: 72 )
Osmanlı’yı kuran kadrolar, birbirlerinin düşüncelerine de sayg ı
duyuyorlardı . Arkadaşlarının mutlulukları kendi mutluluklar ı demekti.
Abdurahman, Evdoksiya ile evlenmek istediğini arkadaş larına açıp onlar ın
görüşlerini almak istediğinde tüm arkadaşları onu tebrik etmiş ve çok
sevinmiş lerdir. Abdurrahman’ın onların görüşlerine baş vurması da ayrıca
dikkate değerdir. (Osmanoğulları: 134)
Osmanlı’yı kuran kadrolar, daima mazlumun yanında olmuşlard ır. Onlar
için eğer birisi zor durumda ve yardıma ihtiyac ı varsa dinin, milliyetin vb.
şeylerin hiçbir önemi yoktur. Aretos bir gün birkaç kişi i le birlikte
çarpışmakta iken Karamürsel ve arkadaş ları imdadına yetişmiş ve onun canın ı
kurtarmış lard ır. Aretos, bu yiğitçe çarpışma karşısında hayretini
gizleyememiş t ir:
“ — Beyzadelerim, arkadaş lığın, vefan ın ne demek olduğunu bana
hayat ımda ilk defa siz tatt ırdınız. Size ölünceye kadar minnettar kalacağım.
Beni gönülden çıkarmay ınız.” (Osmanoğulları: 16)
15. Fetih Ruhu, Genişleme Arzusu ve İdealizm
Osmanlı’nın kuruluşunda rol oynayan şahsiyetlerde idealizm doruk
noktasındadır. Onlar, son derece iyi yetişmiş , kendilerini tamamen Allah’ın
adını yüceltmeye, milletin huzur ve refahını sağ lamaya ve zulüm edenlerle
savaşmaya adamışlardı . Hep bu gaye ile mücadele etmişlerdir.
Sorumlulukların ı çok iyi bilmektedirler. İdealleri s ıradan insanların
anlayamayacağı kadar büyüktür. Onlar “Cihan Devleti” olma yolundadırlar.
Sadece günü deği l daha sonrasını “zümrüdüanka” y ı düşünmektedirler.
Türkçe Sözlük’te ‘ideal’ kelimesi şu şekilde tan ımlanmaktadır. İdeal: 1.
Ülkü, mefkûre. 2. Düşüncenin tasarlayabileceği bütün üstün nitelikleri
kendinde toplayan.
Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılabağı üzere idealler, düşüncelerin
tasarlayabileceğ i bütün üstün nitelikleri kendinde toplamaktadır. İdealler,
büyük olmal ıdır. Söz konusu olan büyük bir devlet olmak düşüncesi ise o
zaman ideallerin önünde engel olmamal ıdır. İdeallerin gerçekleşmesi için her
şeye rağmen mücadele gerekmektedir. Zümrüdüanka yakındır ve bir gün
görülecektir. Daima ümitli olmak onlar için çok önemliydi. Ümit ve çalışma
onlara çok önemli şeyler ifade ediyordu. Çalışan, çabalayan ve mücadele eden
insan ın ideallerini gerçekleş t irebileceklerine tüm içtenlikleriyle inanıyorlardı .
Onlar, intikam deği l vatan ve millet sevgisi merkezli düşünmeye gayret
etmişlerdir. Türklere birçok kötülüğü dokunan Şövalye Selikos’un
öldürülmesinden sonra Köse Papaz ile Sunguroğlu aras ında geçen bir
konuşmadan sonra Sunguroğ lu, Köse Papaza hitaben tüm Bizans’ ı ele
geçirmeden Türklere rahat olmayacağ ını ve bir Selikos’un öldüğünü ve daha
binlerce Selikos’un yaşamaya devam ettiğ ini ve bunların da Bizans tarafından
desteklendiğini vurgulamaktadır.(Sunguroğ lu- I : 270)
Onlar, fetih ruhu ile özellikle de Bizans’ı fethetmek mefkûresi ile
yaşam buluyor ve bu büyük idealleri kendilerinin yerinde duramamas ın ı
sağlıyordu. Hep bir ad ım daha ileri şeklinde bir düşüncenin doğmas ına
yardımc ı oluyordu. Onlar için Bizans’ın fethi bir tutku, bir aşk hâlini almışt ı .
Bizans er veya geç fethedilecekti ve içlerindeki bu büyük fırt ına, o fetihle
biraz olsun dinecekti . Onlar için Bizans’ın fethedilmesi yıl lar önce hadis ile
müjdelenmiş bir vuslat olacakt ı . (Turgut Alp: 341) Aşağ ıdaki hadiste de
bahsedildiğ i üzere Kıyamet, Müslüman birisinin İstanbul’u ele geçirmesinden
sonra kopacakt ır. Çünkü Allah k ıyamete tek bir gün kalsa bile eğer İstanbul
Müslüman bir yöneticinin elinde deği lse o günü İstanbul fethedilene kadar
uzatacaktır:
“ - Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki: "Dünyanın ömründen bir tek gün bile kalmış olsa,
Ehl-i Beyt 'imden bir adam melik oluncaya ve Deylem dağına ve
Konstantiniyye'ye (İstanbul 'a) malik oluncaya kadar Allah, o günü
uzatacaktır."
Devlet Ana’da Osman Bey’in ağz ından Moğol’un da Anadolu’dan tez
vakitte çekip gideceğ i üzerinde durulmuş tur. Çünkü daha önce de Eski Yunan
ve Roma’n ın düzeni de Moğolllarla uyuşamamış tır. Bu sebeple Osman Bey
beklemeyi tercih etmekte ve gazi beyliklerin Konya’yı ele geçirme
çabalarının yersiz olduğunu sadece birbirlerini yıpratarak Kayı’n ın iş ini daha
da kolaylaşt ıracağın ı vurgulamaktadır. Çünkü Anadolu verimli, ancak
topraklara sahip olanlara yarar. Kayı lar için bu çok önemli bir durumdur ve
onlar bu durumun çok önceden beri bilincindedirler. Osman Bey “İnsanın
zenaatı da göründüğü gibi, köylülük deği ldir, devlet kuruculuğudur.. .”
demektedir. (Devlet Ana:176)
Osman Bey’in gördüğü bir rüyada Şeyh Edebalı’n ın mübarek göğsünden
bir ay doğar ve bu ay, gelip Osman Bey’in göğsüne girer ve oradan bir fidan
doğar ve büyür. Büyüdükçe büyüyen bu fidan, ağaç olur, dal budak salar ve
herkes onun altına girmeye başlar.. . O ağaç adaleti , iyiliği , güzelliği ,
hoşgörüyü dağı tır. . . O ağaç karanlık deği l aydınlıktır. O ağaç gözleri alır, o
ağaç gelecektir. . . O fidan Osmancık’ tır. . . O ağaç ise tüm dünyaya damgasını
vuran Osmanl ı’dır.
Rüyalar konusuna ayrı bir başlık altında yer verileceğinden burada
sadece değ inilip geçilmişt ir .
Osmanlı’yı kuran beyler arasında zincirleme bir bağ söz konusu ve
hepsi hem kendi dönemlerinde iyi bir yöneticilk yapmışlar hem de
kendilerinden sonra yönetimi devralacak olan kişiye ortam hazırlamış lardır.
Çünkü hepsinin paylaştığı ortak ideal, nesilden nesile devam edecek olan o
yüce idealdir:
“Saniye; "Hoş geldin Bay Koca" derken, Osman beğ 'e Ede Bal ı 'y ı
düşündürmüş tü." Zümrüd Anka'yı düşündürmüş tü., kandillerle donat ılmış ulu
çamı gördüğü İkizce dönüşünü düşündürmüş tü., ve, Ertuğrul beğ gazinin
kendisinin de, Osman'da, Osman'ın da Orhan'da yaşadığım düşündürmüş tü. ,
ve, bunun, kavranılan amaç açısından, bütün boy ve bütün soy için böyle
olduğunu düşündürmüş tü.” (Osmanc ık: 254)
Osman Bey Şey Edebali i le yaptığ ı konuşmalardan birinde dünyanın
büyüklüğü hakkında konuşmuş ve dünyanın bir birey için büyük fakat bir
devlet içinse küçük olduğu sonucuna varmış tır. Çünkü hedef cihan
hâkimiyetidir. Osman Bey Şeyh Edebalı i le yaptığı her sohbette başka başka
dünyalar ın insanı oluvermektedir:
"Dünya'yı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür, oğul. Hırsımız,
sabırsızl ığımız, bencilliğimizdir. Önce bunların yüzünden küçülüyor, sonra da
Dünya'yı çok büyük görüyoruz.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Doğru; Dünya büyüktür., çok, çok büyüktür. Fakat bir ömür için, bir
TEK İNSAN içindir bu büyüklük. Bir soy için değ i l ; bir soyun benimseyeceği ,
bir soya benimsetilecek bir amaç, bir inanç, bir ülkü için deği l!” (Osmanc ık:
326-327)
Zaman kavramı da Osman Bey için art ık çok farklı bir hâl almaya
başlamışt ır. Büyük ideali olan Osman “.. .zamanın d ış ındaddır, daha doğrusu ,
Osman Bey zamanın ta kendisidir; zaman, çünkü benimsenen ve gittikçe
yayg ınlaşan amaçtır. (Osmancık: 267)
Osman Bey, fetih ruhu ve geniş leme arzusuyla sürekli arayışlar
içerindedir. Çevresindeki bir takım beyliklerle sürekli sorunlar yaşamakta ve
bu beyliklerin yönetimi al ınmadan bu sorunların ortadan kalkmayacağına
inanmaktadır. Bu sebeple zaman zaman çok iyi plânlar yapmış ve bu
plânlarını başarıyla uygulamış tır. Zaman zaman bazı tekfurları da yanına
almasını bilmişt ir. Bir defasında Bilecik Tekfuruyla görüşmeye gitmiş ve
karşıl ıkl ı ç ıkar ilişkilerine dayanan bağlantılar kurmaya çalışmıştır. Bilecik
tekfuruna “Dostunun dostu, düşman ın ın düşmanı olmak” felsefesi i le
gitmişt ir:
“ . . .ben, Kayı beği Osman, sana derim ki, ben, önce Kulacahisar 'ı
alayım, sen bana onu tanı . Ard ından Tatarları kovayım, sen bana pazar hakk ı
tan ı . Ve dahi, Aya Nikola seninle hoş geçinmez ise, ona ben karşı çıkayım;
başarmak bana müyesser kı lın ırsa sana ganimetten pay vereyim; sen bana
beğce davran. Ben, Kayı beği Osman, sana derim ki, uygunu budur, sen ne
dersin?" (Osmanc ık: 168)
Ertuğrul Bey döneminde uzun süren barış havası neticesinde zaten
gelirlerinin büyük bir kısmın ı akınlardan elde eden aş iret, iyice zayıflamış tır.
Halk da art ık ş ikâyet etmeye başlamışt ır. Ertuğrul Bey kesinlikle savaştan ve
geniş lemeden yana bir politika gütmüyor; daha çok barış üzerine bir politika
izliyordu. Anadolu Bacılarından Aykan Bac ı Ertuğrul Bey’den sonra Osman
Bey’in de böyle bir politika izlemesini kesinlikle istememektedir. Aykan
Bacı’nın bu konuyu dile getirişi , o dönemin ekonomisinin hangi boyutlarda
olduğunu ve halkın da artık uzun süren bar ış döneminden sıkıldığı ve iyice
güçsüzleştiğini gözler önüne sermektedir. Aykan Bacı uzun süredir hiçbir
sefere çıkılmad ığını Selçuklu Sultan ı’n ın Söğüt ve Domaniç’i vermemesi
durumunda çok daha zor durumda kalınacağını vurgulamış . . .45 yıldır devam
edegelen durgunluğun artık b ırakıl ıp Osman Bey’in ak ınlara başlaması
gerektiği fikrini ileri sürmüş tür. Aykan Bacı’nın Ertuğrul Bey’in ölümünden
sonra yaptığı bu konuşmada Ertuğrul Bey’in politikalarını şiddetli bir şekilde
eleşt irmesi üzerine Akçakoca tavrını koymuş ve ölünün arkasından
konuşulmamas ı gerektiğini ve oğlu Osman’la yüz yüze konuşulmasın ın daha
anlamlı olacağını söylemesi üzerine Aykan Bacı , kendisinin ölünün
arkas ından konuşmadığını sadece daha önce Ertuğrul Bey’in yüzüne karşı
defalarca söylediği şeyleri bir de Osman Bey’in duymasın ı istediğini
vurgulamış tır. Daha sonra Osman Bey’in de halkın sorunları dinlemesi,
durumu daha iyi aydınlatmış tır. Ama Osman Bey belli bir süre sabredilmesi
ve en iyi yer ve zamanın kollanması gerektiğini düşünmektedir. Çünkü
s ıradan halk ın düşünüşü ile Osman Bey gibi çok iyi yetişmiş ve iyi
düşünebilen, hemen hemen her defasında çok hızlı ve doğru kararlar alabilen
kiş inin düşünüşü aras ında çok ciddî farklar vard ır.
Dede Baba ile Osman arasında geçen bir konuşmada, Dede Baba
Osman’a ülkenin idare edenin oğulları ve kardeşleri ile ortak malı olmadığını ;
bir yöneticinin sağl ığında devletini kardeşleri ve oğulları arasında
paylaştırmasının yanlış olacağı , bu şekilde devletin yaşamayacağ ı ve
yaşatı lamayacağı şeklinde öğütler vermiş tir. Çünkü geçmiş te bunun çok
örneği görülmüş ; sağken devleti paylaş tıranların devletleri hemen bölünmüş
ve çökmüştür.
Dede Baba’nın devletten söz etmesi üzerine şaşıran Osman Bey: “Benim Devletim
yok ki” demiştir: Bunun üzerine Dede Baba:
“ - Şu anda yok! Sen ve aşiretin bir çekirdeksiniz. Beslenirseniz, beslenmeye yol açarsanız bu
çekirdek sonunda bir meyve olur. Ta oralardan, çöller aşarak, Horasan illerinde oyalanarak,
İran'ı yararak, bizden önce varan Selçukluların arkasından, Moğolların önünden buralara ka-
dar niye geldik? Artık gidecek başka bir yerimiz de kalmadı. Önümüzde deniz var.”
Demiş tir. Osman’ın büyük bir devlet kuracağı konusunda herkes
hemfikirdir. Dede Baba’ya ya öteki beyler ve beylikleri hakkında ne
düşündüğünü sorması üzerine Dede Baba: “ — Onlar er geç çökecek. Çünkü
kaynaş ıyorlar, çünkü çapuldan zevk al ıyorlar, çünkü sabretmesini bilmiyorlar.
Üstelik burası denize daha yakın ve sen inanıyorsun! Baban da inanmış ve
sabretmiş ti .” demişt ir . (Kutludağ: 41 vd.)
Rumeli’ye geçiş te kendisine kumandanlık tayin edilen Süleyman Paşa
bu görev karşısında son derece memnuniyetini ifade etmiş ve kendisine böyle
bir görev verilmesinden dolayı ne kadar gurur duyduğunu belirtmiştir. Orada
bulunanlara hitaben de teşekkür etmiş , babasının elini öpmüş ve büyük bir
inanç içerisinde el ele verip bu işi hep birlikte başaracakların ı dile
getirmiştir. Osmanoğulları’nın Bizans’ın fethine mazhar olacağ ını da
“Osmanoğulları pek yakında Bizans içlerinde at oynatacaklardır." Diyerek
ideallerinin büyüklüğünü ve kendisine duyulan güvenin ne kadar haklı
olduğunu bir defa daha ortaya koymuştur. (Sunguroğlu- I : 157)
Osmanlı Devleti’ni kuran alpler de çok büyük emelleri ve idealleri olan
ufuk insanlardı . Onlar yaptıkları akınlarda hep görev sorumluluğu ve
bilinciyle hareket etmesini biliyorlard ı . Onlar yaptıkları işlerde o kadar
kararl ı ve ümit doluydular ki her şeyi hatta ölümü bile çoktan göze almış lardı .
Turhan Tan, Gönülden Gönüle’de bunu son derece açık ve etkileyeci bir
anlatımla ifade etmeyi başarmış tır. (Gönülden Gönüle: 38)
Mustafa Necati Sepetçioğ lu , Bu Atl ı Geçite Gider’de Murat Bey’i
geçmiş yıllara döndürür ve yakınında rüzgârla hışırdayan çınarın çağrış ımıyla
zamanında Geyikli Baba’nın babası Orhan Bey’in bahçesine diktiği kavağı
hat ırlar, geçmişle gelecek arasında bağ kurar ve Murat Bey’in de onların
devamc ısı olduğu ve iş te o zaman dikilen kavağın artık bir çınar gibi dallanıp
budaklanarak dört bir yanı sarmaya başladığı mesajını verir:
“Orhan Bey olan, öyle irileşen kavağı zaman zaman gönül kökünde
duyar, zaman zaman elleşir , konuşurdu..Şimdi o kavak mı uçup gelmiş ti
burayaca? Şu ç ınarın her biri yaprağında onlar, onlar, onlar mıydı
h ış ırdayan?” (Bu Atl ı Geçite Gider: 293)
Turgut Alp’te ise onların yüce değerler uğruna gülerek canların ı bile
feda edebilecekleri vurgulanmış tır: “. .madem ki o bir idealin adamı idi,
madem ki dini, aş ireti için dövüşüyordu, ölüme bile gülerek gidecekti. . .”
(Turgut Alp: 281 vd.)
Kuruluş döneminin ileri gelen alplerinden Sarı Saltuk, ömrü boyunca
kendisinin at sırtında koşturması yetmiyormuş gibi bir de oğluna fetih yolunu
göstermiş; asıl yapmas ı gerekeni söylemiş tir. Dikkat edilirse Osman Bey de
oğ lu Orhan’a Bursa’yı fethetmesini ve kendisini oraya gömmelerini salık
vermiş t i . Burada da Sarı Saltuk, oğlu Kaygusuz’dan kendisini İznik’e yani
daha fethedilmemiş bir yere gömmesini isteyerek fetih yolunu aralamıştır:
“Âmin denmeden Saru Saltuğun gürlemesi duyuldu: «Kaygusuz, oğ lum
Kaygusuz! Beni eyi dinle şimdi. Ben öldüğümde, cenazemi altı yere göme-
cektin, yedi yere göm. Altısını biliyordun, yedincisi İznik olsun. Sakın haa.
akl ından ç ıkarayım deme; İznikteki mezarım kalenin surlarına pek uzak
olmasın... .” (Konak: 190)
Cavit Ersen, Osman Gazi’nin düşünceleri ile Selçuklu’ların düşünceleri
arasında paralellik kurarak her iki düşünce sisteminin de merkezinde
Anadolu’nun İslâm olması ve tamamen Türk hâkimiyene bağlı olmas ı
gerektiğini ön plâna çıkarmış tır. Bu düşüncelerini desteklemek için de
Türk’ün aklıselimi, kahramanlığı , ince zekâsı ortaya konulmuştur.(Osman
Gazi: 96 )
Daha önce de sözü edildiği gibi Osman Gazi, babasının izlediği sürekli
bar ış siyasetini gütmek izlemek istememektedir. Fakat bununla birlikte yeni
yerler yurt edinmek için de zamanın gelmesi ve daha fazla güçlenilmesi
gerektiğini ileri sürmektedir. Bu işe de önce tekfurları yola getirmekle
başalamak tarftarıdır. (Osman Gazi: 109)
Şeyh Edebal ı Osman’ı baş tan beri çok sevmekte ve onu takdir etmektedir.
Kızını ona vermek istemeyiş inin sebebi ise tamamen farklı bir konudur.
Çünkü Osman Bey’in dur durak bilmeyen coşkun ve ideallerle donanıml ı
yapıs ın ın bir gün başına iş açacağ ın ı ve Osman Bey’in bu gözü karal ığın
neticesinde şehit düşüceğ ini düşünmektedir. Ayn ı Edebali Osman’ın çok
büyük bir devlet kuracağından zerre kadar şüphe bile duymamaktadır. Çünkü
o an itibariyle aş iretin baş ına geçebilecek en iyi ve yetenekli kişinin orada
bulunduğunu düşünmekte ve tüm yüreğiyle Osman Bey’in başar ılı olacağına
inanmaktadır. Şeyh Edebalı gördüğü bir rüya ile de Osman Gazi’yi büyük bir
cihan devletiyle müjdelemişt ir:
“— Göğsünden fışkıran ulu ağaç, dal, budak verip, büyüyecek ve as ırlar
boyu bir daha kuramayacakt ır. Daha sonrası meyvesini verecektir . Sen şu
anda bir Devlet Başkanısın. Bu devlet pek çok büyüyecek. Başa gecenler
fütuhatlariyle bütün dünyaya dal budak salacaklar. Beş k ıt 'a üzerinde
hâkimiyet kuracaklar.. . İş te bu gördüğün rüya buna işarettir. Allah, hayırlara
tebdil eylesin. Âmin.” (Osman Gazi: 156 )
Nitekim Şeyh Edebalı’n ın gördüğü rüyanın gerçekleşip
gerçekleşmeyeceğ i o gün için bir muamma olsa da ilerleyen zaman bu rüyayı
en güzel şekilde doğrulamıştır.
İdealler çok güzel ve büyüktü. Fakat bu ideallerin tek baş ına sadece
akınlarla gerçekleşmesinin imkân ı yoktu. Çünkü bu ideallerin altında inanç
olmalıyd ı . Öyle bir inanç ki bu inanç âdeta onları birbirlerine kenetlemeliydi.
Onlar için Osmanl ı Devleti’nin temellerini atmak için şunlar ı gerekli
görüyorlard ı:
1. Cenab-ı Hakk’ın azab ından korkmak
2. Allah’ ın kudret ve azametini tefekkür eylemek
3. Kur’ân-ı Kerim okumak
4. Devleti her türlü kötülükten korumak
5. Vatana ve millete bağ ıml ılık
Bunlar, genel i t ibariyle sağlam temeller üzerine Devlet’i kurmak için
vazgeçilmez öğelerdi. Zaten ay gökten bağr ına düşmüş tü.. . . “ ay gökten
bağrına düşmüş tü.. . Sonra ulu bir ağaç göklere yükselmiş , dal budak verip,
meyveleriyle asırlar boyu, nesillerden nesillere intikal etmiş ti , o halde, nefse
ve şeytana uymadan, tembelliğe yer vermeden, kibir etmeden, büyüklüğü terk
ederek istikbale koşmal ı , Şeyh Edebalı 'n ın emirleriyle bu rüyaya lâyık bir
hükümdar olarak dünyaya hükmetmeliydi. . .
Fakat buna bir ömür kâfi gelecek miydi?
Bunu Allah bilirdi. . .
Bu suretle yeni devletin ve geleceğ in Osmanl ı İmparatorluğu'nun Söğüt 'te
Osman Gâzi 'nin Kur'-an- ı Kerim ahkâmı i le temeli atılmış tı . . .”(Osman Gazi:
157 -158)
Topraklar ın artık dar gelmeye başladığı , Osman Bey’in de başa geçmesiyle
birlikte daha belirgin bir şekilde anlaşılmaya başlanmışt ır. Çünkü uzun süren
bar ış dönemi ve sürekli dış tehlikelere maruz kalış aş ireti çok sarsmışt ır.
Fetih için zaman gelip geçmektedir. Bir an önce harekete geçilmeli ve
Osmanlı sancağı kale burçlarında dalgalanmalıdır. (Osman Gazi: 202)
Osman Bey’in sürekli ilerleme ve fetih üzerine plânları herkesin
dikkatlerini üzerine çekmişt ir. Dalaman ile Bileyici Baba’nın bir
konuşmas ında geçen sözler, Osman Bey’in ne kadar hızlı bir şekilde fetih
hareketlerine yönelik girişimlerde bulunduğunu göstermesi açısından
dikkate değerdir. Bu konuşmada Osman Bey’in daha dün Söğüt’e kısılıp
kalan bir aşiret olduğu dile getirilip, ş imdi ise bir hamle ile Kulacahisar’ı ,
bir diğer hamle ile Domaniç’i ve bir diğer hamle ile de Karacahisar’ı
vurduğu dile getirilmiş t ir . Yarın nereye varacağı ve nereyi fethedeceğ i ise
belirsizdir. (Çatı: 43)
Onlar, doğrunun da yanl ışın da kul için olduğunun farkındayd ılar ve hiç
hata iş lemeyenlerin hiç etkinliğ i olmayanlar olduğunu biliyorladı . Onlar için
yeni yerlere açılmak, âdeta bir kurtuluş göstergesi veya içlerindeki özün
ortaya çıkmas ıydı .
“Sen kusurdan başka bir şey bilmez olmuşsun Ay Rahman. Kusur
işlemeyim diye sakın ıp durursun herhal. Aklında olsun, Subaşı gibi, Kadı
gibi, Bey gibi hele şu sıra yeni yeni ortaya çıkan çobanlar aman bir kusur
işlemeyeyim diye sakınarak iş görürlerse baştan yanl ış adım atmış
demektirler, iş yapan, yaşayan adam kusur işler oğul, yerinde oturan meret
kusur iş lemez ölü kusur iş lemez. Kusur yapmaktan sakınan ın da iş yaptığı
görülmemişt ir kendine gel. Siz hepiniz, bütün alplar, gaziler böylesiniz; aşiret
milletinin şehirleşmesi gibisiniz, bir iş in baş ına getirildiniz de şehire
bağlandınız mı ölüyorsunuz. Akça Koca bile Ertuğrul Beye yoldaş lık
yapt ığını unutmuş , yaşına başına bakmamış da şehirli olduk diye sık ıntısından
ağlamış doğruysa., doğrudur. Neyse, kurtuluşunuz geldi. , sen de Akça Koca
da., sana bir gazadan söz açtıydım., sıras ı gelecek dediydim. Yar ın
s ırasıdır. .ış ıy ınca.. .” (Çatı: 245)
Osman Bey, babası Ertuğrul Bey’den sonra aldığı beyliğin yönetiminde ilk zamanlar
daha fetih zamanının gelmediğini söylemişse de zaman hızla ilerlemiş ve Beylik kendini biraz
olsun toparlamıştır. Fakat nüfus hızla artmakta, yeni yerleşim alanlarına ihtiyaç
duyulmaktadır. Bunun yanında geçmişte yaşanan birçok sorunun da çözülmesi için artık
fetihler yapma zamanının geldiği ortadadır. Osman Gazi ise çevresine topladığı beylerine
artık zamanın geldiğini büyük balığın küçük balığı yuttuğunun bir gerçek olduğunu,
kendilerinin de büyük balık olmaları gerektiğini vurgulamıştır. İlk olarak da önlerindeki
İnegöl ve Belokomo tekfurlarından işe başlamak gerektiğini belirtmiştir. Tüm beyler de
Osman Bey’in bu fikrine katılmışlardır. (Ovaya İnen Şahin: 23)
Ovaya İnen Şahin romanında Ragıp Yeşim, Osman Bey’in gördüğü bir rüya
aracılığıyla durumu çok güzel bir şekilde tablolaştırmıştır. Bu rüya, Osman Bey’in nasıl bir
idealle yaşama bağlı olduğunu, ondaki yeni yerler yurt edinme arzusunu son derece edebî bir
şekilde vermesi açısından çok önemlidir. Bu rüya, Osman Bey, Osmanlı Devleti ve Osmanlı
Devleti’nin geleceğini çok güzel ve özlü bir şekilde vermesi açsından tümüyle aşağıda
alıntılanmıştır:
“ . . .Ama uyur uyumaz halde iken kafas ına, gözlerine, gönlüne çok
sevdiği bir insan yerleş t i : Bâlâ Hatun'un hayali.. . Tam iki yıldanberi büyük
bir sabırla beklediği genç k ız...
Beyaz ile pembe karış ığ ı; o çok güzel yüz yavaş yavaş bir ay haline
geldi ve bir insan göğsünden doğmağa başladı . Bu insan Şeyh Edebal ı idi.
Evet, tam karşısında yatmakta olan Şeyhin göğsünden doğmakta olan o
muhteşem ay yavaş yavaş kendisine doğru yaklaştı , yaklaştı , kendi göğsüne
girdi, girdi. Kara Osman Bey, ş imdi kendi vücudunu görüyordu. O parlak, o
güzel ay göğsünde kaybolduktan sonra kaburgaları arasından bir ağaç belirdi.
Yavaş yavaş çıkıyordu. Bütünü ile çıktıktan sonra büyüdü, büyüdü, dev bir
ağaç halini ald ı . Sonra dallar ı genişledi, dallarının üzerinde yapraklar
peydahland ı . Ağaç büyüdükçe dallar da büyüyor, uzuyor, yapraklanıyor.
Dallarının verdiğ i gölgelikler yeryüzünün dörtte üçü, bütün ufuklar ın ı
kapladı , ufukların sonlarına kadar, kara ve denizi kaplad ı , depolardan da daha
büyük, akıl almaz büyüklükte bir çadır haline geldi bu ağaç.. . Bu çadırın
direklerini ülkeler teşkil ediyordu. Kafkaslardan Atlas denizine, Toroslardan
çöllere kadar uzanan ülkeler.. . O muhteşem ve dilber ağacın kökleri ise
d ışarıya fırlamıştı . Hepsi birer azametli ve gür nehire benziyordu. Üzerinde
bir çok gemilerin akıp gittiğ i Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirleri gibi şeylerdi
bunlar.. . Ovalarda birçok ekinler görülüyor, dağlardaki s ık ve yemyeşi l
ormanlardan köpüre köpüre çıkan pınarlar güllükler ve servilikler arasından
akıp gidiyordu. İşte, o dev çadırın altında birçok kurşun renkli kubbeler,
birçok mermer sütunlar, zafer takları , üzerlerine altından yarım aylar
kondurulmuş muhteşem kuleler bezenmiş vadiler vardı . . . Daha ileride,
bunların ilerisinde göklere el açmış gibi duran minarelerle süslü şehirlerden
iman etmiş insanları ibadete çağıran güzel erkek sesleri duyuluyordu.. . Bu
yanık seslere bülbüllerin yanık feryatları da karış ıyor, çeş i t l i renklerle süslü
papağanlar bu muhteşem çadır ın içinde durmadan sağa sola uçuşuyordu.
Birbirlerine sarılmış ve yapraklan kı lıç gibi uzanmış dalların serin ve kokulu
gölgelikleri altında binlerce, milyonlarca insan vard ı . Hep bir ağızdan,
göklere tatl ı tatl ı yükselen bir sesle bir türkü söylüyorlardı .
Ne tatl ı bir ışık saç ıyordu bu ağaç.. . Nasıl olup da kaburgalarından
fışkırmışt ı? Ufukların penbeliklerine kadar uzanmış olan bu yemyeş i l , bu
parlak yeş i l ağacın dallarından buhar halinde birşeyler akıyordu altındaki
insanlar ın üzerine.. . Bu buhar o insanlara değdikçe onlar daha da neşeleni-
yorlar, daha da canlanıyorlar, daha büyük mutluluklar içinde türkülerine
devam ediyorlardı .
Birdenbire ş iddetli , çok ş idetli bir rüzgâr çıkt ı , o dev ağacın bütün
yaprakları uçların ı tek bir yere çevirdiler: Biri zümrüde, diğeri gök yakuta
benzeyen iki kara parças ıyla, iki denizin birleşt iği muhteşem bir şehre.. . Bu
şehir, karası ve denizi i le pınl pırıl yanan bir halkaya benzedi. Kara Osman
Bey, büyük bir heyecan içinde bu halkay ı parmağ ına geçirmek istedi, fakat. . .
Birdenbire uyandı .” (Ovaya İnen Şahin: 46)
Osman Bey’in Ragıp Yeşim’in Ovaya İnen Şahin romanında
vurguladığ ına göre en büyük ideallerinden biri milletinin huzur ve güvenliğini
sağlamak ve genişleyerek daha büyük ve daha verimli araziler elde etmekti.
Çünkü nüfus da aynı anda büyümekteydi. Hemen hemen Osmanl ı’nın
kuruluşunu ele alan romanlarımız ın hepsi bu görüş te birleşmektedir.
(Ovaya İnen Şahin: 48-64)
Osman Bey, yine Ovaya İnen Şahin roman ında kendisinin geniş lemeyi
ve büyük bir devlet haline gelmeyi istemekle amacının ne olduğunu ortaya
koymuş tur. Osman Bey’in bu fetih hareketleriyle yapmak istediklerini şu
şekilde özetleyebiliriz:
1. Kendisinden sonra gelecek olan beylerin o topraklara
“Osmanoğulları” olarak kök salmasın ı istemesi.
2. Osmanlı’nın Bizans’ı fethetmesini istemesi.
3. Her yöne doğru geniş lemesini istemesi. (Ovaya İnen Şahin: 73)
Osman Bey, tüm bunları sağlayabilmek için var gücüyle çalışmaktad ır.
Bunlar ın elde edilebilmesi ve her şeyin yolunda gitmesi için kendisine de
büyük bir sorumluluk düştüğünün farkındadır. Arkadaşlarına hitaben “ . . .sizin
elinizdeki k ılıç keskindir ama beni baş ın ıza Bey seçtiğinize göre, benim
düşüncelerimin keskin olması lâzım...” diyerek kendisine de ne kadar büyük
sorumluluk düştüğünün fark ında olduğunu bildirmişt ir .
Osman Bey, babasından devraldığı aşireti kısa bir süre içerinde devlet
olam yoluna sokmuştur. Osman Bey, devletin sürekliliğ inin ancak soyun
devamı i le mümkün olabileceğ ini bilmekte ve ölmeden önce oğlu Orhan ile
yapt ığı konuşmada âdeta coşmaktadır. Osman Bey, yılların geçmesine ve
yaşın ın bir hayli i lerlemiş olmas ına rağmen hâlen ilk günkü gibi heyecanlıdır.
Kendisinden sonra soyundan gelenlerin bu devletin büyümeye devam
edeceklerini ve torunlar ının kendi bırakt ığı yerden daha ileri gideceğini
düşünmüş tür. Devlete ise neden “Osmanlı Devleti” dediğini şöyle
açıklamış tır:
“Tanrının yüreğime ilham ettiğ i şey şu ki, bir gün benim torunlarımın
toprakların ın ucu bucağı olmıyacak. Koca denizleri kendilerine göl, koca
dağlan baca olarak kullanacaklar, tuğlarımız, bayraklar ımız sonu bir türlü
gelmeyen topraklar üzerinde dalgalanacak. Atlarımız ın nalları , çok ama
çok uzak ülkelerde gümleyecek. Cihan Türk'ün adı i le titreyecek. Hanlar,
imparatorlar, Krallar, Prensler, Beyler benim torunlar ımın önünde baş
eğecekler. Şanlar, şerefler, hazineler, kaleler, şehirler benim torunlar ımın
olacak.
. . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . .
— İş te benim kurduğum devlete bunun için «Osmanl ı Devleti» adın ı
koydum. Bu devleti sürüp götürecek, yüceltecek, geniş letecek, şan ve şerefe
ulaştıracak olan torunlarıma da «Osmanoğullan» denecek. Yüzy ıl lar boyu
Osmanoğulları Müslüman Türk'ün yüzünü ak çıkaracak, zaferden zafere,
şandan şerefe koşacak. Güneş in hiçbir zaman batmadığı koca bir ülkenin
sahipleri olacaklar. (Ovaya İnen Şahin: 134)
Osman, Osmanlı Devleti’nin çok büyük ve önü alınamaz bir güç
olacağına tüm gönlüyle inanmaktad ır. O’nun hedefleri çok büyüktür. Osman
Bey’in koyduğu ülküler sadece kendi dönemi ve arkadaş ları için değ i l bir
nesil için, bir soy içindir. O inanmaktadır ki her gelen bir diğerinin b ırakt ığ ı
yerden devam edecek ve Devlet ad ın ı her yönüyle tarihe yazdıracak:
—Sana gönül bağladığ ım günlerde gördüğüm rüyayı hâlâ
unutamıyorum : Baban şeyhin göğsünden bir ağaç doğmuş tu. O ağaç benim
göğsüme girdi, kaburgalar ımdan çıkt ı , sonra yeş i l lenip gürleşerek dalları şu
dünyanın üç bucağına, ufuklara kadar, karalar ve denizler aşarak yay ıld ı ,
işte bu ağacın dallan benim çocuklarım ve torunların ıd ır hatun, öyle bir gün
gelecek ki, Osmanoğullarının dalları , adını bilmediğ imiz birçok ülkelere
ulaşacak. Çok büyük, ama çok büyük bir devlet olacak Osmanlı Devleti. . .
(Ovaya İnen Şahin: 151)
16. Geçmişe Verilen Değer ve Sorumluluk Bilinci
Geçmişi iyi bilip geleceğe ışık tutmak onlar için çok önemliydi. Onlar ın
geçmiş i de son derece köklü idi. Tarihte birçok devlet kurmuş olan Türkler
için art ık daha aydınlık günlerin gelmesi gerekiyordu. Osmanl ı’yı kuranlar
geçmiş mirasa dört elle sarı lıp ve günün koşullar ını da göz önünde
bulundurarak geleceğe daha iyi bakıyorlardı . Onlar “Ne harabî, ne harâbâtî’
idi. Onlar kökü mâzide olan âtî” ’idiler. Nitekim ilerleyen zaman, bunu
doğrulamış tır. Osman Bey ile birlikte art ık o âtînin temelleri atılmaya
başlanmış . Sağlam temeller üzerine büyük bir ruh heykeli şeklinde emin
adımlarla yol alınmaya başlanmışt ır. Onlar için tarih bilinci, bir geminin
kaptanına yol gösteren yıldızlar gibiydi. Tanzimat döneminin meşhur
hukukçusu ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa bu durumu şöyle dile
getirmişt ir: “Tarihi bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer.
Her ikisinde de karaya oturmak tehlikesi vardır.” Cevdet Paşa’nın da dile
getirdiğ i gibi tarih onların pusulas ıydı . Öyle bir pusula ki bir tarafı geçmişe
gösterirken diğer tarafı daima ileriyi ve zümrüdankayı gösteriyordu.
Karacahisar’ın fethinin hemen arkasından Osman Bey buranın idaresini
Dursun Fakih’e vermiş t ir . Dursun Fakih son günlerde Osman Bey’in kendisine
karşı olan tutumundan dolayı böyle birşeyin kendisine buyurulacağını zaten
bilmektedir. Karacahisar’ ın düşmesi yaklaşt ıkça Dursun Fakih daha bir
heyecanlanmaktadır.Sonunda Karacahisar düşmüş ve Osman Bey Dursun
Fakih’ten ilk ezanı okumas ını istemişt ir. Dursun Fakih üzerindeki
sorumluluğun fark ında olarak artık büyük bir yük altına girmeye başladığının
farkındad ır. Bu sebeple ezan ı bile zor okuyabilmişt ir . Ona Osman Bey
tarafından Karacahisar’ ın idaresi verildiği sırada Dursun Fakih gerçekten çok
zor anlar yaşamaktadır. Osman Bey’in kendisine değer verip böyle bir görev
verişine sevinememişt ir bile; çünkü o bundan sonra kendisine ne kadar büyük
bir ağırlık daha yüklendiğinin farkındad ır:
“ 1299 yılının güzünde, deli bir yağmur sonras ında dinmiş bir ikindiye
doğru eski Malenciyada Osman Bey’in Karacahisar’ ı böyle başladı .Ve o gün
Dursun Fakih, eski kilisenin çan kulesinde son ezanın ı okudu, son namazını
k ıldırdı . Ama Karacahisar’da okunan ilk ezan, k ılınan il namazd ı . Namaz
sonunda Osman Bey: «Seni Karacahisara Kadı tayin ettim Dursun Fakih»
dedi; «Kutlu olsun.
Dursun Fakih sevinemedi.
Biliyordu; Osman Beyin, daha Karacahisar üzerine yürümeğe niyetlendiği
zaman meşveretin hemen ardından odada başbaşa kald ıklarında söyledikleri
ile Karacahisara girdiklerinde, ilk namazı eski Kilisede kılmağa karar
verdiklerinde çan kulesinde ezan okumağa çıkmadan az önce: «Hele ezanı da
sen oku Dursun Fakih, akşama Allah kerim» deyişi sakl ı düşüncelerini aç ığa
ç ıkarmıştı . Çan kulesinde bir süre ezana başlayamamas ı ; tayı , beygiri, yağmur
sonunu düşünüşü, hem de birdenbire o taydan, o gebe attan beter yalnız
kal ışını hissede hissede düşünüşü bundandı , şimdi iyice anlamış tı . Her şeye
üstten bakan bir çan kulesi. , tayın deli doluluğunu, beygirin gebeliğini,
çayırın ıslak ağır yeşi l in bilmeden, duymadan, yaşamadan her şeye üstten
bakan bir çan kulesi olup kalmakla insanlar ı bir olmağa çağ ırmak insanlara ve
bütün canlılara yüreğ inden kopan bir sesi duyurmak, çok, çok farklıyd ı . Hele
Osman Bey: «Kutlu olsun» dedikten sonra..?
«Tanrı yüzümüzü ak etsin Osman Beyim» dedi ama sesi düşmeğe
hazırdı .” (Çatı: 10)
Osman Bey, Şeyh Edebal ı’nin kızına tutulmuş ve onu babas ından
istemiş tir. Şeyh Edebalı ise içten içe Osman’ın daha fazla olgunlaşması
gerektiğini düşünmüş ve kızıyla Osman’ın denk olmadığını bahane ederek
olumsuz yanıt vermiş t ir . Çünkü Osman uçarı davranmaktadır, Osman
sinirlidir, Osman’ın gözü karadır. Şeyh Edebalı k ızının kısa bir süre sonra
Osman’ın bu yerinde duramazlığı neticesinde şehit düşebileceğini ve genç
yaşta dul kalabileceğini düşünmüş tür. Osman’a olumsuz yan ıt verirken de
k ısaca Kayı Boyu’nun geçmişini özetlemiş t ir:
“ Benim k ız ım sen gibi bir Beye küfüv deği ldir. Sen bir Beyliğ in
reisisin. Soyun tâ Gök Hân'a ondan da Oğuz Han'a ulaşıyor. Sağlam, kuvvetli
anlamına gelen Kayı boyundans ın. 24 Oğuz boyu arasında en şanl ı , en
kudretli yeri Kay ı boyu kaplamış tır. Atandan sana anlat ılmıştı . 24 Oğuz boyu
geçmiş çağlarda Bozok Üçok adları i le iki kola ayrılmış Kayı lara, di-
ğerlerinden daha asıl ve şerefli sayı lan Bozok'ların başında yer verilmiş .
Kuşunuz şahin. Her birinizin kiş iliği içine cesaret, cömertlik, dirayet ve
canlılık katılmış . Halbuki ben Adanalardan, bir güz yaprağı gibi kopmuş
gelmiş fakir bir şeyhim, sen gibi bir Beye benim gibi fakir bir şeyhin k ız ı mı
gerekir? Sana kendi soyundan bir Bey k ız ı gerekir.”( Ovaya İnen Şahin : 34 )
Herkes kendisinden sorumludur. Bunun neticesinde çok az uygunsuz
durumlar ortaya çıkmaktadır. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de de herkesin âhirette
kendi yaptıklarıyla hesaba çekileceği bildirilmişt ir: “De ki: Bizim işlediğimiz
suçtan siz sorumlu değ ilsiniz; biz de sizin işlediğinizden sorulacak
değiliz.”(Kur’ân-ı Kerim , 34:25.) Abdurahman Holofira’ya kendilerinin
düşünüş biçiminden bahsederken bu konuya şu şekilde değinmiş tir:
“Şunu da söylemek isterim kızım : Bizim ülkemiz de fesadın yeri
yoktur. İnsanları birbirine düşürecek sözlerden herkes kaçar. Sakınca duyulur.
Hiç kimse hiç kimsenin ayıp hali üzerinde durup, herhangi bir incelemeye
girişmez.Çünkü herkes kendisinden sorumludur.” (Osman Gazi: 304)
Sunguroğlu Bizans’ta bir vesileyle Lagan Mişöp adlı bir Bizans
şövalyesiyle karşılaşmış ve onunla konuşmaya başlamışt ır. Bir süre sonra
Lagan’a: “farkında mısın bir Osmanl ı gibi konuşuyorsun” demiş tir. Bunun
üzerine bir kahkaha atan Lagan, zaten dedesinin Türk olduğunu söylemiş;
biraz da olsa Türk kanı taşıdığını imâ etmiş tir . Bunun neticesinde Sunguroğlu
bir daha keyiflenmiş ve Lagan’a daha çok kan ı kaynamış tır:
“ Lagan k ıs ık bir kahkaha att ı .
"Dedemin bir Türk olduğunu sana söylemiş miydim
ş imdiye kadar?"
Sunguroğlu şaşk ınlıktan ne diyeceğini şaşırmış kalmış t ı .
Lagan devam etti:
"Evet, dedem bir Selçuk Türk’ü idi, yiğidim. Bir sevda uğruna Bizans'a
kadar geldi. Nineme âşık olmuştu. Ninem ise Kostantiniye'de yaşamas ı
şart ıyla bu izdivaca raz ı olmuştu."
"Vay vanına!.."
"Öyle. Ama dedem Müslümanlığından hiçbirşey kaybetmedi. Ninemi de
Müslüman yapmak için çok uğraşmış zavallı . Fakat nineni kendisi Müslüman
olmak bir yana, çocuklarını da Hıristiyan yapt ı . Çünkü dedem çok genç yaş ta
ölmüş , yaln ız iki çocuk bırakmıştı ."
Sunguroğlu şaşırmakla birlikte memnundu.
"Zaten sende Bizanslılarda olmayan birçok meziyetler görüp şaşırdım,
demek işin içinde Türklük varmış . İş te buna çok memnun oldum, akraba
sayılırız." (Sunguroğ lu- III : 200)
Orhan Gazi’nin oğlu Halil , Foça korsanları tarafından esir alınmıştır .
Fakat onun esir olmas ı , Osmanl ı’nın menfaatlerini tehlikeye sokmaktadır.
Sunguroğlu bu durumun farkındad ır ve her ne pahasına olursa olsun Halil
Bey’i kurtarmak için harekete geçmişt ir. Çünkü o sorumluluğunun bilincinde
olan y ılmaz bir Türk akıncısıdır:
“ Fakat rüzgâr uğultusuna, deniz gümbürtüsüne karışan teşvik
ç ığ lıklar ını Sunguroğ lu'nun duymasına imkân yoktu. O, şu anda Orhan
Gazi’nin kendine verdiği vazifeyi düşünüyor. Halil Bey’i kurtarabildiği
takdirde, devletinin Foça korsanları elinde bir oyuncak olmayacağını hesaplı-
yordu. Yoksa Halil Bey Foça'da kaldığı müddetçe, Osmanlı Devleti bazı
meselelerde elleri kolları bağlı kalacak, devlet menfaatleri sarsı lacakt ı . Yahut
Orhan Gazi, oğ lunu feda edecekti. Osmanlı lar çok sevdikleri Halil Beyin
yasın ı tutmak zorunda kalacaklardı .” (Sunguroğlu- III: 35)
Babasının işaretini, aşiretinin de onayını alan Osman’ın Bey olma
zamanı gelmişt ir . Osman son derece inançlı ve bir o kadar da görev ve
sorumluluk bilinciyle donanmış durumdadır. Akça Koca, Osman’ın
babasından kalma k ıl ıcı ona verirken aşirete ve babasına lâyık bir yönetici
olmasını istemiş :“Başına geçtiğin aş iretleri felâkete sürüklersen Tanr ı 'nın
laneti bu keskin k ılıcın üzerinde olsun.” demiş t ir . Osman da tam bir
sorumluluk bilinciyle aşağıdaki konuşmay ı yapmıştır:
“ Hep karşısındakiler! süzüyordu. Meydanda yeniden ses ç ıkmaz
olmuş tu. Kös bir kere vurunca sanki daldığı rüyadan uyandı . Döndü, Akça
Koca'nın elini öpüp başına koydu. Akça Koca da ona bir kılıç uzatt ı .
