152

Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Yeni sağ tasfiyeci dalga üzerine:NİHAİ AMAÇTAN KOPUK HAREKET HİÇBİR ŞEYDİR Türkiye devrimci hareketi, bugün yeni bir sağ tasfiyeci dalganın baskısı altında. 12 Eylül sonrası süreçte yaşanan ikinci büyük ve genel dalga bu. İkinci tasfiyecilik dalgası, bazı yönlerden birincinin bir devamı. Fakat aradaki bu bağlantı, onun aynen tekrarı biçiminde algılanmamalı. Bu, tasfiyecilik olgusunu, tek bir alana (örgütlenme alanı) ve tek bir biçime (yasadışı temelde örgütlenme zorunluluğunun reddi) indirgene

Citation preview

Page 1: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:
Page 2: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Yeni sağ tasfiyeci dalga üzerine:

NİHAİ AMAÇTAN KOPUK HAREKET HİÇBİR ŞEYDİR

Türkiye devrimci hareketi, bugün yeni bir sağ tasfiyeci dalganın baskısı altında. 12 Eylül sonrası süreçte yaşanan ikinci büyük ve genel dalga bu. İkinci tasfiyecilik dalgası, bazı yönlerden birincinin bir devamı. Fakat aradaki bu bağlantı, onun aynen tekrarı biçiminde algılanmamalı. Bu, tasfiyecilik olgusunu, tek bir alana (örgütlenme alanı) ve tek bir biçime (yasadışı temelde örgütlenme zorunluluğunun reddi) indirgenen yüzeysel bir yaklaşımın arkasına saklanarak, tasfiyeci gidişlerini gizlemek isteyenlerin başvurdukları bir hile olarak karşımıza çıkmaktadır.

Birinci tasfiyecilik dalgası, her alanda her türlü 'devrimci' iddiadan açıkça vazgeçen çıplak bir döneklik biçiminde gelişmiş veya buna varmıştı. 'Devrimcilik' iddiasını hâlâ sürdüren ikinci tasfiyecilik ise, bu noktada ondan farklı bir görünüm çizmektedir; ayrıca henüz bütünüyle iş işten geçmemiş bir konumdadır. Fakat yanılsama yaratan bu görünüm, onu aynı zamanda teşhisi daha zor, dolayısıyla daha sinsi ve daha tehlikeli bir hale getirmektedir. Çünkü ikinci tasfiyecilik, daha ileri bir noktadan, doğrudan doğruya siyaset ve ideoloji alanında başgösteren bir bozulma ve yozlaşma olarak gelişmektedir.

Birinci ve ikinci dalga arasında, tasfiyeci gidişin izlediği seyir çizgisi bakımından da farklılık vardır. 12 Eylül yenilgisine bağlı olarak gelişen birinci tasfiyecilik dalgası, önce PRATİK planda kavga kaçkınlığı, mültecilik vb. biçiminden başlamış; doğası gereği bu, kısa süre içinde ÖRGÜTSEL alana sıçramış; ilerleyen yıllar içinde İDEOLOJİK ve TEORİK bir boyut kazanarak geçmişin devrimci çizgi, program, anlayış ve geleneklerinin tümüyle inkarının yanı sıra ML'ye ve her türlü devrimci düşünceye açıkça savaş açan pespaye bir liberalizmle noktalanmıştır.

Bugünkü tasfiyecilik ise, kendisini öncelikle ve asıl olarak TAKTİK POLİTİKALAR alanında gösteriyor, izlenen dönemsel ve güncel taktik politikalarda bırakalım sosyalizm tarihsel amacını, burjuva demokratik bir öze sahip devrimci stratejik amaç ve hedeflerden bile açıkça vazgeçme, burjuvazinin belirlediği gündemin çerçevesi içine sıkışmakla kalmayıp sınıfsal içeriğinden soyutlanmış genel bir demokratizm ve ekonomizm temelinde yükselen güncel propaganda ve ajitasyon sırasında sosyalizmin artık neredeyse lafının dahi edilmeyişi, kitlelerin örgütlenmesi ve eylem biçimleri sorununda devrimci radikal biçimlerden kaçış ölçüsünde uzak durma, sloganlardan taleplerin formülasyonuna, eylem taktiklerinden ittifaklar anlayışına kadar hemen her temel konunda liberal oportünizmle sınırların belirsizleştiği bir yönelimle hareket etme onun karakteristik çizgileri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar artık her biri kendi içinde bağımsız oportünist tutumlar olarak görülemez. Sağ reformist bir içeriğe sahip bu tutum ve yönelimlerin kazandığı süreklilik ve sistemlilik ile birlikte düşünülecek olursa, belirli konularla sınırlı geçici bir taktik oportünizmin ötesine geçmiş tasfiyeci bir gidiş var demektir karşımızda.

Zaten bu yönelim, taktik alanla sınırlı kalmaktan da çıkarak –bazılarında açık, bazılarında ise üstü biraz örtük bir biçimde– İDEOLOJİK alana da sıçramış durumdadır. Sosyalizmi kurma yeteneğine sahip tek sınıf olarak proletaryanın kapitalist toplum içindeki özel konumunun ve devrimdeki önder rolünün tümden bir kenara bırakılarak onun genel bir "halk" bulamacı içinde eritilmesi, devrimimizin içinde bulunulan aşamasının stratejik görevlerinin toplumcu yanı alabildiğine silikleşmiş genel bir siyasal demokrasi, antifaşizm, antiemperyalizm veya ulusal kurtuluşçulukla sınırlandırılması, bunların da kendi içlerinde burjuva liberalizminin değişik türleriyle farklarının iyice belirsizleştiği yeni darlaştırmalara tabi tutulması, Türkiye devriminin görevlerine ulusalcı bir odaktan yaklaşılması, günün teorik görevlerinin dahi "Türk halk gerçekliğinin çözümlenmesi", farklı etnik veya dinsel kimliklerin tarih ve kültürlerindeki ilerici öğelerin yeniden keşfedilmesi gereğine indirgenmesi vb. bugünkü tasfiyeciliğin ideolojik alandaki başlıca tezahür biçimleridir.

Page 3: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Bugünün tasfiyeciliği örgütsel planda ise belirgin bir tıkanma, yorgun devrimcilik ve bundan kaynaklanan iç sorunların yoğunlaşması biçiminde dışa vuruyor; devrimci çizgi ve taktiklerin özünü en az kavramış küçükburjuva yol arkadaşlarının daha önceleri tek tek kaçışlar biçiminde kendini gösteren mücadeleden kaçış yönelimleri, bugün artık genişlemiş, çevresel oluşumlar biçiminde örgütlü bir karakter kazanmış yıkıcılık ve bozguncu eğilimler olarak devrimci örgütlerin karşısına çıkıyor. Dönemin gerektirdiği ideolojik açıklık ve sağlamlığa sahip olamadığı gibi örgütlü mücadelenin gerektirdiği disipline de gelemeyen küçükburjuva aydın liberalizminin ifadesi olarak "partisiz devrimcilik" eğilimlerinin yaygınlığı, hiçbir geleceği olmayan bu tür çevrelerin sayıca çoğalması bugünkü tasfiyeciliğin ideolojik-örgütsel biçimlerinden bir diğerini oluşturuyor.

Sosyalizmin tarihsel/pratik gerileyişi, ML teori alanında son 30-40 yıldır güçlü bir açılım ve atılım yapılamayışı, işçi sınıfı ve antiemperyalist demokratik kurtuluş mücadeleleri dalgasının özellikle 1980'ler sonrasında dibe vuruşu, buna karşın burjuva ideolojisinin "neoliberalizm" olarak adlandırılan çok yönlü bir atağa geçişi, emperyalist mali sermayenin dünya çapındaki hakimiyetinin daha yaygın ve derinlikli bir hal almasıyla, bu hakimiyeti güçlendirici siyasal ve ideo-kültürel hakimiyet yöntemleri, tez ve teorilerindeki çeşitlenme, bunların teoride ve pratikte etkin bir karşılık bulamamış olmasının yarattığı ortam, düşünce ve ruh hali bugünün tasfiyeciliğine güçlü bir arka plan sunmaktadır. Bu zemin, zaten siyaset ve ideoloji gibi belirleyici alanlarda boy gösteren bugünün tasfiyeciliğinin, keskin dönüşler, 'beklenmedik' savruluşlar ve hızlı çöküşler biçiminde seyretmesi tehlikesini büyüten bir etken olmaktadır.

Onun için tasfiyeciliğin hangi alanlarda, hangi somut biçimlere bürünmüş olarak kendini gösterdiğinin tek tek belirlenmesinden de önce, onun özünün kavranması önemlidir. Kaldı ki, Türkiye'nin sosyo-politik yapısı ile işçi sınıfı hareketi ve devrimci hareketin yapısal zaaflarından kaynaklanan toplumsal-tarihsel köklerinin derinliğinden ötürü tasfiyecilik tehlikesi, TDH için sürekli ve genel bir potansiyel tehlike oluşturur. Sırf şu son 10 yıl içinde peşpeşe iki büyük dalganın yaşanması bile bunu gösterir. Ancak bu potansiyel tehlikeyi fiili bir gerçekliğe dönüştüren dönemsel/güncel etkenlerin farklılığına bağlı olarak bu olgu karşımıza çok değişik görünümler altında çıkabilir. TDH'nin genel ve ortak zaaflarının dışında onun bileşenlerini oluşturan güç ve örgütlerin her birinin sınıfsal-ideolojik karakterleri, tarihsel şekillenme süreçlerinin özgünlüklerinden kaynaklanan yapısal özellik, çizgi, anlayış ve gelenek farklılıkları diğer bir farklılık ve çeşitlilik kaynağıdır. Bu öldürücü hastalığın önce özünün doğru kavranması bundan ötürü önemlidir.

Tasfiyeciliğin özünü, burjuvazinin egemenliğini ve kapitalist sistemi kökünden yıkarak sosyalizmi kurmaya yetenekli tek sınıf olan proletaryanın sınıf bağımsızlığının ortadan kaldırılması, onun devrimde önder ve hegemon bir rol oynamasının açıkça reddi veya pratikte imkansız hale getirilmesi oluşturur. Yalnız, Lenin'in tanımıyla, "Marks'ın öğretisindeki asıl şeyi (oluşturan) sosyalist toplumun kurucusu olarak proletaryanın tarihsel rolünün" kavranılışındaki bir zayıflık veya ondan belirli ölçülerde uzaklaşma anlamına gelen herhangi bir oportünizmden farklı olarak tasfiyecilik, geçmişte savunulan devrimci çizgi, anlayış, değer ve geleneklerden bile belirgin bir biçimde kopmayı da içeren, bu anlamda inkarcı bir özelliğe sahip özel bir oportünizm türüdür. Onun için, belirli bir tarihsel evrede somut bir biçim kazanmış belirli bir tasfiyecilik olgusunu ele alırken, "halkçı veya ulusal kurtuluşçu yanı ağır basan küçükburjuva devrimci demokratizmin kaçınılmaz sonucu" ya da dayandığı toplumsal temelin çelişkili yapısından ötürü "kararsızlığı, kısırlığı, çabuk boyun eğişe, kayıtsızlığa, kuruntuya, bir burjuva hevesinden ötekine çılgınca sevdalanmaya savrulma eğilimini" her zaman içinde taşıyan küçükburjuva devrimciliğinin tutarsızlığı gibi genel kategorik tanımlamalarla yetinmek, somut çözümleme anlamında hiçbir şey söylememekle aynı anlama gelir. Böyle düz ve indirgemeci bir mantık; tasfiyecilik tehlikesini, onun gelişim seyrini ve kazandığı boyutları zamanında teşhis ederek ona karşı etkili ve tutarlı bir savaşım geliştiremez. Hatta onu "doğallaştırmış" olur. Bu mantık, tasfiyeciliği doğuran dönemsel etkenlerin de baskısıyla yarı bilinçli bir tercih veya genel dalganın arkasından bilinçsizce sürükleniş biçiminde kendisini bile onun bir parçası haline gelmekten kurtaramaz.

Bugünkü tasfiyecilik olgusunun, küçükburjuva halkçılık veya ulusal kurtuluşçuluğun tarihsel perspektif bakımından sınırlı bir ufka sahip olmasından kaynaklanan soluksuzluğu ya da bunun hem bir nedeni hem de sonucu olarak küçükburjuva devrimciliğinin istikrarsız, kaypak karakteri gibi

Page 4: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

bir genel kategorik tanımlanmalarla açıkladığını zanneden indirgemeci mantık, diğer her şey bir yana, bu tip devrimciliğin neden başka zamanlarda değil de özellikle yenilgi veya durgunluk dönemleri gibi tarihsel kesitlerde eski devrimci konumunu dahi koruyamayarak tasfiyeci bir yönelim içine girdiğini, bunun neden dönemden döneme farklı bir gelişme seyri izlediğini, hatta aynı dönem içinde bile farklı görünüm ve boyutlar kazanabildiğini, öte yandan kronolojik bakımdan arada bir kopukluğun yaşanmadığı ardışık dönemlerden birincisinde tasfiyeciliğe karşı net bir devrimci duruş sergileyen güçlerin bunun hemen akabinde nasıl olup da bu kez tasfiyeciliğin başını çekenler haline geldikleri gibi soruların yanıtlarını ikna edici bir biçimde veremez. Bundan ötürü, belirli bir tarihsel evrede somut bir gerçeklik olarak karşımıza çıkan tasfiyecilik olgusu –kuşkusuz toplumsal, tarihsel ve ideolojik köklerine de inilerek– somut bir biçimde çözümlenmek zorundadır. Bu yöntemsel yaklaşım bizi, tasfiyeciliği, belirli bazı kaba biçimlere indirgemekle kalmayıp, onu kendi dışındaki etkenlere veya bazı kişilerin bireysel özellik ve niyetlerine bağlayarak 'dışsallaştırma' eğilimindeki idealist tutum ve yaklaşımlardan korur. Ki bu eğilim, esasında kendi gerçekliği ile yüz yüze gelme cesaretini gösteremeyenlerin sarıldıkları bir kaçış yöntemidir. Bu nedenle, belirli bir tarihsel evrede neden şu tür değil de bu tür bir tasfiyecilikle karşı karşıya bulunduğumuzu, onun neden şu yolu değil de bu yolu izlediğini, hangi nesnel gerekçe ve bahanenin arkasına saklandığını, yoğunluk ve görünüm bakımından belirli farklılıklar göstermemekle birlikte neden genel ve yaygın bir eğilim halini alabildiğini, nasıl bir evrim geçirerek nerelere vardığını ve önü alınamazsa daha nerelere varabileceğini vb. isabetli bir biçimde yanıtlayarak ona karşı gerçekten ciddi ve etkili bir savaşım yürütebilmek için, her şeyden önce, tasfiyecilik tehlikesini potansiyel bir tehlike olmaktan çıkarıp fiili bir gerçekliğe dönüştüren dönemsel/güncel etkenlerin bütünlüklü bir tahlili şarttır.

12 Eylül sonrası gelişen birinci tasfiyecilik dalgası, 12 Eylül yenilgisi gibi ağır bir yenilginin ürünüydü. Revizyonist sistemin 1989'daki çöküşünün de bunun üzerine binmesiyle, dizginlerinden boşanmış bir inkarcılık ve döneklik biçiminde gelişti. Bugünkü yeni sağ tasfiyeci dalgayı doğuran güncel temel etken ise, işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketinin, uzun süreli kesinti ve durgunlukların sık yaşandığı sancılı ve tutuk bir gelişme seyri izlemesidir. Hareketin genel gelişim seyri yükseliş yönündedir. Fakat yapısal zaafları, tarihsel ve dönemsel etkenler, burjuvazinin izlediği taktikler, en önemlisi de devrimci öncü müdahaledeki zayıflık ve yetersizlikler nedeniyle bu yükseliş, güçlü ve istikrarlı bir yükseliş özelliğini hâlâ tam olarak kazanabilmiş değildir. Bu özelliği ile ikili bir karaktere sahiptir. Bir yönüyle genişlemekte, yayılmakta, zaman zaman sıçrama yaparak militanlaşmakta, devrimcileşmeye ve devrimci örgütlerle ilişki kurmaya daha açık bir hale gelmektedir. Fakat bir yönüyle de siyasallaşamamak başta olmak üzere belli eşikleri aşmakta zorlanmakta, yenilgi ve durgunluk dönemlerine özgü alışkanlıklardan, korku ve tereddütlerinden köklü bir kopuşu gerçekleştirememekte, bu yüzden de güçlü ve istikrarlı bir yükseliş özelliğini kazanamamaktadır.

Hareketin bu ikili karakteri, bütün toplumsal-siyasal güçler üzerinde olduğu gibi, devrimci radikal güçler ve örgütler üzerinde de iki yönlü bir etkide bulunmakta, ikili bir ruh halini doğurup beslemektedir. Bunun bir yönünü, hareketin yaptığı irili ufaklı sıçramalardan da beslenen, böyle kesitlerde belirgin ve baskın bir hal alan devrimci iyimserlik, umut, coşku, kendine ve geleceğe güven oluşturmaktadır. Fakat öbür taraftan hareketin zaaflarından dolayı istenen devrimci sonuçların, istenen hızda ve istenen ölçülerde alınamayışının yarattığı bir bezginlik, karamsarlık ve güvensizlik eğilimlerinin boy atmasına, bunların bir anda ortaya çıkıp bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmasına elverişli bir zemin de vardır. Tek tek bireyler üzerinde olduğu gibi örgütsel çapta da devrimci iç dinamikleri içten içe kemirip zayıflatan bu eğilimler, kitle hareketinin ara durgunluk dönemlerinin uzaması, örgüt açısından işlerin ters gitmesi, ağır darbelerin yenmesi, faaliyetin çeşitli yönlerinde tıkanıklıklar yaşanması vb. gelişmelerle de birleşince genellikle sağ tasfiyeci görüş ve yönelimler biçiminde kendini dışa vurmaktadır.

Bu genel atmosfer içinde, kitlelerle devrimci bir tarzda istenen ölçeklerde birleşmeyi başaramamak, bazı radikal güç ve örgütleri, bilinen devrimci politika ve taktiklerini reforme ederek kitleselleşmeye çalışmak biçiminde sağa doğru çeken özel bir etken olarak karşımıza çıkıyor. Buradaki mantığın işleyişi kabaca şöyle tasvir edilebilinir: Kitleler devrimci örgütlenme ve eyleme geçmiş yıllardaki kadar kapalı olmadıkları halde (kitle hareketinin birinci yönü) bugüne kadar izleyegeldiğimiz devrimci politika ve taktikler, militan örgütlenme ve eylem biçimleri ile istediğimiz ölçüde bir türlü kitleselleşemediğimize göre (kitle hareketinin ikinci yönünün sonucu) bir yerlerde bir yanlışlık var demektir. Sosyalizm bilinci ve tarihsel perspektif zayıflığı ile de birleşen dönemin kendine özgü

Page 5: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

özelliklerinin Marksist diyalektik yöntemle bütünsel kavranışındaki zayıflığın sonucu bu yanlış, yanlış yerlerde aranmaktadır. Bunun ilk yansıması da, taktik politikalarla, mücadele biçimleri sorununa yaklaşım ve eylem anlayışında, kitle eylemlerine müdahale tarzında, günlük propaganda ve ajitasyonun içeriğinde kitlelere "sivri" gelen yanların törpülenmesi olmaktadır. Bugünkü tasfiyeciliğin önceleri taktik planda, kitlelerin geri bilincine teslimiyet ve kuyrukçuluk biçiminde tezahür etmesi bunun sonucudur. Fakat "kitlelerle buluşabilme" adına, onların bilincini ve eylemlerini öncünün devrimci çizgisine doğru çekmeye çalışmak yerine kendini onlarla uyarlama yönelimine girildiği andan itibaren, tasfiyeciliğin kaygan zeminine de adım atılmış demektir. Bu yol kitleleri ve kitle hareketini devrimcileştirmez, devrimcileri kitleleştirir. Nitekim bugün olan da budur.

Tasfiyeciliği doğurup güçlendiren güncel etkenler kapsamında asla gözardı edilmemesi gereken temel etkenlerden biri de, egemen burjuvazinin, ekonomiyi ve devleti, emperyalist "Yeni Dünya Düzeni"nin gereklerine uyarlama yönündeki çaba ve arayışlarıdır. "Yeniden Yapılandırma" olarak anılan bu yönelim, devrimci güçler, işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerinde iki yönden geriletici bir basınç oluşturmaktadır. Bunlardan birincisi, rejimin tahammül sınırlarının dışına çıkan her türlü radikal güç ve eyleme karşı uygulanan yoğun terörün yıldırıcı etkisidir; diğeri ise, çeşitli temel toplumsal ve siyasal konularında geleneksel yaklaşım ve politikalardan radikal bir kopuş yanılsaması yaratan sistemi restorasyon çabalarının baştan çıkarıcı etkisidir. Aynı bütünlüğün parçaları olarak bunlardan birincisi diğerinin kapanına sürüklenmeyi hızlandırıcı bir rol oynarken, geçmişe kıyasla 'ilerici' bir görünüme sahip restorasyon çabalarının burjuva özü ve karşıdevrimci amacının görülemeyişi, bunların üzerine adeta balıklama atlanmasının dışında terörün yarattığı yılgınlık eğilimlerini de alttan alta derinleştirici bir rol oynamaktadır. Tutarlı ve militan bir sosyalizm anlayışında ifadesini bulan güçlü bir tarihsel perspektifle hareket edilmesi, bu noktada yaşamsal bir önem kazanmış olarak bir kez daha karşımıza çıkar. Kaynağını sosyalizm tarihsel amacından almayan, bunu soyut ve genel bir slogan düzeyinden çıkarıp güncel politika ve taktikler biçiminde yığınlara taşıma çabasında ısrar ve süreklilik gösteremeyen bir devrimcilik anlayışının, farkında olarak veya olmayarak bu çemberin içine sıkışmaktan, burjuvazinin gündeminin kuyruğuna takılmak ve onun sınırları içinde kalan bir 'muhalefet' konumuna sürüklenmekten, bu çerçeve içine sıkışan bir muhalefetin devrimci radikal çizgilerini bazı yönlerde bir süre daha korumaya devam etse bile içerik itibarıyla burjuvazinin egemenliği ve kapitalizmin temellerine değil, artık onun sonuçlarına karşı bir muhalefet biçiminde yozlaşmaktan kurtulabilmesi mümkün değildir.

Bugünkü tasfiyeciliği ivmelendiren güncel etkenler arasında, Kürt ulusal devriminin geçirdiği evrimin etkilerini anmadan geçmenin olanağı yoktur. PKK'nin öncülük ve önderliğinde gelişen Kürt ulusal devriminin tarihsel atılımı ve daha sonraki gelişme seyri, TDH üzerinde de iki ayrı dönem halinde ele alınabilecek iki zıt etkide bulunmuştur. Devrimci militan yönünün baskın olduğu 1984-'90 arası dönemde ulusal hareket ve onun öncülük ettiği Kürt UKM'nin görkemli atılımı, tam da o kesitte azmış olan birinci tasfiyeci dalga karşısında devrimci bir baraj oluşturmakla kalmamış, TDH'nin ciğerlerini de taze devrimci bir solukla doldurmuştur. Fakat ulusal hareketin, ulusal devrimci bir tutumdan ulusal reformist bir yönelime dümen kırdığı '93 sonrası süreçte ise bu etki bu kez tersine dönmüş, sağcılaşma ve reformculaşma eğilimlerine güç ve cesaret kazandırıcı bir rol oynamaya başlamıştır. Bugün ulusal hareketin kendisi de çok daha ciddi bir tasfiye operasyonu ile karşı karşıyadır. Eğer o, emperyalistler ve Türk tekelci burjuvazisi tarafından kendisine kurulan bu boğucu kapanı devrimci bir tarzda parçalamayı başaramayacak olursa, bunun TDH içinde de tasfiyeci yönelimlere yeni bir ivme kazandırarak bugüne kadar devrimci bir konumda tutunmaya çalışan bazı güçleri de peşinden sürüklemesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Belirli bir tarihsel evrede sınıf mücadelesinin sürdüğü koşullardaki farklılaşmaya bağlı olarak farklı biçimler altında ortaya çıkan farklı türden tasfiyeciliğe karşı mücadelenin yoğunlaşması gereken nokta da –diğer yön ve cephelerin ihmaline yol açmaksızın– değişkenlik gösterir. Birinci tasfiyeci dalga sırasında devrimci tutumla tasfiyecilik arasındaki ayrım noktasını, geçmişin devrimci çizgi ve değerlerine karşı tutum sorunu oluşturuyordu. Çünkü tasfiyeciler önce bunlara karşı savaş açmışlardı ve dünyadaki gelişmelerin etkisiyle birleşerek bu daha sonra ML teori ve sosyalizm düşmanlığına evrildi. Fakat bugünkü tasfiyeci dalga karşısında sadece geçmiş devrimci çizgi, program, gelenek, örgüt fikri, mücadele anlayışı vb.nin savunulması ile yetinen bir tutum, artık tek başına yeterli değildir ve olamamaktadır. Her şey bir yana, açık inkarcılık ve döneklik biçiminde gelişen birinci tasfiyeci dalga karşısında geçmişi savunma temelinde devrimci bir duruş sergileyen

Page 6: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

küçükburjuva halkçı veya ulusalcı güçlerin bugün yaşadıkları tıkanma, içlerinden bazılarının dönemin geriye çekici baskılarının da etkisiyle eski devrimci tutum ve konumlarında dahi tutunamayarak bugünkü tasfiyeciliğin başını çeken bir konuma savrulmaları yeterince uyarıcıdır. Günümüzde tasfiyeciliğe karşı etkili ve tutarlı bir savaşım açısından can alıcı nokta, SOSYALİZM hedefi/nihai amaç karşısındaki tutum sorunudur. Bu sadece tasfiyeciliğe karşı savaşım açısından da değil, bugün asıl olarak burjuvazinin egemenliği ve kapitalist sisteme karşı güven verici bir alternatif arayışı içinde olan işçi sınıfı ve ezilen yığınların kitlesel ölçeklerde harekete geçirilebilmesi, onların mücadele ve eylemlerine süreklilik, militanlık, derinlik ve dayanıklılık kazandırabilmek açısından yaşamsal bir zorunluluktur.

"Komünistler, işçi sınıfının ivedi hedeflerine ulaşılması ve o andaki çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşırlar; ama mevcut hareket içerisinde bu hareketin geleceğini de temsil eder ve gözetirler (Komünist Manifesto). Bu gelecek, sosyalizm ve sınıfsız komünist toplumdur. Tarihsel-maddi önkoşulları bugün her zamankinden daha fazla olgunlaşmış olan sosyalizm amacı, 'belirsiz bir geleceğin sorunu' olarak değil, pratik olarak gerçekleştirilmesi mümkün 'günün sorunu' olarak kavranmak zorundadır. Teoriden taktiklere, örgütlenmeden çalışma tarzına kadar sosyalizm amacını bir kenara bırakmış bir devrimcilik, devrimci olmayan bir sosyalizm yanlışlığı kadar geleceksizliğin ifadesidir. Bunların şu veya bu yönde elde edebileceği en ileri başarı bile, geçici ve konjonktürel olmaktan kurtulamayacaktır.

Page 7: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

PARTİ PARTİ PARTİ...

Page 8: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Önder ve yönetici par i mi, rolü kitlelere yard m ve genel bir yönlendirme olan bir parti mi?

t ı

Lenin, yaşanılan devrimden –daha onun içerisindeyken– gerekli dersleri çıkartıyor. Bir devrim döneminin kitlelerin bilincinde yarattığı hızlı değişikliklere işaret ederken, vurguyu önderlik görevlerindeki büyümeye yapıyor. İki Taktik'te "İşçi sını ı hareketinin elemantar içgüdüsü en gelişmiş zihinlerin kavrayışını nasıl da fdüzeltebilmektedir" sözleriyle kitlelerin devrimci inisiyatifinin parti ve önderler üzerindeki eğiticiliğinin, altını çizerken bununla yetinmez ve şu soruyu sorar: "Kuşku yok, devrim bize öğ etecek ve halk kitleleri- rne öğretecek. Fakat militan bir siyasal partinin şu anda yüzyüze geldiği soru şudur: 'Devrime herhangi bir şey öğretebilecek miyiz?" 1

Lenin ile ekonomist-menşevik çizginin temsilcileriyle olduğu gibi, bu konuda onlara yakın duran Rosa Luxemburg arasındaki ayrım kitlesel hareketin gelişimine yaklaşım ve örgütün rolünün ne olacağı sorusu-na verilen yanıtta ortaya çıkmaktadır. Rosa Luxemburg'ta kitlelerin doğrudan ve bağımsız eylemine, dev-rimci kendiliğindenliğine vurgu, partinin ve parti önderliğinin rolünün abartılmaması gerektiği yönündeki görüşüyle birleşmekte, birbirini bütünlemektedir. "Geriye dönüş"lerin oportünist liberal eleştiricilerinin Lenin'den bütünüyle uzaklaşırken uğrak yeri yapmaları, ayrıca, Emek Partisi ve Ekim gibi örgütlerin öncü-lük, taktik, mücadele ve örgüt biçimleri gibi konulardaki görüşlerinin benzerlik göstermesi nedeniyle gün-celleşen R. Luxemburg'un parti konusundaki görüşlerinden bazı örnekler vererek değerlendirelim.

"Sosyal demokratik hareket geçirdiği bütün aşamalarda ve izlediği çizgi boyunca, kitlelerin örgütlenme-,sine ve doğrudan bağımsız eylemine güvenme bakımından sınıflı toplumların tarihinde ilktir. Bu nedenle sosyal demokrasi, Jakobenler ve Blanaui taraftarları gibi daha erken dev imci hareketlerden bütünüyle rfarklı bir örgütsel tip oluşturur". (The Russian Revolution And Leninism or Marksism? sf. 86, aktaran J. .Molyneux –Marksizm ve Parti, sf. 126)

"Çevik akrobat, günümüzde direktör rolüne layık olan yegane öznenin işçi sınıfının kolektif öznesi oldu-ğunu kav amayı başaramıyor, işçi sınıfı hata yapma ve tarihin diyalektiği içinde öğrenme hakkını talep reder."

"Gelin açık konuşalım. Tarihsel olarak, gerçek bir devrimci hareketin işleyeceği hatalar, en zeki merkez komitesinin yanılmazlığından sınırsız ölçüde daha verimlidir." (Aynı kaynaklar, sf.108/sf.129)

Rosa Luxemburg'un kitlelerin kendiliğindenliğine aşırı vurguyla birlikte partinin rolü ve görevlerini sınırlan-dırması, süreçlere taktik müdahale ve eylemin örgütlendirilmesine gelindiğinde derinleşir. Bu onun parti sorunundan başlayıp devrim sorununa uzanan tarihsel yanılgısının sıçrama noktasıdır. "Sosyal demok-ratlar kitle grevinin teknik yanına, mekanizmasına kafa yoracakları yerde, devrimci dönemin orta yerinde politik liderliği üstlenmeye çağ ılırlar." r

Bu görüşlerinin bir uzantısı olarak, mücadele ve örgüt biçimlerini "mayalanma durumundaki hareketin kendiliğinden ürünü" olarak görmektedir. Rosa Luxemburg, devrimci taktik ve bunun araç ve yöntemleriin geliştirilmesine karşı, partinin bunlar aracılığıyla kitlesel harekete doğrudan müdahale etmediği, genel bir politik yönlendirmeyle yetinen bir parti düşüncesine sahiptir. Dolayısıyla, partinin taktiğinde somutlanan bir öncü rol oynaması yerine kendiliğinden harekete yardımcı bir parti fikrini koymaktadır. Parti konusun-daki bu düşünceleri, Almanya'da bir devrim sorunuyla karşı karşıya geldiklerinde onları bu konuda Leninizme doğru yakınlaştırsa da, süreç boyunca yapılan hatalar, gecikme ve eksiklikler, devrimin istediği düzeyde bir önderlik düzeyine sıçramalarını önlemiştir.2

Devrimci bir dönemde daha gelişkin ve yetkin bir önderliğe duyulan ihtiyaç ve taktiğin büyüyen önemine ilişkin görüşlerin temelleri Ne Yapmalı'dadır. Lenin, ekonomistleri eleştirirken, yığınsal bir işçi sınıfı hareke-tinin ortaya çıkmış olmasının, komünistlere yüklediği görevlerle ilgili olarak İki Taktik'teki yaklaşımını ön-

1 İşte Bolşevik Partisine dönemin diğer partileri karşısında üstünlük kazandıran, ayırdedici kılan budur. Bir dizi olumlulukla dolu bile olsa objektif durumun tespiti, sürecin genel bir açıklamasıyla yetinmez, ondan doğan politik ve örgütsel görevler nelerdir, sorusuyla yönelir ve bunların gerekli kıldığı bir mevzileniş içerisine girme yolunu tutar. Bu yaklaşım giderek Bolşevik Partisine, dönemlerdeki değişikliklere, parti içi ve dışındaki bir dizi sorun ve zorlanmalara karşın, uyum gösterme yeteneği, virtüözlük düzeyine ulaşan bir taktiksel üstünlük kazandırmıştır.

2 Kızıl Bayrak'ın bizi eleştirirken "örgütü çevreleyen örgütler" konusunda ileri sürdüğü görüş, bütünüyle kendiliğindenci, daha önce örnek verdiğimiz Rosa Luxemburg'un bu konudaki görüşünün aynısıdır. Şöyle demektedir: "Bu sonuncusu 'komünist öncünün' işçiler için 'kurultay' öğrenciler için 'platform', mahal-leler için 'komiteler', sendikalar için 'DSB' türünden 'volan kayışları' üretme hevesine açıklık sağlıyor. Fakat burada gözden kaçırılan basit bir doğru (küçük bir ayrıntı!) yok mudur? ML'ler için 'volan kayışları' kitlelerin mücadele içinde doğmuş gerçek örgütlerdir. Ya 'kurultay', 'platform' ve 'komite' türünden örgütler? Bunlar kitlelerin mücadele içinde doğmuş kendi örgütleri midir; yoksa 'komünist öncü'nün kendi çeperini kapsayan ve bu arada elbette kitlelere de benimse-tilmeye çalışılan 'yan örgütler' midir?" (Sos. Yolunda Kızılbayrak, sayı: 2) Zor bilmece!...

Page 9: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

celeyen şu görüşü ileri sürmektedir: "Yığın hareketinin çok önemli bir olay olduğu tartışma götürmez. Ama sorunun özü, yığınsal işçi sınıfı hareketinin 'görevlerin belirleyeceği' sözünün nasıl anlaşılacağındadır. Bu iki biçimde yorumlanabilir. Bu ya bu hareketin kendiliğindenliği önünde boyun eğmek, yani sosyal de-mokrasinin rolünü işçi sınıfı hareketine tabi duruma indirgemektir (ki Raboçeye Mysıl, Öz Kurtuluş Grubu ve öteki ekonomistler, bunu öyle yorumlamaktadırlar.) ya da bu, yığın hareketinin karşımıza yeni teorik, siyasal ve örgütsel görevler, yığın hareketinin ortaya çıkmasından önceki dönemde bizim için doyurucu olabileceklerden çok daha karmaşık görevler çıkardığı anlamına gelmektedir. Raboçeye Dyalo birinci yoru-ma eğilim göstermiştir ve hâlâ gös ermektedir; çünkü bu gazete yeni görevler hakkında belirli hiçbir şey tsöylemeyin bu 'yığın hareketi', sanki önümüze koyduğu görevleri açıkça anlama ve onları yerine getirme zorunluluğundan bizi kur arıyormuşçasına savlar ileri sürüp durmuştur. Bu bakımdan Raboçeye Dyelo'nun, totokrasinin devrilmesi görevini, işçi sınıfı hareketinin birinci görevi olarak kabul etmenin olanaksız olduğu-nu düşündüğünü ve bu görevi (yığın hareketi adına) kısa vadeli siyasal istemler uğruna savaşım derekesi- ne düşürdüğünü belirtmemiz yeter." (Ne Yapmalı, sf.54)

Lenin bizlerin de hiç yabancısı olmadığı, böylesi dönemlerde ortaya çıkan bir tehlikeye işaret etmektedir. Kendiliğinden hareketin yükselişi karşısında ona boyun eğen, görevlerin kapsamını ileriye doğru büyütücü değil daraltan; politika, taktik ve sloganlarda, mücadele ve örgüt biçimlerinde kendiliğinden harekete tabi olan bir çizginin izlenmesi az rastlanır bir durum değildir. ÖDP, ölü TDKP, Ekim, MLKP hatta kategorik olarak sol maceracı olmakla birlikte içinde bir DY taşıyıp kitle çalışmasında en sağ biçimlere yönelebilen DHKP/C'ye uzanan yelpazede kuyrukçu bir oportünizmi, sonuncusunda ve gelgitlerden kendisini kurta-ramamış bir eklektisizm sergileyen MLKP'de solun ve sağın iç içe geçmiş biçimlerini görmek olanaklıdır.

Kitlelere dışardan mücadele ve örgüt biçimleri "dayatmama" ve kendiliğinden harekete yaslanan taktik-lerle hareket etmek, oportünizmin görüşüdür. Hareketin gelişme düzeyine uygun taktiklerle, mücadele ve örgüt biçimleriyle sürece müdahale edilmesini öngören komünist devrimci görüşle, aralarında, özsel bir fark bulunmaktadır. Oportünizmin "süreç olarak taktik" görüşüyle Marksist ve Leninistlerin "plan olarak taktik" görüşü, taktiksel karşıtlığın somut tarihsel ifadesidir. "Ama gerçek şu ki, Raboçeye Dyelo'nun kendisi de, bizim, kendiliğindenliğe boyun eğme diye adlandırdığımız bir hastalığa tutulmuştur. Ve bu hastalık için her türlü 'tedavi yöntemini' reddetmektedir. Onun için bu gazete 'plan –olarak– taktiklerin marksizmin özüyle çeliştiği' yolunda, taktiklerin 'partiyle birlikte büyüyen parti görevlerinin büyüme süreci' olduğu yolunda parlak bir keşifte bulunmuştur. Bu sözler ünlü bir özdeyiş olma, Raboçeye Dyelo 'eğiliminin' kalıcı bir anıtı haline gelme şansına sahipti. 'Nereye?' sorusuna bu yönetici organın verdiği karşılık şudur: Hareket, başlangıç noktası ile hareketin bir sonraki noktası arasındaki uzaklığı değiştirme sürecidir. Bu eşi görülmedik derinlik örneği, yalnızca merak konusu bir şey olmayıp (öyle olsaydı üzerinde uzun boylu durmanın gereği kalmazdı), koca bir akımın programıdır, RM.'nin şu sözcüklerle ifade e iği,tt programın ta kendisidir: Özlemi duyulacak olan savaşım, olanaklı olan savaşımdır ve olanaklı olan savaşım belli bir anda verilmekte olan savaşımdır. Bu kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız oportünizm eğiliminin ta kendisidir." (Ne Yapmalı, sf. 56)

Oportünizm, kitlelerin "aşamalı bilinçlendirilmesi"ni savunur. Siyasal ajitasyon ve siyasal mücadelenin kapsamı, kitlelerin kendiliğinden eylemler yoluyla elde ettiği bilincin düzeyine denk olmalıdır. Dolayısıyla oportünist düşünce, kitlelerin geri kesimlerinin durumunu öne çıkartarak sloganları budar, temel-stratejik sloganlardan vazgeçmeyi savunur, siyasal mücadelenin kapsamı daraltılarak kendiliğinden hareketin ge-lişme düzeyiyle "uygun"luk taşıyan reformlar derekesine indirilir.

Komünist devrimci taktik, işçi sınıfının bilinç ve eyleminin gelişme düzeyinin, nesnel koşulların bütününün tam bilgisine sahip olarak işçi ve emekçi sınıfların eylemini devrimci müdahale yoluyla ilerletmeyi, müca-delenin bir üst evreye geçişinin koşullarını hazırlamayı öngörür. İşçi sınıfı hareketini kendi programı düze-yine yükseltmeyi önüne görev olarak koyar ve günlük mücadeleye bu perspektifle yönelir. İşçi ve emekçi kitlelerin hareketini kendiliğinden ve gelişen mücadele ve örgüt biçimleriyle sınırlandırma, dışardan müca-dele ve örgüt biçimlerinin "dayatılmaması", temel devrimci sloganlardan kitlelerin durumunu gerekçe gösterip güncel talep ve sloganlarla yetinme, oportünizmin taktik yaklaşımının unsurları ve sonuçlarıdır. Propagandayla ajitasyon, ajitasyonla eylem ilişkisinin ikincilerden birincilere doğru daraltılması, ajitasyon ve eylemin 'an'ın gerekli olan düzeyinin gerisinde tutulması, bunların toplamı olarak partinin rolünün genel bir yönlendiricilik düzeyine indirilmesi karşılıklı olarak birbirlerini bütünlemektedir.

Bu görüşlerin günümüzdeki en has savunucusu EMEP'tir Kendiliğindenlik-bilinç ilişkisini kendiliğindenlik yönünde kurmakta, taktiğe ilişkin tüm tutumunu bu yaklaşım belirlemektedir. Ekonomik mücadelenin yığınları siyasal mücadeleye çekebilecek en geniş uygulanabilirliğe sahip araçlar olduğu görüşünü ekono-mistlerden neredeyse yüz yıl sonra yeniden keşfetmiştir. Üstelik bunu öyle bir düzeye indirmiştir ki, Su-

Page 10: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

surluk sonrası tepkileri, cezaevleri direnişleriyle gelişen eylemleri3 vb. sınıfın gündemini saptırma olarak değerlendirebilmektedir. EMEP'e göre sınıfın gündemi, işçi sınıfının o aşamadaki kendiliğinden eyleminin önündeki sorun neyse odur.

Ünaldı direnişi ile ilgili Özgürlük Dünyası'nda yer alan şu sözler EMEP'in taktiğinin olduğu gibi tüm faaliye-tinin de temelini oluşturmaktadır. "Sınıf ihtiyaçları ve talepler üstünden hareket edildiğinde yığın hareke-tinin kendi partisiyle birleşmekte tereddüt göstermekten çekinmeyeceğinin pek açık bir kanı ı olarak, tgeleneksel solun aşamalı bilinçlendirme konusu da dahil pek çok ön yargısını yıkacak bir ölçü olarak or-taya çıktığı" tespitine ulaşılmıştır. EMEP "ekonomizm"in "aşamalı bilinçlendirme teorisi"ne gönlünü kap-tırmıştır ve sosyalistlere arkeolojik bir araştırmaya gerek duymadan ekonomizmin güncel örneklerine ulaşabilme olanağını sunmaktadır. Emek gazetesinin bir sendika yayın organıyla arasındaki farkı anlamak güçtür.

Eyleminin içeriği bu olan bir partinin "nasıl bir parti?" sorusuna vereceği yanıt da bellidir. Leninist parti teorisini "işçilerin örgütleri" fikrine doğru daraltmakta ('Emeğin Partisi' sloganını bu yönde kullanıyor), komünist öncünün rolünü ve işlevlerini, önder ve yönetici partiden, "yardımcı" partiye indirgemektedir. Özgürlük Dünyası'nın Kasım '93 tarihli, legalist tasfiyeci partinin kilometre taşlarının döşendiği 61. sayı-sında: "işçi sınıfı, politik mücadeleyi ancak kendi örgüt biçimlerinin en yükseğini temsil eden, burjuvaziye karşı savaşında kendisine yol gösteren öncü örgütü yardımıyla verebilir" denmektedir. (abç, Proletarya ve Önderlik Sorunu)

"Yardım", bu yazının bütününün hit sözcüğüdür. Özgürlük Dünyası tarafından adeta yeniden bulunmuş ve sıkıca sarılınmıştır. Yazı bütünü itibariyle, menşevik-revizyonist parti teorisine kesin bir geçişe teorik bir temel sağlamakta ve köprü işlevi görmektedir. Küçük burjuva devrimciliğinin ikameci-öncü parti anlayışı-nın sözde eleştirisi ve onun mahkum edilmesi de bu köprünün perdesi olarak kullanılmaktadır. TDKP '87 sonrası kısa bir süre boğaz vapuru gibi dolaştıktan sonra, '70'li yılların ortalarından itibaren –soldan sağa doğru geçme biçiminde– girdiği süreci, 12 Eylül sonrası tasfiyecilikle dokumuş, bugün ise, ekonomist-menşevik, legalist tasfiyeci bir çizgide birleştirip derinleştirerek daha üst bir düzeye taşıyıp sistemleştir-miştir. Şimdi Özgürlük Dünyası'ndan Emek Partisi'ne doğru olan evrilişin teorik hikayesini izleyelim. "Pro-letaryanın toplumun diğer ezilen sınıflarına önderliğini, ancak parti aracılığıyla onun yardım ve yönlendir- ,mesi yoluyla gerçekleştirebileceği gerçeği, önderlik kavramının bozulmasının da çıkış noktası olmuştur. Partinin, proletaryayı temsili, burjuva önderlik anlayışı çerçevesinde yorumlanmış ve işçi sınıfının bilinçli bir parçası olan part , sınıfın dışında bir yere yerleştirilmiş, burjuva partilerle yığınlar arasındaki ilişki biçi-imi, 'sınıf par isi' olarak payelendirilen aydın, küçük burjuva örgütlerle sınıf arasındaki ilişkiye taşınmak tistenmiştir. Sonuçta leninizmle hiçbir ilişkisi bulunmayan bir 'önderlik' anlayışı türemiştir." Yazı, bunun sonucu olarak "bürokratik bir kast"ın ortaya çıktığını ileri sürmekte, "halka rağmen halk için" davranan "üst tabaka devrimciliği"nin (Osmanlılardan bu yana uzanan tarihsel-geleneksel bir aydın düşüncesi ve tutumu olarak) eleştirisiyle devam etmektedir. Tabii Özgürlük Dünyası'nın yarattığı bu "derinlik" içerisin-de, işçi sınıfına bilincin dışardan götürülmesi, örgütün eyleminin içeriği ve sosyalist aydınların rolü-devrimciler örgütü konuları kaybolup gitmektedir. Aydınlarla ilgili bu şekilde bir tarihsel keşfe girmesi de profesyonel devrimciler örgütü fikrine başından itibaren yöneltilen, ülkemizde de Aybar'dan ÖDP'ye uza-nan çizgideki menşevik, revizyonist "eleştiriciler"le aynı kulvarda yüründüğünü örtbas etmek için yapılan sahtekarlıktan başka bir şey değildir.

Alıntıladığımız son cümledeki gibi, "Leninizmle hiçbir ilişkisi bulunmayan bir 'önderlik' anlayışı" türemiştir! Ölü TDKP'nin önderlik anlayışı "yardım-yataklık" rolünün ötesine geçmemektedir. Onun konuyu ele alışı tam da bunu çağrıştırıyor. Belirtilen yazıda arada bir "önderlik" gibi sözcükler geçmiyor değil ama bu tehlikeli bir kavram olarak görüldüğünden daima açıklamalı olarak veriliyor.

"Bu bakımdan işçi sınıfının örgütlü ve öncü nitelikli bi parçası olan devrimci komünist partinin sınıfın ger -niş yığınlarıyla ilişkisini önderlik kavramıyla ifade edebiliriz. Fakat bu kavramın, partinin, kendisini sınıfın yerine koyması, sınıfın eyleminin yerine öncü eylemi ve iradesinin geçirilmesi gibi bir içeriği yoktur. Bu kavram ancak, sını ın bütün bir toplumu ve kendisini yönetebilir hale gelmesine yardım etmek anlamında fkullanılabilir.

"Şu kaide işçi sınıfı partisinin görevi sını ın kendi kendisini ve bütün toplumu yönetebilir kılınmasına yar-, fdım etmektir. Parti, sınıfa ideolojik, poli ik ve örgütsel yardım yoluyla sınıfın 'kendisi için' bir bi nç evresi-t li 3 PKK'nin Türkiye devrimci örgütlerinin mücadeleyi geliştirmedeki zaaflarına haklı bazı eleştiriler yöneltirken, kendisinin ML literatürle son bağlarını kopart-masına ve devrimci stratejik hedeflerinden gerilemesine karşı onlardan gelecek eleştiriye karşı ön kesme yaparak güçlerini şerbetlemesi gibi, EMEP de radikal devrimci örgütlere 'sol tasfiyecilik' saldırısıyla "ekonomizm"ini pupa yelken derinleştiriyor.

Page 11: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ne ulaşmasını ve bilinçle davranmasını sağlamayı hede ler. Bu ilişki, sınıfın ar ık yardıma ihtiyaç duymadı-f tğı, partinin de gereksizleştiği sınıfsız topluma kadar evrimleşerek devam eder. Onun sınıfa önderliği kısa-ca 'yardım' kavramıyla ifade edilebilir."

TDKP görüşlerini, menşevik-tasfiyeci parti teorisi yönünde derinleştirirken küçükburjuva maceracılığın önderliği, ideolojik öncülük ve partiyle sınırlandırmasının, doğru bir kitle çizgisi anlayışına uzaklığının ve işçi sınıfının fiili önderliğini yadsımasının eleştirisinin arkasına siperlenmektedir. Üstelik daha önce belirtti-ğimiz biçimde ülkemizdeki küçük burjuva devrimciliğinin tarihsel köklerine inme görünümüyle bir manipü-lasyona başvurmaktan geri durmamaktadır. Fakat onun bu yöndeki "derinlik" katma çabası menşeviklerden Rosa Luxemburg'a, Aybar'dan ÖDP'ye uzanan zincirin bir devamıdır. Ve ilk belirttiklerimi-zin Leninist partinin Jakobenizm ve Blanquizmle sınır çekmediği yönündeki eleştirilerinin kendisini sakla-maya çalışan yeni bir versiyonudur. İşçi sınıfıyla kalıcı ve köklü bağlar kuramayan bir örgüt, öncü komü-nist partisi adına layık olamaz. Komünist partinin sınıf temeline dayanması bizzat onun varlık koşuludur. Sınıfla bağların olmaması ya da zayıflığı, komünist bir örgütü bir dizi dış etkiye açık hale getireceği gibi, bu, parti ve önderlik sorunlarında da yansımasını gösterecektir. Dolayısıyla komünist bir örgütün kendi sınıf temeline dayanması temel sorununun çözümü, ertelenemez ve sürekli çabayı gerektiren bir görev-dir. Bu konuda yol almakta yaşanılan güçlükler ve bu noktada ortaya çıkan kaymaların eleştirisi, öte yan-dan küçük burjuva maceracılığına karşı mücadele, sürece gelişkin taktik, mücadele ve örgüt biçimleriyle müdahalenin, partinin önder ve yönetici rolünün yadsınmasının örtüsü olamaz. Bunun sonucu, parti, sa-dece "işçilerin örgütü", sınıfın herhangi bir örgütü derekesine indirgenemez. Öncü komünist partisi, işçi sınıfının bir örgütüdür ama sınıfın en yüksek örgütlenme şeklidir. TDKP, işçi sınıfını örgütlemekte yaşanı-lan dönemsel ve güncel zorlukların artmasını, bugüne dek pek bir yol alınamamış olmasını devrimci bir bakış açısıyla değerlendirerek onu aşmaya çalışan politikalar geliştirmek yerine kuyrukçu bir öncülük an-layışına doğru dümeni iyice kırmıştır.

Leninist partinin önder ve yönetici rolünü darbeleyip revize edenler modern revizyonistlerdir. TDKP'nin partinin rolünü "yardım"la sınırlandırma düşüncesinde esin kaynağı, daha öncekileri saymazsak onlardır. Modern revizyonist S. Titerenko, "Bugünkü Aşamada Leninciliğin Parti Konusundaki Öğretisi" başlıklı makalesinde şunları söylüyor: "Marks'ın ve Engels'in daha sonra da Lenin'in faaliyetleri sonuç itibariyle, görevlerinin bilincine varması için sınıfına yardım etmeyi ona özgürlüğü için örgütlü bir mücadele yürüt-meyi öğretmeye yöneltmekteydi. Bunun için proletaryanın devrimci partisine olan ihtiyacı dile getirmek-teydiler." (SBKP Deneyimi ve Devrimci Teori, sf.224)

Demek ki, bu yolu ilk çiğneyen TDKP değilmiş!..

Şimdi oportünist liberallerin parti görüşüne bir göz atalım. Liberal oportünizmin kapitalizmin gelişme düzeyiyle bağlantılı ekonomik materyalizm temeli üzerinde yükselen, ekonomik, toplumsal "proje"lerle örülü evrimci sosyalist görüşleri üzerinde durmuştuk. Parti teorileri de çağın keskinleşen çelişkilerini sos-yal devrimle çözecek bir partinin örgütlendirilmesi temeli üzerinde değil evrimci dönüşüm modellerine uygun legalist, reformist ve barışçıl bir mücadele çizgisinin uygulayıcısı olarak ortaya çıkmaktadır. Neo liberal düşünce mali sermayenin tekelci hakimiyetinin genişlemesine ve derinlemesine yaymanın ve hakim kılmanın siyasetiyken, küçükburjuva oportünizmi tarafından safdil bir liberalizm anlayışı olarak benimsen-mektedir. Kuşkusuz bu şekilde kalsaydı bizim açımızdan fazla bir önem taşımazdı; fakat, onlar, proletarya diktatörlüğünü yadsıyıp sosyalist demokrasiyi bu liberal görüşleri doğrultusunda sulandırmaktadırlar. Ve bu görüşlerini parti konusundaki düşüncelerine de olduğu gibi taşımaktadırlar.

ÖDP'de ifadesini bulan, ML ideoloji ve proletaryaya dayanmayan kendiliğindenci bir anlayış temeli üzerin-de "yığın inisiyatifi"nin öne çıkarıldığı "kitle partisi" düşüncesidir. Partinin temel yapısını ve örgütsel ilke-lerini oluşturan konularda leninist parti düşüncesiyle taban tabana zıt bir çizgidedirler. Profesyonel dev-rimciliğin, gizlilik ilkesinin, demokratik merkeziyetçiliğin reddi, siyasal çoğulculuğun parti içerisine taşın-ması ve hizipli parti düşüncesi, öncü-kitle diyalektiğini kitleler yönünden alan kuyrukçuluk..., zincirsel bir devamlılık içerisindedir. ÖDP'nin temsil ettiği "kitle partisi" düşüncesi, bu partide birleşen çeşitli grupların –kendi grupsal varlıklarını da koruma özgürlüğüne sahip olarak, kitle taban inisiyatiflerini esas alacak şe-kilde birleşmeleridir. Bu görüş, Yeniden Dergisinin '95 Haziran tarihli 1. sayısında: "Bu nedenle, bütün bu koşulların bir gereği olarak başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere ülkemizdeki toplumsal muhalefet dinamikleriyle, devrimci güçleri birleştirebilecek bir kitle partisi gerekli görünüyor."

"Böyle bir parti bize göre:

− Ülkemizin bugünkü temel sorunları karşısında köklü, somut, gerçekçi çözümler öneren dev imci bir rparti olmalı. (Bu bize göre, geçmiş sosyalizm süreçlerinin dersleri gözönünde tutularak yapılabilecek bir

Page 12: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

iştir.)

− Mevcut düzen partileri veya bildik sol partilerin aksine, (bürokratik bir 'tabela veya bildiri partisi, lider partisi vb. değil) emekçi kitlelerin, toplumsal ve yerel dinamiklerin siyasal eylemliliğinin (taban inisiyatif-'lerinin) geliştirilmesine dayanan bir parti olmalı. Bir başka ifadeyle bugün genel olarak siyase dışı bir tkonumda olan işçilerden kamu emekçilerine, aydınlardan sanatçılara, kadınlardan öğrencilere kadar tüm toplum kesimlerine ve çoğunlukla kendi sorunları içine kapanmış, genel olarak siyaset dışı bir konumda bulunan solcu ilerici insanlara hayat içinde bulundukları her yerde açıkça siyasi mücadeleye katılma çağ ı-- rsı ve onları örgütlenme ve açıkça siyasi mücadeleye katılabilmelerinin bir aracı olmalı, vb..." Aynı yazı içerisinde bir başka yerde de: "Bunun yolu sol g upların, konuya, yani yukarda tanımlanan emekçi kitle , rinisiya iflerini, taban inisiyatiflerini esas alan bir kitle partisi önerisine, doğru ve olumlu bir yaklaşım be-tnimsemelerinde bulunabilir..." denilmektedir. (Yeniden, Devrimci Kitle Partisi-Sol Gruplar)

Taner Akçam gibilerinin "Daha az parti", "taban demokrasisi" gibi sözlerle ifade ettiği düşünceler, ÖDP'nin içerisinde yer alan çevrelerin en "sıkılarından olan Yeniden'de "parti olmayan parti", "taban inisi-yatifi" gibi kavramlarla ifade edilmektedir. "Daha az parti", "parti olmayan parti" gibi oportünist liberal düşünceler, ML partinin önder ve yönetici bir rol oynaması gerektiği düşüncesiyle tümüyle karşıt yönde-dir. Söylenildiği gibi, bir "kitle partisi" düşüncesiyle, Leninist partinin ancak sınıfın en ileri unsurlarını bağ-rında toplayan bir azınlık partisi olduğunu, öncülük misyonunun yerine getirebilmesi için bunun şart oldu-ğunu yadsımaktadırlar. Bir bölümü bir parti çalışmasının yan örgütlenmelerinde, çoğu kitle örgütlerinde örgütlenip harekete geçirilmesi gereken unsurlar bizzat parti içerisinde örgütlenmeye, toplanmaya çalı-şılmaktadır. Eski DY'un sınırları silinmiş menşevik örgütsel anlayışı, liberal bir parti görüşü haline getiril-miştir. Bu görüşler örgütün işlerlik ve iç yaşamında da, görev ve sorumluluk anlayışının zayıf ve denetim-siz olduğu, parti organlarından birinde çalışma zorunluluğuyla güvence altına alınmadığı menşevik bir parti yapısı düşüncesi olarak ortaya çıkmaktadır. "Taban demokrasisi", "taban inisiyatifi" gibi görüşler Leninist demokratik merkeziyetçilik ilkesini reddettiği gibi, önderler, parti sınıf ve yığınlar arasındaki ilişki-lerin doğru devrimci kuruluşunun zincirleme çarpıtılmasının başlangıç noktasıdır. Aynı zamanda parti ile kitleler arasındaki ilişkinin belirsizleştirilmesinin de dayanak noktasıdır. Sözde, revizyonist ülkelerdeki parti ve devletteki bürokratizmin eleştirisinden yola çıkmakta ama liberal bir formülasyona ulaşmaktadır-lar, işçi sınıfıyla halkın diğer kesimleri arasına hiçbir sınır koymayan, feministler, eşcinseller, çevreciler gibi marjinal güçler partinin asli unsurları olarak yer veren, troçkistlerden anarşistlere her kesimin içerisinde cirit attığı bir partidir ÖDP. Kitlelerle ilişki kurma konusunda da, öncü olmayan bir öncülük düşüncesi, çeşitli toplumsal güçlerin kendiliğindenci bir temelde örgütlenmesi anlayışı ile örtüşmektedir. Bugün DHKP/C ve kimi örgütlerin sıkıca sarıldıkları, ilk kez DY çevreleri tarafından ünlemli Demokrat Dergisi'nde dile getirilen uzun bir süredir de Yeniden ve ÖDP içerisinde savunulan yerel düzeyde ve mevcut parla-mentoya alternatif olacak şekilde örgütlenecek "muhalefet meclisleri", kendiliğindenci toplumsal dinamik-lerin bir araya getirilip desteklenmesi üzerine kurulu, legalist ve reformist bir perspektifle örgütlenmesi düşünülen kuruluşlardır.4

Burada sorun kitlelerin doğal birleşme yerlerine sahip olmaları, bu yönde harekete geçirilmeleri değildir. Asıl olan nasıl bir anlayışla bunun gerçekleştirildiği, bu tür örgütlenmelere ne gibi bir rol verildiğidir. Ve kitlelerle ilişki kuruşun, kitleleri harekete geçirmenin ve öncülük anlayışının temel ve neredeyse tek biçimi ve yöntemi olarak bunun görülmeye başlanmış olmasıdır. Bugün popülist politikalarla kitlelere gitme dü-şüncesi sadece sağ oportünist örgütlerde değil DHKP/C gibi örgütlerde de gittikçe hakim politika haline gelmektedir. Kitleleri örgütlemenin dönemsel-tarihsel zorlukları, bir meşruiyet nedeniymiş gibi, "kitleler sana gelmiyorsa sen ona git" biçiminde yöntemsel bir yaklaşım sorunu olmanın ötesine taşınıp geleneksel kültürün unsurlarını benimseme ve politik esneme ve kaymalar biçiminde genişletilmektedir. "Kitlelere!.." biçimindeki devrimci sloganın ÖDP'den DHKP/C'ye kavranışı, kitlelerin kendiliğindenci temelde örgütlen-mesi ve geleneksel burjuva feodal kültürün sınırları içerisindeki halk bilinciyle (DHKP/C) o yöne doğru kayarak buluşma, propaganda ve ajitasyonun bu yönde içeriklendirilmesi biçimindedir, işçi ve emekçi kitlelerin bilincini sosyalizm yönünde çekme ve bunun gerektirdiği ideolojik karşıtlık içerisinde hareket etmek yerine, burjuva ideolojisinin kitlelerce içselleştirilmiş biçimleriyle uzlaşma ve buna "halk kültürü" adı altında sahiplenme tutumu izlenmektedir. ÖDP'nin sınıf mücadelesini sınıf mücadelesi gibi yürütmek yerine imaja dayalı medyatik, reformist bir içerikle yüklenmiş sloganları da aynı kapıya çıkmaktadır. Kuy-rukçuluk, bu temelde kendiliğinden mücadele ve örgüt biçimlerine duyulan hayranlıktan da önce, ideolojik karşıtlıkları silen popülist ve reformist görüşlerin ileri sürülmesi ve kitlelerle bu temelde buluşma çabası olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, öncülüğün mücadele ve örgüt biçimleri yönlerinden önce, ideolojik- 4 Benzer görüşler ve örgütsel biçimler Latin Amerika'da eski gerilla hareketlerinin sağa kayış süreçlerinde ileri sürülmüşlerdir.

Page 13: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

siyasal içeriğine ilişkin bir sorundur.

Burjuvazinin sınıf egemenliğini yıkma;

Burjuvazinin s n fsal egemenliğinin tüm biçimlerine karş stratejik bir savaş m yürütecek bir par i; ı ı ı ı tPa ti ve devrim aras ndaki stratejik bağın kurulmasr ı ı

Burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin temel ve güncel tüm biçimlerine, bunların kazandığı yeni özelliklere, bir bütün olarak sistemin ayakta kalmasını sağlayan her türlü kurum, araç ve yönteme karşı savaşım yürüte-cek, onları yıkma gücünü ortaya koyabilecek bir partinin örgütlenmesi, yeni tipte parti örgütlenmesinin temel ilkesini oluşturur. Bu stratejik ilişkilendirmeyi kurmayan, bu kapsamda bir savaşımı yürütmek teme-linde örgütlenmeyen, mücadeleyi bir alanla, bir ya da bazı biçimlerle, ya da bir kesitle sınırlandıran bir partinin devrimi örgütleyebilme olanağı yoktur.

Burjuvazinin sınıfsal egemenliği günümüzde tek bir biçime bağlı kalınarak değil oldukça çeşitlenmiş biçim ve bileşimlerle yürütülmektedir. Açık, çıplak zora dayalı biçimler, bunlarla içiçe geçmiş ve kimi zaman örtük, yedirilmiş ve adeta "görünmez" biçimler altında sürdürülen sınıf egemenliği, burjuvaziye egemenli-ğini daha geniş bir temelde yürütme ve daha güçlü bir hakimiyet kurma olanağını vermektedir. Başta siyasal egemenlik ve onun araç ve kurumları olmak üzere, kimi iktisadi araç ve yöntemler, toplumsal ve bireysel yaşam alanının daha geniş ve derinlemesine etki ve hakimiyet sağlayacak şekilde örgütlendiril-mesi, ideo-kültürel araç ve kurumların çok daha yetkin ve yaygın olarak bu amaçla kullanılması söz konu-sudur. Çeşitli iktisadi araç ve mekanizmaların yanı sıra ve onların harekete geçirilmesinde de olmak üzere, bir bütün olarak üstyapı alanı sınıfsal hakimiyetin derinleştirilmesinde eskisine göre çok daha geniş ölçüde kullanılmaktadır. Burjuva egemenliğin geldiği bu düzey, aldığı biçimler ve geliştirdiği yöntemler, proletar-yanın devrimci partisinin hangi temelde örgütlenmesi, savaşımın kapsam ve içeriğinin ne olması gerekti-ğini ortaya koymaktadır. Bunların belirtilen kapsam ve içerikte gerçekleştirilmesini sağlayacak bir düzey ve nitelik, bunlara uygun araç, kurum ve mekanizmaların geliştirilmesi proletaryanın devrimci partisi için varlık koşulu olarak görülmelidir. Bu aynı zamanda emperyalist kapitalist sistemin temel örgütlenmesi; ekonomik, toplumsal, politik ve bir bütün olarak üstyapı alanının karşılıklı ilişkilerinin oportünist çarpıtma-lara ve kaymalara olanak tanımayan bir açıklamasını, örgütlenme ve mücadelenin buna uygun yürütülme-sini gerektirmektedir. Burjuvazinin ona ayrıca güç veren, egemenliğini daha geniş bir temelde yürütebil-mesini sağlayan yarattığı karmaşık ilişkiler ve hakimiyetin doğru çözümüyle birlikte ona karşı doğru bir örgütsel perspektif, etkili ve büyüyen bir mücadele yürütme olanağına kavuşacağız.

Burjuvazinin siyasal-ideolojik hakimiyetinin araçları, kurumsal ve yöntemsel olarak çeşitlenmiştir. Muhafa-zakar, liberal, faşist, sosyal demokrat, revizyonist..., aralarında program ve yöntem farkları bulunmakla birlikte temelde aynı sınıfa (sınıflara) hizmet eden partilerdir. Onların varlığı ve devlet aracılığıyla ege-menliğin sürdürülmesinde gerçekleştirilen biçim ve yöntem değişiklikleri egemen sınıfın manevra yetene-ğini artırıp siyasal iktidarını korumasına hizmet etmektedir. Baskı ve şiddetin yanı sıra reformist, içerden engelleyici ve dalgayı kırıcı politikalar, emekçi sınıfların iktidarı içselleştirmelerini sağlayıcı manipülasyon politikaları bir bütün olarak ve duruma göre uygulanmaktadır.

Sosyal demokrasi ve revizyonizmin tarihsel olarak ve sınıf hareketinin gelişimi içerisinde, içeriden nasıl bir frenleyici ve engelleyici rol oynadıkları üzerinde durmuştuk. Mücadele koşullarının ve kitlelerin bilincinin geriliğinden, temel düşünüşleri itibariyle burjuva bilincin ötesine geçememiş olmalarından yararlanan bu akımlar, sistemin politik manevra alanını genişletmekte, hareketin karşısına dikilmekte ve özellikleri itiba-riyle de ciddi bir engel oluşturmaktadırlar. Sosyal demokrat, revizyonist, oportünist akımlara karşı karşı-ya gelinmeden ve onlara karşı sürekli bir mücadele yürütülmeden bir devrim başarıya ulaşamaz.

Burjuvazi ekonomik-sınıfsal hakimiyetini politik egemenlik temelinde yürütür ve bunun da temel ve başlı-ca aracı devlettir. Dolayısıyla her devrimin temel sorunu, yapması gereken ilk iş mevcut devleti yıkmak ve iktidarı ele geçirmektir. (ML'nin abc'si durumunda olan bu sözleri çeşitli kaymalara karşı yinelemek, altını çizmek gereğini duyuyoruz.) Politik egemenliğin yürütülüşünde, buna bağlı olarak da devletin biçi-minde, burjuva demokratik ve faşist biçimler olabilmektedir. Ayrıca sınıf savaşımının gelişim ve sonuçları-na, izlenen ekonomi politikalara göre bu iki temel siyasal biçimden birisinin özgül biçimlenmeleri olmakta-dır. En başta söylenmesi gereken emperyalizm çağında tekellerin devleti ele geçirmesi ve devletin eko-nomik ve siyasal vd. bütünüyle, onların hizmetine girmiş olması, tekelci devlet kapitalizmi niteliği kazan-masıdır.

Burjuva demokratik, faşist, bu biçimlerden birisinin özgül biçimlenmeleri.., devlet hangi biçimi alırsa alsın değişmeyen, devletin şiddete dayanan gerici özü, burjuvazinin sınıf egemenliğini sürdürmesinin temel

Page 14: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

aracı olmasıdır. Ve kuşkusuz, emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında egemen burjuvazinin gericilik eğilimiyle temel devlet yapısında buna uygun biçim ve özellikler kazanmakta, buna uygun örgütler, kimi mekanizmalar ortaya çıkarmaktadır. Lenin'in şu sözleri burjuva devletin gelişimini açıklayıcıdır: "Emperya-lizm –banka sermayesi çağı, dev kapitalist tekeller çağı, tekelci kapitalizmin büyüme yoluyla tekelci dev-let kapitalizmi durumuna dönüştüğü çağ krallıkla yönetilen ülkelerde olduğu kadar, en özgür cumhuriyet-lerde de, daha özel bir biçimde, devlet makinesinin olağanüstü güçlendiğini, onun bürokratik ve askeri aygıtının proletaryanın artan bir ezilmesiyle bağlılık içinde, görülmemiş biçimde genişlediğini gös erir." t(Devlet ve İhtilal, sf. 47)

Devletin, özellikle yarısömürge ülkelerde kriz dönemleri ve sınıf savaşımının gelişimine göre faşist bir biçim alması bir yana, burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde de yürütme gücünün, ordu-polis, geniş bir bürokrasiyle hiyerarşik bir sağlamlık kazanması ve devletin iç örgütlenmesinde oluşturulan kimi kurumlar ve mekanizmalarla parlamentonun görünürdeki tüm ihtişamına karşın yetkilerini sınırlandırıp, yasamanın kimi hatta birçok yetkilerinin örtük bir şekilde elde toplanması, yargının kriminal suçları kovuşturma dai-resine indirilmesi, görülmektedir.5

Emperyalizm çağında devlet, bizzat çağın özellikleri ve çelişkilerindeki keskinleşme üzerinde yükselmekte ve buna uygun biçimler almaktadır. Dolayısıyla, hiçbir hayale kapılmadan ve bu bir an bile gözden kaçırıl-madan bir devrim örgütlenmesinin hazırlıkları yapılmalıdır. Bu, en başta düşünülecek olan komünist dev-rim örgütünün sağlam bir yeraltı temelinde örgütlenmesi, örgütsel ve siyasal çalışmanın bütününü ve sürekliliğini bu şekilde güvence altına alması ile sınırlı bir görev değildir. Çok daha fazlasıdır; savaşımın yükseldiği aşamalarda ve nihai çatışmalar anı gelip çattığında bu karşıdevrimci makineyi yenebilecek, kırıp parçalayacak güçlülükte bir örgütlülük ve mücadele düzeyine çıkmaktır. '30'larda Almanya'da faşizmin üstün gelmesi, pek çok devrimin ilerleyen aşamalarda yenilmeleri, '70'li yıllarda çeşitli ülkelerde ve Türki-ye'de devrimci halk hareketinin ilerletilip devrim aşamasına götürülemeyişinde bu engelin geçilemeyişi (diğer nesnel ve öznel nedenlerden ayırarak söylüyoruz) bulunmaktadır. Komünist bir örgütün örgütlen-me ve devrim stratejisi, bu tarihsel deneyimlerden de ders çıkarmış ve devrime karşı çok daha geniş ve güçlü bir donanıma sahip, burjuvazinin hakimiyetini korumak için kendisine karşı çıkarabileceği en son biçime karşı, onu da altedecek bir biçim ve düzeyde olmalıdır. Bunu amaçlaması, örgütsel çalışmasını her aşamada bu amaca uygun hale getirmesi, gözden geçirmesi şarttır. Komünist bir parti, devrim stratejisini bu içeriğe uygun yürütmeli, örgütlenmesini, böyle bir yapı ve güce ulaşma sorunlarını çözerek geliştirme-lidir. Bu yüksek bir savaşım kapasitesini, bunu gerçekleştirecek siyasal, örgütsel-askeri aygıtların gerek-liliğini (bunları devrimlerin ilerleyen aşamaların hatta devrim anının sorunu olarak görmemeyi), partinin bir bütün olarak iç savaş koşullarında yüksek bir savaşım gücü gösterecek –Lenin'in sözleriyle, iç savaşın çarpışan partisi olacak– bir güç ve yetenekte örgütlenmesini gerektirmektedir.

Egemen burjuvazinin siyasal zor aygıtının kırılması ve iktidar için bu temelde yürütülecek savaşım asli ve vazgeçilmezdir. Siyasal egemenliği sürdürmenin diğer biçim ve yöntemleri, bunlara eklenen toplumsal ve bireysel yaşam alanına daha etkili girebilmesini sağlayan ideo-kültürel biçim ve yöntemler, kimi zaman daha esnek biçimlere geçebilmeyi kolaylaştıran koşulların ortaya çıkması, globalleşme ve Yeni Dünya Düzeni'nin devlet, demokrasi, toplumsal ve bireysel yaşam konularında getirecekleri üzerine yapılan oportünist spekülasyonlar, komünistlerin savaşımı siyasal iktidar için savaşım ekseninde yürütmelerini ve burjuvazinin gerici zorunu, faşizmi ve kapitalizmi yenecek bir devrimci örgütsel stratejinin geliştirilmesini karartmamalıdır. Parti ve devrim arasındaki stratejik bağ, her durumda korunmalıdır.

Burjuvazinin s n f egemenliğinin tüm biçimlerine karş etkili bir savaş m ı ı ı ıEgemen burjuvazinin hakimiyetini sadece en açık, kaba biçim ve yöntemlerle sürdürdüğü, bunlarla yetin-diği ve egemenliğini sürdürmek için bunların yeterli olacağı söylenemez. Burjuvazi egemenliğini sürdür-mekte en açık, sert, şiddete dayalı biçim ve yöntemlerle, en ince ve dolayımlı biçimleri, ülkelerin ekono-mik, toplumsal, siyasal gelişme düzeyleri ve sınıf mücadelesinin gelişimine göre değişik bileşimlerde uygu-lamaktadır. Sınıf hakimiyetinin ekonomik kimi yöntemlerle güçlendirilmesi, politik hakimiyeti çeşitlendi-rilmiş yöntemlerle sürdürülmesi, sistemin toplumsal örgünlüğünün onu güçlendirecek biçimde geliştiril-mesi, ideo-kültürel etki ve manipülasyon araçlarının gelişmişliği ve etkili bir şekilde kullanılmaları hep bir-likte rol oynamaktadırlar.

Günümüzde emperyalist kapitalizm sistemin tüm unsurlarıyla daha güçlü bir hakimiyet kurmanın, onu 5 Belirttiklerimiz, burjuva devletin özüne ve onun temel yapılanmasının aldığı biçimlere ilişkindir. Gerek parlamenter demokratik yöntemlerin kullanılmasıyla, gerekse değişik dönemlerde oluşturulan kimi kurumlar, yan örgütler, kararlarla bizzat devlet aracılığıyla kitlelerde yanılsama yaratılmaktadır.

Page 15: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

koruyup pekiştirmenin araç, kurum ve yöntemlerini geliştiriyor. Mali sermayenin, tekelci kapitalist birlikle-rin yaygınlaşıp derinleşen egemenliği, toplumsal, politik, kültürel alanlarda da onu güçlendirici biçimlerle ortaya çıkmaktadır. Tek tek ülkelerin gelişme düzeylerine göre farklılık göstermek ve özgül biçimlenmele-rini oluşturmakla birlikte kapitalist sistem, siyasal egemenliğin devlet ve diğer araçlarının yanında top-lumsal düzeyde egemenliğini koruyucu örgün bir yapı oluşturmaktadır. Ekonomik yapıyla bağlantılı olarak çıkan, ekonomik, toplumsal kurumlar ve oluşturulan mekanizmalarla, üstyapı alanından da kucaklanmış olarak ve bir içiçelik yaratılarak, burjuva egemenliğine daha geniş ve esnek bir temel sağlanmaktadır. Politik gücün daha çeşitli ve etkin kullanımının yanında, toplumsal yaşam ve ilişkiler alanına güçlü bir ideokültürel etki sağlanarak girilmesi söz konusudur. Tarihsel bir perspektifle baktığımızda, burjuvazinin sınıf egemenliğinin sürdürülmesinde bir bütün olarak üstyapı alanının yaratılan çeşitli araç, kurum ve me-kanizmalarla daha etkin kullanıldığını görmekteyiz. Egemenliğin çeşitli alanlardan daha geniş bir temele oturtulması, daha karmaşık ilişkiler sistemine dayalı, biri zayıfladığında diğerinin korunak oluşturduğu sistem açısından güçlendirilmiş bir hakimiyet oluşturmaktadır.

İşte bu egemenlik ilişkilerinin bütününe yönelmek, aldığı biçim ve boyutların doğru çözümlenmesi ve etkili bir mücadele bir parti faaliyeti açısından önem kazanmaktadır. Bunlar partinin siyasal ajitasyonunun kap-samını genişletici olduğu gibi, bir bütün olarak da çok daha geniş temelde ve çok yönlü bir eylemsellik içerisinde olma görevini koymaktadır. Sistemin bu örgünlüğüne karşı geniş bir açıdan ve kapsamlı bir mücadele yürütmeyen bir parti, öncü olamaz. Öncü komünist bir parti, mücadele ve iktidar perspektifini bu egemenlik ilişkilerinin bütününe ve her birine karşı savaşım olarak yürütmek durumundadır.

Burjuvazinin günümüzde egemenliğini daha geniş bir temele, çeşitli araçlara ve bunların yarattığı karma-şık ilişkilere dayandırması bir dizi kafa karışıklığına, yanılsamaya ve oportünist çarpıtmalara da yol açmak-tadır.

Toplumsal örgünlük alan nda genişleyen hakimiyet ve "Sivil Toplumculuk" ıToplumsal siyasal düzeyde ortaya çıkan örgünlüklerden hareketle devlet-"sivil toplum" ilişkileri, üstyapı-nın çeşitli alanlarının daha geniş bir etkinlik alanı haline gelmesinden yola çıkılarak altyapı-üstyapı ilişkileri konularında antimarksist ve idealist yorumlar gelişmektedir. Teorik görevler kapsamı içerisinde ayrıca ele almamız gereken bu konularda, altyapı-üstyapı; ekonomik, toplumsal, politik, kültürel alanların karşılıklı etki ve ilişkilerinin marksizine bağlı kalınarak çözümlenmesi önemlidir. Bir ön giriş olması ve her türlü ya-nılsama ve çarpıtmadan uzak durulması için Marks ve Engels'in Alman İdeolojisi'nde tanımladıkları gibi: "Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme aşaması içerisinde bireylerin maddi ilişkilerinin hepsini birden kucaklar... Sivil toplum terimi, 18. yüzyılda, mülkiyet ilişkileri, ilkçağ ve ortaçağ ortaklaşalığından kurtulur kurtulmaz ortaya çıktı. Sivil toplum, sivil toplum olarak ancak burjuvazi ile gelişir; böyle olmakla birlikte, üretim ve ticaretin doğrudan sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme de her zaman aynı adla belirtilmiştir." (abç., 2. Baskı, Sf. 124)

Bu sözler, kapitalizmin geliştirdiği toplumsal düzeydeki örgünlüğün maddi temelini, onunla olan dolaysız bağını ortaya koymaktadır. Keza, "Sivil toplum", devlet dahil üstyapının bütününü kapsayıcı bir içerikle verilmektedir. Toplumsal yapı ve ilişkilerin ekonomik temelle bağlantısı kurularak açıklanması öznel bir toplumbilimcilikle sınır çekeceği gibi, bu toplumsal yapı ve ilişkiler üzerinde ve içice gelişen siyasal, kültü-rel formların da doğru anlaşılıp açıklanmasını sağlayacaktır. Karşılıklı etki ve yoğun bir etkileşimin olduğu bu alanlara yöntemsel olarak doğru yaklaşım, burjuvazinin sınıf egemenliğinin dayandığı geniş temelin, dolayımlı ilişkilerin, açık ve örtük biçimlerin karmaşık dokusunun çözümlenmesini, olanaklı kılacaktır.

Sistemin ekonomik, toplumsal, siyasal düzeyleri arasındaki bütünlüğü gözardı edip Hegel'den Gramsci'ye6 uzanan çizgide devlet-sivil toplum karşıtlığı biçiminde bir ele alışla "sivil toplum alanının genişletilmesi", "devleti sivil toplum alanından kuşatmak" gibi görüşleri siyasal eyleminin temeline yerleştirmek reformcu-luk belgisidir. "Kapitalizm koşulları içerisinde sosyalist toplumun ön biçimlerini yaratmak" gibi, faşizmden de çok, revizyonist ülkelerdeki "bürokratik sosyalizmin eleştirisine dayanan, neo-liberalizmle kesişen reformist sosyalist görüşlerle de bu yaklaşım tamamlanmaktadır. Bu görüşler sistemdeki çelişkileri dev- 6 Üçüncü Enternasyonal çizgisinde ve devrimci komünist görüşlere sahip olan Gramsci bazı konularda, görece gelişmiş bir kapitalizm düzleminden sorunla-ra yanıt ararken kaymalara zemin hazırlayan görüşler ileri sürmüştür. Devlet-sivil toplum ilişkisine ilişkin görüşleri, İtalyan revizyonistlerinin "tarihsel uzlaşma" teorilerine arayıp buldukları dayanaklardan birisi olmuştur. '85'lerden itibaren de ülkemizde oportünist liberallerin keşif alanına girdi. "Sivil toplumculuk"la reformist sosyalizmleri arasında köprü kurarken ve idealist üstyapı analizlerinde, Stalin ve Lenin'i yadsırken dayanmaya çalıştıklarından birisi de Gramsci oldu. Onun teorik bazı hataları buna yol açmakla birlikte, onun için bir şanssızlık olduğunu ve tarihsel bir haksızlık yapıldığını belirtmek gerekir. İşçi konseyle-rini içerisinden solumuş, komünizmle yalın bağını her zaman koruyan, faşizmin zindanlarında direnişçi kimliğini bir an bile yitirmeyen Gramsci onlara çok uzaktır.

Page 16: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

rimci bir temelde ve devrimci biçimlerle çözme düşüncesine uzaktırlar. Konuyu biraz daha genelleştirip temellerine doğru indiğimizde, emperyalist kapitalizmin ve kapitalizmin görece geliştiği ülkelerdeki iktisa-di, toplumsal, siyasal düzeyin ML çözümüne dayanmayan, oportünist çarpıtma ve yorumların bulunduğu görülür. Bu düzlem oportünist liberal, reformist politika ve örgütsel stratejilerin çıkış alanıdır. Antiem-peryalist demokratik ve sosyalist bir devrimci siyasal programdan ve buna denk bir örgütsel strateji ve mücadele çizgisinden uzaklaşılarak liberalizmle sulandırılmış bir "devrimci" demokrasi programına, prole-tarya öncülüğü ve temel emekçi sınıflara dayalı bir ittifak ve eylem çizgisinden genel bir halk muhalefe-tine, düzene karşı savaşımın devrimci örgütsel biçimlerinden düzen içi araç, kurum ve yöntemlerin gelişti-rilmesine uzanan bütünlük oluşturmaktadır. Latin Amerika'daki birçok gerilla örgütü programatik yönden antiemperyalist demokratik görevleri sosyalist amaçlar doğrultusunda çözme perspektifine sahip olma-dıkları, şekilsiz bir toplumsal muhalefet (kendiliğindenci, marjinal, gayri siyasi güçlere de kolaylıkla yer veren) temelinde bir cephe anlayışı geliştirdikleri için, tüm bu amaçlardan biraz daha gerileyerek girdikleri "siyasal çözüm" kulvarında oportünist liberalizmin sol versiyonu olma çizgisine kaymaktadırlar. Bağımsız-lık ve demokrasi konularını yeni bir anayasa düzeyine indiren PKK ve DHKP/C'nin cephe programı, cephe-nin örgütsel biçimleri, toplamaya çalıştığı güçler, gidiş yönünün sağlıksızlığını göstermektedir.

Burada kendiliğindencilik, siyasal ajitasyon ve eylemin güncel içeriği ve ondaki sınırlanmadan da önce, daha temelde programatik düzeydeki sınırlılık ve ondan da gerileyiş, mücadele ve örgütsel stratejilerdeki yansımalarıyla birlikte ortaya çıkıyor. Ulusal devrimci, halkçı devrimci küçük burjuva programlar, tarihsel ve konjonktürel elverişsizlikler ve mücadelenin yoğunlaşmış güçlükleri karşısında ulusal reformist, liberal demokratik programlara doğru gerilemektedirler. Bilinç, sosyalist olmalı ve o kuşkusuz her ülkenin eko-nomik, toplumsal, siyasal gelişme düzeyine uygun bir açıdan nesnellikten kopmayan ama sosyalist amaç-larla kesintisizlik ilişkisini kuran bir program düzeyinde ifadesini bulmalıdır. Bu bizi her siyasal sorunun düzeniçi olabilecek siyasal çözümlerine doğru yönelmekle değil ekonomik, toplumsal sorunların çözümüy-le birleşik ve bu bileşimden dolayı devrim dışında başka türlü çözülemeyecek olan bir siyasal iktidar için savaşma kesinliği içerisinde tutacaktır.

Sosyalist bilinç, program düzeyinde ifadesini bulduğunda ilkesel bir kesinliğe ulaşır. Ve her türlü konjonktürel dalgalanmaya karşı da, ona ilkesel bir tutumla sarılınmalıdır.7

Egemen ideoloji ve b lincin yayg n ve yoğun etkisi –"Kitle Kültürü" i ıEgemen burjuvazi, ekonomik, sınıfsal hakimiyetini sürdürmek için üstyapı alanını eskisine göre çok daha yetkin ve kitleler üzerinde etkili olacak biçimde kullanmaktadır. İdeoloji ve politika, felsefe ve sanat, din ve gelenekler, toplumsal dokuya ve bireysel yaşam alanına adeta boşluk bırakmamacasına yedirilmiştir. Bunlar sistemin iç örgütlenmesini güçlendirip, daha girift ilişkilere dayalı bir hakimiyet kurmasını kolaylaş-tırmaktadır. İşçi ve diğer emekçi sınıfların burjuva bilincin içerisinde tutulmaları, hatta daha derin bir ya-nılsama içerisine sokulmalarında etkili olmaktadırlar. Geniş ve son derece etkili bir manipülasyon alanı yaratılmıştır ve bu sınıfsal siyasal bilincin oluşumunu, sosyalist siyasal bilincin iletilmesini geciktirip engel-lemektedir. Dolayısıyla bu sorun, ML partinin siyasal ajitasyonunun kapsamını genişletici olduğu gibi, bü-tün bir eylemini ilgilendirir niteliktedir.

Marks ve Engels, çok önceleri Alman İdeolojsi'nde, maddi üretim araçlarını ellerinde tutan sınıfların ente-lektüel üretim araçlarını da ellerinde tuttuğunu söylemişlerdi. Onların bu sözleri, altyapı ve üstyapı iliş-kisinin temel belirlenimini vermektedir. Egemen üretim biçiminin egemen sınıfının düşünce ve davranış şeklini; politik, kültürel ve manevi yaşamın bu temele bağlı olarak nasıl şekillendiğini görmemizi sağlar. Kuşkusuz bu düz bir yansıma ve biçimlenme olarak ortaya çıkmaz. Konumuz açısından önemli olan ege-men sınıfın elinde tuttuğu entelektüel üretim araçlarını nasıl kullandığıdır. Egemen sınıf ideoloji ve kültü-rünü sadece kendisine aitmiş gibi sunmaz. İdeolojisini, kültür ve değerler sistemini bütün topluma maletmeye çalışır. Bunun için, "...kendinden önce egemen olan sınıfın yerine geçen her yeni sınıf, salt kendi amacını gerçekleştirmek için, kendi çıkarını ideal bir biçime sokarak toplumun bü ün üyelerinin or-ttak çıkarı gibi göstermek zorundadır; bu onun düşüncelerine evrensel bir biçim verecek ve onlara ussal ve evrensel olarak geçerli biricik düşünceler gibi gösterecektir " (Alman İdeolojisi) Egemen sınıf bunu .gerçekleştirirken emekçi sınıfların geriliklerinden ve zihinsel üretim araçlarından yoksun olmalarından yararlanır. Kendi ideolojisinin ve aygıtlarının gelişmişliğini ve üstünlüğünü kullanır. Bu düşünceler kitlelere 7 "Sivil toplum" aslında marksist literatüre ait olmayan bir kavramdır. "Bireylerin etkinlik alanı", "politika ve devlet dışı alan" gibi kavramın ortaya çıkış anlam-larıyla düşünecek olursak "sivil toplumculuk"un faaliyetinin içeriğinin ne olacağı, düzeniçiliği daha kolay anlaşılır. TÜSİAD doğru bir şekilde kendisini "sivil toplum" örgütü olarak tanımlamakta ve benzer kuruluşlara bu temelde çağrı yapmaktadır. TÜSİAD, Odalar Birliği, Vakıflar, sermayenin "özerk" üniversitele-ri, yedekledikleri sendikalar, çevreci kuruluşlar..., "sivil toplum" örgütleridir.

Page 17: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ideolojik-teorik formüller olmaktan çok hatta tamamıyla siyasal, kültürel düşünceler olarak geleneksel değerlerden de yararlanılarak götürülüp benimsetilir. Alternatif bir ideoloji doğup güçlü bir etki sağlayın-caya kadar kitleler var olanın, hakim ideolojinin alanı içerisinde düşünüp hareket etmeye devam edecek-lerdir.

İşçi ve emekçi kitleler, farklı bir sınıf konumunda olmalarına karşın egemen ideoloji ve kültürü niçin ve nasıl benimserler? Her yeni devrimci sınıf başlangıçta halkın diğer kesimlerinin istemlerini kapsayıcı şiar-larla ortaya çıkar ve üretim tarzı değişikliğiyle bu kısmen gerçekleşir. Bu günümüzde önemini tarihsel olarak yitirmiştir. Teknolojinin sağladığı olanaklar açısından ise belli yönlerden devam etmektedir. İkincisi, kitleler kaçınılmaz ve zorunlu bir biçimde mevcut ideoloji ve kültürün sınırları içerisinde düşünürler. Bir önceki dönemin ideoloji ve kültürüyle içiçelikte, ondan yararlanılarak sunulması ise egemen sınıfın lehine durumu kolaylaştırır. Üçüncüsü, emekçi kitlelerin kendiliğinden eylemleriyle gelişmekte olan bilinç hem bu eylemlerin sınırlılığını taşıyacağı gibi, reformizm, revizyonizm, sendika ağaları tarafından sınırlandırılıp sisteme entegre edilir. Dördüncüsü, burjuva ideolojisi ve kültürü yaygın ve yoğun bir biçimde doğrudan ve dolaylı biçimler altında zerkedilir.

Hangi sınıftan olursa olsun tek tek bireyler açısından sistemin içerisinde bir yer bulma, hatta yaşayabil-mek için egemen ideoloji ve bilincin benimsenmesi şarttır. Verili ideoloji ve kültürün içerisinde hareket eden bireyler, zaten bu yönde eşyanın tabiatı gereği bir gönüllülük oluştururlar. Fakat yine de emekçi sınıfların nesnel durumlarından kaynaklanan bir çelişki, değişik düzeylerde var olacaktır. İşte bunun için burjuvazi mevcut çelişkiyi hiçbir zaman gideremeyecek de olsa onun kendisini tehdit edecek bir bilinç ve eyleme dönüşmesinin önüne geçmekte, bunun yol ve yöntemlerini bulmakta korkunç derecede ustalık göstermektedir. Yukarda belirttiklerimizin her birini ve tümünü etkin bir şekilde kullanmakta ve yeni yeni, çok değişik mekanizmalar bulmaktadır. Ve burjuva ideoloji ve kültür kitlelere sadece ilk halleriyle değil, onların nesnel durumlarından gelme çelişikliği de gözönünde tutan biçimleriyle de, benimsemelerini sağla-yacak şekilde farklı bir ambalaja sarılmış olarak götürülür. Buna uygun kanallar, biçimler bulunur. Kitlelerin toplumsal durumlarına uygun hale getirilen, kırılmaya uğramış, kitleler tarafından kendilerine göre biçim-lendirilen eklektik bir kültür ortaya çıkar. Baskıyla yaratılan korku, dağınıklık ve çözümsüzlükle, kitlelerin kapitalizmin dev yalan dolan makinesiyle aldatılmaları, adeta illüzyona sokulmaları içice geçer.

Özellikle '60'lı yıllardan itibaren kitlelere çok daha geniş ölçüde empoze edilen bir "kitle kültürü" gelişti-rilmiştir. Kapitalizmin sanayileşmiş dev bir makineyle kitlelere ilettiği, her alana egemen olan "pop kültü-rü"dür. Basit, kolay, yığınsallaşmaya uygun, yoz biçimlere bürünebilen, kategorilendirilmiş ve bu özelliğiy-le daha geniş bir hakimiyet kurabilen bir kültür. Toplumsal ilişkilere, kişisel yaşamlara, derin bir manipü-lasyon yaratılarak onun aracılığıyla hükmedilebilmektedir. Kendi sınıfsal konumunun tümüyle dışında öz-lem ve beklentiler içerisinde olunması, amaç ve ideallerin burjuvazinin çizdiği amaç ve idealler olması, bu medyatik illüzyonla kolaylaştırılıp sağlanmaktadır. Kapitalizm, sanat ve kültür alanında da insansal ve toplumsal olanın birleşik gelişimine hizmet edici değil, bireyselleşmeyi derinleştirici yöndeki gelişimini amaçlar ve çabasını bunda yoğunlaştırır. İnsanın bilimle, sanatla, sporla olan uğraşını doğa ve toplumla geliştirici bir iletişim, etkinlik kurma üzerinde yükseltmediği gibi, bu ilişkiyi meta ilişkisine çevirir, ilişkiler-de bireyselliği bu temelde yeniden üretir. En insansal konuların ele alınışına dahi damgasını bu vurur. Ve burjuvazinin bu alanlardaki tüm çabası, emekçi sınıfların sınıfsal durumlarına uygun düşünmesinin, sorun-larına çözüm üretme yeteneklerinin ve birlikte davranışlarının önlenmesi noktasında toplanmaktadır.

Emekçi sınıfların iş ve uyuma dışındaki tüm zamanını doldurmak, "kitle kültürü" yoluyla düşünce, davranış ve ilişkilerin belirlenmesi burjuvazi için başta gelen bir amaç olmuştur. Özellikle gelişmiş kapitalist ülke-lerde '60'lı, '70'li yıllarda üretim tekniğindeki gelişmelerle "standart kitlesel üretim" yapılması ve daya-nıklı tüketim mallarının kitleler tarafından görece daha yaygın kullanılabilir hale gelmesiyle birleşik zerkedilen bu kültür-yaşama biçimi doğmuş, sistemin orta sınıf tabanı bu dönemde nispeten genişlemiş-tir.

Başta TV olmak üzere medya bu alanda çok etkin ve daha önce görülmemiş ölçüde rol oynamaktadır. İletişim teknolojilerindeki gelişme, burjuvazinin kültürel hakimiyet araçlarının hızlı gelişimini ve çok daha etkili olmalarını sağlamaktadır. Egemen sınıfın ideo-kültürel alanı çok daha etkin bir şekilde kullanmasıyla, emekçi kitleler derin bir yanılsama, bilinçsel körlük ve karmaşanın içerisine sokulmaktadır. Burjuvazi daha girift ve daha geniş bir temele dayandırdığı hakimiyetine örtük, gizli bir biçim kazandırabilmektedir. Bu sayede, ideo-kültürel alandan yaratılan manipülasyon ve kullanılan çeşitli yöntemlerle kitlelerin burjuva bilinci ve sistemi içselleştirmelerini sağlayan daha derin bir yanılsama yaratılmaktadır. Üstyapı alanının daha etkin kullanımı, olayların, süreçlerin, davranışların ilk ve son nedenlerinin burada aranmasına, temel-deki gerçek nedenlerin görülememesine ve onlardan uzaklaşmaya, emekçi insanların binlerce yıllık aldatı-

Page 18: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

lışının sürmesine olanak sağlamaktadır.

İletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmenin sonuçları, medyanın rolü konuları çeşitli yanılsama ve düpedüz çarpıtmaların da konusudur. Bunlardan birincisi, düpedüz neo-liberal propagandistler tarafından ileri sürü-len teknolojik determinist safsatalardır. Hızla gelişen iletişim teknolojileri ile birlikte bilginin kolay, ucuz ve herkes tarafından elde edilebilir olacağı, dolayısıyla bunun demokrasi ve toplumsal eşitlik sağlayacağı biçiminde ileri sürülen savdır. Onun bir meta özelliği kazanması bir yana, bu yarı iletken kablolardan, uydu ve televizyon kanallarından, otoyollardan akan bilginin ne tür bir bilgi olduğunu ve kime hizmet ettiğini söylemekten uzak durmaktır bu görüş. Kuşkusuz, iletişim teknolojilerindeki gelişme ve bunların günlük yaşama hızla aktarılması, kitlesel kültürün gelişmesine ve uluslararasılaşmasına hizmet etmektedir. Fakat bu emperyalist kozmopolit kültürün çok daha geniş ölçekte yayılmasına, kapitalist egemenliğin pekişme-sine de hizmet etmektedir. Halkçı, ulusal ve demokratik ve sosyalist, filiz ve gelişme halindeki kültürlerin boğulması yönünde bir savaş yürütülmektedir. Yerel, otantik, kültürel mozaiğe bir değer olarak katılabile-cek ne varsa tasfiye edilmekte ya da emperyalist kültürün torna tezgahlarından geçirildikten sonra piya-sa malı haline getirilmektedir. Dev emperyalist tekeller, özel endüstri tekelleri olarak parsellemişlerdir bu alanı.

İletişim teknolojilerindeki hızlı gelişme sermayenin medyatik gücünü artırmakta, "kitle kültürü"nü de ma-nipülasyonun daha etkili bir aracı haline getirmesini kolaylaştırmaktadır. Kültürel manipülasyon araçlarını daha etkin ve yaygın kullanarak burjuvazi, ideolojik etkisini güçlendirmektedir. Burjuvazinin bu silahı eski-siyle kıyaslanmayacak ölçüde etkin kullanması, onun hakimiyetinin gücünü ve sistemin değişmezliğini kabul ettirmeye dönük, kitleleri umutsuzlaştırmayı amaçlayan liberal ve oportünist propagandanın mal-zemelerinden birisidir. Burjuvazinin medyatik illüzyonunun gücünü abartan bu görüşler, bu etkinin göreli olacağını, her dönemde aynı düzeyde olamayacağını, kapitalizmin iktisadi-toplumsal koşullarından doğan sınıflararası çelişkileri, uzlaşmaz karşıtlıkları gözardı etmektedirler. Yaratılan bu sis bulutunun dağıtılması için de etkili bir mücadele yürütülmelidir. Medyanın kitleler üzerinde yarattığı yanılsamalar, manipüle et-me yöntemleri ne olursa olsun, burjuvazi tarafından zerkedilmiş toplumsal ilişki ve yaşam biçimleri ne olursa olsun, sınıfların gerçek durumlarından doğan çelişkiler, işçi ve emekçi sınıfların gerçek istek ve özlemleri doğrultusunda harekete geçirildiklerinde etkilerini yitireceklerdir. Bu tablo, burjuva sınıf ege-menliğinin bu yanılsamalı karmaşık görüntüsü bizim önümüze, sübjektif faaliyetimizin daha etkin ve çok yönlü hale getirilmesi görevini koyar.

Aynı kaynaktan beslenen bir başka yanlış görüş, iletişim-medya yoluyla sağlanan egemenliğin politik egemenlik araçlarının önüne geçtiği ve belirleyici hale geldiği biçimindeki düşüncelerdir. Partilerin ve dev-letin temel kurumlarının, politika ve ideolojilerinin etkinliklerini yitirdikleri biçimindeki nüanslarla birbirin-den ayrılan görüşlerde bunu izlemektedir. Revizyonist sistemin çökmesinden sonra tekelci Iiberizasyonun politik revizyonuna alan açan görüşlerdir bunlar. Gramsci'den devşirilmiş, burjuvazinin "kültürel hege-monyası"na karşı mücadele bayrağını açan "sivil toplumcu" oportünist liberaller de bu manipülasyona çanak tutmaktadırlar.

Burjuvazinin ideo-kültürel alanı daha etkin bir biçimde kullanması, onun siyasal egemenliğinin temel araç ve kurumlarının etkisizleştiği, önemini yitirdiği anlamına gelmez. Tam tersine başta devlet olmak üzere, siyasal egemenliğin araç ve kurumları, kuşkusuz gelişmelere uygun yeni biçimler kazanarak ve bu şekilde güçlendirilerek, sınıf egemenliğini sürdürmenin ve korumanın temel araçları olmaya devam etmektedirler.

İdeo-kültürel alanda burjuvazinin çeşitli araçları daha yaygın ve etkin kullanımı, onun araç ve kurumlarına buna uygun bir donanım sağlamasını ve siyasal hakimiyetini sürdürmesini kolaylaştırmaktadır.

Sınıf mücadelesini siyasal savaşım ekseninden çıkartıp, proleter ve emekçi kitleleri siyasal iktidar için savaşım, burjuva devletin devrim yoluyla yıkılması düşüncesinden uzak tutmayı amaçlayan oportünizme karşı amansız bir savaşım yürütülmelidir. Kitlelerde "yeni bir bilinç" yaratma, amacın öncelikle iktidar için savaşım değil, yeni bir toplumsal formasyonu oluşturmak olduğu, "Sosyalizm Hemen Şimdi!" gibi cazip slogan ve görüşlerle yürütülen ama ekonomik, toplumsal, kültürel dönüşümleri sağlayacak bir siyasal devrim gerçekleştirilmedikçe burjuvazinin sınıf iktidarı yıkılıp, proletarya siyasal bakımdan egemen olma-dıkça her birisi sistem içerisinde erimeye ve yok edilmeye mahkum olan bu ütopist-reformizme karşı savaşım yaşamsal öneme sahiptir. ÖDP'den, EZLN (Zapatistalar)'e uzanan geniş bir yelpazede bu tür görüşler savunulmaktadır. Bu görüşler kitleleri oportünist yanılgılara sürüklemekte, bir kaçış alanı yarat-makta, çağımızda en vahşi saldırı biçimlerini geliştirebilen burjuvazinin sınıf egemenliği karşısında yanıl-samaya sürüklemekte, proletaryayı ve emekçi kitleleri iktidar için doğrudan bir savaşım yürütüp onu ele geçirmekten uzak tutarak ebedi köleliğe mahkum etmektedir.

Page 19: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Bu genel tablo, savaşımın buna uygun karşı biçim ve yöntemlerini geliştirmeyi, devrimci sosyalist propa-ganda ve ajitasyonun kapsamını genişletmenin yanı sıra ona daha derin bir açıklayıcılık kazandırarak güç-lendirmeyi gerektirmektedir.

Propaganda ve ajitasyonun temellerinin, kapsam ve içeriğinin güçlendirilmesi Bilimsel bir çözümleme yapabilmek ve devrimci sosyalist propagandanın temellerini güçlendirmek için sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel öğelerin karmaşık ve iç içe geçmiş yapısının çözümlen-mesinde daha bütünsel bir ele alış ve yöntemsel yaklaşıma ihtiyaç vardır. Ele alınan konu, konulara güçlü bir açıklayıcılık (dolayısıyla net ve doğru bir yön çizme) ancak bu yapıldığında kazandırılabilir. Ekonomik temelle toplumsal ilişkilerin, ekonomik-toplumsal ilişkilerle üstyapı öğelerinin kendi aralarındaki ilişkilerin, karşılıklı etki ve belirleyiciliklerinin doğru ele alınışı önemlidir. Şu ya da bu konuya açıklık kazandırılması, öncelikle, ilişkilerin kuruluşundaki doğru yöntemsel yaklaşıma bağlıdır. Ve bu konular, üstyapı alanının egemenlik ilişkilerinde daha geniş kullanımıyla birlikte onları açıklamaktan da öte etkili bir karşı savaşım yürütebilmek için ML'in ilgi alanına daha fazla girmektedir.

Altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkilerin doğru kuruluşu; ideolojilerin, siyasetlerin, hukukun, bilimin, sanatın, dinin, geleneklerin, bunlarla ilişkili olarak davranışların açıklanmasında temeldeki iktisadi etkene, onun belirleyiciliğine işaret etmek, iktisadi etmenin son tahlildeki belirleyiciliğine bağlı olarak çözümlemelerin yapılması, her türden yanılsama ve çarpıtmayı ortadan kaldırır. Toplumsal olay ve gelişmelerin, davranış-ların bilimsel materyalist yorumu ancak bu şekilde yapılabilir. Burada da sadece bir üretim tarzı ile onun üstyapısı arasındaki ilişkinin genel bir kuruluşu değil, onun içerisinde üretim, dağıtım ve bölüşüm ilişkile-rindeki gelişmelerin, özgül biçimlenişlerin, değişikliklerin, toplumsal ilişkilerin kuruluşundaki etki ve yansı-maları verilebilmelidir. Öte yandan, olay ve gelişmelerin, kurumların ve kişilerin davranışlarının sadece temeldeki etmene bağlı olarak ve tek neden gibi gösterilerek, ayrıca da son tahlildelik gözden kaçırılarak ele alınması, kaba materyalizmle özdeşleştirir. Karşı etkide bulunan etmenlerin gözden kaçırılması, düz ve indirgemeci yaklaşımlar, ekonomik, toplumsal, politik, kültürel etmenler arasındaki ilişki ve etkileşimin çok daha arttığı günümüzde bilimsel marksist bir çözümleme yapabilmenin olanaklarını tümden yokeder.8 Var olan sonuçları açıklayıcı ve ikna edici olmaktan çıkarır. Genellikle marksist çözümlemede ve açıklamada zayıf kalınan, dolayısıyla, propaganda ve aji-tasyonda da bir zayıflığa ve basitleştirmeye neden olan şu iki noktanın doğru şekilde ele alınmayışıdır. Birincisi, ideolojilerin, politikaların, artistik, dinsel, geleneksel öğelerin de ekonomik temel üzerinde etkide bulunup hızlandırıcı ya da geciktirici olma yönünde dinamik bir rol oynayabilecekleri; ikincisi, bir olay, kesit, kurumların ya da kişilerin davranışları söz konusu oldu-ğunda ekonomik hareketin belirleyici eğrisinin diğerleri üzerindeki etkisinin genellikle oldukça uzun sürede ortaya çıktığı ve bu süreçte etkisinin oldukça dolayımlı olduğu. Bunların eksikliği birçok olayın ve tutu-mun, tam, doğru ve ikna edici bir açıklamasının yapılamayışını getirmektedir.

Altyapı ile üstyapı öğeleri arasındaki ilişkilerdeki yoğunluk, neden ve sonuçların karşılıklı etkiyle iç içe geçmesi durumları, dolayımlılık, kaba indirgemeci yaklaşımlara olanak tanımayan birçok etmenin içice geçerek birbirini etkilemesiyle farklı sonuçların ortaya çıkması, tüm bunların sonucu olarak ortaya çıkan görüngüdeki karmaşa, olgu, süreç ve davranışların açıklanmasında sapmalara ve yanılsamalara yol açmak tadır. Toplumsal ilişkilerin ekonomik ilişkilerden koparılarak açıklanması, altyapı ile üstyapı arasındaki te-mel ilişkinin ve üstyapının kimi alan ve kurumlarının arasındaki ilişkilerin kopartılıp özerkleştirmeleri, bağ-lantıların yanlış kurulması gibi yöntemden başlayarak öznelliğe kayan yanlış görüşler bir hayli boldur. Sos-yolojide, psikolojide, devlet çözümlemelerinde, genel olarak üstyapının ele alınışında bunlara fazlasıyla rastlıyoruz.

