101
U Ubi bene, ibi patria : (LAT.,KOLL.) <U’bi bene, ibi patria> : <U’bi bene, ibi pat’ria> : Ben nerede parlarsam, orası benim (ana)-baba vatanımdır = Wherever I prosper, there is my fatherland Ubi desinit philosophus, ibi incipit medicus : (LAT.,FELS.,TIP) <Ubi desi’nit filo’zofus, ibi inkipit medikus> : İNG.: Where stops the philosopher, there begins the physician = Filozof’un durduğu yerde, hekim başlar!’ Ubi est thesaurus tuus, ibi est cor tuum : (LAT.,PSCH.,KOLL.) <U’bi est tezo’rus tu’us, i’bi est et kor tu’um> Hazineniz neredeyse, kalbiniz de ordadır = Where your treasure is, there is your heart also Ubi jus, ibi officium : (LAT.,HUK.,KOLL.) <Ub’i yus, i’bi ofi’kium> : Bir ’doğru’nun olduğu yerde, bir de ‘ödev’ vardır = Where there is a right, there is alo a duty Ubi jus, ibi remedium : (LAT.,HUK.,KOLL.) <U’bi yus, ibi reme’dium> : Nerede yasa hakimdir, orada ilaç da vardır. Her bir bozulan düzenin hemen orada bir devası da bulunur = Where law prevails, there is a remedy. Every violation of right, has its remedy Ubi jus incertum, ibi jus nullum : (LAT:,HUK.,KOLL.) <U’bi yus inser’tum, i’bi jus nu’lum> : Eğer biri hakkından pek emin değilse, (o konu) doğru da olamaz = Where one’s right is uncertain (Dict. of Foreign Phrases and Abbreviations) Ucube : Çok çirkin ve olağanüstü sıra dışı, hiç bir şeye ya da kimseye benzemeyen, korkunç yaratık “Birdenbire Therese’in sırıtışı, Kien’e bir şeyler anımsatır gibi oldu. Dantellerle süslü, göz kamaştırıcı beyazlıkta bir gömlek. Kitaplara vuran hantal bir kol. Savaş alanındaki ölüler gibi halının üstüne dağılmış kitaplar. Gömleği dikkatle katlayıp kefen gibi kitapların üstüne koyan yarı çıplak, yarı giyinik bir ucube.(E. Canetti, “Körleşme”, sa:83) KEMENT ------------- Gerçekleşen önceden bilinen kötülüktür ancak Her ucube canlanıveriyor bir anda. İyilik yalvaçları kötü yalvaçlardır (*) genelde: güneş ışınlarıyla yıldızlansa da hiçbir çöplük gömüye dönüşemez asla.” (*) Yalvaç: Kitap yazan Peygamber (Blagoy Dimitrov-Ahmet Emin Atasoy; Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumburiyet Kitap, 05.05.05)

“Yoksullar arasında da marjinalle - ismailersevim.com.trismailersevim.com.tr/sozluk/u.pdf · ipeklilerini, kuma şlarını yüklerler, geldikleri yollara dönerlerdi.” ... (J.-P

Embed Size (px)

Citation preview

U

Ubi bene, ibi patria : (LAT.,KOLL.) <U’bi bene, ibi patria> : <U’bi bene, ibi pat’ria> : Ben nerede parlarsam, orası benim (ana)-baba vatanımdır = Wherever I prosper, there is my fatherland Ubi desinit philosophus, ibi incipit medicus : (LAT.,FELS.,TIP) <Ubi desi’nit filo’zofus, ibi inkipit medikus> : İNG.: Where stops the philosopher, there begins the physician = Filozof’un durduğu yerde, hekim başlar!’ Ubi est thesaurus tuus, ibi est cor tuum : (LAT.,PSCH.,KOLL.) <U’bi est tezo’rus tu’us, i’bi est et kor tu’um> Hazineniz neredeyse, kalbiniz de ordadır = Where your treasure is, there is your heart also Ubi jus, ibi officium : (LAT.,HUK.,KOLL.) <Ub’i yus, i’bi ofi’kium> : Bir ’doğru’nun olduğu yerde, bir de ‘ödev’ vardır = Where there is a right, there is alo a duty Ubi jus, ibi remedium : (LAT.,HUK.,KOLL.) <U’bi yus, ibi reme’dium> : Nerede yasa hakimdir, orada ilaç da vardır. Her bir bozulan düzenin hemen orada bir devası da bulunur = Where law prevails, there is a remedy. Every violation of right, has its remedy Ubi jus incertum, ibi jus nullum : (LAT:,HUK.,KOLL.) <U’bi yus inser’tum, i’bi jus nu’lum> : Eğer biri hakkından pek emin değilse, (o konu) doğru da olamaz = Where one’s right is uncertain (Dict. of Foreign Phrases and Abbreviations) Ucube : Çok çirkin ve olağanüstü sıra dışı, hiç bir şeye ya da kimseye benzemeyen, korkunç yaratık “Birdenbire Therese’in sırıtışı, Kien’e bir şeyler anımsatır gibi oldu. Dantellerle süslü, göz kamaştırıcı beyazlıkta bir gömlek. Kitaplara vuran hantal bir kol. Savaş alanındaki ölüler gibi halının üstüne dağılmış kitaplar. Gömleği dikkatle katlayıp kefen gibi kitapların üstüne koyan yarı çıplak, yarı giyinik bir ucube.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:83) “KEMENT ------------- Gerçekleşen önceden bilinen kötülüktür ancak Her ucube canlanıveriyor bir anda. İyilik yalvaçları kötü yalvaçlardır (*) genelde: güneş ışınlarıyla yıldızlansa da hiçbir çöplük gömüye dönüşemez asla.” (*) Yalvaç: Kitap yazan Peygamber (Blagoy Dimitrov-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumburiyet Kitap, 05.05.05)