— Al bunu Bey, dedi, babanınd ır; beline tak. Oğuz töresidir. Vereceğin
kararlarda yanıl ır, başına geçtiğin aşiretleri felâkete sürüklersen Tanrı 'n ın
laneti bu keskin kılıcın üzerinde olsun. Biz ardındayız.Yaln ız müşkül anlarda
akı l danışmadan hareket etmeyesin. Danışmak, beylerin ötesinde
deği ldir.
Hâlâ kalabal ıktan ses çıkmıyordu. Oradakiler bekliyor, ummadıklarını
gözlüyorlardı .
Neden sonra Osman Bey'in dudakları k ıpırdand ı , heyecanın ı yenmeye
çalışarak konuştu:
— Kardeşlerim! bac ılarım, alplerim, ahilerim, Horasan'dan
gelmiş lerim, babalarım dedelerim! Kay ılar! Oğuzlar! Karş ın ızda ant içerim
ki, Tanr ı 'n ın yardımı ve sizlerin desteğ iyle elimden geldiği kadar hepinizi
mutlu kılmaya çalışacak, ayrıl ıklar ı birliğe döndüreceğim.. Henüz bize
Selçuklu Sultanl ığınca uç beyliği verilmedi. Yine de karş ımızda bir Bizans,
arkamızda Moğol olduğunu unutmayacağız. Bir suçum, bir hatam olursa beni
k ınayın, beni yarg ılayın! Asl ı budur; Bey yönettiğ inin üstünde deği ldir. Bey
âdil olmak gerektir. Yalnız şunu bilirim ki, geride kalanlar, yurtsuz, ocaksız
olanlar bizden ümit beklerler. Diğer uç beylerine, güçlü görünen beyliklere
gitmeyip aramıza kar ışmak isteyenler çoktur. Hepsine kollarımız, yurdumuz
açıktır. Gücüne ve bilgisine inananlara ise çok ihtiyacımız vardır. Şimdilik
söyleyeceğ im bu kadar. Bu gece Tanrı 'ya dua edeceğim. Babam Ertuğrul Gazi
gibi bir güngörmüşün yerine geçen benim gibi bir beyin az hata etmesi için
Allahıma yalvaracağ ım.
Sustu, sanki yorulmuştu; artık konuşamayacağ ını anl ıyordu. Şu sessiz
meydanın, sessiz insanları hep ona bakıyordu.
Sekiden aşağıya indi, elini kılıcına attı , yavaş yavaş yürümeye baş ladı .
Arkasından arkadaşları Turgut Alp, Konur Alp, Aykut Alp geliyordu.
Evvelâ onu iki kardeşi kucakladı . O zaman amcas ın ı aradı . Dündar Bey
kalabalığa karışmıştı , görünürlerde yoktu.
Sonra diğerleri sard ı etrafın ı; alpler ahiler, abdallar, bacılar, Söğüt'e
yeni gelmişler Moğollar 'dan kaçanlar, Oğuzların diğer aşiretlerinden olanlar..
Hepsiyle kucaklaştı . Bakıştı lar; gözleri nemliydi. Bu nemlilik beraber olma-
n ın, yaşamak isteğinin, mutlu kılma çabasın ın, yı lmaman ın, başarmanın
gözlerde dile gelişiydi.” (Kutludağ: 25)
Osman Bey sorumluluğuyla o kadar yoğrulmuş tu ki bu yüce görev için
her şeyi terk etmeye haz ırdı . Onun için en önemli şeyler milletin huzuru,
refahı ve devletin bekasıydı . Çevresinde ise güvenebileceğ i arkadaş lar ı ve
halkından başka kimse yoktu:
Bunlara önem vermeli, Bâlâ'y ı unutmaya çal ışmal ıydı .Dağınık köy
evlerini biraraya toplamalı , emniyetlerini sağlamalıydı .Tekfurlar
yanıbaşındayd ı , âdeta içiçeydiler, Kayı topraklarından geçiyorlar,
dolaş ıyorlard ı . Hudutlar nerede baş lar nerede biter pek belli olmuyordu.
Özellikle İnegöl tekfuruna hiç güvenmiyordu. (Kutludağ: 74)
Onlar için geçmiş ders al ınmas ı gereken bir kılavuz niteliğindeydi.
Bundan dolayıdır ki geçmişe - gelecek kadar olmasa da - çok değer
veriyorlard ı . Özelikle geçmişi inkâr onlara göre kişinin bir yönüyle
kendisinden kopuşuydu:
“Yalnızlık, evlât, eş ve dostlarla bile zaman zaman yok edilemiyordu.
İnsanlar kendilerinden koptuğu anda, etraflarında kim olursa olsun, yalnız
kal ıyorlard ı"Geçmişten uzaklaşmak, geçmiş i unutmak, hatta inkâra kalkışmak
bir yönüyle kiş inin kendisinden kopuşuydu.” ( Kutludağ: 335 )
Orhan daha bebekken Gökçe bacı onu kucağına almış ve karş ıki
şehirlerin yattığ ı mezarl ığı göstererek şöyle demişt i :
“ - "Aklımdan çıkmaz. Uruz; anan Gökçe bacı böyle demiş t i ."
Orhan'ı kucağına almış tı . Boşta kalan kolunu çama doğru, bir k ılıç gibi
uzattı , ona,
- "Hey oğul, eyi bak ki, unutmayasın; orada, nurların altında emicen
Savc ı Beğ ve nice yiğit , nice bahadır, nice eren yatmaktadır. Eyi bak ki,
unutmayasın ki, şehitlerin mezarına nur yağar."
Sonra, Orhan'ı saran öteki kolunu da çekti; ellerini açt ı .” (Osmancık:
263)
17. Güven
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda emeğ i geçenler, önce Allah’a sonra
birbirlerine ve kendilerine güveniyorlardı . Sahip oldukları , İslâm inancı ,
onlara Allah’a güvenmeyi ve O’na kulluk yapmayı buyuruyordu. Osmanl ı’ nın
ileri gelenleri hep bu gaye ile halka hizmeti hakka hizmet olarak
benimsemişt ir . Allah’ a olan samimi bağ lıl ıkları onları bir karakter heykeli
haline getirmiş , inanç sayesinde zırhlı bir güç oluşturmuş lardır. Allah
Kitab’ ında müminlerden sadece kendisine güvenmelerini istemiş t ir: “Allah'a
güven. Vekil olarak Allah yeter.”(33:3.) Allah bir başka ayette ise şöyle
buyurmaktadır:“Müminler ancak, Allah anı ld ığı zaman yürekleri t i treyen,
kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız
Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (8:2.) Bütün güçlerini Allahtan alan
Osman Bey ve arkadaşları da tüm gönülleriyle Allah’a inanmış ve
güvenmişlerdir. Onlar Allah’ a, birbirlerine ve kendilerine güvenmeyi yaşam
biçimi olarak benimsemiş lerdir. Güvensizliği asla tasvip etmemiş ; sadece
Allah’a güvenmiş ler ve birbirlerine karşı hep tedbirli olmuş lardır. Onlar
Frank Crane’in “Çok güvenirseniz aldat ılırsınız, ama hiç güvenmezseniz
hayat ın ız azabla geçer.” sözüyle örtüşen bir düşünüşü benimsemiş lerdir.
Osmanc ık romanında Tar ık Buğra, güvenin önemini vurgulamaya
çalışmıştır. Osman Bey’i merkez alan romancımız, onun Osmanc ık olarak
düşünüldüğü zamanlarla Osman Bey olduğu zamanlar arasında paralellikler ve
z ıtlıklar kurmaya çalışmıştır. Osman, Şeyh Edebalı i le tan ışt ıktan sonra
kendine güvenini yenilemişt ir . Osman, zaman geçtikçe kendi kişiliğini
bulmakta; bulantıdan sonraki durulma gibi gençliğin verdiği hava hızla
Osman’ dan gitmekte; yerini son derece ağırbaş lı , kendisine güvenen, tutarlı
bir atmosfere bırakmaktadır. “Osman art ık kılıcına güvenmektedir. Osman
artık bir karakter heykeli olmuş tur ve çevresine karşı sapasağlam bir duruş
sergilemektedir:
Bir seçim, bir tercih değildir bu; yap ın ın, yarat ılışın zorlamasıd ır. Karşı
durmak zor; at sürmekten, ok üşürmekten, geyik yıkmaktan, güreşmekten,
kalkan delmekten çok zor.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Osman, ancak kendi kıl ıcını hak edebileceğine, ancak kendi kılıcına
lây ık olabileceğine inanmaktad ır. Kılıcı babas ın ın kılıc ına emir kulu
olmuş tur; emir kulu kalmalıdır ve kalacaktır.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Artık, Ede Balı 'ya, Dursun Fakı 'ya, Aykut Alp'a.. . Hattâ Gündüz'e..
hattâ hattâ babasına söyleyecek sözleri vardır. Osman, artık, kendisini,
yaratıl ışını , ruh yap ıs ın ı savunabileceğine ve koruyabileceğine inanmaktadır. .
güvenmektedir. Bunalım bitmiş t ir . . .” (Osmanc ık: 36 vd.)
Osman Bey’in kişiliğinin tam olarak yerine oturmasıyla birlikte ona
olan güven bir kat daha artmış tır. Osman Bey’deki değişim ve gelişim
rüzgârları herkesi şaş ırtmışt ır:
“ Değiş im; "Osmanc ık beğ olsun" diye can atanları önce duraklatmış ,
şaş ırtmışt ır. Ama tez geçmişt ir bu. Ve, kısa bir süre içinde, Osman beğ
Osmanc ık'tan daha güçlü, daha kuvvetli , daha ezici, asıl önemlisi, daha
güvendirici görülmeye baş lamıştır: Osman beğ i le yola çıkıl ır!
Ve Osman beğ ' le yola ç ıkmak için dua edenler, sabırs ızlananlar gün gün
çoğalmaktadır.
Osman beğ bunu da biliyor.” ( Osmanc ık: 136 )
Osman Bey artık çevresindekiler taraf ından tam bir lider olarak
görülmektedir. O da sorumluluğunun bilincindedir. Çünkü Bey olmak kolay
deği ldir. Bey olmak çok büyük bir sorumluluk omuzlamak demektir. Bunu
başarabilmek için de vargücüyle çalışmaktad ır:
“ Yüküm artmıştır.”
Ve kısa bir süreden sonra ekledi:
- “Ama, evvelâ Allah’a, sonra da kardaş larıma güvenirim.”
(Osmancık: 308 )
Osman, bey olmakla her şeyin bitmeyeceğini bilmekte beyin de
güvenebileceği kimseler olması gerektiğini düşünmektedir. Hem babasının
hem de kendi döneminden ileri gelen bir çok kiş iden her konuda yardım
almaya çalışmıştır.
“Dediğin gibi olsun Soylu Akçakoca! Bu topraklarda güvenilir adams ın!
Sözün bizim için senettir! Allahaısmarladık! “ (Devlet Ana:188)
Sunguroğlu roman ında Yavuz Bahad ıroğ lu, güven temas ını çok
yüzeysel olarak ele almıştır. Roman ın serüven tarzında olmas ı da zaten bunu
gerektirmektedir. Olaylara daha çok her an düşman ın üzerine atı lmayı
bekleyen içi coşkuyla dolu bir alp bakış açısıyla yaklaşı lmıştır.
Sunguroğlu’na haber getiren birisinin onun birileriyle konuştuğunu
görmesi ve önemli bir haber getirdiğ ini ifade ederek yalnız konuşmak
istediğini belirtmesi üzerine Sunguroğ lu, haberciye kendisinin yanındaki
herkese güvendiğini ve haberi hepsinin önünde söylemesini emretmişt ir .
Ayrıca bu insanlar ın Bizans tekfur ve şövalyeleri takımından insanlar
olmadıklarını eklemişt ir . (Sunguroğlu- I : 160)
Osman Bey, kendisine ve Beyliğe hizmet etmiş olan herkesi sık sık
övmüş ve aynı zaman da çeşi t l i şekillerde onlara karş ı olan güvenini ifade
ederek onları taltif etmişt ir . Bunlardan birisi de Sunguroğlu’dur.Osman Bey
hizmetlerinden dolayı kendisine çok güvenmektedir. (Sunguroğ lu - II : 48)
18. Hoşgörü
Osmanlı Devleti’ni kuranlar mümkün olduğu kadar hoşgörülü
insanlardı . Yaratı lmış lar ın hata yapabilceğini kabullenmişlerdi. Zira hatasız
ve mükemmel olan sadece Allah’ t ır. Bu fikrî temelden hareketle hiçbir zaman
insanlar ına Zulüm etmemiş ve zâlimlerle daima mücadele halinde olmuşlardır.
Fethettikleri yerlerin halkları da onların bu hoşgörülü tutumları karşıs ında
çoğu defa hayrete düşmüş , kendi yöneticilerinden görmedikleri hoşgörüyü,
merhameti, adaleti fazlasıyla Osmanlı yöneticilerinden görmüş lerdir. Bu da
Osmanlı’nın birçok yerde daha kaleleri fethetmeden kalpleri fethetmesini
sağlamışt ır.Tabiî sadece bununla kalınmamış tır. Ahmet Yesevî’den Hacı
Bektaş’a kadar 13. yüzyılda birçok gönül erenleri ortaya ç ıkmış tır. Bunlar ın
felsefesinin temeli ise katıksız hoşgörüdür. Bunlar içerisinde Yunus Emre ve
Mevlâna’ nın hoşgörüsü ise evrensel boyuttadır.
Osmanlı’yı kuran yöneticler devletin zeminini Kur’ân- ı Kerîm ve Hz.
Muhammed’in sünneti üzerine kurmuşlard ır. Hoşgörüde de Peygamberimizin “
Allah’ ın kullar ına zulüm ve cevr ile musallat olan han, kıyamet günü en
ş iddetli azâba uğrayacaktır.”(Osmanc ık: 311) Hadisi ölçüt alınmışt ır.
Kimsenin dinine imanına karışmamış lar, özellikle vicdanî meselelerde
herkesin özgürce karar verebilmelerine imkân sağlamış lardır:
“ Karışmaz Ertuğrul Bey kimsenin dinine imanına...Savaşçı derviş mi
bu, gazi savaşç ısı mı? (Devlet Ana: 18)
Osman Bey bir zaman saygıyla bekledi.Yaşlı adamı daha çok
bunaltmayı uygun görmemişt i . Şeyh bir şey demeyince, sanki çok yararl ı
öğütler almış da teşekkür ediyormuş gibi sesini yumuşatt ı:
“— Evet Şeyhim, ferah olun! Ben bu işin her yönünü ölçüp biçtim,
nerden girip nerden çıkacağımı hesaba vurdum.Dayanağım sizlersiniz!
Babamın savaş yoldaşları . . .Uğraşta yenici, barış ta düzen tutucular.. . Çok-
tandır Şeyhim, şunları hiç aklımdan çıkaramamaktayım: Batıya yöneleceğiz!
Talan etmeyeceğiz! Din yaymağa çabalamayacağ ız. Tersine herkesin inancına
saygı göstereceğiz! insanlar arasında, din, soy, varlık bak ımından hiç bir
üstünlük tan ımayacağ ız!” (Devlet Ana: 178)
Moğol zulümünden bunalan halk hoşgörülü bir ortamı mumla arar olmuş
ve bu duruma meded olarak da Kayı boyundan bir bsey gelmesini
istemektedirler. Moğollar Osmanlı’nın kurulmasının hemen öncesinde öyle
büyük zulümlerde bulunmuş lardır ki halk artık b ıkmış tır:
“Ülke Moğol soygunundan, Tatar Zulümünden bunalmış tır. Halk
Selçuklu'yu suçlamaktadır. Cimri iş inden sonra, Karamanl ı 'dan umut
kesilmişt ir . Ankara ahileri, Konya ahileri, Amasya, Sivas, Kayseri, kısacası ,
ülkenin bütün ahileri, Konya tahtına Kayı 'dan Bey gözlemektedir.” (Devlet
Ana: 174)
Osman Bey savaşmak zorunda kaldığ ı Harmankaya Tekfuru “Mihal
Koses” i savaş sonrasında esir almıştır. Diğer tüm savaşçılarının kaçmas ına
rağmen bu cesur komutanın tek başına dahi olsa savaşmaya devam etmesi,
Osman ve arkadaşlarını çok etkilemişt ir . Osman ile Mihal arasında geçen
konuşmada Mihal “ben sizin esirinizim bana istediğinizi yapabilirsiniz”
anlamında sözler söylemişt ir . Bu sözlerin sonrasında öleceğini
düşünmektedir; çünkü genellikle onlarda esir edilen komutanlar ve yöneticiler
öldürülmektedir. Fakat tam o anda inanı lmaz bir şey olarak Osman Bey
Harmankaya Tekfuruna serbest olduğunu söylemiş t ir . Harmankaya Tekfuru ise
bu davranış karşısında ne yapacağını şaş ırmış ve Osman Bey’e bundan böyle
elinin kalkmayacağın ı bildirmişt ir . Osman Bey böyle önemli bir anda bile
hoşgörüyü doruk noktasına ulaştırmıştır. Hem Mihal’in öldürülmesinin hiçbir
yararı olmayacaktır; Buna karşın Mihal’i kendi yanına çekebilirse çevre
tekfurlar hakk ında bilgi alabilir ve kaleleri içten fethedebilir bir duruma
geçecektir. Osman Bey son derece ince düşüncelidir O sadece ânı değ il
“zümrüdüanka” yı da düşünmektedir. Nitekim ilerleyen zamanda Harmankaya
Tekfuru’nu öldürmeyiş inin faydasını fazlasıyla görmüş tür. Tekfur her şeyiyle
ona bağlanmış , birçok konuda anahtar vazifesi görmüş ve nihayetinde
Müslüman olmuş tur. Yazar Feridun Fazıl Tülbentçi bize tüm tarihçilerin
Osman Bey’in Mihal’i affetiği üzerinde birleş tiklerini dipnot şeklinde
vermiş t ir: (Osmanoğullar ı: 210 vd. )
Osman Bey Karacahisar’ ı aldıktan sonra bir yandan şehri tekrar imar
ettiriyor diğer yandan ise hiçbir farklıl ık gözetmeden huzur ve güveni
sağlamaya çalışıyordu. Kasaba halkının k ısa sürede sempatisini kazanmış ve
düzenlemelerinde kesinlikle ayır ımc ılığa ve adaletsizliğe yer vermemiş tir . Bir
defas ında bir Hristiyanla bir Müslümanın pazarda tart ıştığını görmüş ve
duruma müdahale edip her ikisini de dinledikten sonra Müslümanı haksız
bulmuştur. Müslümanın, “efendim ben Müslümanım fakat siz Hristiyanı hakl ı
buluyorsunuz” demesi üzerine “ Ben de Müslümanım sen de Müslümansın;
ama haksızsın” diyerek adalet fikrini doruk noktas ına ulaştırmıştır.Bunun
neticesi olarak da Osman Bey’in adaleti kısa sürede her tarafta yayılmıştır :
“Osman Bey bir taraftan Karacahisar 'ı imar ettiriyor, diğer taraftan
kasabanın sakinleri aras ında din ve ırk farkı gözetmeden idaresini sağ lıyordu.
Kasabada kalan Rumlar daha iyi bir hayata kavuşmuş lard ı , içlerinde fetihten
memnun olanlar da vardı . İşleri güçleriyle meşgul oluyorlar, üstelik tazyik de
görmüyorlard ı , istedikleri zaman kimseye sormadan aş iret başkanının
huzuruna çıkabiliyorlar, şikâyetlerini ve dertlerini açıkça söyliyebiliyorlardı .
Halbuki eskiden tekfuru görmek bir mesele idi. Maiyet halkından şikâyette
bulunmak ise âdeta yasak edilmiş ti . Karacahisar 'da kurulan pazar Eskişehir 'e
nazaran hem daha büyüktü, hem de daha kalabalık oluyordu. Pazar meydanı
her hafta tacirlerle dolup boşal ıyordu. Kütahya'nın en zengin tüccarları
işlerini bu pazarda görüyorlar, Bursal ı dokumac ılar, kumaş larına müş teri
burada bulabiliyorlar, ta Taraklı 'dan gelen kaşık ve tarak satıc ılar ı malların ı
Karacahisar 'da uygun fiyatla satıyorlardı . Osman Bey pazarın daha fazla ilgi
toplayabilmesini temin için vaktiyle tekfurlar tarafından alınan vergiyi de
yar ı yarıya indirmişt i .
Bir cuma günü Germiyanoğlunun tebâsından bir Müslüman ile Bilecik
Rum beyine tabi bir Hıristiyan aras ında anlaşmazlık çıkmış , mesele büyümüş
ve nihayet aşiret başkan ına kadar intikal etmişt i . Osman Bey pazar
meydanında yerli ve yabanc ı herkesin içinde iki taraf ı da dinlemiş ve
Hıristiyan taciri haklı bularak onun lehinde karar vermişti . Germiyanl ı bu
karara:
— Beyzadem, ben bir Müslümanım, burası da bir Müslüman kalesi
olmuş tur.
Diye itiraz edecek olmuş ise de, Osman Bey tacirin sözünü kesmiş:
— Sen de Müslümansın, ben de. Fakat ne yapal ım ki haksızsın.
Cevabıyle susturmuş tu. Bu olay süratle duyulmuş , Osman Bey'in kesin
adaleti her tarafta memnuniyet uyand ırmıştı . Şimdi halk, Karacahisar pazarına
daha ziyade emniyet ve itibar gösteriyordu.” (Osmanoğulları: 411)
Osman Bey, empati kurmasını da çok iyi bilen bir yöneticiydi. Bizzat
halkın gibi düşünebilmesi, kendisinin iyi yönetici olmas ına imkân
sağlıyordu:
“Kayı aşireti 1298 yılı kasım ayının başında Karacahisar 'a dönmüş tü.
Bu y ıl ekin diğer y ıllara nazaran az olmuş tu. Buna mukabil, Selçuklu
diyarının içerilerinden göçmen ak ını devam ediyordu. Zahire ambarlar ı ,
ard ına kadar açılırsa, 1299 y ı lı için ciddî bir yiyecek sıkıntısı baş
gösterebilirdi. Aşiret ihtiyarları Osman Bey'in her aileye yer göstermesini,
bol miktarda buğday dağı tmasın ı doğru bulmuyorlardı , içlerinden seçtikleri üç
kiş i l ik bir heyet Osman Bey'in huzuruna çıkarak vaziyeti anlattı . Osman Bey
bu fikirde değildi, ihtiyarları saygıyle dinlemiş , sözlerine hak vermiş , fakat:
— Doğru söylüyorsunuz ama, biz ne yesek onlar da onu yemelidir.
Eğer yurtlarında rahat bir hayata mazhar olsalardı , evlerini barklar ını
b ırakarak buraya gelmezlerdi. Göç felâketinin ne olduğunu rahmetli babam
her zaman anlatırdı .” (Osmanoğulları: 493 vd.)
Osman Bey mükemmel yöneticilik kabiliyeti sayesinde esirlerini
öldürmek yerine yaşamalar ına izin veriyor ve bunun neticesi olarak da birçok
yarar görüyordu. Yarhisar Tekfuru’nu da aynı Harmankaya Tekfuru Mihal’ de
olduğu gibi güzel bir şekilde devletin menfaati için kullanmıştır:
“ Diyorlardı . Nikefor, Koyunhisar savaşından sonra Osman Gazi ile
uzun uzadıya konuşmuş , önce Yarhisar 'ın kendisine iadesini istemiş , Osman
Bey'in raz ı olmadığ ını görünce, pazarl ığa kalkışmış ve nihayet yelkenleri
suya indirmiş t i :
— Sultanım, beni perişan etme de son günlerimde diyar diyar
dolaşmayay ım.
Osman Bey Nikefor'dan yararlanmanın her zaman mümkün olacağını
biliyordu. Onu sık s ık İstanbul 'a gönderecekti. Orada Türkler için çevrilmek
istenen dolapları , suikastleri öğrenecekti. Bu gibi işleri onun kadar bilen ve
dalavereli işlerde onun kadar pişen hemen hemen kimse yoktu, yahut vard ı da,
o bilmiyordu. Kararın ı aç ıkça bildirdi:
— Bak Nikefor eski hesapları çizer, maziyi tamamen unuturum. Kızın
oğ lumun kar ısı , karın da kaynanasıdır. Eğer raz ı olursan, bey gibi yaşarsın.
Herkesten itibar görürsün. Ama her şeyden önce sadakat isterim.
— Emin olun sultan ım, sözünden çıkmıyacağım, yemin ederim.
—Âlâ, bundan önce bize karşı gelmekle hisarından oldun, bundan sonra
başından olursun. Bizden iyi yaş ıyacaksın, İstanbul'a gidip gelecek, orada
olan bitenleri öğreneceksin.
— Bı ı kadar mı beyzadem?
— Evet, kabul mü?
Nikefor, Osman Bey'in elini öptü.
— Bir kul gibi hizmet edeceğim.
— O halde Karacahisar sarayı emrindedir. Karın, k ız ın ve baldızının
yanına gidebilirsin. (Osmanoğulları: 645)
Osman Bey Kulacahisar kalesinin fethi sırasında mükemmel bir plân
yapmış ve savaşç ıların ı kadına kıza, çoluğa çocuğa, mala mülke
dokunulmaması konusunda sıkı s ık ıya uyarmıştır:
“Osman Beğ , burada Konur Alp'a döndü:
- "Sak ın ola, benim Konur Alp yiğidim, karıya, k ıza dokunulmaya,
silahsıza ve silah atana vurulmaya; hoş davran ıla.” (Osmanc ık: s.
175)
Osman Bey karşısında toplanan halka yağman ın sebeplerini anlatmaktadır.
Hiçbir şeyin yağmayı gerektirmeyeceğ i üzerinde durmuş ve savaşmayan
sivillerin kendileriyle savaşmışçasına cezaland ırı lmasına asla gönlü razı
olmamış tır. Bu sebepledir ki asla yağma yap ılmasına izin vermemişt ir . Tabi
bunlar içerisinde var olan münferit olayları görmezsek:
“Osman beğ din adamlarına, kilise önünde toplanan halka ve göçe
hazırlananlara yağmanın sebebini anlat ıyor.Yağma, savaşın önlenemez ve
bütün ordularca uygulanmış sonucudur. Ve, ancak Türk, sâdece Türk,
savaşmayanlara dokunmaz ve onların sorumluluğunu, kendi beğ lerinde
görmedikleri bir ti t izlikle korur; refahları , huzurları , güvenlikleri için
çalışır; rızalarına saygı gösterir, işlerine ve inançlar ına karışmaz; adâleti
yürütür.” (Osmancık: 294)
Osman Bey yönetimi altındaki hiçbir yerde hiçbir ayırım gözetmeksizin
son derece âdil ve hoşgörülü bir politika izliyordu. Hatta zaman zaman
Bizans’a ait yerlerden bile Osman Bey’e yardım istemeye ve Osman Bey’in
idaresi altına girmek istediklerini söylemeye gelenler oluyordu:
“Bugün Bizans'a bağlı bir köyden bir karı koca gelmiş t i Söğüt'e. Orhan
Bey onları babas ının yan ına çıkardığı zaman:
— Battık gayrı , diye bağırmışlardı , insaf!
— Ne oldu?
— Can ve mal güvenimiz yoktur! Vergi ödemekten evimizin
damını bile örtemez olduk. Bu hale dayanmak ne mümkün?
Kadın genç, adam yaşlıydı . Adamın omuzları çökmüş , kad ın ın bakışları
donuklaşmış tı .Yine de kadın çok güzeldi, yaşamak istiyor, ummak istiyordu.
— Adınız ne? diye sordu Osman Bey.
— Benimki Kosti karımınki Elenika!
— Hangi köydensiniz?
— Türkler Kurudere derler adına.
— Oras ı bize ait değ i l tekfurların!
— Bunun için geldik biz, bunun için!
— Ben ne yapabilirim size?
— Kurtar bizi! Gel, köyü al. Sana bağlanalım!
— Yalnız siz mi istersiniz bunu?
— Hayır! Bütün köylü diler, biz elçiyiz. Görürüz ki imparator
tekfurlara söz geçiremez. Tekfurlarsa keselerini doldurmak için durmadan
soyar bizi. Olmazsa döverler, bununla da yetinmeyip, karılarımızı ,
k ızlarımızı alıp götürürler. Sonra salıverirler. Öyle değ il mi Elenika?
Genç kadın sadece başını önüne eğdi, k ızardı , yine de göğsü inip
kalkmaya başladı . Adam devam etti:
— Sen tekfurlara benzemiyorsun Osman Bey, ne mala, ne cana, ne de
ırza el sürdürtüyorsun! Bu yüzden bizi kurtar, halkımızı koru gül
gibi yaşayıp gidelim.” (Kutludağ: 199)
“Kale kısa zamanda tamir edilmişt i . Süleyman Paşa, orada bir miktar
asker bırakarak, civar kaleleri fethetmek ve sahil boyunu Osmanlı Devletine
katmak için üç bin kişiye baliğ olan ordunun başına geçerek yürüdü.
Zelzeleden her taraf harap olmuş tu.Çoğu kaleler oturulmaycak hale gelmişti .
Biraz da bundan istifade eden Osmanlı akınc ıları kolaylıkla sahil kesimini de
işgal ettiler. Yı l lar yılı Bizans imparatorlarının ve zalim tekfurların elinden
devaml ı zulüm gören halk, Osmanlı ların getirdiği İslâm adaletini can ü
gönülden alk ışl ıyor, Osmanlı akınc ılarına kapılarını açıyorlard ı .”(Turgut Alp:
43)
Müslüman olan, her zaman kim olduğuna bile bakmaks ızın mazlumun
yanında olmal ıdır. Bu inanç, onların birçok dost kazanmalarında son derece
faydalı olmuş tur. Yard ım ettikleri insanlar da kendilerine büyük bir minnet
borcu altında kalmış lardır:
“Hay aklınla yaşa Köse. Ben de ne yapacağımı düşünüp çaresizlik
içinde kıvranıyordum. Kuvvetlinin elinden zayıfı kurtarmak Müslümanın
şanındandır. Hadi can İbrahim'im, biz de Köse gibi yapal ım!" (Sunguroğlu-
III: 77)
İşlerini oluruna b ırakmamak onların şânındand ı ve hiçbir zaman, hiçbir
şekilde halka Zulüm etmeyi doğru bulmuyorlardı .Zulüm gören halkın gün
gelip bu Zulümün hesabın ı çok acı bir şekilde soracaklar ın ı ifade ediyorlardı:
“Hiçbir zaman bunlara güvenip işlerini oluruna bırakma şövalye," dedi.
"Sonra halka da Zulümetme. Zulüm gören millet durmadan vahşi leşir ve
muhakkak gün gelir intikamını al ır. Hem de zorlu bir şekilde." (Sunguroğ lu -
II : 246)
Osmanlı akınc ıları esirlerine ve yaralı lar ına asla zulüm etmezlerdi.
Ellerindeki esirlere ve yaralılara son derece iyi davranırlar, âdeta kendi
insanlar ı gibi muâmele ederlerdi.Yaralıların yaraların ı sarar, karn ı aç
olanların kar ınlarını doyururlardı:
“Hancı kapıdan çıkarken, Sunguroğlu da yaralı haydutların yanına
çömeldi.
Adamlar hortlak görmüş gibi sindiler. Birbirlerine daha çok sokuldular.
Ak ıncı , onlardaki korkuyu görünce teskin etmek için:
"Korkmayın," dedi. "Biz, yaral ılara karşı sizin davrandığın ız gibi
davranmay ız. Onları tedavi eder, yine karşılaşmak üzere salarız."
Az sonra yaralar t ımar edilmiş , cesetler de bahçede açılan bir çukura
gömülmüş tü.Sağ kalanlar ise doyurulmuş ve sağ lam bir odaya
hapsedilmişlerdi.” (Sunguroğlu- I : 60)
Yine çarpışma sonrasında ise enkaz altındaki yaralılar ve cesedler
ç ıkarıl ır kendi inaçlarına göre muamale görmelerine izin verilirdi.Hatta defin
işlemleri de hangi inanc ın mensûbu iseler o inanç sistemine göre yapılıyordu:
“Az sonra her taraf sükûna kavuşmuş tu. Enkaz altında kalan yaralılar ve
cesetler çıkar ılıyor.İnançlarına göre gömülmelerine izin veriliyordu.”
( Sunguroğ lu- I : 286)
Osman Bey hiçkimsenin birbirinin huzurunu kaçırmaya hakkı
olmadığını söylüyor ve hele bir Müslümanın başka bir Müslümana asla
zararının olmamas ı gerektiğ ini vurguluyor. Ona göre tüm Müslümanlar
kardeştir ve birbirleriyle iyi geçinmek zorundadırlar:
“ — Allah her şeye kadirdir. Ayanda deği l , zihinlerde yükseltir. O'nun
varlığ ı inkâr edilerek zulüm başlarsa, gören, duyan ve iş iten Yüce Halik,
mağdurların kalbi temiz ise, günahsız oldularsa, onların imdadına h ız ırını
gönderir. İşte Allahın varlığı burada isbat edilmeğe değer.. . Çünkü, eziyet
eden bir insan, at ılan bir ok ile yere düşmüş , ağzının içi kan deryası haline
gelmiş , şu gördüğünüz muhterem zevce de oğlum tarafından, Allah'ın izni ile
selâmet yoluna düşmüş tür. Şimdi size ülkemizin huzurunu kaçırdığ ın ız için
nasihat etmek isterim. "Duyduk, duymad ık, demeyin : Hükümdarımız Osman
Gâzi 'dir.Bu kentte her kim huzur kaçır ırsa cezası ölüm olacaktır. Biz
düşmanlara karşı birleş ip gücümüzü arttıracağımız yerde, bu şekil çirkin
hareketlerle cür 'et edersek, halimiz nice olur? Her şeyden evvel, Müslümanın
Müslüman ile kardeş olduğunu hat ırdan ç ıkartmamak gerektir. Bu sebeple,
sizi Allah'a sığ ınarak affediyorum.” (Osman Gazi: 193)
Bir danışma meclisinde Pir Cabbar’ ın Ali’si Osman Bey’e bir soru
yöneltmektedir. Osman Bey ise soruyu son derece yumuşak bir sesle
cavaplamış tır. Soru Osman Bey’in sözünü ettiği düzende kalem ehlinin ne
anlama geldiği üzerinedir. Osman Bey soruyu soran kişinin kalem ehlinden
olup olmad ığın ı öğrenmiş ve bunu öğrendikten sonra yine de soruyu büyük bir
nezaketle yanıt lamıştır:
“Ne ise, sordun, cevabını verelim. Kalem ne Kadıdır ne Kılıç,
gelgelelim Kadı da Kı lıç da Kalemi bilmeli, Kaleme saygı duymalı , Kalemi
sevmeli derim ben. Kalem dediğin yazar amma aklına eseni yazmaz, başıboş
yazmaz, serhoş yazmaz bir de onun bunun kesesi için yazmaz. Kısa deyim:
Türkmenin kalemi Türkmeni ç ığırır, söz gelimi Yunus Emre demeleri, yine
söz gelimi Dedem Korkut söylemeleri gibi. Baba İshak Kalemini neden
saymadın diye soracak olursan, fitne fesat saçan, Kıl ıçla Kadıya sen yoksan
ben varım deyip kardaşı kardaşa düşürerekten kanı körükleyen kalem bizim
kitabımızda yoktur, bizim nizamımız böyle kaleme yer vermez. Senin
anlayacağ ın Kalem o Kadı da Kılıç da Türkmen için bir sacayakt ır;
Türkmenin ocağ ı bu sacayakta ateşini küllendirmez aşın ı kaynatır
Türkmenin ateşi küllenmemeli, aş ı bolca kaynamalıdır ki yetmiş iki millet
doyabile, rahat uyuyabile, birbirine düşmeye; yetmiş iki millet, birbirini seve,
bir gözden göre.. .Kalem üstüne başka sorun var mı Pîr Cabbarın Alisi? Dur;
benim bir sözüm daha var; atan Pîr Cabbarsa eğer, atan olduğunu biliyorsan,
neden bilmezlikten gelip de kötülersin? Köksüz ağaç tez kurur, temelsiz ev
çöker.» (Çatı:13)
Tüm insanların büyük bir birliktelik içerisinde olması hedeflenmiştir;
açılan bîmârhânelerde Müslüman ve Müslüman olmayan ayır ımı yapılmadan
hepsine eş i t mesade olunmuştur. Amaç hizmet etmektir! Sadece Müslümana
deği l , yard ıma muhtaç olan herkese hizmet etmektir:
«Demez de ne durur ki? Demez de daha ne günü bekler ki ? Bir yandan
Edebali Şeyh öte yandan Kumral Dede ha bre Osmana yollar açmada aş iretlere
şalmış adamların ı . Duymuş luğun var mı Kumral Ocağını?.. Bimarhanesi mi
tımarhanesi mi ne hanesiyle bir hane açmış gâvuruna da açmış Müslüman ına
da; çamur gölüne Müslümanı da gâvuru da bir arada giriyormuş; nefesi din
iman ay ırt etmiyormuş duymuşluğun vard ır elbet.» (Çatı: 44)
Fethedilen yerlerde dileyenin aynı yerinde kalmasına izin veriliyordu.
Dileyense istediğ i yere gitmekte özgürdü. Atros Tekfuru’nun yeri yurdu
Osmanlı tarafından fethedilmiş ti . Ve k ızı Aryetta ise Rahman’a âşık olmuş tu.
Rahman’a olan bu aşkı fetih s ırasında Osmanlı akınc ılarına yardım etmesini
sağlamışt ı . Fetihten sonra ise babasının da yerini yurdunu terketmesini
istemiyordu. Osmanlı zaten kendisini gidip gitmemekte serbest bırakmış tı :
“Ertesi günü, gün ışır ış ımaz dervişlerden biri Kumral Dedeye, Mürsel
ise Osman Beye muştucu olarak gitti .
Akça Koca, dileyenin hisarda kalabileceğini, dileyenin istediği kadar
mal ını yan ına alarak istediği yere gidebileceğ ini halka duyurdu. Gitmek iste-
yenlerin başında Atros Tekfuru vardı . Hastalığı düşünmeden ayaklanmışt ı .
Zor yürüyordu; inmeli sol kolunu sağıyla s ıkı s ıkıya tutmuştu göbeğinin altın-
da; çekiyor muydu, düşmesini mi önlemek istiyordu belli deği ldi; belki de
inmeli sol kolu gitmek istemiyor, hisar ında kalmak istiyordu da sağ kolu inat
ediyor, solu zorluyor, çeke çeke sürüyüp götürüyordu., öyle görünüyordu.
Ayakları , inmeli bedeni, kolları gibiydi. Kalmakla b ırakmamak aras ında
döğüşen bir bedendi Atros Tekfuru. Aryetta bir kere babasın ın önüne ç ıkmış ,
gidiş ini önlemek istemiş , yalvarmış tı . Atros Tekfurunun karşı lığı halsiz bir
inatta oldu; inmesiz tarafıyla itti kızını . Sesi bir h ırı ltıdan farksızd ı , g ırtlağı
yar ım kesilmiş koca bir öküzün kan boğulmas ında: «önce ablanı ald ı , sonra
seni aldı . , sonra hisarı mı aldı . . dostluk ha?. Tuh.. Böyle dostluğa tuh!» dedi.
Bir bu tuh deyişinde güçlü kuvvetliydi; öfkesi sağlam, nefreti hastalıks ız,
acısı canlıyd ı . «Dostummuş . . tuh o dosta!» Gırtlağ ından dolarak tükürmüş tü.
Ama hepsi bu kadar..sağlamlığ ı , hastal ıksızlığı , canl ılığı bu kadar sürmüştü;
hemen ard ından, eskisinden kötü bir inmeli beden sallanmış tı , sürünmüş tü,
kendini zorlaya zorlaya çekmiş ti .” ( Çatı: 292 )
Harmankaya Tekfuru Mihail Kazes ile Aktimur kendi aralarında
konuşmaktad ırlar. Mihail Kazes kendisinin Osman Bey’ e ve yönetimdeki
anlayışına hayranlığını belirtir. Ayrıca kendilerinin hâlâ iç çekişmelerini ve
birbirleriyle uğraşmaların ı k ınar. Yazar bu tesbiti bizzat karşı güçlere
söyleterek inandırıc ılığını bir kat daha art ırmıştır:
“— Bu Osman Bey benim gönlümü çeler durur, kendi milletimden hiç
birinde onun mertliğini bulamıyorum. Bunca y ıl , babalarımızdan atalar ımıza
kadar bu topraklarda yaşamış insanlar ız. Birbirimizi yemekten, birbirimizin
ard ından sövmekten, birbirimizin sırt ına hançer saplamaktan başka yaptığımız
iş yok. Geçen yı l Bizansa da gittim, orada da fesat, hile, ikiyüzlülük eksik
deği l . (Sağ eliyle göğsünde, göbeği i le alnında bir haç işareti yaptı) Hıristos
beni affetsin, ben sonumuzu iyi görmüyorum.” (Ovaya İnen Şahin: 28)
Osman Bey esirlerine son derece iyi davran ıyor. O zamana göre üst
düzeyde medenî davranış örnekleri sergiliyordu. Osman Bey’in ak ıncılarından
Kara Ali’nin esir kızlardan birini çok beğenmesi üzerine, durum Osman Bey’
e iletilmiş ; Osman Bey de medenî bir şekilde önce kızın rızası alınması
gerektiğini söylemiştir. Daha sonra genç k ız ın damat adayın ı görmek istemesi
üzerine Aretos arac ıl ığ ıyla Kara Ali genç kıza gösterilmiş ve Kara Ali de
genç kızın çok hoşuna gitmişt ir . Böylece evlenmelerine bir engel kalmamış tır.
Buradan bir kez daha anlaş ıld ığ ına göre Osman Bey, kiş i hakkına o kadar çok
önem veriyordu ki en küçük birşeyde bile konuyu her yönden ele alıyordu.
(Ovaya İnen Şahin: 114-117)
19. İhanet
İhanet Osmanl ı Devleti’ni kuran insanlar için en aykırı ve adının bile
anı lmaması gereken bir kelimeydi. Nitekim varolan çaşi t l i çıkar Çat ışmaları
ve çekememezlikler, ihaneti doğurdu. Çünkü hızla büyümekte ve güçlenmekte
olan bir aşiret vard ı . Zaman geçtikçe bu aşiret her yönde ilerlemeyi ve
geniş lemeyi sürdürüyordu. Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi’den aşiretin
yönetimini almasıyla birlikte ihanet kavramı kendini göstermişt ir .
An ılan romanların hemen hemen hepsinde ihânet kelimesi, Osman
Bey’in amcas ı Dündar Bey ile özdeşleşmiş tir . Kendisi ne yapt ığını bilmezin
biri olan Dündar Bey, kardeşi Ertuğrul’dan sonra vâris olarak kendisini
görmekte ve Osman Bey’in büyük bir destekle yönetimi babasından
devralmasına razı olamamaktadır. Bu nedenle hem Osman Bey’e yapt ığı her
işte muhalif olmuş hem de elinden geldiğ i kadar gerekirse düşmanla işbirliği
yaparak köstek olmaya çal ışmış tır. Osman Bey, durumun çoktan farkına
varmış ama değ işik gerekçelerden dolayı duruma müdahale etmişt ir . Sadece
sabretmekte; belki ilerleyen zamanda düzelir umuduyla beklemektedir. Fakat
Dündar Bey’in durdurak bilmeyen ihanetleri, kendi sonunu hazırlamış ve
ölümüyle sonuçlanmıştır.
