Upload
others
View
1
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C.
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI
Doktora Tezi
TÜRK EDEBİYATINDA TARİHÎ ROMANLAR
( TÜRK TARİHİ İLE İLGİLİ, 1981–1985)
AHMED ELDESSOUKY
2502060346
Tez Danışmanı: PROF. DR. KÂZIM YETİŞ
İSTANBUL 2010
ii
iii
ÖZ
Çalışmamızda 1981–1985 yılları arasında neşredilen tarihî romanları
inceledik. Bu beş yıllık dönemde neşredilen otuz tarihî romanı olay örgüsü, zaman,
mekân, şahıslar ve bakış açısı kriterlerini göz önünde bulundurarak tahlil ettik. Olay
Örgüsü bölümünde, romanların tek tek olay örgülerini yazdık. Zaman bölümünde,
kozmik zaman, kronolojik zaman ve sosyal zaman unsurlarını ortaya koyduk. Mekân
bölümünde, mekânları özelliklerine göre sınıflandırdık ( Açık Mekân, Kapalı Mekân,
vs.). Şahıslar bölümünde, romanlardaki kahramanları gerçekliklerine göre, eğitim
durumlarına göre, mesleklerine göre, sosyal durumlarına göre ve milliyetlerine göre
sınıflandırdık. Anlatıcı ve Bakış açısı bölümünde de romanlarda kullanılan anlatım
yöntemlerini, anlatıcının tipini ve yazarların görüşlerini anlattık.
ABSTRACT
In this study, we examined about the historical novels which were published
in 1981-1985. We analyzed thirty historical novels were published in these five years
according to plot, time, place, characters and point of view. On the ‘plot’ part, we
told about the plots of novels we studied. On the ‘time’ part, we explained about
cosmic time, chronologic time and social time. On the ‘place’ part, we classified the
places according to their specialties (Open Places, Closed Places, etc.). On the
‘characters’ part, we classified the characters according to their reality, sexuality,
education, profession, social life and nationality. On the ‘point of view’ part, we told
about the narration methods which were used on the novels and writers opinions.
iv
ÖN SÖZ
Tarih ve edebiyatın iç içe geçtiği tür olarak kabul edilen tarihî roman, geniş
okuyucu kitleleri tarafından kabul görmesiyle romanın önemli bir çeşidini
oluşturmaktadır. Bu açıdan tarihî romana büyük bir önem verilmektedir.
“Avrupa’da, Fransız İhtilâlinden (1789) sonra milliyetçilik akımının geliştiği
ve romantizmin hâkim olduğu bir dönemde Walter Scott tarafından, 1814 yılında
‘Waverley’ adıyla yayımlanan ilk tarihî roman, kısa sürede rağbet görüp,
yaygınlaşır.”1
“Türk edebiyatında tarihî roman, roman nevi ile başlar. İlk romancılarımız
olan Ahmet Mithat Efendi ve Nâmık Kemal aynı zamanda tarihî romancıdırlar.
Birincisinin Yeniçeriler, Hasan Mellâh yahut Sır İçinde Esrar, Hüseyin Fellah,
Süleyman Muslî adlı romanları, ikincisinin iki romanından biri olan Cezmi tarihî
romandırlar. Demek ki Türk edebiyatında tarihî romanın, bizatihî roman nevine bağlı
olarak oldukça eski bir geçmişi var. Üstelik bu dönemde yine roman nevine bağlı
olarak pek çok tarihî roman yazılmıştır.”2
Tarihî roman, Türk edebiyatı sahasında önemli bir roman türü olmasına
rağmen bu romanların üzerinde yapılan tez ve çalışmaların sayısı oldukça azdır.
Tarihî roman sahasında ilk çalışma, Hülya Eraydın Argunşah tarafından hazırlanan
doktora tezidir3. Başlangıçtan 1990 yılına kadar Türk tarihi ile ilgili neşredilmiş olan
romanların tespit edilmeye çalışıldığı bu tezde, seçilmiş olan romanlar hakkında
genel değerlendirmeler verilmiştir. Tarihî romanlarla ilgili ikinci bir çalışma da Zeki
Taştan tarafından hazırlanan doktora tezidir4. Bu çalışmada 1871 yılından 1950
yılına kadar neşredilen tarihî romanlar tespit edilip, bütün bu romanlar zaman,
mekân, şahıslar ve bakış açısı bakımından incelenmiştir. Üçüncü bir çalışma da
1 İsmail Karaca, “Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihi İle İlgili, 1951–1960)”, İstanbulÜniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 2004, s.12 Kâzım Yetiş, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu İle İlgili Üç Romanda Bir Tip, İstanbul Üniversitesi,Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXX, 2003, s. 5913 Hülya Eraydın Argunşah, “Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihi İle İlgili)”, MarmaraÜniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 1990, 432 s.4 Zeki Taştan, “Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihi İle İlgili, 1871–1950)”, İstanbulÜniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 2000, 1330 s.
v
İsmail Karaca tarafından hazırlanan doktora tezidir5. Bu tezde 1951–1960 yılları
arasında neşredilen tarihî romanlar yine zaman, mekân, şahıslar ve bakış açısı
bakımından incelenmiştir. Aynı yöntemle ve 1961–1965 yılları arasında neşredilen
tarihî romanları incelenen diğer bir çalışma İlknur Tatar Kırılmış tarafından
yapılmıştır6. Bu alanda şimdiye kadar en son yapılmış olan çalışma ise, Ramazan
Topdemir7 tarafından hazırlanmıştır. Bu çalışmada 1971–1980 yılları arasında
neşredilen tarihî romanlar incelenmiştir. Biz de aynı sahayı takip etmeyi düşündük.
Bunun için çalışmamızda 1981–1985 yılları arasında neşredilen tarihi romanları
inceledik.
Tezimizde başlamadan önce 1981–1985 yılları arasında bütün neşredilen
romanları Devlet Kütüphanesi başta olmak üzere çeşitli kütüphanelerde tespit etmeye
çalıştık. Bu çalışmada yoğun bir şekilde çalıştık. Çünkü kütüphanelerimizde romanla
ilgili özel bir tasnif yoktur. Bunun üzerine neşredilen bütün eserlerin fişlerini tek tek
taradık. Bu tarama esnasında da birkaç soruna rastladık. Kütüphanelerdeki fişlerin
yanlışlıkları ve eksiklikleri bu zorlukların başında gelir. Bu çalışma sırasında çok
sayıda şiir ve hikâye kitapları, roman olarak kayıtlara geçtiğini gördük. Üstelik
herhangi bir eser ilk yayınevinden başka birisinde yayınlanırken, fişlere birinci baskı
olarak geçer.
Yukarıdaki gösterdiğimiz zorlukları yüzünden bilinen bibliyografya ve
kütüphanelerde durmaksızın çalışmamızı sürdürdük. Karşımıza çıkmış bütün
romanları elden geçirdik. Tespit edilen romanları, tarihî olup olmadığını öğrenmek
için taradık. Böylece 1981–1985 yılları arasında neşredilen tarihî romanları tespit
ettik. Bundan sonra tespit edilen bu romanları temin etmeye başladık.
Çalışmamızda “Olay Örgüsü” başlıklı bölümü ekleyerek daha önce tarihî
roman alanında yazılmış tezlerdeki yöntemi uyguladık. Böylece tespit ettiğimiz tarihî
5 İsmail Karaca, “Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihi İle İlgili, 1951–1960)”, İstanbulÜniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 2004, 1776 s.6 İlknur Tatar Kırılmış, “Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihi İle İlgili, 1961–1965)”,İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 2007, 1121s.7 Ramazan Topdemir, “Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihi İle İlgili, 1971–1980)”, İstanbulÜniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 2005, 743 s.
vi
romanları, olay örgüsü, zaman, mekân, şahıslar ve anlatıcı ve bakış açısı kriterlerini
göz önünde bulundurarak inceledik.
Türk Edebiyatında Tarihî Romanlar (Türk Tarihi İle İlgili, 1981–1985)
başlıklı bu tezimizde, söz konusu bu beş yıllık dönemde neşredilen otuz tarihî romanı
tespit ettik. Tezimizde, bu beş yıllık dönemde neşredilen tarihi romanları
kütüphanelerden temin ettikten sonra okuma aşamasına başladık. Tespit edilen
romanları teknik unsurlarını göz önünde bulundurarak defalarca okuduk. Okuma
sırasında tezimizin bölümleriyle ilgili notlarımızı da aldık. Söz konusu okumayı
bitirdikten sonra yazmaya başladık. Tespit ettiğimiz otuz tarihî romanı ayrı ayrı “olay
örgüsü”, “zaman”, “mekân”, “şahıslar” ve “bakış açısı” yönlerinden inceledik.
Tezimizin birinci bölümünü oluşturan “Olay Örgüsü” başlıklı kısımda, olay
örgüsünün ne demek olduğunu anlattıktan sonra ele aldığımız romanların olay
örgülerini gösterdik.
“Zaman” kısmında, ilk olarak romanlarda zamanın mahiyeti hakkında bilgiler
verdikten sonra romanları işledikleri devirlere göre tasnif ettik. Mesela Osmanlılar
devrini işleyen romanları yüzyıllara göre gruplandırdık. Bundan sonra ele aldığımız
romanlarda zaman unsurunu inceledik. Bu kısımda romanları “kronolojik zaman”,
“kozmik zaman” ve “sosyal zaman” açılardan değerlendirdik. Kronolojik zamanda
romanın ne zaman başladığını ve sona erdiğini gösterdik. Üstelik roman içinde
geriye dönüşler ve geleceğe sıçrayışlar gibi zaman seyrini değiştiren unsurları -varsa-
ortaya çıkardık. Kozmik zamanda da yazarların romanlarda gece, gündüz, kış, yaz
gibi tercih ettikleri zaman dilimlerini gösterdik. Sosyal zamanda romanlarda geçen
gelenek, örf, âdetler, sofra ve kıyafet unsurlarını gösterdik.
Tezimizin üçünücü bölümünü oluşturan “Mekân” kısmında da romanda
mekânın mahiyetini gösterdikten sonra tespit edilen romanlarda mekânın genel
oluşumunu ele aldık. Bundan sonra bir listede romanların tek tek cereyan ettikleri
şehirleri gösterdik. Son olarak romanlarda kullanılan mekânların unsurlarını şu
şekilde sınıflandırdık: “Tabiî Coğrafya”, “Yerleşilen, Barınmak Veya Bir İhtiyaç İçin
Yapılan Mekânlar”, “Açık Mekânlar”, “Kapalı Mekânlar”, “Dinî Mekânlar”,
vii
“Dinleme-Eğlence Mekânları” ve “Müteferrik Mekânlar”. Her başlık altında da
romanların tek tek bu bölümle ilgili unsurlarını gösterdik.
Tezimizin dördüncü ve en büyük bölümümü oluşturan “Şahıslar” kısmında da
romanda şahıs kadrosuyla ilgili bilgiler verdikten sonra romanlarda yer alan
kahramanları “Tarihî Şahsiyet”, “Tarihî olmayan Yaratma Şahsiyet”e göre inceledik.
Bundan sonra kahramanları “meslek”lerini gösterdik. “Sosyal Durumlarına Göre
Şahsiyetler” kısmında da kahramanların sosyal hayatlarıyla ilgili verilen bilgilerine
yer verdik. “Cinsiyetlerine Göre Kahramanlar”da da romanlarda erkek ve kadın
kahramanların sayısını gösterdik. Üstelik hangisinin yazarlar tarafından tercih
edildiğine işaret verdik. Bölümün son kısmı ise, “Milliyetlerine Göre
Kahramanlar”da kahramanları ülkelerine göre sınıflandırdık. Romanlarda geçen
çeşitli milletlerin özelliklerini gösterdik.
Tezimizin son bölümünü oluşturan “Bakış Açısı” kısmında ise, romanlarda
kullanılan bakış açılarını gösterdik. Bundan sonra Yazarların yorumlarına ve olumlu
veya olumsuz mesajlarına yer verdik.
Çalışmamızın “Sonuç” bölümünde ise, tezimizde yaptıklarımızı özet bir
şekilde anlatıp, değerlendirmeler yaptık. Üstelik vardığımız sonuçları ortaya koyduk.
Tezimizin “Bibliyografya” kısmında da romanları ve tezimizde yararlandığımız
kaynakları gösterdik. Ayrıca incelenen romanların ilk baskılarını temin etmeye
çalıştık. Ama ilk baskılarını bulamadığımız romanların daha sonraki çıkmış olan
diğer baskılarına dayandık. Bunu hem tezin ilk bölümünde hem de bibliyografyada
gösterdik.
Türk Edebiyatında Tarihî Romanlar (Türk Tarihi İle İlgili, 1981–1985)
başlıklı bu tezimizin başlangıcından tamamlanışına kadar her zaman yanımda olan,
her türlü problem karşısında sonsuz sabır ve tahammül gösteren, sürekli teşvik eden,
hiçbir zaman destek ve yardımını esirgemeyen, düşünce ve tecrübeleriyle her konuda
yönlendiren, yardımcı olan muhterem hocam Prof. Dr. Kâzım Yetiş Beyefendi’ye
teşekkürü bir borç bilirim. Gerçekten hocam Prof. Dr. Kâzım Yetiş yardımları
olmazsa elimizdeki tez bu sürede bitirilemezdi.
viii
İÇİNDEKİLER
Öz (Abstract) …………………………………………………………. ii
Önsöz …………………………………………………………. iii
İçindekiler ………………………………………………………… vii
Kısaltmalar ………………………………………………………... x
Giriş ..………………………………………………………. 1
I. BÖLÜM
Romanda Olay Örgüsü ve İncelediğimiz Romanlarda Olay Örgüleri ……… 5
II. BÖLÜM
Romanda Zaman ve İncelediğimiz Romanlarda Zamanın Ele Alınışı …….. 44
1. Selçuklular Devri …………………………………… 492. Eyyûbîler Devri ………………………………….... 553. Osmanlılar Devri ………………………………….... 624. Kurtuluş Savaşı Dönemi ……………………………. 1595. Cumhuriyet Dönemi ………………………….......... 172
III. BÖLÜM
Romanda Mekân ve İncelediğimiz Romanlardaki Mekânın Ele Alınışı…. 177
1. Selçuklular Devri ………………………………..... 1812. Eyyûbîler Devri …………………………………. 1873. Osmanlılar Devri ………………………………… 1914. Kurtuluş Savaşı Dönemi …………………………….. 2505. Cumhuriyet Dönemi ………………………………... 262
I. Tabiî Coğrafya …………………………………………… 265
a. Dağlık …………………………………………… 265
b. Akarsular …………………………………………... 268
c. Ovalık …………………………………………… 271
d. Çöller (Sahralar) ………………………………………. 272
ix
e. Adalar …………………………………………… 273
II. Yerleşilen, Barınılan veya Bir İhtiyaç İçin Yapılan Mekânlar …… 275
1. Açık Mekânlar …………………………………………... 275a. Kaleler (Hisarlar) …………………………………. 275b. Meydanlar …………………………………... 284c. Bahçeler (Gezinti Yerleri) ………………………… 289
(1) İstanbul Bahçeleri ………………………... 289(2) Taşra Bahçeleri ………………………... 289
d. Köprüler ………………………………………….. 2912. Kapalı Mekânlar ………………………………………….. 291
a. Saraylar ………………………………………….. 291(1) İstanbul Sarayları ……………………….. 291(2) Taşra Sarayları ……………………….. 296
b. Köşkler (Kasır), Yalılar ……………………….. 299(1) İstanbul Köşkleri ………………………. 299(2) Taşra Köşkleri ……………………… 301
c. Konak ve Evler ……………………………………. 3023. Dinî Mekânlar (Külliye) ……………………………………. 318
a. Camiler ……………………………………. 318(1) İstanbul Camileri …………………….... 318(2) Taşra Camileri ……………………… 320
b. Medreseler ……………………………………. 322c. Mektepler ……………………………………. 323d. Tekkeler ……………………………………. 323e. Türbeler ……………………………………. 325f. Hamamlar ……………………………………. 326g. Çeşmeler ……………………………………. 326h. Kiliseler ……………………………………. 327i. Manastırlar ……………………………………. 328j. Havralar ……………………………………. 329
4. Konaklama, Dinlenme-Eğlenme Mekânlar …………………. 329a. Hanlar ve Kervansaraylar …………………. 329b. Kahvehaneler ……………………………………. 335c. Meyhaneler ……………………………………. 338
5. Müteferrik Mekânlar ……………………………………. 338a. Kuleler ……………………………………. 338b. Hapishaneler (Zindanlar) …………………………. 338c. Değirmeler ……………………………………. 341
IV. BÖLÜM
Romanda Şahıs ve İncelediğimiz Romanlarda Şahıs Kadrosu ……….. 343
A) Tarihî Olmayan, Yaratma Şahsiyetler ……………………………... 345
x
B) Tarihî Şahsiyetler ……………………………………. 434
C) Cinsiyetlerine Göre Kahramanlar ………………………………. 510
D) Eğitim ve Öğretim Durumlarına Göre Kahramanlar ……………… 523
E) Mesleklerine Göre Kahramanlar …………………………………... 527
1- Yönetici …………………………………… 527
a. Kabile Reisi, Han, Hakan, Kağan, Kral, Ece, Sultan, Padişah,İmparator ……………………………………. 527
b. Sadrazam, Vezir, Paşa ………………………………… 530c. Defterdar ……………………………………. 532d. Kazaskerler ……………………………………. 533e. Veli, Beylerbeyi, Sancak Beyi, Kale Komutanı, Eyalet-Taşra
Yöneticileri ……………………………………. 533
2- Din Görevlisi, Şeyhülislâm, Ulema, Müderris, Kadı, Hoca,İmam …………………………………….. 5353- Mürebbiye, Hoca (Padişah Hocaları) ……………. 5374- Silâhşör, Asker, Şövalye, Bekçi, Polis …………... 5375- Kâtip, Tezkireci, Mektupçu …………………….. 5396- Hekim …………………………………….. 5417- Müneccim …………………………………….. 5428- Elçi ……………………………………. 5429- Tercümanlar (Mütercim) ………………………… 54510- Şair ……………………………………. 54511- Tüccar ……………………………………. 54612- Denizci ……………………………………. 54613- Padişah Yakınları – Saray Hizmetlileri …………... 547
a. Musahip …………..……………………………………... 547b. Bostancıbaşı ……………………………………………... 548c. Haremağası ……….……………………………………... 548d. Kapıcı …………...…………………………………….. 549e. Kethüde …………………...…………………………….. 549f. Müşavir ..……………………………………………….. 549g. Cellât …...…………………………………………….. 550h. Aşçı …………...…………………………………….. 550i. Casus …………...……………………………………... 550j. Ulak Haberci …….. …………………………………….. 551k. Sihirbaz-Büyücü-Falcı ………………………………… 552l. Uşak-Hizmetçi ………………………………………….. 552
14- Demirci ………………………………………….. 55315- Balıkçı ………………………………………….. 554
xi
16- Müteferrik Meslekler …………………………… 555
F) Sosyal Durum ve Konumlarına Göre Kahramanlar ……………….. 561
G) Milliyetlerine Göre Kahramanlar ………………………………… 571
1- Avrupalılar ………………………………………... 5732- Bizanslılar (Romalılar) ………………………………………... 5753- Araplar …………………...………………………………………... 5764- Farslar …………………...………………………………………... 5765- Rumlar …………………...………………………………………... 5776- Ruslar …………………...………………………………………... 5787- Ermeniler …………………...………………………………………... 5808- Yahudiler …………………...………………………………………... 5819- Zenciler …………………...………………………………………... 58210- Amerikalılar …………………...…………………………………... 58211- Moğollar …………………...……………………………………….. 582
V. BÖLÜM
Romanda Bakış Açısı ve İncelediğimiz Romanlarda Bakış Açısı ……….. 586
SONUÇ ………………………………………………………………. 609
BİBLİYOGRAFYA ………………………………………………… 612
ÖZGEÇMİŞ ………………………………………………………….. 626
xii
Kısaltmalar
a.g.e. Adı Geçen Eser
Bkz. Bakınız
c. Cilt
No: Numara
s. Sayfa
S. Sayı
t.y. Basım Tarihi Yok
y.y. Basım Yeri Yok
Giriş
“Edebiyat, hususen roman, kendine esas konu olarak toplumu alır. Tarihî
süreç içerisinde edebiyatın toplumla ilişkisi, farklı mahiyetler kazansa da hep devam
etmiştir. Edebiyat, toplumdan aldığını, topluma sunar. Bu kapsamda söz konusu olan
alanlardan biri de tarihtir. Tarihin edebiyatta en çok işlendiği alan ise romandır.
Romanın tarihle ilişkisi, romanın çekirdeği kabul edilen edebî türlerin dönemine
kadar dayanmaktadır. Roman öncesi tahkiyeye dayalı edebî metinler olarak kabul
edilen destan ve romansların da ana kaynakları tarihî olaylardır. Roman, tarihi
kendine bir malzeme olarak seçerken, bu malzemeyi işleyecek olan romancının tavrı
ayrı bir önem kazanmaktadır.”1 “Bununla birlikte, romanın evrimi içinde özgül
anlamıyla “tarihî roman” diye adlandırılan bir tür vardır ki, bu, Lukacs’ın belirttiği
gibi XIX. yüzyılın başlarında, aşağı yukarı Napolyon’un düştüğü yıllarda (Walter
Scott’un Waverly’i 1814’te yayımlandı) doğmuştur.”2
Türk Edebiyatında ise, tarihî roman nevi, Ahmet Mithat’ın 1871 yılında
‘Yeniçeriler’ adlı eseriyle başlayıp şimdiye kadar sürer. Öyleyse Türk edebiyatında
tarihî romanın doğuşu, roman nevinin doğuşu kadar eskidir.
Tarihî roman, bir edebiyat terimi olarak şu şekilde tarif edilir: “Geçmişin
önemli sayılan konularını işleyen, ‘tarihî’ denebilecek bir zaman kesitinde cereyan
eden vak’aları anlatan romanlar. Tarihî bir romanın konusu toplumsal olabileceği
gibi, tarihî bir şahsiyetin etrafında da şekillenebilir. Bu tür romanların kahramanları
genellikle tarihte yaşamış gerçek kişilikler olabilir, zaman zaman da tamamen
kurmaca figürlerdir. Tarihî romanlar, çoğunlukla, tarihî bir gerçekliği, geçmişte
yaşanmış unutulmaz bir olayı, tahkiyenin imkânlarıyla, yazıldığı dönemin okurlarına
anlatmak, duyurmak üzere yazılırlar.
1 Sezai Coşkun, Tarih - Roman İlişkisi ve Çanakkale Harbi Örneği, Yağmur Dergisi - Sayı: 34 Ocak-Şubat-Mart 20072 Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara,2. Baskı, 2002, s.212
2
Geçmişin hikâyelerini, maceralarını anlatan her eser tarihî roman mıdır;
‘tarihî roman’ diyebileceğimiz eserleri diğerlerinden nasıl ayırt edeceğiz sorusuna
şöyle bir cevap verilebilir: “Onları yalnız konularının daha az sınırlı olmaları yani
bütün geçmişi konu olarak alabilmeleri bakımından değil, romantizm ve milliyetçilik
akımları ile olan bağlarından ve geçmiş ile ilgili yeni tutum ve duygulardan dolayı
diğerlerinden ayırabiliriz.”3
Bu tariften sonra tarihî romanın yazarının romanını yazarken, tarih
malzemesine dayandığı anlaşılır. Ama tarihî roman yazarı, bir tarihçi değildir. Bunun
için romancının işi, tarihçinin işinden farklıdır. Tarihçi olay ve gerçekleri
gösterirken, romancı bu tarihî gerçeklere dayanarak belli bir mantıktan hareket edip
ortaya çıkarmak istediği görüşünü anlatır. Aslında romancı romanını yazmaya iten
bir görüş mutlaka vardır. Romancının bu görüşü, eserde ortaya çıkar. Edebiyat
olduğu gibi de roman özel bir yaratıcılık teşkil etmektedir. Bunun üzerine her eser,
kendine özel bir açıdan tarih-roman ilişkisine dair bir cevap verir. Ama incelediğimiz
otuz romanı, tarih-roman ilişkisiyle ilgili üç grup altında koyabiliriz. Birinci grupta
yazarlar, hem tarihî olaylara hem de tarihî kişilere dayanırlar. Burada söz konusu
göstermedir. Selâhaddin Eyyûbî, Patrona ve Dördüncü Murad I ve Dördüncü Murad
II romanlarında olduğu gibi yazarlar bu gibi romanlarda bir tarihî olayı
gösterirlerken, tarihî kişilere de dayanırlar. Burada da belirmeliyiz ki; bu gibi
romanlarda yaratma kişiler de vardır. İkinci grubun romanlarında yazarlar sadece
tarihî olaya dayanırlar. Civelek Osman, Hilâl Görününce, İsyan Eşiği, Dersaadet’te
Sabah Ezanları ve Vatan Dediler romanlarında yazarlar tarihî olayı gösterirlerken,
yaratma kişilere dayanırlar. Bu grubun en iyi temsilcisi ise Vatan Dediler romanıdır.
Talip Apaydın, ustaca yazılan Vatan Dediler romanında tarih-roman ilişkisine şu
şekilde net bir cevap verir: Tarihî olayların tarihlerinin kesin bir şekilde verilmesi,
tarihçinin işidir, ama bu olayların arka planı veya askerlerin içinde bulundukları
koşulların gösterilmesi, romancının işidir. Talip Apaydın romanda yaptığı budur.
Yazar, yaratma kişilere dayanarak Türk askerlerinin hangi koşul altında
savaştıklarını ustalıkla gösterir.
3 Turan Karataş, Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Akçağ Yay., Ankara, 2. Baskı, 2004, s.451
3
Üçüncü grup ise bir veya birden fazla tarihî kişiye dayanılarak olaylar
kurgulanır. Bu grubun en iyi temsilcisi Beyaz Kale romanıdır. Beyaz Kale romanında
Orhan Pamuk, padişaha küçültücü bir tavırdan hareket ederek olayları kurgular.
Yazar-tarih ilişkisine baktığımızda da her roman, diğerinde bir başka cevap
ortaya çıkar. Bazı yazarlar olayları gösterirlerken, tarihî gerçeklere bağlı kalırlar.
Diğer yazarlar da romanda cereyan eden olayları kurgularlarken, gerçeklere bağlı
kalmayarak bir veya birden fazla saptırmayı yaparlar.
I. Bölüm
5
Romanda Olay (Vak’a) Örgüsü ve İncelediğimiz Romanların Olay
Örgüleri
Romanın en önemli unsurlarından biri olan olay örgüsü, Ulu Dağ Sözlüğü’nde
şu şekilde tarif edilir: “Bir romanda, hikâyede veya filmde olması gereken olgudur.
Bu materyallerde meydana gelen bir olayda; tutarlılık olmalıdır ve romanın
konusunu oluşturan erkler birbiriyle bağlantılı olmalıdır.
Olay örgüsü ölümcül bir öneme sahiptir. Bunun en güzel anlatımı; E.M.
Foster’in roman sanatı kitabında bulunmaktadır. “kral öldü sonra kraliçe öldü” tabiri
olay örgüsü değildir. “Kral öldü bunun üzüntüsünden sonra da kraliçe öldü” tabiri
olay örgüsünü anlatan basit ama etkili bir örnektir. Bir olaydaki sonuç diğer bir
olayın başlangıcı demektir.
Romanda veya hikâyede; yazarın karakterlere yüklediği sorumluluklar ve bu
karakterlerin tutumları birbiri ile tutarlı olmalıdır. Örneğin; çok iyi ve saf olan bir
karakterin bir anda sebepsiz yere kötü insan görünümüne bürünmesi olay örgüsünü
bozmaktadır. Olay örgüsünün olmadığı bir romanda genel konu havada kalacaktır,
dolayısıyla da romanın karakterleri ve kişilikleri de anlaşılmayacaktır.
Aynı bilgiyi filmler için de kullanabiliriz. Filmlerde ortaya çıkan karakterlerin
film içerisinde bir görevi olmalıdır ve yapılan bu görevler ilerde çeşitli sonuçlar
doğurmalıdır. Filmlerdeki karakterlerin birkaç sahnede görünüp, daha sonra filmde
hiç rol almaması, filmin zayıflığına işarettir. Güçlü karakterler ise; iyi veya kötü de
olsa bir sonu olan karakterlerdir.”4
“Roman türü, yapısı, gereği, her biri bir çekirdek olay durumunda olan metin
halkalarından oluşur. Romandaki sürükleyiciliği sağlayan, okurun ilgi ve dikkatini
sürekli uyanık tutan bu metin halkaları toplamına olay ya da olay örgüsü denir.”5
4 “Olay Örgüsü”, «madde», http://www.uludagsozluk.com/k/olay-örgüsü/5 Turan Karataş, s. 390
6
Romanın en önemli unsurlarından biri olan vak’a veya olay örgüsünün
etrafında romanın diğer unsurları toplanarak bütünleşir. Bu açıdan olay örgüsü,
önemlidir. “Aslında anlatma esasına bağlı edebî nevilerin hemen hepsinde, metin
karakterini haiz en küçük bütün, bir vak’a parçası etrafında teşekkül eder. Bu
parçalar, mânâ birliklerinin bir kaideye uyularak bir araya getirilmesiyle vücut bulur.
“Metin halkası” adını verebileceğimiz söz konusu parçalar da yine bir kaideye göre
bir araya gelmesi neticesi itibarî metin teşekkül eder. Bütün bunların vak’a
çerçevesinde gerçekleştiğini hatırlatırsak itibarî metinlerde vak’anın ehemiyetini bir
daha belirtmiş oluruz.”6
“Vak’a, romanın hayata dönük yüzü, romanın vitrinidir. Vak’a uydurulmaz,
hayattan ödünç alınır. Ödünç alınmasına rağmen, bir romanın cazibe merkezi onun
etrafında kurulur. Zaman, mekân, kişi… gibi öğeler onun için vardırlar; vak’ayı
canlı, gerçeksi kılan bu öğelerdir. (…) Üstelik olay örgüsü, romanın bünyesini
oluşturan ve bu bünyenin en küçük öğesi olan ‘motif’ten ‘kişi’ye kadar bütün
elemanlarını içine alan bir yapıdır. Bir romanın edebî bakımından güçlü olması,
büyük ölçüde bu ‘yapı’nın sağlam temeller üzerine oturtulmasına bağlıdır. Çünkü
okuyucu ile eser arasındaki diyalog –veya iletişim- sonucunda doğan estetik heyecan,
söz konusu ‘yapı’nın ürünüdür. Sonuç olarak bir romanın, okuyucuda ‘derli toplu’
bir güzellik duygusu uyandırıp uyandırmayışı, hemen tamamiyle “olay örgüsü”nün
kuruluş mantığına bağlıdır.”7
Bu kısa girişten sonra araştırma konumuz olan romanları işledikleri
devirlerine göre tek tek ele alacağız ve romanların olay örgülerinivereceğiz. Konu
bütünlüğnü sağlamak bakımından romanları işledikleri zamanlara göre ele almayı
uygun bulduk.
6 Şerif Aktaş, Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara, Akçağ Yayınları, 7. Baskı, 2005,s.46–477 Mehmet Tekin, Roman Sanatı (Romanın Unsurları) 1, İstanbul, Ötüken Yayınları, 3. Baskı, 2003,s.63–68
7
1- Selçukluk Devri
Malazgirt’in Üç Atlısı (Ahmet Yılmaz Boyunağa- 1985)8
Roman Sultan Alparslan zamanında cereyan eder. Aksungur, ailesini ve
milletini seven bir insandır. Aslında akıncalar ailesindendir. Dedesi eski bir akıncı,
babası ise bir savaşta şehit düşer. Küçük yaştan dedesi tarafından savaş talimleri ile
yetiştirilir. On altı yaşındayken Alp Arslan’ın ordusuna katılır. Orada Halit Ağa ile
tanışır. Bağdat’a gitmenin görevi, Halit Ağa ile Aksungur’un üstüne gelir. Onlar
yoldayken Prenses İrini’yi karşılar. Aksungur, kaçırdığı hırsızlardan prensesi
kurtarır. Aksungur, ona âşık olur. Prenses İrini, İslamiyet’e girerek adını Zeynep’e
değiştir. Bu sıralarda Aksungur, prensesi aramaya gelen Bizanslı subay ile tanışır.
Aksungur, Apostol ile bir dövüşmeye girer. Dövüşmeyi kaybedecek kimse,
kazanacak yanında bir köle olarak iki yıl kalır. Aksungur yarışmayı kazanır. Apostol
ise Aksungur’un kölesi olur ve prensesi İstanbul’a kadar götürürler. Sonra Aksungur
ve arkadaşları Bağdat’a giderler. Aksungur, Bağdat’tayken kız kardeşininin
Kahire’ye kaçırıldığını öğrenir. Bunun üzerine Kahire’ye gider. Orada, kızkardeşini
kaçıran Hasan Sabbah ile görüşür. Hasan Sabah, Aksungur’un Alp Arslan’ı
öldürmesini ister. Ama Aksungur bunu hiçbir türlü kabul etmez. Aksungur,
kızkardeşini kurtardıktan sonra Hasan Sabah’ın elinde düşerek zindana atılır.
Aksungur’a âşık olan Prenses Süreyya, kendisini zindandan kaçırır. Aksungur’un
memlekete dönmek amacıyla bindiği gemi denizde batar. Sahile kadar zorlukla
yüzebilen Aksungur, bir süre bir balıkçının evinde kaldıktan sonra İstanbul’a gider.
Orada arkadaşlarıyla buluşur. Bu sıralarda Zeynep’in zor bir durumda olduğunu
öğrenir. Ama vatanını sevgisine tercih eden Aksungur, İstanbul’dan ayrılarak
Malazgirt savaşına katılır. Savaşta kendisi Halit Ağa ile Abdullah, savaşta
kahramanlık gösterirler. Aksungur, savaştan sonra Kostantiniyye’ye gidip Zeynep’i
kaçırdıktan sonra memlekete döner.
8 Ahmet Yılmaz Boyunağa, Malazgirt’in Üç Atlısı, İstanbul, Beraket Yay., 1985, 365 s. [TimaşYayınları, İstanbul, 7. Baskı, 2006]
8
2- Eyyûbîler Devri
Selâhaddin Eyyûbî (Yavuz Bahadıroğlu- 1981)9
Olaylar, Haşhâşîler tarafından Selâhaddin Eyyûbî’nin canına kasteden bir
teşebbüs ile başlar. Birisi, geceleyin Selâhaddin Eyyûbî’nin çadırına girer onu
öldürmeye çalışırken Selâhaddin Eyyûbî tam vakitinde uyanır ve kurtarır.
Selâhaddin Eyyûbî askerleriyle birlikte Askalan Kalesinde Haçlıların
muhasarası altındadır. Aylar süren müdafaa artık kimsede güç bırakmaz. Ama buna
rağmen iman gücüyle hep ayaktadırlar. Müslüman askerleri açlığa rağmen
dayanırlar. Üstelik düşmanı şaşırtırlar. Bunun üzerine Kont Şatiyö, Selâhaddin
Eyyûbî’ye sulh teklifiyle bir elçi gönderir. Selâhaddin Eyyûbî, kumandanlarını
toplar, vaziyeti açıklar. Sonunda Selâhaddin Eyyûbî, Kont Şatiyö’nün sulh teklifini
kabur edip kaleden çıkar. Tih çölünde zorluk çeken Selâhaddin Eyyûbî, Belbis
şehrine en kısa yoldan gitmek ister oradan yardım alarak yine Kudüs’teki Haçlılara
basmayı düşünür. Bu sıralarda Selâhaddin Eyyûbî, nasıl saltanat kapısının eşiğinden
istemeyerek girdiğini hatırlar.
Selâhaddin Eyyûbî bir ay içinde Mısır’dan yardım aldıktan sonra yine
Kudüs’e gider. Kudüs’ün yeni Kralı olan Budin, bunu öğrenir öğrenmez şaşırır ve
yeni bir kale yaptırmak amacıyla Ürdün şehrine gider. Kont Şatiyö ise Selâhaddin
Eyyûbî’ye karşı gider. Selâhaddin Eyyûbî de olup biteni öğrenir, düşmana geceleyin
bir baskın yapar. Ertesi sabah da ordusu hazırlar düşmana karşı çıkar. Büyük bir
mağlubiyete uğrayan Kont Şatiyö zorla kurtulup kaçar. Selâhaddin Eyyûbî, aynı
hızla Ürdün şehrine ulaşır. Kral Budin, kale kondurmayı başarmıştı. Selâhaddin
Eyyûbî, kalenin inşaatını durdurmak amacıyla krala bir elçi gönderir. Kral ise
Selâhaddin Eyyûbî’nin elçisini öldürür. Selâhaddin Eyyûbî, bunu öğrenir öğrenmez
şehre girmenin kararı verir. Ve Sultan Selâhaddin Eyyûbî ordusuyla 1179 yılında
şehre girer. Ama kral kaçar. Günler, haftalar, aylar geçer. Fetihler ardı ardına gelir;
zaferler birbirini takip eder. Kudüs Kralı, Sultan Selâhaddin’i durduramayacağını
9 Yavuz Bahadıroğlu, Selâhaddin Eyyûbî, İstanbul, Yeni Asya Yayınları, 1981, 184 s. [NesilYayınları, İstanbul, 42. Baskı, 2006]
9
anladıktan sonra sulh teklifinde bulunur. (1180) Sonunda iki yıllık bir anlaşma
yapılır. 1181 yılında ise, Selâhaddin Eyyûbî’ye iki acı haber gelir. Biricisi Halep’te
saltanat süren Salih İsmail ölür, yerini İzzeddin Mesut alır. İzzeddin Mesut, önceden
Sultan Selâhaddin karşısında mağlubiyete uğradığında intikam almaya yemin etmişti.
Sultan Selâhaddin, bu hayalperest intikamcı yüzünden Müslümanlar arasına kılıç
girmemesi için dua eder. İkincisi ise İslâm ittihadını bozacak bir şeydir. Hısn Raban
yanından gelen haberci, Konya Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan’nın Hısn Rabban
kalesini zapt etmek arzusuyla sınırları ihlâl ettiğini, karşısına çıkılmadığı takdirde
çıban büyüyüp yayılabileceğini söyler. Bunun üzerine Sultan Selâhaddin, öncü
birlikler kumandanı Takıyüddin’i Kılıç Arslan’a gönderir. O sıralarda da Musul
Atabeği ölür. Sonra Sultan Selâhaddin Eyyûbî Mısır’a döner.
Selâhaddin Eyyûbî hep Kudüs’ü düşünüyor; bunun için hem Kudüs’ü almak
ister, hem de Suriye’deki birliği sağlam tutmaya çalışır. Selâhaddin Eyyûbî
Mısır’dayken, Kont Şatiyö Müslüman kervanlarını basar. İzzeddin Mesud ise Kudüs
Kralı ile birleşip hudutları ihlâl eder. O sıralarda Halep temsilcileri, kendilerini
İzzeddin Mesud’den kurtarmak için Selâhaddin Eyyûbî’ye gelirler. Bütün bunların
yüzünden Selâhaddin Eyyûbî ordusuyla Mısır’dan hareket edip Suriye seferine
başlar. Dört yıllık süren bu seferde birkaç yeri zapt ettikten sonra Halep şehrini
kuşatıp oradaki emiri teslim alır. Sonra Musul’a gider, şehirdeki Müslümanları susuz
bırakmak istemediği için şehri kuşatmaz ve İzzeddin Mesud’un elçilerinden bir
ahitname alır. Bu sırada Kudüs Kralı Budin ölür, krallığa Gui dö Lusignan gelir.
Sultan Selâhaddin, Papa elçileri ve Kudüs’ün yeni Kralı temsilcisi ile birlikte
toplanır. İki taraf arasında dört yıllık mütareke gerçekleşir. Selâhaddin Eyyûbî bu
sıralarda hastalanmaya başlar. Mısır’a döner.
Sultan Selâhaddin Mısır’dayken Kont Şatiyö Müslüman kervanlara saldırır.
Kafile içinde Müslümanları öldürür. Sultan Selâhaddin bunu duyar duymaz Kudüs
kralına bir mektupçu gönderir. Kraldan ölenlerin fidyesini ailelerine ödemesini, özür
dilemesini ister. Kral bunu kabul etmediği için Sultan Selâhaddin ordusuyla
Mısır’dan çıkarak Taberiye Gölü’nü dolanır, Kerak şehrini muhasara edip Taberiye
Kalesini alır. Sultan Selâhaddin şehre girdikten sonra orada sadece bir müfreze
10
bırakıp Taberiye kıyılarını tutar. Bunu anlamayan Hıristiyanlılar şehri muhasara
ederler, bunun ardında da Sultan Selâhaddin onları muhasara eder. Bu durumda
Hıristiyan ordusu hem kaledeki Müslüman müfrezenin ok yağmuruna maruz kalır,
hem de Sultan Selâhaddin tarafından muhasara altındadır. Yine de susuz kalır; çünkü
Selâhaddin çoktan Taberiye Gölü çoktan tutardı. Bu zor durumlar altında olan
Hıristiyanlar artık dayanamayacaklarını anlarlar ve bu sıralarda Kont Şatiyo savaş
meydanından demir gömleklilerle kaçar. Hıristiyan ordusunda geri dönmeyi
savunanlar az değil, ama kral onlara iltifat etmez, cephe açıldıktan sonra Taberiye
Gölü tarafından saldırırlar. Başaramazlar. Bundan sonra Sultan Selâhaddin, Kudüs
Kralı’nın ordusuna yüklenir. Kudüs Kralı, kalabalık ile esir alınır. Sultan Selâhaddin
ona iyi muamele eder. İki ay sonra Kont Şatiyö da Sultan Selâhaddin’in eline düşer.
Kudüs Kralı, Kont Şatiyö ile yüz yüze gelirken onu öldürür. Sultan Selâhaddin asıl
amacı Kudüs olduğu için Kral ile konuşur ve muharebesiz almak istediğini söyler.
Ama şehri muharebe olmadan teslim edilmeyeceğini söyleyen Kudüs Kralı,
papazların Avrupa Krallarını mukaddes toprakların korunmasına çağırdıklarını,
onların da yardım için geleceklerini ilave eder. Kudüs ne pahasına olursa olsun
alınacak diye düşünen Sultan Selâhaddin, kralı serbest bıraktıktan sonra Kudüs için
hazırlıklarını yapmaya başlar.
Bir gün İslâm Ordusu Kudüs’e doğru gider. Selâhaddin Eyyûbî, Kudüs
kralına şehri kansız teslim etmek için Turan Şah’ı gönderir. Ama yine kabul edilmez.
Sultan Selâhaddin, şehri muhasara eder. Hıristiyanlar, muhasaranın dördüncü
gününde daha da dayanamayacaklarını anlarlar. Kral daha fazla kan akmasın diye
elçilerini Sultana gönderir. Teslim şartlarını görüştükten sonra Sultan kabul eder. Ve
Selâhaddin Eyyûbî, 1187 yılının ortasına Kudüs şehrine girer. Kudüs yine
Müslümanların olur.
Gui dö Lusignan, papazlarla birlikte Kudüs’ten çıkıp Akka Kalesini gelir. Bu
sırada İtalyan ve Danimarka orduları yardıma gelir. Buna çok sevinen Gui dö
Lusignan Akka kalesini muhasara eder. Sultan Selâhaddin ise bunu daha önce
beklediği için çoktan askerleri ile birlikte kalenin içerisindedir. Bağdat’taki Halife
Nasır’a haberciler göndererek yardım ister. Halife Nasır, Sultan Selâhaddin’in
11
gönderdiği mektuba tenezzül etmez. Haçlılar ise tamamlanırlar. İngiliz Kralı Rişar,
Fransız Kralı Filip, Alman İmparatoru Frederik Barbarossa ordularıyla yetişirler.
Haçlılar Akka’yı sarar, zaman zaman hücum ederler. Sultan Selâhaddin de
omuzundan yaralanır. Kuşatma altında başka bir yol denemeye karar veren Sultan
Selâhaddin, gece baskılarını yapmaya başlar. Durum bu şekilde biraz uzun sürer.
Bahara doğru Hüsameddin Lülü yetişip kaleye girer. Emir Adil de Mısır’dan
toplayabildiği askerler ile birlikte yetişir. Savaşta Haçlıların ordusu büyük bir telef
görür. Alman İmparatoru Frederik Barbarossa da bir nehirde düşerek ölür. Fransız
Kralı Filip de ordusuyla memleketine döner. Bu savaşa artık dayanamayacağını
anlayan İngiliz Kralı Rişar, sulh teklifinde bulunur. Nihayet üç yıllık sulh akdedilir.
Sultan Selâhaddin odasında hastalığı ile mücadele eder. Elli beş yaşındayken
sefer ayının yirmi yedinci gecesi, Hicretin 589. yılında (1193) Şam’da ölür.
Osmanlı Devri
XIII. Yüzyıl
Osmancık (Tarık Buğra - 1983)10
Osman Gazi Han, ölüm yatağında Bursa’nın fetih müjdesini alabilmek için
Allah’tan mehil diler. Müjde geldikten sonra bütün yaşadıklarını hatırlıyor.
Osmancık, güçlü bir gençtir. Kılıçta ve yayda üstünü yoktur. Gururu için
yaşamaktadır. Babası Ertuğrul Beğ, bir müddet Osmancık’ı takip ederek öğütler
verir. Fakat sonradan onu kendi haline bırakır. Öteki oğlu Gündüz Beğ’e önem
vermeğe başlar. Osmancık, ağasını kıskanmaz mutlu olur. Osmancık keyfince
yaşamaya başlar. Şeyh Ede Balı ile karşılaşınca durumlar farklı olur. Osmancık’ı
gizliden gizliye takip eden Ede Balı, Osmancık’ın önünde geniş ufuklar açar.
Osmancık’ın kafası ve ruhu altüst olur. Öfkelenir, Ede Balı’ ya saygıda kusur eder.
Ertuğrul Gazi, oğluna “Ede Balı’ ya sakın karşı gelme; bana karşı gel, ona gelme.
Ede Balı soyumuzun ışığıdır” diye tembih eder. Osmancık, Ede Balı’nın tekkesine
10 Tarık Buğra, Osmancık, Ötüken Yayınları, Ankara, 1983, 436 s. [19. Basım 2005]
12
gittiği bir gün Malhun Hâtun’u görür ve ona âşık olur. Töresince istetir. Ede Balı
kızını vermez. Bundan sonra Osmancık için değişim ve arayış dönemi başlar.
Osmancık, bir gün tekkeye misafir olarak kalır ve rüya görür. Rüyasında Ede
Balı’nın göğsünden çıkan bir ayın kendi göğsüne girdiğini, sonra bir çınar ağacı
şeklinde dünyaya dal budak saldığını görür. Dört yana rahmet ve nur yağdıran bir
çınar ağacıdır. Rüyanın tabirine göre, bu ay Malhun Hâtun, bu çınar ağacı ise
Osmancık’ın kuracağı devlettir. Osmancık artık değişmektedir. Kılıcını, yayını,
topuzunu kendisi için değil, soyu içindir. Osmancık artık kendi benliğini yitirir.
Sonunda Ede Balı kızını Osmancık’a verir. Sade bir törenle evlenirler. Osmancık,
artık yaşlanmış olan babası Ertuğrul Gazi’nin yerine beğ olarak seçilir.
Osman Beğ, ilk iş olarak civardaki Türk boylarını birleştirir. Domaniç ve
civarı dar gelmeye başlar. Her gün yeni topraklar alınır. Kaleler düşürülür. Osman
Beğ, her şey için bir düzen kurar. Savaş, ganimetin paylaşılması, yerleşme biçimi,
doğumlar, evlenmeler, dostluk ve düşmanlıklar her şey bir düzene bağlanır. Pazar
yerlerinin emniyeti sağlanır. Bu sıralarda Osman Beğ’ in anası Cankız, ardından da
90 yaşındaki Ertuğrul Gazi vefat ederler. Orhan da dünyaya gelir.
Osman Beğ’in önemli meselelerinden birisi amcası Dündar Beğ’dir. Dündar
Beğ, ağabeyi Ertuğrul Gazi’den sonra beğliğin kendisinin hakkı olduğunu düşünür.
Bu yüzden Osman Beğ’i rahatsız etmeye başlar. Osman Beğ, saygısını bir an bile
ihmal etmeden, amcasını uyarır. Dündar Beğ buna önem vermez. Sonunda Dündar
Beğ, düşman üstüne giden savaşçıları geri çağırır. Osman Beğ, bir yay darbesiyle
amcası Dündar Beğ’i öldürür.
Osman Beğ’ in ikinci oğlu Alaeddin dünyaya gelir. Mihail Kosses Müslüman
olur. Bu sıralarda fetihler artmaktadır. İnegöl, Yarhisar, Aydos, Bilecik, İznik
kaleleri alınır. Orhan Beğ, Yarhisar tekfürünün kızı Holofira ile evlenir. Osman Beğ,
gelininin adını Nilüfer olarak değiştirir. Selçuklu Sultanı, bir fermanla Osman Beğ’e
hanlık verir. Cuma namazlarında hutbe Osman Han adına okunur.
13
Şeyh Ede Balı rahmet-i rahmân’a kavuşur. Orhan yavaş yavaş olgunlaşır. Bu
sıralarda Malhun Hâtun da vefat eder. Osman Gazi Hân, hastalanır. Bursa’nın fetih
müjdesini bekliyor. Fetih müjdesini öğrenen Osman Gazi vefat eder ve istediği yerde
defnedilir.
XIV. Yüzyıl
Kaybolan Elçiler (Yavuz Bahadıroğlu- 1982)11
Orhan Gazi’nin Yalova Beyine gönderdiği üç elçi dönmezler. Orhan Gazi de
bunun sırrını öğrenmek amacıyla Sunguroğlu’yu Yalova Beyine gönderir.
Sunguroğlu arkadaşları ile birlikte Yalova yollarını alırlar. Yoldayken saldırıya
uğrarlar. Yalova’ya vardıklarında gizlice Müslümanlaşmış ve Osmanlıların hesabına
çalışan adama giderler. O da elçiler hakkında haberi olmadığını söyler. Yalova
Beyinin sarayına giderler. Saraya varmadan önce yirmi atlı ile karşılaşırlar. Köse
dövüşmede yaralanır. O sıralarda silahşörlerin kumandası olan Aryanos gelir.
Çatışmayı durdurduktan sonra Sunguroğlu ve arkadaşlarını kendi konağına götürür.
Sunguroğlu ve İbrahim, Köse’yi konakta bırakarak Yalova Beyinin sarayına giderler.
Yalova Beyinin, elçilere iyi bir şekilde davrandığını söyler. Ama beyin sözlerinden
Aryanos’dan şüphelenen Sunguroğlu, hemen Köse’ye döner. Aryanos, Köse’yi esir
alarak bir mektupla Üç kavaklarda beklediğini söyler. Hemen Sunguroğlu ile İbrahim
oraya giderler. Yoldayken, Aryanos’un elçileri sakladığını öğrenirler. Ama Yalova
Beyinin ondan haberi yoktur. Sunguroğlu, esir aldığı bir silahşörden elçilerin bir
mağaradaki zindanda bulunduklarını öğrenir. Mağaranın bir ağzında ateş yıkarak
diğer ağzından ise bir baskın yaparak Köse Yusuf ile üç elçi’yi kurtarırlar. Aryanos
ise, çatışmalarda öldürülür.
11 Yavuz Bahadıroğlu, Kaybolan Elçiler, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1982, 95 s. [Nesil Yayınları,İstanbul, 20. Baskı, 2006, 92 s.]
14
Kara Şövalye (Yavuz Bahadıroğlu- 1982)12
Sunguroğlu, Bursa’da Orhan Gazi ile buluşur. Orhan Gazi, Sunguroğlu’na
İzmit beyinin şövalyelerinin Osmanlı mülkünde cirit yaptıklarını söyler. Buna göre
Sunguroğlu ile arkadaşları bilikte İzmit’e giderler. Yoldayken, bir baskına uğrarlar.
Bu sıralarda Köse Yusuf kaybolur. Sunguroğlu ve İbrahim bir hana girerler. Orada
bir pusuya düşerler, fakat hana yeni gelen ve eskiden Sunguroğlu’nun arkadaşı olan
Gazi Ali Bey’in yardımıyla pusudan kurtulur. Ama ilginç olan, onların bütün
uğradıkları baskınlarda bir kara şövalye ile karşılaşmalarıdır. Gazi Ali Bey, eskiden
bir papazın buna benzeyen bir teşkilat kurduğunu söyler. Bu teşkilatın mensupları,
Hıristiyanlığa ihanet edenlerden intikam alırlar. Bu yüzden Kara Şövalye çetesi,
eskiden bir papaz ve İslâmiyete giren Köse Yusuf’u kaçırır. Sonunda Sunguroğlu ve
İbrahim, İzmit yoluna devam ederler. Bu sıralarda Köse Yusuf, karanlıktan
faydalanarak mahpus edildiği zindandan kaçar. Köse Yusuf, arkadaşlarıyla bir
ormanda buluşur. Üç arkadaş İzmit’e girerler. Üç arkadaş, Köse Yusuf’un eskiden
tanıdığı bir papaza gidip kilisede papaz elbiseleriyle kalırlar. Rahip Nikola, Köse
Yusuf’a Kara Şövalye’nin kiliseye geleceğini söyler. Kara Şövalye günah çıkartmaya
gelir. Sunguroğlu, Kara Şövalye’yi yakalar. Kara Şövalye, aşırı Hıristiyan olan İzmit
beyinin kız kardeşidir. Sunguroğlu ve Köse Yusuf, Kara Şövalye ile konakta kalırlar.
İbrahim ise Orhan Gazi’ye gidip haber verir. Çok geçmeden Orhan Gazi ordusuyla
İzmit’e alır. İzmit Türklerin olur.
Tuzak (Yavuz Bahadıroğlu- 1982)13
Kulacahisar Beyi olan Karaca Bey’inin kızı Sultan Hatun kaçırılır. Bunun
üzerine Şehzade Süleyman Paşa, kaçırılmış kızı bulmak amacıyla Sunguroğlu’na
mektup gönderir. Sunguroğlu, mektubu okumadan arkadaşları ile birlikte yola
çıkarlar. Yoldayken mektubu okuyup Kulacahisar Beyi olan Karaca’nın kızı Sultan
Hatun’un kaçırıldığını öğrenir. Sunguroğlu ve arkadaşları, Kulacahisar’a doğru
gitmeye karar verirler. Üç arkadaş yoldayken, atının nalı düşmüş olan Bücür diye bir
12 Yavuz Bahadıroğlu, Kara Şövalye, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1982, 92 s. [Nesil Yayınları,İstanbul, 42. Baskı, 2006, 111 s.]13 Yavuz Bahadıroğlu, Tuzak, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1982, 116 s. [Nesil Yayınları, İstanbul,37. Baskı, 2006, 127 s.]
15
adamla buluşurlar. Bücür, Kulacahisar’a kadar onlarla gitmek istediğini söyler.
Nihayette yola devam ederler. Ama Bücür yüzünden ağır ağır giderler.
Sunguroğlu’nun daha hızlı gitmek istediğini öğrenen Bücür’ün, bıçak sırtı geçidi
diye bir kestirme yol bildiğini söyler. Ama asıl amacı onları tuzağa düşürmektir. Tam
dar olan bu geçit ortasında Bücür kaybolur ve kendilerine her taraftan ok yağmaya
başlar. Bu tuzaktan zor kurtaran Sunguroğlu ve arkadaşları, bu tuzağı kuran Kör
Dimitri ve adamlarına karşılaşırlar. Kuvvetli bir dövüşmeden sonra Sunguroğlu ve
arkadaşları, Kör Dimitri’yi esir alır, kimin hesabına çalıştığını sorarlar. Kör Dimitri,
Teodosyüs Limanında bir meyhaneyi işleten Mavro diye bir kişiyle anlaştığını, kızı
kaçırdıktan sonra Nikomedya’da Mavro’nun adamlarına teslim ettiğini söyler. Üç
arkadaş, o andan itibaren yönlerini Bizans’a doğru çevirirler.
Yoldayken ve karanlık basınca hana gitmeyi düşünüp ilk gördükleri hana
girerler. Odalarında uyurken han yamağı Sunguroğlu’nun sinsice odasına girer
elindeki mayii suibriğinde boşaltmaya başlar. Bu sıralarda Sunguroğlu uyanır ve
yamağı konuşturur. Sunguroğlu, Kör Dimitri’nin bunun arkasında olduğunu öğrenir.
Üç arkadaş handan çıkıp Bizans’a doğru gidip Mavro’nun oturduğu meyhaneye
gelirler. Üç arkadaş Mavro’yu bulup Sultan Hatun içinde bulunduğu manastıra hep
birlikte giderler. Sunguroğlu yoldayken bir arabanın seslerini duyar ve şüphelenir.
Arabayı durduran Sunguroğlu, içinde yine üç Osmanlı kızı bulur. Sunguroğlu ve
arkadaşları arabayı alıp arabacı ve yanındaki adamların elbiselerini giyinerek
manastıra giderler. Manastıra girdikten sonra bir odaya geceyi geçirmek için giderler.
Sunguroğlu ve arkadaşları, Büyük Efendi’nin manastırda bulunan mahzende
kurbanlık kızları sakladığını öğrenirler. Oraya giden üç arkadaş, Yabgu diye bir
Moğol zindancı ile karşılaşırlar. Köse Yusuf, Yabgu’ya Büyük Efendi’nin yardımcısı
olduğunu söyler. Koridordayken Moğol zindancı, onlara hem kızların içinde
bulundukları yeri hem de denize ulaşan gizli bir geçidi gösterir. Sunguroğlu,
zindancıyı öldürdükten sonra dört kızla birlikte Sultan Hatun’u bu mahzende bulur.
Gizli geçide gider orada bulunan teknelerden birini alıp İzmit’e doğru dönerler.
16
Baskın (Yavuz Bahadıroğlu- 1982)14
Romanın asıl olayı, İznik’i kendilerine karargâh yapan bir gizli teşkilatın
çalışmalarıdır. Bu teşkilat, Orhan Gazi’yi öldürmeye niyetlidir. Bunun üzerine
Sunguroğlu ve arkadaşları hızlı bir suretle hareket ederler. İznik’in yoluna devam
eden üç arkadaş, geceleyin bir hana girerler. Orada çentikli düka altını bulurlar. Köse
Yusuf, arkadaşlarına eskiden kanlı bir çetenin bulunduğunu, bu çete mensupları
birbirlerini çentikli düka altınıyla tanıdıklarını söyler. Orhan Gazi’yi öldürmek
niyetiyle yeni kurulmuş çete, eski çetenin geleneğini sürdürür. Çetenin mensupları,
bu çentikli düka altınının sayesinde birbirlerini tanırlar. İznik’in yoluna devam eden
üç arkadaş, birkaç baskına uğrar. Ama teşkilatın mensupları, karanlıktan
faydalanarak ormanlıklarda kaybolurlar.
İznik’e ulaşan üç arkadaş, ezanı duymayınca durumdan şüphelenirler.
Kaleden çıkan çiftçiler arasına girip çiftçilerden kalenin çete tarafında alındığını
öğrenirler. Sunguroğlu ve arkadaşları çiftçilerin yardımıyla kaleye girip mahpus olan
kale beyi ve askerleri kurtarırlar. Bu sıralarda çete mensupları kaçarlar. Çetenin reisi
ise, İzmit Limanından bir yelkenliyi binerek Bizans’a doğru kaçmaya çalışır. Ama
Sunguroğlu ve arkadaşları, başka mancınıklı bir gemiyle onların peşinde giderler.
Denizde kısa bir dövüşmeden sonra çetenin reisi öldürülür.
Çalınan Hazine (Yavuz Bahadıroğlu- 1982)15
Saltuk Bey, kalelerden vergiyi toplayarak Bursa’ya götürür. Yoldayken bir
hana girer. Orada Sunguroğlu ile buluşur. Şövalye Metiyüs ile at uşağı, parayı
çalarak kaçarlar. Paranın çalındığını fark eden Saltuk Bey, Sunguroğlu’ya söyler.
Araştırdıktan sonra Şövalye Metiyüs’un parayı çaldığını öğrenirler. Ali Can ve Tekin
Bey olan Saltuk Beyin yoldaşlarıyla birlikte Sunguroğlu, Metiyüs’un peşinde
düşerler. Metiyüs, Bizans’ta büyük kumandanlardan biri olan Kont Malper’in
yeğenidir. Şövalye Metiyüs dayısıyla beraber bir komplo planlar. Onların niyetleri
14 Yavuz Bahadıroğlu, Baskın, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1982, 109 s. [Nesil Yayınları, İstanbul,20. Baskı, 2006, 127 s.]15 Yavuz Bahadıroğlu, Çalınan Hazine, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1982. [Nesil Yayınları,İstanbul, 33. Baskı, 2006, 119 s.]
17
Orhan Gazi ile Bizans İmparatorunun arasını açıp bir savaş çıkarmaktır. Bu
karışıklıkta Kont Malper imparatorluğu elde edecektir. Bu planı uygulamak üzere
Şövalye Matiyüs, Orhan Gazi’ye bir mektup gönderip Bizans’ta Osmanlı Devleti
hakkında düşünülen ve söylenenleri bildiğini söyler. Bu amaçla Şövalye Metiyüs,
İznik’e İbrahim ve Köse Yusuf ile buluşmaya gider.
Şövalye Metiyüs yoldayken, at uşağıyla birlikte çaldıkları parayı bir yerde
saklarlar. Bu sıralarda Sunguroğlu ve arkadaşları, Şövalye Metiyüs’ün peşindelerdir.
Sunguroğlu, Metiyüs’ü yakalamaya gelen Şövalye Posaryüs ile karşılaşır.
Sunguroğlu, Posaryüs’ten olup biteni öğrenir. İkisi, İbrahim ve Köse Yusuf ile
görüşen Şövalye Metiyüs’ü yakalarlar. Ama at uşağı olan Dragos kaçar. Dragos,
çalınan paranın yerine gidip alır. Bizans’a kaçmayı düşünen Dragos, birkaç katalonlu
adam kıralayarak İzmit yolunu takip eder. Ama yoldayken kıraladığı adamlar
tarafından öldürülür. Sunguroğlu ve arkadaşları, İzmit’te katalonlu adamlarla çalınan
hazineyi bulup alırlar. Şövalye Posaryüs ise Şövalye Metiyüs’ü öldürür.
Kaçırılan Prenses (Yavuz Bahadıroğlu- 1982)16
Sunguroğlu, Orhan Gazi’den aldığı mektup üzerine arkadaşlarıyla birlikte
Bizans’a gider. Orhan Gazi’nin oğlu Halil Bey’in nikâhı altında olan Bizans
İmparatoru’nun küçük kızı kaçırılmıştır. Bunun için olayın gerçeğini ve Osmanlılarla
ilgisi olup olmadığını öğrenmek için Sunguroğlu gönderilir.
Sunguroğlu ve arkadaşları Bizans İmparatoruna giderler, oturdukları konağın
bahçesinde dolaşan Sunguroğlu, takip edildiğinden şüphelenir. Sunguroğlu,
Müslümanlaşmış ve eskiden Bizans başkomutanı Lagan Mişöp olan eski arkadaşına
gider. Lagan, Sunguroğlu’ya son yıllarda şeytanlar diye bir takımın bulunduğunu, bu
gibi olayları daha önce onların yaptığını söyler. Lagan Mişöp, çetenin Bizans’ın en
zengin adamı olan Dimitri Korbos’un çocuğunu kaçırdığını söyler. Sunguroğlu,
Dimitri Korbos’a gitmek ister. Bu amaçla Sunguroğlu, arkadaşları ile birlikte
Teodosyüs Limanına giderler. Ama yoldayken Sunguroğlu, takip edildiğini hisseder.
16 Yavuz Bahadıroğlu, Kaçırılan Prenses, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1982. [Nesil Yayınları,İstanbul, 14. Baskı, 2006, 159 s.]
18
Üç arkadaş, Dimitri Korbos’un konağını araştırmaya başlarlar. Bu sıralarda konaktan
dört adam çıkar. Sunguroğlu ve arkadaşları onların peşinde giderler. Dört silâhlı
adam Lagan Mişöp’ün evine kadar gelirler. Onlardan ikisi kapının önünde durup
diğer ikisi ise evin içerisine girerler. Sunguroğlu ve arkadaşları, evdeki iki adamı
durdurup konuşturmaya başlar. İki silahlı adamın söylediklerine göre Dimitri
Korbos, tehdid altında tutulur. Korbos’un oğlu, çetenin elindedir. Korbos da çaresiz
onlara yardım eder. Ama çetenin reisinin kim olduğunu öğrenemezler. Yapılması
gereken emirler Korbos’dan alınır. Kız ise Korbos’un konağındaki bir bodrumda
tutulur. Ama oraya girmek imkânsızdır. Konak aslında kale gibidir, burçlarla
korunur.
Ertesi gün Sunguroğlu, İmparator’la görüşmek üzere gider. Sunguroğlu,
İmparatorun yanındayken, Yahudi olan başkomutanın davranışlarından biraz
şüphelenir. Görüşme bittikten sonra Sunguroğlu ve arkadaşları, Korbos’un konağına
doğru giderler, ama yoldayken on kişilik bir müfreze yollarını keser. Bu müfrezenin
kumandanı yüzünü örter. İki taraf kılıç kılıca geçtikten sonra Sunguroğlu ve
arkadaşları kazanırlar. Yüzü örtülü adam ise İmparator sarayında gördükleri
subaylardan biridir. Ama hiçbir kelime söylemeden önce kendi kendini zehirleyerek
öldürür.
Sunguroğlu, Korbos’un konağına girmeye karar verir. Konak içerisinde
Dimitri Korbos ile karşılaşır. Korbos, Sunguroğlu’na başkumandan Moiz Albertos
diye bir kişi olduğunu söyler. Moiz, Korbos’u kullanıp kendi zenginliğinden ve
nüfuzundan faydalanır. Korbos ise İmparatorun aklında korsanlık yapan bir adamdır.
Bu yüzden imparatorla arası iyi değildir. Sunguroğlu bir teklifte bulunur. Onu
İmparatorla barıştırır. Ama prensesi nerede olduğunu söylemesi gerekir. Korbos,
Sunguroğlu’na inanarak kızın Kızılada’da bulunan bir yelkenliye götürüldüğünü
söyler. Ama bunun yanında da Sunguroğlu Korbos’un oğlunu bulmak için kendisine
yardım edeceğine söz verir. Sunguroğlu hemen arkadaşları ile Kızılada’ya giderler.
Orada yelkeni bulduktan sonra kızı kurtarırlar. Prensesin elbiselerini değiştirerek
İmparator’a giderler. Sunguroğlu da sözünü tutar. İmparator askerleri ile birlikte
Şeytanlar çetesini basarlar. Korbos’un oğlunu da kurtarır. Hem de imparatora
19
Korbos’un büyük yardımını açıklayarak affetmesini diler. İmparator da Korbos’u
affeder. Sunguroğlu ve arkadaşları işlerini bitirdikleri için memlekete dönerler.
Gemide İsyan (Yavuz Bahadıroğlu- 1982)17
Sunguroğlu, diğer arkadaşı İbrahim’i çağırmak amacıyla Köse Yusuf’u
Bursa’dan Çimpe Kalesine gönderir. Köse, Çimpe Beyinin kızıyle evlenmeden önce
İbrahim’i bulur. İbrahim’e Sea-Jan Şövalyelerinin Osmanlı topraklarını bastıklarını
söyler. Bunun üzerine Orhan Gazi, bu işi halletmek için Sunguroğlu’na emreder.
Sunguroğlu da kendi yanında iki arkadaşını ister. İbrahim de evliliği bırakıp
Bursa’ya Köse ile gider. İkisi yoldayken bir hana inerler. Handa denizcilerin
elbiselerini giyen karşılaştıkları üç Sea-Jan Şövalyesi ile savaşırlar. Onlardan biri
kaçar, diğer ikisi ise yaralanır. Kaçmış olan şövalye, sahilde bulunan diğer
arkadaşlarını getirir. Uzun süreye dövüştükten sonra Köse ile İbrahim’i kaçırırlar.
Hancı, Sunguroğlu’nun yanına gidip bütün olup biteni anlatır. Sunguroğlu
sahile gider gitmez kendisini bekleyen Sea-Jan Şövalyeleri ile karşılaşır. Şövalyeler
dövüşmede reislerini bırakarak kaçarlar. Sunguroğlu ise Mitsos denen reislerini
konuşturur. Mitsos, Don Piyer adıyla bir şövalyenin hesabına çalıştığını söyler.
Rodos’a İbrahim ve Köse’yi kaçıran Don Piyer’in tek isteği Sunguroğlu’nu elde
etmektir. Hatta bu amacı gerçekleştirmek için Köse ile İbrahim’i bir yem olarak
kullanır.
Sunguroğlu limana gidip Guidi denen Venedikli bir kaptan ile tanışır.
Gemisiyle Rodos’a gitmeye anlaşırlar. Deniz ortasındayken korsanların saldırısına
uğrarlar. Gemi de suya batar. Denizdeki bir direk sayesinde kurtulurlar. Bir adaya
yüzerler. Orada bir Yahudi’nin evinde birkaç gün kalırlar. Adadan Rodos’a giden bir
gemiye gemici olarak katılırlar. Sunguroğlu, gemide çalışan Burno adlı bir gemici ile
dövüşür, kaptan onu bir geminin direğine bağlatır. Bütün gemiciler Sunguroğlu
üzerine toplanıp kendisine gemiyi ele geçirip korsanlığa sıvanmak, başlarına
geçmesini istediklerini söylerler. Sunguroğlu da kaçırılmış olan arkadaşlarına daha
17 Yavuz Bahadıroğlu, Gemide İsyan, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1982, 138 s. [Nesil Yayınları,İstanbul, 11. Baskı, 2006, 167 s.]
20
hızlı gitmek için bu teklifi kabul eder. Gemi elinde düştükten sonra Rodos’a kadar
gider. Rodos’u iyice bilen Guidi’nin yardımıyla bütün olup biteni öğrenirler. Bu
sırada Guidi, İslamiyet’e girip Ömer adını alır. Şenlik gününde İbrahim ve Köse’nin
kaldıkları zindana gidip kurtarırlar. Gemiye dönüp denize girer girmez Don Piyer
onların peşinde gemisiyle gelir. Kanlı bir dövüşmeden sonra Don Piyer’i esir alarak
Osmanlı topraklarına dönerler.
Binatlı (Yavuz Bahadıroğlu- 1981)18
Gazi Timurtaşoğlu Umur Bey komutanlığında bin atlı Tuna nehrine gelir.
Kostantiniyye’yi muhasara eden Sultan Yıldırım Beyazıd’a doğru giderler. Bütün
Avrupa’dan gelen düşman kuvvetleri ise iki koldan Niğbolu’ya yaklaşır. Birden bire
Hıristiyan askerler geceleyin basılır. Macar Kralı Sigismond, Fransız Kralı’nın
torunu Nevers Kontu Korkusuz Jean’a ölüm melekleri olan bin atlı tarafından
basıldıklarını söyler. Alman askerleri baskın bittikten sonra gelirler. Bunun üzerine
Umur Bey, düşmanları üzerine yine bir baskın yapar. Her yerde cesetlerle karşılaşan
Alman Başkomutanı, bunun hesabını sormak için Jean’ın çadırına gider. İkisi kavga
ederler. O sırada bin atlı akıncı ormana doğru çekilir. Ama bin atlı, düşmanı kendi
haline hiç bırakmaz. Gündüz görünmez, gece birden bire ortaya çıkıp baskın yapar.
Jean, bin atlıyı arkalarından gidip vurmak ister; ama Alman Başkomutanı,
Jean’dan geldiği için bu fikri reddeder. Başkası da ordugâhta tertibat alınması
gerektiğini söyler. Töton Şövalyeleri ise bunu kabul etmez. Rodos Şövalyeleri bu
itiraza karşı çıkar. Onlara göre de Yıldırım Beyazıd, Kostantiniyye’yi muhasara ettiği
için buraya gelene kadar birkaç ay geçer. Böylece Hıristiyan kumandanlar, bir karara
varamazlar; ama onlara göre askerî bir hareket yapılması gerekir. Çünkü bu şekilde
beklenirse asker tedirgin olacak, her geçen gün korkudan ürperecek, en sonunda
kaçma noktasına gelecektir.
Haçlı ordularının komutanları yaptıkları toplantının sonunda gelen Papanın
temsilcileri, askerlerin öfkesini dindirmek için ellerindeki bin kadar Müslüman esiri
18 Yavuz Bahadıroğlu, Binatlı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1981, 79 s. [Nesil Yayınları, İstanbul,44. Baskı, 2006, 93 s.]
21
öldürmeyi teklif eder. Herkes bu teklifi kabul eder. Ama silâhsız insanlara silâh
çekmek Fransız askerini küçültür diye düşünen Fransız Ordusunun Başkumandanı,
Müslümanlara bir hançer verilmesini, kendi askerlerinin ise baştan ayağa zırhlı ve
silâhlı olacaklarını söyler. Üstelik beş yüz kişiye mukabil bin beş yüz kişi
dövüşecekler. Bunu duyan iki Fransız asker durumdan sıkıntı duyarak ormana yakın
bir mağaraya giderler. Onlar orada tütün ve şarap içmeye başlar. Türk akıncıları,
tütün kokusundan onları bulurlar. Umur Bey ikisini konuşturduktan sonra olanı biteni
öğrenir. Hemen bir baskın yaparak esirlerin bazısını kurtarır.
Bu sırada Sultan Yıldırım Beyazıd, Niğbolu’yu kurtarmaya gelir. Ama o
esnada İngilizler ve Fransızlar, Müslüman esirleri bir meydanda öldürürler, kaleye
tazyiki daha da artırırlar. Niğbolu kumandanı Doğan Bey durumdan ümitsiz değildir.
Esasen Sultan Yıldırım Beyazıd, kalenin surlarına kadar yanaşır ve Doğan Bey’e
dayanmalarını söyler. Sonunda Niğbolu savaşı başlar ve Haçlı orduları yenilir.
Yıldırım Bayezid (Cavid Ersen- 1984)19
Roman, Yıldırım Bayezid’in saltanat yıllarını anlatır. Romanda olay Padişah
Hüdavendigâr Murad’ın ölmesiyle başlar. O sıralarda şehzade Yıldırım Bayezid
babasının yanındadır, ama diğer kardeşi olan şehzade Yakup Çelebi, Kosova
seferindedir. Devlet adamları, Yıldırım Bayezid’e yeni padişah kim olduğu hemen
ilan edilmelidir. Zira onlara göre eğer şehzade Yakup Çelebi’yi beklenilecekse
devlete zarar vermiş olurlar. Yıldırım Bayezid de onların fikirlerindedir. Ve Vezir-i-
azam Ali Paşa, Yıldırım Bayezid’i padişah olarak ilan eder. Kumandanlardan biri,
Yakup Çelebi’ye elçi göndererek gelmesini ister. Yakup Çelebi gelir gelmez üç cellât
tarafından öldürülür.
Sultan Yıldırım Bayezid, Sırplarla dostluğu güçlendirmek amacıyla Sırp
kralının kızı Olivera ile evlenir. Sultan Yıldırım Bayezid, Tahttan indirilen V.
Yoannis’i, yine tahta oturtur. V. Yoannis’in oğlu Manuel ise, Yıldırım Bayezid’in
yanındadır. Bu sıralarda babası ölen Manuel, Yıldırım Bayezid’den izin almadan
Bizans’a gider. Buna öfkelenen Sultan Yıldırım Bayezid, İstanbul’u kuşatır. Sonunda
19 Cavit Ersen, Yıldırım Bayezid, İstanbul, Kamer Neşriyat ve Dağıtım, 1984, 231 s.
22
alınan vergilerin artırılmasıyla kuşatmayı kaldıran Yıldırım Bayezid, Haçlı
ordusunun Niğbolu’daki Müslümanları kuşattığını öğrenir. Sultan Yıldırım Bayezid
bunu öğrenir öğrenmez Niğbolu’daki Müslümanları kurtarmaya gider. Ve Niğbolu
zaferi olur.
Bu sıralarda Timur tehlikesi ortaya çıkmaya başlar. Timur, Yıldırm Bayezid’e
sığınan Celayirli hükümdarı Ahmed ile Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf’u ister,
ama Yıldırım Bayezid bunu kabul etmez. Buna çok öfkelenen Timur, Sivas kalesine
gider. Sivas kalesinde Şeyzade Süleyman Çelebi ve Şehzade Ertuğrul bulunur.
Şehzade Süleyman Çelebi, yardım talebiyle babası Yıldırım Bayezid’e gider. Timur,
ordusuyla şehre girip Şehzade Ertuğrul’u amansızca öldürür. Bunun intikamını
almaya çalışan Yıldırım Bayezid, ordusuyla Timur’un peşine gider. Sonunda
Yıldırım Bayezid, Timur ile Anakara civarında karşılaşır. Sultan Yıldırım Bayezid,
savaşı fitne ve menfaat sebebiyle kaybederek Timur’un eline esir düşer. Esarete
dayanamayan Yıldırım Bayezid, kendini zehirleyerek intihar eder.
Düşman “Topal Kasırga” (Yavuz Bahadıroğlu- 1981)20
Kulaksız Ömer diye bir haberci, Sivas Kalesine gelir. Kulaksız Ömer, kapıcı
başı görevini yapan eski silah arkadaşı Peşteli Kerem’e Timur’un yakında ordusuyla
buraya geleceğini Söyler. İki savaşçı, Şehzadeye Süleyman Çelebi’ye haberi
aktarırlar. Şehzade Süleyman Çelebi, bu haberi öğrenir öğrenmez görüşmek için
şehir meclisi toplar. Şehir meclisinde toplanan beylerin, hem sultana haber
vereceklerini hem de bulundukları yerden müdafaa edeceklerini söylerler. Bu
toplantıda yer alan Malkoç Mustafa Bey, daha önce Timur tehlikesinin yaklaştığını
ve bunu hiç kimsenin önemsemediğini söyler. Malkoç Bey ile Kadızade Burhaneddin
Bey toplantıdan ayrılarak askerlerle birlikte Timur’e karşı çıkarlar. Bu esnada
Şehzade Süleyman kendisiyle sultana haber vermek için gider. Malkoç Bey,
Timur’un ordusunun ne kadar büyük olduğunu anladıktan sonra askerleriyle birlikte
kaleye döner. Şehir meclisi Malkoç Mustafa Bey’i şehrin komutanı olarak seçer. O
da savunmayı tercih eder. Timur ordusuyla gelip şehir’i kuşatmaya başlar. Kulaksız
20 Yavuz Bahadıroğlu, Düşman, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1981, 100 s. [Nesil Yayınları,İstanbul, 7. Baskı, 2005, 127 s.] Roman, 2000 yılından itibaren Topal Kasırga adıyla yayınlanmıştır.
23
Ömer ile Peşteli Kerem, Malkoç Mustafa Beye Timur’un ordusuna karşı geceleyin
bir baskın yapmaya izin alarak giderler. Yüz gönüllü atlarının ayaklarını keçeyle
sararak Burhaneddin Bey Başkanlığında Timur’un ordusunun içine girerler. Kanlı bir
çarpışmadan sonra Burhaneddin Bey şehit düşer ve onlardan sadece altı kişi kaleye
döner. Şehir meclisi ümitsizdir. Şehri müdafaa etme taraflısı olanlar bile fikirlerini
değiştirerek teslim taraflısı olanlara katılmaya başlarlar. Ama Malkoç Mustafa Bey
hep müdafaaya kararlıdır. Timur’un elçileri şehre gelirler. Malkoç Bey şehri teslim
etmek istemez. Bu sıralarda Malkoç Bey şehir meclisinde bir hain bulunduğunu
tahmin eder. Tekeli Karatekin Bey olan casus yakalandıktan sonra Malkoç Beye
Timur askerlerinin, kalenin ormana yakın tarafında bir tünel kazmakta olduğunu
söyler. Peşteli Kerem ile Kulaksız Ömer bir keşfe çıkıp tüneli yok ettikten sonra yine
kaleye dönerler. Kuşatmanın on yedinci günü kalede artık yenilecek şey kalmaz.
Şehir meclisi bu defa şehri teslim etmek için kararlıdır ve Malkoç Bey’yi azlederek
yerine Germeyan Selim Beyi görevlendirir. Timur, şehre girdiği zaman Malkoç Beyi
öldürecek diye düşünen Selim Bey, Malkoç Beyden şehirden çıkmasını ister. Malkoç
Bey arkadaşlarıyla şehri terk ederler. Timur girer girmez tek bir canlı bırakmaz ve
şehri tutuşturur.
XVI. Yüzyıl
İlk Hançer (Müslim Oğuz - 1985)21
Bu roman Kazan Türklerinin emperyalist Rusya karşısında yaptıkları
mücadeleyi anlatır.
Moskova Knezi Vasili ölür, yerine Müslümanlara düşman olan İvan geçer,
İvan, kendini Çar olarak ilan eder. Kazan Türk, Moskova’daki durumları öğrenmek
için Yüzbaşı Alp’ı gönderir. Yüzbaşı Alp Moskova’ya geldiğinde İvan taç giyer.
Yüzbaşı Alp, taç giyme töreninin yapıldığı kiliseye gider. Orada Kazan ve diğer Türk
milletleri ile ilgili İvan’in plânlarını duyar. İvan ile başpiskopos Türklerin birbirlerini
düşman etmek gerektiğini söylerler. Bunun üzerine İvan, Türklerin birliğini bozmak
amacıyla Kasım Hanı olan Şah Ali’ye altın hediyeleri ile bir Rus Prensesi gönderir.
21 Muslim Oğuz, İlk Hançer, y.y, Ankara, 1985, 94 s.
24
Yüzbaşı Alp, Kazan Türklerine gidip Sefa Giray Han’a duyduğunu anlatır. Sefa Bey
ise savaştan yana değil; ama Türklerin birliğini ister. Bunun üzerine Alp’ı İvan’a
gönderir. Alp de İvan’a eğer bu şekilde davranmaya devam edecekse savaş olacağını
söyler. İvan Müslümanlara düşman ve mağrur olduğu için ordusuyla Kazan Türklerin
sınırlarına gelir. Kasım Hanı olan Şah Ali, hep Moskova’dan yanadır. Bunun üzerine
Kazan Hanı ile Kırım Hanı ordularıyla Rus karşısında çıkarlar. Nitekim çok
geçmeden Rus ordusu tutunamaz, çekilmeye başlar. İvan ise, zorla kurtularak
Moskova yolunu tutar. Türk Hanları bununla bile yetinmez; ama Rus meselesini
kökünden halletmek istedikleri için Moskova’ya doğru gidip Moskova Kalesini
muhasara ederler. Muhasara esnasında Sefa Bey’e bir elçi gelir, Kazan’da isyan
çıktığını söyler. Bunun üzerine iki han Kazan’a dönerler. Yine birkaç ay sonra İvan
yine büyük bir ordu ile Kazan’a doğru gider. Sefa Giray Han’ın yönettiği ordu İvan’a
ağır bir darbe vurur. Tam iki sene yeni bir saldırıya cesaret edemez. 1549 yılında
Sefa Han ölür. Onun yerini kendi oğlu alır; ama oğlu hâlâ bir çocuk olduğu için
annesi olan Sevim Biyke, Hanlığın işlerini kendisiyle yürütür. Biyke Sultan, Sefa
Han’ın tuttuğu yolu tutar, Rusların yayılma politikasına engel olur. Bunun üzerine
Ruslar, yalanlar yayılmaya başlar, Biyke Sultan tahttan çekilse başka bir saldırı
yapmayacaklarını söylerler. Kazan’da Ruslara inananlar olur. Biyke Sultan ise bu
hususta oylama yapılmasını ister, oylama sonucu olarak Biyke Sultan tahtından
çekilmek zorunda kalır ve kendisine bağlı olan kuvvetlerle Kara Kale’ye gider. Sah
Ali, Rus kuvvetleri ile birlikte Kazan’a gelip tahta geçer. Biyke Sultan, en iyi
komutanlardan olan Gökçe Bey’i ve Yüzbaşı Alp’ı Kazan’a Şah Ali tahtan
uzaklaştırmak için gönderir. Kazan’a geldiklerinde Kara Kale’nin basıldığını ve
Biyke Sultan’ın Ruslara esir düştüğünü öğrenir. Kazanlılar bu haber karşısında
şaşırırlar, Şah Ali ise kaçar. Tahta Yadigâr Muhammed Han da geçer. Ruslar ise
büyük bir ordu ile Kazan’a yakın olan Süya’nın İdil nehrine karıştığı yerde bir kale
yaptırmaya başlar. Kazanlılar bu kaleyi olmadan yıkamaya çalışırlar; ama kuvvetleri
yeterli değildir. Rusların hazırladıkları büyük ordu içerisinde ilk defa olarak toplar da
vardır. Ruslar, hem Kazan’ın yüksek surları vurmaya başlar, hem de suyollarını
keserler. Yüzbaşı Alp ve diğerleri sona kadar dayanıp savaşırlar; ama sonda Kazan
Rusların elinde düşer.
25
XVII. Yüzyıl
IV. Murad –I- (Yavuz Bahadıroğlu- 1982)22
Roman, Sultan Genç Osman’ın öldürülmesiyle başlar. Şehzade Murad, küçük
yaşta olmasına rağmen devletin durumuyla ilgilenir. IV. Murat’ın amcası Sultan
Mustafa 10Eylül 1623’de tahttan indirilir ve IV. Murat on iki yaşındayken tahta
geçer. IV. Murad, olayları idrak edebilecek kadar zekidir. Fakat yaşı itibariyle onu
kimse önemsemez ve bütün emirler valide Kösem Sultan tarafından verilir. Valide
Sultan da Topal Recep Paşa gibi zorba başlarıyla beraber devleti yönetir. Bağdat
elden çıkar. Yeniçeriler halka kan kustururlar. Milletin ne can ne mal güvenliği kalır.
Sipahi ve yeniçeriler her türlü zulümler yaparlar. Zorla para toplarlar. Üstelik kadın
ve kızların ırzına geçerler. Anadolu’nun belli bölgelerinde de durum farklı değildir.
Celalî isyanları ve zorba başları orada da zulümlerini sürdürürler.
Sultan Murat ise kendi kendini güçlendirmeye çalışır. Bütün derdi,
güveneceği kişileri bulmaktır. Bu sıralarda IV. Murad’ın huzur bulduğu tek yer
vardır. Babası I. Ahmet’in de şeyhi olan Aziz Mahmut Hüdaî Hazretlerinin
tekkesidir. Güvendiği belli başlı adamları; Hasan Halife, Musa Çelebi, Molla Doğan,
Hafız Ahmet Paşa ve Bayram Paşa’dır.
Yıllar geçer padişah olgunlaşır. Bu sıralarda da padişah yavaş yavaş ipleri
eline almaya çalışır. Fakat validesi, Rüstem Paşa ve diğer zorba başlarıyla buna
müsaade etmeye niyetli değillerdir. Topal Recep Paşa, yeniçeri ve sipahilerini
kışkırtarak padişahtan kelleleri ister. Bu defa da Topal Recep Paşa, yeniçeri ve
sipahileri kışkırtarak padişahın bütün güvendiği kişilerin kellelerini ister. On yedi
kişinin başını isteyen Recep Paşa, Hafız Ahmet Paşa’nın kellesinin yeterli olacağını
söyler. Hafız Paşa, IV. Murad’ın önünde amansızca öldürülür. Topal Recep Paşa’nın
kışkırtmasıyla yeniçeriler, Hasan Halife’yi, Musa Çelebi’yi öldürmek isterler. Topal
Recep Paşa IV. Murad’a Musa Çelebi’yi koruyacağına söz verir. Aslında sultan
paşaya güvenmez, ama kendisine verdiği sözü çiğneyemeyeceğini düşünür. Lakin
22 Yavuz Bahadıroğlu, Sultan 4. Murat, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1982, 304 s. [Nesil Yayınları,İstanbul, 36. Baskı, 2006, 294 s.]
26
Recep Paşa padişahın musahibi Musa Çelebi’yi zorbalara verir. Hasan Halife’yi
saklandığı mehterhanede bulup şehit ederler. Ayrıca Defterdar Mustafa Paşa’yı da
evinde yakalauıp öldürülür.
IV. Murad, katillerden intikamını almaya kararlıdır. Bu sıralarda artık daha da
yeniçerilerin zulümlerine dayanamayan halk örgütlenmeye başlar. Halk topluca At
Meydanına yürür. Yeniçeriler ve sipahiler, durumun vahametini anlayıp padişaha
bağlılıklarını bildirirler. Artık güç Sultan Murat’ın elindedir. Ve IV. Murat tek tek
katillerden intikamını almaya başlar. Önce Recep Paşa’yı öldürten padişah,
askerlerin kendi kendilerine verdikleri bütün imtiyazları kaldırır. Devlet düzeni
kurulduktan sonra sefer zamanı gelir. IV. Murad, Revan’a sefer emrini verir.
IV. Murad –II- (Yavuz Bahadıroğlu- 1983)23
Roman, Genç Osman’ın daha küçük bir çocukken köyüne yapılan baskınla
başlar. Babası Musa Bey evlendikten kısa bir süre sonra padişah emriyle eşkıya
peşine düşer. Osman küçük bir çocukken İran askerleri tarafından köyleri basılır ve
annesi de şehit olur. Baskından kısa bir süre sonra Osmanlı askerleri köye gelirler.
İçlerinden Sofi Hoca Osman’ı alır ve himaye eder. Ona on yedi yaşına kadar her
türlü savaş eğitimini verir. Sultan IV. Murat, Bağdat seferi için asker toplamaktadır.
Osman ve arkadaşları, köy ahalisinden gizli, sefere katılmayı akıllarına koyarlar.
Ama bıyık ve sakalları daha çıkmayan gençler, orduya katılamazlar. Bu sıralarda
Ordu-yu Humâyûn Bursa’ya gelir oradan Konya’ya gider. Molla Doğan, padişaha
Haşhaşîlerin örgütü kurup, kendisine suikast düzenlediklerini söyler.
Ordu ilerleyerek Musul’a vardığında; Yaman Kâzım ve Doğan Bey Bağdat’a
Haşhaşîlerin başını bulmaya giderler. Bu sıralarda Anadolu’da Sakarya Şeyhi adıyla
sahte bir mehdi ortaya çıkar. Halk bu durumu sultana bildirip yardım ister. Padişahın
adamları, bu sahte şeyhin etrafında toplananların peşine düşerler, fakat sahte şeyh
kaçmayı başarır. Bunun üzerine Sakarya şeyhi, Haşhaşîlerin reisinden yardım
talebiyle Bağdat’a haberci gönderir. Yolda Genç Osman ve arkadaşları habercileri
23 Yavuz Bahadıroğlu, Bağdat Fatihi Sultan 4. Murat, 2. Cilt, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1983,359 s. [Nesil Yayınları, İstanbul, 23. Baskı, 2006, 400 s.]
27
yakalarlar. Habercilerden olan Fettah Genç Osman ile arkadaş olur. Haşhaşî liderini
tuzağa düşürmek için Osman, Fettah’ı yanına alarak Bağdat’ın yolunu tutar. Fakat
Molla Doğan ve Yaman Kâzım bu işi Osman’dan daha önce hallederler. Haşhaşîlerin
başkanı Burlak Han ile şahın adına Bağdat’ı yöneten Bektaş Han’ı birbirlerine
düşürmeyi başarırlar. İki tarafı birbirlerinin üzerine asker göndereceklerine
inandırırlar. Nihayette iki taraf çatışır ve Bektaş Han başarılı olur.
Sofi Hoca Osman’ın Bağdat’a gittiğini duyunca yola koyulur. Sonunda Sofi
Hoca, Osman’ı Bağdat’ta bulur. Bu arada Yaman Kâzım ile Doğan Bey, Bağdat’ın
fethinde yer almak için orduya katılırlar. Yaman Kasım Musa Bey’in oğludur ve ayrı
bir anneden Genç Osman’ın da kardeşidir. Ordu-yu Humâyûn Bağdat’a yaklaşır.
Doğan Bey, Sofi Hoca, Yaman Kâzım, Genç Osman hepsi orduya katılırlar. Bu
sıralarda IV. Murad, Genç Osman’a beylikiği verir. Bağdat’ı alma vakti gelir. Savaş
başlar. Savaşta Yaman Kâzım şehit düşer. Nihayet 24 Aralık Cuma 1638’de Safevî
Hanı Bektaş ve askerleri kaleyi teslim ederler.
Ordu İstanbul’a geldiğinde halk onları bayramlarla karşılar. Lakin IV.
Murat’ın hastalığı ilerlemektedir, hekimler çaresiz kalırlar. Çok geçmeden Sultan IV.
Murad vefat eder.
Beyaz Kale (Pamuk, Orhan - 1985)24
Venedikli bilim adamı, üç geminin birisinde Venedik’ten Napoli’ye doğru
ilerler. Türk gemileri yollarını keser. Venedikli bilim adamı, esir olarak Türklerin
eline düşer. Astronomiden anladığı ve doktor olduğunu söyleyen Venedikli,
Türklerden pek yüz bulamaz. Venedikli, daha sonra İstanbul’daki sarayın zindanına
atılır. Zindanda doktorluk yapmaya çalışır. İyileştirdiği hasta sayısı çoktur ve bundan
para da kazanır. Kazandığı parayla Türkçe dersleri de alır. Venedikli, bir gün paşa
tarafından çağırılır. Venedikli, paşaya astronomi, matematik, tıp ve mühendislikten
anladığını söyler. Venedikli, nefes darlığı olan paşaya bazı karışımlar hazırlar, ama
bunu önce kendi, paşanın önünde içer. Venedikliyi zindana geri gönderirler.
24 Orhan Pamuk, Beyaz Kale, Can Yayınları, İstanbul, 1985, 159 s. [İletişim Yayınları, İstanbul, 29.Baskı, 2005, 199 s.]
28
Venedikli yine zindana götürür. Paşa bir süre sonra iyileşir ve Venedikliyi çağırır.
Venedikli odaya girdiğinde gözlerine inanamaz kendisine tıpatıp benzeyen sakallı bir
adam vardır. Paşa buna Hoca diye hitap eder. Paşa bir düğün tertipleyeceğini ve bu
düğün için Venediklinin Hoca’yla birlikte fişek yapmalarını söyler. Venedikli
Hoca’yla birlikte her gün çalışıp denemeler ve planlar yaparlar. Bir gün Paşa
kendilerini izlemeye gelir. İkisi de çok heyecanlıdır. Gösteriye iyi başlarlar ve iyi
bitirirler. Paşa bundan memnun kalır ve düğün de iyi bir başarıyla sonlanır. Hoca’yla
Venedikli arasında ilginç rekabet vardır. Hoca üniversite okumamıştır fakat bu işlerle
ilgilenir, öğrenmeye çalışır. Paşa bir gün yeniden Venedikliyi çağırır ve ona dinini
değiştirirse azat edileceğini söyler. Venedikli hiçbir türlü dinini değiştirmek istemez.
Paşa Venedikli’nin azat etme hakkını Hoca’ya verir. Venedikli, Hoca’nın kölesi olur.
Hoca’nın evine gider. Hoca’nın amacı kölesinin bilgilerinden yararlanmaktır.
Aralarında böyle garip bir rekabet süresince çalışırlar.
Astronomi alanında çalıştıklarında ve de bunları Paşa’ya anlattıklarında Paşa
bunu hoş karşılar. Paşa bir gün Hoca’yı Padişah’ın huzuruna götürmeye karar verir.
Padişah hâlâ çocuktur. Bunun için Hoca, yapılan astronomi araştırmaları bir çocuğun
anlayacağı şekilde düzenler. Gidecekleri gün geldiğinde yaptıkları astronomik
aletleri de sarayı beraberlerinde götürürler çocuk bunları gördüğünde merakla
dokunmaya başlar. Çocuk Hoca’nın anlattıklarını dinledikten sonra çok sevdiği
hayvanlarıyla özellikle aslanıyla ilgili soru sormaya başlar. Hoca da sırf çocuğu
etkilemek için cevaplar verir. Hoca, Venedikli ile birlikte kafalarından çeşitli
hayvanlarla ilgili bilgileri Padişah’a anlatır. Çocuk bunlardan çok etkilenir. Çocuk
artık büyür ve bluğ çağına girer. Hoca çoğu zaman kendi kendine odada çalışır. Ne
olursa olsun hoca padişah’ı etkilemeye ısrarlıdır. Buna becerir.
Bir gün İstanbul’un çeşitli yerlerinde bir veba yayılmaya başlar. Bu sıralarda
Hoca hastalanır. Venedikli ise çok korkar ve kaçmaya karar verir. Heybeliada’ya
kaçan Venedikli, orada bir balıkçının yanında çalışmaya başlar. Bir gün bağda
uzanmış olan Venedikli birden karşısında Hoca’yı görür. Fakat Hoca kızgın değildir.
Hoca, Venedikliye padişahın onlardan şehirdeki vebayı durdurmalarını istediğini
söyler. İkisi hiç durmadan çalışmaya başlarlar. Onların tavsiyelerine göre padişah
29
çarşıları kapatır. Gün geçtikçe ölü sayısı azalır veba şehirden çekilmeye başlar. Hoca
ve yazar, padişahın güvenini kazanırlar. Hoca ödülünü alır ve müneccimbaşılığa
getirilmekle kalmaz, ama aynı zamanda padişaha daha da yakın olur. Hoca artık her
sabah saraya girip padişahın rüyalarını yorumlar. Padişah çok sık av seferleri yapar.
Hoca ise, bu seferleri aptalca bulur. Yıllar böyle geçer. Venedikli, Hoca’ya alışıp
kendi ve Hoca’nın aynı kişi olduklarını düşünmeye başlar.
Padişah Hoca’dan düşmanları dize getirecek silahı yapmasını ister. Bu
sıralarda Hoca saraya çok az gelip gitmeye başlar. Onun yerine saraya artık
Venedikli gider. Padişah’la zaman zaman sohbet edip sarayda yapılan eğlencelere
katılır. Hoca ise silahını tamamlayıp padişahın seferden dönmesini bekler. Hoca’nın
silahı iri canavar gibi büyük bir şeydir. Çalışması için birkaç adam gerekir, ama
silahın içinin çok sıcak olduğundan istenilen adamlar özel kişiler olmalıdır. Hoca
günlerini silah denemeleriyle geçirir. Padişah seferden döner ve yeni bir sefere
hazırlanıp yeni silahın savaşta yer almasını bekler. Hoca ve Venedikli sefere
katılırlar. Ama yeni silah, ordunun hızını keser. Bu sıralarda padişah, Hoca ve
Venedikli ile birlikte av seferlerine çıkarlar. Nihayette seferin amacı olan kalenin
önüne gelirler. Hava sürekli yağmurludur ve bu koca yeni silah çamura batar. Üstelik
kale hiçbir türlü alınmaz. Böylece herkes, bu uğursuz silahın, ordunun direncini
kırdığını düşünür. Sultan ise, öfkelidir. Çünkü Doppio Kalesi hâlâ düşmez. Sabah
olduğunda esrarengiz bir kale olarak Beyaz Kale görünür. Artık Beyaz Kale
önlerindedir. Silahı deneme vakti gelir. Silaha adamlar yerleştirilir ve hedefe doğru
yöneltilir fakat silah çamura saplanır. O akşam Hoca padişahın çadırına çağırılır.
Hoca, çadırda uzun bir süre kalır. Bu sırada Venedikli, Hoca’nın öldürüldüğünü ve
biraz sonra cellâtların da kendisinin canını almak için geleceğini düşünür. Ama
bunlardan hiçbir şey olmaz. Sabaha karşı Hoca gelir. Venedikli Müneccimbaşının
boynu vurulmadan, hayvanlara düşkün Padişah tahttan indirilmeden çok önce
Gebze’ye kaçar. Venedikli bundan şikâyetçi değildir. Çok parası İtalya’daki gibi bir
evi, karısı ve dört çocuğu vardır artık yetmiş yaşındadır. Venedikli köşeye attığı ve
hiç dokunmadığı Hoca ile geçirdiği anıları anlatan kitabını bitirmeye karar verir.
30
XVIII. Yüzyıl
Patrona (Kerim Korcan, 1983)25
Patrona Halil, Emir Ali ve Muslı Beşe Beyazıt Meydanında buluşurlar. Emir
Ali’nin evine gidip orada toplanırlar. Onlara Evliye ve Alim Çelebi diye iki alim
katılır. Onların ilk toplantılarında önce fikir yoklaması, sonra uzun süren ve derin
konuşmalar vasıtasıyla birbirlerine daha da yaklaşırlar. İkinci toplantı ise Çardak
İskele Kahvesi’nde olduğu için halk onlara coşkun bir şekilde dinler. Bundan sonra
toplantılar ne Çardak İskele Kahvesi’nde, ne de başka yerlerde kesilir. Onların
konuşmalarında III. Sultan Ahmet’in zülüm ve israfından, Sadrazam olan Nevşehirli
Damat İbrahim Paşa’nın açtığı zevk ve sefahat ile ilgili davranışlarından söz edilir.
Zaman gittikçe onların konuşmaları, halkın dikkatini çeker. İstanbul, o dönemde
ikiye ayrılır. Birisi saray duvarlarının arkasındaki Sultan, vezir ve derebeylerin
İstanbul’udur. İkincisi ise, fakır fukarası, yoksul ve zevallıların İstanbul’udur. Her
geçen gün Patrona etrafında toplanan insanların sayısı artmaktadır. Patrona, halkın
gözünde bir ışıktır, bir emel haline gelir. Karşı tarafta Padişah ile sadrazam halktan
uzaklardır. Halk içinde mazlum, aç kalan, mahrumlar sayısızdır.
Patrona Halil ve arkadaşları, Ayasofya Camii’nin vaizi olan İspirizade Şeyh
Ahmet ile tanışırlar. İspirizade Şeyh Ahmet onlara katılır. O günden itibaren Şeyh
Ahmet, vaazlarında halkı bir harekete geçmek için hazırlatır. Böylece ayaklanmanın
zemini oluşmaya başlar. Bunun yanında İran’ın seferinin olumsuz sonuçları halk
arasında dağılır. Tepkili Patrona Halil ev arkadaşları, Beyazıd Meydanı’ndan
başlayarak Kapalı Çarşı’ya hareket ederler. Sonra Beyazıd’ın kuzey batısını
karşılarına alıp, Vezneciler’den, Eski Odalar denilen Yeniçeri kışlasına giderler.
Patrona Halil, İstanbul’un çeşitli zindanlarında bulunan mahpusları serbest bıraktırır.
Çaresiz kalan padişah, isyancılar Haseki Ağa’yı bir elçi olarak gönderir. İsyancılar,
Kara listedeki isimleri isterler. Onlara göre bu isimlerin zalimlerin başlarıdır. Bu
listede Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da yer alır. Padişah, kendini
kurtarmak amacıyla Sadrazam Damat İbrahim Paşa’yı öldürtür. Bundan sonra
25 Kerim Koracan, Patrona, Yazko Yayınları, İstanbul, 1983, 620 s.
31
Patrona Halil ve arkadaşları, padişahı tahttan indirip yerine I. Mahmut’u koyarlar.
Ama I. Mahmut, Patrona Halil ve arkadaşlarından rahatsız olur. Tahta yeni oturan
padişah, Patrona Halil ve arkadaşlarını bir toplantıya çağırarak öldürtür.
XIX. Yüzyıl
Civelek Osman (Vasfî Şensözen- 1984)26
Romandaki olaylar, Yeniçeri Ocağının kaldırılması esnasında gerçekleşir.
Yeniçeri Habib’in oğlu Çivelek Osman, yeniçerilerin isyanı sırasında kışladan kaçar.
Bir kayıkta açlık ve susuzluktan bayılır. Rüzgâr bindiği kayığı Yenice Burnu denilen
köye kadar götürür. Onu ilk gören Despino’dur. Köyün halkı, Osman’ı ölü zanneder.
Ama bir müddet sonra kendine gelen Osman, köyün beyi olan İzzet Beye götürülür.
İzzet Bey, çalıştığı devlet dairesinde Osman’a bir kapıcı olarak vazife verir. İzzet
Bey, Osman’ı sever, onu köye gönderir. Köyde Despino’nun babası olan beyin
değirmencisinin evinde bir hafta kalır. Bu sıralarda Despino onu sever. Ama aşırı
Hıristiyan olan Despino’nun annesi Sultana, bunu kabul etmez. Dolayısıyla
Despino’nun deli olduğunu söyler ve onu Kizikos Manastırına götürür. Despino
manastırdayken işkenceye uğrar. Aynı zamanda da köydeki papazın yardımcısı,
Babîalî’ye Osman hakkında bir mektup gönderir. Osman, soruşturmaya alınır. Bütün
bunları öğrenen Ali Efe, İzzet Bey’e gidip olup biteni anlatır. Despino manastırdan
kaçar. Ve İslamiyete girrerek adını Naciye’ye değiştirir. İzzet Bey de Osman
hakkında dilekçeyi yazarak Babîalî’ye gönderir. Osman hafif bir ceza alır. Bundan
sonra Osman Naciye ile evlenir. İzzet Bey, köydeki kendi değirmenini Osman’a
verir. Değirmenin beyi Civelek Osman olur.
Hilâl Görününce (Sevinç Çokum- 1984)27
Eski Yurd’da yaşayan Nizam Dede at pazarına gider. Nizam Dede, orada
Dilârâ diye bir atı beğenerek alır. Dilârâ’yı herkes beğenir, ama Nizam Dede’nin
yeğeni olan Arslan Bey, atın ayak bileğindeki kara bir lekeyi görür. Kırım
26 Vasfî Şensözen, Civelek Osman, Göktürk Yayınları, İstanbul, 1984, 157 s.27 Sevinç Çokum, Cönk Yayınları, İstanbul, 1984, 335 s. [Ötüken Yayınları, İstanbul, 8. Baskı, 2007,430 s.]
32
geleneklerine göre bu leke, kurşun nişanıdır. Bu nişan, bir gün atın veya sahibinin
kurşuna hedef olacağına işaret eder. Nizam Dede önem vermez. Nizam Dede’nin
oğlu Giray, bir gün Bahçesaray’daki kayın babası Feyzullah Ağa’nın dükkânına
gider. Orada İgor Gregoroviç’i görür. Akmescid’de çiftliği ve tarlaları olan İgor
Gregoroviç, Giray’ın kızkardeşi Aybike’nin kocası Şahbaz’ı sürekli olarak rahatsız
eder.
Nizam Dede, Rusların artan zulümlerine karşı Bahçesaray’ın ileri gelenlerini
toplar. Nizam Dede, toplantıda Osmanlı ordusunun Kırım’ı kurtamaya mutlaka
geleceğini söyler. Toplantıya katılmayan Arslan Bey, eşi öldükten sonra dünyaya
önem vermez. Artık her şeye boş verir. Ama Nizam Dede onu bırakmaz. Nizam
Dede, her zaman Arslan Bey’e yardım etmeye çalışır. Arslan Bey’in annesi Fatma
Nine, oğlunu Rüstem Hoca’nın kızı Halime ile evlendirmeye çalışır. Ama Nizam
Dede’nın yanında çalışan Hamza Batur, Halime’yi sever. Arslan Bey, Hamza
Batur’un Halime ile evlenmesine yardım eder.
Şahbaz Bey, köydeki çayır yüzünden İgor Gregoroviç ile kavga ederek hapse
girer. Buna çok üzülen Nizem Dede hastalanır. Arslan Bey ise İgor Gregoroviç’e
ziyaret eder. Onunla bir anlaşma yapar. Arslan Bey, İgor Gregoroviç’in adamıyla
güreşerek kazanır. Şahbaz Bey ise serbest bırakılır. Arslan Bey ise, bu olanlardan
kimseye haber vermez. Bu sıralarda Osmanlı ordusu Kırım’a kurtarmaya gelir.
Nizam Dede, dağların eteklerinde bir mağarada eski işi demirciliğe dönererk hançer
ve bıçak gibi çeşitli silâhları yapar. Bunu gören Arslan Bey, askerlere rehberlik
yapmak için Osmanlı ordusuna katılır. Köye dönen Arslan Bey, herkes tarafından
yüceltilir. Okumayı seven Giray, Arslan Bey’i kıskanır. Hamza Batur’un da orduya
katılması, Giray’ı hayli üzer. Üstelik eşi Şirin, Giray’ı onlarla mukayese yapar. İlim
ve okumaya önem veren Giray huydutlar tarafından eziyet gören İsa Bey’in
yardımına gider. Fakat Giray, huydutlar tarafından öldürülür. Nizam Dede ve halk
köyü, Giray’in öldürülmesine çok üzülür. Arslan Bey ve Hamza Batur, kimseye
haber vermeden haydutlardan Giray’in intikamını alırlar. Nizam Dede, Şirin’i Arslan
Bey ile evlendirir. Arslan Bey’in evlenmesinden çok geçmeden İgor Gregoroviç’in
köylülere zulmü artmaktadır. Arslan Bey, İgor Gregoroviç ile kavga eder. İgor
33
Gregoroviç’ın adamları ise, Arslan Bey’i vururlar. Bundan sonra Arslan Bey,
bilinmeyen bir yere götürülür. Nizam Dede ise Arslan Bey’in döneceği günü
bekleyerek Kırım’ın çocuklarını yetiştirmeye çalışır.
Dağlı “Dargo” (Yavuz Bahadıroğlu- 1981)28
Rus ordusu dağlar ve ormanlar arasında çok kötü bir durumdadır. Askerler ise
bu savaşın sebebini bile bilmezler, artık perişan ve ümitsizlerdir. Karşı tarafta
Dağıstan’ın, Çeçenistan’ın, Avaristan’ın yiğit evlatları günlük işlerini bir yana
bırakırlar. Rus esaretinden kurtuluş muharebesini vermek üzere bölük bölük, grup
grup gelirler, Şeyh Şamil’in etrafında halkanırlar, zaferden zafere koşarlar.
Bu durum Rusları düşündürür. Çar naibi Prens Vorotzof, dağlıları birbirlerine
düşman etmeyi önerir. Hacı Murat olan Şamil’in sağ kolunu ve diğer müsait olanları
da kesmek isterler. Ruslar, Şamil’in imamlığı gasbettiğini yaymaya çalışıp bütün
Kafkasya’da iftira ve yalanlar yayılmaya başlarlar. Dağlıların bazı safları inanır,
Şamil gitsin diyenler de olur. Hacı Murat ise ilklerde inanmaz, sonra inanır. Ruslara
gider, onlarla bir anlaşma yapar. Fakat zaman gittikçe Rusların yaptıkları ortaya
çıkmaya başlar. Hacı Murat hepsinin yalan olduğunu öğrendikten sonra Şamil’in
yanına gitmeye karar verir; ama yoldayken Ruslar tarafından arkadaşları ile birlikte
öldürülür.
Şamil ve arkadaşları için zor günler başlar. Çar I. Nikola ölüp, yerine II.
Aleksandr geçer. Kırım Muharebesi biter, bitmekle orada çarpışan tecrübeli Rus
askerleri Çar’ın emriyle Kafkas cephesine gönderilir. Ruslar da yaşlı, kadın, çocuk
dinlemeden köyleri vurmaya başlar.
Şamil’in son karargâhı olan Gunib Kalesi Ruslar tarafından kıstırılır. Rus
askerleri, tepeden tırnağa son derece iyi silâhlanırken Şamil’in yanında ise, kendisine
bağlı birkaç yüz serdengeçti kalır. Bununla birlikte Şamil, savaşmadan yanadır; ama
28 Yavuz Bahadıroğlu, Dargo, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1981, 111 s. [Nesil Yayınları, İstanbul,23. Baskı, 2006, 126 s.]
34
aynı zamanda Kalede kadın ve çocuklar olduğundan korkar. Ruslar teslim teklifi
gönderirler. Nihayet sulh yapılır.
İsyan Eşiği, (Hüseyin Karatay - 1982)29
Roman, 1895’ten itibaren Ermeni isyanını anlatır. Onbaşı Yusuf
komutanlığında bir müfreze İrşadlı’dan Fındıcığa gider. Orada üç Ermeni evi
aranacak. Yoldayken askerlerden ve Yusuf’un çocukluk arkadaşı olan Osman,
Zeytun isyanında Ermeniler tarafından vahşi bir şekilde öldürülür. Onbaşı Yusuf,
Fındıcığa geldiğinde Mülazim Fuat Bey’le buluşur. Fuat Bey, Osman’ın
öldürülmesini önemsemez. Aynı zamanda bir zengin Ermeni’nin evinde oturur.
Yusuf, Fuat Bey’den nefret eder.
Askerliğini bitirdikten sonra kendi köyüne giden Yusuf, Osman’ın çocuğu
olan Hasan’a iyice bakar. Babasız büyüyen romanın başkahramanı olan Hasan dini
ve millî bir terbiye alır. Amcası olan Hamdi, ona iyice bakar. Malatyalı zengin
Ermenilerden olan Bakırcı Mıgırdıç, Hamdi’nin tarlasını satın almak için bütün
çabalar verir; ama Hamdi hiçbir türlü kabul etmez, Hamdi öldükten sonra Osman da
aynı şeyi yapar. Bu sıralarda Fuat Bey, orada Zaptiye Kolağası olarak tayin edilir.
Yine de Ermeni olan Mıgırdıç ile arkadaşlığı olur. Mıgırdıç, Hasan’ı kendi yolundan
uzaklaştırmak amacıyla ona iftira eder. Mıgırdıç, kendi tarlasının Hasan tarafından
bozdurulduğu söyler. Karakoldan kaçan Hasan’ın ve sefil düşen akrabalarının
mücadelesi Ermeniler karşısında cereyan eder. Denis, köy meclisine gidip Hasan’ın
masum olduğunu söyler. Muhtar da bunu Fuat Bey’e aktarır. Ama Fuat Bey hiç
önemsemez. Zaptiyeler hiç durmadan Hasan’ı ararlar. Hasan ise, köyden köye ve
dağdan dağa kaçmaya başlar. Nihayette zaptiyeler Dicle civarında Hasan’ı bulup
öldürürler.
29 Hüseyin Karatay, İsyan Eşiği, Arslan Yayınları, İstanbul, 1982, 256 s.
35
Son Kavşak (İbrahim Ulvi Yavuz- 1984)30
Ferit ve Ercan iki fakir gençtir. İkisi bir kuyumcunun dükânını soymaya
kararlıdır. Plânlarını bitiren iki genç, dükkâna girip altınları çaldıktan sonra kaçarlar.
Bu sıralarda devriye erleri, hırsızları yakalamak için sokakları kapatırlar. Ferit ve
Ercan, bu durum karşısında saklanmak için bir eve girerler. Evin sahibi olan Hacı
Ömer, gençleri görünce iftara davet eder. Davranışlarından şüphelenen Hacı Ömer,
çok geçmeden iki gençin hırsız olduklarını anlar. Hacı Ömer, gençlere ders vermek
amacıyla “Son Kavşak” hikâyesini anlatmaya başlar.
Hızlı bir şekilde yükselmek isteyen Talat, Cemal ve Enver Paşalar, küçük
yaşlardan itibaren ünlü devlet adamları olmak isterler. Buna çalışan üç paşa,
öğrenimlerini bitirdikten kısa bir süre sonra İttihatçıların önderleri olarak ortaya
çıkarlar. Enver Paşa, sadece kendini düşünen bir insandır. Bütün bunların karşısında
Sultan II. Abdülhamid, acizdir. Yapacağı şey yoktur. İttihatçıların gücü,
padişahınkinden daha fazladır. Enver Paşa, küçük yaşta olmasına rağmen sadrazama
gidip Harbiye nazırı olmak ister. Harbiye Nazırı olan Enver Paşa, tecrübesizliği
yüzünden Osmanlı devletinin yıkılışını hızlandıranlardan biri olur. Talat Paşa de
İttihaçıların sayesinde Dâhiliye Nazırı olur. Çok geçmeden İttihatçıların yardımıyla
da sadarete geçer. Cemal Paşa de arkadaşlarından farklı değildir. Üç paşa, devletinin
yıkılışını tamamladıktan sonra yurt dışına kaçarlar. Üç paşa da gurbette öldürülürler.
“Son Kavşak” hikâyesini anlayan iki genç, çaldıkları altınları kuyumcu
dükânına iade etmek için Hacı Ömer’in kızına verirler.
Dünya Durdukça (Edibe Aziz Akok - 1983)31
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın oğlu Mustafa dünyaya gelir.
İlköğretimine Şemsi Efendi Mektebinde başlayıp, babasının ölümünün üzerine
annesi ve kız kardeşiyle dayısının çiftliğinde bir süre yaşar. Öğrenimini yine
sürdürebilmek amacıyla Selanik’teki teyzesinin yanına gönderilip, Mülkiye İdadisine
30 İbrahim Ulvi Yavuz, Son Kavşak, Şamil Yayınları, İstanbul, 1984, 217 s.31 Edibe Aziz Akok, Dünya Durdukça, Osmanlı Matbaası, y.y., 1983 160 s.
36
takip eder. Sonra Askeri Rüştiyeye girer. Sınıfta üstünlük gösterir. Bunun üzerine
onun hocası üstünlüğü belirtmek için ona Kemal der. Mustafa Kemal Manastır
Askerî İdadisini bitirip İstanbul’a gelir, Harp Okuluna girer. Orada arkadaşlarıyla
siyasî faaliyetlerle ilgilenir. Sonra Harp Akademisinde de fikirlerini değişmez. Harp
Akademisini bitirdikten sonra İstanbul’da bir apartman tutarak siyasî faaliyetlerine
orada devam etmeye başlar. Ama bir süre sonra ve arkadaşlarıyla bir toplantı
halindeyken içlerinden biri tarafından alçakça ihbar edilir. Mustafa Kemal ve
arkadaşları Şam’a sürülür.
Mustafa Kemal, 31 Mart ayaklanmasını bastırmak için Rumeli’deki Hareket
Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gelir. O günden itibaren Mustafa Kemal Osmanlı
Devletinin değişik topraklarında zaferden zafere koşar, zaman gittikçe rütbeleri de
yükselir.
Mustafa Kemal, İstanbul’un işgalinden sonra vatanı kurtarmak amacıyla
harekete geçer. Bir gün eskiden tanıdığı Adapazarı Kaymakamı Keremzade Mehmet
Efendi olan arkadaşına gidip vatanı kurtarmak için yardım ister; ama Mehmet Efendi
vazifesinden alınmıştı. Konuşma esnasında on iki on üç yaşında bir kız savaşa
katılmasını istediğini söyler. Mehmet Efendi yeğeni olan ve babası Çanakkale
harbinde şehit düşen Şükrüye heyecanlıdır. Mustafa Kemal isteğini kabul eder.
Mustafa Kemal’in dostlarından biri olan Ömer Cevat evine gittikten sonra
birkaç düşman askeri evine girerler. Yunan askerleri, Ömer Cevat’ı yaraladıktan
sonra eşini öldürürler, kızı Zeynep kurtulurr. İkisi hastaneye kaldırılır. Ömer Cevat
ölür, Zeynep ise Ayşe hemşirenin yanında bir süre yaşar. Şükrüye de cephelerde tıbbı
tedavileri yaralı askerleri tedavi eder. Hemşire Ayşe de hastanedeyken yaralı bir
teğmen olan Şerafettin ile tanışır, aralarında yakınlık olur.
Savaş biter. Türkiye Cumhuriyeti ilan edilir. Mustafa Kemal Atatürk
cumhurbaşkanı olarak seçilir. Şerafettin Ayşe ile evlenir, Zeynep ise kendi amcasının
yanında yaşar. Daha sonra bir avukat ile evlenir. Mustafa, Ahmet, Ebru olmak üzere
üç çocukları da olur. Ebru de büyüdükten sonra tıp fakültesine girer, Kıbrıslı olan
Nezihi ile evlenir. Ve Kıbrıs’ta yaşar.
37
XX. Yüzyıl
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu (Murat Sertoğlu –1983)32
Roman, Hekimoğlu destanını anlatır. Hekimoğlu, Gürcü muhacirlerden olan
Sefer adlı bir ağanın hizmetinde çalışır. Sefer Ağa’nın kızı olan Fadime ile
Hekimoğlu arasında başlayan yakınlaşma yüzünden kanlı bir hesaplaşma olur. Bir
gün ikisini yan yana gören Yusuf adlı bir başka Gürcü, Fadime’nin nişanlısı olan
Seyyid’e haber götürür. Bunun ardından Seyyid, Hekimoğlu’nu bir meclise çağırır.
Hekimoğlu pusu olduğunu tahmin etmesine rağmen davete icabet eder. Davette
yüzleşmeler esnasında Yusuf Hekimoğlu’nu vuracağı zamanda Hekimoğlu Yusuf'u
vurur. Böylelikle Gürcülerle arasına kan girer.
Hekimoğlu bu olayın ardından kaçarak Kumru yakınlarında dağlarda saklanır.
Bu sürede yanına kendi kan kardeşi Gedik Halil de gelir. Mehmet adını taşıyan iki
yeğeni de Hekimoğlu’na katılır. Bunlara Büyük Mehmet ve Küçük Mehmet derler.
Böylece Hekimoğlu’nun çetesi kurulur ve bir yıl geçmeden onun yanında tam on bir
kişi olur. Çetede dikkat edilen şey, adam öldürmemektedir. Yaptıkları iş, halka
zulmetmekle tanınmış kişilere musallat olup onlardan aldığı paraların bir kısmı
fukara ve yardıma muhtaç köylere dağıtır. Kısa bir süre içinde büyük bir şöhret
kazanır. Hatta halkın bir kahramanı haline gelir. Hekimoğlu, Gürcülerle olan
düşmanlığı uzatmak istemez. Bu nedenle de onlara pek bulaşmaz. Ancak Gürcüler
kendini rahat bırakmaz. Hulusi Bey adlı bir Gürcü Beyi onun üzerine "Kır serdarı"
olarak gönderilir. Hekimoğlu, Hulusi Bey tarafından bir fırının üst katında sıkıştırılır.
Kurtuluş umudu kalmadığı bir anda Hekimoğlu, bir ara başını gördüğü Hulusi Beyi
öldürür. Çıkan panikten yararlanarak da arkadaşlarıyla birlikte ormanlara doğru
uzaklaşır.
Hekimoğlu’nun yakalamak amacıyla da yine başka Gürcü beyi olan Dadyan
Arslan gelir. Dadyan Arslan önce Mehmetleri misafir oldukları bir köyde öldürür.
Ardından da yeğenlerini kimin tarafından öldürüldüğü öğrenmek üzere köye inen
Hekimoğlu’nu pusu kurar ve öldürür.
32 Murat Sertoğlu, Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu, Sağlam Kitabevi, İstanbul, 1983, 144 s.
38
Ermeni Zulmü (Selâhattin Turgay Daloğlu - 1983)33
Doğu Anadolu’daki Yukarı Pasin’in Müceldi köyünde kışın göç hazırlıkları
yapılır. Köyün ileri gelenlerinden biri olan Dedebey kafile başındadır. İhtiyar Kaya
Emi ise, köyden ayrılmak istemez. Kafile zor durumlar altında köyden Erzurum’a
kadar gider, orada bir gece kaldıktan sonra diğer yerlerden gelen başka muhacirlere
katılır. Yine yola çıkar. Bu sıralarda Rus askerleri Erzurum’u işgal ederler. Öncü
Ermeni birlikleri, Rus ordusuna rehberlik ederler. Köyleri ve yolları çok iyi
bildiklerinden faydalanarak köyden köye uğrayıp katliamlarını gerçekleştirirler.
Öldürülenler sayısızdır, içlerinde ihtiyar, kadın ve çocuklar da vardır.
Ermenilerin, köylülere Rusya’da un geleceğini, Hasan Kalesi yanında
toplanmasını söylerler. Köylüler ise, Ermenilere inanırlar oraya giderler. Ermeniler
onları çocuk ihtiyar dinlemeden öldürürler. Kaya Emi “İcabı halde hepimiz öleceğiz,
ama Ermeni ve Rus’a köle olmayacağız” diye fetvasını verir. Kaya Emi, düzenlenen
Türk ordusuna dört oğlunu gönderir. Ermeni çeteciler en büyük ve uzun süren
katliamlarını Tortum’da, Narman’da ve diğer yerlerde gerçekleştirirler. Ve nihayet
Türk ordusu gelir ve Erzurum’u kurtarır.
Karasu (Mustafa Yeşilova - 1981)34
Roman, Türk-Ermeni meselesini ele alır. Ermeniler, Doğu Anadolu
bölgesinde Türklerin arasında sorun çıkmadan yaşarlar. Hatta Türklerden daha mutlu
bir şekilde yaşarlar. Ama komiteler ortaya çıkar çıkmaz durum farklı olur.
Komitecilerin yaptıklarından dolayı Türk-Ermeni kardeşliği, güvensizliğin kucağına
düşer. Yine de kiliseden çıkan ve Mukaddes Kitapla ilgisi olmayan beyannameler,
halkın fikirlerini değiştirir. Ermenilerin komitecilere hayır demesi olanaksızdır. Bu,
ölmek demektir. Nitekim komitecilerden olan Vahan ve Nazar, Mari Teyze’yi
Karasu bataklığına atarlar.
33 Selâhattin Turgay Daloğlu, Ermeni Zulmü 1915–1918, Dilara Yayınları, İstanbul, 119 s.34 Mustafa Yeşilova, Karasu, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1981, 131 s.
39
Komiteler arkasında ise, Rusya başta olmak üzere yabancı devletler durur.
Her devlet kendi çıkarlarına göre komitecileri kullanır. Rusya komitecilere silah ve
parayı gönderir. Bazen da Rusya ordusunda çalışan subaylar, Türkiye’ye bu amaçla
gönderilir. İşte Rus Ermenilerinden olan Onnik, Kerküze köyüne gelir. Geldiğinden
beri kayıp ve ölülerin sayısı artmaya başlar. Atatürk’ün adamlarından olan Mustafa
Ağa, onu takip ederek yakalar. Devlet ise zor bir durum içindedir. Hem Birinci
Dünya savaşı kapılarda, hem de memleketin çeşitli yerlerinde isyanlar vardır.
Bakanlar birbirlerine tartışırken içişleri bakanı olan Talat Bey, diğer devletlerin
Ermenileri Osmanlı İmparatorluğundan çaldıklarını, yurdun düşmanı yaptıklarını
söyler. Ona göre artık iş işten geçti. Bunun üzerine 14 Mayıs 1915’te Tehcir yasası
çıkarılır. Yasa çıktıktan sonra Rus Ordusu Ermeni birlikleri ile birlikte Kafkasya’dan
Anadolu’ya Türklere eziyet ederek gelirler. Ermeniler işkenceleri daha da artırırlar.
İstanbul işgal altındayken işgal ordularının etkisinde mahkemeler kurulur. Ermenileri
öldürmek suçuyla masumlar öldürülür. Türk ordusunun durumu ise zayıftır, bir kısmı
hasta, diğeri sakattır. Rus ordusu Türk topraklarından çekilirken Ermeniler de onun
yanında yaptıkları yüzünden hızlı bir şekilde kaçarlar.
3- Kurtuluş Savaşı Dönemi
Dersaadet’te Sabah Ezanları (Attila İlhan- 1981)35
Selanik’te halıcılıkta nam almış Halıcızadeler, şehrin nüfuzlu ailelerindendir.
Ailenin tek varisi (Bacaksız) Abdi beydir. Ailenin varlıklı oluşu ve devrin şehir halk
yapısından ötürü gayri Müslimlerle yakın temaslardadır. Çapkın bir kişiliği olan
Abdi, bu durumdan faydalanarak komşuları Barziların kızı Rosa ile yasak aşk yaşar.
Aslında o kendi şehvetine düşen bir insandır. Ayrıca diğer çapkınlıklarıyla dillere
düşer. Babası İsmail Bey onu öğrenimi tamamlamak için Paris’e gönderir. Paris’e
Ulum-i Siyasiye’yi öğrenmek için giden Abdi, okuldan ziyade sefahate devam eder.
Bu arada birer Jön Türk olan İttihat ve Terakkicilerle temasa geçerek cemiyete
katılır.
35 Attila İlhan, Dersaadet’te Sabah Ezanları, Bilgi Yayınları, Ankara, 1981, 382 s.
40
Uzun süre kaldığı Paris’ten yurda döndüğünde Abdi Bey’i babası İsmail Bey
hemen evlendirme yoluna gider. Aday olarak ise Alaman Ziya Beyin kızı Neveser’i
münasip görür. Çünkü Neveser güzel ve modern bir kızdır. Neveser’in kardeşi
Ahmet bu evliliğe karşı çıkar. Neveser’i seven Münif Sabri, Abdi Bey hakkında onu
uyarırsa da Neveser bu konuda ikna olmaz. Kısa bir süre içinde evlenirler.
Halıcızadeler Neveser’i beğenir ve çok geçmeden konağın gözdesi yaparlar. Ancak
Neveser kocasında kendi duyarlılığını bulamaz. Bu nedenle büyük bir hayal
kırıklığına uğrar. Abdi Bey de evlendikten sonra hiç değişmez, sadece iyi biriyle
evlendiğine inanır. Ama gayri meşru münasebetlerine devam eder. Balkan Savaşları
ve I. Dünya Savaşı ile Selanik yurttan ayrılır. Böylece Türkler ve Yahudiler İstanbul
ya da İzmir’e göç ederler. Savaş sonrası Abdi Bey bir İttihatçı olarak savaş
suçlusudur. Bu nedenle gözden uzak olmayı yeğler. İstanbul’a göç eden eski
komşuları Rosa Mizrahilerde kalır. Nasıl olsa Rosa’nın kocası Leon yine iş
gezisindedir.
Neveser, Almanya’da tahsilini tamamlayarak yurda dönen kardeşi Ahmet ile
biraz teselli olur. Ahmet’in gelişiyle Münif Sabri ile de görüşen Neveser, eski
aşığının sevgisine karşılık verir. Çok geçmeden birbirlerinden ayrılmazlar. Ahmet
Almanya’da sosyalist bir genç olmuştur. İşçi hareketlerine katılır. Münif ise
Anadolu’daki Millî Mücadele’ye İstanbul’dan istihbarat sağlamaktadır. Münif’in bu
gayretleri işgal kuvvetlerince anlaşılır ve çok sürmeden vurulur. Münif Sabri’nin
şehadeti hayata yeniden başladığına inanan Neveser’i yıkar. Bu arada, Abdi Bey yarı
sefih yaşamını sürdürmektedir.
Vatan Dediler (Talip Apaydın- 1981)36
Düşman, Kuvve-yi Milliye mensuplarını arar. Bu sebeple Tacım köyü
çetesindeki beş atlı, Molla Mahmut, Haceli, Kâzım, Çopur Hamdi ve Aşır, düşman
kuvvetleri tarafından yakalanmamak üzere kaçıp Afyon’daki düzenli orduya
katılmaya giderler. Yollarında düşmandan kaçan halkı görürler. Afyon’a
geldiklerinde Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelen gönüllüleri bulurlar. Beş atlı,
36 Talip Apaydın, Vatan Dediler, Yalçın Yayınları, İstanbul, 1981, 368 s.
41
süvari alayına alınırlar. Eğitim başlar. Beş atlı, alay askerleri ve subaylarıyla kolayca
kaynaşırlar. Molla Mahmut, deneyimli bir asker olduğu için bölük komutanı Teğmen
Galip’in dikkatini çeker. Zamanla aralarında bir dostluk olur. Genç Teğmen Galip
çalışkandır. Yeni gelen askerlerin eğitimine önem verir. Onları bilinçlendirerek
savaşın ehemiyetini anlatır. Asker ve subayla vatan için birbirleriyle kaynaşıp el ele
verirler. Durum böyleyken Hacı Nuri evinde Yunan subaylarına ziyafetler verirler.
Bu sıralarda Molla Mahmut, annesi ve ailesini düşünür. Annesi köyden
ayrılmak istemez. Ailesi ise diğerler gibi Eskişhir’e gider. Teğmen Galip ile Molla
Mahmut, alay için bazı malzemeleri getirmeye Eskişehir’e giderler. Teğmen Galip
işini bitirdikten sonra Molla Mahmut’a ailesini görmek için izin verir. Afyona
döndüklerinde alayın hareket ettiğini görürler. Hemen onlara katılırlar. Türk
askerleri, dünyanın en zor koşulları altında savaşa girip yiğitliğini gösterir. Bu yiğit
ve kahramanlıklar, Afyon, İnönü ve Sakarya savaşlarında net bir şekilde ortaya çıkar.
Bu sıralarda Kâzım şehit düşer. Aşır ve Çopur Hamdi yaralanırlar. Teğmen Galip de
şehit düşer. Molla Mahmut ile Haceli birlikte, düşman askerlerinin peşinde İzmir’e
kadar giderler. Düşman denizden kaçar. Molla Mahmut ve Haceli İzmir’in bir
sokağında İbrahim Bey’i bir dükkânın tabelasını değiştirirken görürler. Molla
Mahmut artık çok aradığı soruya cevap bulur. Çeteyi kuran İbrahim Bey, onları
kullanarak kendi çıkarlarına haraket eder. Bir hayal kırıklığına uğrayan Molla
Mahmut, Haceli ile birlikte ordudan terhis edilip kendi köylerine dönerler.
Cumhuriyet Dönemi
Türk’ün Dramı (Ali Gündüz- 1981)37
Bu roman Kırım Türklerinin gördükleri korkunç savaşı anlatır. Romanın
başkahramanı olan Alparslan, Akmescit hastanesinde bir Rus yüzbaşıyı öldürerek
kaçar. Alparslan kurtulduktan sonra diğer hastaların Ruslar tarafından yakılacaklarını
öğrenir. Hastalar trene götürüldükten sonra trene bindirilip yola çıkarlar. Bu sıralarda
gaz dolu üç kamyon trene doğru gönderilir. Alparslan kamyonlardan birisini yakar.
37 Ali Gündüz, Türk’ün Dramı, Gündüz Yayınları, Ankara, 1981, 120 s.
42
Diğer iki kamyon ise uzaklaşarak kurtulur. KKVD ajanları, 200’e yakın hastaya gaz
dökerek yakarlar.
Babası sürgün olan Alparslan’ın hala ve dayısı Ruslar tarafından öldürülür.
Aynı zamanda kendi evine gittiğinde annesinin öldürüldüğünü görür. Bunun
ardından Süleyman adlı amcasının evine gider. Zaten Sultan olan Süleyman’ın kızı
Alparslan’ın nişanlısıdır. Alparslan, Süleyman bey evindeyken iki Rus askeri gelir.
Alparslan birisini öldürür diğerini ise tutuklar. Esir tuttuğu askeri konuşturduktan
sonra hastanede hala 50 kişi bulunduğunu, Ruslar tarafından yine öldürüleceklerini
öğrenir. Rus askerinin elbisesini giyinerek diğer arkadaşlarıyla birlikte hastaneye
gidip hastaları kurtarır. Bundan sonra Alman birlikleri Akmescit’e doğru ilerleyince
Rus askerleri Kırım’dan uzaklaşmaya başlar. NKVD’a tabi olan kızıl partizan
çetelerinden biri, Süleyman Beyinin evini yakarlar. Süleyman Bey ile eşi ölür,
Alparslan ve Sultan ise yangından kurtarıldıktan sonra komşuları olan İlyas beyin
evinde kalırlar. Bu sırada Almanlar, Alparslan’a çok benzeyen bir Rus casusunu
yakalarlar. Alman komutanı, Ruslara yanlış bilgiler vermek üzere bu casusun yerine
Alparslan’ı gönderir. Alparslan Rusya’ya doğru gider. Moskova’daki NKVD’in
binasına gider, kendisinden istenileni başarıyla yaptıktan sonra yine Kırım’a döner.
Zaman gittikçe Almanlar cephesi Ruslar karşısında zayıflamaya başlar, sonra Ruslar
yine Kırım’a dönerler. Ruslar dönmesiyle yine katliam Kırım’a döner. Ruslar,
Alparslan’ın oğlu, İlyas Bey eşiyle birlikte öldürülürler. Sonra Türkler Kırım’dan
sürgün edilir, onların yerine Ruslar, Ukraynalılar, Ermeniler gibi milletler alır. Sultan
Sibirya yolundayken altı Rus askerini öldürdükten sonra şehit düşer. Alparslan ise
Sibirya’daki sürgünde kendi babasını bulur.
II. ZAMAN
Romanda Zaman ve İncelediğimiz Romanlarda Zamanın Ele Alınışı
Zaman, hikâye ve romanın temel unsurlarından biridir. “Zira yazarın içinde
yaşadığı gerçek dünyayı model alarak kurguladığı itibarî dünya ve bu dünyanın
insanları için de zamana ihtiyaç duyulur. Olaylar belli bir zaman koridoru içinde
başlayıp niter; insanlar yine belli bir zaman koridoru içinde doğup büyürler. Günler,
aylar, yıllar birbirini kovalar; mevsimler değişir. Aksi takdirde adı geçen türler,
gerçeklik intibaını büyük ölçüde kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalır.”38
“Dil, zamanın değişkenliğini ifade edebilecek yapısıyla, geçmişin, şimdinin
ve geleceğin olayları yerine yerleştirir. Biz, bir metinde dilden, dilin göstergelerinden
hareketle bu üç boyutu da algılarız. Fakat dilin edebî metinde yüklendiği işlev,
sadece bu boyutları göstermez; okuyanı, kendi zamanı içine alarak, ona sosyal,
kültürel ve duygusal oluşlar gösterir. Bir roman veya hikâyede genel olarak üç türlü
zaman vardır: 1. Vak’a zamanı (anlatılan olayların yaşandığı süre) 2. Anlatma
zamanı (yaşanılan olayların ne zaman algılanıp ifade edildiği süre) 3. Yazma zamanı
(yazarın eserini yazdığı tarih ve süre).”39
“Kısacası, anlatma esasına bağlı bir eserde metindeki fiiller vasıtasıyla ifâde
edilen zamanın dilimi ve yerine göre, onların anlatıcı rolünü yüklenmiş fiktif
kahraman tarafından idrâk edildiği bir an mevcuttur: 1930’larda cereyan eden bir
vak’anın anlatıcı tarafından 1945 yılında öğrenildiğini 1980’de şimdiki zaman kipi
kullanarak anlatıldığını düşünelim. Burada vak’a zamanı 1930’lu yıllardır. Anlatma
zamanı ise 1980 yılına aittir.”40
“Anlatma esasına bağlı bir eserde, zamanı incelemek için metin halkalarının
eserin tamamında sıralanışına dikkat etmek ve onların zaman bakımından metin
düzenini dikkatlere sunmak gerekir. Bunun için de önce ayrı ayrı metin halkalarını
ele almak ve onlarda ifâde edilen vak’a parçasının meydana geldiği süreyi,
anlatıcının bu vak’a parçasını idrâk ettiği anı ve seçtiği söyleyişi tarzını belirtmek
38 İsmail Çetişli, s.7339 Mehmet Narlı, Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara, 2002, s.7740 Şerif Aktaş, s.108–109
45
zarureti vardır. Sonra da, zaman bakımından metin halkalarının arzettiği manzarayı
anlatmaya sıra gelir.41
“Zaman konusunda üzerinde durulması gereken bir nokta da olayın anlatılma
süresidir. Bir romanda olaylar; yıl, ay, gün saat ölçüleriyle anlatıldığı gibi, “dün”,
“ertesi güb”, “birkaç gün”, “o gün”… gibi belirsizlik arzeden işaretlerle de sunulur.
Bir yazardan, olayları mutlaka kronolojik sıraya göre anlatması beklenmemelidir.
Anlatma süresinin şu veya bu şekilde biçimlenmesi, yazarın niyeti, beklentisi, dünya
görüşüyle, dünyayı kavrayışıyla ve olayların seyriyle ilgili bir husustur. Ayrıca,
olayların kronolojik sıraya dizilip dizilmemesi, kargaşayı yansıtmak isteyen bir
yazar, zaman konusunda da bir karışıklığa gidebilir.”42
Tarihî romanlarda zaman daha da önemlidir. Zira romancı geçmişte yaşanmış
olan bir dönemdeki olayları, kişileri, davranışları o devrin içine yerleştirmede ne
kadar başarılı olursa roman da o kadar başarılı kabul edilir. Gerçi son zamanlardaki
bazı postmodern tarihî romanlarda buna pek dikkat edilmiyor. Bunun için de bu tür
romanlar okuyucuyu şaşırtmaktadır. Ayrıca hemen belirtelim ki biz, incelediğimiz
romanlar klâsik anlayıştaki romanlardır. Biz çalışmamızda zamana biraz da bunun
için öncelik verdik. Zamanı daha belirginleştirebilmek için romanların neşir
kronolojisine göre değil Türk tarihinin devirlerine göre ele alacağız. Böylece aynı
devre farklı bakışlar daha net görülebilecektir.
1. Selçuklular Devri (1034–1107)
Malazgirt’in Üç Atlısı
2. Eyyûbîler Devri (1174–1250)
Selâhaddin Eyyûbî
3. Osmanlılar Devri (1251–1918)
41 a.g.e., s.11742 Mehmet Tekin, s.120
46
XIII. Yüzyıl
Osmancık
XIV. Yüzyıl
Kaybolan Elçiler
Kara Şövalye
Tuzak
Baskın
Çalınan Hazine
Kaçırılan Prenses
Gemide İsyan
Yıldırım Bayezid
Binatlı
Topal Kasırga
XV. Yüzyıl
XVI. Yüzyıl
İlk Hançer
XVII. Yüzyıl
IV. Murad –I-
IV. Murad –II-
47
Beyaz Kale
XVIII. Yüzyıl
Patrona
XIX. Yüzyıl
Civelek Osman
Hilal Görününce
Dağlı “Dargo”
İsyan Eşiği
Son Kavşak
Dünya Durdukça
XX. Yüzyıl
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu
Ermeni Zulmü
Karasu
4. Kurtuluş Savaşı Dönemi (1919–1923)
Dersaadet’te Sabah Ezanları
Vatan Dediler
5. Cumhuriyet Dönemi
Kırım (Türk’ün Dramı)
48
Tablo I: Bütün Dönemler
Tablo II: Osmanlı Dönemi
Yukarıdaki birinci tablodan anlaşıldığı gibi ele aldığımız romanlar içinde en
çok rağbet gören, Osmanlı Dönemidir (25 roman=84%). İkinci sırada Kurtuluş Savaş
Dönemi gelir (2 roman=7%). İkinci tabloda gördüğümüz gibi yazarlar tarafından
tercih edilen Osmanlı Döneminde ise, XIV. yüzyıl birinci sırada gelir (10
roman=40%). İkinci sırada ise XIX. yüzyıl gelir (6 roman=24%). Buna göre
Selçukluk Dönemi3%
CumhuriyetDönemi
3%
Kurtuluş SavaşıDönemi
7%
OsmanlılarDönemi
84%
Eyyûbîler Dönemi3%
Selçukluk DönemiEyyûbîler DönemiOsmanlılar DönemiKurtuluş Savaşı DönemiCumhuriyet Dönemi
4%
40%
4%12%4%
24%
12%XIII. YüzyılXIV. YüzyılXVI. YüzyılXVII. YüzyılXVIII. YüzyılXIX. YüzyılXX. Yüzyıl
49
yazarlarımızın tercihi, kuruluş ve yıkılış yılları tercih edilir. En az rağbet edilen
dönem ise, XIII., XVI. ve XVIII. yüzyıllardır. Söz konusu yüzyıllarda birer roman
yazılmıştır (4%).
1. Selçuklular Devri
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında vak’alar, M.S. 1070’ten sonra sultan Alp
Arslan ile İmparator Romen Diyojen zamanında cereyan eder: “İsa Peygamberin
doğumundan 1070 yıl sonra…” (s.5) Malazgirt’in zaferinden sonraki Ekim ayında
sona erer. (s.231) Malazgirt savaşının, romanın olaylarından da Ağustos 1071
tarihinde olduğunu öğreniriz. (s.195–196) Böylece romanın olayları 1070–1071
yılları arasında cereyan eder.
Romanın kronolojik seyrini gösteren üç tarih kaydedilir. Verilen tarihler az
olsa bile olayların içindeki yerlerine göre romanın tabii seyri hakkında bize bilgiler
verir. Bunun yanında da tarihî olaylar, bize bu hususta yardım eder. Verilen tarihler
ve tarihî olayların dışında da romandaki kronolojik zaman akışını gösteren “gün” ve
“hafta” formuna roman boyunca sık sık rastlarız: “Bir gün” (s.25, 28), “Birkaç gün”
(s.29), “Bir hafta deliler gibi çalıştım.” (s.25), “Ertesi sabah” (s.16, 124, 227, 230),
“Bir haftalık mühlet” (s.120), “Üçüncü gün” (s.123, 176), “Tam altı gün, altı gece”
(s.184), “On beş gün sonra” (s.188), “On beş gün içinde” (s.189), “Bir hafta sonra”
(s.223, 224)…
Romanda sadece üç tarih kaydedilse de yazar, romandaki olayların zaman
akışına titizlikle bağlı kalır. Her olayın bir zamanı vardır. Romanda zamansız bir
olay yoktur. Yazar, romanda “Bir süre sonra” ve ona benzer formları kullanmaz.
Tarihi romanda kronolojik zaman söz konusudur. Adeta olaylar birbirlerini
takip eder. Ama bazen de kronolojik zaman, kozmik zaman ile birleşir: “Ertesi sabah,
güneş bulutsuz ve berrak gökte yükselirken gençler Smyrna yoluna çıkmışlardı.”
(s.16)
50
Yazar, baş olay olan Malazgirt savaşının tarihini kesin olarak vermez, ama
savaşın yaklaştığına dair bir tarihi verir: “Başımı ellerimin arasında aldım.
Düşünmeye başladım. Sonra sordum:
Bugün ayın kaçtı?
Abdullah cevap verdi:
Ağustos’un biri.
Ayağa fırladım.
Abdullah, Atlar! Hazırlanın, gidiyoruz, dedim.
İkisi de şaşırdılar.
Gidiyor muyuz? Sen ne diyorsun böyle?
Ama Prenses, bir hafta evvel gitmiş. On gün sonra döneceğine göre, iki üç
gün sonra burada olacak. Onu görmeyecek misin?” (s.194) “O günü yolculuk
hazırlıkları ile geçirdik. Sabah, yani 2 Ağustos 1071’de yola çıktık. Doğu’ya doğru at
koşturmaya başladık.” (s.195) Romanın olaylarından da Kostantiniyye ile Malazgirt
ovası arasında mesafe, iki-üç haftalıktır. (s.223–224) Aksungur ve arkadaşlarının
Malazgirt ovasına vardıktan üç gün sonra savaş başlar. Buna göre savaş, aşağı yukarı
Ağustos’un yirmilerinde başlar. Ve gerçekten savaş, 26 Ağustos 1071 tarihindedir.43
Aksunger, kaçırılmış kız kardeşini kurtarmak için Kahire’ye gider.
Kahire’deki olaylar günbegün anlatılır: “İki günümüz, şehri dolaşmakla ve köşkü
tanımakla geçti.” (s.122) “Üçüncü gün; Hasan Sabbah, beni odasına davet etti.
Gittim. Oldukça neşeli gözüküyordu. Benim sakin durmam onlara ümit vermişti
galiba. Hemen söze girdi:
43 “Malazgirt Meydan Savaşı” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.11, İhlas Holding Yayınları,İstanbul, 1994
51
— Yarın; bildiğiniz gibi silâhşörlerin yarışmaları var. Halife, sizi bu
müsabakaya davet ediyor. Yarın arkadaşlarınızla sizi müsabakaya bekliyoruz.”
(s.123) “Ertesi sabah köşkte bir telâş vardı. Heyecanlı gidip gelmeler görülüyordu.
Kahvaltımızı ettikten az sonra, kölelerden biri geldi. Hasan Sabbah’ın bizi
beklediğini söyledi.” (s.124)
Romanda çatışmalar, genel olarak dakikalara göre sunulur: “Dövüş on-on beş
dakika kadar sürdü. Bir aralık, Varenglerden birinin ileriden savurduğu bir hançer
vınlamasını, Abdullah’ın inlemesi takip etti. Telâşla baktığım zaman, Abdullah’ın
sağ omzunda bir hançerin saplı olduğunu gördüm.” (s. 247)
Romanda kronolojik zaman söz konusudur. Kronolojik zaman akışı, tabii bir
şekilde ilerlemektedir, ama zamanın akışını durduran sadece bir geriye dönüş
bulunmaktadır. Ama burada söylemeliyiz ki; yazar bu geriye dönüşü, romanın
zamanını zenginleştirmek için kullanır. Yazarın, zamanı geriye alarak,
başkahramanın geçmişini ve diğer kahramanlarla ilişkisini aydınlattıktan sonra
romanda durduğu zamana döner. Bundan sonra romanın hiçbir yerinde zamanın
akışını bozan başka bir unsur yoktur.
Geriye dönüşte zaman akışı açısından dikkat çeken husus, Aksungur’un
yaşına göre zaman ilerlemesidir. Aksungur, dört beş yaşındayken babasını kaybeder,
yedi sekiz yaşında ise at binme ve kılıç kullanmada akranlarını geçer. On yaşında da
bu konularda üstünlük gösterir. (s.17–19) Bu şekilde Aksungur on altı yaşına kadar
olaylar birbirlerini takip eder. Aksungur, on altı yaşındayken Emir Afşin ile
karşılaşır. Emir Afşin, Aksungur’u orduya alır. Orada Halit Ağa ile tanışır. Emir
Afşin’in, bir akın sırasında ele geçirdiği Latince birkaç kitabı Bağdat’taki bir dostuna
göndermek için Aksungur ile Halit Ağa’yı seçer. (s.28–48)
Romanda kozmik zaman unsurları, genel olarak edebî tasvirlerde ve ruhî
durumları anlatmak amacıyla kullanılır. Yazar, bahar güzelliğinden söz eder: “Bahar,
patlamış tomurcuklardan fışkırıyordu… Kır gülüyordu; renk cümbüşüyle, bin bir ses
ve kokularla…” (s.7), “Bu dağlarda bambaşka bir hava vardı. İlkbahar mevsiminin
52
bahar kokuları dağ havasıyla içimize büyük bir huzur veriyordu. Yerdeki otlar, tatlı
yeşil renkleriyle göz dinlendiriyordu.” (s.49)
Romandaki tasvirlerin içerisinde ay tabiî geceyi vermesi bakımından önemli
bir yer tutar. Ay ve ay ışıkları, romanda huzur için uygun bir ortamdır: “Bu esnada ay
bulutların arasında sıyrılmıştı. Donuk ışıkları bulunduğumuz yeri aydınlattı. Seçtiğim
yer, gerçekten de güzeldi. Duvar şeklini almış bir yüksekliğin altındaydık.” (s.56),
“Ay ışığı denizde yaldızlanıyordu. Nikâhlım olan Zeynep ile el ele geminin arkasına
doğru yürüdük. İçim sevinçle taşıyordu.” (s.254), “Ay gülümsüyor ve denizden
fısıltılar geliyordu.” (s.255), “Ay ışığı…” (s.50, 52)…
Aksungur, Zeynep’i kurtarmak için gider. Tabiat, bu sıralarda Aksungur’a
yardım eder: “Karanlık ve fırtınalı bir geceydi. Ara sıra rüzgârın savurduğu yağmur
damlaları yüzümüze çarpıyordu. Yıldızlar karanlık bulutlar arasında görünmez
olmuşlardı. Ara sıra ufukta çıkan bir şimşek bir an için yolu aydınlatıyor; arkasından,
etraf tekrar zifiri karanlığa gömülüyordu. Gök gürültüleri atlarımızın nal seslerini
bastırıyordu. Birden, sağanak hâlinde bir yağmur boşandı. Neançes’in adamı
pelerinin kukuletasını başına çekti. Ben yağmurdan hoşlandım. Bu tatlı serinlik ateşli
vücuduma bir rahatlık verdi. Yüzümü kaldırarak yağmur damlalarıyla yanan alnımı
serinlettim.” (s.237) Geçen örnekte gördüğümüz gibi gecenin karanlığı kaçış için
uygun bir zamandır. Aksungur, kız kardeşini Hasan Sabah köşkünden de bir gecede
kaçırır. (s.137–140) Prenses Süreyya, yine bir gece Aksungur’u zindandan
kaçmasına yardım eder. (s.167–171)
Romanda güneş, dolayısıyla gündüzle ilgili yapılan tasvirlerde mevcuttur.
Aksungur, kız kardeşini Hasan Sabah’ın elinden kaçırdıktan sonra çöldeki yolunu
tutar: “Güneş yükselmeye başlamıştı. Işınları, çölü kızdırıyordu. Fakat ağaç altında
gölgede olduğumuz için, sıcaktan bir şikâyetimiz yoktu.” (s.142) Aksungur de
Kostantiniyye’yi ilk gördüğünde hayran kalır: “Güneş, denizde altın renklerle
batıyordu. Balık tutmaktan dönen kayıklar, tunçtan renklere bürünmüşlerdi. Yosun
kokularıyla yüklü rüzgâr, yüzlerimizi okşuyordu.” (s.225)
53
Babasını bir savaşta kaybeden Aksungur, küçük yaşta dedesi tarafından savaş
talimleri üzerine yetiştirilir. On altı yaşındayken Sultan Alparslan ordusuna katılır.
Aksungur ve Halit Ağa, Bağdat’a giderken Prenses İrini ile karşılaşırlar. Aksungur,
ona âşık olur. Prenses İrini, İslamiyet’e girerek adını Zeynep’e değiştirir. Aksungur,
Bağdat’tayken kız kardeşini kaçırıldığını öğrenir. Buna göre Kahire’ye gider. Kız
kardeşini kurtardıktan sonra Hasan Sabah’ın eline düşer. Hasan Sabah,
Aksungur’dan Alp Arslan’ı öldürmesini ister. Ama Aksungur bunu kabul etmediği
için zindana atılır. Aksungur’a âşık olan Prenses Süreyya, kendisini zindandan
kurtarır. Aksungur, Malazgirt savaşından sonra Kostantiniyye’ye gidip Zeynep’i
kaçırır.
Roman, tarihî sosyal zaman unsurları bakımından pek zengindir. Hatta
elimizdeki romanın, olayların cereyan ettiği dönemin bir aynası olduğuna
söyleyebiliriz.
Bu bakımından önümüze çıkan ilk husus, o dönemde kullanılan silâhlardır.
Yazar, silâhların üzerine uzun uzun durur. Kargı, kılıç, kalkan, mızrak, gürz ve ok, o
dönemde kullanılan silâhlardır. (s.20–23) Malazgirt savaşından önce askerler, son
hazırlıkları yaparlar: “Sonra, herkes birliğine dağılarak silâhlarını son defa gözden
geçirmeye başladı. Kimisi, tırnağı ile kılıcının keskinliğini deniyor, kimisi yayını
oklarını gözden geçiriyordu. Bazıları da; gürzlerini, karşısında düşman varmış gibi
sağa sola savuruyordu. Zırhlarını inceleyenler veya tolgasını evirip çevirerek
düzeltmeye çalışanlar da vardı.” (s.203), “Bu arada, son hazırlıklar da silâh şakırtıları
arasında tamamlanıyordu. Kargılar, gürzler, kılıçlar, yaylar, zırhlar ve tolgalar tekrar
tekrar gözden geçiriliyordu.” (s.204)
Romana savaş kültürü hâkimdir. Türklerin geleneklerine göre çocuklar küçük
yaştan itibaren ata binmek ve ok atmak öğretilir. “Biz Türkler için, önemli bir şey
değildir Prenses! Çünkü bizler; daha dört beş yaşlarında ata binmeyi, ok atmayı
öğrenmeye başlarız.” (s.132) Buna ilgili olarak yazarın, çocuklara ok atmak nasıl
öğretildiğini teferruatla gösterir. İlk olarak çocuklar, sabit hedeflere atarlar, sonra
daha büyük bir yaşta hareket halinde hedeflere atmayı öğrenmeye başlarlar. Ok at
meydanları bunun için özel yerlerdir. Aksungur, daha kısa bir zamanda öğrenmek
54
ister, bunu için tek başına oraya gider, bir ay boyunca hareketli hedeflere atar. Ok
atma yarışmaları da düzenlenir. Orada silâh öğretmenleri, öğrencilerini getirip
birbirlerinin arasında bir yarışma yapılır. (s.23–27) Ata binmesinde de aynı suretle
yapılır. (s.19) At yarışmaları da düzenlenir. (s.28)
Türk’ün en önemli özelliklerinden biri, at sürerken hareket halindeki hedefi
vurmaktır: “ – Evlât, dedi. Yerde atışın iyi idi. Fakat önemli olan, at sürerken hareket
hâlindeki hedefi vurmaktır. Türk’ün en önemli özelliği de budur. Hiçbir millet, at
koştururken hedefe isabet ettiremez. Ama Türk yiğitleri bunu gayet kolay yaparlar.”
(s.26)
Silâhlara ait olarak da Aksungur’un silâh odası vardır, bu odanın yanında
Numan Dede’nin başka bir silâh odası bulunmaktadır. Bu odada bulunan her silâhın
bir hikâyesi vardır. Her birinin hikâyesi, tarihî sosyal zamanın bir parçasıdır:
“Bunların her biri, bir savaşın hatırasını taşır. Şu mızrak Dandanakan Savaşı’nda
Gazne ordusunda büyük bir dehşet uyandırmıştı. Şu gördüğün gürz, Tuğrul Beyin
Bizans ve Ermeni kuvvetleri ile yaptığı savaşta kullandığı ölüm tokmağı kaç Rum’un
ve Ermeni’nin canına kıymıştı. Gürcü Kralı Liparit’i attan düşüren de bu gürz oldu.
Ya şu kılıç? Kaç akının hatırasını taşımaktadır.” (s.21)
Malazgirt savaşında tarihî sosyal zamanı gösteren birkaç noktayla karşılaşırız.
Bunların ilki, savaş düzenine ait olarak borulardır. Savaş başlamadan hemen önce
toplanma borusu çalınır: “Toplanma borusu çaldığı zaman, hepimiz hazır bir
durumda idik. Yerlerimizi aldık. Ben, yine sancaktardım. Abdullah da sancak
muhafızları arasına katılmıştı.” (s.204) Sonra savaş esnasında “geriye dön” borusu da
çalınır: “Tekrar bir boru sesi. “Geriye dön!” borusu çalıyor.
Hey değerli silâhşörler! Zamanında çalındı bu… Bu koca kitleyi, bir anda
ezmek mümkün değil. Onun düzenini bozmak lâzım. Safları ayırmalı. Öne çıkanları
parça parça etmeli. Yoksa bu sık saflara ne kılıç ne ok ve ne de gürz tesir edebilir.”
(s.212)
55
Savaş bittikten sonra Sultan Alp Arslan’ın bir özel geleneği buluruz. Sultan
Alp Arslan, her savaştan sonra kaftanının üzerindeki tozları süpürerek bir kutuda
toplar. Hem de bunu kimseye bırakmayarak kendisi yapar. Ve şu vasiyeti yapar:
“Ben öldüğümde, beni yıkadıktan sonra cenazeme koku yerine bu tozu serpiniz ki,
bununla Allahu Tealâ’nın huzuruna varayım. Umulur ki, mücahitlerin mükâfatından
ben de istifade ederim.” (s.217–218)
Romanda unvan ve sembollerin kullanılması, tarihî sosyal zamanla ilgili
olarak dikkat çeken unsurlardandır. Arapçada prens anlamında “Emir” unvanı, Sultan
Alp Arslan’ın büyük kumandanlarına denilir. Romanda Emir Afşin başta olmak
üzere Emir Tuğtekin, Emir Davutoğlu, Emir Tarank ve Emir Dilmaçoğlu, ordunun
büyük komutanlarıdır.
2. Eyyûbîler Devri
Selâhaddin Eyyûbî romanındaki vak’a zamanı, Selâhaddin’in askerleriyle
Askalan Kalesinde kuşatılırken başlar. O sıralarda Selâhaddin Eyyûbî’nin otuz dört
yaşında olduğunu öğreniriz. (s.22) Ve 1137’de doğduğuna göre44 (1137+34=1171 )
romanın olayları 1171’de başlar, 1193’te vefatı ile sona erer.
Yazar, Askalan Kalesinin muhasarasını umumiyetle kronolojik işler.
Selâhaddin Eyyûbî askerleri ile birlikte Askalan Kalesinde Haçlılar tarafından
muhasara altındadır. Muhasara sürdükçe Kudüs Kralı ile arası gerginleşir. Kralın
karşısında oturan Kont Şatiyö’ye öfkesini aktarır: “Böyle pis bir vaziyetle daha
karşılaştığımı hatırlamıyorum desem, inanın Kont, aklım almıyor. İki ay mıdır, yoksa
iki yıl mıdır şu minnacık kaleye mahsur ettiğimiz Sultan Selâhaddin teslim olmuyor.
Suyu da, yiyeceği de bitmiş olmalı, değil mi? Peki, ama nasıl dayanıyor hâlâ? Aklım
almıyor, Kont.” (s.11)
44 “Selâhaddin Eyyûbi” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlas Holding Yayınları, İstanbul,1994, c.17
56
Selâhaddin Eyyûbî, kumandanlarını toplar, vaziyeti kısaca anlatır: “Aylar
süren müdafaa kimsede güç bırakmamıştır. Gaziler iman kuvvetiyle ayakta duruyor,
Allah denince şavklanıp vuruyorlardı. Açtılar, susuzdular.” (s.13)
Müslüman askerleri açlığa rağmen dayanırlar. Üstelik düşmanı şaşırtırlar:
“Açlığa, susuzluğa ve her türlü yokluğa bir hafta daha dayandılar. Bir hafta içinde
hemen her gün kaleden çıkıp düşmana saldırdılar. Her seferinde sanki aynı insanlar
değil de yeni gelen askerler hücum ediyormuş gibi zinde idiler. Gören bunların
haftalardır aç, susuz olduğuna; aylardır savaştığına, imkânı yok, ihtimal vermezdi.”
(s.16)
Selâhaddin Eyyûbî, kaleden çıktıktan sonra askerleri ile birlikte çölde
günlerce susuz kalırlar: “Yiyecekleri kıttı, suları ise büsbütün bitmişti. Uçsuz
bucaksız çöl ilk günlerinde ürkütücü bir sessizlik içinde idi, kendini güneşin
yakıcılığına sermiş, sanki uyuya kalmıştı. Dört gün sonra yavaştan uyanıyor,
homurdanmaya başlıyordu. Yürekleri ürperten fırtına çıkmıştı.” (s.22)
Selâhaddin Eyyûbî hep İslâm dünyasının durumunu düşünür. İslâm
dünyasında birliği sağlam tutmaya çalıştığı yılları hatırlar: “Tam on yıl. Kılıç elde, at
yahut deve sırtında savaşarak geçen on koca yıl İslâm âlemindeki dağınıklığı bir
ölçüde durdurmuş, bir ölçüde toparlamış ve Müslümanlar birbirleriyle muharebe
etmek yerine, bölük bölük birleşerek müşterek düşmana karşı çıkmışlardır. Zafer
destanları ardı ardına yazılıyor, Selâhaddin Eyyûbî ismi, teey dünyanın öteki ucuna
doğru efsaneleşiyordu. O böyle olsun istememişti. Mümkün olsa meçhul bir İslâm
mücahidi olarak kalacaktı. Fakat kader kolundan çekmiş, çok sevdiği edebî
sohbetlerden kopardığı gibi muharebe meydanlarına sürmüştü. Yirmi dört yaşlarında
idi. Kalem ile kâğıt arasına sıkışan yirmi dört koca yıl. Sonrası kılıç, muharebe ve
zaferler. Şimdi otuz dört yaşında.” (s.22)
Kudüs Kralı Amury’nın yerine geçen Kral Budin, taç giyme merasimi için
hazırlanırken, Kont Şatiyö, Selâhaddin Eyyûbî’nin onlara artık tehlike teşkil
edemeyeceğini söyler. Tam o sırada dışarıdan haber gelir. Selâhaddin Eyyûbî yine
onlara saldırmak için gelir. Kral Budin, Selâhaddin Eyyûbî’nin nasıl bu süratle
57
geldiğine şaşırır: “Bir ay içinde ülkesine dönmüş, yeniden asker toplamış ve
gittiğinden bin beter süratle dönmüştü. İyi ama bunca işe bir ay nasıl yeterdi. Şu az
önce çıkan papazlar bile bir taç giydirmek için saatler istiyorlardı, ama Selâhaddin
Eyyûbî bir ayda ortalığı alabora ediyor, âdeta zamanı durduruyordu. Tam bittiğini
sandıkları bir anda karşılarına çıkıp yeniden filizlenmişçesine, taptaze…” (s.45)
Selâhaddin Eyyûbî, Ürdün şehrinde Kral Budin’e gönderdiği elçinin
öldürülmesini öğrenir öğrenmez kaleye girme kararı verir. Romanda ilk net tarih
burada karşımıza çıkar: “O hızla hazırlandılar, bilendiler, sivrildiler ve kalenin
böğrüne saplandılar.
Kan oluk oluk, can telef… Kral şaşkın, Kralın askerleri perişan. Ve nihayet
burçlarda ezan gazilerin sevinç çığlıkları (1179).” (s.79)
Kral Budin’ın, Sultan Selâhaddin’i durduramayacağını anladıktan sonra sulh
teklifinde bulunur. 1180 yılında Karşılıklı iki yıllık bir anlaşma yapılır. (s.84)
1181 yılında Selâhaddin Eyyûbî’ye iki acı haber gelir. Biricisi Halep’te
saltanat süren Salih İsmail ölmüş, yerini İzzeddin Mesut almıştır. İzzeddin Mesut,
önceden Sultan Selâhaddin karşısında mağlubiyete uğradığında intikam almaya
yemin etmişti. Sultan Selâhaddin, bu hayalperest intikamcı yüzünden Müslümanlar
arasına kılıç girmesin diye dua eder. İkincisi ise İslâm ittihadını bozacak bir şeydir.
Hısn Raban’dan gelen haberci, Konya Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan’nın Hısn Raban
kalesini zapt etmek arzusuyla sınırları ihlâl ettiğini, karşısına çıkılmadığı takdirde
çıbannın büyüyüp yayılabileceğini söyler. (s.85)
Selâhaddin Eyyûbî, Suriye seferinin sonlarında hastalanır: “Sultan Selâhaddin
o sıra dört yıllık Suriye seferinin meşakkatine yenikti. Birdenbire ârız olan bir illetin
pençesinde hayat mücadelesi veriyordu.” (s.96) Ve bunun hemen ardından Papanın
elçileri ve Kudüs yeni Kralının temsilcisi ile topladıktan sonra iki taraf arasında dört
yıllık mütareke gerçekleşir. (s.97)
Yazar, Kudüs’ün hem muhasarası, hem de Müslümanlar eline düşmesi için şu
zaman belirlemelerini kullanır: “Ertesi gün.” , “ Üçüncü huruç” (s.134),
58
“Muhasaranın dördüncü günü.” (s.135), “Tekbirler çağladı 1187 yılının ortasına.”
(s.139)
Yazar-anlatıcı, Sultan Selâhaddin Eyyûbî’nin ölümünü kronolojik zaman ile
anlatır: “Sefer ayının yirmi yedinci gecesi.
Şam’da…
Hicretin 589. yılında…
Frenk diyarındaki takvimler 1193’ü gösterirken…
Sultan Selâhaddin Eyyûbî ölüyordu.
Elli beş yaşında idi.” (s.184)
Romanda kronolojik zaman akışı vardır; ama birinci bölümde geriye dönüşler
çok sık kullanılır. Bunlar Selâhaddin Eyyûbî’nin çocukluk ve gençlik yıllarını anlatır.
Selâhaddin Eyyûbî, doğduğu yeri ve ilk hocasını hatırlar: “Irak’ın Tekrit şehrinde
palmiye ve hurma ağaçlarıyla süslü bahçe içindeki küçük evlerini görüyordu. Orada
doğmuştu. Çocukluğunun bir kısmını orada geçirmişti. İlk hocası Takıyyüddin
Kevser, Hazret-i Peygamberin cenklerini anlatırken coşar, coşkunluğunu ona da
bulaştırırdı. O iştiyakla ata binmeyi, kılıç kullanmayı, ok atmayı bir hamlede
öğrenmiş, harp oyunlarını eksiksiz bellemişti.” (s.27) Selâhaddin Eyyûbî de nasıl
Halife’nin yanına gittiğini hatırlar. (29–36) Yazar, geriye dönüşle Selâhaddin
Eyyûbî’nin nasıl saltanata geçtiğini anlatır: “Sonra Şam’a döndü. Fatımî Halifesi
kuşkuya düştü. Acaba Selâhaddin Eyyûbî fazlaca kuvvetlenir de kendisine savaş açar
mıydı?
Gizlice Kudüs Kralıyla anlaştı. Kral Amuray Mısır’a gitti ordusuyla.
Fatımîlerin son derece zayıf olduklarını gördü. Ezeli dessaslığını ele aldı. Müttefik
olarak Halife’ye kılıç çekti. Zayıflığından faydalanıp Mısır’ı elegeçirmek istiyordu.
59
Halife çaresizlik içinde Mahmut Bin Zengi’den yardım talep etti. Sultan,
Selâhaddin Eyyûbî’yi gönderdi. Serdar Selâhaddin Eyyûbî, Frankları dağıttı. Ve
saltanat kapısının eşiğinden istemeye istemeye girdi.” (s.37)
Anlatıcı, kozmik zaman unsurlarını okuyucuda tesir bırakmak amacıyla bir
araç olarak kullanır. Bu hususta anlatıcı, romanını Haşhâşîler tarafından Selâhaddin
Eyyûbi’nin canına kasteden bir teşebbüs ile başlatır. Buradaki durumu, duygularla
dolu olan teşhis ve istiare yüklü bir tasvir ile ifade eder: “Geceyarısı rüzgârı
çadırların arasında yâlelli söylerken Sultan Selâhaddin Eyyûbî uyuyordu… Ay, kâh
bulutların arkasında yitiyor, kâh başını uzatıp gecenin karanlığını pembe fısıltılara
boğuyordu. Ay’ın bulutların gerisine çekilip karanlığın koyuluğu etrafı sarınca, bir
gölge çadırlardan birinin kuytusundan çıktı. Sultan çadırına doğru atıldı.” (s.7)
Selâhaddin Eyyûbî, sabah namazını kıldıktan sonra İslâm ordusuyla yola
çıkar: “Bir sabah güneş tepelerin ardından ayçiçeği gibi başını nazlı nazlı uzatırken,
İslâm ordusu çadırları toplayıp yürüdü. Güneşin gözüne doğru toza, dumana karıştı.”
(s.11)
Selâhaddin Eyyûbî askerleriyle Tih Sahrasındayken, olaylar çöle uygun olan
kozmik zamanla anlatılır: “Güneş altında günlerdir yarı aç ve susuz yol almanın
azabı, canlarına tak etmişken çıkan bu fırtına, üstüne tuz biber ekmişti. Çölün
hıncından kurtulmak için duaya sarıldılar… Geceyarısına doğru rüzgâr yavaşladı.
Çöl daha seyrek hırlamaya koyuldu. Sultanın arkadaşları bir bayram sevinci içinde
haykırıştılar: Fırtına durdu, fırtına durdu!. Biraz sonra dolunay çıktı. Işıl ışıl yandı
çöl.” “Akşamdan çömeldiği yerde, çömeldiği gibiydi. Elleri hâlâ semaya açıktı, hâlâ
dua ediyordu. Döndü arkadaşlarına, ay ışığında tek tek süzdü; yüzlerinde
uümitsizliğin zerresi yoktu, bu iyiye alametti.” (s.24–25)
Selâhaddin Eyyûbî, Suriye seferini başlatmak üzere Mısır’dan hareket eder:
“İslâm ordusu bir sabah Mısır’dan kalktı, yürüdü. Bir başka sabah vurdu Reha
Kalesi’ni, ardından Hıns’ı… Sonra Keyf, Rakka, Nusaybin, Ayıntap, Diyarıbekr,
Hadım… Ve Halep… Halepliler bir sabah uyandıklarında şehrin muhasara edildiğini
gördüler.” (s.93.) Bunun yanında da roman da savaşlar hep kozmik zaman ile
60
anlatılır. Savaşlarda şu zaman belirlemelerle karşılaşırız: “Sabaha kadar.” (s.69),
“Gün açtı.” (s.70), “Sabah namazından sonra.” (s.87) Geçen örneklerde gördüğümüz
gibi yazar, Sultan Selâhaddin’in savaşları için “sabah” formu kullanır. Karşı tarafta
ise ve özellikle Kont Şatiyö için “gece” formu kullanılır. Sanki yazar, Kont
Şatiyö’nün savaşçı değil; ama bir çete adamı olduğunu göstermek ister: “Şatiyö’nün
çapulcuları bir gün dönmüşler Kudüs’e, haberi alınca afallamışlar, yekten
kuvvetlerine güvenemediklerinden hileye başvurmuşlar. Gece basmışlar zindanı,
Şatiyö’yü kurtarmışlar. Ve o sabah Kudüs Kralı Budin’i yatağında ölü bulmuşlar.”
(s.100), “Ama gece basınınca.” (s.123)
Elimizdeki roman, sosyal zaman unsurları açısından zengin bir romandır.
Selâhaddin Eyyûbî’yi Halifenin yanına götürmek için gelen elçinin elbiseleri sosyal
zamanı verir. Hatta Selâhaddin de onu eleştirir: “Sedirin üstüne bağdaş kurmuştu.”,
“Elçinin cübbesi fazlaca süslüydü. İnsanlar, nedense, belli bir mevkiye yükseldiler
mi, hemen bunun gösterişine kendilerini kaptırıyorlar, süslenip püslenmeye
başlıyorlardı. Tavrı da caka satıyordu galibe.” (s.30) Haçlılar ise demir gömlekler
giyinirler. (s.15)
Romanda karşımıza çıkan önemli bir gelenek, “taç giyme” merasimidir. Kral,
merasimi yapan papazlara hızlı yapmalarını söyler. Papazlar da çaresiz, tacı kralın
başına geçirip bir iki mırıldandıktan sonra merasimi bitirirler. (s.44.) “Haç çıkarma”
merasimi de yer almaktadır. Kral Gui dö Lusignan, Kudüs düştükten sonra
kendisinin çadırında beş papaz ile oturur. Papazlar da durup dinlenmeden bir şeyler
okuyarak haç çıkarırlar. “Gui ise sabırsız kımıltılarla merasimin bir an önce bitmesini
bekliyordu.” (s.151)
Kudüs Kralı’nın tahtı da söz konusudur: “Kudüs Kralının tahtı ortaya
getirilmiştir, Sultan Selâhaddin için kurulmuştu. Atından sükûnetle indi, vardı tahtın
önünde durdu. Mahâretli bir kuyumcu tarafından ustaca işlenmişti taht. Güneş altında
parıldıyor, göz kamaştırıyordu.” (s.141)
61
Başka bir gelenek de bulunur; ama bu defa savaş sonrası dönemindedir. Bu
“fidye-i necat” geleneğidir. Kudüs Kralı Gui, esir alındıktan sonra Askalan Kalesi’ni
bir fidye-i necat olarak verir ve serbest bırakılır. (s.124)
Devlet daireleri de söz konusu edilir. O dönemde hazine dairesi, bugünkü
maliye bakanlığının işini yürüten dairedir. “Hiçbir şey söylemeden aldı mektupçuyu
hazine dairesine götürdü. Açtırdı kapıyı. Kese kese altınların arasına saldı.” (s.114)
Buna bağlı olarak da devletin himayesine girmek isteyen valiler, devlete her yıl
vergisini muntazam bir şekilde öderler. (s.96) Savaşlar döneminde ise esir
düşmüşlerden bir özgürlük karşılığı olarak bir bedel alınır: “Her erkek için on, her
kadın için beş, her çocuk için de iki altın bedel” alınır. (s.136) Böylece Eyyûbî
Devletindeki maliye işleri hakkında bilgi almış oluruz.
Romanda Eyyûbîlerin bir geleneği de karşımıza çıkar. “Her fethettikleri yere
önce cami inşa ederler”. (s.154.) Bir başka gelenek danışmaktır. Sultan Selâhaddin,
herhangi bir karar almadan önce âlimlere danışır: “Elbette, bizde danışmak sünnettir.
Yani Peygamber Efendimizin bize miras bıraktığı güzel âdetlerdendir.” (s.137)
Kullandıkları silâhların çeşitleri de sosyal zamanın bir parçasıdır. “Kılıç,
kalkan, mızrak, gürz, zırh, hançer…” (s.139) Ağaç kuleleri ve mancınıklar (s.163) O
dönemdeki savaşlarda kullanılan silâhlardır.
Romanda dikkat çeken başka konu da unvan ve sembollerin kullanılmasıdır.
Eskiden Selçuklu sultanlarının oğullarına mahsus olan “Melik” unvanını Eyyûbiler,
yaygın olarak kullanırlar45. Romanda Selâhaddin Eyyûbî’nin büyük oğluna Melik
Efdal denilir. Arapçada şehzade anlamında “Emir” ise Selâhaddin Eyyûbî’nin
kardeşi için Emir Adil söylenir.
45 Ramazan Topdemir, a.g.e., s.51
62
3. Osmanlılar Devri
XIII. Yüzyıl
Osmancık romanı, geriye dönüşe dayanan bir romandır. Osman Gazi, ölüm
döşeğindeyken Bursa’nın fethinin haberini alır almaz hatıralarıyla geriye döner.
Roman bu şekilde hem başlar, hem de sona erer. Romanın vak’aları ise Osman
Gazi’nin hatıralarını ele almaktadır. Romanın başında ve sonunda tekrarlanan
manzaranın veya geriye dönüşün dışında romanda kronolojik zamanı bozacak başka
unsur yoktur. Romandaki zamanın akışı kesintiye uğramayarak sıralı bir şekilde
yürütülür.
Romanda hikâye zamanı ile ilgili hiçbir tarih belirtilmez. Bunun için romanda
vak’a zamanını tarihî olaylardan hareketle tespit etmek zorunda kalırız. Ama burada
söylemeliyiz ki, yazar romanın kronolojisini; özellikle başlangıcını Ertuğrul Beğ’in
kronolojisine göre oturtur.
Romandaki olayların seyrine göre Ertuğrul Beğ’in ölümünün, Orhan Gazi’nin
doğmadan bir gün önce olduğunu gösterir. Ertuğrul Gazi doksan yaşında vefat eder.
(s.181–182) Böylece Ertuğrul Beğ, 1281 yılında vefat eder46. Yazar, Ertuğrul Beğ’in
doksan yaşına kadar yaşadığını söyler. (s.15) Buna göre, Ertuğrul Beğ: 1281–90 =
1191 yılında doğmuştur. Bütün bunlardan romanın aşağı yukarı (1191+88) 1279
yılında başladığını söyleyebiliriz. Osman Gazi, bu sıralarda hâlâ evlenmemiştir. Bir
süre sonra Malhum Hatun’la evlenir. (s.97) Roman, 132647 yılındaki Bursa’nın fethi
ve Osman Gazi’nin ölümüyle sona erer. (s.349–350) Böylece romanın vak’aları,
1279–1326 yıllarını kapsamaktadır.
Yazarın kullandığı bazı zaman belirlemeleri; özellikle tekrarlanan formlar,
romandaki kronolojisinin seyrini büyük bir oranla gösterir. Onların başında “gün”
formu gelir: “Ertesi gün” (s.162, 167, 182, 202, 218, 275, 288, 302, 320, …),
“Üçüncü gün” (s.37, 188, 274), “O gün”(s.49, 218, 261, 293, 323, …), “Beş gün
46 “Ertuğrul Gâzi” madde, Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İhlâs Matbaacılık ve GazetecilikYayınları, İstanbul, 1989, c. 347 “Orhan Gâzi” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c. 15
63
sonra”(s.261, 321), “Üç gün sonra”(s.267) Romanda daha uzun süreli zaman
belirlemeleri de kullanılmıştır: “Bir buçuk ay sonra” (s.292), “Bir ay kadar sonra”
(s.297), “Şubat aylarında” (s.200), “İlk iki yılda” (s.322).
Kronolojik zaman, Osmancık romanında çök önemli bir unsurdur. Romanın
olaylarında kronolojik zaman, söz konusu ve yazar tarafından amaçlıdır. Adeta
Osman Gazi, romanın kronolojik bölümleri ile bütünleşerek kucaklaşır. Romanda
Osman ile kronolojik zaman arasında bir kaynaşma vardır. İlk bölümde Küçük
Osman veya Kara Osman, ikinci bölümde Osman Beğ, üçüncü bölümde Osman
Gazi, Beşinci bölümde de Osman Gazi Han, altıncı bölümde ise Osman Gazi’nin
ölümü söz konusudur. Her bölüm, romanın kronolojik zamanının bir parçasıdır.
Romana bir bütün olarak baktığımızda kronolojik zamanın Osman Gazi ile iç içe
olduğunu görürüz. Ve Osman Gazi, romanın bütün aşamalarında zaman ile yarışır:
“Zaman geçmektedir. Osman beğ zamanı durduramamaktadır. Osman beğ, zaman,
durmasa bile, gönlünce, isteklerince, düşüncelerince aksın, durgunlaşsın
istemektedir; ama zamanın hızı onu hırslandırmamakta, telaşlandırmamakta,
öfkelendirmemektedir.” (s.232) Yazar, bu zamanın anlayışının üstünde uzun uzun
durur: “Zaman Osman beği umursamadan akıp gitmekte; ama Osman beğ de zamanı
umursamamaktadır; bu hızlı akış onu tedirginleştirmiyor, telâşlandırmıyor,
sabırsızlandırmıyor, korkutmuyor ve öfkelendirmiyor.” (s.267)
Romandaki olayların zamanın ele alınışı bakımından dikkat çeken nokta,
yazarın baskınlarda zamanla ilgili titizliğidir. Romanda söz konusu olan baskınlarla
ilgili zaman belirlemeleri, baskından üç-dört gün önce önümüze çıkar.
Romanda kozmik zaman, romanın tabii seyrini göstermek için kullanılır:
“Sen yarın değil, ondan bir sonraki gece, ay yükselmeden gel.” (s.239), “Sonra,
hemen ertesi sabahın, gene şafak vaktinde yollara düşüyorlar.” (s.338) Burada yazar,
olayların zaman seyrini gösteren kozmik zaman unsurlarından yapılan ifade ve
formları kullanır. Bu hususta kullanılan zaman belirlemeleri, yaşanılan dönem ve
çevreye uygundur. Onların çoğu, güneş hareketine ait olan işaretlerdir: “İkindi”
(s.58, 152, 178, 230, 261, …), “Öğle” (s.197, 218, 222, …), “Şafak” (s.152, 248),
“Yatsı” (s.187, 195, 340) … Bunun yanında da yazar, mevsimleri zamanı belirtmek
64
için kullanır: “İlkbahar selleri” (s.7), “Kış bitmişti.” (s.23), “Bahar gelmiştir.” (s.216)
“Kış geçmiş.” (s.279), “Yaz sona ermek üzeredir.” (s.291), “Baharın ilk günlerinde”
(s.297), “Kar, kış demeden çalışılıyor; bahara doğru da tamamlanıyor.” (s.335)…
Romanın önemli motiflerinden olan göç, kozmik zamana bağlıdır. Türklerde
göç zamanı, mevsimlere göre hesaplanır. Yazar, bu hususta göç arkasında Türklerin
yaşadıkları zor koşullarını, kozmik zaman unsurlarına dayanarak anlatırken yer yer
tabiatın güzelliğinden ustalıkla söz eder: “Eylül yarılanmıştır. Gökyüzünün
maviliğine uçuklaşmıştır ve sık sık bulutlanmaktadır. Bulutlar artık bembayaz
değildir; öbek öbek de değildir, kül ya da gümüş renginden barut rengine kadar
koyulaştıkları oluyor, birbirleriyle bütünleşiyor, günü uzun süre karartıyorlar. Zaman
zaman tepelere, yamaçlara iniyorlar.
Rüzgârlar da değişti; sertleştiler, üşütüyorlar; bulutları tırısa kaldırıyor,
koşturuyorlar. Artık hep kuzeyden kuzey batıdan esiyorlar. Yağmur getirdikleri oldu.
Birinde dağı, taşı körduman bastı; koca Domaniç gözler için bir kol uzatımı
kadar küçüldü. Atlar bir başka türlü kişnedi, davarlar bir başka türlü meledi, köpekler
başka türlü havladı; çamlıktan başka sesler geldi. Neden sonra da, körduman, sanki
buz inmiş de erimiş gibi, su oldu.
Ardından, gene neden sonra, deli bir rüzgâr çıktı ve bütün gece dinmedi; kara
çadırları sarstı, iplerde uğuldadı.
Ertesi sabah gökyüzünde, Haziran sonlarını, Temmuz ortalarını ardından üç,
beş bulut öbeğinden başka bir şey yoktu. Ama mavi uçuktu, güneş limon rengi ile
portakal rengi arası idi. Deliliği iyice yatışan rüzgâr; bu sefer, kırk yıllık yayla
yanaklarını bile ısırıyordu.
Ertuğrul beğin çadırında toplanmışlardı. Bir düzüne kadardılar. Hemen hepsi
de, güneşin, bulutların, rüzgârın ve suların dilinden anlardı. Konuştular, tartıştılar ve
erken inmeyi kararlaştırdılar.” (s.37)
65
Tarık Buğra, romanda aya kozmik zamanın bir belirlemesinden daha fazla bir
mana kazandırır. İlk olarak Osman’ın rüyasında ay, bambaşka bir ay olarak ortaya
çıkar: “Bambaşka bir aydır bu; hiçbir zamanda ve hiçbir gökyüzünde bu ışıkları
verememiş.” (s.85) Osman Beğ’in, Aydos Kalesini muhasara ettiğinde ay yine ortaya
çıkıp kale fethedilinceye kadar kalır: “Ay, yusyuvarlak ve altın sarısıdır; Kartal
Doruğu’ndan yenice sıyrılıp gökyüzünü menekşe morunda saydamlaştırmıştır. Hava
durgundur. Yayla sessizdir. Sâdece yukarılardaki çamlıktan belli belirsiz uğultular
gelmektedir.” (s.229), “Ve, altın sarısı ay, yusyuvarlak, yükselmişti.” (s.239), “Ay,
sağdaki tepenin üstünden baş veriyordu; kıpkızıl ve belli belisiz duman tüten bir kor
parçası gibiydi.” (s.240) Yazar, aslında ayı Osman Gazi’nin iç duygularıyla
bütünleştirerek birleştirir. Ede Balı öldükten sonra Osman Gazi, Benliboz ve tayı ile
ilgilenmeye başlar. Çok geçmeden biricik atı Benliboz ölür. Osman Gazi Han, buna
çok üzülür. Yazar, Osman Gazi’nin iç duygularını tabiata, özellikle aya yansıtarak şu
şekilde işler: “Gökte hilâlleşmeye yüz tutmuş bir ay vardır. Ağaç denizini andıran
yamaçlardan dolanıyor, vâdiler, ırmaklar geçiyor, yayvan tepeler aşıyorlar. Ay artık
soluklaşmakta, gökyüzünün lâciverdi uçuklaşmakta, süt mâvisine kaymaktadır.”
(s.329)
Gökçe Bacı, şehitlerin yatmakta oldukları yerde bir köy kurar. Osman Gazi,
onu görünce düşünceleriyle hem geçmiş ile şimdiki zaman hem de zaman ile tabiat
arasında bir bağ kurar: “Vâdi esmerleşiyordu. Günün sarışınlığı tepelere
tırmanıyordu. Esinti çamları uğuldatmaya başlamıştı. Hava artık serindi. Osman beğ,
Harlağa döneceklerle birlikte at binmeğe hazırlanırken, o İkizce ikindisini
hatırlayışla karşıya, ulu çama baktı.
Ve döndü:
Çam pırıl pırıldı; dallarında en azından otuz kandil yanıyordu. Yanındaki
Gökçe Bacı fısıldadı:
- “Bu kandiller hep gecelerde yansın deriz, beğ.”
66
Domaniç Beli’nin son dönemecinde Osman beğ, gem kasıp durdu; arkaya
baktı:
Artık iyice kararan İkizce vâdisinde çam yoktu. İkizce şehitlerinin nurlaşan
ruhları vardı: Badem ağacı, ayaz vuramaz, don çekmez, solamaz, dökülmez,
çiçeklerini açmıştı.
Osman beğ, demirci körüğü basar gibi nefes boşalttı:
- “Allah!...” (s.231–232)
Yazar, Osman Gazi’nin son arzusunu, tabiat ve güneşle şu şekilde birleştirir:
“Güneş yükselmekte, gök maviliğini ova yeşil çeşitlemesini bulmaktadır ve kubbe,
şimdi, ovulmuş güneş gibidir; Osman gazi hân, Zümrüd Anka’nın yüzyıllar boyu
süreceğine inandığı uçuşu boyunca onun, o kubbenin altında, o uçuşun düşlemesine
yatmayı daha bir hırsla istiyor ve hiç ara vermemiş gibi tekrarlıyor:
- “Ben ölünce beni şo gümüş kubbenin altına koyun.” (s.330–331)
Yazar, romanda ustaca yaptığı tasvirler arasında Söğüt’te bahar güzelliğini
unutmaz: “Gökyüzü pırıl pırıldı. Güneş ısıtıyordu. Toprak tütüyordu, kokuyordu.
Bütün ağaçlar çiçeğe durmuştu; dallar beyazların en güzel beyazları, pembelerin en
güzel pembeleri ve yeşillerin en gençliği ile göz ve gönül alıyordu.” (s.216)
Osmancık romanına, baştan sona kadar tarihî sosyal zamanın bir göstergesi
olarak bakabiliriz. Roman Osmanlı Devletinin kuruluş dönemindeki Türklerin nasıl
yaşadıklarını, davrandıklarını ve düşündüklerini bize aktarır. O zaman Türkler aileye
büyük bir önem verirler. Romandaki bütün aileler, huzur ve mutluluk içinde
hayatlarını yaşarlar. Aralarında güçlü bir bağ vardır. Kimse kimseye küçümsemez.
Bunun için yazarın, romanda üzerinde uzun uzun durduğu noktalardan biri,
düğünlerdir. Boyun bütün kişileri tarafından saygı gösterilen ve özenle düzenlenen
düğünler, Türklerde ailenin önemliği bize çok net bir şekilde gösterir. Romanda söz
konusu üç düğün vardır; onların ilki, Osman Gazi’nin “benzersiz düğün”üdür: “Bu
benzersiz düğün alayı konuşmasız, tenbihsiz kararlaştırmasızdır; kendiliğindendir;
67
Osman’a duyulan sevgi ile, iki babanın, Ertuğrul beğgazi ve Ede Balı saygısındandır.
Görünen de odur ki, sevgi ağır basıyor; çünkü havaya genç silâhşorlar hâkimdir.
Başlarında da, Osman’ın ağabeyi Gündüz var.
Atlıları saymak mümkün değil. Sayı çokluğu bir yana, kırkarlık, ellişerlik
bölükler hâlinde ve belli bir düzen, belli bir âhenk içinde, hep dört nallarla, kılıç
sallamaları ile, en arkadakilerin öne, öndekilerin sağa sola, sol öndekilerin de arkaya
kayıp boyuna yer değiştirmeleri, sayı kavramını allak bullak ediyor. Bu arada nâralar
ve at kişnemeleri, kılıç şakırtıları, çok büyük bilinen yöre boyutlarını büsbütün
daraltıyor; güney, kuzey, doğu, batı… genişletmek için yönleri zorlamaktadır
sanılıyor; bu düğün alayı, ama bu düğün alayı, ne kadar geniş olursa olsun, hiçbir
alana ve hiç bir yöne sığamazmış sanılıyor; kılıçlar ve atlar, kendiliğinden bin’leri
cılızlaştırıyor, on bin’ler yüz bin’ler, milyon’lar oluyor:
Alayı götüren -ve koruyan- atlı sayısı, sanki üç bin değil de, üç yüz bindir, üç
milyondur. Ede Balı’nın evi ile Söğüt arasındaki köylerde oturanlar öyle diyecektir.”
(s.98) Düğünde de armağanlar dağıtılır: “Götürülen armağanlar herkesin herkese
verebileceği şeylerdir.: Ildız Hatun’a, işlemli bir namaz bezi ile gene işlemli bir çift
çorap;
Ede Balı’ya üç kollu bir mumluk;
Mahmud ile Hüsameddin’e süssüz, püssüz birer çift üzengi ve birer kılıç;
Malhum Hatun’a da, Osman’ın yaptığı oyma işlemli küçücük bir çekmeceye
konmuş bir yazma, bir çift çorap, bir tarak, bir saplı küçük bakraç ve gene Osman’ın
yaptığı bir iğ.” (s.95) Ertuğrul beğin de armağanları dağıttığını görürüz. (s.97)
Evlilik ve düğünle ilgili olarak bir başka gelenek olan “adaklık” ortaya çıkar.
Adaklık töreleri de vardır. Bay Koca, ergen alı kaftan giyinerek adaklısı olan
Emine’nin babasına gidip elini öpmek diler. Töreye göre, erkeğin giyindiği kaftan,
adaklısına kız tarafından gönderilir. Bundan sonra zurnalar çalınır, kösler vurulur.
(a.204–205)
68
İslamiyet’e içten bağlı olan toplumun, ahlâken sağlam bir yapıda olduğu
sergilenir. Törelere bağlı olan Türk geleneğinde, aile içi ilişkilerde, daima bir mesafe,
saygı, sevgi ve bağlılık kendini gösterir. Evlilik müessesesi oldukça sağlamdır. Aile
hayatı, sağlıklı bir cemiyet doğurmaya müsaittir. Millî şuûrla donatılmış olan toplum,
millet, milliyet ve vatan kavramlarına sıkça bağlıdır.48 Bu nedenle oluşturulmuş bu
kavramlar, din kavramıyla birleşir: “Hak yolunda ve doğru bildikleri yolda
fisebilullah çalışır, soylarına yararlı olmak dilerler.” (s.33)
Romanda tarihî sosyal zaman bakımından en önemli olgu, dünyanın en uzun
ömürlü devleti olan Osmanlı Devletinin kuruluşu ya da doğuşu ve Devletin adının
“Osman” Gazi Han’dan kaynaklanmasıdır. Kurulan bu büyük devletin kurucusu
Kayı boyudur. Kayı boyunun, Ede Balı’ya göre görevi şöyledir: “Tanrı görevlisidir.
Kayı boyu, gücünün ulaştığı yörelere adâleti kurmakla görevlidir; Kayı boyu,
gücünün ulaştığı yörelerde insanlara güven, huzur, varlık ve hoş geçim sağlamakla
görevlidir; Kayı boyu, başda Oğuzlar, birleştirmekle, bütünleştirmekle, onarmakla,
yüceltmekle görevlidir, ve Kayı boyu bu görevi üstlenip başarmaya mecburdur.”
(s.95) Aslında bu büyük ve şanlı devleti kurmaya Osman Gazi’yi iten güç, kuvvet
veya kılıç değildir, ona yüklenen bu görevdir. Esasen böyle büyük bir devletin
kurulması için ilk ihtiyaç, adalettir. Ve Osman Gazi, Osmanlı Devleti’ni adalet
anlayışına dayanarak kurar.
Türklerin göç hayatını yaşadıklarını görürüz. Romanın tarihî sosyal zamanın
önemli unsurlarından biri, Türklerin yayladan göçleridir. Türklerde güçün, çok
düzenli bir iş olduğunu görürüz. Herkesin belli bir görevi vardır. Bu görevlerin en
önemlisi, beyin görevidir: “Beğ’in bir görevi de onlara danışmaktır; yayladan inişi
onların verdiği bilgiye göre düzenlemektir. Osman beğ de öyle yapacaktır. Şu
günlerde bütün ilgisi bunadır.” (s.144)
Göç hazırlıkları ve düzeni, bize göçün yönü, Türklerin elbiseleri ve mutfakla
ilgili kullandıkları bazı araçlar hakkında bilgi verir: “Göç üç gün içinde düzüldü.
Üçüncü günün seherinde çadırlar söküldü, denkler yapıldı, kığınlar, atlar yüklendi.
48 Tuncer, Hüseyin, Osmancık (III), Türk Yurdu, c. 9, S. 22, No: 368, Kasım 1988, s.45
69
Arkalarında, tandırları; bakraçlarını, tencerelerini, kazanlarını vurdukları, taşların
islenip kararmış ocakları: çadırlarının taban topraklarını bırakarak yola koyuldular.
Kafile, Kartal Doruğu’nun ötesindeki vâdiden sonra başlayan düzlükte, Çifte
Kavaklı Pınar’da, öteki yaylaklarda konaklayanların katılmasıyla tamamlanmıştı.
Osman, onları, yanında Saltuk ile Rahman, Kartal Doruğu’ndan seyrediyordu.
Dünya’da hiçbir çiçek bahçesi bu kadar renkli, bu kadar güzel renkli
olamazdı. Yamaçlardaki ağaçların yeşilleri, kızılları, çeşitli sarıları bir yandan;
binlerce insanın cepkenlerindeki, şalvarlarındaki, başlıklarındaki, kemerlerindeki
yeşiller, morlar, kızıllar, aklar, sarılar -başka isimler istercesine- öte yandan, artık
göz kamaştırmayan güneşin altın ışınlarında rüyaların Cennet cünbüşünü
hatırlatıyordu.” (s.37–38)
Romanda tarihî sosyal zamanın unsurlarından biri, “Zümrüd Anka”49
motifidir. “Zümrüd Anka” motifi, başlangıçta Osmancık’la gelişir. O, Malhum
Hatun’u ötesi için ister. Oğuzların ıldızlara gitmesi için ister. Ona bu gücü veren
Zümrüd Anka diye vasıflandığı Malhum Hatun’dur.50 Roman boyunca Osman
Gazi’nin Zümrüd Anka’sı, Malhum Hatun’dur. Osman Gazi’nin, Malhum Hatun ile
evlendiği zaman çok sevinir; çünkü artık Zümrüd Anka’sına kavuşur. (s.97) Osman
Gazi, Malhum Hatun’a şunu söyler: “Sen, benim Zümrüd Anka’m, sen dertlenme.”
(s.166)
49 Zümrüdü Anka: İbranca "Anak", uzun boyunlu dev, gerdanlık takmak, boğmaktan. Mitolojik birdağ olan Kafdağı’nda yaşadığına inanılan mitolojik bir kuştur. Doğu mitolojileri ve efsanelerindeSirenk, Simurg, Zümrüd, Zümrüdü Anka, Tuğrul, Anka-yi mugrip, Huma Kuşu, Devlet Kuşu, Batıkültürlerınde ise Phoenix adlarıyla anılır. Adı uzun boynu veya boynundaki beyaz halkadan gelir. Herhayvandan bir iz taşıyan, rengârenk tüylü, yüzü insana benzeyen mitolojik bir hayvandır. Bazıkaynaklara göre sesi de güzeldir. Daima tektir ve erkektir. Ömrünün sonuna gelince bahar ağacıyapraklarından yaptığı yuvasını ateşe verip kendini yakarak, yeniden dünyaya gelir. Yeniden dünyayagelen kuş kuvvetlenince babasının küllerini Mısır’daki Heliopolis’e götürerek güneş sunağına bırakır.Bu anlatının pek çok versiyonu vardır. Anka’nın ölmek için Mısır’a gittiği de söylenir. Hatta halaMısır’da ara sıra görüldüğü rivayet edilir. Batı’ da M.Ö. 5. Yüzyıldan itibaren mitolojik anlatımlarıbaşlayan Anka kuşu Hıristiyanlıkta yeniden dirilmenin sembollerinden biri olarak görülmüştür.Araplar arasında Anka hikâyesi Semender ile karıştırılır. Semender de bazen kuş olarak tasvir edilir.Çin mitolojilerinde dans ve müziğin icadıyla ilgili bir kuş olarak tasvir edilir. İran mitolojisindeSimurg’un yeri Kaf dağıdır. Hem ruhun ölmezliğinin hem de yeni yılın simgesi olarak da düşünülür.“Zümrüdü Anka” «madde», Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz, Vadi Yayınları, Ankara, 1998, s.3450 Tuncer, Hüseyin, Osmancık (II), Türk Yurdu, c. 9, S. 25, No: 371, Şubat 1989, s.45
70
Romanda Türklerde atların önemini görürüz. Romanın olaylarını ilerledikçe
de atlar, romanın bir kahramanı gibi ortaya çıkar. Romanın kişileri olduğu gibi de
“Alışık”, “Benliboz”, “Günışığı” ve “Yiren” gibi atların adları vardır. Onlar romanın
kahramanlarından biri sayılır. Olaylar içinde de rolleri vardır.
Türklerin geleneklerinden olan cirit, güreş ve yay atımı da romanın
olaylarında önümüze çıkar. Osman Gazi, gençken kendini ispatlamak için
yaptıklarını şu şekilde sıralıyor: “Avcılıkta birinci. Ciritte birinci, at sürmede birinci,
yay germede üstüne yok. Güreşte bileğini tutan çıkmamış.” (s.15)
Yazar, romanda töreyi gösteren geleneksel sofranın unsurlarını da unutmaz.
Güvecin şu şekilde yapılmasını gösterir: “Büyük güveçteki, yarma ve Eylül
güneşinde kurutulmuş koyun kaburgası, fırının dünden kalma sıcaklığında sabaha
kadar pişmiştir. Güvecin üstü çatır çatır ve nar gibi zar bağlamıştır. Etler
kemiklerden gevşemiştir. Güvecin dibi bütün lezzeti sindirerek tutar gibi olmuştur.
Sabah kahvaltısında bal ve bu vardır. Tatlı bir ayva pembesinin üstüne yeşil ve
kırmızı boyalarla çiçeklendirilmiş tahta kaşıklar, hiç konuşulmadan, usulüyle,
a’dâbıyla güvece gidip geliyor.” (s.87)
Romanda yazar tarafından titizlikle gösterilen gelenek, toplanma ve meşveret
geleneğidir. Ertuğrul beğ hayattayken, Söğüt’teki kendi evinde yoldaşlarıyla toplanır,
meşveret yaparak kararları alır. (s.37) Ertuğrul beğ öldükten sonra Osman Gazi de bu
geleneği sürdürür. Ertuğrul beğin evinde yine toplanırlar, ama bu defa Osman
Gazi’nin yoldaşları bu toplantılara katılırlar. Osman Gazi’nin aldığı kararları onlara
açıklar, sonra görüşlerini sorar. (s.195) Toplantılardan sonra da ilahiler söylenir.
(s.190) Ertuğrul beğin evi, Osman Gazi ve kardeşlerine göre sıradan bir ev değildir.
Bunun için kardeşler evi yürütme bir sistemi yaparlar. Üç kardeş, evin masrafları
kendilerin arasında paylaşırlar. Toplantılar orada yapılır. Toplantıların yemekleri,
Menekşe teyze istediğince, Burla Hatun, Ayna Melek ve Malhum Hatun tarafından
hazırlanır. (s.187)
XIV. Yüzyıl
71
Tuzak romanında vak’a zamanı Orhan Gazi döneminde gerçekleşmektedir.
Sunguroğlu, Köse Yusuf ve İbrahim adlı arkadaşları ile birlikte yola çıkarlar. Roman,
kaçırılmış Sultan Hatun’un bulunmasıyla sona erer.
Yazar, romanda hiçbir tarih kaydetmez, bunun için romandaki vak’a zamanını
tarihî olaylardan takip etmek zorunda kalırız.
Sunguroğlu’ne gelen mektuptan Orhan Gazi’nin, Şehzade Süleyman Paşa’ya
name saldığını öğreniriz. (s.8) Şehzade Süleyman Paşa51 da Sunguroğlu’na
gönderdiği mektup ile romanın ilk kronolojik zaman göstergesi ortaya çıkmış olur:
“Lâf arasına Köse’nin sesi gülle gibi düştü:
‘Buyruk var Sunguroğlu Beyim. Şehzade Süleyman Paşamızın kapı gibi
buyruğu var. Tez hazırlan!’
Elinden mektubu sallaya sallaya girdi. Ardından İbrahim de çıka geldi.” (s.6)
Geçen örnekten Süleyman Paşa’nın sadrazam olduğunu anlayabiliriz. Buna
göre romanın olaylarının, 1337–1339 yıllarının arasında bir yılda cereyan ettiğini
söyleyebiliriz.
Romanın olayları, kronolojik zaman bakımından sıralı gider. Yazar-anlatıcı,
romanda vak’a zincirini sıralı ve düzenli bir şekilde yürütür. Romanda tek bir geriye
dönüş veya geleceğe sıçrayış bile yoktur.
Romanda kozmik zaman unsurları, romandaki zamanın tabii akışı içinde
kullanılır. Sunguroğlu, mektubu okumadan önce arkadaşları ile birlikte yola çıkarlar.
Yoldayken mektubu okuyup Kulacahisar Beyi olan Karaca’nın kızı Sultan Hatun’un
kaçırıldığını öğrenirler. Kulacahisar’a doğru gitmeye karar verirler. Giderken atının
nalı düşmüş olan Bücür diye bir adamla karşılaşırlar. Bücür, Kulacahisar’a kadar
51 Süleyman Paşa (1316 Bursa–1358 Bolayır): 2. Sadrazam (1337–1339), Rumeli’ye ilk geçenkomutan (1356) ve Karesi Valisidir. Orhan Gazi ile Nilüfer Hatun’un büyük oğlu, I. Murad’ınağabeyidir. Gelibolu’daki büyük (Süleyman Paşa) Cami (1358)yi yaptırdı. Avlanırken attan düşerekvefat etti. Mezarı Bolayır’da denize bakan bir tepede Kavak şehitliğindeki 3 sandukalı türbesindedir.M.Orhan Bayrak, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü, İstanbul, 1999, s. 388.
72
onlarla gitmek istediğini söyler. Nihayette yola koyuldular. Ama Bücür yüzünden
ağır ağır gidiyorlardı. “Bu gidişle Kulacahisar’a sabaha ancak varırız’ diye konuştu
Sunguroğlu. Oysa akşam namazını hisarda kılmayı düşünürdüm.” (s.14)
Bıçak sırtı geçidi diye bir kestirme yol olduğunu söyleyen Bücür, onları bir
tuzağa düşürür. Tam dar olan bu geçit ortasında kaybolur ve kendilerine her taraftan
ok yağmaya başlar. Bu tuzaktan zor kurtulan Sunguroğlu ve arkadaşları, tuzağı kuran
Kör Dimitri ve adamlarıyla karşılaşırlar. Canlı bir dövüşmeden sonra Sunguroğlu ve
arkadaşları, Kör Dimitri’yi esir alırlar ve kimin hesabına çalıştığını sorarlar.
Teodosyüs Limanında (Bu günkü Yenikapı) bir meyhane işleten Mavro diye bir kişi
hesabına çalıştığını bildirir. Kör Dimitri de kızı o adamın hesabına kızı kaçırdığını,
Nikomedya’da (Bugünkü İzmit) Mavro’nun adamlarına teslim ettiğini söyler. O
andan itibaren yönlerini Bizans’a doğru çevirirler. Kör Dimitri’yi ormanda bırakırlar.
“Etraf kararmak üzereydi.” (s.32)
O sırada han görünür: “Buna çok sevindiler. Güzel bir akşam yemeği yer,
namazlarını kılar ve uyurlardı. Yorgundular. Sabahtan beri bir sürü tehlike
atlatmışlardı. Sinirleri gergindi. İyice dinlenir, sabah şafakla yola düşerlerdi.” (s.33)
Hana girdikten sonra: “Vakit hayli ilerledi. Yatsı namazını kılmak için
odalarına çekilmek üzere doğruldular. Tam o sırada hanın kapısı açıldı ve Bizanslı
bir subayla, yedi asker girdi” (s.40)
Odalarında uyurken han yamağı Sunguroğlu’nun sinsice odasına girdi:
“Sabaha yakın saatlerde oda kapısı kurcalanmaya başlandı. Ardından ‘tık’ diye bir
ses çıktı ve kapı karanlığın koyuna doğru ağır ağır açıldı.
Bir gölge sinsi adımlarla içeri girdi. Ayaklarının ucuna basa basa pencere
dibindeki masaya yaklaştı. Masanın üstünde bir su ibriği duruyordu. İbriği buldu.
Kuşağının arasından çıkardığı küçük şişenin içindeki mayii ibriğe boşattı.
Ve girdiği kadar sessiz çıkmaya hazırlandı.” (s.48)
73
Krisopolise’e (Üsküdar) gittikten sonra oradan karşı tarafa ulaşmak için bir
sandal kiralarlar. “Karşı sahile çıktıklarında vakit ikindiye yaklaşıyordu” (s.58)
Kızlar içinde bulundukları manastıra giderler: “Mavro’yu
cezalandıracaklarına hancıyı inandırana kadar akla karayı seçtiler. Nihayet bir at
satmaya razı oldu. Gece yarısına doğru San Taras Manastırına yollandılar. İki saat
kadar at teptikten sonra Sunguroğlu durdu.” (s.92)
Yazar-anlatıcı, kahramanlar içinde bulundukları ortama uygun olarak zamanı
belirtmek için namaz vakitlerini çoğu yerde kullanır: “Öğle namazı için mola
verdiklerinde Sunguroğlu anlatmaya koyuldu.” (s.8), “Sabah namazı vakti girdi.”
(s.125)…
Yazar-anlatıcı, mücadele veya tehlike gibi anî olaylar için belirli zaman
formlarını kullanır: “Birkaç saniye bekledikten sonra ayağını içeri attı. Hep tetkikte
idi. Her an bir kalleşlik bekliyor, buna göre hazırlıklı duruyordu.” (s.93) “Saatler
kadar uzun gelen birkaç saniyelik bir mücadeleden sonra hasmının iki gözüne
parmaklarını gömdü. Aynı anda dizini kasıklarına oturttu.” (s.94)
Romanda kozmik zaman unsurları, romanın ilk sayfasında başlar. “Güneşli
bir gündü” diyen anlatıcı, kahramanları vasıtasıyla daha sonraki satırlarda başlattığı
tabloyu tamamlar: “Mazinin derinliklerinde geçmişini ararken, Nilüfer çıkageldi.
Nilüfer, Ninenin kızıydı. İki elinde iki ayran tası tutuyordu. Mahcup mahcup
gülümseyerek:
“Soğuk ayran getirdim” dedi. “İster misiniz?”
“İsteriz kızım” diye atıldı Nine, “bu havada soğuk ayran istenmez olur mu
hiç?” (s.5)
Romanda güneş hareketiyle alakalı olarak şu kozmik zaman belirlemelerini
sıkça karşılaşırız: “Şafak sökmek üzereydi. Karanlık alacaya kesmişti. Uzaktan horoz
sesleri geliyordu.” (s.54). “Çok vakit kaybettik İbrahim, sabah açmadan San Taras
Manastırında olmalıyız.” (s. 104)
74
Sunguroğlu, kendisini çok seven Nilüfer ile evlenmek istemez. Zaten
Sunguroğlu da onu sever; ama akıncı olduğu için belli bir yerde oturmaz. Bunun için
evlenmektense milletine ve devletine hizmet vermeye kararlıdır. Süleyman Paşa’dan
aldığı emir icabıyla arkadaşlarıyla birlikte yola çıkar.
Romanda Sunguroğlu’nun mektupla gelen arkadaşları ile birlikte gidişi,
sosyal zamanı yansıtır. Yolcuların ardında su dökmesinin geleneği gösterilir:
“Alelacele Nine ve Nilüfer’le vedalaştı. Genç kızın gözleri dolu doluydu. Sönük
ümitlerin kederinde inler gibi:
“Yolun açık olsun” dedi. Ardı sıra bir kova su döktüler. Sunguroğlu, atını
ahırdan çıkardı. Eğerledi ve üstüne atladı.” (s.7)
Romanda sosyal zaman en önemli unsurlarından biri, Orhan Gazi ile Bizans
İmparatoru arasındaki anlaşmadır. Bu anlaşmaya göre Türkler Bizans topraklarında,
Bizanslılar da Osmanlı topraklarında serbestçe gezerler: “Bilmez olur muyum?
Elimde kapı gibi izinname var. Osmanoğlu mülkünün her karışında ticaret
yapabilirim.” (s.36)… “Orhan Beyimizle Bizans İmparatoru arasındaki anlaşma
mucibince rahatlıkla şehre girebiliriz.” (s.57)
Putperest olan Moğol hakanı ve onun irtibatında olanlar, Bizans’ta yaşarlar ve
kızları kurbanlık ederler. Köse Yusuf’un Müslüman olmadan önce Bizans’ta bir
papaz olduğu için bunu daha önce bilir: “Böyle bir şey kulağıma çalınmıştı” diye
konuştu. “Bu kadar teferruatlı değil, ama kilise ve manastırlarda Moğol hakanının
adamları bulunduğunu söylemişlerdi. Sunguroğlu Beyim, onların inancı ne
Müslümanlığa, ne Hıristiyanlığa benzer, çok iptidaidir. Her yılın muayyen
günlerinde genç kızları putlarına kurban verirler.” (s.84–85)
Ama Moğol hakanı tek başına bunu yapmaz, aynı zamanda bazı Hıristiyanlık
mezheplerinde olanlardan destek alır: “Kimler bre! Kızlar kime sattın?”
Titredi. Büzüldü.
“Bir keşişe” diye cevap verdi. “Adı Gregoras olan bir keşiş”
75
“Neden?”
“Bildiğim kadarıyla, bunlar değişik mezhepten. Her ırkın en güzel kızlarını toplayıp
üçer beşer kurban ederler.” (s.81)
Baskın romanı, Orhan Gazi döneminde cereyan eder. Ancak romanda hikâye
zamanı ile ilgili hiçbir tarih belirtilmez. Bunun için romanda vak’a zamanını tarihî
olaylardan hareketle tespit etmeye çalışırız.
Roman olaylarından İznik ve İzmit’in Osmanlıların elinde olduğunu
öğreniriz. (s.22, ) İznik fethi 1330 yılındadır, İzmit ise 1337 yılında fethedilir. Orhan
Gazi’nin 1360 yılında vefatıyla52 romanın olaylarının, 1337–1360 yıllarının arasında
bir yılında geçtiğini söyleyebiliriz.
Romanın asıl olayı, İznik’i kendilerine karargâh yapan bir gizli teşkilatın
çalışmalarıdır. Bu teşkilat, Orhan Gazi’yi öldürmeye niyetlidir. Bunun üzerine
Sunguroğlu ve arkadaşları hızlı bir suretle hareket ederler. Böylece roman, zaman
ilerleyişi bakımından hızlı bir ritme sahiptir. Bu hızlı ritim, romandaki zamanın
akışını yansıtır. Hızlılığı gösteren tabirleri romanın boyunca karşılaşırız:
“Sunguroğlu ile arkadaşları delicisine at sürüyorlardı.” (s.5), “Yıldırım sür’atiyle
atlandılar” (s.35), “Şimşek gibi çaktı, ok gibi fırladı.” (s.50), “Yarım saat daha”
(s.24), “İki saat kadar sonra” (s.95)…
Romanın zaman hızlı akışı içinde geriye dönüşlere yer yoktur. Böylece roman
kronolojik zaman bakımından tabii bir şekilde ilerlemektedir.