“Yoksullar arasında da marjinalleşmenin en son simgesinden, yani sigara içmekten vazgeçmeenler vardır. Sigara içilen tek vagona binmeye çalıştığınızda kendinizi ansızın ‘Üç Kuruşluk Opera’da bulursunuz. Oradaki tek kravatlı bendim. Gerisi de katatonik ucubeler, ağızları açık horlayarak uyuyan serseriler, yarı baygın zombiler.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:33) “‘Kaç kişiyiz?’ diye sordu, ‘On iki; İsrail’in her kabilesinden bir kişi var. Şeytanlar, melekler, inler cinler, cüceler... Tanrının bütün yaratıkları ve ucubeleri. Seç seç al!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:15) “Alfonso albayın ayakkabılarını incelemek için burnunun dibindeki gözlüklerini düzeltti. ‘Ayakkabılarınız içindi,’ dedi. ‘Kahrolası yeni ayakkabılar bunlar.’ ‘Ama bunu sövmeden de söyleyebilirsin,’ dedi albay. Sonra ruban ayakkabılarının tabanlarını gösterdi. ‘Bu ucubeler tam kırk yıllık ve ilk kez birinin sövdüğünü duyuyorlar.” (G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:41) “Adam, tanımadığı birinin karısının bacakları arasından tanımlayamadığı bir ucubeyi yeryüzüne çıkarmıştı. Kedi kafalı, balon gibi şişkin doğumuınu yaptırdığı için kendinden utanıyor, aklına kıs kıs gülmekten başka bir şey gelmiyordu. .......... Ucube, nasıl bir ucube? Başhekimin gerçek hal sözcüğü, Bird’e ucube çağrışımı yapmıştı. O ucube sözcüğünün dikenleri de, Bird’ün göğsünü içten içe tırmalamaya başlamıştı. Kendisini tanıtarak, çocuğun babası olduğunu söylediği an doktorların ne tepki vereceğini kestiremeyişleri de, söylediklerini başka türlü algıladıklarından kaynaklanıyordu herhalde: O ucubenin babası benim!” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:35) “İkisi de diğerini yeterince anlıyordu. Max sövüp saymasını bekliyordu ve beklediği oldu. Boş tehditler savruldu ve nihayet suçlamaları yapıldı. Bunların hepsini anladı. Bana bak, diyordu kız. Ben senin ete kemiğe bürünmüş eserinim. Güzelliği aldın, ondan korkunç bir çirkinlik yarattın ve şimdi bu ucubeden doğacak senin çocuğun.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:251) “Bir Ak şam Sohbeti ------------------------ İleriyi gösteririm, holün kapısına doğru, başsız fantastik yaratıkların, vücutsuz korkunç ucubelerin yaşadığı canavarlar yurdunun başladığı yeri.”

(Peter Semoliç<d.1967>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.01.08) Ucu bucağı (bilinmez, görünmez, kayıp, olmayan, yok) : Boyutları, ne denli büyük olduğu, nereden nereye uzandığı Bk.: Uçsuz bucaksız “Uçurtma demiş ki: ‘Ah, ipim olmasaydı!’ Kant’ın güvercini daha ileri gitmiş: ‘Bir de şu hava olmasaydı!..’ demiş. Her ikisi de kendilerini gökyüzüne yükselten şeyin bu iple, hava olduğunu unutmuşlar... Daha Sergi Sarayı’nın önünde ipi koparılmış bir uçurtmadan başka bir şey olmadığını Nevin anlamıştı. Düşüyordu. İçinde ucu bucağı kayıp bir boşluk duydu.” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:38) “Bu mahallelerden şehrin merkezine gitmek, İstanbul’dan Ankara’ya gidip gelmekten zordur!..... Her üç lisanın kolay, tarafsız, gerekli parçalarını ve argosunu öğrenmiş olanlar da çoktur. Sefil kulübelerin, ucu bucağı görünmez yangın yerlerinin ortasında işlenen her suç, o kenar mahallelilerin sessizliğini özlemeye, uzletini (yalnız başına yaşama) sevmeye, sefaletini incelemeye gelen meraklılara karşı olduğu için fazla dedikodu yapılmazdı.” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Kalorifer ve Bahar”, sa:16) “B. KAT İBİ - Eskiden, çok değil, 50 yıl önce koskoca bir memleket parçasının ticaret merkezi, Pazar yeri idi, Harput... Ucu bucağı görünmez kervanlar gelirler, yüklerini boşaltırlar, Harput’un dünyaca meşhur ipeklilerini, kumaşlarını yüklerler, geldikleri yollara dönerlerdi.”

(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:75) “Bu geceye bakınız. Ucu bucağı yok.. İnsanlar arasındaki korkunç savaşların üstünde, dilsiz yıldızlarını

dolaştırıyor.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:130)

“Nitekim Mevlana buyurmuştur. Şiir: ‘Ayak izleri, denizin kenarına kadar gider, sonra denizde kaybolur. Kurak menzillerde ihtiyaten köyler, evler, kervansaraylar vardır. Ucu bucağı olmayan gerçek denizinin dalgalı zamanında konakların ne yeri ve ne de tavanı vardır’ <Mevlevi şerhi V. 204>” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:72-3) “EGO: Bilinç alanının çekirdeğidir ve etrafı ‘Persona’ tabakasıyla hale gibi sarılmıştır. Bizlerin gerek bedensel ve gerekse ruhsal varoluşumuzun birleştirici merkezidir. O öyle bir adacığa benzer ki, hem bilinç ve hem de ucu bucağı gözükmeyen bilinçötesi denizlerinde yüzer.” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:59)

“... bütün hayatınca kaparozlayan karaborsacı gibi bir banyo odasına sahip değildi. Zateni yalnızca banyo odasına değil, yeryüzünde bir karış toprağa bile malik değildi. Ucu bucağı olmayan yerlerin rüzgarlar otelinde yatardı.”