Romanlar ın genelinde Dündar Bey’in ihanetine değinilmiş ve ölümü
hakk ında savaşta Osman Bey tarafından öldürüldüğü veya Osman Bey’e
saldırmak üzereyken Osman Bey’in adamlarından Pir Elvan diye biri
tarafından öldürüldüğü şeklinde iki tez ortaya atılmış tır. Romanlar içerisinde
Osman Bey ile Dündar Alp arasındaki Çatışmaya en fazla önemi Kemal Tahir
Devlet Ana’ da vermiş ve Dündar Alp’ ın ne kadar kötü nitelikli birisi
olduğunu ön plâna çıkarmıştır. Osman Bey’in öldürdüğü kabul edilen Dündar
Bey’in nasıl bir fizikî görünüme ve karaktere sahip olduğunu vermesi
açısından Devlet Ana’daki Dündar Alp’ı tanı tan aşağ ıdaki bölümü aynen
alıyoruz:
“ Dündar Alp, bir işe çok k ızd ığı çok sevindiği , kendini çok güçlü, ya
da çok güçsüz sand ığı sıralarda yaptığı gibi, hemen bir dizini dikmiş ,
dirseğini buna dayayıp elini sark ıtarak doksandokuzluk teşbihi aral ıksız
çevirmeye girişmiş t i . Belinde değerinin beşyüz flori olduğu söy lenen alt ın
kakmalı eğri Dağıstan kılıcı , kabzas ı zümrüt taşlarıyla donanmış kıvrık
Yemen cenbiyesi vardı . Sürdüğü Kabe kokusu, on adım aralıktan
Kerirm'e kadar geliyordu. Ağabeyisi Ertuğrul Bey'in aksine, boyu ortadan
k ısacaydı , daha kötüsü, şarap içip domuz yiyen gâvur değirmenciler gibi de
göbekliydi.Bıyığın ın sakal ının aklığ ı , yüzünün kirli karal ığını şuncacık
ağartamıyor. gaga burnuyla yandan görünüşü y ırtıcı kuş lara benziyordu. Ne
kadar gevşek otursa, kurulu yaydaki ok gibi f ırlayacak sanı lırdı . Bu sanı ,
fı ld ır fıldır dönen kara gözbebeklerinden gelmekteydi. Salt Söğüt 'ün
deği l , Ankara'dan İznik'e, Kütahya'dan Bolu'ya kadar, çevrenin en varlıklısı
bilinirdi. İstanbul 'un Cenevizli bezirganlarında işlettiği söylenen
binlerce altunu, rum aptallarıyla bir k ıs ım savaşçı derviş lerden çapul
sonu, k ıymetli mallarla körpe esirleri, yok bahasına al ıp gerektiği kadar
beklettikten sonra değerinden yukarı satarak toplamış tı . Bu sebeple
her zaman çapul, baskın, savaş istiyor, ağabeyisi Ertuğrul Bey'le yeğeni
Osman'ın beş altı yıldır korudukları bar ış ı , her fırsatta kötülüyordu. «Ben Bey
olsam, Bitinya ucu savaşçıları çapul mal ını koyacak yer bulamaz.»
fikrini yıl lardır aral ıksız yaymaya çal ışmaktaydı . İşin her çeş idinden
iğrenen, kısa bir süre için de olsa çalışmayı günah sayan afyon tutkunu
aptalları , dervişlerin de birazın ı arkasına almış , barış yı lları uzayıp yok-
sulluk dayanı lmazlığın çizgisine yanaştıkça tayfası artmış t ı . Bu artış ın
bir başka sebebi de hastal ığı gitgide ağırlaşan Ertuğrul Bey ölürse, aile
büyüğü olarak beyliğ i almas ı umulduğundandı .” ( Devlet Ana: 133 vd. )
Osman Bey, arkadaşlarına s ık sık kendisiyle ilgili herhangi bir sorun
olup olmad ığın ı sormaktadır. Yine böyle bir zamanda Osman Bey, Turgut
Alp, Karamürsel ve arkadaş larından sadakat sözü alıp, amacas ı Dündar Alp’ ın
Ertuğrul Gazi’nin emanet ettiği Kayı aşiretine ihanet ettiğini söyler. Ama
Osman Bey gerek iç gerekse dış tehlikelere karşı daima kendisini hazır
bulunduruyor ve müthiş bir irâde ve kararl ılık sergiliyordu:
“. . .Bey olmak için değil bizi, şehit kanıyle sulanmış topraklarımızı bile
kâfire vermekten haya etmez. Ama kaderimizi ne o, ne de küffar
değiş t iremiyecektir.” (Osmanoğulları: 521)
20. İnanc ın Güçlülüğü ve Cihad Fikri
Osmanlı Devleti , yapısı i t ibariyle dinî bir özellik gösteriyordu. Hemen
hemen tüm kurumlar, İslâm dinine uygun bir şekilde oluşturulmuş ve İslâmî
yapıyla çelişki oluşturmamasına özen gösterilmeye çalışıl ıyordu.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamas ında da devletin kuruluşunda
önemli rol oynayan faktörlere baktığımızda dine dayal ı etmenlerin çokluğu bu
düşünceyi doğrular niteliktedir. Osmanl ı’n ın kuruluşunda diğer birçok
faktörün yanında dinin etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Kuruluşa etki eden
tüm faktörler doğrudan ya da dolaylı olarak İslâm diniyle ilgilidir. Örneğin
Anadolu Abdalları , Anadolu Ahileri vb. sosyal teşekküller bile dini temellere
dayanmaktadır. Osmanl ı’yı kuran beylerin fikri ve davranış temelleri de
doğrudan doğruya islâm terbiyesiyle ilgilidir. Diğer faktörlerin tamamı İslâmi
düşünce potası içinde erimiş halde ortaya çıkmaktad ır. Bu da o dönemde
yaşayan insanların ve halkın bilgi bakımından olmasa da manevî ve sosyal
kontrol aç ısından mükemmel olmasını sağlamış tır. Devletin kuruluşunda
temel faktörlerden biri olan “birlik” bile İslâm inanc ın ın oluş turduğu
iklimden kaynaklanmaktadır. Yunus Emre’nin, Mevlâna’ nın, Ahmet Yesevî’
nin fikirleri de son derece etkili olmuş ve tüm coğrafyaya dalga dalga
yayılmışt ır. Bunun yanında birtakım tarikatlar ın rolü de yads ınamayacak
kadar önemlidir.
Tüm bu inanç atmosferi çerçevesinde yine islâm dinînin emrettiğ i
şekilde sonuna kadar cihad fikri benimsenmiştir. İslâm dinini yayma fikri de
o dönem yöneticilerinin uzak plânda hedefleri arasındadır. Nitekim Yavuz
Sultan Selim’in kutsal emanetleri almasına kadar bu süreç devam etmişt ir .
Osmanoğullar ı romanında Feridun Fazıl Tülbentçi, Osman Bey’in mala
mülke sikkeye kıymet vermeyen bir insan olduğu üzerinde duruyor. Bu
kurgulamadan da çıkarılabildiği gibi manevîyat hep ön plânda tutulmuş .
Birlik ve beraberliğin sağ lanması için de çok önemli bir görev yüklenmişt ir.
Yine Osman Bey yaşatmak için yaşamanın gerektiğine inanır ve mümkün
olduğu kadar var ın ı yoğunu fakire fukaraya dağıt ır. Maddî dengenin
kurulmas ına çal ışmış tır:
— Aykut Alp'in yerden göğe kadar hakkı var. Osman Bey sikkeye,
mala, mülke kıymet veren insan deği ldir. Nesi var, nesi yok fukaraya
dağıtır. . .(Osmanoğulları: 256)
Devlet Ana’da ne kadar ibadete değer verildiği üzerinde duruluyor.. .ve
Cuma namaz ına daha ayrı bir değer atfediliyor. Ayr ıca Ertuğrul Bey’in çok
ağır hastayken bile aklın ın fikrinin Cuma namaz ında olduğu üzerinde
duruluyor:
“ Geçende, ne dese iyi? «Bikez cumayı Oğuz'umla kı layd ım da. Tanr ı
alaydı can ımı .» dedi. Hayma Hatunumuz ol da, ağlamayabil bakalım.
Gözleriyle Cuma’sını kılmaya çabalamakta Ertuğrul Bey'imiz.. .” . (Devlet
Ana: 109)
Sürekli bir akıncılık ruhu vardır. Tüm savaşç ılar iman gücü ile
donanıml ıd ır. Kâfirle sonuna kadar savaşmak emredilmişt ir . “Baskın
basanındır” 16 ve önce davrana yol alır. . .Yorgunluksa ağza anılmamas ı gereken
bir kelimedir; çünkü iş leyen demir ışıldar:
Hiçbirşey olabilemez. Gazilerimizde, ahilerimizde ve de tüm savaşç ı
yiği t lerimizde iman gücü vardır ve de baskın basanındır. Savaşç ı takımın ın
sür git savaştan kalması kanun deği l . . . «Kâfirle aral ıksız uğraşacaksın. »
denilmiştir ve de «Kâfire göz açtırmayacaksın, denilmişt ir. Yiği t lerin canları
tükendi akıns ızl ıktan.. . «işleyen demir ışıldar, işlemeyen paslan ır.»
denilmişt ir . (Devlet Ana: 138 vd.)
Tüm yöneticiler yaptıkları işin hakkını vermelidirler; çünkü ahirette
neyi nas ıl yapt ığından da sorgulanacaktır insan... Bir sancakbeyi toprağında
olan bitenlere o kadar hâkim olmalıdr ki “ pirelerin nereden nereye
16 Düşmanın baskın yapacağını haber alarak ondan önce davranıp düşmanı bozguna uğratmak anlamına gelmektedir.
z ıpladığını” bile bilmelidir. Aksi takdirde mal, mülk makam ve mevki ona
haramd ır. . .ve islâm inancına göre ahirette hesabı sorulacaktır.
“ Çünkü bir Sancakbeyi, sancağı toprağ ında pirelerin nerden nereye
z ıpladığını ve de niçin zıplad ığ ını bilmeyince, haslar ın ın gelirini helâlinden
yiyebilemez. Ahirette kıyamet günü sorgusu vardır. “ ( Devlet Ana: 270 )
Kemal Tahir günümüze de gönderme yaparak her şeyin yoldan çıktığın ı
ve doğru yoldan sapıldığını , sebepleri ve sonuçlarıyla vermiş t ir . Bir çeşit
ş ikayette bulunmuştur. Şikâyette bulunduğu noktalar ise şunlard ır:
a) İnsan oğlunun azması
b) Derin günahlara batmas ı
c) Tanr ıyı unutması
d) Yaramaz iş ler yapması
e) Keyif için kötülükler işlemesi
Bu tip yanlışlıklar yapılmas ın ı eleşt irerek durumu daha acınacak hale
getirmek için ”vah bize, vah bize!” demektedir.
İnsanoğlunun bu gibi kötülüklere bulaşmas ının sonucu olarak da şunları
vermektedir:
a) Kara yerin ateşe dönüp kızarması
b) Mavi göğün katrana dönüp kararması
c) Herkesin herkese sald ırıp kır ışmas ı
d) Baba- ana, bac ı – kardaş bilinmemesi
e) Taşların durduklar ı yerde ufalanması
f) Kargıların kendiliğ inden k ırı lması
g) Sert yaylar ın mum gibi yumaşamas ı
h) Kıl ıçların kınlarında körelmesi. . . .
“ . . . .Kiş i oğ lu dirsek boyu kısalır, erkekliği serçe parmak kadar ufalır,
boyunları kar ılara karşı eğri olur, ondan belli! Ayaktakımı beyliği alır başa
geçer, beyler soylar ı ad ın ı unutur, ondan belli! Dünyay ı kıtl ık kavrar, yaban
soğanı ele geçmez, at başı kadar altun versen bir doyum ekmek alınmaz,
ondan belli! Koça Tanr ı kulaklarını t ıkadığından adamda, hayvanda, yerde
gökte töre kalmaz, demir özenginin dibi delinir, keskin ucu aşınır, çuvaldızın
deliği yırtıl ır, ondan belli! Ulus söz dinlemekten kalır, kişi oğ lu kara böcek
gibi kanatlanır, gözünü hırs burur, ondan belli! Tepeler çalkanır, ak köpüklü
sular kan olur, kızıl akar, yer uğuldar yıkıl ır, gök gümbürdeyip çatlar, deniz
yar ılıp dibi görünür, ondan belli! “ (Devlet Ana: 300)
Kara Vasil’in Mavro Müslüman olmak istemektedir. Bu onun ve Müslüman
olmanın beraberinde getirdiğ i kurallar, şu şekilde kurgulanmış ve istihzalı bir
dille ona artık şeytanın yaklaşamayacağı müjdelenmiş t ir . Kemal Tahir burada
bir çeşit ironik anlatım uygulamış tır. İslâma yeni giren birisine şunları salık
vermektedir:
a. Tanr ıyı her yerde var göre.. .
b. Peygamberden gayet utana.. .
c. Halka karş ı edepsiz olmaya sakın...
d. Töresiz iş tutmaya hiç. ..
e. Kendinden büyüğe kasıntılı olmıya.. .
f . Küçüğe k ıy ıc ı olmıya.. .
g. Sözünde, yemininde dura s ıms ıkı . . .
h. Kimselere haset etmiye...
i . Doğru söze «Evet» diye. .
j . Ay ıp görse gerilip örte, kendi günahlarını bilip.. .
Aslında Kemal Tahir’in yukarıda sıralad ığı özellikler, Osmanl ı’yı kuran
beylerin hemen hemen hepsinde olan kiş isel niteliklerden sadece bir kısmıdır.
Yukarıdaki şartlara uyan kişiye de Kemal Tahir “Bundan böyle cennetliksin,
çünkü sana kör şeytan girişebilemez! “ (Devlet Ana: 379) Cenneti hediye
ederek iş i oldukça kolaylaşt ırmış tır. Ve cenneti çok basite indirgemişt ir .
Kişi her ne yaparsa yapsın ancak kendi kısmeti olan kadar ile
müjdelenmiş t ir . Fazlasın ın olmas ı asla düşünülemez. İnsanoğlu çalışmal ı ve
Allahtan helâl kazanç istemelidir. İnsan için sadece ve sedece helâl kazanç
vardır. Şu öğütler verilmektedir:
a.Tanr ıdan helâl kazanç iste
b. Kasılma
c. Sürekli çalış
d. Doğru yol tut
e. Namertle iş yapma
f. Cimri olma
“ Bilin ki, koca Tanr ı vermeyince kul baylanmaz. Bir yiğ idin kara dağ
boyu malı olsa, kısmetinden art ığını yiyebilemez. Kas ılan kişi adam olmaz.
Yürümeyince yol al ınmaz ya, doğru yolu tutmalı . . . istemeyince ele geçmez
ya, helâldan istemeli, haramdan deği l . . . iğreti ata binmekten binmemek yeğ . . .
Namert ipiyle derine inmemek yeğ . . . Kötü yoldaşdan tek gitmeli, kötü
avrattan tek yatmalı . . . Cimri kalıpl ı yiğ itt i , yürekli ve de bilekli yiğ itti . Bir
belâsı vard ı , cimriydi. Karun hazinesini versen bir mangırın ı harcanamazdı .”
(Devlet Ana: 414)
İslâm dini aynı zamanda sabr etmeyi emretmektedir. Her şeyin bir zamanı
vardır.Vaktinden önce çiçek açt ığı görülmemiş t ir .
“ —-Sabredeceksin oğ lum! Gücün yeterse affedeceksin. «Kı lıçla
vuran kılıçla vurulacak, okla vuran okla» denilmişt ir. Allah'ın her şeye
gücü yeter. Hiç bir kötü kurtulamaz. Kitapları okuyanlardansın. Kitapları
okuyanların ödevi belâ karşısında sabretmektir. “ ( Devlet Ana: 102 vd.)
Düşman tarafından esir al ınan Abdullah’ın cezalandırı larak surlardan
aşağıya atı lış ı sıras ında adetâ kendinden geçmiş olarak olaya şahit olan
Mihail Koses’in ağzından o anki tabloyu Kemal Tahir, etkileyici bir şekilde
tasvir etmiştir. Abdullah’ ın ölüm anında getirdiğ i kelime-i Şehadet’in Mihail
Koses üzerinde bıraktığı etki ilerleyen zamanda onun için yeni bir başlangıcın
müjdesi olacakt ır i lerleyen zamanda; çünkü Mihail Koses ölüm anında bile
dimdik ve korkusuzca duran karakter heykelinin mimar ı karşında art ık kendini
gittikçe teslim olmuş hissetmektedir:
“.. .- "Zaten geçti artık."
Ve, Mihail Kosses Abdullah'ın kelime-i şehâdetini ' ' işi t t i . Daha
doğrusu, Abdullah'ın sesini işi t t i ; kulağından çıkmamacasına iş i t t i :
Abdullah'ın sesinde korku -hiç- yoktu.
Abdullah'ın sesinde umudu, sığınış ı , avuntuyu ölümle karşı karşıya
gelmiş liğ i düşündürecek bir şeyler de yoktu; Abdullah'ın sesinde en büyük
gerçeği , tek gerçeği yücelten, onurlandıran, yaşamış olmayı meşrulaşt ıran
gerçeğ i tekrarlayan inanç ve idrâk vardı .
Kelimeler tam olarak değil , ama ses Mihail Kosses'in kulağ ına ve
beynine çakı ldı . , bir daha çıkmamacasına! . . .” (Osmancık: s. 236 )
Osman Bey bütün ruhu ve bedeniyle inanmaktad ır. Yap ılan her şey,
atılan her adım, Allah’ın adın ı yüceltmek içindir. . .Var ve yok olan her şey
O’nundur.. .Ondan gelmiştir . . .ve Ona gidecektir . . .
“ . . .Osman beğ Kayı’ya.. Kayı Oğuz’a . .Oğuz Hak yoluna” diyor ve her
zaman bunu diyor ve sâdece bunu diyor.
Çünkü Osman beğ , bütün idrak gücüyle inanmaktadır ki, “ Göklerdeki
ve yerdeki ordular Allah’ınd ır.” (Osmanc ık: 289)
“ Hey” diye ünledi ve o basık ama vâdiler aşan gür sesiyle konuş tu;
“dileğim yoktur. Ondan ki, dilediğiniz dileğimdir, ötesi gerekmez. Bana
hayır, Ümmet-i Muhammed’e ve Oğuz’ a hayırl ı olandır; Allah bana hep onu
bağış lasın.” (Osmanc ık: 307)
Osman Bey de babası Ertuğrul Bey’in kendine verdiği öğütler gibi oğlu
Orhan’ ı yanına çağırmış ve ona şu vasiyeti etmişt ir:
- "Eyi dinle, oğul" diye başlıyor: "Sana deyeceklerimi demiş imdir.
Dileklerimi demiş imdir. Deden ulu Ede Balı 'n ın mektubunu dahi vermiş imdir.
Gerisi şeriat ve töre gereklerincedir. Amma, madem ki anan kancık vasiyet
zamanıdır sanır, hatırı hoş olsun. İşte sana vasiyetim: (Osmancık: 341)
a. Anan dahi olsa, bir kimse sana Tanr ı 'n ın buyurmadığı bir söz
söylerse, sen onu kabul etme.
b. Aslını bilmezsen Tanrı i lmini bilenlere sor.
c. Sana itaat edenleri hoş tut.
d. Hakkı gözet.
e. İt ibarın bilginlere, zanaatkarlara olsun.
f. Askerin hep önünde git.
g. Sana hizmet eden ve yararlı olan Hıristiyanlara daima ihsan et ki,
senin ihsanların onun hâlinin tuzağıdır."
Osman Gazi Han’ ın vefatından sonra mal ına mülküne bakıldığında
Oğuz’dan başka hiçbirşeyi olmad ığ ı bir defa daha ortaya çıkmıştı .O, ömrü
boyunca Kayı boyu için çalışmış ; mala, mülke vb. Dünyevî hiçbir şeye önem
vermemiş t i . Varı yoğu neyi varsa hepsini halka dağıt ıyor; Kendisi birçok
geceler uykusuz kalma pahasına olsa da, çal ışıyordu… Ölümden sonra geride
b ırakt ığ ı kişisel eşyalarını malın ı ve mülkünü gören Mihail Koses, bu karakter
heykelini Bizans tekfurlarıyla karşılaşt ırd ığında aradaki dünyaya ve maddeye
bakış farkını bir defa daha anlıyordu:
“ - "Ölüm hak, miras helâl" dediler.
Bunun üzerine, Osman gazi han'ın bıraktığı varl ığın sayımı yapı ldı :
Osman gazi han'ın, Denizli bezinden sarıldık bezi, Alaşehir
dokumasından sancakları , kın ı ve kabzas ı sâde bir kılıcı , bir tirkeşi , bir
mızrağı , bir sırt ' lak telekesi, bir çift sokman çizmesi, bir tuzluğu, bir
kaşıklığı , Sultanönü'nde ve Yenişehir 'de sekiz yüğrük atı , iki de koyun sürüsü
vardı . , konukları için beslediği!
Altın ı , gümüşü, akçası hiç yoktu!
Köse Mihal bunu görünce, nice ganimetleri, özellikle tekfurun altın
tepeceğ ini hatırladı . Yahşi Fakı da. o cuma, camide,
- "O, dünyada bir garib, bir yolcu gibi oldu" dedi.
Osman gazi hân, her şeyi Oğuz için edinmiş , Oğuz'a vermişt i . Ve,
Osman gazi hân, Oğuz'a, ayr ıca, oğlu Orhan ile torunu Murad'ı bırakmış tı . “
(Osmancık: s. 348- 349)
Bekir Büyükarkın da Kutludağ romanında Osman Bey’in Orhan’a olan
vasiyetini Osmanc ıktakine benzer bir şekilde kurgulamıştır:
“ — Oğul, dedi! Ben öldüğümde beni su gümüş lü kubbenin aln ına koyas ın.
Sen dahi s ırası gelince yanımda olas ın. Kim olursa olsun sana Tanr ının
buyurmadığ ı sözleri söylerse asla kabul etmeyesin. Eğer bilemezsen, Tanr ı
i lmini bilene danışasın. Unutmayasın ki, her ilim Tanrının mal ıdır. Tanrı oku,
öğren ve bil demişt ir. “ ( Kutludağ: 262)
Anadolu Bacıları i lk bölümde de söz edildiği üzere Osmanl ıya kuruluş
aşamas ında büyük hizmetlerde bulunmuş bir teşekküldü. Bunlar hem
savaşçıların yetişmesinde hem de halk aras ında birlik ve bütünlüğün
sağlanması konusunda sosyal kontrol mekanizması görevi görmekteydiler.
“Biz, Bâciyan-ı Rum her gün neden tepiniriz ha, neden tepiniriz? Hem
Çavuş 'um bana erlikle, aş yolunda karışma olmaz mı?
— Aşk mı dedin?
— Aşk dedim. Yere kapanır, Tanrı 'yı görürüz biz. Başımız ı kaldırır yine
Tanr ı 'y ı görürüz biz. Aşk ile yaşarız biz, her gün iman tazeleriz biz.”
(Kutludağ: 32 vd.)
Şeyh Edebal ı de Osman ile sohbet ederken iman gücünün ne kadar
gerekli olduğunu belirtiyor ve insan üzerindeki etkisini Osman Bey’e tüm
safl ığ ıyla vermeye çalışıyordu. Osman Bey’in Şeyh Edebal ı’nin k ızı i le
evlenmesi vb.gelişmelerle Şeyh Edebalı’n ın etkisi daha da artmışt ır.
“ “Osmanc ık , ey Osmancık” diye başlarken sesi, belli belirsiz de olsa
yükselmişt i . “İnsan ı ancak iman yalnız, ülkü yalnız bırakır. Bunu böyle bil.
Yard ım dilemişsin; yardım ancak imândadır, ülküdendir.Bunu böyle bil . Bir
gün.. umarım tez o gün, ki bunu anlayacaksın..senden bekleneni
anlayacaksın.” (Osmancık: 90)
İslâm dinini yaymak ve cihad fikri de Osmanlı’nın kuruluşu s ırasında
yads ınamayacak bir öneme sahiptir. Bunlar içinde özellikle Kalenderîler,
Hristiyanlar aras ında da islâmiyetin yayılmas ı konusunda çok önemli
hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunlar, yapı ları i t ibariyle daha şen şakrak ve
daha yüzeysel temellere dayandığ ından ayrıca aşk merkezli hareket
ettiklerinden çok etkili olmuş lard ır.
″Dede Baba'n ın en büyük zevklerinden bir tanesi de anlatmaktı . S ırası
gelince hiç nazlanmaz, konuşur, hep konuşurdu :
— Kısa söyleyeyim, dedi. Daha doğrusu bildiğim kadarıyla anlatayım.
Belki de onların kökü Kalenderlerden, hatta Yesevîlerden gelir. Hepsinin
başlangıcı Horasan'dadır. Hiç bir yerde uzun süre kalamazlar. Babaîlerle de
kar ışmışlardır.İslâmlığın içine, bir türlü üzerlerinden atamadıklan Şamanizm’i
de katmışlardır. Şeyhleri olsa gerekir. Öyle söylerler. Ama ben belli baş lı
tekkelerine rastlayamadım.Varsın dolaşs ınlar. Bu gezgincilerin, cisme
dayanmayan, tek yanl ı bir âlemi benimseyiş leri bizler için çok yararlı
olacaktır. Hiç deği lse bir süre yararlı olacaktır. Tarikatların kurallara bağl ı
yaşayış larına ayak uyduramayıp köylere dağ ılmaları buralar ı için başka
türlü bir tohumdur. Bilmem anlatabildim mi evlât?
— Biraz daha söyle Dede Baba!..
— Kâfirlerle savaş ve İslâm dinini yaymak uğrunda şeyhlerinin
ölümsüzlüğü kadar kendi ölümsüzlüklerine de inanan Abdallar, gelecekten
haber vereceklerini de san ırlar. Bu yüzden cezbeye kapılırlar, göğe doğru
ellerini uzatırlar, kendilerine işkence yapmaktan çekinmezler. Uyuşmuş ,
miskinliğin altında ezilmiş şehirler onlara sevimli gelmez. Çünkü
köylerdeki ahlâk anlayışı da şehirlerin aksine bir özgürlük havası taşır.
Şehirlerdeki tarikatlar, hatta Mevlâna Celaleddin, Hacı Bektaş , Şeyh Edebalı
bile belki bunlar ın davranışını hoş görmezler. Abdallar, Kalenderiye
tarikat ında olduğu gibi yeni bir ahlâk kuralı kurmak, yeni bir toplum düzeni
yaratmak heyecanı içindedirler. Yetti mi?” (Kutludağ: 60)
Sunguroğlu’nda ( I . ) Yavuz Bahadıroğlu bir bayrağın alt ına girmeyi ve
bir takım idealler için mücadele etmeyi salık vermektedir. Yine aynı eserde
affetmesini bilmek üzerinde duruluyor ve Hz. Ali’ nin yüzüne tüküren birisini
affederek ne kadar geniş bir affetme gücüne sahip olduğu vurgulanıyor:
Yaln ız şunu bil, maksadına ermek istiyorsan, bir tuğ altına girmen
lâzım. Bir beye sırt dayaman lâzım. Baban Orhan Bey’e hizmet etmişti .
Umar ım sen de o bayrağ ın altına girersin. Orhan Beyin geleceği aydınlıktır.
Diğer beyliklerin hepsi sönüp gidecek veya Osmanoğullarının hâkimiyetine
girecekler. Sen, Osmanlılığın şan ın ı ve babanın namını yücelteceksin. Hiçbir
zaman hissî hareket etme. Hattâ eğer Osmanl ılar aleyhine entrikalar çevirme-
ye son vermişse, Selikos'u bile affetmeni istiyorum. Çünkü Hazret-i Ali
Efendimiz, bir kâfiri yüzüne tükürdüğü zaman affetmişt i . Daima Allah'a
güven. O güvenilecek tek mercidir." (Sunguroğlu- I : 28)
Aykut’a Akça Dede tarafından babasın ın sanı verilirken de ortama
tamamen manevî bir hava hâkimdir. Çünkü her ne olursa olsun hepsinde
güdülen maksat zalimle, savaş , dini korumak ve devleti de korumak, Allah’ın
dinini dünyaya yaymaktır. Yapılan tüm iş lerde bu felsefe güdülmüştür.
“Akça Dede, Aykut'un ellerini tuttu. Kendine çekip, karanlıkta,
muhabbetle alnından öptü.
Kı lıcını dâima Allah yolunda, zalimlere ve devletinin düşmanlarına
karşı kullanacağına yemin et oğul." Genç adam kıbleye döndü, dizleri üstüne
oturarak: "Allah adına yemin ederim ki, kı lıc ımı ve kuvvetimi zalimlere,
dinimin ve devletimin düşmanlarına karşı kullanacağım. Dinime, devletime
karşı dikilen baş lan k ıracağ ım."
"Allah kılıcını keskin, bahtın ı açık etsin oğul. Bundan sonra sana
babanın nâmın ı veriyorum. Nâmın Sunguroğlu olsun."(Sunguroğlu- I:29)
İslâm dininde intikam hissiyle hareket etmek kesinlikle, haram
k ılınmıştır. Aynı zamanda hiçbir din büyüğü de intikam hissini
onaylamamış tır. İntikam hissiyle hareket etmeyi insanın nefsine yenilmesi
olarak nitelemişlerdir:
“Yaman olur oğul, yaman olur.Düştüğü yeri yakar köz eder. Ama
intikam hissiyle hareket etmek, nefsin arzusuna girmek demektir. Bu his
dinimizce de yasaktır. Din büyükleri , her hareketleriyle intikam hissini
kötülemişlerdir. Gel sen bu hissi, din ve millet sevgisine çevirmeye çal ış .
Allah’ ın dostuna dost, düşman ına düşman ol.”(Sunguroğ lu- I : 31)
Sunguroğlu Akça Dede’nin hediye ettiğ i ak ıncı elbiselerini giyerken
son derece heyecanlı bir şekildedir. Cenge atılmak istemekte, kendilerine
aynen babası gibi cenk yolunda ölmenin yakışacağ ın ı vurgulamaktad ır. . .
“Kim bilir bu elbiseler, kaç yıl cenk meydanlar ında vücudunu
saracakt ı? Belki de cenk meydanına erişemeden babası gibi arkadan atılan bir
okla şehadet şerbetini içecekti . O zaman yine bu elbiseler kefeni olacaktı .
"Boş ver!" dedi kendi kendine. "Alnımıza ne yazılıysa o olur. Bize
yaraşan da cenk yolunda ölmektir." (Sunguroğ lu- I : 35)
Onlar adeta yaşatmak için vardılar ve bunun için var güçleriyle
savaşmaya çal ışıyorlard ı . . Kendilerini İnançlar ın ın bir tutsağı olarak görüyor,
gerekirse onun için canlar ın ı feda etmekten çekinmeyeceklerini söylüyorlardı :
"Sağol Saltuk kardeş! Din için, vatan için, Osmanoğullar ı için
çalışacağıma and içmiş tim. Allah bana bu fırsatı verdi. Binler hamd ve
senalar olsun. Beş y ıldır serhadlerde kılıç sallarım, en büyük emelim birgün
Bizans'ı saran duvarların önümüzde tarumar olduğunu görmektir. Bunu belki
torunlar ımız yapacak, ama muhakkak olacaktır. Bu gaye için gerekirse ölüme
bile atıl ırım.
" Saltuk'un gözleri nemlenmiş t i :
"Sağol Sunguroğlu. Allah Osmanoğulları’nı , senin gibi yiğit serhad
bekçilerinden mahrum etmesin. Hepimiz ayn ı dinin fedaileri , aynı inanc ın
köleleriyiz. Bu uğurda seri adet hepimiz için cana minnettir. Ve biz böyle
düşündüğümüz müddetçe.Osmanl ı Beyliğ i kısa zamanda dünyaya diz çöktüren
bir imparatorluk olacaktır.”
Bir müddet bakıştılar, sonra sözlerini mühürlemek ister gibi, hararetle
kucaklaştılar. (Sunguroğ lu- I : 66-67)
Sunguroğlu, iman gücüyle yoğrulmuş bir akıncının duygularını vermesi
açısından son derece önemlidir. Aynı zamanda savaş sıras ında dahi mümkün
olduğu kadar ibadetlerine dikkat ettiklerinin bir göstergesidir. Onlar tam bir
kendinden geçmişlik ile Allaha bağlıyd ılar. Bu bağlı lık ve inancın gücü
mükemmel karakterler ortaya ç ıkarmıştır:
Uyandığ ı zaman neredeyse sabah namazı geçmek üzereydi. Alelacele
abdestini aldı ve yepyeni ümitlerle dolu olarak Allah'ın huzuruna durdu.
Namaza durduğu anlar, en çok sükûnet bulduğu anlardı . Tahlil edemediği ulvî
hislerle kalbi dolar, ruhu coşar ve vecd içinde her secdeye var ışta biraz daha
sükûnete ererdi.
Soluna da selâm verip namazı bitirdikten sonra, bütün kötü
düşüncelerden temizlenmiş olduğunu hissetti . Kalbindeki ümitsizlik bir sabun
köpüğü gibi erimişt i . Ne olursa olsun, her şeyin düzeleceğ ine, Gül Hatun'un
kurtulacağına inanıyordu.
Uzun uzun dua etti . Allah'a sunulmuş bu ellerde neler yoktu ki? Yalvardı ,
yalvard ı . . . Osmanlı ların kuvvet ve kudretlerinin artması için yalvardı . İslâmın
muzaffer olmas ı için yalvard ı . Cenk meydanlarında zafere ulaşmak için
yalvard ı . Ve Gül Hatun'un kurtuluşu için Allah'a yalvardı .(Sunguroğ lu- I:91)
Hiçbir Osmanl ı Bey’i şan ve şöhert için savaşmamış tır. Onlar için
kiş isel çıkarlar hiçbir zaman söz konusu olmamışt ır:
"Onlar da buna taraftardır Beyim," dedi."Hiçbir Osmanl ı beyi nam için,
nişan için döğüşmez.Hepsinin arzusu Allah yolunda cihad ve zaferdir.
Başkaca bir dilekleri yoktur. Kumandanın şu veya bu olması onlar için ehem-
miyetli bir husus deği ldir."( SunguroğluI:154)
İnanc ın varlığı ve Allahın onların yanlar ında olduğu onlara güç
vermiş tir.
“Allah bizimledir İbrahim, ümitsizliğe düşme,” diye mır ıldand ı .
Bu kelime sanki ona kuvvet kaynağı olmuş tu.Daha kuvvetli ve imanlı
bir sesle tekrarladı:
Allah bizimledir ağam, Allah bizimledir.” (Sunguroğ lu- I :209)
Şehit olan arkadaşları için üzülen Sunguroğlu dini merasim yap ılmad ığ ı
için üzüntü duymaktadır. Kurguda merasim olmasa da gökyüzündeki tüm
y ıldızlar şehidi selamlayarak kelimelerle merasim yap ı lmış tır. Adeta
Akif’inYedi kandilli süreyyas ı burada bir kez daha şehitleri selaml ıyor
gibidir:
“Kardeşim, sana hiçbir dinî merasim yapamadık. Ama gökler senin şehit
naaşını selâmlamak için yı ldızlarını seferber etmişt ir . Sen şehitlik rütbesine
erdin. Peygamber Efendimize selâmlarımızı söyle. İnşaalah ahirette
görüşürüz.” (Sunguroğ lu- I : 260)
Köse papaz Sunguroğ lu ve arkadaşlarının namaz kıl ışı lar ına şahit olmuş
ve o andaki teslimiyetçiliklerine hayran olmuştur. . . Çünkü onlar namaz
k ılarken tam bir teslimiyet içindedirler ve dünya muhabbetinden zerre kadar
eser yoktur.. . Onların namaz kıl ışlarını izleyen Köse Papaz da adetâ
kendinden geçmiş Müslümanlıkla Hristiyanlığı kendi içerisinde karş ılaştırmış
Hristiyanların neden böyle teslimiyetçi olamadıkların ı düşünmüştür. Sonuç
olarak ise Hristiyanlıktaki samimiyetsizliği “teslis inancı” na bağ lamış tır.
Teslis inancına göre üç şeye tap ılır:
Allah baba, oğlu İsa ve İsa'n ın annesi Bakire Meryem İnançtaki bu
ayr ılık sonucu da Hristiyanlar birlik olamamakta ve sürekli kar ışıklıklar
ç ıkmaktadır. Köse papaz Müslümanlar ın ibadet ediş ini de şahit olduktan sonra
Müslümanlığa ve Müslümanlara karşı olan sevgisi bir kat daha artmış ,
i lerleyen zamanda kendisinin de Müslüman olacağı yönünde söylemlerde
bulunmaya başlamıştır:
“Papaz hariç diğerleri atlarından inip kollarını s ıvadılar. Abdest almak
için denize doğru yürüdüler. Yaln ız papaz atının ayakları dibine çökmüş ,
başın ı iki elleri aras ına alarak bu adamları seyretmeye hazırlanmıştı . İbrahim
de arkadaşlarının ardından yürürken papaza tak ılmaktan kendini alamad ı .
"Siz gelmiyor musunuz, papaz efendi?" Papaz acı ac ı güldü:
"İnşallah birgün ben de geleceğim yiğidim."
Köse Papaz, i lk olarak içinde bir kırıklık duyuyordu. Şimdiye kadar
abdest alan, namaz kılan çok insan görmüş tü, ama hiçbirinin ölüme gitmeye
hazır olan bu yiği t akınc ılarınki kadar kendisine tesir ettiğini hatırlamıyordu.
Bir yandan köse sakalını çekiş t irip dururken, bir yandan da derin
düşüncelere dalmıştı .
Kıbleye karşı yönelip Allah'a secde eden bu insanlara bakıyor, kendisi
papaz olduğu halde hiçbir zaman Allah'ın büyüklüğü karşısında aczini itiraf
edip coşkun bir iman ile secdeye vardığını hatırlamıyordu. Hattâ İmparator
karşısında eğ ilirken, Allah önünde eğ i lmekten daha büyük bir şevk
duymuş tu.Mesleği icabı birçok kimselere vaazler vermiş , Allah'ın
büyüklüğünü onlara ispat etmeye çalışmıştı . Ama ş imdi anlıyordu ki,
bilmediğ i , tahlil edemediği birşey, bir duygu Allah'a tam iman etmesine her
zaman mani olmuş tu. Uzun uzun düşündükten sonra bunun Hristiyanlıktaki
teslis akidesinin getirdiği bir inançsızlık olduğunu idrak etti . Tapı lacak, ulu
tan ınacak üç şey vardı Hristiyanlıkta. Bu üçünden hangisinin daha büyük ve
kudretli olduğunu hiçbir zaman kestirememiş ve onlara karş ı içine bir
i t imatsızlık dolmuş tu. Şimdi burada namaz kılanlara bakıyor, ne büyük iman
ve vecd ile tek Allah'a ibadet ettiklerini görüyordu. Gittikleri yere adalet ve
asayiş getiren Müslümanların idare şekillerini düşündü. Mesleği icabı birçok
dinleri incelemiş olduğu için Araplar ın Müslümanlık öncesi âdetlerini de iyi
biliyordu. Doğan masum yavrular ın ı , sırf k ız olduklar ı için diri diri toprağa
gömen bu vahşi insanlar, Muhammed'in (a.s.m) getirdiğ i İslâm dini sayesinde
bir an'ane halini alan çirkin âdetlerini terketmişler, kızlara da erkekler kadar
eşi t haklar getiren İslâm dini ile bedevilikten çıkıp cihangir olmuş lardı .
Bu din, Hazret-i Muhammed'den (a.s.m.) sonra da aynı tazelikte kalmış ,
Hıristiyanlıkta görülen parçalanmalar ve yozlaşmalar İslâmiyetin bünyesinde
olmamış , veya bu dinin sağlaml ığ ından ötürü içine hizipler sokulamamış tı .
Dünya yüzünde bir tek olan Kur'ân-ı Kerimi ve adedi yüzleri bulan
İncil ' i düşündü. Yüzlerce yazılan bu kitap, elbette bozulmaya mahkûmdu. Ve
İncil ' in muhakkak olarak bozulduğuna her zamankinden daha çok inanıyordu
ş imdi.
Namazlar artık bitmiş , eller büyük Allah'a açılmış tı . İçten gelen dualar,
ufkun kızıll ığ ı i le birlikte dünya yüzüne yayılıyor, o zamana kadar öyle bir
dua görmemiş küffar topraklarında burcu burcu filizleniyordu.
Gönüller cûşa gelmiş , kalpler Allah'a yönelmişt i . Köse Papaz, iyi
biliyordu ki, şu anda bu insanların kalbinde dünya muhabbetinden eser yoktu.
Yaln ız inandıkları yüce varlığa ibadet etmenin ruh huzuru ve sürürü içinde
idiler. Ellerinin boş dönmeyeceğine inandıkları için, inandıkları dâva uğruna
bütün kalpleri ile Allah'tan dilekte bulunuyorlardı .
"Ya Rabbi, dinini şu küffar diyar ında zelil koma. Ya Rabbi, bize fetih
nasip eyle, bizi düşmana karşı muzaffer eyle, İslâm dinini dünya yüzünde aziz
eyle. Dinimizin devletimizin düşmanlarını zelil ve perişan eyle. Dinimize,
milletimize göz dikenleri; ya Rabbi ıslahları kabilse ıslah eyle, yok eğer yine
eski düşmanl ıklarına garazlar ına devam edecekler ve ıslah olmayacaklarsa ya
Rabbi; Kahhar ism-i celilin hürmetine kahreyle.. ."
Köse Papaz, iki damla yaş ı elinin tersiyle silerek doğruldu. Müslümanların
her yerde zaferler kazanmalarının sebeplerini şimdi daha iyi anlıyordu. En
büyük düşmanları için ıslah olmalar ın ı yalvararak isteyen bu insanlar, en son
çare olarak onlar ın kahrolmalar ı için beddua ediyorlardı . Merhametin son
raddesine kadar geliyor, şefkat duyguların ı tam olarak kullan ıyor, ancak
şefkat ve merhametle ıslah ı mümkün olmayanları Allah'ın Kahhar ismine
havale ediyorlardı .
"Bu millet, elbette cihangir olacakt ır," diye mır ıldand ı . "Böyle içten
Allah'ına bağlı olan, düşmanlarına karşı bile merhametkâr davranan bu millet,
elbette ki, yenilmeyecektir. Artık bütün kalbimle inanıyorum. Her sabah, her
saat böyle ruhlarının derinliklerinden kopup gelen dualarla Allah'a yönelen
kalpler, elbette ki, Allah tarafından reddedilmeyecektir. Ve mutlaka Allah,
onlara er geç diledikleri Bizans topraklarını bağışlayacaktır."
Namaz bitmiş , eller yüze sürülmüş tü. Son olarak hep bir ağızdan:
"Amin, amin, amin," diye üç kere tekrarlayarak doğruldular. Vakit
geçirmeden atlarına doğru yürüdüler. Namazda zaman israfın ı hiç düşünmeyen
bu insanlar, normal vakitlerde bir dakika bile boş vakit harcamak istemi-
yorlardı .
Yolda Köse Papaz atını İbrahim'in atına yaklaş tırdı . Titrek bir sesle
hitap etti:
"Ne güzel dua ettiniz öyle İbrahim!"
"Tabii ya, ne zannettin sen? Biz her namazda böyle dua eder, dinimizin,
milletimizin muzaffer olmas ı için Allah'a niyaz ederiz."
"Allah dualar ınızı kabul eder mi?"
İbrahim bu suale güldü:
"Sizinkileri etmez mi?"
Köse Papaz başını iki kere salladı :
"Etmez ya," dedi. "Ne kadar papaz varsa Hristiyanlık dininin aziz
olması için kiliselerde dua eder, ama galiba bu dualar kilise duvarlarını
aşmaz."
"Neden?"
"Baksana H ıristiyanlar her gün biraz daha birbirlerine düşüyor. Şimdi
Bizans yine kaynamaya baş ladı . İmparator Yoannis Kantakuzinos aleyhine
ayaklanmalar, aldı yürüdü. Duamız kabul olsa böyle mi olurdu?"
"Niçin kabul olmadığını düşündün mü hiç?"
"Bu sabah siz dua ederken düşündüm."
"Eee?"
"Şu neticeye vardım. Hıristiyanlıkta teslis akidesi vard ır, yani üç
Allah'a tapılır. Allah baba, oğ lu İsa ve İsa'n ın annesi Bakire Meryem. Bizim
dualar bu üçüne gidiyorsa mutlaka biri kabul edince öbürü reddediyordur.
Böylece bizim dualar da yedi kat göklerde muallakta kalıyor."
Hristiyanlık hakkında hiçbir malûmat ı olmayan İbrahim bu sözlere
isyan etti:
"Tövbe de köse sakall ı , yoksa beyn-i bâlâna kıl ıç tersi geliyor ha!"
O kadar bağırmıştı ki, Sunguroğ lu arkaya bakt ı .
"Ne oluyor be?"
"Bu papaz amma da kâf ırmiş be! Üç Allah olduğunu iddia ediyor."
Sunguroğlu Hristiyan dinini iyi bildiği için güldü.
"Yok be yiğidim. Duamızın niçin kabul olmad ığın ı sordu da onu
anlatıyordum."
"Niçin kabul olmuyormuş?"
"Malûm. Hristiyanlıkta teslil usulü var. İhtimal ki, İsa, bundan
hoşlanmıyor da dualarımızı yüzgeri ediveriyor."
"Allah'ın bir olduğunu sen de biliyorsun papaz efendi."
"Galiba bu sabaha kadar şüphem vardı , ama içime öyle şeyler doğdu ki,
artık birliğ ine iyice iman ettim."
"Oldu olacak, Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğ ini de kabul
et de tam olsun bu iş ."
Papaz bir süre cevap vermedi. Neden sonra Gelibolu yakınlarına
geldikleri zaman mırıldandı:
"Edeceğim galiba," dedi.” (Sunguroğ lu- I :273-277)
Yazar Yavuz Bahadıroğlu yukarıdaki kurguda zaman zaman
Hristiyanlıkla Müslümanlık arasında karşılaşt ırmalar yapmış . . . İslâm dininin
ne kadar üstün olduğunu her fırsatta tekrarlamış tır.
Müslümanlar her şeyin ama her şeyin Allah’tan geldiğine tüm
kalpleriyle inanmaktadırlar:
“Sen istirahatına bak nine. Elbette öldüren de , yaşatan da, bu dünyay ı
yaratan da Allah’tır. Her şey onun iradesi ile olur. Bu dünyada ölüm de
vardır. Öyleyse metanetimizi muhafaza etmemiz lâzım. Allah’a karş ı isyan
edilmez.”(Sunguroğlu -II : 17)
İslâm dini için cihad yapmak onlar için olmazsa olmazlardan biriydi.
Bu uğurda neleri var neleri yok feda ediyorlardı . Söz konusu olan devletin
bekası ve Allah ın adını yüceltmekti:
“Hay yiğidim hay! Bak a hatun, böyle yüz oğlum olsa da yüzünü cihad
meydanına salsam gam yemem.” (Sunguroğ lu -II : 21)
“İrini, yarı ölü halde delikanlının söylediği kelimelerin mânâsın ı
anlayabilse, belki bu büyük imân denizi önünde diz çöker ve İslâmiyet 'i kabul
ederdi.” (Sunguroğlu -II :183)
Allahtan başka kimseye kul olmak onlara yaraşmazdı . Onlar sadece ve
sadece Allahın önünde secde eder ona inanır ve ona ibadet ederlerdi:
“Köse dost bakış larla arkadaş ına bakt ı:
"Biz kula kul olmak için yarat ılmış insanlar değ i l iz İbrahim," dedi.
"Bunun taklidi bile zor gelir bize. Kulluğun en güzeli Allah'a yapıl ır çünkü.
İbrahim bu sözlerden memnun olmuştu:
"Hay ağzına kurban olayım Köse," dedi. "Yine bal akıtmaya başladın.
Bir an evvel şu işten kurtulayım da, öleyim zararı yok. Köleliğin taklidi bile
zor." (Sunguroğlu- III :122)
Osmanlı Devletini kuruluşunda emeğ i geçenler gittikleri her yere
sevgiyi, barış ı , samimiyeti ve gerçek dostluğu da yanlarında götürmüş ler iş in
doğası gereğ i savaşmış lar fakat aldıkları yerlerin halklarına asla va asla
zulüm yapmamış lard ır. Gittikleri her yerde hoşgörünün de bayraktarlığını
yapmışlar islâm dinine davet etmişler fakat asla zorlamada bulunmamışlard ır.
Bu da ilerleyen zamanda meyvesini verecek Moğol ve Bizans baskısından
bunalan halk ın onlara muhabbet beslemesini sağ layacaktır. Böylece birçok
defa kaleyi daha dıştan fethetmeden içten çoktan fethetmelerini sağlamış tır.
"Evet dostlarım," dedi. "Bu iş de böylece bittikten sonra bize baba
vatan ına gitmek kalıyor artık. Allah ömür verirse yine görüşürüz."
Şövalye Lagan'ın omuzuna ellerini koydu:
"Kalber 'le kızkardeş ini sana emanet ettiğim için gözleri arkada
kalmayacak şövalye."
Şövalye Lagan Mişöp Sunguroğ lu 'nun ellerine sarıldı:
"Arzunu emir telâkki ederim yiğidim. Kalber'i subay olarak orduya
ald ıracağım. Kendisine ve kızkardeşine mükemmel bir ev vereceğim. Her
türlü meseleleriyle meşkul olacağım, emin olabilirsin."
'Teşekkür ederim Lagan, eminim."
Gitti , Kalber'e elini uzattı:
"Allaha ısmarladık Kalber. Epeydir birlikte kald ık. İyi kötü günlerimiz
oldu. Belki bilmeyerek sizi kırmış olabilirim. Hakkınızı helâl ediniz."