Roman kozmik zaman unsurlarıyla oluşturulan bir tasvirle başlar. Bu
tasvirden romanın, bir kış gecesinde başladığını öğreniriz: “Yağmur fena bastırmıştı.
Sunguroğlu ile arkadaşları delicisine at sürüyorlardı. Bir an evvel sığınacak bir yer
bulmaları lâzımdı. Karanlık da bastıracaktı.” (s.5) Bunun üzerine buldukları ilk hana
girip, ocağın önünde otururlar. (s.19)
52 “Orhan Gazi” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, c. 15
76
Romana kozmik zaman bakımından hâkim olan, gece ve karanlıktır. Aslında
böyle gizli bir teşkilat, gecede hareket etmeyi tercih eder. Bu teşkilatın mensupları,
karanlıktan faydalanarak ormanlıklarda kaybolurlar. Bu yüzden yazar, genel olarak
olayların zamanı için geceyi seçer: “Yatsı namazından sonra” (s.19) “Geceyarısına
doğru kapı ağır ağır aralandı…” (s.20), “Gecenin ilerlemiş saatlerinde” (s.75),
“Bulutlar temizlenmiş, ay hafiften yüzünü göstermişti.” (s.76), “Hava karardıktan
sonra” (s.88), “Ve akşam ağır ağır çöktü. Karanlıkta kafile surlara dayandı.” (s.89),
“Ve geceyarısı ormana girdiler.” (s.96), “Karanlıkta yüzünü seçemiyorum” (s.100)…
Sunguroğlu ve arkadaşları tarafından bulunan “Çentikli düka altını”, tarihî
sosyal zamana işaret eden bir unsurdur. Köse Yusuf, diğer arkadaşlarına çentikli
düka altının hikâyesini anlatır: “Vaktiyle Bizans şövalyelerinde Ateus, imparatorla
bozuşmuş. İntikam almak için bir çete kurmuş. Çetesindeki adamları çeşitli yollardan
önemli mevkilere getirmiş. Nihayet bir komplo ile imparatoru öldürtmüş.” Ve Orhan
Gazi’yi öldürmek niyetinde yeni kurulmuş çete, eski çetenin geleneğini sürdürür.
Çetenin mensupları, bu çentikli düka altınının sayesine birbirlerini tanırlar. (s.17–18)
Çetenin reisi, İzmit Limanından bir yelkenliyi binerek Bizans’a doğru
kaçmaya çalışır. Ama Sunguroğlu ve arkadaşları, başka mancınıklı bir gemiyle
onların peşinde giderler. “Mancınığın ipini çekti. Koca taş gülle vınlayarak ileri
atıldı. Venedik kalyonu bir manevra ile sıyrılmaya çalıştı, ama beceremedi. Gülle
güverteye düştü.” (s.108) Geçen örnekte gördüğümüz gibi gemi o dönemi sosyal
zaman bakımından gösterir.
Çalınan Hazine romanında hiçbir tarih kaydedilmez. Bunun için romandaki
vak’a zamanını tarihî olaylardan takip etmek zorunda kalırız.
Köse Yusuf ile İbrahim arasında bir konuşma, olayların zamanı hakkında bize
bilgi verir: “Bizans İmparatoru bugüne bugün Orhan Beyimizin kayınpederi sayılır.
Orhan Beyimiz ona her istediğini eksiksiz yakmakta.” (s.59) Romandaki
olaylarından da İzmit ve İznik’in Türklerin elinde olduğunu öğreniriz. (s.33, 103)
Buna göre Orhan Beyin Nilüfer Hatun’la evlenmesi, söz konusu değildir. Çünkü
77
İzmit’in fethi, 1337 yılındadır, ama Orhan Gazi’nin Nilüfer Hatun ile evlenmesinin
tarihi, İzmit’in fethinden daha öncedir.
Orhan Gazi, 1346 yılında VI. Yannis Kantakuzenos'un kızı Teodora ile
evlenir. VI. Yannis Kantakuzenos da 1355 yılında tahtan indirilir.53 Buna göre
romanın olaylarının, 1346–1355 yılları arasında bir yılda geçtiğini söyleyebiliriz.
Romanda hiçbir tarih kaydedilmediğine rağmen roman kronolojik zaman
bakımından düzenli bir şekilde ilerlemektedir. Romandaki kullanılan zaman
belirlemeleri, tabiî bir şekilde akmaktadır. Olayların kronolojik zaman akışını bozan
unsur yoktur. Yazar, romanın zaman anlatımında geriye dönüşlere dayanmaz. Bunun
için de hızlı bir ritme sahiptir. Olaylar, kışın başlayıp, baharın başlarında sona erer.
Romanın olaylarının çoğu açık mekânlarda cereyan eder. Buna uygun olarak
yazarın romanda getirdiği zaman akışını gösteren belirlemeler genel olarak güneşin
hareketine bağlıdır. Böylece kozmik zaman unsurları, romanın zaman tasvirlerine
hâkimdir. Güneş hareketine bağlı olan unsurlar, şu örneklerde bellidir. “Hava
kararmak üzereydi.” (s.15) “Sabah” (s.24), “Akşam” (s.31, 65), “Gece” (s.31, 35),
“İkindi” (s.104), “Ancak akşam karanlığında İznik Kalesinin kapısına vardılar.”
(s.57), “Güneş İzmit koyunu yıldızlayarak battı ve limana akşam karanlığı çöktü.”
(s.107)…
Olayların zamanıyla ilgili ilk belirleme, romanın başlangıcıdır. Yazar romanı,
kozmik zamana ait bir unsurun tasviriyle başlatır: “Kar tipiye dönmüştü. Rüzgâr
ıslıklayarak esiyordu. Her yer bembeyazdı. En işlek yollar bile kapanmıştı.” (s.5)
Romandaki kozmik zaman tasvirlerinde dikkat çeken bir nokta, bütün bu
tasvirlerin yolculuklara çıkmadan önce yapılmasıdır. Tabiat unsurları, akıncılara
yardım eder: “Kar yağışı önce yavaşladı yavaşladı, sonra durdu. Güneşi perdeleyen
koyu bulutlar ağır ağır dağıldı. Güneş ılık ılık gülümsedi.
53 “Orhan Gazi” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.15
78
Sunguroğlu: “Allah yardımcımızdır,” dedi.” (s.33) Yazar, aynı anlamı da
başka bir yerde tekrar eder. Tabiat onlara hep yardım eder: “Ay tekrar bulutlardan
kurtulup gülümsemeye başlamıştı. Yıldızlar gökyüzünden göz kırpıyorlardı. Koyu
karanlık aralanmış, ay ışığı karın beyazlığında yaldızlanmaya başlamıştı.
Saltuk sevinçle atıldı: “Ay çıktı iyi ki. Yolumuzu rahatlıkla bulabileceğiz.”
(s.84), “Atlarının başını İzmit’e çevirdiler. Sabah olmak üzereydi. Güneş vardı. Hava
oldukça ısınmıştı.” (s.90–91)
Saltuk, Sunguroğlu ve arkadaşları, Şövalye Matiyüs ve at uşağı tarafından
çalınan hazine peşinde giderler. Olaylar, açık mekânlarda birbirlerini hızlı bir şekilde
takip eder. Büyük bir çatışmalara sahip olan roman, Sunguroğlu’nun çalınan hazineyi
bulmasıyla sona erer.
Romanın hızlı olayları içerisinde bazen tarihî sosyal zamanı gösteren
teferruatsız unsurlar ortaya çıkmaktadır. Bunlardan o dönemde mesafe hesaplarında
kullanılan birimdir. Sunguroğlu ve arkadaşları, İznik’in yolunu tutarlar. Dört fersah
gittikten sonra kar üstünde nal izlerini görürler. Yazar, fersahın beş kilometre kadar
olduğunu açıklar. (s.33)
Kıyafetle ilgili unsurlar ayrıntılı olmazsa bile bulunur: “Kapı açıldı.
Hancıbaşı elinde bir mum, sırtında geceliğin üstüne geçirdiği bir aba ve başında sivri,
püsküllü gece külâhıyla yolcuları karşıladı.” (s.88–89) Böylece o dönemde kıyafetle
ilgili azıcık olsa bile bilgi verilmiş olur.
Romanın baş olayı, devlete ait hazinenin çalınmasıdır. Saltuk Bey bir devlet
memurudur, kalelerden vergi borçlarının toplamasıyla görevlidir. İşini bitirdikten
sonra toplanan parayı Bursa’ya götürür. (s.19) Olaylardan o dönemdeki kullanılan
para biriminin, altın düka olduğunu öğreniriz. (s.53) Geçen örneklerden o dönemdeki
maliye sistemi hakkında bilgiler öğrenmiş oluruz.
Kaybolan Elçiler romanında vak’a zamanı, Orhan Gazi dönemidir. Yazar,
romanda hiçbir tarih kaydetmez. Yalnız roman kronolojik devam eder. Romanda
Orhan Gazi’nin Bizans İmparatoruyla anlaşmasından söz edilir. Anlaşmaya göre bir
79
Bizanslı, Osmanlı topraklarında rahatça seyahat edebileceği gibi, bir Osmanlı da
Bizans topraklarında rahatça seyahat edebilecektir. (s.24) Orhan Gazi, 1330 yılında
Bizans İmparatoruyla anlaşma yapmıştı.54 Yalova’nın fethi ise 1337 yılında55
olduğuna göre romandaki olayın 1330–1337 yılları arasında bir yılda geçtiğini
söyleyebiliriz.
Roman, Sunguroğlu ile arkadaşlarının Yalova’ya gitmeleriyle başlamaktadır.
Olaylar birbirlerini hızlı bir şekilde takip eder. Zamana ehemmiyet verilmez. “Sonra”
formu zamana bir işaret olarak sık kullanılır.
Sunguroğlu ile arkadaşları Yalova’ya geldikten hemen sonra gizlice
Müslümanlaşmış ve Osmanlılar hesabına çalışan demirci Adil Usta’ya giderler.
(s.18–19) Adil Usta bu gece dinlenmelerini, yarın sabah Yalova Beyi olan Nikolas’a
gitmelerini söyler. Bu geceyi Adil Usta’nın evinde geçirirler. (s.20) Ertesi gün ise
Yalova beyinin konağına giderler. (s.21) Köse Yusuf yaralandıktan sonra hekim
Aryanos’un evine gidip bir hafta dinlenmesini söyler. (s.34) Sunguroğlu ile İbrahim
yarım saat sonra Yalova Beyini görmek amacıyla çıkarlar. (s.35)
Aryanos, Köse’yi esir alarak Sunguroğlu’ya bir mektup bırakırır. Aryanos,
mektupta Üç kavaklarda beklediğini söyler. Sunguroğlu ile İbrahim, Aryanos’un
belirlediği yere giderler. Ama yoldayken bir saldırıya uğrarlar: “Birkaç dakika sonra
dört atlı tarafından İbrahim’in kuşatıldığını gördü. Etrafta kimse olup olmadığını
öğrenmek için bir süre bekledi. Başka kimse yoktu. Öyleyse harekete geçebilirdi.”
(s.63)
Sunguroğlu ile İbrahim, Rossini yardımıyla ormanda yangın çıkarırlar. Elçiler
ile Köse Yusuf’un bulundukları mağaranın kimse tanımadığı diğer ağzına giderler:
“Bu sıra da Şövalye Aryanos çılgın gibiydi. Ormanın cayır cayır yandığını
söylediklerinde kulaklarına inanmamış, ancak gözleriyle gördükten sonra deli deli
bağırmıştı: ‘Yangın Söndürün!’
54 Bayrak, M. Orhan, a.g.e., s.46655 “Orhan Gazi” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.15
80
Herkes emri yerine getirmeye koşmuştu, ama tutuşan ağaçları söndürmenin
imkânı yoktu. Yangın hızla yayılıyor. Her şeyi kavurarak ilerliyordu. yangın
söndürmek için gidenlerin çoğu, bu yangına karşı mücadelenin beyhudeliğini anlayıp
canlarını kurtarma derdiyle kaçmıştı. Birkaç saat içinde Aryanos’un yanında sadece
on kişi kaldı. Ancak o zaman Sunguroğlu’nu hatırladı.” (s.79)
Yazar, kahramanların yaptıkları yolculukları kozmik zamanla işler. Esasen
yazar, romanını bu şekilde başlatır: “Üç atlı ağır ağır Yalova’ya yaklaşırken, ikindi
güneşi ağaçların arasında boylu boyunca uzuyordu.” (s.5) Yine de Sunguroğlu ile
İbrahim elçilerin bulunduklar mağaraya doğru yola çıkarlar: “Yorucu bir yolculuktan
sonra içmeler mevkiine yaklaşmışlardı. Güneş batmak üzere bulunuyordu.
Yanlarındaki haydutu bir ağaca sıkıca bağlayıp yola devam ettiler.
‘Sabahın açmasını beklersek iyi olurdu’ diye teklif etti İbrahim.
‘bilmediğimiz arazide kolay pusuya düşürürler.” (s.60)
Romanda kozmik zamanla ilgili unsurların çoğu, aydınlık veya karanlığı
göstermek amacıyla kullanılır: “Bu gece iyice bir dinlenin.”(s.20) “Kuşluk vakti
çıkıp atlarına bindiler.”(s.21) “Akşam da çöktü çökecekti.”(s.43) “Şuracıkta ikindiyi
eda edelim İbrahim.”(s.56) “İbrahim alaca karanlıkta silinmek üzereydi” (s.62)
“Karanlık iyice çökmüştü.”(s.73) “Karanlık siyah perdesini germişti.”(s.91)
“Yapışkan karanlığın ortasına doğru at sürdüler.”(s.92)
Sunguroğlu ile arkadaşları Yalova Beyinin konağına gittiklerinde orada
buldukları Beyin askerlerinin görünümleri, zamana sosyal açıdan işaret eder: “Nal
sesleri duyunca arkaya baktılar. Arkalarında yirmi atlı belirmişti. Tepeden tırnağa
zırhlı idiler. Hallerine bakılırsa Beyin askerleri olmalıydılar.” (s.23)
Yine de silahşörlerin kumandanı Aryanos’un ortaya çıkışı aynı tarz da tasvir
edilir. Hem bindiği araba, hem de giyindiği elbise, sosyal zamanı gösterir: “Köşede
dört cins atın çektiği son derece süslü bir araba duruyordu. Pencereden uzanan baş,
tüylü şapkasının altında kayıptı. Bir emirle askerleri selâma durduran adamı üç
arkadaş çok merak ediyorlardı. Bu yüzden, arabadan inmesini dikkatle takip ettiler.
81
Pırıl pırıl parlayan bastonuna dayana dayana yaklaştı. Elbiseleri sırmalarla işlenmişti.
İki yanında dört yalınkılıç muhafız vardı.” (s.28)
Kara Şövalye romanında kronolojik zamanla ilgili tek bir tarih kaydedilir.
Kaydedilen tarih romanın sonunda bulunmasına rağmen romandaki vak’a zamanını
bize gösterir. Romanın son olayı, 1338 yılındaki İzmit’in fethedilmesidir:
“Yirmi gün sonra Orhan Beyin sarıklı mücahitleri şehre girdi.
Ve İzmit Türklerin oldu.
Hicret’in 738. senesiydi (1338).” (s.100)
Romanın olayları birbirini hızlı bir şekilde takip eder. Sunguroğlu, Orhan
Gazi’den aldığı emrin icabıyla İzmit’e gider, orada yirmi gün geçer. Bundan sonra
Orhan Gazi, İzmit’i fetheder. Bütün bunlara göre romandaki olaylarının, 1338 yılında
cereyan ettiğini söyleyebiliriz.
Romanda kronolojik zaman söz konusudur. Olaylar sıralı bir şekilde
ilerlemektedir. Geriye dönüş veya geleceğe sıçrayışlar yoktur.
Kozmik zamanla ilgili olarak romanın büyük bir kısmında olayların zamanı,
namaz vakitlerinden öğrenebiliriz. “ikindi”, “akşam” ve “sabah” kelimeleri, romanın
boyunca tekrarlanan kelimelerdendir “Akşam namazı” (s.12), “İkindi namazı” (s.12),
“Sabah namazı” (s.21), (s.62), “Akşama yakın saatlerde” (s.92)…
Romanda zamanla ait olarak dikkat çeken unsur, gecedir. Bir çetenin
etrafında kurgulanan romanın vak’aları, gece ve karanlık ona uygundur. Bunun için
zaman bakımından romana hâkim olan unsur, gecedir. Sunguroğlu ve arkadaşları,
İzmit yolundayken gece bir baskına uğrarlar. Karanlıkta yararlanmış olan Köse
Yusuf kaybolur. (s.12–14) Sunguroğlu ile İbrahim, İzmit yoluna devam ederler. Yine
de karanlıkta başka bir baskına uğrarlar: “”Gecenin karanlığını kılıç sesleri yırttı.”
(s.17), “Ve ay, ölgün ışıklarıyla aydınlatıyordu. “İyi ki ay çıktı” diye konuştu
82
Sunguroğlu, “karanlıkta vuruşmayı hiç sevmem.” (s.18) Köse Yusuf, karanlıktan
yararlanarak mahpus edildiği zindandan kaçabilir. (s.57)
Romana hâkim olan gece, İzmit’te biter. İzmit’e gittiklerinde gündüz görünür:
“Etraf aydınlanmıştı. İzmit kalesi, güneşin ilk ışıkları altında yıkanıyordu.” (s.69)
Romanda tarihî sosyal zaman unsurlarının başında kara şövalye teşkilatı
gelmektedir. Gazi Ali Bey, Sunguroğlu’na yüzyıl önce bir papaz tarafından bu
teşkilata benzeyen bir çete kurulduğunu söyler: “Etrafına bir sürü ipten kazıktan
kurtulma serseri toplamış. Bir dağın yalçın tepesine kurduğu manastırda adamlarına
bıçak atma, ok fırlatma, ata binme gibi cenk için gerekli her şeyi öğretmiş. Ayrıca
çok iyi konuşurmuş. Adamlarını sık sık toplar, yapacaklarını anlatır ve onları
etkileyip körü körüne kendine bağlarmış. Onunla iki ay kalan, her dediğini göz
kırpmadan yapar hale gelirmiş. Bir gün adamlarını Hıristiyan âlemine dağıtmış.
İşleri, halka tesir eden Katolik papazları öldürmekmiş. Yüzlerce papaz öldürülmüş.
Bunların ekserisi böyle armalı ve zehirli bıçaklar kullanılarak katledilmişler.” (s.40)
Bu teşkilatın her yaptığı baskında kara maske ile aynı cinsten olan hançerdir. (s.39,
46, 80) Bunun yanında da kullandıkları hançerler, zehirlidir ve öldürülen kişide aynı
etkilemeleri bırakır. Bu bıçakla öldürülenin yüzü, koyu mor rengine dönüşür. (s.38)
Gemide İsyan romanında tek bir tarih kaydedilmediği için vak’a zamanını
tarihî olaylardan takip etmek zorunda kalırız.
Romanda Çimpe Kalesinin Osmanlıların elinde olduğunu öğreniriz. (s.7)
Çimpe Kalesi ise 1353 yılında Osmanlıların eline geçtiğini biliyoruz56. Bunun
yanında da Orhan Gazi’nin 1360 yılında vefatıyla57 romanın olayları 1353–1360
yıllarını arasında geçtiğini söyleyebiliriz.
Romanın içindeki kronolojik zaman akışını bozacak unsur yoktur. Romanda
zaman seyri, düzenli bir şekilde ilerlemektedir. Olaylar birbirini normal bir şekilde
takip eder. Yazar, zaman tabii seyrini gösteren belirli kalıplar kullanır. Bu gibi
56 “Orhan Gazi” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, c. 15, s.35657 a.g.e., s 357
83
kalıplara roman boyuna rastlarız: “İki gündür” (s.6), “Birkaç saat içinde” (s.49), “İki
gün sonra” (s.75), “On beş gün, her ikisine de on beş yıl gibi gelmişti.” (s.78), “Ertesi
gün” (s.96), “İki gün geçmişti” (s.118)…
Romanda kozmik zaman unsurları, genel olarak kahramanların bulundukları
durumları tasvir etmek için kullanılır. Yazar, bu amaçla kozmik zaman unsurlarıyla
oluşturulan bir tablo ile romanı başlatır: “Gökyüzünde kara, kapkara bulutlar
yığılmıştı. Akşamın alacası gittikçe koyulaşıyordu. Nicedir rahvan adım giden orta
yaşlı adam atını tepikledi:
“Hazırlanmalı” diye söylendi, “yağmur bastırmadan ulaşmalı Çimpe
Kalesine.”
“Kale göründüğünde şaşırdı. Bir ışık deryasının içinde yüzüyordu. Uzaktan
görünüşü gökyüzündeki yıldızlar kadar şendi.
“Tuhaf” diye gülümsedi. “Geldiğimi haber alıp fener alayı mı düzenlediler?
Amma da bol ışık var.”
Kara bulutlara baktı: “Yağmur bastıracağa benzer, biraz daha hızlanmalı.”
Sözünü bitirmeye kalmadan keskin bir şimşek çıktı. Gök, gürültü biçimde
gürledi ve ardından şapır şapır yağmaya başladı.” (s.5)
Sunguroğlu, arkadaşlarını Sea-Jan Şövalyeleri tarafından kaçırıldıklarını
öğrenir öğrenmez limana gidip Guidi denen Venedikli bir kaptan ile tanışır.
Sunguroğlu ile Guidi, Rodos’a gitmek için anlaşırlar. Sunguroğlu, denizdeyken kendi
durumunu anlatan bir tablo ile rastlarız: “Uyandığında güneş doğmak üzereydi.
Kendini hiç de dinlenmiş gibi hissetmiyordu. Başının ağrısına mide bulantısıyla baş
dönmesi de eklenmişti. Güçlükle sabah namazını kılıp güverteye çıktı. Rüzgâr ıslık
ıslığa esiyor, gemi minnacık bir fındık kabuğu gibi dalgaların üstünde inip çıkıyor,
sağa sola yalpalıyordu.” (s.60)
84
Gemi Rodos’a yaklaşınca tabiat Sunguroğlu’nun sevinciyle birleşir:
“Gökyüzü yıldız yıldızdı. Geminin dalgalarla kucaklaşmasından meydana gelen
şırıltıdan başka ses yoktu. Kâinat sümsükût olmuştu.
Ay yavaş yavaş doğuyordu…” (s.136)
Romanın sonunda durumla tabiatın birleşmesini de görürüz: “Ufukta güneş
kırmızı kırmızı gülümseyerek kaybolmak üzereydi.” (s.167)
Bunun dışında da yazar, romanda “gece-gündüz” farkını belirtmek için
kozmik zaman unsurlarını kullanır. Bu gibi ifadelerle romanın birçok yerinde
rastlayabiliriz: “Bu gece” (s.17), “Öğleüstü” (s.76), “Gece yarısına doğru” (s.80,
106), “Sabahın erken saatlerinde” (s.137), “Gecenin geç saatlerinde” (s.141)…
Sea-Jan Şövalyeleri, Osmanlı topraklarını basarlar. Bunun üzerine Orhan
Gazi, bu işi halletmek için Sunguroğlu’na emreder. Böylece romanın olayları,
Suguroğlu ile Sea-Jan Şövalyeleri arasında cereyan eder.
Romanda tarihî sosyal zamanla ilgili unsurlar, az olsa bile o döneme iyice
işaret eder. Sunguroğlu ile Kaptan Guidi, Rodos’a geldiklerinde hanlarda boş bir
odayı bulamazlar. Çünkü bu günlerde şenlik yapılır. Rodos’ta alınan esirlerin
satışından önceki gün bir şenlik yapılır. Bu şenlikte esirler, satılmadan önce
birbirleriyle dövüşürler. Millet seyre gelir. Bu yüzden odalar doludur: “Bir arenada
esirler dövüştürülür. Hangisi şampiyon olursa o en yüksek fiyata satılır. Diğerlerine
de güçleri nisbetinde fiyat biçilir. Bu arada ölen mölen de olur tabiî…” (s.139–140)
Sunguroğlu, Rodos’a gitmek için Kaptan Guidi ile anlaşır, anlaşmalarında o
dönemdeki kullanılan para biriminin, altın düka olduğunu öğreniriz. Sunguroğlu
Rodos’a gitmek için Guidi’ye sekiz altın düka verir. (s.52–53)
Kaçırılan Prenses romanında vak’a zamanı ile ilgili tek bir tarih bile
kaydedilmemiştir. Bunun için vak’a zamanını olaylardan takip etmek zorunda kaldık.
85
Romanda asıl olan vak’a, Orhan Gazi’nin oğlu Halil Bey’in nikâhı altında
bulunan Bizans İmparator’unun kızının bir çete tarafından kaçırılmasıdır. (s.7)
Bizanslı İmparator Yuannis 1355 yılında tahta geçer geçmez, Osmanlıların Avrupa
kıtasındaki hâkimiyetine karşı koyulamayacağını bildiğinden Orhan Gazi ile iyi
geçinme yolunu seçer. Orhan Gazi’nin oğlu Halil’i korsanlardan kurtarıp, on
yaşındaki kızını Osmanlı şehzadesine vermeyi kararlaştırır.58 Buna göre romanda
vak’a zamanı 1355 yılıdır.
Romanda kronolojik zamanla ilgili unsurlar umumiyetle vak’aların hızlı
akışını gösterir. Bazen da olaylar o kadar hızlı akar ki zamana yer verilmez. Bazen de
zamanla ilgili şu belirlemelerle karşılaşırız: Sunguroğlu, Bizans’a giderken yunus
balıklarını saatlerce seyreder. (s.5) Öğle vaktinde Bizans’ta oturdukları konağa
girerler. (s.15) Yarım saat kadar konağın etrafında dolaşırlar. (s.50) Konakta gece
yarısına doğru bir baskına uğrarlar. (s.73–76) Sunguroğlu konaktayken İbrahim ile
birlikte akşam namazını kılır. (s.106)
Yazar, “gün formunu” daha geniş zamanlı olaylar için kullanır: Sunguroğlu
ile İbrahim, Dimitri Korbos’un konağına geldiklerinde gün ikindiye döner. (s.43)
Ertesi gün İmparatora giderler. (s.78) İki gün sonra Sunguroğlu, Şeytanlar
teşkilatının işin içinde olduğunu düşünür. (s.95) Ertesi gün Teodosyüs Limanı’na
giderler. (s.112) Prenses bulunduğu adaya giderken gün ikindiye döner, adaya
vardıklarında ise yatsı namazı zamanıdır. (s.138)
Romanda akıncıların ruhuna uygun olan kozmik zaman söz konusudur.
Yazar, vak’aların zamanını belirtmek amacıyla kozmik zaman unsurlarına dayanır.
Bunun için bu gibi unsurlara romanda bolca rastlayabiliriz.
Yazar, kahramanların gidiş-dönüş hareketlerini tasvir ederken kozmik zaman
kullanır. Sunguroğlu, İbrahim ile birlikte Teodosyüs Limanı’na giderler: “Güneş
Marmara sularında yakamozlanırken, martılar direk boylarında uçuşuyordu.” (s.43)
Sunguroğlu, İbrahim’e Dimitri Korbos’un konağını gözetmesini ister, akşam
karanlığında dönmesini söyler. (s.50) İbrahim ise karanlık bastırmak üzere olduğu
58 “Orhan Gazi” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, c. 15, s.356
86
için sıkılır. (s.67) Sunguroğlu ile arkadaşları, adaya gitmek için Teodosyüs
Limanı’na giderler: “Limana vardıklarında gece sabaha dönüktü. Tan yerinin
kırmızılığı denizi tutuşturmuştu.” (s.135) Sabahlayın ada yollarını tutarlar. (s.137)
Sunguroğlu ve arkadaşları Prenses’i bulduktan sonra veda için Mustafa Ali’yi ziyaret
ederler: “Öğle vaktiydi. Bu son ziyaretle Bizans macerasına son noktayı koymuş
oluyorlardı. Dün gece Kızılada basılmış Şeytanlar çetesinin yuvası dağıtılmıştı.”
(s.158) Görülüyor ki baskın için gece tercih edilir.
Sunguroğlu, şüphelendiği Dimitri Korbos’un konağını araştırmak için gider:
“Koyu karanlık Teodosyüs Limanı’nı avuçlamıştı. Sessizliğin ortasında bazen,
sarhoş bir denizcinin çığlığı yankılanıyordu. Bunun dışında etraf sakindi. Vakit gece
yarısını bulduğu için herkes uyumaya çekilmişti.
Ay, tepelerin arasında ilk gülücünü gönderirken, Sunguroğlu, Dimitri
Korbos’un konağına sokuldu.” (s.112)
Sunguroğlu ile arkadaşları, Bizans’a vardıktan sonra kendilerine imparatorun
gönderdiği arabanın tarzı sosyal zamana işaret eden bir unsurdur: “Birlikte arabaya
bindiler. Çok süslüydü. İçi kadife kaplıydı. Pencerelerinde aynı renk perdeler vardı.
Koltukları da çok esnekti insan oturdu mu gömülüyordu.” (s.13)
Limanda onları karşılayan subay, imparatora girmeden önce onlara
imparatorun önünde nasıl davranacaklarını anlatır: “İmparatorun huzuruna girince
eğileceksiniz. Ben sizi takdim edeceğim. Tekrar eğileceksiniz. İmparator,
yaklaşmanızı işaret edecek. Kendilerine dört adım kalıncaya kadar yaklaşıp bir daha
eğileceksiniz. Sonra iki adım ileri yürüyecek ve diz çöküp başınızı yere
indireceksiniz. Sakın İmparator hazretlerinin gözlerine bakmayınız.” (s.79)
Yıldırım Bayezid romanında olaylar, 1389 yılındaki59 Sultan Murad’ın
ölmesiyle başlar (s.5), 8 Mart 1403 tarihindeki Sultan Yıldırım Bayezid'in intihar
etmesiyle sona erer. (s.230)
59 “Murad I. Hüdavendigâr” madde, M.Orhan Bayrak, a.g.e., s. 300
87
Romanda kronolojik seyrini gösteren dokuz tarih kaydedilmiştir. Bunun
yanında romanda zamanın akışını gösteren bazı belirlemeleri karşılarız: “Bir hafta
sonra” (s.76), “Aradan üç gün geçmişti.” (s.141), “Aylar geçmiş.” (s.230), “Ertesi
gün.” (s.101, 209, 213)…
Romanda ilk net tarih 1389 yılıdır. Bu tarihte Yıldırım Bayezid padişah
olarak ilan edilir: “Bir, bir vezirler, din adamları, kumandanlar beyaz bayrak altına
gelen Yıldırım Bayezid'e sevgi ve saygı göstererek bi’at ettiler. Takvimlerde yıl:
1389'du..” (s.14)
Yazar, romanda geriye dönüş tekniğini sadece iki defa kullanır. Bunun
dışında kronolojik akışını bozacak başka geriye dönüş veya geleceğe sıçrayış yoktur.
Ama bu geriye dönüşler az olsa bile romanın genel akışını bozar. Çünkü yazar birden
romanın kronolojik akışından sıyrılarak geçmişteki durumları izah etmeye çalışır.
Yazar ilk geriye dönüşte bir yıldan fazla geriye giderek Sivas şehrinin ve ordunun
durumunu anlatır: “Bu arada üzerinde durulması icabeden bâzı pürüzler vardı. Ki
bunların ameliyatı gerekliydi.
Yıl 1397'nin nihayete erdiği, 1398'in başlangıç dönemi oluyordu...
Anadolu'nun Karadeniz kıyılarında bir takım derme çatma Türk beylikleri vardı. Bir
kol oraya uzanmalı ve bu aşiretleri biraraya getirerek Osmanlının gücü takviye
edilmeliydi.
Ferman buyuran Padişah, kumandanlarından bir kısmını Karadeniz
sahillerine yollayarak emelinde muvaffak oldu. Anadolu'nun Ahiler Ülkesinden
itibaren Kuzey-Doğu şeridi tamamen Osmanlı mülkü haline getirildi.
Fakat tarihi Sivas şehrinde neler oluyordu? Bu havalide Osmanlı
hakimiyetinden ayrı olarak dik başlı beylikler mevcuttu. Bu ne cesaretti ki, bütün
Avrupa Türk askerinin ve onun güzide Padişahının esiri olmuşken, bu yuvanın
berhava edilmesi ne güne duruyordu?” (s.132)
Yazar, Timur'un hakkında bilgiler vermek amacıyla geriye döner: “Timur,
1336'larda Semerkant'ta doğmuş, büyümüş, cihangir olmuştu.
88
Babası Barlas kabilesinin Reisi Taragay'dı. Timur'un ayağı sakattı. Aksak
yürürdü. Bunun için, aksak mânasına gelen 'lenk' sözü ona lâkap olarak takılmıştı.
Timur bu suretle Timur-lenk oluyordu.” (s.134)
Geçen cümlelerde gördüğümüz gibi söz konusu olan geriye dönüşlerde
kahramanlar değil yazar-anlatıcı hikâye eder.
Bunun yanında romanın kronolojik akışını bozan başka bir unsur, roman
içindeki olayların sıraları veya tarihî sapmalardır. Yazar, genel olarak tarihlere önem
vermeyerek belirli bir tarihte bulunan bir olayı anlattıktan sonra bu olayın öncesinde
bulunan başka bir olaya yer verir. Romanın zaman akışına göre 1395–1396 yıllarının
arasında İmparator V. Yoannis, Bizans surlarını kuvvetlendirmeye başlar. Yıldırım
Bayezid, bundan haberdar olur olmaz imparatoru savaş ile tehdit eder. (s.80–81)
Ama bu olayın gerçek tarihi 1390 yılıdır60. Bizans ile ilgili kuşatmaların tarihlerinde
de aynı şeyi buluruz. Beşinci Yoannis ölür, bu sıralarda Bursa’da bulunan Manuel,
Yıldırım Bayezid’den izin almadan Bizans’a kaçar. Bunun üzerine Yıldırım Bayezid,
Kostantiniyye’yi kuşatır. Bu kuşatmadan sonra şehirde bir Türk Mahallesi kurulması,
bir cami yapılması ve yıllık verginin arttırılması şartlarıyla anlaşma imzalanır. (s.84–
87) Bundan sonra Yıldırım Bayezid, ordusuyla Niğbolu’ya gidip oradaki kuşatma
altındaki Müslümanları kurtarır. (s.89) Ama tarihî gerçeklere göre Yıldırım Bayezid,
1395 yılındaki Bizans’ın ikinci kuşatmasını kaldırıp Niğbolu’ya gider. Geçen
örnekteki anlaşma ise 1391 yılında olan Bizans’ın birinci kuşatmasının ardındandır.61
Yıldırım Bayezid, kuşatma altındaki Müslümanları kurtarmak için
Niğbolu’ya gider: “Gün kararmıştı.
60 Saltanatının sonlarına doğru 1390’da V. Yannis Palaiologos Konstantinopolis surlarının şimdiYedikule içinde kalan tören kapısı olan Altın Kapı civarını, şehrin içinde ve etrafında bulunan,kullanılmayan ve yıkık kiliselerden alınan taşlar ve mermerlerle kuvvetlendirilmesi emrini vermiştir.Bu inşaat projesi tamamlanınca, Osmanlı Sultanı I. Bayezid, V. Yannis'den bu yeni yapıları yıkmasınıtalep etmiştir ve bu yıkım yapılmazsa iki devlet arasında savaşıın başlayacağını ve Yıldırım'ın yanındabulunan İmparator'un oğlu ve varisi Manuel'in gözlerinin kör edileceğini söylemiştir. Çaresiz kalanV.Yannis, Sultan'ın bu isteklerini yerine getirmek zorunda kalmış ve bu yeni sur tamirleriniyıktırmıştır. Zamanının gözlemcileri bunu çok utandırıcı bulan V. Yannis'in bu nedenle sinirbuhranları geçirmesi sonucu olarak 16 Şubat 1391de öldüğünü söylemektedirler. V. YannisPalaiologos'in tahtına oğlu II. Manuel Palaiologos geçmiştir. “V. Yannis Palaiologos” madde,www.vikipedi.org61 “Yıldırım Bâyezîd” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994,c.20
89
Mola verildi.
Padişahın bir düşündüğü vardı.
— Şimdi istirahat vaktidir. Namaz kılına, duâ edile.
Akşam namazı edâ edildikten sonra ikinci emir şöyle idi:
— Çadır kurula, herkes çadırına çekile. Yorgunluk üstümüzden atıla” (s.94)
Kosova Meydan Muharebesi kazanılır, Padişah şehit olmuş, yerine geçen
Yıldırım Bayezid kardeşini boğdurur. Bu durumdan istifade etmek isteyen Macar
Kralı Sigismond, Türklerin hedefinde Fransa’dan önce Macaristan’ın olduğunu
düşünür. Bunun üzerine Türkler karşısında birleşmek amacıyla Fransa Kralına bir
hey’et gönderir: “1395 yılı devam ediyordu ki, Macar Sarayında alınan karar
gereğince aralarında papazlar da olduğu halde bir hey’et elçiler grubu olarak yola
çıkıp Paris’e vardı. Sigismond Rumeli yakasını kasıp kavuran Müslüman Türk
askerlerinden haklı olarak korkuyor ve geceleri uyku uyuyamıyor, gündüzleri ise
rahat edemiyordu. İçinde daimî devam eden bu endişe sebebiyle, Avrupa’dan yardım
dilenmek mecburiyetinde kalmıştı. Bunun için tehlikeyi bertaraf etmek arzusundaydı
ve henüz Türklerle savaş etmeyen, kendisini beğenen Şarl’a başvurmak onun için en
uygun olanıydı.
Macar Kralının elçileri, Fransa Kralını yanıltıp, aldatacaklardı.” (s.33–34)
Bu sıralarda Yıldırım Bayezid, daha da kuvvetli ve ülkenin sınırları daha
muhkem olmak için Sırplarla anlaşmak ister. Bu niyetle Sırp Kralı İstefan’a elçiyi
gönderip İstefan’ın kız kardeşiyle evlenmeyi düşünür. Bu şekilde Türk-Sırp
akrabalığı kurulmuş olur. İstefan, elçiye Yıldırım Bayezid’in bekleyeceğini söyler:
“Önümüzdeki hafta içerisinde Yasterbaç dağının eteğindeki Krosevaç’a bakan
Alacahisar camiinde Padişah hazretleri hangi vakit uygun bulurlarsa burada namaz
kılabilirler dedi.” (s.40)
90
Sultan Yıldırım Bayezid, saltanat yıllarını boyunca Bizans’ı düşünür,
aklından hiçbir zamanda gitmez. Bunu için Bizans’ı almak amacıyla hep meşguldür.
İlk olarak Bizans İmparatoru Yedinci yoannis’i tahttan çıkararak yerine Beşinci
Yoannis ve oğlu Manuel’i koyar: “Hepsi birden saraya geldiklerinde nedimeler,
prensesler yeni hükümdarlarını elpençe divan durarak karşıladılar. Uzunca Sevindik
ise misafirlerin en çok hürmet gören idi. Birkaç gün daha burada kalacak ve sonra
durumu Padişahına anlatmak üzere yola çıkacaktı.
İki İmparator tahta çıkınca Bizans’ta kulelere yeniden bayraklar çekildi.
Herkese içki sunuldu. Meydanlarda sofralar açıldı. Günlerce şenlikler düzenlendi.
Romanın içindeki olaylar, normal bir şekilde ilerlemektedir. Bu durum,
Timur’un tehlikesi ortaya çıkıncaya kadar sürer. Bu tarihten itibaren olaylar daha
hızlı bir şekilde gitmeye başlar: “Yıl 1400 oluyordu. Vakit nasıl da geçiyor ve fakat
Bizans’ın zaptı bir türlü mümkün olmuyordu.” (s.133) Yıldırım Bayezid, 1400
yılından itibaren adeta zamanla yarışmaya başlar, Timur tehlikesini ortadan
kaldırmak ister. Bunun üzerine Bizans’ın kuşatmasını kaldırarak Timur’a karşı
gitmeyi düşünür. Ama Sivas Kalesinin Timur’un elinde düşmesiyle ve Şehzade
Ertuğrul’un öldürülmesiyle olaylar yıldırım hızıyla akar. Yıldırım Bayezid kendi
oğlunun intikamını Timur’dan almak ister.
Romanda bulunan son tarih ise 8 Mart 1403’tür: “Aylar geçmiş, Timur
Akşehir’de karar kılıp, oraya yerleşmişti.
Yıldırım Bayezid halâ esirdi ve O’nu kurtarmağa teşebbüs eden yoktu!
Taht, Hanedanın yokluğu ile başsız kalmıştı.
Devletin Reisi nerelerdeydi?..
Baktı ki olacak gibi değildi.
Yüce Allah’dan afv dileyerek, kırılan Türklük gururunu, ayaklar altına alınan
izzeti nefsini kurtarmak için biran dahi tereddüt etmeden sağ elinin orta parmağına
91
takılı olan altın yüzüğünün üstündeki kutunun kapağını kaldırıp, kuvvetli zehiri içti
ve derhal can verdi.
8 Mart 1403 tarihiydi bu menfur olayın vukuu… Herkesi kalbinden
hançerleyen kader; hükmünü icra ediyordu.” (s.230)
Romanda kozmik zaman unsurları, zamanın tabii seyri içinde kullanılır.
Yıldırım Bayezid, Niğbolu kalesindeki Müslümanları hep düşünür, bunun için akıbet
ne olursa olsun tek başına oraya gitmeyi karar verir. Yazar-anlatıcı, Yıldırım
Bayezid’in bu yolculuğunu tabiat unsurları arasında birleştirir. Bu birleştirmede
karanlık önemli bir yer tutar: “Gökyüzünde yıldızlar ışıldıyordu. Derelerin kenarında
geçiyor, kurbağaların musikisini dinliyordu. Tepeler, dağlar arasında çatlamak üzere
bulunan yağız at, onu bir yere götürüyordu?! Bu yolculuğun sonu ne olacaktı?
Nereye gidiyordu Padişah?!
Tek başına, bu ıssız ve karanlık yollardan hangi menzile koşuyordu.” (s.95–
96) Ve Padişah’ın, karanlık içinde geldiği yoldan döner: “Yıldırım Bayezid’in yağız
atı geldiği yolları biliyordu.
Zifiri karanlık devam ediyor, göz gözü görmüyordu.” (s.99)
Yıldırım Bayezid, Haçlı orduları kazanıp Niğbolu’daki Müslümanları
kurtarır, ama bütün bunlara rağmen şehit düşenler için ağlar: “Tarih 25 Eylül 1396…
Gökyüzünü dolduran bulutlar Yıldırım Bayezid ile birlikte sessizce
ağlıyorlardı. Burcu burcu kokan toprak, serin hava, ruhlara ferahlık verecek
nitelikteydi.” (s.114)
Romanda kozmik zaman unsurlarıyla yapılan tasvirlerin çoğu, keder ve
hüzün için kullanılır. Yazar, Şehzade Yakup Çelebi’nin öldürülmesi ile tabiat
arasında bir bağ kurar: “Vakit geceyarısıydı. Karanlık çadırda olanlar olmuş ve
felâketin haberi tez vakitte diğer askerlere kadar duyurulmuştu.
92
Gecenin matemi içinde ordugâhın üzerine sanki yıldırımlar düşmüş, gök
gürlemiş ve bütün mutluluk bu suretle yitirilmiş gibiydi.
Ağzını açan, haksızlığa isyan eden yoktu.
Kimin haddine düşerdi ki bir ayaklanma olsundu? Karşıda düşman, arkada
Bizans kefereleri… Dağılırlar, birbirlerine düşerlerse… Bunca zahmet neden heder
edilsindi? İmamlar, askere böyle deyip, teselliyi Yüce Mevlâ’da bulmanın daha evlâ
olacağı üzerinde durarak, şanlı askere telkinlerde bulunmakla görevli kılınmışlardı.
Başka da çare yoktu. Allah Osmanlı Devletine uzun ömürler versindi. Millet olarak
beka bulmak mümkündü ve fakat bu mülkün idaresi ellerinden alınmasındı. Yeni bir
devlet düzenine geçmek ise çok mesafe almakla mümkün olabilirdi.
Allah her şeyi kendi idaresine göre tanzim ediyordu şüphesiz.
Sabaha kadar uykusunu yitiren askerlerde Padişah’a karşı duyulan isyan
hissini yok etmek kabil miydi? Öyle bir hava esiyordu ki, herkeste bir tereddüt ve
herkeste bir ayaklanma duygusu başgösteriyordu. Çünkü Türk askeri son yüzyıl
içinde böyle bir faciaya kendisini hazırlamış değildi. Birden bire zuhur eden bir
kardeş katli olayı, herkesi bitap düşürecek nitelikteydi.” (s.22–23)
Yine de Sivas Kalesi, Timur’un elinde düştükten sonra Timur’un emriyle
kendisine gelen çocuklar öldürülür. Yazar, Sivas’taki bu durumun etkisini şu şekilde
işler: “Ocaklar günlerce yakılmadı. Geceler, gündüzler karanlıktı. Sivas derin bir
matem içinde güneş ışığından mahrum kalarak sanki yer yarıldı ve içine düştü.”
(s.156)
Yıldırım Bayezid’ın, padişah olduktan sonra ilk yaptığı iş kendi kardeşini
öldürtür. Bundan sonra Hıristiyanlara karşı seferlerini başlar. Roman boyunca
Bizans’ın fethetmesi aklından gitmez. Bizans’ı iyice kuşatır, ama Niğbolu’daki
Müslümanları kurtarmak için kuşatmayı kaldırıp Niğbolu’ya gider. Bundan sonra
yine Bizans’ı fethetmek için gider, ama bu defa Timur’un tehlikesi ona engellemez.
93
Romanda Osmanlı Devletinin geleneklerini gösteren unsurlar, tarihî sosyal
zamanla ilgili unsurların başındadır. Romanda bu gibi unsurlar bolca rastlayabiliriz.
İlk olarak beyaz bayrak ortaya çıkmaktadır. Beyaz bayrak veya beyaz sancak,
padişaha özeldir: “Ali Paşa’nın emriyle otağ önündeki meydana bir adet beyaz
bayrak çekildi. Töre gereğiydi bu!
Yalnız ve ancak padişahlar beyaz sancak altında olurlardı. Anladılar ki, bu
bomboş duran beyaz sancak altında Yıldırım Bayezid’den başkası oturamıyacaktır.”
(s.14)
İkinci bir husus da bi’at meselesidir. Sadrazam, Yıldırım Bayezid’i padişah
olarak ilan eder, bundan sonra vezirler, din adamları ve kumandanlar, beyaz sancak
altına gelen Yıldırım Bayezid’e saygı göstererek bi’at ederler. (s.14)
Yıldırım Bayezid, Sırp Kralının kız kardeşi Olivera ile evlendikten sonra
Bursa’ya gider, orada şenlikler yapılır: “Bursa’ya vardıklarında yer yerinden
oynamış gibiydi. Başta Padişah ve ardında gelin alayı…
Bin atlı naralar atarak şehre girerken büyük bir sevinç coşkunluğu içinde
karşılanmıştı. Her taraf neşeli, her yer mutluydu.” (s.46)
Niğbolu savaş nizamı, bize o zamana birden fazla açıdan işaret eder:
“Haçlıların harp nizamı şöyle idi:
Sağ kanatta Macarlar, ortada Şarl’ın güçlü şövalyeleri ard arda
sıralanmışlardı. İki büyük kitle halinde idiler. Onların sol yanını Ulahlar almıştı.
Yıldırım Bayezid’in düzeni ise daha başkaydı. Buna göre durum göz
kamaştırıcı oluyordu. Otağ-ı Hümayun Fransızların tam karşısında bulunuyordu.
Sağında ihtiyatlar, Sırp askerleri; solunda gene ihtiyatlar, yayalar; onların solunda ise
ihtiyat süvariler vardı. Otağ-ı Hümayun’un önünde yeniçeriler ve Anadolu piyede
askerleri.. Sağ yanda Rumeli askerleri… Sol tarafta okçular ve Anadolu atlı grubu...
94
Bayezid’in okçuları sağ ve sol kesimden ok fırlatıp, orta cepheden mızraklı,
gürzlü ve ellerinde kılıçları olduğu halde bahadırlarla dolmuştu.” (s.90) Bu örnekte
gördüğümüz gibi yazar, o dönemdeki hem savaşların genel düzeni, hem de orduların
bölümlerini bize bilgi vermiş olur.
Savaşla ilgili olarak da kazanılan savalardan sonra ganimetler alınır. Yıldırım
Bayezid bu gibi ganimetler için özel bir oda yaptırır. Bu odanın duvarlarında Haçlı
kral, prens, dük ve kumandanların kılıçları asılır. Bu ganimetler arasında da altın,
sedef, gümüş kaplamlı kılıçlar bulunur. (s.54–55)
Binatlı romanında vak’a zamanı, Yıldırım Beyazıd döneminde geçer. Olaylar,
Sultan Yıldırım Beyazıd’ın Kostantiniyye’yi muhasara etmesiyle başlar, Niğbolu
zaferiyle sona erer.
Yazar-anlatıcı, olayların Sultan Yıldırım Beyazıd döneminde olduğunu
belirtir. (s.5.) Sonra romanın başkahramanlarından olan Gazi Timurtaşoğlu Umur
Bey, bu sırada Sultan Yıldırım Beyazıd’ın Kostantiniyye’yi muhasara ettiğini
söyler:62 “Şimdi Sultanımız Yıldırım Han Kostantiniyye’yi muhasara etmekte ya,
küffar diyarı duyup bu haberle günlerce, haftalarca, çalkalanmakta. Bizans Beyi
Papa’ya haberciler salıp ‘Hıristiyan namusu paymal edilir, meded’ diye yalvarmakta.
Papa da dört yana nameler gönderip bütün kralları, Hıristiyanlığın mukaddes
muharebesine iştirak etmeye çağırmakta.” (s.12.) Buna göre romanın olayları, 1395
yaz aylarında başlar. 25 Eylül 1396 tarihinde63 Niğbolu’da kazanılan zaferle sona
erer.
Romanın baş olayı olan Niğbolu savaşının, anlatıcı tarafından belirtilir:
“Hicretin 798’inci yılı. 21 Zilhicce pazartesi (15 Eylül 1396). Bulutlu bir gün…”
(s.66.)
62 Bâyezîd Han, İstanbul’un birinci muhasarasından sonra imparatorun şehirde bir Müslümanmahallesi tesisi, bir câmi inşâsı ve bir kâdı bulundurulması hususundaki vâdini yerine getirmemesiüzerine, şehri ikinci defâ kuşattı. 1395 yılındaki bu kuşatma, yaz boyunca devam etti. Bu sıradaTırhala, Domasia ve Patros şehirleri alındı. İstanbul Muhasarası Balkanlarda büyük bir haçlı ordusuhazırlandığı haberi üzerine kaldırıldı. Macar Kralının propagandası ve papanın tahrikleri neticesindebir Haçlı ordusu kuruldu. “Yıldırım Bâyezîd” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.2063 “Niğbolu Meydan Muharebesi” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlas Holding Yayınları,İstanbul, 1994, c.15
95
Romanda kozmik zamanla ilgili unsurlar, psikolojik durumlar ile birleşir.
Anlatıcı bu gibi unsurları romanın genelinde izah etmek istediği durumlarda bir araç
olarak kullanır. Bin atlı akıncının komutanı olan Umur Bey, Tuna nehrine geldiğinde
hem Sultan Yıldırım Han’ı özler, hem de bu nehrin arkasındaki toprakları fethetmek
ister: “Gün akşama dönüktü. Güneşin son lavları tutuşmuştu tepelerde. Tepeler
kırmızı kırmızı gülüyorlardı. Umur Bey çömeldi. Kâh Tuna Nehrinin boz
bulanıklığına, kâh tepelerin kırmızı gülüşüne baktı.” (5,6.)
Anlatıcı, yukarıdaki örnekte kullandığı kozmik zaman tablosunu romanın
sonunda aynen tekrar eder. Yalnız bunu yorumlar. Sanki tabiat da bu zafer için
sevinir: “Akşam çöktü. Büyük bir zaferin üstüne. Tuna suyu boz bulanıklığını biraz
daha arttırıp şiir gibi akmaya devam etti. Ürkekliği geçmiş, kendisini engin bir
sevincin yalazına atmıştı. Güneşin son lavları tutuşmuştu tepelerde, tepeler kırmızı
kırmızı gülüyorlardı. Padişah Tuna suyuna bakıyordu.” (s.70.)
Bin atlı akıncı tarafından ilk yapılmış baskından sonra Fransız komutanı Jean,
cesetler arasında yürümeye başlar: “Yalpalaya yalpalaya asker içine daldı. Meşaleler
gündüze çevirmişti geceyi. Manzara bu ışıkta daha da korkunç görünüyordu. En az
yüz kişi ölmüş olmalıydı. Yaralı sayısı ise kim bilir ne kadardı.” (s.19,20.)
Esir alınmış bine yakın Müslüman, Haçlılar tarafından büyük bir meydana
götürüp acımasızca öldürülür. Anlatıcı, bu vahşi manzarayı tabiat ile birleştirir: “Son
an, son nefes ve son fısıltı, dudaklara son kilidi vuruyordu: “Allah… Allah…
Allah…”
Ve bu cinayetin üstüne öğle güneşi, elemli bulutlara gömülüyordu.” (s.58.)
Anlatıcı, Yıldırım Bayezid’ın Niğbolu’ya ulaşmasının zamanı, şöyle belirler:
“Gece bir vaveylâdır sardı Tuna boyunu… Sabaha kadar sürdü… Önde tuğlar, önde
öncüler, önde Ordu-yû Hümayunûn fedaileri. Arkada Orduy-û Hümayûn. Ve
Yıldırım Bayezid.”(s.49.)
96
Romanda sosyal zaman ile ilgili unsurlar pek azdır. Yazar-anlatıcı, Haçlı
ordusundan bahsederken Niğbolu kalesi önünde buluştuklarını, süslü çadırlar
kurulduğunu söyler. (s.17.) Ama süslü çadırların mahiyeti hakkında bilgi vermez.
İki Fransız asker, mağaraya giderken bin atlı akıncı tarafından yapılan
baskından sonra bu baskının kendilerinde bıraktığı izlenimlerden bahsederler:
“Savaşta bile onlar atlı, biz çoğunlukla yaya; onlar hep zırhlarla donanmış, biz paspal
elbiseler içinde. Yani onlarınki can da bizimki ne, patlıcan mı?” (s.42.) Burada
Fransız askerlerinin kıyafetleri hakkında bilgi verilmiş olur.
Sultan Yıldırım Beyazıd, Niğbolu Kalesine gidip döndükten sonra Evranos
Gazi’yi otağa davet eder: “Gel otağa, seninle biraz söyleşelim.” Yan yana Otağ-ı
Hümayûna girdiler.” (s.65.)
Topal Kasırga romanında kronolojik zamanın akışını gösteren tek bir tarih
kaydedilir. Bunun için zamanın seyrini tarihî olaylardan takip etmek zorunda kalırız.
Romanda vak’a zamanı, Padişah Yıldırım Beyazid’in oğlu olan Şehzade
Süleyman Çelebi, Sivas valisi olarak görevi yaparken cereyan eder. Romandaki
vak’a, Sivas Kalesinin muhasarasını başlamadan birkaç gün önce başlar (s.5), Timur
şehre girdikten bir gün sonra sona erer. (s.127) Yazar, Kronolojik zamanla alakalı
olarak Sivas muhasarasının hicretin sekiz yüz ikinci senesi zilhicce ayının dokuzuncu
gününde64 başladığını söyler. (s.84) Muhasaranın da on sekiz güne sürdüğüne göre
böylece vak’a 1400 yılının Temmuz ve Eylül aylarında cereyan eder.
Muhasara yazın gerçekleştiği için yazla alakalı unsurlarla karşılaşırız:
“Temmuz şafağı ılık ılık attı. Tan yerinin açık kırmızısı, sabah ezanının ahengine
boyandı.” (s.5.), “Sıcak kemiklere işliyor.” (s.113), “Sıcak, tel tel azabın üstünde
daha beter bunaltıcı esaret halkasını bütün kızdırmış ve getirip Sivas’ın boynuna
geçirmiş.” (s.119)
64 “31 Temmuz 1400 tarihine eşittir.”
97
Malkoç Mustafa Bey, Timur tarafından gelen tehlikeyi Şehzade Süleyman ile
söz ederken şu zaman belirlemelerini kullanır: “Bilmem ki şehzadem… Bir ay
önceki toplantıda Timur tehlikesinin etrafa sıçradığından bahisle tedbir alınmasını
istediğimde zat-ı devletleri ve ulu emîrler tarafından kahkahalarla karşılandım, fikrim
kabule şayan görülmedi.”
“Lâkin o zaman böyle bir tehlikenin varlığı bilinmiyordu ki…”
Bu sefer başını dikleştirdi, sesini de haylice sertleştirdi:
“Kangi bilinmemek dersiniz devletlü şehzadem? Bu tehlike tam bir seneden
bu tarafa azgınca dolanıp durmaz mı, önüne geleni vurmaz mı, bütün Orta Şark’ı
yaka yaka, yıka yıka üzerimize gelmez mi? Bir vakit bu canibe de akacağı gün gibi
aşikâre değil miydi?” (s.20–21) Geçen örnekteki gördüğümüz gibi yazarın,
romanında oluşturduğu itibarî zamanda şimdiki zamanını geçmiş ve gelecek ile
arasında birleştirir. Onlar toplantıda Timur’un tehlikesinden söz ederler (Şimdiki).
Malkoç Bey geçen ay, Timur’un tehlike oluşturduğunu söyledi (Geçmiş). Timur
yakın gelecekte Sivas’a gelmiş olacak (Gelecek).
Romanda Sivas’ın kuşatması hep belirli zaman belirlemeleri ile gösterilir:
“Timur hicretin sekiz yüz ikinci senesi zilhicce ayının dokuzuncu gününde Sivas’ı
kuşatmaya başladığına göre, bugün kuşatmanın onuncu günüydü.” (s.84)
“Muhasaranın on yedinci günü… Sıcak kemiklere işliyor, açlık kol geziyor…”
(s.113)
Kuşatma esnasında Timur’un askerlerinin yer yer ateş tuttukları için duman
şehrin her yanı sarıyor ve her geçen dakika sayıları biraz daha artıyor. (s.53)
Romanda daha çok kozmik zamandır. Yazar-anlatıcı Kalenin kuşatması
dışında hep kozmik zaman kullanır: “Timur’un heriflerini demekteyim helbet,
şuracıktalar, bir güneş batımı yolları kaldı; belki akşama kale bedenlerine ulaşırlar”.
(s. 8.), “Akşam ezanı o sırada burçlara ulaştı.”
98
Yazar, romandaki zamanın tabii seyrine işaret olarak “gün” formunu da pek
kullanır: “Yani üç gün, beş gün, hadi bilmeden on gün” (s.96), “Önceki gün kaç gülle
gönderdiler.” (s.98), “Çünkü o günden sonra teslimi müdafaa etmeye başladın.”
(s.100), “Bugün Timur tarafından gelen elçiler.” (s.102), “Ertesi gün” (s.127)
Muhasara başladıktan sonra zamana işaret olarak gece önemli bir yer tutar.
Bazen gecenin gizli işlemler için uygun bir ortam oluşturduğunu görürüz: “Gece bir
keşfe çıkmalı.” (s.105), “Ve o gece arka kapıdan dışarı süzüldüler. Bir süre
yürüdükten sonra sürünmeye başladılar. “Böyle kertenkelelik yapmak hiç hoş değil.”
diye yakındı Peşteli, “Daha çok sürünecek miyiz?”
“Sen asıl sürünmeyi Timur’un eline geçersen görürsün, bu bir şey değil
daha.”
“Ağzını da hiç hayra açtığın görülmüş değil.”
Orman kıyısına gelmişlerdi, karanlığı yara yara etrafı gözlediler.” (s.106)
Bazen de gece, ıstırap ve keder için kullanılır: “O gece birlikte kaleden çıkıp
karanlığa yuvarlandılar. Hepsi elli yiğit… Üzgün, kırgın… Her birinin gözünde iki
sıra yaş… Ve yağmur, şıp şap, şıp şap… Gözyaşları gibi tıpkı… Damla damla…”
(s.118.), “O gece feryat gecesiydi; bütün meydanı, gırtlağına kadar toprağa
gömülmüş insanların feryatları tutmuştu.” (s.126)
Şehzadenin kaleden çıkışı anlatıcı tarafından kozmik zamanla duruma uygun
bir şekilde tasvir edilir: “Öğle Vakti bir toz bulutu Sivas Kalesinden yola düştü, yol
boyu yuvarlandı yuvarlandı, sonra silindi gitti.
Burçlardan bu kaçış seyreden Kapıcıbaşı Peşteli Kerem, döndü can arkadaşı
Kulaksız Ömer’e, ufka dikip:
‘İşte böyle Kulaksız kerata’, dedi, ‘adam vurdu gitti gördün ya, çekti gitti be;
bunca Müslüman’ı yüzüstü kodu be; kangi yürek işidir bu, kangi vicdan işidir bu,
kangi!...” (s.28.)
99
Bu dönemde kullanılmış olan silah çeşitleri zamana sosyal açıdan işaret eder:
“Burçlardan aşağı uzandı başlar; aynı anda oklar gerildi, mızraklar hazırlandı”. (s.5.)
Şehir meclisi de bu döneme sosyal tarih bakımından işaret eden başka bir
unsurdur. Şehzade Süleyman, bu korkunç haber karşısında meşveret yapmak için
şehir meclisi toplar: “Kuşluk vakti alelâcele şehir meclisi toplanmış, Şehzade
Süleyman’ın başkanlığında durumu görüşmeye başlamıştı.
Tedirgindiler… Ak sakallı beyler başlarını önlerine indirmiş, şayet haber
doğruysa yaklaşan kasırgaya karşı nasıl duracaklarını düşünmeye koyulmuşlardı.”
…“Ne düşünürsünüz beyler, ağalar, tedbir nedir?”. (s.18–19)
XVI. Yüzyıl
İlk Hançer romanında vak’a, ilk Rus Çarı olan IV. İvan zamanında cereyan
eder. IV. İvan, 1547 yılında Moskova Knezliğinin Bey yerine kullanılan “Knez”
ünvânını atıp “Bizans Kayseri” manasındaki “Çar” ünvânını takındı.65 Roman bu
vak’a ile başlar. Kazan’ın 1552 yılında düşmesiyle sona erer. (s.89) Neticede
hadiselerin 1547–1552 yılları arasında cereyan ettiğini söyleyebiliriz.
Roman, İvan Vasilyeviç’e taç giyme merasimi ile başlar. Artık İvan bu
şekilde Üçüncü Roma’nın sahibi ve bütün Rus topraklarının hâkimi olur. Kendisi de
Çar olarak ilan eder.(s.7)
Bu münasebetle romanın başkahramanı olan Yüzbaşı Alp’a verilmiş vazife,
Moskova’ya gitmek olup bitenleri öğrenmektir. Yüzbaşı Alp Moskova’ya vardığında
ortalıkta bir bayram sevinci bulur. Hemen taç giyme merasimi yapılmakta olan
kiliseye gider. Orada İvan’ın asıl maksadını anlar. İvan sadece Osmanlı
İmparatorluğu ve Türkleri değil, ama aynı zamanda bütün Müslümanları yok etmek
ister. Önce Türklerin birliğini bozmak amacıyla Şah Ali’ye hediye olarak bir kafile
göndereceğini söyler. (s.7–10)
65 “İvan-IV” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.10
100
Yüzbaşı Alp, Kazan’a gitmek yerine Kasım Hanlığında bulunan bir
arkadaşına gider. Arkadaşıyla küçük bir kuvvet oluşturduktan sonra Şah Ali’ye
gönderilen kafileye bir tuzak yapar. Beş gün süren sabırsız bir bekleyişten sonra
gönderilen kafile ortaya çıkar sonunda eline düşer. Sonra eline düşen kafile ile
beraber Kazan’a doğru gidip Sefa Giray Han’a duyduklarını anlatır. (s.12–13)
Bunun üzerine Sefa Bey, Yüzbaşı Alp’ı hediyelerle İvan’a gönderir. Alp da
İvan’a eğer Türklerin aralarını bozmaya çalışacaksa savaş olacağını söyler. İvan ise
Yüzbaşı Alp’ı zindana atar. Yüzbaşı Alp’ın dönüşünü bekleyen Sefa Bey, dönmediği
için sinirlenir. Ruslara karşı çıkmak ister, ama Gökçe Bey birkaç gün beklemesi
gerektiğini tavsiye eder. Ertesi gün Yüzbaşı Alp gelir. Sefa Bey sevinir ve iki gün
sonra sarayda Yüzbaşı Alp’a ziyafet verir. (s.19–25)
Yüzbaşı Alp zindandayken çocukluğunu hatırlayarak geriye döner. Daha beş
yaşındayken ana ve babası bir Rus baskını sırasında öldürülür. Daha sonra akrabaları
tarafından büyütür, sonra da yolunu bularak Kazan ordusuna katılır. Kısa bir zaman
içerisinde başarılı olur. Böylece yetim kalmasına sebep olan Ruslara karşı içinde de
derin bir kin vardır. (s.23)
İvan ordusuyla Kazan Türklerin topraklarını basar. Bunun üzerine Kazan
Hanı, Kırım Hanı’na elçi gönderip Rusların karşısında birleşmeyi teklif eder. Birkaç
gün sonra iki kardeş ordu karşılaşırlar. Rus ordusu dayanamaz, çok geçmeden
cephesi de çekilmeye başlar. İvan ise Moskova yolunu tutar. Türk Hanları Rus
meselesini kökünden halletmek istedikleri için Moskova’ya doğru gidip Moskova
Kalesini muhasara ederler. Muhasaranın üçüncü gününde Sefa Bey’e bir elçi gelir,
Kazan’da isyan çıktığını söyler. Bunun üzerine iki han Kazan’a dönerler. (38–41)
Moskova seferinden sonra romanda olayın tarihi geçer: “Yüzbaşı Alp
Moskova seferinin ve Şah Ali isyanının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra Gökçe
Bey’in kızı Bağdagül’ü istedi ve onunla evlendi. 1547 senesinin ilkbaharında bir
oğulları oldu ve adını Muhammet Tuğrul koydular… Fakat bu sevinç uzun sürmedi.
Rus Çarı İvan’ın büyük bir orduyla Kazan üzerine yürüdüğü haberi yayıldı ortalığa..
101
Kasım Hanlığının ihanetine, Kırım Hanlığının vurdumduymazlığına ve
Osmanlı İmparatorluğunun uykusuna rağmen, Sefa Giray Han’ın yönettiği Kazan
ordusu, Rus ordusunu müthiş bir mağlubiyete uğrattı. İvan öyle ağır bir darbe yedi
ki, tam iki sene yeni bir saldırıya cesaret edemedi. Sefa Giray Han, bu sulh
döneminden faydalanarak Kazan’ı kuvvetlendirmeye çalıştı.” (s.44)
Bu sulh döneminden sonra ve 1549 yılının ortasında Sefa Giray Han,
hastalanır ve çok geçmeden ölür. (s.45–47)
İvan bu fırsatı kaçırmamaya çalışır, İdil nehrinin yanında bir kaleyi
yaptırmaya başlar. Kazan Türkler de bu kale inşaatını engellemeye çalışırlar, ama bir
türlü olmaz. Kazan’ın su kaynaklarını kapatan Süya kalesinin inşaatı 1552 yılında
tamamlanır. (s.48–56)
Sefa Giray Han’ın karısı olan Sevim Biyke, kocasının yerini alır ve hep
müdafaadan yanadır. Bu sıralarda İvan, Sevim Biyke tahttan çekilecekse başka bir
saldırı yapmayacağını söyler. Kazan Türkler arasında İvan’a inananlar yüzünden
Sevim Biyke tahtan çekilir. Onun yerini Şah Ali alır. İki gün geçmeden Kazan’a bir
Rus elçisi gelir, Şah Ali’den Kazan batı bölgesinin Rusya’ya bırakılmasını ister. Şah
Ali, istenilen Türk topraklarını itirazsız Rusya’ya terk eder. (s.61–64)
Rus ordusu, Kazan surlarını muhasara eder, muhasaranın otuz ikinci gününde
Yadigâr Han kuvvetlerini toplar, bu savaşın son savaş olacağını söyler. O gün Ruslar
hücuma geçer. Çarpışmalar akşama kadar sürer. (s.77–78)
Yüzbaşı Alp, düşmanlara karşı bir hamle yapmak üzere ertesi gün yanına bir
grup alarak düşman saflarına girer, akşama kadar süren kanlı bir çarpışmadan sonra
yine kaleye döner. (s.81–83)
Rus ordusu Avrupa’dan gelen toplarla Kazan’ın yüksek surlarına vurur.
Eylülün ikinci gününde Kazan Kalesinin kuzey burcu yerle bir olur. (s.89)
Romanda bulunan kozmik zaman ile ilgili unsurlar, çoğunlukla romancı
tarafından okuyucuda uyandırmak istediği tesiri arttırmak amacıyla kullanılır.
102
Yüzbaşı Alp’ın Moskova’ya yolculuğu, kozmik zaman ile gösterilmiştir. “Karlı bir
kış günüydü. Kar tipi halinde yağıyor ve Yüzbaşı Alp nefes almakta güçlük çekerek
yol alıyordu.” (s.7)
Sefa Giray Han, kuvvetleriyle Kazan’a döndüğünde Şah Ali’nin ihaneti
üzerine odasına çekilerek ağlar. Yazar-anlatıcı, Sefa Han’ın iç duygularını tabiat
üzerine yansıtarak gösterir: “Daha bir çok gün, sabah güneşinin şafağında, akşam
güneşinin kızıllığında kan rengine bürünmüş bulunan toprağa bakan Han,
Moskova’ya uşaklık yapan hayınlara lânetler yağdırarak sessiz sessiz ağladı, gözyaşı
akıttı.” (s.44)
Anlatıcı, İvan tarafından alınan savaş kararı ile tabiat arasında bir bütünlük
oluşturur: “İşte böyle fırtınalı, şimşekli, gök gürültülü bir gece, Moskova sarayında,
Kazan’a nihaî darbe için sefere karar verildi.” (s.60)
Yazar, bazen de facialar için kozmik zamanı kullanır. Güneş, Kazan için kan
ağlıyor: “Batan güneşin kan ağlayan ışıkları altında, yüksek bir tepede kurulan
çadırından çıkan İvan, aç bir canavar gibi bakışlarını Kazan surlarına dikti.” (s.67)
Rusların Kazan kalesine girdikleri kozmik zaman ile tasvir edilir: “Güneşin
yakıcı ateşi altında vahşi bir kırım yapıyordu Ruslar. Kadın, erkek, çoluk-çocuk
demeden karşılaştıkları her Türk’ü kesiyor, doğruyordu.” (s.91)
Romanda tarihi açıdan sosyal unsurlar az olsa bile vardır. Taç giyme
merasimi zamana sosyal bakımından işaret eder: “İçerisi ağzına kadar insanla
doluydu. Birçok Avrupalı devlet elçisi de vardı. Çok geçmeden kilisenin kapısı açıldı
ve Moskova’nın başpiskoposu, arkasında papazlar olduğu halde içeri girdi. Elinde
İvan’ın giyeceği taç bulunuyordu. Bütün sesler kesildi ve bakışlar ona dikildi. İvan’a
doğru ağır adımlarla yürüyüp karşısına durdu ve:
- Şu kutsal tacı, Grandük İvan Vasilyeviç’e giydiryorum, dedi. Bundan sonra
Üçüncü Roma’nın sahibi ve bütün Rus topraklarının hâkimidir.” (s.7)
103
Sosyal zaman ile ilgili başka unsur da vardır. Moskova Beyi anlamındaki 66
“Knez” ve Bizans Kayseri manasındaki67 “Çar” lakaplarıdır.
XVII. Yüzyıl
IV. Murad –I- romanındaki olaylar, 1622 yılının 20 Mayıs gecesinde başlar,
(s.7) 1635 yılının 18 Mart tarihindeki68 Revan seferinin hazırlıkları tamamlanırken
sona erer. (s.293–294)
Romanın zamanını gösteren on üç tarih kaydedilir. Roman olayları, zaman
bakımından düzenli ve muntazam bir şekilde gider. Romandaki kronolojik seyri
bozacak geriye dönüş veya geleceğe sıçrayışlar yoktur. Romandaki yazar tarafından
verilen tarihler de bir tarihçinin titizliğiyle yazılır. Yazar, romanındaki olayların
tarihlerine önem verip -romanın sonu dışında- belli başlı olayların tarihlerini gösterir:
1622 yılının 20 Mayıs gecesinde Sultan Genç Osman öldürülür. (s.5), Şehzade
Murad, Anadolu’nun durumlarını bilmek için Antep kadısına Doğan Bey’i gönderir.
(s.49-51) 10 Eylül 1623 tarihinde Sultan Mustafa tahttan indirilir, yerini Dördüncü
Murad alır. (s.84), 8 Şubat 1625 tarihinde Hafız Ahmet Paşa sadrazam olarak seçilir.
(s.103)…
Bunun dışında romandaki zamanın seyrini gösteren çeşitli ifadelerle
karşılaşırız: “Tahta çıktığımız yedi ay oldu.” (s.89), “Ertesi gün.” (s.133,147), “O
günden sonra.” (s.154), “Birkaç gün sonra” (s.293)
Yazar, Naimâ başta olmak üzere pek çok kaynaktan faydalanır. Roman on bir
bölümden oluşmaktayken her bölümün başında bu kaynaklardan alıntıya yer
verilmektedir. Bazen de olayların tarihini bu alıntılardan öğrenebiliriz: “Şaban ayının
on dokuzunda Hüsrev Paşanın başı geldiği haberi yayılub Recep Paşa, vakıa Hüsrev
Paşanın öldürülmesine sevindi, fakat asıl maksadını yürütmek içün zorbalara dil
sokup, Hüsrev Paşa gibi vücudu devlete lâzım vezirin katline sebep olanlardan
66 “İvan-IV” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.10, s.29067 a.g.e. s.29068 Sultan Dördüncü Murâd Han, Safevî saldırılarının önüne geçmek için ordunun başında sefere kararverip, hazırlıkları tamamladı. 18 Mart 1635’te Revan seferine çıkar. “Murâd Han-IV” madde., YeniRehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.14
104
intikam almak lâzımdır deyü fitneyi kışkırttı. Şabanın yirmisinde yine fitne ateşi
devlenüp, asker taifesi At Meydanına toplanub, Saray-ı Hümayuna yürüyüp, Padişah
Hazretlerini taşraya davet ve ayak divanı ettürüp…” (s.224)
Roman, Sultan Genç Osman’ın69 öldürmesinin gecesinde başlar: “Delicisine
yağmur, delicisine rüzgâr.
1622 yılının Mayıs gecesi.
Karanlık, ıslak, yapışkan bir gece.
Yedikule zindanının etrafında ölüm sükûtu. Yedikule zindanının taş
odalarından birinde ölümün tâ kendisi.
Soğuk, yosunlu taşların üstünde kas katı yatan Sultan.
Sultan Genç Osman.” (s.7) Dışarıda dolaşan nöbetçi, bunu fark edince
Kurşunlu Hanına haber vermek için gider: “Zindana itile kakıla getirilen mahkûmun
Sultan Osman olduğunu yeni yeni anlıyordu. Kendi kendini lânetledi. Gözleri yaş
tuttu, ama içinin alevinde birden kurudu. Soluk soluğa dışarı koptu. Atına atladığı
gibi ‘haaaayyyt’ diye bie sipahi çığlığı kopardı ve karanlığa yumuldu.
Islak karanlık bütün bedenini sarmalamıştı. Yağmur suratında şaklıyor,
rüzgâr kulaklarında değil, tâ beyninde uğulduyordu. ‘Kıydılar’ diyordu için için,
“Şâh-î cihana kıydılar.” (s.10) Şehzade Murad, bu gecenin sonunda tek başına
oturarak olup bitenleri düşünür: “Derin bir “oh” çekti. Gökyüzüne baktı. Yağmur
dinmişti. Ay bulutlarla cenge tutuşmuştu. Fırsat bulur bulmaz başını uzatıyor, o
zaman bahçe ay ışığında bir an yıkanıyordu. Sonra bir bulut kümesi ayın parlak
yüzüne kara bir perde gibi iniyordu. Ve bahçe yeniden kararıyordu.
69 Genç Osman: (3 Kasım 1604- 20 Mayıs 1622) Osmanlı sultanlarının on altıncısı ve İslâmhalifelerinin seksen birincisi. (26 Şubat 1618) Küçük yaşta tahta geçen Genç Osman, faal ve çalışkanolmasına rağmen yaşı îcâbı tecrübesiz olup, devlet adamlarını da seçmesine fırsat verilmedi. GençOsman’ın, yeniçeri ağası zorbalarınca şehîd edilmesi, târihimizin en acıklı olaylarındandır. GençOsman’ın öldürülmesi, Anadolu’da bâzı isyânların çıkmasına sebeb oldu. “Genç Osman” madde,Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, c.3
105
Neden aklına geldiyse geldi, kendini buluta benzetti. Genç Osman’ı da ay’a
Gülmeye davrandı, ama dudakları mânâsız bir ifadeyle kasıldı yalnızca. Yine
gökyüzüne baktı. Şu uzaktaki parlak yıldız daha önce de var mıydı? Niye öyle her an
ışığı bollaşıyor, parlaklığı artıyordu? Sultan Mustafa’nın mı işaretti? Yoksa… yoksa
hiç ummadığı bir yıldız parlamaya mı hazırlanıyordu? “Fazla hayalciyim bu gece,
söylentiler beynime yerleşmiş olmalı.” (s.26–27)
Romana baştan sona kadar kozmik zaman bakımından hâkim olan unsur;
gece ve karanlıktır. Sultan Genç Osman’ın öldürülmesini veren birinci bölüm,
korkunç bir gecede cereyan eder. Yazar tarafından romanda karanlığın sürdürülmesi,
manasız değildir. O dönemin, karanlığın bir dönemi olduğu için ona gece uygundur.
Toplantılar geceleyin yapılır: “Yatsı namazından sonra yeni sadrazam Kemankeş Ali
Paşanın konağı arı kovanı gibi işlemeye başladı. Nöbetçiler de şaşırmışlar. Gecenin
bir vakti divan mı akdedilirdi?” (s.81), “Toplantı gece yarısı dağıldı.” (s.84)
Gece, gizli işlemler de için uygun bir ortamdır. Sultan Dördüncü Murad,
devlet işlerini elinde toplamak için geceleyin gizli toplantılarını yapar: “Vakit
geceyarısına yaklaşıyordu. Bayram Paşa konağında idiler. Padişah sipahi kılığında
konağa gelmişti. Yanında Molla Doğan vardı. Saraydan gizlice çıkmışlardı.
Bostancıbaşı Cafer Ağa böyle işleri ayarlamakta doğrusu birebirdi.” (s.255), Bazen
de bu gibi toplantılara halkın bir temsilcisini çağırır, Padişah böylece halkın
fikirlerini bilir. (s.188–189) Sultan IV. Murad, şehzadeyken toplantılarını da
geceleyin bir camide yapar. Şehzade Murad’ın, yatsı namazından sonra karanlıkta
minberin dibinde güvendiği kişilerle memleket durumlarında konuşur. (s.77–78)
Geceleyin yapılan bir toplantının icabıyla da Sultan Mustafa tahtan indirilir. (s.84)
Sultan Dördüncü Murad’ın huzur bulduğu tek yer, Şeyh Aziz Mahmut Hüdaî
Efendinin yanıdır, bunun için şeyhin yanına geceleyin gider: “Gece meltemi selvileri
zikre kaldırmıştı. Yaprakların ‘hû’ çekişi Aziz Mahmud Hüdaî Efendinin
dervişlerinin ‘Lâilâhe illalah’ zikrine karışıyor, gecenin hazlı sükûnetinde kaynaşan
meleklerin omuzlarında yedi kat göklere yükseliyordu.
106
Boğaz suyunun Üsküdar kıyılarını öpen dalgaları, vuslatın engin lezzetinde
geri çekiliyordu. Sonra titrek bir heyecanla kabarıp tekrar Üsküdar sahillerine
uzanıyordu.
Mahmud Hüdaî tekkesi ay ışığının ışıltılı kollarına mestane bir teslimiyetle
uzanmıştı. Kubbelerini okşayan ışıltılar, altın bir taç gibi parlıyordu. Gören, gökten
yere nurdan bir kenet uzandığını ve tekkenin, sonsuzluk burcuna doğru havalandığını
zannederdi.
Dokuz çifteli saray kayığı Üsküdar sahiliyle kucaklaştığında genç padişah
gökyüzüne baktı, ayı bütün ışıltıyla içine çekmek istercesine soluklandı.” (s.136–
144)
Yeniçeri ve sipahiler halka zulmü geceleyin yaparlar: Altı Zorba, geceleyin
bakırcı Adli Usta’nın evini basıp yirmi beş altın isterler. Altınları vermezse evi
yıkacaklarını söylerler. (s.236–237), Aynı şeyi de geceleyin kahveci Arnavut Mestan
ile yaparlar. (s.30) Sadrazam olan Recep Paşa da Padişahın karşısında desiselerini
düzenler. Zorbaların başlarını kendi konağına geceleyin çağırır: “Ve akşam
namazından sonra İstanbul sokaklarında koyulaşan karanlıkta gölgelenen silüetler,
kuşkulu gözlerle bakına bakına Recep Paşanın konağına girdiler. Artık eskisi kadar
pervasız hareket edemiyorlar, içlerinde sürekli gözetlendiklerine dair bir hisle
tedirgin oluyorlardı. Birkaç adımda bir durup koklamaları bu yüzdendi. Fakat hiçbiri
hiçbir şey görememişti. Yine de konağa tedirgin girmişlerdi.
Birkaç dakika sonra karanlık sokakta dört gölge belirdi. Kısa bir süre
fısıldaştılar. Üçü ayrı istikametlere uzaklaştı. Biri ise konağa yaklaştı. Arka tarafa
dolandı.” (s.231–232)
Bütün bu olayların geceleyin gerçekleşmesi, manalıdır. Çünkü romanın
başında halktan olan bakırcı Adli Usta, güneş doğmasıyla alakalı bir rüya görür. Bu
rüya halk arasında dolaşır, hatta Şehzade Murad’ın kulaklarına da ulaşır. Bu rüyaya
göre uzun kalmış geceden sonra güneş doğacak: “Dün gece bir rüya gördüm.
“Hayırdır ağa…”
107
Hayır içre olun. Rüyamda ayın battığını, arkasından sönükçe bir yıldızın
zuhur ettiğini, derken bir güneşin doğduğunu gördüm. Şafakla bile Üsküdarî
Mahmud Hüdaî Efendinin dergâhına damladım. Efendi Hazretlerini rüyamı tabir
eyle, diye rica ettikte güneşin doğması yakın dedi. Battığını gördüğüm ay Sultan
Osman imiş. Sönükçe yıldız Sultan Mustafa imiş…
Sabırsızca atıldılar:
Peki ya o güneş kimmiş, o güneş ha?
Adını vermeye mezun değilim. Şeyh Efendi yemin içirdi, dersem çarpılırım.
Şu kadarını söyleyebilirim ki, Sultan Mustafa Han tahtta çok kalmayacak. Belki altı
ay, ha bilemediniz bir sene. Ardından güneş doğacak. Daha doğrusu, güneş misali bir
sultan gelecek. Ateşiyle bütün mülk-i osmanîyi ısıtacak. Bana sorarsanız
ümitsizlenmen derim. Zulüm zirveye çıktı. Daha ötesi düşüştür.” (s.31)
IV. Murad’ın en sevdikleri kişilerden olan Hasan Halife ve Musa Çelebi
yeniçeriler tarafından aynı günde öldürülür (s.244–245). O gün padişahın yıllarca
beklediği haber duyar: “Sultan Murad kalktı. Kapıya doğru seslendi:
“Cafer Ağa!”
Bostancıbaşı girdi. Padişahın kasım kasım yüzünü ve çatal bir burgu kadar
delici gözlerini görünce ürperdi.
“Neler oluyor?”
“Ahali At meydanına yürüyormuş Sultanım.”
Yüzü aydınlandı birden. Bu ne güzel haberdi. Senelerce beklenen bir haber
böylesine acılı bir günde mi gelecekti? Yoksa böyle bir günün acılarına merhem
olmak için mi gecikmişti?” (s.245) Bundan sonra ortam değişmeye başlar. Yazar,
yeni doğmuş olan değişikliği tabiata yansıtır: “İstanbul’un karlı yamaçları yıldızlı
gökyüzüne yaslanmıştı. Sabahtan beri gökten yere ak dantelâlar ören kar, ikindi
namazıyla bitmiş, bulutlar nazlı kıvrımlarla uzayıp kısalarak ve türlü şekillere girerek
108
dağılmış, gökyüzünün engin maviliği bütün berraklığıyla ortaya çıkmıştı. Ve
karanlıkla birlikte yıldız kaynaşması başlamıştı.” (s.249)
Sultan Murad, yine karanlıkta oturur; ama bu defa kara kara düşünmektense
güneşi bekler: “Sultan Murad sarayın balkonundaydı. Denizin karanlık maviliğine
patır patır dökülecek kadar yakın yıldızlara bakarken o eski rüyayı düşünürdü. “Ay
batıyor, ardından sönükçe bir yıldız çıkıyor, derken doğan güneş bütün karanlığı
boğuyordu. Rüyanın görüldüğü günden bugüne on yıl geçti de, güneş hâlâ doğmadı.
Ama doğacak!” (s. 249–250)
Güç artık Sultan Murat’ın elindedir. Ve IV. Murat, zorbaların başlarından
intikamını almaya başlar. Önce Recep Paşa’yı öldürtür. (s.264) Sonra yeniçeri ve
sipahilerin kendi kendilerine verdikleri bütün imtiyazları kaldırır. (s.276–279) Artık
halk normal hayatına döner. Ve İstanbul güneşi görür: “Halk, işine gücüne dönmüş,
dükkânlar açılmıştı. Dersaadet yavaş yavaş canlanıyordu. Sokaklarda dolaşan
zorbaların yerini işinde gücünde insanlar almıştı. Dükkânlara kilit üstüne kilit
vurulmuyordu artık. Kanunî Sultan Süleyman devrinde olduğu gibi kapı çekilip
bırakılıyordu.
Öğle üzeri Bakırcı Adli Usta âdeta ayakları yere değmeden, uça uça Arnavut
Mestan’ın kahvesine daldı.” (s.287)
Valide Sultan, devletin her işlerine karışır, bunu sürdürmek amacıyla Recep
Paşa gibi adamlarla temas eder. Padişah bunu anlar, ama küçük yaşta olduğu için
devlet adamları tarafından pek önem verilmez: “Sadaret Kaymakamını çağırttım, çok
işi olduğunu söyleyip gelmedi. Devletinin bir parçası daha kopuyor, Bağdat’ın
peşisıra Kırım elden gidiyor. Ben padişahım; öyle diyorsun, lâkin hiç kimse kaale
almıyor. Böyle iken böyle oldu, demiyor. Peki, ama birşey bilmeden devleti nasıl
idare ederim?
Mehpeyker Kösem Sultan kulaklarına inanamıyor, bunları on iki yaşında bir
çocuğun nasıl olup da söylediğine, söyleyebildiğine akıl erdiremiyordu.” (s.97)
Yıllar geçer, Padişah büyür, güç eline toplanmaya başlar. Ve Valide Sultan’ı
109
durdurma vakti gelir: “Aslanım” diye atıldı, “Hüsrev Paşa gibi şanı yüce bir
sadrazama şu ettiğin reva mıdır? Fermanını geri almalısın.”
Sultan Murad yirmi yaşın eşiğindeydi. Dizginleri pençelemenin tam sırası
olduğuna inanıyordu. Güneş artık parlamalı, karanlık boğulmalıydı.
Dik dik annesine baktı:
“Şimdiye kadar hiçbir padişah, fermanını geri almamıştır. Valide, siz beni
âleme maskara etmek mi istersiz?”
“Bu yüzden kul azarsa? Ben senin iyiliğini düşünürüm Sultanım. Vaziyet izah
edilir, bir yanlış anlaşılma oldu denir, kapatılır.”
“Sen bizi kim sanırsın Valide? Kenara çekil. Bunlar erce işlerdir. Zayıf
aklınla karışmaya kalkma!” (s.151)
Yazarın kaydettiği son tarih, Cibali’den çıkan yangının tarihidir. Bu olayda
halk, orduyla birleşir: “Padişah gayreti dilden dile yayılmış, ordu ve halk gayrete
gelmişti. Bununla birlikte yangın iki gün devam etti. İstanbul’un yarısına yakını kül
oldu (2 Eylül 1633).
Birkaç gün sonrada sebebi bulundu. Rastgele atılan bir sigara izmaritinden
çıkmıştı.” (s.293)
Romanda son vak’a ise Padişah’ın ordu başında Revan seferine çıkışıdır:
“Bir gün tuğlar kalktı.
Bir gün saf düzdü bütün asker.
Bütün ahali hançeresini yırtarcasına bağırmaya başladı: ‘Padişahım, çok
yaşa!’ Sultan Murad beklenen işareti verdi:
110
“Revan’a seferimiz70 vardır!” (s.293–294)
IV. Murad, halkı her zaman kendi gözünün önünde tutar. Padişah olduktan
sonra halkın nasıl düşündüklerini anlamak için bazı toplantılarına halkın
temsilcilerini davet eder. Valide Sultan, her işe karışır. Padişah bunu anlar, ama
küçük yaşta olduğu için engellemez. Yıllar geçer, padişah, adamlarını iyice seçer,
artık güç elinde olur. Romanda ö dönemin sosyal zamanını gösteren unsurlar pek
fazla değildir. Onların başında Osmanlıların geleneklerinden olan Cülûs bahşişidir71.
Devlet adamları ile ulemalar, şehzade Murad’ın tahta cülûs ettirmesinin meselesini
kararlaşırken, Yeniçeri Ağası Çeşteci Ali Ağa cülûs bahşişinin nerden getireceklerini
söyler: “Yeniçeri Kethüdası Bayram Ağa, “Dağıtılmayacak” diye kestirip attı. “Biz
yeniçeri ocağının başı değil miyiz? Vaziyeti anlatır, cülûs bahşişi istememeye söz
alırız.”
Sadrazam düşünceliydi. Bütün yükü sırtında duyuyordu. Adeta on yıl birden
ihtiyarlamıştı. Nicedir cülûs temin etmek zordu. Hattâ imkâsızdı. Çünkü yeniçeri ve
sipahiler her padişah değişikliğinde bahşiş almaya alışıktılar.” (s.84) Bir süre sonra
Yeniçeriler, cülûs bahşişini isterler. Ama devlet hazinesinin tam takır olduğu için
Valide sultan sarayın bazı altın eşyalarını darphaneye gönderir, eritip paraya çevirir.
(s.101–102)
İran elçisi, İstanbul’a gelir, Padişah’ın huzurunda Şah Abbas’ın hediyelerini
gösterir. Bu hediyelerin arasında bir yay ortaya çıkar: “Bu yay pek nadide bir yaydır.
Pehlivanlarımızdan biri kirişini çekmiştir. Şahım Abbas der ki: Bu yayın kirişini
boşaltıp tekrar çekecek bir pehlivan Osmanlı mülkünde mevcut mudur.” (s.150)
Sultan Murad, Şah Abbas’ın alay ettiğini anlar, yayı alıp birkaç kere denedikten
70 Revan Savaşı (8.8.1635): IV. Murad komutasındaki Osmanlı ordusu ile Emirgûneoğlu TahmaspKulu Han komutasındaki İran ordusu arasında Ermenistan’daki Revan’da yapılan savaş. Topçu ateşikarşısında Revan Kalesinin kuşatılması 13 günde tamamlandı. Kaledekiler serbest bırakılmak şart ilekale teslim oldu. Kalenin komutanı Tahmasp Kulu Han ise IV. Murad’ın çok hoşuna gittiği içinEmirgûneoğlu Yusuf adını alarak Halep Beylerbeyi oldu. “Revan Savaşı” madde, M. OrhanBayrak, a.g.e., s. 35471 Cülûs Bahşişi: Bir padişahın ölümü veya tahtından indirilişi üzerine tahtta çıkan yeni padişahtarafından asker ve memura verdiği hediye para. Yeniçeriler 3 er bin, sipahiler biner, acemi oğlanları 2biner, cebeci ve topçular biner akçe bahşiş alırlardı. Sadrazama 30 bin, müderrislere 3 er bin,defterdara 20 bin, nişancıya 30 bin, reisül küttaba 7 bin akçe verilirdi. “Cülûs Bahşişi” madde, M.Orhan Bayrak, a.g.e., s.90
111
sonra başaramaz. Bunun üzerine yayı kızlar ağasına verip şehirde bu yayı çekecek
insana hediyeler verileceğini söyler. (s.150) Bir müddet sonra kızlar ağası padişaha
gelir: “Başardık Şevketlü Sultanım!”
“Neyi başardık?”
“Bizim iç oğlanlarından Deli Hüseyin adlı biri Şah Abbas’ın yayını çözüp
kurdu.” (s.174)
IV. Murad dönemi bir değişiklik dönemi olduğu için romanda padişah
tarafından çıkartılan fermanların sayısı az değildir; bu fermanları halka aktaran
görevli insanlar, tellâllardır. Tellâl, şehri dolaşır, yeni çıkmış fermanları halka
bildirir. (s.95,103, 126, 269,…) Padişah, yeniçeri ve sipahilerin kendi kendilerine
verdikleri imtiyazlarını ellerinden alır: “Eeey ahaliii! Duyduk duymadık demeyiiin!
Şah-ı Cihan Sultan Murad Hanın fermanıdır: Bundan böyle Padişah-ı Âlemin büyük
dedeleri zamanında yeniçeri ve sipahilere verilmiş cümle hizmetler ellerinden
alınacaktır. Zorbalıkla ele geçirdikleri mülâzimliklerden cümlesi tard olunmuştur!
Artık mülâzimlikler mülgadır. Duyduk duymadık demeyiiin!” (s.269)
Yeniçeri Samsuncu Ömer’in kıyafetinden yeniçerilerin kıyafetiyle ilgili bilgi
almış oluruz: “Başındaki üsküfün kaşıklığına iki balıkçıl kuşu tüyü takmıştı. Kadife
üstlüğünün samur kürkü parıl parıl göz kamaştırıyordu. Yularından tuttuğu at da attı
hani, gümüş zincir enselik ve gümüş özengi vurulmuştu. Bir yabancı görse padişah
zannedebilirdi. Hele uzun bıyıklarını özenle tarayıp çenesinin altında istiflemesi,
görüntüsünü tamamlıyordu.
Şimdi bıyıklarını çekiştiriyordu. Bir yandan da kırmızı sahtiyandan çizmesini
sinirli sinirli kaldırma vurup tempo tutuyordu.” (s.272–273)
IV. Murad –II- romanında kronolojiyi belirleyen sadece iki tarih kaydedilir.
Bunun için romandaki kronolojik zaman seyrini tarihî olaylardan takip etmek
zorunda kalırız.
112
Romanın olayları, Osman’ın daha küçük bir çocukken köyüne İran askerleri
tarafından yapılan baskınla başlar, annesi de şehit olur. Baskından kısa bir süre sonra
Osmanlı askerleri köye gelirler. İçlerinden Sofi Hoca Osman’ı alır. Osman’ın bu
sıralarda sekiz yaşında olduğunu öğreniriz. (s.20) Osman on yedi yaşındayken
Bağdat Seferi başlar. (s.40) Kronolojik olarak olaylar, Sultan IV. Murad’ın Bağdat’a
çıkmadan dokuz yıl önce başlar. Sultan IV. Murad’ın 8 Mayıs 1638 tarihinde72
Bağdat Seferine çıktığına göre böylece romanın olayları 1629 yılında başlar, 9 Şubat
1640 tarihinde Sultan IV. Murad’ın ölmesiyle sona erer. (s.395–400)
Sofi Hoca, henüz sekiz yaşında olan küçük Osman’ı bir Türkmen obasına
bırakır. Sofi Hoca dört yıldan sonra yine köye döner, Osman’ı kendi yanına alır: “Bir
gün döndüğünde çocuğu semirmiş buldu. Boyu da uzamış, gözleri çakır çakır
parlamaya başlamıştı. On ikisini sürüyordu. O sıra anlaşmalar olmuş, asker terhis
edilmişti. Bu köye yerleşti. Köyün imamlığına oturdu. Osman’ı hem okuttu, hem
kılıç talimleri yaptıra yaptıra büyüttü. “Artık yaman bir silahşör işte; usta, atak,
gözüpek, cesur, fakat heyecanlı. Eh, on yedisinde daha, bizim ellilik tecrübe ne
arasın. Zamanla o da olur inşallah. O kertede seyretmeli Osman’ımı!” (s.20–21)
Romanda olaylar kronolojik bir sırada yürür. Romanın zaman akışı düzenli
bir şekilde ilerlemektedir. Ama ara sıra geriye dönüşler bulunmaktadır. Romanda
verilen ilk net tarih bir geriye dönüşle ilgilidir. Molla Doğan, Sultan IV. Murad’da
ayrılarak Bağdat’a gider, Dicle nehrini görür görmez eski Bağdat’ı hatırlamaya
başlar. Ve Bağdat’ın 1624 tarihinde nasıl Safevî’lerin eline düştüğünü hatırlar.
(s.140–141)
Bazen de geriye dönüşlerle kahramanlarla ilgili bilgiler verilir. Derviş, Sultan
IV. Murad’a gider, Sultan Murad, dervişi görür görmez Şeyh Aziz Mahmud
Hüdai’nin tekkesine kadar geriye döner. O dervişi orada gördüğünü hatırlar:
“Tekkenin kapısını bir derviş açmıştı. Kendisine Padişahın geldiği söylenince kapıyı
yüzüne kapamak istemiş, “Bu eşikten padişahlar giremez, girmek isteyen
padişahlığını dışarıda kor” gibisinden bir laf etmişti. Elindeki kandil, sakalının
72 “Murâd Han-IV” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.14, s.380
113
siyahlığında esrarengiz gölgeler oynuyordu. Şu karşıdaki lime lime cübbeli adam o
derviş miydi?” (s.354–355) Derviş, Padişah’a Bağdat’ın fethi daha yakın bir
zamanda olması gerektiğini söyler. “Dervişin ardı sıra uzun uzun baktı. Gülümsedi.
Mahmud Hüdai Hazretleri bu sefer de müridini göndermişti. Pazartesi’nden önce
Bağdat’a girilmesini istiyordu. Sonra fırtına kopacak, fetih mümkün olmayacaktı.
Böyle diyorsa böyleydi.” (s.356) Bunun üzerine Padişah, sadrazama hücum emrini
verir: “Ertesi gün…
Şaban ayının on yedisi, Cuma günü (24 Aralık 1638).
Duvar boyu serpilmiş muhkem 212 kuleden en az iki yüz tanesine Osmanlı
sancağı çekilmişti.
Son hücumun ihtişamı karşısında hanlar son meşvereti kurup teslime karar
verdiler.” (s.359)
Romanın bazı bölümlerinde aynı anda birbirlerine ayrı olan üç olay anlatılır.
Yazar romanın bu gibi bölümlerinde olayların zamanında “aynı anda” ve “bu sırada”
gibi belirtisiz zaman belirlemeleri kullanır. Bazen da padişahın yaşından olayın ne
zaman olduğunu öğrenebiliriz: “Padişah yirmi üç yaşın ataklığındaydı.” (s.293)
Romanda kozmik zaman unsurları, genel olarak romanın tabii seyrini içinde
kullanılır: “Ertesi sabah” (s.226), “Öğle sonrası” (s.228), “Kuşluk vaktine kadar”
(s.321), “Taarruz sabah namazından sonra başladı”…“Öğleye kadar…” (s.345)…
Yazarın, romanın ilk bölümlerinde “gün” formu sıkça kullandığını buluruz. “Birkaç
gün içinde” (s.112), “ertesi gün” (s.114), “Birkaç gün sonra” (s.141), “Bir gün”
(s.143), “Üç gün mahbus ettiler” (s.146)…
Küçük Osman’ın oturduğu köy, İran’ın askerleri tarafından yapılan baskına
uğrar. Yazar, romanı duruma uygun bir kozmik zaman tablosu ile başlatır: “Kuşluk
güneşi köy evlerinin arasında kıvrım kıvrım dolanırken, bir toz bulutu yol boyunca
yuvarlanmaya durmuştu. Görünüşte her şey sakindi. Yalnız horozların ötüşünde ve
kuzuların melemesinde hazin, sessiz hıçkırıklar var gibiydi.” (s.7) Annesini
öldürülmüş olan küçük Osman, baskın bittikten sonra köye döner. Yazar, Osman’ı
114
tabiat ile birleştirir: “Kâh uyuyup kâh uyanarak, bazen annesiyle konuşarak sabahı
etti. Güneşin ilk ışıkları annesinin yüzünde oynaşırken kalktı. Köye doğru saldı
bakışlarını. Duman tütüyordu. Sabaha kadar yalım yalım yanmış ve bitmişti. Birkaç
ses geldiğine göre hâlâ yaşayanlar olmalıydı.
Döndü köye. Döndü ya, küçük aklının alamayacağı kadar korkunç bir
manzarayla karşılaştı. Ağaçlarda insanlar sallanıyordu. Hepsi de ölüydü. Sabah
meltemine kapılmış salınıyordu.” (s. 16)
Romanda kozmik zamanla ilgili olarak gece, kirli ve gizli işlemler için uygun
bir unsurdur. Bir gecede Padişah’ın canına kasteden bir saldırı olur. Üç Haşhâşi,
Otağ-ı Hümâyûna girer Padişah’ı öldürmeye çalışırlar. Yazar, bu saldırıyı tabiat ile
şu şekilde bütünleşir: “Ordugâh, gecenin ılıklığına sarınmış, uyuyordu. Gökyüzünde
bir tek yıldız dahi yoktu. Bulutların kesafeti, ayı hapsetmişti. Bu yüzden her taraf
alabildiğine karanlıktı ve karanlık, işlenen altıncı cinayeti de sır perdesiyle sarmıştı.”
(s.167) Şah Abbas, Bağdat’ı almak için gider. Ama Bekir Subaşı şehri iyi savunur.
Bir gece yarısı Bekir Subaşı ihanete uğrar, şahın askerleri Bağdat’ın arka kapısında
içeriye girerler. (s.145) Molla Doğan ve Yaman Kâzım Bağdat gittiklerinde bir handa
otururlar, oradayken geceleyin Haşhaşilerin düzenlediği bir baskına uğrarlar. (s.176)
Yazar, romanda geceye başka anlamlar da vermeye çalışır. Tabiat gücünü
temsil eden gece, Osmanlı ordusuyla bütünleşerek tasvir edilir: “Gecenin zifiri, kap
kara bulutların ve sicim gibi yağmurun perdesinde büs bütün koyulaşmış, bütün
ovaya esrarengiz bir sessizlik inmişti.
Yağmurun yeknesak şapırtısı ile sık sık bir su birikintisine düşen nöbetçilerin
hayıflanışı da olmasa, yüzlerce de çadırın buraya insan eliyle kurulmayıp mantar gibi
yerden bittiği düşünebilirdi.
Ovanın eteklerinde tek-tük görünen nöbetçiler, merkeze yaklaştıkça artıyor,
Otağ-ı Hümâyûnun çevresinde etten, kemikten bir kale meydana getiriyorlardı.”
(s.52) Yazar bazen de geceyi insanın ruhî durumuyla birleştirerek işler. Osman, Sofi
Hoca’yı Bağdat’ta görürken kendi köyünü hatırlamaya başlar: “Bir horoz öter o sıra,
115
bir köpek havlar. “Horozlar ötmeye durdu, haniyse şafak atacak, hay oğul Osman
gece gözü yola düsen derim, gidiciysen gitmene bak derim.”
Köyün horozunu Bağdat’a mı getirmişlerdi? Yoksa Sofi Hoca, gelirken
koltuğunun altına sıkıştırıp, ‘horoz sesine alışığım, hem de köyünün horozunun
sesine alışığım’ diyerek…” (s.247)
Romanın son ve en uzun gecesi ise, Bağdat’ı fetheden Sultan IV. Murad’ın
öldüğü gecedir. “Gece zamanı hapsetmiş, vakit durmuştu.” diyen yazar-anlatıcı, şanlı
padişahın ölümünü sadece geceye değil, ama bütün tabiata yansıtır: “Vakit yatsı
namazını bir saat geçmişti.
Gece biraz daha kararmış, gece biraz daha koyulaşmış, yıldızların parıltısı
birden bire sönmüştü.” (s.398)
Padişah IV. Murad, Bağdat seferine çıkar. Bursa’ya gelir, orada halkla
yakından ilgilenir, bütün şikâyetlerine bakar. Padişah bundan sonra savaşı başlatmak
üzere Bağdat’a gider. Savaş sırasında otağının yanında kurdurduğu hastanelerdeki
yaralı ve hasta askerleri ziyaret eder. Padişah her zaman kendisini değil, halkın
durumlarını düşünür.
Tarihî sosyal zaman bakımından romana baktığımızda birçok husus ortaya
çıkar. Bunların birincisi, o dönemdeki savaşlarda kullanılan silah çeşitleri ve savaşın
aletleridir. Osmanlı ünlü yayı, savaşın silahları arasında önemli bir yer tutar. Sofi
Hoca’nın eliyle yaptığı yayı Osman’a verir: “Tutağı Kütahya sığırlarının
boynuzundan, yapıştırması Gelibolu sığırlarının zamkındandı. Sapını akağaçtan,
gövdesini karaağaçtan yontmuştu Sofi Hoca, özenle yontmuştu. İki yıl kasnağa
yatırıp kavisletmişti de üstelik. Değme çeliği hop dedikte delecek kadar güçlüydü.”
(s.30) Osmanlı ordusu, Bağdat savaşında toplar kullanır. Padişah, on üç top Şat
Suyunun öte yakasına geçmesini emreder. (s.313) Ağır topları çekmek için semiz
mandalar kullanılır. (s.262) Bektaş Han ise şehri savunmasında şu tedbirler
alınmasını emreder: “Madem ki Osmanlı Padişahı gelmiş, Bağdat’ı sarmıştı,
yapılacak iş belliydi. Burçlardaki asker sayısı iki-üç katına çıkarılacak, mazgallara üç
116
bin tüfekendaz yerleştirilecek, münasip yerlere ateşler yakılıp yağ ve zift
kaynatılacak, surlara tırmanmaya çalışacak yeniçerilerin üzerine boca etmek için
hazır tutulacaktı.” (s.273) Bektaş Han emirlerine göre de kalenin sur dibinde derin
çukurlar kazılır. (s.289) Bunun yanında kalede kırk bin civarında tepeden tırnağa
silahlı asker bırakılır. (s.314) Bununla ilgili olarak da Hint Sultanı Hürrem Şah’ın
Padişah’a gönderdiği kalkan ortaya çıkmaktadır. Kalkan, sağlambir görünüşü vardır
ve koskocamandır: “Bu kalkan,” diye başladı, “eşsiz Padişahımıza, Hint Sultanı
Hürrem Şahın armağanıdır. Padişaha kalkan armağan edilir mi derseniz, aldanırsınız,
çünkü bu kalkan bilinen kalkanlardan değildir. Gövdesi kart fil kulağından yapılmış
olup, kart gergedan derisiyle kaplanmıştır. Ne tüfek, ne kılıç, ne mızrak kâr eder;
memleketimin en namlı silahşörleri, en kuvvetli pehlivanları bu kalkanı
delememiştir. Sultanım Hürrem Şah, Cihan Padişahına böyle eşsiz bir kalkan
göndermiştir ki, dostluğunun sonsuzluğu herkesçe anlaşılsın.” (s.213)
Kıyafet de sosyal zamana işaret eden unsurlardan biridir. Romanda ilk
karşılaşılan kıyafet, Padişah’ın kıyafetidir. Padişah, taşra gezintisinde şu kıyafetle
önümüze çıkar: “Sırtında kürklü kaftanı, sarığında elmas sorgucu yoktu. Düz bir
entari giymiş, ayaklarına alelade bir sarı çizme geçirmişti.” (s.209) Yazar, Osmanlı
ordusunun görünüşü ve kıyafetini ise şu şekilde tasvir eder: “Tolgalarını güneşin ılık
yumuşaklığında parlattıran azepler…” “Ak sarıklarının sağ omuzbaşlarında sarkan
ucunu hafif sabah rüzgârının keyfine terk eden hocaefendiler…
Ağır yumaklı kavuklarının gölgesinde daha da ciddileşen yüzlerini, pek
yakında başlaması mukadder Bağdat muhasarası düşüncesine gömen vezirler…
Nişancılar, defterdarlar, topçular, teşrifatçılar ve rengârenk elbiseleri içinde
Padişahın özel mâiyeti…” (s.262–263) Geçen örneklerde gördüğümüz gibi ordunun
hem kıyafeti, hem de bölümleri ile ilgili bilgiler verilmiş olur.
Türk kültürünün bir parçası olan cirit ve güreş, orduda devam ettirilir.
Askerler ve pehlivanlar birbirlerinin arasında güreş ve cirit müsabakaları yaparlar,
Sadrazam Tayyar Mehmed Paşa, onları seyreder ve kazananlara kendisiyle
armağanlarını verir. (s.206)
117
Haşhaşilerin gelenekleri ise dikkat çekicidir. Haşhaşi adıyla da şu yüzden
adlandırılırlar: “Tehlikeli bir vazifeye gönderilecek olan kişiye birkaç gün haşhaş
verilmezdi. Çıldırma noktasına gelince çağrılır, haşhaş almak istiyorsa şu işi yapması
gerektiği söylenirdi. Çılgınlaşan tiryaki de, canını dişine takıp verilen işi yapmaya
koşardı. Gözünde tekrar haşhaşa kavuşma isteğinden gayri şey olmazdı. Haşhaş
çekmeye, dünya cennetine girmek denirdi. Bir hataya verilebilecek en korkunç ceza,
hata yapanın haşhaşının kesilmesiydi. Haşhaşiler arasında bu cezaya ölümden beter
bir ceza gözüyle bakılırdı.” (s.182)
Beyaz Kale romanı, IV. Mehmet (Avcı) döneminde cereyan eder. Ancak
romanda hikâye zamanı ile ilgili hiçbir tarih belirtilmez. Bunun için romanda vak’a
zamanını tarihî olaylardan hareketle tespit etmeye çalışırız.
Roman, Türkler tarafından 17. Yüzyılda esir edilen astronomi, matematik ve
tıptan anlayan bir Venedikli bilim adamının hikâyesini anlatır. Venedikli bilim
adamının, esir edildiğinde yirmi üç yaşında olduğunu öğreniriz. (s.13) Hikâyesi,
yirmi üç yaşından itibaren başlar, yetmiş yaşının ulaşana kadar sürer. (s.164) Böylece
anlatma zamanın süresi kırk yedi yıldır.
Yazar, Venedikli bilim adamının annesini görmeyeli on beş yıl geçtiğini
söyler. (s.114) Bu sırada padişahın yirmi bir yaşında olduğunu öğreniriz. (s.115)
Buna göre roman, padişahın altı yaşındayken başlar. Padişah IV. Mehmet’in (Avcı)
1641 yılında73 doğduğuna göre romanın olayları, 1647 yılında başlar, 1694 yılında da
sona erer.
Romandaki olayların zaman akışı, tabii bir şekilde ilerlemektedir. Söz konusu
olan zaman akışını gösteren roman buyunca kalıplaşmış belli beşli formlar
kullanılmaktadır. Onların en kullanılan “gün” formudur: “Ertesi gün” (s.18, 25, 43,
74, 100, 103, 156), “Birkaç gün sonra” (s.43, 65, 70), “Üç gün sonra” (s.18, 29, 64),
“Bir gün” (s.84, 127, 133)… Zamanın bir belirlemesi olarak “Ertesi sabah” da
romanda çok sık kullanılan formlarındandır: “Ertesi sabah” (s.22, 99, 101, 158)
73 “Mehmed IV, Avcı” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.271
118
Bunun yanında da uzun süreli kalıplar ara sıra kullanılmaktadır: “Altı ay
içinde” (s.34), “İlk aylarda” (s.36), “Sonraki ay” (s.53), “Böylece iki ay içinde”
(s.68), “Bir ay sonra” (s.108)… Ama uzun süreli formlarda dikkat çeken husus,
“…dan sonra” formudur. Bu form, daha da uzun süreler için kullanılır: “Vebadan bir
yıl sonra” (s.117), “Ondan sonraki altı yıl” (s.125), “Ondan sonraki üç yılı” (s.117)
Romanda kozmik zaman söz konusudur. Hatta romanda zamana işaret olarak
tek bir defa kullanılan ay, kozmik haline getirilir: “Eylül başında, sıcak bir gün
Edirne’den ayrıldık.” (s.145)
Romanda kozmik zaman unsurları, olayların zaman genel akışını içinde
kullanılır: “Bir gün Hoca, Padişah’ın, sabah kendisiyle birlikte beni de beklediğini
istemeye istemeye söyleyince, ben de onunla gittim. Deniz ve yosun kokan o güzel
sonbahar günlerinden biriydi. Bütün sabahı, dökülen kırmızı yapraklarla kaplı büyük
bir koruda, erguvan ve çınar ağaçlarının altındaki nilüferli bir havuzun çerçevesinde
geçirdik.” (s.127)…
Kozmik zaman bakımından dikkat çeken unsur, romandaki olayların zaman
akışında mevsimlerin çok sık kullanılmasıdır. Mevsimlerin, romandaki zaman
belirlenmesi bakımından büyük bir katkısı vardır. Olayların hızına göre mevsimler
değişmektedir. Yazar, bazen bir olayda birden fazla mevsim kullanır: “Kış böyle
geçti. Bahar başında, beni aylardır sordurmayan Paşa’nın donanmayla Akdeniz’e
açıldığını öğrendim. Sıcak yaz günleri boyunca, umutsuzluğuma ve öfkeme tanık
olan bir iki kişi hâlimden şikâyetçi olmamam gerektiğini, hekimlikten iyi para
kazandığımı söylediler. Çok seneler önce Müslümanlığa geçip evlenen bir eski köle
de bana kaçmamı öğütledi. İşlerine yarayan köleyi, bana yaptıkları gibi oyalarlar,
ülkesine dönmesine hiçbir zaman izin vermezlermiş. Onun yaptığı gibi Müslüman
olursam azat ettirmişim kendimi, o kadar. Bunları, belki de ağzımı aramak için
söylediğini düşündüğümden kaçmaya hiç niyetim olmadığını söyledim. Nitekim
değil, cesaretim yoktu. Kaçanların hepsini pek uzağa gitmeden yakalıyorlardı. Sonra
dayaktan geçirilen bu talihsizlerin yaralarına, geceleri hücrelerinde merhemi ben
sürerdim.
119
Sonbahara doğru, Paşa donanmayla seferden döndü; top atışlarıyla Padişah’ı
selamladı, geçen yıl yaptığı gibi şehri neşelendirmeye çalıştı ama, besbelli, bu sefer
mevsimi hiç de iyi geçirmemişlerdi.” (s.19) Geçen örnekte gördüğümüz gibi
anlatılan olay, dört mevsimde cereyan eder. Yazar, zamanın bir göstergesi olarak
olayın tek bir mevsimde de gerçekleştiğini anlatır. Bu gibi zamanın belirlemeleri,
romanın boyunca rastlayabiliriz: “Yaz başında, Padişah’ın bizi ve silahı Edirne’de
beklediğini öğrenir öğrenmez Hoca harekete geçti.” (s.141), “Yaz sonunda doğru bir
gün” (s.51), “Yaz sonunda bir gün” (s.125), “Bu baharda olmuştu” (s.138), “Kış
beklemekte geçti” (s.139)…
Yazar, roman içinde geceyi ne olursa olsun iç duyguları anlatmak için
görevlendirir: “Geceleri, vaktimizin çoğunu beklemekle geçirdik, rüzgârın ya da
karın dinmesini bekliyorduk, geç vakit bozacının son defa geçmesini, sobaya odun
atmak için ateşin küllenmesini bekliyorduk. Haliç’in karşı kıyısındaki son titrek
lambanın sönmesini ve bir türlü gelmeyen uykumuzun gelmesini ve sabah ezanını
bekliyorduk. Çok az konuşup, sık sık hayâllere daldığımız o kış gecelerinden birinde,
Hoca, birden bana, çok değiştiğimi, artık bambaşka biri olduğumu söyleyiverdi.”
(s.139)
Romanın başkahramanlarından biri, Sultan IV. Mehmet’tir. Romanın tarihî
sosyal zamanın en önemli olgu, Sultan IV. Mehmet’in kişiliğidir. Romanda padişah,
çocukluğundan itibaren hayvanlara düşkün ve meraklı biri olarak gösterilir.
Çocukken hayvanları severek At Meydanı’ndaki aslanhaneye gider. Oradaki aslanlar,
leoparlar ve kaplanlarla yakından ilgilenir. (s.45) Venedikli bilim adamı ile Hoca,
padişaha “Hayat-ül-Hayvan ve Acaib-ül-Mahlûkat” diye bir kitabı yazarlar. (s.51–
52) Padişah gençken av seferlere çok sayıda çıkmaya başlar. Padişah ordusuyla
sefere çıktığında av seferlerini de unutmaz. (s.146–147) Bunun için Avcı lakabını
alır.
Romanda gösterilen Osmanlıların denizlerde faaliyetleri, tarihî sosyal zamana
iyice işaret eden bir unsurdur. Bu faaliyetler sayesinde Türk gemileri, romanın
başkahramanı Venedikli bilim adamı esir tutulur. (s.11–12) Ve romanın olayları, bu
andan itibaren ilerleyerek gelişir.
120
Türk gemicileri ellerinde düşen esirlerle birlikte İstanbul’a gelirler. İstanbul’a
gösterişli bir törenle karşılanırlar. Anlatıcı, bu töreni şu şekilde işler: “Çocuk padişah
bizi seyrediyormuş. Bütün direklerin tepesine sancaklar çektiler, altlarına da bizim
bayrakları, Meryem Ana tasvirlerini, haçları tersinden asıp külhanbeylerine aşağıdan
oklattılar. Derken toplar yeri göğü inletmeye başladı. Sonraları, birçoğunu karadan
hüzün, bıkkınlık ve neşeyle seyrettiğim tören çok uzun sürdü, güneşten bayılanlar
oldu. Akşama doğru Kasımpaşa’da demirledik. Bizleri Padişah’a çıkarmak için
zincire vurdular, askerlerimizi gülünç göstermek için zırhlarını ters giydirdiler,
kaptanların ve subayların boyunlarına demir çemberler taktılar, gemimizden aldıkları
borularımızı, trampetlerimizi alayla ve keyifle çalarak eğlene eğlene bizi saraya
götürdüler. Yollara dizilmiş halk neşe ve merakla bizi seyrediyordu. Padişah, bizi
onu görmeden, hakkına düşen esirleri seçip ayırttı. Bizi de Galata’ya geçirip Sadık
Paşa’nın zindanına tıktılar.” (s.15)
Hoca, silahla meşgulken Venedikli bilim adamı, bu sürede her gün padişahın
yanına gider. Anlatıcının, padişahla geçirdiği dört yılda tarihî sosyal zamanın çeşitli
yönlerini şu şekilde gösterir: “Padişah’ın, Hoca gibi, bana değer verdiğini görenler,
neredeyse her gün yapılan o törenlere, eğlencelere beni de çağırıyorlardı. Bir gün
vezirin kızı evleniyor, bir başka gün Padişah’ın bir çocuğu daha doğuruyor, sonra
oğulları sünnet ediliyor, ertesi gün Macarlar’dan geri alınan bir kale için eğleniliyor,
sonra Şehzade okula başladı diye törenler düzenleniyor, derken ramazan ve bayram
şenlikleri başlıyordu. Çoğu günlerce süren bu şenliklerde yağlı et ve pilav
tıkınmaktan, şekerden ve fıstıktan yapılmış o aslanlardan, devekuşlarından,
denizkızlarından atıştırmaktan kısa zamanda şişmanladım. Günlerimin çoğu,
bayılana kadar güreşen yağlı güreşçileri, caminin minareleri arasına gerdikleri ipe
çıkıp sırtına aldığı sopayla danseden, dişleriyle at nalını kıran, orasına burasına
bıçaklar, şişeler batıran cambazları, cüppelerinin içinden yılanlar, güvercinler,
maymunlar çıkaran, ellerimizdeki fincanları, ceplerimizdeki paraları, kaşla göz
arasında yok eden hokkabazları, küfürlerine bayıldığım Karagöz’le Hacivat’ı
seyretmekle geçiyordu.” (s.131) Geçen örnekte gördüğümüz gibi anlatıcı, tarihî
sosyal zamanı gösteren o dönemdeki değişik etkinlikleri bir özet halinde ortaya
koymuş olur.
121
XVIII. Yüzyıl
Patrona romanında olaylar, Patrona Halil ve arkadaşlarının ilk toplantılarıyla
başlar. Yazar, bu toplantıların tarihinin ayaklanmadan sekiz ay önce olduğunu
gösterir. (s.38) Patrona Halil ayaklanması ise 30 Eylül 1730 tarihindedir. (s.418)
Roman da Patrona Halil’in öldürülmesiyle sona erer. (s.613–614) Yazarın izah
ettiğine göre de Patrona Halil ve arkadaşları, ayaklanmadan üç ay sonra öldürülür.
(s.606) Böylece romanın vak’aları, 1730 yılının Ocak-Aralık aylarının arasında
cereyan eder.
Romanda yirmi bir tarih kaydedilir. Romanda bulunan tarihler, romancıdan
fazla bir tarihçinin titizliğiyle yazılır. Yazar, kaydedilen tarihler hakkında görüşlerini
açıklayarak bir araştırmacı ruhu kazanır. Hatta yazar, bu hususta romancıdan
sıyrılarak tarihçi veya araştırmacıya daha yakın olur. Yazar, Patrona Halil ve
arkadaşlarının öldürülmeleriyle ilgili olarak vak’anın tarihini şu şekilde işler:
“İsyancılarla Birinci Mahmut arasındaki kararsız; - müşevveş – durum sürüp
gitmektedir. Bunun ne ölçüde bir zamanı kapsadığını, yani kaç gün, kaç hafta, kaç ay
sürdüğünü titizlikle araştırdık. Konuyu işleyenler, belli bir rakam üzerinde
anlaşamamaktadırlar kesinlikle. Kimileri 29 gün, kimileri 45 gün üzerinde
dururlarken; bazı araştırmacılar da ihtilâlin 1.5 – birbuçuk sene – sürdüğünü
söylemektedirler.
Bizim olayların sıralanmasından çıkardığımız sonuç; Patrona ve cesur
arkadaşlarının Osmanlı imparatorluğuna üç ay hakim oldukları yolundadır. İşte bu
süre geçtikten sonra onlar kahpece yapılmış bir tertip ve tuzakla; bir kanlı oyunla
tasviye edilmiş; Osmanlı devlet düzeninin etki alanından uzaklaştırılmışlardır.”
(s.606)
Romandaki kronolojik seyir, Patrona Halil ayaklanmasının üzerinde veya
daha açık bir deyimle 28 Eylül 1730 tarihinin etrafında toplanmaktadır. Romanın
bütün olayları, bu tarihe göre hesaplanır. Geçen örnekteki gördüğümüz gibi
Patrona’nın ne zaman öldürüldüğü bu tarihe göre gösterilir. Yine de romanın başında
olan toplantıların ne zaman başladığı da bu tarihe işaret olarak verilir.
122
Roman kronolojik zaman bakımından pek sıralı değildir. Yazar, romanın
birçok yerinde geriye dönüş tekniğine dayanır. Geriye dönüşler, genel olarak
kahramanlar ve olaylarla ilgili bilgi vermek için kullanılır. Yazar, ayaklanmanın arka
planlarını aydınlatmak için 1729 yılının Temmuz ayındaki yangını ortaya çıkarır.
Yazara göre bu yangını çıkartan sadrazamdır. Ve yangının asıl sebebi, sadrazamın
imar siyasetidir: “Nevşehirli Damat İbrahim Paşa hiç acımadan cayır cayır; yakıyor,
yıktırıyordu İstanbul’u Neronlar gibi. Peki peki bunun sebebi ne idi? İstanbul içre bir
gezisinde Sadrazam Paşa, baktı, etrafında leyl- mekânlar, barınaklar, gecekondular?-
Asıldı sakalına, buruşturdu yüzünü: - Ejdat yadigârı şu güzel İstanbul’da, şu
ayı inlerini kesinlikle istemem! – dedi. Aldı mı sana kokuyu; arsa simsarları, toprak
madrabazları, içinden kundaklayarak cehenneme çevirdiler İstanbul’u.
Bunu kitaplar yazıyor hiç şakası yok, Çil yavrusu gibi dağıldı kırlara
yangından kaçan tanrıkulu.” (s.560–561)
Romandaki geriye dönüşlerin büyük bir kısmı, kahramanlarla ilgilidir. Ama
bu bakımından dikkat çekici olan nokta, Üçüncü Sultan Ahmet ile ilgili bir geriye
dönüşün iki defa tekrarlanmasıdır. Yazar, bu geriye dönüşle padişahın devrine bir
genel bakış verir. Ona göre III. Ahmet’in yirmi yedi yıla kadar süren saltanat
yıllarında padişah, halka değil, ama sadrazam, vezirler, şairler, cariyeler, şehzadeler,
kadınlara bakar. Karşı tarafta Üçüncü Sultan Ahmet, cellâtların kaç kişi öldürdüğünü
bilmez. (s.391–392) Yazar, padişahın saltanat yıllarında çok sayıda vezir
değiştirdiğini söyler: “Üçüncü Sultan Ahmet, 1703 yılından başlayarak, 1730 yılına
kadar, yani 27 senede şaka değil hemen de 13 vezir değiştirmişti. Şöyle kabaca bir
hesap tutarsak, iki seneye bir vezir düşüyordu. Bu kadar uzun bir sürenin, tam 12
senesinin Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sedaretinde geçtiği göz önüne alınırsa,
öbür vezirlerin bir seneden biraz fazla görevde kaldığı anlaşılır ki, bu dahi
Nevşehir’linin, birçok bakımından ne kadar önemli bir kişi olduğunu anlamımıza
yetecektir.” (s.92)
Romanda kozmik zaman unsurları, çoğunlukla okuyucuda tesir bırakmak
amacıyla kullanılır. Roman, bu amaçla bir tasvirle başlar: “Ay ışığının Marmara
123
sularıyla garip garip oynaştığı sessiz bir gecede sabahlayan güvercinler, güneşin
doğmasıyla birlikte canlanarak, silâh seslerini andıran kanat çatırtılarıyla havalanıp,
Beyazıt Meydanı’nın üstünde süzülmeğe başladılar. Biraz evvel saçaklardan yere
birden adam boyu yaklaşan bir dalış yapmışlar, sonra yükselmişler, şimdi de
minarelerin üstünden bakıyorlardı. Meydana gölge düşürmüşler ilk harekete
gelişleriyle, ama artık durgun bir denizdeki balıklar gibi kayıyor, yüzüyor
yüzüyorlardı. Kurşuni renkleri siyaha dönüyordu nerdeyse. Hepsi de, kendilerine
öncülük eden üç beyaz güvercini izliyorlardı.” (s.11) Geçen örnekte gördüğümüz
gibi yazar, Patrona Halil ve arkadaşlarını tabiat ile birleştirir.
Bazen de kozmik zamanla ilgili belirlemeler, romanın tabii seyri içinde
kullanılır. Bu yüzden “gece” formunu romanda sık sık buluruz: “Bu gece” (s.63), “O
günün gecesi” (s.249), “Gece yarılarına varmadan” (s.312), “Vakit gece yarısı”
(s.378), “Perşembe gecesi” (s.401)…
Romana zaman bakımından hâkim olan unsur gecedir. Gece, tarih karanlık
dehlizlerine uygundur. Roman boyunca güneşle ilgili bir unsur yoktur. İlk rastlanan
güneşle ilgili bir tasvirde güneş batıp yerine karanlık alır: “Güneş ufuktan çekilince,
gittikçe koyulaşan bir karanlık inmişti koca şehre. Üç kişi konuşarak silinip
gitmişlerdi bu garip İstanbul gecesine doğru.” (s.206) Patrona Halil de toplantılarını
ve konuşmalarını gecede yapar: “O suskun ve garip gecede parıl parıl parıldarken
yıldızlar, rüzgâr serin ağırdan ağırdan sallarken ağaçların yorgun dallarını, Patrona,
derin anlamlara yüklü konuşmasını sürdürüyordu.” (s.382) Ayaklanmanın gecesi,
diğer gecelerden farklıdır. Unutulmayacak bir gecedir. Bunun için yazar, bu geceyi
tabiat ile şu şekilde bütünleştirir: “Yani gecenin esrarlı ilginç yıldızlarla süslenmiş
cesur bir anıdır, Patrona da diyor ki, şimdi büyük kararın uygulama zamanıdır.
Yıldızlar teker teker artık çekiliyorlardı büyük bir ustalıkla süsledikleri gibi
yüzünden, doyulmaz renk cümbüşü
İçinde, kanlı bir şafak atıyordu ağır ağır, muhteşem ve gamlı İstanbul şafağı.
124
Bu şehirde, daha nice nice şafaklar sökecek, ama hiçbir zaman bu şafak
unutulmayacaktı, 1730 yılının 28 Eylül Perşembe şafağı. Onlar, zağlı kılıçlar gibi,
par par yanarak meydanlara inmeğe hazırdılar.” (s.403)
Yazar, romanın sonu olarak Patrona’nın öldürülmesi ile tabiat arasında bir
bağ kurar: “Yıldızları ağır ağır kaybolurken gökyüzü saltanatı, her Eylül ayının sabah
serinliğinde saçlarını savurarak, yürekleri kavurarak Sultanahmet’ten sahile kederli
bir kız iner. Kara üzüm gözlerinde şafaklarımızın buğusu? Durur, bakar bakar,
ceylânlar gibi ürkek, o güzelim Marmaraya. Denizde hemen bir hırçınlaşmadır başlar
dalgalar peşpeşe yüklenirler yüklenirler karaya. Martılar insanı ürperterek, haberler
taşırlar belli ki geçmişten bak bak o an gökyüzü koyu kurşunla kaplanır; serin bir
rüzgâr eserken kuzeyden nazlı sanki kızın yüreğine zalim bir bıçak saplanır. Durur
durur, haykırır çığlık çığlık Patrona Halil, Patrona Halil, Patrona Halil! diye.”
(s.619–620)
Roman, Patrona Halil ve arkadaşlarının toplantılarıyla başlar. Her geçen gün
Patrona etrafında toplanan insanların sayısı artmaktadır. Patrona, halkın gözünde bir
ışıktır, bir emel haline gelir. Karşı tarafta Padişah ile sadrazam halktan uzaklardır.
Halk içinde mazlum, aç kalan, mahrumlar sayısızdır. İran seferinin olumsuz haberleri
de İstanbul’un bütün etrafında ağızdan ağza dolaşır. Böylece Patrona Halil
ayaklanması başlar. Kara listedeki isimleri istenir. Onlara göre bu isimlerin
zalimlerin başlarıdır. Bundan sonra Patrona Halil ve arkadaşları, padişahı tahttan
indirip yerine I. Mahmut’u koyarlar. Tahta yeni oturan padişah, Patrona Halil ve
arkadaşlarını bir toplantıya çağırarak öldürtür.
Romanda tarihî sosyal zamana ait olarak Sultan Üçüncü Ahmet’in kadınların
kıyafetiyle ilgili fermanı ortaya çıkmaktadır. Padişah, bazı İstanbul kadınlarının
sokaklarda aşırı bir şekilde süslenerek dolaşmaya başlamaları üzerine bu fermanı
çıkarır. Padişah’a göre bu dönemde savaşlar yüzünden devlet erkânı devamlı olarak
Edirne’de bulunur. Bunun üzerine İstanbul bazı kadınlar, elbiselerini bırakıp
Hıristiyan kadınlarını taklit etmeye başlarlar. Bunun için Padişah, 1726 tarihindeki
fermanını şu şekilde çıkarır: “Bundan böyle kadınlar, geniş yakalı süslü feraceler
yaptıramayacaklardır. Başlarına da üç değirmiden fazla yemeni, tülbent
125
örtmeyeceklerdir! Bu fermanımıza riayet etmeyen kadınların, ilk seferde ihtar olarak,
feracelerinde görülen, iki karıştan geniş süslü yakaları ve nümayişli baş tülbentleri
sokak ortasında kesilecek, bu ihtar ile uslanmayan yaramaz kadınlar, mahalle
imamları tarafından tespit edilerek, İstanbul’dan çıkarılıp, başka yerlere
sürüleceklerdir!” (s.84–85)
Tarihî sosyal zamana işaret eden başka bir unsur, kahvehanelerde halk şairleri
tarafından şiir söylemek ve saz çalmaktır. Romanda halk şairi olan İbadî, Çardak
Kahvehanesinde oturur ve şiirlerini söyleyip sazını da çalar. (s.53) Romanda Çardak
Kahvehanesi kültürel ve toplumsal bakımdan anlamlı bir yerdir. Orada aydınlar
oturup, halka memleketin durumunu açıklarlar. Patrona Halil ve arkadaşları, da orada
otururlar. İstanbul’un ahalisi de Patrona’nın sesini oradan duymaya başlarlar.
Sosyal zamanı gösteren ve yazarın üzerinde uzun durduğu husus, “Reaya
Fukarası” deyimidir. Patrona Halil ve arkadaşları ilk toplantılarında bu deyimin
etrafında uzun tartışırlar. Patrona Halil, bu deyime göre nasıl davranacağını şu
şekilde özetler: “Reaya Fukarası gibi alçak gönüllü olalım. Kalemini padişahlığa ve
onun yardakçılarına kiralayan satılık şairlerin ne kadar alçaldıklarını bir an bile
hatırdan çıkarmayalım.” (s.27) Yazar ise bu deyimi o dönemin durumuna göre
açıklamaya çalışır: “Dikkat edelim «reaya fukarası» o devrin muteber metinlerinde,
fermanlarda, günlük hayatta kullanılan bir deyimdir. Üzerinde durmak gerek,
bunlardan yüzyıllar boyu kullanılan «reaya» deyimi aşınmış, ufalanmış, kaybolmuş,
ama «fukara» kalmış, halk yığını deyiminin temeli olarak onurunu sürdürmüştür,
sürdürmektedir.” (s.124)
XIX. Yüzyıl
Civelek Osman romanında olay 1826 yılının Haziran ayının on yedincisinde
başlar. (s.7–8) Olayın sonu belli değilse de vak’alardan aynı yılda sona erdiği
anlaşılır. Zira anlatıcı, olayın cereyan ettiği yılın 1826 olduğunu söyler. (s.7)
Romanda kronolojik zaman söz konusudur; olayların zaman akışını
bozmayacak bir şekilde tek bir geriye dönüş vardır. Anlatıcı, Yeniçeri ocağının
126
kaldırılmasını ve Civelek Osman’ın kaçışını aydınlatmak amacıyla bir hafta geriye
döner ve Osman'ın ağzından olayları anlatır: “Efendim, Zilkaadenin altısında,
yedisinde filân bir şeyler söylenmeye başladı. Bizim kışla acemi oğlanlara mahsus
olduğundan orta yoldaşları gibi havadis alamıyorduk. Yalnız, ağızdan kulağa, fısıltı
ile, Yeniçeriler İstanbul kibarlarının gözüne batıyormuş, Padişaha kötü anlatmışlar, o
da başka asker yazıyormuş, eşkinci mi, işkenceci mi.. dediler, eğer yoldaşlar, bu hali
kibarların yanına bırakırsa çok iştir, dediler. Lakin, bunlardan pek birşey
anlaşılmadığından, çocukluk da var, eve gideyim, belki babamdan birşey
öğrenebilirim dedim.” (s.30) Kışlaya gittikten sonra da olup bitenleri hatırlayarak
İzzet Beye anlatır: “Ben de kışlaya gittim. Zilkadenin dokuzuncu günü idi, öğleden
sonra Nakılcı ile Sarhoş Mustafa bizim Eski odalar gelip çabuk bir şeyler söylediler.
Aklımda kaldığına göre; Yoldaşlar, evlatlar, dedeler; bizlere gâvur talimi
yaptıracaklarmış. Biz böyle şey istemeyiz. Bunu isteyenlerle buna fetva veren başı
sarıklıların başını isteriz diye bütün yoldaşlar Et Meydanında Kazan-ı şerif altına
toplandılar. Sadrazam, Şeyhülislam taraflıları saraya toplanıyormuş. Üzerimize
gelecek olurlarsa sokak başlarında bölük bölük durup Et Meydanına salıvermeyin.
Korkmayın, ocağımız kıyamete kadar yanacaktır. Hacı Bektaş her zaman elimizden
tutacaktır.. diyerek çıkıp gittiler. Bir saat sonra çok kalabalık, heybetli bir tekbir
sedasıyle yerimizden fırlayıp dışarı uğradık, Şehzadebaşına çıktık”... “Fakat bir saat
sonra bir top sedası duyulunca iş biraz daha korkunç bir hale geldi. Bir vakit
yerlerimizden kalkamadık. Sessiz, sedasız birbirimizin yüzüne bakıyorduk. On
dakika sonra bir top sesi daha işittik. Biraz vakit sonra da sokakta türlü haykırmalar,
çığlıklar olduğunu duyunca pencerelere koştuk. Ne görelim: bütün orta ustalarıyla
Odabaşılar ve Çorbacı, Çorbacı yamakları türlü türlü adamlar tarafından yakalanmış
herbirini üçer, beşer adam döverek, sürükleyerek götürüyorlar. Aman yarabbi bizim
ustaları aldı bir korku. Çocuklar, evi yakın olanlar başının çaresine baksın dediler.”
(s.32–34)
Civelek Osman, olaylardan hakkında kendi babasının sözlerini hatırlar: “Gel
be Civelek, diye beni bahçeye çıkardı. Sözüme dikket et diye anlattı. Vezirler
Padişahı kandırmışlar, başka asker yazıyormuş. Başka krallara askeri gibi talim
yaptıracaklarmış. Neyse, biz bir şey demedik. Amma, herifler hadlerini bilmiyorlar.
127
Maşaları olmadığı hâlde Yeniçeri ocağını karıştırıyorlar. Ellerini yandıktan başka
kendilerinin de kurtulamayacağını hesap etmiyorlar. Bizim Nakılacı ile, Kafesçi
Kâhyasıyla, daha başka yoldaşlarla söz birlik ettik. Yarın ne olursa olacak. Siz de
tedarikli olun, dedi.” (s.31–32)
Anlatıcı, romandaki olayı kozmik zaman unsurlarıyla başlatır: “Haziran
ayının on yedisine rastlayan hafif bulutlu ve mehtaplı gecede bu Yenice Burnu
üzerindeki büyük kayaların arasında tek başına oturan ve bir şey bekliyor gibi arada
bir kara tarafına bakan bir kız görünüyordu.” (s.8) Burada söz konusu olan gece
olduğu için ay, zamana bir işaret olarak bir ehemiyyet alır. Aynı zamanda anlatıcı,
ayla duygular arasında bir bağ kurar: “Bir aralık ay buluttan çıkmış, her taraf
parlamıştı. Kız, deniz tarafına bakmak için yerinden biraz oynadı ve o anda:
- Ay.. aman! ..diye bir korku sedası çıkararak ayağa kalktı. Üzerine bir
titreme gelmişti. Dişleri takırdıyor, dizleri dermansızlaşıyordu. Ellerini şakaklarına
götürmüş olarak kayaların üzerinde düşercesine geriliyordu. Denizde gördüğü şey;
kayalıklara yaklaşmış yarı batık bir sandal, onun da kıç tarafında yalnız ayağındaki
uzun beyaz donla sırtüstü yatmış ve ellerini iki tarafa sarkıtmış genç bir ölü idi. Ay
biraz bulutlanıp tekrar açıldığı bir anda korkulu gözlerini gördüğü manzaradan
ayıramıyan kız:
- Vah yazık... ne kadar de güzelmiş, ne olmuş buna? Bu; ne baş, ne vücut
böyle? .. vah vah vah!.. derken kara tarafından duyduğu bir ayak sesine başını
çevirdi.” (s.9–10)
Romanda zamanla ile ilgili dikkat çeken unsur, yazarın zamanı ele alışıdır.
Romanda zamanla ilgili unsurlar genellikle ikiye ayrılır. Birincisi şehir, ikincisi ise
köyde kullanılan zaman belirleme sistemidir. Şehirde “saat” formu kullanırken köyde
“öğle-gece” formu kullanılır. Burada söz konusu olan zaman belirleme sistemleri
bulunduğu çevreye uygundur. Civelek Osman, İzzet Bey'in yanındayken olaylarda
“saat” formu kullanılır: “Güneş batmasına bir saat kala konaktan çıkılarak han
önünde hazırlanmış bulunan beşçifteye gidildi.” (s.46), “Bir saate kadar konuşulacak
hale gelecektir.” (s.27), “Bir buçuk saat sonra Hekim odaya gelerek hastadan haber
128
getirdi.” (s.28), “Yarım saat sonra gelen haber üzerine hastanın bulunduğu odaya
inildi.” (s.28), “İki saat kadar kürek çektim.” (s.37), “Yarım saat sonra” (s.15)...
Yazar-anlatıcı, köydeki olayları anlatırken köy hayatına yakın ve elverişli olan
“güneş” ve “sabah-akşam” formları kullanır: “İmralıya hava kararırken
varmışlardır.” (s.52), “Güneş yükselirken İmralıdan yola çıkılmştı.” (s.53),
“Sabahleyin uyandıkları zaman Osman ayakta, değirmendeki çırak Dimo ile konuşur
buldular.” (s.64), “Ertesi sabah Osman yine değirmenin içinde buldular.” (s.71).
Civelek Osman, İzzet Bey’in yanına götürülür, kendine geldikten sonra İzzet
Bey ile konuşarak Yeniçeri ocağının kaldırılmasını söyler: “Yarım saat sonra gelen
haber üzerine hastanın bulunduğu odaya inildi. Hasta el öpmek için ayağa kalkmaya
davrandıysa da İzzet Bey eliyle men'ederek yanına yaklaşıp oturdular:
- Kapı yoldaşı, bu elbise kendinin mi?
- Hayır efendim. Benim böyle elbisem olur mu? Ben çıplak olarak bir deniz
kenarı köye çıkmışım. Bunları o köyde giydirmişler.
- Pekâlâ. Senin kıyafetin nasıldı?
- Efendim, ben Civeleğim. Elbisem de Civelek elbisesidir. Tozluklu potur,
cepkenli aba, kırmızı takke üzerine sarılmış Trablus Kuşağı, belde silahsız
kemer, ayakta kırmızı burunlu sivri yemeni.
- Şimdi öyle elbise ister misin?
- Yok efendim. Üstümde olsa yırtar, atarım.
- Niçin?
- Yeniçerilik kaldı mı ya efendim?
- Ne oldu oğlum?
- Bilmiyorsunuz demek. Bu gün ayın kaçı?
- Zilkaadenin on üçü. (19 Haziran 1826)
- A... hiç bir şey duymadınız mı?” (s.28–29)
Anlatıcı, gece ile korku arasında bir bağ kurar: “Gecenin sessizliği arasında
hafiften esen rüzgârın çıkardığı küçük dalgacıkların şıkırtısıyle ay ışığının parıltısı
düşündürücü bir donukluk yaratırken insan ayağının pek de basmadığı böyle ıssız bir
kenarda böylesine bir ölüm levhasıyle karşılaşılması, bu gibi görüntülerle alışık
129
olanları bile ürpertecek bir hâldi.” (s.11), “- E... biraz ürküntü geliyor insana. Gecedir
de.. Hem bulutlu bir gece. Ay var amma buluta giriyor, çıkıyor. İnsana korku vermek
için gibi bir şey.” (s.70)
Civelek Osman, Yeniçeri Habib'in oğludur. Yeniçeri Ocağının kaldırılması
başlar başlamaz kışladan kaçar. İzzet Bey'ın yanında kalır. İzzer Bey, kendi oğlu gibi
onu sever. Osman köye gittiğinde bir süreye değirmencinin evinde kalır. Despino
onu sever. Despino'nun, Osman’ı sevdiği için işkenceye uğrar. Despino İslamiyete
girdikten sonra Osman ile evlenir. Roman kıyafet başta olmak üzere sosyal zamanla
ilgili unsurlarla zengindir.
Romanda ilk rastlanan kıyafet, Despino’nun elbisesidir: “Yakından
incelenebilirse; uzun lapiska saçlı, çıkar gözlü, müterımlar yapan ağlı bir şalvar
giymiş, etekleri şalnasip vücutlu bir Rum dilberi olduğu anlaşılacak bulunan bu kız,
zamanın ve köyünün adetine göre topuklarına kadar inen ve belinde de geniş
kıvrımlar yapan ağlı bir şalvar giymiş etekleri şalvarın içinde bulununa kısa entarisi
mide hizasında ilik ve düğmelerle tutturulmuş, onun yukarısındaki boşluğu da
işlemeli bir gömlek kapatmış bulunduğu, bunların üzerindeki kısa kolu mintanın iki
taraf güğüslerinde ‘Şemse’ denilen ortası püsküllü tekerleklerin de kızın giyimini
tamamlamış olduğu görülürdü. O tarihlerde müslüman ve hıristiyan, varlıklı ve orta
halli kadınların başında inciden yapılmış ‘Fırla’ denilen kurabiye biçimi bir zinet
eşyasıyla memduhiye altınlarının bir şerit üzerine dikilmesiyle yapılan baş altınları
da bulunagelirdiyse de gece vakti bir kazaya uğramamak düşüncesiyle olacak, kızın
üzerinde böyle bir süsleme eşyası görülmüyordu. İkiye ayırdığı saçlarını topukları
hizasına kadar örüp sarkıtmış, başına da sadece sarı renkli ve çiçekli bir çenber
bağlamıştı.” (s.8–9)
Romanda kıyafetle ilgili dikkat çeken husus, her vazifenin özel kıyafetidir.
Civelek özel kıyafeti ortaya çıkar. “Efendim, ben Civeleğim. Elbisem de Civelek
elbisesidir. Tozluklu potur, cepkenli aba, kırmızı takke üzerine sarılmış Trablus
Kuşağı, belde silahsız kemer, ayakta kırmızı burunlu sivri yemeni.” (s.29)
130
Aynı şekilde “levent” elbisesine de vurgu yapılır: “Tozluklu şalvar, camdan
yelek, cepken filan yapılsın. Başına göre püsküllü Tunus fesi alın. Beline kuşak
bulun. Saraçtan silahlık, fişnek katıları, enam kesesi filan redarik edin.” (s.40–41)
Civelek Osman, İzzet Bey yanındayken görüşünü değiştirmek amacıyla başka
bir kıyafet giyinir: “Kapı içindeki iskemlelerin üzerine sırmalı bir silahlık, altın
işlemeli bir çift tabanca, som saplı ve mercan işlemeli bir bıçak, sırmalı bir en'am
kesesi, sırmalı camadan ve cepken, altın kopçalı tozluk, çuha şalvar ve bir de süzme
ipekten dokunmuş Trablus kuşağı konulmuştu. Osman kendi üzerindeki elbise ve
takımları çıkarıp onları geydi ve takındı. Trablus kuşağını da Tunus fesi üzerine sarıp
saçaklarını yandan sarkıttı.” (s.45–46)
Yazar, Türk kültürüne özel olan efelikten74 söz eder: “Kır yerlere pek
güvenilmez. Türlü huyda insanlar olur. Hırsızı olur, eşkıyası olur. Üstünde para ile
oradan geçecek yolcular vardır, korkarlar. Hem oranın güvenini sağlamak, hem gelip
geçenlerin de kalbine kuvvet vermek için böyle derbentler yapılmıştır. Bunlar
oralarda korkulacak münasebetsiz kişilerin dolaşmasına meydan vermezler.
Yolculardan istiyenlere de gidecekleri yere kadar arkadaşlık ederler… Kendi yanına
bu gibilerden aylıklı yasakçı tutanlar bile vardır. ” (s.92), “Türlü gurbet uşakları hep
böyle işlere kapılanmak için dolaşırlar. Aydın gibi, Tavas gibi efeler, zeybekler
yetiştiren yerlerden gelenler de çoktur. Bunların birazı da memleketlerinde elinden
kaza çıkmış, türlü vukuatın içinde bulunmuş kimselerdir. Ya cezaya çarpılmaktan
kaçmıştır, ya bir şeyden içi burkulmuş, memleketini gözü görmemiştir. Vilayet aşırı
yerlere giderler. Koruculuk, bekçilik etmekten başlayıp para sahibi olanlar; mal,
mülk edinenler de olur hani.” (s.92–93) Ali Efe’nin kıyafeti de o dönemdeki Efe’nin
kıyafeti ile ilgili bize bilgi vermiş olur : “O gün özenerek geydiği mavi çuha çepken
ve şalvarla, beline sardığı Trablus kuşağı üzerine takındığı gümüş kaplama silahlık
ve ona taktığı işlemeli bıçak ve tabancalarla, telatin deriden yapılma gömüşlü fişenk
74 Efe; özellikle batı Anadolu köy yiğidi, zeybek topluluklarının başkanına verilen isim. Halk arasında“ağabey” anlamında kullanılır. Osmanlıların son zamanlarında, devlet otoritesine karşı kendilerinidağların hâkimi îlân eden çete başları için de “efe” kelimesi kullanılmıştır. Ekserisi kânunkaçaklarından meydana gelip, dağlara çıkan zeybekler, aralarında yiğitlik, mertlik, cesâret gösterenibaşkan seçerek, ona efe derler ve tâbi olurlardı. İstiklâl Savaşı zamanında Yörük Ali, Demirci MehmetEfe gibi efeler, düşmanla çete savaşları yaparak çok faydalı olmuşlardı. “Efe” madde, Yeni RehberAnsiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.6
131
kataları, enam kesesi, püskül saçaklı ve aynalı çanta ile, dizlerinin üzerine yatırdığı
gümüş bilezikli ve tokmak kundaklı şişhane ile, ayağındaki özengili çizmeler ve
başında mukavvalı fes üzerine sarılmış ipekli kefiye ile, bir elindeki sadefli 'Eğri
kama' denilen tütün alır meşin kese ile olur olmaz cesur kimseleri bile ürkütecek bir
gösteriş taşıyordu.” (s.117–118)
İzzet Bey, padişaha gitmek için bir kayığı biner: “Hamlacıların selâm vaziyeti
arasında kayığa binildi. Bu kayığın arka tarafına doğru etrafı parmaklıklı ve üzeri
tenteli bir oturma yeri yapılarak minderle döşenmiş, daha arkada yine minderli bir
dümen idare yeri tertip edilmişti. Adı beşçifte olmakla beraber balık avlarında
kullanılan o tertip kayıkların bir buçuk misli kadar büyük, hafif bir saltanat kayığı
gibi bir şeydi. Tüfenkçibaşı ile Osman dümencinin yanına oturdular. Hamlacılar da
kendilerine göre olan resmî elbiseleriyle pek gösterişli idiler.” (s.46) İzzet Bey de
padişahla görüştükten sonra saraydan çıkar: “İzzet Bey yer öperek ve geri geri
çekilerek dışarıya çıkmıştı. İdare hükmü yerine getirildikten sonra İzzet Bey dahilî ve
haricî ne kadar hademe varsa sandıklardan çıkardığı akçe keseleriyle kendilerine
bahşiş verdi. Kayık rıhtımdan açıldığı sırada hamlacılar el ve kürek hareketleriyle
sarayı selamlarken saray takımı da rıhtıma düzülerek kayığı saygılı davranışlarla
uğurlamakta idiler.” (s.51)
Sosyal zamanla ilgili olarak da sosyal yetiştirmede kullanılan cezalar da
ortaya çıkar. İzzet Bey, mahalle mektebi gibi falaka terbiyesini uygular. Ona göre
falaka terbiyesini yapmakta fayda var: “O değneklerde çok az kimsenin hatırı
sorulur. Yalnız, onların köşede durması memleketin asayiş ve intibatını, ahlak ve
iffetini korumada büyük kolaylık sağlar. Onlar sayesindedir ki bizde suç işlemeye
pek cesaret edilemez ve kimse kimseye yan bakamaz. Hıristiyan delikanlıları bile
nişanlısının evine gidemez.” (s.49–50) Bu terbiye sayesinde bir Hıristiyan,
nişanlısının evine giderse ayaklarına yüz değnek vurulur: “Kara Yorgi'nin oğlu
nişanlısının evine giderken Danacı görüp Beye haber verdiği için ayaklarına yüz
değnek vurulduğunu sen de bilirsin. Çocuk hâlâ topallıyor.” (s.14)
Civelek Osman, sosyal zamanla ilgili unsurlar bakımından zengin bir roman
olduğunu söylediğimiz gibi de yazar, romanındaki baş olay olan Yeniçeri ocağının
132
kaldırılmasını anlatırken o dönemin sosyal açılarını gösterir: “Bey, İnce Ermeni'nin
alamanası geldi. İstanbul'da Yeniçeri ocağının kaldırmışlar. Sancak-ı şerifi Sultan
Ahmet camisinin minberine dikmişler. Boğaz askeri, Saray takımı, topçular ilan...
bunların yanında bütün İstanbul ahalisi, ulemasıyla, esnafıyla, işçisiyle,
medreselisiyle yürüyüp gitmişler. Kışla kapıları Topçubaşı Kara Cehennem Ağanın
attığı güllelerle kırılmış, bütün yoldaşları karakullukçularıyla Aşçı ustalarıyla,
kazancılarıyla öldürülüp Sultanahmetteki çınarın altına atmışlar. Bizim,
Yenikapı'daki kahveci Mustafa Ağayı Celladın elinden zor kurtarmışlar, İnce'nin
kayığına koymuşlar amma dil, ağız vermiyor. Pek fena baygın. Civelek Murad'ı da
gençliğine acındırarak Celladın önünden kaldırmışlar. İnce'nin alamanasıyla o da
gelmiş.” (s.25–26). Bunun yanında romanda dikkat çeken başka konu da unvan ve
sembollerin kullanılmasıdır. Kahramanların adları ve vazifeleri Osmanlı Devletinin
idare sistemini gösterir: Civelek, yeniçeri, odabaşı, mubaşir, çavuşbaşı, kahya,
bayraktar, kale muhafızı, tüfenkçibaşı…
Türk kültürüne ait olan çarşılarda bulunan hamamlardan da söz edilir. “Çarşı
hamamına gider gibi oradan topluca geçen yaşmaklı kadın kafileleri de o günlerde
pek çoğalmıştı.” (s.41)
Hilâl Görününce romanı, 1853–1856 yıllarında yapılan, Kırım savaşı75 adıyla
da anılan Osmanlı-Rus savaşına ve Kırım Türklerinin topraklarına sahip çıkma
mücadelesine dayanır.76
Romanda sadece beş tarih kaydedilmektedir. Kaydedilen beş tarihten dördü
olayların içinde değil, romanın bölümlerinin bir başlık olarak kullanılır. Onlardan
ilki, 1853 yılıdır. Zaten roman bu tarihte başlar. (s.13) En son verilen tarih ise 1856
yılıdır. (s.373) Böylece romanın olayları, 1853–1856 yıllarının arasında cereyan eder.
75 Kırım Savaşı (1853–1856): Rusların ele geçirdikleri Eflâk ve Boğdan’dan çıkmaması üzerineMüttefik (Osmanlı, İngiltere, Fransa, Piyemonte, Avusturya, Prusya) orduları ile Rus ordusu arasındaKırım yarım adasında yapılan savaş. Savaş 3 yıl sürdükten sonra Rus ordusunun yenilgisi ile bitti. Busavaşı “Paris Barışı” bir sonuca bağladı. Kars Bölgesi Osmanlılara iade edildi. “Kırım Savaşı”madde, M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.23476 Muharram Kaya, Türk Romanında Destan Etkisi, T.C. Kültür ve Türizim Bakanlığı Yayınları,Ankara, 2004, s. 300
133
Romandaki kronolojik zaman çok muntazam bir şekilde ilerlemektedir. Söz
konusu zamanın akışını bozacak geriye dönüş veya geleceğe sıçrayışlar da yoktur.
Bunun yanında yazarın tarihleri bir başlık olarak kullanması, hem olayların zaman
zincirine daha da sağlamlık kazandırır; hem de olayların ne zaman başladığını ve
nereye gittiğini iyice açıklar.
Romanda kaydedilen tarihler dışında kronolojik zaman seyrini göstermek için
“gün” formu pek kullanılır: “O gün” (s.15, 148, 149, 155, 261, 275, 368, 386, 418),
“Bugün” (s.86, 89, 136, 160, 234), “Ertesi gün” (s.91, 123, 136, 169, 395, 408, 417),
“O günlerde” (s.196, 349, 351, 368, 390, 417, 418), “Birgün” (s.204, 207, 287, 301,
421), “Her gün” (s.207, 238), “Birkaç gün sonra” (s.270, 303), “O günden sonra”
(s.278, 279), “Üç gündür.” (s.361)… Geçen örneklerdeki “gün” formlarına
baktığımızda daha az ya da daha çok tercih edilen formlardan romanın kronolojisinin
akışına dair genel bir fikir alabiliriz.
Yazar, romandaki zamanın seyrini bir tarihçinin titizliğiyle dikkat eder. Bazen
de kahramanları konuşturarak olaylarla ilgili zamanın belirlemeleri vermeye çalışır.
Okuyucu, bu belirlemeler sayesinde romandaki zamanın akışını hiçbir zaman
kaybetmez. Yazar, böylece romandaki zamanın zincir halkalarını ustalıkla kurmuş
olur: “O günlerde konuşulanlar hep Şahbaz’la ilgiliydi. Çok geçmeden bir başka
haberle bu sevinç gölgeleniverdi. Eylül başlarıydı. Ruslar, Kırım’a asker yığmaya
başlamışlardı. Süvariler, top arabaları, piyadeler Kırım Türkünün yüreğini eze eze
yollardan geçip gidiyorlardı. Ortalığı, onların bağırtıları, tekerlek gürültüleri, nal
sesleri kaplamıştı. Toprağın son yeşili, onların ayakları altında eziliyor, sönüyordu.
1853 baharından beri süren Osmanlı Rus harbi burada düğümlenecek veya düğüm
burada çözülecekti.” (s.196)
Roman Nizam Bey’in etrafında oluşur. Romanda geçmişi temsil eden Nizam
Bey’dir; ama iş bununla kalmaz. Olaylar geliştikçe Nizam Bey, Kırım’ın şimdiki
zamanında önemli bir rol oynamaktadır. Kırım savaşı başlar başlamaz, Kırım
Türklerinin arasında ilk tepki gösteren odur. Ve Kırım’ın geleceğini hep düşünür,
çocuk büyük dinlemeden hep millî şuurla dolan ecdat hikâye ve destanlarını anlatır.
134
Böylece romanın kahramanlarının arasında geçmiş, hal ve geleceği birleştiren kişi,
Nizam Bey’dir.
Yazar, bazen de olayların zaman akışını göstermek için bir başka olaya göre
zaman belirtilerini verir. Verilen zamanın belirlemeleri, bir süreye Giray’ın
öldürülmesine bağlı bir şekilde kalır. “Giray’ın ölümünden bir hafta sonra…” (s.351)
Kozmik zaman unsurları, romanda pek çok rastlanan unsurlardandır. Belki
romanda anlatılan yaşama türünün, köy hayatını temsil ettiği için olaylarda kozmik
zamana dayanılır. Bilindiği gibi köyde zaman belirlemelerin çoğu, güneş hareketine
bağlıdır. Bunun için romanda, olaylarda vaktini ayarlamak için bolca sabah, öğle,
akşam gibi belirlemelere rastlarız. Onlardan bazı belirlemeler, yazar tarafından
kalıplaşmış hale getirir ve romanın birçok yerinde sıkça kullanılır: “Gün sönmek
üzereydi” (s.13, 102, 168, 340), “Gün batmak üzereydi” (s.355), “O gece” (s.134,
152, 180, 276, 301, 305, 321, 352, 405) “Sabah” ve “Akşam” formları ise romanın
zaman seyri içinde onlarca kullanılır: “Sabah” (s.19, 93, 153, 178, 207, 238, 280,
348)… “Akşam” (s.146, 228, 341, 352, 357, 390)… Geçen örneklerde gördüğümüz
kozmik zaman belirlemeleri, romanın tabii seyri içinde kullanılır.
Söz konusu kozmik zamanla romanın genel seyrini gösteren şu örneği
verebiliriz: “Her gün oradaydı. Bazı zamanlar, Tepegerman eteklerine vardığında
göğün yıldızları bile kaybolmamış olurdu. Yahut tek başına göğe asılı duran çoban
yıldızını görürdü. Kocaman, iri bir yıldız… Uzaktan uzağa çakalların sesini duyardı.
Sabahın serinliği onu kendine getirirdi. Islak toprağın kokusu… Sonra karanlık açılır,
gökyüzünün karanlığı menekşe rengine dönerdi. Uyuyan kuşlar uyanır, Nizam
Dedenin yakınından öte uçarlardı. İhtiyar, bir ağacın dibine çöker, ağzını çıkarıp bir
şeyler attıktan sonra hemen işe koyulurdu. Her sabah bir önceki günün yorgunluğu
kollarında olurdu. Etleri dökülüyor gibi acırdı, ağrırdı. Tutulmuş kasları, bir süre
sonra, çekiç salladıkça açılır, ağırları yavaş yavaş dinerdi. Dinmezdi de o,
alışıverirdi.
Gün gittikçe, o hırçın kayalara benzemeğe başlamıştı. Onların bir parçası
olduğunu hissediyordu.” (s.207–208)
135
Yazar, olayları daha da aydınlatma ve ruhî durumları gösterme görevini,
kozmik zamanın üstüne atar. Yazar, romanda bütün tasvirlerini kozmik zaman
unsurlarına dayanarak ustalıkla yapar. Yazar, ayı, Arslan Bey’in üzüntüsüyle
birleştirir: “Arslan Bey kalktı. Avluya çıktı. Ay epeyce yükselmişti. Ortalık sabah
alacasına dönmüştü. Toy bitmiş, çerağlar sönmüştü. Hamza Baturla Halime bir
yastığa baş koymuşlardı. Arslan Bey gözlerini aya dikti. Kollarını açıp gerindi. Sonra
yumruklarını sıktı. Üstünde tek bir bulut lekesi olmayan aya doğru kollarını uzattı.
— Hey koca ay! diye bağırdı. Uyut beni! Yaklaş da başımı göğsüne dayayıp
uyuyayım. Alevli, apak göğsüne..” (s.153–154) Yazar, adeta Arslan Bey’in iç
duygularını anlatmak için gök, gece ve ayı kullanır: “Ortalık kararmıştı ama,
gökyüzü hâlâ ölgün bir maviyi korumağa çalışıyordu. Üzerine incecik bir hilâl
çizilmişti. Ağır ağır yürüdü. Şirin’den hiç ses çıkmamıştı. Arslan Beyi üzen buydu.
Üzüntüsü gitgide öfkeye dönüyordu.” (s.392)
Yazar, kozmik zamanı sadece olumsuz duyguları anlatmak için kullanmaz,
ama aynı zamanda olumlu duygular ve huzurla birleştirir. Nizam Bey, Kırım’ı
savunmak için demircilik işine döner. Nizam Dede’nin, bu sıralarda ümitleri yeniden
doğar. Yazar, Nizam Dede’nin duyduğu huzuru, tabiat unsurlarıyla bütünleştirir.
(s.207) Yazar, Nizam Bey’in ısrarını da tabiat unsurlarıyla ortaya çıkarır: “Issız
çayırda rüzgâr, ürperti veren bir hışırtıyla dolandı. Nizam Dede yüzünü göğe çevirdi.
Kurşun renkli bulutlar bir taraftan bir tarafa sürükleniyorlardı. Bu kurşun renkli
ağırlığın altında bir an ezileceğini sandı.” (s.226)
Yazar, yaptığı tasvirlerde Kırım’ın tabiat güzelliğini yansıtmayı da unutmaz.
Yer yer Kırım’daki muhteşem tabiat manzaralarını da tasvir etmeye çalışır:
“Yukarıdaki bozkır, baştan başa güz yeşilini kuşanmıştı. Salgır, Alma, Çorgona,
Belbek, Kaçı, Bulganak suları köpüre köpüre akıyorlardı.”…“Bahçesaray baştanbaşa
yaz sonunun renklerini kuşanmıştı. Ağaçlar, renkten renge geçen kıpırdanışlar
içindeydi.” (s.155), “Çürüksu ağır ağır alıyor, güneşin uzandığı çayırlarda, boylanmış
otlar arasında gelincikler kıpırdıyordu. Sabahın bıraktığı çiğ otların üzerinden henüz
silinmemişti. Bahçesaray, Samuel’in mücevherlerine gölge düşürecek bir
güzellikteydi.” (s.324)…
136
Romanda Kırım Türklerinin yaşantı ve gelenekleriyle ilgili canlı tasvirler
vardır. Aile içi ilişkiler, tepreş günü, düğün, doğum, ölüm, savaş, yardımlaşma gibi
Türk’e has hasletler; at, silâh, demircilik; Kırım edebiyatının zengin destan, çın,
bilmece, ninni, türkü geleneği hürriyet mücadelesi ile birliktedir.77 Roman bu açıdan
tarihî sosyal zamanın unsurlarıyla pek zengin bir romandır.
Romanın tarihî sosyal zaman bakımından en önemli olgu, Müttefik (Osmanlı,
İngiltere, Fransa, Piyemonte, Avusturya, Prusya) orduları ile Rus ordusu arasında
Kırım’da yapılan savaştır. Kırım Türklerinin, Osmanlı Devletindeki Türk
kardeşlerini sabırsızlıkla beklediklerini, savaş esnasında da destek verdiklerini
görürüz. Osmanlı ordusunun Kırım’a vardıktan sonra Kırım Türkleri çok sevinirler.
Nizam Bey, Eski Yurd’un ileri gelenlerini toplayarak Osmanlı ordusuna nasıl yardım
edeceklerinden söz eder. (s.229–235) Arslan Bey ise, Osmanlı ordusuna hem
kılavuzluk yapar, hem de yardım eder. (s.241)
Romanda yazar tarafından esas alınan tarihî sosyal zamanın unsuru, Kırım
Türklerin gelenekleridir. Zaten yazarın romandaki amaçlarından biri, bu Türklerin
gelenek, örf ve adetlerini canlandırarak yeniden gündeme getirmektir. Türklerin sofra
geleneklerinden olan ayran ve pekmezin, romanda bulunduğunu görürüz. Misafirlere
ayran verilir. (s.239) Arslan Bey, Şirin’i bir yere gitmesini ister, ama Şirin, o gün
komşu kadınlarla pekmez kaynatacağını söyler. (s.418)
Yazar, birçok Kırım Türklerin geleneklerini kapsayan Tepreş gününden söz
eder. Bütün bu gelenekleri, yazar tarafından ustalıkla bir araya toplanarak Kırım
Türklerin geleneksel ve kültürel hayatı canlandırılır. Yazar, ilk olarak tepreş
kelimesinin anlamını şu şekilde açıklar: “Hıdrellezde kırlara çıkmak (teferrüç).”
(s.76) İlk andan itibaren Tepreş günü, çok özel bir bayram olarak takdim edilir:
“Bugün tepreş günüdür. Hıdrellezdir. Bakalım Hızır Aleyhisselâm, kimine
görünecek? Sabahtan kurbanlar kestirdik. Çocuklarımıza ilâhiler okuttuk. Öğle
namazını kılıp kırlara yayıldık. Maylı kalakayların ve kuzu etlerinin kokusu her bir
yana yayıldı. Bugün dua ve dilek günüdür. Delikanlıları, evlenme çağına gelmiş
77 Hülya Eraydın Argunşah, Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihiyle İlgili), s.337
137
kızların karşılıklı çın söyleyecekleri bir gündür. Dilekler dualar kabul olsun, gönüller
hoş olsun.” (s.76–77) Kadınlar da kazanların başında durarak başörtüleriyle türküleri
söylerler. (s.79) Çocuklar ise, Nizam Bey’in etrafında toplanırlar. Nizam Bey, onlara
bilmece ve destanları anlatır. (s.77–84) Nizam Bey, millî şuurla dolan destanları
anlatırken büyükler bile dinlerler. (s.84)
Türk geleneklerinden olan güreş, tepreş gününde uzun durulan meselelerden
biridir. Tepreş gününde halk, güreş meydanında toplanır, değişik boylardan gelen
pehlivanların etrafında halka şeklini alır. “Bu sırada, kalabalığın içinde iki bala çıktı.
İkisi de genç kalmanın telâşı içinde, alı al moru mor meydana koştular. Ortalığı, bir
gülmedir aldı. Rüstem Hoca,
- Vay, bu yiğitler de nerden çıktı? dedi.
Davulcu tokmağını şimdi daha hızlı, daha coşkun vuruyordu.” (s.81) İlk
olarak Nizam Bey, güreşin kurallarını açıklar. Güreşte iki eli kavuşturarak rakibi
sarmak, ayaktan tutmak yasak olduğunu söyler. Başka bir taraftan da güreşi
kazanacak pehlivanlar için çevre ve mendilden, kuzu ve koça kadar çeşitli
armağanlar hazırlanır. (s.81) Bundan sonra güreş başlar, birinci ve ikinci boydan
gelen pehlivanlar güreşip, armağanlarını aldıktan sonra seyirciler yeniden çayıra
dağılırlar. Bu arada sofralar kurulur. (s.83) Arslan Bey’ın, Kırım’ın namlı
pehlivanlarından biri olduğunu öğreniriz. (s.97) Şahbaz Bey, hapishaneye
Gregoroviç’in yüzünden atıldıktan sonra Arslan Bey, Şahbaz’ı hapishaneden
çıkartmak için Gregoroviç’e gider. Arslan Bey, Gregoroviç’in adamıyla güreşme
teklifini kabul eder. Bu teklife göre Arslan Bey kazanırsa, Şahbaz Bey sebest
bırakılır. (s.174–177) Arslan Bey de güreşi kazanır. (s.191–193)
Türk geleneklerinden olan ciritten de söz edilir. Nizam Bey, kendi atı
Dilâra’yı düşünür. Savaşın bittiğini, Rusların Kırım’dan çekildiğini diler: “En güzel
otları aramağa tokay yerlere çıkacaklardı. Tayı cirit için yetiştirecekti. Bahadır iyi bir
ciritçi olacaktı. Akmescit’te, Gözleve’de, Canköy’de onu koşturacaktı. Bozkırda…”
(s.291)
138
Ciritle ilgili olarak ve yine de Türk geleneklerinden olan atın önemi, romanda
özel yer tutar. Roman Nizam Bey’in, atı aramak amacıyla hayvan pazarına
gitmesiyle başlar. (s.13) Arslan Bey, kendi atı Salgır’ı Nizam Bey’in atı Dilâra ile bir
araya getirmeyi ister. Ona göre ikisi arap attır, birbirine denktir. (s.135) Roman
içinde atla ilgili bilgiler de verilir. Arslan Bey, çocuğuna atların on bir ayda
kulunladığını söyler. Atları su içtirmesinde neyi gerektiğini de izah eder. (s.153)
Giray, Kırım Türklerinde atın önemini şu şekilde açıklar: “Atı ilk terbiye eden biziz.
Ömrümüz at üzerinde geçmekte. Atları herkesten daha iyi tanırız.” (s.198)
Nizam Bey, Kırım savaşı başladığında demircilik işine dönüp silâhları
yaptırmaya başlar. Giray ise babasının yaptığı bıçakların birdankalarla boy
ölçebilemeyeceğini söyler. Birdankanın, Ruslarda kullanılan yeni bir silâh olduğunu
ilave eder. (s.226) Böylece bu dönemdeki kullanılan silâhlarla ilgili bir bilgi verilmiş
olur.
Kırımlarda düğün ise Türklerin kültür ve geleneklerine göre yapılır. Düğün,
birkaç gün sürer. İlk olarak kına gecesi ortaya çıkar. Gelin, eline ayağına kına yakar.
(s.149) Yazarın düğünde üzerinde uzun durduğu nokta, “Güvey traşı”dır. Yazar,
“Güvey traşı”nın gününü şu şekilde işler: “Giray misafirleri selâmlayıp, ‘Cümleten
hoş geldiniz.’ dedikten sonra Hamza Baturu aradı. Topluluğun arasından Nizam
Dedenin sesi yükseldi.
- Güveyi çağır hele!
Hamza Batur misafirhanedeydi. Misafirler, hep bir ağızdan,
- Gelsin gelsin, güvey gelsin! Gelmeyecek olursa, haber versin, dediler.
Bu sesleri Hamza Batur işitti. Davetin üç defa tekrarlanmasını bekledi. Daha
sonra ortaya çıktı. Kalabalık Hamza Batura alkış tuttu. Hamza Batur kızardı. Önüne
baka baka yürüyüp, açılan yere oturmadan önce,
- Selamünaleyküm, dedi. Hoş geldiniz! Toyuma şeref verdiniz. Ben
geldim, berber hani?
139
Giray kalabalığa dönerek,
- Çağırın şu berberi! dedi.
Misafirler,
- Gelsin gelsin, berber gelsin, diye bağırdılar. Gelmeyecek olursa haber
versin.”… (s.149–150)
Yazarın kullandığı dipnotlara baktığımızda romanda tarihî sosyal zamanın ne
kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. Yazar, roman boyunca elli dipnot kullanır,
onların çoğu romanda yazılan Kırımca kelimelerin Türkçe karşılığıdır. Bazıları da
Kırım Türklere özgü olan şiir şekilleri, geleneksel yemekler ve örflerdir. Böylece
yazar, Kırım Türklerin gelenek ve dilini ortaya koymuş olur.
Dağlı (Dargo) romanında vak’a, Şeyh Şamil’in Ruslara karşı mücadelesini
anlatır. 1859 yılındaki Ruslarla yaptığı anlaşmayla sona erer. (s.126) 1834 yılında
Dağıstan’daki mücahitler hareketinin önderliğine geçtiyse78, böylece romanda vak’a
zamanı 1834- 1859 yıllarını kapsamaktadır.
Romanda zamanın tabii akışı bakımından da yazar, sadece iki net tarihi
kaydetmiştir. Bunun dışında romanın kronolojik zamanını tarihî olaylardan takip
etmek zorunda kalırız.
Albay Vorontzof, 1843 yılı Mayıs’ında Şamil ve arkadaşlarını takip ederek
Gerzel Karargâhından hareket eder. Bunu kolay olduğunu hayal ederdi, ama
istediğine varmadan bu topraklarda aylar geçer. (s.26)
Albay Vorontzof, dağlardayken hızlı bir neticeyi ister. Beklediği hedefe
ulaşmak için elinden geleni yapmaya çalışır. Keşif için gönderdiği askerler döner
dönmez akşam üzereyken şaşırtıcı bir şekilde hücum emrini verir: “Nihayet
beklediğim an geldi.
78 “Şeyh Şamil” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.18
140
Elleri arkasında biraz gezindi, geldi yüzbaşının önüne çakıldı.
Saldıracağız yüzbaşı.
Efendim? Saldıracak mıyız buyurdunuz?
Evet, öyle buyurdum, saldıracağız.
Fakat akşam çökmek üzere.
Saatini çıkardı albay:
Daha bir saat on sekiz var yüzbaşı. Kesin netice almamız için yeter de artar
bile.” (s.22–23) Yüzbaşı Poltorazki ikazına rağmen Albay Vorontzof mağrur bir tavır
ile kabul etmez. Şeyh Şamil ise bu adamın gururundan faydalanarak oradaki Rus
askerlerinin çoğunu imha eder: “Karanlık bastırmıştı. Rus askeri hâlâ ağaçlara ateş
ediyorlardı. Şamil’in kuvvetleri ise son derece dikkatli hareket ediyor” “Geceyarısı
vuruşmalar kesileceğine arttı. Dağlıların bazı Rus birliklerini kıskaca alıp imha
ettikleri haberi geldi. Albay Vorontzof akşam vakti hücuma kalkmakla çılgınlık
ettiğini anladı.” “Sabah açtı”…“Bütün birliklerden felâket haberi artarda
yetişiyordu.” (s.32) “Düne kadar on bin piyade, bin kazak süvarisi ve toplardan,
tüfeklerden müteşekkil ordusu... Şimdi ise bir enkazdan ibaretti.” “İkinci bölük
mahvoldu, birinci tabur bütünüyle imha edildi, sekizinci takım meydanda yok.”(s.33)
Bu vak’anın tarihinin 25 Temmuz 184579 olduğunu biliriz.
Artık askeri güçle dağlıları sindiremeyeceklerini anlamış olan Çar naibi Prens
Vorotzof, birbirlerine düşman etmeyi teklif eder. Hacı Murat olan Şamil’in sağ
kolunu ve diğer müsait olanları da kesmek isterler. Ruslar, Şamil’in imamlığı
gasbettiğini yaymaya çalışıp bütün Kafkasya’da İftira ve yalanlar dağılmaya başlar.
(s.67- 68) Dağlıların bazı safları inanır, Şamil gitsin diyenler de olur. (s.69–70) Hacı
Murat ise evvelde inanmaz, sonra inanır. (s.75–76 ) Ruslara gider, onlarla bir
79 Şeyh Şamil’in Ruslara karşı kazandığı zaferlerin en meşhuru Darga Savaşıdır. Bu savaşta Voronzofkomutanlığında Rus öncü birliği, mücahitler tarafından büyük bir zâyiat uğrayarak telef edildi. “ŞeyhŞamil” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, 18. Cilt, s.269.
141
anlaşma yapar. (s.92–93) Yaptığı anlaşmanın tarihi 185180dir. Hacı Murat, Ruslarla
anlaşma yaptıktan sonra bir tuzağa girdiğini anlar. Nisan’ın yirmi beşinci günü
adamlarıyla Çar’ın sarayında avluya çıkar. Prens Vorontzof ise onların takibine bir
müfreze çıkarır. Nihayette birkaç gün sonra Hacı Murat ile adamları birlikte
öldürülür.(s.95–98)
Kırım Savaşı (1853–1856) bitmiştir. Çar I. Nikola ölüp, yerine II. Aleksandr
geçer. Kırım Savaşı sonrası ise dağlılar için yazarın tabiriyle felâket günleridir. Yeni
Çar, bir şubat günü kendi sarayına Prens Vorontzof çağırır, bitir işaretini verir.
Dağıstan tamamen sarılır. (s.99–100)
Rus ordusu, kırk bin asker ile Şamil’in son karargâhı olan Gunib Kalesine
ulaşır. Şamil yanında sadece birkaç yüz mücahit bulunur. Durum, Şeyh için çok
zordur. (s.119–120) Nihayette Şeyh Şamil 6 Eylül 1859 Ruslarla bir anlaşma yapar.
(s.126)
Romanda kozmik zaman unsurları, zamanın tabii akışı içinde kullanılır. Söz
konusu olan kozmik zaman unsurlarının çoğu güneş hareketine bağlıdır: “Öğleden
sonra” (s.48), “Akşamüzeri bitti” (s.57), “O akşam mescide çağırdılar.” (s.71), “Bir
akşam vakti…” (s.116), “Bir sabah açar açmaz.” (s.123), “Bir şafak vakti” (s.78),
“Bir öğle üstü.” (s.113)…
Hacı Murat’ın Rusları anlaşmak için gittiğini öğrenmiş olan Şeyh Şamil,
Ruslara sert bir ders vermek ister. Bunun üzerine Temirhan Şüra’ya hücum ede: “Bir
şafak vakti Kafkasya’nın hürriyet meşalesi, önde ışık adam Şamil olduğu halde
General Gurko’nun karargâhı Temirhan Şüra önünde çaktı.” (s.78) “Yardı kalenin bir
yanını, sürekli ateşle bunaltıp tamir etmelerine de imkân vermedi. Akşama doğru
yorgun, bitkin yere uzandı.” (s.89)
Romanda her ay toplanan köy meclisi zamana sosyal bakımından işaret eder.
Toy Cafer, Şeyh Şamil’in mücahitlerine katılmak için aylık toplantısında olan köy
meclisine gider. (s.37) Ona benzer olarak bir örnek de vardır: köylerin mescitlerinde
80 a.g.e. s. 269
142
savaş haberleri tartışılır. (s.71) Ulema meclisi de bunlara benzer. Gunib Kalesi
muhasara altındayken Şeyh Şamil’in annesi Ruslarla konuşur onların teslim teklifini
oğluna söyler. Bunun üzerine Ulema Meclisi toplanır, örfi kanunlara göre yüz sopa
vurulmasını karar verir. (s.122–123)
Hacı Murat Rusya’ya gittiğinde Çar, naibine onu kral gibi karşılamasını
emreder: “Onu bir kral gibi karşılamanızı istiyorum sayın generaller. Toplar atılacak,
merasim bölüğü bando çalacak ve şehir bayraklarla donatılacak. Tek aksaklık çıksın
istemiyorum, her şey çok mükemmel olmalı.” (s.92)
İsyan Eşiği romanında kronolojik zamana ait hiçbir tarih verilmez. Bunun için
zamanın akışını olaylardan takip etmek zorunda kalırız.
Romanın başında Onbaşı Yusuf, Cemil Çavuş’la konuşurken Zeytun
Ermenilerin Dudukluya baskın yaptıklarını söyler. Bu olayın yakın bir zamandan
önce olduğunu biliriz. Çünkü Onbaşı Yusuf kendisiyle Dudukluya gideceğini söyler.
(s.10–12) Zeytun İsyanı ise 1895 yılında81 olduğuna göre roman bu yılda başlar,
Hasan’ın gençken öldürülmesiyle sona erer. (s.254) Romanda Jön Türklerin, İttihatçı
ve Tanzimatçıların devlet içinde güçlenmelerinden söz edilir. (s.233) Hasan’ın
gençliği söz konusu olunca 1910’lu yıllara kadar vak’a zamanının sürdüğü
düşünülebilir.
Ancak romanda bir sapma tarihi ortaya çıkmaktadır. Kahramanlar romanın
başında Bahçe Olayından söz ederler. Bahçe olayı ise 27 Nisan 1909 tarihinde82
olduğuna rağmen yazar, romanında bu olayın Zeytun isyanından daha önce olduğunu
gösterir. (s.11–12) Bunun dışında başka sapma tarihî hadiseler yoktur.
Osman, Onbaşı Yusuf komutanlığında müfreze erlerindendir. İrşadlı’dan
Fındıcığa yoldayken ailesini ve özelikle çocuğunu hatırlar. “Köyden çıktığımda on
altı aylıktı.” (s.7) “Şimdi dört yaşında olacaktı.” (s.8)
81Yahya Bağçeci, 1895 Zeytun Ermeni İsyanı, Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Kayseri, 2008, s.72–7582Abdullah Remzi Gül, 1909 Adana Olayları ve Bahçede Kurtuluş, Mersin, Aksiyon Matbaacılık,2006, s.14
143
Romanın olaylarında zamanın tabii akışını göstermek amacıyla ertesi gün,
iki günden sonra gibi “gün” formu ile sık sık karşılaşırız: “O günden bu yana.”
(s.68), “İkinci gün.” (s.72, 220), “Üç gündür.” (s.103), “İki gündür ilk söz çıktı
Hasan’dan.” (s.136) “Hasan o gün.” (s.137) “Üç gün üç gece nöbet tuttu.” (s.137)
“’Ertesi gün.” (s.153, 173) “İkinci günün kuşluğunda.” (s.220), “Bir gün” (s.160)…
Yusuf Onbaşı Fındıcığa gitmesinin sebebi orada üç ev aranacaktır. Esro diye
bir usta var, evinde bomba yapıp Hınçak Komitesinin mensuplarına dağıtır. Onbaşı
Yusuf oraya gittikten sonra Ermeniler işlerini hızlandırarak gece gündüz çalışırlar.
Ertesi günde aramaya gider. (s.40–43) Yusuf, askerliğini bitirdikten sonra özlediği
köyüne gider: “Yusuf Onbaşı, köylüsünün acısını köyden köye taşıdı. Günden güne
büyüdü acı. Günü, saatı gelince; zaptiye elbisesini çıkarıp sivil giyindi.
Kasabalardan, köylerden geçerek bir bahar gününde Malatya’ya indi.” (s.48)
Geriye dönüşlerle olaylarla ilgili bilgiler verilir. Yazar, geriye dönüşleri
umumiyetle Ermenilerle ilgili daha evvel vak’aları hatırlatmak amacıyla bir araç
olarak kullanır. Yazar da aynı amaç ile dipnotları kullanır. Yazar, İsyan Eşiği’nde
otuz dört dipnot kullanmıştır.
Yazarın, kullandığı dipnotlara bakıldığında o döneme ait olarak çeşitli tarihî
kaynaklardan faydalanıldığı anlaşılmaktadır.
Yazar, eserinde kozmik zaman unsurlarını bolca kullanır. Bu gibi unsurlar
romanın tabii seyri içinde kullanılır.
Osman müfrezeyle Fındıcığa giderken mevsim yazdır. Anlatıcı, sıcak bir gün
olduğunu belirtir: “Osman’ın yüzünde boncuklaşan ter, irileşti. Ensesi, kulakları,
suya batmış gibi ıslaklaşıyordu. Alnından, yüzünden yol bulan terler; boynuna
yürüdü. Oradan, bedenine aşağı ığıl ığıl aktı.” (s.7) Anlatıcı, Osman ruhi durumu ile
tabiat arasında bir bağ kurar. Osman hep ailesini düşünür, boş bir kuş yuvası görür
görmez kendi yuvasını hatırlar. Kendisi için değil ailesi için ölümden korkuyor. Bir
daha boş olan kuş yuvasına bakıyor. (s.7–8) O sıralarda da oğlunun doğmasını
hatırlar: “Oğlu; şimşekli, yağmurlu, fırtınalı bir gecede dünyaya gelmişti. Yer, gök
144
kapkaraydı. Gök gözü görmüyordu. Yağmur, at kuyruğu gibi yağıyordu. Damlalarda
çörtenler, şakır şakır işliyordu. Fırtına, ağaçlardan çatır çatur sesler çıkartıyordu.
Yağmuru, şu duvara, bu duvara çarpıyordu. Şimşekler; kısa aralıklarla, katran
katranlığını, bir baştan bir başa yarıyor; yeri, göğü, göz kamaştıran ışığa
garkediyordu.
Fırtına uğultuları, gök çatırtıları ve karısının çığlıkları içinde, kuşkulu,
korkulu beklemişti. Karısının kurtulması için dua etmişti. O gece, gecelerin en uzun
gecesi olmuştu.” (s.8–9)
Onbaşı Yusuf, Fındıcığa ikindiden sonra varır. (s.34) Askerliğini bitirdikten
sonra baharda geceleyin Malatya’ya gider. (s.48)
Yazar, Malatya’da bahar güzelliğinden söz eder: “Serin alacakaranlığa,
baharın kokusu yapışmış gibiydi. Baharda karlar gerileyip de dağlara çekilince;
bembeyaz dağların ortasında kocaman, geniş, yamuk bir tepsidir Malatya Ovası. Dağ
başlarının beyazlığı bitmeden, ovaya bir başka beyazlık yürür.
İlk patlayan kayısı, tomurcukları olur, yerli halkın dilinde, kayısının adı
mişmiştir. Mişmiş çiçekleri; ovanın şurasında burasında, top top, küme küme durur.
Ağaçtan ağaca sıçrar. Malatya’yı kuşatan bütün bahçeleri bürür. Mişmiş çiçekleri,
daha solmadan şeftali çiçekleri görülür. Onlar daha narin daha çağırgandırlar, beyaz
taçlarının dipleri, morkırmızıdır. Uçlara doğru açıklaşarak penbeye döner.
Morkırmızı, açık kırmızı, penbe renkler damar damardır beyaz içinde. Kızılcık
çiçekleri, mişmişten, şeftaliden daha önce açmıştır. Ama bin ağaçtan biridir
kızılcıklar. Üstelik boyları, kendisini gösterecek gibi değil, cılız da olur çiçek taçları,
rengi de safran sarısı.
Mişmiş çiçekleri, solup da dökülmeden, bazen, dallara yeniden karlar abanır.
Dağlardaki karlar, kıskanıp yeniden dönmüş gibi. Ne olursa olsun, mişmiş çiçekleri
baharın işaretidir. Uyanan tabiatın muştusudur, çiçek üstüne yağan karların birkaç
saatlik ömrü olur. Çok çok birkaç gün olur.” (s.48–49) Bunun yanında da yazar,
zaman belirlemesi açıdan mevsimlere önem verir. Romanın başında yaz aylarını
145
buluruz. Sonra geçen örnekteki gibi bahar ortaya çıkar. Ve bahar mevsimi burada
Yusuf’un ruhî durumuna uygundur. Sonra son baharı da buluruz. (s.95) Ve roman
boyunca bu gibi mevsim değişikliğini buluruz: “Kış bastırmadan” (s.160), “Bahar
sonu doğru” (s.168)…
Hasan yüklü bir coşkuyla Musa’nın kızıyla evlenmeyi ister. Yazar, Hasan’ın
ruhi durumu ile tabiat arasında birleştirir: “Ufukta güneş, yere değmiş gibiydi. Kızıla
çalan ışıkları yakmıyordu. Kara renkli, kül benekli kuşlar; ince sarı kuşlar; çingen
serçeleri, gübrezibil öbekleri arasında, tavuklara, horozlara karışmışlardı.” (s.153)
Romanda sosyal zamanı gösteren unsurlara bolca rastlanılır. Osman, kendi
çocuğunun nasıl dünyaya geldiğini hatırlarken ilk olarak Rahmiye ebenin müjdesini
aklına gelir. (s.9)
Köylerde muhtar, köyün işlerini köy odasında bir heyetle yürütür. Yusuf
Onbaşı, Duduklu köyüne geldikten sonra köy odasına davet edilir, orada muhtar ve
köy heyetiyle durumu tartışırlar. (17–18)
Türk yemek geleneklerinden olan ayran bakracı da zamana sosyal
bakımından işaret eder. Onbaşı Yusuf, muhtar yanındayken on yaşlarında bir kız
ayran bakracıyla odaya girer. (s.19) Köylüler de zaptiyelere ikram olarak ayran
bakracı verirler: “Çocuklar, zaptiyelerin ardından gidiyorlardı. Alçak damlarda, kız
çocukları sevinç çığlıkları atıyorlardı. Bir nine önlerine çıktı. Bakracı ayran doluydu.
Tası doldururken hem dert yanıyor, hem dua ediyordu.” (s.21) Anlatıcı, köylerde
Türk sofasını da gösterir: “Hatçe Kadın; iki geliniyle avluda, yufka ekmeği
yapıyordu. Hamdi’nin boylanmış iki kızı, çırpı sokuşturuyorlardı ocağa.
Yusuf Onbaşı, ayrılmak isterken: ‘Dur’ diye bağırdı Hatçe Kadın.
‘Dur’, sana elimle pişirdiğim ekmekten vereceğim. Gidersen küserim.
Gidersen, bana ana deme.
Bir lenger ermiş kavurma getirdi. Yanına, leğen dolusu ayranlı çorba koydu.
Ekmekleri ve tahta kaşıkları bez sofraya dizdi.” (s.55)
146
Yusuf Onbaşı, Malatya’dayken “mişmiş çiçekleri” görür. Malatya’da “İlk
patlayan kayısı tomurcukları olur, yerli halkın dilinde, kayısının adı mişmiştir.
Mişmiş çiçekleri; ovanın şurasında burasında, top top, küme küme durur.” (s.48)
Yazar, eserinde de o zamana ait aşlık toplama şenliğinden bahsederek Türk
oyunlarına işaret eder: “Delikanlılar, hep bir ağızdan bağırdılar: ‘Allah Allah’. Kel
Bekir’in karısı bir lenger bulgurla göründü. Torbalarına aktarıp öteki kapılara
uğurladı.
Aşlık toplama, gün asımından bitti. Şenliği, yarına ertelediler. Hasan
yatağında uyuyamıyordu. Erken saatte kalkıp Delikanlıbaşının yanına gitti. Kuyuönü
Düzlüğünde toplandılar. Köylülerin çoğu oradaydı. Kadınlar, erkeklerce görülmeyen
ağaçların altında toplanmışlardı. Kazanlar kuruldu. Toplanan paralarla alınan
hasileri, Yetim Cumali kesti. Etli pilavlar, öğlene doğru hazırlanınca Çermikli
yolundan, yolcular davet edildi.
Yemekten sonra Delikanlıbaşı, gençler arası güreşi başlattı.” (s.90-91)…
“Oyuna doyamayan çocuklar, oyunu ertesi günü devam ettirdiler. Yetişkinler, ‘Yıkık
Hamam’ oyununa karar verdiler.” (s.91)
Anlatıcı, o zamana özel olan köylerin arasında değiş-tokuş meselesini de
gösterir: “Uzak yazı köylerine, çoğu meyve götürüp buğday, mercimek ve nohutla
değiştiriyorlardı.” (s.98)
Sosyal zamana işaret eden başka bir unsur da var. Okullardaki namaz zilidir.
Fuat Bey rüştüyeyi ziyaret ettiği zaman namaz zili çalındığını öğreniriz. Öğrenciler
abdest alarak namaza giderler. (s.131)
Son Kavşak romanında kronolojik seyri gösteren on tarih kaydedilir. Verilen
tarihler dışında birçok tarihî olaylar da bulunmaktadır ki; onlar da romanda zamanın
düzenli akışını göstermektedir. Elimizdeki romanın belgesel bir roman olduğu için
tarihî sapmaları yoktur. Bunun yanında kronolojik zaman akışını bozan dönüşler
veya sıçrayışlar da bulunmaz. Romanda kronolojik zamanın söz konusu olduğunu
söyleyebiliriz.
147
Elimizdeki romana, “roman içinde roman” diyebiliriz. Yazar, bir gecede
yapılan hırsızlığı anlatır. Hırsızlar, barınmak amacıyla bir eve giderler. Orada evin
sahibi olan Hacı Ömer’le karşılaşırlar. Hacı Ömer, yaptıklarını bildikten sonra onlara
ibret olarak “son kavşak” hikâyesini anlatır. Bu vak’a ramazan ayının dokuzuncu
günündedir. Roman içindeki anlatmanın zamanı bir gecedir. Ama Hacı Ömer’in
ağzından anlatılan hikâyenin zamanı aşağıdaki gibi açıklayabiliriz.
Romanda ilk verilen net tarih 1890 yılıdır. (s.47) Son vak’aları ise 1922
tarihindedir. (s.209) Böylece romanın anlatılan olayları 1890–1922 yıllarının
arasında cereyan eder. Romanda kronolojik zaman söz konusudur. Olaylar, birbirini
normal bir şekilde takip eder. Bunun yanında da romandaki zamanın akışını bozacak
geriye dönüş veya geleceğe sıçrayışlar yoktur.
Romandaki zaman akışı, İttihatçılarla bağlı olarak ilerlemektedir. Ve romanda
verilen bütün tarihler, İttihatçıların zaman içinde başlangıçtan sona kadar işlerini
aydınlatmaktadır. Yazar, Cemal, Talat ve Enver Paşalar başta olmak üzere
ittihatçıları takip eder. Romanda son verilen tarihler ise üç Paşaların ölüm
tarihleridir.
Yazar romanın başında kozmik zaman unsurlarıyla kötümser bir hava
yaratmaya çalışır. Aslında yazar, bu gibi kötümser hava vasıtasıyla gelecekte veya
daha sonra olumsuz bir olay cereyan edeceğini takdim eder. Bu şekilde yazar,
«şimdiki zaman» ile «gelecek zaman» arasında kozmik zaman unsurlarına dayanarak
bir köprü oluşturur: “Gün bitmek üzereydi. Zaman, yeni bir aydınlığa kendini terk
edinceye kadar, siyah bir örtü, şehrin üstüne perde gibi serilecekti.” (s.5), “Ama
kurşini rengin hakimiyetinde bir akşam oluyordu. Bu silinmez gerçeği hiçbir şey
değiştirmiyordu. Az sonra güneş yerini aya ve yıldızlara bırakacaktı.” (s.5) Geçen
örnekteki gibi gördüğümüz gibi yazar, kozmik zamanı olayın bir sunuşu olarak
görevlendirir.
Romanda kozmik zaman bakımından dikkat çekici nokta, yazarın,
İttihatçılar ile gece arasında birleşmesidir. Anlatıcı, İttihatçılar karşısında okuyucuda
nefret duygusu artırmak amacıyla İttihatçıların bütün işlerini gecelerde tasvir etmeye
148
çalışır. “Paşanın gelecek haberini aldıkları gecenin ilerlemiş vakitlerinde ittihatçılar
toplanmış, bundan sonra gelişecek olayların kritiğini yapmaya başlamışlardı.” (s.74),
“Bir gece dağdaki ittihatçılar şehre gizlice inip” (s.81), “Geceler hep sessiz ve korku
içinde geçmeye devam ediyordu.” (s.126)…
Romanın olayları, Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa başta olmak üzere
İttihatçıların etrafında toplanmaktadır. Romandaki tarihî sosyal zaman unsurları ise,
İttihatçılar ile ilgilidir.
Romanda sosyal zamana işaret eden önümüze ilk çıkan unsur, İttihat ve
Terakki Cemiyetine girme merasimidir. İlk önce derneğe alınacak kişi kurucular
tarafından incelenmesi yapılır, eğer bu kişinin hakkında olumlu bir cevap alınırsa
cemiyete girmesi kararlaştırılır. Bu gizli cemiyete girmesi karar verilen şahısların
gözleri bağlanarak bir odaya getirilir. (s.62) Bundan sonra yemin merasimi başlar:
“Yüzleri maskeli üç adam namzedi, üzerine Kur’an ve tabanca bulunan masanın
yanına yaklaştırıyordu.
İlk önce kısa bir başlangıçtan sonra yemin merasimi başlıyordu.
« - Seni bize tavsiye ettiler. Bizde cemiyetimize almaya karar verdik. Şimdi
önünde Kur’ana sağ elini, silaha sol elini koyarak şu yemini söyle.” (s.62) Yeni üye,
uzun bir yemini söyledikten sonra merasim biter ve tavsiyeler başlar: “Şimdi bu
yeminle siz bu cemiyete girip kardeşlik vasfını kazandınız. Hayırlı olsun. Bundan
sonra yapacaklarınızı, numaranızı öğreneceksiniz.”, “Mason Localarının kayıt ve
usulüne benzeyen bu merasim bitip şahıs cemiyete girdikten sonra, yeniden gözleri
bağlı olarak evden çıkarılıyordu.” (s.63)
Tarihî sosyal zamanı gösteren başka bir unsur, jurnaldir. Sultan Abdulhamid,
tahtan indirildikten sonra Selanik’teki köşkte yaşar. Orada muhafız komutanı Fethi
Bey ile Sultan Abdulhamid arasında bir arkadaşlık başlar. Fethi Bey, Sultan
Abdulhamid’i devlete yeni girmiş olan jurnalin ne olduğunu sorar. Sultan
Abdulhamid ise şu cevabı verir: “Jurnal bir hadisenin izahıdır, yani raporudur,
fezlekesidir, layihadır, izahnamedir.” (s.136–137)
149
Dünya Durdukça romanı, Mustafa Kemal Atatürk’ün doğmasıyla başlayıp
(s.3) Atatürk’ün 103. doğum yılında biter. (s.119) Böylece romanda olaylar 188183
başlar, 1984 yılında sona erer.
Yazar, romanında tarihlere bir tarihçi titizliği ile önem verir. Romanda
zamana işaret eden yirmi üç tarih kaydedilmiştir. Romanın birinci yarısının, kurtuluş
savaşının bir özeti mahiyetinde olduğunu görürüz.
Romanın birinci kısmında ise zamanın akışı Atatürk’ün yaşına göre gider:
“Bu sözlerin ardından 5–6 yıl gelip geçmiş.” (s.4), “Henüz 12 yaşında olan Küçük
Mustafa.” (s.10) Diğer kaydedilmiş tarihlerin çoğu da Atatürk ile bağlıdır. Atatürk
hayattayken verilen tarihler yaptıklarını gösterir. Öldükten sonra ise romanda
tarihlerin ekseriyeti, Atatürk’ün doğum tarihine bağlı olarak verilir: “Atatürk’ün
ölümü.” (s.83), “Atatürk’ün 100.cü doğum günü.” (s.107), “Atatürk’ün 103. doğum
yılı.” (s.119)
Yazar, romanında Atatürk’ün isim aşamalarını kronolojik olarak gösterir.
Atatürk’e dünyaya ilk geldiğinde ve 12 yaşına kadar Küçük Mustafa denilir. On iki
yaşındayken Askeri Rüştiyeye girer, matematikte üstünlüğü yüzünden onun hocası
ona Kemal der. Böylece adı Mustafa Kemal olur. (s.11) Kurtuluş Savaşı esnasında
Baş Kumandan Mustafa Kemal’in komutasındaki Türk askerleri, Eskişehir’den
Ankara’ya doğru ilerleyen düşmanı büyük bir yenilgiye uğrattığına 19 Eylül 1921
yılında84 Mustafa Kemal’e “Müşir” ve “Gazi” unvanı verilir. (s.34) Sonra 26 Kasım
1934’te85 TBMM, Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadını verir. (s.74)
Yazar, Mustafa Kemal Atatürk’ün 10 Kasım’da ölümüyle (s.83) romanında
zaman akışını hızlandırarak Atatürk’ün 103. doğum yılına kadar Türkiye’nin tarihine
genel bir bakış verir.
83 “Atatürk, Mustafa Kemal” madde, Grolier İnternational Ameraicana Encyclopedia, SabahYayınları, y.y., 1993, c.284 “Atatürk, Mustafa Kemal” madde, Genç Larousse, Gerçek Yayıncılık, y.y. 3. Baskı, 1993, c.285 a.g.e., s. 255
150
Romanda kronolojik zamana nazaran kozmik zaman ile ilgili unsurlar sayı
bakımından pek azdır. Romanda sadece kozmik zamanla ilgili iki unsur
kaydedilmiştir. Yazar, roman başındaki Atatürk’ün dünyaya gelmesinde kozmik
zaman ile kronolojik zaman arasında birleştirir. Sanki dünya da Atatürk’ün
doğmasıyla sevinir: “Mayıs ayının henüz sonuna gelinmeden, havalar birdenbire
ısınmış, ağaçlar vaktinden önce çiçeklenmişti. Tabiatı, pembe ebruli renkleriyle
süsleyen bahar çiçekleri gözleri okşuyor, ruhlara mutluluk saçıyordu.
Bahar çiçekleri kadar göze çekici görünen, pembe renkli, cumbalı evin iç
odalarından birinde, anne çocuğunu dünyaya getirmek için çırpınıyordu.” (s.3)
Şükriye, sıhhiye erleriyle beraber cepheye gider. Cephedeyken bir saldırıya
uğrarlar. Tabiat, meydana gelen korkunç manzarayla bütünleşir: “Karşılıklı
şakırdayan süngülerden sonra vakit akşama doğru yaklaşırken sesler yavaş yavaş
azaldı… Sonra etraf derin bir sessizliğe gömüldü. O, kulakları yıtrarcasına yükselen
sesler uğultular son bulmuştu amma her yer şehit ölüleriyle üst üste gelircesine
dolmuştu.
Görünen bu korkunç manzara içinde hiçbir hareket yoktu. Kızıllaşmış güneş
ufka yaklaşırken, yerde yatan şehitler için kan ağlıyordu… Güneş gurup ederken
şehit yığınları arasında bir kıpırdama oldu. Bu Şükriye’ydi… Yavaş yavaş gözlerini
açtı, kıpkızıl renklerle karıştı, güneş ateşten bit tepsi gibiydi. Onun içinde kavrula
kavrula döndü. Güneşin grup etmesiyle de vücudunu büyük bir ürperti sardı.” (s.26–
27)
Romanda sosyal zamana ait olarak o dönemde yayılan eğitim sistemi olan
mahalle mektebi yer almaktadır. Orada merasim ve ilahilere önem verildiği
kaydedilir. (s.4)
O döneme ait çarşaf meselesi de ortaya çıkmaktadır. Kadınlar o zamanda
çarşafsız dışarıya çıkamazlar. Zeynep, yengesine çarşafsız dışarıya çıkacağını söyler.
Yengesi ise bunun yasak olduğuna işaret eder: “Zeynep oda kapısından içeri
girerken, yengesi onu, kolunda çarşaf elinde peçeyle karşıladı.
151
— Zeynepçiğim, çarşafın ve peçen hazır.
Zeynep üzgün bakışlarla yengesine bakarken, genç kadın da kolundaki çarşafı
sandalyenin üstüne koydu, elindeki peçelikleri göstererek sordu:
— Bunlardan hangisini istersin?
Zeynep önce kararsız bir pozla durdu, sonra birdenbire isyan etti:
— Çarşaf giymeyeceğim, asla giymeyeceğim.
Yengesi zarif ve anlayışlı bir jestle karşılık verdi:
— Öyle amma, kalabalık yerlerde çarşafsız çıkamayacaksın!” (s.50) Bu
sıralarda Zeynep’in amcası gelir ve Zeynep’in haklı olduğunu, kadınların da artık
çarşafsız çıkabileceklerini söyler: “Siz hanımlar çarşaf giymeden, etek ceket veya
buna benzer kıyafetle yüzünüzü örtmeden, çarşıya pazara çıkabileceksiniz.” “Kıyafet
İnkılâbı, büyük şehirlerde olduğu gibi buralarda aynen tatbik edilecek. İnkılâplar
birbirini takip ediyor. Yüce Reisicumhurumuz Gazi Mustafa Kemâl Paşa:
Milletler arası, takvim ve saatin kabulünden sonra, yeni bir inkılâbın hazırlığı
içinde. Çıkacak yeni Türk Medeni Kanunu ile zenginle fakır, kadınla erkek arasında
fark gözetmeksizin herkese eşit hak tanınacak. Artık sizler de biz erkeklerle aynı
haklara sahip olacaksınız.” (s.51–52)
Yazar, Harf İnkılâbından ve ona müteakip olarak açılmış olan Millet
Mekteplerinden söz eder: “Gazeteler artık balıklarını yeni ve Arap harflerle olmak
üzere çift baskı yapıyordu. Yeni yazılar hakkında her gün öğretici baskılar çıkıyordu.
Yeni değişiklikler de gazetelerin ilk sayfasında büyük puntalarla yazılıyordu.” (s.56)
“Halk, açılan Millet Mekteplerine, akın akın gitmeye başlamıştı. Yeni harfler, ekseri
mekteplerin büyük salonlarında halka öğretiliyordu.” (s.57) Türk halk kültürüne ait
olan efelikten söz edilir. Millet mektebinde olan yaşlı adamın, İzmirli ve Ödemiş
efelerinden olduğunu söyler. Sınıfta bir efeliğimiz olsun diyen öğretmen, yaşlı adamı
sınıfın efeliği olarak seçer. (s.59)
152
XX. Yüzyıl
Ermeni Zulmü yazarı, romanın konusunun, 1915–1918 yılları arasında
Erzurum ve çevresinde Ermeniler tarafından yapılan katliam olduğunu söyler. (s.5)
Ama Romanda ilk verilen tarih, 1914 yılının Kasım ayının üçüncü günüdür. (s.8)
Romanda son verilen tarih ise Mart 1918 tarihindeki Erzurum’un kurtuluşunun
tarihidir. (s.72–75) Böylece romanın vak’aları, 1914–1918 yıllarını kapsamaktadır.
Romanda kronolojik zaman akışının, ikiye ayrıldığına bakarsak zamanın sıralı
bir şekilde ilerlediğini söyleyebiliriz. Çünkü yazar, romanın vak’alarını ikiye ayırır.
Birincisi Pasin Ovası ve çevresiyle alakalıdır. İkincisi ise Erzurum ile bağlıdır.
Yazar, her bölümün olaylarını, kronolojik zaman bakımından ayrı bir şekilde anlatır.
Böylece roman bu açıdan kronolojik olarak sıralı bir şekilde ilerlemektedir. Yazar,
verdiği tarihlerde titiz davranır. Erzurum’un kurtuluşu ile ilgili olaylar, günler
hesabiyle değil saatlere göre anlatılır: “Saat 6’da”, “Saat 9’da”, “Saat 11’de” (s.74)
Romanda merkezi tarih, Erzurum’un işgalinin tarihidir. Adeta olaylar, bu
tarihin etrafında toplanmaktadır.
Romanda kozmik zaman unsurları, kronolojik zaman unsurlarıyla birleşir.
Bazı olaylarda romanın kronolojik seyrini gösteren belirli zaman tarihlerinin, güneşe
ait kozmik zaman unsurlarıyla iç içe olduğunu görürüz: “Saat 13.15. Öğleden sonra
Gez köyünü bir taarruz kolumuz işgal etti.” (s.74), “12 Mart 1918 sabahı saat 5.
Erzurum’dan top sesleri işitiliyor.” (s.76)
Tabiat, yersiz yurtsuz kalmış göçmenlerin ruhî durumlarıyla birleşerek
Ermenilerin yaptıkları katliamı kabul etmek istemez: “Ve hep hüzün…
Gökten hüzün oldu. Kara kara bulutlar şimdi ve aylar sonrası vuku bulacak
hazin vahşetleri daha yakından görmek istercesine bir hazırlık içinde. Anadolu
insanının mahzunluğu, hayvanlara da sirayet etmiş. Onlar da yeisli. Köyün
zapdedilmez canavar köpeği –Panzo- çok garip bir uysallık içinde, dili bir karış
dışarıda arabaların en sonunda hüzün ve hicran kervanını takip etmekte…” (s.10)
153
Romanda gece, bir taraftan korkunç ve gizli eylemler için ve diğer taraftan da
Ermenilerin kirli işleri için uygun bir ortamdır. Hınçak, Taşnak ve diğer komitelere
mensup olan komitecileri, gecede toplantılarını yaparlar. (s.20–21) Göç eden masun
insanlar de, gece yarısına Erzurum’a gelirler. Ama onları amansızca bir katliam
bekler. (s.11–12) Bir gecede tifüs hastalığından ölen Türk askerleri, hastaneyi
doldurarak korkunç bir manzara oluşturur. (28) Bir gecede de Ermeniler, Yanık Dere
tarafında onlarca masun insanı Rus baltalarıyla öldürür. (s.58)…
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu yazarı, romanın başında “Seksen yıl
öncesine dönüyoruz” dediğine göre romanın başladığı yılı bize açıklamış olur. (s.3)
Romanın yazma zamanı, 1983 yılıdır. Böylece romanın vak’aları, 1903 yılında
başlar. Romanın son vak’ası ise 1910 yılındaki Hekimoğlu’nun öldürülmesidir.
(s.143) Buna göre romanın olayları, 1903–1910 yıllarının arasında cereyan eder.
Romanda kronolojik akış söz konusudur ve düzenli bir şekilde ilerler. Roman
boyunca geriye dönüş veya geleceğe sıçrayışlar yoktur.
Romanda zamanın ele alınışı genel olarak ikiye ayrılmaktadır. Genel
olaylarda zaman tabii seyrinde “gün” ve “hafta” formları ile verilir: “Aradan tam iki
hafta geçmişti.” (s.22), “Ertesi sabah” (s.38, 52), “İki gün sonra” (s.47, 85), “Bir iki
gün bekledi.” (s.85), “Cuma günü” (s.88), “Tam yirmi gün” (s.90), “Üç gün sonra”
(s.92)…
Anî olaylarda ise “saat” ve “dakika” gibi kısa zaman belirlemeleri kullanılır:
“Bir dakika kadar” (s.22), “Bir saat sonra” (s.46), “Beş dakika sonra” (s.48), “Her
şey bir iki saat içinde kararlaştırıldı.” (s.57), “Ateş on beş dakika kadar sürdükten
sonra kesildi.” (s.68), “Sana tam bir saat mühlet veriyorum.” (s.69), “Dakikalar
birbirlerinin ağırdan ağır ağır geçiyordu.” (s.71)…
Romanda kullanılan en uzun zaman belirtisi ise Hekimoğlu’nun çetesinin
kurulmasıyla ilgilidir: “İşte Hekimoğlu çetesi de böyle kuruldu. Birkaç baskın ve
dağa adam kaldırarak kısa sürede para sıkıntısından kurtuldular.
154
Bir yıl kadar sonra Hekimoğlu’nun yanında tam onbir kişi bulunuyordu.”
(s.58)
Romanda kozmik zaman unsurları zamanın tabii seyri içinde kullanılır. Bu
gibi unsurların çoğu, olayların gece-gündüz olduğunu belirler: “Seni öğleden sonra
bağ evinde bekliyecek..” (s.23), “Bütün gece” (s.17), “İkindiden az sonra” (s.52),
“Sabah ezanı” (s.66), “Ayın ilk cuma günü akşamı” (s.88), “Bir sabah” (s.91), “Tam
gece yarısı” (109),“Güneş doğduktan sonra” (125)…
Fadime bir gün babasını görmek üzere değirmene gider. babası ise
değirmende yoktur. Onun yerine Hekimoğlu kendisini karşılar. Hekimoğlu,
Fadime’yi gördüğünde sever. Ve babası gelinceye kadar saatlere onunla konuşur. “”
(s.8) Hekimoğlu ile Fadime, bütün gözlerden uzak yerlerde buluşmaya başlarlar. Bir
defa bir Gürcü tarafından görünürler. (s.9) Hekimoğlu, o gün evinden çıkmaz, işin
kolaylıkla kapanmayacağını anlar: “Geceyi hemen hemen hiç uyumadan geçirmişti.
Bütün geceyi kopacak fırtınayı beklemekle geçiren bir denizciye benziyordu. Ancak
bir şey olmadı. Kimsecikler gelmedi.
Sabah namazına kalkan ninesi onu böyle bulmuştu.” (s.17)
Dadyan Arslan, Hekimoğlu’yu yakalamak amacıyla Tepealan köyüne gelir:
“Güneş batarken iki birlik Tepealan köyüne bir saatlik yerde buluşmuşlardı. Burada
mola verdiler. Yemeklerini yemek ve gecenin ilerlemesini beklemekten başka bir
işleri yoktu artık.
Yemekten hemen sonra Dadyan Arslan köye giden ve köyden çıkan yolları
kesmeyi uygun bulmuştu. Sonra da mülâzım ile yeniden baş başa vererek
uygulayacakları baskın plânını bir daha gözden geçirdiler.” (s.111)
Hekimoğlu, Gürcü muhacirlerden olan Sefer Ağa'nın kızı olan Fadime’yi
sever. Hekimoğlu ile Fadime arasında başlayan yakınlaşma yüzündün kanlı bir
hesaplaşma ortaya çıkar. Hekimoğlu, bir Gürcü’yü öldürdükten sonra Gürcülerle
arasına kan girer. Hekimoğlu kaçar dağlara saklanır. Hekimoğlu, bir çete kurar.
Çetede dikkat edilen şey, adam öldürmemek ve halka zulmeden kişilere musallat
155
olmaktadır. Çetenin aldığı paraların bir kısmı fukara ve yardıma muhtaç köylere
dağıtır. Böylece Hekimoğlu, kısa bir süre içinde büyük bir şöhret kazanarak, halkın
bir kahramanı haline gelir. Roman içerisinde yerli halk ile Gürcüler arasındaki sosyal
farklıklar önemli bir yer tutar.