(Halikarnas Blıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:63) “Kafile yanından geçip gidiyordu, ucu bucağı görünmüyordu. Ne zengin şu insanlar diye düşündü Meryem’in oğlu, ne harika şeyler! En sonunda, kervanın kuyruğunda, altın küpeli, yeşil sarıklı, beyaz harmanlı, kara sakallı, zengin tüccarlar göründü.” (N. Kazancakis, “Günah Son Çağrı”, sa:149) “Bu büyük, ucu bucağı gözükmeyen kalabalık kasabayı ancak bir saatte çıktı. Öğleye doğru yukarı değirmenin üst başında durup beklemeye başladılar.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:149-50) “ADAM - Bakın ben kendi payıma, büyük Yunanlının <Cicero> yolunca gideceğim.. Gerçi rehinlerden, faizlerden filan bahseden bir nutuk da hazırlanabilir, ama bunun ucu bucağı gelmez ki...” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:9) “.... Sen, özgürlüğüne giden sokaklardan geçerek şehri dolaşıyordun, beni daha da ileri gitmeye iten şeyin ne olduğunu bilmeden anlamadan yürüyordum. Bu zafer benim zaferim değildi, ülke benim ülkem değildi, bu caddeleri tanımıyordum, ama burada yabancı olan bendim. Ben de koştum, bu bunaltıcı kalabalıktan kaçmak için koştum. Antoine ve Mathias beni kolluyorlardı; umut ressamlarının hiç ara vermeden boyadıkları ucu bucağı görünmeyen beton duvar <Berlin duvarı!> boyunca yürüdük...”

(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:111) “Balzac’ın eserinin <İnsanlık komedyası> ucu bucağı yoktur. Seksen cildin içerisinde bütün bir çağ, bütün bir nesil, bütün bir evren vardır.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Balzac’, sa:43) Ucu ... dokunmak : Yapılacak işin sonucunun birini etkilemesi ya da ona zarar vermesi hali “Bana mı taş atıyordu anlayamamıştım. Karşılık vermeden sandviçimi ısırdım. Aklım yine Hilal’e ve Elif’e gitmişti. Yoksa Hilal korkup seyahatten vazgeçmiş ve evine mi dönmüştü? Bundan birkaç ay önce olsa, ucu bana dokunan bir olay böyle yarım kalsa deliye döner, bu bitmeden bir adım öteye gidemem sanırdım. Ama artık güneş doğmuştu, ve dünya huzur içindeyse sebebi buydu.” (P. Coelho, “Elif”, sa:85) “THEODOTUS (Pothinus’a.) - Kitaplığı kurtarmaya gitmem lazım. (Hızla çıkar.) SEZAR - Onu kapıya kadar geçir, Pothinus. Söyle, sizinkilerin kulağını büksün. Daha fazla askerimi öldürmesinler, karışmam, ucu sana dokunur. POTHINUS - Canıma kıyarsanız size pahalıya oturur, Sezar. (Çıkar.)” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:80)

Ucundan kıyısından : Şu parça bu parça, şu kısım bu kısım diyerek

“‘Satıla satıla mera mı kaldı? Habire satıyoruz!. Bir uçtan da, bu yetmiyormuş gibi, bir kısım açıkgöz komşular, ha babam de babam, ucundan kıyısından kapıp kapıp tarla yapıyorlar.’ ”

(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:85) Ucunu göstermek : (Para, silah, sopa) Uzaktan şöyle bir gösterip olası olayları önleyebilmek; Bir az vermek ya da vadetmek “Bizlerin yalnızca bir takım değil, çeşitli kurumlardan gelen üç veya dört takım oluşturduğumuzu düşünürseniz, hasatın sonunda epey para toplanabileceğini benden iyi hesaplayabilirsiniz. Bize paranın ucunu bile göstermezlerdi. Bizler hep paranın kurumda birilerinin cebine aktığını hesaplardık.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:19-20) “Bizim en büyük yanlışımız 36’da onların <Almanların> Ren’e asker sokmalarına göz yummamız oldu, dedi. O zaman oraya bir on tümen yollamak varmış. Biz onlara şöyle bir silahın ucunu gösterseydik, onlar şimdi kuzu kuzu otururlardı.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:230)

Ucu ucuna : Zorlukla, güçlükle, ancak denk gelmek; Bitişik “Portakal Ağacı -------------------- Ucu ucuna yakaladığım, yüksekteki, iri bir portakal kanıtladı, zinciri kırmanın güçlüğünü. Burkup çevirdim onu bütün kuvvetimle, ve birden kayıp gitti asıldığı dal. Hemen köşesine çekilmiş ağacın tatlı kokusuyla doluverdi hava.” (Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08) “Birinci sınıfta bütün derslerim iyiydi, bir tek koro dersi dışında, ondan ucu ucuna geçiyordum. Şöhretim öyle bir yayılmıştı ki birkaç kez dha yüksek sınıflardan büyük öğrencilerin bizim sınıfa gelip, herhalde öğretmenlerin benim hakkımda söyledikleri sözler yüzünden olacak, Saramago adındaki öğrencinin kim olduğunu sordukları olmuştu. (Babamın arkadaşlarına göstermek üzere cebinde bir kağıt parçası taşıdığı mutlu zamanlardı onlar, aldığım notların daktiloyla yazılı olduğu kağıdın başlığı ‘Şampiyonumun notları’ idi.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:58) Ucuz atlatmak; Ucuz(a) kurtulmak : Tehlikeli bir durumdan beklenilenden daha az bir zararla çıkmak “Fischerle tabakayı çabucak iki kez daha ceketine sürttü, sonra açtı ve şöyle gakladı: ‘Allah Allah! Bana baksana sen! Bu tabaka benim!’ Böylesine sorumsuzca yarattığı ortamdan dolayı onu bağışladılar; ona kendi tabakasını vermezlik etmemişlerdi ya, zavallı bir kötürümdü zaten... Yoksa, başkası olsa böylesine ucuz kurtulamazdı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:253)