Gerek kaba materyalist, gerekse öznel idealist yöntemlerle sınır çekerek teorik, siyasal sorunların, olay ve gelişmelerin karmaşıklığını bilimsel marksist ölçütlerle dinamik bir şekilde çözümlemeliyiz. Darlığın, teorik sığlığın ortaya çıkardığı basit indirgemeci yaklaşımların altedilmesi gerektiği gibi, üstyapı labirentle-

8 Engels'in tarihte ideolojilerin rolü üzerine şu eleştirel sözleri açıklayıcıdır ve güncel bir değer taşımaktadır. "Tarihte bir rol oynayan çeşitli ideolojik alanlar için bağımsız bir tarihsel gelişimi yadsıdığımız için onların tarih üzerindeki her türlü etkisini de yadsıyoruz. Bunun temeli, neden ile sonucu katı olarak karşıt kutuplar olarak, karşılıklı etkiyi bütün bütün ihmal eden ortak anlayıştır; genellikle bu baylar, tarihsel öğelerin başka öğelerce, en sonunda iktisadi olgularca bir kez dünyaya getirilince, karşı etkilerde bulunduğu ve çevresini hatta kendisini meydana getiren nedenleri etkileyebileceğini, neredeyse bile bile unutuyor-lar." (F. Mehring'e Mektup, Felsefe Yazıları, Sf. 241) Yine Engels konuyla ilgili bir yanıtında politik çözümlemeler üzerine Marks'tan bir örnek verir: "Demek ki Barth, iktisadi hareketin, hareketin kendisi üzerindeki siyasal, vb. yansımalarının her türlü etkisini yadsıdığımızı varsayıyorsa, yalnızca yeldeğirmenlerine saldırıyor demektir. Hemen hemen yalnızca siyasal mücadelelerin ve olayların oynadığı özel rolü, kuşkusuz iktisadi koşullara genel bağımlılıkları içerisinde, ele alan Marks'ın Onsekizinci Brumaire'ine baksa yeter. Ya da Kapital'e; sözgelimi, kuşkusuz siyasal bir olay olan yaşamanın böylesine kesin bir etki sahibi olduğu işgünü hakkındaki bölüme; ya da burjuvazinin tarihi üzerindeki bölüme baksın. Eğer siyasal güç iktisadi olarak iktidarsızsa, proletaryanın siyasal diktatörlüğü için niye savaşalım? Kuvvet (yani, devlet iktidarı) iktisadi bir güçtür de." (Age, Condrad Schmidt'e Mektup 1890, Sf.235)

Page 20: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

rinde gezinip duran incelik ve derinlik iddialarına karşın antimarksist öznelci idealist yöntemlerin de uza-ğında durmalıyız. Bu alanda var olan geriliğin altedilmesi şarttır. Çünkü pek çok devrimci teorik gerilik ve yüzeyselliğin sonucu olarak ML'nin yerine kaba materyalizmi, dogmatizmi, eklektisizmi geçirmektedirler. Sorun bu yönden teorik, siyasal sorunların doğru bir açıklanması, taktiksel kavrayışın derinleştirilmesi, dinamik bir örgütsel duruşun kazanılmasıyla ilişkili olduğu gibi, propaganda ve ajitasyona derinlik kazan-dırmak, açık, ikna edici, çok yönlü ve bütünsel bir propaganda ajitasyonun geliştirilmesi için de önem taşımaktadır. Ancak karmaşık bir bütünselliği tüm yönleriyle, iç unsurlarıyla ortaya koyabilen, alternatif ve hedefini bunun üzerinden yükselten bir propaganda derinlik taşır.

Sınıfların, partilerin, olay ve gelişmelere etkide bulunan güçlerin karar ve davranışlarının temelinde eko-nomik etmenler bulunmakla birlikte, bunlar karşımıza genellikle, siyasal, kültürel, ahlaki görüş ve davranış-lar olarak çıkarlar. Bunların bazıları yüce ilkesel kavramlarla sunulur. Kitle bilincinde en yaygın ve etkili olan kavram ve değerlerden, din, ahlâk, geleneksel kültürden yararlanılır. Bu şekilde politikaya daha uzak, kitlelerin en geri kesimleri şu ya da bu partinin etki alanına çekilir. Kitlelerin özlemleri demagojik bir dille istismar edilir. Sistem kendisine ait değerler sistemini, yaşama biçimini binbir yol ve yöntemle etkili bir manipülasyonla onlara aitmiş gibi gösterir ve kabul ettirir. Sadece günlük yaşamın düzenlenmesi değil, bütünüyle kişiye aitmiş gibi görünen amaç ve idealler dahi, gerçekte sistemin yönlendirmesine, onun koyduğu değer ve kurallara bağlıdır. (Tümüyle karşıt bir ideolojik temelden çıkan ML dışında tüm siyasal, sanatsal, kültürel akım ve davranışlar, ister bir isyankarlıkla, ister bir alternatif olma iddiasıyla ortaya çıksın ve öyle göstersinler bazıları kısa sürede, bazıları daha geç, sistem tarafından özümsenirler.) Bir kapitalistin iş olanağı yaratıp yeni ekmek kapıları açtığı, devletin bütün toplumun çıkarlarını savunduğu, herkesin özgür ve eşit olduğu safsatalarına emekçiler inandırılır. Bu öylesine çok yönlü ve yoğun bir bombardımanla ve kuşaktan kuşağa aktarılarak gerçekleştirilir ki, bireylerin dokularına kadar işler, içsel-leştirilir. Burjuvazi kategorik bir hakimiyet kurar kitlelerin üzerinde. Bunun için değişik siyasal akımları, düşünce biçimlerini, sanatı, dini ve gelenekleri kullanır. Kitlelerin nesnel konumlarından doğan ya da ken-diliğinden hareketin içerisinde gelişen sınırlı ve çelişik düşünceleri de bu şekilde kontrol altına alınır, işçi ve emekçilerin sorunları, olay ve gelişmeleri algılayışları, görüş ve tepkilerini ifade edişleri de genellikle kendilerine zerkedildiği biçimde ve sonuçlardaki yansımalarla ilgilidir; burjuva bilincin içerisinde düşünür ve hareket ederler.

Komünist devrimci propaganda ve ajitasyonun asli işlevi, işçi ve emekçi kitleleri bu yanılsamalı, çarpık durumdan, burjuva bilincin etki ve hakimiyetinden kurtarmaktır. Bu kapsamlı, içerikçe zengin, çok yönlü ve bütünsel, burjuvazinin kitleler üzerinde yarattığı etkiyi kıracak güçlülükte olmalı, bunun gerektirdiği biçim ve yöntemlerle geliştirilmelidir. Emekçi sınıfların toplumsal ve bireysel yaşam alanlarına girilerek sağlanan hakimiyet, benimsetilen sisteme ait değerlerin bir bir sökülüp atılmasını hedeflemelidir. Tüm bu karmaşık görüngüsellik devrimci propaganda ve ajitasyonla ilmek ilmek çözülmeli, örtük, gizil, demagojik olan açığa çıkarılmalıdır. Hangi soyguncu iktisadi-sınıfsal çıkarların hangi yüce politik ilkelerle dile getirildi-ğinin, hangi kültürel, dinsel, ahlaki kavramın hangi sınıfın çıkarına hizmet ettiğinin ortaya çıkarılması, sü-rekli ve sistemli olarak teşhiri gereklidir. Devrimci propaganda ve ajitasyonda görüngüsel olanın aşılması, temeldeki gerçek nedenlere inilip ortaya konulması önemlidir. Bir olayın hangi çelişkilere bağlı olarak ger-çekleştiği, belirleyici unsurların neler olduğu, akış yönü, ilerletici ya da geciktirici etmenler, bizim davranış biçimimizin, hareket yönümüzün ne olduğu, bütünsel olarak verilebilmelidir. Onu sadece teşhir yönünden değil görevler ve eylem yönünden kavramak gerekir. Komünist devrimci propaganda ve ajitasyon kitleler üzerindeki burjuva ideolojisinin etkisini kıracak, yanılsamalı kavrayışlarını giderecek bir içeriksel güçlülükte olmalı, dil ve üslup da buna uygun olmalıdır. Emekçi sınıfların bir konuyu, bir olayı nasıl algıladıkları, nasıl biçimlendirdikleri ve kendi düşünceleri haline geldiği; kısacası düşünce ve davranış biçimleri değerlendirile-rek, devrimci propaganda ajitasyonun içerik ve yönteminde bu gözetilmelidir.

Siyasal ajitasyon ve eylemin kapsamı çok daha fazla genişlemektedir. Onun geniş bir açıklayıcılık kazana-bilmesi ve kitlelerin bilinçsel dönüşümünü sağlayacak güçlülükte olması için, ekonomik toplumsal ilişkilerin bütününü, bunların üzerinde yükselen üstyapının her bir alanını, karşılıklı etki ve ilişkileriyle, görüngüsel karmaşıklığı, yanılsamaları ve manipülasyonu giderecek ve etkisizleştirecek düzeyde verilmelidir. Lenin'in Ne Yapmalı'da işçilerin politik eğitimi ve eyleminin kapsamına ilişkin olarak, onların ekonomik mücadeleyle sınırlandırılmalarına karşı belli bir çubuk bükmeyle söyledikleri güncel ve artan bir değere sahiptir. Lenin "bütün sınıflara gidilmesi" vurgusuyla birlikte, "Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyo olursa olsun, zorbalık,r baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eği ilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, t başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse işçi sını ı , fbilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların her birini, entelektüel, moral ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal

Page 21: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri nüfusun bütün ,sınıflarının, katmanla ının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bü ün yönlerine pratik olarak uygulamayı r töğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz. Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözle-mini ve bilincin tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaş ırıyorsa, böylesi sosyal-tdemokrat değildir; çünkü, kendini iyi tanıyabilmesi için, işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıflar ara-sında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bilgisi yalnızca teori bilgisi değil... hatta daha doğru ifade edelim :Teori olmaktan çok, siyasal yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerekir... Bir sosyal-demokrat haline gelebilmesi için, işçi, toprak beyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğ enci ile serserinin riktisat niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir; her sınıf ve katmanın kendi bencil özlemlerini kendi gerçek 'içyapısını' gizlemek için kullandığı bütün parlak sözleri ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarların neler olduğunu ve bu yansımanın nasıl olduğunu anlamalıdır. Ama bu 'açık-seçik tablo', herhangi bir kitaptan edinilemez. İşçi bunu, ancak canlı örneklerden, belirli bi randa çevremizde olup bitenlerin, herkesin üzerinde konuştuğu ya da birisinin fısıldadığı şu ya da bu o ayl -da rakamlarda, mahkeme kararlarında vb. belirenin sıcağı sıcağına teşhirinden edinebilir. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur." (Ne Yapmalı, sf. 79-80)

Lenin yine bu yapıtında, siyasal ajitasyonun kapsamının sınırlandırılmasına karşı çıkarken de şunları söy-lemektedir: "Ka şımıza şu sorun çıkıyor: Siyasal eğitim neyi içe melidir? Bu, otokrasiye karşı işçi sınıfı r rdüşmanlığının propagandasından ibare olabilir mi? Elbette ki hayır. İşçilere siyasal bakımdan ezildiklerini t açıklamak yetmez (nasıl ki, onlara çıkarlarının işverenlerin çıkarlarına uzlaşmaz karşıtlıkta olduğunu açık-lamak da yetmezse) Ajitasyon, bu baskının her somut örneği ele alınarak yürü ülmelidir (Tıpkı iktisadi . tbaskının somut örnekleri çev esinde ajitasyon yürütmeye başlamış olmamız gibi). Bu baskı, toplumun rçeşitli sınıflarını etkilediğine göre, kendisini yaşamın ve eylemin en çeşitli alanlarında -meslek, kamu, özel, aile, din bilim vb. vb. alanlarında- ortaya koyduğuna göre, otokrasinin siyasal teşhirini bütün yönleriyle ,örgütlemeye girişmeyecek olursak, işçilerin siyasal bilincini geliştirme görevimizi yerine getiremeyeceği-miz apaçık değil midir?" (sf. 66, 67)

Lenin'in sözleri, günümüzde, çok daha geniş bir yorum ve kavrayışla değerlendirilmelidir. Ajitasyon ve propagandanın pek çok konusu, birçok olay, demokrat ve liberal güçlerce dile getirilmekte hatta, egemen sınıf klik ve partilerinin kendi aralarındaki tepişmelerde deşifre olup ortaya dökülmektedir. Kuşkusuz, bu bizim işimize yaramaktadır. Fakat bunun bize teşhir görevlerimiz açısından pek bir iş bırakmadığı ya da işimizi fazlasıyla kolaylaştırdığını düşünmek yanlış olacaktır. Bu bize olay ve gelişmeleri sosyalist görüş açısından ele almayı ve bu noktada sınırların net çekilmesinin gerekli olduğunu gösterir öncelikle. Ayrıca burjuva ideolojisi bugün, çok daha fazla politik çeşitlenme içerisindedir; muhafazakâr, faşist, liberal, sos-yal demokrat, revizyonist, tüm bu gerici parti ve akımlar, ideolojik, politik, kültürel manipülasyonun araç-larıdırlar ve ortaya çıkan olayları değişik açılardan ele alarak, birinin iflas ettiği noktada diğeri ön plana çıkarak, kitleleri yanıltmakta, tepkilerini zayıflatmakta etkili olmaktadırlar. Dolayısıyla sosyalist ajitasyon ve eylem kapsam olarak onları da hedeflemek durumundadır. Bir konuda, gelişen bir olayda onların içeri-sinde sol maske takanlarının şu veya bu biçimde ve nihai olarak nasıl sistem koruyucusu bir rol oynadıkla-rını kapsamayan bir siyasal teşhir eksik hatta tümüyle işlevsiz kalacaktır. Ki siyasal teşhir ve mücadelenin kimi zaman özellikle sosyal demokrat ve revizyonist akımlara karşı yöneltilmesi ve yoğunlaştırılması, işçi sınıfının bilinçsel dönüşümü ve eyleminin gelişmesi açısından çok daha fazla ve özel bir önem taşır.

Egemen sınıfa karşı savaşım, onun oluşturduğu formasyonun bütününe karşı yürütülmelidir. Siyasal aji-tasyonda sağlam bir ML temel üzerinde çok yönlü, kapsamlı, burjuva manipülasyonun tüm biçimlerine ve emekçi sınıfların onu benimseyiş, içselleştirme biçimlerine göre karşıt yönden geniş bir temele dayandı-rılmalı, tek bir temel amaca, siyasal iktidar için savaşıma hizmet etmelidir.

Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı -Taktiğin büyüyen önemi İçerisinde bulunduğumuz çağı karakterize eden, onun sadece emperyalizm çağı olması değil, aynı za-manda proletarya devrimleri çağı olmasıdır. Tek bir dünya kapitalist ekonomisinin ortaya çıkmış olmasıyla devrimin objektif koşullarının dünya ölçeğinde varlığı, bu zemin üzerinde çelişkilerin daha keskinleştiği bölge ve ülkelerde devrimci durumların daha sık belirmesi, devrimi örgütleme sorununu komünistlerin önüne daha yakıcı bir görev olarak koydu. Çağı karakterize eden özellikler, programatik-stratejik so-runlara olduğu kadar devrimci taktiğe olan ilgi ve ihtiyacın büyümesini de getirmektedir. Komünist parti ve onun önderliğinde gerçekleşecek olan bir devrim için sağlam bir teorik temel, program ve strateji ne

Page 22: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

kadar gerekliyse, bunların başarısı ve gerçekleşebilmesi için de taktiğin önemi ve rolü büyümektedir. Bir devrimin düz bir çizgide gelişmesi, sınıfsal ve politik ayrımların kesin ve net çizgilerle belirmesi, güçlü devrimci durumların ortaya çıktığı kesitlerde dahi olanaklı değildir. Bir kitle hareketinin yavaş, duraksama-lı, az-çok istikrarlı yükseliş gösterdiği evrelere, hızlı yükseliş ve ani düşüşlerin olduğu evrelerin, dönemlere göre değişen sınıflararası denge durumlarının ve bunların her türlü politik yansımasının içerisinde, tüm etki ve sonuçlarıyla bütününün hesap edilerek devrimci taktiğin doğru belirlenmesi, savaşımı ilerletmenin, dolayısıyla stratejik başarının ön koşulu haline geldi.

Leninizm, emperyalizm çağında proletarya devriminin teorisi olduğu gibi taktiğidir de. Stalin, Leninizmi şu şekilde tanımlar:

"Öyleyse Leninizm nedir?

Leninizm, emperyalizm ve proletarya çağının marksizmidir. Daha tam söylemek gerekirse, Leninizm genel olarak proleter devriminin teori ve taktiği, özel olarak proletarya diktatörlüğünün teori ve taktiğidir." (Leninizmin Sorunları, Sf. 107)

Leninizm, emperyalizm çağında proletaryanın devrimci savaşımından ve II. Entemasyonel oportünizmine karşı yürütülen savaşımdan doğmuştur. Bu etmenler, Leninist teorinin olduğu gibi, Leninist taktiğin de gelişimindeki ana çizgileri ve güçlü devrimci karakterini açıklayıcıdır. Emperyalizm çağında sadece ortaya çıkan yeni koşulların gerektirdiği teorik çözüm ve yanıtların verilmesi, devrim için bir yeterlilik taşımazdı. Sınıf mücadelesinin gelişimi içerisinde, dönemsel ve güncel sorunlara yanıt vermek başlı başına önem taşımaktadır. II. Enternasyonal'in "Merkez" partileri, Kautsky, Hilferding gibiler, çağın devrimci karakte-rinden, devrim için koşulların olgunlaşmasından söz etmekteydiler. Bernstein revizyonizmini eleştiriyor-lardı. Fakat onlar, devrimi örgütleyecek nitelikte partiler değillerdi; sosyal devrimin partileri olmadıkları gibi, günlük mücadeleye müdahaleye bu düşünceyi taşımak, devrimci taktiklerle savaşımı yürütmek dü-şüncesinin uzağındaydılar. Çağı olduğu gibi, dönemin koşullarını da doğru değerlendiren ve bu gelişmele-rin üstüne çıkmayı başaran sadece Bolşevik Partisi oldu. Leninizm, muzaffer bir devrim örgütlerken, tak-tik alandaki savaşımda da muazzam bir gelişme gösterdi.

Leninist taktiğin başarısı, birincisi, onun sağlam bir teorik temele dayanıyor olmasında ve ilkesel bir bakış açısıyla hareket etmesinde yatar. Taktiğin, stratejiyle olan bağları her durumda korunur, ikincisi, ona politik çözümleme ve hareket yeteneği kazandıran teorinin bir dogma değil eylem kılavuzu olarak kav-ranması. Bu iki temel özelliğe bağlı olarak, nesnel koşulların tam bilgisine sahip olunarak taktik doğrultu-nun belirlenmesi, ona uygun mücadele ve örgüt biçimlerinin geliştirilmesi, hareketin ilerletilebilmesinin koşuludur. Ama bu sadece bir önkoşuldur çünkü, güçlerin taktiğe uygun mevzilendirilmesi, sınıf savaşımı-na yetkin bir önder müdahale, devrimci taktiği her koşulda uygulayacak güç ve yapıda bir örgütü gerekti-rir. Taktik başarı için, yetkin politika ve taktikler ve bunları uygulayacak yetenekte, sağlamlıkla esnekliği birleştirebilen, politikayı pratiğe taşıyacak yeterli güce sahip bir örgüt olmalıdır. Bunlar olmadan proleter sınıf savaşımına önderlik edilemez.

ML teori, strateji ve taktikler, işçi ve emekçi sınıfların hareketinin devrim doğrultusunda ilerletilmesini, karşıdevrimin hareketin gelişimi ve devrimi engelleme çabasını yenilgiye uğratmayı amaçlar. Bizzat kitle-lerin içerisinde yeralan revizyonizmin, oportünizmin kitleler üzerindeki etkisinin kırılmasında da devrimci taktiğin rolü büyüktür. Emekçi kitleler, revizyonizmin, oportünizmin devrimi engellemek için gösterdikleri çabayı, teoriden değil siyasal-pratik eylem alanından görebilirler. Devrimci taktik, hem onları etkisizleş-tirmekte hem de gerçek yüzlerinin görülmesini sağlamakta başlıca araçtır. Ayrıca komünist bir partinin kitlelere önderliğini kabul ettirmesi, kendisinin önder olduğunu söylemesiyle değil, geliştirdiği politika ve taktiklerin doğruluğuna onları inandırmasıyla olacaktır. Bu her duruma uygun doğru politikalar saptamayı ve kitlelerin özdeneyimler yoluyla bu politikaların doğruluğuna inanmaları ve onları benimsemelerini ge-rektirir.

Taktik, bir örgütün tüm faaliyetinin toplanma noktası, kendi gücü ve durumunun dışa, en somut, en yalın ve gerçekçi yansımasıdır. Bir partinin süreçle, değiştirici, dönüştürücü ilişki kurup kurmadığının ölçütü taktiğidir. Eğer stratejik başarının koşullarını hazırlayıcı bir taktiksel çalışma yürütüyorsa, bunu süreklileş-tirmişse bir devrim partisi niteliği kazanmış demektir. Bir sosyal devrim partisinin görevi, programı doğ-rultusunda stratejik başarının kazanılmasını sağlamak, bunun için gelişkin taktiklerle savaşım yürütmektir. Öncü komünist partinin taktiği, stratejisine uygun olmalıdır. Bu ne demektir? Komünist partisinin taktiği-nin kitlelerin devrimci eğitimine, işçi ve emekçi sınıfların bilincinin sosyalizm doğrultusunda gelişimine, mücadelenin alt biçimlerden üst biçimlere doğru çıkarılmasına hizmet edecek, bir bütün olarak stratejik başarıyı hazırlayacak nitelikte olması demektir. Oportünist partiler, devrimci strateji ile taktik arasındaki

Page 23: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

bağı koparmışlardır. Görünürde "anti-emperyalist demokratik halk devrimi", "sosyalist devrim" gibi stra-tejilere sahiptirler, fakat onlar bu stratejiyi koşullayacak bir taktik çizgiyi devrimci ajitasyon ve eylemin bu temelde örgütlenmesini gerçekleştirmezler. Diğer yandan örgütsel yapının da, devrimci taktikleri uy-gulayacak güçlülükte ve yapıda olması, giderek yetkin bir kombinasyon yeteneğine ulaşması gerekmek-tedir. (Mücadelenin şu ya da bu yönü) kendilerini sınırlayan oportünist partiler, çok yönlü bir savaşım yürütme yeteneğine sahip olamayacakları gibi, örgütsel olarak da bunun gerektirdiği esneklikle sağlamlığı birleştirebilme özelliğine de sahip değillerdir. Komünist partiler ise, her döneme ve duruma uygun güçlü taktik kararlar almak ve onları hayata geçirebilmek için, Leninist temellerini geliştirmeli, kitle gücünü büyütmeli, bunları uygulayacak gelişkinliğe ulaşmış değillerse, onu yaratmak için duraksamasız bir çaba sarfetmelidirler.)

Komünist parti proletaryanın devrimci partisidir Komünist partisi, proletaryanın devrimci partisidir, ideolojik olarak proletaryayı temsil ettiği gibi, maddi toplumsal güç olarak da en devrimci sınıf olan proletaryaya dayanmalıdır. Parti, sınıfın en yüksek örgüt-lenme şeklidir. Bu özelliği onu sınıfın diğer örgütlenmelerinden ayırır. Bu nedenle sınıfın en bilinçli unsurla-rını bağrında toplar.9

Kapitalist sömürü en yalın ve öz haliyle proletaryanın sömürülme koşullarında içerilmiş olarak bulunmak-ta, bundan dolayı onun yokedilmesi için mücadele eden devrimci proletarya, kendisiyle birlikte tüm emekçileri ve insanlığın genel kurtuluşunu gerçekleştirecek sınıf olma niteliğini taşımaktadır. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıfsal karşıtlığın bu özsel kaynağı, onun tarihsel rolünün de çıkış noktasını oluştur-maktadır. Kapitalizm proletaryanın kişiliğinde kendi mezar kazıcısını yaratmıştır, insanlığı kapitalizm ve sömürüden kurtaracak olan proletaryanın sınıf savaşımı ve burjuvaziye karşı zaferi olacaktır. Kapitalist üretimin gerçekleşme biçimlerine (bunlarda olan bazı değişikliklere) bağlı olarak proletaryanın toplumsal koşullarının değiştiği biçimindeki görüşler, burjuvazinin ideolojik, siyasal, kültürel baskı ve manipülasyonu-nun çeşitlenmesi ve faşist, karşıdevrimci burjuva zorun proletaryanın devrimci örgütlenmesinde ve dev-rimci eylemin geliştirilmesinde ortaya çıkardığı güçlüklerden beslenerek kafa karışıklığı yaratmakta, prole-taryanın tarihsel rolünü karartmakta, kapitalizmin ebedi hakimiyetini korumaya hizmet etmektedirler. Özellikle "bilimsel teknolojik devrim"den yola çıkarak ileri sürülen bu yöndeki görüşler, kapitalizm dışında bir geleceğin olmayacağının ve bu şekilde umutsuzluk yaymak gibi karşıdevrimci bir amacın taşıyıcısıdır-lar.

Sözü edilen "bilimsel teknolojik devrim", ne toplumun sınıflara bölünmesini ortadan kaldırmıştır, ne de kapitalist sömürünün öz gerçekleşme biçimini, artık değer sömürüsünü. Üretim ve ürünlerin dağıtımı alan-larında uygulanan teknolojik gelişmeler, uluslararası tekeller ve sermaye mobilizasyonunun dünya ölçe-ğindeki artışının ve yaygınlaşmasının sınırları parçalayıcı özellikleri, ideo-kültürel, siyasal etki ve sonuçları, kapitalizmin bunlardan kazandığı konjonktürel başarılar ne olursa olsun, sosyalizmin maddi temellerinin dünya ölçeğinde genişlemesine ve olgunlaşmasına hizmet etmektedir. Son yirmi-otuz yıllık gelişmelere baktığımızda, üretim teknolojilerindeki gelişmelerin uygulandıkları ölçüde nispi artık değer sömürüsünün yoğunlaştığı, emperyalist-kapitalist sömürünün derinlemesine ve genişlemesine büyümesine yol açan yaygın ve yoğun sermaye ihracının vahşi kapitalizm dönemindeki benzer bir basit emek kullanımıyla mut-lak artık değer sömürüsünün artırılmasına gidildiği görülmektedir. Kapitalist sömürünün en özsel ve yo-ğunlaşmış biçimine maruz kalan proletaryanın içerisinde bulunduğu bu durum, burjuvazi ile proletarya arasındaki ekonomik-toplumsal karşıtlığın, uzlaşmaz sınıf çelişkisinin temelini oluşturmaktadır. Üretimin örgütlenme-gerçekleşme biçimlerinde, üretici güçlerin bileşiminde, ürünlerin ortaya çıkışında kimi farklı-lıklar olabilir, fakat meta üretimi ya da bunun değişik türleri (artık değer üreten "faydalı sonuç yararlı şey" –demagojik propagandanın konuları haline getirilen "bilgi üretimi", "hizmet üretimi" dahil) dolayısıy-la artık değer üretimi ve bunu sağlayan koşullarda bir değişiklik olmamaktadır. Proletarya günümüzde de üretim araçlarından yoksun ve artı değer üreten sınıftır. Proletaryanın kapsam ve bileşimi, –yeni sorunla-rıyla birlikte üzerinde durmamız gereken ama bu noktada ikincil bir sorundur. Üretimin parçalara ayrılarak gerçekleştirilmesi, yer ve bölge dağılımıyla, taşeronlaştırmayla çok sayıda işçinin çalıştığı büyük işletme-lerin bölünmesi, ne üretimin geniş çaplı karakterini ortadan kaldırmaktadır ne de dev tekellerin egemenli-ğinde üretimin merkezileşip toplumsallaşmasını, toplumsal işbölümündeki genişleme ve yoğunlaşmayı engellemektedir. Kapitalist üretimin bu yöndeki gelişme eğilimi, yeni biçimler de alarak artmakta, sosya- 9 Komünist partisinin sınıfın en bilinçli unsurlarını bağrında toplaması özelliğini, bilincin dışarıdan iletilmesi ve sosyalist aydınların rolünü yadsıyan ve Leninist partiye "ikamecilik" eleştirileri getiren her türlü görüş, parti ile kitle arasındaki ayrımı silikleştirmekte, sınırları ortadan kaldıran menşevik, kendiliğindenci bir parti görüşünü savunmaktadır

Page 24: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

lizm için daha güçlü bir maddi temel oluşturduğu gibi sosyalizmin tarihsel zorunluluğunu da göstermekte-dir. Proletaryanın varlık yokluk sorununu tartışanlar, kapitalizmin varlık yokluk sorununu tartışıyorlar. İşçi sınıfının geleceksizliğini ve sosyalizmin bir hayal olduğunu ileri sürenler, üretime uygulanan teknolojik gelişmenin yaygınlaşıp derinleştikçe kendi sonlarını yaklaştırdığının farkında değil midirler? Öyleyse, mut-lak artık değer elde etmek için sermaye ihracının en ücra köşelere kadar yaygınlaştırılması, uluslararası dev tekellerin üretimi parçalara (bu işçi sınıfını kategorik olarak bölmeye hizmet etmektedir aynı zaman-da) ayırarak küçüklü-büyüklü birçok işletmede gerçekleştirmesi neyin sonucudur? Üretim teknolojilerin-deki hızlı gelişmeye karşın kâr oranlarındaki düşmeye karşı basit emek kullanımının bunca artmasının se-bebi nedir? Teknolojik gelişimin sınırlı kullanımı, sistem olarak kapitalizmin gericileştiğinin göstergesi değil midir? Proletaryanın geleceksizliği üzerine her tartışma, ekonomik toplumsal bir sistem olarak kapitaliz-min sınırlılığını ve yıkılmasının kaçınılmazlığını göstermektedir. Bu yöndeki her tartışma bizi maddeci tarih anlayışının yeni bir doğrulanmasına götürmektedir.

İşçi sınıfının kapsam ve bileşiminin ortaya çıkan yeni sorunları, işçi sınıfının, üretim sürecindeki burjuvazi-proletarya çelişkisini doğuran konumunda bir değişiklik yaratmamaktadır. Kır-kent ayrımında, çeşitli üre-tim dalları arasında, bir üretim dalının kendi içerisinde ve üretimin (bir ürünün) iç örgütlenme süreçlerinde olsun, her ayrımın –üretimi artırıcı ve kaliteyi geliştirici olmasının yanında– işbölümü ve uzmanlaşmanın ortaya çıkardığı sınıfsal ve tabakasal ayrımlar, kapitalistlerce kendi sınıf egemenliğini sürdürme ve pekiş-tirme yönünde kullanılmaktadır. Sektörel bölünmeler ve son dönemde hızlı değişikliklere konu olan üreti-min iç örgütlenme süreçlerindeki kategorilendirmelerin emeği de kategorik bölümlemelere ayırmasıyla, emeğin farklı bileşimlerinin ortaya çıkışına yol açmaktadır. Bu tarihsel kesitte, işçi sınıfının küçük burju-vaziyle etkileşimini ve iç tabakalaşmasını artıran bu durum, nesnel olarak sınıfın birleşik eyleminin geliş-mesini zayıflatıcı bir rol oynamaktadır.

Üretim süreçlerinin bu şekilde parçalanması, işçiyi de, parça işçi ve parça insan konumuna itmektedir. Üretim sürecindeki tek yanlı gelişme, işte olduğu gibi işçinin yaşamında da tekdüze, mekanik, bıkkınlık yaratıcı, yabancılaştırıcı olmaktadır. İşçilerin üretim sürecinde daha etkin bir katılım gösterdiği "kalite çemberleri" türü uygulamalarda ise, işçinin üretimin toplumsal sonuçlarından yararlanmasına olanak tanı-mayan kapitalist özel mülkiyetin sınırlandırıcı koşulları, yabancılaşmanın sadece üretim koşullarına bağlı olmayan temelini çıplaklığıyla ortaya çıkarmaktadır.

Sektörel ve üretim süreçlerindeki her türlü bölünme (çok sayıda işçinin bir arada bulunduğu büyük fabri-kalar ve entegre yapıların bölünmesi vb.) ve toplumsal işbölümünün gelişmesi aynı zamanda üretim dalla-rı arasında ve bir üretim dalında, bir ürünün üretimi sürecinde karşılıklı bağımlılığın, üretim ve emekteki toplumsallaşmanın artışına yol açmaktadır. Kapitalistler tarafından, işçi sınıfının, gerek üretim süreçlerinin örgütlenmesinde, gerekse çeşitli siyasal ve sosyo-kültürel etmenleri kullanarak parçalanıp tabakasal ay-rımların ve iç rekabetin geliştirilip körüklenmesine karşı kolektif işçi bilinci geliştirilmelidir. İşçi sınıfı içeri-sinde özsel olmayan ve bir bölümü üretimin karmaşık örgütlemesinden yararlanılarak gerçekleştirilen yapay ayrımların giderilmesinde, sınıfın birliği ve birleşik eylem kapasitesinin geliştirilmesi için sınıf bilinci-nin kolektif işçi bilinci düzeyine çıkartılması şarttır.

İşçi sınıfı devrimimizin öncüsüdür. Kapitalizmi kesin yıkılışa götürecek, tüm insanlığın kurtuluş idealinin taşıyıcısı olan sınıf, proletaryadır. İşçi sınıfının tarihsel rolünü yadsıyan ya da küçülten her görüşe karşı savaşılmaIıdır. Bu önce ideolojik, sonra teorik, siyasal ve örgütsel bir mücadeledir. Proletaryanın tarihsel öncü rolünün yadsınması, sömürünün yeryüzünden silinemeyeceği, sadece işçi sınıfının değil bütün insan-lığın ebedi olarak köle kalacağı anlamına gelmektedir. İnsanlık için yokoluş anlamına gelen, kriz dönemle-rinde toplumsal yaşamdaki etki ve sonuçlarını çok daha şiddetli gösteren barbarlık, kapitalizmin proletar-ya tarafından yıkılmasının ve sosyalizmin tek umut olduğunu göstermektedir.

Gelişmeler, devrimlerin niteliği kadar içerik, bileşim, öncülük ve kesintisizlik, hatta proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm koşullarında dahi sürekliliğin sağlanması sorunlarının önemini, bunların kopmaz bir bütün olarak kavranılmasının gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. ML teoriye ve sınıf olarak proletaryaya dayanmayan hiçbir ideoloji ve sınıf, bugünkü devrimlerin gerekli kıldığı derinlik ve sürekliliğe ulaşamayacak, sosyal kurtuluşu gerçekleştiremeyeceği gibi onu koruma yeteneği ve gücüne de sahip olamayacaktır. Sosya-lizmden geriye dönüşleri de yaşamış bir kuşak olarak söyleyecek olursak, bu tarihsel deneyimlere sahip-lenme ve eleştirel bir özümlemeyi, bunlardan doğan sonuçlar üzerinden ilerlemeyi, yeni devrimci atılımla-rın bu temelde geliştirilmesini de içermektedir. Bunu başaracak olan teorisiyle kendisini sürekli geliştirme güç ve yeteneğine sahip tek sınıf ML'le donanmış proletaryadır. Kapitalizmden kaynağını alan yaratılmış yeni teorilerin ömrünün birkaç on yıl bile olmadığını, her türlü küçük burjuva teorinin de ML'in ideolojik yörüngesinden uzaklaştıkları ölçüde bilinen kapitalist teoriler olmanın ötesine geçemediklerini, en idealist

Page 25: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

olanlarının ise, marksizmin küçük burjuva ütopist ve eklektik yorumları olduklarını görmekteyiz. Ve tüm bu teoriler, güçlü bir sosyalizm ve işçi hareketi dalgası olmadığı koşullarda, emperyalist kapitalizmin ha-kimiyetinin gelişmişliği karşısında sistemden devrimci bir kopuşu dahi örgütleyebilme gücünde değillerdir. Ulusal devrimci ve devrimci halkçı hareketlerde bunun acı sonuçlarını görmekteyiz. Teorik-programatik zaafları stratejik ve taktik düşünceye yansımakta, giderek daha geri sonuçlar yaratmaktadır.

ML, proletaryanın kurtuluş ideolojisidir. Sınıf mücadelelerinin tarihsel deneyimleriyle zenginleşmiş olarak ML teori, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde proletaryanın ve ezilen halkların en güçlü silahıdır. Böyle-sine güçlü bir silahın varlığı proletaryaya onu diğer sınıflar üzerinde de etkili kılan, güçlü bir ideolojik do-nanım sağlamakta, öncülüğünü sadece üretim koşullarına bağlı olmaktan çıkarmaktadır. ML, ortaya çıktığı andan itibaren ve gittikçe genişleyerek, burjuva aydınlardan çeşitli sınıf ve katmanlara kadar güçlü ve yaygın bir etki sağlamıştır. Onun bu etkisi bugün siyasal planda geçici bir azalma göstermekle birlikte, ML teori, diyalektik ve tarihsel materyalizm tek bilimsel teori ve yöntem olarak etkisini güçlü bir şekilde sür-dürmektedir.

ML teorinin geliştirilmesi, teorik-programatik inşa Komünist bir örgüt, devrimci politika ve taktiğiyle kitlelere önderlik ederek mücadeleyi geliştirir ve kendi-si de bu temelde gelişir. Teori ve programın politika düzeyinde ifadesi, örgütsel ve kitlesel bir harekete ve güce dönüşmesi, önderliğin günümüzdeki somut ve pratik biçimlenişidir. Bunu gerçekleştirdiğimiz öl-çüde kitlelerin öncülerini örgüte yakınlaştırıp örgütleyebilir ve örgütü büyütebiliriz. Yığınlar üzerinde ol-duğu gibi diğer devrimci güçler-örgütler üzerindeki etkimizi genişletmenin, devrimci bir etki ve sarsıcılık yaratarak çözmenin en somut, en sonuç alıcı biçimi de budur. Politik bir güç olup etkinliğini pratikte gös-teremeyen, çizgisi doğrultusunda farkını bu yönden de koyamayan bir örgütün günümüzde devrimci bir çekim merkezi olması olanaksızdır. Pratikteki etkiye, gücün bu alandan büyümesine dayanmayan bir ör-gütün böylesi bir dönemde salt teori alanından gelişmesi, olsa olsa mücadeledeki yükselişe ve mücadele-nin sertleşen koşullarına yanıt veremeyen kişi ve grupların sağlıksız ilgisi ve bir araya gelişiyle açıklanabi-lir. Biz bu tür bir gelişmeyi reddediyoruz. Öte yandan ML teorinin geliştirilmesi ve teoride devrimci bir atılım ihtiyacı, hareketin pratik-siyasal gelişiminin ön açıcı halkası olduğu gibi, mücadelenin etkili ve doğru bir rotada geliştirilebilmesi için de bir zorunluluk oluşturmaktadır. Kapitalist-emperyalist sistemin bu-günkü gelişme düzeyi ve bundan doğan tüm sonuçlar, egemenliğin bugün aldığı biçimler, ona karşı yü-rütülecek mücadele, teoride yeni açılımlara olan ihtiyacı göstermektedir. Bu koşullar gözönünde tutul-madan ve bu yönde bir gelişim sağlanmadan yürütülecek bir mücadelenin etkili ve sonuç alıcı olabilmesi olanaksızdır. Nitekim son dönemlerde ülkemiz ve uluslararası komünist ve devrimci hareketi bu gerçekle yüzyüzedir. ML teorinin ilgi alanına giren, çözüm bekleyen ve mücadeleyi geliştirebilmek için çözmesinin zorunlu olduğu bir dizi gelişme ve sorunla karşı karşıyayız. Bunları ML teoriye, onun ilkelerine ve çağa ilişkin tüm temel belirlemelerine bağlı kalarak çözmeliyiz. Şu anda ele aldığımız parti teorisi de bunlardan birini oluşturmaktadır.

Ancak en ileri teoriyi eylemine kılavuz edinen bir parti olmak, karşı karşıya olunan temel sorunların teorik düzlemde yanıtlanmasıyla olacaktır. İçerisinde bulunduğumuz tarihsel koşullar, ortaya çıkan yeni olgulara ML'in ışığının düşürülmesini ve onun geliştirilmesinin gereğini koyuyor. Kapitalizmin her alandan gelen ideolojik baskısı, bu baskının oportünizm cephesinden ML'e bir saldırı ekseninden ve olgu ve gelişmeleri açıklamaktaki yansıtılışı, yeni olgu ve gelişmeleri açıklama ve yorumlamadaki zayıflık, komünist ve dev-rimci örgütleri savunma çizgisine doğru itmiştir. Kuşkusuz bu sosyalizm dalgasındaki genel düşüş, işçi, emekçi hareketlerinin sınırlılığı ve "sınıfa karşı sınıf" ekseninde gelişme zayıflığı, anti-emperyalist ve halkçı devrimci hareketlerin genel dalgasındaki zayıflama, öte yandan emperyalist globalizasyonun, gerici milli-yetçi ve dinsel gerici akımların hareketinin yükselişi dönemiyle birleşmektedir. Kapitalist-emperyalist sistemin krizinin bu koşullardaki gelişimi, onun işçi ve emekçi kitleler, ezilen halklar tarafından birleşik direnişçi ve cephesel bir perspektifle gelişen bir çizgide karşılanmasının değil, dağıtıcı, atomize edici yö-nün etkin olmasını sağlamıştır.

Teorik bir inisiyatifin geliştirilmesi, sorunlara bu düzeyden yanıt verilmesinin önemi artmaktadır. Hareke-tin nesnel gelişiminin, kitle hareketlerinin sınıf mücadelesi temelinde gelişme ve yükseliş eğilimi içerisine girmesi, belirtilerin bu yönde çoğalması, atılacak adımlara hız kazandırmayı gerektirmektedir. Marksizm-Leninizm ve devrimin savunulmasında takınılan ilkesel tutum, yeni olgu ve gelişmelerin üzerine çözümle-yici bir perspektifle gidilmesiyle birleştirilmelidir. Bir süre önce güçlü bir başlangıç yaptık; bu adımları, bütün temel konuları kapsayacak şekilde ve programatik bir perspektifle birleştirerek geliştirmeliyiz.

Bugün teorinin geliştirilmesi gereken ve çözüm bekleyen konuları, sadece yerel ve ulusal ölçekte değil

Page 26: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

genel, uluslararası düzlemde de çözüm gerektiren sorunlar olarak çıkmaktadır karşımıza. Hemen her te-mel teorik sorunun şu ya da bu ülkede ya da bölgedeki biçimlenişindeki özgüllükler olsa da, genel bir sorun olma özelliği taşımaktadır. Çağımız emperyalizm ve proletarya devrimleri çağıdır; bu temel gerçek-liğe bağlı olarak her sorunu, emperyalist kapitalist sistemin bugünkü gelişme düzeyi ve egemenlik ilişkile-rine karşıtlık temelinde, ulusal ve özgül olanı bunun içerisinde değerlendirerek ele almalıyız. Bu bizi teorik ve programatik sorunların ele alınışında tek yanlı ve sınırlı kalmaktan, çözüm kısırlığından ve yanlışlardan koruyacaktır. Ülkenin sosyo-ekonomik, siyasal gelişme düzeyi, sınıf karşıtlıkları, proletaryanın amaç ve hedeflerinin belirlendiği program sorunlarını ele alırken de teorinin daha genel düzlemdeki sorunlarıyla ilişkilendirerek ele almak, doğru ve geliştirici olacaktır.

Bugünün dünyasını çözerek gelmek, program sorununu bununla ilişki halinde ele almak, günümüzde amaç ve hedeflerini net olarak tanımlamanın, içerik olarak güçlü ve gelişkin bir program ortaya koyabilmenin koşuludur. Bu açıdan birçok örgütün programları, stratejik belirlemeleri bir yana, böylesi bir gelişme dü-zeyini yakalamaktan uzak, yüzeysel ve güçlü bir çekim oluşturamayan özelliktedir. Hedef ve amaçlarını net olarak tanımlayan, güçlü bir çekim yaratma özelliğine sahip olacak bir program neyi içermelidir, ya da ondan da önce yöntemsel yaklaşım ne olmalıdır? Bu liberal oportünistlerce benimsenen sosyalizmden geriye dönüşleri bir çıkış noktası olarak alan ve bunu önleyecek bir geçiş ve toplumsal örgütlenme model-leri öneren bir biçim olamaz. Nihai amacın genel bir tanımlamasıyla yetinen bir asgari program belirlen-mesi de yeterli olmayacaktır. Programımız, bugünkü kapitalizmin eleştirisi üzerinden yükseltilmeli, ona alternatif olarak ortaya çıkmalıdır. Dünya genelinde sosyalizm-komünizm için maddi temeller daha olgun-laşmış durumda. Diğer bir deyişle, kapitalist-emperyalist sistemin ekonomik gelişmesinin bugünkü düzeyi, salt ekonomik düzeyle sınırlı olmayan toplumsal, siyasal, kültürel ilişkilerin genel düzeyi ve bunlardan doğan çelişkiler, kapitalizmin tarihsel ve toplumsal sınırlarına yaklaştığını, sosyalizmin çözüm bekleyen pratik bir sorun haline geldiğini göstermektedir. Bu bizim, sosyalizm-komünizm sorununa salt "nihai amaç" perspektifiyle genel bir tanımlamayla yaklaşamayacağımızı ve bu şekilde ele almamamız gerektiği-ni gösterir. Sosyalizmin maddi ön koşullarının olgunlaştığı bir dünyada amaçladığımız ekonomik-toplumsal, siyasal düzenin nasıl olacağının genel, soyut, ütopik olmayan, bizzat bugünkü gelişme düzeyi-nin nesnel veri ve olanaklarının tanımlanmasına dayalı, bunlardan yola çıkan ve bunu programında yansı-tan bir ele alış gereklidir. Bu kendisini sadece programla sınırlamayan bir teorik çalışma ve üretim soru-nudur. Bir programa da olduğu gibi ve bütünüyle taşınması da gerekmiyor. Fakat, programa da kendisini mutlaka yansıtmalıdır. Bu açıdan, stratejik belirlemelerde bir karışıklık yaratmamak koşuluyla, azami-asgari program ilişkisinin tarihsel-geleneksel kuruluşundan biraz farklı, azami programa canlılık kazandıra-cak bir yaklaşım düşünülmelidir.

Parti olmanın temel sorunlarından birisi program sorunudur. Program bir partinin siyasal kimliğini oluştu-rur; hedef ve amaçlarını açık net bir şekilde tanımlayan bir program olmadan kitlelerin karşısına parti olarak çıkılamaz, "...yeni bir program, herkesin gözü önünde yükseklere çekilen bir bayrak gibidir ve her-kes parti hakkında kararını buna göre verir" (Marks). Kitleleri partimiz hakkında doğru karar verilmesini sağlayacak, sisteme alternatif ve güçlü bir çekim merkezi olacak bir program ihtiyacı büyümektedir. Kitle hareketlerinin gelişme doğrultusu, ona bir program sağlama görevini yakınlaştırmaktadır. Genel bir siyasal çizgi ve onun ifadesi olan bir platform yetersiz kalacaktır. Sağlam temeller üzerinde yükselen, kısa, özlü, hedeflerini net bir şekilde tanımlamış, amacını kesin bir dille ortaya koyan, bugüne alternatif ve geleceği kucaklayan güçlü bir program, ancak o çekim oluşturabilir. Ancak o ML partiyi kitleler karşısında belirsiz ve karışık görüşlere sahip bir görünümden çıkartabilir.

Öte yandan bir program, örgütsel faaliyet için geniş ve sağlam siyasal temel yaratır. Siyasal çalışmaya bütünsellik, merkezilik, stratejik hedeflerle ilişkide netlik kesinlik kazandırır. Dolayısıyla siyasal ajitasyonu güçlendirir, doğabilecek yanlış ve kaymalardan uzak tutar. Biz, platformumuzu bugüne daha güçlü yanıt verecek şekilde geliştirmeli ve program düzeyine yükseltmeliyiz.

(Sürecek)

Page 27: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Türkiye Devrimci HareketindeKapanan Dönem, Derinleşen Yol Ayrımı ve

BİR KONFEREANS BİR KONGRE

İÇİNDEKİLER

BİR KONFEREANS BİR KONGREGİRİŞKongre ve konferanslar üzerine kısacaTemel ayrım noktalarıMLKP sağ tasfiyeci dalganın içindedir!Buharlaştırılan sosyalizm, "dogmatik" MLProletarya devrimciliğinden kaçar adımUlusalcı kayma ve ulusal harekete yedeklik "misyonu"!Reformizm yine "kötünün iyisi"dir!Sonuç yerine

Page 28: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

GİRİŞ

Geçtiğimiz yıl Türkiye devrimci hareketi bir Konferans ve bir Kongre'nin sonuçlandırılması-na sahne oldu. Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği, Parti öncesi Kongre niteliğindeki III. Konferansı'nı, Marksist Leninist Komünist Parti de politik ve örgütsel sorunların ele alın-dığı II. Kongre'sini gerçekleştirdi. İçinden geçtiğimiz dönemin tarihsel özelliklerinden ötürü Devrimci Proletarya dergisi olarak bu iki örgütün en yüksek organlarında ele alınan sorun-ların, ulaşılan perspektiflerin, belirlenen taktiklerle koyulan görevlerin yöntemsel ve içeriksel yönden karşılaştırmalı bir analizini yapmayı önemli gördük. Böylelikle TDH'de kapanan dö-nemin proleter sosyalist ve küçükburjuva halkçı devrimci demokratik akım arasındaki yol ayrımının nasıl belirginleştirdiğini, sınır çizgilerini nasıl daha da koyulaştırdığını açımlanmış bir tarzda ortaya koymayı hedefledik.1

Analizimizde dergimizde başlı başına işlenen/işlenecek olan konuların (sınıf hareketine öncü müdahale, Kürt ulusal hareketinin gelişimi, devletin yeniden yapılandırılması, kriz, vd.) içe-risine boylu boyunca girmeme anlayışı ile hareket ettik. Aynı biçimde MLKP'nin prog-ramatik görüşleri ve bunun çeşitli alt başlıklarına ilişkin eleştirisi de, sağ tasfiyeci basınç alt-ındaki halkçı demokratizmle mücadele göreviyle bağlantılı olarak gündemimizde ayrıca yer almaktadır. Bu nedenle devrimci kamuoyuna asıl olarak yöntemsel bir bakış açısı kazandır-mayı ve iki ayrı devrim perspektifinin, sürecin bundan sonraki gelişimi içinde iki örgütün kendi konferans ve kongrelerinden çıkan sonuçlar temelinde izlenerek yorumlanmasını sağ-lamayı esas aldık. Rahatlıkla sarkmalara yol açabilecek "kışkırtıcı" bir malzeme yığınağı içe-risinde seçici olmaya ve okurun temel izlekleri kaybetmemesini güvence altına almaya ça-lıştık. Bunun için analizimizi belirli ana başlıklar altında topladık. MLKP II. Kongresi'ni ele aldığımız bölümlerde -MLKP'nin bu Kongre'yi "teorik olanın pratikleştirilmesi" ile ilgili diye tanımlamasından ve temel, teorik olanın da Birlik Kongresi'nde verili olduğunu belirtmesin-den dolayı- II. Kongre'yi irdeleme esprisini bozmadan BK Belgeleri'ne ve MLKP yazınına da uzanmak gerekti. Bunu kapsamlı bir biçimde yaptığımız halde, bu yazının çerçevesi içeri-sinde ancak çok gerekli olduğunda atıfta bulunduk.

Yaptığımız değerlendirme, TİKB ile MLKP'nin sağ tasfiyeci çizginin iki ayrı tarafında dur-duklarını göstermektedir. Başta komünistler olmak üzere örgütlü devrimci kamuoyuna, her iki örgütün teorik, politik taktik, örgütsel perspektiflerini ortaya koyduğumuz yöntem ışı-ğında yeniden incelemelerini öneririz. Bu, ülkemizde TİKB'de simgelenen proleter sosyaliz-min tarihsel hareketi ve gelişimini oportünizmle mücadele içerisinde kavramayı kolaylaştı-racağı gibi; halkçı demokratizmin sağa doğru eğik düzleme girmesiyle ihtilalci komünistlere yüklediği görevlerin omuzlanması açısından da komünist pratiği güçlendirici olacaktır.

Kongre ve konferanslar üzerine kısaca

Kongre ve konferansların komünist partilerin yaşamındaki yeri, TDH için "kitabi" bir bilgi

1 Yazınımızın bütününde de vurgulandığı gibi, Türkiye'de halkçı demokratizm güçlü toplumsal-politik temellere sahiptir. Bu nedenle elbette ki halkçılık ve onun çeşitli versiyonlarına yönelik eleştirimizin tek muhatabı MLKP olmayacaktır. MLKP, birinci olarak Mark-sizm-Leninizm'i referans aldığı iddiasında bulunan -gerçekte ise ondan giderek küçülen ölçeklerde etkilenen- bir örgüt olması ned-eniyle irdelenmektedir, ikincisi, TİKB III. Konferansı ile aynı kesitte sonuçlandırılan MLKP II. Kongresi, MLKP'deki tasfiyeci kaymanın somut verilerini günün/dönemin tahlili ve görevleri ile ilişkisi içinde sunmaktadır.

Page 29: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

olmanın ötesine geçememiştir.2 Bu mekanizmaların kullanımında bugüne kadar genellikle devrimci örgütlerin yaşadıkları ve kendisini daha çok örgütsel krizler biçiminde gösteren tık-anmayı gidermenin araçları olma işlevi öne çıkmaktadır. Örgütün kendisinden başlayarak işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketi açısından güçlü bir manivela olmaktan, bunun asli unsur-larını barındırmaktan uzaktırlar. Bunun bir süreç sorunu olduğu söylenebilir. Keza uzun süren gericilik yılları, kitle bağlarının zayıflığı vb. ile de ilişkilendirilebilir. Ancak bunları –ve çeşitli örgütler açısından devrimcilik/tasfiyeci reformculuk saflaşması gibi antifaşist kimliği sürdürebilmek açısından dahi temel ayrımların yaşandığını, yakın geçmişte Konferans /Kongre mekanizmalarının asıl olarak buna yanıt verdiğini– gözardı etmemekle birlikte; temel neden, kongrelerin başta devrimci örgütlerin kendileri olmak üzere işçi-emekçi kitle hareketini sıçratıcı teorik, politik, örgütsel perspektiflerden yoksunluğudur.

Gerçekte ise, kongre ve konferanslar, parti ve örgütlerin yaşamında "Örgütsel toparlanmayı sağlamak"tan çok daha derin ve kapsamlı bir içerik ve işleve sahiptirler. "Partiyi ve devrimi birlikte örgütleme" perspektifi, kongre/konferansların işlevinin kavranışına da yol göstermeli-dir. KP'nin en yüksek organından çıkan, yoğunlaşmış kolektif iradenin kilitlendiği hedefler, işçi sınıfı hareketinin devrimci gelişimine ve onun tarihsel rolünü oynamasına ışık tutması, verili nesnel koşullar içerisinde proletaryanın burjuvaziye karşı ideolojik-teorik, politik ve ekonomik savaşımını güçlendirmesi ölçütüyle değerlendirilmelidirler. Kongre/konferansla-rın partinin iç yaşamında özsel ve devrimci yönde sıçratıcı bir etkide bulunup bulunmadığı da, her türlü sübjektif ve ajitasyonel yaklaşımın ötesinde bununla ilişkili olarak ele alınmalıdır.

Lenin, "Partinin taktikleriyle, partinin siyasal tutumunu, ya da siyasal eyleminin niteliğini, yönünü ve yöntemlerini kastediyoruz. Parti kongreleri, yeni görevler ve yeni bir siyasal durum karşısında, bir tüm olarak ele alınan partinin siyasal durumunu ve gidişini tam olarak belirlemek için taktik kararlar alırlar" diyordu. (İki Taktik, s.14) Anlaşılacağı gibi, bunlar dar anlamda taktikler değildir! Olmadığındandır ki, uluslararası komünist hareketin, esas olarak da Bolşevik Parti'nin geli-şiminde Kongre ve Konferanslar dünya devrimine de ışık tutan, yukarıda tanımladığımız içeriği kazanabilmiş; Leninizmin olgunlaşması, karakteristik çizgilerine kavuşması, aynı za-manda her türden oportünizme karşı mücadele içerisinde seyreden Bolşevik Parti Kongre mekanizmalarından geçerek gerçekleşmiştir.

RSDİP'in II. Kongresi, bir dizi temel teorik ve örgütsel eksikliği barındırıyordu. RSDİP'de çağı değiştiren, sosyalizmi kuran sosyal devrim örgütü doğmasaydı, bu kongre, tarih me-raklıları için bile bir ilgi konusu olmayacaktı. II. Kongre, parti üyeliğinin formülasyonu ko-nusunda Bolşevikler ile Menşevikler arasındaki şiddetli iç mücadele ile anılır. Oysa o, bu-nunla sınırlı kalmayarak, 1917 Sosyalist Ekim Devrimi'ne önderlik edecek partinin bir bütün olarak ideolojik ve örgütsel hazırlığı açısından belirleyici bir temel atmıştır. Ki, oportünizmle yaşanan iç mücadele de bu temele ilişkindir. Parti, sosyal devrim örgütü içerik ve formunu II. Kongre'de kendi güçlerini de yaratarak kazanmaktadır. III. Kongre, demokratik devrimde proletaryanın hegemonyası ve devrimin kesintisizliği sorunu bağlamında proletaryanın ba-ğımsız tarihsel rolü ve Parti'nin bu misyonun gerçekleştirilmesi ile ilişkisini dolaysızlaştır-mış; Menşevik kuyrukçuluğu mahkum ederek Leninizmin karakteristik çizgilerinden biri daha devrimin alevleri içerisine çekilmiştir. 1912 Prag Konferansı, Bolşevik Parti'nin kendi-

2 İhtilalci Komünistler, konferans ve kongre gibi mekanizmaların işletilmesinde zayıflığa dönüşen etmenlerin bütünsel bir değerl-endirmesini yaparak bu konuda daha gelişkin bir kavrayışa ulaştılar. TİKB III. Konferansı'nın önemli kazanımlarından biri de budur.

Page 30: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

sini 2 yıl sonra emperyalist savaş tarafından çökertilen II. Enternasyonalciliğe3 alternatif bir sosyal devrim örgütü, oportünizmden örgütsel bakımdan da arınmış yeni tipte bir parti ola-rak şekillenmesi sonucunu vermiştir. 1917 Nisan Konferansı ise, geri bir ülkede sosyalist devrimi gerçekleştirecek iradenin parti içi oportünist yalpalamalara rağmen toplanması ve ustalıklı taktiklerle yaşama geçirilmesini sağlamıştır. Kongrelerin işçi sınıfı ve ezilen halklar açısından tayin edici önemini gösteren bir başka örnek de, dünya komünizminin partisi Komintern'in faşizmi tahlil ederek faşizme ve savaşa karşı stratejik değere sahip birleşik cephe taktiklerini formüle ettiği VII. Kongresi'dir (1935).

Örnekler çoğaltılabilir. Elbette ki tüm kongreler, bu çapta birer "zirve" oluşturmazlar. Ancak bu, onlardan öğrenilmesi gerekeni, çıkarılması gereken dersleri olduğu gibi, KP'lerin yaşa-mındaki yerini de düşürmez. Temel bir duruşu ve onun parti güçlerine, işçi sınıfının öncü kesimlerine özümletilmesindeki sağlamlığı ifade ederler. Örneğin RSDİP'in V. Konferansı (1908), tasfiyeciliğe karşı aldığı kararlar ve legal-illegal çalışmanın birleştirilmesi hedefini belirlemesi açısından tayin edici önem taşır. Ancak alınan kararlar, sağ ve sol tasfiyeciliğin altedilmesi gereğinden ötürü, Parti bütününde yaşama geçirilememiştir. Buna rağmen, 1912 Prag Konferansında ulaşılan Bolşevik perskpektif ve taktiklerin basamağı, hazırlayıcılarıdır. Yine Komintern Kongreleri, sosyal demokrasinin ihaneti sonucu bölünen ve güçsüz düşen, bu arada II. Enternasyonalciliğin ciddi izleri ile birlikte sol sekter eğilimleri de içinde barın-dıran komünist partilerin pratiğinin irdelendiği, Bolşevikleşme hedefi ve "Kitlelere!" sloganı-nın arkasında durulduğu manivelalar olmuşlardır.

Kongre ve konferanslar, gerçek işlevlerini ancak örgütsel toparlayıcılık, iç demokrasinin iş-letilmesinin gereği vb. ile sınırlı, parçadan yaklaşım ve kavrayışların ötesine geçtiklerinde oynayabilirler. Buradan artık yazımızın konusuna daha doğrudan bir giriş yapabiliriz.

Temel ayrım noktaları

Lenin, Menşeviklerle –demokratik devrimin bileşenleri ile ilgili– bir polemiğinde şunları söylüyordu:

"... devrimin 'kapsamı' konusundaki tartışmalarda sık sık gözden kaçan bir koşul unutulmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, bu, bu sorunun ortaya çıkardığı güçlükler sorunu değil, çözümün nerede ve

3 II. Enternasyonal partilerinin kongreleri de, bu partilerin sosyal reformcu yozlaşmalarının birer göstergesi olmuşlardır. II. Entern-asyonal Kongreleri'nin devrimci politikayı belirlemekten gitgide uzaklaşarak biçimsel "yıllık ayinlere" dönüştükleri söylenir. Kararların punduna getirerek pratikte sulandırılmak üzere alınmaları, bu mekanizmaların işlevsizleştirilmesinin, içinin boşaltılmasının bir başka karakteristik yönüdür. Bunun en uç ve dünya işçi hareketi açısından en ağır sonuçlar veren örneği, emperyalist savaşa karşı alınan kararlardı. Hain II. Enternasyonalciler, emperyalist savaşa ilişkin kendi kararlarını alçakça çiğnemişlerdi! II. Enternasyonal'in kararlar-ının üye partiler üzerinde bağlayıcılığının olmaması da, yine bu durumla ilişkilidir. III. Enternasyonal, gerek üye partilerin siyasal kon-umlanış ve pratiği, gerekse de aralarında bağlayıcı ilişkilerin kurulması sorununu "komünist partilerin Bolşevikleştirilmesi" ile bağl-antılı ele almış; Kongre ve Plenum kararlarının yerine getirilmesi, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi'nce her parti özelinde titizlikle takip edilmiştir.

Page 31: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

nasıl bulunacağı sorunudur. Bu, devrimin yükselişini güçlü ve yenilmez hale getirmenin zorlaştırıl-ması ya da kolaylaştırılması sorunu değil, bu yükselişi daha güçlü kılmak için ne yapmamız ge-rektiği sorunudur. Görüş ayrılığımız, eylemlerimizin temel niteliğinde ve eylemlerimizin al-ması gereken yön konusundadır. Bunu vurguluyoruz, çünkü dikkatsiz ve ilkesiz kimseler pek sık bir biçimde, iki farklı sorunu, yani, tutulacak yön, yani iki farklı yoldan birinin seçilmesi ile amacımızı gerçekleştirmenin kolaylığı ya da belirli bir yolun bu amaca yakınlığını birbirine karıştırmaktadırlar." (İki Taktik, s.120, abç)

Devrimci okur için Lenin'in Menşeviklerle ayrıma ilişkin sözlerinin konumuzla dolaysız bağlantısı, yazının sonunda dönülüp tekrar bakıldığında daha da berraklaşacaktır. Bunun bi-lincindeyiz. Ancak yine de bütün bir yazı boyunca işleyeceğimiz temel esprinin burada top-landığına dair bir kaydı önceden düşelim.

Başlangıç olarak kongre ve konferansların her iki örgüt açısından hangi işlevle yüklü oldu-ğundan girelim; çünkü bu ayırdedicidir:

MLKP, kongre ve konferansların kendi örgütsel gelişimi açısından önemini vurgulaması ile bilinir. MLKP-K'nın ilan edildiği 1994 Eylülü'nden beri, Birlik Kongresi ile birlikte, biri MLKP Kuruluş Konferansı (1995), biri "I. İşçi Konferansı" (1995) ve biri de II. Kongre olmak üzere dört toplantı düzenlemiştir. Bunlar, MLKP öncellerinin koyu kendiliğindencilik ve sağcılıkları ile karşılaştırıldığında –kuşkusuz kitle hareketindeki dinamizmle bir arada ele alınması gereken– nispeten daha iradeci bir yapı ve şekillenmenin oturtulmasında devrimci bir işlev de görmüşlerdir. Ancak, belirli bir örgütün kendi gelişim sınırlarının dışına çıkıp, olması gerektiği gibi, dünya, bölge, ülke ölçeğinde içinden geçilen dönem, komünist ve dev-rimci hareketin çözmek durumunda olduğu birikegelmiş teorik, politik, örgütsel görevlerin içerik ve kapsamıyla karşılaştırıldığında, bir partinin en yüksek organının işlevleri açısından çok ciddi bir zayıflık, MLKP'nin kendi kongre ve konferans mekanizmalarını ele alışında daha baştan dikkati çekmektedir. MLKP, II. Kongre'nin içeriğindeki darlık ve yüzeyselliği, bütün bir iç örgüde olduğu gibi, Kongre'ye yüklediği işlevde de yansıtmaktadır. Başlı başına iki örneğin bu genellemeyi açımlamak yönünden yararlı olacağını düşünüyoruz.

MLKP MK tarafından II. Kongre'ye bir "tartışma metni" olarak sunulan4 "Partinin Gelişim Çizgisi, Sorun ve Perspektifleri" bölümünde (s.71-141) Parti örgüt ve kadrolarının kendi pra-tiklerini incelemeleri, özümlemeleri konusunda şunlar söylenmektedir:

(Kürdistan ve Türkiye'deki devrimci örgütlerin deneyimlerinden, işçi-emekçi yığınların ha-reketinden öğrenmeye "biçtiği değeri" kendi öz deneyimlerinin irdelenmesi ile ilişkilendire-rek -DP) "Bu görüş açısı ve yönelimin bir gereği olarak, Parti, şimdi, şu anda, bütün örgütlerini ve kadrolarını kendi deneylerini incelemeye, özümlemeye, öğrenmeye çağırıyor. Böyle bir çalışmaya ihti-yaç var. Bu materyal, böyle bir çalışmanın, bırakalım, doruğu olmayı, tanımlanması bile değil, yalnızca başlangıcı olarak kabul edilmelidir." (MLKP II. Kongre Belgeleri, s.112, abç)

Kongrelerin tek işlevi, Parti'nin kendi gelişim sürecini irdelemekle sınırlı tutulamaz. Parti'nin gelecek sürece ilişkin teorik, politik, örgütsel hedeflerinden bakılmadığı koşullarda zaten bu

4 Neden "tartışma metni"? Bir MK Raporu'nun Kongre iradesinden geçerek onaylanması gerekliliğine yeniden özel bir atıfta bulunmak için mi? O halde Rapor neden bu bölümü de kapsamıyor? Yoksa önderliğin Parti sorun ve görevlerinin ele alınışında adına layık bir konumlanış içerisinde bulunmayışının bir itirafı mı? Daha kötüsü, önderlik misyonunun kavranışındaki erimenin anlayış düzeyindeki ifadesi mi? Biz, son ikisinin geçerli olduğunu düşünüyoruz...

Page 32: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

konuda az çok sağlıklı sonuçlara da ulaşılamaz. Ancak ne olursa olsun, bunun yapılması temel önemdedir ve Parti örgüt ve kadroları, Kongre'den çıkan net perspektifler ışığında kendi çalışmalarını irdelemek, düzeltmek, değiştirmek, ileriye taşımak, ... durumundadırlar. Ve Parti önderliği Kongre'ye bu misyonu yüklüyorsa, kadrolarına "böyle bir çalışmanın dor-uğu" ile gitmekle yükümlüdür! Dikkat edilsin! Kendisini "öncü partiden önder partiye geçiş" sürecinde tanımlayan bir Kongre'de önderlik, genç ve deneyimsiz kadrolarının, birçoğunu yeni baştan oturtmak zorunda olduğu örgütlerinin karşısına, kendi deneyimlerinin "tanıml-anması" ile dahi çıkamadığını itiraf etmektedir!5

Burada uzun uzadıya durmak gerekmiyor. Yalnızca devrimci okurun dikkatini MLKP'deki konferans/kongre anlayışının biçimsel niteliğine; II. Kongre'de MK'dan yerel önderliklere dek tespit edilen "konum kaybı"nın bizzat Kongre'nin kendisi için de geçerli olduğuna; üçüncü olarak da merkezi önderlik işlevlerinin 'kolektivizm' adına yerel organ ve kadrolara doğru –onların bilinç, birikim ve deneyim düzeyine– indirilmesine dikkat çekmek istedik. Ki bu üçüncüsü, MLKP'nin örgütsel mayasını oluşturan Menşevik demokratizmden kaynağını almaktadır.

TİKB III. Konferansı, yalnızca kendisini "parti öncesi kongre içeriğinde bir konferans" olarak ta-nımladığı için değil6; asıl olarak bu tanıma denk bir içerik, kapsam, derinlik ve ufuk gelişti-rebildiği için MLKP II. Kongresi'nden kesin çizgilerle ayrılmaktadır. Ancak bunu tespit et-mek yeterli değildir. MLKP II. Kongresi kendi gündemi için "Teorik olan pratikleşmekte, genel olan özelleşmekte, ilkesel olan somutlaşmaktadır" (age, s.79) diyordu. "Teorik, genel ve ilkesel" olanla kastettiği Birlik Kongresi'dir. Ve sözünü ettiğimiz temel içeriksel ayrım, Birlik Kong-resi için çok daha fazla geçerlidir!

Devrimci okurun TİKB III. Konferansı ile MLKP II. Kongresi arasındaki temel ayrımları daha net kavrayabilmesi için önce ölçütleri koymalıyız. İçinden geçtiğimiz tarihsel dönemde bir kongre ya da bir konferans hangi sorunları, hangi kapsam ve içerikte, hangi perspektif ve yöntemle ele almalıydı?

Komünist bir örgüt açısından temel olan, önder ve yönetici parti fonksiyonlarının yakalan-ması ve süreklileştirilerek ileri düzeyden yeniden üretimidir. Bütün sorunlar bu perspektif-ten ele alınmalı, bizzat Konferans'ın kendisi bu rolü oynayabilmelidir. Bu ölçütün varlığı, ör-gütün geniş bir ufka sahip olduğunu gösterdiği gibi, kendi gelişim sürecini özümleyerek çık-

5 İkinci olarak I. İşçi Konferansı'nı anmak gerekiyor. Bir reklamcı edasıyla "Türkiye'de ilk defa" düzenlendiğini söylediği bu konfer-ansa MLKP gerçekte şu işlevleri yüklemişti: (Geçerken bu "Türkiye'de ilk defa"ların özellikle MLKP öncellerinden TKP/ML Hareketi'ne hiç yabancı olmadığını hatırlatalım. Koyu sağcı yapısı ve yarı feodal kültürel şekillenmesinin bir sonucu olarak örgüt içindeki devrimci kadınlar açısından tam bir "kadın sorunu" yaratan TKP/ML Hareketi, işin geldiği noktada sorunun çözümünü "Türkiye'de ilk defa" parti içi bir "Kadın Konferansı" düzenlemekte bulmuştu!) Sınıf içindeki güçlerin örgütsel mevzilendirilmesini gerçekleştirmek; TİKB'Ii komünistlerin özellikle İSŞP Kurultayı sürecinde ağır eleştirilerine uğrayan sağcı, kaba ekonomist ve orta düzey işçi kâhyaları ile uzl-aşmacı sınıf çalışmalarında zorunlu bir rota ayarlaması yapmak ve kendi ifadesiyle "sınıf yöneliminin terkedildiği eleştirisine yanıt vermek", yani göz boyamak (age). İşçi hareketinin temel hiçbir sorununa teğet dahi geçmeyen bu konferansa aslında pek "mütevazi" bir rol biçildiğini MLKP'nin kendisi II. Kongre'de itiraf etmiştir. "Komünist" bir partinin -olduğu kadarıyla- işçi üyelerine özel bir konf-erans düzenlemiş olmasındaki anlamsızlığı bir tarafa bırakalım. Bu konferansta, Birlik Kongresi'nde tamamen kendiliğindenci bir içerikle sözde "temel taktik" olarak belirlenen GGGD'den yüzeysel bahis dışında bir şey yoktur; bir derinleşme, "analiz, öngörü, pers-pektif" -eğer körün bile gördüğü gerçekleri bir kez daha dillendirmeyi "analiz" saymıyorsanız!- boşuna aranacaktır. Ki zaten I. İşçi Konferansı'nın yazılı hiçbir belgesinin bulunmaması da, MLKP'nin ona verdiği "önemin" başlı başına göstergesidir!

6 Buna işaret etmemizin nedeni, devrimci örgütlerin kendi konferans/kongre süreçlerine yükledikleri anlamın genellikle dışlarındaki güçlerce sübjektif ve abartılı bulunmasıdır. TİKB III. Konferansı'na ilişkin olarak da benzer algılama ve "yorumlar" beklenmelidir. Bu, ihtilalci komünistlerin teorik, politik, örgütsel alandaki gelişimlerini ivmelendirmelerinde, ulaştıkları perspektifleri güçlendirme ve devrimci harekete taşıma inisiyatiflerini artırmada sorumluluklarını büyüten bir unsur olarak kavranmalıdır.

Page 33: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ardığı sonuçlardan her alanda belirlediği hedeflere dek ML bir netlik ve iç tutarlılığı güvence altına alır. Teorik, politik ve örgütsel hedeflerin işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketine önderlik konumundan belirlenmesini sağlar ve bunları en zorlu sınavlardan geçerek gerçekleştirme gücünü kazandırır. Demek ki, TİKB III. Konferansı da, MLKP II. Kongresi de, dar haliyle bu örgütlerin kendi iç gelişimlerine ilişkin özgülleştirilmiş yanlarıyla değil, en başta doğrudan doğruya önder ve yönetici parti işlevleri üzerinden değerlendirilmelidir. Bu, özgüllüklerin reddi ya da ihmal edilmesi gerektiği anlamına gelmez; aksine bu açıdan da kavranacak halka-görev tespitlerinde ML perspektiflerin yakalanıp yakalanmadığını ortaya çıkarır.

Bu noktadan bakıldığında, sorunların yerellikle (en iyi durumda yaygın deyimle "coğrafya-mız"la), kesitsellikle ve bundan çıkan görevlerin de kelimenin en dar anlamıyla politik-ör-gütsel düzlemle sınırlı kavranışı, yalnız yetersizlik ve yüzeysellikle tanımlanamaz. Bu du-rum, aynı zamanda bir tıkanma, kayma ve devrimci politika sahnesinde en iyi durumda ak-tif bir figüran olmanın da zemini kabul edilmelidir.

Bu tür bir darlığın tam karşısına biricik yol açıcı olarak evrensel bir bakışı, tarih bilincini, gel-işkin bir dönem kavrayışını ve sosyalist gelecek perspektifini koymak zorundayız. Önder ve yönetici parti fonksiyonlarının bugünkü somutlanışı, tamamen bu sağlam zemin üzerinden kavranmalıdır. Neden evrensel bir bakış? Bu, yalnızca gitgide zayıflayarak sosyalizm dal-gasının kırılmasıyla birlikte iyice tüketilen proleter enternasyonalist bilincin proletaryanın öncüsü tarafından canlandırılması ve güçlendirilmesi için gerekli değildir. Asıl olarak ko-münist partinin üstesinden gelmekle yükümlü bulunduğu teorik-politik-örgütsel görevlerin ancak evrensel bir perspektifle çözümlenebilir oluşundandır. Parti teorisinden proletaryanın sendikal hareketinin örgütlenmesine, antiemperyalist demokratik görevlerin içeriklendiril-mesinden bugünün koşullarında nasıl bir sosyalizm sorusunun devrimci yanıtına, bir dizi sorun gelip burada toplanmaktadır.

TİKB III. Konferansı, kendisini "örgütün sorunlarının halli" ve yerel bir bakış açısı ile sınır-lamamış; dünya devriminin ihtiyaçlarına yanıt vermeyi aynı zamanda başta teorik olmak üzere politik ve örgütsel planda kendi yolunu açmada temel halka olarak kavramıştır. Üste-lik bu "süreç olarak" değil, her bir alanın kendi içerisinde yerine getirilmiş ya da daha doğru bir tanımla ileri çözümlemeler için çıkış noktaları, ML bir zemin yakalanmıştır.

Komünist bir parti, bu tarihsel evrede dünya proletaryası ve komünist hareketinin birikmiş deneyimlerini özümlemiş olarak konumlanmalıdır. Sosyalizmin çöküşünün ilan edilmesiyle, bu muazzam tarihsel birikim, burjuva ve küçükburjuva ideologların saldırısına uğramıştır. Bu saldırının mızrak ucu elbette ki Bolşevik Parti, Sosyalist Ekim Devrimi ve sosyalizmin inş-asına çevriliydi. Ancak bir komünist parti açısından sorun, hayasız bir saldırıya ML mev-zilerden siper olma zorunluluğu ile sınırlı ele alınamaz. Sınırlı ele alınamayacağı gibi, bir dizi örneğin gösterdiği üzere, bu, geminin su almasını da engelleyemez. Komünistler, önder ve yönetici parti fonksiyonlarını yeniden tanımlarken, çeşitli devrim süreçlerinin ve son 50 yıl-dır dünya proletarya ve komünist hareketinde yaşanan gerilemenin irdelenmesini gerçek-leştirmek durumundadırlar. Devrimci durum ve olanakları ustalıkla değerlendiren Bolşevik Parti'yi daha iyi kavramalı; öte yandan çeşitli tipteki zaaflarından ötürü burjuvazi tarafından yenilgiye uğratılmış, imha edilmiş, geri püskürtülmüş ya da baştan çıkarılarak tasfiye edil-miş komünist partiler gelişiminden dersler çıkarmalıdırlar. Bununla birleşik olarak, teorik, politik, örgütsel planda onyıllardır ancak sınırlı gelişim sağlayabilen, birçoğu maddi bir güç

Page 34: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

olarak dahi etkisiz ve sonuç itibarıyla devrimi örgütlemede hiçbir ciddi inisiyatif göstereme-yen komünist partilerin bu zafiyetinin nereden kaynaklandığı doğru okunup yorumlanabil-melidir. Yalnızca proletarya ve emekçi kitlelerin örgütlenmesinde değil, aynı zamanda parti-nin örgütlenmesinde de tarihsel arka planın bilinci ve dersleriyle donanmamış, bunun eleşti-rel bir özümlenmesini kendi gelişiminin payandası haline getirmeyen bir komünist parti, bır-akalım düşmanı, kitlelerin karşısında bile "devrimcilik oyunu"ndan öteye gidemez. "Tarihi bilmek"ten değil, tarih bilincini parti inşasının mayası haline getirmekten söz ediyoruz. Sosy-alizmin yıkılışı da dahil olmak üzere, birikegelmiş sorunların ele alınış ve çözümlenmesini akademik bir çalışmanın konusu haline getirmekten değil, tarihsellik, dönem ve gelecek köprüsünü kurmanın yakıcılığından söz ediyoruz. TİKB III. Konferansı, işte bu perspektifi yakalamış ve geliştirebilmiştir.

TİKB III. Konferansı, komünist partilerin sergilediği bu zafiyetin aşılmasını, komünist parti-nin burjuvazi ile her alanda savaşma gücüne sahip alternatif bir sosyal devrim örgütü çekir-deği olarak kavranıp inşa edilmesinde görmektedir. Mali sermayenin, sosyalizmin yükseli-şinden çıkardığı derslerle sübjektif faktörü devre dışı bırakabilmek için faşist diktatörlükten ideolojik-kültürel egemenliğin derinleştirilmesine dek birbirini bütünleyen bir dizi araç ve yöntemle egemenliğini pekiştirdiğini gözardı eden bir "öncü parti" anlayışı, ilk ciddi sınavda ıskartaya çıkmaya mahkumdur. Bunun için en başta mali sermaye egemenliğinin içinde bu-lunduğumuz evredeki somut biçimlenişi bütünselliği ve tek tek boyutları ile, ML bir pers-pektifle çözümlenmek durumundadır. ML'nin çözmekle karşı karşıya olduğu birikegelmiş bir dizi sorun, devrimci örgütlerin ufuk darlığı ve tarihsel materyalist yöntemin kullanımına yabancılıkları nedeniyle yolu karartmakta; düşmanını bütün yönleri ile tanımlama gücünden aciz bir sözde "savaş gücü" konumuna düşürmektedir. Bu çözümlemenin derinliği ve kap-samlılığı, alternatif sosyal devrim örgütünün teorik, politik, örgütsel, askeri, kültürel ve prol-etarya başta olmak üzere maddi güçler ile burjuvaziyi yıkıp altedebilecek düzeye ulaş-masının bir anlamda manivelası olarak kabul edilmelidir. Aksi takdirde, genellikle algılan-dığı gibi, salt rejimle fiziki çatışma içerisinde bulunan, ya da en fazla birkaç yönden gelişkin ancak bir bütün olarak sistemle tam bir karşıtlık oluşturamayan bir yapı ile devrimi gerçek-leştirmek, sosyalizme yürümek olanaksızdır. TİKB III. Konferansı'nın temel belgelerinden "Parti" broşürünün özellikle ilk bölümünde sorunun bu boyutları her biri derinleştirme gö-revi ile ilişkilendirilmiş alt başlıklar halinde ele alınıp işlenmekte; devrimci harekete alışkın olmadığı, geleneksel kalıpları kıran bir ufuk kazandırılmaktadır. Broşürün tamamı, TİKB'nin özgül süreci ile birlikte bu ölçütlerin tanımlanması ve örgütün bir bütün olarak parti yürü-yüşünde buna uygun bir dönüşümü yakalamasına yöneliktir.

Alternatif sosyal devrim örgütü, siyasal pratiğin sınavından, verili nesnel koşullar üzerinde devrimci yönde dönüştürücü bir etkide bulunup bulunmadığı, teorik, politik ve örgütsel ba-kımdan bu gücü barındırıp barındırmadığına bağlı olarak geçecektir. Parti teorisinin etkisi başta olmak üzere bu dönüştürücü etkide bulunmayı engelleyen her türden kendiliğindenci eğilim ve çizginin altedilmesi, komünist öncü partinin önünde görev olarak durmaktadır. Burada dar anlamda sürece politik-pratik müdahalede bulunmayı kastetmiyoruz. Konjonk-türel veya en fazla nesnel bakımdan elverişli koşullarla buluşan bir "iradi müdahale"nin ömürsüzlüğü, gerek tarihsel gerek dönemsel bakımdan ortada durmaktadır, işte TİKB III. Konferansı, partinin iç örgütlenmesi de dahil bir bütün olarak onun proletaryanın temsilcisi alternatif siyasal aktör rolünü oynamasına engel oluşturan kendiliğindenci oportünizmle bu düzlemde hesaplaşarak parti fonksiyonlarını geliştirmeyi temel halka olarak belirlemektedir.

Page 35: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Bu bağlamda sosyal devrim düşünce ve pratiğini ıskartaya çıkaran II. Enternasyonal ve Bernstein revizyonizminden kendiliğindenciliğin günümüzdeki sağlı "sollu" biçimlenişlerine kadar ele alınmakta; hesaplaşmanın zeminine kendiliğindenciliğin altedilmesi oturtulmakt-adır. Bu, TDH'de günümüzün popüler ancak içi boş "iradecilik" vurgularından temelde farklı, en başta sübjektif iradenin kendisini güçlü bir ML ideolojik sistematikten aldığı bir yöntem olarak öne çıkmaktadır. Kendisini bir bütün olarak sisteme ve işçi sınıfının tarihsel rolünü oynamasını bizzat siyasal-toplumsal alanın içerisinden engelleyerek burjuvaziye destek sunan reformizme ve oportünizme karşı tanımlayan, kendiliğindenciliğin altedilmesi iradesini buradan alan ML bir önderlik perspektifi, TİKB III. Konferansı'nda ayırdedici yöndür.

"21. yüzyıla sosyalizmi yazacağız!" Burjuvazi, proletarya ve emekçi kitlelere düş görmeyi, sınıfsız-sömürüsüz bir dünyanın kazanılabilirliğine inanmayı unutturdu. Ona kapitalist bar-barlık içerisinde debelenmek zorunda olduğu "müjdesini verdi". Sosyalizmi, kapitalizmin egemenliğinin sınandığı tarihsel bir yol kazası ilan etti. Sosyalizm dalgasının geriye çekilişi ile birlikte, küçükburjuva oportünizminin üzerindeki ML ve sosyalist basınç da ortadan kalktı. Ufku siyasal devrimcilikle sınırlı küçükburjuva demokratizminin yaygınlığı, komünist parti ve örgütlerin etkisizliği, sosyalizmin, yukarıdaki sloganda dile gelen gelecek perspektifi ve iradenin en başta devrimci güçler içerisinden yıkıma uğramasına yol açtı. İşçi sınıfının ve devrimci hareketin mücadele gücünü, savaş kapasitesini yiyip bitiren bu duruma son vermek, komünist sosyal devrim örgütünün başta gelen görevi olmak durumundadır. İşçi sınıfı ve emekçilerin uğrunda tereddütsüz savaşacağı bir program ve onu kendisinde, pratiğ-inde cisimleştiren önder ve yönetici parti, bu gelecek yoksunluğu ruh haline, umutsuzluğuna son vermelidir. Bugün emperyalist kapitalist sistemin krizi, yürüttüğü topyekûn saldırının yarattığı ani ve yıkıcı sonuçlar, kapitalizm eleştirisine en vahşi ve görünen yönleri ile de olsa geniş kitleler nezdinde boy verdirmektedir. Bu derinleştirilmeli; antikapitalist savaşıma yön çizilmelidir. Ancak küçükburjuva oportünizminin yaptığı, üstelik burjuva milliyetçiliğine vb.ne kan taşıyacak tarzda, bu eleştirellik sınırları içerisinde kalmaktır. Öncü parti, işçi sınıf-ının ve emekçilerin karşısına dar ve krizin sonuçlarına karşı çıkma ile sınırlı bir kapitalizm eleştirisi ile çıkamaz. O, sosyalizm hedefini güncelleştirmeli; işçi sınıfı ve emekçi kitleleri, kapitalist barbarlığa alternatif bir toplumsal düzen sistematiği ile donatmalıdır. Kapitalist ekonominin yeni üretim örgütlenmesi, sendikaların dağıtılması, burjuva milliyetçi düşünüş ve ruh halinin derinleştirilmesi vb. gibi dünya proletaryasının çeşitli bölüklerinin bir ordu halinde hareket etmesini, işçi sınıfı hareketinin enternasyonalist gelişimini engelleyen birçok tarihsel ve güncel/dönemsel etmen karşısında kolektif işçi bilincinin geliştirilmesi yakıcı önemdedir. Komünist bir öncülük bunu gerçekleştirmeye aday olmalıdır. Programından güncel propaganda ve ajitasyonuna dek bu güçlü sosyalist gelecek perspektifi, aynı zamanda devrimci mücadelede proletaryanın ve partinin savaş kapasitesi ve solukluluğunu güvence altına almanın biricik koşulu olarak kavranmalıdır. TİKB III. Konferansı'nın ana çizgilerinden biri budur. Konferans, "Devrimin aşamaları konularındaki stratejik belirlemelerde karışıklığa yol açmadan programatik düşüncenin sosyalist propagandaya güç kazandıracak, onu ete kemiğe büründ-ürecek bir içerik ve canlılıkta sunulması, programın da buna temel hazırlayacak bir şekilde içeriklend-irilmesi" görevini belirlemektedir. Bu, evrensel ölçekte ML teorinin "Nasıl bir sosyalizm" sor-usuna ışık tutacak, küçükburjuva liberal, ulusalcı, halkçı, hümanist sosyalizm anlayışlarına sınır çekecek tarzda geliştirilmesidir en başta. İkinci olarak yalnız ülkemiz değil bir dizi yarı sömürge açısından önem taşıyan, antiemperyalist demokratik halk devrim programlarının içeriklendirilmesinde donmuş halkçı kalıplara yeni bir darbe vurularak azami programa can-

Page 36: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

lılık kazandırılması gerekmektedir. Günümüz dünyasında, özellikle de ülkemizde antiemp-eryalist antifaşist görevlerin daha derin bir antikapitalist içerikle doldurulması, sosyalizme kesintisiz geçişin güvencelerinin bugünden yaratılması, sınıf hareketinin örgütlenmesinde, partinin kadro yapısında ML ideolojik kimliğin güçlendirilmesine dek bir dizi görevi, TİKB bu anlayışla partileşme görevlerinin merkezine oturtmaktadır.

"Leninizm, proletarya devrimleri çağının teorisi ve taktiğidir." Leninist öncü taktik anlayışı, her türden kendiliğindencilik ve oportünizmden program, strateji ve taktik bağlantısını devrimci yön ve içerikle kurmasıyla ayrılır. II. Enternasyonal oportünizmi bu bağı koparttığı için sefil bir iflas halinde çökmüş, işçi hareketinin devrimci gelişiminin önünü kesmiştir. Bu noktadan baktığımızda II. Enternasyonal'in oportünist mirasının paylaşılamadığı ortadadır. İşçi hare-ketinin devrimci çizgisini kristalize eden ML bir politik ajitasyon, sloganlar, mücadele ve ör-güt biçimleri ile buna uygun bir çalışma tarzının geliştirilmesi, "bilinçsiz sürecin bilinçli yürü-tücüsü" olarak partinin karakteristiği olarak kavranmalıdır. Öte yandan genellikle dar örgüt çalışmasına özgü devrimci taktiğin gelişkin bir kavrayış ve uygulamasından yoksunluk, ör-güt çalışmasının işçi-emekçi kitle hareketine öncü taktik müdahale alanında toplanma za-yıflığı gibi temel eksiklikler, sürece etkin bir öncü müdahalenin önünde engeldir ve aşılmak zorundadır. Dönemin karmaşıklaşması ile birlikte küçükburjuva oportünist ve reformcu akımlarda çok daha derin savruluşlara yol açan Leninist öncü taktik anlayışına kapalılık ve bunun taktiklerden başlayan tasfiyeci kırılmalar halinde ortaya çıkmaya başlaması, bu alanda komünist hareketin iç güçlerinden başlayarak daha etkin bir konuma çıkmasını em-retmektedir.

Yalnız dünyanın genel durumu açısından değil ülkemiz yönünden de önder ve yönetici parti işlevlerinin yakalanması, güçlü bir dönem kavrayışının üzerine oturmak durumundadır. Bu, '80'lerin sonlarından itibaren, çeşitli toplumsal ulusal dinamiklerin (Kürt ulusal hareketi, işçi sınıfı hareketi, emekçi memur hareketi, vb.) gelişiminin irdelenmesinde ifadesini bulacaktır. Bununla da sınırlı kalınmamalı, Türkiye devrimci hareketinin genel gelişim seyri, ana çizgi-leri ile tanımlanmalıdır. Tarih ve gelecek köprüsünün doğru kuruluşu, en somut halini güçlü bir dönem kavrayışında bulur. TİKB III. Konferansı, "Sonuç Bildirgesi"nde bu kavrayışı yan-sıtmaktadır. Onun ayırdedici yönü, dönemin ana çizgilerini çekerken kullandığı yöntemle, TDH'nin bütününe yönelik bir sorumlulukla "süreç devrimciliği" ve bununla bağlantılı "yeni sağ tasfiyeci dalga" tespitlerinde bulunmasıdır. Devrim güçlerinin tıkanması, yorgunluk ve ağırlıklı olarak politik taktik planda –gerçekte ise bir bütün olarak ideolojik konumlanışta– sağ tasfiyeci tutumların hızlandırılmış bir tarzda ortaya çıkmasının temelleri ortaya konul-maktadır. Devrimci örgütlerin dar anlamda örgütsel zafiyetleri ya da kadroların irade yeter-sizlikleri vb. ile açıkladıkları tıkanmanın, bizzat kendilerinin ufku siyasal devrimcilikle ve mücadelenin belirli alan ve biçimleri ile sınırlanmış, nesnelliğe bağlı bir gelişim göstermeye mahkum "süreç devrimciliği"nden kaynaklandığı ortaya konulmakta; bunun yol açtığı sonuç ve kapıdaki tehlikeler net tanımlarla verilmektedir. TİKB III. Konferansı, geniş bir siyasal dönem kavrayışını, örgütün gelişim sorunlarının çözümlenmesinde olduğu kadar, süreci önden kucaklayan EKK ve AFMK politikalarının derinleştirilmesi ve örgüt pratiğine ileri düzeyden taşınmasında da sağlam bir güvence olarak görmektedir. Politikasızlığın, strateji-den kopuk, konjonktürel gelişmelere dayalı sözde taktik belirlemelerin, kitlelerin bilincinde öncü parti fikrini destekleyen temel bir zafiyetin panzehirini TİKB, dönemsel taktik ve poli-tikaları ile yakalamıştır.

Page 37: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Stalin, "Büyük bir enerji, büyük bir amaç için doğar" diyordu. TDH'nde bugün örgütlerin ana temalarından biri, kadroların enerjisizliği, yorgunluk ya da erken tükenişle, politik kadro ti-pinin yaratılmasındaki güçlüklerdir. Bunlar genellikle "kişilik" sorununa indirgenmekte, bi-rey düzeyinde ele alınmakta, ahlaki yargılama usulü, sık sık sorunu çözücü yöntem olarak benimsenmektedir. Sorun doğru tanımlanmadığından, çözümün de genel olarak etkisiz kal-dığını söylemek yanlış olmayacaktır. Kadroların ideolojik, politik, örgütsel, ruhsal, kültürel gelişimlerine sınırsızlık kazandıracak, devrimci yenilenmeye zemin yaratacak bir silahtan yoksundur bu örgütler: Marksizm-Leninizm ve sosyalist gelecek perspektifi! TİKB, kendi kadrosal gelişim sürecini, ortaya çıkan daralma, sıkışma ve yorgunlukları bizzat bu silaha başvurarak irdelemiş ve ana halkanın örgüt kadrolarının "büyük bir amaçla" donatılmasında olduğunu görmüştür. Kadrolarının gelişimini sınırlayan özgül gelişim sürecindeki özelliklere vurgu yaparak, onlara herhangi bir partinin değil, komünist önder ve yönetici partinin ku-rucuları olma misyonunu sağlayacak oldukça sancılı bir yürüyüşün omuzlanması potan-siyellerini kazandırmıştır.

"Bir dönem kapanmıştır". TİKB III. Konferansı Sonuç Bildirgesi, bunu söylemektedir. O, başta kendi devrimci iç savaşı –ki bu süreklileştirilmesi gereken bir iç savaş olarak ortaya konul-maktadır– ile kapanan değil, 21. yüzyılı devrimci tarzda kucaklayacak dönemin partisi ola-rak konumlanmaya yönelmektedir.

Aynı ölçütleri MLKP II. Kongresi'ne uyguladığımızda ise, karşımıza yerel ve kesitsel özel-likler gösteren bu Kongre'nin, politikalarda yalpalayan ve kuyrukçu, örgütsel planda da iradi vurguların yapay bir tarzda ön planda tutulduğu bir darlık, her iki açıdan da stratejik mevz-ilenme güçsüzlüğü içerisinde bulunduğu ortaya çıkmaktadır.

MLKP II. Kongre Belgeleri, "MK Çalışma Raporu", "Partinin Gelişim Çizgisi, Sorun ve Pers-pektifleri", "Uluslararası Genel Ekonomik ve Siyasal Durum Raporu" ile "İç Siyasal Durum Raporu" bölümlerinden oluşmaktadır. Ancak başlıklara göz atıldığında kolaylıkla kapılınab-ilecek "eksiksiz ve derinlikli" bir Kongre beklentisi, daha ilk sayfalarda tuzla buz olmaktadır! Sağ tasfiyeci basıncın etkilerinden de önce, bu basınca MLKP'yi dayanıksız kılan gözle görü-lür bir sığlık ve konjonktürellik dikkati çekmektedir. Bu Kongre'nin kapsamı ile ilgili yapılab-ilecek en ileri tanım, polis operasyonları sonucu her düzeyde alınan darbeleri telafi etmeye, örgütsel boşlukları doldurmaya ve örgüt güçlerini politik sürece "bir biçimde" müdahale edebilir konuma getirmeye dönük bir "örgütsel düzeltme" ve "kuvvet biriktirme" olacaktır.

II. Kongre belgeleri, Parti'nin hangi nesnel zeminle buluştuğunu ve ne içerikte bir dönüştü-rücü müdahalede –politika ve taktikler, mücadele biçimleri ve sloganlar– bulunduğunu an-maksızın, kazanıldığı iddia edilen mevzi ve başarıların sık sık hikaye edilmesi ihtiyacını or-taya koymakta, bu yönteme aralıksız her yerde başvurulmaktadır. Bunlar, iç örgütsel yapı bakımından "birlik kültürünün özümlenmesi, MLKP kimliğinin oturması", politik sürece "öncü müdahale" açısından ise "1 Mayıs 1996 cüreti, Uluslararası Kayıplar Kurultayı, komünist gençliğin zafer yürüyüşleri, ölüm orucu direnişi, Demokratik Eğitim Kurultayı etkinliği, 1997 8 Mart'ı ve Gazi Ayaklanmasının yıldönümündeki ısrar, 1 Mayıs 1997 vb" gibi olaylardı. Dikkatli bir okur, Belge-lerin bütününde MLKP'nin politik sürece müdahalesinin tanımlı ve bütünlüklü politika ve taktikler zemininde değil, kendi örgütsel evrimi de dahil olmak üzere "cüret, ısrar, taarruz, za-fer" gibi tanımlarda toplandığını tespit etmekte güçlük çekmeyecektir.7 Sakızlaştırılmasından

7 Sorun, karşıdevrim güçlerine karşı özellikle emekçi semtlerindeki antifaşist gençlikte yoğunlaşan daha militan bir duruşun tespit

Page 38: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ötürü oportünist tasfiyeci reformizme devrimci taktiklerin değersizleştirilmesi, karalanması için çok daha fazla fırsat veren, Parti ve çevre güçlerini coşturmaya dayalı bu tarz, MLKP'nin karakteristiğidir. Anılan başarıların bir kısmının MLKP'ye değil, genel olarak komünist ve radikal devrimci güçlere mal edilerek anılması gerektiğini, MLKP'nin örneğin ÖO'daki ro-lünü abarttığını, hele hele 1 Mayıs '96'nın karakteristik bütün çizgilerinde TİKB'nin imzası olduğunu, bazılarını ise MLKP'nin neredeyse diğer tüm faaliyetlerini askıya alarak yürüttü-ğünü vb. bir yana bırakalım. Yakın tarihe kısaca da olsa bir göz atma, bütün bu abartıları yerli yerine oturtacaktır. Asıl önemlisi "Marksist Leninist komünist" bir parti açısından bütün bu "başarıların ML bir öncü taktik müdahaleye dayanmadığının, gerçekte kitlelerin öncü kes-imlerindeki hareketlenmeyle birlikte partinin de belirli bir dinamizm sergilemesinden ibaret olduklarının görülemeyişidir. MLKP, iradi olarak hazırlanmış, teorik, dönemsel politik taktik ve örgütsel altyapısı olan mevzilerden söz etmemektedir. MLKP, yine az sonra göreceğimiz gibi örgüt faaliyetinin temel alanlarında bir derinlikten söz etmemektedir. O, "başarı" adına bu olayları anmasıyla kitle hareketinin antifaşist bir unsuru olduğunu ve en fazla bu ölçü-lerle değerlendirilmeyi istediğini ilan etmektedir.

"MK Çalışma Raporu", MLKP'nin, öncellerinin aritmetik bir toplamı değil, aksine "daha ileri bir sentez" olduğunu, partinin siyasal hattının "öncü partiden önder partiye" doğru "giderek... daha fazla belirginleşti"ğini, "birkaç onyıla sığdırılacak mesafeyi birkaç yıla sığdır"dığını belirt-mektedir. Bu mesafenin unsurları nelerdir? Teori, politik taktik ve örgütsel planda hangi hed-eflere ulaşılmıştır ve ne gibi yeni hedefler konulmaktadır? Ölçüyü TİKB III. Konferansı'nın genişçe tanımladığı önder ve yönetici parti fonksiyonları üzerinden koyduğumuzda kar-şımıza yukarıdaki böbürlenmeyi alabora eden bir tablo çıkmaktadır!

MLKP, ML teorinin çözümlemekle karşı karşıya olduğu sorunlara ilişkin BK Belgeieri'nde hiçbir şey söylemiyordu. Demek ki, Parti inşası daha ilk adımda "süreç olarak görevler" menşevik anlayışına dayanmakta; "irade" formülü boş çıkmaktadır. MLKP, "yeni bir Komünist Enternasyonalin oluşumunun sübjektif koşullarını olgunlaştırmaya katkıda bulunmak" hedefi doğr-ultusunda hareket edildiğini, daha fazla sorumluluk ve inisiyatif üstlenildiğini belirt-mektedir. Bu, tamamen ML teorik kuruculuk ve yeniden üretim misyonu ile ilişkili bir he-deftir. Ancak MLKP, bizzat Kongre Belgeleri'nde teorik çalışma alanında partinin kurulduğu '94'ten '96'ya kadar hiçbir "irade" gösterilemediğini itiraf etmektedir! O zaman uluslararası

edilmesi, bir partinin bu nesnel gelişmeyi kendi güçlerinde de sınıf mücadelesinin ve önderlik misyonunun kavranışına dayalı olarak daha ileriden yansıtıp yansıtmadığı değildir. Bu açıdan salt sınıf mücadelesinin bugünkü gereklerine değil, daha objektif olmak açı-sından MLKP öncellerinin geleneksel sağcılığına atıfta bulunarak söylenecek şeyler vardır. Bu açıdan birkaç adım atılmış olabilir. Ancak "cüret", kendisini salt "fiziki" biçimlerde göstermez; MLKP işte bunun farkında değildir. Olmadığındandır ki, ilk kez yakaladığı bu biçim, kendisine her şey gibi görünmektedir. Neden her olayla ilgili olduğu gibi, 1 Mayıs '97'ye ilişkin "özel" bir tanım yok? Emekçi kitle hareketinin geri çekildiği, devrimci hareketin maddi güç kayıplarına uğradığı, gerileme ruh halinin örgütlerin çevre güçlerine dek yansıdığı, öte yandan icazetli yasal reformcu partilerin Susurluk eylemleri sürecinde "atak yaptığı", sağ tasfiyeci dalganın ilk politik taktik örneklerinin bizzat devrimci hareketin içerisinde boy vermeye başladığı bir kesitte gerçekleşti 1 Mayıs '97. Devrimci Güç Birli-ği'ni oluşturan komünist ve radikal devrimci güçlerin maddi ve askeri bakımdan zayıf ama faşizme ve reformist tasfiyeciliğe karşı politik bir duruş olma anlamında iz bırakan taktiği, politik açıdan tam da bir "cüret" örneğidir! MLKP'nin kendi pratiğine hem yukarı-daki sığlık ve darlıkla hem de fazlasıyla "gönül gözüyle" baktığını -"Olan, olması gerekendir!"- belirtmeliyiz. Bunun bir örneği 1996 SAG-ÖO direniş sürecinin ele alınışıdır, istisnasız bütün devrimci örgütlerin cezaevi dışında öncü mücadelenin gereklerine uygun bir pratiği sergilemekte zayıf kaldıklarını, (özellikle ilk 1.5 aylık süreçte) MLKP eylem sonrasında kitle yayın organında yer alan bir yazıda kendisi tespit ediyordu. Şimdi ise bu hazırlıksızlığa parlak bir kılıf geçirilmektedir: "Kitle hareketinde gerilla tarzı." (s. 81) Dar örgüt güçleri ve tutsak yakınları ile sınırlı bir gücün kâh şurada kâh burada bir anlamda hazır kuvvet gibi hareket ettiği, daha geniş kitlesel güçlere eylemin son günlerde ulaşılabildiği anımsanacaktır. Ancak bu "tarz yaratma" iradesinden kaynaklanan, istenen, amaçlanan değil, aşılması gereken bir durumdur. MLKP, "Her şey mükemmel" tablosu çizebilmek ve temel zayıflıklarını kapatabilmek için böyle "küçük" perdelemeler yapmaktadır. Devrimci hareketin ezici çoğunluğu gibi MLKP'nin de SAG-ÖO sürecinden ajitasyonel bir malzeme olmanın ötesinde hiçbir ciddi ders çıkaramadığının bir itirafıdır bu.

Page 39: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

misyon adına ne yapılmıştır? Okur, baygınlık verici "eski içe dönük tarzın terkedil-mesi" başlığı altında, diplomatik ilişkilerin kurulması, bazı Parti Belgeleri'nin çevrilmesi ile uluslararası "ziyaretler"le yetinmek zorundadır! MLKP'nin yol aldığını, "yeni tarzı yakaladığını" belirttiği ya da zayıflık tespit ettiği tüm konularda –zayıflık çalışmaların bütünündedir– bunun teorik gelişimin, ön açıcılığın kılavuzluğunda yürümediğini açıklamak zorunda kaldığını görüyo-ruz. Parti askeri alanda "yeni bir askeri boyut"8 yakalamış, ama buna yön verecek bir teorik ça-lışmaya yönelmemiş... Parti işçi sınıfına bağlanma yönünde hiçbir gelişme katedememiş, zaten sınıf hareketinin teorik, politik, örgütsel ve pratik sorunlarının çözümlenmesinde de yol almamış... Politik yayın organı çekim merkezi olmuş, ama yayınlara "popülizmin kimi ciddi öğeleri" yansımış... Örnekler çoğaltılabilir! Ancak MLKP'de ML teorik üretim yoksunlu-ğunun, herhangi bir zafiyetten öte, günün temel sorun- politik pratiğin ML devrimci bir hatta yürümesi anlamında da temel sorun– olarak kavrandığına ilişkin tek bir gösterge yoktur. O, kendi başına bir şey ve yeni kadroların ideolojik düzeylerini yükseltme bağlamından ele alınmaktadır. MLKP'nin dönümsel politika ve taktiklerden yoksunluğunu, şu ya da bu tu-tumu ilkesel düzeyde ele almaksızın kolaylıkla benimseyebilmesini, kuyrukçu ve ara güç konumunu bizzat buradaki zafiyet ve perspektif yoksunluğunda aramak gerekmektedir. MLKP, merkezi önderlikten yerel önderliklere kadar asli görevlere yoğunlaşamama anla-mında genel bir "konum kaybı" tespiti yapmaktadır. Ancak "konum kaybı"nın aşma doğrul-tusunda hiçbir temel güvencenin olmadığı, gerek teorik üretim, onun hedefleri ve hangi noktalardan nelerle sınır çekilerek geliştirileceği konusundaki9 boşluklardan gerekse de müc-adelenin çeşitli alan ve dinamiklerinde partinin öncü müdahalesinin ele alınış içeriğinden anlaşılmaktadır. MLKP, öncü taktik müdahale kavramının yerine "öngörü"yü geçirmiştir:

"Partimiz çok haklı olarak iradenin roiünü kavrayışındaki sıçramayla" 'övün'mektedir (tırnak işareti, Kongre Belgeleri'ne aittir-DP). O halde her alanda Parti örgütlerimizin pratiğini/günlük çalışmala-rını tamamen Parti'nin öngörüleri yönetmelidir." (s. 114, abç)

Önce "öngörü"nün sözlük anlamını verelim: "Bir işin ilerisini kestirme veya bir işin nasıl yol alacağını önceden anlayabilme ve ona göre davranma"; eski tabirle "basiret"! MLKP, öncü partinin yerine "basiretli parti" kavramını icat etmiştir! Görmüş geçirmiş yaşlılar için bir övgü söz-cüğü olarak kullanılan bu kavram, komünist önder ve yönetici parti fonksiyonlarının yerine partiyi sınıf hareketine genel bir yönlendiricilikle sınırlayarak kendiliğindenciliğin ideolojik, örgütsel temeline bağlanır. Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında Leninist taktiğin tayin edici rolü konusunda MLKP de uzun uzadıya konuşabilir. Ancak o, bu yaklaşımıyla partinin işçi ve emekçi kitle hareketine hiçbir bütünlüklü "plan olarak taktik" sunamayışının, yerel örgüt ve kadrolarını politikasızlığa ve kendiliğindenci bir sürüklenişe mahkum edişi-nin, "süreç olarak taktik" anlayışının gerçek şifresini sunmaktadır bize. Tek başına "öngörü" ile tanımlanamayacak, öncü politika, taktik, sloganlar, mücadele ve örgüt biçimleri ve çalışma tarzı ile bütünlenmesi gereken Leninist öncü taktik –öngörüler de ancak o zaman yerli yerine oturabilir– anlayışından uzaklığını ele vermektedir. MLKP'nin politik önderlik kavramları yerine "cüret, ısrar" gibi meziyetleri geçirmesinin nedeni burada aranmalıdır.