Roman tarihî sosyal zaman unsurları bakımından pek zengin bir romandır.
Roman o dönemdeki sosyal hayatı iyice aydınlatmaktadır. Gürcü geleneklerinden
olan nişanlanma meselesi ve başlık parası ortaya çıkmaktadır: “Bir Gürcü geleneğine
göre çocuklar daha pek genç yaşlarda aileleri tarafından nişanlanırlar. Tabiî bu
nişanlanmalar aile durumlarına göre olurdu. Herkes çocuğuna dengine göre bir eş
seçerdi. Ve kız babaları karşı taraftan yüklü bir başlık parası alırlardı.
Başlık parası ödemek bir aileye aynı zamanda şeref kazandırıcı bir şeydi.
Ödenen para ne kadar yüksek olursa, iki taraf da bundan o kadar gurur duyarlardı.
Bunun için en fakir aileler bile oğullarını evlendirirlerken ne yapar ederler,
varlıklarını satarlar, borçlara girerler, gene de kız babalarına büyük paralar öderlerdi.
Hem de altın olarak..” (s.9)
Tarihî sosyal zaman unsurlarından olan «Kır serdarı» hakkında da bilgi
verilir. “O devirde eşkıya takibinde sivil bir kişiye yetki vermek usulü vardı. Ve çok
defalar bu işte affa uğramış eski eşkıyalar kullanılırdı.
Bu gibilere bir aylık bağlanır ve kendilerine «Kır serdarı» adı verilirdi.” (s.61)
Hulusi Ağa, varlıklı bir kişi olmasına rağmen Hekimoğlu’dan Gürcülerin
intikamını almak için bu görevi kabul eder. (s.61)
Yerli halk, her zaman Hekimoğlu’dan yanadır. Hiçbir zaman Gürcülere
Hekimoğlu’nun nerede olduğunu söylemezler. Hem de yerli halk için bir yabancının
Gürcü olup olmadığını anlamak çok kolay bir şeydir: “Tanımanın yolu da oldukça
orijinaldi. Gürcüler dil sürçmeleri, hançere yapıları yüzünden bazı Türkçe kelimeleri
ne kadar dikkat ederlerse etsinler asıllarından farklı bir şive ile ve bazı harflerini
değiştirerek telâffuz edebiliyorlardı.
156
Meselâ «fındık», «fasulya» diyecek yerde «pındık», «pasulya» diyorlardı.”
(63–64) Geçen örnekte gördüğümüz gibi yazar, yerli insan ile Gürcüler arasındaki dil
farklıklarını ortaya koymuş olur.
Tarihî sosyal zamana işaret eden Meşrutiyet devrimi de söz konusudur. O
dönemde ülkede Meşrutiyet devrimi olur, genel af ilân edilir. Dağlarda dolaşan
birçok eşkıya ve haydut da bundan faydalanırlar. Ama aftan faydalanmak için belirli
bir süre içinde hükümete başvurmak ve silâhı teslim etmek gerekir. Bu zaman
geçecek olursa aftan artık faydalanmaz. Bu amaçla birkaç kişi Hekimoğlu’ya gider.
Ama Hekimoğlu, Gürcülerin hükümet affını dinlemeyeceklerini söyler. (s.78–79)
Karasu romanı Türk-Ermeni sorunu ele alırken, yirminci yüzyılın başında
komitecilerin faaliyetleri ile Tehcir Yasasının sebepleri ve ondan daha önceki
dönemden söz eder.
Romanda zamana işret olarak Ermeni Komitecilerin, bir toplantısında
Maraş’ın Süleymanlı bölgesinde yapılan baskınlara işret ederek eleştirirler. Burada
Hınçak ve Taşnak86 komiteleri başta olmak üzere bütün Ermeni komiteleri söz
konusudur. Romanda asıl olay, Ermeni komitelerinin birleşmesidir. (s.56) Bu olaylar
XIX. yüzyılın son yıllarından itibaren olduğuna87 göre romanın 1890 yılında
başladığını söyleyebiliriz. 1918 yılındaki88 İstanbul’un işgali ve Erzincan’ın
Ruslardan kurtarılmasıyla89 sona erer. (s.122–124) Böylece romanın vak’aları, 1890–
1918 yıllarının arasında cereyan eder.
86 Taşnak komitesi: 1890 tarihinde Kafkasya’da kurulmuştur. Kendilerine sembol olarak işçileritemsilen küreği, aydınları temsilen kalemi ve savaşı temsilen de hançeri seçmişlerdir. Taşnakların enbelirgin özelliği aşırı şekilde şiddet tarafları olmalarıdır. Taşnaklar da Hınçaklar gibi hareket yöntemiolarak terörü benimsemişlerdir. Yahya Bağçeci, a.g.e., s. 40-4187 Hınçak ve Tışnak Komiteleri de şu amaçlarda birleşmişlerdir: Katliam yapacak eylem gruplarıkurmak, büyük devletlerin müdahalesini sağlamak ve Müslümanların kovulacakları veyaöldürülecekleri altı Anadolu vilayetinde bağımsız bir Ermeni Cumhuriyetini gerçekleştirmektir. Erdalİlter, Türkiye’de Sosyalist Ermeniler ve Silahlandırma Faaliyetleri (1890–1923), Turan Yayınları,İstanbul, 1995, s. 27–3488 13 Kasım 1918'de Osmanlı'nın başkenti İstanbul'a gelen müttefiklerin 55 parçalık gemilerindenİstanbul'a 3500 asker çıkarıldı. İngiliz Albayı Muerpi İstanbul'a geldi. “İstanbul’un İşgali” madde,www.vikipedi.org89 “Erzincan” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding, İstanbul, 1994, c.7
157
Romanda sadece dört tarih kaydedilmiştir. (s.56, 78, 80, 89) İstanbul’un işgali
ve Erzincan’ın kurtarılmasının dışında da kronolojik zamana işaret eden belirli bir
tarihî olay da yoktur.
Romanda kullanılan kronolojik zamanın unsurları, ikiye ayırabiliriz. Birincisi
komitecilerin faaliyetlerini gösteren unsurlardır. İkincisi ise Tehcir Yasasıdır. Tehcir
Yasası ile ilgili zaman unsurları, belirli tarihler halindedir: “14 Mayıs 1915’te çıkan
yasa.” (s.78), “1914 Sonbaharında Tehcir Yasası çıkıncaya kadar.” (s.80)
Komitecilerin faaliyetlerini zaman belirlemelerinde ise, “gün” formu sıkça
kullanılır: “Üç gün sonra” (s.25), “Bir gün” (s.39), “Ertesi gün” (s.63, 107, 124), “İki
gün sonra” (s.100)…
Romanda ilk verilen tarih ise 1890 yılıdır. Yazar, burada komitecilerin
birleşmesini vermek için geriye döner. (s.56) Ve bu geriye dönüşün dışında başka
geriye dönüşler yoktur.
Romanda kozmik zaman unsurlarının çoğu, “karanlık” ve “gece”nin
etrafında toplanmaktadır. Burada gece, gizli işlemler için uygun bir ortamdır:
“Köyün ışıkları sönmüştü. Gökyüzü parçalı bulutluydu. Ay ışığında çevre bir hoş
olmuştu.” (s.17), “Gökyüzü bulutluydu. Yarım ay ışığı altında dağlar bir hoş
olmuştu. Onnik’in bulunduğu mağaradan güçsüz bir ışık sızıyordu. İçerden ise
yalvaran kadın sesleri geliyordu. Onnik dağların yalnızlığını ırz düşmanlığında
gidereceğini sanıyordu.” (s.49), “Bir gece onu yakalayan komiteciler yöntemlerini
uygulayıp…” (s.61), Bir gecede Hacı Emin Efendi ile Şükrü Efendi, Nazar’ı Karasu
bataklığına götürerek dibine atarlar. (s.92), Ermeni hırsız kadın da geceleyin
yakalanır. (s.94)…
Yazar, komitecilerden kurtulanlar ile tabiat arasında bir bağ kurar. Ve güneş
onlara güler, sanki yeniden dünyaya dönerler. (s.50)
Romanda tarihî sosyal zaman unsurları çoğunun, romanın konusu olan
komitecilerin faaliyetleriyle ilgili resmi soruşturmalarda bulunması uygundur. O
dönemdeki soruşturmalarda kullanılan eşyalar şunlardır: “O günlerde
158
soruşturmalarda kullanılan en büyük silah sopaydı. Sopaya dayanamayıp cinayetleri
üstlenenlere rastlanırdı.” (s.16)
O dönemde hayvanlara pek ehemmiyet verilir: “Hayvan insandan daha
değerliydi. Tahıl para etmiyordu. Geçimin ana kaynağı hayvancılığa dayanıyordu.”
(s.16) Bununla ilgili olarak da at, zenginlik seviyesine bir işarettir. Bunun için at
hırsızlığı da ortaya çıkmaktadır. At hırsızı Seydo, romanda bir kahramandır. “At
hırsızlığı Seydo için vazgeçilmez bir tutkuydu.” (s.16–17) Seydo, çevrede at hırsızı
olarak bilinen bir insandır. Atı almak isteyen köylü, önce Seydo’ya gider. (s.16)
Atlar da zenginler arasında büyük bir armağan sayılır. (s.21) Atların ahırlarının, da
evlerin tam yanında yapıldığını öğreniriz. (s.18) Çiftçilik ve hayvancılığa dayanan bu
hayat şeklinde de yağ pazarları önemli bir yer tutar. Köylüler, tarlalarındaki
tırpancılara yağ yetiştirmek amacıyla bu pazarlara yağ almak için giderler. (s.98–99)
Türk kültürüne özel olan cirit de düğünlerde yapılan bir gelenek olarak ortaya
çıkmaktadır: “Köylüler gelinle damat onuruna cirit oyununa başlayacaklardı. Koşula
göre, gelinin işaret vermesi gerekiyordu. Tek sıra durumunda atlılar bekliyorlardı.
Cirit alanında duygu ve heyecan vardı. Marçik elindeki mendili esintiye bırakınca
cirit oyunu başlamıştı. Ciridi en iyi kullanan Şahin’di. Çocuk denecek yaştan beri, at
biner, köyler arasında düzenlenen yarışlara katılırdı. Atın kolanın gevşek bırakır,
çevresinde dönerken, yerden kaptığı sopaları rastladığına savururdu. Atından
yuvarlanıp gidenlere üzülmek olanaksızdı.” (s.31)
Sosyal zamanın unsurlarından olan inanç veya batıl inançlar da romanda bir
yer tutar. Sosyal hayatın bütün yüzlerinde güçlü bir rol oynayan “Hoca” ve “Derin
Hoca”, köylülerin akıllarında din adıyla sınırsız bir güç sahiplerdir: “Hocalar
kendilerini düzenin akbabaları sayarlardı. Kâfir sözcüğünü güçlü bir silah olarak
kullanırlar, halkın vicdanından ellerini çekmezlerdi. Nefesleri doktor neşterini geride
bırakırdı. Her hastalığın çaresi ellerindeydi. “Ben bu işten anlamam” diyen tek birine
raslanmazdı. İster tifo, ister kanser, isterse sıtma olsun, ilk cümleleri “Peri yeline
raslamış” olurdu. Üçgen muskalar halkın boynunda bir ölüm fermanı gibi sarkar
dururdu. Daha canbazlarına “Derin Hoca” denir, bin türlü bela ile şaşkına
çevirdikleri halk bu fabrikalardan muska satın alırdı. Kara-Kura, Al Bastı, Münkir-
159
Nekir, hortlak gibi sözler küçüklerinde şuur altına işler, geceleri dışarı çıkanların
bazıları, bir kedinin kaçışı, ya da rüzgârın uçurduğu bir tüy nedeniyle korkunun
kurbanı olurlardı. Bunlar hocalar için bulunmaz ekmek kapılarıydı.” (s.32)
4. Kurtuluş Savaşı Dönemi
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanının kronolojisini gösteren on beş tarih
kaydedilir. Romanda ilk verilen tarih, 1919 yılının Mayıs ayındaki İzmir’in işgalinin
tarihidir. (s.7–11) Romanda son verilen tarih ise, 1920 yılının Ocak ayıdır. (s.263)
Ama burada romanın olaylarının bu iki tarih arasında geçtiğini söylemeyiz. Çünkü
bu iki tarih arasında birkaç iniş söz konusudur. Bu inişler, romandaki geriye
dönüşlere bağlıdır. Romandaki geriye dönüşler, bazen olaylar içinde, bazen de ayrı
bir bölümde cereyan eder. Romanda ilk rastlanan geriye dönüş, Neveser tarafından
yapılır. Neveser hanım, hatıralarıyla iki yıla kadar geriye döner. (s.65) Burada olaylar
ve kahramanlarla ilgili bilgiler verilir.
Romanın kronolojisi, şu şekilde sıralayabiliriz: Başlangıç: Mayıs 1919 (s.7),
iki yıla geriye dönüş (s.65), Mayıs / Haziran 1909 (s.115), 1902 yılına geriye dönüş
(s.147), Aralık 1919- Ocak 1920 (s.261–382). Buna göre romandaki vak’aların
kronolojisinin, tabii bir şekilde ilerlemediğini söyleyebiliriz.
Romanın kronolojisini gösteren belli başlı tarihler yanında tekrarlanan ve
yazar tarafından kullanılması bakımından rağbet gören bazı zaman dilimlere romanın
boyunca rastlarız. Bu gibi zaman dilimlerinin başında “gün” formu gelmektedir:
“Ertesi gün” (s.89, 109, 133, 143, 255, 270), “O gün” (s.106, 109, 123, 175, 228,
286, 357, 359), “Bugün” (s.217, 265), “Üç gün sonra” (s.93), “Son günlerde” (s.63),
“İki gündür.” (s.328)… İkinci sırada da “ay” formu önümüze çıkar: “Mayıs” (s.9),
“20 Mayıs” (s.64), “Mayıs-Haziran” (s.117), “Nisan ayı boyunca” (s.121), “Mayıs’ın
biri” (s131), “Temmuz’un bir Cuma günü” (s.167), “1907 Mart’ının ilk haftalarında”
(s.168), “Aylardan Haziran” (s.173), “Aralık-Ocak” (s.263), … Geçen örneklerde
gördüğümüz gibi Mayıs ayı, birçok yerde tekrarlanan aylardandır. Yazar, Mayıs
ayının, özellikle 1919 yılının Mayıs ayının üzerinde uzun durur. Neveser Hanım için
160
uğursuz bir aydır: “Kardeşi Ahmet Ziya, artık umudunu kestiği bir sırada, Berlin’den
çıkagelmeseydi o Mayıs Neveser’in yüzü hiç gülmemiş olacaktı: ne uğursuz aymış!
İzmir’in işgal “faciası’, özel nedenlerden, onu ay rıca ilgilendiriyor: Selânik
elden çıkınca, ailesi İzmir’e göçmüştür.”, “Hatıra Defteri’nin, Mayıs’ın ikinci
yarısına ilişkin sayfaları, ‘en mükedder, en müteellim’ sayfalarıdır” (s.61)
Romanda kronolojik seyrinin başlangıcını gösteren İzmir’in işgaliyle başlar.
Yazar, burada olayın zamanını göstermek için sadece yıllar, aylar ve günlere
dayanmaz, ama aynı zamanda da olayın saatini de belirtir. Bu açıdan romanda saatini
gösterilen olay, tek budur. Böylece yazar-anlatıcı, bu olayın roman içinde önemine
işaret etmiş olur: “İlk Yunan neferi, İzmir Rum halkının çılgınca tezahüratı arasında,
dün sabah 7.50’de İzmir rıhtımına çıktı.” (s.11), “İhraç kıtalarını getirmekte olan
nakliye gemileri, saat yediye doğru göründüler. Lonhi Sfendani, New Genea,
Thyella, Themistocles, Syria ve Paris sefineleri, yedi buçukta limana girmişti.”
(s.11), “Saat dokuza beş kala…” (s.12)
Roman 1920 yılının Ocak ayındaki Münif Sabri’nin öldürülmesiyle sona erer:
“…Münif Sabri, Salı günü de buluşmaya gelmiyor. Gelemiyor. Çünkü gelemez.
Sebebini Neveser, ertesi gün gazetelerden öğrenecektir.” (s.382)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında kozmik zaman söz konusudur. Yazar,
olayların çoğunu bir kozmik zaman tablosuyla başlatır. Bu gibi tablolar, yazar
tarafından amaçsız değildir. Yazar, adeta bu gibi tablolar vasıtasıyla olayın genel
havasını verir. Böylece bu gibi tablolar, olayların bir önsözü mahiyetini alır:
“Rüzgârlı bir karanlıkta, ince kar tozlarının uçuştuğu bir Aralık akşamı, Abdülhamid-
i Sâni ‘mebuslara’ yemek vermektedir.” (s.203)
Romanda bazı zaman dilimlerinin, özellikler “akşam” ve “gece” vakitlerini
gösteren formlarının pek çok tercih edildiğini buluruz. Yazarın, roman boyunca
ısrarla kullandığı gece ve akşam formları sayesinde Dersaadet’te Sabah Ezanları
romanına karanlık duygusunu verir. Söz konusu bu karanlık duygusunun, romanın
ele aldığı dönem ve olaylarına uygun olduğunu görürüz. Romanda “Gece” ve
161
“akşam” formları şu şekilde sıralayabiliriz: “O gece” (s.92, 108, 133, 158, 160, 214,
225, 271, 272, 305, 311, 344, 360, 375), “Bu gece” (s.371, 372, 373), “O akşam”
(s.96, 116, 140, 213, 224, 298, 307), “Bu akşam” (s.280), “Bir akşam” (s.66, 156,
277, 281, 299, 361), “Akşam üstü” (s.189, 253, 345), “Akşam” (s.192), “Akşam
üzeri” (s.370), “akşama doğru” (s.35), “Bazı yaz akşamları” (s.187)… Böylece gece
ve akşam, romanın zamanına hâkim bir unsurdur. Daha da kasvetli durumlarda ise,
yağmur geceye veya karanlığa katılır: “Yağmur, Dersaadet’in, insanı içinden
çökerten, karanlık yağmuru. Yağdığını görmez, aşağılık nemiyle iliklerine kadar
ıslanırsın. Kulak içlerinde su tozu birikir, gözlükler buğulanır. Yağmur yağdı mı,
akşamları tüyleri diken diken eden bir serinlik çıkıyor.” (s.61)
Yazar, romanda bazen kozmik zaman unsurlarını romanın kronolojik seyrini
gösteren tarihlerle birleştirir. Yazar, bu hususta Ziya beyin, oğlu Ahmet Ziya’nın
yüzünden düştüğü kederi ustaca şu şekilde işler: “Rumi Martın üç dokuzuncu halk
kötü bellemiştir: dokuzu, ondukuzu, yirmidokuzu; o günler, ya fırtına bekler, ya
soğuk; bu yıl 9’u nasıl geçmişti hatırlamıyor ama 19’unun ‘her cihetten’ kötü
başladığını, Ziya bey ölse de unutmaz: daha sabah karanlığı, sulu bir kar; çamur
bulaşığı bulutlar, sanki pelte pelte sokaklara dökülüyor; bir de soğuk, aman Allah,
ayazın elinde maharetli bir ustura, her esişinde kafasının derisini bir daha yüzüp,
alıveriyor adamın. Kuşluk vakti, bir ara, malî sene bilânçoları için İstasyon’a, Fransız
İşletme Müdürü Mösyö Perdrier’yi görmeye gitmişti; o yokken, Feyziye İdadisi
Müdürü Cavit bey’in, bir ‘pusulasını’ getirmişler: ‘mahdum beyle alâkalı mühim bir
hususu tezekkür etmek üzere’ onu okula çağırıyor.” (s.174–175)
Yazar, bazen de kozmik zaman belirlemeleriyle olayların genel akışını içinde
kullanır. Kozmik zaman, burada olayın genel akışını bir göstergesi olarak ortaya
çıkar: “Doktor Schlosser ve karısı, o gece yemeğe kalmışlardır. Yemekten sonra,
bahçeye çıkıldı. Çardağın altında, hasır koltuklara oturup, geç vakitlere kadar
söyleşiyorlar. Başlarının üzerinde uyumuş kuş yüklü gece ağaçları, rüzgâr estikçe
üflenmiş gibi parıltısı artan yıldızlar, kadife lâciverdi gök. Masanın üstündeki ‘kayık’
tabakta, çardağa asılı feneri yansıtan iri kirazlar, cilâlı gibi parıldıyor.” (s.214)
162
Böylece yazar, kozmik zaman unsurlarıyla hem olayın zamanını, hem de tasvirlerde
ustalığını göstermiş olur.
Kozmik zamanla ilgili dikkat çekici bir husus, yazarın bu gibi unsurları
zamana işaret etmek için yanında bazen da tabiat güzelliğini göstermek için
kullanmasıdır: “Eylül ‘iptidalarında’, yazdan kalma bir akşamdı; yıldız bolluğundan
ağırlaşmış sütlü lâcivert bir gökyüzü, pırıl pırıl, terastaki çiçeklerin üzerine sarkıyor.
Havada kaba bir yumuşaklık, kaybolup belirlenen çiçek kokuları: belki karanfil,
belki gül, belki leylâk!” (s.69)
Yazar, kozmik zaman unsurlarını ustalıkla memleketin durumlarına yansıtır.
Neveser Hanım, Ahmet Ziya ve Münif Sabri birbirleriyle memleketin genel
durumlarını konuşurlar. Birdenbire onların arasında acı bir sessizlik geçer. O anda
anlatıcı, kozmik zamanın unsurlarını ustalıkla konuşturur: “Yumuşak Mayıs gecesi,
lâciverdine gümüş tozu serpilmiş ‘muazzam’ bir fânus, içinde uzak minarelerden
dağılan Yatsı ezanları boğulup, işgal donanmasının vardiya çanları acımasızca
yükseliyor. Hava rüzgârsız.” (s.92)
Romanın birçok yerinde kozmik zaman unsurlarının, kahramanların ruhî
durumlarıyla iç içe olduğunu görürüz. Kahramanların içi, dışa ya da tabiata yansıtılır.
Neveser hanım, kardeşi Ahmet Ziya’nın döndüğünden itibaren dünyayı bambaşka bir
şekilde görmeye başlar. Yazar, Neveser’in huzurunu tabiata yansıtır: “Hava da bir
güzel ki! Salacak’ın üzerinde suluboya lekesi bir bulut, külrengi damarlı mermer
beyazı, çevresi katmerli mavi. Şirket-i Hayriye vapurları,gündelik telâşları içinde,
çakal gibi havlıyorlar. Terastaki yeşilliğe, patır patır yağan serçeler. ” (s.99) Adeta
roman içinde Neveser’in huzuru, tabiatta görürüz. “Omzunda şal terasa döndüğünde,
akşam, mor bir zambak gibi açılmıştı: ufak, boydan boya, haşhaş pembelerinin,
böğürtlen siyahlarına batıp boğulduğu; sırmalı lâciverdlerin, ördekbaşı yeşillere
karıştığı bir renk panayrı.” (s.107)
Romanda tarihî sosyal zamanın en önemli olgu, mütareke yıllarında
Yunanlılar tarafından İzmir’in işgali ve daha sonra da İstanbul’un işgali ve bütün
bunların karşısında saray ve halkın tepkisidir. (s.11–12, 379) Bunun yanında da
163
romanda anlatılan yirminci yüzyılın başlarında memleketin çeşitli yerlerinde cereyan
eden Ermeni İsyanları ve Ermenilerin faaliyetleridir. Romanın ele aldığı dönemde
komiteciler, suikastları yaparlar. (s.173)
Roman, bir sanat eseri olarak ele alınan dönemin havasını tarihî sosyal zaman
bakımından iyice yansıtır. Dilden başlayarak romanda kullanılan dil, üslup ve
anlatılan yaşayış tarzı bile Osmanlı devletinin son dönemlerini ustalıkla tasvir eder.
Romanda ele alınan dönemde çıkan dergi ve gazetelerin adlarıyla da zengindir:
“Alemdar” ve “Birlik” (s.88, 166), “Kurtuluş Dergisi” (s.101), Paris’te Fransızca
çıkan “Meşveret” gazetesi (s.135), “Tanın” (s.166)…
Romandaki kıyafet ise bize tarihî sosyal zamana da işaret eder. Abdi Bey
başta olmak üzere birkaç kişinin, o dönemde pek kullanışlı olan tekgözlüğü
kullandığını görürüz. (s.45) Başka bir tarafta Paris’in modasının, romanın
kahramanları arasında yaygın olduğunu görürüz. Gülistan Satvet, bu modayı temsil
eder: “Paris modası, tirşe ipekten ‘dekolte’ tuvaleti, omuzlarını ‘kâmilen’,
göğüslerini ‘kısmen’ açıkta bırakmış; uzun bir ağızlıkla cıgara içiyor.” (s.43) Prens
Dimitri Aleksiyeviç Bragin’in kıyafeti ise, önümüze şu kıyafetle ortaya çıkar:
“Miralay rütbesiyle bir kazak alayına komuta etmiş.”, “Boyundan ilikli, beli kuşaklı,
cam yeşil mujik kaftanı, kalın mujik çizmeleriyle, olur olmaz yerde peydahlanır.”
(s.37)
Abdi Bey, Mösyö Saint-Denis’e gittiğinde üstlerini değişip hayli bol
“maşlah” giyinir. Hindiçini’li bir kız Abdi Bey’in giymesinde yardım eder. Âdetin
böyle olduğunu öğreniriz. (s.136)
Neveser Hanım ile Schwester Magda çarşıya giderler, Neveser Hanım orada
fanuslu bir saati beğenir. Söz konusu bu saat, tarihî sosyal zaman bakımından
Osmanlı sanatını gösteren bir unsurdur. Yazar da bu saatin ayrıntılı tasvir eder: “Ne
‘cici’ şeydi: menevişli, Osmanlı rakamlarını içeren kadranını, yaldızlı dört melek
kanatlarıyla tutuyor; akreple yelkovan öylesine narin ve zarif ki, dikkatsiz bir göz,
ta’lik lâmeliften ayırdedemez; tabanında, çalıştığını belli eden bir disk, ağır ağır bir
sağa dönüyor, bir sola.” (s.173)
164
Romandaki sofra unsurları ise zengin sınıflarının sofraları gösterir. Yazar,
romanda bize gösterdiği sofralar, sadece Rosa Mizrahi’nin salonundadır. Rosa
Mizrahi, sofralarına titizlik göstererek her şeyi gözden geçirir: “Gece sofrası, kaşla
göz arasında hazırlanıverdi: Riri, kırıta kırıta, örtüdür, peçetedir, tabaktır, bardaktır
taşıyor; Madam Mizrahi, salonun yangın loşluğunda, mavi bir kontes hayaleti gibi
peydahlanarak, yaptıklarını gözden geçiriyordu. “Bu çatallar olur mu Riri, sana kaç
defa söyledim, büyük büfedekileri çıkaracaksın, gümüş takımları!”. Riri’yle,
mutfaktan bir oğlan, sonunda yemekleri getirdiler. Hizmetçi ‘servis yaparken’, Rosa
Mizrahi Prens Bragin’i sofraya davet etti.” (s.43), “Peydahlanıveren Riri, şamdanları
yakıp, parıltılı bir aydınlık üretiyor; mutfaktan ‘acele’ havyar, füme balık, peynir ve
jambon koşturup, çay sofrasını Rus düzenine uyduruyor: pat pat votkalar açıldı.”
(s.329) Yazar, evin dışındaki sofralara da yer verir: “Abdi bey’le Fathi bey,
kararlaştırdıkları yemeği Beyaz Kule’deki Olimpos Gazinosu’nda yediler; çipura
tava, roka salatası, rakı. Ünlem uzunu Rum garson, masanın önemini kavramıştı:
çevrelerinde dört dönüyor, taşımadığı yok: damağa değer değmez dağılan fasulya
pilâkileri, tam yağlı Rumeli peynirleri vs.” (s.141) Geçen örneklerde gördüğümüz
gibi yazar, hem sofra unsurları, hem de sofra gelenekleri hakkında bilgi vermiş olur.
Vatan Dediler romanındaki vak’a, 1920 yılının Ağustos ayında başlar. (s.5) 9
Eylül 1922 tarihindeki90 İzmir’in kurtarılmasıyla sona erer. (s.363) Romancı romanın
ilerleyişi sırasında yeni bir tarih vermez. Biz olaylara dayanarak kronolojiyi tespit
ediyoruz.
Yazar, kronolojik zamana bir işaret olarak da romanın sonunda Molla
Mahmut’un köyünden ayrıldığından itibaren iki yıl geçtiğini söyler. (s.361) Böylece
yazar, romandaki vak’anın süresinin iki yıl olduğunu izah eder. Bunun yanında İnönü
Savaşı’nı91 kazanıldıktan bir gün sonra Molla Mahmut askerlerle Eskişehir’e
giderler. Bu zafer yüzünden halk, İnönü Savaşına katılmış askerleri heyecanlı bir
90 Sina Akşin, Türkiye Tarihi, c.4 (Çağdaş Türkiye 1908-1980), Cem Yay., İstanbul, 9. Baskı, 2007,s.10591 İnönü Savaşı: 6–10 Ocak 1921 tarihlerinde Türk ve Yunan orduları Eskişehir’e yakın İnönümevkiinde karşılaştılar. Karşılaşma Çerkez Ethem’e karşı yürütülmüş harekâtın hemen ardından geldive Yunan kuvvetleri sayı ve donanım bakımından üstün durumda olmalarına rağmen, başarı eldeedemediler, çekilmek zorunda kaldılar. İnönü Savaşının doğurduğu sonuçlar bakımından çok önemlibir savaş sayılır. Sina Akşin, a.g.e., s. 97
165
şekilde karşılar. (s.223–225) Molla Mahmut, İnönü Savaşından sonra annesini
görmeyeli altı ay geçtiğini söyler. (s.229)
Düzenli orduya katılmak için memleketin çeşitli yerlerinden yeni gelen
delikanlılar, yoğun eğitime başlarlar: “Sabahtan akşama kadar eğitimdeydiler. «Yat,
kalk, sağa dön, sola dön, marş marş, yat…» Tunç gibi olmuştu hepsi de. Bedenleri
sımsıkı et ve kemikti. Akşama kadar ter dökerler, akşam kuru toprağın üstüne yatıp,
kımıldamadan uyurlardı.” (s.71–72), “Birkaç gündür piyade eğitimi yapıyorlardı.
Yorucu bir çalışmaydı. Teğmen bunları sık sık ortaya çıkarıp acemi erlere örnek
hareketler gösteriyordu. Canla başla yerine getiriyorlardı. Yatmalar kalkmalar
çökmeler, koşup tekrar yerine gelmeler. Yerde sürünmeler. Akşama kadar
terliyorlardı. Urbalarının dizleri dirsekleri yıpranmıştı. Sırtları terden kayış gibi
olmuştu. «Vatan için» deyip hiç yüksünmeden yapıyorlardı. Bazı günler atlı eğitime
çıkıyorlardı. İnip binmeler, tırısa dörtnala kalkmalar, uzun yürüyüşler…” (s.74)
Eğitim meselesi yazar tarafından üzerinde durulmuş noktalardan biridir. Yazar-
anlatıcı, burada söz konusu olan askerlerin eğitimi vasıtasıyla Kurtuluş Savaşının
şansla değil, ama irade ve ilim ile kazanılmış bir savaş olduğunu bize gösterir:
“Acemi erler çevresine bağdaş kurup oturmuşlar, dikkatle dinliyorlardı. Akşama
kadar eğitim yapmış, yorulmuş delikanlılar, akşam da yaşlı arkadaşlarının bu şekil
konuşmalarıyla doluyorlardı.
Sonra ders başlardı. Arazi bilgisi, savaş bilgisi, at bakımı, silah bakımı…
Çavuşun birisi kalkar, bazen anlatarak, bazen sorular sorup cevaplar alarak ders
yapar, acemi erleri yetiştirmeye çalışırdı. Bazıları da başlarından geçen olayları,
savaş anılarını anlatırdı. Erler zaten köyde, burada dinleye dinleye iyice «savaş»
havasına girmişlerdi. Anıları dinlemekten çok hoşlanırlardı.” (s.76) Gördüğümüz gibi
askerlerin eğitimi sırasında kozmik zaman belirleyici olur.
Ağustos ayı, romanda zamanla ilgili tekrarlanan unsurlardan biridir. Bu ayda
Tacım’lılar düzenli orduya katılmaya giderler. Zaten roman böyle başlar: “1920
yılının Ağustos ayı.” (s.5) Yunanlılar ağustos ayında hep yenilirler. Bu yüzden
Yunanlı komutanlardan Binbaşı Dimitris şu şekilde düşünür: “Fakat ah bu sıcak! Bu
166
Ağustos ayı! İnsan yanıp kavruluyor. Bitmesine birkaç gün kaldı, şu Ağustos bir
geçiverse…
Binbaşı Dimitris böyle düşünüyordu. Ağustos ayına takmıştı kafayı. ‘Ağustos
ayı Türklere yardım ediyor, bize ise uğursuzluk getiriyor.” (s.348) Binbaşı Dimitris,
subaylara ertesi gün saat altıda bir balo olduğunu söyler. Onlar da baloya katılırlar:
“Ertesi gün, 25 Ağustos akşamı, Afyon’un en büyük binalarından birinin alt katında
masalar kurulmuştu. İzmir’den getirilen orkestra oynak Elen havaları çalıyordu.”
(s.350) Sabahlayın saat dörde kadar bu balo, Türk askerlerinin yaptığı büyük
taarruzla sona erer. (s.350–351) İki gün geçmeden güzel haberler yayılır. Yunanlılar
bütün cephede ağır kayıp verirler, tutunacak halleri kalmaz. (s.354) Ağustos ayı Türk
askerleri için zorsa Yunan askerleri için da daha zordur: “Kızgın güneşin altında
dereler ve tepeler erimiş gibiydi. Hiçbir kıpırtı görünmüyordu. Ağustos güneşi
tepelerine binmiş, ateş saçıyordu. Gölgesine sığınacak hiçbir karaltı yoktu. Kırın
yüzündeydiler.
- Emmimin anlattığı Arabistan çölü de böyleydi herhalde.
- Yanmak değil, pişmek bu.
- İyidir. Yonanın burnu çabuk kırılır.” (s.285)
Gördüğümüz gibi kozmik zaman tarihî olaylara uygun de gelse burada savaşa
etkisi bakımından ustalıkla kullanılmıştır.
Romanda olaylar, birbirini hızlı bir şekilde takıp eder. Yazar-anlatıcı,
romanında “ertesi gün” formu, zamanla ilgili olarak en çok kullandığı unsurdur.
“Ertesi gün” formu, romanda on yedi defa tekrarlanmıştır: “Ertesi gün akşama
doğru.” (s.25), “ertesi gün öğleye doğru.” (s.137), “ertesi gün emir geldi.” (s.264)
“ertesi gün” (s.33, 81, 95, 184, 233, 259, 271, 324, 325, 335, 340, 350, 362).
Yazar, romanındaki çatışmaların zaman akışını genellikle şu şekilde işler:
“Bir gün kuşluk zamanı çatışma başladı. Yunanlılar siperlerimizi önce top ateşine
tuttular. Bol cephaneleri vardı. Onun için rastgele atıyorlardı. Kimisi tarlalara
düşüyordu, kimisi mevzilere rastlıyordu. Türk topçuları daha gerilere çekilmişti. Asıl
167
savaşın Sakarya kıyısında yapılacağı, bu kesimde düşmanın oyalanması gerektiği
emredilmişti. Geceleri geri çekiliyor, gündüzleri ateşe karşılık veriliyordu.
Üçüncü gün Emirdağı yolu boyunca mevzilendiler. Geriden mermi
gönderilmişti. Hamidiye köyü yakınlarında şiddetli bir savaş yapıldı. Yunanlılar Türk
birliklerinin zayıf olduğunu sanarak çıplak ovanın yüzünde sereserpe ilerlemeye
kalkıştı. Tepeden yoğun ateşi yeyince şaşırdılar. Çok kayıp verdiler. Geri çekilmek
zorunda kaldılar. Geceleyin güneyden yeni birlikler getirildiler. Ertesi gün o birlikler
de fazla bir şey yapamadı. Çünkü Türk piyadeleri uygun bir arazi kesimine
yerleşmişti. Orada birkaç gün dayandılar. Süvariler geriden, yandan sık sık akınlar
yapıp desteklediler. Sonra Kaymaz köyüne doğru geri çekildiler.
Güneyden, doğudan, çeşitli bölgelerden bütün Türk birlikleri Sakarya
boylarına yığınak yapıyordu.
Haziran sonlarıydı, havalar adamakıllı sıcaktı. Toprak takır takır kurumuştu.
Kırlarda tek bir yeşillik kalmamıştı. Gözalabildiğine bozkır canlıları yakıp
kavuruyordu. Susuzluk dertti. Mataraları doldurmak için kilometrelerce yol yürümek
gerekiyordu.” (s.264–265) Yazar, romanında anlattığı bütün savaş ve çatışmaların
başında mutlaka bir kozmik zaman tablosuna işaret eder: “Gün iyice inmişti. Puslu
bir akşam başlıyordu. Hava tekrar soğumuştu. Molla Mahmut habire tetik çeken
ellerine baktı. Taş gibi sertti elleri. Bir de morarmıştı. Göğsünü tüfeğe dayıyarak
ellerini cebine soktu, ısıtmağa çalıştı. Altında toprak buz gibiydi.” (s.168–169)
Yazar, romanında zamana işaret etmek istediğinde kozmik zaman unsurlarına
dayanır. Bu yüzden bu gibi unsurlar roman içinde bolca rastlayabiliriz. Esasen roman
içinde genel olarak zaman akışını gösteren unsur; mevsimlerin değişikliğidir. Zaten
yazar-anlatıcının, olayların tarihine önem verdiğini gösteren husus, mevsimleri titizle
kullanmasıdır. Afyon’dan gelen askerler, İnönü Savaşına giden orduya katılmak için
giderler. Bu sıralarda anlatıcı bize yağmurlu, soğuk bir rüzgâr estiğini söyler. (s.124)
İnönü Savaşının Ocak ayında olduğuna göre anlatıcı tarafından kış mevsiminin
unsurları kullanılması uygundur. Aynı teknikle Sakarya Meydan Muharebesinden
sonra tarihe uygun olarak bahar da kullanılır: “Bahar aylarında hazırlık çalışmaları
168
iyice hızlandı. Hemen hergün eğitime çıkıyorlardı. Yürüyüşler, atışlar, teftişler
birbirlerini kovalıyordu. Üst komutanların biri gidip biri geliyordu. Subaylar toplanıp
harita başında uzun uzun çalışıyorlardı.” (s.336)
Yazar-anlatıcı, romanında savaşları kozmik zaman ile anlatır. Bu gibi
unsurların kullanılması yazar tarafından amaçlıdır. Yazar, okuyucuda tesir bırakmak
amacıyla Türk askerlerinin hangi koşul altında savaştıklarını gösterir. Gerçekten
tarihî olayların tarihlerinin kesin bir şekilde verilmesi, elbette tarihçinin işidir, ama
bu olayların arka planı veya askerlerin içinde bulundukları koşulların gösterilmesi,
romancının işidir. Bunun için yazar, Vatan Dediler’de çatışmalar ve savaşları kozmik
zamanla işler: “Herkes davrandı. Tüfekleri ileri uzattılar. Yunan siperlerinde bir
kıpırtı görülüyordu. Yeni bir saldırıya geçeceklerdi herhalde.
- Ateş!.
Tüfekler patlamaya başladı. Kızgın güneşin altında kurşunlar vızır vızır gelip
gidiyordu. Ortalık bakılamıyacak kadar aydınlıktı. Gözler çizgi gibi yarı
yumuluyordu. İyi nişan alınamıyordu. Kızgın namlular elleri yakıyordu. Herkesin her
yerinden ter yürürdü.
- Tam savaş havası! dedi birisi kızgınlıkla.
Yakaları bağırları açmışlardı. Terle toz karışıp çamur oluyor, yüzlerinden
aşağı yol yol akıyordu. Hiç birisi tanınacak gibi değildi. Sağ taraftaki düzlükte daha
yoğun bir savaş sürüyordu. Molla Mahmut başını kaldırmadan sık sık oraya bakıyor,
sonra dönüp kurşun sıkıyordu.” (s.286–287)
Türk askerleri savaşta birçok zorlukla karşılaşır. Yazar-anlatıcı, romanında
bu zorlukları göstermek için kozmik zaman unsurlarını kullanır: “Akşama doğru bu
görüş güç kazandı. Çünkü Türklerin durumundan habersizdiler. Asker
dinlendirilmemişti. Birlikler yarı yarıya erimişti. Üstelik cepane iyice azalmıştı. Türk
komutanları telâş içindeydi. Geceleyin depolardaki son mermiler getirilmişti. O da
bir gün bile yetmezdi. Askere sık sık tenbih ediliyorlardı.
169
- Aman ha, mermi yok. Üç atacağına bir atacaksın. Attığını mutlaka
vuracaksın. Siperlerde uyumayın, dayanın.
- Çok yorgunuz komutanım. Kaç gündür uyumadık.
- Biliyoruz. Bütün birlikler ateş hattında. Geride değiştirecek birlik yok. Bir
gün daha dayanacağız. O zaman Yunan çözülecek, göreceksiniz.” (s.253) Bunun
yanında da zamanla alakalı olarak bu zorlukları gösteren çeşitli ifadeler de bulunur:
“Bu öğleye kadar böyle sürdü. Durum hiç değişmedi. Uzaklarda, sol taraftaki
tepelerde yoğun savaşlar yapıldığı anlaşılıyordu.” (s.180) “Savaş günlerce sürdü.”
(s.252), “Gecelerin gündüzlerin yorgunluğunu üstlerinden atıp dişe diş dövüştüler.”
(s.253), “Savaş durmadan bütün gün sürdü. Askerler susuzluktan kavruldular. Kurak
bir araziydi. Bazıları mataralardaki suyu içip bitirmişti. Geride su yetiştirme olanağı
yoktu.
- Su suu… öldüm
- Akşamı bekle.
- Ağzına bir ot parçası al, çiğne.
Öğle yapıyorlardı. Dayanılır gibi değildi. Tecrübeli askerler bir yudum
içiyorlardı, fazla değil.” (s.353) Geçen örneklerde gördüğümüz gibi yazar, Kurtuluş
Savaşında Türk yiğitliğini göstermek için zamanı bir araç olarak kullanır.
Yazar, Molla Mahmud’u ile annesi Ayşa kadın arasında kozmik zaman
unsurları vasıtasıyla bir bağ kurar. Molla Mahmut bir gecede hastalanıp annesini
hatırlar: “Kış akşamı erkenden indi. Kesici bir ayaz vardı. Yakasını bağrını iyice
örttü. Belki ısınırım diye inip biraz yürümek istedi. Dağlık bir bölgeden geçiyorlardı.
Yerde kar vardı. Koşmak ısınmak istiyordu. Fakat güçsüzdü. İçi bulandı.” (s.134)
Ertesi gece hastalığı şiddetlenir. (s.137) Aynı gecede Ayşa kadın geceleyin
uykusundan korkarak uyanır. Molla Mahmut’u düşünür. (s.138)
Yazar, gecenin keder ve üzüntü için uygun bir ortam olduğunu bulur. Bir
gecede de askerler, birbirlerinin yüzlerini görmeden duygulanıp ağlarlar. (s.70)
Çadırdayken geceleyin birbirleriyle dertleşirler. (s.75) Yazar, gece vasıtasıyla Ayşa
170
kadını tabiat ile birleştirir: “Uzun süre sustular. Gecenin sessizliğini dinlediler.
Uzaklarda bir iki köpek ürdü. Köpeklerin sesleri bile değişmişti. Ağlar gibi
mızıklıyarak ürüyordu. Öyle hüzünlüydü, dokunaklıydı herşey.
Tacım köyünün üstünde zifiri bir karanlık vardı.” (s.90)
Yazar, özellikle şiddetli çatışmalardan sonra sessizliği tasvir etmek için de
kozmik zaman unsurlarını kullanır: “Hava karardı. Yukarda yıldızlar parlamağa
başladı. Cephede hiçbir kımıltı görünmüyordu. Atışlar durmuştu.” (s.254)
Romanda sosyal zaman ile ilgili olarak at önemli bir yer tutar. O dönemde
atlar yolculuklarda kullanılan bir araçtır. Tacım’lı beş arkadaş, orduya katılmak üzere
atlarını binerek giderler. (s.5) Orduya katıldıktan sonra atları ile birlikte geldikleri
için bir avantaj olarak süvari alayına alınırlar. (s.42) Atlarla ilgili terimlere roman
boyunca rastlayabiliriz. Ordu birliklerinin arasında ahırlar bulunur. (s.61, 237) Atlar
nallanır, tımar edilir. (s.146) Orduda her zaman atlara önem verilir: “”Birgün
nalbantlar geldi, atları nallattılar. Koşumları elden geçirdiler. Yüzbaşı hepsini ayrı
ayrı kontrol etti. Üstü başı eski olanların urbalarını değiştirdiler.” (s.237)
Romanda köy odalarıyla karşılaşırız. Her köyün bu gibi odaları vardır. Köye
misafir geldiğinde köy odasında oturur. Köyde de birden fazla böyle oda vardır.
(s.22) Köylüler, istedikleri suyu köyün çeşmesinden alırlar: “Nazife gelin hiçbir şey
söylemedi. Kağnıyı çabuk çabuk yükledi. Selim de yardım ediyordu. Boş kalburu,
bakır kapları yerden alıp anasına uzattı.
Yunan askerleri işleri bitince bir nöbetçi bırakıp çeşmeden ayrıldılar.
Bekleşen köylü kadınlar kaplarını doldurdular.” (s.144–145)
Kerpiç, romanda gördüğümüz gibi orduda yeni yapılan yapılarda kullanılır.
(s.39, 47) Orduda kerpiç işine kaptan tarafından önem verilir: “Her gün iki bin kerpiç
kesiyoruz. Buna yetecek kadar kuru kerpicimiz var. İkinci bina için hazırlıyoruz.
Akşamdan çamur kardırıyorum. Yarından sonra bunun duvarları bitecek.” (s.60)
171
Sosyal zamana işaret eden başka bir unsur olan kıyafet, genel olarak ikiye
ayrılmaktadır. Birincisi asker elbisesi, ikincisi ise asker elbisesi verilemeyen,
askerlerin gelirken getirdikleri kıyafetleridir: “…giysileri değişikti. Kimisi halâ
köyden getirdiği urbalar içindeydi. Hepsine asker urbası verilmemişti. Ceketleri
pantolonları eskiydi. Şapkaları başka başkaydı. Bazılarının ayağında yün çorap, kıllı
çarık vardı.” (s.106) Asker elbisesi verilmemesi de devrin şartları bakımından
önemlidir. Komutanlar ise uzun kaputları giyerler. (s.107) Göğüslerinde dürbünler
asılır. (s.340) Yunan askerleri ise yeni elbiseleriyle görünürler: “Askerler sağlam
kaputlu, yeni urbalı, uzun boylu adamlardır.”, “İri yapılı, bakımlı atlar”ı vardır.
(s.143)
Sofra unsurlarına da romanda ara sıra rastlanır. Askerler, yemeklerini
köylerinden getirdikleri ağaç kaşıklarıyla yerler. (s.106) Molla Mahmut, Haceli ve
Hamdi, Zeynel Ali’nin evinde bir geceyi geçirirler. Uykudan kalktıklarında evin
sahibinin oğlu ibrikle suyu getirip onlar leğende yüzlerini yıkarlar. Zeynel Ali sofrayı
kurar, kızarmış tavukla bulgur pilâvı, yanına ayran getirir. (s.216) Halk, İnönü
Savaşından sonra sevinir, askerlere yemekler gönderir: “O akşam Eskişehir’in birçok
evlerinden birliğe yemek gönderildi. Tepsilerle börekler baklavalar, sinilerle pilâvlar,
kızarmış kuzular, kazanlarla hoşaflar…” (s. 224) Köylülerin yemekleri ise basittir:
“İbrikteki suyla elini yüzünü yıkadı. Domatesleri yıkadı. Bakır sahana doğradı
güzelce. Üstüne soğan çirtti. Sofrayı kurdu. Yanına bazlama ekmekleri dizip
hazırladı.” (s. 271) Kökez’li Hacı Nuri’nin evinde günlerce davet hazırlığı yapılır.
Yunan birliğinin komutanını ve subaylarını yemeğe çağırır. Zengin olan Hacı Nuri
sofrayı kurar, sofrada turşular, zeytin yağlı dolmalar, meyveler, sucuk hevenkleri ve
közlenmiş etleri getirir. (s.97–99)
Dikkat çeken son bir unsur, asker kaçaklarıdır. Ordudan kaçanlar, dar
ağaçlarında asılırlar: “Giderken gördüler, halk bir meydana toplanmıştı. Arkaları
dönüktü. Dehşet içinde bakıyorlardı.
- Ne oluyor burada?
Birisi açılıp gösterdi.
172
- Asker kaçakları…
Yan yana darağaçlarında üç kişi sallanıyordu. Mahmut önce şaşırdı, bir tuhaf
oldu.
- Kim asmış bunları?
- Paşa emretmiş. Askerden kaçmışlar.
- Vay canına!
Birisi çarıklıydı. Pantolonu yamalıydı. Boynu uzamıştı iyice. Fazla
bakamadı.” (s.110)
5- Cumhuriyet Dönemi
Kırım (Türk’ün Dramı) romanı 29 Ekim 1941 tarihiyle başlar (s.3), olaylar
kronolojik zaman akımıyla 1945 yılındaki II. Dünya Savaşı sonuna kadar devam
eder. (s.104) Böylece bu romana kronolojik tarih bakımından II. Dünya Savaşı
yıllarında Kırım’ı anlatan bir roman diyebiliriz. Romanda zamanın akışını gösteren
on iki tarih kaydedilmiştir.
Yazar, romanında tarihlere önem vererek romanın içerisinde hiçbir başlık
yokken, romanın bölümlerine başlık yerine bir tarih yazmıştır: “29 Ekim 1941” (s.3),
“2 Kasım 1941 günü…” (s.29), “Kasım 1941” (s.31), “2 Şubat 1942” (s.62), “8
Nisan 1944” (s.95)
Romanın içeriğini zaman bakımından dört aşamaya ayırabiliriz. Birincisinde
yazar, 29 Ekim 1941 yılında İkinci Dünya Savaşı esnasında Kırım’dan Rus çekilmek
üzereyken, onların yerine Almanlar geleceğini anlatır. (s.3–4) Bundan sonra Rusların
yerine Almanlar gelir: “30 Kasım 1941 tarihinde Alman orduları motorize birlikleri
Abrat ve Orkapı şehirlerinden Kırım’a doğru yayılıyordu.” (s.50) Üçüncü aşama ise
8 Nisan 1944 tarihindedir. Bu tarihte Rus ordusu yine Kırım’a hücuma geçerek
Kırım’a döner. (s.95) En son aşama, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle başlar.
15 Ağustos 1945 tarihinde İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra Kırım Türkleri
173
Sibirya’ya sürülürler. (s.104–113) Bu dört aşamanın içerisinde her aşamaya ait
olarak kaydedilen başka tarihler de vardır.
Romanda zamanın seyri düzenli bir şekilde geçer. Yazar, zamanın akışını
bozduracak geriye dönüş veya geleceğe sıçrayışlar pek kullanmaz. Tek bir defa de
romanın zamanından ve Kırım’dan ayrılarak olaylara ait olmayan bir geriye dönüş
yapar. Bu geriye dönüşle Alman’ın II. Dünya savaşında Almanların durumundan söz
eder: “1942 tarihinde Rommel komutasındaki Alman kuvvetleri Mısır’ın başkenti
olan Kahire’ye kadar sokulmuştu. Afrika’ya çıkartma yapan Amerika ve İngiltere
Almanları Mısır’da püskürtmüştü. 1942 tarihinin Kasım ayında Almanlar, Afrika
kıt’asında ağır yenilgiye uğrayarak, çekilmek zorunda kaldı. 1943 tarihinin ilk
aylarında Afrika tamamen müttefiklerin eline geçti.” (s.103)
Almanlar, yakalanmış olan Rus casusu yerine romanın başkahramanı olan
Alparslan’ı Rusya’ya gönderirler. Alparslan Yüzbaşı İlyiç adıyla Rusya’ya girer
girmez yazar onu takip eder: “Komutan onu bir NKVD elemanı bildiği için
Moskova’dan iyi not almak istiyor ve Yüzbaşı İlyiç’e yaltaklanıyordu. Yüzbaşı İlyiç
bir gün orada kalarak ertesi gün askeri araba ile Stalingrad şehrinin tren istasyonuna
kadar vardı. Orada saat 12’ye bilet aldı. Henüz daha yarım saat olduğu için bir gazete
alarak okumaya başladı.” (s.72) Bu olayın dışında yazar, hep olayların tam tarihlerini
dikkatle yazar.
Romanın son tarihi ise 15 Ağustos 1945 tarihidir. Bu tarihte Japonya’nın
şartsız teslim olmasıyla II. Dünya Savaşı sona erer, Kırım Türklerin Sibirya’ya
sürülmesi olayı da verilir. (s.104–105)
Romanda kozmik zamanla ilgili unsurlar zamanın tabii seyri içinde kullanılır.
Bu unsurların içinde dikkat çeken husus, yazarın “Güneş” formuna sık sık baş
vurmasıdır. Yazar, bu formu da okuyucuda tesir bırakmak amacıyla da kullanır.
Yazar, genelde güneş ile keder arasında bir bağ kurar: “Güneş doğduğuna pişman
olmuştu da. Kırım’a nurunu saçmak istemiyordu sanki… İkindi olmuştu, ama ezan
duyulmuyordu. Diller mi tutulmuştu?… Kulaklar mı sağır olmuştu?... Yoksa onlar
hem dilsiz ve hem sağır mı olmuştu?” (s.20) “Güneş ufukta batıyor, akşam oluyordu.
174
Karanlık Akmescit üzerine çökmeye başlamıştı. Bu karanlığı yırtarak bir kurtarıcı
koşuyordu annesinin imdadına… Çok geç kalmıştı ama, cesedini ipten indirebilirdi.
Evlerine barınca dizlerinin bağı çözülmüştü sanki… Kalbi göğsünden çıkacakmış
gibi çarpıyordu.” (s.25) Diğer yerlerde de “güneş formu ”aynen kullanılır: “Güneş
ufukta kaybolmuş.” (s.44), “Güneş batıyordu.” (s.79), “Güneş batmıştı.” (s.90)
Yazar, Kırım’da ilkbaharın güzelliğini de unutmaz: “Başka olur Kırım’ın
baharı… Renk renk açan çiçekler, güller. Yeşeren çayırlar, çimenler. Ötüşen kuşlar,
böcekler. Akan dereler, çaylar. Kırım’a bir başka güzellik verir. Bunlar ilkbaharın
Kırım topraklarına verdiği yeşilliğin eseridir. Bunlar Allah’ın Kırım’a verdiği
güzelliğin meyvesidir.” (s.87)
Romanda tarihî sosyal zamanın en önemli olgu, İkinci Dünya Savaşı sonrası
Kırım Türklerinin yurtlarından Ruslar tarafından topyekûn çıkarılmaları, ölüme
gönderilmeleri ve varlıkları sona erdirilmeleridir.92 Bununla ilgili olarak Rusların
uyguladıkları tehcir olayıdır. (s.105) Burada Sovyetlerin Kırım’ı tekrar ele
geçirmelerinden, bir aydan kısa bir süre, iki haftalık NKVD dönemiyle Kırım
Türkleri’ne yapılan zulümden hemen sonra, Kırım Türkleri’ne verilen büyük ceza
tatbik edildi. Çok iyi planlanan ve uygulanan bu operasyonla, geride hiç kimse
kalmayacak şekilde bütün kırım Türkleri anavatanlarından göçürülmek üzere zorla
toplatıldı. Tehcir olayı gerçekleştirilir.93
Romanda tarihî sosyal zamanı gösteren başka iki unsur da bulunmaktadır.
Birincisi Kırım Türklerinin geleneklerinden olan nikâh meselesidir. Kırım adetlerine
göre nişanla birlikte nikâh yapılır. Alparslan ve Sultan nikâhlılardır. Sultan yatağı
yaparak Alparslan’a bir buse kondurduktan sonra ayrılır. Bunun üzerine anlatıcı,
onların nikâhlı olduklarına işaret eder. (s.29)
İkincisi ise sadece Kırım Türklere ait değil, ama aynı zamanda bütün
Müslümanların bir geleneği olan ölülerin ruhuna Kur’an-ı Kerim okuyarak hediye
92 Dr. Cezmi Bayram, Kırım, Yahut!, Türk Yurdu, c.8, S.7, No: 353, Ağustos 1987, s.193 Hüsamettin Aslan, İkinci Dünya Savaşı Sırasında Kırım Türkleri, Türk Yurdu, c.8, S.7, No: 353,Ağustos 1987, s.8
175
etmektir. Alparslan mezarlığa gider, orada annesi ve bütün şehitlerin ruhlarına
Kur’an- Kerim okuyarak hediye eder. (s.93)
III. MEKÂN
177
Romanda Mekân ve İncelediğimiz Romanlarda Mekânın Ele Alınışı
“Şahıs Kadrosu teşkil eden insan veya varlıkların itibarî bir dünyada
yaşadıkları olaylar zincirinin hikâyesi olan roman, hikâye ve tiyatroda, muhayyel
veya gerçek bir mekâna ihtiyaç duyulacağı açıktır. Bu sebeple adı geçen türlerin bir
başka önemli unsuru, mekân olarak karşımıza çıkar. Mekân; -en basit hâliyle- eserde
yaşanan olayların sahnesidir.”94
“İtibarî eserde mekânın da itibarî olması tabiîdir. Vak’a zincirini meydana
getiren halkaların mâhiyeti ve ona iştirak eden şahıs kadrosondaki fertlerin içinde
bulundukları şartlar bu itibarî mekânın şekillenmesine tesir eden faktörlerdendir.
Anlatıcının durumu, tanıtılan yere göre, bulunduğu mevki mekânın tanıtılmasında
ehemmiyetli rol oynar. Bunun için mekân tasviriyle ilgili satırlar ve pasajlar üzerinde
dururken bu mahallin kim tarafından ne zaman görüldüğünü ve kime anlatılmakta
olduğunu araştırmak gerekir. Ayrıca mekânla eserde nakledilen vaka zinciri
arasındaki münasebeti gözden uzak tutamayız. Metinde ifâde edilen şartlarda ve
belirtilen zaman zarfında, eserde anlatılan vaka zincirinin zuhûru için nasıl bir
mekâna ihtiyaç vardır suali, itibarî âlemin bazı hususiyetlerini anlamamıza yardım
ettiği gibi bizi, eserde tatbik edilen yapma ve yaratma tarzının eşiğine kadar
götürür.”95
“Olayların geçtiği çevrenin tasvir edilmesi, sadece anlatı sisteminin “inşa”
edilmesi açısından değil, okuyucu açısından da gereklidir. Böyle bir imkânla
okuyucu, olayların mahiyetini anlamakta zorlanmaz. Anlatılacak hikâye bir köyde,
şehirde, çölde; evde, apartman dairesinde, odada; kahvede, parkta, caddede…
geçecekse, okuyucu, ona göre bir tutum takınır; muhayyilesini o yönde harekete
geçirir; o yönde bir beklenti içine girer.”96
“Mekân unsuru kahramanların çiziminde de önemli bir role sahiptir. Bazı
romanlarda, bazı kahramanları kişisel özelliklerinden çok, içinde yaşadığı çevreyle
94 İsmail Çetişli, s.7795 Şerif Aktaş, s.12796 Mehmet Tekin, s.130
178
hatırlarız. Bu kişiler, içinde yaşadıkları çevreyle adeta özdeşleşmiş gibidirler.”97 “Bu
bakımdan mekân tasvirleri, eserdeki kahramanların bazı husûsiyetlerini dikkatlere
sunmaya da yardım eder. Bir odanın tefriş tarzı, orada, günlerini geçiren insan
hakkında bilgi verir. Anlatma esasına bağlı eserlerde mekâna ait görünüşle vak’a
kahramanının uyuşması kadar mahalle has husûsiyetlerle ferdin yaşayış tarzı
arasındaki çatışmalardan da yararlanılabilir. Kısacası vak’a zincirinin muhtevası ve
kahramanlarının psikolojik hâli, mekân tasvirlerinden de anlaşılabilir.”98
Tarihî romanlarda mekân hem çok zor hem de yeterince ayrıntılı
olamamaktadır. Bununla beraber bu tespitin yapılması romanların işledikleri dönemi
aktarabilmeleri bakımından önemlidir. Bu bakımından olabildiğince biz,
incelediğimiz romanlardaki mekân ayrıntılı vermeye çalıştık.
Mekân ele alırken de aynı devreyi işleyen romanlardaki yazarların aynı veya
farklı mekânlara bakışını, hangi mekânların öne çıktığını daha iyi görebilmek için
“Zaman” bölümündeki Türk tarihinin devrelerine göre ele almayı burada da
sürdüreceğiz.
1- Selçuklular Devri
Malazgirt Üç Atlısı Konya civarı, İzmir, Antalya çevresi,
Bağdat, Kahire, Kostantiniyye, Malazgirt
ve Sivas civarı
2- Eyyûbîler Devri
Selâhaddin Eyyûbî Mısır, Ürdün, Suriye, Kudüs ve çevreleri
3- Osmanlılar Devri
XIII. Yüzyıl
97 a.g.e., s.13098 Şerif Aktaş, s. 131
179
Osmancık Sivrikaya, Kartal doruğu, Söğüt, Domaniç,
Çifte Kavaklı Pınar, İtburnu, Tepepınar,
İnönü, İnegöl, Ulupınar, Mudurnu, Harlak
Bursa, Yeğli, Kulacak Hisar, Ermeni Beli,
Kaldırık Deresi, İkizce, Çakırpınar,
Bilecik, Koyun Hisarı, İznik ve civarları
XIV. Yüzyıl
Kaybolan Elçiler Yalova ve çevresi
Kara Şövalye Bursa, İznik, İzmit ve çevresi
Tuzak Bizans, Kulacahisar ve çevresi
Baskın İzmit, İznik ve civarı
Çalınan Hazine Bursa’nın civarı, İznik, İzmit ve çevreleri
Kaçırılan Prenses Bizans
Gemide İsyan Bursa, Çimpe Kalesi ve Rodos
Yıldırım Bayezid Kosova, Krosevaç, Bursa, Bizans, Paris,
Ankara civarı, Niğbolu, Sivas, Akşehir,
Anadolu Yakası ve çevreleri
Binatlı Tuna Vadisi ve Niğbolu
Topal Kasırga Sivas ve Çevresi
180
XVI. Yüzyıl
İlk Hançer Moskova, İdil nehri ve civarları
XVII. Yüzyıl
IV. Murad, I İstanbul, Antep, Beyşehir, Eskişehir
ve Diyarıbekir
IV. Murad, II İstanbul, Kayseri civarı, Bursa, Eskişehir,
Konya Ovası, Halep civarı, Kerkük,
Azamiyye ve Bağdat
Beyaz Kale İstanbul, Gebze, Edirne ve çevreleri
XVIII. Yüzyıl
Patrona İstanbul
XIX. Yüzyıl
Civelek Osman Yenice Burnu köyü, İmralı, Bandırma
ve İstanbul
Hilal Görününce Eski Yurt, Bahçesaray, Akmescit, Kalgaylar
ve Gözleve
Dağlı (Dargo) Dağıstan ve Rusya
İsyan Eşiği Malatya, Maraş ve çevreleri ve İstanbul
Son Kavşak İstanbul, Selanik, Manastır ve Makedonya
181
Dünya Durdukça Türkiye ve Kıbrıs
XX. Yüzyıl
Hekimoğlu Doğu Karadeniz bölgesi
Ermeni Zulmü Erzurum, Erzincan ve çevreleri
Karasu İstanbul, Tuzla, Trabzon, Dersim ve
Erzincan ve civarları
4- Kurtuluş Savaşı Dönemi
Dersaadet’te Sabah Ezanları İzmir, İstanbul, Paris ve Selanik
Vatan Dediler Uşak, Afyon, Akşehir, Eskişehir, Polatlı
ve İzmir
5- Cumhuriyet Dönemi
Kırım (Türk’ün Dramı) Kırım, Sivastopol, Sibirya, Moskova
ve Stalingrad
1. Selçuklular Devri
Malazgirt’in Üç Atlısı romanı, mekânlar bakımından geniş kapsamlı ve pek
zengin bir romandır. Romandaki vak’alar, sırayla Konya civarı, İzmir, Antalya
çevresi, Bağdat, Kahire, Kostantiniyye, Malazgirt ve Sivas civarında cereyan eder.
Yazar, romandaki yerlerin yeni adlarının karşılığını romanın dipnotlarında verir.
Romanın ilk görünen sahnesi, Aksungur ve Halit Ağa’nın gittikleri handır.
Hanın Konya civarında bulunduğunu öğreniriz. (s.7) Sonra Aksungur ve arkadaşları,
handan ayrılarak yollarını devam ederler: “Biz de, orman yolundan doğuya hareket
182
ettik. Halit Ağamla ben önden gidiyorduk. At uşaklarımız Altar’la, İlteber de
arkamızdaydılar. Atların arkalarından da, birer katır geliyordu. Bu katırlardan birinde
iki sandık vardı. Sandıklar kitap doluydu. Bunları, Bağdat Kadısı’na götürüyorduk.”
(s.16)
Aksungur, geriye dönerek yeri belirtilmeyen evinde geçirdiği çocukluk
günlerini hatırlar: “Hâlâ unutamadığım bir sahne vardır. O dev yapısıyla babam,
kapıda durmuş… Anam sessiz sessiz ağlıyor… O beni koltuklarımdan tutarak
yüzünün hizasına kadar kaldırıyor.” (s.17) Bu sıralarda Aksungur, silah kullanmayı
öğrenmeye başlar. Ok atmayı öğrenmek amacıyla atış meydanına gider. (s.25)
Aksungur, Emir Afşin’le tanışır. Emir Afşin Aksungur’u bir testten
geçirdikten sonra Sultan Alp Arslan’ın ordusuna katar. Aksungur, at uşağı olan
Altar’la birlikte orduya katılır. Ordunun olduğu yerde yine Emir Afşin’i bulur: “Emir
Afşin’i ancak bir ay sonra bulabildik. Kahraman Emir bir yerde durmuyordu ki…
Gittiğimiz yerlerde, onun bizden az evvel başka tarafa gittiğini öğreniyorduk.
Nihayet mola verdiği Aras nehri kenarında buluşabildik.” (s.45) Aksungur, orduya
katıldıktan sonra Anadolu’nun güzelliğini bilip bu toprakların yeni bir manasını
anlar: “Anadolu, güzel Anadolu atlarımızın nal sesleriyle inledi. Biz bu diyarı taşıyla,
toprağıyla, havasıyla ve suyuyla, kurduyla ve kuşuyla seviyorduk. Hepimizin, bütün
yiğitlerin gayesi bu topraklara yerleşebilmekti. Adım adım da yerleşiyorduk.
Nurlandıran ezan sesleriyle Anadolu bir başka güzel oluyordu. Daha Tuğrul Bey
zamanından beri bu güzel yurt için dökülen kanlar boşuna değildi.
Geçitlerden, vadilerden ve boğazlardan atlar üzerinde yiğitlerimizin öyle bir
geçişleri vardı ki, seyrine doyulmuyordu. Anadolu cennet gibidir. Anadolu’da, toprak
yazın bütün güzelliğini gözler önüne serer. Altın yığınları gibi toprakları örtmüş
buğdaylar, rüzgârlarda altından bir deniz gibi dalgalanır da dalgalanır… Dalgalanan
bu buğday denizi, sihirli bir hava bırakır insan üstünde. Gözler, alabildiğine uzanan
bu altın denizin kabarıp gümbürdemesini ıslatmasını bekler âdeta… Ya gümüş mavi
yulafların görünüşü? Onların da havası başkadır.” (s.46–47)
183
Aksungur ve Halit Ağa Bağdat’a giderlerken, Toros dağlarına yakın bir
ormanda gece yatma hazırlıklarını yaparlar. Bu sıralarda bir kızın çığlığını duyarlar.
Aksungur ve diğerleri hemen o yöne yönelirler. Bir kız, uğruların prensesi
kaçırdığını söyler. Altar ve Halit Ağa o kızla ilgilenir Aksungur ise prensesi
kurtarmaya ormanın içinde gider. Ormanda ilerlerken prensesin uğrular tarafından
bir ata bağlandığını görür. Aksungur prensesi uğrular ellerinden kurtarır. (s.49–52)
Aksungur yaralanır biraz dinlenmek için bir yerde oturur: “İri gövdeli ağaçların
sıklaştığı böyle bir yer bulabildim. Atımı serbest bıraktım. Bu esnada ay bulutların
arasından sıyrılmıştı. Donuk ışıkları bulunduğumuz yeri aydınlattı. Seçtiğim yer,
gerçekten de güzeldi. Duvar şeklini almış bir yükselliğin altındaydık. Rüzgârdan
korunabilirdik. Elimle halı manzarasında olan çimenleri gösterdim.” (s.56) Nihayet
yollarını orman içinde devam ederler: “Misk gibi kokan ve ciğerleri temizleyen bahar
ve orman kokuları içinde gidiyorduk.” (s.78) Bu sırada Bizanslı askerler, prensesi
kurtarmaya gelirler. Subay Apostol, Aksungur’la tanışır, bir ağacın dibinde sohbet
ederler. (s.80) Aksungur ve diğerler, Prensesi Antiochia surlarına kadar eşlik edip
sonra Bağdat’ın yolunu devam ederler. (s.91)
Aksungur ve arkadaşları, Bağdat’a gelirler. Yazar, Bağdat’ı masallar şehri
olarak tasvir eder. (s.92) Yazar, kahramanları konuşturarak Bağdat ile ilgili hem
tasvirleri hem de ayrıntılı bilgileri verir: “Apostol ve Markos; uzaktan minareleri ve
güneşin ışıklarını aksettiren camlı güzel köşkleriyle göz alan Bağdat’a hayran
kalmışlardı.
Apostol: Bir masal şehri! Ne kadar güzelmiş, dedi.
— Evet! Zaten; Bin Bir Gece masallarında, olayların çoğu Bağdat’ta geçer, dedim.
Dekor Bağdat’tır. Masal kahramanları çoğunlukla Bağdat’ta yaşarlar.
— Şehir çok eskiden mi kurulmuş? Görünüşe göre iki bin yıllık veya daha eski
yıllarda kurulmuşa benziyor. Ne kadar yaygın… Nehrin iki tarafında alabildiğine
yayılmış.
184
— Şehrin bu kadar yaygın olması, onun, çok eski bir zamanda kurulmasından ileri
gelmiyor. Bağdat, zamanımızdan hemen hemen üç yüz yıl kadar önce kurulmuş bir
şehirdir. Büyük bir medeniyetin; İslâm medeniyetinin merkezi olması onun
gelişmesini sağlamıştır.
— Üç yüz yıl önce mi? Ama bu kadar kısa bir zamanda, nasıl bu kadar gelişebilmiş.
Uzaktan görünen bu yapılar bu kadar kısa bir zaman içinde mi inşa edilmiş?
— Burada hayret edecek bir şey yok Apostol! Düşün ki; Bağdat, Abbasi Devletinin
başşehri idi. Şimdi bile Halife orada oturuyor.
— Şehri kuran kim?
— Yanlış hatırlamıyorsam Halife Mansur kurmuş. Bilindiği gibi Şam, Emevî
Hanedanının merkeziydi. Ümeyye oğulları, Suriye havalisinde seviliyorlardı. Halife
Mansur; Emevi taraftarlığı yapmış olan Suriye’de, Şam’da oturmayı uygun bulmadı.
Bu zeki Halife; Irak’taki yeni bir başşehri kurmaya karar verdi. Atına atlayarak,
Irak’ın her köşesini gezdi. Yeni şehir için münasip bir yer aradı. Dicle kenarında
kurulmuş, Bağdat adında ufak bir köye geldi. Burayı beğendi. Bu köyde Fırat nehri,
Dicle nehrine son derecede yakın bir yerden geçiyordu. Yanındakilere fikirlerini
sordu. Onlar da, şehri bu köy civarında kurmasını tavsiye ettiler. Gerçekten de şehrin
seçildiği yerde büyük isabet gösterilmişti. Derhal gelişmeye ve yayılmaya başladı.
Hele; Halife Harun Reşid zamanında bu şehir altın çağını yaşadı.” (s.93–94)
Aksungur ve arkadaşları, Bağdat’ın sokaklarına çıkarak şehri dolaşırlar. (s.99)
Aksungur, kız kardeşini kurtarmak için kardeşleriyle birlikte Kahire’ye
giderler: “Günlerden sonra Kahire şehri göründü. Nil nehrinin Mısır için önemini,
görününce daha iyi anladım. Şehir; cennet gibi gözüküyordu. Hele bizim gibi, çölde
sıkıntı çekmiş kimseler için Kahire cennetten farsızdı.” (s.108) Aksungur
Kahire’deyken, düzenlenen silâhşörlerin yarışmasına katılır. (s.125)
Aksungur Kahire’deyken, ilk olarak arkadaşları ile birlikte bir handa oturur.
Sonra Hasan Sabbah’ın köşkünde oturur. Aksungur, Hasan Sabbah’ın köşkünün
Kahire’nin gayet güzel bir semtinde olduğunu söyler. (s.110) Prenses Süreyya’nın
185
sarayına da davet edilir. Oraya akşamlayın gider. Aksungur, karanlık yüzünden
sarayın Kahire’nin hangi semtinde olduğunu bilemez: “Karanlıkta nerelerden
geçtiğimiz bilmiyordum. Birtakım sokaklardan geçtik. Dolambaçlı dehlizlere
daldık.” (s.131)
Aksungur, kız kardeşini kaçırdıktan sonra arkadaşlarıyla birlikte Kahire’den
kaçar. Yollarına hızla devam eden arkadaşlar her geçtiklerini vahalarda mola verirler.
Vahalarda atları sulayıp biraz dinlendikten yine yollarını tutarlar. (s.141–143) Bu
şekilde giden arkadaşlar, Hasan Sabbah’ın adamları tarafından sarılırlar. (s.146)
Aksungur ve Karabay, Prenses Süreyya’nın yardımıyla zindandan kaçarak
Nil nehrinde beyaz yelkenleri olan bir gemiyle Kahire’den ayrılırlar. (s.170–173)
Ama gemi denizde batar. Aksungur da çok feci yaralanarak bir sahile ulaşabilir.
Orada bir ihtiyar balıkçı tarafından kurtarılır. (s.180) Aksungur, bu yaşlı adam
sayesinde iyileşip İstanbul’a gider. (s.190)
Aksungur, İstanbul’a gider. Şehri çok beğenerek şu şekilde tasvir eder: “Ne
güzeldi bu şehir. İlk günümü, şehri gezmekle geçirdim. Şehrin etrafı, kalın ve yüksek
duvarlarla çevrili idi. Bu duvarların üstünde birçok kuleler vardı. Surlar, denize
hâkimdi.
Haliç’e hâkim kısımda saray bulunmakta idi. Şehir gayet geniş ve
muhteşemdi. Tepelerde ve vadilerde, ekinler ekilmişti. Şehrin en kalabalık yeri,
Marmara’ya uzanan çıkıntı idi. Şehrin ticaret merkezi Beyoğlu idi. Küçük büyük
gemiler sahilde demirleyerek, getirdikleri malları çıkartmakta ve alacakları eşyayı
yüklemekte idiler.
Şehrin her tarafında, kocaman saraylar, kiliseler ve manastırlar vardı. Fakat
bunların bazıları haraptı. İstanbul’un içinde birçok çeşmelerden, şadırvanlardan tatlı
sular akıyordu. Mukaddes Havariler Kilisesine yakın bir yerde, tepeden tepeye
uzanan bir su bendi vardı.
Haliç; gayet büyük bir limandı. Konuştuğum kimseler, Haliç’in yalnız
İstanbul’un değil, dünyanın en büyük limanı olduğunu söylediler. Burada demirleyen
186
gemiler, her çeşit rüzgârdan korunmakta imiş. Haliç’in suları, berrak ve derindi.
Büyük gemiler bile bu suya girebiliyordu.” (s.190–191)
Aksungur, Malazgirt savaşından sonra Zeynep’i kurtarmak için İstanbul’a
döner. Aksungur, İstanbul ile ilgili tasvirler yine verir, ama bu defa verilen tasvirler,
belli mekânlara aittir. Burada Aksungur, kendisini yardım edecek bir Bizanslı
çeteciye gider. Bu sırada geçtiği yerleri tasvir eder: “Şehrin büyük caddelerinden
sonra, insana tiksinti veren dar ve pis sokaklarından geçtik. Nihayet, bu sevimsiz
sokaklar bitti. Deniz kıyısında, daha geniş bir sokağa daldık. Bu sokak Babil Kulesi
gibi çeşitli insanlarla kaynaşıyordu. Tanımamak için kukuletasını başına iyice çeken
Abdullah, bana izahat veriyordu:
- Kostantiniyye’nin en berbat sokağı burasıdır. Şehrin serserilerinin toplantı
yeridir bu bölge. İşçiler, asilzadeler ve çeşitli insanlarla kaynaşır burası. Buraya
sarhoş olmaya, eğlenmeye gelen asiller, işçiler ve Varengler, pusuda bekleyen
fahişeler ve hırsızlar tarafından soyuldukları hâlde, yine de buradan ayrılamazlar.”
(s.231) “Sokak kaldırımları üstünde, satıcılar mangallar üzerindeki yiyecekleri
satmaya çalışıyorlardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Ateş üzerinde cızırdayan
tavukların, kazların, ciğerlerin, köfte ve güveçlerin kokuları sokağa sarmıştı. Bu
kokular adeta evlerin duvarlarına sinmiş gibiydi. Et satanların yanlarında turşucular
ve tatlıcılar da yer almışlardı.” (s.232) Nihayet Neançes’in bulunduğu meyhaneye
gelirler. (s.232)
Romanın son sahnesi ise, memlekete dönmek üzere Zeynep ile birlikte
Aksungur ve arkadaşlarının bindiği gemidir. (s.253–255) Aksungur ve arkadaşları,
Zeynep’i kurtardıktan sonra bir gemiye binerek memlekete dönerler: “Yelkenli,
gıcırtılarla demir aldı. Yosun kokularıyla yüklü temiz rüzgâr yelkenleri azametle
şişirdi. Sahilden uzaklaşmaya başladık. Neançes ve arkadaşları karanlığa karıştılar.”
(s.254)
187
2. Eyyûbîler Devri
Selâhaddin Eyyûbî romanındaki olaylar, Kudüs, Mısır, Irak, Ürdün, Suriye ve
çevrelerinde cereyan eder. Romanda ilk görülen mekân, Selâhaddin Eyyûbî’nin
çadırıdır. Selâhaddin Eyyûbî, çadırında uyurken, kendi canına kasteden bir teşebbüse
uğrar. Çadırın dışındaki nöbetçileri öldüren adam, Selâhaddin Eyyûbî’nin çadırına
girer. O sırada Selâhaddin Eyyûbi, koyun postundan döşeğine uzanarak uyur.
Çadırda bir yağ kandilinin bulunduğunu öğreniriz. (s.7–8)
Selâhaddin Eyyûbî askerleriyle Askalan Kalesinde muhasara altındadır.
Selâhaddin Eyyûbî, Askalan Kalesinin büyük bir odasında kumandanlarını
toplayarak onlara durumları açıklar: “Gerçi yiyecekleri olsa Askalan’ı Şatiyö’ye
yahut krala teslim etmek akıllarından dahi geçmezdi, ama yoktu işte. Aşırı sıcaktan
kuyular da kurumuştu. Her seferinde hayli uzak olan suya gitmek birkaç cana mal
oluyordu. Su almaya giden grupların çoğu, suyu tutan Frank askerleri tarafından
çevrilip katlediliyorlardı.” (s.13) Nihayet kalenin tesliminin yerine bir manevra
yaparak kendilerini takviye edildikleriyle düşmanları kandırırlar. Samandan
korkuluklar yaparak asker kıyafetini giydirirler ve bunları kalenin burçlarında
koyarlar: “Bir sabah düşman ordugâhı çığlıklarla sarsıldı. Her kafadan bir ses
çıkıyor, herkes birbirine Askalan kalesini gösteriyordu.
Burçlarda asker cümbüşü vardı. Bu uzaklıktan bile çok kalabalık oldukları
görülüyordu. Mutlaka takviye almışlardı. Fakat nasıl becermişlerdi bunu? Her taraf
sarılmış olduğu halde nasıl başarmışlardı?” (s.14) Bunun üzerine Haçlılar, sulh
teklifinde bulunurlar. Kalenin küçük olduğunu da öğreniriz. (s.16)
Bunun üzerine Kont Şatiyö, Selâhaddin Eyyûbî’ye sulh teklifiyle bir elçi
gönderir. Ama Selâhaddin Eyyûbî, Kont Şatiyö’nün sözüne güvenmediği kaleden
çıkmadan önce yanına Haçlı bazı kumandanları silahsız beraberinde iki konak
mesafeye kadar almak istediğini söyler. Kont Şatiyö bunu kabul ettikten sonra
Selâhaddin Eyyûbî kaleden çıkar ve kendini emniyette hissedince onları serbest
bırakır. (s.16–17)
188
Selâhaddin Eyyûbî, kaleyi bıraktıktan sonra ordusuyla Tih Çölüne girer.
Orada çölün zor şartlarıyla karşı karşıya olurlar. Tih çölünde zorluk çeken
Selâhaddin Eyyûbî, Belbis şehrine en kısa yoldan gitmek ister oradan yardım alarak
yine Kudüs’teki Haçlılara basmayı düşünür. (s.18–22) Roman, mekân tasvirleriyle
pek zengin değilse, romanda mekânla ilgili ilk tasvir, Tih Çölünde görürüz. Burada
çölün zor şartlarına rağmen İslam askerleri, Selâhaddin Eyyûbî’nin yanında olmaya
kararlılardır: “Deli rüzgâr, kum fırtınasına dönüşeceğe benzerdi. Gittikçe delileniyor,
uçsuz bucaksız Tih Çölünün şurasını burasını karıştırıyordu. Hecin develeri üstüne
pes perişan kılıklı yolculardan biri, sesini rüzgârın ıslağına karıştırdı:
“Bilâla, hey yiğit arkadaşım. Bu rüzgâr hepten insafı elden çıkardı, görür
müsün? Halimiz yamandır böyle giderse.”
Arkadaşının sesini Bilâl’e sinek vızıltısı gibi geldi, ne dediğini
anlayamamıştı:
“Duyamıyorum biraz bağırsana!”
Devesini mümkün olduğu kadar yaklaştırdı, rüzgârın savrukladığı ince kum
tanelerinden korumak için ağzına örttüğü eşarbı açtı:
“Diyorum ki, rüzgâr şiddetini arttırıyor. Fırtına diyorum, çıkarsa…”
“Çıksın!” diyerek sözünü kesti. Bilâl. “Çıkarsa çıksın gökten taş yağsın da,
tek Sultanım Selâhaddin’in yanında bulunayım.” (s.18) Bu sıralarda Selâhaddin
Eyyûbi’nin, Tih Çölünü ilk geçtiğini zamanı da hatırlar. Selâhaddin Eyyûbî, Irak’tan
geldikten sonra Sultan Nureddin bin Zengi’ye gidip Başkumandan Vekili olarak
görevlendirilir. Ve amcası Şirkuh’un serdarlığında âsi vezir Şaver’in üstüne Tih
Çölünde yürür: “Tih Sahrasının ilk defa bu sefer geçti. Ekseri kumandanlar bunun bir
delilikten farksız olduğunu söylediler.”, “Kum denizi bin türlü güçlüklerle aştılar.”
(s.36)
189
Selâhaddin Eyyûbî’nin, geriye dönerek çocukluğunu geçirdiği evini hatırlar:
“Irak’ın Tekrit şehrinde Palmiye ve hurma ağaçlarıyla süslü bahçe içindeki küçük
evlerini görüyordu.” (s.27)
Mısır ile ilgili tasvirler romana aşağı yukarı rastlanmaz. Anlatıcı, sadece Nil
Nehri ve İskenderiye’den kısa olsa bile söz eder. İskenderiye, “Avrupa’nın en
muteber, en işlek ticaret merkezi” olarak önümüze çıkar. (s.37)
Selâhaddin Eyyûbî, Mısır’dan yardım aldıktan sonra yine Kudüs’e gider.
Böylece olaylar, Kudüs sahasına geçer. Oradaki olaylar, genel olarak kralın
sarayında cereyan eder. (s.41–54) Kudüs sokaklarının, bomboş olduğunu öğreniriz.
“Kudüs halkının çoğu orduyu geçirmeye gittiğinden sokaklar tenhaydı.” (s.51) Bu
sıralarda Selâhaddin Eyyûbî tarafından Kudüs’e gönderilen Bilâl ile Osman, dönerek
Selâhaddin Eyyûbi’nin çadırına giderler. Yazar-anlatıcı, Selâhaddin Eyyûbî’nin
çadırını tasvir eder: “Çadır fazla büyük değildi, sıradan kumandanların çadırı gibiydi.
Zemin topraktı, etrafta süs namına hiçbir şey görülmüyordu. Sultan, gelişi güzel yere
atılmış bir minderin üstüne bağdaş kurmuş.” (s.55)
Kudüs yeni Kralı olan Budin, bunu bilir bilmez şaşırır ve yeni bir kale
yaptırmak amacıyla Ürdün şehrine gider. Kont Şatiyö ise Selâhaddin Eyyûbî’ye karşı
gider. Selâhaddin Eyyûbî ise olan biteni bilir, düşmana geceleyin bir baskını yapar.
Ertesi sabah da ordusu hazırlar düşmana çıkar. Düşmana büyük bir galebe çalar Kont
Şatiyö bile zorla kurtarabilir. (s.59–71) Selâhaddin Eyyûbî aynı hızla Ürdün şehrine
ulaşır. Kral Budin, kale kondurmayı başarmıştı. (s.77) Kanlı bir savaştan sonra kale,
Müslümanların eline geçer. (s.79) Sonra Sultan Selâhaddin Eyyûbî Mısır’a döner.
(s.89)
Sonra Selâhaddin Eyyûbî ordusuyla Mısır’dan hareket edip Suriye seferi
başlar. Bu seferde birkaç yeri zapt ettikten sonra Halep şehrini kuşatıp oradaki emir
teslim eder. “Bir başka sabah vurdu Reha Kalesi’ni, ardından Hıns’ı…
Sonra Keyf, Rakka, Nusaybin, Ayıntap, Diyarıbekr, Hadım… Ve Halep…”
(s.93) Sonra Musul’a gider, şehirdeki Müslümanları susuz bırakmak istemediği için
190
şehri kuşatmaz ve İzzeddin Mesud’un elçilerinden bir ahitname alır. (s.94–95) Sonra
yine Mısır’a döner. (s.98)
Sultan Selâhaddin ordusuyla Mısır’dan çıkarak Taberiye Gölü’nü dolanır,
Kerak şehri muhasara eder. (s.115–116) Normanların başı olan Raymond, Kudüs
Kralı ile Kont Şatiyö hazırladıkları ordu ile yola çıkarlar. Yoldayken Taberiye
Kalesinin düştüğü haberi alılar. Sultan Selâhaddin şehre girdikten sonra orada sadece
bir müfreze bırakıp Taberiye kıyılarını tutar. “Bu göl olmadıktan sonra kale hiçbir işe
yaramazdı, çünkü suyunu gölden temin ediyordu.” (s.119) Bunu anlamayan
Hıristiyanlılar şehri muhasara ederler, bunun ardında da Sultan Selâhaddin onları
muhasara eder. Bu durumda Hıristiyan ordusu hem kaledeki Müslüman müfrezenin
ok yağmuruna maruz kalır, hem de Sultan Selâhaddin tarafından muhasara altındadır.
(s.119–120) Şatiyö ise adamlarıyla birlikte ordudan ayrılıp canını emniyete alır:
“Sığındığı kale sarp dağların arasında çok muhkem bir kaleydi.” (s.121)
Sultan Selâhaddin, Kudüs’ü muhasara eder.
Gui dö Lusignan, Kudüs’ten çıktıktan sonra birden bire aklına Akka Kalesini
gelir. Akka Kalesini vurmayı düşünür. Hemen askerlerini toplamaya başlar. Bu
sırada İtalyan ve Danimarka orduları yardıma gelir. Buna çok sevinen Gui dö
Lusignan Akka’ya gider. Orada ordugâh olarak kullandığı yerin etrafına derin
hendekler kazmaya başlatıp kaleyi muhasara eder. Sultan Selâhaddin ise bunu daha
önce beklediği için çoktan askerleri ile birlikte kalenin içerisindedir. (s.153–156)
Kuşatma altında başka bir yol denemeye karar veren Sultan Selâhaddin,
kalede bir miktar asker bırakıp bir gece yarısı ordunun çoğunu yanına alarak Harrube
Dagı’na çekilir. Haçlılar kaleden Sultanı bekler dururken birden hücuma uğrarlar,
Sultan anında vurur tekrar dağa çekilir. Durum bu şekilde biraz uzun sürer. Bahara
doğru Hüsameddin Lülü yetişip kaleye girer. Emir Adil de Mısır’dan toplayabildiği
askerler ile birlikte yetişir. (s.162–164)
191
Romanın son yeri ise, Selâhaddin’in odasıdır, orada hastalıkla mücadele edip
vefat eder. Odada, pencere, siyah perdeler ve bir yatağın bulunduğunu öğreniriz.
(s.183–184)
3. Osmanlılar Devri
XIII. Yüzyıl
Osmancık romanındaki vak’alar, Anadolu’da olmak üzere Söğüt, Domaniç,
Bursa ve civarlarında cereyan eder. Elimizdeki roman, hem mekân çeşitliği, hem de
mekânlarla ilgili tasvirler bakımından tezimizde incelediğimiz romanların en
zenginidir. Tarık Buğra, Osmancık’ta tasvirlere önemli bir yer verir.
“Göçer hayatı yaşayan bir toplumun, yerleşik bir düzene geçiş sürecinde,
hâkim olan unsur, açık mekândır. Osmancık’ta mekân geniştir. Osman Beğ’in aile
hayatı ve çevresi ile olan münasabetleri, zengin ve geniş bir tabiat dekoru içinde
vücut bulur.”99
Osmancık romanında mekânla ilgili karşımıza çıkan iki özellik vardır.
Birincisi, mekânın sürekli olarak değişmesi, onu açıkça göçte görürüz. İkincisi ise,
mekânın genişletilmesidir. Romanda Osman beğin elinde düşen yerler zaman gittikçe
genişler ve fütuhat birbirini takip eder.
Yazar, romanı Osman Gazi’nin ölüm sahnesiyle başlatır. Romanın ilk ve son
sahnelerinde Osman Gazi’yi ölüm yatağında görürüz. Romanın bu sahnesiyle
mekânın ehemiyeti karşımıza net bir şekilde çıkar. Osman Gazi, ölüm yatağındayken
bile mekânla ilgilenir. Osman Gazi Hân, ölüm döşeğinde; Bursa’nın fetih müjdesini
alabilmek için Allah’tan mehil istiyor. Osman gazi’nin, oğlu Orhan Beğ’e son
vasiyeti şudur: “Oğul, ben öldüğüm vakit, beni Bursa’da şu Gümüşlü Kubbe’nin
altına koy!” (s.5) Yazar, bu sahneyle romanda mekânın önemli bir yer tutacağını
ortaya koymuş olur.
99 Tuncer, Hüseyin, Osmancık (III), Türk Yurdu, c. 10, S.24, No: 372, Mart 1989, s.43–44
192
Yazar, olayların cereyan ettiği çevreyi tanıtmaya çalışır. Türklerin yaşadıkları
göç hayatıyla ilgili tasvirler verir. Yazar, ilk olarak göçün anlamı ve nasıl yapıldığını
gösterir. Ertuğrul beğin hayatına bir benzetme yaparak göçü şu şekilde anlatır: “On
binlerce koyun, binlerce öküz, inek, at ve on binlerce insan!
Bu göç Osman’ın bildiği göç değildi; Söğüt’ten kalkıp Domaniç’e konmaya
hiç benzemiyordu. Günlerce yürünüyor, mevsimlerce konaklanıyordu. Derya gibi
ırmaklar, karı eksilmeyen doruklar, gölge görmemiş çöller, uçsuz bucaksız ovalar
geçilmişti. Nice kızlar, nice oğlanlar bu göç boyunca serpilmiş, erginleşmiş, evlenip
ana, baba olmuştu. O kadar uzundu bu göç yolu. O kadar uzakta idi Amuderya.” (s.9)
Yazar, Domaniç’te tabiat güzelliğini tasvir eder. Yazarın yaptığı tasvirlerde
dikket çeken husus, tablo ve manzaraların ustalıkla yapılmasıdır. Yazar, elinde bir
kamera tutmuşcasına canlı tabloları tasvir eder: “Domaniç temmuzlarından birinde,
bir gecedir. Gökte Samanyolu bir sıra kemerdir. Sarı, mavi yıldızlar parıl parıl
parıldamaktadır. Yayla serinliği gönüllerde soylu yiğitliklere, hafızalarda büyük
olaylara özlem estirmektedir. Korunun eteğindeki düzlükte, Ulupınar’ın çevresinde
ateş yakılmıştır. Kuru çam dalları çatırtılarla yanmakta, alevler kimilerinin alınlarını,
kimilerinin bir yanaklarını, ya da tüm yüzlerini aydınlatmaktadır. Kimi çocukluktan
kurtuldu, kurtulacak; kimi delikanlı, kimi orta yaşlı, kimi kocamış, elli, altmış
kişidirler. Rahman’ın sazı susmuş, okuduğu ağıt bitmiştir. Ama ses ve saz henüz
soldaki vâdide yankılanır gibidir.” (s.9–10)
Yazar romanda mekânın unsurlarını tasvir ederken, tabiat ile insan arasındaki
ilişkiyi göstermeye çalışır: “Yayla sabahıdır. Gün daha doğmamıştır. Gökyüzü
sütmavisi, çamlar neftî, üzerlerine çiğ yağmış çayırlar zümrüt yeşili; ışıl ışıl.
Çobanlar daha davarları toplamamış, atlar, kısraklar, taylar daha delişmen –ve mutlu-
neşelerini bulmamış. Kara çadırlar ile ağıllar arasında gelip gelenler, sâdece, allı,
lâcivertli, altın sarılı, menekşe morlu giysileri ile kadınlar ve kızlardır. Günün
cümbüşüne daha vakit var.
Osman, ayakları diz boyuna kadar çiğlerden ıslanmış, Sivrikaya’ya doğru,
yokuş yukarı yürüyor. Nicedir huy edindi gün doğuşunu oradan seyretmeyi:
193
Bir yanında derinliklerinden uğultular gelen vâdi; bir yanında uzanıp giden
yayla; karşısında sınırsız ova!
Gün oradan, yayvan tepelerin ardından doğar; gün olur çırılçıplak, bakır kızılı
ve koskocaman; gün olur allı pullu bulutların arasından ve altınlaşarak.. ama her
zaman ve kısa sürede, bütün renkleri, bütün sesleri değiştirerek.. bütün canlıların
hallerini değiştirerek.” (s.28–29)
Yazarın, romanda önem gösterdiği ve üzerinde uzun durduğu konulardan biri
göçtür. Yazara göre, göç sadece bir yerden başka bir yere taşınmaktan ibaret değil,
ama göçün bir hazırlıkları, gelenekleri ve güzelilikleri de vardır. Yazar, bu açıdan
göçte tabiatin güzelliğini tasvir etmeye çalışır: “Kafile, Kartal Doruğu’nun ötesindeki
vâdiden sonra başlayan düzlükte, Çifte Kavaklı Pınar’da, öteki yaylaklarda
konaklayanların katılmasıyla tamamlanmıştı.
Osman, onları, yanında Saltuk ile Rahman, Kartal Doruğu’ndan seyrediyordu.
Dünya’da hiçbir çiçek bahçesi bu kadar renkli, bu kadar güzel renkli
olamazdı. Yamaçlardaki ağaçların yeşilleri, kızılları, çeşitli sarıları bir yandan;
binlerce insanın cepkenlerindeki, şalvarlarındaki, başlıklarındaki, kemerlerindeki
yeşiller, morlar, kızıllar, aklar, sarılar -başka isimler istercesine- öte yandan, artık
göz kamaştırmayan güneşin altın ışınlarında rüyaların cennet cünbüşünü
hatırlatıyordu.” (s.38)
Osman beğ için mekân çok önemlidir. Mekân Osman beğle iç içedir. Onun
tarihi, hayatı, hatta ataları mekânla bağlıdır. Hatırasında kalan kişiler, mekânla iç
içedir: “Osman, onlardan ayrıldıktan sonra ve kafasını zorlayıp durduğu için,
Domaniç’teki o geceyi, Sivrikaya konuşmasını hatırlamaktadır; Ede Balı’da babası
Ertuğrul’u, dedesi Süleyman Şah’ı ve Kaya Alp’dan Kızıl Buğa’ya, Bayıntur’a,
Aykuşuk’a ve çok daha ötelere, bütün ceddini görür gibi oluşunu hatırlamaktadır.
Osman, Sivrikaya görüntülerini ve seslerini de hatırlamaktadır:
194
Vâdinin dipsiz karanlığından ve çamlığın derinliğinden gelen uğultuları da,
yaylaktan gelen havlamaları da, çok çok uzaklardaki bir tepenin altından altın bir yay
gibi doğan hilâli de hatırlamktadır.” (s.58)
Osman beğ, beğliğe geçtiktan sonra tabiat bütün unsurlarıyla bunu kutlar.
Mekân daha da canlandırılır, göç te daha da güzelleşir. İşte Harlak, bunun bir
örneğidir: “Harlak, işte o günlerde, birden bire canlandı:
Yamacın ötesinden kayalar indiriliyor, yontuluyor, yeni evler, yeni ahırlar
için duvarlar örülüyordu; yeni kümseler yapılıyordu; yeni bahçeler açılıyor; yeni
fideler göçürülüyordu.” (s.136) Zamanla Harlak da köy haline gelir: “Harlak artık bir
köydür; mescidi, konak evi ve Harlağın döküldüğü yerde değirmeni vardır, demircisi,
saracı, arabacısı vardır; evler yamaca dolanmaktadır ve bütün düzlüklerde bağlar
bahçeler, tarlalar bulunmaktadır.” (s.153), “Harlak değişmişti ve değişiyordu;
demircileri, nalbantları, saraçları, marangozları, dokuma tezgâhları, atları, koyunları
ve hep bir arada, anaların nöbetleşe baktığı küçük çocuklar çoğalıyordu. Bahçeler,
bağlar, ekin alanları çoğalıyordu.” (s.262)
Yazar, yine de aynı hususu göçle gösterir. Göç Osman’ın beğliğinde daha da
güzelleşir; daha da düzenlenir. Yazar, göçün yeni düzeniyle şu şekilde tasvir eder:
“Bütün obalar, oymaklar toplanmış, Osman beğin istediği düzende, o uçsuz bucaksız
Çifte Kavaklı Pınar düzlüğünü kaplamıştı. Sarvanlar develerinin, ılkıcılar atlarının,
çobanlar davarlarının düzenini korumak için koşuşturup duruyordu.
Yaşlı, genç, çoluk, çocuk, binlerce insan, en güzel giysileri içinde, takınmış,
süslenmiş, donanmıştı. Bindikleri atları, develeri ve arabaları da ona göre bezenmişti.
Osman beğ, şimdi Kartal Doruğu’nda olmak istiyordu. Birden bire
kapılıvermişti bu isteğe. Aynı anda, ona öyle geldi ki, hiçbir yayla inişi bu kadar
güzel, bu kadar göz ve gönül alıcı olmamıştır; Osman beğ, şimdi, şu anda, bu göz ve
gönül çelen renk cümbüşüne Kartal Doruğu’nda bakmak istiyordu.” (s.157–158)
Böylece geçen örneklerde gördüğümüz gibi yazar, Osman Gazi’nin beğliğe geçtiği
dönemde mekânın değişmesi ve genişlemesini göstermeye çalışır. Yazar bunu
195
gösterken, sadece yeni yerleşim merkezlerine işaret etmez, ama aynı zamanda eski
yerleşim merkezlerinde yapılan ve inşa edilenlere de işaret eder: “Söğüd’de, bütün
evlerde, yeni yerleşmenin hızlı çalışmaları sürmektedir. Herkes canlıdır, neşelidir,
konuşkandır.” (s.164)
Yazar, Ermeni Beli’nin fethini görmüşcesine şu şekilde tasvir eder: “Tekrar
yola koyuldular. Hep dörtnalla gittiler. Ortalık hâlâ karanlıktı.
Ermeni Beli’ne bir ok atımı yaklaştıkları zaman, Osman beğin buyruğu
üzerine, yirmi er atlarından yere kondu ve atlarını yedeğe alıp önden yürümeye
başladı.
Ötekiler on beş, yirmi at boyu ve yalın kılıç olarak geriden gidiyordu.
Sonra sarp vâdinin ağzına iyice yaklaştıkları zaman, yaylar kıbaç çalıp
atlarınhı vâdiye doğru saldılar, kendileri de yamaca sardılar.
Derken vâdinin ağzından ılgar eden İnegöl atlıları göründü. Onları bağırışıp
çağırışıp başı boş atların etrafına üşüştü. Aynı anda da Osman beğ atlıları tekbir
getirerek mahmuz vurdular; hilâl gibi açıldılar, onları saldılar.” (s.211)
Romanda mekân, sadece yaşlılarla bağlı değil, ama aynı zamanda da ölülerle
ilgilidir. “Köyleri burada olsun dedik, beğ. Mezarlarımıza sahip çıkalım,
mezarlarımızın yanında köy yaşatalım dedik beğ. Şehitlerimizi yalnız bırakmayalım
dedik, beğ.” düşüncesiyle Gökçe Bacı, şehitlerin yatmakta oldukları yerin yanında
bir köy kurar. Osman beğ de köyü gördükten sonra sevinir: “Domaniç Beli’ne
aştıkları zaman, sağ yamaçta, Savcı’nın ve öteki İkizce şehitlerinin altında ve
etrafında yattığı ulu çamın karşısındaki düzlükte, kadın, erkek, yüzden fazla insanın
arı gibi çalıştığını gördüler.
Evlerin çatıları bile kapanmıştı. Az bir işlerinin kaldığı belli oluyordu.”
(s.231)
196
Osman Gazi Han, Bursa’yı almakta ısrar eder. Ama O’na göre Bursa’yı
almadan önce İznik’i alınmalıdır. Bunun için yoldaşlarıyla İznik’e doğru gider.
Yazar, onları tabiat ile şu şekilde birleştirir: “Gökte hilâlleşmeye yüz tutmuş bir ay
vardır. Ağaç denizini andıran yamaçlardan dolanıyor, vâdiler, ırmaklar geçiyor,
yayvan tepeler aşıyorlar. Ay artık soluklaşmakta, gökyüzünün lâciverdi
uçuklaşmakta, süt mâvisine kaymaktadır.
Önlerinde, kuzeye doğru gittikçe yükselerek uzayan koyu nefti bir ulu dağ
belirmişti. Çok geçmeden onun yamaçlarına sarılıyor ve kuzeye yöneliyorlar.
Vâdilerin karanlıklarına iniyor, renkleri ve biçimleri belirlemeye başlayan yamaçlara
tırmanıyorlar.
Doğu ışımaya başlamıştır. Bulutlar ağarmakta, portakallaşmaktadır. Sağ
aşağıda, uzayıp giden ovanın zengin yeşilleri, incecik bir tülü andıran pusun altında
ton ton grileşmiştir; yer yer gümüş çakışlar vardır. Ve, artık güneş, erimiş altın gibi
baş vermektedir.” (s.329)
Nihayet, İznik düşer. “İznik’in düştüğü haberi kısa zamanda bütün Bizans’a
yayılmış, imparatoru da sarsmıştır.” (s.333) Bunun üzerine Bizans imparatoru, Bursa
tekfürüne Türkler’e karşı bir şeyler yapmasını emreder. Osman Gazi ise Bursa’ya
haberciler yerleştirir. Olup bitenleri derhal bilir. Türklere karşı gelen tekfürler,
Osman Gazi’nin ordusuyla Koyun Hisarı önünde karşılaşır. Tekfürler ordusu perişan
edilir. (s.333–334)
Osman Gazi Han, her zaman Bursa’yı düşünür. Kendisine Bursa çok
önemlidir. Yazar, Bursa’nın önemini şu şekilde açıklar: “Bursa Bizans’ın,
İstanbul’dan sonra, en büyük, en zengin, en iyi korunan kentidir.
Bursa’da İmparator’un, prenseslerin ve İstanbul soylularının yazlıkları vardır.
Dağ, yaylaları, kaplıcaları ve eşsiz ovası ise gözleri, gönülleri, sağlıkları kendisine
çekmektedir.” (s.301) İznik, Bursa için alınır. İznik’ten sonra sıra, Bursa’ya gelir.
Babasının son arzusunu yerinde koymak için Orhan beğ, Bursa’yı fethetmeye gider:
“Bursa direnmektedir. Gaziler Bursa önünde baharlar, yazlar, kışlar geçirmektedir.
197
Osman gazi hân yataktan kurtulmuştur; ama Günışığı’na binememektedir.
Bursa’ya gidememektedir.” (s.341)
Aynı sıralarda Osman Gazi, yoldaşı Sungur’la oturur. Osman Gazi, Sungur’a
Bursa’nın fethedilecek son bir yer olmadığını söyler. Böylece yazar, fütuhattan
bahsederken mekâna bambaşka bir özellik daha da verir: “O sızının sonu yoktur;
çünkü Bursa’nın öteleri vardır. Ve, bugün Bursa önlerinde olanlar, yarın kendi
durumlarında olacaktır; Bursa ötelerine gidemeyeceklerdir; oğulları gidecektir: Ve
bütün çocuklar için, kendilerinin gidemeyeceği, kendilerinden sonra gelenlerin
gidebileceği öteler olacaktır.” (s.342)
XIV. Yüzyıl
Kaybolan Elçiler romanındaki ve genellikle Sunguroğlu adını taşıyan
romanlardaki vak’alar, umumiyetle açık alanlarda cereyan eder. Ancak cüzi de olsa
ev, han ve saraylara da taşınır. Esasen açık alanlar romanlara konu alan akıncıların
ruhî yapılarına da uygundur. Zira onlar açık alanları, uçsuz bucaksız ovaları, dağları,
tepeleri aşmaya muktedir, tabiatla haşır neşir insanlardır. Görevleri gereği de pek
oturmazlar.100
Roman Yalova ve çevresinde cereyan eder. Romanın ilk sahnesi Yalova’ya
giden yoldur. Sunguroğlu ve arkadaşları, Orhan Gazi tarafından gönderilen elçilerin
niye dönmediklerini bilmek için Yalova beyine giderler. (s.5–6) Üç akıncılar,
Yalova’ya hemen girmeden önce bir baskına uğrarlar. Dövüştükleri yerin dağlara
yakın olduğunu, yukarıya giden bir yokuşun bulunduğunu öğreniriz. (s.11)
Sunguroğlu ve arkadaşları, Yalova’ya girip Orhan Beyin mektubunda tarif
edilen demirci dükkânına giderler: “Üç arkadaşı kapıda görünce örste döğdüğü
kızgın demiri kenara fırlattığı gibi koştu.
“Safalar getirdiniz, içeri buyurun!”
100 Bkz, Zeki Taştan, s. 337
198
“Safa bulduk” dedi Sunguroğlu.
Atlarını avluya bağlayıp içeri girdiler. Adil Usta dükkânın ön kapısını
kilitledikten sonra arka kapısını açtı.
“Burada oturalım” dedi, “daha rahat konuşuruz.” (s.19)
Adil Usta, Sunguroğlu ve arkadaşlarına geceyi geçirmek amacıyla bir odayı
hazırlar. Odanın iyi olduğunu, yatakların da rahat olduğunu öğreniriz. (s.20)
Üç arkadaş, Yalova Beyinin konağına giderler. (s.21) Konağa
yaklaştıklarında nöbetçi askerler tarafından saldırıya uğrarlar. (s.23–24) Köse
yararlanır. Bunun üzerine silahşörlerin kumandası Aryanos konağına giderler. (s.30–
31) Sunguroğlu ve İbrahim, Köse’yi Aryanos’un konağında bırakıp Yalova Beyine
giderler. Ama döndüklerinde Köse’nin Aryanos tarafından kaçırılmış olduğunu
bulurlar. (s.36–41) Aryanos’un, Sunguroğlu ve İbrahim’e bir mektup bırakarak
kendilerini üç kavaklarda beklediğini söyler. (s.42)
Yalova Beyinin askerleri, hudutlara kadar Sunguroğlu ve İbrahim’e eşlik
ettikten sonra yine dönerler. Sunguroğlu ve İbrahim ise Köse’yi kurtarmak için
Aryanos’un belirlediği yere giderler. (s.42–43) Yoldayken yağmur şiddetlenir;
buldukları köyün ilk evinde girerler. Ev, ihtiyar Yakos’a aittir. (s.44) Yakos’un evini
bıraktıktan sonra ormana girip orada bir baskına uğrarlar. (s.63) Bulundukları
ormanın sık ağaçlığı olduğunu öğreniriz. (s.62) Romanda orman, gizli faaliyetler için
uygun bir yerdir. Aryanos’un kurduğu çetenin merkezi ormandır. Aryanos’un
adamları, ormandan hareket ederek köyleri basarlar, sonra ormana yine dönerler.
(s.50–52)
Sunguroğlu ve İbrahim’un, esir ettikleri Rossini’den Aryanos’un kaldığı yeri
bilirler. Rossini de kendilerine bu yere nasıl girebileceğini anlatır: “Buraları köstebek
yuvası gibidir. Yeraltındaki sıcak kanalları zamanla yol değiştirdi. Eski aktıkları
yerler tünel gibi kaldı. Öteden beri Aryanos’a güvenmezdim. Herhangi bir tehlike
anında canımı kurtarmak için etrafı inceden inceye araştırdım. Mağaranın arka
199
tarafında kimsenin bilmediği bir yol keşfettim. Ağzını çalılarla kapattım. Öyle ki,
yanından geçseniz fark edemezsiniz.” (s.71)
Sunguroğlu ile İbrahim, Rossini’nin yardımıyla ormanı tutuşturduktan sonra
kuytu yerlerden mağaranın arka tarafına giderler. Mağaranın gizli ağzını kapatan
çalıları kaldırıp mağaraya girerler. Mağaranın bir insanı sığabileceği kadar genişlikte
olduğunu öğreniriz. (s.72–73) Sunguroğlu, mağaranın içinde elçiler ve Köse’nin
bulundukları yere gider; onları kurtarır. (s.76–77)
Romanın son yeri ise ormandır. Sunguroğlu ve İbrahim, elçiler ve Köse’yi
kurtardıktan sonra çetenin kişilerinin peşinde ormana girerler. Ama yangın yerinin
değiştiği için onları pek takip edemezler. (s.91–92) Nihayette Sunguroğlu ve
arkadaşları, memlekete dönmeye başlarlar. (s.92)
Kara Şövalye romanında olaylar Bursa, İznik, İzmit ve çevresinde cereyan
eder. Romanın ilk sahnesi, Bursa’daki Orhan Gazi’nin konağıdır. Sunguroğlu, oraya
Orhan Gazi’nin emrine göre gelir. Konakla ilgili hiçbir tasvir verilmez. (s.5)
Sunguroğlu ile Köse Yusuf ile birlikte arkadaşları olan İbrahim’i çağırmak
amacıyla İznik’in yolunu tutarlar. Yoldayken, bir ormanlık bölgeye girerler. Ağaçlar
arasında dört atlı fırlayarak Sunguroğlu ve Köse’ye saldırırlar. (s.6) Sunguroğlu ve
Köse, ormanda yollarına devam etmeye başlarlar. Köse ormanın içinde yüksekçe bir
tepeye çıkarken, yine ağaçlar arasında bir ok vınlayarak Köse’nin yanındaki ağaca
saplanır. Ormanın sık ağaçlıklı olduğunu anlarız. (s.10–11)
İki arkadaş İznik’e gelirler. Orada İbrahim’i Orta Cami’de bulurlar. Hemen
şehri terk ederler. (s.12)
Yazarın, romanın mekânları içinde ormanı gizli faaliyetler için uygun bir yer
olarak kullandığını görürüz. Sunguroğlu ve arkadaşları, İzmit’un yolunu tutar tutmaz
uğradıkları baskın ve saldırıların çoğu, ormanlardan gelmektedir. Üç arkadaşlar
İznik’i terk ettikten sonra ormanlık arazilerinde bir başka baskına uğrarlar. Köse bir
okla yararlanır, Sunguroğlu ve İbrahim ise okun geldiği yere giderler. Bir süre sonra
Köse’nin bıraktıkları yere dönerler, ama Köse yoktur. Çete tarafından kaçırılır.
200
İzmit’e doğru yönelirler. (s.13–15) Sunguroğlu ile İbrahim, İzmit’e varmadan bir
ormanlıkta mola verirler: “Atlarından indiler. Bir ağacın altına yan yana uzandılar.
Kuşların neşeli cıvıltısı, yakındaki bir derenin ahenkli hışırtısına karışıyor, tabiatın
büyüleyici güzelliğiyle sarmaş dolaş uzayıp gidiyordu.” (s.42–43) İkisi böylece
dinlenirken, kara şövalyenin adamları tarafından bir baskına uğrarlar. (s.43–44) Yine
de Sunguroğlu ve İbrahim’in geceleyin İzmit’e gelirler. İzmit kalesinin kapısı kapalı
olduğu için sabaha kadar ormanda beklerler. Ormanda beklerken, Kara Şövaleye ve
adamları tarafından bir başka saldırıya uğrarlar. Ama o zaman Köse zindandan kaçar,
onlara yardıma gelir. Böylece üç arkadaş baskından kurtarırlar. (s.62–66)
Sunguroğlu ve İbrahim yoldayken, bir geçide girip bir başka saldırıya
uğrarlar: “Ve doludizgin bir geçide girdiler. Geçidin üst tarafı kayalıktı. Ancak iki
atlının yan yana gidebileceği genişlikte bir yolda gidiyorlardı. Birden korkunç bir
gürültü duydular. Sür’atle bakındılar.
Kayalıklardan kos koca bir taş kopmuş, üzerlerine düşüyordu.” (s.16) Geçidin
önü taşla tıkanır. (s.17)
Köse, zindandan kaçtıktan sonra bir merdiveni bulur. “Merdiven, bir
divanhanede bitiyordu. Mermer bir sütunun arkasına geçip etrafa göz gezdirdi. Saray
divanhanelerini andırıyordu. Görünürde kimsecikler yoktu. Kendisini koruduğuna
inandığı görünmez kuvvete bir gülücük gönderdi. Mermer sütunları siper ede ede
yürümeye başladı.” (s.58)
Üç arkadaşlar İzmit’teyken, ilk olarak hana giderler. Ama hanın güvenilir
olmadığı için bir kilisede otururlar. Köse’nin Müslüman olmadan önce bu kilisede
eskiden tanıdığı bir rahiple kalırlar. (s.84–85)
Romanın son sahnesi ise, Kalo Yani’nin sarayıdır. Orada Sunguroğlu rahip
elbisesiyle Kalo Yani’nin kız kardeşinin odasında kalır. Sonra Orhan Gazi
askerleriyle İzmit’e fethetmeye gelir. Ve İzmit, Türklerin olur. (s.99–100)
201
Tuzak romanında olaylar Kulacahisar çevresi ve Bizans’ta cereyan eder.
Yazar, eski mekânların günümüzdeki karşılıklarını romanın metninde ye da
dipnotlarda kaydeder.
Sunguroğlu ve arkadaşları Kulacahisar’a giderken Bücür ile tanışırlar, atının
nalı düştüğü için onlarla gitmesini ister. Kestirme bir yol bildiğini söyleyen Bücür,
onları tuzak olan bıçak sırtı diye bir geçide götürür. Bu isim verilmiş; çünkü “Yol
kayalığın tepesinde aştığı için bu ismi vermişler. Görünce ismine tıpa tıp uyduğunu
anlayacaksınız.” (s.15) Anlatıcı çok tehlikeli olduğu için da ona ölüm geçidi der:
“Hiç konuşmadan yolu yarıladılar. Yolun en korkunç noktasına yaklaşmışlardı.
İlerde sert bir dönemeç vardı. Orada yol alabildiğine daralıyor, bir atın zar zor
sığacağı hâle geliyordu.
Köse:
“Amma berbat” diye mırıldandı.
Bücür: “Berbatın da berbatıdır” diye karşılık verdi. “Kimse at sırtında
geçmeye cesaret edemez burayı, bana sorarsanız attan inelim derim.”
Köse gemlere asıldı. “Akıl için yol birdir, hadi in bakalım. Hey Sunguroğlu
Beyim, bu baş belâsı yolu yürüyerek almak zorundayız. Sırat köprüsünden beter
yahu. Böylesini de ilk görüyorum.”
Yavaş yavaş atlardan indiler.” (s.17)
Sunguroğlu ve arkadaşları, bu tuzaktan kurtardıktan sonra yönlerini Bizans’a
doğru çevirirler. (s.31) yoldayken akşam karanlığı basınınca ilk buldukları hana
giderler: “Hanın avlusunda attan inip karşılamaya gelen hancı yamağına atlarını
verdiler. İçeri girdiler. Oldukça kalabalıktı. Bir kenara oturup etrafı göz gezdirmeye
başladılar.” (s.33)
Bizans’a geldiklerinde karşı sahile giderler, sonra Sofiyanos kapısını geçerler.
Mese Caddesini (Divanyolu) dönerken kendilerini takip eden bir kişiyi fark eder,
202
onun peşinde giderler; fakat bir evin girintisinde kaybolur. (s.58–60) Yine de onu
aramak için gitmek isterler; ama Köse Yusuf “Burası Bizans” diye bir uyarı verir:
“Burası Bizans, hay yiğitler, Bizans dendi mi, mukayyet olacaksın. Elli bin çeşit
deliği, girdisi-çıktısı vardır. Kimbilir nereye saklanmıştır? Şu evlerden birine girmiş
de olabilir pekâlâ. Olabilir, lâkin arayamayız. Ortalık öyle bir ayaklanır ve öyle bir
çullanırlar ki, demeyin gitsin.” (s.60)
Yazar-anlatıcı, Bizans’ta gittikleri yerlerin hem o dönemde adını hem şimdiki
adını söyler. İlk geldikleri yer Krisopolise’dir (Üsküdar). (s.57.). Bundan sonra:
“Mese Caddesinden Forum Konstantin’e (Çemberlitaş) oradan Forum Tari’ye
(Beyazıt Meydanı) sonra Forum Bovis’e (Aksaray Meydanı) ulaştılar. Biraz sonra ise
Teodosyüs Limanında idiler.” (s.60)
Sultan Hatun’u bulmak için Büyükdere sahilinde San Taras diye bir
manastıra giderler. Orada Büyük Efendi denilen Moğol hakanı oturduğu yerdir.
İçeriye girdikten sonra bir kapı önünde dururlar. Kapıyı geçer geçmez dört silahlı
adam etraflarını alır, geceyi geçirmek için onlara bir oda verilir. İki nöbetçi odanın
dışında kalırlar. (s.109–110)
Sunguroğlu ve arkadaşları, Büyük Efendi’nin manastırın bir mahzeninde
kurbanlık kızları sakladığını bilirler. Oraya gitmeye başlarlar. Mahzene inen
merdivenlere doğru gider, basamaklar bittikten sonra uzun bir koridor önlerine çıkar.
Koridorda yürürken Yabgu diye bir Moğol zindancı ile karşılaşırlar. Yazar-anlatıcı,
koridorun durumu ile Moğol zindancının görünüşünü bütünleştirerek işler: “İnsandan
çok bir gorile benziyordu. Kuşağına koskoca bir yatağan sokmuştu. Koridor boyu
dizilmiş yanan çıraların kıvrak ışığında çok korkunç görünüyordu. İki yana
yalpalamasından, fena halde sarhoş olduğu anlaşılıyordu.” (s.116)
Koridordayken Moğol zindancı onlara bir kapıyı gösterir: “Bunun gizli bir
geçidin kapısı olduğunu, geçidin doğruca deniz kıyısına çıktığını, orada dört çifteli
bir kayığın daima emre hazır beklediğini söylüyordu.” (s.118–119)
203
En sonda Sultan Hatun’u bu mahzende bulurlar. Zindancı demir bir kapı açar.
Duvardaki çıralardan birini aldıktan sonra içeriyi gösterir. Kızlarla Sultan Hatun
titreşerek bekler. (s.119)
Baskın romanında olaylar, İzmit, İznik ve çevresinde cereyan eder. Yazar,
olayların gerçekleştiği mekânlarla ilgili pek tasvirler vermez.
Romanın ilk sahnesi, İznik’in yoludur. Sunguroğlu ve arkadaşları, İznik’e
giderler. Üç arkadaş yoldayken, yağmur fena basar. Bunun üzerine yolda ilk
gördükleri eski bir konağa barınırlar. (s.6–7)
Romanda orman gizli faaliyetler ve baskınlar için uygun bir yer olarak
kullanılır. Sunguroğlu ve arkadaşları ormana girerler. Ağaçlar arasında sekiz atlı
tarafından bir baskına uğrarlar. (s.28) Bir süreye saldıran sekiz atlıdan yedisi kaçar.
Diğeri ise yaralıdır. Sunguroğlu ve arkadaşları, onu bir ağacın dibine oturturlar. Üç
arkadaş, yaralı atlıyı konuştururken, birden bir ok vınlayarak yaralı atlıyı öldürür.
Sunguroğlu ve arkadaşları, okun geldiği yere giderler. Ama hiçbir kimseyi
bulamazlar. (s.33–36)
Üç arkadaş, yollarına devam ederler. Sonra bir Türkmen köyüne girerler.
Köyün tek katlı kulübelerden oluştuğunu öğreniriz. (s.39) Sunguroğlu ve arkadaşları,
Germiyanoğulları tarafından Türkmen köyünden esir alındıktan sonra ormana
girerler. Orada Sunguroğlu, İbrahim ve Köse, kaçmaya başararlar, ama Münir Gazi
kaçamaz. (s.45–51) Sunguroğlu ormandan faydalanmaya çalışır: “Sunguroğlu
akıllılık edip ormana dalmıştı. Ağaçlıklarda izini daha rahat kaybettireceğini
düşünmüştü. Bunda da çok isabet ettiğini az sonra anladı. Atını saldı ve kendisi bir
ağaca tırmandı. Dört kişiyle baş edebilirdi. Kalamos’u yakalayıp bütün olup
bitenlerin hesabını bir bir sormak zevkli olacaktı. Bundan başka birşey
düşünmüyordu. Atlılar bulunduğu ağacın altından geçerken, Kalamos’u hedefledi ve
ağaçtan aşağı uçtu.” (s.51–52) Sunguroğlu, Kalamos’u yakaladıktan sonra İbrahim
ve Köse’ye rastlar. Sonra hep birlikte ormanda yollarına devam ederler. “Fakat
birden kayifleri kaçtı. Çünkü yer açılmış da içinden çıkmış gibi dört Bizanlı silâhşör
aniden karşılarına çıktı.” (s.60)
204
Ormanda arkadaşlarından ayrılan Köse, çetenin barındığı yeri bilir. Hemen
Sunguroğlu’ya gidip gördüğünü anlatır. İkisi de söylediği yere giderler: “İşte bu
tümseğin yanındaki koca kütük var ya, dört atlı tam orada durup bir müddet
bakındılar. Ben iyice sinerek beklerdim. Her hareketlerini gözlüyordum. Tümseğin
yanındaki koca kütüğün yanına sürdü atını, yere atladı. Adamlardan biri kütüğü
kuvvetle itti. Ve gözden kayboldular.” (s.72) Bu sıralarda ormanın sırrı ortaya
çıkmaya başlar: “Köse’nin tarif ettiği yerden ellerini sokup koca kütüğü kuvvetle itti.
Gördüğü manzara karşısında hayretini döktü.”
“Vay canına!” Kütük ağır ağır içeri kayıyordu.
Birden durdu. Kütüğü çekti ve eski hâline getirdi.
“Şimdilik kalsın” dedi, “içerde kaç kişi olduklarını bilmiyoruz. Heyecana
gelip delilik yapacak vakit değildir. Bu çetenin bütün mensuplarını yakalamalıyız.
Önce İznik’e kadar gidip yardım alalım.” (s.72–73)
Üç arkadaş, İzmit’e gelirler. Şehir kapısına yaklaştıktan sonra üzerlerine ok
yağmaya başlar. Bunun karşısında üç arkadaş, ok menzilinin dışına çıktıktan sonra
dururlar. (s.75–77)
Sunguroğlu ve arkadaşları, ertesi sabah kaleden çıkan çiftçileri görür görmez
onların arasına girerler. (s.81) Şehirin Beyi ve askerleri kurtarıldıktan sonra çetenin
barındığı ormandaki mağaraya giderler. Sunguroğlu ile Münir Gazi, mağaraya
girerler: “Mağara çok dardı. Yürüdükçe biraz olsun genişlemişti, ama yine de
yetersizdi. İki kişi yan yana zor sığıyordu. Bu durumda kılıç tokuşturmanın imkânı
yoktu.” (s.97) Sunguroğlu ve arkadaşları, çetenin mensuplarının peşinde İzmit
limanına kadar giderler. (s.102)
Romanın son sahnesi ise, denizdedir. İzmit limanından bir tekneyle hareket
eden Sunguroğlu ve arkadaşları, çetenin başını takip ederler. Sunguroğlu bindiği
teknenin, güzel, çift yelkenli, boynu sülün gibi uzun olduğunu, bordalarında da iki
mancanığın bulunduğunu öğreniriz. (s.105) İşlerini bitirdikten sonra Sunguroğlu ve
arkadaşları, yine İzmit limana geri dönerler. (s.115)
205
Çalınan Hazine romanında olaylar, Bursa’nın civarı, İzmit, İznik ve
çevrelerinde cereyan eder. Yazar, olayların gerçekleştiği mekânlarla ilgili pek
tasvirler vermez.
Romanın ilk sahnesi, bir ormanlık bölgedir. Bursa’nın yolunu tutan
Sunguroğlu, bir ormanı geçer. Ormanın kar yüzünden bembeyaz olduğunu öğreniriz.
Sunguroğlu oradayken, şövalye Matiyüs ile dövüşür. Atı Şahin yaralandıktan sonra
bir hana girer. (s.7–15) Romanda orman, barınma ve çatışmalar için uygun bir yer
olarak kullanılır. Şövalye Metiyüs kaçarken, ormana girer. Onun peşine düşen
Sunguroğlu ile Saltuk Bey, ormana da giderler. Orada kar sayesinde şövalye
Metiyüs’ün yerde henüz kapanmamış nal izlerini takip ederler. (s.33) Ormanın bir
tepesinin eteğinde dinlenen şövalye Metiyüs, kendisi takip edilidiğini fark edince
tepenin üstünde bir yerde gizlenir. (s.41) Sunguroğlu ve diğer yoldaşları tepenin
hemen altından geçerler: “Ormanın içlerine koşturdu. Yol tepenin hemen altından
geçiyordu. Daracıktı. Yan yana iki atlı zor geçirdi. Öbür tarafı ise derin uçurumdu.”
(s.42) Şövalye Metiyüs’ün, daha önce hazırladığı kardan kümeyi üstlerine atar:
“Küme yuvarlandıkça büyüdü, büyüdü. Kocaman bir top haline geldi. Ve hızla
tepeden aşağı yuvarlanmaya başladı.” (s.44)
Sunguroğlu ile Saltuk Bey ve yoldaşlarıyla birlikte şövalye Metiyüs’ü takip
ederlerken, Türkmen köyüne girerler. Köyün küçük olduğunu öğreniriz. Tekin Alp,
köyün evlerini sayarak on beş ev olduklarını söyler. (s.36) Bu sıralarda Tekin Alp
geriye dönerek kendi köyünü hatırlamaya başlar: “Bizim köy”, diye dudak büktü,
“koskocaman bir köy. Yüzden fazla ev var Ali Can ağam, ortadan gürül gürül bir
ırmak geçer. Anacığım o ırmakta yıkardı çamaşırlarımı. Köy çocuklarıyla birlikte
ırmak kıyısında evler yapardık.” (s.36)
Sunguroğlu, şövalye Metiyüs’ü İznik’teki bir hanın önünde yakalar. Tam o
sıralarda Metiyüs’ün at uşağı Dragos, karanlıktan faydalanarak tenha bir sokağa girip
kaçar. (s.81) Sunguroğlu ve arkadaşları, Metiyüs’ün parayı sakladığı yere giderler:
“Şövalye Metiyüs’ün para çekmecesini sakladığını söylediği tepeye geldiklerinde
atlardan indiler. Sunguroğlu, Metiyüs’ün gösterdiği taşa yaklaştı. Çömeldi. Ay
206
ışığında her şeyi açıkça gördü. Taşin bir kenarı eşilmişti. Karların üstünde taze
topraklar vardı. Dragos daha önce davranmıştı bes belli.” (s.84)
Romanda son görünen mekân ise, İzmit limanında cereyan eder. Çalınan
hazinenin peşinde giden Sunguroğlu ve arkadaşlarının yolculukları, İzmit limanında
sona erer. İzmit limanı, kalabalık olarak karşımıza çıkar: “Limanda her çeşit
milletten her çeşit insandan vardı.” (s.103) “Karanlıkla birlikte liman da
kalabalıklaştı. Denizden dönen balıkçılar, “heyamola”larla kayıklarını çekmeye
başladılar.” (s.108)
Kaçırılan Prenses romanında vak’alar, baştan sona kadar Bizans’ta cereyan
eder. Romandaki olayları, liman ve Kızılada dışında da genellikle saray, konak ve ev
gibi kapalı mekânlarda gerçekleşir. Yazar, mekân tasvirlerine geniş bir yer vermez.
Bunun yanında romanda kullanılan, yerlerin eski adlarıdır. Yazar, eski adların
Türkçede karşılıklarını izah etmez.
Sunguroğlu ve arkadaşları, Bizans’a giderler. Romanın ilk sahnesi, bununla
ilgili olarak denizdedir. Sunguroğlu, Köse ve İbrahim, gemiyle Bizans’a giderler.
Yazar, az da olsa bile denizin manzaralarını şu şekilde tasvir eder: “Sunguroğlu,
geminin küpeştesine yaslanmış, denizi seyre dalmıştı. Yunus balıklarının köpükler
arasında oynaşmaları ne kadar da hoştu. Bazen batıyor, bazen su yüzüne çıkıyor,
birbirlerine sürtünerek oynaşıyorlardı. Bıraksalar saatlerce bu manzarayı
seyredebilirdi.” (s.5)
Bizans’tan ilk görünen mekân, Teodosyüs Limanıdır. Yazar, limanın
kalabalık olduğunu tasvir eder: “Teodosyüs Limanında her millete mensup tekneler
vardı. Hatta korsan gemilerine bile rastlanıyordu”… “Limanda çeşitli gemilerin yanı
sıra çeşitli insanlar da göze çarpıyordu.” (s.10), “Teodosyüs Limanı her zamanki
kargaşada yuvarlanıyor, çığlıklar, emirler nâralar arka arkaya çınlıyordu.” (s.43)
Limanın yanında surların bulunduğunu öğreniriz. (s.43) Teodosyüs Limanı geceleyin
korkunç olarak tasvir edilir. Limana yakın sokakların, da akşam saatlerinde tenha ve
bomboş olduğunu öğreniriz. (s.86) Sunguroğlu ve arkadaşları, limana gelir gelmez
orada kendilerini bekleyen bir subayı bulurlar, hemen onları oturacakları konağa
207
götürür. (s.11–14) Bizans ile ilgili ise “çok güzel” (s.9) olarak sadece bir izlenim
verilir.
Sunguroğlu ve arkadaşları, gizlice Müslümanlaşmış ve eskiden Bizans
başkomutanı olan Lagan Mişöp’un konağına gider. (s.22) Romandaki olaylar,
Teodosyüs Limanı ile konaklar arasında geçer. Sonunda çetenin merkezinin
Kızılada’da olduğu anlaşıldıktan sonra olaylar orada geçer. (s.128) Kızı
kurtarıldıktan sonra olayların mekânı, imparatorun sarayına döner. (s.147)
Romanın son yeri ise “Elveda Bizans” (s.156) bir başlıklı olarak karşımıza
çıkar. Sunguroğlu ve arkadaşlarını Bizans’ta işlerini bitirdikten sonra kendi
memelektlerine dönerler. (s.159)
Gemide İsyan romanında olaylar, Bursa, Rodos ve Çimpe kalesi ve
civarlarında cereyan eder. Yazar, romanda mekân tasvirlerine ehemmiyet vermez.
Yazar, olayların gerçekleştiği mekânlar hakkında genellikle ayrıntısız bilgiler
vermeye çalışır.
Romanın ilk sahnesi, Köse Yusuf’un Bursa’dan Çimpe kalesine
yolculuğudur. Şehri gürültü ve kalabalık içinde gören Köse, İbrahim’i Çimpe
kalesinin beyinin konağında bulur. (s.9)
Köse ve İbrahim, Sea-Jan Şövalyeleri tarafından bir handan sahile kaçırılırlar.
(s.36) Hancı ise, Sunguroğlu’ya gidip onu bir camide bulur. Sunguroğlu, hancı ile
yola çıkar. Sunguroğlu yoldayken, bir ağaçlıklı araziden geçip saldırıya uğrar. (s.41)
Sonra hancinin tarif ettiği sahile gider. Liman kalabalık ve gürültülü olarak karşımıza
çıkar: “Limanda dizi dizi gemiler vardı. Her liman gibi burası da pek gürültülüydü.
Gemiciler günün son dakikalarında işlerini bitirmek için çırpınıyorlardı. İki gemici
nedense kavgaya tutuşmuştu. Etraflarına biriken bir grup bağıra bağıra dövüşenleri
teşvik ediyordu.” (s.50)
Sunguroğlu, Rodos’a gitmek için limanda bir denizciyle anlaşarak yola
çıkarlar. Gemi küçüktür: “Pejmürde görünür, ama görünüşe aldanma. Hepsinden
daha hızlıdır.” (s.53) Sunguroğlu’nun, gemide oturduğu kamara şu şekilde tasvir
208
edilir: “Küçücük bir odaydı. Yuvarlak pencerelerden dışarıda yanan çıraların kıvrık
gölgeleri giriyordu. Sunguroğlu yağ kandilini yaktıktan sonra sırtüstü uzandı.” (s.58–
59) Sunguroğlu’nun bindiği tekne, bir korsan geminin saldırısına uğrar. Bu sıralarda
Sunguroğlu kamarasından çıkıp olup biteni öğrenmeye çalışır. Teknenin gürültü ve
karışıklık içinde olduğunu görür. Kaptan korsan gemisi karşısında yedek yelkenleri
açar. Bu sırada kamarasına dönen Sunguroğlu, bir hırsızlığa uğradığını anlar:
“Kamarasına girdi. Etraf şaşırtıcı biçimde dağınıktı. Kamarayı böyle dağınık
bıraktığını hatırlamıyordu. Eşyalar yerlere saçılmış, yatak dürülüp kamaranın bir
köşesine fırlatılmıştı. Birileri girmiş buraya!” (s.64)
Sunguroğlu’nun bindiği tekne, saldırı yüzünden denizde batar: “İyi
hedeflenmişti. Doğrudan gemiye geliyordu. Direğe isabet ettiği anda kıracak,
Sunguroğlu büyük ihtimalle güverteye düşüp parçalanacaktı. Çabucak kararını verdi,
“Allah” diye çığlıkladı ve kendini denizin serin kollarına bıraktı.
Tam zamanında hareket etmişti. Biraz daha gecikmiş olsaydı direğin dibine
isabet eden gülle, direkle birlikte Sunguroğlu’nu da tuzla buz edecekti.
Etrafa, kırılan tahtalar saçılmış, kırılan direk çarmıhlarla gemiye bağlı
kaldığından gemi tehlikeli şekilde yana yatmıştı. Kaptan Guidi derhal çarmıhların
kesilmesini emretti. Çarmıhlar kesilince gemi düzeldi. Ama yelkenlerinden eser
kalmamıştı. Olduğu yerde dönüp duruyor, kaptan Guidi, aklına gelen bütün lânetleri
ard arda yağdırıyordu. Sunguroğlu ise denize karışan direğe tutunmuş, şimdilik
canını kurtarmıştı.” (s.67) Sunguroğlu denizdeyken, Kaptan Guidi’yi dalgaların
arasında görür. Guidi’yi kurtaran Sunguroğlu, görünen adaya yüzerek gider. (s.77)
Sunguroğlu köydeyken, şehre giden yolu sorar: “Şuradan gideceksin,
dosdoğru, sağa sola sapmadan yürüyeceksin.” (s.90) Sunguroğlu şehre iner.
Korsanlar şehir girişinde yolunu kesip kim olduğunu sorarlar. (s.91) Sunguroğlu
şehirdeyken, Rodos’a giden bir geminin olduğunu anlar. Bu yüzden ertesi gün kaptan
Guidi ile limana gidip gemiye gemici olarak binerler. (s.96)
209
Sunguroğlu bindiği geminin bir korsan gemisi olduğunu anlar. Geminin
ambarında çalışan Sunguroğlu, Burno diye başka bir gemici ile dövüşür. Kaptan,
Sunguroğlu’nu geminin bir direğine bağlatır. (s.105) Bütün gemicilerin istekleri
üzerine Sunguroğlu gemiyi ele geçirmek için geminin kaptanı olan Sör Mişel’in
kamarasına gider: “Kapıyı yokladı. İçeriden kilitliydi. Fakat kılıcının ucuyla açmak
zor olmadı. Sör Mişel kilidin hafif tıkırtısını duymuş olabilirdi. Tedbirli girmeliydi.
Ağır ağır kamaraya girdi. Gözleri karanlığa alışınca Sör Mişel’i fark etti.
Elbisesiyle birlikte yatağa uzanmıştı.” (s.113) Kaptanın kamarasına dört basamaklı
bir merdivenle çıkıldığını öğreniriz. (s.128) Sunguroğlu, Sör Mişel’i sürüye sürüye
gemicilerin bulunduğu yere götürür. (s.115) Sunguroğlu gemiyi ele geçirdikten sonra
Rodos’a kadar gitmek ister, ama durumlar bunu engeller: “İki gün geçmişti. Birinci
gün oldukça iyiydi. Deniz sakin, rüzgâr müsaitti. Padima bütün gün canlanmış gibi
dalgacıklar üstünde sekip durdu. Ama ikinci gün berbattı. Deniz yine sakindi ya,
yelkenlere dolacak bir nefes rüzgâr bile yoktu. Yelkenler kurumaya asılmış
çamaşırlar gibi patır patır sallanıyordu. Ve padima olduğu yerde sayıyordu.” (s.118)
Rüzgâr estikten sonra Sunguroğlu, Padime’yi Rodos’un yoluna yönlendirir: “Az
sonra rüzgâr yelkenleri şişirmiş, Padima birkaç gıcırtılı kahkahadan sonra köpüklere
kucaklaşıp denizi yalamaya geçmişti. Yunus balıkları, şen şakrak zıplamalarla ona
eşlik ediyordu.” (s.125) Nihayet Rodos’a gelirler. (s.137)
Romanın son sahnesi ise, Sunguroğlu ve arkadaşlarının denizde kaçış
sahnesidir. Sunguroğlu, arkadaşlarını kurtardıktan sonra Padima ile memleketlerine
dönmeye başlar. (s.155) Bu sırada şövalye Don Piyer, onların peşlerinde gelir.
Denizde bir çatışma başlar. (s.160) Çatışmanın sonunda Don Piyer’in gemisi denizde
batar. Sunguroğlu ve arkadaşları ise, Don Piyer’i esir aldıktan sonra memlekete
dönerler. (s.167)
Yıldırım Bayezid romanındaki vak’alar Kosova, Krosevaç, Bursa, Bizans,
Ankara civarı, Paris, Niğbolu, Sivas, Anadolu Yakası ve çevrelerinde ve Akşehir’de
cereyan eder. Yıldırım Bayezid romanı, işledikleri mekânlar bakımından ele aldığımız
romanların en zenginlerinden biridir.
210
Romanın ilk sahnesi, Otağ’da Sultan Murad Hüdavendigâr’ın matemidir.
Şehzade Yakup Çelebi, Kosova meydan muharebesinde iken, olup bitenlerden haberi
yoktur. Otağ kapısından çıkan vezir ve devlet adamları, Otağ önündeki beyaz bayrak
altında Yıldırım Bayezid’e biat ederler. (s.5–14) Babasını görmek için gelen Şehzade
Yakup Çelebi, Otağ’da üç cellât tarafından boğularak öldürülür. Çadırın karanlık
olduğunu öğreniriz. (s.22)
Yıldırım Bayezid, devletin sınırlarını güçlendirmek amacıyla Sırp Kralına bir
elçi gönderir. Sırp Kralı’nın, Yıldırım Bayezid’i beklediğini söyler: “Yasterebaç
dağının eteğindeki Krosevaç’a bakan Alacahisar camiinde Padişah hazretleri hangi
vakti uygun bulurlarsa burada namaz kılabilirler dedi, Krosevaç’taki sarayımızda
Hünkârı ağırlamak ve fikir teatisinde bulunmak bizi mutlu edecektir.” (s.40)
Yıldırım Bayezid, roman boyunca İstanbul’u göz önünde bulundurur. Her
şeyden önce İstanbul’u almak ister. Bunun üzerine romanda İstanbul, Yıldırım
Bayezid tarafından birkaç defa muhasara edilir. Yıldırım Bayezid, İstanbul’u almak
için azledilen Beşinci Yoannis ve oğlu Manuel’i zindandan kurtararak imparatorun
yerine koyar. (s.73) Beşinci Yoannis tek başına bir imparator olarak İstanbul’da
kalır. Oğlu Manuel ise Yıldırım Bayezid ile birlikte Anadolu seferlerine katılır. (s.75)
Bu durum karşısında Beşinci Yoannis, kiliselerin yıkılmasıyla İstanbul’un surlarının
tamirini gizlice yaptırmaya başlar. (s.79) Beşinci Yoannis ölür. Bu sırada oğlu
Manuel, Bursa’da Yıldırım Bayezid’in yanındaydı. Ama babası ölünce izinsiz
Bursa’yı terk eder. Bunun üzerine Yıldırım Bayezid öfkelenir ve ordusuyla
İstanbul’u kuşatır. (s.85) Yıldırım Bayezid, Niğbolu’daki Müslümanları kurtarmak
için İstanbul’un kuşatmasını kaldırır. Niğbolu’ya gidiverir. (s.90) Yıldırım Bayezid
Niğbolu zaferinden sonra Bizans’a gider. (s.127) Kuşatma iyice şiddetlenir. Ama bu
sıralarda Timur tehlikesi ortaya çıkmaya başlar. Bunun üzerine Yıldırım Bayezid,
kuşatmaya kaldırarak Timur’un peşinde gider: “Dağlardan, ovalardan, yalçın
kayalıklardan aşarak Vahdet’in idraki içinde Padişah kuvvetlerine iltihak edenler,
Anavatanı düşmana teslim etmemek için azim ve iradeye sahip olanlardı.” (s.131–
132)
211
Sivas kalesi düştükten sonra Timur, Anadolu’ya doğru gider. Yıldırım
Bayezid de Timur’un peşine gider. Nihayet iki ordu, Ankara meydan savaşında
karşılaşırlar. (s.221)
Romanın son sahnesi ise, Akşehir’de Timur’un karargâhıdır. Yıldırım
Bayezid de hâlâ esirdir ve onu kurtarmaya teşebbüs eden yoktur. Bunun üzerine
Yıldırım Bayezid, zehir içerek intihar eder. Yıldırım Bayezid’in naaşı, Akşehir’deki
Şeyh Mahmud Hayranî Türbesinde bir süre hıfzedilir. Daha sonra naaş, Bursa’ya
nakledilir. (s.230–231)
Binatlı romanında olaylar, Tuna Nehri çevresi ve Niğbolu’da cereyan eder.
Bin atlı akıncı Tuna Nehrine gelirler. Anlatıcı, Tuna suyunu canlandırarak ne
olacağını bilmiş gibi tasvir eder: “Tuna suyu boz bulanıktı. Tuna suyu çamur
deryasına banmış, kıvrım kıvrımdı. Ürkek ürkek yuvarlanıyordu Tuna suyu. Bin atlı
akıncının yiğit kumandanı Gazi Timurtaşoğlu Umur Bey atından indi, yerden bir taş
aldı, fırlattı Tuna suyunun boz bulanıklığına doğru.” (s.5)
Haçlı orduları ise Niğbolu Kalesi önünde buluşurlar. Orada çadırlarını
kurarlar. “Macaristan’dan itibaren iki kola ayrılıp, talan edecek daha geniş bölgeler
bulurlar. Bir kol Eflak üzerinden, öbür kol Sırbistan üzerinden kayarak ve
arkalarında devamlı kandan bir şerit bırakarak Tuna’nın sağ sahilindeki Niğbolu
Kalesi önünde buluşuyorlar.”101 (s.17)
Bin atlı akıncı tarafından ilk yapılmış baskından sonra Alman kumandan,
Fransız asilzadesi Nevers Kontu Jean’ın çadırına gider. Jean, çadırdaki bir yatakta
oturuyordu. (s.21–22) Bin atlı akıncı de baskından sonra ormanın gerisine çekilirler.
Ama düşman ormana girmeye cesaret edemez. (s.28)
101 Harekete geçen Haçlılar Macaristan’dan itibaren iki kola ayrıldı. Macar Kralı Sigismund’unidaresindeki asıl büyük kol, önce Sırbistan istikâmetinde yürüyerek Tuna Vadisine ulaştı ve nehrin solsahilini tâkip ederek Osmanlı toprağına girdi. Sonra Tuna’yı geçerek Vidin, Orsava ve Rahovaşehirlerini zapt ederek buralardaki Türkleri kılıçtan geçirdiler. Sonra da Niğbolu önüne geldiler.Nevres Kontu Jean’ın idaresindeki Fransızlar, Budin’den sonra Erdel üzerinden Eflak’a geçerek, Eflakvoyvodası ile birlikte Niğbolu’da diğer kuvvetlerle birleşti. “Niğbolu Meydan Muharebesi” madde.,Yeni Rehber Ansiklopedisi, c. 15
212
Haçlı ordusunun kumandanları ile Papanın temsilcileri birlikte Nevers Kontu
Jean’ın çadırında toplanırlar. Esir alınmış Müslümanları öldürmeye karar verirler.
(s.33–35) Bunu duyan iki Fransız askeri inanamazlar ve ormandaki bir mağaraya
gidip içki içerler. (s.40–42) Çıkardıkları tütün dumanı yüzünden bin atlı akıncı
tarafından terleri anlaşılıp esir alınır. Esirlerden, Müslüman esirlerin nerede
olduklarını öğrenirler: “Fransızların biri bıraktı, ötekisi aldı. Büyük çadırın
kıyısından geçerken duyduklarını bir bir anlattılar. Umur Bey öfkeden soluk soluğa,
“Bunlar asker değil, alelade katil,” diye kükredi, “çapulcu sürüsü. Esirlerin
nerede muhafaza edildiğini öğrenen Sadık kardeşim, baskın basanındır”
Sadık iki Fransız askerinin yanına çömeldi, iyice tarif ettirdi. Kalktı, Umur
Bey’e döndü: “Ordugâhın şimal-ı garbîsinde küçük bir meydan varmış beyim,
bizimkiler zincirlerle birbirlerine bağlı olarak o meydanda tutulurlarmış.” (s.43–44)
Sultan Yıldırım Beyazıd ordusuyla Tuna Nehrine kadar gelir orada Ordu-yı
Hümayûn karargâhı kurulur. Ama Sultan Yıldırım Beyazıd, Niğbolu kalesine
sokulmanın imkânsız olduğunu bildiği için otağa girmek istemez. Kendisi Niğbolu
kalesine gidip döner. (s.60–63)
Romanda baş mekân olan Tuna Nehri, anlatıcı tarafından pek önem verilir.
Hatta bir leitmotif haline gelmiştir. “Tuna suyu” sözü, roman boyunca 13 kere
tekrarlanır. “Tuna” kelimesi ise yirmi kereden fazla tekrarlanır.
Leitmotif tekniği, bu şekilde kullanılması metne güç katmaktadır ve buradaki
tekrar anlama duygusal bir yücelik ve bir vurgu kazandırır.102
Topal Kasırga romanında olaylar Sivas Kalesi ve çevresinde cereyan eder.
Kulaksız Ömer Timur’un ordusu Sivas kalesine doğru geldiğini şehzade
Süleyman Çelebi’ye haber vermek için kaleye gelir. “Gür bir sesle bütünleşip Sivas
Kalesinin burçlarına düştü:
102 Mehmet Tekin, a.g.e., s.253
213
‘Nöbetçi!... Heey Nöbetçi!’
Burçlardan aşağı uzandı başlar; aynı anda oklar gerildi, mızraklar hazırlandı:
‘Kim var orada?’
‘Benim, bir akıncı; adıma ‘Kulaksız Ömer’ derler. Kapıyı açın ki şehzademiz
efendimize haber ulaştırayım.” (s.5)
Nöbetçiler şehzadeyi uykudan uyandırmadıkça Kulaksız Ömer şehzadenin
uyanması için konağın önünde gürültü çıkarmaya başlar: “Birden odanın kapısı
ardına kadar açılır, Şehzade Süleyman’ın kızgın çehresi belirdi;
‘Naedep herifler, nedir bu gürültü!” (s.15)
Şehir meclisi toplanır hem müdafaa hem de sultana haber vermenin kararına
ulaşır. (s.18–19) Daha önce söylediği uyarılarına önemsemedikleri için şehir meclisi
toplantısından kızarak çıkan Malkoç Mustafa Bey, bir asker birliği ile Timur’un
ordusuna karşı kaleden çıkar. (s.20–23) Aynı zamanda Şehzade Süleyman Çelebi
kendisiyle sultana haber vermek için kalenin güney kapısından çıkar. (s.28) Kulaksız
Ömer ve Peşteli Kerem onlara katılmak amacıyla askerlerin peşinde giderler. (s.32)
Malkoç Bey, yerleşmek için kendi askerlerine iyi bir mevki seçer:
“Askerlerine döndü, bir el işaretiyle durdurdu:
‘Burası iyidir.’ diye konuştu, ‘iyice sinin; düşman menzile girince dört koldan
saldırıya geçip kıskaca alacağız, kırabildiğimiz kadarını kıracağız. Çekilme emrini
alır almaz, ne durumda bulunursanız bulunun, derhal çekilmeye
başlayacaksınız.”(s.38)
Malkoç Bey düşman karşısında kuvvetlerini yetmeyeceğini fark edince bir
manevra yaptıktan sonra askerleri ile birlikte kaleye geri döndüler. (s.49)
Timur kaleyi kuşatmaya gelir ve kendi özel çadırını bir tepenin üstünde
kurdurur: “Tepenin yamacına koca bir kara çadır kurulmuştu: Timur’un meşhur kara
214
çadırı” … “Sakat bacağını üst üste koymuş dört kuş tüyü mindere uzatmış, iyice
arkasına yaslanmıştı.” (s.71)
Kalenin arka tarafında düşmanın bir tünel kazdığı fark edilince Peşteli Kerem
ile Kulaksız Ömer keşfe çıktılar: “Gerçekten kalenin arka tarafı ormana yaslıydı.
Timur’un askeri de çok kalabalıktı. Lüzumlu aletleri varsa bir tünel açmak hiç de zor
olmazdı.” (s.105.). “Ve o gece arka kapıdan dışarı süzüldüler… Orman kıyısına
gelmişlerdi, karanlığı yara yara etrafı gözlediler… Kısa bir süre dolanıp buldular
yerini. Koca ağzı, taze toprak ortasında ejderha ağzını andırıyordu.” (106–108)
Romanın son sahnesi ise, romanın en korkunç sahnesidir. Timur, kaleye
girdikten sonra şehri tutuşturur: “Timur yalnız canlıları öldürmekle yetinmiyordu.
Sanki doymuyor, sanki içinde taşıdığı vampiri tatmin edemiyordu.
‘Şehri tutuşturun!...’ emrini verdi.
Mamur Sivas, sokak sokak, mahalle mahalle tutuştu. Yalımlar korkunç
hışırtılar çıkararak kabardı, yükseldi, duman bütün ufku kararttı.” (s.127)
XVI. Yüzyıl
İlk Hançer romanında vak’alar Kazan Hanlığı ile Rusya arasında gelir gider.
Romanın vak’aları umumiyetle açık mekânlarda cereyan eder. Yazar, genel olarak
olayların cereyan ettiği mekânlarla ilgili ayrıntılar vermez.
Romanın ilk sahnesinde görülen Yüzbaşı Alp, üstüne aldığı vazifeyi yapmak
için Moskova’ya gider. Moskova’ya geldiğinde taç giyme merasimi yapılır, törenler
yapıldığı kiliseye gider. Törenler bitirildikten sonra IV. İvan, kilisenin bir köşesinde
planlarını Moskova’nın başpiskoposuna anlatır. Yüzbaşı Alp hemen onların
yanlarına gidip söylediklerini duymaya çalışır. İvan, bütün Türkleri yok etmek
istediğini söyler. Başpiskopos de kilise bu hususta hep İvan’ın yanında duracağını
söyler. İvan’ın akıl hocası sayılan Peresvetov onlara katılır. Türkler yenilmez
oldukları için önce onların aralarını açmak gerektiğini sonra onların ortadan
kaldırılmasının mümkün olacağını söyler.(s.7–8)
215
Yüzbaşı Alp duyduğunu aktarmak için Kazan Hanlığına doğru gider, ama
yoldayken aklına bir fikir gelir. Kazan’a gitmektense Kasım Hanlığında yaşayan
arkadaşı olan Burak’a gider. Burak birlikte on kişilik bir kuvvet hazırlayarak Rus
tarafından gönderilen kafileye hücum ederler. Kafile ellerine düşer, kafilede bulunan
bir Rus prensesini alıp Kazan’a yola çıkar. (s.12–13)
Yüzbaşı Alp, Kazan’a vardığında Han tarafından karşılanır. Hanın emriyle
kendi sarayında divan toplanır. Yüzbaşı Alp divan önünde İvan’ın Şah Ali’ye
gönderdiği mektubu okur. Kazan Sarayında olağanüstü toplanan divanda bu konuyu
incelendikten sonra Yüzbaşı Alp’i bu hediyelerle yine Moskova’daki İvan’a
gönderilmesi teklif edilir. (s.14–18)
Yüzbaşı Alp ve arkadaşı Burak, Rus kafilesi ile prenses Moskova’ya giderler.
İvan’ın sarayına geldiklerinde Yüzbaşı Alp, Burak’ı dışarıda bırakıp esir aldığı Rus
elçilik kafilesiyle birlikte İvan’ın bulunduğu salona girer. Yüzbaşı Alp, İvan’ın
karşısında çok sert bir şekilde konuştuğu için İvan onu zindana attırır. Prenses Nadya
ise sarayın dışında bekleyen Burak’a kaçmasını söyler. (s.18–21)
Burak hemen Kazan’a gelir gelmez Sefa Han Bey’e durumu anlatır. Yüzbaşı
Alp ise prenses Nadya yardımıyla zindandan kaçtıktan sonra yine Kazan’a döner.
Sefa Han Bey bunun için çok sevinir ve kendi sarayında bir ziyafet vererek Alp’ı da
çağırtır. Alp, Sefa Han ile sarayın koca salonunda konuştuktan sonra kalabalık
yüzünden çıkmaya karar verir. Tam kapıya doğru yürümeye başlar ki salona inen
merdivenin başında çok güzel olan Bağdagül’ü görür. Dışarı çıkmaktan vazgeçer,
merdivene doğru yönelir. Kızın yanına gitmek için merdivenin basamaklarını çıkar.
(s.24–26)
Sefa Giray Beyin karısı olan Süyün Biyke Hatun’un kardeşi Ali Ekrem Bey
ile Nogay Şehzadesi Muhammed Han Kazan’a gelirler. Gökçe Bey onların şerefine
kendi konağında bir ziyafet verir. Alp ile Burak da davet edilirler. Gökçe Beyin
konağı Kazan’a dört, beş kilometre mesafede, büyük bir bahçede bulunur. Bağdagül
ile Alp konağın bahçesinde karşılaşır. Yüzbaşı Alp şu anda Bağdagül’ün Gökçe
Beyin kızı olduğunu öğrenir. Burak bahçenin girişinde sağ tarafta bulunan şadırvana
216
doğru yürür, Alp ile Bağdagül ise bahçenin diğer tarafına beraber dolaşırlar. (s.29–
31) Sonra konağın içerisine girerler, yemekten sonra topluca mescide giderler. (s.33)
Kazan Hanı Sefa Giray Han, Kırım Hanı ile birleşerek Rusların sürekli
saldırılarına karşı çıkarlar. Kazan ordusu batıdan, Kırım ordusu ise güneyden
ilerleyerek Moskova muhasara etmeye giderler. Bu sıralarda Moskova’ya ilereyen iki
orduya bir haberci gelir. Haberci, Sefa Giray Han’ Kazan’da bir isyan çıktığını
söyler. Kazan’a dönen Sefa Giray Han’ın, ordusuyla Oka nehrini geçtiğini öğreniriz.
(s.39–41)
Romanın son sahnesi ise, Kazan kalesinin Rusların elinde düşmesini anlatan
sahnedir. Bu sırada Ruslar Kazan Türklerine soykırım ve katliam yaparlar. (s.91–94)
Yazar, sahneyi şu şekilde özetler: “Kazan’da o kadar Müslüman kesildi ki, akan
kanlarla İdil nehri kızıla büründü. Kadınlar, kocalarının gözleri önünde kirletildikten
sonra, hançerlendiler. Doğmamış bebeler analarının karnında doğrandılar. Bütün
mimari eserler yerle bir edildi.” (s.94)
XVII. Yüzyıl
IV. Murad –I- romanında olaylar, İstanbul, Antep, Beyşehir, Eskişehir ve
Diyarıbekir’de cereyan eder. Romanın vak’aları, genel olarak kapalı ve karanlık
mekânlarda cereyan eder.
Romanın ilk sahnesi, Yedikule zindanıdır. Orada Sultan Genç Osman,
mahpustur. Dışarıda dolaşan nöbetçi, içeride öldürülenin Sultan Genç Osman
olduğunu fark eder etmez haber vermek için Kurşunlu Hana giden Divanyoluna
vurur. (s.10)
Romanın büyük bir kısmı İstanbul’da cereyan eder. Bunun için İstanbul’un
roman içinde aldığı yeri, diğer açık mekânlara mukayese ile pek geniştir.
İstanbul’dan gösterilen manzaralar, dönemin genel durumunu aydınlatmak içindir.
Yazar, ilk olarak bu dönemde İstanbul’un genel durumunu ortaya koyar: “Yüreğinin
bütün yanıklığıyla konuşuyordu. Aynı dert hepsinin başındaydı. Aylardır doğru
217
dürüst alış veriş edemiyorlardı. Dükkânları yağmalanıyordu. Evlerine zorla giriliyor,
ne var ne yok alınıyor.” (s.31)
İstanbul’dan ilk görünen manzara, Sultan Genç Osman’ın cenazesidir.
İstanbul’un sokaklarının insanlarla dolu olduğunu öğreniriz. (s.32) Yazar, mekân
unsurlarıyla sözü geçen bu olumsuz durumu anlatmaya çalışır: “Boğaziçi kalın sis
perdesinin gerisinde kayıp gibiydi. Mart ayında sis daima olurdu, ama böylesi pek
görülmezdi. İnsan iki karış ötesini zor seçiyordu. Üstelik de sis boğaz ağzından
sabahın köründe yürümeye başlıyor, gele gele bütün İstanbul’u sarmalıyordu.
Sisin içinde hayal meyal seçilen üç kişi konuşa konuşa Divanyolundan yukarı
çıkıyorlardı.” (s.68)
İstanbul’un ortaya çıkan bir başka manzarası, Cibali tarafından başlayan
yangındır. “Cibali’ye yaklaştığında korkunç manzara tüylerini ürpertti.” (s.290)
Yazar, yangını şu şekilde tasvir eder: “Yangın kırmızı dilini çıkarmış. Cibali’den
başlayıp Unkapanı’nı ve Zeyrek yokuşunu yalamaya başlamıştı. Rüzgâr da gittikçe
hızını arttırıyor, yangın yayıldıkça yayılıyordu.
Padişah ne kadar asker varsa hepsini yangın yerine göndermişti. Fakat
haberler kötüydü. Yarım saat ara ile gelen haberciler insanı çıldırtmaya yetecek
korkunç haberler getiriyorlardı:
“Padişahım, kayıkhaneler harap oldu!”
“Padişahım, alevler kale hisarından girdi!”
“Padişahım, Mustafa Paşa çarşısı kül oldu!”
“Padişahım, Hamza Paşa konağı, Yahya Paşa konağı, Sultan Selim’deki
fukara evleri, ulemâ evleri, Üskülüplü Camii Şerifi tutuştu, yangın At Pazarına
sarkıyor!”
“Padişahım, yangın Sultan Mehmed Cami-i Şerifini sardı, bütün Saraçhane
tutuştu, Âsitane kül olmakta Padişahım!” (s.291)
218
Memleketin çeşitli yerleri, İstanbul’dan farksız değildir. Anadolu’nun belli
bölgelerinde de durum farklı değildir. Celali isyanları her yanı yakıp kavurmaktadır.
Bey Şehir’de Deli İlahi denen zorba, kâfirlerin bile yapmadıklarını yapar.
Beyşehir’in civarındaki köyleri adamlarıyla basar. Bey Şehri’ne de girer. İlk olarak
şehrin ileri gelenleriyle toplanır sonra onları amansızca öldürür. (s.120–126)
Eskişehir’deki durum da aynıdır. Kör Ali, Anadolu’da yaşanan zorbalıklarını
Eskişehir’de sürdürür. Kör Ali, Eskişehirlilerin altınlarını toplar. Yoksul insanlar ise
zorbalığa uğrarlar. Kör Ali’nin, verdiği mühlet bittikten sonra şehre girer. Orada
kalenin yanında ailesiyle birlikte Demirci Ali’yi öldürür. (s.133)
Şehzade Murad, Anadolu’ya çok önem verir. Bunun için Doğan Bey’i
durumları öğrenmek amacıyla Antep’e gönderir. Doğan Bey, Antep’e gelir gelmez
Kadı Efendi’ye gider. Aslında Şehzade Murad, Sultan olmadan devletin genel
durumlarını düzeltmek ister. Ve ona göre bu düzeltme Anadolu’dan başlamalı:
“Şehzademin yerden göğe hakkı var. Bu kargaşa düzelse düzelse Anadolu’dan
düzelir demekle isabet etmiş.” (s.51)
Romanın son sahnesi ise, Sultan Dötdüncü Murad, Revan seferine çıkmak
üzere ordu başındadır. (s.294)
Yukarıda gördüğümüz gibi, yazar, bu gibi kapalı ve karanlık mekânlar ve
dehlizleri, bu karışık tarihî dönemle birleştirmeye çalışır. Açık mekânlarda cereyan
eden vakâlar ise, kapalı olanlardan farksız değildir. Romanda İstanbul’u tasvir eden
üç sahne vardır. Ama söz konusu bu üç sahnede İstanbul’u sisli ve güvensizdir.
IV. Murad –II- romanında olaylar, İstanbul, Kayseri civarı, Bursa, Konya
Ovası, Halep civarı, Eskişehir, Kerkük, Azamiyye ve Bağdat’ta cereyan eder.
Romanın ilk sahnesi, Celâli’ler, Kayseri civarındaki bir köye baskın yaparlar.
Celâli’ler, köyün evlerini yıkarlar. Köyün arkasında bir ormanın başladığını
öğreniriz. Meliha Kadın kendi evinde otururken, birdenbire ateşin her yere tuttuğunu
görür. Evden birkaç adım sonra orman başlar. Ağaçlar gittikçe sıklaşır. Bunun için
219
Meliha Kadın, çocuğu Osman’ı orman tarafına kaçırır. Osman, evden çıkıp ormana
doğru gider. Orada ağaçlar arasında gizlenir. (s.7–12)
Osman, Celâli’ler gittikten sonra köye döner. Bu sırada Osmanlı askerleri, de
köye gelirler. Osmanlı askerlerinden olan Sofi Hoca, Osman’ı kendi yanına alır.
(s.16–17)
Sultan IV. Murad, Bağdat seferini başlatır. Ordusuyla İstanbul’dan hareket
ederek Bağdat’ın yoluna çıkar.103 İlk olarak Bursa’ya gelir. Bursa’dayken, halk
tarafından takip edilir: “Padişah nereye gitse ahali oraya gidiyordu.” (s.49)
Sultan IV. Murad Bağdat’ın yolunu devam eder. Yoldayken Konya Ovası’na
gelir. Ordu orada biraz dinlenir. (s.52) Bu sırada Molla Doğan orduya yetişir. Şahın,
Padişah’a suikast düzenlemeyi planladığı haberini verir. Bunu bilen sadrazam,
çoktan Konya Ovasındaki dağların, tepelerin karış karış tarandığını söyler. (s.56)
Genç Osman arkadaşlarıyla birlikte, Halep’e doğru giderler: “Halep’e giden
yol alabildiğine düz ve genişti. Uçsuz bucaksız ova sere serpe güneşe yaslanmıştı.
Toprak duman dumandı. Bir gün önce yağan yağmurun buharı tütüyordu üstünde.
Tuhaf bir koku sarmıştı ovayı.” (s.60) Orasına yakın bir köye gelirler. Köyün Safevi
çapulcuları tarafından basıldığını görürler. Köyün meydanı, can pazarı haline gelir.
(s.63)
Haşhaşilerin liderini tuzağa düşürmek için Bağdat’a giden Molla Doğan’ın
gözünde Bağdat, “güzelce Bağdat” (s.80) ve gibisi olmayan bir şehir olarak ortaya
çıkar: “Bağdat…
Birdenbire rampalanmış kubbelerin serpilip giden yuvarlığında tedirginliğini
dindirmeye çalışan şehir. İnsan eliyle inşa edilmemiş de, sanki kudret eli
103 1637 yılında vezîriâzam Bayram Paşa’yı Anadolu’ya gönderip büyük harp hazırlıklarına girişensultan Murâd Han, 8 Mayıs 1638’de şeyhülislâm Yahyâ Efendi ile beraber Bağdâd seferi için yolaçıktı. 17 Haziran’da Konya’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin kabrini ziyaret eden MurâdHan, 22 Temmuz’da Haleb’e geldi. Birecik’te sadrâzam Bayram Paşa kuvvetleri ile birleşti. BayramPaşa’nın 26 Ağustos’ta Urfa yakınlarında vefat etmesi üzerine Tayyar Mehmed Paşa’yı sadrâzamyapan Sultan, 16 Kasım gecesi Bağdâd’a geldi ve derhâl tertibat alarak muhasaraya başladı. “İranHarbleri” madde, Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, c.3
220
gökyüzünden yere kondurmuş. Güzelliğin, ihtişamın, esrarengiz görünüşün bir başka
yerde böylesine iç içe girmesi, böylesine kaynaşıp uzlaşmış mümkün değildi.” (s.80),
“Şimdi görüyor ki, anlatılanlar eksikti. Hem de öylesine eksikti ki, o kadar olur!
Kendisi bile duygularını tahlilden acizdi. Gördüklerini sıraya koyup zihninden
geçiremiyordu. Dışı rengârenk çinilerle bezeli bir camiye rastlayınca dudaklarını
ısırıp “muhteşem” diyor, az sonra bir türbeye rastlayıp, “harika” diyor, sonunda
hayret ve ihtişam ifade eden bütün kelimeleri bitirdiğini, fakat Bağdat’ı hâlâ tarif
edemediğini görüyordu. Herhalde birkaç gün sonra, Bağdat’ı anlatmasını isteyenlere
tipki diğerleri gibi, “Anlatılmaz ki, illâ görmek lâzım” diyecekti.” (s.81)
Molla Doğan, Bağdat’ın bir pazarına gider. Orada İdris Efendi’nin halı
mağazasına girer. Mağazanın bütün duvarlarına halılar asılır. (s.89) Mağazanın arka
kısmında bir kapı vardır. İdris Efendi, Sofi Hoca ile konuşurken, o tarafa geçip
gözlerden uzak olsun diye o kapıyı da kapatır. (s.191)
Romanın önemli mekânlarından biri, Otağ-ı Humâyûn’dur. Romanın, bir
seferi anlattığı için yolda birkaç vak’a Otağ-ı Humâyûn’da cereyan eder. Bir gün, üç
haşhaşi, sultanı öldürmek amacıyla Otağ-ı Humâyûn’a girerler. Bu sırada yazar,
Otağ-ı Humâyûn’u şu şekilde tasvir eder: “Otağ-ı Humâyûnun gölgesinde büsbütün
koyulaşan karanlıkta rahatça ilerleyen katil onu da kolaylıkla hakladı. Şimdi cihan
Padişahıyla aralarında sadece kapı yerine asılmış atlas perde vardı. Hışırdatmadan
aralayıp içeri süzüldüler. İçerisi loştu. En uç noktada yanan kandilin ışığı
yetmiyordu. Önce bakındılar. Hayli genişti. Ortada Padişahın tahtı duruyordu.
Köşedeki oymalı rahlenin üstünde açık bir Kur’ân-ı Kerim vardı. Koca bir Bağdat işi
halı, bütün zemini örtmüştü. Kenarda bir masa, masanın yanında oldukça geniş bir
kütüphane yer alıyordu. Kütüphanenin hemen gerisinde başlayan üstü çiçek
motifleriyle süslü kırmızı perde, Otağ-ı Humâyûnu ikiye bölüyordu. Padişah bu
perdenin arkasında uyuyor olacaktı.” (s.168)
Hasta çadırları Otağ-ı Humayun yanında yer alır: “Bayırlarda biten
mantarları andırıyordu, hastahane çadırları. Kar gibi beyaz ve pürtüklü, Otağ-ı
Humâyûnu çepe çevre sarmışlardı.” (s.293) Sultan IV. Murad, Bağdat’ı fethetmeden
önce sadrazamla birlikte hasta çadırlarına ziyaret etmeye gider. Çadırın kapısında
221
Şeyhülislâm’ı bulup birlikte çadıra girerler: “Hep beraber hastahane çadırlarından
birine girdiler. Şimdiden dolmuştu. Her taraf ter temiz, pril prildı. Cerrahlar
sıhiyyeciler yaralıdan yaralıya koşuyor.” (s.296)
Sultan IV. Murad, Bağdat seferinden sonra İstanbul’a döner. İstanbul’da
şenlikler düzenlenir. İstanbul’un bütün sokakları, insanlarla doludur. İstanbul’un
halkı, Padişah’ı karşılar. Bu sırada yazar, mekânı ve tabiatı insanların sevinciyle
birleştirir: “Öğle üstü yağmuru Ayasofya’nın kubbelerine efsunkâr şirini yazarken,
minârelerindeki salâ sesi boğaz suyuna fetih müjdesini akıtıyor, münadiler sokak
sokak müjde döküyor.” (s.381) “Doğan Bey başını daha yükseklere kaldırdı.
Ayasofya minareleriyle Sultan Ahmet Camii kubbeleri arasında mekik dokuyan şen
güvercinlerinin kanat çırpmasında bile değişik bir ahenk, bir sevgi ve tebrik sezer
gibi oldu.” (s.382)
Romanda son sahne ise, Sultan IV. Murad’ın Topkapı Sarayında ölümüdür:
“Saray Ayasofya’ya hüzün boşaltıyor. Ayasofya Sultan Ahmet Camiine acı döküyor,
boğaz suyu hazin çırpınışlarla köpük köpüğe ağıt yazıyordu.” (s.400)
Beyaz Kale romanında ilk sahne, denizde ilerleyen üç gemidir. Gemiler
Venedik’ten Napoli’ye ilerler. Venedikli’nin bulunduğu gemi, Türk gemileri
tarafından esir alınır. Venedikli, kamarasına iner, kendi özel sandığını açıp kitapları
karıştırırken hayatını hatırlamaya başlar. (s.11–13)
Esirler İstanbul’a götürülür. İstanbul’un ortaya çıkan ilk mekânı ise,
Kasımpaşa’dır. Gemiler orada demirledikten sonra esirler saraya götürülür. Padişah
esirlerden hakkını alır. Sonra diğer esirler Galata’daki Sadık Paşa zindanında
bırakılır. (s.15)
Romanın en büyük kısmı İstanbul’da cereyan eder. İlk olarak İstanbul’un
güzel bir şehir olduğu tasvir edilir. (s.16)
Venedikli, Hoca’nın bir kölesi olduktan sonra Hona’nın evinde oturur.
Venedikli’nin ruhî durumu ile Hoca’nın evi arasında bir birleşme ortaya çıkar.
Venedikli’na göre ev sıkıntılı, havasız ve sevimsizdir. Venedikli’nin eve ilk
222
geldiğinde kendini hiç iyi hissetmez. Fakat sonraları yavaş yavaş alışmaya başlar.
(s.23–25) İkisi de hasat zamanı Gebze’ye gidip orada eski bir evde otururlar. (s.59)
İkisi de ara sıra Gebze’ye giderler. Gebze’de kırık dökük değirmenlerinin
bulunduğunu öğreniriz. (s.120)
Padişah ile Hoca, At Meydanı’ndaki aslanhaneye giderler. Aslanhanedeki
aslanlar, kaplanlar ve leoparların, eski bir kilisenin sütunlarına zincirlerle bağlı
olduğunu öğreniriz. (s.45)
İstanbul’da bir veba çıkar. (s.77) Veba şehir içerisinde hızla yayılır. (s.81)
Şehir o günlerde yazarın gözünde korkunç olur: “Akşamüstü sokaklara çıkmıştım:
Bir bahçede çocuklar, ağaçlara çıkmışlar, renkli ayakkabılarını da aşağıda
bırakmışlardı; çeşme başlarında kuyruk olan geveze kadınlar, ben geçerken artık
susmuyorlardı; çarşı Pazar alışveriş edenlerle doluydu; itişip dövüşenlerle onları
ayıranları keyifle seyredenler vardı. Salgının gücünü yitirdiğine kendimi inandırmaya
çalışıyordum, ama Beyazıt Camii avlusundan arka arkaya çıkan tabutları görünce
sinirlerim bozuldu.” (s.86) Venedikli, şehir içindeki vebayı tespit etmek amacıyla
şehri dolaşmaya başlar: “Öğleye doğru, kalabalığın ve ölülerin sarhoşluğuyla karşı
karşıya, Galata’ya geçtim, tersane çevresindeki işçi kahvelerinde gezindim” (s.101)
Veba, İstanbul’un bütün mahallelerinde yayılır: “Bir gün Aksaray’dan kırk can
alıyor, sonra orayı rahat bırakıp öteki gün Fatih’e uğruyor, derken, karşı kıyıda,
Tophane’de, Cihangir’de gezindiği anlaşılıyor, ertesi gün de bir bakıyorduk, oralara
de pek az uğramış, Zeyrek’e gitmiş, Haliç’e bakan bizim mahallemizin içine girip
yirmi kişiyi öldürüvermiş.” (s.103) Vebayı durdurmak için çarşılar kapatılır.
Onlardan Kapalıçarşı ve Unkapanı olduğunu öğreniriz. (s.104) Vebanın bittiğini
düşünen Sultan, Ayasofya’da Cuma namazı kılmaya gider. Önlemler kaldıran Sultan,
halk tarafından coşkuyla karşılanır. (s.109)
İstanbul’un mahallerinin camilerinin minareli olduğunu, kiremitleri yosun
tutmuş yoksul mescitlerin bulunduğunu öğreniriz. (s.112) Venedikli, At
Meydanı’nda çınar ve incir ağaçlarının da bulunduğunu söyler. (s.116)
223
Padişah’ın, seferden döndükten sonra çok sevdiği Edirne’de kalır. Padişah
Edirne’de, hazırlanan yeni topu, Hoca’yı ve Venedikli’yi bekler. Venedikli ve Hoca
bunu öğrenir öğrenmez Edirne’ye giderler. (s.141) Padişah, Hoca ve Venedikli
Edirne’deyken atlarına binerek çevredeki karanlık ormanlara kuş cıvıltısı dinlemeye
gittiklerini, Tunca ve Meriç’te sandal gezisi yaptıklarını öğreniriz. (s.142) Venedikli,
Selimiye’nin avlusuna inen leylekleri sevmeye ve marifetlerini bir daha görmek için
silahı incelemeye gittiklerini söyler. Hoca’nın, silahı çalıştırmak için güçlü ve
kuvvetli birine ihtiyacı olduğunu söyler. Bunun üzerine Hoca ile Venedikli
Edirne’nin içinde dolaşırlar: “Edirne’nin içinde hızlı hızlı yürüdük, Çingene ve
Yahudi mahallelerinden, daha önceden da cansıkıntısıyla gezindiğim külrengi bazı
sokaklardan, çoğu birbirine benzeyen yoksul Müslüman evleri arasından geçtik.
Solumda gördüğüm sarmaşıklı evlerin sağıma geçtiğini fark edince aynı sokaklarda
dolandığımızı anladım, sordum; Fildamı Mahallesindeymişiz.” (s.143)
Padişah yeni seferi başlatmak üzere Edirne’den hareket ederler. Kuzeye
ilerleyen ordu, yeni top ile birlikte köprüleri aşar. (s.145) Padişah, sefere yürüyüş
esnasında av seferleri başlar. Padişah bu seferlerde Hoca, Venedikli ve avcıları
yanına alarak bir dağın yamaçlarına, ya da bir ormana gider. Av seferleri birisinde
Padişah için bir köy boşaltılır. Bu köyün Hıristiyan köyü olduğunu öğreniriz. (s.146–
147) Tuna’yı geçtikten sonra bir başka Hıristiyan köyü da ortaya çıkar. (s.149)
Kuzeye ilerleye ilerleye yeniden köylülerin bir Slav diliyle konuştuğu ormanlık bir
yöreye gelirler. Bu sıralarda şiddetli yağmur yüzünden yolların çamurlu olduğunu
öğreniriz. (s.151–152) Daha da kuzeye çıkarlar. Yürüyüş kolu yüksek dağların
arasında kıvrılarak derin ve karanlık ormanlar içinde çamurlu yollarda çok yavaş
ilerler. Orada çam ve kayın ağaçlarıyla kaplı ormanların bulunduğunu öğreniriz.
(s.153) Ordu, ırmağı geçip Leh topraklarına girer. Gittikçe artan berbat yağmurun
çamurlaştırdığı yollarda ilerlemeyen yeni silah, artık süratle hareket etmesi gereken
yürüyüş kolunun hızını keser. (s.154)
Artık seferin amacı olan Kale’yi alacakları yere doğru yaklaşırlar. Hava
sürekli yağmurludur ve bu koca silah çamura batar. Artık herkes bu silahın, ordunun
direncini kırdığı düşüncesindedir. Sultan ise öfkelidir çünkü Doppio Kalesi hala
224
alınamaz. Sabah olduğunda Beyaz Kale görünür. Beyaz Kale (Doppio Kalesi),
esrarengiz ve güzel bir kale olarak ortaya çıkar. Artık Beyaz Kale önlerindedir. Silahı
deneme vakti gelmiştir. Silaha adamlar yerleştirilir ve hedefe doğru yöneltilir fakat
silah çamura saplanır ve ateş etmeden koca tekerleri altında adamları ezilerek can
verir. (s.159–161)
Hoca, Padişah’ın çadırına gittikten sonra yazar Gebze’ye kaçar. Orada bir evi
yaptırarak yerleşir. (s.164)
Romanın son sahnesi ise Venedikli’nin kendi evidir. Kendine atla gelen
adamla konuşur ve bu adam, Venedikli’nin yazdığı kitabı okumaya başlar. Venedikli
bir süreye evin bahçesinde oturup adamın kitabı bitirmesini bekler. (s.179) Adam
kitabın sonlarına geldiğinde adamın yüzü allak bullak olur. Venedikli adamın bir
sayfaya dikkat etmesini bekler kitabı bitirdiğinde sayfaları hızlıca karıştırır sonunda
o sayfayı bulur. Bahçeye bakan pencereden dışarı hızla göz gezdirir. Ne gördüğünü
yazar tabi ki çok iyi bilir: “Bir masasının üstündeki sedef kakmalı tepsinin içinde
şeftaliler ve kirazlar duruyordu, masanın arkasında hasırdan örülmüş bir sedir vardı,
üzerinde pencerenin yeşil çerçevesiyle aynı renkte kuştüyü yastıklar konmuştu;
yetmişine merdiven dayamış ben orada oturuyordum; daha arkada kenarına bir
serçenin konduğu kuyuyla zeytin ve kiraz ağaçlarını görüyordu. Onların arkasındaki
ceviz ağacının yüksekçe bir dalına uzun iplerle bağlanmış bir salıncak, belli belirsiz
bir rüzgârda, hafif hafif kıpırdanıyordu.” (s.180)
XVIII. Yüzyıl
Patrona romanında olaylar, İstanbul’da cereyan eder. Yazar, romanın ilk
sahnesini şu şekilde verir: “Ay ışığının Marmara sularıyla garip garip oynaştığı gibi
sessiz bir gecede, sabahleyin güvercinler, güneşin doğmasıyla birlikte canlanarak,
silâh seslerini andıran kanat çatırtılarıyla havalanıp, Beyazıd Meydanı’nın üstünde
süzülmeğe başladılar.” (s.11) Patrona, Muslu Beşe ve Emir Ali, Beyazıd
Maydanı’nda buluşurlar. Sonra hep birlikte Beyazıd Meydanı’ndan ayrılarak
“Şehzadebaşı’ndaki yeniçeri kışlası, yani Eski Odalar (Koğuşlar) önünden Saraçhane
Başı’na doğru” yürürler. (s.16) İlk toplantılarını yapmak üzere Emir Ali’nin evine
225
giderler. (s.20) Patrona ve arkadaşları, toplantıların birisini, bir terzi dükkânında da
yaparlar. (s.168)
Patrona ve arkadaşları, genellikle Çardak kahvehanesinde toplanırlar. Yazar,
Çardak kahvehanesinin nerede olduğunu şe şekilde belirler: “Yenicami’de akşam
namazını kılacağım. Sonra Eminönü’ne çıkıp Unkapanı’na doğru yürüyeceğim.
Yemiş İskelesi’ni geçtim mi, Çardak İskele Kahvesi’ni soracağım.” (s.47)
Patrona Halil, bir konuşmasında İstanbul’da zorlu yerleştirmelerden söz eder:
“Evvelâ Rumeli’den Üsküp halklarını kaldırıp, İstanbul’da Üsküplü mahallesine
yerleştirdiler. Ondan sonra sırasıyla öbürleri ele alındı. Yenişehir halkını, Yeni
Mahalleye. Mora Rumlarını Fener Kapısına. Selânik Yahudilerinden elli cemaati,
Şuhut Kapısı tarafına, yani – canibine – kodular. Anadolu tarafından Aksaraylıları,
Aksaray mahellesine, Akkâ, Gazze ve Ramle’den gelenleri, Tahtakaleye, Balat
şehrinden gelen Kıptileri, Balat mahallesine kodular. Arnavut milletini – kavimini –
Silivri Kapısına, Safet Yahudilerini Hasköy’e, Anadolu Türklerini Üsküdar’a, Tokat
ve Sivas Ermenilerini, Sulu Manastır’a, Manisalıları Macuncu mahallesine,
Eğridirlileri, Eğri Kapı’ya, Bursalıları Eyüp Sultan’a, Karamanlıları, Büyük
Karaman’a, Konyalıları Küçük Karaman’a, Tirelileri Vefa’ya kodular.
Bununla bitmiyordu, Ey aziz dinleyenler:
Çarşamba ovası halkını, Çarşamba semtine yerleştirip, Kastamonu halkını
Kazgancı mahallesine, Tersaneye kodular. İzmir kavimini Galata’ya, Frenk kavmini
Küçük Galata’ya, Sinop Samsun ahalisini de Tophane’ye kodular.” (s.134–135)
Patrona, İstanbul’da cereyan eden bu yerleştirmelere “ikinci ve gerçek fetih hareketi”
der. (s.134)
Romanda İstanbul, ikiye ayrılmaktadır. Birincisi zenginlerin oturdukları
yerler, ikincisi ise fakirlerin İstanbul’udur. Halk gözünde durum böyledir. Bir
taraftan surların ardında yerler, gecekondular ve yemeklerini bulamayanların
oturdukları karanlık yerlerdir. Burası hep çaresizlik, fakirlik ve işsizliktir. Karşı
226
tarafta ise ışıklarla ve kahkahalarla dolu olan saray, köşk, bahçeli evler, eğlenceli
yerler ve renkli bahçelerdir. (s.196–207, 258)
Yazar, bu dönemdeki İstanbul’un güzelliğinden de söz eder: “Onun devrinde
İstanbul, tabiî güzelliklerini tamamen koruyordu. Boğaziçi, gözalıcı sularının ince
okşayışıyla titreşen yeşil kıyılarında, dört beş beyaz, ustaca yapılan köşkten başka
dikkatleri çeken yapılarla kalmıyor, Beşiktaş sahillerinin çamlıkları altında vezirler
sarayının gösterişli binası, Anadolu sahillerinde düzenli camilerin beyaz minareleri,
sonra etrafı çiçeklerle süslenmiş, bunların kokularıyla yüklü masmavi bir deniz
boğazı bütün güzellikleriyle süslüyordu.” (s.285–286)
İstanbul’da artık Patrona Halil’in adını bilmeyen yoktur. Patrona ve
arkadaşlarının fikirleri, halk arasında yayılır. Bu sıralarda İstanbul’un halkı arasında
yeni duygular oluşmaya başlar. Yazar, bunu gösterirken, İstanbul’un aşağı yukarı
bütün mahalle ve semtlerinin adlarını bize vermiş olur: “Ahırkapı’da, Kumkapı’da,
Mevlânakapı’da, Yedikule’de, Topkapı’da, Edirnekapı’da, Azapkapı’da, yani karış
karış, ev ev, dükkân dükkân, semt semt, mahalle mahalle bir şeyler oluyordu
İstanbul’da. Eser kalmamıştı kızların şarkı söylediği o eski yazdan. Şimdi şimdi
korkunç fırtınalar bekleniyordu Boğazdan. Fatih’te, Beyazıt’ta, Sultanahmet’te,
Eminünü’de, atlar, develer yordun, insanlar gamlı, bir garip hayat sürülüyordu.”
(s.264)
Yazar, isyanın güzargâhını da dikkatle kaydeder. İsyancılar, Beyazıd
Meydanı’ndan başlayarak Kapalı Çarşı’ya hareket ederler. “Ve gelmişler birdenbire
Sahaflar, Takkeciler, Gazazlar, Kuyumcular Kapılarından, Kapalıçarşıya, dalaşkan
kurtlar gibi canlarını burunlarından soluyaraktan, bağıra çağıra, itişe-kalkışa
dolmuşlar dolmuşlar koskoca çarşıya, tekmiliyle yol yol, sokak sokak, dükkân
dükkân, hâkim olmuşlardı.” (s.443–444) Sonra Beyazıd’ın kuzey batısını karşılarına
alıp, Vezneciler’den, Eski Odalar denilen Yeniçeri kışlasına giderler. (s.461) Yazar,
güzargahlarını şu şekilde vurgular: “Böylece Saraçane’den güç alıp, kuvvet alıp,
adam alaraktan ikindi ezanları okunurken sola güneye, yani Aksaray’a yöneldiler.
Kısa zamanda, Yeni odalar, denen, yeniçeri kışlasının önüne vardılar. Buraya, yani
227
Et-Meydanı’na bayraklarını diktiler. Orası da şimdi deniz gibi dalgalanıyordu ki,
Patrona Halil, kışlaya karşı konuşmaya başladı.” (s.462)
Bu sıralarda Sultan Üçüncü Ahmet’ın, Üsküdar Sarayında olduğunu
öğreniriz. Yazar, isyanı İstanbul’un değişik mekânlarına ve Topkapı Sarayına
yansıtır: “Karşıda Topkapı Sarayının siyah ve yüksek servileri, etrafında boyatan
yapılar ve kubbelerden sönük ziyalar saçan birkaç ışık, Kız Kulesinin solgun
fenerleri, mehtabın ziyasına karşı parlıyordu. İstanbul’da Et-meydanı tarafları, büyük
gürültülerle kaynaşıyordu. Artık Üsküdar’da durmak kesinlikle imkânsızdı. Üçüncü
Ahmet içten acılarla dolu olarak, İbrahim Paşa üzgün, bütün vezirler yaslı, gece
yarısına doğru kayıklara binmişler, mehtabın Marmaraya nurlar saçan aydınlığı
içinde çıkmışlardı.” (s.503–504) Sultan Üçüncü Ahmet, Sarayburnuna çıkar. Yalı
Köşkü’nün önünden geçerek Hasbahçeye girer. Hırkayi Saadet yanındaki daireye
gelir. (s.504)
İsyancılar, Et Meydanından Topkapı Sarayına doğru yürüyüşe geçerler. Bu
sıralarda İstanbul’un çeşitli yerlerinden gelen halk, isyanın yürüyüşüne katılır.
Yürüyüş “sel gibi” ilerler: “Aksaraydan, Et-meydanından, Saraçhane Başından,
Bozdoğan Kemerinden, Kumkapıdan, Şehzade Başından, Eski Odalardan, Sultan
Beyazıdı Veli’den, kapalı Çarşıdan, Sahaflardan, Çarşı Kapıdan; Eminönünden,
Sirkeciden kopan insanlar hareket halindeydiler, hırslı, kararlı; bu büyük
ayaklanmanın an dayanağıydılar.” (s.529), “Patrona kuvvetleri, Ayasofya’dan ileriye,
Sancağı Şerif altına hemen de kimseyi bırakmadılar.” (s.531) Sonra Sultanahmet
Meydanında toplanırlar. (s.532)
Sultan Üçüncü Ahmet tahttan indirildikten sonra İstanbul büyük kutlama
hazırlıklarına girişir. Bu sırada İstanbul’un bayraklarla donatıldığını öğreniriz.
(s.582)
Romanın son sahnesi ise, Patrona Halil’in öldürülmesidir. Topkapı Sarayına
çağırılan Patrona, bir odada öldürülür. Patrona’nın çığlıkları ise odadan odaya
dolaşır. (s.614–615)
228
XIX. Yüzyıl
Civelek Osman romanında vak’alar, Yenice Burnu köyü, İmralı köyü,
Bandırma ve İstanbul’da cereyan eder. Yazar, önemle romanın ilk sahnesini şu
şekilde kaydeder: “Mudanya’dan batıya doğru denizden gidilerek Tirilye bucak
merkezi geride bırakıldıktan sonra Kapıdağı Yarımadasının karşısındaki hayırsız
adalar hizasında geçilerek Bandırma Körfezine girilirse yarım mil kadar gidilmeden
Yenice Burnu denilen yüksek ve yalçın kara çıkıntısına rastlanır ki aynı ismi taşıyan
köyde bu burnun arkasında inişli çıkışlı, düzlü bayırlı, kesme denilen bir takım çürük
kayalıklar üzerine dağılmış binalardan meydana gelmiştir.” (s.7) Bir akşam yarı batık
bir sandal oraya yaklaşır. Köylüler, sandal içinde bayılmış delikanlıyı ölü olduğunu
düşünerek köyün camiine götürürler. (s.15)
Kendine gelen Osman, köylüler tarafından Bandırma’daki İzzet Bey’in
hanına götürülür. (s.24) Osman, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını İzzet Beye anlatır.
Onlar, Eski odalarda104 otururlarken, heybetli bir tekbir sedasıyla yerlerinden
fırlayarak Şehzade başına çıkarlar. Dışarıda sokaklar ve caddeleri sığmayacağı kadar
türlü türlü silahlı insanları görürler. Sonra yine kışlaya dönerler. (s.32–33) Civelek
Osman da şu şekilde anlatmaya devam eder: “Bütün orta ustalarıyla Odabaşılar ve
Çorbacı, Çorbacı yamakları türlü türlü adamlar tarafından yakalanmış haberini üçer,
beşer adam döverek, sürükleyerek götürüyorlar. Aman yarabbi bizim ustaları aldı bir
korku. Çocuklar, evi yakın olanlar başının çaresine baksın dediler. Bizim ev
Avratpazarında olduğundan kışlanın arka tarafına koştum. Çivelek Murat mutfak
kapısından çıkmaya çalışıyor, Aşçı yamakları salıvermek istemiyor. Hemen ben
bağırarak; ustalar izin verdiler. Çekilin dedim. Babamdan yılgın olanlar bana pek
karşı koyamazlardı. Önümüzden çekildiler. İkimiz birlikte çıkıp Aksaray’a inecektik.
Ağa yokuşundan da tekbir sedası işitince Çukur çeşmeye döndük. Lâlelinin önüne
çıkmıştık ki Et Meydanı’ndan aşağı kaçamak gösterenleri yakalamışlar, Divan
104 İstanbul’da Eski odalar ve Yeni odalar adıyla iki büyük yeniçeri kışlası vardır. Eski odalar ŞehzadeCamiinin karşısında, Yeni odalar da Aksaray’da Et Meydanı’ndaydı. Her iki kışla da geniş biravlunun etrafını çeviren, önü revaklı odalardan meydana gelmişti. Avlunun ortasında, Orta Camiidenilen bir mescit vardı. Yeniçeri ayaklanmaları arefesinde ilk toplantıları hep bu camilerde yapılırdı.Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra bu kışlalar halk tarafından tahrip edildi. “Yeniçeriler”madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c. 20
229
yolundan döverek getiriyorlar. Ne tarafa gideceğimizi şaşırdık. Ben Koska tarafına
döndüm. Murat Divan yolunca Beyazıd’a doğru koştu. Koska’dan aşağı inerken
biraz gürültü kesildiğinden aklım başıma gelir gibi oldu. Tenhaca bir köşede durup
ne yapmak lazım geldiğini biraz düşündüm.” (s.34) Nihayet Osman, Yenikapı’ya
giderek oradan bir sandalla kaçar. (s.35–37)
İzzet Bey, Bandırma’daki hükümet dairesinde Osman için bir görevi bulur.
Osman, hükümet konağı kapısında durur. (s.41)
İzzet Bey, kayığa binerek Bandırma’dan hareket ederek İstanbul’a gider:
“Beşçifte, kuvvetli kürek hareketleriyle uçar gibi limandan ayrılmıştı. Akşamdan
evvel Kurşunlu önlerini tutmuşlar, oradan İmralı istikametine yönelmişlerdi.
İmralı’dan bir saat kadar mola verilip yemek yenildikten sonra da Ayastefanos
(Yeşilköy) deyip gittiler. Yolda Yeniçeri Ayaklanması ve Ocağın kaldırılması
hareketleri bütün tafsilat ve teferrüatiyle konuşulmuştu. Şafak sökerken Yenikapı
önlerinde idiler. Burası Osman’ın çok iyi bildiği bir yerdi.” (s.46–47)
Osman, köyde bir süre kalır. Köyde geçirdiği günler, değirmencinin evinde
kalır. Her gün, değirmencinin kızı Despino ile çıkıp köyü gezer: “Bahçenin
kenarlarından yürüyerek suyun denize akıntı yaptığı yerde yetiştirilmiş olan sıra
kavakların arasından denize doğru indiler. Yarı yolda yine kavakların çevrelediği,
denize hâkim bir düzlük vardı.” (s.81)
Hilal Görününce romanında olaylar, Eski Yurt, Bahçesaray, Akmescit,
Kalgaylar ve Gözleve’de başta olmak üzere Kırım’da cereyan eder.
Yazar, romanda mekâna önem vererek mekânların adları ve tasvirlerine her
zaman ön planda yer verir. Kırım Türklerin kültürünü canlandırmak isteyen yazar,
dağ, akarsu, bozkır, orman, tarla gibi mekânın değişik unsurlarını romanın
kahramanlarıyla iç içe yapar. Yazar, bunu isteyerek yaparken, Kırım Türklerinin
mekânlarını vurgular: “Bahçesaray, şu vadiye gizlenmiş bir hazineydi. Etrafındaki
tepeler de onun zümrütlü mahfazası… Sabahları, ağır ağır o mücevher kutusunun
kapağı kalkıyor, binbir renk, binbir parıltı ortaya çıkıyordu. Gün batarken, yakutlara,
230
akiklere bürünüyordu. Akşamları, güvercin göğsü… Geceleri lâcivert taşı, zafir… O
zafir içinde binlerce yıldız… İçinden, “Ah, Bahçesaray, seni ben yeşertseydim” dedi.
“Senin bahçevanın olsaydım güllerini ben budayıp, aşılasaydım, Hansarayının
bahçesini ben donatsaydım. Akşam oldu mu, türbelere mum yakar, sonra o büyük
demir kapıları kapatır giderdim.”
Her tarafı, yıkılmış bir medeniyetin izlerini taşıyordu.” (s.41–42) Bunun
yanında da romanın bazı kahramanları oturdukları mekânlara göre tanıtılır. Bu açıdan
Giray, kendini Seyit Ali Çavuş’a “Eski Yurdlu Nizam Beyin oğluyum” diye tanıtır.
Seyit Ali Çavuş da türbedar olarak bilinir. Böylece yazar, romanın kahramanlarını
mekânla bütünleştirir.
Yazar, romanın kahramanlarını konuşturarak mekânın önemini açıklar.
Yazara göre Kırım Türkleri için Kırım, sadece ikamet edilen yer değil, ama aynı
zamanda onların tarihi, kültürü ve ecdadın mirasıdır. Nizam Dede, bu düşünceyi
birkaç yerde bunu vurgular. (s.15, 42, 180, 217) Bununla ilgili olarak Nizam Dede,
Şirin Gelin’e Bahçesaray’ın Kırım için önemini açıklar: “Şu daracık yere sıkışıp
kaldık. Daracık yer dememi yanlış anlama sakın. Tanrı korusun. Mübarek bir yerdir.
Eski payitahttır. Kırım’ın can damarıdır. Ayağımın altında o damarın tıpır tıpır
attığını hissederim. Erenlerin mekânıdır. Moskofun girmeye cüret gösteremediği bir
mübarek kapıdır. Bizi ayakta tutan da bu kutlu şehirdir. Bu bahçesaray’dır.” (s.22)
Romanın ilk sahnesi, Eski Yurd’daki at pazarıdır. Nizam Dede oraya bir atı
satın almak amacıyla gider. Pazarın kalabalık olduğunu öğreniriz. (s.13–14) Haftaya
yine aynı pazara giden Nizam Dede, kalabalık olmadığını bulur: “Pazarın kurulduğu
düzlük, daha önce yağan yağmurdan olacak, pek kalabalık değildi. Sığırların, koyun
keçi sürülerinin yanında birkaç at ve deve de göze çarpıyordu.” (s.35) Romanda bir
başka pazara rastlarız. Giray, Bahçesaray’daki halk pazarına sürekli olarak gider.
Pazarda değişik dükkânların bulunduğunu öğreniriz: “Çarşıya girdiğinde,
demircilerin, bakırcıların gürültüsü bile Bahçesaray’ın onlara ait olduğunu
anlatıyordu.” (s.42–43) Yazar, aynı fikri vurgulayarak pazardaki demirciler,
bakırcılar, dülgerler ve eğercilerin çıkardıkları gürültünün Bahçesaray’ın has bir
türküsü olduğunu ifade eder. (s.158) Giray’ın kayın pederi olan Feyzullah Ağa’nın
231
dükkânı da orada bulunur. Dükkânın iki kapısı vardır. Birincisi pazara açık olan
kapıdır, ikinci kapı ise, dükkânın arka tarafında bulunur. Orada çarık imalat
hanesidir. Dükkâna giren Giray, kilim serili bir peykenin üstünde oturur. (s.43–45)
Bir başka dükkâna da rastlarız. Arslan Bey, Akmescid’e gider, Orkapı’da
Yorgi’nin dükkânına girer. Yazar, dükkânı şu şekilde tasvir eder: “Yan taraftaki
çardağın altında iki yabancı, şarap içiyordu. Adamlar, dünyayı unutmuş gibiydiler.
Arslan Bey atından indi. Dükkâna doğru yürüdü. Kirli camekândaki kurutulmuş
etlere baktı. Sonra içeriye girdi. Yorgi, bir müşteriye peynir tartıyordu. Arslan Bey,
gözlerini raflarda, kavanozlarda, çuvallarda gezdirdi. Sonra bir köşede duran şarap
fıçılarını gördü. Müthiş bir ambardı burası. Kıtlık günlerinde Yorgi’nin pahalı
müşteriler için sakladığı yiyeceklerle dolu bir ambar.” (s.99–100)
Giray, atıyla çürüksu Vadisine gider. Yazar, Kırım’daki tabiat güzelliğini
göstermek için bir fırsatı kaçırmayarak vadiyi şu şekilde tasvir eder: “Çürüksu vadisi,
sabahın buğulu renginden henüz sıyrılmamıştı. Giray namlı Dilârâ’nın üstünden ağır
ağır şehre doğru yol alıyordu. Ortalıkta sabah kuşlarının cıvıltısından, bir de
“içilmez” Çürüksu’yun şırıltısından başka ses yoktu. Kubbeler, koyu kıpırtısız
yeşilliklerin arasında hayal gibi duruyordu.” (s.41)
Şahbaz Bey hapishaneye atıldıktan sonra Giray ile Bahtalı Bey, Şahbaz’ın
evine gider. Yazar, bu sıralarda Giray’ın ruhî durumunu mekânla birleştirir: “İkisi de
atlarına binip, Hacı İbrahim Köyüne doğru yol aldılar. Yeşillik buralarda gitgide
sönüyor, hüzünlü bir sıraya dönüyordu. O solgunluk içerisinde iri kayalar, sanki elle
dizilmiş gibi sütunlara benzer taşlar ve mağaralar belirmişti. Issız harman yerlerinde
kargalar çığlıklar atarak uçuyordu.” (s.165)
Yada taşı motifi bu romanda da karşımıza çıkar. Nizam Dede, yada taşının
kutsallığına ve sihrine inanır. Hastalığının ateşinden dolayı elinde tuttuğu, yada
taşından yapılma tespihiyle konuşmaya başlar.105 Nizam Dede, yada taşına “Ey
mübarek taş” diye konuşarak bütün dertlerini anlatır. Anlatılan dertleri bile Kırım’ın
105 Muharram Kaya, a.g.e., s. 306
232
mekânlarıyla ilgilidir: “Ey mübarek taş! Ben beşikteyken Moskof hile ile Kırım’a el
koydu. Nice insan, kılıçtan geçirildi. Kanları sel gibi aktı. Nicesinin malı mülkü
elinden alındı. Nicesi sürüldü. Kâğıttaki vaadler tutulmadı. Kırım’a esaret zinciri
vuruldu. Şu kadar olanda, niye çatlayıp parça parça olmadın? Atalarımın kurduğu
camiler kiliseye çevrildi. Birçoğunun kurşunları sökülüp çarşı Pazar satıldı.
Şimaldeki bozkırdan, cenuptaki dağlardan ve kıyılarda bir sürü insan kalkıp gitti.
Gidenlerin bir bölüğü denize boğulup, kimisi de açlıktan, yokluktan can verdi.”
(s.181)
Nizam Dede, Ruslara karşı Kırım’ı savunmak için bir mağaraya gider ve
demircilik işine dönerek silahları üretmeye başlar. Yazar mağarayı tasvir ederken,
yine de Nizam Dede’nin baba ve dedeleriyle ilgili ortaya çıkar. Yazar burada
yukarda açıkladığımız gibi Kırım’ın sadece bir yer olmadığının düşüncesini vurgular:
“Nizam Dede Tepegerman eteklerine varınca atından indi. Neftî bir çalı örtüsünün
ilerisinde bu kayalıklar başlıyor, tek tek insan gözü gibi dizili mağaralardan sonra
yukarda Mangup Kalenin sert çizgileri belirliyordu. Yürüdü. Babası anlatırdı: “Gâvur
sıkıntısı mı bu kobalara saklanırmış” derdi. Çocukluğunda buralara gelir, şu
mağaralardan her birini keşfe çalışırdı. Aynı heyacanı duyarak mağaralardan birine
girdi. Burada gün ışığı belli bir yere kadar varıyordu. Ondan sonra tavan alçıyor,
mağaranın devamı daralarak karanlıklara gömülüyordu. Nizam Dede duvarları eliyle
yokladı. Sonra eğilip dar koridora yöneldi. Tutuna tutuna yürüdü. Çocukluğunda bu
mesafe ona epeyce uzun gelirdi. Çok geçmeden içerinin karanlığı dağıldı. Mağaranın
öteki ağzına gökyüzü gri mavi rengini bırakıverdi. Nizam Dede, oyuğun dışına çıkıp
etrafına baktı. Derin bir nefes aldı. Ayağının altında taş parçaları kayıp aşağılara
düştü. Aşağılarda kıpırtısız çam ağaçlarının gür yeşili… Geriye döndü. O karanlık
geçidi bu defa daha kolay aşarak dışarıya çıktı. Sonra kayaları, yerdeki düz ve geniş
taşları gözden geçirdi. Taşlardan birini yerden kaldırmağa çalıştıysa da başaramadı.”
(s.201), “Aletleri şu mağaraya taşırdı. Ocağı da bu kayalıkların önüne kurardı. Bu
düz taşları ocak taşı olarak kullanırdı.” (s.202)
Nizam Dede, kendi oğlu Giray’ın öldürülmesine çok üzülür. Nizam Dede,
uğursuz ev diye Giray’ın oturmadığı Bahçesaray’daki evine gider. Yazar, burada
233
Nizam Dede’nın duygularını mekâna yansıtır: “Yürüdü. Alt katın karanlığına daldı.
Çok geçmeden bir kazmayla geri döndü. Sonra kazmayı var gücüyle evin duvarına
indirdi. Aynı anda duvarda açılan gedikten kerpiç parçaları savruldu. İhtiyar içteki
tahtalara saplanan kazmayı kurtarıp yeniden duvara indirdi. Evin böğründe ikinci bir
çatırdı duyuldu. Bir inilti. Bir feryat.. Nizam Dede bu sesle ürperdi. Kolu bir yana
indi. Geri geri gitti. Sanki canlı bir şeye dokunmuştu. Sanki duvarda açılan
oyuklardan o an şarıl şarıl kan boşalıverecekti. İşittiği ses belki de Giray’ın sesiydi.
Evet evet… Onun ses. “Yapma babay! Evimi yıkma.” Kazmayı elinden fırlattı.
Yüreği çarpa çarpa öylece durdu. İçinden bir eziklik, bir pişmanlık duydu. Eğilip
dökülen parçaları telâşla avuçladı. Onları duvarda açılan deliklere bastırdı. Ama
yaralar kapanmadı.” (s.349)
Hilâl Görününce’de son sahne ise, Kırım topraklarını kurtaracak kahramanın
doğmasının bekleme sahnesidir. Arslan Bey’in geri dönmesini bekleyen Hamza
Batur, Nizam Dede ile çayıra giderler. İkisinin hüznü, tabiatle iç içedir: “Hamza
Batur sustu. Başını eğdi. O an Arslan Beyle birlikte Yukarı Germencik’te kossakları
bekleyişlerini hatırladı. Gizlendikleri tepeden, hilâli gördükleri akşamı… Arslan Bey
hilâli sanki yüreğiyle takrar tekrar göğe nakışlıyor, çiziyordu. “Garip Çoban! Bizim
hilâlimiz batmaz! Bunu unutma…” diyordu.
Çayıra geldiklerinde hayvanları kendi hallerine bırakıp, bir kenara çöktüler.
Çayırda Nizam Dede’nin atları dışında birkaç at daha vardı. O son yeşilliğe doğru
boyunlarını eğmişlerdi. Kara kızıl donları gün ışığında parıldayıp duruyordu. Nizam
Dede içindeki hüzünden sıyrıldı.” (s.426–427)
Dağlı (Dargo) romanının olayları Dağıstan ile Rusya arasında geçer. Olaylar
şu yerlerde sırayla cereyan eder: Dargo Avulu, Ahulg Avulu, Haracı Avulu,
Moskova, Gunib Kalesi. Romandaki vak’alar, Gunib Kalesi dışında umumiyetle açık
alanlarda cereyan eder.
Yazar-anlatıcı, Dağlı’da mekân tasvirlerine pek ehemmiyet vermez. Ama
romanındaki yer isimlerini tarih kitaplarındaki şekillerle yazar: “Dargo Avulu”
(s.40), “Gunib Kalesi” (s.119)
234
Romanda ilk mekân Dağıstan’nın dağlıklarıdır. Rus askerleri perişan olarak
Şamil’in arkadaşlarının peşinde yola çıkarlar. (s.6) Rus ordusu dağı aştıktan sonra bir
ormana gelir. Rus kumandanları, orman ve ağaçlıklı yolu tercih ederek yollarını
devam ederler. (s.20) “Başıbozuk bir kurşun gelirse ağaçlar önler de hedef olmaktan
kurtulur diye umuyordu.” (s.21) Karanlık basınca Şamil’in adamları, Rus askerlere
paksın yaparlar. Rus askerleri ise baskının nereden geldiğini bilmeyerek ağaçlara ateş
ederler. (s.32)
Avlular, romanın içinde isimlerini tekrarlanan mekânlardandır. Bunlardan
Dargo (Darga) Avlusudur. Oradaki bulunan Rus kuvvetleri yok edilir. (s.33) Şeyh
Şamil, avlular arasında gelip gider. Bu sırada Ahulgo Avluyu üç çevre saran bir
ırmağın bulunduğunu öğreniriz. (s.47) Rus askerleri, Şeyh Şamil’i yakalamak için
oraya giderler: “Hani Şeyh Şamil, Dargo Avlunda idi, hani kıskıvrak
yakalayacaklardı? Şamil’in yerine sadece bir dağlı yakalamışlardı ve imamın çoktan
Dargo’dan ayrıldığını, vaaz ve asker toplamak üzere başka avlulara gittiğini
öğrenmişlerdi.” (s.48–49) Rus askerleri, Şamil’in peşinde de bir başka avluya
giderler. Bu defa Haracı Avlunun önlerine gelirler. Ama yine avlunun boş olduğunu
bulurlar. (s.58–59)
Romanın olayları, mekân bakımından bu şekilde ilerlemektedir. Roman
aslında bir arama romanından ibarettir. Rus ordusu dağlar ve avlular arasında Şeyh
Şamil’i arar.
Romanda son mekân ise, Şamil’in son karargâhı olan Gunib Kalesidir. Şeyh
Şamil, Ruslarla anlaşarak kaleyi teslim eder. (s.126)
İsyan Eşiği romanında sırayla şu mekânlarda cereyan eder: Zeytunlu köyü,
Duduklu köyü, İrşadlı köyü, Fındıcık köyü, Malatya, İstanbul, Aşağı Banazı köyü ve
Fırat Nehrinin civarlarıdır. Yazar, dipnotlarda olayların gerçekleştiği yerlerle ilgili
bilgililer verir. Bunun yanında da yazar, olayların gerçekleştiği mekânların
tasvirlerine her zaman geniş bir yer verir.
235
Romanın ilk sahnesi, müfrezenin geçtiği Zeytun’daki ormanlık bölgesidir:
“Bozrak tepenin eteğine geçip ardıl yürüdüler. Aralıklı sel yarıklarını geçtiler. Ikıl
ıkıl soluyorlardı. Ter gözlerini yakıyor, bedenlerine akıyordu. Bıyıkları kirpi sırtı
gibiydi. Dodaklarını, kızıl ile bozrak topraklar kaplamıştı. Güneş ışınları, tüfek
namlularında ışıldayıp kayboluyordu. Seyrek, yalıngaç ağaçlı yerde, birden velvele
koptu.
Onbaşı; sıçradı, çalıların arasına daldı. Ötekiler, oldukları yere yatabildiler.
Tüfeklerini karın altlarına çektiler. Silâh sesleri üç dakikadan fazla sürmedi.
Yamaçta hiçbir hareket görülmüyordu. Ağustos böceklerininkinden başka ses
duyulmuyordu. Yusuf Onbaşı, sine sine, çalıların arasından başını çıkardı. Tepelere
doğru seyrekleşen ormanı gözetledi. Bir mâna veremedi. Arkadaşlarını yeni
kalkıyorlardı. Dereye inmelerini işaret ett. Çalıların arasından pusa pusa geçtiler.”
(s.5–6)
Yazar, tabiat ile ilgili mekânları kahramanların özel yerleriyle birleştirerek bir
bağ kurar. Müfreze askerlerinden olan Osman, bir çam altında kuş yuvası görür.
Birdenbire kendi yuvasını veya daha uygun bir deyişle kendi evini hatırlamaya
başlar. (s.7)
Türk müfrezesi, Zeytun’dan Duduklu’ya gider. Oradan İrşadlı köyünden
geçerek Fındıcık köyüne gider. Orada üç ev aranacaktır. Esro diye bir usta var,
evinde bomba yapıp Ermeni komitecilere dağıtır. Bu sıralarda Onbaşı Yusuf, Çemil
Çavuş ile karşılar. Çamil Çavuş, Onbaşı’ya yolun tehlikeli olduğunu, Zeytunlu
Ermenilerinin, Duduklu’ya baskın yaptıklarını, İrşadlı köyünden de iki Müslüman
kadın kaçırdıklarını söyler. (s.10)
Yazar, müfrezenin geçtiği yerlerin güzelliğine yer verir: “Güneş, göğün orta
yerine asılmıştı. Tepelerine, enselerine yalım gönderiyordu. Çam iğnelerine, meşe
yapraklarına vurup yansıyordu. Yeşil ağaçlar, kırmızı topraklar, mor taşlar, cüce
çalılar, yakıcı sıcak altında, güneşin rengine düşürülmüş koyu lekeler gibi
236
görünüyorlardı. Meşinleşmiş yapraklar, camlaşarak parıyor, göz kamaştırıyordu.”
(s.15)
Yusuf, Malatya’dan geçerek, kendi köyüne döner: “Kasabalardan, köylerden
geçerek bir bahar gününde Malatya’ya indi. Doğanşehirli katırcılarla gelmişti. Vakit
geceydi. Aşağıbanazı yarım saat güneydeydi. Ay aydınında yola devam etti.