“Dı şarı fırladı. Fena halde korkan Fenya, ucuz atlattığına sevinmişti. Mitya’nın onunla uğraşacak vakti yoktu, yoksa görürdü gününü!..” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:46) “LAM İE’LER - Yarasalar! Birbirinizden ayrılınız, havada dalgalanarak, yıldırım hızıyla uçuşunuz, ve içimize sokulan bu büyücü oğlunun etrafını bir karabulut gibi sarınız! Sessiz kanatlarınızla, kararsız ve korkunç daireler çiziniz! O gene bu işten ucuz kurtuluyor.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:145)

“Yaşlı kadın feryat ederek geriye doğru fırladı; ama adam soğukkanlılığını kaybetmedi; bir tekmeyle meşe odununu şömineye geri yolladı ve ayağıyla halının üstündeki kıvılcımlara basarak söndürdü. Tehlike ucuz atlatılmış, odaya bir yanık kokusu yayılmıştı.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:44) “Hauke, ‘Evet, oradaydım, durum çok kötü,’ dedi. ‘Kötü mü? Belki de birkaç yüz araba toprak ve saman yeter; öğleden sonra ben de oradaydım.’ Set Beyi, ‘Sanırım öyle ucuza kurtulamayız; akıntı yeniden ortaya çıkmış... eski sedde şimdilik kuzeyden saldırmasa da, bu işi kuzeybatıdan yapar,’ dedi.” (Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:136) “ ‘Onu çok iyi tanıyorsunuz,’ dedi Firmino. ‘Arabadaki bir ilişki sırasında yüzünü bıçakla yaralayan müşterilerinden birine karşı açtığı davada avukatlığını yaptım,’ dedi Don Fernando, ‘sadistin tekiydi ama paralı birisiydi. Wanda ucuz atlattı.’ ” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:209) Ucuz pahalı satmak : Ucuz ya da pahalı, neye tutturabilirsen satmak

“Ebuzer Ağa, bu işi her fırsatta, herkese tekrar tekrar şöyle anlatıyordu: -Seferberlik ha patladı, ha patlayacak, işte o sıralar... Bizim çelebiye bir telaş geldi bey... Herif, tavşan görmüş tazıya döndü. Önce eşyaları taşıdık Bitpazarına...Ucuz pahalı sattık.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:132) Uçanı kaçanı yakalamak : Kuş bile uçurmamak, etraftan kim geçerse geçsin yakalamak “MEPHISTOPHELES, Cehennemde uzun ve kıvrık boynuzlu ifritlere - Ey koca budalalar, dizibaşılar kadar iri yarı devler! Siz de havaya doğru uzanınız, ve kollarınızı gerip sivri tırnaklarınızı uzatarak durup dinlenmeden etrafı tarayınız ki, uçanı, kaçanı yakalayabilesiniz.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:321) Uçan kuştan medet ummak : Çaresizlikten ve gereksinimden, her kapıyı çalmak, herkesten yardım beklemek “Karataşlı çiftçiler, şimdi uçan kuştan medet umuyorlardı. Hiç seyircisi olmayan toplu bir yarışa girmiş gibiydiler. Eğilerek, bükülerek, sapları parmaklarıyla teker teker topluyorlar; desteleri kucaklayıp yığarak, dikerek, dünyanın çok ciddi bir sporunu yapıyorlardı.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:69) Uçan turnayı gözünden vurmak : Keskin nişancı olmak “ ‘… muhafızlar bizi kurşun yağmuruna tutular, kayalıklara sığınıp kurtulduk, on beş kişiydik. Gene hepimiz Çerkesdik. Emir önümde, burnumun dibindeydi, kurşun yağmuruna tuttum, elim makinalı gibi işliyordu, gene bir tek kurşun değmedi Emire.’ ‘Sen muhafızsın, çocukluğundan bu yana? ‘Çocukluğumdan bu yana… doğru. Uçan turnayı gözünden vurmazsan, seni Şeyhin muhafızı yapmazlar….. Ben, bir daha bastım kurşunu, Emirin eli havada….. Emire kurşun geçmezmiş…’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:25)

“<Hacı Eşkıya> ‘Oğlum Memed,’ dedi, ‘büyüdün, adam oldun. Senin için elimden gelen her şeyi yaptım. Senden hiçbir şeyi esirgemedim. Yiğitsin. Elinden uçanla kaçan bile kurtulamaz. Uçan turnayı gözünden vurursun.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:22) Uçarı : Çapkın, ele avuca sığmaz, çok hareketli “GÜVERCİNLİ GÜVERCİNLİ

------------------------------------- okul kırmış çocuklardan bir fazla uçarı Adem’le Havva’dan bir fazla çıplak gerçi esmeriz ya, Marilyn Monroe’dan bir fazla sarışın bir fazla İstanbul efendisi yaşlanmış çınarlardan İstanbul dedim de aklıma orda olduğun geldi karı muhabbetlerinde mi her allahın günü carıl curul mu yine tatlı kaçık İstanbul ne halt edersen et en çok sedef bakışını arıyorum senden ayrıyken” (Akgün Akova<d.1962>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:623) “Tolstoy’un kadınlar hakkındaki konuşmaları ise Gorki’yi ‘iğrendirecek’ kadar kabadır, gençliğinde çok uçarı olduğunu söylerken, bir köylüyü bile irkiltecek açık saçık sözcükleri kullanmaktan hiç çekinmez.”

(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:81)

“Baudolino bunun üzerine, on yedi yaşının heyecanlarını ne olursa olsun yatıştırmak zorunda olduğu için, şiir yazmaya başlamıştı. Mektuplarında çok saf olan aşkından söz etmişti, bu yazılarında, dönemin aydınlarının kendi uçarı ve kaygısız hayatlarını yücelttiklerini, onu nasıl boşa harcadıklarına biraz hüzünle değindikleri meyhane şiirlerinden yazabilmek için alıştırmalar yapıyordu.”