İç örgüdeki yataylığın çok daha belirgin olduğu "Partinin Gelişim Çizgisi..." bölümü, işte bu

8 MLKP'nin kendi askeri pratiği ile ilgili bu tespiti tamamen abartıya dayanmaktadır. PKK pratiğini bir yana bıraksak dahi, maceracı bir temelde de olsa Türkiye'de azımsanmayacak bir şehir gerillası deneyimi vardır.

9 Teorik üretimden kastımız, MLKP teorik yayın organının son sayılarında yer verilen, savruluşlara açık, "deneme" tarzı, entel-ektüel çalışmalar değildir...

Page 40: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

yüzden şu soruların hiçbirini yanıtlamamaktadır: "Kürdistan'da devrimin sürdüğü" ve "Türki-ye'de de antifaşist cephe açmak gerektiği" gibi gazete yazılarında bolca ve çarpık bir anlayışla kullanılan ibarelerin dışında politik sürecin tanımlanması ve Parti'nin ona bağımsız müda-halesi neyin üzerine oturmaktadır? Yerel kadroların yönelimsizliği sonucu istenen yeri bu-lamadığı belirtilen sınıf çalışması, hangi evrelerde, hangi dönemsel politikaya dayalı özgül taktiklerle yürütülmeliydi? Belirlenen neydi? Birlik Kongresi'nde içeriksel bir tanımı veril-meksizin üstelik de "temel taktik" olarak belirlenen GGGD yönündeki gelişmeler neler ol-muş, parti bunlara hangi dönüştürücü yanıtları vermiştir? Partinin etkisini İSŞP'den ilerici aydınlara kadar artırdığından söz edilmektedir. Bu etki hangi siyasal ve örgütsel politikalarla yaratılmış, hangi güçlüklerle karşılaşılmış, bunlar nasıl altedilmiştir? Partinin dışındaki emekçilerle ilişkisinin örgütlü devrimci bir ilişki olarak gelişmesini sağlayacak volan kayış-ları, "görkemli" iddiası kitlelere önderlik olan partinin politika ve taktiklerini uygulamasında nereye oturmaktadır?

Soruları istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Nasıl olsa, MLKP'nin bu soruları ne kendisine sorduğunu, ne de yanıtlayabildiğin! göreceksiniz! Bu durumda "öncü partiden önder partiye" ibaresi, ajitasyonel ve boş bir söz derekesine düşmüş olmamakta mıdır?

"Öngörü" sorununu aynı zamanda örgütsel menşevizmin, federalizmin ve kendiliğindencili-ğin koyulaştırılması ile ilgili boyutu vardır. Parti inşası bir darbe de buradan almaktadır. Parti faaliyeti tek bir program, strateji ve tek bir taktik çizgi temelinde yürür. Ya "öngörü"? Bu, parti faaliyetinde tek bir çizgide kilitlenmeyi boşa çıkartır. ML teorik bir altyapı ve dö-nem kavrayışından yoksun bir partinin, bırakalım işçi sınıfı ve emekçi kitleleri, kendi güçleri üzerinde bile merkezi politik-örgütsel hakimiyeti sağlaması, "öngörülerinin" çok çeşitli yo-rumlara tabi tutup iyice kırılmaya uğratılmasını engellemesi mümkün değildir. MLKP, "güçlü merkeziyetçilik zaaflarının" temelini çeşitli alanlarda ortaya çıkan boşluklardan önce burada aramalıdır! MLKP, iradenin rolü ile övündüğü yerde, parti inşa görevlerinin karşı-sında gerçekte kendiliğindenci menşevik duruşu aşamadığını kanıtlamaktadır. O halde II. Kongre Belgeleri'nin gerçek kapsamı nedir? Aşamalı inşa anlayışının bir göstergesi olarak tepe-taklak çevrilmiş bir örgütsel inşa anlamında anlaşılması gereken "yeni örgütsel poli-tika"! içeriği örgütsel tadilat olan söz konusu politika, iki ana başlık altında toplanabilir: Bi-rincisi merkezi ve yerel önderlik sorunudur ki, asıl olarak "konum kaybı"nın giderilmesine yönelik palyatif önlemler sayılmaktadır. İkincisi ise "kuvvet biriktirme ve hazırlık"tır. Partinin gerçi "çok ciddi ve kapsamlı bir hazırlığa" sahip olduğu, ancak alınan darbeler nedeniyle bu-nun yenilenmesi gerektiği belirtilmektedir. Hazırlıktan kastı yukarıda anlatmıştık. Örgüt-lenmeye ağırlık verilmesi, "politik gidişatın üzerinde anlamlı etkide" (öngörü gibi bir kavram -DP) bulunabilmek için işbölümü, uzmanlaşma, kurumlaşmaya titizlenilmesi, üye ve aday üye sayısının artırılması, parti örgütlerinin çoğaltılması, çeşitli alanlardaki faaliyetin (politika ve taktikler anılmaksızın) yeniden inşa edilmesi, genel olarak çalışmanın niteliklendirilmesi görevi koyulmaktadır. Öte yandan, askeri alan ve pratik açısından da benzer bir hazırlık he-deflenmektedir.

Bu önlemlerin gerekliliği sorununu tartışmayacağız.10 Elbette ki siyasal ve örgütsel politikala-

10 Tartışmayacağız ancak şunlara değinmeden de geçemeyeceğiz: MLKP, yeni tüzüğünde Parti üyeliği için son onay merciinin il Komiteleri olması gerektiğini belirtmektedir. Bu, bir dizi nedenle örgüt saflarından yapay bir şişme getirecek, olumsuz sonuçlarını ise hem yakın hem de uzun erimde gösterecektir. Yerel önderlikler bir yana merkezi önderliğin de politik zayıflıklarına değinilen, bu açıdan "konum kaybı" tespiti yapılan Kongre Belgeleri, bütün devrimci örgütleri kesen genel düzey düşmesi sorununa işaret etmekte-dir. Gerek dönemin akışı, devrimci kitlelerin durumu, gerekse de partinin etkinlik düzeyi düşünüldüğünde, öte yandan üye alımına

Page 41: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

rın belirlenmesinden sonra iş gelip örgüt sorununa dayanmaktadır. Ve konulan örgütsel he-deflerin her birinin gerçekleştirilmesi, dinamik ama bir o kadar da deneyimsiz güçler üzer-inden, yoğunlaştırılmış bir çaba ile olacaktır. Nitekim TİKB III. Konferansı da örgüt sorununun bu yönüne güçlü vurgular yapmaktadır.

Ancak tam da burada yolların ayrıldığını görüyoruz. Aynı şey söyleniyormuş gibi iken, yol-lar yeniden çatallanıyor. Şimdiye dek MLKP'nin tasfiyeciliğe yelken açan politikalarının eleştirisine girmedik. Ancak tam da şimdi söylemek gerekiyor ki; MLKP II. Kongresi, ister politik ister örgütsel planda olsun, Parti'yi, ML amaç ve görevleri ile birlikte tanımlamamış olmanın, doğuşundaki konjonktürelliğin sancılarını çekmektedir! Tarih bilinci, güçlü bir dö-nem kavrayışı ve sosyalist gelecek perspektifinden yoksunluk, parti teori ve pratiğinin bu odaktan ele alınmaması, yatay bir genişlemenin yeterli olacağı düşüncesi, karmaşıklaşan bir süreci her açıdan çözümleyip devrimci tarzda karşılamanın önünde engel oluşturmaktadır.

Şimdi MLKP'deki tasfiyeci kırılmanın somut görüngülerine geçebiliriz.

MLKP sağ tasfiyeci dalganın içindedir!

Bizi asıl ilgilendiren, elbette ki MLKP'nin iç örgütsel yapısında gerçekleştirmeyi hedeflediği düzeltmeler, bunların derinliği, isabetliliği veya isabetsizliği değildir. Biz, onun devrimci bir örgüt olarak süreçteki ideolojik-politik konumlanışı ile ilgiliyiz. Yeni sağ tasfiyeci dalganın –kitle hareketinin gerilemesiyle daha bariz bir biçimde– bizzat daha önceki tasfiyeci akıma karşı devrimci bir duruş sergileyen örgütlerin içerisinde ortaya çıkmaya başladığı göz önüne alınacak olursa, buna verdiğimiz önem daha iyi anlaşılır. Bu konuda başvurulması gereken temel ölçüt ise, sağ tasfiyeciliğin ideolojik-politik ve örgütsel bakımdan karakteristik çizgileri ile devrimci bir örgüt arasındaki sınırın netliği, barikatın sağlamlığıdır.

yetkili kılınan parti örgütlerinin (ki kastedilen semt örgütlerinden başkası olamaz!) düzeyinden bakıldığında Türkiye'nin bugünkü koşullarında bu Leninist değil menşevik normların güçlendirilmesinden başka bir şey değildir. II. Kongre, menşevizmi tüzüğe bir kez daha taşımaktadır.

İkincisi ise, sekreterlere biçilen misyondur. 4-5 sayfa boyunca işlenen bu konu, komünist bir örgütün ancak kolektif bir atılımla, örgüt komitelerini güçlendirerek üstesinden gelebileceği sorunlar karşısında bürokratizme, bireysel yönetim tarzına ve yerel şef kült-ürüne yol vermektedir. DHKP/C ve PKK taklitçiliği burada da sırıtmakta; sekreterin "bireysel yönetim ve inisiyatifinin geliştirilmesi" "formülü"ne sarılınmaktadır. Öte yandan ise sekreterlik misyonu, işlevli bir komite üyeliğinin asgari gerekleri olan "toplantılara haz-ırlıklı gelmek, organ üyeleri arasındaki ilişkinin ve bilgi akışının düzenlenmesi" gibi teknik bir içeriğe sıkıştırılmaktadır. Bu, MLKP'nin sorunları alabildiğine daraltarak ve hiçbir derinlikli çözüm perspektifi geliştirmeksizin, "ayaküstü" ele almasının Kongre düzeyinde bir örneğidir.

Page 42: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Lenin, şöyle diyordu: "Kişi, belirli bir anda belirli bir harekete neyin zarar verdiğini ve bugün par-tiye gerçek siyasal tehlikenin nereden geldiğini somut olarak bilmek zorundadır. İkincisi, öne sürülen taktik sloganlardan –ya da, belki de, belirli bazı sloganların olmayışından– hangi gerçek siyasal güçlerin yarar sağladıkları bilinmelidir." (İki Taktik, s. 123, abç)

Biz de bu ölçüyü kullanacağız. Kullanacağız ki; Lenin'in deyimiyle "özde devrimci olmaktan sözde devrimci olmaya doğru yozlaşabilen ve bazı yerlerde de yozlaşmakta olan hareket için gerçek tehlike yaratan bir gerilim"in hangi somut sonuçlara yol açtığını MLKP özgülünde daha iyi gösterebilelim!

"Hakkını yememek" için belirtmek gerekiyor: MLKP II. Kongresi de sağ tasfiyeci dalganın varlığı üzerinde tespitte bulunmaktadır. Bunun somutlandığı –demokratik anayasa, anayasal reformculuk gibi– çeşitli taktik ve sloganları da anmaktadır. Ancak MLKP'nin yüzeysel de olsa eleştirilerine maruz kalan bir DHKP/C'nin bile tasfiyeci akımdan, onun tehlikelerinden söz ettiği koşullarda, "Marksist Leninist komünist" olduğu iddiasındaki bir partiden çok daha fazlasını beklemek gerekir. Dolayısıyla tek başına bunda bir "başarı" görmek mümkün değildir! Nedenine gelince, çok kısa olarak şunu söyleyebiliriz:

MLKP çizgisi, programı, stratejisi ve onun dönemsel-güncel yeniden üretimi olarak taktik-leri, tasfiyeciliğin tüm unsurlarını birbirini tamamlayacak şekilde değişik boyutlarda barın-dırmaktadır. MLKP, "eleştirdiği" tasfiyeci dalganın dışından değil, pekala içinden konuş-maktadır. Tasfiyecilik tespitinde işaret ettiği, onun kendi çizgisinde de varolan ideolojik kö-kenleri değil, kimi güncel taktiksel boyutları ve en görünürdeki halidir. Bundan dolayı da, tasfiyeciliğe karşı ideolojik, politik mücadelenin devrimimizin gelişimi açısından tayin edici rolünü görememekte; en çıplak biçimleri de dahil olmak üzere oportünist ve reformcu tasfi-yecilik karşısında hayırhah bir duruş sergilemektedir.

Bütün bunların II. Kongre'de politik onaydan geçerek bir üst düzeye taşınmasıyla, o, tasfiye-ciliğe karşı mücadele eden değil, ona kan taşıyan bir rol oynamaktadır. Bunun Marksizm-Leninizm adına yapılması ise, proleter sosyalizm tarafından açığa çıkarılması güç olmayan, ancak devrimci kitlenin genel düzeyinin geriliği ile birlikte düşünüldüğünde tehlikeli ve sinsi bir ideolojik tasfiyeciliğin ifadesidir.

Buharlaştırılan sosyalizm, "dogmatik" ML

MLKP, ideolojik konumu, program ve stratejisi ile zaten ufku öncelleri gibi sosyalizmi ku-caklayan küçükburjuva halkçı devrimci demokratik bir örgüttür. Bu nedenle II. Kongre'de sosyalizmin buharlaştırıldığını söylememiz, ilk bakışta bu tespitimizle çelişkili bulunabilir. Ancak bu fazlasıyla düz bir yaklaşım olacaktır. MLKP'nin sosyalizme ve Marksizm-Leni-nizm'e yaklaşımı da, TİKB III. Konferans Belgelerinde küçükburjuva halkçılıkla sınırlı dev-rim programları ve pratiğine ilişkin yapılan tespitin yeni bir doğrulanmasını buluruz. Bilin-diği gibi küçükburjuva demokratizmi, '89 çöküşü öncesinde sosyalizmin dünya çapında –oldukça hızlanmış bir iniş trendinde de olsa– etkisinden ötürü, kendisini sosyalizm formu içinde tanımlıyordu. Demokratik, hatta ulusal kurtuluş hareketleri için geçerli bir durumdu bu. MLKP öncelleri açısından ele aldığımızda, bunların uluslararası komünist hareket için-deki saflaşmada modern revizyonizm ve (çok geç ve köksüz de olsa) Üç Dünyacı ve Maocu

Page 43: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

revizyonizme karşı mücadele bayrağını yükselten Arnavutluk Emek Partisi'nin safında yer almaları, daha da özgül bir çerçeve oluşturuyordu. Ancak '89 sonrası itibarıyla bu durum köklü bir tarzda değişti; hatta tersine dönerek sosyalizan söylemden bir kaçış başladı. ML'nin genel tanımlanış/kavranış çerçevesi, devrimcilik-reformculuk saflaşmasında genel olarak devrimcilik yönünde tutum alışa doğru gerilerken, ML ideolojinin yeniden üretimindeki zayıflık ve sosyalizme karşı açılan burjuva ideolojik savaş, küçükburjuva çizginin (ve örgütl-erin) ondan gitgide bağımsızlaşmasını getirdi. Bunun uluslararası çaptaki bir örneği EZLN ise, bölgesel simgesi ise PKK'dir. Bu nedenle MLKP BK Belgeleri'nde dünyada sosyalizmin çöküşü ile birlikte ortaya çıkan yeni durumun Türkiye'deki antirevizyonist kampta bulunan güçler açısından bir yıkım getirmediğinin iddia edilmesi, MLKP açısından aşırı bir iyimserlik değil, açık bir körlüğün ifadesidir. MLKP, bırakalım öncellerinin ve kendisinin durumunu, EMEP gibi Aydınlık omuzdaşlarının bu kampın içerisinden çıktığını dahi de-ğerlendirememektedir.

Gerçekte bu körlüğün temeli MLKP'nin kendi konumlanışında; ML'nin evrensel tezleri ve sosyalizm perspektifi ile olan mesafesindeki büyüyen açıklıktadır.

ML teorinin kılavuzluğu sorununun ele alınışında, özellikle MLKP II. Kongre Belgeleri'nde kimi kez satır aralarına sıkıştırılmış, kimi yerde açıkça savunulan, o mide bulandırıcı "dogma-tizm" ibaresi sırıtmaktadır. "Dogmatizm", bütün Marksizm kaçkınlarının, Leninizmi "aşılmış" veya "yerel bir sosyalizm türü" olarak göstermeye çalışan oportünizmin her zaman için gözde bayrağı olmuştur. İşte görüyoruz ki; MLKP, kendi teorik üretim faaliyeti ile ilgili olsun, dev-rimimizin temel sorunları ile ilgili olsun, bu kirli slogana dikkat çekecek ölçüde fazla baş-vurmaya başlamıştır. Bu, "o yolun" bütün yolcularında olduğu gibi, kabuğun fazla geldiğinin bir ölçüsü olarak anlaşılmalıdır. MLKP'nin antirevizyonist kampta '89 öncesi bir zayıflıktan söz ederken, gerçekte devrimci hareketin temel hastalığını görmediğini itiraf ettiği BK Bel-geleri'nde şu yaklaşıma dikkat edilmelidir: "Ülkemizde komünist hareketin özellikle teo-rik/ideolojik olarak uluslararası komünist hareketin belirleyici etkileri altında şekillendiği ve teori so-runlarında hazırcı bir geleneğe sahip olduğu itiraz kabul etmez gerçeklerdir." (s. 183)

"Hazırcılığın" bazıları açısından fazlasıyla geçerli olduğu, hatta önlerine hazır konulmuş olanı yiyebilmek için önce midelerini epeyce boşaltmak zorunda kaldıkları malum! Bizzat MLKP öncelleri de bunların içindeydi. Ancak burada önemli olan, dünya devriminin kade-rini belirleyen saflaşmada (modern revizyonizme, Üç Dünyacılığa ve Maocu revizyonizme karşı mücadele) hasbelkader doğru tarafta yer almanın MLKP tarafından bugün nasıl de-ğerlendirildiğidir. Bu, dün Devrimci Yol, bugün DHKP/C gibi modern revizyonizmden ko-pamamış ortayolculara özgü mantığın ta kendisidir. Ayağa düşürülmüş ifadesi, "Kabe psi-kolojisi"dir. '89 sonrasında burjuvazi devrimci hareketin artık ideolojisiz kaldığını ilan eder-ken, yasalcı reformizme evrilen tasfiyecilik bunu "Kâbelerin yıkıldığını" sevinçle karşılayarak tamamlamıştır. Ona göre artık "sol" içinde dışardan dikte edilen yapay saflaşmalara son vermenin zemini doğmuş oluyordu. MLKP, işte bugün bu noktaya gelmiştir. Öte yandan, uluslararası komünist hareketin "belirleyici etkisi"ne gelince; kimse kendisini aldatmamalı-dır! Bu etkinin en fazla altında kalmış görülenlerin, hatta kendilerini onun temsilcisi gibi gösterenlerin –kastettiğimiz TDKP'dir ve MLKP daha 1995'te onu tasfiyecilikle suçladığımız için DP'yi eleştiriyor ve TDKP'yi de "proleter sosyalizmin unsurlarından" sayıyordu– ML bir yana, devrimciliğin ilkelerine bile bir tekme vurmada herkesten önce davrandıkları, gözü-müzün önündeki örnekleriyle ortadadır.

Page 44: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

MLKP, bizzat kendi doğuşunu bu açıdan "milat" saymakta ve ML'nin "statik, dogmatik kav-ranışından arınma" yönünde bir zafer olarak pazarlamaktadır. Bu çizginin bir sıçrama ol-duğu doğrudur; ama ML teori ve onun evrensel ilke ve tezleriyle aradaki mesafeyi açma an-lamında bir sıçramadır bu. Aksi takdirde, devlet, antifaşist cephe,11 işçi sınıfı hareketi, emperyalizm-yarı sömürge ülke ilişkileri12 ve daha bir dizi konuda bunları kuru, "kitabi", "teorik" yaklaşımlar olarak kolayca omuz atılıp geçilebilen sözde ilkeler olarak bu kadar ra-hat ilan edebilir ya da doğrudan doğruya böyle bir pratiğin içerisine girebilir miydi!

Aşağıdaki bölümlerde de göstereceğimiz üzere, MLKP'nin sorunu temeldedir. O, konjonk-türden bir siyasal pratik ve örgüt inşa etmeye kalkışmıştır. Evet, eğer koşullar çok elverişliyse bunun yapıldığı sanılabilir. Ama konjonktürden teori inşa edilmez! Yapılmaya kalkıldığında da ancak gazete haberleri ve antimarksist ideologlardan "ilham" alınabilir. Burjuvazinin zengin ideolojik çöplüğü karıştırılır ve ele geçene kendi malıymış gibi sahip çıkılır!

Aynısı sosyalizm hedefi için de geçerlidir. Elbette ki sosyalizm, nihai amaç gibi hedefler, MLKP (ve öncelleri) için daha önce de bir lafızdan başka bir şey değildiler. Kapitalizmin yo-ğunlaştırılmış saldırısı ile birlikte sistem tartışmasının güncelleştiği, işçi sınıfı ve emekçi kit-lelerin krizin belirli sonuçları üzerinden de olsa kapitalizmi yargıladığı, sosyalizm için bütün dünyada çok daha olgunlaşmış maddi koşulların bulunduğu bir dönemde, onun sosyalizm hedefinin güncelleştirilmesi, kitlelere sosyalizm perspektifinin taşınması gibi bir sonuca ulaşması olanaksızdı! Ve bunun ancak içi boşaltılmış lafzını sakızlaştırmak biçiminde yapa-bilirdi. Ancak MLKP, buna da kapalıdır. Kürt ulusal hareketinin yükselişine dayalı erken devrim hayalleri içinde gözünü açan MLKP, sosyalizmin, nihai hedefin artık rüyasını bile görememektedir. MLKP'ye göre demokratik halk devriminin özü politik özgürlüğün kaza-nılması, onun da özü ulusal kurtuluş devriminin "Batı'ya taşınması"dır. Bu perspektifden sosyalizmin "çıkmayacağı" yorumunu biz yapmıyoruz. II. Kongre Belgeleri, ne uluslararası durumla bağlantılı olarak ne de devrimimizin gelişimi ile ilişkilendirerek sosyalizme dair tek bir söz söylemektedir.

Biraz geriye gidelim. MLKP öncellerinden TKP/ML Hareketi, parti demokratik devrim süre-cinde "İşçi sınıfına ve proleter olmayan emekçi yığınlara... bu köklü ekonomik tedbirlerin demokratik kapitalist çerçeveyi aşmayacağı... propagandasını yapar" diyordu. TİKB'den gelen eleştiriler üze-rine, daha sonra kurulan MLKP'nin programında böyle bir ibare yer almadı. Bunlar Maocu-luk sözde reddedildikten yıllar sonra bile hâlâ onun çürütücü bir etkiye sahip olduğunun göstergeleri idi. İşin özüne gelecek olursak MLKP bunu bugün de sürdürmektedir. Demok-ratik aşamada donmuş devrim anlayışı (MLKP, sosyalizmi, proletaryanın iktidarı küçük-

11 2 yıl önce MLKP'nin balıklama daldığı, ancak hüsranla sonuçlanan "cephe" tartışmalarında, TİKB'nin sorunu öncelikle programatik ve proletaryanın hegemonyası temelinde sınıfların ittifakı düzleminde ele alması (bkz. Orak Çekiç, sayı 89, Nisan-Mayıs 1996), MLKP'ye tam da böyle görünmüştü!

12 Bu durum onu çok yönlü savruluşlara götürmektedir. II. Kongre Belgeleri'nde, bu savruluşların çeşitli örneklerini (bizzat MLKP'nin kendi kendisi ile de çeliştiği örneklerdir bunlar) göreceksiniz. Tipik bir örnek, emperyalizmle yarı sömürge ülkeler arasındaki ilişkinin tanımlanmasıdır. MLKP, "Uluslararası Genel Ekonomik ve Siyasal Durum" başlıklı bölümde, Güneydoğu Asya ve Anadolu "Kaplan-ları"nın, Polonya vd. ülkelerin emperyalist ülkeler ve uluslararası tekellerle rekabet gücüne sahip, dinamik ekonomiye sahip olduğunu iddia etmektedir. Öte yandan ise, aynı ülkelerin hükümetlerinin IMF ve Dünya Bankası'nın birer "sömürge valisi" konumunda oldukla-rını belirtmektedir. Lenin, "Bir oportünist her formüle kolayca imzasını atar ve onu kolaylıkla terkeder, çünkü oportünizm demek, kesin ve sağlam ilkelere sahip olmamak dernektir" diyordu. MLKP, bunun canlı örneğidir. Yarısömürge ülkelerin emperyalizme ba-ğımlılığı ortadan kalkmış mıdır? Emperyalizm bile yarısömürge bağımlı ülkeler arasındaki ilişkide bağımlılık olgusunun üzerinden atl-ayan bir tanımlama, Leninizme ait değildir. Ya kime aittir? Bu pek "dinamik" "kaplanlardan" Güneydoğu Asya ekonomileri, şimdi ne durumdadır? Ayrıca kapitalizme reklam broşürü yazmak MLKP'ye mi düştü ki "dinamik ekonomi" vb. gibi burjuvazinin kavramları ile konuşmaktadır?

Page 45: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

burjuvaziyle paylaşacağı bir siyasal rejim altında inşa edeceğini ilan etmiştir), geçmişte sor-unu ekonomik tedbirler biçiminde koyarken, şimdi politik özgürlüğün kazanılması ile sınırlı bir ufuk olarak belirmektedir. Ancak devrimin gelişiminin Kürt ulusal hareketine endeksli olarak ele alınması, bunu çok daha geriye çekmektedir. MLKP'ye göre işçi sınıfına taşınacak bilinç "antifaşist siyasal" karakterdedir ve komünist ve devrimci hareketin zayıflığını bu noktada görmektedir. Bu durumda II. Kongre Belgeleri'nde sosyalizmin adının dahi doğru dürüst anılmamasına, dahası, devrim ve sosyalizm ibaresinin yerine sık sık "özgürlük ve sosyalizm"in kullanılmasına da şaşmamak gerekir.

Tarihin cilvesine bakın ki, "Marksist Leninist komünistler" sosyalizmi "buharlaştırmışlardır"!

Proletarya devrimciliğinden kaçar adım

MLKP'de sağ tasfiyeci kaymanın en gözle görülür unsurlarından biri de, işçi sınıfı devrimci-liği kulvarında bulunduğu iddiasından teorik, politik ve örgütsel planda gitgide kaçar adım uzaklaşma halidir. MLKP, bunu bir DHKP/C gibi proletaryanın tarihsel rolü ve devrimci yet-eneklerine doğrudan ve açık bir saldırı biçiminde yürütmemektedir. Hatta BK Belgeleri'nde kendi güçlerini kastederek bu yönde bir kaymanın varlığına işaret etmektedir:

"Komünist hareket, içinden geçmekte olduğumuz bu dönemde, sınıfa karşı teorik ve pratik pozisyonla-rından geriye savrulma tehlikesi ile karşı karşıyadır."

Ancak MLKP çizgisi, program, strateji ve pratiği, bu savrulmayı giderme değil, aksine daha da derinleştirme ve sistematize etme yönünde etkide bulunmuştur. DHKP/C'nin açıkça yap-tığını o, daha sinsi bir ideolojik/politik bozma biçiminde yürütmektedir. MLKP'nin program ve stratejisine burada uzun uzun girmeyeceğiz. Şimdilik asıl konumuz, onun II. Kongre'deki yeniden üretimidir. Ancak görülmesi gereken, MLKP'nin proletaryanın tarihsel rolü, dev-

Page 46: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

rimdeki hegemonyası ve sosyalizm hedefi konusundaki ML tezleri tamamen devre dışı bı-raktığıdır. MLKP'nin programında Türkiye'de "emek-sermaye çelişkisinin temel olduğu" yazılı-dır. Ama yalnızca yazılıdır! Böyle tanımladığı bir toplumda o, stratejisini tamamen "Kürt ulusal devrimini Batı'ya taşımak" üzerine kurmuştur. Devrimin ve MLKP faaliyetinin politik içeriği de buna indirgenmektedir. Sadece politik içeriği mi? Aynı zamanda coğrafi sınırları da! "Marksist-Leninist" parti, proletaryayı anmaksızın, genel olarak Türkiye'de ve kentlerde çalışmak gerekliliği sonucunu bakın nereden çıkarmaktadır:

"Partimiz, Kuzey Kürdistan'da faaliyet örgütlerken iki temel unsuru hareket noktası yaptı. Bunlardan birincisi, Kürt yurdunun Kuzey parçasından başlayan ulusal kurtuluş devriminin sürd-üğü; ikincisi ise ulusal özgürlük talebini bastıran faşist sömürgeciliğin yerle bir edilmesinin en ola-naklı, en kısa ve gerçek yolunun, Türkiye'de de bir devrimci savaş cephesinin yaratılması olduğuydu...

Bu belirlemeler, her şeyden önce, asıl güçlerimizi Türkiye'ye, onun belli başlı sanayi kentle-rine mevzilendirmem izi, Kürdistan'daki faaliyeti buna bağlı olarak düzenlememizi koşul-landırdı. Partimiz, tüm gücüyle ve öne sürdüğü taktiklerle Batı'da nesnel olarak var olan ikinci cepheye, antifaşist bir nitelik ve savaş çizgisi kazandırma hedefine kilitlendi." (II. Kongre belgeleri, s. 121, abç)

Halkçılığın özel bir bulamacı ile doldurulmuş bu kafaya, Kürdistan'da olsun, Türkiye'de ol-sun faşist diktatörlüğün tek melanetinin ulusal özgürlük talebinin bastırılması olmadığını, onun asıl olarak emperyalizme bağımlı ücretli kölelik düzeninin devlet aygıtı olduğunu anımsatmak zorunda kalıyoruz. Devrimci okur, bu mantıktan kendi misyonunu en devrimci sınıfın tarihsel rolünü oynamasına komuta etmek diye belirlemesini; Kürdistan'da da emek-sermaye çelişkisinin temel olduğunu söylediği Türkiye'de bu amaca kilitlenmesini bekleye-bilir mi? Yardımcı oyuncu rolüne aday olanlar, proletaryayı da bu zeminde düşünecek, ona en iyi durumda savaşkan bir halk sınıfı gözüyle bakacak, proletaryanın mücadelesinin bu-günkü gibi geriden seyrettiği koşullarda ise daha da geriye gidilecektir. Zaten sosyalizm he-defi ile selamın sabahın kesilmesi, tam da bunu koşullamaktadır. İyi de, bunun DHKP/C'nin "halkın mücadelesi" adına yaptığından ne farkı vardır!

MLKP'de proletaryanın yerini semtler almaktadır. DHKP/C usulü halkçılıkla bir buluşma daha! MLKP'yi belirleyen, antifaşizm ve onun Türkiye'deki baskın biçimi olan semt devrim-ciliğidir. Bu, Gazi Antifaşist Halk Direnişi sonrasında başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde devrimci hareketi pratik örgütleme sorunu ile karşı karşıya getiren (ki bu karşı kar-şıya gelişten bir tek, sözde "işçi sınıfı devrimciliği" adına antifaşist mücadelenin militan gö-revlerinden kaçan Ekim ve reformist EMEP rahatsız olmuşlardır) gençlik ağırlıklı antifaşist dinamiğin kucaklanması çabasından kaynaklı geçici ve düzeltilebilir nitelikte bir kayma de-ğildir. Semtlerin heterojen yapısı, mücadelenin buralardaki seyri ve bunun algılanışı, MLKP'nin politik çizgisine denk düşmektedir. MLKP, Gazi Direnişi sonrasında nispeten gen-işleme imkanı bulduğu -ki bu her örgüt için geçerlidir- emekçi semtlerini her şeyin merkezi ve her derde deva olarak görmektedir. Burada MLKP açısından bir tutarsızlık yoktur. Değil mi ki görev Türkiye'de de antifaşist bir cephe açmaktır; o zaman "antifaşist mücadelenin üsl-eri" (BK Belgeleri) olarak emekçi semtler, bu faaliyetin merkezine oturmak zorundadır.

MLKP, her şeyi semtlerle halletmektedir! Semtler ona göre –bir proletarya eksiğiyle– kent-lerdeki emekçi sınıfların tamamını barındırmaktadır. "Kadı kızına" özgü bu kusura rağmen,

Page 47: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

antifaşist cephenin, lokal ayaklanmaların yükseleceği yerler semtlerdir. İşçi sınıfının örgüt-lenmesinden tutalım da, "Türk-Sünni emekçilerin" devrime kazanılacağı yerlere kadar hep semtler söz konusu edilmektedir. Dahası var: MLKP, kendi örgütsel tadilatının da semt ça-lışmasına dayanacağını ilan ederek, gerçekte hangi sınıfın, hangi çizginin partisi olduğunu ortaya koymaktadır. Bir yandan proletarya içerisindeki çalışmada yol alınamadığı belirtilir ve bundan asıl olarak alan içi güçler ve yerel önderlikler sorumlu tutulurken, öte yandan ise yerel önderliklere şu direktif verilmektedir:

"Her yönü ile (örgütlenme düzeyinin yükseltilmesinden kadrolaşma çalışmasına, olanakları tanımadan kitle gücümüzün eylemlere seferber edilmesine kadar vb.) örgütsel kendiliğinden-ciliğin bütün görüntü ve belirtileri ile en kapsamlı mücadelenin sürdürüleceği en önemli alanlar semtlerdeki Parti örgütleridir." (II. Kongre belgeleri, s.119-120, abç)

Emekçi semtlerindeki antifaşist dinamiğin örgütlenmesi, devrimci bir görevdir ve ihtilalci komünistler de bunu AFMK pratiğini politik ve askeri planda açarak yerine getirme yolun-da, henüz o kendisini olgunlaşmış haliyle göstermeden öncü bir tutum almışlardır. Ancak emekçi semtlerindeki örgütlenme proletarya devrimciliği perspektifi ile yürütülmediği tak-dirde, hem sınıf çalışmasının iptali hem de semt çalışmasının halkçılığı besleyecek bir ideo-lojik, politik-örgütsel zemin yaratma tehlikesinin varlığına da dikkat çekilmiştir. TİKB mer-kez yayın organı Orak-Çekiç'in 87. sayısında (Eylül 1995) yayınlanan "Semtlerdeki Dina-mikler, Halkçılık Tehlikesi ve Komünist Çalışma" başlıklı makale, doğru rotayı belirlemeye yönelikti. Küçükburjuva devrimci örgütler ise, başta DHKP/C olmak üzere, Gazi Direnişi sonrasında emekçi semtlerindeki antifaşist uyanış ve hareketliliği tek yanlı teorize ettiler. "Her mahalleye bir ayaklanma" ajitasyonu, dergi sayfalarını kapladı. Semt devrimciliğinin ölçüleri, genel olarak devrimciliğin ölçüleri olarak kabul görmeye başladı. İşte bu zeminde antifaşist mücadelenin militan görevlerine kapalı Ekim gibi örgütlerle küçükburjuva halkçı örgütler arasında uçlardan bir polemik gelişti: "İşçi sınıfı içinde çalışma mı, semtlerde ça-lışma mı?" Küçükburjuva halkçılık, hasmının zayıf yanını da kullanarak, ama bununla da sınırlı kalmaksızın genel olarak proletaryanın tarihsel rolüne saldırıya geçerek bu tartışmada yer aldı. MLKP'nin bu polemiğe atıfta bulunurken kullandığı argümanlara ve jargona, DHKP/C ağzını kullandığına dikkat edilmelidir. Teması, "halk gerçekliğimiz", "devrimin şab-loncu ele alınmaması gerektiği" vb. üzerine oturmaktadır.

Ancak MLKP, dünyanın emekçi semtlerin üzerinde durduğunu ilan ederken, halkçılık zemi-nindedir ve bu duruşu ile karşısındaki oportünizmi güçlendirmektedir. MLKP, semt dev-rimciliğini proletarya devrimciliğinin yerine geçirirken, tam da bu devrimciliğe özgü bir tarzda yüzeysellik kusmaktadır. Şeklen de olsa, bu alandaki çalışmada halkçılıkla nerelerden, hangi perspektifle sınır çekilmesi gerektiği, olası ya da mevcut kaymaların nasıl somut-landığı üzerine tek sözcük etmemektedir. MLKP, gerçekte "semt gerçekliği"ni de çözümle-memiştir, bilincinde değildir. Bir 70'li yıllardan farklı olarak emekçi semtlerinin bugün kapi-talist üretim örgütlenmesi içerisinde nasıl konumlandırıldıkları, nasıl bir sosyolojik değişim ve politik evrim gösterdikleri bizzat bu gerçeklikle bağlantılı olarak semtlerdeki çalışmada alışılagelmiş, klasik iradi bir tarzda değiştirilmesi gerektiği yönünde de bir belirleme yoktur. İşçilerden kadınlara, "bir esnaf hareketi yaratma" hedefiyle esnaflardan emeklilere kadar "her kesime" hitap eden bir semt çalışması, açıkçası içerikten yoksun yürütülmektedir. Küçük-burjuva halkçı örgütleri genel olarak kesen antifaşizm ekseni, MLKP'yi de belirlemekte; emekçi semtlerindeki iniş çıkışlarla birlikte o da genleşip kasılmaktadır. Ancak elbette ki

Page 48: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

"Marksist Leninist komünist parti" semtlere bu etiketini terketmiş olarak girmektedir!

Peki, MLKP'nin işçi hareketine öncü taktik müdahalesine geldiğimizde nasıl bir tablo ile kar-şılaşıyoruz? Proletarya devrimciliği, irade, vb'nin yerini burada tam bir kendiliğindencilik ve EMEP tarzı bir sendikalizm almaktadır. Sıvıların bulundukları kabın şeklini alması gibi, semtlerdeki antifaşist zeminin itilimi ile militanlık, cüret vb. ajitasyonu yapan MLKP, geri düzeyde seyreden işçi hareketinin sendikalist formuna uyum sağlamaktadır. MLKP'nin işçi hareketinin devrimci dönüşümüne yönelik hiçbir stratejisi ve taktik planı yoktur. Menşevik kuyrukçuluk, en belirgin haliyle işçi hareketine öncü müdahale sorunlarında ortaya çık-maktadır.

Yıl 1995. Türkiye proletaryası ve emekçi kitleler, 5 Nisan 1994'ten itibaren tarihlerinin en kapsamlı saldırısıyla karşı karşıyadırlar. TİKB'li komünistler, bu saldırıya karşı EKK talep ve sloganları temelinde öncü taktik politikalar formüle etmişlerdir ve bulundukları alan ve ze-minlerde "sınıfa karşı sınıf", "saldırıya karşı saldırı" duruşunu taşımaya çalışmaktadırlar. Kuşkusuz bu politikalarla işçi hareketinin düzeyi ve gelişim seyri arasında –onların formül-asyonu sırasında da gözönüne alınmış– bir açı vardır. Ancak TİKB'li komünistler, po-litikalarını taşıdıkları alanlarda belki işçilerden de önce oportünizmle, orta düzey sendika bürokratları ile, Aydınlık çetesi ile özel olarak da muhatabımız MLKP ile karşı karşıya gel-mişlerdir. Bugün çeşitli etmenlerin sonucu olarak işçi hareketinin öncü kesimlerinde, Avrupa proletaryasının eylemlerinde flu ve zayıf bir içerikle de olsa sahiplenilen bu talep ve slogan-lar, bizzat "proletarya devrimciliği" iddiasındaki MLKP tarafından "aşırı" ve "zorlama" bu-lunmuştur. Bu evrede Proleter Doğrultu dergisi, dergimiz Devrimci Proletarya'ya işçi sınıfı hareketine karşı "yalnızca sekter ve doktrinci değil, aynı zamanda iradeci bir yaklaşıma sahip" ol-duğumuz eleştirisini getirmiştir! Bir övgü olarak anlaşılması gereken bu eleştiri, EKK poli-tikalarını politik bir saldırı olarak formüle etmemiz karşısında şu "tez" üzerinde yükseli-yordu:

(Bu) "keskin ama taktik bakımdan hiçbir işe yaramaz bir mantığı yansıtmaktadır. Çok açık bir politik saldırıya politik olabileceği gibi dolaylı bir yanıt da verilebilir." (Proleter Doğrultu, sayı 2, s. 50, Ağustos-Eylül '95)

Devrimci okur şaşkınlıkla karşılamış olmalı: Bu, kitle eylemlerindeki "Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek"ten daha geri bir ruh halini yansıtmıyor mu? PD, işçi sınıfının burnunun ucuna dayanmış silahı görmezden gelmesini ve burjuvazinin saldırısına "dolaylı yanıtlar" vermesini önermektedir! Buradan geriye bakıp işçi sınıfının "bu öğüdü" tuttuğu sonucuna varabilir miyiz? Topyekün bir saldırı karşısında sınıf hareketi, dolaylı, parçadan, saldırı ruhu ve sınıf dayanışmasından uzak, alçak perdeden yanıtlar vermedi mi? Ya bugünkü durum nedir? MLKP, işçi hareketi için iyi bir kılavuz olamadığını göstermektedir.

İşçi hareketi emperyalist ve işbirlikçi kapitalizmin topyekün saldırısına karşı ne kadar hazır-lıksız yakalanmışsa, MLKP de o kadar gafil avlanmıştır. O, işçi sınıfının durumu ve hareke-tinin evrensel ve ulusal ölçekte çözümlenmesine dayalı ön açıcı politika ve taktiklerle yola çıkmamış; işçi hareketinin gösterdiğiyle –ve yer yer de TİKB'nin amansızca eleştirdiği opor-tünist hatalarının üstünün örtülmesiyle– yetinmiştir. Proleter Doğrultu, dergimize getirdiği suçlama ile menşevik kuyrukçuluğun ve irade yoksunluğunun teorisini yapmaktadır. MLKP, BK Belgeleri'nden beri GGGD'yi diline üstelik de "temel dönemsel taktik" olarak dolamak dışında, ne teorik ne politik taktik planda elini sıcak sudan soğuk suya sokmamıştır. BK'de

Page 49: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

GGGD'nin reformcu taleplerle gerçekleşeceği, buna rağmen devrimci bir durum yaratacağı belirtiliyor; ancak örgüt güçlerine işyerlerinde GG komitelerinin kurulmasına girişilmesi dış-ında hiçbir perspektif verilmiyordu. MLKP, GGGD'nin devrimci içeriklendiril-mesine dair hiçbir taktik plan önermemiştir. Bu sözde "temel taktiği" bir süs olarak takıp takıştırdığı o kadar bellidir ki; II. Kongre, genel olarak işçi-emekçi hareketinin gelişimi ile GGGD taktiğinin objektif ve sübjektif koşulları arasında hiçbir ilişki kurmamaktadır. Hareketin belli başlı evreleri, bu evrelerde gelişen ve zayıf kalan yönleri, çeşitli etmenlerin sonucu olarak işçi sınıfının öncü kesimlerindeki değişim, ... gibi konularda bir çözümleme ve buna dayalı güncel taktik belirlemeler yoktur. Derinlikli bir tahlil üzerinde yükselmeyen "öfke biriktirme", "alttan alta mayalanma" gibi ibarelerin birer ajitasyon malzemesi olarak kullan-ıldığı açıktır. "Kitlelere dönük politika yapmak"la, "içe dönüklüğü aşmak"la övünen MLKP, 1 Mayısları dahi işçi hareketinin gelişimi açısından değil, kendi "cüret" paydasından el almakt-adır. Bu hazırlıksızlık ve geriliği, kuyrukçuluğu erdem haline getirmesiyle fazlası da beklen-emezdi! O, en fazla İSŞP Kurultayı sürecinde ihtilalci komünistlerin basıncıyla birkaç talebi alttan alta getirebilmeyi "başarmıştır".

İşçi hareketinin öncü müdahale zayıflığı ve birikegelmiş zaafları nedeniyle bir çıkış yapa-maması, MLKP'deki zafiyeti daha da derinleştirmiştir. Şimdi o, II. Kongre'de işçi sınıfının du-rumunu karakterize eden iki olgu olarak sınıfın burjuvazinin ideolojik, politik hegemonyası altında bulunduğu –ne büyük başarı!– ve çoğunluğunun sendikal örgütlülükten yok-sunluğunu tespit etmektedir. MLKP'ye göre hareketin gelişiminde bir değişim nasıl yaratıla-caktır, görelim:

"Farklı işkolları ve sendikalardan işçilerin bölgesel, devrimci ya da politik reformcu bir çı-kışı hazırlanmadıkça da, bu durumun sürüp gitmesi en güçlü olasılıktır." (agy, s. 255, abç)

İbret vericidir! İşçi hareketinin mevcut durumu, devrimci bir çıkışla farklı reformcu bir çı-kışla farklı yön ve içerikte değişir. Politik reformculuk bile kendi içinde değişik dozları, yo-ğunlukları içerir. MLKP için ise farketmiyor. İşçiler biraz politika öğrensinler, yeterlidir. Daha açık konuşalım; işçi sınıfı bir İHD kadar politika yapıp örneğin Kürt sorununda barış ajitasy-onuna kitlesel altlık oluştursun, daha fazlası gerekmemektedir! Bu bakış açısı, MLKP'yi EMEP'e ve sendika ağalarının politikalarına bağlayan zincirin halkalarından biri olarak anl-aşılmak zorundadır.13 Sendika ağaları ile kurulan gönül köprüsü önemlidir. Ama biz öncel-ikle EMEP durağına uğramalıyız. MLKP, işçi hareketinin temel çizgisini sendikalaşma yoks-unluğuna indirgeyerek gerçekte bir yandan EMEP'in gerisine düşmektedir. Hareketin bir bütün olarak karşı karşıya kaldığı hepsi evrensel ölçekteki saldırı çizgilerine karşı sınıfa hiçbir politika götürmemektedir. Bu yanıyla reformcu politikalarıyla işçi hareketinin bütü-nün önünü kesme çabasındaki EMEP'in görünüşteki "kapsamlılığı"ndan bile yoksundur. Ancak o, EMEP'e randevuyu tam da onun istediği yerde vermektedir. MLKP, işçi hareketinin durumundan şu "görevi" çıkarmaktadır:

"Bütün işçi kitlesi içinde küçük parçayı, azınlığı oluşturan sendikalı işçilere yöneltilen ilgi ve dikkat milyonlarca sendikasız işçiye de yöneltilmeli, onun örgütlenme sorunları çözülmeye çalışılmalıdır. Elbette bunun başta gelen yolu sendikalaşma çalışmasından geçiyor, ancak, bu tek yol değildir ve olmamalıdır. Birbirlerini güçlendirecek birçok işçi inisiyatifi... geliştirilmelidir." (agy, s .258)

13 MLKP, emekçi memur hareketine yönelik öncü politika ve taktiklerden yoksundur. "Süresiz Genel Grev" taktiğini telaffuz etmekten dahi uzak durmakta; en iyi durumda KESK kararlarının ısrarlı takipçisi olabilmektedir.

Page 50: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

MLKP, kitle yayın organında sık sık veryansın ettiği EMEP'in ideolojik-politik beslenme kaynakları konusunda hiçbir fikrin sahibi değildir. Aynı sudan içmektedirler. II. Kongre Bel-geleri'nin başında işçi sınıfına yönelim yoksunluğundan, sınıf çalışmasında yol alınmadığın-dan söz eden MLKP, şimdi "sendikalı işçiye yönelttiğimiz ilgiyi sendikasızlara yöneltelim" çağrısı yapıyor. Burada en başta sendikalı işçilere yönelik –özelleştirmeye, sendikasızlaştırma ve taş-eronlaştırmaya karşı mücadele, devrimci bir sendikal muhalefetin örgütlenmesi, mevcut sendikalardaki çalışmanın içeriği ve hedefleri vb– bir politika yoktur. Ama daha da önemlisi, "komünistlerin" önüne sendikal faaliyetin örgütlenmesi "görevinin", "başta gelen yol" olarak koyulmasıdır. EMEP'in, Ekim'in yıllardır yaptığı nedir, neden bunları eleştiriyorsunuz? İşçi sınıfının sendikalaşma da dahil olmak üzere sendikal taleplerinin üzerinden atlamayı öner-miyor kimse. EKK politikalarının sendikal politikaları da içerdiği anımsanacaktır. Ancak bu, yerel güçlerin ne kadar "sınıfının adamı" olduğuna kalmış bir sendikal faaliyet olarak değil, merkezi bir plan ve "yeni, devrimci bir sendikal hareket yaratma" perspektifi ile yürütül-melidir. MLKP, sınıf hareketine öncü müdahaleyi getirip sınıf sendikacılığı kavramının bile anılmadığı bir sendikalaşma çalışmasına bağlamakta ve EMEP parantezine alınmayı hak etmektedir! Öncellerinden TKP/ML Hareketi'nin proletaryanın devrime katılımını sendikal harekete indirgediğini anımsayacak olsak, MLKP'nin gerçekten de "yüksek bir sentez" yarat-tığı ortaya daha net çıkacaktır. Lenin, "Menşeviklerin Partinin yönetici rolünü küçümseme ve aşağılama çabaları(nın), Parti tarafından yönetilen tüm diğer proleter örgütlerin de zayıflamasına, dolayısıyla proletaryayı zayıflatmaya" yol açtığını söylüyordu. MLKP, menşevikleri ve iflah ol-maz ekonomistleri gönüllülükle izlemektedir!

MLKP, temel halkayı kavramadıkları, işçi sınıfının sendikal mücadelesine önderlik etme-dikleri için sendika ağalarını azarlamakta, onları göreve çağırmakta, sorumluluklarını hatır-latmaktadır! Beklentilerini yerine getirmedikleri için EMEP diliyle onları kınamaktadır! Sen-dikalaşma düzeyindeki gerileme karşısında sendika ağalarının "bu sorunu çözmek için cid-diye alınabilir bir plan, girişim veya kampanyalarının olmadığını, sendikalaşma çabalarına "en sefil bir kayıtsızlık" sergilediklerini, "adeta işçileri örgütlenmekten caydırmaya" çalıştık-larını, "işçilerin ekonomik ve politik reformcu taleplerini omuzlayacak bir mücadelenin yü-künü kaldırmayı bir yana bırakalım, ... kendi varlık koşullarını da hızla yok" ettiklerini, vb. söylemektedir, (agy. s. 255-256) Gerek bunlardan gerekse de Ekonomik Sosyal Konseyle ilgili yüzeysel değerlendirmelerden, MLKP'nin sendika ağalarının ve genel olarak gerici sendika-ları sistem için konumlandırılmasında krizin rolü, burjuvazinin bilinçli ve "iradi" müdaha-lesi, bunun kapitalist ekonominin ve devletin yeniden yapılandırılması gibi temel ve evrensel etmenlerle ilişkisi gibi konuların farkında bile olmadığını çıkarabilirsiniz. Olguları el yor-damıyla birbirine bağlamaya çalışmakta; ancak reformcu bir sendika sekreterinden daha fazlasını görememektedir. Yerine bir şey koyma perspektif ve iradesinden yoksun olduğun-dan, burjuva sendikacılığın krizi ile sarsılıp ortalığı toplamaya çabalamaktadır. Sendikal iha-netin geldiği "kurumlaşmış sınıf işbirliği" düzeyinden bile bir şey anlamamakta, basit bir "ihanet" söylemine sığınmaktadır.

MLKP, "öncü partiden önder partiye" giderken, proletarya devrimciliği kulvarından hızla uzaklaşmakta, bu arada işçi hareketi ile "kitleleşme" üzerinden bağ kurmayı, öncü politika saymaktadır!14

14 Kitleselleşme yerine kitleleşme. Yeni sağ dalganın karakteristik çizgilerinden biri de budur. MLKP, genel özellikleri ile buna uyum sağlamaya en açık örgütlerden biridir. II. Kongre Belgeleri'nde (s. 139), partinin kültür-sanat alanına ve aydınlara dönük politikası, "devrimci harekete güvensizlik duyan" aydınların kalbinin kazanılması ve bu güvensizliğin giderilmesi olarak belirlenmektedir. MLKP,

Page 51: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Ulusalcı kayma ve ulusal harekete yedeklik "misyonu"!

MLKP, TDH'de Kürt ulusal hareketine en fazla alkış tutan ve onun reformcu yönelimlerine dönük devrimci eleştirilere en fazla siper olan örgüt olarak bilinir. Gündelik politik ajitasyon da dahil olmak üzere, özellikle rejimin durumu, devrim-karşıdevrim dengesi ile ulusal hare-ketin gelişimi konusundaki tespitleriyle yurtsever hareketinkinin sık sık aynılaştığına tanık olunur.

Bu nereden kaynaklanmaktadır? Elbette ki MLKP'nin sandığı gibi, Kürdistan'da "ulusal bir devrimin yaşandığı" belirlemesini yapan ve buna gereken değeri biçen biricik(!) siyasal güç olmasından değil! Asıl sorun, önceki sayfalarda da belirttiğimiz gibi, MLKP'nin kendi varlık nedenini bunun üzerine oturtmasıdır. Başlangıçta PKK'nin tarihsel devrimci çıkışının bilin-cinde olmayan MLKP öncelleri, sosyal şoven bir tutumla körce eleştirdikleri PKK'nin rüzga-rına '90'lı yıllarda tam anlamıyla kapılmışlar, dahası kendi yelkenlerini bununla şişirebile-ceklerini sanmışladır. MLKP, bağımsız çizgi geliştirememe, güçlüden ve verili zeminden yana tavır koyma zafiyetini ulusal hareketin değerlendirilmesinde bir kez daha ortaya koy-maktadır. MLKP'de birbirini "tutarlılıkla" tamamlayan tek yön! O, ulusal kurtuluş mücadele-sine proletaryanın değil, ulusal hareketin gözlükleriyle bakmakta, onun sandalyesine otur-maktadır. Antiemperyalist halkçı bir yönelim açısından PKK'nin programatik ve taktik za-yıflıkları karşısında devrimci bir eleştirellik sergileyememektedir. II. Kongre Belgeleri'nde iç siyasal durumu değerlendirdiği birçok yerde PKK Genel Başkanı Öcalan'ın ağzından ko-

teoriden anlayamadığını hiç olmazsa Lenin'in Gorki ile neden çatıştığı, onu neden amansızca eleştirdiği gibi pratik örneklerden de anlamamıştır!

Page 52: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

nuşmakta; rejimin fazlasıyla zorlanarak da olsa sahip olduğu manevra olanaklarını –ki bun-ların içinde PKK'nin reformcu yönelimleri de özel bir yer tutmaktadır– görmemektedir. PKK'nin abartılı stratejik denge tespitini MLKP hiçbir çözümleme yapmaksızın havada kap-mış ve BK Belgeleri'ne taşımıştır. PKK'nin her adımını –Öcalan'ın "taktik" adına devrimci bir söyleme uyma gereği kaygısını dahi bir yana bırakan çıkışları; ordu, sosyal demokrasi, RP, vd. Kürt halkının düşmanlarına seslenişleri de dahil– ulusal hareketin kendi hedefleri içeri-sinde ele alınması gerektiğini öne sürerek onaylamaktadır. MLKP, PKK'nin ML ve sosyalizme açık saldırıya dönüşen ideolojik pozisyonuna yönelik eleştirilerin dahi önünü kesmeye çal-ışmaktadır:

"Devrimci cenahta olup da farklı düşünenler, PKK'yi neden başka değil de 'ulusal hareket' olarak nit-elediklerini bir kez daha düşünmek zorundadırlar." (agy, s. 254}

O halde MLKP'nin de kendisini neden Marksist-Leninist bir parti olarak nitelediğini bir kez daha düşünmesi gerekmiyor mu?

Tıpkı PKK'nin propagandif tespitlerinde olduğu gibi, MLKP'ye göre de rejim bir cesede çev-rilmiştir. Burjuvazinin yönetememe krizi neredeyse tamamen Kürt ulusal hareketine (buna ek olarak ve aynı bakış açısıyla Alevi hareketi ve "politik İslam") bağlanmaktadır. Öyle ki, MGK'nın RP ile çelişkisi bile bir punduna getirilip RP'nin Kürt politikası ile ilişkilendiril-mektedir. (s. 238)

MLKP, PKK'nin '93 ateşkesine ve bu taktiği içeriklendirmesine ilişkin BK'de hiçbir şey söy-lemiyor, olgu düzeyinde dahi anmıyordu. Tümüyle konjonktürel bir perspektifle kaleme alınmış BK Belgeleri'nde bu "ayrıntı" nasılsa atlanmıştı! II. Kongre'de ise MLKP, bir ara nefe-sini tutup beklediğini ama PKK'nin sonraki pratiği ile "rahatladığını" itiraf etmekte; PKK'nin reformcu yönelimlerine açık çek vermektedir: (PKK) "ulusal hareketlerde-ki bu taktik savruluş-ları ve pragmatist tutumları devrimci yürüyüşün prangası haline getirmedi... Bugün de ne dostları (devrimci hareket) ne de düşmanları (örneğin Amerikan emperyalizmi) PKK'nin stratejik ulusal öz-gürlük amacından koptuğunu iddia ediyor." (s. 250)

Burada MLKP yalnızca kendini PKK'nin önünde siper etmekle kalmamakta; aynı zamanda PKK'nin stratejik hedeflerinden saptığını politik temelleriyle birlikte ortaya koyan ihtilalci komünistlere de "ne dost ne de düşman" damgasını vurma "cüretini" göstermektedir. Kendi-nizi kandırmayın! PKK'nin stratejik hedefi, genel bir ulusal özgürlük değil, mutlaklaştırılmış bir temelde ulusal bağımsızlıktı. Bugün bu hedefini federasyonun bile gerisine düşürdüğünü PKK'nin kendisi ilan etmekte ve akılsız dostları olmasa bile can düşmanları faşist rejim ve emperyalizm bunu çok da iyi görmektedir. MLKP, ulusal mücadeleye kayıtsız şartsız destek diye zaten sahip olmadığı hegemonik amaçlarını lafzen de bir kenara bırakmaktadır. O, PKK'nin reformcu yönelimlerine gelen ML devrimci eleştirilere –ki bunları bir kısmı doğru-dan doğruya ulusal mücadelenin kendi hedeflerinin gerçekleşip gerçekleşmemesi ile ilgili-dir– de PKK ağzıyla karşılık vermektedir!15

MLKP, PKK'nin reformist yönelimleri karşısında devrimci bir eleştirellik içinde bulunmak şöyle dursun; bir ÖDP veya EMEP'ten farklı olarak "arkasında kuvvet bulunduğu" için bu

15 Gülün dikeni yok mudur? Vardır elbette, ama katlanılır cinsten! MLKP, PKK'nin "siyasal çözüm" politikalarının "Batı"daki savunu-sunu TDH'ye yükleme, onu barış ajitatörleri olarak mevzilendirme çabasını "anlayamamakta", burada naçizane bir miktar oportünizm görmektedir! (s. 253)

Page 53: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

yönelimlerin Kürt ulusal mücadelesine beklediği sonuçları getireceği ümidini de paylaş-maktadır. PKK'nin stratejik hedeflerini küçültmesi ile birlikte rejimin kafasında verilebilecek tavizlerin dozajının gitgide azaldığını, ulusal harekete yükseliş döneminde eklemlenen Kürt orta sınıflarındaki tasfiyeci, teslimiyetçi eğilimleri düne göre çok daha kolay güçlendirebildi-ğini, bunun bizzat PKK taktikleri ile ilişkisini görememektedir. PKK'nin kendisinin dahi artık ummadığı "çözümler", üstelik de büyük kazanımlar sayılmaları gerekirmiş gibi MLKP tara-fından formüle edilmektedir:

"Bu, yaşadığımız gerçeklik koşullarında, salt faşist rejimin yerine yüzü burjuva demokrasisine dönük bir rejim konmasıyla etkisizleştirilebilecek bir sorun değildir. Bir Yunanistan, bir Portekiz çözümü yetmiyor, İspanya çözümünün biraz daha genişletilmiş biçimini şart koşuyor."(s. 237)

"ML" partiye bakın! "Çözüm" denilince aklına hangi varyasyonlar geliyor? İrlanda, Güney Afrika gibi "çözüm"ler için düşünceniz nedir? Olasılık hesaplarınıza girme başarısını neden gösteremediler? "ML" bir parti olarak Kürt halkına bunların hiçbirinin ulusal özgürlüğü kazandırmadığını, kazandırmayacağını, geçici aldatıcı rolleri olsa bile bir yerden sonra gerek ulusal taleplerin karşılanmadan kalması gerekse de Güney Afrika'daki gibi doğrudan doğ-ruya siyahlı beyazlı egemen sınıflarla cephe cepheye gelmesi ile sonuçlanacağını, ulusal mü-cadelenin ancak devrimci sınıf çizgisinde yürütüldüğü koşullarda kendi hedeflerine ulaşa-bileceğini, ulusal özgürlüğün, tam kurtuluşun ise sosyalizmle kazanılacağını anlatmamakta-dır. Bir kısmı çoktan çatlamış –İspanya "çözümünün" nasıl yaratıldığı ve vardığı nokta orta-dadır!– burjuva "siyasal çözüm"ler içerisinde "ehven" saydığına işaret etmeyi devrimcilik saymaktadır!

PKK'nin yeni sağ dalganın başını çektiğinin kavranamaması, TDH açısından çok ciddi bir tehlikenin işaretidir. PKK politikalarına eleştirel tutum alanlar da dahil, özellikle Karade-niz'de gerilla faaliyetinin başlamasından sonra "Durum iyidir" rehavetine kapılınmıştır. Kürt sorununda muhtemel bir kırıntılarla "çözüm" durumunda, PKK'nin TDH'ne bunu bir "zafer", "kazanılmış devrimci bir mevzi" olarak empoze etmesi beklenmelidir. Görünen o ki, PKK'nin askeri pratiğine yaslanarak varolanların dışında, TDH içinde genel yaklaşımı ile bunu ilk ka-bullenecek güç MLKP olacaktır. Perspektif olarak aksine hiç hazır olmadığı gibi, varlık te-mellerini sorgulamak, program ve stratejisini dahi değiştirmek gibi temel bir sorunla da karşı karşıya kalacak ve beklenmedik yerlere savrulacaktır!

Ancak ulusalcı ideolojik-politik basıncın MLKP üzerindeki etkisi sadece Kürt ulusal hareke-tinin gelişimine ilişkin değerlendirmelerde kuyrukçulukla sınırlandırılamaz. MLKP, daha baştan ulusalcı bir perspektif kayması ile doğmuştur ve şimdi bunu yalnızca derinleştir-mekle meşguldür. Emekçi sınıfların ele alınışında "Türk-Kürt", "Alevi-Sünni", Hatta "laik-şer-iatçı" biçiminde bir kategorilendirme ile işe başlamıştır.16 Bu gerçekte sadece MLKP'ye değil,

16 Proleter Doğrultu dergisinin 2. sayısında yer alan "Komünist Harekette Farklı Yönelimler (TDKP ve TİKB Eleştirisi)" başlıklı yazıdaki bir polemiğe dikkat çekmek isteriz. Konu, BK Belgeleri'nde yer alan şu belirlemelerdir:

"... Türkiye'yi antiemperyalist demokratik devrime ve bu devrimin zaferine götürecek olan yolun, burjuvazi-proletarya, devlet-halk vb. açık sınıfsal ve siyasal karşıtlıklar yanı sıra, fakat bunlardan daha çok, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-şeriatçı gibi somut biçimler üzerinde yükselen bir iç savaş ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişeceği.."

Proleter Doğrultu dergisi, komünist öncülük adına kelimenin bütün anlamlarında kuyrukçuluk yapmakta, üstelik bunu stratejik belir-leme düzeyine çıkarmaktadır. Böylesi bir yaklaşımın yalnızca stratejik olarak değil, güncel planda da planlı bir tarzda yaşama geçiril-diği koşullarda gerici bir iç savaşın -Kürt-Türk, Alevi-Sünni, laik-şeriatçı temelinde- geliştirilmesinde düşmanın ekmeğine yağ sü-receği açık değil midir? Böyle bir saflaşmada "Marksist Leninist komünistler" hangi tarafta yer alacaklardır? Bir belirleme yapılma-

Page 54: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

TİKB dışında TDH'nin geneline özgü bir durumdur. Türk emekçiler neredeyse ayrımsız (özellikle de köylülük) şovenizmin etkisi altında, hakim sınıfların yedeği olarak tanım-lanmaktadır. İşçi sınıfı konusunda bu türden sivriltilmiş tanımların –"Marksist Leninist ko-münist" ibaresiyle epeyce çelişeceği için– kullanılmayacağını düşünenler, yanılmaktadırlar. BK Belgeleri'nde işçi sınıfının burjuvazinin hegemonyasından "Türk milliyetçiliği, şovenizm ve Kemalizm'den koparak" kurtulabileceği söylenmektedir. Bu tam da Kürt ulusal hareketinin yaklaşımı değil midir? Ancak iş burada kalmamakta; MLKP liberal burjuva çevrelerin, II. Cumhuriyetçilerin sözde demokratlık, "değişim" söylemi ile buluşmaktadır.

Artık bıkkınlık veren ve hiçbir derinlik içermeyen şu ahlaki yargılama tarzı "ML" bir Partinin Kongre Belgeleri'ne pek yakışıyor:

"Devlete ve kurumlarına, faşist rejime ve düzen partilerine karşı tepki, kin ve öfke duyan, işbirlikçi kapitalist düzenin işçi ve emekçiler için tüm yıkıcı sonuçlarını yaşayan, açlık ve kitlesel işsizlikle yüzyüze bulunan, Kürt ulusal devrimi gibi güçlü bir müttefike sahip Türk halkı neden devrimci bir yükselişi sırtlayamıyor?" (s. 244)

Neden? Siz niye öncü bir duruşu sırtlayamıyorsanız ondan! Bu bir yana! Soru, tam bir ulu-salcı perspektiften sorulmakta; yanıt ise PKK ve DHKP/C tarzı verilmektedir. II. Kongre Bel-geleri'nde dönemi karakterize eden üç temel olgudan biri olarak, "Türk halkı ve genel olarak Sünni mezhebinden kitleler içindeki devrimci etkinin zayıflığı" (s. 275) sayılmaktadır. Buradan çıkış alarak varılan nokta ise, programında "emek-sermaye çelişkisinin temel olduğu" yazılı bir parti açısından gerçekten içler acısı sayılmalıdır! Emekçi kitlelerin Türk, Sünni, Abhaz, Çin-gene ... gibi alt kimlikleri ile tanımlanarak, sınıf kimlikleri yerine bu kimliklerine hitap edil-mesi; ulusalcı, mezhepçi bir politik ajitasyon görevinin çıkarılması! Önemli olduğundan, parçalar halinde ve kısaltarak da olsa aktarmayı gerekli görüyoruz:

"Türk ve Sünni nüfusun yoğun olduğu bazı emekçi semtlerinin özel çalışma alanları olarak belirlen-mesi (çözüm semtlerde!-DP), öğrenci gençlik içindeki faaliyette bu kesime yönelimde daha fazla ısrar gösterilmesi, Türk halk gerçekliği ile Türk burjuva gerçekliği arasındaki iktisadi, düşünsel ve ruhsal uçurumların gözler önüne serilmesi (biraz ekonomik ajitasyon!-DP),... başta Ermeniler ve Yunanlılar olmak üzere çeşitli uluslar konusunda ırkçı söylemi dillerinden düşürmeyen holding patr-onlarının (holding patronları artık "Ruslarla" bile iyi geçinmiyorlar mı?-DP), burjuva politikac-ılarının, generallerin ve polis şeflerinin Ermeni, Yunan, İsrail burjuvazisiyle ve devlet yöneticileriyle ne denli 'iç içe' oldukları... yolunda (Bunu İslamcılar daha iyi yapıyorlar!-DP) özel bir ajitasyon ve propaganda yürütülmelidir.

Devrimimizin karakterini belirleyen önemli bir öğe olarak antiemperyalizm (Dikkat edilsin; antiem-peryalizm görev çıkarma anlamında ilk defa gündeme gelmektedir-DP) bu konuda yol açıcı bir

makla birlikte BK Belgeleri'nin bütününden "Kürt, Alevi ve laik" safta duracakları çıkmaktadır. Özgürlük Dünyası gibi tasfiyeci, re-formcu bir çizginin dahi farkederek oportünist amaçları için kullandığı, MLKP çizgisini eleştirdiği bu ifadeleri savunmak için Proleter Doğrultu şunları söylemektedir:

"Anadolu coğrafyasında yüzyıllardır süregelen belirli tarihsel koşullarda oluşmuş 'Alevi-Sünni' çelişkisi toplumsal bir gerçek midir, değil midir?" Benzer bir yanıt, Türk-Kürt çatışmasının eşiğine gelindiğine dikkat çekilirken de verilmektedir.Bunlar, evet gerçeklerdir, ama aynı zamanda tek yönlü yorumlanan gerçeklerdir. İkincisi, Kürt-Türk, Alevi-Sünni çatışmasından "ant-iemperyalist demokratik devrim" çıkacağına inanmak tam bir politik aymazlık örneğidir. MLKP, Lübnanlaşma'ya "devrim" payesi biçmektedir. Üçüncüsü, burada hiçbir dönüştürücü perspektif yoktur. Öncülük, emekçi kitleleri (MLKP bu kavramı unutmuştur!) içer-isindeki gerici önyargı ve şartlanmalara "Hangisi daha ilerici" diye oynamak değil bunları gidermek için proleter sınıf siyaseti yürütm-ektir.

Page 55: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

rol oynayabilir ve oynamalıdır... 'İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliği' çerçevesinde bir Türk halk gerçekliği, onun emperyalizm karşısındaki onuru üzerinde yükselen bir ajitasyon ve propaganda biricik doğru tutumdur..

... Son olarak eklenmelidir ki, Türk halkının onurunun emperyalizm ve işbirlikçi Türk burjuvazisi tar-afından ayaklar altına alındığı özenle vurgulanmalı, halkın ilerici mirası sahiplenilmeli ve gerek kon-uşma, gerek yazı dilinde 'faşist Türk devleti', 'faşist Türk ordusu' vb. şovenizmi kışkırtacak de-yimlerden dikkatlice uzak durularak, 'faşist Türk burjuva devleti', 'faşist Türk burjuva ordusu' vb. nitelemeler kullanılmalıdır (MLKP'li devrimcilerin nasıl konuştuğunu bilemiyoruz ama kitle yayın organında bu belirlemelere uygun davranılmaktadır-DP). Aynı biçimde bugün Batı'da halka, Türk adını kirleten işbirlikçi burjuvazi ve onun faşist devletine karşı mücadelenin, özgürlükten, halkların kardeşliğinden yana bir Türk gerçeği yaratacağı, kirletilen onurun ancak bu şekilde kaza-nılacağı ısrarla propaganda edilmeli, mümkün olan her olanak bu şekilde değerlendirilmelidir. Türk halkına yapılacak, Türk adındaki lekeleri kazı, onurunu ayağa kaldır ve özgürleş çağrısı, diğer şeylerin yanı sıra şovenizme karşı mücadeleyi de güçlendirecektir." (s. 275-277)

MLKP, bir işçi sınıfına yönelik ajitasyon-propagandayı işi konuşma dilinde hangi terimlerin nasıl kullanılacağına dek "yakın" yönlendirmiyordu! II. Kongre Belgeleri'nin en "ayrıntılı" direktifleri buradadır. Ancak ne yazık! Onun sahibi de MLKP değildir ki! Formül PKK'den ve onu kopyalayan DHKP/C'den apartılmıştır. Aynı yönteme sarılmaktadır. Her şeye yeniden başlıyoruz... Başarısız olduk, çünkü doğru halkayı zamanında yakalayamadık. Şimdi zarardan dönüyor ve işçi ve emekçilerin sınıf kimlikleri yerine ulusal-mezhepsel kimliklerine hitap ediyor; bu kimlikleri gıdıklıyoruz. Teorik planda görevimiz, ulusal çözümlemeler yapmak, politik ajitasyonda ise dilimizi tutmak! MLKP, yazınında, Türkmen gelenekleri ve Çerkeslerin nasıl kız alıp verdikleri gibi konular, yani "halk gerçekliğimizin" derinliklerine dalmayı düşünmüyor mu? Oysa önünde daha "yakinen" izleyebileceği, PKK dışında da ol-dukça ileri gitmiş, DHKP/C gibi örnekler vardır. MLKP kimseyi aldatmamalıdır. O, otosans-üre, sosyalizm, proletarya devrimciliği, ML gibi kavram ve hedeflerden başlamıştır. Şimdi de kartopu büyüyüp çığlaşmakta, yeni sağ dalga TDH'ni bu düşkün biçimlerde içten içe yem-ektedir.

Page 56: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Reformizm yine "kötünün iyisi"dir!

TDH, küçükburjuva karakterinin revizyonizm ve reformculuktan köklü bir kopuş sağlaya-mamasının, menzilinin en fazla demokratik devrime uzanmasının sonucu olarak reformizme (ki buna CHP tarzı devlet sosyal demokrasisi de dahildir) karşı geçirgenliğini her zaman kor-udu. '701i yıllar, bütün dinamizmine rağmen bunun sayısız örneği ile doludur. 80'lerde alab-ildiğine gerileyen devrimci hareketin çeşitli kesimlerini sistem, diğer yöntemlerin yanında SHP'li belediyeler eliyle de özümlemekte hiçbir zorluk çekmedi. Bütün bunlar reformizmin dolaysız olanın yanı sıra dolaylı bir tarzda devrimci hareket üzerinden de kitleleri etkileyeb-ilmesini, zaten yaygın ve derin olan reformcu, düzen içi düşünüş, eylem ve ruh halini sürekli beslemesini sağladı. Dünyayı kazanmayı hayal etmeyenler, kırıntılara ilk uzananlar olurlar. Reformculuk da, en radikal küçüburjuva hareketler için dahi gizli bir "kötünün iyisi" olarak algılandı.

MLKP, özellikle oportünist-yasalcı reformizme karşı ajitasyon yürüten örgütlerdendir. Aji-tasyon diyoruz, çünkü net bir ideolojik kopuş ve duruşa dönüşemediği ve sorunu dar an-lama (ve en kaba haliyle) "ideolojik mücadele" ile sınırladığı için zaman zaman ateşli bir söyl-emle yürüttüğü bu mücadelenin hakkını verememektedir. MLKP, tasfiyeci TDKP'nin uzun yıllar peşinde koşmuş, onu en fazla "birliğe karşı olduğu için" eleştirmiştir. İşçi hareketi ile ilgili bölümde de belirttiğimiz gibi, MLKP, reformizmini sınıf üzerinde güç kazanmasının, devrimci bir etkiyle aynı sonuçları vereceğini düşünmektedir. Reformizmin emekçi kitleleri bizzat siyasal mücadele alanının içerisinde batağa sürüklediğini, misyonunun bu olduğunu anlayamamaktadır. Koyu faşist, dinci gerici vb. partilerin yanında reformculuk, sivil top-

Page 57: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

lumculuk, liberalizm gibi akım ve politikalar, MLKP'ye "şirin" gelmektedir. Bu çizgi, PKK'nin barış politikalarına yarım ağız "oportünizm" eleştirisi getirirken bir yandan da ona onay ve-rişi ile çok belirgin bir tarzda "Yan cebime koy" diyebildiğini göstermektedir:

(Seçim taktikleri ile ilgili bir yazıda HADEP adayları lehine çekilmesine getirilen eleştiriler hakkında) "Denilebilir ki, peki HADEP'e verilen oylar refomist cephenin (ÖDP vd. kastediliyor –DP ) barış politikasını güçlendirmez mi? Böyle bir rol de oynayacağı, böyle bir 'kusurun' varolduğu açıktır. Ama barış politikasının, bugünkü aşamada ve bir yönüyle geçici olarak faşist diktatörlüğü, kirli savaşı ve ırkçılığı teşhir edici bir rol oynadığını reddedebilir misiniz?" (Proleter Doğrultu, sayı. 5, Mayıs-Haziran '96)

Reddedemeyiz elbette. Nasıl ki Ecevit'in bir zamanlar "kontrgerilla" tartışması açması ile "faşist diktatörlüğü teşhir edici" bir rol oynadığını, DİSK'in işçileri kapitalizme karşı bir parça "siyasetle" tanıştırmasının hareketin öncü kesimlerini modern revizyonizmin etkisi altına almasını "dengelediğini"(!), EMEP'in faşist rejimin tek suçuymuş gibi gösterdiği Metin Gökt-epe cinayeti davasının takibinin, kitlelerin en geri kesimlerinde devletin bir işkenceci olarak kavranmasını sağladığını... reddedemezsek bunu da reddedemeyiz.17 Fakat sizin de bütün bunların arkasındaki burjuva-küçükburjuva politik amaçları, kitlelerin öncü kesimlerini baştan çıkarmadaki belirleyici rolünü ve önce kendinizin bu tuzağa düştüğünü reddet-memeniz koşuluyla!

Yeterli mi? Devrimci okur, "Değil," diye düşünüyor olmalıdır. "Beni ikna etmek için daha der-ine inmelisiniz." İnelim... MLKP, ordunun politik arenadaki rolünün –düzen partileri ile çel-işkiler yaşamasına neden olacak denli– ağırlaştığı bütün faşist rejimlerde, ufku siyasal devr-imle sınırlı küçükburjuva devrimciliğini yutan bir parantezin içerisindedir: Ordunun rolü, konumu konusunda Bonapartist yorumlar ve karşısına da parlamentarizmi, sivil top-lumculuğu besleyecek bir politik ajitasyonla çıkılması! Konjonktürden ML teori inşa edile-meyeceğini söylemiştik. Fakat bu, MLKP'nin her konuda başına gelmektedir. Rejimin azılı faşist-militarist karakteri, demokratizminden ötürü MLKP'yi bir de buradan vurmakta, bilin-cine dahi varamadığı hatalara sürükleyerek Marksist devlet teorisi ile cephe cepheye getir-mektedir.18

MLKP, MGK'nın rejimin diğer kurumları (düzen partileri, parlamento) ile ilişkisini tanımlar-ken, daha BK Belgeleri'nde Bonapartizm ve reformculuğa kaymıştı:

17 MLKP, DİSK'e dair 1991'de yeniden açılışından beri beslediği hayalleri sürdürüyor. II. Kongre Belgeleri'nde şunlar söyleniyor:

"... CIA uzantısı Türk-iş tarzı sendikacılık, bugün Rıdvan Budak veya 'çağdaş sendikacılık' aracılığıyla DİSK'e de taşınmaktadır" (s. 255) "Çağdaş sendikacılık", DİSK'e Rıdvan Budak haininin kişisel melaneti ile "taşınmıyor". O, daha 1991'de, TÜSİAD ve YDD sendika-cılığına denk düşen bir anlayış olarak formüle edilmişti. DİSK'in bütün pratiği de bu içerikteydi. Yeni olan, DİSK'in kendi özgülünde bunun belirli bir "kuvvet" temelinde daha geniş bir toplumsal-siyasal pratiğe taşınabilir olması; daha geniş ölçekte ise bütün gerici sendikalarda olduğu gibi kriz içerisinde ekonominin ve devletin yeniden yapılanmasının DİSK'in ihanet pratiğinde de bir sıçramayı ve kurumlaşmayı getirmesidir. "Marksist Leninist komünistler" bir Kurtuluş'a ya da eski TKP çizgisindeki Rıdvan Budak muhaliflerine göre bunu görebilmeli; hatta DİSK içindeki "mevzilerini" devrimci tarzda kullanabiliyorlarsa, sürekli olarak somutlayıp teşhir ve mü-cadele geliştirebilmeliydiler. Ancak muhataplarımız, daha hangi denizde yüzdüklerinin bilincinde bile değillerdir!

18 Hatırlatalım: Dönemin devrimci politik ajitasyonunun gereklerine uygun olarak "MGK'nın hedefe çakılması" vurgularının "kabul edilebilir" günlük kaymalarından, "cımbızlanmış ibarelerden" değil, bir partinin Kongre Belgeleri'nden söz ediyoruz. Bu konuda tek muhatap olarak MLKP'yi de görüyor değiliz. Bu açıdan neredeyse bir yarış vardır, sorun da geneldir. PKK, "Kürt sorununun tek çözüm mercii" olarak orduya, onun tarihsel geleneklerine seslenebilmekte; DHKP/C, MGK'ya karşı "herkesle" -devrimimizin düşmanları da dahil- birlikte hareket serbestisini ilan etmekte; "kontrgerilla devleti" politik ajitasyon unsuru olmanın ötesinde hiçbir evrensel çö-zümleme yapılmaksızın çeşitli hareketlerce "teorik tespit" seviyesine yükseltilmektedir!

Page 58: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

"... partiler ve meclis, iktidar sahibi oldukları için değil, faşist diktatörlük gerçeğini gizlemek ve yığın-ları aldatmak gibi çok belirleyici bir işlevi yerine getirmekte oldukları için önemlidir!" (s. 31)

"Parlamento, var olan yetkilerini kullanmaktan bile aciz... MGK çetesinin konumunu güçlendiren, parlamentoyu işlevsiz kılan yasa değişikliklerine karşı çıkmıyor!" (s. 226)

Aynı yaklaşım, daha da derinleştirilmiş olarak II. Kongre'de sürdürülmektedir:

"Siyasi partiler, işlevlerini yitirmiş, umut olmaktan çıkmış, siyasal irade ve inisiyatiften yoksun, çap-sız ve yeteneksiz liderlerle malul, iliklerine kadar çürümüş ve gerçekte onları silip süpürecek etkin siy-asal kuvvetler ortaya çıkmadığı için varlıklarını sürdüren birer posaya dönüştüler. Bu partilerin başl-ıca özelliklerden biri de, bitip tükenmek bilmeyen iç kargaşa ve parçalanmadır. Elbette bugünkü siya-sal parçalanmışlığın 12 Eylülle (bütün partilerin kapatılmasıyla) başlayan bir tarihi vardır. Par-çalanma '83 seçimlerine girmede getirilen yasaklarla derinleşmiş ve ulusal özgürlük mücadelesinin kökleşmesine paralel olarak boyutlanmıştır. Burjuva düzen partileri, en başta, yönetememe krizine yol açan ana sorunda, Kürt ulusunun varlığının tanınması ile ulusal özgürlük talebi karşısında en küçük bir çözücü irade geliştiremeyerek ve yeni dünya düzeni girdabında, emekçilerin hiçbir iktisadi, mali ve sosyal talebine yanıt vermeyerek, hatta artık vaatte bile bulunmayarak tam bir zavallılık ve çaresizlik içinde tükenmektedirler" (agy, s. 226:227)

Düzen partileri ve parlamentonun burjuva devlet mekanizması içerisinde "iktidar sahibi" olabileceklerini öne sürmek (MLKP, bu kurumları bunu yapamadıkları için suçlamaktadır!) Komünistlerin değil, emekçi kitleler içindeki, burjuva devletin tarihsel-siyasal gelişimine ve tabii emekçilerin mücadele geleneklerinin düzeyine bağlı olarak boyutları değişebilen ama siyasal bakımdan hâlâ ömrünü doldurmamış, tükenmemiş parlamenter hayallere, beklenti-lere oynayan burjuva liberallerin, her türden burjuva siyaset erbabının işidir. Düzen partile-rinin ve parlamentonun emekçi kitleler üzerindeki tarihsel ve dönemsel etkileri, bu etkinin onları kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda mücadeleye atılmaktan geriye çekici özgül ağır-lığı, ya da burjuva parlamentonun özel işlevini –kitle hareketinin düzeyine de bağlı olarak– oynayıp oynamaması, birer olgudur ve devrimci proletarya siyasal tahlil ve taktiklerinde bunların her biri ile ilgilenmek zorundadır. Komünistler bütün bunlara karşı kör, sağır ve dümdüz bir "devrimciliği" oynayamazlar. Ancak onlar, burjuva demokratik ülkelerde par-lamento ve düzen partilerin rejim içerisindeki ağırlıklarının faşist rejimlere oranla daha fazla olmasından bunların "iktidar sahibi" oldukları gibi ahmakça bir sonucu da çıkarmazlar. Par-lamento, bütün burjuva diktatörlüklerde, bu devletin bir "diktatörlük olduğu gerçeğini gizl-emek ve yığınları aldatmak gibi çok belirleyici bir işlevi yerine getirmekte olduğu", burjuva devlet makinesinin çıplak yüzünü gizleyen bir incir yaprağı rolünü oynadığı için komü-nistler açısından önem taşımaktadır.19 Faşist diktatörlük özgün biçimlenişi ile, keza Türki-ye'de bir kirli savaş olgusunun da varlığından dolayı bundan kuşkusuz farklılıklar gösterir. Ancak bu hem özsel bir fark değildir; hem de genel olarak "burjuva demokrasileri" de yüzyı-lın başındakinden çok daha gerici çizgiler kazanmışlardır.

MLKP, düzen partilerinin durumu ile ilgili belirlemelerinde daha da derine batmaktadır. Düzen partilerinin, parlamentonun Kürt sorunu ile ilgili "çözüm geliştirememesi"ni (PKK'nin beklediği türden "siyasal çözüm" kastediliyor) rejimin genel tıkanması, yönetememe krizi ile

19 Sadece bir soru: MLKP'nin örgütlenme planı anlatılırken (BK Belgeleri) parlamentoda çalışma bölümü neden 4. sırada ve birçok temel çalışma alanından önce yer alıyor?

Page 59: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

değil, bunların tek tek yetmezlikleri ile ilgili bir durum gibi ele almakta, sorunu "çapsız ve yeteneksiz liderler"e bağlamaktadır. 12 Eylül'ün siyasi partileri kapatarak siyasal parçalan-mışlık yarattığı gibi burjuva liberal argümanlara başvurabilmekte; daha kötüsü "sivil cephe"nin içerisinde bulunduğu durumdan neredeyse "hayal kırıklığı" ile söz etmektedir! Burjuva düzen partilerin kitlelerin hiçbir talebine yanıt vermediğinden sanki Türkiye'ye özgü bir olgu imiş gibi bahsedebilmekte; dünya çapında topyekün bir saldırı halindeki emper-yalist kapitalizmin burjuva partilerin programlarında dahi aynılaşmaya yol açtığını, dahası ve en önemlisi bunları kitlelerin taleplerine karşılık vermek için değil, onları baştan çıkarmak için kurulduklarını unutmaktadır!

MLKP'nin MGK'yı devlet mekanizmasının dışında, üstünde bir güç gibi ele alması ("illegal devlet" gibi Aydınlıkçılara özgü bir ibare, II. Kongre Belgeleri'ne sızabilmiştir) sivil toplum-culuğa kan taşıyan Bonapartist bir tespittir. Sivil toplumculuğun MGK'ya muhalefeti de tam bu içerikte değil midir: "Atanmışlar-seçilmişler"; "asker-sivil" çelişkisi! Türkiye'de burjuva devletin kuruluşundan beri ordunun oynadığı rolün yanı sıra, askeri faşist cunta yıllarının, periyodik darbelerin ve süreklileştirilmiş darbeciliğin ektiği ve reformcu zihinlerde kolay-lıkla filizlenebilen bir psikolojidir bu gerçekte. Siyasal form kazanmaktadır. Yol verdiği par-lamenter ve reformcu hayaller, en radikal görünen söylemlerde dahi işte böyle sırıtmaktadır.

ML teorik-politik önderlik bu mudur? "ML'nin statik kavranışından kopuş" bu mudur? Teori-nin ve devrimimizin en temel sorunlarını çözümlemeye kalkıştığında MLKP sudan çıkmış balığa dönmektedir. Evet, "cüret"! ML'yi bozma, özünü boşaltma ve genç kadrolarının kafa-sına "Hareket herşeydir aslanlar, nihai amaç ise hiçbir şey!"i yerleştirme "cüreti"! Lenin, "Oportünistlere karşı uzlaşmacılıkta ısrar eden herkes, oportünizmin batağına saplanmaya mahkum-dur" diyordu.

MLKP'nin durumu bu sözün milyonuncu doğrulanışından başka nedir!

Page 60: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Sonuç yerine

MLKP, antifaşist mücadele alanında belirli bir ısrarlılıkla durmaya çalışan ve çeşitli kesitlerde buna uygun hareket eden bir örgüttür. Oportünist-reformcu tasfiyeciliğe karşı geliştirilen Devrimci Güç Birliği içerisinde de gönüllülükle yer almaktadır, İhtilalci Komünistler olarak bu temel gerçeğin üzerinden atlayacak değiliz. Fakat bu temel ayrımımızı koymamızı engell-eyici değildir. TİKB III. Konferansı ile MLKP II. Kongre Belgelerinin karşılaştırmalı analizi, bize MLKP'nin sağ tasfiyeci akımın güçlü ideolojik etkisi altında bulunduğunu gös-termektedir. MLKP, çizgisini devrimci yönde düzeltmek için iradi bir hesaplaşmaya girme-dikçe de, bu durumun iyi niyetle değişmesi olanaksızdır. Bunu yapmadığı takdirde ise o, militan bir çizgide yürütmek istediği antifaşizmin de dahi sağlam duramayacak, reformizmin ve tasfiyeciliğin üzerindeki etkisi daha da derinlere işleyecektir Bugün bir Dev-rimci Yol'un durumu nasıl DHKP/C için ibret oluşturmalı ise, DHKP/C'nin ve PKK'nin gi-dişi de MLKP için uyarıcı olmalıdır.

MLKP'nin sergilediği bu tabloda Maoculuktan özde kopamamış halkçı devrimci perspektif ve stratejisinin etkisi belirleyicidir. Esas temel budur. Menşevizmini koyulaştıran özgül bir etmen ise onun "Birlik Devrimi" diye pazarlamaya çalıştığı "toplama" Parti anlayışıdır. MLKP bir anlamda "antirevizyonist kampın ÖDP'si" olarak vücut bulmuştur. Birbirleri ile birleşemedikleri, aritmetik bir toplam oluşturmadıkları koşullarda varlık neden ve olanakla-rının sonuna gelmiş güç ve çevrelerin biraz kavgalı ama aynı zamanda da birbirlerine mec-buriyetten kaynaklı gönüllü beraberliğinden doğmuştur. Bir TKP/ML YİÖ'nün birliğe katı-lımının "çok değerli bir kazanım" olarak değerlendirilmesini bu ruh halinin trajikomik bir göstergesi olarak görmek gerekir. Birkaç diri devrimcinin dışında varlığı kalmamış bu anti-faşist çevrenin yola çıkmış bir arabaya son anda binmekten başka çaresi mi kalmıştı? Sıfırla-

Page 61: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

nan pratiğini, teorik çıkmazını son etapta, politik ölümün eşiğindeyken sol maceracı bir söy-lemle gizleyen bir TKİH; antirevizyonist kampta sağcılıkta TDKP'yle yarışabilecek bir geç-mişten gelen bir, TKP/ML Hareketi sonuçta işte böyle bir menşevik toplama ulaşmışlardır. Birlik fikrinin ta '80'lerde oluşmuş olması bir yanıyla birinci tasfiyecilik dalgasının birlik rüz-garı ile ilgilidir. Ancak o asıl olarak bağımsız kimlik ve geleneğin ve gelecek yoksunluğunun itirafı olarak anlaşılmalıdır. Bu, MLKP'yi yine de bağımsız bir kimliğe kavuşturamamış; ara güç konumunu yeni bir düzlemde pekiştirmiştir. TİKB III. Konferans Belgeleri ile MLKP II. Kongre Belgelerinin irdelenmesi, bizi proleter sosyalizmin devrimci ML ideolojik, politik ve eylemsel basınç ve hegemonyasına olan ihtiyacı kavramaya ve hücrelerimize dek bu misyon bilinciyle donanmaya bir kez daha çağırmaktadır!

Page 62: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Kürt Kapanı (Modern Devrimci Proletarya, s.1-2, 1998)

İÇİNDEKİLER

VI- NEDEN BUGÜN? A) SAVAŞ YORGUNLUĞU

a) Tarihsel koşullardaki farklılaşma nedeniyle bugün halkları vuran bir silah b) Kürt UKM açısından durumu ağırlaştıran özel etkenler ve bu konuda düşülen stratejik yanılgı c) Kürt UKM'nin saflarında başgösteren 'savaş yorgunluğu'nun bugün kazandığı boyutlar, yansımalar ve sonuçlar d) Görülmesi gereken kökler

B- SİYASÎ VE ASKERİ DENGELERDEKİ DEĞİŞME a) PKK'nin tarihsel çıkışı ve "baskın" etkisi b) Dönüm Noktası c) Tahribatın derinliğine bir örnek d) Askeri dengelerdeki değişme ve bugüne kadar uzanan bazı sonuçlar

C- DİĞER KONJONKTÜREL ETKENLER a) Uluslararası ve bölgesel koşulların elverişsizliği b) Türkiye'deki mücadelenin zayıflığı, Kürt UKM'nin en büyük dezavantajı olmuştur

VII- ÇIKARILMASI GEREKEN İKİ STRATEJİK SONUÇ ve İÇERDİĞİ İMKANLAR 1) İki halkın kaderi birbirlerine bağlıdır 2) Ulusal mücadeleyi sınıfsal temellerde örgütleme imkanları genişlemiştir

VIII- BU ÇEMBER NASIL YARILIR, HANGİ DİNAMİKLERE DAYANMAK GEREKİYOR?

Şubat Yayıncılık / www.alinteri.org

Page 63: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Dergimizin bu sayısının hazırlıkları sırasında, PKK'yi ve onun şahsında Kürt UKM'ni tasfiyeyi amaçlayan 'Kürt Kapanı' yeni bir

boyut kazandı ve Şemdin Sakık'ın ihanet eylemi patlak verdi. Yurtsever saflarda şaşkınlık, panik ve yılgınlık eğilimlerini

derinleştirmeyi amaçlayan yoğun bir psikolojik savaş malzemesi yapılan bu ihanet, kendi fiziki sınırları içinde ne büyütülecek ne

de şaşılacak bir gelişmedir. Kürt ulusal devrimi, hatta PKK, geleceği kişilere bağımlı ilk oluşum ve emekleme dönemlerini

geride bırakmış; ulaştığı kitlesellik, tarihsel deneyim birikimi ve devrimci gelenekleri ile bağrından yeni kadro kuşakları

çıkartabilecek bir olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Tarihsel gelişme bakımından macun bir kez tüpten çıkmıştır! Hiç bir ihanet ya da

yiyebileceği en ağır askeri-siyasi-moral darbeler bile Kürt halkının artık eski edilgen ve sinik konumuna geri döndürmez,

onu tekrar alçaltıcı bir köleliğin boyunduruğu altına alamaz.

Yalnız Şemdin Sakık'ın ihanet eylemi, sadece kendi sınırları içinde ele alınmakta yetinilmemelidir. Hele bunu, "zaten baştan

beri kuşkulu, güvenilmez, ayrıca bir 'hiç' olan tükenmiş bir kişilikten kurtulma" olarak daraltmak ve bireyselleştirmek, ikna

edici olmadığı ve olamayacağı gibi, gereken devrimci uyarıyı ve eğiticiliği de sağlayamaz. KDP gibi bir ihanet şebekesi üzerinden Türkiye'ye sığınma alçaklığını gösterebilecek kadar tükenmiş bir

kişilik, geçmişi ne olursa olsun geldiği yer itibariyle gerçekte ne olduğunu kusmuş ve kendisini ele vermiştir. Gelinen noktada

O artık bir hiçtir; Türk burjuvazisi ve emperyalist güçlerin elinde kirli bir politik savaş aleti olarak kullanılmanın dışında hiçbir rolü ve geleceğinin olmadığım ortaya koymuştur ve bu rolü etkili bir

tarzda oynayabilmesi de artık zordur. Bünyeyi içten içe kemiren bir cerahatin patlaması yönüyle de bunu, PKK'yi ve Kürt UKM'ni

zayıflatan değil güçlendiren bir gelişme olarak görmek gerekir. Ancak sadece Şemdin Sakık'ın ihanet eylemi ile sınırlı olmayan

son gelişmeler, ulusal devrimci hareketin, bugün nasıl ciddi ve çok yönlü bir tasfiye tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunun

görülebilmesi açısından da uyarıcı olmalıdır. Onun için sorunun asıl bu yönü ve nedenleri üzerinde durulmalı, gelişmeler bu

eksenle olan ilişkisi içerisinde irdelenmeli; kişiler ve parçalarla sınırlı yaklaşımların üzerine çıkılmalıdır. Aksi takdirde, ne

birbirinden kopuk, beklenmedik vb. olarak görünen gelişmelerin mahiyeti kavranabilir ne de bunlara karşı etkili ve tutarlı devrimci

bir politik sağlam duruş sergilenebilir.

Page 64: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

VI- NEDEN BUGÜN?1 İşbirlikçi Türk tekelci burjuvazisini Kürt politikasında bir değişiklik yapmaya zorlayan nedenlerin

üzerinde durduktan sonra, bununla bağlantılı başka bir temel sorunun yanıtını aramaya geçebiliriz: Burjuvazi bu değişikliği neden daha önce değil de bugün gündeme getirmektedir? '91 yılında Özal tarafından gündeme getirildiği zaman karşı çıkılan ve suikastlara kadar varan yöntemlerle önü kesilen bu plan, neden bugün ordu içinde bile ağır basan eğilim haline gelmiştir? İlk bakışta 'zamanlama' sorunu gibi 'teknik bir konu' olarak görünse de esasında öze ilişkin unsurları içeren, bu politika değişikliğinin anlamını ve amacını kavramamızı kolaylaştırmakla kalmayıp onun genellikle gözden kaçırılan çok önemli bazı yönlerini daha berrak bir biçimde görmemizi sağlayacak nitelikte kilit sorulardan biridir bu.

"Neden bugün" sorusunun bütünsel bir yanıtını oluşturan gelişme ve etkenleri üç ana başlık altında toplayabiliriz: A) Öncünün saflarında dahi kendisini gösteren SAVAŞ YORGUNLUĞU, B) Ulusal hareket ile devlet arasındaki mücadelenin sınırlan içinde SİYASİ VE ASKERİ DENGELERDEKİ DEĞİŞME, C) Türkiye'deki sınıf ve emekçi kitle hareketinin gelişme düzeyi ile devrimci hareketin durumu başta olmak üzere DİĞER KONJONKTÜREL ETKENLER.

Bunların her biri kendi içinde, bazıları başlı başına ele alınmayı gerektiren bir dizi alt etken ve gelişmeyi içerir. Fakat konuyu fazla yaymamak için bunların çoğunu şimdilik genel değinmeler biçiminde ele alacağız. Bu arada daha önceki bölümlerde değindiklerimizi tekrarlamaktan mümkün olduğunca kaçınacağız. Ancak "Neden bugün?" sorusunun yanıtını bütünlüklü bir tarzda verebilmek için tekrar anılması zorunlu olanları, şu ana kadar değinilmeyen yönleri ile ele alacağız.

A) SAVAŞ YORGUNLUĞU

a) Tarihsel koşullardaki farklılaşma nedeniyle bugün halkları vuran bir silah Savaş yorgunluğu, politik hedeflerine ulaşabilmek amacıyla karşısındakini iradesini kabul etmeye

zorlamak için birbirleriyle savaşa tutuşan güçlerin fiziksel ve moral kuvvetlerindeki zayıflamayı anlatmak üzere kullanılan genel bir terimdir. Ama daha çok taraflardan birinin, savaşı, stratejik amacına ulaşabilmek için gereken etkinlikte sürdürebilme imkan ve potansiyellerindeki zayıflamayı, daralma ve zorlanmaları ifade etmek için kullanılır. Bu anlamda, "düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemi" (Clausewitz) olarak her savaşın askeri bakımdan asgari hedefini 'hasmını yormak' oluşturur. Fakat her savaşın bu asgari askeri amacı, "Düşük Yoğunluklu Savaş" stratejisinde özel bir yere sahiptir. Hasmını yıpratıp yorarak onu, savaşı belirli bir düzeyde hâlâ sürdürebilecek durumda olsa bile asıl stratejik amacını oluşturan politik hedefinden vazgeçmek, en azından bunu küçültmek zorunda kalacağı bir duruma sürüklemek bu stratejinin ana hedefi durumundadır. Stratejinin bütünü bunun üzerine kuruludur. Fakat onun özellikle ikinci aşamasını oluşturan "siyasi çözüm" aşamasının gündeme getirilişi -istisnai durumlar hariç- tamamen buna bağlıdır. Emperyalistler ve işbirlikçileri, kendilerine başkaldıran devrimci güçleri politik talepleri bakımından kendilerinin de kabul edebilecekleri sınırlar içinde bir "çözüme" razı edebilecek ölçüde yorup yıprattıklarına inanmadıkları sürece bu açılımı gündeme getirmezler.

Devrim ve ulusal kurtuluş mücadeleleri dalgasının 1950 sonlarından başlayarak büyük bir kabarma gösterdiği 1960 ve '70'li yularda "savaş yorgunluğu", ulusal ve sosyal kurtuluşları için silaha sarılan halkların ve devrimci güçlerin emperyalistler ve işbirlikçileri karşısında sonuca gitmelerini kolaylaştıran bir etkendi. Maddi olanaklar ve askeri güç bakımından kendilerinden kat kat üstün emperyalistleri dahi halklar geçmişte bu sayede yenilgiye uğratmışlar; yani onları "yordukları", savaşı asıl olarak siyasal ve moral bakımlardan sürdüremeyecek hale sürüklemeyi başardıkları için sonuca gidebilmişlerdir. Yoksa ne Cezayirliler Fransız ordusunu büyük askeri yenilgilere uğratmışlar, ne Vietnamlılar Amerikalıları savaş alanında önlerine katıp kovalayarak ülkelerinden defetmişler, ne de Afrika'daki ulusal kurtuluş devrimleri, bırakalım savaştıkları emperyalistleri ve sömürgeci orduları, bunların piyon olarak kullandıkları paralı güçleri dahi askeri bakımdan bütünüyle ezerek zafere ulaşmışlardır. Bunları elbette ki askeri bakımdan da ciddi ölçülerde darbelemiş, yıpratmış, zayıf düşürmüşlerdir. Fakat onları sonuca götüren asıl etken, hasımlarını moral ve siyasal bakımlardan yıpratıp savaşı artık daha fazla sürdüremeyecekleri bir noktaya sürüklemeleri olmuştur. Savaş uzadıkça, karşılarındaki emperyalist güçler, dünya kamuoyunun yanı sıra bizzat kendi kamuoylarından da yükselen güçlü bir savaş aleyhtarlığının baskısı ile karşı karşıya kalmışlar ve cephe gerilerinden yükselen bu baskı onları geri çekilmek zorunda bırakmıştır.

O yıllarda süreçlerin genel olarak böyle bir seyir izlemesinde, dünyanın o günkü koşulları ve dengelerinin

1 'Kürt Kapanı' yazısının geçen sayıda yayınladığımız ilk bölümünde, teknik bir hata sonucu, 44. sayfanın 3. sütununda yer alan 'Bir an için PKK'nin

bu oyuna geldiğini ve burjuvazinin "siyasi çözüm" aldatmacasına kendini kaptırdığını düşünelim' cümlesinin arkasından gelmesi gereken, 'Bu durumda bile genel bir ateşkes sağlanabilir belki ancak bu ne silahların tamamen susması anlamına gelir ne de şiddet ve terör uygulamalarının bıçak gibi kesilmesini beraberinde getirir' cümlesi atlanmıştır. Düzeltir, özür dileriz.

Page 65: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ezilen halklar ve devrimci güçlerden yana olmasının belirleyici bir rolü vardı. En başta, gelişmiş kapitalist ve emperyalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketleri ile yarısömürge ülkelerde ezilen halkların ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri dalgası güçlü bir yükseliş içindeydi. Buna mukabil aralarındaki çelişkilerin keskinliğinden ötürü emperyalist güçler arasında derin bir bölünme ve kamplaşma yaşanıyordu. Özellikle iki süper devlet arasındaki rekabetin keskinliği, emperyalist kampı zayıf düşüren, onların tek tek veya birleşik olarak hareket etme imkanlarını daraltan bir etken işlevini görüyordu. Emperyalistler arasındaki çelişkilerin keskinliği zemininde yükselen bloklaşma, burjuvazi ve gericiliğin güçlerini çoğu kez paralize edici bir rol oynarken, halklara ve devrimci güçlere ise oldukça geniş bir hareket olanağı kazandırıyordu. Revizyonist ihanetin tahribatları kendini giderek daha fazla göstermeye başlamış olmakla birlikte sosyalizmin prestiji hâlâ orta sınıfları dahi etkileyebilecek denli yüksekti. Küçükburjuva halkçı veya ulusal kurtuluşçu bir karaktere sahip güçler üzerinde ise bu etki, onların kendilerini "sosyalist" hatta "ML" olarak nitelemelerine yol açacak ölçüde ileri boyutlardaydı. Peşpeşe gelen dalgalar halinde boy gösteren Titocu, Kruşçevci, Avrupa komünisti ve Maocu revizyonizmlerin yarattığı ideolojik karmaşa ve bulanıklık ortamında bu durum bir taraftan ML teori ve proletarya sosyalizminin kavranışında yeni çarpıklık ve yanılsamalara neden olurken, öbür taraftan antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerine belirgin bir halkçı karakter kazandıran bir etken işlevini gördü. Köklü bir toprak reformu başta olmak üzere ekonomik ve toplumsal yaşamda devrimci demokratik dönüşümler gerçekleştirmeyi de hedefleyen bir yönelim kazandıkları ölçüde halkların ulusal kurtuluş mücadeleleri, emperyalistler ve işbirlikçileri karşısında daha tutarlı bir devrimci çizgi temelinde daha direngen ve yığınsal bir karakter kazanarak çarpıcı zaferlerle taçlandılar. O yıllarda dünyaya egemen olan psiko-siyasal atmosfer, halkların direnme ve mücadele ruhunu güçlendirici bir rol oynarken, emperyalizm ve gericiliğin güçleri adeta moral bir çöküntü içindeydiler. Emperyalist kapitalizm, ideolojik, kültürel ve ahlaki alanlarda da daha çok savunma pozisyonundaydı. Burjuva kapitalist ideolojinin açıktan savunulabilmesi, cesaret gerektiren bir işti. Başlı başına bu demoralizasyon ve özgüven zayıflığı bile, emperyalizm ve gericiliğin güçlerini, ayağa kalkan ve savaşan hakların karşısında erken 'yorulmaya', nispeten kolay ve çabuk pes etmeye sürükleyen bir etken durumundaydı.

'80 sonrası sürece baktığımız zaman ise, koşulların ve dengelerin devrimci güçlerin aleyhine değiştiklerini görürüz. Bir kere en başta, devrim ve ulusal kurtuluş mücadeleleri dalgası kırıldı ve dibe vurdu bu süreçte. Tek başına bu bile tek tek ülkelerdeki işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketleri ile halkların ulusal kurtuluş mücadelelerini geriye çeken, onların cesaretlerini kıran, direnme ve dayanma güçlerini zayıflatan bir rol oynuyor günümüzde. Emperyalistler arasındaki çelişkiler ve rekabet kuşkusuz ortadan kalkmış değil, dünya çapındaki krizin etkisiyle bu bazı yönlerden daha da derinleşmiş durumda. Fakat geçmişten farklı olarak, keskin çizgilerle ayrılmış siyasi ve askeri bir bloklaşma yok bugün emperyalizmin saflarında. Bunun nüve halindeki unsurlarını taşıyan ve daha çok taktik farklılıklar biçiminde kendini gösteren oynak bir saflaşma var. Aralarındaki rekabeti keskinleştiren kriz, öte taraftan, sistemin bütününü tehdit eden her türlü muhalif gelişmeye karşı ortak tavır almalarını kolaylaştırıcı bir etken rolünü oynuyor. Emperyalist burjuvazi ve dünya gericiliğinin güçleri, 1980 sonrası süreçte, asıl olarak özgüvenlerini yeniden kazandılar. Devrim dalgasındaki kırılma ve revizyonizmin neden olduğu utanç verici iflasın bunda özel bir rolü oldu. Emperyalist burjuvazi bu süreçte ekonomik, siyasi ve askeri bakımlardan olduğu gibi ideolojik, kültürel ve moral bakımlardan da dünya çapında inisiyatifi ele geçirdi, atak üzerine atak tazeleyebilen küstah ve saldırgan bir konum kazandı.