Çermikli-Kündübek yolunda, atlılar, yayalar gidip gelmekteydi. Bahçelerden, yola
çiçek kokuları vuruyordu.” (s.48)
İstanbul’da cereyan eden romanın vak’aları, karşılıklı konuşma ve
toplantıların mahiyetinde kapalı mekânlarda gerçekleşir. Bunlardan Fransız
elçiliğindeki İngiliz sefiri ve Entelijans servisi şefiyle arasında gerçekleşen
konuşmadır. İkisi bir odada karşılıklı bir şekilde otururlar. Odada bir pencerenin
bulunduğunu öğreniriz. (s.108–109) Fransız elçiliğinde bir balo yapılır. Yazar,
elçiliği şu şekilde tasvir eder: “Beyaz mermer sofadan, ikinci katın solundaki bahçeyi
gösteren odaya geçildi. Kahveler orada içilmeğe başlandı. Konağın öbür bölümlerini;
On Altıncı Lui takımları süslerken burada;-krıstal burma kollu, dev şamdanlar ve
Acem halılarının dışında- bütün mobiliya Amerikan takımlarındandı. Maroken
koltuklar, duvardaki resimler, Amerikan zevkine göre döşenmişti.” (s.119) Elçiliğin
salonunda davetliler toplanırlar. Salonun bir köşesinde bir piyano vardır.
Davetlilerden biri, piyano başına davet edilir. (s.123)
Yusuf, Musa’nın kızıyla Hasan’ı evlendirmenin talebi için Musa’nın köyüne
gider. Yazar, Musa’nın köyünü tasvir ederken, memleketin tabiat güzelliğne yer
verir: “Ufukta güneş, yere değmiş gibiydi. Kızıla çalan ışıkları yakmıyordu. Kara
renkli, kül benekli kuşlar; ince sarı kuşlar; çingen serçeleri, gübrezibil öbekleri
arasında, tavuklara, horozlara karışmışlardı. Köy, yoğun bir faaliyet içindeydi.
Musa’nın evinin yöresinde, canlılık daha etkindi. Evler önünde çadırlar onarılıyor,
çadır direkleri hazırlanıyor; çuvallar, kilimler, halılar, hurçlar, heybeler, cicimler
yığın yığın istif ediliyordu. Yığınlar arasında değnekli oğlanlar, saçı örgülü boncuklu
kızlar, koşuşmaktaydı. Horozlar, tavuklar, kediler, köpekler, çulçuvlar üstünde,
arasında dolaşmakta, bazıları yatmaktaydı. Birkaç evin önünde, beygirler
yüklenmekte, yükler inmekteydi.” (s.153–154)
237
İsyan Eşiği’nde son mekân ise, Fırat’ın kıyısında Hasan’ın öldürlümesidir.
Zaptiyeler, yerden yer Hasan’ın peşindelerdir. Nihayet Hasan’ı Fırat kıyısında
bulurlar. Yazar, romanın son sahnesini şu şekilde sunar: “Fırat kıyısını tarayarak,
Kömüşhane gitmekte olan müfrezenin kumandanı; tümseğin eteğinde, askerlere
“yat” komutunu verdi.
Yerlerde çok hafif nem vardı. Nisan güneşi; tatlı, ılık bir ısı veriyor, çevreye
toprak kokusu yayılıyordu. Bazı otlar, başlarını topraktan yeni çıkartmışlardı. Yeşil
cam gibi ışıldıyorlardı. Uçlarında, hayat dolu bir dirilik titreşiyordu. Aralarında,
böcekler keyifle işilyorlardı.” (s.252–253)
Son Kavşak romanındaki olaylar, İstanbul başta olmak üzere Selanik,
Manastır ve Mekadonya’da cereyan eder. Romanın vak’aları umumiyetle konak, ev
ve saray gibi kapalı mekânlarda cereyan eder. Romanda aşağı yukarı mekânla ait
özellikler bulunmaz. Bununla ilgili olarak yazar, romanda yer tasvirlerine pek
ehemmiyet vermez. “Dar oda” (s.62) gibi romanın cereyan ettiği yerlerin sadece
genel vasıfları verilir.
Romanda ilk mekân, İstanbul’un sokaklarıdır. Ramazan ayının bir akşamında
Ferit ile Ercan, kendi evlerine giderler. Çocuklar, evlerin önünde oynarlar. Camilerin
minareleri de, akşam ezanı için hazırlanır. (5–6)
Yazar, Osmanlı döneminde İstanbul’un yerinden söz eder. İstanbul, gibisi
olmayan bir şehir olarak tasvir edilir: “«Beldet-ül Tayyibe» Güzel belde. Osmanlı
devrinde İstanbul’a verilen birçok isimleriden bir tanesi.
Güzel, gösterişli, olayları içinde yaşatmış ve tarihe mührünü vurmuş bir
şehir…
Şairin!
“Bu şehr-i stanbul ki bimisli bahadır. Bir sengine yekpare acem mülkü
fedadır.” dediği Payitah-ı Saltanat…
238
Köşkleri, yalıları, sarayları, camileri ve vakıfları ile gönüllere saltanat kuran
İstanbul! Bozağiçi, kayıkları ve yedi tepesi ile romanlara şiirlere, tarihe daha doğrusu
bütün bir edebiyata konu olmuş belde
İstanbul!” (s.45), “İstanbul, 1890 yılının güzel yazlarından birisini daha
yaşıyordu. Kayık Safaları, lâle bahçelerinde gezintiler sürüp gidiyordu.” (s.47)
Osmanlı Devleti’ne tehlike temsil ettiği şehir ise Selanik’tir. Selanik,
romanda şu şekilde karşımıza çıkar: “Selanik, Mekadonya’da “Vilayet-i Selase” diye
anılan üç şehirden birisiydi. Osmanlı İmparatorluğunun tasarrufu altında bir belde.
Tarihin seyrini değiştirecek kadar olaylara sahne olmuş bir şehir.
Güzel, canlı ve o nisbetle patlamaya hazır bir bomba gibi, kurulu halde
bekliyordu. Bulgar, Rum, Sırp komitacılarının at oynattığı, şekil kazandığı her şeyi
yapmaya fırsat beklediği yerlerden birisi. Burada herkes bir maceranın peşinde. Köşe
başlarında sokak aralarında, bağlarda, ev diplerinde fısıltılar halinde konuşuluyor ve
ölüm plânları kuruluyordu.” (s.59)
Burada yazar, dağların gizli faaliyet için uygun bir yer olarak kullanıldığını
gösterir: “Dağlar silahli çetelerle dolmuştu. Kimin nerede ne yapacağı belli değildi.”
(s.60) Dağlara sığınanlar arasında Resneli Niyazi vardır. Kendi çevresine bir grup
toplanır. (s.67) Mekedonya’daki dağları sadece Resneli Niyazi sığınmaz, ama aynı
zamanda ondan başka subaylar da dağlara gidip gizlenirler. Orada gizli faaliyetlerini
sürdürürler. (s.73) Buna ait olarak bu gibi subaylar, gizli faaliyetlerini kapsayan
dağdan şehre inmek için geceyi tercih ederler. Selanik’e inen subaylar, şehirdeki
elektirikleri keserler. (s.81)
Meşrutiyet’ten sonra yeni kurulan hükümet, Meclis-i Mebusan’da sultanın
huzurunda yemin eder. Bunun için bütün hazırlıklar yapılır. Yazar, bu sahneyi şu
şekilde tasvir eder: “Ayasofya civarına süngülü askerler dizilmişti. Halk ise, sabahın
erken saatlerinde yollara dökülmüş, meclisi mebusanın açılışını görmek istiyordu.
239
Makam arabaları ile meclise gelen yabancı ülkelerin elçileri, halkın alkışları
arasında, gururlanarak içeriye girmeye başlamışlardı.” (s.93–94) Büyük bir tezahürat
içinde Meclis-i Mebusan’a gelen Sultan Abdulhamit, yemek ziyafetlerine katılır.
(s.94–95) Meclis-i Mebusan’daki yemek salonu da şu şekilde tasvir edilir:
“Karşısında sıralanmış bunca insan, milletin temsilcileri idi. Üstelik bütün gürültüler
bunun için yapılmıştır.
Birbirinden güzel avizelerin, göze çarptığı şamdanlarla donatılmış oda da
yemek zevkle yenmişti. Teşrifat güzel, yemekler güzel, yapılan ikram yerindeydi.”
(s.98–99)
Balkan Savaşı devam ederken, hükümet korkudan Edirne’yi teslim edecek
diye bir haber yayılır. Bunun ardından büyük kalabalık mahiyetinde bir grup,
Babıâli’ye yönelir. Nöbetçiler, Babıâli’ye doğru yaklaşan kalabalığın kötü bir niyeti
olduğunu anlarlar. Birdenbire ateş sesleri çevreye hâkim olur. Kısa bir süre sonra
kalabalığın başında gelen Enver Bey, Babıâli’nin dış kapısını aşarak arkadaşları ile
birlikte merdivenleri çıkıp binanın koridoruna dalarlar. Bundan sonra Enver Bey
toplantının salonuna girdikten sonra yine binada bir başka odaya girer. Odada bir
süre kalan Enver Bey, arkadaşları ile birlikte odadan çıkarak sadrazam odasına
girerler. Sadrazamın istifasını alan Enver Bey, dışarıdaki diğer arkadaşlarına çıkıp
elindeki istifayı onlara gösterir. (s.150–157) Enver Bey, yine de sadrazam odasına
girer. Ama bu defa yeni sadrazam olan Said Halim Paşa makamlıkta bulunur. Enver
Bey odaya girdikten sonra koltukta oturup sadrazamdan harbiye nazırlığı ister.
(s.169)
Romanın son sahnesi ise, “Dönüşü olmayan yol” başlıklı bir bölümdür.
Yazar, bu bölümde Talat, Enver ve Cemal Paşaların yurttan çıkışlarını anlatır. Üç
Paşa, Alman sefaretinin “Loreleyn” adlı gemisiyle yurdu terk ederler veya daha
uygun bir deyişle kaçarlar. (s.198)
Dünya Durdukça romanındaki vak’alar, Türkiye’nin çeşitli yerleri ve
Kıbrıs’ta cereyan eder. Yazar, mekânın tasvirlerine pek ehemmiyet vermez.
240
Romandaki hızlı ritmi, mekâna yansıtır ki; romanda mekânla ilgili unsurlara pek
rastlanmaz.
Romanın ilk sahnesi, Muftafa Kemal Atatürk’ün doğmasıdır. Ali Rıza Efendi
ile Zübeyde Hanım’ın oğlu Mustafa dünyaya gelir. Doğum evdedir. (s.3)
Küçük Mustafa, mahalle mektebine gider. Ama beğenmez. Bunun üzerine
Şemsi Efendi Mektebine gönderilir. (s.4–5) Ali Rıza Efendi ölür. Küçük Mustafa
ailesiyle birlikte dayısının yanına gider. Küçük Mustafa, dayısının tarlasında
çalışmaya başlar. Arasıra Küçük Mustafa kız kardeşiyle birlikte taralarda bazı
oyunlar oynar. Sonra Küçük Mustafa mektebe gitmek üzere Selanik’teki teyzesinin
yanına gider. Orada öğrenimine devam eden Mustafa Kemal, Manastır Askeri
İdadisini bitirdikten sonra İstanbul’a gelir. Harp Okuluna girer.106 (s.7–11)
Mustafa Kemal, İstanbul’a geldikten sonra siyasetle ilgilenmeye başlar:
“Mustafa Kemal ve arkadaşları, siyasî faaliyetlerini, Harp Okulunu bitirdikten sonra,
girdikleri Harp Akademisinde de devam ettirdiler. Fikirlerini yayabilmek için, okulda
gazete çıkarmaya başladılar.
Harp Akademisini bitiren bu genç yüzbaşılar, İstanbul’da bir apartman
tutarak siyasî faaliyetlerine burada devam etmeye başladılar. Arada sırada
apartmanda buluşup toplantılar düzenliyorlardı.” (s.11–12) Yine bir gün böyle bir
toplantıdayken yakalanırlar ve hapse atılırlar.
Romanda bir defa ormanın gizlenmek için uygun bir yer olarak kullanıldığını
görürüz: “Ömer Cevat, tek başına orman içinde temkinli yürüyor ağaçları siper ede
ede ilerliyordu. Arada sırada da etrafında bakınarak bulunduğunu sahayı kontrol
ediyordu.
106 İlköğrenimine Selanik’te başlayıp, babasının ölümü (1893) üstüne annesi ve kızkardeşiyle bir süredayısının kâhyalık yaptığı Çalı çiftliğinde (Langaza, Selanik yakını) yaşadı. Öğreniminisürdürebilmesi için yeniden Selanik’e anneannesi ve teyzesinin yanına gönderilip, askerî rüştiyeyi(1898), Manastır Askerî İdadisi’ni (1899) bitirdi. İstanbul’a gelerek Harbiye’ye girdi (1899). “Atatürk,Mustafa Kemal” madde, Grolier İnternational Ameraicana Encyclopedia, c. 2, s.249
241
Sonra, orman kenarından geçen ve ikiye ayrılan yolun sağındakine saptı.
Civarında hiçbir evin bulunmadığı, çiftlik binasına doğru ilerledi.” (s.21)
Şükriye savaş sırasında sıhhiyeye katılır. Bu sıralarda cepheye çok yakın
yerlere gönderilir. Şükriye sıhhiye erleriyle beraber yaralıların imdadına koşarlar. Bu
sırada yanlarında bir patlama olur ve çevre ölülerle dolu olur. Bütün gücüyle koşan
Şükriye, karşısındaki tepeyi aşar aşmaz Yunanlıların elinde düşer. Serbest
bırakıldıktan sonra yine tepeyi aşar ve Türk cephesine döner. (s.26–28)
Savaş bittikten sonra Şerefettin, Ayşe’nin çalıştığı hastaneye gider, ama
Ayşe’yi bulamaz. Hastanede işini bitiren Ayşe, Şerefettin’e hastanede kendi adresini
bırakır. Adresi tnıyan Şerefettin, Ayşe’nin yaşadığı şehre gider. Yazar, burada şehrin
adını bile vermez. (s.41–42)
Romanın büyük bir kısmı, Ankara’daki Zeynep’in evinde karşılıklı
konuşmalar olarak cereyan eder, ama yazar yine de mekânla hiçbir ayrıntı vermez.
Romanın son sahnesi ise, stadyomda yapılan Atatürk’ün 103. doğum yılının
etkinlikleridir. Burada yazar, eski muhariplerin, geçmişte olduğu gibi şimdi de
gençlere yardım ettiklerini gösterir: “Ayşe, bakışları yaşlarla bulutlandığından
kürsünün basamaklarından inerken ayağı tökezledi, arkasında, bir sıra halinde, birer
canlı tarih olan eski muharipler duruyordu. Ayşe’ye en yakın olan Bayan Muharip
Şükrüye elinden tutarak basamakları rahat inmek için ona yardım etti.” (s.119–120)
XX. Yüzyıl
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu romanındaki olaylar, Karadeniz
bölgesinde cereyan eder. Yazar, romanın cereyan ettiği genel mekâna önem verir.
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu romanı, kaçış konulu romanlarını temsil eder.
Romanın kahramanı, bir yerden başka bir yere kaçar.
Yazar, Karadeniz bölgesi olan romanın genel mekânıyla ilgili şu şekilde
bilgiler verir: “Seksen yıl önce önce doğu Karadeniz nasıldı biliyor musunuz?
242
Elbet bugün olduğu kadar kalabalık değildi. Vilâyet merkezi olarak sadece
Trabzon vardı. Bütün bu geniş kıyı ve içleri Canik vilâyeti şâhânesi olarak
tanınıyordu. Bugünkü Rize, Giresun, Ordu gibi iller bu vilâyetin birer kazası idi.
Samsun bile ancak bir mutasarrıflık görüntüsü içinde idi.
Halkı arasında Rumların sayısı, yer yer bir hayli fazla olup ticaretin çoğunu
bunlar ellerinde bulunduruyorlar ve ileride, günün birinde parçalanmağa mahkûm
görünen Osmanlı İmparatorluğunun bu güzel toprakları üzerinde müstakil Patnos
Rum Devletini kurmak hayalini besliyor, geliştiriyorlardı.
Türkler topraksız ve fukara idiler. Rize’nin bir çay cenneti olarak
zenginleşmesine daha yarım yüz yıl vardı. Giresun ve Ordu fındık yetiştiriyordu ama
fındık bahçelerinin çoğunluğu ve ticaretinin tümü Rumların elinde bulunuyordu.”
(s.3)
Romanın ortaya çıkan ilk sahnesi, Hekimoğlu’nun yaşadığı köydür. Yazar,
Yassıtaş köyünün, Fatsa’nın kırk kilometre kadar içinde fakir bir orman köyü
olduğunu söyler. Yassıtaş köyünün komşusu, bir Gürcü köyüdür. Hekimoğlu orada
bir değirmende bekçi olarak çalışır. (s.6–7)
Hekimoğlu ve Fadime, bütün gözlerden, köyün uzak yerlerinde buluşurlar.
Birgün bir Gürcü olan Yusuf, ikisinin ağaçlar arasında konuşa konuşa yürüdüklerini
görür. (s.8–9) Hekimoğlu’nun, Yusuf’a Fadime’i değirmenden köye getirdiğini
söyler. Ama bu sözü söylemesiyle pişman olur. Çünkü değirmen köyün öbür
tarafında bulunur ve onlar ters yolda ilerlerler. (s.12)
Seyyit Bey, kendi bağında Hekimoğlu’yu davet eder. Hekimoğlu da kendisini
bağa götüren yolda ağır ağır ve dikkatle yürümeye başlar. Nihayet Hekimoğlu, bağa
girer. Ve Seyyit beyle göz göze gelir. Yusuf, Hekimoğlu’nun arkasından gelir, onu
vurmadan önce Hekimoğlu Yusuf’u öldürür. (s.29–33) Hekimoğlu, bağın içinde
kaçmaya çalışır: “Hekimoğlu bağ kütükleri arasında iki büklüm bir halde koşuyordu.
Kütükler ve asma yaprakları onu izleyicilerinin gözlerinden gizliyordu.
243
Tabii böyle iki büklüm koşmak çok zor oluyordu ama başka çare yoktu. Bu
şekilde koşarken dikkat ettiği tek şey köyün tam aksi yolunda ilerlemekti.
Peşindekilerin onun köyüne sığınmak isteyeceğini düşüneceklerini ve o tarafa giden
yolları tutacaklarını tahmin ediyordu.” (s.34) Romanda buradan itibaren Hekimoğlu
kaçmaya çalışır, Gürcüler ise onu takip ederler.
Ağaçlık bölgelerde gizlendikten sonra Hekimoğlu, dağ yolundan Kumru
köyüne gider. Orada arkadaşı Hüseyin’le buluşur. (s.46–47) Hüseyin de ertesi gün
Yassıtaş köyüne gidip muhtara olup biteni anlatır. (s.53) Üstelik Hekimoğlu
Kumru’yu da kendine bir çeşit üs olarak seçer. (s.63)
Hekimoğlu ve arkadaşları Karadeniz bölgesinde zaptiyeler tarafından takıp
edilir: “Tokat, Zile, Niksar ile Karadeniz kıyıları arasındaki geniş ormanlık bölgede
istediği gibi at koşturuyordu. Bu arada zaptiye kuvvetleri ile giriştiği birkaç
çatışmadan rahatça sıyrılmayı başarmış bulunuyordu.” (s.58)
Gürcülerden olan Hulusi ağa, Hekimoğlu’nu takip etmeye başlar. Hulusi ağa,
Hekimoğlu’nun Bohça Armut yaylasında bulunduğunu öğrenir. Bunun üzerine
Hulusi Ağa, oraya beklenmeyen bir yoldan gelir ve Hekimoğlu’nun bulunduğu köyü
sarıverir. Hekimoğlu’nun kaldığı yer, köyün fırınıdır. Fırının üstündeki taş odada
kalır. Hulusi Ağa, fırının karşısında bir yere gizlenip adamlarını bütün kaçış
noktalarına yerleştirir. Hekimoğlu, bunu öğrenir öğrenmez fırının kapısı ve bütün
giriş yerlerini kapatır. Çatışma başlamadan hemen önce fırıncı ve adamları, odunluğa
inerek saklanırlar. (s.64–67) Hulusi Ağa, fırının tam karşısındaki taş bir yapının
yanında bulunan bir duvarın arkasındadır. Hekimoğlu ise odanın pencerelerinin
perdeleri arkasından durumu gözletir. (s.70) Bu sırada çatışma başlar. Yazar,
çatışmayı şu şekilde tasvir eder: “Perdesi açık pencereden içeriye bir anda onbeş
yirmi kurşun giriverdi. Arkasından Hekimoğlu göründü. Kurşunların yeniden
martinlerin namlularına sürülmesi ve ateşlenebilmesi için bir iki saniye vakit
gerektiğini biliyordu.
244
Duvarın arkasından kendisine doğru uzanmış martinler arasında bazı başlar
görünüyordu. İşte Hulusi ağa da orada idi. Başını ancak yarısı görülüyordu.
Hekimoğlu tügeğini bir anda ona doğru doğrultarak tetiğe bastı.” (s.71)
Hulusi ağayı öldüren Hekimoğlu, adamlarıyla birlikte fırından kaçmaya
başlarlar. Yazar, kaçış sahnesini şu şekilde tasvir eder: “Sürüne sürüne açık kapıdan
dışarıya çıkarak bir anda merdivenlerden indi. Fırının önündeki çıraları yakarak
içeriye daldı. Adamlarının hepsi de içeride idiler ve onun daha önceden vermiş
olduğu emri yerine getirerek fırının dip tarafındaki duvarı bir insan sığacak kadar
delmiş bulunuyorlardı.
Hekimoğlu:
— Dışarı atlayın! emrini verince teker teker fırından çıkmağa başladılar.
Burası geniş bir bostana açılıyordu. Ve gelenler onların böyle bir kaçış yolu
yaratacaklarını hayâllerinden bile geçirmemiş oldukları için bu tarafa gürcü
koymamışlardı.
Geniş bostanı geçtikten sonra duvardan atlayarak sargının dışında kalmış
oldular. Bundan ötesi kolaydı. Hekimoğlu onlara buluşma yerini bildirmiş ve
dağılmasını söylemişti. Onlar da izlerini kaybettirmek üzere hemen dağılarak
ormanların içinde kayboluverdiler.” (s.74)
Romanın son sahnesi ise, Hekimoğlu’nun öldürülmesi sahnesidir. Hekimoğlu,
bir başka Gürcü beyi olan Dadyan Arslan tarafından takip edilir. Dadyan Arslan önce
Mehmetleri misafir oldukları Tepealan köyünde pusulayarak öldürtür. (s.106–117)
Ardından da Hekimoğlu sağduyusunu kaybederek yeğenlerinin öldürüldüğü köye
iner. (s.128) Orada Dadyan Arslan tarafından daha önce hazırlanmış pusuya düşerek
öldürülür. (s.141)
Ermeni Zulmü romanındaki vak’alar, Doğu Anadolu olmak üzere Erzurum,
Erzincan ve civarlarında cereyan eder. Yazar, romanın başında Doğu Anadolu’da
Pasin ovasında olarak vak’aların cereyan ettiği yeri tespit eder. Sonra yerin
245
teferruatını daha da verir: “Yukarı Pasin’in Müceldi köyündeyiz. Son göç
arabalarının son hazırlıkları yapılıyor.” (s.8) Göçün son hazırlıkları tamamladıktan
sonra hareket edilir: “Köyden 7 araba, 2 zanka ile hareket eden kafileye
Çöğender’den 5, Sos köyünden de 2 araba daha katılıyordu.” (s.9) Sonra hazin göç
başlar. “Dedebey, oğlu Ağabey, torunları Adil ve Mahire ile bir arabaya binmişti.
Saatlerdir yol alıyordular. Pasin ovası bitiyor, Hamam Deresine girmek üzere idiler.”
(s.10) Yoluna devam eden kafile, arkasında artık Pasin ovası görünmez: “Sadece
Ezirmik köyünde tezek yakılan ev bacalarından çıkan dumanlar göklere
yükseliyordu.” (s.10)
Yolda ilerleyen kafile, Sivişli köyünde mola verir. (s.11) Bundan sonra yola
devam eder: “Pasinler’den gelen muhacirler Erzurum’da bir gece kaldıktan sonra,
buradan Niğağ, Niksar, Yozgat, Tokat ve hatta Ünye tarafına giden başka
muhacirlere katılmışlar, tekrar uzun ve bitmek bilmeyen yollara revan olmuştular.
Erzurum’dan Sivas’a kadar bütün yollar aç ve perişan muhacir Türklerle dolu idi.
Soğuk, açlık, ölüm ve bu seferberlik, yeşil yaylaların tüten ocaklarını söndürmüş ve
mahvetmişti.” (s.11–12)
Erzurum işgal altındayken, şehirde Ermeniler tarafından insanlık dışı
zülümler ve yağmacılıklar yapılır. Bu sıralarda Erzurum’daki çarşılar ve dükkânların
kapalı olduğunu öğreniriz. (s.12–13) Ilıca kasabasından kaçamayanlar öldürülür.
Köylere giden yollar da tahrip edilir. (s.14) Erzurum’un mahallelerinden olan
Şeyhler’dekiler, bir başka soykırıma da uğrarlar. Kuyular, viraneler, duvar dipleri ve
sokaklar hep cesetlerle dolar. (s.15–16)
Yazar, Erzurum’un genel durumunu şu şekilde özetler: “Şimdi ovalar boş,
kal’alar harap, ocaklar sönmüş, boyunlar bükülmüştü…” (s.17) Kısa zamanda
Erzurum’un bütün hastahaneleri de yaralılarla dolar. (s.26) Hatta hastaneler artık
yetmez. Bütün camiler ve kışlalar da hastane haline gelir: “Şehrin içerisinde Sultan
II. Abdülhamit Han’ın yaptırdığı çok mazbut kışla sadece döşemelere muşamba
döşenmek suretiyle hastane haline getirilmişti.” (s.27)
246
Bu sıralarda da tifo ve tifüs hastalıkları yayılmaya başlar. Bu hastalıklara
karşı savaş, Hilâl-i Ahmer –Kızılay- Hastanesi’nde verilir: “Cumhuriyet caddesinde
Lale Paşa Camisi karşısındaki binada açılmış olan bu hastane.” (s.28)
Erzurum halkı, savaş sırasında da orduya yardım eder: “Savaş Erzurum’un dış
tabyalarında devam ediyor. Top sesleri durmadan kulakları tırmalıyordu. Şehrin dış
tabyalara giden yolları zaman zaman kardan kapanıyor. Ordu, davul çaldırarak
halktan yardım istiyor, kazma küreği kapan 70-80’lik ihtiyarlar, pek küçük yaştaki
çocuklar, kafileler halinde giderek yolları açıyor.” (s.28–29)
Başta Erzurum olmak üzere Doğu Anadolu’da Ermenilerin yaptıkları
katliamlar arasında Yanıkdere faciasına geniş bir yer tutar: “Rus subaylarında
gizlemek için kenar semtleri seçen Ermeniler en korkunç ve büyük vahşeti de; o
vahşet gününden sonra ismi –Yanık Dere – olarak kalan Erzurum’un kuzey doğusuna
düşen, dekovil (küçük teren) yolu civarındaki büyük derede işlemişlerdir.” (s.58)
Karasu romanındaki olaylar genellikle doğu Anadolu bölgesinde cereyan
eder. Romanın son sahneleri de İstanbul’a taşınır. Yazar, romanda mekân tasvirlerine
geniş bir yer vermez. Romanda da mekânlarla ilgili özellikler pek az rastlanır.
Romanın olaryları, genellikle açık mekânlarda cerayan eder. Ama olayların bazısı,
çok az da olsa bile ev ve konak gibi kapalı mekânlara taşınır.
Romanın ilk sahnesi, Erzincan civarında Vank köyüdür. Orası bir bataklık
bölgesi olarak karşımıza çıkar. Yazar, romanın olaylarının büyük bir kısmının
cerayan ettiği mekânı titizlikle tasvir eder: “Bu köye araba ile çıkılmaz. Kentten
dönenler kan ter içinde varırlar oraya, sonra da Erzincan ovasına, tepeden
yükseklerden bakarlar. Aşağılarda Fırat ırmağı, bir oya ipliği gibi, Sansa
Boğazı’ndan Kemah Boğazı’na doğru uzayıp gider. Ovanın kuzey kenarında Karasu
bataklığı için için kaynar, bataklık örtüsüyle sergilenir gözler önünde.” (s.9–10) Bu
nedenle Van köyü, komite merkezi olur. Komiteciler de köyü silâh deposu haline
getirirler. (s.88)
247
Komitecilere hayır diyen, Ermenilerden olsa bile Karasu bataklığına atılır.
Bunun örneği, Mari Teyze’dir. Komitecilerden olan Vahan ve Nazar, Mari Teyze’yi
Karasu’ya atarlar: “Haydi Mari, istediğin kadar su iç…” dedi.
Mari’nin dağ çiçekleri toplayan eli, birkaç kez çamurları avuçladı, sonra da
bataklıkta kaybolup gitti. Yüzeye çıkan hava kabarcıkları Vahan’la Nazar’ın
kahkahalarına tükürüyordu sanki…” (s.13) Dönüşü olmayan bu yolculuk, artık
yaygındır. Karasu bataklığında bulunan cesetlerin sayısı, günler gittikçe artmaktadır.
Ama bütün bunlara rağmen bu yörede kayıp listelerinin artışı, kimsenin dikketini
çekmez. Yazar, bu durumu şu şekilde tasvir eder: “Vank Karasu bataklığına aralıksız
günahsız taşıyor, ovada Kerküze köyü palazlanıyordu. Köyün burnu dibinden akıp
giden ırmak, kıyılarını oydukça, akıntıda cesetler görülüyordu.” (s.39)
Vank komitecilerinin güç ve sayıları zamanla artar. Bir gün Tercan yolunu
kesip yöreden on kişiyi alırlar ve Karasu bataklığına atarlar. (s.41) Bir başka günde
bir Ermeni köyü olan Zatır’dan üç çocuk cesedi, bataklıkta bulunur. (s.43)
Bölgede Vank köyüne benzeyen bir başka köy karşımıza çıkar. Yazar bu
köyden bahderken, hem köyün mekânı, hem de köyün durumunu aydınlatmaya
çalışır: “Nörkâh köyü, Karasu bataklığının yakınındadır. Yaz aylarında, bu köy,
sivrisineklerin bitmez tükenmez saldırısına tezek tütsüleriyle yanıt verir. Sıtmalı
insanların boyunlarında muskalar sallanır. Kollarına yedi düğümlü iplikler
bağlanmıştır. Hastalığın yedi yerden kesilmiştir. Tüm ova köyleri sıtmaya tutsak
düşmüşlerdir.” (s.15)
At hırsızlığı yapan Seydo, bir gece Vank köyüne iner: “Köyün ışıkları
sönmüştü. Gökyüzü parçalı bulutluydu. Ay ışığında çevre bir hoş olmuştu.” (s.17) Bu
sıralarda köyün geçit yerlerinde nöbetçiler bulunur. (s.17) Seydo, Vahan’ın atını
çaldıktan sonra dağlıklara doğru gider. Pülümürü aşar, ama eşkiyalar onu Nazimiye
yöresinde durdururlar. (s.21)
248
Yazar, dağlıkların suçlular, ordu kaçakları, komiteciler, eşkiya ve katillere
gizlenmek için uygun bir yer olduğunu kaydeder. Bu gibi yasa dışı insanlar, ıssız
dağların tenhalığında yaşayıp köylere baskın yaparlar. (s.44)
Rus Ermenilerinden olan Onnik, Kerküze köyüne gelir. Bir süre köyün
kilisesinde kalır. Geldiğinden beri kayıp ve ölülerin sayısı artmaya başlar. Ve bu
liste, sadece köye ait değil, ama bütün yöreye yayılır. Onnik, sadece insanları
öldürmez, ama aynı zamanda da yolları kesmeye başlar. Atatürk’ün adamlarından
olan Mustafa Ağa, Onnik’i takip etmeye gider: “Sansa boğazı, Erzincan’ın doğuya
açılan kapısı olmakla kalmıyor, Dersim’den Erzincan’a giriş noktasıydı. Ağırlıklarını
Mürrid dağında bırakmış, gereksinmelerini Selepür’den sağlıyordu. Keko’nun
çetesini pusuya düşürüp, beş namlı adamını öldürünce, Pülümür yöresi son derece
tedirgin olmuştu. Dersimli bunun öncünü Onnik’in yanına koyamazdı. Mustafa
Ağa’nın öfkesi ağırdı. Kimin başına inse altından kalkmak olanaksızdı. Erzincan
yolunu kapamak Sansa Boğazı’nı kana bulamak, Mutu geçidine Dersimli’yi
indirmemek, bu ne demek oluyordu.” (s.48) Mustafa Ağa, Tuzla’ya gider. Orada
Onnik’i yakalar: “Mustafa Ağa bekleyememiş kalkıp Tuzla’ya gelmişti. Tuzla,
Pülümür’le Mutu geçidinin tam orta yerindeydi. Ağa dereden yukarı doğru çıkan
adamlarını görünce sevinmişti. Demek Onnik yakalanmıştı.” (s.51)
Yazar, bu sıralarda çeşitli Ermeni komite mensuplarının Erzurum’da
toplandıklarını kaydeder. Yazar, bu toplantıdan uzun uzun söz ederken, Trabzon’daki
toplantının mekânıyla ilgili hiçbir tasvir vermez. Hatta toplantının yerini de
açıklamaz. (s.55)
Bir gün Kamarik ve Apusta köylerinde yaşayan Alevi aileleri, birdenbire
kaybolurlar. (s.69) Yazar, bu şekilde komitecilerin değişik köylerde yaptıklarını
aydınlatmaya çalışır.
Yazar, Tehcir Yasası’ndan söz ederken, kafilelerin güzargâhını açıklar. Bu
sırada tehciri uygulayan ordu kuvvetleri ve cephane yüklü katırlar, komiteciler
tarafından saldırıya uğrarlar: “Kamarik’ten, Apuşta’dan, Kemah yöresinden yola
çıkarılan Ermeniler, Erzincan’a, oradan da Manisa-Suriye yörelerine
249
gönderileceklerdi. Kafileler yola çıkınca, Mırto da ininden çıkmıştı. Bugünü kollayan
mırto, komiteci acısı çekmiş olanlardan, akrabalarından kurduğu yetmiş kişilik
çetesiyle Dumanlı geçidinde pusuya yatmıştı. Yugulama güçsüz kuvvetlerin
elindeydi. Ordunun gerçek gücü sınırlara yürümüştü. Ayak sesleri savaş alanlarına
doğru gidiyordu. Siyah bulutlar ise kötü günleri alıp getirmişti.
Mırto, “Onları Fırat’ın kuzeyine geçirmeyeceğim” diye yemin ediyordu.”
(s.81) Mırto ve adamları, Dumanlı geçidinde Türk askerlerine saldırdıktan sonra
bölgenin sivil halkını Kemah boğazına götürerek öldürürler. Yazar, bu vahşi
manzarayı mekânın unsurlarıyla birleştirir: “Duru suların ak köpüğe dönüştüğü
yerdir. Kemâh boğazı. Sular taşların sırtında kaydıkça öfkelenir köpürür. Sonra da
önce batıya koşar, sonra güneye yönelir. Yaşama can veren bu ırmak yaşamdan can
almayı sevmez. Sevdirmek isteyen olsa da o yoluna devam eder. Bugünse acıyı da
beraberinde sürüklemektedir. İnsan çığlıkları suyun ilahi sesiyle birlikte, dağların
doruklarına doğru uzayıp gider.” (s.83) Türk askerlerinde sağ kalan ise, Kamarik
köyüne gidip yeniden silahlandıktan sonra yardıma koşarlar. Bu sırada yazar,
Kamarik Munzur köyünün yerini de diğerleri gibi titizlikle belirtir: “Kamarik,
Munzur Dağları’nın kuzey yamacında, Kemah’a da Erzincan’a da uzak bir köydü.”
(s.83)
Kerem, bir gün Küpesi köyünde bulunan yağ pazarına gider. Orada Ermeni
olan Marik’i görüp ona âşık olur. Yazar, Küpesi köyünün yerini dikketle şu şekilde
belirtir: “Köpesi köyünün yolu düzdür. Ovanın ortasında, üzerinde ağaçlar bulunan
yeşil bir çarşafa bürünmüştür.” (s.99) Bu sıralarda Ermeni köylerinin boşaltıldığını
öğreniriz. (s.100)
Romanın son sahnesinde yazar, Doğu Anadolu’nun işğal kuvvetlerinden ve
komitecilerden kurtuluşunu şu şekilde tasvir eder: “Evet, Ermeni ordusu, suyunu
içtiği pınarı, gölgesinde oturduğu ağacı, üzerinde uzandığı çimeni, cinayetlerinin
kanıyla suladıktan sonra, Büyük Ermenistan düşünü de önüne katmış gidiyor
Anadolu’dan…
250
Toprağın malı insanlar bitkin. Kentler birbirinden beter bir yıkıma uğramış.
Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Arnavut, Sünni, Alevi adları kuyularda, üst üste, yan
yana… Altın tepeden Erzincan ovasını seyreden savaşçılar, sarmaş dolaş. İçlerinden
geldiği gibi haykırıyorlar “Kentimiz kurtuldu.” Karadağ’dan Sansa’ya, Çimi’nden
Kemah Boğazı’na kadar yankılanıyor bu sesler.” (s.130)
Yazar, Karasu bataklığını bu sahnede de unutmaz. Yazar, Karasu bataklığının
sularını kurtuluşun neşesiyle birleştirerek bütünleşir: “Karasu, Kemah Boğazı’nda
öfkenin köpükleriyle akıyor. Tabut sularda kayarak gidiyor. Keban’a, Irak’a, Hint
Denizi’ne, belki daha ötelere… İçinde Türk, Ermeni kardeşliği var. Ve ben Karasu
her taştığında hayallere dalırım. Türk kızlarının çığlıkları, Mari Teyze, Agop Dayı,
Hayran Baba ve ötekiler geçer güzlerimin önünden.” (s.130–131)
4. Kurtuluş Savaşı Dönemi
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanındaki olaylar, İstanbul, Paris, İzmir ve
Selanik’te cereyan eder. Yazar, vak’aların gerçekleştiği sahnelere önem verir. Bunun
üzerine romanda titizlikle ve çok sayıda yapılan tasvirlere rastlarız. Romanın
vak’alarının çoğu, yalı, köşk ve ev gibi kapalı mekânlarda cerayan eder. Yazarın
romanda kullandığı dil olduğu gibi de mekânlarla ilgili yarattığı tasvirler, anlatılan
dönemin havasını iyice yansıtır.
Romanın ilk sahnesi, İzmir’in işgalini tsavir eder: “İlk Yunan neferi, İzmir
Rum halkının çılgınca tezahüratı arasında, dün sabah 07.50’de İzmir rıhtımına çıktı.”
(s.11) İşgalin karşısında iki tavır karşımıza çıkar. Birincisi, Müslüman ve Türk
halkının tavrıdır. Müslüman halk, Hükümet Meydanına ilerleyen işgal kuvvetlerini
ateşle karşılar. Bu sıralarda Türkler arasında tevkifat yapılır. Karşı tarafta ise, Rumlar
Yunan askerlerini çiçeklerle karşılar: “Rıhtımlar insanla dolup taşıyor, tıklım tıklım
doludur. Herkesin elinde Yunan bayrakları, çiçeklerle dolu sepetler var. Hepsi sürer
gözyaşları döküyorlar. İzmir’de şimdiye kadar böyle bir manzara asla görülmemişti.
Bilumum balkonlar bayraklar ve çiçeklerle müzeyyendir. Sokaklara halılar serilmişti.
Halk, meserret içinde, sokaklarda sarmaşdolaş dans ediyor.” (s.12)
251
Yukarıda gördümüz sahneden sonra olaylar İstanbul’a taşınır. Burada
İstanbul’un yazar tarafından israrla ve ustaca gösterilen iki yüzü vardır. Her yüzün de
iki farklı mekân vardır. Birincisi yerli halkın İstanbul’u, diğeri ise yabancı ve
işgalcilerin gittikleri ve oturdukları yerlerdir. Bunu daha da açıklayalım ki, yazar,
İstanbul’u İzmir işgalinden sonra patlayacak bir kazan haline getirir. Sultanahmet’te
mitingler düzenlenir. Karşı tarafta yabancılar ve batı kültürünün tesiri altında kalan
Türkler de, Beyoğlu’da görünürler. Yazar, burada İstanbul’dan iki yeri bir örnek
olarak gösterir. Yazarın, yerli halk için seçtiği Sultanahmet Meydanı pek anlamlıdır.
İstanbul’un tarihini taşıyan yerlerden biri olan Sultanahmet Meydanı’nın, elbette
yazar tarafından ortaya çıkarılışı amaçsız değildir. Beyoğlu ve civarı ise, yabancılar
ve Yahudilerin beğendiği yerdir.
Ama buna rağmen bu açıdan romana hâkim olan manzara, batılı bir şehir
olarak İstanbul’dur. Bunun bir sebebi de vardır. İşgal kuvvetleri yarattıkları
manzaralar hep batılıdır: “Önlerinde gayda takımıyla, bir İngiliz müfrezesine yol
verdiler. Paris modası madamlarını kollarına takmış, şapkalı tatlısu Frenkleri. Olur
olmaz heryerde, yabancı bayraklar, hele Yunan bayraklarının bolluğu, sinirine
dokunuyor. Galata’ya varıyorlar ki, rıhtım girişini Fransız inzibatları tutmuş.” (s.77)
Yine de Yazar, Beyoğlu’yu şu şekilde tasvir eder: “Şapkaları tüllü, bakışları baygın,
sıvama boyalı tatlısu frengi madamlar; tepeden tırnağa poz, Fransız subaylarıyla ağız
ağza. Kıvamlı, karma bir koku, sanki görünmez bir duman, sinsi sinsi, masadan
masaya dolaşıyor. Filterli kahve, siyah tütün, hafifçe terlemiş parfümlü kadın
kokusu. Amerikan koleji ‘mezunu’ birkaç hanım, bir İngiliz subayını aralarına
almış.” (s.89) Bunun yanında da “Petrograd Pastahanesi” (s.35), “Cafe Cristal”
(s.121), “Varyete Tiyatrosu” (s.313), “Perapalas” (s.314) gibi İstanbul’da ortaya
çıkan yerlerin adları hep batılıdır.
“Mazğazalar”, “kalabalık”, “nargile”, “kuyumcu”, “sırmalı kanela fincan”
(s.147) gibi yazarın, Kapalıçarşısı için kullandığı tasvirler ise hep yere uygundur.
Abdi Bey ve Gülistan Satvet, Prens Dimitri Bragin ile Beyoğlu’daki
Petrograd Pastahanesi’nde buluşurlar. Burada yazarın, yaptığı tasvirlerle Beyoğlu’nu
batılı bir yer olarak gösterir: “Daha kapıdan, Rum havaları çalan çalgıcıların gevrek
252
nağmeleri. Beyoğlu yapılarının ‘müzmin’ küf kokusunu bastıran, İngiliz ve Fransız
tütünü, ağır ‘esans’ kokusu. Billûr kanatlarını çırparak uçulan kadın kahkahaları.
Salon başka bir âlem, Bohemya kristali görkemli avizelerle şakır şakır aydınlatılmış,
köşede ‘ingiliz usulü’ soğuk büfe, ortalıkta tepsi tepsi içki gezdiren ‘prostelâlı’
hizmetçi kızlar.” (s.35)
Neveser Hanm İstanbul’u sevemez. Ama Münif Sabri geriye dödükten sonra
durum artık farklıdır. Her gün beraber çıkarlar. Farklı yerlere giderler. Birgün
Varyete Tiatrosu’na gittikten sonra Beyoğlu’nun sokaklarını dolaşırlar. Sonra
tramvaya binerler: “Onları, Ağacamii Durağı’ndan ilk Sultanahmet tramvayına
bindirdiler.” (s.313) Bundan sonra Münif Sabri, Neveser’i Preapalas’a götürür.
Yazar, Perapalas’ı şu şekilde tasvir eder: “Perapalas’mı, başdödürücü sulusepkenin
ufalayıp dağıttığı, görkemli bir gece sarayına mı? Her taraf ışık: iç ve dış salon, hol,
koridorlar, çin çin öten bir sırça aydınlığına boğulmuş, bütün avizeler yanıyor.
İçerden, sarhoş bir kalabalığın, beşeli uğultusu. Arada, kahkahalar. Döner kapıdan
girdikleri sıra, cazbant çakmakta olduğu onestep parçasını bitirdi, Shimmy’ye atladı,
danseden çiftlerin alkışlarını duydular: yeni bir dans bu, çok tutulan! Püfür püfür
favorileri, sırmalı üniformasıyla ‘ecnebi bir jeneral’, lobinin sahanlığına dikilmiş
garsona bağırıyordu.” (s.314)
Neveser, kardeşi Ahmet Ziya’nın Çemberlitaş’taki evine gider. Yazar, orada
Neveser’in ruhî durumunu mekânla şu şekilde birleştirir: “Kâmil efendi,
Çemberlitaş’taki evin kapısında Neveser’i arabadan indirdiği sıra, Sultanahmet
Camii’nin şerefelerinden İkindi henüz okunuyordu. Kapının tokmağına uzanmadan,
bir süre o, Lando’nun arkasından baktı: yoğun bir bulut karanlığı Divanyolu’nu
sarmış. Havada ıslak kömür kokusu, toz halinde is. Komşu evlerin kafeslerinde, birer
ikişer, hüzünlü lâmbalar. Bir ihtiyar öksürüğü, uzayıp gidiyor. Taşlıkta, bir çift nalın
şarkıtısı. Çok sürmez, bozacıların yanık bağırışları duyulacaktır.” (s.365)
Abdi Bey, Paris’teyken öğreniminden daha fazla eğlenceli yerlere gider.
Bunun için Paris’ten görünen manzalar, hep tiyatro veya eğlenceli yerlerdir.
Romanda Paris’in başka manzaraları ve mekânları ortaya çıkarılmaz. Bir defa Mösyö
Saint-Denis, Abdi Bey’i tiyatroya davet eder. Abdi Bey’in kardeşi olan Armande,
253
orada sahneye çıkar. “Binanin taş oymalı cümle kapısına” (s.133) gelen Abdi Bey,
içeriye girip Mösyö Saint-Denis ile koca salonda oturduktan sonra bitişik odaya
gider. Yazar, bu sahneyi titizlikle tasvir eder: “Koca salonda, kalan beş kişi. İki
büyük âvizenin boşalttığı ışık selleri altında, saçlarının tellerine varıncaya pırıl pırıl,
biraz da tedirgin. Madam Nhung, işte o zaman onları gecenin ikinci sürprizine
çağırıyor. Salonu, ucundan kıyısından ortalığı toplamaya koyulan uşağa bırakıp,
bitişik odaya geçiyorlar ki, o ne, ‘bir hatvede’ sanki ‘iklimleri’ açmış, Saygon’daki
bir afyon tekkesine ‘dahil olmuşlardı’.
İçerisi adamakıllı loş, Abdi bey ilkin bir şey göremedi. İpeğe boğulmuş
‘rengâreng’ loşluğu, sarı kedi dilleriyle yalayıp duran, afyon kandillerini zorlukla
seçebiliyor. İpek halıların üstünde, birbirine yakın ve ‘muvazi’ uzatılmış, rahat
divanları. Divanlara atılmış kadife yastıkları, daha sonra biraz daha yaklaşınca fark
etti: tombul tombul, renk renk: turuncu, kırmızı, yeşil. Havada tatlımsı bir koku,
geniş kanatlı görünmez bir kuş gibi süzülüyor. Nemle karışık afyon kokusu mu?”
(s.136)
Abdi Bey, yılbaşında Rosa’nın yalısına gidivermek için vapura biner. Bu
sıralarda lodos esmeye başlar. Yazar, mekânın unsurlarını Abdi Bey’in durumuyla
bütünleştirir: “Gök alçakladıkça alçalmış: gümüş damarlı barut mavisi bulutlar,
denize değdi değiyor; gemi azıya almış lodos, onları öylesine önüne katmış, öyle
korkunç bir hızla sürüyor ki, bulut mudurlar yoksa duman mı, ayırabilmek güç; her
saniye birikip birikip dağılıyor, az önce Galata Kulesi’ni, şu anda Dolmabahçe
Saatini, az sonra İltifât Donanması’ndan bilinmez hangi ‘sefineyi’ gözden
siliyorlar… Suyun rengi, siyaha yakın bir lâciverd; dalga uçlarından köpük tozları,
buram buram savruluyor.” (s.331)
Abdi Bey, yılbaşının gecesini Novotni’da geçirir. Yazar, Novotni’nin batılı
tarzında bir yer olduğunu tasvir eder: “Novotni tıklım tıklım dolu, Noel dolayısıyla
iyice süslü: tavandan, renk renk Japon fenerleri sarkıtmışlar; aralarında, kırmızı,
mavi, yeşil, krapon kâğıdından ‘envai’ süs: uçsuz bucaksız şeytan merdivenleri,
yapma krizantemler, çocuk fırıldakları, guirlande’lar vs. Rahatsız edici bir balon
254
kalabalığı, ortalıkta ‘serâzât’ dolaşıyor. Sarhoş İngiliz bahriyelileri, şipşak bir oyun
çıkardılar: cıgarasının ateşiyle, kim daha çok balon patlatacak!” (s.336)
Neveser, Münif Sabri’yi aramak için Mulatier’e gider. Yazar, burasını
Petrogard Pastanesi ile mukayasa eder: “Mulatier’in döner kapısından girip, Münif’i
orada göremeyince, adamakıllı bocaldı. İsterse ‘ecnebi’ havalı olsun, ‘Osmanlı’
kızlarının böyle yerlerde tek başına oturması, yadırganır; Münif, herhalde bu
düşünceyle, daima ondan önce gelirdi; gecikmesi ilk defa ‘vâki oluyor’. Neveser,
‘mütereddit’ adımlarla, renkli camların ayırdığı iç bölmeye yöneldi, kuyu bir masa
seçti, maroken koltuğa eğreti ilişiyor.
Mulatier’e gelmeyeli epey zaman olmuş, Petrograd’dan ne kadar farklıymış
meğer, insan unutuyor, nerede ‘beyaz’ Rusların paldır küldür neşesi, mahzun
derbederliği? Burası, basbayağı ciddi bir yer; daha çok Fransızca konuşuluyor.
Renkli camların marifeti midir nedir, ortalıkta erguvan rengi kıvamlı aydınlık; içisıra
filizî, mimoza sarısı yansımalar. Arada belirip kaybolan, ağır bir vanilyalı turta
kokusu. Duvar aynaları bütün meneviş, köşelerde kırlangıç motifleri, çınar yaprağı
vs. Kalabalık sayılmaz.” (s.380)
Münif Sabri’nin öldürülmesi, romanın son sahnesini teşkil eder.
Vezneciler’deki evine dönen Münif Sabri, birkaç kişi tarafından ateş edilerek
öldürülür. Yazar, sahneyi gazetede bir haber mahiyetinde şu şekilde işler: “Katillerin
asgarî iki kişi oldukları malûm, mecruh olup olmadıkları meçhuldür. Cinayeti ika
eyledikten sonra, birisi Saraçhanebaşı istikametinde, diğeri Beyazıt istikametinde
firar etmiş olup, arabacının istimdadı ve silâh sesleri üzerine şitab edenler, Münif
Sabri bey’i ruhunu teslim ederken bulmuşlardır.” (s.383)
Vatan Dediler romanındaki vak’alar, Uşak, Afyon, Akşehir, Eskişehir, Polatlı
ve İzmir’de cereyan eder. Yazar, romanın mekânlarını genellikle titizlikle tasvir eder.
Anlatıcı, romanın başından itibaren mekânların tasvirlerine dayanarak İstiklal
savaşını ustaca sunar. Zaten anlatıcı, Kurtuluş Savaşının bulunduğu çevreyi isteyerek
gösterir. Bunun için elimizdeki roman, mekânların hem tasvirleri, hem de değişikliği
bakımından zengindir. Aslında Vatan Dediler romanına mekân romanı
255
söyleyebiliriz. Çünkü burada söz konusu, vatanın topraklarının kurtarılmasıdır.
Bunun daha da ibraz edilmesi için “Talip Apaydın, Vatan Dediler’de kamera
yöntemini kullanıyor”.107
Romanın ilk sahnesi, değişik açılardan görünebilir. Burada birkaç köylü,
köylerini terk ederek orduya katılmak için giderler. Yazar, burada hem Anadolu
mekânları ve köylerini iyice tasvir eder. Ama iş bununla kalmaz, çünkü bir başka
açıdan da yazar, bu tasvirlere dayanarak memleketin sosyal ve ekonomi durumlarını
ustaca anlatır. Söz konusu olan romanın ilk sahnesine baktığımızda şu şekilde tasvir
edildiğini görürüz: “Uşak Kasabası yakınlarında Tacım köyü. Tacım köyü çetesinden
artakalan beş atlı, gecenin karanlığında sessizce yol alıyorlardı. En önde Molla
Mahmut vardı. Kimseye görünmemek için kıra sürmüştü, yol iz yoktu. Dere tepe
gidiyordu. Öbürleri arkadan onu koğuşturuyorlardı. Hep heyacanlıydılar, iki yana,
geriye bakıp duruyorlardı.”… “Dönüp geriye baktı. Serçe deresini çıkmışlardı. Deve
boynunu aşarken Yunan karargâhının ışıklarını gördü. Parlak ışıklardı. Ovanın
yüzünde küçük bir kasaba gibiydi uzaktan. Işıklar birbirine karışıyordu.” (s.5)
Yazar, Tacım köylülerinin ruhî durumlarını mekânla bütünleştirmeye çalışır:
“Meşeli ardıçlı bir bayıra sardılar. Küçük boy ağaçlar, geceleyin ayağa kalkmış insan
gibi görünüyorlardı. Kimine sürünerek, kimini dolanarak geçtiler. Bir ıssızdı her yer.
Ses soluk yoktu. Atların yeri döğen sesleri duyuluyordu yalnız.
Çatal kayayı sollayıp geçtiler. Kendi köylerinin toprakları geride kalmıştı.
Burada orman iyice sıklaşıyordu. Komşu köyün toprağı idi ama bildik yerlerdi. Sık
sık odun kesmeye, öküz götürmeye gelirlerdi. Kim bilir nice ayak izleri vardı
buralarda. Şimdi sessizce geçip gidiyorlardı işte.
— Bir daha gelir miyiz, kim bilir? dedi Kâzım içinden.
Gözleri sızlıyordu. Bir de boğazı kurumuştu sıkıntıdan. Şuralarda bir su
olsaydı, eğilip kana kana içseydi. Fakat yoktu. Karacalar’a kadar su
107 Mürşit Balabanlılar, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, Türk İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,2003, s.416
256
bulamıyacaklardı. İleriye geriye bakındı. El yordamı ile heybeden bir topak ekmek
kopardı, çiğnemeye başladı. Bir yandan atı tekmikliyordu.
İniş gidiş gidiyorlardı. Atlar güçlük çekiyordu. Yola inseler iyi olacaktı.”
(s.7–8)
Tacım köylüleri, orduya katılmak amacıyla Afyon’a yola çıkarlar. Yazar,
burada Tacım köylülerinin yolculuklarını adım adım takip eder: “Tekrar sürdüler. Bu
sefer daha yakın gidiyorlardı. Atlar bir keçi yolunu izleyerek peş peşe ilerliyordu.
Birbirlerinin karaltısını görüyorlardı. Gittikçe seyrekleşen ağaçların arasından
çıktılar. Taşlı bir düzlüğü ortalayıp geçtiler. Atların ayağı taşlara çarpıyordu.” (s.8–
9), “Anız tarlalara girdiler.” (s.9), “Çift tekerli tarla yoluna girdi.” (s.9), “Karacalar
köyü sağda, derenin içinde kalmıştı.” (s.9), “Çakıllı dereyi geçtiler. Sonra yokuşa
sardılar. Belli belirsiz bir köy yolu vardı. Karanlıkta güç fark ediliyordu. Dağ
köylerine gidiyordu herhalde.” (s.9), “İki yandaki tepeler ağaçlıktı. Boş tarlalar vardı.
Tarlaların ortasında tek tük meşeler, ardıçlar kapkara görünüyordu. Yol dar bir
vadiye girdi.” (s.10), “Tepenin dibinde çoban pınarı var.” (s.11)
Tacım köylüleri, yolda bir ihtiyarla karşılşırlar. İhtiyar onlara Afyon’a giden
yolu şu şekilde tarif eder: “Şuradan doğruca Hoca köyüne çıkacaksınız yeğen. Bu yol
oraya götürür sizi. Hoca köyünde kalmayın. Vurun geçin. Bu akşam Sincanlı’yı
tutun. Sincanlı’da kalırsınız. Yarın da Afyon’a ulaşırsınız. Dağlık yer emme en kısa
yoldur.” (s.18)
Onlar, ihtiyarın tarif ettiği gibi yolu tutarlar. Hocalar köyünün önünden
geçerler: “Camili minareli bir köydü. Sokaklarda kimse görünmüyordu.” (s.18)
Sonra Sincanlı köyüne gelirler: “Derenin içinde büyücek bir köydü. Evlerin çatıları
kararmış tahtalardan yapılmıştı. Eğri büğrü sokaklardan geçtiler. Görenler hep
korkuyla, merakla bakıyordu. Peşpeşe dört atlı, akıllarına kim bilir neler getiriyordu.
Kimisi duvarın arkasına dolanıyor, kimisi içeri girip kapıyı örtüyordu. Herkesin
yüzünde bir yılgınlık vardı. Üstleri başları perişan, yoksul insanlardı. Tahta minareli
camiye yakın bir evin önünde durdular.” (s.22) Tacımlı atlıları, Sincanlı köyünün
odasında geceyi geçirirler. Köyün odası şu şekilde tasvir edilir: “Karanlık bir odaydı.
257
Çıra ışığı yaktılar. Yerde çullar seriliydi.” (s.23) Sincanlı köylüleri, misafirlere
yatakları getirip köyün odasında sererler. (s.25)
Nihayet Afyon’a gelirler. Afyon romanda şu şekilde karşımıza çıkar: “Afyon
şehrinin ana caddesi Arnavut kaldırımı döşeliydi. Atların ayakları acımasın diye arka
arkaya düşüp kıyıdan sürdüler. Molla Mahmut sora sora zahire pazarını buldu.”
(s.28), “Atlara binip sürdüler. Sokaklar tenhaydı. Afyon büyük bir köye benziyordu.
Erkenden kararmıştı ortalık. Geride büyük dağlar dimdik yükseliyordu. İnsanı
ürpertecek kadar heybetliydi dağlar.” (s.29), “Afyon’un sokaklarından geçtiler.
Dükkânların kepenkleri yeni açılıyordu. Tek tük gelip gidenler vardı. Bir fırının
önünden geçtiler.” (s.37)
Tacım köylüleri, Afyona ilk geldiklerinde zahireci Yakup Efendi dükkânını
bulmak için zahire pazarına giderler. Yazar, burada eliyle bir kamera tutmuşcasına
mekânı ustaca tasvir eder: “Dükkânların tahta kepenkleri birer ikişer kapanıyordu.
Akşam namazından sonra sokaklarda kimse kalmazdı. Yakup Efendi dükkânını
buldular. Paslı bir tenekeye eski yazıyla «Zahireci Yakup» yazılmıştı.”… “Zahireci
Yakup Efendi keçi postuna bağdaş kurup oturmuş, önündeki sehpanın üstünde bir
takım hesaplar yapıyordu. Eski akamları alt atlaya yazmıştı. Kapıdan başını uzatan
yabancıyı gördü.” (s.28) Dükkânın bir köşesinde buğday yığılı olduğunu, öbür tarafta
dolu çuvalların bulunduğunu öğreniriz. (s.28)
Tacım atlıları, orduya katılmaya Afyon’a yakın birliklere giderler. Burada
yazar, küçücük bir unsur bırakmadan rastlanan bütün mekânları uzunca tasvir eder.
İlk olarak Tacımlılar, denetimden geçerler. Orada gönüllü askerler, bölüklere ayrılır.
Bunun için Tacımlılar, Yakup Efendi ile birlikte denetimden geçmek için şehirden
çıkarlar. Tozlu bir yolu geçtikten sonra tek katlı kerpiç yapıları görürler. Burasının
çok kalabalık olduğunu öğreniriz. Denetimden geçtikten sonra süvari birliğine
gönderilirler. (s.38–39) Anlatıcı, Tacımlıların denetimde gördükleri yeri şu şekilde
tasvir eder: “İki yana bakıyorlardı. İleride yeni bir bina yapılıyordu. Kerpiç duvarlar
yükselmişti. Askerler çamur karıyordu. Bir kağnıdan kavak ağaçları indiriliyordu”
(s.39)
258
Tacımlılar, süvari alayına giderler. Süvari alayı, yazarın kamerasından şu
şekilde karşımıza çıkar: “köye yaklaşmışlardı. Arka tarafta süvari alayının yapıları,
çadırları görünüyordu. Atlı askerler eğitimdeydiler. Düzgün sıralar halinde o tarafa
bu tarafa at sürüyorlardı. Arkalarında bir toz bulutu kalıyordu. Bazı birlikler sıraya
geçmişler, karşılarında at üstünde konuşan subayı dinliyorlardı. Atlar başlarını
sallayıp duruyordu.” (s.47), “Yeni yapılmış kerpiç binaların önünden geçtiler. Karşı
tarafta sıra sıra çadırlar kurulmuştu. Her yerde askerler vardı. Gidenler gelenler, ot
balyaları taşıyanlar. Atlara nal çakanlar…
Arka tarafta ahırlar vardı. Acele yapılmış tek katlı uzun yapılardı. Taze at
gübresi kokusu ta buradan duyuluyordu.” (s.47–48) Yeni yapılmakta olan bu
binaların pencerelerinde camın bulunmadığını öğreniriz. (s.106)
Yüzbaşı, Tacımlıların kâğıtlarını inceledikten sonra alayın mutfağına gider.
Onlar ise, duvarın gölgesine yan yana oturarak beklerler. Sonra atlarını alarak ahırın
önüne çekerler. Gölgedeki kazıklara bağlayıp torba takarlar. Bu sırada alayın, saman
binalarının bulunduğunu öğreniriz. (s.48–51) Tacımlılar, yüzbaşının odasına
giderlerken, mutfağın önünden geçerler: “Mutfağın önünden geçtiler. Açıkta koca
kazanlar kaynıyordu. Yemek kokuları ortalığı doldurmuştu.” (s.54) Yüzbaşının
odasına gidilen üç dört basamaklı bir merdivenin bulunduğunu öğreniriz. (s.54)
Binbaşı Kadri Beyin odası da yazarın kamerasından kaçamaz. Odanın tabanı
topraktır. Odada bir pencere, bir tahta masa ve birkaç sandalyenin de bulunduğunu
öğreniriz. (s.57–65)
Molla Mahmut bir görevde teğmen ve birkaç askerle birlikte Akşehir’e
giderler. Alaydan hareket ederek istasyona giderler. Oradan Akşehir’e giden bir yük
trenini binerler: “Kara vagonlardan birisine atladılar. Oturacak kanepe yoktu. Yere
oturup bacaklarını uzattılar. Molla Mahmut kapı aralığından dışarı bakıyor.” (s.110)
Akşehir’e geldiklerinde vakit geceyarısıdır. Bunun için istasyonun bekleme
salonunda uyurlar: “Bekleme salonu denilen yere girdiler. Kapısı kırık, soğuk bir
odaydı. Uyuma olanağı yoktu. Yüzbaşiyle teğmen Galip kaputlarına sarınıp duvar
dibine yan yana uzandılar. Çantayı başlarının altına koydular.” (s.111) Sonra hep
259
birlikte Akşehir pazarına giderler. Oradan alayın bazı ihtiyaçlarını temin ederler:
“Göreceklerini gördüler. Paralarını dağıttılar. Arpa çuvalları, koşumlar, postallar
çarıklar at arabalarına doldurulup istasyona gönderildi.” (s.115)
Molla Mahmut, Akşehir’de bulunan ailesine ziyaret etmek için şehre gider.
Sorarak Acısu mahallesini bulur, ama ailesine ulaşamaz. (s.116) Bundan sonra
ailesinin oturduğu yeri bulur: “Tek katlı, basık evin kapısını çaldılar.” (s.117–118)
Çocuklarını gören Molla Mahmut, eşinin çalıştığı terzihaneye gider. Terzihane, okula
benzeyen tek katlı büyük bir binadır. İçerisi, dikiş makinelerin sesleri yüzünden
uğultuludur. Bina birçok odadan oluşmaktadır. Odalardan birine girip eşi Hacer’i
bulur. (s.119)
Molla Mahmut, subay ve askerlerle birlikte yine trenle Afyon’a döner.
Yüzbaşı, garip şeyleri duyunca treni Afyon istasyonuna girmeden önce durdurur.
Molla Mahmut olup biteni öğrenmek için İstasyona gönderilir. Oraya giden Molla
Mahmut, telegraf odasına girip birkaç askerden düşmanın Kütahya tarafında taaruza
geçtiğini öğrenir. Alayın, Afyon’u bırakıp dükamın karşısına Kütahya tarafına gittiği
anlaşılır. Bunun üzerine Yüzbaşı, Akşehir’den alay için getirdiklerini Zahireci Yakup
Efendi’ye verip askerlerle birlikte alaya kavuşmak için gider. (s.124–129)
Afyon’dan gelen Yüzbaşı ve askerler, Eskişehir’in yolunda adı verilmeyen bir
köyde alayla buluşurlar. Burada yazar, mekânın unsurlarını gösterir, ama bambaşka
bir açıdan gösterir. Burada söz konusu, Türklerin Kurtuluş Savaşında nasıl zor
durumda oldukları anlatılır: “Gece her bölük bir köyde kalacak. Köyleri fazla
rahatsız etmek yok. Atları birer ikişer köy ahırlarına çekersiniz. Erler köy odalarında
camilerde kalır. Evlerden birer ikişer torba saman alırsınız. Fazla almak yok.” (s.130)
Bundan sonra Yüzbaşı, bir haritayı açarak taburların hareket edecekleri yerleri
gösterir: “Birinci tabur yarın Seyitgazi bölgesine varacak. Oraya işaret koy. Siz de
Kırka çevresine yaklaşın. Biz hemen gerinizde olacağız. Halktan bilgi toplayın.
Tedbirli olun. Özellikle karşı taraftan gelenleri konuşturun.” (s.130)
Bu sıralarda Yunanlılar Tacım köyüne giderler. Köyün aşağı mahallesinin
evlerini boşaltıp camiye de asker doldururlar. (s.143)
260
Yazar, romanda Sakarya Meydan Muharebesi’ni şu şekilde tasvir eder: “Bir
gün kuşluk zamanı çatışma başladı. Yunanlılar siperlerimizi önce top ateşine tuttular.
Bol cephaneleri vardı. Onun için rastgele atıyorlardı. Kimisi tarlalara düşüyordu,
kimisi mevzilere rastlıyordu. Türk topçuları daha gerilere çekilmişti. Asıl savaşın
Sakarya kıyısında108 yapılacağı, bu kesimde düşmanın oyalanması gerektiği
emredilmişti. Geceleri geri çekiliyor, gündüzleri ateşe karşılık veriliyordu.
Üçüncü gün Emirdağı yolu boyunca mevzilendiler. Geriden mermi
gönderilmişti. Hamidiye köyü yakınlarında şiddetli bir savaş yapıldı. Yunanlılar Türk
birliklerinin zayıf olduğunu sanarak çıplak ovanın yüzünde sereserpe ilerlemeye
kalkıştı. Tepeden yoğun ateşi yeyince şaşırdılar. Çok kayıp verdiler. Geri çekilmek
zorunda kaldılar. Geceleyin güneyden yeni birlikler getirildiler. Ertesi gün o birlikler
de fazla bir şey yapamadı. Çünkü Türk piyadeleri uygun bir arazi kesimine
yerleşmişti. Orada birkaç gün dayandılar. Süvariler geriden, yandan sık sık akınlar
yapıp desteklediler. Sonra Kaymaz köyüne doğru geri çekildiler.
Güneyden, doğudan, çeşitli bölgelerden bütün Türk birlikleri Sakarya
boylarına yığınak yapıyordu.” (s.264–265)
Yunanlılar, İzmir’e doğru çekilir. Bu sıralarda Türk ordularına, Akdeniz’e
ilerlemenin emri verilir: “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!109 emrini
almışlardı. İzmir’e doğru büyük kovalama başlamıştı. Yol boylarında ne acı
görüntülerle karşılaşıyorlardı? Köyler yanıyordu.”… “Bir caminin duvarına kömürle
«gene geleceğiz» yazılmıştı.”… “Köylüler yolun kıyısına çıkmışlardı. Paçavralar
içindeydiler. Askerlere su uzatıyorlardı. Kimisi ağlıyordu.” (s.358)
108 Sakarya Meydan Muharebesi: Yunanlılar İnönü muharebelerinden yılmamışlardı. Bütün güçlerinitoplayarak büyük bir taarruza hazırlandılar. 10 Temmuz’da başlayan harekât onlar için başarılıbaşladı. Türk ordusu Eskişehir ve Kütahya’da yenilerek geri çekilmeye başladı. Yunanlılar Eskişehir,Kütahya ve Afyon’u ele geçirdiler. Mustafa Kemal ordunun Sakarya gerisine çekilmesini uygungördü, çünkü Yunan ordusu çok daha güçlüydü. Ordu 25 Temmuz’da Sakarya’nın doğusunda yerinialdı. 22 gün, 22 gece süren bir savaşın sonunda (13 Eylül 1921) Yunanlılar pes ettiler ve çekildiler.Sina Akşin, a.g.e., s. 99.101109 17 Ağustos’ta Gazi gizlice Ankara’dan ayrıldı. Akşehir’deki Batı cephesi karargâhına gitti. 24Ağustos’ta karagâh Şuhut’a taşındı. 26 Ağustos sabahı taaruz başladı. Her taraftan kuşatılan, geriatılan Yunan kuvvetleri, 30 Ağustos günü Dumlupınar’da Başkumandanlık Meydan Muharebesi’ndaimha edici darbeyi yediler. Bozgun halinde kaçan Yunan kuvvetlerinin toplanmasına olanakvermemek için Atatürk üç koldan ve hızla İzmir’e ilerleme komutunu verdi: “Ordular, ilk hedefinizAkdeniz’dir. İleri!”. a.g.e. s. 104
261
Türk ordusu, İzmir’e doğru ilerlerken, düşman kuvvetleriyle Manisa dağında
bir çatışmaya girişir. Yazar, çatışmayı anlatır: “Manisa dağının eteklerinde düşmanla
şiddetli bir çatışmaya giriştiler. Yunanlılar İzmir’den kaçan kuvvetlerine zaman
kazandırmak için oyalama savaşı veriyorlardı. Epey çoktular. Karşılıklı ateş akşam
hava kararıncaya kadar sürdü. İlerde Manisa yanıyordu. Dumanlar direk gibi göğe
yükselmişti. Güzelim üzüm bağları yağma edilmiş, kırılıp dökülmüştü. Her yer
perişandı. Gece Manisa’ya girdiler. Alevlerin ışığında çoluk çocuk hep sokaklara
dökülmüştü. Askerlerimizi sevinç gözyaşlarıyla karşılıyorlardı.” (s.362)
Romanın son sahnesi ise, Yunanlıların İzmir’den çıkışı ve Tacımlıların kendi
köylerine dönüş sahnesidir. Yazar, İzmir’i şu şekilde gösterir: “İzmir kaynayan bir
kazandı. Kimi mahalleler yanıyor, kimi mahallelerde insanlar sevinç çığlıkları
atıyordu.
Yaşlı bir kadın sırada yürüyen askerlerin önüne çıktı, birini kucakladı, onu
bıraktı öbürünü kucakladı.
— Oğlum, oğullarım… Ayaklarınızın altını öpeyim, diye bağırıyordu.
Mahmut kendini tutamayıp hıçkırdı. Ömründe bu kadar heyecanlanmamıştı.
Caddelerden geçerken üzerlerine çiçekler atılıyordu. «Yaşasın Türk ordusu!» diye
bağırıyorlardı. İki yanda kırmızı bayraklar sallanıyordu.
Limanda gemiler vardı ama çok uzağa çekilmişlerdi. Rumların bir kısmı
evlerini mağazalarını bırakıp kaçmışlardı. Kimisi Türklere kalmasın diye kendi evini,
dükkânını yakmıştı. Kaçamayanlar kıyılara köşelere saklanmışlardı. Büyük bir korku
içindeydiler.
Askerlerin bir kısmı yangını söndürmeye gönderildi. Güvenliği sağlamak için
sokaklara devriyeler çıkarıldı. Rumlara iyi davranılması, çatışmaya girilmemesi
emredildi. Siviller arasında gine çatışmalar oluyordu. Karışıklıklar birkaç gün sürdü.
Kimin ne yaptığı belli değildi.” (s.363) Molla Mahmut ile Haceli terhis olurlar.
Kendi köylerine dönerler. Yazar onların dönüşlerini gösterirken, zihinlerde zafer
sevincini canlandırarak mekânı şu şekilde işler: “Büyük caddeyi geçtiler. Yanık yıkık
262
evler başladı. Sokaklarda hâlâ molozlar yığılıydı. Her yer perişandı. Ama insanlar
neşeliydi. Çalışmaya başlamışlardı. Kimisi evini onarıyordu, kimisi arabalarla bir
şeyler getiriyordu.”… “Kestirmeden yokuşa yukarı sürdüler. Uzaktan İzmir
görünüyordu. Mavi deniz, kıyıda beyaz yapılar, daha içerde yangın yerleri…” (s.368)
5- Cumhuriyet Dönemi
Kırım (Türk’ün Dramı) romanı Kırım Türklerinin gördükleri korkunç katliam
ve savaşları anlatır. Olaylar Kırım merkezinde olan Akmescit, Rusya ve Sibirya’da
cereyan eder. Yazar, mekânların tasvirlerine pek ehemmiyet vermez. Aslında yazar,
Rusların Kırım’da yaptıkları soykırım ve amansızca katliamları göstermeye
çalışırken, olayların sadece mekânlarının unsurlarına yer vermiştir. Böylece romanda
karşımıza çıkan mekânların tasvirleri, genellikle tefarruatsızdır.
Romanın ilk sahnesi, Akmescit hastanesinde ortaya çıkar. Rus askerleri,
hastaneye gelirler, Akmescit’e doğru ilerleyen Alman kuvvetlerinin yakında
geleceklerini söylerler. Bunun üzerine Ruslar, hastaları Almanlara bırakmak
istemezler. Böylece Ruslar, hastaları hastaneden Sivastopol hastanesine nakletmeye
gelirler. Ama aslında onları öldürmek isterler. Bu sırada hastanenin kirli, yataklarının
temiz olmadığını öğreniriz. (s.4–5)
Bu sırada pencereden hastaneye giren Alparslan, bir Rus yüzbaşıyı öldürerek
kaçar. Ama diğer hastalar Ruslar tarafından yakılacaklarını öğrenir. Hastalar trene
götürüldükten sonra trene bindirilip yola çıkarlar. Bu sıralarda gaz dolu üç kamyon
trene doğru gönderilir. Alparslan kamyonlardan birisini yakar. Diğer iki kamyon ise
yangından uzaklaşır. (s.10–14)
Yangın sırasında kaçmaya çalışan Alparslan, eski bir sokağa girer. Orada bir
evin penceresinden içeriye girdikten sonra evin öbür sokağa bakan kapısından
çıkarak uzaklaşır. (s.13)
Yazar, Kırım Türklerinin yaşadıkları dramı mekânla birleştirir: “Güneş
doğduğunda pişman olmuştu da. Kırım’a nurunu saçmak istemiyordu sanki…” (s.20)
263
Alparslan, Rus askerinin elbiselerini giyinerek Sivastopol hastanesine gidip
hastaları kurtarmaya çalışır. Bunun üzerine Alparslan, Sivastopol’a giden arabaya
biner. Uzun yolculuktan sonra yolun ortasında mola verilir. Nihayet Sivastopol’a
ulaşan Alparslan, diğer arkadaşlarıyla bir evde toplanır. Burada yazar, Sivastopol’un,
Akmescit gibi sessiz bir şehir olduğunu söyler. (s.38–41) Alparslan ve arkadaşları bir
kamyona binerek hastanede bekleyen hastaları kurtarmaya gider. Hastanenin zindana
benzeyen bir odasına giren Alparslan arkadaşları, oradaki mahkûmları da kurtarırlar:
“Albay Şolohow, subay ve askerler hastanenin altındaki bir hücreye girdiler. Burası
tam bir zindanı andırıyordu. İçerisi nemli ve karanlık idi, mahkûmları içinde kadın da
vardı.” (s.43)
Almanlar, Kırım’a doğru ilerlemeye başlar. Ruslar ise, Kırım’ı terk ederek
Rusya’a çekilir. “Alman orduları motorize birlikleri Abrat ve Orkapı şehirlerinden
Kırım’a doğru yayılıyordu. Kırım halkı Alman ordusuna tek kurşun atmak şöyle
dursun, çoşkun selâm ve sevgi dolu tezahürat yapıyordu.” (s.50) Almanlar,
Akmescit’i aldıktan sonra şehir içinde bir gösteriyi yaparlar: “Hep birlikte sokağa
çıktılar. Alman motorize birlikleri gösteri yaparak, el sallıyor ve halka hediyeler
dağıtıyordu. Halk çevreyi sarmış tempo tutuyordu.” (s.53)
Yazar, Kırım’ın merkezi olan Akmescit’i tasvir ederken, şehrin durumunu
mekânla şu şekilde bütünleştirir: “Yerlere kar yağmış, her yer beyaza bürünmüştü.
Güneş battıktan sonra, Akmesvit yine zulmete boğulmuş, evlerde yanan tek tük
lambalar şehre bambaşka bir canlılık veriyordu. Mehtep kara bulutların arkasında
tesirsiz hale gelmişti.” (s.53)
Akmescit’te tutuklanan casusun yerine Moskova’ya giden Alparslan, ilk
olarak Alman karargâhından ayrılarak Rus cephesine geçer. Bir Rus karargâhına
vardığında durdurulur. Sonra ertesi gün Stalingrad şehrine gelir. Çok beklemeden
trenle Moskova’ya gider. (s.70–73)
Alparslan Moskova’daki NKVD binasına girer. Koridoru geçince komiserin
odasına gider. Odada Stalin’in bir portresinin ve bir heykelinin bulunduğunu
öğreniriz. Komiser Alparslan’i dinlerken, ahizeyi yerine koyar. Alparslan
264
konuşmasını bitirince odadan ayrılarak koridoru geçer. Koridorda çöp sepetinden
Tamara’nın mektubunu alıp NKVD binasından çıkar. Otele doğru gider. (s.74–79)
Alparslan insanlarla dolu olan Moskova’nın istasyonuna gidip oradan bileti
aldıktan sonra trene biner. Tren savaş bölgesine gittiği için boştur. Bu arada
Alparslan tek başına bir kanepeye oturur. Tren uzun bir yolculuktan sonra Stalingrad
şehrine girer. Alparslan şehri dolaşırken, NKVD elemanları tarafından yakalanır.
NKVD elemanları, Alparslan’ı Stalingrad’daki NKVD binasına götürürler. Alparslan
orada bir soruşturmaya geçirir. Sonra serbest bırakıldıktan sonra Alman cephesine
geçer. (s.80–86)
Ruslar, Kırım’a hücuma geçerler. Kızılordu ve Alaman ordusu Kırım
üzerinde çarpışıyor. Çarpışmalar da Akmescit’a kadar yayılır. (s.95) Yazar,
Akmescit’teki çarpışmaları şu şekilde tasvir eder: “Kızılordu ve Alman ordusu
Akmescit yakınlarında, bazen içlerinde çatışıyordu. Atılan toplarla, savrulan güllerle,
el bombalarıyla ve kurşun sesleriyle Akmescit bir hayalet şehrine dönmüştü. Bunca
gürültüye insanların çırpınışları da katılınca ana-baba gününe dönüyordu
Akmescit…” (s.96), “Akmescit korkunç bir savaşa sahne oluyordu. Uçak, tank,
makineli ve gülle sesleri… Vurulanların, hastaların ve yaralıların feryadı arşa
dayanıyordu…” (s.97)
Nihayet Alman ordusu Kırım’ı terk eder, onun yerini kızılordusu alır.110 Bu
sıralarda Ruslar, Kırım Türklerini imha etmeye çalışırlar. Binalar, evler, camileri
yerle bir ederler. Kırım’dan kaçan Türkleri bile öldürürler. (s.97–103)
Romanın son sahnesi ise, Kırım Türklerinin Sibirya’ya tehciridir: “Sürgün
edilmek için akmescit sokaklarında gezen askerler, vardıkları evlerden Türkleri
alarak kamyona, oradan istasyona götürüyordu.” (s.106) Burada yazar, Kırım ve
110 1943 Kasım ayı geldiğinde Sovyet ordusu Kırım’ın anahtarı olan Prekop’a doğru hızla ilerliyordu.Kızıl Ordu 1944Nisan’ında Kırım’a girdi ve Mayıs ayında Almanlar Kırım yarımadasından tamamençıkarıldılar. Kızıl Ordu’nun Kırım’da bulunduğu ilk hafta boyunca, Sovyet subayları Türkler üzerineterör estirdiler. Almanlarla işbirliği yapmak suçundan her iki Kırım Türkü’nden biri idam edildi.Birçok Türk köyünün bütün nüfusu (kadın, erkek, çocuk) mahkeme edilmeden idam edildi.Hüsamettin Aslan, a.g. dergi, s.7
265
Sibirya olmak üzere iki mekân arasında bir mukayese yapar: “Kırım’a Ruslar,
Ukraynalılar, Ermeniler gibi milletler yerleştiriliyor… Türkler ise bu güzel vatandan
sürgün ediliyor… O yeşil yarımadada Türkler yaşamıyor.”, “Sibirya fırtınaları
altında Kırım Türkleri inim inim inliyor… Kimi kızıl zindanlarda, kimi çalışma
kamplarında, kimi kolhozlarda ve kimi ölüm hücrelerinde çile dolduruyor.” (s.113)
Görüldüğü gibi romanlarda mekânla insan arasında bir ilişki kurulmaya
çalışılmıştır. Öncelikle genel bir şekilde yaklaştık ve romandaki olayların geçtiği
mekânı bütünlük içerisinde gösterdik. Burada bizim için önemli olan mekânın tarihî
atmosferi verip veremediği idi. Bunda her yazarın aynı ölçüde başarılı olduğunu
söyleyemeyiz. Fakat genellikle yazarlar olay-kişi-zaman-mekân ilişkisine dikkat
etmeye çalışmışlardır. Şimdi bu mekânları daha ayrıntıya inerek mahiyetlerini
belirlemek istiyoruz.
I. Tabiî Coğrafya
Tabiî cağrafya; çöl, deniz, dağ, tepe, ova gibi dünyada yer alan çoğrafyanın
bir parçasıdır. İncelenen romanlarda tabiî çoğrafyanın yerini tespit etmeye
çalışacağız. Bildiğimiz gibi göç hayatında tabiî çoğrafya önemli bir yer tutar. Göç
eden insanlar, bir dağdan ovaya veya ovadan diğerine giderler. Bir örnek olarak tabiî
çoğrayfa, Türklerin göç hayatını gösteren Osmancık romanına damgasını vurur.
Burada dağlık, akarsu, ova, çöl ve adayı kapsayan tabiî çoğrafyanın
romanlarda yerini ve dağılımını ele alacağız.
a. Dağlık
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Toros dağlarının adı geçer. Aksungur ile
Halit Ağa, Bağdat’a giderlerken, kendilerinin Toros dağlarını tırmandıklarını
öğreniriz. Aksungur, şu şekilde dağları tasvir eder: “Torosları tırmanıyorduk. Bu
dağlarda bambaşka bir hava vardı. İlkbahar mevsiminin bahar kokuları, dağ
havasıyla içimize büyük bir huzur veriyordu. Yerdeki otlar, tatlı yeşil renkleriyle göz
dinlendiriyordu.
266
Hava kararırken, kocaman bir ağaç altında gecelemeye karar verdik. Altar’la
İlteber atlarımızı alarak başka bir ağaç altına çektiler.” (s.49) Dağın çiçeklerinin
keskin ve tatlı kokularının olduğunu öğreniriz. (s.71) Aksungur, dağın güzelliğini
prensesin güzelliğiyle birleştirir: “Dağ çiçekleri, uyanan toprak ve değişik arazi
şekilleri, kuşlar velhasıl bütün güzelliği ile kırlar ve Prenses…
Söze ben başladım:
- Sabahlarınız hayır olsun Prenses!
- Sizin de aksungur Bahadır!
Yanına yaklaştım. İkimiz de konuşmadan aşağıya bakmaya başladık. Aşağısı
sisler içinde idi. Yer yer sisleri delmiş tepeler koyu renkli gözüküyorlardı. Bazı
kısımlarda da sisler eriyip kayboluyorlardı. Ciğerleri hazla şişiren serin ve temiz dağ
havası, insana yaşama zevki veriyordu.” (s.73)
Selâhaddin Eyyûbî romanında Akka Kalesinin muhasarası esnasında Sultan
Selâhaddin, kalede bir miktar asker bırakıp ordunun çoğunu kendisinin yanına alarak
Harruba Dağ’ına çekilir. Oradan çıkarak Haçlılara karşı hücumları yapar, sonra dağa
döner. (s.163) Ama yazar, dağla ilgili ayrıntılı bilgileri vermez.
Yıldırım Bayezid romanında Timur ordusuyla Sivas kalesine ilerlerken,
kaleye giden yola girer. Orası dağlık bir bölgedir. Sivas kumandanları ise dağ
geçidinin her iki tarafını tutarlar: “Asırlık çam ve ladin ağaçlarının altında kayalıklar
arasında, yosun kokusunu içerek, Allah’a duâ edip, Moğolların yolunu kesmiş
olmanın rahatlığı içinde kalan cihangirler düşmanı kollamakla meşguldür.
Bu kayalardan neden faydalanmak olmasındı? Kumandanlar böyle
düşündüler. Yiğitler, taşları taş üstüne koyup, parçalayarak yanlarında topladılar. Bir
taraftan Timurlenk’in askerlerine ok fırlatılacak, öbür yandan da bu kaya parçaları
üstlerine yuvarlanacak, böylelikle Sivas’a düşmanın girmesi önlenecekti.” (s.139)
Dağlı (Dargo) romanındaki olayların büyük bir kısmı Dağıstan’da cereyan
ettiği için romanda dağlıklar önemli bir yer tutar. Romanda ilk mekân dağdır. Ama
267
bu dağın ismi veya onunla ilgili bir tasvir verilmez. Rus askerleri, Şamil’in bu dağın
başlarında bulunduğunu tahmin ederek korkarlar. (s.6–13)
Karasu romanında Mustafa Ağa, Onnik’in peşinde gider. Bu sıralarda
Onnik’in Mürid Dağı’na gizlendiğini bilen Mustafa ağa, yanına dağları iyice bilen
kişileri alıp Mürid Dağı’na gider. Yazar, dağda takip sahnesini şu şekilde tasvir eder:
“Dağlar mağaralar denetim altına alınmıştı. Gözcülerin çıkardığı dumanlar,
haberleşmede etkili oluyordu. Sonunda Onnik’in Mürid Dağı’ndaki yerini
saptamakta güçlük çekmemişlerdi. Gökyüzü bulutluydu. Yarım ay ışığı altında
dağlar bir hoş olmuştu. Onnik’in bulunduğu mağaradan güçsüz bir ışık sızıyordu.
İçerden ise yalvaran kadın sesleri geliyordu. Onnik dağların yalnızlığını ırz
düşmanlığında gidereceğini sanıyordu.” (s.48–49) Onnik’in adamlarının bir bölümü,
mağarayı korurken, ikinci bölüm ise gerilerde mevzilenerek bir baskın durumunda,
yardıma hazırdır. (s.49) Mustafa ağa adamları ile Onnik’in adamları arasında Mürid
Dağı’nda çatışma başlar. Bu sıralarda Onnik, yanına kaçırdığı kadınları alarak
Mehtap Dağı’na aşarak kaçar. (s.49–50)
Vatan Dediler romanında Tacım köylüleri, Hoca köyünün önünden geçerler.
Yol oradan itibaren dağlıktır. Yazar, yolu şu şekilde tasvir eder: “Vurup geçtiler
köyün önünden kuzey doğuya doğru yol alıyorlardı. Dağlık bir bölgeydi. Yol gittikçe
bozuldu. Yokuşlarda inişlerde atlar zorluk çekiyordu. İki yanda kayalık dağlar vardı.
Herkes kendi içine gömülmüştü. Hiç konuşmadan, birbirlerini koğuşturarak yol
alıyorlardı.” (s.19)
Türk askerleri savaşırken, Kırgız Dağının gerisine çekilme emrini alırlar.
Askerler çekilme emrini duyunca, üzülürler. Ama yüzbaşı askerlere emri açıklar:
“Çekilmek yenilmek demek değildir. Uygun bir yere çekileceğiz ve iyi bir tokat
atacağız. Düşman ne kadar ilerlerse o kadar zayıflar.” (s.264) Askerler de Kırgız
dağının eteklerinde mevziye girerler.
Çaldağı da çatışmalarda karşımıza çıkar. Türk askerleri, Çaldağı’nin
eteklerinde yine mevziye girerler. Çaldağı’nin yanında bir köyün bulunduğunu
268
öğreniriz. (s.293) Askerlerin de sıcak güneşli günlerde Çardağı’nin gölgesinde
oturduklarını öğreniriz. (s.309)
b. Akarsular
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Dicle Nehri söz konusudur. Aksungur ve
arkadaşlarının Bağdat’a geldiklerinde Dicle Nehrinin güzelliğinin karşısında hayran
kalırlar: “Dicle Nehri; ilerlerde, gümüş bir şerit gibi uzanıyordu. Nehrin kenarında
hurma ağaçları ve palmiyeler; Cenab-ı Hakk’ın, çöldeki mucizesinin işaretleri gibi
sıralanmışlardı.” (s.92) Onlar da nehrin kıyısında bir hana giderler. Sonra atlarını
nehrin sularından suladıktan sonra kendileri de nehre girerek yıkanırlar. (s.92)
Aksungur ve arkadaşları Kahire’ye gittikten sonra Nil Nehrini görürler.
Aksungur, Nil nehrinin Mısır için çok önemli olduğunu, Kahire, Nil Nehri yüzünden
cennet gibi gözüktüğünü söyler. (s.108) Aksungur ve Karabay, Kahire’den Prenses
Süreyya’nın yardımıyla da Nil nehrinde duran beyaz yelkenleri bir gemiyle kaçarlar.
(s.173)
Selâhaddin Eyyûbî romanında Nil Nehri’nden söz edilir. Yazar-anlatıcı, hem
Nil Nehrinin güzelliğini, hem de Selâhaddin Eyyûbî’nin savaşta ustalığını anlatır:
“Baharın güzel günleriydi o günler. Nil, palmiyelerin arasından boz bulanık
akıyordu. Suları hayli azalmıştı. Etrafını dolaşmaktansa, askeri tulumlara bindirip
karşı kıyıya geçirmek düştü aklına. Amcası Şirkuh’a açtı meseleyi. Muhalefetiyle
karşılaştı, ama bir deneme ruhsatı kopardı. İşte koyuldu. Ve tek can kaybı olmadan
Nil’in karşı kıyısına ulaştırdı orduyu. Kumandanlar hayretten dona kaldılar. Askerler
Selâhaddin Eyyûbî adını efsaneleştirdiler.” (s.37)
Binatlı romanında olaylar Tuna Nehri civarında cereyan eder. Yazar, Tuna
nehrini olaylarla birleştirmeye çalışır. Romanın başında Tuna nehrinin suyu, bulanık
olarak karşımıza çıkar. Burada yazar, esir Müslümanların yaşadıkları dramı Tuna
suyuna yansıtır. (s.5) Romanın sonunda ise, Tuna nehrinin suyunun, şiir gibi aktığı
tasvir edilir. Burada da Tuna nehrinin suyu, Niğbolu zaferine kutlacasına meydana
getirilir. (s.70)
269
İlk Hançer romanında Sefa Giray Han’ın, Moskova’dan Kazan’a doğru
dönerken ordusuyla Oka nehrini geçtiğini öğreniriz. (s.43)
Hilâl görününce romanında Kırım’ın tabiat güzelliği önemli bir yer tutar.
Akarsular, bu tabiat güzelliğinin başında gelir. Yazar, Kırım’ın nehirleriyle ilgili bize
şu genel bakışı verir: “Yukarıda bozkır, baştan başa güz yeşilini kuşanmıştı. Salgır,
Alma, Çorgona, Belbek, Kaçı, Bulganak suları köpüre köpüre akıyorlardı.” (s.155)
Romanda Kırım’ın nehirlerinden olan Salgır ve Alma nehirleri de karşımıza
çıkar. Salgır Nehrinin kıyısına gelen Arslan Bey, öfkesinden sıyrılarak kendine gelir:
“Arslan Bey Salgır Nehri kıyısına varınca atından indi. Yola çıktığında iyice
sinirliydi. Ama şimdi Salgır Nehrinin serin suları onu kendine getirmişti. Suyu
yüzüne vurduktan sonra kalktı, yumruklarını sıkarak “Çelik gibi olmalıyım.” diye
söyledi. “O gergedanı yenmeliyim. Yeneceğim de… Çünkü Arslan Beyin yenilmesi
demek, şu suyun kuruması demektir.” (s.190)
Alma Nehri ise, yukarıda sözü edilen Salgır Nehrinin oynadığı aynı rolü
oynar. Alma Nehrine gelen Giray ve Bahtalı Bey, suyu görür görmez kendilerine
gelerek rahatlanırlar: “Alma kıyılarına varıncaya kadar hiç konuşmadan at sürdüler.
Gazibeyli köyünün yakınlarına gelince atlarından indiler. Su kıyısında mola verdiler.
Ortalıkta, akıp giden Alma suyunun sesinden başka ses yoktu. Su bütün kirleri, bütün
acıları temizler gibiydi. Kendi halinde akıp gidiyordu. Pırıl pırıl duruyordu.” (s.162)
Yazar, Alma Nehrinin güzelliğinden uzun uzun bahseder. Nizam Dede’ye
göre Alma Nehri, Kırım’ın tarihini temsil eder, yıllar değişik olay, mecara ve
sıkıntıların karşsında durmadan akar. (s.253) Yazar, da bu nehrin oluşturduğu
manzarayı tasvir eder: “Alma Nehri, parıltılı gümüş bir kemere benziyor, dolana
dolana akıyorduç” (s.252–253), “Alma Suyu köpüre köpüre akıyor, bazı yerlerde
çalıların gölgesinde bürünüyor, birden kristal bir ayna gibi parlayıp ortaya
çıkıyordu.” (s.35)
270
Bahçesaray’daki Çürüksu, içilmez olarak karşımıza çıkar. (s.41) “Çürüksu
ağır ağır akıyor, güneşin uzandığı çayırlarda, boylanmış otlar arasında gelincikler
kıpırdıyordu. Sabahın bıraktığı çiğ otların üzerinden henüz silinmemişti.” (s.324)
İsyan eşiği romanında Malatya’da Derme Suyu’ndan söz edilir: “Nisan-
Mayıs dışında, on ay duru akar Deme Suyu, Nisan-Mayıs aylarında, vadi
yamaçlarından seller kalkar. Bazı yıllar, uzak dağlardan gelen seller, vadi
tabanındaki bahçeleri basar, bağları harap eder, kırmızı toprak akar Derme Suyu.”
(s.50–51)
Yine aynı romanda bir başka akarsu da söz konusudur. Yazar, köydeki Banazı
Çayı’nı dikkatle tasvir eder: “Banazı Çayı; toprak renginde, yer yer de coşkun
akmada. Kopup geldiği tepelerden, köprüye dek uzayan alanlarda, bitki türü adına ne
varsa hepsi karışmış suya. Kenger tohumundan çınar dalına dek. Köpükleşerek
çevrilen girdaplarda, belki binlerce boğulmuş böcek dönmekte. Belki dipte bir
hayvan sürüklenmekte. Suyun yüzünde dal parçaları akıyor. Arada, kökünden
sökülmüş ağaçlar sürükleniyor.
Ağaçların gövdesinde dağılan dalgalar, uysalca suya dönüp yeniden
hızlanıyor. Sıçrayan damlalar; dallarda, yapraklarda kızıl lekeler bırakıyor. Çay
boyunca, iki yanlı sıralanmış ağaçların dalları, suyun sarsışına uygun bir ahenkle
ırgalanıyor. Dibi oyulan ağaçlar, şiddetli titreşmekte. Yıkıldı, yıkılacak. Kıyı
girintilerinde, kesik uzantılar köpükler, bir beyaz dantel görünümü veriyor. Gökyüzü
açık mavi. Yapraklar filiz yeşili. Çay toprak kırmızısı.” (s.94–95)
Romanda Fırat nehri de sahnelerden biridir. Romanın sonunda Hasan, Fırat
kıyısında öldürülür. Yazar, bu sahnede Fırat nehrini tasvir etmeden sahneyi
bırakmaz: “Tümseğin az ilerisinden başlayan ılgın ağaçlarının bir kısmı, suların
içinde kalmıştı. Fırat; geniş bir alana yayılmış, bütün kumsalı sarmıştı. Kırmızı
çamur renginde akıyordu.” (s.253)
Karasu romanındaki vak’aların, Fırat ırmağının civarlarında cereyan ettiği
için Fırat ırmağı geniş bir yer tutar. Yazar, “Fırat kuzeyine” (s.81), “Fırat
271
kuzeyindeki Ermeni köyleri” (s.100) gibi yerleri belirtmek için Fırat ırmağını
kullanır. Fırat ırmağının, her yerde geçit vermediğini öğreniriz. (s.72) Yazar, Fırat
sularını olaylarla birkaç yerde birleştirir. Fırat ırmağı yanında komitecilerin
yaptıkları katliamın yüzünden Fırat suları, duru ve bulanık olarak görünür. (s.83)
Aynı şekilde komiteciler Anadolu topraklarından çıktıktan sonra Fırat’ın suları
“Irmak artık kan kokmuyor. Duru ırmakta bir mutluluk akıp gidiyor.” (s.130) diye
verilir.
Görüldüğü gibi Türklerin yüzyıllar boyunca kurdukları devletler geniş bir
coğrafyaya yayılır. Burada Türkiye-Irak’taki Dicle Nehri, Mısır’daki Nil Nehri ve
Kırım’da bulunan Salgır ve Alma Nehirleri, bu geniş coğrafyanın uzanması ve
dağılımını gösterir.
c. Ovalık
İsyan eşiği romanında Onbaşı Yusuf, Malatya Ovasından geçerek kendi
köyüne döner. Anlatıcı, bu sırada Malatya Ovasını sanki elinde kamera varmış gibi
tasvir eder: “Serin alacakaranlığa, baharın kokusu yapışmış gibiydi. Baharda karlar
gerileyip de dağlara çekilince; bembeyaz dağların ortasında kocaman, geniş, yamuk
bir tepsidir Malatya Ovası. Dağ başlarının beyazlığı bitmeden, ovaya bir başka
beyazlık yürür.” (s.48)
Vatan Dediler romanında Tacım köylüleri, Afyon’a orduya katılmak
amacıyla giderler. (s.25) Yazar, Afyon Ovasını şu şekilde tasvir eder: “Geniş, çıplak
bir ovaydı. İki yanda bataklıklar, sazlıklar görünüyordu. Köylüler hâlâ harmanlarda
çalışıyorlardı. Buralarda harmanlar yeni kalkıyordu. Yogun öküzler, tüyü dökülmüş
mandalar kağnıları çekiyorlardı.”… “İlerde Afyon’un kayalık dağları görünmüştü.
Dimdik fırlıyorlardı yukarı. Ovanın yüzünde yer yer toz bulutları görünüyordu.
Otlaktan dönen hayvan sürüleri yolların tozunu havaya kaldırıyordu. Şehrin kıyısında
asker çadırları vardı.” (s.27)
Türk askerleri, İnönü Savaşı kazanılmadan önce ovayı gözetlemeye giderler:
“Atlara binip sürdüler. Tepeleri çabukça aşıp dereleri koğuşturuyorlardı. Atlar var
272
güçleriyle koşuyordu. Engebeli bir araziydi. Savaş gürültüleri gittikçe
yakınlaşıyordu. Haceli geriden Mahmut’u koğuşturuyor, ikide bir sağa sola
bakıyordu.”… “Sürülmüş bir tarlayı ortalayıp geçtiler. Toprak çamurdu, atlar
batıyordu. Tarlanın bitiminde bir at ölüsüne rastladılar.”… “Atları dereye yukarı
sürdüler. Ardıçlı bir tepeydi.” (s.186), “Derin tepeye girdiler. Az bir su akıyordu.
Çalılık taşlık bir dereydi.” (s.187)
d. Çöller (Sahralar)
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur ve arkadaşları Bağdat’tan
Kahire’ye giderler. Onların, çölü geçtiklerini, çölde çok sayıda sıkıntıları çektiklerini
öğreniriz. (s.108) Ama geçtikleri çölle ilgili tasvirler yoktur.
Aksungur, kız kardeşini kaçırdıktan sonra arkadaşlarıyla birlikte Kahire’den
kaçar. Onlar çöldeyken, Hasan Sabbah’ın adamları tarafından sarılırlar. Aksungur,
kız kardeşini Halit Ağa ile gönderir, kendisi ve diğer arkadaşları ise askerlerle kanlı
bir çarpışmaya başlarlar. O sıralarda çölün hafif dalgalandığını öğreniriz. Aksungur,
oldukları çölün kum tepeciklerinin bulunduğunu söyler. (s.148)
Selâhaddin Eyyûbî romanında Tih Çölü söz konusudur. Romanın
olaylarından Selâhaddin Eyyûbî’nin, Tih Çölünü iki defa geçtiğini öğreniriz. (s.20,
36) Selâhaddin Eyyûbî, askerleriyle Askalan Kalesinden çıktıktan sonra Mısır’a
gitmek üzere Tih çölüne girer. Tih Çölünde çeşitli zorlukları çeken Selâhaddin
Eyyûbi, şiddetli bir fırtınayla karşılaşır: “Yürekleri ürperten fırtına çıkmıştı. Çöl
pençelerini açmış, parmaklarını yolcuların gırtlağına geçirmek üzere hazırlanmıştı.
Bundan sonrası çok zordu. Korkunç bir muharebe verilecekti. Daima kazanmaya
alışık çölün dize gelmesi, Allah’ın inâyetiyle mümkündü. Ve Sultan Selâhaddin
Eyyûbî, hep dua ediyordu.” (s.22)
Tih Çölü, sıradan değil, ama korkunç bir çöl olarak tasvir edilir: “Mezara
girer gibi girmişti Tih Sahrasına.” (s.21), “çölün öfkesi” (s.22), “amansız çölü”
(s.21), “kum deryası” (s.23)… gibi tasvir edilen Tih Sahrasının aşması kolay bir şey
değildir: “Tih Sahrası alışıktı insan yenmeye; kervanlar, ordular yutmaya. Kendisini
273
kolay çiğnetmezdi. Âdeta diklenir, ordulara mukavemet ederdi. Yolcularla çöl
arasında zorlu mu zorlu bir muharebe başlardı. Çöl kazanırdı çoğunluk; kazandıktan
sonra çömelir, sakinleşir, yaptığından utanmışçasına büzülürdü. Ve deli rüzgâr
durulur, ince kum taneleri hafiften savrularak cesetlerin üstüne örtülürdü.” (s.21)
Fırtına esnasında çölü geçmek, ölüm demektir: “Rüzgâr azıtmıştı. İnce kumlar
helezoni kıvrımlarla semaya dikiliyordu.” (s.21), “Rüzgâr dolu dizgin koptu. Kum
denizi kalktı kabardı. Hecin develeri aksi aksi bağırdılar.” (s.23), “Sessiz çöl
canlanmıştı. Nefes nefes soluyor, bazen yaralı aslanların hırıltısına benzer sesler
geliyordu. İyice sinmişlerdi. Durum iç açıcı değildi.” (s.24), “Kum denizi bin türlü
güçlüklerle aştılar.” (s.36)
IV. Murad -2- romanında Sultan IV. Murad, ordusuyla çöl tarafından Bağdat
kalesini kuşatır. Kaledediler, birdenbire de çöl tarafından yoğun top ateşiyle
karşılaşınca şaşırırlar. (s.302–303)
e. Adalar
Kaçırılan Prenses romanında Şeytanlar diye çetenin karargâhı Bizans’taki
Kızılada’dır. Orada bir manastırda buluşurlar. Dimitri Korbos, kaçırılmış prensesin,
adanın arka tarafında demirlemiş bir yelkenlide olduğunu söyler. Sunguroğlu ile
İbrahim oryaya derhal giderler. Kızı kurtarırlar. (s.146)
Gemide İsyan romanında Sunguroğlu’nun, Rodos’a gitmek için bindiği gemi
denizde batar. Denize karışan bir direk sayesinde kurtarabilen Sunguroğlu, kaptan
Guidi’i tutarak bir adaya yüzer. Geldikleri adanın kumsalının kırmızı olduğunu
öğreniriz. Sunguroğlu, adaya ulaştıktan sonra kırk adım kadar gidip sonra bayılır.
(75–77) İhtiyar balıkçı Herzel, kumsal üstünde uzaktan iki lekeyi görür. Onları evine
götürür. (s.84–85) İhtiyar balıkçı Herzel, Sunguroğlu’ya adayı şu şekilde tarif eder:
“Bir köy, bir sahil köyü; üstelik de ada… Kolay kolay gemi uğramaz buraya. Yani
emniyettesiniz. İmparator bile sizi bulamaz.” (s.87)
Gemide İsyan romanında Rodos adası söz konusudur. Sunguroğlu,
gemicilerin yardımıyla Padima’yı ele geçirdikten sonra arkadaşlarını kurtarmak için
274
Rodos’a gider. Yazar, sahneyi şu şekilde tasvir eder: “Sabahın erken saatlerinde
Padima, Rodos’un gözden uzak bir koyuna demir attı. Sahilden hemen sonra orman
başlıyor ve adanın içlerine doğru uzanıyordu. Rodos’u çok iyi tanıyan kaptan Guidi,
limana girmenin tehlikeli olacağını söylemişti. Liman görevlileri Padima’nın
bugünlerde gelmesi gerektiğini mutlaka biliyorlardı. Limana girer girmez gemiye
çıkmak isteyeceklerdi.
“Ya yine isterlerse?” diye sormuştu Sunguroğlu endişeyle…
“Kırmızı bayrak asacağız. Bu, gemide bulaşıcı hastalık var demektır. Kimse
gelmeye cesaret edemez.”
Kırmızı bayrağı çekip Heston’u da bağladıktan sonra karaya çıktılar. Heston
çok mızmızlandı, ama güvenemezlerdi. Don Piyer’in adamlarına haber
vermeyeceğinden emin olamazlardı. Ormana bir hayli yürüdüler. Kaptan Guidi
nerede bulunduklarını hesaplamıştı. “Yolumuz uzunca” dedi. “Bir köye filân
rastlayacağımızı umuyorum. İki at satın alabilirsek yaşadık, öğleye varmaz şehirde
oluruz.”
Şansları yaver gidiyordu. Kuşluk vakti bir köye rastladılar. Kaptan Guidi iki
at satın aldı. Dörtnala mahmuzladılar. Ve öğle vakti Rodos’un en büyük liman
şehrine vardılar. Sokakların kalabalığı şaşırtıcıydı. İnsan sel gibi akıyordu. Gürültü
ise dayanılmaz hâle gelmişti.” (s.137–138)
Sunguroğlu, Rodos’u iyice bilen Guidi’nin yardımıyla bütün olup biteni bilir.
İbrahim ile Köse diğer esirler ile Şenlik gününde satılacaklar. (s.140) Bu sırada
Guidi, İslamiyet’e girip adını Ömer’e değiştirir. (s.147)
Beyaz Kale romanında yazar İstanbul’da veba yayıldıktan sonra bir kürekçi
ile anlaşarak Heybeliada’ya kaçar. Yol, altı saat sürer. Yazar adada kimsesiz bir Rum
balıkçının evinde oturur. (s.96–97) Evin arka bahçesi vardır. Bir gün yazar bahçede
uzanırken, Hoca’yı görür. (s.99) Sabahları balıkçıyla birlikte denize gider.
Akşamüstü döner. Adada yazar gibi vebadan kaçan çok sayıda Hıristiyan’ın
bulunduğunu öğreniriz. Adada bir manastır da bulunur. Yazar, manastırın bağına
275
girip asmaların altında tatlı tatlı uyur. Bir de incir ağacın altında oturarak İstanbul’a
bakar. (s.96–97)
II. Yerleşilen, Barınılan veya Bir İhtiyaç İçin Yapılan Mekânlar
1. Açık Mekânlar
a. Kaleler (Hisarlar)
Selâhaddin Eyyûbî romanında olayların önemli bir kısmı, kaleler içinde
cereyan eder. Bunun üzerine romanda birçok kalelere rastlarız. Romanda ilk
gösterilen kale, Askalan Kalesidir. Zaten roman, Selâhaddin’in askerleriyle Askalan
Kalesinde kuşatılırken başlar. (s.13) Selâhaddin, kumandanlarıyla kalenin büyük bir
odasında toplantı yapar. Kalenin birçok borçları olduğunu öğreniriz. Askalan Kalesi,
küçük bir kale olarak önümüze çıkar. (s.13–15) Bir sulh teklifinin üzerine
Selâhaddin, Haçlılara kaleyi bırakır. (s.16–17) Yazar, kaleyi tasvir eden başka bir
unsur vermez.
Selâhaddin Eyyûbî’nin, Halep seferine çıktıktan sonra birkaç kaleyi zapt
ettiğini öğreniriz. Anlatıcı sadece onların adlarını verir: “Bir başka sabah vurdu Reha
Kalesi’ni, ardından Hıns’ı…
Sonra Keyf, Rakka, Nusaybin, Ayıntap, Diyarıbekr, Hadım… Ve Halep…”
(s.93)
Yazarın, üzerinde durduğu ikinci kale ise, Akka Kalesidir. Gui dö Lusignan,
Kudüs’ü Selâhaddin Eyyûbî’ye teslim ettikten sonra şehirden çıkar, birden bire
aklına Akka Kalesine gider. Ona göre Akka Kalesi, diğer bütün kalelerden daha
zayıftır. Bunun için kalenin işgali, epey zor bir iş değildir. Orada ordugâh olarak
kullandığı yerin etrafına derin hendekler kazmaya başlatarak kaleyi muhasara eder.
Sultan Selâhaddin ise bunu daha önce beklediği için çoktan askerleri ile birlikte
kalenin içerisindedir. (s.153–156) Haçlılar, kaleyi sararlar, zaman zaman hücum
ederler. Kalenin savunmasının, iki yıl sürdüğünü öğreniriz. (s.163)
276
Osmancık romanında birkaç kale karşımıza çıkar. Osman Gazi’nin fethettiği
yerlerdir bunlar. Romanda rastladığımız ilk kale, Kulacahisar’dır. Osman Gazi,
Kulacahisar’ı fethetmek ister. Bunu bilen kalenin tekfürü Aya Nikola, kalede bütün
adamlarını toplar. (s.173) Osman Gazi, yoldaşlarıyla Kulacahisar’a Pazar gününde
gider. O gün Köprücük’te Pazar kurulduğu gündür. Kalenin kapıları açıktır. Osman
Gazi, planladığı gibi kendisi birkaç atlı ile kalenin kapısına yaklaşır. Diğer atlılar ise,
ırmağın öte yakasında tepenin yan eteğinde saldırıya hazır olarak beklerler. Kaledeki
savaşçılar, Osman Gazi’nin birkaç atlı ile geldiğini görünce kaleyi terk ederek
Osman Gazi’ya saldırmaya koşarlar. Osman Gazi de ırmağı geçer. Orada çarpışma
başlar. Bu sırada saldırıya hazır diğer atlılar ise, kaleye girip kalenin kumandanını ele
geçirir. (s.175–176) Kale ile ilgili tasvirler yoktur.
Osman Gazi, fethedeceği kaleler arasında bir değerlendirme yaptıktan sonra
Aydos kalesini şu sebeplerle seçer: “Osman beğ, önce; yani İkizce’den sonra,
İnebolu demişti: İnebolu kalesini düşürmek hırsıyla sarsılmıştı. Ama, Harlak dönüşü,
yavaş yavaş bu hırsı dizginledi, yatıştırdı, uyuttu. Artık yöreyi ve yörenin önemi
bakımından hisarları değerlendirebiliyordu; yörenin, kale dışı köyleriyle, kaleleriyle
Türkler’e ve özellikle Kayı’ya tutum ve davranışlarını öğrenmişti. Ölçtü, biçti;
Aydos’u seçti. Aydos’un düşürülşmesi çok şey kazandıracaktı; buna karar verdi.”
(s.233)
Osman Gazi’nin ilk yaptığı şey, Aydos kalesini kuşatmaktır. Diğer taraftan da
diğer erleri ile Aydos’a gelen yolları tutar. Bir gün kalenin koruyucuları, çıktıklar
burçlarından Osman Gazi’nin çadırlarını görürler. Çok geçmeden Osman Gazi’nin
elçisi Abdullah, elçi olarak gelir. Abdullah, kalenin tekfürü Nikeforos ile konuşur.
Halka zarar vermeden kalenin teslimi ister. Nikeforos, Abdullah’ı kaleden aşağıya
attırarak öldürür. Osman Gazi ise, bu durum üzerine öç almaya ısrar eder. (s.233–
234) Osman Gazi, kaleyi iyice muhasara eder: Kuşatmanın ikinci gününde
Karacahisar tekfürü Aleksius’un gönderdiği kuvvetlerin yarıdan çoğu kılıçtan
geçirilir. Ama bütün bunlara rağmen kaleye hiçbir türlü girilemez. Anlatıcı kaleyi
tasvir ederek bunun sebebini şu şekilde anlatır: “Ama hisarın hendekleri genişti;
kapıları koçbaşlarına dayanıyordu. Osman beğ, ok yağmuruna karşı kullandığı tahta
277
siperler altında, serdengeçtileri ile ne kadar zorladıysa da içeri giremedi.” (s.237)
Bunun yanında da Aydos savaşçıları, gerilmiş yayları, doldurulmuş sapanları ve
kızdırılmış yağ kazanları ile kalenin burçlarında beklerler. (s.237) Bu sıralarda
kaleden çıkan ve Rahman’a âşık olan Rum kızı Evdoksiya, Rahman’a şimdi
gitmesini söyler: “Sen yarın değil, ondan bir sonraki gece, ay yükselmeden gel.
Yanında inandığın sekiz, on erle gel; gün batısındaki burcun altında ol, ki hisarı ben
size vereyim.” (s.238–239) Rahman, Evdoksiya’nın ayarladığı mekâna gelip
arkadaşlarıyla birlikte kaleye girebilir. Yazar, durumu ve Rahman’ın kaleye girişi şu
şekilde tasvir eder: “Ay, sağdaki tepenin üstünden baş veriyordu; kıpkırmızı ve belli
belirsiz duman tüten bir kor parçası gibiydi. Rahman burcun altına geldikleri zaman,
puhu kuşunu taklit etti. O zaman, ayaklarının yanına küçük bir taş düştü. Arkasından
da, ucuna demir bağlanmış bir urgan atıldı. Burçta ince yapılı bir gölge belirmişti.
İpe önce Gazi Rahman asıldı; yokladı onu. Ve sağlam tutturulduğunu anlayınca
hızla, bir ömürcek gibi tırmandı. O, daha duvara atlarken, erlerden biri de bir hayli
yükselmişti.” (s.240–241) Çok geçmeden Gazi Rahman’ın aşağıdaki yoldaşları
burçta olurlar. Ama kapının yanındaki girintilerden iki nöbetçi gelir. Gazi Rahman’ın
arkadaşlarından beş kişi nöbetçilere saldırırken, diğerler yoldaşlar ise, kalenin
kapısının demir vurmalarını kaldırıp kilidi parçalarlar. Bu sıralarda kalenin boruları
çalınır. Yüzlerce atlı ve savaşçı de gelir. Ama kalenin dışında bekleyen Osman Gazi
çokten kaleye girmiş olur. Çarpışma ağır bir şekilde sürer. (s.241) Çarpışmalar, her
yere yayılır. Kalenin kilise meydanındaki ve surlarındaki çarpışamalar sona
yaklaşıldığını gösterir. (s.242–243) Nihayette çarpışmada Nikeforos, kaleden aşağıya
attırılır ve kale düşer. (s.246)
Bilecik, Yarhisar ve İnegöl tekfürleri, Osman Gazi’yi ortadan kaldırmak
isterler. Bunun için de kendilerini hazırlamaya başlarlar. Ama bütün bunların
farkında olan ve durumu inceden inceye izleyen Osman Gazi, yoldaşlarıyla İnegöl
kalesine gider. “Osman beğ, aralarında Konur Alp ile Orhan da bulunan elli
savaşçıyı, yaya olarak kale kapısına gönderdi. Kendisi, geri kalanlarla birlikte, kaleye
üç ok atımı güneydeki yamaçların eteğinde, ağaçların arasına girdi. Onlar, atlarının
üzerinde bekleyecek, Konur Alp kurt sesiyle işaret verince de ılgar edeceklerdi.
278
Konur Alp ile adamları, haleyi çeviren hendekte, ana kapının altında,
köprünün açılacağı yerde gizlendiler.” (s.297) Bundan sonra Bursa’ya giden
pazarcıların çıkması için kalenin kapısı açılır ve köprü indirilir. Bu sırada Konur Alp
adamlarıyla köprünün sağından ve solundan hendeği tırmanmaya başlarlar. Kapıya
gelen Konur Alp, yamaçtaki bekleyenlere işaret verir. Böylece kaleye girilir. Kısa bir
süre içinde İnegöl kalesi, Kayı’nın olur. (s.298)
Son kale ise İznik kalesidir. İznik kalesi, “sağlamdır ve iyi korunmaktadır.”
(s.331) olarak karşımıza çıkar. Bu sebeple Osman Gazi, kaleyi hücumla
düşüremeyeceğini anlar. Osman Gazi, İznik güneyindeki yamaca gider. Orada ‘Kara
Tegin’ diye bir kaleyi yaptırır. Kara Teğin kalesi, İznik’in yolunu kesmek için ve
kalenin girişini çıkışını tutmak amacıyla yaptırılır. Buna dayanamayan İznik tekfürü,
kaleyi teslim eder. (s.331–332)
Kara Şövalye romanında iki kale söz konusudur. Birincisi İzmit kalesidir.
Sunguroğlu ve İbrahim, İzmit’e geç bir vakitte gelirler. Kalenin kapıları kapalı
olduğu için sabaha kadar beklerler. (s.62) Üç arkadaşlar, ertesi gün kaleye giderler:
“Etraf aydınlanmıştır. İzmit kalesi, güneşin ilk ışıkları altında yıkanıyordu.” (s.69)
Kalenin surlarına yaklaşırlar, sonra kaleye girerler. (s.75–76)
Zikredilen ikinci kale ise Koyulhisar Kalesidir. İzmit Beyi Prens Kalo Yani,
tehlike zamanlarında muhkem ve sağlam olan Koyulhisar Kalesine sığınmak
amacıyla gider. (s.78) Kale ile ilgili tasvir verilmez.
Baskın romanında İznik Kalesi söz konusudur. Bir çetenin mensupları,
kaleye ticaret amacıyla girerler. Nihayet kalenin beyini hapsederek kaleyi ellerine
geçirirler. Kaleye yaklaşan Sunguroğlu ve arkadaşları, ok yağmuruya uğrarlar. Ertesi
sabah kaleden çıkan çiftçilerin arasına girerler. Bu şekilde gün sonunda kaleye
girebilirler. Sunguroğlu ve arkadaşları, çiftçilerle kalenin surlarlarına yaklaştıklarında
kalenin kapısında iki nöbetçiyi bulurlar. Zindandan kurtarılan İznik askerleri yine
kalenin burçlarına gidererk nöbet alırlar. (s.89–100)
279
Çalınan Hazine romanındaki vak’aların bir kısmı İznik kalesinde cereyan
eder. Şövalye Metiyüs, Orhan Gazi’ye bir mektup göndermiş, bildiği önemli bilgiler
söyleyeceğini belirtmişti. Ama Bursa’ya kadar gidemeyeceği için İznik’i seçer.
Bunun üzerine İbrahim ile Köse, Metiyüs’le görüşmek amacıyla İznik’e gelirler.
İznik kalesinin kapısından geçerler. Kalenin birkaç kapısı bulunduğunu öğreniriz.
Kalenin kuzey kapısı, bir ormanın eteğinde bulunur. Saltuk Bey ise kalenin güneş
kapısındaki nöbetçilerle sohbet eder. (s.57–64)
Gemide İsyan romanında Çimpe kalesi, romanın başında karşımıza çıkar.
Köse, İbrahim’i çağırmak için Çimpe kalesine gider. Köse Yusuf, kalenin kapısından
geçer geçmez kalede fener alayları bulur. Bu sırada nöbetçi tarafından durdurulur.
Şehir beyinin kızının düğünü yüzünden kalenin bu tarafı kalabalık ve gürültülüdür.
Nöbetçi, Köse’ye uyumak isterse başka kapıya girmesini söyler. (s.6–7) Yazar, kale
ile ilgili tasvirler vermez.
Yıldırım Bayezid romanında dört kaleden söz edilir. Bunların birincisi,
Niğbolu kalesidir. Yıldırım Bayezid İstanbul’u kuşatırken, Haçlı ordusu, Niğbolu
kalesinin önünde fırsat kollamaya başlar. “Niğbolu kalesinin ardında Tuna nehri akıp
Karadeniz’e giderdi. Ordugâh ise kalenin batı tarafındaydı. Ordugâh ile Niğbolu
kalesi arasındaki yerde Fransızlar ihtiyat askerlerini toplamışlardı.” (s.89) Yıldırım
Bayezid, yıldırım hızıyla Niğbolu’ya gelir. Otağ-ı Hümayun’un, Niğbolu kalesinin
pek çok uzağında olduğunu öğreniriz. (s.90) Yıldırım Bayezid, kaledeki yiğitlerinin
durum ve ahvalini öğrenmek amacıyla kendisiyle kalenin burçlara bakarak kalenin
duvarının dibine kadar gider. (s.97) Kale ile ilgili tasvirler verilmez.
Van kalesinin adı da geçer. Timur, yüksek taş duvarlardan oluşan Van
kalesini muhasara eder. Van kalesi, yirmi güne kadar süren bir muhasaradan sonra
Timur’un eline düşer. (s.135)
Sözü edilen üçüncü kale, Sivas kalesidir. Timur, ordusuyla şehri almak
amacıyla kaleyi kuşatır: “İlk önce seçilen hedef Sivas kalesiydi. Bu kale müstahkem
mevki olarak göz önünde tutulamazdı. Ayrıca orada Yıldırım Bayezid’in şehzadeleri
kalıyorlardı.” (s.137) Türk askerleri, kalenin dışında bir manevra yapıp kalenin içine
280
girerler: “Kale kapısından giren süvari, kan ve ter içinde merdivenlerden hızlı
adımlarla sekerek yukarı çıkmıştı. Salona dahil olunca karşısında kumandanlarla
birlikte Süleyman Çelebi’yi ve Ertuğrul beği buldu.” (s.141) Kalenin üç tarafı büyük,
derin su hendekleriyle sarılır. Kalenin muhkem olduğunu öğreniriz. Günler gittikçe
kalenin muhasarası şiddetlenir. Muhasara yönü, batı yakasıdır. (s.146–147) Nihayet
kale, Timur’a teslim edilir. (s.152)
Romanda zikredilen son kale ise Mardin kalesidir. Timur, Sivas kalesini
aldıktan sonra Anadolu’ya doğru yürür. Onun hedefi, Merdin kalesidir. Yazar,
kalenin durumu şu şekilde anlatır: “Uzun bir çöl denizinin karşısında bir kayalık
bulunuyordu. Bu kayalar üstünde bir muhkem kale vardı ki, kumandanı Artukoğlu
taifesinden Tahir Beğ’di. Buraya hâkim olanlar Artukoğullarıydı.
Daha evvel yalçın kayalar üstünde bulunan kale, Timur tarafından zorlanmış
ve fakat içi zahire ile dolu olduğu için, Artukoğlu askeri bir türlü teslim bayrağını
çekmemişti.” (s.180) Timur, kaleyi muhasara eder. Güçlü kalenin burçlarından oklar
atılır. Bu durum karşısında Timur’un, kaleyi zapt edemeyeceğini anlayınca geri
döner. (s.181–184)
Binatlı romanında Haçlı ordusu Niğbolu Kalesini iki koldan muhasara eder.
(s.17) Sultan Yıldırım Bayezid ise, haberi duyar duymaz Niğbolu’yu kurtarmaya
gelir. (s.49) Kalenin kumandanı Doğan Bey, kaleyi teslim etmemek için elinden
geleni yapar. Bu sırada kaledekilere ümit vermek amacıyla Sultan Yıldırım Bayezid,
kalenin surlarına kadar yanaşır ve Doğan Bey’e dayanmalarını söyler. (s.59–63)
Topal Kasırga romanında söz konusu Sivas Kalesi’dir. Timur kaleyi kuşatır.
Malkoç Mustafa Bey kalenin durumunu şu şekilde anlatır: “Surlar sağlamdır;
cennetmekân ceddimiz Keykübad Alâüddin, kolay yıkılmayacak şekilde yaptırmış. O
kadar sağlamdır ki, Timur’un mancınıkları bile yıkamaz, yıkamadığını gördük.
Önceki gün kaç gülle gönderdiler, kaç yer isabet aldı, ama tek taş olsun zedelendi
mi?” (s.98)
281
İlk Hançer romanında kaleler önemli bir yer tutar. Olayların büyük bir kısmı
Kara Kale, Süya Kalesi, Kazan Kalesi olmak üzere üç kalede cereyan eder. Biyke
Hatun tahttan çekilmek zorunda kaldıktan sonra Kara Kaleye kendisiyle bağlı
kuvvetlerle gider. Çok geçmeden Ruslar kaleye basarlar, Biyke Hatun’u da esir
tutarlar. (s.64–65)
Süya Kalesi ise Ruslar tarafından yaptırılır. Süya’nın İdil nehrinin karıştığı
yerde bulunur. (s.49) İvan’ın amacı, bu kale vasıtasıyla Kazan’ın su yollarını
kapatmaktır. Süya kalesinin inşaatı 1552 yılında tamamlanır. (s.56)
Üçüncü kale ise Kazan Kalesidir. Süya kalesi tamamlandıktan sonra Ruslar,
Kazan kalesini muhasara ederler. Kalenin surlarını yüksek olduğunu biliriz.
Muhasara esnasında da Yüzbaşı Alp, kalenin batı burcundan Rus ordusunun
hareketini takip eder. (s.77–79 ) İlk olarak Ruslar her türlü kaleye giremezler, ama
toplar getirildikten sonra Kale toplara karşı dayanamaz. Eylülün ikinci gününde
kalenin kuzey burcu yıkılır. Sonra Ruslar kaleye girerler. (s.88–89)
IV. Murad -1- romanında görünen kaleler, Anadolu’da bulunur. Bunların
ilki, Antep kalesidir. Antep’e gönderilen Doğan Bey, Antep kalesine girer girmez
kadının evini arar. (s.49) Kale ile ilgili tasvirler verilmez.
İkinci kale ise, Bey Şehri’nin kalesidir. Deli İlâhi, kalenin duvarlarına kadar
gelir. Orada adamlarıyla birlikte bekleyerek bir elçiyi kalenin kumandanına gönderir.
Deli İlâhi, kale kumandanından kalenin kapılarını açmasını ister. Ama şehir kadısına
göre kalenin teslimi demek ölüm demektir. Buna göre Deli İlâhi, şehrin ileri
gelenleriyle görüşmek üzere kalenin ön kapısından girer. Onları öldürdükten sonra
kendisinin haykırışı, kalenin boş koridorlarında yanıklanır. (s.121–126)
Söz konusu üçüncü kale ise, Eskişehir kalesidir. Kör Ali, birdenbire kalenin
kapısının arkasında kendisini bekleyen demirci Ali’yi bulur. Orada dövüşürler.
(s.133)
IV. Murad -2- romanında görünen ilk kale, Kerkük kalesidir. Sultan IV.
Murad ordusuyla Bağdat’a giderken, Kerkük kalesine geçer. Kerkük Hakimi Didar
282
Han, haberi duyar duymaz kalenin burçlarına çıkıp durumları öğrenmeye çalışır.
(s.222) Didar Han, kendisinde Sultan Murad’ın karşısında duracak güç bulmaz.
Bunun üzerine kalenin tesliminden yanadır. Karşı tarafta Şahına hizmet etmek
isteyen Osmanlı, yüz savaşçı ile kalenin kapısından çıkar. Askerleriyle birlikte
hemen Padişah’ın eline düşer. Dindar Han ve diğer adamları ise kalenin arka
kapısından kaçmayı çalışırlar. Ertesi gün Sultan Murad, kaleye girer. (s.224–226)
Ortaya çıkan ikinci kale ise, Bağdat kalesidir. Osmanlı ordusu, kaleyi
kuşatmadan önce kalenin surlarının dibinde derin çukurlar kazılır. Çukurların üstüne
de tahta köprüleri bulunur. Çukurların iki boy derinliğinde olduğunu öğreniriz.
(s.289) Padişah, ordusuyla Bağdat kalesini yarımay şeklinde kuşatır. Bektaş Han,
kalenin kumandanlığını Halef Han’a bıraktığı için pişmandır. Bunun üzerine ikisi
birlikte kalenin içindeki Ak Kapı mevkiine giderler. Burçlardaki her mazgala birkaç
çıranın sokuşturulduğunu bulan Bektaş Han şaşırır. Bu şekilde gece vakti olduğuna
rağmen kale kolay bir hedef haline gelir. Bektaş Han, Halef Han’ın bir baskın
yapmasını ister. Bunun üzerine Halef Han askerleriyle birlikte Karanlık Kapı
mevkiine gidip bir baskın yapar. (s.302–307) Diğer taraftan Padişah, kumandanlarına
Ak Kapının köşe kulesini yerle bir etmelerini emreder. Sadrazam da kalenin genel
durumunu Padişah’a anlatır. Kale içinde derin çukurlar açılır. Kale düşerse bile bu
çukurları aşmakta büyük zorluk vardır. Ama bu hendekleri aşmanın bir tedbiri vardır.
Hurma liflerinden zembiller ördürüp içlerini toprakla doldurur. Hem de kale içinde
kırk bin civarında asker vardır. Ama Bektaş Han, teslimden taraftır. (s.312–315) Bu
sıralarda da Bağdat kalesine aşmak için Osmanlı ordusu tarafından yer altında
lağımlar kazılır. Bunu fark eden düşman, lağımı patlatır. Lağım içinde iki yüz şehit
düşer. (s.317) Nihayet 24 Aralık Cuma 1638’de Bektaş Han, kaleyi teslim eder. İç
kaleye de beyaz bayrak çekilir. (s.359)
Molla Doğan, Bağdat şehrinin içinde bir saldırıya uğrar. Halef Han’ın
kışkırttığı beş bin kişi, Osmanlıların üstüne saldırır. Ama padişah bunu bilir bilmez
Yeniçerilerin oraya gitmelerini emreder. Yeniçeriler akın akın şehre girerler. Halef
Han, bu dövüşü de kazanamayacağını kısa bir süre sonra anlayıp askerleriyle birlikte
Narikale adıyla anılan iç kaleye kapanır. Oradan Osmanlı askerlerine kurşun sıktırır,
283
ok gezletir, kaynar sular da döktürür. Padişah ise, onların hadlerinin bildirilmesini
emreder. (s.370)
Bağdat kalesinin fethi esnasında bir başka kaleye rastlarız. Söz konusu olan
Kuşlar kalesi, Şat Suyunun öte yakasında bulunur. Osmanlı ordusu, bu kaleyi
Bağdat’ın içini toplarla vurmak için kullanır. (s.313)
Beyaz Kale romanında romanın adıyla olan Beyaz Kale (Doppio Kalesi),
muhkem, esrarengiz ve çok güzel bir kale olarak önümüz çıkar. Yazar, Beyaz
Kale’yi şu şekilde işler: “Yüksekçe bir tepenin üzerindeydi, bayraklı kulelerine batan
güneşin belli belirsiz kızıllığı vurmuştu, ama beyazdı; bembeyaz ve güzel. Nedense,
insanın böyle güzel ve erişilmez bir şeyi ancak rüyasında görebileceğini düşündüm.
O rüyada, karanlık bir ormanın içinde kıvrılan bir yolda, tepedeki aydınlık, beyaz
yapıya yetişmek için telâşla koşarsınız; sanki orada, sizinde katılmak istediğiniz bir
eğlence, kaçırmak istemediğiniz bir mutluluk vardır, ama her an bitivereceğini
sandığınız yol bir türlü bitmez. Karanlık ormanla, yamacın etekleri arasındaki
düzlükte, sık sık taşan ırmağın yaptığı pis bir bataklık olduğunu, onu aşabilen
piyadelerin, topçu ateşinin desteğine rağmen, yamacı bir türlü geçemediklerini
öğrendiğimde, bizi buraya getiren yolu düşünüyordum ben. Sanki her şey, üzerinde
kuşların uçuştuğu beyaz kalenin, gittikçe kararan kayalık yamacın ve durgun ve
karanlık ormanın görüntüsü gibi kusursuzdu.” (s.160)
Dağlı romanında söz konusu olan iki kale bulunmaktadır. İlk kale Temirhan
Şüra kalesidir. Şeyh Şamil, kaleyi muhasara eder. Her zaferden sonra elde edilen Rus
topları, Rus karargâhını dövmeye başlar. (s.78) Rus askerleri, yıkılan kale bedenini
onarmaya çalışırlar. (s.79) Çavuş Mihalov, kaleye müdafaa için bir grup asker ve
kendi oğluyla birlikte kalenin dışına çıkarlar. (s.81–82) Oğlu öldükten sonra Şamil’e
gider, bu kalenin güney yanının zayıf olduğunu söyler. (s.88) Akşama doğru kale
yıkılmaya başlar. Artık tamir imkânı da yoktur. (s. 89)
İkinci kale ise Şeyh Şamil’in son karargâhı olan Gunib kalesidir. Ruslar
tarafında kuşatılır. Nihayette Şamil Ruslarla anlaşarak kaleyi teslim eder. (s.126)
Kale ile ilgili tasvirler de yoktur.
284
Ermeni Zulmü romanında Erzurum Rus işgaline uğrar. Bu sıralarda da
Erzurum içindeki kalelerin tahrip edildiğini öğreniriz. (s.17)
b. Meydanlar
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur, küçük yaştan itibaren silâh
kullanmayı öğrenir. O sıralarda ok atmayı öğrenmek için atış meydanına sık sık
gider. Atış meydanında ağaçlar bulunur. Öğrencilere bu ağaçların dallarında hedefler
asılır, öğrenciler de atışmaya başlarlar. (s.25)
Aksungur Kahire’deyken, düzenlenen silâhşörlerin yarışmasına katılır. Bu
yarışma bir meydanda yapılır: “Nihayet yarışma meydanına varabildik. Burası şehrin
dışında çok geniş bir yerdi.” (s.125) Meydan idarecisi, gelen yarışçıların isimlerini
okur, kenardaki atlı adamlar da bağırarak bu isimleri halka bildirirler. Meydan
idarecisi, yarışmanın başlayacağını bildirir. İlk yapılan yarışma, at binciliğidir.
Meydan idarecisi, yarışçılara bir adam gönderir. Bu adam, yarışçılara yol gösterir.
Sonra yarışçıları giriş kapısına girdiklerini öğreniriz. Ve yarışma başlar. Yarışma
meydan etrafında on turdan oluşmaktadır. Sonra ok atma yarışması da aynı
meydanda başlar. (s.126–129)
Yazarın, romanda yücelttiği meydan ise, Malazgirt savaş meydanıdır. Yazar,
ona “Şeref Meydanı” der. (s.203) Sultan Alp Arslan, savaş bittikten sonra Rum
cesetlerinin üst üste yığıldığı savaş meydanını gezer. (s.215)
Osmancık romanında Ertuğrul Gazi, Söğüd’de büyük mescidin önündeki
meydana gidip orada toplanan halka alınan kararları açıklar. (s.39)
Çalınan Hazine romanında Saltuk Alp, İznik’in bir meydanında şövalye
Metiyüs’ü kocaman çınarın yanında bulur. Meydanda bir havuzun bulunduğunu
öğreniriz. Saltuk Alp, havuzun mermer sütunlarını siper yapıp Metiyüs’ü takip eder.
(s.64, 70)
Gemide İsyan romanında Sunguroğlu, Rodos’a arkadaşlarını kurtarmak
amacıyla gider. Sunguroğlu, İbrahim ile Köse ve diğer esirlerin, Şenlik gününde
285
satılacaklarını bilir. Şenlik günü, esirlerin satışından önceki yapılan şenliğe denilir.
Şenlik ise, bir meydanda yapılır. Bu meydanda esirler dövüştürülür: “Hangisi
şampiyon olursa o en yüksek fiyata satılır. Diğerlerine de güçleri nisbetinde fiyat
biçilir. Bu arada ölen mölen de olur tabiî…” (s.140)
Yıldırım Bayezid romanında önümüze çıkan en belirgin meydan, Ankara
Meydan Savaşı111’dır. Yazar, meydanın düzenini şu şekilde işler: “İki taraf da
meydanda yerlerini almışlardı. Ankara meydan muharebesi başlamak üzere idi.
Yıldırım Bayezid’in harp nizamı şöyle idi:
Başkumandan olarak Padişah merkez’de bulunuyordu. Sağında, solunda
yirmi bin kadar kahraman askeri… Biraz önde, Sadrazam Ali Paşa, beraberinde
Timurtaş ve Murad paşalar…
Şehzadeler: İsa Beğ, Musa Beğ ve Mustafa Çelebi. Onları kollayan
Malkoçoğluydu. Mustafa Malkoç! Bütün hırsı ile düşmana yüklenmek gücüne sahip
olduğuna inanarak ön saflarda vuruşmak isteyen kahraman…
Sol cenah’ta, önde Şehzade Süleyman Çelebi… Ertuğrul Beğ bin kadar
çocuğun ve dört bine yakın askerin şehit edilmesiyle zangır zangır titreyerek, içini
dolduran iman ateşiyle vuruşmaya hazır kuvvetlerin başı…
Padişahın ardında sipahiler… Silâhtarlar… Bunların sağ başında: Kara
Tatarlar… Biraz ötede, yirmi bin kadar fedaisi olan Sırp cihangirleri…
En arkada ihtiyat kuvvetlerinin başında Şehzade Mehmet Çelebi… O da
kendi mıntıkasında olan timarlıkları alıp, Padişah babasına koşmuştu.” (s.220–221)
111 Ankara Meydan Savaşı: Yıldırım Bayezid I ile Timur arasında 1402’de Çubuk ovasında yapılansavaşa verilen ad. Avrupa topraklarında büyük fetihlerle gelişen Osmanlı devleti ile kısa sürede İran,Irak ve Hindistan’ın önemli bir kesimini ele geçiren Timur İmparatorluğu arasında, görünüşteYıldırım Bayezid’in, Timur’dan kaçan ve kendisine sığınan Tebriz hükümdarı Sultan Ahmet ileAzerbaycan hükümdarı Kara Yusuf’u Timur’a vermeyi reddetmesi nedeniyle patlak veren, aslındaysa,Doğu Anadolu’da egemenliği ele geçirme çekişmesinin sonucu olan savaş, Timur ordularınınAnadolu içlerine yürüyüp Sivas’ı almaları üstüne, Bayezid’in İstanbul kuşatmasını kaldırarak,Bursa’da birliklerini toplaması ve Ankara’ya doğru yürümesiyle başladı. “Ankara Meydan Savaşı”madde, Grolier İnternational Americana Encyclopedia, c.2
286
Binatlı romanında esir alınmış bine yakın Müslüman’ın Haçlılar tarafından
büyükçe bir meydanda öldürüleceğini öğreniriz. (s.52) Müslüman esirler, tepeden
tırnağa kadar zırhlı İngiliz askerlerini önünde bir meydana getirilirler. Üstelik
Müslüman esirleri, birbirine zincirlerle bağlıdır. Nihayette Müslüman esirleri, bu
meydanda amansızca öldürülürler. (s.55–57) Meydanla ilgili bir tasvir verilmez.
IV. Murad -1- romanında At Meydanı ortaya çıkar. Romanda At Meydanı
demek, yeniçeriler demektir. Yeniçerilerin merkezi ve karargâhı, At Meydanı’ndadır.
At Meydanı’nda ilk görünen sahne, korku vericidir: “Kapı ağası iç oğlanlar
tarafından katledilip At Meydanındaki ejder miline (Yılanlı sütun) ayaklarından
asıldı. Öylece durmakta.” (s.40) At Meydanı sabahlayın genel olarak kalabalıktır.
(s.41) Ama akşam olur olmaz durum farklıdır: “At Meydanında (Aksaray) yatsı
sonrasının tenhalığı vardır.” (s.168) Çünkü zorbalar orada bekleşirler. (s.235)
Sultan IV. Murad’ın yıllarca beklediği müjde At Meydanı’nda gerçekleşir.
Halk, zorbalardan kurtarmak amacıyla At Meydanı’na yürür. Zorbalar ise At
Meydanını boşaltmaya başlarlar. (s.245–247)
Kör Ali, Demirci Ali’yi öldürdükten sonra Eskişehir’deki şehir meydanına
gider. Halk ise, titreşerek onu takip eder. (s.135)
Patrona romanındaki mekânın zinciri, Beyazıd Maydanı’nda başlar. Yazar,
Patrona ve iki arkadaşı, Beyazıt’tayken üç güvercini benzetir: “Beyazıd Maydanı’nın
üstünde süzülmeğe başladılar. Biraz evvel saçaklardan yere birden adam boyu
yaklaşan bir dalış yapmışlar, sonra yükselmişler yükselmişler, şimdi de minarelerin
üstünden bakıyorlardı. Meydana gölge düşürmüşler ilk harekete gelişleriyle, ama
artık, durgun bir denizdeki balıklar gibi kayıyor, yüzüyor yüzüyorlardı. Kurşuni
renkleriyle siyaha dönüyordu nerdeyse. Hepsi de, kendilerine öncülük eden üç beyaz
güvercini izliyorlardı. Evet evet, Beyazıd Maydanı’nın üstünde üç beyaz güvercin ve
onların peşinde kurşuni güvercinler?” (s.11) Yazar, Beyazıd Meydanı’na “bir eşi
daha yoktur” der. (s.12)
287
Patrona ve arkadaşları, isyana başlamak için Beyazıd Meydanı’nı seçerler.
Yazar, isyanın Beyazıd Meydanı’ndan başladığını kaydeder. Patrona, bu meydanı
seçme sebeplerini Evliya Çelebi’nin sözlerinden özetler: “Dört bir tarafı gûnagûn
dükkânlarla müzeyyendir. Bir tarafında Sultan Beyazıd hanın medresesi, öteyandan
camiin iki bin hademesi vardır. Muvakkıtin ulûfesi hepsinden ziyadedir, zira
memalikli İslâmda ne kadar gemici ve kaptan varsa, cümlesi Beyazıd muvakkıtine
muhtaçtırlar.” (s.409–410)
Sultan Üçüncü Ahmet tahttan indirildikten sonra Beyazıt Meydanında
şenlikler yapılır: “Beyazıt Meydanından tutun da hemen her yer, bayraklarla
donatılmıştı. Sultanahmet Camii onca adamı alamayacağı için, ihtilâle ilk adımın
atıldığı şanlı Beyazıt Meydanı açık hava sohbeti için en uygun bir yer olarak
seçilmişti.” (s.582) Patrona meydanda zafer nutkunu söyler. (s.584)
Romanın önemli mekânlarından ve bazı vak’aların cereyan ettiği meydan, Et
Meydanı’dır. Patrona Halil ve arkadaşları, Beyazıt Meydanından hareket ederek
sonunda Et Meydanına gelirler. Et Meydanı’na bayraklarını dikerler. Orada, Yeni
Odalar denen yeniçerilerin kışlası bulunmaktadır. Patrona Halil, kışlaya karşı
konuşmaya başlar. Yeniçeriler, Patrona Halil ve arkadaşlarına katılırlar. Bunun
üzerine Et Meydanı, son derece uğultulu hale gelir. Meydanda kalanların, büyük bir
ateş yaktıklarını öğreniriz. (s.462–468) Bu sıralarda da meydandaki kışlanın ışıkları
bu gece de sönmez. (s.508) Meydanın, insanlar ve çadırlarla dolu olduğunu öğreniriz.
(s.522)
İsyancılar Ayasofya’dan ilerleyerek, Sultanahmet Meydanında toplanırlar.
Orada da Padişah’ın elçisiyle birlikte otururlar. (s.532) Patrona, meydanda nutkunu
söyledikten sonra meydan kaynar. (s.538)
Hilâl Görününce romanında Tepreş günüde güreş meydanı ortaya çıkar.
Tepreş gününde halk, güreş meydanında toplanır, değişik boylardan gelen
pehlivanların etrafında halka şeklini alır. “Bu sırada, kalabalığın içinde iki bala çıktı.
İkisi de genç kalmanın telâşı içinde, alı al moru mor meydana koştular. Ortalığı, bir
gülmedir aldı.”…“Davulcu tokmağını şimdi daha hızlı, daha coşkun vuruyordu.”
288
(s.81) Değişik boylardan meydana gelen güreşçiler, birbirlerini güreştikten sonra
hediyelerini alıp giderler. (s.83)
Son Kavşak romanında Şemsi Paşa’nın öldürüldüğü meydan söz konusudur.
Manastır’da bir ayaklanma başlar. Halk Manastır postahanesinin önündeki meydanda
toplanır. Saltanat merkezi İstanbul, ayaklanmayı genişlemeden bastırmak amacıyla
dönemin en önemli komutanlarından Şemsi Paşa’yı görevlendirir. Şemsi Paşa,
Manastır’a vardığında postaneye gider: “Postanenin önü, ana baba günü gibi
kalabalıktı. Meydan adeta insan selini andırıyordu.” (s.78) Şemsi Paşa meydanda
görünür görünmez atılan silâh sesleri duyulur. Bu sıralarda meydanı dolduran
kalabalık, panik içinde kaçmaya başlar. (s.79)
Sultan Abdulhamid dönemindeki Asker ayaklanır. “İlk ayaklanma
Taşkışla’daki 4. Avcı taburundan çıkmıştı. Arkasından Kılıç Ali ve Yıldız kışlaları
da ilave olunarak kalabalık bir hâl almıştı.” (s.111) Âsiler, Ayasofya Meydanı’nda
toplanırlar. Bundan sonra Sultanahmet Meydanı’na da giderler: “Sultanahmet’e
kadar ellerinde bayrak ve silahlarla yürüyen âsilerin niyeti meclisi mebusanı kuşatıp,
burada tekliflerini mebuslara söylemek istiyorlardı.” (s.111)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında Sultanahmet Meydanı karşımıza
çıkar. İzmir’in işgalinden sonra İstanbul’un her semtinde protesto mitinglerinin
yapıldığını öğreniriz. Romanda ilk gösterilen miting, Sultanahmet Meydanı’ndadır.
Bu miting veya gösteriye Halide Edib ile Mehmet Emin katılır. Yazar, meydanın
durumunu şu şekilde tasvir eder: “Sabahın erken saatlerinden itibaren şehrin her
köşesinden ahali tuğyan etmiş bir nehir gibi Sultanahmet’e akıyordu. Birçok
semtlerde dükkânlar kapatılmıştır. Halk meydana sığmamış, mücavir sokaklara
taşmış, civardaki ağaçların dallarına, binaların damlarına çıkmıştı.” (s.59)
Sultanahmet Meydanına gelen halkın sayısı ise, yüzbin kadar tahmin edilir. (s.75)
Vatan Dediler romanında orduya katılan askerler, alayın bir meydanında
eğitim görürler. Eğitim meydanında eğitim, sabahtan akşama kadar sürer.
Gönüllülerin, bu meydanlarda yoğun bir eğitim gördüklerini görürüz. (s.65, 71–76)
289
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Alparslan Moskova’daki
Kızılmeydanı’na gider. Meydanın çok kalabalık olduğunu öğreniriz. Anlatıcıya göre,
Kızılmeydanı “”Türk’ün kanıyla kızıllaşan” bir meydandır. (s.73)
c. Bahçeler (Gezinti Yerleri)
(1) İstanbul Bahçeleri
Patrona romanında yazar, padişahın ilkbaharda Tersane Bahçesine gittiğini
kaydeder. Yazar, İstanbul’un baharda göz-gönül çekici ve renkli bahçelerle
süslendiğini söyler. (s.287)
Topkapı Sarayı içerisinin, de gül bahçeleriyle süslenmiş olduğunu öğreniriz.
(s.286)
(2) Taşra Bahçeleri
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur Kahire’deki Hasan Sabbah’ın
köşküne gider. Köşkün bahçesini beğenir. Bahçenin kapısının bronzdan olduğunu
söyler. Aksungur, bahçeyi şu şekilde tasvir eder: “Bahçe çok güzeldi. Bahçıvan
çiçekleri yeni sulamış olmalıydı ki, temiz bir toprak kokusuyla çiçek kokuları etrafı
sarmıştı. Sanki çeşit çeşit çiçekler, birbirleriyle güzellik ve koku yarışındaydılar.”
(s.111)
İlk Hançer romanında Gökçe Beyin konağının büyük bir bahçesi vardır.
Bahçe tarla denilebilecek kadar büyüktür. Çeşitli göller ve meyve ağaçlarıyla
doludur. Bahçenin girişinde sağ tarafta bir şadırvanın bulunduğunu öğreniriz. (s.31)
İsyan Eşiği romanında yazarın, romanda tasvir ettiği mekânların arasında
Malatya’daki bahçelere geniş bir yer verir. Malatya ovasında bulunan bahçeler,
baharda da bambaşka olur: “İlk patlayan kayısı, tomurcukları olur, yerli halkın
dilinde, kayısının adı mişmiştir. Mişmiş çiçekleri; ovanın şurasında burasında, top
top, küme küme durur. Ağaçtan ağaca sıçrar. Malatya’yı kuşatan bütün bahçeleri
bürür. Mişmiş çiçekleri, daha solmadan şeftali çiçekleri görülür. Onlar daha narin
daha çağırgandırlar, beyaz taçlarının dipleri, morkırmızıdır. Uçlara doğru açıklaşarak
290
penbeye döner. Morkırmızı, açık kırmızı, penbe renkler damar damardır beyaz
içinde. Kızılcık çiçekleri, mişmişten, şeftaliden daha önce açmıştır. Ama bin ağaçtan
biridir kızılcıklar. Üstelik boyları, kendisini gösterecek gibi değil, cılız da olur çiçek
taçları, rengi de safran sarısı.
Mişmiş çiçekleri, solup da dökülmeden, bazen, dallara yeniden karlar abanır.
Dağlardaki karlar, kıskanıp yeniden dönmüş gibi. Ne olursa olsun, mişmiş çiçekleri
baharın işaretidir. Uyanan tabiatın muştusudur, çiçek üstüne yağan karların birkaç
saatlik ömrü olur. Çok çok birkaç gün olur. Mişmiş çiçeklerinde bir buruşukluk, bir
kırışıklık başlayınca, kirazlar yerişir. Beyazın da beyazıdır, kiraz çiçekleri. Vişneler
açar. Elmalar, erikler, ayvalar açar. Baş döndüren, sarhoş eden, kanı kaynatan bir
koku yayılır bahçelere. Ağaçlara, havaya yapışmış gibidir bu koku.
Toprakta otlar filizlenirden yerler, renk renk çiçek taçlarıyla döşenir. Hafif
yel değdiğinde, ağaç dallarından kalkan binlerce kelebek gibi, havaya, çiçek
yaprakları uçuşur. Yelin şiddetine bağlı olarak havalanıp bir süre sürüklenirler. Gök,
renkli bir duman olur. Bu renkli dumanın ardından görülür uzaklar, dağlar. Döne
döne, savrula savrula dallardan uzaklaşırlar. Yel kesilince de titreşe titreşe, ağaçlara,
ağaçlardan otlara, otlardan toprağa inerler, renkli mozikler gibi süslerler. Yeri.”
(s.48–49), “Ağaçlar, renkli giysilerini tam soymadan, renklere bir renk eklenir. Açık
yeşil, kirli yeşil hızla gelişir. Açılıp serpilir, genişler, yayılır. Bütün ağaçları, yeşilden
bir çuha kaplar. Öteki renkler kaybolur. Malatya bahçeleri yeşil giydiğinde, evler
görünmez olur. Minarelerin ucu ancak tepelerden görünür. Yapraklar arasında, ilk
sarkan meyve kiraz olur. Yeşiller içinde, allı-sarılı baş verirler. Daha çok Çermikli-
Kündübek vadisini doldurur kiraz ağaçları. Dalları yollara bükülür. Binitli yolcuların
başını okşar. Derme Suyu yatağınca yabanıl kirazlar vardır. Suların hızıyla salınıp
dururlar su üstünde. Hem yabanıl oluşundan, hem el-boy erişemeyişinden, kimse
itibar etmez, tadını kuşlar çıkartır. Artanı dallarda kurur.” (s.50)
Yusuf, ‘Aşağıbanazı’ diye kendi köyüne gittikten sonra yeni bahçeler
açıldığını görür: “Bir gezintisinde, Çermikli yolunun altına dek sokulmuşlardı. Yeni
yeni bahçeler açılmıştı. Bahçe yollarında sıra kavaklar, birbirleriyle yarışırcasına
uzamışlardı. Bazı kısımlarda, yolun üstünün örten ceviz ağaçları, bir tünel loşluğu
291
veriyordu.” (s.57) Yusuf, ağaçlı kısmın bitimindeki bahçe kapısının gerisinde bir
delikanlıyı bulur. Burasının, Mıgırdıç’ın bahçesi olduğunu öğrenir. (s.57–58)
d. Köprüler
Karasu romanında Onnik, Kerküze köyüne gelir. Onnik, Kadağan köyünün
güngörmüş Mehmed Dede’sini öldürür. Mehmet Dede’nin cesedi, Kemah köyüne
yakın Büyük Köprü’nün ayaklarına takılı olarak bulunur. Bunun ardında Nörkâh
köyünün köprüsünde üç ceset de bulunur. (s.39–40)
Ermeni Zulmü romanında Yukarı Pasin’den gelen muhacirler, Erzurum’daki
Zivin ve Horasan köylerine kadar gelirler. Oradaki köprüde yoğun çarpışmalar olur.
Ve bütün muhacirler Rus ve Ermeniler tarafından orada öldürülür. (s.18)
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Almanlar, Kırım’a gelirler. Kızıl
partizan çetelerinin mensupları ise, Rusya’dan aldıkları emirlere göre Kırım’ın çeşitli
yerlerinde Türkleri imha etmeye çalışırlar. Bir gün çetenin mensupları, Karahıdır
köyüne girip köydeki köprüyü yok ederler. (s.92–93)
2. Kapalı Mekânlar
a. Saraylar
(1) İstanbul Sarayları
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur Kostantiniyye’e gittiğinde orada
Haliç’e hâkim kısımda bir sarayın bulunduğunu, şehrin her tarafında da kocaman
sarayların bulunduğunu söyler. (s.190)
Kaçırılan Prenses romanında Valekerna Sarayı denilen Bizanslı İmparator
sarayı söz konusudur. Sunguroğlu ile arkadaşları, oraya İmparator’la konuşmak
amacıyla giderler: “Kubbeler usta ellerden çıkma kabartma heykellerle doluydu.
Duvar boylarında renkli insan resimleri asılıydı. Bazı resimlerin başında aydınlık bir
yuvarlaklık vardı. Bazıları ise kanatlıydı.” (s.80) Taht odasına da girerler: “Taht
odasının büyüklüğü Köse’yi bile şaşırtmıştı. Merakını yenmeye çalışıyordu, ama
bakınmadan da edemiyordu. Hele İmparatorun oturduğu taht som altından.
292
Pencerelerden giren güneş ışığında pırıl pırıl parlıyordu. İmparatorun âsâsı da som
altından olmalıydı. Topuzu ise kıymetli taşlarla süslenmişti.” (s.82) Taht odasında
kalın perdelerin bulunduğunu öğreniriz. (s.151) Perdelerin arkasından bitişik odalar
da bulunur. (s.153)
Yıldırım Bayezid romanında İstanbul’daki Bizans imparatorunun sarayından
söz edilir. İmparator, Uzunca Sevindik önünde tahtta oturur. Taht odasındaki
halıların üzerinde yün minderlerin bulunduğunu öğreniriz. (s.80) Yıldırım Bayezid,
İstanbul’u kuşatır, o sırada halk, Bizans imparatorunun sarayına gider. Sarayın
avlusunda toplanarak bağırırlar. (s.85) Sarayla ilgili başka tasvir yoktur.
IV. Murad -1- romanında Topkapı Sarayı söz konusudur. Sultan Genç
Osman öldürüldükten sonra Şehzade Murad, saraya Hasbahçe’nin arka kapısından
girer. Orada selamlıkta Valide Sultan’ı bulur. Kendi odasına çekilen Şehzade Murad,
pencereden yıldızları takip eder. Vakit geceyarısına yakın olduğuna rağmen sarayın
bütün ışıkları yanar. (s.18–27) Canı sıkılan Şehzade Murad, sarayı dar bulur: “Saray
daralmış gibi geliyordu. Duvarlar öne abanmış, kubbe yere inmişti. Duvarlarla kubbe
ve döşeme arasında sıkışmıştı canı.” (s.37–38)
Saraya yürüyen yeniçeriler karşısında, saray kapanır: “Saray bütün kapılarını
pencerelerini sıkı sıkıya kapatmıştı. Avluda sadece nöbetçiler dolaşıyordu. Hasbahçe
bütünüyle ıssızdı. Her tarafa ürkütücü bir sessizlik hâkimdi. Bu sessizlik orta kapıdan
gelen uğultuyla zaman zaman parçalanıyor, zaman zaman o uğultunun cenderesinde
kıvranıyordu. Saray ölü gibiydi. Orta kapının önünde ise insan gölü vardı.” (s.192–
193) Sultan Murad ise, tahtın önünde durarak düşünür. Sonra arz odasına gider.
Vezirler ise Divan odasında beklerler. (s.202–204) Buna benzeri bir durumda
Hasbahçe’den, dışarıya çıkaran gizli bir yolun bulunduğunu öğreniriz. Sarayda bir
cami bulunur, camiin imamı da vardır. Padişah namazı orada kılar. (s.252–253)
Sarayın denize bakan bir balkonu vardır. (s.249)
Yukarıda gördüğümüz gibi Topkapı Sarayı, bu devirde cereyan eden olayları
yansıtır. Sultan IV. Murad’ın, Topkapı Sarayı’nda hep canı sıkılır. Ama romanın
293
sonlarında Sultan Murad büyür ve gücü daha da artar. Bu sıralarda Topkapı Sarayı
artık sıkıcı bir yer olarak yansıtılmaz.
IV. Murad -1- romanında Sultan IV. Murad Bağdat seferinden sonra
Topkapı Sarayında Bağdat Köşkü112’nü açar. Topkapı Sarayı, bu sıralarda Sultan IV.
Murad’ın ölümünün sahnesi olarak ortaya çıkar. Sultan kendi odasında ölüm
yatağındadır. Odanın perdelerinin, kalın kadifeden olduğunu öğreniriz. (s.388)
Doğan Bey ise odanın kapısında bekler. Ama çok geçmeden Sultan IV. Murad ölür.
(s.400)
Patrona romanında Topkapı Sarayı söz konusudur. Yazar, Topkapı sarayının
üzerinde uzun durarak sarayı bütün ayrıntılarıyla bir mimari titizliğiyle şu şekilde
tasvir eder: “Topkapı Sarayının sahilden başlayarak, Ayasofya önlerine kadar uzanan
surları ortasında yükselen serviler ve bu ulu ağaçlar arasında, kubbeleri ve
saçaklarıyla kıyıları süsleyen, yalı köşkleri ve incili köşklerin üstünde kademeli
yükselen, Bağdat Köşkü’nün incelik sanatına bukalemun renklerle yarışan lâle
bahçeleri görüldü.
Sarayın dış kısmı, sade ve tabiî güzellikler göstermekle kalmaz, içerisi de gül
bahçeleriyle süslenmiş bulunuyordu. Öte yandan sarayın bütün salonları rengâreng
112 Bağdat Köşkü: İstanbul’da Topkapı Sarayı içinde bulunan bir köşktür. Kitabesi revan köşkü ileaynı olan Bağdat köşkünün yapımına, IV. Murat Bağdat seferine giderken başlanmış ve 1639 yılındada yapımı bitirilmiştir. Ancak Naima’nın yazdıklarından köşkün iç mekânındaki süslemelerine IV.Murat’ın ölümünden sonra da bir süre daha devam edildiği anlaşılmaktadır. Bağdat köşkünün planşeması yine IV. Murat tarafından yaptırılmış olan Revan Köşkü’nün planı ile benzerlikgöstermektedir. Köşkün planı, kubbeli mekânın dört eyvanla genişletildiği sekizgen şemadanoluşmaktadır. Eyvanların mekândan daha fazla yararlanabilmek hatta manzara yönlerini arttırmakamacıyla kullanıldığı düşünülebilir. Dekorasyonu ile klasik Osmanlı sanatının en yüksek noktasınıtemsil edebilecek özelliklere sahip olan Bağdat köşkünde kullanılan çinilerin, o döneme ait ahkâmdefterleri eksik olduğundan nerede yaptırıldığı saptanamamıştır. Bu dönemdeki Osmanlı çiniciliğininen seçkin örnekleri olarak gösterilen bu çiniler bir önceki yüzyılda yapılmış çinilerle karıştırılarakkullanılmış olabilir. Öte yandan köşkün iç ve dış mekânlarında boya ve sıva yerine renkli mermerlerleberaber çini kullanımı, değişime karşı bir tutum olarak da kabul edilebilir. Zira bu yapılar için çini,sürekli kullanımı gerektiren bir kaplama malzemesi olarak tercih edilmiştir. Köşkün tavansüslemeleriyle de klasik devrin tesiri altında kaldığı ve bunların XVII. Yüzyılın ilk yarısının en önemlitavan süslemeleri olarak değerlendirilmelerine karşın cephe kaplama biçimlerindeki yenilik, köşkteklasik Osmanlı sanatıyla beraber yeni arayışların da etkili olduğunu göstermektedir. “Bağdat Köşkü”madde, www.vikipedi.org
294
çinilerle kaplıydı. Burası her devirde tamir görmüş, her devirde yeni daireler
eklenmişti. Bilhassa Dördüncü Mehmet Sarayı tamamen yenileştirilmişti.
Buranın eşsiz dairesini, ulu kubbeli Hünkâr Sofası getiriyordu ki, Türk
mimarisinde örnek alacak mineli çinilerle süslenmiş bulunuyordu. Otuz adım
uzunluğunda, yirmi iki adım genişliğinde, tutulan bu büyük salon, kemerler
üzerindeki ince işlenmiş kubbesiyle, gerçekten görülmeğe değer bir manzara
arzediyordu. Salonun Halice bakan pencereleri önüne yüksek bir teras yapılmış,
parmaklıkları mozaik ve sedeflerle işlenmiş, çatı katının sağ tarafında başlıkları
yaldızdan, sütunları mermer, Padişahın oturmasına yarar bir yer meydana
getirilmişti.
Üçüncü Ahmet çoğu bu salonda ahenk ettirir, terasta oturan hanende kızların
ney ve santur seslerinden kubbelere çarpan nağmelerle mestolur.” (s.286–287),
“Öteyanda, sarayın odaları yüzden fazlaydı. Hemen hepsi de olağanüstü emek
harcanarak ustalıkla süslenmişti. Her odada mermerler, yaldızlar, gayet ince işçilik
resimler ve benzeri şeyler son derece çoktu. Pencerelerin camları, İngiltere’nin en
güzel billûrlarından seçilmişti. Bilhassa hamam dairesi cidden güzel, kunalar,
çeşmeler, döşemeler ise baştanbaşa mermerdi. Tavanlar yaldızlarla, duvarlar ince
çinilerle kaplanmıştı. Özellikle hamam dairesi gerçekten güzeldi. Onun yanında bir
daire vardı, yüksekteydi. Dört köşesinde şelâle şeklinde akan sular, ufak mermer
kurnalarla yukardan aşağıya dökülüyor, böylece bir yerde toplanıp, oradaki
deliklerden dışarıya fışkırıyordu.” (s.288)
Üçüncü Sultan Ahmet, isyanın başladığı zaman Üsküdar’daydı. Sultan,
oradan kayıklarla Sarayburnu’na çıkar. Yalı Köşkü’nün önünden geçerek
Hasbahçeye girer. Hırkayı Saadet yanındaki daireye gelir. Orada divan kurulur.
(s.504)
Yazar, Sultan Üçüncü Ahmet’in ruhî durumunu Topkapı Sarayı ile birleştirir:
“Öteyandan Saray: kubbeleri, revakları, donmuş yüksek taş duvarlarıyla yaprakları
dökülmüş; ihtiyar bir çınar sanki, bahçeleri tenha, suskun servileri, o güzelim
çiçeklerin boynu bükülmüş, ne acı ilk defadır ki; onlara bakmadılar, su vermediler,
295
okşamadılar.” (s.528) Yine de yazar, isyanın getirdiğini Topkapı sarayına yansıtmaya
çalışır: “Sarayın yüksek mazgallı kapıları, basık kubbeli binaları, derin ve korkunç
bir sükûn içinde idi. Sarayda hiçbir hayat eseri görülmüyordu. Yalnız iri ve cesim
çınarlar, Bizansın kirli, mavi seması altına dalgalanan Sancağı Şerif. Sonra sarayın
siyah ve yürek sıkıcı, taş binaları ortasında, ruha ölü kokuları saçarak uzanan birkaç
servi, daha sonra, serin bir sessizlik?” (s.571)
Romanda Topkapı Sarayının gördüğü son sahne ise, Patrona Halil’in
öldürülmesidir. Sultan Birinci Mahmut, Patrona’yı Topkapı Sarayına bir toplantı için
çağırır. Patrona, sarayın bir odasına alınarak öldürülür. Patrona’nın çığlıklarının
odadan odaya dolaştıklarını öğreniriz. (s.614–615)
Padişah’ın bazen Üsküdar Sarayı’na gittiğini öğreniriz. (s.468) Ama sarayla
ilgili hiçbir tasvir verilmez.
Civelek Osman romanında İzzet Bey, Padişah’ın davetine göre Beşiktaş
Sarayına kayıkla gider. Sarayın rıhtımına geldikten sonra saray adamları tarafından
karşılanan İzzet Bey, bir saate kadar bekledikten sonra Padişah’ın huzuruna gider.
Padişah, İzzet Beyle konuşurken, pencereden dışarıyı seyreder. Sarayın dışında da
Çavuşan dairesinin bulunduğunu öğreniriz. (s.48–49)
Son Kavşak romanında Yıldız Sarayı söz konusudur. Sultan Abdulhamit,
Yıldız Sarayı’nda oturur. Askerlerin ayaklanmasında âsi askerler, Yıldız Sarayı’na
kadar gelirler. Karşı taraftan saraydaki topçu birlikleri çevreye yerleştirilir. Bu sırada
saray abluka altına alınır. Saray halkı ise perişandır. Saray içindeki durumlar da çok
zordur: “Elektrik yok, erzak yok. Asayiş yok… Saray sessizlik içinde bekliyordu.
Adeta dış dünya ile irtibatı kesilmişti. Kapıdan girip ve çıkanlar kontrol ediliyor,
kimse izinsiz bırakılmıyordu.” (s.125) Sultan II. Abdulhamid ise, saray içinde
toplanan paşalar önünde saltanattan vazgeçer. Tahttan indirilmiş Sultan Abdulhamid,
Yıldız Sarayı’nı terk eder. Bu sıralarda sarayın hırsızlığa uğradığını öğreniriz:
“Sarayını bırakmıştı. Yıldız yağma edilmiş, bunca mücevherler bir çırpıda alınıp
kaçırılmıştı. Şimdi sıra onun şahsi mülkünde idi. Onu almak istiyorlardı.” (s.135)
296
Dünya Durdukça romanında Dolmabahçe Sarayı da ortaya çıkar. Zeynep ile
eşi Bora, Dolmabahçe Sarayı’na davet edilirler. Zeynep göğsüne taktığı anne ve
babasının İstiklâl Savaşında Şehitlik Madalyası vardır. Zeynep ve eşi Bora,
büfedeyken bir genç adam onlara gelir. Bora ile madalya hakkında konuşur. Atatürk
ise Zeynep’e gelir ve onunla salonda dans eder. Sonra Atatürk, Zeynep’i balonun
kraliçesi olarak ilan ettirir. (s.80–81)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında Yıldız Sarayı karşımıza çıkar.
Sultan II. Abdülhamit, Yıldız Sarayı’nda mebusları yemeğe davet eder. Yazar, sarayı
şu şekilde tasvir eder: “Rüzgârlı bir karanlıkta, ince kar tozlarının uçuştuğu bir Aralık
akşamı, Abdülhamid-i Sâni ‘mebuslara’ yemek vermektedir: ‘Meclisin küşadı
şerefine’, müthiş bir ziyafet! Yıldız Sarayı’nın, Merasim Köşkü’ndeler. Büyük
salonda, görkemli çini sobalar yakılmış. Avizeler, sütlü ışık salkımları, omuzlarına
sarkıyor.” (s.203–204)
(2) Taşra Sarayları
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur Kahire’deki Prenses
Süreyya’nın oturduğu saraya davet edilir. Aksungur’un, karanlıkta saraya gitmesine
rağmen sarayı iyice tasvir eder: “Tunçtan yapılmış bir kapının önüne vardık. Kapı
önünde kargılarını yere dik tutmuş iki muhafız vardı. Köleyi görünce, kapı etrafına
dönüp seslendiler. Tunç kapının iki tarafı açıldı. At üstünde içeri girdik. Kapının
içerisinde, yine iki muhafız bulunuyordu. Köleyle selâmlaştılar. Attan indik. Sarayın
abanozdan yapılmış kapısına geldik. Köle; kapıyı üç kısa, üç de uzun darbe vurdu.
Kapı açıldı. Önümüzde büyük bir salon vardı. Bu salonda; pembe bir tülün
maskelediği mumlar, etrafı titrek alevlerle aydınlatıyordu. Döşeme mozaiklerle
süslenmişti. Köle, önümde yürümeye başladı. Takip ettim. Bir oda önüne geldik. Bu
odadan tatlı nağmeler geliyordu.” (s.131–132) Aksungur, Prenses’in oturduğu odayı
da tasvir eder: “İçerisi bol ışıklarla aydınlanan muhteşem bir oda idi. Odanın üç
duvarında da, kocaman pencereler görülüyordu. Kapının tam karşısında geniş bir
sedir vardı.” (s.132)
297
Kara Şövalye romanında İzmit Beyi Prens Kalo Yani’nin sarayı söz
konusudur. Sarayın ilk görünen bölümü, divanhanedir. Divanhanenin arkasında ve
iki tarafında mermer sütunlar bulunmaktadır. Kalo Yani’nin yatak odasından ormana
çıkan gizli bir geçidin bulunduğunu öğreniriz. (s.58–59) Köse, saraydan kaçmak için
Kalo Yani’nin yatak odasına girip gizli geçidi kullanır: “Halıyı ucundan kaldırdı.
Meydana çıkan kapağı kaldırdı ve basamaklardan gizli geçide girdi.” (s.61)
Yıldırım Bayezid romanında Paris’teki Fransız kralının sarayı söz
konusudur. Fransız Kralı Şarl, sarayın yemek salonunda Macar Kralının elçilerini
karşılar. (s.34)
Bir başka saraydan da söz edilir. Yıldırım Bayezid, Sırp Kralı’na gider.
Yazar, sarayı şu şekilde tasvir eder: “Mermer merdivenlerden çıkılan sarayın
salonunda elpençe divan duran kadınlı erkekli bir grup tarafından başlar öne eğilerek
selâmlanan Yıldırım Bayezid, Kralın sağ tarafındaki tahta kurularak gülümsedi.”
(s.40)
Bursa’daki Yıldırım Bayezid’in sarayından söz edilir. Yıldırım Bayezid,
Olivera ile evlendikten sonra saraya gider. Sarayın harem kısmına giren Olivera, özel
odasına götürülür. Yıldırım Bayezid’in eski eşi Devlet Hatun’un bir başka odası da
vardır. Yıldırım Bayezid, genel olarak sarayın salonunda veya taht odasında oturur.
Sarayın bir bahçesinin bulunduğunu öğreniriz. (s.48–49) Bunun yanında da Yıldırım
Bayezid’in bir özel odası vardır. Yıldırım Bayezid, bu odada savaşlarda aldığı
ganimetleri koyar. Bu ganimetler Avrupa krallarının silâh, kılıçlarıdır. Odanın
duvarlarında bu kılıçlar asılır. (s.54–55) Sarayda halayıklar hamamının sultan için
hazırlandığını öğreniriz. (s.59)
İlk Hançer romanında iki saray söz konusudur. Birincisi Moskova Sarayı
veya Çarın sarayıdır. Yüzbaşı Alp, elçilik kafilesi ile Moskova’ya gittiğinde İvan’ın
sarayına girer. İvan ile sarayın salonunda konuşur. (s.18–19) Yine de aynı sarayda
Kazan’a karşı savaş kararı alınır. Çar ile Çariçe odalarından büyük salona doğru
çıkarlar, orada komutanlar toplanırlar. Konuşulduktan sonra savaş kararı alınır. (58–
59)
298
İkincisi ise Sefa Giray Han’ın sarayıdır. Sefa Han kendi sarayının salonunda
divan toplanır, gelenler de orada karşılanır. (s.13–14) Ziyafetler ise bu sarayın koca
salonunda yapılır. Bu salona kapı yanında bir merdiven ile gidilir. (s.23–24) Sefa
Giray Han, Kazan’da isyan çıktığı zaman Moskova yolundan döner. Sarayına giden
Sefa Giray Han, kendi odasının penceresinden Kazan’ın çeşitli yerlerinde alevleri
görür. (s.44) Sefa Giray Han hastalandığında yatak odasında kalır, kendi çocuğu ise
başka bir odada oturduğunu öğreniriz. (s.45–46)
Dağlı romanında Kafkas Rus Orduları Başkumandanı ve Çar Naibi olan
Prens Vorontzov, Çar’ın Petersburg’daki sarayında oturur. Prens, asla aratmayacak
mükellef döşenmiş salonunda General Klugenav ile Rus ordusunun durumundan
konuşur. (s.90) Saraya özel olan bir ahır bulunduğunu öğreniriz. (s.96)
IV. Murad -2- romanında Bağdat’ta iki saraya rastlarız. Birincisi, Bektaş
Han’ın sarayıdır. Bektaş Han’ın sarayı, “göz kamaştırıcı” olarak sunulur. (s.83)
Yazar, sarayı şu şekilde tasvir eder: “Dicle suyuna sırtına dayanmış, üç katlı, yeşil
boyalı bir konaktı, daha doğrusu bir saraydı.” (s.187) Sarayın bir toplantı odasının
bulunduğunu öğreniriz. (s.288)
İkinci saray ise, Şah Safi’nin sarayıdır. Sultan IV. Murad’ın Bağdat’a gelir. O
sıralarda Şah Safi, kendi sarayının taht odasında ortaya çıkar. Sarhoş olan Şah Safi,
yatak odasına kaldırılır. (s.281) Sarayla ilgili başka tasvir verilmez.
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Alparslan Moskova’dayken,
Kızılmeydanı’na gider. Meydanın tam karşısında Kremlin Sarayı’nı görür. Anlatıcı,
sarayı şu şekilde anlatır: “Türk-İslâm âleminin amansız düşmanı, 100 milyon masum
Türk’ün kızıl katili Stalin canavarının oturduğu, milyonlarca insanı kral gibi yöneten
Lenin ayısının sarayı idi…” (s.73) Sarayın yanına doğru Stalin heykelinin
bulunduğunu öğreniriz. (s.73)
299
b. Köşkler (Kasır), Yalılar
(1) İstanbul Köşkleri
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Zeynep, Vasileas tarafından İstanbul’daki
bir köşkte hapis edilir. Vasileas, köşkün etrafına kimse yaklaştıramaz. (s.226)
Aksungur, Zeynep’i Vasileas’ın elinden kurtarmak için köşke gider. Duvarın
kenarındaki yüksek ağaca tırmanarak pencereye ulaşıp Zeynep’in oturduğu salonun
içini görür. Salonu aydınlatan yanan şamdanlardır. Salon, halılarla döşeli ve duvarları
yaldızlı koca bir salondur. (s.238) Köşkün bir bahçesinin bulunduğunu öğreniriz.
(s.250)
Kaçırılan Prenses romanında Sunguroğlu ile arkadaşları Bizans’a
geldiklerinde İmparatorun yazlık köşkünde otururlar. Köşkün bütün pencereleri
Haliç’e bakar. (s.14) “Kocaman bir evdi. Gıcır gıcır boyalıydı. Pencerelerin üst
kısımları renkli camlarla süslenmişti. Pancurlar deniz mavisi rengindeydi. Koskoca
bir da bahçesi vardı. Mis gibi kokuyordu. Rengarenk güller göz dolduruyordu.”
(s.15) Tarhların arasında bir pencere bulunduğunu biliriz. (s.17) Köşkün bahçesi ise
şu şekilde tasvir edilir: “Evin bahçesi bir boy duvarla çevriliydi. Oymalı bir kağıdan
bahçeye giriliyordu.” (s.96)
Moiz Albertos’un da imparatorun sarayına yakın bir köşkte oturduğunu
öğreniriz. Köşk bir ormanlık içindedir. Köşk çok sayıda bir asker tarafından korunur.
Hem de köşkün etrafında bir sürü köpek vardır. (s.129)
IV. Murad -1- romanında Sultan IV. Murad, devletin içindeki bulunduğu
durumu görüşmek üzere denize bakan olan Sinan Paşa’nın köşkünde ulemâ, umera
ve ahali ile bir toplantıya katılır. (s.274)
Beyaz Kale romanında padişah çocukken av seferleri Kâğıthane deresi
kıyısındaki Mirahor Köşkü’nde yapar. Köşkünün o sıralarda kalabalık olduğunu
öğreniriz. Köşkünün büyük bir bahçesi vardır. Bahçenin içinde bir havuz bulunur.
(s.53) Yazar, köşkün iç bölümleriyle ilgili tasvirleri vermez.
300
Patrona romanında Padişah’ın Karaağaç Köşkü’ne ara sıra gittiğini öğreniriz.
(s.467) Ama köşkle ilgili hiçbir tasvir verilmez.
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında Abdi Bey, Mizrahi’lerin
Yeniköy’deki yalısında gizlenir. Tam olarak Batı tarzını temsil eden bu yalı, yazar
tarafından şu şekilde sunulur: “Yeniköy’deki bu ‘mükellef’ yalı, Nevşehir’li ‘Damat’
İbrahim Paşa döneminde yaptırılmış, ‘ehl-i keyif’ bir Reis-ül-küttap tarafından. Lâle
Devri beğenisinden belirgin izler taşıyor: iki kat, iki kanat, tavanları minyatür
işlemeli, içi dışı lâle motifleriyle ‘müzeyyen’; ‘müteellim bir kadın tavrıyla
Boğaziçi’nin mavi hülyasına dalmış’, ‘fevkalâde zarif ve kullanışlı’ bir yapı; hele
‘yol güzergâhındaki bahçesi, âdeta cennet’.” (s.28)
Madam Mizrahi, Abdi Bey’e denize bakan misafir yatak odasını, olmazsa
Mavi Oda’yı önerir. Sonunda Abdi Bey, gözlerden uzak olsun diye kullanılmayan bir
odada kalır: “Böylelikle Abdi bey, ‘mütecessis nazarlardan’ uzak olacağına emindir,
iki geniş pencereden yalının yol üzerindeki ‘cümle kapısını’ kollayabildiğinden,
herhangi bir baskın olasılığına karşı, burasını daha güvenli buluyor.” (s.28) Abdi
Bey, odaya girer. Yazar, odayı şu şekilde tasvir eder: “Odasına girdiği an, prizma
renkleri yansıtan, yoğunluğu yüksek bir sıvıya batmış oluyor, içerdeki aydınlık,
bahçedeki servilerin nefti, çınarların tozlu yeşil yapraklarından süzüldüğü için, sanki
somutlaşmakta, hele akşamüstleri, saydam ve kıvamlı bir tortu halinde tabana
çökmektedir. O zaman, ‘Paris mefasında’ sık sık hışımına uğradığı, yurtsamayı
andırır, buruk bir işlenme gönlünü kaplıyor; bu duvarları silme kitap, ‘nisbeten’
eprimiş mobilyaları Ceneviz kadifesi kaplı; ‘düz’ piyanosu, ‘salıncaklı’ koltuğu,
yüksek prinç karyolasıyla hayli ‘frenk’ odaya, yabancılaşıyordu.” (s.28–29) Oda,
“çat çat çatlayan mobilyalar”la doludur. (s.272)
Yazar, yalının kabul salonunu şu şekilde tasvir eder: “Birden piyano. Yalının,
misafir olmayınca biraz loş, epeyce kantal ‘kabul salonu’, cam ipliğinden örülmüş,
‘revnaklı’ salkımlarla donatılıyor. ‘Tumturaklı’ mobilyalarına, her tınlamayı emmeye
hazır Şiraz ve Buhara halılarına rağmen, boşluğu sırt üşüten salon, gözlerin
seçemediği ‘fevkal’beşer’ bir hareketle kıpır kıpırdı da, sanki müziğin büyüsü ‘sırrını
ayân eyledi. Akşam aydınlığının, büyük pencerelerden iç duvarlara çarpan kızıl
301
dikdörtgenlerine kim dalsa, belleğindeki imge birikiminden şaşırtıcı özetler
görüyor.” (s.22) “Salonda ışık az, ocağın alevleri kıpkırmızı duvarlara vuruyor.”,
“Duvardaki saat, tüyler ürperten gong titreşimleriyle çalıyor.” (s.42) Salonda birkaç
avizenin ve büyük bir masanın bulunduğunu öğreniriz. (s.280, 347) Salonda eski
resimler de bulunur. (s.23) Abdi Bey, bir akşam yemeğinde elini yıkamak için çıkar:
“Abdi bey, ‘ellerini yıkamak bahanesiyle’ salondan çıktı, Gülistan’a hemen orada,
geniş koridorda bulacağını sanmıştı, yok; usulca ‘Mavi Oda’nın kapısını aralardı,
deniz pencerelerinden içeriye dolan yıldız aydınlığı, gece tenhalığında dinlenen
mobiliyalar; Aklına, odasında olabileceği hiç gelmiyor. Oysa oradaydı: yatağın
kıyısına oturmuş, ‘ayak ayak üstüne’ atmıştı.” (s.43) Mavi Oda, misafir yatak
odasına bitişiktir. (s.286) Mavi Oda’nın boğaza bakan büyük bir penceresinin
bulunduğunu öğreniriz. Geniş koridorun mermerleri de vardır. (s.273) Yalının
balkonunda oturulup akşamüstü çay içilir. (s.13, 281)
(2) Taşra Köşkleri
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur ile Halit Ağa Bağdat’a giderler.
Orada Emir Afşin’in dostu olan Bağdat’ın Kadısı Ebu Hasan köşkünde otururlar.
(s.99) Köşk ile ilgili ayrıntılar verilmez.
Aksungur Kahire’deyken, Hasan Sabbah’ın köşküne gider: “Kahire’nin gayet
güzel bir semtine gelmiştik. Çok güzel bir köşkün kapısının önüne vardık.” (s.110)
Aksungur, kapı açıldıktan sonra geniş ve aydınlık bir salona girer. Köşkün iki kattan
oluştuğunu öğreniriz. İkinci kata bir merdivenle gidilir: “Merdivenleri çıkmaya
başladık. İkinci koridora çıktık. O önden yürümeye başladı. İşlemli bir kapının önüne
vardı. İtti. Kapı açıldı. Kapının yanında eğilerek, girmemi işaret etti. Girdim. Gayet
güzel döşemiş bir odadaydım. Yerde, ayakların gömüldüğü İran halıları vardı. Duvar
kenarında, sırmalarla işlenmiş şilteler ve yastıklar bulunuyordu. Pencerelerdeki ağır
kadife perdeler yere kadar sarkıyordu.” (s.111) Hasan Sabah, Aksungur ve
arkadaşlarını köşkte oturmak için davet eder. Onlar da daveti kabul ederler: “Bize,
gayet güzel döşenmiş büyük bir oda verdiler.” (s.122) Aksungur’un kız kardeşi de
köşkün bir başka odasında mahpus kalır. (s.123)
302
Son Kavşak romanında tahttan indirilen Sultan II. Abdulhamit, Selanik’teki
Alatina Köşkü’nde sürgün edilir. (s.131) Köşkte tek başına yaşayan sabık sultan, hep
köşkün penceresinden dışarıya bakarak yalnız oturur. (s.133) Köşk ile ilgili tasvirler
verilmez.
Dünya Durdukça romanında Ayşe, İstanbul’un dışında bir şehirde bir köşkte
oturur. Anlatıcı, köşkün bulunduğu şehrinin adını vermez. Oraya giden Zeynep’in
amcası, mermer merdivenden çıktıktan sonra üstünde kocaman elden tokmaklar olan
iki kanatlı demir kapıyı çalar: “Biraz bekledikten sonra yaşlı bir kadın, kapının iki
tarafındaki, motifli, demir pancurlu pencerelerinden birinin camını açtı. Motifli
pancurunu kendinden yana çekerek başını uzattı.” (s.42) Genç adam, “zevkle
döşenmiş büyük bir salona”(s.42) girer. Ve salonun kapısında Ayşe ile görüşür.
(s.43) Genç adam, akşam yemeği yedikten sonra köşkün arkasındaki bahçeye davet
edilir. Bahçenin geniş olduğunu öğreniriz. (s.44)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında Selanik’teki Halıcızade’lerin yalısı
da karşımıza çıkar. Yalının sahnelerde tekrarlanan kısmı, arka bahçedir. Arka
bahçede, limon, portakal ve turunç yetiştirilir. (s.150,154) Küçük Valde, Neveser’e
yalıyı gezdirir: “Limonluk’tan, taa deniz banyosuna! Haziran ‘iptidası’, camlarda
sakız pırıltılı güneş, pencerelerde sim işlemli perdeler, koridorlar halayıktan
geçilmiyor.” (s.194) Sonra denize bakan oturacağı odayı gösterir. Oda, şu şekilde
tasvir edilir: “Neveser, yoğun bir sırça aydınlığına dalmıştı: kıpır kıpır denizin, açık
pencerelerden yansıttığı güneş, odayı ışık sellerine boğmuş.” (s.195)
c. Konak ve Evler
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında önümüze çıkan tek ev, romanın
başkahramanı Aksungur’un evidir. Aksungur, geriye dönerek kendi evindeki
geçirdiği günleri hatırlamaya başlar. (s.16) Aksungur, çocukken babasını evin
kapısında bekler. Evin iki kattan oluştuğunu öğreniriz. Üst katta Aksungur’un
girmesi yasak bir küçük oda da bulunur. Bu odanın anahtarı da Numan Dede’dedir.
(s.17–18) Evin üst katında bir silah odası, bir de oturma odası bulunur. Oturma
odasında misafirler oturup yemeklerini yerler. Emir Afşin’in, Numan Dede’yi ziyaret
303
etmek için geldiğinde bu odada oturur. Odada büyük yemek masanın bulunduğunu
öğreniriz. Odanın avluya bakan bir penceresi vardır. Avludan üst kata bir merdivenle
gidilir. Avlu ise geniş ve onun içinde kocaman gövdeli bir meşe ağacı vardır. (s.20,
29, 31) Evin dışında da bir ağaç vardır. (s.33)
Aksungur, on bir yaşındayken, hayatında çok önemli bir olay olduğunu
söyler: “Bana girilmesi yasak olan odanın kapısını aralık gördüm. Kapıya yaklaştım.
İçeriden tıkırtılar geliyordu. Yavaşça kapıyı ittim. Kapı, gıcırdayarak açıldı. İlk anda
dedemle göz göze geldim. Eski bir sandığın üzerinde oturmuş, kocaman bir kılıcı
biliyordu. Şaşırdım. Dedemi karşımda görünce çok utanmıştım:
—Affedersiniz, dedim. Kapıyı açık görmüştüm de!
— Gel evlât, dedi. Olan oldu bir kere… Sen de büyüdün zaten.
İçeri girdim. Oda loştu. Fakat burada beni mesut edecek çok şey vardı.
Duvarda, mızraklar, kılıçlar, kalkanlar ve gürzler asılıydı. Hepsi, düzenli bir şekilde
duvarları süslüyordu. Bu silâhları çok mükemmel ve değerli oldukları anlaşılıyordu.”
(s.20)
Aksungur’un Kahire’de bindiği gemi denizde batar, Aksungur ise ağır
yararlanarak bir sahile ulaşabilir. Orada bir ihtiyar balıkçının evinde iyileşinceye
kadar oturur. Aksungur’un oturduğu ev şu şekilde tasvir edilir: “Kulübeleri tek gözlü
bir yerdi. Üçümüz aynı odada yatıyorduk. Gece yatarken masayı dışarı çıkarıyorlar,
yataklarını yere koyuyorlardı. Çevremizde, yedi sekiz balıkçı kulübesi daha vardı.
”(s.186) “Oda, kocaman bir pencereden bol güneş ışığı alıyordu. Yatağımın
karşısında, kaba bir şekilde yapılmış bir masa ve sandalye bulunuyordu. Masanın
üstünde, içleri, sedef gibi olan tabağa benzer bu şeyler vardı. Sonradan, bunların
istiridye kabukları olduğunu öğrendim.” (s.183)
Aksungur Kostantiniyye’ye geldikten sonra Abdullah’ın amcasının evine
gider. Aksungur Kostantiniyye’de oturduğu sürede o evde kalır. (s.192)
304
Osmancık romanındaki evler ve konaklarda dikkat çeken husus, Türkler de
özellikle önderler halk gibi evlerde otururlar. Karşı tarafta Bizans ve Rumlar, bahçeli
konaklarda kalırlar.
Ertuğrul beğin evi, önemli bir yer tutar. Roman boyunca toplantılar orada
yapılır. Ertuğrul Gazi öldükten sonra Osman Gazi de bu geleneği sürdürür. Ev,
Söğüd’de bulunur. (s.187) Evin büyük sofasında toplantılar yapılır. Büyük Sofanın
üç duvarında üç lâmbanın bulunduğunu öğreniriz. Orada da birkaç sedire ve minder
de vardır. Toplantıların bazısı evin büyük odasında da yapıldığını görürüz. (s.195–
196, 219)
Osman Gazi’nin yoldaşlarından olan Konur Alp’ın bahçeli bir evi vardır.
Bahçede bir badem ağacının bulunduğunu öğreniriz. Eve giden Osman Gazi,
bahçenin kapısında durur. Orada Konur Alp, Osman Gazi’yi karşılar. Konur Alp’ın
çocuğunun kırkıncı gününde bütün yoldaşlar, evin sundurmasında toplanırlar.
(s.200–201)
Harman Kaya’daki Mihail Kosses’in konağı, olayların sahnesinin geçtiği bir
mekândır. Yazar, Mihail Kosses’in oturduğu konağı şu şekilde tasvir eder:
“Mihail’ler yüksek ve kalın duvarlarla çevrili kocaman bir bahçenin içinde, çatı
hariç, üç katlı bir konakta oturuyorlardı. Bahçede, ayrıca üç bina daha vardı. Onlarda
da uşaklar, rençberler, çobanlar ve silâhlı adamları kalıyordu.” (s.17) Osman Gazi,
Mihail’i kurtardıktan sonra birlikte Kosses’in konağına giderler. Osman Gazi,
konağın salonuna girer. Orada sofra hazırlanır. (s.17–18) Osman Gazi, Aya
Nikola’nın adamlarının Harman Kaya’yı basacaklarını, Mihail Kosses’i
öldüreceklerini öğrenir. Bunun için Konur Alp’ı bu baskını bozmakla görevlendirir.
Konur Alp on altı atlı ile birlikte Mihail Kosses’in konağına gider. (s.145) Atlılar
konağın bahçesinde beklerler, Konur Alp ise konağın içerisine girer. “Taş
merdivenin yanına gelince de, eğerden sıçrayarak sahanlığa, Mihail’in yanına indi ve
ona olup bitenleri anlattı.” (s.146) Mihail’in odası ise şu şekilde tasvir edilir: “Mihail
Kosses, konağın burca bakan bir odasında, tek başına pencerenin önünde
duruyordu.” (s.246)
305
Aya Nikola’nın kızı için düzenlenen nişan töreni için İnegöl’deki Aya
Nikola’nın konağına diğer tekfurlar davet edilir. Aya Nikola, bu fırsatı kaçırmamak
için kendi odasına tekfurları davet eder. Odada Söğüd’de Türkler’e yapılacak saldırı
hakkında konuşurlar.
Aydos kalesindeki Nikeforos’un konağı da söz konusu edilir. Osman Gazi,
Aydos kalesini düşürdükten sonra Nikeforos’un konağına gider. Nikeforos, orada
gizlenir. Konağın bahçesine adamlarıyla gelen Osman Gazi, konağın nöbetçilerine
saldırır. Çarpışma bittikten sonra Sungur, konağın mutfağına girip konağı
tutuşturmak amacıyla orada ateş hazırlar. Ama Osman Gazi, Nikeforos’u diri olarak
ister ve konağın tutuşturulmasını reddeder. Osman Gazi, ikinci katına çıkmak için
konağın içindeki merdivene doğru gider. Konağın sofasında bir çarpışma olur.
Nihayet, Nikeforos, kendisini teslim eder. (s.244–246)
Kaybolan Elçiler romanında Yalova Beyinin konağı üzerinde durulur.
Sunguroğlu ve arkadaşları konağı görünce şaşırırlar: “Bey konağı kale gibiydi.”
(s.21) “Yalova Beyinin konağı böyle olunca, Bizans İmparatorunun sarayı nasıldır.”
(s.37) Konağın etrafı kalın duvarlarla çevrilir. Duvarların yüksekliğinin iki boy
olduğunu öğreniriz. (s.21) Yazar, konağı çok büyük ve süslü olarak ortaya koyar.
(s.36) Sunguroğlu ve İbrahim konağın içine girdikten sonra büyük bir odada
beklerler. İçinde bulundukları bu odanın göz kamaştıran süslemelerle dolu olduğunu
öğreniriz. (s.37) Yalova Beyine giderken koridorları geçip, bulundukları odadan daha
küçük bir odaya girerler. Orası Yalova Beyi’nin taht odasıdır. Yalova Rum Beyi ince
işlemeli ceviz bir tahtta oturur. (s.38)
Aryanos’un konağı da büyük ve süslü bir konak olarak önümüze çıkar. (s.32)
Sunguroğlu ve arkadaşları Yalova Beyinin sarayına giderlerken, yirmi atlı ile
karşılaşarak Köse yararlanır. O sıralarda silahşörlerin kumandası olan Aryanos gelir.
Çatışmayı durdurduktan sonra Sunguroğlu ve arkadaşlarını kendi konağına götürür.
İlk olarak atlarını ahıra çekmek amacıyla seyise bırakırlar. Konağın avlusuna
girerler. Köse’nin yarasını sarmak için konağın içerisine girip büyük bir odada
otururlar. Konağın saray gibi olduğunu öğreniriz. (s.30–32)
306
Baskın romanında İznik Beyinin konağı ile karşılaşırız. Çetenin peşinde
giden Sunguroğlu ve arkadaşları, konağın bahçesine gelip kapıyı kırdıktan sonra
avluya girerler. Merdivenlere atıldıktan sonra konağın içerisine girerler. (s.90–91)
Yazar, konağı şu şekilde tasvir eder: “Gizli yolları da acaba. Unutma ki bu konağı
İznik Rum Beyi yaptırmıştır. Rum Beyleri gizli geçitlere bayılırlar.
Hâlâ kimsecikler yoktu. Bütün odalar bomboş… Bomboş kubbelerde
yankıladı sesi… Boş koridorlarda ilerlemeye başladılar. Konak hayli büyüktü. Bir
sürü girdisi çıktısı vardı. Mermer sütunlar heyûla gibi dikiliyor, kubbeler düşmanca
göz kırpıyorlardı. Duvar boyunca meş’aleler yanıyordu. Birden koridorun sonundaki
demir kapı ardına kadar açıldı. Ve zırhlı bir sürü üzerlerine saldırdı.” (s.92) Konağın
bir odasındaki halıların altında bir kapağın bulunduğunu öğreniriz. Sunguroğlu ve
arkadaşları, bu kapağı açarlar. Altı basamaktan oluşan bir merdivenden sonra ormana
giden gizli bir geçit başlar. (s.93)
Kaçırılan Prenses romanında Sunguroğlu ve arkadaşları, Bizans’a geldikten
sonra ilk ziyaret ettikleri yer, Sunguroğlu’nun eski arkadaşı olan Lagan Mişöp’ün
evidir. Anlatıcı, evin durumunu dikkatle tasvir eder: “Lagan Mişöp, eski bir konakta
oturuyordu. Konağın görünüşü haraptı. Ama içerisi hiç fena değildi. Sade, fakat
temiz döşenmişti. Duvar diplerine serpiştirilmiş minderlerin, titiz bir kadın elinden
nakışlandığı ilk bakışta anlaşıyordu.” (s.22) “Evin en büyük odasında karşılıklı
otururdular.” (s.24) Eve bir merdivenle gidildiği öğreniriz. (s.54)
Aynı romanda da başka bir konak söz konusudur. Dimitri Korbos’un
konağıdır. Yazar, konağı şu şekilde takdim eder: “Dimitri Korbos, Teodosyüs
Limanına yakın yüz odalı bir konakta oturur.” (s.29) “İmparatorun oturduğu
Valekerna Sarayı’ndan çok küçük değildi. Onun kadarda gösterişliydi. Dört
köşesinden yükselen dört kule, surlarla bütünleşmiş, baştan başa boyalı camlarla
süslenmişti. Sadece bu konağı görmek bile sahibinin ne kadar zengin olduğunu
anlamak için yeterliydi” (s.43) Konak iki kattan oluştuğunu, her katta uzun bir
koridor bulunduğunu öğreniriz. İkinci kat ise daha süslü ve daha aydınlıktır. (s.116)
307
Tuzak romanında Sunguroğlu, arkadaşları mektupla gelmeden önce kendi
evinin terasında oturuyordu. Mektubu aldıktan sonra atlarını ahırdan alarak giderler.
(s.5–7)
Baskın romanında ilk görünen sahne, konaktır. Sunguroğlu ve arkadaşları,
İznik’e giderler. Yolda yağmur fena bastırınca bir konak görünür. Konağın
bacasından duman çıktığını gören üç arkadaş, her şeyden önce konağın avlusuna
girerler. Görünürde kimse yoktu. Konağın içine girdikten sonra da kimse yoktur.
Ocağın önünde bir yoğun odun olduğunu öğreniriz. (s.7–9) Köse, atlara bakmak
amacıyla konağın ahırına gider. (s.11) Üç arkadaş salonda hareket ederek konağın
odalarına tek tek göz atarlar. Konakta sekiz odanın bulunduğunu öğreniriz. “Her taraf
toz içinde yüzüyordu. Tahtalar yer yer çürümüş ve çökmüştü.” (s.12) Onlar, yatsı
namazında sonra ocağın önüne uzanırlar. (s.19)
Çalınan Hazine romanında Sunguroğlu İznik’teyken, şövalye Metiyüs’ü
tekip eder. Şövalye Metiyüs at uşağıyla birlikte harap görünüşlü bir eski eve girerler.
Ev, iki kattan oluşur. Sunguroğlu eve girerken, evin içinin dışı kadar harap
olmadığını anlar. Şövalye Metiyüs, ikinci katta bir odaya girer girmez bir ışık yanar.
(s.67–68)
Gemide İsyan romanında Çimpe kalesine giden Köse, İbrahim’i şehir
beyinin konağında bulur. Orada İbrahim, beyin kızıyla evlenir. İlk olarak Köse,
konağın kalabalık halinde ve insanlarla dolu büyük bir odasına girer. Orada İbrahim’i
bulur. Onunla konuşmak için konağın bahçesine çıkar. Bahçenin bir çınarını
yağmurdan siper ederler. (s.10) İkisi durumu şehir beyine anlatmak için konağın
küçük bir odasına girerler. Orada şehir beyi ile konuşurlar. (s.14)
Sunguroğlu ile kaptan Guidi, adadaki bir Yahudi’nin evinde kalırlar. Ev
kulübeden ibarettir. Evin duvarlarına balık ağları asılır. Sunguroğlu, evin eski bir
yatağında yatar. Evin damının bozuk olduğunu öğreniriz. (s.84–85)
308
Yıldırım Bayezid romanında Bizanslı imparator Beşinci Yoannis ve oğlu,
zindandan çıktıklardan sonra bir süre bir ihtiyarın evinde otururlar. Kim olduklarını
anlamayan ev sahibi, onlara bir ot yatağı verir. (s.70–71)
Topal Kasırga romanında şehzade Süleyman Çelebi’nin konağından söz
edilir. Bu konak büyük odasında şehir meclisi toplanır: “Doğru konağa koptu Malkoç
Bey; burnundan soluyor, bastığı yeri görmüyordu. Bir çukura saplanan ayağını az
daha kıracaktı.
Öfkesi burnunda şehzade konağına girdi. Büyük odada meclis toplanmış.”
(s.50.)
İlk Hançer romanında Gökçe Beyin konağından bahsedilir. Alp, bu konağa
yemek için davet edilir. Konağın büyük ve güllerle dolu olan bir bahçesi vardır. Bu
konak, Kazan’a dört, beş kilometre mesafededir. Konağın bahçesinde bir şadırvanın
bulunduğunu öğreniriz. (30–31)
IV. Murad-1- romanında birçok konak ve ev söz konusudur. Onların ilki,
Davut Paşa’nın konağıdır. Sultan Genç Osman’ın öldürüldükten sonra sipahilerle
yeniçeriler, Sadrazam Davut Paşa’nın konağını sararlar. Sadrazam Davut Paşa
konağın penceresini açıp onlarla konuşur. (s.35)
Beyşehri’de bir başka konak ortaya çıkar. Deli İlâhi, şehrin ileri gelenleriyle
görüşmek amacıyla kalenin kumandanın konağına gider. Deli İlâhi, adamlarına
işaretleyerek konağın içinde şehrin ileri gelenlerini öldürtür. (s.125–126)
At Meydanı’ndaki bulunan konak ise, Recep Paşa’nın konağıdır. Yazar,
konağı şu şekilde tasvir eder: “At Meydanının köşesindeki konağın pencerelerinden
ışık sızıyordu. Konak üç katlıydı. Diğer evlere tepeden bakan bir hali vardı. Dışarı
sızan hafif ışıkta bile pencere kafeslerinin çok usta bir el tarafından sabırla işlendiği
görülebiliyordu.
At Meydanında dövüşen yeniçerilerden biri nefes nefese bu konağa girdi.
Kapı çavuşu ile kısa bir ağız dalaşından sonra merdivenlere saldırdı. O önde, kapı
309
çavuşu arkasında, büyük bir odaya daldılar. Oda göz alıcı renklerden sedirelerle çepe
çevre sarılıydı. Mor çuhadan ağır perdeler yarı aralıktı. Sokaktan oldukça yüksek
olduğu için galiba, dışarıdan görülme endişeleri yoktu. İhtimal, bu yüzden perdeler
kapatılmamıştı. Sokağa bakan iki pencerenin arasındaki sedire Recep Paşa bağdaş
kurmuştu.” (s.168) Konağın arka tarafında bir bahçe bulunur. (s.231)
Sadrazam olan Recep Paşa da padişahın karşısında desiselerini düzenler.
Zorbaların başlarını çağırarak kendi konağında geceleyin toplanırlar. Bu sırada
konakta bir toplantı odasının bulunduğunu öğreniriz. Recep Paşa da toplantı
esnasında pencerenin camını kapatır. (s.232–234)
Karşı tarafta da Sultan Murad, halkla bir bağ kurarak Bayram Paşa’nın
konağında toplantılar düzenler. Ulemâ da bu toplantılara davet edilir. Romanda
önümüze çıkan Bayram Paşa konağında iki toplantı düzenlenir. Bu iki toplantıda
konağın çok kalabalık olduğunu öğreniriz. (s.188–189, 255–256)
Sadrazam Kemankeş Ali Paşa’nın konağında da bir toplantı düzenlenir.
Konağın bu toplantıda kalabalık olduğunu öğreniriz. Bu toplantıda Sultan Mustafa
tahttan indirilir. Şehzade Murat ise, sultan olur. (s.84)
Eskişehir’deki demirci Ali’nin evi, romanda ele alınan mekânlardan biridir.
Zorbalardan biri olan Kör Ali’nin karşısında duran demirci Ali, eve döner. Orada ne
yapacağını düşünür. Evin bir yatak odası ve sofra odası vardır. Demirci Ali’nin yer
yatağı vardır. Kendi kılıcı, duvarda asılır. Evin tek katlı olduğunu anlarız. (s.128–
129)
Şehzade Muard, Doğan Bey’i Antep kadısına gönderir. Yazar, kadının evini
“bahçe içinde tek katlı küçücük bir kulübe” olarak tasvir eder. (s.51)
Cibali’de çıkan yangında Hamza Paşa konağı, Yahya Paşa konağı, Sultan
Selim’deki fukara evleri ve ulemâ evlerinin tutuştuğunu öğreniriz. (s.291)
IV. Murad-2- romanında birçok konak ve evden söz edilir. Romanda sunulan
ilk ev, Kayseri civarında bulunan köyde Osman’ın evidir. Evin kapısı, köye açılır.
310
Ama diğer tarafta bulunan pencere, ormana bakar. Meliha Kadın, çocuğunu
pencereden kaçırır. (s.12–13)
Bursa’da Mehmet Çelebi’nin konağı ise, kocaman bir konaktır. Orada
Bursa’nın tanınmış bezirgânları toplanır. Saz meclisi kurulur. Mehmet Çelebi’nin,
konağın büyük bir odasında oturduğunu öğreniriz. (s.43–45)
Bağdat’ta ilk rastlanan konak ise, Bulak Han’ın konağıdır. Konağın kocaman
ve büyük bir bahçesi vardır. Konağın avlusu ise binlerce insanın sığınacağı kadar
büyüktür. Fettah ile Osman orada bir süre kalırlar. Haşhaşîlerin lideri olan Bulak
Han’ın konağında Sakarya Şeyhinin imdadına yetişmek için son hazırlıklar yapılır.
Konak binlerce Haşhaşî fedaileriyle kaynar. Fettah ile Osman konağın bir odasında
otururlar. Odanın penceresi, avluya bakar. Avluda ağaçların bulunduğunu öğreniriz.
(s.182–183)
Rahman Çelebi’nin rastladığı misafir, Bağdat civarında eski bir konakta
oturur. Konağın kapısından bir taşlığa gidilir. Taşlıktan sonra on iki basamaklı bir
merdivenle yukarıya çıkılır. Orada misafirin odası bulunur. Yerde ise acem halısı
vardır. (s.284)
Beyaz Kale romanında Paşa konağından söz edilir. Yazar, oraya girince
kendisinin kolay kolay kurtulamayacağını anlar. Yazar, orada insanların
parmaklarının ucuna basarak yürüdüklerini söyler. Konağın bir sofası vardır.
Paşa’nın orada da bir odada bir sedirin üzerine uzanarak beklediğini öğreniriz. (s.16)
Konağın bir bekleme odası da vardır. Bu odanın iki kapısı bulunmaktadır ki; birisi
giriş için, diğeri ise bir başka odaya geçer. (s.20–21) Konağın bahçesinin ağaçlarla
dolu olduğunu öğreniriz. (s.30–31)
Yazar, Hoca’nın evinde oturur. Hoca’nın evi, sıkıntılı, küçük, sevimsiz bir ev
olarak önümüze çıkar. (s.23) Evin bir odası, yazara hazırlanır. (s.32) İkisi bir masaya
karşılıklı oturup çalışırlar. (s.36) Bazen de Hoca, yazarı sandalyeye bağlayıp masaya
oturur. Hoca’nın istediği şeyi yazara yazmasını emreder. (s.72) Yukarıdaki küçük
oda, Hoca’nın çalışma odasıdır. (s.58) Odanın bir lambası vardır. (s.96) Evin bir
311
duvarında bir ayna vardır. (s.99) Evin, Haliç’e bakan bir mahallede olduğunu
öğreniriz. (s.103)
İkisi de hasat zamanı Gebze’ye gidip orada eski bir evde otururlar.
Oturdukları ev, eski ve boş bir evdir. Evin bir arka bahçesinin bulunduğunu
öğreniriz. (s.59)
Hoca ve yazar Edirne’deyken Fildamı Mahallesi’nde bulunan bir eve girerler.
Hoca, orada saraydan kaçmış birisini arar. Evin içerisi toz, ahşap ve sabun kokar.
Kapıdan sonra yukarıya gıcırdayan bir merdivenle çıkılır. Ev, bir sofa ve dört odadan
oluşmaktadır. Birinci odanın, yatak odası olduğu anlaşılır. İkinci odanın içinde bir
yığın yorgan ve yorganlık kumaş vardır. Üçüncü odada iki kadının namaz kıldıklarını
öğreniriz. Dördüncü oda ise iş yeri olarak önümüze çıkar. Orada yorgan diken bir
adam bulunur. (s.143–144)
Patrona romanında Patrona ve arkadaşları, ilk toplantılarını yapmak üzere
Emir Ali’nin evine giderler. Yazar, oturdukları evi şu şekilde tasvir eder: “Hayli
büyük bir odaydı bu. Tahta döşemeyi tam kapatamayan kocaman bir kilim yayılmıştı
yere. Sarı yeşil, mor, artık eskiyerek hükmünü kaybeden renkler, gene de dikkati
çekiyorlardı. Köşelerde minderler konulmuştu şöyle kabarıkça duran. Yenice badana
yapılan duvarlara çividi maviyi biraz bol vermişler, bahçeye bakan iyi büyücek
pencerede çiçek saksıları vardı.
Odadaki temizliğe bakınca, titiz bir kadın elinin dikkatli, yorulmaz
gayretlerini sezmekte gecikmiyordunuz. Ama, canlı olarak görünen, biraz evvel
buraya gelen üç kişiden ibaretti. Evet, onlar hiç konuşmadan ahşap merdivenleri
gıcırdata bu ikinci kata çıkmışlardı. Harap bir avluya dört bir tarafı çevrilen bu evin,
diğerleriyle bir bağlantısı yoktu.” (s.20)
Hilâl Görününce romanında yazar, Kırım Türklerinin evlerini genel olarak
şu şekilde tasvir eder: “Çoğu iki katlı olan evlerin bahçelerindeki pembe beyaz
çiçeklerle donanmışlardı.” (s.42)
312
Romanda karşımıza çıkan ilk ev, Nizam Dede’nin evidir. Nizam Dede’nin
evi, yukarıdaki evlerin farklı değildir. Evin bir avlusu vardır. Ahır ise avlunun bir
tarafında bulunur. (s.103) Evde iki yatak odası bulunur. Birisi Nizam Dede’nin,
diğeri ise, Giray’ınkidir. Nizam Dede’nin Odasında bir ocağın bulunduğunu
öğreniriz. Evde şamdanlar, yağ kandilleri ve lambalar da bulunur. (s.32) Nizam
Dede’nin odasında dışarıya bakan bir pencere bulunur. Odada da oturmak için
minderler vardır. (s.30)
Arslan Bey’in evi de aynıdır. Ama Arslan Bey’in eşini öldükten sonra ev
bakımsız haline gelir. Hem de annesi yaşlıdır. Bir gün komşular annesi için evi
temizler. Arslan Bey, eve dönünce şaşırır. Ev de iki kattır. Avlusunda ahır bulunur.
Evin iki yatak odası da vardır. Minderler de bulunur. (s.128–133) Evin içinde bir
ocağın bulunduğunu öğreniriz. (s.243)
Feyzullah Ağa’nın Bahçesaray’da evi de aynı şekilde ortaya çıkar. Ama evin
şeftali ağaçlarıyla dolu olan bir bahçesi vardır. Evde minderler de bulunur. (s.290–
293) Arslan Bey ve Şirin’in nikâhı bu evin geniş bahçesinde kıyılır: “Odaları
misafirlerle dolup taşmıştı. Şirin, kadınların toplandıkları odada boynunu bükmüş
oturuyordu.” (s.396)
Gregoroviç’in evi ise farklıdır. Akmescid’de bulunun Gregoroviç’in bağları
arasında yer alan bu ev, düzenli ahırlardan sonra taş örme, üstü beyaz badanalı bir
evdir. Evin bahçesinde bir asma çardağın bulunduğunu öğreniriz. (s.94–95) Evin içi
ise şu şekilde tasvir edilir: “Gregoroviç’in evi küçük bir saray sayılır. Hizmetkârın
gösterdiği odaya girmeden önce salona bir göz attı. Uzun bir masa, oymalı koltuklar,
yağlı boya tablolar, kocaman vazolar, altın, gümüş kupalar ve şamdanlar hiç
tanımadığı bir dünyanın parıltısını, rengini aksettiriyordu. Hele resimler o kadar
canlıydı ki, şaşırdı. Şöminenin üstündeki Gregoroviç’in resmiydi. Yağız atı ve o.”
(s.192)
Dağlı (Dargo) romanında Toy Cafer’in oturduğu ev söz konusudur. Toy
Cafer, Rus askerlerinin kendi köyüne girdiklerini haber alır almaz. Köye gider.
313
Oradaki evine gider. Evin penceresinden düşmanı izlerken, kendi annesinin hasta
yatağında olduğunu öğreniriz. (s.113–114)
Karasu romanında karşımıza ilk çıkan ev, Vank köyündeki Vahan’ın evidir.
Vahan’ın ahırına atları çalmak için gelen Seydo, ilk olarak evin geniş avlusuna girer.
Avluda iki kapı bulunur. Birinci kapı avluya, ikincisi ise eve açılır. Yatak odasında
uyuyan Vahan’ın, avluyu güvenceye almak için arkasına bağladığı ip yatak odasına
kadar uzatır. Kapı açılınca ip çekilir. Bir hırsızın bulunduğunu fark eden Vahan evin
avlusuna çıkar. (s.18–19)
İsyan Eşiği romanında ortaya çıkan ilk ev, Fındıkcık köyünde bulunan
Abovyan evidir. Ermeniler, köyün başında Mülazım Fuat’ı beklerler. Onu
Abovyan’ın evine götürürler. Evin büyük ve çok odalı olduğunu öğreniriz. Abovyan,
Mülazım Fuat’ı sofra odasına götürür. Odanın ortasında sofra değişik tepsilerle
hazırdır. Abovyan da Mülazım Fuat için yatak odasını hazırlayıp sabun kokan yatağı
serer. (s.34–41)
İkinci ev ise, aranması istenilen Esro’nun evidir. Ermeni olan Esro, kendi
evinde bomba yapıp komitecilere dağıtır. Esro, kendi evinde iki çırağıyla gece
boyunca dinamitler ve bombaları evin dehlizine indirmeye çalışırlar: “İki çırak, iki
baştan tutup sediri kaldırdılar. Açığa çıkan dehliz kapağını açtılar, aşağıya taşımaya
başladılar. Büyük çırak, dehlizin başından aşağı uzatıyordu. Esro Usta, aletleri
yerleştiriyordu.” (s.44) Nihayette bombalar, evi patlatır. (s.45)
Yazar, köyün evlerine de romanda yer verir. Bunların başında Yusuf’un
evidir. Evin geniş bir avlusu vardır. Avluda, suyu çekmek için bir kuyu da vardır.