(U. Eco, “Baudolino”, sa:91) “Patriğin öngördüğünün aksine, söz konusu gelin, çok zayıf çıkmıştı. Belki de gözünün önündeki örnek, uçarı babası ile ağabeyleri ve kaderine rıza gösteren bir anne idi.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:22) “Beaupré’nin asıl mesleği berberlikmiş. Sonra bir ara Prusya’da askerlik yapmış. Sonra da ne anlama geldiğini pek anlamadan ‘pour etre outchel’ (öğretmen olmak için) kalkıp Prusya’ya gelmiş. İyi bir delikanlıydı. Fakat çok uçarı, çok derbederdi.” (A. Puşkin, “Yüzbaşının Kızı”, sa:18) “Toy diye yeren de var seni, sürtük diye de; Gençsin, uçarısın da güzelsin diyen de var; Kusura da tapılır sende; güzelliğe de: Gül yüzün göründü mü hiçe iner kusurlar.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:96, sa:233)

“ İngiliz usulü, favorilerinin çevrelediği yüzü ve frakının içindeki sırım gibi ince bedeniyle Şvats’ın çıtkırıldım bir kibarlığı vardı. Uçarı tavırlarına uymayan bu kibarlığın burada hiç uygun kaçmadığını düşündü Piyotr İvanoviç.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:24) Uçkur çözmek : Bir erkeğin kadınlara cinsel yaklaşımda bulunması; namuslu olmamak

“ANNE - Esaslı oğlumdur benim oğlum. BABA - Benim kızım da esaslıdır. ANNE - Namuslu çocuk. Şimdiye dek hiç bir kadına uçkur çözmemiş. Şerefli insandır oğlum. Karda leke var onda yok.” (F.Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:23) Uçkur peşinde koşmak : Cinsiyet peşinden gitmeyi bir yaşam tarzı haline getirmek “Yaşını başını almış adamların hala uçkur peşinde koşması, dolgun kalçalı kadınların ise memeleri sarkmaya başladığından vazgeçmemeleri yaşamaktan ya da sevmekten, ne gariptir.” (Bhartrihari<5.y.y.>-Esma Kartal; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.04.09)

Uçkuru açık (laflar ) : Belden aşağı, cinsel içerikli (sözler)

“DOKTOR - Bakın, madam.. Benim sinirimi bozmayın! Tanrı cezasını versin! Bu uçkuru açık lafları da dinlemek istemiyorum.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:24) Uçkuruna el atmak : Irzına geçmek, anasını bellemek “‘... Bütün küçük çocukların babalarını yatırıp dövüyorlar. Yüz aşağı kapatıyorlar, ellerini arkasından bağlıyorlar, uçkuruna el atıyorlar. Eli bağlısının elbet anasını bellerler...’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:234) Uçlanmak : Sebeplenmek, yararlanmak, para vermek (Argo) “‘ İşte anlatıyordum... Geminin ambarına saklayacak herif bizi. Bütün dümen oraya gelinceye kadar. Adama biraz para uçlandın mı, tamam. Yalnız kumanya sorun. Üç dört haftayı göze alacağız.’ ” (P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, s:85) “Yeni müdür geldi geleli ceza evi ısrarla afyonun sokulmaması yüzünden, iki adem baba’nın ikisi de harmandı, yani esrar içemiyor, afyon atamıyor, dalgalarını bulamıyor, krize tutuluyorlardı ki, bunu da arada ceza evi revirinden uçlanabildikleri ‘Lavdanom’la (Lavdonom: İshallerde kullanılan, az miktarda morfin içeren damla) geçiştirmeye çalışıyorlardı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:290)

Ağanın sağında oturan kara yağız adam, rum türkçesiyle lafa karıştı: -Yeni mi çaktın paşam? Bu oğlanın günde içtiği esrar senin ağırlığınca.. -Doğru mu oğlum, bak Tanaş Abin ne dedi? -Boş ver. Ben Seringel Abi’den papeli uçlanıyorum.”

(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34) “‘Mösyö Ernest’i vuran sizden biri mi?’ ‘Benim,’ diyor Lakdar, yaşlı bir liderin sadeliğiyle. ‘Eline sağlık, kardeş. İstersen, bıçak için sana yirmi frank daha uçlanırım.’ ” (K. Yacine, “Nedjma”, sa:13-4) Uçmak : Havaya gitmek, sarfedilip gitmek “-Kötülüğün kökü daha eskiden. Dört yıl önce kırk yaşımda idim, beş yüz bin frank da param vardı; şimdi yaşım dört yıl arttı ama paramın da galiba yarısı uçtu.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:4) Uçsuz; Uçsuz bucaksız : Sonsuz derecede geniş, başı sonu belli olmayan; evren ^^ “Ben, onun nurundan en çok alan göke <arşıala> gittim ve öyle şeyler gördüm ki, yukardan inen kimse ne bilebilir ne de tekrarlayabilir. Çünkü zekamız, arzuladığı şeye <Allah> yaklaştıkça, öyle uçsuz bucaksız derinliklere dalıyor ki, hafıza onu izleyemiyor.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III, ‘Cennet’, sa:6)

“BEN DE BREZİLYALIYDIM ------------------------------------- Ben de şairdim bir zamanlar. Bir kadına bakmak yeterdi hemen gökteki yıldızlarla öbür varlıkları düşlemek için.

Ama o kadar sayısızdı ki yıldızlar, gök öyle uçsuz bucaksızdı ki, şiirim kayıplara karışmıştı aralarında.”