Tarihsel koşullardaki bütün bu değişiklikler, komünistler ve devrimci güçler, toplumsal ve ulusal hakları için ayağa kalkma gücünü ve cesaretini gösterebilen halklar açısından bir dizi yeni zorluk ve dezavantajı beraberinde getirdi doğal olarak. Bunların en önemlilerinden biri de, sonuca gitmenin eskisinden çok daha büyük bedeller ödemeyi, çok daha fazla güç ve çaba harcamayı, çok daha sağlam bir irade ve kararlılık sergilemeyi gerektirir hale gelmesidir. Yine geçmişten farklı ve aleyhte bir etken olarak bunlara bir de, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin, silahlı devrim mücadelelerini etkisizleştirme ve bastırma konusunda kazandıkları tecrübeleri, bilim ve teknolojideki gelişmelerin savaş sanayine uygulanmasının sonucu olarak burjuva orduların silah, teçhizat, hızlı hareket kabiliyeti, haberleşme ve istihbarat imkanları bakımından kazandıkları ek üstünlük ve avantajları eklemek gerekir.

Sonuç olarak, tarihsel koşullardaki farklılaşmadan ötürü, geçmişte halkların devrimci kurtuluş mücadelelerinin sonuca gitmesini kolaylaştıran "savaş yorgunluğu" etkeninin işlevi günümüzde tersine dönmüş; girişilen mücadelelerin uzaması, bugün artık devrimci güçleri ve onu destekleyen kitleleri daha erken yorup yıpratan, soluk yetersizliğine ve tıkanmalara zemin hazırlayan bir etken özelliği kazanmıştır. Zaten "Düşük Yoğunluklu Savaş" stratejisinin emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından bugün bu kadar rahat uygulanabilmesi ve sonuca gidebilmesi de, onun panzehiri bulunamamış "karşı durulmaz" bir strateji özelliği taşıdığından dolayı değil asıl olarak bundan dolayıdır.

b) Kürt UKM açısından durumu ağırlaştıran özel etkenler ve bu konuda düşülen stratejik yanılgı Kürt UKM'nin, uluslararası koşul ve dengelerin elverişsizliği açısından talihsizliği, sadece bunun

dünyanın her yöresi için geçerli genel sonuçlarından da ibaret değildir. Kürt ulusal sorununun tarihsel-siyasal özgünlükleri ve Ortadoğu bölgesinin özelliğinden dolayı o, bu genel olumsuzluklardan bazılarını çok daha özel

Page 66: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ve yoğunlaşmış bir biçimde yaşamak durumunda kalmıştır. Bunları biraz açmak gerekirse, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi, '4 parçaya bölünmüş bir ülke, parçalanmış bir ulus' gerçekliği zemini üzerinde yükselmek zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Büyük bir tarihsel haksızlığın sonucu olan bu durum ona, nispeten geniş bir hareket alanı ile derinlikli bir cephe gerisine sahip olmak gibi ek avantajlar sağlamıştır. Fakat öbür taraftan, aralarında zaman zaman alevlenen kimi taktik farklılıklar ortaya çıksa bile bu konuda ona karşı stratejik bir çıkar ortaklığı içinde olan Türk, Arap ve Fars gericiliği gibi kararlı düşmanlarının sayısının otomatik olarak çoğalması gibi dezavantajları da olmuştur. Bu parçalanmışlık, bir diğer boyutuyla, Kürt ulusunun sosyo-kültürel gelişiminin iç dinamiklerini zayıflatan, onun uluslaşma sürecini yavaşlatan, kimi yönlerde deforme eden olumsuz bir tarihsel etkendir. Bunun üzerine bir de uzun bir tarihsel geçmişe dayanan asimilasyon çabaları ile sık sık tekrarlanan katliamların binmesi, bütünde olduğu gibi tek tek parçalar özelinde de devrimci bir bilinç ve örgütlenme temelinde yığınsal ve istikrarlı bir ulusal mücadelenin geliştirilebilmesi için nesnel bakımdan elverişsiz bir toplumsal gerçeklik ortaya çıkarmıştır. Kürt toplumunun genelinde sınıfsal farklılaşmanın güdük kalması, feodal parçalanmışlık ve aşiret ilişkilerinin hâlâ süregelen egemenliği, parçalar arasındaki sosyal ve ekonomik ilişkilerle siyasal etkileşimi bütünüyle ortadan kaldıramamış olmakla birlikte 4 ayrı devletin boyunduruğu altında olmanın yarattığı izolasyonist sonuçlar, burjuva anlamda modern bir önderlik ve örgütlülükten dahi yoksun olarak girişilen daha önceki isyanların arkasından yaşanan katliamların yarattığı özgüven kaybı ve siniklik bu sosyo-ekonomik ve psiko-kültürel dezavantajların başlıcalarıdır. Bu nedenle, neredeyse bütün dünyanın ayağa kalktığı '60'lı-'70'li yılların elverişli tarihsel koşullarında dahi yığınsal ve militan bir ulusal başkaldırı yönelimi içine girmeyen Kürt toplumunu, '80'li yılların alabildiğine elverişsiz koşullarında hem de devrimci militan bir çizgi temelinde ayağa kaldırabilmiş olmak olağanüstü bir başarı kabul edilmelidir. PKK bunu başarmıştır.

Ayrıca bunun Ortadoğu gibi bir bölgede gerçekleştirilmiş olması, bu tarihsel başarıya ek olarak özel bir değer ve anlam kazandırır. Çünkü stratejik öneminden dolayı Ortadoğu öyle bir bölgedir ki, yerel gericiliklerin dışında dünyanın belli başlı bütün emperyalist güçlerinin elleri buradadır. Devrimci bir gücün canını dişine takarak yaptığı en küçük bir hamle bile, bu bölgede anında karmaşık bir dizi karşıdevrimci reaksiyon doğurur. Bu gerçeklik, Ortadoğu bölgesinde devrimci kazanımlar elde etmenin bedellerini yükseltir, bu kazanmaları çoğu kez sınırlandırır, çok geçmeden etkisizleştirebilir veya ileriye doğru attığınız her adım yeni ve daha büyük belalarla karşı karşıya kalmanın riskini içinde taşır. Onun için Ortadoğu'da tutarlı bir devrimci çizgi temelinde ilerlemek ve sonuca gitmek, dünyanın başka yörelerinde olduğundan daha zordur. Daha kararlı ve ilkeli bir duruşu, daha soluklu ve bedelleri daha yüksek bir mücadeleyi göze almayı gerektirir. Bu geçmişte de böyleydi fakat "Yeni Dünya Düzeni" koşullarında çok daha açık bir zorunluluk halini almıştır. Bunu baştan itibaren görmek ve sürekli akılda bulundurarak hareket etmek gerekir.

PKK'nin düştüğü stratejik yanılgılardan biri çıkar bu noktada karşımıza. Bugün kendisini pratikte de gösteren sonuçların ışığında geriye doğru baktığımız zaman, PKK'nin, tarihsel koşulların 1980 sonrası dünya çapındaki genel elverişsizliği ile bunun Ortadoğu gibi bir bölgede özel olarak ağırlaşmış yansımalarından kaynaklanan zorlukları yeterince dikkate alarak hareket ettiğini söyleyemeyiz. '84 Atılımının hazırlıkları sırasında ve mücadelenin ilk yıllarında nispeten güçlü olan bu perspektif, özellikle '90-'91 Serhıldanlarını izleyen süreçten itibaren giderek yitirilmiştir. Gerilla mücadelesinde kazanılan başarıların, bu arada hareketin umulandan daha hızlı ve daha büyük ölçekte kitleselleşmesinin yarattığı 'başarı sarhoşluğu'nun da etkisiyle, başlangıçta varolan devrimci gerçekçiliğin yerini, daha sonraları giderek "yakın devrim" hayalleri ve beklentileri almıştır. Sadece lehteki faktörler ve kaydedilen ilerlemeler görülür olmuş, buna karşılık aleyhteki tarihsel, toplumsal ve bölgesel etkenlerle, mücadele boyutlandıkça büyüyen tehlikeler yeterince dikkate alınmaz olmuştur. Uzun vadeli stratejik bir yaklaşımın yerine dar kesitsel taktik tutumlar geçmiştir. Bunlar nesnel veya öznel nitelikteki geriye çekici başka etkenlerle de birleşerek yeni olumsuzluklara kaynaklık etmiştir. Sonuç olarak, "savaş yorgunluğu" ve ondan beslenen tehlikelerin bugün bu denli boyutlanmış olarak ortaya çıkmasında, mücadelenin uzun süreceği ve çok zorlu geçeceğine dair stratejik yaklaşımın zayıflaması ve giderek yitirilmesinin payı büyüktür.

Esasında PKK başlangıçta kendisini uzun süreli ve zorlu bir mücadeleye hazırlamıştı. '84 Atılımının hazırlıklarını bu perspektifle yürüttüğünü pratikte de kanıtladı. Nitekim bu devrimci perspektifi yeteri kadar içselleştirememiş olan küçük burjuva unsurlar, ya daha işin başında, ülkeye giriş zamanı geldiğinde veya devrimci silahlı mücadelenin doğasından kaynaklanan ilk ağır darbeler ve zorlanmalarla karşılaşır karşılaşmaz dökülmüşlerdir. Fakat süreç ilerledikçe, başlangıçtaki bu devrimci gerçekçiliğin yerini tek yanlı bir iyimserlik ve hayaller aldı. Ulusal devrimci hareket de, küçükburjuva devrimciliğinin karakteristik hastalıklarından biri olan "görelilik" ölçütüyle hareket etme hastalığına tutuldu. Tarihsel bir atılım gerçekleştirmiş, kimsenin beklemediği -bu arada kendisinin dahi ummadığı- başarılar ve ilerlemeler kaydetmiş olmanın haklı gururu ve özgüveni aşırıya kaçarak devrimci sağduyu ve mantığın önüne geçti; durumun ve olası gelişmelerin bütünlüklü ve gerçekçi bir tarzda değerlendirilmesinin yerini hareket ilerledikçe büyüyen tehlikelerin, süreç uzadıkça ağırlaşmış olarak kendisini gösterecek olan dezavantajların yeterince hesaba katılmadığı aşırı bir sübjektivizm aldı. İşin kötüsü, gerçeklerle karşılaşıldıkça kırılmaya uğrama ve bu kez tam tersine dönüşme tehlikesini bağrında taşıyan bu aşırı sübjektivizm, kitlelerden de önce, onları bu konuda uyarmakla yükümlü öncünün saflarında gelişti. Oradan kitlelere doğru yayıldı. Kadroları ve kitleleri, savaşın daha uzun sürebileceği olasılığına göre eğitip hazırlaması gereken propaganda ve ajitasyon, "erken zafer" beklentilerini körükleyecek tarzda 'ajitatif' bir çizgiye oturtuldu.

Page 67: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Daha da vahimi, bu sübjektivizm, stratejik belirlemelere ve taktiklere yol göstermeye başladı. Örneğin, 1992 yılında abartılı bir "stratejik denge" tespitinde bulunuldu. Devrimin gelişme seyri gibi

çoğu değişken bir karaktere sahip bir dizi etkene bağlı olarak dinamik bir özellik taşıyan bir süreci mekanik kalıplar içinde ele alan -onun oportünizmi yalnızca bundan ibaret değildir- Maocu "uzun süreli halk savaşı" teorisine ait bir kavram olarak "stratejik denge aşaması", artık nihai zaferin elde edilebileceği son aşama olarak "stratejik taarruz aşaması"na geçişin eşiğine gelindiğini ifade eder. O güne kadar kaydettiği sıçramalı gelişmeye rağmen Kürdistan ulusal devrimi, '92 yılında bunun henüz çok uzağındadır. Bırakalım başka şeyleri, aradan 6 yıl geçtiği halde bugün bulunulan nokta bile bu gerçeği görmek için yeterlidir. "Stratejik denge" gibi ileri bir tespitte bulunulurken, sadece mücadelenin '84 öncesine göre kaydettiği gelişmeler, bu arada gerillanın başta Botan olmak üzere bazı alanlarda sağladığı üstünlük vb. görülmüştür. Ama buna karşılık gerillanın Botan'da bile tam ve mutlak bir hakimiyet kuramadığı, Botan ve çevresel bazı alanların dışında kalan kırsal alanlarda daha da zayıf bir durumda bulunulduğu, asıl önemlisi kitlelerdeki bütün hareketlenmeye rağmen devletin kentlerdeki askeri ve idari hakimiyetinin sürdüğü, bunların dışında rejimin henüz bütün kozlarını oynamadığı, emperyalistler ve bölge gericiliğinin daha bütünüyle devreye girmedikleri vb. gibi sürecin gelişimine ve sonuca etki edecek gerçekler gözden kaçırılmıştır. "Stratejik denge" tespiti gibi abartılı tespitlere neden olan aşırı sübjektivizm ve tek yanlılık taktiklere de yansımış, ortaya atıldıkları somut koşullarda gerçekleşmesi imkansıza yakın ölçüde zor yakın taktik hedefler konulmuş ve tabii pratikte bunların hiçbirine ulaşılamamıştır. '93 yılının Newroz taktiğini, '92 sonlarından itibaren dile getirilmeye başlanan "Botan-Behdinan Kurtarılmış Bölgesi ve Savaş Hükümeti" hedefini ciddi hiçbir varlık gösteremeyen "Ulusal kongre" denemesini, '95'te ileri sürülen "gerillanın 50 bin kişiye çıkarılması ve ordulaşma" hedefini, '97'nin "final yılı" ilan edilmesi buna ilk ağızda verilebilecek örnekler olarak sayabiliriz. Devrimci bir taktik önderlik, elbette ki "mevcut durumun taktiğini" yapmaz. Sıçramalı bir devrimci gelişmenin önünü açabilmek için, güçlerin belirli bir zorlanmasıyla elde edilebilecek ileri hedefler koyar ve koymalıdır hareketin önüne. Bu yönüyle 'hayalci' olmalıdır. Fakat bunun desteksiz bir atışa dönüşmemesi için de ayağını yerden kesmemelidir. PKK'nin taktik tutum ve politikalarında eleştirdiğimiz yön burasıdır. Durumun ve koşulların gerçekçi ve bütünsel bir değerlendirmesini yapmak yerine tek yanlı bir sübjektivizmle hareket ederek, daha da kötüsü genellikle hareketin zorlandığı kesitlerde kadrolara ve yurtsever kitlelere biraz argo bir deyimle 'gaz vermek' gibi pragmatist bir amaçla gerçekleşemeyeceği baştan belli yakın taktik hedefler ileri sürerek moral motivasyonu bu yöntemle diri tutmaya çalışmasıdır. "Erken sonuç" beklentilerini körükleyen bu tutum o kesitlerde istenen etkiyi sağlamış olabilir belki ama, süreç ilerledikçe umulanın büyüklüğü ölçüsünde hayal kırıklıklarına dönüşerek bu kez devrimci özgüven ve iradeyi içten içe kemiren bir "savaş yorgunluğu" etkeni özelliğini kazanmıştır.

c) Kürt UKM'nin saflarında başgösteren 'savaş yorgunluğu'nun bugün kazandığı boyutlar, yansımalar ve sonuçlar İşbirlikçi Türk tekelci burjuvazisi, Kürt politikasında bugün nispi de olsa bir değişiklik yapma gereğini

duyuyorsa eğer, onu buna 'zorlayan' etkenler kadar, ona bunu bugün yapma 'cesaretini veren' etkenlerin de bulunduğunu görmek zorundayız. Bunların başında, ulusal hareketin saflarında başgösteren 'savaş yorgunluğu'nun geldiğini sık sık vurguladık. Burjuvazinin kendi "siyasi çözüm" açılımını bugün gündeme getirmesinin temelinde olduğu gibi, ulusal mücadelenin devrimci karakterini tasfiye sonucunu doğuracak sağ reformist uzlaşma eğilimlerinin açıkça örgütlenmeye kalkışma cesaretini bulabilmesinin temelinde de bu olgu vardır. Gerek burjuvazi gerekse sağ tasfiyeciliğin temsilcileri, bugün bütün hesaplarını asıl olarak savaş yorgunluğunun yaygınlığı ve derinliği üzerine kurmaktadırlar.

13 yıldır süren amansız bir savaşın, hareketin saflarında belirli bir yorgunluk yaratmış olmasını yadırgamamak gerekir. Bu bir yerde kaçımlmaz bir sonuçtur. Devrim ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişim süreçleri hakkında bir parça bilgi ve fikir sahibi olan hiçbir devrimci bunu yadırgamaz, şaşırtıcı bulmaz, bundan fazla korkmaz ve paniğe kapılmaz. Fakat bu devrimci sağlamlık ve soğukkanlılık, bu olgunun içerdiği tehlikelerin küçümsenmesi şeklinde bir kayıtsızlık halini de almamalıdır. Çünkü savaşan güçlerin ve kitlelerin devrimci irade ve dayanma gücünü içten içe kemiren bu sinsi hastalık, hareketi felakete sürükleyebilecek sapmaların ortaya çıkmasına ve güç toplamasına elverişli bir nesnel zemin yaratır. Bundan ötürü bu konuda gösterilecek en küçük gevşeklik ve rehavet bile yenilgiye davetiye çıkarmak anlamına gelir. Bugün Kürt ulusal hareketinin saflarında kendini gösteren savaş yorgunluğu olgusu, kazandığı boyutlar nedeniyle, büyük ve yakın tehlikelere gebe niteliktedir. Bugünkü tehlikeyi büyüten özel etkenleri 4 başlık altında toplayabiliriz:

1) Savaş yorgunluğu, bugün kendisini en başta ulusal hareketin hayat kaynağını oluşturan yurtsever kitleler içinde göstermektedir. Fakat o bugün yalnızca tabanla sınırlı kalmayıp, hareketin çevre güçleri hatta bizzat öncünün saflarında da kendini gösteren yaygınlık kazanmış bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır,

2) Hareketin sadece fizik güçlerinde bir yıpranma ile sınırlı kalmayıp, bunun yanı sıra düşünsel ve ruhsal bir yorgunluk boyutunu kazanmış olarak karşımıza çıkmaktadır,

3) Daha çok potansiyel bir tehlike oluşturan sınırlı bir çevre hareketi olmaktan çıkıp kendisini açıkça örgütlemeye yönelen pratik bir tasfiye yönelimi olarak karşımıza çıkmaktadır,

4) Savaş yorgunluğu zemini üzerinde yükselen, buna dayanarak güç toplamaya çalışan sağ tasfiyeci eğilim ve girişimlerin yoğunlaştığı bir kesitte tutumu belirleyici bir önem kazanan devrimci öncünün kendisi de

Page 68: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

bu konuda ideolojik-siyasi bakımdan net bir duruş içinde değildir. Bugünkü durumu, benzer girişimlerin yaşandığı geçmişten farklı kılan bu etkenler, birbirlerini besleyip

ivmelendiren bir bütünlük oluştururlar. Savaş yorgunluğu olgusunun içerdiği tehlikelerin büyüklüğü de bu bütünlükten, onun kapsam ve derinliğinden kaynaklanmaktadır.

Savaş yorgunluğunun bugün kendisini en başta, ulusal hareketin beslenme kaynağını oluşturan yurtsever kitleler içinde gösterdiğini belirttik. Tabandaki bu yorgunluk, kendi içinde ayrıca bir genişlik kazanmış durumdadır. Sınıfsal karakterleri nedeniyle güçlüklerin arttığı dönemlerde yorulmaya hazır orta sınıflar ve küçükburjuva katmanlarla sınırlı kalmaktan çıkarak, ulusal devrimci hareketin en kararlı kitle desteğini oluşturan -zaten bu yüzden kirli savaş uygulamalarının öncelikli hedefi haline gelen- Kürt yoksul köylülüğü ile diğer emekçi kesimler içinde de kendini göstermektedir. Serhıldanlar döneminde ölümün üzerine bile tilili çekerek yürüyen bu kitleler, o eski militan savaşçı ruh halinden farklı olarak bugün yasal kitle eylemlerine katılmakta dahi çekingen bir tutum sergilemektedirler. Uzayan savaşın her geçen gün katlanarak büyüyen acıları, çektikleri yoksulluk ve sefaletin derinleşmesi, yerinden yurdundan edilmenin üzerine binen işsizlik, evsizlik, açlık ve horlanmanın bunaltıcı baskısı, onları geriye çeken bir etken olmaktadır. Bu durum, savaş uzadıkça öncekilerin üzerine binen acılara ve bedellere göğüs gerebilme katsayısını haliyle düşürmüştür.

Mücadelenin gelişim seyri, süresi, temposu, izlenen taktikler vb. etkenlere bağlı olarak kitlelerin ruh halinde iniş çıkışların yaşanması, bu arada dönemsel veya göreli bazı gerilemelerin ortaya çıkması, üzerinden atlanmaması gereken bir durum olmakla birlikte yadırganmaması da gereken bir durumdur. Burada önemli olan, gözlerini gerçeğe kapatmayarak bu olguyu doğuran nedenlerin doğru bir çözümlemesi temelinde onun üzerine giderek derinleşmesine ve kalıcılaşmasına meydan vermemektir. Yurtsever hareketin kadroları içinde, bugün özellikle metropollere göçertilmiş emekçi yığınların ruh halindeki zayıflamanın boyutları ve bunu doğuran nedenlerin çözümlenmesi konusunda bir zayıflık vardır. '90'lı yılların başlarında elle tutulabilecek ölçüde yoğun olan o devrimci özgüven ve zafere duyulan inancın yerini, bugün henüz o noktaya gelmiş olmamakla birlikte "Olsun da nasıl olursa olsun" şeklinde bir teslimiyetçiliğe kadar evrilmeye müsait bir "barış" talebi ve özleminin almasının içerdiği tehlikelerin yeterince görülebildiği söylenemez. Kürdistan cezaevlerindeki açlık grevleri veya HADEP'e yönelik son saldırıların protestosu sırasında görüldüğü gibi zaman zaman geçmişi çağrıştıran nispeten kitlesel çıkışlar gerçekleştirilmektedir.2 Bunlar, yitirilmemiş bir siyasal canlılığın -zaten bunu iddia eden yoktur- göstergeleri olmakla birlikte, sahip olunan kitle potansiyelinin genişliği ve kitle militanlığının geçmişteki düzeyi ile ölçüldüğünde her iki yönde de belirgin bir zayıflamanın yaşandığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.

Kitlelerdeki savaş yorgunluğunun bir de dolaylı yansımaları vardır. Öncünün hareket kabiliyetini sınırlandıran geriye çekici bir basınç oluşturması, bunların başında gelir. Öncü, özellikle güncel politika ve taktiklerini belirlerken, kitlelerin ruh halini ve bundaki değişmeleri dikkate almamazlık edemez. Fakat bunu yaparken, kaynağını stratejik hedef bilincinin netliği ve derinliğinden alan sağlam bir duruşla hareket etmek yerine -ki devrimci öncülük misyonu bu noktada somutlanır zaten- kitlelerden gelen geriye çekici baskılara göğüs geremeyen bir zafiyet sergileyecek olursa eğer, o zaman tehlikeli bir sarmal oluşur. Kitlelerden gelen basınç öncünün politika ve taktiklerini geriye çekici bir etkide bulunurken, kitlelerin psikolojisine teslim olunduğu ölçüde devrimci karakteri zayıflayan politika ve taktikler mevcut gerilemeyi derinleştirici bir rol oynamaya başlarlar. Ulusal hareketin saflarında eski devrimci militan ruhu zayıflatıcı bir rol oynayan "barış" ve "siyasi çözüm" eğilimlerinin gelişim sürecini irdelediğimizde, böyle bir karşılıklı etkileşimin varlığını görürüz. Yurtsever kitleler içindeki savaş yorgunluğunun derinleşmesi, başka etkenlerle de birleşerek, taktik planda geriye çekici başka olumsuz sonuçlar da doğurmuştur. Örneğin PKK, 1995 yılı planlamaları sırasında, gerilla gü-cünü 50 bin kişilik ordu düzeyine çıkarmayı yakın bir taktik hedef olarak önüne koymuştu. Fakat bu hedefe ulaşmak şurada dursun, geçen süreç zarfında gelişme tersi yönde olmuştur. Bugün "hacim daralmasının yararlarından", "bazı alanlarda çekirdeksel bir gücün korunmuş olmasının bile başarı sayılması gerektiğinden" vb. söz edilir bir duruma gelinmiştir. Bu elbette ki tek başına hatta esas olarak kitlelerdeki savaş yorgunluğuna bağlanamaz. Fakat savaş yorgunluğunun tezahür biçimlerinden biri olarak Kuzey'den gerillaya katılımların geçmiş yıllara kıyasla düşmüş olmasının bu hedefe ulaşılamamasında payının olmadığı da söylenemez.

Savaş yorgunluğu etkeninin doğurduğu sonuçlar kapsamında bugün asıl üzerinde durulması gereken nokta, kitlelerdeki bu yorgunluğun üzerine oynayan, onu bahane veya siper edinerek kendisini örgütlemeye yönelen, bu anlamda kendisi de savaş yorgunluğunun doğrudan bir tezahürü olmakla kalmayıp tabandaki

2 'Serihıldanlar döneminin başlangıcı' olur. Ulusal hareket adına yapılan açıklamalar bu yöndedir. Her biri kendi içinde özel bir anlam ve değer taşıyan bu eylemler, daha genel bir yönelimin ifadesi olarak özellikle iki noktada, özgül ağırlıklarının ötesinde bir anlama ve değere sahiptirler. Bunlardan birincisi, Kürt ulusal hareketi içinde geliştirilmeye çalışılan ihanete ve sağ tasfiyeci eğilimlere, militan devrimci bir temelde pratikte verilen bir yanıt özelliğini taşımalarından kaynaklanmaktadır. İkincisi ise, Türkiye devrimci hareketi içinde de radikal devrimci güçlerle eylem birlikleri tercih edilerek gerçekleştirilmiş olmalarından ileri gelmektedir. Metropollerdeki yurtsever kitle potansiyelinin militan bir eylem çizgisi temelinde, bu arada Türkiye devrimci hareketi içindeki radikal güçlerle eylem birlikleri tercih edilerek harekete geçirilmesi, ulusal hareketin saflarında olduğu kadar Türkiye devrimci hareketinin saflarında da derinleşen sağ tasfiyeciliğe karşı güçlü bir devrimci barikat ve çekim merkezi oluşturacaktır. Bu yönelimin sürdürülmesi ve derinleştirilmesi, bundan ötürü büyük önem taşımaktadır. Fakat her iki yöndeki gelişmenin de dönemsel geçici bir yönelim olmaktan çıkıp kalıcı ve istikrarlı bir karakter kazanabilmesi, her şeyden önce, reformist "siyasi çözüm" ve "barış" arayışlarının yerine ulusal sorunun devrimci çözümünün stratejik taleplerine yüklenmeyi esas alan bir temel anlayış değişikliğinin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Bugün ortaya çıkmış olan devrimci eylem birliği imkanları o zaman daha da genişlemiş olmakla kalmayacak, elde edilen devrimci sonuçlar da çok daha kapsamlı boyutlar kazanabilecektir.

Page 69: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

yorgunluğun dolaylı bir yansıması özelliğini taşıyan girişim ve gelişmeler olmalıdır. Bunların başında ise, ulusal hareketin 'çevre güçleri' içinde yer alan bazı kesimlerin, her türlü uzlaşmaya açık sağ tasfiyeci bir çizgi temelinde kendilerini açıkça örgütlemeye yönelmiş olmaları gelir. Ulusal hareketin güçlü olduğu ve mücadelenin devrimci bir yükseliş gösterdiği dönemlerde ona yanaşan, onun ideolojik-siyasi yörüngesine giren, PKK'nin dar milliyetçi çizgisinden de kaynaklı olarak bu konudaki özensiz ve pragmatist tutumlarından ötürü legal alanda hak etmedikleri konumlara getirilen birtakım unsurlar, şimdi PKK'ye karşıt bir konumda, onu devre dışı bırakmayı hedefleyen ayrı bir odak olarak örgütlenme sevdasına kapılmışlardır. Bizzat PKK tarafından açıklanan bilgilere bakılacak olursa, emperyalistler ve burjuvazi tarafından muhatap alınmak üzere, hedefi sadece HADEP'in ele geçirilmesi ile sınırlı olmayan oldukça boyutlu bir girişim söz konusudur. "PKK'ye alternatif bir örgütlenme olarak, HADEP'in ele geçirilmesi de içinde olmak üzere, bir ucu Şerafettin Elçi ve Abdülmelik Fırat gibi Kürt burjuva-feodal sınıflarının temsilcilerine, diğer ucu Barzani ve O'nun has adamı Sami Abdurrahman'a kadar uzanan geniş bir "Kürt ihanet cephesi'" oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu arkadan vurma girişimi, gönüllerden geçen bir niyetin ifadesi veya potansiyel bir tehlike olma boyutunu da aşarak, kurulacak partinin adının bile belirlendiği bir somutluk kazanmıştır. Öyle ki Abdullah Öcalan'ın sözleriyle, "Her şey hazırdır, geriye bir tek PKK'nin tasfiye edilmesi kalmıştır."

Bugün PKK'yi "dıştan" tasfiye etmeye soyunan bu unsurlar, Kürt sömürücü sınıflarının temsilcileridir. Sınıfsal karakterlerine uygun olarak bunlar esasında hiçbir zaman kararlı ulusal devrimci bir çizgi ve tutumun sahibi olmamışlardır. Ulusal mücadeleye en aktif biçimde katıldıkları durumlarda bile, bu kesimler, Komünist Enternasyonalin tanımlamasıyla, "Ulusal reformizm olarak nitelendirilebilecek, çok sallantılı, tavizlere eğilim gösteren bir akımı temsil ederler". Kaldı ki bunların Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine katılımları, PKK'nin öncülük ettiği devrimci ulusal mücadelenin yığınsal kabarışının baskısıyla gerçekleşen bir 'sürüklenme' biçiminde olmuştur. Savaşın uzaması, konjonktürel etkenlerdeki elverişsizlik, devletin izlediği strateji nedeniyle yasal alanda devrimci bir duruşun dahi ciddi bedelleri göze almayı gerektirmesi, bu arada hareketin nispi bazı sıkışıklıklar yaşaması vb. gibi gelişmelerin sonucunda, yan çizmeye zaten yapısal olarak eğilimli bu sürüklenişin açık bir kopma ve teslimiyet yönelimi halini alması şaşırtıcı değildir. Bu anlamda, düne kadar ulusal hareketin açık alandaki temsilcileri arasında yer alan bazı unsurların, bugün PKK'nin karşısına geçerek düpedüz teslimiyetçi bir uzlaşma arayışı içine girmeleri bireysel bir korkaklık vb. ile açıklanamaz. Bunun altında onların sınıfsal konumları ve ideolojik karakterleri yatmaktadır.

Fakat öte yandan onların bu tutumları, yadırganmaması gereken olağan bir durum olarak da hafife alınamaz. Onların bu girişimlerini, salt kendisi ile sınırlı olmayan daha genel bir durumun hayra alamet sayılmaması gereken belirtilerinden biri olarak görmek gerekir. Bazı hayvanlar vardır, gelen bir depremi önceden sezerler ya da fareler suya atlamaya başlamışlarsa eğer geminin durumunda bir terslik var demektir. Kürt sömürücü sınıflarının temsilcilerinin bugün açıkça PKK'yi tasfiyeyi amaçlayan girişimlere yönelmeleri, bu türden bir belirti olarak görülmelidir. Dikkat edilirse bu unsurlar, güçlü iken yanaştıkları hareketi, sıkıştığını veya sıkışacağını düşündükleri bir kesitte terkedip bir kenara çekilen pasif bir korkaklık sergilemiyorlar. Daha ileri giderek, kendilerinin de yoğun olarak yaşadıkları bu yorgunluk ve korkaklığı örgütlü hale getirerek genele yaymaya yöneliyorlar. Liberal reformist "siyasi çözüm" anlayışını kendilerine dayanak haline getirerek, "Gerilla ulusal mücadelede oynayabileceği rolü oynamıştır, gerilla mücadelesinin yerini şimdi artık siyaset almalı, siyasi zeminde mücadele öne çıkarılmalıdır" şeklinde özetlenebilecek bir tasfiyeciliğin bayraktarlığını yapıyorlar. Bu tam da burjuvazinin sınırlı bazı sosyal ve kültürel hakların tanınmasından ibaret "siyasi çözüm" yöneliminin önkoşulunu oluşturan "Silahlı mücadeleye son, PKK'ye hayır!" dayatmasına denk düşen bir yönelimdir. Enver Hoca'nın kullandığı güzel bir söz vardır: "Bir el ötekini yıkar, ikisi birlikte yüzü yıkarlar" der. Burjuvazinin aldatıcı "Kürt reformu" hazırlıkları ile ulusal hareketin saflarında tasfiyeci reformist uzlaşma eğilimleri ve bu yöndeki girişimlerin azması arasında da böyle bir ilişki vardır.

Ulusal hareketin devrimci karakterinin tasfiyesi tehlikesini ciddi ve büyük bir tehlike haline getiren savaş yorgunluğunun izini sürmeyi sürdürecek olursak eğer, zincirin burada kopmadığını görürüz. Sağcı eğilimleri besleyip derinleştiren bu yorgunluk, öncünün saflarına da sirayet etmiş, üstelik önder kadrolar ve komuta kademesi düzeyinde bile etkili olabilecek kadar boyutlanmıştır. Bu anlamda tehlike, sadece tabandan ve çevre güçlerinden gelen 'dış' bir tehdit olmaktan çıkıp ciddi boyutlarda bir 'iç' olgu halini almış durumdadır. Bizzat PKK önderliği tarafından da özellikle son aylarda giderek daha dolaysız biçimlerde dile getirilmektedir bu gerçek. Hareketin iç durumuna ilişkin olarak yapılan değerlendirmelere bakıldığı zaman, istisna niteliğindeki tekil bazı örnekler hariç devrimci çizgide ilerleyen diri ve atak bir gerilla hareketinin saflarında yaygın bir eğilim haline gelmesi mümkün olmayan konformist tutum ve eğilimlerin eleştirisinde bir yoğunlaşma kendini göstermektedir. Örneğin, savaşmaktan kaçar hale gelmiş, durduğu yerde çürüme örneği tutumlar söz konusu edilmektedir. Bu artık nasıl bir boyut almışsa, bazı alanlarda ordunun bile, "Biz hiç dokunmayalım, bizim saldırılarımızın sağlayamayacağı sonuçları nasıl olsa kendi içlerinde kendileri üretiyorlar" düşüncesine dayalı taktikler izlediği belirtilmektedir. Savaştan bıkma, savaşmaktan kaçınma, eğitimi boş verme, "alıştığı" alan ve mevzilere yapışıp kalma ya da tam tersi bir tutumla "belalı" gördüğü alanlardan uzak durma, savaş ağalığı, genellikle felaketle sonuçlanan körlemesine eylemlere kalkışma, statükoculuk yoğun eleştiri konusu haline getirilen zaafların başlıcalarıdır. Gerilla mücadelesinin doğası ve mantığıyla bariz bir çelişki gösteren bu tür

Page 70: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

davranışların bu denli yaygınlaşmış olması, başlı basma ciddi bir yorgunluk belirtisidir. Gerilla hareketinin iç dokusunda tehlikeli bir bozulmanın, devrimci dinamiklerinde ciddi bir zayıflamanın ortaya çıktığım gösterir. Devletin bunu farketmediği söylenemez. Hem o kadar farkındadır ki, bizzat PKK önderliğinin de belirttiği gibi, bunun üzerine hesaplar kurmaktadır.

Daha önce de belirttik, amansız bir savaş uzadıkça, bunun sadece hareketin tabanını oluşturan kitleler ile yakın ve uzak çevre güçleri arasında değil bazı kadrolar üzerinde de belirli bir yorgunluk yaratması doğaldır. Bu hatta bir yerde kaçınılmaz bir sonuçtur. Öncü ve kitleler içinde birbirlerini ivmelendirerek besleyen yaygın ve genel bir eğilim halini almadığı sürece, bundan korku ve paniğe kapılmamak gerekir. Burada asıl önemli ve belirleyici olan öncünün duruşudur. Parti ve gerilla sağlam durduktan sonra, savaş yorgunluğundan kaynaklanan tehlikelerin üstesinden gelme olanağı var demektir. Tabii bu, nesnel durum ve koşulların, bu arada düşmanın izlediği taktiklerin bu konuda hiçbir rolü ve etkisinin olmadığı anlamına gelmez. Aksi bir yaklaşım, her şeyi iradi etkenlerle açıklamaya kalkışan idealist öznelci bir tutum olur. Hareketi çevreleyen nesnel koşullar ve düşmanın taktikleri bir yerde sorunu doğuran nedenlerdir ve bunlar sonuç üzerinde de etkide bulunurlar. Eğer koşullar devrimci açıdan elverişli ise düşmanın izlediği taktiklerin yıldırıcı etkisi de sınırlı kalır, öte yandan geniş bir manevra olanağı bulan öncünün bunları savuşturması kolaylaşır. Elverişsiz durum ve koşullarda ise öncünün işi biraz daha zordur, tehlike daha büyük ve daha tahrip edici olabilir, fakat stratejik hedef ve perspektifler yitirilmedikten, devrimci çizgide ısrarlı kararlı bir duruş sergilendikten sonra taktik planda bazı gerilemeler, bu arada bazı ciddi güç ve mevzi kayıpları yaşansa dahi hareketin yolundan saptırılması mümkün olamaz. Devrimci tutum ve çizgi eninde sonunda kazanır ve eskisinden daha güçlenmiş olarak kendi yolunu açar. Bırakalım başka örnekleri, bizzat PKK'nin kendi tarihinde bunun örnekleri vardır. '84 tarihsel atılımı, bu kararlı devrimci irade ve tutum sayesinde gerçekleştirilmiştir. PKK'nin kendi resmi belgelerinde de "hareketin ve Parti'nin uçurumun kenarından döndürüldüğü" belirtilen '86 ve '89 bunalımları bu sayede atlatılmıştır. Onun için, koşullar ne kadar elverişsiz olursa olsun sonunda sonucu öncünün tutumu belirler.

Ulusal hareketin bugün karşı karşıya bulunduğu sağ reformist tasfiyecilik tehlikesini geçmişteki benzer girişimlerden daha tehlikeli hale getiren en önemli etken de, ne yazık ki burada yatıyor. Geçmişten farklı olarak bugün PKK'nin kendisi, sağ tasfiyeciliğin bayrak haline getirdiği "siyasi çözüm" konusunda ideolojik-siyasi bakımdan net ve tutarlı bir duruş içinde değildir. Bu konuda anlayış düzeyinde onun temel yaklaşımlarından da son yıllarda ulusal reformizm yönünde ciddi bir kayma ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle PKK bugün, '93'ten itibaren yöneldiği "barış" ve "siyasi çözüm" politikaları ile buna dayalı taktikleri yüzünden bir yerde kendi elleriyle besleyip büyüttüğü bir tasfiyecilik tehlikesi ile karşı karşıyadır.

d) Görülmesi gereken kökler Sağ tasfiyeci eğilimlerin beslenme kaynağını oluşturan "savaş yorgunluğunun bugün bu kadar

boyutlanmış olarak kendini göstermesi nasıl tek başına PKK'nin hata ve yanılgıları gibi öznel etkenlerle açıklanamazsa; mücadelenin uzun süreceği ve zorlu geçeceğine dair devrimci kavrayışın süreç içinde giderek zayıflamasının tek olumsuz sonucu da "savaş yorgunluğu"nun derinleşmesinden ibaret görülemez. Tarihsel, bölgesel ve toplumsal koşulların, konjonktürel durumun ve gelişmelerin bütünlüklü ve gerçekçi bir tarzda ele alınmasındaki zayıflama, ulusal kurtuluş sorununu en azından tutarlı halkçı bir karaktere sahip sınıfsal talepler ile dahi birleştirmekten uzak duran ulusal dargörüşlülük başta olmak üzere ulusal hareketin anti-emperyalist duyarlılık ve yönelim bakımından da zayıflığı, pragmatizm, sonradan gelişen aşırı sübjektivizm ve benmerkezcilik gibi yapısal zaafları ile de birleşerek devrimci çizgiden ciddi kaymalara neden olmuştur. Bunlar daha çok izlenen dönemsel politika ve taktiklerde keskin zikzaklar biçiminde somutlanmışsa da, bunların içinde ve gerisinde stratejik nitelikte olanlar vardır.

Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının tek biçimi olarak bir zamanlar mutlaklaştırılan bağımsızlık hedefinden vazgeçilmesi, savaşın Kürtler için amacını oluşturan politik hedefin adım adım budanarak bugün artık kültürel, sosyal ve idari bazı hakların yanı sıra PKK'ye yasal bir parti olarak siyasal faaliyet yürütme olanağının tanınması derekesine kadar indirgenmesi bu kaymaların başında gelir. Stratejik hedefin bu tarzda ve bu denli budanmasını, hiç kimse 'önemsiz bir sapma' veya taktik esneklik gereğinin biraz aşırıya kaçarak 'taktik bir oportünizm' halini alması şeklinde 'küçük bir hata' olarak gösteremez. Her şeyi belirleyici nitelikte olan stratejik hedef konusunda geriye doğru atılan bu adım, ulusal devrimci bir yönelimden ulusal reformizme doğru dümen kırmaktan başka bir anlama gelmez. PKK bu adımıyla, kendisini PKK yapan, onu kendi dışındaki diğer bütün Kürt örgütlerinden farklı kılan iki temel devrimci özelliğinden birini (diğeri de devrimci silahlı mücadele çizgisidir), üstelik bunlar içinde diğer her şeyi belirleyici nitelikte olanını silikleştirmiştir. Savaşın amacını oluşturan politik hedef, yürütülen mücadelenin karakterini belirlemekle kalmaz; seçilen mücadele yöntemlerinden o hedefe ulaşmak için harcanan çabaların yoğunluk derecesine kadar bütün stratejik ve taktik tutumları belirler. Stratejik hedef bilincindeki zayıflama, hele hedefin küçültülmesi, zincirleme olarak istisnasız her konuda eninde sonunda yeni zayıflamalara ve kaymalara neden olur. Ayrıca devrimci taktik önderlik bilimi açısından taktikler stratejinin hizmetindedir, ondan kopuk olamayacağı gibi onu zayıflatıcı da olmamalıdır. Hangi nedenle olursa olsun izlenmeye başlanan taktikler eğer stratejiyle çelişiyor, onu kemiriyor ve zayıflatıyor, giderek stratejinin yerini alıyorlarsa, bunun adı 'taktik esneklik' değil, taktik oportünizm biçiminde başlayan ince

Page 71: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

bir tasfiyeciliktir. '93 Ateşkes politikalarıyla başlayan süreç sonrasında PKK'de yaşanan budur. '93 sonrası süreçte ortaya çıkan stratejik nitelikteki kaymalar bununla da sınırlı değildir. Politik hedefin

küçültülmesi, doğası gereği, bir dizi başka yeni kaymayı beraberinde getirmiş veya unsurları zaten varolanları derinleştirip ivmelendirmiştir. Gerilla mücadelesinden gündelik propaganda ve ajitasyona kadar bütün siyasi faaliyetin '93'ten itibaren reformist "siyasi çözüm" ve "barış" talebine endekslenmesi, stratejik nitelikteki kaymalardan bir diğeridir. Hemen bunlara bitişik ve bunlarla iç içe gelişen üçüncü büyük kayma ise, "çözümü" emperyalist güçlerden bekleme yönelimine girilmesi, bu yöndeki arayış ve çabaların öne çıkarılıp yoğunlaşmasıdır. Bütün bunlar birbirlerini besleyip güçlendirerek, bu arada mücadelenin seyrindeki iniş çıkışların ve uğranılan hayal kırıklıklarının kamçıladığı öfke ve sıkışmanın da etkisiyle akla mantığa sığmaz kör terör eylemlerine başvurulmasından Türkiye solu içinde en pespaye liberal oportünist güçlerle ittifak ilişkilerine girilmesine kadar zincirleme bir biçimde daha bir dizi "küçük" kaymaya kaynaklık etmiştir. Bunların toplam sonucu ise, boyutlanmış bir "savaş yorgunluğu" olarak çıkmaktadır bugün hareketin karşısına.

Bugün PKK'yi sadece 'dıştan' değil 'içinden' de tehdit eden sağ tasfiyeci eğilimin temsilcileri, reformist "siyasi çözüm" anlayışını kendilerine bayrak ediniyorlarsa, "Gerilla ulusal mücadelede oynayabileceği rolü oynadı, şimdi artık siyasi mücadelenin önünü açmak gerekir" diyorlarsa ve devrimci PKK'nin tümden tasfiyesi anlamına gelen yönelimlerini "Bugüne kadar elimizden geleni yaptık ama dünya bizi bu halimizle -yani bağımsızlık hedefini güden devrimci bir silahlı gerilla hareketi olarak- kabul etmiyor. Dünyanın desteğini alamadığımız sürece de Ortadoğu'da herhangi bir sonuç elde edemeyeceğimiz açıktır. O halde Don Kişot'luk yapmanın alemi yok! Dünya bizi bu halimizle kabul etmiyorsa, o zaman biz kendimizi dünyanın bizi kabul edebileceği bir biçime sokmalıyız" şeklinde gerekçelendiriyorlarsa, o zaman geriye doğru dönüp bir bakmak ve nerede hangi hataların yapıldığını cesaretle tespit ve teslim etmek gerekiyor. Bu cesaretin gösterilmesi önemlidir. Çünkü -bugün hareketi tehdit eden tasfiye tehlikesinin devrimci bir tarzda savuşturulması, bir yönüyle de geçmişte yapılan hatalardan çıkarılacak derslerin derinliğine ve kapsamına bağlıdır. Tasfiyeci yönelim sahiplerini bir yerde sadece mantıki sonuçlarına götürdükleri görüş ve yönelimlerle PKK'nin devrimci karakterini, yarattığı değerleri ve gelenekleri uzlaştırabilmenin, bunların daha uzun süre 'bir arada yaşayabilmelerinin' olanağı yoktur. Ya devrimci strateji, gelenek ve değerler tekrar net ve kesin bir üstünlük sağlayacaktır ya da reformizm virüsü bünyeyi içten içe kemirmeyi sürdürerek işin sonu FKÖ'lüleşmeye kadar varacaktır.- Bu nedenle PKK, halen ağır basan devrimci karakterini koruyabilmek için, bugün gerekirse küçülmeyi ve bazı gerilemeleri dahi göze alan bir kararlılıkla en azından yeni bir 'devrimci öze dönüş' hareketi başlatmak zorunluluğu ile karşı karşıyadır.

B- SİYASÎ VE ASKERİ DENGELERDEKİ DEĞİŞME Burjuvazinin Kürt ulusal mücadelesini stabilize etmek amacıyla sınırlı bazı reform açılımlarını içeren bir

politika değişikliğini bugün gündeme getirmesinin nedenleri arasında ikinci ana kategoriyi, siyasi ve askeri dengelerdeki değişme oluşturur.

Baştan belirtelim ki, burada sözünü ettiğimiz değişme, '90'lı yılların başlarındaki durumla bugünkü durum arasındaki farklılıktır. Bu anlamda, dönemsel ve göreli bir değişikliktir. Bu ayrıca birçok bakımdan mutlak bir durum değil, daha çok konjonktürel etkenlerin belirlediği geçici veya geçici kılınabilecek bir özelliğe sahiptir. Buradaki kıyaslama ikinci olarak, ulusal hareket ile devlet arasındaki ilişkilerin sınırları içinde yapılan bir kıyaslamadır. Ele aldığımız olgunun anlaşılabilmesini kolaylaştırmak amacıyla, sürecin gelişimi üzerinde değişik ölçülerde etkide bulunan diğer etkenler burada bir an için sabit kabul edilmektedir. Başka bir anlatımla, yöntemsel bir kolaylık sağlamak amacıyla belirli bir bütünün sadece bir parçasının düşünsel planda soyutlanması yoluna gidilmiştir. Yoksa gerçekte Kürt sorunu ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi, Türkiye'nin sınırları içinde devletle PKK arasında cereyan eden dünyadan ve bölgeden yalıtık bir sorun ve mücadele değildir. Zaten sorunun fiilen bu tarzda ele alınışı, PKK'de ve bu konuda onunla aynı ulusalcı dargörüşlülükle hareket eden başkalarında eleştirdiğimiz temel bir perspektif çarpıklığının ifadesidir.

Bu bölümde ele alacağımız konuya ilişkin olarak bu iki temel hatırlatmayı baştan yaptıktan sonra şunu söyleyebiliriz: Burjuvazi ve ordu, bugün PKK'yi, siyasi ve askeri bakımlardan bazı avantajlarını yitirdiği, bazı yönlerde geçmişe oranla gerilediği, bu arada manevra olanaklarının eskisi kadar geniş olmadığı bir darboğazda yakalamıştır. Gereksiz bazı alınganlıklara veya 'kraldan fazla kralcı' bazılarının yeni demagojik çığırtkanlıklarına meydan vermemek için hemen belirtelim ki, bu darboğaz, göreli bir durumdur ve 'çıkışsızlık' anlamına gelmemektedir. Sadece '90'ların başlarındaki bazı avantajlara artık sahip olunmadığını, öte taraftan durumdan devrimci bir çıkışın imkanları olduğu gibi PKK'nin de bunu başarabilecek güce ve dinamiklere hâlâ sahip olmakla birlikte işinin kolay olmadığını anlatmaktadır.

Siyasi ve askeri dengelerdeki sözünü ettiğimiz değişmeyi görmek için, '90'ların başlarındaki durumla bugünkü durumun bazı yönlerden genel bir karşılaştırmasını yapmak bile yeterli olacaktır.

a) PKK'nin tarihsel çıkışı ve "baskın" etkisi

Page 72: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Hatırlanacak olursa, '90'ların başlarında, ulusal hareketin saflarında, değil bugünkü gibi boyutlanmış bir savaş yorgunluğu, bunun izi bile yoktu. Hareket diri ve ataktı. Sıçramalı bir gelişme kaydederek başarılı bir yükseliş grafiği çiziyordu. PKK zor olanı başarmıştı. İlk kıvılcım olarak onun tarihsel anlamını ve önemini küçültmek olarak anlaşılmasın ama, zor olan, '84' çıkışını gerçekleştirmek değildi. Asıl zor olan, onun arkasını getirebilmekti. PKK asıl bunu başardı ve bunu başardığı içindir ki zaten hareket özellikle '90'ların başından itibaren kendisinin bile ummadığı kadar hızlı bir biçimde kitleselleşti. Çünkü Kürt halkı, isyanı başlatmanın değil, onun arkasını getirmenin önemli olduğunu tarihsel tecrübelerinden biliyordu. Feodal-burjuva güçlerin önderliğinde patlak veren eski Kürt isyanları, diğer zaaflarının ve yetersizliklerinin yanı sıra, Türk burjuvazisinin giriştiği karşı saldırılara göğüs gerebilecek bir tarzda örgütlenmedikleri için, baskın yapmanın avantajından yararlanarak başlangıçta büyük ilerlemeler kaydetseler bile, sonuçta katliamlara dönüşen ağır yenilgilere uğramaktan kurtulamamışlardı. Onun için Kürt halkı, PKK'nin tarihsel çıkışını da önce ihtiyatla karşıladı. Fakat devrimci bir gerilla hareketi olarak onun öncekilerden farkını yaşayarak gördükten sonradır ki, bu kez yığınsal bir patlama biçiminde harekete geçti. O noktadan itibaren hareket, zaman zaman PKK'yi de aşacak şekilde kendi kendisini büyüten ve genişleten bir gelişme çizgisine oturdu. '90'lı yılların başına gelindiğinde, her bakımdan etkileyici bir tablo ortaya çıkmıştı. Fakat örneğin Kürt kadınının uyanışı ve mücadeleye katılımı gibi bazı yönlerdeki gelişme çok daha çarpıcıydı. Gelişmelerin motorunu oluşturan gerilla mücadelesi alanında PKK, bu coğrafyada daha önce görülmedik bir düzeyi yakalamış, ileri bir devrimci pratik sergiliyordu. Mücadele hızla yığınsallaşıyordu. Bütün bunlar hareketin yükselişini ivmelendirmenin yanı sıra onun moral motivasyonunu, özgüvenini ve zafere olan inancını kendiliğinden besleyip güçlendiren etkenler oldu. Sonuç olarak '90'lı yıllara girildiğinde hem politik ve askeri inisiyatif hem de moral üstünlük ulusal hareketin elindeydi. Buna karşılık rejim tam bir şaşkınlık ve dağınıklık içindeydi. Ulusal devrimci hareket yükselir, atak üzerine atak tazelerken o savunma konumundaydı. Ciddi darbeler yiyen siyasi-idari otoritesi ile askeri bakımdan elindeki mevzileri koruma çabası içindeydi. Buna rağmen birçok alanda bunu bile başaramıyordu. Sadece kırsal alanlarda değil bazı il ve ilçelerde de denetimim büyük ölçüde yitirmiş durumdaydı. Askeri bakımdan kendi karakollarını bile koruyamıyor, büyük birlikler halinde toplandığı kışlalarından adeta burnunu dahi çıkaramıyordu. Botan başta olmak üzere bazı alanlarda artık yalnız geceler değil gündüzler de gerillanın olmuştu. Devletin sergilediği bu acz, o yıllarda ulusal hareketin kendine güvenini ve moralini yükselten özel bir etken işlevini gördü.

Türk burjuvazisi ve devleti, PKK'nin öncülük ettiği Kürt ulusal mücadelesinin devrimci atılımına her bakımdan hazırlıksız yakalandı aslında. Daha önceki Kürt isyanlarından farklı olarak devrimci bir çizgi temelinde örgütlenmiş modern bir gerilla hareketi ile onun harekete geçirdiği geniş yığınların ulusal başkaldırısına karşı geleneksel 'tedip ve tenkil' politikaları dışında ne politik strateji bakımından ne de askeri bakımdan ciddi hiçbir hazırlığı yoktu. Burjuva devlet, işin başında stratejik bir hata daha işledi; bu seferki hareketin daha önceki Kürt isyanlarından farkını göremediği için onu küçümsedi. Türk burjuva egemenlik sisteminin yapısal hantallığı ve 12 Eylül'ün zafer sarhoşluğu ile de birleşince, bu stratejik yanılgı, ahmakça bir rehavete sürükledi onu. Önceleri "bir avuç eşkıyanın kolayca üstesinden gelebileceği maceracı bir çıkışı" olarak hafife aldığı ulusal devrimci hareketin hızla kitleselleştiğini görünce, başlangıçtaki o kof kendine güvenin yerini bu kez şaşkınlık ve panik aldı. '90'lı yıllara girilirken peşpeşe patlak veren Serihıldanlar, bu arada gerilla hareketinin büyümesi ve genişlemesi, rejimin yaşadığı şaşkınlık ve paniği büyüttü Fakat öte taraftan işin ciddiyetini görerek kendini buna göre örgütleme yönündeki adımlarını hızlandırmaya itti onu. Ne var ki, yaşanan baş dönmesinin etkisiyle, rejimin zaafları ve sergilediği zavallılıklar görülürken ikinci yöndeki gelişmeler gözden kaçırıldı.

PKK'nin tarihsel çıkışına hazırlıksız yakalanan, buna uygun merkezi bir politik ve askeri stratejiden yoksun olan rejim, her iki alanda da uzun süre, bilinçli bir hat izlemekten daha çok alışkanlıklarına ve içgüdülerine dayalı refleksler sergileyerek eski hakimiyetini korumaya çalıştı. Merkezi bir politika ve strateji yoksunluğu, ona en başta inisiyatifi kaybettirdi. Bunun yanı sıra şaşkın ördek misali sık sık birbirleriyle dahi çelişen tutumlara sürükledi. Örneğin '90 Newrozu'nda -biraz da ilk kez karşılaşmanın etkisiyle- Serihıldanları seyretti. '91'de ateş açıp açmamakta tereddütlü bir tutum sergiledi. '92'de Cizre ve Şırnak başta olmak üzere birçok yerde katliamlara girişirken, bazı yerlerde de hiçbir şey yokmuş gibi davrandı. Merkezi bir strateji yoksunluğu, elinin altındaki askeri ve sivil güçlerini birleşik bir plan dahilinde koordineli ve etkin bir tarzda kullanımını da engelledi. Gerçi nispeten daha erken farkına vardığı bu zafiyetini gidermek için OHAL Valiliği ve Asayiş Kolordu Komutanlığı gibi özel örgütlenme adımlarını atmıştı fakat strateji zafiyeti sürdüğü sürece bunlar fazla bir işe yaramadı. Devlet güçleri arasında uzun süre öyle bir dağınıklık hüküm sürdü ki, sağ elin yaptığından sol elin haberi yoktu. Örneğin istihbarat toplamanın yanı sıra PKK önderine suikast düzenleme amacıyla sıradan karakol komutanları da dahil neredeyse her devlet birimi aynı dönemde ('89-'90) Bekaa'ya ajan sızdırmaya yeltendi. Baskına uğrayan bir karakolun veya korucu köyünün yardımına kimsenin gitmemesi, bazı baskınların ancak saatler sonra öğrenilmesi, bazı alanlardaki askeri birliklerin komutanlarının kendi başlarını kurtarabilmek için gerillayla fiili ateşkes uygulamalarına gitmeleri vb. o yıllarda çok görülen durumlardı.

b) Dönüm Noktası 1993 yılı, mücadelenin gelişim seyrinde bir dönüm noktası oldu. O güne kadar ulusal devrimci hareketin

Page 73: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

lehine olan dengeler, o tarihten itibaren -kimi yönlerde yavaş, kimi yönlerde oldukça hızlı bir biçimde- aleyhte değişmeye başladı. Ulusal devrimci hareket en başta, '84'teki beklenmedik tarihsel çıkışıyla hazırlıksız bir durumda yakaladığı Türk burjuvazisi ve onun devleti karşısında uzun süre elinde bulundurduğu 'baskın yapmanın avantajı'nı artık yitirmişti. O güne kadar yaşanan gelişmeler ve ulusal mücadelenin geldiği düzey burjuvazinin aklını başına getirir, işin ciddiyetini görerek onu her alanda kendine çekidüzen vermeye yöneltirken, PKK, adeta yoktan var ettiği mücadelenin geldiği düzeye denk bir sıçramayı maalesef gerçekleştiremedi. Açık konuşmak gerekirse, hareketin gelişimi bazı yönlerden PKK'yi de aştı. Bu gerçek o kesitte kendisini en başta, kentlerdeki yığın hareketine önderlik konusunda gösterdi. '84'teki tarihsel çıkışı ve o güne kadarki devrimci pratiği ile PKK, Kürt halk yığınları üzerinde büyük bir manevi-siyasi etki yaratmış, onların güvenini ve desteğini kazanmıştı. Öyle ki, sadece bir çağrıda bulunması bile, onbinleri harekete geçirmeye yetiyordu. Fakat PKK, bu muazzam gücü ve potansiyeli devrimci bir temelde örgütlü hale getirerek yönetip yönlendirmekte zayıf ve yetersiz kaldı. Kırlarda gerilla mücadelesini örgütleme ve yürütmede gösterdiği başarıyı bu alanda gösteremedi. Bunun, silahlı mücadele ve devrim anlayışındaki tek yanlılık ve darlıklar gibi kendisinden kaynaklanan nedenleri olduğu kadar, PKK'yi aşan nedenleri de vardı. Mücadelenin umulmadık bir hızla yayılması, genişlemesi ve kitleselleşmesi, PKK'yi de aşan nedenlerin başında gelir. Gerçekten de '90'lı yıllara girilirken hareket adeta bir çığ gibi büyümüştü ve PKK ne politik ve örgütsel bakımlardan ne de kadrosal yapısı ve deneyimleri itibarıyla böyle bir gelişmeye hazırlıklıydı. Bu hazırlıksızlık, beraberinde her zaman yeni görevler ve tehlikeler de getiren büyümenin hareketi 'dağıtıcı' ve 'örgütsüzleştirici' etki ve sonuçlarını daha büyük hale getirdi.

Gerçekleşme zamanı, hızı, kazanacağı genişlik ve derinlik önceden kesin olarak hesaplanması mümkün olmayan bir dizi etkenin bileşkesinin ortaya çıkardığı bir sonuç olarak hareketin yığınsallaşması, sürece en hazırlıklı girilen durumlarda bile özellikle ilk anlarda öncüyü aşabilir. Öte yandan, tamamen öncünün denetimi altında gelişen bir süreç olmaması nedeniyle bu gelişme, harekete sadece güç ve moral kazandırmakla kalmaz, yeni sorunlar ve tehlikeleri de beraberinde getirir. Kendiliğindenlik unsurunun ağırlığının artmasına bağlı olarak hareketin genelinde olduğu gibi, yeni duruma adapte olmaya çalışan öncünün saflarında da belirli bir dağınıklığa neden olur. Ulaşılan kitleselliğin çapı ne kadar büyük olursa, büyümenin dezorganize edici etkisi de büyür. Kürt ulusal mücadelesinin gelişiminde '90'lı yılların başında olduğu gibi bir de öncü bu gelişmeye hazırlıksız yakalanmışsa eğer, o zaman bu dağınıklık, bunun yol açtığı istenmedik sonuçlar, aşırılıklar ve savruluşlar haliyle daha fazla yaşanır. Yalnız Kürt UKM somutunda sorun sadece öncünün bu yeni duruma hazırlıksız yakalanması ile sınırlı kalmamıştır. PKK, ulusal mücadeleye büyük bir güç ve çarpıcı boyutlar kazandıran bu gelişmenin sadece olumlu ve motive edici yönlerini görür ve bunlara yaslanırken, bunun beraberinde getirdiği sorun ve tehlikelere gözlerini kapamak gibi stratejik bir hata daha işledi. Bu stratejik hata, başka etken ve gelişmelerle de birleşerek, bazıları kendilerini ilerleyen yıllar içinde üstelik ağırlaşmış olarak gösteren bir dizi yeni olumsuz sonuç doğurdu. Her biri ayrıca başlı başına birer olumsuzluk etkeni işlevini gören başarı sarhoşluğunun yarattığı baş dönmesi, devrimci özgüven duygusunun aşırıya kaçarak derin bir sübjektivizm halini alması, bunlardan da beslenen "erken ve kolay başarı" beklentilerinin büyümesi, ama hepsinden önemlisi, orta sınıfların da harekete yanaşmasıyla birlikte sosyal tabanı da genişleyen ulusal reformizm eğilimlerinin güç kazanması bu olumsuz sonuçların başlıcalarıydı.

'90'lı yılların başlarındaki somut duruma tekrar dönecek olursak, hareketin umulmadık bir hız ve çapta büyüyerek PKK'yi de aşması, örgütsel bakımlardan olduğu gibi taktikler planında da kendiliğindencilik öğesini güçlendirdi. Örgütsel planda bu kendisini daha çok, yığınsal bir biçimde harekete geçen kitleleri gelişkin örgütsel biçimler altında toparlayarak kitlelerin mücadelesine bilinçli ve örgütlü bir nitelik kazandırmakta zayıflık ve yetersizlik biçiminde gösterirken (her büyüme ve genişlemenin doğal ve kaçınılmaz sonuçlarından biri olarak örgütteki genel teorik-siyasal düzeyin düşmesi ve çok dar milliyetçi bir perspektife sahip yeni kadroların kadro bileşimi içindeki ağırlıklarının artışı, kendiliğindencilik yönündeki deformasyonun örgütsel plandaki bir diğer önemli sonucuydu); kendiliğindencilik unsurunun güçlenmesi politik planda, sık sık keskin zikzaklar çizen, stratejik hedefle bariz çelişkiler gösteren sağ taktiklerle durumun ve gelişmelerin devrimci bir gerçekçilikle bütünsel olarak değerlendirilmesinden uzak sübjektivist tek yanlılığın ürünü "sol" taktiklerin birbirini izlediği, bunların çoğu kez iç içe geçtiği, dar kesitsel değerlendirmelere dayalı hatalı ve yanlış taktiklerin izlenmeye başlandığı bocalamalar ve yalpalamalar biçimini aldı. '91 seçimlerinde SHP ile işbirliği ve "kirli savaşın tırmandırılmasının önüne geçeceği" umuduyla o dönemde kurulan DYP-SHP (Demirel-İnönü) koalisyonunun desteklenmesi, sağcı taktiklerin en çarpıcı örneklerinden biridir. Önce gerillanın desteği altında 'ayaklanma' çağrısında bulunulan, devletin bunu gerekirse katliamlara başvurmaktan çekinmeyeceği tehdidiyle yanıtladığı, olağanüstü bir gerilim yaratan bu karşılıklı restleşmeden sonra PKK'nin son anda geri adım atmakla da kalmayıp sürpriz bir biçimde tek yanlı ateşkes ilan etmesiyle noktalanan '93 Newroz taktiğini ise, "sol" maceracı taktiklere örnek olarak verebiliriz. Somut olarak nasıl bir tutum takınılacağı son ana kadar net bir biçimde ortaya konulmayan '92 Newrozu'ndaki 'taktiksizliği' ise, bir bocalama örneği olarak anabiliriz.

Hızla büyüyen, genişleyen ve radikalleşen yığın hareketine örgütlü bir nitelik kazandırarak önderlik etmekteki yetersizlik ve zafiyet, en çarpıcı haliyle kendisini ilk olarak, yurtsever kitle önderi Vedat Aydın'ın 1991 Temmuzu'ndaki cenaze töreni sırasında gösterdi. 100 bini aşkın bir kitlenin katıldığı görkemli bir

Page 74: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Serihıldana dönüşen bu eylem, devletin yeni bir katliamına sahne olmasının yanı sıra sergilenen dağınıklık ve önderliğin o zamanki HEP içinde yuvalanmış korkak ve uzlaşmacı orta sınıf temsilcilerinin ellerine bırakılması yönüyle de uyarıcıydı. Ayrıca açık alanda çalışan tutarlı yurtsever kitle önderlerine yönelik olarak devletin göstere göstere işlediği ilk "faili meçhul" cinayet olması yönüyle de Vedat Aydın'ın öldürülmesinden ve o zamana kadarki en kitlesel Serihıldana dönüşen O'nun cenaze töreninde yaşananlardan çıkarılması gereken çok ders vardı. Fakat bunlar üzerinde yeterince durulmadığı gibi, çıkarılan sonuçlar ve süreç içinde ağır basan etkileri de devrimci yönde olmadı.

Önceleri kendisini taktikler planında gösteren çelişkili tutumlar ve yalpalamalar, '91 yılının sonlarından itibaren arttı. Bu arada, stratejik yaklaşımlarda da zayıflama belirtileri kendini göstermeye başladı. Bu sonuncular özellikle ateşkes için nabız yoklamaları, "siyasi çözüm" söylemi ve arayışlarının başlaması, emperyalist güçler ve kuruluşlardan "çözüm" beklentilerinin yoğunlaşması, Türkiye ile "birlik" ve "federasyon" vurgularının ön plana geçmesi ve nihayet bir ulusun temel ve meşru haklarının başında gelen ve gerçek anlamda bir ulusal özgürlüğün ilk koşulunu oluşturan, isterse ayrılıp kendi bağımsız devletini kurabilme hakkını "tartışılabilir bir hak" durumuna düşüren bir "referandum" önerisinin ortaya atılması gibi konularda toplandı. Süreç ilerledikçe bütün bunlar üst üste bindi, birikti, bu arada irili-ufaklı daha başkaları da eklenerek '93 dönemecine gelindi.

Daha önce üzerinde kısaca durduğumuz abartılı "stratejik denge" tespitleriyle girilen 1993 yılı, hemen daha yılın başlarında bununla taban tabana çelişen tutum ve yönelimlere sahne oldu. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi, olumsuz etki ve sonuçları bugünlere kadar uzanan, ilk büyük ideolojik-siyasal kırılmayı o yıl yaşadı. Newroz taktiğinde çizilen keskin zikzak, bunun açılışını oluşturdu. Ne koşullar ne de kendisi esasında yeteri kadar hazır olmadığı halde 'ayaklanma' sloganıyla maceracı bir tarzda oynamakla PKK, en başta kendi siyasal moral otoritesine kendisi ağır bir darbe indirmiş oldu. O güne kadar hamle üstünlüğünü ve inisiyatifi elinde tutan bir konumda iken ve "dediğini yapan" bir profil çizerken, ilk kez o Newroz'da, devletin tehdidi karşısında gerileyen bir güç durumuna düşürdü kendisini. Bu, yurtsever saflarda etkisini hemen gösteren bir moral bozukluğu ve güven sarsıntısı yaratmadı belki ama karşı cephedeki devlete ve Türk şovenizmine güven ve cesaret kazandırdı. Burjuvazi ve onun devleti, PKK'nin de geriletilebileceğini gördü ve asıl bunu bütün kamuoyuna gösterme fırsatını buldu. Yüzyılların devlet yönetme tecrübesi ve gelişmiş sezgileriyle, PKK'nin zayıf noktalarını farketti bu arada. Kentlerdeki mücadele ile gerilla arasında bir kopukluk, en azından bir koordinasyon yetersizliği vardı ki, önceleri gerillanın koruması altında ayaklanmalar örgütleneceği ilan edilmiş olduğu halde bu gerçekleştirilememişti. Rejim bunu aynı zamanda, büyük yerleşim birimlerinde de varolduklarını bildiği silahlı milis örgütlenmesinin, ağır silahlara sahip büyük askeri birliklerle henüz başedemeyecek durumda olduklarının bir göstergesi olarak yorumladı, ki bu deneyim ona daha sonraları, büyük yerleşim birimlerinde de daha rahat olarak zorla boşaltma operasyonlarına girişme konusunda ek bir cesaret kazandırdı. Rejim '93 Newrozu'nda asıl olarak PKK'nin geçirdiği tereddüdü gördü ve bunun altında yatan temel gerçeği, yani askeri ve politik bakımdan çok ileri ve iddialı hedefler ortaya konulduğu halde pratik ve örgütsel bakımlardan bunları gerçekleştirmekten henüz uzak bir durumda olduğu gerçeğini yakaladı. Zaten PKK, ipi sonuna kadar gerdikten sonra tam Newroz'a 1 hafta kala kimsenin beklemediği sürpriz bir kararla tek taraflı bir ateşkes ilan ederek bu çelişkinin altını kendisi çizmiş oldu.

'93 yılma girilirken PKK, bugüne kadar çok sık duyduğumuz ve halen de duymaya devam ettiğimiz; "Özel savaşın boşa çıkarıldığı", "rejimin takatinin son sınırına geldiği", "adım atacak mecalinin kalmadığı", "içte ve dışta çözülme sürecine girdiği", "devrim öncesi yıkılış aşamasını yaşadığı", "(zaten) Avrupa'nın ve ABD'nin de TC'ye '92 sonbaharına kadar mehil tanıdıkları", "TC'nin dış desteklerini yitirdiği" vb. şeklinde abartılı ve yanılgılı değerlendirmelerden hareketle "stratejik denge aşamasına girildiği" tespitinde bulunmuştu. Fakat bunun üzerinden daha 3 ay geçmeden, bu kez tutup tek taraflı bir biçimde "süresiz ateşkes" ilan etti. Bu bir kere kendi içinde çelişkili bir tutum ve karardı. Eğer gerçekten bir "stratejik denge" durumu yaşanıyorsa, o zaman tek doğru ve devrimci tutum, düşmana soluk alma ve toparlanma fırsatı vermemek için savaşımı her alanda derinleştirmeyi ve şiddetlendirmeyi gerektirirdi. PKK önderliği ve sözcüleri, stratejik tespitlerle açık bir çelişki taşımasının dışında zamanlama ve ileri sürülen gerekçeler bakımından da çok ciddi yanlışlar ve yanılgılar içeren bu yanlış ateşkes kararını, "Türkiye ve dünya kamuoyuna, PKK'nin iddia edildiği gibi 'terörist' bir örgüt olmadığını, savaşı asıl isteyenin ve bunun dışında bir yola hazır olmayanın TC olduğunu gösteren başarılı bir taktik manevra" olarak savundular bugüne kadar. PKK'nin kendisini anlatabilmesi, buna karşılık asıl teröristin devlet olduğu gerçeğini sergileyebilmesi için, hasmına soluk alma ve toparlanma fırsatını veren böyle yanlış bir yöntemin dışında kullanabileceği sayısız devrimci yol ve yöntem vardı. Kaldı ki, tek taraflı olarak uygulanan ateşkes sırasında saldırılarını sürdüren devletin yaptıklarının teşhiri temelinde olsun bu yönde hiçbir çaba harcanmadığı gibi; ateşkesin bitiriliş biçimi (Bingöl eylemi), bu yönde kendiliğinden doğmuş sınırlı etkileri de silip süpürdü. Kısacası, politik ve askeri sonuçları itibarıyla o ateşkes uygulaması, PKK'den daha çok devlete yaradı.

PKK önderliği çok sonraları, örgüt güçlerine yönelik bir değerlendirme sırasında "Ben bu ateşkesi biraz da sizlerle yaptım" sözüyle, bu beklenmedik ateşkes kararırım alınmasının altında yatan önemli nedenlerden birini ifade etmiş oldu. Düşmana da ne kazandıracağını hesaba katmayan tek taraflı niteliğinden ötürü

Page 75: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

zamanlama bakımından yanlışlığını, dolayısıyla "Bunun daha başka bir yolu bulunamaz mıydı?" sorusunu ortadan kaldırmamakla birlikte, en anlaşılabilir neden olarak PKK'nin ciddi bir soluklanma ve yeniden toparlanma ihtiyacı içinde olduğunu gösteren bu neden söz konusu idiyse, o zaman "stratejik denge" tespiti ve Newroz'da "ayaklanma" çağrıları niye yapılmıştı?

Bir "dönüm noktası" olarak nitelediğimiz '93, sadece yanlış bir Newroz taktiği ile hemen onun arkasından gelen ve daha birçok yönüyle tartışılması gereken yanlış bir ateşkes kararı ve uygulamasından ibaret değildi. Sorun salt böyle bazı yanlış taktik kararlardan ibaret kalsaydı, bugünlere kadar uzanan olumsuz sonuçları da sınırlı kalırdı. Fakat PKK, ittifak ilişkilerinden "çözüm" anlayışına kadar bir dizi temel konuda yepyeni bir politikalar demeti ile ortaya çıktı o tarihten itibaren. Ateşkes kararı bunların sadece bir parçası hatta sonucu idi. Ortaya konulan yeni politikalar demeti, PKK'nin devrimci çizgisinde ve stratejik yaklaşımlarında bir kırılmanın yaşandığını gösteriyordu. Özü ve ruhu, Kemal Burkay'la yapılan Protokol'de, Barzani ve Talabani ile kurulan ilişkiler ve bunlara yüklenen misyonda, öte taraftan emperyalist güçler ve kurumlarla ilişkilerin geliştirilmesine dayalı "çözüm" arayışlarında somutlanan bu yeni yönelim, ideolojik-siyasal anlam bakımından, ulusal devrimci bir tutumdan ulusal reformist bir yöne doğru dümen kırmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi PKK, ulusal mücadele çerçevesinde kendisini burjuva reformist veya feodal milliyetçi diğer bütün Kürt örgütlerinden ayıran, çizgisine ve yürüttüğü gerilla mücadelesine tutarlı ulusal devrimci bir karakter kazandıran özelliklerinin başında gelen bağımsızlık hedefinden vazgeçerek Türk burjuva egemenlik sistemi içerisinde bir Federasyona razı olabileceğini ilk kez o Protokol'le açıkça deklare etti. İçeriği itibarıyla o Protokol, esasında 'yeni bir program' niteliğindeydi. Burada, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin nihai amacı, "Türkiye ile demokratik bir federasyon" olarak formüle ediliyordu. Bunun dışında, "Kürt halkının acil talep ve beklentileri" adına ileri sürülenler ise; Kürtçe üzerindeki dil yasağının kaldırılması, Kürtçe eğitim, Kürtçe radyo televizyon, Kürtlere de örgütlenme ve siyasal faaliyet özgürlüğünün tanınması gibi alabildiğine sınırlı bazı kültürel ve siyasal hakların tanınmasından ibaretti. Ulusal mücadelenin kitle temelini oluşturan Kürt yoksul köylülüğünün en yakıcı sorunu olan toprak sorununun çözümü başta olmak üzere Kürt emekçi sınıflarının yaşam koşullarını bir nebze olsun iyileştirme yönünde somut olarak hiçbir talebe, dil ucuyla olsun değinilmiyordu. Yani 'yeni bir program' niteliğine sahip olan Protokol, reformist bir program olarak bile alabildiğine dar, güdük, asıl olarak sıradan bir 'kültürel özerklik' programıydı. Devrimci silahlı mücadele çizgisine, zorunluluktan ötürü, adeta 'kerhen' başvurulduğuna dair imalar, bu yeni yönelimin ve onun somut ifadesi olarak bu Protokol'ün reformist karakterinin bir diğer temel göstergesiydi. Zaten "Kürt sorununun terörize edilmesine her zaman karşı çıkmış olmasını" böbürlenme konusu yapan Kemal Burkay gibi iflah olmaz bir revizyonist reformcu ile, Talabani gibi Kürt ulusal mücadelesini emperyalistlere ve bölge gericiliklerine pazarlamanın ustası bir hainin çöpçatanlığında bir Protokol yapılmasının kendisi bile başlı başına çok şey anlatıyordu.

Bu Protokol'ün içeriği ve kimlerle yapüdığı kadar, onun arka planı ve altında yatan mantık önemliydi. Yeni yönelimin, bu temelde Burkay gibi siyasi bakımdan esasında tükenmiş bir mülteciye yeniden hayat kazandıracak, Talabani ve Barzani gibi hayatları ihanetle geçmiş hainler hakkında milliyetçi yanılsamaları körükleyecek ilişkilere girilmesinin asıl hedefi ve amacı, ABD'nin ve Avrupalı emperyalistlerin desteğini kazanmaktı. "Kürt sorununun çözümünü" artık onlardan bekleyen pratik bir yönelime girilmişti ve bunun ideolojik düşünsel altyapısı da, '90'lı yılların sonundan itibaren, emperyalist 'Yeni Dünya Düzeni' konusunda akıl almaz yanılsamalar teorize edilerek döşenmişti. Bizzat Abdullah Öcalan'ın kendisi, "TC'yle yol alınamayacağının anlaşıldığını, bundan böyle 'uluslararası (düzeyde) politika' yapılacağını, TC'nin kapılarının Washington'dan zorlanacağını" ilan ediyordu. Yine aynı dönemde PKK adına söylenen şu sözler; "Partimizin tek taraflı ateşkes girişimi ve bunu tamamlayan federasyon çözüm olabilir mi yaklaşımı, Avrupa'nın Kürdistan politikasına yaşam hakkı tanımaktadır. Dolayısıyla gündemlerinde yer alan Kürdistan sorunu, federatif çözüm temelinde, hem ABD'nin hem de Avrupa'nın desteğini alacaktır. TC'nin bugüne kadar yürüttüğü politikası daha fazla eleştiriye uğrayacaktır." (Osman Öcalan'la röportaj, Yeni Ülke, sayı: 130) yeni yönelimin amacını ve hangi beklentilerle hareket edildiğini gösterdiği kadar niteliğini de çok açık bir biçimde gözler önüne seriyordu. Kendisini üç kuruş daha fazlasını verene satmakta tereddüt etmeyen Talabani, o günlerde Amerika'nın ve Özal'ın ajanı olarak iş görüyordu. Abdullah Öcalan'ın yerinde bir tanımlamasıyla, "yıllardan beri ülkesine bir selam dahi göndermemiş" mülteci Kemal Burkay ise, yine yerinde ve isabetli bir tanımla "Avrupa'nın ajanı" olarak tanımlanıyordu. Bu yüzden Talabani'ye ABD'nin, Burkay'a ise Avrupa'nın kapılarını açacak anahtarlar gözüyle bakıldığı için onlarla ilişkiye girildi.

Sonuç olarak; '93 yılına girildiğinde PKK, yoktan var ettiği ulusal devrimci mücadelenin geldiği düzeye denk bir sıçramayı gerçekleştiremediği, baştan beri zaten tutarlı bir sosyalizm perspektifine sahip olmadığı gibi ulusal kurtuluş sorununu hiç olmazsa devrimci halkçı bir programatik yaklaşımla ele alıp mücadeleyi buna uygun bir tarzda yürütmediği, bu arada Ortadoğu gibi bir bölgede sınırların değişmesi sonucunu doğuracak bir bağımsızlık mücadelesinin bile sonuca gitmesinin kolay olmayacağı perspektifinde bir zayıflama ortaya çıktığı için, devrimci ulusal kurtuluş çizgisinde ısrarın giderek ağırlaşan sonuçlarını ve risklerini göze almak yerine, emperyalizm ve 'Yeni Dünya Düzeni' konusundaki stratejik yanılgıları, erken sonuç beklentileri, kendi gücüne aşırı güven ve başarı sarhoşluğu gibi etkenlerin de etkisiyle "çözümü" yanlış adreslerde ve yanlış ilişkilerde aramaya yöneldi. '93 Ateşkes

Page 76: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

politikaları ile başlayan süreçten itibaren kendisini neredeyse tamamen reformist "siyasi çözüm" arayışlarına endeksledi. O günden bu yana bütün propaganda ve ajitasyonunu, eylem ve ittifaklar anlayışını vb. bu yanlış ve tehlikeli "siyasi çözüm" anlayışının üzerine oturttu. Gerilla mücadelesini bile bu arayışın baskı gücü olarak kullanan bir hat izlemeye başladı. Tutulan yolun doğası ve mantığı gereği, savaşıma yön veren stratejik yaklaşımdaki bu ilk büyük kırılmayı ilerleyen yıllarda yeni kırılmalar ve tavizler izledi. Tarihsel koşullar ve diğer konjonktürel etkenlerdeki elverişsizliklerle de birleşince, bunlar birbirlerini besleyip derinleştirerek büyüdü, yenileri eklendi, inişli çıkışlı bir sürecin sonunda şimdi işte "siyasi çözüm" adına tasfiyeci reformist eğilimlerin azdığı bugünlere gelindi.

c) Tahribatın derinliğine bir örnek Stratejik hedef bilinci ve temel devrimci perspektiflerde, önceleri 'küçük taktik adımlar' biçiminde

başlayan bir zayıflamanın, başka etken ve gelişmelerle de birleşerek süreç içinde giderek nasıl boyutlandığının, nasıl büyük, ciddi ve tehlikeli bir perspektif kayması özelliğini kazandığının anlamlı bir örneği üzerinde biraz daha durmakta fayda var.

Kelimenin sözlük anlamıyla da ilkesiz oportünist fırsatçılığıyla tanınan Talabani'nin, PKK ile Türkiye, PKK ile Amerika, PKK ile Kemal Burkay arasında çöpçatanlık yapmaya soyunduğu '93 sürecinde PKK'ye de aşılamaya çalıştığı bir yaklaşım vardı. Diyordu ki, "Gerçekçi olmak gerekir. Çağımız Amerikan çağı. Sınırların değişmesini isteyen bir hareketin, 'Yeni Dünya Düzeni' koşullarında hiçbir başarı şansı yoktur. Onun için çocukluğu bir kenara bırakıp (kastettiği, bağımsızlık hedefinden vazgeçilmesi, devrimci silahlı mücadelenin geri plana itilmesiydi-nba.) barışçıl diplomatik çabalar yoluyla elde edilebilecek sonuçları elde etmeye çalışmak lazım".

Aradan 5 yıl geçtikten sonra, aynı "gerçekçiliği" neredeyse aynı cümlelerle PKK Genel Başkanı'nın ağzından duymaya başladık bugün: "Bizim de bazı şeyleri dikkate almamız gerekiyor.., Karşımızdakini dikkate almadan biz de ciddi politika yapamayız. Artık yavaş yavaş birbirimizin gerçekliğini görmemiz gerekiyor. Reel politika artık herkesin hayallerden biraz daha ayağı toprağa ve sorunların zeminine basarak çözüm aramasını gerekli kılıyor... Uluslararası güçler dengesi (de) bunu şiddetle dayatıyor." (Abdullah Öcalan'ın MED TV'de yaptığı açıklamadan aktaran Ülkede Gündem, 1 Şubat '98)

Bu "gerçekçiliğin" içinin nasıl doldurulduğunun, daha açık bir ifadeyle, temel programatik görüşlerden ve stratejik politik hedeften nasıl vazgeçme anlamına geldiğinin, yine bizzat Abdullah Öcalan'ın -başlangıcı 1992'lere kadar uzanmakla birlikte özellikle Türkiye'de yaşanan 28 Şubat sürecinden sonra yoğunlaşan- açıklama ve demeçlerinden sayısız örneği verilebilinir:

"Türkiye'nin bölünmesini değil, mevcut sınırlar içinde devletin yeniden yapılanmasını istiyoruz, iflas eden devlet çetelerden arındırılmadıkça, Anadolu'daki dini inanç ve kültürel mozaikler ortadan kaldırılmaya çalışıldığı müddetçe bu iş bitmez. Biz bu süreç içinde federasyon isteğimizi (de) ortadan kaldırmayı doğru buluyoruz." (MED TV konuşması, Milliyet, 2 Şubat 1998)

"Bizim eğilimimizde Türkleri parçalamak, zayıf düşürmek yoktur; Türk kavimlerini birleştirmek vardır. Bunu MHP'den daha iyi biz yaparız. Biz sınırları küçültmekten değil büyütmekten yanayız. Daha fazla Türkü, Kürdü kucaklasın. Türkiye'ye en yararlı halk, Kürtlerdir. Bir an önce diyalog sürecini hızlandıralım." (MED TV konuşması, Milliyet, 30 Ocak 1998)

"(Devlet içinde yeni bir düzenleme yapılması gerektiğine işaretle) Ulusal ilişkiler yeniden düzenlenir, anayasada bir çözüme doğru gidilir. Doğal haklar olan kültür, dil ve benzeri haklar verilmeli. Bunu yapmakla Türkiye kaybetmez, devlet güç kaybetmez, aksine güç kazanır... Yapılması gereken cesur bir reform dönemi veya yeniden düzenleme sürecine girmektir." (MED TV'de konuşma, Ülkede Gündem, 23 Kasım 1997)

"Ben illa da sınırlar ortadan kalksın demiyorum... (Bunu) hiçbir zaman da mesele yapmayacağız." (MED TV'deki konuşması, Ülkede Gündem, 10 Ağustos 1997)

Yıllar ilerledikçe bu içerikteki açıklamaların kazandığı yoğunluk, süreklilik ve sistemlilik ile de birlikte düşünülecek olursa, ideolojik-politik açıdan bunun ne anlama geldiği fazla yorum gerektirmeyecek kadar açıktır. Onun için hiç kimse bize bunları, "burjuvazi ve ordu içindeki 'siyasi çözüm' eğilimlerine güç ve cesaret kazandırmak", "rejimin çelişki ve açmazlarını derinleştirerek onu daha fazla sıkıştırmak", "teşhir ve tecridini hızlandırmak" vb. amaçlarla başvurulan "taktik bir manevra" veya en fazla "belirleyici bir önem taşımayan kusur, hata, yanlış" olarak gösteremez. Bunların aksi yönündeki söylemlere hatta pratik bazı adımlara işaret edilerek, bizim "meseleyi biraz abarttığımız, sadece bir yönü gördüğümüz, fazla dogmatik davrandığımız" vb. şeklinde ucuz demagojilere de başvurulmamalıdır. Evet, bunların söylendiği kesitlerde, hatta aynı konuşma ve yazılar içinde, "barışa olduğu kadar savaşa da hazır olunduğu", "bu yönde de çok kapsamlı hazırlıklar yapıldığı", "görüşme ve diyalog yollarına itibar edilmezse bundan rejimin zararlı çıkacağı" vb. de söylenmekte, bu arada gerilla faaliyetinin Karadeniz ve Akdeniz'e doğru açılım yapması yönünde bazı pratik adımlar da atılmaktadır. Fakat bu çelişkili tutum ve yaklaşımlardan hangisi daha ağır basmaktadır? Türkiye'de, bölgede ve uluslararası planda yaşanan gelişmelere asıl olarak hangisinin odağından bakılmakta, taktik planlar ve hesaplar hangisinin üzerine kurulmaktadır? Sorun, "iyimser" ya da "kötümser" bir bakış açısına sahip olup olmamak gibi sübjektif iddia ve yargılara göre değil, ortadaki somut olgulara bakılarak nesnel bir biçimde yanıtlanabilecek bu

Page 77: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

belirleyici soruların ışığında ele alınıp irdelenmelidir. Örneğin, "Türkiye'nin önünü açtığı", "beceriksiz ve korkak politikacılardan daha gerçekçi ve cesaretli

olduğu" , "(zaten) Türkiye'nin siyasi ve sosyal mücadele tarihinde ne kazanılmışsa onun sayesinde kazanıldığı" iddia edilen ordunun, "bazı adımlar atmak istediği, ama şovenizmin toplumdaki etkinliğinin yarattığı psikolojik ortamdan korktuğu, hatta tehdit edildiği" şeklinde -dolayısıyla da onu cesaretlendirecek tutum ve yaklaşımlar sergilemek gerektiği sonucunu içeren- bir değerlendirme bunlardan hangisinin damgasını taşımaktadır?

Ana çizgileri itibarıyla, "Amerika'nın Kürt sorunundaki çözüm pozisyonu giderek Türk ordusunun (dahi) göze alamayacağı biçime doğru geliyor. Amerika'nın desteği eski tarzda (artık) fazla sürmez. ABD onun için orduya yeni bir hükümet arayışına girmesi mesajını verdi... Avrupa'nın desteği ise (zaten) oldukça durdu, AB de tavrını daha da keskinleştirdi.. Rusya ise daha güçlü bir biçimde (Kürtlerden yana) bir tavır geliştirecektir... (Öte yandan) Irak'ın sadece Güney Kürdistan'a değil genel Kürt sorununa olan ilgisi artıyor. Arapların ilgisi de yükseliyor. Suriye, İran, Irak birbirlerine yakınlaşıyorlar. Türkiye-İsrail ittifakına karşı, bizim de dahil olabileceğimiz, bölge çapında bir ittifak süreci şekilleniyor. Henüz tam sonuçlanmamış, resmiyet kazanmamış bu bloklaşma çok önemli tarihi bir gelişmedir. Türkiye'yi şu veya bu biçimde çözüme zorlayacaktır... Bu arada Kürtlerin uluslararası politika sürecine daha çok girmesi söz konusu. Vatikan'da Papa Kürtler için dua ediyor..." içeriğindeki bir uluslararası ve bölgesel durum tahlili, hangi odaktan bakış açısının ürünüdür?

"İki hafta içinde -yani 15 Şubat'a kadar- önemli gelişmeler olacak... Büyük bir ihtimalle PKK ile diyalog sürecine girilecek" şeklindeki bir beklenti, gerillanın Karadeniz ve Akdeniz'e açılımlarına, kentlerdeki kitle muhalefetinin büyümesine vb. dayalı bir beklenti midir?

"CHP eğer Kürt halkından özür dilerse, tarihteki bütün o suç teşkil eden ve Türkiye'yi zor duruma getiren ve kendisini de bitirten konumdan belki bir çıkış şansı bulabilir... Çok ciddi bir özür, özeleştiri ve halkların umudu olmaya çok ciddi biraz anlayış, biraz da yaptıklarının kefaretini ödemeyi gündemine koyarak, tıpkı '23'lerde olduğu gibi demokratik kurtuluş tarzını gündemine sokarsa, bu partiyle de adımlar atılabilinir. Hatta bazı kemalistlerin çok ilericilik adı altında -ki sanırım Doğu Perinçek bu iddiadadır-, tutarlıysa Doğu Perinçek, yapmaları gereken, bize yönelik bazı önyargılardan, demagojik durum ve suçlardan kendilerini kurtararak bilinç birikimlerini, siyasi deneyimlerini böyle gözden geçirip Kürt Özgürlük Hareketini de selamlayarak bir uzlaşma havasına girerlerse, kesinlikle bu bir alternatif olarak gelişebilir. Bu açılım Türkiye'ye bir şeyler verebilir" şeklindeki bir işbirliği, ittifaklar ve geniş cephe siyasetinin tutarlı devrimci bir perspektife ve ilkesel temellere sahip olduğu iddia edilebilinir mi? Onun için, değişik alanlardan örneklerle sergilemeye çalıştığımız çelişki, tak-tik politikalar konusunda bulanıklık, belirsizlik ve haliyle belli bir güvensizlik yaratan bir karmaşanın ifadesi olmanın ötesinde, emperyalist güçlerin politikalarını yorumlamadan ittifaklar anlayışına kadar hemen her konuda ağır basan yönleri itibarıyla belirli bir sistematik oluşturan yanlış ve tehlikeli bir stratejik yönelim özelliğini kazanmış olarak karşımıza çıkmaktadır.

'Devrimci' değil, 'oportünist' bir karakter taşıyan ve reformist yöndeki savruluşları besleyip derinleştiren bu "gerçekçiliğin", kaybettirdiklerini bir an için görmezlikten gelecek olsak bile, harekete hiç olmazsa belli bir soluklanma olanağını kazandırmaya yetip yetmeyeceği de meselenin irdelenmesi gereken başka bir boyutunu oluşturur. Devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri tarihinde bu konuda yaşanmış sayısız pratik deneyim vardır. Bunların içerdiği derslerin de ışığında uzun teorik açıklamalara girmeksizin, bizzat Kürt ulusal mücadelesinin yakın tarihinden bir örnek olarak İran KDP'si ve onun sekreteri Qasimlo'nun başına gelenleri hatırlatmakla yetineceğiz.

Bilindiği gibi Qasimlo ve O'nun önderliğindeki İran KDP, çizgi olarak da Talabani türü "gerçekçiliğe" sahip sosyal demokrat partilerin üye olduğu sözde Sosyalist Enternasyonal çizgisinde bir parti idi. (Qasimlo, 1989 sonlarında Almanya'da partili iki arkadaşı ile birlikte yemek yediği bir lokantada, İran gizli servisinin ajanları tarafından pusuya düşürülerek katledildi. Qasimlo katledildiği sırada, İran'daki mollalar rejimi ile, Kuzeydoğu Kürdistan'da yaşayan Kürtlere sınırlı bir otonomi tanınması çerçevesi içinde kalan gizli bir diplomatik pazarlık yürütüyordu. Yıllar sonra ortaya çıkan belgelere bakılacak olursa, o güne kadar yapılan 3 görüşmenin sonunda taraflar, KDP'ye legal bir parti olarak siyasal faaliyet yürütme hakkı ile Kürtlere dil ve kültürel serbestlik tanınması gibi temel noktalarda bir "uzlaşmaya" varmışlardı. Henüz bir anlaşmaya varılamayan noktalar olarak ise geriye, KDP peşmergelerinin tamamen silahsızlandırılıp silahsızlandırılmayacağı gibi önemli bir konu ile verilecek hakların "otonomi" sözcüğüyle tanımlanıp tanımlanmaması ve yürütülen gizli görüşmelerin açıklanıp açıklanmaması gibi daha tali noktalarda birkaç pürüz kaldığı anlaşılıyordu. Tarafların karşılıklı pozisyonları, özellikle de İKDP'nin sınırlı bir otonomiden fazlasını zaten içermeyen çizgisi açısından bakıldığında bunlar giderilemeyecek türden pürüzler değildi. Ama buna rağmen, sonuca bu kadar yaklaşıldığı zannedilen bir noktada bile, İran rejimi, ne İKDP'den ne de onun arkasında görünen Avrupalı sosyal demokrat partilerden ve hükümetlerden fazla güçlü bir tepki görmeyeceğinin de güveniyle, ilerde başına umulmadık sorunlar açabilecek bir dertten hazır uygun koşullarını da bulmuşken kurtulmanın yolu olarak "diyalog" ve "siyasi çözüm" sürecine bilinen tarzda noktayı koydu. Ve İKDP o günden beri belini hâlâ doğrultabilmiş değil.

Bu örnek, gizli veya açık bütün diplomatik pazarlık süreçlerinin bu şekilde sonuçlanacağı anlamına gelmez elbette. Yalnız bu örnek, Ortadoğu gibi bir bölgede Kürtlerin gizli veya açık diplomasi yöntemlerine

Page 78: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

fazla güvenip bel bağlamamaları gerektiğini hatırlatması yönüyle uyarıcıdır; çok sınırlı bazı hakların tanınmasına bile razı "gerçekçi", "ılımlı", "makul" bir profil çizdiklerinde dahi, buna dayalı strateji ve politikaların, dengelerdeki küçük bir oynamada bile nasıl hüsranla sonuçlanabileceğini göstermesi yönüyle eğiticidir. Onun için, Ortadoğu'da kalıcı ve güvenilir sonuçlar elde edilmek isteniyorsa eğer, gerçekçi olmak şarttır ama bu gerçekçilik, ilkelere dayalı devrimci bir gerçekçilik olmak zorundadır.3

d) Askeri dengelerdeki değişme ve bugüne kadar uzanan bazı sonuçlar '93 yılı sonrası süreçte siyasi dengelerde yaşanan değişime paralel olarak askeri dengede de bir değişim

yaşandı. O yıla gelene kadar askeri cephede de inisiyatif ve üstünlük, daha önce de belirttiğimiz gibi PKK'nin elindeydi. Diğer bütün reformist-revizyonist Kürt örgütlerinden farklı olarak PKK, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin ancak silahlı devrimci bir mücadele temelinde yükseltilip ilerletilebileceği temel gerçeğini derinlemesine kavradığı için, Ortadoğu'nun olanaklarını bu devrimci perspektifle ele almış ve '84 Atılımına kadar geçen süreci -yine diğerlerinden farklı olarak- tasfiyeci çürüme yönünde değil devrimci gerilla mücadelesine hazırlık yönünde değerlendirmişti.

PKK, gerilla mücadelesine iyi hazırlandığını sergilediği pratik ile de gösterdi. Dar bir alana sıkışıp kalmış sınırlı güçlerin genellikle kesintili bir etkinlik gösterdiği başka örneklerden farklı olarak PKK pratiği, gerilla mücadelesi konusunda Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında bugüne kadar ulaşılan en ileri düzeyi temsil eder. Ulusal bir temel üzerinde yükselmesi, Kürdistan'ın bölünmüş yapısı ve coğrafi özelliklerinin bu konuda derin bir cephe gerisi ve geniş bir hareket kabiliyeti kazandırması, bu arada İran-Irak savaşı başta olmak üzere bazı konjonktürel etkenlerin sağladığı avantajların da bu konudaki payını gözardı etmemekle birlikte, bunların kendiliğinden bu çapta devrimci sonuçlar doğurmayacağı gerçeği dikkate alınacak olursa, burada PKK'nin yöneliminin, gerilla mücadelesini ele alış ve uygulama tarzının belirleyici olduğu daha net olarak görülür. PKK, gerilla mücadelesine hazırlık dönemini, belirli yönlerde göreli bir atılımla sınırlı tutmayarak daha geniş kapsamlı ve uzun vadeli bir mücadeleye hazırlık perspektifiyle yürüttüğünü, sadece aynı anda iki ilçenin basılması biçiminde etkili bir çıkış yaparak değil, bunu izleyen kısa bir süre içinde Kürdistan coğrafyasını enine ve

3 Devrimci Proletarya, bütün bu uyarı ve eleştirilerini ilk kez bugün dile getirmiyor. Savaş yorgunluğu ve ulusal reformizm eğilimlerinin güçlenmesi

başta olmak üzere, bugün üstelik boyutlanmış olarak somut bir görünüm kazanmış olan bütün tehlikelere, "araba devrilmeden" çok önce işaret edilmiştir. Devrimci Proletarya'nın 1992-93 yıllarında çıkmış olan sayıları incelenecek olursa, bugün yaşananların o günden söylendiği görülür. "Türk şovenizminin şaha kalkmış olduğu bir dönemde (nesnel olarak onunla aynı zemine düşmemek için) eleştirinin içeriği ve dozunun yanı sıra dili ve zamanlaması konusunda da titiz davranılması" sorumluluğu gözetilerek dile getirilen bu uyarı ve eleştiriler sırasında öz olarak özellikle, bağımsızlık hedefi ve devrimci silahlı mücadele çizgisinin savunulması başta olmak üzere PKK'yi PKK yapan temel devrimci değerlerdeki zayıflamanın, süreç içinde başka etken ve gelişmelerle de birleşerek hareketin devrimci niteliğinde genel bir zayıflama ve bozulmaya yol açabileceği tehlikesinin altı ısrarla çizilmiştir. Ulusal reformizm eğilimlerine hayat veren çizgisel zaafların başında gelen dar ulusal kurtuluşçu yaklaşım ve antiemperyalist yönelim zayıflığının içerdiği tehlikelere her fırsatta işaret edilerek, bunun, mücadelenin örgütleniş tarzından "çözüm" anlayışına, "ulusal birlik" sorununun ele alınışından çeşitli taktik politikalara kadar bir dizi konuda ne gibi deformasyonlara yol açtığının üzerinde durulmuştur. Çok sınırlı ulusal haklar karşılığında her an uzlaşmaya açık burjuva orta sınıf ulusalcılığının genel güçlenişine dikkat çekilmeye çalışılarak; sınıfsal ve ideolojik karakterleri gereği bu eğilimin temsilcileri, PKK'nin devrimci siyasi ve manevi otoritesi güçlü olduğu sürece kendilerini gizleyecekler, ona tabi ve saygılı bir görüntü çizecekler, fakat yarın bir gün dengeler değişecek, ulusal mücadele ve devrimci öncü herhangi bir darboğaza girecek olursa başlarını kaldırmaktan, mücadeleyi ve yaratılan devrimci değerleri ucuza satmaya yeltenmekten geri durmayacaklardır uyarısında bulunulmuştur. Yine o dönem yazılan yazılarda, PKK'nin, Kürt sömürücü sınıflarına ve onların temsilcisi unsurlara karşı gereken devrimci uyanıklığı yeterince göstermediği, yurtsever kitleler üzerinde sahip olduğu devrimci otoriteye, öncü konumunun tartışılmazlığına aşırı ölçülerde güvenerek bunlardan gelebilecek tehlikeleri fazla hafife aldığı; reformcu yönelimler konusunda öncü küçük a derse, bunların bunu aşırıya götürerek büyük A haline getirecekleri söylenmiştir. Sadece bir ateşkes kararı ile sınırlı kalmayan '93 politikaları, çok net bir tutumla eleştirilmiştir. Ulusal reformizm yöneliminin kazandığı açıklık ve boyutlar da dikkate alınarak, "bu kez herhangi bir yanlış taktiğin de ötesinde devrimci çizginin revizyonu söz konusudur" tespitinde bulunulmuş, nelere yol açabileceğine dair uyarıları da içerecek şekilde bunun çizgide bir kırılma anlamına geldiği çeşitli yönlerden gösterilmeye çalışılmıştır, vb., vb.

PKK'li dostlarımız, o zaman da bu eleştirilerden hoşnut olmadılar. "Bizim dogmatik davranarak kendilerini anlamadığımızı", "haksız ve yanlış eleştirilerde bulunduğumuzu", "bunların taktik icabı atılan adımlar olduğunu", "taktik ustalık ve yaratıcılık örnekleri olarak görülmeleri gerektiğini" vb, vb. iddia ettiler. Tepkilerini yer yer hakarete kadar vardırdılar, hatta Sağmalcılar Cezaevi'nde bizimle yayın alışverişi temelinde protokol ilişkilerini dahi kestiler. (Benzer tepkilerle bugün de karşılaşıyoruz. Örneğin, Ülkede Gündem gazetesi, dergimizin 1. sayısının ilanını basmayı reddetti. 'Eleştiriye tahammülsüzlük'ten kaynaklanan aynı sansürcü tutumu Emek gazetesi de sergiledi. Onun zülf-i yarine dokunan ise, EMEP tasfiyeciliği ve ekonomizminin eleştirisi oldu). Fakat ne oldu? Hayat hükmünü yürüttü. Bizim bundan 5-6 sene önce söylediklerimiz, bugün bizzat PKK önderliği veya sözcüleri tarafından dile getirilmektedir. Bu konuda bir örnek olması için, M. Can Yüce'nin Özgür Halk dergisinin Ekim '97 sayısında yazdıkları ile bizim geçmiş yıllarda yaptığımız uyarı ve eleştirilerin yan yana getirilip karşılaştırılması yeterlidir. Yalnız o zamanlar daha çok potansiyel bir tehlike durumunda olan tehlikeler, bugün boyutlanmış ve somut bir görünüm kazanmış olarak yaşanmaktadır.

Öte yandan, zamanında yapılmış bu devrimci uyan ve eleştirileri hatırlatmamız, her ikisi de küçükburjuva devrimciliğine özgü hastalıklı davranışlar olarak ne alınganlık konusu yapılmalı ne de "haklı çıkmış olmaktan dolayı bir böbürlenme" olarak görülmelidir. Hangi nedenlerin ve nasıl bir gelişmenin sonucunda olursa olsun, bir devrimin ve devrimci bir hareketin karşılaştığı sorun ve tehlikeleri, "kendi dışında bir gelişme" olarak gören, bundan gizli veya açık bir hoşnutluk, böbürlenme ve benzeri duygulara kapılan bir "devrimciliğin", her şeyden önce içtenliğini ve tutarlılığını sorgulamak gerekir. Bizim geçmişte de dile getirdiğimiz uyarı ve eleştirilerimizi hatırlatmamızın tek nedeni, yurtsever hareketin ve onun devrimci kadrolarının, mücadelenin geçici ve konjonktürel kimi sıkışmalar yaşamasından da yararlanarak, başlarını kaldırma cesaretini gösteren -ki tam da böyle kritik kesitlerde başlarını kaldırmak, onların sınıfsal ve ideolojik karakterlerinin doğal ve mantıki bir sonudur- reformist tasfiyecilik eğilimi ve ihanet girişimlerine karşı savaşımı, kişilerin özellikleri ile 'açıklamaya' çalışmak şeklinde bir idealist yaklaşımdan olduğu kadar, sorunu sadece bunların oluşturduğu güncel bir tehlikenin savuşturulması ile sınırlamak şeklinde dar bir yaklaşımdan da kaçınmak gereğini hatırlatmak içindir. Daha sağlam ve daha kalıcı devrimci sonuçlar elde edebilmek için, "Bir musibet bin nasihatten daha yararlıdır" sözüne uygun olarak, neşteri biraz daha derine daldırmak, samimi bir devrimci özeleştirel tutum takınmak zorunluluğu vardır. Bu süreç o zaman, güçlü bir devrimci silkiniş ve yeni bir devrimci atılımın başlangıcı özelliğini kazanabilir. Ulusal mücadelelerin kaderini ve bundan sonraki gelişim seyrini etkileyecek tehlikelerle dolu olan bu süreci devrimci bir tarzda yarabilmenin yolu, bir yerde de buradan geçmektedir.

Page 79: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

derinlemesine kullandığı geniş bir gerilla faaliyet sahası haline getirmesiyle de kamdandı. Gerilla mücadelesinin temel prensiplerini ve üstünlüklerini oluşturan 'baskın' ilkesi başta olmak üzere düşmanı ummadığı anda ummadığı yerlerden vurma, hareketli savaş, coğrafyanın avantajlarını ve araziye hakimiyeti başlı başına etkin bir silah olarak kullanmayı vb. uzun süre başarıyla uyguladı. Gerilla mücadelesinde sergilediği başarılı pratik, PKK'nin tarihsel çıkışma süreklilik kazandırmakla kalmadı, geniş yığınların harekete geçmesini ve hemen hemen bütün samimi ulusalcı güçlerin PKK'nin arkasında mevzilenmesini sağlayan belirleyici etken oldu.