Avlunun diğer tarafında ise ocak bulunur. (s.62)
Osman’ın evi ise, Yusuf’un evinden farksız değildir. Avluda da ocak bulunur.
(s.55) “Yüzü keskin çizgili, uzun bir kadın var kapının önünde. Duvar köşesine yakın
yerde kazık çakılı. Kazığa siyah bir inek bağlı. İneğin yöresinde tavuklar, serçeler
dolaşıyor.” (s.52)
314
Yazar, Ermenileri temsil eden Bakırcı Mıgırdıç’ın oturduğu konağı da tasvir
eder. Bakırcı Mıgırdıç’ın konağı pek geniştir. Bakırcı Mıgırdıç, konağın sofasında
Fuat Bey’i beklerken, Ayı Kemal konağın avlusunda görünür. (s.125) Bu sırada ikisi,
konağın dış kapısında Fuat Bey’i karşılarlar. Yazar, oturdukları odayı şu şekilde
tasvir eder: “Kolağası Fuat Bey, kendisine hizmet için yöresinde dönenleri, cana
yakın duldu. Şark usulü döşenmiş nadide halılarla süslü odada, ipek yastıklara sırtı
gömülünce, çevresine daha babacan bakmağa başladı.” (s.126) Bundan sonra cins
cins yemeklerle dolu olan sofraya giderler. (s.129)
Musa’nın evi ise, zengin köylülerin evini temsil eder. Oraya giden Yusuf ile
Hasan, duvarlara halı yastıkları dayalı, geniş bir odaya alınırlar. Sonra gece vakti
yataklar serilir. Yusuf ve Hasan ayrı odalarda yatarlar. Ertesi gün Musa’nın babası
gelir, misafirlerle oturur. Sonra değişik yemeklerle zengin olan sofraya davet
edilirler. (s.152–153)
Romanda Mıgırdıç Portakalyan, İstanbul’daki Rum Sofia’nın evinde
gizlenerek oturur. (s.113–114)
Dünya Durdukça romanında ortaya ilk çıkan ev, Ali Rıza Efendi’nin evidir.
Orada Mustafa Kemâl Atatürk doğar. Evin iç odalarının birinde doğum olur.
Akrabalardan bir yaşlı hanım elinde dünyaya yeni gelen bebeği kaldırarak odanın
dışına çıkar. Koridorda bekleyen Ali Rıza Efendi, bebeği alır. (s.3) Yıllardan sonra
hasta olan Ali Rıza Efendi, yatak odasında yatar. Yatağın yanında küçük Mustafa
durur. (s.6–7)
Zabit Ömer Cevat, kendi evine gider. Orada eşi ve kızı ile birlikte oturur. Eşi
mutfağa açılan ikinci kapıdan girer. Ömer Cevat ise kızıyla birlikte kendi odasına
gider. Bu sıralarda evin kapısı zorla açılır ve düşman askerleri içeriye girer. Ömer
Cevat hemen kızını evin büyük odasındaki dolaba saklar. Ömer Cevat, odaya giren
iki düşman askeri öldürür, üçüncü asker ise Ömer’i vurur. Bunun ardında da Ömer’in
eşi de öldürülür. Bir asker dolabın kapısını açarken Türk askerleri gelir ve düşman
kuvvetlerini öldürürler. (s.21–23)
315
Zeynep, babası öldükten sonra amcasının yanına gider. Evde özel bir odası
vardır. Diğer odada ise amcası ile yengesi otururlar. Evin iki kattan oluştuğunu
öğreniriz. (s.48–56)
Zeynep büyüdükten sonra evlenir ve eşiyle birlikte Ankara’da bir evde oturur.
Evde kayınpederi ve kayınannesi de vardır. Evin bir odası, kütüphane olarak yapılır.
Zeynep’in kayınpederi, kütüphanede sürekli olarak oturur. Evin bir bahçesinin
bulunduğunu öğreniriz. (s.99–103)
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu romanında karşımıza çıkan ilk ev,
Hekimoğlu’nun evidir. Hekimoğlu annesiyle birlikte evde yaşar. Evin küçük
olduğunu öğreniriz. Ev, iki odadan oluşmaktadır. Evin pencerelerinin tekmil ve sık
perdeleri vardır. Hekimoğlu’nun odasında sadece yatak bulunur ve duvara bir tüfek
asılır. (s.16–23)
Hekimoğlu kaçarken ilk gittiği yer, Kumru köyündeki arkadaşı Hüseyin’in
küçük evidir. Ev, “bir gözlü kulübe”den ibarettir. (s.48)
Romanın son sahnesini gören yer ise, Tepealan köyünün muhtarı Hasan
ağanın evidir. Aslında Daydan Arslan’ın hazırladığı pusu, Hasan ağanın evidir.
Hasan ağa, evin dışında oturur. Akşam namazını kıldıktan sonra pencereleri
kapatmadan evin içerisine girer. Eve geceleyin gelen Hekimoğlu ve Gedik Halil, ilk
olarak mum ışığında evi ararlar. Yemekleri hazırlayan Hasan ağa, Hekimoğlu ve
arkadaşı sofraya davet eder. Bu sırada evin iki kattan oluştuğunu öğreniriz.
Yemeklerini yedikten sonra Hasan ağa, alt kattaki misafir odasına iki yatak serer.
Hekimoğlu, Hasan ağaya odunlukta uyumasını söyler. Bu sıralarda Halil ağa, bir
işaret olarak üst kattaki pencereyi gece boyunca açık bırakır. Bunun üzerine
sabahlayın Daydan Arslan ile adamları birlikte evi kuşatırlar. Evin açık
pencerelerinden yoğun kurşun girer. Çatışmaların sonunda Hekimoğlu ile Gedik
Halil evin içinde öldürülürler. (s.128–141)
316
Ermeni Zulmü romanında Ermeniler, Sarıkamış’ın Zeg köyünde Dirkan
Serkis’in evinde gizlice bir toplantı yaparlar. Bu evin, köyün en büyük evi olduğunu
öğreniriz. Toplantı, evin kapısı zincirlerle iyice kapatıldıktan sonra başlar. (s.21)
Desaadet’te Sabah Ezanları romanında Neveser’in İstanbul’da oturduğu ev
karşımıza çıkar. Evde cereyan eden olaylar, Nefti Salon’da gerçekleşir. Nefti
Salon’da, yağ yeşili büyük çini soba bulunur. (s.61) Abdi Bey Mizrahi’lerin yalısında
gizlenir. Neveser, her gün oğlu Doğan’ı yatırdıktan sonra tek başına Nefti Salon’da
sessiz sessiz gözyaşları döker. Yazar, bu sahneyi şu şekilde tasvir eder: “Camlarda
aynı parçalayıp yaldızladığı ‘gümüşî’ bulutlar, işgal donanmasının yanıp sönen işaret
fenerleri, ansızın bir ışıldak! Nasıl ağlamasın.” (s.62) Neveser, Almanya’dan dönen
kardeşi Ahmet Ziya’yı evde bulur. Bu sırada sessiz ve sakin olan Neveser’in evi, tam
ters değişir. Yazar, evin durumunu şu şekilde tasvir eder: “Evin içinde, akıl almaz bir
‘yolcu’ dağınıklığı! Her tarafta bavullar: şemsiyelikte, koridorda, kütüphanede! İrili
ufaklı, renk renk, biçim biçim. Partal demirli ‘muhkem’ bir sandık, etekleri yerde
sürünen ‘siyah muşamba’ bir palto. Salondan, yabancı sesler işitiliyor, mutfaktan
kapkacak gürültüsü.” (s.78) Neveser de şaşırarak Nefti Salon’u tanıyamaz: “Neveser,
evinin şaşmaz düzenine, sürekli durgunluğuna, meğer ne de alışmış? İçine paldır
küldür yuvarlandığı bu curcunayı yadırgadı. ‘Nefti Salon’u tanıyamıyor. Ortalıkta
tepsiler, şarap şişeleri. Sehpalardan birine eski bir bavul oturmuşlar, yetinseler ya,
hayır, açmışlar da: kirli erkek çorabları, yakası yenmiş gömlekler, renkli sicimle
bağlanmış irice bir paket, yırtığından bir ‘mecmua’ demetini içerdiği anlaşılıyor.”
(s.78–79) Neveser, kardeşine misafir yatak odasını hazırlar: “Misafir yatak odası tek
kişilik olduğundan, yüklüklerden yatak çıkarıp hazırlık yapmak gerekiyor da!” (s.82)
Terasta salıncaklı bir iskemlesinin bulunduğunu da öğreniriz. Orada da oturulup
sohbet edilir. (s.101)
Ahmet Ziya, Doktor Melek ile birlikte Sultanahmet’e yakın bir evde oturur.
Yazar, evi şu şekilde tasvir eder: “Ahmet Ziya, Divanyolu’na çıkan yorgun bir
sokakta, ahşap ‘nohut oda bakla sofa’ bir evde oturuyor: iki kat, pencereleri cumbalı,
kapısında geçen yüzyıldan kalma, koca bir çınar.” (s.360) Doktor Melek, aşağı
kattaki sofaya bitişik odayı muayene odası olarak kullanır. Hem sofa hem de
317
muayene odası, hemen hiç güneş görmez. (s.360) Neveser, ikinci kata çıktığında
şaşırır. Orası çok dağınıktır. Dergiler, kitaplar, gömlekler ve kahve fincanları her
yerdedir. (s.367)
Vatan Dediler romanında yazar, ele alınan dönemin evlerini gösterirken,
değişik insan sınıflarıyla ilgili olarak bilgi vermeye çalışır. Verilen bilgilerden de bu
dönemde halk arasındaki dayanışma duygularını anlarız. İlk olarak Tacım köyündeki
Molla Mahmut’un evi karşımıza çıkar. Molla Mahmut, evini bırakıp orduya katılır.
Annesi ise evde kalır. Molla Mahmut’un evi sıradan köylerin evlerini gösterir. Ayşe
kadın, kapının eşiğinde oğlunu düşünerek oturur. (s.82) Evin içinde ocak bulunur.
Duvarın dibinde çıralar vardır. Karanlıkta çıraların ışığında otururlar. (s.85–87)
Molla Mahmut, Haceli ve Hamdi İnönü köyündeyken Zeynel Ali’nin evinde
bir geceyi geçirirler. Evde yün yatakta uyurlar. Sabahlayın Zeynel Ali’nin oğlu,
onlara ibrikte suyu getirir. Onlar da leğende yıkandıktan sonra kurulan sofraya
giderler. (s.215–216)
Yunanlılar, Tacım köyüne girdikten sonra ahali köyden kaçarlar. Göçmenler,
değişik yerlere giderler. Molla Mahmut’un ailesi ise, Akşehir’deki İbrahim beyin
evinde oturur. Evin, tek katlı olduğunu öğreniriz. (s.117–118)
Kökez’li Hacı Nuri’nin evi ise zenginlerin evlerini temsil eder. Kökez’li Hacı
Nuri, evine Yunanlıları yemeğe davet eder. Yunanlılar, eve gelirler: “avludan
geçtiler. İki tane koyun kestirmişti. Birini parçalamışlar, öbürünü yeni soyuyorlardı.
Ortalığı kan kokusu doldurmuştu… İlerde kazanlar kurulmuştu. Yemekler
pişiyordu.” (s.95) Ev iki kattan oluşur. Tahta merdivenleri çıkan Yunanlılar ikinci
katta otururlar: “Halılar döşeli odaya girdiler. Yerde serili yataklara, sedirlere
ayaklarını uzatarak oturdular.” (s.96)
Savaş icaplarına göre bazen ev, orduya ait bir karargâh haline gelir. Türk
askerleri, Çardağı’nın yanındaki köye girerler. Orada evlerden biri, Tümen karargâhı
olarak kullanılır. Evin kerpiçten olduğunu öğreniriz. Evin yanları ise askerlerle
doldurulur. (s.309)
318
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Alparslan, halasının evine gider. Kapıyı
vurur, ama cevap almaz. Kapıyı kırmaya başlar, bu sırada içerden Rusça sesler
duyar. İçerideki iki Rus askeri kapıyı açarlar, Alparslan onları görünce olup biteni
tahmin ederek askerleri öldürerek halasının odasına girer. Ama halasının, eşiyle
birlikte öldürüldüğünü görür. (s.20–24)
Alparslan, kendi evine gidince annesinin de öldürülmüş olduğunu ve tavana
asıldığını bulur. (s.25–26)
Alparslan, annesi öldürüldükten sonra amcası Süleyman beyin evinde oturur.
Süleyman amca, Alparslan’a bir odayı ayırtır. Kendi kızı ise, bir başka odada yatar,
üçüncü oda ise Süleyman amca ve karısı Hacer hanım içindir. Böylece ev üç odadan
oluşmaktadır. Oturma odasında da bir sedirin bulunduğun öğreniriz. (s.26–27)
Süleyman amcanın evi, Rus çeteleri tarafından yıkılır. (s.54)
3. Dinî Mekânlar (Külliye)
a. Camiler
(1) İstanbul Camileri
IV. Murad -1- romanında Fatih Camii, romanda söz edilen camilerin
arasında önemli bir yer tutar. Romandaki olayların bir kısmında adı tekrarlanan
yerlerden biridir. Mere Hüseyin, Divanda bir kadı efendiden fetva ister, ama kadı
efendi istenilen fetvayı vermez. Bunun üzerine Mere Hüseyin, kadıyı tokatlar. Bunun
üzerine halk ile ulemâ Fatih Camiinde toplanır. Camin avlusu insanlarla doludur.
Öğle namazı topluca kılındıktan sonra ulemâ mutakip olarak mihrapa gelip kısa bir
konuşma başlarlar. O sırada da hep birlikte tekbir almaya söylerler. “Kubbeleri
çınlıyor, yer yerinden oynuyordu.” (s.72) Şeyhülislâm da onlara katılır. Ve Mere
Hüseyin’in sadrazamlıktan azledilmesini isterler. Ama durum istedikleri gibi olmadı:
“Ve o akşam Mere Hüseyin’in emriyle Karamazak adlı zorbanın çapulcuları Fatih
Camiini bastı. Osmanlı Tarihinde ilk defa ulemâya kılıç çekildi. Osmanlı askeri ilk
defa kılıcıyla ulemâ kanı akıttı. Birçok kişi öldü, birçok kişi yaralandı. Fatih
Camiinin halıları ulemanın kanıyla benek benek oldu.” (s.73)
319
Romanda ortaya çıkan Orta Camii, bir ibadet yerinden çok yeniçerilerin
karargâhı olarak kullanılır. Yeniçerilerin ileri gelenleri Orta Camii’de toplanır, her
şey burada konuşulur. (s.40)
Romanda son zikredilen camii ise, Sultanahmet Camii’dir. Yatsı namazında
dört yeniçeri Sultanahmet Camiinin şadırvanına girerler. Abdest alanlardan bir
ihtiyarı vururlar. İhtiyar şadırvanın yalağına yuvarlanır. Bu sırada avlunun mermer
olduğunu, avluda da çifte fenerin bulunduğunu öğreniriz. (s.163–165)
Patrona romanında Patrona ve arkadaşları, Beyazıd Camiinde sabah namazı
kılıp eylemi başlarlar. Yazar, romanda Beyazıd Camii ile ilgili Evliya Çelebi’nin
tasvirine yer verir: “Bayezid Camii, bir kubbesi müdevveri âlidir. Kıble tarafından
mihrap üzere ve kıble kapusu üzere yarım kubbeler dahi kubbeye zam olunmuştur.
Camiin sağında ve solunda iki somadaki amudları vardır ki misilleri, Meğer Mısır’da
Sultan Kalavun camiinde ola. Beş kapusu vardır, hareminin dört tarafında gûnagûn
sütünlar üzerinde kubbeler inşa olunmuştur. Haremin taa ortasında bir havuz onun
etrafında eflâke ser çekmiş servi ağaçları, müheykel Tûba ağacı gibi dururlar. Bu
haremin dışı, serapla ulu ağaçlarla müzeyyendir, ve gölgelerinde nice bin adem
serinlenir.” (s.409)
Romanda Ayasofya Camii de ortaya çıkar. Ayasofya kürsü şeyhi İspirizade
Şeyh Ahmet Efendi, Patrona ve arkadaşlarına katılarak Ayasofya’da vaazlarında
halkı kışkırtmaya başlar. Cami kubbesinin altındaki kürsünde oturan Şeyh Ahmet,
halkı derinden etkiler. (s.237, 244–254)
Patrona romanında isyanın başladıktan sonra Et Meydanındaki Orta Cami, şu
şekilde ortaya çıkar. “Yeni Odalardaki meşhur Orta Camiin, asırlar boyunca beş
vakit, namazda daima olduğunu hiç zannetmiyoruz, fakat bir yeniçeri ihtilâlinin son
kararı, yatsı namazından sonra bu camide verildi.” (s.508–509) Bu sırada camiin
tıklım tıklım olduğunu öğreniriz. Patrona Camide sabaha kadar kalır. Hatta
kendisinin de sabah ezanı okuduğunu öğreniriz. (s.512)
320
(2) Taşra Camileri
Osmancık romanında Osman, Şeyh Ede Balı ile görüşmek üzere İtburnu’ya
gider. Şeyh Ede Balı, mescidin kayyum odasında oturur. Osman, kapıdaki meşin
perdeyi aralayıp içeriye girer. Yazar, mescidin kayyum odasını şu şekilde tasvir eder:
“Oda, tabana serili kilimlerin dışında döşemesizdi. Karşı duvarda bir ocak, ocağın
üstünde de yumak mumlar ve iki lâmba konmuş bir raf vardı. Oda, o rafın iki karış
yukarısındaki küçük bir pencereden aydınlanıyordu. Ve şimdi, güneş tam o
pencereye vurduğu için, ocak yanının dışında iyice aydınlıktı.
Ede Balı ocağın önünde, bir rahlenin arkasında, diz çökmüş oturuyordu.”
(s.89)
Osman Gazi, Harlak’a gider. Orada Uruz Derviş ve Koca Bacı’nın yaptıkları
mescidi şaşırarak görür. Osman Gazi’yi şaşırtan mescit şu şekilde tasvir edilir:
“Taban halıları değildir onu şaşırtan. Hattâ Söğüd’de, İnönü’nde, İtburnu’nda, hiç bir
mescitte görmediği minberi de, Uruz’un açıklamasından sonra fazla yadırgamıyor.
Ama tavandan sarkan o renkli ve değirmi şey?
Uruz Derviş: “Bican Abdal’ın işidir” diyor.
Sonra da, Bican ile yanındakilere, indirmelerini söylüyor:
Altı şişkin bir davulu andıran şey, biri al, biri yeşil, biri de sarı üç örülü bir
organla tavandaki makaraya tutturulmuştur.
Bican Abdal, bir direğe sarılı urganı çözüyor ve yavaş yavaş salıyor; o
değirmi şey de yavaş yavaş iniyor, bel hizasına geliyor:
Osman beğ, onun açık olan üstünden bakıyor ve yedi tane yağ kandili
görüyor. Gene Uruz işaret etmiştir:
Kandiller yakılıyor ve o şey yukarı çekiliyor. Osman beğ dönüp kendisine
baktığı için de Bican Abdal anlatıyor:
321
Deve derisini iyice tıraş ettikten sonra, kasnağa germiş ve işte böyle, sarılarla,
morlarla, allarla, yeşillerle çiçeklemiştir.” (s.156–157)
Osman Gazi, Söğüd’de bir mescit yaptırır. Mescitle ilgili “Avlusundaki
musluklar, göçürülen ağaçlar ve konuk odaları ile mescid pek güzeldi.”, “Makaranın
takılışı, Gökçe bacının ördürdüğü urganın geçirip gerilişi ve işleyişin öğretilişinden
sonra, yedi kandillinin asılışı akşamı buldu.” olarak sadece bu iki tasvire rastlarız.
Mescit, bir haftanın ortasında namazı hazır olur. Ama mescitte ilk kılınan namazı,
cuma namazı olsun diye düşünen Osman Gazi, mescidin açılışını cumaya kadar
erteler. Namazda ise mescidin içi dolu olur. Bunun üzerine evlerden hasırlar alınır ve
mescidin avlusuna ve ırmağa doğru uzanan düzlüğe serilir. (s.190–191) Bu mescidin
toplantılarda bir önemi vardır. Osman Gazi, yaptığı toplantılarda mescitte katılanları
bekler. Namazdan sonra toplanılacak yere gidip sonra mescide döner. Osman Gazi,
mescitte namazı kılan cemaatin önünde toplantılarda alınan kararları açıklar. (s.218)
Kara Şövalye romanında Sunguroğlu ve Köse, İbrahim’i çağırmak amacıyla
İznik’e giderler. Orada İbrahim’i Orta Cami’de namazı kılırken bulurlar. (s.12)
Yıldırım Bayezid romanında Sultan Yıldırım Bayezid’in Olivera ile nikâhını
Alacahisar camiinde kıyılır. Orada da topluca namazı kılırlar. (s.45)
İlk Hançer romanında Alp, Gökçe Beyin konağına yemek için davetli olarak
gittiğinde yemekten sonra konağa yakın mescide giderler. Anlatıcı, gittikleri mescidi
şu şekilde işler: “Mescit, konağın yüz metre kadar uzağındaydı. Oraya mermer
döşeli, bir metre enindeki bir yoldan gidiliyordu. Yolun her iki tarafı güllerle
doluydu. Mescidin önünde ve sağ yanında en az mescit kadar şirin bir de şadırvan
bulunuyordu. Şadırvanın ön cephesinde ise, üzerinde ‘Temizlik imandandır’ sözü
yazılı bir mermer taş yerleştirilmişti.” (s.33)
IV. Murad -2- romanında Sultan IV. Murad, Bursa’dayken Ulucami’e
namazı kılmak amacıyla gider. Sultan, camiin avlusunda dolaşır. Avluda ulu
çınarların bulunduğunu öğreniriz. Tam o sırada camiin minarelerinden ezan okunur.
322
(s.42) Sultan IV. Murad, Bursa’yı terk etmeden önce yine de halk ile topluca namazı
kılır. (s.49) Ama cami ile ilgili tasvirler bulunmaz.
Civelek Osman romanında köyün camii olduğunu öğreniriz. İmam odası,
camin yanında bulunur. Köylüler, Osman’ı ilk bulduklarında oraya götürürler. (s.15–
17) Cami ile ilgili tasvirler yoktur.
Hilâl Görününce romanında Bahçesaray’daki Han Camii karşımıza çıkar.
Camiin avlusuna gelen Nizam Dede, camide namazı kıldıktan sonra arkadaşlarıyla
camin avlusunda konuşurlar. (s.155) Ama cami ile ilgili tasvirler verilmez.
Ermeni Zulmü romanında Erzurum’da 12015 (25,5 – 31,9 metre) karelik bir
cami avlusunda toplu cenaze namazı kılınır. (s.14) Yazar, camiin adını ve cami ile
ilgili tasvirler vermez.
b. Medreseler
İsyan Eşiği romanında Kolağası Fuat Bey, Rüştüye medresesine ziyaret eder.
Oradayken, namaz zili çalınır, öğrenciler de namaza giderler. Bu sıralarda Şadırvanı
gölgeleyen kameriyenin altında sohbet eden öğrenciler, Fuat Bey’i muallimlerin
arasında görürler. Coğrafya muallimi, Fuat Bey ile medresede İttihatçılar üzerine
uzun uzun tartışır. (s.131–132)
Son Kavşak romanında Topkapı Sarayı’nın yanında bulunan Gülhane Askeri
Tıbbiyesi’nde öğrencilerin, okulun bahçesinde toplandıklarını öğreniriz. Okulda
1890 yıllarında öğrenciler arasında “Hürriyet” fikirlerini kulaktan kulağa yayılır.
Öğrenciler de Namık Kemal’den ve onun ateşli şiirlerinden söz ederler. (s.47–48)
Ama medreseyle ilgili tasvirler rastlanmaz.
Dünya Durdukça romanında Mustafa Kemâl Atatürk, Selanik’teki Mülkiye
İdadisine katılır. Orada öğrenimini bitirdikten sonra Askeri Rüştiyeye girer.
Oradayken Matematikte üstün bilgileri yüzünden öğretmen tarafından kendisine
Kemâl lakabı verilir. Selanik Askeri Rüştiyesini başarıyla bitiren Mustafa Kemâl,
Manastır Askeri İdadisine girer. Sonra İstanbul’daki Harp Okuluna katılır. (s.10–11)
323
c. Mektepler
Civelek Osman romanında köyün bir mektep odası vardır. Oda, köyün
camiinin yanında bulunur. Odada bir ocağının bulunduğunu öğreniriz. (s.17–18)
İsyan Eşiği romanında Yusuf, kendi çocuğu ile Hasan’ı mektebe gönderir.
İkisi de Muallim Cemal’ın talebesi olurlar. (s.76–77)
Dünya Durdukça romanında küçük Mustafa, annesinin isteğine göre
ilköğrenimine merasimle ve ilahilerle mahalle mektebinde başlar. Ama küçük
Mustafa mahalle mektebini beğenmeyerek bırakır. Çünkü orada bütün gün dizleri
üstünde yere oturması onu çok yorar. Hocanın, sınıf odada daimi asık bir yüzle
karşılarında bağdaş oturmasını, yanındaki uzun sopası ile talebelerini boyuna
dürtüklemesini çok acayip bulur. (s.4–5)
Mahalle mektebinden ayrılan küçük Mustafa, Şemsi Efendi mektebine katılır.
Temiz sıralarda çift çift talebeler, küçük Mustafa’nın hoşuna gider. Orada da
ilköğrenimine devam eder. Ona göre burası üstün bir tahsil yuvasıdır. Dersler, huzur
içinde takip edilir. (s.5–6)
d. Tekkeler
Osmancık romanında İtburnu’daki Şeyh Ede Balı’nın tekkesi ortaya çıkar.
Romanda tekke bir huzur yeri olarak gösterilir. Yazar, tekkeyi ince ince ve dikkatle
şu şekilde tasvir eder: “Şeyh’in tekkesi, evinin hemen yanıbaşında, gelen geçen
yolcuların mola verdiği, yiyip içtiği, canı isteyenin canı istediği kadar konakladığı bir
kervansaraya, kervansaraydan, handan çok da bir konuk evine benzerdi.” (s.41) Bir
gün Osman tekkeye gelir. Dursun Fakı onu karşılar: “İç avluda idiler. Avlu
pencereleri basık ve küçük odalarla çevriliydi, ortasında da, her köşesinde bir musluk
bulunan altıgen bir şadırvan vardı. Giriş kapısızdı. Onun bulunduğu duvarda bir
arabanın rahat rahat geçebileceği bir boşluk bırakılmıştı; kapı varmış da yıkılmış
veya yıktırılmış değildi; kapı özellikle konulmamıştı.” (s.42)
324
Osman merdivene yönelir. Osman’ın karşılayan Dursun Fakı, öndedir, Osman
ise üç basamak arkadadır. İkisi ikinci kata çıkarlar: “Bu katta da, kapıları verandaya
açılan odalar vardı. Yalnız, giriş kapının üstüne düşen tarafta oda yoktu. Orası duvar
boyunca sedirli bir sofaya andırıyordu. Tabanına hasır serilmişti. Sedirde de halı
seriliydi.
Dursun Fakı, Osman’ı, o yerin sağ köşesini yapan odaya götürdü.
- “Burada kalırsın.”
Osman etrafına bakınırken de ekledi:
- “Baban Ertuğrul beğ gazi de, doğmadan az önce, burada yatmıştı. Yatmadan
önce de, Şeyhim Ede Balı ile sohbet ettiydi. Ben azdan gelirim.”
Gitti.
Yerde hasır. Hasırın üstünde halı. Dipte bir pencere; sahanlıklı. O yanda
duvar boyu sedir. Sedire halı serili. Duvar boyunca, kilim kaplı ot yastıklar var.
Kapının karşısında düşen duvarda küçük bir ipek seccade asılı. Seccadenin
üzerindeki bir çiviye, üzeri sırma işlemeli, mor kadifeden büyücek bir kese asmışlar.
Kapının sağındaki duvarda iki yüklük, aralarında da oymalı, örmeli, boyalı bir
lâmbalık var. Lâmbalıkta pirinç bir şamdan duruyor. Osman, şamdanın yanında
birkaç Selçuklu ve Bizans sikkesi gördü.. görülüversin diye konmuşa benzerlerdi.”
(s.43) Osman buradayken, Malhum Hatun’u ilk defa görür.
IV. Murad -1- romanında Mahmud Hüdaî tekkesi, bir huzur yeri olarak
ortaya çıkar. Sultan IV. Murad, bütün dertlerini burada unutur. Buraya geldiğinde
dünyayı daha değişik bulur, insanları da başka türlü görmeye başlar: “Sanki
Sarayburnunden Üsküdar’a gelmemiş de dünyanın öbür ucuna, hattâ bir başka
dünyaya gitmiş gibi hissederdi kendini. Dost dolu, kardaş dolu, iyilik dolu, merhamet
ve sevgi dolu bir dünyaya.” (s.137)
325
Tekkenin, Üsküdar sahilinde bulunduğunu, kubbeleri olduğunu öğreniriz.
(s.136) Padişah, tekkenin kapısında bir derviş bulur. (137) Yazar, tekkeyi şu şekilde
tasvir eder: “daracık dehlizlerden geçirip küçük bir hücreye soktu. Eşya nâmına
yerdeki koyun pöstekisinden başka hiçbir şey yoktu. Tepedeki küçük pencerelerden
sızan ay ışığı kandilin titrek ışığıyla sarmaş dolaş olmuştu.” (s.138) Derviş, onları bu
küçük odada bırakıp gider. Bir süre sonra tekrar kendilerine gelip Şeyh’e götürür:
“Yine dar koridorlardan, dehlizlerden, kubbeli kapılardan geçip Şeyh Hazretlerinin
karşısına çıktılar.” (s.140) Padişah, Şeyh ile görüştükten sonra yine saraya döner.
(s.145)
e. Türbeler
IV. Murad -2- romanında Sultan IV. Murad, Bursa’dayken Yeşil Türbe’yi
ziyaret eder. (s.43) Sultan IV. Murad, Bursa’dan ayrılmadan önce yine türbeyi
ziyaret eder. Ecdadının bazı türbelerini bakımsız bulur. Bunun için hemen bunların
tamir edilmelerini ferman buyurur. (s.49) Ama türbeyle ilgili tasvirler verilmez.
Hilal Görününce romanında Kırkazizler Mezarlığı karşımıza çıkar. Giray
arasıra oraya gider. Bir gün mezarlığa gider mezarlığın bekçisi Seyyit Ali Çavuş ile
konuşur. Seyyit Ali, hanlık haziresine kadar yürüyüp mezarlıktaki aru güllerini sular.
Giray de türbelere gider. Burada yazar, roman boyunca yaptığı gibi Kırım’ın şanlı
geçmişini o türbelerle bütünleşir: “Türbelere doğru yürüdü. Demir parmaklıklı bir
pencerenin önünde durdu. Türbe penceresinin ardındaki sessizlik, o eski ihtişamlı
günlerin sonunu anlatıyordu.” (s.63)
Nizam Dede Kırkazizler Mezarlığına girip mezarlık içinde Eski Türbeye
gider. Nizam Dede, hayatı boyunca bu Eski Türbe’de bağlıdır: “Gözlerini külâhı
yıkılmış, taşlarını ot bürümüş, o mahzun türbeye çevirdi. Yandaki karanlık pencereye
iki kumru sığınmıştı. Eski Yurd’daki bu kitabesiz türbe, çocukluğundan beri taşıdığı
sırlar ve bilinmezliklerle onun hayatında yer almıştı. Ne zaman daralsa, ne zaman
sevinse bu isimsiz türbeye sığınırdı. Bu türbeyle o kadar kaynaşmış o kadar iç içe
olmuştu ki, orada yatan her kimse, onun da arasıra buralarda dolaştığını düşünürdü.
Kimbilir kimdi? Erenlerden biri miydi, han mıydı bilen yoktu. Bilinmeyince de
326
erişilmezliği daha da artardı. Babası, o çocukken arada bir “Eski Türbeye mum götür
balacık” derdi. “Mumları yak da, akşam karanlığında yol aydınlansın. Bu ışık, gelip
geçen yolculara ferahlık versin..” “Babay, o türbede yatan kimdir?” diye sorduğunda,
babası bazen onun erenlerden biri olduğunu, bazen de han olduğunu söylerdi. “Kim
olursa olsun, dedendir, soyundur bil ki” derdi.” (s.14–15)
Geçen örnekte Nizam Dede’nin yaptığı gibi de Arslan Bey yapar. Arslan Bey,
eşini öldükten sonra sürekli olarak Eski Yurdlular mezarlarına ziyaret eder.
Üzüldüğü zaman oraya gider. (s.102–103)
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Alparslan, Akmescit’teki mezarlığa
gider, orada annesinin, kayınvalidesinin, kayınpederinin, halasının ve bütün ölülerin
ruhuna Kur’an-ı Kerim okuyarak hediye eder. (s.93)
f. Hamamlar
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur ve arkadaşları Kahire’deyken,
oturdukları hanın civarındaki hamama giderler. Orada güzelce yıkandıklarını
öğreniriz. (s.109) Hamamla ilgili tasvirler yoktur.
Civelek Osman romanında Bandırma’da çarşı hamamı söz konusudur.
Yaşmaklı kadınların, topluca hükümet konağının yanından geçerek çarşı hamamına
gittiklerini öğreniriz. (s.41)
Vatan Dediler romanında Türk askerlerinin, savaş bittikten sonra İzmir’deki
bir hamama girdiklerini öğreniriz. (s.363) Ama hamamla ilgili tasvirler verilmez.
g. Çeşmeler
Hilal Görününce romanında Bahçesaray’da bir çeşmenin bulunduğunu
öğreniriz. Arslan Bey köye girdiğinde çocukların çeşmenin başında toplandıklarını
görür. (s.73)
Bahçesaray’da kendisine özel bir ev kuran Giray, evin içinde mermerden bir
çeşmeyi de yaptırır. (s.290)
327
Vatan Dediler romanında Molla Mahmut ve arkadaşları orduya katılmak için
Afyon’a giderler. Yoldayken, bir köyde bir çeşmeyi bulup su içerler. (s.13) Yine
savaş esnasında kaldıkları bir köydeki camiin yanında bir çeşmenin bulunduğunu
öğreniriz. (s.173)
Ayşe kadın, Tacım köyünde su almaya köyün çeşmesine gider. Ama
çeşmenin başında bir kalabalık görür. Ayşe kadın kalabalığın nedenini sorar. Yunan
askerlerinin köye geldiklerini öğrenir. Onlar da çeşmeden içerler. Köylüler ise
çeşmenin yanında beklerler. (s.143)
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Alparslan, Sivastopol’a giden arabaya
biner. Uzun yolculuktan sonra yolun ortasında mola verilir. Bütün yolcuları çeşmeye
doğru koşarlar. (s.38)
h. Kiliseler
Kara Şövalye romanında Sunguroğlu ve arkadaşları, İzmit’te bir kiliseye
sığınırlar. Köse’nin, Müslüman olmadan önce kilisede tanıdığı bir rahip vardır, onun
bulunduğu kiliseye giderler. Kilisenin dışında atları bağlamak amacıyla kazıklar
bulunur. Avluya girdikten sonra dört papazı bulurlar. İki papaz bankada oturur, biri
avludaki çiçekleri suluyor. Dördüncüsü ise avluda dolaşır. (s.84) Köse’nin tanıdığı
papaza gider. Kilisenin arka kısmında küçük bir oda bulunur. Odanın bir mahzen
olarak kullanıldığını öğreniriz. (s.85) Kilisenin başrahibinin odası ise ikinci katta
bulunur: “İki kat merdiven indiler. Etraf küf kokuyordu. Duvarlar kalın yontma
taşlardan yapılmıştı. Koridorun iki yanında eski papazların çile hücreleri vardı.
“Köstebek yuvası tıpkı” diye düşünmekten kendini alamadı Sunguroğlu.
Nikola bir kapının önünde durmuştu.
“Buradan girip sağa döneceksiniz” diye tarif etti. “Soldan ilk kapı aradığınız
yerdir.” (s.92–93)
328
İlk Hançer romanında Yüzbaşı Alp Moskova’ya gittiğinde İvan’ın taç giyme
merasimi yapılır, törenlerin yapıldığı kiliseye gider. Kilisenin bir odasından
Moskova’nın başpiskoposu çıkar. Törenleri yapmaya başlar. Törenler bitirildikten
sonra IV. İvan, kilisenin bir köşesinde planlarını Moskova’nın başpiskoposuna
anlatmaya başlar. (s.7–8)
i. Manastırlar
Kaçırılan Prenses romanında Şeytanlar diye çetenin karargâhı Bizans’taki
Kızılada’dır. Çetenin mensupları orada bir manastırda buluşurlar. (s.128)
Tuzak romanında kaçırılmış kızların içinde bulunduğu manastırdan
bahsedilir. Orada Moğol hakanına ait olan gizli faaliyetler yapılırdı. “Kızı manastıra
götürdüler” dedi. “San Taras Manastırına” (Büyükdere sahilinde bir manastır).”
(s.81.)
Beyaz Kale romanında Heybeliada’da bir manastır da bulunur. Yazar,
manastırın bağına girip asmaların altında tatlı tatlı uyur. Bir de incir ağacına
yaslanmış çardak vardır. Havanın açık olduğu günlerde oradan Ayasofya’ya kadar
görünür. (s.97)
Civelek Osman romanında iki manastır söz konusudur. Bunların ilki, köyün
karşısındaki Kirazlı manastırıdır. Yazar, manastırı şu şekilde işler: “Bir de yukarıda
Kirazlı vardır. Oradaki manastırın hatırı için yolda bir kere beş on günlük bir panayır
kurulur. Nerelerden gelirler bilinmez. Zengin, fakir bir çok Rum orada toplanırlar.
Manastırın odalarında, köyün evlerinde, kurulan çadırlarda filan kalırlar.”, “Orada
Panaya derler kocaman kapı kapandı kadar bir tahta vardır. Üstünde altınlardan,
gümüşlerden yapılmış Meryem Ana resmi. İsa Peygamber de annesinin kucağında
bir çocuk. Tahta çok eski. Kurtlar yemiş, sünger gibi bir şey olmuş. Panayırda işte o
ziyaret edilir. Hastaların düzeleceğine, dertlere çare bulunacağına inananlar onun
önünde eğilirler, ıstavroz çıkarırlar, ağlarlar,…” (s.79) Despino ve annesi, orada beş
numaralı odada oturur. (s.128) Ama sonda Despino, manastırdan kaçar. (s.133)
329
İkincisi ise, Kizikos manastırıdır. “Ayaandırya’daki metrepolithane Erdek ve
civarına hâkim bir noktada, ulu ağaçlar arasında; akar suları ve havuzları ile, temiz
havasıyla, meyve ve zeytin bahçeleri üzerinden denize bakan binalarının güzelliğiyle
dillere destan olmuş kârgir yapılı bir manastırdı. Eski Sizik şehrinin hatırasını
yaşatmak üzere oradaki metrepolide (Kizikos) denilmekte idi. Rumlar Erdeğe de
(Arataki) derlerdi.” (s.117) Bu Ayaandırya manastırının kapısı önünde bir çınarın
bulunduğunu öğreniriz. (s.117) Despino, Osman’ı sever. Bunun üzerine Despino’nun
annesi olan Sultana, Despino’yu bu manastıra götürür. Despino, orada işkenceye
uğrar. (s.119)
j. Havralar
İsyan Eşiği romanında Mıgırdıç Portakalyan, Emanuel Karaso ile temas
kurmak amacıyla İstanbul’daki havraya gider. Havranın bahçesinden içeriye giren
Mıgırdıç Portakalyan, havranın kapısında iki görevli ile karşılar. Emanuel Karaso,
havrada bir toplantıya katılır. Bu toplantının birinci sözcüsü, Emanuel Karaso’dur.
İkinci sözcü ise Yahudi hahamdır. Karaso’nun konuşması bitince kürsüye haham
gelir. Havrada Yahudiler ve Ermeni komiteciler, Osmanlı Devletinin karşısında
birleşmenin çabasındadırlar. (s.114–115)
4. Konaklama, Dinlenme-Eğlenme Mekânlar
a. Hanlar ve Kervansaraylar
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında ilk ortaya çıkan mekân handır. Aksungur
ile arkadaşları yoldayken hana girerler. Anlatıcı, hanı şu şekilde işler: “Bahar
patlamış tomurcuklardan fışkırıyordu. Kır gülüyordu; renk cümbüşüyle, bin bir ses
ve kokularla…
İkonium civarında bir hanının avlusundaydık. Avlu kenarından geçen derenin
önündeki yeşilliğe oturmuştuk. Halit Ağa, koca bir tavuğu mideye indirmekle
meşguldü. At uşaklarımız Atlar ve İlteber, atların yanına gitmiş, onlar suluyorlardı.
İleride, masa yerine, bizim gibi, yeşilliği seçip oturmuş birkaç yolcu daha
vardı.” (s.7) Aksungur, Halit Ağa ile sohbet ederken, bir kız ile bir erkek telaşla
330
girerler. Onların evlenmek için kaçtıkları anlaşılır. Bu sıralarda uzakta bir toz bulutu
belirir. Beş atlı iki gencin peşlerinde gelirler. Delikanlı hanın ahırına doğru koşmaya
çalışır. Sonra yine yerine dönüp kızı korumak için atlılar önünde durur. Aksungur,
atlıların ellerinden iki genci kurtardıktan sonra handan ayrılır. (s.8–15)
Aksungur ve arkadaşları da Bağdat’tayken, Dicle nehri kıyısında bulunan bir
hana giderler. Orada yemeklerini yerler. (s.92)
Kahire’ye gittikten sonra bir handa otururlar. Hana girip atlarını hancının
hizmetkârlarına verirler. Onlar da atları ahıra götürürler. Aksungur ve arkadaşları
yemeklerini yedikten sonra odalarına giderler. (s.109)
Kara Şövalye romanında Sunguroğlu ve İbrahim İzmit’e giderlerken, biraz
dinlenmek için hana girerler: “Sunguroğlu üzengilerin üstünde doğrulup dış kapının
sağ üst köşesinde asılı demir halkayı üç kere çekti. Üç çıngırak sesi sağır duvarlarda
yankılandı.” (s.21) Hanın avlusunun tabanı, taşlıktır. Hanın içinde bir merdivenin
bulunduğunu öğreniriz. (s.25) Merdivenin başında bir mahzen de bulunur. (s.27)
Hanın iç duvarlarında çıralar da vardır. (s.29)
Sunguroğlu ve İbrahim İzmit’e varmadan önce bir başka hana girerler. Hanın
içini kalabalık bulurlar. Handayken kara şövalye tarafından onlara bir mektup gelir.
Kardeşleri Köse’yi kurtarmak için avluya çıkıp atlarını binerek yollarına devam
ederler. (s.48–51)
Sunguroğlu ve arkadaşları İzmit’teyken, bir hana giderler. Hanın avlusundan
atlarından inerler. Hanın içine girdikten sonra Sunguroğlu, hancıyla birlikte mutfağa
gider. (s.77–78) Mutfakta bir pencerenin bulunduğunu öğreniriz. (s.79)
Tuzak romanında iki handen söz edilir. Birincisi Osmanlı topraklarında
olandır. Sunguroğlu ve arkadaşları, karanlık basınca ilk gördükleri hana giderler.
Ertesi sabah giderler. (s.33.) İkincisi ise Bizans’ta bulunur. Bizans’a geldiklerinde
manastıra gidene kadar bir handa kalırlar.(s.90)
331
Baskın romanında Sunguroğlu ve arkadaşları İznik yolundayken, mola
vermek amacıyla bir hana girerler. “İki katlı, ahşap bir bina idi.” (s.24)
Sunguroğlu ve arkadaşları, bir Türkmen köyüne girerler. Köyün yegâne
hanına inerler. Hacı onları avluda karşılar. Sunguroğlu ve arkadaşları girişteki büyük
odayı geçerken, üç Germiyanoğlu’nun dipte dizdize oturduklarını görürler. Hancı,
Sunguroğlu ve arkadaşlarını küçük bir odaya götürür. Hancı, onlara yabancıların
burayı basıp etrafı çevirdiklerini söyler. (s.39–41) Sunguroğlu ve arkadaşları bu
küçük odadayken, bir saldırıya uğrarlar. Odanın kapısında giren Osmanlı kıyafetinde
dört silahlı, Sunguroğlu, Köse, İbrahim ve Münir Gazi’nin silahlarını alırlar. Sonra
Sunguroğlu ve arkadaşlarını yanlarına alarak handan ayrılırlar. (s.46)
Çalınan Hazine romanındaki olayların büyük bir kısmı, şehirlerin arasında
yolculuklardan ibarettir. Bunun için romanda üç hana rastlarız. Karşımıza çıkan ilk
han, Sunguroğlu’nun, Saltuk Bey ile karşıladığı handır. Orada da toplanan vergiler
çalınır. Hanın sahibi Abdurrahman’ın, Sunguroğlu’yu eskiden tanıdığı için onu
kapıda karşılar. . Sunguroğlu, hanın çok kalabalık olduğunu bulur: “Han ağzına
kadar doluydu. İçerde her cinsten, her milletten insan vardı. Kimse kimsenin sözünü
dinlemiyor, her kafadan bir ses çıkıyordu. Gürültü müthişti. Ocağa doğru yürürken
bakındı. Tanıdık üç kişi gördü. Eliyle selâmladıktan sonra ocağa iyice sokuldu.
Lavları görmek içini ısıtmıştı. Ocak gürül gürül yanıyordu. Duvarlar boyunca dizili
şadırvanlarda üç beş kişi uyuyordu.” (s.16) Hancı, Sunguroğlu’nun yaralı atını ahıra
götürdükten sonra mutfaktan kendi yardımcısını çağırır. (s.17) Sunguroğlu odada
uyurken, kapısına inen yumruk darbeleriyle uyanır. O sırada Sunguroğlu’nun kendi
kılıcını yastığın altına koyduğunu öğreniriz. (s.24) Odaya giren Saltuk Bey, çeşitli
kalelerden toplanan vergilerin çalındığını söyler: “Bütün para bir çekmecenin
içindeydi. Çekmeceyi başucuma koymuştum. Aradım bulamadım.” (s.24)
Sunguroğlu ise Saltuk Bey’in oturduğu odaya gidip kilidi muayene eder. Kilidin
kurcalandığını görür. (s.25) Bundan sonra hanın büyük odasına inerler. Oradaki
bütün yolcuları ararlar. (s.27)
332
İkinci han, İznik’te Burlak Hanı’dır. İbrahim ve Köse, şövalye Metiyüs ile
görüşmek için oraya gelirler. (s.58) Nihayet şövalye Metiyüs at uşağıyla ile hana
gelip İbrahim ve Köse ile buluşur. (s.64)
Romanda görünen son han ise, Sunguroğlu’nun şövalye Metiyüs’ü takip
ederken, İznik’in dışında kaldığı handır. Oraya gelen Sunguroğlu, hancıdan
Metiyüs’ün nereye gittiğini öğrenir. Han eski ve mumlarla aydınlatılır. Hanın
avlusunun sağ tarafında ahırın bulunduğunu öğreniriz. Metiyüs onlardan daha önce
hana gelmişti. Hancının çırağı, hanı bırakıp Metiyüs ile İzmit limanına gider. (s.86–
88)
Gemide İsyan romanında üç han karşımıza çıkar. Birinci han, Köse ve
İbrahim’in kaçırıldığı handır. Köse ile İbrahim Bursa’ya giderlerken, hana inerler.
“Han köhne görünüşlü bir yapıydı, ama uğrayanı boldu.” (s.18), İkisi bir masaya
otururlar. Bu esnada Sen-Jan şövalyeleri tarafından bir saldırıya uğrarlar. (s.22),
Sunguroğlu, limanda kaptan Guidi ile Rodos’a kadar gitmek için anlaştıktan sonra
aynı hana gider: “Yemeğini yedikten sonra akşam namazını kıldı. Atına bakmak için
dışarı çıktı. Ahıra doğru giderken, arkadan sinsice sokulan bir gölgenin başına
indirdiği darbeyle sersemledi. Etraf büsbütün karardı. Elini kılıcına attıysa da
çekemedi. Bayılmamak için ahırın duvarına yaslandı.” (s.55) Hanı ise, onu ahırda
bulup odasına götürür. (s.56)
Adaya yüzerek giden Sunguroğlu, adanın bir hanına gider. Orada bir masada
otururken, civarındaki masada oturan gemicilerin konuşmalarını duyar. Sunguroğlu,
Rodos’a gitmek için onlara katılmak istediğini söyler. (s.91–92)
Üçüncü han ise, Rodos’ta Sunguroğlu ve kaptan Guidi’nin kaldıkları handır.
Sunguroğlu ve kaptan Guidi, hanın avlusunda atlarını seyise verirler. “Birlikte hana
girdiler. Basık tavanlı, gürültülü bir yerdi.” (s.139) Ama Şenlik günü yüzünden şehir
kalabalık ve handa boş oda bulamazlar. (s.140) Bir başka hana girerler. Orada boş bir
odayı bulurlar. İkisi iki yataklı bir odada otururlar. (s.145)
333
IV. Murad -1- romanında Kurşunlu Han söz konusudur. Sultan Genç
Osman’ın öldürülmesinin haberi vermek amacıyla Kurşunlu Hana giden genç sipahi,
Divan yolunu tutarak ilk olarak hanın avlusunda atından iner. Sonra içeriye girer ve
hanın kalabalık olduğunu görür. (s.11) Şehzade Murad, bir köşede arkadaşı Hasan
Halife ile oturur. (s.15) Sipahiler ve Yeniçeriler arasında Sultan Genç Osman’ın
öldürülmesi yüzünden bir kavga çıktıktan sonra Şehzade Murad Handan çıkar. (s.17)
Kurşunlu Han hep insanlarla dolu ve kalabalıktır: “Kurşunlu Han ağzına
kadar insan doluydu. Gürültü dayanılır gibi değildi. Fakat kimsenin aldırış ettiği
yoktu. Zaten Kurşunlu Han demek, biraz da gürültü demekti. Gülü seven dikenine
katlanırdı.” (s.116) Ama Sultan IV. Murad, yeniçerilerin kendi kendilerine verdikleri
bütün imtiyazları kaldırarak katillerden intikamını almaya başlar. Kurşunlu Han
sadece o zaman artık sakın ve sessiz bir yer haline gelir: “Kurşunlu Hanında sigara
dumanının mavi perdesi yerden tavana anaforlanıyordu. Yeni gelen birinin genzini
yakıp mutlaka öksürten ekşi bir koku bütün hanı köşe bucak doldurmuştu.
Peykelerde bağdaş kurmuş müşteriler sessizce çubuk çekiyorlardı.
Bu derin sessizliği Kurşunlu Hana yakıştırmak zordu. Kurşunlu Han ki,
günün her saati gürültünün en yamanını yaşar, insan yanıbaşındakine duyurmak için
bile bağırmak zorunda kalırdı.
Şimdi pek suskundu. Ses nâmına öksürükler, iç çekmeler ve mutad
isteklerden başka bir şey yoktu. Bu haliyle Kurşunlu Han cenaze evini andırıyordu.”
(s.264)
IV. Murad -2- romanında Bağdat hanı ortaya çıkar. Bağdat’a giden Doğan
Bey, Bağdat hanında oturur. Yazar, Bağdat hanını şu şekilde tasvir eder: “Şaşkın
şaşkın bakıyordu, Doğan Bey. Gördüğü essahtan han mıydı, yoksa arkadaşı
karıştırmış mıydı? Bu düpedüz bir saraydı. Beylere, paşalara lâyık bir saraydı. İki
katlı, kubbeli pencerelerinde renkli camlar bulunan, giriş kapısı altın yaldızlı boyalı,
avlusunda türlü güller, güllerin ortasındaki havuzdan havaya sular fışkıran, çörü-
çöpü olmayan bir han!” (s.85) Avlu da pek süslüdür. Doğan Bey, avludan sonra
içeriye girer. Hanın içerisine girer girmez daha da şaşırır: “Duvar diplerine
334
yerleştirilmiş minderler simliydi, üzerlerine kuş, çiçek motifleri işlenmişti. Renkli
camlı pencerelere ipek perdeler asılmıştı. Perdeler mermer döşemeye kadar iniyor ve
mavili sarılı püsküllerle son buluyordu. Hele tavan, iç içe geçen tahtaların rengârenk
armonisi insanı büyülüyordu. Köşede küçük kubbeli bir mutfak vardı. Kapısı aralık
olduğu için kalaylı büyük tencereler görünüyordu.” (s.86) Doğan Bey, arkadaşıyla
birlikte yemeklerini oraya isterler: “Yemek gelmişti. Yeşil bir örtü yayıp üstüne pırıl
pırıl kalaylı bakır siniyi oturttular. Çorba, haşlanmış et ve adını da, tadını da
bilmedikleri bir tatlı vardı.” (s.88) Yedikten sonra odalarına giderler: “Odada iki
yatak, küçük bir masa, iki de sandalye vardı. Yataklara yan yana uzandılar. Bir süre
tavandaki oymaları seyredip oyalandılar.” (s.88)
Civelek Osman romanında İzzet Beyin, Bandırma’da bir hanı bulunur. Han,
deniz kenarındadır. Han, iki kattan oluşmaktadır. İzzet Beyin özel odası ikinci katta
bulunur. Birinci katta ise, bir kahve var, kahvenin arka tarafında da bir sofa bulunur.
İzzet Bey, ikinci katta Osman’a bir oda verir. Hanın bir harem tarafının da
bulunduğunu öğreniriz. (s.24–28)
Karasu romanında Ermeni olan Marik’in babası, bir han sahibidir. Han,
Küpesi köyünün civarındadır: “Kentten köye ulaşan yol üzerinde, köye yakın bir han
vardır. Hanın içinde bulunduğu çiftliğe, bundan ötürü Hancı Çiftliği denmektedir.
Yolları bu handen geçen köyler, genellikle orada mola verirler. En önemlisi
Erzurum-Erzincan yolunda bu yoldur.” (s.99)
Vatan Dediler romanında Tacımlılar, orduya katılmak için Afyon’a gelirler.
Afyon’daki Halil Ağa’nın hanında kalırlar. Bu sırada Türkiye’nin çeşitli yerlerinden
orduya katılmaya gelenlerin sayısı çoktur. Bunun üzerine han ağzına kadar insanlarla
doludur. Her odada iki yerine on kişi yatar. Koridorlarda yatanlar da vardır. Yazar,
hanın durumunu şu şekilde anlatır: “Odalar ağzına kadar doluydu. Kimisi yüksek
sesle konuşuyor, kimisi kendi memleketinde olup bitenleri anlatıyordu. Bazıları
hasırların üstüne yatmış uyumuştu.” (s.29) Halil Ağa, Tacımlıların hanın
aralıklarında yatabileceklerini söyler. Tacımlar da avluya çıkıp atlar için kazıklar
çakmaya başlarlar. Hanın odalarında gaz lambalarının bulunduğunu öğreniriz.
335
Tacımlılar, tahta merdiveni çıkıp odalara bakarlar. Odaların kapıları açık, üstelik
odaların boş yeri yoktur. (s.29–30)
b. Kahvehaneler
IV. Murad -1- romanında Arnavut Mestan’ın kahvesi söz konusudur.
Romanda halkı temsil edenler, bu kahvede otururlar. Kahve, her zaman kalabalık ve
insanlarla doludur. Ama memleketin genel durumlarıyla birleşerek sessizdir.
Kahvede tahta peykelerin ve kül ocağının bulunduğunu öğreniriz. (s.236) IV. Murad,
devletin işlerini eline alıp zorbalardan intikam alır. O zaman Mestan’ın kahvesinde
şenlik olur. Mestan Bey, gelene geçene çay, kahve ve şerbet ikram eder. (s.265)
Romanda Mestan’ın kahvesi, İstanbul’un nabzını temsil eder.
Patrona romanında kahvehaneler, önemli bir yer tutar. Yazara göre,
kahvehaneler o dönemde insanların dertleştiği yer olarak takdim edilir. (s.131)
Patrona Halil ve arkadaşlarının toplantılarının çoğu, kahvehanelerde cereyan eder.
Patrona ve arkadaşları hep orada oturup halkla bağ kurmaya çalışırlar.
Önümüze ilk çıkan kahvehane, Çardak Kahvehanesi’dir. Yazar, Çardak
kahvesini şu şekilde bize sunar: “- Billûr nargileler. Fağfuri fincanlar. Gümüş telkâri
zarflar, metebâni tabaklar. Gümüş cezveler, gümüş buhurdanlar. Gümüş semaverler,
gümüş tepsiler. Askılar, şamdanlar, şerbetlikler. Kehrubalî hatta murassa kiraz ve
yasemin çubuklar. Billûr avizeler, aynalar, halı seccadeler. Kilimler, Mısır hasırları.
Tavlalar, satranç ve dama takımları. Peçiç takımları, ibrişim futalar. Peştamallar,
peşkir ve havlular. Gümüş leğen ve ibrikler. Lâle, sünbül, gül, zerrin çiçekleri ve
altın yalnızlı kafeslerde kanarya kuşları- Kahveye girince bakıyorsunuz tam karşıya
gelen yüksekçe peykeye minderler konmuş, bazı hatırlı misafirler burada
ağırlanıyorlardı belli ki, yani orası, bu gece Patrona Halil ve arkadaşlarına ayrılmış.”
(s.52) Kahvede çok sayıda peyke, sedir, sandalyeler ve lambaların bulunduğunu
öğreniriz. (s.52, 210)
336
Patrona ve arkadaşları da bir başka kahvehanede toplanırlar. Onlar,
Topçular’daki bu kahvehanede fikir yoklarlar. (s.131) Ama yazar, bu kahvehanenin
adını veya kahvehane ile ilgili tasvirler vermez.
Civelek Osman romanında Bandırma’daki İzzet Beyin hanında bir kahvenin
bulunduğunu öğreniriz. Kahvenin arkasında da bir sofa bulunur. (s.24)
Yenikapı’daki Kahveci Mustafa’ya ait olan bir kahvehanenin bulunduğunu
öğreniriz. Bu kahvehane, Yeniçerilerin bir toplantı yeri olarak ortaya çıkar. Patrona,
bu kahvehanede oturup kararlarını da orada verdiğini öğreniriz. (s.35)
İsyan Eşiği romanında Bakırcı Mıgırdıç’ın kahvesi meydana getirilir.
Ermenileri, bu gibi yerlerde Müslüman gençlerin ahlâklarını bozdurmaya çalışırlar.
Yazar, bunu açıklarken, diğer kahvelerinin süslemeleriyle mukayese yaparak kahveyi
şu şekilde tasvir eder: “Kahvehane mi, Kumarhane mi, Meyhane mi bilinmezdi.
Mıgırdıç’ın kahvesi dedin miydi, akla üçü de gelebilirdi. Yeni kurulan Akpınar
Mahallesinin başındaydı. Kumar salonu, içki salonu, çay salonu bu isim altında
toplanmıştı. Mıgırdıç’ın kahvesi…
Döşenişi de Frenkçe. Öteki kahvelerin duvarlarını, efsane kahramanlarının,
savaş kahramanlarının tasvirleri süslerdi. Minyatürler, düldül, zülfükâr, Battal
Gazi’nin Bizans surlarına tırmanışı, Abdurrahman Gazi resmi, Fatih’in beyaz atını
denize sürüşü, Kanunî’nin Fransız elçisini kabulü… Hat sanatıyla işlenmiş beyitler,
ayetler, hadisler başta gelen süslemelerdi.
Göğsü açık, pembe yanaklı kadınlar, sarhoş bakışlı kadınlar, raks eden
kadınlar, eldivenli, şemsiyeli, kavaleyli, tüylü şapkalı, lapiska saçlı, işveli kadınlar
Mıgırdıç’ın kahvesini süslüyordu.” (s.138) Kahvenin kocaman olduğunu öğreniriz.
(s.247)
Vatan Dediler romanında Molla Mahmut ve Teğmen Galip ile diğer askerler,
Akşehir’e bir görevle giderler. Orada Sabahçı kahvesine girerler. Yazar, kahvehaneyi
şu şekilde işler: “Sabahçı kahvesi daracık, karanlık bir odaydı. Göz gözü
görmüyordu. Başlarını kapıya vurmamak için eğilerek girdiler. Ortada soba
337
yanıyordu.”… “Subaylar peykeye oturdular. Erler yerdeki hasıra bağdaş kurdular.”
(s.113)
Molla Mahmut Akşehir’deyken, orada bulunan ailesine ziyaret etmeye gider.
Bunun için bir ihtiyarın söylediği gibi Havuzlu kahveye gider. Orada Uşaklı
göçmenleri tanıyanların bulunduğu söylenir. (s.116)
c. Meyhaneler
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur, Kostantiniyye’ye Zeynep’i
kurtarmak için gider. Orada Abdullah ile birlikte, kendilerine yardım edecek olan
Neançes adlı Bizanslı birine gider. Neançes bir meyhanededir. Aksungur ve
Abdullah bu meyhaneye giderler: “Meyhanenin içi de, sokaktaki durumdan farksızdı.
Hatta daha da berbattı. Kaba yontulmuş masalarda oturan, münakaşa eden, içen, şarkı
söyleyen gemici kıyafetli insanlar, serseriler, asilzadeler meyhaneyi doldurmuştu.”
(s.232–233) Abdullah, Neançes ile görüşmek istediğini meyhaneciye anlatır.
Meyhaneci de yanındaki kapıyı açarak başka biriyle konuşur. Onları Neançes’in
oturduğu odaya götürür: “Arkasından yürüyerek açtığı kapıdan girdik. Kapıdan
geçince şaşırdım. Halılarla döşenmiş bir koridora çıkmıştık. Meyhanenin gürültüsü
tamamen kesilmişti. Beş on adım yürüdükten sonra karşımıza bir kapı daha çıktı.
Önünde silâhlı iki genç nöbet tutuyordu.
O gelirken kapıyı açtılar. İçeri girdik. İçeride üstü tepeleme et ve meyve dolu
büyük bir masa önünde oturmuş iki kadın vardı.” (s.233–234)
Tuzak romanında Mavro’nun işlettiği meyhaneden söz edilir. Bütün kirli
işlerini orada yürütür. Teodosyüs Limanında (Bu günkü Yenikapı) bulunur.
Meyhanede bir Yahudi çalışıyor. Meyhanenin yanında bir oda bulunur. Bu odada
Mavro’nun adamları saklanır. (s.29, 62, 64)
Hilâl Görününce romanında Arslan Bey, Gregoroviç’i arar ve sonunda onu
bir meyhanede bulur. Gregoroviç, iki arkadaşıyla birlikte oturur, sarhoştur. (s.411)
338
5. Müteferrik Mekânlar
a. Kuleler
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur, Kostantiniyye’ye gittiğinde
şehrin etrafının, duvarlarla çevrili olduğunu, bu duvarların üstünde de birçok
kulelerin bulunduğunu görür. (s.191)
Baskın romanında İznik Kalesinde bir kulenin bulunduğunu öğreniriz.
İbrahim, oraya gidince kuledeki nöbetçilere seslenir. (s.75)
Yıldırım Bayezid romanında Bizans imparatoru ve oğlu, Anemas Kulesinde
bulunan bir zindana atılırlar. Zindan, kulenin temelinde bulunur. (s.61–62)
IV. Murad -1- romanında Kör Ali, Demirci Ali ile dövüşür. Halk ise şehir
kulelerine çıkıp bakmakla yetinir. (s.134)
Deli İlâhi, adamlarıyla Beyşehrine gider. Deli İlâhi şehrin kulelerini görünce
atını yavaşlatır. Sonra adamlarından diğer yerlerde yaptıklarını burada da
yapmalarını ister. (s.121)
IV. Murad -2- romanında Bağdat kalesinin duvarları boyunca serpilen
muhkem iki yüz on iki kulenin bulunduğunu öğreniriz. Kalenin teslim edildiği günde
bu kulelerden en az iki yüz tanesine Osmanlı sancağı çekilir. (s.359)
Patrona romanında yazar, isyanın başladığı zaman Kız Kulesinin fenerlerinin
solgun olduğunu söyler. (s.503)
b. Hapishaneler (Zindanlar)
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur Kahire’deyken, Hasan Sabah
tarafından zindana atılır. Aksungur, kaldığı zindanı şu şekilde tasvir eder:
“Bulunduğum yer karanlıktı. Kol kalınlığında demir çubuklarla kapatılmış bir
pencereden, az bir ışık geliyordu. Burası dört duvarından pis sular sızan bir zindandı.
Odanın içinde adeta ölüm kokusu vardı. Yerler rutubetli ve soğuktu.” (s.155)
Aksungur, Prenses Süreyya’nın yardımıyla zindandan kaçar. (s.169)
339
Kaybolan Elçiler romanında Silahşörlerin kumandası olan Aryanos’un
kurduğu çetenin merkezi bir mağaradır. Aryanos, bu mağaranın bir kısmını, zindan
olarak kullanır. Orada Köse ve Orhan Gazi’nin elçilerini tutar. Zindanın bir demir
kapısı vardır. Sunguroğlu, zindana girdikten sonra beş kişinin duvardaki çengellere
kollarından kelepçelendiklerini bulur. (s.76–77)
Kara Şövalye romanında Köse Yusuf, kara şövalyenin adamları tarafından
kaçırıldıktan sonra bir zindana kapatılır. “Kapatıldığı yerde hiç rahat değildi. Yosun
bağlanmış taş duvarlar ruhunu sıkıyordu. Hele duvardaki demir halkalara baktıkça
kan beynine çıkıyordu.” (s.53) Zindanın çok yüksek ve küçücük iki penceresi vardır.
Zindanın kapısı ise gıcırdayarak açılır. (s.53–54) Köse Yusuf, bir gün karanlıktan
yararlanarak zindancıya saldırır. Duvardaki halkayı sıkıca tutarak meşaleyi düşürür
ve kaçar. Zindandan çıktıktan sonra bir merdiven bulur. Merdivenin, bir divanhanede
bittiğini öğreniriz. (s.57–58)
Baskın romanında İznik şehrinin Beyi ve askerler, Bizanslı çetenin
mensupları tarafından bir zindanda atılırlar. İznik Beyinin konağında bulunan bu
zindan şu şekilde tasvir edilir: “Birden koridorun sonundaki demir kapı ardına kadar
açıldı.” (s.92) Kapı açıldıktan sonra zindan görünür. (s.93)
Kaçırılan Prenses romanında İmparator’un kızı kaçırıldıktan sonra bir
zindana bırakılır. Zindan bir bodrumdan ibarettir. “Islak, rutubetli, karanlık bir
bodrum. Prensesi kaçıranlar onu bu bodruma kapamışlardı. Üstelik yalnız
bırakmışlardı.” (s.36) Zindanın hiç penceresi yoktu. (s.36) Kapısı ağır, meşe
ağacından yapılmıştır. (s.37) “Kapıda kırçıl sakallı, iri yarı bir adam duruyordu.”
(s.38) Kapının dışında bir merdiven bulunur. (s.40)
Prensesin bulunduğu yer öğrenildikten sonra çete, prensesi Kızılada’ya
götürür. Prenses, adanın arka tarafında bir yelkende hapsedilir. “Geminin yerini
tespit için gayret göstermeleri gerekmiyordu. Bordalarındaki kırmızı, yeşil ışıklar
hâlâ yanıyor. Az sonra yanında idiler. Çapanın zincirinden gemiye tırmandılar. Ana
direğin dibindeki horultuya yürüdü İbrahim. Bir kılıç kabzasıyla horultuyu
340
noktaladı.” (s.140–141) Ambarın kapısı aralıklı olduğu için içerisine girebilen
Sunguroğlu ve İbrahim, kızı geminin ambarında bulurlar. (s.143)
Yıldırım Bayezid romanında Bizans imparatoru Beşinci Yoannis ve oğlu,
Anemas Kulesinde bulunan bir zindana atılırlar. Anemas zindanının, kulenin
temelinde bulunduğunu öğreniriz. Uzunca Sevindik, oraya gidip imparatoru ve
oğlunu kurtarır. (s.61–63) Zindan, kapalı dehlizlerin altındadır. İmparator ve oğlu,
yerde yatarlar. Zindanda yatak bulunmaz. (s.67–69)
Sivas kalesi düştükten sonra Şehzade Ertuğrul ile Malkoç Mustafa Bey bir
kalenin bir odasında hapsedilirler. (s.158)
İlk Hançer romanında Yüzbaşı Alp, Moskova’dayken İvan’ın karşısında çok
sert bir şekilde konuştuğu için İvan sinirlenip onu zindana attırır. Zindandayken
kendi çocukluğunu hatırlar. Anlatıcı, Alp’ın bu macerasını şu şekilde işler: “Yüzbaşı
Alp, kapatıldığı hücrede derin bir düşünceye daldı. Vakit gece yarısıydı. Soğuk,
rütubetli ve karanlık taş odada uyumasına imkân yoktu zaten. Birden çocukluğunu
hatırladı.” (s.22–23)
IV. Murad-I- romanında Sultan Genç Osman’ın bulunduğu zindan söz
konusudur. Sultan, Yedikule zindanında öldürülür. Yazar, okuyucuda tesir bırakmak
amacıyla hapishaneyi şu şekilde tasvir eder: “Yedikule zindanının etrafında ölüm
sükûtu. Yedikule zindanının taş odalarından birinde ölümün tâ kendisi.
Soğuk, yosunlu taşların üstünde kas katı yatan Sultan.” (s.7) Kalenderoğlu ile
Kara Davut Paşa, sultanın bulunduğu odaya girerler. Odanın duvarlarının, yosunlu
taşları vardır. (s.8) odanın içinde aşağı yukarı ışık yoktur. Sadece duvarlara
sokuşturulmuş çıraların ışığında sultanın yüzünü görebilirler. (s.9)
Beyaz Kale romanında Esir alınanların bir kısmı, Galata’daki Sadık Paşa
zindanına götürülür. Yazar, zindanı şu şekilde gösterir: “Zindan berbat bir yerdi,
küçük izbe hücrelerinde yüzlerce esir pislik içinde çürüyordu.” (s.15) Yazar, orada
bol insan bulur. Yazara zindanda güneş ışığı alan iyi bir hücre verirler. (s.16)
341
Patrona romanında isyan başladıktan sonra Patrona Halil, bazı arkadaşlarını
Baba Cafer, Ağa Kapısı, Yedi Kule, Hisar, Galata ve Tersane zindanlarına gönderir.
Patrona arkadaşları, sözü geçen zindanlardaki esirleri serbest bırakırlar. Mahpuslar,
zindanların demir kapılarından çıkarlar. (s.518)
Hilâl Görününce romanında Şahbaz Bey, bir hapishaneye atılır. Nizam Dede
ise, hapishanenin önünde durur: “Çok geçmeden hapishanenin kirli sarı renkte
duvarları önüne gelmişlerdi. Kapıdaki nöbetçiler onları fark edip, tüfeklerini o yana
çevirmişlerdi.” (s.170)
c. Değirmeler
Civelek Osman romanında İzzet Beyin köyde bir değirmeni vardır. Osman,
değirmencinin evinde bir süre kalır. Bu sürede değirmenin nasıl çalıştığını öğrenir.
İzzet Bey, köye geldiğinde değirmene gider: “Değirmen arkının bir havuz gibi
genişlediği; çınar, ıhlamur ve kestane ağaçlarının gölgelediği yaban gülü çalılarının
çevrelediği bir düzlükte kilimler serilmiş, minderler konulmuş olarak istirahat yeri
hazırlanmıştı.” (s.55–56) Osman, Naciye ile evlenir. İzzet Bey, evlenme hediyesi
olarak Osman’a değirmeni verir. (s.156–157)
Kahramanlar Kahramanı (Hekimoğlu) romanında Yassıtaş köyünün
komşusu, bir Gürcü köyüdür. Hekimoğlu orada bir değirmende bekçi olarak çalışır.
Değirmenin sahibi, Gürcü olan Sefer Ağa’dır. Hekimoğlu, Sefer Ağa’nın kızı olan
Fadime’yi ilk defa değirmende görür. (s.6–8)
IV. ŞAHISLAR
343
Romanda Şahıs ve İncelediğimiz Romanlarda Şahıs Kadrosu
“İtibarî eserde nakledilen veya değişik şekillerde ifâde edilen vak’anın zuhûru
için gerekli insan ve insan hüviyeti verilmiş diğer varlıklar ve kavramları, şahıs
kadrosu söz grubuyla adlandırmayı uygun görüyoruz. Çünkü vak’aya iştirak eden
insan dışındaki varlık ve kavramlar, metinde, yüklendikleri fonksiyon bakımından,
şahıs karakteriyle karşımıza çıkarlar. Bunlarda şahıslandırmanın kazandırdığı vasıflar
diğer husûsiyetlerinden daha önde gelir, hatta onlardan bazılarını unutturacak
derecede arka plana iter. Hangi şekilde olursa olsun, şahıs kadrosunu teşkil eden
fertler itibarî âlemden ve bu âlem içinde yer alan diğer unsurlardan ayrı
düşünülemezler. Eserde tezahür eden şekliyle, çok defa itibarî âlemi şekillendiren
unsurların başında şahıs kadrosuna has husûsiyetler yer alır.”113
“Vak’anın zuhurunda kişi veya kişilerin rol oynaması, ‘kişiler sistemi’ni
meydana getirir. Bu nitelemeyi, tam karşılığı olmasa da “şahıs kadrosu”yla
karşılayabiliriz. Kişi, şahıs, figür… aradaki farklılıklara rağmen, bu kavramlarla ve
romancının tasarufuyla romanın kurmaca dünyasına dahil edilmiş olan varlıktır. Bu
varlığın genellikle insan olarak algılanması, doğaldır. Çünkü kurmaca dünyada
cereyan eden olayların, ‘beşerî’ bir ortamda gerçekleştiğini göstermek için romancı,
istediği kişiyi (faili), istediği kimlikte devreye sokabilir. Tercih onundur ve o,
insandan hayvana, eşyadan kavrama kadar bir çok öğeyi ‘fail’ (eyleyen) konumuna
çıkarabilir. Romancıların bu konuda genel ve baskın tercihi, doğal olarak
insandır.”114
“Şahıs kadrosunu meydana getiren fertler, her iki yapma ve yaratma tarzında,
insanî vasıflarla itibarî eserde yer alırlar. Onların da fizikî görünüşleri, rûhî hâlleri,
istek ve arzuları vardır. Fikrî endişelerin de olması tabiîdir. Kısacası üzerinde
durduğumuz tarzdaki metinlerde mekân ve zaman gibi şahıs kadrosunu meydana
113 Şerif Aktaş, s.133-134114 Mehmet Tekin, s.71
344
getiren fertler de itibarîdir. Bu durumda onların fizikî görünüşleri, rûhî hâlleri ve
diğer insanî vasıfları, tabiî olarak itibarîdir.”115
“Roman ve hikâye türlerinde yazarlar, şahıs kadrosunun takdiminde genelde
iki ana tavrı benimserler. Bunlar; “blok/statik tanıtma” ve “dinamik tanıtma”
tarzlarıdır. Blok tanıtmada kahraman, eserin herhangi bir yerinde olay örgüsü
durdurularak bütün yönleriyle ve bir bütün hâlinde tanıtılır. Bu tanıtmada söz,
anlatıcıdadır. Dinamik tanıtmada ise, bir öncekinin zıddına, kahramanın tanıtımı
eserin başından sonuna kadar devam eder. Tanıtım için olay örgüsünün akışı
kesilmez. Üstelik doğrudan doğruya anlatıcının tanıtımı yerine, kahramanın kendi
kendini tanıtımı (konuşma tavır, davranış, jest, mimik) esas alınır. Yani; yaşanan
olaylar, gelişmeler ve durumlar karşısında kahramanın aldığı tavır, onun dolaylı bir
tanıtımı olur.”116
Tarihî romanlarda şahıslar her zaman tartışma doğurmuştur. Öncelikle
belirtelim ki tarihî romanlarda bir yaratma şahsiyet bir de tarihî şahsiyet vardır.
Tartışma daha çok tarihî şahsiyetler üzerinde olmuştur. Romancı tarihî şahsiyeti
canlandırırken ne kadar serbesttir? Biz burada bu tartışmaya girmeyeceğiz. Esasen
incelediğimiz romanların pek azı tarihî şahsiyetler üzerine kurulmuştur. Daha çok
yaratma şahsiyetler vardır. Bunun için de önceliği onlara vereceğiz.
115 Şerif Aktaş, s.134116 İsmail Çetişli, s.71
345
A) Tarihî Olmayan, Yaratma Şahsiyetler
1- Selçuklular Devri
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında kırk beş kahraman vardır. Romandaki
kahramanların ekserisi, yaratma şahsiyetlerdir.
Babası Türklerin eski akıncı beylerinden biri olan Aksungur, romanın hem
başkahramanı, hem de anlatıcısı olarak karşımıza çıkar. Aksungur, babasını çok
seven bir çocuktur. (17–18) Fakat bir savaşta babası ölür. Babası ölünce dedesi,
kardeşi ve annesiyle yaşar. Dedesi sayesinde iyi bir savaş talimi görür. Kargı, gürz ve
kılıcı çok iyi kullanır. Bu sırada Aksungur, çok disiplinli görünür. Her gün tek başına
ok atma meydanına gider. Orada sabahtan akşama kadar kendi yeteneklerini
geliştirmeye çalışır. (s.25)
Aksungur bir gün evlerine gelen akıncı beylerinden Emir Afşin’le görüşür.
(s.30) Emir Afşin Aksungur’u bir testten geçirdikten sonra onu ordusuna katar. Emir
Afşin, Aksungur’u şu şekilde görür: “Bre Numan Bey! Sen tam bir yiğit
yetiştirmişsin! Cesaret, zekâ, çeviklik ve kuvvet, hepsi var bu bahadırda, dedi.” (s.46)
Aksungur at uşağı olan Altar’la birlikte orduya katılır. (s.44) Burada Halit Ağa ile
karşılaşarak tanışır, birçok maceraya atılırlar. Aksungur orduda gelişir ve daha cesur
bir adam olur: “Bu çarpışmalar beni oldukça pişirmişti.” (s.47)
Romanda Aksungur’un en belirgin niteliği muhtaçlara hizmet vermesidir.
Kendisinden imdat dileyenden hiçbir zamanda vazgeçmez. Tanımadığı Bizanslı
delikanlı ve genç kızın imdat çağrılarına koşar. Onlara yardım eder. (s.14) Yine
arkadaşları ile birlikte bir ormanlık bölgede otururken, tehlikeli olmasına rağmen
hırsızlar tarafından kaçırılan Prenses İrini’ye kurtarmaya gidiverir. Aksungur kızı
kurtarır ve prensese âşık olur. (s.59)
Üstüne atıldığı görevi tamamlamak için Bağdat’a giden Aksungur,
kızkardeşinin Kahire’ye kaçırıldığını öğrenir. (s.101) Bunun üzerine Kahire’ye giden
Aksungur, orada Hasan Sabbah ile tanışır. Banu Çiçek’in serbest bırakılmasının
karşılığı, Sultan Alp Arslan’ın öldürülmesidir. Hasan Sabbah, bu görevi Aksungur’a
346
verir: “Senin; Sultan Alp Arslan tarafından sevildiğini, Sultan’ın sana mevki
verdiğini, hatta senin Sultan’ın yanına izinsiz girip çıkabilme salâhiyetlerini
söyledim.” (s.114) Ama Aksungur, bunu hiç kabul etmez. Kızkardeşini düşünmeden
önce Sultan Alp Arslan’ı düşünen Aksungur, milletine ihanet edemeyeceğini söyler:
“Ben küçüklükten beri bir gaye için yetiştim. Bu gaye sancağıma ve milletime lâyık
olabilmek, dinime, vatanıma, milletime hizmet edebilmek ve şerefli sancağımın
altında ölebilmektir. Atalarıma lâyık bir erkek olduğumu gösterebilmektir.” (s.134)
Kahire’deyken at binme ve ok atma yarışmasına katılan Aksungur, üstünlüğünü ispat
eder. (s.125–128)
İstanbul’a gittikten sonra Aksungur, sevgilisi Prenses İrini’nin tehlikede
olduğunu öğrenir. Bu sıralarda Malazgirt savaşı da yakınlardadır. Aşkım milletime
feda olsun diye düşünen Aksungur, İstanbul’u terk ederek Malazgirt’e gidiverir.
(s.190) Aksungur, Malazgirt savaşında kendi dinine ve milletine son derece bağlı ve
kahramanlıkla savaşır. (s.210–212)
Halit Ağa, orduda bir savaşçı olarak karşımıza çıkar. Yaş itibariyle deneyimli
ve “insan sarrafı” (s.105) olarak görünür. Halit Ağa, kararlı ve sabit bir karaktere
sahiptir. Kahire’ye Aksungur ile gider. Arkadaşını bırakmak istemez. Orada Halit
Ağa’nın, milletine ne kadar sadık olduğu ortaya çıkar. Sultan Alp Arslan’ın
öldürmesi isteğini öğrenince Aksungur’a şu şekilde cevap verir: “Aksungur! Şayet
Sultanımız Alp Arslan’ı öldürmeye karar verseydin, seni, çok sevdiğim seni,
öldürmekten çekinmezdim. Yolunun üstünde önce beni bulurdun.” (s.121) Halit Ağa,
bütün maharet ve cesaretle Malazgirt savaşında dövüşür. (s.210–212)
Bizans’ta bir subay olarak karşımıza çıkan Apostol, Prenses İrini’yi
kurtarmaya gelir. Prensesi çoktan kurtaran Aksungur ile tanışır: “Subay samimi bir
adammış. Prensesi kurtardığımız için, hararetle bizlere teşekkür etti.” (s.80) Anlatıcı,
Apostol’u şu şekilde tasvir eder: “Apostol; yirmi beş otuz yaşlarında gözüken, iri yarı
bir subaydı. Yağız ve mert bir çehresi vardı. Sağ kulağının yarısı kesikti. Bir kılıç
darbesiyle uçtuğu anlaşılıyordu. Fakat kulağındaki bu eksiklik, yakışıklığına bir zarar
vermemişti.” (s.81) Yenilenin, kazanacak olan kişinin hizmetinde iki yıl kalması
şartıyla Apostol ve Aksungur birbirlerine meydan okurlar. Çok zor bir kavganın
347
ardından Aksungur yener ve Apostol da onlara katılır. (s.90) Bu sıralarda Apostol’un
gerçek kimliği ortaya çıkar. Apostol, Türk asıllıdır. Onun adı da Karabay’dır. Ama
Müslüman değildir. (s.97) Karabay, Aksungur ile Bağdat’a gider. Bu sıralarda
Karabay, Aksungur’un yanından ayrılmaz. Sözünde duran bir adamdır. Aksungur ile
Banu Çiçek’i kaçırır. Arkadaşını bırakmak istemeyen Karabay, Hasan Sabbah’ın
adamları karşısında tehlikeli bir durumda Aksungur’un yanındadır. Bu çatışmalarda
Karabay’ın ne kadar cesur olduğu karşımıza çıkar. (s.150–155) Karabay, İslâmiyete
girerek adını Abdullah’a değişitirir. (s.175) Abdullah, İslâmiyete girdikten sonra
Malazgirt savaşına katılır. Savaş meydanında bütün kahramanlıkları gösteren
Abdullah, Bizanslılarla amansızca savaşır: “Abdullah sağ yanımda, kaşları çatık.
Dizlerini, hayvanın karnına iyice yapıştırmış. Atın boynuna eğilmiş.” (s.211) Yine
Abdullah, arkadaşı Aksungur’u tek başına bırakmak istemez. Onunla birlikte
Zeynep’i kurtarmak için İstanbul’a gider. Orada bütün gücüyle çarpışan Abdullah,
yaralanır. (s.246–247)
Numan Dede, eski akıncılardan biridir. Aksungur’un babası öldükten sonra
Numan Dede’nin rolü ortaya çıkar. “Dedem, bildim bileli evimizi idare eder. Yaralı
bir gazi. Sol ayağı dizden kesik. Bir savaşta yaralanmış ve kesmek zorunda
kalmışlar.” (s.18–19) Numan Dede, Aksungur’u bir akıncı olarak yetiştirmeye başlar.
Bu açıdan Numan Dede, Aksungur’u sadece savaş talimlerini öğretmez, aynı
zamanda her sabah İslâmî ilimler hakkında Aksungur’a ders verir: “Dedem beni her
bakımından yetiştiriyordu.”(s.19)
Çiçek Banu, Aksungur’un kızkardeşidir. Çiçek Banu, ailesiyle Hacca
giderken eşkıyalara yakalanmış ve Aksungur’dan yardım ister. Aksungur, bunun
üzerine Kahire’ye gider. Orada Çiçek Banu, güzel genç bir kız olarak karşımıza
çıkar: “Kapı açıldı. Eşikte; dünyalar güzeli bir kız belirdi. Bu, kız kardeşim Çiçek’ti.
Onu üç yıldır görmemiştim. Daha güzelleşmiş, daha büyümüş geldi bana, on yedi
yaşındaydı. Âdeta; güzelliğiyle odayı aydınlattı.” (s.113) Çiçek Banu, kaçırıldıktan
sonra sahnelerde görünmez.
Zeynep (Prenses İrini) Aksungur arkadaşlarıyla birlikte Bağdat’a giderken
bir ormanlık bölgede bir kızın çığlıkları duyar. Aksungur, çığlıkların geldiği yöne
348
gider. Bu sırada Prenses İrini sahnede karşımıza şu şekilde çıkar: “Bu, saçları
omuzlarına kadar dökülmüş, güzel, çok güzel bir genç kızdı. Ay ışığında saçları altın
gibi parlıyordu. Yüzü, ay ışığının tesiriyle mi, yoksa gerçekten öyle olduğu için mi
bilemiyordum, bembeyazdı.” (s.52), “Çimenler arasında bir papatyayı andırıyordu.
Yosun yeşili gözleri vardı. Saçları altın bir şelâle gibi omuzlarına dökülmüştü.”
(s.60) Aksungur, Prenses İrini’yi hırsızlar elinden kurtarır. Bu sırada Prenses İrini,
kendini Aksungur’a tanıştırır: “Antiochia Valisi, amcam olur. Benim yaşımda bir de
kızı vardır. İkimiz, birbirimizi çok severiz. Geçen yıl, o bize yani Konstantiopolis’e
gelmişti. Bu yıl da beni ısrarla kendi şehirlerine çağırdılar. Küçükken ben bir deniz
kazası geçirdiğim için, denizden çok korkarım.” (s.55) Aksungur, prensese âşık olur.
Prenses de Aksungur’a karşı boş değildir. Fakat prenses hem Rum hem de
Hıristiyan’dır. Aynı gecede bir rüya gören Prenses İrini, adını Zeynep’e değiştirerek
Müslüman olur. (s.75) Bu sıralarda Zeynep’in yirmi yaşında olduğunu öğreniriz.
(s.77) Zeynep İslamiyete girdikten sonra İstanbul’a gider. Orada bir başka adamla
evlenmek için hapse atılır ve işkenceye uğrar. Ama hiçbir türlü değişmez. Her zaman
Aksungur’un geleceğine emindir. Bunun için onu bekler. Malazgirt savaşından sonra
bir Rum kralının prensesi esir aldığını öğrenen Aksungur, Abdullah’ın sayesinde bu
kral yener. Aksungur, Zeynep ile birlikte vatana dönerler. (s.253)
“Bizans’ta ikinci bir imparator” (s.230) olarak nitelenen Neançes, Bizans’ın
sokak ve çete imparatorudur: “Kostantiniyye’de Vasileas’dan sonra ikinci Vasileas
diyebiliriz ona. Yalnız, resmi mevkii olan biri değil. Halktan biri. Büyük nüfuz
sahibidir. Korkusuzdur. Cesurdur. Merttir.”, “Buranın kendine mahsus bir kanunu
vardır. En kötü hırsız, serseri veya fahişe bu kanuna uymaya mecburdur. Kanunu
yapan ve uygulayan da Neançes’dir.” (s.231) Zeynep’i kaçırmak isteyen Aksungur
ve Abdullah, Neançes’e giderler. Aslında Abdullah, Neançes’in bir arkadaşıdır.
Abdullah’ın, bir defa Neançes’i tehlikeden kurtardığı için Neançes, bu iyiliğin
karşılığını ödemek ister.
Prenses Süreyya, Mısır’daki halifenin kızıdır. Prenses Süreyya, ağızlarda
dolaşan bir güzelliğe sahip olarak karşımıza çıkar. (s.131) Aksungur Kahire’deyken
Prenses Süreyya’ya gider ve güzelliğinden şu şekilde bahseder: “Sedirin üstünde çok
349
güzel bir kız oturuyordu. Sağında ve solunda iki dilber, onun simsiyah saçlarını
tarıyorlardı. İki zenci kız da, saçları taranan dilberi yelpazeliyordu. Sedirde oturan ve
prenses olduğu anlaşılan kız, güzel ve alımlıydı. Siyah saçlarının çevrelediği
bembeyaz, fildişi gibi pürüzsüz gözüken gayet biçimli bir yüzü vardı. Gözleri, bir
ahu gözü gibi iri idi.” (s.132) Aksungur’a âşık olan Prenses Süreyya, zindandan
Aksungur ve arkadaşlarını kurtarır. Nil Nehrinde de bir yelkenliyi hazırlayarak
Aksungur’u Mısır’dan çıkmasına yardım eder. (s.169–173)
2- Eyyûbîler Devri
Selâhaddin Eyyûbî romanında kırk iki kişi bulunmaktadır. Romandaki
kahramanların yarısından daha fazlası yaratma şahsiyetlerdir. Ama yaratma
şahsiyetlerde dikkat çeken husus, onların yardımcı kişiler olduklarıdır.
Bilâl, Selâhaddin Eyyûbî’nin askerlerini temsil eder. Bilâl’ı, romanın
başından itibaren aşağı yukarı bütün sahnelerde görürüz. Sona kadar Sultan
Selâhaddin’e güvenir. Bu güvenmenin bir sebebi vardır. Bilâl’a göre Sultan
Selâhaddin’i koruyan Allah’tır. Hem de Sultan Selâhaddin’ın olağanüstü bir insan
olduğunu düşünür: “Serdarım Turan Şah, Sultan’a hiçbir şey olacağı yok, üzgün
durma, hiçbir şey olacağı yok.”, “Bizim gibiler için doğrudur, çünkü biz alelâde
insanız. Sultan öyle mi ya! O Allah’ın bir ikramıdır.” (s.26) Bilâl bir arkadaşıyla
konuşur. Selâhaddin nereye giderse gitsin kendisinin yanında olacağını söyleyen
Bilâl, Sultan Selâhaddin’i çok sever. Askerleriyle birlikte Tih çölündeyken Sultan
Selâhaddin’i yılan ısırır ve o fenalaşır. Bunun üzerine Bilâl üzülerek ağlamaya
başlar. (s.39) Bilâl, Sultan Selâhaddin’i sayıp sever: “Hani Sultanımın emri can baş
üstüne deriz.” (s.71) Sultan Selâhaddin de Bilâl’a güvenir. Sultan Selâhaddin,
Kudüs’teki olup biteni bilmek amacıyla bir iki haberciyi göndermek ister. Bu görev
için Bilâl’ı seçer. Bilâl da görevi eksiksiz yaparak sultana gelip bildiklerini anlatır.
(s.55) Savaş meydanlarında cesurluk, kahramanlık ve maharetiyle dikkat çeken Bilâl,
yaman insandır: “Bilâl bir yandan kılıç sallıyor, bir yandan gevezeleşiyordu.
Rakipleriyle alay ede ede bir kılıç oynatması vardı ki, vezir Şirkuh’un bile dikkatini
çekmiş, zaferden sonra kucaklayıp gözlerinden öpmüştü.” (s.65) Komutanlar, Bilâl’a
yiğit olarak bakarlar. (s.66)
350
Bilâl’ın, romanın son sahnesinde Sultan Selâhaddin’i ne kadar sevdiği açık
bir şekilde ortaya çıkar. Sultan Selâhaddin ölür. Bilâl ise üzülerek ağlar: “Gördüğüm
bir insanın ölümü değil, sanki topyekün bir milletin ölümü.” dedi Bilâl. “Millet can
çekişmeye durmuş. İyi ama biz bu acıya hangi yürekle tahammül edeceğiz.” (s.183)
Osman da Sultan Selâhaddin’in askerlerinden biridir. Üstelik Bilâl’ın silah
arkadaşıdır. Osman ile Bilâl, yıllardır birliktelerdir. İkisi hiç ayrılmazdır. “Beraber
iştirak ettikleri seferler sayıya vurulası değildi.” (s.65–66) Bilâl Kudüs’e giderken,
Osman ile birlikte gitmek ister. Sultan kabul ettikten sonra Osman, Bilâl ile Kudüs’e
gider. Orada Sonya’yı görüp ona âşık olur. Kudüs’ten dönen Osman, hiç
dinlenmeden yapılacak gece saldırısına katılmak ister: “Ben yorgun morgun değilim”
diye atıldı Osman. “Billahi günlerce uyumuş dinlenmiş gibiyim.” (s.71) Osman,
Kudüs’ün fethinden sonra Sonya’ya gidip onunla evlenir. (s.149)
Sonya, Kont Şatiyö’nün kumandanlarından olan Herzel’in kızıdır. Sonya çok
güzel bir kız olarak karşımıza çıkar: “Kumral başlı, titrek bakışlı” (s.50) bir kızdır.
İlk olarak Osman, Sonya’yı Kudüs’te görür. İkisi birbirine âşık olur. Kudüs
fethedildikten sonra Sonya İslâmiyete girerek adını Fatma’ya değiştirir. (s.147)
Sonya Osman ile evlenir, üç çocuğu olur. Çocukların birinin adına Selâhaddin’i
verir. (s.183)
Balion, Kudüs Kralı Gui’nin kumandanlarından biridir. Güçlü ve yiğit bir
silahşördür. Gui, Balion’a çok güvenir. Turan Şah, Kudüs’ün teslimi arzusuyla
Kudüs Kralına gider. Balion o sahnede görünür. Çok hiddetli ve Müslümanlardan
nefret eden bir kişidir. Turan Şah’ın bakışları karşısında öfkesini yiyen Balion,
Kudüs’ün Müslümanlara teslimini reddeder. (s.131) Selâhaddin, şehrin muhasarasını
daha da artırır. Bu muhasarayı dayanamayacağını inanan Kudüs Kralı Gui, Balion’u
Sultan Selâhaddin’e şehri teslim etmek için gönderir. Balion’un rengi bu defa sapsarı
olur. (s.136) Sultan Selâhaddin ile görüştükten sonra Balion, ona çok hayran kalır.
(s.137) Balion, insanlıkta Selâhaddin’den bir ders alır. Fidyesini getiren Balion’u
sultan reddeder. Çünkü Selâhaddin’e göre kumandanlar önce askerlerini
düşünmelidirler. (s.142) Bunun karşısında hayran kalan ve şaşıran Balion, daha
sonraki savaşlarda görünmez. Ama İslâmiyete girip girmediği öğrenilmez.
351
3- Osmanlılar Devri
XIII. ve XIV. Yüzyıllar
Osmancık romanında yaratma kişilerin sayısı pek azdır. Romandaki yaratma
kişilerin başında Gökçe Bacı gelir. “Yazarın, romanda ön plâna çıkardığı kadın
kahramanları ile Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında, Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunda erkekler ile beraber kadınların da aktif rol oynadıklarını göstermiş
olmaktadır. Bu kadınlar sevgili değillerdir, ama esas kahramanlarla ve romanın
kurgusuyla, devletin kuruluşuyla yakında ilgilidirler.”117
“Gökçe Bacı, Harlak’a ilk yerleşen kişi olan Uruz Derviş’in annesidir. Gökçe
Bacı, açık sözlülüğü, yaptığı işler ve saygınlığı ile Osman Gazi’nin devamlı diyalog
hâlinde olduğu bir kadındır.”118 Gökçe bacı her zaman ön planda karşımıza çıkar.
Gökçe Bacı, romanın başından sonuna kadar Osmancık’ın gücüne inanır. Ona
göre Kayı boyunun beğliği için en uygun kişi, Osmancık’tır. Gökçe Bacı, beğlik
meselesi açılınca sahneye çıkar. Ama göründüğünden itibaren sesi ve varlığı
besbellidir. İtibarlı, sözü dinlenen ve saygılı bir kadın olarak karşımıza çıkar. Ama
sıradan bir kadın değildir. O kumandandır. Tip bakımından dışa ait bir kişidir.
İyimser, toplumda faaliyetli bir kahraman ve hayat deneyimleri biriktiren bir
insandır. Gökçe Bacı kendini şu şekilde tanıtır: “Bana, sevenler Deli Gökçe, aşırı
sayanlar da Gökçe bacı der. Uruz’un anasıyım; anası olduğumdan mutluyum.”
(s.102) Osman gazi ise onu ilk gördüğünde şu şekilde bulur: “O biri, inadına
yaşlıydı, kara kuruydu; ama diriydi, canlıydı.” (s.102)
Gökçe Bacı her zaman Osman’ın yanındadır. Osman Gazi’ya sadıktır: “Ne
hoşdur bu geliş, yiğit Osmancık. Şükürler olsun sizi gönderen Tanrı’ya.” (s.102),
“Bana sorarsan, Osmancık eyi de edersin. Ben, Osmancık beğ olsun, Osmancık
uslanmasın, deye dua ederim. Bunu da herkes bilir; bilenlerin çoğu da, öyle dua eder.
Bize bu duayı öğretenler de aklı eren kişilerdir.” (s.105)
117 Kâzım Yetiş, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu İle İlgili Üç Romanda Bir Tip, İstanbul ÜniversitesiEdebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXX, İstanbul, 2003, s.609118 A. Osman Dönmez, Osmancık Romanında Horasan Erenleri, Sızıntı, S. 327, Nisan 2006, s.10
352
Gökçe Bacı, bu davranışlarıyla Osman Gazi’yi kendini, kişiliğini ve gücünü
güvendirir: “Beg beg.. beg benim. Dostlara göre, düşmanlara göre, körler göre,
sağırlar işite beg bizim begimiz.” (s.154) Şeyh Ede Balı, haklı da olsa bile
Osmancık’ı beğenmeyerek değişmesini ister. Kendi benliğini yendikten sonra Osman
Gazi, Ede Balı tarafından kabul edilir. Ama karşı tarafta Gökçe Bacı, Osmancık’ta
önderlik niteliklerini görür: “Dahi bir niyazımız var; Osmancık Osman beği tek
koyma, Osman beğ Osmancığı unutma.” (s.153) Böylece Osman Gazi’de Gökçe
Bacı’nın rolü, Ede Balı’dan az değildir. Osman Gazi, zaman ilerledikçe ikisinin
nasihatlerini hatırlayıp fayda görmektedir. (s.171)
Osman Gazi da ona karşılıksız değildir. Roman boyunca Osman Gazi, Gökçe
Bacı’yı sayıp sever. Üstelik Osman Gazi, romanda Gökçe Bacı dışında hiçbir kadının
elini öpmez. (s.231) Osman Gazi de kendilerinden etkilediği kişilerin sözlerini
hatırlayınca Gökçe Bacı’nın sözlerini hatırlar. (s.171)
Gökçe Bacı, yaşadığı toplum içinde bir önderlik yapar. Sıradan bir insanı
temsil etmez. Şehitlerin yattığı yerde köyün yapılması fikri onundur: “Köyleri burada
olsun dedik, beğ. Mezarlarımıza sahip çıkalım, mezarlığımızın yanında köy
yaşatalım dedik beğ. Şehitlerimizi yalnız bırakmayalım dedik, beğ.” (s.231)
Gökçe Bacı’nın ölümü ise, kendisinin Osman Gazi’de yerini gösterir: “Gökçe
Bacı’nın üzerine son topraklar atılırken gözleri dolu olan oğlu Uruz Derviş değil,
torunu Aybike değil, Osman Gâzi Hân’dır.” (s.316)
Derviş Uruz, Osmancık romanında Gökçe Bacı’nın oğludur: “Gökçe
Bacı’nın oğlu, kara kaşlı, kara gözlü, kara saçlı Selcen’in kocası derviş Uruz’dur.”
(s.155) Derviş Uruz, zulme dayanamayan bir yiğit olarak karşımıza çıkar. Aya
Nikola’nın Kulacahisar ve Söğüt’te yaptıkları zulümlere son vermek ve öç almak için
Kulacahisar’ı basamak ister. (s.155–156)
Osman Gazi’nin eline düşen Kulacahisar’ın yönetimi, Derviş Uruz’a verilir.
Daha önce öç almak amacıyla Kulacahisar’ı basamak isteyen Derviş Uruz, zulmü
bilmeyen ve adil bir kumandan olarak karşımıza çıkar. Kulacahisar’lılar bu
353
yönetimden çok hoşnutlardır. Onlardan Derviş Uruz’a armağanlar ve değerli sözler
gelir. “Uruz derviş de, bu armağanlara ve bu sözlere daha değerli armağanlarla, daha
değerli sözlerle karşılık veriyor.” (s.186)
Çavdaroğlu ve adamlarıyla yapılan çarpışmada Uruz Derviş, Osman Gazi’nin
sol kanadın başında bulunur. (s.197) Uruz Derviş, Osman Gazi’ye sadıktır. Onun
emir ve istekleri “başüstüne beğ” (s.262) olarak kabul eder.
Osman Gazi, Sivrikaya’da dolaşırken, hiç beklemediği örme taştan iki gözlü
bir kulübeyi görür. Kulübede bir yaşlı derviş ile karşılar. (s.29–30) Romanda bu
yaşlı dervişe isim verilmez. Derviş, adını bilmek isteyen Osman Gazi’ye “dervişe ad
gerekmez” der. (s.31) Ama bu derviş, Osman Gazi’nin ufkunu genişletir. Bu yaşlı
derviş, Osmancık’ı daha önce düşünmediği şeyleri düşündürür. Böylece Osmancık’ın
değişmesinde bu yaşlı dervişin katkısı bulunduğunu söyleyebiliriz.
Horasan Erenleri, ‘Osmancık’ romanının vak’a örgüsünde Osman Bey’in
dikkatini, ilk olarak kendi misyonunu anlamaya başladığı dönemlerde çeker.
Romanın ilk bölümlerinde Osman Bey, henüz bilmediği, tanımadığı ve
misyonlarından habersiz olduğu bu insanlarla, kendi vazifesi arasında bazı
bağlantılar kurmaya ve onların vazifelerini anlamaya çalışır. Onlardan bazılarının,
babası Ertuğrul Gazi’yi ziyaret etmesi, babasının bu insanlara büyük saygı
göstermesi, dervişlerin birbirleriyle olan münasebetleri ve niçin buralarda
bulundukları üzerinde düşünür. Babasının kılıcına farklı bir mânâ verdiklerini
düşündüğü dervişlerle Osman Gazi ilk olarak Harlak’ta karşılaşır119. Bu yaşlı derviş,
Osman Gazi’nin dikkatini ‘fisebilullah çalışmak’ üzerine çeker: “Hak yolunda ve
doğru bildikleri yolda fisebilullah çalışır, soylarına yaralı olmak dilerler.” (s.33)
Kaybolan Elçiler, Kara Şövalye, Tuzak, Baskın, Çalınan Hazine, Kaçırılan
Prenses ve Gemide İsyan romanlarında Sunguroğlu, başkahramandır, İbrahim ve
Köse Yusuf ise, tekrarlanan kişilerdir. Bunun için bu üç kişinin, adı geçen
romanlardaki özelliklerini ve niteliklerini takip ettikten sonra romanlarda diğer
kahramanları da romanların sırasına göre tek tek inceleyeceğiz.
119 a.g.e., s.8
354
Sunguroğlu, İbrahim ve Köse Yusuf, bu çağın akıncılarını temsil ederler.
Onlar aldıkları her emre koşarlar. “Fakat Orhan Bey’imizin emri başımız üzere.”
(Kaçırılan Prenses, s.9)
Yedi romandan oluşan Sunguroğlu romanlarında başkahraman olan
Sunguroğlu, cesur ve atak bir savaşçı olarak karşımıza çıkar. Orhan Gazi’den aldığı
emirlere göre hareket eder. Sunguroğlu bütün bu romanlarda cesur, yiğit ve mert bir
akıncı olarak önümüze çıkar.
Kaybolan Elçiler romanında Sunguroğlu, arkadaşlarına bir kumandanlık
yapar. Gerektiğinde de onlara sertçe emir verir: “Sunguroğlu İbrahim’e sertçe baktı:
“Değil” dedi emredercesine. “Kılıca ne vakit davranılacağı sana söylenir.
Kendi başına sıvanma.” (s.7)
Sunguroğlu, ne kadar küçük olursa olsun her şeyden faydalanmaya çalışır.
Bütün bildiği ve öğrendiği bilgileri kullanır. (s.36) Bunun için durumları iyice tahmin
edebilir. (s.54) Anlaşılması zor görünen bazı olaylar, Sunguroğlu’nun önünde
duramaz. Sorunları arkadaşlarından daha hızlı çözer. (s.55) Bunun yanında
dövüşmelerde kılıcı ustaca ve maharetle kullanır. Maharetiyle rakiplerini şaşırtır.
(s.59, 65) Bunun yanında da görevini başarıyla bitirmek için kendini tehlikeye
atmadan çekinmez. (s.62)
Sunguroğlu, dindar ve namazını geçirmeyen biridir. (s.56) Üstelik ahlaklı ve
namuslu bir savaşçıdır. Teslim olanlara kılıç kaldırmaz. (s.65–66) Orhan Gazi’den
aldığı emrin peşinde koşarak Yalova’da kaybolan Osmanlı elçilerini aramaya başlar.
Kaybolan elçileri bulana kadar rahat etmez.
Kara Şövalye romanının başkahramanı olan Sunguroğlu, doğrudan Orhan
Gazi’den emirleri alarak hareket eder. Sunguroğlu, Orhan Gazi tarafında güvenilen
bir akıncı olarak karşımıza çıkar. (s.5) Üstelik tecrübelidir. (s.8) Dövüşmelerde
gösterdiği maharetin üstünü yoktur. Düşmanla karşılaştığında usta bir manevra ile
kılıcını elinden uçurur. (s.9) Sunguroğlu, zeki bir akıncıdır. Zekâ ve tecrübesiyle
355
durumu iyice hesap eder. (s.23–24) Sunguroğlu bu maharetiyle rakiplerini şaşırtır:
“Sunguroğlu’nun kendini maharetle savunması karşısında büyülenmişlerdi.” (s.25)
Sunguroğlu’nun, Rumcayı iyice bildiği için karşılaştığı Bizanslılarla
rahatlıkla konuşabilir. (s.27) Namazı kaçırmayan Sunguroğlu, dindar olarak
karşımıza çıkar. Bunun yanında İslâm merhametinden hareket ederek yararlıları
düşman olsa bile yardım etmeden bırakmaz. (s.33)
Tuzak romanında Sunguroğlu, roman boyunca cesur ve atak akıncı olarak
karşımıza çıkar. (s.25) Üstelik zekidir. Sunguroğlu, kaçırılan kızı bulmak için elinden
geleni yapmaya çalışır. Kızın bulunduğu yere tehlikeli olmasına rağmen tereddüt
etmeden gider: “Ölmeden gitmenin bir yolu vardır mutlaka. Sen önce kızı nereye
götürdüklerini söyle de, ölü mü gideriz, diri mi biz karar verelim ha.” (s.81)
Baskın romanında Sunguroğlu, kendisine güvenen, uyanık ve zeki bir akıncı
olarak karşımıza çıkar. (s.30) Üstelik ustaca dövüşür: “Zaten öldürmek için
vurmadım. Bu yara hiçbir şey yapmaz sana, korkma.” (s.33) Sunguroğlu, Orhan
Gazi’ye son derece sadıktır. Orhan Gazi’yi öldürmek isteyen gizli çetenin
mensuplarıyla karşı karşıya gelen Sunguroğlu, bütün gücüyle işe takip etmeye başlar.
(s.22) Sunguroğlu, zekâ ve maharetiyle en küçük fırsattan faydalanmaya çalışır.
Bunun yanında da akıllıca davranır. (s.50–51) Titizlikle davranan Sunguroğlu, her
ihtimale karşı durumun iyi hesabını yapar ve çok tedbirlidir. (s.89) İnsanlık
bakımından ise kılıçsız bir savaşçıya kılıç kaldırmaz. (s.54)
Çalınan Hazine romanında Sunguroğlu, Orhan Gazi ve memlekete çok sadık
olarak karşımıza çıkar. Bu romanda Orhan Gazi’den emir almayan Sunguroğlu,
memleket sevgisinden hareket ederek bildiğini Orhan Gazi’ye haber vermek ister:
“Ne çare bir an önce Bursa’da olmalıyız. Bizans Beylerinin fesat kazanını
kaynattıklarını haber aldık. Orhan Beyimize duyuralım dedik.” (s.6) Sunguroğlu,
kendisine güvenen bir akıncıdır. Bütün karşılaştığı tehlikelere karşı metanetle
davranır. (s.9) Telâşlı değildir. Bütün ihtimaller karşısında her zaman ne yapacağını
çok iyi bilir ve her hareketini ölçülü yapar. (s.30, 47) Yardıma ihtiyaç olan
arkadaşlarını bırakmayan Sunguroğlu, arkadaşlarının kaygılarına önem verir. (s.33)
356
Ona göre insan hayatı altınla dolu olan sandıklardan daha önemlidir. (s.44) Bütün
bunlara rağmen kendisini tehlikeye atıp yeni tanıdığı Ali Can’a yardım eder: “Tekin
Alp, gözlerini bir an bile Sunguroğlu’ndan ayırmıyor, bildiği bütün duaları
mırıldanıyordu. O da ilerde Sunguroğlu gibi yaman bir kahraman olacak, dostları
uğruna göz kırpmadan kendini tehlikeye atacaktı. Şu Sunguroğlu ne yaman adamdı.
Ali Can’ı bırakmaya gönlü razı olmamıştı. İnsan hayatına ne kadar da değer
veriyordu.” (s.45–46) Anlatıcı, Sunguroğlu’nun bu niteliğinin üzerinde durur:
“Merhametli, yardımsever, düşmana bile iyilik yapan bir akıncı” (s.54) olduğunu
gösterir.
Sunguroğlu, dünya malını düşünmeyen bir akıncıdır. Kendisinin şerefine
İznik Beyinin hazırlattığı saraya davet edilir. Yorgun olmasına rağmen daveti
saygıyla reddeder: “Beyimizle yemek yemek bizim için büyük bir şereftir. Ancak
görmemiz gereken bir devlet görevi vardır. Kusura bakmasınlar.” (s.66)
Sunguroğlu’nun yiğitlik, cesaret ve kılıç kullanmakta ustalığı, şövalye Posaryüs’ün
karşısında ortaya çıkar. (s.78)
Kaçırılan Prenses romanında Sunguroğlu, ne yaparsa vatanının iyiliği için,
vatanına, milletine hizmet için yapar. (s.17) Orhan Gazi’den aldığı her emre hiç
tereddüt etmeden koşar: “Fakat Orhan Bey’imizin emri başımız üzere.” (s.9)
Zekâsıyla ne kadar küçük olursa olsun her şeye dikkat eder. (s.6, 32) “Yüzünde
mertlik var, cesaret var, ama pek kurnazlık yok.”… Cesaretin yanında da kararlıdır.
(s.123) Ölümden bile korkmaz, ona göre ölüm Allah’ın emridir. Tedbir ve tevekkül
onu güçlendiren unsurlardır. (s.127) Sözü tutan bir insan olduğu için Dimitri
Korbos’a verdiği söz icabıyla İmparator’un kızını kurtardıktan sonra İmparator ile
Dimitri’yi barıştırır. (s.156) Eski dostlarını unutmayan, onlara acıyan bir insandır.
(s.25)
Gemide İsyan romanında Sunguroğlu, “akıncıları akıncısı, yiğitler yiğidi”
(s.7) olarak karşımıza çıkar. Sunguroğlu’nun babasının, Osman Gazi’ye can arkadaşı
olduğunu öğreniriz. Bu yüzden Sunguroğlu, kendisine Osmanoğlu diye çağrılmak
hoşuna gider. Osmanlı devletine son dereceye sadıktır. (s.71) Sunguroğlu, artık
memleketin çeşitli yerlerinde halk arasında önemli bir ölçüde şöhret kazanan ve
357
saygıya sahip bir akıncıdır. (s.7–8) Sunguroğlu, kendine güvenen bir savaşçıdır. Her
zaman ölçülü ve hesaplı davranır. Kılıcı da ustaca kullanır. Her zaman rakiplerine
üstün gelir. Üstelik atak ve cesurdur. (s.41–43) Sunguroğlu, arkadaşlarını kurtarmaya
kararlıdır. Hırsızlığa uğradıktan sonra yararlanır. Ama yararlı olmasına rağmen
limana gidip Kaptan Guidi ile Rodos’a gitmek için gemiye biner. (s.58) Gemi denize
battıktan sonra Sunguroğlu mertliğinden hareket ederek Kaptan Guidi’yi kurtarır. En
yakın adaya kadar götürür. (s.70–71) Padima diye gemideki bütün gemiciler,
Sunguroğlu’nun yiğitlik ve mertliğinden etkilenirler. Bunun için gemicileri, kaptan
yerine Sunguroğlu’ndan kendilerinin başına geçmesini isterler. (s.108)
Kaçırılan Prenses romanında Köse Yusuf ve İbrahim, ikisi ayrılmazdır.
“Yıllarca birlikte çalışmışlar, akıncılara120 birlikte katılmışlar, en olmayacak işleri
birlikte yapmışlardı.” (s.6) İki akıncı her zaman şakalaşarak birbirine kızmış gibi
görünürler ama hiçbir zamanda kızmazlar. “Onlar böyleydi. Birbirlerini her zaman
iğneler, şakalaşır, kızgınca bakışlar, fakat gerçekten asla kızmazlar.” (s.17) Köse
Yusuf, aslında Jozef adlı Bizanslı bir papazdı, sonra Müslümanlaşarak adını
değiştirir. (s.18) Köse yaşlıdır. İbrahim ise, çok gençtir. Bununla birlikte ikisi iyi
anlaşırlar. İkisi de Sunguroğlu’na yürekten bağlılardır. Ne dese soru sormadan
yaparlar. (s.17) Bunun yanında roman boyunca hem yiğitlik gösterir, hem de
kılıçlarını maharetle kullanırlar.
120 Akıncılar: Osmanlı Devletinin askeri teşkilatında, sınır bölgelerinde, düşman memleketlerine anibaskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim. Akıncılar,bazılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve hayatlarını talanla kazanan askeribir birlik değildi. Akıncıların vazifeleri, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu,yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bugörevlerini esasa bağlayan kanunları vardı. Akıncılık, babadan oğula geçerdi ve yalnızca Türklere hasaskeri bir sınıftı. Bunlar, şimdiki askeri teşkilattaki komando birliklerine benzetilebilir. Akıncılar, harpzamanında keşif kolu hizmetini görürlerdi. Düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulmasımuhtemel pusuları, ani ve süratli hareketleri ile bozarlardı. Bundan başka ordunun yolu üzerindekihububatı muhafaza, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak veköprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasındaydı. Akıncılar, genellikleasıl ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve yukarıda yazılan vazifeleri yerine getirirlerdi.Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi.Sefere çıkarlarken, yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atlarını konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte,bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi. Akıncı birlikleri, şu şekilde tanzim edilmişlerdi: Onakıncıya “onbaşı”, yüz akıncıya “subaşı”, bin akıncıya da “binbaşı” kumanda ederdi. Bu kumandazincirini, bütün kuvvetlerin başında olan “Akıncı Beyi” tamamlardı. Rütbeleri sancak beyiderecesinde olan akıncı beyleri, fevkalade yetkilere sahip olup, doğrudan doğruya sultandan emiralırlardı. Türk ve Osmanlı Kurumları, http://www.turktarih.net
358
Birbirinden ayrılmayan Köse Yusuf ve İbrahim Çalınan Hazine romanında,
Orhan Gazi tarafından şövalye Metiyüs ile görüşmekle görevlendirilir. İkisi
Bursa’dan İznik’e giderler. Görevlerini en iyi şekilde tamamlamak için ellerinden
geleni yaparlar. İkisi de Orhan Gazi’yi sayıp severler. (s.57–58) Ama Köse,
Bizanslılarla güvenmediği için şövalye Metiyüs’ü şüphe eder. (s.59) Köse Yusuf ve
İbrahim, can arkadaşları Sunguroğlu’nu özlerler. Sunguroğlu’ndan ayrı kalmak
ikisine zor gelir. (s.55) İbrahim ve Köse Yusuf’un birbirlerini çok severler. Ara sıra
şakalaşırlar. İbrahim, “Köse’yi kızdırmak her zaman hoşuna giderdi. Sevgisini ancak
böyle açıklardı. Belki biraz tuhaf bir açıklama yoluydu, ama alışmıştı yıllardır.
İğnelemeden duramazdı.” (s.88) Köse Yusuf, Müslüman olmadan önce bir papaz
olduğunu öğreniriz. (s.60) İkisi, akıncılar olarak her zaman savaşmaya hazırdır.
(s.109)
Köse Yusuf ve İbrahim Tuzak romanında, görevlerini bitirmeye
sabırsızlardır. İkisi maharetle kılıçlarını kullanırlar. Üstelik son derece anlaşılırlar.
(s.7–10) İkisi de telaşlı değillerdir. (s.17)
Kaybolan Elçiler romanında Köse Yusuf ise, Sunguroğlu’nun üçüncü
yoldaşıdır. Üç arkadaş birlikte yola çıkarlar. Köse Yusuf, çıkmadan önce her şeyi
anlamaya çalışır. Durumlaru iyice takdir etmeye çalışır. Düşünür bir savaşçı olarak
karşımıza çıkar. (s.8) Köse Yusuf, Müslüman olmadan önce eskiden Bizanslı bir
papaz olduğu için Rumlara benzer. (s.62) Köse Yusuf, kaçırıldıktan sonra
Sunguroğlu ve İbrahim onu bulmak için ellerinden geleni yaparlar.
Köse Yusuf, Kara Şövalye romanında ihtiyar bir savaşçı olarak karşımıza
çıkar. Ama buna rağmen arkadaşı Sunguroğlu’na sonuna kadar sadıktır. Hiçbir soru
sormadan Orhan Gazi’nin emrine göre Sunguroğlu ile hareket eder. (s.6–7) Köse
Yusuf, tecrübelidir. Kılıcıyla ustaca dövüşür. Düşman, Köse’nin mahareti ve
yiğitliğine şaşırarak kaçar. (s.9–10) Üstelik uyanık ve çok zekidir. Her şeye dikkat
eden bir savaşçıdır. Köse, diğer arkadaşları gibi de dindardır. (s.12)
Anlatıcı, romanda Köse Yusuf’un geçmişini aydınlatmaya çalışır. Köse
Yusuf, Müslüman olmadan önce Jusef adıyla bir rahipti. (s.51) Hıristiyanken de
359
İzmit sarayına çok gelir giderdi. (s.59) Ama buna rağmen Köse Yusuf, Müslüman
olmadan önce Hıristiyanlıkta geçirdiği yılları hatırlamak istemez. Artık sadece ve
sadece Müslümandır. (s.56) İhtiyar olmasına rağmen güçlüdür. Sanki Müslümanlık
kendine güç verir. (s.57)
Baskın romanında Köse Yusuf ise diğer romanlardan farklı değildir. Dikkatli
bir savaşçı ve zeki bir akıncıdır. (s.7, 13) Üstelik çok bilgilidir. Köse, düka altını
görür. Bu düka hakkında tarihî bilgileri verir ve bu bilgilerden hareket ederek geçmiş
ile şimdiki zaman arasında bir bağ kurmaya çalışır. (s.17–18) Bu çetenin, Orhan
Gazi’yi öldürmeye niyetli olduğunu ilk anlayan Köse Yusuf’tur. Onun arkadaşları ise
kara düşünüyor diye kendisine inanmazlar. Ama zaman ilerledikçe Köse’nin
fikirlerinin doğru olduğu anlaşılır. (s.64) Zaten Köse Yusuf, romanda gücünden daha
fazla aklından faydalanan bir akıncıdır. (s.73)
Gemide İsyan romanında Köse Yusuf, Orta yaşlı bir akıncı olarak karşımıza
çıkar. Hava zorluklarına rağmen üstüne atılan görevi yapmaya çalışır. (s.5) Köse
Yusuf, Sunguroğlu’na çok sadıktır. Anlatıcı, romanda Köse Yusuf’u şu şekilde
takdim eder: “Zayıf, uzun boyluydu. Sırtına kolsuz deri bir ceket, başında püsküllü
bir takke vardı. Akı bol saçları takkesinden dışarı taşmıştı.” (s.6) Köse Yusuf, dindar
bir akıncıdır. (s.8) Yeni İslamiyete giren Köse Yusuf, İbrahim’in gözünde tam bir
müslümandır: “Seni tanımasam doğma büyüme Müslüman olduğunu zannederdim.
Birkaç yıl öncesine kadar papazdın; ama Allah için, üstünde hiçbir iz kalmadı, tam
bir Müslüman oldun.” (s.29) Köse Yusuf, cesur, ataktır ve kılıcı maharetle kullanır.
Üstelik savaşmaktan zevk alır. Bunun yanında da merhametlidir. (s.24, 29) Bunun
yanında da zekidir. (s.82)
Kara Şövalye romanının İbrahim, tecrübeli bir savaşçı olarak karşımıza
çıkar. Mesleğini de çok sever. Kılıç kullanmaktan zevk alan bir savaşçıdır. (s.12, 24)
İbrahim, Sunguroğlu’na çok yakındır. Onu çok anlar: “Sunguroğlu’nun sesinden ne
demek istediğini ablayan İbrahim, en yakındakinin çenesine yumruğu patlattı.” (s.25)
İbrahim, şakacı ve güler yüzlü bir insandır. Düvüşürken bile şakaları söyler.
(s.28) İbrahim, Köse’yi çok sever. Ona çok bağlıdır. Köse kaybolduktan sonra
360
İbrahim artık hiçbir şeyin tadını bilemez. (s.26) Kara Şövalye yakalandıktan sonra
İbrahim, Orhan Gazi’ye haber vermek için gidiverir. (s.99)
Kaybolan Elçiler romanında Sunguroğlu’nun arkadaşı olan İbrahim, uzman bir
savaşçıdır. Düşmanlarla düvüşmeden zevk alan bir kahraman olarak karşımıza çıkar.
Üstelik kılıç kullanmakta maharetli ve ünlüdür. “İbrahim, kılıç vurmayı bir sanat
haline getirmişti.” (s.59) İbrahim, Sunguroğlu’nun yanından hiç ayrılmaz.
Sunguroğlu’ya sonsuza sadıktır. (s.58) Üstelik Sunguroğlu’ya da güvenir: “Ne
demek oluyor Beyim, böyle sual açılır mı? Ömrüm billah güvenmedim mi?
Birbirimize daima güvenmedik mi?” (s.62)
Baskın romanında İbrahim de korkuyu bilmeyen cesur bir akıncıdır. (s.7, 11)
İbrahim, düşmanları amansızca savaşır. (s.53) Üstelik güçlüdür. (s.67) İbrahim
korkuyu bilmeyen bir savaşçı olduğu için tehlikeyi ne olursa olsun önemsemez:
“Geri dönmek erliğe sığmaz. Kaç kişi olurlarsa olsunlar, canlarına okuyalım.
Kitabımızda eli boş dönmek yazmaz, girmeli ve görmeli. Gerisi Allahu Teâla’nın
bileceği.” (s.73)
Gemide İsyan romanında İbrahim, gerçek anlamıyla akıncı ruhunu temsil
eden bir savaşçı olarak karşımıza çıkar. “Yamanın yamanı” (s.13) olan İbrahim,
kendi milletinin hizmetine düğününü bırakır. Ona göre vatan her şeyden daha
önemlidir. “Gözünde ne evlilik, ne mal mülk; varsa da vatan, yoksa da vatan.” (s.15)
İbrahim tecrübelidir. (s.16) Üstelik kılıç kullanmakta ustadır. Kendi kendine de
güvenir. (s.23) Cesur ve yiğittir. Her zaman savaşmaya hazırdır: “Kılıcını yarı yarıya
sıyırmıştı. Gözleri çakmak çakmak yanıyor, avına atılmaya hazır bir kaplanı
andırıyordu.” (s.33) Ama buna rağmen merhametlidir. Düşman olsa bile yaralıları
bırakmayarak onlara yardım eder. (s.29)
Kaybolan Elçiler romanında on dört kahraman bulunur. Romanın
kahramanları yaratma kişilerdir.
361
Yalova Rum Beyi Nikolas, ihtiyar bir kumandan olarak karşımıza çıkar:
“Yalnız çenesinde uzunca bir sakal vardı. Sakalı tamamıyla beyazdı. Yetmiş
yaşlarında filân gösteriyordu. Misafirlerini görünce güçlükle ayağa kalktı.” (s.38)
Osmanlı elçilerinin kaybolmalarına hayret eden Nikolas, sövalye Aryanos’un adını
duyunca nefret duyar. (s.39–40) Yalova Beyi Nikolas, mülküne hüküm
geçiremeyecek kadar aciz bir kumandan olarak ortaya çıkar. Şehirde bulunan birçok
şeyden habersizdir: “Rum Beyi gördüğü, bildiği kadarıyla bazı şeylerden habersiz
bulunuyordu.” (s.48)
Şövalye Aryanos ise, Yalova Beyinin yeğenidir. Üstelik Yalova’da
silahşörlerin kumandanıdır. (s.30) Aryanos, romanda kurnaz ve desise sahibi olarak
yer alır. Orhan Gazi ile Rum Beyi Nikolas arasını açmak isteyen Aryanos, Osmanlı
elçilerini kaçırır. Üstelik adamlarını Rum Beyi adıyla köyleri bastırır. Böylece halkın
gözünde Nikolas’ın adını kirletmeye başlar. Karşı tarafta halk, Aryanos’u sevip
sayar. Çünkü düzlenen baskın zamanlarında başka adamları gelir halkı kurtarır.
Yalova Beyini devirmeyi aklına koyan Aryanos, bütün oyunları buna göre tezgâhlar.
(s.48–49) Amacını gerçekleştirmek isteyen Aryanos, para vererek değişik
milletlerden adamları kullanır: “Para veriyor, çok para. Yalnız Venedikli değil,
emrinde yetmiş iki buçuk milletten insan var.” (s.67)
Kara Şövalye romanında on sekiz kahraman bulunmaktadır. Romanın
kahramanları yaratma kişilerdir.
Sunguroğlu’nun eski arkadaşı Gazi Ali Bey, çok zeki ve bilgili bir savaşçı
olarak karşımıza çıkar. Gazi Ali Bey, Sunguroğlu ile bir handa karşılaşır. (s.28) Gazi
Ali Bey, Kara Şövalye’nin sırrını çözebilir. “Hah, bu gördüğün işaret bundan yüz
sene önce yaşamış bir Ortodoks papazın armasıdır.” (s.39) Gazi Ali Bey, bu çetenin
reisinin yüzlerce papazı öldürttüğünü, zehirli bıçakları kullandıklarını söyler. (s.40)
Böylece Gazi Ali Bey, bu çetenin ilk ip ucunu Sunguroğlu’na aydınlatmış olur ve bu
bilgilerin sayesinde Kara Şövalye’nin ne olduğu bilinir.
Prenses Mari Paleolog, İzmit Beyi Kalo Yani’nin kızkardeşidir. Prenses
Mari, manastırda çok uzun süreye kalmıştı. Bu yüzden aşırı bir Hıristiyan olarak
362
karşımıza çıkar. (s.79) Köse Yusuf Müslüman olmuştur. Ama Prenses Mari bunun
Hıristiyanlığa bir ihanet olduğunu sayar. Bunun için Müslümanlardan öç almaya
kararlıdır. Kara Şövalye diye bir çeteyi kurar. Müslümanları öldürmeye başlar. (s.56)
Üstelik kimliği bilinmeyen, cesur ve korkunç bir şövalyedir. Rahip Nikola, Kara
Şövalye’nin adından bile korkar. (s.85) Koyu Hıristiyan olan Prenses Mari, ara sıra
kiliseye günah çıkartmaya gider. (s.90)
Rahip Nikola, Köse’nin Müslüman olmadan önce eski bir arkadaşıdır. Rahip
Nikola, eski arkadaşı Köse’ye şerefini borçludur. Bu yüzden Köse ve arkadaşlarına
yardım eder: “Yaptığım iş çok tehlikeli. Kara Şövalye duysa affetmez. Lâkin sana
şerefimi borçluyum Rahip Jozef. Giyin şunları çabuk.” (s.85) Rahip Nikola
yardımıyla Köse ve arkadaşları İzmit’te kalabilirler. Rahip Nikola onlara kilisede bir
odayı verir. Rahip Nikola kiliseye sadık olarak karşımıza çıkar. Rahip Nikola ilk
olarak Köse ve arkadaşlarına Kara Şövalye’yi teslim etmek istemez. Ama Köse ona
Kara Şövalye’nin yaptıklarının kilise kanunlarına aykırı olduğunu söyler. (s.86) Buna
inanan Rahip Nikola onlara bu konuda da yardım edip onlara Kara Şövalye’nin
yolunu gösterir. (s.92)
Tuzak romanında yirmi yedi kahraman bulunur. Romanın kahramanları
yaratma kişilerdir.
Tuzak romanında Bücür, yaratma şahsiyetlerinden arasında yer alır. Bücür,
Kulacahisar’a giden Sunguroğlu, Köse Yusuf ve İbrahim’in karşıladıkları adamdır.
“Çalılar aralandı ve bir baş uzandı. Bir ölünün yüzünü andırıyordu. Zayıf mı zayıf,
şeffaf mı şeffaf, süzgün mü süzgün. Avurtları birbirine geçmişti. Köse’nin ilk
tahminine göre adam ya ölmek üzereydi veya hastalıktan yeni kalkmıştı.
Korka korka yaklaştı. Yedeğine bir at vardı. Hem at, hem adam topallıyordu.
Vücudu da yüzü kadar zayıftı. Âdeta bir çocuğu andırıyordu. Aşırı zayıflığı ve kısa
boyluyla arkadan gören çocuk zannederdi. Zaten sesi de çocuk sesiydi.” (s.11)
“Kocaman gözleri vardı. Yüzüne büyük geliyordu. Bakınca karşısındakinin
beyninden geçenleri okuyordu sanki. İnce dudaklarının iki yanındaki kıvrıkları da
hayra yormamıştı.” (s.11–12)
363
Bücür, kendi atının nalı düştüğü için onlarla Kulacahisar’a kadar gitmek ister.
Zaten Bücür, Kör Dimitri hesabına çalışıp onları tuzağa düşürmek ister. Sunguroğlu
ve arkadaşlarına kestirme bir yolu bildiğini söyleyen Bücür, kendilerini Kör
Dimitri’nin kurduğu tuzağa düşürür. Sunguroğlu ve arkadaşları tuzaktan kurtardıktan
hemen sonra Bücür ortadan kaybolur. (s.22)
Kör Dimitri ise korkunç bir adamdır. Onu tanıyan herkes ondan korkuyordu.
“Adının anıldığı her yerde belâların en büyüğü çıkardı. Kimseye bağlı değildi. Kim
para verirse ondan yana olur, bir süre hizmet ederdi. Bir Osmanlı oku gözünü
çıkardığından beri tek gözle idare ediyordu. Bu yüzden Osmanlılara karşı derin bir
kin duyardı. Kendisi gibi belâlı on-on beş kişiyle birlikte para karşılığı verilen her
türlü kirli işi yapardı.” (s.23)
Sunguroğlu tuzaktan kurtardıktan sonra Kör Dimitri’yi arkadan bağlayıp
kimin hesabına çalıştığını konuşturmaya başlar. Mavro diye birisiyle anlaştığını
söyleyen Kör Dimitri, kızı kaçırıp Nikomedya’da (Bugünkü İzmit) Mavro’nun
adamlarına teslim etti. (s.26–30)
Mavro, Teodosyüs Limanında bir meyhane işleten adamdır. Balıkçılık da
yapar. Kirli işlerini bu meyhanede işletir. Kızları kaçırmak için Kör Dimitri ile
anlaştı. O da Kör Dimitri gibi ücretli takımındadır. (s.29) “Kırk yaşlarında ince
yapılı, keçi sakallı bir adamdır.” (s.62)
Sunguroğlu ve arkadaşları, meyhaneye geldiklerinde Mavro birkaç silahlı
adam onlar için hazırlamıştı. Yan odada oturup kendi işaretini bekliyorlardı. (s. 64.)
Zaten Mavro, “kılıç kullanmayı bilmez, bu yüzden kılıç taşımazdı. İşini hile ile,
kurnazlıkla görmeye alışmıştı. Yine de her ihtimale karşı kuşağında bir hançer
bulundurdu.” (s.69)
Sunguroğlu ve arkadaşları, meyhanedeki silahlı adamların işini bitirdikten
sonra Mavro’yu denizde bir sandala götürürler. Sunguroğlu, Mavro’ya kaçırdığı
kızları kime sattığını konuşturmaya çalışırlar. Mavro da San Taras Manastırının
364
esrarını söyler. Gregoras diye bir keşişe kızları sattığını, Gregoras’ın da her ırkın en
güzel kızları toplayıp kurban ettiğini söyler. (s.78–81)
Suratsız Todori da Kör Dimitri ve Mavro’nun bir arkadaşıdır. “Her tarakta
bezi olan bir üçkâğıtçı ki, şeytana külâhını ters giydiren cinsten. Adına Suratsız
Todori derler. Buralarda bulunduğuna göre, vardır bir bildiği.” … “Yüzü insandan
çok baykuşa benziyordu. İki gözünün arasındaki mesafe normalden hayli fazla idi.
Ablak suratının ortasında sivri burnu pek tuhaf duruyordu. Alt dudağı çenesine doğru
sarkmış. Âdeta çenenin yerini almıştı.” (s.34)
Suratsız Todori, Osmanlı toprakları ile Bizans arasında ticaret yapar. Elinde
Osmanlı topraklarına girmek için bir izinname bulunur. Sunguroğlu ve arkadaşlarını
handa görür. Köse Yusuf daha önce tanıdığı için ondan şüphelenir. Onları gördükten
sonra Mavro’ya gidip haber verir.
Romanda kadın kahramanlar sayısı azdır. Onların başında Sultan Hatun
gelir. Sultan Hatun, Kulacahisar Beyi olan Karaca Beyin kızıdır. Roman Sultan
Hatun kaçırılmasıyla başlar. (s.8)
Baskın romanında on sekiz kahraman bulunur. Romanın kahramanları
yaratma kişilerdir.
Orhan Gazi’nin emriyle çalışan Münir Gazi, Sunguroğlu’nun eski bir
arkadaşıdır. (s.20) Münir Gazi, Orhan Gazi’ye sadıktır. Münir Gazi, yakından Orhan
Gazi’yi tanır. Orhan Gazi de ona güvenir. Orhan Gazi, İznik civarlarında bir çetenin
kurulduğunu öğrenir öğrenmez İznik Beyini ikaz etmek amacıyla Münir Gazi’yi bir
mektupla gönderir. (s.22) Münir Gazi cesur bir gazidir. Tehlike zamanlarda yiğitlikle
davranarak hep ön saflarda yer alır. (s.31, 96)
Baskın romanında yer alan Hussam, kurnaz bir Yahudi olarak karşımıza
çıkar. İznik Beyi’ni aldatmaya dinini değiştir: “Bir ifrit, bir soysuz dedim. Bir
Yahudi kırması. Evvelden Yahudi idi. Güya dini değiştirdi. Bana sorarsan,
melânetlerini maskelemek için değiştirir gibi yaptı.” (s.42) Hussam’ın gerçek niyeti,
Orhan Gazi’yi öldürmektir. Üstelik Müslümanlara aşırı bir şekilde düşmandır:
365
“Bütün Müslümanlardan intikam alacağını söylüyordu. İlk olarak da Orhan Beyimizi
öldürecekti.” (s.95) İznik Beyi’ni aldatmaya başaran Hussam, İznik’in işlerini eline
aldıktan sonra İznik Beyi ve Osmanlı askerlerini zindana atar. Üstelik şehirde ezan
okunmasına izin vermez. Sunguroğlu ve arkadaşları İznik Beyi ve askerleri kurtarır.
Bu sıralarda Hüsam çaresiz olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden Bizans’a kaçmaya
kararlıdır. (s.110) Hain olan Hüsam, bindiği geminin kaptanı öldürür. Ama çok
geçmeden Kalamos tarafından da öldürülür. (s.112)
Kalamos Baskın romanında bir çete adamı olarak karşımıza çıkar. (s.51) kinli
ve kana susanmış olan Kalamos’a kocakafa derler. Bir çeteyi kurarak etrafında
toplanan adamların arasında kendini sürekli olarak öveyen Kalamos, Orhan Gazi’nin
İznik Beyine gönderdiği mektubun peşinde düşer. (s.38) Kalamos, Sunguroğlu ile
yüz yüze geldiğinde gerçek nitelikleri ortaya çıkar. Kalamos, tehlikeli bir adam
olmasına rağmen korkak ve çaresizdir. Çatışmalarda adamlarına dayanan biri olarak
karşımıza çıkar. (s.55–57) Kalamos, Sunguroğlu’nun eline geçtikten sonra Orhan
Gazi’nin mektubunu almakla görevlendiğini söyler. Bu yüzden adamları tutar. Ama
büyük efendiğinin kim olduğunu bilmez. (s.68)
Germiyanoğulları121 Baskın romanında yer alır. Romancı kişi adı yerine
Germiyanoğulları der. Biz de buna bağlı kaldık. Germiyanoğulları, Bizanslı çetesinin
mensuplarıyla birleşerek Osmanlılara karşı çıkarlar. Germiyanoğullarından dört
silahşör Bizanslılarla birlikte handa Sunguroğlu ve arkadaşlarına hücüm ederler.
(s.44) Germiyanoğullarından birisi, sinsi sinsi Sunguroğlu’na bakar. (s.47)
Sunguroğlu, onunla uzun uzun konuşur: “Germiyanoğullarındanız. Derdimize
gelince: Orhan Beyiniz Germiyan Beyinin taleplerine kulak asmamakla hata etti.
Beyimiz ganimetten pay isteyince beyiniz tersledi. Ganimet, canlarını ortaya koyan
gazilerin hakkıdır diye cevap gönderdi.” (s.48) Bu yüzden Germiyanoğulları, Orhan
Gazi’yi devirmek amacıyla Bizanslılarla birleşir. (s.49)
121 Gemiyanoğulları; Kütahya ve çevresinde hüküm sürmüş bir Türk beyliği. Toprakları, doğudaAfyonkarahisar ve Denizli, batıda Gediz ve Menderes vâdilerine kadar uzanırdı. Germiyan, önceleriTürk aşîretlerinin birinin adıyken, Anadolu Selçukluları Devletinin (1077–1307) son zamanlarında1300 yılında kurulan Germiyanoğulları Beyliğine de ad oldu. Germiyan aşîretinin ne zamanAnadolu’ya geldiği belli değildir. Ama 1429 yılında Germiyanoğulları beyliği sona erip, toprakları,Osmanlılara kaldı. “Gemiyanoğulları”, «madde», Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs HoldingYayınları, İstanbul, 1994, c.8
366
Çalınan Hazine romanında on sekiz kahraman bulunur. Romanın
kahramanları yaratma kişilerdir.
Sunguroğlu’nun eski arkadaşı Saltuk Bey ise “Çok eskiden tanırdı. Birlikte
az kılıç sallamamışlardı.” (s.18–19) diye tanıtılır. Saltuk Bey, Orhan Gazi tarafından
güvenilen bir kişidir. Saltuk Bey, Osmanlı kalelerinden vergi borçlarını toplayıp
Bursa’ya götürür. (s.19) Üstelik cesurdur. (s.22) Eski bir akıncı olduğundan kılıcı
ustaca kullanır. (s.50–51) Saltuk Bey, topladığı vergi çalındıktan sonra geri alınması
için elinden geleni yapmaya çalışır. Orhan Gazi’ye boş dönmekten utanır. (s.86)
Bunun yanında da Saltuk Bey, düşmanlarına karşı bile merhametli bir insandır.
“Sırtını dönmüş bir insanı öldüremem ben” (s.97) diyen Saltuk Bey, toplanan
vergileri çalan şövalye Metiyüs’ü öldürmek istemez.
Tekin Alp ise Saltuk Alp’ın vergi toplamakta yardımcılarından birisidir.
Tekin Alp, Saltuk Bey’e çok sadıktır. Üstelik onu çok sever. Tekin Alp diğerlerine
saygı gösteren bir insandır. (s.34) Anlatıcı, Tekin Alp’ı şu şekilde biza takdim eder:
“Biri çok gençti. Yirmisinde ya var ya yoktu. Adı Tekin Alp’tı. Saltuk Beyi pek
severdi. Ne biliyorsa hepsini ondan öğrenmişti. Öl dediği yerde ölür, gel dese, dere
tepe demez gelirdi.” (s.34) “Yaşı kırkın üzerindeydi, ama otuzunda ancak
gösteriyordu.” (s.35) Tekin Alp, iyi bir savaşçı olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden
Saltuk Bey onu seçer. Üstelik cesurdur: “Ben savaşmayı severim.”, “Çocukken savaş
oyunları oynardım. Tahtadan bir kılıcım bile vardı.” (s.37) Tekin Alp, yeni tanıdığı
Sunguroğlu’na hayran kalır ve onun gibi olmaya çalışır. (s.54)
Ali Can da Saltuk Alp’ın bir yardımcısıdır: “Germiyan Beyinin hizmetinde
iken kaçmış, Orhan Beyin hizmetine girmişti. Kılıç kullanmayı pek bilmezdi, ama
hesabına diyecek yoktu. Hangi kalden ne kadar vergi alınacağını hep o hesaplar,
Saltuk Bey ona göre davranırdı.” (s.34) Üstelik iyi bir medrese tahsiline sahiptir.
(s.34–35) Hesap işlerini iyice bilen Ali Can, savaştan anlamaz. (s.37)
Abdurrahman Usta, Sunguroğlu ile Saltuk Bey’in oturdukları han sahibidir.
Eskiden Sunguroğlu’nu tanıyan Abdurrahman Usta, ihtiyar biri olarak karşımıza
çıkar. Bunun için han işletmesinde kendisine yardım eden bir yardımcıyı getirir:
367
“Yaş dediğin altımışa uzandı, her işe yetişemez olduk. Aklımızdan bir yardımcı
geçirirken Topak çıktı karşıma.” (s.18) Handa oturan Saltuk Alp’tan toplanan vergi
çalınır. Bu yüzden Abdurrahman Usta kendisinden utanır. Abdurrahman Usta mert
ve iyi insandır. Atı yaralanan Sunguroğlu’na bir at verir. (s.31) Üstelik Sunguroğlu
ve Saltuk Bey’e yardım etmek için elinden geleni yapar: “Yol ağzı yiğidim, sakın
itiraz etme. Zaten gerektiği gibi seni ağırlayamadım. Üstelik paranız çalındı.” (s.32)
Sunguroğlu ise Abdurrahman Usta’nın hakkında hep iyi düşünür ve onu çok sever.
(s.33)
Şövalye Metiyüs, Bizans’ta büyük kumandanlardan biri olan Kont Malper’in
yeğenidir. Şövalye Metiyüs dayısıyla beraber bir komplo planlar. Onların niyetleri
Orhan Gazi ile Bizans İmparatorunun arasını açıp bir savaş çıkarmaktır. Bu
karışıklıkta Kont Malper imparatorluğu elde edecektir. (s.74) Bu planı uygulamak
üzere Şövalye Matiyüs, Orhan Gazi’ye bir mektup gönderip Bizans’ta Osmanlı
Devleti hakkında bildiği şeyler olduğunu söyler. Kendisinin tehlikeli bir durumda
olduğu için Bursa’ya gelemeyeceğini söyleyen şövalye Metiyüs, İbrahim ve Köse
Yusuf ile İznik’te buluşur. (s.55) Şövalye Metiyüs, şerefsiz ve hırsız bir insan olarak
karşımıza çıkar. Bir şövalye olmasına rağmen yol keserek bir atı çalmaktan
vazgeçmez. (s.9) At uşağıyla birlikte küçük bir köye baskın yapar. İhtiyarlara zarar
verir. (s.38–39) Handayken vergi parasını Saltuk Bey’den çalar. (s.24) Anlatıcı,
şövalye Metiyüs’ün niteliklerini şu şekilde anlatır: “Aslında şövalye Metiyüs’te
merhamet aramak Dragos’tan başkasının aklından geçmezdi. Gerçek bir zalimdi
çünkü. Yalnız eline geçen Müslümanlara değil, kendi dininden olanlara bile
zulmederdi. Birkaç kuruş için göz kırpmadan insan öldürebilirdi. Bunu Bizans’ta
herkes bilirdi. Fakat pek kimse sesini çıkaramazdı. Çünkü şövalye Metiyüs, Bizans
ileri gelenlerinden Kont Malper’in yeğeniydi. Başı dara geldiği zaman Malper yetişip
nüfuzunu kullanıyor ve yeğenini beladan kurtarıyordu. Bu yüzden şövalyenin hiçbir
şeyden pervası yoktu. Kont Malper nasılsa onu kurtarırdı.” (s.8–9) Şövalye Metiyüs,
kurnazdır. (s.22, 40) Bunun yanında da kılıç kullanmakta ustadır. (s.71) “Dragos’a
göre efendisi şövalye Metiyüs, dünyanın en iyi kılıç ve mızrak kullanan insanıydı.”
(s.7) Ama uygulanan plan ortaya çıktıktan sonra şövalye Metiyüs’ün, şövalyelikten
kovulduğunu, bütün rütbelerinin geri alındığını öğreniriz. (s.63)
368
Şövalye Metiyüs, çaldığı para ile handan gizlice ayrılır. Bir ormanlıkta
çalınan parayı sakladıktan sonra Orhan Gazi’nin elçileriyle görüşmek üzere İznik’e
gider. İznik’teyken yakalanan şövalye Metiyüs, Sunguroğlu ve şövalye Posaryüs’ün
karşısında yaptıklarını itiraf eder. (s.81) Şövalye Metiyüs yakalandıktan sonra at
uşağı olan Dragos, Sunguroğlu’na itiraf edip şövalye Metiyüs’ün kişiliğinin
niteliklerini iyice tasvir eder: “O kötü biridir. Hırsızdır. Kalleştir, casustur. Sizin
anlayacağınız her kötülüğü yapan bir adamdır.” (s.72) Şövalye Metiyüs, bir
karışıklıktan faydalanıp Saltuk Bey’den kaçar. Sonda bulunan Metiyüs, şövalye
Posaryüs tarafından öldürülür. (s.116)
Dragos, şövalye Metiyüs’ün at uşağıdır. Anlatıcı, Dragos’u şu şekilde takdim
eder: “Dragos, şövalye Metiyüs’ün at uşağıydı. Kısa boylu, şişman iri yuvarlak gözlü
bir adamdı. Şişmanlığına rağmen çevik hareket ederdi. İyi de kılıç kullanırdı. Fakat
hiçbir zaman efendisiyle boy ölçüşemezdi.” (s.7) Dragos, saygıdan değil, korkudan
şövalye Metiyüs’e sadıktır. Dragos, şövalye Metiyüs’ten aldığı emri hemen yapar.
(s.7) Dragos, kurnaz, sinsi ve korkak olarak karşımıza çıkar. (s.14, 20) Şövalye
Metiyüs yakalandıktan sonra Dragos’un gerçek kişiliği ortaya çıkar. Dragos, şövalye
Metiyüs’un bütün işlediklerini söyler. Üstelik efendisini hiçbir zamanda sevmediğini
söyler: “Artık bana emredemezsiniz, istediğinizi yaptıramazsınız! Bu beyzadelere her
şeyi anlatacağım. Keyfin çektikçe beni kırbaçlamanın intikamını bir güzel alacağım.”
(s.72) Şövalye Metiyüs’ün yakalanma sahnesinden istifade eden Dragos kaçar. (s.81)
Çalınan paranın yerine gidip alır. Bizans’a kaçmayı düşünen Dragos, birkaç
katalonlu adamı kıralayarak İzmit yolunu takip eder. Ama yoldayken kıraladığı
adamları tarafından öldürülür. (s.101)
Şövalye Posaryüs, Bizanslı imparatordan şövalye Metiyüs’ü yakalamakla
görevlendirilir. Şövalye Posaryüs, uzun boylu bir şövalyedir. (s.62) Babası Türk olan
Şövalye Posaryüs, akıllı, mert ve cesur bir şövalye olarak karşımıza çıkar. (s.117)
“Posaryüs mert bir insan, Bizans şövalyeleri arasında böyleleri pek azdır.” (s.98)
Şövalye Posaryüs Türk mertliğinden hayran kalır. (s.97) Şövalye Posaryüs, görevini
en iyi şekilde tamamlamaya kararlıdır. Üstelik kılıç iyi kullanır. Bu yüzden
369
Metiyüs’a hain olarak bakar. Posaryüs, Metiyüs’u bulduğunda hemen öldürür.
(s.116)
Kaçırılan Prenses romanında yirmi beş kahraman bulunur. Bunların yirmi
dördü yaratma kişilerdir.
Kaçırılan Prenses romanında Dimitri Korbos, Bizans’ın en zengini olarak
karşımıza çıkar. Bir sürü gemisi var. Yüz odalı bir konakta oturur. (s.29)
Başkomutan olan Moiz Albertos onu kullanıp kendi zenginliğinden ve nüfuzundan
faydalanır. (s.124) Moiz Albertos’un gizlice kurduğu Şeytanlar çetesi Dimitri’nin
oğlunu kaçırır. Bunun için Dimitri artık oğlunu yine görmek için ne dediklerini
yapar. Moiz Albertos’un yapmak istediği kirli işler Dimitri Korbos’ın adıyla yapar.
Bu yüzden Dimitri Korbos, İmparatorla arası iyi değildir. Bizans’ta Moiz
Albertos’un gerçek yüzünü tek anlayan insan Dimitri’dir. (s.123–124) Oğlu
kaçırıldıktan sonra ruhî durumunu bozar. Unutmak amacıyla gün boyuca sarhoş
kalır. (s.122) Dimitri Korbos, Sunguroğlu’ya inanarak kızın Kızılada’da bulunduğu
yere götürür. Onu kurtarmaya yardım eder. (s.128) Nihayette Dimitri Korbos, kendi
oğluna kavuşur. İmparator, Sunguroğlu’ndan Dimitri Korbos’un yaptıklarını
öğrendikten sonra onu bağışlar. (s.156)
Lagan Mişöp (Mustafa Ali), Sunguroğlu’nun eski arkadaşıdır. Sunguroğlu
ve arkadaşları, Bizans’a geldiklerinde ona giderler: “Lagan Mişöp, oldukça
yaşlanmış görünüyordu. Son karşılaşmalarında sakalı simsiyahtı. Şimdi ise beyazlar,
siyahları yenmişti. Ama bu hal yüzüne bir başka mânâ veriyordu. Eski dostları
görünce gözlerine inanamadı. Rüya olup olmadığını anlamak için gözlerini kırpıştırdı
durdu. Kollarını sonuna kadar açıp koştu” (s.22) Eski Başkomutan Lagan Mişöp,
adını Mustafa Ali’ye değiştirerek Müslümanlaşmıştı. (s.23,31) Sunguroğlu, onu
görünce şaşırır: “Sunguroğlu eski dostuna bakıyordu. Yaşlanmakla kalmamış,
zayıflamıştı da. Eskiden de inceydi, ama şimdi kibrit çöpüne dönmüştü.” (s.24)
Lagan Mişöp’ün, son zamanlarında imparatorla tersleştiği için çok sıkıntı çektiğini
öğreniriz. (s.24) Lagan Mişöp, eski dostlarını görünce sadece memnun kalmaz, ama
aynı zamanda onlara yardım etmeye çalışır. Onlara maceranın ilk ipucunu verir.
İmparator kızının kaçırılmasıyla ilgili bütün bildiği bilgileri anlatır. Bu sıralarda
370
Lagan Mişöp, mert, cesur ve alçak gönüllü bir adam olarak karşımıza çıkar. (s.28–
29) Bunun üzerine Şeytanlar diye çetenin bazı mensupları, onun evine basar, tam
uygun vakitte Sunguroğlu onu kurtarır. (s.54–56)
Başkomutan Moiz Albertos, bir Yahudi’dir. “Bizans tarihinde ilk defa bir
Yahudi bu makama geliyor.” (s.29) Sunguroğlu, İmparator yanına gittiğinde Moiz
Albertos’u ilk defaya görür. Anlatıcı, bunu şu şekilde işler: “Sunguroğlu,
başkomutana dikkatle baktı. Yüzünün bütün hatları ırkının özelliklerini yansıtıyordu.
Su katılmamış bir Yahudi olduğunu ilk bakışta belli oluyordu. Biraz şişman ve kısa
boyluydu. Elli yaşlarında filân gösteriyordu. Gözlerinde ihtiras benek benekti.” (s.83)
Moiz Albertos bir taraftan Korbos’u kullanıp kendi zenginliğinden ve nüfuzundan
faydalanır, diğer taraftan da gizlice Şeytanlar diye çeteyi kurarak İmparator olmaya
çalışır. (s.123–124) Sunguroğlu, Moiz Albertos’un gerçek yüzünü öğrendikten sonra
imparatora aktarır. İmparator onu tutuklar. (s.152–154)
Gemide İsyan romanında yirmi sekiz kahraman yer almaktadır. Romanın
kahramanları yaratma kişilerdir.
Hancı, Gemide İsyan romanında milletin birbirine arka arkaya durduğunu
gösteren kişidir. Hancı, Orhan Gazi’yi çok sever. (s.27) İbrahim ve Köse Yusuf,
handan Sen-Jan şövalyeleri tarafından kaçırılırlar. İbrahim ve Köse savaşırken,
Sunguroğlu’nun adını söylerler. Bunu duyan hancı, Bursa’ya gidip Sunguroğlu’na
haber verir. (s.37) Hancı, yaş itibariyle Sunguroğlu’na yol göstererek yolun ortasında
dinlenmek için oturur. Sunguroğlu, mertlik ve iyiliğine teşekkür etmek ister. Ama
hancı, cevabını şu şekilde verir: “Eğlenme, sür! İyiliği sen unutmayasın diye değil,
Allah rızası için yapıyorum.” (s.39)
Sunguroğlu, limana ulaşır. Orasına yakın bir yerde karanlıkta bir baskına
uğrayarak parası çalınır. Hancı, Sunguroğlu’nun yaralarına bakar. Sonra
arkardaşlarına yardıma gitmek üzere Sunguroğlu’na para verir. Ona göre bu bir
görevdir. Hancı, yaptıklarıyla samimî ve mert bir insan olarak ortaya çıkar. (s.56–57)
371
Gemide İsyan romanında Kaptan Guidi ise, Venedikli bir denizcidir. Babası
seyis olan Kaptan Guidi, at cinslerinde iyi bilip Sunguroğlu’nun atını beğenir. (s.50–
51) Kaptan Guidi, gemisinde Sunguroğlu’yu Rodos’a götürmek için alır. Ama
denizdeyken bir korsanlığa uğrayarak gemi de denize batar. (s.69) Kaptan Guidi, ilk
olarak parayı seven bir insandır. Bunun için de Sunguroğlu’nun parasını çalmak için
birkaç adamı gönderir. Üstelik gemide Sunguroğlu’nun kamarasını arattırır. (s.72)
Büyük bir şöhrete sahip olan Kaptan Guidi, iyi ve tecrübeli bir denizci olarak
karşımıza çıkar. Sunguroğlu’nun gözünde de dünyanın en iyi denizcisidir. (s.119)
Hıristiyanlıktan hoşlanmayan Kaptan Guidi, Sunguroğlu ile uzun zaman kalarak
İslâm dinine merak etmeye başlar. Daha önce Müslümanları hiç sevmeyen Kaptan
Guidi, Sunguroğlu ile dost olur. Tehlikeli olmasına rağmen onunla Rodos’a kadar
gideceğini söyler. (s.95) Günler gittikçe Kaptan Guidi, İslâma hayran kalmaya
başlar. (s.134) Sonra Müslüman olur adını de Ömer’e değiştir. (s.147) Kaptan Guidi,
dostlarına sadık bir insandır. Rodos’ta hiçbir şeyi bilmeyen Sunguroğlu, ancak
Kaptan Guidi’nin yardımıyla arkadaşlarını kurtarabilir. (s.148–153)
Sör Mişel ise, Padima diye geminin kaptanıdır. (s.92) Sör Mişel, İnglizdir:
“Eskiden İngiliz kralının has adamıymış. Sonra neden bilinmez, krala başkaldırmış.
Kral da onu sürgün etmiş.” (s.95) Ama şimdi şövalye Don Piyer’in emrinde çalışır.
(s.95) Sör Mişel, gemiciler tarafından sevilmeyen bir kaptandır. Kendisine bir İngiliz
asilzadesi olarak bakarak gemicileri küçümser. Bu yüzden gemiciler, Sör Mişel’i
devirmek amacıyla Sunguroğlu’nun etrafında toplanırlar. (s.108–109) Sunguroğlu
gemiye eli geçirdikten sonra Sör Mişel’i konuşturarak şövalye Don Piyer hakkında
her şeyi bilir. Sonra Sör Mişel mahpus kalarak bir direğe bağlanır. (s.134)
Şövalye Don Piyer, Sunguroğlu’dan Şövalye Selikos olan dayısının
intikamını almak ister. Bunun için Sunguroğlu’nun arkadaşları olan İbrahim ve
Köse’yi yem olarak kullanr. İkisini kaçıran Don Piyer, asıl niyeti Sunguroğlu’nu
öldürmektir. (s.81–82) Şövalye Don Piyer, zalim ve merhametsiz bir insan olarak
karşımıza çıkar. (s.80) Osmanlıca bilen Don Piyer, Osmanlıları o kadara sevmez ki
Osmanlıca konuşmayı kabul etmez. (s.83) Bunun için İbrahim ile Köse Yusuf ile
tercüman vasıtasıyla anlaşır. (s.33) Şövalye Don Piyer, Rodos’ta bir sarayda
372
oturduğunu öğreniriz. (s.88) Sunguroğlu, arkadaşlarını zindandan kurtardıktan sonra
gemiyle memlekete döner. Bu sıralarda peşinden gelen Don Piyer, Sunguroğlu’nun
eline esir düşer. (s.167)
Romanda Mankafa Burno, komik ve aptal bir kişi olarak karşımıza çıkar.
(s.97) Üstelik korkaktır. Mankafa Burno, gemicilerin bekçisi olarak çalışır. (s.101)
Burno ilk olarak Sunguroğlu’nu sevmez. Ama günler gittikçe onu sever. (s.102)
Burno, kuvvete saygı gösterir. Ona göre güçlü adam saygıya değer. Bunun için
Sunguroğlu’na saygı gösterir. Sunguroğlu, geminin kaptanının emriyle direğe
bağlanır. (s.105) Bu sıralarda Sunguroğlu’na yardıma gelen Burno, ipleri keserek
Sunguroğlu’nu serbest bırakır. Sunguroğlu, ancak Burno’nun bu yardımıyla
gemicilerin başına gelebilir. (s.107) Burno, çok hassas bir kişidir. (s.126) Nihayette
gemicilerin biri tarafından öldürülür. (s.128)
Yıldırım Bayezid romanında elli iki kişi bulunur. Romandaki yaratma kişiler,
Uzunca Sevendik dışında arka plânda ve yol gösterici kişilerdir. Söz konusu yaratma
kişiler, genellikle görevleri itibariyle elçi, asker, süvari ve kumandan gibi adsız
olarak karşımıza çıkar.
Yaratma kişilerin başında gelen Uzunca Sevindik, cesur ve atak bir
kumandan olarak karşımıza çıkar: “Murad Hüdavebdigâr zamanında henüz bıyığı
yeni terleyen bir genç vardı: Doğancıydı… Cesur, atik, atak! Kale kapısı açtırıp,
kumandan kızının gönlünü kazanarak zahmetsizce orduyu kale içine sokan
avcıbaşı…
Kalenin doğu kapısında ormanlara giderek ava çıkan… Sonra kement atarak
maharetini gösterip, kale kumandanını urganla bağlayıp kan dökmeden zafer
kazandıran cihangir: Uzunca Sevindik!
İşte o, böyle açıkgöz, zeki, çalışkan, aklına eseni yapan, Allah’dan başka
korku nedir bilmeyen bir doğancıbaşıdır.” (s.60)
Uzunca Sevindik, Sultan Yıldırım Bayezid’e çok sadıktır. Hiç tereddüt
etmeden sultanın söylediğini yapar. (s.62, 72) Uzunca Sevindik, tek başına muhkem
373
Anemas Zindanına giderek orada mahpus olan V. Yoannis ve oğlu Manuel’i kurtarır.
(s.63–69)
Uzunca Sevindik, üstün zekâlı olarak karşımıza çıkar. Üstelik “hafızası çok
kuvvetli”dir. (s.61), “Vazife aldığı için de hayatından memnundu. Çünkü bu yolda
şehit olmak da vardı, gâzi olarak, şanla şerefle yaşamak da…” (s.62)
Uzunca Sevindik, bir cesur ve yiğit olarak daha önce zindandan kurtardıkları
V. Yoannis ve oğlu Manuel’i Bizans’a götürür. Onları tahta oturtur. (s.73–74)
V. Yoannis eski surlarını yeniletmeye başlar. Bunu öğrenen Yıldırım
Bayezid, V. Yoannis’i tehdit ederek Bizans’a Uzunca Sevindik’i gönderir. Onu gören
imparator korkmaya başlar. Bu sırada Uzunca Sevindik, sadece yiğit bir kumandan
değil, ama gerektiğinde korku verici bir insan olarak karşımıza çıkar: “Sanki dev
cüssesi, korkunç bakışlarıyla, iri pençeleriyle karşısında duran Uzunca Sevindik
değildi de, Bayezid gibi, ünlü bir hükümdardı. Nefes kesen, Yıldırım gibi düşen,
düştüğü yeri alev alev yakan o cesur, atik, atak asker, tek başına dahi gelmiş olsa, yer
yerinden oynar, tahtı başına yıkılırdı.” (s.81–82)
Romanda Andrea Bambo, bir başka yaratma kişi olarak yer alır. Andrea
Bambo, Osmanlı Payitahtında bulunan Venedikli temsilcisidir. Üstün zekâlı ve
kurnazdır. (s.25) Andrea Bambo’nun, payitahtta huzur içinde yaşadığını öğreniriz.
Andrea Bambo, Venediklilerin elçisinden mektubu alıp hızla Yıldırım Bayezid’e
takdim eder. Andrea Bambo, güzel konuşan bir adamdır. Andrea, Yıldırım Bayezid’e
Venediklilerin kendisine sadık olacaklarını söyler. (s.26)
Kutluboğa ise, Niğbolu kumandanı Doğan Beyin yardımcısı olarak
karşımıza çıkar. Kutluboğa, cesur ve yiğit bir kumandandır. Sultan ve devlete son
derece sadıktır. Kutluboğa, padişahın kaleye geldiğini fark eden ilk kişilerden biridir.
(s.97–98)
Yıldırım Bayezid Timur’un peşindeyken, bir çoban ile karşılaşır. Onunla bir
süre oturur. Çoban romanda halkı temsil eder. Dünyayı umursamayan çoban,
merhametli bir insandır. Ama aynı zamanda Allah için her şeyi yapmaya hazırdır.
374
Çoban, Yıldırım Bayezid’i tanımaz. Yıldırım Bayezid de çobana padişah olduğunu
söylemez. Çoban, Yıldırım Bayezid’in orduda bir komutan olduğunu zanneder.
Çoban, Yıldırım Bayezid’e orduya katılmak istediğini söyler. Çoban ertesi gün
orduya katılır. Bu sıralarda Padişah Yıldırım Bayezid’in kim olduğunu öğrenir.
Çoban, padişaha çok sadık bir insandır. Yıldırım Bayezid, çobana “dağların
padişahı” der. (s.170–177)
Binatlı romanında yaratma kişilerin sayısı azdır. Romanda bulunan on beş
kahramandan sekiz yaratma kişi bulunur.
Esasen romanın adı “Binatlı” ismi, Yahya Kemal’ın “Akıncılar” şiirinden
gelmektedir. Bu bakımdan akıncıların tarihî şahsiyet olması o kadar önemli değildir.
Bin atlıdan sadece tarihî olmayan iki kişinin adı verilir. Onların başında genç
Mertoğlu gelir. Mertoğlu bin atlı akıncılardandır. Her zaman Gazi Umur Bey’in
yanındadır. Kendi babasının uğruna öldüğü dava için ölmeye hazırdır ve babasının
yeri boş kalmasın diye bin atlıya katılır. (s.13) Yürekli ve maharetlidir. (s.21)
Bin atlı akıncının Müslüman esirleri kurtarmak amacıyla yaptıkları baskında
Mertoğlu şehit düşer.(s.48)
Bin atlı akıncılardan bir diğeri Kel Sadık’tır. O da bütün baskınlara katılır.
Kel Sadık cesur, yiğit ve atak bir akıncı olarak karşımıza çıkar. Üstelik
Tütün ve içki içmek amacıyla mağaraya giden iki Fransız askeri, bin atlı
tarafından esir alınır. Müslüman esirleri hakkında yapılacak olanı anlatırlar. (s.)
Topal Kasırga romanında yirmi dört kahraman bulunur. Onların yirmisi
yaratma kişilerdir.
Topal Kasırga romanının başında ortaya çıkan Kulaksız Ömer, önemli
yaratma kişilerden biridir. Sivas Kalesinde bulunan Şehzade Süleyman’a haber
vermek için gelir. İlk olarak kendi kendini nöbetçilere bir akıncı olarak tanıtır. (s.5)
Sonra Şehzadeye der ki: “Efendimiz, adıma ‘Kulaksız Ömer’ derler. Sultan
pederinizle bile kılıç urmuşum Mora seferinde, Eflâk seferinde. Arnavut ellerinin
375
istilâsında bulunmuşum, mübarek Niğbolu Zaferini görmüşüm. Şu yanımdaki
kapıcıbaşınız Peşteli Kerem’den sorunuz, eyi tanır; sultanımıza ve size sadık bir
bendeyim.” (s.15)
Kulaksız Ömer, roman boyunca kendini tanıttığı gibi görünür. Ne
memleketine ne de dinine ihanet kabul eder. Hatta diğerlerin gözünde de aynıdır.
Malkoç Mustafa Bey onu bu şekilde görür: “Timur’un Sivas’a doğru geldiğini canı
pahasına haber veren kişidir.” (s.92)
Malkoç Mustafa Bey Timur’a karşı çıktığını bilen Kulaksız Ömer, kendini
tutamaz ve hemen Malkoç Beyin yanına gider. Cesur bir akıncı olarak ortaya çıkan
Kulaksız Ömer, zor durumlarda hizmetlerini sunar: “Beyim, bendeniz Timurîleri iyi
tanırım, zaman zaman çeşitli kılıklara girip aralarına girdim, araştırmalar yaptım. İki
yıldır Şehzade Mehmet Çelebi’nin emrinde çalışırım. Timur Leng’in Sivas’a hücum
edeceğini öğrenince buraya koptum, vaktinde haber yetiştirmeye çalıştım. Diyeceğim
beyim, hareketlerinden ne yapmak istediklerini keşfedebilirim; destur verirseniz
arkadaşımla önden gidip vaziyeti size bildireyim.” (s.36)
Peşteli Kerem ise “Kapıcıbaşı olarak vazife yapmıştır, ayrıca yıllarını serhat
boylarında düşman kovalamakla geçirmiştir.” (s.92) Peşteli Kerem, Kulaksız
Ömer’in yıllarca silah arkadaşıdır. Beraber savaşlara çıktılar. (s.15)
Peşteli Kerem, arkadaşı tamamen gibidir. Fedakâr, cesurdur. Malkoç Mustafa
Bey ile birlikte hep şehrin müdafaasına yanadırlar.
Kadızade Burhaneddin Bey, Sivas’in genç beylerinden biri olarak karşımıza
çıkar. (s.23) Burhaneddin Bey, Malkoç Bey tarafından ilk güvendiği kişidir. Malkoç
Bey şehrin kumandanı olarak seçildikten sonra Burhaneddin’i kendi yardımcısı
olarak seçer. Burhaneddin de hiç tereddüt etmeden şehrin savunması için elinden
geleni yapar. Kendi komutanlığında yüz gönüllü alıp geceleyin Timur’a karşı çıkar,
şehit düşer. Şehit düşmeden önce kılıcıyla son vurduğu darbeler dini, Sivas, annesi,
ailesi ve herkes içindir. Sonra şehit düşer. (s.76)
376
Romanda kadın kahramanlar sayısı pek azdır. Sadece Burhaneddin’in annesi
ve eşi bulunur. Burhaneddin’in Annesi romanda gerçek bir gazi veya bir akıncıyı
yetiştiren annedir. Oğluna savaşa gitmezse kendisinin göndereceğini, şahadet tadının
dünya hayatından kat kat güzel ve mükemmel olduğunu söyler. “Git oğul,
kumandanın yeri askerlerinin yanıdır, vakit kaybetmeden git; ola ki gecikirsin de
yerine başkasını gönderirler; gönderirler de bunca saadetten mahrum kalırsın.” (s.63)
XVI. Yüzyıl
İlk Hançer romanının başkahramanı olan Yüzbaşı Alp, bütün olaylarda rol
oynar. Romanın başında yüklendiği vazife tehlikeli olmasına rağmen Moskova’ya
gider, kilisede konuşmayı duymak amacıyla korkmadan İvan’ın yanına kadar
yaklaşır. (s.7–8) İvan’ın Kazan ile ilgili plânlarını öğrenir öğrenmez durumu iyice
değerlendirerek Kazan’a gitmektense Kırım’da bulunan arkadaşı Burak’a gider. Şah
Ali’ye gönderilmiş olan Rusların kafilesini tuzağa düşürür. (s.12) Kazan’a gittikten
sonra Sefa Giray Han’ın teklifini reddetmez yine Moskova’ya döner. Sefa Giray
Han, bu vazifeye başkasını bulamaz. (s.18)
Yüzbaşı Alp, İvan’n karşısında kahramanca davranır. Anlatıcı, Alp’ın bu
durumunu şu şekilde işler: “Uzun boylu, geniş omuzlu, kartal gibi keskin bakışlı
Yüzbaşı Alp’ın heybetli duruşu karşısında, yakayı ele vermiş bir suçlu adamın
kaçamak bakışlarıyla birbirlerine bakıp duruyorlardı. Karşılarında bir dev gibi
büyüyen Alp, elini yavaş yavaş koynuna götürdü ve ağzı açık bir mektubu çıkarıp,
ağır adımlarla tahtında oturan İvan’a doğru yürüyüp tam karşısında durarak:
— Mektubunuz! dedi, sert ve tok sesiyle. Şah Ali Han okuyamadı ama, Kudretli
Kazan Hanı Sefa Giray Han okudu ve kendinize iade etmemi emretti.” (s.19)
Her zaman kendisi değil Kazan’ı düşünür. Falcı olan Deli Hüsniye, öleceğini
söylediğinde hiç önem vermeden savaşa gider, ilk saflarda her zaman olduğu gibi
yerini alır. (s.76) Muhasara esnasında sabah namazından sonra bir grup ile kaleden
çıkarak Rusların saflarına girer, toplarda bir telef yaptıktan sonra akşama kadar
377
savaşır. (s.81–83) Kazan Rusların elinde düşene kadar savaşır, Kazan’ın surların
altında yaralanarak ölür. (s.90)
Burak roman boyunca başkahraman olan Yüzbaşı Alp ile birlikte her yerde
bulunur. İri yarı olduğu için ona Koca Burak derler. Kasım Hanlığında yaşarken
Yüzbaşı Alp ile Rus kafilesini esir ettikten sonra Kazan’a gider. (s.12) Şah Ali’nin
yaptığı iç isyan esnasında Alp ile birlikte savaşır. (s.34)
Koca Burak ile Yüzbaşı Alp, Ruslar eline düştükleri zaman Burak fedakârlık
göstererek Alp’ı kurtardıktan sonra öldürülür. (s.53)
Kadın kahramanlardan olan Prenses Nadya, Şah Ali’ye gönderilmiş elçilik
kafile yanında yer alır. Prenses Nadya, Yüzbaşı Alp’ın eline esir düşer ve beraber
Kazan’a giderler. Yoldayken sohbet ederler. O zaman Prenses Nadya ile Koca Burak
arasında samimi bir dostluk kurulur. (s.12–13)
İvan, Yüzbaşı Alp’ı zindana attırdıktan sonra Prenses Nadya kendisinden
gördüğü iyi muamele karşılık olarak onu kaçırır, devriyeler oklarını atmaya başladığı
zaman Alp’ın önüne atılır. Oklardan biri göğsüne isabet ederek ölür. (s.23–24)
Gökçe Beyin kızı olan Bağdagül ise Alp ile Sefa Han’ın sarayında karşılaşır,
Alp onu görür görmez sever. Anlatıcı, bu karşılaşmayı şu şekilde anlatır: “Tam
Kapıya doğru yürüyordu ki salona inen merdivenin tâ başında, bembeyaz ipek
elbisesi içinde, harikulade bir güzelliğe sahip bulunan güzel bir kıza takıldı bakışları.
(s.25–26) Yine de babasının konağında Alp ile karşılaşır ve onu sever. (s.30) Şah Ali
isyanının birkaç ay sonra Alp ile evlenir, 1547 yılının ilkbaharında bir oğulları olur.
(s.44)
XVII. Yüzyıl
IV. Murad -1- ve IV. Murad -2- romanları, Dördüncü Murad dönemini ele
alan romanlardır. Söz konusu iki romandaki kahramanların büyük bir kısmı
tekrarlanır. IV. Murad -1- romanında seksen kahraman bulunur. Bunların büyük
378
kısmı, yaratma kişilerdir. Romanda yaratma kişilerde dikkat çeken husus, onların
genellikle yol gösterici kişiler olmalarıdır.
IV. Murad -2- romanında ise, seksan yedi kişi bulunur. Bunların yarısına
kadar yaratma kişilerdir.
IV. Murad -1- romanında Hasan Halife, her zaman Dördüncü Murad’ın
yanındadır. Anlatıcı, Hasan Halife’yi şu şekilde takdim eder: “Yirmi yaşlarında
ablak, kırmızı yüzlü, burma bıyıklı ve iri kıyımdı.” (s.15) Hasan Halife, Dördüncü
Murad’a çok sadıktır: “Yürümeye başladığı günden beri birlikte idiler. Öl dese ölür,
kendini Sarayburnundan at dese atardı.” (s.18)
Hasan Halife, Dördüncü Murad’ın güvendiği kişilerden biridir. Hasan Halife,
IV. Murad’ın gizli toplantılarında yer alır. IV. Murad, bu gizli toplantılar birisinin
icabıyla da Sultan olarak ilân edilir. Bu sıralarda Hasan Halife yer alır. (s.80–84)
Üstelik sultan Hasan Halife’yi çok sever. Dertleri ne olursa olsun Hasan Halife’yi
görürken mutlu olur: “Hasan Halife’nin girdiğini görünce gülümsedi:
Beri gelsene Hasan Halife. Benim sevgili dört Hasan’ım var: İlki Hazret-i
Hasan, İkincisi Fatih Sultan caddimin sancaktarı Ulubatlı Hasan, üçüncüsü Yavuz
Sultan Selim dedemin nedimi Hasan Can ve dördüncüsü sen Hasan Halife.” (s.111)
Hasan Halife ile Sultan Dördüncü Murad arasında resmiyet yoktur. Üstelik
sultan, dertlerini Hasan Halife’ye söyler. Sultan, zor durumlarda dostu Hasan
Halife’den güç alır: “Senin gibi birkaç can dostum dışında buna pek inanan yok
galiba Hasan, ama siz bile yetersiniz. Bana güç veriyorsunuz.” (s.112) Hasan Halife
ile sultan arasında samimiyet vardır. (s.113–114)
Yeniçeriler ayaklanır. Yeniçeriler, sultanın güvendiği kişileri öldürmek
isterler. Öldürmesi istenilen kişilerden biri de Hasan Halife’dir. (s.193) Bunun
üzerine sultanın emriyle Hasan Halife, hasbahçedeki bir mehterhaneye saklanır. Çok
geçmeden Hasan Halife’nin saklandığı yeri yeniçeriler tarafından öğrenilir ve
öldürülür. Buna sultan çok üzülür. Odasına yapyalanız oturan Sultan IV. Murad,
dostuna ağlar. Hem de kendisinin yanında hiç kimse kabul etmez. (s.240–245)
379
IV. Murad -1- ve IV. Murad -2- romanlarında karşımıza çıkan Doğan Bey,
IV. Murad -1- romanında Dördüncü Murad tarafından güvenilen kişilerdendir. Doğan
Bey, sona kadar Sultan IV. Murad’a çok sadık bir insandır. Üstelik cesur ve yiğit bir
yeniçeridir: “Vekur, dimdik ve alabildiğine kadar ciddi” olan (s.49) Doğan Bey,
Dördüncü Murad tarafından kendisine verilen görevleri tamamlamaya çalışır. IV.
Murad şehzadeyken Anadolu’nun durumunu bilmek ister. Bu görevi Doğan Beye
verir. Zor görevle üstlenmiş olan Doğan Bey, ilk olarak Antep’e gittikten sonra
Diyarbekir’e giden yola takip eder. (s.53) Bu sıralarda anlatıcı, Doğan Bey’i şu
şekilde anlatır: “Delikanlının adı Doğan Beydi. Yakın arkadaşları sadece Molla der,
geçerlerdi. Medrese tahsilinden gelme olduğu için ona “Molla” lâkabını uygun
bulmuşlardı. Doğan Bey de bunu benimsemişti. Bazı bazı “Doğan Bey” diye
çağrıldığında çağrıldığını farkında bile olmazdı. Yıllardır Molla denmesine öylesine
alışmıştı.
Yirmi beşine yeni basmıştı. Boyu ortadan biraz daha uzun, yüzü hafif
esmerdi. Kara gözleri hep aynı güleçlikte bakar, gören, delikanlının hiç
ögkelenmediğini sanırdı. Oldukça zayıftır, ama pazıları güçlüdür.
Güreşte ve kavgada rakibini yere serecek bir sürü oyun bilirdi. İyi de kılıç
kullanırdı. Hele ata binmesi bu işin meraklılarını mest ederdi. Dudaklarının iki
yanından hafifçe yukarıya kalkık kaytan bıyıkları, kemerli burnuyla bütünleşmiş
gibiydi. Sanki biri ötekisiz olamayacaktı. Sanki doğuştan bıyıklıydı Molla, insana bu
hissi veriyordu.
Zayıf görünüşü ile gülen gözleri düşmanlarını ekseriya yanıltırdı. Bir kılıçta
ikiye biçeceklerini yahut bir tutuşta yere vuracaklarını zannederlerdi. Tutuşunca ne
kadar yanıldıklarını anlarlar. Lâkin çoğunlukla iş işten geçmiş olurdu.
Delikanlının asıl hüneri ne kılıcında, ne pazısında, ne bıyığında; yüreğinde
idi. Yalım yalımdı yüreği. Aklı ermeye başladığı günden beri memleket sevgisine
tutkundu. Son kargaşalar onu uzun uzun düşündürmüş, kendine münasip bir hizmet
kapısı ararken Hasan Halife ile tanışmıştı. Nihayet Şeyzade Murad’la. Onu görür
380
görmez ısınmıştı. Geleceğin demir yumruğunu sezmişti onda. Bir çocuk gibi değil bir
padişah gibi görüyor, hürmet ediyor, verdiği her işe severek gidiyordu.” (s.52–53)
Bütün tehlike ve tehdidlere karşı cesurâne davranan Molla Doğan, görevini
başarıyla bitirir. (s.56–60) İstanbul’dayken halkın durum ve nabzını bilmeye çalışır.
Öğrenildiğini de IV. Murad’a aktarır. IV. Murad ile Bakırcı Adli Usta’ya tanıştıran
Molla Doğan’dır. (s.104)
Molla Doğan kılıcı meharetle kullanan bir yeniçeridir. Roman boyunca
rakiplerini meharetiyle şaşırtan bir savaşçıdır: “Molla zehir zemberekti. Dövüştükçe
kızmış, kızdıkça zemberek gibi gerilmişti. Her darbede biraz daha boşalıp
rahatladığını hissediyordu.” (s.108) Üstelik marhemetlidir. Bazen rakiplerini
öldürmek istemez. Sadece onlara ders vererek öldürmeden bırakır. (s.109)
IV. Murad padişah olduktan sonra Molla Doğan’a çok işlerde dayanır.
Romanda saray dışında Sultan IV. Murad’ın katıldığı bütün sahnelerde Molla
Doğan’ı buluruz. Sultan ona güvenir. Sultana göre Molla Doğan “yamanın
yamanıdır.” (s.113) Tehlike durumlarda da Molla Doğan’ı bir savaşçı olarak
padişahın yanında buluruz. Molla Doğan, padişah’ı korumaya çalışır: “Molla
Doğan’la birlikte konaktan çıktı. Molla Doğan padişahın iki adım arkasından
yürüyordu. Sağ eli devamlı kılıcındaydı. En küçük bir aksilikte çekip, canını
padişahın canına siper etmeye hazırdır.” (s.255)
IV. Murad -2- romanında rolünü sürdüren Doğan Bey, cesur ve atak bir
silahşör olarak karşımıza çıkar. IV. Murad, Bağdat’ın yolunu tutanr. Bu sıralarda
Molla Doğan, padişaha gelip Haşhaşilerin padişahı öldürmek istediklerini söyler ve
bu amaçla bir suikastı hazırladıklarından söz eder. Padişaha sonuna kadar sadık olan
Molla Doğan, padişaha karşı sevgisini günler geçtikçe daha da artırır. Bu sıralarda
IV. Murad ile Molla Doğan arasında sevgi ortaya çıkar: “İki kardeş gibi hasretle
kucaklaştılar. Padişahın böyle anları azdı. Kimseye fazla yüz vermez, değil
kahkahalar attığı, dudaklarını azıcık yayıp gülümsediği bile pek görülmezdi. Ama
şimdi gülümsüyordu. Gülümseyişi memnun, berrak ve ılıktı. Sevgi doluydu. Molla
Doğan’a karşı duyduğu kardeşane hislerin ifadesi gibiydi.” (s.55) Molla Doğan,
381
dünyanın malına bakmayan bir insan olarak karşımıza çıkar. Gönlü, Allah’ın
sevgisiyle doludur. Molla Doğan, padişahtan para istemez. Üstelik kendisine verilen
parayı kabul etmez. (s.59–60)
Padişaha sadık olan Molla Doğan, Haşhaşilerini işyle ilgilenmek üzere
padişahın yanında ayrılır. “Haşhaşi çapulcularının Bağdat’tan idare edildiğini
öğrenmişti. Gücü yeterse, onları idare eden adamı kaçırıp Padişaha takdim edecekti.”
(s.81–82) diye düşünen Molla Doğan, Bağdat’a gider. Bu sıralarda Molla Doğan,
vatan kaygılarını taşıyan, dinine ve vatanına sadık bir insan olarak karşımıza çıkar.
Molla Doğan’ın, sadece vatan için çalıştığını öğreniriz. Memleketin durumuna
endişelenen bir yiğittir. Bu yüzden Molla Doğan, şakalaşmayan ve gülmeyi unutan
biri olarak tasvir edilir: “Eskiden gülmeyi unutan, konuşmayı unutan yalnız ben
miydim sahi, Sultan Murad dahi unutmamış mıydı? Vatanın böğrüne yeniçeri ve
sipahinin kılıcı saplıydı, devlet çatır çatır başımıza çöküyordu da, pek kimsenin kılı
kıpırdamıyordu. Zayıf omuzlarına acıların en acısı çöreklenmişti. Böyle demde insan
latife edebilir, insan gülebilir, neşelenebilir mi, hay yaman oğlan? Sen yerimde olsan
şakalaşır mıydın ki?” (s.84) Üstelik “ağzını bıçak açmaz” olan biridir. (s.84) Bunun
yanında Molla Doğan’ın uyanık ve zeki olduğu anlaşılır. (s.85) İyi tahsile sahip olan
Molla Doğan bilgilidir. Geçmiş ile ilgili öğrendiği bilgilerden faydalanmaya çalışır.
Bu gibi bilgileri, şimdiki durumu aydınlatmak için kullanır. (s.93)
Molla Doğan, parlak zekâsıyla Haşhaşîlerin başkanı Burlak Han ile Bağdat’ı
Şah adına yöneten Bektaş Han’ı birbirlerine düşürmeyi başarır: “Bir haber Bektaş
Hana, ki Haşhaşî reisi Burlak Hana üstüne gelmeye hazırlanır diye. Bir haber de
Burlak Hana, ki Bağdat hakimi kökünü kazımaya gelir diye.
“Birbirlerine düşerler diyordun!” (s.179) İşini başarıyla bitiren Molla Doğan,
orduya katılmaya gider. Bu sıralarda Molla Doğan tam anlamıyla yiğit biri olarak
karşımıza çıkar. Padişah’ın, Molla Doğan gibi yiğitlerle dolu olan bir ordusu varsa
dünyayı dize getireceğini söyler. (s.296)
IV. Murad ölüm yatağındadır Bu sıralarda Molla Doğan, hep padişahın
odasının yanında ümitle bekler. Çok sevdiği padişahın öldüğünü öğrenen Molla
382
Doğan, üzüntüden kendini tutamaz: “Dayanamadı daha fazla, yüreği yüz kılıçla
parçaya bölünürken, zaptedemediği çığlık dudaklarının arasından kendiliğinden
boşalıp kubbelere yapıştı.” (s.400) Böylece Molla Doğan’ın, iki romanda IV.
Murad’a en sadık kişi olduğunu görürüz.
IV. Murad -1- romanında esnaftan olan Bakırcı Adli Usta, Mestan Ağa ve
Berber Kâzım, romanda halkı temsil edenlerdir. Bunlardan Bakırcı Adli Usta,
Mestan Ağa, rollerini az olsa bile IV. Murad -2- romanında da sürdürürler.
IV. Murad -1- romanında Bakırcı Adli Usta, esnaftan olmasına rağmen
halkın nabzını aydınlatan kişilerden biridir. Romanda kişiliğine ağırlık verilen Adli
Usta, memlekette olup bitenlerinden habersiz değildir. Her gün arkadaşlarıyla oturup
devletin durumundan söz eder. Devletine sadık olan Adli Usta, yetmiş yaşında
tecrübeli ve aydın bir insandır: “Kavuzunu evire çevire konuşuyor, gözleri
etrafındakilerin üstünde dolaştırıyordu. Onu dinliyorlardı. Yetmiş yaşın tecrübelerine
hürmetten susuyor, sanki bir müjde vermesini, bir iyi söz etmesini bekliyorlardı.”
(s.29) Adli Usta, devletin kötü durumuna rağmen ümitsiz değildir. Arkadaşlarına
ümit veren odur. Adli Usta, bir rüya görür. Rüyasında ayın battığını, arkasından
sönükçe bir yıldızın ortaya çıktığını, sonra bir güneşin doğduğunu görür. Rüyanın
tabirine göre batan yıldız, Sultan Genç Osman, sönükçe yıldız da Sultan Mustafa,
doğan güneş ise Şehzade Murad’dır. (s.31) Anlatıcı, Adli Usta’nın bu rüyasıyla
romanda ilk defa IV. Murad’ın güçlü bir padişah olacağına dair bir bilgi vermiş olur.
Adli Usta, her zaman saray ve devlet haberleriyle ilgilenir. Üstelik bu
haberleri olumsuz bir şekilde telakki etmez. Saraydan yeni gelen bir haberi duyar
duymaz bu haberin etkilerini uzun düşünür. (s.64–65) Halk, kahvede geniş ufuklu
olan Adli Usta’nın etrafında toplanır. Onun fikirlerini öğrenmeye çalışır: “Tekrar
kahveye girip Bakırcı Adli Ustanın etrafına kümelendiler. Çok yaşamış, çok görmüş
olması, böyle olaylar karşısında koyduğu teşhislerin bir bir çıkması, ona olan güveni
artırmış, âdeta halkın akıl hocası olmuştur.” (s.104)
Romanda devletin durumu kötüden kötüye gider. Günler gittikçe de
yeniçerilerin zorbalıkları artmaktadır. Ama bütün bunlara rağmen halk,
383
yeniçerilerden korkar. Zorbalara hayır demez. Romanda yeniçerilere karşı ilk
meydana okuyan kahraman, Adli Usta’dır. Mestan Ağa’nın kahvesinde yeniçerilerin
zorbalıklarına dayanamayarak yerinden fırlayan Adli Usta, yeniçerilere hayır der.
Onları sert bakışlarıyla da korkutur. (s.66–67)
Adli Usta, halkı şekillendirenlerden biri olarak karşımıza çıkar. Bunu öğrenen
Molla Doğan, IV. Murad’a aktarır. Bu yüzden Adli Usta bir halkın temsilcisi olarak
IV. Murad’ın gizli toplantılarına davet edilir. Sultan IV. Murad, Adli Usta’nın
görüşlerine de önem verir. (s.104, 188–189)
Bir gecede altı zorba, Adli Usta’nin evine basarlar. Kendisinden yirmi beş
altın isteyen zorbalar, altınları almayınca evi alt üst ederler. Üstelik Adli Usta’nın
gelinini kaçırıp öldürürler. (s.236–237) Buna dayanamayan Adli Usta, yeniçerilere
karşı halk ile At Meydanına yürümeye başlar. Yürüyüşte halk her taraftan onlara
katılır. At Meydanına yaklaştıklarında bir ordu haline gelirler. (s.239) Böylece Adli
Usta, devlete ve Sultan IV. Murad’a en büyük ve en değerli hizmet vermiş olur.
Çünkü halk bu yürüyüş ile zorbaları durdurabilir. Padişah, gelini öldürülmüş olan
Adli Usta’ya bir teselli mektup gönderir. (s.288)
IV. Murad -2- romanında Adli Usta, Bağdat seferinden dönen Sultan IV.
Murad’ı bekleyenlerden biridir. (s.383)
IV. Murad -1- romanında karşımıza çıkan kahveci Arnavut Mestan Ağa,
Adli Usta’nın en yakın arkadaşlarındandir. Mestan Ağa’nin kahvesi, romanda halkın
sahnesidir. Romanda halkı temsil edenler orada toplanıp konuşurlar. Mestan Ağa,
devletin genel durumuna düşünen bir esnaftır. (s.65) Genç Sultan Osman’ın
öldürülmesinden sonra “daha ilerisi yoktur” diyen Arnavut Mestan Ağa, durumdan
ümitsiz diğildir. (s.30) kahveye basan yeniçerilerin durdurmasına cesaret edemez.
(s.66) Ama ikinci defada zorbalıkları dayanamayarak ölesiye heyecanlanır. (s.107)
Halk, Mestan Ağa’nın kahvesinden haraket ederek At meydanına çıkar.
Mestan Ağa, onların başında yer alır. Burada Mestan Ağa ihtiyar olmasına rağmen
bir yiğit olarak karşımıza çıkar: “Doğru der bre” diye bağırdı, “nice beklenecek diye
384
sormakta haklı bre! Bugün At Meydanında bizim borumuz ötse gerektir. Zorbalar
üstümüze yürüsün de görsünler. Silâh adına neyimiz varsa alıp varalım At
Meydanına.” (s.239)
Halk yürüyüşünde sonra yeniçeriler kaçarlar. Hayat normal seyrine döner. Bu
sıralarda Mestan Ağa, halkın nabzını temsil eder: “Ama Arnavut Mestan’nın
kahvesinde şenlik vardı. Mestan Ağa paraya filân boş vermiş, gelene geçene kahve,
çay, şerbet ikram ediyordu.” (s.265)
IV. Murad -2- romanının sonlarında sahnede görünen Mestan Ağa, Bağdat
seferinden dönen Sultan IV. Muard’ı bekleyenlerden de biridir. Seferden konuşmak
için kahveye Molla Doğan’ı davet eder. (s.384)
IV. Murad -1- romanında Berber Kâzım ise, arkadaşları Adli Usta ve Mestan
Ağa’den farksız değildir. Ama onların en heyecanlısıdır. Berber Kâzım zorbalıklara
dayanamayan bir esnaf olarak karşımıza çıkar. (s.29) O da devletin durumuyla
ilgilenen insanlardandır. Diğer arkadaşları gibi de memleketin düzelmesini bekler ve
ümitsiz değildir. (s.30–31)
IV. Murad -1- romanında karşımıza çıka Demirci Ali Usta, İstanbul dışındaki
zorbalara karşı duran halkı temsil eder. Anlatıcı, Ali Usta, şu şekilde takdim eder:
“Otuz yaşlarında gösteriyordu. Şehrin kıyı bir yerinde demircilik yapardı. Kılıca iyi
su verir, iyi zırh işlerdi. İşinin ehliydi. Namusluluğuna da diyecek yoktu. Şimdiye
kadar hiç kimse bir kötü yanını ne görmüş, ne de duymuştu.” (s.127)
Ailesiyle birlikte Eskişehir’de yaşayan Ali Usta, Kör Ali’nin zorbalarıyla
karşı karşıya gelir. Kör Ali’nin tarafında toplanan yeni vergileri veremeyen Ali Usta,
direnişe kararlıdır. Ama aynı zamanda ailesine endişelidir. Ali Usta, ilk olarak şehir
ileri gelenleriyle cesurane konuşur. Ona göre zulme teslim edilmemelidir. (s.127–
128) Ali Usta, zorbalarla dövüşmek için dükkânında bulunan bütün silâhları toplayıp
şehirdeki gençlere dağıtır. Ertesi gün şehir merkezine giden tek başına zorbaları
dövüşür. Bir yiğit olarak dövüşen Demirci Ali Usta karısıyla birlikte Kör Ali’nin
adamları tarafından öldürülür. (s.129–135) Anlatıcı, Demirci Ali Usta karakteriyle
385
memleket çeşitli yerlerinde bulunan yiğitlere işaret eder. Lakin bu yiğitlerin
birleşmesinin görevi, devletin başına üstlenir. Devletin başı olan padişah habersizse
bu yiğitler zorbaların eline düşerler.
IV. Murad -1- romanında Bey Şehrini tutan Deli İlâhi, zalim bir kumandan
olarak karşımıza çıkar: “Bin beş yüz atlının başında Deli İlâhi denen zorba vardı.
Başına bir yemeni sarmış, tarak görmemiş saçları omuzlarının altına doğru
yayılmıştı. Sakalındaki ak kıllar belki yüzüne bir sevimlilik verecekti, ama gözlerini
vahşi bakışlarıyla ağzının sırtlan sırıtığı bunu silip süpürüyordu. Sırtında cübbe
yoktu. Gömleğinin üstüne koyun postundan kolsuz bir yelek atmıştı. At hızlandıkça
atlas potru rüzgârda savruluyordu.” (s.120–121) Deli İlâhi, ihtiyarlara karşı bile
merhamet bilmeyen bir insandır. Üstelik vahşidir. Adamlarıyla Bey Şehrine basan
Deli İlâhi, şehrin ileri gelenleri ve kadısını amansızca öldürür. (s.122–126)
IV. Murad -1- romanında zalim bir adam olarak karşımıza çıkan Kör Ali,
Anadolu’da zorbaları temsil eder. Eskişehir’de Celâlilerden Kör Ali, şehirde yaşayan
her ailenin reisinden on altın ister. Bu altınların toplaması için sadece bir gün mühlet
verir. Kör Ali, adamlarına bu altınları vermeyenlerin boyunlarını vurmalarını söyler.
(s.126–130) Şehirden tek direnen kişi olan Ali Usta’nın öldürüldüğüne rahat bir
nefes alan Kör Ali, insafsızca davranan bir eşkiyanın reisi olarak şehir merkezine
doğru gider. (s.135)
IV. Murad -1- romanında yaratma kadın kahramanların başında Ali Usta’nın
annesi gelir. İhtiyar kadının kör olduğunu öğreniriz: “Görmem, ama hissederim.”
(s.130) Ali Usta’nın annesi, tecrübeli, kararlı ve güçlü bir kadın olarak karşımıza
çıkar. Oğlunu endişeli bulan ihtiyar kadın ne yapması gerektiğini söyler: “Şimdi
kulaklarını aç” dedi, annesi, bir şeyler düşünmüş, karar vermişcesine; “iyi dinle oğul.
Bu vatan sahipsiz değil. Elbet bir gün sahib-i devlet gelir. Lâkin gelene kadar bize
direnmek düşer, boyun eğmek değil. Git dükkâna, ne kadar kılıç, kalkan, mızrak,
hançer, tüfek varsa eşeğine yükle, bu şehirde tanıdığın tanımadığın kapıları çalmaya
başla. Onlardan eşkiyaya karşı dövüşmelerini iste.” (s.131)
386
IV. Murad -2- romanında başkahramanlık rolünü oynayanlardan biri
Osman’dır. Roman, Osman’ın küçük bir çocukken köyüne yapılan baskınla başlıyor.
Osman küçük bir çocukken İran’ın askerleri tarafından köyleri basılır ve annesi de
şehit olur. Osman’ın babası Musa Bey evlendikten kısa bir süre sonra padişah
emriyle eşkıya peşine düşer. Böylece Osman yetim gibi kimsesiz bir çocuk kalır. Bu
sıralarda köye gelen Osmanlı askerlerinin başında Sofi Hoca, Osman’ı bulup
kendisinin yanına alır. Böylece Osman’ın yetiştirilmesi işi, Sofi Hoca’ya düşer.
Osman, Sofi Hoca’nın sayesinde yaman bir yiğit olarak yetiştirilir. Osman on yedi
yaşına kadar her türlü savaş eğitimini görmüş olur: “Osman’ı hem okuttu, hem kılıç
talimleri yaptıra yaptıra büyüttü. “Artık yaman bir silahşör işte, atak, gözüpek, cesur,
fakat heyecanlı.” (s.21)
Bu sıralarda Sultan IV. Murad, Bağdat seferine çıkar. Bunu öğrenen Osman,
orduya katılmaya çalışır. Ama bıyığı ve sakalı olmadığı için orduya katılmaz. Burada
Osman hem vatanını seven bir yiğit, hem de ısrarlı bir genç olarak karşımıza çıkar.
Orduya katılamayan Osman, köy arakadaşlarıyla birlikte bir fedai grubu oluşturarak
acem eşkıyalarının peşine düşerler. Bunu başarıyla yapan Genç Osman’ın namı,
Bağdad’a doğru ilerleyen padişaha kadar ulaşır. (s.58) Genç Osman ve arkadaşları,
Halep’e yakın bir yerde Haşhaşîlere gönderilen Sakarya Şeyhi’nin elçilerini yakalar.
Yakalanan habercilerden olan Fettah, Genç Osman ile arkadaş olur. Haşhaşi liderini
tuzağa düşürmek için Osman Fettah’ı da yanına alarak Bağdat’ın yolunu tutar. (137–
138) Haşhaşîlerin arasına giren Osman, kendini ne kadar yiğit, cesur, atak ve vatanını
seven bir kahraman olarak gösterir. (s.181–183)
Sultan IV. Murad ordusuyla Bağdat kalesini kuşatmaya gelir. Bu sıralarda
Osman, orduya katılır. Bütün gücüyle savaşan Osman, kalenin kulelerini almak için
yiğitlikle dövüşür. Bunu öğrenen padişah, Genç Osman’a beyliği verir. (s.327) Bu
sıralarda Osman, daha önce görmediği babası Musa Bey ile karşılar. Buna çok
sevinen Osman, mert bir insan olarak Sofi Hoca’yı unutmaz. Ama Sofa Hoca’ya öz
babası gibi bakarark saygı gösterir. (s.329)
IV. Murad -2- romanında yer alan Sofi Hoca, yiğit bir asker olarak karşımıza
çıkar. Osman’ın köyüne yapılan baskından kısa bir süre sonra Osmanlı askerleri köye
387
gelirler. İçlerinde Sofi Hoca vardır: “Uzun boyluydu uzun boylu olmasına, ama
zayıftı.” (s.16) Sofi Hoca, sert bir insan olarak Osman’ı bırakmaz. Osman’ı yanına
alan Sofi Hoca, onu iyice yetiştirmeye çalışır: “Sıska bir çocuktan bir pehlivan
çıkarmıştı. Yıllarca uğraşmıştı bunun için. Uğraşmıştı ya, değmişti işte. At sırtında
onu her seyredişinde değdiğini düşünürdü. Emekleri boşa gitmemişti.” (s.19) Bu
sıralarda Sofi Hoca, tecrübeli, heyecansız, zeki ve temkinli bir adam olarak karşımıza
çıkar: “Zekâ parıldıyordu ince şavkıyla. Zekânın derini hem de, uçsuz bucaksız, ama
durulmuşu. Heyecansız, temkinli. Temkini yılların ötesinden gelmeliydi. Yaşlılığıyla
tecrübesi meczolunmuş, kara-kuru yapısını şenlendirmişti.” (s.19–20)
Sofi Hoca asker terhis edildikten sonra bir köyün imamı olarak çalışır. Bu
sıralarda Sofi Hoca’nın Osman’ı hem okuttuğunu, hem de kılıç talimlerini verdiğini
öğreniriz. Sofi Hoca, artık Osman’a kendi öz oğlu gibi bakar. (s.21)
Sofi Hoca elli yaşında olmasına rağmen Osman’ın peşine düşer. Baba-oğlu
ilişkisi, Sofi Hoca’yı bu uzun yola iter. (s.159) vatan sevgisinden haraket ederek
Bağdad’a gider. Orada Osmanlı ordusuna hizmet etmeye çalışır. Bu sıralarda Sofi
Hoca, ne kadar sadık bir insan olmasının sebibini açıklar. Sofi Hoca, bütün yaptığı
işlerde din sevgisinden haraket eder: “Şurasında din aşkı vardır. Din aşkı
yüreğindeyse hangi yaşta olduğuna bakma yürü, yababileceğin bir hizmet mutlaka
yoluna çıkacaktır. Becerebildiysen yaparsın, beceremediysen ölüm denmez, şehadet
denir.” (s.174) Böylece Sofi Hoca, romanda sadık bir insanın rolünü oynar. Sofi
Hoca Bağdat’tayken, kalenin iç tarafında çukurlar açıldığını görür. Olup biteni
padişaha aktaran Sofi Hoca, “kendinden bekleneni yapmış, haddini tecavüz etmeden
taşı gediğine koymuştur. Haraketlerini yadırgayan erkâna bir de güzel ders vermişti.”
(s.330)
IV. Murad -2- romanında Yaman Kâzım, Musa Bey’in oğlu ve Genç
Osman’ın bir başka anneden kardeşidir. “Yirmi beşinde gösteriyordu. Ama daha
genç olduğundan emindi. Bıyığı, sakalı seyrekti. Belki de yaşlı görünmek için ne
bıyığını kesiyordu, ne de sakalını.” (s.82)
388
Yaman Kâzım, Molla Doğan ile Haşhaşilerin peşinde Bağdat’a gider. Bu
sıralarda Molla Doğan’ın niye bu tehlikeli görev için Yaman Kâzım’ı seçtiği ortaya
çıkar: “Yaman Kâzım, adı gibi yamandı işte. Doğan Bey onu Revan seferi sırasında
tanımıştı. Gözünü budaktan sakınmamasına takılmıştı. Bir kere birlikte Revan
kalesine gitmişler, fethi çabuklaştırmak için çalışmışlardı. O sırada Yaman Kâzım’ı
daha iyi tanıma fırsatı bulmuştu. Bir daha da yanından ayırmamıştır.” (s.82)
Yaman Kâzım, Molla Doğan ile birlikte Bağdat’ta işlerini başarıyla
bitirdikten sonra orduya katılır. (s.296) Yaman Kâzım’ın, bir yiğit olarak Bağdat
kuşatmasında hendekte şehit düştüğünü öğreniriz. (s.332)
IV. Murad -2- romanında yer alan Fettah, Sakarya Şeyhi’nin Haşhaşilere
gönderdiği habercilerden biri olarak karşımıza çıkar. Fettah cesur ve yaman bir
yiğittir. Ama Sakarya Şeyhi, kendisini aldatır. Genç Osman ile karşılaştıktan sonra
Fettah, Osman ile bir arkadaş olur. (s.132) Bir yiğit olarak ve tehlikeli olmasına
rağmen Fettah, Osman ile birlikte Haşhaşilere giderler. Bu sıralarda Fettah, vatanını
hizmet etmek için elinden geleni yapmaya çalışır. (s.181–183) Bu sıralarda Osman,
kaybolan Fettah’ı şu şekilde tasvir eder: “Fettah aslan yeleli bir yiğit, hiçbir şeycik
olmaz. Çıkar gelir neredeyse, çıkar gelir.” (s.232)
Beyaz Kale romanında yer alan kahramanların sayısı ise on kişidir. Onlardan
dokuz kişi yaratma kahramanlardır. Romanın kahramanlarının genel özelliği,
kişilerin adsız olarak takdim edilmeleridir.
Yaratma kahramanların başında Venedikli bilim adamı gelir. Venedik’ten
Napoli’ye doğru ilerleyen yirmi üç genç Venedikli, Türk gemileri tarafından esir
edilir. Yazar, Venedikli genci şu şekilde anlatır: “Floransa’da, Venedik’te “bilim ve
sanat” okumuştu, astronomiden, matematikten, fizikten ve resimden anladığına
inanıyordu; tabiî kendini beğenmişin tekiydi, kendinden önce yapılan şeylerin
çoğunu yutmuştu, hepsine de dudak büyüyordu; daha iyilerini yapacağından kuşkusu
yoktu; benzersizdi; herkes akıllı ve yaratıcı olduğunu biliyordu: Kısaca sıradan bir
gençti.” (s.13)
389
Venedikli, kendini beğenen bir insan olmasına rağmen çalışkan, israrlı ve
bilgili bir genç olarak karşımıza çıkar. Kaldığı zindanda doktorluk yapmaya başlar.
İyileştirdiği hasta sayısı çoktur ve bundan da para kazanır. Kazandığı parayla Türkçe
dersi alır ve Türkçeyi hemen öğrenir. (s.16) Bir gün Paşa tarafından çağırılır.
Venedikli, Paşa’ya astronomi, matematik, tıp ve mühendislikten anladığını söyler.
Nefes darlığı olan Paşa’ya bazı karışımlar hazırlar. Çok geçmeden paşa,
Venediklinin yaptığı ilaçlardan iyileşir. (s.18)
Venedikli genç, din hususunda çok kararlıdır. Paşa, Venedikliye İslâmiyete
girmezse azat etme hakkını Hoca’ya vereceğini söyler. Ondan daha önce de öldürme
ile tehdid edilen Venedikli, İslamiyete girmek istemeyince artık Hoca’nın kölesi olur.
Hoca ile yaşar. (s.32)
Venedikli genç ile Hoca arasında bir rekabet oluşur. Sonra zaman ilerledikçe
Venedikli, Hoca’yı sever. Alışkanlıktan kaynaklanan bir sevgidir: “Kendi kendisiyle
dopdolu olan Hoca’nın bu mutluluğunu gıptayla izlerken yakalardım kendimi.
Seviyordum onu”…“Ama hareketlerini, günlük davranışlarını izlerken, kimi zaman
kendimi izliyormuş gibi bir duyguya kapılırdım.” (s.114–115)
Venedikli, tasarlarını, vatanını ve ailesini hiçbir zamanda unutmaz. Bunun
için esir düştüğünde ilk düşündüğü kaçmaktır. Üstelik iki defa kaçmaya çalışır.
Hoca’nın yanındayken, kaçar. Ama çok geçmeden yakalanır. (s.99) İkincisi ise,
padişah ve Hoca ile çıktığı sefer esnasındadır. Ama bu ikinci kaçmanın bir başka
sebebi de vardır. Bu sıralarda Venediklinin çok sevdiği Hoca, Venedikliden
şüphelenir. Hoca’nın bu şüpheleri, Venedikliyi kaçmaya iter. (s.162) Kaçmaya
başaran Venedikli eskiden düşündüğü tasarılarını tamamlar. (s.176)
Hoca ise, ilk olarak bilgili ama korkak bir insan olarak karşımıza çıkar.
Bilgilerinden faydalanan Paşa’dan korkar. Hoca, Venedikliye “inanılmayacak kadar”
(s.21) benzeyen bir kişidir. Paşa, Venedikli’i Hoca’ya hediye eder. Hoca’nın amacı
kölesinin bilgilerinden yararlanmaktır. “Sonra, ona her şeyi öğreteceğimi söyledi;
Paşa’dan beni bunun için istemiş, beni ancak ondan sonra azat edebilirmiş. Bu “her
şey”in ne olduğunu öğrenebilmem için aylar geçmesi gerekti. Okullarda,
390
medreselerde öğrendiklerimmiş “her şey”; orada, benim ülkemde öğretilen bütün
astronomi, tıp, mühendislik, bilim!” (s.33) Burada söylemesi gerekir ki; Hoca’nın
Venedikli ile yaptığı bu azat şartı, ilmin sevmesinden kaynaklanabilir. Ama aslında
Hoca, ilmi ilim için değil, ama kendi çıkarına öğrenmeye çalışan bir insandır.
Hoca, korkarak Paşa’ya hizmet eder. Paşa’nın azledildiğini öğrenen Hoca çok
sevinir: “Hoca, artık kimseden korkmadığını söyledi, kimseye de on paralık minnet
borcu yokmuş.” (s.55) Hoca, tasarlarını ve yaptıklarını abartan bir kişidir. Yaptıkları
da ilim için değil, ama padişahı etkilemek amaçlı tasarımlardır: “Abarttığı zaferinden
aldığı o yapmacıklı coşkuyu, bitip tükenmeyen tasarlarını, padişahı avucunun içine
alacağını söyler…” (s.114–115)
Hoca’nın kendi çıkarına çalışan bir insan olduğunu ispat eden husus,
Hoca’nın padişaha tavrıdır. Hoca, padişahı etkilemek için elinden geleni yapar: “Eve
döndüğünde, çocuğun büluğ çağına girdiğini söylerlerdi; insanın en kolay
etkileneceği çağmış bu, Padişah’ı avucunun içine alacakmış.” (s.57) Koca’nın asıl
amacı, müneccimbaşı olmaktır. Hoca, padişahı tamamen etkilemek için on beş yıla
çalışır. Artık her sabah padişahın rüyalarını dinleyen Hoca, buna “zafer” söyler. On
beş yıla kadar beklediği şeydir. (s.112)
Hoca’nın kendi sevmediği, ama çıkarına kullandığını anlayan Venedikli,
Hoca’nın asıl yüzü görmeye başlar. Hoca, kendisini sevenlerle bile ilgilenmez,
sadece kendini düşünen bir insan olarak karşımıza çıkar. Üstelik “zafer”den
konuşurken, kendi ile Venediklinin değil, ama sadece kendi zaferi olarak sayar.
Böylece Hoca, on beş yıla kadar süren Venediklinin yardımlarını bir anda unutur.
(s.112–113) Hoca, bu hırsıyla kıskanan bir insandır. Venediklinin padişahtan uzak
durmasını çalışır. Padişahla Venedikli arasında yakınlaşma başlayınca çok
kıskanmaya başlar. (s.126)
Hoca’nın senelerce çalıştığı silah seferde başarısız olur. Sonda
“müneccimbaşı” olan Hoca’nın boynu vurulduğunu öğreniriz. (s.164–165)
391
Beyaz Kale romanında karşımıza çıkan Paşa, hırslı ve çevresindeki insanları
kullanmayı seven bir kişidir. İlk olarak nefes darlığı olan Paşa, bu hastalıkta
Venediklinin hizmetini ister. (s.17) Sonra bir düğün için Hoca ve Venediklinin fişek
yapmalarını söyler. (s.22) Paşa, bundan sonra da Hoca’nın etkili bir silah yapmasını
ister: “Düşmanlarımıza dünyayı zindan edecek bir silah!” (s.40) Paşa, kendisine
yardım etmeyecek ilimle ilgilenmez. Ona göre yıldız ilminin “safsata”dır. (s.52–53)
Paşa, Venediklinin azat hakkını Hoca’ya verdikten sonra sahnelerde
görünmez. Ama Venedikli Paşa’nın azledildiğini söyler: “Bir gün Paşa’nın
azledildiğini öğrendik. Onu da boğduracaklarmış, ama Valide Sultan razı olmamış,
malını mülkünü alıp Erzincan’a sürmüşler. Bir daha da ölümünden başka haberini
almadık.” (s.55)
XVIII. Yüzyıl
Patrona romanında kırk beş kahraman bulunur. Romanda Patrona Halil’in
arkadaşlarını gerçek olup olmadıklarını tespit edemedik. Esasen Patrona
Ayaklanması ile ilgili yazılan eserler, tam anlamıyla ayaklanmayı aydınlatacak kadar
yeterli değildir122. Böylece Romanın kahramanlarının kırk biri yaratma kişi olarak
karşımıza çıkar. Yaratma kişilerin başlıca özelliği, yol göstericilik rolünü
oynamaktır.
Patrona romanında yer alan Muslı Beşe, Patrona Halil’in arkadaşlarının
başında gelir. Muslı Beşe, her zaman Patrona Halil’in yanında yer alır. Yazar, Muslı
Beşe’nın 34–36 yaşlarında olduğunu gösterir. (s.229) İlk olarak Muslı Beşe,
Patrona’nın en sadık arkadaşlarından biri olara sunulur. Üstelik devletin durumundan
uzak değildir: “Bunlar güzel kuşlardır yoldaş, bunlar kuşlardır Emir Ali, merhamet
kuşlarıdır, barış kuşlarıdır. Ama ortalıkta ne barış var, ne huzur var, ne de ülkeyi
yönetenlerde merhamet.” (s.16) İlk toplantıda karşımıza çıkan Muslı Beşe’nin çok
akıllı ve tecrübeli bir kişi olduğunu öğreniriz. (s.24) “Muslı’nın esmer yüzü, kardeşçe
gülüyordu.” (s.28) olarak ortaya çıkan Muslı Beşe, alçak gönüllüdür. Üstelik
122 Bekir Satıcı Baykal, Destârî Sâlih Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1962, s. VII
392
sokulgan, sıcak ve kimseye yukarıdan bakmaz. (s.193) Muslı Beşe, ayaklanma başlar
başlamaz ön saflarda yer alarak Patrona Halil yanından ayrılmaz. (s.472–477)
Patrona romanında “45–46 yaşlarında” (s.230) olan Emir Ali, Patrona Halil
arkadaşlarından biri ve Muslı Beşe’den farksız değildir. (s.16) Üstelik cesurdur.