(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap; 25-09-08) “Uçsuz bucaksız Amerika kırsalının bir beyaz gecesinde daha, dünyayı kafamın içinde döndürerek yeni bir uykusuzluk nöbetiyle boğuşurken karanlıkta tek başınayım. Üst katta kızımla torunum da kendi odalarına tek başlarına yatyıyorlar, tek çocuğum, kırk yedi yaşındaki Miriam son beş yıldır yalnız yatıyor, Miriam’ın tek çocuğu yirmi üç yaşındaki Katya da eskiden Titus öldüğü için artık kırık kalbiyle baş başa uyuyor.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:9) “Çöl tam penceremin önünde başlıyor. Batı yönünden esen her rüzgarda burnuma adaçayı ve ardıç otu kokusu geliyor. Bunlar, o kurak, uçsuz bucaksız açıklıkların verebileceklerinin en azı.” (P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:17) “Birkaç kez geri dönmek stedik. Fakat sonra güneyden doğuya doğru esen şiddetli bir fırtına çıktı. Bizi (bütün çabalarımıza karşın) kuzeye doğru sürükledi, bu sırada, tutumlu kullandığımız halde, yiyeceğimiz tükendi. Böylece dünyanın uçsuz bucaksız sularının ortasında yiyeceksiz kaldık.” (F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:31) “TÜKEND İĞİMİZ YERDE ÇOĞALMAK --------------------------------------------------- Uçsuz bucaksız sayılanır kendince başlayan, Birbirini çağrışır düşünceler aralıksız; Onulmaz acılara doğru güzelleşir insan, Bereket versin gene de sıcak ellerimiz.”

(Sabahattin Batur<d.1920>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:516) “B İR HAYALET I -Karanlıklar- Yazgı’nın kovduğu uçsuz bucaksız Keder zindanları içinde, pembe, Hoş bir ışık düşmeyen yerde ben hep Suratsız konuğum Gece’yle yalnız.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:87) “NEFESE SAYGI ---------------------- dünyanın öbür ucuna kadar her şeyden sürgünde olanların girdabı uçurumların geriye sayması adak taşıyanlar kalbi devirenler sınırsız enerjisi olan yaşayanlar uçsuz bucaksız yerlere sığınanlar derisi ses çıkaran savaşçılar aşkı alevlendirenler” (Zéno Bianu<d.1950>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.06.05) “Unutuşun Yerleştiği Yer ’den seçmeler <Donde habite el olvido> Unutuşun yerleştiği o yerde, Aylasız uçsuz bucaksız bahçelerde; Yellerin uykusuzluklarından kaçıp sığındığı, Benim yalnızca bir anısı olarak kalacağım, Isırganların ortasına dikilmiş bir taşın.” (Luis Cernuda Bidon<1902-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.07.02)

“Ateş ve Karanlık <Azer Yaran’a Saygı> ---------------------- Oy, bahar, uçsuz bucaksız varlığım, Uçsuz bucaksız düş, sonsuzluklarda! Tanıyorum seni; hayat! Kabul ediyorum! Ve selamlıyorum kalkanımın tınlayışıyla!” (Aleksander Blok<1880-1921>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.10.05) “Evler gitgide büyüyor, ağaçlar gitgide uzuyordu; inleyen çocuklarla aramızdaki uçurum gitgide genişliyordu; evlerin önündeki bahçeler öylesine büyüdüler ki artık evleri göremez olduk, uçsuz bucaksız çayırların narin yeşiline doğru hızlanarak ilerledik...” (H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:134) “GECE BULUTUNUN TÜRKÜSÜ ------------------------------------------- Vahşidir kalbim gece bulutuna benzer Ve hasrettir kudurmuşçasına, sen ah! Uçsuz bucaksız gök olma ister Ve bilmiyor niçin. Gece bulutu rüzgarla baş başa kalmış.” (Bertolt Brecht<1898-1956>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02) “Yaşlı Büyükannenin Düşü ---------------------------------- Görebildiğim, yeryüzünün bir çirkinlik yumağı bir karmaşa yığını olduğu. Hiç orman kalmamış.

Çıplak ağaçların arasına gerilmiş düşünce telleri gibi uçsuz bucaksız yollar, kurumuş

ırmaklar.” (Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)

“Yerin dibindeki fuayeye doğru indikçe, alan karanlıktan yavaşça sıyrılıyordu. Louvre’un, yer seviyesinin on sekiz metre aşağısına yapılmış altı bin beş yüz metre karelik lobisi, uçsuz bucaksız bir mağarayı andırıyordu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:30) “... böylece geri kalan saatlerinizi huzur içinde geçirebilecek, bu uçsuz bucaksız kentte, tarihsel kalıntılarıyla, ağaçlarıyla, tüm sokaklarıyla sizin olan Roma’da, gençler gibi sarmaş dolaş gezebileceksiniz, öyle ki istediğiniz sokağa dalabilirsiniz, iş yerleri kapalı olacağına göre Le Corso Bulvarında, Colonna Meydanında bile rahat rahat dolaşabilirsiniz ama, ne olursa olsun Vittirio Veneto Caddesinde, özellikle Café de Paris yakınlarında pek görünmeseniz iyi olur, çünkü Bay Etore Scabelli genellikle orada bulunur ve saatlerce oturmayı sever.” (M. Butor, “Değişme”, sa:61) “Koyun Çobanı”ndan: XLIX. İçeri girip pencereleri kapatıyorum ---------------------------------------------- Ve sonra pencere kapanıp lamba yanınca, Tek kelime okumadan, hiçbir şey düşünmeden ya da uyumadan Yatağımda akan bir nehir gibi hayatın içinde akıp gittiğini hissetmek, Sonra da, dışarda, uyuyan bir tanrı gibi uçsuz bucaksız sessizlik.”

(Alberto Caeıro-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.01.04) “Kamyonun üstünde: Rıhtımın eğri büğrü taşlarında zıplama. Ve bembeyaz, tebeşirimsi tozlarda, güneş

ve kan, limanın uçsuz bucaksız ve olağanüstü manzarasında, aceleyle uzaklaşan ik genç adam, sarhoş gibi solukları tıkanırcasına gülüyorlar.”