PKK'nin gerilla mücadelesi konusunda '84-'93 arası pratiğinin bir kez daha kanıtladığı temel bir gerçek daha vardır: Gerillanın mücadelesine de yol gösteren, silahlara kumanda eden politika ne kadar net ve derin bir devrimci karaktere sahip olursa, sayı, silah, donanım, savaş ve komuta tecrübesi ve lojistik destek imkanları bakımından henüz mütevazı ölçüler içinde kalan -bu arada bu yüzden ciddi kayıplara da uğrayabilen- bir gerilla hareketi bile fizik güçlerinin çok üzerinde sonuçlar alabilir. Buna karşılık, politikanın devrimci karakterinde belirgin bir zayıflama ve bulanıklıklar ortaya çıkacak olursa şayet, sayı bakımından olduğu kadar tecrübe ve olanaklar bakımdan da ilk oluşum dönemlerinin çok üstünde büyüklüklere ulaşmış bir gerilla gücü bile aynı etkinlikte işlev görmeyebilir. Bir ulusu devrimci bir çizgi temelinde ayağa kaldırma ve gerçek bir ulusal özgürlüğü kazanma iddiasının güçlü olduğu '84 Atılımı ve onu izleyen yıllarda PKK'nin gerilla mücadelesi pratiği de bu iddiaya uygun bir çizgide seyretmiş; en başta sürekli atak halinde olması, sık sık cüretkâr eylemler gerçekleştirmesi, askeri pratik bakımdan da kendisini devamlı aşan bir canlılık göstermesi ile mücadelenin hızla kitleselleşmesinde belirleyici bir rol oynamıştır. O kesitteki gerilla mücadelesinin en ayırdedici özelliği, hiçbir zaman savunma konumunda kalmayıp, düşmanı sürekli darbeleyen ve bunu hem gerçekleştirilen eylemlerin çapı bakımından hem de faaliyet alanı bakımından sürekli genişleten bir saldırı çizgisi benimsemiş olmasıdır. Bu stratejik yaklaşım ve tutum, ulusal mücadelenin motor gücünü oluşturan gerilla hareketinin büyüyüp gelişmesine sıçramalı bir karakter kazandırmakla kalmayarak, ulusal hareketin bütünü üzerinde güçlü bir moral motivasyon etkeni işlevini görmüştür.

PKK'nin devrimci çıkışına ve gerilla mücadelesine askeri bakımdan da hazırlıksız yakalanan rejim, kısa süre içinde bu alanda da ummadığı durumlara sürüklendi. Sayıca şişkin fakat hantal bir yapıya sahip olan ordunun başındaki generaller, siyasi alanda işlenen hatayı askeri alanda da yinelediler ve kendilerine olan o kof güvenin de etkisiyle PKK'nin başlattığı gerilla mücadelesini küçümsediler. Sayı ve silah bakımından üstünlüklerine güvenerek, kısa sürede üstesinden gelebilecekleri hayaline kapıldılar. Düzenli ordular arasındaki cephe savaşlarından farklı türde bir savaşla karşı karşıya oldukları basit ama temel gerçeğinin dahi ayırdına varamadıkları için, ahmakça bir strateji izleyerek, ellerindeki güçlerle sabit mevzileri tutmaya yöneldiler. Böylelikle gerillanın hareket kabiliyetini sınırlandırabileceklerini zannettiler; ama bu tarzda alan tutmaya çalışmanın kaçınılmaz sonucu olarak 80–100 kişilik bölükler halinde olur olmaz yerlere kurulmuş karakollara serpiştirdikleri birliklerini, gerillanın kolayca vurabileceği hedefler haline getirmiş oldular. PKK, hasmının verdiği bu açığı iyi değerlendirdi ve hemen her biri açık birer hedef oluşturan bu karakollardan kendisine en uygun olanları seçerek bunları peş peşe vurmaya başladı. İndirdiği her darbe, gerillanın siyasal-moral etkinliğini yükseltirken, ordu birliklerinin saflarında da şaşkınlık ve korkuyu büyüttü. Türk ordusu, sayıca üstünlüğüne karşın gerilla mücadelesi konusunda doğru dürüst bir eğitime ve savaş deneyimine sahip değildi, eğitim ve örgütlenme bakımından olduğu gibi silah ve donanım bakımından da düzenli ordulara karşı yürütülecek savaşlara göre hazırlanmıştı, araziyi tanımıyordu vb., vb. Bütün bunlar onu daha da hantallaştıran ve etkinliğini sınırlandıran etkenler oldu.

'92'ye gelindiğinde sadece gerilla hareketinin değil bir bütün olarak ulusal mücadelenin ummadığı ölçüde boyutlanmış ve kitleselleşmiş olması, rejimin en başta aklını başına getirdi, işin ciddiyetini ve tehlikenin büyüklüğünü gördü. O zamana kadar geçen süreçten çıkardığı derslerin de ışığında kendine her bakımdan çekidüzen vermeye yöneldi. İşe en başta, en büyük zafiyetini oluşturan merkezi bir politika ve strateji yoksunluğunu, bu konudaki iç çelişkilerinden kaynaklanan dağınıklık ve tutarsızlıklarını ortadan kaldırmaya yönelmekle başladı. Kürt ulusal mücadelesini bastırma amacında ve bunun için şiddetin yoğun bir tarzda kullanımı noktasında aralarında bir farklılık olmamakla birlikte, şiddetin yanısıra baştan çıkarıcı bazı reform yöntemlerinin de devreye sokulabileceği eğiliminde olan Özal-Eşref Bitlis kanadını bilinen yöntemlerle tasfiye ederek "Topyekûn Savaş'' konsepti etrafında önce kendi içinde siyasi irade birliğini sağladı. Buna uygun siyasi ve askeri bir kadrolaşmaya da gittikten sonra bilinen kirli savaş uygulamalarına girişti. Daha doğrusu, önceden 'yoklama saldırıları' biçiminde başlattığı bu yöndeki uygulamalarını yoğunlaştırdı, kapsamını genişletti, bunlara süreklilik ve sistemlilik kazandırdı.

"Topyekûn savaş" konsepti, adından da anlaşılacağı üzere, savaşı yaymayı ve şiddetlendirmeyi içeren bir stratejiydi. Artık sadece Kuzey Kürdistan değil bütün Türkiye, bu arada Güney de 'savaş alanı'ydı. Hedef ise sadece gerilla değil, ondan da önce yurtsever kitleler ile her kim olursa olsun ulusal mücadeleyi destekleyen herkesti. Belirlediği bu yeni stratejiye uygun olarak rejim, askeri alanda ilk olarak, daha önceki ahmakça alan tutma tarzından vazgeçerek "önce denizi kurutma" yönelimine girdi. Gerillanın hareket kabiliyetini, barınma ve lojistik imkanlarını ortadan kaldırmak amacıyla, dağlardan önce yerleşim birimlerindeki yurtsever kitlelere yöneldi. PKK önderliğinin daha hâlâ "ılımlı reformist bir yaklaşımın sahibi" imiş gibi göstermeye çalıştığı faşist Özal'ın, "3 milyon Kürdü Batı'ya göçertmeyi başarırsak bu işi bitiririz" sözünde de ifadesini bulan kirli savaş

Page 80: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

stratejisinin bu ilk hedefini gerçekleştirmek amacıyla binlerce köy ve mezrayı zorla boşaltmaya girişti, köyleri ve ormanları yaktı; ardından büyük yerleşim birimlerine de yönelerek Şırnak, Cizre, İdil, Hakkari, Lice vb. örneklerinde olduğu gibi kimini topa tutarak, Batman örneğinde olduğu gibi kiminde kontra örgütlenmelerini devreye sokarak sonuçta terörün yoğun bir tarzda kullanımına dayalı kapsamlı bir kitle pasifikasyonu harekatı başlattı. Bu arada Türkiye'deki metropoller de dahil kentlerdeki kitle önderlerine ve yurtsever hareketin destekçilerine yönelik "faili meçhul" cinayetleri tırmandırarak bu pasifikasyon harekatına yeni bir boyut kazandırdı.

Öte taraftan ordu bu arada birliklerinin eğitimi, örgütlenmesi, komuta sistemi ve donanım bakımından kendini gerilla savaşına uyarlama yönündeki adımlarını hızlandırmıştı. Klasik piyade eğitiminden farklı olarak komando eğitiminden geçirdiği birliklerinin sayısını çoğalttı. Gerillaya karşı gerilla yöntemleriyle savaşacak özel eğitimden geçirilmiş operatif birim ve birlikler kurmanın yanı sıra poliste de 'özel tim' örgütlenmesine giderek bölgede sürekli görev yapacak ek bir vurucu güç daha örgütledi. Bu arada, '87'lerde örgütlemeye giriştiği koruculuk sistemini oturtmuştu. Böylelikle Kürt toplumunun bağrında hem askeri hem de siyasi-toplumsal hakimiyet bakımlarından maşa olarak kullanabildiği bir 'beşinci kol' örgütlenmesi yaratmıştı. Önceleri bu korucu çetelerinin kılavuzluğundan yararlanarak, süreç içinde kendisi de deneyim kazanarak Kürdistan coğrafyasına yabancılığını giderdi, gerillaya büyük avantaj sağlayan araziye hakimiyet konusunda da belirli bir denge sağladı. Bu arada her geçen yıl katlanarak büyüyen muazzam bir harcamayı göze alarak silah sistemlerini yeniledi; Kürdistan'da savaşan birliklerini gelişmiş savaş helikopterlerinden dağ toplarına, dağlık arazide de hareket kabiliyeti yüksek zırhlı araçlardan geceleri de etkili olan termal sistemlere kadar gerillaya karşı savaşta büyük üstünlük kazandıran ileri teknoloji ürünü silahlar ve teçhizatla donattı. Ordunun savaş tecrübesinin artışı ile de birlikte bütün bunlar, askeri dengelerde de gerillanın aleyhine bir değişmeyi getirdi beraberinde.

Sonuç olarak bugünkü durumu, askeri açıdan, '90'lı yılların ilk yarısındaki durumla karşılaştıracak olursak eğer, özellikle üç ana nokta dikkati çeker:

1) Daha önce 'savunma' konumuna itilmiş olan ordu, bugün bu konuda belirli bir denge sağlamış, hatta saldırı inisiyatifini bir ölçüde eline geçirmiş durumdadır. Çoğu kendisini dahi korumaktan aciz küçük birliklerin dağınık halde sabit mevzileri tutmayı çalıştıkları eski yayılma düzeninden farklı olarak; daraltılmış sorumluluk sahalarının stratejik noktalarında konumlanmış, taktik alay düzeyindeki birlikleri aracılığıyla pusu atan, vur kaç eylemleri biçiminde sızma operasyonları düzenleyen, tugay düzeyindeki zırhlı ve piyade birliklerinin hava kuvvetlerinin de desteğinde koordineli kullanımına dayalı harekatlar düzenleyerek sık sık geniş saha temizliklerine girişen vb. bir ordu var bugün artık gerillanın karşısında. Bazen 120 bin askere kadar çıkabilen büyük kuvvetlerin kullanıldığı bu saha temizleme operasyonlarına rağmen ordu gerillayı kökleştiği alanlardan söküp atamıyor gerçi ama onu aslolarak savunma pozisyonunda kalmak zorunda bırakabiliyor.

2) Alan hakimiyeti konusunda da ordunun bugün geçmişe oranla bazı ilerlemeler kaydettiğini teslim etmek gerekiyor. Bu elbette ki rejimin psikolojik savaş unsuru olarak iddia ettiği gibi "gerillanın marjinalleştiği", "ordunun Kürdistan'ın her yerinde denetim ve otoritesini tekrar sağladığı" anlamına gelmiyor. Bunlar, yılgınlık ve teslimiyet eğilimlerini derinleştirmek amacıyla sıkılan palavralardır. Fakat ordunun geçmişte adım dahi atamadığı kimi alanlarda bugün belirli mevzileri ele geçirdiği, mutlak anlamda olmasa da tam veya kısmi bir denetim sağladığı alanları genişlettiği de bir gerçektir. Büyük kuvvetler yığma pahasına, silah ve teknolojik üstünlüğe, hava kuvvetleri desteğine sahip olma gibi avantajlar sayesinde sağlanmış olsa da, durumdaki bu değişiklik, gerillanın hareket kabiliyetini sınırlandırıcı sonuçlar doğurmaktadır.

3) Savaşın ağırlık merkezi, özellikle son iki yıldır, Güney Kürdistan'a kaymış durumdadır. PKK'nin Güney'deki siyasi ve askeri etkinliğinin büyümesi üzerine gelişen bu durum, Kürdistan devriminin gelişim ve PKK hesabına devrimci bir kazanım ve ilerlemenin ifadesi olduğu kadar, savaşı kendi devlet sınırlarının 'uzağına' taşımış olma yönüyle rejim açısından da 'rahatlatıcı' bir gelişme özelliğine sahiptir.

Savaşın ağırlığının Güney'e kaymış olması, genellikle tek yanlı değerlendirmelere konu olmaktadır. Bunun Kürt ulusal devrimi ve PKK adına önemli bir kazamın anlamına gelen yönleri görülmekte, fakat bu arada devlet adına da en azından rahatlatıcı yönleri genellikle gözden kaçırılmaktadır. Aynı şekilde bu gelişmenin gerek PKK gerekse devlet açısından sadece kazanım ya da yenilgi yönleri görülmekte, öbür yandan kazanımların içerdiği tehlikeler ya da taktik bazı yenilgilere rağmen işin stratejik anlamı ve ilerde doğurabileceği sonuçlar gözden kaçırılmaktadır. Halbuki savaşın ağırlık merkezinin Güney'e kayması, her iki taraf açısından da -tabii eşit ölçüde ve aynı önemde olmamakla birlikte- belirli bir kazanım anlamım içermenin yanı sıra kazanımlarıyla olduğu kadar bunun beraberinde getirdiği tehlikeler ile de 'ikili bir karaktere' sahiptir. Bu ikili karakterin gözden kaçırılması, çok ciddi yanılgılara ve tehlikeli savruluşlara neden olabilir. PKK'nin siyasi, toplumsal ve askeri etkinliğinin Kuzey'in yanı sıra Güney Kürdistan'da da büyümesi ve derinleşmesi, Kürdistan ulusal kurtuluş devriminin en azından iki parçada fiili birlikteliğinin sağlanması bakımından olduğu kadar Kuzey'deki mücadelenin 'cephe gerisini' kuvvetlendirip sağlamlaştırmak bakımından da yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu anlamda PKK'nin, ABD emperyalizmi ve Türkiye'nin elinde tam bir oyuncak haline gelen KDP'nin şahsında Güney'de yuvalanmış olan ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine bugüne kadar belki de en büyük zararları veren feodal şebekelerin üzerine gitmesi -ki PKK buna bir yerde de mecbur bırakılmıştır- yerinde, doğru ve devrimci bir tutumdur. Bunu "Kürtlerin arasındaki gereksiz bir kardeş kavgası (Bırakuji)" olarak görmek, sadece çok dar

Page 81: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

milliyetçi bir bakış açısının değil aynı zamanda devrimci olmayan bir bakış açısının ifadesidir. Çünkü gerek ulusal gerekse sınıfsal karakteri ve yönelimleri bakımından onlarla kıyaslanması bile abes kaçacak kadar gelişkin devrimci bir konumda bulunan PKK, ulusalcı yönleri dahi neredeyse kaybolmaya yüz tutmuş bu burjuva-feodal ihanet şebekeleri tarafından sürekli bir biçimde arkasından hançerlenmektedir. Fakat öte taraftan Güney, PKK'yi, bugün gerilla güçlerinin önemli bir kısmını orada tutmak mecburiyetinde bırakmasının dışında (ki bu, Kuzey'de mücadelenin zayıflamasına neden olan önemli etkenlerden bir tanesidir), zamanla güçleri tüketecek bir "batak" haline dönüşme riskini de içermektedir. Askeri bakımdan birden fazla düşman güçle doğrudan karşı karşıya gelme ve onlar tarafından çok yönlü bir çembere alınma tehlikesinin yanı sıra politik bakımdan da bütün emperyalist güçlerin ve bölge gericiliklerinin karanlık ilişkiler ağı ve diplomasi labirentleri içine çekilerek kaybolma tehlikesini de yüksek oranda içinde taşımaktadır. Bu nedenle, Güney'deki gelişme ve kazanımlar, sadece bugünkü sonuçları ve görünen yüzleriyle değil, hemen olmasa bile ilerde doğurabileceği tehlikeli sonuçlarla birlikte ele alınmalı; gelişmenin, tutarlı devrimci bir yönde mi olduğu yoksa farkına bile varmadan farklı bir yöne doğru gidişe mi yol açtığı temel sorusunun ışığında irdelenip değerlendirilmedir.

Bugünkü duruma ilişkin olarak üzerinde durulması gereken önemli bir gelişme de, gerillanın Karadeniz'e ve Amanoslar üzerinden Çukurova'ya doğru bir açılım yapma yönelimine girmiş olmasıdır. Rejimin gerillayı Kuzey'de sınırlandırma ve savaşın ağırlığını Güney'e yıkma çabalarına yanıt olarak, buralarda tutunma ve savaşı derinleştirmenin yanı sıra böyle bir yönelime girilmiş olması kuşkusuz yerinde ve isabetli bir tutumdur. Psikolojik savaşın "Gerillayı marjinalleştirdik" iddialarına devrimci pratik bir yanıt özelliğini taşımasının yanı sıra; onu, bugüne kadar nispeten rahat davrandığı 'cephe gerisi' konumundaki yeni bölgelerden de vurarak, gerillanın temel faaliyet alanını oluşturan Kuzey'deki gerilla birlikleri üzerindeki baskısını görece hafifletecek bir işlev de görebilir. Bu açılım, sadece askeri bakımdan değil, silahlı devrimci mücadelenin yürütüldüğü alanların Türkiye'nin içlerine doğru genişlemesinin politik sonuçları bakımından da önemli devrimci sonuçlar doğurabilir. Fakat toplumsal yapı ve koşulları nedeniyle özellikle bir Karadeniz bölgesinde gerilla mücadelesine dayak bir faaliyetin, sürekliliğin sağlanması bakımından değilse de kazanabileceği boyutlar bakımından nereye kadar gidebileceği sorusunun tartışılmasını bir an için bir yana bırakacak olsak bile, öncelikle yanıt bekleyen asıl soru şudur: Bu yeni açılımlara hangi politika yön verecektir? Buralardaki gerilla faaliyeti, düşmanı taciz ederek Kuzey'deki birliklere nefes aldırmak, bundan da önce rejimi "bir an önce masaya oturmaya zorlamak" perspektifiyle mi yürütülecektir yoksa buraları da güçlü birer gerilla faaliyet bölgesi haline getirmek perspektifiyle mi hareket edilecektir? Kürdistan'dan farklı ve özgün bir içerikte yürütülmesi gereken bu bölgelerdeki mücadele, yukarıda başlıklar halinde değindiğimiz sonuçların alınabilmesi de dahil hedeflenen sonuçların alınabilmesi, her şeyden önce buna bağlıdır.

C- DİĞER KONJONKTÜREL ETKENLER Burjuvazinin Kürt ulusal mücadelesini ucuz bir reform batağına çekerek boğmaya yönelik politika

değişikliğini 'neden bugün' gündeme getirdiği sorusunun yanıtını ararken, başlıca nedenlerin toplanma noktalarını oluşturan iki ana kategori olarak şu ana kadar, "savaş yorgunluğunun boyutlanması" ile "siyasi ve askeri dengelerdeki değişme" nin üzerinde durduk. Bunlardan ayrı düşünülemeyecek, en az bunlar kadar önemli, sonuç üzerinde olduğu kadar bu ikisi üzerinde de etkili üçüncü kategoriyi ise, "diğer konjonktürel etkenler" başlığı altında toplayabiliriz.

Bu kategorideki etkenler de, diğerlerinde olduğu gibi, esasında her biri başlı başına ve kapsamlı bir biçimde ele alınmayı gerektirir nitelikte ve önemdedir. Ancak şu an konumuz bunları işlemek değil, bunların Kürt ulusal mücadelesinin gelişimi üzerindeki etkilerine işaret ederek bu konuda tablonun bütünsel olarak görülmesini sağlamak olduğu için, bunlara şimdilik sadece değinmeler biçiminde işaret edip geçmekle yetineceğiz.

a) Uluslararası ve bölgesel koşulların elverişsizliği "Diğer konjonktürel etkenler" kategorisinde ele alınabilecek olan etkenlerden bazıları, dünya ölçeğinde

geçerli olan etkenlerdir. Daha açık bir tanımlamayla "uluslararası koşulların elverişsizliği" şeklinde ifade edebileceğimiz bu etkenler üzerinde daha önce de durduğumuz için bunları tekrarlamayacağız. Uluslararası koşullar ve dengelerin 1980 sonrası süreçte komünistler ve devrimci güçlerin aleyhine dönmüş olması, uluslararası proletarya ve emekçi kitle hareketleri ile halkların devrimci ulusal kurtuluş mücadelelerinin dünya çapında zayıflaması, Ortadoğu gibi bir bölgede Kürt halkının devrimci bir ulusal kurtuluş çizgisinde ayağa kaldırılması gibi zaten olağanüstü güçlükler taşıyan bir eyleme öncülük ve önderlik eden PKK'nin işini çok daha zorlaştıran, onun ve Kürt halkının karşılaştığı güçlükleri çoğaltan, ödemek zorunda kaldıkları bedelleri yükselten bir etken olmuştur. Kürt ulusal devriminin gelişim seyrini olsun, PKK'nin politika ve taktiklerini değerlendirirken olsun bu etkenin rolü asla gözden ırak tutulmamalıdır. Yurtsever hareketin sözcülerinin kimi zaman yaptıkları gibi, bu durum, yanlış politika ve taktiklere doğruluk ve geçerlilik kazandırmaz kuşkusuz. Onları ideolojik bakımdan onaylamanın gerekçesi veya bahanesi haline getirilemez. Fakat onları doğuran

Page 82: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

nedenleri anlamamızı sağlar, yanlışları eleştirirken eleştirinin insaf ölçüleriyle bağdaşmayan bir sorumsuzluk halini almasının önüne geçer.

"Konjonktürel etkenler" kapsamında ele alınması gereken etkenlerden bazıları ise bölgesel niteliktedir. Bunların çoğu, "uluslararası etkenlerin" dışında, onlardan kopuk değildir elbette; onların bölge özelindeki somut yansımalarıdır. Fakat dünyanın diğer bölgelerinden farklı olarak Ortadoğu bölgesinin bütün emperyalistler açısından taşıdığı stratejik önemden dolayı bunların hepsinin ellerinin burada olmasının yanı sıra bölgenin diğer özgün özelliklerinden dolayı da bu yansımalar, burada, devrimci güçler açısından daha çok handikapları büyüten çizgiler kazanmış olarak karşımıza çıkarlar.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ortadoğu'da tutarlı devrimci bir çizgi temelinde ilerlemek ve sonuca gitmek kolay bir iş değildir. Çünkü devrimci bir güç burada, en başta çok geniş ve birleşik bir karşıdevrimci güçler koalisyonunu karşısında bulur. Ve bunlar tek bir biçim, tek bir taktik altında, açıkça düşmanca davranışlar olarak koymaz her zaman kendisini ortaya. Çoğu kez "şekere bulanmış mermiler" biçiminde sahte yakınlık ve dostluk gösterileri, oportünist bir gerçekçilik ve sağduyu önerileri, tarafsızlık ve haklara saygı maskesi takmış arabuluculuk girişimleri ve benzeri görünümlere bürünmüş olarak kendini gösterir. Ortadoğu'nun siyaset zemini, Ortadoğu'nun kumları kadar kaygan ve kaypaktır. Devrimci ilkesel duruşunda ve stratejik perspektiflerinde zayıflık göstereni kolayca içine çekip yutabilir. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun çok sık karışabildiği, konjonktürel dengelerin, dostluk ve düşmanlık ilişkilerinin kolay değişebildiği oynak bir bölgede mücadele yürütüyor olmak, müthiş bir taktik ustalığı da gerektirmekle birlikte, bundan da önce çok sağlam bir ilkesel duruş gerektirir. Yoksa taktik esneklik ve kıvraklık, Ortadoğu'da çok kolay ve hızlı bir biçimde stratejik bir oportünizme dönüşebilir.

Antiemperyalist duyguların ve geleneklerin güçlülüğü, Ortadoğu'nun bir diğer karakteristiğidir. Emperyalizmin bölgedeki koçbaşını oluşturan Siyonizm ve onun en büyük hamisi durumundaki ABD emperyalizmi üzerinde odaklanan bu antiemperyalizm, tutarlı ve etkin komünist önderliklerin yokluğundan ötürü, yakın zamanlara kadar daha çok küçükburjuva milliyetçiliğinin değişik türleri tarafından yedeklenirken son yıllarda İslamcı örgütlerin etkinliği altına girmiş durumdadır. Ortadoğu halkları arasındaki antiemperyalizm ve antisiyonizmin uzunca bir süre lokomotif gücünü oluşturan Filistin Devrimi'nin, 1982 Lübnan yenilgisinin arkasından FKÖ önderliği tarafından da satılması, bu dalgada ciddi bir kırılma ve zayıflama yaratmıştır. '80'lerin ikinci yarısından itibaren yükselişe geçen Kürt ulusal devriminin önemli şanssızlıklarından biri de bu olmuştur zaten. Bunun yerine İran İslam Devrimi ve onun etkisi altındaki İslamcı örgütlerin etkinliğinin öne çıkması, çizgisel zaaflarının yanı sıra ideolojik konularda bile pragmatist bir yaklaşımla hareket etmek gibi olumsuz bir alışkanlığa da sahip olan PKK'nin tutum ve politikalarında, özellikle dine ve dinci hareketlere yaklaşma konusunda ideolojik ve siyasal kaymaları ivmelendirici bir etkide bulunmuştur. Bugün Ortadoğu'da yeni bir antiemperyalist dalga mayalanmaktadır. Fakat tutarlı devrimci bir önderlik noktasındaki boşluk hâlâ sürmektedir. Ortadoğu halkları arasındaki antiemperyalist duyarlılık ve tepkilerin hissedilir biçimde tekrar yoğunlaşmaya başlaması, Kürt ulusal mücadelesine soluklanma ve kendisine yeni müttefikler bulma olanağını kazandıracak bir gelişme özelliğini taşımakla birlikte; bunun tutarlı devrimci önderliklerden hâlâ yoksun oluşu, ittifak ihtiyacı ve arayışları sırasında güvenilir muhataplar bulma yerine sağlıksız ve tehlikeli ilişkilere yönelme gibi bir riski de içinde taşımaktadır.

b) Türkiye'deki mücadelenin zayıflığı, Kürt UKM'nin en büyük dezavantajı olmuştur Kürt ulusal mücadelesinin gelişimi sırasında karşılaştığı zorlukları büyüten, onu bunlara tek başına göğüs

germek durumunda bırakan 'diğer etkenler' içinde en önemlisi, ne uluslararası koşulların elverişsizliği ne de bölgesel etkenlerdir. Kuşkusuz bunlardan kopuk olmamakla birlikte bunların olumsuz etkilerini de derinleştiren, ama bizzat kendisi hem manevi ve siyasal bakımlardan, hem de pratik sonuçlar bakımından doğrudan etkide bulunan bir konumda olması nedeniyle Türkiye devrimci hareketinin zayıflığı, Türkiye'deki sınıf ve emekçi kitle hareketinin güçsüzlüğü bu konuda özel bir yere sahiptir.

Türkiye'de, ulusal mücadelenin devrimci bir çizgide gelişimine güç katacak, faşizmin güçlerini bölmek mecburiyetinde bırakarak onun var gücüyle Kürt halkının üzerine çullanmasının önüne geçecek güçte bir sınıf ve kitle hareketinin yükseltilemeyişi, bir dizi olumsuzluğa kaynaklık etmiş, tahrip edici sonuçlar doğurmuştur. Rejime oldukça rahat hareket edebilme imkanını kazandırmanın dışında bu olumsuz sonuçlar içinde en önemlisi, Kürt emekçileri arasında Türkiyeli sınıf kardeşlerine ve Türkiye devrimci hareketine karşı belirgin bir kırgınlık ve güvensizliğin gelişmiş olmasıdır. Bu kırgınlık ve güvensizlik, zaten güçlü bir tarihsel ve nesnel temellere sahip olan dar milliyetçi duygu ve düşünceleri daha da güçlendirmiş, bu temeldeki yaklaşım ve politikalara 'haklı ve geçerli' bir görünüm kazandırmıştır. Keza sağ reformist teslimiyet eğilimleri başta olmak üzere her türlü savruluşa müsait bir zemin oluşturan savaş yorgunluğunun bugün bu denli yaygınlaşmış olmasında, Türkiye devrimci hareketinden, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinden güçlü bir destek ve yardım görememiş olmanın yarattığı 'yalnızlık duygusu'nun payı büyüktür. Onun için, Kürt ulusal devriminin bugün karşı karşıya bulunduğu tehlikelerin nasıl geri püskürtülebileceği konusunu ele alırken olsun, ulusal devrimci hareketin özellikle taktik politikalar planındaki yanlışlarının eleştirisi sırasında olsun, Türkiyeli komünistler ve devrimciler olarak, bu etkenin rolünü asla akıldan çıkarmamamız gerekir. Bu noktada, önce kendimizle yüzleşme ve hesaplaşma

Page 83: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

zorunluluğu ve sorumluluğu çıkar karşımıza. Çünkü Türkiye'deki devrimci sınıf ve kitle hareketinin bugün bu denli zayıf olmasının en başta gelen sorumlusu, Türkiyeli komünistler ve devrimciler olarak bizleriz. İşçi sınıfı ve emekçi kitle hareketini devrimci bir temelde örgütlemek ve derinleştirmekte gösterdiğimiz yetersizlik ve beceriksizliktir. Bunu açık yüreklilikle görmek ve teslim etmek zorundayız. Fakat bunu sadece görmek ve kabul etmek yetmez. Zaten açık ve ortada olan bir olgudur bu. Asıl önemli ve gerekli olan, bunu doğuran nedenlerin doğru bir çözümlemesini yaparak bunların üzerine gitmek ve bu tabloyu devrimci militan bir çizgi temelinde değiştirmektir. Ancak bunun yolu, ulusal devrimci hareket karşısında aşağılık kompleksi ile hareket ederek onu kötü bir biçimde taklit etmeye kalkmaktan, özellikle de ona yağcılık yarışına çıkmaktan geçmez. Ne PKK'nin ne de Kürt ulusal mücadelesinin alkışa ihtiyacı yok. Onu Türkiye devriminin güçlendirilmesine, militan ve yığınsal bir devrimci işçi hareketi ve emekçi kitle hareketinin örgütlenip mücadeleye ağırlığını koymasına ihtiyacı var. Bunu başarmanın yolu ise, kötü taklitçilikten veya alkışçılıktan değil, döneme uygun somut ve bütünsel devrimci politika ve taktikler üreterek sürece sonuç alıcı tarzda devrimci öncü bir müdahalede bulunma çabalarını yoğunlaştırmaktan geçmektedir.4

Öte yandan, Kürt ulusal devriminin bulunduğu yerden bakıldığında "ikinci bir cephenin açılması" anlamına gelecek olan Türkiye'deki sınıf mücadelesinin devrimci bir temelde yükseltilememesinin nedenlerini de doğru tahlil etmek gerekir. Türkiyeli komünist ve devrimci güçler olarak kendi eksikliklerimizin, yetersizlik ve zaaflarımızın çok büyük, hatta belirleyici bir payı vardır bu konuda. Ama her şeyi getirip buna bağlamak, doğru olmadığı gibi biraz insafsız ve idealist bir yaklaşım olur. Özellikle de PKK gibi, her şeyden önce kendi özgüçlerine güvenmek ilkesini kendi dışındaki herkesi küçümseme, onlara değer vermeme, söylediklerini ve yapmaya çalıştıklarını dikkate almama, bunu sık sık hakaret ve aşağılama boyutlarına vardırmış olan bir hareketin bugün yaşadığı sıkıntı ve zorlanmaların faturasını bir yerden sonra getirip Türkiye'deki mücadelenin zayıflığına ve TDH'nin üzerine yıkmaya çalışması ne haklıdır ne de kabul edilebilir bir yaklaşımdır. Türkiye'de güçlü bir devrimci sınıf ve kitle hareketinin örgütlenememesinde TDH olarak yetersizliklerimizin, kimi konularda tamamen kendi beceriksizliklerimizin büyük payı vardır var olmasına fakat bunun bizleri aşan nedenleri de vardır ve bunları da görmek gerekir. Ancak ulusal hareket ve yurtsever kadrolar, bunları çok sık gözden kaçırmaktadırlar.

PKK'nin, üstelik tarihsel ve dönemsel bakımlardan büyük güçlüklerle dolu bir süreçte, Kürt halk yığınlarını ayağa kaldırarak ulusal mücadeleye seferber etmekte gösterdiği başarı, devrimci sınırlar içinde kalan her türlü saygıyı hak eder; bu ayrıca çıkarılacak çok ders içeren bir başarıdır. Kimse bunun 'kolay bir iş' olduğunu iddia etmiyor ve edemez zaten. Fakat Türkiye devriminin örgütlenmesi ile Kürdistan'da ulusal kurtuluşçu bir devrimin örgütlenmesi arasında -çoğu konuda sonuç üzerinde belirleyici bir rol oynayan- özsel bir farklılık olduğu da unutulmamalıdır. Komünistler olarak kendi adımıza biz, Türkiye'de, sosyalizmi hedefleyen sınıf karakterli bir mücadeleyi örgütlemek gibi bir görev ve sorumlulukla karşı karşıyayız. Ulusal karakterde bir mücadelenin örgütlenebilmesine oranla bu daha zor bir görevdir. Ulusal karakterli bir mücadelenin örgütlenebilmesi de elbette bir dizi zorluk içerir, bu yüzden büyük çaba ve emek gerektirir. Fakat çelişkinin karakterinden ötürü ulusal talepler temelinde örgütlenmek, sonuca nispeten daha kolay gitmeye elverişli bir nesnel zemin üzerinde yükselir. Sosyalizm bilinci ve isteği, sınıfsal çelişkilerin en keskin olduğu durumlarda bile kendiliğinden gelişmez. Ayrıca sosyalizm düşüncesi ve hedefi, sadece egemen burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin değil, bütün mülk sahibi sınıfların sürekli, sistemli ve çok yönlü saldırılarının dışında, işçi ve emekçilerin bilinçlerine de nüfuz etmiş gerici değer yargıları ve alışkanlıkların, korku ve cehaletin engellerini yararak yolunu açmak zorundadır. Buna karşılık burjuva demokratik bir karakter taşıyan ulusal duygu ve özlemler, tarihsel bakımdan daha eski, daha köklü ve daha yerleşik bir özelliğe sahip olmanın dışında bizzat sömürücü sınıflar ve onların temsilcileri tarafından da savunulup paylaşılabilir bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden

4 Burada yeri gelmişken, ulusal devrimci hareketten ideolojik bakımdan da etkilenmenin yansımalarından biri olarak, "ikinci cephe" kavramı ve bunun kullanımı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Tıpkı "siyasi çözüm" kavramı gibi Türkiye devrimci hareketinin diline sinen kavramlardan biri olarak yanlış kullanımıyla çok karşılaşıyoruz bu kavramın. "Türkiye devrimine önderlik edecek ML öncü" olduğunu iddia edenler tarafından bile öyle bir anlam yüklenerek kullanılıyor ki bu kavram, sanki Türkiye devriminin tek veya en başta gelen misyonu, "ikinci bir cephe" açarak Kürt ulusal devriminin yardımına koşmak, ona destek olmak, onun tam bir ulusal kurtuluşla sonuçlanmasını sağlamakmış gibi bir sonuç çıkıyor ortaya!!! Bu, "proletaryanın komünist öncüsü olarak Türkiye devrimine önderlik etme" iddiasıyla ortaya çıkan bir gücün, kendi bağımsız rolünü ve tarihsel amaçlarını "unutması" anlamına gelmenin ötesinde, Türkiye devriminin hedef ve amaçlarını da devrimci demokratik anlamda dahi alabildiğine budayarak onu dar bir ulusal kurtuluşçulukla sınırlandıran çok vahim bir ideolojik sapmanın ifadesidir. Ulusal hareketi ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini devrimci proletaryanın sosyalist sınıf bakış açısının ışığında ele alıp değerlendirmek yerine, devrimimizde proletaryanın görevlerine ve Türkiye devriminin kapsam ve niteliğine Kürt ulusal hareketinin odağından bakmak anlamına gelir bu. İşin ilginci, Türkiye devriminin ve devrimci hareketinin asli ve acil görevini, bir an önce ikinci bir cephe açarak Kürt ulusal mücadelesinin yardımına koşmakmış gibi tanımlayan bu yaklaşımın sahipleri, öbür yandan lafa gelince, "birleşik ve sınıfsal bir devrim" perspektifini savunuyor görünürler. Bu, kendi içinde de ciddi bir çelişki ve tutarsızlık oluşturmaktadır.

Bir dizi tarihsel ve dönemsel etkene bağlı olarak devrimin eşitsiz gelişmesinin sonucu, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi bugün Türkiye'deki devrimci sınıf ve kitle hareketinden çok daha ileri bir düzeye ulaşmış durumdadır. Arada büyük bir açıklık doğmuştur ve bundan ötürü, Türkiye'deki sınıf ve kitle hareketinin devrimci bir çizgi temelinde ileriye doğru atacağı her adım, kendi tarihsel hedefleri doğrultusunda bir ilerleme anlamına gelmenin yanı sıra, mevcut koşullarda nesnel olarak Kürt ulusal mücadelesine de verilebilecek en etkili devrimci destek anlamına gelecektir. Geriden gelenin attığı her adımın ileride olan açısından bir destek anlamına gelmesi gerçeğinden hareketle "ikinci cephe" kavramını bunu kestirmeden ifade etmek amacıyla kullanmak ayrı bir şeydir; devrimin eşitsiz gelişiminin ortaya çıkardığı bugünkü durumdan hareketle Türkiye devriminin ve devrimci hareketinin misyonunu Kürt ulusal mücadelesine destek olmak ve onun eksiksiz bir ulusal kurtuluşla taçlanmasını sağlamakla sınırlandırmak ayrı bir şeydir. Birincisi mevcut bir gerçeğin -o da sadece bir yönden- bir ifadesi iken, diğeri bunu 'teorileştiren' ideolojik bir sapma ve oportünizmin ifadesidir.

Page 84: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

salt ulusalcı bir çizgi temelinde, köylülük başta olmak üzere, sadece emekçi sınıf ve tabakaları değil, onlar kadar hatta bazen onlardan daha hızlı bir biçimde burjuvazi ve toprak ağalarının bazı kesimleri de dahil sömürücü sınıf ve tabakaları kolayca harekete geçirebilir, etrafınızda mevzilendirebilirsiniz. Daha somut konuşmak gerekirse, salt ulusalcı bir çizgi temelinde Ahmet Türk gibi toprak ağalarının da, Sırrı Sakık gibi eşrafın da, Yaşar Kaya gibi burjuvaların da, Behçet Cantürk veya Savaş Buldan gibi unsurların da desteğini kazanabilirsiniz. Ama gerçek anlamda devrimci bir sınıf hareketi, özellikle de proletarya devrimciliği çizgisinde sosyalizmi kurmayı hedefleyen bir sınıf hareketi örgütlemeye çalıştığınız sürece, bu iş, işçiler ve emekçiler arasında dahi ulusal talepler temelinde örgütlenmek kadar kolay olmaz. Sömürücü sınıflar ve bunların temsilcileri ise, kolayca yanaşmak şöyle dursun, sizin hasımlarınız arasındadır. Tek tük istisnalar hariç ne onlar size yanaşır ama ondan da önce zaten ne de siz onların desteğini kazanmak gibi bir çaba ve yönelim içine girersiniz. Bu sizin sosyalizm amacınız ve tarihsel misyonunuzla çelişir. Onun için, ulusal hareketin gelişimi ile Türkiye'de devrimci sınıf mücadelesinin düzeyi arasında birtakım kıyaslamalar ve buna dayalı eleştiriler yaparken, en başta, üzerinde durduğumuz zemin ve tarihsel misyon farklılığı dikkate alınmaksızın konuşulmamalıdır.

Ayrıca doğası gereği zaten kolay olmayan bu tarihsel misyonu biz, bizi de aşan nedenlerden ötürü, örneğin 12 Eylül yenilgisi gibi ağır ve ezici bir yenilgi döneminin arkasından başarmak durumundaydık (Bu noktada PKK ile aramızda bir fark yoktur. Hatta bazı yönlerden onun işi bize göre daha da zordu). Bu yetmezmiş gibi sosyalizmin prestijinin dünya çapında ayaklar altına düştüğü bir tarihsel dönemde başarmak durumundaydık (Aramızda bu noktada önemli bir fark vardı. PKK, bunun yarattığı dezavantajlardan "kurtulmanın" yolunu, sosyalizmi söylem düzeyinde dahi ağzına almaktan vazgeçmekte buldu. Hatta kimi konularda sosyalizmin teorisine ve tarihsel pratiğine yönelik ideolojik saldırılara katıldı. Biz bunu yapmadık ve asla da yapmayız). Onun için, nesnel bir devrimci eleştiri, sonuç üzerinde belirleyici etkileri olan bu farklılıkları da dikkate alarak konuşmalıdır.

Konumuz bu olmamakla birlikte, Kürt ulusal hareketi ile Türkiye devrimci hareketi arasındaki ilişkilerin daha sağlıklı ve devrimci temellerde geliştirilmesi ihtiyacının daha da yakıcılaştığı önümüzdeki süreç açısından çıkarılması gereken önemli bir dersin yattığını düşündüğümüz bir etkene daha işaret etmek yararlı olacaktır. Yalnız baştan tekrar belirtelim, bu uyarı ve hatırlatma, Türkiyeli komünistler ve devrimciler olarak kendi yetersizliklerimiz ve zaaflarımıza mazeret arayışı olarak anlaşılmamalı, bu tür demagojik bir zemine çekilmemelidir. PKK önderliği ve yurtsever hareketin kadroları, Türkiye devrimci hareketinin güçlerini her fırsatta "beceriksizlik, yeteneksizlik, başarısızlık" vb., vb. ile suçlarken, dar milliyetçi yaklaşımlarından kaynaklanan ve bizim zaten zor olan işimizi biraz daha zorlaştıran kendi hatalı politika ve taktiklerinin, akıl almaz yanlış tutum ve eylemlerinin bu sonuç üzerindeki payını ve rolünü de görmelidirler. Milliyetçi bakış açısından kaynaklanan tepkilerin sonucu olarak sen gidip belediye otobüslerine, tren istasyonlarına, sıradan insanların gelip gittiği parklara, kafelere bomba koymak gibi saçma sapan kör terör eylemleri düzenlersen, devletin Kürdistan'da işlediği doğa katliamına yanıt olarak(!) sen de tutar Türkiye'deki ormanları yakmaya yönelirsen, kontrolün dışında geliştiği durumlarda bunları hiç olmazsa ideolojik açıdan yanlış bulduğunu ve onaylamadığını zamanında açıkça ortaya koymazsan, ... bizim emekçi yığınları zaten güçlü olan şovenizmin etki alanından koparıp kendi çizgimize çekebilmemiz elbette biraz daha zorlaşır. Aynı dar milliyetçi bakış açısının önemli bir diğer sonucu olarak, sen tutar Türkiye'deki sınıf ve kitle eylemlerine uzun süre uzak durursan, öğrenci gençlik içinde çok karşılaşıldığı gibi faşistlerle olan kavgalar sırasında bile soruna "Bize ne, bunlar Türklerin kendi aralarındaki bir mesele" gözüyle bakabilip seyirci kalırsan, bunlardan da vazgeçtik, İHD ve benzeri kitle örgütlerinde, işçi ve memur sendikalarında, gençlik hareketi içinde, miting ve gösterilerde nerede çürümüş liberal reformist güç ve unsur varsa gidip onlarla işbirliği ve ittifak yaparsan, kısacası, Türkiye cephesinde de sahip olduğun kitle gücü ve potansiyellerini Türkiye'deki sınıf mücadelesinin devrimci militan bir çizgi temelinde güçlendirilmesi yönünde değil de çoğu kez bunun tam tersi yönde kullanırsan, Türkiye'den, güçlü bir "ikinci cephenin" açılamamış olmasında kendini de sorgulaman gereken yanlar var demektir.

Tekrar vurgulayalım, bunlar bizim sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz, hata ve yetersizliklerimizi bu ve benzeri mazeret teorileri ile açıklayamayız. Ayrıca ne bizim zaaflarımız ne de PKK'nin Türkiye cephesine ilişkin yanlış ve hatalı tutumları bunlarla sınırlıdır. TDH'nin yığınsal ve militan bir devrimci sınıf ve emekçi kitle hareketini örgütlemedeki yetersizlik ve zayıflıklarının sorgulanması, başlı başına ele alınıp irdelenmesi gereken kapsamlı bir konudur. Yalnız bunu yapmaya çalışırken herkesin samimi, dürüst ve nesnel olması gerekir. Hata ve zaaflarımıza mazeret aramamak, ama her şeyi de yerli yerine oturtmak gerekir. TDH içindeki kişiliksiz bazı güçlerin yaptıkları gibi, kaba ve mekanik karşılaştırmalara başvurarak her şeyi kendi beceriksizliklerimize bağlamak, kendimizi yerden yere vurmak ne dürüst ve samimi olmak anlamına gelir ne de bu devrimci özeleştirel bir tutum olarak görülebilir. Bunun adı başkadır.

Page 85: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

VII- ÇIKARILMASI GEREKEN İKİ STRATEJİK SONUÇ ve İÇERDİĞİ İMKANLAR

1) İki halkın kaderi birbirlerine bağlıdır Kürt halkının çarpıcı bir ulusal uyanış gösterdiği, çok ağır bedeller pahasına da olsa yiğit ve inatçı bir

mücadele sergilediği şu geçen 14 yıllık sürecin gelişim seyrinden, hareketin bugün yaşadığı tıkanıklık ve sorunlardan çıkarılması gereken çok ders ve sonuç var aslında. Fakat bunların en başında geleni, bizim daha önce ML teorimizden ve proleter sınıf bakış açımızdan çıkardığımız bir sonuç ve gereklilik olarak dile getirdiğimiz bir gerçeğin pratikte de doğrulanmasıdır: Kürdistan ve Türkiye'de devrimin, birleşik bir devrim olarak gelişebildiği ölçüde sonuca gitmesi daha kolay ve mümkündür. Farklı bir anlatımla, birbirlerine çok fazla muhtaç, eş veya yakın zamanlı bir gelişmeye çok daha fazla ihtiyacı olan devrimlerdir bunlar. Bizim daha önce teoriden çıkardığımız bir sonuç, dünya görüşümüz ve çizgimizin gereği olarak savunduğumuz stratejik yaklaşımın ifadesi olan bu gerçek, yaşanan sürecin sonunda bizzat pratiğin gösterdikleriyle de doğrulanmıştır. Yurtsever hareketin kadrolarının, yanlış ve tehlikeli bulduğumuz tutum ve politikalarına yönelik eleştirilerimize yanıt olarak sık sık dile getirdikleri, "Sizler Türkiye'de ikinci bir cepheyi açmayı başaramadığınız için biz bu taktikleri izlemek zorunda kalıyoruz. Bizi bu tutumlara sürükleyen, asıl olarak, yalnız kalmış olmamızdır. Halkımız yoruldu. Tek başımıza götürmek zorunda kaldığımız bu mücadeleyi sürdürebilmek için biraz soluklanmaya ihtiyacımız var" şeklindeki bir gerekçe bile, bu gerçeğin dolaylı bir biçimde itirafından başka bir şey değildir. Komünistler olarak geçmiş yularda, bu iki halkın mücadelesinin birbirini bütünlemesi zorunluluğuna işaret ettiğimiz zaman, "Biz size mecbur değiliz" şeklinde bir yanıtla çok karşılaşmışızdır. Doğrudur, "biri olmazsa, diğeri de olmaz" şeklinde bir mecburiyet ilişkisi dün de yoktu, bugün de yoktur. Kendi adımıza bizim kastettiğimiz de zaten böyle bir tabiiyet veya mecburiyet ilişkisi değildir. 'Birleşik bir devrimin', her iki ulustan emekçilerin çıkarları açısından neden gerekli ve zorunlu olduğudur.

Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, elbetteki onun kendi ulusal kurtuluş devrimi yolunda ilerleme hakkını da içerir, bir balama bu hakkın kullanılmaya başlaması ile başlar Komünistler olarak biz bunu tartışma konusu dahi yapmayız. Bizim anlatmaya çalıştığımız, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin tam ve gerçek bir ulusal özgürlüğü elde edebilmesi, ama bundan da önemlisi, bu noktada kalmayarak -bir yerde bunun da güvencesini oluşturan- Kürt emekçilerinin sosyal kurtuluşu ile tamamlanabilmesi için proletaryanın önderliğinde birleşik bir devrimin zorunluluğudur. Bu hiçbir zaman, Kürt ulusal devriminin, devrimin Türkiye'de de gelişmesini beklemek gibi bir mecburiyetinin olduğu anlamına gelmez. Ancak Türkiye'de de devrimin en azından güçlü bir kabarışı olmadığı sürece, istisnai durum ve koşullar hariç, Kürt ulusal devriminin tek basma sonuca gidebilmesi, gerçek anlamda bir ulusal kurtuluşla sonuçlanabilmesi imkansız değildir ancak pratik olarak çok zordur.

Kürt ulusal mücadelesinin gerçekten de çok etkileyici bir atılım gösterdiği, sıçramak bir gelişme ve yükseliş halinde olduğu '90'lı yılların başlarında bu yöndeki hatırlatma ve uyarılarımız, "sosyal şovenizm", "Misak-ı Millicilik" ve benzeri olarak görülüyordu (Burada bir parantez açarak kısa bir hatırlatmada daha bulunalım: Bizler komünistleriz. Emperyalizmin ve burjuvazinin, üstelik bir ulusun haklan ve ülkesinin gaspı temelinde çizdiği sınırlan savunmak ve korumaya çalışmak bizlerin işi değildir ve olamaz. Ayrıca bir ulusun zorla boyunduruk altında tutulmaya çalışılmasını da, kendi sınıfımız ve halkımızın özgürlüğünün de gaspı olarak görür ve buna karşı savaşırız). Ama aradan geçen yılların gösterdikleri, şimdi birbirimizi daha iyi anlamamızı kolaylaştırmış olmalı. Kürt ulusal hareketi, üstelik devrimci bir çizgi temelinde, ne kadar yiğitçe ileri atılır, ne kadar ileri mevziler kazanırsa kazansın, Türkiye'deki devrimci sınıf ve kitle hareketi ona en azından daha rahat hareket etme ve gerektiğinde soluklanma olanağını kazandıracak bir güce ulaşmadığı sürece, çok daha olağanüstü zorluklar ve zorlanmalarla karşı karşıya kalmaktadır. Tarihsel pratiğin de kendi diliyle, kendine özgü bir biçimde anlattığı bu gerçeğin bilince çıkartılması, bugün yaşamsal bir önem kazanmıştır. Eğer bu gerçek hiçbir komplekse kapılmadan görülür, yaşanan tarihsel pratik doğru bir yaklaşımla ele alınır ve bundan doğru sonuçlar çıkartılırsa, önümüzdeki sürecin bugüne kadar olandan daha farklı bir gelişme seyri izlemesinin, iki halkın ve iki ulustan emekçilerin kurtuluşu açısından daha gelişkin devrimci sonuçlar elde edebilmenin imkanları artar. Daha açık bir ifadeyle konuşacak olursak, bizim de kendi cephemizden kendi zayıflık ve yetersizliklerimizin üzerine daha sonuç alıcı bir biçimde gitmek gibi bir yükümlülüğümüz olduğunu reddetmeksizin, ulusal devrimci hareket, bugün karşı karşıya geldiği tehlikelerin büyümesindeki rolünü de dikkate alarak kendisini ulusal reformist bir zemine doğru sürükleyen yaklaşım ve politikalarını gözden geçirerek tekrar tutarlı devrimci bir yönelim içine girecek olursak eğer, devrimci temeller üzerinde eylem birlikleri ve ittifak ilişkilerini geliştirmenin imkanları genişler ve güçlenir. Geçmiş sürecin ve bugün gelinen noktanın devrimci bir bakış açısıyla ele alınıp, bundan doğru sonuçların çıkarılması bu yüzden önemlidir. Yoksa sorun teorik bir tartışma sorunu, "haklılık yansı" vb. değildir.

Kendi adımıza biz bugün, metropollerdeki kitle potansiyelinin devrimci radikal bir eylem anlayışı temelinde harekete geçirilmesi, HADEP'te yaşanan değişim, eylem birlikleri konusuna yaklaşımdaki farklılaşma gibi gelişmeleri, daha gelişkin devrimci eylem birliklerinin de önünü açacak gelişmeler olarak önemli buluyoruz.

Page 86: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Belirgin bir teslimiyet eğilimine dönüşen orta sınıf reformizminin tasfiyesi yönündeki bu adımlar derinleşip istikrar kazandığı ölçüde (ki bu tamamen, dönemin temel taktiğinin değişmesine, rejimi çeşitli yönlerden taciz ederek "siyasi çözümü zorlama" anlayışının terkedilmesine bağlıdır) sınırları ve kapsamı genişleyecek olan devrimci eylem birliklerinin gerçekleşmesi için üzerimize düşenleri yapmakla kalmayacak, bunları zorlayıcı olacağız. Yalnız bu yaklaşım, aradaki derin ideolojik-siyasi farklılıklarımızı unutmamız ve bundan kaynaklanan eleştirilerimizi saklı tutmamız anlamına gelmeyeceği gibi, kendi bağımsız görev ve sorumluluklarımızı da unutturmayacak-tır bize. Zaten devrimci esaslar üzerinde yükselen sağlıklı ve güven verici eylem birlikleri, bir bakıma da komünistler olarak bizim kendi bağımsız çizgimiz, misyonumuz ve bu konudaki iddialarımızın hakkını verme yönünde kaydedeceğimiz gelişmelere bağlı olarak gerçekleşip güçlenecektir. Bu temel gerçeği aklımızdan çıkarmadan hareket edeceğiz.

2) Ulusal mücadeleyi sınıfsal temellerde örgütleme imkanları genişlemiştir Ulusal hareketi bugün bir darboğaza sürükleyen nedenlerin irdelenmesinden çıkarılması gereken stratejik

nitelikteki bir diğer sonuç, mücadeleyi tamamen ulusal talepler temelinde örgütlemenin yetersizliği, savaş uzadıkça ve sonuca gitmek geciktikçe bunun, soluk tıkanması başta olmak üzere hangi tehlikeli sonuçlara yol açtığının görülmesi olmalıdır. PKK baştan beri bu dar milliyetçi perspektifle hareket ettiği için, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıfsal taleplerini ihmal etmiş, ihmalin de ötesinde bunları bir kenara bırakmıştır. Yurtsever kitleler içinde savaş yorgunluğunun bugün bu denli yaygın ve boyutlanmış olarak karşımıza çıkmasının en önemli, hatta başta gelen diyebileceğimiz nedeni de budur. Ancak bu stratejik yanlışı gidermenin olanakları hâlâ vardır. Hatta bunun koşullarının, düne göre bugün daha da olgunlaşmış olduğu söylenebilir. Öte yandan bu bir yerde de bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü '90'ların başlarında sergiledikleri militan ve coşkulu ruh hali ve eylemlere katılım düzeylerinde giderek bir zayıflama ortaya çıkan Kürt emekçi yığınları eski devrimci siyasal canlılıklarına yeniden kavuşturulmak ve buna bir istikrar kazandırılmak isteniyorsa eğer, bunun yolu, ulusal talep ve özlemlerin Kürt emekçi sınıflarının sınıfsal talep ve özlemleri ile birleştirilerek hareketin bu temelde bir yerde yeniden örgütlenmesinden geçmektedir. Özellikle de göçe zorlanmış metropollerdeki Kürt emekçi yığınları, salt ulusal taleplerin savunulmasıyla sınırlı politika ve taktikler temelinde, yeterince geniş ve yeterince etkin bir tarzda harekete geçirilemezler artık. Bu bir süre daha zaman zaman başarılacak olsa dahi, sahip olunan potansiyellerin yanında dar kalmanın dışında süreklilik ve istikrar kazanma bakımından da ciddi bir zayıflığı içinde taşıyacaktır.

Bu zorunluluğu, ulusal hareketin en kararlı kitle desteğini oluşturan ama kirli savaş uygulamaları sonucu göçe zorlanan yurtsever kitlelerin pratik tutumlarındaki farklılaşmadan da görebiliriz. Ezici bir çoğunluğunu Kürt yoksul köylülerinin oluşturduğu bu insanlar, Cizre'de, Şırnak'ta, Silopi'de, Lice'de, İdil, Midyat, Hakkari vb. vb. de yaşadıkları dönemlerde mücadeleye en aktif biçimlerde katılırlarken, zorla göçertildikleri özellikle Batı'da sıcak mücadelenin uzağına düşmelerinin de etkisiyle ama asıl olarak günlük yaşamlarını sürdürebilme noktasında karşılaştıkları sorunlar ve sıkıntıların boğuculuğu nedeniyle pratik mücadele ve eylemlere eskisi kadar yığınsal bir katılım göstermemektedirler. Ulusal hareket ve mücadele ile olan bağları, örgütlü pratik bir bağ olmaktan çıkarak daha çok bir gönül bağına dönüşmektedir. Bu onların ulusal duygu ve özlemlerinde, ulusal duyarlılık ve bilinçlerinde bir körelme, hatta zayıflama anlamına gelmiyor kesinlikle. Tam tersine, sırf Kürt oldukları için gördükleri baskı ve aşağılamaların biraz daha katmerlenmiş olarak sürüyor olması dahi onların bu duyarlılık ve tepkilerini canlı tutup derinleştirmeye yetiyor. Ancak karşı karşıya kaldıkları sosyal ve ekonomik sorunların ağırlığı, onlardaki sınıfsal duyarlılık ve tepkileri de canlandırıp güçlendiren bir etken rolünü oynuyor. Göçe zorlanarak geldikleri yerlerde de "Kürt" oldukları için daha katmerli bir ayrımcılık ve sömürünün hedefi olmaları, ulusal olanla sınıfsal olanın içice geçtiği bir tablo ortaya çıkarıyor. Bu, onların, sadece ulusal taleplerle de sınırlı kalmayan militan siyasal eylemlere olduğu kadar, onun temelini de güçlendirecek ve genişletecek şekilde militan ekonomik eylemlere de seferber edilebilmelerini olanaklı ve zorunlu hale getiren bir nesnel zemin anlamına geliyor. Onun için, bu kitleler içinde yürütülecek devrimci propaganda, ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti, onların bu özgün durumları dikkate alınarak yürütülmek zorundadır. Eğer bu yapılmaz, bu iki yönden sadece birine ağırlık veren bir tek yanlılıkla hareket edilir, ulusal talepler adına onların sınıfsal nitelikteki sorun ve talepleri ihmal edilir veya ''sınıf devrimciliği" adına onların ulusal duyarlılık ve özlemleri konusunda kayıtsız bir tutum sergilenirse, bu kitleleri geniş ölçekte örgütlemek ve istikrarlı bir tarzda hareketlendirebilmek giderek olanaksızlaşır.

Bu konu günümüzde -aslında birbirleriyle içice geçen- iki nedenden ötürü özel bir önem kazanmıştır: 1) Ulusal mücadelenin bugün yaşadığı konjonktürel sıkışmayı devrimci bir yoldan yarabilmenin temel dinamiklerinden biri yatmaktadır burada. Ulusal hareket, metropollerdeki emekçi Kürt dinamiğini, eskisinden daha farklı, daha sağlam ve daha etkin bir biçimde örgütlemeyi ve harekete geçirmeyi başaracak olursa eğer, bu sadece bugünkü darboğazın devrimci bir tarzda yarılması imkanını güçlendirmekle de kalmaz; ulusal mücadelenin bundan sonra daha tutarlı bir devrimci çizgi temelinde daha kararlı bir biçimde ilerlemesinin önü açılmış olur. 2) İçereceği sınıfsal özelliklerden ötürü bu yönelim, kendi adımıza konuşalım, ulusal hareketle aramızda devrimci eylem birlikleri konusunda yeni ufuklar ve yeni olanaklar açar, mevcut imkanları güçlendirir

Page 87: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ve genişletir. Çizgisi ve temel yaklaşımlarındaki zaaflardan ötürü PKK bugüne kadar, özellikle Türkiye'nin büyük

kentlerinde yaşayan ve sayıları milyonları bulan Kürt emekçi yığınlarını, ulusal mücadelenin 'stratejik vurucu güçlerinden biri' olarak değil, daha çok gerillayı insan, malzeme, para vb. bakımlardan desteklemekte kullanılan 'lojistik bir destek güç' olarak gördü. Bu yüzden de onları, bulundukları yerlerde ırkçı faşist rejime güçlü darbeler indiren siyasal bir vurucu güç olarak örgütlemeye ciddi bir önem ve ağırlık vermedi. Bu işi daha çok, bilinen birtakım yasal kurumlara bıraktı. Fakat onların yönetimini de genellikle devrimci dinamikleri zayıf, çoğu mücadelenin rantını yemenin peşinde koşan orta sınıf temsilcilerinin eline terketti. Bu dar görüşlü yaklaşımların sonuçlarını da gördü ve yaşıyor şimdi. Onun için PKK, kendisine hâlâ güçlü bağlarla bağlı olan bu geniş kitleleri, sadece tasfiyeci ihanet girişimlerinin geri püskürtülmesi ile sınırlı kalmayan sonuç alıcı siyasal vurucu bir güç olarak kullanmak istiyorsa eğer, yasal kurumların yönetimlerini değiştirmekle sınırlı kalmayan daha köklü bir anlayış değişikliğine gitmek zorundadır.

Metropollerdeki yurtsever kitle gücü ve potansiyellerinin yeterince etkin bir tarzda değerlendirilememekle kalmayıp, bu yığınlarla örgütlü pratik bağlarda giderek bir zayıflama yaşandığının PKK önderliği de bir süreden beri farkındadır. Gerçi reformcu "siyasi çözüm" arayışlarına hizmet edecek bir baskı gücü olarak kullanma perspektifiyle de olsa, zaman zaman dikkate değer öneri ve hedefler de konulmuştur bugüne kadar bu konuda ortaya. Fakat daha sonra bunların çoğu hayata geçmemiş, pratikte değişen fazla birşey olmamıştır. Örneğin, 1995 başlarında yapılan 5. Kongre'de, metropollerdeki kitle mücadelesine yaklaşım ve bunun nasıl örgütleneceği konusunda bazı kararlar alındı. Belirlenen somut mücadele ve örgütlenme biçim ve yöntemlerinden de önce, bunların hareket noktası dikkat çekiciydi ve bu konuda PKK'de temel bir yaklaşım değişikliğinin yaşandığı umudunu yaratmıştı. Metropollerdeki yurtsever Kürt emekçilerinin hem doğrudan bağımsız eylemler örgütlenerek hem de devrimci güçlerle ittifak ve eylem birlikleri yapılarak sınıfsal-ekonomik talepler temelinde de harekete geçirilmesinin önemi ve zorunluluğuna işaret ediliyordu. Bu, devrimci eylem birlikleri konusunda olduğu kadar Türkiye'deki sınıf ve emekçi kitle hareketini ivmelendirmek bakımından da önemli sonuçlar doğurabilecek bir yönelimdi. Fakat o günden bu yana geçen süredeki pratiğe balonca, cezaevleri sorunuyla bağlantılı o da bazı kesitler dışında, bu konuda kayda değer bir değişiklik olmadı, ciddi ve sistemli bir çaba harcanmadı. îşçi hareketinde olsun, emekçi memur hareketinde olsun, yasal kitle eylemleri ve gösterileri sırasında olsun eski duyarsızlıklar ve oportünist politikalar, hemen hemen hiçbir değişikliğe uğramaksızın sürdürüldü.

Metropollerdeki yurtsever emekçi kitle dinamiği ile ilişkilerde ortaya çıkan zayıflıkların nasıl giderilebileceği konusunda bugün yeni bazı arayışlar ve pratikte atılan kimi adımlar var. Fakat bu kitleler içinde 1993'lerden itibaren giderek belirgin hale gelen militan ruh halindeki zayıflama, pratik faaliyetlerden uzak durma, giderek mücadeleye kayıtsızlaşma eğilimlerinin önünün nasıl alınabileceği konusunda devrimci açıdan isabetli ve derinlikli bir kavrayışa ulaşılabildiği hâlâ söylenemez. PKK önderliğinin geliştirmeye çalıştığı yaklaşımların dahi gerisinde kalarak eski anlayış ve alışkanlıkların küçük bazı revizyonlardan geçirilerek sürdürülmeye çalışıldığı tutum ve yaklaşımlarla karşılaşılabildiği gibi, sorunun nedenlerinin -dolayısıyla giderme yollarının- ele alınışı sırasında içi boş ajitasyonlarla da karşılaşılabilmektedir. Bu ikinci türden yaklaşımlara çarpıcı bir örnek olarak, 15 Kasım '97 tarihli Ülkede Gündem gazetesinde yayınlanan Şamil Batmaz imzalı yazıyı verebiliriz. "Yoksulluk mücadeleden kaçış gerekçesi değil, mücadele gerekçesidir" içeriğindeki bu yazısında Şamil Batmaz, ulusal mücadelenin "temel gücü ve dayanağını oluşturan" ve zaten bu yüzden göçe zorlanan Kürt yoksul köylülerinin, gittikleri yerlerde geçirdikleri siyasal ve sosyolojik değişimi genel çizgileri ile ortaya koyuyor. Özellikle Türkiye'deki metropollere göçenler arasında üç kategorinin şekillendiğini belirtiyor. Birinci kategoriye, "bireysel-ailesel kurtuluş yollarını aramaya yönelen, bu temelde düzenle hızla bütünleşen, bu anlamda ruhsal bakımdan da teslim olan veya alınan" kesimleri koyuyor. İkinci kategoridekilerin, "yurtsever özelliklerini tümüyle yitirmemekle birlikte, legal faaliyetlere katılmakla sınırlı bir yan duruş sergilediklerini" belirtiyor. Asıl üzerinde durduğu ve "devrime en yakın kesim" olarak nitelediği kesimin ise pratikte "mücadeleye en uzak duran bir tutum sergilediğini" biraz şaşkınlık biraz da kızgınlıkla tespit ediyor. "Bizim asıl gücümüzü ve dayanacağımız kesimi oluşturdukları halde, pratik eylemlere katılmaları istendiği zaman, çoğunlukla şu yanıtı veriyorlar" diyor; "Biz yoksuluz. Olanaklarımız yok, ekonomik olarak çok güçsüzüz. Ev yok, iş-güç yok. Öyle orta yerde perişanız. Bu nedenle faaliyetlere katılamıyoruz; katılmak için ev gerekli, iş gerekli, para gerekli. O da bizde yok..." Şamil Batmaz, özü itibarıyla devrimci bir tepki göstererek "Bu doğru bir yaklaşım değildir, yanlış ve yanılgılı bir tutumdur" diye buna karşı çıkıyor, fakat bu gerekçenin dile getirdiği gerçeği ve bundan hareketle çıkarılması gereken sonucu çıkaramıyor. O hâlâ, "Yoksulluk, ezilmişlik, sömürülmüşlük mücadele gerekçesidir, devrim gerekçesi, devrime katılım gerekçesidir... Devrim biraz da yürek işidir, duygu işidir, yoğunlaşma işidir. Devrimde fedakârlık, devrime hesapsız katılım esastır..." şeklinde bir ajitasyonla bu problemi çözebileceğini zannediyor!!! Bu sorun, bu tür yaklaşımlarla çözülemez. Bu insanlar, böyle ajitasyon çekerek harekete geçirilemezler. İleri sürdükleri gerekçe, bizim gözümüze bir bahane olarak görünebilir -ki böyle bir yönü de vardır-, ama aynı zamanda bu insanların içinde bulundukları bir gerçekliği dile getirmektedir. Bize de, kendilerini bugün artık nasıl harekete geçirebileceğimiz konusunda açık bir mesaj ve ipucu vermektedir. Adam diyor ki, "Ev yok, iş yok, ekmek yok, burada özgürlük yok, orta yerde perperişanız..." İşte sen onun bu

Page 88: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

sorunlarına da çözüm içerecek özel politika ve taktiklerle gittiğin zaman onları harekete geçirebilirsin bugün artık. Onun için, kitlelerle doğrudan temas noktasında bulunan yasal kurumların yönetimlerini değiştirmekle yetinilecek olursa eğer, bu sorun, köklü ve kalıcı bir biçimde çözümlenmiş olmaz. Çünkü sorun, bireysel bir cesaret-korku, beceri-beceriksizlik, üslup, yöntem, tarz vb. sorunu olmaktan da önce, temel bir anlayış, politika ve taktik sorunudur. Bu nedenle önce bu yaklaşım ve mantığın değişmesi gerekmektedir.

Giderek ciddi boyutlar kazanan ve bir dizi tehlikeye yataklık eden bu sorunun önemini PKK önderliğinin de görmeye başladığını ve bazı çözüm arayışlarına yönelindiğini daha önce de belirtmiştik. Özgür Halk dergisinin '97 Kasım sayısında yayınlanan ve 2000'li yıllara yönelik stratejik planlamanın ana çizgilerinin ortaya konulduğu Ali Fırat imzalı yazı, bu konuda yeni bir yaklaşımın dikkate değer unsurlarım içermektedir. Kürdistan'dakiler de dahil büyük kentlerdeki yurtsever kitle potansiyelinin yeterince etkin bir tarzda değerlendirilemediği, hatta onlarla olan bağlarda belli bir zayıflamanın yaşandığı gerçeği bu yazıda da kabul ediliyor. Buna yol açan nedenler irdeleniyor, bazı sonuçlar çıkarılıyor. Bunların ne denli isabetli ve bütünlüklü çözümleme ve sonuçlar olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak orada üzerinde durulması gereken önemli bazı tespit ve değerlendirmeler vardır. En başta, "Biz bugüne kadar bu insanların sosyal ve ekonomik sorun ve ihtiyaçları ile bu temeldeki sınıfsal taleplerine uzak ve kayıtsız kaldık. Bunu kırmalıyız" denilmektedir ki, bu önemlidir. Ayrıca üstü biraz örtük bir biçimde de olsa, bu kitlelere bugüne kadar sadece "gerilla için lojistik bir destek kaynağı gözüyle bakıldığı, bulundukları yerlerde bağımsız politik bir güç ve etken olarak yeterince değerlendirilemedikleri" itiraf edilmektedir. İşin asıl özünü oluşturan temel yaklaşım ve politikalara inilmemekle birlikte, bunun kimi nedenleri konusunda da dikkate değer tespitlerde bulunulmaktadır. Örneğin, metropol örgütlenmesinde, "başka alanlarda fazla işe yaramayan, sıradan, savaş dışı kalmış, rahat ve düşkünlük peşinde koşan, hareketin kendilerine sunduğu olanakları doğru ve yerinde değerlendiremeyen, sonra da halkın -tabii bu arada mücadelenin de- başına bela olan vb., vb." unsurları görevlendirmenin ne kadar büyük bir yanlış olduğu teslim edilmektedir. Umarız bu konuda bundan sonra daha dikkatli ve titiz olunur ve böyleleri, denildiği gibi, bundan sonra "kesinlikle bu çalışmaların içine gönderilmezler".

Bu planlamada asıl önemli olan, "metropoller" kavramı ile ifade edilen kentlerdeki yurtsever kitlelerin -ki bunların ezici bir çoğunluğu emekçidir- örgütlenmesi ve harekete geçirilmesinin önemine dair söylenenlerdir: "Önümüzdeki dönemde bu güç ele alınıp, büyük bir mücadele silahı haline getirilecektir... Türkiye'nin siyasal dengesi (bile) bu potansiyelin kullanılmasına bağlıdır" denilmektedir. Gerçi siyasal içeriği bakımından reformist bir yönelimin ifadesi olarak hâlâ terkedilmemiş olan "Barış politikası" ağırlıklı bir faaliyet düşünülmektedir; ama öbür yandan bu kitlelerin ekonomik-sosyal sorun ve taleplerine de duyarsız kalınmayacağı ve kalınmaması gerektiğine dair söylenenler gerçekten yaşama geçirilecek olursa eğer, bu dar ve reformist çerçeve, pratikte ister istemez kırılmak zorunda kalınacaktır. Temel yaklaşım ve amaca ilişkin olarak şu söylenenler, bu konuda biraz daha umutlu olmaya imkan vermektedir: "Ekonomik-sosyal ve siyasal olarak bu konsepte verebileceğimiz en temel yaklaşım, her bakımdan kitlemizin içine girmektir. Ekonomik sorunların sonuçlarını örgütlemek, halkımızı avlayan sosyal-siyasal etkinliklerin içine girmek, onları muazzam bir kitle örgütlenmesine dönüştürmek ve legaliteyi, illegaliteyi veya gerillanın etkisiyle legal düzeye doğru birleştirmektedir. Muazzam uyandırılmış bir kitle var. İşte bunların örgütlendirilmesinden bahsediyoruz." (Özgür Halk, Kasım '97, sf. 19) Yine şu söylenenler, "Sonuna kadar kendine hakim, örgütleme ustalığı olan, legaliteyi de çok iyi kullanan, kolay av haline getirmeyen bir örgütleyiciler grubu belki de gerilladan daha fazla iş yapabilir" (agy, sf. 20) dikkat çekicidir. Doğru ve tutarlı bir devrimci perspektif ve içerikle ele alınıp yürütüldüğü takdirde, bu yaklaşım, ulusal hareketin bugün karşı karşıya bulunduğu tehlikelerin geri püskürtülmesini sağlayacak temel dinamiklerden birini potansiyel bir güç olmaktan çıkarıp kinetik bir güce dönüştürmekle kalmayacak; onun politika ve taktiklerinde, kadrolarının sosyal bileşiminde, ittifaklar ve eylem anlayışında vb., vb. sınıfsal-emekçi yanların güçlenmesi gibi daha kalıcı ve uzun vadeli devrimci sonuçlar doğuracaktır. Buna karşılık metropollerdeki faaliyet, eskisi gibi "siyasi çözüm" ve "barış"a endeksli bir faaliyet olarak yürütülmeye devam edilecek olursa eğer, değişen fazla bir şey olmayacak, geçici bazı canlanma ve atılımlar sağlansa bile bunlar kalıcı ve istikrarlı olamayacaktır.

Büyük kentlerde yoğunlaşan Kürt emekçi dinamiğinin örgütlenmesi sorunu, sadece PKK'nin sorunu değildir. Bu, sahip olduğumuz iddia ve misyonumuzun gereği olduğu kadar, komünist faaliyetin yoğunlaştığı bölge ve alanlarda sürekli karşılaştığımız en önemli kitle dinamiklerinden birini oluşturması nedeniyle PKK kadar bizim de görevimiz ve sorumluluğumuzdur. Ancak bu görevin hakkını bugüne kadar yeterince verdiğimiz söylenemez. Hem özel politika ve taktikler üretme hem de ısrarlı bir pratik yönelim bakımından zayıf kaldığımız alanlardan biridir bu. Ama içine girilen süreçte tarihin ve mücadelenin bu tür zayıflıklara artık tahammülü kalmamıştır. Eğer bugün ulusal harekette, ödenen bunca bedelin arkasından kendisini çok ucuz bir fiyata satmaya hazır bir tasfiyecilik tehlikesinin yanı sıra reformculaşma, sağcılaşma, yaratılan devrimci değerlerin ve özelliklerin aşınması gibi bir tehlikenin kendisini gösterdiğini ve bunun geri püskürtülmesinin önemini tespit ediyorsak, o zaman bu konuda devrimci sorumluluğun gereklerini yerine getirmek, sadece eleştiri ve uyarılarda bulunmaktan ibaret görülemez. Eleştirileri ve bağımsız politik bir güç olarak sahip olunan iddialara uygun bir pratiği de ortaya koymak zorunluluğu vardır. Bu en başta, devrimci eleştiride ciddiyet ve tutarlılığın bir gereğidir. Ayrıca eleştirilerin muhatapları üzerinde, en azından Marksizmden daha fazla etkilenmiş veya

Page 89: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

etkilenmeye açık yurtsever kadrolar üzerinde etkili olabilmesinin temel koşullarından biridir bu. Asıl önemlisi ise, sağ tasfiyecilik ve reformculaşma tehlikesi, sadece Kürt ulusal devrimini tehdit etmemektedir. Türkiye devrimini ve devrimci hareketini de tehdit eden, bazı yönlerden etkisi altına almış, daha genel bir tehlike söz konusudur. Onun için, sadece Kürt ulusal devriminin değil Türkiye devriminin de geriye gitmesini, her iki cephede de birbirini ivmelendirerek büyütmekte olan genel sağcılaşmanın önüne geçilebilmesi, ideolojik açıdan sağlam bir duruş sergilemekle kalmayıp, teori ve pratik alanlarında birbirini bütünleyen ileri adımlar ve somut başarıların büyüklüğüne bağlıdır. Bunlardan birinin eksik ve yetersiz kalması, diğerinin etkisini de zayıflatmakla kalmayıp sonucun zayıf kalmasına da yol açar. Sorunun gelip düğümlendiği nokta, politikada ağırlık sahibi maddi bir güç olabilme noktasındaki zayıflığın giderilmesidir. Bu zayıflığın bir an önce giderilebilmesi için yüklenilmesi gereken toplumsal dinamiklerden birini de, büyük kentlerdeki Kürt emekçi kitle dinamiği oluşturuyor. Siyasal bakımdan Türk işçi ve emekçilerinin ezici bir çoğunluğundan, hatta devrimci hareketin birçok kadro ve taraftarından bile daha canlı, dinamik ve duyarlı bir kitledir bu kitle. Günde en az bir gazete okuyor, dünyada olup bitenleri çoğu BBC'nin haberlerinden izliyor, politik ve toplumsal sorunlara kafa yoruyor vb., vb. Ulusal mücadelenin kazandırdığı bir siyasal canlılık ve özelliktir bu onlara. Üstelik bugün içinde bulundukları nesnel koşullar, devrimci proletaryanın sınıf bakış açısı temelinde örgütlenmeye daha açık hale getirmiş durumda onları. Ancak daha önce de vurguladığımız gibi, bu emekçi yığınlar, artık ne ulusal taleplerle sınırlı bir propaganda ve taktiklerle örgütlenebilirler ne de "sınıf devrimciliği" adına mekanik ve düzleştirici bir mantıkla, onların ulusal duygu ve özlemlerini dikkate almayan şabloncu tutum ve politikalarla örgütlenebilirler. Onları kitlesel ölçeklerde örgütleyip mücadeleye seferber edebilmek için, içinde bulundukları durumun özgünlüklerini dikkate alan özel politika ve taktikler geliştirmek, pratikte de buna uygun yoğunlaşmış bir yönelim içine girmek şarttır.

Page 90: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

VIII- BU ÇEMBER NASIL YARILIR, HANGİ DİNAMİKLERE DAYANMAK GEREKİYOR?

Ulusal hareketin, burjuvazi ve emperyalistler tarafından boğucu bir kapana alınmak istendiğini, üstelik

bugün onun buna, siyasi ve askeri bakımlardan manevra olanaklarının eskisi kadar geniş olmadığı bir darboğazda yakalandığını belirtiyoruz. Yalnız bu darboğazın "çıkışsızlık" anlamına gelmediğini, bu çemberi devrimci bir tarzda yarabilmenin olanaklarının bulunduğunu, ayrıca PKK'nin de bunu başarabilecek güce ve kozlara sahip olduğunu da özellikle vurguluyoruz. Bu nedenle, ümitsizliğe ve yılgınlığa kapılmak, sadece ödlekçe bir tutum olarak değil, esasında her an benzer bir sağcılık ve teslimiyetçiliğe dönüşebilecek küçükburjuva bir ruh halinin dışa vurumu olarak görülmelidir.

Bugün içine girilen süreç, sadece tehlikelerden ve dezavantajlardan ibaret bir süreç değildir. Tehlikeler kadar, onların devrimci bir tarzda yarılıp geçilmesinin olanaklarını da içermektedir. Durumu zorlaştırıcı aleyhte etkenler kadar, sıçramalı bir devrimci gelişmenin dayanağı haline getirilebilecek etken ve potansiyellere de sahiptir. Bazı imkanların önü kapanırken, bazı yeni imkanların önü daha fazla açılmaktadır. Onun için durum, nesnel bir soğukkanlılıkla bütünsel olarak değerlendirilmelidir.

Ayrıca ister ulusal isterse sınıfsal karakterli olsun, ister kendiliğinden gelişsin isterse en bilinçli ve örgütlü tarzda yürütülsün, hiçbir toplumsal mücadele ve ona önderlik eden gücün büyümesi ve gelişimi, sorunsuz, risksiz ve tehlikesiz olmaz. Hatta bu noktada, hareket ne kadar büyür, emperyalizm ve uşaklarını ne kadar tehdit edici bir güç özelliğini kazanırsa, karşılaşılan risk ve sorunların da o ölçüde büyüyeceğini, ona karşı daha sinsi ve daha tehlikeli tuzakların kurulacağını söyleyebiliriz. Kendine güvenen, ne yapmak istediğinin bilincinde olan, stratejik hedef ve perspektiflerini yitirmeyen, sadece tehlikeleri görmekle kalmayıp fırsat ve olanakları da gören ve sürece denk düşen devrimci taktik politikalar oluşturarak bunlara yüklenmesini bilen devrimci bir hareket ve onun kadroları, bundan korku ve paniğe kapılmaz. Durumun soğukkanlı ve gerçekçi bir değerlendirmesi temelinde etkili karşı politika ve taktikler geliştirerek hedefleri doğrultusundaki yürüyüşünü kararlılıkla sürdürür.

Yalnız bu yürüyüşün, elverişsiz konjonktürün geriye çekici baskılarının neden olduğu herhangi bir sapmaya meydan vermeksizin, stratejik hedefler doğrultusunda tutarlı bir çizgide ilerleyebilmesi için bazı önkoşulların yerine getirilmesi şarttır. Bunların başında, durumun devrimci bir yaklaşım temelinde nesnel ve bütünsel bir değerlendirmesini yapmak gelir. Bu olmadığı takdirde, ne süreç doğru kavranabilir, ne tehlikeler ve olanaklar gerçek boyutlarıyla eksiksiz olarak görülebilir, dolayısıyla ne de etkili ve tutarlı karşı taktikler geliştirilebilinir. Ancak hemen buna bitişik ikinci bir temel koşul, olgulara ve sürece, hareketin stratejik hedefleri ışığında ilkesel bir yaklaşımın yitirilmemesidir. Süreçteki değişmelerin ortaya çıkardığı durumun nesnel ve bütünlüklü kavranışındaki her zafiyet, politik inisiyatifin yitirilmesi temelinde sonu felaketle bitebilecek bir sürükleniş tehlikesi başta olmak üzere bir dizi tehlikeyi beraberinde getirir. Uyanıklığı köreltir, "devrimci sağlam duruş ve özgüven" yanılsaması altında partinin manevra yeteneğini ortadan kaldıran tehlikeli bir katılaşma doğurur. Buna karşılık, stratejik hedef ve ilkelerin gözden kaçırılması ise, bu kez "taktik esneklik" adına her türlü oportünist savrulma ve sapmaya kapıyı açar. Taktik gerçekçilik, oportünist bir gerçekçilik halini alır; taktik politikalar, stratejik ilerlemeyi güçlendirici değil onu zayıflatan, stratejiyi kemiren, giderek onun yerini alan bir yalpalamalar siyaseti biçimine bürünür.

Durumun gerçekçi bir yaklaşımla bütünlüklü olarak ele alınması konusunda, ulusal hareket saflarında kendini gösteren bir zaafa bir kez daha dikkati çekmek gerekiyor. PKK önderliği ve kadroları, en başta, içine girilen sürecin anlamı ve içerdiği tehlikelerin büyüklüğü konusunda gerçekçi ve bütünlüklü bir kavrayışa sahip görünmüyorlar. Bazı parçalar yakalanıyor, fakat bunlar arasındaki iç bağlantılar doğru kurulmadığı gibi mantıki sonuçlarına kadar da götürülmüyor. Doğru tespitlerin yapıldığı durumlarda bile, öz olarak bunlardan farksız veya köklü bir kopuşu ifade etmeyen görüşler dile getirilebiliniyor. Olguların, belirli bir sistem dahilinde ve diyalektik bir bütünlük ilişkisi içinde ele alınması yerine, her birini kendi içinde bağımsız, "kendinde durumlar" olarak ele alan mekanik yaklaşım yöntemi, aynı zamanda derin bir sübjektivizmden beslenen tek yanlılıkla ikinci bir çarpılmaya uğruyor. PKK, olguları ve süreçleri ele alırken hep "görmek istediklerini" görüyor. Karşısındaki güçlerin zayıflıklarını ve handikaplarını tespit ediyor ve bunları genellikle abartarak ele alıyor, ama bu arada kendi durumunu ve zayıflıklarını yeterince dikkate almıyor. Bu onu, hasmının durumunu olduğundan kötü ve elverişsiz görmeye sürüklerken, ulusal hareketin durumunu ise tehlikeli hayaller ve beklentileri körükleyecek şekilde abartılı değerlendirmelere sürüklüyor. Bu durumda, çıkardığı sonuçlar, bunlara dayanarak düşündüğü önlemler ve karşı politikalar, ciddi zaaf ve zayıflıklar taşımanın dışında devrimci tutarlılıktan da yoksun olabiliyor. Burada sorun sadece bir yöntem yanlışlığından ibaret değil aslında. Tutarlı bir sosyalizm yönelimi taşımadığı gibi halkçı yönüyle de zayıf dar ulusalcı bir çizgi ve bakış açısı yatıyor sorunun temelinde. Yöntem hataları, daha doğrusu yöntem yanlışlığının sonuçlan gibi görünen darlık, tek yanlılık, sübjektivizm ve taktik savruluşlar, bu çizgi ve yaklaşımın kaçınılmaz sonuçları olarak ortaya çıkıyor.

Bugünkü durumdan devrimci bir tarzda çıkışı sağlayacak ve bunun için yüklenilmesi gereken başlıca dinamiklerin neler olduğuna göz atmaya geçmeden önce akılda bulundurulması gereken bir noktanın daha altını çizelim: Bu konuda yapılması gerekenler, sadece PKK'nin işi ve görevi olarak görülmemelidir, içlerinden

Page 91: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

özellikle bazıları, PKK'den de önce veya PKK'den daha fazla biçimde yerine getirmemiz gereken sorumluluklardır.

Bu dinamikleri, devrimci açıdan stratejik önem ve öncelik sırasına göre 5 ana başlık altında toplayabiliriz: 1) Türkiye'deki sınıf ve kitle hareketinde devrimci bir canlanma sağlamak, bunu militan ve ivmeli

bir yükseliş haline getirmek. Komünistler olarak bu zaten bizim sürekli ve temel bir görevimizdir. Proleter devrimci öncü misyonumuzun, ayrıca bu kesitte stratejik hedefimizi oluşturan partileşme hedefimizin mutlaka yerine getirilmesi gereken asli gereğidir. Bu nedenle, bu görevin gereklerinin yerine getirilmesine kilitlenmek, "Kürt ulusal devriminin yardımına koşmak", "ona enternasyonalist destek sağlamak" vb. şeklinde dar sınırlar içinde düşünülüp ele alınmamalıdır. Diğer yönleri bir yana, bu her şeyden önce, kendi bağımsız varlık nedenini inkar etmek, ayrı bir ideolojik-siyasi kimlik ve farklı bir tarihsel misyon sahibi olduğuna dair bütün iddialarının boş bir palavra veya etiketten- başka bir şey olmadığım itiraf etmek anlamına gelir. Böyle silik ve iddiasız bir tutumun, özel olarak Kürt ulusal hareketine de fazla bir hayrı dokunmaz. Bugün Türkiye'de devrimci sınıf mücadelesini bir an önce yükseltmek, herşeyden önce Türkiye devrimini örgütleme ve ilerletme tarihsel sorumluluğunun yüklediği bir görevdir. Bunun özel olarak şu kesitte gerçekleşmesi, diğer sonuçlarının yanı sıra, Kürt ulusal hareketine verilebilecek en etkili devrimci destek anlamına gelir. Bu nesnel gerçek, Türkiye'deki sınıf ve kitle hareketinin mevcut tutukluk ve durgunluğunu bir an önce yarabilmek için yerine getirilmesi gereken günün görevlerine daha farklı bir gözle bakarak daha sıkı yüklenmemiz gereğini hatırlatan ek bir uyarı ve motivasyon etkeni işlevini görmelidir.

2) Kürt ulusal mücadelesinin devrimci karakterinin tasfiyesini amaçlayan girişimlerin geri püskürtülebilmesi için dayanılması gereken ikinci dinamik, Türkiye'dekiler başta olmak üzere kentlere yığılmış olan yoksul Kürt emekçi dinamiğini, devrimci bir stratejik yönelim ve özel taktik politikalar temelinde harekete geçirmektir. "Yeni bir Serihıldanlar döneminin açılışı" olarak nitelenen ve bu potansiyelin gücünü ve önemini bir kez daha gösteren 8 Mart, Gazi ve Newroz pratiklerinin sürmesi ve derinleştirilmesi, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, ona hangi temel perspektifin ve politikaların yol göstereceğine bağlıdır. Eğer bu dinamik, bugüne kadar olduğu gibi, "lojistik bir destek güç" olarak değil de başlı başına sonuç alıcı siyasal bir vurucu güç olarak ele alınır; öte taraftan onun örgütlenmesi ve eylemlerine yol gösteren taktik politikalar, emperyalist güçleri ve işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisini MGK ve ordu şahsında "siyasal çözüme zorlama" yaklaşımı ile değil de, ulusal mücadelenin devrimci stratejik taleplerinin elde edilmesine yüklenme temelinde belirlenecek olursa, işte o zaman, 2000 yılı planlamalarında da ifade edildiği gibi "gerilla kadar etkili" bir işlev görebilir. Ayrıca bu dinamiğin devrimci radikal bir çizgi temelinde harekete geçirilmesinin, Türkiye'deki genel sınıf ve emekçi kitle hareketini canlandırma ile olan sıkı bağı da gözden kaçırılmamalıdır. Büyük kentlerde yoğunlaşmış olan Kürt işçi ve emekçi dinamiği, aynı zamanda Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketinin temel bileşenlerinden biridir. Bunlardan birinin harekete geçmesi, diğerinin de önünü açacak, onu ivmelendirecektir. Yalnız birbirlerinden kopartılması mümkün olmayan, aynı bütünlüğün parçaları durumundaki bu "biri" ve "diğeri", milliyetçi bir bakış açısıyla, sanki zeytinyağı ve su gibi iki ayrı unsur olarak düşünülmemelidir. Propaganda ve ajitasyonun içeriğinden mücadele ve eylem anlayışına, ittifaklar sorununa yaklaşımdan seçilecek eylem biçimine kadar bir dizi konuda belirleyici bir rol oynayacak olan bu konudaki herhangi bir çarpıklık, bu dinamiğin ve içerdiği devrimci potansiyellerin etkin bir tarzda kullanımını zayıflatmaktan başka hiçbir sonuç doğurmaz.

3) PKK'nin, asıl patron olarak arkasında ABD'nin bulunduğu ve onun güdümünde İsrail'le kurulan stratejik işbirliği gibi desteklere sahip bu planı püskürtmekle dayanabileceği üçüncü dinamik, Ortadoğu'daki antiemperyalist kitle muhalefeti ve halk hareketleridir. ABD emperyalizmi ve onun maşası siyonizme duyulan kin ve düşmanlık duyguları, Ortadoğu halkları arasında derinlere işlemiştir, yaygındır ve her an için patlama potansiyellerine sahiptir. Güçlü ve tutarlı bir komünist hareket ve örgütlenmelerin olmayışından ötürü, bu antiemperyalist duygu ve eğilimler, bugüne kadar olduğu gibi günümüzde de kendisini daha çok Arap küçükburjuva milliyetçiliği veya İslamcı biçimler altında dışa vurmaktadır. Bunun yol açtığı leke ve bozulmaları gözden kaçırmamakla birlikte, özün taşıdığı antiemperyalist karakteri de hiçbir zaman gözden uzak tutmamalıyız. Ortadoğu halkları arasında güçlü ve yaygın olan ABD ve siyonizm düşmanlığının asla unutmamamız gereken özelliklerinden biri de, bunun "en sakin" göründüğü dönemlerde dahi alttan alta işleyen ve her an patlamaya dönüşebilecek bir karakter taşımasıdır. Ortadoğu'da son sıralar, gerici Arap rejimleri ile ABD ve İsrail arasındaki ilişkilerde (İsrail ile geliştirdiği stratejik işbirliğinden dolayı şimdi Türkiye de bunun hedeflerinden biri haline gelmiştir) belirgin bir soğuma yaşandığına daha önceki bölümlerde işaret etmiştik. ABD'nin bölgedeki truva atlarını oluşturan Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, hatta Körfez emirlikleri bile ABD yönetimi ve onun politikalarıyla aralarına -kuşkusuz güven verici olmayan- belirgin bir mesafe koyma gereğini duyuyorlarsa eğer, toplumsal muhalefetin alttan gelen basıncının bu konuda önemli bir payı vardır. Bu antiemperyalist tepki birikimi, bölge genelinde yaygın ve kitlesel eylemler biçiminde ortaya koymamaktadır kendisini bugün belki ama, en işbirlikçi rejimlerin bile sözünü ettiğimiz tutumları, bir yönüyle de, alttan alta mayalanan dalganın gücünü ve onun her an bir patlamaya dönüşebileceğinin işareti olarak görülmelidir. PKK, Ortadoğu halklarıyla gelişmiş kurumsal ilişkilere sahiptir ve bunları daha fazla geliştirebilecek bir konumdadır. Kendisine dayatılan tasfiye planlarını geri püskürtme sırasında asıl olarak bu dinamiğe dayanmayı esas alır ve bu

Page 92: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

yönde yeni bir inisiyatif geliştirecek olursa, bu onun manevra olanaklarım genişletir. 4) TDH olarak da durumun ağırlaştığı kesitlerde özellikle kitleler içinde karamsarlık ve umutsuzluk

eğilimlerinin yayılmasının önünü almaya çalışırken güveneceğimiz ve dayanacağımız ana dinamiklerden biri de, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin dünya çapında giderek artan hareketlenmesi olmalıdır. Bu hareketlenme, çeşitli ülkelerdeki devrimci, en azından şu veya bu ölçüde antiemperyalist, ilerici, demokratik bir karakter taşıyan güçleri de harekete geçirmekte; bunların toplam bir sonucu olarak, dünyanın siyasal iklimi ve görüntüsü farklılaşmaktadır. Yaygın, güçlü ve militan bir dalga özelliğini kazanmış olmaktan henüz uzak olmakla birlikte, bu yönde bir gelişmenin unsurlarının dünya çapında giderek olgunlaştığını görüyoruz. Batı Avrupa'da son yıllarda sıklaşan emekçi kitle hareketleri, grevler ve protesto gösterileri, Güney Kore ve Endonezya başta olmak üzere özellikle son kriz dalgasının arkasından Güneydoğu Asya ülkelerindeki toplumsal muhalefet eylemlerindeki yoğunlaşma ve tırmanış, Kolombiya, Peru ve Meksika başta olmak üzere Latin Amerika'da kitle eylemleri ve silahlı gerilla mücadelelerinin atakları,... bugün bu konuda daha umudu olmayı mümkün kılmaktadır. Kesinlikle abartılmamak, olduklarından büyük ve yakın devrimci sonuçlar doğurabilecekmiş gibi gösterilmemek kaydıyla bu tür çıkışların beslediği umut, kitlelere de aşılanmalı; onların dayanma ve direnme güçlerini kemiren "yalnızlık duygusu"na karşı savaşınım silahlarından biri haline getirilmelidir.

5) PKK önderliğinin, daraltılmak istenen etrafındaki çemberi yarabilmek için değerlendirebileceği imkanlardan biri de, emperyalistler ve bu bölgelerdeki işbirlikçileri arasında Ortadoğu ve Kafkaslar'da keskinleşen rekabetin ortaya çıkardığı boşluklardır. Fakat bu alan, doğasından ötürü, aynı zamanda mayınlı bir sahadır. Aradaki boşluklardan yararlanayım derken, emperyalist güçler ve işbirlikçilerinin ayakları altında ezilmek, onların elinde birbirlerine karşı kullandıktan bir koz durumuna düşme riski ve tehlikesi de büyüktür. Bundan ötürü çok ilkeli ve sağlam bir devrimci duruş ve yaklaşımı gerektirir. Açık konuşmak gerekirse, çizgisindeki zaaflar ve aşırı pragmatist alışkanlıklarından ötürü PKK'nin bu konuda gerek bugüne kadarki pratiği gerekse son süreçteki yaklaşımları, fazla güven verici değildir. Taktik planda devrimci manevra olanaklarımızı genişletmek amacıyla 'yararlanılabilecek bir imkan' olarak ele alınması gereken bu çelişkilere, 'dayanılacak asli dinamiklerden biri' gözüyle bakıldığına dair belirtiler çoğalmaktadır. Bu, devrimci bir politika ve diplomasi olmayacağı gibi, sonuçlan bakımından da yeni ve belki de daha büyük felaketlere davetiye çıkarmaktan başka bir anlama gelmez.

Page 93: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

PARTİ OLARAK EMEP

Yasal reformcu arenanın yeni partilerinden EMEP, uyanış içindeki kitle hareketini, ama özellikle de işçi hareketini düzene akan dereciklerde boğmanın araçlarından biri olarak faaliyet yürütüyor. Devrimci demokrasinin sağ kanadında yer alan önceli, buna ideolojik, politik, örgütsel açıdan bir ön zemin, sağ tasfiyeci bir gelenek yaratmıştı. Komünistler olarak buna daha önce de işaret ederek, tasfiyeciliği, bunun yasalcı ve koyulaştırılmış biçimlenişini mahkum etmiş; hızlanan tasfiyeci çürümenin altını kalın çizgilerle çizmiştik.1 Çeşitli etmenlerin, asıl olarak da tasfiyeciliğin artık iyice koyulaşan kıvamının son-ucu olarak, eşyanın tabiatı gereği yolcu kimilerin "dostça" istediği gibi yolundan dönmedi. Aksine MGK-TÜSİAD politikalarının liberal-reformcu yasal partilere açtığı alanın verdiği icazetin de itilimiyle vites büyüttü. Bugün o, karşımızda koyulaşan reformizmini 3. Enternasyonal çizgileri kisvesi ile örtmeye ça-lışan tipik bir 2. Enternasyonal partisi olarak duruyor.

Bunu çeşitli yönleriyle irdelemeye ve tahtanın iyiden iyiye çürüdüğünü göstermeye çalışacağız.

EMEP'in teori ve pratiği Leninist öncü parti anlayışının kaynağını nesnellikle öznel etmen arasındaki ilişkinin anti Marksist kuruluşundan alan kaba, oportünist inkarına bu topraklarda ilk verilebilecek örn-eklerden biridir. Teoride bunu, Marksizme yöneltilen teoriyi gerçekliğe uydurma suçlamasına karşı güçlü bir çürütme olmakla kalmayıp aynı zamanda Narodnik öznelciliğin belini de kıran Halkın Dostl-arı Kimlerdir'deki vurguları bilinçli bir tarzda kullanarak yapar. Lenin'in ilk eserlerinden olan Halkın Dostları Kimlerdir, bilindiği gibi tarihsel materyalist yöntemin güçlü bir savunusunu içerir. "Marks'ın yalnızca gerçek süreci incelediğini ve araştırdığını, onun tanıdığı tek teori ölçütünün, bu teorinin gerç-ekliğe uygunluğu olduğunu" tanıtlar. Gerek polemik konusu olan sorunun bağlamından dolayı, gerekse de öncü parti düşünce pratiğinin Lenin'de olgunlaşma sürecinin başlangıcında bulunmasından –yine ekonomik toplumsal siyasal koşullarla da bağlantılı olarak– Lenin'in vurguları kaba Materyalizm temel-inde yükselen ekonomist ve Menşevik güçler tarafından bolca eğilip bükülerek kullanılmış ve özü boş-altılarak oportünizme meşruiyet gerekçesi yapılmaya çalışılmıştır. Aynı nedenle EMEP örneğin Len-in'in sosyal demokrat teorik ve pratik çalışma için Liebknecht'in "inceleme, propaganda, örgütlenme" formülasyonundan övgüyle sözetmesine, bağlamından kopartarak sarılır. Ya da tarihsel materyalist yöntemi belirlemek için Lenin'in kullandığı şu ifadeyi "kurtarıcılar, işçi sınıfı hareketinden dışarı!" dem-agojisine temel olarak kullanmaya çalışır:

"Bir öğretinin en üst ve tek ölçütünün gerçek toplumsal ve ekonomik gelişme sürecine uygunluğu old-uğu yerde, dogmatizm olamaz; görev proletaryanın örgütlenmesini ilerletmek olduğu zaman ve bu yüzden de 'aydınların' rolünü, aydınlar arasından özel liderler çıkmasını gereksiz kılmak olduğu

1 TDKP'ye ve ÖD çizgisine yönelik eleştirilerimizi onların bütün süreçleri boyunca sürdürdüğümüz, özel olarak da '91 'den beri koyulaşarak son 3 yılda resmi ifadesine kavuşan yasalcı reformizme ve ekonomist işçi siyasetine karşı teoride ve pratikte mücadele ettiğimiz, bilinen bir olgudur. DP'nin 1995 Şubatı'nda yayınlanan "Derinleşen Tasfiyecilik ve Yasal Parti Merakı" başlıklı yazı, ÖD çizgisinin yasal parti hazırlıklarını tasfiyeci reformist bir tutum olarak mahkum ediyordu. Keza komünist işçi gazetesi Alınteri de, hem genel politik hem de özel olarak politik taktik planda, işçi hareketinin seyri içerisinde EMEP çizgisinin sürekli olarak ensesinde olmuştur. Bütün bu yayınlarda da gösterdiğimiz gibi, TDKP, ÖD ve EMEP, '71 devrimciliğini sağ bir yorumla eleştiriye tabi tutarak girdiği yolda 12 Eylül tasfiyeciliği ve sosyalizmin çöküşü ile birlikte devrimci demokratik ömrünü tamamlamış ve devrimcilik-reformculuk ayrımında çizginin öbür tarafına geçmiştir.Burada Proleter Doğrultu'da yer alan (Sayı 11, Temmuz-Ağustos 1997) bir yazıda TDKP'yi "komünist görmekten vazgeçtiğini" açıklayan MLKP öncellerinden TKP/ML Hareketi, TDKP'nin 1975'te komünist bir örgüt olarak doğduğunu söylerken (Seçenek, sayı 3); TKİH, TDKP'nin komünist oluşunu 1979'da başlatıy-ordu. Birlik görüşmeleri sürecinde birlik çağrısı yapılan örgütler içerisinde yer alan TDKP'nin de diğerleri gibi 1979'da komünist bir örgüt olduğu sonucuna varıldı. MLKP-K Kuruluş Belgeleri'nde bu kesinliğe kavuşturuldu. Atılım çizgisi, 1995 Eylül ayında yayınlanan "TDKP Nereye?" adlı kitapta, TDKP'nin diğer yasal partilerden farklı olarak "ideolojik ve örgütsel çizgisi sağ oportünizmle sakatlanmış olsa da "hâlâ komünist bir örgüt olduğunu" savunuyor ve onları geri dönmezlerse bir ceset haline gelecekleri "dostça" uyarısında bulunuyordu.Bu kitabın çıktığı sürecin Gazi Antifaşist Halk Direnişi sonrasında TDKP'nin komünist ve radikal güçlere açıkça TKP ağzıyla saldırdığı, "kör terör", "gürültü grupları" karalamalarının koyulaştığı dönem olduğu anımsanacaktır. Gerçekte ortada soğumakta olan bir ceset vardı. Peki bütün bunlara rağmen MLKP, TDKP'yi komünist görmeye nasıl devam edebiliyordu? Kuşkusuz bu sorunun yanıtını vermek bizden önce bu tespitlerin ve buna dayanarak TDKP'ye birlik çağrısı yapanların kendilerine düşer. Ancak yine de oportünizmin karakterinin görülmesi açısından biz biraz daha geriye gidecek bazı çarpıcı örnekler verec-eğiz:MLKP öncellerinin "komünizm" kavrayışı oldukça esnektir. Örneğin TKP/ML Hareketi'nin merkez yayın organı İleri'de "Ülke kapitalizmin orta düzeyde gelişt-iği bir ülke olduğu... halde, onu yarı Feodal değerlendirmek, komünistlik üzerinde doğrudan bir etkide bulunmaz" tespiti yer alabilmişti. Yine birlik görüşmel-erinin bir evresinde '91 seçimleri döneminde TKİH, seçimlerde Kurtuluş ve Emek'le (Bugün ÖDP çatısı altındadırlar) seçim bloku yapan Emeğin Bayrağı'nı eleştiriyor; bu eleştiriye karşı ondan bu blokta yer almasının "geniş bakış" ve "sek-terlikten arınma" yönünde anlamlı olduğu yanıtını alıyordu.Örnekler çoğaltılabilir. Ancak MLKP, öncellerinden genetik olarak devraldığı oportünizmin en kaba biçimlerine karşı bile esneklikle malul olmaktan kurtulam-amıştır. Onun TDKP'yi "komünist" değerlendirmekten vazgeçmesi için muhatabının ceset olmaktan çıkıp iyice çürüyerek sadece kemiklerinin kalmasına kadar beklemek gerekmiştir!

Page 94: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

zaman, sekterlik olamaz." (Halkın Dostları Kimlerdir, s. 176)

Nesnel ve öznel etmen arasındaki ilişkinin bu bayağı ve oportünist kuruluşu, EMEP'te –ve onun teorik yayın organı Özgürlük Dünyası'nda (ÖD)– her türden anti Marksist akımın buluşma noktası olan, Leninist partiye "ikameci parti" saldırısının yöneltilmesi biçimini alır. ÖD açısından ayırdedici olan, bunu diğer liberal reformculara özgü bir tarzda Marksist teorinin kendisine açık ve cepheden bir saldırı biçiminde değil, doğrudan ML'nin tezleri ile oynayarak ve onlara dayandığı kisvesini korumaya çalışarak yapmasıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, biz bu "özgüllüğü" geçmişte iğreti bir tarzda giyilen elbisenin –uluslararası komünist hareket içerisindeki saflaşmada devrimci bir varoluş değil Arn-avutluk Emek Partisi'nin arkasına dizilme diyelim– bugüne kalmış yırtık pırtık parçaları olarak değerl-endiriyoruz. Bu yüzden de muhatabımızı bu parçalardan kurtarıp sarı giysiler ile salınarak dolaşması için elimizden geleni yapmak istiyoruz. Devam edecek olursak, EMEP, Leninist parti düşüncesine saldırıyı özellikle komünist ve devrimci yeraltı örgütleri üzerinden yöneltiyor. Teoriyi buradan bozmaya çalışıyor. Bunların nesnel ve öznel etmen arasındaki ilişkiyi öznelci bir anlayışla ele aldıklarını, kendil-erine "kurtarıcılar" misyonu yükleyerek kendi iradelerini işçi sınıfının iradesinin yerine geçirdiklerini, bunun da işçi kitlelerinin öz dinamiklerine dayanmak yerine dışardan mücadele ve örgüt biçimleri da-yatmakta somutlandığını iddia ediyor.

"Bu tür bir anlayış,... işçi sınıfının şahsında tüm ezilenlerin, kendilerine ait herhangi bir düşünce ve davranışını 'mutlak olarak' reddeden ve onları, her koşulda ancak yönlendirilebilir, dahası, iplerini her zaman başkalarının ellerinde bulunan 'kuklalar' düzeyine düşürür. Sınıflar mücadelesinin bu saçma yorumunun bir başka varyantı, toplumsal sorunları salt soyutlamak yoluyla ulaşılan 'ideal plan'lar çerçevesinde çözmeye çalışan aydın yaklaşımıdır" (13 Temmuz 97, Emek)

Öykü hem komik hem de eğiticidir de: EMEP, öznelciliğe karşı Lenin'in mevzilerinde imiş gibi davr-anmaya her yazısında buna ilişkin binbir kanıt getirmeye çalışıyor. Fakat Leninizm onu ait olduğu yere doğru itiyor ve karşımıza EMEP'in polemiğin öteki tarafında olduğunu gösteren bir fotoğraf çıkıveriyor. Nasıl çıkmasın ki; öznel toplumbilimciler de Marks'ın her şeyi "Hegelci üçlülerle" açıkladığını iddia ediyorlardı! Onlara göre, "Geleceğe ilişkin olarak toplumun içkin yasaları salt diyalektiğe da-yandırılmış"tı. Daha açık bir ifadeyle örneğin mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi zorunluluğu, kap-italist toplumun nesnel gelişim yasalarından değil, diyalektik mantığın cilveli oyunlarından türüyordu!