Kalber'in gözleri yaşarmışt ı . Kollarını açıp Sunguroğlu 'na sarı ld ı .
"Sen bize çok iyilik ettin yiğidim," dedi. "Seni hiçbir zaman
unutmayacağız."
Jozefin'in de gözleri dolu dolu idi. Elinin tersi i le pır ıldayan bu
damlac ıkları si lerek:
"Ben sizin hiç yanımızdan ayrılmayacağınızı san ıyor ve İstanbul 'a o
iştiyakla geliyordum şövalye," dedi. "Halbuki siz Osmanlı’sınız.
Vazifelisiniz, elbette gideceksiniz.Ama kalbimi de beraber götürdüğünüzü
unutmayınız."
Köse ile İbrahim bakışarak belli etmeden birbirlerine göz kırptılar.
Duka hafiften hırladı . Şahin ön ayakları i le toprağı eşmeye başladı .
Sunguroğlu ise başın ı öne eğdi:
"Benim kalbim bana yük olduğu için, dinime, milletime adadım
Jozefin," dedi. "Sizin kalbinizin ağırlığını hiç çekemem. Hayatta mesut
olmanızı dilemekten başka birşey yapamıyorum. Yalnız bir temennim daha
var."
Genç kız merakla sordu:
"Nedir o?"
"Dinime girmeniz."
Jozefin baş ın ı indirdi:
"Bilmem ki," diye mır ıldandı . "Ben dininize çok yabanc ıyım."
Sunguroğlu cevap vermedi. İrini genç adama yaklaşarak kulağına
fısıldadı :
"Biz Müslüman olmaya karar verdik yiğidim."
Sunguroğlu hayret ve neşe ile sordu:
"Siz mi?" (Sunguroğlu- III :205)
Kur'ân-ı Kerîm onlar için biricik ve eşsiz bir yaşam felsefesi
sağlıyordu. Her şey orada buyurulduğu üzere yapılıyordu. Kaynağ ın tek
olması , hem yaşamlarına hem de dünyaya bakış aç ılarına çok büyük bir güç
veriyordu. Müslümanl ık gereği cihad emredilmişt i . Cihad sırasında düşmanın
sayıs ı hiç göz önüne alınmıyordu. Zâlim olanlar ne kadar çok olursa olsun
onlarla savaşılmalı ve Allah’ ın adâleti oraya yerleş t irilmeliydi. Kur’ân’ın
aydınlığı her yeri aydınlatmalıydı . Bunun için de cihad kaçınılmazdı .
Sepetçioğlu Bu Atl ı Geçite Gider roman ında bunu Vezir Çandarlı Ali
Paşa’nın ağzından şöyle vermektedir:
“Veziriazam Çandarlı Ali Paşa, veziriazamlığının konuşmas ı
gerektiğine bu sırada inandı . Gönlü Bayezıd Beğ in y ıld ırım sağanağ ından
yanaydı; aklı , Sanca Paşan ın öfkesi yatışmalı , diyordu. Yüreğ i , Murad Beğin
üzüntüsünü duya duya: «Bizim yolumuzu kitabımız çizmişt ir ulu Hanım,
kitabımız Kur'ân-ı Kerîm’ dir» dedi. «İzin verildi bilerek konuşuyorum, ba-
ğ ış lanmak dilerim. Kitabımız ışığımızdır. Dünümüzü aydınlatır, bugünümüzü
aydınlatır ve hem de yarınımızın ayd ınl ığ ıdır. Bu sabah, namazdan sonra aç-
tım; niyetim okumaktı , gönlümü aydınlatmaktı . Açtığım yaprağ ın ilk âyeti
Tanr ının kesin buyruğunu duyurdu bana: Ya Nebî, inanmayanlarla ve puta ta-
panlarla savaş!, buyuruluyordu. Düşündüm. Şu kadar inanmayan bu kadar
puta tapan diye buyurulmuyordu. Sayıca senden fazla, senden üstün, senden
güçlüyse savaşma diye de buyurulmuyordu. Düşünür iken dalmış , ulu kitabı
kapamışım. Üzülerek yeniden açtım. Ayn ı yaprak değildi, beni yeni bir yüce
buyruk bekliyordu, şu âyet-i kerîme idi: Neden endişe ediyorsun? Unutma ki
inanmayanların nice muazzam ordularını inananların küçük ama cesur
savaşçıları yok etti . Tanrı böyle buyuruyordu Murad Hanım, ben bir aciz kul
olarak bu buyruğa ancak Uyarım; ancak, zafer inananlarındır âmenna derim.»
(Bu Atlı Geçite Gider: 292 vd.)
“Cihada iş t irak etmek, katli vacip olanlarla savaşmak İslâmın emrinde
ve hizmetinde olmak Allah'ın emri idi. Kur'an- ı Kerim büyük rehberdi. En
güzel örnekleriyle yegâne ilim kaynağı Kutsal Kitap’tı ; bir hükümdar ki,
Kur'an-ı Kerim ' i başının üstünde tutarsa, onu severse, sayarsa, en yüce
varlığ ın vahiylerle tesis ettiği i lâhi nizamı sayfalar ının arasında muhafaza
eden kitaba sadakat gösterirse, elbette ülke halk ı o feyz ve bereket içinde
huzur ve saadet yıllarını idrak etlerdi.” (Osman Gazi: 233)
Murad Bey Allah’a dua ederken her şeyi O’nun r ızası için yaptığını ,
tüm varlığıyla ona teslim olmak istediğini, şu an onun huzurunda sadece bir
mahlûk olarak bulunduğunu ifâde ediyor ve artık vuslat zaman ının geldiğini;
Allah’tan yegane dileğinin O’na kavuşmak olduğunu belirtiyor:
“O zaman Murad Beğ başındaki börkü çıkarıp yanına koydu. Yakasın ı ,
yar ısınaca açtı . Sanki göğsü bağrı yang ınlar içindeydi: «Tanr ım!.» diye inle-
di. Titreyen elleri yaprak yaprak aç ılmıştı . Gözleri, göz p ınarlarından
yanmakta, ha doldum ha boşaltıyorum demekteydi: «Tanrım huzurunday ım.
Ne Han ne Sultan ne de Beğ . Orhan oğlu Murad olarak huzurunday ım; sana
ben gerek isem ben geldim iş te. Savaş , dedin; savaştım., nizâm-ı âlem için
savaştım, zaferi bana lütfettin, lûtfunu ödemekten âcizim. Nizâm-ı âlem için
yenilmek varsa, yenilmem senin şan ına yakış ırsa eğer, razıy ım yenilen ben
olayım. Benim yenilmem ile iş bitiyorsa, kimsenin kan ı dökülmeyecek ise
bundan sonra, yenilen ben olayım. Ne dünya, ne mal ı , ne şan ı ne şerefi. ,
istediğim bilirsin ki bunlar deği l , hiç biri deği l ; seni istiyorum artık sana
kavuşmağı . , sende dinlenmeğ i istiyorum. Bundan başka bir dileğim yoktur. Bu
azgın yel dursun, "bu toz toprak uğrunda savaşanlara engel olmasın. Bunun
pahası kan ım ise eğer izin ver aksın, bana yar ın şehitliği çok görme,
duyduğunu biliyorum çünkü huzurundayım!»” ( Bu Atlı Geçite Gider: 300 )
Ak ına giden yiği t lerin gerek kendilerinin gerek halkın onlar için ettiğ i
dualar son derece motive edici olmuş , zaten çok iyi yetişmiş olan ak ıncı ların
gücüne bir kat daha güç katmış tır.
Hancı ardından bir kova su döktü:
"Sağ lıcakla git yiğidim," diye bağ ırdı . Sonra kap ının eşiği üstüne diz
çöktü. Ellerini açtı .
"Ya Rabbi, akıncı larımız ın koluna kuvvet ver, kıl ıçlarını keskin eyle,
tevhid sancağını bütün dünya yüzünde dalgalandırmak için cihada çıkan
kullar ımı muzaffer kıl" diye içten gelen bir coşkunlukla dua etti . (Turgut Alp:
141)
Müslümanların inaçlar ının bu denli kuvvetli olmalarına karşın
Hristiyanlar tam bir çelişki içerisindedirler. Sürekli kargaşalar yaşanmakta
hatta kendileri bile inançlarından şüphe etmektedirler:
"Benimle konuşurken Meryem'den, İsa'dan bahsetme Moris. Bilirsin,
böyle şeylere inanmam. Papazların para kazanmak için uydurduklar ı korkunç
cehennemle cazip cennet de beni hiç alâkadar etmiyor üstelik. Şu anda bana
para lazım ve bu sende vardır."
Moris soğuk soğuk terlemeye başlamışt ı . ( Turgut Alp: 160 )
Müslümanlar Hristiyan şövalyelerinin yaptığı gibi aldıları yerlerin
halklarına asla zulüm etmemiş t ir:
"Hay ır," dedi, "artık hayret etmiyorum. Türkleri tanıd ıktan, hal ve
hareketlerini gördükten sonra İslâmın büyük bir din olduğunu ben de anladım.
Önceleri sanıyordum ki bizi kendilerine peşkeş çekecekler, ama şu ana kadar
bir Türk kapımızı çalmadı bile."
Meryem memnun memnun baş ın ı salladı:
"Kad ınlar ı rahatsız eden ancak şövalyelerdir kuzum," dedi. "Türkler
böyle şey düşünmezler. Dinimiz harama bakmayı yasaklamıştır çünkü."(
Turgut Alp: 168)
Türkler asla maddî meseleler için düşmanla anlaşmaya girişmez ve
rüşvet alıp vermezlerdi. Onlar için maddiyat hep ikinci plânda kalmış tır.
“Sen, Türklerle Rumları karış tırıyorsun şövalye. Türkler rüşveti haram
sayarlar. Çalışmadan bir kuruş bile kabul etmezler.Para için her şeyi göze
alan, babas ın ı bile ipe çekmekten çekinmeyen biziz.” (Turgut Alp: 194)
“Aşk” – Allah aşkı- onlar için her şeye bedeldi. Onlar Gerçek aşkla
dünyevî aşkı çok güzel bir şekilde birleşt irmesini biliyorlardı . Allahın
huzurundayken tüm ruh ve beden büyük bir ahenk içinde oluyordu:
“Turgut seccadeye doğru gitti . Bir an bütün düşüncelerini aklından
sildi. Allah'ın huzurunda bulunduğunu tahayyül etti .O her şeyi bilen, her şeyi
gören, her şeyi en ince teferruat ına kadar aksaksız ve noksansız tanzim
eden büyük Yaratıc ın ın huzuruna, bütün düşüncelerinden arınmış , yalnız
inanç ve ibadet aşkıyla dolu olarak el bağ ladı .”(Turgut Alp: 198)
Her şey Allah’ ın rızasını kazanmak için yap ılmaktadır. Onlar asla
nefislerinin kölesi olmamış lardır:
"Biliyorum, tehlikeli bir oyuna giriyoruz," dedi. "Geri dönmeme
ihtimali de vardır. Ama bilinmelidir ki tehlikeyi alt etmenin tek çaresi
tehlikeye atılmaktır. Bu düğün iyi bir fırsattır. Bilecik rahatlıkla bizim
olabilir. Bu yüzden tehlikeye atılmak zorundayız. Allah şahidimizdir; kendi-
miz için hiçbir şey istemiyoruz ve keni zevkimiz yoluna gazilerimizi
tehlikenin kucağ ına atmıyoruz; her şey Hak rızas ı kazanmak için yapı lıyor, bu
uğurda çalışıyoruz, siz de, biz de. Allah bizimle olacaktır." (Turgut Alp: 366 )
Osman Bey’in tüm ömrü de Allah rızas ını kazanmak için mücadele
etmekle geçmişt ir . Onun dileğ i Allah’ın rızas ını kazanmak ve milletinin
refahını artırmaktır.Bunu yaparken de diğer insanları sömürmeye değ il
adaletli bir dağılımı sağlamaya dikkat etmiş t ir:
“ Bütün hayatı at üstünde geçmiş , güreşmiş , nişan almış , cirit oynamış ,
bilek kıvırmış , ava ç ıkmış , attığı oklar tam hedefe isabet etmişt i . Hayat ında
en büyük sevgi, Allah'a yönelmekten başka bir şey değ i ldi. . . Fakat şimdi
birden bire ne olmuş tu? Beyninden vurulmuşa dönmüş tü.
Kalbi sür 'atle çarpmış tı . Hançeresi de kurumuş tu. Elleri titriyordu.
Konuşmak cesaretini hissetse bile bu gücü kendisinde bulamıyordu. Birşeyler
olmuş tu, asma dallarının arkasında.. . Gül ağaçlan, tomurcukların arasında
beyaz goncalariyle sanki bir aşk masalı söylüyorlardı . .
Güneş , yükseklere tırman ıyor gibiydi.
Bâlâ'n ın yüzüne güneş vurunca, anladı ki , evinin yolunu tutmak gerektir.
Etrafına bakt ı . Bir rüyadan uyanır gibiydi.. . Çeşmenin başında ise arkadaşları
yoktu.
Eğ i ldi. Dolu testisini aldı .” (Osman Gazi: 23)
“Fakat mümkün ve mukadder olanın üzerinde durmak gerekirdi. Çünkü
O, Allah'ın varlığına, Bir olduğuna, mükemmeliyyeti temsil ettiğ ine, kusursuz
ve noksans ız ezeli ve ebedî ve de bütün mükevvenatın hâkimi, sahibi, yaratıcı
kudretiyle temayüz ettiğine inanıyordu. Her yerde hâzır ve nazır olan'd ı;
görür ve iş i t irdi. . .
«La i lahe İ l lallah, Muhammeden Resûlullah.. .» derdi.” (Osman
Gazi: 62)
O büyük rehber, yol gösterici, ışık veren, mili nefes ald ıran, dirlik
düzen veren Allah'ın nidayı mahzun zavallıları kurtaran, şevk veren ilâhi
adalet tecellisinden, iyinin, güzelin, müsbetin ve yüce al kaynağını teşkil
eden o kutsal kitap, baş ucunda ayakta dimdik duruyordu. Ki o hülya içinde
göz açmış ve sabahleyin secdeye kapanmış tı . (Osman Gazi: 234)
Onlar birlikte namaz kı lmaktan haz duyarlar ve bunun sonucu olarak
da mutlukları fazlalaşırdı . Onların yaşam felsefesi kırmak, parçalamak, yok
etmek deği l , birleşt irmek, bütünleş tirmek ve yaşatmak üzerine kurulmuştu:
“Bu aşiret fertleri toplu namaz kıldıkları takdirde daha çok mutlu
olurlar ve kalplerindeki imanı tazeleyerek sonsuz huzura ererlerdi.” (Osman
Gazi:77)
Allah’ ın varlığını ve birliğ ini her an düşünüp insanların tek vazifesinin
O’na kulluk yapmak olduğu vurgulanmıştır. Zira İslâm inancına göre insan
ahirette yaptığı her davran ıştan sorumlu tutulacaktır:
“Osman Gazi, derin bir sessizlik içinde idi ve meclise bir şeyler
söylemek istiyordu.
Ayağa kalktı .
Vakur edas ı i le konuş tu ve dedi ki:
«— Allah'ın varlığını , birliğini, Türklüğün şan ve şerefini tasdik
ederim. Allah'ın emirlerine uymak boynumun borcudur. Bizim vazifemiz
ahlâk ve fazilet yolundan dönmemek ve ayrı lmamakt ır. Hakkı bilip tan ıyan
kullardan olmayı cümlemize nasip eyle yarabbi.. Onun lütfü ve keremi ile bir
gün Türk soyu dünya hâkimi olacaktır. Konstantiniye dahi fethedilecektir.
Bir gün ahiret gününde Cenâb-ı Hak bize sual edecektir : Ey kulum, ben
fani dünyada seninle beraberdim, sen kiminle birlikte idin?» derlerse
cevabımız ne olacaktır? Bunun için, doğduk, büyüdük, yaşıyoruz, hep Allah'a
s ığ ınmak suretiyle ölçüsüz adalete olan sadakatimizle şer 'î hükümlerden
ayr ılmadan neslimizin payidar olması için hep birlikte gayret göstermek
mecburiyetindeyiz. Boş şeylerle uğraşıp vakit ziyan etmeyeceğiz. Ona
kulluktan başka bir görevimiz yoktur.” (Osman Gazi: 91)
Osman Gazi daha Osmanlı’nın kuruluş y ıllarında devletin temelini
İslâm ahkâmı üzerine kurmuş tu. Onlar için her şeyden önce önemli olan,
İslâm hükümleri idi. Bu felsefenin oluşmas ında şüphesiz ki Şeyh Edebal ı’nin
rolü büyüktü. Çünkü Osmanlı’nın kuruluş aşamas ında şüphesiz ki bu ufuk
insan söz konusuydu ve o da Şeyh Edebal ı idi. Ama bir insan’ın ömrü böyle
büyük bir cihan devletini kurmaya yetecek miydi? Olsun ama en azından iyi
ve sağ lam temeller atı larak sürekliliğin sağlanmas ı gerekiyordu:
“Cenab-ı Hakkın azâbından korkmalı , O’nun kudret ve azametini
tefekkür eylemeli, İslâm âlimlerinin önünde diz çöküp, Kur’an-ı Kerim’i
talim ile, fi tneye, fesada yer vermeyen, doğruluktan ayrılmayan bir devlet
yönetimi ile, din kardeşlerine olan s ıtkı sadakatle dünyaya hâkim olan
imparatorluğun temeli atılmalıyd ı .
Mademki ay gökten bağrına düşmüştü.. . Sonra ulu bir ağaç göklere
yükselmiş , dal budak verip, meyveleriyle asırlar boyu, nesillerden nesillere
intikal etmiş t i , o halde, nefse ve şeytana uymadan, tembelliğe yer vermeden,
kibir etmeden, büyüklüğü terk ederek istikbale koşmalı , Şeyh Edebalı 'nin
emirleriyle bu rüyaya lây ık bir hükümdar olarak dünyaya hükmetmeliydi. . .
Fakat buna bir ömür kâfi gelecek miydi?
Bunu Allah bilirdi. . .
Bu suretle yeni devletin ve geleceğ in Osmanlı İmparatorluğu' nun Söğüt 'te
Osman Gâzi 'nin Kur'-an- ı Kerim ahkâmı i le temeli atılmışt ı . . .”( Osman Gazi:
157 vd.)
Allah daima çal ışan ın ve gayret edenin yan ındad ır. O bağ ış lamasını
bilendir. Bizim vazifemiz ise ona güzel bir şekilde kulluk etmektir. O asla
Müslümanın Müslümanla savaşmasına ve birbirini kırmasına razı olamaz.
Savaş sadece bazı hallerde meşrudur:
“«— Allah her şeye kadirdir. Ayanda deği l , zihinlerde yükseltir. O'nun
varlığ ı inkâr edilerek zulüm başlarsa, gören, duyan ve iş iten Yüce Halik,
mağdurların kalbi temiz ise, günahsız oldularsa, onların imdadına h ız ırını
gönderir. İşte Allanın varlığı burada isbat edilmeğe değer.. . Çünkü, eziyet
eden bir insan, at ılan bir ok ile yere düşmüş , ağzının içi kan deryası haline
gelmiş , şu gördüğünüz muhterem zevce de oğlum tarafından, Allah'ın izni ile
selâmet yoluna düşmüş tür. Şimdi size ülkemizin huzurunu kaçırdığ ın ız için
nasihat etmek isterim. "Duyduk, duymad ık, demeyin : Hükümdarımız Osman
Gâzi 'dir. Bu kentte her kim huzur kaçır ırsa cezası ölüm olacaktır. Biz
düşmanlara karşı birleş ip gücümüzü arttıracağımız yerde, bu şekil çirkin
hareketlerle cür 'et edersek, halimiz nice olur? Her şeyden evvel, Müslümanın
Müslüman ile kardeş olduğunu hat ırdan ç ıkartmamak gerektir. Bu sebeple,
sizi Allah'a sığ ınarak affediyorum.” ( Osman Gazi: 193 )
Allah her yerde var olandır. Müminler her mahlukta onun eşsiz
güzelliğini görürler ve ona şükr ederler. O inananlar için her yerdedir ve
ondan kaçmak, ona görünmemek söz konusu bile olamaz. Her mümin bunu
bilir ve her zaman izlendiğinin bilincinde olarak yaşamın ı düzenler:
Rahman belli belirsiz gururlandı . Mürsele sevecen bakt ı: «Türkmen
gözü aç ıkken bile düş gören adamd ır kardaşım» dedi; «Yerlinin de şu sıra
Türkmene yaslanmas ı gerek. Dursun Fakihe bakarsan yerlinin inandığı din
zaten böyle düşlere kand ırıcı bir dinmiş , ben bilemem doğru mu yanlış mı . ,
onun için gözün neyi görüyorsa ona inan sen., bir de koca Tanr ıya, çünkü her
nereye baksan gördüğün o..» (Çatı: 227)
İslâm inancı çerçevesinde din, vatan ve millet uğrunda hayatlar ını
kaybedenler şehitlikle müjdelenmiş t ir ve onların yeri cennet olarak tayin
edilmiştir . Bu sebepledir ki onlar için kutsal bilinen değerler uğrunda ölmek,
yaşamın bir parçası haline gelmiş tir. Yaşam ancak bir takım yüce değerlerle
bezendiği zaman onlar için bir anlam ifâde etmeye başlamaktad ır:
“Kardeşim, sana hiçbir dinî merasim yapamadık.Ama gökler senin şehit
naaşını selâmlamak için yı ldızlarını seferber etmişt ir . Sen şehitlik rütbesine
erdin. Peygamber Efendimize selâmlarımızı söyle. İnşaalah ahirette
görüşürüz.” (Sunguroğ lu- I :260)
Baykoca’da kutsal bildiği değerler uğrunda düşmanla savaş ırken
düşmanın kahbe kı lıc ın ın hedefi olmuş tur ve gençliğinin baharında şehitlik
meretbesine kavuşmuştur:
. . . .Baykoca, intikam almak için, atını i leriye sürdü. Osman Bey'in:
— Ne yapıyorsun? "
Diye bağırmas ın ı duymadı bile, karşısına ilk çıkan bir Rum süvarisinin
üzerine saldırdı . Kılıcı şiddetle indirdi. Fakat birkaç Rum süvarisi genç Türk
silâhşorunun etrafın ı sarmışlard ı . Osman Bey ve arkadaştan oraya yetiş inceye
kadar olan olmuştu. Baykoca baş ına yediği bir kıl ıç darbesiyle yere
yuvarlandı ve yalnız:
— Of.. . Anam!
Diyebildi. Bu onun son sözü oldu. Osman Bey'in göz-
leri bir anda nemlendi.
— Vah çocuğum vah. Demek sana şehadet müyessermiş!”
(Osmanoğullar ı: 225 vd.)
21. İstihbarat ın Güçlülüğü
Osmanlı Devleti’nin kurulduğu s ıralarda en büyük ve gelişmiş haber
alma ağ ına “ORTAK” deniliyordu. Bu, Pekin Hakanı Kubilâyla, Tebriz İlhanı
Hülâgu’nun kurduğu ve birçok hükümdar ın, ünlü prensin, soylunun, Arap
Şeyhinin, Acem Hanının ve Müslüman Türk beyinin de para koyarak katıldığı
bir ticaret kumpanyasıdır. Devlet Ana roman ında bu haber alma servisi uzun
bir şekilde anlatılmış ve Osman Bey’in de böyle güçlü bir haber alma
servisine imrenerek baktığı vurgulanmıştır:
“ . . .Bütün Endonezya'dan Cermanya'ya, Seylân'dan Afrika'nın
göbeğine, Kanarya adalarından Moskova prensliğ ine. Basra'dan geceleri
altı ay uzunluğunda Buzlu Dünyaya kadar, yeryüzünü örümcek ağı gibi
sarmışt ı . Bütün kervan yolları , Moğol bar ışı içinde, devletin himayesi, hattâ
teminat ı alt ındaydı . O kadar ki güvenin sağlanamamas ı yüzünden, tüccar ın
yolda uğradığı zarar, hazinece karşılanıyordu. ORTAK gerektiğ inde, büyük
kervanlar kurup gezdirmek, mal toplayıp depolamak için faizle borç verecek
milyonlarca altunluk ayrı bir hazine meydana getirmiş t i . Dünyanın her
tarafındaki önemli merkezlerde, limanlarda, yol kavşaklarında memurları ,
denetmenleri, ulak örgütleri, denizlerde kendi malı olan yüzlerce gemisi,
yollarda, aral ıksız gidip gelen binlerce develik, binlerce katırlık, binlerce
arabal ık kervanlar ı vard ı . ORTAK, devletler üstü yasalarla yürütülüyor, bu
yasalara göre, anlaşmalar bağlan ıp savaşlar aç ılıyordu. Son zamanlarda,
valilerin, komutanların, çeşi t l i toplulukların merkezleri dinlemez olmaları
yüzünden, yollar ın güvenliği bozulalı beri , gücü biraz gevşemiş ; soygunlar, el
koymalar başlamıştı . Böylece, kâr azaldığ ından çekişmeler artıyor,
çekişmeler arttıkça kâr azalıp karşıl ıkl ı hilekârlık çoğal ıyordu. Evet, ORTAK
eski gücünü, gitgide yitirmekteydi ama, şu Kamagan Derviş derbederine,
değme beyin, değme paşanın, küçüklü büyüklü birtak ım devleterin imreneceği
bir haber alma gücü, gene de sağlayabilmekteydi.” ( Devlet Ana: 150 vd. )
Osmanlı Devleti’nin kurucuları haber alma arac ı olarak her türlü fırsatı
değerlendiriyorladı . En büyük haber alma servislerini Müslüman olmuş
yabanc ılar veya daha önce kendilerine Osman Bey ve arkadaşların ın yard ım
etmesi sonucu sempatileri kazanılan yabanc ılar oluşturuyordu. Bu kişi ler,
düşmanın plânlarını veya baskın girişiminde bulunacaklarsa bunun nerede ve
ne zaman olacağını Osmanl ı’ya bildiriyorlardı . Bu kişilerden baz ıları
şunlard ır:
1. Mihail Koses → Abdullah
2. Papaz Jozef → Yusuf
3. Niko → Nevzat
4. Eftimyadis
5. Aratos
6. Aratun
Osmanlı’ya haber getirmekle görevli bu kişi lerin ilk üçü Müslüman
olmuş tur. Diğerleri ise Osmanlı’n ın kendilerine değişik vesilelerle yardımda
bulunarak minnet altında bırakt ığı kimselerdir. Osmanl ı , bunlar sayesinde
birçok defa kendisi baskına uğramak üzereyken düşman ı baskına uğratmış ve
onu kendi tuzağ ına düşürmüş tür.
22. Kad ına verilen değer
Osmanlı Devleti kurulduğu s ırada Eski Türkler’den gelen inancın da
etkisiyle kadına çok önem veriliyordu. Kadın aynı bir erkek gibiydi. Kadının
erkekten hiçbir farkı yoktu. Kad ın hem kendine ait olan kadınlıkla ilgili iş leri
yapar yeri geldiğinde ise yı lmaz bir savaşç ı gibi çarpışırdı . Anadolu’daki
“Bâciyân-ı Rum” denilen kadınların rolü o dönem kadın ın değerini göstermesi
açısından son derece önemlidir. Bu konu hakkında “Osmanl ı Devleti’nin
Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Sosyal Zümreler” bölümünün “Anadolu
Bacıları” k ısmında ayr ınt ılı bilgi verildiğinden burada tekrar ayr ınrılı bilgi
verilmeye gerek görülmemiş t ir .
Kemal Tahir “Devlet Ana” roman ında kadına ne kadar bakış açısını da
yans ı tmış . . . Kadını “Anadolu Bacıları” olarak değil daha çok bir meta olarak
tasvir etmişt ir . Şehvetten başka birşey düşünmeyen erkeğ in bakış açısıyla
kadından söz etmiş . Kad ın ı erkeğ in şeytanı olarak tasvir etmiş onlardan
“Kancık” olarak söz etmiş t ir . Bu tip kadına bakış açıs ın ın son dönem çağdaş
Türk roman ında yer etmiş bir yazarımız ın yaklaşımı günümüzde geçerliliğini
yitirmişt ir . Günümüzde kadının yeri ve önemi son derece değişmiş kadınlan
sosyal hayat ın her alanında yer almaya başlamışlard ır:
“ — Karı düşkünü dedimse, kar ıyı raz ı edip körpe cariye aldığında
salaklaş ır bu senin Pervane Subaşı! Yeni cariyesi de, bi yamanmış ki, can
alıc ı . . . -içini çekti-: El kısmı çabalaman ki, karı tutkunu olmaya Hophop!
Çünkü avrat tutkunluğu âdemoğ lunu gevşek sıras ında kavrar apansız ve
de kavramasıyla pençesini yüreğine salar. Salt gönlünü alsa gitse, boğuşur
uğraşır, belki nefsine az biraz hüküm geçirirsin. Niçin «Erkeğin şeytanı karı»
denilmiş t ir? Aklımız ı yağmaladığından... Akl ı kaptırdın mı , al ışık koyun gibi
düşersin kancıklar ın ardına.. .Çeker götürür. Nereye bakal ım? Belâya götürür.
Rezilliğe batarsın ki , hiç bir maskaral ığa benzemez. Çünkü yakıcı avrattan
murat almanın da faydası yoktur. Yedikçe açlığın artar. Pazarlık tüketene
kadardır ve de tutulduğun avrat cilveliyse, tükenmek sana yazılmıştır ve de
sonun heyvahtır. Çünkü avrat takımı düzenbaz olur ve de k ıyıc ı olur ve de
kendi tükenmediğ inden tüketici olur. Saçı uzun akl ı kısa, fistanlı belâd ır ki,
din - iman uğrusudur.” ( Devlet Ana: 278 )
Devlet Ana roman ında Kemal Tahir yine dayanaksız olarak “Kitabın
yazdığına göre” diyerek başlamakta ve cariye k ısmın ın efendisine karşı
savunacak ırzı olmad ığın ı ve aralarındaki birleşmenin nikâhsızsa bile günah
olmayacağını bildirmektedir ki İslâm inancın da bunun yeri kesinlikle yoktur
ve nikâhsız birliktelik ve erkeğin kadın ının isteğ i olmadan onunla birlikte
olması kesinlikle haram kıl ınmaktad ır.
Yine Kemal Tahir Romanında “İç Oğlancılık” denen erkeğ in erkekle
birlikte olmas ının da yaygın olduğunu belirtmektedir ki münferit olanları bile
yana bırak ırsak yaygınl ık kesinlikle söz konusu deği ldir ve hele ki “Ahi
teşkilâtı” gibi oluşumlarda böyle birşeyden söz etmek akı l ve mant ıkla
kesinlikle bağdaşmaz:
“ Kitabın yazd ığ ına göre, cariye kısmın ın efendisine karşı savunacak
ırzı olmaz, aralarındaki birleşme, nikâhs ızsa bile günah sayılmazdı . Pakize'ye
geldi mi, burda suç on iki yaşındaki çocukta değ il , otuzuna yaklaşmış dul
kar ıdaydı . Kısacası , kar ın ın çok olduğu yerde, böyle rezilliklerin, ne kadar
uğraşılsa önü alınamıyordu. «Bunun da ha kötüsü, medreselerde, tekkelerde,
kimi Ahi topluluklarında, gâvurların manastırlarında, şövalye tarikatlarındaki
oğ lancı lık!.. .» (Devlet Ana: 331)
Kadının bizde mülk sahibi olmamal ıd ır. Kadın kadınlığının yanında bir
de mülk sahibi olursa ona güç yetirmenin imkânı yoktur. Freng milletinde ise
kadın hüküm sahibidir ve mülk sahibi de olabilmektedir:
“Frenk ülkesine geldi mi, karının hükmü yürür ki, padişah fermanı kaç
para.. . Çünkü, “Aceptir Frengin hali, mülke sahiptir avratlar” denilmiş tir .
Avradın mülke sahip olması nasıl bir uğursuzluk ve de nasıl bir töresizlik.. .
Biz kar ı milletinin mülksüzlüğünde hakkından gelebilemezken.. . Bir de mülk
peydahlayınca güç mü yeter, aman kurban olduğum? Erkek milletini yerler çiğ
iken.. . “Nedir o” ya getirirler düpedüz.. .» Bir kötülüğü önlemek
çabalamasıyla davran ır gibi kavuğunu arkaya attı , birden kendini toplayıp
düzeltti . Yüreğinden geçenleri anladılar mı diye üçüne de ürkek ürkek bakıp
gülümsemeye çal ıştı . ( Devlet Ana: 286 )
Evlenirken nasıl bir kadınla ve ne tür bir zemin üzerine evlilik
yapılmak istendiği çok iyi düşünülmelidir. Orhan Bey gibi, Kara Ali gibi
bizimle ilgili hiçbir şey bilmeyen Rum k ızlarıyla mı yoksa bize ölene dek
eşl ik edecek ve her tür iş imizde yardımc ı olacak her şeyden önce ana olacak
bir Anadolu kadın ıyla mı evlenileceği iyi ölçülüp biçilmelidir. Kemal Tahir’ e
göre kadın erkeğin şeytanı olan bir kancık iken Turhan Tan’ a göre her
konuda birliktelik sağlanması gereken ve ölene kadar aynı yastığa baş
koyulması gereken son derece değerli bir varl ıktır. Bu iki farklı yazarın kadın
hakk ındaki bu düşünceleri de bu yazarlarımızın dünya görüşü farkının bâriz
bir sonucudur:
Abdurahman’ ın kaygusu öbürlerinden büyükiken kimse aldırmad ı , O
dava sudan geçildi. Halbuki evlenme işi yaman işt ir , baştan savma cevapla o
işe karar verilmez. Bana kalırsa çok düşünmek lâz ım. Zira: Gönüle uyup, heva
ve hevese kapılıp bir dişiyi eve kapamak başka, düşüne taşına evlenmek gene
başkad ır. Orhan gibi, Kara Ali gibi Rum k ızı almak var, çadır ardında sadak
[ok torbası] hazırl ıyacak, at sırt ında yay taşıyacak hatun almak var !
“ Gelişi güzel kız alarak,onu beğenmeyince bir dahi ve bir dahi almak,
sonra topunu» ayağındaki bağ ı çüzüp yerine yenilerini getirmek bize kolay
görünür. Halbuki bu, hüner deği ldir, erlik de değildir . Al ınan kad ın , döşekte
kendisine yer verilen kadın teneşire yatıncayadek bırakılmamak gerek. Kısır
olana sözüm yok. O gibisi salt kaşık düşmanıdır. öyleyken o da kovulmaz,
sürülmez. Köşeye oturdulup duası alınır. Şimdi soruyorum: Abdurahmana ne
çeş it kadın yakışık alır.” (Gönülden Gönüle: 51)
Türk- İslâm inancına göre kad ın, vatan ve silâh son derece önemli
kavramlar olup aynı zamanda namustur. Üzerine titremek gerekir:
"Hay ır Meryem Hatun, böyle düşünmeni istemiyorum. Kadın
Müslümamn namusudur. Biz namusunuzu korumak için bu k ılıçların ağırlığını
çekeriz. Kadın namustur, vatan namustur, silah namustur! Bize vaktiyle böyle
öğrettiler." (Turgut Alp: 217)
23. Kız Al ıp Vererek Genişleme
Osmanlı Devletini kuran kadrolar, “zümrüdüanka” ları olan “Devlet-i
ebed- müddet” e ulaşabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı . Din ve
devlet uğruna tüm yollar ı deniyorlardı Kız alıp vererek genişleme de bu
yollardan sadece biriydi.
Onların birçoğunun yabanc ılarla evlenmelerinin sebeplerinden biri de
yine “devlet-i ebed- müddet ” gerçekleşt irmek için genişlemeyi
kolaylaştırmaktı:
“ Bu siyasî bir izdivaçtı şüphesiz. Orhan Gazi nas ıl eski İmparator
Kantakuzinos'un k ız ın ı almışsa oğluna da ş imdiki İmparatorun k ızını
alıyordu. Mutlaka devleti için menfaatler düşünmüş tü. Yoksa Orhan Sultan
gibi bir devlet adamı böyle bir izdivaca lüzumsuz yere razı olmaz-
d ı .”(Sunguroğ lu- III : 204)
Örneğin Murat Bey, Germiyan Bey’inin kız ı Devlet Hatun’u Şehzade
Bayezıd’a alarak çeyiz olarak da Kütahya ilini almıştır. Bu sayede Murat
Bey’in ülkesi, Türkmen kanı dökülmeden, Türkmen Bey’lerinin içine içine
geniş liyor. Bunun yanında Germiyan Ülkesi daralıyordu.
Murat Bey kız ı Sultan Hatun’u da Karamanoğlu Alaeddin Ali Bey’in
haremine veriyor.Giderken bir kar ış toprak vermiyordu. Murat Bey’in ülkesi
daralmıyordu. Baş çeyizi Murat Bey’in k ız ı olmaktı . “Güvenimizdir” demişt i
Murat Bey:
“ . . .Oğul Bayezıdım, bacın Sultan Hatun Karamanoğ lunda güvenimiz
olacaktır, Urumelindeyken başımız ağrımas ın diye. Sultan Hatun kızım
Karamanoğ lunu kilitleyebildiği sürece bizim anahtar ımız Urumeliyi açmalıdır
açmalıdır açmalıdır.»
«Ya kilitleyemezse aziz babam? Karamanoğ ludur bu.. üstelik kocasıdır
itaat etmek boynunun borcudur kocasına.. Keşke işe yaramaz cinsinden biraz
toprak verseydik.»
«Kilitleyebildiği kadar, gücü yettiğ ince kilitler. Kızımızdır. Onun için,
öyle yetişmiş t i , görevidir. Mücevheri altını çokça götürsün, toprakta bizim
hakk ımız yok toprak Tanr ınındır, Tanrının bize emanetidir, emanet
bağış lanmaz. Var sen Devlet Hatun için hazırlan kız ımı ben düşüneyim.
Gelinimizin ayağ ı uğurlu gelir inşaallah.” (Bu Atl ı Geçite Gider: 185)
Aşk konusu, dönemi ele alan romanlarımızda geniş ölçüde işlenmekle
birlikte genellikle Osmanlı’nın ileri gelenlerinin kız alırken Rum’ların ileri
gelenlerinden veya tekfurlar ın kızlarını almışlard ır.Bu sayede ya bir miktar
toprak almış lar ya da daha sonra fethetmeyi düşündükleri yerleri içten
fethetmeye başlamış lardır. Kız verirken ise mümkün mertebe Müslüman
çevreye kız vermiş lerdir. Burada konumuzun dışında olmasından dolay ı aşk
konusuna fazla yer verilmeyecek. Sadece konu ile ilgili kişilere gönderme
yapılacaktır.
1. Abdurahman → Evdoksiya
2. Osman Bey → Mal Hatun
3. Osman → Bâlâ Hatun
4. Orhan → Holofira
5. Turgut Alp → Yorgiya
6. Sunguroğlu → İrini
7. Osman Bey → Teodora
8. Aydoğdu → Aydoğmuş
9. Rahman → Aryetta
Osmanlı Devleti’nin Kuruluş dönemini konu alan romanlarda en çok
Osman Bey’in aşklarına yer verilmişt ir. Özellikle Osman Bey’in Mal Hatun
ve Bâlâ Hatun ile olan birlikteliği Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna dolaylı
yoldan katk ıda bulunmuştur. Yabancılarla yapılan evliliklerde genellikle
evlilik sonrasın da yabanc ı kad ının din ve isim değiş tirdiğ i göze
çarpmaktad ır. Akıncılardan bir k ısmı da âş ık olmuş fakat; din ve devlet için
aşkların ı hiç ön plâna çıkarmamış lardır.
25. Meşveret
Mustafa Nihat Özön Osmanlıca – Türkçe sözlüğünde 17 meşveret
kelimesini şu şekilde açıklamkatadır: “ Birkaç kişi arasında bir iş konuşulma .
2. Böyle bir iş için yapı lan toplant ı , danışma toplantısı .”
17 Özön, Mustafa Nihat, Küçük Osmanlıca -Türkçe Sözlük, İnkılâp Yay. , 5. Basım , İstanbul 1995, s. 497
Bu açıklamadan da anlaşı lacağ ı üzere meşveret, bir topluluğun belli bir
konu hakk ında düşüncelerini tartışmak üzere bir araya gelmesidir. Osmanlı
Devletini kuranlar hemen hemen yaptıkları her işte konu hakkında müracaat
edilmesi gereken herkese başvurduktan sonra bir işe girişmiş lerdir. Böylece
bir iş in nasıl yapıl ırsa daha iyi bir şekilde sonuçlanacağı sorusunu da
yanıt lamış olmaktadırlar. Osmanl ı Beyleri kendilerini asla diğer insanlardan
üstün görmemiş ve daima belli konularda değiş ik insanların görüş lerine
başvurmayı bir görev bilmiş lerdir. Kur’ân’da da daima istişâre edilmesi
buyurulmuştur: “Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namaz ı
k ılarlar. Onların iş leri, aralarında dan ışma iledir. Kendilerine verdiğimiz
rızıktan da harcarlar.” (42:38.)
Osman Bey mümkün olduğu kadar hiçkimse ile Çatışmaya girmemeye
önem gösteriyor, mümkün olduğu kadar kimseyi karşısına almamaya
çalışıyordu. Birisini karşısına almaktansa yanına almanın daha iyi olduğu
düşüncesinden hareket ediyordu. Kararlı , azimli bir kişi l iğe sahipti . Herkesin
görüşünden istifâde eder; ama sonunda kendi uygun bulduğu şekilde hareket
ederdi:
“ Bugünü, çok önceden düşünmüş , suyu baştan kesmeye, böylece,
babasının arkadaş larıyla ayrı ayrı uğraşmaktan kurtulmaya karar vermiş ti . Baş
olayım diyenler, çevresindekilerin hepsinden daha akıllı , daha bilgili , daha
cesur, hattâ daha korkak bile olmak zorundayd ılar. Buradaki ak ıl , buradaki
bilgi, her anda, her durumda işe yararlığı bak ımından değerlendirilmeliydi.
Baş , çevresindekilerin hepsinden daha sezgili de olmalıyd ı , ayrıca bir işe ya
hiç girişmemeli, girişt imi de, duraklama göstermeden, koparana kadar
çabalamalıydı . Çocuktan, deliden, düşmandan, hattâ karı lardan bile öğüt
almalı , ama, gene de, akl ının kestiğini işlemeliydi. “(Devlet Ana:177)
Ertuğrul Bey hayatta iken kendisinden sonra gelecek kiş inin
belirlenerek kargaşa çıkmamas ını istemiş t ir . Bunu yaparken de böyle
birşeyin içerinde herkesin düşüncesinin olmasını istemiş ve tüm beylerini
toplamışt ır. Hepsinin görüşünü almış , birkaç kişi hariç herkes, Osman Bey’in
Beyliğ i üzerinde birleşmiş lerdir. Bunun üzerine herkes Osman Bey’i
kutlamışt ır. Ertuğrul Bey kendisinin de bundan sonra daha çok ibadetle
uğraşacağ ın ı , ömrünün son yıllarını bu şekilde geçirmek istediğini beyan
ederek daima birlik ve beraberlik içinde olunmas ını; bir konuda karar
alınırken mümkün olduğu kadar çok kişinin görüşüne başvurulmasını
istemiş tir . Devam etmekte olan görüşmede Osman Bey’e muhalif olan en
önemli kiş i , Dündar Bey’dir. Dündar Bey ağabeyinden sonra en ileri gelen
kiş i olarak başa kendisinin geçmesi gerektiğ ini düşünmektedir. Fakat Osman
Bey’in hemen hemen herkesin desteğini almış olmasından dolayı etkili
olamamış tır. Osman Bey’in Beyliği böylece onaylanmış olmaktad ır.
Görüşmenin sonuna doğru Bilecikli Laskaris adında bir şövalyenin Ertuğrul
Bey’le görüşmek istediği bildirilir. Kabul edilen şövalye Laskaris birkaç gün
önce yakalanan Yarhisarlı Rum’lar ın iadesini istemiş bunun yanında aş iret
başkanlığ ına da Dündar Bey’in seçilmesinin İnegöl, yarhisar ve Bilecik
Tekfurların ı memnun edeceğini bildirmiş t ir . Ertuğrul Bey Laskaris’in bu
haberlerine çok kızmış ve böyle konularda karar verecek olanların kendileri
olduğu ve dışar ıdan kar ış ılmamas ı gerektiğini vurgulamışt ır. Kardeşi Dündar
Bey’i kendilerinin tekfurlardan çok daha iyi düşüneceklerini ve Rumlar ı
affetme işine gelince oğlu Osman’ ın can ı isterse affedeceğ ini ve kimsenin
kar ışmaması gerektiğ ini söylemiş t ir .
“ Kayı aşiretinin genç başkanı babasının ellerine sarı ld ı . Gözleri yaşla
dolmuştu. Karamürsel ile Abdurrahman da kendilerini tutamıyorlard ı . Aykut
Alp nemli gözlerini göstermemek için başın ı önüne eğmişt i . Ertuğrul memnun
ve müsterih sözlerine devam etti:
— Beyler, bugüne kadar bir aşiret idik, bundan sonra bir devlet,
asırlarca payidar olacak bir devlet kurmak için çal ış ınız. Mesut zamanlar
gelmek üzeredir. Büyük Selçuk Hanlığı kudretini kaybeder. Moğollar bu
hakanlığın enkazı üstünde yeni bir sultanlık kuramazlar. Öyle ise yer yer
Selçuk kumandanları ve beyleri sikke bast ırıp, növbet çaldırıp istiklâllerini
ilân edecekler, yani dağ ılacaklar. Selçuklular ın eski satveti kalmayacak,
bat ıda ise Bizans, kendi kabuğu içine çekilmiş , komşumuz tekfurla alâkası
pek zay ıflamıştır. Aş iretimiz zamanla bu tekfurları mağ lûp edebilecektir.
Eğer birlik olup birbirinize sık ıca sarıl ır, nifak ç ıkarmaz ve kıl ıçlarınızı
k ınında uyutmazsanız, muzaffer olursunuz, devlet kurarsınız. Oğlum Osman'ı
seviniz ve sayınız. O da sizi sevsin. Bir işe girişmeden yine böyle toplanınız,
müzakere ediniz, beraberce karar veriniz. Tek başına hareket edenler
muvaffak olamazlar, öğütlerim bu kadar.
Beyler, ihtiyar uçbeyinin sözlerini heyecan ve ilgi ile dinlemiş lerdi.
Osman Bey, babasına teminat verdi:
— Öğütlerin kulağımızdan çıkmayacak. (Osmanoğulları: 42 vd.)
Osman Bey her konuda olduğu gibi kendisini ilgilendiren konularda
bile olabildiğince diğer insanların görüşlerine başvuruyordu. Hatta evlenmeyi
düşündüğü s ırada bile konuyu ağabeyleri Sarûbatı ve Gündüz Beylere, daha
sonra ise Karamürsel, Abdurahman ve Turgut Alp’a açarak görüşlerine
başvurmuş tur.