(A. Camus, “Defterler 1”, sa:31) “... bu güneş, bu deniz, gençliğinden hoplayan yüreğim, tuz tatlı bedenim ve sevgiyle mutluluğun sarıyla mavide karşı karşıya geldiği uçsuz bucaksız dekor.” (A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:20) “Evler daha sonra yapılacaktı, evler yapılacak, sonra topraklar dağıtılacaktı, iş, kutsal iş, her şeyi kurtaracaktı. ‘Hemen değil, i ş...’ demişti Veillard. Yağmur, uçsuz bucaksız, sert, bitip tükenmez bilmez Cezayir yağmuru sekiz gün süresince yağmış, Seybouse taşmıştı. Bataklıkllar, çadırların dibine gelmişti.” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:149) “Böylece Chestov için uyumsuzun benimsenmesi, uyumsuzun kendisiyle zamandaştır. Onu görüp tanımak, onu benimsemektir, düşüncesinin tüm mantıksal çabası da uyumsuzu günışığına çıkarmak, böylece onun getirdiği uçsuz bucaksız umudu aynı anda fışkırtıvermektir.”

(A. Camus, “Sisyphos Söyleni”, sa:43) “Cezayir’de yağan yağmur beş gün boyunca dinmedi. Uçsuz bucaksız gökyüzünden küçük yapışkan tamlarlar çöküyordu körfezin üstüne. Dar bir süngeri andıran deniz körfezin içinde kabarıyordu.” (A. Camus, “Yaz”, sa:73)

“Hitler onların arasında uçsuz bucaksız üstünlüğünden her zaman emnindir. Çevresindekiler onun kafasını asıl dolduran şeyler konusunda, başka deyişle planlarına ve kararlarına ilişkin olarak hiçbir şey bilmezler. Bu çevrede Hitler, hiç rahatsız edilmeksizin kendini gizine verebilir: Bu gizin güvenliği, onun varlığının temel koşuludur.”

(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:109)

“Uçsuz bucaksız denilen bir dünyada, ‘insanların dünyası’ diye adlandırılan bir dünyada, kendilerine yaşayacak bir toprak parçası bulmak için denize açılan on yedi Türkmenin yolculuğu, fırtınalı bir denizin dalgalarında noktalandı.”

(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:24) “UYKUDAYKEN Gökler uykuya dalmıştı Sular da uykudayken şarıldıyordu. Ben yerden ayrılmış halde Havada asılı duruyordum, Rüya görüyordum. Karınca sürülerinin üzerinden geçtiği uçsuz bucaksız bir kır. Dev çimen yaprakları arasında yol açmış karıncalar O yol ise Kudüs’ten benim beynime kadar uzanıyordu.”

(Gabriel Chifu<d.1954>-Gihan Curtamer; “Çağdaş Romanya Şiiri-Uykudayken”, sa:99) “Hayatımın en büyük coşkularını, Santiago Yolu’ndaki o unutulmaz ilk gecede yaşadım. Yaz olmasına karşın soğuktu, ama Petrus’un yanında getirdiği şarabın ılıklığı hala damağımdaydı. Göğe baktım: Samanyolu, aşmamız gereken Yol’un uçsuz bucaksızlığını yansıtarak, uzanıp gidiyordu.” (P. Coelho, “Hac”, sa:42) “Bilmek bir şey değiştirmiyor. İnsanlar hatırlamak ve sahip oldukları uçsuz bucaksız büyülü potansiyeli kabul etmemek için ellerinden geleni yapıyorlar; çünkü bu, derli toplu küçük evrenlerini altüst edebilir.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:54-5) “Geceleri felaket görüntülerle besleniyor: Yağmalanan şehirlerle, tecavüze uğrayan halklarla, kemiklerden piramitlerle, kilometrelerce uzanan harabelerle. Çılgınca, ama ölümcül bir sahne bu. Bataklıkta yürüyen ben de bu uçsuz bucaksız çölde...”

(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:176) “Ama ben de en az Cruso kadar gerçektim. Ben de yedim, içtim, uyudum, uyandım, arzu ettim, özledim. Ada Cruso’nundu (ama hangi yasayla? Adaların yasasıyla mı? Böyle bir yasa mı var?), ama ben de orda yaşadım. Ben bir göçmen kuş değildim ki. Adanın çevresinde bir daire çizip, bir kanadımı ıslatıp, sonra uçsuz bucaksız okyanusları aşmak için havalanan bir albatros ya da sümsük kuşu değildim ben.” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:42) “Thames’in ağzı, uçsuz bucaksız bir su yolunun başlangıç noktası gibi önümüzde uzanıyordu. İleride denizle gökyüzü kaynaşmıştı ve bu ışıkta gelgitle sürüklenen mavnaların yelkenleri güneşten yanıyordu vernikli direkleri parıldıyor, gergin kırmızı yelken bezi kümeleri kımıltısız duruyordu.” (J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:31) “Araba istasyondan çıktığında hava kararmaya yüz tutmuştu. Sağ yanda uçsuz bucaksız, koyu renk bir ova uzanıyordu. Soğuktan kaskatı donmuş bir ova... Eğer bu düzlükte durmadan gidilirse varıp varacağın yer cehennemdi herhalde.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:133) “SÖYLEMEK Kıpkırmızı iki gelincik Uçsuz bucaksız buğday tarlasında İşitmiyor musunuz Ta nerelere söylemektedir Yeryüzünün Gökyüzüne Eşit olduğunu” (F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak”, sa:34) “AK ŞAM ----------- Ve yerleştirecektir bu aşkın sessizliğinin üstüne Uykunun uçsuz bucaksız ve ıslıklı sessizliğini O zaman bir düşte çıkacaktır ortaya Ve her şeye baştan başlamak gerekecektir.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:55) “UZAKTAN BAKINCA Deniz, karanlığın daha derin denizi ile kaplandı. Varoluşunun biricik tanıkları dalgaların ritmik çırpınışı ve uçsuz bucaksız, köpüklü rüzgar.” (Blaga Dimitrova<d.1922>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.12.02) “Sonra, uçsuz bucaksız karanlık sonunda kabarıp olgunlaşmaya, şişerek üzerine doğru gelmeye başladı, bir çift kanlanmış göz gibi görünen bir şeyin yaklaştığını gördü. Fearmax ellerini yüzüne kapatarak ruhunu ona teslim etti. Dudakları oynuyordu ama hiç ses çıkmıyordu. Suları akan yumuşak kocaman bir ağız onu yakaladığı gibi yarı baygın labirentin upuzun koridorlarına doğru sürüklediğini hissetti.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa: 210) “Çok geçmeden, gerçekten dindar yüreklerin mutluluk içinde yüzecekleri bu dümdüz ve uçsuz bucaksız çöle gireceğim. Tanrısal karanlığın, dilsiz bir suskunluğun ve anlatılmaz bir birliğin içine dalacağım; bu dalışta tüm eşitlikler ve eşitsizlikler yitecek; bu uçurumda ruhum kendini yitirecek; ne eşit olanı bilecek, ne de eşit olmayanı.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:691) “Şimdi hafızam dağların ve vadilerin arasında, uçsuz bucaksız ufukta bir planör gibi uçuyordu. ‘Giambattista Bodoni ünlü bir matbaacıydı. Ama ben o değilim, bundan eminim. Ben Napolyon da olabilirim, Bodoni olmakla aynı şey.’ ”