Konuyu biraz daha genelleştirmek gerekiyor. Leninist öncü parti anlayışı, nesnel ve öznel etmen aras-ındaki ilişkinin devrimci kuruluşunun billurlaşmış ifadesidir. O, tam da bu nedenle kendi üstüne kapalı bir tarzda ele alınamaz. Leninist öncü parti devrimci sınıf mücadelesi zemininde ve her türden antim-arksist akımla mücadele içinde çelikleşen, olgunlaşan bir düşünce ve pratiğin ürünüdür. Tam da bu yüzden, komünist partiye ideolojik saldırı, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin komünist parti fikrine karşı kışkırtılması, burjuvazinin sınıf mücadelesinin devrimci gelişimini baltalamak için kullandığı en eski –ve kendi cephesinden de isabetli– yollardan biridir. Onlar bunu en kaba demagojilerden "ince" usullere dek birçok araca başvurarak yaparlar. "İnce" yöntemlerin yürütülmesi, her türden antimarksist akıma, özel olarak da Marksizm kisvesi altında faaliyet gösteren küçük burjuva siyaset erbabına düşer. Bunun örgütsüz işçi sınıfı tarafından alınabilir biçimi –herkese felsefe alanından yutturmacalar yapamazsınız; kitleler söz konusu olduğunda bunu oportünizmin günlük diline çevirmek zorundasınız– (arka planını burjuva propagandanın sürekli beslediği gözardı edilmeksizin) sosyalist harekete sözde işçi hareketi adına "kurtarıcılar" damgasının vurulmasıdır. Burada öz olarak öncü parti, öncü teori, öncü taktik ge-reksiz, geçersiz ilan edilir; kendiliğinden işçi hareketinin burjuva ideolojisini her gün yeniden üretme özelliği –dikkat edin, EMEP, Ne Yapmalı'yı tam da bu vurguyu ve öncü teorinin rolünü içerdiği içindir ki, anmaktan hiç hoşlanmaz!– "işçi sınıfının kendisine ait düşüncesi" olarak kutsanır ve yüceltilir. Bu dur-umda parti kitlelere komuta değil yardım etmeli; politika ve taktikler bizzat devrimci sınıf mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda örgütten kitlelere doğru değil, kitlelerin bilincini teorize ederek kitlelerden örg-üte doğru taşınmalıdır.

2. Enternasyonal partileri, öncü ile kitle arasındaki ilişkiyi stabilize eden ve iflasıyla da Bolşevik parti teorisi ve pratiğinin devrimci gelişimini alabildiğine ivmelendiren bu anlayışın zirvesini oluşturuyorlardı. Ancak biz EMEP'in hattının Leninist parti öğretisini ortaya koyduğundan fersah fersah zıt yönde olduğ-unu göstermek için 2. Enternasyonal partilerinin değil, tarihsel devrimci çıkışlarıyla bu gelenekten kopan, ama yalnızca belirli yönleriyle kopan Rosa Luxemburg'un parti anlayışını ele alacağız:

Rosa Luxemburg, bir yandan 2. Enternasyonal liderliğinin işçi hareketi karşısında tutucu, açıkça ger-iye çekici bir rol oynamasını, ama bir yandan da kendisinin de bizzat bu geleneğin içinde şekillenmes-

Page 95: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

inin bir sonucu olarak Bolşevikleri "sınıf çıkarının bilincine varmış bir proletaryayla birleşen Jakobenler" ("kurtarıcılar"ın bir başka versiyonu olarak kullanıyor) diye niteliyor ve onları şöyle eleştir-iyordu:

"Sosyal demokrasi proletaryanın örgütlenmesine katılmaz. Kendisi proletaryadır... İradesi Cenevre'den Liege'e, Tomsk'dan Irkutsk'a dek uzanan, her şeyden güçlü bir merkez komitesi yerine, yönetici rolü işçi sınıfının kolektif egosuna verilmelidir." (Rosa Luxemburg, s. 277)

O, 1905 kitle grevleri ortamında şunları yazıyordu:

"Eğilim yönetici organların... muhafazakar bir rol oynaması yönündedir... Almanya'da bir atalet ve parlamenter taktiklere aşırı vurgu görülüyorsa, bunun kaynağı çok az değil, çok fazla yönetim olmas-ıydı. Lenin'in formülünün benimsenmesi bu türden muhafazakar bir uyuşukluğu harekete geçirmekten çok, daha hareketsiz bırakacaktır. Çarlığa karşı vereceği kavgaların arefesinde henüz yeni yeni gelişm-ekte olan Rus Sosyal Demokrasisine böylesi bir deli gömleği giydirilmesi ne kadar kötü." (age, s. 277)

Rosa Luxemburg, dünya işçi hareketini yıkıma götüren çürümüş bir önderliğe karşı tam da EMEP'çiler karşı mevzilerden, taban tabana zıt devrimci kaygılarla yola çıkarken, parti-kitle ilişkisini kuruşta işte böylesi tarihsel bir yanılgıya düşüyor; Leninist parti öğretisi ile çelişiyordu. Rosa Luxemburg'un tanığı olduğu dönemdekinin aksine, zaten sınırlı bir gelişim içerisindeki işçi-emekçi kitle hareketinin paçalar-ına yapışarak onu devrimci bir önderlik ve konumlanıştan uzak tutmaya çalışan reformist bir pratik ile karşılaştırılmayacak devrimci bir erdemle yüklü Rosa Luxemburg'a haksızlık gibi gelebilecek bu yan yana getirmeyi bile bile yapıyoruz. Burada görülmesi gereken, Leninist öncü parti anlayışından her-hangi bir uzaklaşmanın, bu açıyı ne denli büyütebileceği ve işte bu yaptığımız gibi bir yanyana gelmeye ideolojik zemin yaratılabileceğidir. Kuşkusuz EMEP, bu açının teorisi ve pratiği ile bilinçli ve istikrarlı bir tarzda büyütülmüş bir örneğini oluşturuyor. O, bin kez çiğnenmiş yolda sarı bayrağını açıkça sallayarak yürüyor ve proletaryanın sınıf mücadelesindeki biricik öncü silahı olan parti fikrini onu bir su tabancasına çevirerek işlevsizleştirmeye soyunuyor.

EMEP, sosyal devrim partisi ve onun özsel nitelikleri ile karşıtlık oluşturan 2. Enternasyonal partilerinin yolundan nasıl ilerliyor? Bunu sergilemek için öncelikle bu partilerin devrim fikrini nasıl dışladıkları; nih-ai hedef perspektifi ile hareket eden sosyal devrim partisi yerine evrimci, barışçıl, ajitasyon-propagand-aya, barışçıl örgütlenme ve mücadele biçimlerine, dolayısıyla süreç olarak taktiklere ve "hareket her şey, nihai amaç hiçbir şeydir"e dayalı sosyal reform partisini nasıl geçirdiklerini ele almak gerekiyor.

2. Enternasyonal partileri, şekillenmeleri itibariyle sosyal devrimin örgütlenmesi, parti faaliyetinin özünün bu olması, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere sürekli bu fikrin taşınmasına kapalıydılar. Onlar kapital-izmin nispeten barışçıl geliştiği –gerçekte aynı zamanda emperyalizm ve proleter devrimler çağına evr-ilinmekte olan– kesitinde, sosyalizmin geniş kitlelere propagandası ortamında geliştiler ve bu yolla serpildiler. Ancak emperyalizmin bir olgu olarak ortaya çıktığı bu aşamada artık sosyal devrimler, kapit-alizmin yıkılması sosyalizmin kurulması dönemine girilirken, devrimci kitle mücadelelerinin ha-zırlanması, partinin buna göre örgütlenmesi gerektiğini görmezlikten geldiler; bu görevlere yanıt ver-emediler. Almanca konuşmayı iyi biliyorlardı; ama Fransızca konuşmayı sökemediler! Onlarda teori ile pratik arasındaki zincir kopmuş, nihai amaç ile günlük çalışma bağlantısı ortadan kalkmıştı. Bu, giderek, dayanılan teoriyi de devrimci Marksizm olmaktan çıkardı. Bağlantılı bir tarzda pratiği iyiden iyiye yozlaştırarak her ikisini de iflas ve dünya proletaryasına ihanet noktasına getirdi.

2. Enternasyonal'in faaliyeti, Kautsky'nin formüle ettiği, "yıpranma stratejisi" üzerine kurulmuştu. Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) bu stratejiye uygun olarak "uzun süreli barışçıl hazırlık evresi"ni savunuyordu. Bu, ajitasyon-propagandayı, sendikalar, kooperatifler, parlamento çalışması, belediyeler gibi yasal araçlara dayalı yaygın örgütlenmeyi esas almak; bütün bunları da barışçıl mücadeleyi güçl-endirecek tarzda değerlendirmek –partinin kendisi de yasaldı– anlamına geliyordu. Kautsky'ye göre, "hareketi yapay olarak zorlamaya" gerek yoktu:

"... devrim kendi kendini üreten bir şeydi... Devrimin zorunlu koşulları; varolan rejime güvenin yık-ılması, halkın çoğunluğunun kesinlikle rejime karşı olması, bu hoşnutsuzluğun meyvesini toplayıp sözcülüğünü yapmak, egemen rejimin yerine nüfusun etrafında toplanabileceği gözle görülür bir odak oluşturmak üzere muhalefette iyi örgütlenmiş bir partinin bulunmasıydı." (Rosa Luxemburg, s.379)

Page 96: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

2. Enternasyonal'i içten çürüten bu sağ hat, iflas sinyallerini açıkça ilk olarak 1905 Rus Devrimi'nin egemen mücadele biçimi kitle grevleri sorununun uluslararası işçi hareketinin gündemine girişi ile verdi. Alman SPD, "çoğunluğun sözcülüğünü yapma", kitlelerden kopmama anlayışının bir ürünü olarak bir yandan kendisine de "aşırı devrimci" gelen devrimci kitle eylemine Almanya'da yol verirse kitlelerden tecrit olacağı kuşkusunu ciddi ciddi yaşıyordu; öte yandan –ve aynı ölçüde– ise bunun Alman militarizmini tahrik edip partinin üzerine salacağı, varlığını tehlikeye atacağı korkusunu duyuyor-du. "Saldırı" bu partinin literatüründe yoktu! Alman Sosyal Demokratların kitle mücadelesinde günün en ileri biçimi olan, silahlı ayaklanmaya evrilen politik kitle grevine yaklaşımları, sadece öncü mücadele biçimlerine değil, sosyal devrime duydukları uzaklığı yansıtır. Nehir kabarmamalı, usul usul akarak ilerlemelidir onlara göre. Bu tür biçimler ise ancak –gerçekte asla gelmeyecek olan– "son aşamada", ya mevcut kazanımlara bir saldırı olduğunda veya "yıpratma stratejisinin" olanaklarının tamamen tük-endiği kendisini ortaya koyduğunda gündeme gelebilirdi. 1905 Jena Kongresi'nde Bebel, "Devrimci bir savunma hareketi olarak gördüğünden, kitle grevini ya genel oy hakkı ya da birlik (sendika –DP) koruma hakkına ... yönelik bir saldırıya karşı … öncelikle bir savunma hareketi olarak tavsiye ediyordu." (Rosa Luxemburg sf. 297)

Aynı yaklaşım Avusturya Sosyal Demokratları için de tipiktir. "Yavaş evrim"i savunan Avusturya Sosyal Demokratları, 1926'da işçi sınıfı hareketinin ancak "cumhuriyet rejiminde demokratik araçlarla kaz-anmış olduğu sivil politik ve toplumsal hakları korumak için 'savunucu şiddet'e başvurmak zorunda kal-abileceği koşullardan" söz ediyordu.

2. Enternasyonal'in işçi hareketinin öncü müfrezelerinin boynuna, bilincine taktığı bu ağır gelenek zinc-iri, emperyalist savaş sırasında ondan koparak oluşan Bolşevik bir parti, bir sosyal devrim partisi olarak örgütlenme çalışmasına girişen Almanya Komünist Partisi (KPD) vd.lerinin kırıp atamadığı bir ayak bağı oldu. Ancak bu bağlantıya gelmeden önce, Lenin'in sorunun özünü nasıl koyduğunu görmek gerekiyor:

Lenin, sosyal devrim örgütü olarak parti çalışmasını, Almanca konuşmakla Fransızca konuşmak aras-ındaki ilişkiyi şöyle tanımlıyordu:

"Parti örgütünü kurarken yalnızca patlamalar ve sokak çatışmalarına, ya da 'tek düze günlük çalışmanın ilerleyişine' güvenmek büyük hata olur. Biz her zaman günlük çalışmamızı yapmalıyız ve her zaman her şeye hazır olmalıyız, çünkü çok kez patlama dönemleri ile durgun dönemlerin birbirinin yerini ne zaman alacağını önceden kestirmek hemen hemen olanaksızdır. Bu değişimleri önceden gör-ebildiğimiz durumlarda da bu öngörüden örgütümüzü yeniden kurmak için yararlanmalıyız: Çünkü otokratik bir ülkede böyle değişiklikler şaşılacak bir hızla meydana gelir... Ve devrimin kendisi de ... tek bir hareket olarak değil, az çok güçlü patlamalar döneminin az çok mutlak durgunluktaki döneml-erinin dizi halinde birbirinin yerini alması olarak düşünülmelidir. Bundan ötürü, parti örgütümüzün eyleminin başlıca içeriği, bu eylemin yoğunlaşma noktası, en güçlü patlama dönemlerinde olduğu gibi en durgun dönemde de olanaklı ve kesin olarak gerekli çalışma olmalıdır..." (Ne Yapmalı, sf. 187-189)

Lenin, birçok eserinde "bir ayaklanma anı için en uygun anı seçme yeteneği"nden, bir ayaklanmanın iradi olarak hazırlanmasından söz eder. Parti faaliyetinin içeriği ve biçimi, parti yaşamı, öncü teori ve taktikler, her evrede çimentoyu oluşturan sosyal devrimi örgütleme gücünü yaratma ile ilişkilendirilmiştir. Lenin, "plan olarak taktikler"in önemini vurgular –Stalin'in sözleriyle "Leninizm prol-etarya devriminin teorisi ve taktiğidir"– ve tam da bu nedenle EMEP'in saldırdığı türden "ideal planlar" peşinde koşar. 2. Enternasyonal'in kirli soyağacında yer alan bütün antimarksist akımların Leninizmi "aşırı iradeci" bulmaları bundan kaynaklanır. Ekonomizm; örneğin, EMEP'in hevesle altına imza attığı gibi devrimci sosyal demokratın görevini "yalnızca kendi bilinçli çalışmasıyla nesnel gelişmeyi hızland-ırmak" olarak tanımlarken, Lenin onları şöyle yanıtlar:

"Öznel planlar hazırlayan bir kimse, nasıl olur da nesnel gelişmeyi 'küçümseyebilir'? Bu, ancak nesnel gelişmenin bazı sınıfları, katmanları, grupları, bazı ulusları ya da ulus gruplarını vb. yarattığını ya da güçlendirdiğini, yıktığını ya da zayıf düşürdüğünü ve böylelikle nesnel gelişmenin güçler arasında belirli bir siyasal mevzilenmeyi ya da devrimci partiler tarafından takınılan tutumu vb. belirlediği gerçeğini gözden kaçırmakla olabilir. Eğer planları hazırlayan bunu yaptıysa onun suçu kendiliğinden unsuru küçümsemek olmayacak, tersine bilinçli unsuru küçümsemek olacaktır; çünkü o zaman plan hazırlayıcının nesnel gelişmeyi anlamada gerekli "bilinçten" yoksun olduğunu göstermiş olacaktır." (Ne Yapmalı sf. 58)

Page 97: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Pekala, EMEP açısından durum nedir? EMEP'in nesnel ve öznel etmen arasındaki ilişkiyi sosyal devrim fikri ve pratiğini lafzen de tasfiye edici tarzda, antimarksist açıdan kurduğunu gördük. O halde onun programı, örgütlenmesi, taktikleri de bu temel üzerinden yükseltilecektir ve yükseliyor da. Bizzat parti olarak EMEP'in varlık bulması, devrimci demokrasi saflarından programatik, örgütsel ve taktik kopuşunun ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Bunun güncel ifadelendirilmesini EMEP'in 1. Kongresi'nde buluyoruz. EMEP, 1. Kongresi'nde çalışmasının temelini açıkça "ajitasyon ve teşhir" faaliyeti olarak belirliyor. "Sermayenin platformunun durmak bilmez bir eleştirisi"ni –kuşkusuz reformcu bir eleştiri– gö-rev olarak koyuyor. Sendikal içerikli, barışçıl "günlük çalışma"sını ve günlük gazeteyi her şeyin temeline yerleştiriyor. Şimdi 2. Enternasyonal'in ilkesini hatırlayabiliriz: "İnceleme, propaganda, örg-ütlenme"! Ele aldığımız icazetli kulüp, kendisine bunu düstur ediniyor...

Burada EMEP'in sosyal reformcu hatta yürüyüşünün temel bir yönünü oluşturan yasalcı örgütlenme anlayışına özel bir vurgu zorunludur. Bilindiği gibi EMEP'e "hayat veren" önceli, tasfiyecilik yolunda özgül bir yol izledi. Başlangıçta ancak oportünizme karşı duyargaları güçlü Marksist-Leninistler taraf-ından teşhis edilen, tasfiyeci batağa doğru bu gidiş, yasal olanaklardan –bu arada bunun muhtemel bir biçimi olarak da yasal partiden– yararlanma demogojisi ile yapıldı. Gerçekte elbette ki kafalarda bilet çoktan kesilmişti. Bu açıdan onun "ideal bir plan"la hareket ettiğini söyleyebiliriz. Daha sonra sıra ülk-emizdeki komünist, devrimci demokrat örgütlere sol sekterlik, sol tasfiyecilik, "kurtarıcılık" iddiası vb. saldırılarla birlikte özde yeraltı devrimciler örgütü fikri ve pratiğine vuruşlar indirmeye geldi. 94'le birlikte oyun nispeten daha açık oynanmaya başlandı; kitle mücadelesinin gelinen evresinde ortaya çıkan öncü işçi-emekçi birikimini örgütlemek ve harekete geçirmek için bir yasal partinin zorunluluğu ilan edildi. Ancak daha "sadede" gelinmemişti. Yasadışı örgütlenmenin varlığını koruyacağı, bunun bir temel oluşturacağı, geleneğin terkedilmediği işleniyor; EMEP'i oluşturacak parti güçlerinin tam bir kıv-ama getirilmesi biçimindeki gerçekten de zorunlu olan bu farklılaşmanın –yasadışılık taşıması gittikçe yük oluşturan bir kabuktu!– tasfiyeci anlamının kavranıp devrimci bir kopuş yaratmaması için "Mark-sizm" referans gösteriliyor; taktik esneklik vurgusu ÖD sayfalarını dolduruyordu. Esnekliğin ancak Bolşevik ilkelilikle birlikte devrimci bir anlam taşıyabileceği, aksinin belkemiksiz bir oportünizm anlam-ına geldiği sözkonusu bile edilmiyordu elbette! EP'in kuruluşu ile birlikte frenler patladı. Artık yeraltı devrimciler örgütü fikrine açık saldırılar yöneltilebilirdi. Tıpkı ekonomistlerin Bolşevikleri Narodniklere benzeterek onların ideolojik, politik ve fiziki sonlarını ima ettiği gibi EMEP de devrimci yeraltına Aydınlık ağzıyla pervasızca saldırıyor ve onları "sol kör terör örgütleri" olarak karalayarak işçi-emekçi kitle hareketinden dışlamaya çalışıyor, devrimin mevzilerini savunmak, değerlerini korumak, yolunu açmak için can bedeli yaratılıp korunan devrimci değerleri, emeği alaya almak, özellikle kitle mücadel-esinin evrelerinde –1 Mayıs'lar gibi– daha da yoğunlaşmış halde olmak üzere, ÖD ve günlük "işçi bas-ını" Emek'in tipik özelliğidir. Özellikle gençliğin devrimci enerjisinin komünist ve devrimci yeraltı örgütl-erinin kanallarına akması gibi olgular karşısında EMEP açıkça polis ağzıyla konuşmaktan çekinmiyor; devrimci örgütlerin gençliğin devrimci coşku ve heyecanını "kullandığını" söyleyerek burjuva propag-andayla açıkça birleşiyor. Devrimci eylemler, kitle mücadelesinin –barikatlar gibi– öncü biçimleri, ama özellikle de silahlı eylemler sözkonusu olduğunda 2. Enternasyonalci atalarına layık bir tarzda bunlar üzerine "provokasyon" gölgesinin düşürülmesi gibi yöntemlere sıkça başvurduğu, işçi-emekçi kitle har-eketi nezdinde devrim güçlerini itibarsızlaştırmaya çalışması da, yine EMEP'in karakteristik bir özelliğ-idir.

Bu bağlamdaki örnekler daha da çoğaltılabilir. Fakat EMEP'in devrimci güçlere yönelttiği "marjinal sol" saldırısının altında bir sosyal reformcunun devrimci ve radikal olan her şeye düşmanlaşması sırıtıyor. Bu ise kendi başına bir şey olmayıp, asıl olarak faşist diktatörlük koşulları altında yasalcı örgütlenmenin yalnızca devrim itfaiyeciliği anlamına gelmesinden kaynağını alıyor. Devrimci proletarya, en demokratik burjuva cumhuriyetinde dahi yasal olanakların, yasal örgütlenme kolaylıklar-ının cazibesine kapılmaz ve kendisine kapitalizmi yıkacak politik, örgütsel, askeri temeli yeraltında ve faaliyetinin bütününde yaratmaya çalışır. Bu, EMEP'in göstermeye çalıştığı gibi illegalitenin bir fetiş, kendi başına bir amaç olarak ele alınmasından değil, sosyal devrim programının kendisinden doğar. Özel olarak faşist diktatörlük koşulları ise bu zorunluluğu kat be kat artırır. Burjuvaziye karşı mücadele genel bir sorun olarak ele alınamaz. Devrimci proletarya burjuva devletin özel siyasal biçimlenişi ile ilg-ilenmek ve programını gerçekleştirebilmek için komünist partinin varlığını güvenceye almak zorun-dadır. Açık terörcü diktatörlük koşulları, en başta komünist partinin örgütlenmesini, faaliyetinin devrimci içeriğini ve sürekliliğini teminat altına alabilmesi açısından ayırdedici çizgileri ile ele alınmak zorundadır. Yoğunlaşmış, dönem dönem askeri ya da yarı askeri biçimlere bürünebilen kudurgan bir gericilik, bırakalım, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri iktidar mücadelesinde ilerletebilmeyi, partinin varlığını sürdürmesi açısından dahi özgül bir donanımı gerektirir. Bunun asgari niteliklerine sahip olmayan bır-akalım bir komünist partiyi, rejimi bütünsel bir tehdit altına sokma potansiyelinden yoksun küçük bir

Page 98: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

antifaşist çevre bile faşizmin pençeleri arasında ezilip unufak edilmeye mahkumdur. Aynı zamanda faşist diktatörlük rejimi, faşizme karşı mücadeLenin stratejik olduğu kadar güncel bir görev olarak kavranıp yürütülmesi gerektiği anlamına gelir. Antifaşist mücadeLenin başlı başına zorlu bu güncel gereklerini omuzlamayan bir parti, bizzat hasım olduğunu varsaydığı faşist rejim tarafından dahi bir sosyal reform gücü olarak tanımlanmakta gecikmeyecektir. EMEP'in karşı karşıya kaldığı durum da budur.

EMEP'in faşizme karşı "mücadelesi", bir iktidar mücadelesi değil; kendi ifadesiyle –ve doğru olarak– bir "ajitasyon ve teşhir" faaliyetidir. O halde onu kavramak çok kolay olmalıdır: Bununla sınırlı bir faaliyet, en fazla parlamenter reformcu rüyalarında "aşırılığa" kaçabilir. Ve bilinir ki burjuvazi, hele hele yasadışıIığı terkederek görülmeye başlayan bu tür rüyalara en fazla şükran duyacak; siyasal toplumsal koşullara bağlı olarak da ona rüyasını başkalarına da anlatması için yer bile gösterecektir! İşte bu yere şimdi EMEP diyorlar...

Bir sıçrama yapıp öncü taktikle bağlantılı bir tarzda ajitasyon-propagandanın kapsamının daraltılmas-ına geçelim. EMEP'e göre dünyada bir "işçilerin gündemi" vardır; bir de "kurtarıcıların gündemi". EMEP'in gündemi de işçilerin gündemidir. İşçi hareketi eğer ilerlemek istiyorsa "kurtarıcıların gündem-ini" reddetmek zorundadır; çünkü o hemen her seferinde işçi hareketini yolundan saptırmak isteyen sermayenin gündemine hizmet etmekle malûldür. "İşçilerin gündemi", mezarda emeklilik, SSK, ekmek zamları, TİS'ler, özelleştirme, sendikasızlaştırma, esnek üretim vb.'dir. "Kurtarıcılar" ise bunu dikkate almayan, işçi hareketini onun gündeminden kopuk bir tarzda zorla politize etmeye çalışan bir ajitasyon-propaganda, örgütlenme ve eylem çizgisi izlemektedirler. Öte yandan sermaye de çeşitli biç-imlerde işçi gündemini silme, kendi gündemini dayatarak işçi sınıfının mücadelesini boşa çıkartma peşindedir. Bunun için örneğin 1 Mayıs gösterisine saldırır, cezaevlerine saldırır, Susurluk skandalından bir rejim tartışması açar, vb. "Kurtarıcı" kılığında işçi hareketini tasfiye ile meşgul sol gruplar da bu gündemlerin izleyicisi, uygulayıcısı ve tabii kurbanı olurlar. Bununla da kalmayıp sermay-enin gündemini işçi hareketine taşımaya çalışırlar. İşçiler için "siyaset" "elbette ki" gereklidir; ama zaten anılan "işçi gündemi"nin kendisi odur. Peki, dolaysız siyasal olanla ilişki nasıl kurulacaktır? Basit: Parti, "İktisadi mücadeLenin kaçınılmaz kıldığı polis zorbalığına karşı ajitasyonla siyasal ajitasyonu birleştirir, iktisadi mücadeleden siyasal ajitasyon için yararlanır, yığınların ekonomik kurtuluşunun siy-asal bir devrimle mümkün olabileceğini anlamalarına yardımcı olur." (30 Ekim 1996 Evrensel)

Bu ekonomizm klasiği, Evrensel gazetesinin sürekli başyazısı, gerçekte tüm parti faaliyetinin sürekli ekonomizmi ve sağ oportünizmi gösteren pusulasıdır. Ne tatlı tesadüftür ki, Rus ekonomistleri de siy-asal ajitasyona ancak "iktisadi mücadeLenin deneyiminden hareket edilerek girişilebilir ve girişilmelidir" görüşündeydiler. Önce ekonomik mücadele, buna bağlı olarak ve bunun elverdiği zemin üzerinden siyasal mücadele –kısacası oportünist "aşamalı bilinçlendirme" teorisi bu anlayışa dayanıy-ordu. EMEP de aynısını yapıyor. O, işçilerin bildiğini de unutturmaya çalışarak –sanki işçiler bu ülkede yaşamıyorlar!– uyguluyor, "aşamalı bilinçlendirme teorisi"ni.

Türkiye'de Kürdistan'da –ya da başka bir ülkede– polis zorbalığı mutlaka yalnızca ekonomik-sendikal mücadeLenin gereklerinden dolayı mı "kaçınılmazlaşıyor"? Kitlelerin yaşamında sanal bir özgürlük bile hissedilmezken, dört yandan kuşatılmışlarken, onlara sadece ekonomik-sendikal mücadeleye atıldıkları için faşist zorbalıkla karşılaştıklarını söylemek, gözlerinin içine baka baka yalan söylemektir! Köylerden zorla sürülen milyonlarca Kürt köylüsü, ki faşist rejimin zorbalığı ile en fazla karşılaşan onl-ardır, "sendikal mücadele" içinde miydi; yoksa ulusal özlemleri uğruna mücadele gibi saf bir siyasal tal-ebin mi peşindeydiler? Tutsak aileleri, kayıp anaları sendikal mücadele mi veriyorlar? Emekçi semtlerindeki polis terörü buralardaki emekçilerin anti-faşist uyanışlarından değil de "sendikal harek-etlenmesinden" mi gündeme geliyor? Türkiye'de bu boyutta bir zorbalığı kendi başına gerektirecek yoğunluk, şiddet ve yaygınlıkta bir ekonomik mücadele var mı? EMEP, işçilerin ekonomik-sendikal mücadelede karşılaştıkları (ve bu mücadeLenin yükselmesiyle gerçekten daha da üst boyuta evrilecek olan) resmi-sivil faşist terörü, bunun nedenlerini ve kaynaklarını, faşizmin bir bütün olarak emekçi kitle hareketine yönelmiş bir aygıt olduğunu gizlemekle yetinmiyor. Zorbalığın en koyu biçimlerini sözkonusu bile etmeyerek faşizme karşı duyulan –hangi boyutta olursa olsun– öfkeyi yumuşatmaya çalışıyor. Proletaryanın kuşkusuz bilinç ve örgütlülük düzeyinin geriliği, faşist terörün yoğunluğu gibi nedenlerle kendi dışındaki emekçi sınıf ve tabakaların, Kürt halkının mücadelelerine ve sorunlarına uzak durma veya duyarlılığını fiilen göstermeme tutumunu bir erdem gibi savunarak onun öncülük pot-ansiyellerini köreltmeye girişiyor. Proleter sınıf bilincini tıpkı atası Bernstein gibi "dar ve ke-simsel bir çıkar" düzeyine düşürerek sınıf hareketini soysuzlaştırmaya soyunuyor. Lenin'in Ne Yapmalı'da eko-nomistlere verdiği tarihsel yanıt, EMEP için de geçerlidir:

Page 99: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

"Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz... Kim, işçi sınıfına dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi sosyal-demokrat değildir, çünkü kendini iyi tanıyabilmesi için işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilg-isi, yalnızca teorik bilgisi değil... hatta daha doğru olarak ifade edelim, teorik olmaktan çok, siyasal yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerekir. Bu nedenle yığınları siyasal harekete çekmek için en geniş uygulanabilirliğe sahip araç olarak ekonomistlerimizin vaaz ettikleri iktisadi savaşım kavramı, pratik sonuçları bakımından çok zararlı ve gericidir." (Ne Yapmalı sf. 79-80)

Lenin'in koyduğunun aksine, EMEP'in yaptığı ve işçilerden de geliştirmelerini istediği, işyeri-fabrika koşullarının teşhirinin ötesine geçmiyor. Emek gazetesinin 3. sayfasında ne varsa,2 EMEP'in ufku da parti faaliyeti de işçilere taşıdığı da "işçi gündemi" saydığı şey de ondan ibarettir. Lenin, Proudhon ve Weitling'leri olumlu örnek göstererek, işçilerin kendilerini "işçi yazınının" –EMEP'in anladığı tarzda bir "işçiyazınının"– sınırlarına hapsetmemeleri, ama daha çok da ekonomistlerin yaptığı gibi "hapsedilm-emeleri" gerektiği konusunda uyarır. Lenin'in sosyal demokratlara ve işçilere önerdiği yol ile EMEP'inki arasındaki uçurum, gözle görülür açıklıktadır.

Ajitasyon-propagandanın ekonomik-sendikal mücadele ile daraltılıp bu mücadeLenin bilinen barışçıl biçimlere hapsedilmesi, basit siyasal sezgilerle de kavranabileceği gibi, "masum" bir hata değil ekon-omizmin dik alâsıdır. Ama aynı zamanda o, gerçekte faşist rejimin şiddetinden, hışmından korunmanın da bilinçli bir aracıdır. EMEP'in devrimci olmak bir yana uzun süre politik çizgilere bile bürünmemiş bir ajitasyon yürütmesi, başlangıçta şaşkınlıkla karşılandı. Oysa o, bunun için çok yönlü bir temele sahipti. EMEP'in bir kitle eylemini rejimle çatışma çizgisinde, bu rotada yürüttüğü, örgütlenmeye giriştiği gör-ülmüş şey midir? Bu beklenmez, sonuçları denenmiş, sınanmış, 12 Eylül'de dersi alınmıştır! Özellikle rejimin karakterine ve onun içinde orduya ilişkin ajitasyon, EMEP tarafından günlük ajitasyon, ancak çizmenin aşılmayacağı ön garantisinin de genel politik hattı ile verildikten sonra, liberal reformculuğa alan açıldığında ve elbette ki olabilecek en reformist içerikle ortaya atılmıştır.

Ajitasyon-propagandanın sınırlandırılmasının bu konuya ilişkin en bayağı örneklerinden biri yine 2. Enternasyonal hainlerinin pratiğinde buluruz. Çarpıcı bir buluşma olduğundan anılmalıdır. Alman SPD militarizm sorununu gündeme getirmekten kaçardı. O, siyasal-toplumsal yaşamda kitlelerin şekillenm-esindeki yeri de dahil olmak üzere özgül bir konumu olan militarizm ve burjuva ordunun teşhirinden özenle uzak duruyordu. Alman emperyalizminin yükseldiği ve emperyalist paylaşım savaşının taşlarının döşendiği yıllarda SPD, 2. Enternasyonal kongrelerinde bu konunun gündeme alınmasına dahi muhalif tutum takınıyordu. Emperyalist savaş öncesinde partinin orduya ilişkin politikası, ajitasy-onu, "acemi askerler için daha iyi koşullar" gibi taleplerin öne sürülmesi ile sınırlıydı. 1911-1912'de ulusal liberallerle yapacağı seçim ittifakını garantiye almak için SPD, "okullarda askerlik öncesi eğitim" gibi öneriler getiriyordu. 1907'de partinin "ulusal savunma ve ordu" konularındaki sözcülüğüne, sonradan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'in katledilmesinden birinci dereceden sorumlu olacak olan Noske getirilmişti!

Şimdi de yine belirleyici bir sorun olan parti ile volan kayışları ve partisiz kitle örgütleri, özel olarak da sendikalar arasındaki ilişkiler sorununa geçelim. Parti ile sendikalar arasındaki ilişkide, sendikaların örgütsel bağımsızlıkları korunurken bunların birer volan kayışı, sosyal devrim kaldıraçları olarak işlevl-endirilmesi yaklaşımı, EMEP'te tersten kuruludur. EMEP, sendikalist, reformcu politik hattından dolayı sendika bürokrasisinin sözcüsü gibi davranıyor. Ara kademe hatta büyük boy sendika ağalarının çizgi ve politikalarının politik planda işçilere onaylatılmasında onların çevresel bir gücü gibi hareket ediyor! Sendikaların burjuva ajanlarının elinde olması ve işçi hareketinin geri düzeyi de EMEP'in re-formculuğun batağına daha da batmasında kendi cephesinden özel bir rol oynuyor.

Burada yüzümüzü yeniden 2. Enternasyonalcilere dönmek, parti-sendikalar ilişkisinin bu tarz yozlaştır-masının en yıkıcı örnek ve sonuçlarına başvurmak zorundayız. Bilindiği gibi, 2. Enternasyonal partil-eri, başta Alman SPD olmak üzere sendikalar, kooperatifler, belediyeler, parlamento grupları gibi, kitl-esel olarak da güçlü birçok yasal kuruma dayanıyorlardı. Ancak bu partilerin ve paralel bir biçimde 2 Fabrika ve işyerlerindeki sömürü koşullarının teşhiri, ama daha genel bir tanım ve içeriği ile ekonomik ajitasyon, işçi basınının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Ekonomik taleplerin geniş kesimlerini harekete geçirici işlevi, özel olarak içerisinde bulunduğu koşullarda burjvazinin saldırısına karşı bunların sınıfın genel talepleri olarak kazandığı önem, devrimci bir sınıf bakış açısı ile formüle edilerek siyasal savaşıma bağlanmasının yakıcılığının yanı sıra, sınıf dayanışmasını geliştirmedeki eğitici etkisi... bütün açılardan yaklaşıl-malıdır. EMEP'i ve Emek gazetesini işyeri ve fabrika teşhirlerine yer verdiği için değil, sınıfın ufkunu sendikalist bir kafayla bunlarla sınırladığı için eleştiriyoruz.

Page 100: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

sendika vd. kurumların politik-örgütsel çürümesi, bunların her iki cepheden de kitleleri yozlaştırma araçları olarak işlemesini getirdi. Tıpkı parti gibi sendikalarda da kurumlaşma, sosyal devrimci değil bürokratik reformcu bir aygıta dönüştü. Milyonlarca oy alabilen, 80'den fazla milletvekili çıkaran parti nasıl bir hantal yapı olarak örgütlü ise, güçlü sendikalar da işçilerin devrimci sendikal eylemini engell-eme aracına dönüştüler. Sendikalar grevden kaçar oldular! 1905 Ocak'ında maden işkolundaki sendika yöneticileri Ruhr'da bölgesel bir grevi engellemeyi başardılar. Aynı yıl yapılan sendikalar kongresinde, "Kitle grevlerinden söz etmeyelim artık... Genel grev saçmalıktır" deniliyor; madencilerin "lideri", Rus devriminin ruhunu ve derslerini, siyasal kitle grevini Almanya'ya taşımak isteyen devrimci işçi önderlerine "Rusya'ya gitmelerini" tavsiye ediyor; onları "aşırı devrimci coşkuya kapılmakla" suçlu-yordu. Sonuçta "çözüm" bulundu: 1906'da parti, "sendikacıların onayını almadan sendikalara herhangi bir politik çizgiyi zorla kabul ettirme hakkından" vazgeçti; sendikalara sendikal alanda "özerklik" tanındı. Gerçekte bu olgunlaşmış olanın resmi ifadesiydi; çok geçmeden ortaya çıkacaktır ki, parti çizgisinin de sendikalara taşımayı düşünebileceği devrimci bir çizgisi yoktu. Sendikaların gerici hattından farksızlaşmıştı.

EMEP'e ilişkin hangi konuyu ele alsak, karşımıza 2. Enternasyonal'in bildik çizgileri oldukça saf haliyle çıkıyor. Ancak EMEP'te özgül olanı kaçırmamak da gerekiyor. Çünkü o, 2. Enternasyonalcilikle olan bu rafine ve dolaysız ilişkisini örtebilmek için Marksizmin lafını, onun tarihsel biçimlenişinin bir kesitini özel olarak kullanmaya çalışıyor. O halde, bize düşen, EMEP'in yüzünün daha iyi görülebilmesi için bu ince örtüyü de kaldırmaktan başka bir şey değildir. Bu örtü, 3. Enternasyonal döneminin devr-imci politikalarının bilinçli olarak sağa doğru bükülmüş yorumundan imal edilmiştir.

Şimdi EMEP'in komünizmin dünya partisi Komintern politikaları ile kendi sosyal reformcu çizgisini nasıl iliş-kilendirerek kafa bulandırmaya çalıştığını görmeliyiz. Özel olarak buna neden ihtiyaç duyuld-uğu düşünülebilir. Birincisi, ta yazının başında da söylediğimiz gibi sorun salt EMEP değildir; o, kendi başına da önem taşıyan, ama bir figür olarak ele alınıyor, içinde bulunulan dönemde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin örgütlenmesi ve sosyalizmin ufku ile karşı harekete geçirilmesinde yeni ve zor olanı başarma görevi ile karşı karşıyayız. Bu bir yandan dar bir örgütlenme geleneğinin kısıtlayıcılıklarına karşı mücadele ederken, öte yandan sağ tasfiyeciIiğin görünürdeki en kaba biçimleri ile yetinmeyip köklerini kurutma yönündeki savaşı her zaman önde tutmayı gerektiriyor. Özel olarak yeni sağ tasfiyeci dalgaya karşı taktik plandaki mücadele bizzat sınıf ve kitleler zemininde kesinlikle daha fazla önem kazanmıştır. Komünist sağlamlığı devrimci sınıf tavrı alarak işçi sınıfı ve emekçilere benimsetmek, reformizm kanalından düzene akışı durdurmak, bu yolla mümkündür. Bu yazınımızda sağlamlıkla esnekliğin Bolşevik bileşimini yaratmak olarak formüle edildi. İşte, tarihin gördüğü –ve işçi sınıfının da öncü partileri ile birlikte varolduğu– en şiddetli kriz ortamında şekillenen Komintern politikalarının bu bileşimi yakalayan devrimci özünün kavranması, tam da bu nedenle dünya komünist hareketinin tarih-ine ilişkin tartışmaların çok ötesinde bir önem kazandı. Dolayısıyla EMEP'in 3. Enternasyonale ilişkin demagojik öykünmesini boşa çıkartmak, salt onun teşhiri ile sınırlı olmayan bir anlam taşıyor.

İkinci olarak ise, EMEP'in nispeten diri güçleri nezdinde onun maskesini düşürme ve varolan enerjiye doğru kanallar açma görevimiz geliyor. Bu komünist sorumlulukla hareket ediyoruz ve edeceğiz.

Burada uzun uzadıya ve her boyutuyla Komintern politikaları ve bunların uygulanışına girmeyecek; konumuzla ilintili temel noktalar üzerinde duracağız.

3. Enternasyonal (Komintern), bilindiği gibi hain 2. Enternasyonal oportünizminin iflasının ardından 1919'da Bolşevik Partinin inisiyatifiyle RKP (B) ve Avrupa'daki çeşitli 2. Enternasyonal partilerinden kopan devrimci grup ve partiler tarafından kuruldu. Komintern'in faaliyetinin başlangıcında iki temel gündemi vardı. Birincisi, üye partilerin birer sosyal devrim örgütü olarak şekillenmesi, Bolşevikleşmesi, 2. Enternasyonalcilikle ideolojik, siyasal, örgütsel bağların kökten kopartılıp atılması idi. İkincisi ise, 2. Enternasyonal oportünizmine tepki olarak gelişen sol sekterizmle mücadele idi. Komintern, bunu "Kitl-elere!" sloganı ile ifade ediyor ve işçi sınıfının içinde etkin bir güç olarak varolmayan, sınıfın devrimci dönüşümü için zor ve zahmetli günlük çalışmaya uzak duran dar sekter yapıların aşılmasını, üye partil-erin birer sosyal devrim partisi niteliği kazanması için kesinkes zorunlu görüyordu. Gerçekte bu mü-cadelenin başarıya ulaştırılmasının her iki açıdan da ciddi handikapları vardı. Üye partiler, 2. Entern-asyonal'e tepkinin örgütlenmesi olmakla birlikte bu geleneğin ve içinde şekillendikleri koşulların bütün izlerini üzerlerinde taşıyorlardı. Hemen hiçbirinin bir yeraltı temeli yoktu; devrimci kitle mücadelelerinin ve örgüt biçimlerinin birikimlerine ama asıl olarak onları geliştirme perspektifine yeterince sahip değill-erdi. Üye yapısı açısından köklü bir temizlik zorunluydu. Öte yandan 2. Enternasyonalce oportünist bir tarzda kullanılmış bulunan sendikalar, parlamento grubu gibi yasal araç ve olanaklara bunların ömrünü

Page 101: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

doldurduğu ya da kirlendikleri –gerici sendikaların varlığı– sırtlarını dönüyorlar, özellikle sınıfın geniş kesimlerinin örgütlü bulunduğu gerici sendikalarda çalışmaya direniyorlar, köylülük, ulusal sorun gibi konulardan uzak duruyorlardı, keza kriz koşullarında işçi sınıfına sermaye ile doğrudan cepheleşme olanağı veren ekonomik-sendikal mücadele alanına dudak büküyorlardı. Devrimci taktik üretme gücü zayıftı. Bunlar kendisini siyasal tahlillerde –özellikle kapitalizmin gelişimi, buna bağlı olarak faşizmin giderek ivmelenen yükselişi gibi– ve buna uygun olarak proletaryanın öncü kuvvetlerinin mevzilendir-ilmesine yaklaşımda sağlı "sollu" tutumlar biçiminde ortaya koyuyordu. Komintern Yürütme Komitesi –komünist partilerin en seçkin önderlerinden oluşuyordu– bir bütün olarak Komintern'in ve tek tek partilerin faaliyetini, ortaya koyduğu politikalar temelinde ele alıyor ve verilen taktik kararları yaşama geçirmek için aynı zamanda üye partiler içerisinde ve arasında şiddetli mücadelelerle yürütülen bir denetim uyguluyordu.

Komintern'in ilk yıllarında 2. Enternasyonalci ve orta yolcu unsurların tasfiyesinden sonra bir süre sol sekterizme karşı mücadele edilmesi zorunluydu. Bu "Kitlelere!" sloganının ve direktifinin yaşama geçmesi ile bağlantılıdır. Burada belli bir yönelim sağlandıkça, Komintern partileri kitlelerin daha geniş kesimleri ile yüzyüze geldiler ve daha önce de geri planda olmamakla birlikte asıl olarak reformizme karşı mücadeLenin zaferi, sınıf mücadelesinin kaderi açısından belirleyici hale geldi. Çünkü özellikle kısa bir stabilizasyon sürecinden sonra, '20'li yılların sonlarına doğru kapitalizmin krizi çöküntü halinde ortaya çıkmış; bu, işçi ve emekçiler içerisinde radikal eğilimleri kızıştırıcı bir rol oynamaya başlamıştı. Komintern üye partileri saflarına özellikle sosyal demokrat partilerden bir akış yaşanıyordu. Ancak bu tek yönlü bir akış değildi; özellikle işsizlik ve onun yarattığı etkileri kullanmaya, terörün yanı sıra dem-agojik etkisini de artırmaya yönelen faşist hareket, sınıfın dışına itilen unsurlar başta olmak üzere kitl-eselleşiyor ve örgütlü bir hal alıyordu. Devrim olanağını büyütmek, reformizmin etkisini kitleler içeris-inde kırmaktan, onları sendikalar başta olmak üzere yığınlardan tecrit etmek için sistematik bir faaliyet yürütmekten ve militan bir sınıf hareketi geliştirmekten geçiyordu. Kuşkusuz burada sosyal demokrat parti ve sendikaların tabanındaki işçi ve emekçileri de düşman hanesine yazmayan ve onları sabırla dönüştürmeyi hedefleyen bir çaba zorunluydu. Komintern, "kitlelerin çoğunluğunu kazanma" politikas-ını belirlemişti ve buna uygun taktik esneklikleri de çeşitli biçimlerde gösteriyordu.

Burada durup EMEP'e bir bakalım. EMEP, daha ilk adımda Komintern üyesi partiler için getirilen Bolş-evikleşme ölçütlerinin hiçbirine uymaması ve bunların adını dahi anmaması ile baştan ayrı bir yolda olduğunu ortaya koyuyor. O, Türkiye'de sağ tasfiyecilik ve reformizmle mücadelede başarı kazanıldığ-ını, şimdi esas olanın sol tasfiyecilikle mücadele olduğunu söylüyor. Biçim olarak dahi Komintern'in çizgi ve ruhuyla tam ters bir gidişle karşı karşıyayız yine. Ancak ondan bindiği dalı kesmesini beklemek elbette ki mümkün değil! Reformist hattını ortaya koyduğumuz ve sözde "sınıf mücadelesinde tasfiye edici bir rol oynayan kör terör grupları" adını verdiği komünist ve radikal devrimci örgütlerle temel farkl-ılaşmasını sergilediğimiz için, okuyucunun bunu yakalaması çok kolay olacaktır. Bu durumda olsa ol-sa, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri içerisinde devrimci çalışmanın etkisi, derinlik ve kapsamının zayıflığ-ından dolayı ilk elde doğru bir hedef gibi gözükebilecek "Kitlelere!" sloganının kullanımı aldatıcı olabilir. Burada da EMEP, sloganın içeriğini, kitlelerin geri kesimlerine ve onları da uyuşturacak tarzda sendik-alist reformcu bir içerikle, "kitleleşmekle" doldurmaktadır. Evet, kitlelere! İşçi sınıfına! Ama sınıfı ve emekçileri reformizmin kucağına atan politikalarla değil... İşçilerin günlük talepleri ile birleşmek, buna kayıtsızlığı yarmak ve krizin derinliğinden ötürü daha fazla önem kazanan bu yoldan da sermayeye karşı şiddetli mücadeleler örgütleyebilmek; ama işçilere lapa taşımak değil!

Komintern, işçi sınıfının ekonomik talep ve mücadelelerine verdiği önem ile –ve bu açıdan kazanılan çeşitli ülkelerde başarılarla– bilinir. O, bunu 12. Plenum'unda şöyle ifade ediyordu:

"Proletaryanın ekonomik mücadelesi gittikçe daha devrimci bir karaktere bürünmektedir ve siyasi eyl-emlerin çeşitli unsurları ve biçimleri gittikçe daha sık birleşerek şimdiki aşamada ve kapitalist ülkelerin büyük çoğunluğunda gelecek büyük devrimci mücadelelere çekilmesi için kavranacak halk-ayı oluşturmaktadır."

Yine Komintern Yürütme Komitesi'nin 1. Genişletilmiş Plenumu'nda şunlar söyleniyordu:

"Komünist Enternasyonal, önümüzdeki uluslararası konferansta yalnızca, işçi yığınlarının dolay sız pratik eylemini ilgilendiren soııanları ele almayı önerir. Uluslararası konferansın gündemi tamamen, temel siyasal görüş farklılıklarından bağımsız olarak işçi yığınlarının eyleminin derhal kurulabilecek olan birliğini sağlamaya yönelmelidir."

Page 102: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Komintern'in birçok belgesi, üye partilerin saflarında "kısmi talepler" olarak küçümsenen ve bir kriz döneminde kazanabileceği devrimci anlamı kavranmayan, 8 saatlik işgünü, işsizlik sigortası, vb. talepler doğrultusundaki mücadeleye önderlik etmenin önemi konusundaki uyarılarla doludur. Ancak EMEP'in, "Biz de zaten bunu yapıyoruz" diye işin içinden sıyrılmaya kalkacağını bildiğimizden hemen şunu belirteceğiz: "Kısmi taleplerle sonal hedef arasındaki bir çelişki yalnızca, birini diğerinden ayırdığ-ımızda çıkar." Ve siz de "İş, ekmek, özgürlük" ve şimdilerde de "Demokratik Türkiye"den öteye gitme-yen sosyal reformcu platformunuzla, yasalcı örgütlenmeniz ve sağ taktiklerinizle, bu çelişkinin canlı örneğini oluşturuyorsunuz! Öte yandan, uzmanı geçindiğiniz ekonomik-sendikal mücadele alanında da Komintern politikaları ile nasıl bir zıtlık içerisinde olduğunuzu bizzat Komintern'in Kızıl Sendikalar Enternasyonali –size göre tam da "icat edilmiş" bir örgütlenme!– için hazırladığı Eylem Programı'nın 1. maddesinde krizin keskinliği ve reformist sendikalarca kullanılan eski yöntemlerin geçersizliğinin, devrimci sendikaların önüne yeni görevler koyduğu belirtiliyordu:

"Kapitalizmin çürümesinin ortaya çıkardığı yeni mücadele yöntemleri gereklidir; sermayenin saldırıs-ını defetmek ve eski pozisyonları sağlamlaştırdıktan sonra bizzat saldırıya geçmek için, saldırgan bir iktisadi politikaya gereksinim vardır."

İkinci maddede ise, sendikal taktiğin temelini devrimci kitlelerin ve örgütlerinin dolaysız eyleminin oluş-turduğu koyuluyordu. Dolaysız eylemle kastedilen grevler, boykotlar, gösteriler, işletmelere el koyma, işletmelerden mal çıkartılmasına karşı direnişler, silahlı ayaklanma vb. idi. Komintern, grev pazarlıkl-arının grev kırıcılara karşı "özel bir kadronun" da örgütlenmesi ile birlikte yürütülmesini istiyordu.

Lenin'in dediği gibi ekonomik mücadele vardır. Sizinki 3. Enternasyonalin öngördüğü devrimci kitle mücadelesine değil, bizzat mücadele ettiği reformist sendikaların eski yöntemlerine denk düşmektedir!

Komintern'in gerek kitlelerin politik örgütlenmesinde, gerekse ekonomik-sendikal mücadelenin devr-imci tarzda yürütülmesinde sendikalara verdiği önem de bilinir. Bir yandan Komintern çizgisindeki Kızıl Sendikalar Enternasyonali'nin bağımsız etkinliğini güçlendirirken, öte yandan reformist gerici sendikalar içerisindeki kızıl sendika fraksiyonlarının kurulması ve hain bürokratların defedilmesi için Komintern sürekli bir yönlendiricilik içerisinde olmuştur. Bu, özellikle sendikal hareketin beşiği olan Avrupa açısından tayin edici önemde görülüyordu. Kızıl Sendikalar Enternasyonali, kendi içerisin-deki bazı sekter eğilimlere karşı, reformist sendikalardan çıkılmaması doğrultusunda özel bir karar da almıştı. Keza bu sendikalar içerisinde devrimci muhalefet hareketinin örgütlenmesine de sıkı sıkı vurgu yapılıyordu.

Ancak bununla sendikalar konusundaki sağ politikaları –ki değişik boyutlarıyla ayrı bir yazının konus-udur– ile tanınmış EMEP pratiği arasında taban tabana zıtlık vardır.

Komintern, kurulduğu yıllarda üye partilere yeraltı örgütlenmesinin güvence altına alınmasını burjuv-azinin koyulaşan beyaz terörüne karşı mücadele açısından zorunlu gördüğü gibi, proletaryanın beyaz teröre direnişini örgütleme görevini de tespit etmişti. Faşizmin uluslararası bir olgu olarak ortaya çıkm-ası ile birlikte, reformizme karşı mücadeleyle faşizme ve savaş hazırlıklarına karşı da proletaryanın örgütlenmesini üstlendi. Faşizm olgusunun ayırdedilmemesi, tehlikenin küçümsenmesi ya da onun karşısında teslimiyetçi tutumlar, Komintern içerisinde de ortaya çıkan eğilimlerdi ve bunlar faşizme karşı mücadeleyi içten zayıflatıcı rol oynuyorlardı. Ama yine de tarihinde proleter şiddetin, grev kırı-cılığa karşı mücadele örgütlemenin, silahlı ayaklanmaların çeşitli örnekleri bulunan Komintern tarihi, bu yanıyla EMEP'e tamamen yabancıdır. O, bunlara yalnızca Almanya Komünist Partisi'ne (KPD) ilişkin tarih özetlemelerinde yer verir ve bundan öteye asla geçmez!

Komintern dönemi, devrimci politik çizginin üye partilerin organik zayıflıklarını giderememesi nedeniyle aynı zamanda taktiklerin birçok ülkede yetersiz derecede yaşama geçirilmesi ve hedeflenen sonuçlara varılması ile de karakterizedir. Burada sol sekter tutumları ama temelde asıl olarak 2. Ent-ernasyonalci şekillenişin tamamen altedilmemesinden kaynağını alan, politikaları –ki bazıları zaten esnekliğin örnekleri olarak ortaya atılmışlardır– sağdan yorumlayıp uygulamanın ciddi etkisi vardır. Sendikalar sorununa yaklaşım, Birleşik Cephe politikaları, faşizme karşı mücadelenin örgütlenmesi, yeraltı temelinin yaratılması gibi bir dizi açıdan –aynı zamanda dönemin siyasal-toplumsal koşulları içerisinde tarihsel tecrübe eksikliğinin özellikle faşizme karşı mücadele yönünden taşıdığı önem– zay-ıflıklar sergilenmiştir. Örneğin EMEP'in bu zayıflıklarına hiç değinmediği KPD, barışçıl ve yasal mücad-ele araç ve biçimlerinde ciddi başarılar elde etmekle birlikte, bunları sosyal devrimci bir maddi güce çevirmeyi başaramamıştır. Yeraltı temelinin yakıcı zorunluluğu, ancak, faşizmin yükselişi ile birlikte gör-

Page 103: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ülmeye başlanmış; ancak bu dünyayı kasıp kavuran Hitlerciliğin karşısında tutunamamayı getirmiştir. KPD, faşizm iktidara geldikten bir süre sonra fiziki bakımdan büyük ölçüde imha edilmiştir. Ama EMEP on yıllardır faşist diktatörlük altında yaşanılan, antifaşist geleneklerin güçlü olduğu bir ülkede, KPD ile ilgili asla bu yorumu yapmaz! Yine KPD'nin yiğit proleter önderi, Bolşevik Thaelmann'ın partinin antif-aşist mücadele görevlerine yakınlaşmasına yanıt vermesini sağlamak için Komintern politikalarının sürekli arkasında duruşu, ancak bunun uzun süre sağ ve sol –her iki yönden de partiyi faşizme karşı mücadelede baltalayan– sapmalarca engellenmesi, EMEP yazınında söz konusu edilmez. Keza Birl-eşik Cephe politikalarının sosyal demokrasinin tabanı –ve ilerleyen süreçte yönetim kademesi, ile parti politikaları temelinde ilişkiyi gerektirmesi, bir yandan BC politikalarına karşı sol sekter tutumlarla müc-adele ederken, bir yandan da bu zorunlu (ve ucu tehlikelere de açık) esnekliğin, özellikle faşizme karşı mücadelenin daha militan ve atak bir eylem çizgisi temelinde örgütlenmesinin önünde yarattığı engeller, EMEP açısından sorun değildir. O, bu konuda kendi belkemiksizliğine bir örtü edinmekten başka bir şey düşünmemektedir!

EMEP'in Komintern deneyimi ile ilgili yazını okunur ve incelenirken, onun gerçekte hangi reformist yoruma tabi tutularak bozulduğuna, devrimci özünün boşaltıldığına dikkat edilmelidir. Burada reformist amaçlarla yapılan tarih çarpıtıcılığının özgül bir örneğinden başka birşey yoktur zira...

EMEP'in "Demokratik Türkiye" kampanyası: Anayasal reformizm burjuvazinin hizmetinde

Ekonomizmin kaba ve kitabi kavranışı, onun siyasal mücadele ile hiç mi hiç ilgili olmadığı, kendisini tamamen ekonomik ajitasyon, örgütlenme ve eylemle sınırladığı biçimindedir. Bu kavrayış, iki yönden çarpık, dolayısıyla ekonomizmle mücadele açısından da çürük bir temele sahiptir, ilkin, işçi sınıfı har-eketinin salt ekonomik mücadele ile sınırlanması da, "siyasetin" bir biçimidir. Burjuvazi, işçilerin ekon-omik mücadelesine en amansız saldırılarda bulunduğu koşullarda bile çeşitli araç ve yöntemlerle bu "siyaset"i besler. Bizzat en küçük talep ve hak arayışının üzerine üst boyutta bir ekonomik-siyasal şiddetle gidilmesi, işçilerin ekonomik mücadelelerini bastırıp iyiden iyiye küçültmenin yanı sıra; onların siyasal mücadele alanında iki kat kuşku ve korku ile yaklaşması amacını güder. İkincisi ise, ekonomizm, hiçbir zaman yalnızca en rafine haliyle ortaya çıkmaz. Ekonomistler, Marksizm maskesini kullandıklarından ve çizgilerinin doğal bir gereği olarak politik mücadele ile de (kimi zaman daha da dolaysızca) ilgilidirler. Bu, politik planda kendisini liraya kuruş ekleme, reformlar için reformcu mücadele siyaseti olarak ortaya koyar. İster en bayağı parlamenter ve barışçıl bir hatta seyretsin, ist-erse radikal biçimler alsın, ekonomizmin politikası reformizmdir. Lenin, Ne Yapmalı'da ekonomistlerle ilgili genel yanılsamayı gidermek için şunları söylüyordu:

"Sendikacılık (trade-unionism), kimilerinin sandığı gibi, siyaseti tümüyle dışlamaz. Sendikalar her zaman bazı siyasal (ama sosyal-demokrat olmayan) ajitasyon ve savaşım yürütmüşlerdir." (Ne Yapm-alı, s.38)

Bu, hükümete karşı reformlar için savaşımdan başka bir şey değildir. Bu temel anahtarla konumuz olan EMEP'in politikası arasındaki bağı nasıl kuracağız? Öncelikle tek cümleyle: Anlatılan sizin hikay-enizdir!

EMEP'in son aylardaki ajitasyonu "Demokratik Türkiye" üst sloganı ile yürütülen yeni bir kampanya üzerine oturuyor. Kampanya aşağıdaki talepleri içeriyor:

Demokratik anayasa; MGK'nın kaldırılması; ordunun demokratikleştirilmesi; örtülü ödenek harcamalar-ının açıklanması; adil, bağımsız yargı; DGM'lerin kaldırılması; Özel Tim, JITEM, ÖKK, kontrgerilla ve Çevik Kuvvet'in dağıtılması; siyasi partilere seçime katılma koşullarında eşitlik sağlayan seçim ya-sası; seçme-seçilme yaşlarının 18-25 olması; memur, öğretmen, öğretim üyesi ve askerlere siyaset yapma, siyasal örgütlenme özgürlüğü; basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasaların kaldırılması; din ve vicdan özgürlüğü, din dersinin zorunlu olmaktan çıkarılması; işkence ve faili meçhul cinayetlerin fai-llerinin cezalandırılması; halkların eşit-özgür birliği önündeki engellerin kaldırılması; Kürt sorununda demokratik-halkçı çözüm için önlemler alınması; genel af; Kürt göçerlere tazminat, kentlere zorla göç-ettirilenlere konut ve iş sağlanması; koruculuğun kaldırılması; OHAL'in kaldırılması; Susurluk belgel-erinin açıklanması; kontrgerilla operasyonları ve MİT arşivlerinin açıklanması; '77 1 Mayıs katliamının

Page 104: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

yeniden soruşturulması; üniversite sınavının kaldırılması, YÖK'ün kaldırılması, demokratik, bilimsel özerk üniversite; NATO, GB ve AB'ye hayır; İsrail ve ABD'yle yapılan anlaşmaların iptal edilmesi; Çekiç Güç'ün bölgeden çıkarılması, üslerin kaldırılması; tarıma sübvansiyon; GATT vd. anlaşmaların iptali; küçük üreticiye destek; özelleştirmeye son verilmesi; taşeron işçi çalıştırmanın yasaklanması; sendikal hakların kısıtlanmaması; YHK'nın kaldırılması; kapsam dışı personel çalıştırmanın yasakl-anması; grev yasaklarının kaldırılması; sigortasız işçi çalıştırmanın etkin biçimde yasaklanması; genel sağlık sigortası; parasız eğitim ve sağlık; siyasi grev; hak ve dayanışma grevi özgürlüğü; esnek ça-lışmaya son verilmesi; işçi ve emekçiyi koruyan yasaların uygulanması; 8 saatlik işgünü; işsizlik sigort-ası; memura grevli toplusözleşmeli sendika hakkı; sendikal faaliyetlerden ötürü işten çıkarılan, sürül-enlerin göreve iadesi; memurların fişlenmesinin kaldırılarak mevcut fişlerin iptal edilmesi.

EMEP, kendisine en kabasından ekonomizm tanısını koyan biz komünistlere bu "dağı" gösterip, "Gördünüz mü? Artık bizde yok yok!" diyecektir. Ancak biz buna, onun kronik reformizm hastalığının iyileşme değil, daha da derinleştiğini göstererek yanıt vereceğiz. Zira karşımızda günün modasına3

uygun tarzda bir burjuva devleti yeniden yapılandırma önerisinden, genişletilmiş bir siyasal reform programından türetilmiş anayasal reformcu girişimden başka bir şey yoktur. EMEP, devrimci de-mokrasi saflarında başladığı ömrünü girdiği liberal reformcu düzleme kesin bir biçimde yerleşerek sürdürmektedir. "Demokratik Türkiye", "Demokratik Anayasa", platformu bunun bayrağının arsızca çekilmesinin yalnızca yeni bir örneğini oluşturmaktadır. Ancak bu sonuca varmamızın temellerini ortaya koymadan önce, bir ara durağa uğramak gerekiyor. Bilindiği gibi, uzun bir süredir ajitasyonu ekmek zamları, mezarda emeklilik, özelleştirme, SSK gibi konularla sınırlı olan EMEP, iki tarihsel olayda emekçi kitlelerin gündeminin açıkça dışına düştü. Bunlardan biri '96 Süresiz Açlık Grevi ve Ölüm Orucu Direnişi, diğeri ise Susurluk olayı idi. EMEP, SAG-ÖO Direnişi'nin, tam da işçi sınıfı burjuvaziye karşı yeni bir atağa hazırlanırken, 1 Mayıs '96 "provokasyonu" ile birleşerek gündemi sermaye lehine değiştirdiğini ilan etti.4 Yine ona göre özellikle Susurluk olayının büyütülmesi, sermay-enin emek düşmanı iki yönteminden kaynağını alıyordu:

"Birincisi, suni gündemler de yaratılarak emeğin gündeminin saptırılması ve olguların üstü örtülerek, talepleriyle mücadelesinin en az zarar verecek, mümkün olan en daraltılmış sınırlar içine sıkıştırılması. Dolayısıyla, tepkilerin yatıştırılarak asgari düzeye çekilmesi.

Ve ikincisi, bunun yetmeyeceği bilinerek ve ... iktidar oyununda bir adım ileri atmak üzere, Susurluk olayından yararlanarak ve yapay bir şekilde gündeme sokulan sorun ve olguları kullanarak sistemi yeniden üretmek." (ÖD, sayı 84)

Ancak her iki tespit de bizzat emekçilerin sezgisel bilinci, ruh hali ve pratiği tarafından reddedildi. SAG-ÖO Direnişi, can bedeli kazanımlarıyla emekçi kitlelerde devrimci tutum ve değerlere sempati, faşist rejime öfke uyandırdı; en hafif haliyle rejimin "adalet" mekanizmasının sorgulanmasına yol açtı. Sus-urluk olayı ise, rejimin üzerindeki örtüyü hızla kaldırdı. Öte yandan faşist rejim, ortaya çıkan kitle muh-alefetini emmek, kendi karşı-devrimci amaçları için değerlendirmek üzere onu hem iç dalaşındaki bir "kitle motifine" çevirecek hem de sistem dışına çıkmasını önleyecek tarzda liberal reformcu yasal parti ve güçlere kontrollü bir biçimde alan açmaya girişti. Başlangıçta yeşil ışığa rağmen harekete geçe-meyen, grogi durumundaki EMEP bir süre sonra bu imkanı değerlendirmek için, tükürdüğünü herkesin gözü önünde yalamak zorunda kaldı. 1997 yılı başında yaptığı değerlendirmede, kitle hareketinin siy-asal boyutu açısından 1996'da önemli adımlar atıldığını tespit ediyordu. Bunlardan birincisi (elbette ki!) EMEP'ken, ikincisi SAG-ÖO Direnişi ve Susurluk olayıydı. Sözkonusu tespiti yaptıktan sonra, karş-ımıza EMEP'in bir dönem daha yoğun biçimde işleyip daha sonraları gerektiğini düşündüğü yerde and-ığı "Demokratik Türkiye" platformu çıktı.

"Demokratik Türkiye" platformu, kendisinin liberal reformcu bir hatta olduğunu gizlemek için özel bir çaba harcamayan bir siyasal akım tarafından formüle edilse idi –nitekim ÖDP, EMEP'inkine benzer içerikli "demokratik cumhuriyet" istemi ile bunu yapıyor– eleştiri silahımızı yine boşaltacaktık. Ancak EMEP, bundan küçük bir farkla yasalcı reformcu partiler arasında Marksizm-Leninizm'i esas aldığı demagojisini kullanan, onun değerlerini, geleneklerini ve söylemini sömüren bir parti özelliği taşıyor. Bu yüzden onun teori ve pratiği, aynı zamanda ML'nin açıkça yozlaştırılması gibi daha da tehlikeli bir son-

3 Son 1 yıldır "anayasa" temelinde bir ajitasyonun EMEP'le sınırlı kalmayıp DHKP/C, PKK gibi güçler tarafından da kullanılması şaşırtıcı değildir. Bu, örneğin DHKP/C programındaki –bir durgunluk döneminde üretilmiş, sağ, kuyrukçu taktiklerle sınırlı kalmayan– halkçı reformcu yöne doğru kırılmanın bir göstergesidir.4 Emek, işçilerin kavrayabilmesi için bunu daha "popüler" bir tarzda şöyle ifade etti: Medya işçi direnişlerini yansıtmazken ve tam da EMEP ekmek zamları ile ilgili "etkili" bir ajitasyona başlamışken...

Page 105: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

uca yol açıyor. Dolayısıyla EMEP'in program, örgütlenme ve taktiklerine yönelik mahkum edici eleştiri-lerimiz, ideolojik olarak ML'nin arılığını korumak, reformizm tarafından en bayağı tarzda yozlaştırılmas-ına izin vermemek, siyasal planda da işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin reformcu kanallara çekilmesini önl-emek gibi ikili bir amacı gözetiyor.

"Demokratik Türkiye" kampanyası için en başta şu iki temel noktanın altını çizelim: Birincisi, o, EMEP'in programının ta kendisidir. İkincisi ise, teorik bakımdan, EMEP'in göstermek istediğinin tam tersine kitleleri dişine kadar silahlı ve örgütlü faşist diktatörlük karşısında silahsızlandırma, "bir parça demokrasi" diye avuç açma kampanyasıdır. Bunu nasıl yapıyor?

"Demokratik Türkiye" platformu, ML'nin devlet sorununa ilişkin evrensel tezlerini reformizm mevziler-inden revize ediyor. O, reformizmin en eski silahına sarılarak "sınıflarüstü devlet" kavramını kitlelerin bilincine yeniden şırınga etmeye soyunuyor. Devlet kavramı, bizzat kampanyanın temel sloganı başta olmak üzere EMEP tarafından sınıfsal içeriğinden soyundurulmuş olarak kullanılıyor: "Demokratik devlet", "demokratik ordu"... Lenin, sosyalizmin ezbercilikle öğrenilemeyeceğini söylemekte haklıydı. EMEP, artık hücrelerine işlemiş reformizminden ötürü, bir zamanlar ezberlemiş olduklarını da unutuyor ve daha ilk adımında Marksizmin ABC'si ile karşı karşıya geliyor. Bu durumda Özgürlük Dünyası'nın sayfalarında bolca yer alan kurutulmuş, zararsızlaştırılmış Marksist klasik özetlemelerinin gerçekte nasıl yalnızca reformist yozlaşmanın örtüsü olarak kullanıldığını göstermek de biz komünistlere düşüyor.

En başta EMEP'e devlet sorununda Marksist yaklaşım konusundaki düşkün konumunu gösterecek bazı hatırlatmalar gerekiyor: Devlet, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı organıdır. O, reformizmin sınıflarüstü devlet anlayışının söylediğinin aksine, "Topluma dışardan dayatılmış bir erklik değildir... Devlet, daha çok, toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu, toplumun, önlem-ekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıkları biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülemez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama, karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kend-ilerini ve toplumu, kısır bir savaşım içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, 'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir erklik gereksinimi kendini kabul ettirir: İşte toplumdan doğan, ama onun en üstünde yer alan ve ona gitgide yabancılaşan bu erklik, devlettir." (Engels'ten aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, s.18) Üretim araçlarını elinde tutan sınıf, devlet erkini de elinde tutar ve onunla ezilen sınıflar üzerinde amansız bir diktatörlük uygular. Baskı ve zor'un, bunun için özel olarak örgütlenmiş kurumlar aracılığıyla uygulanması, her devletin özüdür. Bu özsel yaklaşımıyla Marksizm, devlet konusunda pompalanan bütün reformist yanılsamaları yere çalar ve onl-arı ezilen sınıfları ebedi bir kölelik ve boyun eğme durumunda tutmak için işleyen safkan burjuva teoriler olarak deşifre eder.

"Saf demokrasi" hayallerinin beslenmesi, bu çarpıtmaların en aşağılık, tahrip edici ve eski biçimlerinden biridir. Reformizm, her birini ayrı kategorilermiş gibi göstererek demokrasi ve diktatörlük kavramlarını karşı karşıya koyar. Diktatörlüğü lekeli ilan ederken demokrasiyi yüceltir! Burjuva demokr-asisinin olanaklarına övgüler düzülürken, proletarya diktatörlüğünün ise demokrasiyi olanaksız kıldığı biçiminde karalanması, aynı zamanda proletarya devrimi ve proletarya iktidarı fikir ve pratiğine yöneltilen en eski saldırılardan biridir. Oysa "Mantık ve tarihle alay edilmedikçe, ayrı ayrı sınıflar va-rolduğu sürece, 'arı demokrasi'den değil, ama yalnızca sınıfsal demokrasiden sözedilebileceği" Marksizmin temel tezlerinden ve reformizmle ayrım noktalarından biridir. Demokrasi soyut bir kategori değil, bir devlet biçimidir. Her devlet gibi demokrasi de egemen sınıfların örgütlenmiş zorunun ezilen sınıflara uygulanması anlamında bir diktatörlüktür. Demokrasi, üretim araçlarını elinde tutan sınıf için demokrasidir. Kapitalizmde en "demokratik" burjuva cumhuriyet bile bir avuç mülk sahibi azınlığın prol-etarya ve emekçileri sömürmesinin güvenceye alınmasını temsil eder.

Her cinsten devrim düşmanının hedef tahtasına çaktığı proletarya diktatörlüğü ise, sosyalizmi yıkarak sömürü cennetini varetmek isteyen devrilmiş burjuvazi ve ajanları üzerinde acımasız ve yasalarla sın-ırlanmayan bir diktatörlükken, proletarya ve emekçiler için demokrasidir. Bu niteliği ile –toplumun çoğ-unluğunun çıkarlarını temsil etmesi ve bundan kaynağını alan kurumlaşması– o, kendisinden önceki bütün devlet tiplerinden ayrılır. Proletarya, kendisinin kapitalizm tarafından sömürüsüne son vererek, gerçekte, kaynağını toplumun sınıflara bölünmüşlüğünden alan devletin varlığına da son verir. Bir sın-ıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı ve zor uygulama zorunluluğu, devlet tüm toplumun temsilcisi dur-umuna geldikçe, demokrasi yeğinleştikçe gereksizleşen "Devlet olmayan devlet", proletarya diktatörl-üğü, yalnızca demokrasinin en gelişkin biçimini ifade etmekle kalmaz. O, aynı zamanda, sınıfların varl-ığını ortadan kaldırmanın, sınıfsız komünist topluma geçişin ön aşamasıdır. Bir başka ifadeyle, o, aynı

Page 106: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

zamanda bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde baskı ve zor aygıtı olan devletin kendisinin ve onun bir biç-imi olarak demokrasinin de gereksizleşmesi, giderek ortadan kalkması anlamına gelir. Proletaryanın diğer emekçi sınıflarla birlikte parçaladığı burjuva devlet makinesinin yerine koyduğu proletarya diktat-örlüğü, işte bu "devlet olmayan devlet" karakterinden dolayı, giderek sönümlenir.

Sorunun "kitabi" ele alınışında bunların hiçbirini "reddetmeyen" EMEP, işte bu özsel noktada, Marks-izmin devlet sorununda Kautskyci alçaltılmasına ilişkin olarak Lenin'in verdiği tanıma giriyor:

"Burada 'teorik olarak' ne devletin bir sınıf egemenliği organı olduğuna karşı çıkılır ne de sınıflar aras-ındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğuna. Ama şu olgu gözden kaçırılır ya da üstü örtülür. Eğer devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, eğer toplumun üzerinde ve 'ona gitgide yabancılaşan' bir iktidar ise, açıktır ki, yalnızca zora dayanan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde o 'yabancı' niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır. Teorik bak-ımdan kendi başına açık olan bu sonucu, daha sonra göreceğimiz gibi, Marx devrimin görevlerinin somut tarihsel çözümlemesinden yetkin bir belginlikle çıkarmıştır. Ve işte Kautsky'nin ... unutup çarp-ıttığı şey de bu sonuçtur."

EMEP, Kautsky ile işte bu unutulup çarpıtılan sonuçta birleşiyor! Ancak bugün bu unutkanlık, dünk-ünden çok daha fazlasıyla, emperyalizm çağında burjuvazinin reformcu dayanaklarından biri olmak anlamına geliyor. Çünkü burada emperyalizm çağının ve devletin özsel niteliklerinin de bilinçli bir çarp-ıtması vardır. "Emperyalizm, temel iktisadi nitelikleri nedeniyle, kendini en düşük barışçıllık ve liberalizm ile, militarizmin en yüksek ve en genelleşmiş gelişmesi ile gösterir." (Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 24) Ve bu çağda "Demokrasi ne kadar gelişmişse, burjuvazi için derin ve tehlikeli bir siyasal anlaşmazlık durumunda insan kırımı ve iç savaşa o denli yakındır." (age, s. 31 abç) EMEP bütün bunların üzerini özenle örtüyor. Faşist diktatörlük altında yaşayan bir ülkede, onda gerek devlet iktidarının ortadan kaldırılmasına, gerekse de bu yolla yıkılacak olan burjuva devletin yerine konulacak proletarya diktatörlüğüne ilişkin ne teoride, ne örgütlenmesinde, ne program, strateji ve taktiklerinde hiçbir şey bulamazsınız. Reformistlerce genellikle komünistlere yöneltilen burjuva devletin biçiminin önemsenmediği yönündeki çarpıtılmış suçlama, dönüp sahibini buluyor. Burjuva devletin yıkılması lafzen dahi terkedildiğinden, istenen ancak bir biçim farklılaşması olabiliyor. Daha eli yüzü düzgün, çıplak terör yerine parlamenter avanakların geceleri rahatça uyuyabileceği bir biçimleniş talep ediliyor. Sosyal reform programı ve ona birebir denk düşen icazetli yasalcı örgütlenme, reformcu taktik ve polit-ikalar, birbirini bütünleyerek ortaya çıkıyor.

EMEP, ülkeyi bir halklar hapishanesine çeviren kanlı bir faşist diktatörlük aygıtından "demokratik devlet" doğurmayı vaadediyor! Faşizme karşı mücadele, bir devrim ve iktidar sorunudur. Burjuva devl-etin bu özel –ve dünyada da oldukça yaygın– biçimlenişinin, faşizme karşı mücadelenin yalnızca genel ve stratejik bir tarzda değil güncel bir görev olarak ele alınmasını gerektirir. Öncü partinin örgütlenmesi, kullanılan mücadele ve örgüt biçimleri, politika ve taktikler hep bu temel gerçeğin göz önünde bulundurulmasını gerektirir; ki bu komünistler açısından bir asgari program sorunudur, işte EMEP bütün reformist partiler gibi bu ilk eşikte takılıp düşer ve çizginin "öbür tarafında" yer alır. Onun "demokrasi" istemi, işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin siyasal ve ekonomik iktidarına halel getirmeyen, bir sosyal reformun üzerinden kazanılacaktır! EMEP'in burjuva devletin "demokratik dönüşümü" konusundaki tatlı hayallerinin en açık sırıttığı nokta, ordu sorununa yaklaşımıdır.5 EMEP, kampanyanın öne çıkan bir boyutu olarak "demokratik ordu", "ordunun demokratikleştirilmesi" ajitasy-onunu yürütüyor. Ona göre, faşist devlet örgütlenmesi ve asker-sivil bürokrasinin halk kitleleri karşıs-

5 "Ordu, monarko faşist kliğin elinden kurtarılmalı ve ordunun halka karsı amaçlar için kullanılmasını önleyecek tedbirler alınmalıdır. Subaylara, astsubay-lara ve erlere ergin vatandaş hakları verilmelidir." Bu sözler Bulgaristan Vatan Cephesi'nin 12 Temmuz 1942 tarihli programından alınmıştır. Vatan Ceph-esi programı, faşist işgale karşı Bulgaristan Komünist Partisi ve Bulgaristan Tarım Birliği'nin ortak eylem programıydı. Devrimci halk iktidarı döneminde de siyasal kitlesel örgütlenme olarak varlığını sürdürdü. Benzer formülasyonlar, Fransa'daki Halk Cephesi vb. tarafından da öne sürülmüştür. Ancak bu formülasyon ve talepleri EMEP'in ortaya attığı liberal sloganla hiçbir ilgisi yoktur. Bulgaristan Vatan Cephesi'nin bu hedefleri ortaya atması, o günkü toplumsal siyasal koşullarla ilişkili bir tutumdu. Ülke faşist işgal altındaydı; işbaşındaki faşist rejim işgalcilerle işbirliği halindeydi. BKP, işgale karşı tutum alan burjuva yurtsever unsurlara dek en geniş cepheyi oluşturmayı hedefliyordu. Vatan Cephesi yükselttiği gözüpek savaşım ve kitleler içerisindeki örgütlülüğü ile iktidar alternatifi maddi bir güçtü. Bu koşullarda iktidarın alınması için geliştirilen savaşla birleşik olarak, işgalcilerle işbirliği halindeki orduyu çözen bir politika uygulandı. Sorunu aynı zamanda Sosyalist Sovyetler Birliği'nin dünya çapında faşizme karşı savaşın başını çektiği, uluslararası planda Hitlerciliğe karşı sıcak savaşın sürdüğü ve burjuva ordu mensuplarının da bu atmosfer içerisinde hareket etmek durumunda oldukları koşullarla ilişkilendirmek gerekir.Keza Fransa'daki Halk Cephesi açısından da faşizmin henüz kurumlaşmadığı ve burjuvazinin kendi içerisinde şiddetlenen bir mücadelenin söz konusu old-uğu, aynı biçimde komünistlerin işçi sınıfı ve emekçi kitleler nezdinde geniş bir prestij ve örgütlülükle donandığı (parti, kızıl sendikalar vb.) gözardı edilmem-elidir.

Page 107: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ındaki "kast konumu", bu mücadeleyi zorunlu kılıyor. EMEP, ordunun politik yaşama sürekli müdahale etmek, kitle hareketine zorbaca darbeler vurmakla kalmadığını, kendi içinde, erler ve astlar üzerindeki despotik yönetimle de faşist yapısını sağlamlaştırdığını söylüyor. EMEP, ordunun "toplumun ve devletin diğer kurumları tarafından denetlenememesinden" yakınıyor. Genel Başkanı Levent Tüzel'in ifadesiyle "Böyle demokrasi olmaz!" O, "demokratik ve aydınlık Türkiye"nin, "ordusu yurt savunması dışında görev üstlenmemiş" bir Türkiye olduğunu vurguluyor.

Uzatmak pahasına biraz geriye gidip 2. Entemasyonal'in Alman Sosyal Demokratlarının zorlamasıyla yumuşatılmış bir kongre kararını okuyalım: "Kongre, ordunun demokratik biçimde örgütlenmesinde, ... saldırgan savaşları önleyip uluslar arasındaki farklılıkları kaldırmayı kolaylaşt-ırmanın temel bir güvencesini görür." (Rosa Luxemburg, s.372, abç)

EMEP rahatlayabilir! Demek ki, emperyalizm çağında ve burjuvazinin iktidarı altında demokratik ordu hayali kuran ve emperyalist boğazlaşmaların önlenmesinde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin devrimci mücadelesi yerine bunu güvence olarak gören başkaları da varmış! Ama hemcinslerinin tarihin görd-üğü en büyük sosyal ihanetin temsilcileri olduğunu da unutmamak koşuluyla!

Bunlar nerede, hangi çağda yaşıyorlar? Sürekli ordu, bürokrasi ile birlikte, burjuva devletin temel kar-akteristik kurumlarındandır. O, içte işçi ve emekçilerin mücadelesinin bastırılması, dışta da bölge ya da –kapitalist ülkenin gücüne, emperyalist politikalarına ya da bağımlılık ilişkilerine bağlı olarak– dünya çapında şu ya da bu ölçüde saldırgan bir dış politikanın yürütülmesinin aracıdır. "'Düzenin bozulması durumunda', ama aslında sömürülen sınıfın kendi kölelik durumunu 'bozması' durumunda ve hele köl-ece davranmamak gibi bir hevesi de varsa, bu sınıfın anayasasında burjuvazinin işçiler üzerine asker sürmesine, sıkıyönetim ilanına vb. izin veren dolambaçlı yollar ya da kısıtlamalar bulunmayan, en demokratı da içinde, hiçbir devlet yoktur" (Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 29) Dolayısıyla azdırılmış bir militarizmin varlığı, kaynağını ordunun "despotik iç örgütlenmesi", "halkın dışında bir kast olmasından" değil, bizzat burjuvazinin çıkarlarını silahlı güçle koruma gereğinden alır. Ve aynı nedenle de ordunun devlet aygıtının en sıkı, en despotik, toplumdan en yalıtılmış kurumu olarak örgütlenmesini zorunlu kılar. Burjuvazinin iktidarı altında ordunun işlevinin "yurt savunması" ile sınırlanabileceğini ileri sürmek, emekçi sınıflara alçakça yalan söylemekten başka bir şey değildir. Emperyalizm koşullarında "yurt savunması", haklı savaşlar dışında burjuvazinin çıkarları için kardeş halkları boğazlamaya ve ölmeye gönderilen üniformalı işçi ve köylüleri aldatmak için kullanılan en bayat demagojilerden biridir. EMEP'in yaptığı, bu demagojiye Marksizm(!) adına destek çıkmaktan başka bir anlam taşımaz.

Faşist ordu ve MGK, işçi-emekçi kitle hareketinin sivri ucunu yöneltmesi gereken siyasal hedeflerin elbette ki başında geliyor. Biz komünistler, ajitasyon/propagandamızda, kitle çalışmamızda, kitle göst-erilerinde bu sloganı yükselterek işçi ve emekçilerin tam da bu konuda karmaşık burjuva etkilerle bul-andırılmaya çalışılan bilincini devrimci yönde etkilemeye çalışıyoruz. Örneğin Susurluk'a karşı tepkil-erin özel olarak MGK'yı hedefe çakarak yükseltilmesine, hareketin devrimci siyasallaşması ve militan bir karakter kazanması açısından temel bir anlam biçiyoruz. EMEP reformistleri ise, orduya karşı kitlel-erde gelişen tepki ve sorgulamaların ordunun demokratikleştirilebileceği, faaliyetlerinin "yurt savunm-ası"na çekilebileceği hayallerini yayarak yumuşatma, ateşe kum atma peşindeler.

EMEP, orduya ve onun günlük politikaya müdahalesine bir reformistin yüz yıllık gözlükleri ile bakıyor.6

Doğru; her burjuva ordu, Türkiye'de olduğu gibi her gün ve daha önemlisi göz göre göre günlük iç polit-ikaya müdahale etmiyor. Bu daha örtülü yöntemlerle gerçekleştirildiği gibi –örneğin ABD'de– burjuvaz-inin politikalarının uygulanması nispeten daha "zengin" bir burjuva kurumlar bileşimi üzerinden, bunları daha ince yöntemlerle işlevlendirerek de yaşama geçiriliyor. Türkiye'de işbaşında olan açık terörcü faşist rejim ve sistemin ihtiyaçları, iç ve dış politikanın bütün temel unsurlarının MGK tarafından belirl-enip yürütüldüğü bir müdahaleyi koşulluyor –ki, bu birçok yarısömürge ülkede karakteristik bir olgudur. İkinci olarak, Türkiye'nin siyasal toplumsal koşulları, emperyalizmin Türkiye'ye biçtiği bölgesel jandarma rolü ile daha da önem kazanan bölgedeki konumu, içteki çelişkilerin ancak zorla bastırılabil-ecek keskinlik ve derinlikte oluşu, özel olarak Kürdistan'daki kirli savaş faktörü devrede duruyor. Bun-unla bağlantılı bir tarzda, kitlelerin tarihsel-toplumsal şekillenişinde orduya biçilen sınıflarüstü misyonun devrim cephesince yeterince açığa çıkarılamamış oluşu, Kemalist önyargı ve şartlanmaların etkisi, gericilik birikiminin yoğunluğu, şovenizm ve sosyal demokrasinin beslediği yanılsamalar da dahil olmak üzere bir dizi etmen, ordunun politikadaki "aktif" rolünü meşrulaştıran bir işlev görüyor. Son

6 Ordunun siyasal yaşamdaki konumundan, onun denetlenemez bir güç olduğu gibi sonuçların çıkarılması yeni bir olgu olmadığı gibi EMEP'e özgü de değ-ildir. 12 Eylül'de faşist orduya ilişkin bu tür Bonapartist yaklaşımlar türemişti. Gerçekte ordu, emperyalistler ve işbirlikçilerince pekala "denetleniyor". Aradaki çelişkileri tamamen yok saymamakla birlikte, örneğin bir Kürt sorununda ordunun Türkeş'i "sağında" bırakan hızlandırılmış tutum değişikliği neyin ifadesidir?

Page 108: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

olarak, daha güncel gibi görünen ama burjuvazinin stratejik hedeflerine bağlanan boyutu ise, düzen partilerinin uğradığı prestij kaybı vd. etmenleri de değerlendirerek bir bütün olarak politik arenaya ist-enen rengin verilmesinde, devletin yeniden yapılandırılmasında, özelleştirme gibi büyük pay savaşlar-ının sonuçlandırılmasında orduya açıkça bir siyasal kumanda merkezi rolünün oynatılması geliyor. Genellikle bu bağlantılardan soyutlanarak tek başına ele alındığında yanıltıcı olabilen ordunun konumu, sivil toplumcu hayal ve beklentilerin de burjuva demokratik özlemlerin de besleyicisi durum-undadır. Keza EMEP de orduya ilişkin "toplumun ve devletin denetimi dışında" değerlendirmesiyle tam da liberallerin karakteristik temasını işliyor: "Kışlasına dönmüş, pençeleri içine çekilmiş" ordu! Kendis-ine bunca "talep" varken bu nasıl olacak? Yanıt yok! EMEP, ordu mensuplarının halkla, kitlelerin günlük yaşamı ile "kaynaştığı", "ordunun yurt savunması ile meşgul olduğu" '60'lı yılları özlüyor ve "pazardan alışveriş yapan" "namuslu dürüst" Kemalist subaylara7 tıpkı Aydınlık'ın bir zamanlar yaptığı gibi tatlı tatlı göz kırpıp yanaşmaya çalışıyor! Sosyal demokrat partilerin, liberallerin, Genelkurmayın Milli Savunma Bakanlığına bağlanması biçiminde formüle edilen "politikayı sivilleştirme" reçeteleri, bir kez de EMEP tarafından dillendirilmiş oluyor.

Konunun uzayan ama kritik bu boyutundan bir başka temel noktaya geçelim: EMEP nasıl bir "demokr-asi" istiyor? Soyut, sınıflarüstü, devrim ve iktidar kavramından arındırılmış "demokratik devlet" istemini kendi dilinden nasıl formüle ediyor? 27 Ocak 1997 tarihli Emek gazetesinde yayınlanan "Nasıl Bir Demokrasi?" başlıklı yazıda "gerçek demokrasi" için yapılması gerekenler, "antidemokratik içerikli tüm yasaların iptal edilmesi ve egemenliğin, kendi dışında başka egemenlik organı tanımayan her kadem-ede örgütlenmiş emekçilerin, seçtiklerini her istediklerinde geri alabildiği ve seçilenlerin sıradan bir işçi kadar maaş aldığı demokratik bir mekanizma kurulması" diye tanımlanıyor. Çünkü, "Hangi ülke yasal-arı olursa olsun, tüm yasalar bir bütündür ve önemli olan yönetim mekanizmasının bürokratik, militarist değil ama demokratik olmasıdır. Yasaların bütünlüğü içerisinde işleyiş mekanizmasına göre, bir ülkede demokrasi vardır ya da yoktur. Ülkemizde gerçek demokrasinin kurulabilmesi için, iptal edilen antidem-okratik yasaların yerine düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü güvenceye alacak yeni yasalar hazırlan-malıdır." Bu sayede "gerçek demokrasi", "emeğin tam karşılığının alınması"nı ve işten atılmaların son bulması vb. de dahil olmak üzere ve emekçilerin yararına bir dizi gelişmeyi garantileyebilecektir. EMEP'in "demokratik halk devleti" için kullandığı bir başka tanım da şudur:

"Her kademede örgütlü halka dayanan, seçmenler tarafından geri alınabilir, yöneticileri bir işçiden çok maaş almayan yerel yönetimler. Ve onun nesnel temeli olarak özelleştirmeyi geçersizleştirmek, gel-irlerin artan oranlı vergilendirilmesi ve bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, en başta doğal olan kaynakları değiştirerek kullanılır kılan, doğal olmayanları da tek başına yaratan tükenmez güç kaynağı olarak emeğin, mümkün olan en yüksek üretkenlik ve verimlilik düzeyi gözetilerek halkın yararına kullanılması ve dağıtımın örgütlenerek, işsizlik, açlık ve sefaletin, enflasyon belası, spekülasyon ve faizciliğe dayanan para dalaverelerinin, rantiyerliğin yok edilmesine geçiş." (ÖD, sayı 84, abç)

Nereden başlamalı! EMEP, burjuva devlet hangi biçimi alırsa alsın burjuva diktatörlüğü olmasından kaynağını alan bürokratik ve militarist yapının onun özsel niteliğini oluşturduğunu gizliyor. Devletin yap-ısı, karakteri, "yasalar bütünlüğü içinde işleyiş mekanizmasına" indirgeniyor. Yasalar (ve onların en üst ifadesi olan anayasa) toplumsal sınıflar arasındaki sömürü ve ezme ilişkilerinin hukuki formülasyonu olarak değil, devletin gerçek içeriği, temeli olarak gösterilmeye çalışılıyor.

Yasalar, devletin işleyiş mekanizması vb. kategoriler, burjuvazinin egemenlik sisteminin hukuki ifades-inden başka bir şey değildir. Yasaların değişimi, bir bütün olarak anayasalardaki belirli bir sınıfın egem-enliği temelinde değişim, sınıflar arasındaki mücadelenin şiddeti, derinliği ve ortaya çıkan dengeler üzerinden yükselir ve ancak bunların oluşup oturmasıyla birlikte formüle edilir. Bu, kimi durumlarda (burjuva anayasalarda) emekçi sınıflar lehine kısmi kazanımları ifade edebileceği gibi, kimi kez de burjuvazinin ezilenler üzerindeki diktatörlüğünün çok daha zorbaca gerçekleşmesinin sonucu da olabilir. Ülkemizde yükselen emekçi halk hareketinin zorla kırılması ve yenilgiye uğratılmasının ardından oluşturulan 12 Eylül faşist Anayasası bunun bir örneğidir. Ya da devrimci proletarya burjuva devlet makinasını devrimle kırıp parçalar ve kendi sınıf egemenliğini hukuki bakımdan da sosyalist anayasa ile ifade eder. Zaten yasaların, Anayasaların, işleyişin toplumun emekçi çoğunluğu için dem-okratik olabilmesi, burjuvazinin ezilmesinin hukuki bakımdan da formüle edilmesinin sağlandığı siyasal-toplumsal koşullarda mümkündür.

EMEP, devrimci demokratik bir anayasa bile değil, mevcut sistem içerisinde demokratikleştirilmiş bir anayasa istiyor. Demokratik bir anayasa, devrimci bir programın gerçekleştirilmesini, siyasal ve sosyal

7 EMEP, "subayların halkın arasına karıştığı, aynı mekanlarda oturup alışveriş yaptıkları '60'lı yılları" özlemle anıyor. (11 Temmuz 1997, Emek)

Page 109: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

bir devrimin gerçekleşmesinin üzerinden, bu koşula bağlanarak formüle edilmiyor. Bağımsızlık ve dem-okrasinin elde edilmesini, bir iktidar sorunu olarak değil, genişletilmiş siyasal reform taleplerinin bütünl-üğü içerisinde ileri sürüyor. Demokrasi sorununun çözümünü işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sah-ipleri iktidarının tasfiyesi sorununa değil, rantiyelerin tasfiyesine bağlıyor. Bugünkü egemenlik koşulları altında, yumuşatılmış bir siyasal iklim talep ediyor.8

Bunun çıplak göstergesi, demokrasinin kazanılmasını açıkça "antidemokratik yasaların yerine düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü güvenceye alacak yeni yasaların hazırlanmasına" bağlamasıdır. Bu reformist kırıntı ile elde edilebilecekler arasına EMEP, emeğin tam karşılığının alınması, işten atılm-aların son bulması vb'ni de katıyor. Kapitalist ekonominin demirden yasaları, EMEP'e göre "özgür fikir mücadelesi" ile ortadan kaldırılacak! Yine Marksizmin ABC'sidir ki, proletarya kapitalizm altında en iyi durumda dahi işgücünü kendisi için bir parça daha ehven koşullarda satabilir, çalışma saatlerinde dü-şüş sağlayabilir ve işten çıkarmalara karşı ekonomik terörün bu biçiminin hafifletilmesini gerçekleştir-ebilir. Ancak üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti hüküm sürdüğü müddetçe, o, kaderi kapitalist ekonominin işleyiş yasalarına bağlı bir ücretli köle olmaktan kurtulamaz. Örneğin emeğin tam karşılığ-ını alması, artıdeğer sömürüsü varoldukça mümkün değildir. İşçi ile kapitalist arasındaki ilişkinin temeli de tam da bunda somutlanmamış mıdır? Kaynağını kapitalistlerin keyfi davranışlarından değil, bizzat kapitalist ekonominin gereklerinden alan işten çıkarmalar, kronik yedek sanayi ordusunun ekonomideki dalgalanmalara bağlı olarak genleşip daralması, ancak sosyalizm koşullarında mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi ile son bulabilir. Dolayısıyla EMEP'in demokratik anayasası ile işçilere kazan-dırmayı vaadettikleri, bir kasaba politikacısının arkasını döner dönmez unuttuğu popülist palavralarından başka bir şey değildir. EMEP, gitgide parlamenter bir oy avcısına ne kadar çok benziyor!

İkinci alıntıya gelelim: (ÖD'nin emeğin tükenmez güç kaynağı olduğu konusundaki "aydınlatmalarını" bir kenara bırakacak olursak) karşımıza ilk çıkan bir belediye sosyalizmi'dir. Ne istiyoruz? Demokratik halk devleti! Ne zaman istiyoruz? Şimdi! O halde istediğimizde geri alabileceğimiz "namuslu ve dürüst" yerel yöneticileri seçmekten kolay ne var? Aday kim? EMEP! İşte size demokratik halk devleti!! Pekala, bu harika icadın "nesnel temeli" nedir? Özelleştirmeye son verilmesi, adil bir vergi sistemi kurularak "kayıtdışı"nın ortadan kaldırılması (bunu biz ekledik ancak EMEP'in karşı çıkacağını hiç sanmıyoruz. Zira Emek gazetesinin ekonomi sayfaları bize bunu "öğretiyor"!) rantiyeliğin yok edilmesi... Ancak EMEP'in yaklaşımı yine boş çıkıyor. EMEP, siyasal liberalizme eşlik edecek ekonomik reformunu, kapi-talizmin temel politikalarından birine karşı çıkmakla sınırlıyor. Bir bütün olarak ücretli kölelik sistemine karşı mücadeleyi ağzına bile almadıktan başka, özelleştirmeyi geriletmenin –ki bu politika, burjuvazinin toplumsal dengeleri biraz daha gözetmek zorunda kalarak, kimi yerlerde ise ülkemizde olduğu gibi buldozerle uyguladığı temel bir politikadır– bugünkü vızıldanmalarla mümkün olacağı havasını yayıyor. Artan oranlı vergi sistemi konusunda ise emekçileri yine aldatıyor. Kapitalizm koşullarında vergi, adı üzerinde emekçilerin alınterinin bir bölümüne devlet adına el konması ve bunun burjuvaziye aktarılm-asını içerir. O, yasal bir soygundur. Çok reklam edilen –ve görüldüğü kadarıyla EMEP'in de başını döndüren– bazı kapitalist ülkelerde burjuvazinin "sosyal adalet" ilkelerine göre daha fazla vergilendir-ildiği, kayıt dışı ekonominin kontrol altına alındığı balonunu uçuruyor EMEP emekçilere. Sosyal dem-okrasinin adil vergi yoluyla adil bölüşüm ilişkileri tezi, reformizme batan EMEP'i yalnızca aldatmakla kalmıyor, aynı zamanda diline de yerleşiyor.

"Demokratik Türkiye" kampanyası, antiemperyalist mücadele sorununda da burjuva milliyetçi bir platforma denk düşüyor. Çıta burada iyice düşürülerek Aydınlık çetesi ve Mümtaz Soysal gibileriyle buluşma gündüz gözü yapılıyor. EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, bir röportajda, "'Bedelsiz ithalata' karşı çıkmadan, 'özelleştirmeye hayır' demeden, ulusal sanayinin gelişmesinin engel-lenmesine karşı çıkmadan antiemperyalizm bir laf olarak kalır" diyor ve antiemperyalizmi gerçekten de boş bir laf haline getiriyor! Elbette ki bu burjuva milliyetçi yaklaşım, özellikle 80'li yıllarda Türkiye'de egemen olan milliyetçi sosyalizm anlayışının, ithal ikameci politikalarla gelişen sanayinin "ulusal" old-uğu tezlerinin bir yeniden üretiminden başka bir şey değildir. Kapitalizmin mevcut örgütlenmesinde emperyalizme bağımlı bir ülkede yalnızca işbirlikçi tekelci burjuvaziye ait işletmeler değil, orta burjuv-azinin elinde tuttuğu küçük ve orta büyüklükteki işletmeler de emperyalist-kapitalist ağ içerisinde işlevl-endirilirken, EMEP'te hâlâ varlığını sürdüren Maocu köklerin ürettiği "milli burjuvazi ile ittifak" fetişinin yeni bir versiyonu ile karşı karşıyayız. EMEP, burada Aydınlık hainlerinin Koç vb. işbirlikçi tekelleri de

8 Bu EMEP'in kaba bir tarzda yaptığı gibi, Lenin'in işaret ettiği "örtülü geçiş", "ara aşama", vb. teoriler ile de gerçekleştirilir. Lenin, bunlar için şöyle diyordu: "Diyalektik, somut ve devrimcidir. O, bir sınıfın diktatoryasından başka bir sınıfın diktatoryasına 'geçiş'i, demokratik proleter devletin devlet olmayana 'geçiş-'inden ('devletin solması') ayırır. Kautskyler ve Wanderveldelerin seçmecilik ve safsatacılığı, burjuvaziye yaranmak için sınıflar savaşımı yerine içine devrimin yadsınmasının sokulabileceği (ve çağımız resmi sosyal demokratlarının onda dokuzunun soktukları) genel 'geçiş' fikrini geçirerek, sınıflar sav-aşımında somut ve kesin olan ne varsa el çabukluğuna getirir!" (Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 117)

Page 110: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

kapsayacak tarzda propagandasını yaptığı "yıkıma uğrayan ulusal sanayi", "yeni kompradorlaşma" tezi ile aynı telden ses veriyor. Yine bu bağlamda, rantiyelik sanki emperyalizm çağında burjuvazinin çürüme ve asalaklaşmasının belli başlı biçimlerinden biri değilmişçesine başlı başına hedefe çakılıyor. Dünyada ve ülkemizde kapitalist sermayenin kâr oranlarının korunmasında faiz ve rant alanının, bors-anın kazandığı devasa önem, özel olarak Türkiye'de en büyük sermaye gruplarının içinde bulunulan kriz döneminde kârlarının ağırlıklı bölümlerini bu alandaki vantuzlarını gererek vurdukları görmezlikten geliniyor. EMEP, Leninist emperyalizm tahlilleri ve pratik olguyu elinin tersiyle iterek "üretici" ve "rant-iye" sermaye arasına yapay ayrımlar koyuyor. Bilindiği gibi 1994 5 Nisan Kararları sonrasında da ÖD, aynı propagandayı yürüterek -Rantiyelere hücum!"- burjuvazinin en yüksek temsilcilerinin demagojisi ile buluşmuştu! Fakat elbette ki bu basit bir ekonomik tahlil hatası, kendi alanı ile sınırlı bir çam devirme olarak kalmıyor; siyasal pratik alanda sınıfı güçsüzleştiren, silahsızlandıran bir ittifaklar anlay-ışına da temel oluşturuyor! "Demokratik Türkiye" platformunun temel unsurlarını teşhir etmekle birlikte taleplere ilişkin, bunların formüllendirilmesindeki tüm çarpıklıklara girmiyoruz. Ancak bunların içerisinde siyasal ve programatik bakımdan daha temel olan ve alt taleplere de ruhunu verenleri esas aldık. Bun-lardan birisi de EMEP'in Kürt sorununa yaklaşımıdır. Önceli, Kürt sorununda sosyal şoven tutumu ile tanınır. EMEP, bu geleneği farklı bir tarzda, liberal reformist bir tavırla sürdürüyor. EMEP'in "Dersim şovları" ile varmak istediği göz boyama hedefine rağmen, bu böyle! EMEP, pratiği bir nebze olsun uygun düşmeyecek de olsa, demagojik olarak ve lafzen dahi Kürt ulusunun kurtuluşunun ayrılıp kendi devletini kurma hakkı da dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkını kullanmasından geçtiğini dil ucuyla olsun ağzına almıyor. Ah bu Siyasi Partiler Yasası! İnsanın ağzını böyle bağlıyor işte! Ama EMEP'in bunu savunmak gibi bir düşüncesi de yok ki zaten! Kürt sorununa devrimci-demokratik çöz-ümünü, görülüyor ki, o, "demokrasi ve aydınlığın" temel bir unsuru olarak görmüyor. Onun yerine EMEP, devletten Kürt sorununa "demokratik ve halkçı bir çözüm için önlemler almasını", göçettirilenl-ere konut vb. sağlamasını talep ediyor. Dünyanın öbür ucundaki devrimci demokratik silahlı kurtuluş hareketlerinin sönmesinden gizleyemediği bir haz duyan EMEP ve ÖD, "toplumsal barış" özlemiyle lib-eral reformcu içerikli barış faaliyetlerinin en hevesli destekleyicileri –ama tabii bunu dahi bedelini ödemeden!– arasında yer alıyor. "Demokratik Türkiye" platformunun Kürt emekçilere vaadettiği, onların söndürülemeyen devrimci dinamikleri ve özlemlerinin yanında her yönüyle koskocaman bir hiç olarak kalıyor.

"Toplumsal barış" dedik... Bu aslında bir özettir; "Demokratik Türkiye" platformunun özü, işçi-emekçi sınıflarla, Kürt halkıyla burjuva karşıdevrim arasında yeni bir temelde "toplumsal barış"ın yaratılma çabası olarak ifade edilebilir. O, bu amaçla emekçilerin önüne, reformlar için reformist tarzda "dövüşm-eyi" ve iktidar mücadelesini aklına bile getirmemeyi koyuyor. Aksi düşünülemez bile; reformizm devr-imci fırtınaların değil, ancak durgun suların keyfini sürebilir. Her reformist gibi, içinde bulunulan kesitte biriken devrimci dinamikler, EMEP'i de rahatsız ediyor. Ancak, işin iyi bir tarafı da var: Cin şişeden çık-alı çok oldu. EMEP, her somut durumda gerilimin düşmesi özlemini açıkça itiraf etmekten artık hiç kaç-ınmıyor. Örneğin Emek gazetesinin sürekli yazarlarından Halit Keskin, 18 Nisan 1997 tarihli yazısında "genel af"tan, bunun geniş tutulması gereğinden söz ederek bir "genel aff"ın "toplumsal barış"a katkılarının neler olacağını kavratmaya çalışıyor! "Toplumsal barış" ve "devrimci işçi partisi"! Emek, "genel af" kavramını kullanarak devrimci tutsaklara duyulan sempatiyi "Tutsaklara Özgürlük" sloganına taşıyan öncü işçi ve emekçilerin gerisinde olduğunu gösteriyor. Levent Tüzel de benzer bir tarzda, "cezaevleri sorununun bazı siyasi çevrelerin sorunu olmaktan çıkarılması" gereğinden sözediyor. Oportünist reformistler daha düne kadar "sınıf dışı gündem" olarak gördükleri cezaevleri sorununda bu kadar "derin" bir duyarlılığa aniden ulaştıklarına kimseyi inandıramazlar! Devrimci tuts-akların rejimin süreklileşen ve gitgide daha fazla bedelle göğüslenmesi gereken saldırılarına karşı geniş kitle mücadelesi zemininde değil, asıl olarak kendi öz güçleri ve yakın çevreleri ile çarpışmak zorunda kaldıkları, bilinen ve değiştirilmesi gereken bir olgudur. Ancak EMEP'in sorunu bu değildir. O, cezaevleri sorununu işçi ve emekçilerin sahiplenmesini sağlamak gibi demokratik bir görevin değil, devrimci tutsaklara duyulan sempatinin devrimci direniş ruhunu esinlemesinden, kitle kahramanlığı dinamiklerini beslemesinden rahatsızdır. Bir dizi demokratik sorunda olduğu gibi, bunu da liberal muh-alefet sosuyla eritmenin, devrimci bir gerilim unsuru olmaktan çıkarmanın peşindedir.