Korkmayan bir adamdır. Tehlikeli olmasına rağmen Emir Adil, kendi evinde
cesurane Patrona Halil’in ilk toplantısına yer verir. (s.20) Bu sıralarda Emir Ali,
ayaklanmanın düşüncesine çok sadık olarak ortaya çıkar. O isyana coşkundur.
Memleketin durumundan memnun değildir. Bunun için Patrona’ya katılmak için
arkadaşlarını çağırır. (s.22) Emir Ali, daha sonra yapılan diğer toplantılarda
Patrona’nın yanında ön saflarda yer alır. (s.210) Ayaklanmanın ön saflarında yer alan
Emir Ali, Patrona Halil’in yanından ayrılmaz. Bu sıralarda da Emir Adil bir yiğit ve
atak biri olarak karşımıza çıkar. (s.473–477)
Romanda İspirizade Şeyh Ahmet, din adamlarını temsil eden tek kişidir.
Şeyh Ahmet Efendi’nin, Ayasofya vaizi olarak çalıştığını öğreniriz. (s.171) Şeyh
Ahmet, kurnaz ve din kurallarından daha fazla kendi çıkarlarına çalışan bir adam
olarak karşımıza çıkar. (s.168–169) Patrona ve arkadaşlarına katılan Şeyh Ahmet
Efendi, Ayasofya’daki vaazlarında padişah ve sadrazamın olumsuzluklarından söz
etmeye başlar. Şeyh Ahmed’in vaazlarını dinlemeye gelenlerin sayısı artmaya başlar.
Şeyh Ahmet derslerinde de dinin hayattan ayrı olmadığını vurgular: “Denilebilir ki
Hoca, dinden yola çıkarak halk dertlerine varmıyor, tam aksine, mazlumların
dertlerinden hareketle dine varıyordu.” (s.249) Bu sıralarda yazar, Şeyh Ahmed’in
halkın karşısında doğru bir mantıktan hareket ettiğinden söz eder: “Hoca doğru
yoldaydı, dine ters düşmüyordu günün Osmanlı düzeni gibi. İslâmiyetin – kesin
olmasa bile – oldukça doğru bir yorumunu yapıyor, mazlum halka sahip çıkıyor,
onları yüreklendiriyordu vaazlarıyla.” (s.247)
Şeyh Ahmed’in vaazlarında kullandığı terim ve tefsirler, halka yakından
temas eder. Üstelik vaazlarının sarayda bir tepki yarattığını öğreniriz. Şeyh
Ahmed’in vaazlarıyla gerginlik artar. (s.249)
393
Patrona romanında bilgili veya âlim tipi temsil eden iki kişidir. Onlar Evliya
ve Alim Çelebi’dir. İkisi ayrılmazlar. İkisi aynı sahnelerde görünürler. İkisi romanda
aynı rolü oynamaktadır. Halka isyan fikirleriyle aydınlatmak rolünü oynayan iki
âlim, ilk olarak Patrona ile anlaşarak fikirlerini söylerler. İkisi bilgili insanlar
oldukları için fikir ve akla çok önem verirler. İkisi akla dayanarak fikir üzerinde
dururlar: “Önce fikir yoklaması şeklinde, sonra da derinlemesine yapılan
konuşmalar” (s.34) vasıtasıyla isyancıların yanını tutarlar. Romanda gösterilen ilk
toplantıda iki âlim şu şekilde karşımıza çıkarlar: “Bunlar, yani yenice gelenler temiz
giyimli, ortadan biraz uzun, kaşlı gözlü, biri kısa çember sakallı, öbürü matruş, azçok
birbirine benzeyen, efendi takımından kişilerdir.” (s.20–21) Bu toplantıda ikisi
Patrona ile tanışırlar: “Yoldaş, sağ tarafta oturan Evliya kardeşimiz, soldaki ise Alim
Çelebi’dir. Bunlar akil kişilerdir, âlim kişilerdir.”…“Reis yoldaş, şu Alim Çelebi ki,
haklı olarak ismi günden güne yayılmaktadır. Avcunun içi gibi bilir imparatorluğun
girdisini çıktısını. İlmi iktisat bilir, siyaset bilir. Hak yolundan gider ve fukara
yolundan gelir.”…“İşte şu da Evliya, yoldaşınız ki Reis, yenice tanıdığımız
arkadaşlardan ikincisi, görüyorsunuz sessizce oturuyor karşınızda. Gerçekten de
görültüden, gösterişten kaçan bir kişidir. Tekmil Osmanlı ülkelerini karış karış
dolaşmış, geçtik insanları, yerde yürüyen kara karıncalardan bile haberi vardır.”
(s.22)
Patrona ve arkadaşlarıyla anlaştıktan sonra iki âlim, halk arasında çalışırlar.
Ama her zaman ön plandalardır: “Alim Çelebi ve Evliya ön plandaydılar.
Sevimli yüzlerinde, alçak gönüllü olduklarını istemeseler de belli ediyor,
bununla bilge kişiliklerini atbaşı beraber yürütüyorlardı. Önlerindeki rahlemsi sette
bir takım kâğıtlar duruyordu ki, yana dikilmiş büyük mumların ışığında onlar eğilip
şöyle bir göz atıyorlardı.” (s.210)
Romanda karşımıza çıkan Haseki Ağa ise, Sultan III. Ahmet’in isyancılarla
temsilcisi olarak yer alır. Elçi olarak gönderilen Haseki Ağa, isyancılarla konuşmaya
başlar. Üstelik padişah tarafından çok güvenilir bir kişidir. (s.532) Haseki Ağa,
sultana sadıklıktan hareket ederek isyancılarla anlaşmak için elinden geleni yapmaya
çalışır. Haseki Ağa, sabırlı ve akıllı bir kişi olarak karşımıza çıkar. Her zaman ölçülü
394
bir şekilde davranmaya çalışır: “Haseki Ağa esnek davrandı, ipleri koparmak yoluna
gitmedi. Bunda da vardı bir hayır.” (s.539) Haseki Ağa, kendi değil ama padişahın
çıkarına göre davranır. Nihayette tam anlamıyla sadık bir insan olarak karşımıza
çıkan Haseki Ağa padişaha, isyancıların isteklerini aktarır. (s.550)
XIX. Yüzyıl
Civelek Osman romanında kırk kahraman bulunur. Roman, yaratma kişiliğe
dayanır. Romanın söz konusu kırk kişiden otuz dokuz yaratma kişi vardır. Romanda
kişilerin isimleri, Civelek Osman, Ali Efe ve Bayraktar Ağa gibi genellikle
görevlerini ifade eden adlardır.
Romanda başkahramanlık rolünü oynayan Civelek Osman, Yeniçeri Habib
Odabaşı’nın oğludur. (s.30) Civelek Osman yeniçerilerin isyanı sırasında kışladan
kaçar. Bir kayık binerek açlık ve susuzluktan bayılır. Rüzgâr bindiği kayığı Yenice
Burnu denilen köye kadar götürür. Onu ilk gören Despino’dur. Bu sıralarda Osman,
şu şekilde karşımıza çıkar: “Bu; çok düzgün, beyaz vücutlu genç bir erkekti. İki taraf
göğüsleri genç kız göğsü gibi kabarık, pazıları dolgun, el ve ayaklar kuvvetli, fakat
çok güzeldi. Gözler kapalı ise de kaşlar göz pınarları başlayıp yukarıya doğru
yaylanan birer hilâl şeklini andırıyordu. Burnu kemerli, fakat mütenasipti. Saçları
makine ile kesilmiş ve yalnız tepesinde biraz perçem bırakılmıştı. Bıyıkları hemen de
yok gibi idi. Kollarında mavi çivitlerle yapılmış dövmeler görülüyordu. Bu
dövmelerde sağ koluna bir deniz kızı, sol koluna da bir arslan resmi yapılmıştı.”
(s.11) Köy halkı, Osman’ı öldü zanneder. Ama bir süre sonra kendine gelen Osman,
Köyün beyi olan İzzet Beye götürülür. Civelek Osman, İzzet Bey’in konağında bütün
olup biteni anlatmaya başlar. Bu sıralarda Osman’ın bir Civelek olduğunu,
yeniçerilere tabi olan İstanbul’daki Küçük Odalar’da oturduğunu öğreniriz. (s.30–31)
Osman, İzzet Bey’in çalıştığı devlet dairesinde bir kapıcı olarak vazife görür. Bu
sıralarda Civelek Osman, çekici bir genç olarak karşımıza çıkar: “Yeni kıyafetiyle
Osman o kadar göz dolduran bir genç olmuştu ki onu bir kere görmeyi herkes
birbirine tavsiye ediyor, levent olan Civelek Osman’ı görmek için sebepli, sebepsiz
hükûmet konağına girip çıkmayı yahut oradan geçmeyi iş edinenler onu seyretmeye
doyamıyorlardı. Çarşı hamamına gider gibi oradan topluca geçen yaşmaklı kadın
395
kafileleri de o günlerde pek çoğalmıştı. Bunu sezen Osman da konağın içine kaçmak,
içeride gezinip sonra yine dışarı çıkmak gibi utangaç halleriyle daha sevimli ve
çekici bir hâl alıyordu.” (s.41) Üstelik Civelek Osman terbiyeli bir gençtir. (s.61)
Osman, yine köye döner. Köydeki Panayot Usta’nın evinde kalır. Bu sıralarda
Civelek Osman ile Despino arasında bir yakınlaşma başlar. (s.66) Osman ile Despino
arasında oluşan sevgiyi öğrenen Hıristiyan olan köy öğretmeni, hem Despino’nun
işkencesinde rol oynar, hem de padişaha Civelek Osman hakkında bir mektup
gönderir. (s.108) Bunun üzerine Civelek Osman kaçak bir yeniçeri olarak yakalanır
ve zindana atılır. İzzet Bey’in sayesinde hafif bir ceza alan Osman, Naciye (Despino)
ile evlenir. (s.156)
Bandırma Voyvodası olarak çalışan “ünlü, şanlı” (s.47) Salih İzzet Bey,
itibarlı bir devlet adamı olarak karşımıza çıkar: “Hele o tarihlerde Bandırma’nın
mülkiye iadaresini elinde bulunduran Voyvoda Salih İzzet Beyin de orada bahçe ve
değirmeni oluşu ve her yıl birkaç defa tenezzüh için oraya gelip gidişi onun şehirdeki
sert idaresinden duyulan korkuyu da oralara yaymış olduğundan bütün köy halkı her
türlü hareketlerinde İzzet beyin mânevî baskısını duymaktan kendilerini geri
bırakamazlardı.” (s.8) İzzet Bey, Bandırma’nın idaresinde demir yumruk sistemini
uygular. Bir genç, nişanlısı ile birlikte çıksa İzzet Bey tarafından cezalandırılır.
Üstelik İzzet Bey köyde her şeyi öğrenir. Bu yüzden halk İzzet Bey’in rüyalarında bu
gibi şeyleri gördüğünü zanneder. Bu şekilde köyün halkı İzzet Bey’den korkar: “Ben
şikâyet etmem amma bu gibi işleri Beyefendi gece rüyasında görür olduğunu
söyleyenler çoktur. Kara Yorgi’nin oğlu nişanlısının evine giderken Danacı görüp
Beye haber verdiği için ayaklarına yüz değnek vurulduğunu sen de bilirsin. Çocuk
hâlâ topallıyor.” (s.14) Halk arasında yayılan bu inanç, İzzet Beye Bandırma’nın
idaresinde yardım eder: “İzzet Beyin rüyalarını bilirsiniz. Gündüz olan işleri gece
rüyasında ayna gibi görür.” (s.130–131)
İzzet Bey’in eskiden beri bir devlet adamı olduğunu öğreniriz. Üstelik
cömerttir. (s.48) Saraya gittiğinde orasının usul ve terbiyesini gayet iyi bildiğini
gösterir: “Mabeyneciler huzura giriş usul ve âdabı hakkında îzahat vermek istedilerse
396
de İzzet Bey bunların hepsini çok güzel bildiğini gösterince eski bir saray
mensubiyle karşılaştıklarını anladılar, kendisine de arkadaş muamelesi ettiler.” (s.49)
İzzet Bey de insanlık bakımından çok merhametli bir insandır. Herkese önem
veren bir insandır: “Bizim Beyimiz aile işinde tam bir babadır. Herkese karşı
öyledir.” (s.61) Üstelik Osman’a karşı iyi davranır. Kendi oğlu gibi Osman’a önem
verir. Osman de İzzet Beyin sayesinde hapisten çıkıp hafif bir ceza alır. İzzet Bey de
Osman’a evlilik hediyesi olarak köydeki değirmeni verir. (s.156–157)
Değirmenci Panayot Usta’nın kızı Despino, kibar ve güzel bir Rum kızı
olarak karşımıza çıkar: “Uzun lapiska saçlı, çıkar gözlü, müterımlar yapan ağlı bir
şalvar giymiş, etekleri şalnasip vücutlu bir Rum dilberi olduğu anlaşılacak bulunan
bu kız” (s.8) köyün en güzel kızlarından biridir. Despino denize bakan bir kayada
otururken, yaklaşmış yarı batık bir sandalı görür. Sandalda bir genç vardır. Despino
gördüğü genç, Civelek Osman’dır. Bu sıralarda Despino, merhametli bir kız olarak
karşımıza çıkar. Osman’ı ölü olarak zanneden Despino, Osman için acı duyar: “Ne
kadar da güzelmiş, gençmiş, tosunmuş. Elbette anası, babası varmıştır. Vah vah…
diye acınıyor.” (s.13)
İlk görüşte Osman’ı beğenen Despino, Osman ile bir araya geldiğinde onu
çok sever. (s.66) Despino, Osman’a karşı sevgisinde sadıktır. Bu sevginin yüzünden
işkenceye uğrar. Ama hiçbir türlü sevgisinden vazgeçmez. Artık ümitsiz değildir. İlk
olarak Despino, annesi tarafından manastıra götürülür. Despino, bir Müslümanı
sevdiği için manastırda işkenceye uğrar. Bundan sonra kiliseye gönderilir. Kiliseden
kaçmaya başaran Despino, Osman’a daha da yakın olmak için İslamiyete girerek
adını Naciye’ye değiştirir. (s.154)
Romanda efeliği temsil eden Ali Efe, yiğit, cesur ve dinine, işine ve
arkadaşlarına sadık bir insandır. Ali Efe, “Belkıs derbendinin muhafızıdır.” (s.92)
Yazar-anlatıcı, Ali Efe’yi şu şekilde takdim eder: “Bu Ali Efe de Tavaslıdır işte.
Bekârdır. Memleketine hiç gitmez. Kim bilir neden dolayı evlenmenin, evliliğin
lafını bile etmez. Şehirlerden, kasabalardan hoşlanmaz. Fakat şişhanesini omuzlayıp
da şöyle bir dolaştı mı.. hırsızın, eşkıyanın teptil gezeni bile onun görebileceği
397
yerlerden geçemez. Hem o kadar doğru adamdır ki, torba ile emanetini teslim et, on
yıl görünme, sonra gel, emanetini eksiksiz bulursun.” (s.93) Ali Efe yörede güvenliği
sağlar. Bu yüzden herkes tarafından sevilir. Üstelik Ali Efe’nin sözü herkese
geçerlidir. (s.93–94) Köy öğretmeninin yazdığı mektubun meselesini öğrenen Ali
Efe, Civelek Osman’a yardım etmek için İzzet Bey’e gidiverir. Ali Efe, Osman’a
yardım etmek için elinden geleni yapar. Bu sıralarda Ali Efe’nin tanıdıklarına sona
kadar sadık bir insan olduğunu buluruz. (s.108) Ali Efe, Despino’nu yardım etmek
için de Kizikos’a gider. Orada Sultana ve köy öğretmenini konuşturmaya çalışır.
(s.117–118)
Panayot Usta, Despino’nun babasıdır. Köydeki İzzet Bey’in değirmenini
işleten ustadır. Panayot Usta, İzzet Bey’e çok sadık bir insandır. Üstelik Hıristiyan
olmasına rağmen Müslümanlara daha yakındır: “Panayot Usta çok iyi bir adamdır.
Öyle hıristiyana can kurban. Hiç hak geçirmez. Doğru doğru iş görür. Biz onun
kiliseye geldiğini bile pek göremeyiz. Müslümana yakın bir insandır.” (s.80) Üstelik
İzzet Bey tarafından güvenilen bir kişidir. (s.61) Panayot Usta, arasında yaşadığı
Türklere sadıktır. Onlara güvenip sever. (s.63) Panayot Usta da Türkler tarafından
sevilen bir insandır. Onlara göre Panayot Usta “iyi yürekli bir insandır.” (s.89) Bu
kişiliğe sahip olan Panayot Usta, kızı olan Despino’nun bir Müslümanı sevdiğine
karşı değildir. Bu yüzden dinini değiştiren Despino, babasının huzurunda evlenmek
ister. (s.154)
Sultana, Panayot Usta’nın karısı ve Despino’nun annesidir. Sultana, aşırı bir
Hıristiyan olarak karşımıza çıkar. “Papasın kuyruğudur sanki.” (s.80) Sultana,
Türkler arasında yaşamasına rağmen Rusları ve Rumları Türklerden daha fazla sever.
(s.63) Türklere sadık olmayan Sultana, hocasının aksine Hıristiyanlığa bağlıdır.
Papazın söylediğini dinleyen Sultana, ailesine uygulamak ister: “Karısı pek mutaasıp
Hıristiyandır ha… Bizim köyün kilisesinde pazardan başka haftada iki gün daha
papaz vaaz eder. Onu daha çok kadınlar dinlemeye gelir. Bu değirmencinin karısı
Sultana kadın o günleri hiç kaçırmaz. Papazın eteğine yapışıp cennetin yolunu arayan
takımdır.” (s.76) Bu yüzden kızı Despino’nun bir Müslümanı sevdiğini bilen Sultana,
398
köyde Despino’nun deli olduğunu söyler ve kızını manastıra götürür. Orada kızını
işkenceye uğratır. (s.106)
Gavril, Despino’nun nişanlısıdır. Gavril, mağrur bir genç olarak karşımıza
çıkar. Bunun için Despino’nun babası olan Panayot Usta, Gavril’i sevmez. Gavril,
her zaman kendisini övenen bir gençtir: “Ben hatırlı zengin bir adamın oğluyum.”
(s.13) Gavril, köyde Rumların en hatırlı zengin adamı olan köyün Çorbacısı’nın
oğludur. Bu yüzden her zaman gurur duyur. (s.15) Gavril, Despino ile nişanlıdır.
Ama Gavril, Despino’nun bir fakir adamın kızı olduğu için bu nışanlılıktan razı
değildir: “Babam zengin diye kabına sığamıyor. Bizi de değirmenci parçası diye
aşağılık tuttuğunu kaç yerde söylemiş.” (s.57)
Hilal Görününce romanında elli üç kahraman bulunur. Romanın
kahramanlarının hepsi yaratma kişilerdir.
Romanda başkahramanlık rolünü oynayan, Eski Yurd’da yaşayan bir ihtiyar
olan Nizam Dede’dir. Nizam Dede, Kırım Türklerinin arasında “namlı, cömert kişi”
olarak tanınır. (s.341) Nizam Dede, isim bakımından anlamlı olan ‘Nizam’, romanın
bütün kahramanlarının arasından en sistemli olanıdır, Kırım’ın sistemini de o temsil
eder: “Dünyaya nizam vereceğini sanan Nizam Bey.” (s.103)
Nizam Dede, Kırım’ın bütün folklor ve gelenklerini bilen adamdır. Bütün
bildikleri de Kırım’ın çocuklarına anlatır. Nizam Dede, Kırım’ın bu folklor, anane ve
geleneklerini yaşatmak amacıyla her zaman çocukları toplayarak destan ve efsaneleri
anlatır. O romanda millî şuurla dolu olan Kırım’ın bütün kültürünü taşıyan tek
kişidir. Onun sayesinde çocuklar, Şeyh Şamil ve Kırım’ın kahramanlarının
hikâyelerini bilirler. Nizam Dede, kendisine üstlediği rol, çocuklarda millî şuurla
yetiştirmenin dışında Kırım’ın insanlarını Rusya’ya karşı direnmeye hazırlamaktır. O
romanın kahramanlarına yol gösterir: “Benim acı sözüm, yüreklerden pek silinmez
ama, bilin ki kişiye yol gösterir. Şu gördüğümüz ihtiyar, gözünü açtığından beri
Kırım’ın kurtulacağı günü bekler. Bekler de, milleti gaflette ve uykuda görüp,
yüreğindeki od bir türlü sönmez. Yaş yetmiş. Ben beşikteyken Mansur kalkmış,
Moskofun tepesine inen bir yumruk olmuş. O da unutuldu gitti. Katerine o
399
mübareğin idam fermanını yazdığında ben on yaşında olmalıyım. Şimdi bana
diyeceksiniz ki, İmam Şamil’i unutuyorsun. İmam Şamil’in Kafkas dağlarında nice
kaharamanlıklar gösterdiğini bilmeyen yok. Şu Kırım diyarında ise Mübarek Çoban
derler bir yiğidin namını işittik.” (s.86) Nizam Dede’nin bütün üzüntüsü ve kaygısı,
Kırım’dır. O tam millî şuurla yaratılmış bir insandır: “Ah Kırım! Seni hep geçmişte
mi arayacağım?” diye söylendi. “Ömrüm, hayalî ordulara çerağlar tutmakla mı
geçecek? Şu can bedenden ayrılmadan önce Kırım’ın Moskof elinden kurtulduğunu
görecek miyim? Ey Tanrım, bu nice sabırlar böyle?” (s.180)
Kırım’ın gençleri temsil eden Arslan Bey’e yol gösteren ve karanlıktan
çıkaran Nizam Dede’dir. Aslında Nizam Dede, kendi sıkıntılarını yaşayan Arslan
Bey’i bırakmaz. Sabırla ve hiç durmadan doğru yola çıkana kadar Arslan Bey’e öğüt
verir. (s.242)
Nizam Bey, Kırım’ı savunmak için eski işine döner. Bu sıralarda sanki bütün
dünyalar onun olmuş gibi sevinir. Demircilik onun için tutkuyla yapılan bir iştir.
İhtiyarlamış olmasına rağmen böyle zor bir işe başlar, bu sıralarda ısrar ve sebatı
bütün yönleriyle Nizam Bey’de görürüz: “İhtiyar, bir ağacın dibine çöker, ağzını
çıkarıp bir şeyler attıktan sonra hemen işe koyulurdu. Her sabah bir önceki günün
yorgunluğu kollarında olurdu. Etleri dökülüyor gibi acırdı, ağrırdı. Tutulmuş kasları,
bir süre sonra, çekiç salladıkça açılır, ağrıları yavaş yavaş dinerdi. Dinmezdi de o,
alışıverirdi.
Gün gittikçe, o hırçın kayalara benzemeğe başlamıştı. Onların bir parçası
olduğunu hissediyordu. Tepegerman eteklerinde bir kendisi, bir de ocağı vardı. Sonra
ötede bekleyen atı… Burada, bu ateşin önünde halk edilmişti. Bu ateş, bu demir
bedenine güç katıyordu. Demir dağları eriten ataları gibi, zorlukları yenmeğe
başlamıştı. Sanki bu ateşin içinde de kendisi eriyip, yeryüzüne akacaktı. Her azası
demir, iliği kemiği demir…” (s.207–208) Bu sıralarda Nizam Dede’yi güçlü bir
gencin kuvvetine sahip olarak buluruz. Nizam Dede, Kırım için bir canavar haline
gelir. Bu anda Nizam Dede’nin Kırım’da önderlik rolü ortaya çıkar: “Türk
ordusunun başında bir Ömer Paşa var ise, Kırım Türklerinin başında da bir koca
Nizam Bey var, bunu böyle bil.” (s.227), “Kırım’ı adım adım bilirim, dedi. Nerede
400
köprü var, hangi dağ geçit verir, ırmağına, özenine kadar… Hepsini… Müttefikler bu
kadarını bilmezler öyle değil mi?” (s.234)
Nizam Dede, ihtiyar olmasına rağmen azimli ve kararlıdır. Şahbaz Bey bir
gün hapishaneye atılır. Nizam Bey hapishanenin önüne gelip gece boyunca orada
kalır. Nizam Dede tek başına olsa bile Rusların zulmü karşısında durmak ister.
(s.173)
Arslan Bey Ruslar tarafından yakalandıktan sonra Nizam Dede’nin, ümidi
kesilmez. Yine de asıl görevine döner. Çocukları Kırım’ın geleceği için yetiştirmeye
başlar: “İhtiyar, gözlerini çayırda oynayan çocuklara çevirdi. Nurdevlet’in bağıra
çağıra koşuşunu seyredip,
— Kalk çoban! dedi. Şu deliyi Dilârâ’nın tayına bindir! Bu çocuk erken
ayaklandı. At binmesini şimdiden öğrensin.” (s.427)
Arslan Bey ise, Hilal Görününce romanında Nizam Dede’den sonra bir
başkahraman olarak yer alır. Arslan Bey güçlü, yiğit, cesur ve atak bir genç olarak
karşımıza çıkar: “Güçlü kevvetli bir adamsın.” (s.97) Arslan Bey, Hamza Batura şu
şekilde kendini tarif eder: “Yapayalnız bir ağaç… Ama canlı, yaşıyor. Toprağa
sımsıkı tutunmuş. Dimdik. Kimsesizliğinden şikâyetçi değil.” (s.377)
Arslan Bey, Nizam Dede’nin yeğenidir. Aslında Nizam Dede onu çok sever.
Arslan Bey ise, çok sevdiği karısı öldükten sonra dünyaya pek ehemiyet vermez.
Özellikle Arslan Bey’in içini kolay kolay açan biri olmadığı için kendi acılarının
içinde yaşar. (s.134) Dünyada ayrılan Arslan Bey, biraz mağrurdur. Kendine yardım
isteyen Nizam Dede’yi geri çevirir. (s.136) Ama Nizam Dede, Arslan Bey’e yardım
etmeye israrlıdır. Çünkü Nizam Dede’nin ümidi, Arslan Bey’dir. Nizam Dede’ye
göre Arslan Bey, yiğit ve güvenilen bir kişidir: “Nizam Dede yeğenine döndü.
Gözlerinde bir ümit ışığı belirmişti.
Sana her zaman güvendim oğul.” (s.179), “Sana güveniyorum oğul, dedi.”
(s.242) Bundan daha ziyade Arslan Bey’i çok seven Nizam Dede, Arslan Bey’i Şirin
ile evlendirir: “Kırım’ın fedaisine uygun bir eş olmalı.” (s.383)
401
Arslan Bey, Nizam Dede’nin coşku ve yardımıyla acılarından kurtulabilir.
Arslan Bey, bir yiğit olarak Osmanlı askerlerine kılavuzluk yapmaya gider. (s.256)
Üstelik Arslan Bey, hiç kimseye haber vermeden Giray’ı öldürenlerden intikamını
almaya karar verir. Bu sıralarda Arslan Bey ve Hamza Batur, tam cesur kahramanlar
olarak Giray’ın öldürenleri bir tuzağa düşürürerek öldürürler. (s.364–366) Aslında
Arslan Bey nam ve şöhreti aramayan bir kişidir. Aynı suretle Arslan Bey, hiçbir
kimseye haber vermeden Şahbaz Bey’i zindandan kurtarmak için bir adamıyla
güreşmeye İgor Gregoroviç’in teklifini kabur eder. (s.195)
Arslan Bey, mert bir insan olarak karşımıza çıkar. Düşman olsa bile yaralılara
yardım eder. Osmanlı askerlerine katılmaya giden Arslan Bey, yaralı Rus askerine
rastlar. Bu sıralarda Arslan Bey, askere Rus olmasına rağmen yardım eder. (s.250–
251)
Arslan Bey, güçlü bir pehlivandır: “Arslan, namlı bir pehlivandır, dedi.
Önüne kimi diksen, sırtını yere getirir.” (s.97) Arslan Bey, kendine güvenen bir
pehlivan olarak karşımıza çıkar. Gregoroviç’in adamı olan Boris ile güreşen Arslan
Bey, rakibini kolaylıkla yener. (s.193–195)
Arslan Bey, Kırım’ın fedaisi ve yiğidi olarak Gregoroviç tarafında eziyet
gören köylüleri bırakmaz. Kendisinden yardım isteyen köylülerin yardımına koşar.
Arslan Bey, Gregoroviç ile kavga eder. (s.420)
Hilal Görününce romanında yer alan Giray, Nizam Dede’nin oğludur. Nizam
Dede’deki bu dirençli, coşkulu ruh hâli oğlu Giray’da bulunmaz. Giray, okumak
isteyen bir gençtir, çocuklarının çobanlık yapmasını istemez, onları medreselere
göndermek ister:123 “Giray’ın gözü önünde o an Zincirli Medresenin beyaz kesme
taşlarla döşeli avlusu, kubbecikleri ve dört direkleri belirdi.” (s.89) Giray, Kırım’ı bu
hale getiren, ilme ehemiyet vermemektir: “İlimden söz edilsin isterim. Emin Hocam,
siz istiklâl mücadelesi ilimden feyz alır buyurmuştunuz. Ben demek isterim ki, bu
hale düşmemiz ilme ehemiyet vermeyişimizden ileri gelir.” (s.88) Giray’a göre
Kırım’ı aydınlığa çıkaracak olan, ilimdir. “Devletimizi ilimle kuralım!” (s.91)
123 Muharrem Kaya, a.g.e., s. 305
402
Giray her zaman ilme önem veren kişidir. Kırım Savaşı başladığında Nizam
Dede, çoşkunlukla silâh yapmaya başlar. Giray ise, kitaplara sarılır. Ara sıra da Emin
Hoca’ya gidip okuduğu kitaplar hakkında konuşur. (s.196–197)
Kırım Savaşı’na katıldıktan sonra Arslan Bey, Nizam Dede ve bütün Kırım
Türkleri tarafından yüceltilir. Bu sıralarda Giray kıskanmaya başlar: “Giray onu
içinde bir eziklik duyarak dinliyordu.” (s.266) Bundan daha ziyade Giray’in eşi Şirin,
kocasına savaşanların kadınlarına özendiğini söyler. Şirin’in bu sözleri, Giray’ı son
dereceye üzer. (s.306–307) Bütün bunların karşısında Giray, silâha yönelmeye
başlar. Huydutlar tarafında eziyet gören Hacı İsa Bey’nin yardımına giden Giray,
öldürülür. (s.339) Giray, at üstünde tam bir yiğit gibi ölür.
Romanın diğer bir kahramanı Hamza Batur, “Odaman Mahmud’un
oğlu”dur. (s.90) Hamza Batur, Nizam Dede’ye çok sadık olarak karşımıza çıkan bir
gençtir. Aslında o Nizan Dede’nın yanında çalışır. Arslan Bey, Hamza Batur’dan
Dilârâ’yı kendi atı Salgır’ı çiftleştirmek için ister. Ama Hamza Batur ilk olarak kabul
etmez. Arslan Bey, onun Halime ile evlenmesine yardım edeceğine söz verir.
Halime’yi çok seven Hamza Batur kabul ederek Dilârâ’yı getirir. (s.142) Bu sıralarda
yaptığına pişman olan Hamza Batur’un, Nizam Dede karşısında ne kadar temiz bir
insan olduğunu öğreniriz. “Yiğitliğiyle tanınan Hamza Batur üzüntüsünden
ağlayacak gibiydi. Ağasının ellerine sarılmağa yeltendi.
- Affet ağam, cahilliğime ver, gençliğime ver!” (s.145)
Arkadaşı Giray’ın öldürülmesine çok üzülen Hamza Batur, Arslan Bey ile
birlikte yola çıkarak Giray’ı öldürenlerden intikamını alır. Bu sıralarda Hamza Batur
atak ve cesur bir kahraman olarak karşımıza çıkar. (s.364–366) Arslan Bey Ruslar
tarafından yakalandıktan sonra Nizam Dede, Hamza Batur’u görünce ümitlenir:
“Memlekette yiğit kalmadı sanırdım, dedi. Seni görünce ümitlendim Hamza.
Nerelerdesin?” (s.426)
Emin Hoca, Bahçesaray müftüsü olarak karşımıza çıkar. Emin Hoca, “engin
gönüllülüğü” ile tanınır. (s.85) Emin Hoca, tertemiz ve Allah rızası için çalışan bir
403
kişidir: “Allaha şükürler olsun ki, şu teferrüç gününde, şu mübarek günde hepimiz
bir araya gelip gücümüzü kuvvetimizi yeniden bulduk. Kurbanlar kesip, fakir
fukarayı doyurduk, gönüllerini hoş ettik.” (s.85) Emin Hoca alçak gönüllüdür.
Konuşanları iyice dinler, onlara kim olursa olsun önem verir. (s.86)
Emin Hoca, ilim sahibidir. Giray onu, “Yalnız Bahçesaray’ın değil, bütün
Kırım’ın ilimde tek söz sahibiydi.” (s.196) diye değerlendirir. Emin Hoca’nın büyük
bir kütüphanesi bulunduğunu öğreniriz. Emin Hoca’nın da bu kitapların hepsini
okuduğu ifade edilir. (s.196–197)
Emin Hoca, Giray’ın üstünde etkisi Nizam Dede’den daha fazladır. Emin
Hoca, Giray’a İsa Bey’in zor durumunu anlatır. Çok etkilenen Giray ertesi gün İsa
Bey’e gitmek üzere yola çıkar. (s.325–327)
Hilal Görününce romanında yer alan en önemli kadın kahraman, Giray’ın eşi
Şirin’dir. Şirin romanda Kırım kadınlarını temsil eden en güçlü kişidir. Şirin
kendisini şu şekilde takdim eder: “Daha yaşım yirmi beş… dedi. Güzelliğim yerinde,
akıl ve marifette üstünlüğümü de herkes bilir. Kırım’da benim gibisi parmakla
gösterilir. Yiğitlik desen, o da var.” (s.332) Arslan Bey’in annesi Fatma Nine,
Şirin’in Arslan Bey’e uygun bir eş bulmasını ister. Bu sıralarda Şirin tertemiz bir
kadın olarak karşımıza çıkar. Arslan Bey’e uygun kızı arayan Şirin, kendisine ihanet
ettiğini düşünür. (s.117–118)
Arslan Bey ile Hamza Batur Kırım Savaşına katıldıklarında Şirin, kocası
Giray’a bu yiğitlerin kadınlarına özendiğini söyler. Şirin’in bu sözleri, Giray’ı son
derece üzer. Şirin bu sözleriyle Giray’i savaşmaya iter. (s.306–307) Şirin bu sıralarda
asık yüzlü haline gelir: “Ezici bir sessizlik içinde. İnatla susuyordu. Giray’ın yüreği
ipin buruluşu gibi buruluyordu. İçindeki sevgi de gidgide karanlıklara gömülüyordu.”
(s.319)
Oğlu Giray öldükten sonra Nizam Dede, Şirin’i Arslan Bey ile evlendirmek
ister. Ona göre Kırım’ın fedaisi Arslan Bey’e uygun olan yiğit hatun, Şirin’dir. Bu
sıralarda anlatıcı, Şirin’in niteliklerini sıralamaya şu şekilde başlar: “Şirin hırçındı,
404
dikbaşlıydı. Ama tuttuğunu da koparan bir kadındı. Hem Emircan’a iyi bir ana
olabilirdi. Çocuğa gösterdiği yakınlık, Arslan Beyin gözünde kaçmamıştı. Akıllıydı,
becerikliydi, hünerliydi. Sanki han kızıymış gibi etrafta saygı uyandırırdı.” (s.384–
385) Nihayette Şirin, Arslan Bey ile evlenir. (s.397)
Hilal Görününce romanında Rusları temsil eden kişi ise, İgor Gregoroviç’tir.
İgor Gregoroviç, Rusya’nın Kırım içinde yaptığını iyice tasvir eder. Emperyalist
Rusya, Kırım’ın bağları, çayırları ve zenginliklerini sömürmeye gelir. Akmescit’te
bağ ve çiftliği olan İgor Gregoroviç, Hacı İbrahim köyündeki çayırı almaya çalışır.
Üstelik tarihi değiştirmek maksadıyla Akmesicit’e Simferopol olarak ad verir. (s.99)
Rusların Kırım ile ilgili kimlik imha planları, İgor Gregoroviç’te net bir şekilde
ortaya çıkar.
Yazar-anlatıcı, hep olumsuz bir şekilde İgor Gregoroviç’i tasvir eder. Arslan
Bey, onu şu şekilde hatırlar: “Gregoroviç’in o donuk mavi gözleri, o pişkin tavırları
gözünün önüne geliyordu. İkide bir dişleriyle bıyıklarını kemirişi, kadınları
karşılayışı, onların ellerini öpüşü…” (s.99), “Şeytanın biri kibri. Başka hiçbir şey
değil…” (s.193) Aynı suretle de İgor Gregoroviç, şaraba düşkün bir kişidir. (s.53, 94,
411)
Romanda Şahbaz Bey, çayır yüzünden birkaç defa İgor Gregoroviç ile kavga
eder. Bu kavga yüzünden Şahbaz Bey zindana atılır. Bu sıralarda Arslan Bey, İgor
Gregoroviç’in güreşme teklifini kabul eder. Çünkü Arslan Bey kazanırsa Şahbaz Bey
serbest bırakılacaktır. (s.195) Romanın sonunda da İgor Gregoroviç, köylülerden
Halim Can’ın kızını ister. Bu amaçla da kızın babasıyla pazarlığa oturmak ister.
(s.409–410)
Dağlı romanında otuz altı kahraman karşımıza çıkar. Bunların ekserisi
yaratma kişilerdir. Romanda yer alan kahramanlar ve olaylar, Şeyh Şamil etrafında
toplanır. Bu yüzden Şeyh Şamil’in dışında diğer kaharamanlarla ilgili pek bilgi
verilmez.
405
Dağlı romanında genç dağlıların temsil eden Toy Cafer’dir. Toy Cafer on altı
yaşında yahut biraz daha küçük bir Çeçenistanlıdır. Asker olmak için üçüncü defa
köy meclisine gider. Köy meclisi ilk olarak hem kendi ağabeyinin muharebede hem
de yaşı küçük olduğu için ona ruhsat vermez. Ama Toy Cafer’in ısrarına karşı ruhsat
verilir. (s.37) Toy Cafer ruhsat alır almaz dağlılara katılmak üzere Dargo Avuluna
gider. (s.40) Dağlılara katıldıktan sonra kısa bir zaman içinde muharebenin
maharetlerini öğrenmeye başlar. (s.41) Her şey öğrenmek için hep meraklıdır. Bu
sıralarda Toy Cafer, atak ve cesur bir savaşçı olarak karşımıza çıkar. (s.42–44)
Ruslar propagandalarını yaymaya başlayınca Toy Cafer kendi köyüne
gitmişti. Bütün bunları yalan olduğuna inanır, köydekilere inandığını aktarmaya
çalışır. Bu sıralarda Toy Cafer’ın ne kadar Şeyh Şamil’e sadık bir kişi olduğunu
öğreniriz. (s.71–72)
Rus askerlerinden Çavuş Mihalov, kendi oğlu olan Nikola ile savaşa katılır.
Hep oğluna dikkat eder. (s.5–6) Şeyh Şamil Temirhan Şüra kalesini muhasara
ettiğinde Çavuş Mihalov, kaleye savunmak amacıyla Nikola’yı ve bir grup askeri
alarak kalenin dışına çıkarlar. (s.81–82) Müdafaa esnasında Nikola ölür. Çavuş
Mihalov ise intikam amacıyla Şamil’e gider. Çavuş Mihalov, Şeyh Şamil’e kalenin
güney yanının zayıf olduğunu söyler. Çavauş Mihalov, oğlunun intikamını almak
amacıyla Şamil’den bir top ve bolca mermi alarak akşama kadar kaleyi vurur. (s. 88–
89)
İsyan Eşiği romanında yetmiş iki kahraman bulunur. Emanuel Karasu dışında
romanın kahramanları, yaratma kişilerdir. Romanın kahramanları, üstlendikleri
ideoloji bakımından ikiye ayrılmaktadır. Birincisi Osmanlı Devleti’ni destekleyen
kişilerdir. İkincisi ise Ermeniler ve Jön Türkleri temsil eden kişilerdir.
İsyan Eşiği romanında karşımıza çıkan ilk kişi, Onbaşı Yusuf’tur. Onbaşı
Yusuf komutanlığında bir müfreze İrşadlı’dan Fındıcığa gider. Orada üç Ermeni evi
aranması istenilir. Bu amaçla askerleriyle ilerleyen Onbaşı Yusuf, iyi bir komutan
olarak her ihtimale karşı ölçülü davranır. (s.6)
406
Yusuf Onbaşı yoldayken Cemil Çavuş ile karşılar. Bu sıralarda Yusuf Onbaşı,
temiz bir insan olarak karşımıza çıkar. Bahçe Olayı’nı hatırlayan Yusuf, olayda bir
insanı öldürdüğüne pişmandır. Ama elinde bir şey yoktur. Zira bu komutanın
emridir. (s.12) Üstelik geçtikleri köylerdeki köylülere iyice davranır. Bu sıralarda da
Yusuf’un, dinine önem verdiğini öğreniriz. (s.17–20), “Yusuf Onbaşı’nın İslâma
bağlılığını çok iyi biliyordu. Uğrunda, ölüme gidecek kadar kararlı bir hali vardı.”
(s.39)
Onbaşı Yusuf Fındıcık’a varmadan önce arkadaşı Osman Ermenilerin eline
düşerek öldürülür. Yusuf, arkadaşına çok üzülür: “Yusuf Onbaşı, çocuğunu
kaybetmiş gibi üzgündü. İrşadlı’dan ümitsizce ayrılınca gözlerinden yaşlar aktı.”
(s.34) Üstelik Osman’ın öldürülmesi haberine önem vermeyen Mülazim Fuat’tan
nefret eder. Yusuf, askerliğini bitirince de arkadaşı için acı duyar: “Yusuf Onbaşı,
köylüsünün acısını köyden köye taşıdı. Günden güne büyüdü acı.” (s.48)
Kendi köyüne dönen Yusuf, Osman’ın öldürülmesinde kendini suçlu olarak
sayar. Bu duyguyla Osman’ın evine giden Yusuf, Hatçe Kadın ile karşılaşınca “sesi
suçlu, ürkek, yavaş çıkıyor.” (s.53) Yusuf’un, ilk yaptığı şey, Osman’ın oğluyla
ilgilenmektir. Yusuf, kendi oğluna ne yaptıysa Hasan’a da yapar. Oğlunu mektebe
göndermek ister, aynı mektebe de Hasan’ı gönderir. (s.76) Üstelik Musa’nın kızıyla
evlendirmeye gidip bu amaçla elinden geleni yapar. (s.153–155) Roman boyunca
Yusuf, kendi öz oğlundan çok Hasan’la ilgilenir. Belki bunun bir sebebi, daha önce
gösterdiğimiz Osman’ın öldürmesinde Yusuf’un kendisini suçlu olarak bulmasıdır.
Osman, müfrezenin erlerinden biri ve Yusuf’un çocukluk arkadaşıdır.
Aslında Osman ile Yusuf, aynı köydendir. Osman müfreze arkadaşlarıyla birlikte
ilerlerken, ailesini ve henüz küçük yaşta olan çocuğunu düşünür. (s.7–8) Osman, tam
bir yiğit ve cesur bir adam olarak köyü basan Ermeni katillerini takip etmeye başlar.
Osman tek başına ve çok tehlikeli olmasına rağmen görevini tam anlamıyla yapmaya
çalışır. Osman, Ermenilerin ellerinde düşer. Bu sıralarda Osman’ın ne kadar vatanını
seven ve kahraman bir adam olduğunu ispat eder. Kendisini konuşturmaya çalışan
Ermenilere müfrezenin yer ve görevini söylemez. Osman, Ermeniler tarafından
işkenceye uğrar. Ama hiçbir türlü konuşmaz. Nihayette amansızca öldürülür. (27–31)
407
Hasan, Osman’ın oğludur. Hasan, romanın ikinci yarısından itibaren
başkahraman olarak karşımıza çıkar. Osman oğlu Hasan’ı düşünürken, Hasan’ın
yaşıyla ilgili bilgi verir: “Köyden çıktığımda on altı aylıktı.” (s.7) “Şimdi dört
yaşında olacaktı.” (s.8) Böylece Hasan, babasını görmeden din ve vatan sevgisiyle
yetiştirilir. Hasan gençken, köyün delikanlılarına ahlaksız resimler gösteren Cem’e
karşı çıkar. (s.107) Hasan, din ve devleti sevmeyenlerden de nefret eder. Aynı
mantıktan haraket eden Hasan, Fuat Bey’den nefret eder. (s.101) Hasan okuldayken,
zeki ve akıllı bir öğrenci olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden Muallim Cemal Hasan’ı
çok sever. (s.98)
Hasan yüklü bir coşkuyla Musa’nın kızıyla evlenmeyi ister. Yazar, Hasan’ın
ruhi durumu ile tabiatı birleştirir: “Ufukta güneş, yere değmiş gibiydi. Kızıla çalan
ışıkları yakmıyordu. Kara renkli, kül benekli kuşlar; ince sarı kuşlar; çingen serçeleri,
gübrezibil öbekleri arasında, tavuklara, horozlara karışmışlardı.” (s.153)
Hasan’ın sayesinde Aşağıbanazı köyünde yeni bir hava eser. Köylüler
birbirleriyle konuşurlar. Onlar artık zulme karşı çıkmak isterler. Bu sıralarda Hasan,
köylülerin gözlerinde bir yiğit olarak karşımıza çıkar: “Hasan bir yiğit ki, ne yiğit.”,
“Er oğul er. Hem yürekli hem saygılı. Büyüğünü küçüğünü tanır.” (s.242) Böylece
Hasan’ın adı, halk arasında efsaneleşmeye başlar. Sonunda Hasan, zaptiyeler
tarafından öldürülür. Bu sıralarda Hasan cesur ve atak bir genç olarak tasvir edilir.
(s.252–254)
İsyan Eşiği romanında Fuat Bey, ilk olarak bir mülazim olarak karşımıza
çıkar. Fuat Bey, romanda Jön Türkleri temsil eden kişidir: “İttihatçıların ileri
gelenleriyle tanışırım. Bana vazife verdiklerini açıkça söyleyebilirim. Siz benim
dostlarımsınız. Neden söylemeyeyim? Şerefli bir vazife, neden söylenilmesin? Siz
benim dostlarım değil misiniz? Söyleyin değil misiniz? İttihatçı her zapite şerefli
vazife verildi.” (s.127) Fuat Bey, adeta İttihatçıların sözcüsü olarak bir rol oynar.
Romanda İttihatçıların sesi, Fuat Bey’den çıkar: “İttihatçılar der ki, Avrupa nizamı
bu memlekete girmezse kurtuluş yok der.” (s.127)
408
Fuat Bey, Zaptiye Kolağası olarak Yusuf’un köyüne gider. Orada köyün
zenginleri olan Fıratoğlu ve Ermeni Bakırcı Mıgırdıç ile bir bağ kurar. Onlara da
İttihatçılarla olan ilgisini anlatır. Aslında Fuat Bey, köylülerin gözünde İslâm
düşmanı bir masondur. (s.101) Yazar-anlatıcı, bu görüşün üzerinde uzun durur:
“Masonlardan bir mason” dedi. “Hamdi’nin kardeşi Osman, şehit düştüğü günde
şarap içtiydi. Abovyan’ın kızı Rita’nin elinden sarhoş olduydu da Fındıcık
Ermenilerinin bombalarına göz yumduydu. İşte Kolağası Fuat, böyle bir adamdı.”
(s.129)
Fuat Bey, görevinden çok kendi çıkarlarını düşünen bir kişidir. Fuat Bey,
kendi çıkarları için Ermenilere yardım eder. Aşağıbanazı’da zaptiye kolağası olarak
görev yapan Fuat Bey, zengin Ermeni olan Mıgırdıç’a yardım eder. Bu yardımlar
aslında yerli halk ve köylülere zulüm sayılır: “Zaptiye Kumandanı Kolağası Fuat,
bütün kuvvetlerini harakete geçirdi. Önce Malatya’da, şüphelendiği kişileri
sorguladı, evleri aradı. Sonra köyleri taramaya başladı. Kömüşhane, devriye üstüne
devriye yolladı.” (s.242–243) Bütün bunları yapan Fuat Bey, hiçbir türlü Hasan’ın
masum olduğuna inanmak istemez.
Musa, İrşadlı’dan Fındıcığa ilerleyen müfrezenin erlerinden biri olarak
karşımıza çıkar. (s.6) Yusuf, Hasan’ı evlendirmek ister. Bu sıralarda aklına ilk gelen,
eski askerlik arkadaşı Musa’nın kızı gelir. Bu sıralarda Musa, cömert bir adam olarak
ortaya çıkar. Üstelik eski arkadaşlarını unutmayan bir insandır. Musa, kızı Zeynep’i
Hasan’a vermeye razı olur. (s.154–156)
İsyan Eşiği romanında Ermenilerden Abovyan, Fındıkcık köyünün
zenginlerinden biri olarak karşımıza çıkar. “Kırmızı yanaklı, şişman” (s.34) olarak
tasvir edilen Abovyan, kendi köyünde üç evi arayacak müfrezenin kumandanı Fuat
Bey’i davet eder. Abovyan, bu sıralarda kurnaz ve alçak bir adam olarak ortaya
çıkar. Evlerin aranmasını geciktirmek amacıyla elinden geleni yapan Abovyan bu
gaye için Fuat Bey ile kızını tek başına bırakır. Abovyan Fuat Bey’i sarhoş etmek
için kızını kullanır. Abovyan’ın bütün gayesi, Ermeni komitecilere dağıtılacak olan
bombaları müfrezeden saklamaktır. (s.35–41)
409
İsyan Eşiği romanında Ermenilerden olan Bakırcı Mıgırdıç, zengin ve parayı
çok seven bir adam olarak karşımıza çıkar. Romanda yerli halka zulüm yapan kişileri
temsil eder: “Adam, paranın yükünü tuttu. Aşağıbanazı’da epey arazi aldı. Köyde
dara düşenlerin mülklerini topluyor. Fıratoğlu’yla araları çok eyi. Sana nasıl deyem;
aralarından su sızmıyor. Bakırcı Mıgırdıç, sırtını Fıratoğlu’na dayamadı. Fıratoğlu,
Mıgırdıç’ın parasından, Mıgırdıç Fıratoğlu’nun adamlarından faydalanmada.” (s.58–
59)
“Orta boylu, tıknaz Mıgırdıç’tı. Yaklaştıkça tombul yüzünün yumuşaklığı,
Hamdi’nin derisine dokunur gibi oluyordu. Pembe-beyaz yüzünde, kırmızı kılcal
damarlar belli oluyordu. Gözleri, alaylı parlıyordu. Adımlarını yumuşak atıyordu.”
(s.72) diye anlatılan Bakırcı Mıgırdıç, zengin olmasına rağmen korkaktır. Hasan’ın
karakoldan kaçtığını bilen Mıgırdıç korkudan uykuyu bilmez olur. (s.243)
Mıgırdıç, Ermeni komitecilerinin kirli işlerinden uzak değildir. Mıgırdıç,
kendi evini Ermenilerin gizli toplantılarına açar. Mıgırdıç’ın, komitecilerle
işbirliğinde bulunduğunu öğreniriz. (s.164) Üstelik Mıgırdıç’ın Mamuratülaziz’e
kadar Ermeniler üzerine nüfuzlu bir kişi olduğu anlaşılır. (s.127)
“Mıgırdıç’tan bir karış uzundu. Esmer yüzü kemikliydi. Gözleri yağlı zeytin
gibiydi. İri burnu, emin yürüyüşü kendisini gururlu gösteriyordu. İttihaçılarınkine
benziyordu bıyıkları.” (s.72) diye tanıtılan Fıratoğlu, Türk olmasına rağmen kendi
çıkarlarına göre Ermenilerle işbirliğinde bulunur. İsyan Eşiği romanında yer alan
Türk kahramanların arasında Fuat Bey’den sonra olumsuz kişi olarak karşımıza
çıkan Fıratoğlu’dur. Fıratoğlu, kırlı işlerinde Mıgırdıç’a yardım eder: “İnsanlıktan
çıktı. Ne zekât verir ne hayır işler. İman çıkmış kalbinden… Yüzüne gâvur yüzü
düştü. İnsanların kanını esme daha der.” (s.60)
Fıratoğlu, para için her şeye yapmaya hazırdır. O paraya düşkündür. Üstelik
zâlimdir: “Fıratoğlu, şu gâvurdur; şu müslümandır demez. Eyiyi kötüyü tanımaz.
Helaldı, haramdı bilmez. Tanıdığı yalnız paradır. Eski topraklarını, bir o denli daha
artırdı. Açgözlünün gözünü toprak doyurur. Kara toprağa girince ancak doyar…”
(s.59)
410
İsyan Eşiği romanında kadın kahramanların başında gelen Hatice Kadın
(Hatçe Kadın, Cici Ana), Osman’ın annesi olarak rol oynamaktadır. Kendi oğlunun
öldürülmesine üzülen Hatçe Kadın, şu şekilde karşımıza çıkar: “Hatice Kadının
keskin yüz çizgileri, açılıp kapanıyor; acısını bastırmak için yaptığı mücadele, yüz
çizgilerine geçiyor. Kanayan yüreğinin rengi gözlerine vuruyor.” (s.53) Bu sıralarda
anne duygusundan haraket eden Hatice Kadın, eliyle pişirdiği ekmeği Yusuf’a verir.
Aslında Yusuf’a kendi öz oğlu gibi bakar: “Dur, sana elimle pişirdiğim ekmekten
vereceğim. Gidersen küserim. Gidersen, bana ana deme.” (s.55) Bu sıralarda Hatice
Kadın, çok güçlü bir kadın olarak tasvir edilir: “Oğlu öldü de ağlamadı Hatçe.” (s.56)
“Hatçe ağlamamış.” (s.56), “Hatçe’yi bilmez misin? Yüreği, yürek değil ki… Taştır,
taş…” (s.57)
Hatice Kadın, Osman’ın oğlu Hasan’a daha da önem vermeye başlar. Bu
sıralarda Hasan’a eziyet vermeye veya dokunmaya bile izin vermez: “Hasan,
kendisinden ” (s.55) Hatçe Kadın’ın Hasan ile ilgisi roman boyunca sürer. (s.104)
Son Kavşak romanında yirmi yedi kahraman bulunur. Romanın yaratma
kişilerinin sayısı oldukça azdır ve romanın asıl olaylarında rol oynamamaktadır.
Yaratma kişileri, romanın asıl olaylarından hariçtir. Ama olaylar onlara anlatılır.
Romanda sekiz kahraman, yaratma kişi olarak karşımıza çıkar.
Hacı Ömer, yaratma kişilerin başında gelir. Aslında Hacı Ömer, romanın
anlatıcısıdır. Hacı Ömer, akıllı bir insan olarak saklanmak için kendi evine gelen iki
gençe ders vermek için “Son Kavşak” hikâyesini anlatmaya başlar. Hacı Ömer
kültürlü ve tarih bilgileri üstün bir insandır. Üstelik tecrübeli ve dindar bir insan
olarak karşımıza çıkar: “Hacı Ömer, altmış beş yaşa merdiven dayadığı halde
hareketli ve dinçti. Harpler görmüş, ölümle burun buruna yaşamış ve hayatın bütün
acılarını içine sindirmiş bir insandı.
Onun başka özelliklerinden birisi de okumaktı. Bıkmadan, usanmadan
okumak. Gece demeden, gündüz demeden, büyük bir olgunluğa erinceye kadar, bu
alışkanlığını sürdürmüştü. Ve Hacı Ömer hala okuyordu.
411
Evliya Çelebi’nin «Seyahanama»sini üç defa aktarmış, Naima Tarihi’ni satır
satır işlemiş, Mesnevi’den de bol bol beyitler ezberlemişti. İytiyar ayaklı bir
kütüphane gibiydi.” (s.15) Hacı Ömer, Ferit ve Ercan’a doğrudan öğüt vemez, ama
onlara tarihî hikâye anlatır. Ona göre bu daha etkilidir. Aslında o “Bir tüccarden daha
çok hocaya benziyor.” (s.39) Hacı Ömer’in İstanbul’a yerleştikten sonra ticarette
meşgul olduğunu öğreniriz. (s.15)
Hacı Ömer, zekâsıyla seçtiği hikâyeyi anlattıktan sonra isteğine kavuşur. İki
genç, dinlediklerine inanarak çaldıklarını iade ederler. (s.213–217)
Romanda yer alan Ferit ve Ercan ise olumsuz özelliklere sahip iki gençtir.
Fakir hayatı yaşayan iki genç, ekmek paralarını kazanmak için çalışmaktansa
hırsızlığı düşünürler. Bir kuyumcu dükkânını soyan iki genç Hacı Ömer’in evinde
saklanırlar. Bu sıralarda iki genç, Hacı Ömer’in karşısında dinleyicinin rolünü
oynarlar. (s.39)
Dünya Durdukça romanında otuz yedi kişi bulunur. Romanın
kahramanlarının ekseriyesi yaratma kişilerdir. Romanın kahramanlarında otuz üç
yaratma kişi karşımıza çıkar.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ten sonra romanın başkahramanı sayılan
Zeynep, Yüzbaşı Ömer Cevat’ın kızıdır. (s.22) Babası ve annesi Yunan askerleri
tarasından öldürüldükten sonra Zeynep, Ayşe hemşirenin yanında bir süre yaşar.
Ayşe, Zeynep’i yanında götürür, fakat savaş sonrasında Zeynep’in amcası Ayşe’yi ve
yanındaki yeğenini bulur. (s.45) Zeynep orada çok iyi bir şekilde yetiştirilir:
“Zeynep, amcası ve yengesinin yanında çok mutluydu. Özenle yetiştirilmekte ve iyi
eğitim görmekteydi.”… “Zeynep savaş içinde kavrula kavrula yeşerip büyüyen bir
Ateş Çiçeği olmasına rağmen, vaktinden önce gelişip boy atmaktaydı. En çok sevdiği
şeylerden biri, salıncakta sallanmaktı. Arkadaşları onun, havalara doğru uçarcasına
sallanışını büyük bir heyecanla seyrederlerdi.” (s.48)
Günler geçtikçe Zeynep hem kararlı hem de modren bir kız olarak karşımıza
çıkar. Zeynep, memlekette diğer kız ve kadınlar gibi çarşafı giymek istemez.
412
Yengesinin çalışmalarına rağmen Zeynep çarşafı giymez. Nihayette Kıyafet İnkılâbı
çıkar. Zeynep istediği gibi çarşafsız dışarıya çıkar. (s.52)
Zeynep, çok genç olmasına rağmen Atatürk ve cumhuriyetin haberlerini
yakından takip eder. Her gün merakla gazetelerdeki haberleri okur. (s.56) Zeynep
büyür. Bu sıralarda Ankara’dan bir avukatla nişanlanır. (s.66) Çok geçmeden Zeynep
evlenip Ankara’da yaşar. Bu sıralarda Zeynep’in Ankara Hukuk Fakültesi’nde
öğrenime başladığını öğreniriz. (s.73) Zeynep’in işi daha da zorlaşır, ama ısrarlı ve
çalışkan olan Zeynep, başarılı bir öğrenci ve eş olarak karşımıza çıkar: “Genç kadın
Hâkimlik mesleğinde hemen hemen geceli gündüzlü çalışıyordu. Dava dosyalarını
evinde, geceleri büyük bir titizlikle okuyor, eleştiriyordu. Çok çalışmasıyla
mesleğinde yeni bir döneme getirmişti.” (s.83) Zeynep bu şekilde üstüne atılan bütün
görevleri eksiksiz tamamlar. Çalışkan bir kadın olarak örnek verir.
Ayşe, Yüzbaşı Ömer Cevat’ın bulunduğu hastanede hemşire olarak çalışır.
Ayşe, alçak gönüllü ve insanların dertlerine önem veren bir genç kadın olarak
karşımıza çıkar. (s.30) Yüzbaşı Ömer Cevat, Ayşe’den Zeynep’i amcasına
götürmesini ister. (s.32) Ayşe, Yüzbaşı Ömer Cevat’ın son arzusunu yerine
getirmeye çalışır, ama hiçbir türlü Zeynep’in amcasını bulamaz. Bu sıralarda Ayşe
iyi bir insan olarak Zeynep’i kendi yanına alır. Ayşe’nin Zeynep’e çok iyi bir şekilde
davrandığını öğreniriz. (s.45)
Zeynep’in amcası ise, adsız olarak karşımıza çıkar. Babası ve annesi
öldürüldükten sonra Zeynep, amcasının yanında yaşar. Çocuğu olmayan amca,
Zeynep’i öz çocuğu kadar şefkatle sever. (s.48) Amca, her zaman Zeynep’e önem
verir. İşinden eve döner dönmez Zeynep’i arar. Üstelik Zeynep’in eğitimine özenle
takip eder. (s.53)
Bora, Zeynep’in kocasıdır. Bora Bey’in, Ankara’da tanınmış bir avukat
olduğunu öğreniriz. (s.75) Bora bey, hukukçu bir ailenin oğludur. Bora’nın babası
olan Kenan Güçlü, eski bir avukattır. (s.74, 90) Bora, çok iyi ve anlayışlı bir koca
olarak karşımıza çıkar. Eşi Zeynep’e yardım eder.
413
Diğer kahramanlar daha çok figüratiftirler.
XX. Yüzyıl
Kahramanlar Kahramanı romanında yirmi üç kahraman yer alır. Bunların
yirmi ikisi yaratma kişidir.
Gedik Halil, Hekimoğlu’nun kurduğu çetede ikinci adamdır. Daha ziyade
Hekimoğlu’nun sağ koludur. Anlatıcı, Gedik Halil’i şu şekilde takdim eder:
“Yassıtaş’ta Hekimoğlu İbrahim’in bir de çocukluğundan beri çok yakın, biraz da
haşarılığı ile tanınmış bir arkadaşı daha vardır. Ona Gedik Halil derlerdi. O da
kendisi gibi fukaranın biri idi. Ekmek parasını kazanmak için Fatsa’ya iner orada
çalışırdı. Hekimoğlu’nun başına gelenler ona çok dokunmuş, bu olaydan sonra
çalışmaya gitmez olmuştu.” (s.55–56)
Gedik Halil, mert ve arkadaşlarına önem veren bir insan olarak karşımıza
çıkar: “Arkadaşının başına bir felâket geldiği takdirde bunu onların yanında
bırakmayacağını, onun kan dâvâsını kendisinin güdeceğini heryerde bağıra bağıra
söylüyordu.” (s.56) Bu kişiliğe sahip olan Gedik Halil, çocukluk arkadaşını
bırakmaz. Bütün malını mülkünü bırakıp Hekimoğlu’nun yanına gidiverir: “Anca
beraber, kanca beraber. Sonuna kadar yanında bulunmak için geldim.” (s.57) Gedik
Halil, bu andan itibaren Hekimoğlu’nun yanından ayrılmaz. Üstelik arkadaşına çok
sadıktır. Hekimoğlu, yeğenlerinin öldürüldüğü köye inmeğe karar verir. Bu sıralarda
Gedik Halil, çok tehlikeli olmasına rağmen kahramanca arkadışını bırakmaz.
Hekimoğlu ile beraber köye giden Gedik Halil, Hekimoğlu’nun yanında son nefese
döüşerek ölür. (s.142)
Romanda Hekimoğlu’nu yakalamak için görevlendirilen Gürcü Dadyan
Arslan, heyecanlı bir genç olarak karşımıza çıkar: “Hele bunların arasında biri vardı
ki o hepsinden de ateşli ve heyecanlı idi. Bu işe baş koymuştu. O da Hulusi Ağa’nın
köyünden, Salihli’den idi. Bu gözüpek Gürcü gencinin adı Daydan Arslan’dı. Hulusi
Ağa’nın intikamını almağa yemin etmiş bulunuyordu.” (s.76)
414
Daydan Arslan, çok ısrarlı bir gençtir. Hekimoğlu’yu bulmak için hiç
bıkmadan elinden geleni yapar. Nihayette Daydan Arslan, tanıdığı bir kişi ile
anlaşarak bazı köylerde bir çeşit istihbarat örgütü kurmayı becerir. (s.104) Nihayette
tuzağa düşen Hekimoğlu, Daydan Arslan ve adamları tarafından amansızca
öldürülür. (s.142)
Seyyid ise, Gürcü zengin bir aileden ve Fadime’nin nişanlısı olarak karşımıza
çıkar: “Seyyid de yakışıklı, mert bir delikanlı idi. Ailesi varlıklı olduğu gibi kendisi
de eli açık, hovarda yaradışlı biri idi. Bu yüzden bütün gençler onun etrafında
toplanırlar, kendisini bir çeşit başkan tanırlardı.
Hekimoğlu İbrahim ona pek sokulmazdı. Çünkü bu zengin ve gururlu gencin,
fukaralığı yüzünden kendisini küçümsemekte olduğunu hissederdi.” (s.9–10)
Nişanlısının Hekimoğlu ile beraber çıktığını bilen Seyyid, kendi bağına
Hekimoğlu’nu davet eder. Orada Seyyid çok sınırlı olarak karşımıza çıkar. Üstelik
Hekimoğlu’nu öldürmeye kararlıdır. (s.29–32)
Kahramanlar Kahramanı romanında kadın kahramanlarda Fadime, Sefer
Ağa’nın kızı ve Seyyid’in nişanlısıdır. Fadime’nin romanda rolü kısa olmasına
rağmen çok önemlidir. O romanda merkezi bir kişidir. Çünkü Hekimoğlu’nun suçu
Fadime’dir.
Fadime çok güzel bir kız olarak karşımıza çıkar: “Ve Sefer ağanın Fadime
adında dünya güzeli, yeni yetişmiş bir kızı vardır.
Gürcüler ve Çerkezler, esasen güzel insanlar olarak şöhret kazanmış
kimselerdir. Fadime ise güzellerin de güzeli idi. Hele iri gözlerinde ceylânları bile
kıskandıracak bir parlaklık ve çekicilik vardı.” (s.8) Hekimoğlu, babasını görmek
üzere değirmene gelen Fadime’yi görünce aklı başında gider. (s.8) Fadime, Gürcü
geleneklerine göre çocukken nişanlıdır. Çok güzel olduğu için de başlık parasının
tam üç bin altın olduğunu öğreniriz. (s.9)
415
Fadime, romanda masun bir kız olarak gösterilir. Hekimoğlu ile birlikte
görünen Fadime’yi gören Gürcü Yusuf, bütün suç Hekimoğlu’nun üstüne atar.
Aslında Fadime, elleri bile birbirine değmeden Hekimoğlu ile ormanları dolaşır.
(s.10–11)
Ermeni Zulmü romanında on sekiz kişi bulunur. Onların on yedisi yaratma
kişilerdir. Ama roman belgesel şekilde yazarın anlatısına dayanır. Bunun için
romanın belli başlı başkahramanı yoktur. Üstelik sahnelerde görünen kahramanlarla
ilgili –Kaya Emi dışında- pek bilgiler ve da nitelikler verilmez.
Roman, Müceldi Köyünde yapılan göç hazırlıklarıyla başlar. Bu sıralarda
Kaya Emi karşımıza çıkar. Kaya Emi, köyün ihtiyarlarından birisidir. Köyüne çok
bağlı olan Kaya Emi, göçmenlerle köyünden çıkmak istemez. Bunun için tek başına
olsa bile köyde kalmayı köyden ayrılmaya tercih eder: “Gelmem, bu topraklara
sevdalıyım ben, aşıkım bu ovaya, bayırlara, dağlara, Müceldi çayına… Buraları
gavura bırakıp da yad ellere gidemem, gidersem yaşıyamam… Et kemikten ayrılır mı
hiç?” (s.8–9)
Kaya Emi, ihtiyar olmasına rağmen muharebeden yanadır. Kararlı ve
vakurdur. Ne olursa olsun vatınını düşmanlara bırakamaz: “Yedi oğlu ne güne
büyüttüm. Muharebe ise muharebe, şehitlikse şehitlik...” (s.9)
Kaya Emi, tecrübeli ve bilgili bir insan olarak karşımıza çıkar: “Kaya Emi
güngürmüş, mektep medrese tahsilli, birçok harpte cephede bulunmuş canlı bir
tarihti…
Çocukluğunda Erzurum’da Zükür Mekteb-i ibtidaisi’nde devam etmiş, okuma
yazmayı çok iyi şekilde öğrenmişti. Çocukluğu, gençliği acılar, harpler arasında
geçmişti. İstanbul’a gittiğinde birçok irfanlı, bilgili kimselerle tanışmış, bu arada –
İkdam- gazetesine abone olmuştu.” (s.19)
Ermeni Zulmü romanında karşımıza çıkan Ahmet Hürbaş, Erzurum halkının
fedakârlığını temsil eder. Ahmet Hürbaş, Erzurum’lu gençlerden on dört yaşında
ortaokul öğrencilerinden biridir. Bir arkadaşı, en soğuk günlerden bir sabahında
416
Ahmet’e okula acele gelmesini söyler. Ahmet hemen okula gider. Orada orduya
yardım için öğrencilerden gönüllü taburlarına katılır. Ahmet’e verilen vazife ise, kırk
iki kilometre mesafedeki askerlere erzakı götürmektir. Ahmet hasta olmasına rağmen
görevini tamamlar: “Ahmet geçirdiği sıtma hastalığı dolayısı ile bünyesi hayli zayıf
olduğu gibi, kaputu, boyun atkısı ve eldivenleri dahi yoktu. Üstelik ayakkabıları da
yırtıktı… Hastalık geçirdiğinden sıcağa, soğuğa tahammülü az, lakin vatanseverliği
çok engin Erzurum’un ve Türk’ün bu müstesna yaradılışı çocuğu hiç itiraz etmeden
verilen patates dolu çuvalı o da sırtlamış ve Teprizkapı ve Gavurboğan mahallesini
takiben Kars Kapıya doğru yola koyulmuştu.
Hayatı pahasına da olsa memleket vazifesini seve seve yapacaktı.” (s.26–27)
İki gün sonra Ahmet’e bir başka vazife daha verilir. Vatanına hizmet için
elinden geleni yapmaya çalışan Ahmet, hastanede operatörlere asistan olarak çalışır.
Ahmet sabahleyin erkenden hastaneye gelip işlerini yapar. (s.27–28)
Ermeni Zulmü romanında Ermeni komitecilerin Türklere karşı yaptıkları
katliama yer verilir. Buna rağmen romanda söz konusu bu komitecileri temsil
etmeyen sadece tek bir Ermeni kahraman karşımıza çıkar. Sahnelerde görünen
Milka, Ermenidir. Ama insanlık bakımından iyi bir figürdür. “İyi kalpli Milka”
(s.52), komitecilere katılmak istemez. (s.53) “Milka Ermeni idi… Ama her şeyden
önce insandı. Ve iyi bir yüreğe sahipti. Gerçekten aydın, okumuş, Türkiye’de
yaşamış, Türklerle çok iyi geçinmiş, Türkiye’de aile etrafı da çok rahat hayat
sürmüşlerdi. Türkleri anlamış ve sevmişti…” (s.54)
Milka ailesiyle birlikte Erzurum’da yaşayan bir insandır. Hem Ermeni
komitecilerin yaptıklarını kabul etmez, hem de Türk kültürüne hayrandır: “O köyde
kültürlü, bilgili ve çok zengin bir kitaplığı olan Nafiz beyin kitapları arasında Türk
Tarihine ait çok kitap da okumuştu… Osmanlı Padişahlarının bilhassa Fatih Sultan
Mehmet Han’ın gerek İstanbul’da gerekse Anadolu’daki Ermenilere ne kadar iyi
davrandıklarını büyüklerinden çok duymuştu.” (s.54) Bu kişiliğe sahip olan Milka,
dönemin dramını Ermenilerin açısından değil, ama Türklerin açısından yaşar. Köyde
gördüğü Türklerin cesetlerini görünce bir Türk gibi üzülür. (s.55)
417
Karasu romanında altımış dört kişi bulunur. Bunların sadece dördü gerçek
kişilerdir. Romanın diğer kahramanları ise yaratma kişilerdir. Romanda Diyap
Ağa’nın, gerçek olup olmadığını tespit edemedik. Ancak anlatıcı, dipnotta Diyap
Ağa’nın Atatürk’ün adamı ve Dersim milletvekili olduğunu gösterir. Romanda yer
alan kişiler, dönemin Ermeni kömitecilerinin kirli işlerini aydınlatmakla
görevlilerdir. Bunun üzerine romanın kahramanları, üstlendikleri roller bakımından
ikiye ayrılmaktadır. Biri Türk insanına işaret edenler, ikincisi ise komitecileri
gösterir. Romanda kahramanların başlıca özelliği, kısa rolleri oynamalarıdır. Zaten
roman anlatım bakımından dilimlidir. Her dilim, belli başlı bir yere ya da bir süreye
bağlıdır. Bununla ilgili olarak da her sürenin kahramanları vardır. Bunun için
romanda başkahraman diyebileceğimiz bir kahraman yoktur. Yalnızca romanın
temsil ettiği komiteci karakteri vardır.
Karasu romanında komitecilerden karşımıza ilk çıkan kişi, Vahan’dır. Vahan
gibi kişiler yüzünden Türk-Ermeni yıllarca süren kardeşliği, güvensizlik kucağına
düşer. Vahan, Vank köyünde komitecileri temsil eden kişidir. Halk ondan korkar.
Hiçbir kimse ona hayır demez. Vahan’ın karşısında durmak, ölüm demektir.
Çevredeki kayıpların listesi, Vahan’a bağlıdır. Vahan, suç olmayan insanları Karasu
bataklığına atar. (s.9–11) Ermenistan davasının dışında hiçbir şeyi dinlemez. Vahan,
kendi fikirlerini şu şekilde anlatır: “Acıma bizim kapımızı çalamaz. Büyük
Ermenistan doğuncaya dek de kimseye acıma yok. İsası, Musası, Muhammedi yok.
Ermeni’yi göremeyen kör Tanrı yok… Yalnız davamız var. Ermenistan davası…
Şunlara bakın hele, şu orospulara bakın, kötülük kötülüğü çağırırmış…” (s.12)
Vahan, merhametsiz ve haksız bir insandır. (s.15) Anlatıcı, Vahan’ı şu şekilde
tasvir eder: “Komite ağzı ile konuşmayana yaşamı hakkı tanımıyordu. Vahan hak
denen şeyi defterinden silmiş, tüm hakları götürüp Büyük Ermenistan’a bağlamıştı.
Bunun dışında dinleyeceği hiçbir şey yoktu.” (s.12)
Romanda Vahan’ın rolü çok önemlidir; hatta romanın konusuna baktığımızda
Vahan’ın eksenli bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Ermeniler, Vahan’ın
öldürülmesinin ardında isyan eşiğini başlarlar. Böylece Vahan’ın rolü kısa olsa bile
komitecilerin işlerinin başlangıcını gösterir.
418
Vahan’ın arkadaşı Nazar ise, arkadaşından farksız değildir. Nazar, bütün kirli
işlerde Vahan’a yardım eder. Ona da tabidir. Nazar’ın, şeytana benzeyen bir bakışı
vardır. (s.13) Üstelik “acıma duygusundan yoksun olan” bir kişidir. (s.15) Nazar,
Vahan ile birlikte suçu olmayan masumları öldürür.
Romanda Atatürk’ün adamı olan Diyap Ağa, Dersim milletvekili olarak
karşımıza çıkar. Diyap Ağa, çevrede itibarlı bir adamdır. Herkes ona saygı gösterir.
(s.21) At hırsızı olan Seydo, Diyap Ağa’yı kandırmaya çalışır. Ama aynı zamanda
Diyap Ağa’dan çok korkar: “Ağa’dan adalet beklenemeyeceğini biliyordu. Eşref
saatine denk gelmez, onda en ufak bir kuşku yaratırsa cesedinin bile tanınmaz
duruma getirileceğini çok iyi biliyordu.” (s.23) Bu sıralarda Diyap Ağa, çok zeki bir
adam olarak karşımıza çıkar. Diyap Ağa’nın kandırması çok zordur. Bunun yanında
zengin olan Diyap Ağa, cömert bir insandır. (s.23–25)
Karasu romanında Onnik, Rus Ermenilerden olarak yer alır. Onnik, sıradan
bir komiteci ya da bir Ermeni değil, ama merhametsiz ve zalim bir insan olarak
karşımıza çıkar. Köylere gelen Onnik, köylüleri kandırmak için kendisini İstanbul
Efendisi olarak tanıtır. Onnik’in gelişinden beri yörede kayıp listesini artmaktadır.
(s.39–47) Rus Ermenileri temsil eden Onnik, kana düşkün bir insandır. Aslında Rus
ordusunda bir Ermeni subayıdır. (s.52) Rusların yardımıyla Osmanlı topraklarına
gelen Onnik, Büyük Ermenistan düşüyle diğer Ermenileri silahlandırmaya başlayıp
bir savaş çetesi kurar. Bu çetenin merkezini bir mağarada yapar. “Mağarada Rus
ordusuna ait giysiler, silah ve cephane” bulunur. (s.49–50) Onnik’in kaçırdığı
kadınları bu mağaraya götürür. Onnik, kurnazdır. Mağaranın yeri bilindikten sonra
Onnik, kaçıp adını değiştirir. Ama sonda “sarışın mavi gözlü” olan Onnik, Mustafa
Ağa’nın eline düşer. (s.51)
Karasu romanında Mustafa Ağa, devletini seven bir insan olarak karşımıza
çıkar. Mustafa Ağa, anlatıcı tarafından “Atatürk’ün adamı ve sonradan Dersim
milletvekili” olarak tanıtılır. Mustafa Ağa, yetmiş yaşında ve saygılı bir insandır.
Üstelik bütün Türklerin ırzı, kendi ırzını sayar. Komitecileri yakından takıp eden
Mustafa Ağa, Onnik’ı aramaya başlar. İhtiyar olmasına rağmen Onnik’in peşinde
dağlara yürür. Kararlı olan Mustafa Ağa, bütün kaygısı kaçırılan kadınların
419
namusudur. Bunun için çok duyguludur. Mustafa Ağa, komitecilerin teşkil ettikleri
tehlikeyi iyice bilir. Aklında hep onlardır. (s.48–53)
Karasu romanında Mari Teyze, çok kısa bir rol oynamasına rağmen romanda
çok onemli bir kişidir. Romanda Ermeniler, ikiye ayrılmaktadır, birisi Türk halk
arasında yaşayan Ermeniler’dir. Romanda bu gibi Ermenilerin temseilcisi, Mari
Teyze’dir. İkincisi ise komitecilerdir. Komiteciler, sadece Türklere düşman değildir,
ama aynı zamanda Türkleri seven Ermenilere de düşmandır. Mari Teyze ise, kendisi
Türk olarak sayar. Türklerin iyiliğini gören Mari Teyze, komitecilere hayır der.
Bunun için komiteciler, Mari Teyze’yi öldürürler. (s.12–13)
4- Kurtuluş Savaşı Dönemi
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında elli kişi yer alır. Roman
kahramanlarından kırk altı yaratma kişi vardır. Roman kahramanlarının sayısı
oldukça çok olmasına rağmen romanın olayları birkaç kişinin üstüne üstlenmiştir.
Romanın diğer kahramanları ise yol gösterici kişilerdir. Romanın başkahramanlarının
başlıca özelliği, yanlış ve gayri-meşru ilişkilerde bulunmalarıdır. Abdi Bey, Rosa
Mizrahi ile; Neveser, Münif Sabri ile; Ahmet Ziya, Doktor Melek ile ilişkide
bulunur.
Romanın başkahramanı Halıcızade Abdi Bey, “sabık Edirne Meb’usu
Halıcızade ‘Bacaksız’” (s.13) olarak takdim edilir. Abdi Bey, Selanik’ta yaşayan
Halıcızade adıyla zengin bir ailenin oğludur. Abdi Bey, kısa boyludur. Bu kısalık,
özellikle küçüklüğünde kendisine üzücü bir şeydir. On, onbir yaşlarındayken kısalığı
arkadaşları tarafından bir alay konusudur. Bu yüzden ‘bacaksız’ lakabını alır:
“Bacaksız Abdi
dolmayı kaptı,
dolma sıcaktı,
ağzını yaktı.” (s.23)
420
Abdi Bey, şehvetine düşkün bir insan olarak karşımıza çıkar. Roman boyunca
Abdi Bey’in başlıca özelliği budur. Abdi Bey, Selanik’te Yahudi komşularından olan
Rosa Mizrahi ile şehvetini tatmin etmeye başlar. Bu ilişkiyi öğrenen Abdi Bey’in
babası İsmail Bey, oğlunu Fransa’ya tahsilini tamamlamak için göndermeye karar
verir. (s.148) Fransa’ya giden Abdi Bey, sefihliğini sürdürür. Memlekete dönen Abdi
Bey, Neveser ile evlendirilir. Evlenen Abdi Bey, yine sefih biri olarak karşımıza
çıkar: “Abdi Bey, ‘sefihin biri’ çıkmıştı: ruh inceliklerinden, duygusal
zenginliklerinden uzak, ‘asabi, şirret’, aklı fikri cinsel çeşitlemelerde olan bir zat!”
(s.68), “Cinsel çeşitlemelere aşırı düşkün, ‘uşkuruna son derece gevşek’ bir erkek!”
(s.272) Bu kişiliğe sahip olan Abdi Bey, misafirlerin karşısında makbul olmayan
davranışlarıyla eşini utandırır: “Abdi Bey böyledir, ‘şahsiyetli’ bir misafir yanında,
hemen gereğinden yüksek bir sesle konuşmaya başlar; konunun, zaptedemeyeceği
‘muhataralı’ alanlara kaymaması için, işi ‘müstehcen imâlara’, çapkınlık öykülerine
döker. ” (s.69)
Abdi Bey Paris’te tahsilini görünce İttihat ve Terakki cemiyetine katılır.
(s.166) Bu sıralarda Abdi Bey kurnaz bir insan olarak karşımıza çıkar. Kendi
geleceği ve çıkarlarına göre siyasetle uğraşmaya karar veren Abdi Bey, zaman
gittikçe kurnazlaşır: “Abdi bey, Paris’e alıştıkça kurnazlaşıyordu.” (s.165) Fransa’da
beş sene kaldıktan sonra memlekete dönen Abdi Bey, Selanik ve çevrelerinde yaptığı
mekik ziyaretler ve dağıttığı armağanlarıyla kısa bir sürede cemiyet içinde önemli bir
yer tutabilir. (s.194) Bu kurnazlığıyla Abdi Bey Selanik sonra Edirne Meb’usu
olmaya başarabilir. (s.277)
Abdi Bey, Mütareke yıllarında diğer İttihatçılar gibi gizlenmeye karar verir.
Abdi Bey hem gizlenmek için hem de sefihliğini sürdürmek için Roza Mizrahi’nın
yalısında saklanır: “İttihatçıları ekseriyeti, vaziyetler tavazzuh edinceye kadar,
gizlenmeyi muvafık gördü. O da Mizrahilerin yalısında saklanıyor.” (s.83)
Abdi Bey, kültür bakımından Fransız kültürüne bağlıdır. Fransa’ya gitmeden
önce bile Fransız kültürünü koklayan bir insandır. Abdi Bey’in, okuduğu eserler,
gazeteler, hatta giyindiği elbise hep Fransız örneğini temsil eder. (s.13–22) “Kısa
boylu bir ‘bey’. Katran siyahı saçları, parıl parıl arkaya taranmış. Kalıplı fesi,
421
tekgözlüğü, alafranga bıyıkları, ilk bakışta dikkati çekiyor. Hele giyimi, kusursuz:
tam ‘Paris şıklığı’.” (s.192)
Neveser ise Selanik’lı Alaman Ziya Bey’in kızıdır. Neveser, duygusal bir
kızdır. Servet-i Fünun şiir ve romanlarını okuyan bir genç kızdır. Babası Ziya Bey,
Almanya’ya sevgisinin yüzünden ‘Alaman’ lakabı alır ve kızına Schwester Magda
olan Alman bir mürebiyeyi getirir. Neveser, Alman kültürüyle yetiştirilir. İlk olarak
kardeşinin arkadaşı olan Münif Sabri tarafından sevilir. Ama Münif Sabri yaşta
kendisinden daha küşük olduğu için önem vermez. Schwester Magda’nın
tavsiyelerine önem veren Neveser, evlenmek için zengin ve itibarlı bir ailenin oğlu
olan Abdi Bey’yi tercih eder. (s.193)
Abdi Bey ile evlenen Neveser, hayal kırıklığına uğrar. Duyarlı bir insan olan
Neveser, eşi Abdi Bey’i sadece şehvete düşkün olarak bulur: “Onunla tanıştığı
günlerde, Neveser evliliğinin ilk ‘sukut-u hayallerine’ katlanmaya çabalıyordu. Nice
umutlarla bağlandığı Abdi bey, ‘sefih biri’ çıkmıştı.” (s.68) Eşiyle birlikte İstanbul’a
yerleşen Neveser’in çok geçmeden eşi saklanır. Nihayette Neveser, tek başına evde
kalır: “Geceleri, Doğan’ı yatırdıktan sonra, Nefti Salon’da tek başına oturup, sessiz
sessiz gözyaşı döküyor.” (s.62)
Neveser, kardeşi Almanya’da dönene kadar hayatı bu şekilde gider. Ahmet
Ziya döndü mü artık Neveser’in dünyası değişir: “Neveser, epeydir unutmuş olduğu,
o rahatlık duygusuna yeniden kavuşmaktadır.” (s.87) Ahmet Ziya’nın dönüşü ile
Münif Sabri yeniden ortya çıkar. Neveser, bulmadığı aşkı Münif Sabri’de bulur. Çok
geçmeden Neveser, Münif Sabri’den ayrılmaz olur. (s.313)
Roza Mizrahi, Selanik’ten Yahudi bir ailenin kızıdır. Roza Mizrahi, Mişon
Çelebi (Mişon Barzilay)’ın kızıdır. Eşi ise Leon Mizrahi’dir. Ondan ‘Mizrahi’ lakabı
alır. Rosa Mizrahi, romanın başından sona kadar ahlaksız bir kadındır. Evlenmeden
önce komşusu olan Abdi Bey ile sevişir. (s.154) İşi icabı memleket dışında devamlı
olarak bulunan Leon Mizrahi ile evlenen Rosa Mizrahi, Fransa’da Abdi Bey’e
ahlaksız cevapları gönderir. Abdi Bey, bu mektuplardan Rosa’nın asıl niyetini sezer.
O da Abdi Bey gibi cinsel çeşitliğie düşkündür. (s.125)
422
Mizrahi ile evlendikten sonra Rosa Mizrahi, kendi yalısında saklanan Abdi
Bey ile ilişkisini sürdürür. (s.54–60) Üstelik Rosa’nın kızı Raşel, annesinin yaptığı
gibi yapmaya başlar. Roza, kızını kendisi gibi yetiştir. (s.284–285)
Yazar, Rosa Mizrahi’yi şu şekilde takdim eder: “Camların önünde azametle
kurulmuştu, içyüzünü bilmeyen ‘kraliçe’ sanır: giyinmiş kuşanmış, sırtında çini
mürekkep mavisi rob, başında ‘âbidevî’ topuz: yüzünü sağa sola çevirdikçe, elmaslı
tarakları, balkonu yıldız çakıntılarına boğuyor. Pera ve Şişli ‘sosyetesi’, Rosa
Mizrahi’nin, elmaslı tarakları alabildiğine ışık üreten katran siyahlı topuzlarını,
anlata anlata bitiremez. Bir de tabiî, altın saplı gözlüğünün ardındaki, havagazı
mavisi ‘zehirli’ gözlerini.” (s.16)
Ahmet Ziya, Alaman Ziya Beyin oğlu ve Neveser’in kardeşidir. Neveser
Abdi Bey ile evlenmeden önce kardeşi Ahmet ile anlaşır. İki kardeş birbirlerini
severler. Ahmet Ziya, Almanya’ya yüksek tahsilini tamamlamak üzere gider. Orada
tıp tahsilini bitirdikten sonra Ahmet Ziya kız arkadaşıyla birlikte Neveser’in evine
gelir. Ahmet Ziya’nin yeniden dönüşü, Neveser’i teselli eder. Ahmet Ziya sayesinde
Neveser’in hayatı değişir. Babası tarafından önem verilmeyen Doğan, amcası Ahmet
Ziya’yı çok sever. Çocuk artık kendisine önem vereni bulur. Doğan’ın eğitimine
önem veren Ahmet Ziya, kardeşi Neveser’in hayatına renk verir. Artık evin bir
sorumlusu olur. (s.87)
Ahmet Ziya, Almanya’dayken sosyalizm fikirlerine beğenip sosyalist bir genç
olur. Memleketine dönen Ahmet Ziya, işçi hareketlerine katılır. Bu sıralarda Ahmet
Ziya arkadaşıyla Doktor Melek ile birlikte Sultanahmet’te bir evde oturur. İki
sosyalist gencin sosyalizm tutkusu, Neveser ile Münif Sabri tarafından paylaşılmaz.
(s.303)
Münif Sabri ise Ahmet Ziya’nın eski arkadaşıdır. Münif Sabri’nin romanda
en olumlu kişi olduğunu söyleyebiliriz. Roman Mütareke yıllarını anlatmasına
rağmen millî mücadelenin temsil eden kişilerden biraz uzaktır. Romanın
kahramanları arasında millî direnişi temsil eden tek kişi, Münif Sabri’dir. Romanda
yer alan kahramanların ekseriyesi –Münif Sabri dışında - kendi dert ve çıkarlarına
423
göre hareket ederler. Münif Sabri ise kendi vatanını düşünen bir insandır. Milletin
davasını kendi çıkarına tercih eden bir kişidir. Nihayette bulabildiği eski sevgilisini
ve İstanbul’da kavuştuğu vezifeyi bir yana bırakıp vatanın davasına kendi ruhunu
verir.
Müni Sabri, Ahmet Ziya’nın ilkokuldan beri sınıf arkadaşıdır. (s.188) Münif
Sabri, zekâlı ve yaşına göre “mütekâmil” bir genç olarak karşımıza çıkar. Dersleriyle
iktifa etmeyen bir öğrencidir. Bu yüzden öğretmenlerinin dikkatını çeker. (s.175–
176) Münif Sabri şiir meraklısıdır. Hem şiir okuyan, hem şiiri yazan bir gençtir.
Münif Sabri, şiir yazmasıyla Neveser’in dikkatını çekebilir. (s.188) Zaten Münif
Sabri, Neveser’i çok sever. Ama Neveser’den karşılık bulmaz. Bu sıralarda Münif
Sabri’nin bir şair mizacı olduğunu öğreniriz: “İlk gençlikte olur ya, karşılık
görmeyince Münif’in aşkı, sarsıcı bir tutkuya dönüştü. Neveser’siz edemiyor.
Haftada iki üç kere, onu mutlaka görmeli; görmezse, lâfını etmeli; lâfını edemezse,
hayalini kurmalı! Şiirler bile yazmadı mı? Tek meziyetleri içtenlikleri olan, kafiyeleri
yanlış, vezinleri düşük aşk şiirleri! Daha da ileriye gidiyor, aralarındaki kitap
değiştokuşundan yararlanıp, şiirlerinden bazılarını Neveser’e ulaştırıyor.” (s.190)
Bunun yanında da Münif Sabri sakin bir insandır. Az konuşur: “Münif, ‘sükûtî’ bir
erkek, çocukluğundan çok farklı, zorunlu olmadıkça ağzını açmıyor. Vahşi
sarışınlığı, sessiz ve vakûr ciddiliğiyle birleşti mi, büsbütün Osman Nevres’i
hatırlatmaktadır.” (s.303)
Münif Sabri kültürlü bir adamdır. Küçük yaştan beri kitapsız dolaşmaz.
(s.189) I. Dünya Savaşı esnasnda Seddülbahir muharebelerinde bacağı yaralanır.
Savaş sonrası ise Birlik’te yazılar yazar. (s.83) Bu sıralarda memlekete dönen Ahmet
Ziya’nın sayesinde Münif Sabri, Neveser’i yine görmeye başlar.
Münif Sabri milliyetçi bir insandır. Vatanperverdir. (s.303) Münif Sabri,
Mütareke yıllarında savaşın bitmediğini söyler. Bu yüzden millî mücadeleden çok
söz eder. Münif Sabri bu amaçla Anadolu’daki millî mücadeleye İstanbul’dan
istihbarat sağlar. Münif’in bu gayretleri işgal kuvvetleri tarafından anlaşılır ve çok
geçmeden vurulup şehit düşer. (s.383)
424
Halıcızade Köse İsmail Bey, Abdi Bey’in babasıdır. Halıcızade İsmail Bey,
Selanik’te yaşayan zengin bir iş adamı olarak karşımıza çıkar. Aşağı Şehir’de halı
imalathanesini ve Kapalıçarşı’da mağazası vardır. (s.151) Halıcızade İsmail Bey,
dine önem veren bir insandır. Oğlu Abdi Bey’in haram ilişkisini öğrenir öğrenmez bu
ilişkiyi kestirmek için elinden geleni yapmaya çalışır: “Halıcızade ‘Köse’ İsmail bey,
‘müdet-i ömründe harama uçkur çözmemiş, mazbut, dini bütün bir adamdı’,
yüreğinin törpüsü, oğlunun bücürlüğüdür sanırken, ortaya ‘sefihliğinin’ atılması,
aklını başından aldı.” (s.151) Nihayette oğlu Abdi Bey’i tahsilini görmek için
Fransa’ya gönderir. Bunun yanında da Abdi Bey Fransa’dan döndükten sonra babası
tarafından Neveser ile evlendirir.
Neveser ve Ahmet Ziya’nın babaları olan Ziya Bey, Almanya’yı çok seven
bir insandır. Bu yüzden ‘Alaman’ lakabını alır: “Mahalle komşularına bakılırsa, evin
içi, zaten ‘Almanya’: elmalı Alman çörekleri, Bavyera şarapları, cilt cilt kitaplar vs.
Bunlara Ziya Bey’in, elinde olmaksızın ‘muhaverelerine’ kattığı, Almanya anıları
eklenirse; Selanik’lilerin ona, ‘Alaman’ Ziya bey adını takması, yadırganır mı?”
(s.182) Ziya Bey, kızı Neveser için Alman bir mürebiyyeyi getirir. Münich’ten bu
Alman mürebiyye, Neveser ve Ahmet Ziya’nın hem sağlıkları hem tahsil ve
terbiyelerine önem verir. (s.182)
“Esmer suratı” (s.176) olan Alaman Ziya Bey, “Rumeli Demiryolları
Kumpanyası’nda enspektör” olarak çalışır. (s.182) Ziya Bey, ışında çalışkan bir
adamdır. Bir süre Almanya’da çalışır. Sonra memlekete döner. Selanik’e dönünce
kumpanya onu muhasebe müdüriyetinde muavinliğe atar. Ziya Bey’in dürüs,
temeyyüz ve çalışkanlığı yüzünden enspektörlüğüe kadar yükselir. (s.181)
“Selanik’in ‘maruf’ simâlarından” olan Ziya Bey, kültürlü bir kişidir. (s.182)
Batılı bir tıp olarak karşımıza çıkan Gülistan Satvet, ilk olarak Fransa’da
ortaya çıkar. Abdi Bey Paris’teyken Matmazel Julie adını taşıyan biriyle tanışır:
“Çevresine, meyvalı süt kokuları saçıyordu. Şöyle bakarsan öyle kuvvetli bir ‘cazibe-
i cinsiyye’ ile yüklü ki, etkisine direnilemez. Parmakları teninize değmiyor, okşuyor;
gözleri, gözlerinize bakmıyor, ‘cennetleri’ vaadediyor.” (s.134) Bu sıralarda
Matmazel Julie, Abdi Bey’e gerçek adının Gülistan Satvet olduğunu söyler. “İsmim
425
Gülistan, Gülistan Satvet, Osmanlı Sefaret Müsteşarı Refii Satvet Bey’in kızıyım.”
(s.135) Gülistan Satvet, çocukluğundan beri Paris’ta yaşar. Orada da tahsilini
bitirmişti. (s.135) Bu yüzden Gülistan Satvet Fransızlara Türklerden daha yakındır.
Gülistan Satvet, İstanbul’a döndükten sonra hep Batılı kişilerle görünür.
Gülistan, genel olarak her zaman Roza Mizrahi yalısında bulunur. Orada Batı
ülkelerinde gelen kişilerle yakınlık bulur. Gülistan Satvet sadece kültür bakımından
Batılı bir insan değil, ama aynı zamanda da dış görünüşten Batılı biri sayılır:
“Yüksek topuklarının üstünde, kaykıla kaykıla yürüyor, yürek biçimi boyanmış ağzı,
kulak hizasında kesilmiş abanoz siyahı saçları, sarkaçlı pırlanta küpeleriyle bir içim
su.” (s.40) Anlatıcı, romanda bu anlamı vurgulamaya çalışır: “Gülistan hoppa bir
kadın, hayatı aldatmacalar üzerine kurulmuş, işgal şehre çöreklendikçe o
Osmanlılıktan uzaklaşıyor: giyimi kuşamı, çoğu ecnebiden daha ecnebidir, sürü
püsüyle başa çıkılmaz!” (s.280)
Babası Paris’te Osmanlı Sefaret Müsteşarı olan Gülistan Satvet, “siyasete
düşkün”dür. (s.160) Bu yüzden Abdi Bey ile hep siyasette konuşur. Onu siyasette
çok sayıda sorular sorur. (s.135, 161)
Vatan Dediler romanında doksan altı kahraman bulunur. Romanın
kahramanlarının doksan beşi yaratma kişilerdir. Böylece elimizdeki roman, yaratma
kişiliğe dayanmaktadır. Karşımıza çıkan gerçek kişi, romanın başkahramanlarından
biri değildir. Üstelik Yunanlıdır. Böylece yazar, yaratma kişilerin gerçek şahısları
yansıttıklarını gösterir. Bunun yanında kişilerin adları, şahısların bir başka hususu
olarak önümüze çıkar. Romanda şahısların büyük bir kısmı, Tacım’lılar, Beyşehirli,
Adanalı, Erzurumlu Abdullah ve Akşehirli Saraç Musa gibi şehirlerine göre
adlandırılır. Burada yazar, bu kişilerin ne kadar toprak ve mekânla sık ilişkide
bulunduklarına işaret eder.
Talip Apaydın, Vatan Dediler romanında kahramanlık rolünü oynayan
kişilerin nitelik, sıfat ve tasvirlerine önemle yer verir. Ustalıkla ve kamera yöntemi
bakımından yapılan bu gibi tasvirler, hem kahramanların psikolojik ve ruhî
durumları, hem de savaşın zor koşullarını gösterir.
426
Vatan Dediler romanında başkahram olarak Molla Mahmut karşımıza çıkar.
Molla Mahmut, romanda Anadolu’nın yiğit insanını temsil eder. Sıradan bir insan
olmasına rağmen kendi vatanını için yaptığı olağanüstüdür. Anne-oğul demeden
vatanına hizmet için koşar. Vatan Dediler romanında yiğit tip dendiği mi, Molla
Mahmut karşımıza çıkar. O aslında çok basit bir insandır, ama aynı zamanda
gerektiğinde kahramanlık, yiğitlik ve ataklığını gösterir. Romanın kişilerine
baktığımızda da bütün bu olumlu sıfatların, beş Tacımlılara uygun olduğunu buluruz.
Molla Mahmut, Tacım köyünden kaçan Kuvveyi Milliye çetesinden beş
atlıların başıdır. Beş atlılar, hazin ve üzüntü içinde köylerini terk ederler: “Tacım
köyü çetesinde artakalan beş atlı, gecenin karanlığında sessizce yol alıyorlardı. En
önde Molla Mahmut vardı.”… “Molla Mahmud’un başındaki kalpak onu karanlıkta
daha iri gösteriyordu. Bir eliyle mavzerin dipçiğini bastırıyor, öbür eliyle dizginleri
tutuyordu. Ata habire topuk vuruyordu. Düşmana yakalanmadan köyün sınırını bir
çıkıverselerdi, hep onu düşünüyordu.
- Dâh oğlum! diye soludu.” (s.5)
Anlatıcı, burada Molla Mahmud’un psikolojik durumuyla ilgili bilgi vermeye
çalışır. Molla Mahmut, vatanının hizmetine gider, ama aynı zamanda ailesine
üzgündür: “Mahmud’un yüzü bozuktu. Karısı ile oğlunu düşünüyordu. «Onlar da
böyle gittiler öyle ya? dedi içinden. Şimdi kimbilir nerelerde? Uygun bir yer bulup
yerleşebildiler mi? Yoksa aç açık ortalarda mı kaldılar? Murad’a iyi baksalar bari.
Hasta olmasa çocuk. Beni özlüyordur. Boba boba diye arıyordur. Hey Allah… Nasıl
perişan olduk böyle?»” (s.13) Bu yüzden ailesini nereye gittiğini bilmeyen Molla
Mahmut, düzenli orduya katıldıktan sonra ilk fırsatta ailesini bulana kadar arar.
(s.118)
Molla Mahmud, Tacımlı çetesinin başıdır. Onların kumandanlığı Molla
Mahmud’un üstüne atılır. Üstelik Molla Mahmut, onların tarafından güvenilen bir
kişidir: “İyi ki Mamıt var önümüzde. O nereye giderse oraya gideceğiz. O en iyisini
bilir.” (s.7) Onlar beraber köyden kaçarlar. Ama anlatıcı onların kaçış sebebinin
korkaklıktan kaynaklanmadığını ifade eder, ama karşı tarafta onlar düşmanca
427
istenilen kişilerdir: “Biz Kuvayi milliyeciyiz. Bizi aradılar. Evleri didik didik ettiler.”
(s.15)
Molla Mahmut, düzenli orduya katılınca asker olarak tecrübeli olarak
karşımıza çıkar. Üstelik okuyup yazabilen biridir. (s.48) Molla Mahmut, eğitim
sırasında eski ve deneyimli bir asker olarak Teğmen Galip’in hoşuna gider:
“Komutanım, dedi. Biz köyde bir çete kurmuştuk. Kuvayı milliye çetesi. Binbaşı
Kâmil beyle birlikte Alaşehir basınına katıldık.” (s.55) Molla Mahmut savaşlarda da
yiğit ve cesur bir savaşçı olarak ortaya çıkar: “Molla Mahmut yüzünün terini sildi.
Bedeni yay gibi gerilmişti.. İçinde en ufak korku yoktu. Şu anda tek düşüncesi tepeye
çıkmak, düşman makineli tüfeğini arkadan kuşatmaktı.” (s.159) Molla Mahmut,
kendinin üstüne atılan bütün görevleri iyice tamamlar. Üstelik savaşma sırasında iyi
sınavlar verir. Bu yüzden kendine çavuşluk rütbesi verilir. (s.333) Molla Mahmut,
savaşta deneyimliği ve ataklığı yüzünden komutanların dikkatını çeker. Komutanlar,
Molla Mahmut’u üstün bir çavuş olarak askerlere örnek verirler. (s.341) Nihayette
Molla Mahmut, tam bir yiğit olarak arkadaşlarıyla birlikte savaşı kazanıp ordudan
terhis edilir. Köyüne zafer neşesiyle döner. (s.368)
Haceli, Tacımlı çetesinden biridir. Her zaman Molla Mahmud’un yanında
bulunur. Molla Mahmud ve Haceli, romanın sonuna kadar birbirlerinden ayrılmazlar.
Nöbetlerde bile Molla Mahmud’dan ayrılmaz. (s.301) Aslında Molla Mahmud’a çok
güvenir. (s.7) Haceli, düşmana karşısında tam cesur ve atak bir kahraman olarak
karşımıza çıkar. (s.213) O, Molla Mahmut ile birlikte diğer askerler gibi en zor
koşulları altında savaşır. (s.285) Molla Mahmud’a çavuşluk rütbesi verilir. Bu
sıralarda arkadaşı için çok sevinen Haceli, tertemiz bir insan olarak karşımıza çıkar.
(s.333) Savaş kazıldıktan sonra Haceli, ordudan terhis edilererk Molla Mahmut ile
birlikte köyüne döner. (s.368)
Çopur Hamdi de Tacımlı beş atlılardan biridir. Aynı duygularla düzenli
orduya katılan Çopur Hamdi, arkadaşlarından farklı değildir. Düşmana yiğit olarak
savaşan Hamdi, Kâzım’ın cenazesinde kendini tutamayarak ağlar. Kâzım, onun en
yakın arkadaşıdır. Hamdi, Kâzım’ın ölümünün üzerine çok acı çeker: “Senin yerine
428
keşke ben ölseydim a Kâzım.” (s.183) Hamdi birkaç gün sonra kendini toparlayabilir
ve bütün dertlerini düşmana yükleyerek amansızca yaralayana kadar savaşır. (s.212)
Aşır, Tacımlı çetesinden biridir. Bütün Tacımlılar aynı koşullar altından
köylerini terk edip orduya katılırlar. Aşır’ın arkadaşları gibi tek gayesi, vatan
hizmetidir. Kuvayı Milliye çetesinin bir üyesi olan Aşır, diğer arkadaşlarıyla birlikte
daha önce savaşa katılamaz. O yüzden onların arasında kendisi suçlu olarak hisseder.
Aşır, bir yiğit ve cesur biri olduğu için bu duyguyu dayanamayarak hıçkırmaya
başlar. Ama Molla Mahmut başta olmak üzere Tacımlılar, Aşır’ın korkak olmadığını
söylerler. (s.7)
Aşır, Tacımlılarla süvari alayına katılır. Zor koşulların altında arkadaşlarıyla
birlikte savaşmaya katılan Aşır, bir yiğit olarak karşımıza çıkar. (s.182–183) Aşır, bir
savaşmada da ayağından yaralanır. Ama yararlı olmasına rağmen bir atak ve cesur
olarak sadece savaşa önem verir: “Bacağımdan yaralıyım Mamıt kardeş. Emme
önemli değil. Kazandık ya sen ona bak.” (s.197) Aşır’ın, yaralanarak hastanede
yattığını öğreniriz. (s.213)
Tacımlı çetesinden biri olan Kâzım diğer arkadaşlarıyla birlikte süvari
alayına katılır. (s.47) Savaş hattına giden Kâzım, kendini şu şekilde savaşmaya
hazırlar: “Kâzım saçını dibinden kestirmişti. Cascavlak başını kaşıyıp duruyordu.
Yeni başına daha alışamamıştı. Kalın kaşlarıyla bıyıkları kapkara görünüyordu.”
(s.147) Kâzım, İnönü Savaşı’nda bir yiğit olarak şehit düşer. Böylece Kâzım, Vatan
Dediler romanında zaferin külfetini verenlerinden biridir. (s.179–180)
Vatan Dediler romanında başarılı bir subay modeli veren Teğmen Galip,
“genç ama bilgili” (s.71) “Yirmi yaşında, uzun boylu fidan gibi bir delikanlı” (s.307)
olarak karşımıza çıkar: “Üçüncü bölüğün komutanı yedek teğmen çocuk yüzlü bir
gençti. Asıl mesleği öğretmenlikti, fakat hiç öğretmenlik yapmamıştı. Okuldan
mezun olunca birkaç arkadaşı ile birlikte doğruca askere alınmıştı. Kendisinden yaşlı
erlerle akşamlara kadar uğraşıp duruyordu. Hem onlara bir şeyler öğretiyor, hem
onlardan bir şeyler öğreniyordu. Üç ay içinde zayıflamış, yüzü de kapkara olmuştu.”
429
(s.56) Geçen örnekte gördüğümüz gibi Teğmen Galip bilgili olmasına rağmen,
deneyimleri olan askerlerden faydalanmaya çalışır.
Teğmen Galip, çok çalışkandır. Orduya ait olan eğitim alanında yoğun bir
şekilde çalışan Teğmen Galip, bütün askerlerin saygısına sahiptir. Üstelik
konuşmalarında hep etkilidir: “Bütün erler nefesi kesmiş dinliyorlardı. Genç teğmen
inançlı, etkili konuşuyordu.” (s.68) Bu yüzden Mahmut, kendini şanslı sayar: “Çok
beğenmişti. Gençti ama yaman bir adamdı. Bir tuhaf olmuştu. «Şansımız varmış,
diye düşündü. İyi bölük komutanına düştük.»” (s.69)
Teğmen Galip, kendini askerlere şu şekilde tanıtır. Bu sıralarda Teğmen
Galip’in ne kadar vatanına önem verdiğini öğreniriz: “Eskişehirliyim. Öğretmenim
ben, ama hiç öğretmenlik yapmadım. Okuldan çıkınca doğruca asker oldum. Vatanı
kurtarmadan ne öğretmenlik yapılır, ne başka bir iş yapılır. Her şey ondan sonra
gelir. Babam anam nişanlıyacaklardı, kabul etmedim. «Düşmanı toprağımızdan
koğalım, ondan sonra» dedim.” (s.70) Teğmen Galip, zaman gittikçe askerler
tarafından daha da sevilir. Teğmen Galip de askerleri öz kardeşleri gibi sever. (s.78,
232–234) Nihayette Teğmen Galip cephede yiğitce savaşırken, şehit düşer. (s.305–
307)
Vatan Dediler romanında çok önemli ve roman boyunca süren tip, Türkler
arasındaki beraberliği gösteren kişilerdir. Bu gibi kişiler, umumiyetle savaşla
ilgilenmezler. Onlar genelde meslek sahipleridir. Ama aynı zamanda milletin
davasından ayrı değillerdir. Üstelik savaşa katılanlara hep deteklerler. Romanda
zahireci Yakup Efendi, bu tipi temsil eder. Afyon’da Yakup Efendi’nın bir zahireci
dükkânı vardır. Orduya yardım eder. Üstelik orduya katılmaya gelen gönüllüleri
yönlendirir. (s.28–29) Yakup Efendi güvenilir bir kişi olarak karşımıza çıkar.
Teğmen Galip, gece Akşehir’den arpa çuvallarıyla geldiğinde alayın hareket ettiğini
görür. Bu sıralarda Teğmen Galip, ordunun arpa çuvallarını bırakmak için Yakup
Efendi’den başka bir kişiyi bulmaz. Tek güvendiği kişi odur. (s.128)
Ayşa Kadın, Molla Mahmud’un annesidir. Romanda ana-oğul özlem ve
sevgisini temsil eden karakterler, Molla Mahmut ile annesi Ayşe Kadın’dır. Ayşe
430
Kadın, Vatan Dediler romanında Kurtuluş Savaş döneminde kadınların katlandıkları
sıkıntı ve acıyı gösteren kadın kahramandır. “Yaşlı yüzü kırış kırıştı. Başörtüsünün
altından ak saçları görünüyordu.” (s.269) diye tanıtılan Ayşe Kadın Tacım köyünde
ailesiz tek başına kalır. Oğlu Molla Mahmut, orduya katılmaya gider. Mahmud’un
eşi ve oğlu ise, düşmandan kaçarak Akşehir’e giderler. Ayşe Kadın ise, kendi
yetiştiği köyünden ayrılmak istemez. (s.82–84) Ayşe Kadın, oğlu Molla Mahmud’u
çok seven bir kadındır. Her zaman onu özler. Onun yine dönmesini dört gözle bekler.
Hayatta tek ümidi, budur. (s.138)
Vatan Dediler romanında Türkler arasında olumsuz kişilerin sayısı çok azdır.
Onlar sadece iki kişidir. Hacı Nuri, bu iki olumsuz kişilerin ilki olarak karşımıza
çıkar. Kökez’li Hacı Nuri, düşman subaylarını israrla evine yemeğe çağırır. (s.90–91)
Haci Nuri zengin bir adam, ama cahildir: “Zengin ama görgüsüz. Körkütük cahil.
Vurup kırıp zengin olmuş.” (s.104) Hacı Nuri, bu yaptığıyla Yunanlı subayların
gözünde bile alçak bir adamdır: “Ben dedim size komutanım, en aşağılık adam
bunlar. Kim güçlüyse ondan yana olurlar. Kendi çıkarları için yapamıyacakları şey
yoktur.” (s.104–105)
Vatan Dediler romanında karşımıza çıkan ikinci olumsuz kişi, İbrahim
Bey’dir. İbrahim Bey Tacımlı çetesini kurdurmasına rağmen savaşa katılmaz.
İbrahim Bey’in bu davranışyla hep Molla Mahmud’un kafasında bir soruyu
uyandırır. Ama savaş boyunca Molla Mahmut, bu sorunun yanıtını bulamaz. Molla
Mahmut ile Haceli, İzmir’e düşmanın peşinde ulaşırlar. İki Tacımlı asker, İzmir’in
bir sokaklarından geçerlerken, İbrahim Bey’e rastlanırlar. Bu sıralarda İbrahim
Bey’in asıl ve gerçek gayesi ortaya çıkar. İbrahim Bey, bir dükkânın tabelasını kendi
adıyla değiştirir. Öyleyse İbrahim Bey, vatan için değil, para için onları kullanır:
“Mahmut’un yüzü iyice kararmıştı. Burnundan soluyordu. Dışarı çıkınca ardına
bakmadan yürüdü. İçinde bir yer kırılmıştı. Kızıyordu bir şeylere. Ama kime
kızdığını iyi kesiremiyordu.” (s.366)
431
5- Cumhuriyet Dönemi
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında kırk yedi kişi bulunmaktadur. Romanın
kahramanları yaratma kişilerdir.
Romanın başkahramanı olarak karşımıza çıkan Alparslan, on dokuz yaşında
bir gençtir. (s.66) Alparslan, yiğit ve cesur bir genç olarak karşımıza çıkar.
Hastanedeki hastalara eziyet eden Rus Yüzbaşı’yı gören Alparslan, durumu
dayanamayarak onu öldürür. (s.11) Türk hastaları yıkmak için gaz dolu üç kamyon
Ruslar tarafından gönderilir. Bunu öğrenen Alparslan, kamyonlardan birisini yakıp
kaçar. (s.13) Bütün bunları yapan Alparslan, kendisinden razı değildir. Çünkü bütün
hastaları kurtaramaz. (s.28–29)
Alparslan, halasına ziyaret etmek için gittiğinde halasının Ruslar tarafında
öldürüldüğünü görür. Bu sıralarda rastladığı Rus askeri öldüren Alparslan, Ruslardan
nefret eden ve eziyet çeken bir kişi olarak gösterilir: “Alçaklar ne ettiniz bana,
babamı sürgün ettiniz. Anamı astınız. Dayımı direğe bağlayarak öldürdünüz.
Halamın ırzına geçerek öldürdünüz. Ya şimdiye kadar öldürülen din kardeşlerim. Ya
yakılmaya götürülen hastalar, ahhh cinnet getireceğim. Ey büyük Allahım, beni
yaşat, bu vahşetlerin hesabını sorayım… Ey gahhar olan Mevlâ, beni yaşat. Kırım
Türk’ünü yaşat, İslâmı yaşat, moskofu kahret… Dinsizleri kahret…” (s.24–25)
Annesi öldürüldükten sonra Alparslan, amcası Süleyman Bey’in evinde
oturur. Bu sıralarda Alparslan’ın, konuşturduğu bir Rus askeri tarafından hastanede
hala elli kişi bulunduğunu öğrenir. Yiğitliği ve cesaretini sürdüren Alparslan,
hastaneye Rus askeri kıyafetiyle hasta Türkleri kurtarmaya gider. (s.38) hastaları
kurtaran Alparslan, milletini seven bir insan olarak Türk mukavemet teşkilâtı ile
faaliyetlerini sürdürür. (s.41) Amcasının kızıyla nişanlı olan genç Alparslan, milletini
ve vatanını kurtarmaktan başka bir şey düşünmez.
Alman birlikleri Akmescit’e doğru ilerleyince Rus askerleri Kırım’dan
uzaklaşmaya başlar. Bu sıralarda Alman kuvvetleri Alparslan’a çok benzeyen bir Rus
casusunu yakalarlar. Alman komutanı, Ruslara yanlış bilgiler vermek üzere bu
432
casusun yerine Alparslan’ı gönderir. Alparslan cesaretle Rusya’ya doğru gider.
Üstüne atılan görevi başarıyla tamamladıktan sonra yine Kırım’ döner. (s.87) Çok
geçmeden Rus çeteleri Kırım’da katliamı yapmaya başlar. Bu çetelerin karşısında
duran Almanlar değil, ama Türk mukavemet teşkilâtıdır. Bu teşkilâtın gönüllü
taburlarında yer alan Alparslan, yiğitce vatanını kurtarmaya çalışır. (s.90–93)
Kırım’a dönen Ruslar, Türkleri Kırım’dan tehcir ederler. Alparslan ise,
Sibirya’daki sürgünde kendi babasını bulur. (s.115)
Süleyman Bey is, Alparslan’ın amcasıdır. İyi bir insan olarak karşımıza çıkan
Süleyman Bey, annesi öldürülen Alparslan’ı kendi evine götürür. Süleyman Bey
Türk geleneklerine bağlı bir insandır. (s.29) Süleyman Bey, vakur bir insandır. Onun
gayesi, vatandır: “Vatan için herşeye hazırız. Bu uğurda canımızı bile veririz.” (s.35)
NKVD’a tabi olan kızıl partizan çetelerinden biri, Süleyman Beyinin evini
yakar. Süleyman Bey ile eşi yanarak ölürler. (s.56)
İlyas Bey ise Süleyman ve Alparslan’ın komşusudur. (s.52) Süleyman Beyin
öldürülmesinden sonra Sultan ve Alparslan’ı kendi evine götürür. İlyas Bey, dindar
bir insan olarak karşımıza çıkar. Üstelik alçak gönüllü ve iyi bir insandır. Sultan’a
iyice bakan İlyas, Alparslan’la çok ilgilenir. (s.59)
İlyas Bey, namazı kılmak için camiye gelir. Güzel sesi olan İlyas Bey, ezan
okumak için cami imamından izin alır. Gür ve güzel sesiyle ezan okumaya başlar
başlamaz bir Rus ajanı tarafından kurşunla öldürülür. (s.97–98)
Rus Yüzbaşı, Rus polis istihbaratı olan NKVD mensuplarından biridir.
Canavar ve vahşidir. Merhamet bilmeyen ve kana susanmış olan Rus Yüzbaşı, şu
şekilde tanıtılır: “İri yarı, domuz suratlı Rus Yüzbaşı, hastane koğuşuna girdi. Kin ve
intikamla parlayan kızıl gözleri kayışa dönen kirli yataklara takıldı. Sonra küflenmiş
ekmeği, bulanık suyu görünce içi burkuldu. Bakışlarını hastalar üstüne çevirdi.
Korkunç bakışlardan çekinen hastalar gürültüyü kestiler. Hatta iniltiyi bile…” (s.4)
433
Rus Yüzbaşı, merhametsiz ve amansızca hastalara davranır. Hastaları daha da
korkutmaya çalışan yüzbaşı, kendisini hastalara şu şekilde tanıtır: “Bana «Kızıl
Canavar» derler. Bilmiyorsanız öğrenin. Ben bu ünvanı Türklerin kanını emmekle
aldım.” (s.7), “Ben ise hayatta Allah’a inanmam. Allah yoktur.” (s.8)
Anlatıcı ise, yüzbaşıyı şu şekilde takdim eder: “Yüzbaşının sözü üzerine
gözler faltaşı gibi açıldı. Pencerede saklı bulunan genç sarsılır gibi oldu. «Kızıl
Canavar» ismi ona yabancı gelmemişti. «Bu bir NKVD ajanı. Nice Türk köylerini
yakıp yıktı. Nine ocakları söndürdü. Bu yüzlerce can kıyan, kan emen kızıl vampir.
Tamam bu domuza «Kızıl Canavar» lâkabını Türkler vermişti. Evleri basarak genç,
ihtiyar, kadın, kız tefriki yapmadan kurşuna dizen, nice yuva bozan kızıl baykuş… ”
(s.7) Nihayette Yüzbaşı, Alparslan tarafından öldürülür. (s.11)
Alman Binbaşı Müller, İkinci Dünya Savaşında Kırım’a giren Almanları
temsil eder. Rus çeteleri tarafından öldürülen Süleyman Bey’in cesedini gören
Binbaşı Müller üzülür. Anlatıcı, bu sahnede Binbaşı Müller için şu nitelikleri
kullanır: “Binbaşı Müller cesetleri görünce içi burkuldu. Yahudileri ve komünistleri
kızgın fırınlarda yakan, bu kara vicdan, bu vahşi tablo karşısında acımıştı…” (s.57)
Almanları temsil eden Müller, Rusların Kırım Türklere yaptıklarını yapamaz.
Binbaşı Müller insanî durumlarda iyi bir asker komutanı olarak karşımıza
çıkar. Anne ve babasının ölmesine dilini tutulmuş olan Sultan’a bir Alman dokturu
tavsiye eder. Üstelik kendi çıkarına olsa bile Alparslan’a iyi davranır. (s.61)
“Güler yüzlü” Binbaşı Müller zekidir. Alparslan’a çok benzeyen yakalanan
Rus cesusunun yerine Moskova’ya Alparslan’ı göndermeyi düşünür. Bunun için
Alparslan’a gereken eğitim ve talimat kısa bir sürede verir. (s.66)
Romanda karşımıza çıkan kadın kahramanların başında gelen Süleyman
Beyin kızı Sultan, Alparslan’ın nişanlısı olarak karşımıza çıkar. (s.29) Alparslan’ı
çok seven Sultan, cesarette Alparslan’dan farklı değildir. Sultan, kendine saldıran
Rus askeri cesaretle öldürür. (s.46)
434
Sultan ailesi çok seven bir kızdır. Ailesi yangında öldüğünde Sultan dili
tutulur. (s.57) Sultan, Alparslan ile evlenip Hasan diye bir çocuğu doğar. (s.94)
Ruslar tarafından tehcir edilenlerin arasında yer alan Sultan, kendi namusu için ölür.
Ama ölmeden önce birkaç Rus askeri öldürdüğünü öğreniriz. (s.111)
Romanda kişileştirimiş diğer kadın kahramanlar ise, genellikle Alparslan’ın
akraba çevresindedir. Onların rollerini kısa olsa bile Kırım Türklere yapılan katliamı
gösterir. Alparslan’ın halası olan Zeynep, Ruslar tarafından öldürülür. (s.22)
Süleyman Beyin karısı Hacer Hanım, Alparslan’a kendi öz oğlu gibi bakar. (s.26)
Ama o da Rus çeteleri tarafından yangında şehit edilir. (s.56)
B) Tarihî Şahsiyetler
1- Selçuklular Devri
Sultan Alp Arslan124, Melazgirt’in Üç Atlısı romanında sadece Malazgirt
meydan savaşında karşımıza çıkar. Yahya Kemâl, “Alp Arslan’ın Rûhuna Gazel”
adlı şiirinde Sultan Alp Arslan’ı över ve onun muzaffer başbuğu Alp Arslan’ı “cedd-i
ekberimiz” olarak yüceltir.125 Alp Arslan’ın bu niteliğinin, Malazgirt’in Üç Atlısı
romanında etkisini buluruz: “Alp Arslan! Sultan babamız ne babayiğit bir
komutandı! Gözlerinden, sanki şimşikler fışkırıyordu. Başında, güneş ışığında
parıldayan bir tolga bulunuyordu. Adaleleri gerilmişti. Her birimizi teker teker
süzüyordu. Bizleri süzerken, gözlerindeki sertlik kayboluyor o zaman bu gözlerde,
bir babanın evlâdına bakarken duyduğu sevgi ve şefkat okunuyordu.” (s.206)
124 Sultan Alp Arslan: Büyük Selçuklu hükümdarı (1029?-Merv 1072). Çağrı Beyin oğlu. Her aşamda,babası tarafından özel bir surette yetiştirildi. Amcası Tuğrul Bey’in bazı sefelerine katıldı; bunlardaaskerî dehasını gösterdi. Amcası Tuğrul Bey’in ölümü üzerine de büyük Selçuklu sultanı oldu (1063).İlk seferi Kafkasya üzerinedir. Gürcistan ve Doğu Anadolu seferine çıktı. Bu sırada Ermenilerin enbüyük şehirlerinden olan Ani ve Kars’ı fethetti (1064). Alparslan, 26 Ağustos 1071 Cuma günüBizans ordusuyla Malazgirt civarında az bir kuvvetle karşılaşıp muzaffer çıkar. Bu başarı İslâmdünyasında büyük yankılar uyandırdı. Adı İslâm fetihleri arasında yer aldı. Ertesi yıl, Batı Karahanlıhükümdarı Nasr üzerine sefer açtı. Yolda fethettiği bir kalenin kumandanı olan Yusuf tarafındanöldürüldü. “Alparslan” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.1125 Mustafa Özbalcı, Yahyâ Kemâl’in Şiirlerinde Târihî Muhatevâ, Türk Yurdu, c. 10, 24. Sayı (372),Mart 1989, s.18
435
Sultan Alp Arslan, Malazgirt meydanına gelip savaşçıların önünde ünlü
duasını şu şekilde söyler: “Ya Rabbi, Seni kendime vekil yapıyor, azametin
karşısında, yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey şanı Yüce
Allah’ım; niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde yalan varsa beni kahret!”
(s.207) Sultan Alp Arslan’ın bu duası, askerleri heyecanlandırır.
Sultan Alp Arslan, askerleri tarafından çok, ama çok sevilen bir sultandır.
Bütün askerler, Alp Arslan’a “Ey Sultan, ne yaparsan, senin arkandayız. Asla,
emrinden ayrılmayacağız.” (s.207) derler. Elbette böyle ordunun sultanı için, zafer
gerçek olmalıdır.
Sultan Alp Arslan, halis niyetli bir sultandır. Bütün yaptıkları Allah ve İslâm
içindir. Savaş bittikten sonra Sultan Alp Arslan, her savaştan sonra yaptığı gibi
kaftanının üzerindeki tozları süpürerek bir kutuda koyar. Hem de bunu kimseye
bırakmayarak kendisi yapar. Ve şu vasiyeti yapar: “Ben öldüğümde, beni yıkadıktan
sonra cenazeme koku yerine bu tozu serpiniz ki, bununla Allahu Tealâ’nın huzuruna
varayım. Umulur ki, mücahitlerin mükâfatından ben de istifade ederim.” (s.217–218)
Sultan Alp Arslan kumandanlarından biri olan Emir Afşin126, ilk olarak eski
arkadaşı Numan Dede’in evinde karşımıza çıkar. Emir Afşin’in romanda başlıca
özelliği, uzmanlıktır. Emir Afşin, bir savaş uzmanıdır. Tek bir testten Aksungur’un
ne kadar cesur olduğunu anlar. Emir Afşin, Selçuklu Türk Devleti’ni kurmaya çaba
gösteren adamlardan biridir: “Başladığımız işi, bu gençler, Aksungur gibileri
yürütecek. Anadolu fetihlerine biz başladık; onlar devam edecekler. Büyük Selçuklu-
Türk Devleti’nin haşmetini sürdürecek olanlar onlardır. Bu genç bana gençliğimi
hatırlattı. Neydi o günler? Çağrı Beyle yıllarca evvel Rum diyarına dalışımız bir
masal gibi geldi aklıma.” (s.34) Emir Afşin yüzünden yiğitlik, cesurluk ve mertlik
126 Afşin: Selçıklu komutanı (XI.yy.). Gümüştigin ile birlikte Anadolu’da gaza ile görevlendirildi.Malatya yakınlarında Bizans ordusunu yendi (1064), Kayseri’yi ele geçirdi (1067). Kilikya’ya girdi.Alparslan’a karşı ayaklanan şehzade El-Basan’ın üzerine gönderildi. Bizans’a sığınan El-Basan’ıizlerken Amuriye’yi ve Denizli yakınlarındaki Honaz’ı aldı, Marmara kıyılarına kadar ilerledi.Malazgirt Savaşı’na (1071) katıldı. Melikşah’ın Suriye emiri Tutuş’un emrine girmek istemesine karşıçıktı, çevreyi yağmalayarak Diyarbakır’a gitti (1079). “Afşin” madde, Büyük Larousse Sözlük veAnsiklopedisi, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1986, c.1
436
akar. (s.29–30) Emir Afşin, Anadolu fetihleriyle meşgul olduğu için bir yerde
durmaz. (s.45)
Emir Afşin, savaş meydanında ise, bir başka özellikler karşımıza çıkar: “Emir
Afşin atını birliğimizin ortasına doğru şimşek gibi sürdü. Hey ihtiyar kurt! Hey koca
gazi! Görünüşünde, şimdi bambaşka bir heybet vardı. Tolgasının altındaki çatık
kaşlarının arasından, sanki göz değil iki alev fışkırmıştı. Bıyıkları dikleşmiş, yüzüne
korkunç bir heybet gelmişti. Birliğin tam ortasında dizginleri çekti.” (s.204)
Hasan Sabbah127’a tarihî roman sahasında ilk kez temas suretiyle dikkat
çeken Ahmet Midhat’tır.128
Hasan Sabbah, Malazgirt Üç Atlısı romanındaki kötü kahramanlar arasında
yer alır. Hasan Sabbah, Aksungur’un kızkardeşi Çiçek Banu’yu kaçırır. Onu serbest
bırakmak için Aksungur’dan Sultan Alp Arslan’ın öldürmesini ister. Aksungur,
Hasan Sabbah’ı şu şekilde tasvir eder: “Adam; otuz beş yaşlarında gözüküyordu.
Yüz hatları gayet keskindi. Çehresi, pek çirkin olmamakla beraber, bu çehrede
hoşlanmadığım bir hâl sezdim. Gözler; insanın ruhuna tesir edecek kadar keskin
bakıyordu.” (s.112)
Hasan Sabbah, romanda kurnaz bir insan olarak karşımıza çıkar. Mısır’a gelir.
Oradaki halifenin ihtiyalığından faydalanarak gizli faaliyetlerini sürdürmeye çalışır.
Hasan Sabbah, Sultan Alp Arslan’ı öldürmek ister. Bunu gerçekleştirmek için
sultanın yakın kumandanlarına bakmaya başlar. Onlardan Aksungur’u seçer. Çünkü
Aksungur, Sultan Alp Arslan’ın huzuruna serbestçe girip çıkar. Aksungur, bunu
kabul etmeyerek kızkardeşini kaçırır. Buna çok öfkelenen Hasan Sabbah,
Aksungur’u zindana attırır. Halifenin kızı Preses Süreyya, Aksungur’u zindandan
127 Hasan Sabbâh; İran’daki İsmâiliyye Devletinin kurucusu ve Bâtınîliğin bir kolu olan Haşşaşînfırkasının reisi. İsmi, Hasan bin Ali bin Muhammed bin Ca’fer bin Hüseyin bin el-Sabbâh el-Himyerî’dir. Hasan Sabbâh veya Hasan bin Sabbâh diye şöhret bulmuştur. Doğum târihi belli değildir.İran’ın Rey şehrinde doğdu. 1124 (H.518)te öldü. Hasan Sabbâh İran’da fedâyîn diye bir teşkilâtkurup, meşhur adamları öldürmeye başladı. 1081 (H. 473) de etrafına topladığı kimselerleSelçuklulara karşı isyân edip birkaç kaleyi işgâl ederek, İsmâiliyye Devletini kurdu. Kazvin’in kuzeybatısındaki Alamut Kalesini 1090 (H. 483)da eline geçirdi. “Hasan Sabbâh” madde, Yeni RehberAnsiklopedisi, İhlâs Holding, İstanbul, 1994, c. 8128 Zeki Taştan, Türk Edebiyatında Tarihî Romanlar (Türk Tarihi İle İlgili, 1871–1950), s.731
437
kurtardıktan sonra şu şekilde Hasan Sabbah’ın kurnazlığından bahseder: “Hepsini
öğrendim ve utançtan kahroldum. Emin olun ki; babamın, bundan hiçbir rolü yoktur.
Bu şeytanca oyunu tertipleyen o melun Hasan Sabbah’dır. O adamdan, ben hiçbir
zaman hoşlanmamıştım zaten. Hoşlanmayacağım da. Öyle sanıyorum ki; bizim
başımıza daha çok dertler açacaktır bu adam.” (s.171)
IV. Murad–2 romanında ise Molla Doğan ile İdris Efendi arasındaki
konuşmada, Hasan Sabbah hakkında şu şekilde bilgiler verilir: “Bir vakitler Hasan
Sabbah’ın kurduğu bu fitne ocağının günümüze kadar geleceğini söyleseler,
inanamazdım.
Hasan Sabbah, Sultan Alparslan’ın namlı veziri Nizamül Mülk’ün medrese
arkadaşımıymış…
Öyleyse, evet, lâkin nicelerinin canına kıymış, uyuşturucu tozlarla nice
gençleri mahvetmiş, dünya cenneti vâdiyle nicelerini kandırıp emellerine alet
eylemiş, görünen yüzü desem yanlış olmaz herhalde.” (s.93)
2- Eyyûbîler Devri
Eyyûbîler Dönemini ele alan, sadece tek roman olarak Selâhaddin Eyyûbî
bulunur. Selâhaddin Eyyûbî romanında kırk iki kişi bulunmaktadır. Romandaki
kahramanların yarısına yakın gerçek şahsiyetlerdir. Romandaki Selâhaddin Eyyûbî
başta olmak üzere önemli ve ön planda olan kahramanlar, gerçek kişilerdir.
Necmettin Eyyûb129, Selâhaddin’in babasıdır. Baalbek Valisi olarak
karşımıza çıkar. İslâm âlemiyle yakından ilgilenen Necmettin Eyyûb, oğlu
Selâhaddin’in kendisi gibi olmasını ister. Sultan Nûreddin Zengî, Selâhaddin’i
yanına almak için bir elçisiyi gönderir. İlk olarak Selâhaddin gitmek istemez. Ama
babası Necmettin Eyyûb’un ısrarıyla gider. Ama Selâhaddin, Sultan Nûreddin
129 Necmeddin Eyyub, tam adı Necmeddin Eyyub bin Şadi (ö.1173), Eyyubîlerin atası. SelahaddinEyyubî’nin babasıdır. Bir Kürt ailesinden geliyordu. Kardeşi Esededdin Şirkuh’la birlikte önceSelçukluların, daha sonra İmadeddin Zengi’nin hizmetine girdi. İmadeddin Zengi tarafından Baalbekmuhafızlığına atandı (1139). Daha sonra Şam valisi oldu. Bu görevi sırasında Şirkuh ile birlikteHaçlılara karşı Suriye’nin birliğini sağladı. Yaşamının son yıllarında oğluna danışmanlık yaptı.“Necmeddin Eyyub” madde, Ana Britannica Ansiklopedisi, Ana Yayınları, İstanbul, 1993, c.23
438
Zengî’nin yanına gitmeden önce Necmettin Eyyûb, oğlu Selâhaddin’e şu şekilde öğüt
verir. Öğütlerden Selâhaddin Eyyûbî gibi bir insanı yetşitiren adamın kim olduğunu
anlayabiliriz: “Serdar ol, yol açılırsa sultan ol; ve bizim yüreğimizi yıllardan beri
dağlayan kardeş kavgasına bir son ver. Müslümanları etrafında toplayarak ehl-i salibi
yere ser! Dinini, inançlarını dünyanın teey öteki ucuna götür. İslâm medeniyetini
yayabildiğin kadar yay. İnsanlık İslâm adaletini tanısın ve bu İlâhî adaletin
gölgesinde huzurla yaşasın.” (s.36)
Selâhaddin Eyyûbî130, romanın başkahramanıdır. Zaten roman kendi
etrafında toplanmaktadır. Selâhaddin Eyyûbî, edebî sohbetlerle çok ilgilenir. Ama
Nûreddin Zengî’nın isteğine göre savaş meydanlarına gider: “Fakat kader kolundan
çekmiş, çok sevdiği edebî sohbetlerden kopardığı gibi muharebe meydanlarına
sürmüştü. Yirmi dört yaşlarında idi. Kalem ile kâğıt arasına sıkışan yirmi dört koca
yıl.” (s.22) Mısır’daki Halife çaresizlik içinde Nûreddin Zengî’den yardım ister.
Nûreddin Zengî de ona Selâhaddin Eyyûbî’yi gönderir. Selâhaddin ise Frankları
dağıtır. “Ve saltanat kapısının eşiğinden istemeye istemeye girdi.” (s.37)
Selâhaddin Eyyûbî, romanda kendisi düşünen bir insan olarak sunulmaz, ama
sadece ve sadece İslâm dünyasının durumuyla meşgul olan bir kumandan olarak
karşımıza çıkar. İslâm dünyasındaki birliği ve beraberliği sağlam tutmaya çalışır:
“Tam on yıl. Kılıç elde, at yahut deve sırtında savaşarak geçen on koca yıl İslâm
âlemindeki dağınıklığı bir ölçüde durdurmuş, bir ölçüde toparlamış ve Müslümanlar
birbirleriyle muharebe etmek yerine, bölük bölük birleşerek müşterek düşmana karşı
çıkmışlardır. Zafer destanları ardı ardına yazılıyor, Selâhaddin Eyyûbî ismi, teey
130 Selâhaddin Eyyûbî:(1137–1193) Eyyûbîler Devletinin kurucusudur. Tekrit’te doğdu. On yediyaşındayken, Atabek Nûreddin Zengî’nın sarayına alındı. Nûreddin Zengî, 1162’de Mısır’lailgilenmeye başladı. Komutanı Şirkûh’u Haçlılara karşı savaşması için Fâtımî halifesi El-Adid’inhizmetine verdi. Selâhaddin’i de yardımcısı olarak onun yanına kattı. Şirkûh de çok geçmeden vefatetmesi üzerine Selâhaddin Eyyûbî 26 Mart 1169’da Halife El-Adid tarafından amcasının yerine vezirtâyin edildi. 1171’de Fâtımî Halifesi Adid öldü. Bundan sonra Selâhaddin Eyyûbî Mısır’da idâreyibütünüyle ele aldı. Papa III. Clemens’in teşvikiyle Fransa, İngiltire kralları ile Almanya imparatorukumandasında Eyyûbîler üzerine Üçüncü Haçlı Seferi (1189–1192) yapıldı. Selâhaddin Eyyûbî, bütünAvrupa’nın ve Hıristiyan âkemin seferber edilerek toplandığı orduya, 1192 Kasımına kadar devameden uzun muhârebelerle karşı koydu. Selâhaddin Eyyûbî Üçüncü Haçlı Seferi sonunda, Filistin’dekihâkimiyetini kuvvetlendirip Kudüs’ü tahkim ettirdi. Selâhaddin Eyyûbî, 4 Mart 1193 târihindeŞam’da vefât etti. Yirmi beş senelik vezirlik ve sultanlık hayatı, hep İslâmiyete hizmetle geçmiştir.Târihte pek nâdir yetişen şahsiyetlerden biriydi. “Selâhaddin Eyyûbî” madde, Yeni RehberAnsiklopedisi, İhlâs Holding, İstanbul, 1994, c.17
439
dünyanın öteki ucuna doğru efsaneleşiyordu. O böyle olsun istememişti. Mümkün
olsa meçhul bir İslâm mücahidi olarak kalacaktı.” (s.22) Sultan Selâhaddin Eyyûbî,
hep Müslümanları düşünür. Müşlümanlar arasında fitnenin girdiği zaman üzülür.
Yaşadığı dönemin sultanlarından farklıdır: “Hayatında çok seyrek yaptığı bir şey
yaptı: ağladı. Evet, beldeler fetheden, sultanlara diz çöktüren, krallara baş eğdiren,
yenilmez denilen orduları yenen, alınmaz sanılan kaleleri alan Sultan Selâhaddin
Eyyûbî ağlıyordu. Müslümanlar arasına fitne girdiği için ağlıyordu. Ağlıyordu işte,
ağlanacak durumda olduğu için…
Başka biri olsa belki sevinecek. Musul atabeki ile Halep Sultanı ölmüşlerdi.
Fırsat peşinde koşsa, bu tam tamına fırsattı. Çıkan karışıklığı nimet bilip Musul’a,
ardından Halep’e yürüyebilir, bir çırpıda topraklarına katabilirdi. Fakat aklından dahi
geçmiyordu. İslâm ittihatına zarar vermedikten sonra, İslâm topraklarında hangi
Müslüman emir hüküm sürerse sürsün, gözü yoktu.” (s.88)
Selâhaddin Eyyûbî, kendi gözünün önünde Kudüs’ü bulundurur. Romanda
Selâhaddin Eyyûbî’nin endişesi, Kudüs’tür. Kudüs’ü Haçılara bırakmak istemez.
Bunun için sürekli olarak Mısır’dan güç ve asker alarak Kudüs’e gider. Cesur ve
ısrarlıdır. Tih çölünde ölüme yaklaşırken, Mısır’dan askerleri toplayarak bir ay içinde
Kudüs’e yine döner. (s.44)
Haçlılar karşısında bütün cesaretlik ve kahramanlıkla savaşan Selâhaddin
Eyyûbî, düşmanlarını düşündürerek şaşırır: “Danimarkalılarla İtalyanlar dehşette
kalmışlardı. Sultan şimdiye kadar karşılaştıkları kumandanlardan hiçbirine
benzemiyordu. Askerî insanlardan mı meydana gelmişti, meleklerden mi, cesaret
karşısında başları dönmüştü. Gelirken normal insanlarla savaşacaklarını sanmışlar,
mutlak zafere ulaşmayı ummuşlardı. Görüyorlardı ki, Sultan ve ordusu alışılmışın
dışındaydı. Belki de aralarında ifritleri, cinleri, perileri almışlardı. Yoksa ne mümkün
insanın bu derece hızlı hareketi, bu derece mahareti, sebatı, cesareti.” (s.156–157)
Sultan Selâhaddin, alçak gönüllü ve mutavazi bir insan olarak karşımıza
çıkar. Kudüs’e girer. Haçlılardan olan Balion, Sultan Selâhaddin’e altından yapılan
bir sandalyeyi getirir. Ama sultan sandalyeyi bırakıp bir sedir üstüne oturur. (s.142)
440
Selâhaddin Eyyûbî, askeri alanda mahir ve çok zekidir. Her zaman askeri
planlarda yaratıcılığa sahiptir. Askalan kalesinde muhasara altındadır. Üstelik kalede
askerler için yiyecek şey kalmaz. Bunun karşısında Selâhaddin Eyyubî’nin yaptığı
planla Haçlıları korkutarak sulh teklifini imza attırır. Böylece askerleri birlikte zara
görmeden kaleden çıkar. (s.14) Yine de Kral Gui, Kudüs’ü Sultan Selâhaddin’e
teslim ettikten sonra Akka kalesini almaya gider. Ama bunu daha önce bekleyen
Sultan Selâhaddin, kral Gui’den daha önce kaleye gelir. (s.156) Selâhaddin Eyyûbî,
Avrupa’dan gelen Haçlı orduları karşısında ilk karşılaşmada Haçlı ordularının üçte
birini telef eder. (s.165)
Sultan Selâhaddin Eyyûbî’nin Haçlılara karşı savaşta uyguladığı planlarda
hem maharet hem de yaratıcılık vardır. Kuşatma altındayken, başka bir yol denemeye
karar veren Sultan Selâhaddin, Akka kalesinde bir miktar asker bırakıp bir gece
yarısı ordunun çoğunu yanına alarak Harrube Dagı’na çekilir. Haçlılar kaleden
Sultanı beklerken birden hücuma uğrarlar, Sultan anında vurur ve tekrar dağa çekilir.
Bu şekilde düşmanı şaşırtan Selâhaddin Eyyûbî, asıl amacı zaman kazanmaktır.
Çünkü aynı sıralarda Sultan Selâhaddin, Mısır’dan taze kuvvetleri bekler. Yeni
askerler geldikten sonra Sultan Selâhaddin, maharetle yapılan sahte bir ricatla açık
arazide Haçlı ordusunu yenilgiye yğratır. (s.162–165)
Sultan Selâhaddin Eyyûbî, ölümüyle bile Müslümanlara ibret vermek ister.
Kendi arzusuna göre kefeni, geceboyu şehirde dolaştırılır. Tellâller ise şu şekilde
seslenirler: “Eeey Müslüman Millet! Eey Ümmet-i Muhammed! İşte Sultan
Selâhaddin bu kadar büyük mevkilere gelip şan ve şerefe nail olmuşken, dünyadan
yalnızca şu kefenle gidiyor!” (s.184)
Turan Şah131, Sultan Selâhaddin’in kardeşi ve yardımcısıdır. Turan Şah,
Selâhaddin Eyyûbî romanında cesur ve yiğit bir savaşçı ve kumandan olarak
131 Turanşah, tam adı Melikü’l-Muazzam Şemsüddevle Fahreddin Turanşah (ö. 27 Haziran 1180,İskenderiye, Mısır), Eyyubî meliki. Yemen Eyyubîlerinin kurucusudur. Selahaddin Eyyubî’ninağabeyidir. Onun tarafından Yemen’i almakla görevlendirildi. 1174’te Zebid ve Aden’i, ertesi yıldaSana’yı ele geçirdi. Kısa bir süre sonra Suriye valiliğine atandı ve üç yıl Şam’da kaldı. Daha sonragetirildiği İskenderiye valiliği sırasında öldü. Turanşah’ın Yemen’de kurduğu Eyyubî hanedanı,Resulilerin bölgeye egemen olduğu 1229’da değin varlığını sürdürdü. “Turanşah” madde, AnaBritannica Ansiklopedisi, Ana Yayınları, İstanbul, 1993, c.30
441
karşımıza çıkar. Selâhaddin Eyyûbî, askerleri düşünür. Daha fazla kan dökmek
istemez. Bunun için Askalan Kalesini teslim etmek ister. Ama Turan Şah bunu
şiddetle rededer. Askalan Kalesinin Haçlılara tesliminden yana değildir. Ona göre
kalenin teslimi demek, ölüm demektir. Sonsuza kadar direnmek ister: “Ölmek,
elbetteki, teslim olmaktan evlâdır” diye atıldı Turan Şah.”, “Cenk edilsin.
Eslihamızla çıkıp gitmemize razı olacakları vakte kadar dayanalım. Allah
bizimledir.” (s.13)
Turan Şah, Tih çölündeyken Selâhaddin’in yanından hiç ayrılmaz. Orada da
Turan Şah, hastalanmaya başlayan Selâhaddin Eyyûbî’nin emirlerini askerlere
aktarır. (s.23) Askerler arasında iyi kumandan olarak Turan Şah, askerlere öğüt
vermeye çalışır. (s.25)
Turan Şah, Selâhaddin Eyyûbî’nin çok güvendiği bir kişidir. Selâhaddin
Eyyûbî Kudüs’ü kuşattıktan sonra şehri kan dökmeden almak ister. Bu amaçla
kardeşi Turan Şah’ı, Kudüs Kralına sultanın temsilcisi olarak gönderir. Orada Turan
Şah’ın yiğitlik ve cesaretliği söz konusudur. Tek başına Gui ve kumandaları
karşısında duran Turan Şah, benzeri olmayan bir cesaretle şehrin teslimini ister.
Haçlı kumandanlarında olan Balion, Turan Şah’ın bakışlarından korkar. (s.131–133)
Romanda Turan Şah’ın da bir başka özelliği vardır. Turan Şah savaş
meydanlarında yiğit, cesur amansızca savaşan bir kumandansa, insanî durumlarda
yumuşak kalpli ve merhametlidir. Kudüs’ü Müslümanlara geçtikten sonra Hıristiyan
yetimler ve kimsesizlerin fidyesini kendi parasından öder. Parasını bu işte bitirdikten
sonra Sultan’ın yanına gidip borç almak ister. Yine de parasını bittikten sonra
gazilere gidip fidyelerin karşılıklarını toplamaya başlar. (s.146–148)
Emir Adil132, Selâhaddin Eyyûbî romanında her zamanda ön planda
mevcuttur. Selâhaddin Eyyûbî’nin kardeşidir. Bütün olaylarda Selâhaddin’in
132 Emir Adil, tam adı Seyfeddin Adil (ö. 10 Eylül 1218), Eyyubî meliki. Necmeddin Eyyûb’un oğluve Selâhaddin Eyyûbî’nin kardeşidir. Selâhaddin Eyyûbî, ölmeden önce devletinin çeşitli bölgelerinioğullarına ıktâ olarak dağıttı. Bununla berâber merkezî kontrol, El-Adil elindeydi. Bu sultanzamanında, daha önceki aktif politika terk edilerek yumuşak bir siyâset izlenmeye başlandı. BeşinciHaçlı seferi sırasında Dimyat’ın Haçlılar eline geçmesi ile üzüntüsünden hastalanan Sultan El-Adil
442
yanından ayrılmaz. (s.9–11) Emir Adil de “lâf yapmaktan hazzetmez, iş yapmaya
talip olurdu.” (s.61) diye tanıtılır. Bunun yanında da Emir Adil, kumandan olarak
askerlerine iyi davranır, onlara alçak gönüllülük gösterir. (s.62–63)
Emir Adil, Allah’ın sevabını arayan bir insan olarak ortaya çıkar. Emir Adil,
Sultan Selâhaddin ve diğer aile kişileriyle gece baskısı hakkında tartışırken
görüşlerini ortaya koyar. Hem de alçak gönüllüğünü gösterir: “Takdirlerinize kapılıp
gurur felâketine yakalanmaktan Allah’a sığınırım. Mademki cihan sevabından
mahrum kalmışız, karınca kararınca birkaç mücahid hazırlayalım da bari başka
yoldan sevaba nail olalım, diye düşünmüşüz. Ne yapmışsak, sizin takdirlerinizi
kazanmak için değil, sırf Allah rızasını tahsil için, İslâm dinine hizmet için
yapmışız.” (s.59)
Haçlılar Akka’yı sarar, zaman zaman hücum ederler. Sultan Selâhaddin de
omuzundan yaralanır. Bu sıralarda Emir Adil, ordu toplamaya Mısır’a gider. Emir
Adil de Mısır’dan toplayabildiği taze askerler ile birlikte savaş sahasına gelir.
Ordunun sağ cenahına kumandanlık yapar. Üstelik askerlerin merkezinde durur.
Emir Adil’in yaptığı sahte ricat ile düşmanı şaşırtarak pusuya düşürür. (s.162–165)
Trablusşam Kontu Kont Röno Dö Şatiyö133, kurnaz, korkak ve sözünde
durmayan bir kişi olarak karşımıza çıkar. Müslümanlardan nefret eden, kana susamış
bir karakterdir. Selâhaddin Akka kalesinde muhasara altındayken kendisine
Şantiyö’den sulh teklifi gelir. Ama Selâhaddin’in, Şantiyö’ye inanmadığı için
kaleden çıkarken, kendi yanında bazı Haçlı kumandanları silahsız olarak beraberinde
bir mesafeye kadar alır. (s.21)
çok geçmeden vefât etti. “Eyyûbîler” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,İstanbul, 1994, c.7133 Renauld de Châtillon: Kerek-Şevbek bölgesi hâkimidir. Selâhaddin’in 1182 ve 1185 yıllarındaMusul, Halep üzerine yaptığı seferler sırasında kerek hâkimi Renauld de Châtillon, Eyle Kalesi’ni elegeçirdi, Kızıldenize gemiler göndererek deniz ticaretini ve limanları tehlike altında soktu. Bundansonra Renauld de Châtillon, topraklarından geçen zengin bir Müslüman kervanını aradaki anlaşmayarağmen yağmalayıp mallarına el koydu, yolcuları esir aldı. Selâhaddin malların ve esirlerin iadesiniistedi, ancak hem kral hem Renauld bunu reddettiler. Bunun üzerine Selâhaddin Kerek’e karşı büyükbir sefer çıktı (1187). Haçlı ordusu imha edildi, bir kısmı esir alındı. Esirler arasında Renauld deChâtillon da vardı. “Selâhaddin Eyyûbî” madde., Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, DiyanetVakfı Yayınları, İstanbul, 2009, c.36, s.338
443
Kont Şatiyö, ahlaksız bir çetenin adamı olarak davranır. Selâhaddin ile Kudüs
kralı arasında dört yıllık bir anlaşma imazlandıktan sonra Kont Şatiyö, adamları ile
birlikte bir Müslüman kervanına saldırarak bütün kervandaki Müslümanları öldürür.
(s.113) Sultan Selâhaddin karşısında korkudan titreyen Kont Şatiyö, kendini
kurtarmak için yalan söylemeye başlar. Kudüs kralının kendisini aldattığını söyler:
“Sultan Selâhaddin, yılana bakar gibi bakıyordu Şatiyö’ye. İnsanın bu derece
alçalacağını düşünemediğinden şaşkındı.” (s.123)
Gui Dö Lusignan134 ise Kudüs’ün kralıdır. Kararsız bir kişi olarak karşımıza
çıkar. Kudüs kralı Gui, Şatiyö’nun sözlerine inanarak Selâhaddin ile yaptığı sulhu
bozar. (s.117) Gui, Kudüs’ü Selâhaddin Eyyûbi’ye teslim ettikten sonra serbest
bırakılır. Antakya prensine sığınmak ister. Kudüs tahtını yeniden kazanmayı
düşünmez. Ama papazlar intikam telkinine başlarlar. Gui, zaman içinde telkinlere
kapılır ve tekrar tahtı ele geçirmenin hayaline tutunur. Bunun üzerine toplayabildiği
askerlerle birlikte Akka kalesine yürür. (s.153) Ama kaleyi de alamaz. Çünkü
Selâhaddin çoktan kalenin içindedir. Bu sıralarda Selâhaddin Eyyûbî, Gui’nin
hakkında şu şekilde düşünür: “Gui’yi bağışladığı için pişmanlık duymuyordu, ama
üzülüyordu. Bir insanın, hele de krallık yapmış ordular sevketmiş bir insanın sözden
dönmeyi, yeminden caymayı, alışkanlık haline getirmesi, onu üzüyordu.” (s.156)
İngiliz Kralı Aslan Yürekli Rişar135, Haçlı seferinde Avrupa’dan gelen
krallardan biridir. Gelen kralların arasında bir ihtilâf çıkar. Aralarında
başkumandanın kim olacağına dair bir anlaşmazlık ortaya çıkar. Rişar, bu konuda
134 Gui De Lucignan (1129–1194): Kudüs kralı (1186–1192), Kıbrıs derebeyi (1192–1194), Lucignanderebeyi ve Marche Rontu Hugues VIII Esmer’in dördüncü oğlu. Trablus kontu Raimond III’ünöğütlerine kulak asmayan Gui, Selâhaddin ile savaşa tutuştu ve yenildi, Taberiye gölü yakınındaHattin’de esir düştü (1187). Kudüs, 1188’de Gui’yi serbest bırakan Selâhaddin Eyyubî’nin eline geçti.Gui, Filistin’de mülkleri ellerinden alınan birçok Latin baronunu Kıbrıs’a yerleştirdi. “Gui DeLucignan” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.5135 Richard I Aslan Yürekli (1157–1199), İngiltere kralı (1189–1199). Ağabeyleri ölmüş olduğu içintahta geçen Richard, ilk iş olarak Fransızlarla ittifakı bozdu; 1190’da Selâhaddin Eyyubî’nin elinegeçen Kudüs’ü almak için, papa Clement III’ün teşvikiyle Haçlı seferine çıktı; uzun süre Sicilya’dakaldı; daha sonra Kıbrıs’ı ele geçirmek için harekete geçti. 1191’de Filistin’e çıkarak Akka’yı aldı;ama kendini beğenmişliği yüzünden de birçok düşman kazandı. Richard I, sahip olduğu topraklarıelinden almak isteyenlerin entrikalar çevirdiklerini sezerek Selâhaddin Eyyubî ile antlaşma imzaladıve 1192’de Filistin’den ayrıldı. Ama Avusturya’da geçerken, dük Leopold tarafından esir edildi.Richard I, ancak 1194 yılında memleketine dönebildi. “Richard I Aslan Yürekli” madde, MeydanLarousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.10
444
görüşünü mağrur bir şekilde açıklar: “Başkumandan olarak maharetin bulunsaydı, şu
topraklardan eski topraklarım diye bahsetmezdim, Aslan Yürekli lâkabıyla dünyaya
nam salmış İngiliz Kralı dururken kumandanlığa sıvanman gülüç olur.” (s.159) Bu
anlaşmazlık savaş boyunca sürer. Selâhaddin Eyyûbî ordusuyla Haçlı ordusuna
hücum başlayıp Haçlıların ordusunun üçte biri telef olur. (s.165) Rişar, bu fırsatı
bırakmaz. Başkumandanlık yapan Fransız Kralını kınamaya başlar. Fransız Kralı
Filip, ordunun başkumandanlığını Rişar’a bırakır. Rişar’ın yaptığı ilk iş, Müslüman
iki bin beş yüz esiri öldürtür. (s.167) Rişar mağrurdur. Zafere yaklaştığına inanır.
Haçlıları da buna inandırmaya çalışır. Rişar’ın vahşeti karşımıza çıkar: “Oysa
Rişar’ın vahşileri, kana susamış gibiydiler. Esirleri hem ölesiye çalıştırıyor, hem
kırbaçlıyor, hem de doğru dürüst yiyecek vermiyorlardı. Her gün dayaktan adam
ölüyordu.” (s.169)
Rişar’ın, Kudüs’ü savaşla Sultan Selâhaddin’den alamayacağını anlayınca ard
arda teklifler vermeye çalışır. Bir teklifte Eyyûbilerle sıhriyet kurmak ister. Rişar,
kızkardeşini Sultan Selâhaddin’in bir akrabasına vermek ister. Sultan Selâhaddin ise
gülerek kardeşini Emir Adil’i çağırır. Emir Adil ise teklifi öğrenince “Sen Aslan
Yürekli diye değil, serçe yürekli diye anılmalıydın ağabey, yaptıkların ancak bu
lâkabı taşımaya yeter.” der. (s.170) Bunun karşısında Rişar, bir tepeden Kudüs
şehrine ümitsizce bakar. Nihayette hiçbir türlü Kudüs’ü alamayan Rişar, Sultan
Selâhaddin ile sulh yaparak gider. (s.176)
Fransız Kralı Filip Ogüst136, mağrur bir kral olarak karşımıza çıkar. Kendi
devletini, Avrupa’nın en asîl devleti olarak görür. Haçlı ordularının kumandanlığını
yaparak Selâhaddin’in karşısına çıkan Filip, büyük bir mağlubiyete uğrar. Haçlı
ordusunun üçte biri de telef olur. Rişar, Filip’i bundan kınamaya başlar. Bunun
üzerine üzülen Filip çoçukça askerlerini alıp memleketine döner. (s.159–166)
136 Philippe II Auguste (1165–1223): Louis VII ile Adele de champagne’nin oğlu. Babasınınölümünden (1179) sonra tahta çıktı. Philippe ve İngiltere kralı Aslan Yürekli Richard, Üçüncü Haçlıseferinde yer aldılar. Sicilya’da birlikte kaldıktan sonra (Eylül 1190-Mart 1191), iki hükümdarKudüs’e vardılar. Ülkeye ilk giren (Nisan) Philippe Auguste, Akka kuşatmasını sona erdirdi. AmaHaziranda karaya çıkan Richard, tantanalarla ve gösterişli ama yararsız davranışlarıyla Fransız kralınıküçük düşürdü. Buna üzülen Auguste bir hastalığı bahane ederek Batı’ya döndü (1191). “Philippe IIAuguste” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.10
445
Alman İmparatoru Frerdik Barbarosa137, diğerlerden farklı değildir.
Mağrurdur. Kendisinin bir imparator olduğu ve diğerleri kral oldukları için onlara
aşağıdan bakar. (s.160) Savaşta rolü pek önemli değildir. Kısa bir süre sonra Alman
İmparatoru Frederik, bir nehire düşerek ölür. (s.164)
3- Osmanlılar Devri
XIII. ve XIV. Yüzyıllar
Osmancık romanında başkahraman Osman Gazi138’dir. Romanda bulunan
bütün kahramanlar da Osman Gazi’ye bağlı olarak gelişir. Rahmetli Prof. Dr.
Mehmet Kaplan’ın “Tip Tahlilleri” adlı kitabında gösterdiği tiplerin birçoğunun,
Osmancık romanında Osman Gazi’nin etrafında toplandığını görürüz. Osmancık
veya Kara Osman, alp tipi, Osman Beğ, Gazi Osman Beğ ve Gazi Osman Han ise
gazi tipini temsil eder. Osman Gazi’nin yoldaşları da gazi tipini yansıtırlar.
Romanın ilk bölümü, Osmancık veya Kara Osman’ın çağıdır. Bu gençlik
çağıdır. Osman Gazi, romanın bu bölümünde cesur, güçlü, sadık ve dürüst bir genç
olarak karşımıza çıkar. Aslında yazar, Osman’ın yiğitlik devresine ışık verir.
Osmancık, kendi gururu için yaşamaktadır: “Avcılıkta birinci. Ciritte birinci, at
sürmede birinci, yay germede üstüne yok. Güreşte bileğini tutan çıkmamış.” (s.15),
“Yiğittir… Bileği bükülmez… Yüreği korku bilmez.” (s.116) Osmancık, Ede Balı ile
137 Friedrich I Barbarossa (1122–1190): Kutsal Roman-German imparatoru (1152–1190).Hohenstaufen sülâlesinin başı ve Welf’ler ailesiyle akraba, imparator Konrad III’ün yeğeni. KonradIII’ün ölümü üzerine imparatorluğa seçildi. Friedrich’in oğlu Heinrich VI Sicilya krallığının vârisiCostanza ile evlenince (1186), Legnano’nun öcü alınacak gibi bir hava uyandı. Fakat SelâhaddinEyyubî’nin Kudüs’ü alması, dikkatleri yapılacak Haçlı seferine çevirdi. Kızılsakal bu seferi yönetti veKydnos’ta (bugünkü Tarsus çayı) yıkanırken boğuldu. “Friedrich I Barbarossa” madde, MeydanLarousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.4138 Osman Gazi (1258–1324): Osmanlı Devletini ve Osman oğulları sülâlesini kurmuş ve adınıdevletine, soyuna vermiş olan zattır. Birinci Osman 1258’de Söğüd’de veya Osmancık’ta doğdu.Kendisine Kara Osman, Osman Gazi denir. Osman Gazi, beğ olunca, civarında Bizans tekfurlarınakarşı savaşa devam ile küçük ilkesini Bizanslıların zararına genişletmeye çalıştı. Ahi şeyhlerindenEdebali’nin kızı Bala Hatun ile izdivacından sonra nufuzu ve kudreti büsbütün artmıştır. OsmanlıBeğliği tam bağımsız bir devlet haline gelince, Bizanslılarla daha geniş bir mücadeleye başlayıp,Bizans imparatorunun Gazan Han’dan yardım talebine rağmen, İzmit ve havalisine kadar birçokkaleler fetholundu. Osman Beğin en büyük emeli, Bursa’yı yeni kurulan Osmanlı devletine başkentyapmaktı. Hasta olduğundan oğlu Orhan eliyle Bursa muhasara edildi. Kalenin fethi müjdesiniduyarak hayata gözlerini yumdu. Cenazesi Bursa’ya götürerek orada gömüldü (1324). “Birinci Osman(Gazi)” madde, Resimli Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, Midhat Sertoğlu, İstanbul Matbaası, 1958, s.228–230
446
karşılar. Ede Balı, Osmancık’ın öfkesini, benliğini yenmesini ister: “Hey Osmancık,
yiğit yiğit, tek yiğit öfkesini yenendir; gücünü, kuvvetini, gönlünü, başını öfkesinden
arındırandır; benliğinden sıyrılan kuldur.” (s.13) Bu konuşmadan itibaren Osmancık,
gerçekten kendi değişmesini düşünmeye başlar. Bu konuşma Osmancık’ı derinden
etkiler. Artık kendisinde bir şey değişmesi lâzım, ama bu şeyin ne olduğunu hâlâ
bilemez: “Osman, gene de, bir şeyler düşünmüş ve çok, çok önemli bir şey yapmış
gibidir… Öyle hissediyor kendini… Hiçbir şey söyleyemeden.” (s.13–14)
Osmancık’ın kafası ve ruhu altüst olur.
Bu sıralarda Ertuğrul Gazi, beğlik kılıcını Gündüz’e vermek ister. Osmancık
ise buna memnun olur. Kardeşine kıskançlık duymaz. Ama Şey Ede Balı, bu işe
karışınca Osmancık öfkelenip Ede Balı’ ya saygıda kusur eder. Ertuğrul Gazi ise bu
durumda tarafsız değildir. Osmancık’a “bana karşı gel, ona karşı gelme.” diye tembih
eder. (s.15) Osmancık, Ede Balı’nın tekkesine gider. Orada Ede Balı’nın kızı Malhun
Hâtun’u görür ve ona âşık olur. (s.43) Töresine göre ister. Ama Ede Balı kızını
Osmancık’a vermek istemez. Bundan sonra Osmancık için değişim ve arayış devresi
başlar: “Osman bunlara bakıyor ve bir şeyler seziniyor: Ede Balı kendisinden bir
şeyler beklemektedir. Kesindir bu.” (s.56) Ede Balı’ya göre Osman Beğ atılgan ve
yol açıcıdır. Bunun için beğlik ve önderlik nitekleri, Osman Beğ’de bulunur. (s.55)
Osmancık, uzun bir bekleyiş ve arınıştan sonra değişmeye başlar ve daha
doğrusu kendisinde değişmesi gerekeni anlar: “Ve, Osman artık, Ede Balı’nın ve
Dursun Fakı’nın ve Kumral Abdal’ın ve Harlak dervişinin ve Aykut Alp’ın ve
babasının kendisinden ne istediğini, ne beklediğini bilmektedir.
Ve Osman artık kendisinden beklenilene götürecek yolu, bütün öfkelerini
bastıran bir hırsla, bilmek ve bulmak istemektedir. Çünkü Osman, artık bütünü
anlamakta, kaal ü belâ ve haşre kadar uzanan iki zaman ucunu kavramaya
başlamaktadır; Osman silinmekte, Osman erimektedir; Osman alınyazısına
yönelmektedir; Osman arınmaktadır.” (s.82–83) Osmancık, gerçekten değişir ve Ede
Balı ile konuşurken, yolunu bildiğini söyler: “Ben, Ede Balı, yıldızlara varacak
gidecek yolu bidim. Ben, Ede Balı, o yolu açmak için ne gerektiğini bildim.” (s.93)
Bundan sonra Ede Bali, Malhun Hatun’u Osman’a vermeye kabul eder.
447
Osmancık, artık yaşlanmış olan babası Ertuğrul Gazi’nin yerine Kayı Boyu
beği olarak seçilir. Osman Gazi, beğliğe geçtikten sonra tam bir irade sahibi olarak
karşımıza çıkar. Tam, samimi ve sağlam bir irade ki, bu irade ile altı yüzyıla kadar
uzanan Osmanlı devleti kurulur.
Osman’ın, ilk yaptığı iş civardaki Türk boylarını birleştirir. Hepsini
rızalarıyla kendi buyruğuna alır. Osman Gazi’nin başlattığı bu birleştirme hareketi,
gerçekten Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ilk adım sayılır ve bu hususta en önemli
noktadır. Üstelik Osman Gazi, kendisinin etrafında birleşen boyları iyice korumaya
çalışır: “Osman –elbette- alır götürür, bağlar. Ve, bu alıp götüren, bağlayan şey, vefa
duygusunu, koruma gereğini, saldırgana karşı çıkma gereğini nefsin üstüne çıkaran
kişiliktir. Kadın, erkek; gönül ve kafa varsa, bu kişiliğe –elbette- bağlanacaktır; bu
kişiliği yapan pınara yönelecektir” (s.148–149) Osman Gazi’nin yörede oluşturduğu
bu birliğin karşısında tehlike oluşan amcası Dündar Beğ’le kesin bir şekilde davranır.
Osman Gazi, çok akıllı ve düşünür bir devlet adamı olarak karşımıza çıkar.
Baba ve atalarının deneyimlerini düşünerek uzmanlığını onlardan almaya çalışır.
Böylece yazar, Osman Gazi’nin kolektif bilinçaltısını faaliyetlerini göstermeye
çalışır. Osman Gazi’nin bilinçaltı her zaman hareketli ve efektiftir. (s.171–172)
Osman Gazi’nin bu özelliği de çok önemlidir. Çünkü Osman Gazi, kendisinden değil
diğerlerin yanlışlıklarında ibret alan bir insan olarak ortaya çıkar. Böylece hataya
düşmemeye çalışır. Üstelik Osman Gazi de sakin ve vakurdur. (s.199)
Osman Gazi, bütün fethettikleri kale ve beldelerde adaleti gerçekleştirir:
“Osman beğ her zaferden sonra, teslim olan kalelere haklar, ihsanlar, adâlet
yağdırmakta, buna karşılık direnip savaşanları yendikten sonra, kahr etmekte,
köylerini kentlerini yağmalattırmaktadır.” (s.267) Bunun yanında da Osman Gazi,
fethedilen kalelerdeki halkı iyice koruyup halkın emniyetlerine dikkat eder. Yöredeki
Osman Gazi’ye tâbi olanlar; Rumlar dâhil; hayatından, ırzından ve malından
emindir. (s.198)
Osman Gazi, günler ilerledikçe yöredeki itibarını, yerini daha da artırır.
(s.232) Bunun yanında Osman Gazi, artık deneyimli bir hükümdardır. Osman Gazi,
448
liderlik niteliği kendisinde bulunur. Her şeyi durumların icabına göre iyice
değerlendirir. (s.233) Üstelik elindeki kuvvetleri de iyice kullanır: “Osman beğ,
elindeki kuvvetleri en mükemmel şekilde kullanan ve savaşın bütün gereklerini,
gerçeklerini, inceliklerini kavramış ve uygulama yeteneği üstün bir kumandandır.”
(s.301)
Osman Gazi askerî alanda ise, çok zeki ve mahir bir kumandan olarak
karşımıza çıkar. Mekân bölümünde gösterdiğimiz gibi fethettiği kalelerin koruma
durumlarına göre çeşitli planları uygular. Her kalenin yerine ve istihkamalarına göre
bir savaş düzeni düşünür. Osman Gazi’nin, Kulacahisar kalesini almak için
uyguladığı plana baktığımızda ne kadar zeki ve yaratıcı fikir sahibi olduğunu anlarız.
(s.175–176) Aynı şeyi de İznik kalesinde buluruz. Alınmayacak kadar çok muhkem
olan İznik kalesini almak isteyen Osman Gazi, İznik yolunu kapatacak bir başka
kaleyi yaptırır. Aynı zamanda İznik kalesini iyice muhasara eder. Böylece Osman
Gazi, askerî alanda yaratıcı fikirleriyle kan dökmeden İznik kalesini alır. (s.331–332)
Bursa’nın fetih müjdesini duyduktan sonra Osman Gazi vefat eder. Altını,
gümüşü ve akçası olmayan Osman Gazi “bir garip yolcu” gibi defnedilir. (s.349–
350)
Ertuğrul Gazi139, Osman Gazi’nin babasıdır. Kayı Boyu beğidir. Romanın
ilk bölümlerinde karşımıza çıkar. Kayı boyu beği olarak boyun işlerini yürütür. (s.39)
Onun kaygısı, çocuklarından kime beğliği verecektir. Seçiminde titiz davranır.
139 Ertuğrul Gazi(?-1281): Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Beyin babası Ertuğrul Gazi,Oğuzların Kayı boyuna mensup olduğu bilinmektedir. Babası ise, Gündüz Alp’tır. Gündüz Alp vefatettikten sonra yerine oğlu Ertuğrul Gazi aşiretin başına geçti. Moğol saldırılarının bu bölgede dehissedilmesinden sonra Ertuğrul Gazi, kardeşi Dündar Bey ile birlikte batıya hareket etti. Sivasyakınlarına gelip yerleşir. Burada Selçuklu ordusu ile Moğolların savaştığını ve Selçuklu ordusununbozulmak üzere olduğunu gördü. Ertuğrul Gazi Selçuklu ordusuna yardım edince savaşın seyri değiştive savaşı Selçuklar kazandı. Alaaddin Keykubad, Ertuğrul Gazi'ye yardımlarından dolayı iltifatlardabulunarak hi’lat giydirdi. Selçuklu ülkesinde yaşamak için göç ettiklerini öğrenince, Ankarayakınlarındaki Karadağ ve çevresini ona verdi. Ertuğrul Gazi’nin, Alaaddin Keykubad’a desteklerisürer. Bunun üzerine Alaaddin Keykubad ödül olarak Eskişehir ve çevresini Ertuğrul Gazi’ye verdi.Bu başarıdan sonra Karacahisar'ı da ele geçiren Ertuğrul Gazi, Söğüt üzerine yürüdü ve burayıfethetti. Söğüt'ü yurt olarak tutan Ertuğrul Gazi, Bizans sınırlarına saldırılar düzenlediği gibi dostlukilişkileri de geliştirdi. Söğüt'e yerleşmiş Kayı aşireti her geçen gün biraz daha kuvvetlenerek büyüdü.Oldukça yaşlanan Ertuğrul Gazi yerine oğlu Osman Beyi bıraktı ve 1281 yılında 92 veya 96 yaşındavefat ederek Söğüt’te defnedildi. “Ertuğrul Gâzi” madde, Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İhlâsMatbaacılık ve Gazetecilik Yayınları, İstanbul, 1989, c.3
449
Bunun için de Şeyh Ede Balı başta olmak üzere boyun büyükleriyle toplanır
görüşlerini öğrenmeye çalışır. Ertuğrul Gazi, artık seksen yaşına doğru ilerler. Kayı
Boyunun beğliğini bir oğluna vermek ister. İlk olarak Gündüz’ü düşünür. Sonra
Osman’a verir. (s.116)
Ertuğrul Gazi doksan yaşında olmasına rağmen güçlü ve sözü geçerlidir.
Saygılı bir karaktere sahiptir. (s.15) Ertuğrul Gazi, Osman’ı yönlendirmeye çalışır.
(s.15, 119) Orhan Gazi doğmadan bir gün önce Ertuğrul Gazi ölür. (s.181)
Osmanlıların ilk âlimlerinden olan Şeyh Ede Balı140, Oğuz soyunun ışığıdır.
Osman Beğ’in şahsiyet bulmasında onun payı büyüktür. Osmancık romanında
Osman Beğ’den sonra varlığı hissedilen şahsiyet Şeh Ede Balı’dır. O bir bilgin ve
mistik bir şahsiyettir. Veli tipi’ni temsil eder. İslâmiyet’in ve Türklük’ün yüce
erdemlerini yaşatan ve örnek hâle getiren odur.141
Tarık Buğra’nın bu eserinin zengin muhtevası içinde oldukça hususi bir yeri
olan ‘nasihat’in, cihan devletini kuran Osman Gazi’nin şahsiyetinin teşekkülünde ve
kurduğu devlet üzerinde apayrı bir önemi olduğu tartışılmazdır.142. Bunlardan Şeyh
Ede Balı’nın sadece Osman Gazi için değil, ama bütün toplum içim önemini
anlayabiliriz.
Şeyh Ede Balı, din adamı ve düşünür olarak ortaya çıkar. Sıradan din adamı
değil, ama bunun yanında da Kayı Boyu’nun filozofudur. Kayı Boyu’nun önemini,
görevini ve yerini belirleten Ede Balı’dır. (s.95) Verdiği derslerde bile kendisinin
140 Edebâlî (Üdebâlî); Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında yaşamış büyük İslâm âlimi, OsmanGazi’nin kayınpederi ve hocası. Şeyh Edebâlî ismiyle meşhur oldu. Karamanoğulları topraklarındadoğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1326 (H.726) tarihinde, 125 yaşlarında Bilecik’te vefat etti.Edebâlî ilk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Şam’a gitti. Pek çok âlimden fıkıh, tefsir, hadis vediğer ilimleri tahsil edip, üstün derecelere yükseldi. Tasavvuf yoluna girip mânevî olgunluğa kavuştu.İnsanlara doğru yolu anlatıp, hak dîne kavuşturmak için memleketine döndü. Eskişehir yakınlarındaİtburnu denilen bir köyde ikamet eder, ilim öğretmekle meşgul olurdu. Anadolu Selçuklu Devletisultanı tarafından devletin batı Anadolu sınırlarındaki Söğüt yöresine yerleştirilen Kayı Boyumensuplarının reîsi Ertuğrul Bey’in oğlu Osman Bey, kendisini, ilim ve feyzinden istifâde için sık sıkziyâret ederdi. Edebâlî, damadı Osman Bey tarafından kurulan Osmanlı Devletine mânevî güç verdi.Sultan Osman hürmet ettiği, her hususta istişârede bulunup danıştığı en yakın yardımcılarından oldu.“Edebâlî (Üdebâlî)” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994,c.6141 Hüseyin Tuncer, Osmancık (III), a.g. dergi, s.42142 Hüseyin Karahan, Osmancık’ta Nasihatler, Sızıntı, Sayı: 337, Şubat 2007, s.22
450
özel bir felsefesi vardır: “Şehy’in dersleri de Dursun Fakı ile yaptığı sohbetlerden,
tartışmalardan ve sorularla cevaplardan ibaretti. Herkese açıktı; herkes dilediği
sorabilir, dilediği konuyu açabilirdi, düşüncesini söyleyebilirdi. Ede Balı da
anlatmayı değil, düşündüklerini söylemeyi ve özellikle, düşündürmeyi seviyordu.”
(s.41)
Şey Ede Balı, Kayı Boyunun merkezidir, çok önemli bir kişi olarak karşımıza
çıkar. Ertuğrul Gazi, Osman’a Şeyh Ede Balı’nın önemini anlatır: “Ede Balı’nın
terazisi doğru tartar, dirhem şaşmaz. Bana karşı gel; ona karşı gelme. Bana karşı
gelirsen üzülür, incinirim; ona karşı gelirsem gözlerim bakmaz, baksa da görmez
olur. Ede Balı boyumuzun ışığıdır. Var git şimdi. Şu dediklerimi de vasiyetim say,
unutma.” (s.15)
Şeyh Ede Balı, her zaman Osman Gazi’ye öğütlerini verir. Ertuğrul Gazi de
oğlu Osman Gazi’ye bu öğütlerin ne kadar değerli olduğunu vurgular. “Ey oğul,
Osmancık; şeyhim Ede Balı’nın sana diyecekleri var. Dinle. Eyi dinle. Beni
dinlermiş gibi dinle. Deden Süleyman Şah’i dinlermiş gibi dinle. Dedene söyleyenler
söylermiş gibi dinle. Benim dedeni dinlediğim gibi dinle. Dedenin dedemi dinlediği
gibi dinle.” (s.119) Böylece Ertuğrul Gazi, Şeyh Ede Balı’nın değerini çok net bir
şekilde ortaya koymuş olur.
Osman Gazi, Yaşlanmaya başlar. Zaferden zafere koşar. Ama buna rağmen
Şeyh Ede Balı’e tedirgiliğini aktararak öğüt ister. (s.269) Nihayet Osman Gazi’nin
oğlu Alâaddin Bilecik’ten gelerek dedesi Ede Balı’nın hasta olduğunu söyler. Bunun
üzerine Osman Gazi, Bilecik’e gider. Ede Balı da ölür. (s.324)
Gündüz Beğ143, Osman Gazi’nin küçük ağabeyidir. Gündüz Beğ, Osmancık
romanında akıllı, bilgili ve yiğit olarak karşımıza çıkar. Bunun için Ertuğrul Gazi,
kendi kılıcını ve beğliği Gündüz’e vermeyi düşünür. (s.14) Osman Beğ, romanın ilk
bölümünde de ağabeyi Gündüz’ün üstünlüklerini bilir: “Gündüz okuma bilir, yazma
bilir. Gündüz, büyüklerle oturup kalkmasını bilir. Gündüz dinlemesini bilir.
143 Gündüz Beğ, Ertuğrul Gazi’nin oğlu ve Osman Gazi’nin ağabeyidir. “Osman I” madde., TürkiyeDiyanet Vakfı Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2007, c.33, s.445
451
Gündüz’ün sözü, sohbeti dinlenir. Gündüz ince ruhludur; fidan boyludur; herkes
sever Gündüz’ü. Gündüz yiğit de.. gözüpektir de.. merttir de.” (s.34)
Gündüz Beğ, yiğit olmasına rağmen önderlik niteliği yoktur: “Gündüz akıllı,
bilgili; ama önderlik, beylik nitelikleri yok; yiğitliği ve savaşçılığı gerekene bağlı;
atılgan ve yol açıcı değil.” (s.55) Ertuğrul Gazi, beğliği Gündüz’ün rızasıyla
Osman’a verir. Gündüz Beğ, Osman’a karşı hiç kıskanmaz. Gündüz Beğ, beğliğe
Osman’ı kendisinden daha uygun bulur. Bunu da herkes önünde söyler. (s.118)
Bundan sonra Gündüz Beğ, Osman Gazi’nin yanında durur. (s.187–189)
Osman Gazi da Gündüz’e Eskişehir’in idaresini bırakır. (s.319)
Savcı Beğ144, Osman Gazi’nin ağabeyidir. Savcı Beğ’in Osmancık romanında
rolü, Gündüz Beğ kadar öne çıkmaz. O arka planda bir kahramandır. Ertuğrul Gazi,
Savcı Beğ’e göç işlerini bırakır. Bu yüzden beğlik meselesinde Savcı Beğ’i
görmeyiz. (s.55) Bu hususta bütün gözler, Osman ve Gündüz’e bakar.
Savcı Beğ, Osman Beğ’in yanında da durarak destekler. (s.209) Savcı Beğ,
atılganlık ve yiğitlikle bütün savaşlara katılır. Bizanslılara karşı bir savaşta oğlunu
şehit veren Savcı Beğ de şehit olur. (s.213, 224)
Akça Koca145, Osmancık romanında Osman Gazi’ni yoldaşlarından biri
olarak karşımıza çıkar. Akça Koca, Kulacahisar’ın alınmasında rolü vardır. (s.175–
176) Üstelik Aydos kalesinin alınmasında da rolü, Abdurrahman Gazi’den az
değildir. Akça Koca’nın yiğit ve cesareti Aydos kalesinin içinde cerayan eden
144 Savru Batu Bey veya Savcı Bey: Ertuğrul Gazi’nin oğlu. Osmanlı Devleti’nin kurucusu OsmanBey’in kardeşi (öl. 1288). Adı kaynaklarda Saru Yatı, Saru Batı, Saru Balı, Saru Tay, Saru Bayşeklinde de geçer. Kardeşi Osman Bey ile birlikte Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasındaki savaşlarakatıldı. İki oğlu oldu. Erice’de Karacahisar ve İnegöl tekfurlarının Flanos’un kumandasındakiordularıyla yapılan bir savaşta öldü. “Savru Batu Bey” madde., Meydan Larousse, MeydanYayınları, İstanbul, 1969, c.11145 Akça Koca: Osmanlı Devletinin kuruluşuna katılanlardan (?-Kandıra 1328). Akça Koca, bir aşiretbeyidir. Osman ve Orhan beylerinin silâh arkadaşıydı: 1320 yılına doğru İzmit ve Sakarya taraflarınıfethiyle görevlendirildi, buralarda bazı yerleri aldı, aşiret beylerinden Konuralp ile beraber Aydos veSamandıra’yı fethetti. Bu başarısından ötürü kendisine Samandıra kalesi mülk olarak verildi. AkçaKoca daha sonra Gazi Abdurrahman ile beraber İzmit-Üsküdar arasındaki yerlere akınlar yaptı veburaları da yeni kurulan Osmanlı toprakları içine kattı. “Akça Koca” madde., Meydan Larousse,Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.1
452
dövüşmelerde karşımıza çıkar. Akça Koca, Osman Gazi’nin yanında ustaca vuruşur.
(s.241–245) İnegöl kalesinin alınmasında da önemli bir rol oynayan Akça Koca’ya
Osman Gazi tarafından Aya Nikola’nın altınları bir emanet olarak verilir. Osman
Gazi, bütün yoldaşları arasından bu görev için Akça Koca’yı seçer: “Sonra, daha
fazla bakmayı içi kaldırmamış gibi, sırtını döndü; sanki panzehir arıyordu:
Yoldaşlarına bir bir baktı, gülümsedi. Rahatlamıştı. Gülümseyişi genişledi;
- “Hey” dedi; “hey, hey, Akça Koca yoldaşım benim” dedi, “bu altınları al..
eyi sakla.” (s.299)
Osman Gazi, hayatının son günlerinde yoldaşları ile birlikte olmayı sever.
Onlardan biri de Akça Koca’dır. (s.323, 330, 336) Böylece Akça Koca romanda sona
kadar Osman Gazi’ye sadık bir yoldaş olarak sunulur.
Konur Alp146, Osmancık romanında Osman Gazi’ni yoldaşlarından biri
olarak karşımıza çıkar. Romanın ilk bölümünde pek rolü olmayan Konur Alp, Osman
Gazi beğliğe geçtikten sonra diğer yoldaşları gibi sahnelerde görülmeye başlar.
Osman Gazi, Mihail Kosses’i öldürmek amacıyla Aya Nikola’nın düzenlediği
baskını bozmakla Konur Alp’ı görevlendirir. Konur Alp, bir yiğit ve kahraman
olarak adamlarıyla Mihail Kosses’i kurtarır. (s.146)
Konur Alp, birçok kalenin alınmasında yiğitlik göstermiş, idare ve
kumandanlıkta kendi zekâsını kanıtlamış bir savaşçıdır. Konur Alp Kulacahisar’ın
alınmasında hem bir savaşçı, hem bir kumandan olarak azınsanmayacak bir rol
oynar. (s.175–177) Aydos Kalesinde de durum farklı değildir. (s.239) Konur Alp’ın
yiğitlik ve cesareti bütün manalarıyla İnegöl kalenin alınmasında ortaya çıkar. Konur
Alp, İnegöl Kalesinin kapısına atılır: “Kapıya varırken Konur Alp kurt gibi
ünlemişti.” (s.297–298)
146 Konur Alp: Türk kumandanı (XIII. y.y.). Osman Beyin silâh arkadaşı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşyıllarında büyük hizmetleri oldu. Orhan Bey zamanında İzmit ile Üsküdar arasındaki yerleri, Konrapa(Düzce havalisi), Aydos ve Semendre’yi aldı. “Konur Alp” madde., Meydan Larousse, MeydanYayınları, İstanbul, 1969, c.7
453
Abdurrahman Gazi147, Osmancık romanında Osman Gazi’ni yoldaşlarından
biri olarak karşımıza çıkar. Anlatıcı, romanda Abdurrahman Gazi’yi hem cesur bir
silahşör, hemde Kur’an ve ezan okumasında gür ve güzel sesli olarak takdim eder:
“Gerçekten de, Gazi Rahman, ezanı o güzel sesiyle; o gür sesiyle, o gönül sesiyle ve
bulunduğu bambaşka bir makamla okudu.” (s.190–191) “Ezanı Gazi Rahman okudu;
en gür sesiyle okudu.” (s.211), “Gazi Rahman Kur’an okuyor.” (s.226) Abdurrahman
Gazi, diğer yoldaşları olduğu gibi de Osman Gazi’ye sonsuza kadar sadıktır. Bunun
için Osman Gazi, bütün yoldaşları arasında en sevdiği yoldaşı, Abdurrahman
Gazi’dir: “Gazi Rahman’nın ondaki yeri bir başkaydı.” (s.256) Abdurrahman Gazi,
Aydos kalesinin anahtarı veren Evdoksiya ile evlenir. (s.255–256)
Abdurrahman Gazi’yi bütün savaşlarda ön saflarda Osman Gazi’nin yanında
bulunur. Osman Gazi yanından ayrılmaz. Abdurrahman Gazi’nin cesaret ve
ataklığını net bir şekilde Aydos kalesinin alınmasında ortaya çıkar. Abdurrahman
Gazi, kalenin surlarını kaplan gibi tırmandıktan sonra Osman Gazi’ye kapıyı açar.
(s.241)
Osman Gazi son zamanlarında artık savaşlara yaş itibarıyla katılamaz. Ama
Abdurrahman Gazi’nin hâlâl gazalara katıldığını öğreniriz. (s.342) Böylece
Abdurrahman Gazi, sadece Osman Gazi’ye değil, ama aynı zamanda kendi din ve
davlet davasına da sadık olarak karşımıza çıkar. Osman Gazi de ölüm yatağındadır.
Bu sıralarda Abdurrahman Gazi, Osman Gazi’nin yanında telaşla durur. (s.346)
Mihail Kosses148, Osmancık romanında Osman Gazi’nin bir arkadaşı olarak
karşımıza çıkar. Osman Gazi bir av seferindeyken Mihail Kösses’in canını kurtarır.
147 Abdurrahman Gazi: Osmanlı devletinin kuruluşunda büyük yararlığı görülen bir aşiret reisi vekumandan (?-Eskişehir 1329). Osman ve Orhan zamanındaki savaşlara katıldı. Yalova’yı zaptetti.Arkadaşı Akça Koca ile birlikte, Kocaeli’nin Bizanslılardan alınmasında önemli rol oynadı; bilhassaKartal civarındaki Aydos kalesinin fethiyle (1326) ün saldı. Aydos kuşatması sırasında, kendisine âşıkolan ve onu gizlice kaleye aldığı söylenen, muhafızın kızıyla evlendi. “Abdurrahman Gazi” madde.,Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.1, s.23148 Köse Mihal: Rum asıllı Türk akıncısı (ö. 1326). Tarihte Mihaloğulları adıyla ün kazananakıncıların büyük atası. Bizans imparatorunun Türk sınırı üzerinde bulunan Harmankaya kalesibeyiydi. Osman Gazi ile Eskişehir beyi arasında, Şeyh Edebali kızı yüzünden bir anlaşmazlık çıkmıştı.Eskişehir beyi, Harmankaya hâkimi olan Köse Mihal ile birleşerek Osman Bey ile çarpıştı. Buçarpışmayı Osman Gazi kazandı ve Köse Mihal’ı esir etti. Fakat bir süre sonra kuvvetli bir teminat ileonu serbest bıraktı. Köse Mihal bundan sonra Osman Gazi ile dost oldu. Köse Mihal 1308 ile 1318
454
Orada tanışırlar. Mihail Kosses ilk defa bir Türk ile yakından karşılar. (s.17) Mihail
Kosses bir Hıristiyan, üstelilk bir Rum’dur. Ama Osman Gazi’ye hayran kalır.
Osman, beğliğe geçtikten kısa bir süre sonra Aya Nikola’nın adamlarının Mihail
Kosses’i öldüreceklerini bilir. Osman Gazi, Konur Alp’ı bu baskını bozmakla
görevlendirir. Böylece Osman Gazi, Mihail Kosses’in hayatını ikinci defaya kurtarır.
Mihail Kosses’in Osman Gazi’ya karşı hayranlığını daha da artırır. Burada Mihail
Kosses, Osman Gazi’nin dostu olarak ortaya çıkar. (s.148–149)
Osman Gazi, Aydos kalesini almaya karar verir. Bu sırada Osman Gazi,
yoldaşı Abdullah’ı kale kumandanına elçi olarak gönderir. Mihail Kosses, kale
kumandanı Nikeforos’un yanındadır. Nikeforos, Abdullah’ı kaleden düşürerek
öldürür. Mihail Kosses, buna çok üzülür. Mihail Kosse’in kulağından Abdullah’ın
söylediği kelim-i şehâdet çıkmaz. (s.236) Mihail Kosses, Abdullah’ın sesinden çok
etkilenir: “O kelimeler şimdi, vâdide ve kulaklarında, beyninin içinde
yankılanmaktadır:
- “Lâ ilâhe illallah..”
Abdullah, sanki, o kelimeleri kendisine emânet bırakmıştır.” (s.247)
Mihail Kosses, İslâmiyete girerek adını Abdullah’a değiştirir ve Kayı’ya
katılır. (s.260) Bundan daha ziyade Osman Gazi’ye gidip Kayı boyunun Bilecik’e
girmesini ister. Ama Osman Gazi, bunun gereksiz olduğunu söyler. (s.264–266)
Mihail Kosses, her zaman Osman Gazi’ye dürüsttür. Kosses’in yardımıyla
Harman Kaya düşer. (s.286) Diğer fetihlere de katılır. (s.289) Bir gün de Mihail
Kosses, Osman Gazi’ye haberciyi gönderir. Yöredeki tekfürlerin Osman Gazi’yi
öldürmesk istediklerini bildirir. (s.295) Böylece Mihail Kosses’in, Osman Gazi’ye
karşı duyduğu samimiyetini ve ihlasını ortaya koymuş olur. Mihail Kosses, romanın
yılları arasında Müslüman olduktan sonra Abdullah Mihal adını aldı. Osman Gazi’nin sonzamanlarına doğru, Orhan Gazi ile birlikte seferlere katılan Köse Mihal, Orhanili kalesinin ve dahasonra da Bursa’nın fethinde hazır bulundu (1326). Bursa’nın fethinden sonra öldü. “Köse Mihal”madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.7
455
sonuna kadar Osman Gazi’nin yanındadır. Osman Gazi’nin ölüm sahnesinde de
bulunur. (s.349)
Samsa Çavuş149, Osmancık romanında Ertuğrul Gazi’nin yoldaşlarından
biridir. Üstelik Osman Gazi’nin gazalarında silah arkadaşı olarak karşımıza çıkar.
Tarık Buğra romanda Ertuğrul Gazi’nin yoldaşlarının, Osman Gazi’ye danışmanlık
yaptıklarını gösterir. Onlardan sadece Samsa Çavuş, danışmanlık yanında savaşlara
katılır. Bu da Osman Gazi tarafından şu şekilde değerlendirilir: “Babam Ertuğrul Beğ
Gazi yoldaşı Samsa çavuşum; hâlâ at koşturan, yay geren, kılıç uran Samsa çavuşum;
baba bildiğim Samsa çavuşum: Ben ki, sabrın ve tahammülün de gazâ olduğunu
babamdan ve babamın yoldaşlarından ve senden öğrenmiştim, az daha sabır, az daha
tahammül derim.” (s.192–193), “Öcün alınacaktır, Samsa çavuşum. Sana ziyan
verenler katı ziyanda kalacaktır. Sana hor bakanlar yıkılacaktır. Bunu sana, ben Kayı
beği Osman beğ, derim.” (s.193)
Samsa Çavuş, Osman Gazi’ye sadıktır. Osman Gazi’nin yanında bir yer alır.
(s.191, 197)
Dündar Bey150, Ertuğrul Gazi’nin kardeşi ve Osman Gazi’nin amcasıdır.
Dündar beğ, Osmancık romanının sahnelerinde Ertuğrul Gazi’nin ölümünden sonra
ortaya çıkmaya başlar. Dündar beğ, baştan Osman Gazi’yi pek sevmez. Yazar, bu
sevmemenin sebebi, net bir şekilde ortaya koyar: “Dündar beğ, yeğenini beğlik için
yetersiz bulmaktadır.” (s.238)
149 Samsa Çavuş; Ertuğrul Gâzi ve Osman Gâzi’nin silâh arkadaşı. Doğum yeri ve târihibilinmemektedir. Osmanlı Devletinde çavuş unvânını ilk kullanan kişidir. Ertuğrul Gâzi ile birlikte,kendisine bağlı aşîret ve obalarla Söğüt’e geldi. Osman Gâzi zamanında birçok gâzalara iştirâk etti.Palekanon Muhârebesinde bulundu. İznik ve Sorkun’un fethinde büyük kahramanlıklar gösterdi.Orhan Gâzi, Kara Tegin Kalesini fethedince, muhâfızlığına Samsa Çavuşu tâyin etti. Ömrünü dahaziyâde Sakarya boyunu tutmakla geçiren Samsa Çavuş, 1330 târihinden sonra vefât etti. “SamsaÇavuş” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.17, s.241150 Dündar Bey: Ertuğrul Gazi’nin kardeşi, Osman Gazi’nin amcası (1212–1302). Ertuğrul Gazi vedaha sonra Osman Gazi ile birlikte Osmanlıların kuruluşunda büyük rolü oldu. Ertuğrul Gazi’ninölümünden sonra, bazı aşiretler onu baş seçmek istedilerse de seçimi Osman Gazi kazandı. Bir süreberaber çalışan iki kurucunun arası Köprühisar saldırısı yüzünden açıldı. Dündar Bey, bu yöreyesaldırılırsa Germiyanoğulları ile Rum tekfurlarının düşmanlığının kazanılacağını ileri sürdü. Aynıgörüşte olmayan Osman Gazi’nin tartışma sırasında amcasını okla vurduğu söylenir. “Dündar Bey”madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.3, s.938
456
Dündar Beğ, bir toplantıya katılmak üzere Ertuğrul Gazi’nin evine gelir.
Orada Osman Gazi ile arkadaşları beklerler. Amcasına gidiveren Osman Gazi,
Dündar Beğ tarafından beklenmeyen bir şekilde kötü karşılanır. (s.187–188) Dündar
Beğ’in yeğenine karşı bu davranışlar sürer. (s.197, 238) Ama Dündar Beğ, Kayı
boyu işlerine karışmaya başlar: “Dündar beğ, anlaşılması zor, açıklanması ise
imkânsız bir saplantı ile, ötede beri ve Osman beğe karşı duyulan sevgi ve saygı
arttıkça keskinleşen bir hırsla yeğenini çekiştirmektedir; Osman beğin yapıp
ettiklerini, en azından, yanlış bulmaktadır, zararlı görmektedir.” (s.284) Bunun
karşısında Osman Gazi, amcasına Kayı boyu işlerinden uzak durmasını söyler. “Bu
son dileğimdir emice. Yoksa… işte şâhitler.. ardı kötüye varır.” (s.286)
Osman beğ, Karacahisar üzerine yürür. Bu esnada Dündar yine muhalefet
eder. Dündar atına binerek Osman beğ’e şu şekilde seslenir: “Hey, Osmancık,
yaptığın zulümdür.. kırdırma Ümmet-i Muhammed’i; çekilelim.” (s.293) Ama
Osman beğ, buna izin vermeyerek Dündar Beğ’i öldürür. (s.293)
Şeyh Ede Balı’nın kızı ve Osman Gazi’nin eşi olan Malhun Hatun151,
Osmancık romanında ön planda karşımıza çıkar. Osman Gazi, Şeyh Ede Balı’nın
tekkesine gider. Orada Malhun Hatun’u görür. (s.43) Malhun Hatun’u ilk
görünüşünde Osman Gazi gönlünü kaptırır. Osman Gazi, ona âşık olur. Osman, artık
Malhun Hatun’u gördükçe âşkı daha da artırır. Osman, onunla evlenmek ister. Ama
Ede Balı kabul etmez. Bundan sonra Osman, Malhun Hatun’un yoluna çıkar ve ona
kendisiyle kaçmasını ister. Burada Malhun Hatun’un terbiyesi ve ahlakı karşımıza
çıkar: “Sana soğuk değilim. Olmayacak işe kalkışıp beni kendinden soğutma; ölüme
sahip olmaya gitme. Babamın aklına yatmaya git. Ben törenin ve atamın sözü dışına
çıkamam. İşin babamladır.” (s.53)
Sonunda Şeyh Ede Balı kızı Malhun Hatun’u Osman’a vermeye razi olur.
Sade bir törenle evlenirler. Burada yazar ilk defa olarak Malhun Hatun’un, Osman’ın
Zümrüd Ankası’nı olduğunu anlatır. (s.97) Evlilik de Malhun Hatun’u daha da
151 Mal Hatun (? – Bilecik 1326); Şeyh Ede Bali’nin kızı, Osman Gazi’nin eşi ve Orhan Gazi’ninannesidir. Türbesi, Bilecik’te Kale’nin batısında bulunur. bkz: “Malhatun Türbesi” madde., M.Orhan Bayrak, a.g.e., s.264
457
güzelleştirir: “Ve, bu evlilik Malhun Hatun’u da, Osman’ı da mutluluk utangıcı
yapmıştır; Osman’ı daha bir yiğit, Malhun’u daha bir güzel, daha bir hanım kadın
yapmıştır.” (s.98) Burada yazar, Malhun Hatun’un güzelliğinden de ilk defa söz eder.
Romanda tekrarlanan bu “Zümrüt Anka” motifi, Malhun Hatun’un Osman Gazi’de
yerini gösterir: (s.97, 166, 193, 194, 272, 337) Burada Malhum Hatun, Osman
Gazi’nin gücü olarak karşımıza çıkar. Yazar, bu noktayı sık sık vurgular: “Ey benim
gücüm kaynağı.” (s.292)
Orhan dünyaya geldikten sonra Osman Gazi’nin Malhun Hatun’a âşkı daha
da artar. Malhun Hatun bunu da anlar. Bunun için daha da mutlu olur. (s.193–194)
Malhun Hatun, kocası Osman Gazi’ye sıcak davranır. Onu her zaman çok sever.
Kocasının yanındayken çok mutlu olur. (s.200, 208) Malhun Hatun, herhangi bir
sebeple Osman Gazi’den ayrıldığında da çok üzülür. (s.320)
Böylece Malhun Hatun, kocası Osman Gazi Han’a eşsiz ve uygun bir eş
olarak meydana getirilir. Evliliğini sevgi ve saygı sayesinde sürdüren Malhun Hatun,
Osman Gazi hastalanmaya başladığında ölür. (s.345)
Osmancık romanında Aydos kalesinin kumandanı Nikeforos’un yeğeni olan
Evdoksiya152, Aydos kalesinin alınmasında azınsanmayacak bir rol oynamaktadır.
Evdoksiya, Aydos kalesi muhasara altındayken kaleden Abdurrahman
Gazi’ye taşla sarılan bir mektup atar. Evdoksiya’nın, Abdurrahman Gazi’yi sevdiğini
ve Osman Gazi ve yoldaşlarına yardım etmek istediğini söyler: “Mektup, “Adım
Evdoksiya” diye başlıyordu. “Nikeforos’un yeğeniyim. Sen, ezan okuyan; ben seni
düşümde görmüşümdür. Seni görmeden önce görmüşümdür. Şu yaptığımı bundan
yaparım. Aydos kalesini hücumla alamazsınız. Alsanız bile çok zayiat verirsiniz.
Yazıktır. Sen şimdi erlerini alıp git. Nikeforos vazgeçtiler sansın. Sen yarın değil,
ondan bir sonraki gece, ay yükselmeden gel. Yanında inandığın sekiz, on erle gel;
152 Ziya Nur Aksun “Osmanlı Tarihi” adlı eserinde Aydos Kalesinin tekfürünü bir kızı olduğunusöyler. Kızın, Aydos Kalesini fethetmeye gelen Osman Gazi ve yoldaşlarına yardım ettiği anlaşılır.Kız, Osmanlılara yardım ettikten sonra İslâmiyete girerek Abdurrahman Gazi ile evlenir. Ama yazarkızın adını vermez. bkz: Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1994, c.1, s.36–37
458
gün batısındaki burcun altında ol, ki hisarı ben size vereyim.” (s.239) Evdoksiya,
söylediğini yapar ve kale alınır. (s.240–241) Gazi Rahman’a âşık olan Rum kızı
Evdoksiya, Söğüt’e gönderilir. Orada Kutlu Melek’in yanında bir süre kalır.
Evdoksiya, islâmiyete girerek adını Sâniye’ye değiştirir. Sonra dil ve töre öğrenmek
için Aya Melek ile oturur. Orada öğrenimi daha hızlı gider. Çünkü obanın kadınları
ve kızları Sâniye’ye büyük bir yakınlık gösterirler. Sonra Abdurrahman Gazi, Sâniye
ile Domaniç’te evlenir. Osman Gazi ise, baştan Sâniye’nin yardımını unutmayarak
kendisine önem verir. Bunun için düğünde düğün günü Aydos’a elçiler göndererek
Sâniye’nin dost ve akrabalarını çağırır. (s.249–255) Sâniye’nin bir oğlu olur. Osman
Gazi, çocuğa Kara Rahman adı koyar. (s.291)
Nilüfer153, Osmancık romanında Holofira adıyla Yarhisar tekfurunun kızı
olarak karşımıza çıkar. İlk göründüğü sahne yeğli Pazarı’dır. Orada Orhan ile
karşılaşır. : “İçinde kara elmas zerrecikleri yanıp sönen, kavrulmuş fındık rengi, iri iri
ve parıl parıl gözler.. esmere çalan buğday rengi ten.. o da içinden aydınlanır gibi.
Sonra pembecik ve küçücük dudaklar.. koyu kumral ve hepsi gür saçlar, kaşlar ve
kirpikler de ışıl ışıl.. yakamozlu.” (s.273)
Orhan, Holofirayı ilk gördüğünde beğenir. (s.274) Çok geçmeden iki genç,
birbirini severler. (s.280) Bunun üzerine Osman Gazi, Yarhisar tekfuru Dukas’a
dünür amacıyla armağanları yollar. Ama Dukas, armağanları geri çevirir. Çünkü
Dukas, Holofira’yı Bilecik tekfurunun oğluna vermek ister. (s.281–282) Bundan
sonra Dukas, Osman Gazi’yi Holofira’nın düğününe davet eder. Orada Bilecik
tekfuru Aleates, Osman Gazi’ye pusu hazırlar. Olup bitenleri öğrenen Osman Gazi,
Bilecik’e doğru yürür ve Aleates’i öldürür. Dukas ise kaçar. Böylece Yarhisar
kapıları Osman Gazi’ye açık olur. Holofira ise Söğüt’e gönderilir. Orada islâmiyete
girerek adını Nilüfer’e değişitir. Söğüt’te dil ve gelenekleri öğrenmeye başlar. Töreyi
153 Nilüfer Hatun; Osmanlı sultanlarından Orhan Gâzi’nin hanımı. Bursa civârındaki Yarhisartekfurunun kızıdır. Bilecik tekfurunun oğlu ile düğünü yapılırken, tekfur Osman Gâzi’yi dâvet edereköldürmeye hazırlandı. Osman Gâzi dostu olan Köse Mihail vasıtasıyla durumu öğrenince, tekfurunbulunmamasından da istifâde ederek Bilecik Kalesini fethetti. Gelin alayı da basılarak dağıtıldı vegelin esir alındı. Müslüman olan ve Nilüfer adını alan tekfurun kızı, Orhan Gâzi ile evlendirildi.Nilüfer Hatun’dan Osmanlı Devletinin kuruluşunda büyük hizmetleri görülen Süleymân Paşa veMurâd-ı Hüdâvendigâr dünyaya geldi. Vefâtında Bursa-Tophane semtindeki Orhan Gâzi Türbesinedefnedildi. “Nilüfer Hatun” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul,1994, c.15
459
ve dili hızlı öğrenen Nilüfer, Orhan Gazi ile evlenir. (s.317–321) Sonra Nilüfer
doğum yapar ve çocuğa Murad adı verilir. (s.338)
Orhan Gazi154, Malhun Hatun ile Osman Gazi’nin oğludur. Orhan,
Osmancık romanında Ertuğrul Gazi’nin öldükten bir gün sonra dünyaya gelir. (s.182)
Orhan bebekken, babası tarafında çok sevilir. Orhan büyüdükçe sevgisi
babasının gönlünde daha da artar. (s.193, 200, 202) Orhan, on dört yaşındayken
Yeğli Pazarı’nda Holofira’yı görür. Burada Orhan’ın büyümesine ilk işaret verilir.
Yazar, Orhan’ın pazarda Zümrüd Ankası’na rastladığını ifade eder. (s.272–274)
Malhum Hatun, Orhan’ı bir başka kız ile evlendireceğini söyler. Ama Holofira’ya
Orhan gönlünü kaptırır. (s.278–279) Bu sıralarda Orhan kendini ispatlamaya çalışır.
Demircilikle uğraşır. Bunun yanında babasının yoldaşlarından biri olan Konur Alp
tarafından da iyi bir silâh eğitimi verilir. (s.290)
Orhan’ın, babası Osman Gazi ile katıldığı ilk gaza ise İnegöl kalesinin
fethidir. Genç olmasına rağmen ön saflarda yer alan Orhan, öncü kuvvetler ile
kalenin köprüsünü bekleyen Rum muhafızları cesaretle tepeler. Ve kalenin kapısını
babası Osman Gazi’ye açar. (s.297–298) Osman Gazi ise, Orhan’ın bu yiğitliği
karşısında kendini tutamaz ve şu şekilde Orhan’a bağırır: “Yiğitlerimden bir yiğit,
hey oğul; çok gazâlar göresin.” (s.298)
Yarhisar ve Bilecik kaleleri alındıktan sonra Orhan holofira ile evlenir. Bu
sıralarda Osman Gazi, artık Orhan’ın da sorumluluk alması gerektiğine ve bunu hak
154 Orhan Gazi (1281–1360): Osmanlı sultanlarının ikincisi. 1281 yılında Söğüt’te doğdu. BabasıOsmanlı Devleti ve hânedânının kurucusu Osman Gâzi, annesi Şeyh Edebâli’nin kızı Mal Hatun’dur.İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. Osman Gâzi’nin kumandanları ve arkadaşlarından silâh tâlimi gördü.Küçük yaştan itibaren devletin teşkilâtlanıp müesseseleşmesinde lâzım olan tecrübelere sâhip oldu.Orhan Gâzi gençliğinden itibaren Bizans tekfurlarıyla yapılan gâzalara katıldı. Orhan Bey, 6 Nisan1326 târihinde Bursa’yı teslim aldı. Osman Gâzi Bursa’nın fethini işitince memnun olup, Orhan Beyiyerine vâris tâyin etti. Orhan Gâzi, sultan olunca, devlet teşekküllerini kuvvetlendirdi ve yenilerinikurdu. Orhan Gâzi devrinde fethedilen beldeler, ilmî, mîmârî ve sosyal tesislerle süslendi. İznikfethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu. Osmanlı Devletinin ilkveziri Orhan Gâzi’nin tâyin ettiği Hacı Kemâleddîn oğlu Alâeddîn Paşa idi. Vezirler “paşalar”ünvânını taşırlardı. Devletin askerî ve idârî bütün işlerinde pâdişâha yardımcı olurlardı. 1360’terahatsızlığı artarak vefât etti. Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedildi. “Orhan Gazi” madde.,Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.15
460
ettiğine inanarak ona Sultanönü’nün yönetimini bırakır. (s.318) Böylece Orhan beğ,
romanda ilk defa bir kumandan olarak karşımıza çıkar.
İznik kalesinin alınmasında da Orhan’ın rolü karşımıza çıkar. Kara Tekin
kalesiyle yöreyi el altında iyice tutan Orhan beğ, İznik kalesinden gelen elçilerle
anlaştıktan sonra kale kendisine teslim edilir. (s.331–332) Bundan itibaren Orhan
beğ, Orhan Gazi olarak karşımıza çıkar. Artık büyümüş olan Orhan Gazi, genç
yoldaşları ile birlikte fetihlerde yer alır. (s.335) Bu sıralarda Orhan’ın bir oğlu olur.
Osman Gazi, onun adını Murad koyar. (s.336)
Orhan Gazi, romanın son bölümünde Bursa fethiyle meşguldur. Orhan Gazi,
son arzusuna göre babasını Gümüşlü Kubbe’nin altında defneder. (s.349)
Yavuz Bahadıroğlu’nun Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını ele aldığı
Sunguroğlu’nun hikâyesini anlatıldığı romanları Orhan Gazi döneminde geçer.
Orhan Gazi, bu romanlarda sadeceisim olarak yer alır. Yalnız Kara Şövalye
romanında kısa olsa bile rol oynayan Orhan Gazi’nin, devlet işleri ve sorunlarına ne
kadar titizlik ve ehemiyyet gösterdiğini öğreniriz. Orhan Gazi, Osmanlı mülkünde
giren Rum şövalyelerini durdurmak ister. Bu görevi Sunguroğlu’na verir. (s.5)
Tuzak romanında Şehzade Süleyman Paşa’nın sadece adı geçer. Şehzade
Süleyman Paşa, Orhan Gazi’nin oğludur. Sunguroğlu’ya gönderdiği mektup ile
romanın olayları başlar. Şehzade Süleyman Paşa, Sunguroğlu’ndan, kaçırılmış olan
Sultan Hatun’u bulmasını ister.
Kaçırılan Prenses romanında Bizans İmparatoru V. Yannis155 (V. Yannis
Palaiologos) karşımıza çıkar. Romanda adı net bir şekilde zikredilmez. Ama Orhan
155 V. Yannis Palaiologos (d. 18 Haziran 1332 – ö. 16 Şubat 1391): Bizans İmparatoru III. AndronikosPalaiologos ile Savoyalı Anna'nın oğludur. V. Yannis Palaiologos 1341de daha dokuz yaşında ikenbabasının ölümü üzerine tahta çıkmıştır. Hükümdarlığı sırasında Osmanlı sultanı Orhan Bey'in oğluolan Süleyman Paşa, Gelibolu'nun bir deprem ile yıkılmasından sonra idaresini alıp oraya Türkleriyerleştirmeye başlamış, durum daha iyileşince bu şehri boşaltıp Bizanslilara geri vermemiş ve şehriAvrupa'daki ilk Osmanlı-Türk yerleşkesi haline sokmuştur. V. Yannis ve taht naibi Anna tarafınınmüteffiki olmuş; Sırp Kıralı IV. Dusan ise rakip imparator VI. Yannis yanını tutmuştur. Ancaksonunda Anna iç savaşı kaybetmiş ve V. Yannis Palaiologos kıdemli İmparator olan VI. YannisKantakuzenos yanında ortak imparator olmak durumuna düşmüştür ve bu durum (1347–1354)arasında değişmemiştir. 1354de V. Yannis Palaiologos bir iç hükümet darbesi yapmış ve VI. Yannis
461
Gazi’nin oğlu Halil Bey’in nikâhı altında olan Bizans İmparatoru’nun küçük kızı söz
konusudur. Böylece söz konusu olan imparatorun, V. Yannis olduğunu öğreniriz. V.
Yannis, imparatorluğunda birçok şeyden habersiz olarak karşımıza çıkar. Yahudi
yeni başkomutan, imparatoru devirmeye çalışır. İmparator ise, habersizdir.
V. Yoannis, Yıldırım Bayezid romanında ise çaresiz olarak karşımıza çıkar.
Tahtından uzak kalarak IIV. Yoannis tarafından zindana atılır. (s.63) V. Yoannis,
Konstantinopolis surlarının, kullanılmayan ve yıkık kiliselerden alınan taşlar ve
mermerlerle kuvvetlendirilmesi emrini verir. Bu inşaat projesi tamamlanınca, Sultan
Yıldırım Bayezid, V. Yoannis’den bu yeni yapıları yıkmasını talep eder ve bu yıkım
yapılmazsa iki devlet arasında savaşı başlayacağı ile tehdit eder. Çaresiz kalan
V.Yoannis, Sultan Yıldırım Bayezid’in bu isteklerini yerine getirmek zorunda kalır
ve bu yeni sur tamirlerini yıktırır. (s.81) Nihayet Yıldırım Bayezid’in tedbirine göre
zavallı ve çaresiz Bizanslı İmparator V. Yoannis, eşi İmparatoriçe Evdoksiya
tarafından zehirlenerek öldürülür. (s.84)
Yıldırım Bayezid, Binatlı ve Topal Kasırga romanları, Yıldırım Bayezid
dönemini ele alan romanlardır. Bu üç romanda yer alan kahramanların büyük bir
kısmı, tekrarlanır. Yıldırım Bayezid romanında elli iki kişi bulunur. Onların ekserisi
gerçek kişilerdir. Binatlı romanında ise on beş kişi yer alır. Onların yedisi gerçek
kahramanlardır. Topal Kasırga romanında da yirmi beş kişi bulunur. Onlardan
sadece dördü tarihî şahsiyetlerdir.