Diğer romanlarda Mal Hatun, Şeyh Edebalı’nin k ız ı iken Feridun Fazıl
Tülbentçi farklı bir kaynaktan yararlanarak Mal Hatun’un Ömer Bey adlı
birisinin kızı olduğunu belirtmişt ir:
“Osman Bey, Mal Hatun'dan ayr ıldıktan sonra evvelâ ağabeyleri
Sarûbatı ve Gündüz Beylerle konuştu. Onlara Mal Hatun ile evlenmek
istediğini söyledi. Reylerini aldı . Sarubatı kardeş inin boynuna sarılarak
aln ından öptü.
— Çok iyi Osman, biz de yeğenlerimizi sevmek istiyorduk.
Sonra başta Karamürsel ve Abdurrahman olmak üzere arkadaşların ı
ziyaret etti . Onların da muvafakatini aldı . Karamürsel, Abdurrahman ve
Turgut Alp'la beraber Söğüt'e gitti . Ertuğrul Gazi herkesten fazla memnun
oldu. Şimdi s ıra Ömer Bey'e geliyordu. Mal Hatunla buluş tukların ın dördüncü
günü akşamı Ömer Bey'in çadırına gitti . Uzun boylu tafsilâta geçmeden,
k ız ıyla evlenmek arzusunda olduğunu söyledi. Zavallı Ömer Bey sevincinden
ne yapacağ ını şaşırdı .
— Yarabbim bana bugünleri de gösterdin.” (Osmanoğulları: 119)
İstişâre, bir yere akın yapılacağı zamanda sıklıkla yap ılan bir görüş
alış-verişi şeklinde karşımıza ç ıkmaktadır. Karamürsel ve arkadaşları İnegöl
ile Söğüt arasında dolaşırlarken bir rum süvarisini yakalamış lar ve Söğüt’e
getirmişlerdi. Aslen Yarhisarlı olan süvarinin üzerinde Karacahisar tekfuruna
yazılmış önemli bir mektup ele geçirilmişt ir . Nikola imzalı mektupta, bütün
tekfurlar Kayı aş iretine karş ı birleşmeye birlik ve beraberliğe çağ ırı lyordu.
Bu mektupla bir kez daha ortaya ç ıkıyordu ki Kay ı Boyu çok dikkatli hareket
etmek durumundaydı . Osman Bey ‘Baskın basanındır.’ Fikrinden hareketle
beylerin ve ileri gelenlerin fikirlerini aldıktan sonra İnegöl üzerine bir sefer
düzenlemeye karar vermişt ir . (Osmanoğullar ı: 215 vd. )
Osmanlı Beylerinin ileri gelenleri mevcut durumdan da istifade edilerek
artık Osmanl ı Beyliğ i’nin de bağıms ızlığ ını i lân etmesi gerektiğini söyleyerek
bir toplântı talebinde bulundular. Beyleri’nin görüşlerine değer veren Osman
Bey, hepsini birer birer dinlemiştir. Moğol saldırı ları sonucu Selçuklu Sultanı
kaçmış ve uç beylerinin bu boşluktan istifade ederek bağıms ızlıklarını i lan
etmeye baş lamışlardır, Osman Bey’in de bu durumdan faydalanarak Beyliğ in
bağıms ızlığ ını i lan etmesi istenmişt ir . Osman Bey durumun biraz daha
netleşmesini beklemenin uygun olacağ ını söyleyerek toplântıyı kapatmış fakat
birçok bey, toplantın ın olumsuz sonuçlanmasından memnun olmamış tır. Ama
ilerleyen zamanda Osman Bey’in ne kadar doğru bir karar verdiği ortaya
ç ıkmış tır:
“ Bu haberler Karacahisar 'a kadar geliyordu. Özellikle uç beylerinin
istiklâllerini ilan etmek üzere harekete geçtiklerini öğrenmeleri baz ı aceleci
Kayı ihtiyarlarını türlü ümitlere düşürüyordu. Bir gün, bu ihtiyarlar, Şeyh
Edebâli ve Karamürsel ile arkadaşların ı da ikna ederek toplanacak bir divanda
bu meselenin müzakeresi için Osman Bey'e ricada bulundular. Osman Bey,
savaş görmüş , tecrübe kazanmış ihtiyarların sözlerine önem verir ve onlara
saygı gösterirdi.
Divan, Gündüz Bey'le Orhan'ın da işt irakiyle Karacahisar 'da toplandı ,
önce ihtiyarlar söz alarak Osman Bey'i övdüler, kazand ığı parlak zaferleri
birer birer sayıp döktüler Selçuklu sultanının sarayını b ırakıp kaçtığ ın ı , art ık
avdetinin de pek mümkün olmadığını i leri sürerek, eğer Moğol istilâlarına
karşı kuvvetli olmak gerekiyorsa, bağıms ızlıklarını i lân etmekten başka çare
olmadığını söylediler.
— Bu fırsattan yararlanmalıd ır. Aşiretimiz göçmenlerle pek kesretli bir
hal aldı . Bir devlet kurmak ve onu payidar etmek zaman ı gelmiş t ir .
Dediler. Karamürsel ve arkadaşları da ayn ı şeyi düşünüyorlardı . Onlar
da fikirlerini açıkladı lar. Turgut Alp her zamanki gibi fazla ileriye gitti .
Pervasız sözler sarfetti . On bin kişi l ik bir süvari kuvveti vücude getirilirse,
değil civar Rum tekfurlarını , hatta Moğolları ve Bizanslıları mağ lûp etmenin
mümkün olduğunu söyledi.
Şeyh Edebâli, birkaç gün önce gördüğü bir rüyayı tabir ederek:
— Selçuk'un y ıkı lışından siz bir devlet çıkaracaksınız.
Dedi. Gündüz Bey'le genç Orhan bir mütalâada bulunmad ı lar. Son sözü
Osman Bey aldı . Serdedilen mütalâaların pek yerinde olduğunu, babası
Ertuğrul Gazi gibi kendisinin de aynı gayeyi güttüğünü, Kayı bahad ırlarının
artık kılıçlarını kınlarına koymaya vakit bile bulamıyacaklarını , Türkleri üç
hisarın fethinde muzaffer kı lan Yüce Tanr ının istiklâli de esirgemiyeceğini,
ancak biraz daha sabredilmesi lâzım geldiğ ini söyledi.
— Gazan Han, isyanları bastırmaya başlamıştır. Batı uçlarına da Çoban
Bey'i ordu ile saldırtmış tır. Belki bizzat kendileri de gelir. Moğolun hiddetini
üzerimize neden çekelim? Hele Sultan Alâettin Keykubat, ne muamele görür
bir kere onu iyice tahkik edelim. Elbette bir karar vermek zamanı gelip
çatacakt ır.
Gerek ihtiyarlar ve gerekse Karamürsel ve arkadaş lar ı aşiret başkanının
fazla durendiş sözlerinden pek memnun kalmad ı lar. Bununla beraber:
— Sen iyiyi, doğruyu düşünürsün.
Dediler. Aradan iki hafta kadar zaman geçti, olaylar Osman Bey'e hak
verdirdi. Gazan Han, Selçuklu Sultanı Alâettin'e itibar göstermiş , saygı lı
davranmıştı . Erzurum'dan Antalya sahillerine, Diyarbakır 'dan Sinop
sahillerine kadar uzayan bütün Selçuklu ülkesini tekrar Âlâettin'e vermekle
kalmamış , Hülâgû’ nun kızını da Selçuklu sultanı i le evlendirmiş t i .”
(Osmanoğullar ı: 576 vd. )
Osmancık’ta Dursub Fak ı , Aktemur, Osmanc ık gibi birkaç kişinin
arasında geçen konuşmada hoş sözleriyle tanınan Ak Temür’un bir sorusuna
yanıt olarak Dursun Fakı artık özlenen bahar’ın geldiğini söylemiştir . . . yazar
bunu roman kiş isine söyletmekle Osmancık’a aslında bir başka baharın daha
geldiğini imâ etmeye çal ışmaktad ır ki o bahar daha sonra gelecek ve uzun
müddet devam edecek olan Osman Gazi’nin öncülüğünü yapacağı Osmanlı
Devleti’dir. Yazar roman ında bunu çok edebî bir şekilde vermiş t ir:
“ . . .Özlediğimiz bahar'lar vard ır. , soyca, sopça. ümmetçe özlenen
baharlar.
Ve, onların da müjdecileri, badem ağaçları vardır.
Gün döndüğünü en evvel onlar duyar., sezer., anlar.
Müjdelerler baharı .
Bahar gelmiş t ir .
Duyan gönüller, gören gözler, düşünen kafalar müjdeyi alır. . .“
Osman Gazi Bey’lik arzusunda olduğunu herkesten önce Şeyh
Edebalı’ya açmış onun fikrini almak istemişt ir . Osman’ın bu düşüncesini
beğenmekle birlikte Şeyh Edebal ı , bunun yeri ve zamanının uygun olmad ığını
bildirmiş zamanı gelince onunda olacağın ı vurgulamış ve Osman Bey’ e sabır
tavsiyesinde bulunmuş tur. Osman Bey’le Şeyh Edebalı arasındaki bu
konuşmanın hemen ard ından Samsa Çavuş gelerek babası Ertuğrul’un Osman
Bey’i çadır ına çağırdığını bildirmiş tir. Bunun üzerine çad ıra giden Osman
Bey orada diğer ileri gelenlerin de görüşünü alınd ıktan sonra Bey ilan
edilmiştir. Zaten beylik isterken de Osman Gazi daha önceden ağabeyleri
Gündüz Alp ve Savc ı Bey’in r ızaların ı almıştır. Osman Bey kendisinin bey
olacağının çok önceden Harlak’ta Gökçe bacı tarafından müjdelendiğine
inanmaktadır. (Osmanc ık: 113.)
Osman Gazi’ye karşı Yarhisar, İnegöl ve Köprühisar tekfurları
birleşmişlerdir. Osman Bey ve halk ı yaylaya çıkacağı sırada kendilerine ve
Söğüt’e baskında bulunacaklard ır. Osman Bey böyle bir durum karş ısında ne
yapması gerektiğini uzun uzun arkadaş lar ıyla birlikte düşünüp tartışmıştır.
Sonuç olarak ise bu Tekfurluklarla ticaret yapanlara onlarla ticarete devam
etmeleri; fakat savaş sırasında kendi aleyhlerine kullanılacak olan aygır ,
tohum, boya, tezgâh vb. şeylerin satılmamas ı kararlaştırılmıştır. Osman Bey
mümkün olduğu kadar çok kiş inin görüşüne başvurarak en doğru kararın
alınmasını sağlamıştır. (Osmanc ık: 219)
Osman Bey bir iş yapmadan önce birçok görüşü dinlediğ i gibi bazı
insanlar ın sözlerine çok daha ayr ı bir değer vermektedir. Bu insanların
başında ise Şeyh Edebal ı gelmektedir. Şeyh Edebal ı , Osman’a daima aldığ ı
kararların geniş bir taban tarafından desteklenmesini salık vermiş olup
özellikle kardeş lerinin rızaların ı almas ını da vurgulamıştır.
“ Hey oğul, hey gazi han, övüncümüzsün, güvencimizsin. Bana
sordun, ben söylerim: sana yakışanı dersin, demen gerekeni dersin. Amma ki,
töre değişt irmek çok tedbir ve çok düşünce ister. Var sen, bir de kardeş
beğlerle görüş; onların dahi rızas ını al . „ (Osmancık: 309 )
Osman Bey ve arkadaşları , Ayhan Çavuşun gözetimindeki Moğolların
tarafından tehlike beklemekteyken tehlike, tam aksi yönden Samsa Çavuşun
gözetimindeki Tekfurluklar yönünden gelmektedir. Köse Mihal hariç diğer
tüm tekfurluklar, Kayı lara karşı birleşmişler ve çok önemli bir tehdit
oluşturmuş lardır. Bunlar ın içinde özellikle İnegöl Tekfuru çok s ık ıntı
ç ıkarmaktadır. Osman Bey ve arkadaşları bir araya gelerek uzun bir danışma
sürecinden sonra duruma açıklık kazandırmışlar ve “Baskın basanındır.”
fikrinden hareketle İnegöl’e baskın yapılmasına karar vermişlerdir.
(Kutludağ: 101)
Orhan Bey’ e Çimpeli İbrahim adında birisi Bizanl ı’ların artık
kar ıların ın k ızların ın namusuna elini uzattığını onları kaç ırmaya
başladıklarını bildirmesi üzerine Orhan Bey, derhal bu duruma müdahele
edilmesi gerektiğine karar vermiş ve konu hakk ında Bey’lerinin görüşlerini
almaya baş lamışt ır. Sonunda hep birlikte sefere çıkılmas ına karar verilmiş t ir .
(Sunguroğlu- I : 96 vd.)
Sunguroğlu ( I ) romanında Yavuz Bahadıroğlu, kısaca meşveret yapılan
salonu tarif etmiş ve Orhan Bey’in meşverete ne kadar önem verdiğini
vurgulamaya çal ışmış tır. Meşveretin yapıldığı salon dışarıdan dinlenemeyecek
ve izlenemeyecek bir şekilde çok iyi yal ıtılmıştı . Orhan Bey istihbarata çok
önem veriyor, mümkün olduğu kadar güvenilir kişilerin toplantılara
kat ılmalarına izin veriyordu. Salona Orhan Bey’in kızıyla evlendiği Yoannis
Kantakuzinos’un hediye ettiği perdeler asılmış tı . Orhan Bey kendisine hediye
edilen bu perdeleri evinde kullanmak yerine kamu yararına kullanmayı tercih
etmişti . Ayr ıca ortada kendisinin oturacağı bir sedir bulunur ve sağına soluna
doğru ise beyleri dizilirdi.
“ Ortadaki sedirin üzerinde, her zamanki asalet ve ağır başlıl ığı i le
Orhan Gazi bağdaş kurmuştu. Sağına, soluna beyleri dizilmişti . Bütün beyler
bu salonda cem olmuş lard ı . Yı l larca serhadlerde kı lıç sallamış ak sakallı
ihtiyarlardan, daha birkaç cenk görmüş genç beylere kadar, hepsi toplantıya
çağrılmıştı .” (Sunguroğ lu- I :121)
Osman Gazi hemen hemen her konuda istişâre yapmaya devam
etmektedir. Yine bir gün yapmış olduğu toplantılardan birinde her şeye
tahammülü olduğunu fakat bazı şeylerin kendisini son derece çok rahatsız
ettiğini belirtmektedir. Osman Bey’i en çok rahatsız eden şey Germiyanoğ lu
gibi Müslüman beyliklerin kendilerinin önüne engel olarak çıkmasıdır. Osman
Bey, Müslümanın Müslümanla çatışmasına asla gönlü raz ı olmayacak bir
yapıdadır. Bundan dolayı yapmış olduğu toplantı larda bunu sık sık dile
getirmektedir. Amcası Dündar Bey ise her fırsatta karşısına çıkmakta ve
düşmanla işbirliği yapmaktadır. Osman Bey bu toplantıda Dündar Bey’in
kendisine karşı ayn ı düşmanca tutumu devam ettirmesi halinde ne yapması
gerektiği konusunda da ileri gelen beylerinin fikirlerini almıştır.( Turgut
Alp:321)
Şeyh Edebal ı’nin yanı s ıra birçok silah arkaşı ve zaman zaman da
annesi Hayme Hatun’un görüş leri Osman Bey için çok değerliydi. Şeyh
Mahmud ve Gazi Abdurahman da ülkenin ileri gelen evliyalarındandı . Osman
zaman zaman bunlarla görüşür fikir alış-veriş inde bulunurdu. (Osman
Gazi:125)
Osman Bey zaman zaman da halkın görüşüne ve oyuna müracaat
etmişti . Örneğin Karacahisar’ın alınmas ından sonra Dursun Fakıh buranın
kadılığına ve Rahman da subaşıl ığ ına uygun görülmüş tür. Osman Bey orada
görev alacak kalemi (memuru) da halkın kendisinin uygun bulduğu kişi lerden
seçmesini istemiş ve Türkmenlerin bunu çok güzel bir şekilde başaracağ ını ve
ne kadının ne de subaşınn bu duruma müdahele etmemesi gerektiğ ini
vurgulamış tır. (Çatı:17)
25. Ölüm ve Ahiret İnanc ı
“Onlar, kesinlikle Rablerine kavuşacakların ı ve O'na döneceklerini
düşünen ve bunu kabullenen kimselerdir.” (2:46.) Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de
böyle buyuruyor . Osmanlı’nın öncü kadroları her şeyin Allah’tan olduğuna
gönülden inanıyorlardı . Onlar, insanın öldükten sonra dirileceğine ve her
canlının mutlaka bir gün ölümü tadacağı düşüncesine tüm içtenlikleriyle
inanıyorlar ve davran ış lar ını buna göre biçimlendiriyorlardı . Ölüm, onlar için
korkulacak bir şey deği ldi. Ölüm, onlar için parçanın bütüne ulaşmasından
ibaretti . Nasıl küçük derelerin denize ulaştıklarında sesleri kesilirse insan da
yaratıcıya ulaşt ığında huzura kavuşur ve dinginleşir . Onlar, “Hiç
ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi” öteki dünya için
çalışmıştı . Şeyh Edebal ı: “İnsanlar ne yana gitseler ölümlerine doğru
giderler.” demişt ir . Buna benzer bir şekilde Fransız deneme yazarı ve düşünür
Montaigne de “Bütün günler ölüme gider, son gün varır” demiş tir. Onlar,
insan ın attığı her ad ımda ölümle birlikte yürüdüğünün bilincinde olmuş; tav ır
ve davranış lar ın ı da ona göre belirlemişlerdir. Onlar için asıl korkulacak, olan
ölüm değ i l insanın bu dünyada başına gelenlerden dolay ı ölmeden ölmesidir.
Yahya Kemal bunu çok iyi bir şekilde şiirleştirmişt ir:
Ölmek değ i ldir ömrümüzün en feci işi
Müşkül budur ki, ölmeden evvel ölür kişi ( Yahya Kemal )
Allah “ Nerede olursan ız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam
kalelerde olsanız bile!..” (4:78. ) ayeti ve benzer birçok ayette ölümü tüm
canlıların tadacağ ını bildirmektedir.
Cavit Ersen’in Osman Gazi roman ında Allah’ ın bu dünyada
yapt ıklarımızdan öteki dünyada hesap sorulacağ ı bildirilmektedir ve Allah’a
kulluktan başka bir görevimizin olmad ığ ına dikkat çekilmektedir.
“ Bir gün ahiret gününde Cenâb-ı Hak bize sual edecektir : Ey kulum,
ben fani dünyada seninle beraberdim, sen kiminle birlikte idin?» derlerse
cevabımız ne olacaktır? Bunun için, doğduk, büyüdük, yaşıyoruz, hep Allah'a
s ığ ınmak suretiyle ölçüsüz adalete olan sadakatimizle şer 'î hükümlerden
ayr ılmadan neslimizin payidar olması için hep birlikte gayret göstermek
mecburiyetindeyiz.Boş şeylerle uğraş ıp vakit ziyan etmeyeceğiz.Ona
kulluktan başka bir görevimiz yoktur.” (Osman Gazi: 91)
Ölüm ve ahiretle ilgili olarak Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğ lu- II
romanında “külli nefsin zâikatülmevt” ayet-i kerîmesine dikkat çekmektedir.
Bu ayetin anlamı “ Elbette ki her nefis sahibi birgün ölecektir.” şeklinde
verilmiştir. (Sunguroğ lu - II : 13)
Sunguroğlu –I roman ında ise yazarımız, sadece kar tanelerinin bile
akl-ı selim sahibi olan birisine Allah’ın yüceliğini anlatmaya yeteceğini
belirtmektedir. Kar yağ ışı , dünyanın bir mevsimlik ölümü olarak
nitelendiriliyor. Her mevsimin arkasından bir başka mevsimin geleceğ i
vurgulanıyor. Yazar, ayrıca doğanın da insanlar gibi ölüp-dirildiğini
belirterek “Kün” emriyle varolan kâinatın, “feye- kün” emriyle ebedî ölüme
kavuşacağınıvurguluyor.(Sunguroğ lu- I: 63)
Ölüm konusunda diğer romanlarda tam bir teslimiyet göze çarpmakta
iken Kemal Tahir, Devlet Ana romanında Ertuğrul Bey’in ölümünü bir çığlık
havası içerinde vererek ölümünden duyulan üzüntüyü belirtmeye çalışmış tır.
Bunu yaparken de farkında olarak veya olmayarak bize ölüm karşısında kendi
duruşunu da vermişt ir . (Devlet Ana:141vd.) Romanc ımız ilerleyen sayfalardan
birinde de ölüm karş ısında insanoğlunun duruşunu “korkaklık ” olarak ele
almıştır.” olarak vermiş t ir . Ama inananlar için ölüm, aslında “yeniden doğuş”
un müjdecisidir. Ölüm sonunda parça bütüne kavuşur ve huzura erer. (Devlet
Ana:155)
Osmanlı Devleti’ni kuran kadrolar, ölürken bile hedefi ve ideali
göstermekten geri durmamışlard ır. Örneğin Osman Bey öldükten sonra
Bursa’ya gömülmeyi istemiş t ir . Ama o sıralarda Bursa düşmana aittir . Aslında
burada Osman Bey, Bursa’yı fethedin mesajı vermek istemişt ir.
(Osmancık:56)
26. Rüyalar
Türkçe Sözlük’te rüya şu anlamlarla karş ımıza çıkmaktadır: 1. Düş . 2.
Gerçekleşmesi imkânsız durum, hayal. 3. Gerçekleşmesi beklenen ve istenen
şey, umut. Bu anlamlardan yola ç ıkt ığ ımızda Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu
anlatan romanlarda rüyaların sözlükteki üçüncü anlamıyla – Gerçekleşmesi
beklenen ve istenen şey, umut – karşımıza çıktığ ı görülmektedir. Süleyman
Uludağ ise Tasavvuf Terimleri Sözlüğünde 18 rüyanın üç çeşi t olduğunu
belirtmişt ir . Bunlar:
18 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay., İstanbul 1977, s. 443 vd.
1. Allah’tan olan rüya.
2. Melekten olan rüya.
3. Şeytandan olan rüya.
Birincisinin açık olduğu için yoruma gerek olmadığı , ikincisinin rüya-
y ı sâdıka olup yoruma gerek olduğu ve üçüncüsünün ise aslın ın olmadığı , İbn-
i Haldun’un Mukaddime adl ı eserinden nakledilmiş t ir .
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sıras ında birtakım rüyalar görülmüş tür.
Gerek bu rüyaları gören kişi lerin önemi gerekse rüyaların içeriği , kuruluş
sürecini etkilemiştir.
Şeyhin koynundan bir ay çıkar ve Osman Gazi’nin koynuna girer. Ayn ı
anda göbeğinde bir ağaç biter ve gölgesi, bütün dünyaya yayılır. Ağacın
altından dağlar yükselir ve dağ lardan da ırmaklar akmaya başlar. Bu rüyasın ı
Şeyh Edebalı’ye anlatan Osman Gazi’ye Şeyh’in cevabı aynen şöyledir: “Hak
Te’âlâ sana ve nesline padişahl ık verecek. Mübarek olsun . K ızım da senin
helâlin olacak.” (Osmanoğullar ı: 290 vd.)
Şeyh Edebalı’nin kızını Osman’ a vermesi üzerine Osman çok sevinmiş
ama önceki eşi Mal Hatun’un buna çok üzüleceğini düşünmüştür. Ama
gönlünü kapt ırmıştır. Mâl Hatun’ u da hâlâ çok seven Osman Bey kimseyi
k ırmadan sorunu çözmeye çalışmaktad ır.
“Sen benim çocuğumun anas ıs ın, seni de seviyorum. Cevabın ı vermişt i .
Yolda aklına geldi. Bu işi Abdurrahman'ın karıs ı Gül Hatun ile Turgut Alp'in
kar ısı Yorgiya'ya bırakacaktı .Gerekirse kendisi de teselli edecekti. O zamanki
âdetlere göre birden fazla evlenmek olağan şeylerdendi. Kadınlann buna
alışmas ı lâzımd ı . Fakat karısını kırmak istemiyordu.” (Osmanoğulları: 292)
Osman Bey’ in ikinci bir evlilik yapmaya karar vermesi karşıs ında ilk
eşi Mal Hatun çok üzülmüşse de Osman Bey’i çok sevdiğinden ondan
ayr ılmayı asla düşünmemiş ve Osman’ı sevmeye devam etmiş ve bu duruma
alışmaya çalışmıştır. Bâlâ Hatun da Osman Bey’i çok sevmekte ve Osman
Bey’in ilk eşinin kendisinden Osman’ı bırakmasını istemesi durumunda buna
asla tahammül edemeyeceğ ini ve her ne şekilde olursa olsun Osman Bey ile
evleneceğ ini bildirmektedir:
“ . . .deği l Mal Hatun, hatta Kayı aş iretinin bütün kadınları yalvarıp
yakarsa Osman Bey'den gene vazgeçmez, geçemezdi. Art ık onun için her şey,
her şey Osman Beydi. Onsuz yaşayamazd ı .” ( Osmanoğulları: 292 )
Osmanoğulları roman ındaki rüya , Osmancık roman ında da aynı şekilde
geçmesine rağmen Şeyh Edebalı’nin k ızın ın Malhatun mu yoksa Bâlâ Hatun
mu olduğu konusunda uyuşmazlık söz konusudur. (Osmanc ık: 84vd.)
Osmanc ık roman ında Tarık Buğra Şeyh Edebalı’nin kız ı olarak Mal Hatun’u
alırken Osmanoğulları romanında ise Cavid Ersen Edebali’nin kızın ı Bâlâ
Hatun olarak göstermektedir. Tarih kitaplarında ise son yapılan araştırmalar
sonucu Sultan Orhan’a ait bir vakfiyeden öğrendiğimize göre, Şeyh
Edebalı’n ın kızının adı Rabî’a Bâlâ Hâtun’dur. Dolayıs ıyla Orhan Bey’in
annesi, bir selçuklu veziri olan Ömer Bey’in kız ıd ır. Şeyh Edebalı’nin kız ı
Bâlâ Hatun’un oğlu ise Şehzâde Alâ’addin’dir.
Kutludağ romanında da Şeyh Edebalı’nin kızı olarak Bâlâ Hatun
karşımıza ç ıkmaktadır. Adı geçen diğer romanlarda olduğu gibi rüya aynı
şekilde geçmektedir. Rüyanın ortaya çıkmas ından ve yorumlanmasından sonra
ise Edebâli kızı Bâlâ Hatun’u Osman Bey’e vermeye karar vermişt ir:
— Fakirliğime rağmen, diye tekrarladı , biricik kızım Bâlâ'mı ,
Kayı’ların beyi, geleceğ in sultanı Osman Bey'e veriyorum. Allah’ ım da
şahit olsun ki, bundan böyle baba kapıs ı Bâlâ'ya kapalıdır. Onun yeri kocas ı
ve çocuklarıdır. Tanrı kısmetlerini düğümlemesin, dirlik, düzenlik içinde
yaşasınlar. Herkese haberci gönderilsin. Bilsinler , Bâlâ Osman Bey'in
hatunudur.(Kutludağ: 97)
Ayn ı rüya Konak roman ında da geçmektedir. Burada rüya Şeyh
Edebalı’n ın ağzından verilmişt ir:
“Benim, Şeyh Edebalı olarak benim koynumdan bir ay doğmaktadır. Bu
ay, dolunay halini ald ığında var ıp Kara Osman’ ın koynuna girer. Bu
demdeyken, Kara Osman’ın göbeğinden bir ağaç köklenir, dallanır,
budaklan ır, gölgesi dünyayı tutar. Gölgesinin altında dağlar vardır; dağların
dibinden sular çıkar; bu çıkan sulardan kimi insan içer kimi insan bağın ı
bahçesini sular, kimi insan çeşmeler.. . ak ıtır.” (Konak: 189)
Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu sırasında Ertuğrul Bey’in gördüğü rüya
da içeriğ i ve verdiği mesaj bakımından çok önemlidir. Ertuğrul Bey görmüş
olduğu rüyayı 74 yaşına basmış ak sakallı bir dede görünümünde olarak oğlu
Osman’a büyük bir gönül tahatlığ ı içerinde anlatmıştır. Ertuğrul Bey’e bu
rüyada sabaha kadar Allah’ın Kitab’ ını ayakta okuduğu ve O’na saygı
gösterdiğ i için Devlet-i ebed-müddet müjedelenmiş tir. Kendisinden sonra
gelecek soyunun büyük bir saygıya mazhar olacağı bildirilmişt ir .
Ertuğrul Bey’in rüyas ı şu şekilde geçmektedir:
“ —Bak a benim yiği t im, dün gece gördüğüm rüyayı aklına iyice
yerleştir . Gün olur, bu rüyan ın gerçek olduğunu görürsen ardımdan Tanrı
duasını eksik etmezsin. Gördüğüm rüya, bütün hayat ım boyunca gördüğüm
rüyaların hiçbirine benzemez. Bundan üç yı l önce Söğütle Eskişehir arasında
bir ormandan geçerken ömrünü günahlardan sakınmaya ve dinin yasak ettiği
şeylerden uzak kalmaya adamış ünlü bir kişiye rastladım. Akşam bastırmış tı ,
o gecemi o mübarek zatın kulübesinde geçirmeye karar verdim. Tuz ekmek
hakk ı i le, ne bulduysa yiyip dinlenmeğe çekildiğimiz zaman o mübarek
kiş i oturduğum yerin arkasına rastlayan bir dolaptan ç ıkardığı bir kitabı
öpüp alnına götürdükten sonra gitti , odan ın en yüksek yerine koydu. Ben ona,
o kitabın ne olduğunu, neden konu ettiğini sordum. Mübarek zat: «Bu,
Allah’ ın Kitabıdır, Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed tarafından bütün
insanlara parça parça bildirilmiş tir» dedi, sonra beni yalnız bıraktı , çekilip
gitti . Ben o kutsal kitabı o, konduğu yüksek yerden aldım, yapraklar ını çevire
çevire, hiç oturmadan, ayakta birçok yerlerini bütün bir gece okudum. Sonra
yine eski yerine koydum, benim için hazırlanmış döşeğe yatt ım. Sabaha karşı
uyur uyanık bir halde iken yükseklerden gelen bir ses duydum. Bu ses bana
şöyle buyurdu : «Ey Ertuğrul! Benim ebedî olan sözlerimi bu kadar büyük bir
saygı i le ayakta okuduğun için evlâtların da, torunların da, birbiri ardına
bütün insanlıkça sayg ı kazanacaklardır.”(Ovaya İnen Şahin:18)
Ragıp Yeşim, “Ovaya İnen Şahin” roman ında Osman Bey’in kızı Bâlâ
Hatun’ u da rüyas ında görmüş tür. Daha sonra Şeyh’in k ız ıyla ilgili olan
gelişmeler, bu rüyanın gerçekleşt irilmesinden ibarettir:
“ Küçücük bir gölün sularında, daralıp yayılan bir beyazlık halinde
Şeyh’in k ız ı vardı . Gölün sularında bembeyaz nilüferler yüzüyordu. Bu beyaz
genç kız şekli bu nilüferlere doğru akıp geniş l iyor, sonra yeniden toplanıp
uzuyordu.” ( Ovaya İnen Şahin : 18)
Mustafa Necati Sepetçioğlu, Çatı roman ında Dursun Fakih’e çan
kulesinde düşle gerçek arası birtakım düşünüşler yüklemişt ir . Rüya motifine
yakın olan bu durum, düz yazıda imgelerin kullanımını başar ıyla yapması
açısından önemlidir. Dursun Fakih, Çan kulesinde yağmurdan sonra oluşmuş
hafif sisli bir ortamda – yazar rüya atmosferi yaratmak istiyor – oraya buraya
koşan bir tay görür ve gözü ona takılır. Uzun süre bu tay’dan etkilenir. Tay
çok hareketlidir ve burada gençliği , ele avuca sığmazlığı simgelemektedir.
Diğer bir deyişle Osmanlı Beyliğ ini temsil etmektedir. Bir süre sonra tay
gözden kaybolmuş ve yerinde yaşlı , ağırca, hantal bir beygir ortaya çıkmış tır.
Bu beygir gebe görünümündedir. Karn ın ın şiş olmas ı doğuracağına işarettir.
Doğacak olan da Osmanlı Devletidir. Çan kulesi ise oranın bir süre sonra
değişeceğ ini İslâmlaşacağ ın ı müjdelemektedir:
“. . .Her şey bir değişikliğe hazırlanıyor gibiydi, hatta hazırl ığ ını
bitirmişti , değ işmenin öte yüzüne dönen eşiği aşmak üzereydi, yarıdan
kopmuş yularından huylanan tay ın ç ıplak sırt ındaydı . Dursun Fakih,
boğazında bir tayın diri sırt ının gerilmekte olduğunu hissetti .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Tayın, çay ırın en son çizgisindeki yeşillenmiş buğuya doğru vurup git-
mesini kamç ı ladı . , tayın, başıboş koşusunu çok daha ötelere devam
ettirmeğ i . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Bir yaln ızlık taşlaşmış tı , daralmaktayd ı . Farkına varmadan gözleri
çayırdaki tay ı aradı .
Tay kaçıp gitmiş ti . Çayır kendi halindeydi. Dursun Fakih iyice kıstı
gözlerini; çayırın her yanına uçan kuşu gözünde süzdü. Tay ın, olmayacak bir
yerde kıs ılıp kaldığını san ıyordu; böyle olmasını istiyordu daha doğrusu.
Bulsa, çan kulesi bu kadar yabancılaşmayacaktı . Tayın yerine yaşl ı , ağırcana,
hantal bir beygir gördü. Sağdaki dere yatağından çıkmış olmalıyd ı . Ş iş
karnına bakılırsa gebeydi. Yumdu gözlerini Dursun Fakih; diri mi ölü mü,
sakat mı , sağlam mı , diş i mi erkek mi ne doğacağı , ne doğuracağı bilinmeyen
bir gebeliğ i düşündü., sonra bu eski kiliseyi, bu çan kulesini, bu dinmiş deli
yağmur sonrasını bu.. .” (Çat ı: 5 - 7)
27. Sadakat
Türkçe Sözlük’ te kelimenin anlamı şöyle verilmişt ir: “ İçten bağlıl ık,
sağlam, güçlü dostluk”. Sözlükteki bu anlama da uygun olarak sadakat
(bağlı lık ), bir millet için birleşt ici öğe olması açıs ından çok önemlidir. Hele
“Devlet-i ebed-müddet” düşünüşüyle hareket eden bir millet için bağlıl ık,
vazgeçilemez bir öğedir. Bağlı lık vatana, millete, yönetime ve her şeyden öte
Allah’ a olmuş tur. Onlar Allah’ ın emirlerini harfiyen uygulamaya
çalışmışlardır. Bu inan ışın sonucu olarak da yaşam biçimlerini İslâm
şablonuna oturtmuşlard ır. Onlar için “ helâl daire keyfe kâfidir.”
Akça Dede Sunguroğ lu romanında Aykut (Sunguroğ lu) u yanına çekmiş
ve ondan asla nefsine uymayacağına, nefsine uyduğu takdirde yok olup
gideceğine, ömrünün sonuna kadar din, devlet, millet uğruna dövüşeceğine,
gerekirse öleceğine dair yemin etmesini istemişt ir . Bu bağ lıl ık sözde değil
uygulamda çok daha belirgindir. (Sunguroğ lu- I :37)
Osman Bey ve arkadaşları bağ ıms ız bir Beylik haline gelinceye kadar
Konya Selçuklularına bağlı olarak hizmette bulunmuş lardır. Onlar’ ın
sadakatinden Konya Selçuklular ı’nın zerre kadar şüpheleri yoktur. Bir
defas ında Osman Bey ve arkadaşlarını ihanetle suçlayan bir sancakbeyinin
ş ikâyeti üzerine Selçuklu Sultanı , her ikisini de dinlemiş ve Veziri Müciritt in’
in de fikrini alarak Osman Bey ve arkadaşların ın hizmetlerinden zerre kadar
şüpheleri olmadığ ını belirtmiş ve Selçuklu’ya büyük hizmetlerinin
dokunduğunu vurgulamıştır. (Osmanoğulları: 237)
Ertuğrul Bey’in ölümünün ardından Osman Bey, aş iretin ileri
gelenlerini toplayarak babasın ın ölümünden sonra beylerin kendisini aş iret
başkan ı olarak kabul edip etmediklerini sormuş tur. Ayrıca kabul etmedikleri
takdirde zerrece kırılmayacağın ı ve seçilen aşiret başkanına ölene kadar sâd ık
kalacağ ını belirtmiştir. Bunun üzerine ilk olarak Turgut Alp, onun ardından
da Karamürsel, Aykut Ap, Abdurahman, Hasan Alp, Akçakoca, Konuralp ve
Gündüz Bey, bağlılıklarını bildirerek tebrik etmişlerdir. Hep bir ağ ızdan:
“sen bizim babamızsın. Kayı aşireti sensiz nasıl mesut olur?” demişlerdir.
Gündüz Alp, gözleri yaşlanmış bir şekilde yaşça kendisinden küçük olan
kardeşinin ayaklar ına kapanmak istemiş tir. Osman’ ın Beyliği’ni İlk olarak
Turgut Alp’ın kabul ederek ellerine sar ılıp öpmesi ve Osman Bey’ e hitaben
konuşmas ı çok etkilyici bir biçimde roman kurgusu içerinde karşımıza
ç ıkmaktadır:
“ — Sen bizim başbuğumuz, babamız, kardeşimiz, her şeyimizsin.
Ölünceye kadar yanından ayrılmayacağız, gerektiğinde uğruna hayat ımızı
seve seve vereceğ iz. Bir emrini iki etmiyeceğiz. Öl dediğin yerde ölecek, kal
dediğin yerde kalacağız. Sen bizi zaferlere ulaşt ıracaks ın. Büyük bir devlet
kuracaksın. Bütün tekfurlar önünde eğilecekler.
Turgut konuşurken gözyaşlarını tutamıyordu. Osman Bey vefakâr
arkadaş ın ın alnından öptü.
— Sağol Turgut, senden bunu beklerdim.” (Osmanoğulları: 324 vd.)
28. Şeyh Edebalı’nın rolü
Şeyh Edebal ı , Osmanl ı’nın kuruluş aşamasında büyük hizmetlerde
bulunmuş ve manevî yönü ağ ır basan şahsiyetlerimizdendir. Feridun Fazıl
Tülbentçi, Osmanoğullar ı adlı romanında Şeyh Edebal ı’y ı tanı tıcı bilgiler
vermiş tir. Şeyh Edebal ı , İtburnu köyünde oturmakta ve şöhreti bütün
Anadolu’ya yay ılmaktadır. Bölgenin en nüfûzlu Ahî başkanlarından biridir.
Karaman’da doğmuş , orada okumuş ve tahsilini ilerletmek üzere Şam’a
gitmişt ir. Şam’da devrin sayı lı bilginlerinden ders almış , i lmini ilerletmiştir.
Anadolu’ya döndükten sonra Eskişehir dolaylarında yerleşmiştir. , İtburnu
adındaki ufak köy birdenbire parlamış , i l im adanılan Edebalı i le tart ışmalarda
bulunmak üzere buraya dolmuşlardı . Ertuğrul Gazi’de birkaç defa Edebal ı’yi
ziyaret etmiş ve onun ilminden, fazlından yararlanmak istemişt i .
(Osmanoğullar ı: 149 vd .)
Şeyh Edebal ı , Osman için artık bir ufuk olmuş tur. Osman, ne zaman
başı s ıkışsa ilk iş olarak Şeyh Edebalı’n ın görüşüne başvurmaktad ır. İlerleyen
zamanda Osman Bey, Şeyh Edebal ı’nın k ız ı Mal Hatun ile evlenerek ilişkileri
daha sağlam bir hale getirmiş t ir . Şeyh Edebal ı i le Osman’ın yanyana olmas ı
demek, Şeyh Edebal ı’n ın yanında olan birçok ahînin de Osman Bey’in
arkas ında olmas ı anlamına geleceğinden Osman Bey, Şeyh Edebal ı i le
i l işkilerini s ık ı tutarak hem bireysel hem de Beyliği açısından mükemmel
kazançlar elde etmişt ir . Mustafa Necati Sepetçioğ lu, Çatı roman ında Şeyh
Edebalı’n ın daha çok mistik yönüne dikkat çekmeye çalışmış ve onu Osman
Gazi’nin bakış aç ısından vermeye çalışmış tır:
“ Şeyh Edeblalı kara yünden gevşek dokunmuş bol hırkasının içinde
varla yok arası oturuyordu; sırtı kamburumsu eğ ik, kol yenlerinin içinde
elleri var mı yok mu belli değ i l . , biri gelse de hırkayı bir omuzundan çekip
yukarıya doğru kald ırsa bulutumsu bir yumak kalacak geriye belki. Osman
Bey, ne zaman baksa Şeyh Edeblalı’ya daima kara yünden gevşek dokunmuş
bol bir hırkanın içinde bulutumsu bir pamuk yumağ ı hissetmişt ir; doğru mu
hissetmiş tir , yanl ış mı hissetmiş t ir onun orasını Allah bilir gayri, Osman Bey
bu hissini ölçüp biçmemiş t ir. Bildiği bir şey varsa bu şekilde hissediş in
hoşuna gittiğ idir. En zor sık ıntılarda düşünüp alnı çatlayacak kadar ge-
rilmişken, çok çok uzaklarda da olsa kara hırka içinde bulutumsu bir pamuk
yumağ ının varl ığ ını duymaktan güçlenmiş t ir . Hele şimdi, mescitte, iki iki-
yeyken bu güçlenişi çok yakından duydu; yorgunlukları da uykusuzluğu da
Osman Beyden sıyrıldı . Az önce sönen mumların dinlenişinde sandı kendini;
birisi, durmadan yanan yorgunluğunu söndürmüş tü. (Çatı: 124)
Osman, Şeyh Edebalı i le tanış tıktan sonra asıl kimliğine kavuşmuş ve
zaman geçtikçe “Devlet-i ebed-müddet” i kuracak şahsiyet haline gelmişt ir .
Özellikle Osman’ın Şeyh Edebal ı i le Sivrikaya mevkiinde geçen konuşmaları
akl ından hiç çıkmamaktadır. Ömrünün geri kalan k ısmında da sık s ık Şeyh
Edebalı i le görüşmüş , onun manevî ikliminden faydalanmıştır. Zaten Osman
Bey’in Şeyh Edebalı i le ilk tanış tığı s ıralarda Şeyh Edebalı’y ı k ırmış
olmasından dolayı Ertuğrul Bey, oğlu Osman’ ı yanına çağ ırarak uyarmış ve
Şeyh Edebalı için “soyumuzun ış ığ ı” demiş tir. (Osmanc ık: 15vd.,25)
Osman Gazi, Edebalı’dan dolay ı babasının kendisini uyarmasın ı içine
sindirememiş t ir . Çünkü o sıralarda Osman gençtir, deli doludur. Osman’ın
gözü karadır, tuttuğunu koparmaya çalışır. Bir şeyi kafasına koymuşsa ne
pahasına olursa olsun yapar. Ama gün geçtikçe daha derin düşünür ve
babasına hak verir, Şeyh Edebalı’ya yaklaşma arzusu duyar. Bir şey sanki
mıknat ıs gibi kendisini Şeyh Edebalı’ya çekmektedir. Osman şimdi babasının
Şeyh Edebal ı vb. şahsiyetlere niçin çok fazla önem verdiğini daha iyi
anlamaya başlamışt ır:
“ Ya, babasın ın büyük bir saygı gösterdiği , kâh görünüp, kâh çekilip
giden birtakım adamlar? Ki, Osman bunlar ın bu yöreye ve daha batıya veya
daha kuzeye, kendilerinden önce geldiklerini, babasın ın anlattıklarından
biliyordu.. kimdi bunlar? niçin gelmiş lerdi tâ Türkistan'lardan? ve onlar ı
birbirlerine yakınlaş tıran., yakınlaşma ne kelime? birbirlerine bağlı tutan,
sürekli il işkide tutan?” (Osmancık: 25 - 27)
Şeyh Edebal ı’n ın saygınlığı , diğer manevî şahsiyetler tarafından da
kabul ediliyor ve Şeyh Edebal ı onlar tarafından da büyük bir saygı i le
karşılan ıyordu.. Şeyh Edebalı , bir defasında bu kişileri bir araya toplamış;
parçalanma yerine bir araya gelme, birleşme, birlik ve bütünlük çağrıs ı
yapmıştır. Meşverete katı lanlar içerisinde Geyikli Baba, Barak Baba, Saru
Saltuk, ve Taptuk Emre de vard ır. Çeşitli konular hakk ında görüşlerini
bildirmişlerdir:
“ Sizleri buraya kadar yoruşumuzun, bu vakitsiz çağırış ımızın sebebi de
bu zaten. Duyduğumuz, edindiğimiz, görüp bildiğ imiz bize vaktin geldiğini ,
yar ının geç olacağını işmar eyledi. Her birimiz, Türkmene dediğimizi kabul
ettiren söz sahiplerindeniz; gördük ki kimimiz Karası Beye, kimimiz Karaman
Beye umut bağ lamış ız, Selçuklunun yerini alması için yardım elini uzatmışız.
Yani, her birimiz, Geyikli Babamız ın söylediği gibi yazmanın yamalar ının
peşindeyiz. Yazmayı düşünmeli yazmayı . , yani, petek çürüdüyse yerine yeni
bir petek koyup kovandan arıları kaçırmamal ıy ız. Mesele peteği seçmemizde.
Saru Saltuk tohumu bulalım dedi; Barak tohumu has ola, buyurdu; Taptuk
Emre, hasa has gerek, dedi., şimdi toparlayalım bunları .” (Konak: 184)
Osman Bey üzerinde – geleceği müjdelemesi açısından - Şeyh
Edebalı’n ın gördüğü rüyanın da çok büyük etkisi olmuş tur. Bu rüyaya göre
Şeyh Edebal ı’n ın göğsünden doğan bir ay, dolunay halini alarak Kara
Osman’ın koynuna girer. Bu s ırada, Kara Osman’ ın göbeğ inden bir ağaç
köklenir, dallanır, budaklan ır ve gölgesi dünyayı tutar. Gölgesinin altında
dağlar vardır; dağ ların dibinden sular ç ıkar; bu ç ıkan sulardan kimi insan
içer, kimi insan bağını bahçesini sular, kimi insan çeşmeler.. . ak ıtır.
(Konak:189)
Şeyh Edebal ı , Osman ile yaptığı bir görüşmede bir gece sabaha kadar
Kur’ân-ı Kerîm okuduğunu ve uyur uyanık halde bir düş gördüğünü; bu düş te
“memleketin hayrından başka bir şey “ olmad ığ ın ı belirterek Osman’a Cihan
Devleti’nin Bey’i olmayı müjdelemişt ir.