Lenin, "İşçi sınıfının siyasal savaşıma ve hatta siyasal devrime katılmasının, tek başına onu siyasetini sosyal demokrat siyaset yapamayacağını" söyler. (Ne Yapmalı, s. 105). Bunun için işçi sınıfının müc-adelesi her cephede ML ideolojisinin kılavuzluğundaki öncü komünist partinin program, strateji ve takt-iklerinin ışığında yürümelidir. Proletaryanın özgürlük ve demokrasi kavgasındaki pratik tutumu, bu devrimci ışığa bağlı olarak yalnızca onu devrimci siyasallaşmasına hizmet etmesi açısından değil; bir bütün olarak emekçi sınıfların hareketinin devrimci bir rotada yürümesi, bir damla devrimci enerjinin heba edilmemesi, kısaca proletaryanın hegemonyasının sağlanarak sosyalizme kesintisiz geçişin bug-

Page 111: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ünden güvenceye alınması açısından belirleyici önemdedir.

Bırakalım geniş kapsamlı reformları, burjuva karşıdevrime karşı özgürlük ve demokrasi kavgasını, en basit kazanımları bile bugün dişine kadar silahlı iç savaş aygıtı faşist diktatörlükle dişe diş bir çatışm-anın konusudur. Kazanılmaları, elde tutulup bir nebze olsun genişletilmeleri, resmi-sivil faşist güçlerle politik askeri çatışmaları göze alan, yöneten ve ileriye taşıyarak iktidar mücadelesi kanallarına akıtan komünist devrimci bir önderlikle güvenceye alınabilir. EMEP'in "Demokratik Türkiye" kampanyası, bize bir kez daha şunu öğretiyor: Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz. Reformist bir teori, ref-ormist bir program, reformist bir örgütle ancak reformist taktikler üretilebilir. Kitlelere en fazla liberal muhalefet "bilinci" taşınabilir...

O halde hükmü siz verin. "Demokratik Türkiye" platformu, kimin değirmenine su taşıyor?

Aydınlık Çetesinden Akıl HocasıTürkiye devrimci hareketinde bir siyasal akımın duruşunu, devrimci karakterini derinliğine tespit etmek için kullanılması gereken ML bir ölçü vardır. Komünistler olarak sık sık kullandığımız ve bizi şimdiye kadar hiç yanıltmayan bu ölçüyü şöyle tanımlayabiliriz. "Aydınlık'ın neresinde duruyor, ona nasıl bakıyor, politik perspektifler ve özellikle de güncel politik taktiklerde onunla buluşan, benzeşen yanları var mıdır, bunun pratik işbirliği ve ortak tutum alışlara taşındığı oluyor mu?" Bu soruların yanıtı, ele alınan siyasal akımın kendi devrimci karakteri –hatta ML oluşu– ile ilgili iddialarının ötesinde, konuml-anışının gerçek ve objektif bir tablosunu verir. Ve bu tablo bize, TİKB'li komünistler dışındaki küçükb-urjuva devrimci demokrat her akımın Aydınlık'la çeşitli konulara bağlı olarak karşı karşıya gelmesine rağmen, gerçekte kimisi daha kalın, kimisi daha ince ipliklerle bu şer çetesinin ideolojik-politik etkisi alt-ında olduğunu gösterir. Aydınlık'a karşı en keskin söylemlere sahip akımlar, örgütler açısından dahi, bugün ve gelecek açısından bu can sıkıcı tablo geçerlidir.

Kuşkusuz konumuz EMEP; ve bu yasalcı reformist politik akım açısından bakıldığında karşımıza çok daha ağır bir durum çıkıyor. Ancak biz yine de Aydınlık'a ilişkin bazı belirlemeleri yeri gelmişken yapm-alıyız.

Türkiye devrimci hareketi, Aydınlık çetesine karşı '70'lerin sonlarından itibaren pratik sınır çekme çab-asına girdi. Özellikle antirevizyonist kampta yer alan küçükburjuva akımların -TDKP, TKP/ML Harek-eti, TKİH gibi ideolojik ve politik gıdalarını uzun yıllar Aydınlık'tan aldıkları düşünüldüğünde, bu olumlu bir gelişme idi. Kuşkusuz bu noktada revizyonist "Üç Dünya Teorisi" ve Mao Zedung Düşüncesi'ne karşı Türkiye'de TİKB'nin açtığı mücadele bayrağı etkili olmuştur. Aydınlık'ın yörüngesinde dönen bu küçük burjuva oportünist akımlar, yüzeysel bir tarzda ve parçada (ve kimileri için de oldukça uzun bir sürede) olmakla birlikte, ona karşı ideolojik, politik tutum almaya başladılar. Sınıf mücadelesinin gelişim düzeyi, Aydınlık çetesinin o kesitte de açıkça faşist karşıdevrimin yanında saf tutma (ihbarcılık, devrimci güçlere fiziki saldırılar) pervasızlığı, antifaşist mücadelenin örgütlenmesi görevlerinin önde oluşu, buna pratik bir nesnel temel de sağladı. Ancak Aydınlık çetesi, ideolojik etkisini bu küçük burj-uva akımlar üzerinde göstermeye gerçekte devam ediyor. Aydınlık'ın sağdan basıncı hala etkili duruy-ordu. Elbette ki bu tek başına Aydınlık'tan kaynaklanmıyordu; Üç Dünyacılığın, Mao Zedung Düşünc-esi'nin köklü bir reddinin gerçekleştirilememesi ve antifaşist mücadeledeki sağ konumlanışla ilişki onl-arı Aydınlık'ın manyetik etkisinin içine alıyordu. Bu etkinin en güçlü olduğu örgütlerden biri de TDKP idi. TDKP, güçlü Maocu kökleri "maceracılık" olarak değerlendirdiği antifaşist mücadele görevlerine ka-palılığı üzerinden Aydınlık'la buluşuyordu.

Aydınlık çetesi 12 Eylül mahkemelerindeki pratiği ile devrimci saflarda –ideolojik, politik bir kopuşa dönüştürülemeyen– genel bir nefret uyandırdıktan sora, '80'lerin sonlarına doğru sol saflara yeniden sızmak için ucuz ama sonuçları itibariyle barışma üzerinden yol almaya çalıştı. Halen toparlanamayan devrimci örgütlerin zayıflıkları, emekçi kitle hareketinin politik açıdan göreli düzeyi, ama asıl olarak da pragmatizm ve bilinen ideolojik geçirgenliği nedeniyle Aydınlık'a karşı devrimci duyarlılığı zayıflamış birçok siyasal akım, "Aydınlık'ın değiştiği" hayaline kapıldı. Hangi somut bağlantılar içerisinde bulund-uğu, belki de tam anlamıyla devrim sonrasında açığa çıkarılabilecek olan bu çete, legal basının ve kitle örgütlerinde erkenden ele geçirdiği kimi mevzileri kullanarak yeniden kendisini sol (hata devrimci) safl-arda meşrulaştırdı. "Aydınlık karşıdevrimin ajanıdır" tespitleri geri alındı, buna politik kılıflar geçirildi, 2000'e Doğru bürosunda '91 seçimleri sürecinde "Yasal parti caizmidir" toplantılarına katılındı!

Page 112: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Elbette su hep böyle bulanık kalmadı. TİKB'li komünistlerin basınında Aydınlık'ın hem genel olarak hem de çeşitli konulardaki politikalarını teşhir amaçlı yazılar yer alıyor; komünistler Kürt sorunu ve işçi hareketi gibi temel alan başta olmak üzere sürekli olarak devrimci harekete bu açıdan yol gösterici olmaya çalışıyorlardı. Çeşitli küçük burjuva akımlar, platformlarda, panel vb. etkinliklerde Aydınlık'ın da yer alma çabasına karşı durmazlarken, komünistler bunun cepheden karşısında durdular. Ve dergi sayfalarındaki Aydınlık eleştirileri bir kenarda dururken, örneğin işçi hareketinde Aydınlık'la çeşitli dirsek temaslarına veya ortak tavırlara girmek gibi oportünist pratiklere asla girmediler. Girenleri de acımasızca eleştirip teşhir ettiler. Bu konuda İSŞP Kurultayı pratiği (1995) özellikle anılmalıdır.

Toplumsal-siyasal sürecin farklılaşıp sınıf mücadelesinin nabız atışlarının hızlanması, Aydınlık'ın bugün açıkça Genelkurmay solu konumundan konuşmasını sağlayan temel etmen oldu. Bu da elbette ki yeniden tepki topladı. Çeşitli siyasal güç ve çevreler, farklı etmen ve güdülenmelerle de olsa –kimisi devrimci yönden, kimisi sivil toplumcu mevzilerden– Aydınlık'la arayı açmaya daha fazla yöneldiler. 1 Mayıs ve 2 Temmuz '97 gösterilerinde olduğu gibi, başta TİKB'li komünistler olmak üzere Aydınlık çet-esi ile çatışmalar yaşandı.9

Bütün bu süreç boyunca Aydınlık'a karşı lafzen de olsa en az tutum alanın TDKP ve EMEP olmasına şaşmamak gerekir! Daha önce de ortaya koyduğumuz gibi, o belirlediği politik kulvarda devrimci akıml-arın tasfiyesi için uğraşmayı başlıca görev olarak görüyordu ve Aydınlık'ın bir hedef olarak seçilmesi dahi tabanını uyandırıcı olabilirdi. Çünkü o, bu mücadelede gerçekten "kendi hikayesini" anlatacaktı! EMEP, Aydınlık'a ilişkin olarak birkaç kez yazıp çizdi de; İP-Aydınlık çetesinin MGK'ya destek politik-asını "eleştirdi"! Ama aralarındaki bağ, bununla bozulmayacak kadar güçlüdür. Bilindiği gibi İP, EMEP'in kuruluşunu selamlamıştı. Tabii bu, yıllanmış sokak kadınının yenilerin çürüyüp sokağa düşüş-ünü sevinçle karşılarken aynı zamanda piyasa sorununu düşünmediği anlamına gelmiyor! O yüzden de EMEP'in iyice sağa doğru attığı her adımı desteklerken, bir yandan da "Dediğimize geldiniz; iyi de, neden ayrı bir yasal parti?" sorusunu soruyordu. Zira Aydınlık çetesi düşülebilecek en derin çukurun kendisininki olduğunu bilir ve herkesin aynı lağımda buluşmasını ister.10

Aydınlık'ın EMEP üzerindeki etkisi tek boyutlu değildir.11 Onun çok yönlülüğü ve derinleşen sürekliliği, bunu sürekli açığa çıkarma görevini yükler biz komünistlere. Bu devrimci geleneğimizi sürdüreceğiz. Burada ise Aydınlık'ın EMEP üzerindeki etkisini iki noktadan sergilemeye çalışacağız.

Birincisi, artık yabancısı olunmayan, komünist ve radikal devrimci güçlerin faaliyetlerine ve işçi-emekçi hareketi içerisindeki varlığına düşmanlıktır; yani kısacası devrim düşmanlığı! Bu kendisinin, işçi ve emekçilerin sürekli olarak ve aynı söylemle komünist ve radikal devrimcilere, devrimci yeraltına karşı kışkırtılması; devrimcilerin kitle örgütlerinden, kitlesel gösterilerinden vb. dışlanması için birbirini tam-amlayan bir propaganda ve taktik üretimi olarak ortaya koyuyor. Devrimcilerin provokasyon peşinde koştukları, bu nedenle sendikaların düzenledikleri gösterilere, işçi toplantılarına vb. basın konumunda dahi, sokulmaması her iki örgütün basınında da düzenli işleniyor. Özel olarak da eylem dönemlerinde yoğunlaşan bir faaliyet yürütülüyor. "Fark", İP çetesini kitle eylemlerine Türk bayrakları vb. ile katılarak provokatif tutumlarıyla devrimcilere sürtünürken, EMEP'in sendika ağalarının politikalarına onay verm-esi ve işçilere bu zehri şırınga etmesi. Kısacası bir doz farkı ile karşı karşıyayız.12 Ancak bazen bunda da sıçramalar yaşanıyor ve örneğin 1 Mayıs '97 sonrasında Emek'te yayınlanan Vahdet Sinan imzalı "İsyan ediyorum, marjinallikte ısrar ediyorum!" başlıklı yazıda olduğu gibi komünist ve radikal devrimci güçlere karşı düşmanlık iyice gemi azıya alıyor.

İkincisi ise, EMEP'in "uzman"ı geçindiği özelleştirme sorununa yaklaşımla ilgilidir. Aşağıdaki alıntıları 9 Silahlı mücadelenin her dönem temel olduğunu savunan ve pratiğine bunu yansıtan Halkın Günlüğü çizgisinin Aydınlık'ı hala karşı-devrimci olarak görm-emesi, Aydınlık'ın devrimci saflardaki etkisinin ne kadar derinlere nüfuz ettiğinin –kuşkusuz aynı zamanda ortak Maocu köklerinden kaynaklı– tipik bir göst-ergesidir. İnsan, Aydınlık'ın pis geçmişi bir yana, bugün onun karşıdevrimci olarak değerlendirilmesi için daha neler yapması gerektiğini doğrusu merak ediyor?10 Aydınlık'ın hain çizgisinin teorik köklerine ilişkin daha kapsamlı bilgi için bkz. Devrimci Proletarya, sayı 37, "Yeniden Hortlatılan Üç Dünyacılık: 'Kuzey-Güney' Edebiyatı."11 Gerçekte kapsam çok daha geniştir ve gitgide de genişleyecektir. '90'ların başlarında dinci gericiliğe karşı Kemalist orduyla işbirliği yapılabileceğini sav-unan ÖD çizgisinin 8 yıllık eğitim konusundaki ajitasyonunun satır aralarına dikkat edilsin... Yine ÖD, 84. sayısında hain Doğu Perinçek'in bir başka sapt-amasına da onay veriyordu. Susurluk sonrası "kontrgerillaya çekidüzen verilmesini" de içeren değişiklik, Türkiye'nin ABD uşaklığından "genel olarak emperyalizm uşaklığına" geçiş olarak gerçekleşmekte imiş! ÖD'nin de paylaştığı bu tespitinde Perinçek haini, Türkiye'nin ABD'nin bölgesel taşeronu olarak kullanımının bölgede kızışan hegemonya mücadelesiyle birlikte daha da genişleyip derinleşebileceğini gizleme peşindedir. ÖD'nin ise buna tek bir itirazı var: Perinçek'in tesbiti doğru, ama orduya taktığı "Kuvayı Milliyeci" vb. sıfatlar yanlışmış. Bu kadar yol yürüdükten sonra, Perinçek'i üzmeyip son durağa kadar gitmemenizin ne engeli var?12 Ancak EMEP, Aydınlıkçı ustalarının devrimcilere fiziki saldırılarına sadece heves etmekle kalmıyor. Gerçekte çok iyi bildiği bu dili arada bir konuşuyor da. Metin Göktepe'nin canice katledilmesinin anma yıldönümünde TİKB'li komünistlere saldırmayı ihmal etmiyor...

Page 113: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

vermeden önce bunların Aydınlık'tan alınmadıkları uyarısında bulunalım:

"Özelleştirmenin uzun vadeli bir sermeye birikim modeli olarak değil, günü kurtarmaya yönelik bir proje halinde tasarlandığı..." (Özgürlük Dünyası, sayı 75)

"Kamunun neyi var yoksa tümünü yok pahasına satma, ülkeyi emperyalizmin talanına ardına kadar ve bütünüyle açma, globalleşme ve ekonominin uluslararası piyasalara açılması adına tam sömürgeleşm-eye geçiş olarak, sermayeyi baştan aşağıya birleştiriyor." (ÖD, sayı 83)

"... Özelleştirme açık pazar haline getirilmekte olan Türkiye'de emperyalist talanın önündeki ulusal engellerin tamamıyla temizlenmesi anlamına gelmektedir." (agd)

"Yerli tekelci sermaye, büyük burjuvazi, kendi çıkarını ulusal değerlere sahip çıkmakta değil, empery-alistlere taşeronluk ve onlarla himaye altındaki ortaklıklardan payına düşecek kırıntılarda aramaktadır." (agd)

"Sermaye vatana ihanet içindedir." (agd)13

Ve daha yeni bir örnek:

Özelleştirmenin amacı, "... ekonomiyi geliştirmek değil; tersine halkın dişi ve tırnağı ile kurduğu KİT'leri işçilerin ve kamu emekçilerinin primleriyle kurulan sosyal güvenlik kurumlarının, hastaneleri, enerji santrallerini, elektrik dağıtım ağlarını, ülkenin yeraltı ve yerüstü servetlerini yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekmektir. Kısacası özelleştirme; bir yanıyla ülkenin bağımsızlığının temeli olacak temel sanayi, ulaşım ve enerji kaynaklarını emperyalistlere ve onların yerli işbirlikçilerine yağmalatmanın adıdır." (20 Mayıs 1997, Emek)

Söyleyin: Bu satırların altına bırakalım Aydınlıkı, Mümtaz Soysal'ı, arpalandığı KİT yönetiminden alınmış hangi CHP'li genel müdür imza atmaz! Özelleştirmeye yaklaşımınızın onlarınkinden, KİGEM'-cilerin, Kemalistlerin yaklaşımı ve karşı çıkış noktalarından ne farkı var? Aksine bunlar söylem olarak dahi iki su damlası gibi aynıdır. Onların da savları tıpkı sizinki gibidir. Özetle: Türkiye'de bir ulusal san-ayi var ve özelleştirme bunu yoketmeye yöneliktir; özelleştirme günü kurtarmaya yöneliktir; özelleştirme adilce ve "centilmence" değil, yağma biçiminde mafyayı da işin içine karıştırarak yapıl-maktadır; yerli tekelci sermaye ulusal değerlere sahip çıkmak yerine vatana ihanet etmekte, emperyal-istlere taşeronluk yapmaktadır. İmza, Aydınlık, utangaçça sosyal demokrasi, Kemalistler; onaylayan EMEP...

Özelleştirme konusundaki komünist yazına bir parça aşina olanların dahi yakalayacağı bu sınıf işbirl-ikçi tutum üzerinde biraz durmalıyız: Özelleştirme EMEP'in sandığı ve egemen sınıfları eleştirdiği gibi, "günü kurtarmaya yönelik bir proje" olarak gündeme gelmiyor. O, kapitalist ekonominin ve devletin yeniden yapılanmasının, özel olarak yarı sömürge ülkelere uygulatılan "Yapısal Uyum Programları"nın asli bir parçasını oluşturuyor. Kapitalist ekonominin işleyişini yeğinleştirme ve üretilen toplam artı değ-erin daha büyük bölümünü tekellere daha dolaysızca akıtmayı hedefliyor. Bu doğrudan üretim ve hizm-etler alanından azami kâr olanaklarını büyütmenin yanı sıra, devlet bütçesinden işgücünün yeniden üretimine ve genel olarak emekçiler için "sosyal harcamalar" adı altında ayrılan kırıntılara son verilm-esi ile gerçekleştiriyor. EMEP'e bir soru: Özelleştirmenin "uzun vadeli bir sermaye birikim modeli" olup olmaması sizi neden bu kadar ilgilendiriyor? Siz kapitalizmin işleyişinin, sermayeye birikiminin avukatı mısınız? "Uzun vadeli bir sermaye birikimi", "günü kurtarmaya yönelik projeler"in yanında emekçiler için ehven-i şer mi oluyor? Bu ulusal kalkınmacı kafanın Türkiye'de sizden önce hiç ortaya çıkmadığı, dolayısıyla sınıf işbirlikçi düşüncelerinizin teşhis edilemeyeceği hayaline sizi Aydınlıkçı akıl hocalarınız mı inandırıyor da bu kadar pervasız olabiliyorsunuz!

İkincisi, EMEP'in düşündüğü gibi özelleştirme "ulusal sanayiyi tasfiye" etmiyor. Emperyalizme bağımlılık olgusu, daha Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri varolan ve yarım kalan demokratik devrimle birlikte süreklilik kazanan bir ilişki biçimidir. '40'lı yıllardan itibaren de daha sıçramalı bir gelişim çizgisi izlemiştir. '80'li yıllar ve sonrası, bu arada özelleştirme politikalarının kendisi, bu sıçram-alı gelişimin unsurlarından birini oluşturur ve önemlidir. Bu süreç, yalnız büyük tekellerin değil, uluslar-arası emperyalist işbölümünün yeni biçimlenişine bağlı olarak küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin

13 Yeni sağ tasfiyeci dalganın temsilcilerinden Kurtuluş da son 3-4 yıldır politik ajitasyonunu bu temele oturtuyor. Ayrı bir yazının konusu olduğundan dikkati çekip geçiyoruz...

Page 114: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

de bu ağ içerisinde konumlandırılmasını getirmiştir. Ayırdedici özelliklerinin çözümlenmesi bir yana, özelleştirme politikalarının ulusal sanayinin sonunu getirdiğini, "ülkenin bağımsızlığının temeli olacak" ulaşım ve enerji kaynaklarını emperyalistlere ve yerli işbirlikçilerine yağmalatmak vb. anlamına geldiğ-ini iddia etmek, Marksizm-Leninizm'e açık bir saldırının ötesinde, aynı zamanda bilinçli bir tarih çarp-ıtıcı lığıdır. EMEP'in özelleştirmedeki amacın, "ekonomiyi geliştirmek değil" bu yağmanın önünü açmak olduğu eleştirisi, onun siyasal reformculuğuna da denk düşmektedir. Gelişkin ekonomi –sanki bu emekçilerin daha yoğun sömürüsü demek değilmiş, ancak onun üzerinden yükselmeyecekmiş gibi– gelişkin demokrasi... iyi ya, liberaller de bunu söylüyorlar!

Bir başka çarpıtma, özelleştirmenin tam bir yağma biçiminde yapıldığı üzerinedir. EMEP, olgulardan yola çıkıyor, ama bunlarda tam vahşi kapitalizmin, tekelciliğin özünü görmediği için şaşkınlıkla karşılıyor; tekelleri terbiye dairesine davet ediyor. Doğrudur; özelleştirme birçok işletmenin arsa fiyatının dahi altında satılması biçiminde gerçekleşiyor. Bu alanda inanılmaz vurgunlar gerçekleşiyor, işin içinde mafyanın olduğu, bazı işletmelerin silah zoruyla kapatıldığı bir gerçektir. Özelleştirme past-ası, özellikle kremaya doğru gelindikçe burjuvaziyi birbirinin boğazına çöktürmüş; amacın da içerisinde bulunduğu siyasal hamleler –28 Şubat darbesi gibi– gerçekleştirilmiştir. Peki, bunun tekelci kapitalizmin karakteri ile çelişen nesi vardır? Dünyanın hiçbir yerinde özelleştirme burjuvazinin iç dal-aşmasına, pay savaşlarına, rüşvet, mafya ilişkilerinin yoğunlaşmasına, sık hükümet, bakan vb. değiş-ikliklerine sahne olmadan gerçekleşmemiştir. Yine özellikle yarı sömürge ülkelerde emperyalistler "alıcı" konumuyla doğrudan devrede olmuşlar ve her biri kendisine en yakın siyasal güçleri harekete geçirmiştir. Satışlar da hakkaniyet ölçülerine uyarak değil, elbette ki emperyalist ve işbirlikçi tekellerin en fazla kâr edebileceği biçimde gerçekleşmiştir. EMEP, tekelci kapitalizm denen şeyi sadece piyasada sınırlı sayıda deterjan, otomobil vb. firmasının bulunmasından ibaret mi sanıyor!

Özelleştirmeye EMEP tarzı reformcu karşı çıkışların, vızıldanmaların başında, devlet işletmelerinin halk tarafından yaratıldıkları, halka hizmet ettikleri ve bu nedenle halkın malı oldukları, bu nedenle sat-ılmamaları gerektiği, gelir. Bu sadece EMEP tarafından yürütülmeyen, Aydınlık'ın, Kemalist'lerin vb'nin de kullandığı bir propaganda malzemesidir. Bu, devlet işletmelerinin tekelci kapitalist niteliklerinin, devletin tekellere ekonomide kolektif kapitalist olarak hizmet ettiğinin gizlenmesine dayalı bir tezdir. Devletin çeşitli "sosyal hizmetleri" yerine getirmesi, işçi ve emekçilerin uzun süreli mücadelelerinin sonucu olmuş ve can bedeli mücadeleleri gerektirmiştir. "Primler"den önce bunu görmek gerekir.

İkincisi bunların daha gelişkin hale gelmesi, yine sınıflar mücadelesinin uluslararası düzlemdeki koşull-arıyla bağlantılıdır. 2. Emperyalist Savaş sonrasında dünyanın üçte birinin sosyalist kampta yer aldığı, sosyalizmin canlı propagandasının tüm dünya proletaryası ve emekçileri için güncel bir çekim merkezi ve mücadele çağrısı olduğu koşullarda, kapitalist ekonomilerin kısmi refah koşullarının da etkisiyle bir tür hizmetlerin sağlanması bilinçli bir politika olarak gündeme gelmiştir. Çalışma ve yaşam koşulları nispeten hafiflemiştir. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, vb. alanlarda kısmi iyileştirmeler sağlanmıştır. Ancak bu sömürünün ortadan kalktığı anlamına gelmediği gibi, sosyalizmin basıncının düşmesiyle, özellikle revizyonist sistemin çöktüğü '89 sonrasında sosyal hakların bütünü, kapitalizmin şiddetli sald-ırısının konusu olmuştur. Öte yandan enerji santralleri, elektirik dağıtım ağları, vb. hiçbir zaman "halkın malı" olmamıştır! Koç'un fabrikaları ne kadar "halkın malı" ise bunlarda o kadar halkın malıdır. Ve tersten: KİT'lerde işçi sınıfının birikmiş alınteri, emeği varsa, herhalde Koç da sermaye birikimini "tut-umluluğu" sayesinde yaratmamıştır! KİT'ler tekellere ucuz enerji, elektrik vb. sağlamanın bir aracıdırlar ve şimdi tekeller burada yatan kâr olanaklarına doğrudan konmak istemektedirler. Bu basit öyküyü "KİT'ler halkındır, satılamaz!" yaygarasıyla karmaşıklaştırmak, emekçi kitlelere devlet kapitalizminin propagandasını yapmaktan başka bir şey değildir. Aydınlık hainlerinin "Özelleştirme değil, kamulaşt-ırma" propagandası tam da bu içeriktedir.

Devrimci proletarya, özelleştirmeye karşı mücadeleyi ücretli köleliğe son verme perspektifi ile yürütür. O, devlet işletmelerini, ulusal sanayinin temeli ya da halkın malı olarak görme oportünizmine düşmez. Burjuvaziyi de "ulusal değerlere sahip çıkmak yerine emperyalistlere taşeronluk yaptığı" için şaşkınlıkla protesto etmez! Özelleştirmeye karşı mücadele, getirdiği sosyal yıkım karşısında proletary-ayı ücretli kölelik düzenine karşı sosyalizm mücadelesine yöneltmenin devrimci zemin ve olanaklarını görür ve bunları değerlendirir. Bu mücadelede en aktif ve net duruşu onun sergilemesinin kaynağı da budur. Sağlık, eğitim gibi alanlarda ve tek tek işletmelerde, sektörlerde özelleştirmeye karşı örgütlenme ve mücadele için somut politik ve sendikal politikalar üretirken, mücadeleyi boşa çıkartacak burjuva, küçük burjuva yanılsamalardan işçi ve emekçileri kurtarmaya çalışır. Çünkü amac-ımız, neoliberal politikalardan önceki "eski güzel günlere"(!) dönmek değil; sosyalist geleceğimiz için mücadelede proletaryanın hegemonyasını sağlamak, emekçi yığınları bu doğrultuda eğitmektir.

Page 115: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

O halde sözümüzü bağlayabiliriz: Demek ki, "İşçi Partisi" EMEP, "İşçi gazetesi" Emek, işçilere tam da sınıf dışı güçlerin, sosyal demokrasinin, Genelkurmay solu Aydınlık çetesinin fikirlerini aşılıyor; onu saçtığı zehri şekere bile bulamadan yutturmaya çalışıyormuş!

Demek ki, EMEP'in parti bayrağının rengi, Aydınlık'ın kirli sarı tonuna gitgide daha fazla bulanıyormuş!

Page 116: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Bilimsel Sosyalizme Karşı Liberal Sosyalist Ütopyalar

Önceki yazımızda eleştirdiğimiz görüşler, sosyalizmle kapitalizmin "aynı iktisadiyatçı temel üzerinde durduklarını" ileri sürerek, Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyet sosyalizmine "ekonomizm" eleştirisini yöneltiyor ve "odağına insanı koyan" yeni bir sosyalizm anlayışım ileri sürüyorlardı. Bu görüşlerin "yeni" bir yanının olmadığı, revizyonizmin tarihi olarak oldukça eski –Bernstein dönemine kadar inen– bir tezi olduğu gösterildi. Sosyalizmle kapitalizmin "üretimci kalkınmacılık" denilerek paydalaştırılması saçmalığı, iki sistemin karşıtlığının temel unsurlarına işaret edilerek ortaya konuldu. Sosyalizmi yeniden tanımlama iddiasındaki bu görüşlerin "ekonomi politik"i yadsımasının anlamı, tarihsel materyalizmi yadsırken diyalektik materyalizmi de yadsıyıp nasıl felsefi revizyonizme kaydıkları da gösterildi. Üzerinde durduğumuz bir başka nokta sınıf mücadelesi içerisinde tümüyle farklı konumda olan PKK ve Birikim'in, birisi ulusal devrimci bir silahlı mücadele çizgisi yürüten, diğeri oportünist liberal iki ayrı akımın bilimsel sosyalizm karşıtlığında birleştikleri temelin aynılığı ve her İkisinde de bunun marksist materyalist diyalektiği yadsıma düzeyine vardırmış olmasıydı.

Bu yazımızda eleştirilerimizi yeni örneklerin irdelenmesiyle birlikte genişleterek derinleştireceğiz. Bu, tümünün kavranılmasını kolaylaştıracaktır. Ele alacağımız yeni örnekler, "yeni" sosyalizm görüşleri içerisinden seçilmiş prototiplerdir. Bu görüşlerin hemen hepsi bilimsel sosyalizm karşısında aynı noktalardan çıkış almakla birlikte kısmen içeriklendirmede, peşi sıra da alternatif modellerini ileri sürerken farklı varyantlar oluşturmaktadırlar. Her birinin kendi varyantlarını da "piyasalar"da bolca bulabilmek mümkündür. Bunlardan birisi, eleştiregeldiğimiz Birikim yazarlarının görüşlerinin bir üst varyantı sayılabilecek –büyük ölçüde "esin"'lenmiş oldukları– Andre Gorz'un "İktisadi Aklın Eleştirisi" vb. kitaplarında ifade ettiği görüşlerdir. O en kısa haliyle söyleyecek olursak kapitalizmle sosyalizm arasındaki "devamlılık bağı"nı büyük üretimin örgütlenişinden kurduktan sonra çözümü "iktisadi aklın" dışına çıkmakta, "çalışmadan özgürleşme"de görür. Eleştirisini, bu noktada "çelişkili" bulduğu Marx'a kadar götürür. Vardığı yer ise sınıf mücadelesi dinamiklerini yadsıyan varoluşçu bir özgürlük/sosyalizm anlayışıdır.

Üzerinde duracağımız ikinci görüş, artık ahı gitmiş vahı kalmış, çıktıklarından bu yana geçen sürecin pratik eleştirisiyle gerçek kimlikleri ayan beyan ortaya çıkan –diğerlerine de ayna tutan– Yeşilci sosyalizmin görüşleridir. Eski "radikalizm"lerinden eser kalmayıp sosyal demokrasinin az solunda uysal bir muhalefet akımına dönüşen Yeşilci sosyalizmin görüşleri, tarihin tekerleğini geriye doğru çevirmeye çalışan pirimitive yapısıyla diğerlerinin de kavranılmasını kolaylaştıracaktır. Ele alacağımız son görüş ise, modernize edilmiş bir anarşist özyönetimci modeldir. "Katılımcı ekonomi" adını verdikleri ayrıntılı bir projeyle ortaya çıkmaktadırlar. Kuşkusuz onu da diğerleri gibi saf haliyle bulabilmek olanaklı değildir. Yadsıdıkları sosyalist planlamanın, amentüleri devlet karşıtlığı olmakla birlikte devletin gerekliliğinin eteklerinde gezinmenin –hoş bu yeni sayılmaz– örneklerini de vermektedirler.

Öte yandan ele aldığımız bu görüşler, eskilerinin yenilenmiş haliyle modern teorilerdir. Günümüz kapitalizmini kapitalizmin gelişkin örneklerinden incelemektedirler. Ve bu halleriyle bize bilimsel sosyalist teorinin bu alandaki boşluğunu, ertelenemez bir görevin varlığını hatırlatmaktadırlar. Sadece ve sadece bu kadar! Tüm bu teoriler bilimsel sosyalizm/proletarya sosyalizmi karşısında gericidirler. Kapitalizme muhalif olmalarına karşın kapitalizmin zemininin dışına çıkamayan teorilerdir. Sosyalizmin tarihsel yenilgisi ve gerileyişinden sonra onu yadsıma temelinde ön açmaya çalışmaktadırlar.

Oportünist teorilerin oluşturduğu kalın kir tabakasını bir çırpıda silip temizlemek mümkün olmayacaktır. Sonsuz çeşitliliklerine, görüşlerindeki ayrımlara karşın pek çok noktada birleştikleri, hareket noktalarının benzerliği açıklığa kavuşturulduğunda bunun sanıldığı kadar da zor olmadığı

Galaksimizde yeni bir gezegen: Komünizmin özgürlük dünyası

Page 117: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

görülür. Demirden süpürgenin sapına bir kez daha sıkıca yapışılmalıdır.

Liberal burjuva sosyalizm ütopyası"Topluma Karşı İktisadi İnsan" isimli yazılarının (II.)'sinde Ahmet İnsel, kapitalizmle sosyalizmi "iktisat" paydasında eşitleyen görüşlerinden sonra alternatif toplum tasarımı olarak "Ama meta olmayan emeği düşünebilmek, bugünün toplumunu da bir özerkleşmiş ekonomi alanı olarak, ekonominin toplumdan ürediği toplumun/toplumsallığının yeniden yaratılmasının (üretilmesinin değil) amaç, ekonomik ilişki olarak adlandırdığımız ilişkilerin ise bu yolda bir araç olarak tanımlanmasını gerektirir." dedikten sonra "... toplumsal ilişkiyi meta değişimi yerine armağan ilişkisi kavramıyla düşünme..." görüşünü ileri sürmektedir. Bu görüşlerin temelinde yer alan sosyalizmde ekonomik ilişkilerin, üretimin kendi başına amaçlaştırılıp amaçlaştırılmadığına, bu iddiaların en fazla hedefi durumunda olan Stalin'in şahsında nasıl bayağı bir iftira olduğuna sonra geleceğiz, şimdi yazarın görüşlerini aktarmayı sürdürelim ve bu görüşlerin onu nasıl başaşağı dikilmeye götürdüğünü görelim.

"Armağan ilişkisi üç süreçten oluşur. Vermek, almak, iade etmek. Alınan ve verilen aritmetik bir eşitlik içinde düşünülemez." "Armağan ilişkisinde amaç değişimde bulunulan simgeye indirgenmediği için, simgenin bir araç, ilişkide bulunmanın amaç olduğu tahayyül dünyasının ürünüdür. Armağan karşılığının ne miktarda ve ne biçimde geri geleceği belli olmayan, kişiler arasında toplumsal ilişki yaratmak, varolan ilişkiyi beslemek veya bir ilişkiyi yeniden yaratmak için verilen bir mal veya yapılan bir hizmettir." (Birikim, sayı 12) Yazar bu yaklaşımıyla karşılıklı içki ısmarlamada, misafirliğe gidilirken yemeğin karşılığı olacak kadar hediye götürülmesinde, verginin alınışında, sosyal kurumların işleyişinde vb. açık ya da örtük ekonomik çıkar ilişkilerinin varlığını inceler. Pazar ilişkisinin sadece "almak" düşüncesini güdüleyen mantığını ortaya koyar. Önerdiği "armağan ilişkisi"nde de "iki tarafın da bir yarar beklentisi" olacağını ve bunun gizlenemeyeceğini belirterek "Tersine bunu temel beklenti olarak ortaya koyup, ilişkideki aritmetik eşitliği değil kişi denkliğini öne çıkarır. Armağan ilişkisinde mal veya hizmet kendisi için değil, ilişkinin gerçekleşmesi, yenilenmesi ve yaratılması için dolaşır." der.

İleri sürülen bu görüşlerle bağdaşmayan "mal", "hizmet" gibi kavramların bir arada kullanılmasını bir yana bırakalım, yazar bu görüşleriyle bireyler arası ilişkiyi meta ve para ilişkisi olmaktan, şeyleşmekten kurtardığı görüşündedir. Ama O bize bugünkü ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel yapıdan önerdiği biçimde bir "armağan ilişkisi"nin kurulacağı bir topluma nasıl geçileceği üzerine birşey söylemez. Sosyalizmle kapitalizm arasındaki farkı bu yönden incelemez. Yazar kapitalizmin ortaya çıkardığı yabancılaşmaya, onun toplumsal ilişkilerdeki yansımalarına pek çok küçük burjuva aydın gibi tepki duymakta ama onun iktisadi özüne, sorunu temellerinden ele almaya da uzak durmaktadır. Metaların fetiş bir karakter kazandığı kapitalizmle, meta üretim ve değişiminin etkime alanını sınırlandırıp yok etmeye yönelen sosyalizmi bu ayrımı koyarak değerlendirmemektedir. Paranın artık hiçbir rol oynamayacağı ve ona ihtiyaç duyulmayacak olan, mal değil ürün değişiminin olacağı komünizm ve onun ilk aşaması olan sosyalizmin, ekonomik, toplumsal, kültürel yapı ve ilişkilerini ve bu perspektifle incelemeyen bir görüşün "armağan"a dayalı bir toplumsal ilişki sistemi önermesi ancak bir tahayyülün, boş bir tahayyülün ürünü olabilir.

Kapitalizmle sosyalizm arasında kuruluveren basit paralellikler, "ekonomi politik"in yadsınması yazarı başaşağı dikmekte, gerçekleşmesinin hiçbir olasılığı olmayan ütopyalar kurmaya yöneltmektedir. Ahmet İnsel, "İnsanoğlunu ütopyalar harekete geçirir, ütopyaları sayesinde insan tarihi yaratır!" demektedir. Evet, ama hangi "ütopya"lar? Kapitalizmin ebediliği ilan edilip emekçi insanlığın köleliğe ve geleceksizliğe mahkum edildiği bir dünyada bizim yaralı kuşumuz güneş ülkesine doğru uçmaktadır. Dünü bugününde taşıyarak sonsuzluğa doğru kanat çırpmaktadır. Bizim ütopyamız, "tahayyüller" dünyasından değil somut tarihsel koşullara sıkı sıkıya bağlı yaşamın içerisinden fışkırarak doğmaktadır. Bundan dolayı bir o kadar gerçekleşebilir ve kaçınılmaz, öte yandan emekçileri yanılsama içerisine sokarak sistemin devamına hizmet etmeyecek olan bir ütopyadır!

Ahmet İnsel'in önerdiği "armağan ilişkisi"ne dayanan "tahayyüller" toplumunun üretim ilişkileri nedir? Hangi mülkiyet biçimleri –ilişkileri içerisinde doğmakta ve şekillenmektedir? Üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin bugünkü düzeyinde ve halihazırdaki mülkiyet türleriyle bu olanaklı mıdır? Yazarın bu konularda ne söylediğine bakalım. O ekonomi politiği yadsır, "tahayyüller" dünyasında

Page 118: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

gezinirken bu görüşleriyle yadsıdığı kayalara çarpıp parçalanmaktadır. İzleyelim.

"... özel mülkiyet/devlet mülkiyeti, pazar ekonomisi/planlı ekonomi kutuplaşmasının ötesinde bir toplumsal anlamı olan armağan ilişkisi, çoğul toplumun yaratıcı tek gücüdür." "Burada belirleyici araçlar, ne üretim araçlarının özel mülkiyeti ne de tersine bunların toplumsal mülkiyetidir. Çeşitli mülkiyet ilişkilerinin çeşitli varoluş biçimleri olarak, aralarında seçim yapılması, birinden diğerine geçilmesi olanaklı bir denklik içinde bulunmaları, bürokratik–ekonomist fantazmanın kalkınmacı yıkımından toplumu sakınır." (Topluma Karşı İktisadi İnsan (II), age.)

Hangi biçimler altında ve nasıl gerçekleşeceği bir yana ama ancak komünizmde geçerli olabilecek bireyler arasında belli bir değişim değerine ve eşdeğere tabi olmayacak bir ilişkinin kurulması üzerine onca cafcaflı laftan sonra karşımıza sosyalize edilmiş bir kapitalizm ya da liberalize edilmiş bir sosyalizm türü çıkıyor. Yazara göre "özel mülkiyet" ya da "toplumsal mülkiyet" olması, ya da "pazar ekonomisi" veya "planlı ekonomi" olması önemli değildir hatta "aralarında seçim yapılması", "birinden diğerine geçilmesi olanaklı bir denklik içinde bulunmaları" "bürokratik-ekonomist fantazmanın kalkınmacı yıkımından toplumu" sakınacaktır! Dolayısıyla bu bir tercih sebebidir. Hepsinin üstünde her halde insanların iyi niyetli dilekleri üzerinde yükselecek olan "armağan ilişkisi" vardır. Şimdi biz hiçbir ekonomik, toplumsal, kültürel temeli olmayan bu "armağan ilişkisi"ne dayalı toplumsal formasyonu olsa olsa yılbaşları ve doğum günlerinde bulabiliriz. Fakat yazarın hediye alıp vermekte de bir eşdeğer karşılık gözetildiğini söylemiş olduğunu göz önünde tutacak olursak bunlar için de bir umut besleyemeyiz.

Genellikle bu tür görüşlerin sahipleri nasıl olacağını bize pek söylemeseler de –mantığına uygun olarak büyük kapitalist özel mülkiyetin olmadığını varsayalım –bir kapitalistle bir işçi arasında "kişilerin denkliği"ne dayalı bir "armağan ilişkisi" nasıl olacaktır? Birbirini dengeleyen ve birinden diğerine geçilebilecek bu iki mülkiyetli sistemin, siyasal ve toplumsal biçimlenişi, sınıfsal yapısı, iktidarın niteliği ne olacaktır? "İnsan", "insanoğlu", "insanlar", "birey", "toplum" yazarın literatürüne bütünüyle egemen olan kavramlardır, peki sınıflar var mıdır? Varsa ya da yoksa "özel" ve "toplumsal" mülkiyet biçimleri ne tür "insan grupları"na denk düşmektedir? Yazarın önerdiği sistemin sosyalizm olamayacağı açıktır; o ıslah edilmiş bir kapitalizm önermektedir. "Armağan ilişkisi" üzerine söylenmiş süslü ütopyayı çekip aldığınızda bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan bu olmaktadır.

Başta ileri sürülen görüşlerin onca çarpıcılığına, çekiciliğine karşın böylesi basit gerçeklere takılıp kalmaları kuşkusuz insanda bir şaşkınlık uyandırıyor. Ama bu A. İnsel vb.lerinin neo-liberalizmin görüş alanından hareket ettikleri, sosyalizmi onun penceresinden eleştirip oradan sınır çekmeye çalıştıkları bilindiğinde basit gerçeklere neden takılındığını anlamak güç olmayacaktır.

Demokrasi sorununa girdiğimizde saklambaç oyununun orada da sürdüğünü görürüz. Görüşlerinden yazarın proletaryanın öncülüğü ve proletarya diktatörlüğüne bütünüyle karşı olduğunu, zaten bütün görüşlerin aynı zamanda ona karşıtlık temelinde ve bu amaçla oluşturduğunu biliyoruz. O oportünist liberal bir mevziden yola çıkmaktadır ve bu konudaki görüşü bir adım öteye götürülmüş burjuva demokrasisidir. A. İnsel liberal batı demokrasilerinde "çoğulcu demokrasi"nin geçerli olduğunu söyledikten sonra "Ama demokrasi çoğul değildir. ... tekelci demokratik bir biçim egemendir." (tek itiraz noktası bu oluyor.) ve "Varoluş biçimlerinin çoğulluğunun tanınması, demokrasinin biçimsel ve içerik olarak da çoğul düşünülmesini gerektirir." demektedir. Ütopist küçükburjuva düşüncesi demokrasinin tekellerin hakimiyetinden kurtarılmasını istemektedir. "Demokrasiyi demokrasi ideali olarak" idealleştirmektedir. Ama ünlü sözle tarihin tekerleklerini geriye çevirmek olanaklı değildir. Tekelci kapitalistlerin iktidarını yıkmak ve gerçek bir demokrasi için devrimden başka bir yol bulunmamaktadır. Bunun stratejisini yazmayan bir hareket en gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi tekellerin egemenliği altında ve çerçevesini onun çizdiği sınırların içerisinde bir demokrasiyle yetinmek durumundadır. Oportünist liberallerin "çoğul"luk arayışı sisteme eklemli "sivil toplumculuk"ta vücut bulmaktadır. "Sivil toplum", "hisse senetli pay ortaklığına dayalı halk kapitalizmi" vb. tekellerin hakimiyeti altında burjuva demokrasinin "genişletilmiş" ve egemenliğini pekiştirici biçimleri olarak oportünist liberalleri de içerisine çekmekte, onları sıkıca kucaklamaktadır. Oportünist liberallerin "çoğul demokrasi"sinin ekonomik özü budur.

Liberal oportünistler, sosyalizmin gerilemesine de bağlı olarak burjuva demokrasisine sosyalist

Page 119: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

demokrasiden çok daha fazla yakındırlar.1 Bir de ona biraz "toplumsallık" sosu dökebilseler, bireylere ve gruplara bir parça daha bulundukları yerden/konumdan kendilerini ifade etme olanağı tanınsa ... Hiçbir itirazları kalmayacaktır. Onlar liberalizmde sosyalizmi, sosyalizmde ise liberalizmi düşlemekte, ne o ne de öteki olmayınca "tahayyüler" dünyasına doğru yola çıkmaktadırlar.

A. Gorz neyi savunuyor?Kapitalizmle sosyalizmi aynı paydada eşitleyen bir diğer görüş, Andre Gorz'un görüşleridir.2 İktisadi Aklın Eleştirisi" isimli kitabında A. Gorz, "herşeyin sayılabilir ve satılabilir olduğu", "daha fazlanın daha değerli olduğu" iktisadi akılsallığı reddeder. Üretim, tüketim, verimlilik gibi kavramları sorgular. Çalışmanın "iktisadi akılsallık" tarafından kutsallaştırıldığım ileri sürer. A. Gorz'a göre, sosyalizm de "çalışma ideolojisini kapitalizmden devralmıştır. Motivasyon unsurlarını değiştirmiş fakat çalışmanın özüne ve hiyerarşisine dokunmamıştır. Dışsallık, üretimin hiyerarşik örgütlenmesi, işbölümü..., sosyalizmde de kapitalizmdeki gibi sürmektedir. Yazarın görüşleri, "çalışma ideolojisinin eleştirisi üzerine kuruludur. Alternatif sosyalizm projesini de bu temelde "boş zaman toplumu" olarak şekillendirir. A. Gorz'un "çalışma"ya ilişkin eleştirisinin temelini şu görüşler oluşturur:

"Bireylerin önceden saptanmış bir örgütlenme tarafından dışardan koordine edilen işlevler olarak yerine getirmek zorunda oldukları uzmanlık faaliyetlerini heteronomi alanı olarak adlandırıyorum. Bu heteronomi alanı içerisinde görevlerin doğası, içeriği ve ilişkileri dışardan belirlenir; öyle ki, kendileri de karmaşık olan bireyleri ve kolektifleri, büyük bir (sınai, bürokratik, askeri) makinenin çarkları gibi işletir veya aynı anlama gelmek üzere, boyutları ve talep ettiği hizmetli sayısı yüzünden, işçileri faaliyetlerim kendi kendine düzenleyen işbirliği yöntemleri (özyönetim) yoluyla eşgüdümleme imkanlarından yoksun bırakan bir makinenin gerektirdiği uzmanlık görevlerini bu birey ve kolektifleri birbirinden habersizce yaptırır. Örneğin haberleşme ağlarının, demiryollarının, havayollarının, elektrik şebekelerinin durumu böyle olduğu gibi, tek bir nihai ürün oluşturan maddeleri üretmek için genellikle birbirinden oldukça uzak olan çok sayıdaki uzmanlaşmış kuruma başvuran bütün sanayilerin durumu da budur" (sf. 48)

"Uygulamada bütün modern toplumlar, 'iletişimsel' özörgütlenme, kendiliğinden dışardan düzenlenme alt–sistemlerinin etkileştikleri karmaşık bir sistemdir. İktisadi akılsallık, dev teknik tesisler ve dört bir yana yayılan örgütlenmeler yarattıkça, programlanmış dışardan düzenlemeli alt-sistemler, yani, bireylerin, kendilerin kişisel hedefler sunulanlardan farklı ve genellikle bilmedikleri hedefler doğrultusunda, bir makinenin parçaları gibi tamamlayıcı tarzda faaliyette bulunmaya itildikleri yönetsel ve sınai makinelere verdiği ağırlık artmıştır." (sf 51)

Andre Gorz kapitalizmin temel çizgilerinin sosyalizmde de sürdüğünü, "karikatürleşerek büyüdüğünü" söyler ve "Sovyetçilik, temel hedef olarak iktisadi birikimi ve büyümeyi sürdürerek, pazar tarafından kendiliğinden dışardan düzenlenmenin yerine bütün olarak iktisadi aygıtın sistemli biçimde, programlı ve merkezi dışardan düzenlenmesini koyarak bu işleyişi akılcılaştırmaya çabalıyordu. Böylece bütün faaliyet alanlarında, sistemin topyekün akılsallığı tarafından istenen işlevsel davranışları, bireyleri kendi düzenledikleri davranışların akılsallığından ayırmaya varıyordu." (sf. 58)

A. Gorz çalışma içerisinde grup inisiyatifinin artırıldığı kalite çemberleri türü iş örgütlenme biçimleri ile ilgili olarak "Taylorculuğun parçalara ayırdığı çalışmayı niteleyen heteronomi derecesini iyice azaltır. Ama heteronomiyi ortadan kaldırmaz: Yerini değiştirir." (sf. 102) der. Bu görüşlerin devamı olarak "proses işçisi"nin ürünle bir ilişkisinin kalmadığını, robotlaştırılmış bir fabrikanın profesyonel emekçisinin işlevsel bir uzmanlık görevini yerine getirdiğini söyledikten sonra üretim tekniğinin son gelmiş olduğu düzeyin de heteronomiyi ortadan kaldırmadığı tespitini yapar ve çözümünü çalışma alanının dışında "çalışmadan özgürleşme"de aranmasının gerektiğini ileri sürer. A. Gorz, alternatif bir sosyalizm esas olarak "boş zaman toplumu" olmalıdır der; "boş zaman toplumunu" da "kendisi için

1 Bu yakınlık tekelci medyanın liberal yayınlarında personel birliği biçimini almaktadır. Görüşlerini eleştirdiğimiz Ahmet İnsel, Murat Belge, Tanıl Bora, Ümit Kıvanç gibi Birikim Dergisi yazarları ve çevre unsurları Yeni Yüzyıl, Radikal gazetelerinde köşe yazarlarıdırlar. Üstelik bu "köşe"lerde yazarlarken liberalizmlerinin sosyalist askısı da düşmekte geriye alelade bir liberallik kalmaktadır. Gazetelerdeki köşelerinden sistemin politikadaki sıkışmasına liberal bir varyantın açılmasında katkı sağlarken, Birikim, İletişim vb. de oportünizmin av sahası olmaktadır.2 A. Gorz, Birikim yazarlarının önemli ölçüde etkilendikleri, görüşlerine kaynak oluşturan yazarlardan birisidir. Görüşleri tam bir aynılık içermese de –örneğin A. Gorz'da "bireyin varoluşsal özerkliği" gibi felsefi düşüncesini de açıktan yansıtan değerlendirmeler vardır– ayrım ekseninde, "armağan ilişkisi" (A. İnsel) vb. birleşmektedirler.

Page 120: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

amaç olan özerk faaliyetler" sürdürülmesi olarak tanımlar. "Özerk faaliyetler"i de eleştirisinin temeline yerleştirdiği "iktisadi akılsallık" ve "mega makine"ye karşıtı yönde alınıp satılır olmayan, saate bağlı olarak ölçülmeyen ve yapıldığının tatminini kendisi üreten müzik, aşk, eğitim, düşünce alışverişi, bir hastaya güç verme, yaratıda gibi faaliyetler olarak tanımlar.

Kimi yerlerde ayrıntılara inerek verdiğimiz yazarın görüşlerinin genel çerçevesi budur. O duygusal bir yakınlık ve yer yer kesişmeler göstermekle birlikte Yeşiller gibi çözümü küçük ölçekli üretime dönmekte görmemekte "mega–makine"ye karşı daha umutsuz bir bakışa sahip olduğundan "üretimin özyönetimine dayalı örgütlenmesi" türünden anarşist önermelere de uzak durmaktadır. Onda önerdiği alternatif toplumun nasıl gerçekleşeceği, ona nasıl geçiş yapılacağı, bir iktidarın olup olmayacağı, olacaksa sınıf karakterinin ne olacağı konusunda açık görüşler bulamıyoruz. Önerilerini Avrupa solunun genel gidişatı, program ve hedefleriyle ilişkilendirerek sunmaktadır. Sosyal demokrasiyi uygulanmış örnekleri ve yönelimleriyle bu perspektifin içerisinde değerlendirmektedir. Proletaryaya ise bu kitabı yazışından (1991) on bir yıl önce "elveda" dediğini biliyoruz. Sözü uzatmaya gerek yok, A. Gorz'da Avrupa'daki birçok benzeri gibi toplumsal sistemler arasında bir ayrım koymadan evrimci bir sosyal dönüşüm programı ileri sürmektedir. Ve salt bu açıdan bile değerlendirdiğimizde görüşleri ütopizmle sisteme bağımlı bir pasifizmin, sistemin ezici, yıkıcı, dağıtıcı saldırısı karşısında küçükburjuvazinin düşsel/ahlaksal tepkisiyle pratikteki teslimiyetin, reformculuğun ötesine geçmeyen görüşlerin ifadesidirler. Sınıf mücadelesi dinamiklerine sıkıca dayanıp, kendisini proletaryanın kurtuluşu mücadelesine bağlamayan ve devrimci dönüşümler öngörmeyen hiçbir görüş, alternatif bir sosyalizmin kurucusu olamaz. Soruna siyasal ve proletaryanın sınıf mücadelesi ekseninden baktığımızda söylenmesi gereken en başta budur.

Şimdi bu "alternatif toplum" modelinin önermelerini temellerine inerek ve onların hareket noktalarıyla birlikte değerlendirelim.

Karşıt iki sistem: sosyalizm ve kapitalizmA. Gorz sosyalizmle kapitalizmi paydalaştırırken işçinin üretimle ve ürünle ilişkisini salt fabrika boyutuna indirgemekte, değerlendirmelerin üretim tekniklerindeki gelişme ve bunların çalışma üzerindeki etkileri üzerinden yapmaktadır. Bu yaklaşım onu serbest zaman toplumunu (amaç ve içeriğe daha uygun olduğu için bunu kullanacağız) tarihsel somutluğu içerisinde ve gelişme evreleriyle birlikte düşünmekten uzaklaştırdığı, üretici güçlerin gelişiminin bundaki rolünü gözardı etmeye götürdüğü gibi bizzat onun hazırlayıcısı durumunda olan, ona köprü kuran sosyalizmi kapitalizmle aynı kefeye koymaktadır. Bu bir dizi temel karşıtlığın silinmesidir.

Sosyalizmde de fabrika ve işletmelerde büyük sınai üretimin gerekli kıldığı yönetim, işbölümü, uzmanlaşma üretimin gerçekleşebilmesinin koşulları olarak yürürlüktedir. Bilimsel iş organizasyonları işçilerin yaratıcı katılımını sağlayacak ve üretkenliği artıracak şekilde gerçekleştirilir. Hiyerarşi üretim faaliyetinin zorunlu kıldığı sınırların içerisindedir ve kapitalizmde olduğu gibi egemen sınıfın hakimiyetini karmaşık mekanizmalarla pekiştiren bir yönetim biçimine olanak tanınmaz. Kafa/kol emeğinin fabrika düzleminde ortaya çıkan sorunlarını da bu çelişkinin çözümü yönünde ele alır; politeknik eğitim kapsamı içerisinde, işçilerin bilinç düzeyini ve teknik kapasitesini geliştirici, yönetici işlevlere doğru çeken yaratıcı bir çalışmanın örgütlenmesine girişir. İşçi ile yönetici ve uzman kadrolar arasındaki ilişkinin niteliği kapitalizmdekinden tümüyle farklıdır. Fabrikadaki yöneticiler, uzmanlar şu ya da bu kapitaliste ve onların iktidarına değil işçi sınıfına ve halka hizmet etmektedirler. Üretimin amaç ve hedefleri açısından aynı ortak çıkarda birleşmektedirler. (Sorunun nihai çözümü ise, kafa/kol emeği arasındaki çelişkinin sosyalizmde ele almışı ve çözümünde bulunmaktadır. )

Sosyalizmde işçinin üretimle ilişki kuruşu, A. Gorz'un sıkıştırdığı bir fabrikada işçi/ürün ilişkisinin çok ötesinde onun yok farzettiği alanlardan başlar. Yapılan işe, işin yapılış biçiminin–teknik örgütlenişinin ötesinde anlam kazandıran etmenler bulunmaktadır artık. İki sistem, kapitalizmle sosyalizm arasındaki temel karşıtlığı oluşturan etmenlerdedir bunlar. Yazarın "mikro" alana indirip "çalışmanın dışardan örgütlenmesi-heteronomi" olarak tanımladığı "tipoloji"yle özsel bir karşıtlık vardır tam da burada.

Sosyalizmde proletarya iktidarı ve toplumsal mülkiyet vardır. Üretim kapitalizmdeki gibi artı-değer

Page 121: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

sömürüsü ve kapitalistin azami kârı elde etmesi amacıyla değil toplumun maddi ve kültürel gereksinmelerinin karşılanması ve buna süreklilik kazandırılması amacıyla gerçekleştirilir. Demagoji ve gizleme çabalarına karşın temel yasalar, merkezi planlar –SB ve Arnavutluk'ta olduğu gibi– kitlelerin önerilerine açık ve nihai olarak onların onayıyla kararlaştırılırlar. Kitleler üretimin hedeflerinden kopuk olarak değil onun bilincinde olarak üretim süreçlerine katılırlar. Emekçi kitlelerin maddi ve kültürel refahının sağlanması, sosyalizmin kapitalizme üstünlüğünün –dolayısıyla kapitalizmin ömrünü doldurmuş bir sistem olduğunun– kanıtlanması, toplumun gelişimiyle uyumlu bir şekilde bireyin özgürce gelişiminin sağlanması ve bunun komünizmle birlikte gerçekleşecek üst koşullarının hazırlanması, –onun bir parçası olarak, çalışma sürelerinin giderek daha da kısaltılacağı bir gelişme düzeyine üretici güçlerin çıkarılması– artık üretim bu amaçlarla yapılmaktadır ve işçi de bunun bilincindedir.

Sosyalizmde üretim araçları toplumsallaştırılmıştır. Sömürücü sınıflar ve insanın insan tarafından sömürülmesinin koşulları ortadan kaldırılmıştır. İşgücü meta değildir. Emeğin, gerekli ve artı emeğe, ürünün gerekli ve artı ürüne bölünmesi, dolayısıyla artı-değer sömürüsü yoktur. Üretim tüm toplumun ve onun her bir üyesinin gereksinimlerini karşılamak amacıyla yapılır. Bunun için de emek, kendisi ve toplum için emek olarak ikiye ayrılır. Kendisi için emek, emeğin niceliği ve niteliğine göre dağıtılır, ailesiyle birlikte işçinin gereksinimlerinin giderilmesini sağlar. Toplum için emek, işçinin çalışmasını toplum için olan bölümüdür; üretimin genişlemesi, yeni teknolojiler, eğitim, sağlık, yaşlıların ve iş yapma yeteneği olmayanların (hasta vb.) bakımı, konut yapımı, yönetsel işler, savunma giderleri vb. toplumsal gereksinimlerin karşılanmasını sağlar. Bu fonlar, üretici güçlerin ileri düzeydeki gelişimi ve toplumsal üretimdeki artışla ve toplumun kültürel düzeyinin yükseltilmesiyle komünizme geçişin koşullarım hazırlar.

Toplumsal üretim ve elde edilen ürünler, bütün sonuçlarıyla emekçilerin yararınadır. Üretim araç ve hedefleriyle ortak toplumsal çıkarla emekçinin bireysel çıkarı arasında tam bir uyum yaratır. Bu uyum emekçiyi üretim süreciyle bütünleştirir. Yabancılaştırıcı öğeleri ortadan kaldırır. Dolayısıyla çalışmayla ilişki kuruş kapitalizmdekinden tümüyle farklıdır, özsel bir değişikliğe uğrar. Sosyalist bir ülke, emekçilerin ülkesidir. Bir işçinin kendisi için çalışmasıyla toplumsal gereksinmeler için yürüttüğü çalışma birbirini içerir bir bütünlük oluşturur; ikincisi bütün sonuçlarıyla emekçiye döner. A. Gorz'un heteronomi kavramı içerisinde ifade ettiği "çalışmanın dışardan koordine edilen işlevlerin yerine getirilmesi..." –biz biraz daha vurgulu söyleyip "çalışmanın dışardan dayatılması" diyelim– Sosyalist toplumsal koşullara, sınıf yapısına, iktidarın niteliğine, amaç ve hedefleriyle üretimin örgütleniş tarzına yabancıdır. Kapitalizmdeyse işçinin işle ve emeğinin ürünleriyle ilişkisinde ortaya çıkan yabancılaşmanın kökleri kapitalist özel mülkiyette, kapitalist toplumsal yapı ve ilişkilerdedir.3 Üretim organizasyonlarına, yönetim ve uzmanlık ilişkilerine yön verip biçimlendiren de bu temel farklılıklardır.

Sosyalist çalışmanın örgütlenmesi, üretim ve iş organizasyonları konuları, A. Gorz'un yaptığı türden kapitalizmle sosyalizm arasındaki özsel karşıtlıkları silerek indirgemeci paralellikler kurarken, liberal-anarşist özyönetimci modeller fabrika örgütlenmelerine taşınırken, tam bir bellek silmeyle birlikte demagoji ve spekülasyonun en fazla yürütüldüğü konular olmalarından dolayı bazı hatırlatmalarla üzerinde biraz daha duralım.

Komünist çalışma ve yaratıcı çalışmanın örgütlenmesiSosyalizm çalışma konusunda devrimsel bir değişikliği gerçekleştirdi. Devrimle birlikte çalışma tüm köleleştirici bağlarından kurtuldu. "Başkaları için çalışma, sömürücülerin hesabına zorlamaya dayalı çalışma yüzyıllarından sonra, çağdaş kültürün ve tekniğin tüm kazanımlarından yararlanarak kendisi için çalışmanın olanağı ilk kez ortaya çıkmaktadır." (Lenin) Baskı, sömürü, işsizlik, sefalet, işçiler arasında rekabeti körükleyen koşullar bütünüyle ortadan kalkıyordu. İşçi, tekniğin gelişiminde kapitalizmde olduğu gibi kendisini işsiz bırakıp mahvına yol açacak bir düşman görmüyordu artık, tersine, yeni üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünü açmasında toplumsal üretimin

3 A. Gorz, sorunu iyice daralttığı temel ve özsel olanları dışarıda bıraktığı için kalite çemberleri türü grup inisiyatifini artırıcı iş örgüt lenme biçimlerini "... heteronomi derecesini iyice azaltır..." biçiminde değerlendirmekte fakat onun kafa/kol emeğini birlikte sömürmesi ve emek sömürüsünü artırmasına, taylorizm/fordizme göre daha modern bu sömürü biçiminin emeğin yabancılaşmasına yol açan sistemdeki temel etmenleri daha görülür hale getirmesine ilişkin hiçbir söz etmemektedir.

Page 122: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

artışım, maddi ve kültürel gereksinimlerini daha fazla karşılayabilmeyi, kendisine daha fazla serbest zaman sağlayacak çalışma sürelerinin kısalmasını görüyordu. Her işçi katkıda bulunduğu toplumsal zenginliğin kendisine döneceğinin bilinciyle çalışıyor, zoraki bağlarından kurtulmuş toplumun maddi ve kültürel refahını geliştirecek olan kolektif çalışmanın bir parçası olmaktan mutluluk duyuyordu. Bu nedenle çalışma bir kıvanç kaynağıydı.

Sosyalist çalışmanın niteliği işçinin çalışmaya bakışını, tekniğe bakışını, işle ilişki kuruşunu farklılaştırıp üretim ve iş organizasyonlarında büyük bir atılımı da ortaya çıkarttı.

İşçi sınıfının çalışmaya bakışının değişmesinin iş ve üretim organizasyonlarına yansımasının ilk büyük örneği devrimin ilk yıllarında iç savaş sürerken ortaya çıktı. RKP Merkez Komitesi'nin devrimci tarzda çalışma çağrısı bir grup demiryolu işçisi tarafından yanıtlandı. Aralarında komünistler ve komünist sempatizanların bulunduğu toplantıda devrimin içerisinde bulunduğu zorlu iç ve dış koşullar göz önüne alınarak dinlenme sürelerinden özveride bulunularak cumartesileri 6 saat fazladan çalışma tartışıldı ve oybirliğiyle kabul edildi. İşçilerin yaptığı açıklamada "Devrimin kazanımları söz konusu olduğunda, komünistlerin yaşamları ve sağlıklarını sakınmamaları gerektiği gözönüne alınarak çalışma ücretsiz yapılmalıdır. Kolçak üzerinde tam zafere dek tüm alt bölgede Komünist Cumartesi yürürlüğe konmalıdır." deniliyordu.

Lenin işçilerin kendi inisiyatifleriyle başlattıkları bu gönüllü ve ücretsiz çalışmada bilinç ve gönüllülük üzerinde yükselen yeni bir toplumsal disiplini/sosyalist disiplini, komünizmin kapitalizm üzerindeki zaferini ve "fiili başlangıcı"nı görür. Bunun kazandırdığı devrimci coşkuyu her satırında gördüğümüz "Büyük Başlangıç" yazısında iktidar ele geçirildikten sonra "zaferi kazanabilmenin" ikinci koşulu olarak"... tüm emekçiler ve sömürülenler kitlesini ve tüm küçükburjuva katmanları, yeni bir ekonomik inşa yoluna, yeni bir toplumsal bağ, yeni bir çalışma disiplini, bilimin ve kapitalist tekniğin son sözünü, sosyalist büyük üretimi yaratan hedef bilinçli çalışan insanların kitlesel bir araya gelişiyle birleştiren yola götürmek.

"Bu ikinci görev birincisinden daha zordur, çünkü tek bir darbenin kahramanlığıyla asla çözülemez, aksine günlük kitle çalışmasının en sürekli, en inatçı, en zor kahramanlığını ister. Fakat bu görev aynı zamanda birincisinden daha da önemlidir, çünkü son tahlilde burjuvazi üzerinde zaferler kazanma gücünün en derin kaynağı ve bu zaferler kalıcılığı ve geri döndürülemezliğinin birinci garantisi, sadece yeni, daha yüksek bir toplumsal üretim tarzı olabilir, kapitalist veya küçük burjuva üretimin yerine sosyalist büyük üretimin konması olabilir." (SE; c.9–Sf.472)

Sosyalist ülkenin efendisi olan işçilerin özgür ve bilinçli çalışmasını izleyen atılımları 1920 ve 1930'larda gelişen Udarnik (vurucu işçi) ve Stahanovist Hareket'tir. İsmini cephede en şiddetli çarpışmaların olduğu bölgelere gönderilen vurucu kuvvetlerden esinlenen vurucu fabrikalar kızılordunun ihtiyacı olan silah ve donanımı rekor denebilecek sürelerde karşılarlar. Bu yaygınlaşır, vurucu gruplar, vurucu takımlar oluşur. Birinci Beş Yıllık Plan köylülerin ve aydınların da içerisine çekildiği çok daha geniş, yığınsal bir atılıma önderlik eder. Tarihte ilk kez bir halk kendi geleceğini planlamakta ve kendi elleriyle kurmaktadır. Plan bu açıdan olağanüstü bir anlama sahiptir ve kendisi başlı başına bir coşkunun kaynağıdır. "Beş yıllık planı dört yılda gerçekleştirelim!" sloganı atılır ve gerçekleştirilir. Gönüllü ve özverili çalışmanın, kolektif seferberliğin zaferidir bu.

Stahanovist hareketi karakterize eden ise sadece özverili bir çalışmaya dayanan bir üretim artışının sağlanması değildir. "Heteronomi", "çalışma demokrasisi", "özyönetim" vb. türden anarşist, oportünist gevezeliklere karşı iyi bir yanıt vardır burada. "Bilimin ve kapitalist tekniğin son sözünü" söylediği yerden başlayan sosyalizm, üretim tekniği ve iş organizasyonunu yeni bir düzleme sıçratmaktadır. Kömür üretiminde makinenin, yeni tekniğe uygun bir işbölümüyle kullanımı sonucu büyük bir artış sağlanır. Daha önemlisi sosyalizmde işçinin robotlaştırıldığı ve üretim süreçlerinde hiçbir inisiyatifinin olmadığı demagojilerine asıl yanıt oluşturan iş ve üretim organizasyonundaki bu yeniliğin sıradan bir işçi tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır.

Stahanovist hareket de genelleşti. Çeşitli üretim dallarında yüzlerce, binlerce küçüklü büyüklü tekniği geliştirici buluşla, gelişen tekniğe uygun iş örgütlenmesi yaratma birleşti. Bu atılımları gerçekleştiren işçiler, emeğin niteliği ve niceliğine göre daha yüksek ücret alıyorlardı. Fakat onları dürtükleyen bu değildi; sosyalizmin yaşatılması ve sosyalist Sovyetler'in kapitalizme kesin üstünlüğünün gösterilmesiydi.

Page 123: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Günümüzde kapitalizm iş ve üretim organizasyonları ve "insan kaynakları"nın kullanımı üzerine büyük bir propaganda yürütüyor. Gelişkin bir teknikle, üretim sürecinde kafa ve kol emeğinin birlikte kullanımını ve hatasız üretimi hedefleyen bizdeki yaygın ismiyle "kalite çemberleri" denilen sistemi bulanlar da yine sosyalist işçilerdir. Bu buluşta sosyalizmin kafa ve kol emeği arasındaki çelişkiyi çözme ve bunun sonucu daha yüksek üretim ve kalitede ürün alma perspektifi yönlendirici rol oynamıştır. 1955 yılında Saratovlu bir grup makine yapım uzmanı üretimin kusursuz gerçekleşmesi ve ürünün hemen teslimini içeren bir sistem geliştirdiler. Yüksek bir kalite normu belirleniyor, buna ulaşmak için ürünün denetimi son aşamaya bırakılmadan işçilerce gerçekleştiriliyordu. Saratov sistemi başlangıcından itibaren üç unsurun, tekniğin, iş organizasyonun ve eğitimin birbiriyle bağlantılı olarak yürütülmesi ve geliştirilmesine dayanıyordu. Bunun için atölyelerde tekniğin, yaratıcı yarışma ve enerjinin kullanımıyla birlikte değerlendirildiği toplantılar ve aylık teknik organizasyon planları belirleniyordu.

Bellek silmeye karşı yaptığımız bu kısa hatırlatmalar, sosyalizmle birlikte kendi ülkelerinin ve kaderlerinin efendisi olan emekçilerin çalışmaya ilişkin bakış açılarındaki değişimi, tekniğin geliştirilmesinde, iş ve üretim organizasyonlarında nasıl yaratıcı yenilikler ortaya koyduklarını, büyük bir inisiyatifin nasıl doğduğunu, geri bir ülke iken en gelişmiş kapitalist ülkelerin önüne geçen ve sosyalizmin kapitalizme üstünlüğünü kanıtlayan sosyalist Sovyetler Birliği'nin gelişimini anlatmaktadır.

Bilimsel sosyalizme karşı varoluşçu perdeKapitalizmin birçok eleştirmeni gibi A. Gorz da sayma, hesaplama, ticarileşme, yetinmeme, azamiye sahip olma, liberalizmin bireyciliği rasyonalleştirmesi, makineleşme, meta üretim ve dolaşımının genelleşip yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan bir dizi "kötülüğün", birey ve bireyin yaşamındaki bozucu –yıkıcı etkilerinin– varoluşçu teorisyenlerin referanslarıyla güçlü bir betimlemesini sunar bize. Anlatımında feodal ve loncacı sosyalizmin görüş açısı olsa da onların kapitalizmin gelişiminin bireysel ve toplumsal alandaki yıkıcı etki ve sonuçlarına karşı çıkış biçimlerine hayırhah bir noktadan bakar. Toplumsal alanın örgütlenmesine ilişkin –heteronomiden kurtuluş ve özerk faaliyetler kapsamındaki– önermeleri denildiğinde loncacı sosyalizme yakınlaşan bir anlayışı buluruz Gorz'da.

Gorz'un "çalışmadan özgürleşme" görüşünün alternatifleri "kendi için çalışma" ve "özerk faaliyetler"dir. Kendisi amaç olan, gerçekleşme biçiminde buna uygun olan, zaman kaygısı olmayan, zevk veren, doğruyu, iyiyi, güzeli gerçekleştirme gibi bir arzudan kaynağını alan, ticari değişim karakteri olmayan, karşılık beklemeden verilen, bağışa dayalı ilişkilerin kurulduğu özerk faaliyetler... Eğitim, sağlık, sanat, felsefe, din, bilim alanlarında bir satın alma ilişkisine dönüştürülmeyen koşulsuz kendinden bağış içerir ilişkiler kurulabileceğini söyler. Gorz'da bireyin varoluşsal özerklik arayışı onu yaşamın mikro/sosyal alanına götürür. Varoluşçu düşünce burada cüceliğiyle ortaya çıkar ve fırlattığı bumeranga çarpar. Toplu konut yapımlarının, oturanlar arasında iletişimi sağlayacak (İsveç örneğini vermekte. Gerek sosyal demokratların, –Gürbüz Çapan öneriyor– gerek İslami cemaatlerin önerip kimi yerlerde uyguladığı) biçimde bir sosyal plana göre yapılması, eğitim, sağlık, yaşlıların bakımı gibi sosyal faaliyetlerin "özerk faaliyetler" kapsamında değerlendirilmesi gibi önerilerden sonra, önerilerinin mikro-sosyal alanın iyice daraltılarak birlikte ekmek yapma, ev işleri alanına doğru iniyor. "Bir özerklik alanının genişlemesi, zaman artık hesaplanmadığından, bireyler zaman yokluğu yüzünden dış hizmetlere terk ettikleri faaliyetlerin bulunduğu ev işi alanına veya gönüllü işbirliğinin mikro-sosyal alanına geri dönmeyi seçmelerini gerektirir" (İktisadi Aklın Eleştirisi, sf. 207)

"Mikrososyal" alanda getirilen bu öneri ve verilen örnekler, şaşılacak bir ufuksal darlığın ifadesidirler. Gorz'un ufkunu bu kadar sınırlayan nedir? "Mega makine", "bilişsel akılcılık", "toplumsal heteronomi" onu kendi adacığına sığınmaya, kaçışa götürmekte, öznelci kimlik arayışı ve bireyin kendini varetme çabası yaşamın mikrososyal alanına indirgenip boğulmaktadır.4 Bu noktada bir

4 "Megamakina", "bilişsel akılcılık", "toplumsal heteronomi", "kültürel hegemonya"..., gibi kavramlar oportünist teorilerin değerlendirmelerini yansıtır ve alternatif önerilerinin çıkış noktalarını oluştururlar. Egemen sınıfın iktidarını politik egemenliğin yanısıra ekonomik, toplumsal, kültürel alanlarda eskisine göre daha derinlemesine ve birbiririni güçlendirecek yöntemlerle örmesi –oportünist teorilerin de çıkış aldıkları zemini oluşturmaktadır. Örneğin, burjuvazinin medya silahıyla, iletişim kanallarıyla kitlelerin yaşamı üzerinde sağladığı hakimiyete karşı bu görüş, politik mücadeleyi, sınıf savaşımının dıştalayıp "ideo/kültürel hegemonya"ya karşı mücadelenin merkeze alınması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Ya da burada "toplumsal hetoromomi" kavramında ifadesini bulan görüş, çok daha kapsamlı "alternatif" teorilerin üzerine bina edildiği bir alandır. Kaçışa dayalı "alternatif" küçük topluluk yaşam biçimleri kurmak, yerel, grupsal, marjinal toplulukların kendisini ifade ettiği sistemin içerisinden örgütlenecek " sivil toplumcu" ve "dayanışmacı" modellerle

Page 124: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

teorinin olanca açıklığıyla sefaletini görürüz.

Teorik sefalet kendisini Yeşillerde olduğu düzeyde açık ifadelerde olmasa bile, gelişkin teknolojinin sunduğu daha ileri bir yaşam düzeyine gerici bir temelde karşı çıkışıyla ortaya koyar. Örneğin, şunu da söyler: "Zamanın ender olmaktan çıktığı toplumlarda çözülmesi gereken sorun, demek ki, 'elektronik ev' modelinin ve kendi için bütün çalışmayı profesyonel hizmetlere aktarmanın (kadını bunaltıp aptallaştıran, köleleştiren, ev içi işler için söylüyor bunları. Çözümü de tekniğin sağladığı imkanların kullanılmasında değil aile içi işbirliğinde görüyor –nba) tamamen tersidir. Tersine, kendi için çalışma alanını yeniden genişletmek gerekir, insanlar bu sayede kendilerine ait olurlar; karşılıklı olarak topluluklarına veya ailelerine ait olurlar ve her biri dünyanın duyulur maddiliğinde köklerini bulur ve bu dünyada herkes başkalarıyla ortaklık kurar." (sf. 194) Bu görüşleri mega tekniğin mega kentine karşı komşuluk ilişkilerini, mahalleye, köye, herkesin birbirini tanıdığı, selamlaştığı, hal hatır sorup yardımlaştığı o eski kasabalara, mahallelere duyulan özlem izler. Garip ama gerçek!

Yaşamı mikro-sosyal alana indirgemek Gorz'u o kadar daraltmaktadır ki bireyi/özgürleşmeyi evrensel ilişkiler içerisinde düşünememektedir. Bireyin özgürlüğü ve "özerk faaliyetlerde ilgili tasarımları bir emeklinin ya da kapitalizmin yozlaştırıcılığından kendisini uzak tutmaya çalışan küçükburjuva bir ailenin beklentileri kadardır. "Mega-makine"nin yıkıcılığından uzak ve onun toplumsal ilişkiler alanında ortaya çıkardığı cangıldan kurtulunduğu iyi ve güzelin hükmettiği bir mikrososyal yaşam! Tasarımlarında biraz bunun dışına çıksa "makine çağının teknikçiliği"5 –ile– karşı karşıya kalacaktır. Sınıfların, sınırlar olmadığı, yaşamsal zorunluluklarından kurtulmuş bireyin komünal düzeyde ve evrensel ölçeklerde gireceği ilişkiler ve bunların ona sağlayacağı evrensel zenginleşmenin, çok yönlülük, sayılamayacak çeşitlilik ve özgünlüğün bireyi çok farklı bir gelişme düzeyine çıkartacağını, ilişkilerin temelinde bir değişiklik yaratacağını düşünememektedir. Örneğin insanın doğaya hakim olması ve özgürleşmesinin sonsuz bir açılımını sunan uzayın fethinin yeni buluş ve keşiflerle iç içe geçmiş yaratıcı mutluluğu ya da zorunluluk olmaktan çıkmış bir işi topluma en fazla yarar sağlayacak şekilde yapmak (mikro-sosyal alanla sınırlandırmadan) özgür bireyin gelişimini bu etkinliklerin içerisinde düşünmek, Gorz'a çok uzaktır. Çünkü bunlar, bireyi toplumsallaşmış birey olarak geniş ölçekli ilişkiler içerisinde düşünmeyi gerektirir. Keza bunlar "mega-makine"ye; bilgisayarlara, tekniğin en yeni ürünlerine ihtiyaç duyurur ve ancak onlarla yapılabilir.

Üretici güçlerin ileri gelişme düzeyi ile, sınıfların ve sınırların ortadan kalkmasıyla kültürel ilişkilerin yeni bir düzeye çıkmasıyla bireyin toplumsallaşmasını evrensel ölçekleri doğmuşken, bireyin sonsuz çeşitlilik ve zenginlikte gelişmesinin koşulları ve olanakları ortaya çıkmışken bireyin "varoluşsal özerkliği"ni mikro-sosyal alanda varetmeye çalışmak, ancak çıkışını bireyden alan bunalımlı teorilerin sefaletini gösterir.

A. Gorz ekonomiye felsefeden bir yanıt arayışına girer daha sonra da sosyolojiye geçer. O, "Heteronomi" tanımıyla birlikte varoluşçuluğun alanına girmiştir; çözümlemelerini varoluşçu felsefenin görüş açısından yapmaktadır. "Makine çağının teknikçiliği", "bilgisayarlaştırılmış işçi" karşısında birey için "varoluşsal özerklik" arayışındadır.

Kapitalizmin kriz ve çalkantıları içerisinde kendisini arama/bulma, varetme ve kanıtlama çabası içerisine giren küçükburjuva bireyin öznelci çabasının A. Gorz'daki gelişme biçimi "mega-teknik makine" ve çalışmanın "heteronomi"yi ortadan kaldırmayan koşulları karşısında çıkış bulamayarak varoluşsallığın bu alanın dışında –çalışmadan özgürleşmede– aranmasıdır. Gorz varoluşçu düşüncenin kaynaklarından biri olan Husserl'den (olaybilim) bir aktarma yaparak sorar: "Husserl tarafından sorulan ve eleştirel teori yandaşlarının çıkış noktası olacak uygun soru burdan kaynaklanır: Doğaya egemen olma matematikselleştirilmiş dünyanın soyut gerçekliğine mi dayanır yoksa yaşam–

demokratik sosyalist bir alternatifin geliştirilmesi (ÖDP'de ifadesini bulan), gibi görüşler ileri sürülmektedir. Bu tür görüşler hangi alanı çıkış alıyorlarsa o alanda bir sınırlandırıcılık teorilerinin temelini oluşturmakta, kimileri politik mücadeleyi bütünüyle yadsıma ya da iyice dolayımlandırma biçimine giderken, yaygın olarak da, proletaryanın öncülüğünü yadsıyıp genel bir "toplumsallık" içerisinde eritme, proleter sınıf savaşımını ve proletarya diktatörlüğünü yadsıma tutumu içerisindedirler. Günümüzde burjuva egemenliği uluslararası ve ulusal planda çok daha gelişkin birçok yönün içiçe örüldüğü karmaşık bir sistem ve bir ağ oluşturmaktadır. Bu ağı parçalamak için savaşımın da eskisine göre çok yönlü, çok cepheli yürütülmesi şarttır ve parti, bu çok yönlü savaşımın kurmayı ve organik yönetim merkezidir. Bundan da anlaşılacağı gibi, her cephede yürütülecek olan savaşım politik savaşıma bağlı, onun bir parçası olarak yürütülecektir. Çeşitli grup ve toplulukların özgül talepleriyle yerel inisiyatifler geliştirmesini demokratik sosyalist dönüşümün asli dinamikleri olarak görüp proleteryanın öncülüğünü ve proletarya öncülüğünde sınıf savaşımını yadsıyan ve bu sınıf savaşımını proletarya diktatörlüğüne vardırmayanIar, bayağı reformistlerdir. Anarşizmin politikaya kayıtsızlığını da bunun yanına yazmak gerekir... 5 Adomo'dan aktarıp "Adorno'nun mükemmel bir şekilde formüle ettiği: Makine çağının teknikçiliği..." diyor.

Page 125: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

dünyasının hissedilir gerçekliğine mi?" ve kendisi ekler "Veya: bir tekniğin yöntemli olarak uygulanmasını, kişinin gövde sayesinde dünyaya ilişkin, hissedilir, cisimsel bir varlık olarak kendisiyle kurduğu hangi ilişki belirler?" (İktisadi Aklın Eleştirisi, sf. 110)6

İnsanın kendi kendini varetmesi, gerçekleştirmesi, varoluşçu düşüncesi "megateknik makine" ve çalışmanın bugünkü koşulları karşısında çıkış ararken toplumsal gelişme yasalarını yadsıyan tek benci bir arayış içerisindedir. Sınıf, sınıflar mücadelesi, sosyal devrim, (proletaryanın tarihsel rolünü yadsır), insanın insan tarafından sömürüsünün, her türlü sınıf egemenliğinin ve sınıfların ortadan kalkmasıyla ancak bireyin gerçek özgürlüğe ulaşabileceği düşüncesi yoktur.

Toplumun gelişme yasaları, bu yasaların uygulanışı, ekonomik, sosyal, kültürel hangi aşamalardan geçileceği ile hiç ama hiç ilgili değildir. O sadece bireyden yola çıkmakta ona varoluşsal özerklik yaratmak istemektedir. Bu görüş kendini varetmenin koşulu olarak özgürleşme/özerklik üzerine çok durmasına karşın bireysel arayış ve tıkanmaların ötesine geçemez. Kendi özünü yaratma arayışındaki birey, toplumsal olanla çelişir, toplumun kişiyi bireyselliğinden yoksun kıldığını ve baskı altına aldığını ileri sürer. Gorz'da toplum-birey ilişkilerinde pozitivist sosyolojinin yaklaşımlarını irdelerken de bunu görürüz.

"Öz olarak; toplum, toplum olarak işlemek için ihtiyaç duyduğu bireyleri üretir ve onlar aracılığıyla kendini yeniden üretir. İlk veri olarak toplumdan –yaşanan kişisel deneyimden yola çıkarak farkına varamayacağı bir veridir bu– yola çıkan sosyolog, sonuçta toplumu bireyin anlaşılırlık ilkesi olarak ortaya koyar, bu da onu toplumun kendi kendini anladığını; toplumun hakiki özne olduğunu ileri sürmeye mecbur eder. (...) Böylece, her bireyin kendi içinde bir gerçeklik olduğunu, bu gerçekliğin toplumun bireye söylemesi ve yapması için verdiği araçları aştığını ve sosyologların bireyin 'toplumsal kimliği' veya 'bireyselliği' veya 'kişiliği' olarak adlandırdıkları şeyle hiç kimsenin çakışmadığını anlamayı imkansızlaştırır." (Age. sf. 212)

Bireyin kendi özünü yaratma varoluşçu düşüncesi bu noktada burjuva sosyolojisine karşı gerici bir eleştiri yöneltmektedir. Orijinal bir özne olarak gördüğü bireyi toplum ilişkisinin dışına çıkarmaktadır. Toplum/birey ilişkisinin doğru diyalektik kuruluşuna aykırıdır varoluşçu görüş. Bireyin özerk varoluşunu sağlayabilmesini toplumla karşı karşıya gelişte, toplumla gireceği çatışmada bulmaktadır. "Birey-özne ile toplumun zorunlu kıldığı veya ifade etme araçlarını verdiği 'kimlik' arasındaki uyuşmazlık hem bireysel özerkliğin hem de bütün kültürel yaratının kaynağındadır." (Age. sf. 213)

Bu düşünce sistematiği devamında toplum parametrelerini de bireylerin özerkliğinden yola çıkarak yeniden oluşturur. "Toplum yeni ilişkilerin, yeni dayanışmaların oluştuğu ve mega makineye ve yıkımlarına karşı mücadele etmek için yeni kamusal alanlar yarattığı sistemin zaman aralıklarından başka bir yerde değildir'' dedikten sonra "toplum ancak bireylerin özerkliği üstlendikleri yerde var ve geleneksel bağların parçalanması ve aktarılan yorumların çöküşü bireyleri mahkum eder; ve bireylerin kendilerinden yola çıkarak, gelecekteki bir toplumun tohumları olabilecek toplumsal hedeflerin, ilişkilerin ve değerlerin yaratılmasını görev edinecekleri yerde varolur" (Age, sf. 216)

Sonuçta bu görüşlerle "bireylerin kendilerinden yola çıkarak toplumu varetme" biçiminde özetlenebilecek öznelci bir toplum yaratma saçmalığına varırız. Proleter sınıf mücadelesinden, sosyal devrimden, somut-tarihsel koşullardan kopartılan, denklemi "birey-özne"den topluma doğru tersten ve tek yanlı kuran "bireyin varoluşsal özerkliği" arayışları çözümsüzdür. Ayrımsız olarak toplumu bir cendere gibi gören, bireyin özerk varoluşunu toplumla çatışmada bulan bu görüşe karşılık, toplumla birey arasındaki ilişkinin çatışmalı ve birbirini dıştaladığı değil her birinin gelişiminin diğerinin gelişimine önayak olduğu, uyumlu bir ilişkinin sistemi olacaktır komünizm. Ancak yeni toplumsal ilişkiler düzlemine geçilmesiyle birlikte, toplum/birey arasındaki çelişkilerden bu yeni düzlemde yerini uyumlu ilişkilere, çözümü güç olmayan sorunlara bırakmasının koşulları doğmuş olacaktır. Zaten esasen sorun gösterilmek istendiği gibi toplum/birey arasındaki bir çelişki değil uzlaşmaz sınıf

6 Gorz, dünyayı da özneden yola çıkarak tanımlamaktadır. Dünyayı algılayış ve ilişki kuruşu varoluşsaldır. Görüşünü ifade etmek için şunu söyler: "Husserl'de 'yaşam dünyası' öncelikle, tıpkı gövdemizde doğrudan sahip olduğumuz dünya gibi, hissedilir maddiliği içerisindeki dünyadır; ve bu dünya gövdemizinki kadar güçlü bir kesinlik ve gerçekliktedir. Dünya, gövde yoluyla bize aittir ve biz dünya yoluyla –dünyadayızdır– gövdeye aidizdir. İçine doğduğumuz insanlaştırılmış dünyayla ve başkalarıyla ilişkili olarak gövdemizi yaşamayı, görmeyi, yürümeyi ve konuşmayı öğrenirken, aynı zamanda öğrendiğimiz kültürel bir matrise göre bu karşılıklı ayrılmazlık ilişkisinin anlamı hakkında her zaman bilgi edinilir ve üzerinde değişiklik yapılır. Yine de kültür tarafından biçimlendirilecek, çizilecek, üsluplaştırılacak veya barbarlık tarafından yadsınacak madde olan şey, içindeki bedensel varlığımız sayesinde yaşantılanan dünyanın tözüdür." (Age. sf. 111)

Page 126: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

karşıtlıklarının olduğu sistemde öncelikle söz konusu bu karşıtlıktır. Ki bunun çözümü devrimdir. Sosyalizmde sömürücü sınıfların tasfiyesiyle birlikte geriye kalan işçi sınıfı, köylüler, aydınlar; kır/kent, kafa/kol emeği arasındaki çelişkilerin çözümü, komünizmin gelişkin iktisadi temeli ve kültürel düzeyinin yükselmesiyle birlikte yeni bir toplumsal temel ortaya çıkartacaktır. Daha önceki toplumsal sistemlerin değişiminde, birinin yerini diğerinin alması gibi sosyalizmden komünizme geçişte "... daha gelişmiş üretici güçlere ve bundan dolayı da bireylerin daha yetkinleşmiş faaliyet tarzlarına uygun düşen yeni biçimin, bir engel haline gelen daha önceki tarzın yerini alması..." kuralına uygun olacaktır.7

Birey özgürlüğünün gelişimi komünizmin gelişkin ekonomik temelinin ortaya çıkması, işçi sınıfı dahil bütün sınıfların ortadan kalkması, kent/kır, kafa/kol emekleri arasındaki çelişkilerin çözümü ve daha üst bir kültürel temelin doğmasından ayrı düşünülemez. Üretici güçlerin ileri gelişme düzeyi ile "herkesin ihtiyacına göre" ilkesinin uygulanabileceği bir ekonomik temelin ortaya çıkmasıyla, sınıfların ortadan kalkmasıyla komünizmin sosyal temeli de ortaya çıkmaktadır. Siyasal işlevlerini yitirmesiyle bir devlete de gereksinme kalmayacaktır.) Sınıfların varlığı koşullarında "bireylerin bireyler olarak değil, ama bir sınıfın üyeleri olarak katıldıkları ilişkilerden farklı olarak komünizmin ortaklaşalığı bireylerin bireyler olarak katılımıyla gerçekleşir. Birliğin koşulları bireyler arasında özgür ilişki temeline bağlı olarak oluşur. "Bireyler bu ortaklaşalığa bireyler olarak katılırlar. Ve (kuşkusuz, bireylerin birliğinin şimdi artık gelişmiş oldukları varsayılan üretici güçler çerçevesi içinde işlemesi koşuluyla), bireylerin özgürce gelişmesinin ve (birliğin) kendi denetimi altındaki koşullarını koyan bu birleşmedir." (Alman İdeolojisi, sf. 111)

Birey özgürlüğü, eşitlik, demokrasi üzerine her türlü liberal, anarşist gevezelikle bilimsel sosyalizmi/komünistleri ayırdeden gelişkin bireylerin ve bireylerarası özgür ilişkilerin gelişmesinin somut tarihsel çerçevesinin konuluşu ve bunun için yürütülen mücadeledir. Komünizmin bir alt evresi olarak sosyalizm, içerisinden çıktığı kapitalizm üzerindeki derin iz ve lekelerini yok ederek bu geçişin (komünizme geçişin) koşullarını hazırlar. Sömürücü sınıfların tasfiyesi ve kendisiyle birlikte tüm sınıfların kurtuluşuna ve kendisininki dahil her türlü sınıf egemenliğinin ortadan kalkışına öncülük edecek olan proletarya iktidarının varlığı bunu hazırlar ve olanaklı kılar.

Sosyalizmin bireyi toplumsallaşmış bireydir. Sosyalist bilincin partinin önderliğinde yığınsallaşması, bireyin toplumsallaşmasında devindirici, dönüştürücü rol oynar. Bu bir devrimin içerisinden gelişir, onun üzerinden yükselir ve işçi sınıfının, emekçilerin giderek yığınsallaşmış faaliyetine dönüşür. Fakat sosyalist bireyin toplumsallaşması sadece bilinçsel/kültürel bir faaliyete bağlı olarak gelişmez, sömürücü sınıfların tasfiyesiyle başlayan süreç, sosyalizmin ekonomik toplumsal inşası ona temel oluşturur ve birbirlerini güçlendirerek gelişirler. Komünizmin ekonomik, sosyal, kültürel temeli bireylerarası özgür ilişkilerin eskisine göre çok daha gelişkin yeni koşullarını verir. Komünizmde bireyin özelliği olarak toplumsallık, ekonomik, sosyal, kültürel temellerinin tümüyle ortaya çıkmasıyla doğallaşmıştır. Birey özgürlüğü ve bireyler arasındaki ilişkiler, bu doğal toplumsallık zemininde gerçekleşir. İşte bugün insan beyninin kavramakta ve tasarlamakta zorlandığı budur.8 Marks, bireyin özgürlüğü ile toplumsallığının gelişimi arasındaki ilişkinin tarihsel çerçevesini çizdikten sonra "Ancak (başkaları ile) ortaklaşalık halindedir ki, her birey kendi yetilerini her doğrultuda geliştirme ça-relerine sahip olur; kişisel özgürlük, yalnız ortaklaşalık içerisinde olanaklıdır. ... Gerçek ortaklaşılıkta, bireyler, ortaklıklarıyla birlikte, aynı zaman içinde bu ortaklık sayesinde ve bu ortaklıkta kendi özgürlüklerini elde ederler." (Alman İdeolojisi, sf. 107/108)

Sınıflaştırıcı ve sınırlandırıcı her türlü etkiden kurtulmuş olarak bireyin eksiksiz gelişiminin koşulları ortaya çıkmıştır. Komünizmin bireyi belirtilen temellerde öncekilerden farklı, çok daha gelişkin bireydir. Koşullarının ve ortaklaşalığın ilişkiler zemininin sağladığı olanaklarla çok yönlü ve zengin

7 Bir fark ve koşulla, bir "engel haline gelmesi" ve giderilmediği koşullarda antagonist bir nitelik kazanmasına olanak tanımadan üretici güçlerle üretim ilişkilerinin uyumlu gelişmesi sağlanarak.8 Engels Dühring'in "eşitiik=adalet" en yüksek ilke olarak tanımlamasına karşı "eşitlik"in de tarihsel bir ürün olduğunu ve karşıtıyla bir likte varolduğunu söyler ve komünizmde böylesi bir eşitlik arayışının nasıl anlamsız ve gülünç hale geleceğini bir örnekle açıklar. "Bu durum, bu tezin ölümsüz adalet ve ölümsüz doğruluğu oluşturduğunu daha şimdiden dıştalar. Komünist rejim altında ve artırılmış kaynaklarla birlikte birkaç toplumsal evrim kuşağı, insanları zorunlu olarak eşitlik ve hukuk çevresindeki bu tezgahtar ağzının, gözlerinde soyluluk, doğum, vb. ayrıcalıkları çevresindeki güncel propaganda kadar gülünç olacağı, eski eşitsizlik ve eski pozitif hukuka, hatta yeni geçiş hukukuna karşıtlığın pratik yaşamdan yokolup gideceği, ürünlerden kendi eşit ve adil payının verilmesini ukalaca istemekte direnecek kişinin, istediğinin iki katı verilerek maskaraya çevrileceği noktaya getireceklerdir. Dühring bile bunu "olmadan bilinebilir" bulacaktır: Öyleyse eşitlik ve adalet, tarihsel anıların sandık odasından başka nerede kalacak? Bunlar bugün ajitasyon için iyinin iyisidirler ama ölümsüz doğruluklar olmaktan da çok uzaktırlar."

Page 127: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ilişkiler içerisinde gelişebilme olanağına sahip olduğu gibi, gelişmenin evrensel ölçeklerine ulaşma olanaklarına da sahiptir. Komünizm ve komünizmin bireyi bu özellikleriyle, kölelerin üzerine basarak yükselen antikçağın özgür vatandaşından da, meta üretim ve dolaşımına, işçinin köleleştirilmesine, tüm emekçilerin soyup soğana çevrilmesine sınırsız özgürlük anlamına gelen kapitalizmin özgürlük, eşitlik, demokrasi yalanını siyasal, sosyal ve ahlaksal bir kıyafet olarak üzerine geçiren liberal bireyden de, kapitalizmin "kötülükleri" karşısında ortaya çıkan loncacı, cemaatsel, komünal (küçük toplulukların bireyi bu temelde varetme çabalarından da bütünüyle farklı ve karşıttır.

Özgürlük/zorunluluk; çalışma/boş zamanGorz, özgürlük/zorunluluk, çalışma/boş zaman ilişkisini karmakarışık etmekte ilkinin önüne (yerine) özerklik/heteronomi ikilisini geçirerek "Çalışmaktan özgürleşme, çalışma içinde özgürleşmeye yol açacaktır" görüşünü ileri sürmektedir. Varoluşçu belirlemelerle ileri sürdüğü bu görüş, çalışma/özgürlük ilişkisini tarihselliği içerisinde ele almayan, mevcut haliyle sistemin dışına çıkmayıp onun içerisindeki bir önermeler dizgesine dönüşmektedir.

"Oysa Marks'ın dönemindeki zorunluluk alanıyla günümüzdeki zorunluluk alanının ne genişliği aynıdır ne de benzer özellikleri vardır. Üretimlerin ve yaşam için gerekli görevlerin hemen toplamı sanayileştirilmiştir; zorunluluğu bize özellikle heteronom çalışma sağlar; yani toplumsal olarak bölünmüş, uzmanlaşmış ve profesyonelleştirilmiş, ticari değişim amacıyla gerçekleştirilen ve ne değişim değeri, ne süresi, ne doğası, ne hedefi ve yönü tarafımızdan egemen olarak belirlenmeyen çalışma tarafından sağlanır. Dahası, bu heteronom çalışma, ki bunu satarak gerekli olan hemen herşeyi sağlarız –hem artık üretmeye yarar hem de gerçek veya varsayılan sembolik değerinin tek işlevi, ürünün görünümünü değiştirerek değişim değerini (fiyatını) değiştirmek olan yararsızlıkları zorunlu ürünlerin içine yerleştirmeye yarar. Dolayısıyla, zorunlu olanı ve fazlalığı, iktisadi ve karşı-iktisadı, üretkeni ve yıkıcıyı ayrım yapmaksızın sağlayan toplumsal bir üretim ve örgütlenme aygıtının buyruklarıyla, yaşamın 'zorunlulukları'ndan çok yaşamımız ve faaliyetlerimizin dışardan belirleniminin kölesi oluruz."

"Bu yüzden, gündelik deneyimimizde, belirleyici olan özgürlük/zorunluluk çifti değil, özerklik/heteronomi çiftidir. Özgürlük bizi yaşamak için zorunlu çalışmadan kurtarmaktan çok (ya da daha ziyade) bizi heteronomiden kurtarmaktan ibarettir, yani yaptığımız şeyi isteyebileceğimiz ve sorumluluğunu alabileceğimiz özerklik alanlarını yeniden fethetmekten oluşur." (Age. sf. 203/204)

Aslında Gorz'un söylediklerinin ilk paragrafından çıkarılacak sonuç, kapitalizmin ömrünü dolduran bir sistem olduğudur; gelişkin kapitalist ülkeler üzerinden çizilen tablo bunu daha net bir şekilde göstermektedir ve ancak onun yıkılışıyla özgürlük alanına doğru bir geçiş yapılacaktır. Fakat Gorz, zorunluluğu kapitalist üretim tarzı ve onu ortadan kaldırılmasıyla ilişkilendirmez; üretici güçler ve üretim ilişkilerinin gelişme düzeyi ile birlikte somut tarihsel çerçevesi içerisinde ele almaz –"... zorunluluğun hükmü altındaki bir faaliyetteki özerkliğin biçimsel kalmaya mahkum" olacağı yönünde bir kaydı ihtiyat payı düşmesine karşın– sorunun kapitalizm çerçevesi içerisinde genişleyen "boş zaman" alanı içerisinden "çözüm"üne, "özerk faaliyetlerin örgütlenmesine girişir. Bu yöndeki önermelerini sıralar. Ticari bir değişim hedefi olmayan, zorunluluğa bağlı olmayan, kendisi amaç olan özerk faaliyetler... Doğruyu, iyiyi, güzeli dünyaya getirmekten başka bir arzunun yön vermediği, bağış ilişkisinin geçerli olduğu, yaşamın mikro-sosyal alanında birlikte haz alınan işlerin yapıldığı faaliyetlerdir bunlar. Bu faaliyetlerle birey kendi egemenliğini yaşar, kendi kendini gerçekleştirir. Gorz emperyalist-kapitalist ülkelerdeki çalışma dışı zamanın artışına dikkat çeker. "Özerk faaliyetler" kapsamındaki önerilerini çıkış aldığı ve teorik önermelerine temel oluşturan alan burasıdır. Genişleyen çalışma dışı zamanı "kullanılır zaman" ve "özerk faaliyetler" alanı olarak yeniden tanımlayıp anlamlandırarak şu sonuca varır: "Kullanılabilir zamanda yeni işbirliği, iletişim ve değişim ilişkileri hazırlamak mümkün olabilir ve bunlar hedefleri özgürce seçilmiş özerk faaliyetlerden oluşan toplumsal ve kültürel yeni bir uzam açabilirler. Çalışma zamanı ile kullanılabilir zaman arasında tersine dönmüş yeni bir ilişki böylelikle oluşmaya başlar: Özerk faaliyetler çalışma yaşamına kıyasla, özgürlük alanına zorunluluk alınan kıyasla baskın olabilir; bir yaşam projesinde, altta yer alması gereken çalışmadır." (Age, sf. l 17)

Gorz bu değerlendirmesiyle çalışma zamanına baskın olarak özerk faaliyetlerle özgürlük alanını

Page 128: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

kapitalizm içerisine taşır ve onun kapitalizm içerisinde baskın olabileceğini ileri sürer. Dolayısıyla bu bakış açısıyla Marks'ın ve maksizmin eleştirisine girişir. Bireylerin tam gelişimi, bireyselliklerin özgürce gelişimi, boş zamanın üretici güçlerin gelişimi ile ilişkilendirilmesinde karmaşık, çelişkili, tarihsel ele alışta tam karşıdan olmayan ama önermeleriyle karşıtlığını ortaya koyan görüşler ileri sürer. Bireylerin tam gelişimi ve bireyselliklerin özgür açılımı ile üretici güçlerin gelişimi arasındaki ilişkinin Marks tarafından bilimsel bir mantık çerçevesinde, tarihsel materyalist kuruluşunu kabul eder görünür ama bunu "iktisadi akılcılığın sınırına ulaşması" olarak değerlendirir. Marks'ın işçiyle makine arasındaki ilişkinin gelişimine ilişkin belirlemelerini "olağanüstü zekice fenomolojik betimlemeler" olarak değerlendirir ama burada Marks'ın ve marksizmin bir çelişkisini bulur. Bireylerin özgürleşmesinin çalışmanın niteliğinin değişmesine bağlı olarak ele almışını ve kafa/kol emeği arasındaki çelişkinin çözümü –ve politeknik eğitimi– karmakarışık ederek (çünkü o alanda hep "heteronomi"yi görmektedir) eleştirir.

Özetleyecek olursak, çalışma kapitalizm tarafından akılcılaştırılmıştır, Marksizm'de bu iktisadi akılcılığı son sınırına kadar götürmekte bireyin tam gelişimi ve özgürleşmesini bunun ötesinde görmektedir. Bu hayaldir. Günümüzde kapitalist ülkelerde genişleyen çalışma dışı zaman "kullanılabilir zaman" içerisinde gerçekleştirilecek "özerk faaliyetler"de bireyler kendilerini belirleyip özneleştirerek özgürleşebilirler, "çalışma" da ancak bunun sonucunda özgürleşebilir.

Gorz bunları söylüyor ve o bunları söylemekle kapitalizmin çerçevesinin dışına çıkmayan, yer yer ütopizme varan bir özgürlük arayışının ötesine geçmiyor. Söylediklerinin tümüyle gerçekleştirildiğini varsayalım, önerileri, sistemin sıkıştığı yerden kendisini yeniden üretmesi için rahatlatıcı bir paket olmanın ötesinde bir anlam taşımaz.

Teorik önermelerinin kırılma noktasını özgürlük/zorunluluk ilişkisinin yerine (bunu yadsımadığını söylese de) özerklik/heteronomi ikilisini geçirmesi oluşturmaktadır. Koyduğu bu varoluşçu kavramsal çerçeve: "Heteronomi" kavramıyla mülkiyet ilişkileri, sınıf egemenliği ve üretim tarzından kopartılıp üretici güçler, üretim ve iş organizasyonlarının gelişimine indirgenmekte sorun teknikleştirilerek eleştirilmektedir. Üretici güçlerin gelişimini; üretim aletleri ve emekçinin –işbölümü ve uzmanlaşmanın gelişme süreçlerini hem tarihsel olarak hem geleceğe dönük olarak doğru bir perspektifle değerlendirmemektedir. Örneğin, işbölümünün ve uzmanlaşmanın gelişiminin üretimi geliştirici, işçiyi yetkinleştiren, öte yandan tek yanlılaştırıp "parça insan" haline getirişini diyalektik kavrayışla tarihsel gelişimi içerisinde ele alıp yabancılaşmanın kaynaklarından biri olan –çelişkiyi zeminiyle birlikte ortadan kaldırmak düşüncesine uzaktır. Buna ulaşamaz çünkü sorunu, bir mülkiyet biçiminin, sınıf egemenliğinin, üretim tarzının ortadan kaldırılması olarak görmemekte, sistemin içerisinde çözme düşüncesiyle hareket etmektedir. "Bireylerin önceden saptanmış bir örgütlenme tarafından dışardan koordine edilen işlevler..." olarak tanımladığı "Heteronomi" belirlemesi de mülkiyetsiz ve sınıfsızdır! O sorunun bu şekilde teknikleştirerek kapitalizmle sosyalizm arasındaki ayrımı silmektedir. Oysa sorunun özü ve esası tam da buradadır. Kapitalist özel mülkiyet ve burjuva egemenliği işgücünün meta oluşu, artı-değer sömürüsü ve işçinin ürünle ilişkisinin olmayışı, üretim süreci içerisinde emeğin yabancılaşmasının temel unsurlarıdır. İşbölümü ve uzmanlaşmanın tek yanlılaştırıcı ve parçalayıcı öğelerinin giderilmesi, aşılması yönünde değil de derinleştirici yönde etkimesi de bunlara dayanır. Sosyalizmde ise, proletaryanın sınıf egemenliği ve toplumsal mülkiyet, işçinin üretim süreci ve ürün ile ilişki kuruşunu temelden farklı kılar. Bunların üzerinde sosyalizmin tarihsel sürecinden verdiğimiz örneklerle durduk.