Yıldırım Bayezid romanında Yıldırım Bayezid Han156, başkahraman olarak
karşımıza çıkar. Üstelik romanda diğer kişiler ona göre ortaya çıkıp gelişirler.
Yıldırım Bayezid şehzadeyken, savaşma ve dövüşmelerde yiğitlik ve maharetle
Kantakuzenos' tahttan feragat edip ayrılmış ve V. Yannis Palaialogos tek İmparator olarak hükümsürmeye başlamıştır. 1390da ise torunu VII. Yannis Palaiologos diğer saray entrikaları sonucu kısa birmüddet için tahtı gasp etmiş, fakat V. Yannis Palaiologos hemen sonra tahtını geri almayı başarmıştır.“V. Yannis Palaiologos” «madde», www.vikipedi.org156 Osmanlı pâdişâhlarının dördüncüsü. Babası Murâd-ı Hüdâvendigâr, annesi Gülçiçek Hâtundur.1360’ta doğdu. Küçük yaştan îtibâren zamânın en mümtaz âlimlerinden din ve fen ilimlerini tahsil etti.Değerli kumandanlardan sevk ve idâre dersleri aldı. 1381 yılında devlet idâresini öğrenmek içinKütahya’ya vâli tayin edildi. 1389’da yapılan Birinci Kosova Savaşına katılarak büyük kahramanlıkgösterdi. Savaş sonunda babası Sultan Murâd’ın şehâdeti üzerine tahta çıktı. Cesâret ve göz pekliğiyleün yaptığından kendisine “Yıldırım” lakabı verilmiştir. Kırık dört yaşında vefât etti (1403). “YıldırımBâyezîd” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.20
462
bilinir. Bu yüzden babası tarafından Yıldırım lakabı verilir. “Trakya’ya at koşturan
bu kahraman, sanki yıldırım düşer gibi, oradan oraya varıp, nice kahramanlıklar
göstermişti.” (s.5–6)
Yıldırım Bayezid, “çok zeki, atik, atak, mütedeyyin, daha çok asabî mizacı ile
insana dehşet veren bir yaratılışın sahibi” olarak görünür. (s.10) Bu yüzden devlet
adamları, Padişah I. Murad’ın ölümünden sonra Yıldırım Bayezid’den korkarak
Şehzade Yakup Çelebi’yi beklemeden Yıldırım Bayezid’e biat ederler. (s.14)
Kardeşi Şehzade Yakup Çeleb’yi öldürttükten sonra Yıldırım Bayezid, devlet
işlerine bakmaya başlar. Onun ilk ümidi, Kostantiniyye’nin fethidir. (s.32) Bu
sıralarda Yıldırım Bayezid, güçlü ve cesur bir padişah olarak ortaya çıkar. (s.33)
Avrupa devletleri, Yıldırım Bayezid için hazırlanır. Olup biteni öğrenen
Yıldırım Bayezid, Sırplarla sıhriyet kurmak ister ve Sırp Kralı’nın kızkardeşi ile
evlenir. (s.45)
Yıldırım Bayezid, Kostantiniyye ile çok ilgilenir. Bizanslı İmparator V.
Yannis’in tahttan uzaklaştırılışına razı olmayan Yıldırım Bayezid, VII. Yannis’i
tahttan çıkarıp yerine yine V. Yannis’i getirir. (s.74) Böylece Yıldırım Bayezid,
Köstantiniyye’yi istediği gibi kontrol edebilir: “Artık Kostantiniyye bir Osmanlı
sancağı haline gelmişti. Padişah istediğini İmparator olarak tayin ediyor, istediğini
tahttan düsürebilecek yetkiye sahip oluyordu.” (s.77) Güçlü bir padişah olarak
Yıldırım Bayezid, V. Yoannis’e Konstantiniyye’nin yenilenen surları yıktırmasına
emir verir. (s.81) Üstelik babası ölen Manuel, Yıldırım Bayezid’in yanından izinsiz
ayrılır. Buna çok öfkelenen Yıldırım Bayezid, Kostantiniyye’yi muhasara eder. Bu
sıralarda Yıldırım Bayezid, merhametli bir padişah ve hükümdar olarak karşımıza
çıkar. Ama aynı zamanda kararlıdır. Yıldırım Bayezid, Konstantiniyye’de bir Türk
mahallesinin inşa edilmesi şartıyla kuşatmayı kaldırır: “Şartları düşündü ve
Manuel’in elçisine merhametli ve vicadanlı bir hükümdar tavrıyla bakarak, sevgili
Peygamberin nasihatlarını düşündü.” (s.86)
463
Yıldırım Bayezid, Niğbolu’daki Müslümanlara yardım etmek için yıldırım
hızıyla gider. Üstelik muhasara altında Müslümanları ümitlendirmek için kendisi
kaleye gider. “Tek başına, bu ıssız ve karanlık yollardan hangi menzile koşuyordu.
Bu ne cür’et ve cesaretti ki, az gidip, uz gitti. Türk ordusu çok gerilerde kaldı.” (s.96)
Niğbolu’da zaferi gerçekleştiren Yıldırım Bayezid, şehitler için üzülür. (s.113)
Yıldırım Bayezid, Kostantiniyye’yi yine kuşatır. Bu sıralarda Timur’un
tehlikesi ortaya çıkmaya başlar. (s.127) Timur, Sivas’a girip Şehzade Ertuğrul’u
öldürtür. Bunu öğrenen Yıldırm Bayezid, güçlü bir ordu toplamadan Timur’un
peşinde gider. (s.167)
Yıldırım Bayezid, nihayette Ankara civarında Timur ile karşı karşıya gelir.
Savaş başlar. Yıldırım Bayezid, savaşı iyice kontrol eder. Ama hainliğe uğrayarak
esir düşer. Esarete dayanamayan Yıldırım Bayezid, zehir içerek vefat eder. (s.230)
Binatlı romanında Sultan Yıldırım Bayezid, Niğbolu muhasarasını duyar
duymaz, Kostantiniyye muhasarasını kaldırır. Müslümanlara yardım etmek için
gider: “Önde tuğlar, önde öncüler, önde Ordu-yû Hümayunûn fedaileri. Arkada
Orduy-û Hümayûn. Ve Yıldırım Bayezid. Kır atının üstünde vakur, ciddi, yiğit.
Binlerce çıranın ışığında göz bebekleri yırtıcı, kızgın.
Duymuş gelmiş, kopmuş gelmiş, gerçek bir yıldırım olmuş gelmiş.
Niğbolu’yu kurtarmaya, Niğbolu hisarında kapalı kalmış Müslümanlara yardım
etmeye, vatanın her karış toprağını canı pahasına, kanı pahasına korumaya ve Haçlı
güruhunu bütün bütün geldikleri yere sürmeye.”(s.49)
Yıldırım Bayezid Han, Niğbolu’ya gelir gelmez Niğbolu kalesi Haçlılar
tarafından iyice muhasara edildiği için bütün ısrarlara rağmen dinlenme teklifini
kabul etmez. Çünkü hisardakiler Padişah’ın geldiğinden haberleri yoktur. Gece yarısı
tek başına Niğbolu kalesine gidip döner. Kimsenin yapamadığı bir şeyi yapmıştı.
(s.60–64)
Topal Kasırga romanında ise, Yıldırım Bayezid’in sadece adı geçer.
464
Yıldırım Bayezid romanında görünen Fransız Kralı Şarl157, mağrur bir kral
olarak karşımıza çıkar. Anlatıcı, Kral Şarl’ı şu şekilde takdim eder: “O sırada bir
sapık, ne idiğü belli olmayan, ruh sağlığı bozuk, astığı astık, kestiği kestik olan bir
Kral, o zaman Fransa’nın başında bulunuyordu. Bunun adı Şarl’dı.
Ona etrafındakiler, «Divane Şarl» diyorlardı. Çılgının birisiydi. Osmanlı
Devleti neredeydi ve kendisi nerelerde bulunuyordu ki, oradan, uzaklara tehdidler
savunuyor ve Bayezid’in kulaklarını tırmalayan bu ses yankılar yaparak insanı
çileden çıkartıyordu.
Tesadüfen tahta çıkan Şarl, etrafında bir takım cüceler, dalkavuklar,
riyakârlar toplamış, vaktini kahramanlık hikâyeleri anlatanları dinleyerek
geçiriyordu. Bu hik’aye kahramanlıklarını o kadar benimsemişti ki, günün birisinde
kendisini onlardan birisi olarak düşünmeye başlamıştı. Kısa zamanda bir hayli ün
kazandı. Şarl, Avrupa’nın gözünde mucize adamlardan biriydi.” (s.27) Bütün bunlara
rağmen Şarl, aslında korkak bir adamdır. (s.31) Bu sıralarda Macer Kralı Sigismund,
Yıldırım Bayezid’e karşı Avrupa’yı kışkırtmaya başlar. (s.32) Sigismund, “kendisini
Avrupa’nın en güçlü şövalyesi olarak kabul eden çılgın Şarl’a bir hey’et” gönderir.
(s.33) Densiz ve kararsız olan Şarl, Sigismund’ın iddialarına inanarak savaşa
hazırlanmaya başlar. (s.34–35)
Yıldırım Bayezid romanında yer alan Şehzade Yakup Çelebi158, Yıldırım
Bayezid’in kardeşidir. Şehzade Yakup Çelebi, yiğit ve cesur bir kumandan olarak
karşımıza çıkar. Üstelik babası I. Murad’ı çok seven bir oğuldur: “Kalbi, babası
Murad Han gibi merhametli; şefkat duygularıyla doluydu.” (s.10) Üstelik “cenk ahli,
yetişmiş; güçlenmiş ve de Padişah olmaya elverişli”dir. (s.10) Olup bitenleri
bilmeyen Şehzade Yakup Çelebi, taht kaygısı ile kardeşi Yıldırım Bayezid tarafından
amansızca öldürülür. (s.23)
157 Charles VI (1368–1422), Fransa Kralı (1380–1422), Kral Clarles V ile Bourbon’lu Jeanne’ninoğludur. Doğumundan itibaren veliaht unvanını alarak krallığın ilk mirasçısı olmuştur. Kral CharlesVI, eğlenceye düşkündü. “Charles VI” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul,1969, c.4158 Yakup Çelebi (1364 Bursa – 1389 Kosova): I. Murad’ın oğlu, I. Kosova Savaşı gazisidir. Tahtnedeniyle kardeşi Yıldırım Bayezid tarafından öldürülmüştür. Mezarı Bursa’da Çekirge’de babası I.Murad’ın türbesindedir. “Yakup Çelebi” «madde», M. Orhan Bayrak, a.g.e.,, s.427
465
Çandarlı Ali Paşa159, Yıldırım Bayezid romanında sadrazam olarak karşımıza
çıkar. Devlete sadık olan vezir-i Azam Çandarlı Ali Paşa, Padişah I. Murad’ın
ölmesinden sonra kendisini zor bir durumda bulur. Ona göre Osmanlı Devleti, uzun
süre başsız kalamaz. (s.10) “Devletin başsız kalması acaip ve tehlikelidir.” (s.11)
Vezir-i Azam Ali Paşa, Yıldırım Bayezid’in karşısında Yakup Çelebi’in beklemesini
söyleyemez. Yıldırım Bayezid’e iç duygularını göstermemek için gayret eder. (s.13)
Sonra tecrübeliğinden hareket ederek Yıldırım Bayezid’e biat eder ve devlet
adamları karşısında Yıldırım Bayezid’i bir padişah olarak ilan eder. (s.14)
Çandarlı Ali Paşa, Padişah Yıldırım Bayezid’e sadık bir sadrazam görevini
yapar. Her zaman sultana nasihatte bulunur. (s.198) Sadrazam Çandarlı Ali Paşa,
Timur meselesinde sulhtan yanadır: “Bir kere daha Timur’a başvurup, sulh istemekte
fayda umarım Hünkârım” (s.206) söyleyen Çandarlı Ali Paşa’nin teklifi, Yıldırım
Bayezid tarafından kabul edilmez. Bu sıralarda Çandarlı Ali Paşa’nın, beklenen
savaş hakkında endişeli olduğunu öğreniriz. (s.207) Ankara Meydan Muharebesinde
durumlar kötüleşince Çandarlı Ali Paşa ile Şehzade Süleyman Çelebi savaş
meydanından kaçarlar. (s.226–227)
Böylece Çandarlı Ali Paşa, sadece kendisine sadıktır. Görevini korumaya
çalışan bir sadrazam olarak yer alır. Çandarlı Ali Paşa’nın, Ankara Meydan
Muharebesi sultana karşı yaptığı menfaat hesabı bunu da gösterir: “Ankara Meydan
Muharebesi, fitne, fesat, menfaat, hile ve desiseler sebebi ile kaybedilmiş.” (s.229)
Gazi Evranos Bey160, Yıldırım Bayezid romanında arka plândadır. Padişah I.
Murad’ın ölümünden sonra karşımıza çıkan Evranos Bey, diğer devlet adamları gibi
yeni padışahın kim olacağı ile meşguldür. (s.11)
159 Çandalı Ali Paşa (öl. 1410 İznik): Sadrazam (1387–1406), komutan, kazasker ve gazidir. Fetretdevrinde Emir Süleyman’a da 7 yıl vezirlik yaptı. Rumeli fethinde bulundu. Sadrazam ÇandrlıHayraddin Paşa’nın oğlu, Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa’nın babasıdır. Zeki, bilgili ve eğlenceyedüşkün idi. Mezarı İznik’te bulunur. “Çandarlı Ali Paşa” madde, M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.93160 Gazi Evrenos Bey: Osmanlıların meşhur kumandanlarından. On dördüncü asır başlarında Karasidiyârında dünyâya gelmiştir. Âilenin reisi olan Îsâ Bey ile oğlu Evrenos Bey, Karasi Beyliğiümerâsından iken, Beyliğin Orhan Gâzi tarafından fethedilmesi üzerine Osmanlıların hizmetinegeçtiler. Şehzâde Süleymân Paşanın maiyetine verilen Evrenos Bey, onunla birlikte Rumeli’ye ilkayak basan yiğitler arasında yer alıp; İpsala, Malkara, Dimetoka vesâir kalelerin alınmasında son
466
Gazi Evranos Bey, Binatlı romanında Sultan Yıldırım Beyazid’in
kumandanlarından biridir. İhtiyar; ama Sultan’ın gittiği her yerde bulunur. Gazi
Evranos Bey, Sultan Yıldırım Bayezid’i sevip sayan bir kumandan olarak karşımıza
çıkar. Sultana sadıktır. Sultan da Gazi Evranos Bey’i sever.
Yıldırım Bayezid romanında Doğan Bey161, Niğbolu Kumandanı olarak
karşımıza çıkar. Doğan Bey, sultan ve devlete çok sadıktır. Yıldırım Bayezid
kendisiyle karanlıkta kaledekilere ümit vermek amacıyla Biğbolu’ya yaklaşıp kalenin
kumandanı Doğan Bey ile konuşur. Buna çok mutlu olan Doğan Bey, padişaha son
nefese kadar dayanacaklarını söyler. (s.98–99)
Binatlı romanında Niğbolu Kumandanı Doğan Bey, cesur bir kumandandır.
Haçlı ordusu, Doğan Beyin müdafaa ettiği Niğbolu’yu muhasara etti162. “Ne olursa
olsun, sonuna kadar dayanacak, kaleyi canla başla müdafaa edecekti. Son teslim
teklifini de bu sabah reddetmiş, “Cesedimi çiğnemeden hisara giremezsiniz” diyerek
elçiyi terslemişti… Kaledekilerle birlikte ölmeye karar vermişlerdi.”(s.59)
Sırp Kralı İstefan, Kral Lazer’in oğludur. (s.38) Sırp Kralı İstefan, Yıldırım
Bayezid’e saygı gösterir. Yıldırım Bayezid, Sırplarla dostluğu güçlendirmek için
Kral İstefan’ın kızı ile evlenmeyi düşünür. Kral İstefan bu tekliften memnundur.
(s.42) Sırp Kralı İstefan, Yıldırım Bayezid’e sadıktır. Ankara Meydan
Muharebesinde şehzadeler ve vezirler Yıldırım Bayezid’i terk ederler. Karşı tarafta
yirmi bin kadar Sırp fedaileri, Yıldırım Bayezid’i terk etmezler. Ve savaşta
kahramanlıklar gösterdiklerini öğreniriz. (s.227)
derece mühim rol oynadı. Babası Îsâ Bey ise, bu akınların birinde şehit düştü. Kosova Savaşındansonra, Sultan Yıldırım Bâyezîd Han zamânında da Hacı Evrenos Beyin fetih faaliyeti devâm etti.Niğbolu Muhârebesinde ve Eflâk Seferinde büyük kahramanlıklar gösterdi. Evrenos Bey, SultanYıldırım Bâyezîd’in vefâtı ile ortaya çıkan karışık devrede, önce Emir Süleymân tarafını tuttu ise de,onun vefâtını müteâkip bu gâilelere karışmamak için geri çekildi. Hacı Evrenos Gâzi, 100 yaşınıgeçmiş olduğu hâlde 1417 Kasımı’nda vefât ederek Vardar Yenicesi’ndeki türbesine defnedildi. “GâziEvrenos Bey” madde, Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, c.3, s.110–112161Doğan Bey, Niğbolu’ya Haçlı seferi zamanında Niğbolu Kalesinin kumandanı olarak görevyapıyordu. “Niğbolu Meydan Muharebesi” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs HoldingYayınları, İstanbul, 1994, c.15162 Yeni Rehber Ansiklopedi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.20, s.233
467
Yedinci Yoannis, V. Yannis’in torunudur. VII. Yoannis, VI. Yannis’i tahttan
çıkararak zindana atar. Böylece imparator olur. Yedinci Yoannis, korkak ve aciz bir
imparator olarak karşımıza çıkar: “Yedinci Yoannis’in eli ayağı titremiş, rengi
uçmuştu. Amansız korku ile humma nöbeti geçiriyordu.” (s.74) Yıldırım Bayezid,
onu imparatorluktan çıkarıp yerine V. Yoannis’i yine oturtur. (s.73)
Yıldırım Bayezid romanında karşımıza çıkan Manuel, V. Yoannis’in oğludur.
İlk olarak Manuel babası V. Yoannis ile birlikte zindandadır. Uzunca Sevindik
tarafından zindandan kurtarılan Manuel, Yıldırım Bayezid’in yanında Anadolu
seferlerinde yer alır. (s.79) Babası ölen Manuel, izinsiz Yıldırm Bayezid’ın yanından
ayrılarak Bizans’a gider. Bu sıralarda Manuel, imparator olarak ilân edilir. Bizanslı
İmparator Manuel, güvenilmez bir hükümdar olarak ortaya çıkar. Üstelik halktan
uzak ve sadece kendisini düşünen bir imparatordur: “Fakat onun verdiği söze
inanılmazdı. Manuel güvenilecek insan değildi. Babasının ölümü bile onu rahatsız
etmemişti.”… “İmparator yalnız ve ancak kendi çıkarını düşünüyor, halktan alınan
vergileri bu surette israf ediyordu. Teb’ası ise yokluk ve sefalet içindeydi.” (s.87)
Yıldırım Bayezid, ikinci defaya Kostantiniyye’yi kuşatır. Bu sıralarda
Manuel, Avrupa’dan yardım ister. Bu yardımlar gelmesini bekleyen Manuel, aciz bir
imparator olarak görünür. (s.127–128)
Binatlı romanında Timurtaşoğlu Umur Bey163, akıncıların kumandanı olarak
kaşımıza çıkar. Gazi Umur Bey, cesur ve yiğit bir akıncıdır.
Yıldırım Bayezid romanında karşımıza çıkan Gülçiçek Hatun164, Yıldırım
Bayezid’in annesi ve Sultan Murad’ın karısıdır. “Gülçiçek Hatun karalar giyerek
gözyaşlarının pınarından dökülen yaşları ruhunda topladı.” (s.24) Karısının
öldürülmesine çok üzülen Gülçiçek Hatun, çok geçmeden oğlu Şehzade Yakup
163 Umur Bey Karatimurtaşoğlu, Türk devlet adamı (öl–1461): Osmanlı beylerinden Kara TimurtaşPaşa’nın oğludur. Fetret devrinde Musa Çelebi’nin yanında yer aldı; daha sonra Mustafa Çelebi’ninhizmetine girdi. Murad II’ye hizmet etti. “Umur Bey Karatimurtaşoğlu” madde., Meydan Larousse,Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.19164 Gülçiçek Hatun (XIV. y.y.): Sultan I. Murad’ın eşi, Sultan I. Bayezid’in (Yıldırım) annesidir.Türbesi, Bursa’da Yahşibey mahallesinde bulunur. “Gülçiçek Hatun Türbesi” «madde», M. OrhanBayrak, a.g.e., s.149
468
Çelebi’nin öldürülmesini de öğrenir. Bu iki habere dayanamayan Gülçiçek Hatun,
“teselliyi ancak Yüce Rabbinde arıyor ve ondan sabır dileniyordu.” (s.24) Gülçiçek
Hatun, oğlu Şehzade Yakup Çelebi’nin öldürülmesinin cinayet olduğundan
şüphelenir. (s.24)
Yıldırım Bayezid romanında yer alan Devlet Hatun165, Süleyman Paşa’nın
kızı ve Yıldırım Bayezid’in ilk eşi olarak karşımıza çıkar. (s.38) Eşi Yıldırım
Bayezid’in ikinci evlenmesi için içi yanan Devlet Hatun, bir türlü teselli bulamaz.
(s.47–48) Devlet Hatun, alçak gönüllü bir kadın olarak karşımıza çıkar. Olivera ile
ilk karşılamasında Olivera’dan memnun olur. “Açık yeşil gözleriyle” (s.49) Devlet
Hatun bu karşılaşmada kibarlı bir tavır alır. (s.51)
Sırp Kralı Lazer’in kızı ve Kral İstefan’ın kızkardeşi olan Olivera166, çok
güzel bir kız olarak karşımıza çıkar: “Bu sırada sırma saçları omuzlarından aşağılara
dökülen, parlak ve nurlu yüzü ile dünya güzeli olan bir melek ağır adımlarla, tatlı
bakışlar atfederek Hünkâr önüne gelip saygıyla eğildi.” (s.41) Sırp Kralı İstefan,
kızkardeşi Olivera’yı şu şekilde takdim eder: “Kız kardeşim Olivera! diye onu
takdim etti. Bazıları ona Despina derler.” (s.41) Bu sıralarda Olivera’nın on sekiz
yaşında olduğunu öğreniriz. (s.42–43)
Olivera, ilk olarak ağabeyi Kral İstefan’ın hangi çıkar için böyle bir
evlenmeyi kabul ettiğini merak eder. Çok düşünceli olan Olivera, nihayette İslâma
girerek Yıldırım Bayezid ile evlenir. (s.43–45) Evlendikten sonra Olivera “nazik ve
ince ruhlu” (s.51) bir kadın olarak karşımıza çıkar.
Macar Kralı Sigismund167 ise Yıldırım Bayezid romanında kurnaz bir
kumandan olarak karşımıza çıkar. I. Murad ve Şehzade Yakup Çelebi’nin
165 Devlet Hatun (Devletşah Hatun veya Sultan Hatun da denir): Yıldırım Bayezid’in eşi (Kutahya, ? –Bursa, 1414). Germiyan hükümdarı Süleyman Şah’ın kızı ve Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin torunu.1378’de Süleyman Şah kızının çeyizi olarak beyliğinin en güzel yerleri olan Kütahya, Tavşanlı, Emedve Simav şehirlerini Osmanlı Devletine vermiştir. “Devlet Hatun” madde., Büyük Larousse Sözlükve Ansiklopedisi, İnterpress Yayıncılık, İstanbul, 1992, c.5166 Sultan Yıldırım Bayezid, Olivera ile evlenmiştir. Ama Olivera’nın akıbetiyle ilgili bilgi yoktur.“Padişah Eşleri” «madde», M. Orhan Bayrak, a.g.e., s. 449167 Sigismund Lüksemburglu (14 Şubat 1368 – 9 Aralık 1437) 1433 yılından 1437 yılına kadar dört yılKutsal Roma İmparatoru ve Luxembourg Hanedanı'nın son imparatoru. O ayrıca Macaristan ve
469
ölmelerinden istifade etmek isteyen Sigismund, Yıldırım Bayezid’in karşısında
birleşmek amacıyla Fransa Kralı Şarl’a başta olmak üzere bütün Avrupa devletlerine
birer hey’et gönderir. (s.32–33) Macer Kralı Sigismund, papazlar yardımıyla Fransız
kralını yanıltıp aldatabilir. Böylece Sigismund, Niğbolu’ya gelen Haçlı seferinin ilk
tohumu atmış olur. (s.34–37) “Kral korkudan zangır zangır titrediği için Batı
ülkelerine elçiler yollamış, onları kışkırtmak için her türlü çareye başvurmuştu.”
(s.52)
Binatlı romanında Tuna vadisine gelen Haçlı ordusu iki koldan oluşmaktadır.
Asıl büyük kolun kumandanı Macar Kralı Sigismund’dur. “Coşkun ve mağrur”
(s.17) olarak karşımıza çıkar. İlk olarak zaferden emin olan Sigismund, savaş
meydanında korkaktır. (s.27)
Yıldırım Bayezid romanında Şehzade Süleyman Çelebi168, Yıldırım Bayezid
ve Topal Kasırga romanlarında ön plandaki kahramanların arasında yer alır. Yıldırım
Bayezid romanında Sivas kalesinde bulunan Şehzade Süleyman Çelebi, Timur
tehlikesini duyar duymaz korkmaya başlar: “Süleyman Çelebi’nin yüreği hoplamıştı.
İçinde doğan Timur’un askerleriydi.” (s.141) Şehzade Süleyman Çelebi, ilk andan
itibaren Sivas’ı bırakmak ister: “Fakat Süleyman Çelebi onun gibi düşünmedi. En
iyisi, kaleyi düşmana bırakmaktı.” (s.144) Sonda Süleyman Çelebi, tek başına
kaleden çıkarak babası Yıldırım Bayezid’in yanına gider. (s.145)
Şehzade Süleyman Çelebi’nin, Ankara Meydan Muharebesi’nde babası
Yıldırım Bayezid’in yanında ön saflarda bulunduğunu öğreniriz. (s.221) Ama savaşın
durumları kötüleşince Şehzade Süleyman Çelebi, sadraman Çandarlı Ali Paşa ile
birlikte Yıldırım Bayezid’e ihanet ederek savaş meydanından kaçar. (s.226)
Hırvatistan'ı en uzun süre yöneten krallardan biri, onun elli yıllık hükümdarlık süresi 1387 yılından1437 yılına kadardır. Niğbolu önünde yapılan savaşta Sultan Yıldırım Bayezid’e yenildi (25 Eylül1396). “Sigismund Lüksemburglu” madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969,c.18; “Niğbolu Meydan Muharebesi” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.15168 Süleyman Çelebi (1377 Bursa – 1410 Edirne): Yıldırım Bayezid’in büyük oğludur. Fetret devrinde1403–1410 yılları arasında Edirne’de saltanat süren şehzadedir. Öldürüldü. Mezarı Bursa’da dedesi I.Murad’ın Çekirge’deki türbesindedir. “Süleyman Çelebi” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e.
470
Topal Kasırga romanında Şehzade Süleyman Çelebi, Sivas kalesinin
komutanı olarak karşımıza çıkar. Timur’un yakında geleceğini duyan Şehzade
Süleyman Çelebi, kendi menfaatını düşünerek Sivas’ı terk eder: “Şehzade kendisince
mazeretleri vardı aslında. Her şehzade gibi o da bir gün babasının yerine geçmeyi
umuyordu.” (s.27)
Böylece Şehzade Süleyman Çelebi, Yıldırım Bayezid ve Topal Kasırga
romanlarında korkak ve kendini düşünen bir şehzade olarak canlandırılır.
Yıldırım Bayezid romanında Şehzade Ertuğrul169, Yıldırım Bayezid’in
oğludur. Timur ordusuyla Sivas şehrine gelir. Bu sıralarda Şehzade Ertuğrul, kardeşi
Şehzade Süleyman Çelebi Sivas’ta bulunur. (s.137) Şehzade Ertuğrul, cesur ve atak
bir kumandan olarak karşımıza çıkar. Üstelik zekidir. Ona göre Sivas’a gelene kadar
Timur’u beklenmemelidir. Ama dağ geçidinde Timur’un ordusunu imha edilmelidir.
(s.138) Şehzade Ertuğrul, Allah’tan başka kimseden korkmaz. Tam bir yiğit gibi
müdafaadan yanadır: “Biz ise Yüce rabbine sığınan, yalnız ondan medet uman,
vaktimizi cenk itmek ve Allah yolunda şehit olmaktan başka şeyler düşünmeden
değerlendiren bir güç kaynağıyız.” (s.143) Şehzade Ertuğrul, Sivas kalesinde
bulunan askerleri savunmak için yiğitlendirmeye çalışır. “Bir taraftan düşman
askerlerine ok fırlatıp, öbür taraftan da bahadırlara talimat veren Ertuğrul Beğ’di.”
(s.147)
Şehzade Ertuğrul, uzun süre Yıldırım Bayezid’den takviye gelmesini bekler.
Ama hiçbir şey görünmez. Bu yüzden kalenin teslimine macbur kalır. (s.152) Timur
tarafından da bir odaya hapsedilir. (s.158) Sonda Timur, Şehzade Ertuğrul’u öldürtür:
“O nevcivan, o tatlı kahverengi gözleri, kumral saçları, nurlu yüzüyle, kalbi şefkatle
dolu olan yiğit şehzade, kelime-i şahadet getirererk ruhunu Allah’a teslim etmiş.”
(s.164)
169 Şehzade Ertuğrul (1378–1396): Yıldırım Bayezid’in oğludur. “Padişah Oğulları (Şehzadeler)”madde, M. Orhan Bayrak, a.g.e., s. 448
471
Yıldırım Bayezid romanında Yıldırım Bayezid’in oğlu Şehzade Mehmet
Çelebi170, arka plânda bir kişi olarak karşımıza çıkar. Ankara Meydan
Muharebesi’nda yer alan Şehzade Mehmet Çelebi, babasının yanında olmayı tercih
eder. Savaşa katılmak için gelir. (s.196–197)
Malkoç Mustafa Bey171, Yıldırım Bayezid ve Topal Kasırga romanlarında ön
planda karşımıza çıkar. Yıldırım Bayezid romanında Malkoç Mustafa Bey, cesur,
yiğit ve atak bir akıncı ve “kahraman kumandanlardan” (s.141) olarak karşımıza
çıkar. Korkmaya başlayan Süleyman Çelebi’yi cesaretlendirmeye çalışır. Üstelik
kararlı ve telâşlı değildir. Malkoç Mustafa Bey, müdafaa ve savaşmadan yanadır.
(s.142) Şehzade Süleyman Çelebi kaleyi terk ettikten sonra kalenin kumandanlığı
Malkoçoğlu ve Şehzade Ertuğrul’un üstüne atılır. Bu sıralarda Malkoç Bey’in
kararlığı, yiğitliği ve kahramanlığı ortaya çıkar. Malkoç Bey, “keder itmeyesüs
şehzadem. Senin sağ kolun kılıç tutarsa, sol kolunda da benim kılıcım ışıldar. Hiç
can sıkma. Yüce Rabbimin hikmetinden sual olunmaz.” diyerek Şehzade Ertuğrul’ü
yüreklendirir. (s.145) Savaş başlar başlamaz Şehzade Ertuğrul, Malkoç Bey’le
görüşmeden bir karar almaz. (s.149)
Malkoç Mustafa Bey, sulh teklifiyle Timur’a gider. (s.151) Sivas’a giren
Timur, Malkoç Bey ve Şehzade Ertuğrul’u bir odada hapseder. (s.158) Timur,
Şehzade Ertuğrul’u öldürdükten sonra Malkoç Mustafa Bey’in elini bağlatarak
serbest bırakır. (s.162)
Malkoç Mustafa Bey, Sivas’tan ayrılarak Yıldırım Bayezid’egelir. Padişaha
olup bitenleri anlatan Malkoç Mustafa Bey, Yıldırım Bayezid’in önünde akıllı bir
komutan olarak karşımıza çıkar. Kalabalık ve çok sayıda askerle dolu olan bir
170 Mehmet I. Çelebi (1389 Bursa – 1421 Edirne): 5. Osmanlı padişahı (1413 – 1421), Fetret Devri’nikapatan ve Osmanlı devletini ikinci kez kuran padişah, komutan, okçu, güreşçidir. 24 yaşında 40 yaraalarak gazi oldu. Yıldırım Bayezıd ile Devletşah Hatun’un oğlu; Fetret Devri’nde savaştığı Musa, İsa,Süleyman ve Düzmece Mustafa’nın kardeşi; Dulkadiroğulları prensesi Emine Hatun’un eşi, II. Muradile Küçük Mustafa’nın babasıdır. Cesur, siyasetçi, ciddi, nazik oluşu ile tanındı. “Mehmet I. Çelebi”madde, M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.269171 Malkoç Mustafa Bey (ö. 1402), I. Bayezid (Yıldırım) döneminde Timur’un ordusuna karşı Sivas’ısavunmuştu. Malkoç Mustafa Bey, Malkoçoğulları diye akıncılıkla meşhur olan ailenin atasıdır.Malkoçoğulları, Osmanlıların Avrupa’ya düzenlediği seferlerde öncü rol oynamış akıncı ailesidir.Temel olarak Akkerman’da yerleşen aileden, 1400–1600 arasında birçok ünlü akıncı beyi yetişmiştir.“Malkoçoğulları” madde., Ana Britannica Ansiklopedisi, Ana Yayınları, İstanbul, 1993, c.21
472
ordunun başında Timur’a karşısına çıkmak için onun asker sayısı ile derlenip
toplanmak gerektiğini söyler. (s.164–167)
Malkoç Mustafa Bey, bir akıncı olarak Ankara Meydan Muharebesi’nde ön
saflarda yer alır: “Şehzadeler: İsa Beğ, Musa Beğ ve Mustafa Çelebi. Onları kollayan
Malkoçoğlu’ydu… Mustafa Malkoç! Bütün hırsı ile düşmana yüklenmek gücüne
sahip olduğuna inanarak ön saflarda vuruşmak isteyen kahraman…” (s.221)
Topal Kasırga romanında Malkoç Mustafa Bey otuz beş yaşında olmasına
rağmen Şehzade Süleyman’ın gözünde iyi ve cesur bir kumandandır. Bu yüzden
Şehzade kendisi Padişah’a haber vermek için şehirden çıkar. Çünkü Şehzade’ye göre
“Malkoç Bey gibi yürekli kumandanlar vardı. Ne yapıp yapar, şehri Timur’a teslim
etmezlerdi. Her şeye rağmen, hatta kendisine karşı olduğunu bilmesine rağmen
Malkoç Beye güveniyor, bir gün ona yüksek mevkiler vermeyi düşünüyordu.” (s.28)
Böylece Malkoç Mustafa Bey, güvenilen bir kumandan olarak karşımıza çıkar.
Malkoç Bey, Timur’un şehre geleceğini ilk haberi olduğu zaman bir ordu alıp
Timur’a karşı çıkar. Kulaksız Ömer de ona gider, daha önce onu hiç görmedi; ama
Malkoç Bey hakkında birtakım sözler işitmişti: “Malkoç Bey doru atının üstünde
cesaret abidesi gibi dikiliyordu. Cür’etini, cesaretini, karar vermedeki isabetini
Kulaksız da çok duymuştu, ama bu kadar yakından ilktir görüyor, hakkında
söylenenlerin az bile olduğunu düşünüyordu.” (s.36)
Yıldırım Bayezid romanında Korkusuz Jean172 bir Fransa asilzadesi olarak
karşımıza çıkar. Niğbolu savaşından sonra esir alınan Korkusuz Jean’in, diğer esirler
gibi, Yıldırım Bayezid tarafından Bursa’ya götürüldüğünü öğreniriz. Sarayda
Yıldırım Bayezid’e yalvaran korkusuz Jean, daha sonra Türklere karşı
çıkmayacağına yemin eder. Sonra serbest bırakılan Korkusuz Jean, Yıldırım
Bayezid’e teşekkür ederek kendi vatanına döner. (s.117–118)
172 Jean (Korkusuz); Fransız asilzâdesidir. Fransız Kralı İkinci Jean’ın torunu ve Bourgonge DükasıCesur Philippe’in oğludur. 1371’de doğup, 1419 yılında öldürüldü. Haçlı ordusunda OsmanlıTürklerine karşı 1396 Niğbolu Savaşına katıldı. Zafer kazanmak hevesiyle taşkınlık içinde Türkleresaldırıp, esir düştü. Yıldırım Bayezid Han (1389–1402) ile görüştü. Bir yıl kadar Anadolu’da kalıpbüyük fidye karşılığında serbest bırakıldı. 1414’te Bourgonge Dükası oldu. “Jean (Korkusuz)”madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.10
473
Binatlı romanında Fransa Kralı İkinci Jean Le Bon’un torunu Nevers Kontu
Korkusuz Jean Niğbolu’da Fransız Kralını temsil etmektedir. (s.22) Korkusuz Jean,
şaraba düşkün, tecrübesiz ve mağrur bir kumandan olarak karşımıza çıkar. Üstelik
onun önemsemezliği yüzünden Haçlı ordusunda iki yüze yakın askerin ölmesine
sebep olur. (s.23–26)
Eflak Voyvodası Mirçe173, Binatlı romanında da Haçlılar arasında karşımıza
çıkar. Alman ve Fransız komundanlar, onu küçümserler. Onlara göre o sadece
voyvodadır ve onlara ulaşamaz. Eflak Voyvodası Mirçe korkak, kararsız ve zayıf
karakterli olarak ortaya çıkar. (s.24)
Yıldırım Bayezid romanında ise Mirçe’nin adı geçer. Yıldırım Bayezid’in
elinde bir savaşta esir düşen Mirçe, “Yıldırım Bayezid’in dizlerine kapanarak, af
diliyordu.” (s.46)
Timur Leng174, Yıldırım Bayezid ve Topal Kasırga olmak üzere iki romanda
söz konusudur. Yıldırım Bayezid romanında yazar, Timur ile ilgili şu şekilde
ansiklopedik bilgileri verir: “Timur, 1336’larda Semerkant’ta doğmuş, büyümüş,
cihangir olmuştu.
173 Mirçe Cel Batran, Eflak Voyvodası (s.1336–1418). Radu I’in oğlu. Eflak’ın idarî teşkilâtınıdüzeltti; birçok manastır açtı. Sırp despotu Lazer’e yardım için Kosova Savaşına (1389) askergönderdiği için Türk kuvvetleri Tuna’yı aşarak Mirçe’nin üstüne yürüdü. Macer Kralı Sigismond ileanlaşılan Mirçe, Niğbolu’da Türklere yenildi (1396). Ankara Savaşından (1402) sonra Türk-Eflakilişkileri yeniden başladı. Mirçe, Bayezid I’in oğullarından Musa Çelebi’yi kardeşi Emir Süleyman’akarşı destekledi; onu kızlarından biriyle evlendirdi. “Mirçe Cel Batran” madde., Meydan Larousse,Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.14174 Timur, Timurlenk ya da Aksak Timur olarak da bilinirdi (d. 11 Mart 1336, Keş - ö. 19 Mart 1405,Otrar). Hindistan ve Rusya’dan Akdenize’e kadar uzanan bir imparatorluk kurmuş Müslümanhükümdar. 1350’lerin başlarında Çağatayların Sermerkand emiri olan Kazgan Han’ın hizmetine girdi.Emirin güvenini kazanarak ordusuna subaylığa yükseldi ve kızıyla evlendi. Kazgan Han ölünce onunyerine geçen oğlu ile anlaşamadı ve öteki kayınbiraderi olan Herat emiri Hüseyin’in yanına gitti.1363–69 arasında kabile savaşlarına katıldı. Bir süre sonra Hüseyin’le arası açılınca bir ordutoplayarak kayınbiraderinin üzerine yürüdü. 1369’da Kunduz Savaşı’nda Hüseyin öldürüldü ve Timurkısa zamanda Semerkand’ı ele geçirerek bağımsızlığını ilan etti. 1386–89 arasında Celayirlilerinkuzeydeki topraklarını ele geçirdi. 1398’de Batıya düzenlediği sefer sırasında Celayirli hükümdarıAhmed ile Karakoyunlu hükümdar Kara Yusuf Osmanlı padişahı I. Bayezid’e sığındı. I. Bayezid deiki hükümdarı Timur’a teslim etmek istemez. Bunun üzerine Timur, Anadolu’nun içlerine doğruilerlemeye başladı. 1402’de ikinci kez Anadolu’ya girdi ve Ankara yakınlarında yapılan savaşta I.Bayezid’i yenilgiye uğratarak tutsak aldı. Timur, 1404’te Çin seferine çıktı. Ama Otrar’a ulaştıktankısa bir süre sonra öldü. “Timur” madde., Ana Britannica Ansiklopedisi, Ana Yayınları, İstanbul,1993, c.30
474
Babası Barlas kabilesinin Reisi Taragay’dı. Timur’un ayağı sakattı. Aksak
yürürdü. Bunun için aksak mânasına gelen «lenk» sözü ona lâkap olarak takılmıştı.
Timur bu suretle Timur-Leng oluyordu.
Güçlenip kuvvetlenince, onun da hayalinde cihan İmparatorluğunu kurmak
düşüncesi ağırlık kazanmıştı. O zaman Çağatay Hân Timur’un hükümdarıydı. Hattâ
Çağatay Hân torunu Olcay Türkân’ı Timur’a vermişti. Bu suretle Timur’un zeki,
atik, cenk etmekten zevk duyan bir bahadır oluşuyla takviye edilmesi Moğollar
tarafından takdirle karşılanmıştı.
Fakat Çağatay Hân ile Timur’un arası birden açılıverdi. Bunun sebebi
Timur’un yüreğinde yatan hükümdarlık duygusuydu. Bu duygunun esiri olmaktan bir
türlü kurtulamayan damat, efendisine isyan etti! Askerini dağlardan ovalara indirip,
Çağatay Hân’a meydan okudu… Bir taraftan da o zamanın müstahkem
mevkilerinden birisi olan Belh şehri kayınbiraderi Emir Hüseyin’in elinde
bulunuyordu. Fakat kim olursa olsundu, Belh şehrini zaptederek Emir Hüseyin’in
katlini uygun buldu. Çünkü Timur, kendisine güçlü rakip istemiyordu. Neredeyse o
rakip, boynu vuruluyor Timur, ülkenin tek hâkimi olmak durumuna geliyordu.
Timur, Belh şehrinin zaptedilmesiyle müstakil bir devlet kurduğunu bütün
dünyaya ilân etti. Belh’den İran’ın en ücra köşelerine kadar at koşturan süvarileri
Kafkasya diyarına kadar uzandı. Buradaki Türkler de Timur’a boyun eğdiler.”
(s.134–135)
“Timurlenk Osmanlıların imha plânlarını çoktan hazırlamıştı. İlk önce seçilen
hedef Sivas kalesiydi. Bu kale müstahkem mevki olarak göz önünde tutulamazdı.
Ayrıca orada Yıldırım Bayezid’in şehzadeleri kalıyorlardı. Onların katli ile henüz
yüzünü bile görmediği Padişah’a karşı kin tuttuğu için, intikam almak ihtirası içinde
çırpınıyordu.” (s.137)
Timur, kana susanmış ve vahşi bir kumandan olarak karşımıza çıkar.
Kalabalık bir ordunun başında gelen Timur, Sivas kalesini kuşatır. Kuşatmanın on
sekizinci gününde Şehzade Ertuğrul, Timur’a sulh teklifiyle bir eliçiyi gönderir.
475
Sulhu kabul eden Timur, Sivas’ta hiçbir kişiye zarar vermeyeceğine yemin eder.
Ama Sivas’a giren Timur, sözünü tutmayarak çocuk, kadın, yaşlı dinlemeden bir
katliamı yapar. Osmanlı askerlerini de toplayıp kollarını bağlatarak kazılan
hendeklere attırır. Sonra üstlerine toprak atar. (s.152–157) Ayrıca Şehzade Ertuğrul’u
da amansızca öldürtür. (s.164)
Bu sıralarda Timur, tecrübeli bir kumandan olarak karşımıza çıkar. Üstelik
savaşlarını iyice düşünür. Sivas’ı terk eden Timur, Yıldırım Bayezid’in kendisinin
peşinden geleceğini emindir. Bunu iyice plânlayan Timur, istediği mevkii seçer.
Yıldırım Bayezid’e ne yer ne de zamanda fırsat verir. (s.209–217) Sonunda Timur
savaşı kazanır. (s.229)
Topal Kasırga romanında Timur, ordusuyla Sivas kalesini kuşatmaya gelir.
Romanda Timur, rahmeti bilmeyen, zalim ve gaddar bir kumandan olarak karşımıza
çıkar.
XVI. Yüzyıl
İlk Hançer romanında kırk kahraman karşımıza çıkar. Bunların sadece üçü
gerçek kişi olarak yer alır.
İlk Hançer romanında Sefa Giray Han175, Kazan Hanı olarak karşımıza
çıkar. Sefa Giray Han, asker ve komutanlarını seven bir Han olarak görülür. Üstelik
halkına önem verir. Sefa Giray Han, kendisiyle Moskova’dan dönen Yüzbaşı Alp’ı
karşılar. (s.13) Üstelik Alp’ın Ruslar tarafından zindana atıldığı haberi öğrenir
öğrenmez öfkelenir. (s.25)
175 Safa Giray Han (1524–1531) Kazan tahtına geçtiği zaman on üç yaşında idi. Safa Giray Han busürede genç olmasına rağmen Rusları iki yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Ruslar, Safa Giray Han’akarşı propagandaya başladılar. Safa Giray Han Kazan’dan uzaklaştığı takdirde, eski esâslara göre,derhâl bir anlaşma yapılacağını tekîn ettiler. Bunun üzerine Safa Giray Han, 1531–1533 yıllarıarasında tahttan uzaklaştırılır. (1533–1546) yılları arasında tahta tekrar getirilen Safa Giray Han,ordusuyla 1536 yılında harekete geçti. Rus kuvvetleri mühim zâyiatla püskürtüldü. Safa Giray Han1549 yılında 42 yaşında vefat etti. “Kazan” madde., İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi,İstanbul, t.y., c.6
476
Sefa Giray Han, her zaman Türklerin birliğini düşünür, bunun için İvan’ın
Şah Ali’ye gönderdiği elçilik kafilesini iade eder. (s.18) Ruslar karşısında tek başına
durmasına rağmen Ruslara darbeler vurur. “Kasım Hanlığının ihanetine, Kırım
Hanlığının vurdumduymazlığına ve Osmanlı İmparatorluğunun uykusuna rağmen,
Sefa Giray Han’ın yönettiği Kazan ordusu, Rus ordusunu müthiş bir mağlubiyete
uğrattı. İvan öyle ağır bir darbe yedi ki, tam iki sene yeni bir saldırıya cesaret
edemedi. Sefa Giray Han, bu sulh döneminden faydalanarak Kazan’ı
kuvvetlendirmeye çalıştı.” (s.44)
Sefa Giray Han 1549 yılının ortasında hasta yatağına düşer. Anlatıcı, Sefa
Han’ın hastalığını şu şekilde işler: “Savaşın acılarını yeni yeni unutmaya başlayan
Kazanlılar, 1549 senesinin ortasında başka bir kara haberle tekrar acıya gömüldüler
Rus ordularını perişan eden, İvan’ı mağlubiyetten mağlubiyete uğratan milliyetçi,
vatansever yiğit Sefa Giray Han, hasta yatağına düşmüştü.” (s.45) Çok geçmeden
ölür. (s.47)
Sefa Giray Han’ın karısı olan Süyün Biyke Hatun176 ise, eşi öldükten sonra
Sefa Han’ın tuttuğu aynı yola takip ederek müdafaadan yanadır. Süyün Biyke, güçlü
ve kararlı bir kadın olarak karşımıza çıkar. İvan ise, Süyün Biyke’nin yüzünden bir
türlü Kazan’ı alamaz, bunun için Biyke Hatun tahtan çekilse savaş bitecek diye bir
propaganda yapar. Bunun üzerine Biyke Hatun tahttan çekilmesini isteyenlerin sayısı
zamanla artmaya başlar. Biyke Hatun ise, bu hususta oylama yapılmasını ister.
Oylama sonucu olarak Biyke Hatun tahttan çekilmek zorunda kaldıktan sonra
kendisiyle bağlı olan kuvvetlerle Kara Kaleye gider. Sonra Ruslar Kara Kaleye
bastıktan sonra Biyke Hatun’un esir tutulduğunu öğreniriz. (s.61–66)
Romanda IV. İvan177 Müslüman düşmanı olarak ortaya çıkar. Çar olarak ilân
edilir edilmez Türk devletlerine karşı plânlarını açıklar. İlk hedefinin Kazan Hanlığı,
176 Süyün-Bike: Safa Giray Han’ın karısı ve Ötemiş’in annesidir. Safa Giray Han 1549 yılındaöldükten sonra müzakereler yapılmıştır. Müzakerelerden sonra Safa Giray’ın oğlu Ötemiş han olarak(1549–1551) ilan edilmiştir. Henüz üç yaşında olan hanın yerine annesi Süyün-Bike, memleketinidâresini eline almıştır. “Kazan” madde., a.g.e., c.6177 İlk Rus Çarı. 1530’da doğdu. Babası Üçüncü Vasili’nin ölümüyle 1533’te Türk asıllı annesi ElenaGlinskiy’in nâibliğinde Büyük Moskova Knezi oldu. 1547’de fiilen saltanatı ele aldı. Bu tarihtenitibaren Büyük Moskova Knezliğinin bey yerine kullanılan “Knez” ünvânını atıp “Bizans Kayseri”
477
sonra Astrahan Hanlığı olduğunu söyler. Kazan’ı almak amacıyla ilk olarak iç
isyanları kışkırtmaya çalışacağını açıklar. (s.9) Sefa Giray Han ile Kırım Hanı, Rus
ordusuna karşı karşıya geldiklerinde İvan’ın komutanlığında Rus ordusu çok zarar
görür, İvan ise kaçarak canını zor kurtarır. Ve Moskova yolunu tutar. Türk ordusu ise
onun üzerine gidip Moskova’yı muhasara eder. Aynı sıralarda Şah Ali, İvan’ın
askerleri yardımıyla Kazan tahtını ele geçirmeye çalışır. Bunun üzerine Sefa Giray
Han muhasarayı bırakarak Kazan’a döner, İvan ise kurtarılır. Bu sıralarda İvan, hem
korkak hem de kurnaz bir kumandan olarak karşımıza çıkar. (s.41–42)
İvan, Sefa Giray Han öldükten sonra Kazan’ı almak amacıyla Kazan’ın
suyollarını kapatan bir kaleyi yaptırmaya başlar. (49) Kazan surlarını da toplarla
insafsızca vurmaya başlar. (s.71) Kazan eline düştüğünde ordusuna Müslüman sağ
kalmamasını istediğini emir verir. (s.91) Anlatıcı, İvan’ın Kazan’da yaptığını tahribat
ve katliamı şu şekilde tasvir eder: “Kazan’da o kadar Müslüman kesildi ki, akan
kanlarla İdil nehri kızıla büründü. Kadınlar, kocalarının gözleri önünde kirletildikten
sonra, hançerlendiler. Doğmamış bebeler analarının karnında doğrandılar. Bütün
mimari eserler yerle bir edildi.”. (s.93) Kana susamış olan İvan, bütün bunları
kahkahalarla seyreder. (s.91)
XVII. Yüzyıl
İki ciltte bulunan IV. Murad romanlarında kahramanların ekserisi, gerçek
kişilerdir. IV. Murad-I romanında seksan kişi bulunmaktadır. IV. Murad-II
romanında ise, seksen sekiz kişi yer alır. Kişilerin adıyla ilgili dikkat çeken nokta,
Müezzinzâde Ahmed Paşa’ya Hafız Ahmed Paşa’nın adı verilmesidir.
IV. Murad-I- ve IV. Murad-II- romanlarında Dördüncü Murat178, iki
romanın başkahramanı olarak karşımıza çıkar. IV. Murad –I- romanı, Dördüncü
mânâsındaki “Çar” ünvânını takındı. Çok kan döktü. Zulmünden dolayı “Korkunç İvan” ismiyletanınır. 1584’te öldü. İvan-IV” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,İstanbul, 1994, c. 10178 Murâd Han-IV; Babası Birinci Ahmed Han, annesi Mâhpeyker (Kösem) Sultandır. 27 Temmuz1612’de İstanbul’da doğdu. Tam bir İslâm terbiyesi ve ahlâkı ile yetiştirildi. Genç Osman’ın başınagelen acı felâket ve yerine geçen amcası Mustafa Hanın kısa bir süre sonra tahttan indirilmesi üzerinehenüz on bir yaşında iken 10 Eylül 1623’te Osmanlı tahtına çıktı. yaşı küçük olduğu için, devleti
478
Murad şehzadeyken başlar. Şehzade Murad, çocuk olmasına rağmen yaşına göre
gelişmiş bir çocuk olarak karşımıza çıkar. Sultan Genç Osman’ın öldürülmesinin
haberini öğrenen “sert bakışlı” (s.17) Şehzade Murad, heyecanlı değildir: “Kartal
burunlu, şahin bakışlı, ufak tefek bir gençti. Daha doğrusu, yaşına göre biraz fazla
gelişmiş bir çocuktu. Sakalı, bıyığı yoktu. Çocukluğu dikkati çekmesin diye börkünü
kaşlarına yıkmış, çenesini göğsüne bastırmıştı. Ama tavrında yaşından umulmayan
bir sertlik ve olgunluk vardı. Bir asalet hâkimdi. Ağır ağır döndü yanındakine:
“Gitsek mi?” dedi.
Ayni hâkim tavır sesinde de vardı. Fikir sormuyor, sanki emrediyordu.”
(s.15–16)
IV. Murad, kararlı ve düşünen bir insan olarak karşımıza çıkar. Onun baş
niteliği düşünmektir. Şehzadeyken memleketin genel durumunu hep düşünür.
Devletin ıslahına kararlıdır. Zaten o sıradan bir padişah olmak istemez. Onun ümidi,
Yavuz Sultan Selim gibi güçlü bir padişah olmaktır. (s.91) Bunun için güvendiği
Molla Doğan’ı Anadolu’ya gönderir. (s.52) IV. Murad, şehzadeyken toplantılarını
geceleyin bir camide yapar. Şehzade Murad’ın, yatsı namazından sonra karanlıkta
minberin dibinde güvendiği kişilerle memleket durumlarından konuşur. IV. Murad,
küşük yaşta olmasına rağmen yaratıcılık niteliğinde ve verimli düşüncelere sahiptir.
(s.77–78) Geceleyin yapılan bir toplantının icabıyla da Sultan Mustafa tahtan
indirilir. Şehzade Murad de padişah olarak ilân edilir. (s.84) Halkı her zaman
düşünen IV. Murad, bu gibi toplantılara halkın bir temsilcisini çağırır. Padişah
böylece hem halkın fikirlerini öğrenir, hem de halkla bir bağ kurar. (s.188–189)
Dördüncü Murad, padişah olduktan sonra devlet işlerini elinde toplamak için yine bu
gizli toplantılarına dayanır. Bu toplantılarda güvendiği kişilerle yapılması gerekenleri
konuşurlar. (s.255)
bilfiil idâre edemeceği görüşü hâkim olarak annesi Mâhpeyker Kösem Sultan saltanat nâibesi tâyinedildi. Dördüncü Murâd Hanın yaşının küçüklüğünden istifâde eden yeniçeriler, İstanbul’dazorbalıklarını ve ahâliye kötü muâmeleyi artırdılar. Tahta geçtiği günden itibaren bütün hâdiseleridikkatle takip ederek, eşkiyanın elebaşılarını tespit eden Sultan Murâd Han, 8 Haziran 1632’de devletidâresini bizzât eline aldı. Revan seferinden dönen Sultan IV. Murâd, 8 Mayıs 1637’de Bağdatseferine çıktı. Sultan IV. Murâd, 8/9 Şubat 1640 günü İstanbul’da vefat etti. “Murâd Han-IV”madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.14
479
Sultan IV. Murad küçük olmasına rağmen çevresinde cereyan edenleri
anlayacak kadar zekidir: “Ben Yavuz Sultan dedemden hemen sonra gelseydim bir
Süleyman Han dedem kadar yumuşak olurdum. Lâkin ne çare! Allah bana kargaşa
devrinde saltanat müyesser etti. Onun hakkını sertlikle vermek lâzım!” (s.93)
Valide Sultan, devletin her işlerine karışır, bunu sürdürmek amacıyla Recep
Paşa gibi adamlarla temas eder. Padişah bunu anlar, ama küçük yaşta olduğu için
devlet adamları tarafından pek önem verilmez. Padişah ise, bunu durdurmak ister:
“Sadaret Kaymakamını çağırttım, çok işi olduğunu söyleyip gelmedi. Devletinin bir
parçası daha kopuyor, Bağdat’ın peşisıra Kırım elden gidiyor. Ben padişahım; öyle
diyorsun, lâkin hiç kimse kaale almıyor. Böyle iken böyle oldu, demiyor. Peki, ama
birşey bilmeden devleti nasıl idare ederim?
Mehpeyker Kösem Sultan kulaklarına inanamıyor, bunları on iki yaşında bir
çocuğun nasıl olup da söylediğine, söyleyebildiğine akıl erdiremiyordu.” (s.97)
Yıllar geçer, Padişah büyür, gücü eline toplamaya çalışır. Bu hususta ilk yaptığı iş,
Valide Sultan’ı durdurmaktır: “Aslanım” diye atıldı, “Hüsrev Paşa gibi şanı yüce bir
sadrazama şu ettiğin reva mıdır? Fermanını geri almalısın.”
Sultan Murad yirmi yaşın eşiğindeydi. Dizginleri pençelemenin tam sırası
olduğuna inanıyordu. Güneş artık parlamalı, karanlık boğulmalıydı.
Dik dik annesine baktı:
“Şimdiye kadar hiçbir padişah, fermanını geri almamıştır. Valide, siz beni
âleme maskara etmek mi istersiz?”
“Bu yüzden kul azarsa? Ben senin iyiliğini düşünürüm Sultanım. Vaziyet izah
edilir, bir yanlış anlaşılma oldu denir, kapatılır.”
“Sen bizi kim sanırsın Valide? Kenara çekil. Bunlar erce işlerdir. Zayıf
aklınla karışmaya kalkma!” (s.151)
480
Annesi yüzünden Dördüncü Murad iç savaşı yaşar. Devletin işlerine karışan
annesidir. Hem fiili bir padişah olmak ister, hem de kendi öz annesini incitmek
istemez. “Yorgun ve üzgünüz Valide. Padişahlık ateşten gömlekmiş meğer, şimdiden
yakmaya başladı.” (s.100) diyen Dördüncü Murad, Valide Sultan meselesini
hallettikten sonra kendisine daha da güvenir. Artık uzun zamandır takip ettiği
yeniçeriler ve Recep Paşa’ya hesap sormanın vakti gelir. Bu sıralarda Dördüncü
Murad, yeniçerilerin isyanları ve zorbalıklarına rağmen iç gücü daha da artırır:
“Recep Paşa dikkatle Padişahın yüzüne baktı. Alay edip etmediğini anlamak
istiyordu. Fakat yüzünde ne alay, ne öfke, ne kin vardı. İfadeleri düm düzdü. Az önce
büyük bir dehşet yaşadığına ihtimal vermek zordu. Nasıl bu kadar çabuk
değişebildiğine akıl erdiremiyordu bir türlü. Son aylarda hele, Padişah tanınmayacak
hale gelmişti. Yeniçeri ve sipahilerin her toplantışında yeniliyor, ama nedense galip
gibi görünüyordu. Sanki gizli bir kuvvete dayanmıştı. Ve bu kuvvet askerin her
isyanından sonra biraz daha büyüyordu.” (s.230)
IV. Murat ağabeyi Genç Osman’ın ve tüm dostlarının katillerine zamanı
geldiğinde hesap sormayı kafasına koyar. Bunu hiçbir zaman unutmaz. Bu sıralarda
zorbalıklara daha da dayanamayan halk örgütlenmeye başlayıp harekete geçer. Bu
fırsatı kaçırmayan Dödüncü Murad, uzun zamandır düşündüğünü uygulamaya başlar:
“Eski Murad olmadığı belliydi. Bunu dışarı vurmaktan da perva ettiği yoktu.
Tutunmak için aradığı dalı bulmuş, bütün kuvvetiyle tutunmuştu. Ne yapacağını artık
bütün teferruatıyla biliyordu. Nasıl yapacağını, ne zaman yapacağını da biliyordu.”
(s.254) Yeniçeriler yeni durumu anlayıp padişaha bağlılıklarını bildirirler, Sipahiler
buna müteakib bağlılıklarını bildirmek zorunda kalırlar. Çünkü güç artık Sultan
Murat’ın elindedir. Halk ise sultanı sayıp sever. IV. Murat tek tek katillerden
intikamını almaya başlar. Önce Recep Paşa’yı öldürtür. (s.267) Yeniçerilerin kendi
kendilerine verdikleri bütün imtiyazları kaldırır. Artık devletin düzenini yeniden
kuran Sultan Dördüncü Murad, ordunun başında Revan seferine çıkar. (s.294)
IV. Murad-II- romanında Bağdat seferine çıkan Dördüncü Murad, artık tam
anlamıyla güçlü bir sultan olarak karşımıza çıkar: “Yiğit, genç, ciddi, pervasız ve
bilgili. Kararlıydı da ha! Çapulcu yeniçerileri imha etmektense yola getirmeyi nasıl
481
da başarmıştı? Bunun için çelikten yürek, demirden bilek isterdi. Eh, hepsi vardı
onda.” (s.40) Devletin bütün işlerini eline tutan IV. Murad, ordunun başında
Bağdat’a azimli adımlarla ilerler, genç olmasına rağmen kararlı ve telaşlı değildir:
“Her emri yürek ürpertiyordu. Her emri başüstüne çıkıyor. Tek sözü yerine
getirmeye binler kişi aynı anda koşuyordu.
Padişah yirmi üç yaşın ataklığındaydı, fakat heyecanında değildi. Durgun bile
denebilirdi. Omuzlarına çöken binlerce canın ağırlığı altında ezilmiyor, ezilmemek
için insanüstü gayret gösteriyordu.
Başı hâlâ dik, gözleri hâlâ şahin bakışlıydı. Genç, alımlı, haşmetli ve kararlı.
Bütün asker kendisini terk etse dahi tek başına Bağdat’a saldıracak kadar kararlı.”
(s.293)
Sultan Dördüncü Murad, her zaman meşguldur. Lüzumsuz iş yapmaz.
Devletin mesele ve sorunlarına çok önem verir. Üstelik çok akıllıdır: “Padişahı
dipteki sedire uzunmaış düşünürken buldu. Zâten ya okur, ya düşünür veyahut
yazardı. Her gidişte meşgul bulurdu onu. Lüzumsuz bir şey yaptığına şimdiye kadar
hiç şâhit olmamıştı. Kendisini fazla yormamasını söyledikçe de, “Vaktimiz az Lale,”
derdi. “İnsan ömrü her istediğini yapabilecek kadar uzun değildir. Ömrümüzün her
ânını değerlendirmek zorundayız ki, yaşadığımız müddetçe birkaç hayırlı iş
yapabilelim.” (s.117)
Sultan Dördüncü Murad, merhametli bir padişahtır. Savaş başlamadan önce
orduya ait hastenenin çadırlarını ziyaret eder. Orada Sultan Murad, kendisini zor
tutar. Yaralıları gören padişah ağlayacaktı, ama son anda yanında Şeyh Yahya Efendi
kendini toparlamaya başarır. (s.296–297) Padişah, zamana önem vermeden bütün
yaralıları alçak gönüllülükle ziyaret eder: “Padişah tek tek hepsine uğruyor,
hatırlarını soruyordu. Ayrılırken de yastıklarının altına, içinde elli akçe bulunan
meşin bir kese bırakıyordu.” (s.298)
Dördüncü Murad, Bağdat savaşında cesur bir yiğit olarak karşımıza çıkar.
Bütün itirazlara rağmen padişah, ön saflarda yerini alıp kahramanca dövüşür: “Ne
482
cevap bekledi, ne başka söz etti. Ayırdığı ihtiyat kuvvetletinin bir bölümünü alıp yola
çıktı.” (s.324) Sultanın bu şekilde dövüşmesi, askerleri yiğitlendirir. Böylece Sultan
Dördüncü Murad bir kahraman değil, ama aynı zamanda cesaretiyle diğerleri de
yiğitlendirir: “Yaralılar bile yeni bir güçle surlara atılıyordu. Yaman bir dövüştü bu,
bu dövüşte ölüm korkusunun yeri yoktu. Gözler kuleleri tarıyor, yeni yeni çekilen
sancaklar tekbirlerle selamlanıyordu.” (s.324)
Sultan Dördüncü Murad, düşmanın gözünde ise, şu şekilde karşımıza çıkar:
“Sultan Murad, şu Halef Han’dan daha mı tehlikeliydi acaba? Sanmıyordu. Sultan
Murad’a esir bile olsa kendisini belki affederdi, ama Halef Han asla affetmez.”
(s.304)
IV. Murad-I- romanında yer alan Sadrazam Kara Davut Paşa179, zalim ve
merhameti olmayan bir insan olarak karşımıza çıkar. Kara Davut Paşa, Kösem Sultan
ile anlaşarak Sultan Genç Osman’ı öldürür. (s.7–9) Sultan Genç Osman’ın öldürülme
haberi yayılınca yeniçeriler, Kara Davut Paşa’nın konağına giderler. Yeniçerileri
aldatmaya çalışan Kara Davut Paşa, hesap günü o kadar hızlı gelmeyeceğini sanır.
Ama sandığı gibi olmadı. Bu sıralarda Kara Davut Paşa kurnazca davranmaya çalışır:
“Asker karındaşlarım! Elimdeki kâğıtlardan biri fetva, diğeri Sultan Mustafa Han
fermanıdır. Ben yalnız fetva ile fermanın icabını yerine getirdim. Bunun için
suçlanacak biri varsa, ben olmasam gerektir.” (s.36)
İki romanda yer alan Bayram Paşa180, IV. Murad-I- romanı başlarında
yeniçeri kethüdası olarak karşımıza çıkar. Bu sıralarda da IV. Murad hâlâ şehzadedir.
Bayram Ağa, Şehzade Murad tarafından güvenilir bir kişidir. Bayram Ağa, Şehzade
Murad’ın gizli toplantılarına da katılır. Bu toplantıların birisinde Bayram Ağa, hem
Şehzade Murad’a hem de devlete çok sadık bir insan olarak karşımıza çıkar. Şehzade
179 Kara Davut Paşa (? Bosna–1622 İstanbul): Sadrazam (1622–1622), Kaptan-ı Derya (1617–1618)ve Hotin Savaşı gazisi (1620)dir. Saray hizmetlerinde yetişti. III. Mehmed’in damadıdır. II. Osman’ıöldürttüğü için 26 günlük sadrazam iken yeniçeriler tarafından boğularak öldürüldü. “Kara DavutPaşa” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e.180 Bayram Paşa (? İstanbul – 1638 Urfa): Sadrazam (1637–1638), Sadaret Kaymakamı, YeniçeriAğası (1623) ve validir. I. Ahmed’in damadı, Hanzâde Sultan’ın ilk eşidir. Yeniçeri ocağında yetişti.Hakkında şiir yazdı diye şair Nef’i’yi boğdurtmakla tanında. IV. Murad ile Bağdat seferine giderkenhastalanıp vefat etti. “Bayram Paşa” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.62
483
Murad da zorbaların başı olan Sadrazam Mere Hüseyin’in azledilmesi işinde Bayram
Ağa’ya dayanır. Üstelik Şehzade Murad, bir padişah olarak ilân edilince Bayram
Ağa’nın, yeniçerileri sakinleştireceğini söyler. O her zaman Şehzade Murad’a sadık
yardımlarda bulunur. (s.78–84)
IV. Murad bir padişah olarak ilân edildikten sonra Bayram Ağa’nın padişaha
sadık hizmetleri daha da artmaktadır. Bayram Ağa, kendi konağını padişahın gizli
toplantılarına açık bırakır. Üstelik Bayram Ağa, bu toplantılara davetli kişilerini
çağırır. Tehlikeli olmasına rağmen Bayram Ağa, cesurane bütün bunları başarıyla
yapar. (s.180, 189, 255)
Bayram Ağa’nın Sultan IV. Murad’a en büyük yaptığı hizmet ise, çok
tehlikeli bir hizmettir. Bayram Ağa, adamlarını olup bitenleri öğrenmek için âsilerin
arasında sokar. IV. Murad, Bayram Ağa’nın bu yardımı sayesinde devletin işlerini
giderek eline toplamaya başlar. (s.80)
IV. Murad-II- romanında Bayram Paşa, sadece iki sahnede görünür. Bayram
Paşa, romanda sultana ve devlete sadık bir sadrazam olarak karşımıza çıkar. Bu
sıralarda Bayram Paşa’nın sultana çok yakın olduğu anlaşılır. İkisi de birbirleriyle
fikirlerini paylaşarak anlaşırlar. (s.56–58)
Sadrazam Bayram Paşa’nın birdenbire öldüğünü öğreniriz. Padişah, Bayram
Paşa’nın ölümüne çok üzülür: “Sultan Bayram Paşa’nın ölümüne yandı. O koca yiğit
böyle birden bire göçücü mü olacaktı? Böyle sessiz sedâsız çekip gidici mi
olacaktı?” (s.96)
Şeyhülislâm Yahya Efendi181 IV. Murad-I- ve IV. Murad-II- romanlarında
karşımıza çıkan gerçek kişilerden biridir. Şeyhülislâm Yahya Efendi, IV. Murad-I-
romanında akıllı bir din adamı olarak karşımıza çıkar. Yeniçerilerin zulümlerine
181 Şeyhülislâm Yahya Efendi (d. 1553- ö. 27.2.1644): Şeyhülislâm. Üç defa Şeyhülislâm olmuştur(21.5.1622–4.10.1623), (22.5.1625–10.2.1632), (7.1.1634–27.2.1644). Sultan Dördüncü Murad,Şeyhülislam Yahya Efendi ile beraber 8 Mayıs 1638’de Bağdat sefer için yola çıktı. Seksen altıyaşındaki Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin ön safta olduğu bu savaşta dehşetli vuruşmalar oldu.“Şeyhülislâm” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.18, s.271-275, “İran Harbleri” madde., Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, c.3, s. 213-220
484
karşı Fatih Camii’nde toplanan ulemayı sakinleştirmeye çalışan Yahya Efendi,
durumun kötüden kötüye gitmemesi için elinden geleni yapar. Ama aynı zamanda
kararlıdır. Şeyhülislâm Yahya Efendi, ulemanın yeniçeriler tarafında zulme
uğradıklarından üzülür. Bunu hiçbir türlü kabul etmez: “Gideceğim” diye konuştu
tok bir sesle, “ulemânın itibarını kurtarmaya toplanmış olanlar bir Şeyhülislâma,
görelim, adl ile muamele edecekler mi? Yoksa ulemâ da ocaklıya uyup zorbalığa mı
bulaşacak!” (s.73) Bu sıralarda da Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin, ulema tarafından
itibarlı bir kişi olduğunu öğreniriz. (s.72–73)
IV. Murad-II- romanında da yer alan Şeyhülislâm Yahya Efendi, padişaha ve
görevine sonsuza kadar sadıktır. Her zaman padişahın yanında sadık nasihatte
bulunur. Bu sıralarda Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin Sultan IV. Murad’a yakın bir
insan olduğu anlaşılır. (s.43,271, 297) Üstelik halk arasında çıkan şikâyetleri ihmal
etmeden görüşlerini ortaya koyar. Bu sıralarda Şeyhülislâm Yahya Efendi, bilgili bir
din adamı olarak karşımıza çıkar. Bir fetva vermeden önce davayı bütün yönlerden
araştırmaya çalışır. (s.218–219)
Şeyhülislâm Yahya Efendi, savaşta tam anlamıyla bir yiğit olarak karşımıza
çıkar: “Yahya Efendi’ye döndü. Seksen beşi geçkin olmasına rağmen Revan seferine
katılan ve Bağdat seferine de katılmak için direten piri faninin buğu tutmuş
gözlerinde, mazinin zafer sayfalarını okudu, okudu.” (s.42)
Bağdat savaşı başlar başlamaz Şeyhülislâm Yahya Efendi, durumu yakından
izlemeye başlar. Savaş şiddetlenir, ama Bağdat Kalesi hiçbir türlü düşmez. Bu
sıralarda Şeyhülislâm Yahya Efendi, diğer kumandanlardan farklı bir görüşten söz
eder: “Yahya Efendi Sultan Murad’ın beklemediği bir tarzda konuştu:
Kale fethetmek kolaydır Şevketlüm, zor olan insanların kalbini fethetmek.
Çünkü o iş kılıç ve tüfekle değil, sevgiyle olur.” (s.322)
Savaşa katılan Şeyhülislâm Yahya Efendi, padişahın yanında ön saflarda
yerini alıp kahramanca vuruşmaya başlar. Şeyhülislâm Yahya Efendi vuruşmalarıyla
sadece kendini ne kadar kahraman olarak göstermez, ama aynı zamanda diğer
485
savaşçıları yiğitlendirir: “Seksen altı yaşını süren Yahya Efendi bu manzara
karşısında heyecana gelmişti. Bir at isteyip kılıç kuşandı ve padişahın arkasına
takıldı.” (s.324)
IV. Murad-I- romanında yer alan Mere Hüseyin182, zâlim bir sadrazam olarak
karşımıza çıkar. İlk göründüğü sahnede Mere Hüseyin’in emriyle Fatih Camii’ne
baskın yapışır: “Ve o akşam Mere Hüseyin’in emriyle Karamazak adlı zorbanın
çupulcuları Fatih Camiini bastı. Osmanlı Tarihinde ilk defa ulemâya kılıç çekildi.”
(s.75) Bu baskından sonra hiç önemsemeyen Mere Hüseyin, “zulmünü artırıyordu.
Kiralık adamlarını İstanbul’un başına musallat etmişti. Halka nefes aldırmıyordu.”
(s.76) Zâlim ve mağrur olan Mere Hüseyin’in asıl amacı padişah olmaktır: “Padişah
olmalıyım, gelmiş geçmişlerin en iyisi olurum. Hanedanmış, gökten zenbille inci
değil a, benim de hanedanım olur. Tarih benden de devlet kurucusu diye bahseder.”
(s.76) Mere Hüseyin, bu amaç için kafasına sipahi ocağını kaldırmayı koyar. Olup
biteni öğrenen Şehzade Murad, Bayram Ağa ile anlaşarak Mere Hüseyin’i sedaretten
azleder. (s.78–88)
IV. Murad-I- romanında yer alan Kemankeş Ali Paşa183, bir sadrazam olarak
karşımıza çıkar. Mere Hüseyin azledildikten sonra sedarete geçen kişinin, Kemankeş
Ali Paşa olduğunu öğreniriz. Bu sıralarda Kemankeş Ali Paşa, heyecanlı veya telaşlı
olmayan bir devlet adamı olarak ortaya çıkar. (s.80–84)
Sadarete geçen Kemankeş Ali Paşa, çok geçmeden yerini güçlendirmek
amacıyla “rüşvetle makam, mevki” dağıtmaya başlar. (s.87) Bunu öğrenen Sultan IV.
Murad, sadrazamı çağırır. Bu sıralarda Sadrazam Kemankeş Ali Paşa, Sultan IV.
Murad’a önem vermez. İzinsiz padişahın yanından ayrılmak isteyen sadrazam
durdurulur. Padişah, habercilerden sadrazamın kirli işlerini öğrenir: “Zaten şehitler
182 Merre Hüseyin Paşa (öl. 1623 İstanbul): Sadrazam (1622–1622), (1623–1623), kethüda ve validir.Hapsedeceği veya öldürteceği insanları Arnavutça “Al götür” anlamına gelen “Merre” sözü ilesöylediği için “Merre” adı ile anıldı. Göz yıldırmak için lüzumsuz yere dövdürtmekle tanındı. İlksadrazamlığı 24 gün sürdü. Bir kadıyı dövdürttüğü için askerler ayaklanınca saklandı ise de IV. Muradtahta geçer geçmez idam ettirdi. “Merre Hüseyin Paşa” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e.183 Kemankeş Kara Ali Paşa (? İsparta - 1623 İstanbul): Sadrazam (1623–1623), Beylerbeyi,kemankeş ve validir. Şeyhülislâm M. Esed’ın damadıdır. Rüşvet alması ve İran şahının haraketleriniIV. Murad’dan saklaması nedenleriyle idam edildi. “Kemankeş Kara Ali Paşa” madde., M. OrhanBayrak, a.g.e.
486
de bulunmuş, Divana getirilmişti. Her biri sadrazamın bir yolsuzluğunu anlattı. At
Meydanını bile bir yeniçeriye kiralamıştı. Eski sadrazamlardan Halil Paşa ile Gürcü
Mehmed Paşa’yı ortadan kaldırmak için giriştiği oyun da bütün çıplaklığıyla ortaya
dökülmüştü. Onları âsi Abaza Paşa ile işbirliği edip devlet aleyhine kumpas
kurmakla suçluyor, Abaza’ya yazdıkları name (mektup) elimdedir” diyordu.” (s.94)
Çok geçmeden Sadrazam Kemankeş Ali Paşa’nın sadaretten azledildiğini,
sonra da idam edildiğini öğreniriz. (s.95)
IV. Murad-I- romanında Topal Recep Paşa184, davlete sadık bir insan değil,
kendi çıkarlarına göre çalışan bir devlet adamı olarak karşımıza çıkar. Üstelik
kurnazdır. IV. Murat tahta geçtiğinde on iki yaşındadır. Padişahın yaşı itibariyle
bütün emirler valide Kösem Sulatan tarafından verilir. Topal Recep Paşa ve diğer
dalkavuklarla beraber Kösem Sulatan ile anlaşarak devleti yönetirler. Recep Paşa, ilk
olarak ikinci vezir ve sadaret kaymakamı olarak ortaya çıkar. Ama bunu yeterli
görmez. Daha fazlasını ister. Recep Paşa bir sadrazam olmak ister. (s.149) Buna
yetişmek için kirli işlerini düzeltmekten çekinmez. Recep Paşa kendi konağında
zorbaların başlarını padişaha karşı yeniçerileri kışkırtmak için toplar. (s.168–171)
Bunun ardında yeniçeri ve sipahiler, padişahtan kelle isterler. Bu defa da on yedi
kişinin başını istemesiyle Topkapı Sarayı’na gelirler. Recep Paşa, Bu sıralarda
padişahın önünde yapmacık bir dehşeti göstererk Hafız Ahmet Paşa’nın kellesinin
yeterli olacağını söyler. (s.204) Nihayette Hafız Ahmet Paşa, IV. Murad’ın önünde
Recep Paşa’nın işaretiyle amansızca öldürülür. Recep Paşa ise, neşelidir.
İstediklerine kavuşmaya başlar. (s.208) Recep Paşa, sadarete geçer. (s.221) Ama
Dödürncü Murad’ın gözünde “Topal zorbabaşı” (s.225) olarak kalır.
Recep Paşa, yine de yeniçerileri padişaha karşı kışkırtır. Hasan Halife’yi,
Musa Çelebi’yi öldürtmek ister. Topal Recep Paşa IV. Murat’a Musa Çelebi’yi
koruyacağına söz verir. Aslında sultan paşaya güvenmez, ama kendisine verdiği sözü
184 Topal Recep Paşa (? Bosna – 1632 İstanbul): Sadrazam (1632–1632), Kaptanıderya (1623–1632),Sadaret Kaymakamı (1626) ve Bostancıbaşıdır. I. Ahmed’ın damadı, Gevherhan Sultan’ın ikincieşidir. Nikris (damla) hastalığından aksak kaldığı için “Topal” adı ile anıldı. Sarayda Bostancıocağında yetişti. Yeniçerileri ayaklandırarak sadrazam oldu. Bunun öcünü IV. Murad üç ay sonraazledip idam ettirerek aldı. “Topal Recep Paşa” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.407
487
çiğneyemeyeceğini düşünür. Ama kurnaz davranan ve sözünde durmayan Recep
Paşa padişahın musahibi Musa Çelebi’yi zorbalara verir. Ardından da Hasan Halife
öldürülür. Ayrıca Defterdar Mustafa Paşa’yı da evinde yakalayıp öldürtür. (s.248)
Recep Paşa, artık padişahın gözünde bir katildir. Recep Paşa’dan intikamını
almaya kararlı olan IV. Murat güçlenir ve devletin işlerini eline toplamaya başlar. Bu
sıralarda padişah zalim ve katillerden intikamını almaya başlar. Sultanın ilk yaptığı
şey, zorbaların başı olan Recep Paşa’yı öldürtmektir: “Recep Paşa bir sürüngen
misali padişahın ayakları altında, o an kimbilir haksız yere Recep Paşa desisesi
yüzünden katledilmiş kaç mazlumun ruhu ‘Eziver Padişahım, o yılanı eziver’
demişti. Ve Şah-ı Cihan son emrini vermiş: ‘Şu hainin tiz başını kesin!” (s.267)
IV. Murad-I- ve IV. Murad-II- romanlarında karşımıza çıkan Hafız Ahmed
Paşa185 (Müezzinddâde Ahmed Paşa), üçüncü vezir sonra da sadrazam olarak rol
oynamaktadır. Üçüncü vezir Hafız Ahmed Paşa’nın Sultan Dördüncü Murad’a çok
yakın olduğu anlaşılır. Padişah, Hafız Ahmed Paşa’nın çeşitli konularda görüşlerini
öğrenmeye çalışır. Üstelik kendisine çok güvendiğini ve sevdiğini öğreniriz. (s.146)
Padişah, çok güvendiği Hafız Ahmed Paşa’yı sadarete geçirir. Bu sıralarda
Topal Recep Paşa, kıskanmaya başlar ve Hafız Ahmed Paşa’yı sadaretten
azlettirmeye çalışır. (s.185) Nihayette Recep Paşa sipahilerin kışkırtmasıyla Hafız
Ahmed Paşa’yı padişahın önünde amansızca öldürtür. Hafız Ahmed Paşa ölmeden
hemen önce padişaha çok sadık olarak karşımıza çıkar. Hafız Ahmed Paşa ölümüyle
bile padişaha hizmet etmek ister: “Hâşâ Padişahım, sen beni onlara vermeyeceksin,
onlar beni senden alacaklar. Bazıları ölmekle hizmet ederler, bazıları da yaşamakla.
Ölüm sırası bende, yaşama sırası sende. Sen yaşar ve güçlenirsen kabrimde rahat
uyurum. Bu güruh da yola gelip Bağdat’ı istirdat eyler. Emret, çıkalım Padişahım!”
(s.206–207)
185 Müezzinzâde Ahmed Paşa (1564 Filibe – 1632 İstanbul): Sadrazam (1625–1626) (1631–1632),Kaptan-ı Derya (1608–1609), Beylerbeyi, İran serdarı (1626) hâfız ve şairdir. Bir müezzin’in oğluolduğu için “Müezzinzâde” adı ile anıldı. I. Ahmed’in damadı, Ayşe Sultan’ın ikinci eşidir. Sesiningüzelliği ile tanındı. Bir sipahi ayaklanmasında Yeniçeriler tarafından IV. Murad’ın gözü önündeparçalanarak öldürüldü. “Müezzinzâde Ahmed Paşa” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.311-312
488
IV. Murad-II- romanında yer alan bir geriye dönüşte karşımıza çıkan
Sadrazam Hafız Ahmed Paşa, Bağdat’ın düşmemesi için elinden geleni yapar.
Üstelik yiğit bir kumandan olarak Bağdat sona kadar savunmaya hazırdır, ama
yeniçeriler artık savaşı istemezler. (s.73–76) Sadrazam mecburan Bağdat’tan çıkar,
ama aslında bunu yapmayı değil, ölümü tercih eder: “Biz ölmeden Bağdat’tan vaz
geçmeyiz.” (s.77)
IV. Murad-II- romanında yer alan Tayyar Mehmed Paşa186’nın, ilk olarak
Bağdat seferine sultan ile çıktığını öğreniriz. Bu sıralarda padişahın, Tayyar Paşa’ya
güvendiği anlaşılır. Padişah, kendini kastedilen bir suikast düzenlendiğini öğrenince
Tayyar Paşa’nin fikirlerini öğrenmeye çalışır. Tayyar Paşa da sultana sadık olarak
ortaya çıkar. (s.57)
Sadrazam Bayram Paşa birdenbire ölür ve yerini Tayyar Paşa alır. Bu
sıralarda Tayyar Paşa’nin yeri, padişahın gözünde net bir şekilde karşımıza çıkar:
“Bereket, Tayyar Mehmed Paşa vardı. Yoksa kaht-ı ricalden çıkmış bir devlete
sadrazam bulmak pek müşkil olurdu.” (s.96) Özellikle de Tayyar Mehmed Paşa,
Bağdad’ı kendi avucunun içi gibi öğrenir. Bu sıralarda yazar Tayyar Mehmed
Paşa’nın küçük yaştan itibaren devlete sadık olduğunu gösteren bilgiler verir:
“Tayyar Mehmed’in babası Mustafa Paşa, Osmanoğullarının Bağdat valisiydi.
Tayyar Mehmed gencecikti. Padişaha baş kaldıran Celalîlerin hakkında gelinmesine
memur olundu. Bir miktar askerle Celalî üzerine yürüdü. Celadet ve at ılgarda nam
aldı. Bir aylık yolu sekiz günde katettiği dile destan söylenmeye başlandı. Celalîler,
Mustafa Paşa oğlu Mehmed’in şerrinden kurtulmak için fare deliğini mumla aradılar.
Bu baş döndürücü sür’at yüzünden Mustafa Paşa oğlu Mehmed’e Tayyar lâkabı
verildi. Şimdi Padişahın Sadrazamı. Babasının da gömülü bulunduğu İmam-ı Âzam
menzilinde padişahla birlik. Bağdat’ta yıllarca kalmış olmakla, avucunun içi gibi
bilir.” (s.274)
186 Tayyar Mehmed Paşa (? Lâdik – 1638 Bağdat): Sadrazam (1638–1638), Diyarbakır muhafızı vevalidir. Bağdat valisi Uçar Mustafa Paşa’nın oğludur. Bağdat kuşatmasında şehit düştü. “TayyarMehmed Paşa” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.402
489
Padişah da Tayyar Mehmed Paşa’dan çok memnundur. İşini iyice gören
Tayyar Mehmed Paşa, padişaha ve devlete çok sadık ve gayretli bir sadrazam olarak
karşımıza çıkar. “Böyle bir vakitte Tayyar Paşa gibi zeki, devlet işlerini bilir, gözünü
budaktan, sözünü dudaktan sakınmaz sadrazamlara ihtiyaç vardı. Padişah aradığını
bulmuştu.” (s.270)
Sadrazam Tayyar Paşa, Bağdat savaşında bir yiğit olarak karşımıza çıkar.
Tayyar Mehmed Paşa’nın oğlu da savaşa katılır ve ağır yararlanır. (s.298) Buna
rağmen Tayyar Paşa, askerlerle yiğitce savaşır ve kahramanca şehit düşer: “Tayyar
Mehmed Paşa’nın desteği en zor günlerde bile eksik olmamıştı. Fedâkarlıkları
unutulacak gibi değildi. İyi bir asker olduğu kadar da iyi devlet adamıydı. Şu kısacık
sadaretinde dahi devletin geliriyle giderini denkleştirmeyi başarmıştı.” (s.319)
IV. Murad-II- romanında karşımıza çıkan Kemankeş Mustafa Paşa187,
Tayyar Paşa’nin ölümünden sonra sadarete geçer. (352) Savaşa yiğitce katılan
Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa selefi gibi gayret edip birkaç kuleyi ele geçirir.
(s.353–354) Üstelik padişaha gelen elçileri karşılayan odur. (s.359)
IV. Murad-I- ve IV. Murad-II- romanlarında yer alan Kösem Sultan188,
Dördüncü Murad’ın annesidir. IV. Murad-I- romanında Sultan Genç Osman’ın
öldürülmesinde rol oynayan Kösem Sultan, zorba başlarıyla anlaşarak devleti idareye
başlar: “Valide Sultan keyifsizdi. İşler umduğu gibi gelişmiyordu.”… “Devlet idare
etmek, sandığı kadar kolay olmuyordu. Bereket, kendine sadık hayli adamı vardı,
onların sayesinde her fitneyi ânında bastırmak için tedbir alabiliyordu.” (s.37) Kösem
Sultan, devleti veya sultanı düşünmeyen bir valide sultan olarak karşımıza net bir
187 Kemankeş Kara Mustafa Paşa (1593 Arnavutluk – 1644 İstanbul): Sadrazam (1638–1644), Kaptan-ı Derya (1635–1638), kemankeş (iyi ok atıcı) ve Kasrışirin barış baş delegesi (1639)dir. Yeniçeriocağında yetişti. Cahil olarak tanındı. Hazineyi koruduğu için Cinci Hoca’nın fitnesi ile idam edildi.“Kemankeş Kara Mustafa Paşa” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.231188 Kösem Mahpeyker Sultan (1590 ? – 1650 İstanbul): I. Ahmed’in eşi, IV. Murad ile Sultanİbrahim’in ve Şehzade Kasım’ın annesi olan Rum asıllı sultan (Anastasya). Murad IV. Tahta çıkıncaMahpeyker, valide sultan oldu ve henüz devleti idare edecek yaşta bulunmayan oğlu adına hükümsürmeye başlayarak, yüksek mevkiye ulaştı. Murad IV.’nün ölümünden ve İbrahim’in cülusundansonra, Kösem Sultan’ı devlet idaresinde en faal bir şahsiyet olarak görürüz. Torunu IV. Mehmedpadişah olduktan sonra Kösem Sultan, büyük valide olarak devleti idareye başladı. Kadınlar saltanatıdoğurduğundan ve IV. Mehmed’i tahtından indirme isteği üzerine idam edilmiştir. “KösemMahpeyker Sultan” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e.; Seher Kurçeren, Devlet İdaresindeHatunların Tesirleri (İslâmiyetten sonra), Türk yurdu, c.9, 20. Sayı, Eylül 1988, s.43-44
490
şekilde çıkar. IV. Murad tahta çıkınca yaşı itibariyle onu kimse önemsemez ve bütün
emirler Valide Kösem Sulatan tarafından verilir. Üstelik devletin bütün işlerine
karışır. Valide Sultan, durumu sürdürmek amacıyla Recep Paşa gibi zorbalarla temas
eder. (s.93–97) IV. Murad yirmi yaşına gelir. Bu sıralarda Kösem Sultan yine
devletin işlerine karışmaya devam etmek ister. Ama oğlu IV. Murad tarafından sertçe
durdurulur: “Sen bizi kim sanırsın Valide? Kenara çekil. Bunlar erce işlerdir. Zayıf
aklınla karışmaya kalkma!” (s.151)
IV. Murad-II- romanında ise, Kösem Sultan’ın rolü pek azdır. Romanın
sonunda IV. Murad, Bağdad’ı fethettikten sonra İstanbul’a döner. IV. Murad ölüm
yatağında yatar. Bu sıralarda Kösem Sultan, oğlunun sıhhatini merak eder. (s.391)
Beyaz Kale romanında yer alan sekiz kişiden sadece bir kişi gerçektir. Gerçek
kişi olarak karşımıza çıkan Dördüncü Mehmed (Avcı)189, küçük yaştan itibaren
padişah olur. Padişahın romanda ilk görüdüğü sahnede bir çocuk olarak ortaya çıkar:
“Padişah, boyu yaşına göre kısa, kırmızı, sevimli bir çocuktu. Araçları, kendi
oyuncaklarıymış gibi elliyordu.” (s.41) Bu sıralarda padişahın dokuz yaşında
olduğunu öğreniriz. Ama buna rağmen zekidir: “Çocuk zekiydi evet; düşünmesini
şimdiden biliyordu, evet; çevresinin baskısından şimdiden kurtulabilecek kadar
kişilik sahibiydi, evet!” (s.44)
Padişah, küçük yaştan itibaren hayvanlarla ilgilenir. Hayvanlara da çok
merhametlidir. (s.45–46, 54) Padişah, çocukluktan büluğ çağına girer. Bu sıralarda
padişahın zayıf karekterinin ilk işaret karşımıza çıkar. Bu sıralarda padişahın
çevresindekilerin kendisini etkilemeye çalışıtığını öğreniriz. (s.57) Zaman ilerledikçe
189 Dördüncü Mehmed (Avcı): (Saltanatı 1648–1687). Sultan İbrahim’in Hadice Turhan Sultan’dandünyaya gelen oğludur (1641). Babasının hal’i üzerine padişah olduğunda henüz yedi yaşındaydı. Peknazik bir zamanda devlet işleri Valde Sultanlarla, Saray ve Ocak ağalarına ve bunlara kapılanmış kötüadamlara kaldı. Büyük valide Mahpeyker (Kösem)in, Küçük valide Hadice Turhan Sultan tarafındanbertaraf edilmesinden sonra işlere Ocak ağaları yerine Saray ağaları hâkim oldu. Dördüncü MehmedOsmanlı Tarihi’nin çok mühim devrinde hüküm süren, fakat şahsiyet itibariyle büyük değer taşımayanOsman-oğullarındandır. İlk zamanları Valide Sultanların vasiyeti altında geçmiş, sonra da Köprülülerdevrinde devlet isdaresinden uzak kaldığından ve etrafı tarafından münevver kimselerden tecritedilmek istenmesi yüzünden fikri seviyesi de düşük kalmıştır. Tarihe av iptilâsıyla geçen birpadişahtır. Çocukluğundan itibaren başlayan ve hal’ine kadar devam eden bu iptilâ devlet umurundanhabersiz kalmasına sebebiyet vermiştir. “Dördüncü Mehmed (Avcı)” madde., M. Orhan Bayrak,a.g.e.
491
bu kişilikte zayıflık vurgulanır. Dördüncü Mehmed, çevresindeki kişilerden etkilenen
bir padişah olarak karşımıza çıkar. Yirmi bir yaşına gelen padişah, Hoca’nın
etkisinde kalır. Hem de hayatında rüyalara dayanan bir padişah karşımıza çıkar.
Padişaha yakın olan Hoca, padişahın gördükleri kâbusları kendi çıkarına kullanır.
(s.112–117)
Avcılığa düşkün olan Dördüncü Mehmed, fetihlerde bile av seferlerine çıkar.
Savaş döneminde bile ne devletin, ne de ordunun işlerine ilgileyen Dördüncü
Mehmed, hayatını avcılıkta geçirir. Üstelik padişah sefer gecelerini korkulu ve
meraklı hikâyeler dinlemekle geçirir. Padişahın bu gibi hikâyelere düşkün olduğunu
öğreniriz. (s.146–152) Romanın sonunda “hayvanlara düşkün” padişahın tahttan
indirildiği görülür. (s.164)
XVIII. Yüzyıl
Patrona romanında kırk beş kahraman bulunur. Bunların dördü gerçek
kişilerdir.
Patrona romanında Patrona Halil190, başkahraman olarak karşımıza çıkar.
Romanın diğer kahramanları ise Patona Halil’in etrafında toplanan kişilerdir.
Romanda kahramanlarla ilgili verilen tasvirler bile, Patrona’nın kişiliğini gösterecek
şekilde verilir. Patrona Halil’in arkadaşlarıyla ilgili gösterilen nitelikler, onlarda
Patrona tarafından beğenilen niteliklerdir. Böylece Patrona romanında Patrona’nın
nitelik ve kişilik bakımından ağırlık gören tek kişi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yazar, birkaç yerde Patrona’nın kişiliğini aydınlatacak ansiklopedik bilgileri
vermeye çalışır: “Patrona Halil halk arasında gaipten haberler veren bir adam olarak
da meşhurdur… O bu sefer de memleketine gitmiş ve oradan İstanbul’a geçmişti.
Sermayesi ve sanatı olmadığından, bu şehirde önceleri satıcılık (seyyar) eskicilik ve
dellallık, gibi ayak işleri yapıyordu. Sandwiçh’e göre, Patrona yüksük, düğme, dikiş
190 Patrona Halil (?- 1730 İstanbul): Sultan III. Ahmed’in karşısında Patrona Halil İsyanı adıylabilinen ayaklanmayı başlatandır. Ayaklanmada sadrazam ve şeyhülislâm padişahtan istendi. 1.10.1730yılında III. Ahmet tahtından ayrılmak zorunda kaldı. İsyancılar, 13 gün sonra kışlalara döndüler. Herişe karışan Patrona Halil ve arkadaşları çağrıldıkları toplantıda öldürüldüler. “Patrona HalilAyaklanması” «madde», M. Orhan Bayrak, a.g.e., s. 342
492
iğnesi, iplik türünden eşyayı doldurduğu sepetini boynuna asar ve akşama kadar
İstanbul sokaklarını dolaşırdı.” (s.14–15), “Patrona Halil Arnavudluk’tan Niş şehrine
geçmiş, burada yeniçeri olarak on yedinci ortaya katılmış ve 1718 Pasarofça
muahadesine kadar - Pasarofça’dan evvel olması gerekiyor – sessizce bu görevde
çalışmış ise de, sonradan Vidin’e gönderilen muhafız askerleriyle birlikte, bu şehre
gelmiş ve sonuçta, Niş’ten Vidin’e yayılan, bir ayaklanmanın elebaşıları arasında
tekrar ortaya çıkmıştır.” (s.315) … Burada önemli olan, Patrona Halil’in yakından
isyan kültürünü izlemesidir.
Patrona, romanın ilk bölümünde “Reis” adıyla sunulur. Anlatıcının bu adıyla
gayesi besbellidir. Patrona’nın liderliğini göstermektir: “İşte bu yoldaş bizim
umudumuz, başımız bardağımız, reisimiz ve kılıcımızdır.” (s.25) Bu sıralarda da
Patrona Halil, düşünen ve akıllı biri olarak karşımıza çıkar. Üstelik tecrübeli ve sakın
bir insandır. Arkadaşlarını iyice dinleyip anlayan bir insandır. Patrona, arkadaşlarını
ilk olarak toplayarak birbirlerini yaklaştırmaya başlar. Toplantıda ortaya çıkan
görüşleri değerlendirerek davasını hizmet edecek kadar beslemeye çalışır: “Her iki
görüşte de gerçeğin yarısı var, şu halde ne yalnız mektep, ne de kitap bilgisi, ne de
uygulama, o yoldan bilinçlenme. Önemli olan, bu birbirlerine zıtmış gibi görünen iki
gücün birleşmesi, hayattan öğrenilenle – zaten mektebin de kaynağı değil mi? –
kitaplardan edinilen bilginin bir gövdeden çıkmışcasına, yan yana duran ayaklarla
yere basması, o yolla toplumu, içinde yaşadığı şartları değerlendirmesi gerekli,
gerekiyor.” (s.33) Bu sıralarda Patrona Halil ve arkadaşları, anlatıcı tarafından cesur
ve ataklar olarak gösterilirler. Onlar, halka dayanarak yıllarca süren zulme karşı
çıkarlar.
Romanda Patrona Halil, sıradan bir insan olmasına rağmen tam anlamıyla
önderlik niteliklerine sahip bir kişi olarak gösterilir. İlk olarak sadece kendi fikir ve
düşüncelerine değil, ama aynı zamanda âlimlerin ve halkın fikirlerine önem verir.
Halk ile bağ kuran Patrona, her zaman halk ile kaynaşır. Roman boyunca süren halk
ile arasıdaki konuşmalar ve toplantılarda Patrona, alçak gönüllü, sokulgan, sıcak ve
kimseye yukarıdan bakmaz. Halk uzun süre Patrona gibi bir önderi bekler. Bunun
için Patrona Halil ortaya çıkar çıkmaz halk onu takip etmeye başlar: “Dinleyenlerin
493
arasında bir kaynaşmadır başlıyordu.” (s.193) Üstelik etkilidir. Patrona Halil’in halk
önünde konuşurken, son derece etkili oduğunu öğreniriz. Halk da Patrona’yı iyice
dinler: “En küçük kıpırdama, en hafif bir fısıltı bile yoktur.”… “Patrona Halil’in
etkileyici sesi duyuldu.” (s.210) Patrona Halil, halkın nabzını tuttuğu için halkın
yakından ilgilendiği konulara temas eder. Patrona Halil konuşmalarında kendi
davasının “Reaya-Fukara” olduğunu söyler. (s.211)
Patrona isyanını başlatan Patrona Halil, arkadaşlarına isyanın ilkelerini
söyleyip bir önder olarak onları da yönlendirir. Bu sıralarda Patrona, kendine
güvenen bir kişi olarak karşımıza çıkar: “Yoldaşlar! Biz kılıçlarımızla
düşmanlarımızın bağrını pare pare dileriz, ama küfretmeyiz. Haramilerin dilini
kullanırsak, peki peki ama onlardan ne farkımız kalır? Birkaç saat sonra Allah
nasibederse, devlet bizim ellerimizde olacak değil mi? Öyleyse bizim savaşımız
yiğitçe olmalı, bizim sözlerimizi okka tartmalı! Öyle mi arkadaşlar?
Tepkiler içtendi: Öyle Kaptan öyle, öyle Reis öyle, sen bizi uyar!” (s.406)
Patrona, aynı mantıktan haraket ederek akıllı bir lider olarak sultanın elçileriyle
konuşur. Elçilere isteklerini söyleyen Patrona, kararlı ve debeyimli olarak karşımıza
çıkar. (s.544) Sultan III. Ahmet tahttan indirildikten sonra yerine geçen Sultan
Mahmut, Patrona ve arkadaşlarını saraya davet eder. Bu sıralarda Patrona saygılı ve
mütevazı bir kişi olarak ortaya çıkar: “Çok geçmeden bu davete icabet eden Patrona
Halil, Ali Usta, Muslı Beşe ve Emir Ali Beyler huzuru padişahîye geldiler. Tertemiz
giysileri, dik ve saygılı bakışları, çıplak ayaklarıyla, bambaşka bir hava yarattılar.”
(s.587) Nihayette Patrona Halil ve arkadaşları, cellâtlar tarafından amansızca
öldürülürler. Bu sıralarda anlatıcı, Patrona’nın hem cesur hem de masum olduğunu
ifade eder. (s.614)
“Lâle bahçeleri, helva sohbetleri, zevk ve cümbüşler padişahı” (s.85) olan
Sultan Üçüncü Ahmet191, Patrona romanında halkına iyice bakmayan ve önem
191 Ahmed III (1673 Hacıoğlupazarı – 1736 İstanbul): 23. Osmanlı padişahı (1703–1730), Lâle DevriPadişahı (1718–1730), gergef işleyici, hattat ve şair (Necibî)dir. IV. Mehmed ile Gülnûş Sultan’ınoğlu, II. Mustafa’nın kardeşi, III. Mustafa ve I. Abdülhamid’in babasıdır. İleri görüşü, terbiyesi,eğlenceye düşkünlüğü ve lâleye olan merakı ile tanındı. Patrona Halil ayaklanması ile tahttan indirildi.“Ahmed III” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.20-21
494
vermeyen bir sultan olarak karşımıza çıkar. Bu bakımdan yazar, Sultan III. Ahmed’in
halkına zulm ettiğini açıklar. (s.87) Sultan Ahmet sayesinde İstanbul ikiye ayrılır.
Birincisi fakirlerin İstanbul’u, diğeri zenginlerinkidir: “İki İstanbul vardı o zamanlar,
iki İstanbul, bunu biliyor muyuz? Onların İstanbul’u, bunların İstanbul’u.
Soralım, öyleyse birinciler nerede? İşte cevabı,
Saraylarda, köklerde, kâşanelerde.
Peki, peki, ya ikinci nerede? İkinciler… İkinciler… Eh işte!
Demek ki konu, onların İstanbul’u, bunların İstanbul’u.
Bunların İstanbul’unun yaşanır bir gününü geçelim, şöyle neşeli bir akşamları
bile yok, öte yandan yangınlara, salgınlara açık fukara dünyaları, düşünün bu
insanların barınacak bir damı bile yok.
Bol bol ah var, enin var, inleme var, leyl-mekânlarda, barınaklarda,
gecekondularda otururlar, yani harebezar.” (s.196) Yazar, halkın hakkını yiyenlerin
başında Sultan Ahmet gelir. (s.196–197) Yazar, İstanbul halkının açlıktan ölmekte
olduğunu, padişahın da eğlenceye düşkün olduğunu gösterir. (s.87, 312) Yazar-
anlatıcı, Sultan Üçüncü Ahmed’in korkak olduğuna birkaç yerde işaret eder:
“Üçüncü Ahmet yaratılıştan korkak bir adamdı.” (s.505) Zalim olmasına rağmen
korkaktır. (s.87)
Üçüncü Sultan Ahmet, aciz bir sultan olarak tasvir edilir. Devletin iç ve dış
politikasını sadrazama bırakan padişah, Patrona Halil’in isyanı karşısında hem
korkak hem kurnaz bir kişi olarak uzun yıllar süren zulmün sorumluluğu Damat
İbrahim Paşa’nın üstüne atmak ister. (s.505–506) Nihayette hilesiz ve aciz olan
Sultan Üçüncü Ahmet, dramtik bir şekilde tahttan indirilir. (s.582)
495
Nevşehir’li Damat İbrahim Paşa192, Patrona romanında devletin idaresi
bakımından, Sultan Üçüncü Ahmed’in gücüyle, bir devlet adamı olarak karşımıza
çıkar: “Aslında, Damat İbrahim Paşa, padişahın gölgesinde ve onun emirlerini harfi
harfine uygulayan bir kişi gibi görünüyorsa da, o yaman bir beceriklikle kendi
bildiğini okuyordu. Ya da uzaktan bakınca karşımızda padişahı, yakından baktığımız
zaman da, karşımızda Nevşehir’li Damat İbrahim Paşa’yı görüyorduk. Konunun en
doğru açıklaması da buydu belki?” (s.90) Yazar, Damat İbrahim Paşa’nin padişahtan
farksız olduğunu gösterir. O da zâlimdir, eğlenceye düşkündür, halka önem
vermeyen bir sadrazamdır. (s.87) Nevşerhir’li Damat İbrahim Paşa romanda
“Yakışıklı, şiirsever, kadınsever sadrazam” (s.312) olarak tasvir edilir.
Bundan daha ziyade yazar, Damat İbrahim Paşa’yı kurnaz ve halkını
sevmeyen bir sadrazam olarak gösterir. Üstelik Osmanlı Devleti’nin yıkılışını
hızlandıran sadrazamlardan biridir: “Üçüncü Sultan Ahmet, 1703 yılından
başlayarak, 1730 yılına kadar, yani 27 senede şaka değil hemen de 13 vezir
değiştirmişti. Şöyle kabaca bir hesap tutarsak, iki seneye bir vezir düşüyordu. Bu
kadar uzun bir sürenin, tam 12 senesinin Nevşehir’li Damat İbrahim Paşa’nın
sedaretinde geçtiği göz önüne alınırsa, öbür vezirlerin bir seneden biraz fazla
görevde kaldığı anlaşılır ki, dahi Nevşehir’linin, birçok bakımından ne kadar önemli
bir kişi olduğunu anlamamıza yetecektir.
Böylelikle onun nabza göre şerbet veren, üstün entrikacı, kurnaz, sanata geniş
ilgi duyan, şiir seven, ama, halkını sevmeyen, imparatorluğu yıkıma götüren bir
sadrazam olarak belirdiğine de şahit olacağız. Onun bu yönlerini belirleyen, açığa
koyan bir hayli belge var tarihte.” (s.92)
192 İbrahim Paşa (Nevşehirli, Dâmâd) (1660 Ürgüp – 1730 İstanbul): Sultan Üçüncü Ahmed’in meşhursadrazamı, Lâle Devri sadrazamı (1718–1730) ve sadaret kethüdasıdır. III. Ahmed’ın damadı, FatmaSultan’ın ikinci eşi, Damat Genç Mehmed Paşa’nın babasıdır. Damat İbrahim Paşa’nın hayır eserlerioldukça fazladır. İstanbul’da (1720) ve Nevşehir’de (1726) Nevşehirli İbrahim Paşa Camileriniyaptırdı. Barışçı, zengin ve yenilik taraftarı olarak tanındı. Patrona ayaklanmasında vücuduparçalanarak öldürüldü. “İbrahim Paşa (Nevşehirli, Dâmâd)” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi,İhlâs Yayınları, İstanbul, 1994, c.9; “Nevşehirli İbrahim Paşa” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e.
496
Damat İbrahim Paşa ile padişah arasında bu sık ilişki bulunmasına rağmen
padişah isyanın karşısında ilk yaptığı şey, Damat İbrahim Paşa’yı öldürtmektir.
(s.576) Böylece Damat İbrahim Paşa, yazarın gözünde cezasını almıştır.
Patrona romanının son bölümünde karşımıza çıkan Sultan I. Mahmud193,
zâlim ve kurnaz bir padişah olarak tasvir edilir. Ama burada söz konusu zulüm,
halkla değil ama Patrona ve arkadaşlarıyla ilgilidir. İlk olarak Sultan I. Mahmut,
tahttan indirilen Sultan III. Ahmed’in yerine geçer. (s.579) Patrona Halil ve
arkadaşları yardımıyla tahta geçen Sultan I. Mahmut, “içe dönük kapalı bir politika”
(s.587) izlemeye başlar. Bu siyasetin icabıyla Sultan I. Mahmut, “Patrona Halil’den
bir an önce kurtulmak için bir takım planlar kurmaktan da geri kalmıyor.” (s.595) Bu
yüzden padişah, Eyüp Camii’inde yapılacak olan merasime Patrona’yı silâhsız olarak
davet eder. Davete gelen masum Patrona, sultanın emriyle amansızca öldürülür. Bu
sıralarda yazar, Sultan Birinci Mahmud’un zâlim bir sultan olduğuna işaret eder.
(s.596-599, 617) “Dolaştı sesi, ta zalim Birinci Mahmud’un kulağına kadar gitti.”
(s.614)
XIX. ve XX. Yüzyıllar
Civelek Osman romanında sadece padişah bir gerçek kişi olarak karşımıza
çıkar. Romanda padişahın adını verilmez, ama romanın olaylarından padişahın
Sultan II. Mahmut194 olduğunu öğreniriz. Romanda Sultan II. Mahmud’un başlıca
özelliği, yeniçeri ocağını kaldırmaktır. Bu hususta anlatıcı, Civelek Osman’ı
konuşturarak vezirlerin padişahı kandırdığını kaydeder: “Vezirler padişahı
193 Mahmud I (1696 Edirne – 1754 İstanbul): 24. Osmanlı padişahı (1730–1754), mühür kazıcı,besteci, hattat ve şair (şebkatî)dir. Patrona Ayaklanmasıyla çekilmek zorunda III. Ahmed’in yerinetahta çıktı (12 Ekim 1730). Saltanatının ilk günlerinde önemli devlet görevlerine kendi adamlarınıyerleştirmiş olan Patrona Halil ve yandaşlarını öldürttü. 1731’de yeniçeri ve cebeci ayaklanmalarınıbastırdıktan sonra, sürmekte olan İran savaşına yöneldi. I. Mahmut, güleryüzlü, ciddi, iyi kalpli,ıslahatçı ve kambur olarak tanındı. “Mahmud I” madde., Ana Britannica Ansiklopedisi, AnaYayınları, İstanbul, 1993, c.21; “Mahmud I” madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.258-259194 Mahmud II (1785 İstanbul – 1839 İstanbul): 30. Osmanlı padişahı (1808–1839), Yeniçeri ordusunukaldıran padişah (1826), Sedefçi, hattat, besteci ve şair (Adlî)dir. I. Abdülhamid ile Nakşıdil Sultan’ınoğlu, IV. Mustafa’nın kardeşi; Bezmiâlem, Pertevniyal, Hüsnümelek, Nevfidan, Zernigâr, Tiryal,Nurtab… hatunların eşi; Abdülmecid ile Abdülaziz adlı padişahların babasıdır. İstanbul’daTophane’deki Nusretiye (Tophane) camisi (1826)ni yaptırdı. Islahatçı, hiddetli, yakışıklı ve azimlioluşuyla tanında. Tüberküloz hastalığından vefat etti. “Mahmud II” madde., M. Orhan Bayrak,a.g.e., s.259
497
kandırmışlar, başka asker yazıyorlar. Başka kralların askeri gibi talim
yaptıracaklarmış.” (s.31)
Halkın şikâyetlerine ilgi gösteren Sultan II. Mahmut, falaka terbiyesini
uygulayan İzzet Bey’i çağırıp sert idaresinden şikâyetlerin bulunduğunu söyler. Bu
sıralarda Sultan II. Mahmut, kararlı ve zeki olarak karşımıza çıkar. (s.49–51)
Dağlı (Dargo) romanında Şeyh Şamil195, romanın başkahramanıdır. Zaten
roman Şamil’in yiğitliği ve hikâyesini anlatır.
Şeyh Şamil, ilk olarak namlı bir kahraman olarak karşımıza çıkar. Dağıstan’ta
gençlerin düşü, Şamil’e katılmaktır. Cesur, atak, mert ve kahraman olarak bilinen
Şeyh Şamil’in, Dağıstan’ın bütün kişileri tarafından saygı değer bir imam ve mücahit
olduğunu öğreniriz. Bu yüzden Kafkas’ın insanları, Şeyh Şamil etrafında toplanırlar.
(s.37) Şeyh Şamil, askerî alanda çok zeki bir önder olarak ortaya çıkar. Şamil’in
koyduğu plânları sayesinde Dargo savaşında Ruslar büyük bir mağlubiyete uğrarlar.
(s.40) Şamil, Temirhan Şüra’da Ruslara iyi bir ders verir. (s.119)
Kararlı ve azimli bir kişiliğe sahip olan Şeyh Şamil, arkadaşların önem veren
bir insandır. Üstelik çok akıllıdır. Meşveret yapmadan kararı vermez. Kendi
kafasından hareket etmeyen bir önderdir. Her zaman çevresindekilerin görüşlerini
öğrenmeye çalışır. Şeyh Şamil “Allah’in adaletini yerine getirmekte” meşgul olan bir
imam ve mücahittir. (s.120–125)
Hacı Murat196, Şeyh Şamil’in sağ koludur ve en yakın yardımcılarından
biridir. Şamil ile Hacı Murat arasında eskiden kalma bir ihtilâf vardı. Ruslar ise bu
195 Şeyh Şamil (Dağıstan 1797 - Medine 1871); Dağıstanlı meşhur İslâm kahramanı, Ruslara karşıKafkasya’yı ayağa kaldıran mücâhit, âlim, velî. Şeyh Şamil otuz yaşına kadar tefsir, hadis, fıkıh,edebiyat ve tarih gibi bilimleri öğrendi. Çocukluk arkadaşı Gâzi Muhammed’in işgalci Ruslara karşıbaşlattığı mücadeleye iştirak etti. Gazi Muhammed 1832 yılında Ruslar tarafından öldürüldü.Nihayette Şeyh Şamil, 1834 yılından itibaren mücahitler tarafından bir imam olarak seçildi.Teşkilâtlandırdığı mücahitler, Rus birliklerinin korkulu rüyâsı oldu. 1834’ten 1859 yılına kadarKafkasya, Rus zulmüne karşı Şeyh Şamil’in önderliğinde direndi. Şeyh Şamil, bir taraftan Ruslarakarşı silâhla mücadele ederken, diğer taraftan Kafkas gençlerini din bilgilerini öğrenmelerini içinteşvik etti. “Şeyh Şamil” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul,1994, c.18
498
ihtilâfları körüklemeye başlarlar. (s.68) Hacı Murat da bir Avar Hanıdır. Avarlılar,
Rusların söyledikleri gibi Şamil’in imamlığını gasbetiğini söyleyip Hacı Murat’ın
başa geçmesini isterler. Hacı Murat ise ilk olarak kabul etmez, ona göre kendisine bir
şey istemez. Ama Avarlılar kendisine değil Kafkasya’nın hürriyetini düşünmesini
isterler. Sonunda Hacı Murat Ruslarla anlaşır. (s.74–77) Yalnız çok geçmeden Hacı
Murad’ın, Ruslar tarafından bir tuzağa düşürdüğünü anlayınca adamları ile birlikte
geriye döner. Bu sıralarda Hacı Murad bir yiğit olarak karşımıza çıkar.
Kırım savaşı bittikten sonra Çar I. Nikola ölür. Yerine Çar II. Aleksandr197
geçer. Kırım savaşında çarpışan tecrübeli Rus askerleri hemen II. Aleksandr emriyle
Kafkas cephesine kaydırılır. (s.99) Kafkas işini bitirmek için son dereceye kararlıdır.
Ordu içerisinde değişmeler yapmaya başlar. Orduda gençleştirme davasını meydana
getirir. (s.104–105)
Prens Baryantinski198 kırk bin Rus askeri ile Şamil’in son karargâhı olan
Gunib kalesini muhasara eder. (s.121) Şamil’in gözünde çar olacak Prens, zalim bir
insandır “Gunib’e zorla girmesi halinde her türlü vahşeti göz kırpmadan yapardı.”
(s.120) Prens Baryantinski, Şeyh Şamil’e teslim için bir elçiyi gönderir. Sonunda
birlikte 6 Eylül 1859 günü anlaşmaya imzalarlar. (s.125–126)
Rus öncü birliklerinin komutanı Albay Vorontzof, “Çar sülâlesinden, üstelik
Prens Voronyzof’un da oğluydu.” (s.22) Mağrur olan Rus komutanı “1843 yılı
Mayıs’ında Gerzel karargâhından tantanalı bir merasimle cepheye hareket ederken
196 1851’de Şeyh Şamil’in naiblerinden Avar Hanı Hacı Murâd, Ruslara iltihak etti. Avarlıların pekçoğu da hanlarıyla birlikte Ruslara katıldı. “Şeyh Şamil” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.18,s.269197 Aleksandr Nikolayeviç (1818 - 1881); 1855 - 1881 arasında hüküm sürmüş Rus çarı. Kapsamlı birreform programı uygulamış ve 1861'de serfliği kaldırmıştır. Aleksandr, Şubat 1855'te babası ölünce,Kırım Savaşı'nın en şiddetli günlerinin yaşandığı sırada, 36 yaşında tahta çıktı. Savaş, İngiltere veFransa gibi ülkelerle karşılaştırıldığında Rusya'nın ne kadar geri olduğunu açık biçimde ortayakoymuştu. Rusların uğradığı yenilgiler, eğitim görmüş Rus seçkinleri arasında, ülkede köklü birdeğişiklik yapılması yönünde genel bir istek uyandırdı. Bu isteğin de etkisiyle Aleksandr,modernleşme yoluyla Rusya'yı ileri Batı ülkelerinin düzeyine ulaştırmayı amaçlayan bir dizi reformbaşlattı. “II. Aleksandr” madde., www.vikipedi.org198 Şeyh Şamil 6 Eylül 1859 günü imzâladığı bir antlaşma neticesinde iki oğluyla birlikte Ruslarateslim olmak mecburiyetinde kaldı. Prens Baryantinsky, Şeyh Şamil’i teslim alan Ruslarınkomutanıdır. “Şeyh Şamil” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.18, s.269
499
Şamil’i ve arkadaşlarını birkaç günlük takipten sonra kıskıvrak yakalayacağını, bir
kafese koyup teşhir ede ede Çar’a götüreceğini hayalliyordu.” (s.26)
Albay Vorontzof, durumları iyice takdir etmediği için Şamil’den büyük bir
darbe aldıktan sonra tıpkı bir çocuk gibi ağlamaya başlar.(s.32–33)199
İsyan Eşiği romanında yetmiş iki kahraman bulunur. Bunların sadece biri
gerçek kişidir. Romanda karşımıza çıkan Emanuel Karaso200, kısa bir rol
oynamasına rağmen dönemde değişik ideolojilerle yapılan faaliyetlere işaret eder.
Romanda Emanuel Karaso, şu şekilde tarif edilir: “Emanuel Karaso, Selanik
Yahudilerinden olup Makodanya Rizorta Locasının üstadı azamı idi. Abdülhamid’i
tahttan indiren heyette rolü olmuştur.” (s.114)
Romanda Emanuel Karaso’nun, Ermenilerle temasta bulunduğuna işaret
edilir. Ermenilerden olan Mıgırdıç Portakalyan, havrada düzenlenen gizli bir
toplantıya katılan Emanuel Karaso ile temas kurmak amacıyla İstanbul’da bulunan
bu havraya gider. Bu toplantının birinci sözcüsü, Emanuel Karaso’dur. İkinci sözcü
ise Yahudi hahamdır. Karaso’nun konuşması bitince kürsüye haham gelir. Havrada
Yahudiler ve Ermeni komiteciler, Osmanlı Devletinin karşısında birleşmenin
çabasındadırlar. Emanuel Karaso, Yahudilerin Filistin’de yerleştirme arzularından
söz eder. (s.114–115)
199 Bu konuda daha ayrıntılı bilgiler için bkz: “Şeyh Şamil” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi,c.18, s. 267-269200 Emanuel Karasu (ya da Emanuel Karaso, sonradan Emanuel Carasso); (d. 1862 Selanik) - (ö. 1934,Trieste), Yahudi asıllı Osmanlı avukat ve siyasetçi. Jön Türklerin tanınmış üyelerindendir. Karasu,Selanik'teki Makedonya Risorta Masonik Locası'nın bir üyesi (bazılarına göre kurucusu) ve sonrakibaşkanı ve Osmanlı Devletinde masonik faaliyetlerin öncüsüdür. Masonik localar ve bazı gizlicemiyetler, Selanik'te devrimci radikal görüşlere sahip ve aralarında Talat Paşa'nın da bulunduğu JönTürklerin duygudaşları arasında bir buluşma yeriydi. Karasu, Selanik'te avukatlık yaparken İttihat veTerakki Cemiyetine üye oldu. Cemiyetin Müslüman olmayan ilk üyelerindendir. Cemiyet, 1908yılında II. Meşrutiyet ve sonrasında Osmanlı Devleti'nin idaresinde söz sahibi olunca Karasu daSelanik'ten Meclis-i Mebusan'a girdi. 1912'de Selanik'ten, Balkan Harbi'nde Selanik Yunanistan'akaybedilince 1914 yıllında İstanbul'dan mebus seçildi. Türkiye'deki değişik Musevi kuruluşlarınınişbirliği yapması için çalıştı, Türk Musevi'lerinin önce Türk sonra Musevi olduklarında ısrarcı oldu veOsmanlı Filistin'inde Siyonist iskânına karşı oldu. İtalya - Türkiye Savaşının antlaşma ile bitirilmesiiçin görüşmeler yapan ve Selanik'in enternosyanel bir şehir olmasına çalışan komitenin üyesiydi.Mondros Mütarekesi sonrasında İtalya'da Trieste'ye yerleşti ve 1934 yılında aynı yerde öldü.“Emanuel Karasu”,madde., www.vikipedi.org
500
Dünya Durdukça romanında otuz yedi kişi bulunur. Romanda, Mustafa
Kemal ATATÜRK’ün ailesini temsil eden sadece dört gerçek kişi vardır.
Dünya Durdukça romanında başkahramanlık rölünü yapan Mustafa Kemal
ATATÜRK201, olağanüstü bir kişi olarak karşımıza çıkar. Mustafa Kemâl, küçük
yaştan itibaren istediğini bilen ve kararlı bir kişiliğe sahiptir. Henüz beş altı yaşında
olan Mustafa, annesinin arzusuna göre mahalle mektebine gönderilir. Ama mahalle
maktebinde öğrenim sistemini beğenmeyen küçük Mustafa, babasına derdini anlatır.
Bunun üzerine Şemsi Efendi Mektebine nakledilir. (s.5) Yine de on iki yaşında olan
Mustafa, teyzesinin komşusu Binbaşı Kadir Bey gibi zabit olmak ister: “Ah bir gün
ben de bu güzel üniformayı giyebilsem.” (s.10) Bu hususta kararını alan Mustafa,
Askeri Rüştiye imtihanına girip kazanır. (s.10) Bu sıralarda Küçük Mustafa, çalışkan
bir öğrenci olarak karşımıza çıkar. Derslerine iyice çalışan küçük Mustafa, üstün
bilgileri yüzünden Askeri Rüştiye’de ‘Kemâl’ lakabını alır. Bundan daha ziyade de
Mustafa Kemal, dersleriyle iktifa etmeyen bir öğrenci olarak yabancı dilini
geliştirmek amacıyla bir özel sınıfa kaydolarak yabancı dilde başarılı olma yolunu
takip eder. (s.11)
Mustafa Kemal, vatanını son derece seven bir gençtir. Harp Akadimisi’nde
sınıf arkadaşlarıyla birlikte siyasî faaliyetlerine devam etmeye başlar. (s.11–12)
Üstelik Birinci Dünya Savaşı sırasında olağanüstü bir önder olarak karşımıza çıkan
Mustafa Kemâl, benzersiz kahramanlıklar gösterir. (s.15–16) Millî mücadele
döneminde de memleketin değişik yerlerinde vatanını hizmet veren Gazi Mustafa
Kemâl, askerî alanda son derece zekî bir kumandandır. Üstün zekâsı ve akıllı
201 Mustafa Kemal ATATÜRK: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı (Selanik1881 – İstanbul 1938). Ali Rıza Bey ile Zübeyde Hanım’ın oğlu olan Mustafa Kemal Atatürk, ilköğrenimine Selanik’te başlayıp babasının ölümü (1893) üstüne annesi ve kızkardeşiyle bir süredayısının kâhyalık yaptığı Çalı çiftliğinde yaşadı. Öğrenimini sürdürebilmek için yeniden Selanik’egönderilip, Askerî Rüştiye’yi (1895), Manastır Askerî İdadisi’ni (1898) bitirdi. İstanbul’a gelerekHarbiye’ye girdi (1899). Türkiye Cumhuriyeti için ilk cumhurbaşkanı olarak seçilir (1923). Sonratoplumsal devrimlere girişip ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine yaklaştırmayı gerçekleştirdi. 26 Kasım1934’te TBMM, çıkardığı özel bir yasayla, Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadını verdi. Dış siyasette“Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini benimsemeyen Atatürk, Türkiye’nin bağımsızlığını ve toprakbütünlüğünü, dostluk anlaşmaları, bölgesel paktlarla güvence altına aldı. Atatürk, yakalandığı sirozhastalığının hızla ilerlemesiyle 10 Kasım 1938’de İstanbul’da Dolmabahçe sarayında öldü.“ATATÜRK, Mustafa Kemal” madde., Grolier İnternational Americana Encyclopedia, SabahYayınları, İstanbul, c.2, s. 249-255
501
kumandanlığı sayesinde ordular, zaferden zafere ilerler: “Bütün yurtta, Büyük zafere
kavuşulacağı haberi kulaktan kulağa yayılmaktaydı.” (s.37), “Türk orduları 14 gün
içinde büyük bir düşman ordusunu imha ettiler. 400 km.lik fasılsız bir takip yaptılar.”
(s.40–41)
Mustafa Kemâl, Türkiye Cumhuriyeti için ilk cumhurbaşkanı olarak seçilir.
Bu sıralarda Mustafa Kemâl, sadece askerî alanda değil, ama aynı zamanda siyaset
alanında da olağanüstü bir kişi olarak karşımıza çıkar: “Gazi Mustafa Kemal Paşa,
yalnız eşsiz bir Baş Kumandan değil, aynı zamanda yaratıcı gücü olan yüce bir
Reisicumhurdu. Halkının medeniyette de hızlı adımlarla ilerlemesini istiyordu.”
(s.46)
“Hayatta en Hakiki Mürşit İlimdir” (s.46) diyen Mustafa Kemal Atatürk, her
zaman ilme önem verir. Bu yüzden bir cumhurbaşkanı olarak ilk yatığı şeylerden
biri, bütün yurtta millet mekteplerini açmaktır: “Artık tahsilde büyük rahatlık ve
ilerlemeler olacak.” (s.57)
Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarını; özellikle İttihatçıların dönemini ele
alan Son Kavşak ve Karasu romanlarında gerçek kişilerin büyük bir kısmı
tekrarlanır. Bu yüzden iki romanda gerçek olan kişileri bir araya takip etmeye
çalıştık.
Son Kavşak romanında yer alan yirmi yedi kahramandan karşımıza on iki
gerçek kişi çıkar. Burada da söylemeliyiz ki; bu gerçek kişilerin bazıları, romanda
üstlendiği rol bakımından karakteri oluşturmayacak kadar kısadır.
Karasu romanında ise bulunan altımış dört kişiden sadece dördü gerçek
kişilerdir. Bu dört tarihî kişiden üç kahraman, Son Kavşak romanında yer alırlar. Bu
yüzden iki romanın gerçek kişilerini bir araya getirmeye çalıştık.
502
Son Kavşak romanında yer alan Sultan Abdülhamid202, tecrübeli bir padişah
olarak karşımıza çıkar. Sultan II. Abdülhamit, devletin yıkılışını durdurmaya çalışır,
ama ne genel durumlar ne de İttihatçılar buna fırsat verir: “Sultan adeta düşünceleri
ile savaş ediyordu. Yaptıkları yapabilecekleri karşısında vicsanının hesabını
veriyordu.
Olaylar onu nereden nereye getirmişti. Avrupa’ya gçnderdiği gençleri
düşündü. Oraya ilim ve irfan öğrenip devletine faydalı olmalarını istiyordu. Ama
onlar eğlence yerlerinde vakit geçirmiş, üstelik Fransız ihtilalinden de zevk alarak
bunu ülkelerinde denemeye kalkmışlardı.” (s.92) Yazar-anlatıcı, Abdülhamid’in bu
özelliği üzerinde durur. Anlatıcı, bazen de İttihatçıların karşısında Sultan
Abdülhamid’in çaresizliğini gösterir: “Acı acı susup yeniden kendini olayların akışı
içine bıraktı. Ve beklemeye başladı.
Zaman neler getirecek, neler götürecekti.” (s.93), “Zaman neler getirip, neler
götüreceğini kestiremiyordu sadece bekliyordu. Sabır, yüreğinde günden güne
büyüyen bir zırh gibiydi.” (s.107)
Sonunda Sultan Abdülhamid, tahtan indirilir. Aslında anlatıcıya göre bu
Abdülhamid’in isteğidir. Tahttan indirilen Sultan Abdülhamid, Selanik’teki Alatina
Köşkünde ikamete mecbur edilir. (s.131) Bu sıralarda II. Abdülhamid, kültürlü bir
insan olarak karşımıza çıkar. Abdülhamid’in köşkünün muhafızı Fethi Bey,
Abdülhamid’i zamanla sever ve onu şu şekilde tasvir eder: “Hayatımda Sultan
Hamid kadar nazik terbiyeli buna rağmen karşısındaki ile mesafesini muhafaza eden
şahsiyet görmedim.” (s.139)
202 Abdülhamid II (1842 İstanbul – 1918 İstanbul): Sultan Abdülmecid ve Tîrimüjgân Kadın’ınoğludur. 34. Osmanlı Padişahı (1876–1909). İttihatçılar’ın baskısıyla 24 Temmuz 1908’de II.Meşrutiyet’i ilan ederek Kanun-ı Esasi’yi yeniden yürürlüğe koyan padişah, yine de artanhuzursuzluğa çare bulamadı. İttihatçılara karşıt muhaliflerin ön ayak olduğu 31 Mart (13 Nisan 1909)ayaklanması, bastırıldı. Ama İttihatçılar, bu ayaklanmayla ilgisi olduğu gerekçesiyle 27 Nisan 1909’daII. Abdülhamid’i tahttan indirerek Selanik’e gönderdiler. Fransız tarihçisi Albert Vandal tarafından“Kızıl Sultan” adı verildi. Evhamlı, hasis, terbiyeli, zeki ve diktatör olması ile tanındı. “AbdülhamidII” madde., Genç Larousse Ansiklopedisi, c.1, s. 16-17; “Abdülhamid II” madde., M. OrhanBayrak, a.g.e., s. 12
503
Devlet, İttihatçılar sayesinde kötüden kötüye gider. Enver Paşa,
Abdülhamid’e gidip kendisinin yorumlarını ister. Bu sıralarda Abdülhamid, tecrübeli
biri olarak karşımıza çıkar. Üstelik alçak gönüllüdür. Abdülhamid, kendini tahtınden
indirenlerden biri olan Enver Paşa’ya “oğlum” diyerek yardım etmeye çalışır.
Abdülhamid, sadece devletin çıkarlarına bakan bir insandır. (s.186–190)
Karasu ve Son Kavşak romanlarında Sait Halim Paşa203 sadrazam olarak
karşımıza çıkar.
Son Kavşak romanında Sait Halim Paşa, devletin genel durumunu
iyileştirmeye çalışır, ama iş işten geçmişti. Üstelik kendi çıkarlarına çalışan
İttihatçılar’ın yüzünde ileriye bir adım atamaz. (s.169–171) Ama esas itibariyle
kararlı bir sadrazam değildir: “Mısır Hanedanından bir prens olmayı, gurur vesilesi
bilen Said Halim Paşa, Sadrazam olarak görev yaptığı müddet içinde, her hareketin
belli nezaket kuralları içinde yapılmasını ister ve karşısındakilerden de bunu
beklerdi.” (s.169)
Karasu romanında ise, Başbakan Sait Halim Paşa, Birinci Dünya Savaşı için
endişelidir. Devlet savaşa yakındır. Üstelik yabancı devletler, kendi çıkarlarına göre
Ermenileri kullanırlar. Sait Halim Paşa, savaşa girmek istemez, ama buna rağmen
kararlı bir kişi değildir. (s.76–77)
Son Kavşak romanında başkahramanlar arasında yer alan Enver Paşa204,
kurnaz ve sadece kendini düşünen bir devlet adamı olarak karşımıza çıkar. Enver
203 Sait Halim Paşa (Mehmed) (1863 Kahire –1921 Roma); Osmanlı sadrazamlarından, Mısır VâlisiKavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğullarından vezir Halim Paşa’nın oğludur. 1888 yılında Şûrâ-yıDevlet (Danıştay) üyeliğine seçildi. 1900 yılında ise, Rumeli Beylerbeyi rütbesini aldı. Said HalimPaşa, Şûrâ-yı Devlet Başkanlığına seçildiyse de, bu vazifeden kısa bir süre sonra 1912’de ayrıldı.İttihat ve Terakki Partisi Genel Sekreteri oldu. 1913’te sadrazam kaymakamı oldu. Ancak İttihat veTerakki Partisinin Sultan Reşad’a baskısı üzerine, 12 Haziran 1913’te, sadrazam, sadâreti süresince deEnver, Talât ve Cemal Paşaların kuklası oldu. Halim Said Paşa, kurduğu kabinede HâriciyeNâzırlığını da kendisine aldı. “Sait Halim Paşa (Mehmed)” ” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi,İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.17, s. 203204 Enver Paşa (1881 İstanbul – 1922 Türkistan): Osmanlı Devleti’nin son yıllarında devlet idâresinehâkim olan İttihat ve Terakki partisi ileri gelenlerinden. Asker ve devlet adamıdır. 1902 yılında HarpAkademisi’nden mezun oldu. Asker olmasına rağmen İttihat ve Terakki cemiyetine girerek siyasetleuğraşmaya başladı. Şehzade Süleyman Efendi’nin kızı Nâciye Sultan ile evlenerek saray damatlarıarasına girdi. Miralaylıktan üst rütbeye yükseltmek hakkı sadece padişaha ait olduğu halde, EnverPaşa, Sultan Reşad’dan habersiz paşa yapıldı. Aynı gün harbiye nâzırlığı da verilerek el çabukluğu ile
504
Paşa, küçük yaştan itibaren yüksek mevkide olmayı ister. Bu amaçla Harbiye’ye
girer. Harbiye’yi bitiren Enver artık hesaplı davranır: “Şimdi kendisini daha güçlü
hissederek adımlarını dikkatli atıyordu. Kahraman olmanın yolları artık kendisi için
açılmıştı.” (s.66) Bu amaçla İttihatçılara katılan “içine kapanık ve duygusal olan
Enver Bey”, istediği yüksek mevkie sahip olmak için fırsatı arar: “Şimdi meşrutiyeti
kuvveden fiile çıkarmak için en kestirme yol, umumî bir isyandı.” (s.69)
Enver Bey, planladığının akışını hızlandırmak için saray damadı olmaya
çalışır. Bunu beceren Enver Bey’in yolu artık açıktır: “Artık Enver Bey, Bir
Napolyon gibi kararlı hareket ediyor ve kafasında kurduğu planları tatbik etmeye
çalışıyordu.” (s.122)
İhtiraslı olan Enver Paşa’nın, düşleri günden güne büyümektedir: “Enver Bey
ihtiraslı ve kararlıydı. Şimdi de gözünü Harbiye Nazarlığına dikmişti. Şöhret
merdivenlerini tırmanırken mesafe oraya kadar gelmişti. Ama yaşı tecrübesi ve
hizmeti dolayısıyla bu isteği henüz erkendi.” (s.167) Enver Paşa hala genç olmasına
rağmen sadrazama gidip doğrudan Harbiye Nazırlığını ister. Bu sıralarda Enver Paşa,
devcletin kritik durumuna rağmen sadece ve sadece kendini düşünen bir adam olarak
karşımıza çıkar. (s.169–171) Hırslı olan Enver Paşa, Harbiye Nazırı olur ve Ruslarla
hiç yoktan bir deniz savaşına başlar. Bu sıralarda anlatıcı, kendini düşenen ve
tecrübesiz olan Enver Paşa’nın Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışını hızlandırdığını
söyler. (s.181)
Nihayette tecrübesizliği yüzünden devlete daha kötüyü getiren Enver Paşa,
sabık Sultan Abdülhamid’den yardım ister. Ama artık yapılacak şey yoktur. Bu
sıralarda Enver Paşa, Abdülhamid’den ders alarak devlete neyi götürdüğünü anlar.
“Makam ve istikbal hırsı gözlerini bağlamış” olan Enver Paşa’nın, kendisi “Son
Kavşak”ta olduğunu anlar. (s.190) Sonunda Enver Paşa’nın gurbette öldürüldüğünü
öğreniriz. (s.212)
ordunun başına getirildi. Askeri idaresinin zayıf olduğu harb tarihçileri tarafından belirtilen EnverPaşa, I. Dünya Savaşı sırasında üstlendiği harbiye nâzırlığı ve başkumandan vekilliği sırasında devletibirçok felakete sürükledi. “Enver Paşa”.,madde., Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, c.3, s. 14-17
505
Karasu romanında yer alan Enver Paşa, başkomutan ve Harbiye Nazırı olarak
karşımıza çıkar. Enver Paşa’ın, başbakan ve bakanların toplantısında gizlediği şeyler
vardı. Başbakan Sait Halim Paşa, Alman gemilerin Osmanlı Devletine sığınmasıyla
şaşkındır. Ona göre Enver Paşa’nın gizli bir hesabı vardır. Anlatıcı, Enver Paşa’nın
Osmanlı Devletini I. Dünya Savaşı’na soktuğuna işaret eder. Üstelik diğer bakanlar
gibi Enver Paşa da, Ermenilerin sorunu ile gerektiği gibi ilgilenmez. (s.76–78)
Son Kavşak romanında Talat Bey205, heyecanlı bir genç olarak karşımıza
çıkar: “Gençlerin heyecan unsurlarını Talat Bey yönlendiriyordu. Genç atik ve gözü
kara bir insan.” (s.61) Talat Bey, padişah düşmanı olarak karşımıza çıkar: “Edirne
PTT’sinde katip iken yurtdışında bulunan «Jön Türkler»le işbirliği ettiği gerekçesi ile
mahkum olmuş sonra padişah tarafından affedilerek, Selanik’te yeniden bir görev
verilmişti.
İşte bunun için Talat Bey, gizli faaliyetler içine yeniden girmişti. Böylece
görevli olduğu PTT vasıtasiyle yurt dışından gelen yasaklanmış gazete ve dergileri
alıp, arkadaşlarına kolayca ulaştırıyordu. Ayrıca saraydan gelen gizli haberleri
zamanında etrafa duyurmak görevini de başardı.
Talat Bey, güçlü, gösterişli bir insandı. Hitabetli ile çevresini etkiliyordu.
Devamlı mücadeleden, ölümden, kahramanlıktan sözediyor peşinden herkesi
sürüklüyordu.
Tek kurtuluşun padişahı tahttan indirmek ve meşrutiyeti yeniden ilân ettirmek
olduğuna arkadaşlarını inandırmıştı.” (s.61) Günler gittikçe Talat Bey’in İttihaçılarla
ilişkisi daha da artmaktadır. (s.82) HattaTalat Bey’in İttihatçıların önderlerinden biri
olduğunu öğreniriz. (s.148–149) Bunun üzerine Talat Bey, PTT memurluğundan
İttihat ve Terakki sayesinde nazırlığa kadar yükselir ve devletin büyük görevlerinden
birisinin başına geçer. (s.161) Talat Bey İttihaçılarla birlikte devletin idaresini kendi
205 Mehmed Talât Paşa (1874 Edirne – 1921 Berlin): Sadrazam (1917–1918), Dâhiliye Nazırı (1909–1909), Maliye Nazırı (1911–1913), Hariciye nazırı (1917–1917), Posta ve Telgraf nazırı (1911–1912),Edirne mebusu (1908–1918), Brest-Litovsk Barışı baş delegesi (1918) ve İttihat-Terakki Cemiyetireisidir. Basit öğrenimli, kültürlü, zeki ve ideal bir kişi olarak tanındı. Bektaşî ve mason idi. 1918yılında yurt dışına kaçtı. Öldürülen son sadrazamdır. Bir Ermeni terörist tarafından öldürüldü.“Mehmed Talât Paşa”.,madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e., s. 285
506
ellerine alırlar. (s.161) Bu sıralarda Talat Bey’in “Paşa” lakabını aldığı anlaşılır:
“Talat Paşa, Dâhiliye Nazırı idi. PTT memurluğundan başlayan yükselme arzusu
zaman içinde değer kazanarak, bütün engelleri açmış ve Nazırlığa kadar ulaşmıştı.”
(s.167) Bununla ilgili olarak füze hızıyla yükselen Talat Paşa, sadarete kadar
ulaşabilir. (s.195) Anlatıcı bunu gösterirken, İttihatçıların tecrübesizliğini ve
densizliğini vurgular. Bu yüzden Talat Paşa ülkeden kaçar. Gurbette bir Ermeni
tarafından öldürüldüğünü öğreniriz. (s.207)
Karasu romanında karşımıza çıkan Talat Bey, İçişleri Bakanı’dır. Bakanlar
toplantısında savaştan yana değildir. Ama ona göre savaşa girmemek zordur:
“Almanlarla olan yakınlığımızı düşünürüm efendim. Savaş yakamızı bırakmıyor.
İstesek de bu savaşın dışında kalamayız.” (s.76)
Talat Bey, Enver Paşa’nın bu savaştan sorumluluğuna atıfta bulunur: “Eğer
Enver’ın gençliğine gem vurulabilinirse…” (s.76)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanının tek bir sahnesinde karşımıza çıkan
Talat Paşa, genel durumu İttihaçılarla görüşür. “İri kestane rengi gözleri” olan Talat
Bey, Abdi Bey’den Selanik hakkında aldığı rapor hakkında konuşur. (s.210)
Karasu romanında Cavit Bey206, Maliye Bakanı olarak karşımıza çıkar.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce yapılan bakanlar toplantısında yer alır. Cavit Bey,
devlette birkaç şeyden habersizdir. Üstelik memleketin son durumuna hep şaşkındır.
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında ise Cavit Bey, Meclisi Mebusan’da
yapılan ziyafete gelir. Bu sıralarda Cavit Bey, İttihacıların hızlı hareket etmelerini
söyler. (s.204)
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu romanındaki yer alan yirmi üç
kahramandan sadece Hekimoğlu İbrahim bir gerçek kişi olarak karşımıza çıkar.
206 Mehmed Cavid (1876 Selanik – 1926 Ankara): Maliye nazırı (1909–1911) (1914–1914) (1917–1918), Nafıa nazırı (1911–1911), Dâhiliye nazırı vekili (1914), Lozan Barışı malî müşaviri (1923),Selanik mebusu (1908) ve Mülkiye okulu öğretmenidir. Mülkiye okulu mezunudur (1896). Osmanî veFransa’nın Légion D’Hannuer nişanlarını aldı. Atatürk sükasti nedeniyle Ankara’da Divan-ı Harp’teyargılanarak idam edildi. “Mehmed Cavid”.,madde., M. Orhan Bayrak, a.g.e., s. 274
507
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu romanı, Hekimoğlu İbrahim207’in
hikâyesini anlatır. Hekimoğlu, Fatsa’da bulunan Yassıtaş köyünde fakir bir ailenin
oğlu olarak karşımıza çıkar. (s.6–7) Anlatıcı, “orta boylu” (s.59) olan
Hekimoğlu’nun hakkında şu bilgileri verir: “Sarışın ve çok yakışıklı bir gençti
İbrahim.
Aynı zamanda da çok yiğit ve atak bir gençti. Arkadaşlarının da çoğu komşu
Gürcü köyünün delikanlıları idiler. Onlar İbrahim’i, İbrahim de onları severlerdi.
Beraber gezip eğleniyorlar, beraber silâh tâlimi yapıyorlardı.
Kuvvetçe olsun, atılcılığındaki ustalığı ile olsun İbrahim hepsinden üstündü.
Onlar bu sarışın Karadenizli gencin bu kuvvetine, atıcılığına ve çevikliğine hayran
idiler.” (s.7)
Hekimoğlu, bir konşu Gürcü köyündeki bir değirmenin bekçisi olarak çalışır.
(s.7) Değirmene gelen Fadime, ilk defa Hekimoğlu’yu görür. Bu sıralarda iki genç
arasında bir yaklaşma olur: “Hekimoğlu onu görünce aklı başından gider gibi oldu.
Fadime de bu sarışın ve son derece yakışıklı, mert tavırlı gence lâkayt kalmadı.” (s.8)
Hekimoğlu, Gürcü ile yerli halk arasındaki bulunan düzensiz ilişki
yüzünden haksız bir suç ile suşlanır. Bu sıralarda Hekimoğlu, korkuyu bilmeyen ve
atak bir kişi olarak karşımıza çıkar. Kendi tarlasına davet eden Seyyid’e tek başına
207 Hekimoğlu (? - 26 Nisan 1913, Fatsa,Ordu) asıl adı Hekimoğlu İbrahim olup Fatsa'nın Yassıtaşköyündendir. Uzun yıllar Fatsa, Ordu, Tokat, Niksar, Samsun dağlarında hüküm süren, halk arasındamertliği, yiğitliği ve yardımseverliğiyle şöhret yapan ve adına türkü yakılan halk kahramanlarındanbiridir. Osmanlı Devlet Arşivinde Ayhan Yüksel'in araştırmalarına göre, 1900'ların ilk yıllarındaFatsa'da değirmencilik yaparken haksız bir suçlamayla karşılaşıp Gürcü bir beyin yeğeni tarafındanvurulmak üzereyken atik davranarak beyin yeğenini vurmuş ve ardından dağa çıkmıştır. Daha sonraGürcü Bey'i kan davası güderek Hekimoğlu'nun köyünde zulüm yapmış ve ardından 3 kişi daha dağaçıkarak Hekimoğlu'na katılmıştır. Hekimoğlu zalimin zulmünü yanına bırakmamış, aynalımartinisiyle, attığını vurmasıyla namı yürümüş ve olay Türk-Gürcü çatışmasına dönmüştür. 15 Aralık1908'de Fatsa müderrisinin Dâhiliye Nezareti'ne çektiği telgrafnamede durum ayrıntılarıyla anlatılmışve Hekimoğlu'nun dağdan indirilmesi için destek ve takip istenmiştir. Ama gerek Hekimoğlu'nunbecerisi gerekse Türk köylerinden destek görerek saklanmasıyla uzun süre Hekimoğlu dağdanindirilememiş ve Gürcü Bey'e karşı faaliyetlerini arttırmıştır. Bir kaç sene sonra Osmanlı Devleti'ndenaffını talep etmişse de Şura-yı Devlet kararıyla af talebi kabul olunmamış ve 26 Nisan 1913 günüdoğduğu köyde sekiz saat süren bir çarpışma sonrası öldürülmüştür. “Hekimoğlu” madde,www.vikipedi.org
508
gider. Uyanık olan Hekimoğlu, Seyyid’in yeğeni tarafından vurulmak üzereyken atik
davranarak beyin yeğenini vurup kendisini kurtarır. (s.33)
Dağa çıkan Hekimoğlu, kısa bir sürede kendisinin etrafında toplanan bir çete
kurar. Bu sıralarda Hekimoğlu çete adamı olmasına rağmen fakirleri yardım etmeye
çalışır. Üstelik kan dökmesin diye çetesine bir kural koyar. Bu şekilde yerli halk
arasında Hekimoğlu’nun adı mert bir insan olarak efsaneleşmeye başlar. (s.58–60)
Gürcü Hulusi Ağa, Hekimoğlu’nun bulunduğu fırnı kuşatır. Bu sıralarda
Hekimoğlu, çok uyanık ve zeki bir şekilde davranır. Gücüne ve adamlarına değil,
ama aklına dayanan Hekimoğlu, kendi ve adamlarını bu tuzaktan kurtarır. Durumu
iyice hesaplayarak birdenbire adamlarıyla birlikte kaçar. (s.65–70)
Yeğenlerinin öldürüldüğünü bilen Hekimoğlu, tehlikeli olmasına rağmen
köye inmeye karar verir. Adamlarını unutmayan bir insan olarak tanınmış olan
Hekimoğlu, Gürcü tarafından bu olumlu nitelikle yakalanıp öldürülür. (s.142)
Ermeni Zulmü romanında on sekiz kişi bulunur. Onlardan sadece tek bir kişi
gerçektir. I. Kafkas Kolordu Kumandanı Albay Kâzım Karabekir208 Paşa,
Erzurum’da kurtuluş başkahramanı olarak karşımıza çıkar. Vatanını seven ve cesur
olan Albay Kâzım Karabekir, vatanını kurtarmaktan başka bir şeyi düşünmez.
Askerleri iyice ve ustaca yönlendiren Albay Kâzım Karabekir, mahir bir kumandan
olarak karşımıza çıkar. (s.72–74) Koyduğu plânlar ve fedakârlığı sayesinde kurtuluş
olur. (s.75)
4- Kurtuluş Savaşı Dönemi
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında elli kişi yer alır. Roman
kahramanlarından sadece dört gerçek kişi bulunur. Söz konusu olan bu dört gerçek
kişi, romanın başkahramanlarından değil; ama yol gösterici kişilerdendir. Bu dört
kişinin ikisi olan Talat Paşa ve Cavit Bey yukarıda gösterdiğimiz için aşağıda diğer
iki kişiye yer vereceğiz.
208 Kâzım Karabekir: Kurtuluş Savaşı döneminde Erzurum Komutanı olarak görev yapmıştır. Ordununbüyük komutanlarından biridir. Çanakkale cephesine de katılmıştır. Sina Akşin, a.g.e., bkz: s. 71-77
509
Romanın tek bir sahnesinde görünen Ahmet Rıza Bey209, Meclisi Mebusan
resisi ve İttihatcıların temsilcilerinden biri olarak karşımıza çıkar. Sultan II.
Abülhahamit, mebuslara yemek vermektedir. Bu yüzden Meclisi Mebusan’a gelen
Ahmet Rıza Bey, Abdi Bey ile Fransa’da İttihaçıların çalışmalarından söz eder. Bu
sıralarda Ahmet Rıza Bey, “vekur ve mütekebbir” (s.204) olarak karşımıza çıkar.
Aynı sahnede de Manyasîzade Refik Bey210, Adliye Nazırı olarak karşımıza
çıkar. Refik Bey, Meclisi Mebusan’a Sultan II. Abülhahamid’in davetine göre
“ziyafete siyah redin” (s.204) gelir.
Vatan Dediler romanında doksan altı kahraman yer alır. Bunların sadece
birisi gerçek kişidir. Yunan Kolordu Komutanı Trikopis211, eğlenceye düşkün bir
kumandan olarak karşımıza çıkar. General Trikopis, savaş sırasında Afyon’da bir
baloya katılır. Bu sıralarda Türk ordusu büyük taarruz başlar. Saldırının haberini
duyan General Trikopis, ‘kötü bir şaka’ diye inanmak istemez. Sonra subayların
birliklerinin başına gitmelerini söyler. (s.350–351)
C) Cinsiyetlerine Göre Kahramanlar
1- Selçuklular Devri
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında kırk beş kişi bulunur. Bunlardan otuz sekiz
erkek, yedi kadındır.
Erkek Kahramanlar: Aksungur, Halit Ağa, ihtiyar yolcu, Altar, İlteber,
Bizanslı delikanlı, Kanlı Yani, Cafer Bey, Numan Dede, Dumrul, Emir Afşin, Rum
subayı, Abdullah, Ömer, Ebu Hasan, Yusuf, hancı, Hasan Sabah, Aksungur ile gelen
209 Ahmet Rıza Bey (1859 İstanbul – 1930 İstanbul): Meclisi Mebusan Reisi (1908–1911), İstanbulmebusu (1908), Ayan üyesi, İttihat ve Terakki Partisi üyesi, Maarif müdürü (1889), gazetecidir.Galatasaray Lisesi mezunudur. “Ahmet Rıza Bey” madde, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü, s.28210 Manyasîzâde Refik (1853 İstanbul – 1909 İstanbul): Adliye nazırı (1908–1909), İstanbul mebusu(1908–1909), Mulkiye ve Hukuk okulları öğretmeni, Midhat Paşa’nın avukatı, İttihat ve Terakkiüyesidir. Galatasaray Lisesi ve Huku Okulu mezunudur. “Manyasîzâde Refik” madde, M. OrhanBayrak, a.g.e., s.266211 Düşmanın başkumandan tayin ettiği General (Trikopis) birçok gece ve gündüz umutsuzcamuharebatı ve her çareyi halası (kurtuluşu) tecrübe ettikten sonra nihayet maiyetindeki generaller veerkânıharbiyeleri ve kumanda ettiği ordunun elinde kalabilen bakayasiyle arzı teslimiyet eyledi. SinaAkşın, a.g.e., s. 105
510
adam, Sadum, Zeynel, zindancı, gemi kaptanı, ihtiyar balıkçı, Yorgu, Kara Bekir,
Emir Tuğtekin, Emir Davutoğlu, Emir Tarank, Rüstem, Osman baba, Sultan Alp
Arslan, İmparator Romen Diyojen, Neançes, meyhaneci, kaptan Yorgo, Mihael
Vasileas ve ihtiyar hekimdir.
Kadın Kahramanlar: Bizanslı kız, Hatice hanım, Çiçek Banu, Eleni,
Prenses İrini (Zeynep), Prenses Süreyya ve İlbilge’dir.
2- Eyyûbîler Devri
Selâhaddin Eyyûbî romanında kırk iki kişi bulunur. Romanın kahramanları
arasında sadece dört kadın karşımıza çıkar. Diğer roman kahramanları erkeklerdir.
Romanda yer alan erkek kahramanlar, genelde savaşçılardır.
Erkek Kahramanlar: Selâhaddin Eyyûbî, Selâhaddin’i öldürmek isteyen
adam, Emir Adil, Bilal, Turan Şah, Kral Amury, Kont Şatiyö, Şeyh İsa, Şatiyö’nün
elçisi, Selâhaddin’in elçisi, Mehmed Henefi, Necmüddin Eyyûb, Sultan Nureddin
Mahmud bin Zengi’nin elçisi, Kral Budin, Osman, Melik Efdal, Ferruh Şah, Emir
Tuğtekin, Melik Hüseyin, Kont Şatiyö’nün sofrabaşı, Kumandan Herzel, Vanek,
Selâhaddin Eyyûbî’nin elçisi, haberci, Takıyüddin, Halit, Seyyid Ali, haberci,
kervancıbaşı Abdullah, Gui dö Lusignan, Normanların başı Raymond, Emir Zahir,
Balion, peder Sanger, İngiliz Kralı Rişar, Fransız Kralı Filip Ogüst, Alman
İmparatoru Frerdik Barbarossa ve Marlon’dur.
Kadın Kahramanlar: Sonya (daha sonra Fatma), Yaşlı kadın (süt satıcısı),
Veronika ve Vanek karısıdır.
3- Osmanlılar Devri
Osmancık romanında altmış dokuz kişi bulunmaktadır. Bunlardan elli iki
erkek, on yedi kadındır.
Erkek Kahramanlar: Ertuğrul beğ, Osman Gazi, Ede Balı, Mihail Kösses,
Kalanoz, Kösses, Gündüz beğ, Aykut Alp, Ak Temür, Mahmud (İnönü Beği),
511
Dursun Fakı, yaşlı adam, Kumral Abdal, Hüsameddin Turgut, Al Zahid, Saltuk Alp,
Konur Alp, Sungur, Abdullah, Gazi Rahman, Akça Koca, Papaz, Mahmud, Samsa
Çavuş, Erdoğmuş, Arkelaos, Orhan Gazi, Derviş Uruz, Bican Abdal, Aleatess,
Aratun, Savcı beğ, Bay Koca, Koca Kolmaş, Çoban, Kara Güne, Dündar beğ,
Aydoğdu, Kıyan Selçuk, Kara Mürsel, Hasan Alp, Ali (Kara Ali), Aydın beğ,
haberci, Aya Nikola, Ecebey, İmam Yahşı Fakı, Nikeforos, Şeyh Mahmud, Dukas,
Bursa tekfürü ve Vezir Barsuk’tur.
Kadın Kahramanlar: Malhun Hatun, Zoe, Cankız Hayme, Ildız Hatun,
Gökçe Bacı, Selcen, Aybala, Ayna Malak, Hafize, Burla Hatun, Çiğdemkız,
Mihriban, Emine, Fatma, Kutlu Melek, Evdoksiya, Holofira’dır.
Kaybolan Elçiler romanında on dört kişi bulunmaktadır. Hepsi erkektir.
Romanda kadın kahraman yoktur.
Kahramanlar: Sunguroğlu, Köse Yusuf, İbrahim, Adil Usta, dilsiz savaşçı,
Yalova Beyi (Nikolas), Aryanos, Yakos, Rossini, Abdüsselâm Ağa, Sofokles,
Aryanos’un mutemet adamı, Abdullah Ağa, nöbetçidir.
Kara Şövalye romanında on sekiz kahraman yer alır. Bunlardan sadece bir
kadın kahraman bulunur.
Erkek Kahramanlar: Orhan Gazi, Sunguroğlu, İbrahim, Köse Yusuf, Gazi
Ali Bey, ihtiyar hancı, çeteci, Abbas, handa karşıladıkları adam, çeteden savaşçı,
Kalo Yani, nöbetçi, Bizanslı hancı, genç müşteri, Anoş, Rahip Nikola, başrahip
Mihail’dir.
Kadın Kahramanlar: Prenses Mari Paleolog (İzmit Beyi Kalo Yani’nin
kızkardeşi).
Tuzak romanında yirmi yedi kişi bulunmaktadır. Bunlardan yirmi bir erkek,
altı kadındır.
512
Erkek Kahramanlar: Sunguroğlu, Köse Yusuf, İbrahim, Bücür, Kör
Dimitri, Suratsız Todori, Osmanlı topraklarında hancı, hancının yamağı (delikanlı),
Bizanslı subay, Mavro, Salamon, saray muhafızlarından olan çavuş, balıkçı, Moğol
hakanı, Bizans’taki hancı, Ayı Yorgi, Makro, arabacı, Yako, keşiş, Velveleci Yabgu.
Kadın Kahramanlar: Nine, Nilüfer, Sultan Hatun, kaçırılmış üç Osmanlı
kızıdır.
Baskın romanında on sekiz kahraman bulunur. Romanda yer alan kişiler,
erkek kahramanlardır. Kadın kahraman yoktur.
Kahramanlar: Sunguroğlu, İbrahim, Köse Yusuf, Münir Gazi, hancı,
Türkmen hancı, Germiyanoğullarından biri, yararlı savaşçı, Hüssam, Kalamos,
Pedros, Petro, çiftçi delikanlı, ihtiyar çiftçi, İznik Beyi, Balıkçı, Koca Reis ve
Venedikli kaptandır.
Çalınan Hazine romanında on sekiz erkek kahraman bulunur. Romanın
kahramanları arasında kadın yoktur.
Kahramanlar: Sunguroğlu, İbrahim, Köse Yusuf, Dragos, Metiyüs,
Abdurrahman (hancı), Topak, Saltuk Bey, Katalonlu subay, yolcu, Tekin Alp, Ali
Can, çocuk Türkmen, ihtiyar Türkmen, Posaryüs, Artı, Fernando, denizci ve
hancıdır.
Kaçırılan Prenses romanında yirmi beş kişi bulunmaktadır. Bunlardan yirmi
iki erkek, üç kadındır.
Erkek Kahramanlar: Sunguroğlu, Köse Yusuf, İbrahim, Logan Mişöp,
Dimitri Korbos, geminin kaptanı, I. Subay, II. Subay, Miloş, Şövalye Moiz Albertos,
Şövalye Dostoris, Aleko, zindancı, nöbetçi, Dimitri, Loris, kaptan, Paradis,
İmparator, İmparatorun kâtibi, Yoanis, Hormos’tur.
Kadın Kahramanlar: Prenses, Maria ve Hatice Hanım’dır.
513
Gemide İsyan romanında yirmi sekiz erkek kahraman karşımıza çıkar.
Romanda kadın kahraman yoktur.
Kahramanlar: Sunguroğlu, İbrahim, Köse Yusuf, böbetçi, Çimpe Beyi,
hancı, Sen-Jan şövalyesi, üç savaşçı (şövalyeler), Sunguroğlu’nun karşıladığı iki
adam, Mistos, tercüman, Don Piyer, kaptan Guidi, hancı yamağı, Albiro, lefteros,
Kör Petro, Herzel, Sör Mişel, Gaddar, Burnu, Yakovas, Alda, Heston, Lorel,
hancıbaşı ve O’nel’dir.
Yıldırım Bayezid romanında elli bir kaharaman bulunur. Bunların kırk beşi
erkek ve altısı kadındır.
Erkek Kahramanlar: Yıldırım Bayezid, Şehzade Yakup Çelebi, Vazir-i
Azam Çandarlı Ali Paşa, Evrenos Beğ, bir kumandan, Andrea Bambo, Venediklilerin
elçisi, bir asker, Fransız Kralı Divane Şarl, Macar Kralı Sigismond, Doğu
Bulgaristan Kralı, Sırp Kralı İstefan, Yıldırım Bayezid’in İstefan’a elçisi,
Sigismond’un elçisi, Uzunca Sevindik, zindanın nöbetçisi, Manuel, Yedinci Yoannis,
saray teşrifatçısı, yaşlı ev sahibi, başyaver, Manuel’in elçisi, Kutluboğa, Doğan Bey,
papaz, Fransız Kumandanı Sieur de Coucy, Fransız şövalyesi, Abbasi halifesinin
temsilcisi, Timur Leng, Şehzade Süleyman Çelebi, Şehzade Ertuğrul beğ, Sivas
kalesinde bir kumandan, diğer kumandan, Malkoç Mustafa Bey, bir Osmanlı süvari,
Moğol iki askeri, çoban, Moğol elçi, Tahir Beğ, Yıldırım Bayezid’e gönderilen elçi,
Hacı Firuz Beğ ve Şehzade Mehmet Çelebi’dir.
Kadın Kahramanlar: Gülçiçek Hatun, Olivera, Devlet Hâtun, Devlet
Hâtun’un halası, yaşlı ev sahibinin karısı, Evdoksiya’dir.
Romanda yer alan kadın kahramanlar, yaşlı ev sahibinin karısı dışında saray
hatunlarıdır. Gülçiçek Hatun, Sultan Murad’ın karısı ve Yıldırım Bayezid’in
annesidir. Olivera, Sırp Kralı Lazer’in kızı ve Yıldırım Bayezid’in eşidir. Devlet
Hatun da Yıldırım Bayezid’in eşidir. Evdoksiya ise, Bizanslı İmparator V.
Yoannis’in eşidir.
Binatlı romanında on beş kahraman bulunmaktadır. Hepsi erkektir.
514
Kahramanlar: Gazi Timurtaşoğlu Umur Bey, Mertoğlu, Kel Sadık, Bin atlı
akıncılardan genç, Macar Kralı Sigismund, Nevres Kontu Jean, Alman kumandanı,
Eflak Voyvodası Mirçe, Fransızları başkumandanı Burgonya Dükü Filip de Bar,
İngiliz başkumandanı Rişard, Sultan Yıldırım Bayezid, Gazi Evranos Bey, Doğan
Bey, İki Fransız askeri.
Görülüyor ki bu kahramanların hepsi asker veya savaşçıdır.
Topal Kasırga romanında yirmi dört kişi yer almaktadır. Bunlardan yirmi bir
erkek, üç kadındır.
Erkek Kahramanlar: Kulaksız Ömer, Peşteli Kerem, Şehzade Süleyman
Çelebi, Hattatzade Refik Bey, Pir Müslim Bey, Malkoç Mustafa Bey, Köse Çavuş,
Kadızade Burhaneddin Bey, Murat Bey, tercüman, Han Osman, Timur Leng,
Timur’un elçisi, Tekeli Karatekin Bey, Murataza Bey, Ali Bey, Barak Bilâl Bey,
Murtaza Bey, Selim Bey, Yabgu, Atman Bey’dir.
Kadın Kahramanlar: Burhaneddin’in annesi, eşi ve kızı olan Güllü’dür.
İlk Hançer romanında kırk kışı bulunmaktadır. Bunlardan otuz dört erkek, altı
kadındır.
Erkek Kahramanlar: Yüzbaşı Alp, Grandük İvan Vasilyeviç, Moskova’nın
başpiskoposu, papaz, Prens Kurbski, Prens Petrov, Koca Burak, Binbaşı Fedor,
Peresvetov, Binbaşı Fedor, Sefa Giray Han, Mirza Cengiz, Mirza Mamay, Gökçe
Bey, Saray Nöbetçisi, elçi, Teğmen Çaka, saraydan gelen haberci, Rus elçisi, Kırın
Hanı, Kazan elçisi, Ali Ekrem Bey, Yadigâr Muhammed Han, Ötemiş, çavuş Vasili,
Seyyit Kerim Hoca, Prens Valdimir, Baycu Han, Butler, İvan’ın Kazan’a gönderdiği
elçi, Alman subayı, Muhammed Tuğrul, yaşlı adam, Teğmen Sadi’dir.
Kadın Kahramanlar: Prenses Nadya, Süyün Biyke Hatun, Bağdagül, Dilşad
Hanım, Çariçe, Deli Hüsniye’dir.
515
IV.Murad -1- romanında seksen kişi bulunur. Bunlardan sadece dört kadın
kahraman vardır.
Erkek Kahramanlar: Kalenderoğlu, Sadrazam Kara Davut Paşa, yaşlı
yeniçeri, nöbetçi, sipahi başçavuşu, IV. Murad, Hasan Halife, çapulcu, sarayda
nöbeçi, cebecibaşı, Cafer Ağa (Bostancıbaşı), kızlar ağası, bakırcı Adli Usta, Berber
Kâzım, kahveci Arnavut Mestan, Abdi Ağa, yaşlı yeniçeri, Mülâzımbaşı Yahya Bey,
Doğan Bey, Antep Kadısı Abdülbaki Efendi, Alem Bey (sekban askeri), şişman
yeniçeri, Abaza Mehmet Paşa, divan çavuşu, Sadrazam Gürcü Mehmet Paşa, Fatih
camiinde kadı efendi, Şeyhülislâm Yahya Efendi, Sibahibaşı Bıçakçıoğlu, Nakîp
Gubâri Efendi, Bayram Ağa (yeniçeri kethüdası, sonra da sadrazam), yaşlı nöbetçi,
genç nöbetçi, Anadolu Kazaskeri, Rumeli Kazaskeri, yeniçeriler ağası Çeşteci Ali
Ağa, Sadrazam Kemankeş Aliş Paşa, Musa Çelebi, Bağdat’tan gelen haberci, kapı
ağası, (odabaşı) Saka Mehmet, Deli İlâhi, yaşlı adam, Bey Şehir’de Kadı Efendi, Kör
Ali, Osman Efendi, Demirci Ali Usta, Demirci Ali Usta’nın oğlu, Mahmud Hûdaî
tekkesinde derviş, Mahmud Hûdaî Efendi, (II. vezir sonra sadrazam) Recep Paşa,
(III. vezir sonra sadrazam) Hafız Ahmed Paşa,
Kadın Kahramanlar: Valide Sultan Mahpeyker Kösem Sultan, Kösem
Sultan’ın hizmetçisi, ihtiyar kadın (Demirci Ali Usta’nın annesi), genç kadın
(Demirci Ali Usta’nın eşi)dir.
IV.Murad -2- romanında seksan sekiz kahraman bulunur. Bunların seksan
dördü erkek, dördü kadındır.
Erkek Kahramanlar: Genç Osman, IV. Murad, Sofi Hoca, Doğan Bey, Laz
Dursun, Civan, Şeyhülislâm Yahya Efendi, Mehmet Çelebi, Musa Çelebi, Cafer Ağa,
şikâyetçi, Sadrazam Bayram Paşa, Tayyar Paşa, Acemi süvari, Timarlı Sipahi
(ihtiyar), Sadrazam Hafız Ahmet Paşa, Şah’ın elçisi, Hüsrev Ağa, Osman Ağa,
Mustafa çavuş, Yaman Kâzım, Burlak Han, Türkmen hancı, İdris Efendi, Eskişehir
kadısı, Serdar Hüsrev Bey, Anadolu Beylerbeyi Ali Paşa, kapı ağası, Sakarya şeyhi,
şeyhin yardımcısı, Reisü’l-Küttab, Kâtip Çelebi, Fettah, Fettah’ın arkadaşı, Bekir
Subaşı, Kanber Ağa, Sedar Hafız Paşa, Bekir Subaşı’nın elçisi, Sofi Kuli Han, Şah
516
Abbas, Dicle’den çıkan adam, müneccim, Cemşit, Süleyman, Çakır, Ali Hemedanî,
Bektaş Han, Fettah Han, Hobyar Ağa, nöbetçi, Hürrem Şah’ın elçisi, iki ihtiyar
(birbirini şikâyet edenler), köylü şahit, Didar Han, delikanlı komutan, yaşlı Bey,
Şahin Paşa, Süleyman Ağa (yaşlı dükkâncı), Batu, Musa Bey, Hasan Ağa, yeniçeri
birisi, zabit, nöbetçi, Şah Safi, Rahman Çelebi, yolcu, Türkmen konak sahibi, Halef
Han, Sultan Murad’ın elçisi, Nogay Paşazade, Mir Rıza Han, Yâr Ali Han,
Kemankeş Kara Mustafa Paşa, derviş, Sabri Ağa, Kara Ali (cellât), çorbacı,
Hekimbaşı Zeynel Abidin, Valide Sultan, bakırcı Adli Usta, kahveci Arnavut Mestan
Ağa’dır.
Kadın Kahramanlar: Sati Kadın, Melika Kadın, Bektaş Han’ın karısı ve
Kösem Sultan’dır.
Romanda Bektaş Han’ın karısı, kadın kahramanların başında gelir. Bektaş
Han karısı mağrur bir kadın olarak karşımıza çıkar.
Beyaz Kale romanında on kişi bulunur. Romanın kahramanları erkeklerdir.
Kahramanlar: Venedikli bilim adamı, Türkçe öğretmeni, paşa, hoca,
Padişah IV. Mehmet (Avcı), kâhya, kayıkçı, balıkçı, kapıyı açan çocuk ve ihtiyar
köylüdür.
Patrona romanında kırk beş kahraman bulunur. Romanda kadın kahramanlar
yoktur. Romanın bütün kişileri, erkeklerdir.
Kahramanlar: Patrona, Emir Ali, Muslu Beşe, Evliya, Alim Çelebi, Ali
Usta, Ali’nin arkadaşı, İbadî (halk şairi), ihtiyar adam, Ömer, Sultan III. Ahmet,
Nevşehir’li Damat İbrahim Paşa, Gamlı Dede, insanları yönlendiren adam, Çınar
Ahmet, İspirizaded Şeyh Ahmet, Alacalı Mustafa, Ahmet, Zülfü, Kanlı Veli,
Karayılan Bey, Küçük Muslu, Oduncu Ahmet, Mehmet Baba, Kürt Çilo, İskender
Porça, Lâkaplı Salih, Canbaz Musa, Manav İsmail, Kutucu Hacı Hüseyin, Turşuçu
İsmail, Gazi Beşe, Dereköylü Ali, Bayram, Recep Ağa, Pirsiz Osman, Hasan Ağa
(yeniçeri ağası), yeniçerilerden yaşlı kumandan, Kaimimekan Paşa, Samatyalı Salim,
517
Şehzadeli Osman, Haseki Ağa, bostancılardan biri, gelenlerden biri, Sultan I.
Mahmut’tur.
XIX. Yüzyıl
Civelek Osman romanında kırk kahraman bulunur. Bunların otuz altısı erkek,
dördü kadın kahramandır.
Erkek Kahramanlar: Gavril, Cicelek Osman, cami imamı, Danacı, Çorbacı,
Ali Kahya, Ali Ağa, Laz Hasan, Panayot Usta (Despino’nun babası), Bayraktar Ağa,
İzzet Bey, Karaoğlu, Hamamcıoğlu, Odacı Nihabet, Habib Odabaşı, odabaşı, hekim,
jandırma kumandanı Hacı Akif Bey, Mubaşir, Beşiktaş Sarayında çavuşbaşı, Padişah
Sultan Mahmut, kahveci, muhtar, Dimo, delikanlı köylü, Yahya Onbaşı (çiftlik
kahyası), Ali Efe, Serdeli Corci, Edincik Voyvodası Aziz Ağa, sadrazam, Kizikos
Efendi, papaz, Kirya Kostaki (köyün öğretmeni), denizci Tahir Kaptan, Müselimi
Çelebi Ağa, kale muhafızı Hamza Bey’dir.
Kadın Kahramanlar: Despino (daha sonra Naciye), Sultana (Despino’nun
annesi), kâhya kadın, Marigo’dur.
Hilal Görününce romanında elli üç kahraman bulunur. Romanda yer alan
kahramanların kırk dördü erkek ve dokuzu kadındır.
Erkek Kahramanlar: Nizam Dede, Bahadır, Çoban Mahmut, Arslan Bey,
Emircan, Nurdevlet, Giray, Molla Mübarek, Salih Hoca, Feyzullah Ağa, Cafer,
Bahtlı Bey, İgor Gregoroviç, Seyit Ali, Emin Hoca, Rüstem Hoca, Hamza Batur,
Şahbaz Bey, Valdemir Dubrovink, Yorgi, Gaffar, Samuel Usta, Buğra, Teğmen,
Boris, Rus askeri (yaralı olan), Ali Çavuş, Binbaşı, İsmail, Fevzi, Onbaşı Yakup,
Maksimoviç, Hacı İsa Bey, Rus askeri (Türkçeyi bilen), Çoban Cebbar, Dimitri,
Andrey, Binbaşı Vasilyeviç, Aleksi, İvan, Halim Can, köylü Rus, Selim Can’dır.
Kadın Kahramanlar: Altın Hatun (Nizam Dede’nin eşi), Şirin, Zehra,
Fatma Nine, Halime, Aybike Hanım, Şefik Hanım, Hatice Hanım, Ayşe’dir.
518
Giray’ın acısına katlanan Şirin, son derece güçlü ve güzel bir kadındır.
Çevresindeki olaylara ve şahıslara yön veren etkin bir kişidir. Ayrıca romandaki
diğer kadınlar genelde, güçlü bir şahıs olarak yer alırlar.212
Dağlı “Dargo” romanında otuz altı kışı bulunmaktadır. Bunlardan otuz üç
erkek, üç kadındır.
Erkek Kahramanlar: Şeyh Şamil, Nikola, Çavuş Mihalov, Onbaşı İvanov,
Astsubay Zinof, Yüzbaşı Poltorazki, Albay Vorontzov, Toy Cafer, General
Samyonoviç, Şuayıp Molla, dağlı (Toy Cafer’in arkadaşı), dağlı subay, Binbaşı
Zaytef, General Klugenov, General Grabe, Prens Vorotzov, Hacı Murat, General
Gurko, Yarbay Pasek, Teğmen Kuziski, Ulubi Molla, teşrifatçı, Yusuf, Onbaşı
Nazarof, saray muhafızı, Hamzalo, mescitte konuşan adam, Çar II. Aleksandr,
Popov, Şamil’in oğlu, Prens Baryantinski, Rus elçisi, Âlim’dir.
Kadın Kahramanlar: Toy Cafer’in annesi, Şeyh Şamil’in karısı ve
annesidir.
İsyan Eşiği romanında söz konusu, yetmiş iki kişidir. Onlardan elli altı erkek,
on altı kadın vardır.
Erkek Kahramanlar: Onbaşı Yusuf, Osman, Musa, Cemil Çavuş, Esro,
Duduklu’nun muhtarı, Süllü Ağa, Boz Ali, Bekir, Dursun, İki silahlı Ermeni, Ömer,
Mülazım Fuat, Abovyan, Onbaşı Avram, Esro’nun iki çırağı, Hasan, Halil, Hamdi,
İhsan, Ermeni kâhya, Bahaaddin, Ömer, Cumali, Denis, Fıratoğlu, Muallim Cemal,
Şerif, Hayrullah, Ziya Hoca, Ayı Kemal, Anteplioğlu, Muhlis, Bektaşi, Uzun Hacı,
Cem, Bakırcı Mıgırdaç, Sir Edmund, İstihbarat Şefi, Amerikalı eğitimci, Emanuel
Karaso, Haham, Mıgırdıç Portakalyan, Pencidü, Musa’nın babası, Coğrafya
muallimi, Avadik muallimi, Pilippos, Onbaşı Mahmut, haberci, Kazmalı Baba,
Mıgırdıç’ın oğlu ve ocakçıdır.
212 Muharrem Kaya, s. 308
519
Kadın Kahramanlar: Despina, Abovyan karısı, Rita, Yusuf’un annesi ve
karısı, Hatice, Fadime, komşu kadın, Zeliha, Sofia, Naciye Hanım, Neriman Hanım,
Perihan Hanım, hizmetçi kız, Kel Bekir’in karısı, Zeynep’tir.
Son Kavşak romanında yirmi yedi kahraman yer alır. Bunların yirmi dördü
erkek ve üçü kadındır.
Erkek Kahramanlar: Ferit, Ercan, Haci Ömer, Enis, yaşlı kuyumcu,
İbrahim Temo, İshak sükutu, Talat Bey, Envar Paşa, Niyazi, Sultan Abdülhamid,
Teğmen Atif Bey, Şemsi Paşa, İbrahim Paşa, Mithat Paşa, Ali Cevat Bey, Şakir Paşa,
Fathi Bey, Erzurumlu Halil, Harbiye Nazırı Nazım Paşa, Sadrazam Kâmil Paşa, Said
Halim Paşa, Cemal Bey ve Yakup Cemil’dir.
Kadın Kahramanlar: Haci Ömer’in karısı, Hicret ve Ayşe’dir.
Dünya Durdukça romanında otuz yedi kahraman bulunur. Bunlardan yirmi
dört erkek ve on üç kadındır.
Erkek Kahramanlar: Mustafa Kemâl Atatürk, Ali Rıza Efendi, Mustafa
Kemâl Atatürk’üm dedesi, Mustafa Kemâl Atatürk’ün sınıf hocası, Yüzbaşı Ömer
Cevat, Keremzade Mehmet Efendi, başçavuş, Yunan askeri, Yunan komundanı, Nail
Şükrü Paşa, İhsan Çavuş, hekim, Teğmen Şerefettin, Baştabip, Zeynep’in amcası,
yaşlı adam, genç müzisyen, Bora Bey, Mustafa Kenan, Ahmet Kenan, Kenan Güçlü,
Hasan, Nezihi ve Mehmet Şahin’dir.
Kadın Kahramanlar: Zübeyde Hanım, yaşlı kadın, Mustafa Kemâl
Atatürk’ün kızkardeşi, Şükrüye, Zeynep, Ömer Cevat’ın karısı, Kara Fatma, Hemşire
Ayşe, Ayşe’nin annesi, Zeynep’in yengesi, Hoca hanım (öğretmen), Ebru ve
Zeynep’in torunu olan Ayşe’dir.
XIX. Yüzyıl
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu romanında yirmi üç kahraman bulunur.
Bunların yirmi biri erkek, ikisi kadın kahramandır.
520
Erkek Kahramanlar: İbrahim Hekimoğlu, Sefer Ağa, Yusuf, Seyyid, köyün
muhtarı, Hasan (Gürcü), zaptiye komutanı, Hüseyin, Büyük Mehmet, Küçük
Mehmet, Gedik Halil, İsmail Hakkı Edeoğlu, Hulusi Ağa, fırıncı, Daydan Arslan,
Hasan, Kıralıoğlu Hasan Ağa, Fatsa’da Teğmen (zaptiye komutanı), Yusuf (Daydan
Arslan’ın sağ kolu), silahli Gürcü ve çavuştur.
Kadın Kahramanlar: Hekimoğlu’nun ninesi ve Fadime’dir.
Ermeni Zulmü romanında on sekiz kişi bulunur. Bunlardan on yedi erkek ve
sadece bir kadındır.
Erkek Kahramanlar: Dedebey, Kaya Emi, Ağabey, Adil, Mahire, Twerdo
Khlebof, Odişelidze, Albay Griyazonof, Ahmet Refik Efendi, Ahmet Hürbaş, Ahmet
Hürbaş’ın dedesi, Pusat, Yaser, Şahan, Daru Dura, Pulat ve Kâzım Karabiber
Paşa’dır.
Kadın Kahramanlar: Melika’dir.
Karasu romanında altımış dört kişi bulunur. Bunların kırk dokuzu erkek ve
on beşi kadındır.
Erkek Kahramanlar: Vahan, Nazar, Seydo, papaz, Diyap Ağa, Marçik,
Mehmet, Mehmed’in babası, Abdülkadir Hoca, İdris Hoca, Rüstem Çavuş, Yunus,
Şahin, Artin, Onnik, Ağırlı Abdullah, Mustafa Ağa, Bozo, Keko, Serkis, Arutyun,
Efraim, Mustafa Dayı, Çoban Yado, Sedar, Hacı Ömer Efendi, Seydali Dede, Aziz
Peder (papaz), Zaptiye Çavuşu, Hancıyan, Selman, Topal Mırto, Sait Halim Paşa,
Envar Paşa, Cavit Bey, Talat Bey, Türk ordusunda bir kumandan, Uyuz Bekir, Haci
Emin Efendi, Şükrü Efendi, Agop Dayı, Mustafa ağa (Esma’nın kocası), Kerem,
Marik’in babası, Haşin Dayı, Albay Morel, Albay Morel’in yardımcısı, Nemru
Mustafa, Abdullah Avni’dir.
Kadın Kahramanlar: Firdes, Mari Teyze, Anuşka, Katuşka Teyze, Apik,
Ayşe, Sallı, Serdar’ın eşi, Esma, Hayganoş (Nonoş), Marik, Nubar’ın karısı, Sultan
Bacı, Miyese ve Leyla’dır.
521
4- Kurtuluş Savaşı Dönemi (1919–1923)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında elli kişi bulunur. Bunların otuz
dördü erkek, on altısı kadın kahramandır.
Erkek Kahramanlar: Abdi Bey, Ahmet Ziya, Ziya Bey (Neveser’in babası),
Münif Sabri, Prens Bragin, Hrant (tercüman), Nevres Bey, Doğan (Abdi Bey ile
Neveser’in çocuğu), Kâmil Efendi, Beşir Usta, Hacı Adil Bey, Mişon Çelebi, Leon
Mizrahi, Mösyö Saint-Denis, Kolağası Ali Fethi Bey, Halıcızade “Köse” İsmail Bey
(Abdi Bey’in babası), Şefkati Bey, Hüsnü Faik Bey, Kâzım Nâmi, Cavit Bey, Ahmet
Rıza Bey, Manyasizade Refik Bey, Tabib Binbaşı, Yüzbaşı Mahir Recep, Talât Bey,
Mütercim Vatan Kavafyan, Dr. Schlosser, Süleyman Efendi, Osman Usta, Refii
Cevat Bey, Miralay Morley, Resûl Hocayef, Servet Yesari Bey’dir.
Kadın Kahramanlar: Rosa Mizrahi, Neveser, Riri, Raşel, Matmazel
Hortnse, Gülistan Satvet, Schwester Magda, Frau Schoenberg, Mercimek Nine,
Doktor Melek, Armande Biraud, Madam Nhung, Seher Hanım, Hamınne (Zerefşan
Hanım), Melissa, Şehbâl Hanım’dır.
Doksan altı kahraman ile oluşturulan Vatan Dediler romanı, bir savaş
dönemini anlatır. Buna uygun olarak romanda kadın kahramanların sayısı azdır.
Romanda yer alan dokuz kadın kahraman, savaş meydanındaki erkeklerin ailesini
teşkil ederler.
Erkek Kahramanlar: Molla Mahmut, Haceli, Kâzım, Çopur Hamdi, Aşır,
Çolak Recep Ağa, çocuk (Sincanlı köyünde), Yasın Ağa, Banaz’lı Mustafa, Yakup
Efendi, Halil Ağa, handa Mahmud ile konuşan adam, fırıncı, Binbaşı Kâmil, nöbetçi
asker, Rıza Çavuş, süvari alayında nöbetçi, nöbetçi subay, Yüzbaşı Eyup Sabri,
Binbaşı Kadri Bey, levazım subayı, Teğmen Galip, Hüsnü Teğmen, Hacı Hasan Ağa,
Beyşehir’li Ali, Mustafa Ağa (Ali’nin babası), Habib, Yozgatlı Yunus, Hasan
(Yunus’un dayısı), Selim, Teğmen Yakobulos (Yunan subayı), Yunanlı şişman
subay, Yüzbaşı (Yunanlı komutan), Teğmen Dimotis, Hacı Nuri, Hacı Nuri’nin oğlu,
Yunanlı asker, Yüzbaşı Mecit Bey, Demirci Kara Mehmet, Sadık Ağa (Tuzcu),
522
kahveci, yaşlı adam, Uşaklı adam, Murat (Molla Mahmud’un oğlu), Yakup (istasyon
memuru), makinist (tren sürücüsü), Yüzbaşı Ragıp, ev sahibi (ihtiyar adam), Ziver
hoca (camiin imami), Çorum’lu Resul, Miralay İsmet Bey, Kastamoni’li asker,
Yüzbaşı Esat Bey, Yüzbaşı Hadi Bey, Hüseyin Çavuş, Kara Zühtü, Hasan, Haydar,
Zeynel Ali, Tümen Komutanı, delikanlı çacuş, Hamit, Teğmen Galip’in babası,
Yüzbaşı Sami, Murtaza, Hidayet, haberci (asker), Mehmet Ağa, Nohutçuzade, Bekir
Usta, Emin, Osman, Malatya’lı Binali, Mümtaz Teğmen, genç subay, Teğmen Ali
İfsan, Saraç Musa, Erzurum’lu Abdullah, Arap Yüzbaşı, köylü, Recep, Dimitris
(Yunanlı Binbaşı), Bakos, Yüzbaşı Sarakos, Kolordu komutanı Trikopis, Yüzbaşı
Sacit, İbrahim Bey’dir.
Kadın Kahramanlar: Ayşe Kadın (Molla Mahmud’un annesi), Nazife (Ayşe
Kadının komşusu), Ali’nin halası, Karakız, Fatma (Sadık Ağa’nın kızı), İbrahim
Beyin karısı, Hacer (Molla Mahmud’un karısı), Yakup Efendi’nin karısı, Fadime’dir.
5- Cumhuriyet Dönemi
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında kırk sekiz kişi bulunmaktadır. Bunlardan
kırk iki erkek, altı kadındır.
Erkek Kahramanlar: Alparslan, Rus Yüzbaşısı, hastalardan biri, genç Türk,
Rus askeri, hekim, Onbaşı Altmanov, NKVD komiseri, iki şoför, Nikolayeviç, Rus
Albayı, Aleks, Yakup, İvan, Süleyman amca, hastalardan kurtulan Türk, Yüzbaşı
Nikola, Karsakof, Albay Şolohow, Oğuzhan, İlyas, Şişko, iki Rus çetecisi, Alman
Binbaşı Müller, Müller’in tercümanı, Alman hekimi, İlyiç, Alman komutan, Klaus,
nöbetçi Rus, Komutan Valsov, Troçki, Rus komiseri, Hasan, Albay, Mahmut, Hasan
Efendi, Simonov ve komiserdir.
Kadın Kahramanlar: Sultan, Zeynep, Hacer Hanım, Lili, Fatma ve
Tamara’dır.
Görüldüğü gibi incelediğimiz tarihî romanlarda kadınlara nispetle erkekler
daha fazla bir yekûn tutmaktadırlar.
523
Erkekler, ilerde görüleceği gibi idareci, yönetici, savaşçı, asker, esnaf, bilim
adamı, şair vb.dir. Erkekler dönemin bir yansıması olarak hayata ve olaylara
hâkimdirler, hayatı onlar şekillendirir. Kadınlar ise daha çok anne ve sevgilidirler.
Ancak Osmanlı Devleti’nin belli dönemlerinde valide sultanlar idareye hâkim olmak
isterler. Onların yönetime sahip çıktıkları dönemlerde yazarlar karışıklıkların
görüldüğünü işlerler. Nitekim tarihte de durum budur. Ancak IV. Murat örneğinde
görüldüğü gibi padişah büyüyerek yönetimi eline alınca annesini hareme mahkûm
eder.
Son dönem romanlarında kadının daha öne çıktığını görürüz.
D) Eğitim ve Öğretim Durumlarına Göre Kahramanlar
İncelediğimiz tarihî romanlarda kahramanların eğitim ve öğretimlerine özel
bir vurgun yapılmaz. Yalnız bazı kahramanların özellikle asker veya savaşçı olarak
yetiştirilen kişiler özel eğitim aldıklarını görürüz. Bu gibi kişiler kılıç eğitimi alırlar.
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur, dedesi tarafından kılıç eğitimi
verilir. Eskiden bir akıncı olan Numan Dede, Aksungur’u bir akıncı olarak
yetiştirmeye çalışır. “Ata binmeyi, kılıç kullanmayı ve ok atmayı o kadar
benimsedim ki, yedi sekiz yaşımda iken akranlarımın hepsini geçiyordum. On
yaşımda, yetişkin delikanlılarla yaptığım at yarışlarını kazanmaya başladım.”…
“Dedem beni her bakımdan yetiştiriyordu.” (s.19)
Selâhaddin Eyyûbî romanında romanın başkahramanı olan Selâhaddin
Eyyûbî’nin gördüğü eğitim seviyesi hakkında anlatıcı tarafından birçok yerde
bilgiler verilir: “İlk hocası Takıyyüddin Kevser, Hazret-i Peygamberin cenklerini
anlatırken coşar, coşkunluğunu ona da bulaştırırdı. O iştiyakla ata binmeyi, kılıç
kullanmayı, ok atmayı bir hamlede öğrenmiş, harp oyunlarını eksiksiz bellemişti.”
(27)
Osmancık romanında Osman Gazi’nin oğlu Orhan’ın, küçük yaştan itibaren
kılıç eğitimi gördüğünü öğreniriz. Osman Gazi’nin yoldaşı Sungur, Orhan’ın kılıç
524
eğitimine önem verir: “Son kılıç talimlerinden birinde, ustası Sungur, yüzünde ve
boynundaki boncuk boncuk terleri silirken,
- “Hey benim oğlu; gayri sen bana öğret” demişti.
Orhan, gerçekten de, bir acayip hamle yapıyor, şaşırtıyordu.” (s.290)
IV. Murad - 2- romanında Genç Osman, Sofi Hoa tarafından savaşçı olarak
yetiştirilir: “Osman’ı hem okuttu, hem kılıç talimleri yaptıra yaptıra büyüttü. Artık
yaman bir silahşör işte; usta, atak, gözüpek, cesur…” (s.21)
Öte yandan bazı kahramanların medrese öğretimi gördüğünden söz edilir.
Selâhaddin Eyyûbî romanında Takıyyüddin Kevser’in, Selâhaddin Eyyûbî’nin
ilk hocası olduğunu öğreniriz. (s.27) Selâhaddin Eyyûbî, Baâlbek şehrinde geçirdiği
ilk yıllarında iyi bir eğitim alır. Bu günleri hala aklında yaşıyor: “Kafası çok meşgul
olduğu için helbet, düşünüyor. Zaten ya okur, ya savaşır veya düşünüyor.
Çocukluğunda da böyleydi, Baâlbek şehrindeki evimizin bahçesinde koca gövdeli bir
palmiye vardır. Uzanırdı serinliğine, önüne yığardı kalın kitapları vururdu okumaya.
Bazen muhterem babamıza, bazen sevgili anamıza öyle sualler açardı ki, sade onların
değil, Baalbek’in ünlü âlimlerinin bile aciz kalıp cevaplandıramadıkları olurdu.”
(s.20)
Çalınan Hazine romanında Ali Can’ın, iyi bir medrese tahsili gördüğünü
öğreniriz. Üstelik Şeyh Edebalı’dan ders okuduğu zikredilir. (s.34–35) Bunun için
hesapte çok iyidir: “Hangi kaleden ne kadar vergi alınacağını hep o hesaplar.” (s.34)
IV. Murad - 1- romanında Molla Doğan, medrese tahsilli olarak karşımıza
çıkar: “Delikanlının adı Doğan Beydi. Yakın arkadaşları sadece Molla der,
geçerlerdi. Medrese tahsilinden gelme olduğu için ona “Molla” lâkabını uygun
bulmuşlardı.” (s.52)
IV. Murad - 2- romanında da Molla Doğan’ın iyi bir tahsil ve eğitime sahip
olduğunu öğreniriz. (s.93) Ama anlatıcı, bu tahsilin ayrıntılarıyla ilgili bilgi vermez.
525
XIX. yüzyıl ve sonrası romanlarında artık kahramanlar modern ve düzenli
eğitim görmüşlerdir.
Dünya Durdukça romanında Mustafa Kemal Atatürk, ilk olarak mahalle
mektebine katılır. Ama oradaki eğitim sistemini beğmeyerek ayrılır. “Küçük
Mustafa, mahalle mektebine, ilahilerle başladı amma, ne bu gösterişli merasim ne de
mektep ona cazip gelmişti. Hele bütün gün dizleri üstünde yere oturması onu
yormuş, huzursuz etmişti.” (s.5) Küçük Mustafa, bunun ardından Şemsi Efendi
Mektebi’ne katılır: “Dersi huzur içinde takip ediyor, mutazam giyimli hocayı, eli
çenesinde, bütün bir ilgiyle dinliyordu. Talebeler de, mahalle mektebinden çok farklı
bir serbestiyet içinde öğrenim yapmaktaydılar. Her bakımından üstün bir tahsil
yuvasıydı.” (s.6)
Babası öldükten sonra küçük Mustafa, Selanik’te Mülkiye İdadisi’ne katılır.
Bundan sonra Askeri Rüştiye’ye girer. Küçük Mustafa Rüştiye’de çok çalışkan bir
öğrenci olarak karşımıza çıkar. En çok sevdiği ders, riyaziyedir. Bu sıralarda küçük
Mustafa sadece çalışkan bir öğrenci karşımıza çıkmaz, ama aynı zamanda da zekidir.
Bu yüzden riyaziye hocası, kendisine ‘Kemal’ lakabını verir: “Oğlum, senin ismin
Mustafa, aramızdaki, üstün farkı belirtmek için, bundan sonra ismin Mustafa Kemâl
(Bilgisi üstün) olsun.” (s.11)
Anlatıcı Mustafa Kemal Atatürk’in daha sonraki eğitimi hakkında şu bilgileri
verir: “Mustafa Kemâl, Selanik Askeri Rüştiyesini büyük bir başarı ile bitirdikten
sonra, Manastır Askeri İdadisine girdi. Burada Fransızca ve edebiyata büyük bir
berakla sarıldı. Yalnız yabancı lisanı pek iyi başaramıyor buna son derece
üzülüyordu. Sonunda Frarlar Okulunun özel sınıfına kaydolarak yabancı lisanda da
başarılı olma yolunu tuttu.
Mustafa Kemâl Manastır Askeri İdadisini bitirip İstanbul’a geldi, Harp
Okuluna girdi.” (s.11) Harp Okulu’nu bitiren Mustafa Kemal’ın Harp Akademisi’ne
girdiğini öğreniriz. (s.11)
526
Romanda da Zeynep, medrese eğitimini gören bir başka kahraman olarak
karşımıza çıkar. Amcası Zeynep’in eğitimine çok önem verir. Bu sıralarda Zeynep’in
medresede eğitim gördüğünü öğreniriz. (s.48–50) Zeynep evlendikten sonra Ankara
Hukuk Fakültesi’ne katılır. (s.73)
Ermeni Zulmü romanında karşımıza çıkan Kaya Emi’nin mektep medrese
tahsilli olduğunu öğreniriz. Anlatıcı, Kaya Emi’nin eğitimiyle şu bilgileri verir:
“Çocukluğunda Erzurum’da Zükür Mekteb-i ibtidaisi’nde devam etmiş, okuma
yazmayı çok iyi şekilde öğrenmişti.” (s.19)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında merdrese eğitimine sahip olan
karşımıza çıkan ilk kişi, Abdi Bey’dir. İlk olarak Abdi Bey’in on on iki yaşında
Selanik’te Alliance İsraélite okulunda öğrenim gördüğünü öğreniriz. (s.23) Abdi
Bey, Selanik’te eğitimini bitirip Paris’e yüksek tahsilini tamamlamak için gider.
Abdi Bey, Paris’te ulum-u siyasiye tahsilini görür. (s.163–170)
Romanda da Ahmet Ziya ve ilkokuldan beri sınıf arkadaşı olan Münif Sabri,
medrese tahsillilerdir. İkisi ‘iptidaî’dan sonra Feyziye İdadisi’ne katılırlar. Bu
sıralarda Münif Sabri’nin çalışkan bir öğrenci olduğunu öğreniriz. Üstelik
öğretmenlerin dikkatını çeker. (s.175–178)
Ahmet Ziya, yüksek tahsilini görmek için Almanya’ya gider. Ahmet Ziya,
Almanya’da tıp tahsilini bitirdikten sonra öğrenim arkadaşı olan Doktor Melek ile
birlikte döner. Bu sıralarda Doktor Melek, medrese tahsilli bir kişi olarak karşımıza
çıkar. (s.87)
Vatan Dediler romanında Teğmen Galip, bilgili bir genç olarak karşımıza
çıkar. (s.71) Teğmen Galiğ, bir öğretmendir. Ama öğretmenliği hiç yapmadığını
öğreniriz. Teğmen Galip eğitimini bitirir bitirmez orduya alınarak savaşa katılır.
(s.56) Romanda Molla Mahmud’un okuma-yazmayı bilen bir kişi olduğunu
öğreniriz. (s.48, 225)
E) Mesleklerine Göre Kahramanlar
527
1. Yönetici
a. Kabile Reisi, Han, Hakan, Kağan, Kral, Ece, Sultan, Padişah, İmparator
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Sultan Alp Arslan, selçuklu sultanı olarak
karşımıza çıkar. Ama anlatıcı, Sultan Alp Arslan’ın yöneticiliği ile ilgili bilgiler
vermez.
Selâhaddin Eyyûbî romanında Sultan Selâhaddin Eyyûbî, bir sultan olarak
sadece Haçlılarla savaşmaz, ama aynı zamanda fırsat bulduğu zaman Mısır’da
merdreseler kurmaya, hanlar yapmaya, camiler inşa etmeye devam eder. (s.89)
Devleti idaresinde alınan kararlar, tek başına almaz, ama her zaman ulemayı bir
meşveret meclisina çağırır. Sonra kararlar alınır. Bunun için Hıristiyan
kumandanlarından biri olan Balion, Selâhaddin Eyyûbi’nin alınan kararlar hakkında
hiç hata yapmadığını söyler. (s.137)
Haçlılara karşı savaşında Selâhaddin Eyyûbi’nin yanında, kardeşleri Turan
Şah ve Emir Adil vardır.
Osmancık romanında Osman Gazi, aşiretten devlete döneminde devlet
kurucusu ve yöneticisi olarak karşımıza çıkar. Osman Gazi, roman boyunca br karar
almak istediğinde hem Ertuğrul Gazi’nin yoldaşlarını, hem de kendi yoldaşlarını bir
araya getirip onlarla görüşür. Sonra kararını alır. Zaman gittikçe devlet genişletilir.
Bu sıralarda özellikle Bilecek ve Yarhisar alındıktan sonra Osman Gazi, kardeş
beğleri ve yoldaşlarını toplar. Onları davlet idaresinde şu şekilde görevlendirir:
“Eskişehir’in sorumluluğunu ağabeyi Gündüz’e, Yarhisar’ınkini Konur Alp’a verdi.
İnegöl’ün hesabı Turgut Alp’dan sorulacaktı.
Hân, artık Orhan’ın da sorumluluk alması gerektiğine ve bunu hak ettiğine
inanıyordu; ona Sultanönü’nün yönetimini bıraktı.” (s.318)
Kaçırılan Prenses romanında Bizans İmparatoru ortaya çıkmaktadır. Bizans
İmparatorunun kızı kaçırıldıktan sonra onun teklifiyle kızı bulmak amacıyla
Sunguroğlu Bizans’a gelir.
528
Yıldırım Bayezid romanında Murad Hüdavandigâr’ın ölümünden sonra tahta
çıkan Yıldırım Bayezid’dir. Yıldırım Bayezid’in devlet idaresinde güçlü bir padişah
olarak karşımıza çıkar. (s.32–33) Yıldırım Bayezid, sadece savaşa önem veren bir
padişah değildir, ama aynı zamanda padişahın ülkeyi imar ve ihya etmeye çalıştığını
öğreniriz. (s.46)
Bizans’ta V. Yoannis’i tahttan çıkaran VII. Yoannis bir imparator vardır.
Aciz ve çaresiz olan VII. Yoannis, Yıldırım Bayezid tarafından tahtan çıkarılıp
yerine V. Yoanni’i getirir. (s.74) Güçlü bir padişah olan Yıldırım Bayezid’in
karşısında İmparator V. Yoannis, çaresiz olarak kalır. Ölen V. Yoannis’in yerine
oğlu Manuel, babasından farklı değildir. Korkak ve çaresizdir. Üstelik devletini
değil, sadece kendini düşünen bir imparator olarak ortaya çıkar. (s.87)
Fransa’nın başında ise mağrur ve denli olan Divane Şarl bulunur. Şarl,
kendisini Avrupa’nın en namlı şövalyesi olarak kabul eder. (s.33) Divane Şarl’ı
aldatan Macer Kralı Sigismund ise, korkaktır. Bunun üzerine Yıldırım Bayezid’e
karşı Avrupa’yı kışkırtmaya çalışır. (s.34) Nihayette ve bütün bu kışkırtmaların
yüzünden Niğbolu’ya Avrupa’dan Haçlı sefer çıkar. (s.89)
Yıldırım Bayezid, Sırplar Kralı İstefan’ın kızkardeşi Olivera ile evlenir.
Evlenmeden sonra İstefan, Yıldırım Bayezid ile bir anlaşmayı imza atar. Böylece
Sırplar, Osmanlı Devletine tabi olmuş olur. (s.46)
Binatlı romanında Tuna vadisine gelen Haçlı ordusu iki koldan oluşmaktadır.
Asıl büyük kolun kumandanı Macar Kralı Sigismund’dur.
Fransa Kralı İkinci Jean Le Bon’un torunu Nevers Kontu Jean Niğbolu’da
Fransız Kralını temsil etmektedir.
IV. Murad -1- romanında karşımıza çıkan Sultan IV. Murad, küçük yaşta
tahta geçer. Devletin gerçek idaresi ise, Kösem Sultan’ın elinde kalır. Sultan Murad
küçük taşta olmasına rağmen çevresindeki cereyan edenleri anlayacak kadar zekidir.
Padişah, yerini güçlendirmek için güvenilen kişileri aramaya başar. Bu sıralarda da
529
padişah bir genç olur. Zaman gittikçe Dördüncü Murad, devletin idaresini eline
toplamaya başlar ve zorba başlarından intikamnı alır.
IV. Murad -2- romanında ise Dördüncü Murad, güçlü bir sultan olarak
karşımıza çıkar. Bağdat seferini başlatan Dördüncü Murad, kararlı ve halkına önem
veren bir padişahtır. Osmanlı Devleti, Dördüncü Murad sayesinde artık istikrara
kavuşur. Düşman da Dördüncü Murad’dan korkmaya başlar. Nihayette Bağdad’ı
fetheden IV. Murad henüz otuz sekiz yaşında vefat eder.
Beyaz Kale romanında karşımıza çıkan Sultan IV. Mehmed (Avcı), zayıf
karakterli ve çevresindeki insanların etkisinde kalan bir padişahtır. Romanda devlet
işleriyle hiç ilgi göstermeyen IV. Mehmet, sadece eğlence ve av seferlerine
düşkündür. Bu yüzden “avcı” lakabını alır.
Patrona romanında yer alan Sultan III. Ahmet, halkına önem vermeyen ve
eğlenceye düşkün bir padişah olarak karşımıza çıkar. Üstelik devletinin idaresini
Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya bırakır. Yazar, padişahın zâlim olduğunu ifade
eder. (s.87–90)
III. Ahmet tahttan indirildikten sonra yerine geçen Sultan I. Mahmut ise,
Patrona Halil ve arkadaşları karşısında zalimdir. I. Mahmud’un devlet idaresinde içe
dönük kapalı bir politika izlediğini öğreniriz. (s.587) “Zalim” Sultan I. Mahmud’un
izlediği siyasete icabıyla Patrona’yı amansızca öldürtür. (s.614)
Son Kavşak romanında yer alan Sultan Abdülhamid, devletin durumlarını
düzelmeye çalışır. Ama genel koşullar ile İttihatçılar buna engel olur. Sultan II.
Abdülhamid, tecrübeli ama çaresiz bir padişah olarak karşımıza çıkar. Anlatıcı,
Abdülhamid’in bazı durumlarda beklemekten başka bir şey yapmadığını gösterir.
(s.91-93, 107)
Dünya Durdukça romanında Mustafa Kemâl Atatürk, cumhuriyetin
kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı olarak karşımıza çıkar: “Gazi Mustafa Kemâl Paşa,
yalnız eşsiz bir Baş Kumandan değil, aynı zamanda yaratıcı gücü olan yüce bir
Reisicumhurdu. Halkının medeniyette de hızlı adımlarla ilerlemesini istiyordu.”
530
(s.46) Anlatıcı, bu alanda Atatürk’ün siyasi zaferlerinden de söz eder: “Atatürk’ün en
önemli, siyasi zaferlerinden biri de bütün devletlerin katıldıkları «MÖNTRÖ
BOĞAZLAR ANLAŞMASI» idi. Bu anlaşmayla Çanakkale ve İstanbul
Boğazlarının denetim ve kontrollerinin egemenlik hakkı, Türkiye Cumhuriyetine
verilmiş oldu. Anlaşma Yirmi Temmuz 1936’da yapıldı.” (s.78)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında adı geçen Sultan II. Abdülhamid’in
padişah olduğunu öğreniriz. Romanda II. Abdülhamid, aciz bir sultan olarak
gösterilir. Ama devletin gerçek idaresi, İttihatçıların elindedir. (s.203–206)
b. Sadrazam, Vezir, Paşa
Yıldırım Bayezid romanında Çandarlı Ali Paşa, sadrazam olarak karşımıza
çıkar. Çandarlı Ali Paşa, Sultan Yıldırım Bayezid’e sadıktır. Her zaman sultanın
yanındadır. Ancak Ankara Meydan Savaşı’nda Çandarlı Ali Paşa, sultana haber
vermeden savaş meydanından şehzadelerle birlikte kaçar.
IV. Murad-I- ve IV. Murad –II- romanlarında birçok vezir ve sadrazam
karşımıza çıkar. IV. Murad-I- romanında karşımıza ilk çıkan sadrazam, Kara Davut
Paşa’dır. Kara Davur Paşa, zalim ve merhametsiz bir devlet adamı olarak karşımıza
çıkar. Kara Davut Paşa, Kösem Sultan ile anlaşarak Sultan Genç Osman’ı öldürür.
(s.7–9) Bundan sonra Gürcü Mehmet Paşa’nın sadrazam olduğunu öğreniriz. (s.62)
Yinde de sadrazam olarak ortaya çıkan Mere Hüseyin, zâlim ve merhametsiz bir
sadrazam olarak karşımıza çıkar. Zalim ve mağrur olan Mere Hüseyin’in asıl amacı
padişah olmaktır. Mere Hüseyin, bu amaç için görevini kurnazca kullanır. (s.78–88)
Mere Hüseyin azledildikten sonra Kemankeş Ali Paşa sadarete geçer. Kemankeş Ali
Paşa, kurnaz ve kendi çıkarlarına çalışan bir sadrazam olarak ortaya çıkar. (s.94)
Bundan sonra Hafız Ahmet Paşa, karşımıza çıkar. İlk olarak Hafız Ahmet Paşa,
üçüncü vezir olarak yer alır. (s.146) Sadarete geçen Hafız Ahmet Paşa, hem devlete
hem de padişaha çok sadık bir sadrazam olarak karşımıza çıkar. (s.206–207) Hafız
Ahmet Paşa öldürüldükten sonra sadarete geçen Topal Recep Paşa, zorbaların
başıdır. Topal Recep Paşa, ilk olarak ikinci vezir olarak ortaya çıkar. Bu sıralarda
Recep Paşa’nın, bir sadrazam olmak istediğini öğreniriz. (s.149) Buna kavuşan
531
Recep Paşa, kötü niyetli, zalim, sadece kendini düşünen bir devlet adamı olarak
karşımıza çıkar. (s.221–225)
IV. Murad-II- romanında da karşımıza ilk çıkan sadrazam, Bayram Paşa’dır.
Bayram Paşa, sultana ve devlete sadık bir sadrazam olarak karşımıza çıkar. Bu
sıralarda Bayram Paşa’nın sultana çok yakın olduğunu öğreniriz. (s.56–58) Bayram
Paşa’nın ölümünden sonra sadarete geçen Tayyar Mehmet Paşa ise, İşini iyice gören
Tayyar Mehmed Paşa, padişaha ve devlete çok sadık ve gayretli bir sadrazam olarak
karşımıza çıkar. (s.270) Bağdat savaşında şehit düşen Bayram Paşa’dan sonra
sadarete Kemankeş Mustafa Paşa seçilir. Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa selefi
gibi gayret edip birkaç kuleyi ele geçirir. (s.353–354)
Beyaz Kale romanında Köprülü Mehmet Paşa’nın baş vezir olduğunu
öğreniriz. (s.59)
Patrona romanında karşımıza çıkan Sadrazam Nevşehir’li Damat İbrahim
Paşa, devletin idaresini eline tutar. Aslında o bir padişahtan farksız değildir. (s.90)
Damat İbrahim Paşa, romanda zalim, kendi çıkarlarına göre çalışan ve halktan uzak
bir sadrazam olarak yer alır. Üstelik yazara göre, Damat İbrahim Paşa devletin
yıkılışını hızlandıran bir sadramazdır. (s.92)
Son Kavşak romanında Sait Halim Paşa, başbakan (sadrazam) olarak
karşımıza çıkar. Sait Halim Paşa, devleti kurtarmaya çalışır, ama İttihatçılar
kendisine fırsat vermezler. (169–170) Nihayette Sait Hali Paşa istifaya mecbur kalır.
(s.156) Karasu romanında Sait Halim Paşa, I. Dünya Savaşı öncesinden bakanlarla
toplanır. Toplantıda Enver, Talat ve Cavit Paşalar bulunur. Enver Paşa Başkomutan
ve Harbiye Nazırı olarak, Talat Paşa da İçişleri Nazırı olarak, Cavit Bey ise Maliye
Nazırı olarak yer alırlar. Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın, tecrübesiz bir devlet adamı
olduğu anlaşılır. (s.76–78)
Son Kavşak romanında yer alan Enver Paşa, tecrübesiz bir Harbiye Nazırı
olarak karşımıza çıkar. Onun yanlış kararları sayesinde Osmanlı Devleti, hiç yoktan
Ruslarla bir savaşa girer. Anlatıcı, Enver Paşa’nın Osmanlı Devletinin yıklışını
532
hızlandıranlardan biri olduğunu gösterir. (s.181) Talat Paşa da Dâhiliye (İçişleri)
Nazırı olarak karşımıza çıkar. Bu görevi yapan Talat Paşa’nın, İttihaçıların
yardımıyla sadarete geçtiğini öğreniriz. (s.195) Kâmil Paşa da sadrazam olarak
karşımıza çıkar. Sadrazam Kâmil Paşa’nın, İttihatçıların müdahalelerinden istifaya
mecbur kaldığını öğreniriz. (s.156–157) Romanda da 1913 yılında Mahmut Şevket
Paşa sadarette bulunduğunu, kısa bir süre sonra öldürüldüğünü öğreniriz. (s.162–
164)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında Ahmet Rıza Bey, Meclisi Mebusan
reisi olarak karşımıza çıkar. Manyasizade Refik Bey ise, Adliye Nazırı olarak yer
alır. (s.204)
c. Defterdar
IV. Murad-I- romanında Hasan Paşa’nın Baş Defterdar olduğunu öğreniriz.
Hasan Paşa, figüratif bir kişi olarak karşımıza çıkar. (s.32) Romanda da Defterdar
Mustafa Paşa karşımıza çıkar. (s.224) Defterdar Mustafa Paşa’nın, padişahın
sevdiklerinden biri olarak yer alır. Bu sıralarda Topal Recep Paşa, yeniçerilerden
saklanan Mustafa Paşa’yı bulup öldürtür. Defterdar Mustafa Paşa’nın kellesinin At
Meydanı’na götürüldüğünü öğreniriz. (248)
d. Kazaskerler
IV. Murad-I- romanında Şehzade Murad, Kemankeş Ali Paşa’nın konağında
yapılan toplantıda bir padişah olarak ilan edilir. Toplantıda Anadolu Kazaskeri ve
Rumeli Kazaskeri yer alırlar. Karşımıza çıkan iki kazaskerın yardımıyla Dördüncü
Murad saltanata geçer. Anadolu Kazaskeri’nin, Dördücü Murad’ı içten desteklediğini
bellidir. (s.83–84)
e. Vali, Beylerbeyi, Sancak Beyi, Kale Komutanı, Eyalet-Taşra Yöneticileri
533
Osmancık romanında Domeniç ve Söğüt’e yakın kalelerin kumandanları,
Rum tekfurları olarak karşımıza çıkar.