Osman Bey, daha önce Yunus Emre ve Mevlâna ile tanışıp sohbet etme
fırsatı elde etmiş ti . Şeyh Edebalı i le karş ılaştığında da aynı manevî havayı bir
kez daha soludu. Osman Bey, bir an Şeyh Edebalı’nın oluşturduğu manevî
atmosfere dalarak şunları hissetmişt ir:
“ . . .Şeyh Edeblal ınin sözlerinde çizdiğ i yol yahut yollar, karanlıklar
içinde, ak, akça, puslu cılgalarla dall ı budaklı uzand ı gözlerinde. Karanlığın
içinde uzanan ak akça cılgalı yollarda iki gölge görür gibi oldu: birbirine el
vermiş , birbirinden güçlenen biri kendisiydi biri Şeyh Edeblal ı . Aklığın
sonundaki karanl ığa ikisi de aynı anda dald ı; Osman Bey ürperdi: “Şeyhim bu
bir muştuluksa? Ne güzel muştuluktur bu.. .” (Çatı: 128)
29. Tedbir
Osmanlı Devletinin kuruluşunda emeği geçenler tedbir konusuna
mümkün olduğu kadar çok önem vermektedirler. Tedbir, onlar için çok
önemliydi ve düşmana hazırlıksız yakalanmamak için de daima savaşa hazır
konumda bulunulmas ı gerekiyordu. Tedbir, sadece savaşa hazır bulunma
anlamında deği l ; alınan kararların düşman kuvvetlerinin eline geçmemesi
açısından da şartt ı . Onların s ıkı sıkı bağl ı oldukları Kur’ân-ı Kerim de
tedbirli olmay ı buyuruyordu:
“Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa ç ık ın, yahut
(gerektiğinde) topyekün savaşın.” ( Kur’ân-ı Kerim, 4:71. )
“İçinizden baz ıları vard ır ki (cihad konusunda) pek ağırdan alırlar. Eğer
size bir felâket erişirse: "Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım"
der. (Kur’ân-ı Kerim, 4:72.)
Onlar tedbirli olmak zorundaydılar; çünkü çevreleri dört bir yandan
düşmanla çevrilmişti . Bunun da ötesinde ender de olsa içlerinden ne zaman
zaman Osman’ ın beyliğini çekemeyenler çıkıyordu.
Cenap Şehabettin’in deyişiyle gündüz kandilini hazırlamayan gece
karanlığa raz ı olmak zorundaydı . Bu sebepledir ki onlar asla karanlığı
istemiyorlar; hep bir adım daha ilerisini istiyorlardı . Öyleyse her zaman
tedbirli olmak zorundayd ılar.
Ertuğrul Bey’in halefi Osman Bey’e verdiği öğütlerden biri de tedbirli
olmakla ilgiliydi. O, her fırsatta tedbiri önemini vurguluyordu. Biliyordu ki
tedbirsiz hareket etmek, engelenemez sorunlara yol açabilirdi:
“- Düşman ını kollamadan üzerine varma. Onu daima boş ve hazırlıksız
yakalamaya çal ış .Ak ıll ı fukara, akılsız zenginden daha az aç kalır, bunu
unutma!” demişt i . (Ovaya İnen Şahin: 23)
O zamanlar casuslara – istihbarat görevlileri- ‘caşı t’ deniliyordu.
Osmanlı’nın istihbaratı da son derece güçlü idi. Ama Osmanl ı Beyliği’nin
istihbaratın ın güçlülüğü gibi düşmanın istihbaratı da güçlü olabilirdi; hatta
içeriden – kendi içlerinden- birileri de caşıtlık yapabilirdi. Bu yüzden her
olasıl ık göz önüne alınarak tedbirli olmak ve alınan kararlar ı herkesin
yanında ulu orta söylememek gerekiyordu:
“ Konuşanların hepsi doğru konuştu. Balaban'ın hakk ı var: Bütün bu
söylenenleri ben günlerdenberi düşünüyorum. Düşündüğüm içindir ki bir plân
kurdum. Uygulanmadan burada, önünüzde bu plânı anlatacak değilim. Bizim
çaş ıt larımız gibi, Çavdarlar ın çaşıt ları da bizi duyabilir. Hattâ düşman ımız
olanlar bunu götürüp onlara anlatabilirler. Ben sizlere şu kadar ım
söyliyeceğim: (Osman Gazi dönüp uzandı , Orhan Beyi kolundan çekti, sonra
boşta kalan elini silâh arkadaş lar ına doğru kald ırd ı) Bre Saltuk Alp beri gel!.
(Az önce kolundan tutup silâh arkadaş lar ı aras ına kattığı yeni Müslüman
.Mihail Kase'ye de aynı şekilde seslendi) Bre, Köse Mihal, sen de gel!. . .”
(Ovaya İnen Şahin: 138)
Osman Bey istihbarat konusunda son derece titiz olmaya devam ediyor
ve zaman zaman düşmanın Osmanlı’nın harekât plânın ı ele geçirmiş
olabileceğini düşünerek her olasıl ığ ı göz önüne alıp plânda ufak tefek
değiş iklikler yapma gereksinimi duyuyordu. Böylece düşman, onlar ın
plânlarını ele geçirmiş olsa bile bazen büyük hayal kırıklıklarına
uğrayabiliyordu:
“Osman Bey, düşmanın hazırlıkları hakk ında bilgi almak için iyi kalpli
Aratos'u beklemiş t i . Fakat on beş günden beri ortalıkta yoktu. Söğüt 'e
uğramamış tı .
Perşembe akşamı süvariler, emre haz ır bir vaziyette toplânmışlard ı .
Yaln ız Ahmet Alp yoktu. Bütün araş tırmalara rağmen de bulunamamış tı .
Ahmet bekârdı . Bir y ıl öncesine kadar Dündar Bey'in hizmetinde iken, Osman
Bey'e katılmış t ı . Mazisi de oldukça karanlıktı . Kay ı aşiretine mensup olmayıp
henüz bir delikanl ı iken Konya'dan Söğüt 'e gelmiş t i . Süvarilerden birinin,
Ahmet'in bir akşam evvel kasabadan ayrıldığını ve Kartallı ham istikametinde
atını sürdüğünü söylemesi üzerine Osman Bey'in yüzü birden değişt i .
Arkadaşlarına :
— Acaba nereye gitmiş olabilir?
Diye sordu. Karamürsel 'in öteden beri Ahmet'e it imadı yoktu. Turgut
Alp da tereddütlerini ortaya vurdu :
— Ahmet'i herkesten eski olarak ben tanırım. Biz Dündar Bey'in
emrinde iken beraber çalışmış tık Konyal ı Mesut 'la akrabalığı ve Korhan ile
fazla dostluğu vardır. Korkarım, haz ırlığ ımızı düşmana haber vermiş olmak
için Söğüt'ten ayrı lmasın.
Osman Bey buna pek ihtimal vermiyordu. Ahmet bu kadar namussuz
olamazdı . Bu hadise Kay ı ' lı süvarilerin hareketini iki saat kadar geciktirdi.
Plânda ufak bir tadilat yapıldı . Gece Ermeni Derbendi denen mıntakada
geçirilecek ve İnegöl halk ı kaleden dışarıya çıktığı zaman hücuma
geçilecekti.” (Osmanoğulları: 217)
Yavuz Bahadıroğlu Sunguroğ lu romanında samimiyetine güvenmesine
rağmen istihbaratına başvurduğu papazı söylediklerinin doğruluğu kan ıt lanana
kadar kapalı bir yerde tutmay ı doğru bulmuş ve giderken de döner dönmez
kendisini kapal ı bölmeden çıkaracağını Sunguroğlu’nun ağzından söyleterek
onların istihbarat açısından tedbire ne kadar önem verdiğini ortaya
koymuş tur:
“ Papaz sözlerinde samimî görünüyordu. Fakat yine de Sunguroğlu bir
tedbir almayı uygun buldu. Hancıyı yanına çağ ırd ı:
"Hancıbaşı! Demir parmaklıkl ı sağlam bir odan var mı?" diye sordu.
Hancı:
"Var beyzadem," dedi. "Tavan arasında kiler olarak kullandığ ım küçük
bir odam var. Kapısı kalın meşeden, pencereleri demir kafeslidir."
"Kilidi sağ lam mı bari?"
"Sağ lam ya, hem nasıl sağlam bilsen?"
Sunguroğlu parmağıyla papazı gösterdi:
"Papaz efendi o sağlam kilitli odada yatmak arzusunu gösterdi.
Kendilerine mükellef bir yatak yapıver. Yiyecek ve içeceğ ini odasına bırak.
Ben izin vermeden odadan dışarı salmayacaksın, tamam mı?"
Hancı , Sunguroğlu'nun ne demek istediğini çok iyi anlamış tı . Kıs kıs
gülerek:
"Merak etme yiğidim," dedi. "İstersen pencereden bakmayı bile yasak
edebilirim."
Papaz yerinden kalkarken:
"Beni kurt pençesine teslim ediyorsunuz yiğidim," dedi. "Bu hanc ı
oldum olas ı hoşlanmaz benden."
Sunguroğlu'na uzun uzun bakt ı .
"Esasen bu tedbiri ben rica edecektim. Bana hâlâ inanamadığın ı
biliyorum. Dövüşürken gözünün arkada kalmasın ı istemem. Onun için bir
odaya kapatılmamı isteyecektim. Ama ne olur beyzadem, iş halledildikten
sonra buradan beni ç ıkartmay ı unutmay ınız. İçim bunca intikamla dolu iken,
bir tavan arasında açlıktan ölmek istemem."
"Merak etme, unutmam. İş hallolur olmaz seni kurtarmaya geleceğim.
Gönlünü ferah tutasın."
Papaz:
"İnşallah," dedi.
Hancının peşinde merdivenlere doğru yürüdü. Tam ç ıkacağı sırada
döndü. Sunguroğlu'na baktı , hafifçe eği ldi:
"Gecen hayrolsun beyzadem. Allah kıl ıcın ı keskin etsin."
"Geceler hayır doludur, papaz efendi. Söylediklerinin doğru olduğuna
inanmaya başladım, ama tedbire riayet de şartt ır, kusura bakma!"
Papaz son sözleri belki de duymamış tı . Kapıdan geçmiş merdivenlere
ulaşmıştı .”
( Sunguroğ lu- I: 120 )
Turgut Alp’ta ise Kayı’nın büyümesine tahammül edemeyen tekfurların
er geç Kayı Boyu üzerine sald ırıya geçebileceği vurgulanmış ve Kayı Boyu
mensuplarının özellikle de gençlerin ellerinden geldiği kadar olası düşman
saldır ılar ına karşı tedbirli olması gerektiğ i dile getirilmiştir:
"Kuvvetlenmemizi hazmedemeyen tekfurlar yeni plânlar peşinde
koşacaklard ır. Bizi sindirmek için tekrar itt ifaka geçeceklerdir. Haz ırlıkl ı
olmak durumundayız. Hepiniz kendi çapınızda bu hazırlıklara nezaret ediniz.
Kayı lı gençler her sabah muntazaman kı lıç kalkan oyunu yapsın, cirit atma ve
ok gezlemeyi öğrensinler.Geleceğin devletini onlara emanet edeceğiz. İyi
yetişirlerse gözümüz arkada kalmayacaktır."(Turgut Alp: 94)
30. Törelere Bağlı lık
Osmanlı Devleti’ni kuranlar, gelenek ve göreneklerini, örf ve âdetlerini
daima göz önünde bulunduran insanlardı . Eski Türkler’den beri süregelen
birçok gelenek ve görenek Osmanlı döneminde de devam etmiş ; daha da
gelişt irilerek ve değişt irilerek bir sonraki nesillere kültürel bir miras olarak
aktarılmıştır. Doğa bilimcisi Robert İngersol ‘un deyiş iyle ‘ âdet ve an’aneler
bizi beş iğ imizde karşılar ve ancak mezarımızda terk ederler.’ Bundan
dolayıdır ki onlara değer vermeli, bizi yanlış yönlendirmelerine izin
vermemeli ve mümkün olduğu kadar seçici olmalıyız.
Türkçe sözlükte 19 gelenek ve görenek şu şekilde tan ımlanmaktadır:
19 Yararlanılan Türkçe sözlüğün künyesi çalışmanın sonunda yer almaktadır.
“ Gelenek: Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları
dolayıs ıyla sayg ın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptır ım gücü olan
kültürel kalıntılar, al ışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, an’ane.”
Görenek: Bir şeyi eskiden beri görüldüğü gibi yapma alışkanlığı .
Eski Türkler’den beri Türklerde göçebelik yaygındı . Kemal Tahir
Devlet Ana’da göçebeliğin getirdiği birtakım sorunlara da değ inmeye
çalışmıştır:
“ Hophop Kadı herifin yüzüne merakla baktı . Göçebelikte, konduğu
yerin yemeğini yemek konuğun pazarl ık etmesini, tartışmasını , herhangi bir
işde karşı teklifler i leri sürmesini önlüyordu. Pervane, «Pazarlık kesildi, dört
yüz altuna» demiş t i oysa... Sezinlemeye çalış tı . “ ( Devlet Ana: 283 )
Osman Bey ve arkadaşları İnönü’ne Mahmud Bey’in davetlisi olarak
yemeğe gitmişlerdir. Yemek yenildiği s ırada ş irretliğ iyle bilinen El Zahid ve
adamları Mahmud Bey’den konukların ın dışarı ç ıkar ılıp kendilerine teslim
etmesini istemişt ir . Mahmud Bey ise konuklar ın hiçbir şekilde
verilmeyeceğini ve bunun töreye aykırı olduğunu söyleyerek üzerine düşeni
yapmıştır. Hatta arka kapıdan Osman Bey ve arkadaşların ı kaçırmayı bile
düşünen Mahmut Bey bir anda Osman Bey ve arkadaşların ın düşmanla
çarpışmaya baş ladığını ve düşman ı nasıl dize getirdiğ ini görünce hayretler
içerinde kalmış tır. Yine orada bulunan Mihail Koses de hayretini
gizleyememiş ve bu âni yek-vücut oluşa hayran olmuş tur:
“ Mihail ' in duyduğu hayranlıktan başka bir şeydi ve sürekli olarak
düşüncesini tahrik ediyordu:
Önce, ev sahibi Mahmud Beğ!
Mahmud Beğ , askerî olan biri değ i ldi.
Mahmud Beğ , sözü, sazı , sohbeti, yemeyi, içmeyi, zevk ve sefayı ; k ısacası ,
yaşamay ı ve can ını çok seven; kavgayı , dövüşü bilmeyen, belindeki kılıcı âdet
yerini bulsun diye taşıyan biriydi.
Mahmud beğ , ayrıca, Al Zahid'in ş irretliğ ini, kinciliğini, acımas ızlığını
iyi bilirdi.
Ama Mahmud Beğ ;
-" Bu hangi töredir, Zahid Beğ ? Konuk verilir mi?" demiş t i .
- "Beni al , daha eyi." demişti .
- "Sana yak ışan ne ise onu et; konuk vermem ben" demiş t i .
Ve, Mahmud Beğ , i lk kuşandığ ından beri lâf olsun diye taş ıdığı k ılıcını ,
i lk defa, vuruşmak niyetiyle, yâni öldürülmek için çekmiş t i ; bir töre için!
(Osmancık: 64 )
“Osman Bey olmak istemektedir. Art ık Bey olma zamanının geldiğ ine
inanmaktadır. Bunun için Şeyh Edebalı’ye danışmış ve Şeyh Edebal ı de
“töre gereğ ince olacaktır „ demiş tir ve beklemesini buyurmuştur. Çünkü bu iş
hemen olabilecek bir iş değ ildir. Bu işin gerçekleşmesi için öncelikle
meşveret gerekmektedir. Beklenen istişâre en k ısa sürede yapı lacak ve
herkesin bilgisi dahilinde Osman, Bey olacaktır. Zaten Osman kendisine
Beyliğ inin daha önceden Gökçe bac ı tarafından müjdelendiğine inanmaktadır:
“ Atam Ede Balı , Allah bilir ya, ben önce, doğru muyum, yanl ış mıyım,
bileyim deye senden akı l almak dilerdim. Niyetimi âşikar etmekliğ im için,
babam Ertuğrul beğ gaziden bile önce sana danışmam gerek sayardım. Amma
ki, sen böyle münasip gördün, ben de uyar ım. Ş imdi büyüklerim küçüklerim,
saydıklarım, sevdiklerim, herkes bilsin. Bana yakış ırsa, benim hakkım ve
lây ıkım görülürse, ben beğ lik isterim. Buna da kendimi lâyık sand ığım ve
bana yakış ır sand ığım ve hakk ımd ır ve hak edeceğim sandığım için isterim.
Ve dediğin gibi, daha önce de, ağam Gündüz beğin iznini ve r ızasını ald ığım
için isterim. Deyin bana şimdi: Doğru muyum, yanlış mıy ım?" Osman
sözlerini bitirdikten sonra, konuşmaya başlamadan önceki gibi, hepsine tek
tek ve dura dura baktı; ama bu sefer sırayı Ede Balı 'da tamamladı . , cevabı
ondan beklediğini belli etti ve cevabı al ıncaya kadar da gözlerini ondan
çevirmedi.
Ede Balı gülümsüyordu; baş ta Osman, herkesin sabr ını dener gibiydi.
Sabırsızlık ise, sadece, el kavuşturmuş dinleyenlerde belirtiler verebildi;
delikanlılar, heyecanlanmıştı .
Buna karşıl ık, oturanların yüzlerinde, bakışlarında, oturuşlarınlarında,
en ufak bir değiş iklik yoktu.
Osman'a gelince, dizlerinin üzerinde yay gibi gerilmiş ve hep Ede
Balı 'ya bakan Osman, yontma bir taş kitlesini and ırıyordu.
- "Azmini, sebatını , sabrın ı bilirdik, Osmanc ık" diye başladı Ede Balı;
"Bunların makbullüğünü sana demişt im, açık yürekliliğini ve açık
sözlülüğünü de gördük. Bu makbuldür. Gücünü, kuvvetini, cesaretini
süslemeye başladın, Osmanc ık. Seni sevenlerin, seni tutanların pek çoğu ve
biz, işte bunu beklerdik. Sevindirdin bizi. Sorduğuna gelince; doğrusun,
doğru yoldasın, Osmanc ık. Amma, beğ lik üzerine, burada ve buradakilerde
sana verilecek söz yoktur. Töre gereğ ince olacaktır o. Sözümüz, baban
Ertuğrul beğ gazi 'nin dediğ i günde ve dediği yerde ve başka sözlerle birlikte
olacaktır."
Ve, Ede Balı 'nın gülümseyişi değiş ti . Sesi de öyle:
- "Bak, a oğul" dedi Hüsameddin'e; "anan Ildız Hatun konuklarımıza,
yemek, içmeye bir şey haz ır edebilmiş mi? Yoksa k ızıyla can sohbetlerine mi
dal ıp gitmişt ir ."
Güneş , Domaniç'in batıs ın ı çizen tepelere inmek üzeredir.
Osman, çadırın ın ön bölümünde, bir ayı postunun üzerinde, bağdaş kurmuş
oturuyor., k ımıldamadan, kıpırdamadan ve tıpkı , on gün önce, Ede Balı 'n ın
konuşmas ın ı beklerken nas ılsa öyle, yontma bir taş kitlesi gibi!
Malhun Hatun, arada bir, kendisi için örmekte olduğu sapan ı bırak ıyor,
yataklar ın bulunduğu arka bölmeye gidiyor, orada oyalanıyor ve Osman'ın
bekleyişine bir başka biçimde kat ılıyor:
Yüz ad ım kadar yukarıdaki Ertuğrul Beğ gazi çadırından hâlâ haberci
gelmiyor.
Karar niçin gecikmiş tir?
Malhun tedirginliğini art ık gizleyemiyor.
Osman'a gelince, Osman, beğliğinin Harlak'da, Gökçe Bacı tarafından
ilân edildiğ ine, kendisinin bile yadırgad ığ ı bir güvenle inanmaktadır. Gökçe
Bacının söyledikleri kulaklarından gitmiyor.
"Ayın on dördü Malhun Hatun.. . gökçek Malhun Hatun, dilerim
bencileyin ak pörçekli kar ıcık olun da, oğullar ın ın beğliğini de görürsün."
Al ınyazıs ın ın açıklan ış ıd ır bu; Osman buna inanıyor.
Beğ , elbette, kendisi olacaktır. Osman buna inanıyor.
Çünkü beğliğin ne olduğunu en iyi bilen kendisidir.
Ve, bildiğini en iyi uygulayabilecek olan Osman'dır; kendisidir. Osman
buna inanıyor.
Ertuğrul beğ gazi 'nin çadırında tartışma istediğ i kadar uzasın, sonunda
olacak olan budur. Osman buna inan ıyor.
Nitekim, çadırın ön düzünde bir gölge beliriyor. Bu gelen, baba yoldaşı
Samsa çavuş 'dur. Samsa çavuş:
- "Hey, Osmanc ık; baban Ertuğrul beğim gazi seni diler" diyor.”
(Osmancık: 113. )
Akça Koca ile Esmahan’ın düğün töreni de gelenek ve göreneklere
uygun olarak yapılmış ; orada tam bir şenlik havas ı hâkim olmuş tur. Ok atma
yar ışı bile yap ılmış olup Akça Koca’yı sadece Osman Bey ve Abdurahman
Gazi geçebilmiştir. İki taraftan da düğünde herkes haz ır bulunmuş tur.
Osmanc ık’ta bu düğün anını Tar ık Buğra son derece başarı lı bir şekilde
betimlemiş t ir:
Bu s ırada bir neşe patlaması oldu: Bin, belki de iki bin kişi el ç ırp ıyor,
bağırışıyor, zurnalar çalıyor, kösler vuruyordu, çünkü meydan ın Söğüt
ucundan, gelin getirenler görünmüş tü.
Önde, kendisi bir başka süslü, devesi bir başka, Esmahan vard ı . Bindiği
deveyi, iki yanında iki yiğit kardeşi güdüyordu. Onların yanlarında da
Esmahan'ın ahretliği , yak ın arkadaşları vardı . Arkadan da, türküler çığ ırarak,
gülerek, oynayarak akrabaları ve ailesinin yakın dostları geliyordu. Hepsi de
herkes gibi en güzel giysileri ve en değerli takıları , en yakışan süsleri i le
bezenmişt i .
Bağırış lar, çığırışlar, el çırpmalar durdu. Karşıc ıların güzellemeleri
başladı .
Derken, ortalık yeniden ses cünbüşüyle doldu:
Geniş alan ın öbür ucunu çizen yayvan s ırtı yüzden fazla atlı , dörtnalla
aşıvermiş t i :
On at boyu kadar önde, solda Osman beğ , sağda Akça Koca, atbaş ı idi.
Öteki atl ılar, on ikişerlik saflarla ve sağrı sağrıya, at başları at kuyruklarında,
bir bulut gibi idi. Başların ın üzerinde, hızlı , ama uygun hareketlerle
döndürdükleri Alıçları güneşi yüzlerce, binlerce çoğaltıyordu.
Meydan ın k ıyıs ına yaklaşırken, Osman beğin, daha öncekilere
benzemeyen bir kı lıç hareketiyle birlikte, gem kastı lar , kıl ıç k ınladılar ve
yere kondular.
Arka safların atlıları tez koşturup at yedeklediler.
Sonra, ortada Osman beğ i le Akça Koca, iki adım gerilerinde de, ikisi
sağda, ikisi solda, Gazi Rahman, Sungur ve Konur Alp, Saltuk altısı meydanın
ortasına geldiler. Gelin devesine doğru bağır bastılar ve ötekiler Akça Koca'yı
bir yarım ay gibi saran şekilde sıralandı lar.
Akça Koca omuzundan yay, sadağından ok aldı meydan ı çepeçevre
saran kalabal ığın üstünden dört bir yana baktı . Sonunda İnegöl yönüne döndü.
Yay doldurdu, yay gerdi ve ok uçurdu.
Meydan övgü sesleri i le doluvermişt i . Oku, onunkinden uzağa ancak iki
kiş i uçurabilirdi: Osman bir, Gazi Rahman iki.
Ok, o yöndeki kalabalığı aşmış , çok daha gerilerdeki, çiçeğe durmuş tek
bir badem ağacının yanına saplânmışt ı;
Bunun üzerine üçü Akça Koca bölüğünden, üçü k ız evinden altı yiğit ,
başlarında Akça Koca, iki gözlü, beş direkli güvey çadırını okun düştüğü yere
orta direk dikilmek üzere, kurdular.
Sonra, Akça Koca geri döndü, Esmahan'ın devesinin ipini
kardeşlerinden teslim aldı ; onu çadır ına götürdü.
Çalg ılar çalınıyor, türküler söyleniyor, oynayan oynuyor, seyredenler el
ç ırpıyordu. Konuşanlar bir yandan Akça Koca'yı , bir yandan Esmahan'ı
övüyordu.
Bânu Çiçek Akça Koca'nın övgülerine katı ld ı ise de Esmahan için,
dudak bükerek,
- "Pek de güzel değil" dedi.
Ama, ağabeyi Bay Koca da, Emine de ona karşı çıktılar. Emine,
"Vebal alma ahretliğ im" dedi, "Senden sonra boyumuzun en güzeli."
(Osmancık: 206)
Bekir Büyükarkın “Kutludağ” romanında Osman Bey’in Bey olurken
nasıl bir durumda olduğunu son derece başarıl ı bir şekilde tablolaştırmıştır.
Onlar için gelenek ve görenek çok önemli kavramlardı . Bey olma geleneği ise
Kayı larda babadan oğula geçerdi. Bey olan kişi adına hutbe okuttururarak
Beyliğ ini geleneklere ve göreneklere göre teslim alırdı :
“ —Beni niçin seçtiniz?
—Atalar ımız söylemiş tir, bize kadar da gelmiştir.Oğuz töresine göre Kayı
Han evlâdına başlık düşer. Selçuklu zaten sizin hakk ın ızı yemişt ir. Üstelik
Moğol sald ırı lar ına karşı bizleri siz korursunuz. İşte bu yüzden, siz bundan
böyle bey deği l , hansınız! Günhan töresine boyun eğmek gerektir. Ve de
adınıza akçe bastırıp hutbe okutmak gerekir.
Sonra hiç biri Osman Bey'i beklemedi. Teker teker karş ıs ına geçip Oğuz
Han töresi gereğince üçer kez diz çöküp yere baş koydular.
Osman Bey artık hiç konuşmuyordu. Ne yapacağını şaş ırmış bir hali
vardı . Ne Akça Koca Gazi, ne de Yahya Usta onu böylesine kararsız,
böylesine çökük görmüş tü!
Aşağıdan bal ve kımız getirilmişt i . Zorla, bir kupa içinde erimiş balla
k ımız içirttiler Osman Bey'e. Geri kalanın ı da damla damla kendileri içtiler.
Gelenlerden bir hoca görevini tamamlamak istercesine duasını yaptı:
«S ıhhat ve sağlık olsun! İçtiklerin ab- ı hayat olsun!
Hanl ığ ın mübarek olsun]»
Herkes onu gözlüyordu, herkes onun birşeyler söylemesini bekliyordu,
halbuki o hâlâ susuyordu.” (Kutludağ :348)
Orhan Gazi de babas ı Osman Bey gibi tahta geçerken kendi adına hutbe
okutma geleneğini sürdürmüş ve buna ek olarak yine kendi adına para da
bast ırmıştır. Böylece hutbe okutma geleneğine ek olarak bundan sonra kendi
adına para bast ırma geleneğini de başlatmış tır. Orhan Bey başa geçer geçmez
idarî yapı lanmayı tamamlamıştır:
“Orhan Gazi, bir kere daha beylerini yanına çağ ırtmış , son durumu
müzakere etmek üzere hepsinin toplanmalar ını emretmişt i . Artık herkes Orhan
Gazi 'ye rahatlıkla "Padişahım" diyebiliyordu. Para bast ır ılmış , devlet işleri
yeniden tanzim edilmişt i . Devlet, şehir şehir valiliklere bölünmüş , mülkî
taksimat yapılarak idare tam ve eksiksiz şekilde düzenlenmişt i .”
(Sunguroğlu-II: 25)
31. Vefa
Osmanlı devletini kuran zihniyetin sahipleri son derece vefalı
insanlardı . Onlarda zerre kadar riya yoktu. Her şeyleri son derece samimi bir
hava içerisinde cerayan ediyordu. Çok anlayışl ı insanlardı . Özellikle makam
mevki konusunda birbiriyle kesinlikle mücadele etmezlerdi. Aşiretin ileri
gelenleri tarafından da bu tip düşünceleri olanlar birçok defa uyarılmış ve
sonunda uygun şekilde cezaland ırıl ırd ı . Onlar için devletin kal ıcıl ığı
önemliydi ve as ıl amaçları “Cihan Devleti” kurmakt ı .
Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra hiçbir arbede yaşanmadan onun işaret
ettiği üzere aşiretin ileri gelenleri tarafından Osman, Bey seçilmişt i . Bu seçim
sonucu herkes ona bağlı lıkların ı bildirmiş ti . Yalnız bir müddet sonra
kendisini kutlamaya gelen amcası Dündar Beyde bir samimiyetsizlik
görülüyordu. Dündar Bey ağabeyinin vefatından sonra kendisinin başa
geçmesi gerektiğini düşünüyordu; fakat böyle birşeyin olmas ına imkân yoktu.
Çünkü Ertuğrul Bey ölmeden önce kendisinden sonra kimin başa geçeceğini
işaret etmiş ve zaten Osman Bey’i de ona göre yetişt irmiş t i . Aş iretin ileri
gelenlerinin de büyük bir desteğ ini alan Osman Bey idareyi eline almış tı:
“ —Bize bu toprakları babamız rahmetli Ertuğrul Bey temin eylemişti ,
insan ömrü ne kadar uzun olursa olsun baki deği ldir. Akıbet biter, fena bulur.
Daim ve baki olan Allahü Azimüşşan'd ır. Babamız da şan ve şeref dolu bir
hayat geçirdikten sonra ahirete intikal etti . Aşiretimiz payidar olacaktır.
Etrafımız düşmanlarla çevrilmiş t ir , bizi zayıf gördüğü an, tecavüzde
bulunacağından şüphemiz yoktur.Ancak birliğ imizi muhafaza eder, birbirimizi
sever ve sayarsak, hiç bir zaman zayıf düşmez, kudretli ve kuvvetli kalır ız.
Ş imdi siz beni aş iretimizin bağında tutmak ister misiniz? Onu sormak için
hepinizi topladım. Eğer beni arzu etmezseniz zerrece kırı lmam, yerime
gelecek başkanın ellerini öperek hizmetinde ölünceye kadar sadakatle kal ırım.
Dedi. Turgut Alp yerinden fırlayarak Osman Bey'in önünde diz çöktü.
Ellerine sarılarak öptü :
— Sen bizim başbuğumuz, babamız, kardeşimiz, her şeyimizsin.
Ölünceye kadar yanından ayrılmayacağız, gerektiğinde uğruna hayat ımızı
seve seve vereceğ iz. Bir emrini iki etmiyeceğiz. Öl dediğin yerde ölecek, kal
dediğin yerde kalacağız. Sen bizi zaferlere ulaşt ıracaks ın. Büyük bir devlet
kuracaksın. Bütün tekfurlar önünde eğilecekler.
Turgut konuşurken gözyaşlarını tutamıyordu. Osman Bey vefakâr
arkadaş ın ın alnından öptü.
— Sağol Turgut, senden bunu beklerdim.
Turgut 'u Karamürsel, Aykut Alp, Abdurrahman, Hasan Alp, Akçakoca
ve Konur Alp takip etti . Yerlere kadar eğ i ldiler.
— Sensiz Kayı aşireti nası l mesut olur? Sen bizim babamızsın.
Dediler. Meydanda toplananlar Gündüz Alp'a bakıyorlardı . Onda bir
hareket yoktu. Acaba kardeşinin başkan olmasını istemiyor mu idi? Herkes
birer birer giderek Osman Bey'i tebrik ettiler, uzun ömür dilediler. Gündüz
Alp en sona kalmıştı , merak büsbütün artıyordu. Tören nihayet bulmak üzere'
idi. İşte tam bu s ırada Gündüz Bey gözleri yaşlı olarak vakur adımlarla
Osman Beyin önüne kadar geldi. Yere diz çöktü.Yaşça kendisinden küçük
olan kardeş inin ayaklar ına kapanmak istedi.
— Babamız Ertuğrul Gazi öldü. fakat yetim kalmad ık. Ş imdi sen.
bizim babamızsın, sadık bir bende gibi hizmet edeceğim. Öl dediğin yerde
öleceğim.
Osman Bey yere diz çöken ağabeysin!kaldırd ı , boynuna sarı ld ı ,
kucaklaştılar. Beraberce ağ laştı lar. Gündüz :
— Ah... Osman, diyordu, ne olurdu, Sarubatı da sağ olsa idi.
Birkaç gün sonra ağabeyisinin ölümünü haber alan Dündar Bey de Söğüt 'e
geldi. Yeğeninin asaleten aş iret başkanlığına seçilmesi münasebetiyle tebrik
etti . Fakat bunda samimî değ ildi. Zevahiri kurtarmak için böyle hareket
etmişti .” (Osmanoğulları: 324 vd.)
Kendilerine iyilik edenleri – dili , dini, milleti ne olursa olsun- asla
unutmazlardı .Her fırsatta anarlar ve onlara lây ık olmaya çalışırlardı .
Kendilerine birçok iyilikleri dokunmuş olan Berkomal ı Tüccar Aretos’un
Şövalye Laskaris tarafından şehit edilmesi üzerine Karamürsel ve arkadaşları
son derece üzülmüşlerdi:
“ Karamürsel ve arkadaşları aralarından ebediyen ayr ılan vefakâr
dostlar ı iyi kalbli Aratos'un hatırasın ı her fırsatta an ıyorlar, hemen her
lâflarında onun adın ı da yâd etmeyi unutmuyorlard ı . Bu yolculukta da hep
ondan konuştular :
— Aratos da şimdi bizimle beraber olmalı idi.
— Ne iyi çocuktu.
— Vefal ı arkadaş ı .
— Bir Türk gibi öldü.
— Şehit oldu.
Sözleri sık s ık geçti. Aratos, iyi kalbli Aratos gerçekten bir Türk gibi
dövüşmüş , bir Türk gibi ölmüş tü. Şövalye Laskaris 'e olan kinleri bir kat daha
artıyordu. Turgut Alp :
— Osman Bey izin verse, İnegöl 'e kadar gider. Şövalye Laskaris 'in
cesedini alır getirirdim.
Diyordu. Turgut böyle tehlikeli seyahatlere ç ıkacak ve icabederse bu
uğurda kafasını verebilecek bir Türk dilaveri idi.”(Osmanoğullar ı: 320)
Osman Bey kendisine hizmet edenleri her vesileyle ödüllendirmesini
bilmişt ir .“Marifet il t ifata tâbidir.”Sözünü sonuna kadar uygulamıştır. En
güvendiği insanları ise çevredeki büyük yerlerin yönetimine getirerek onlara
verilebilecek en büyük pâyeyi vermişt ir. Onlar da Osman Bey’ e bağlıl ıklar ını
çoğu defa canlar ı pahasına da olsa göstermişlerdir:
“ — Ey Mahmut Gazi! Fermanımı yaz ve hemen duyur. Sonra tane tane
söyleyip yazdırdı:
— Ben ki, Kaya Alpoğlu, Gündüz Alpoğlu, Ertuğrul Gazioğlu,
Kayı lar ın başı Osman Bey'im. Şu yolda emrim olmuştur:
Yarhisar 'ın idaresi Hasan Alp'e, inegöl 'ün idaresi Turgut Alp'e
b ırakı lmıştır. Oralarda da adaleti , kardeşl ik sevgisini sağlayacaklardır. Ayrıca
kayınbabam Şeyh Edebal ı hazretlerine Bilecik'in resim ve öşrü verilmişt ir .
Küçük oğlum Alâeddin Bey ile eşim Bâlâ Hatun bundan böyle Bilecik'te
oturacaklar, düşman şerrinden iyice korunacaklardır.” (Kutludağ: 345 vd.)
Köse Papaz ise Osmanl ı’n ın mertliğini öteden beri takdir ediyor. Papaz
olmasına rağmen Osmanlı’nın ileri gelenlerine karş ı gizli ve içten bir
muhabbet besliyordu. Köse Papaz ‘ın muhabbeti o derece artıyordu ki zaman
zaman Müslüman olmayı bile düşünmüyor değ ildi. O son derece akıllı bir
insandı . Osmanlı’ya her fırsatta yardım ediyor, istihbarat konusunda da çok
faydalı oluyordu:
“Demek her şeyi bildiğin halde hanc ıyı ele vermedin öyle mi?
Tamamen öyle yiğidim.Uzun zamandır bildiğim halde ele
vermedim.Dedim ya, beni sana yanl ış anlatmışlar. Buna inan dostum.Ben
katiyyen Osmanoğullarına ihaneti düşünmem. Bu sözlerimde, hayatımda
hayat ımda hiç olmad ığım kadar samimiyim.Bir zamanlar bir Osmanlı yiğidi
hayat ımı kurtarmış ve can ımı bağ ış lamış tı .O gün bu gündür Osmanlılara
faydalı olmay ı düşünüyordum. Kısmet sizi karşıma ç ıkarmış bulunuyor. Ş imdi
bu fırsatı bana vermezseniz, emin olun çok üzüleceğim. Osmanl ılara yardım
için yanıyorum.” (Sunguroğ lu- I: 115)
32. Yardımseverlik
Osmanlı’ y ı kuran kadrolar aldıkları terbiye, islâm inancı ve yap ıları
i t ibariyle son derece yardımsever insanlardı . Daima mazlumun yanında
olmasını bilmişlerdi. Her zaman ezilenin yanında olmuş lar ve güçlünün
yanında yer alarak menfaat elde etme anlayışına kesinlikle karş ı olmuşlardır.
Onlar için hakl ı olan önemlidir. Kimin ne kadar gücü olduğu kesinlikle bir
ölçüt deği ldir. En küçük sorunları bile âdil yollarla çözmeye çalışmış lar,
yapt ıkları yardımlarla hiçbir zaman övünmemiş lerdir. Yapt ıkları yard ımlardan
gizlenmesi gerekenleri ise mümkün meretebe gizli tutmuş lardır.Çünkü
yardımseverlikte asıl olan, yapılan yardımı reklâm yapmak deği l , Allah’ın
rızasını kazanmaktır. Osmanlılar bu düşünce yap ıs ıyla yola çıkmış lar ve
hiçbir ayırım gözetmeden yaptıkları yard ımların karşı lığın ı da uzun vadede
görmüşlerdir.
Osman Bey asla zulüm etmeyi sevmez, ele geçirilen esirlere bile çoğu kez
ufak tefek cezalar verilerek serbest barakılmalarını sağ lardı :
“Osman Bey çoğu yoksul takımından yaralıları esir götürmek istemedi.
Üstündekileri savaşç ıların bölüşmesine izin verip bu cezayı yeter saydı . Mal,
para alanlar, bütün silâhları toplayacaklar, yaraları tımar edip sar ıp
b ırakacaklard ı .” (Devlet Ana: 432)
Bir defasında Turgut Alp ile Abdurahman yolda kim olduğunu
bilmedikleri birisinin birçok kiş iyle ayn ı anda mücadele ettiğini görürlerler.
Buna gönülleri razı olmaz ve Moğolların saldırdığ ı bu adamı kurtar ırlar. Bu
kiş i aslen İnegöllü olan o sırada Sivas’ tan gelen Aratos’tur. Aratos yap ılan
bu iyiliği hiç unutmayacak ve ilerleyen zamanlarda birçok yardımı
dokunacakt ır:
“Bir an önce Söğüt'e dönmek için uzun fası lalarla mola veriyorlar,
uğradıkları hanlarda bir geceden fazla kalmıyorlardı . Yozgat 'ı geride
b ırakt ıkları bir günün sabahında yol üzerinde bir boğuşma ile karşılaş tılar.
Beş Moğol süvarisi bir gencin üzerine hücum ediyorlar, genç süvari de
ellerinden kurtulmak için kaçmaya çalışıyordu. Fakat kaçmasına imkân yoktu.
Kim olursa olsun düşkünlere yard ım edecekleri tabiî idi. Atlarını
mahmuzlayarak süratle o tarafa yetişt i ler. Genci Moğolların elinden
kurtaracaklardı . Abdurrahman âmirane bir sesle :
— Ne oluyor, beş kiş i birden delikanl ıya hücuma utanmıyor musunuz?
Diye bağırdı . Moğol süvarileri kendilerine pek fazla güveniyorlardı ,
içlerinden bir tanesi oturaklı bir küfür savurdu :
— Defolun buradan, yoksa hepinizin derisini yüzer, ayağ ıma çizme
yapar ım.
Turgut Alp dayanamadı :
— Ulan k ırk y ıl düşünsem bu tarz küfür hat ırıma bile gelmez. Öküz
derisi mi bu?
Abdurrahman, kaç zamandır ağız tadıyle vuruşmamış tı . Can ı o kadar
dövüşmek istiyordu ki, hatta hanların birinde Karamürsel 'e takı lmış :
— Bu böyle olmayacak, şöyle bari birbirimizle oramız ı buramız ı
k ırmadan bir dövüşsek.
Demiş ti , iş te simdi hakikisi i le karşılaşmış tı . Moğol süvarisinin payın ı
verdi:
— Bırakın şu genci diyorum size. Belimdeki k ılıç bir vuruşta çift
keser.
Moğolların bu müdahaleye fena halde canlan sıkı ld ığı görülüyordu. Bir
tanesi :
— Al öyle ise kahpe uğrusu!
Nârasıyle Abdurrahman'ın üzerine hücum etmek istemiş , Abdurrahman
kolay bir manevra ile atını yarım sağa çektiği için herif dengesini kaybederek
yere yuvarlanmıştı . Çok iyi ata bindiği muhakkak olmakla beraber pek boş
bulunduğu aşikârd ı . Abdurrahman bu hücumu böylece savdıktan sonra k ılıcını
s ıy ırmış ve ilk hamlesini şiddetle yapmıştı . Bunu Karamürsel ve Turgut Alp
takip etti . iki Moğol süvarisi de korkunç bir feryat çıkararak yuvarlanmışt ı .
Diğer ikisi de selâmeti firarda aradı lar. Orada kalmak tehlikeli idi. Derhal
uzaklaşmak lâzımd ı . Her an, Moğol müfrezelerine tesadüf etmek mümkündü.
Meçhul süvarinin kim olduğunu öğrenmek istediler.
— Nerelisin, nereden gelip nereye gidiyorsun?
— Size minnettar ım bezyadeler, siz olmasaydın ız, bu adamlar beni
muhakkak öldüreceklerdi.Ben İnegöllüyüm. Sivas'tan gelirdim. Ad ım
Aratos.. .”(Osmanoğulları:158 vd.)
Osman Bey, babası Ertuğrul Bey’in Sultan Alâaddin ile bir yardım etme
olayı sonrası tan ışmasına benzer bir şekilde, kendisi de Harmankaya Tekfuru
Mihail Koses ile bir yardımlaşma sonucu tan ışmış tır. Aya Nikola’nın
haydutları Mihail Kosses’e saldırmış ve Osman Bey de olayı görerek
müdahele etmiş Böylece Mihail Kosses ile uzun sürecek bir dostluğun
başlangıcın ı gerçekleşt irmişt ir:
“Osmancık'ın Mihail Kosses i le tanışmas ı , babası Ertuğrul 'un Sultan
Alâaddin ile ilişki kurmasına benzemişt i :
Saldıranlar beş kiş iydi, savunanlar üç. Avdan dönen Osman olay yerine
geldiği zaman, o üç kişiden biri yerde cansız yatıyordu, birinin de k ılıç
tutacak hâli kalmamıştı . Osman duraklamad ı :
- "Savulun bire" diye k ılıç çekti.
Kavga kısa sürdü. Osman sald ırganlardan ikisini çabucak
haklayıvermiş t i . Ötekiler de bırak ıp kaçtı .
Kılıç sallayacak hâli kalmayan:
- "Sağ ol Türk. Adın ne senin?" diye sorduktan sonra, "Benimki Mihail
Kosses" dedi.
- "Ertuğrul oğlu Osman. Söğüt 'te otururuz. Ya sen?" Mihail de öğündü:
- İnegöl'ün berisinde; Harmankaya'da. Babam çok zengindir. Gel
bizimle; birkaç gün misafirimiz ol."
- "Yok" dedi Osman. Sonra da düşündü, sordu: "Neyin nesiydi o
adamlar? Neye saldırdılar size?"
- "Aya Nikola'nın haydutları . Onlar ın hep kârı budur; ya topluca koy
basar, yahut üçü, beş i bir olup yol keser, adam soyarlar."
Osman gene düşündü:
- "Belki bir yere sinmiş lerdir. Yine keserler yolunuzu. Götüreyim sizi."
Mihail onuruna yediremiyor olmalıyd ı; mırın kırma başlad ı . Ama o
zamana kadar ağzın ı hiç açmayan, teşekkür etmeyen, gülümseyen öteki lâfa
kar ışt ı:
- "İyi olur Mihail . . gelsin bizimle"
Bu sözleri de Osman'a bakmadan söylemişt i .
Anlıyordu Osman; Dünya'ya tepeden bakan, özellikle de Türk'leri
sevmeyen biriydi o. İçi dalgalanmaya baş ladı .Mihail durumu sezmiş gibi
güldü.
- "Arkadaş ımın ad ı Kalanoz'dur. Karaca Hisar tekfurunun oğ ludur. Hep
böyledir."
Kalanoz, yerde yatan ölüye bağ ını çevirip bakmadan, tını sürmüş , tır ısa
kaldırmış tı . Osman, başıyla ölüyü göstererek, sordu:
- "Bu sizden deği l mi?"
Mihail de başıyla Kalanoz'u işaret etti:
- "Onun adamı , idi; ald ırtır."
Osman'ın içinden Al-ışığın başını çevirip Söğüt 'e doğru koşturmak geldi. Ama
Mihail ' i bırakamadı; kanı kaynamıştı ona. Mihail ' in de gülüşü candandı ,
dosttu, sıms ıcaktı , gözlerini ışı ldatıyordu. Osman'ın yapabildiği şey, at ın ı
mahmuzlay ıp Kalanoz'un bir boy önünde, hep önünde gitmek oldu. Yol
boyunca Kalanoz, bütün çabas ına rağmen, Al-ışığ ın sağr ıs ına bile
sokulamadı .” (Osmancık: 16)
Osman Bey ve arkadaşlarında taraf olma diye bir şey söz konusu değildi.
Onlar sadece Hakkın ve haklının tarafındaydı lar. . . Haklı olan ın kim olduğu
onlar için hiç önemli deği ldi; önemli olan hakl ı olup olmadıklarıyd ı . Hep bu
düşünüş le hareket etmişler ve gittikleri her yere barışı , huzuru ve adaleti
götürmeye çalışmış lard ı:
“ Kavgayla, çarpışmayla, savaş la hiç bir i lgin yok. İki taraf kap ışmış . İki
taraf da sonucu peşin peşin kabullenmiş; sana ne?
As ıl önemlisi; tuttuğun tarafın kazanacağı ne belli?