Gorz'un "heteronomi"nin karşısına koyduğu ve "özgürlük"ün önüne geçirdiği "özerklik" kavramı, dışardan belirlenmeye karşı kişinin kendisini birey olarak belirleme, var etme iradi düşüncesinin tanımlanmasıdır. Bireyin kendisini bu şekilde gerçekleştirme çabası, birey olarak ve sonuçsuz kalır. Gelişme yasalarından, sınıf mücadelesinden kendini dışarlayan bu "modern" (moda) burjuva felsefesinin bireysel kahramanlarının "varoluşsal özerklik" arayışı, "bunaltı" batağında kendilerini yeniden yeniden üretirler.

Özgürlük zorunluluğun kavranılmasıdır! Gorz ise "zorunluluğu" kavramamıştır. Ekonomik ve toplumsal gelişmenin yasalarıyla hareket edilir, amaçlarımız doğrultusunda bunlardan yöntemli bir şekilde yararlanılır, ekonomik ve toplumsal gelişim aşamaları tarihsel bir perspektifle ele alınırsa zorunluluk üzerinde hakimiyet kurulur, toplumsal ve bireysel gelişmenin özgürleşme alanı açılır,

Page 129: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

bireylerin bütünlüklü ve özgürce serpilip gelişebilmesinin koşulları ortaya çıkar. Gorz ise sorunu diyalektik olarak kavramaktan, materyalist tarih anlayışından uzaktır; özgürlük/zorunluluk ilişkisini, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki genişleyen çalışma dışı zamanı "kullanılabilir zaman" olarak tanımlayarak "özerk faaliyetlerde doldurmakta ve kapitalizm içerisine taşınmış olarak "özgürlük alanı zorunluluk alanına kıyasla baskın olabilir'' görüşünü ileri sürmektedir. Bu onu yadsımaktır.

Marks, kapitalist sınai üretimin gelişiminden başlayarak özgürlük/zorunluluk, çalışma/boş zaman ilişkisinin tarihsel gelişiminin bilimsel bir çözümlemesini yapar. Marks'ın bilimsel öngörü ve dehasının en güçlü, hayranlık uyandıran bölümlerinden birisidir bu. Marks bu çözümlemesinde kapitalizmi sistem olarak yokoluşa götüren süreci ve ölümünü zorunlu kılan son noktayı gösterir. Üretici güçlerin ulaştığı ileri gelişme düzeyiyle kapitalizmin bir üretim tarzı olarak çökmesi, mevcut üretim ilişkilerinde değişikliğin zorunlu olduğu noktadır bu. Eski üretim tarzının ölümü, yeni üretim tarzının doğumudur ve özgürlük alanının açılan kapısıdır. Aktaralım. Marks makine ile canlı emek arasındaki ilişkiyi inceler ve "... büyük sanayi geliştikçe fiili zenginlik üretimi, giderek emek süresinden ve harcanan emek miktarından çok emek işlemi sırasında harekete geçirilen faktörlerin gücüne bağımlı olmaya başlar." (Grundrisse, sf. 651) der ve süreci ileriye doğru devam ettirir. Kapitalist üretim koşulları içerisinde makineleşmenin gelişimi, emekçinin durumu, değer ölçüleri ve nihai olarak üretim tarzının durumu açısından bilimsel düşüncenin zorunlu ve yadsınamaz sonuçlarına ulaşır.

"İşçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir. Bu dönüştürme sürecinin üretimin ve zenginliğin büyük temel taşı, ne işçinin harcadığı direkt insan emeğidir, ne de emeğin süresi; temel, insanın toplumsal bir varlık olarak kendi genel üretici gücünü, doğal bilgisini ve doğa üzerindeki egemenliğini kendi malı haline getirmesidir –tek kelimeyle toplumsal bireyin gelişmesi. Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek süresi hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir. Dolaysız biçimiyle emek zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi zenginliğin ve dolayısıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Yığınların artık-emeği genel zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan, onunla birlikte azınlığın emeksizliği insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkar." Alıntıya kaldığı yerden devam edeceğiz, fakat şimdi aktaracağımız bölüm, zincirin belirleyici halkasını oluşturur. O dönüşüm noktasıdır. Altını çizeceğimiz iki bölüme ayrıca da dikkat edilmelidir; bunun nedenini de bölümün sonunda açıklayacağız. Devam edelim. "Bununla, mübadele değerine dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddi üretim süreci sefalet ve antitez biçimlerinden kendini kurtarır. Bireysellik özgürce gelişir. (abç.) Zorunlu emek süresinin artık-emek yaratmak için azaltması yerine, genelde toplumun zorunlu emeğinin minimuma indirgenerek, herkes için serbest bırakılmış olan zamanın ve yaratılmış olan araçların, bireylerin sanatsal, bilimsel vb. eğitim ve gelişimine tekabül etmesi. Bir yandan emek süresinin minimuma indirgenmesi için bastıran, öte yandan emek süresini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vaazeden sermaye, süregiden çelişkinin ta kendisidir..." (abç) (Age. 652/653)9

Önce okur için bir parça eğlendirici olacak olandan başlayalım. Altını çizdiğimiz iki bölüm, Yapı Kredi Bankası'nın Kültür-Sanat yayınları arasında çıkan Cogito dergisinin "Çalışmak Yorar" başlıklı derlemesinde konuyla ilgili Marks'tan yapılan alıntılardan makaslanan bölümlerdir.

Kitapta aynı sayfada yeralıp devamlılık gösteren bölüm, altını çizdiğimiz kısımlar çıkartılıp iki ayrı alıntı olarak verilmiştir. Çıkartılan bölümler kapitalist üretim tarzının çökmesini zorunlu kılan etmenlerin ve çökmesinin sürece dayalı bilimsel açıklamasıdır. Burjuvazi kendi yayınında kendi sonunu yazmaktan korkmuştur. Bu bilimsel/tarihsel gerçeklik karşısında gelecek korkusuna kapılıp bir kez daha o liberal hileye başvurup onu yok saymıştır.

Aktardığımız anektod bize aynı zamanda A. Gorz'un da es geçtiği belirleyici halkanın ve bu es geçmeyle özgürlük/zorunluluk ilişkisini kapitalist sistemin içerisine taşımasının anlamını da verir. Dolayısıyla o sorunu çözmeye doğru geliştirmek değil çözümsüzlüğe indirgemektir ve önermeleriyle sistemin içerisinde patinaj yapmaktadır.

9 Uzun bir dönemi kapsayan bu bilimsel öngörü, özellikle bu kapsamlılıktaki her genelleme gibi kimi ayrıntıları, ileri ve geri gitmeleri ihmal etmektedir. Bu kaçınılmazdır. Ayrıca emperyalizm olgusunun ortaya çıkmasıyla makineleşme canlı emek ilişkisinin, sermaye ihracı ve sömürü yöntemlerine bağlı yeni bileşimleri de sözkonusudur.

Page 130: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Komünizmin özgürlük dünyasıMarks'ın makinelerin gelişimi ile canlı emek arasındaki ilişkiyi kuruşu teknolojinin ileri bir düzeye ulaştığı, üretim süreçlerinde otomatizasyonun; bilgisayar ve robotların kullanıldığı ve proletaryanın geleceksizliği üzerine burjuva propagandanın yoğunlaştığı günümüz açısından büyük değer taşımaktadır. Marks, makineleşme süreci ile canlı emek ilişkisini kapitalizmin iki temel yasası ile değer (değişim değeri) ve artık-değer yasalarıyla ilişkisini kurarak değerlendirmekte ve nihai olarak kapitalist sistemin çökeceği ("Bunla, mübadele değerine dayalı üretim çöker.") sonucuna varmakta ve bireyselliklerin özgürce gelişeceği yeni bir ekonomik ve toplumsal temele işaret etmektedir. "... ve dolaysız maddi üretim süreci sefalet ve antitez biçimlerinden kendini kurtarır!'' İşte Gorz'un silikleştirip yadsıdığı zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına geçiş, sıralanan gelişmeleri ve bunların devrimsel sonucu olarak ortaya çıkar. İleriki bölümde tekrar üzerinde duracağımız için geçerken bir alt çizme yaparak geçelim. İşgücünün meta olmaktan çıkması, değişim değerinin kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkması ve değişim değerine dayalı olan üretimin çökmesi, emekçinin çalışma ile kurduğu ilişkiyi temelinden değiştirdiği gibi, bu değişim sadece üretim süreciyle sınırlı değildir; meta fetişizmi ve ilişkilerin şeyleşmesine yol açan etmenler çöken sistemle birlikte ortadan kalkmaktadır. İşte bu gelişmelerin sonucu olarak;

"Gerçekte özgürlük alemi ancak, emeğin zorunluluk ve günlük kaygılarla belirlendiği alanın bittiği yerde fiilen başlamış olur; demek ki bu alem, eşyanın doğası gereği, fiili maddi üretim alanının ötesinde bulunur. Tıpkı vahşi insanın, gereksinmelerini karşılamak, yaşamım sürdürmek ve yeniden-üretmek için doğayla boğuşmak zorunda olması gibi, uygar insan da aynı zorunluluk içerisindedir ve bunu da bütün toplumsal biçimlenişler içerisinde, akla gelen her türden üretim tarzları altında yapmak durumundadır. İnsanın gelişmesiyle birlikte, duyduğu gereksinmeler artacağı için bu fiziksel gereksinmeler alanı da genişler, ama aynı zamanda da, bu gereksinmeleri karşılayan üretici güçler de artar. Bu alanda özgürlük ancak doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan karşılıklı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirebilir; ve bu, en az enerji harcamasıyla ve insan doğasına en uygun ve en layık koşullar altında başarılır. Ama gene de bu, bir zorunluluk alemi olmakta devam eder. Gerçek özgürlük alemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar; ama bu da ancak temelindeki bu zorunluluklar alemi ile serpilip gelişebilir. İşgününün kısaltılması onun temel önkoşuludur." (Kapital, Üçüncü Cilt, sf. 720)

Marks'tan yaptığımız bu son aktarmada çalışma ve serbest zaman ilişkisinin koşulları ve açılımını, zorunluluktan özgürlüğe geçişin bağıntılarını buluruz. "Emeğin zorunluluk ve günlük kaygılarla belirlendiği alanın bittiği yerde" başlayan "özgürlük alemi", üretici güçlerin ileri düzeydeki bir gelişimi ve toplumsal zenginlikteki büyük bir artışa bağlı olarak gelişir. Bu emek üretkenliğindeki artışla birlikte, öte yandan çalışma sürelerinin kısaltılmasını da olanaklı kılan bir süreçtir. İkisi birlikte ilerlemelidir. Bir yandan "ihtiyacına göre!" ilkesinin uygulanması –komünizm toplumsal olarak bu ilkeyle varolur ve bireylerin yeteneklerini çok yönlü olarak geliştirebilmeleri "ihtiyaç"larını karşılamaya bağlıdır– gerekir, diğer yandan, bireyselliklerin özgürce serpilip açılabileceği –serbest zaman– dolayısıyla, çalışma süresinin giderek azaltılması. Üretici güçlerin yüksek bir gelişme düzeyine ulaştığı ve mülkiyetin her türlü bireysel bağından kurtulmuş ve artık geri dönülemez hale gelmiş toplumsal mülkiyet temeli, komünizmin bu gelişkin iktisadi temeli bunu olanaklı kılar. Bu temel olmadan komünizmin neden olamayacağı da buradan anlaşılır.10

Çalışma ve serbest zaman ilişkisini ilkinden başlayarak ele alalım. Komünizmin alt-ilk aşamasından itibaren çalışma niteliksel bir değişikliğe uğrar. Kapitalist üretim tarzının alt-üst oluşuyla iktidarın proletaryanın eline geçişi ve mülkiyetin toplumsallaşmasıyla emekçinin üretim süreci ve ürünle ilişkisi temelden değişir. Kafa ve kol emeği arasındaki bölünmenin ortadan kaldırılması, meta üretim ve dolaşımının, paranın; değer yasasının etkimesinin sınırlandırılıp giderek bütünüyle ortadan kaldırılması –işçi sınıfı dahil sınıfların ortadan kalkmasının, üretim ve iş organizasyonlarındaki önemli değişimlerin bu süreci, aynı zamanda daha gelişkin bir iktisadi temel ve kültürel koşulların ortaya

10 Otomatizasyonun ileri düzeyde geliştiği, bilgisayarların, robotların üretim süreçlerinde giderek daha fazla kullanıldığı günümüz koşullarında böylesi gelişkin bir teknik temelin varlığı hem "ihtiyacına göre!" ilkesine daha kolay ulaşılabileceğini, hem de çalışma sürelerinde "serbest zaman" süresini artıracak sistemli bir azaltmanın olanaklı ve daha kolay hale geldiğini göstermektedir. Marks için bu, teorik bir çözümlemenin vardığı bilimsel sonuç ve onun dehasını gösteren bir öngörüydü, bizim için ise zorlanmadan görebileceğimiz bir yerdedir!

Page 131: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

çıkışı süreci, çalışma süresini azalttığı gibi işle kurulan ilişkiyi de farklılaştırır. Çünkü, çalışmayı dışsal amaçlar tarafından belirleyen öğeler yokolmaktadır. Geçimi sağlama yönünden çalışma gereksinimi bütünüyle ortadan kalkmamıştır fakat içeriği, biçimi, süresi farklılaşmıştır. Engels'le devam edersek, "... bir yandan hiçbir bireyin, insan varlığının doğal koşulu olan üretken emek payını başkalarının üstüne yükleyemediği, öte yandan üretken emeğin, köleleştirme aracı olacak yerde, her bireye fizik ve entelektüel yeteneklerinin tümünü her yönde yetkinleştirme ve kullanma olanağı sunarak, insanların kurtuluş aracı durumuna geldiği ve çalışmanın yük olmaktan çıkıp, bir zevk olduğu bir üretim örgütünün geçmesi gerekir." (Anti Dühring, sf. 417) Çalışma ile ilişki kuruştaki farklılaşma, içerikteki bu değişim üzerine biraz daha duralım. Çünkü, liberalizmin ve anarşizmin penceresinden bakan gözler, bireyselliklerin özgürce gelişeceği alanı temellerinden kopartıp aşırı "ilgi" gösterirken çalışma ve onun uğradığı içeriksel değişikliğe karşı, inançsız, karşı ve yadsıyıcıdırlar! Üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyi ve emek üretkenliğindeki artış, emek süresini büyük ölçüde azalarak, çalışma süresindeki serbest zaman lehine olan azalma işi kişiyi sınırlandırıcı ve yıpratıcı olmaktan kurtaracaktır. Bireyler çalışmaya toplumsallaşmış bireyler olarak katılmaktadır; bireylerin maddi ve kültürel ihtiyaçlarının sürekli ve artan ölçülerde karşılanmasıyla toplumsal hedefler arasında bir çakışma sağlanmaktadır. Çalışma, bireylerin günlük yaşam etkinliğinin küçük bir parçası haline gelecektir. Emekçi insanlık, 16, 12, 10, 8, 6 saatlik çalışma sürelerinden geçerek gelen ve sadece çalışma süresiyle değil fiziksel yorgunluk, baskı vb. sonucu günün ve yaşamın diğer bölümünü bütünüyle çalışmanın belirlediği, başka bir şey yapabilmeye zaman ve olanak bulamadığı bağlardan kurtulmuş olacaktır. Yaşamın günlük belirlenimi içerisinde iş, zoraki bağlarından kurtulmuş olarak bireylerin özgür etkinliğinin bir parçası olacaktır. Yeteneklerin ve yaratıcılığın geliştiği bir etkinlik halini alacaktır. (Sovyetler Birliği'nde bu konuda sağlanan gelişmenin örneklerini verdik.) Bu haliyle çalışma, zihinsel ve bedensel bir ihtiyaç olacaktır. Ki bugün üretimin tekdüze, geliştirici olmayan işlerini makineler (bilgisayarlar, robotlar...) aracılığıyla yapmak çalışma içerisinde yaratıcı etkinliğe çok daha fazla zaman ayırmak olanaklıdır.

Binlerce yıllık ve kapitalizm ve kapitalist tarafından planlanıp örgütlenmiş, emekçiyi de makinenin bir parçası haline getiren zoraki çalışmanın zihinlerimizden kolaylıkla silinip atılamayacak baskısıyla bugün tasarlamakta zorlandığımız çalışma ile serbest zaman faaliyetleri arasındaki ayrım giderek silikleşecektir. Günlük 3-2 saate inmiş, tek bir işe bağlı olmayan bireylerin yetenek ve isteklerine göre tercihler yapabildikleri ve bunları değiştirebildikleri koşullarda yapılacak çalışmanın, geliştirici ve zevk verici olması kaçınılmaz değil midir? Yapmak istediğimiz için yaptığımız, kendisi için amaç olan, yetenek, istek ve eğilimlerimizin yön verdiği serbest zaman faaliyetleri ile içeriği, biçim ve süresi önemli değişikliklere uğramış çalışma arasındaki ayrımlar kaybolup birbirini niye içermesin?!

Oportünist liberaller ve anarşistler, çeşit çeşit burjuva sosyalizm görüşleri komünizmdeki bireyselliği liberalizmin ve anarşizmin tekbenci bireyi olarak görüyorlar. Bireyler için doğal bir zorunluluk olan çalışma sorumluluğunu da bu liberal, anarşist bireyin haklarının kısıtlanması olarak!.. Komünizmin yaşam ilkesi "Herkesten yeteneğine/Herkese ihtiyacına göre!"dir. Doğal bir zorunluluk olarak üretken çalışma bireylerin sadece bireysel amaçlı bir faaliyeti olarak değil, toplumsallaşmış bireyin toplumsal zenginliğin artması için yaratıcı etkinliğini en fazla geliştireceği ve yapmaktan en fazla istek ve haz duyacağı bir özellik kazanır. Bireylerin böyle düşünmesini ve bu yöndeki hareketini sağlayacak olan –ve gitgide pekişerek doğallaşacak olan– komünizmin ekonomik, toplumsal, kültürel temelleridir.

Marks son yaptığımız alıntının en sonunda özgürlük dünyası için zorunluluk temeline işaret eder: "Ama gene de bu, bir zorunluluk alemi olmakta devam eder. Gerçek özgürlük alemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar; ama bu da ancak temelindeki bu zorunluluklar alemi ile serpilip gelişebilir" der. Marks burada diyalektik ilişkilendirmelerde bulunur. Özgürlük aleminin temelinde zorunluluk alemi bulunacaktır. Fakat bu ikisi antitez durumunda olmayacaktır.11

Açılım yapacak, gelişecek olan, belirleyici olan özgürlük alemidir. Bireylerin yeteneklerine, istek ve

11 Kapitalizmdeki çalışma ile dinlenme süresi arasındaki antitez durumunun komünizmin "çalışma" ile "serbest zaman" ilişkisinde de olacağı görüşünü Marks ve Engels reddetmişlerdir. Komünizmde çalışmanın içerik ve biçimindeki farklılaşmayı bu açıdan daha önce gösterdik. Şimdi bunu çalışma süresinin kısalmasıyla artan serbest zamanın kullanımı açısından görelim. "Emek süresinden yapılan tasarruf serbest sürenin, yani bireyin her yönüyle gelişmesine ayrılacak sürenin artması demektir; bu çok yönlü gelişme de, en büyük üretici güç olarak, yine emeğin üretici gücünü etkiyecektir... Emeğin yerini, Fourier'nin iddia ettiği gibi oyun alamaz (...) Bir boş vakit, istirahat vakti olduğu kadar, aynı zamanda bir daha yüksek faaliyetler vakti olan serbest süre, sahibini şüphesiz başka bir insan haline getirir ve dolaysız üretim sürecine de bu yeni insan girer." (Grundrisse; sf. 662/663)

Page 132: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

eğilimlerine göre tercihte bulunabilecekleri, yapmak istediklerini yapacakları, bireyselliklerin serpilip gelişeceği özgürlük dünyası!.. "Dilediğince kullanılabilen ve zenginliğin kendisi olan", "özgür zaman", "kısmen ürünün tadını çıkarmak", "kısmen özgür faaliyete geçirilir." Dinlenmenin, yaratıcı etkinliğin, zevk almanın, eğlenmenin tüm engelleyici bağlarından kurtulmuş ve önüne sonsuz ufuklar açılmış sınırsız gelişmenin, zevkin iş, işin zevk olabilmesinin alanı. Doğal bir zorunluluk, toplumsal bir ödev vb. gibi hiçbir zorunluluk içermeyen kendisi amaç olan faaliyetler... Bilimde, sanatta, kültürün herhangi bir dalında gelişme isteğine ve geniş açılımlara olanak sağlayan koşullar... Ulusal, yöresel, dinsel, sınıfsal, ailevi bağların gerek düşünsel, gerekse pratik bağlarından kurtulmuş olarak evrensel ölçeklerde bağlar kurup gelişme olanaklarına sahip olan, öte yandan çok yönlü gelişme olanaklarını, tam bir insan olarak toplumun öteki bireyleriyle gireceği ilişkilerde bulacağını bilen ve bunu gerçekleştiren komünizmin bireyi. Ya da yaşamın bir ayrıntısında, kurduğu bir ilişkide ayrıntıdaki güzelliği, derinliği yakalamak, ondan öğrenmek, onu geliştirmek ya da sadece manevi bir haz aldığı için faaliyetlerinin amaçlarından birisi haline getiren, bunun olanaklarına sahip olan komünizmin bireyi.

Bütün bunlar tüm sınırlandırıcı ve sınıflandırıcı bağlarından, bölünmekten kurtulmuş komünizmin tam ve gelişkin bireylerinin yepyeni, daha üst etkinlik ve ilişki biçimlerinin temelini verir.

Galaksimizde yeni bir gezegen olacaktır; komünizmin özgürlük dünyası!..

Kavgamız bunun içindir.

İşgününün kısaltılması /orta sınıf ütopyası: Boş zaman /komünizmin özgürlük dünyasıÜretici güçlerin bugünkü ileri gelişme düzeyi ve maddi üretimdeki artışla, özellikle kapitalist/emperyalist ülkelerde sosyalizm için gelişkin bir maddi temel ortaya çıkmıştır. Mücadele geleneklerine sahip Avrupa işçi sınıfının, bu geleneklerin ortaya çıkardığı tarihi-sosyal faktörlerin etkin rol oynamasıyla birlikte, emek üretkenliğindeki artış, çalışma sürelerinin kısaltılmasını olanaklı kılmaktadır. Bu ülkeler aynı zamanda yarı sömürge ve bağımlı ülkelerden transfer edilen yüksek kârların üzerinde oturmaktadır ve gelişkin bir ekonomik yapıya sahiptirler. Üretimin maddi-teknik temeli gelişkindir ve nispi artık değer sömürüsü yoğundur. Emek üretkenliğindeki bugünkü artışla birlikte yaşam koşullarında bir gerileme olmadan hatta önemli bir iyileşme sağlanarak çalışma sürelerinin 5 saate düşürülmesi olanaklıdır. Buna karşın bazı Avrupa ülkelerinde 7 saatlik işgünü yeni elde edilmiştir ve 6 saatlik işgünü bir hedef durumundadır. İşçi sınıfının tarihsel birikim ve yönelimleri ve genellikle sendikal düzeyi aşmamakla birlikte bir geçmişe dayanıyor olmaktan gelen gücüyle bugünkü mücadeleleri bunda etkili olmaktadır. Nitekim ülkelere göre de durum değişmektedir.

Öte yandan Avrupa ülkelerinin burjuvaları, emek üretkenliğindeki büyük artışa karşın hem nispi hem mutlak artık değeri artırmanın yollarını aramaktadırlar. Emperyalist tekeller arasındaki şiddetlenmekte olan ekonomik rekabet, kriz, burjuvaziye sermaye mobilizasyonunun hız kazanmasının sağladığı avantajlardan yararlanıp, işçi sınıfının politik ve sendikal örgütlülüğünün zayıflamış olmasını, işsizliği kullanmaya uzanan yol ve yöntemlerle sömürüyü arttırma olanağı vermektedir. Çeşitli Avrupa ülkelerinde işçi sınıfı esnek çalışma, sosyal hakların gaspı, işgünü süresinin uzatılması gibi saldırılarla karşı karşıyadır.

Ülkemiz ve bizim gibi Asya, Latin Amerika, Afrika'daki pek çok ülkede ise işgününün kısaltılması mücadelesi geriye itilmiş bir taleptir. İşçi sınıfı "serbest zamanı" ise hayal bile edememektedir. İşçiler, iş bulabilmek ve buldukları işi koruyabilmek için birbirleriyle rekabet halindedirler. Kriz, üretim organizasyonlarında taşeronluk vb. yöntemlerin devreye sokulmuş olması bu rekabeti ve işini kaybetme korkusunu artırmaktadır. Asgari geçimini sağlayabilmek için "fazla mesai" bizim gibi ülkelerdeki işçiler için bir zorunluluktur. Ve bunu gönüllülükle istemeyecek işçi sayısı çok azdır. Ya geçim koşullarını belli bir düzeyde sağlamıştır, ya çalışması, konfeksiyon vb.de olabildiği gibi doğrudan ailenin geçimini sağlamak için değildir; ya da, kronik iş artışının getirdiği bir tıkanma, bıkkınlık had düzeyde ortaya çıkmıştır. Avrupa ülkelerinde halihazırdaki çalışma süresinde aldığı ücretle geçimini belli düzeyde gerçekleştirebilen işçiler arasında ücret artışına göre çalışma süresinin kısaltılması daha önde gelen bir talep olabilmektedir. Bu dikkate değerdir. İşçileri makinenin bir parçası haline getiren, ürünü ve işçiyi bölen, elde edilen ürünün sonuçları itibariyle işçinin

Page 133: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

yararlanmasını olanaklı kılmayan, üretim ve iş organizasyonlarının ve sistemin yol açtığı emeğin yabancılaşmasının tepkisidir bu. Kuşkusuz bütünüyle bilince çıkmamış en fazla yarıbilinçli bir tepki. İş gününün kısaltılması mücadelesi –6 saatlik iş günü, işçi sınıfının mücadelesinin en önemli taleplerinden birisidir. Bugünkü çalışma süreleri koşulları içerisinde işçi sınıfının insanca yaşayabilme koşulları yoktur. Ve iş gününün kısaltılması mücadelesi, biraz dinlenebilme, bir parça başka şeylerle uğraşabilme, onlara ilgi duyma, kendini geliştirebilmek yani asgari insanca yaşayabilmek için yürütülen mücadeledir. Kriz koşulları ve sermayenin ekonomik terörünün şiddetlenmesi her ne kadar bugün bu talebi geriye itmişse de, öncü işçiler ısrarla 6 saatlik iş günü talebini sınıfın gündeminde tutmalıdırlar. Kapitalizmin karnındaki çıplaklığa yöneltilmiş ve işçi sınıfına saldırı inisiyatifi kazandıracak olan başlıca taleplerden birisidir bu. Sınıf bilincine sahip olmayan işçiler, kapitalistlerce çizilmiş sınırların içerisinde düşünmeye ve davranmaya alıştırılmışlardır. Kriz ve işsizlik onları bu anlamda daha da sınırlandırır. Duvarın yıkılması, gözlerdeki perdenin çekilip alınması gereklidir. Üretici güçlerin bugün ulaştığı gelişme düzeyi, toplam üretim hesap edildiğinde, üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaşması koşullarında, elde edilen ürünlerin de toplumsal ürün olması ve emeğe göre yapılacak dağılımla, daha az çalışmak öte yandan daha iyi yaşamak olanaklıdır. Komünizmden önce gelecek olan sosyalizm için bir varsayım olarak söylemek gerekirse; bugün dünya sosyalist olsa çalışma saatleri emeğe göre ücret ilkesi uygulanarak bir anda 3 ila 6 saat arasında düzenlenebilir. 6 saat en üst çalışma süresi olarak sabitlenebilir. Giderek de bu süre hem daha dengeli bir bileşime götürülecektir, hem de kısaltılacaktır.

Özgürlük dünyası/serbest zaman ise emekçilerin bugün hayallerinin bile ötesindedir. Hiçbir dışsal ve zorlayıcı etkenin olmadığı sadece ve sadece bireylerin kendi istek, eğilim ve yeteneklerine göre yapmak isteyeceklerini yapacakları, dinlenmekten eğlenmeye, toplumsal bir ödev olarak iyice azaltılmış çalışmadan, yaratıcı potansiyellerini istedikleri yönde geliştirebilecekleri açılımları gerçekleştirme olanaklarına kavuşacakları özgür zaman!.. Bunun onlara anlatılması ve inandırılmaları gerekir. Tıpkı biz komünistlerin olduğu gibi, işçi sınıfının da ufkunun genişletilmesine, kapitalizmin ötesinden bakabilmeye ihtiyacı vardır. Sınıfı örgütleme perspektifi de günlük mücadelelerine etkin bir katılım ve önderlikle birlikte ve onunla sınırlanmadan bu olmalıdır. Propagandamız bu içerikle doldurulmalıdır.

Boş zaman, kapitalizmin çalışma koşullarında yarattığı baskı; işin eziyete dönüşmesi ve yaşamın otomatizasyonunun bireylerin üzerindeki düşünsel ve psikolojik etkilerinin sonucu olarak –yabancılaşma konusunda olduğu gibi– orta sınıf bireylerinin de istek ve özlemi olmaktadır. Yapılan iş, yaşamı sürdürebilmek ve ihtiyaçların karşılanması hoş, bu konuda daha üst sınıfların tüketim standartlarına gözlerini dikmişlerdir, bunun altında hem ezilirler hem de pek çoğu onlara ulaşmak için büyük "özveriler"de bulunmaktan kaçınmaz!) için bir zorunluluk olarak görülmekte, başka işler yapma ya da hiçbir şey yapmama istek ve özlemi artmaktadır.12

Kapitalist toplumun orta sınıf bireylerinin gündemine de girmiş olan boş zaman isteği, onlarda yaşamın mikro-sosyal alanında –bu mikro-sosyal alan tek bir bireyden bir gruba kadar değişebilir– kendi istek ve eğilimlerine, yeteneklerine göre belirlenmiş bir etkinliği gerçekleştirme çabasına dönüşmektedir. Bugün kapitalizmin orta sınıf bireyi, hatta gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçiler açısından tatil ya da hobi türü faaliyetler genellikle bu kapsamın içerisindedir ve yapılan işe karşıt yöndedir. Bunlarda bireylerin sosyal bir yarar sağlama amacı bulunmaz ya da dolayımlıdır. "Sosyal Faaliyetler" diye tabir edilen kurum ya da bireylerin bu türden etkinlikleri ise, doğrudan parasal amaçlarla yapılmasalar bile şu ya da bu kurumun çıkarına ya da bireyin belli bir statüyü sürdürme amacına bağlı olarak gerçekleştirilirler. Hiçbir özel ve kişisel beklenti içerisinde olmadan, toplumsal yarar sağlayacak bir işi özetkinliğimiz haline getirmek ve en çok zevki bunu yapıyor olmaktan almak, ancak komünizmin bireyinin özelliğidir.

Öte yandan tüm yarı-anarşist, otonom küçük grupların yaşam tarzı, tüm cemaatsel gruplaşmalar aynı

12 Örneğin IQ'su yüksek sinema sanatçısı Jodie Foster çalışmayı, "istediklerimizi yapabilmemiz için yapılması gereken..." olarak tanımlıyor. Milliyet'in, Radikal'in köşe yazarları içerisinde "Tembellik Hakkı" üzerine yazanlara rastlamak mümkün. Geçen Mart ayında Milliyet'in hem de pazar ekinde bir köşe yazarı "Aylaklığa Övgü" başlıklı bir yazı yayınladı. "Bugünlerde aylaklığa övgüler düzüyorum." diye başlıyor ve B. Russell'in kitabından bazı bölümleri aktarıyordu. Bir paragrafı alalım. "Russell'in çok güzel önerileri var. Mesela şuna bayılıyorum: 'Çalışma saatleri günde dört saat olmalı'. Bana kalsa daha da az olmalı, hatta iki gün çalışıp beş gün yatmalı ya da bir ay çalışıp üç ay canının istediğini yapmalı, falan... Ama Russell'in önerisine de şimdilik fitim.Oysa biz ne yapıyoruz? Dünyada çalışma hayatından başka bir şey yokmuş gibi yaşıyoruz. Her şeyimiz ona göre programlanıyor. Hayatımızın odağı iş." (1 Mart '98)

Page 134: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

nedenlere dayalı, tepki ve kaçışın, kendini bir tür koruma çabasının değişik türleridir. Dikkate değerdir, neo-liberalizm en üst düzeyde teknoloji ve lükse boğulmuş, kendini yalıtmış post-modernist bir yaşam sürdüren kendi klanlarını oluşturmakta, altlarda da bireysel, ailevi, kabilesel tepki ve kaçışa dayalı yeni klanlar ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bunlar ne sistemden uzaklaşabilmekte ne kopmaktadır.

Kapitalizmde makine düzenine bağlanmış ve günlük yaşamı makineleşmiş bireyin istemidir boş zaman. Orta sınıf bireyleri açısından bireysel-grupsal olarak özlem duyulan, şu ya da bu düzeyde bireysel-grupsal olarak gerçekleştirilebilen özelliktedir. Fakat onlar için bile bir hafta sonunun bedeli, ya da 15-20 günlük bir yaz tatilinin bedeli bütün bir hafta, bütün bir yıl soluksuz çalışmaktır. Örneklediğimiz gibi kaçış, yanılsama, yabancılaşmanın yeni boyutlarda derinleşmesi ve duvara toslamalara dönüşmektedir.

Söylediklerimiz, boş zaman vb. üzerine ileri sürülen yeni teorilerin, ya da "yabancılaşma"yı merkeze alan ahlaki/kültürel sosyalizm teorilerinin toplumsal temelleri ve koşulları üzerine bir fikir verecek açıklıktadır. Sistemden kopuşu derinleştirici bir mücadelenin sloganı olarak değil sisteme eklemlenmiş ve onu revize etmeye çalışan "boş zaman sosyalizmleri" ile ayrım net olarak çizilmelidir. Esasen iş gününün kısalmaya başlamasından itibaren geriye kalan süre burjuvazi tarafından yöntemli bir şekilde doldurulmaktadır. Çalışma dışında kalan zamanın gerek TV vb. ile, gerekse tatiller bile programlanıp ticarileştirilerek, hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde doldurulmuştur. Üzerinde durduğumuz "boş zaman sosyalizmleri" de nihayetinde farklı bir sonuç yaratmamaktadır.

Komünizmin özgürlük dünyası/serbest zamanı bunlardan ekonomik, sosyal, siyasal temel ve gelişimiyle bütünüyle farklıdır. Siyasal ve sosyal bir devrimle açılan kapıdan girilecektir oraya.

Kaldı ki, bizim sorunumuz, bir sınıfın bireylerine, gruplara "boş zaman" yaratmak değildir! Tarihe bakıldığında "boş zaman" köle sahipleri, aristokratlar, burjuvalar –egemen olan sınıf kimse onun bireyleri için her zaman var oldu. Köle sahipleri, feodaller yönetim işleri ve savaşlar dışında kendilerini hiçbir işle yükümlü görmediler. Emek sömürüsü üzerine padişahlık kuran burjuvalar ise rantiyeleştikçe asalaklaştılar. Tekno-evlerinde kupon keserek ve çürümenin aylaklığıyla dansederek yaşıyorlar bugün.

Komünizmin bireylerinin özgürlük dünyası en başta buradan ayrılır. "Boş zaman", şu ya da bu sınıfın bireylerine ait ve diğer sınıfların üzerlerine basarak sağlanmış bir ayrıcalık olmayacaktır. Komünizmdeki "boş zaman" bütün sınıfların ortadan kalkmasıyla toplumun her bir bireyi için varolacaktır.

Kapitalizmin bağrından çıkmış haliyle sosyalizm, hem içerisinden çıktığı kapitalizmin üzerindeki lekelerinden dolayı, hem de üretim koşullarının yetersizliğinden dolayı komünizme geçişi hazırlamakla yükümlüdür.

"Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: 'Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!'"

İşte komünizmin özgürlük dünyasının serpilip gelişeceği temel budur. Bu temel üzerinde bireyler, ulusal, dinsel, ailevi, sınıfsal bağlarından kurtulmuş özgür bireyler olarak yer alacaklardır. Ama kendi kabuğuna çekilmiş bireyler ya da gruplar olarak değil. Bireyler, gruplar, komünal ilişkiler, çok daha geniş bir temel üzerinde, evrensel bağların içerisinde varolacaklardır.

(Devam Edecek)

Page 135: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Parti Kültürü

İÇİNDEKİLER

PARTİ KÜLTÜRÜGiriş

Yeni bir toplumsal bağlantı'Ortalama devrimci kültür' üzerine değinmeler

Gökten inmeyecektir!Yabancılaşmaya yabancılaşma

Yeraltı ruhuLeninist taktik

"Emek üretkenliği""Hep yeni, durmaksızın daha yeni, en yeni"

Militan okuma faaliyetiKomünist kişilik canlı propagandadır

Yoldaşlık kültürü

Giriş"Proletarya diktatörlüğü yalnızca sömürücülere karşı zor kullanmak değildir... Bu devrimci zorlama-nın ekonomik temeli, etkinliğinin ve başarısının güvencesi şudur ki, proletarya kapitalizme oranla daha yüksek tipte bir sosyal emek örgütlemesi yaratır. İşin esası budur. Komünizmin kaçınılmaz olan tam zaferinin güç kaynağı ve güvencesi budur." (Lenin, Büyük Bir Başlangıç: Arka Saflardaki İşçilerin Kahramanlığı 'Komünist Subotnikler')

Lenin Komünist Subotnikler üzerine teorik değerlendirmesinde, proletarya diktatörlüğünün ikili görevini ortaya koymaktadır. Sovyet iktidarı, yalnızca eski toplumsal organizasyonu yıkmanın değil, asıl olarak daha yüksek ve karşıt nitelikte bir toplumsal organizasyonu kurmanın aracıdır. Ve bu yeni toplum, öncelikle yeni tipte bir toplumsal emek örgütlenmesi çerçevesinde yükselecektir:

"Bu ikinci görev birinciden daha önemlidir, çünkü tek tek yiğitlik eylemleriyle gerçekleştirilemez; alel-ade, günlük işlerde sürekli, direngen ve son derece zor olan bir yığın kahramanlığını gerektirir" (Lenin, age, abç)

Hayır, Komünist Subotnikler hiç de basit bir ekonomik onarım hareketi değildi. Stahanovist harekette kendini daha olgunlaşmış haliyle duyuracak olan komünist kültürün ilk filizi, ilk ışığı ve ilk canlı nüvesiydi. "Rusya'da bugün hüküm süren sistemin komünist denilebilecek tek bir

Page 136: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

yönü varsa" diyordu Lenin 1919'da, "bu yalnızca Subotniklerdir". Ezenlerin ezilmesine oranla çok daha zor, ama o ölçüde de umut vaat edici bir şeyin, 'sıradan' işçilerin düşünce ve davra-nışlarında köklü değişikliklerin habercisidir. Hem de ortada henüz buna dayanak olacak bır-akalım komünisti, doğru dürüst sosyalist ekonomik temel yokken!

"Emek üretkenliğini artırmak için açlığı yenmek, açlığı yenmek için de emek üretkenliğini artırmak gerekir". Böylesi kısır döngüleri yırtıp çıkmada tarih tek bir yol tanır: "Bireysel grupların kahr-amanca girişkenlikleri!" (Lenin, age) Eski alışkanlıkların ve düşünce biçiminin içinde kalınarak tıkanıklıklar aşılamaz. Komünist çalışma, eski tarz ama eskisinden fazla çalışmak değildir. Bu olsa olsa nicel ve evrimci bir gelişme olurdu. Komünist çalışma yeni bir ruh ve aşkla çal-ışmadır. Kendi çıkarları ve günü kurtarmak için değil. Geleceği zaptetmek için ve gelecek toplum idealini bugünün günlük çalışma ve yaşamında somutlayarak.

Açlık disiplinine dayalı, metazori, kendine yabancılaşmış çalışmadan şu nitel ayrımları göst-erir; komünist çalışma,

−Bilinçli ve gönüllü çalışmadır.

−Toplumun kopmaz bir parçası olarak toplumsal çıkarlar için çalışmadır.

−Toplumun yalnız bugünkü değil, gelecek çıkarları için ve bunları ger-çekleştirecek tarzda toplumu dönüştüren çalışmadır.

−Girişken ve tutkulu, kesinkes sonuç alıcı çalışmadır.

−Yaratıcı, kafa ve kol emeğini en üst düzeyde birleştiren çalışmadır.

−Bir işi yalnızca o iş olarak değil, daha ileri işleri hazırlayacak ve sıçratacak tarzda yapan çalışmadır.

−İşe tabi olmayan, özgüven sahibi ve ne kadar zorlu olursa olsun altında ezilmeyen, işe başından sonuna kadar hakim olan, örgütleyen çalışmadır.

−İnsanı kirletip bıktırmayan, tam tersine kafaca ve ruhça geliştiren, her gün yeni yeteneklerini keşfetmesini sağlayan çalışmadır.

−Mutluluk veren çalışmadır. Bir kızıl süvari gibi, tarihin sırtına binip dörtnala mahmuzlamaktır mutluluk. Geleceğin bugünden canlandırılması!

Komünist Subotnikler 'kahramanca'dır! Yalnızca açlıktan kırılan işçilerin, tatil günlerini de Sovyet iktidarına –yani sınıf çıkarlarına– ücretsiz çalışmaya adamalarıyla değil. Asıl olarak toplumun gözeneklerine kadar sinmiş eski alışkanlıklarından silkelenerek, devrimi ve prolet-arya iktidarını, gündelik çalışma ve yaşama taşımalarıyla kahramancadır! Sömürücülere ve zorbalara duyulan yıkıcı nefret, yaşamı onların örgütlediğinden çok daha yüksek nitelikte örgütleme tutkusuyla birleşmektedir. Ve bu, yığınların düşünce, duygu ve davranışlarının yeni ilke ve değerler çerçevesinde yükseldiği gerçek bir kültür devriminin başlangıç noktas-ıdır. Bu yeni ve yüksek kültür, tüm eski kültürlerden farklı olarak dış koşullara uymanın değil, kökten ve kesintisizce değiştirmenin kültürüdür. Kesintisiz devrimin kültürüdür. Sosy-alizmin kitlelerin yaşam pratiği haline getirilmesi, gündelik çalışma ve yaşam içerisinde yen-iden üretilebilir olmasıdır. Gündelik çalışma, artık patrona ve bireye değil, topluma aittir. Toplum ortak çıkarları doğrultusunda onu denetlemektedir. Çıta yükselmektedir.

Page 137: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Gündelik iş yapma tarzını kökünden değiştiren bu atılımdır ki devrime önderlik eden Bolş-evik Parti'nin saflarını ayrık otlarından temizlemiştir: ''Komünist Subotnik'ler … partiyi isten-ilmeyen öğelerden temizlemek bakımından önemli bir rol oynamakta ve kapitalizmin çökmekte olduğu bir sırada partinin karşılaştığı etkilere karşı savaşımda bize yardımcı olmaktadırlar." (Lenin, Mosk-ova kenti RKP (B) Kongresine sunulan "Subotnik'lerle ilgili rapor) Zafer sarhoşluğuna ya da devrimin önündeki muazzam zorluklar karşısında yılgınlığa kapılanlar, sosyalizm ve komünizm üzerine gevezelikten başka bir şey yapmayanlar, iktidarın nimetlerinden yararl-anma fırsatçılığıyla partiye doluşan çıkarcılar, eski çalışma tarzında ayak direyenler, Subotn-ikler'in yaygınlaştırdığı yeni standart ve nitelikler karşısında açığa çıkmışlar ve temizlenmişl-erdir.

Her devrimci atılım –günümüzün devrimci-demokrat hareketlerinin ikide bir açtıkları ve daha çok basit ajitasyona dayandığı için birkaç ayda sönüp kalan1 'devrimci atılımlar' değil– her gerçek devrimci atılım daha yüksek ilke, norm ve nitelikler getirerek, eski alışkanlıkların gücüne karşı savaşım içinde gelişir. Eskide ayak diretenleri temizleyerek kendini bir anlayış, bir tarz bir kültür olarak yerleştirir. Stahanovist hareket döneminde de, eski düzenin alışkan-lıklarından kurtulamamış, hâlâ günü kurtarma kafasıyla hareket eden geri bilinçli işçiler, çıt-ayı yükselten Stahanovist işçilere suikastlar düzenlemişler, emek üretkenliğini artırma çalış-malarını sabote etmeye çalışmışlardır. Stahanovizm, parti ve tüm toplum içinde neredeyse bir iç savaşla ilerlemiş ve partinin arınmasına yardımcı olmuştur. Bugün Troçkistler Stahan-ovizmi değil, Stahanovist işçileri öldürmeye çalışan geri bilinçli işçileri alkışlarlar ve bunu Stalin'in despotluğuna(!) karşı sınıfın direnişi olarak lanse etmeye çalışırlar. Kesintisiz devrim ve sıçramalı gelişme öğretisine karşı savundukları, bireycilik, bencillik ve küçük esnaf kültürüdür.

Lenin'in tarımda kooperatifleşme hareketi için söylediği gibi: "Ortaklaşa çalışma bir çırpıda gerçeklenmez. Bu olanaksızdır. Bu gökten inen bir şey değildir. Çaba ve acılar pahasına elde edilir, savaş süreci içinde yaratılır" (Gençlik Birliklerinin Görevleri). Her çalışma tarzı, düşünce ve davranış tarzında belli kalıpları sabitler. Eski alışkanlıkların direnişini kırmadan yeni ilke ve normlar geliştirilemez. Yeni ilke ve normlar konulmadan eski alışkanlıkların direnişi kırılamaz. Bir darbede kazanılamaz. Kuru ajitasyonla kazanılamaz. Burada darbeler her gün, her saat, her dakika bireylerin gündelik çalışma ve yaşamında tortulaşmış alışkanlıkların dir-enişine, toplumun ve bireylerin iliklerine işlemiş içsel tutuculuğa indirilmelidir. Sözkonusu olan içsel bir dönüşümdür çünkü.

içindekiler

Yeni bir toplumsal bağlantıProletarya diktatörlüğü için söylenenler, günümüzün zorlu düzen koşullarında bir toplumsal devrim örgütünün inşası ve zaferi için de fevkalade geçerli olmalıdır. Böyle bir parti, farklı öncelikler ve nesnellikler taşısa da özsel nitelikleri açısından, proletarya diktat-örlüğünün kapitalist toplum içindeki çekirdeği olacaktır. Tayin edici görevi, işçi sınıfı ve yığ-ınların yıkıcı devrimci zorunu örgütlemektir. Fakat bu, daha gelişkin bir sosyalizm projesi başta olmak üzere bir dizi kurucu görevi olmadığı anlamına gelmez. Bunlar arasında en

1 Bu da pek doğal sayılmalıdır. Çünkü, siyasal-örgütsel nitel bir açılım perspektifi konmadan daha fazla çalışma istenmektedir. Oysa farkında bile değillerdir ki, "daha çok çalışmayı" engelleyen mevcut tarzın ta kendisidir!

Page 138: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

önemlilerinden biri de, yalnızca kapitalist emekten değil, ortalama devrimci emekten de daha yüksek tipte bir toplumsal emek örgütlenmesinin, çok daha yaygın ve derin bir temelde parti bünyesinde geliştirilmesidir. Parti eski toplumsal bağları kopartacak ve dönüştürecekse, kendisi daha yüksek ve tamamen karşıt, yeni bir toplumsal bağlantı olabilmelidir. Biz buna "sosyalizmi yaşam pratiği haline getirmek" diyoruz.

"Önce toplum çıkarları için" der Lenin sosyalizm lafazanlarına Subotnikleri göstererek, "emekçi halkın çıkarları için ücretsiz çalışma gücünde olduğunuzu, 'devrimci yolda çalışma', emek üretkenliğini artırma, çalışmayı örnek biçimde örgütleme gücünde olduğunuzu kanıtlayın, ondan sonra 'komün' gibi şerefli unvanlar için elinizi uzatın."

Gösterilen, parti kültürünün de esaslarıdır. (Kuşkusuz burada yalnızca dar anlamda partili kültür sanat çalışmasından bahsetmiyoruz. Marx kültürü en geniş anlamıyla, doğada kendil-iğinden bulunmayan insanın yapıp ettiği, insana ilişkin herşey olarak tanımlar. Lenin de kültür tanımının içine ahlâk, yaşam tarzı ve organizasyon becerisini katar. Önemli olan bu olağanüstü geniş ve çeşitli öğelerin, nasıl bir ideolojik-siyasal eksende ve hangi hedefler doğrultusunda sistemleştiğidir). Komünizm, ancak bu temelde yalnızca bir doğrultu ve uzak bir hedefe verilen bir ad olmaktan çıkarak, günümüzde, evet kapitalizm ve faşizm koşullar-ında kendini nüve halinde gösteren, canlı bir şey, bir çalışma ve yaşam kılavuzu haline geleb-ilir.

Ve burada, tekil kişilikler ve tek tek kahramanca eylem ve direnişlerden değil, yüzlerce ve binlerce militanın kişiliklerinin derinlerine kadar işleyecek, düzen bulaşığı tortulardan arınmış bir kültürden bahsediyoruz. Ve burada, az sayıdaki ve içe kapalı bir seçkinler örgütü kültüründen değil, geniş kitlelere doğru açılan, ama yarattığı ileri ve çelikleşmiş niteliklerle kitlelerden korkmayan, bunlar karşısında etkilenen ve şekilsizleşen değil, etkileyen ve dön-üştüren konumda olan bir kültürden bahsediyoruz.

Bu bir komünistin yaşamını, belli saatler ve kesitlerle sınırlanmadan, tepeden tırnağa –evet rüyalarını bile, hatta en önce rüyalarını!– devrim ve sosyalizm için etkinleştirmesidir. "Alel-ade, günlük işler"in yapılışına komünizmin ışığının düşürülmesidir. Subotniklerin, yıldırım ekiplerinin, Stahanovizm'in, bugünkü parti çalışması ve yaşamına taşınmasıdır. Yaşamların, psikoloji ve kişiliklerin dönemlere göre ve kesitler halinde değil bir bütün olarak eylemsell-eşmesidir.

içindekiler

'Ortalama devrimci kültür' üzerine değinmelerParti tarzı, süreç devrimciliğine göre biçimlenmiş ortalama devrimci kültürden de kesin ve keskin bir kopuşu şart koşmaktadır.

Nedir günümüzün "ortalama devrimci kültürü"? Antifaşist direnişçilik temelinde oldukça güçlü değerler ve gelenekler yaratılmıştır. Ancak bu temel değerler de, tarihsel bir perspek-tifle ileri doğru açılacağı yerde kendi içinde bile dar-idealist biçimde algılanmaktadır. Dön-emle ilişkilendirilip yeniden üretileceği yerde basit ajitasyon malzemesi ve tüketim konusu yapılmaktadır.

Page 139: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Durgunluk dönemlerine ve özellikle bireysel-gündelik yaşama doğru gidildiğinde ise iyice vasatlaşmaktadır. Yüzeyde oldukça diri ve militan görünümüne karşın, derinlere, gündelik yaşama inildikçe, örgünlüğünü kaybederek gevşemekte ve düzen kültürüyle iç içe geçmekt-edir.

Bu, kitlelerin geri duruşuna –özellikle ara tabakaların karakteristik özelliklerine–" uyarlanmış, kozmopolit bir kültürdür. Ve bu haliyle de, düzen içi yaşam tarzına köktenci bir alternatif olamamakta, kişilikleri geleceğin insanı perspektifiyle yoğuramamakta, durgunluk dönemlerinde ise iyice genleşmekte, kozmopolit bir alt kültür özelliğini kazanmaktadır. Burjuva ideo-kültürün kitleler üzerindeki ve içindeki etkinliği ve 'kapsama alanı' geniştir. Sistem çok çeşitli araçlarla emekçilerin boş zamanlarını kendi çıkarlarına göre örgütlemekte, kendi normlarım içlerine nakşetmekte, emekçilerin birinden sıyrılsa ötekinin ağına takılacağı yanılsatıcı bir alternatif kültürler bolluğu yaratmaktadır. Buna karşılık, yalnızca genel bir baskı ve eşitsizlik karşıtlığı ile sınırlı antifaşist bir direnişçilik kültürü oldukça dar ve yü-zeysel kalmaktadır.

Bu, örgüt içinde örgütsüzleşmenin, politika içinde politikasızlaşmanın kültürüdür. Bir-iki rutin iş yapıp geri kalan zamanı siyasi gevezelik ve dedikodu ile geçiren, kısır, durağan "dernekçilik kültürü" genele damgasını vurmaktadır. Düşünce ve gündelik çalışma, üretkenl-iğini büyük ölçüde yitirmiş, belli bir-iki kalıbın içinde sıkışıp kalmıştır! Devrimcilik ve tekd-üzelik yan yana durabilmektedir! Fakat her kendini tekrar, tutucu alışkanlıkları da pekiştirm-ektedir.

Bu, part-time devrimcilik kültürüdür. Yalnızca devrimcilerin önemli bir bölümünün 'devrim mesaisini' 8-10 saatle sınırlamaları ve bunun dışında bir 'düzen insanı' oluvermeleri yönüyle değil. 24 saatini devrime hasreden profesyonel ya da yarı-profesyonel devrimcilerin ezici bir çoğunluğunun üretken biçimde değerlendirdikleri sürenin toplam 4-5 saati geçmemesiyle! Devrimci emek üretkenliğindeki muazzam gerilikle! Bu, yüksek toplumsal ideallerle canlı bağlantısı iyice zayıflamış bir kültürdür. Ve yüksek toplumsal ideallerin zayıfladığı bir yerde, toplumsal özveri de doğallaşarak bir yaşam felsefesi haline gelemez. Canını verm-eyi göze alanların, konformist alışkanlıklarını, düzenden getirdikleri küçük dünyalarını kırmaya yanaşmamaları ne yaman çelişkidir!

Bu, tarihsel ilerleme perspektifinden yoksun bir kültürdür. Günübirlikçi ve günü kurtarmac-ıdır. Günler birbiri ardına kurtarılır ve ... gelecek kaybedilir!

Bu, kolektivizmden oldukça uzak bir 'ortak çabada yeteneksizlik' kültürüdür. Sorunlar kişil-eştirilir ve kendi dışında görülür. Ortak hedeflerde irade ve organize emek yoğunlaşmasının yerini sinsi veya açık bir bireycilik yoğunlaşması alır. Tarihsel hedef bilincinin zayıflığı ve giderek bulanıklaşması, bundan kaynaklanan biçimde ölçülerdeki çarpılma ve bununla birl-eşen dar olguculuk vb. geri etkenlerin de devreye girmesi ile artık herşeye kişisel bir odaktan bakılmaya, ölçüler buradan konulmaya başlanır.

Bu, gündelik yaşam ve çalışmada iktidarsızlaşmanın kültürüdür. Bilgisizlik, düşünce temb-elliği, ilkellik, amatörlük, inisiyatifsizlik, plansızlık-programsızlık, hedefsizlik, iddiasızlık, geleceğe güvensizlik, ufuksuzluk, mümkün olan ve zaten yapılagelenle yetinmecilik, faydac-ılık, iş yerine laf üretme, işleri zamana yayma, beceriksizlik, yaratıcı olmamak, yeni şeylere meraksızlık, gevşeklik... tüm bunlar bireysel yaşam ve çalışmada iktidarsızlığın göstergele-

Page 140: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ridir. Ve gündelik yaşam ve çalışmada iktidarını kuramayan bir devrimci yaşam felsefesi, toplumsal yaşam ve çalışma üzerinde hiç kuramaz!

Tolstoy'un 1905 Rus Devrimi'nin aynası olması gibi, günümüzün devrimci-demokrat basın-ında da ortalama devrimci kültürün aynasını bulabiliriz. Orada belli yazılardaki belli gelişm-eler karşısındaki heyecan ve öfke ile, gündelik haber-yorumlardaki yüzeysellik, düz yansıtm-acılık, basmakalıpçılık, politikasızlık yanyana durur.

Bu "Türkiye Devrimci Hareketi'nin iliklerine işlemiş kendiliğindenlik hastalığının" bir yansımasıdır ve yeni sağ tasfiyeci dalganın kültürüdür.

Toplumsal çözülme yaşamın her alanında kendini göstermektedir. Böyle bir toplumsal-kült-ürel ortamdan gelen devrimciler de örgütlü-devrimci yaşamın abc'si sayılması gereken kolektivizm, komiteli çalışma, disiplin, inisiyatif, düşgücüne daha az yatkın olmaktadır. Kendini bir devrimci örgütle daha ileri düzeyden bütünleştirenlerde dahi partisiz dev-rimcilik özelliklerinden kesin bir kopuş zayıftır. Geri ve düzen bulaşığı yönlerini açığa çıkarıp, bunlarla amansız bir savaşım verme refleksi gelişmemiştir. Genel devrimcilik kriterl-eriyle yetinilmektedir. Kendiliğindencilik hastalığı, devrimcilik kriterlerinin, mevcut mücad-ele koşullarına göre genel devrimciliğin sınırlı kendini veriş ve sınırlı yeteneklerine göre bel-irlenmiş olmaktadır.

Komünist hareket, her koşulda savaşımı en ileri düzeyden ve hücum ruhuyla sürdürme prat-iği içerisinden ortalama devrimci kültürün üzerine çıkan gelenek ve normlar yaratmıştır. Fakat burada sorun, darkafalıların sandığı gibi, geçmişin kazanımlarını fetişleştirmek, onlarla böbürlenip durmak değildir. Böyle bir yaklaşım yaratılan ileri değerlerin savu-nulması demagojisi altında geriye doğru çözülen yorgun bir ruh halini ele verir olsa olsa. "Parti konusunda sadece kendi özsel gelişiminden çıkış alan hiçbir düşünce, görece gelişkin bir ön temel yaratmış olsa dahi bugüne yanıt verecek bir parti görüş ve pratiğine ulaşamaz. Önce komünist partinin bugün çözmekle karşı karşıya olduğu görev ve hedeflerle birlikte tanımlanması, bunun temel-ini oluşturan ideolojik-teorik, siyasal zeminin ortaya konulması zorunludur.” (Parti, Parti, Parti) Parti kültürü sorununun merkezinde de geçmişin kazanımları değil onları da ileriye doğru geliştirip derinleştirecek olan geleceğin görevleri vardır.

İleri militanlık, disiplin, kolektivizm, yeraltı ruhu; örgütsel kültürümüzün can damarlarıdır. Onları, günümüz koşullarında korumanın yolu, tek tek eylem ve direnişlerin ötesinde, günd-elik yaşam ve çalışmaya doğru derinleştirmekten geçer. Parti kültürü, "günlük alelade" çalışm-anın, günlük ve alelade olmaktan çıktığı yerde başlar. Kaldı ki, örgütsel kültürümüzün ileri militanlık ve yeraltı karakteri yanında genellikle ihmal edilen temel bir çizgisi "çiğnenmemiş bir yolda yürümektir."

İlerilik bundan böyle, 'ortalamaya göre' ilerilik değildir. 'Kimi özellikleriyle' ilerilik değildir. 'Bazı kişiliklerdeki' ilerilik değildir. 'Tek tek eylem ve tavırlardaki' ilerilik değildir. Her durum ve koşulda, her alan ve cephede sınırsızlığa yürüyüş olarak tanımlanmaktadır. Her durum ve koşulda sınırları parçalama, sınırların dışında düşünme ve davranmanın alışkanlık haline gelmesiyle mümkündür. "Dar örgüt çalışma tarzı ve alışkanlıklarının, koşull-ardan gelme her türlü sınırlılığın üstüne çıkabilen, proletaryanın geniş yığınsal eylemini ve diğer emekçi sınıfların hareketini örgütleme yeteneğinde olan, güçlü bir tarih bilinci, dönem kavrayışı ve gelecek perspektifi ile donanmış, profesyonel bir yetkinleşme düzeyine ulaşmış, taktik önderlik yeteneği

Page 141: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

gelişkin, sonuç alıcı üretken bir çalışma geliştirebilen ... komünist kişilik özellikleriyle, yüksek bir bilinç, yüksek bir disiplin anlayışı ve proleter saflık düzeyine ulaşmış moraldik değerlerle donanmış" kadro tanımı, kadroların yoğrulacağı farklı hamur olarak parti kültürünün tanımıdır.

içindekiler

Gökten inmeyecektir!Evet; çaba ve acılar pahasına elde edilir. Savaşım süreci içinde yaratılır. Ve daha gelişkin bir savaşım kültürü, savaşımın daha geri biçimlerine göre şekillenen tarz ve alışkanlıklara karşı da yoğun bir savaşımdan ayrılamaz.

Düzenden toplumsal-kültürel şekillenme açısından da kesin bir kopuş, öncelikle ona ilişkin hiçbir şeyi doğal ve meşru saymamayı gerektirir. Düzenin fizik güçlerine karşı sınıf kiniyle davranılmaktadır. Fakat içimizdeki düşünsel, psikolojik, kültürel uzantılarına karşı sınıf kini yerini "barış içinde birlikte yaşamaya" bırakmaktadır.

Nasıl ki burjuva kültür, emekçilerin sınıf çıkarlarına en karşıt düşünce ve davranış ritüeller-ini onların gözünde meşrulaştırıyorsa, ortalama devrimci kültür de sosyalist yaşam pratiğine en-karşıt şeyleri devrimcilerin gözünde meşrulaştırmaktadır.

Verimsizlik, komitesiz çalışma, plansızlık, hedefsizlik, rutinlik, işten çok laf üretme, dedikod-uculuk, faydacılık, hatta bazı dinsel adetler birçok devrimci çevrede doğal karşılanmaktadır.

"Tembellik, sıradan insan tembelliği. Evet, ne zaman ki insan artık çalışma dürtüsü ve gereği hisset-miyorsa, ne zaman ki kalbi boşsa... o felaketin eşiğindedir. Etrafımda insanlar görüyorum, uykulu, ilg-isiz, bitkin, bezgin. Konuşmaları küf kokuyor. Onlardan nefret ediyorum. Güçlü ve sağlıklı insanların bizimki gibi gergin zamanlarda nasıl bezgin olabildiklerini anlamıyorum." (Ostrovski, Selam Ya-şam Ateşi)

İşte bu tamamen farklı bir toplumsal-kültürel şekillenmedir. Bir asalak burjuva nasıl toplum için çalışmayı anlayamazsa, bir komünist de toplum için tüm yetenek ve enerjisini seferber etmemeyi anlayamaz. Gevşekliği, tembelliği, başıboşluğu, israfı, tekdüzeliği, kayıtsızlığı, ehveni şerciliği, gönülsüzlüğü, boş gevezeliği anlayamaz. Ve nefret eder. Onlarda bireyciliğin ve asalaklığın, ücretli köleliğin kokusunu duyar.

Bu tür tutum ve davranışlar, geçiş sürecindeki devrimcilerde bir yere kadar anlaşılabilir. Fakat kapitalizme göre çok daha yüksek ve tam karşıt bir 'toplumsal doğa' oluşturan parti kültürü içerisinde asla doğal karşılanamaz.

Kuşkusuz herkesin ilkel ve amatörce çalıştığı yerde, ne üretimsizlik göze batar ne de yeni beceriler geliştirmek söz konusu olur. Her yeni devrimciyle örgüt içine taşınan düzen birik-intilerinin, fazla bir dirençle karşılaşmadan kendini örgüt içinde hızla sistemleştirmesi ve devrimci kültürü aşağıya doğru çekmesi de şaşılacak bir şey olmaz. Bir devrimci, kendisinde ve çevresindeki düzen bulaşığı duygu, düşünce, davranış biçimlerinden rahatsız olmuyorsa; bunların düzen bulaşığı alışkanlıklar olduğunun farkında bile değilse, o halen düzenin değer yargılarıyla düşünüyor, düzen kültürü içinde hareket ediyor demektir.

Page 142: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Yapılması gerekenler "bir şekilde" yapılıyordur! Peki ama, "yapılması gerekenlerin" yalnızca bunlar olduğuna karar veren yargıçlar kimlerdir? Boşa geçirilen her dakikanın, işlerin daha ileriden örgütlenememesinin, "bir şekildeliğin" hesabını soracak bir kolektif vicdan –kişi bir alanda tek başına kaldığında da yakasını bırakmayacak olan bir kolektif vicdan– oluşmuş mudur? Tam da burada ihtiyaç duyulacak olan partinin yaşam ilkesi, komite ve kişisel çal-ışmamızın düzeltici ve geliştirici ilkesi devrimci eleştiri-özeleştirinin harekete geçirilmesi değil midir?

Çürüyen sistem yalnızca sömürü ve zorbalığın en kaba biçimleriyle değil, ideolojik, kültürel, psikolojik her türlü toplumsal uzantısıyla, yani engeliyle nefret uyandırmalıdır.

içindekiler

Yabancılaşmaya yabancılaşmaSosyalizm nedir? Devrimden sonra düşünülecek bir şey midir? Ya da "şuranın kamulaştırılm-ası, buranın kooperatifleştirilmesi"nden mi ibarettir? Emekçiler üzerindeki sömürü ve baskı ort-adan kalkacak, diğer her şey aynı mı kalacaktır? Emekçiler iş dışı zamanlarında kahvelerde oturup dedikodu mu yapacaklardır? Günlük yaşam nasıl olacaktır? Maddi özendiriciler olm-adan çalışma ve gelişme dürtüsü ve gereği nasıl sağlanacaktır? "Emeğine göre" ilkesi nasıl uygulanacaktır?

Bir komünist, kendini yalnızca kapitalizmin köktenci karşıtı değil aynı zamanda gelecek toplumun temsilcisi olarak görür. Onun her tutum ve davranışında referansı, sosyalist topl-umun değerler sistemi ve yaşam felsefesidir. İçinde yaşanılan toplumsal-kültürel iklimden elastiki olmayan köktenci bir kopuş, tam karşıt bir toplumsal bağlantı ve yaşam tarzının canl-andırılmasıyla mümkündür. Sosyalizm kitaplarda okunanla, tarihsel deneyimlerle sınırlı kalmayan, her komünistin toplumsal-bireysel yaşamın ve kendi yaşamının ayrıntılarına kadar kendi kendine de düşünüp tartıştığı, bir kişilik ve yaşam kılavuzu olmalıdır.

Kaba ve genelgeçer olmayan, tarihsel deneyimlerin getirdiği sorunlara ML içerisinden çözüm üreten, bugünkü sosyo-ekonomik gelişme düzeyine uygun, kapsamlı ve canlı bir sosyalizm projesi, asi olarak bilimsel-teorik faaliyetin konusudur. Fakat bu, teorinin yaşamın içerisin-den çıkarılan kolektif bir faaliyet olduğu gerçeğini unutturmamalıdır. Geleceğin toplumu üzerine ciddi biçimde kafa yormalı, temel eksenlerin kavranışı üzerinden gündelik ya-şamdan örneklerle karşılaştırmalar yapmalı –kültür-sanat organlarının da daha derinlikli canlandırma ve ürünleriyle katkıda bulunacağı– parti kültürünün bir parçası olmalıdır. Parti kültürü asıl bu yönüyle, yabancılaşmanın her türlüsüne yabancılaştırıcı olacaktır! Brecht'in devrimci diyalektik tiyatro yönteminde kullandığı 'yabancılaştırma' efektleri gibi: İşçi karı-koca kendi küçük dünyalarında öfkelerini birbirine yöneltiyorlar, incir çekirdeğini bile dold-urmayan nedenlerle saç saça baş başa kavga ediyorlardır. Birbirlerini yemek onlar için çok doğal ve bildik, istemeseler de engel olamadıkları bir şey haline gelmiştir. Seyirci de bu kavg-aları, kendi yaşamından da bildiği doğal ve eğlencelik bir şey olarak izlemektedir. Yine böyle bir kavganın en civcivli esnasında, birden kapı açılır ve sahneye karı-kocanın tanımadığı, yabancı biri girer, kendilerine ve birbirlerine yabancılaşmış karı-koca bir an içine düştükleri düşkünleşmeyi yabancının varlığında farkederler ve utanarak kendilerine çeki düzen verm-eye çalışırlar. Kavgayı yaşamının alışageldik bir parçası olarak biraz da mazoşist bir keyifle

Page 143: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

izleyen seyirci de, bir an yabancının şaşkın, sıkıntılı, ne yapacağını bilemeyen gözleriyle görür ve suçüstü yakalanmış gibi bunun rahatsızlığını duyar.

Hemen her militanın, düzenden aldığı olumsuz kişilik özellikleri, düşünce ve davranış ritüe-lleri vardır. Aykırılıkların açığa çıkarılması ve yok edilmesi için, kişinin belli bir anda sahip olduğu kendini doğallaştırmış düşünce ve davranış kalıplarının dışından, o yabancının göz-üyle kendine bakabilmesi gerekir. O "yabancı" sosyalist toplumdur.

Alışmamalıyız. En başta kendimize!

içindekiler

Yeraltı ruhuYeraltı örgütü nasıl ki partinin çekirdeğiyse yeraltı ruhu da parti kültürünün özüdür.

Yeraltı ruhundan tek başına örgütsel güvenlik ilke ve kurallarına uymayı anlamıyoruz kuşk-usuz. Bilinçsel derinlik, ilkeli davranış, kararlılık, süreklilik, parti görevlerini en geniş açıdan görebilmeyi, dünyayı kucaklamayı ister. Düzen dışılık, teoriden kültüre, siyasetten alışkanl-ıklara uzanan her alanda bilinçli bir karşıtlık içermiyorsa, eğer bu düzeni zor yoluyla yıkma ve ona kökten karşıt ve daha yüksek bir düzen kurma tutkusu ve tutarlı yaşam pratiği ile birleşmiyorsa, son tahlilde düzen içiliktir.

Partiye bağlılık, sorumluluk duygusu, disiplin ve militanlık yeraltı ruhunun kendisi değil ete kemiğe büründüğü somut görüngüleridir. Güvenlik kurallarında son derece titiz, parti talim-atı ve görevlerinde son derece disiplinli, karşıdevrimin baskı ve saldırılarına karşı son derece direşken ve militan olabilirsiniz. Fakat yetmez! "Mümkün olan ve zaten yapılagelenle" yetiniy-orsanız, her şeye işçi sınıfı ve emekçi kitleleri partiye yakınlaştırmak ve parti önderliğindeki yıkıcı zorunu örgütlemek gözüyle bakmıyor, liraya kuruş mantığı içinde dönenip duruyors-anız... yeraltı ruhunun oldukça uzağındasınızdır. Çünkü belki düzenin kaba, fizik sı-nırlamalarına, yasa ve kurumlarına tabi olmuyorsunuz fakat halen düzenin toplumsal-kült-ürel şekillendirmesi, alışkanlıkları ve düşünce tarzı içinde hapsolup kalmışsınız demektir.

Yeraltı ruhu, faşist düzenin ve kapitalist sistemin her türlü –siyasal, hukuki, ideolojik, kültürel, psikolojik– sınırlamasından bağımsız düşünme ve hareket etme gücüdür. Sistemin kurallarına biçimsel olarak uymak durumunda olduğumuz açık alanda da bunu, sistem karşıtlığı ve yıkıcılığı içeriğini yaygınlaştırmak için yaparsınız.

Yasalar ve baskılarla sınırlanmamak yeraltı ruhudur. Fakat mevcut koşulların dış duvarlar-ıyla, "mümkün olanla", kitlelerin geri duruş ve bilinçleriyle sınırlanmamak da yeraltı ruhu ister. Yasalar gibi, kendiliğindenciliğin duvarları da delinecek, yıkılacaktır.

Burjuvazinin mezar kazıcısı proletarya, tarihsel zorunluluk bilimini ortaya koyan Marksizm, yolu açan ve çok daha yüksek nitelikte alternatif bir toplumsal sistemin hayata geçiri-lebileceğini gösteren Ekim Devrimi –tüm bunlardan sonra kapitalizm artık "ölü" bir sistemdir. Tarihsel işlevini ve ömrünü tamamlamıştır. Bugün, büsbütün çürüyerek ve batakl-aşarak işçi sınıfını ve kitleleri hala avucunda tutuyor olabilir. Fakat tarihsel ve bilimsel açıdan geçerliliğini çoktan yitirmiştir: "insanlığın tarih öncesinde" ayak diremekte, toplumsal-insani

Page 144: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

gelişmeyi engellemekte, yok oluşa sürüklemektedir.

Meşru olan tek şey, yalnızca emeğin sömürü ve zorbalıktan kurtulması için değil, insanlaşmak, toplumsal-bireysel sınırsız gelişmenin önünü açmak için onu yıkmaktır. Meşru olan yalnızca bu eksende yapılıp edilmesi gereken her şeydir. Bunu engelleyen, bunu gecikt-iren, bunu aksatan her şey, her düşünce, her davranış, boşa harcanan her dakika çürümüşl-üğe aittir.

Komünistler çürüyen sınıfa karşı gelişen sınıfın; kokuşmuş bir toplumsal sisteme karşı, yeni ve üstün bir toplumsal sistemin temsilcileridir, işte yeraltı ruhu da, çürüyen ve geçmişe ait olanın karşısındaki bu üstünlük duygusu ve bilinci, bu üstünlüğü savaşımın her alanında; ve gündelik yaşam ve çalışma tarzında somutlamaktır.

içindekiler

Leninist taktikBelirli bir tarihsel kesitte, sınıf ve kitle hareketini ileriye çekmek, partiye yakınlaştırmak, devrim savaşımını bir üst düzeye çıkarmak için ne gerekiyorsa, parti kültürü odur. Partinin taktiğidir.

Herkesin "bir yerlerde, bir şekilde" yürüttüğü dağınık ve gelişigüzel devrimci çalışmadan farklı olarak, parti taktiği muazzam bir irade yoğunlaşması ve seferberlik ruhudur. Kolektif bir kilitlenme ve zaptetme bilincidir.

Kadrolar o taktikle yatar, o taktikle kalkar. Çalışmalarını ve yaşamlarını o taktiğin gereklerine göre yenimden düzenler. Her sorun taktik halka merkezinde ele alınır. Eğitim çalışmalarından, kültür-sanat organlarının etkinliklerine, gündelik sohbetlere kadar düşünce ve çalışmanın ağırlık merkezinde taktik, onun sorunları, açılımları, bağlantıları, hedefleri, planları, deneyimleri, vb. vardır.

içindekiler

"Emek üretkenliği"Her kadro ve birimin günlük çalışmasında, bir şey yapar göründüğü, fakat ne savaşımı ne de kendisini geliştirici olmayan, tamamen işlevsiz bir sürü "iş" ve zaman vardır. Ortalama bir devrimci gününün kaç saatini üretken biçimde geçirir? inanması güçtür fakat, 24 saatini devrime adamış görünenleri de kapsayacak biçimde –bazı özel kesitler hariç, ki bu da çoğ-unlukla işlerin son ana sıkıştırılmasından kaynaklanır– 3-4 saati geçmez. Gevezelik ve ortal-ıklarda dolanarak vb. katledilen zaman bir yana, bir de işleri yaydıkça yayarak işkence edilen zaman vardır. Birçok işe kolektif olarak gerekenin 3-4 katı zaman, emek, bazen para harcand-ığı halde, arzulanan sonucun alındığı nadirdir. Ciddi bir sonuç alınmadığı halde, öyle gelmiş öyle giden bir sürü iş vardır, vb.

Yarı-oblomovcu çalışma tarzının temelinde, ortalama devrimci kültürün kilit kavramlarından biri, dar pratikçilik vardır. Dar pratikçilik bir çalışma tarzı olduğu kadar tut-ucu bir kültürel şekillenme de yaratır; çünkü devrimcilerin ezici bir çoğunluğunun tüm düş-

Page 145: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

ünce ve davranış özellikleri buna göre sınırlanır. Yapılacak belli başlı üç-beş çeşit iş vardır. Bir altıncısı akla gelmez. Sınırları bellidir, nasıl yapılacağı bellidir. Onları da ister zamana yaya yaya yaparsın, ister ardarda yapar, geri kalan zamanda aylaklık edersin. Yeni bir açılım sağlama, farklı bir taktik geliştirme, zorlanılan bir işte başka bir yoldan sonuca gitme, eldeki işlere de yeni bir ruh katma dürtüsü ve gereği duyulmaz.

Bu kısırlığın bir yanında teorik-siyasi zayıflık, diğer yanında ise lonca tipi usta-çırak ilişkisi vardır. Kuşkusuz, iş temelinde göstererek ve yaptırarak eğitme esastır. Fakat yalnızca bun-unla sınırlı bir eğitim de hep aynı birkaç işin hep aynı biçimde yapılmasından ancak nadiren ilerisine geçebilir. Dar pratikçiliği iyice kronikleştirir. (Hele ki her yerde bol sayıda usta yoksa!) İşin yalnızca teknik mantığı değil, geniş bir perspektif içinde siyasi mantığı, hedefi, başka işlerle ve bütünle bağlantısı kavratılmalı, yeni fikir ve açılımlar teşvik edilmelidir.

Kültürün bir tanımı da, "nasıl yapacağını bilmek"tir. Nasıl ki el değirmeniyle un fabrikası farklı kültürler yaratırsa, devrimci çalışmada da el yordamı ile planlı-programlı komiteli-hedefli-siyasi bir perspektif ve derinlik kazandırılmış çalışma tarzı farklı kültürler yaratır. Yöntem bilgisi ve beceri düzeyi yükseltilmeli, emek üretkenliği artırılmalıdır. Yapılan ve yapılacak her iş, harcanan zaman ve emek, üretkenlik, etkinlik, işlevsellik, geliştiricilik, ön açıcılık, hed-efler, açılımlar, yöntem, araçlar, motivasyon, siyasi kavrayış açısından gözden geçirilmeli, daha ileri standartlar konulmalıdır.

Sabırsız okuyucu, emek üretkenliği (burjuva jargonunda verimlilik) gibi ancak iktisat kitapl-arında bulunabilecek bir kavramın parti kültürü konusunda ne aradığını soracaktır.

Kapitalizmde emek üretkenliğinin artırılması, kârların azamileştirilmesi sorunudur. Sosyalizmde ise emek üretkenliğinin artırılması, yalnızca ekonomik değil, manevi-kültürel bir sorundur. Kapitalizmde emek üretkenliğinin artması bir yanda sömürünün, diğer yanda işsizliğin artmasıdır. Sosyalizmde ise, bir yanıyla karşılandıkça büyüyecek olan toplumsal ihtiyaçların karşılanması için "üretkenlik dürtüsü ve gereğinin hissedilmesine" dayanır; bir yan-ıyla da iş saatlerini kısaltarak daha çok yönlü ve daha ileri toplumsal-kültürel gelişmenin yolunu açar.

Günümüzde, komünist emek, dünyayı kökünden değiştirme etkinliğidir. Üretkenliği bu eks-endeki sonuç alıcılığı ve ilerlemesiyle değerlendirilir. Dünyayı değiştirmeyen emek, bırakalım komünistliği, emek bile değil boşa harcanmış zamandır.

içindekiler

"Hep yeni, durmaksızın daha yeni, en yeni"Yeni fikir, yöntem ve açılımların olmadığı yerde, içsel dinamikler zayıflar, ilerleme alabildiğ-ine yavaşlar. Tersi de doğrudur: Yeniliksizlik, içsel dinamiklerdeki zayıflamanın başlıca göst-ergesidir. Yeni açılımların yalnızca teoriden pratiğe değil, gündelik çalışma içinden fışkırm-adığı bir parti kültürü düşünülemez.

Ortalama devrimci kültür içinde 'yeni'ye karşı kötü bir kuşkuculuk ve ağır bir tutuculuk vardır. Mümkün görünenle sınırlanma, ufuksuzluk, iddiasızlık, hücum ruhu yoksunluğu, bireysel rekabetçilik, sağlamcılık, teorik-siyasi gerilik bu ağır tutuculuğun bazı nedenleridir.

Page 146: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Ve tabii, alışkanlıkların gücü! Öne çıkanı geri çekmek, yeni olanı kavramaya bile çalışmadan çamur atmak...

Komünist hareketin "çiğnenmemiş bir yolda yürümek" geleneği devrimci demokrasinin siyasi darlığının yanı sıra alışkanlıklarının tutucu gücüyle de (ki ikisi birbirini beslemektedir) sav-aşarak yolunu açmıştır. Lenin, "Oportünizme karşı savaş, burjuvaziye karşı savaşımından ayrıl-amaz" der.

Şubede direnişle açlık grevinin birleştirilmesi, uzun bir dönem –gözaltına alman kitlelerce de yapılıncaya kadar– anlaşılamamış, 'düşman da zaten bizi yıpratmaya çalışmıyor mu?' gibi bir gerekçeyle yersiz bulunmuştur. Ölüm Orucu gibi denenmiş, bilinen bir eylem biçimi varken, yeni kitlesel SAG taktiğimiz bir türlü anlaşılmak istenmemiş, "Siz de kitlesel Ölüm Orucu yapmış olmadınız mı?" vb. denilmiştir. 1996 1 Mayıs taktiğimize karşı "Eylem içinde eylem olur mu, kitlenin güvenliği" vb. demagojiler yapılmıştır, İşçi Kurultayı politikamıza, "işçi sınıfına dışarıdan örgüt dayatılamaz, bu bir kere toplanıp dağılacak bir Kurultay olmalı" diye bakılmıştır. Örnekler çoğaltılabilir ve önümüzdeki süreçte Parti perspektifi ve ileri taktikler ekseninde daha çok yaşanacaktır. Fakat hepsinde ortak olan şudur: Alışkanlıkların gücü, "mümkün olan ve zaten yapılagelenle" sınırlanmanın yani Türkiye Devrimci Hareketinin iliklerine işlemiş kendiliğindenlik hastalığının gücünden başka birşey değildir.

Ancak komünistler açısından sıcak savaşım ve taktik planda sergilenen ileri dinamizmin gündelik yaşam ve çalışmada geçerli olduğunu söylemek ne yazık ki pek mümkün değildir. Organlarda yeni bir fikir ortaya atıldığında "Bakarız" der geçilir. Ve genellikle "bakılmaz". Başlangıçta bulanık da olsa esinleyici yeni fikirler öne çıkarılacağı yerde, ancak olağan iş ve görevlerden zaman kalırsa –kalmaz– "bakılacak" tali şeyler sayılır.

Oysa, bir kez daha vurgulayalım, "parti kültürü" "günlük alelade işlerin" günübirlik ve alelade olmaktan çıkarıldığı yerde başlar. Günlük çalışma sınırları içerisine hapsolan bir kafa yapısı ne yenilik yapabilir ne de yeni'yi kavrayabilir.

Günlük pratik içerisinden birkaç olumlu örneğe de değinilebilir. SAG-ÖO yıldönümü kamp-anyasında afiş ve posterlerin, merkezi yerlerden önce sendikalara, fabrika ve işyeri içlerine, temsilcilik odalarına, kitle örgütlerine işçi evlerinin içine astırılması yeni bir fikirdi ve birçok yoldaşta tereddütler yarattı. Öyle ya, alışılageldik biçimde yalnızca kendi güçlerine dayanarak yollara ve sanayi bölgelerinin duvarlarına yapmak varken bir kısmı hiç tanınmayan işçilere gidilecek, belki de "bölücülük"(!) gözüyle baktıkları SAG-ÖO anlatılacak, işten atılma korkusuyla kendi sorunlarına bile sahip çıkamayan işçilerden üstelik SAG-ÖO afiş ve posterlerini fabrikalarının içlerine asmaları istenecekti! Fakat bu taktik, kitlesel SAG taktiğinin siyasi açılımına dayanıyordu ve tereddütlerin aksine son derece olumlu sonuçlar alındı. Halen bazı sendika ve temsilcilik odalarında posterler işçilerin kendi inisiyatifleriyle çerçeveletilmiş olarak durmaktadır.

40 gündür süren ve bir bizim gitmediğimiz bir işçi direnişi vardı, işçiler grev kırıcıları engell-emeye çalışıp defalarca gözaltına alınmaktan sendika basmaya, kendiliğinden yapabile-cekleri belki de her şeyi yapmışlar, bir tıkanma yaşıyorlardı. Reformist ve oportünistlerin tüm yaptıkları müzmin destekçilik ve öğütçülükten ibaretti. Gidildiğinde, önderlik arayışı içinde oldukları tespit edildi. Fakat bize karşı, "Bugüne kadar neredeydiniz, bizim direnişimiz yankı yaratınca parsa toplamaya mı geldiniz?" diye soğuk davranıyorlardı. Bir yoldaşın ortaya

Page 147: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

attığı yeni bir fikir yine önce bir tereddüt yarattı, işçilere bir özeleştiri mektubu yazılacak ve dağıtılacaktı! Öyle ya, bir siyasetin işçilere bırakalım yazılı özeleştiri vermeyi, en bariz hatalar için bile herhangi bir özeleştiri verdiği görülmüş şey miydi? Reformistler ve oportün-istler bunu istismar etmezler miydi? Yapıldı ve son derece olumlu sonuç alındı. En geriden başlanan direniş, en önden sürdürüldü. Yazıda kuşkusuz mazeret filan sıralanmadı. "Des-tekçiliğin ötesinde önderlik sorumluluğunu yerine getirmemenin mazereti yoktur" denildi. Faydacı destekçilik kafası eleştirildi ve işçilerle birlikte, direnişi ileri taşımak için yapılması gereken-ler kondu. Somut durumun somut tespiti –işçileri direnişe bir şey katmayan faydacı yaklaş-ımlardan rahatsızlığı ve önderlik arayışı– üzerinde yükseltilen bu yeni araç, özeleştirideki içtenlik ve kendine güven, işçilerin bize karşı güvensizliğini kırmakla kalmadı, daha ileri bir güvenle sarılmalarını getirdi.

Girişkenlik, yaratıcılık, yenilikçilik! "En kötü yeni en iyi eskiden iyidir." Bu, parti kültürünün temel bir ilkesi olmalıdır. Ve bir komünist, yeniye, yeniliğe, yenilenmeye çılgınca aşık olan insandır.

içindekiler

Militan okuma faaliyetiParti kültürü, ortalama devrimci kültürde ağırlıkta olanın aksine yalnızca inanca dayanmaz. Geleceğe duyulan inanç ve hasret, direngenliğin ve militanlığın kartal kanatlarıdır. Fakat inancı sarsılmaz kılacak olan da bilinçtir. ML ideoloji, herhangi bir inanç sisteminden farklı olarak, bilimsel bir ideolojidir.

Ezberciliğe, olguculuğa, kendi yakın devrimci çevresinden gördüklerini taklide –yalnızca bunlara dayanan bir devrimci şekillenme en iyi durumda bile son derece güdüktür. Dar den-eycilik, yani devrimcinin kendi ya da yakın çevre deneyimleriyle sınırlı gelişmesi, doğal yet-eneklerden kaynaklanan mutlu rastlantılar dışında, evrimci ve sığ bir gelişmedir. Kaldı ki, kişinin kendi deneyimlerinden ileri dinamikler çıkarabilmesi için de çoğu durumda o an için sahip olduğundan daha fazla bilgi birikimi gerekir.

Parti kültürü, bir pratik savaşım kültürü olduğu ölçüde aynı zamanda bir yazılı kültürdür. Türkiye'de sözlü kültürün egemenliğine ve son dönemde görsel medya kültüründeki hızlı gelişmelere karşın, ML açısından yazılı kültür temel ve belirleyicidir. Öyle olmayı da sürdür-ecektir.

Çünkü yazılı kültür, sözlü ve görsel kültürün yarattığı düşünce yüzeyselliği ve gelişigüzell-iğine –yani düşünce tembelliğine– karşılık bir düşünce disiplini ve derinliği yaratır. Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz. Parti niteliği, bir yanıyla da yazılı kültürün gelişkinliğ-ine bağlıdır: Teorik inşanın hızlandırılması ve kolektifleştirilmesi, başta parti basını olmak üzere okuma disiplini, politikaları derinlemesine kavrama ve pratiğe taşıma yeteneği, ufuk genişliği, sözün ağırlığını arttırmak... Belli eylem kesitlerinden her günkü/bireysel yaşam ve çalışmaya gidildikçe eriyen, düzen alışkanlıklarıyla (dedikodu, geyik muhabbeti, vakit öld-ürme, kişisel sürtüşmeler, teknisizm, vb.) buluşan örgütlü yaşamın örgütlülüğünü artıracak, siyasallaşma düzeyini yükseltecek olan budur. Örgüt yapısı ve alışkanlıklarından farklı olarak, parti tarzında yapılı kültürün özel bir ağırlığı ve önemi vardır. Genişleyen faaliyet içerisinde her zaman her yerde, en ince ayrıntısına kadar ''Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın"

Page 148: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

diyen "yukarıdan" birileri olmayacaktır. Merkezi kurumların, her alan ve birime ayrıntılı, özel, günlük politikalar üretmesi söz konusu olmayacaktır. Her komite merkezi perspektif, politika ve taktikler ekseninde, alan politikalarım üretecek; alanının yalnızca pratik-örgütsel değil teorik-siyasi uzmanlığım da geliştirecektir. Öte yandan uygulanan teori ve siyasetlerin, örgütsel politikaların ve deneyimlerin olumlu ve olumsuz sonuçlarıyla yine teorinin ışığı düşürülerek kadrolar tarafından sistematize edilmesi, yani deneyim aktarımı deneyimlerin yazılı hale getirilerek genele taşınması özellikle günümüzde büyüyen bir ihtiyaç, bütünsel ve hızlı bir gelişmenin en önemli araçlarındandır. Merkezi aşağıya çekme yerine, onun da polit-ika ve perspektifleri koyarken danışma zorunluluğu duyacağı birikim ve uzmanlıkta komit-eler!.. İllegal ve legal; merkezi, alansal ve yerel parti basını, genelgeler, rapor sistemi, partinin sinir sistemi olacaktır.

Tüm bunlar için militan bir okuma faaliyeti şarttır. Fakat militanlıkla okumanın ne ilişkisi var? Bu basit ajitasyon eki midir? Hiç de değil!

Okuma faaliyetinin önünde zorlu engeller vardır. Zorlu engellerdir, yoksa devletle çatışmada dağları deviren militanlar birazcık uzun ve teorik bir yazı karşısında teklemezlerdi. Pratik iş yoğunluğu bahanesini geçelim, işler planlanarak ve emek üretkenliği artırılarak bu beylik ba-hane, saflarımızdan kovulur. Asıl olarak iç engeller vardır.

Genç devrimci, düzenden cahillik, düşünce tembelliği, metafizik-olgucu düşünme mekan-izması içinde gelmektedir. Ve bunu kırmak için özel bir bireysel çaba harcamadan, devrimci olmak kendiliğinden cahilliği, düşünce tembelliği ve sığlığını ortadan kaldırmamaktadır.

Söylenenlerden kimse gocunmamalıdır. Gocunulması gereken düşünce tembelliği ve sığlığın sergilenmesi değil, kendisidir. 12 Eylül faşizminin ve medyanın alabildiğine derinleştirdiği biçimde, kapitalizmin bir eseridir.

Sistem, emekçilerin düşünme yeteneğini ve okuma hevesini daha çocukluklarından itibaren kırmakta, beyinlerini sakatlamakta ve düşünmemeyi öğretmektedir. Sistemin kendini yık-ılmaktan korumasının en güvenli yollarından biri emekçileri kafadan silahsızlandırmasıdır. Kendi küçük dünyalarında debelenip dursunlar! Aralarından bazıları devrimci olursa, onlar da iktidara yönelik bir tehdit oluşturmadan dar pratikçilik içinde debelenip dursunlar! Yoks-unlaştırmanın en ağır ve zalim biçimlerinden biridir bu: Düşünme yeteneğinden yoksunlaşt-ırma!

Lenin, Sol Komünizm kitabına düştüğü öfkeli bir dipnotta "Liberallerin yüzde 99’u tasfiyecil-erin yüzde 98'i, Bolşeviklerin ise yüzde 60-70'i düşünmesini bilmiyorlar!" diye söyleniyordu. Gün-ümüzün ortalama devrimci kültüründe ise Bolşeviklerin tutturduğu yüzde 30-40'lık "düşü-nenler" oranı ne kadar ulaşılmaz görünüyor!

Ortalama devrimci kültür, kitlelerin ve dayanılan yeni devrimci güçlerin bu geriliğine karşı savaşmadığı, tersine kendini buna uyarlayıverdiği için "ortalamadır". Politikayı alabildiğine kabalaştırır ve haplaştırır. Yazılı kültürün düşünce disiplinini sözlü kültüre taşıyacağına, sözlü kültürün sığlığını yazıya taşır. Genç devrimcilere yapılacak en büyük kötülük! Düzen kültürüyle en güçlü bağı, düşünce tembelliğini ve sığlığını kronikleştirir. Gelişme yataydır.

Parti, düzenin önümüze diktiği bu zorlu engelle de savaşılarak yükselecektir. Bu durumu

Page 149: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

nesnellik olarak dikkate almakla birlikte ne teori, ne politikalar ortalama kavrayış düzeyine göre yapılacaktır; "Mümkün olan ve zaten yapılagelenle" asla sınırlanmadan hücum ruhuyla daha ileriden konulacaktır. Kadro ve taraftarlar ısrarla, direngenliği ve militanlığı en zayıf oldukları bu alana da taşımaya, militan okuma faaliyetini kişisel eğilim sorunu olmayan bir parti geleneği haline getirmeye çağrılacaktır. Çünkü günümüzde, sınıf savaşımı, ekonomi-politik, felsefe, sanat, vd. alanlarda, süreçleri dönüştürmek için kavrayan öncü, ileri ve kur-ucu teoriye duyulan ihtiyaç on kat daha büyümüştür. Kuşkusuz düzen tarafından dört işlem basitliğine göre kurulmuş bir düşünce mekanizmasının teori dilinin "karmaşık ve bağıntılı" kavramları ve kategorilerini kendi araçları ve giderek doğası haline getirmesi bir çırpıda gerçekleşmez. Sancılı, inatçı bir savaşım süreci gerekir. "Bilime giden geniş bir yol yoktur" der Marx, "ve ancak, onun sarp patikalarının yorucu dikliğinden korkmayanlar onun ışıltılı doruklarına varma şansına sahiptir".

Bu kesinkes şarttır. Çünkü "Derinleşmiş bir devrim bilinci, stratejik hedeflere yöneltilmiş bir çal-ışma ... ufuk derinliği yoksa kendiliğindenlik aşılmamıştır." (Bir Adım Daha: Örgüt ve Kadrolar)

Ve kendiliğindenliğin diğer adı ve başlıca kaynağı düşünce tembelliği ve sığlığıdır. "Teorinin küçümsenmesi", der Engels, "doğalcı düşünmenin (yani düşünceye bir disiplin ve yöntem kaz-andırmadan, üç-beş ezberlenmiş formülasyon dışında düzenden gelindiği gibi gelişigüzel ve olgucu düşünmenin –DP) ve bu yüzden yanlış düşünmenin en güvenli yoludur." (Doğanın Diy-alektiği, s. 83)

Bir örgütün teorisi, politika ve taktikleri son derece devrimci olabilir; devrimci disiplin ve coşku, eylemlerdeki militanlık ileri düzeyde olabilir. Fakat militan bir okuma faaliyeti yoksa, gündelik yaşam ve çalışmadaki kendiliğindenlik aşılamamıştır. Çünkü düşünce tarzında kendiliğindenlik sürüp gitmektedir. Dağınık, bölük pörçük, sığ, gelişigüzel, ezberci, ilk elde akla gelebileceklerin ötesine geçemeyen bir düşünce tarzı, kaçınılmaz olarak çalışma tarzında da "mümkün olan ve zaten yapılagelenle" sınırlanmayı getirecektir.

Okuma faaliyeti militan olmalıdır. Düzen düşünce yeteneğimize el koymuştur. Bu, düzene karşı savaşımın ayrılmaz bir parçasıdır. Düzenin toplumsal-kültürel-düşünsel şekil-lendirmesinden kesin kopuşun gereğidir.

Okuma faaliyeti militan olmalıdır. Kafamızdaki kendiliğindenciliğe karşı savaşım, dışımızd-aki kendiliğindenciliğe karşı savaşımdan ayrılamaz.

Okuma faaliyeti militan olmalıdır. Yöntemi kavramaya, sonuç çıkarmaya, çalışma tarzını geliştirmeye, eyleme dönük olmalıdır. Teori-pratik bütünlüğü, bir yönüyle de militan okuma üzerinden, uygulamaya geçirme refleksi ile uygulama içerisinde sınama ve böylece teorik geri besleme ile sağlanır. Taktikler ve taktik önderlik bu bütünlüğün somutlandığı alanların başında gelir. Yoksa politikalardaki geniş solukluluk ile uygulamadaki darlık arasındaki uçu-rum, kapanacağı yerde açılacaktır.

Süreç devrimciliğinin altedilmesi için, dönemlerdeki değişikliklere hakim olmak için, günd-elik çalışmanın nihai amaç ve sonuçlarıyla birleştirilmesi, güçlü bir gelecek perspektifi ve tarih bilinci ile içice örülmesi için –tüm bunlar için ve öncü kadro atılımı açısından, okuma faaliyeti militan olmalıdır.

Page 150: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

Kitleselleştikçe artacak olan geriye çekici, şekilsizleştirici basınçtan etkilenmemenin, uyarlanan değil dönüştüren olmanın bir güvencesi de politikalara derinlemesine hakimiyet, ML düşünce disiplini ve yöntemi kazanmış olmaktır.

Teorik-siyasi eğitim (bireysel ve organsal) günlük işlerden zaman kalırsa yapılacak tali bir iş olamaz; günlük çalışmanın diğerlerinden daha az önemli olmayan organik bir parçasıdır. Yapılamadığında boşluğu hissedilen, ihtiyaç duyulan bir parçası olmalıdır.

Bir kafa, polislere kafa atmakta kullanıldığı kadar, binlerce başka kafayı örgütlemekte ve mil-itanlaştırmakta da kullanılabilmelidir.

içindekiler

Komünist kişilik canlı propagandadırParti kültürü, kendinden menkul bir adacık kültürü değildir. Kitlelere doğru açılan, politik-anın yanı sıra kitlelerin gözünde başlı başına bir toplumsal çekim merkezi olan bir kültürdür. Komünist kişilik ve parti işçiliği, yalnızca siyasal değil, insani-kültürel gelişmenin de en ileri düzeyidir. Bu yönüyle, bataklaşmış burjuva toplum içinde, insanlıktan çıkarılmak istenen ve bundan sonsuz acı duyan emekçilerin gözünde başlı başına canlı ve güçlü bir propaganda aracıdır.

Gittiğiniz işçi evinde, erkek işçiyle konuşurken eşinin size yemek ve çay hazırlamasına sey-irci kalamazsınız, çocukları başınızdan savmaya bakamazsınız, geride bulaşıklarınızı ve topl-anmamış yatak bırakıp çekip gidemezsiniz. Örgütlemeye çalıştığınız bir direnişte akıl satm-akla ("Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın") yetinemezsiniz. Bunlar bilinen şeyler. Fakat daha fazlası gereklidir: Kişiliğinizde, kitlelere gündelik ilişki kuruş tarzınızda gelecek toplumun ışıltısı yansımalıdır.

İşçiler, söylediklerinizi anlamadıkları, belki de ciddiye almadıkları durumda bile içtenlik ve özgüveninizden, onların davasıyla bütünleşmenizden, pratik çalışma ve yaşam disiplininizden, çevrenize yaydığınız enerji ve kararlılıktan etkileneceklerdir.

Örgüt içi yaşamda, yoldaşları karşısında belli bir disiplin ve "yetkinlikle" davranan, fakat bir-eysel yaşam ve çalışmasında kendisini düzene bırakıveren bir devrimci tipi vardır. Kitlelerle kurduğu 'ahbap-çavuş' ilişkisidir, evine adımını attığında ise aile geleneklerinin kalıbına gir-iverir. 3-5 yıllık devrimci geçmişi olmasına karşın hâlâ devrimciliğini ailesinin gözünde meşrulaştıramamış, ailesinin hiç olmazsa birkaç üyesini hayırhah bir destekçi konuma bile getirememiş devrimciler vardır. (Aile düzenin en tutucu kurumlarından biridir; Marx'ın söylediği gibi, "Kapitalizmin hücre yapısıdır." Bu demektir ki, ailesiyle ilişkisini eski içerik ve biçimiyle, olduğu gibi sürdüren devrimci, başka zaman ve yerde ne kadar farklı davranırsa davransın, düzen kültürüyle de bağını sürdürüyor demektir. Fakat sorun aile bağını kop-artmadan, bu bağın etkin tarafı olarak aileleri de devrime yakınlaştırmaktır.) Kitlelerin kar-şısında bir misyon sahibi kimliğiyle davranan, örgüt içi yaşamda ise 'Aramızda yabancı yok' rahatlığıyla düzen alışkanlıklarını meşrulaştırmaya çalışan bir devrimci tipine de az rastl-anmaz.

Bu tür kişilik kasılıp gevşemelerin içinde durduğu kabın şeklini alan, Mr. Hyde ve Dr. Jekyll

Page 151: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

türü kişilik yapısı, devrimcileşme sürecinde belki kaçınılmaz olabilir. Fakat süreklileşirse, hangisinin gerçek kişiliği olduğunu kendisinin bile bilemediği şizofren kişilik oluşumlarına yol açar ve sıkışma dönemlerinde kaçınılmaz olarak düzen kişiliğine doğru çözülür.

içindekiler

Yoldaşlık kültürüYoldaşlık, devrimciler açısından en yüksek paye verilen, en çok üzerine titrenilen bir kavr-amdır. Fakat o ölçüde de yanlış anlaşılan ve çarpık yaşanan bir kavram olagelmiştir. Çevrec-ilik tipi ilişkiler yoldaşlık ilişkilerinin yerine geçirilmekte, yoldaşlıktan anlaşılan da ahbapç-avuşluk olmaktadır.

Sevgi ve bağlılığa dayanan, hatta birbiri için acı çekmeyi, ölmeyi göze alan kişisel dostluk ilişkileri günümüzde oldukça seyrelmiş olsa da halen düzen içinde de kurulabilmektedir. Zaten toplum içindeki sevgi, bağlılık, dayanışma ilişkilerindeki bu seyrelmedir ki, biraz sevgi, biraz bağlılık ve birbirini sahiplenme içeren bir kişisel ilişki biçiminin yoldaşlık ilişkis-iyle hemencecik karıştırılmasına yol açmaktadır.

Öyleyse nedir yoldaşlık? Yanlış, en başta onun bir kişisel ilişki biçimi olarak algılanmasında başlamaktadır. Yoldaşlık, evet kişisel ilişkilerin en ileri ve insani niteliklerini kapsar: Tutkulu bir bağlılık ve sahiplenme, duyarlılık, özveri... Yoldaşının içinden bir bulut geçse edasından anlayacaksın. O bulut senin içinden de geçecek.

Fakat yoldaşlık, somut kişisel ilişkilerin en gelişkin biçimleriyle de olsa sınırlanamaz. Sınırl-anırsa, ahbapçavuşluktan pek öteye geçmiş sayılmaz. Pekçok yeni genç devrimci, yeni filizl-enen devrimci duygu ve düşünceler kadar, belki de onlardan önce insani bir sıcaklık, şefkat ve güven ortamı arayışı ve beklentisi ile örgütsel yaşama katılır. Kapitalizmin gösterdiği topl-umsal yaşamın ürkünçlüğüne, acımasızlığına, renksizliğine ve ruhsuzluğuna karşı hem bir savaşım isteği, hem de bunlardan bir kaçınma ve sığınma arayışı vardır bu geçiş aşamasında. Yoldaşlık konusundaki en büyük sorunlar da bu ikinci eğilimin –ki bunu romantik bir mahr-emiyet dünyası arayışı olarak adlandırabiliriz– birinciyi bastırmasından kaynaklanır.

Devrimcilere yakın çevrelerden ve yeni devrimcilerden sık sık devrimci örgütler içerisindeki sıcak insani ve dostluk ilişkilerinin zayıflığından ya da yokluğundan yakınmalar duyarsınız. Dar, rutin, teknisist çalışma tarzına bir tepki olduğu ölçüde haklılık payı vardır. Fakat dikkat! Özellikle günümüzde, bu eleştiriler devrimci bir temelde, ilişkileri örgüt ve politika eksen-inde geliştirme kaygısıyla değil, tam tersine, biraz da küçük burjuva romantizminin doğası gereği bir tutuculukla, ilişkilere örgüt ve politika dışı bir alan açmak ve meşruluk kazand-ırmak kaygısıyla yapılmaktadır. Kolektivizmi geliştirmekten çok geriye çekici ve dağıtıcı olmaktadır.

Özel mülkiyetçi alışkanlıkların gücü, kendisini, bu kez "yoldaşlık" kılıfı altında, ilişkileri özelleştirme eğiliminde de göstermektedir. Kapitalizm bireysel benlikleri (psikolojik iç yaşam), bireylerin temel kaygısı haline getirmektedir. Toplumsal ilişkilere de bu merkezden bakılmakta, maddi değilse bile manevi bir faydacılık şekillenmektedir. Kimi kişisel özellikleri hoşumuza giden yoldaşlar, "özel" yoldaşlar olmakta, onlara farklı bir ilgi ve özen gösterilm-ektedir. Psikolojik iç yaşantımızda özel bir yankı ve haz yaratmayan yoldaşlar ise sıradan ve

Page 152: Yeni Sağ Tasfiyeci Dalga üzerine:

yararsız görünmektedir.

Fakat bu tam da, kapitalizmin toplumda yarattığı öznelci, antikolektivist çöküntünün bir ifadesidir. Marx, burjuva ideolojisinin "özelleşme" yönelimi üzerine henüz 19. yüzyılda şu önemli tespiti yapmıştı: Ruhsuz meta ilişkilerinin hakim olduğu toplumsal yaşantıda yab-ancılaşmış bireyler, işlerine aktaramadıkları hislerini, aile ve çocuk yetiştirme alanına aktar-arak telafi etmeye çalışırlar.

Alabildiğine darlaşma ve rutinleşme içinde, yaptıkları işin kolektif ve devrimci özüne yab-ancılaşan devimciler de, işlerine aktaramadıkları hislerini, örgüt içinde kendilerine özel bir ilişkiler ağı yaratarak telafi etmek eğilimi göstermektedirler: Tıpkı burjuva aile kurumunun kutsal mahremiyetinde olduğu gibi! Böylece devrimcinin eyleminin nesnel karakteri ile kurduğu özel ilişkiler ağı (iç dünyası) birbirinden kopmakta, örgüt yaşantısında gizli bir ademi merkeziyetçilik yaratmaktadır. Yoldaşlar arasındaki bireysel rekabetçilik, adam seçm-ecilik, kayırmacılık, kayıtsızlık vb. buradan türer.

"Yoldaşlar arası ilişkiler örgütü oluşturur." Çevreciliğin formülasyonudur bu! Ve zaten komite çalışmalarının yarısından fazlasının kişisel sorunlara harcanıyor olmasından bellidir ki, ilişk-iler yataydır. Öznelci bir temelde kurulmaktadır. Eksen yoktur.

Komünist yoldaşlık tanımı bu kavramı ayakları üstüne dikecektir: "Yoldaşlık örgütle kurulan bağdır." Burada, kimin için ne hissedildiğinden önce, kimin parti ve devrim için ne yaptığına bakılır. Eksen budur ve tamamen nesneldir. Güçlü ve sağlıklı yoldaşlık ilişkileri her yoldaşın bu eksendeki ileri yönelimleri temelinde –ve düzen bulaşığı yönleriyle de tavizsiz bir savaş-ımla– kurulur.

Yoldaşlık sorumluluktur: Partiye ve Devrime! Örgütü daha ileriden örgütlemenin temel bir ayağı olarak örgüt içi örgütçülüktür. Parti içi yaşamında, komitede ve çevre ilişkilerinde –ve tabii, kitlelerle olan ilişkilerimizde– dönüştürürken dönüşmek, dönüşürken dönüştürmek kolektivizmin bir ilkesi olarak benimsenmelidir.

içindekiler