Kaybolan Elçiler romanında Yalova Beyi Nikolas söz konusudur. İhtiyar bir
adamdır. “Yalova Rum Beyi ince işlemli ceviz bir tahtta oturuyordu. Yalnız
çenesinde uzunca bir sakal vardı. Sakalı tamamıyla beyazdı. Yetmiş yaşlarında filân
gösteriyordu.” (s.38) Yalova Beyi’nin, Yalova’da çok bilmediği şeyler vardır.
Yalova’nın bütün işleri ise, Nikolas’ın yeğeni ve silahşörların kumandanı olan
şövalye Aryanos’un elindedir. Aryanos ise Nikolas’ı devirmeye çalışır. (s.48–54)
Kara Şövalye romanında İzmit Beyi Kalo Yani, aciz ve korkak bir kumandan
olarak karşımıza çıkar. (s.60) İzmit’in gerçek yönetmeni ise, Kalo Yani’nin
kızkardeşi Prenses Mari Paleolog’dir. Prenses Mari aşırı bir Hıristiyan olduğu için
Müslümanlara son dereceye düşmandır. (s.99)
Baskın romanında İznik Beyi, aciz ve çaresiz olarak karşımıza çıkar. İyi
niyetli olduğu için Hussam’a güvenir. İznik Beyi’ni aldatan Hussam, İznik Beyi’ni
hapishaneye atarak İznik’in yönetimi eline alır. (s.94)
Gemide İsyan romanında Çimpe Beyi, eski bir akıncı olarak karşımıza çıkar.
İhtiyar olan Çimpe Beyi için en önemli gaye, vatan hizmetidir. (s.14–16)
Yıldırım Bayezid romanında Şehzade Süleyman Çelebi ve Şehzade
Ertuğrul, Sivas kalesinin kumandanları olarak karşımıza çıkarlar. Şehzade
Süleyman Çelebi, Sivas’ı terk eder. Bu sıralarada Şehzade Ertuğrul cesur ve iyi bir
idareci olarak rolünü devam eder. (s.144)
Romanda da Artukoğlu taifesinden olan Tahir Beğ, Merdin kalesinin
kumandanı olarak karşımıza çıkar. Güçlü ve tecrübeli bir idareci olan Tahir Beğ,
Merdin’i Timur’a teslim etmez. “İman edenlerden” Tahir Beğ, hiçbir türlü Timur’a
inanmaz. (s.180–181)
534
Binatlı romanında Doğan Bey, Niğbolu’nun kumandanı olarak karşımıza
çıkar. Doğan Bey, Haçlılara kalenin teslimine ölmeyi tercih eder. Bu yüzden kaleden
sona kadar müdafaa etmeye çalışır. (s.59)
Topal Kasırga romanında Malkoç Mustafa Bey şehzade Süleyman Mehmet
Çelebi kaleyi terk ettikten sonra kalenin komutanı olarak seçilir. Sonsuza kadar
müdafaadan yanadır. (s.20) Malkoç Mustafa Bey görevinden azledildikten sonra
yerine Germeyan Selim Bey komutanlık alır. (s.116) Selim Bey ise kalenin
tesliminden yanadır. Bunun için kalenin kumandanı olduktan sonra ilk yaptığı şey,
kaleyi Timur’a teslim eder. (s.124)
IV. Murad – II- romanında Bektaş Han, Bağdat şehri kumandanı olarak
karşımıza çıkar. Bektaş Han, akıllı bir kumandan olarak karşımıza çıkar. İlk olarak
Bağdat’tan savunmaya başlayan Bektaş Han, savunmaktan yarar olmadığını
öğrenince padişaha teslim için bir elçiyi gönderir. Şehri teslim eden Bektaş Han,
karısı tarafından öldürülür. (s.369) Romanda da Didar Han, Kerkük hâkimi olarak
yer alır. Didar Han, korkak bir kumandan olarak karşımıza çıkar. Sultan IV.
Murad’ın ordusuyla geldiğinin haberi öğrenen Didar Han, kaleden kaçmak kararını
alır. (s.224–225)
Civelek Osman romanında Salih İzzet Bey, Bandırma Voyvodası olarak
çalışır. Bandırma idaresini kendisine verilen İzzet Bey, Bandırma’da falaka
terbiyesini kullanarak demir yumruk sistemini uygulanır: “Bandırma toprağının
mukataasına mutasarrıf ve voyvodalık suretiyle idaresine memur ve aynı zamanda
rikâbı hümayun Bostancıbaşı sınıfına dâhil sadık kullarınızdanım.” (s.49)
Ermeni Zulmü romanında karşımıza çıkan I. Kafkas Kolordu Kumandanı
Albay Kâzım Karabiber, Erzurum’de kurtuluş başkahramanı olarak karşımıza
çıkar. Albay Kâzım Karabiber’in, koyduğu plânlar ve fedakârlığı sayesinde kurtuluş
olur. (s.72–75)
2- Din Görevlisi, Şeyhülislâm, Ulema, Müderris, Kadı, Hoca, İmam
535
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Bağdat’teki yaşayan bilginlerden biri olan
Ebu Hasan karşımıza şu şekilde çıkar: “Ebu Hasan, Pamuk sakallı, zayıf bir
ihtiyardı. Yüzünden âdeta nur akıyordu. Gözleri, çok okuyan insanların gözleri gibi
hafif küçülmüş ve pırıl pırıldı.” (s.99) Ebu Hasan, Aksungur’un getirdiği kitaplarla
çok sevinir. Ebu Hasan, çok bilgili bir âlimdir. Aksungur’a Bâtınîler hakkından geniş
bilgiler verir. (s.106)
Selâhaddin Eyyûbî romanında din adamı Şeyh İsa karşımıza çıkar. Üstelik
ulema meclisine katılarak sultana danışmanlık yapar. Şeyh İsa’nın görüşünün,
Askalan Kalesi’nin teslimi hakkında büyük bir etkisi vardır. (s.13) Şeyh İsa, yaşlı ve
vakur olarak bir ortaya çıkar. Her zaman Sultan Selâhaddin’in yakınında bulunur.
Selâhaddin Eyyûbi’nin ölüm yatağındayken kendisinin civarında Şeyh İsa da
bulunur. (s.183)
Yıldırım Bayezid romanında Devletin din adamları ve ulemanın Yıldırım
Bayezid’e bi’at ettiklerini öğreniriz. (s.14)
İlk Hançer romanında Seyit Kerim Hoca, Sefa Giray Han’ın hastalandığı
zaman yanına gelip Kuran okumaya başlar. (s.45)
IV. Murad –I- ve- II- romanlarında din adamlarının başında Şeyhülislâm
Yahya Efendi gelmektedir. Şeyhülislâm Yahya Efendi, vakur ve sadık bir insan
olarak yer alır. Yahya Efendi IV. Murad –I- romanında Fatih Camii’nde toplanan
ulemanın itibarını korumaya çalışır. (s.72–73)
IV. Murad – II- romanında ise, Şeyhülislâm Yahya Efendi daha büyük bir rol
oynar. Bağdad’ın seferine katılan Şeyhülislâm Yahya Efendi, şikâyetçilerin
davalarına önem verir. Şeyhülislâm Yahya Efendi, bilgili bir din adamı olarak
karşımıza çıkar. Bir fetva vermeden önce davayı bütün yönlerden araştırmaya çalışır.
(s.218–219) Romanda karşımıza çıkan Sakarya Şeyhi, olumsuz bir din adamı olarak
yer alır. Anadolu’da Sakarya Şeyhi adıyla sahte bir “mehdi” ortaya çıkar. Halk bu
durumu sultana bildirip yardım ister. Sakarya Şeyhi, Eskişehir’de kendi etrafında
birçok insan toplanır. Dördüncü Murad’ın askerlerine karşı Sahte şeyh adamlarının
536
dağa çekilmelerini söyler. Bu sıralarda şeyhin sahtekârlığı müritlerin önünde oratya
çıkar: “Medet Şeyh Hazretleri, medet! Kerâmet gösterecek vakittir bu vakit.”… “Saf
müritlerin inandığı nânevi güç kendisinde olsaydı dağlara çekilir, can korkusuna
kapılır mıydı?” (s.113) Bu sıralarda Sakarya Şeyhi karşısında duranların başında
Ulucami İmami olan Nesiruddin Efendi’nin olduğunu öğreniriz. Nesiruddin Efendi,
bilgili bir din adamı olarak karşımıza çıkar. Nesiruddin Efendi vaazlarında şeyhin
sahtekârlığına işaret eder. Nesiruddin Efendi konuşmalarında hep mantıklıdır.
(s.105–111)
Patrona romanında karşımıza çıkan İspirizade Şeyh Ahmet, din adamlarını
temsil eden tek kişidir. Şeyh Ahmet Efendi’nin, Ayasofya vaizi olarak çalıştığını
öğreniriz. (s.171) Şeyh Ahmet, din kurallarından daha fazla kendi çıkarlarına çalışan
bir din adamı olarak karşımıza çıkar. (s.168) Patrona ve arkadaşlarına katılan Şeyh
Ahmet Efendi, Ayasofya’daki vaazlarında padişah ve sadrazam’ın
olumsuzluklarından söz etmeye başlar. Bu sıralarda Şeyh Ahmed’in vaazlarına
dinlemeye gelenlerin sayısı artmaya başlar. (s.245–246) Şeyh Ahmet derslerinde de
dinin hayattan ayrı olmadığını vurgular. (s.247), “Denilebilir ki Hoca, dinden yola
çıkarak halk dertlerine varmıyor, tam aksine, mazlumların dertlerinden haraketle dine
varıyordu.” (s.249)
Civelek Osman romanında Rumların bir din adamı olarak manastırn
başpapazı karşımıza çıkar. Başpapaz, manasırda ziyaretçilere dinleyip öğüt vermeye
çalışır. (s.127)
Hilal Görününce romanında Şeyh, Akmescit’in imamı ve hocası olarak
karşımıza çıkar.
3- Mürebbiye, Hoca (Padişah Hocaları)
Selâhaddin Eyyûbî romanında Takıyyüdin Kevser’in, Selâhaddin
Eyyûbi’nin ilk hocası olduğunu öğreniriz. Takıyyüdin Kevser’in, Selâhaddin
Eyyûbi’ye Hazret-i Peygamberin cenklerini anlattığı zikredilir. (s.27)
537
IV. Murad –I- romanında Şeyh Mahmud Hûdaî, Sultan IV. Murad’ın hocası
olarak karşımıza çıkar. Sultan IV. Murad’ın, Şeyh Mahmud Hûdaî’ye çok önem
verdiğini, kendisinden etkilendiğini öğreniriz. (s.137–144)
4- Silâhşör, Asker, Şövalye, Bekçi, Polis
Kaybolan Elçiler romanında Bizans’ta silahşörlerin kumandanı Şövalye
Aryanos’tur. (s.30) Yalova’nın bütün işlerini Şövalye Aryanos’un elindedir.
Aryanos’un asıl amacı Nikolas’ı devirmeye çalışır. Bunun için Orhan Gazi’nin üç
elçisini kaçırır. (s.54)
Yıldırım Bayezid romanında Niğbolu savaşında bir Fransız şövalyesi,
Türklere karşı titreyen askerlerini yiğitlendirmeye çalışır. Şövalyeye göre ön saflarda
savaşmak, büyük şeref ve onur verici bir şeydir. (s.106–107)
Romanda da Anemas Kulesindeki zindanda iki polis nobetçisi karşımıza
çıkar. Birisi zekidir. Uzunca Sevindik’ten şüphelenir. (s.63–64)
Binatlı romanında iki Fransız askeri, mağaraya gider, orada bin atlı akıncı
tarafından esir alınır.
Topal Kasırga romanında Yabgu ve Türkmen Atman Bey, silahşörler olarak
karşımıza çıkarlar. İkisi de Timur ordusunun kumandanlarındandır.
Malkoç Beyin kumandanlarından ve artçı müfrezenin kumandanı olan Murat
Bey vardır. Şehir meclisi ve Malkoç Bey tarafından takdir edildiği
kumandanlardandır. (s.92)
IV. Murad -I- romanında yeniçerilerden Samsuncu Baba Ömer, bir silâhşör
olarak karşımıza çıkar. Baba Ömer, merhametsiz ve zalim bir yeniçeri olarak yer alır.
Üstelik halka zulm edenlerden biridir. Samsuncu Baba Ömer, Sultanahmet Camiin
avlusundaki insanlara eziyet eder. Onlara kendini şu şekilde tanıtır: “Yeniçeriliğime
lâf uranın kefenini biçerim! Bana adıyla, sanıyla Karahisar cellâdı Baba Ömer derler.
Kalkın bre, divan durun bre!” (s.165) Sultan IV. Murad, gücü eline topladıktan sonra
538
zorbalardan intikamını almaya başlar. Zorbalardan biri olan silâhtar ağası Ahmet
Ağa, zâlim bir adam olarak karşımıza çıkar. O yıllardır halka kan kusturanlardan
biridir. Sultan, cellâta silâhtar ağası Ahmet Ağa’yı öldürmesini emreder. Bu sıralarda
Ahmet Ağa, yalvarmaya başlar. Atılan ve direnmeye başlayan Ahmet Ağa, cellâdın
elleriyle sarılır. Nihayette cellâd, Ahmet Ağa’nın başını keser. (s.283–286) Romanda
da Asesbaşı, Topla Recep Paşa’nın adamlarından biri olarak karşımıza çıkar. (s.170,
195) Sipahi Rum Mehmet, sliahşör olarak karşımıza çıkar. Sipahiler ve yeniçeriler
şehzadeleri korumak için toplanırlar. Rum Mehmet, terbiyesizlik olarak At
Meydanına gelen padişaha inanmayarak kendisinden bir kefil ister. (s.228–229)
Sipasi Rum Mehmed’in, daha sonra padişahın tarafını tuttuğunu öğreniriz. Hattâ
padişahın en güçlü destekleyenlerden biri olduğu anlaşılır. (s.259)
IV. Murad -II- romanında Bağdat’a giden Fettah, silahlı bir genç olarak
karşımıza çıkar. Fettah arkadaşlarıyla birlikte köyü basarlar. (s.128) Doğan Bey ile
Yaman Kâzım, Bağdat’ta bir silâhlı adam tarafından bir baskına uğrarlar. Kendilerini
basan Ali Hemedanî’nin, Haşhaşilerin reisi Burlak Han’ın hesabına çalıştığını
öğreniriz. (s.178–180) Sultan Murad, Kerkük kalesini kuşatır. Bu sıralardan Kerkük
kalesinde yüze yakın adamla bir delikanlı komutan çıkar. Delikanlı komutan, silahlı
adamlarıyla kaleyi savunmaya çıkarlar. Delikanlı komutan çok cesur bir genç olarak
karşımıza çıkar. Bu yüzden Sultan IV. Murad, delikanlıyı serbest bırakır. (s.224–227)
Civelek Osman romanında Ali Efe, Belkıs yöresini bekçisi olarak çalışır.
Orada güvenlik sorumlusu odur. Bu bölgeye gelip gidenleri takip eden Ali Efe,
hırsızlara karşıdır. (s.93)
Aynı romanda da Tüfenkçibaşı Hacı Akif Bey, Bandırma’da jandırma
kumandanı olarak karşımıza çıkar. Tüfenkçibaşı Hacı Akif Bey, itibarlı bir adamdır:
“Herkesi o terbiye eder. Beyin verdiği cezaları o yerine getirir. Hem akıllı, hem sert
bir adamdır. Zengin de olmuştur. Bandırma’da hamam filan yaptırmıştır. Tam beydir
hani.” (s.56) Tüfenkçibaşı Hacı Akif Bey Bursa, Balıkesir ve Biga taraflarına
habercileri gönderir. Böylece bölgede olup biteni öğrenen Tüfenkçibaşı Hacı Akif
Bey, İzzet Bey tarafından güvenilen kişidir. (s.42)
539
İsyan Eşiği romanında yer alan Fuat Bey, ilk olarak mülazim sonra da
zaptiye kolağası olarak karşımıza çıkar. Fuat Bey, romanda görevlerini tam
anlamıyla yapmayan insanları net bir şekilde temsil eder. Askerlerine önem
vermeyen Mülazim Fuat Bey, bir Ermeni’nin evinde oturarak aranması istenilen
evlerine önemsemez. (s.35) Zaptiye kolağası olduktan sonra Fuat Bey, Ermeni olan
Mıgırdıç ile arkadaşlık yaparak kendi çıkarlarını işine tercih eder. (s.125)
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Rus Yüzbaşı, Rus polis istihbaratı olan
NKVD mensuplarından biridir. Akmescit hastanesinde hasta Türklerin dramını
başlatan odur. (s.4)
Romanda da bir başka polis karşımıza çıkar. Gasla dolu Rus kamyonu
yandıktan sonra bir Rus polisi tarafından bir soruşturma açılır. Bu soruşturmayı
yapan komiserin, NKVD mensuplarından biri olduğunu öğreniriz. Söz konusu polis
komiseri, vahşi ve vicdansız olarak karşımıza çıkar. (s.14–15)
5- Kâtip, Tezkireci, Mektupçu
Selâhaddin Eyyûbî romanında Müslüman ile Haçlılar arasında bir sulh
bulunur. Ama bu sıralarda Şatiyö, bir Müslüman kervana saldırır. Bunun karşılığında
Selâhaddin Eyyûbi, Kudüs Kralı Gui’ye bir mektupçu gönderir. Ölülerin fidyesini
ödemesini söyler. (s.113)
Kaçırılan Prenses romanında İmparatorun kâtibi önümüze çıkar. İmparatorun
kâtibinin, tahtın solunda oturduğunu öğreniriz. İmparator, kendisine gelen mektubu
kâtibine verip yüksek sesle okumasını söyler. (s.83)
Topal Kasırga romanında Ali Bey, şehir meclisinin kâtibidir. “Şu önünde
kalem kâğıt duran da üçüncüsüdür.” (s.92)
IV. Murad -I- romanında Reisü’l-Küttap karşımıza çıkar. Reisü’l-Küttap, At
Meydanı’nda Sultan IV. Murad’ın yanında yer alır. Padişah, Reisü’l-Küttap’a itaatle
yemin eden yeniçerlerin adlarını tek tek yazmasını emreder. Reisü’l-Küttap,
figüratiftir. (s.278) Aynı sırada padişah, askerlerin kendi kendilerine verdikleri bütün
540
imtiyazları kaldırır. Padişah, kâtiplere bununla ilgili bir fermanı yazmalarını
emreder. (s.280–281)
IV. Murad -II- romanında Reisü’l-Küttap karşımıza çıkar. Reisü’l-Küttap,
Sultan IV. Murad’ın yanına gelir: “Reisü’l-Küttabın iri gövdesi görüldü.” (s.118) Bu
sıralarda Reisü’l-Küttap, Otağ-ı Humayûn’daki kandillerin yakılmasını ister.
Padişah, Reisü’l-Küttab’ı dünyanın ahvalini sorur. (s.118) Reisü’l-Küttap, padişahın
sorularına cevap vermek için lambanın yanına gider: “Notlarını ancak böylelikle
okuyabilecekti. Sultan Murad, “Mâdem ki düşünce faslından çıkup kıraat faslına
geldik, ışıkların yakılmasında bir mahzur yoktur,” dedi.” (s.119) Romanda Kâtip
Çelebi, Bağdat seferi sırasında IV. Murad’ın yanındayken karşımıza çıkar. IV.
Murad, Reisü’l-Küttap ile otururken, Kâtip Çelebi padişahın yanına gelir. (s.123) Bu
sıralarda IV. Murad’ın kâtiplere önem verdiği anlaşılır: “Kâtip Çelebi ile halvet
olmak isteriz, devlet yalnızca kılıçların değil, aynı zamanda san’atkârların ve
bilginlerin beyninde yükselir. Biraz da Kâtip Çelebi ile söyleşelim.” (s.124)
Romanda IV. Murad’ın kâtiplerin ve tarihçilerin işine çok önem verdiğini net bir
şekilde ortaya çıkar: “Fezlekeci Kâtip Çelebi hemen Padişahın arkasında duruyordu.
Kaleme, kâğıda davranmış, gördüklerini yazmaya başlamıştı. Kendisini işine
öylesine kaptırmış ki, Padişahın döndüğünü ve önünde durduğunu fark etmemişti.
“Hey Çelebi,” diye seslendiğinde sıçradı.
“Buyur Şevketlüm…”
“Düzgün yazsın Çelebi, ne eksik ne fazla, aynıyle gördüklerini yazsın.”
(s.214–215)
Son Kavşak romanında Ali Cevat Bey, Mabeyn başkâtibi olarak karşımıza
çıkar. Ali Cevat Bey, akıllı bir adamdır. Padişah II. Abdülhamid ile İttihatçılar
arasında gerginlikler çoğaltıkça Ali Cevat Bey, durumu sakinleşmeye çalışır. Üstelik
sultana çok sadık bir insandır. (s.100) Padişahın, Ali Cevat Beye çok güvendiği
anlaşılır. (s.113–114)
6- Hekim
541
Malazgirt’in Üç Atlısı romanının son sahnesinde ağır yarası olan Abdullah,
Bizanslı ihtiyar bir hekim tarafından tedavi edilir. Bizanslı hekim, Abdullah’ın
yarasına yeşil bir merhem sürer. (s.252)
Kaybolan Elçiler romanında yaralanmış olan Köse Yusuf’a bir Hıristiyan
hekim götürülür. Hekim Köse’nin yarasını iyice sarar. (s.)
Dersaadet’te sabah Ezanları romanında Doktor Melek, bir hekim olarak
karşımıza çıkar. Doktor Melek, Ahmet ziya ile birlikte Sultanahmet’te tuttuğu evin
birinci katını muayene odası olarak kullanır. (s.360–367)
Beyaz Kale romanında esir alınan Venedikli bilim adamı, bir süreye hekimlik
yapar. Sonra paşa, onu çağırır. Venedikli genç, nefes darlığı olan paşaya bir ilaç
hazırlar. Paşa bu ilacın yüzünden iyileşir. (s.17–18)
Civelek Osman romanında kötü bir durumda bulunan Civelek Osman, İzzet
Bey’in konağına götürlür. Orada Civelek Osman’a bir hekim getirilir. Hekim
muayanesini bitirdikten sonra Osman’ın dinlenmesini söyler. (s.35)
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Alman Binbaşı Müller’in özel doktoru
karşımıza çıkar. Alparslan, dili tutulmuş olan Sultan’ı Alman doktora götürür.
Doktor muayane ettikten sonra: “Yangın anında, korkudan dili tutulmuş. Bunun
dilinin açılması çok zor. Ancak korkulu bir rüya veya korkulu bir hâdise… Ya da
aşırı bir sevinç ve doğum dilini açabilir.” der. (s.61)
7- Müneccim
Beyaz Kale romanında Sıtkı Efendi’nin Baş müneccim olduğunu öğreniriz.
(s.106) Hoca, vebayı durdurmaya başardıktan sonra Baş müneccim olarak tayin
edilir. (s.108)
IV. Murad -II- romanında Molla Doğan ile Yaman Kâzım ile birlikte
Bağdat’a Haşhaşilerin peşinde giderler. Orada bir müneccime rastlarlar. Aksakallı
542
bir ihtiyar olarak karşımıza çıkan müneccim, kendini şu şekilde takdim eder: “Size
geleceğinizi haber vereyim. Ben büyük bir müneccimim. Yıldızlardan haber sorar,
yıldızların hareketlerinden istikbali okurum.” (s.157) Müneccim, aslında Bektaş
Han’ın konağında kalıyordu. Ama Bektaş Han’a duymak istemediğini söyledi. Bu
yüzden Bektaş Han’ın, müneccimi konaktan kovduğunu öğreniriz. (s.157)
8- Elçi
Selâhaddin Eyyûbî romanında birkaç elçi ortaya çıkar. Müslüman ile Haçlılar
arasında temas için elçiler görevlendirilir. Romanda karşımıza ilk çıkan elçi,
Nureddin Zengî’nin elçisidir. Necmettin Eyyub’a gelen elçi, Selâhaddin’i sultanın
yanına götürmeye gelir. Anlatıcı, elçiyi şu şekilde bize gösterir: “Elçi yaşlı biriydi.
Sedirin üstüne bağdaş kurmuştu. Sakalının ak boğumlarında, az önce içtiği hurma
şertbetinin tek damlası vardı.” (s.30) Selâhaddin ise bir başka açıdan elçiye bakar.
Elçi, Selâhaddin’in gözünde ise şu şekilde karşımıza çıkar: “Elçinin cübbesi fazlaca
süslüydü. İnsanlar, nedense, belli bir mevkiye yükseldiler mi, hemen bunun
gösterişine kendilerini kaptırıyorlar, süslenip püslenmeye başlıyorlardı. Tavrı da caka
satıyordu galiba. Yoksa kendisine öyle mi gelmişti?” (s.30)
Selâhaddin Eyyûbî askerleriyle birlikte Askalan kalesinde muhasara
altındadır. Bu sıralarda Kont Şatiyö, Selâhaddin’e sulh teklifiyle bir elçi gönderir.
Karşılıklı olarak Selâhaddin de Şatiyö’ye elçiyi gönderip sulh şartları üzerine
anlaşırlar. Ama söz konusu bu iki elçi ile ilgili tasvirler veya bilgiler verilmez. (s.16)
Kral Budin, Ürdün şehrinde kale kondurmayı başarır. Selâhaddin Eyyûbi,
Krala bir elçi göndererek kale inşaatını durdurursa yüz bin dinar vereceğini, aksi
halde tedbir almak zorunda kalacağını söyler. Kral ise bu teklifi küçültücü bulup
elçiyi öldürür. Selâhaddin Eyyûbî ise bunu bilir bilmez şehre girmenin kararı verir.
(77–78)
Kaybolan Elçiler romanında Orhan Gazi’nin, Yalova’ya gönderdiği üç elçisi
söz konusudur. Elçilerin Yalova’da dönmedikleri için Orhan Gazi, Sunguroğlu’yu
Yalova’ya gönderir. (s.5–6) Romanın sonunda Sunguroğlu ile İbrahim, elçilerin
543
bulundukları mağaraya gidip onları kurtarırlar. Birincisinin adı Abdullah, ikincisinin
de Abdüsselâm, üçüncüsü ise adı zikredilmez. (s.81–84)
Yıldırım Bayezid romanında birçok elçi söz konusudur. Romanda karşımıza
ilk çıkan elçi ise, Venediklilerin Andrea Bambo’ya gönderdikleri elçidir. (s.25)
Yıldırım Bayezid, Sırplar Kralı İstefan’a bir elçiyi gönderir. Saygıyla
karşılanan elçi, Yıldırım Bayezid’in isteklerini İstefan’a aktarır. (s.39–40)
Yıldırım Bayezid, yenilenen surları yıktırmak için V. Yoannis’e Uzunca
Sevindik bir elçi olarak gönderir. Uzunca Sevindik, bu görevde korkunç bir elçi
olarak karşımıza çıkar. (s.73–74)
Niğbolu zaferinden sonra Abbasi Halifesinin elçisi, Yıldırım Bayezid’e gelip
kendisine Halifenin mektubunu teslim eder. (s.121)
Malkoç Mustafa Bey, sulh teklifiyle Timur’a bir elçi olarak gönderilir.
(s.151)
Binatlı romanında Haçlılar, teslim için Niğbolu kalesinin kumandanı olan
Doğan Bey’e elçiyi gönderirler. (s.59)
Topal Kasırga romanında Timur’un gönderdiği üç elçi vardır: “Adamlar hızla
yaklaşıyorlardı. Seslerini duyuracak mesafeye gelince, durdular. Ortada beyaz bayrak
taşıyan adam:
Heey!’ diye bağırdı, ‘Serdarınızla görüşeceğiz.’
‘Serdar benim.’ diye karşılık verdi Malkoç Bey, ‘Ne istiyorsunuz?’
‘Kudretli hakanım Timur, teslim olmanızı emrediyor. Teslim olduğunuz
takdirde kan dökmeyeceğini vaat ediyor. Aksi hâlde kalede tek canlı bırakılmayacak,
herkes kâmilen kılıçtan geçirilecek. Cevabınızı bugünkü şehir meclisi içtimaından
sonra alacağız.” (s.85–86)
544
İlk Hançer romanında İvan, Sefa Giray Han’a sulh teklifiyle bir elçiyi
gönderir. (s.38) Sefa Giray Han da Kırım hanına Rusların karşısında birleşmek
amacıyla bir elçiyi gönderir. (s.40)
IV. Murad -I- romanında Şehzade Murad, Antep kadısına Molla Doğan’ı bir
elçi olarak gçönderir. Molla Doğan, Anadolu’nun ahvalini öğrendikten sonra
Şehzade Murad’a aktarır. Molla Doğan, şehzadeye sadık biri olarak karşımıza çıkar.
(s.49) Şah Abbas’ın gönderdiği elçi de romanda karşımıza çıkar. Şah Abbas, Sultan
IV. Murad’a bir elçiyi gönderir. Elçi, şahın gönderdiği armağanları götürür: “Şahım
size hediyeler göndermişti. Destur varsa takdim etmek isteriz.” (s.149)
IV. Murad -II- romanında Bekir Subaşı’nin Hafız Paşa’ya gönderdiği elçi
ortaya çıkar. Hafız Paşa’nın önünde duran elçi, korkak biri olarak karşımıza çıkar.
(s.143) Romanda Hürrem Şah, Sultan Murad’a hediyelerle yüklü bir elçiyi gönderir:
“Bu kalkan,” diye başladı, “eşsiz Padişahımıza, Hind Sultanı Hürrem Şahın
armağanıdır.” (s.213) Sultan IV. Murad Bağdat kuşatması sırasında Bektaş Han’a
bir elçiyi gönderir. Elçi, cesur bir adam olarak karşımıza çıkar. Görevini bitiren elçi,
hemen sultana dönüp olup biteni anlatır. (s.290–291)
Patrona romanında Haseki Ağa, Sultan Ahmet tarafından isyancılara bir elçi
olarak gönderilir. Haseki Ağa, ihtilalcılarla anlaşarak onların isteklerini sultana
aktarır. (s.532) Bu sıralarda Haseki Ağa, sultana sadık olarak karşımıza çıkar. (s.541)
Dağlı romanında Ruslar, Gunib Kalesini muhasara ettikten sonra Şeyh Şamil
teslim şartlarıyla bir elçi gönderir. Şeyh Şamil ise elçiyi telim söylediği için yakasına
sarılır, ulemadan biri, Şamil’e sadece bir elçinin olduğunu söyler. (s.125)
9- Tercümanlar (Mütercim)
Osmancık romanında Rumca’yı iyi bilen Ecebay, Gazi Rahman ile Rum kızı
Evdoksiya arasında tercümanlık yapar. (s.251)
Gemide İsyan romanında Köse Yusuf ve İbrahim, Şövalye Don Piyer ile
handa bir tercüman vasıtasıyla anlaşırlar. (s.33–34)
545
Binatlı romanında bin atlı akıncı, iki Fransız askeri esir alır, Kel sadık onlara
tercümanlık yapar.
Topal Kasırga romanında Malkoç Mustafa Bey Timur’un ordusundan iki
asker esir tuttuğu zaman onlarla konuşmak amacıyla tercümanı arıyor; tercümanı
götürdükten sonra iki asker ile konuşup tercümanlık yapar; ama ona sadece tercüman
denilir adı bile geçmedi.
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında iki tercüman karşımıza çıkar.
Birincisi tercüman Hrant’tir. Hrant, Neveser’e telefon açar. Kendisinin Van der Zee
Acentası’nda bir tercüman olarak çalıştığını söyler. (s.63–64)
İkincisi ise, Vartan Kavafyan’dir. Café Cristal’da karşımıza çıkan Vartan
Kavafyan’ın mütercim olduğunu öğreniriz. (s.213)
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Alman Binbaşı Müller’in tercümanı
karşımıza çıkar. Binbaşı Müller, Alparslan ile tercüman vasıtasıyla anlaşır. (s.57)
10- Şair
Patrona romanında halk şairi olan Şair İbadî söz konusudur. Halk şairi
İbadî, Çardak Kahvesi’nde oturur. Sazla şiirlerini söyleyen İbadî, halkın dertlerinden
uzak değidir. Aslında o romanda halkın sesini temsil eder. Halk da onunla
kaynaşmadadır: “Çal İbadî, çal kardeşim, hep beraber yanalım.” (s.53) Yazar,
İbadî’nin şiirlerine yer verir:
“Dert çekenin kitaplarda adı yok
Bizler hak yolundan düştük aşka.
Çalışan doyamıyor çalışmayan tok
Dedikya kurt başka canavar başka.” (s.53)
11- Tüccar
546
Tuzak romanında Suratsız Todori, Osmanlı toprakları ile Bizans arasında
ticaret yapar. Elinde Osmanlı topraklarına girmek için bir izinname bulunur. (s.36)
Son Kavşak Hacı Ömer’in tüccar olduğunu öğreniriz. (s.15)
12- Denizci
Baskın romanında iki denizci karşımıza çıkar. Birincisi, Koca Reis’tir:
“Aksakallı bir denizci kumsala diz çökmüş, tesbih çekiyordu.” (s.105) “İyi denizci”
(s.105) olarak nitelenen Koca Reis, Sunguroğlu ve arkadaşlarına yardım eder. Kendi
devletine sadık olan Koca Reis, hiçbir soru sormadan ve karşılıksız akıncılara yardım
eder. (s.105) Koca Reis yaşlı olmasına rağmen cesurdur. Üstelikte denizde
maharetinin üstünü yoktur. Koca Reis maharetiyle çetenin mensuplarını şaşırtır.
(s.107–108)
İkincisi ise, Hussam ve çetenin diğer mensuplarını gemisinde alan Venedikli
Kaptan’dır. Hiçbir şeyden haberi olmayan Venedikli Kaptan, Hussam tarafından
öldürülür. (s.107–108)
Kaçırılan Prenses romanında Sunguroğlu ve arkadaşları Teodosyüs
Limanı’nda Aleko tarafından takip edilirler. Aleko’nun bir denizci olduğunu
öğreniriz.
Gemide İsyan romanında Kaptan Guidi, bir denizci olarak karşımıza çıkar.
(s.51) Bir denizci olarak büyük bir şöhret kazanan Kaptan Guidi, Sunguroğlu’nun
gözünde dünyanın en iyi denizcisidir. (s.97, 119) Sunguroğlu, ancak Kaptan
Guidi’nin yardımıyla arkadaşlarını kurtarabilir. Sunguroğlu’nu Rodos’a kadar
götürdükten sonra Kaptan Guidi, İslamiyete girerek adını Ömer’e değiştirir. (s.147)
Aynı romanda da Sör Mişel, bir başka denizci olarak karşımıza çıkar. Sör
Mişel, şövalye Don Piyer’in emrinde çalışır. Gemisiyle Don Piyer’a portakal götürür.
Gemide çıkan isyan yüzünden Sör Mişel mahpus kalır. (s.134)
547
Civelek Osman romanında Tahir Kaptan, iyi bir denizci olarak karşımıza
çıkar. “Uzunca boylu, esmer bir delikanlı” (s.148) olan Tahir Kaptan, Despino’yu
bulan adamdır. Tahir Kaptan’ın eskiden denizcilikte çalıştığını öğreniriz. (s.148–150)
13- Padişah Yakınları – Saray Hizmetlileri
a. Musahip
Musâhip, padişahın yanında bulunan sohbet memurudur. Bilgili, sözünden
sohbetinden yararlanılan hazır cevap ağa, vezir ve beylerbeyi arasından seçilirdi.
Musahabe, sohbet kelimesinden gelmedir.213
IV. Murad -1- romanında karşımıza çıkan Musa Çelebi, padişahın has
muhsahibidir. IV. Murad, Musa Çelebi’yi çok sever.
Ayaklanan yeniçeriler, sultanın güvendiği kişileri öldürmek isterler.
Öldürmesi istenilen kişilerden padişahın has musahibi Musa Çelebi’dir. (s.193)
Bunun üzerine sultanın emriyle Musa Çelebi, Recep Paşa’nın yanına gider. Recep
Paşa IV. Murat’a Musa Çelebi’yi koruyacağına söz verir. Aslında sultan paşaya
güvenmemektedir, ama kendisine verdiği sözü çiğneyemeyeceğini düşünür. Bunun
üzerine Recep Paşa, padişahın musahibi Musa Çelebi’yi zorbalara verir. (230–234)
Nihayette Musa Çelebi yeniçeriler tarafından öldürülür. Bu sırada sultan çok üzülür.
Odasına yapyalanız çekilen Sultan IV. Murad, musahibine ağlar. (s.240–245)
b. Bostancıbaşı
Bostancıbaşı, saraya ait bahçe, bostan ve kayıklara bakan görevlilerin
amiridir.214
IV. Murad -1- ve IV. Murad -2- romanlarında bostancıbaşı Cafer Ağa
karşımıza çıkar. IV. Murad -1- romanında Cafer Ağa, Genç Sultan döneminde
213 M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.305214 a.g.e., s.72
548
sarayda bostancıbaşı olarak çalıştığını öğreniriz. (s.25) Dördüncü Murad’a çok seven
Cafer Ağa, yeniçerilerin ayaklanmasında sultanın yanından ayrılmaz. (s.199–200,
215) Cafer Ağa, Sultan IV. Murad için bostancıbaşıdan daha üstün bir kişidir. Sultan
ona bütün istek ve emirlerini söyler. (s.186–187, 191)
Bostancıbaşı Cafer Ağa, sultan tarafından güvenilir. Üstelik sultana çok
sadıktır. (s.248) Cafer Ağa, sultanın gizli işlerini; özellikle gizli toplantılarını
ayarlayan kişidir. (s.253) “Vakit geceyarısına yaklaşıyordu. Bayram Paşa konağında
idiler. Padişah sipahi kılığında konağa gelmişti. Yanında Molla Doğan vardı.
Saraydan gizlice çıkmışlardı. Bostancıbaşı Cafer Ağa böyle işleri ayarlamakta
doğrusu birebirdi.” (s.255) Gizli toplantısından dönen sultan, kendisini hasbahçede
Cafer Ağa’nın beklediğini bulur. (s.257)
IV. Murad -2- romanında da bostancıbaşı olarak rolünü sürdüren Cafer Ağa,
Sultan IV. Murad’ın emirlerini severek yapar. (s.46) Ama Bağdat seferi başlar
başlamaz Cafer Ağa, sahnelerde görünmez olur.
Patrona romanında Sultan Üçüncü Ahmet, isyancılara bostancılardan oluşan
bir heyet gönderir. (s.532) Bostancılardan biri, Haseki Ağa ile isyanın hakkında
konuşur. Bu sıralarda söz konusu bu bostancı, padişaha çok sadık olarak karşımıza
çıkar. Üstelik padişahı çok sever. (s.546)
c. Haremağası
IV. Murad -1- romanında harem ağası, Sultan IV. Murad’a gelir, kendisiyle
konuşmak istediğini söyler. (s.217)
d. Kapıcı
IV. Murad -1- romanında kapı ağası, padişaha yeniçeri kethüdasının kapıda
beklediğini söyler. (s.100) Romanda da kapıcılar ağası Ahmet Ağa’nın, Sultan IV.
Murad’ı çok sevdiğini öğreniriz. Kapıcılar Ağası Ahmet Ağa, padişah tarafından
güvenilen biri kişi olarak karşımıza çıkar. (s.153)
549
e. Kethüda
Kethüda, Yeniçeri Ağa’sının muhafız komutanı ve yardımcısıdır. “Kul
Kethüdası” veya “Ocak Kethüdası” adı ile de anılır. Bunlar Yeniçer ocağından
yetiştirdikleri için ocakta Yeniçeri ağasından daha çok sayılırlardı.215
IV. Murad -1- romanında Sultan IV. Murad, güç eline toplamak için
kethüdalara pek dayanır. Bayram Paşa’nın sadrazam olmadan önce yeniçeri
kethüdası olduğunu öğreniriz. Bayram Paşa, görevini sultanın çıkarlarına kullanır.
Yeniçerilerin arasında sokan Bayram Paşa, olup biteni öğrenip padişaha aktarır.
(s.77) Romanda da kapıcılar kethüdası Ahmet Ağa, padişahın habercisi olarak
karşımıza çıkar. Ahmet Ağa, padişaha çok sadıktır: “Padişahın fermanını koynunda
taşıyan kapıcılar Kethüdası Ahmet Ağa da canını dişine takmış, at paralıyordu. Canı
gibi sevdiği padişahın emri vardı.” (s.153) Sadrazam Recep Paşa’nın Kethüdası da
kahramanlar arasında yer alır. Kethüda, padişahın sadece yeniçeriler için değil, ama
bütün Müslümanlar için Halife olduğunu söyler. Recep Paşa’nın kethüdası durumu
değerlendirirken, akıllı biri olarak karşımıza çıkar. Kethüda, padişahın istenilen
kelleleri vereceğine emindir. (s.195–196)
f. Müşavir
Yıldırım Bayezid romanında Bizanslı İmparator V. Yoannis, saraydaki
müşavirine yenilenen suları yıktırmasını söyler. İmparator müşaviri ise, şaşırarak
neyi yıktıracağını sorar. (s.82)
g. Cellât
Yıldırım Bayezid romanında Şehzade Yakup Çelebi’nin, iri kıyım üç cellât
tarafından öldürüldüğünü öğreniriz. (s.21)
215 A.g.e., s.231-232
550
IV. Murad -1- romanında Sultan Genç Osman, Yedikule Zindanında yedi
cellât tarafından amansızca öldürüldüğünü öğreniriz. (s.9) Romanın sonunda IV.
Murad, gücü eline topladıktan sonra zorbalardan intikamını almaya başlar. Bu
sıralarda sultan, cellâta silâhtar ağası Ahmet Ağa’yı öldürmesini emreder. Cellât,
güçlü bir adam olarak karşımıza çıkar. Atılan ve direnmeye başlayan Ahmet Ağa,
cellâdın “mengene kadar güçlü kollarıyla” sarılır. Nihayette callâd, Ahmet Ağa’nın
başını keser. (s.283–286) Romanda Kara Ali cellâd olarak karşımıza çıkar. Kara
Ali’nin güçlü bir cellâd olduğu anlaşılır. Kara Ali, Otağ-ı Humâyunun yanında
durarak padişahın emirlerini bekler. (s.366)
Patrona romanında Patrona Halil ve arkadaşları, birkaç cellât tarafından
öldürüldüğünü öğreniriz. (s.614)
h. Aşçı
Selâhaddin Eyyûbî romanında Kont Şatiyö’nün aşçısı karşımıza çıkar. Kont
Şatiyö, çadırına aşçıyı çağırarak istediği yemek listesini söyler. Aşçı, Kont
Şatiyö’den nefret eder. Kendi kendisine “azıcık da zehir karıştırmalı” söyler. Hep
böyle düşünür. Ama bir türlü yapamaz. Korkak, başına gelecekleri aklından geçirip
ürperir. Nihayet elinde listeyi tutarak çadırdan çıkar. Bu sıralarda Selâhaddin
askerleri, çadırlara saldırırlar.
i. Casus
Kaybolan Elçiler romanında demirci Adil Usta ortaya çıkar. Adil Usta gizlice
Müslüman olmuş ve Osmanlılar hesabına çalışır. Orhan Gazi, Sunguroğlu’yu
Yalova’da yaşayan bu adama yönlendirir. (s.19)
Topal Kasırga romanında ve şehir meclisi öğelerinden olan Tekeli
Karatekin Bey casustur. Şehrin haberlerini Timur’a gönderir ve şehir meclisi
öğelerini teslim ile iknaa etmeye çalışır. Malkoç Mustafa Bey tarafından tutuklanır.
(s.103–104)
551
IV. Murad -II- romanında Acem genç kumandan olan Rahman Çelebi’nin
Sultan IV. Murad hesabına çalıştığını öğreniriz. (s.281)
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Kızıl orduda Yüzbaşı İlyiç, Rus casusu
olarak ortaya çıkmaktadır. Almanlar onu yakalar.
j. Ulak-Haberci
Selâhaddin Eyyûbî romanında Bilal ile Osman habercilik yaparlar. Onlar
Kudüs şehrine gidip Haçlıların haberlerini Selâhaddin Eyyûbi’ye götürür: “Kudüs
Kralı Budin, bir kale inşa etmek üzere Ürdün şehrine gitti. Kont bilmem ne Şatiyö ise
kendi zırhlı çapulcuları ve Kudüs’ten topladığı yarı asker, yarı sivil gönülsüzleriyle
üzerimize gelir. Cem’an dört bin kişi kadar.”.(s.55)
Yine de Hısn Raban yanından gelen haberci, Sultan Selâhaddin’e İslâm
ittihadını bozacak bir şeyi anlatır. Haberci, Konya Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan’nın
Hısn Rabban kalesini zapt etmek arzusuyla sınırları ihlâl ettiğini, karşısına
çıkılmadığı takdirde çıban büyüyüp yayılabileceğini söyler. (s.85)
Osmancık romanında Mihail Kösses, ertesi günde İnegöl’ü basmaya gidecek
olan Osman Gazi’ye bir haberci gönderir. Mihail Kosses, inandırmak için haberciye
kendi yüzüğünü verir. Osman Gazi, daha önce hiç görmediği bu haberciye dinler:
“Sen yarın sabah İnegöl’ü basmağa gidesiymişsin. Efendim Mihail der ki, tekfur
bunu bilir ve sana Ermeni Beli’nde pusu kurmaya hazırlanır. Bilesin.” (s.208)
Mihail Kösses, yine de Bilecik Tekfurunun Osman Gazi’yi öldürmek
istediğini bilir. Bunun üzerine Mihail Kosses, olup bitenleri bildilmek için Osman
Gazi’ye bir haberci gönderir. (s.295)
Yıldırım Bayezid romanında Yıldırım Bayezid’in, Avrupa’nın çeşitli
ülkelerinde habercilerinin bulunduğunu çğreniriz. Yıldırım Bayezid, bu haberciler
vasıtasıyla imparatorun eski surları yenilendiğini öğrenir. (s.78–79)
552
Topal Kasırga romanında Kulaksız Ömer, Timur’un Sivas Kalesine
geleceğini haber verir. Habercilik yapar.
İlk Hançer romanında Sefa Giray Han, Moskova’yı muhasara ederken ona
saraydan bir haberci gelir, Kazan’da bir isyan çıktığını söyler. (s.29)
Civelek Osman romanında Odacı Nihabet, İstanbul’da İzzet Bey’in habercisi
olarak karşımıza çıkar. Odacı Nihabet, İzzet Bey’e yeniçeri ocağının kaldırılmasının
haberini getiren adamdır. (s.26)
k. Sihirbaz-Büyücü-Falcı
İlk Hançer romanında Deli Hüsniye falcı olarak önümüze çıkar. Deli
Hüsniye, Yüzbaşı Alp’ın karısı olan Bağdagül’e gider, kocasını savaşta öleceğini
söyler. Deli Hüsniye’nin gözleri yaşlı ve korkulu olarak tasvir edilir. (s.74–75)
l. Uşak-Hizmetçi
Kaybolan Elçiler romanında Aryanos’un konağında hizmetçi olarak çalışan
Sofokles, ortaya çıkar. Sunguroğlu ve arkadaşlarına şarap içmediklerine göre şarabın
yerine ayran getirir. (s.33)
Kaçırılan Prenses romanında İmparatorun kızının hizmetçisi olan Maria,
önümüzde çıkar. İmparator kızı bahçedeyken yanında Maria buluruz. Birlikte
gezerken Şeytanlar diye çetenin mensupları bahçeye girerler, bir yumrukla Maria’yı
yıkıp kızı kaçırırlar. (s.37)
Yıldırım Bayezid romanında sarayda hizmetkârlardan birisi, Devlet Hatun’ın
makamına gelip padişahın geldiğini söyler. (s.49) Karşımıza çıkan hizmetkâr
figüratiftir.
IV. Murad –I- romanında Topal Recep kışkırtmasıyla yeniçeriler ve sipahiler,
sultandan başka kelleleri isterler. Bu sıralarda yeniçeri ve sipahiler sarayın
avlusundadır. Hizmetkârların, kiri temizlemekle meşgul olduklarını öğreniriz. (s.217)
553
14- Demirci
Osmancık romanında Osman Gazi’nin oğlu Orhan hala gençken, kendini
ispatlamaya çalışır. Bu sıralarda Orhan’ın demircilik işlerine uğradığını öğreniriz:
“İyi bir demirci olacaktı. Gösteriyordu bunu.” (s.290)
Kaybolan Elçiler romanında demirci Adil Usta ortaya çıkar. Adil Usta gizlice
Müslüman olmuş ve Osmanlılar hesabına çalışır. Adil Usta, Yalova’da yaşar ve bir
demirci dükkânına sahiptir. (s.19–20)
IV. Murad -1- romanında karşımıza çıkan Demirci Ali Usta’nın, Bey
Şehrinin kıyı bir yerinde demircilik yaptığını öğreniriz. Kılıç ve zırh işlerinde ustadır.
İşini iyice yapan bir demircilik olarak karşımıza çıkan Ali Usta, şu şekilde işini
özetler: “Ben demirciyim ağalar, kılıca çifte su vermesini bilirim. Taze yaprak gibi
inceltirim zırhı, inceltirim, ama benim dövdüğüm çifte su verilmiş kılıçlar bile
kesemez, öylesine sertleştiririm. Bu benim işim.” (s.127)
Hilâl Görününce romanında Nizam Dede’nın asıl işi demirciliktir. Nizam
Dede yaşlı olduğu için işi bırakır. Ama Rus askerleri, Kırım’a doğru yaklaştıklarında
yine demircilik işine dönererk silâhlar yapmaya başlar. Bütün aletlerini bir mağaraya
getirip bıçak, hançer gibi silah çeşitleri yapar.
Vatan Dediler romanında Kara Mehmet, bir demirci olarak çalışır. Teğmen
Galip ile Molla Mahmut birlikte Akşehir’de Kara Mahmud’un dükkânına giderler.
Teğmen Galip süvari alayına gönderilecek nallar sorar. Dükkâna girdiklerinde “çekiç
sesleri, kömür tozu, sıçrayan kıvılcımlar” içinde iş görülür. Kara Mahmud’un,
teğmene gece gübdüz çalıştığını söyler. Kara Mahmud’un hiç durmadan ve yoğun bir
şekilde nalları bitirmek için çalıştığını öğreniriz. (s.109–110)
15- Balıkçı
554
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Aksungur’un bindiği gemi battıktan sonra
Bizans’a yakın bir adaya ulaşabilir. Ağır hastalığa uğrayan Aksungur, bir ihtiyar
Rum külübesinde bir süre oturur. İhtiyar Rum ve torunu olan Yorgo balıkçılar
olarak çalışırlar: “Ben balıkçıyım. O civara hiç gitmezdim. Fakat balık sürüleri o gün
sizin yattığınız civara doğru gidiyordu. Yanımda, torunum Yorgo da vardı. Oldukça
çok balık tutmuştu.” (s.184) Beyaz saçlı ve sakalı olan ihtiyar balıkçı, Aksungur’a
iyice bakar. (s.183) Aksungur, çevredeki balıkçılarla dost olur. Ama en anlaştığı
kimse Yorgo’dur: “Yorgo yirmi yaşlarında, temiz bir gençti. Ateş gibi idi. Ara sıra
beni de balığa götürüyorlardı.” (s.186)
Baskın romanında Sunguroğlu ve arkadaşları İzmit limanına vardıktan sonra
ihtiyar bir balıkçı ile karşılar. (s.102) Türk olduğu için onlara yardım etmeye
hazırdır. Ona göre akıncılara her zaman yardım edilmelidir: “Para ne ki,” dedi
küçümser bir tavırla. “İşin başı hizmet. Madem ki Osmanlı akıncısınız,
gözbebeğimizsiniz bizim. Gitmek boynumuza borç.” (s.104) Milletine sadık bir insan
olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden onları doğru yola yönlendirir. (s.105)
Gemide İsyan romanında ihtiyar balıkçı Herzel yer alır. Rodos’a yakın bir
adada oturan Herzel, sahilde batan gemiden kurtaran Sunguroğlu ve Guidi’yi bulur.
Onları evine götürür. Yahudi olan Herzel kurnaz ve paradan başka bir şeyi
düşünmeyen iğrenç bir insan olarak karşımıza çıkar. (s.84–86) Balıkçı Herzel’e göre
her hizmetin bir karşılığı olmalıdır. “Ben ise insanları dinlerine, ırklarına göre
ayırmam; sadece keselerine göre ayırırım! Kesesi şişkinse yardıma değer demektir,
kesesi boşsa bırak gebersin! Kendine hayrı dokunmayanın başka kim hayrı
dokunur?” (s.86)
Beyaz Kale romanında Venedikli, kaçtığı adada bir Rum balıkçının evinde
oturur: “Sabahları balıkçıyla birlikte denize açılıyor, akşamüstü dönüyordum. Bir ara
zıpkınla ıstakoz ve pavurya avına merak sardım.” (s.97)
16- Müteferrik Meslekler
555
Selâhaddin Eyyûbî romanında süt satıcısı kadın karşımıza çıkar. İhtiyar kadın
Selâhaddin Eyyûbî’ye gelip bir askerin kendisinden aldığı sütün tam parasını
ödemedeğinden şikâyet eder. Selâhaddin Eyyûbî, askeri çağırır. Askere sütün
parasını ödemesini söyler. İhtiyar kadın parasını aldıktan sonra Selâhaddin
Eyyûbî’ye askere kızmasını da ekler.
Çalınan Hazine romanında Saltuk Bey, vergi memuru olarak karşımıza
çıkar. Saltuk Bey yardımcılarıyla birlikte Osmanlı kalelerinden vergi borçlarını
toplayıp Bursa’ya götürür. (s.19)
IV. Murad -1- ve IV. Murad -2- romanlarında Adli Usta, bakırcı olarak
karşımıza çıkar. Adli Usta, romanda bakırcılıkta kendi maharetini şu şekilde özetler:
“Ben bakırcı parçası değil, nâmı, şânı devlet-i âliyyede destan olmuş bir nakkaşım.
Bakırı yaprak gibi işlerim.” (s.288)
Söz konusu iki romanda da Mestan Ağa, kendi kahvesini işleten bir kahveci
olarak karşımıza çıkar.
IV. Murad -1- romanında Kâzım Ağa ise, berberdir. Aynı romanda da Muslu
Ağa’nin bir kilimci olarak çalıştığını öğreniriz. (s.239)
Beyaz Kale romanında Venedikli, Hoca’nın yanından kaçmak için bir
kayıkçıdan faydalanır. Kayıkçı, “güçlü kuvvetli bir adam değildi” diye tanıtılır.
(s.97)
Patrona romanında başkahramanlık rolünü yapan Patrona Halil’in,
İstanbul’da seyyar satıcı olarak çalıştığını öğreniriz: “Sermayesi ve sanatı
olmadığından, bu şehirde önceleri satıcılık (seyyar) eskicilik ve dellallık, gibi ayak
işleri yapıyordu. Sandwiçh’e göre, Patrona yüksük, düğme, dikiş iğnesi, iplik
türünden eşyayı doldurduğu sepetini boynuna asar ve akşama kadar İstanbul
sokaklarını dolaşırdı.” (s.14–15) Patrona’nın arkadaşlarından biri olan İsmail ise
turşucu olarak çalışır. Kendisine de Turşucu İsmail denir. (s.420) Ali Usta ise,
çalışkan bir kahveci olarak karşımıza çıkar. Ali Usta, kahvehanede yapılan
toplantıların sırasında Patrona’yı dinleyerek içecekleri verir. (s.42–47)
556
Patrona ayaklanması çıkar çıkmaz Sultan Üçüncü Ahmet, isyancılara elçi
olarak Haseki Ağa216’yı gönderir. Bostancılardan oluşan bir heyetin başında gelen
Haseki Ağa, ihtilalcılarla anlaşarak onların isteklerini sultana aktarır. (s.532)
Civelek Osman romanında kâhya kadın karşımıza çıkar. Kâhya kadın, İzzet
Bey’in konağındaki harem tarafında çalışan kâhyadır.
Aynı romanda da Panayot Usta bir değirmencidir. Panayot Usta, köydeki
İzzet Bey’in değirmenini işleten ustadır. (s.20)
Romanda da yer alan Kirya Kostaki, köy öğretmeni olarak çalışır. Kirya
Kostaki, öğretmenlik yanında papaza yardım ederek Rumlara Hıristiyanlığı
öğretmeye çalışır. Padişaha Civelek Osman ile ilgili bir mektup gönderen odur. Kirya
Kostaki, aynı zamanda ressamlığı bilen bir adamdır. (s.122)
Hilal Görününce romanında karşımıza çıkan Odaman Mahmut ve Cebbar,
çoban olarak çalışırlar. (s.22, 340) Samuel Usta ise, bir kuyumcudur. Samuel Usta,
paraya hırslı bir kişidir. (s.159) İşinde çok mahir olarak karşımıza çıkan Samuel
Usta, el yapımlı müceveherlerle Giray’ı şarşırtır: “İhtiyar, gerdanlığı çarçabuk yerine
koydu. Bu defa, gövdesi zafir, kanatları altın bir güvercin iğne gösterdi. Güvercinin
etrafı elmaslı çiçek dallarıyla süslüydü. Kuşun arkasında, kolay kolay gözükmeyen
küçük bir yay vardı. Samuel iğneyi eline aldığında kuş, titremeye başladı. Sanki
kanat çırpıyordu, uçuverecekti.
- Şu çiçeklere yakından bak!
Giray eğildi. Dikkatle bakınca, çiçeklerin üzerinde küçücük, mineli
kelebekler, arılar gördü.
İhtiyarın yüzünde kibirli bir gülümseyiş belirmişti.
216 Haseki Ağası: Sarayda görevli silâhlı muhafızların başındaki amirdir. Başlarında iki karış külâh,arkalarında da kırmızı çuhadan dolama giyerlerdi. M. Orhan Bayrak, a.g.e., s.165
557
— Dahası var, dedi. İnci ve mercandan yapılmış altın yapraklı üzüm
salkımları çıkarttı.” (s.57–58)
Romanda Şirin’in babası Feyzullah Ağa, bir ayakkabı dükkânına sahiptir.
Ayakkabıları yapan Feyzullah Ağa’nın, dükkânında oğlu Bahtlı ile çalıştığını
öğreniriz. (s.60)
İşyan Eşiği romanında karşımıza çıkan Esro, bomba ustasıdır: “Fındıkcığa,
bomba yapan bir usta gelmiş. Esro adında bir usta. Rusya’da iki sene kalıp bomba
yapmasını öğrenmiş. Fındıkcık’ta yapılan bombalar, öteki Ermeni köylerine
gönderiliyormuş.” (s.14) Esro Usta’nın, çıraklarıyla Ermenistan için gecelerini
gündüzlerine kattığını öğreniriz. (s.41) Kendi evini aramaya gelen Türk müfrezenin
geldiğini bilen Esro Usta, yaptığı bomba, dinamitler ve kullanılan aletleri evin
dehlizine indirmeye başlar. (s.44)
Aynı romanda da öğretmenlik mesleğini temsil edenler ise, Muallim Cemal
(s.79) ve Coğrafya muallimidir. (s.161) İki öğretmen, masonların yaptıklarıyla
bilgililer. İkisi uyanıklardır. Karşımıza çıkan iki öğretmen, İttihatçılar ve masonların
devletin yıkılışında işlerini halka aktarmaya çalışırlar. (s.100, 231) Karşı tarafta
Ermenilerden olan Avadik Muallim ortaya çıkar. “Avadik Muallim; aydın ve zengin
Malatyalı Ermenilerle Mıgırdıç’ın evinde, gizli toplantılar düzenliyordu.” (s.164)
Avadik Muallim’in Avrupa ve Amerika’daki Ermeniler’e savaşa katılmak için
mektupları gönderdiğini öğreniriz. Avadik Muallim, toplantıda bu mektupları
gösterir. (s.166–167)
İşyan Eşiği romanında karşımıza çıkan Sir Edmond ise, dönemin
siyasetçilerini temsil eder. Sir Edmond, İngiliz sefiri olarak Entelijans Servisi şefi
ile Osmanlı Devleti’nin genel durumu hakkında konuşur. Onlar siyasetçiler olarak
Osmanlı Devleti karşısında Batılı devletlerin politikalarını tartışırlar. Bu konuşmadan
Fransızların İttihatçıları beslediklerini öğreniriz. İngilizler ise, bu durumdan razı
değillerdir. (s.108–110)
558
Dünya Durdukça romanında karşımıza çıkan Bora Bey, tanınmış bir
avukattır. Babası Kenan Güçlü’nün eskiden bir avukat olduğunu öğreniriz. (s.75, 90)
Zeynep ise hâkim olarak çalışır. Zeynep, mesleğini çok seven bir kadın olarak
karşımıza çıkar: “Dava dosyalarını evinde, geceleri büyük bir titizlikle okuyor,
eleştiriyordu. Çok çalışmasıyla mesleğinde yeni bir döneme girmişti.” (s.83)
Romanda rol alan Ayşe, millî mücadele sırasında gönüllü bir hemşire olarak
çalışır. (s.30)
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu romanında Sefer Ağa, bir değirmenin
sahibi olarak karşımıza çıkar. Hekimoğlu İbrahim ise bu değirmende bekçi olarak iş
görür. (s.7–8)
Aynı romanda da yerli halktan karşımıza çıkan fırıncı, fırınında Hekimoğlu
ve arkadaşlarını yer verir. (s.66)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında Neveser’in babası Alaman Ziya Bey,
“Rumeli Demiryolları Kumpanyası’nda enspektör” olarak çalışır. (s.182) Ziya Bey,
işinde çalışkan bir adam olarak karşımıza çıkar. İlk olarak bir süreye Almanya’da
çalışır. Selanik’e dönünce kumpanyanın onu muhasebe müdüriyetinde muavinliğe
görevlendirdiğini öğreniriz. Ziya Bey dürüstlük, temeyyüz ve çalışkanlığı yüzünden
enspektörlüğüe kadar yükselir. (s.181)
Vatan Dediler romanında Halil Ağa, bir hancı olarak karşımıza çıkar.
Düzenli orduya katılmak için gelen gönüllüler Afyonda Halil Ağa’nın hanına
gelirler. Handa hiçbir boş yer yoktur. Ama Halil Ağa, kiç kimseye hayır demez.
Üstelik “siz vatanı kurtarmaya geldiniz. Gönüllü asker oldunuz. Sizden para alınır
mı?” diyerek gönüllülerden para kabul etmez. (s.37) Afyon fırıncısı da,
gönüllülerden ekmek parasını almak istemez. (s.37) Romanda onlardan farklı
olmayan Yakup Efendi, bir zahireci olarak karşımıza çıkar. Yakup Efendi, ordunun
subayları tarafından çok güvenilen bir kişidir. Üstelik vatanın hizmetine elinden
geleni yapmaya çalışır. (s.28–29, 128) Teğmen Galip ise, bir öğretmendir. Ama
559
öğretmenliği hiç yapmadığını öğreniriz. Teğmen Galip, okulu bitirir bitirmez orduya
alınarak savaşa katılır. (s.56)
Molla Mahmut, Akşehir’de Sadık Ağa ile tanışır. Sadık Ağa’nın bir tuzcu
olarak çalıştığını öğreniriz. Sadık Ağa’nın Akşehir’de bir dükkânı vardır. (s.117)
“Kır sakallı, yaşlı bir adamdı. Yüzünün çizgileri çoğalıverdi.” diye tanıtılan Mehmet
Ağa’nın bir çoban olarak çalıştığını öğreniriz: “Keçileri önüne kattı, dua ederek gitti.
Bozkır insanıydı, bozkırın bir parçasıydı.” (s.267)
Vatan Dediler romanında karşımıza çıkan Bekir Usta ise, tüfekçi ustası
olarak çalışır: “Ayağa kalkıp hepsinin elini sıktı. İri yarı, güçlü bir adamdı. Kocaman
elleri vardı.
— Ben tüfekçi ustasıyım.” (s.279)
Bekir Usta, romanda yan bir motifi gösterir. Bekir Usta etkileyici
konuşmasında işçilerden söz eder. Ona göre devleti kuran işçiler, ama zenginleşen
siyasetçilerdir. Yazar, sosyalizm fikirlerinin bu dönemde Türkiye’ye kadar
yayıldığına gösterir. Bekir Usta, yeni kurulacak devletten ümitlerini askerlere söyler:
“Yeni kurulacak devletin temelinde halkın kanı ve alın teri var. Duvarlarında ve
çatısında da bu olacak. Ama içinde başkaları oturmamalı, halkın kendisi oturmalı.
Öyle bir yapı kurulmalı.” (s.281)
Romanda yer alan Binbaşı Kadri Bey, süvari alayının komutanı olarak
karşımıza çıkar. “Babacan bir adam” (s.53) olan Binbaşı Kadri Bey, işine titizlik
davranır. Her şeyi yerli yerinde isteyen Binbaşı Kadri, bütün işleri kendisiyle takip
eder. Alayda heri şeyi yakından izler. (s.58–60)
Romanlarımızda yer alan meslekler, genel olarak işlenen dönemlere
uygundur. Tezimizde yer alan elli altı meslek içerisinde kişileri gösterdik.
Mesleklerine göre kahramanlar, görev ve mesleklerinde biteliklerinin üzerinde
durduk. Olumlu bir şekilde kullanan mesleğini kahramanlar karşımıza çıkmıştır.
Bunun bir örneği IV. Murad -1- ve -2- romanlarında karşımıza çıkan Şeyhülislâm
Yahya Efendi’dir. Yahya Efendi, memleketin genel durumunu düzeltmek için
560
mesleğini olumlu bir şekilde kullanır. Karşı tarafta aynı romanda karşımıza çıkan
Recep Paşa, yeniçeri ağası görevini yaparken, mesleğini kötü niyetli kullanır. Recep
Paşa, sadrazam olmak için yeniçerileri kışkırtmaya çalışır. Üstelik birkaç kişiyi
öldürtür. Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında da karşımıza çıkan Abdi Bey,
meleğini sefahat için kötüye kullanır. Civelek Osman romanında da yer alan İzzet
Bey, Bandırma Voyvodası olarak görev yapar. İzzet Bey, görevi sayesinde
Bandırma’da itibarlı bir kişi olarak karşımıza çıkar. İzzet Bey Bandırma’da demir
yumruk ve falaka terbiyesini kullanmasına rağmen kötü niyeti yoktur. Ama
Bandırma’nın Hıristiyan ve Rumları içerdiği genel ahlakı bozmamak için bu siyaseti
uygular.
Romanlarda mesleklerini hakkıyla yerine getiren kahramanlar da vardır.
Bunların bir örneği IV. Murad -1- romanında karşımıza çıkan Demirci Ali Usta’dır.
Demirci Ali Usta, demircilik mesleğinde çok mahir olduğunu görürüz.
Devleti yöneten Padişahlar, ‘yönetici’ olarak ele aldığımız romanlarda üçe
ayrılmaktadırlar. Birinci grup kudretli, güçlü ve yöneticiliğin yeteneklerine sahiptir.
Bunların başında Osmancık romanında karşımıza çıkan Osman Gazi gelir. Osmanlı
Devleti’ni kuran Osman Gazi, meslek bakımından önderlik niteliğine sahip tam
yerinde bir padişahtir. İkinci grup ise, tam terstir. Onlar zayıf, iradesiz ve gafletli
padişahlardir. Bu grupu temsil eden IV. Mehmed (Avcı), Beyaz Kale romanında
padişahlıktan ziyade avcılığa önem veren sefih bir padişah olarak karşımıza çıkar.
Üçüncü grup tartışmalıdır. Bu grup Son Kavşak romanında gördüğümüz Sultan II.
Abdülhamid’de buluruz. Yazar-anlatıcılara göre bu gibi padişahlar zor bir durumda
gelirler. Ama başka zamanda gelirlerse daha iyi bir yöneticiler olarak çıkacaklardı.
Aynı gruptan çıkan IV. Murad da gelir. Ama Sultan IV. Murad kısa bir süre içinde
memleketin genel durumları düzletmeye başarır. IV. Murad -1- ve -2- romanlarında
karşımıza çıkan IV. Murad, bu yaptıklarıyla kendini güçlü bir padişah olarak ispat
etmiştir.
561
F) Sosyal Durum ve Konumlarına Göre Kahramanlar
Bu bölümde incelediğimiz tarihî romanlarda şahıs kadrosunu, sosyal
konumlarına göre göstermeye çalışacağız. İncelenen şahıslar; liderler, yüksek mevki
sahipleri, askerler, soylu ailelere mensuplar, halk tabakası gibi birkaç başlık altında
toplayacağız.
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında Sultan Alp Arslan, Anadolu Seçuklu
Devleti’nin hâkimidir. Sultan Alp Arslan, yetenekli bir savaşçıdır. Emir Afşin,
Sultan Alp Arslan’ın en yakın kumandanlarından biridir. O da sultana sadıktır.
Romanın başkahramanı olan Aksungur’un, zengin bir aileden olduğu anlaşılır.
Aksungur, gençleştikten sonra Alp Arslan’ın ordusuna katılır. Halit Ağa, yetenekli
bir akıncı olarak karşımıza çıkar. Romen Diyojen ise, Bizans imparatorudur.
Malazgirt’ta yenilen imparator, tahtından indirilir.
Selâhaddin Eyyûbî romanında başkahraman olan Selâhaddin Eyyûbî,
Necmettin Eyyûb’un oğlu ve Eyyûbîler Devleti’nin kurucusudur. Necmettin Eyyûb
ise, Selâhaddin Eyyûbî’nin babası ve Baalbek valisidir. Selâhaddin Eyyûbî’nin
kardeşleri olan Turan Şah ve Emir Adil, Necmettin Eyyûb’un oğulları ve
Selâhaddin’in ordusunda komutanlardır. Romanda Kral Amuray, Kudüs’ün ilk kralı
olarak karşımıza çıkar. Çok geçmeden yerini Kral Budin alır. Kral Budin sözünde
durmayan biridir. O, Trablusşam Kontu Röno dö Şatiyö ile anlaşarak Selâhaddin’in
karşısına çıkarlar. Kral Budin öldükten sonra yerine Kral Gui dö Lusignan gelir.
Kral Gui, Avrupa krallarını Selâhaddin’e karşı kışkırtır. Haçlı ordusunda Aslan
Yürekli Rişar, İnglizi kralı olarak ortya çıkar. Romanda Filip Ogüst, Fransız
kralıdır. Fredrik Barbarossa ise, Alman imparatorudur.
Osmancık romanında Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi, Kayı
Boyunun Beği Ertuğrul Beğ’in küçük oğludur. Osman Gazi, Ertuğrul Gazi’nin
hayatında beğliğe seçilir. Osman Gazi, yetenekli bir hân olarak Osmanlı Devleti’ni
kurmaya başlar. Zaman gittikçe de itibarı artar. Dündar Gazi, Ertuğrul Gazi’nin
küçük kardeşidir. Dündar Beğ, çok muhteris ve beğliği kendisine ister. Savcı Beğ,
Osman Gazi’nin küçük ağabeyi ve Ertuğrul Gazi’nin oğludur. Gündüz Beğ ise
562
Osman Gazi’nin büyük ağabeyidir. Savcı Beğ ve Gündüz Beğ, Osman Gazi’ye
sadıklardır. Mihail Kosses, Harmankaya’nın hâkiminin oğludur. Mihail Kosses,
Osman Gazi’nin bir dostudur. Mihail Kosses, İslâmiyete girerek Abdullah adını alır.
Mihail Kosses, Osman Gazi’ye çok sadık bir insandır. Abdurrahman Gazi, Konur
Alp, Sungur, Karamürsel ve Akça Koca, Osman Gazi’nin yoldaşları ve en yakın
arkadaşlarıdır. Her biri birçok kalenin alınmasında kumandanlık yapmıştır. Üstelik
onlar roman boyunca Osman Gazi’nin güvendiği kişilerdir. Her biri de cesur ve
Osman Gazi’ye çok sadıktır. Şeyh Ede Balı, bütün Anadolu’da şöhret kazanan ve
saygılı bir kişidir. Üstelik Ertuğrul Gazi tarafından çok saygı duyulur. Ede Balı’nın
kızı Malhun Hatun ise, Osman Gazi’nin eşi ve Orhan Gazi’nin annesidir. Roman
boyunca kocası Osman Gazi’ye sadıktır. Osman Gazi’nin büyük oğlu Orhan,
savaşçı olarak yetiştirilir. Romanın sonlarında Orhan Gazi, devleti idare etmeye
başlar. Bursa’yı fetheden odur. Yarhisar tekfuru Dukas’ın kızı Holofira ise,
İslâmiyete girerek Orhan Gazi ile evlenir. Holofira, Murat’ın annesidir.
Kaybolan Elçiler romanında Sunguroğlu, İbrahim ve Köse Yusuf, şöhret
kazanan akıncılardır. Sunguroğlu, doğrudan Orhan Gazi’den emirleri alır. Yalova
Rum Beyi Nikolas, ihtiyar ve birçok şeyden habersizdir. Yalova’nın idaresi ise,
Nikolas’ın yeğeni ve silahşörlerin kumandanı Aryanos’un elindedir. Yakos Dede
fakir bir ihtiyardır. Yakos Dede’nin ailesi, on yaşında çocuk (Rudos) ve birisi yaşlı,
ikisi genç üç kadından oluşmaktadır. Kadınların birisi çocuğun annesi ve öldürülmüş
olan Yakos Dede’nin oğlunun karısıdır. Yaşlı kadın ise Yakos’un karısıdır.
Kara Şövalye romanında İzmit Beyi Kalo Yani, korkak ve yeteneksiz bir
kumandan olarak karşımıza çıkar. İzmit’i gerçek hâkimi ise, Kalo Yani’nin
kızkardeşi Prenses Mari Paleolog’dur. Prenses Mari kuyu bir Hıristiyandır. Bu
sebeple çete kurarak Hıristiyanlığa ihanet edenlerden intikam alır.
Tuzak romanındaki kahramanların büyük bir kısmı Bizanslı bir çetenin
kişileridir. Kahramanların sosyal durumlarına pek bilgi verilmez. Yalnız
Sunguroğlu’nun çocukken babasını kaybettiğini, Akça Dede ve Nine tarafından
büyütülüp yetiştirildiğini öğreniriz.
563
Baskın romanında Münir Gazi, Sunguroğlu’nun eskiden bir arkadaşıdır.
Birlikte senelerce yan yana çarpışmışlardır. İznik Beyi, birçok şeyden habersizdir.
Yahudi asıllı Hüssam, İznik Beyini aldatarak İznik’in adaresini eline alır. Hüssam’ın
asıl amacı Orhan Gazi’yı öldürmektir.
Çalınan Hazine Sunguroğlu’nun eski arkadaşı olan Saltuk Bey, Orhan
Gazi’ye çok sadıktır. Saltuk Bey, kalelerden vergileri toplar. Tekin Alp ve Ali Can
ise Saltuk Alp’ın yardımcılarıdır. Şövalye Metiyüs, Kont Malper’in yeğenidir.
Kaçırılan Prenses romanında eski kumandan olan Lagan Mişöp, Müslüman
olduktan sonra adını Mustafa Ali’ye değiştirir. Mustafa Ali karısı olan Hatice Hanım
ile beraber yaşar. Oturduğu konağın görünüşü haraptır. İmparator ile arası iyi
olmadığı için çok sıkıntı yaşamıştır. Romanda V. Yannis, Bizans imparatorudur,
kızını bulmak için her şeyi yapmaya hazırdır.
Gemide İsyan romanında Çimpe Beyi, ihtiyardır. Eskiden bir akıncıdır.
Denizci olan Kaptan Guidi, Venediklidir. Kaptan Guidi, İslâmiyete girerek
Sunguroğlu’na yardım eder.
Yıldırım Bayezid romanında Yıldırım Bayezid, romanın başlarında şehzade
olarak karşımıza çıkar. Sultan Murad öldürüldükten sonra tahta çıkan Yıldırım
Bayezid’in ilk yaptığı iş, kardeşi Yakup Çelebi’yi öldürtmektir. Yıldırım Bayezid,
Devlet Hatun ile evlidir. Sırp kralının kızı Olivera, Yıldırım Bayezid’in ikinci
eşidir. İstefan, Sırp kralı ve Olivera’nın kardeşidir. İstefan, Yıldırım Bayezid’e
sadıktır. Sadrazam Çandarlı Ali Paşa, Yıldırım Bayezid’den korkar. Üstelik
kendisini düşünür. Bu sebeple Ankara Meydan Savaşı’nda padişahı terk eder. Doğan
Bey, Niğbolu Kalesinin komutanı olarak karşımıza çıkar. Cesur ve atak olan Doğan
Bey, padişaha sadıktır. Sigismond, Macar kralıdır. Sigismond, Avrupa krallarını
Yıldırım Bayezid’in karşısında kışkırtmaya çalışır. Fransız Kralı Şarl mağrurdur.
Kendisini dünyanın en güçlü şövalyesi olarak görür. Romanda V. Yannis, Bizans
imparatorudur. V. Yannis öldükten sonra yerine oğlu Manuel gelerek imparator olur.
Timur Leng ise, kana susanmış bir hakandır.
564
Binatlı romanında kahramanlar, Krallar, ordu kumandanları ve savaşçılardır.
Sultan Yıldırım Bayezid, Osmanlı Devleti’nin padişahıdır. Niğbolu Kalesinin
komutanı olan Doğan Bey, padişaha sadıktır. Karşı tarafta Haçlı kumandanları
birbirini küçümserler. Fransız kralını temsil eden Nevres Kontu Jean ve Alman
kumandanı birbirini sevmezler. (s.22) İkisi de, Eflak Voyvodası Mirçe’yi
küçümserler. (s.24)
Topal Kasırga romanında kahramanlar genelde şehrin büyükleri ve yüksek
mevkie sahip insanlardır. Sivas Kalesini idare eden Şehzade Süleyman Çelebi,
Yıldırım Bayezid’in oğludur. Şehzade Süleyman Çelebi, Timur tehlikesini duyar
duymaz şehri terk eder. Malkoç Mustafa Bey, Sivas’ı yönetmeye başlar.
Malkoçoğulları atası olan Malkoç Bey, cesur ve atak bir akıncıdır.
İlk Hançer romanında Kazan’ı yöneten Sefa Giray Han’dır. Sefa Giray Han,
Kazan’ın Rusların eline düşmemesi için elinden geleni yapar. İlk olarak Rusya’ya
karşısında Türklere birleşme çağrılarda bulunur, sonra da tek başına savaşır.
Öldükten sonra yerini karısı olan Süyün Biyke Hatun alır. O da müdafaadan
yanadır. Rus Çarı İvan, kana susanmış ve Müslümanlara düşmandır. Yüzbaşı Alp
ise, Kazan’a çok sadıktır. Yüzbaşı Alp, Sefa Giray’in en iyi komutanlarından biridir.
IV. Murad–I- romanında Dördüncü Murad, Osmanlı padişahıdır. IV.
Murad’ın yaş itibarıyla küçük olduğu için devleti idare eden Kösem Sultan’dır. IV.
Murad, Valide Sultan ilişkisinde bir iç savaşı yaşar. Padişah hem annesini sever, hem
de annesinin devlet işlerinden uzak kalmasını ister. Sonunda padişah, doğruca Valide
Sultan’a devlet işlerinden uzak kalmasını söyler. (a.101–102) Dördüncü Murad’ın en
çok güvendiği kişilerden biri sadrazam Hafız Ahmet Paşa’dır. Hafız Ahmet Paşa,
Topal Recep Paşa tarafından öldürtülür. Yeniçerilerin kışkırtmasıyla sadarete geçen
Recep Paşa, çok geçmeden padişah tarafından öldürtülür. Yeniçerler kethüdası
Bayram Ağa, padişaha çok sadıktır. Bu yüzden padişah, gizli toplantılarını Bayram
Ağa’nın konağında yapar. Cesur bir savaşçı olarak karşımıza çıkan Molla Doğan,
padişahın güvendiği kişilerdendir. Bu yüzden Molla Doğan, padişahın yanından
ayrılmayarak her zaman düzenlenen gizli toplantılarda yer alır. Hasan Halife,
565
Dördüncü Murad’ın en sevdiği kişidir. o padişahın çocukluk arkadaşıdır.
Şeyhülislâm Yahya Efendi ise, saygılı bir din adamıdır.
Romanda halkı temsil edenler esnaftır. Onlardan Eskişehir’de yaşayan
Demirci Ali Usta, evli ve iki çocuğu vardır. Üstelik kör annesiyle birlikte yaşar. Kör
Ali tarafından istenilen altınları veremeyen Ali Usta ailesine çok endişelidir: “Evine
gitti. Kör bir anası, bir karısı ve iki oğlu vardır. Eve girdiğinde oğulları yolunu
kestiler. Her zamanki gibi sarılamadı onlara. Ağlamaktan korkuyordu.” (s.128) Adli
Usta, Berbar Kâzım ve Mestan Ağa, romanda İstanbul’un esnaflarındandır. Adli
Usta, bakırcıdır. Arnavut Mestan Ağa ise kahvecedir. Romanda Mestan Ağa’nın
kahvesi, halkın nabzını temsil eden yerdir. Orada adlı geçen üç arkadaş Molla Doğan
ile birlikte oturup devletin durumunu konuşurlar. Onlardan da Bakırcı Adli Usta,
halkın temsilcisi olarak padişahın gizli toplantılarına davet edilir.
IV. Murad–II- romanında Bağdat seferine çıkan Sultan Dördüncü Murad,
yetenekli ve güçlü bir padişah olarak karşımıza çıkar. Sofi Hoca, eskiden Osmanlı
ordusunda bir savaşçıdır. Ama ihtiyar olduğu için bir köyde imamlık yaparak kalır.
Sofi Hoca, bir seferinde kimsesiz bulduğu bir savaşçı olarak Osman’ı yetiştirmeye
çalışır. Musa Bey’in oğlu Osman, şöhret kazanan bir savaşçı olur ve Osmanlı
ordusuna katılır. Bektaş Han, Bağdad’ı idare eden hükümdardır. O da İran şahına
bağlıdır. Bektaş Han’ın karısı ise, Lori Hüseyin Hanın kızıdır. O da mağrurdur. Şah
Safi, İranın şahıdır. O şaraba düşkün ve korkaktır. Musa Bey, Osmanlı ordusunun
akıncılarından biridir. Sona kadar devlete ve padişaha sadıktır. Musa Bey, Osman’ın
babasıdır. Yaman Kâzım, Musa Bey’in oğlu ve Osman’ın bir başka anneden
kardeşidir. Padişaha çok yakın olan Molla Doğan, yiğit bir silahşördür. Padişah ile
birlikte Bağdat seferine çıkan Bayram Paşa, sadrazamdır. Padişaha çok sadıktır. Ama
çok geçmeden ölür yerini Tayyar Mehmet Paşa alır. Tayyar Mehmet Paşa, birkaç
kuleyi ele geçirdikten sonra şehit düşer. Yerine sadrazam yapılan Kemankeş
Mustafa Paşa, selefi gibi gayret eder. Şeyhülislâm Yahya Efendi, roman boyunca
padişahın yanındadır. Halkın şikâyetlerine önem veren bir din adamıdır. Üstelik
seksen yaşına giren Yahya Efendi, Bağdat seferinde cesur ve atak bir savaşçı olarak
566
karşımıza çıkar. Yahya Efendi savaş sırasında padişahın yanında ön safkarda yerini
alıp bir akıncı gibi dövüşür.
Beyaz Kale romanında Dördüncü Mehmet (Avcı) Osmanlı padişahıdır.
Sultan IV. Mehmet, çevredeki insanların etkisinde kalan bir padişahtır. Türkler
tarafından esir alınan Venedikli bilim adamı, birçok ilimden bilgileri vardır. Hoca
ise Venediklinin bilgilerinden faydalanmaya çalışır. Sadık Paşa, Hoca’den farklı
değildir. O da kendi çıkarlarına göre diğerlerden faydalanmaya çalışır.
Patrona romanında sosyal durumlarını gösterilen kişi yoktur. Ama buna
rağmen İstanbul’un genel sosyal durumula bilgiler verilir. Romanda İstanbul, ikiye
ayrılır. Birincisi yoksul ve fakirlerin İstanbul’u, diğeri de zenginlerin İstanbul’udur.
Birinci bölümde gecekondularda yaşayan yemeklerini bile bulamayan yoksul
insanlar yaşar. Karşı tarafta zenginlerin İstanbu’unda saray, köşk ve eğlence
yerlerinin bulunduğunu öğreniriz. Romanda her bu iki bölümeye ait kişiler da vardır.
İstanbul’un birinci kısmının insanlarını temsil eden, seyyar satıcılık yapan Patrona
Halil’dir. İstanbul’un ikinci bölümünü temsil edenler ise, Osmanlı padişahı Üçüncü
Sultan Ahmet ve sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’dır. Tahta çıkan
Sultan I. Mahmut, davletin işlerini eline toplamak için Patrona Halil ve
arkadaşlarını öldürtür. Şair İbadî, bir halk şairidir. Saz ile şiirlerini söyleyen İbadî,
halkın nabzını temsil eder.
Civelek Osman romanında Rum kızı olan Despino, kendisine seven bir baba
ile Hıristiyanlığa mütaasıp bir anne tarafından yetişitirilir. Değirmenci Panayot
Usta’nın kızı Despino, zengin bir aileden olan Gavril ile nişanlıdır. Civelek Osman,
yeniçerilerden Habib Odabaşı’nın oğludur. Yeniçeri ocağının kaldırılmasında kaçar.
İzzet Bey, Bandırma Beyi ve herkes tarafından saygı duyulan biridir. Değirmenci
Panayot Usta, İzzet Beyin değirmenini işleten ustadır. İzzet Beye çok sadıktır.
Hıristiyan olmasına rağmen Müslümanları sever. Panayot Usta’nın karısı Sultana
ise, koyu Hıristiyandır. Ne Türkleri ne de Müslümanları sever. Ali Efe, kimsesizdir.
Ama herkes tarafından sevilen biridir.
567
Hilal Görününce romanında karşımıza çıkan kahramanlar, Kırım Türklerini
temsil ederler. Romanda yer alan kahramanlar, birbirlerini yardım ederler. Onların
sosyal açıdan başlıca özeliği, toplum içinda dayanışma ve yardımlaşma ruhudur.
Romanın başkahramanı Nizam Dede, Eski Yurt’ta yaşayan bir ihtiyardır. Nizam
Dede’nın oğlu Giray, Feyzullah Ağa’nın kızı Şirin ile evlidir. Şirin, Kırım’ın en
güzel kızlarından biridir. Feyzullah Ağa, Bahçesaray’da bir ayakkabı dükkânı
vardır. Orada Cafer ve Bahtlı Bey olan oğullarıyla çalışır. Nizam Dede, kendi
acılarını yaşayan ve dünyaya pek önem vermeyen yeğeni Arslan Bey’e yardım
etmeye çalışır. Arslan Bey aslında yaman bir güreşçidir, ama eşi öldükten sonra bu
duruma gelir. Arslan Bey, Giray öldükten sonra Şirin ile evlenir. Hamza Batur,
Çoban Mahmut’un oğludur. Hamza Batur, Nizam Dede’nin yanında çalışır. Nizam
Dede’nın kızı Aybike, Şahbaz Bey ile evlidir. Şahbaz Bey, sürekli olarak İgor
Gregoroviç ile kavga eder. İgor Gregoroviç ise, bir Rus zenginidir. Akmescit’te
epey çok arazisi ve bağları vardır.
Kırım Türkleri arasındaki dayanışma ve dertleşmeyi gösteren en önemli
husus, teferrüç günüdür. Bu günde Kırım Türkleri bir araya toplanıp kurbanları
keserler. Fakirleri doyururlar. Bu sıralarda da yetim çocuklar unutulmaz. (s.85)
Dağlı romanında Şeyh Şamil hem din adamı hem de mücahit olarak
karşımıza çıkar. Toy Cafer, genç bir savaşçıdır. Vatan hizmetine annesini terk eden
Toy Cafer, Şamil ordusuna katılır. Rus ordusunda Çavuş Mihalov, Nikola’nın
babasıdır. Nikola, Rus ordusunda genç ve tecrübesiz bir askerdir. Bu yüzden Çavuş
Mihalov, hep oğlu Nikola’yla ilgilenir.
İsyan Eşiği romanında Yusuf, Musa ve çocukluk arkadaşı Osman ile birlikte
Türk müfrezesinde yer alırlar. Yoldayken Osman, Ermeniler tarafından amansızca
öldürülür. Yusuf, Osman’ın öldürülmesinde kendini suçlu olarak sayar. Bu yüzden
köye dönen Yusuf, Osman’ın oğlu Hasan ile kendi öz oğlu gibi ilgilenir: “Oğluna ne
yaptıysa Hasan’a da aynı giysileri aldı.” (s.76) Şehit düşen Osman’ın annesi Hatçe
Kadın’ın köy içinde saygısı daha da artar. Diğer kadınlar bile kendisine kıskanmaya
başlar. Hatçe Kadın’a kıskananlar arasında Yusuf’un annesidir. Hamdi, Osman’ın
kardeşi ve Yusuf’un arkadaşıdır. Fadime ise, Hasan’ın annesi ve Osman’ın karısıdır.
568
Kocasının öldürülmesine çok üzülür. Ermeni Bakırcı Mıgırdıç, köyün en zengin
adamıdır. Evini komitecilere açar. Fıratoğlu, zengindir ve Mıgırdıç ile işbirliği
yapar. Fıratoğlu, Mıgırdıç’ın zenginliğinden, Mıgırdıç da Fıratoğlu’nun güç ve
adamlarından faydalanır. Fuat Bey, İttihatçılardan bir mülazimdir. Sonra zaptiye
kolağası olur. Fuat Bey, sadece kendini düşünen bir insandır. Bu yüzden Fuat Bey,
köylülerin gözünde dinin ve devletin düşmanıdır. Romanda öğretmenlik mesliğini
temsil eden üç kişi vardır. İkisi Türk olan Coğrafya muallimi ve Muallim
Cemal’dir. Üçüncüsü ise Ermeni olan Avadik Muallim’dir. Türk muallimleri, halk
tarafından saygılı kişilerdir. İkisi çeşitli konularda köylüleri aydınlatmaya çalışırlar.
Avadik Muallim ise, Avrupa’da yaşayan Ermenilere mektuplar yazıp Ermenistan
Cumhuriyeti’ni kurmak için yardım ister.
Son Kavşak romanında Ferit ve Ercan, fakir gençlerdir. İki genç
ümitsizlerdir. Bu yüzden bir kuyumcu dükkânını soymaya karar verirler. Hacı Ömer
ise, İstanbul’a yerleşen bir tüccardır. Hacı Ömer, kızı Hicret ve karısı ile birlikte
yaşar. II. Addülhamid, tecrübeli ama aciz bir Osmanlı padişahı olarak karşımıza
çıkar. Harbiye Nazırı olan Enver Paşa, kendini düşünen bir insandır. Üstelik
tecrübesizdir. Tecrübesizliği yüzünden Osmanlı Devleti’ni lüzümsüz bir savaşa
sokar. Talat Paşa ise, Dâhiliye Nazırı sonra sadrazam olarak karşımıza çıkar. O da
kendini devletin çıkarından daha çok düşünen bir insandır.
Dünya Durdukça romanında, iki kahraman sosyal hayatından bilgi
edinebiliriz. Birincisi Mustafa Kemal Atatürk, ikincisi ise Zeynep’tir. Mustafa
Kemal Atatürk, kendisini çok seven bir babanın oğludur. Ama henüz küçük yaşta
olan Mustafa’nın babası ölür. Bu sıralarda küçük Mustafa, bir süre annesi ve kız
kardeşiyle birlikte dayısının yanında yaşar. Sonra öğrenimini sürdürebilmek için
Selanik’te teyzesinin yanında gönderilir. Mustafa Kemâl, bu şekilde hayatının ilk on-
on iki yılını geçirir. (s.7–10)
Ömer Cevat’ın kızı Zeynep ise, küçük yaştan itibaren yetim bir kız olarak
karşımıza çıkar. Hemşire Ayşe, bir süre Zeynep’e bakar. Çocukları olmayan
Zeynep’in amcası ve yeğeni, öz kızları gibi Zeynep’i severler. Eğitimine çok önem
569
verirler. (s.48–50) Zeynep, Bora Bey ile evlenir. Bora Bey, tanınmış bir avukattır.
Babası Kenan Güçlü da hukukçudur.
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu romanında başkahramanlık oynayan
Hekimoğlu, fakir bir ailedendir. İhtiyar annesiyle yaşar. Hekimoğlu, Gürcü Sefer
Ağa’nın değirmeninde bir bekçi olarak çalışır. Hekimoğlu’nun en yakın arkadaşı
olan Gedik Halil, Hekimoğlu’ndan farksız değildir. O da Çok fakirdir. Fadime,
Sefer Ağa’nın kızıdır. Fadime ile Hekimoğlu arasında bir yakınlaşma başlar. Bu
Yüzden Fadime’nin nişanlısı Seyyid, Hekimoğlu’yu öldürtmek ister. Seyyid, çok
zengin bir Gürcü ailenin oğludur. Gürcüler, Hekimoğlu İbrahim’i öldürtmek için
Hulusi Ağa’yı görevlendirirler. Hulusi Ağa, itibarlı ve saygılı bir köyün ağasıdır.
Daydan Arslan ise, Hulusi Ağa’nın öldürülmesinin ardından Hekimoğlu İbrahim’in
peşine gider. Daydan Arslan, genç ve güçlü bir Gürcü’dür.
Ermeni Zulmü romanı, belgesel roman olduğu için yazarın anlatısına dayanır.
Bu yüzden kahramanlarla ilgili pek bilgiler verilmez. Üstelik kahramanların sayısı
azdır. Romanda Kaya Emi, ihtiyar bir köylüdür. Köyden çıkmak istemeyen Kaya
Emi, Pusat ve Yaser olmak üzere iki oğlu vardır. Romanda askerî kadroyu temsil
eden Kâzım Karabiber’dir. Türk ordusunda üst rütbeli Kâzım Karabiber, Erzurum
ve Erzincan’de kurtuluş kahramanı olarak karşımıza çıkar.
Karasu romanında kahramanlar Diyap Ağa ve Mustafa ağa, Atatürk’ün
adamlarından ve milletvekillerdir. İkisi saygı duyulan kişilerdir. Üstelik zenginlerdir.
Romanda komitecileri temsil edenlerden Vahan, vahşî bir Ermeni olarak karşımıza
çıkar. Arkadaşı Nazar, Vahan’dan farklı değildir. O da kana susanmış bir insandır.
İdris Hoca ise, köyün derin hocasıdır. İdris Hoca romanda din adamlarını temsil
eder. Köylüler tarafından saygılı biridir.
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında kahramanlar, çoğunlukla Selanik’in
saygılı ve zengin ailelerindendir. Halıcızade ‘Köse’ İsmail Bey, Selanik’in en
zenginlerinden biridir. İsmail Bey’in oğlu Abdi Bey, şehvetine düşkün bir insandır.
Selanik’te Yahudi komşularından biri olan Rosa ile ilişkide bulunur. Rosa, Abdi
Bey’den farklı değildir. O da şehvetine düşkün bir kadındır. Rosa evlendikten sonra
570
Abdi Bey ile ilişkisini de sürdürür. İsmail Bey oğlunu bu ilişkiden korumak için
Abdi Bey’i yüksek tahsilini bitirmeye Fransa’ya gönderir. Abdi Bey, memlekete
döner dönmez Neveser ile evlendirilir. Neveser, Alaman Ziya Bey’in kızıdır.
Neveser, duyarlı bir kızdır. Alaman Ziya Bey, cömert bir insan olarak karşımıza
çıkar. Üstelik çocuklarına Almanya’dan özel bir mürebiyyeyi getirir. Ahmet Ziya ise
Alaman Ziya’nun oğlu ve Neveser’in küçük kardeşidir. Münif Sabri, Ahmet
Ziya’nın çocukluk arkadaşıdır. Münif Sabri, Anadolu’da süren Millî Mücadale’ye
İstanbul’dan istihbarat yapar. Neveser de eşi Abdi Bey’in duyarsızlığı karşısında
Münif Sabri’ye yönelir. Sonunda Neveser, Münif Sabri ile bir ilişki kurar. (s.323)
Kurtuluş Savaşı’nı anlatan Vatan Dediler romanında şahıslar kadrosunun
büyük bir kısmı, askerlerdir. Molla Mahmut, Haceli, Kâzım, Çopur Hamdi ve
Aşır olan Tacımlı beş atlı, düzenli orduya katılırlar. Molla Mahmut tecrübeli bir
asker olarak karşımıza çıkar. Haceli, bütün savaşlarda Molla Mahmut’un yanındadır.
Kâzım ise şehit düşer. Aşır ile Çopur Hamdi, savaşta yaralanırlar. Üçüncü bölüğün
komutanı yedek Teğmen Galip, Molla Mahmut’un askerî alanda tecrübeliğini
beğenir. Teğmen Galip, bir savaşta şehit düşer ve yerine Teğmen Ali İhsan gelir.
Alay genel komutanı Binbaşı Kadri Bey ise, işine titizlik gösterir. Her şeyi yerli
yerinde ister. Cephe komutanı olan Miralay İsmet Bey, zaferden emindir. Bu
yüzden askerlere ümit verir.
Savaşa katılan gönüllü askerler, zor koşullar altında savaşırlar. Askerlerin
ekserisi eksik elbise ve aç olarak savaşır. Bunun karşısında köylüler askerleri
bırakmaz. Köülülerden olan Zeynel Ali, kendi evinde askerleri davet eder. Onlara
sıcak yemekleri verir. (s.216) Çoban olarak çalışan Mehmet Ağa, askerlere bir
keçiyi vermek ister. (s.266) İnönü Savaşı’ndan sonra halk çok sevinir, askerlere
yemekler gönderir. (s. 224) Karşı tarafta zengin köylülerden biri olan Hacı Nuri,
evine Yunan asker ve subaylarını davet eder. Ayşe kadın, Molla Mahmut’un
annesidir. İhtiyar kadın köyde ailesiz yaşar. Komşulardan olan Nazife gelin, Ayşe
Kadın ile ilgilenir.
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında Hasan Efendi, Ruslar tarafından
sürgündür. Hasan Efendi’nin oğlu Alparslan, cesur bir gençtir. Rus askerlerina karşı
571
duran Alparslan, amcasının kızı Sultan ile evlidir. Sultan, Süleyman Bey ile Hacer
Hanım’ın kızıdır. Müller, Kırım’da Alman binbaşıdır. Binbaşı Müller, yakalanan
Rus cesusu yerine Alparslan’ı Rusya’ya gönderir.
Yukarıda incelediğimiz şahıslar, sonuç olarak birkaç şu başlık altında
sıralamaya çalıştık: Lider (kabile reisi, han, hakan, sultan, padişah, imparator),
sadrazam-vezir, eyalet yöneticileri, komutanlar, akıncılar, askerler, ulema, esnaf ve
halktır. Her başlığın mensuplarının özeliklerini gösterdik.
G) Milliyetlerine Göre Kahramanlar
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında kırk beş kişi bulunur. Bunların on yedisi
Türk, on ikisi Bizanslı, yedisi Arap, beşi Rum, üçü Fars ve birisi Zenci’dir.
Selâhaddin Eyyûbî romanında kırk iki kişi bulunmaktadır. Bunlardan yirmi
beşi Türk, ikisi İngiliz, biri Alman, biri Fransız ve milliyetlerini tespit etmediğimiz
on üçü Avrupalıdır.
Osmancık romanında altımış dokuz kahraman bulunmaktadır. Bunların elli
dördü Türk ve on beşi Rum’dur.
Kara Şövalye romanında on sekiz kahraman bulunur. Bunların on biri
Bizanslı ve yedisi Türk’tür.
Tuzak romanında yirmi yedi kişi vardır. Bunlardan on üçü Bizanslı, on biri
Türk, ikisi Moğol, biri Yahudi’dir.
Baskın romanında on sekiz kahraman bulunur. Bunlardan on ikisi Türk, dördü
Bizanslı, biri Yahudi ve biri Venedikli’dir.
Çalınan Hazine romanında on sekiz kahraman bulunur. Bunlardan onu Türk,
altısı Bizanslı, biri İspanyalı ve biri Rum’dur.
Kaçırılan Prenses romanında yer alan yirmi beş kişi söz konusudur. Onlardan
yirmi biri Bizanslı, üçü Türk, biri Yahudi’dir.
572
Gemide İsyan romanında yirmi sekiz kahraman bulunur. Bunların on sekizi
Bizanslı, altısı Türk, biri Yahudi, biri İrlandalı (Avrupalı), biri İngiliz ve biri
Venedikli’dir.
Yıldırım Bayezid romanında elli bir kahraman bulunur. Bunlardan yirmi
dördü Türk, on biri Bizanslı, beşi Moğol, biri Arap, biri Macer ve biri Bulgar’dir.
Binatlı romanında on beş kahraman bulunur. Bunların yedisi Türk, dördü
Fransız, biri İngiliz, biri Macar, biri Alman ve biri Avrupalı (Eflak’tan)dır.
Topal Kasırga romanında yirmi dokuz kişi yer almaktadır. Bunlardan yirmi
beşi Türk, dördü Moğol’dur.
İlk Hançer romanında kırk kişi bulunmaktadır. Bunlardan yirmi dördü Türk,
on dördü Rus, biri Alman, biri İskoçyalı’dır.
IV. Murad–1- romanında seksen kahraman bulunur. Bunların yetmiş dokuzu
Türk, biri de İranlıdır.
IV. Murad–2- romanında ise, seksen sekiz kahraman bulunur. Bunların
yetmiş üçü Türk, on ikisi Fars, ikisi Arap ve biri Hint’tir.
Beyaz Kale romanında on kişi bulunur. Bunların sekizi Türk, biri Venedikli
ve biri Rum’dur.
Patrona romanında kırk beş kişi bulunur. Romanın kahramanları Türk’tür.
Civelek Osman romanında kırk kişi bulunur. Bunların yirmi sekizi Türk, on
biri Rum ve biri Ermeni’dir.
Hilal Görününce romanında elli üç kahraman bulunur. Bunlardan otuz
dokuzu Türk ve on dördü Rus’tur.
Dağlı romanında otuz altı kişi bulunmaktadır. Bunlardan on beşi Türk, yirmi
biri Rus’tur.
573
İsyan Eşiği romanında söz konusu yetmiş iki kişidir. Bunlardan elli ikisi
Türk, on ikisi Ermeni, ikisi İngiliz, ikisi Yahudi, biri Rus, ikisi Rum’dur.
Son Kavşak romanı, yirmi yedi kahramandan oluşur. Karşımıza çıkan
kahramanlar Türk’tür.
Dünya Durdukça romanında otuz yedi kahraman bulunur. Bunların otuz beşi
Türk ve ikisi Yunanlı’dır.
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu romanında yirmi üç kahraman bulunur.
Romanın kahramanları Türk’tür.
Ermeni Zulmü romanında on sekiz kahraman bulunur. Bunlardan on beşi
Türk, ikisi Rus ve biri Ermeni’dir.
Karasu romanında altmış kahraman bulunur. Bunların otuz beşi Türk, yirmi
beşi Ermeni ve dördü Rus’tur.
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında elli kişi bulunur. Bunların otuz üçü
Türk, altısı Alman, beşi Yahudi, üçü Fransız, biri Rus, biri İngiliz, biri de Rum’dur.
Vatan Dediler romanında doksan altı kahraman bulunur. Bunların seksan
altısı Türk, dokuzu Yunan ve birisi Rum’dur.
Kırım (Türk’ün Dramı) romanında kırk yedi kişi bulunmaktadır. Bunlardan
on altısı Türk, yirmi yedisi Rus, dördü Alman’dır.
1. Avrupalılar
Selâhaddin Eyyûbî romanında on yedi Avrupalı kahraman karşımıza çıkar.
Bunların başında Haçlı ordusunun kumandanları gelir. Onlar genellikle Müslüman
düşmanlarıdır. Müslümanların kanlarına susamışlardır. Kont Röno dö Şatiyö,
kervansarayındaki silâhsız Müslümanları amansızca öldürür. (s.109) Üstelik İngliz
Kralı Rişar’ın Müslüman esirlerini öldürdüğünü öğreniriz. Bu vahşi katliamı
tekrarlayan Rişar, kana susmuş ve katil bir insan olarak karşımıza çıkar. (s.167)
574
Gemide İsyan romanında İrlandalı O’nel karşımıza çıkar. Eskiden korsanlıkta
çalışan O’nel, artık zindancı olarak şövalye Don Piyer’in hesabına çalışır. O’nel,
korkaktır. Ama onun zayıf yanı, denize aşkıdır. O’nel, denize dönmek üzere zindanı
açarak eski arkadaşı olan Guidi ile gider. (s.148–149) O’nel, denize döner dönmez
bütün korkusu yiğitlik ve cesarete dönüşür. (s.158) Yardım istemeyen ve kılıçsız
dövüşen O’nel, iki şövalye tarafından öldürülür. (s.161) Ama savaşın O’nel
sayasında kazanıldığını öğreniriz. (s.167)
Aynı romanda da Padima diye geminin kaptanı Sör Mişel, bir İngiliz olarak
karşımıza çıkar. Üstelik onun bir süreye İngiliz kralının hesabına çalıştığını
öğreniriz. (s.95)
Binatlı romanında Haçlı ordusu Avrupalılardan oluşmaktadır. Onların başında
Fransız Kralının torunu olan Nevres Kontu Jean ve Fransızların başkumandanı
Burgonya Dükü Filip de Bar, Macar Kralı Sigismund, Alman kumandanı, Eflak
Voyvodası Mirçe, İngiliz kumandanı Rişard, Erdel Voyvodası Lazkovitz ve iki
Fransız askeridir.
Yıldırım Bayezid romanında karşımıza çıkan Avrupalıların ikiye ayrıldıklarını
söyleyebiliriz. Birinci bölüm Sırplardan oluşur. Sırplar, Osmanlı Devletine
arkadaşlık rolünü oynarlar. Üstelik Yıldırım Bayezid, Sırp kralının kızı ile evlenir.
(s.45) Diğer Avrupalılar ise, Osmanlı Devleti’ne düşmandır. Romanda karşımıza
çıkan Avrupalılar, birbirleriyle birleşerek Niğbolu’yu kuşatmaya gelirler. (s.97)
Romanda Avrupa’nın en cesur şövalyesi olarak karşımıza çıkan Fransız Kralı Şarl,
korkak ve mağrur bir adamdır. Üstelik şaraba düşkündür. (s.31–33) Macar Kralı
Sigismond ise, kurnazdır. Yıldırm Bayezid’e karşı bütün Avrupa krallarını tehrik
eder. (s.36) Diğer Avrupalılar ise arka plandadır. Böylece romanda yer alan
Avrupalılar, menfî özelliklere sahiplerdir.
İlk Hançer romanında iki Avrupalı kahraman bulunur. Birincisi İskoçyalı
mühendis Butler, Avrupa’dan Rusya’ya kadar topları yaptırmak için gelir. İkincisi
ise Alman subayıdır. Rusya’ya Avrupa’dan gelen askeri yardımlar arasında yer
almaktadır.
575
Beyaz Kale romanında başkahramanlık rölünü oynayan esir tutulan Venedikli
bilim adamıdır. Venediklinin, romanın kahramanları arasında olumlu özelliklere
sahip olan tek kişi olduğunu söyleyebiliriz.
2. Bizanslılar (Romalılar)
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında on iki Bizanslı yer alır. Karşımıza çıkan
Bizanslılar Neançes dışında menfî özelliklere sahip kişilerdir. Bunların başında
Mihail Vasileas gelir. Vasileas, mağrur ve alçak biri olarak karşımıza çıkar. Neançes
ise, mert bir insandır. Üstelik Müslüman demeden eski arkadaşına yardım eder.
(s.234–239)
Tuzak romanında olayların büyük bir kısmı Bizans’ta cereyan ettiği için
Bizanslılar bakımından zengin bir romandır. Romanda yer alan on üç Bizanslı,
olumsuz özelliklere sahip insanlardır. Onlar bir çete adamlarıdır. Para için her şeyi
yaparlar. Çeşitli yerlerden para için kızları kaçırırlar.
Baskın romanında Dört Bizanslı karşımıza çıkar. Onlar genel olarak çete
mensuplarıdır. Genel olarak paraya düşkün bu çete mensupları, korkak ve alçak
insanlardır.
Çalınan Hazine romanında karşımıza çıkan altı Bizanslıdan sadece Şövalye
Posaryüs, olumlu bir kişi olarak yer alır. Bunun bir sebebi vardır. Şövalye
Posaryüs’ün babası Türk’tür. (s.62) Şövalye Metiyüs ile at uşağıyla birlikte alçak ve
hırsız insanlar olarak karşımıza çıkarlar.
Gemide İsyan romanında yer alan on sekiz Bizanslı, menfi özelliklere
sahiplerdir. Romanda karşımıza çıkan Bizanslılar, ya çetenin hesabına çalışır ya da
korsanlık yapan insanlardır.
Kaçırılan Prenses romanının olayların tamamen Bizans’ta cereyan ettiği için
Bizanslı kahramanlar oldukça çoktur. Romanda İmparator başta olmak üzere yirmi
bir Bizanslı bulunmaktadır. Bizanslıların başında karşımıza çıkan eski başkomutan
olan Logan Mişöp ve karısı, müspet özelliklere sahiplerdir. Onlar Bizanslılar
576
olmalarına rağmen gizlice İslâmiyete girerler. Logan Mişöp, roman boyunca
Sunguroğlu’na yardım eder. Romanda yer alan diğer Bizanslılar, genellikle esnaf ve
çete mensuplarıdır. Onlar -imparator dışında- olumsuz özelliklere sahiplerdir.
Yıldırım Bayezid romanında on bir Bizanslı yer alır. İmparator V. Yoannis ve
oğlu Manuel, bunların başında gelirler. V. Yoannis ve Oğlu güvenilmez kişiler
olarak karşımıza çıkar. Üstelik sadece kendi çıkarlarını düşünen kumandanlardır.
Romanda diğer Bizanslılar ise hep arka plândalardır.
3. Araplar
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında yedi Arap yer alır. Bunlardan sadece
Prenses Süreyya, ön planda bir kadın kahraman olarak karşımıza çıkar. Prenses
Süreyya, Aksungur’u sevdiği için ona karşılıksız yardım eder. Aksungur’u zindandan
kaçıran Prenses Süreyya, müspet özelliklere sahiptir. (s.171) Diğer bir Arap
kahramanı olarak Ebu Hasan, bilgili bir din adamıdır. Üstelik Emir Afşin’in
arkadaşıdır. Ebu Hasan, bilgileriyle Aksungur’a yardım etmeye çalışır. (s.99) Diğer
Arap kahramanları ise, yardımcı kişiler ve arka plandalardır.
IV. Murad –II- romanında iki Arap kahramanı yer alır. İkisi yardımcı kişi ve
arka plandadır. Birincisi Batınîlerin hesabına çalışan Ali Hemedanî’dir. Romanın tek
bir sahnesinde ortaya çıkar sonra kaybolur. (s.178) İkincisi ise IV. Murad’ın
başhekimi olan Zeynel Abidin’dir. O da romanın sonunda karşımıza çıkar. (s.389)
4. Farslar
Farslar, genellikle ele aldığımız romanlarda olumsuz kişiler olarak karşımıza
çıkarlar.
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında karşımıza çıkan Hasan Sabbah, kurnaz ve
kendi çıkarlarına çalışan adamdır. (s.112) Aynı romanda da karşımıza çıkan
Rüstem’in Batınîler için bir casus olarak çalıştığını öğreniriz. (s.202)
577
IV. Murad –II- romanında Şah Safi ise, korkak ve her zaman sarhoştur.
Üstelik kendi halkını değil, ama sadece kendini düşünen bir şahıstır. (s.278–281)
5. Rumlar
Ele aldığımız romanlarda karşımıza çıkan Rumların bir ortak özelliği vardır.
Aşağı yukarı her romanda Rumlardan birisi İslâmiyete girerek romanın
başkahramanıyla evlenir.
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında beş Rum yer alır. Romanda yer alan bütün
kahramanlar, olumlu özelliklere sahiplerdir. Bunların en önemlisi Prenses İrini’dir.
Prenses İrini, başkahramanlardan biridir. Aksungur ile karşılaşan Prenses İrini, dinini
değiştirir. Olumlu bir kişiliğe sahip Prenses İrini (Zeynep), kararlı bir genç kız olarak
karşımıza çıkar. Uğradığı zorluklara rağmen İslâmiyeti terk etmez. Sonunda da
Aksungur ile kaçarak evlenir. (s.253) İhtiyar Balıkçı ile torunu Yorgu ise,
Aksungur’a karşılık beklemeden yardım ederler. İki Rum balıkçısı, müspet ve sadık
insanlar olarak karşımıza çıkarlar. (s.183–188) Diğer iki Rum ise yol gösterici
kişilerdir. Ama olumlu kişiler olarak karşımıza çıkarlar.
Osmancık romanında yer alan on beş Rum, Türklerin komşuları olarak
karşımıza çıkarlar. Bunlardan üç kişi’nin İslâmiyete girdiklerini öğreniriz. Mihail
Kosses, Osman Gazi ile dost olur ve İslamiyete girer. (s.260) Holofira adıyla
Yarhisar tekfürünün kızı, İslâmiyete girerek Orhan Gazi ile evlenir. (s.317–321)
Aydos kalesinin kumandanı Nikeforos’un yeğeni olan Evdoksiya, olumlu bir kişi
olarak Aydos Kalesinin alınmasında Osman Gazi’ye yardım eder. (s.240–241)
Bundan sonra da İslâmiyete girerek Rahman Gazi ile evlenir. (s.255) Tekfurları başta
olmak üzere romanda diğer Rumlar ise, birbirlerini birleşerek Osman Gazi’yi
öldürmek istediklerini öğreniriz.
Kaybolan Elçiler romanında sekiz Rum yer alır. Karşımıza çıkan Yalova
Rum Beyi Nikolas, ihtiyar bir adamdır. Orhan Gazi’na saygı gösterdiğini öğreniriz.
Ama Yalova’da gerçekleşen birçok şeyden habersizdir. (s.38, 49) Onun yeğeni
Aryanos ise, kurnaz bir adam olarak kaşımıza çıkar. Aryanos, Yalova’nın Beyliğini
578
almasını planlar. Bu yüzden bir çeteyi kurarak Osmanlı elçilerini kaçırır. (s.46)
Romanda yer alan diğer Rumlar, çetenin mensuplarıdır. Onlar da arka plandadırlar.
Civelek Osman romanında on bir Rum karşımıza çıkarlar. Rum kızı olan
Despino, romanın başkahramanlarından biri olarak yer alır. Despino Hıristiyan
olmasına rağmen Osman’ı sever. Bu sevgi yüzünde işkenceye uğrayan Despino,
müspet bir kişi olarak manastırdan kaçarark dinini değiştirir. Sonunda Osman ile
evlenir. (s.154–157) Despino annesi Sultana ise aşırı bir Hıristiyan olarak karşımıza
çıkar. Menfi özelliğe sahip olan Sultana, Rusları Türklerden daha çok sever. (s.49)
Despino’nun babası Panayot Usta, Türklere sadık bir Rum olarak karşımıza çıkar.
Romanda diğer Rumlar ise, arka plandadırlar.
İsyan Eşiği romanında delikanlı Rum Denis, Türklere Ermenilerden daha
yakındır. (s.72) Denis, korkak olmasına rağmen Hasan’ı yardım etmeye çalışır. Köy
heyetine giden Denis, ifadesini değiştirir. Ama bundan sonra bir daha görünmez.
(s.192)
6. Ruslar
İlk Hançer romanında olayın Türkler ile Ruslar arasında olduğu için Rusların
sayısı oldukça çoktur. Romanda on dört Rus kahraman bulunur. Onların başında Rus
Çarı olan IV. İvan gelmektedir. Diğerler ise şunlardır: Moskova’nın başpiskoposu,
papaz, Prens Kurbski, Prens Petrov, İvan’ın akıl hocası olarak bilinen Peresvetov
(s.8), Binbaşı Fedor, Prenses Nadya, Saray Nöbetçisi, elçi, çavuş Vasili, Prens
Valdimir, Çariçe, İvan’ın Kazan’a gönderdiği elçidir.
Prenses Nadya, Rusların tek olumlu kişisidir. Prenses Nadya, Yüzbaşı Alp’ı
içten yardım eder. Yüzbaşı Alp’ı zindandan kaçıran Prenses Nadya öldürülür. (s.22)
Romanda diğer Ruslar ise, Müslüman düşmanı olarak karşımıza çıkarlar. Rus Çarı
İvan, Türkler arasını açmaya çalışır. İvan, Rus din adamları destekleriyle
Müslümanları ortadan kaldırmayı planlar. (s.10)
Hilal Görününce romanında on dört Ruslar yer alır. Onlardan sadece İgor
Gregoroviç, romanda geniş bir yer tutar. İgor Gregoroviç, hırslı ve zalim bir insan
579
olarak karşımıza çıkar. Diğer Ruslar ise hep arka planda, ama onların başlıca özelliği,
zulümdür. Zapite ve askerler, İgor Gregoroviç’i yardım ederler. Onun yanını tutarlar.
İgor Gregoroviç, Şahbaz Bey’i şkâyet etmek için zapiteye gider. Zapite, hemen
Şahbaz Bey’i zindana atarlar.
Dağlı (Dargo) romanı, Rus şahsiyetlerle zengin bir romandır. Romanda otuz
beş kahramandan yirmi bir Rus bulunmaktadır. Rus kahramanlar şunlardır: Nikola,
Çavuş Mihalov, Onbaşı İvanov, Astsubay Zinof, Yüzbaşı Poltorazki, Albay
Vorontzov, General Samyonoviç, Binbaşı Zaytef, General Klugenov, General Grabe,
Prens Vorotzov, General Gurko, Yarbay Pasek, Teğmen Kuziski, teşrifatçı, Onbaşı
Nazarof, saray muhafızı, Çar II. Aleksandr, Popov, Prens Baryantinski, Rus elçisidir.
Dağlı romanındaki karşımıza çıkan Ruslar, aslında İlk Hançer romanındaki
kahramanlardan farksız değiller. Onlar genellikle Müslümanlara düşmandır. Şeyh
Şamil ile Hacı Murat arasını da açmaya çalışırlar. Ruslar aynı yöntemı uygulayarak
Türklerin birbirlerine düşman etmeyi çalışırlar. (s.63) Onların başında Çar II.
Aleksandar gelir. O da Müslümana düşmandır ve şaraba düşkün olarak karşımıza
çıkar. Üstelik kurnazdır. (s.99–100) Diğer Ruslar ise Rus ordusunda asker ve
komutanlardır.
Ondukuzuncu ve Yirminci Yüzyıl’ın romanlarında yer alan Ruslar, daha
önceki romanlarındakilerden farkılılardır. Onlar, genellikle yüklendikleri görev
bakımından Ermenilere Ermenistan Cumhuriyeti’ni kurmak için yardım ederler.
Ermeni zulmü romanında karşımıza çıkan dört Rus, genellikle Türkler
karşısında Ermenilere yardım ederler.
Karasu romanında karşımıza çıkan iki Rus ise, şahit olarak Ermenilerin
yaptıkları zulmlerini anlatırlar.
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında ise karşımıza çıkan Prens Brayin,
işgal kuvvetlerini temsil eder. O sefih biri olarak karşımıza çıkar. Prens Brayin, her
gece Roza’nın yalısında yapılan eğlence toplantılarına katılır. Orada sadece oyun
oynar ya da şarap içer.
580
7. Ermeniler
Civelek Osman romanında yer alan Odacı Nihabet, olumlu bir kişidir ve İzzet
Beye sadık bir insan olarak karşımıza çıkar. (s.26)
Ermeni isyanını ele alan İsyan Eşiği romanında, on iki Ermeni kişi bulunur.
Romanda karşımıza çıkan Ermeniler olumsuz ve menfi özelliklere sahiplerdir.
Ermeniler Batı ülkelerinden yardım alarak yerli halkı amansızca öldürmeye çalışırlar.
Osman’ın iki Ermeni tarafından öldürülmesi, vahşi, insanlık dışına bir şeydir.
Romanda Ermeniler, köyleri basıp masum insanları öldürürler. Bazen de Ermeniler,
suçsuz insanları kaçırarak amansızca öldürürler. Romanda Avadik Muallim,
Avrupa’da yaşayan Ermenilerden maddî yarımlar ister. Bu yardımlarla Esro Usta
gibi bomba ustaları, bomba, dinamit ve çeşitli silâhları yapıp değişik yerlerde
komitecilere dağıtırlar.
Ermeni Zulmü romanında Ermenilerin yaptıklarını anlatılır. Ama romanda
Ermenilere, vahşi insanlar olarak işaret edilir. Romanda bulunun tek Ermeni Milka,
arka plandadır. Romanda Ermenilerin, Erzurum ve Erzincan’i işgal eden Rus
kuvvetlerine öncü birlikleri oluşturdukları gösterilir. Bölgede yıllara yaşayan ve
Ruslara yol gösteren Ermenilerin, silâhlı oldukları için rastladıkları her Türk’ü kadın,
çocuk, ihtiyara bakmadan öldürürler. (s.62–64)
Ermeni isyanını romanında ise iki tip Ermeni kişilere rastlarız. Romanda
Ermeni bulunur. Bunların ekseriyesi komitecilerdir. Ermeni komitecileri Vahan ve
Nazar gibi kana susanmış insanlardır. Karşı tarafta ise Mari Teyze vardır. Olumlu
kişi olarak karşımıza çıkan Mari Teyze, Ermeni olmasına rağmen Ermeni
komitecilerin karşısında durur. Ama nihayette komiteciler tarafından öldürülür.
(s.13) Rus Ermenilerden olan Onnik ise, köye gelişinden itibaren yörede kayıp
listesini artmaktadır. Onnik, Rusların yardımıyla dağda silâhlı bir çete kurarak
masum insanları suçsuz öldürmeye başlar. (s.48–52)
581
8. Yahudiler
Baskın romanında İznik Beyi’ni aldatan Hussam, Yahudi’dir. Kurnaz, sinsi ve
desiseleri kuran bir adam olarak karşımıza çıkan Hüssam, çevresindekileri aldatmak
için dinini değiştirir. Ama aslında Orhan Gazi’yi öldürmeye çalışır. (s.42)
Kaçırılan Prenses romanında Bizans’taki Başkomutan Moiz Albertos, bir
Yahudi’dir. “Bizans tarihinde ilk defa bir Yahudi bu makama geliyor.” (s.29)
İmparator yerine geçmek amacıyla gizlice “Şeytanlar” adlı bir çeteyi kurarark
İmparatorun kızını kaçırır. Moiz Albertos, sinsi ve kurnaz bir kişi olarak ortaya çıkar.
(s.29, 151)
Tuzak romanında Bizans’taki meyhanede çalışan Salamon Yahudi’dir.
Anlatıcı, Salamon’u kurnaz ve sinsi biri olarak gösterir. (s.62)
Gemide İsyan romanında ihtiyar balıkçı Herzel yer alır. Yahudi olan Herzel
sinsi, kurnaz ve para delisi bir insan olarak karşımıza çıkar. (s.84–86) Balıkçı Herzel,
karşılıksız hiçbir insana yardım vermez. İhtiyar balıkçı Herzel insanları dinlerine,
ırklarına göre ayırmaz; sadece keselerine göre ayırır. “Kesesi şişkinse yardıma değer
demektir, kesesi boşsa bırak gebersin! Kendine hayrı dokunmayanın başka kim hayrı
dokunur?” (s.86)
İsyan eşiği romanında iki Yahudi kişi bulunmaktadır. Birincisi Emanuel
Karaso, ikincisi ise Haham’dır. Emanuel Karaso, havrada Haham ile birlikte bir
toplantıyı düzenler. Romanda kısa işaretlerle olsa bile Yahudilerin, Osmanlı
İmparatorluğu’nun yıklışında bir rol oynadıkları anlaşılır. (s.114–115)
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında beş Yahudi bulunur. Rosa Mizrahi,
romanda Yahudilerin en güçlü temsilcisidir. Madam Rosa Mizrahi, Bir Yahudi iş
adamı ile evli olmasına rağmen Abdi Bey ile eskiden kurduğu olan ilişkisini
sürdürür. Üstelik Rosa’nın kızı Raşel, annesinin yaptığı gibi yapmaya başlar. Roza,
kızını kendisi gibi yetiştir. (s.284–285) Olumsuz bir kişi olarak ortaya çıkan Roza
Mizrahi, ahlâksız ve şehvet hayatına düşkün bir kadındır. Romanda yer alan diğer
Yahudiler ise, yol gösterici kişiler ve ön saflarda değillerdir.
582
9. Zenciler
Malazgirt’in Üç atlısı romanında Prenses Süreyya’nın oturduğu odada
kendisinin sağında ve solunda iki zenci kızın bulunduğunu öğreniriz. İki zenci kız,
prensesi yelpazelerler. (s.132) Romanda da Hasan Sabbah’ın hesabına çalışan zenci
köle Sadun, bir zindancı olarak ortaya çıkar. Zenci Sadun’un, merhametsiz ve güçlü
bir insan olduğu anlaşılır. (s.113)
10. Amerikalılar
İsyan eşiği romanında Amerikalı eğitimci söz konusudur. Yazar, isteyerek
ona isim vermez. Ama kasıtlı ve manalı bir şekilde kendi adının yerine görevini
kullanır. Yazar, burada bu kişinin misyonunu vurgular. Amerikalı eğitimci, Osmanlı
Devleti’ni içten yıkılmasına çalışır. Bu amaçla Türk aydınlarını, Batı fikirleriyle
yetitiştirmeyi planlar. O, Osmanlı Devleti’ni içten vurulmasının önemine işaret eder.
(s.111–113)
11. Moğollar
Tuzak romanında Velveleci Yabgu Moğol’dur. “Koridorda yürürken keçi
postu giymiş, siyah sakallı, çekik gözlü, bodur, uzun saçlı biri karşılarına çıktı…
İnsandan çok bir gorile benziyordu. Kuşağına koskoca bir yatağan sokmuştu.”
(s.116.) Yine de bir Moğol hakanı romanda adı geçer. Büyük Efendi denilen kişi,
Moğol Hakanı’nın inançlarına göre kurbanlık olarak kızları kesiyordu.
Topal Kasırga romanında Timur’un ordusunun büyük bir kısmı
Moğollardandır. Onlardan tutulmuş olan iki esir tercüman vasıtasıyla anlaşılır.
Yabgu da Timur’un kumandanlarından biridir.
Ele aldığımız romanlarda yer alan şahısların ortak nitelikleri karşımıza çıkar.
Selçuklular, Eyyûbiler ve Osmanlı devrini ele alan romanlarda imparator veya
devletin genel başkanını temsil eden kumandan, her zaman halka yakındır. Halk ile
yakından ilgilenir. Dünya malına kayıtsızdır. Bunun için romanlarımızda sultan veya
padişaha yönelen eleştiriler yoktur. Bu olumlu özellikler hakla da uzanır. Halk sultan
583
veya padişaha sadıktır. Bu dönemindeki akıncılar sona kadar padişahlarını sayıp
sever insanlardır. Yiğitlik ve cesaret gösterek padişaha sadık insanlardır. Osmancık
romanında yer alan bütün Türk kahramanlar, tek bir gaye için çalışırlar. Onların
arasında Dündar Bey dışında tek bir olumsuz niteliklere sahip olan bir kişi
bulunmamaktadır. Osmanlı Devletinin kuruluş ve yükseliş devirlerinde ele alan
romanlarda söz konusu olan bu olumlu nitelikler geçerlidir. Ama yıkılış devrini
temsil eden on sekiz, on dokuz ve yirminci yüzyıllarına gösterilen romanlarda durum
farklıdır. Bu romanlarda padişah için olumsuz sıfatlar kullanılır. “Beyaz Kale”
romanında IV. Mehmet, çevresinin etkisinde kalan bir kişidir. “Patrona” romanında
III. Ahmet, halktan uzaktır. Onun yerine geçen Sultan I. Mahmut ise zalimdir.
“Dersaadet’te Sabah Ezanları” romanında da padişah için olumsuz sıfatlar kullanılır.
Romanda padişah aciz olarak karşımıza çıkar. Halk ise padişahlardan ve devleti
yönetenlerden razı değildir. “Son Kavşak”, “İsyan Eşiği” ve “Dersaadet’te Sabah
Ezanları” romanlarda rol oynayan İttihatçiler ise, kendi menfaatlarına çalışan
siyasetçiler olarak yer alırlar. İttihatçilerin, “İsyan Eşiği” romanında da devletin
yıkılışını hızlandırdıklarını öğreniriz. “Son Kavşak” ve “Dersaadet’te Sabah
Ezanları” romanlarda da bu olumsuz imaj, farklı değildir.
Romanlarda Bizanslılar genel olarak paraya düşkün insanlardır: “Bizanslılar
için para her şey demektir.” (Çalınan Hazine, s.98)
Romanlarımızda yer alan Yahudiler, olumsuz kişilerdir. Parayı çok seven
insanlar olarak karşımıza çıkar. Ne olursa olsun her şeyi para için yaparlar.
Avruplalılar ve Ruslar ise, hep Müslümanlara düşmandır. Avrupalılar, Haçlı
ordusunu oluşturarak Selâhaddin Eyyûbî’nin karşısına çıkarlar. Üstelik Rusların
Kırım’a karşı yaptıkları katliamlarda yardım ederler. İncelediğimiz tarihî romanlarda
Farsların ekserisi, Batinîler ve Haşhaşîlerin mensuplarındandır. Hasan Sabah gibi
genelde kendi çıkarlarını düşünürler. Araplar da incelediğimiz romanlarda arka
plandadırlar. Onlardan sadece Ebu Hasan, ön plana çıkar. Bağdat’ta yaşayan Ebu
Hasan, bilgili bir din adamıdır. (Malazgirt’in Üç Atlısı, 89–91) Rumlar ise, Selçukluk
ve Osmanlı Devleti’nin ilk dönemini ele alan romanlarda Türklerin komşuları olarak
yer alırlar. Bu sıralarda Türkler, bir devleti kurarak yaşadıkları coğrafyasını
584
genişletmeye başlarlar. Rumlar ise bu durumdan rahatsizdirler. Bazıları birbirlerini
birleşerek Osmanlı Devletinin hakanını öldürmeye çalışırlar. Bu durum Osmancık
romanında besbellidir. Romanda Rum tekfurları, Osman Gazi’yi öldürmek isterler.
Romanda da gibi Mihail Kosses ve Evdoksiya gibi bazı Rumlar, Türkler arasına
girerek kaynaşır.
İncelediğimiz romanlarda yer alan Ermeniler ise, Ermenistan Cumhuriyetini
kurmak isterler. Bu yüzden amaçlarına ulaşabilmek için hem yabancı devletlerden
yardım alırlar, hem de masum Türkleri öldürmeye çalışırlar. Bu sıralarda Ermeni
değişik komiteler, birbirleriyle birleşerek katliamı daha da artırırlar.
V. Bölüm
586
Romanda Bakış Açısı ve İncelediğimiz Romanlarda Bakış Açısı
“Bakış açısı bir roman ya da hikâyede olayların okuyucuya kimin gözünden
ve ağzından ulaştığı sorusuyla ilgili kavramdır. Her şeyden önce bir anlatım sanatı
olan roman, anlatılacak bir hikâye ile bunu kendi sözleriyle okuyucuya sunacak bir
anlatıcıdan oluşur. Bu bakımdan anlatıcı romanın ayrılmaz bir parçasıdır.”217
“Anlatma esasına bağlı edebî eserlerde çok ehemiyetli olan ve diğer unsurları
çerçevesinde toplayan vaka zincirinin şekli, başlangıç ve bitiş noktası, diğer
zincirlerle kesiştiği ve ayrıldığı yerler, geniş ölçüde, bakış açısına bağlıdır. Vaka
zincirlerinde yer alan şahısların yaratılması ve tanıtılması, mekân olarak seçilen yer
ve mahallin tanıtılması ve tesviri konusunda da, üzerinde durulacak kavramlardan
biri bakış açısıdır. Eser denilen terkipteki muhtelif unsurları bileştiren, onlar arasında
nakledilen vakaya, dikkatlere sunulmak üzere sezdirilmek istenilen vakaya, fikre
göre bir denge kuran unsur da bakış açısıdır. Sanatkâr ifâde etmek istediği fikre göre
bir bakış açısı seçmek zorundadır.”218
“Kimi eleştirmenlere göre bakış açısı roman yazmanın temelidir. Böyle
düşünenler, romanı, anlatıcı ile anlatılanlar arasındaki bağıntıdan ibaret
görmektedirler. Doğrusu pek de yanılmıyorlar. Gerçekten de bakıs açısı olmayan bir
anlatıcı düşünülemez. Böyle bir anlatıcı varsa bile yazdıklarının roman veya başka
bir tür olarak bütünlük arz edeceği söylenmez. Çünkü anlatılan bir şey varsa bunu
mutlaka birinin görüp veya duyup anlatması gerekir.”219
“Roman ve hikâyelerdeki anlatıcılar, gerek sahip oldukları anlatıcılık
kimlikleri, gerekse bakış açılarındaki farklılıklardan dolayı birbirlerinden ayrılırlar.
Bu çerçevede pek çok farklı anlatıcı tipiyle karşılaşmak mümkündür. Bunların belli
başlıkları şöyle sıralanabilir:
1- Hâkim Bakış Açılı Üçüncü Tekil (O) Anlatıcı (İlahî/Tanrısal bakış açısı):
Hikâye ve romanın tarihinde yazarların yaygın biçimde tercih ettikleri bir bakış açısı
217 Ünal Aytür, Henry James ve Roman Sanatı, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1977, s.17218 Şerif Aktaş, s.76–77219 Mehmet Narlı, s.63
587
ve anlatıcı tarzıdır. İlahî/tanrısal bakış açısına sahip olan bu anlatıcı, hikâye ve
romanın itibarî dünyasının kesin hâkimi durumundadır. Bu sebeple itibarî dünyada
yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan her şeyi bilir, görür ve duyar. Onun son derece
geniş bilme, görme, duyma imkânı, kahramanların gönlü veya kafasından geçenleri
okumaya kadar uzanır. Bu noktada onun için imkânsızlık söz konusu değildir. Hâkim
bakış açılı anlatıcı, üçüncü tekil şahıs (o) ağzıyla konuşur. Onun kendine has bir dil
ve üslûbu yoktur; yazarın dilini kullanır. Bu sebeple ona “yazar-anlatıcı” da
denilir.”220
“O akşam, Tokatlıyan Oteli’nin Cadde-i Kebire bakan camlı
salonunda buluşmuşlardır. Kâzım Nâmi, Hüsnü Faik ve o. Çirkin bir akşam!
Yenilgi utancundan, herkesin eli yüzü kirli, yapış yapış. Dersaadet,
kaldırımlara taşan Rumeli ‘muhacirlerinin’ ağırlığı altında çatırdıyor. Hüsnü
Faik, kaşları alnında yükselip gitmiş, Kâzım Nâmi’nin anlattıklarını, kaba
tashih kâğıtlarına not etmektedir: zira, Kâzım Nâmi, Selânik’teki Osmanlı
Hürriyet Cemiyeti’ni nasıl kurduklarını anlatıyor: ‘zabit’ çıkınca, ilkin
Tiran’a, Redif Taburu’na atanmış, orada Talât bey’e Edirne’den ‘aşinâ’ bir
subayla tanışıyor… ”
(Attilâ İlhan, Dersaadet’te Sabah Ezanları, s.166–167)
2- “Gözlemci Figürün Bakış Açısı: Tanrısal bakış açısına sahip olan
anlatıcının, sınırsız gücüne karşılık gözlemci anlatıcının bakış açısı daha ‘mevziî’ bir
özellik taşır: O, bütün benliğiyle anlatı sisteminin (kurmaca yapının) içinde yer alır.
Yazar, onu bilinçli bir tercihle bu sistemin içine yerleştirir ve sisteminin unsurlarını
(figürleri, zamanı, olay ve mekânı), onun bakış açısından sunar. Bu sunuşta, onun
gözlemci yeteneği ön plânda çıkarılmalıdır; yani olaylar ve nesneler, onun gözlemci
yeteneğine ve kültür düzeyine göre aktarılmalıdır. Anlatmada objektifliği
yakalamanın bir yoludur bu. Gözlemci figürün bakış açısına sahip anlatıcı, tanrısal
anlatıcının imkânları kadar olmasa bile, onun sahip olduğu imkânlar da az değildir.
Anlatıya dinamizm kazandırmak için kendi kişisel becerilerinin yanı sıra diğer
220 İsmail Çetişli, s.84
588
kaynaklardan da yararlanabilir. Sözgelimi olayları daha iyi açıklamak/yorumlamak
için diğer figürleri konuşturabilir.”221
3- “Tekil Bakış Açısı: Otobiyografik yöntemin hâkim olduğu romanlarda
uygulanan bir bakış açısıdır. Bu tür romanlarda “anlatıcı” ile “anlatılan” aynı kişidir.
Bu nitelikleri taşıdığı için bu figüre “kahraman-anlatıcı” adı da verilmektedir. Anlatı
sistemini oluşturan her şey, merkezi karakter konumunda bulunan söz konusu kişinin
bakış açısından okuyucuya yansır. Böyle bir bakış açısını devreye sokan bir romancı,
mutlak bir güce ve görüş açısına sahip olan “Tanrısal bakış açısı”yla donatılmış
anlatıcının etkisinden hikâyeyi uzaklaştırır ve yazarın varlığını (romandaki varlığını)
hemen tamamıyla ortadan kaldırır. Aslında yazarın romandaki varlığını mutlak
anlamda ortadan kaldırmak mümkün değildir. Hangi ‘anlatıcı’ ve hangi ‘bakış açısı’
kullanılırsa kullanılsın, temelde her şey yazara bağlıdır.”222
Orhan Pamuk’un Beyaz Kale adlı romanında anlatıcı, Venedikli bilim
adamıdır. Olaylar, romanın başkahramanının ağzından anlatırır. Roman bu anlatım
tekniğiyle otobiyografik romanlara yaklaşır.
“Az sonra benim girdiğim kapı açıldı ve onu içeri çağırdılar.
Beklerken bunun ustaca düzenlenmiş bir şaka değil, benim sıkıntılı aklımın
kurgusu olduğunu düşündüm. O günlerde sürekli hayâl görüyordum çünkü:
Eve dönüyormuşum, herkes beni karşılıyormuş, beni hemen bırakıyorlarmış,
aslında hâlâ gemide kamaramda uyuyormuşum, bütün bunlar bir rüyaymış
türünden teselli masalları. Bunun da o masallardan biri olduğunu ama
gerçekleştiğini, ya da her şeyin bir anda değişik eski düzenine döneceğinin
bir belirtisi olduğunu düşünmek üzereydim ki, kapı açıldı, beni çağırdılar.”
(Orhan Pamuk, Beyaz Kale, s.21–22)
4- “Çoğulcu Bakış Açısı ve anlatıcılar: Çoğulcu bakış açısı ve anlatıcılar,
iki farklı bir şekilde gerçekleştirilebilir. Bunlardan birincisi ve basit olanı, yukarda
221 Mehmet Tekin, s.52222 a.g.e., s.53
589
tanıtılan bakış açısı ve anlatıcılardan iki veya daha fazlasının aynı eserde
kullanılması tarzıdır. Yazar isterse roman ve hikâyesinde hem hâkim, hem müşahit,
hem de kahraman bakış açılı anlatıcıyı kullanabilir. Böylece o eserde çoğulcu bakış
açısı gündeme gelmiş olur. Zira eserdeki herhangi bir olay, insan veya varlık, birden
fazla bakış açısı ve buna sahip olan anlatıcılar tarafından anlatılacaktır. Asıl çoğulcu
bakış açısı ise, tek bir anlatıcının esas olduğu eserde, olay örgüsünde yer alan
kahramanlardan birkaçının da bakış açılarına yer verilmesi biçiminde gerçekleştirilir.
Şöyle ki: Yazar eserinin tamamında hâkim bakış açılı anlatıcı kullanmakta birlikte,
şahıs kadrosunda yer alan kahramanlarının bakış açılarında da faydalanır. Böylece
(X) olayı, hem hâkim bakış açılı anlatıcı, hem (A), hem (B), hem (C)
kahramanlarının bakış açıları tarafından değerlendirilir. Bu tür bir tavır, (X) olayının
okuyucuya takdimini çok daha inandırıcı hâle getirecek ve okuyucuya tek bir
anlatıcının esiri olmaktan kurtaracaktır.”223
Roman veya hikâyede anlatım konusunda en çok tartışılan husulardan biri de,
“anlatma” ile “gösterme” konusudur. Yazar olaylarını okuyucuya sunurken, ya
anlatma ya da göstermeye dayanır.
“Henry James’den sonra büyük bir önem kazanan anlatma ile gösterme
konusu, bakış açısına ilişkin tartışmalarda büyük bir yer tutmaktadır. James
göstermeden yanaydı; romancının hikâyesini elden geldiği ölçüde bir tiyatro yazarı
gibi gözler önüne sermesi gerektiğine inanıyordu. Bu yöntemin en büyük
savuncularından olan Percy Lubbock ise, roman sanatının ancak yazarların
hikâyelerini “gösterilecek bir şey” olarak düşünmeye başlamalarından sonra
doğduğunu ileri sürer.” 224 Okuyucuda anlatma ile gösterme arasındaki fark ise
şöyledir: “Anlatmada okuyucunun yüzü hikâyeyi anlatan kimseye dönüktür, onun
sözlerine kulak vermektedir; göstermede ise okuyucunun gözleri hikâyeye çevrilmiş,
onu seyretmektedir. Anlatmda herhangi bir duygu yoğunluğu yaratılmaz, çünkü
okuyucu olup bitenleri ikinci elden görür; olayları birinci elden gören, değerlendireni
eleştiren, yorumlayan hep anlatıcının kendisidir. Göstermede ise yazar okuyucuyu
223 İsmail Çetişli, s.87–88224 Ünal Aytür, s.22
590
olaylar ve kişilerle baş başa bırakmış, kendisi aradan çekilmiş izlenimini
uyandırır.”225
Bu bölümde anlatım teknikleri bakımından romanlarda kullanılan bakış
açısına yer verdik. Bunun yanında da yazarın, vak’alar ve kahramanlar hakkında
olumlu veya olumsuz yorumlarını kapsayan bakış açılarını göstermeye çalıştık.
Üstelik tarihî roman üzerinde en çok tartışılan konulardan biri olan roman-tarih
konusu ile ilgilinmeye çalıştık. Yazarın, bu romanı yazmasının sebebini veya yazarın
romandan okuyucuya aktarmak istediğini gösterdik. Aslında her roman, roman-tarih
ilişkisine özel açıdan işaret eder. Çünkü her yazarın, bir eseri –bilhassa tarihî bir
romanı- yazdığında belirli bir görüştan hareket eder. Bu görüş aslında yazarın ele
aldığı konu hakkında dünya görüşünü teşkil etmektedir. Yazarın niye bu eseri
yazdığının sorusuna cevap verirsek elbette yazarın romanla ilgili bakış açısını ortaya
çıkarmış oluruz. Bu açıdan incelenen romanlarda ara sıra yazar tarafından verilen
mesaj veya yorumlar vasıtasıyla bu soruya cevap vermeye çalıştık.
“Yazar kabul etmediği bir konuyu alıp işlemez. Dolayısıyla bir vakada
tematik güç etrafında buluşan şahısların bakışları da bir yanıyla kurmacadır. Oysa
yöneldiği gerçekliğin içinde hangi öğelerin seçilmesine, öğelerin hangi temel ilişkiler
içerisinde bir arada bulunacağına karar veren yazarın bakış açısı, gerçek dünyaya ait
bir bakış açısıdır. Başka bir ifade ile roman veya hikâye, bir bakış açısının
ürünüdür.”226 Böylece elimizdeki bölümde hem anlatıcının tipi ve bakış açısını, hem
de yazarın bakış açısını ortaya koymuş oluruz.
Malazgirt’in Üç Atlısı romanında tekil bakış açısı (kahraman-anlatıcı) veya
“ben” anlatımı kullanılmaktadır. Olaylar, romanın baş başkahramanı olan Aksungur
ağzından anlatılır. Burada romanın anlatıcısı olan Aksungur, olayları, içinden,
yaşadıklarını anlatır. Bu anlatım tarzı okuyucunun dikkatini çeker. Üstelik
okuyucuyu olay içinde yaşatır. Buna bir örnek verelim: “İkonium civarında bir hanın
avlusundaydık. Avlu kenarından geçen derenin önündeki yeşilliğe oturmuştuk. Halit
225 a.g.e., s.24226 Mehmet Narlı, s.403
591
ağam, koca bir tavuğu mideye indirmekle meşguldü. At uşaklarımız Atlar ve İlteber,
atların yanına gitmiş, onları suluyorlardı.
İleride, masa yerine, bizim gibi, yeşilliği seçip oturmuş birkaç yolcu daha
vardı.” (s.7) Gördüğümüz gibi olaylar, Aksungur ağzından anlatılır.
Selâhaddin Eyyûbî romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Yazarın,
Selahaddin Eyyûbî’ye bakış açısını gösteren mesajları romanda önemli bir yer tutar.
Yazarın Selâhaddin Eyyûbî’ye karşı hayranlık duygusu, Selahaddin
Eyyûbî’nin ölümünden sonra bile sürer. Bunun için Selahaddin Eyyûbî’nin son
emrinden söz eder. Selahaddin Eyyûbî, yakınlarına öldüğünde ölümünü
Müslümanlara nasıl haber vereceğini söyler: “Eeeey Müslüman Millet! Eey Ümmet-i
Muhammed! İşte Sultan Selâhaddin bu kadar büyük mevkilere gelip şan ve şerefe
nail olmuşken, dünyadan yalnızca şu kefenle gidiyor!”. (s.184)
Yazar, aynı bakış tarzıyla da Selâhaddin Eyyûbî’ye bakarak çalışmalarını
anlatır: “Tam on yıl. Kılıç elde, at yahut deve sırtında savaşarak geçen on koca yıl
İslâm âlemindeki dağınıklığı bir ölçüde durdurmuş, bir ölçüde toparlamış ve
Müslümanlar birbirleriyle muharebe etmek yerine, bölük bölük birleşerek müşterek
düşmana karşı çıkmışlardır. Zafer destanları ardı ardına yazılıyor, Selâhaddin Eyyûbî
ismi, teey dünyanın öteki ucuna doğru efsaneleşiyordu.” (s.22)
Osmancık romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Anlatıcının bakış açısı
hakkında romanın adından bilgi edinebiliriz. Burada söz konusu Osman Gazi’dir.
Roman, Osmancık, Osman Beğ, Osman Beğ Gazi ve Osman Gazi Han lakaplarının
aşamalarını ele alır.
Yazar, romanda net bir şekilde altı yüzyıla kadar uzanan Osmanlı Devleti’nin
kılıç ile değil, ama Osman Gazi’nin iradesiyle kurulduğunu vurgular.
“Yazar-anlatıcı, Osmancık romanında olayı değişik bir şekilde anlatır. Olay
örgüsü, ölüm döşeğindeki Osman Gazi ile başlıyor ve geriye dönüş tekniğiyle
592
kuruluş aşamasından o ana kadar getiriliyor. Önceki olayların bu şekilde hikâye
edilmesinin sebepleri;
a) Mesajı daha etkili kılmak,
b) Okuyucuya ya da daha geniş anlamıyla Türk insanına, köklü bir
devletin kurulmasında maddî değerler yanında manevî değerlerin
de önemli olduğuna dikkat çekmek,
c) Okuyucuda bir tarih bilinci uyandırmaya çalışmak,
d) Başlangıçların önemini (insan hayatında da, devletlerin hayatında
da çıkış noktalarının, temelin, iyi bir zemine oturtulmasının
önemini) vurgulamak olabilir.”227
“Tarık Buğra kahramanlarının fikrî gelişmelerine çok önem verir ve bunu çok
kuvvetli, başarılı bir şekilde gösterir.”228 Yazarın romanda bu bakış açısı,
“Osmancık”, Osman Beğ”, “Gazi Osman Beğ” ve “Gazi Osman Han” olan Osman
Gazi’nin kişiliğinin gelişmelerinde besbellidir.
Kaybolan Elçiler romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Yazar-anlatıcı,
tasdik edici bir tavırdan romanını yazar.
Kara Şövalye romanında hâkim bakış açısı kullanılır.
Tuzak romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Yazar-anlatıcı, romanın ilk
sayfalarında kahramanları aydınlatmak amacıyla dip not kullanır.
Baskın romanında yazar-anlatıcı, hâkim bakış açısı kullanır.
Çalınan Hazine romanında yazar-anlatıcı, hâkim bakış açısı kullanır.
Kaçırılan Prenses romanında yazar-anlatıcı, hâkim bakış açısı kullanır. Yazar,
romanda tasdik edici bir tavır alır. Tanrısal bir bakış açısını sahip olan anlatıcı,
227 Ebru Burcu, Osmancık’tan Osman Gazi Han’a Geçiş Sürecinde Yaşanan “Simgesel Değişim”Üzerinde Bir Okuma Denemesi, Türk Yurdu, Mayıs-Haziran 2000, c.20, Sayı 153–154, s.198–199228 Kâzım Yetiş, Dönemler ve Proplemler Aynasında Türk Edebiyatı, Kitabevi, İstanbul, 2007, s.354
593
vak’aların içerisinde bazen müdahale eder. Ama müdahalelerinin her zaman kısa
olduğu için romandaki olay örgüsü bütünlüğünü kaybetmez.
Gemide İsyan romanında yazar-anlatıcı, hâkim bakış açısı kullanır.
Yukarıda gördüğümüz gibi başkahramanı Sunguroğlu olan yedi roman, tek
bir hedeften yazılmıştır. Osmanlı döneminde Türk yiğitliğini göstermektir: “Akın ve
fetih ruhunun sembolü olarak ele alınan akıncı beyinin hayatını şekillendiren
unsurları, bugün de dünkü kadar taze, dünkü kadar geçerlidir. Bilhassa gençlerin, bu
seriden çok şey kazanabileceklerini umuyoruz.”229 Ve “Bu insanların unutulmasına
gönlüm razı olmuyor. Üzerinde yaşadığımız toprakların, müstakil ve yaşanabilir
olması için kendi dönemlerinde fisebilillâh çalışmış insanlardır çoğu. Bu nesle
onların tanıtılması lâzımdır. Bunlar nostaljik takıntılar değildir. Yeni nesil için
geleceğe daha emniyetle yürümenin ve daha güvenli bir zemin oluşturmanın
şartlarından biridir onları tanıtmak. Türkiye’de en iyi yapılabilecek, hâlâ bakir olan
tarihimizi incelemek ve neslimize aktarabilmektedir.”230 diyen yazar, romanlardan
bakış açısını ortaya koymuş olur. Böylece yazarın, bu seride eleştirici değil ama
tanıtıcı ve gösterici bir tavır alacağını kaydeder.
Yıldırım Bayezid romanında yazar-anlatıcı, romanında hâkim bakış açısını
kullanır.
Anlatıcı, müdahale edici bir tavır alarak Şehzade Yakup Çelebi’nin
öldürülmesi olayını şu şekilde ele alır: “Ağzını açan, haksızlığa isyan eden yoktu.
Kimin haddine düşerdi ki bir ayaklanma olsundu? Karşıda düşman, arkada Bizans
kefereleri… Dağılırlar, birbirlerine düşerlerse… Bunca zahmet neden heder
edilsindi? İmamlar, askere böyle deyip, teselliyi Yüce Mevlâ’da bulmanın daha evlâ
olacağı üzerinde durarak, şanlı askere telkinlerde bulunmakla görevli kılınmışlardı.
Başka da çare yoktu. Allah Osmanlı Devletine uzun ömürler versindi. Millet olarak
beka bulmak mümkündü ve fakat bu mülkün idaresi ellerinden alınmasındı. Yeni bir
devlet düzenine geçmek ise çok mesafe almakla mümkün olabilirdi.
229 Yavuz Bahadıroğlu, Kaçırılan Prenses, Arka Kapağı230 İsmail Fetih Ceylan, Yavuz Bahadıroğlu Hayatı ve Eserleri (Romancının Romanı), Nesil Yayınları,İstanbul, 2000, s.87
594
Allah her şeyi kendi idaresine göre tanzim ediyordu şüphesiz.
Sabaha kadar uykusunu yitiren askerlerde Padişah’a karşı duyulan isyan
hissini yok etmek kabil miydi? Öyle bir hava esiyordu ki, herkeste bir tereddüt ve
herkeste bir ayaklanma duygusu başgösteriyordu. Çünkü Türk askeri son yüzyıl
içinde böyle bir faciaya kendisini hazırlamış değildi. Birden bire zuhur eden bir
kardeş katli olayı, herkesi bitap düşürecek nitelikteydi.
Şehzade Yakup’un öldürülmesi bir anda yaygın haber şekilde her taraf sirayet
ediyordu. Duyulan üzüntü tarif edilecek cinsten değildi. Bu acı, bu ıstırap, bir sel
halinde akıp gidiyor ve her tarafa geniş yankılara sebep oluyordu.” (s.22–23)
Anlatıcı romanın olaylarını anlatırken, bazen eleştirici ve müdahele edici bir
tavırdan hareket ederek olaydaki görüşünü ortaya koyar. Anlatıcı, Ankara Meydan
Muharabesi’nde ordunun mevkini seçmekte Sultan Yıldırım Bayezid’i eleştirir.
Üstelik intikamını almaya israrlı olan Yıldırım Bayezid’in askerlerini
dinlendirmediğini belirtir. (s.229)
Binatlı romanında tanrısal hâkim bakış açısı kullanılır. Anlatıcı her yerde
bulunur. Anlatıcının, Niğbolu zaferi olan asıl olaya bakış açısı şöyledir: Müslüman
askerler birlik içerisinde ve kararlıdırlar. Kâfirlerin karşısında Türkün sayıca az
olmasının önemi yoktur. O, birliğini korursa dünyaya hükmeder231: “Haçlı ordusu
yüz elli bin civarında… İslam ordusunun sayısı ise kırk-elli bin kadar…”, “Saf saf
asker… İslâm askerlerinin saflarında kararlılık: “Bu cengi Allah’ın izniyle
kazanacağız. Ve Padişahımıza Sultan-Rûm ünvanını alacağız.” (s.66.) Bu cümleler
anlatıcının, Osmanlı Devleti ve Yıldırım Bayezid zamanına bakış açısını özetler.
Topal Kasırga romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Romanda bakış
açısının yapısına baktığımızda önümüze ilk olarak Timur tehlikesi ortaya çıkar.
Romanın asıl olayı anlatıcı ağzından değil bir kişiden anlatılır. Bu kişinin olayda
231 Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 3 –Tıp Tahlilleri-, Dergah Yayınları,İstanbul, 4.baskı, 2001, s.115
595
bulunduğu için bu anlatım tarzı sübjektif sayılır: “Yok bu sefer ki bildiğin gibi değil,
herifler burnumuzun dibindedir. Söyle bakalım haberin var mıydı?
- Hangi herifleri demektesin?
- Timur’un heriflerini demekteyim helbet, şuracıktalar, bir güneş batımı yolları kaldı;
belki akşama kale bedenlerine ulaşırlar”. (s. 8.)
Roman tanrısal hakım bakış açısıyla yazılmıştır. Anlatıcı olayların arka
plânlarına işaret ederken, hem göstermeye hem de anlatmaya dayanır. Boylece
anlatıcının sesi, romanın kahramanlarıyla iç içedir: “Peşteli’nin aklı yatmıyordu.
Arkadaşının yalan söylemediği muhakkaktı; lâkin nasıl oludu da Timur, ta nerelerden
kalkıp Sivas eteklerine gelirdi? Ne maksatla?... Gerçi Yıldırım Bayezid Padişahla
aralarında bir yıl öncesinden başlayan bir tartışma mevcuttu, ama küçücük bir
ihtilâfın savaş sebebi olduğu nerede görülmüştü?”. (s.9–10)
Bu örneklerde de gördüğümüz gibi hâkim bakış açısının özellikleri
bulunmaktadır. Böylece her şeyi bilen bu bakış açısını daha da gösteren bir örnek
daha verelim: “Sonra şehzade söze girdi:
“Hakları var,” dedi, ‘padişaha haber ulaştırmak lâzım. Velâkin alelâde
ulakların görebilecekleri işlerden değildir bu iş. Yakalanmak vardır, konuşturulmak
vardır. İyisi mi, yanıma birkaç asker alıp bizzat yola düşeyim, hünkâr babamdan
kuvvetli bir ordu alıp imdadınıza yetişeyim…”
Herkes şaşırmıştı, bir ağızdan kekelediler:
“Siz… siz mi efendimiz?...”
“Helbet… Niye şaştınız öyle, teklifim makul ve kabule şayan bir teklif değil
midir ki şaşarsız, kekelersiz?...”
“Hâşâ ki, öyle demek istemedik.”
596
“İyi madem, Köse Çavuş, maiyetimi hazırla, ne olur ne olmaz hazineyi de
atın terkisine bağla ve öylece beni cenup kapısından hazır bekle; birazdan
kavuşurum:” (s.24–25)
Yazar-anlatıcı, mudahale edici bir tavırdan hareket ederek olayın ne kadar
tehlikeli olduğunu gösterir: “Peşteli iyice şaşırmış, gözleri iri iri açılmıştı. Bir yandan
çenesini kaşıyor, bir yandan duyduklarını sıraya koymaya çalışıyordu.” (s.8.)
Yazar-anlatıcı, Timur’un yaptığına olumsuz bir mesaj Peşteli’nin ağzından
söyler: “Hazır Kostantiniyye muhasara olunmuş, düşmesi gün meselesi hâline
gelmişti. Kendisi Timur’un yerinde olsa kuvvetlerini arkasına takar, Kostantiniyye
surlarına gider, Yıldırım Han’a yardım ederdi. Böylece habis Bizans’a son verirdi.
Son verilince de Müslümanlar rahat bir nefes alırlardı.” (s.10.)
Yazar-anlatıcı, şehzadenin haber vermek için kendisiyle padişaha gitmesinin
bir mazeretini bulur ve anlatıcı olayla ilgili kendi yorumunu verir: “Her şehzade gibi
o da bir gün babasının yerine geçmeyi umuyordu. Timur belâsı ise öyle kolayından
savuşturulabilir belâlardan değildir. Gelir geçerdi belki, ama deler geçerdi… Timur
Sivas’a girer de padişahın oğlunu esir ederse keyfine diyecek olmazdı. Rehin tutar,
Bayezid’e durmadan şantaj yapardı. Emir üstüne emir verirdi… Babasının
karakterini biliyordu; evlâdının hayatı ile memleketin menfaati arasında bir tercih
yapmak zorunda kalınca, hiç tereddüt etmeden memleketinin menfaatini tercih
ederdi. Timur ise asla merhamete gelmez, bıçağı gırtlağına basardı. O takdirde daha
da büyümek için kendisine muhtaç olan Osmanlı Devleti yetim kalırdı.
Kardeşlerinden birinin elinde belki de parçalanırdı.
Böyle düşünüyor, bunun için yaşaması gerektiğine inanıyor, canını Sivas’tan
daha önemli sayıyordu. Sağ kalıp Osmanlı tahtına hele bir otursun, ne Sivas’lar
fethedecek, ne beldeler alacak, ne kaleler yapacaktı… Tarihte büyük sultanlar
sırasına adını yazdıracaktı.” (s.27,28.)
Geçen örnekte de gördüğümüz gibi tanrısal bir güce sahip olan hâkim bakış
açısından anlatan yazar-anlatıcı, itibarî dünyadaki her şeyi anında görme, bilme,
597
duyma konusunda çok geniş imkânlara sahip olduğu için, anlatma zamanı ile vak’a
zamanı arasındaki boşluğu son derece küçültüyor232, bazen de olaylara bir tarihçi
titizliğini yansıtıyor. Şehzade Süleyman Çelebi ve o dönemde Osmanlı Devleti’nin
geleceğine-özellikle Fetret Devri’ne- bakarsak yazarın yorumunun bu bakımdan
tanrısal ya da hâkim olduğunu görürüz.
Yazar-anlatıcı, Timur’un hisara geceleyin saldırması kararını eleştirir: “Emir
korkunçtu, zor bir yolculuktan sonra yorgun düşen askerin hemen kaleye saldırması
bir felâket getirebilir, büyük zayiatlara yol açabilirdi. Üstelik gecenin bir vakti kaleye
hücum edildiği görülmüş duyulmuş şey değildi. Fakat bunu Timur’a kim
söyleyecekti? Hiç kimse…” (s.72.)
Malkoç Mustafa Bey tercüman vasıtasıyla Timur’un ordusundan esir tuttuğu
iki asker ile konuşurken ordunun kasırga gibi geldiğini söylüyorlar ve romanın adı
veya yazarın sembol olarak kullandığı ad karşımıza çıkar: “Sor bakalım, Timur’un
öncü birlikleri var mı?’
‘Varmış beyim; bin kişi kadar önden gelirmiş, hayli yakında imişler.’
‘Peki, Timur’un bütün kuvveti ne kadar?’
Sordu, sonra tercüme etti:
‘Kum kadar, diyor beyim.’
‘Sayı versin; on bin midir, yüz bin midir?’
‘Diyor ki beyim, sayısını nereden bileyim, bize söylemezler diyor, alelâde
askerler bunları bilmez diyor beyim. Orduda filler de varmış beyim, tepeden tırnağa
zırhlı askerler de varmış; geçtikleri yerlerde taş taş üstünde kalmıyormuş.
Pasinler’den Erzincan yoluyla gelirmiş, oraları bir tamam helâk eylemişler, Timur
Leng kasırga gibi esiyormuş.’
232 İsmail Çetişli, a.g.e., Ankara, 2004, s.76.
598
Malkoç Bey kendisini tutamayarak söyledi: ‘Topal kasırga!” (s.45,46)
İlk Hançer romanında da hâkim bakış açısı kullanılır. Anlatıcı-yazar, her zaman
mevcuttur.
Yazarın sembol olarak kullandığı İlk Hançer romanın sonunda önümüze
çıkar. Bu, bölgenin kalbine Ruslar tarafından ilk atılan hançer manasındadır. “İlk
hançer acımasızca vurmuştu. Kazan düşmüş, Kazanlılar sahipsiz kalmışlardı.” (s.93)
IV. Murad –I- romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Anlatıcı, gösterici bir
tavırdan hareket ederek IV. Murad’ın ilk dönemini ustaca yansıtır.
IV. Murad –II- romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Anlatıcı, gösterici bir
tip alarak IV. Murad’ın güçlü iradesini Bağdat seferi esnasında göstermeye çalışır.
Beyaz Kale romanında tekil bakış açısı (kahraman-anlatıcı) kullanılır.
Olaylar, romanın başkahramanı ve anlatıcısı Venedikli bilim adamı ağzından
anlatılır. Kahraman-anlatıcı bakış açılı Payaz Kale şu şekilde başlar: “Venedik’ten
Napoli’ye gidiyorduk, Türk gemileri yolumuzu kesti. Biz topu üç gemiydik, onların
ise sisin içinden çıkan kadırgalarının arkası gelmiyordu bir türlü. Gemimizde bir
anda korku ve telâş başladı; çoğunluğu Türk ve Mağripli olan kürekçilerimiz sevinç
çığlıkları atıyordu; sinirlerimiz bozuldu. Gemimiz burnunu öteki iki gemi gibi,
karaya, batıya çevirdi, ama öteki gemiler gibi hızlanamadık biz. Esir düşerse
cezalandırılmaktan korkan kaptanımız körek kölelerini şiddetle kırbaçlatmak için bir
türlü emir veremiyordu. Sonraları, bütün hayatımın kaptanın bu korkaklığı yüzünden
değiştiğini çok düşündüm.” (s.11)
Yukarıdaki örnekte gördüğümüz gibi olay, romanın başkahramanının
ağzından anlatılır. Burada okuyucu, olayları kahraman-anlatıcının gözünden görür.
Romanın kahramanlarına ve ele alınan döneme baktığımızda yazarın bakış
açısı net bir şekilde ortaya çıkmış olur. Romanda söz konusu dört kişi vardır. Esasen
roman, bu dört kişinin üzerinde kurgulanmıştır. Türkler tarafında esir tutulan
Venedikli bilim adamı, romanın tek olumlu kişisidir. Diğer tarafta Hoca, sahte bir
599
bilim adamı ve Venedikliden yararlanmaya çalışır. Hoca’nın asıl kişiliği, ilimden
hareket ederek şahsî çıkarlara ulaşmaktır. Sadık Paşa de kendi çıkarlarına göre
çalışan bir devlet adamıdır. Padişah ise avla meşguldür ve ne halkına ne devletine
önem verir. Üstelik zayıf karakterlidir. Böylece yazarın bakış açısı belli olur. Batı
dünyasını temsil eden Venedikli, Osmanlı İmparatoruğu’nu temsil eden padişah,
siyaset adamı (paşa) ve bilim adamı (Hoca)’dan daha olumlu ve müspettir. Burada
söz konusu bir karşılaştırmadır. Batı ile Doğu arasında bir mukayesedir. Ama
romanda ele alınan dönemin ve tiplerin seçilmesi, elbette yazar tarafından manalı ve
birçok soruya yol açar. Eserde tasvir edilen Osmanlı figürler, olumsuz özelliklere
sahiptir. Ama biz burada sadece yazarın bakış açısını göstermeye çalışıyoruz.
Yazarın hangi ideolojiden hareket ettiği, bizi ilgilendirmez. Yazar, kahraman-anlatıcı
bakış açısını seşerken, belki kendisinden bu çarpıcı görüşü uzaklaştırmak amacı
gütmektedir.
Patrona romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Yazar-anlatıcı, araştırmacı ve
inandırıcı bir tavırda romanını yazar.
Yazarın romanda asıl amacı ve üzerinde çok durduğu nokta, Patrona’yı
mazlum olarak göstermektir. Ve onunla ilgili olarak okuyucuya inandırmak için bu
konuda yazmış olan tarihçileri eleştirerek sonuçları çıkarır. Bu yüzden anlatıcı,
birçok yerde romanın olaylarında sıyrılarak tarihçilerin görüşlerini eleştirir. Yazar-
anlatıcı, bütün gücüyle Patron Halil’i mazlum ve masum bir insan olarak göstermeye
çalışır. Yazarın bu görüşü, romanın sonunda net bir şekilde karşımıza çıkar. Bu
sıralarda yazar, Ptrona’yı masum, padişahı zalim bir insan olarak gösterir. (s.610–
620)
Civelek Osman romanında çoğulcu bakış açısı kullanılır. Romana hâkim olan
tanrısal bakış açısıdır. Ama romanın ilk kısmı, özellikle Yeniçeri ocağının
kaldırılması Osman tarafından anlatılır ve bu olayın değerlendirilmesini Osman
yapar. Bu bölümde yazar-anlatıcının sesi gizlenerek Osman’ın sesi ortaya çıkar.
Okuyucu, bu olayın gelişmesinde yazar-anlatıcıya değil, Osman’a bağlıdır. Böylece
Civelek Osman, basıt tarzıyla çoğulcu bakış açılı bir romandır.
600
Hilâl Görününce romanında müşahit bakış açısı kullanılmaktadır. Roman,
Felekzede Ârif Çelebi’nin ağzından anlatılır. Romana orijinallik katan anlatıcı,
romanın başına, ortasına ve sonuna damgasını vurur: “Felekzede Ârif Çelebi sözüne
şöyle başladı.” (s.7), “Felekzede Ârif Çelebi sözüne şöyle bitirdi.” (s.428) Romanın
anlatıcısı, bölümlerin arasında hikâyesini nerede anlattığını gösterir: “Felekzede Ârif
Çelebi Sinop’da” (s.111),“ Felekzede Ârif Çelebi Kırım’da” (s.215),“ Felekzede Ârif
Çelebi İstanbul’da Frenklerin meclisine gidişini anlatıyor.” (s.311)
Anlatıcı, romanın olaylarında ustaca göstermeye dayanır. Kırım Türklerinin
örf ve geleneglerini korumak veya zamanla kaybolmamak amacıyla bu geleneklerin
ibraz edilmesi, romanın birçok yerinde karşımıza çıkar. Anlatıcı romanı anlatmaya
başlamadan önce amacını şu şekilde ortaya koyar: “anlatacağım hikâye, Kırım
ahvaline ve Kırım Kırımlı Nizam Dede ile yakınlarına dairdir. Ben bu Kırım diyarını
evvelce bilmezdim, fakirin yolu bir türlü düşmediydi. Amma bu defteri yazarken,
hayalhanemde nice kadırga ve kalyon ve buharlı gemi icad edip, orya sık sık gidip
geldim. Meğer bir cennet imiş. Rusların, “güneş ülkesi” dediği kadar varmış.” (s.9)
Anlatıcının ısrarla gösterdiği görüşlerden biri, Kırım’ın Türk kimliğidir.
Anlatıcı, Türklerin, Hunlardan başlayarak Osmanlılara kadar Kırım’da yerleştiklerini
gösterir. (s.9–12) Üstelik romanın başkahramanı olan Nizam Dede bunu birkaç yerde
net bir şekilde gösterir: “Onlar da Türk, biz de Türküz.” (s.50), “O da Türk, biz de
Türküz.” (s.87) Nizam Dede, bir Türk olarak yıllardır Osmanlı ordusunun Kırım’a
gelmesini bekler. (s.237)
Yazarın sembol olarak kullandığı “Hilâl Görününce” adı, ümidi simgeler.
Arslan Bey, Kırım’ın “hilal”ının batmayacağını söyler. “Hilâl göründü.” diyen
Arslan Bey, düşmanla savaşmak için hem kendine hem de arkadaşı Hamza Batur’a
ümit verir. (s.362) Burada söz konusu hilâl, özgürlüğe simgeler: “Bizim hilâlimiz
batmaz!” (s.362, 426)
Dağlı (Dargo) romanında hâkım bakış açısında yazılmıştır. Anlatıcının,
romanında aldığı tavır tasdik edicidir. Yazar romanı yazarken, diğer eserleri olduğu
601
gibi de gözünün önünde tutuğu esas, gelecek nesillere yolu gösteren bir örnek
vermektir.
Yazar, sadece mücahitlerin hürriyet mücadelesini savaştıklarını göstermez,
ama aynı zamanda kadınların da kendi evlatlarını fedakârlıkla vatan için verdiklerine
işaret eder. Romanda bunların örneği, Toy Cafer’in annesidir. (s.38–39) Şeyh
Şamil’in karısı da savaşa katılır: “İmam Şamil’imizin Cevheret diye bir hatunu vardı;
küçük oğlu Mehmed Said’i sırtına bağlamış, eline geçirdiği kılıçla vuruşmaya
geçmişti. Oğluyla bile şehadetini gözümle gördüm.” (s.48)
Yazarın üzerinde durduğu noktalardan biri, Rusya’nın Kafkasya’yı işgal
etmesidir. Ona göre Kafkasya’nın verimli topraklarıdır. Rusya, Kafkas’ın bu verimli
topraklarını almak ister. (s.109)
İsyan Eşiği romanında yazar-anlatıcı, eserde hâkim bakış açısını kullanır.
Yazar-anlatıcı, romanda üzerinde en durduğu fikirlerinden biri, İttihatçıların
Osmanlı Devletine neyi getirdikleridir. Ona göre İttihatçılar, memleketin yıkılmasın
hıslandırdılar: “Şu İttihatçılara hak vermiyorum. Avrupa anlayışını, memleketimize
ancak onlar sokar.” (s.40) Bu fikir roman boyunca ısrarla yazılan fikirlerinden
biridir: “Yeni hükûmette masonlar var. Jön Türklerle İttihatçıların ağırlığı
görünmeye başladı. Yeni kurulan mahkemelerde Fransız kanunları tatbik ediliyor.
Fransız kanunlarının kaynağı, Hıristiyan ahlâkı ve Yunan kültürüne dayalı. Bu
alçakların hepsi yıkıcı.” (s.161)
Yazar- anlatıcı, romanında o dönemde yabancı ülkelerin Osmanlı Devletini
yıkmaya çalıştığını, bunu gerçekleştirmek için de memleket içinde yüksek
makamlara mensup insanları kullandığını söyler: “İmparatorumuzun muhtelif
yerlerinde, Mason locaları kuruldu. Sözde insanlık için çalışıyorlar. Aslında fesat
tohumları saçıyorlar. İslam düşmanı mecmuaları, gazeteleri kışkırtmaları neden?
Fransa, İspanya, Yunanistan, İtalya, Belçika maşrıklarına bağlı olmaları neden?
Ağlarını genişletiyorlar. Paşalardan sonra zabitleri avlamaya başladılar.” (s.162)
Anlatıcı, bu hususta Amerika rolünü unutmayarak Amerikalı eğitimciyi şu şekilde
602
konuşturur: “Bir eğitimci olarak kolejlerin etkisini incelemeğe geldim. Etnikli Eterya
Cemiyeti üyelerinin çoğu, Robert Kolejde okudu. Ermeni isyancıları, Bulgar çete
başları aynı kolejden mezun. İttihatçıların bir kısmı keza. Hıristiyanlar, Türk
ülkesinde kolejlerin sayısını artırmalı. Mektep sınırları içinde, Türk kültürünü
hatırlatacak hiçbir iz bırakmamalı. Ne bir sanat eseri, ne musiki ne şiir ne tarih;
hiçbir şey girmemeli. Göz; bizim eserlerimizi, sanatımızı görmeli. Kulak bizim
edebiyatımızı duymalı. Bu okullara girenler, bizden biri olarak çıkmalı.” (s.113)
Yazar-anlatıcı, Tanzimat aydınlarını eleştirerek devletin yıkılışını
çabuklaştırdıklarını söyler: “Şu! Tanzimat aydınlarının beynine, Hıristiyanlık sineği
kaçtı. Avrupa kültürü girdi. Günbegün kemiriyor. Osmanlı aydınının beynini
parçalayacak, sonra Osmanlı parçalanacak. Osmanlı parçalanmadan, Ortadoğuya
sarkamayız. İnancını yıkamadan da parçalamayız. Askerlerin Osmanlıyı koruduğu
sanılıyor. Osmanlı, kendi muhafızının silahıyla ölecek. Silah başı kesecek.” (s.109)
Bu konuda da yazar, Jön Türklerin rolüne vurgular: “Jön Türkler Hıristiyan
kültürüyle yetişti. Kalemlerini İslâm kültürüne sivriltecekler.” (s.112)
Romanda gösterilen Osmanlı-Türk kimliği, yazar-anlatıcı tarafından çok
ısrarlı gösterilen husulardan biridir. Yukarıdaki örneklerde gördüğümüz gibi anlatıcı,
İslâmî bir açıdan Batı dünyasına bakar. Aynı görüşte Tanzimat aydınlarına bakılır.
Üstelik romanda Fuat Bey, hem devletin hem de dinin düşmanı olarak karşımıza
çıkar. Burada bir fark yoktur. Dinin düşmanı, devletin düşmanı olur: “Mülazim Fuat
İslâm düşmanı idi. Masondu.” (s.101), “Masondan Müslümanca iş beklenir mi?”
(s.151) diye nitelenen Fuat Bey, şarap içer ver ‘haram’ şeyleri işler. Üstelik yazar,
birkaç yerde hadislerin manalarını açıklar. (s.70–71) Şeriattan da söz eder. (s.100–
101)
Anlatıcı, Ermenilerin zulmüne ve isyanına romanda geniş bir yer verir,
yaptıklarını “Kâfirce işler” (s.10) olarak tasvir eder: “Sason Ermenileri, isyancıların
yardımına yetiştiler. Rus silahlarıyla saldırı yeniden kızıştı. Bazı köyler düşman eline
düştü. Karameşe köyünde, erkekler öldürülüp kadınların namusları kirletilmişti.
Malababa köyünden yetmiş dört kişi, Kazan köyünün bütün halkı, Heşkervan
köyünden on iki kişi; Eritçik, Ağda, Vartedyi, Semürşeyh köyleri halkının tamamı;
603
Fick, Bulanık, Küt, Nurkagak, Malakumran, Semtruz, Alevzerk, Kötenan
köylülerinin bir kısmı öldürülmüştür. Kazanan köyünün bütün fertlerini, bir yere
toplayarak yaktılar. Malazgirtte elli üç köyden, yirmi bin civarında insan öldürüldü.”
(s.146–147)
Anlatıcı, romanında sadece Ermenilerin isyan ve saldırılarına işaret etmez;
ama aynı zamanda da zengin Ermenilerin nasıl halka zulmettiklerini gösterir. İşte
Bakırcı Mıgırdıç, halkın tarlalarını en ucuz şekilde almak için elinden geleni yapar.
Köyde dara düşenlerin mülklerini toplar. Bu suretle Mıgırdıç epey arazi almıştır.
Hem de ihtiyaç olanlara para verip sonra paranın faizlerini alır. (s.58)
Yazar, sembol olarak kullandığı İsyan Eşiği, romanın son kısmında ortaya
çıkar: “Masonun zulmü arttı. Malatya kaynıyor. Bıçak kemiğe dayandı. İsyan eşiğe
yaklaştı. İttihatçı hükümet, inadına hep dinsizleri vali tayin ediyor. Kolağası Fuat
gözde adamlarından biri. Halkın şikâyetlerine eski kafalık deyip geçiyorlar.” (s.231)
Yazarın bir başka bakış açısı da karşımıza çıkar. Kahramanların adları
bakımından romanda dikkat çeken nokta, öğretmen veya eğitimcilerin adsız olarak
takdim edilmeleridir. Coğrafya Muallimi ve Amerikalı eğitimci sıfatlarıyla
konuşturulur. Romanda isimleri yoktur. Sanki bu gibi insanlarda önemli olan, adlar
değil, sıfatlardır. Köylülerin bir şeyi anlamadıklarında coğrafya muallimine gidip
sorarlar.
Son Kavşak romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Yazarın bakış açısı net bir
şekilde karşımıza çıkar: Osmanlı Devleti’nin yıklışını hızlandıran İttihatçılar, devlet
için değil, ama sadece kendi çıkarlarına çalışırlar. Romanın büyük kısmı, anlatmaya
dayanır. Kahramanlar bile az konuşurlar.
Dünya Durdukça romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Anlatıcı, Mustafa
Kemal Atatürk’e hayran bir tavır alarak romanın olaylarında Atatürk’ün üstünlüğü ve
kahramanlıklarına önemli bir yer verir. Romanın birinci bölümünde karşımıza çıkan
küçük Mustafa’nın gelecekte büyük bir önder olacağını tahmin edebiliriz. Yazar,
genellikle romanın olaylarını göstermez, ama anlatmaya dayanır.
604
Kahramanlar Kahramanı Hekimoğlu romanında hâkim bakış açısı kullanılır.
Anlatıcı romanını yazarken, Hekimoğlu’ndan yanadır. Bunun için romanda
Hekimoğlu’nun destanına tasdik edici bir tavır alır.
Ermeni Zulmü romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Romanın adından
yazarın bakış açısı net bir şekilde karşımıza çıkar.
Karasu romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Anlatıcı, hem gösterici hem
de anlatıcı bir tavır alır. Yazar-anlatıcı, Türk-Ermeni kardeşliğinin tarihçesine
dayanarak bu tarihî kardeşliği bozmanın yolunda komitecilerin yaptıklarını gösterir.
Anlatıcı bu görüşle romanı bitirirken, komitecilerin yüzünden Türk-Ermeni
kardeşliğinin Karasu bataklığına düştüğünü söyler: “İçinde Türk, Ermeni kardeşliği
var. Ve ben Karasu her taştığında hayallere dalarım. Türk kızlarının çığlıkları, Mari
Teyze, Agop Dayı, Hayran Baba ve ötekiler geçer güzlerimin önünden.” (s.131)
Anlatıcı, Batı ülkelerinin komitecilerini nasıl kendi çıkarlarına göre
kullandığını aydınlatmaya çalışır.
Üzerinde durduğu başka bir görüş de bu sıralarda Osmanlı İmparatorunun
içinde bulunduğu zor şartlardır.
Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Anlatıcı,
gösterici bir tavır alarak İzmir işgali sırasında devletin genel durumunu okucuya
sunar. Yazar, kişilerinin özelliklerini aydınlatınca anlatmaya değil, ama olaylar
vasıtasıyla göstermeye dayanır. Buna bir örnek olarak yazar, Abdi Bey’in sefihliğini
olaylarla gösterir.
Yazar-anlatıcının sembol olarak kullandığı “Dersaadet’te Sabah Ezanları”
olan romanın ismi, “ümit”i simgeliyor. İstanbul’un her yanını yabancı varlıkların
kapladığı, her ırktan yabancı askerin cirit attığı dönemde bize ait önemli simge olarak
605
vurgulanmış ezan motifi. Yalnızca bize ait simge değil ezan burada, ülkenin de bize
ait olduğunu gösteren bir simge olma niteliği de taşıyor.233
Burada ezan motifinde “sabah” kullanılması, ümit verici bir zaman şerididir.
Yazar-anlatıcı, İstanbul’da sabah ezanı okunur, ama yabancı kuvvetler hâlâ
sokaklardadır. Yazar bunu şaşırarak söylerken, bir başka “sabah ezanı”nda yabancı
kuvvetlerin İstanbul’da olmayacağına işaret eder: “Dersaadet’te sabah ezanları!...
Boğaziçi’deki düşman zırhlılarının; Pera’da, Tatavla’da, Ayastefanos’ta, kaldırımları
döve döve devriye gezen ‘düşman’ inzibatlarının; Haydarpaşa ve Sirkeci garlarına,
limana, kara ve deniz gümrüklerine, posta ve telegraf idaresinde çöreklenmiş,
‘düşman’ zabitlerinin üzerinde, yalnız onlardır ki şehrin, (hatta bu mülkün), asıl
sahiplerinin elinden hâlâ çıkmadığını duyurmaktadır.” (s.323)
Vatan Dediler romanında hâkim bakış açısı kullanılır. Anlatıcının romandaki
karşımıza çıkan tasvirlerde kullandığı kamera yöntemiyle hem askerlerin maddî ve
manevî durumlarını, hem de savaşın zor koşullarını ustaca göstermiş olur. Anlatıcı
bunu yaparken, anlatım tekniği bakımından hiçbir yerde anlatıma dayanmz. Anlatıcı,
her zaman roman içinde gizlidir. Kahramanlar arasında mevcut değildir. Bu teknik,
elbette her şeyden önce romana daha çok objektif güce verir. Gerçekten yazar
ustalıkla romanın ana fikirlerinden biri olan Türk askerlerinin kahramanlıklarına
işaret ederken, birine cesur veya yiğit vasıflarını kullanmaz, ama olaylardan
okuyucuya bunu yiğit olarak gösterir. Yazarın, anlatımda maharetle kullandığı
“gösterme” tekniğiyle Türk romancılığında ne kadar başarılı bir yazar olduğunu
göstermiş olur.
Anlatıcının, roman boyunca üzerinde çok durduğu husus; düşman karşısında
milletin birliği ve onunla alakalı olarak beraberlik terimidir. Halk el eledir. Tek bir
şey üzerinde toplanır. Tek bir hedefe bakar. Bunu ısrarla gösteren yazar-anlatıcı,
milletin birliği ve beraberliğine romanın olaylarında geniş yer verir: “Millet iyi
yöneldi. Her yerden gelip toplanıyorlar. Allah Müslümanların aklını başına topladı.
Vatan deyince herkes varını yoğunu…” (s.38), “Millet birbirine arka oluyor.” (s.38),
233 Mürşit Balabanlılar, s.290–291
606
“El birliği ile kurtaracağız vatanı.” (s.43), “Hep birlikte çalışacağız.” (70, 71), “Yeter
ki elbirliği ile bu ise sarılalım.” (s.69), (s.70), “El ele vereceğiz, yan yana
döğüşeceğiz, vatanı kurtaracağız.” (s.70), “Millet el ele verdi.” (s.79), “Bütün millet
savaş hazırlığındayız, doğru. Böylesi dünyanın hiçbir yerinde görülmedi. Onun için
kazanacağız.” (s.113)…
Yazarın, romanda; özellikle çatışmalarda önem verdiği hususlardan biri, Türk
askerlerinin bulundukları zor koşul ve durumlardır. Kahramanlıkların bütün yönlerini
gösteren Türk askerleri, dünyanın en zor durumlarına ve sayı ile silah bakımından
daha üstün olan düşmanla karşılaşır ve vatanlarını kurtarırlar.
Yazar-anlatıcının sembol olarak kullandığı “Vatan Dediler” olan romanın adı,
romanın başından sonuna kadar bellidir. Türkler, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden
vatanı kurtarmak için orduya katılmaya geliverirler. Bütün köylerden, bütün
yerlerden gelirler: “Memleketin çeşitli bölgelerinden gelmiş insanlar, kimisi
uzanmış, kimsi oturup arkasını duvara dayamış, aralarında konuşup fısıldaşıyorlardı.
Bazıları başını eğmiş düşünüyordu. Hepsinin de yüzleri durgundu. Kütahya’dan,
Gediz’den, Uşak’tan, Sandıklı’dan, Akşehir’den… gelmişlerdi. Daha uzak yerlerden
gelenler de vardı. Şiveleri, sesleri değişikti. Ama hepsi de aynı şeyi konuşuyordu.”
(s.30) Onlar annelerini, karılarını, çocuklarını ve işlerini bir yana bırakıp ve sadece
vatan dediler. “Türk milleti tehlikeyi görünce böyle vatan hizmetine koşar.” (s.41),
“Anadolu’nun çeşitli yerlerinden geliyorlardı. Kimisi genç, kimisi orta yaşlı
adamlardı. Ama hepsi de ortak bir amaçta birleşiyordu. «Vatanı kurtaracağız,
düşmanı toprağımızdan atacağız.»” (s.329) Böyle bir millet, muhakkak zafere
kavuşur.
Yazar, Çerkez Ethem234 sorununu ele alır. Tacım’lı beş arkadaşın, orduya ilk
katıldıklarında Çerkez Ethem’in kahramanlıklarından ve Kuva-yı Milliye
234 Düzenli ordu genişletilirken, Kuva-yı Milliye birliklerini düzenli ordunun içine almak için çabagösteriliyordu. Buna Demirci Mehmet Efe ve Çerkez Ethem karşı çıkmışlardır. 11 Aralıkta ayaklananDemirci’ye karşı Refet Paşa komutasındaki bir kuvvet gönderildi, Efe yenildi ve daha sonra teslimoldu. Çerkez Ethem’in düzenli orduya katılması için birçok görüşmeler yapıldı fakat o, razı olamadıve meydan okudu (1 Ocak 1921). Üzerine gönderilen kuvvetler 5 Ocakta Kuva-ı Seyyare’ninkarargâhının bulunduğu Gediz’e girdiler. Ethem Yunanlılara sığındı. Ethem’in durumu tarihçilerimiz
607
hareketinden söz ederler: “İyi bir asker. Vatansever bir adam. İlk yüz atlı ile o da
Kemal Paşanın emrine girdi. Ankara’ya gidip ‘emrinizdeyim paşam’ dedi. Bir süvari
birliği kurmuş, kuş gibi uçuyor. Geçenlerde Yozgat isyanını bastırdı. Padişahçıları
bir gecede kılıçtan geçirdi. Kemal Paşa alnından öpmüş, ‘sen bir yiğitsin, sana
güveniyorum’ demiş. Bütün askerlerimiz onun birliği gibi olsa bize kimse
dayanamaz, Söker atarız düşmanı.” (s.80) Bundan sonra Teğmen Galip, Molla
Mahmut’a Çerkez Ethem’in düşman tarafına geçtiğini söyler. (s.234)
Sonunda yazar, Kuvve-yi Milliye’nin Kurtuluş Savaşındaki rolünü unutmaz.
Romanın kahramanları Tacımlılar, Kuvve-yi Milliye’nin mensuplarındandır. Yazar,
burada halkın kendi vatanı için yaptığını vurgular.
Yazar-anlatıcının romanda üzerinde durduğu nokta, Kurtuluş Savaşı’nı
kazandıran unsurdur. “Türk köylüsünün yiğitliği, savaşkanlığı romanda çok canlı ve
etkili biçimde anlatılıyor. Tacımlı beşli, onların bölük arkadaşları ve öteki köylü
savaşçılar kavganın içindedirler. (…) Talip Apaydın, bu zayıf, çelimsiz, karayağız
gençlerin kavganın içinden asıl değiştirlerini, kendilerinden sayı ve araç gereç
yönünden kat kat üstün kuvvetler karşısında nasıl kahramanca dövüştüklerini
anlatıyor. Kurtuluş Savaşı’nı kazandıran asıl gücün de bu güç olduğunu, onların
direnme ve dayanma güçleri olduğunu sezdiriyor. Gerçekçi ve inandırıcı biçimde
bunu yapıyor.”235
Türk’ün Dramı romanında yazar-anlatıcı, hâkim bakış açısını kullanır.
Yazar-anlatıcı, romanda Rusların olumsuz ve menfi özelliklerine işaret ederek
merhametsizliği gösteren “Moskof zulmü” (s.4) “Kızıl Canavar” (s.7) “kızıl vampir”
(s.7) “Kara vicdanlı” (s.57) gibi vasıflar kullanır. Anlatıcı, Rusların artan vahşiyetleri
karşısında aşağılayıcı bir tavıdan hareket eder: “domuz suratlı” (s.4, 7) “kızıl baykuş”
(s.7) Ruslara kullanılan “ayı” kelimesi ise, romanın boyunca rastlanır.
tarafından farklı farklı değerlendirilmektedir. Kimisi onu hain diye nitelerken, ondan yanadeğerlendirmeler de yapılmaktadır. Sina Akşin, a.g.e., s. 96235 Mürşit Balabanlılar, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,İstanbul, 2003, s. 424
608
Görüldüğü gibi inceleme konumuz olan 1981–1985 yılları arasında
yayımlanmış tarihî romanlarda genellikle hâkim bakış açısı kullanılmaktadır. Orhan
Pamuk’un Beyaz Kale romanı dışındaki yazarlar romanların çoğunun ilgi alanı olan
Osmanlı Devleti dönemine olumlu yaklaşmaktadırlar. Belirtmek gerekir ki “Ermeni
Meselesi” ile ilgili aktüel konusunda romancılar Ermeni komitecilerin yaptığı
zulümleri anlatmaktadır. Kafkaslar ve Kırım ile ilgili romanlarda ise, Rusların zulmü
ön plâna çıkmaktadır.
609
SONUÇ
Türk Edebiyatında Tarihî Romanlar (Türk Tarihî İle İlgili, 1981-1985) adlı
Doktora tezimizde, 1981-1985 beş yıllık dönemde neşredilen telif Türk tarihî ile
ilgili otuz roman incelenmiştir. Tezimiz; Ön Söz, Giriş, “Olay Örgüsü”, “Zaman”,
“Mekân”, “Şahıslar”, “Bakış Açısı” başlıklı beş ana bölümden, Sonuç ve
Bibliyografya’dan oluşur.
Tezimizin “Ön Söz” kısmında, çalışmamızın amacı, mahiyeti, ehemiyeti ve
bu çalışmanın nasıl oluşturulduğu, tezin bölümleri kısaca anlatılmıştır.
Çalışmamızın “Giriş” kısmında ise, incelenen romanlara dayanarak tarihî
romanın mahiyetini ve tarifini gösterdik. Üstelik tarih-roman ilişkisine yer verdik.
Tezin birinci bölümünü oluşturan “Olay Örgüsü” kısmında ise, romanda olay
örgüsünü ve incelediğimiz romanların olay örgülerini gösterdik. Böylece
inceleyeceğimiz romanları genel çerçevesiyle tanımış olduk.
Tezimizin ikinci bölümünü teşkil eden “Zaman” kısmından şu sonuca
çıkardık: Ele aldığımız romanlar içinde en çok rağbet gören, Osmanlı Dönemidir (25
roman=84%). İkinci sırada Kurtuluş Savaş Dönemi gelir (2 roman=7%). Yazarlar
tarafından tercih edilen Osmanlı Döneminde ise, XIV. yüzyıl birinci sırada gelir (10
roman=40%). İkinci sırada ise XIX. yüzyıl gelir (6 roman=24%). Buna göre
yazarlarımız, Osmanlı Devletinin kuruluş ve yıkılış yıllarını tercih ederler. En az
rağbet edilen dönem ise, XIII., XVI. ve XVIII. yüzyıllardır. Söz konusu yüzyıllarda
birer roman yazılmıştır (4%). Romanlardaki “kronolojik zaman”, “kozmik zaman” ve
“sosyal zaman” ele alınmıştır. Genellikle kronolojik zaman kullanılmakta, kozmik
zamanda ise en çok “gün”, “gece” ve “gündüz” gibi forumlar tercih edilmektedir.
Çünkü bu gibi kısa süreli zaman dilimleri, genellikle tarihî romandaki olaylara
uygundur. Biz de ilk olarak bütün romanların vak’a zamanını gösterdikten sonra
romanların kronolojik seyrini ortaya çıkardık. Kimi yazarlar, kahramanlarla veya
olaylarla ilgili bilgiler vermek amacıyla geriye dönüş veya geleceğe sıçrayışlarla
romanın bu kronolojik seyrini bozarlar. Yazarlarımız kozmik zaman unsurları
kullanırlarken iki yöne giderler. Birincisi romanın kronolojik seyrine işaret eden
610
kozmik zaman dilimleridir. “Gün” ve “mevsim” formları, bu konuda çok belirgindir.
İkincisi ise, kahramanların ruhî durumlarını gösteren kozmik zaman unsurlarıdır.
Burada yazarlar, “gece” formu gibi kozmik zaman unsurlarını kahramanların keder
ve ruhî ıstıraplarıyla birleştirirler. Yazarlar sosyal zamanın özelliklerine yeterince
dikkat ettikleri kıyafet ve sofra unsurları ve geleneklerdir. Ortaya çıkardığımız sosyal
zaman unsurlarından işlenen devirlerin ruhuyla ilgili bilgi edinebiliriz.
Tezimizin üçüncü bölümünü teşkil eden “Mekân” kısmında romanların
mekânla ilgili unsurlarının üzerinde durarak mekânları “Tabiî Coğrafya”,
“Yerleşilen, Barınmak Veya Bir İhtiyaç İçin Yapılan Mekânlar”, “Açık Mekânlar”,
“Kapalı Mekânlar”, “Dinî Mekânlar”, “Dinleme-Eğlence Mekânları” ve “Müteferrik
Mekânlar”a göre tasnıf ettik. Akıncıları anlatan romanlarda en çok açık mekânlar
tercih edilir. Bu gibi romanlarda açık mekân, akıncıların ruhî durumuna uygundur.
Padişahları anlatan romanlar ise, büyük bir oranla saraylar gibi kapalı menkânlarda
cereyan eder. Romanlarda mekânı alınırken, üzerinde durduğumuz bir husus, insanın
mekânla ilişkisidir. Bu konuda mekânların, kahramanların ruhî durumlarında etkisini
gösterdik. Bunun yanında da kimi yazarlar, mekânın unsurlarıyla kahramanların
özelliklerini gösterirler.
“Şahıslar” olan sonraki bölümde de romanlarda yer alan kahramanları, çeşitli
yönlerden inceledik. İlk olarak şahısları; “Tarihî Şahsiyet”, “Tarihî olmayan Yaratma
Şahsiyet”e göre inceledik. Bundan sonra kahramanları “Meslek”lerini gösterdik.
“Sosyal Durumlarına Göre Şahsiyetler” kısmında da kahramanların sosyal
hayatlarıyla ilgili verilen bilgilerine yer verdik. “Cinsiyetlerine Göre Kahramanlar”da
da romanlarda erkek ve kadın kahramanları gösterdik. Üstelik hangisinin yazarlar
tarafından tercih edildiğine işaret verdik. Romanlarda, özellikle seferleri anlatan
romanlarda en çok tercih edilen erkek kahramanlardır. Saraylarda cerayan eden
romanlarda ise kadın kahraman, ön plana kadar çıkmaktadır. Bölümün son kısmı ise,
“Milliyetlerine Göre Kahramanlar”da kahramanları ülkelerine göre sınıflandırdık.
Romanlarda geçen çeşitli milletlerin genel özelliklerini gösterdik.
Romanın son bölümü ise, “Bakış Açısı” başlıklıdır. Bu bölümde anlatım
teknikleri bakımından romanlarda kullanılan bakış açısına yer verdik. Bunun yanında
611
da yazarın, vak’alar ve kahramanlar hakkında olumlu veya olumsuz yorumlarını
kapsayan bakış açılarını göstermeye çalıştık. Üstelik tarihî roman üzerinde en çok
tartışılan konulardan biri olan roman-tarih konusu ile ilgilenmeye çalıştık. Yazarın,
bu romanı yazmasının sebebini veya yazarın romandan okuyucuya aktarmak
istediğini gösterdik. Aslında her roman, roman-tarih ilişkisine özel açıdan işaret eder.
Çünkü her yazarın, bir eseri –bilhassa tarihî bir romanı- yazdığında belirli bir
görüşten hareket eder. Bu görüş aslında yazarın ele aldığı konu hakkında dünya
görüşünü teşkil etmektedir. Yazarın niye bu eseri yazdığının sorusuna cevap verirsek
elbette yazarın romanla ilgili bakış açısını ortaya çıkarmış oluruz. Bu açıdan
incelenen romanlarda ara sıra yazarın tarafından verilen mesaj veya yorumlar
vasıtasıyla bu soruya cevap vermeye çalıştık.
Bütün bölümlerde romanlardaki vak’a zamanını esas alarak, ayni devri
işleyen romanları birlikte inceledik.
Tezimiz, bibliyografya ile sona erer. Bibliyografyada incelediğimiz otuz
tarihî romanı gösterdik. Sonra tez boyunca faydalanan ansikleopedi ve sözlük
maddelerine yer verdik. Bibliyografyanın son kısmında ise, tezimizde faydaladığımız
çeşitli dergilerde yayımlanan makaleleri ve kitapları gösterdik.
612
BİBLİYOGRAFYA
1- İNCELENEN ROMANLAR
1981
1- Apaydın, Talip, Vatan Dediler, Yalçın Yayınları, İstanbul, 368 s.
2- Bahadıroğlu, Yavuz, Binatlı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 79 s. [Nesil
Yayınları, İstanbul, 44. Baskı, 2006, 93 s.]
3- Bahadıroğlu, Yavuz, Dargo, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 111 s. [Nesil
Yayınları, İstanbul, 23. Baskı, 2006, 126 s.]
4- Bahadıroğlu, Yavuz, Düşman, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 100 s. [Nesil
Yayınları, İstanbul, 7. Baskı, 2005, 127 s.]
5- Bahadıroğlu, Yavuz, Selahaddin Eyyubi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 203
s. [Nesil Yayınları, İstanbul, 42. Baskı, 2005, 184 s.]
6- Gündüz, Ali, Türküm Dramı, Ankara, Gündüz Yayınevi, 120 s.
7- İlhan, Attilâ, Dersaadet’te Sabah Ezanları, Ank., Bilgi Yay., 382 s.
8- Yeşilova, Mustafa, Karasu, y.y., Hür Yay.,131 s.
1982
1- Bahadıroğlu, Yavuz, Sultan 4. Murat, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 304 s.
[Nesil Yayınları, İstanbul, 36. Baskı, 2006, 294 s.]
2- Bahadıroğlu, Yavuz, Baskın, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 109 s. [Nesil
Yayınları, İstanbul, 20. Baskı, 2006, 127 s.]
3- Bahadıroğlu, Yavuz, Gemide İsyan, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 138 s
[Nesil Yayınları, İstanbul, 11. Baskı, 2006, 167 s.]
4- Bahadıroğlu, Yavuz, Kaybolan Elçiler, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 95 s.
[Nesil Yayınları, İstanbul, 20. Baskı, 2006, 92 s.]
5- Bahadıroğlu, Yavuz, Tuzak, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 116 s. [Nesil
Yayınları, İstanbul, 37. Baskı, 2006, 127 s.]
6- Bahadıroğlu, Yavuz, Kara Şövalye, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 92 s.
[Nesil Yayınları, İstanbul, 42. Baskı, 2006, 111 s.]
613
7- Bahadıroğlu, Yavuz, Çalınan Hazine, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 119 s.
[Nesil Yayınları, İstanbul, 33. Baskı, 2006, 119 s.]
8- Bahadıroğlu, Yavuz, Kaçırılan Prenses, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 159 s.
[Nesil Yayınları, İstanbul, 14. Baskı, 2006, 159 s.]
9- Karatay, Hüseyin, İsyan Eşiği, Arslan Yayınları, İstanbul, 256 s.
1983
1- Akok, Edibe Aziz, Dünya Durdukça, Osmanlı Matbaası, İstanbul, 160 s.
2- Bahadıroğlu, Yavuz, Bağdat Fatihi Sultan 4. Murat, 2. Cilt, Yeni Asya
Yayınları, İstanbul, 359 s. [Nesil Yayınları, İstanbul, 23. Baskı, 2006, 400 s.]
3- Buğra, Tarık, Osmancık, Ötüken Yayınları, İstanbul, 436 s. [19. Baskı, 2005]
4- Daloğlu, Selahaddin Turgay, Ermeni Zülmü 1915–1918, Dilara Yayınları,
İstanbul, 119 s.
5- Korcan, Kerim, Patrona, Yazko Yayınları, İstanbul, 620 s.
6- Sertoğlu, Murat, Hekimoğlu, Sağlam Kitabevi, İstanbul, 144 s.
1984
1- Çokum, Sevinç, Hilâl Görününce, Cönk Yayınları, İstanbul, 335 s. [Ötükrn
Yayınları, İstanbul, 8. Baskı, 2007, 430 s.]
2- Ersen, Cavid, Yıldırım Bayezid, Kamer Neşriyet, İstanbul, 232 s.
3- Şensözen, Vasfı, Civelek Osman, Göktürk Yayınları, İstanbul, 157 s.
4- Yavuz, İbrahim Ulvi, Son Kavşak, Şamil yayınları, İstanbul, 217 s.
1985
1- Boyunağa, Yılmaz, Malazgirt’in Üç Atlısı, Beraket Yayınları, İstanbul, 365 s.
[Timaş Yayınları, İstanbul, 7. Baskı, 2006]
2- Oğuz, Müslim, İlk Hançer, b.y., Ankara, 94 s.
3- Pamuk, Orhan, Beyaz Kale, Can yayınları, İstanbul, 159 s. [İletişim
Yayınları, İstanbul, 29. Baskı, 2005, 199 s.]
614
2. FAYDALANAN ANSİKLOPEDİ VE SÖZLÜK MADDELERİ
“Abdurrahman Gazi” madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul,
1969, c.1
“Abdülhamit II” madde., Genç Larousse Ansiklopedisi, Gerçek Yayınları,
İstanbul, 1993, c.1
“Abdülhamid II” madde., M. Orhan Bayrak, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkilâp Yayınları, İstanbul,
“Afşin” madde, Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet Yayınları,
İstanbul, 1986, c.1
“Ahmed III” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü, İnkılâp
Yayınları, İstanbul, 1999
“Ahmet Rıza Bey” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Akça Koca” madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.1
“Akıncılar”, Türk ve Osmanlı Kurumları, http://www.turktarih.net
“Alparslan” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.1
“Ankara Meydan Savaşı” madde, Grolier İnternational Americana Encyclopedia,
Sabah Yayınları, İstanbul, 1993, c.2
“Atatürk, Mustafa Kemal” madde, Genç Larousse, Gerçek Yayınları, İstanbul,
1993, c.2
“Atatürk, Mustafa Kemal” madde, Grolier İnternational Ameraicana
Encyclopedia, Sabah Yayınları, İstanbul, 1993, c.2
615
“Bağdat Köşkü” madde, www.vikipedi.org
“Bayezıd I, Yıldırım” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Bayram Paşa” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Birinci Osman (Gazi)” madde, Resimli Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, Midhat
Sertoğlu, İstanbul Matbaası, 1958
“Charles VI” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.4
“Cülûs Bahşişi” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Çandarlı Ali Paşa” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Devlet Hatun” madde., Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, İnterpress
Yayıncılık, İstanbul, 1992, c.5
“Dördüncü Mehmed (Avcı)” madde., Resimli Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi,s.245-247
“Dündar Bey” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.3
“Edebâlî (Üdebâlî)” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.6
“Efe” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul, 1994,
c.6
“Emanuel Karasu”,madde., www.vikipedi.org
616
“Enver Paşa”.,madde., Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İhlâs Matbaacılık ve
Gazetecilik Yayınları, İstanbul, 1989, c.3
“Ertuğrul Gâzi” madde, Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İhlâs Matbaacılık ve
Gazetecilik Yayınları, İstanbul, 1989, c. 3
“Ertuğrul Gâzi” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Erzincan” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul,
1994, c. 7
“Erzurum” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü, İnkılâp
Yayınları, İstanbul, 1999
“Eyyûbîler” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul,
1994, c.7
“Friedrich I Barbarossa” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul,
1969, c.4
“Gazi Evrenos Bey” madde., Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İhlâs Matbaacılık ve
Gazetecilik Yayınları, İstanbul, 1989, c. 3
“Genç Osman” madde, Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İhlâs Matbaacılık ve
Gazetecilik Yayınları, İstanbul, 1989, c. 3
“Gemiyanoğulları”, «madde», Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.8
“Gui De Lucignan” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969,
c.5
“Gülçiçek Hatun Türbesi” «madde», Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
617
“Hasan Sabbâh” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.8
“Hekimoğlu” madde, www.vikipedi.org
“II. Manuel Palaiologos” madde, www.vikipedi.org
“II. Aleksandr” madde., www.vikipedi.org
“İbrahim Paşa (Nevşehirli, Dâmâd)” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs
Holding Yayınları, İstanbul, 1994, c.9
“İran Harbleri” madde, Osmanlı Tarihi Sözlüğü, İhlâs Matbaacılık ve Gazetecilik
Yayınları, İstanbul, 1989, c.3
“İstanbul’un İşgali” madde, www.vikipedi.org
“İvan-IV” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları, İstanbul,
1994, c.10
“Jean (Korkusuz)” «madde», Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.10
“Kara Davut Paşa” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Kazan” madde., İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, t.y., c.6
“Kemankeş Kara Ali Paşa” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Kemankeş Kara Mustafa Paşa” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı
Tarihi Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
618
“Kırım Savaşı” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Konur Alp” madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.7
“Köse Mihal” madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969, c.7
“Kösem Mahpeyker Sultan” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Mahmud I” madde, Ana Britanicca Ansiklopedisi, Ana Yayınları, İstanbul,
1993, c.21
“Mahmud I” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü, İnkılâp
Yayınları, İstanbul, 1999
“Mahmud II” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü, İnkılâp
Yayınları, İstanbul, 1999
“Malazgirt Meydan Savaşı” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding
Yayınları, İstanbul, 1994, c.11
“Malhatun Türbesi” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Malkoçoğulları” madde, Ana Britanicca Ansiklopedisi, Ana Yayınları, İstanbul,
1993, c.21
“Manyasîzâde Refik” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Mehmed IV, Avcı” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
619
“Mehmet I. Çelebi” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İstanbul, İnkılâp Yayınları, 1999
“Mehmed Talât Paşa”.,madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Merre Hüseyin Paşa” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Mirçe Cel Batran” madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969,
c.14
“Murâd Han-IV” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.14
“Murad I. Hüdavendigâr” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
Müezzinzâde Ahmed Paşa” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İstanbul, 1999
“Necmeddin Eyyub” madde, Ana Britanicca Ansiklopedisi, Ana Yayınları,
İstanbul, 1993, c.23
“Nevşehirli İbrahim Paşa” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Niğbolu Meydan Muharebesi” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding
Yayınları, İstanbul, 1994, c.15
“Nilüfer Hatun” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.15
“Olay Örgüsü”, madde, http://www.uludagsozluk.com/k/olay-örgüsü/
620
“Orhan Gazi” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.15
“Osman Gazi I” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Osman I” madde., Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, c.33, Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul, 2007
“Padişah Oğulları (Şehzadeler)” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı
Tarihi Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Padişah Eşleri (Hatunlar)” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İstanbul, 1999
“Patrona Halil Ayaklanması” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Philippe II Auguste” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul,
1969, c.10
“Revan Savaşı” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Richard I Aslan Yürekli” madde, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul,
1969, c.10
“Sait Halim Paşa (Mehmed)” ” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding
Yayınları, İstanbul, 1994, c.17
“Samsa Çavuş” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.17
621
“Savru Batu Bey” madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları, İstanbul, 1969,
c.11
“Selâhaddin Eyyûbî” madde., Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, Diyanet
Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009, c. 36
“Selâhaddin Eyyûbi” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.17
“Sigismund Lüksemburglu” madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları,
İstanbul, 1969, c.18
“Süleyman Çelebi” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İstanbul, 1999
“Süleyman Paşa” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Şeyh Şamil” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.18
“Şeyhülislâm” madde., Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.18
“Tayyar Mehmed Paşa” madde., Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi
Sözlüğü, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Timur” madde, Ana Britanicca Ansiklopedisi, Ana Yayınları, İstanbul, 1993,
c.30
“Turanşah” madde, Ana Britanicca Ansiklopedisi, Ana Yayınları, İstanbul, 1993,
c.30
622
“Umur Bey Karatimurtaşoğlu” madde., Meydan Larousse, Meydan Yayınları,
İstanbul, 1969, c.19
“V. Yannis Palaiologos” madde, www.vikipedi.org
“Yakup Çelebi” madde, Bayrak, M.Orhan, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü,
İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1999
“Yeniçeriler” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding Yayınları,
İstanbul, 1994, c.20
“Yıldırım Bâyezîd Han” madde, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Holding
Yayınları, İstanbul, 1994, c.20
“Zümrüdü Anka” madde, Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz, Vadi Yayınları,Ankara, 1998
3- Diğer Kaynaklar
- Aksun, Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, c.1, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1994
- Akşin, Sina, Türkiye Tarihi, c.4 (Çağdaş Türkiye 1908-1980), Cem Yay., İstanbul,
9. Baskı, 2007
- Aktaş, Şerif, Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara, Akçağ
Yayınları, 7. Baskı, 2005
- Argunşah, Hülya Eraydın, “Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihi İle
İlgili)”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora
Tezi), İstanbul 1990, 432 s.
- Aslan, Hüsamettin, İkinci Dünya Savaşı Sırasında Kırım Türkleri, Türk Yurdu, c.8,
S.7, No: 353, Ağustos 1987, s.3–10
623
- Aytür, Ünal, Henry James ve Roman Sanatı, Ankara Üniversitesi Basımevi,
Ankara, 1977
- Balabanlılar, Mürşit, (Haz.) Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, Türk İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul, 2003
- Baykal, Bekir Satıcı, Destârî Sâlih Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,
1962
- Bayram, Dr. Cezmi, Kırım, Yahut!, Türk Yurdu, c.8, S.7, No: 353, Ağustos 1987,
s.1-2
- Bağçeci, Yahya, 1895 Zeytun Ermeni İsyanı, Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Kayseri, 2008
- Ceylan, İsmail Fetih, Yavuz Bahadıroğlu Hayatı ve Eserleri (Romancının Romanı),
Nesil Yayınları, İstanbul, 2000
- Coşkun, Sezai, Tarih - Roman İlişkisi ve Çanakkale Harbi Örneği, Yağmur Dergisi
- Sayı: 34 Ocak-Şubat-Mart 2007
- Burcu, Ebru, Osmancık’tan Osman Gazi Han’a Geçiş Sürecinde Yaşanan
“Simgesel Değişim” Üzerinde Bir Okuma Denemesi, Türk Yurdu, Mayıs-Haziran
2000, c.20, Sayı 153–154
- Dönmez, A. Osman, Osmancık Romanında Horasan Erenleri, Sızıntı Dergisi, Sayı:
327, Nisan 2006
- Gül, Abdullah Remzi, 1909 Adana Olayları ve Bahçede Kurtuluş, Mersin, Aksiyon
Matbaacılık, 2006
- İlter, Erdal, Türkiye’de Sosyalist Ermeniler ve Silahlandırma Faaliyetleri (1890–
1923), Turan Yayınları, İstanbul, 1995
624
- Kaplan, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 3 –Tıp Tahlilleri-, Dergah
Yayınları, İstanbul, 4.baskı, 2001
- Karaca, İsmail, “Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihi İle İlgili, 1951–
1960)”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora
Tezi), İstanbul 2004
- Karahan, Hüseyin, Osmancık’ta Nasihatler, Sızıntı, Sayı: 337, Şubat 2007
- Karataş, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Akçağ Yay., Ankara, 2.
Baskı, 2004
- Kaya, Muharram, Türk Romanında Destan Etkisi, T.C. Kültür ve Türizim
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2004
- Kurçeren, Seher, Devlet İdaresinde Hatunların Tesirleri (İslâmiyetten sonra), Türk
Yurdu, c.9, S. 20, No 366, s.36–44
- Narlı, Mehmet, Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, T.C. Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002
- Özbalcı, Mustafa, Yahyâ Kemâl’in Şiirlerinde Târihî Muhatevâ, Türk Yurdu, 10.
Cilt / 24. Sayı (372), Mart 1989
- Sertoğlu, Midhat, Resimli Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul Matbaası, 1958,
- Taştan, Zeki, “Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihi İle İlgili, 1871–
1950)”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora
Tezi), İstanbul 2000, 1330 s.
- Tatar Kırılmış, İlknur, “Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihi İle İlgili,
1961–1965)”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış
Doktora Tezi), İstanbul 2007, 1121 s.
625
- Tekin, Mehmet, Roman Sanatı (Romanın Unsurları) 1, İstanbul, Ötüken Yayınları,
3. Baskı, 2003
- Timur, Taner, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İmge Kitabevi
Yayınları, 2. Baskı, 2002
- Tuncer, Hüseyin, Osmancık (I), Türk Yurdu, c. 9, S. 22, No: 368, Kasım 1988,
s.56–59
- Tuncer, Hüseyin, Osmancık (II), Türk Yurdu, c. 9, S. 25, No: 371, Şubat 1989,
s.41–45
- Tuncer, Hüseyin, Osmancık (III), Türk Yurdu, c. 10, S.24, No: 372, Mart 1989,
s.41–45
- Yetiş, Kâzım, Dönemler ve Proplemler Aynasında Türk Edebiyatı, Kitabevi,
İstanbul, 2007
- Yetiş, Kâzım, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu İle İlgili Üç Romanda Bir Tip,
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXX,
2003, s.591–609
626
ÖZGEÇMİŞ
Ahmed Eldessouky, 03.03.1975 tarihinde Mısır’da doğdu. Mansoura’da El-
Melik El-Salih Lisesini bitirdi. 1997 yılında Kahire’deki Ayn Şams Üniversitesi Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümünde mezun oldu. 1998 yüksek lisansı bitirdi. 2004 yılında
“Edebî Eleştirmen olan Mehmet Kaplan” adlı mastar tezini tamamladı. 2006 yılında
TÖMER diplomasını aldı. Aynı yılda İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim dalı Yeni
Türk Edebiyatı Bölümünde doktora programına başladı. 1998 yılından bu güne Ayn
Şams Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde araştırma görevlisi olarak
görev yapmaktadır.