Üstelik zayıf ve yenilecek tarafı tuttuğuna göre, biri de, ikisinde,
üçünde değ ilse bile, dördüncüde talih ters dönebilir. O zaman da, bir varmış
bir yokmuş , zaten gidecek olanlarla birlikte sen de gideceksin.
Ne için?
Sebebiyle de, sonucuyla da ilgin, il işkin yok ki. . .
Hele, bir de, taraflar ın hiç birini tanımad ığın ı düşün.
Ee?
Ee'si bunun, papaza göre, düpedüz aptallıktı , gelecek! kavramına, hayat
kavramına varamamış lıktı; aç ıkçası i lkellikti, barbarlıktı . Papaz efendiye göre
bu böyleydi, kesinlikle böyleydi. Ve, baba Kosses de bunun böyle olduğuna
inanmıştı .
Ama Mihail deği l .
Mihail , sadece, acaba? demişti .
Ve, Mihail, artık, o İnönü gecesinden sonra "acaba? da demiyordu.
Ertuğrul Gazi 'nin ve Osman'ın tercihlerinde papaz efendinin yorumunu çok,
ama pek çok aşan bir aile mantığın sağlam belirtilerini görüyordu:
Cür'et deği ldi o tercih.
O tercih, sadece duygulara, içgüdülere dayanan bir kahramanlık
gösterisi deği ldi; hattâ, o tercih, zayıf’a, yardım düşüncesinden de
gelmiyordu:
O tercih yağmacıya, çapulcuya, vurguncuya, saldırgana karşı , başta
yaşama hakk ı ,
emek hakkı , ter hakkı olmak üzere, insanı ve insanları tutuyordu.
Hem de din, soy sop ayrımı gözetmeden.. sadece kurtarılmas ı gerekeni
kurtarmak için.” (Osmancık: 68)
Özellikle eli darda olanlara yapı lan yardım, mümkün olduğu kadar gizli
yapılmalıyd ı . Kendisine yardım edilen kiş i o yard ımı alırken
utanmamalıydı . Böyle bir durumu ortadan kaldırmak için hemen hemen
herkesçe bilinen yerlere para konulur, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyac ı kadarını
alması sağlan ırd ı . İhtiyaç sahibi de ihtiyacından fazla para almamaya özen
gösterirdi. Son derece ince bir düşünüşün ürünü olan bu sistem, uzun süre
uygulanmış tır. Tamamen karşıl ıklı güvene dayanmas ı bakımından ayrıca
dikkat çekicidir:
“. . . .İ tburnu’n da, beni konuk ettikleri odada, lambalıkta Selçuk ve
Bizanslı sikkelerini görünce; bunlar ne için? diye sorduydum. Dursun Fakı da,
bana; darda olanı istemek utancından kurtarmak için deye cevep verip
ard ından da ; Şeyhim o utanc ın vebelinden kaçar dediydi.. .” (Osmanc ık: 91)
“Mahmud, Alâaddin'i tekke sakinleri ile tanış tırmaktadır.Osman beğ
onları selâml ıyor ve durmadan doğru merdivenlere yürüyor, ikinci kata
ç ık ıyor. Orhan'a odaları , odalardaki lâmbalıkları ve lâmbaların yanındaki
Bizans ve Selçuklu sikkelerini gösteriyor.
Ve, eği l ip Orhan'a bakarak mırı ldan ıyor:
- "Bu sikkeler, konuk sıkıntıda ise alsın diyedir. . onu isteme utancına
düşürmemek için. Deden o utancın vebâlinden kaçın ır."
Ekliyor da;
- “Beğler de kaçınmalıdır.” (Osmancık: 271)
Yine hiç tanımadıkları insanların gittikleri handa Hancı’yı
tartakladıkların ı gören Turgut Alp ve arkadaş ları duruma hemen müdahele
edip hancın ın imdadına yetişerek hancıyı kurtamışlard ır:
"Bir alıp veremeyeceğimiz yoktu ya, onların dertleri varmış . Geldiğimizde
hanc ı i le münakaşa ederlerken bulduk. Zavallıcığı bir kılıç tersi i le
y ıktıklarını görünce de dayanamad ık. Hancının dediğine göre, Osman Beye
hakaret etmişler. Bunu daha önce bilseydim, tövbe olsun hiç birini sağ
komazdım." (Turgut Alp: 89)
Cavir Ersen Osman Gazi roman ında Osman Gazi’nin yardımlaşma
felsefesini şu şekilde yorumlayarak Osman Gazi’nin “Allah ın rızasını
kazanmak” felsefesini doğrulamaktadır:
Hangi taraf kuvvetini kaybetmiş , yenilgiye uğramış ise, ona yardım etmeli
idi. Onun yapıs ında, yaratı lış ın da böyle bir üstün karekter mevcuttu ve bu
hali i le daima gurur duyardı . Ataları da böyle idi. Düşkünleri yardım etmek,
ülkede aç, perişan bırakmamak, herkesin imdadına koşmak Allah'ın emri idi.. .
At koşturacak, Kayı Boyunun başına geçecek, savaşacak, zayıfların safında
egemenlik için kılıç çekecek, ok atacak, gürz kullanacaktı . (Osman Gazi: 32)
Uzun sürecek ve Harmankaya Tekfuru Köse Mihal’ in Müslüman olmas ıyla
sonuçlanacak dostluğun baş langıcı da Osman Bey’in esir aldığı Köse Mihal’i
serbest bırakmas ıyla başlamış tır. Belki ölse hiçbir faydası olmayacak olan
Köse Mihal, Osman Bey’in akıllıca politikası sonucu hem çok yardım
etmiştir , hem de nihâyetinde din değ iştirerek İslâm’ a girmişt ir:
“ — Baka Mihail, sen benim gerçek dostumsun. Tâ babamın sağlığından
aramızda geçen bir iş oldu.Ben ağam Gündüzalp ile Friciya tekfuruna konuk
gitmiş iken sen bu mel’unla, Dorilavon tekfuru ile hisarı bast ınız, beni
tekfurdan istediniz.O namertçe teklifi kabul etmedi, ben de Gündüzalp’la
üzerinize çık ış yaptım. Sen tutsak oldun, o mel'un kaçtı . Hatırladın mı o
günleri?
Köse Mihal önüne bakarak tatlı tatlı güldü :
— Hatırlamaz olur muyum? Sana olan.sevgim de, saygım da o günden
başlamışt ı .
— Ben de sana muhabbet bağladım. O muhabbet yüzünden seni serbest
b ırakt ım. Rahat rahat Olemp dağının eteklerindeki hisar gibi köyüne
çekildin.
— Unutur muyum o iyiliğini?” ( Ovaya İnen Şahin: 38
33. Yeniçeri Ocağı’n ın Kurulmas ı
Romanlarda yer yer Osmanlı Devleti’nin kuruluşu açısından Yeniçeri
Ocağı’nın rolüne göndermeler yapılmış tır. Yeniçeri Ocağı’nın kuruluş
gerekçesi olarak da Hristiyan çocukların ı al ıp, Türkmen yanında yetiştirip,
İslâm törelerine bağlayarak orduya katma düşüncesi verilmektedir. Diğer bir
deyiş le Yeniçeri Ocağı’ndan amaç “Hristiyan ülkelerini, aslı yine kendinden
olanlara vurdurup Osmanlı ülkesine katmak”tır. (Bu Atl ı Geçite Gider: 180)
Mustafa Necati Sepetçioğ lu’nun Bu Atl ı Geçite Gider roman ında da
Murat Bey’in Yeniçeri Ocağ ını kurmakla ne kadar iyi ettiği üzerinde
durulmuş tur. Anadolu toprağ ının yerleşecek Türkmen aradığına dikkat
çekilererek toprağın ancak iyi bir iskân politikasıyla üzerinde yaşayanlar ı
yadırgamayacağına değinilmiştir. Ayrıca toprak, ata benzetilmiş ve uzun süre
binilmediğ i zaman sahibini bile yadırgadığı dile getirilmişt ir:
“ Eskiler, toprak da ata benzer derlerdi duymuş luğun var mıd ır oğul
Mustafa? Bakıp tımar etmezsen, üç gün binmezsen üstüne at seni yadırgar.
Toprak da seni yadırgar sahip çıkmazsan. Savaş dediğin toprağa sahip
ç ıkmakla olur; Türkmenin olanını alıp çeri yapar savaştan savaşa sürersen ne
kazanırsın?” (Bu Atlı Geçite Gider: 77)
34. Yiğitlik ve Kahramanlık
Osmanlı Devleti’ni kuran kadroların öne çıkan yönlerinden biri de
yiğitlikleriydi. Onlar küçük yaşlardan itibaren çok iyi bir şekilde düşmanla
mücadele etmek için gerekli olan her şeyi çok iyi bir şekilde öğreniyorlardı .
Onlar için yüce idealler söz konusuydu. İdeallerine ulaşabilmek için
ellerinden ne geliyorsa yapmaya hazırdılar. Onlar için karşıdaki düşman ın
sayıca üstünlüğü hiç önemli değildi. Önemli olan baş koydukları davada
sonuna kadar mücadele etmekti. Özellikle Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğ lu
romanları serüven romanı olman ın verdiği bir hava ile baş tan sona aksiyon
yüklüdür. Sürekli düşmanla karşı karş ıya gelinir. Hemen hemen düşmanla her
türlü mücadeleye girişil ir . Onlar, niçin mücadele ettiklerinin daima bilincinde
olmuş lardır. “Savaşırken ölenleri kahraman yapan, ölümleri deği l , ölümlerinin
sebepleridir.” – Napoléon – sözünde anlatılmak istenen düşünce ile onların
felsefesi bağdaşmaktadır. Onlar için yatarak ölmek mübah değildi. Onların
düşünüşünde eğer ölünecekse ölüm er meydanlarında olmalıydı . Yiği t l ik ve
kahramanlık, onlar için yeni bir şey deği ldi. Eski Türk’lerden beri yiği t l ik ve
kahramanlığa çok önem verilmekteydi. Hatta bir çocuk kahramanlık gösterene
kadar ona ad konmazd ı . Bu bir oğuz töresiydi.
Yiğit lik, gönül ve yürek işidir. Yürek işidir. Bu durumu Devlet Ana’da
Kema Tahir, çok güzel bir şekilde ifâde etmektedir. Yiği t h ızlı olmak
durumundadır; yoksa düşmanın darbesiyle bu dünyadan göç eylemek de vadır
işin sonunda. Savaşçıl ık , kıl ıç vb. kullanmak beceri ister.
“ «usta okçu olay ım» diyen, çabalayacak ki yatkınl ık peydahlaya.. . Her
şeyin baş ı yatkınl ık... El yatkınlığı , göz yatkınlığı , i l le de gönül yatk ınlığı . . .
Oğ lum Kara Vasil ' in Mavro, bu kardeşliğin Çelebi eskisinde, evet, bilek var,
gözü de kör deği l , gelgelelim, gönülsüz.. . Ne demişler «Gönülsüz it , sürüye
canavar alıştır ır» denilmişt ir . . . .”(Devlet Ana: 191)
Osmanlı’nın kuruluş aşamasında kadınlar bile silâh kullanmasını
bilmeyenlere itimâd etmiyorlardı . Çünkü mücadele, onların hayat tarzı
olmuş tu. Kadınlar silâh kullanılmas ın ı bilmeyen erkeği erkekten
saymıyorlard ı:
“ - Sen mollaya da varırs ın ya. hani dileyip alan? Ş imdi yan ıldın Bacıbey!
Silâh ustası Kaplân Çavuş’un k ızıyım ben, Tanr ı tan ık, beli k ılıçlı olmayan,
bizim eş iğimizi aşabilemez. Çünkü bizim soyumuzda, kılıç taşımayanı erkek
saymak yoktur. “ (Devlet Ana:112)
Yiğit lik, sadece bilekle olmaz; yiğ i t l ik aynı zamanda, yürek ve akıl
ister.Osman Bey yoksulluk gelip çatt ığında çıplağ ı giydirmeye, açı
doyurmaya çalışmıştır. O, halkının canını kendi canı , ırzını da kendi ırzı
bilmişt ir. On üç yaşından beri savaşlara giderken en önde düşman ı kovalay ıp
geri dönerken de en arakada yer almıştır. (Devlet Ana: 146)
Şeyh Edebalı Osman’a babasının yiği t l iğ ini ve kahramanl ığ ını
anlatmaktadır. Babası ömrü boyunca barışçı bir politika izlemeye çalışmış .
Aş iretin büyüyüp güçlenmesi için zamana ihtiyaç olduğunu düşünmüş tür:
“ Ertuğrul Bey büyük savaşç ıydı , dünyaya gücü yeter yiğitlerdendi.
Dileseydi at sırtından hiç inmez, vilâyetler bozar, basıp çarpıp y ırtıp koparıp
ortalığa dehşet salarak hazineler toplardı , istemedi, para bırakacağ ına saygılı
ad bıraktı , - içini çekerek daldı biraz sesi gürleşt i-: Benzeri bulunmaz adam
güdücülerdendi. sertliğin gerektiği yerde, sertti çelik kadar, yumuşakl ılık
gereken yerde yumuşaktı pamuk gibi.. . İyileri incitmez, kötüleri undurmazdı .
Uzak umutluydu, çünkü sabırl ıydı . Kavrayış ı , bağışlayışı tez, öfkesi,
cezalandırması yavaş tı . Okuma-yazma bilmezdi ama, öğütlerden en yararl ıyı
hemen seçer, uygulamada hiç duraklamazdı . Olmaya ki, tuttuğu yolun
yanl ışlığı ispatlana.. . “ (Devlet Ana: 170)
Devlet Ana’da iyi bir binicinin at koştururken şunlar ı yapabilmesi
gerektiği belirti lmektedir:
1. Yel gibi giden atı , tek tırnağı üzerine mıhlamak.
2. Art ayakları üstünde değ irmen taşı gibi döndürmek.
3. Harmanlamaya sokup cenk alanında çarha çevrilmek.
4. Kovduğuna yetişip, kaçtığının pençesinden sıyr ılıp çıkmak.
Hain düşmana yetişerek, gövde ağırlığ ını kıl ıca bindirip “ ya hak diye
bağırarak z ırhlı kâfirin kafasın ı koluyla beraber alabilmek gerektir . (Devlet
Ana: 198)
Osman Bey, vuruşma önceleri aynen babası gibi heybetlenir; görünüşü,
en yüreksiz savaşçılara bile güven, cesaret ve vuruşma isteğ i verirdi. Çünkü
onun da babasının da doğas ı daima mücadele üzerine yapılanmış tı . Kara
Osman Bey, babas ından da daha heybetliydi. Yumuşak baş lı olduğu zaman
çok şefkatli ; sinirlendiği zaman ise çok heybetli bir hâl alıyordu. Onda uç
noktalar hâkimdi. Her ne kadar Şeyh Edebalı’dan sonra bu yönü biraz
yumuşamış olsa da hep devam etmişt ir . (Devlet Ana: 425)
Osman Bey ve arkadaşlarının silâh kullanma yeteneği düşman ı bile
şaş ırtıyordu. Onlar bile silâh kullanmadaki yatkınlık karşısında hayretlerini
gizleyememiş lerdir. Bu şaşk ınlığı yaşayanlardan biri de Laskaris ve
adamlarıdır. (Osmanoğulları: 190 vd.)
İnönü Bey’inin misafiri olarak İnönü’nde bulunan Osman Bey ve
arkadaş ları Eskişehir Bey’i ve Harmankaya tekfuru Mihal tarafından baskına
uğramış . Ev sahibi olan Eftimyadis’ten misafirlerini teslim etmesi istenmiş .
Eftimyadis’in çaresizlik içerisinde misafirlerinin teslim olacağın ı sand ığı bir
s ırada Osman Bey ve arkadaş lar ı hızla hareket ederek düşman ı büyük bir
bozguna uğratmıştır. Onlar için düşman ın sayısı hiç önemli değildi. Kaç kişi
olurlarsa olsunlar mücadele etmeden teslim olmak yoktu. Bu karş ılaşmada
Osman Bey’in Mihal Bey’i affetmesi ile ilerleyen zamanda büyük bir dostluğu
doğurmuş tur. Çünkü Osman Bey tüm adamlar ın ın kaçmasına rağmen sonuna
kadar kendileriyle çarpışan bu cesur yiğ i te hayran kalmışt ır. Onun yiği t l iğe
verdiği önemi buradan da anlayabiliriz. (Osmanoğullar ı: 207, Kutludağ: 80)
Osman’ın gözünün karal ığı , Şeyh Edebal ı’n ın, aşiretin başına Gündüz
Bey’in değ il Osman’ ın kendisinin geçmesini söylediği sırada bir daha ortaya
ç ıkmış tır.
- "O k ılıç kardeşime yakışır. Bilgili olan odur. O hem yiğ it , hem ak ı llı ,
usludur. Bak a Ede Balı ; seni sayarım. Amma kardeşimle benim arama
gireceksen saygım kalmaz, seni elden de beter görürüm."
Al-ış ığı bu sefer obaya doğru mahmuzlarken, başın ı çevirip bağırıyor:
"Uğraşma benimle.. . Sabrım tükenir." ( Osmanc ık: 13 )
Osman Bey, Kulacahisar ve İkizce seferlerinde de görüldüğü üzere Aya
Yorgo, Dukas, Aleksius, Fileratos, Kalanoz vb. gibi erlerini önüne siper
etmemiş t ir . O akınlarda genellikle en ön saflarda savaşa katılmaktadır. Onun
yapıs ı savaşta askerlerinin arkasına saklanmaya müsâit değ i ldir. Bu durum,
kendisine ve askerlerine güç vermektedir. (Osmanc ık: 227)
Oğ lunun özüründen dolayı seferlere kat ılamayacağına üzülen bir anneye
Osman usulca yaklaşmış ve üzülmemesi gerektiğini belirterek. Kayı’ya sadece
savaşçıların değil , k ılıç döğenlerin, at donatanların, köprü atanların,
bilginlerin de gerekli olduğunu vurgulayarak, herkesin elinden geldiği şekilde
yardım edeceğine değ inmişt ir . (Osmancık: 202)
Onlar cenk söz konusu olduğunda şartlar ne olursa olsun her zaman
gitmeye hazırdılar. Bir defasında çağrı lmamalarına rağmen yanına gelen
gâzilerini gören Osman Bey; Akça Koca’n ın hemencecik iyileştiğini ifade
etmesi, Abdurahman’ın daha yeni kırılan koluna rağmen gelmesi, Kaya Alp’ ın
ve içlerinde sonradan Müslüman olmuş olan Nevzat’ın da bulunduğu birçok
gencin orada haz ır bulunmasından çok memnun olmuş tur. (Kutludağ: 147)
Akça Dede Sunguroğ lu’na babasın ın Selikos tarafından şehit edilişini
anlatırken çok duygulanmıştır; Çünkü Sunguroğ lu babasını aratmayacak
derecede iyi bir yiğ i t t ir . Sunguroğlu, babasın ın kanını almak için can
atmaktad ır. O da bilmektedir ki “Devlet-i ebed – müddet” için kendisi gibi
birçok kahraman yiğ i te ihtiyaç vardır. Onlar için savaşmak artık bir hayat
tarz ı olmuş tur. Savaş lara güle oynaya gitmektedirler.(Sunguroğ lu- I : 22-25)
Sunguroğlu roman ında müslümaların yiğ i t l iği şu şekilde
vurgulanmaktad ır:
“Müslümanlar hep yiği t t ir Saltuk. Hiçbiri yabana atı lır cinsten deği ldir.
İnandıkları için de kuvvetlidirler. Hepsi dini, devleti, milleti için canlarını
vermeye koşar." (Sunguroğlu- I: 63)
Bizans’a bir görev için giden Sunguroğlu, orada gösterdiğ i yiğitliklerle
tüm Bizans’ ın gözdesi olmuştur. Onun yokluğunda Bizans halkı , sanki
içlerinden birisini bekliyorlarm ış gibi yolunu gözlemektedirler. Sunguroğlu,
Bizans’ta âdeta efsaneleşmişt ir . (Sunguroğlu - II : 191)
Osmanlı’yı kuran kadroların yiğitliği , sadece o döneme özgü değildi.
Onların atalar ı da en az kendileri kadar iyi birer savaşçıydılar. Onlar, hangi
gün nerede at koş turacağı bilinemeyen insanlardı . Turhan Tan, Gönülden
Gönüle roman ında Anadolu’nun kapılarını Türk’lere açan Alparslan içi şunlar
söylenmektedir:
“ — Her Türk bir Alpt ır, Alparslan Alpların Alpıdır. Bu adamın yaptığı
işleri yer yüzünde kimse işlemedi. Atları gön doğan yerde çayırlarsa, sürüleri
gün bat ıda otlardı . Bir elini sağa bir elini sola uzatmış , yer yüzünü sanki
kucaklamış tı . Arap, onun önünde diz çökerdi Acem, onun buyruğuyla yatar,
kalkard ı .”(Gönülden Gönüle: 11)
Bu romanda Abdurahman’ın kocaman bir boğa ile nasıl yiği tçe
mücadele edip, onu yendiği verilmeye çalışı lmış tır. Bu yapı lırken yer yer
destans ı unsurlara da rastlıyoruz. Yazar, sahneyi daha netleşt irmek ve
yüceltmek amacıyla destansı bir hava içerisinde anlatmış tır.(Gönülden
Gönüle:110)
Savaş sıras ında onlar, daima Osman Bey’i de kullanıyorlard ı . Habersiz
gelecek olan bir düşman darbesine karşı aş iretin baş ı olan Osman Bey’i
korumay ı bir vazife görüyorlardı . Bir defasında çarp ışma s ıras ında bir Moğol
süvarisi hançerini çekip tam Osman Bey’in kalbine saplayacağı s ırada Konur
Alp yay ını çekip derhal düşman ı etkisiz hâle getirmiştir. Bunun üzerine
Osman Bey yanına yaklaşarak “ Hayatımı Allah’ın izni ile sen kurtardın.”
demişt ir.
III. BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİNİ KURAN BEYLERE YAKLAŞIM TARZI
Ad ı geçen 15 romanda Osmanl ı Beylerine yaklaşım tarzı genel olarak
olumlu yöndedir. Romancılarımız, romanlarında beylerin önde gelen karakter
özelliklerini sergilemeye çalışmıştır, Her romanc ı , kendisinin üzerinde
durduğu tezi destekler nitelikteki özelliklerine ağ ırl ık vermeye çal ışmış tır.
Genel olarak Osmanl ı Devletini kuran beylerde öne çıkan nitelikler, aşağıda
maddeler halinde verilecektir. Fakat bu özelliklerin beylerin kişiliğiyle
doğrudan ilgili olmayanlar “ Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Etkin Olan
Temel Faktörler ” bölümünde geniş bir şekilde anlatılmış tır.
• Güçlü bir iman
• Cihad önem vermeleri
• Adalet
• Kur’ân’a ve sünnete bağlılık
• Hoşgörülü olmaları
• Tarih bilinci ve sorumluluk
• Azimli, çalışkan ve sabırl ı oluş lar ı
• Alçak gönüllü oluş lar ı
• Sadâkata önem vermeleri
• Meşveret ve birlik fikri
• Dürüst, akı lcı , özgürlükçü ve eşi t l ikçi oluşları
• Güvenilir olmalar ı
• Fetih ruhuna ve büyük ideallere sahip olmalar ı
• Yiğ i t ve kahraman olmaları
• İyilik ve yardımseverlik üzerine olan doğalar ı
Daha da çoğaltabileceğimiz bu özellikler, sadece en belirgin olanlarıdır.
Onların bu gibi özelliklere sahip olmalar ı sadece kendi halklarını ve
askerlerini cezb etmemiş aynı zamanda Moğol ve Bizans Zulümünden bıkmış
olan halkların da onlara yaklaşmaların ı sağlamış tır. Hatta bazı beylikler ve
halkları hiç savaşmadan Osmanlı Beyliği’ne katılmış tır.
Ad ı geçen romanlar ımızda Beyler’in ölmeden önce haleflerine olan son
sözleri ve vasiyetleri büyük ölçüde değer arzetmektedir. Bu nasihatler
babadan oğula geçen yönetimin ana çizgilerini yansıtması açısından da çok
büyük öneme sahiptir.
Cavit Ersen Osman Gazi roman ında Ertuğrul Bey’in Osman Bey’ e son
sözlerini şu şekilde kurgulamış tır:
“Sevgili biricik oğlu Osman'ı yan ına çağ ırdı:
- Bu yaylalarda at koşturup Türk soyunun gücü ve itibarı için can ın ı seve
seve feda edeceksin. Namaz ında kusur etmeyeceksin. Gönlünü Yüce Halik'a
yöneltip, kimseye kötülük düşünmeyeceksin. Haklın ın hakkın ı , haks ızın
cezasını vereceksin. Bir gün büyük bir devlet kuracaksın. Kuzeyde en büyük
düşmanımız Bizans't ır. O tehlikeyi önemsememezlikten gelmeyeceksin.
Güney'de Selçuklu Devleti iç kavgalarla, mezhep mücadelesiyle
tükenmek üzeredir. Vasiyetim odur ki, Türkleri bir araya getirip adalet
ölçülerinden ayr ılmayan bir yönetimin başına geçeceksin. Türklük gururu ile
daima hürmet edip, İslâm Alimlerinin rahlesine oturup, dinimizin yükselmesi,
yayılmas ı için mücadele edeceksin. Sonra sana olan hakkımı helâl etmem... .”
(Osman Gazi: 60)
Yine Osman Gazi roman ının bir başka yerinde de Ertuğrul Gazi’nin
Osman’ dan kendisinden sonra yapmasını istedikleri şu şekilde ele alınmış tır:
“ Merhum Ertuğrul Gazi vasiyet etmişt i :
Adil olacaksın, sald ırılara karşı koyacaksın, Zulümetmeyeceksin,
adaleti tevzi ederken, fark gözetmeyeceksin, Kay ı Soyundan geldiğini
unutmayacaksın, İslâmın güzel ahlakım yaymak ve küffara karşı Muhammed
Ümmetini koruyacak, muhafazası için can ını vermekten çekinmeyeceksin, gibi
kendisine s ık sık tavsiyelerde bulunduğunu hatırladıkça, Dündar Beyin bu
telâşesine akı l erdiremiyordu.” (Osman Gazi: 61)
Kemal Tahir “ Devlet Ana” adlı romanında k ısaca Osman Bey’i tasvir
etmeye çalışmıştır. Bu betimlemede onun dış görünüşünden yola ç ıkarak işe
başlamışt ır. Onun daha çok yiğit görünüşü, merhameti ve ağ ırbaşlıl ığı
üzerinde durmuş tur:
“Osman Bey, orta boyluydu ama, geniş omuzlu, kalın pazılıydı .
Kollar ının bacakların ın, gövdesine göre uzunluğu, doğuştan iyi savaşçı , iyi
binici olduğunu gösteriyor; Çatık kaşları , kemerli burnu, köşeli çenesi,
tuttuğunu koparma gücünü, biçimli ağzının ucundaki yumuşak gülümseme,
gerektiği zaman insanların suçlarını bağışlama yeteneğini meydana
koyuyordu. Kırmızı börkünü biraz sağa yıkmış , ak çalma bezden, burma
sarığını , her zamanki gibi, hiç özenmeden dolamıştı . Yak ışıklı olduğu kadar
da utangaçtı . Karşısındakilere hiç zorlamadan güven vermeli, çok az, çok da
öz konuşmasındandı .” (Devlet Ana: 116)
Tarık Buğra ise “Osmancık” romanında Osmancık’ın - daha sonraları
Osman Bey’in - betimlemesini kısa bir karakter ve dış tasvirini yapmış tır.
Yapt ığ ı tasvirde kişi l ik özellikleri olarak daha çok onun hareketliliği , ele
avuca sığmazl ığı , sinirli ve gururlu oluşu, kişi l iğ ini ispatlama ve kendini
arayış içerisinde oluşu üzerinde durmuş tur. Dış görünüş olarak da tüm kızlar ı
kendisine âş ık edecek kadar yakışıklı oluşuna değ inmiş tir. Osmancık’ ın
kiş iliğinden kaynaklanan bu özelliklerinin bazıları olumsuz olmakla birlikte
daha sonralar ı Şeyh Edebal ı ve Kızı Mal Hâtun’dan sonra olumsuz yönleri
tamamen ortadan kalkacak ve Osman daha bir ağ ırbaşlı hâl alacaktır. Tar ık
Buğra Osman’ ın çocukluğundaki bu taşk ınlıklarını ve ele avuca sığmazlığını”
ilkbahar selleri” olarak nitelemekte ve bu özelliklerine anlattığı bölüme de bu
ismi vermektedir:
“ Çocukluğunda ele avuca s ığmazd ı . Delikanl ılığa yöneldiği y ıl larda da
kabına s ığmıyordu. Derken, "Nerde çalgı , orda kalgı" dönemi başladı:
Gücünün, kuvvetinin sahibi değ i ldi; gücü, kuvveti onun sahibiydi. Uzun ve
boğum boğum kollarında kılıç, kocaman ellerinde yay, üstünleşt ikçe
üstünleşiyor; asıl önemlisi, bu üstünleşme kendini gösterme tutkusuna
kayıyordu: Değ i l bir meydan okumaya, bir yan bakışa, bir dudak büküşe bile
katlanamazdı .
Kavga arad ığı görülmemiş t i ; ama en Önemsiz aykırıl ıklar ı ve ayk ırı bulduğu
davranışları kavga sebebi sanıyor, sayıyordu. Gurur her şeyi idi; gururu için
yaşıyordu.
Ve, bu gurur, kişi l iğ ini ispatlama, kabul ettirme hırsın ı pek and ırıyordu; ama
belki de, düpedüz, bir kiş ilik arayışı İdi:
Ağaları , Gündüz ve Savcı övülürdü. Onları herkesten çok da Osmancık
beğenirdi. Beğenmek bir yana, hayrandı onlara., bilgilerine ve akıllarına
hayrandı . Dengeli davran ışlarına, görev şuurlarına, çekip çevirme yetenekleri-
ne ve evliliklerine hayrandı . Bütün bağanlarında ve mutluluklar ında kendi
başar ısını ve mutluluğunu görür gibi olurdu; içine bir kerecik olsun
k ıskançlığın pası düşmemiş t i . Her şeyden öte, yeğenleri, Bânu Çiçek -ve hele-
Bay Koca ve yengeleri Burla Hatun ile Ayna Melek onun gönül ışıklarıyd ı;
uğurlarında yapmayacağı şey yoktu.
Osmanc ık, çok seyrek de olsa, bazı baz ı , kendisinin de bir eşi olsun
istemektedir. Bu da, Gündüz ve Savcı ağalar ın ın mutluluklarına özenmekten
değil , Bay Koca gibi bir oğul özleminin içini sar ıverişindendir.
Ama seyrektir bunlar ve o gurur, o kiş iliğini ispatlama h ırsı -ya da- o
kiş iliğini arayış , Osmanc ığı bütün bu hayranl ıklardan, bu özlemden ve aile
hayat ından çekip almakta, bambaşka alanlara doğru yönlendirmektedir:
Osmanc ık -ne kadar hayran olsa, beğense, sevse de ağalarına
benzemeyen bir kiş i l ik istiyor. Bu dizgin tanımayan istek de onu babası
Ertuğrul Beğ Gazi evinden, anası Cankız'dan bile, yeğeni Bay Koca'dan bile
ayırıyor, her gün bir parça daha uzaklaş tır ıyor.
Bu uzaklaşma, ayni zamanda, Kayı Boyu'nun törelerinden deği lse bile
göreneklerinden, al ışkanl ıklarından, günlük tutum ve davran ışlarından ad ım
adım ayrılıştır.
Osmanc ık buna karşılık, arkadaş canlısı , dost susuzu idi. Gururu
arkadaş larının ve arkadaş bildiklerinin de sorumluluğunu, kesin olarak
üstlenmişt i : Davranışları kendisi için ne ise, ne oluyorsa, arkadaş lar ı ve
arkadaş bildikleri için de o oluyordu. Bu gururda kendisi ne ise, arkadaşları
da ve arkadaş bildikleri de o idi.
Babası , bir yığın öğütten sonra onu kendi haline bırakt ı ve öteki oğlu
Gündüz'e emek vermeye başladı . Bütün yöreyi ve çevresini şaşırtan bir şey,
Osmanc ık as ıl bunu bir gurur meselesi yapması beklenirken, babasın ın bu
kararından -azâd edilmiş gibi- mutlu oldu; keyfince yaşamanın tadını daha
çok çıkarmaya başladı :
Gür kirpikleri, kalın kaşları , karayağız teni, gözlerini ışıldatan gücü,
her soydan kızlara çekici geliyordu. Ona gönül veren çoktu. Onun gönlü de,
su gibi, bir oyana, bir bu yana meyledip duruyordu. „ (Osmanc ık: 7-8)
Kendisinden kız ın ı istettiği Şeyh Edebal ı de Osmanc ık’ın kiş iliği
hakk ında şunları düşünmekte ve Osmancık’ın bu özelliklerini bir lider için
gerekli fakat kız ının mutluluğu için yetersiz bulmaktadır:
“ Ede Balı , Osman'dan sonra, gülümseyemez olmuştu, çocukların ı çok
sever, ama Malhun Hatun'unu daha bir başka severdi. Üzerine titrerdi. Ona bir
keder gelmesin diye canını vermeye haz ırdı . Bütün gece Osman'ı düşündü:
Osman öfke küpü, barut f ıçısı .Osman burnundan kıl ald ırtmaz.
Osman'ın en ufak, en önemsiz anlaşmazlıklarda bile akl ına geliveren,
sillesidir, tokadıdır, k ılıcıdır!
Osman'ın canı gururundad ır!
Ede Bal ı , Osman'ın mertliğini, yiğ itliğini, dürüstlüğünü, vefakârlığın ı
ve -ne akıl almaz çelişki- alçak gönüllüğünü, gücünü, kuvvetini ve daha başka
üstünlüklerini de bilir. Ama söz konusu kızın ın mutluluğu ve huzuru olunca
bütün bunlar neye yarar? (Osmancık: 52)
Şeyh Edebal ı Osman’ın bu kural ve engel tanımaz kişi l iğ ini biliyor ve
Osman’ın bu özelliklerinden çoğunu da takdir ediyordu. Fakat söz konusu
olan kız ının geleceği olduğundan Osman’ın bu kabına s ığmazlığının gün gelip
Osman’ın başına iş ler açabileceğini ve daha 15 yaşına yeni girmiş olan
k ız ının gençlik heyecanı i le bunları düşünemeyeceğini, kendisinin düşünmesi
gerektiğini söylüyordu. Osman’ın Şehit olmasından korkarak kızının bu genç
yaşında dul kalabileceğini düşünüyor; bu da Osman’a k ız ını i lk etapta
vermemesi için yeterli gerekçeyi oluşturuyordu:
- "Soyuna soylu, boyuna boylu. Amma ki, kötü huylu.Öfkesine yenik,
tek güttüğü benlik. Kavga düşkünüdür, kavgas ı benliği yolunadır. Güçlüdür,
kuvvetlidir, ak ıllıdır; gücün, kuvvetin, akl ın neye yaradığ ını merak etmez.
Neye yarad ığı bilinmiyecek, gücün kuvvetin, aklın belâsın ı bilmez; bilmek
istemez. Önüne ç ıkanı haklar; bir kılıç sallamanın dokuz şart ı olduğunu
kabullenmez. Hanım, hanım can Hatunum; bu yol çıkar yol değ i ldir: Vurur,
vurur, bir gün gelir vurulur. Bir gün gele, körün oku denk gele; bir gün gele,
gaflet ola, çolak hançer böğür dele. O zaman Malhun Hatun ne ola? De ki,
aşkı hep sürdü. Malhun'umu hep hoş gördü; ya öyle bir şey olunca? Can
Malhun'a şehit dulu diyemezsin, ecel dulu diyemezsin; ahlanıp vahlanmana
saygı bulamazsın. Malhun'uma kıyamam ben. Daha on beşindedir o. Onbeşinci
k ız yaşı onaltıncıyı umursamaz; o dert anaya, ataya düşer. Ben böyle düşünür,
böyle derim. Şu düşünüp dediğimi Osmanc ık da bilsin dedin; bilsin."
(Osmancık: 77 )
Ragıp Yeş im Ovaya İnen Şahin adlı roman ında Osman Bey’in son
derece ileri görüşlü ve plânl ı bir şekilde hareket ettiğinin üzerinde
durmaktadır. Sürekli bir yayılma ve devlet olma polit ikas ına göndermede
bulunmaktadır:
“ Efendimizin de bileceği üzere bizi tehdit eden sadece Osman Bey
Türkleri deği ldir, imparatorluğumuzun bütün topraklarına yerleşmiş olan
bütün Türkler, binlercesi, yüzbinlercesi yer yer Bizans sın ırlarını tazyik
etmektedir.Ama, bunların en önemlisi Osman Bey'dir. Osman Bey, bütün
Anadolu Beylerinden çok üstün bir zekâya, çok üstün bir uzağı görüşe
maliktir.Yapt ığı her hareket, yapacağı hareketlere basamak olmaktadır.
Prusa'yı ve Nicaea'yı ele geçirmek için yıl lardan beri sarfettiği çabalara göz
gezdirecek olursanız, görürsünüz ki, Osman Bey ad ım ad ım, her iki büyük
"şehre yaklaşıyor. Simdi de deniz yolunu Prusa'dan kesmeğe çalışıyor. Eğer
Bizikos adasın ı da ele geçirecek olursa, Bizans'tan deniz yoluyla gelecek
yardımlar ın ız tamamiyle önlenmiş olacakt ır. Bu sebepten saygıdeğer
imparatorumuzun işaret ettiğim bu noktaya gerekli önemi göstereceğini ümit
etmekteyim.”(Ovaya İnen Şahîn:119)
Osmanc ık’ta Şeyh Edebalı Osman’a nefsine hâkim olmasın ı ve nefse
hâkim olmanın kolay olmadığ ını ve kız ı Mal Hâtun’un Osman’ın ideallerinin
ve aslî görevi’nin önüne geçmemesini salık vermiş tir . Her engelin
aşılabileceği fakat nefis engelinin aş ılamayacağ ını vurgulamış tır. Ulaşılmas ı
istenen uzak hedefleri bir ufuk insanı olan Edebal ı “Zümrüdüanka” olarak
nitelemiş ve Mal Hâtun’un kesinlikle bu zümrüdüanka olmaması gerektiğine
vurguda bulunmuş tur.Çünkü Edebal ı’ye göre Osman’ın asıl görevi Kayı’ları
yüceltmek ve geniş leterek cihan devletini kurmaktır. Osman Bey de O kadar
mütevazı bir hayat yaşamaktadır ki Şeyh’e kız istemeye giderken bile
götürdükleri kesinlikle ahım şahım şeyler ve abart ılı hediyeler değil , sıradan
insanlar ın birbirine verebileceği türden hediyelerdir:
"Engel çoktur. Çok olsa da aş ılır. Amma bir engel vardır ki onu aşan
görülmemişt ir . O engelin ad ı nefis’dir. Nefs’in eline düşen hiçbir yere
varamaz. Malhun Hatun helâlin olur mu, olmaz mı onu ancak yazan
bilir.Amma, ben, olsa da, olmasa da, dilerim, Malhun Hatun senin nefsini
ayartmasın, aşılmaz engelin olmasın. Dilerim, sandığın gibi senin Zümrüd
üankan olsun.”
Ertuğrul beğ gazi 'nin seçtiğ i dünürler, bu sefer, büyük göçteki silâh ve
ülkü yoldaşlarıdır; 'Aykut Alp, Ak Temur ve Kara Tekin'dir. Ertuğrul onları
bir niyet yoklamadan ve umut verici sonucu ald ıktan sonra, Ede Bal ı 'ya;
- "Şeyhimiz eyice kocadığımı bilir ve elbette ki hoş görür, bağış lar;
sizlerde beni görür" diyerek göndermişt ir .
Götürülen armağanlar herkesin herkese verebileceği şeylerdir: Ildız
Hatun'a, iş lemeli bir namaz bezi ile gene işlemeli bir çift çorap;
Ede Bal ı 'ya üç kollu bir mumluk;
Mahmud ile Hüsameddin'e süssüz, püssüz birer çift üzengi ve birer
k ılıç;
Malhun Hatun'a da, Osman'ın yaptığı oyma iş lemeli küçücük bir
çekmeceye konmuş bir yazma, bir çift çorap, bir tarak, bir sapl ı küçük bakraç
ve gene Osman'ın yaptığı bir iğ .
Söz kesmede Dursun Fakı , Kumral Abdal ve bir de Malhun Hatun'un
ağası Mahmud bulunmuş tur:
Konuya, Ede Balı armağanları kabul ettikten sonra, Temür girmiş ve
başta Ede Balı i le Ildız Hatun olmak üzere bütün aileyi, sonra da Mahmud'u,
Hüsameddin'i övmüştür. Bu övgüde Malhun Hatun'un yeri apayrıdır.
Ede Balı da, söz sırası gelince, öyle konuşmuş , Osman ın üzerinde daha
çok durmuş , Ak Temür'den farklı olarak, en çok Kayı boyunu övmüştür:
Kayı boyu, Ede Balı’ya göre, Tanrı görevlisidir; Kay ı boyu, gücünün
ulaştığı yörelere adâleti kurmakla görevlidir; Kayı boyu, gücünün ulaştığı
yörelerde insanlara güven, huzur, varlık ve hoş geçim sağlamakla görevlidir;
Kayı boyu, baş ta Oğuzlar, birleştirmekle, bütünleş tirmekle, onarmakla,
yüceltmekle görevlidir, Kay ı boyu bu görevi üstlenip başarmaya
mecburdur.“(Osmancık: 94)
Artık Osmanc ık büyümüş ve onun Bey olma zamanı gelmişt ir .Şeyh
Edebalı , bey olacak kiş inin ne gibi özelliklere sahip olması gerektiğini biliyor
ve bu kişinin de Osman olduğunda zerre kadar tereddüd etmiyordu. Bey
olacak kişinin son derece donanıml ı ve mükemmeli arayan bir yapısı omas ı
gerektiğine inanıyordu. Bundan dolayıdır ki sıradan insanların birçok hata
yapabileceğ ini ve bunun bağış lanabileceğini fakat bey olan kişinin çok iyi
düşünüp taşınmasını ve hemen hemen hiç hata yapmaması gerektiğini; aksi
takdirde tebasını da zor duruma düşüreceğini vurguluyordu:
“ Ve Ede Bal ı . . Ede Balı deği l , Domaniç'teki, Sivrikaya’daki ses
konuşmaya başlıyor:
- "Ey Osmancık; Tanr ı gözünü, gönlünü ve yolunu ısıtsın; bileğinin,
yüreğinin gücünü pekiş tirsin; haktan, adaletten, merhametten, azimden,
sebattan garib komasın.
"Ey Osmancık; beğsin. Beğ liğini bil , beğ liğini unutma.
"Ey Osmancık; beğsin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana;
güceniklik bize, gönül alma sana; suçlama bizde; katlanma sende; bundan
böyle, yanılgı bize, hoşgörmek sana; aciz bize, yardım sana; geçimsizlikler,
uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, Çatışmalar bize, adalet sana; kötü göz bize,
Şom ağ ız bize, haksız yorum bize, bağış lama sana.
"Ey Osmancık; bundan böyle, bölmek bize, bütünleşmek sana;
üşengenlik bize, gayret sana; uyuşukluk bize, rahat bize, uyarmak,
şevklendirmek, gayretlendirmek sana.
"Ey Osmancık; yükün ağır, işin çetin, gücün kı la bağlı . Tanrı yardımc ın
olsun; beğ liğini kutlu k ıls ın; hak yoluna yararlı kı lsın; ışığını parıldatsın,
uzaklara iletsin; sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürtmeyecek akıl
versin."
Bütün başlar eğikti . Osman ayakta idi, dimdik duruyordu, yontma taş
gibiydi.
Neden sonra, Ertuğrul beğ gazi 'ye doğru ad ım adım yürüyen Osman, diz
çöktü el öptü.Ertuğrul beğ gazi de öbür elini onun omuz ardına koydu:
“Ey Osmancık, oğul; kıvanc ımd ın, övüncüm ol; sevincimdin, güvencim
ol.Var şimdi ananın duasını dinle.”
Osman doğruldu. Önce oradakilere döndü; elini bağrına bast ı . . . .
(Osmancık: 119)
M. Necati Sepetçioğlu Konak adlı romanında Kumral Dede’nin ağz ından
Osman Bey’in ilerde pâdişah olacağını sadece padişah olmakla kalmayarak
daha sonra birçok padişahın da onun soyundan geleceğini müjdelemişt ir . O bu
kurgusuyla hem dervişlerin oluşturduğu atmosferi çok güzel bir şekilde
vermiş hem de Osman Bey’in ve üstleneceği görevin ağırl ığ ını ortaya
koymuş tur. Kumral Dede ve onun gibi dervişlerin ve manevî anlamda
hizmetleri bulunanların ilk dönem Bey’leri üzerindeki etkileri çok yüksek
olmuş tur. Onların gerek ak ından ak ına koşmalarında gerekse İslâm dinini ve
inananları yüceltmek için çalışmalarında yol gösterici olmuş tur.
“Kumral dede bir kere daha gün doğuşu sonras ın ı düşündü. Bütün
işaretleri , olduğunca hatırlamağa çalış tı .Herbirini ayrıntılarıyla
hayallemesinde hiç büyütmeden bir bir gördü bir daha. Aklı iyice yatınca
gözlerinden yüzüne doğru çok güvenmiş bir tebessüm indi; her gün doğumu
sonrasında duyduğu doymuş luk, yeni yeni, iliklerine doldu. O bakış , o doluş ,
o doymuşluk içinde : «Sakınmasın oğul Osman Bey, sakınmasın ama, Tanrım
o gücü arttırsın eksiltmesin; güzel Tanr ım bizim himmetimizi gücüne basamak
yapmaktan da geri komasın; korkma; padişahl ık gücüdür bu dediğim güç,
hemi de senin damarlarındandır. Oğul Osman Bey kutlu, hemi de mutlu olsun
derim; hemi de muş tular ım sen padişah olacaksın; cihan senin gibisini bir
daha görmeyecek.»
Gözlerini yummuş tu Kumral Dede; yüzünü yummuş saklamış tı , sakalı
ağan bulutlar misali k ıpır k ıp ırd ı . Yumulu gözleri karanlıkların derin-
liklerinde; yumulu sakl ı yüzü karanlıklar perdesinin görünmeyeninde, sakalı
bu dünyadaydı . Sesi gittikçe derinlere iniyor, derinliklerin bilinmezliğ inde
ağır ağ ır örgüleniyordu. Osman Bey ne yapacağın ı , nasıl davranacağını
bilmiyordu; Kumral Dedenin susmamasını istiyordu; susarsa dünyanın zevki
kalmayacaktı; taşlar taş , ağaçlar ağaç olacaktı yine. Allahtan ki Kumral
Dedenin sesi daha bir derine indi: “Cihan seni unutmayacak oğul Osman
Bey.Unutamaz da.Çünkü sen sadece bir padişah olup kalmayacaksın; cihan ın
bir eşleri henüz yaratılmamış padişahları da senin neslinden gelecek.Bu güç
sen de var oğul Osman Bey, bu gücü iyi bil kullan.” (Konak: 139)
Feridun Fazıl Tülbentçi ise Osmanoğulları adlı romanında Osman
Bey’in arkadaşlarının onun hakkında düşündüklerini vererek Osman Bey’in
düşüncelerini ve kiş iliğini daha inandırıcı bir şekilde ortaya koymaya
çalışmıştır. Osman Bey’in hemen hemen her zaman alperenleriyle birlikte
savaştığını hatta çoğu kez de en önde olduğunu vurgulamış tır. Ona göre
Osman yiği t t ir , Osman öncüdür, Osman onların havasıd ır, suyudur, toprağ ıdır;
gerekirse Osman Bey ve Beyliğ i için canlarını her an vermeye hazırdırlar.
“ Osman Gazi, onlar için her şey demekti. O kadar al ışmışlard ı ki , su,
güneş ve ekmek ne ise, Osman Bey de onlar için o idi. Hepsi de vücutlarını
beraberce yıpratmış lar, uzun yıl lar at üzerinde yalınkılıç hisarlardan hisarlara
koşmuşlar, kan ve ateş içinde boğuşmuş lard ı . Her birinde gaza meydanlarının
nişanesi olan iki üç yara vardı . Fakat Osman Bey daha çok yıpranmış tı .
Üzerinde aynı zamanda bir devlet kurmanın sorumluluğunu da taşımışt ı .
Gözlerine uyku girmediğ i geceler o kadar çoktu ki, mütemadiyen
düşünüyordu. Sakin, soğukkanl ı bir adam olmas ına rağmen cengin en kızgın
anlarında birden kendinden geçer, yirmi yaşında bir bahadır gibi ileriye f ırlar
ve zaferin kazanılmasında başlıca âmil olurdu. Dilaverlerini kendi can ı gibi
sever ve onlan lüzumsuz yere kırdırmazdı . Öz oğlu ile bir bahadırı
ayırdetmezdi.(Osmanoğulları: 686 vd.)
Cavit Ersen ise yeni kurulmakta olan Osmanlı Devletinin kurucuları
üzerinde yoğunlaşmaya çalışmış ve beyliğin genel felsefesinin Kur’ân’ın
hükümlerine bağlıl ık, Türk- İslâm birliğini oluşturmak, Türk Milleti’nin
gücünü artırarak cihan devleti kurmak olduğunu vurgulamıştır.
"Çünkü tesis edilen devlet, Türk ırkının kabiliyetleriyle dünyaya örnek
olacaktı . Bu ülke, Doğu ve Batı yakas ında bir köprü vazifesi görebilecek
nitelikte idi. Büyük bir t icaret merkezi olan İstanbul güzergâh ı pek
yakınlarında bulunuyordu. Ana ticaret yolları bu yöreden geçerdi. Bu
bakımdan, bu toprakların kaderini bilmek gerekti. Bunun için de Osman
Gâzi 'nin rehberi Kur'an oluyordu. O'nun emrettikleri dış ına çıkmamak ise,
devleti payidar eyleyecekti, bunu biliyor, din adamlarına, ünlü düşünürlere
bağrını açıyor, müsbet fikre hürmet ediyordu.
Osman Gâzi 'nin Söğüt 'te att ığ ı temel taş larında bunlar yaz ılı idi .
Türklük gururu şahlanacak, Türk İslâm Birliği tesis edilecek ve bu kavmin
inkırazı mümkün olmayacakt ı : Bu yoldan ayrılmak büyük gaflet, . büyük
cehalet, büyük hatâ ve insana en büyük eza, cefa veren bir nitelik
arzedecektir. . .” (Osman Gazi: 166)
Yine Osman Gazi roman ında Osman Gazi’nin genel özellikleri olarak
hareketli ve ve sın ır tanımaz, sinirli , gururlu, kiş iliğini ispatlamış , ve yavuz
ve yakış ıklı bir delikanlı olduğu veriliyor. Osman Gazi mutluydu çünkü
elinden gelenin en iyisini hem Beyliği hem de kendisi için yapmıştı . Osman
Gazi mutluydu çünkü bu dünyadan göç ederken art ık bir aşiret değ i l güçlü bir
devlet olma yolunda büyük adımlar atan kocaman bir birlik bırak ıyordu.. .
“Altmış sekiz yı llık hayatında yedi erkek bir de kız çocuğu dünyaya
gelen Osman Gazi, mutlu insanlardandı . . . Devlet yönetiminde hiç kimseye
haks ız muamele etmemiş t i . . . Daima düşünmüş , İslâm bilginlerine danışmadan
hareket etmemiş t i . Komutanlarını toplamış . Harp Meclisi vücuda getirmiş ,
savaşlarda her biri birer kartal pençesini andıran bilek güçleriyle küffarı
ezmesini bilmişler ve kentler, tekfurlariyle teslim bayrağ ın ı çekmek zorunda
kalmış lardı . . .(Osman Gazi: 205)
İlk Osmanlı beyleri sadece kendilerini iyi bir şekilde yetişt irmek ve
yenilikleri takip etmekle kalmıyordu. Ayn ı zamanda kendilerinden sonra
geleceklerin de çok iyi bir şekilde yetişt irilmelerine önem veriyorlardı . Çünkü
söz konusu olan “Devletin bekâsı” idi ve onlar bu durumu çok iyi idrâk
etmişlerdi. Kendilerinden sonra gelecek olanlar aynı zamanda Devleti de
geleceğ i anlamına geliyordu. Yavuz Bahadıroğlu da Turgut Alp roman ında
Osman Bey’in kendisinden sonra gelecek olan Orhan Bey’i de kendisi gibi iyi
yetişt irdiğini vurguluyor:
"Beyim! Allah sizi baş ımızdan eksik etmesin. Bugün görüyoruz ki
oğ lunuz Orhan Bey gerçek bir aşiret reisi olarak yetişiyor. Gönlümüz
mesrurdur. Bu günü gördükten sonra artık ölsem de gam yemem. Hep senden
sonra kimin başa geçeceğimi düşünüp durmuş , bir türlü karar verememiş ,
Orhan Beyin reisliğ ini hep şüpheyle karşılamış tım. Ama bütün şüphelerim
zail oldu gayri. Tebrikler. Allah'ın ne iyi kullarıyız ki böyle liyakatli
reislerle bizi mükafatlandırıyor." “(Turgut Alp: 48)
Yine yukar ıda Yavuz Bahadıroğ lu’nun Turgut Alp roman ında verdiğ i
padişâhların haleflerini iyi yetiş tirdiğine dair bir tespite de Kemal Tahir
Devlet Ana roman ında rastlıyoruz. Orhan çok disiplinli ve emirleri s ık ı sıkıya
yerine getiren bir kiş iliğe sahiptir. O da babasından sonra tahta geçeceğinin
bilincindedir. Ayn ı zamanda son derece gururlu, en ufak zaafın ı bile
göstermemeye çalışan bir yapıya sahiptir .
“Osman Bey de, on üç yaşındaki oğluna, değme pişkin savaşçılardan,
bölük baş ılardan daha çok güvenmekteydi. Orhan' ın özelliği , emirlere
kesinlikle uyması , ama, arkalarını da hiç bırakmamas ıydı . Bu emrin bağlı
olduğu olayı sık sık ölçüp biçer, yakın uzak ilintilerini yeniden birbirine
vururdu. Bu da ona, hem iyi bir uygulay ıcı , hem de sırasında kendi aklın ı
kullanan değerli bir başbuğ yeteneği veriyordu. Orhan Bey avucunun içine
gizlice esnedi, esnemeyi güçsüzlük saymış gibi, gülümsemeye çevirdi.. .”
(Devlet Ana: 237)
Osman’ a beylik verilmiş ve Osman’ da bu görevin bilinci içerisinde
görevini yerine getirmeye çalışıyordu. Onun en sevmediğ i şeylerden birisi –
meşverete çok önem vermesine rağmen- işine çok karışılmasıydı . Hatta bu
sert tavrını bir defasında babasına karşı bile göstermiş t i :
“ Konuşmayı sürdürürken art ık sakinleştiği belli oluyordu:
- "Aya Nikola kâfiri , sen Ertuğrul Beğ Gazi babam, n’ettin, ne
işlediysen, Kay ı 'ya düşman kaldı . Düşman kalacağ ı da aşikârd ır. Hep
pusudadır ki, fırsat kollaya, bulunca da ılkıc ılarımıza, sarvanlarımıza,
çobanlarımıza saldıra, Söğüd'ü basa. Bizi zebun sandığındand ır bu. Ben,
dedim ki, düşman düşmanlığın encamını bile ve göze ala. Ve, ben dedim ki,
Mihail Kosses'in sevenleri çoktur. Bilirim savaşçı değillerdir; amma yörede
sözleri dinlenir, sözlerine uyulur. Hakk ımızda deyecekleri işe yarar. Mihail
Kosses de borcun alt ında kalmaz."
Ertuğrul Gazi hemen konuşmad ı . Ölçtü, biçti, tam, sonra;
- "Güzel söylersin, oğul; amma bu yapt ığ ın yaln ız Aya Nikola ile değil ,
Karacahîsar tekfuru ile de savaşı göze almaktır. Doğru mudur?"
Osman baş ın ı kaldırdı , yandan vuran ışıkta yakamozlanan gözlerini
babasına dikti .
Dizlerinin üzerinde dikeldi. Belden yukarıs ı hepsinkinden yüksekti.
Ve, sesinde saygı i le hoşgörmeye yanaşmayan kararlıl ık, aynı güçle iç
içe idi:
"Baba" dedi, "beğ sen isen, buyur ki, uyalım. Yok 'beğ , ben isem baba,
oğ lunun beğl iğini bereleme."
“Osman Bey’in hedefleri sadece günü kurtarmak şeklinde değil dünü
düşünerek geleceğe büyük ve dikkatli adımlar atmak şeklindeydi. Yapmak
istediği şey üzerinde son derece kararlı ve büyük ideallerle dolu olan büyük
düşünenler için bu dünyanın insana biçilmiş olan zamanın gerçekten
yetmediğine inanan insanlardandı . Çünkü kendi öyleydi ama öyle olduğunu
hep başkaları söyledi. Bursa’n ın fethi için dua ederken bile kendisi Bursa’yı
alamadan vefat etse bile kendisinden sonra gelecek olan ve kendisi kadar
güvendiği oğ lunun Bursa’yı alacağını biliyor ve kendisinin Bursa’ da bir yere
gömülmesini vasiyet ediyordu:
“Hey Yüce Tanrım, bu şehri bana nasip ettiysen bir an önce ver, eğer
nasip etmediysen sana dönerken yeryüzünde bırakacağım vücudumu bu gümüş
künbed altına nasip et.”(Ovaya İnen Şahin: 153)
SONUÇ
Çalışmamızda ele alınan romanlarda yazarlarımız ın gerek tarihî
kitaplardan gerekse “kurgulama” gücüyle ortaya koyduğu görüşler, hemen
hemen tamamen uyuşmaktadır. Yalnız her yazar, kendi dünya görüşü
doğrultusunda farkl ı etkenlere daha fazla veya az ağırlık vermişt ir . Örneğin
Mustafa Necati Sepetçioğ lu ve Yavuz Bahadıroğ lu’nun romanlar ında dinî
unsurlar ön plândayken Kemal Tahir’de daha arka plânda kalmış tır. Roman
türü, kurgulama ürünü olduğuna göre romanlarda birebir tarihe uygunluk
beklemenin anlamı yoktur. Romanlarda önemli olan tarihsel gerçeklerle taban
tabana z ıt çelişkilerin olmamasıdır. Tarihsel romanı tarih kitabından ay ıran en
önemli özellik, yazarın çal ışmas ını , elindeki tarihî materyallerle tekrar
yoğurarak ortaya yepyeni bir ürün ortaya koymasıdır. Romanc ının yapması
gereken, sadece “yeniden üretim” dir. Ele aldığ ımız romanlardan ve tarihî
kaynaklardan yola çıkarak Osmanl ı’nın kuruluşu hakkında şunları
söyleyebiliriz:
1. Osmanlı’nın kuruluşunda bir çok etken vardır.
2. Osmanlı Devleti hiç yoktan var olmamış ; daha önceki Türk
devletlerinin devamı niteliğ inde olan bir yapılanmad ır. Tüm
itirazlara rağmen günümüz Türkiye’sinin Osmanlı üzerine kurulmuş
olduğu gibi.
3. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda en az gaziler (alplar) kadar
maneviyat erenlerinin (veliler) de rolü vardır.
4. Osmanlı Devleti, bir Türk – İslâm sentezi üzerine kurulmuş tur,
Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete aykırı olmamas ı şartıyla tüm yeniliklere
açıktır.
5. Osmanlı’nın dış politikası esas olarak savaş üzerine deği l bar ış
üzerine temellenmişt ir . Sadece zorunluluk durumunda silâh
kullanmış olan Osmanlı , şu sebeplerle savaş yapardı:
a) İ’lâ-yı Kelimetullâh (Allah’ ın adını , dinini yüceltmek)
b) Düşman ın İslâm toprağını işgal ederek zulüm yapması
c) Müslüman olmayan bir ülkedeki Müslümanlar ın yardım çağrıs ı
d) Dinden dönmek, İslâm’ın emirlerini reddetmek, isyancı lık,
antlaşmay ı bozmak
Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini ele alan romanlarda kullanılan
dil oldukça sadedir. Yer yer o dönemin konuşma üslûbu içinde verilmişt ir .
Devlet Ana romanında Kemal Tahir, mümkün olduğu kadar o dönemin dil
özelliklerini vermeye çalışmıştır. Yöresel söyleyiş lere sıkça yer verilmişt ir .
Yazar, kullandığı dil ve üslûp üzerine şunları söylemektedir:
“Osmanlı’n ın cenkçi takımın ı anlatırken Dede Korkut üslûbundan
yararlanacağım, saray takımın ı konuştururken de Evliya Çelebi iyi düşecek
sanırım.” 20
Ayr ıca Devlet Ana’da yaptığı betimlemelerde insanların olumlu taraflar ı
yerine olumsuz yönlerini ortaya koymaya çalışmıştır. Yer yer eleş tirel bir
üslûp kullanmış tır. Örneğin Notüs Gladyüs’ün Liya’ya tecavüz ediş an ını
verişi son derece canl ı ve eleşt ireldir. Kemal Tahir, Devlet Ana roman ında
20 Argunşah, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihi Roman, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanabul 1990 s. 179.
kadına bak ış aç ısı olarak o dönemin bacılarını yüceltmiş; fakat romanda genel
olarak kadını kendisiyle birlikte olunacak bir madde olarak ortaya koymuş tur.
Roman ında herkesin çıkar, şehvet, vb. arzularını tatmin etme peşinde
olduğunu ön plâna çıkarmıştır. Devlet Ana’da genel olarak bir çığlık havası
hâkimdir. Yazar, Osmanlı’nın kuruluş dönemindeki heyecanı vermeye
çalışmış ve romanın ad ın ı Rum bacı larının baş ı olan “Devlet Hatun”’dan
esinlenerek koymuş tur. Roman, “Kancık Vuruş”, “Uyandır ılan Şehir”, “Dost
Çeşmesi” ve “Derin Geçit” olmak üzere dört bölüm halinde kurgulanmış tır.
Kemal Tahir, romanında bireylerden çok toplumsal konular üzerinde durmaya
çalışmış; bir kişi üzerinde yoğunlaşmak yerine birden çok kiş iyi figüratif
kadroda iş levsel kı lmış tır. Devlet Ana’da Kemal Tahir, diğer eserlerinde de
yer yer ortaya çıkan “Doğu”mu “Batı” mı? Biz Doğu’ya mı aitiz Batı’ya mı
aitiz vb. sorular ın cevaplarını aramaya çalışır. Osmanl ı Devleti’nin
kuruluşunu da bu bağlamda aç ıklamaya çal ışmaktadır. Her milletin kendine
has bir kültürü olduğu meselelere da bu bağlamda bakmanın yerinde olacağı
görüşünü savunan Kemal Tahir’de bu yönüyle “Asya Tipi Üretim Tarzı” na
yönelik bakış açısı hâkimdir.
Devlet Ana romanı , Doğu ve Batı dünyasın ın temel özelliklerini
simgeleyen kiş i lerin tasvirlerinin verilmesiyle başlar. Roman boyunca Doğu
toplumların ın yüceltilmesine yönelik kurgulama yapılmış ve Doğu ile Batı
karşılaşt ırılmış tır. Kemal Tahir, romanında zaman zaman erotizme varan
sahnelerle ortaya ç ıkar.
Osmanc ık romanında Tar ık Buğra, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sın ın
aksine bireyi merkez al ır ve “Osmancık” ın “Osman Bey” oluşu s ırasında
geçirdiği ruhsal durumları çözümlemeye çalış ır. Osmanc ık, Osmanlı
Devleti’nin kuruluşunda Osman Bey’in rolünü ve onun Şeyh Edebalı i le
karşılaşt ıktan sonra nasıl bir değiş ime uğradığın ı ele al ır. Osman Bey, Şeyh
Edebalı i le karşılaştıktan sonra dinginleşmiş ve büyük bir olgunluk kazanarak
akl-ı selime sahip olmuş tur. Roman, Ertuğrul Bey’in ölümüyle başlar ve
Osman Bey’in ölümüyle sona erer. Yazarın roman ını ölüm ile başlatıp ölüm
ile bitirmesi, dünya görüşü ve Ertuğrul Bey’den sonra hemen Osman Bey’in
başa geçmesi ile ilgilidir. Osman Bey, roman boyunca tüm çatışmalarına
rağmen karşımıza “karakter heykeli” olarak çıkmaktadır. Romanda tarihle
çelişme söz konusu deği ldir. Osmanlı tarihine olumlu bir bakış açısıyla
yaklaşan Tarık Buğra’da eleştirel bir bak ış açıs ı söz konusu deği ldir. Manevî
atmosfer, eser boyunca bir şiir gibi sergilenmişt ir . Bu romanda “sanatkârâne
üslûp” ağır basmaktadır. Özellikle Mihal Koses’in İslâm dinini kabul edişini
son derece başarıl ı bir şekilde tasvir etmişt ir . Tasvir o kadar güçlüdür ki
sahne okuyucunun gözünde ayan beyan canlanır.
Osman Bey’in iç çatışmalarının da başar ıyla sergilendiği romanda
ş i irsel bir dil kullanılmışt ır. Roman ın dili , söz dağar ı açıs ından son derece
sade ve anlaşı lır bir özelliğe sahip. Yazar, dili çok başarılı bir şekilde
romanın içeriğiyle bütünleş tirebilmiş t ir . Cümle kuruluşunda s ıfatların
kullanımına fazlaca yer vermişt ir . Roman, Dede Korkut’un dil ve üslûbunu
andırır bir yaklaşım içindedir. Kurgusu ve içeriği zaman zaman, Kur’ân-
Kerîm ve hadislerle desteklenmiş olan roman, altı bölümden oluşmaktadır:
1. “Osman Gazi”
2. “Kaf dağları uzar gider. Ve, her yolcusuna bir zümrüdüanka
gerektir.”
3. “Osman Gazi Hân”
4. “ Dünya’da garib bir yolcu gibi ol”- Hadis-
M. Necati Sepetçioğlu, Konak, Çatı , Üçler Yediler Kırklar üçlemesinde
nehir roman örneğ i ortaya koymuş tur. Konak roman ı , Moğol isyanı üzerinde
yoğunlaşmakta ve Kayı boyunun bask ılara dayanamayarak göç ediş ine yer
vermekte ve Osman Bey’in vefat ına kadar olan süreyi ele almaktadır. Çatı
romanında Orhan Bey dönemi anlatıl ır. Üçler Yediler Kırklar romanında ise
olaylar, Orhan Bey döneminde geçer. Zaman zaman geriye dönüş tekniği
kullanıl ır. Dinî konulardaki çeşitli çatışmalara değinilerek birlik ve
bütünlüğün korunması gerektiği salık verilir.
Mustafa Necati Sepetçioğ lu’nun Çatı romanında yer yer imgeler ağır
basmaktadır. Örneğ in “bir iş yapmaya girişt iysen muhakkak çok gayret etmek
gerekir” ve “Hamama giren terler.” Sözleri , ideallerin büyüklüğünü ve çok
çalışmanın gereklil iğ ini imlemektedirler.
“Kumral Dede: «Anlatmazsan, anlatmadığın büyür; anlatırsan anlattığ ın
küçülür» dedi; «Tıpk ı neye benzer bilir misin?» Göbek taşındaki kir
kal ınt ılarım gösterdi: «Şunlara. terlemeselerdi o bedenler bu kiri
dökemezlerdi; kir kir üstüne binerdi; kir kir üstüne binince de beden soluksuz
kal ırd ı , kokardı , ölürdü. Hamama geldiğine göre terlemelisin Rahman oğul..
hem d ış ından hem içinden...»
M. Necati Sepetçioğ lu, Çatı roman ın ın arka kapağında Osmanlı
Devleti’nin kuruluşu hakkında düşünüşünü şu şekilde ortaya koymuş tur.
“. . .İyinin, doğrunun ve güzelin uğrunda umutlanmış bir ömür, hayatı ve
sonrasını gözardı edemez. O vakit de Bütün'lük ve Bir 'l ik söz konusu
edilecektir. Orta Asya'dan Anadolu ve Rumeli topraklarımıza büyüyüp
beslenmiş bir kültürün değiş ik halkalarında "ham iken pişmiş" olan bizim
insan ımız için bu Bir 'l ik ve Bütün'lük çok önemlidir. İnsanımız ın
mutluluğunu istiyorsak saldırmak ve y ıkmak yerine güzelliğ in yapıc ı yolunu
seçmek zorunday ız.”
Sepetçioğlu, birlik ve bütünlük çağrısının ağ ır bastığı romanlarını
yukarıda sözünü ettiğ i düşüncelerine uygun bir biçimde kurgulamıştır.
Ayn ı yazarın, Bu Atl ı Geçite Gider roman ında ise yeni yetme tutsak
çocuklar, bir nevi hamur olarak görülmekte ve iş lenmeleri gerektiğine
inanılarak Somuncu Baba’ya gönderilmektedir. Yeni yetme çocuklarla imâ
edilenler, özellikle devşirmelerdir. Çünkü bunların bizim kültürümüzle
yoğrularak fethedilen bölgelerin Türkleşmesinde kullanılmas ı
düşünülmektedir. Romanda Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinin Kosova
Savaşı’na kadarki devresine yer verilmektedir.
Turhan Tan’ın Gönülden Gönüle adlı roman ında eserin ilk sayfas ından
da anlaş ılacağı üzere yüceltme söz konusudur. Türkler ve Osmanlı lar
yüceltilirken, Rumlar ve Bizanslılar aşağılanmıştır. Gözlemci bir üslûp yerine
daha çok yargılayıcı bir söyleyiş ağır basmaktadır. Bu da roman ın yer yer
“övgü” ve “aşağılama” temeline dayalı olarak kurgulanması sonucunu
doğurmuş tur. Romanda mümkün olduğu kadar dönemin atmosferini yansı tması
bakımından kiş iler, tarihî figürler arasından seçilmiş tir. Roman ın dili oldukça
ağırdır. Birçok Arapça ve Farsça kelime kullanılmış tır. Bu kadar çok yabancı
dillerden geçmiş kelimelerin kullanılmas ı da yer yer sıradan bir okuyucunun
zorlanmasına sebep olabilir. Romanda s ık s ık dipnotlarla ele alınan konular
pekiş t irilmeye ve daha fazla gerçeklik kazandırılmaya çalışılmışt ır. Baş lıca
göndermelerde bulunulan dipnotlar şunlard ır:
1. Dede Korkut kitabı s. 7
2. Eski Türkler’de kam, sığır vb. törenler s. 18
3. Abdallar ın mensup olduğu çeşitli tarikatlar s. 26
4. Hammer Tarihi, s. 29, 84
5. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi, s. 35
6. Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları , s. 53
7. Ahmet Refik’in Bizans İmparatoriçeleri , s. 66.
8. Ahmet Rasim’in tarihi
9. Fuad Köprülü’nün tarihi
10.Çeşit li Yunan mitolojisine ait Herkül, Afrodit vb.figürler
11.İbn-i Kemal, s. 275
Gönülden Gönüle roman ında yer yer destansı unsurlara yer verilmişt ir;
örneğin Abdurahman’ ın boğayı boynuzlarından tutarak yere vurması .
(Gönülden Gönüle : 133, 160)
Destansı unsura şöyle bir örnek verebiliriz:
“ — Oğuz destanım bilirsin. O büyük alp, çocukluktan kurtulup
büyümüştü, yiğit olmuş tu. Ünlenmek, kendini tanıtmak için meydan ar ı-
yordu, fırsat gözlüyordu.
Bir gün ona haber verdiler, "filan diyarda bir orman var, içinde bir
canavar dolaşıyor, beygirleri parçalayıp yiyor, insanlar ı yutuyor!, dediler.
Oğuz hemen atlandı , mızrağ ını omuzladı , yayını astı , kı lıcını takt ı , ormana
geldi. Bir geyik yakaladı , at k ırbacile onu bir ağaca bağlad ı , çekildi, gitti .
Gün doğarken döndü, canavarın geyiği götürdüğünü gördü.
Bu sefer bir ay ı tuttu. Altın işlemeli kemeriyle gene o ağaca bağladı ve
çekildi gitt i . Gün doğarken tekrar geri geldi, Canavar ay ıy ı da götürmüş tü.
Demek ki o ağaca alışmış tı ve gene gelecekti . Oğuz bu defa kendisi ağac ın
dibine yerleşt i . Filvaki gece yar ısı canavar geldi, eli ayağı bağlı bir geyik,
yahut semiz bir ayı bulacağın ı umarken yiğ i t Oğuz’la karş ılaştı ve hemen
saldırdı . Lâkin Oğuz daha çevik davrandı , mızrağ ını korkunç canavar ın ta
yüreğine saplad ı , sonra kılıcıyla kafasını kesti , bir tarafa attı .”
Gönülden Gönüle romanı boyunca yine alp ve abdal (aptal)
birlikteliğine değinilmiş ve alplarla abdalların nas ıl birlikte hareket ettiğine
ve birbirleriyle olan dayan ışmalarına değinilmiş t ir .
Gönülden Gönüle’de yazar, yer yer olayların ak ışına müdahale ederek
Ahmet Mithat’ın yaptığı gibi aralara tarihî bilgiler sokuşturmuşur. Örneğin,
İbn-i Kemal hakkında uzun uzun bilgi vedikten sonra romanın normal seyrine
dönmüş tür:
“Hikâyemize zemin ittihaz ettiğ imiz vak'aları nakleden bütün tarih
kitapları , bu rüyayı ayn ı şekilde yazarlar. Karilerimizde, şüphe yok ki o
tafsilâtı okumuş lardır. Biz, malumu ilâm kabilinden bir tahkiye yapt ığımızı
muhterem okuyucularımıza affettirmek için rüyayı , Ibn-i Kemal’in
kaleminden nakledeceğiz. Bu suretle en yüksek bir Türk âliminin üslûbundan
bir numune göstermiş ve eski ağza yeni tat , meseli hilâfına yeni ağza eski tat
vermiş olacağız. Tarihî roman yazanların bir vazifesi de budur: Geçmiş
günlerin bazen meraretini, bazen halâvetini okuyucularına tatt ırmakt ır .
Ibn-i Kemal, malum olduğu üzere gençliğinde sipahi idi. Sonra ilme
âşık oldu, k ıl ıcı , kalemle mübadele etti ve Türklüğün yüzü suyu sayılan
âlimlerin hemen hemen birincisi mevkiine yükseldi. Bu büyük zat, ayni
zamanda şair idi.” (Gönülden Gönüle: 270)
Bekir Büyükarkın’ın Kutludağ romanı da çok etkileyici bir üslûp ile
kurgulanmıştır. Yazar Tar ık Buğra’nın Osmancık romanında olduğu gibi
ş i irsel bir anlatım kullanmıştır. Dili oldukça sade olan roman, Moğollar’ın
Selçuklular’a saldırmasıyla başlar ve Bursa’nın fethinden sonra günümüz
Bursa’sından Osmanl ı’nın kuruluş dönemine dair izler aktararak son bulur.
“Romanlarında bu günü dünde arayan Bekir Büyükarkın, ayrıca kişisel
duyguların ı da zaman zaman ön plâna çıkaran bir yazardır.”
Cavit Ersen, Osman Gazi roman ına başlamadan önce giriş kısmında
tarihî bir roman olman ın da verdiği etkiyle yazılırken aşağ ıdaki kaynaklardan
faydalanıld ığın ı bildirmişt ir . Roman, bu yönüyle tarihî bir romandan ziyade
tarih araştırmas ı görüntüsü oluş turmuştur.
“Bu roman ın hazırlanışında aşağıda gösterilen kaynaklardan istifade
edilmiş ve kendi görüşümüz de, bu günkü şartlar içinde sevgili
okuyucularımız ın yüksek takdirlerine arzedilmiştir:
1) Osmanlı Tarihi (Prof. İsmail Hakkı Uzunçarş ılı)
2) Osmanlı Devletinin Kuruluşu (Prof. Fuat Köprülü)
3) Osmanlı Tarihleri (Nihal Atsız)
4) Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu (Paul Wittek - Çeviri Fahriye Ar ık)
5) İslâm Ansiklopedisi
6) İzahl ı Osmanl ı Tarihi Kronolojisi (İsmail Hami Danişment)
Destansı bir hava içerisinde başlayan roman ın başlangıc ında Osman
Gazi’nin anlatılacağı vurgulanmış ve Osman Gazi dönemi kısaca
özetlenmiş t ir . Ayrıca romana bir dörtlükle başlanarak Osman Gazi’nin
felsefesine ışık tutulmaya çalış ılmıştır:
Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesi’ndeyim:
Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen;
Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.
(Osman Gazi : 13)
Romanda bazı kıs ımlar sık s ık ayet ve hadislerle desteklenmiş t ir .Buna
örnek olarak şu ayeti verebiliriz.
“ – Allahümme inna ibâdüke ve hüm ibâdüke nevasîna ve nevasîhim,
Allahümme ihzimhüm ven’surnaleyhim...” (Osman Gazi :40)
Genel bakış açısı olarak Osmanl ı’yı yüceltme gayesinin güdüldüğü
Ragıp Yeş im’in Ovaya İnen Şahin romanında birtak ım yer isimlerinin
verilişine ilişkin bilgiler de aktarılmaktadır. Kullanılan adlar, genellikle
özgün olup Türkçe karşıl ıkları sayfa altlarında dipnot olarak belirtilmiş tir.
Romanda s ıcak, içten bir dil kullanılmış olup dilin ve anlatımın tarihsel
atmosfere uyumu sağlanmış tır. (Ovaya İnen Şahin:125)
Mihal Kase’nin (Köse Mihal) müslüman olması hemen hemen bu dönemi
anlatan tarihî romanların hepsinde ele alınmıştır. Fakat baz ı romanlarda
Mihail’in müslüman olduktan sonra adını değiştirdiğine yer verilirken
bazılarında da müslüman olduktan sonra ayn ı adla kaldığı yönünde ifadeler
göze çarpmaktadır. Bu kitapta da müslüman olduktan sonra adı aynen
korunmuş tur. (Ovaya İnen Şahin :133)
Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğ lu- I romanı , bir serüven şeklinde olup
babası Sungur’un Bizans Şövalyesi Selikos tarafından öldürülmesini konu
alır. Kendisini babas ın ın emanet ettiği Akaçakoca’nın yetiş tirmesinden sonra
babasının öcünü almak ve vatana, dine, millete hizmet yolunda akınlarda
bulunmak amac ında olan Sunguroğlu’nun başından geçenleri anlatmaktad ır.
Roman ın dili son derece akıcı olup, üslûbu sade fakat serüven romanına
yakış ır bir biçimde son derece çoşkundur. Romanda İslâm dini ve Osmanl ı
yüceltilirken buna karşın; Hristiyanlık ve Bizans da aşağılanmışt ır.Romanda
olimpik bir bakış açıs ı öngörülmüş tür.
Zaman zaman İslâm diniyle ilgili telkinlere de yer veren romanın bir
amaca hizmet için yazı ldığı çok net bir şekilde hissedilmektedir. Yavuz
Bahadıroğlu, romanlarını kendi İslâmî dünya görüşüne uygun olarak yazmış
ve sanatının amacının yaratıcıya hizmet olduğunun alt ını çizerek bu konudaki
düşüncelerini şöyle belirtmişt ir:
"Sanat, sanat için deği l , inanç içindir. Sanatçı , insanları ezelî ve ebedî
Sanatkâra yaklaştırabildiğ i ölçüde başarıl ı sayı lır. Sanatçın ın görevi,
cemiyetin özünü aramak, köküne inmek, gerçekler üstü gerçeği bulmak ve
sunmakt ır. Maksat, Hakk’a ve hakikata hizmet; kalem, İ lâhî takdire mazhar
bir vasıta; eser, iyiyi, doğruyu, güzeli göstermesi şart ıyla muhterem bir
mirastır." 21
Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu-II roman ında, Sunguroğlu’nun gizli
bir görev için gittiği Bizans’a gönderilişi ve oradaki entrikalar
anlatılmaktad ır. Ve Sunguroğlu, kendisine düşen bu görevi Köse Papaz’ın da
yardımıyla büyük bir başarıyla yerine getirmişt ir .
Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğ lu- II adlı romanının arka kapağında
kendi romanını şu şekilde değerlendirmiş tir:
“Elinizde tuttuğunuz bu kitap, Orhan Gazi 'nin Rumeli 'ye geçerek
İstanbul yollarını fethe açtığı günlerin hikâyesidir. Bu kitap, serhadlerde k ılıç
sallayan serdengeçtilerin "ALLAH ALLAH" nidasıdır. Bu kitap, burçlarda
boy veren isimsiz kahramanların "ALLAHUEKBER" sadasıdır. Bu kitap,
vatan için, millet için, din için şehit olanların, maziden zamanımıza akseden
sesidir. Tarihten örnek al, ecdadını tanı ve istikbale cesaretle yürü!”
Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğ lu- III romanında Sunguroğ lu, Foça
korsanlar ı tarafından esir edilen Orhan Bey’in oğlu Halil Bey’i kurtarmak için
görevlendirilmiş ve bu yoldaki mücadelelerine yer verilmişt ir . Sunguroğlu,
kendisine verilen görevi yerine getirirken birçok kişi i le karşı laşmış ve
bunların büyük bir k ısmını kendi tarafına çekmiş t ir . Hatta bir kısmı da
Sunguroğlu ile tanıştıktan ve bir süre birlikte olduktan sonra din değişt irerek
Müslüman olmaya karar vermiş tir. Roman, her ne kadar Sunguroğ lu’nun
maceralar ın ı konu edinmişse de belirgin olarak cihad düşüncesine dayalı
olarak İslâmiyet’i yayma çabalarına da sahne olmaktadır.
21 Bahadıroğlu, Yavuz, “ Sunguroğlu Kimdir?” Sunguroğlu- I , Nesil Yay. 1997
Yavuz Bahadıroğlu’nun Turgut Alp romanında Turgut Alp ve arkadaş ı
Saltuk Alp’ın tekfurlarla olan mücadeleleri anlatı lmış tır. Roman, tamamen bir
serüven havası içerisinde oluşturulmuş ve türlü entrikalarla bezenmiş tir.
Serüven romanı olmas ı sebebiyle fikrî ağ ırlıktan yoksun; fakat akış
bakımından son derece sürükleyici bir romandır. Romanda tekfurlarla olan
mücadeleler sırasında başta Turgut Alp ve Saltuk Alp olmak üzere
alperenlerin yüklendikleri sorumluluk ve göreve vurgu yapılmış tır. Turgut Alp
romanında İslâm dini ve Osmanl ı yüceltilmiş ; buna karşın Hıristiyanlık ve
Tekfurlar aşağılanmıştır. Romanın son sayfas ında yazar romanla ilgili olarak
şunları söylemektedir:
“Oğul hey!
Beşyüz çadırl ık Kayı aşiretinden ecdadın ın koca bir İslâm devletini ne
şartlarla, ne güçlüklerle çıkardığının hikâyesinden bir bölüm daha okudun.
Seni, "Ölürsek şehit, kalırsak gazi, haydi ileri" felsefesinin derinliklerini
araştırmaya davet ediyorum. Bu araş tırmana tarih kadar, gerçeklerden
sapmamış , hurafelerle donat ı lmamış tarihî romanların da yard ım edeceğine
inanıyorum. O inançla Osmanl ı tarihini bölüm bölüm anlatacak romanlara
emek veriyorum. Takdirin, en büyük mükâfatım olacaktır. Ş imdiye kadar ters
yönden öğretilmiş tarihten seni biraz alabilir ve bir parça gerçeği araştırmaya
sevk edebilirsem kendime düşeri vazifeyi yapmış olduğuma inanacağım...”
ÖZET
Bu tez, “Türk Romanında Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Sürecine
Yaklaş ım” konuludur. Çal ışma, aşağıda adları verilen 15 roman üzerine
kurulmuş tur.
1. Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğ lu- I
2.Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğ lu- II
3.Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğ lu- III
4. Yavuz Bahadıroğlu, Turgut Alp
5. Tarık Buğra, Osmancık
6. Bekir Büyükarkın, Kutludağ
7. Cavit Ersen, Osman Gazi
8. Mustafa Necati Sepetçioğ lu, Bu Atlı Geçite Gider
9. Mustafa Necati Sepetçioğ lu, Çatı
10. Mustafa Necati .Sepetçioğlu, Konak
11. Mustafa Necati Sepetçioğlu, Üçler Yediler Kırklar
12. Kemal Tahir, Devlet Ana
13. M. Turhan, Gönülden Gönüle
14. Feridun Fazı l Tülbentçi, Osmanoğulları
15. Ragıp Şevki Yeşim, Ovaya İnen Şahin
Tezin Giriş bölümünde Osmanl ı Devleti’nin kurulduğu sırada Anadolu
ve çevresindeki gelişmelere ve Osmanl ı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili
kuramlara değ inilmiş t ir .
I . Bölümde “Osmanl ı Devleti’nin kuruluşunda etkin rol oynayan
zümreler”e değinilmişt ir .
Çalışman ın omurgas ın ı oluşturan II. Bölümde “Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunda etkin rol oynayan temel faktörler” e yer verilmişt ir .
III. Bölümde Osmanl ı Devleti’ni kuran beylere romancıların yaklaşım
tarz ı ele alınmışt ır.
Sonuç bölümünde ise genel bir değerlendirme yapılmış tır.
ABSTRACT
This Thesis studies “The foundation of Ottoman Empire in
Contemporary Turkish Novels”. When we study on this thesis used 15 Turkish
historical novels which are below:
1. Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğ lu- I (The son of Sungur, Volume-I )
2.Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğ lu- II (The son of Sungur, Volume-II )
3.Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğ lu-III (The son of Sungur, Volume- III)
4. Yavuz Bahadıroğlu, Turgut Alp ( Turgut the Alp )
5. Tarık Buğra, Osmancık (Othman the petit )
6. Bekir Büyükarkın, Kutludağ (The belessed mountain )
7. Cavit Ersen, Osman Gazi (Othman the ghazi )
8. Mustafa Necati Sepetçioğ lu, Bu Atlı Geçite Gider (This horseman
goes to the passageway )
9. Mustafa Necati Sepetçioğ lu,Çatı (The roof)
10, Mustafa Necati .Sepetçioğlu, Konak (The mansion)
11., Mustafa Necati Sepetçioğlu, Üçler Yediler Kırklar
12., Kemal Tahir, Devlet Ana (Mother the state)
13. M. Turhan, Gönülden Gönüle , (From heart to heart)
14. Feridun Fazı l Tülbentçi, Osmanoğulları (The sons of Othman)
15. Ragıp Şevki Yeşim, Ovaya İnen Şahin (Peregnine falcon
descending on plain )
This study is comprised of an introduction, a final and three chapters.
We gave in introduction:
1. General conditions in Anatolia and its neigborhood when the Ottomans
foundation period.
2. Economy in the Ottomans foundations period.
3. The theories about “The foundation of Ottoman Empire”
In the first chapter we gave social classes in the Ottomans foundation
period.
The scond chapter presents the framework of this thesis. It contains 34
different topics about main factors in the Ottomans foundation period.
The third chapter gives us novelists’ points of view about Ottomans’
founders.
The final chapter presents general ideas about thesis.
KAYNAKÇA
A ) İncelenen Romanlar
1. Bahadıroğ lu, Yavuz, Sunguroğlu- I , Nesil Yay., 13. bs, İstanbul 1997.
2.Bahadıroğ lu, Yavuz, Sunguroğlu- II , Nesil Yay., 13. bs., İstanbul 2000.
3. Bahadıroğ lu, Yavuz, Sunguroğlu- III , Nesil yay., 13. bs., İstanbul 1997.
4. Bahadıroğ lu, Yavuz, Turgut Alp , Nesil Yay., 7. bs., İstanbul 1998.
5. Buğra, Tar ık, Osmancık , Ötüken Yay., İstanbul 2000.
6. Büyükarkın, Bekir, Kutludağ , Arkın Ktb., 2. bs. İstanbul 1981.
7. Ersen, Cavit, Osman Gazi , Kamer Neşriyat, 2. bs., İstanbul 1983.
8. Sepetçioğ lu, Mustafa Necati , Bu Atlı Geçite Gider , İrfan Yay., İstanbul
1977.
9. Sepetçioğ lu, Mustafa Necati, Çatı , İrfan Yay., 17 bs., İstanbul 1999.
10.Sepetçioğ lu, Mustafa Necati, Konak , İrfan Yay., 17 bs., İstanbul 1999.
11.Sepetçioğ lu, Mustafa Necati , Üçler Yediler Kırklar , İrfan Yay., İstanbul
1978.
12.Tahir, Kemal, Devlet Ana , Tekin Yay., 15 bs., İstanbul 2001.
13. Turhan, M., Gönülden Gönüle , Milliyet Matbaaaası , İstanbul 1931.
14. Tülbentçi, Feridun Fazıl , Osmanoğulları , İnkılâp ve Aka Yay.,
15.Yeşim, Ragıp Şevki, Ovaya İnen Şahin , Türkiye Yay., İstanbul 1971.
B ) Yararlanılan Diğer Kaynaklar
I. EDEBİYAT TARİHLERİ
1. Akyüz, Kenan, Modern Türk Edebiyat ı’nın Ana Çizgileri , İnkılâp Ktb.,
İstanbul.
2. Banarlı , Nihat Sâmi, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi , M.E.B. Yay., İstanbul
1971.
3. Tanpınar, A. Hamdi, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi , Çağlayan Ktb., 8
bs. İst. 1997.
II. TARİHSEL KAYNAKLAR
1. Akgündüz, Ahmet – Öztürk, Said, Bilinmeyen Osmanlı , OSAV Yay.,
İstanbul 1999.
2. Divitçioğ lu, Sencer, Osmanl ı Beyliğinin Kuruluşu , YKY, 2. bs., İstanbul
2000.
3. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi , Çağ Yay., C.10., İstanbul.
4. Gibbons, Herbert Adams, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu , 21. Yüzyı l
Yay., 1. bs., Ankara 1998.
5. I. Uluslar arası Ahilik Kültürü Sempozyumu Program ve Bildiri Özetleri ,
K.B. Halk Kültürlerini Araştırma ve Gelişt irme Genel Müdürlüğü Yay.,
Ankara 1993.
6. Köprülü, Fuad, Osmanlı Devletinin Kuruluşu , TTK Yay., Ankara 1959.
7. Osmanl ı Ansiklopedisi , İz yay., C. I, İstanbul 1996
8. Osmanl ı Devleti’nin Kuruluşu Efsaneler ve Gerçekler (Tartışma / Panel
Bildirileri, Ankara, 19 Mart 1999. ), İmge Yay., Ankara 2000.
9. Özel, Oktay – Öz, Mehmet, Söğüt’ten İstanbul’a , İmge Ktb., 1. bs.,
Ankara, 2000.
10.Paul, Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu , Kaynak Yay., Ankara,
1985.
11. Şeker, Mehmet, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması ,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 5.bs., Ankara 1999.
12. Uzunçarşı lı , İ . Hakkı , Büyük Osmanl ı Tarihi , TTK Yay., C.I, 7. bs.,
Ankara 1995.
13. VII. Osmanlı Sempozyumu (Söğüt, Eylül 1992), Levent Matbaaaası ,
Ankara 1993.
III. MONOGRAFİLER
1. Asya Tipi Üretim Tarzı , ( Sur le monde de production asiatique ), Ant Yay.,
İleri Sanat matbaası , İstanbul.
IV. SÖZLÜKLER, KILAVUZLAR VE ANTOLOJİLER
1. Cuddon, J.A., The Penguin Dictionary of Literary Terms and Literary
Theory , Fourth Edition, London 1998.
2. Develioğ lu, Ferit , Osmanl ıca – Türkçe Sözlük , İnk ılâp Ktb., İstanbul 1995.
3. Eren Bilâl, Güzel Sözler Antolojisi , TÜRDAV Yay., İstanbul 1995.
4. İmlâ Kılavuzu , TDK Yay., Ankara 2000.
5. Necatigil , Behçet, Edebiyat ımızda İsimler Sözlüğü , Varlık Yay., 12. bs.,
İstanbul 1985.
6. Özön, Mustafa Nihat, Küçük Osmanl ıca Türkçe Sözlük , İnk ılâp Ktb.,
İstanbul 1995.
7. Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih ve Terimleri Sözlüğü , M.E.B.Yay.,
İstanbul 1993.
8. Türkçe Sözlük , TDK Yay., Ankara 1998.
6. Uludağ , Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü , Marifet Yay., İstanbul
1997.
V. TEZLER
1. Argunşah, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihî Roman , Marmara Ün.
Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1990.
2. Gülendam, Ramazan, Using Narratology to Study Kemal Tahir and Tarık
Buğra’s Narrative Strategies: Devlet Ana and Osmancık , Manchester
Üniversitesi, Bası lmamış Doktora Tezi, Manchester 2000.
3. Kaptan, Mehmet Saim, Tarihî Roman ımız Açıs ından Türkler’in Anadolu’ya
Yerleşmesi , G. Ü., Sosyal Bilimler Enst. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
1998.
VI. DERGİLER
1. Demirci, İbrahim, “Romanımızın 27 Yılına Bakış (1923- 1950 )”, Hece
dergisi , Türk Romanı Özel Say ıs ı , S.65-66-67, Ankara 2002, s. 64.
2. Okur, Enver, “ Çok Partili Demokrasi Dönemi Türk Romanı”, Hece
Dergisi , Türk Romanı Özel Say ıs ı , S.65-66-67, Ankara 2002, s. 73.
3. “Tarihi Roman İçin Ne Dediler?”, Yağmur Dergisi , S.7., İzmir 2000
4. Uç, Himmet, “Türkiye’de Roman Eleşt irisinin Dünü Bugünü Yarını”, Hece
dergisi , Türk Romanı Özel Say ıs ı , S.65-66-67, Ankara 2002, s. 328.