(U. Eco, “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”, sa:13) “Bilinmedik kuşlar havada korkusuzca uçuyor, cırcırböceklerinin sesi duyuluyordu. Uçsuz bucaksız bir sükunet, ama taşlaşmamış, canlı. İnsanın ayak sesleri bile, bir araya geldiklerinde ovanın dinginliğini ve yalnızlığını oluşturan küçük küçük seslerin bütünlüğünde eriyordu.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:23) “... bu bekçi babanın uzaklara yansıyan gür sesi ömrümde duyduğum ilk müzikti; yayılıyor, uzuyor, hiç bilmediğim koca bir alanı, İstanbul denilen uçsuz bucaksız bu giz dolu şehri sarıyordu. Korkunç ama güzel bir şey olmalıydı bu yangın dedikleri, büyüklerin anlatıp da bitiremedikleri bu afet.” (A. Erhat, Gülleyla’ya Anılar, sa:14)

“BAHÇENİN FETHİ ------------------------- kırlara gel uçsuz bucaksız kırlara ve fesleğenlerin nefesleri ardından çağır beni eşini çağıran bir ceylan gibi” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:54)

“Geniş fundalıklar, engin ovalar, uçsuz bucaksız alanlardan geçtim; alçacık tepelerde bile, kabarmış toprak henüz uyuyormuş gibi görünüyordu. Turba <Fr. Esmerleşmiş, kömürleşmeye yakın süngersi bitki kalıntıları>

bataklıkların çevresinde aylak aylak gezinmeyi severim; toprağın iyice oturmuş bulşunduğu, pek süngersi olmayıp daha sağlam olduğu yerlerde patikalar oluşmuştur. Başka hiçbir yerde toprağın direnci yoktur, üzerine basılınca, yosunlar dibe gömülüverir; suyla dolu olduklarından bu yosunlar yumuşaktır; yer yer yapılan akaçlama <drenaj; bataklığı kurutmak için suları başka istikamete yönlendirmek> kurutur onları; o zaman da yüzeyde, süpürge otuyla bodur çam denilen bir ağaç türü boy atmaya başlar.” (A. Gide, “Batak”, sa:53) “Ah, pencereler! Alnım kaç kez serinledi camlarınızda, sonra sonra, çok sıcak yatağımdan balkona, uçsuz bucaksız, durgun göğü görmeye koştuğum zaman, arzularım kaç kez sisler gibi dağıldı.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri & Yeni Nimetler”, sa:21) “MEPHISTOPHELES -... Salonda ışıklar artık kararıyor, bütün saray halkı birdenbire harekete geçiyor. Hepsinin bir sıra halinde, uzun geçitlerden ve uzak dehlizlerden geçtiklerini iyice görüyorum. İşte! Şimdi eski tören salonunun uçsuz bucaksız alanında alanında toplanıyorlar.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:779

“Delili ğin getirdiği can sıkıntısı, uçsuz bucaksız bir çölü çağrıştırıyordu; öyle ki, herhangi birinin öfkesi ya da üzücü bir vaha yaratıyordu sanki. Ara sıra yaşanan kısacık dostluk anları da, bu çöle yağan bir yağmur gibiydi ve bu anlar numaralanıyor, sayılıyor, bitmelerinden çok sonra bile hatırlanıyordu.” (S. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:85) “Ömer ağa ahırın kapısı önüne yığılan karları kürekledikten sonra doğruldu. Gözlerini kırpıştırarak ovaya baktı. Ekilmemiş topraklar, başka bir dünyaya göçmüş gibi, uçsuz bir beyazlığın altında yatıyorlardı.” (O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:6) “Karar verdim, cemiyetin, kuruluşunun ve anayasasının kısa bir tarihçesini kaleme alıp çalışmama giriş yapacaktım. Salonun gerisinde, çok uzaklarda bir loşluktan içeri dalarak gözden kaybolan masaların üzerindeki kilometrelerce uzunlukta, uçsuz bucaksız, devcileyin fiş katalogları nasıl olsa soracağım hiçbir soruyu yanıtsız bırakmayacaktı.” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:71) “NEFRET BİLDİRİSİ --------------------------- O anlaşılmaz kent, haset yuvası, anında yok edilen erdemin kaynağı, boğucu çoraklık, içinde yanan, duyulmamış bir kelime gibi var olduğumuz, karanlık bir geçit gibi geçtiğimiz yüzey,

kötülük soluduğumuz çöl, yakıcı gözyaşlarının suladığı uçsuz bucaksız orman, tiksinti gözyaşlarının, aşağılayan gözyaşlarının.” (Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)

“V <Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine? nisan 1847>

Nasıl kuşkuyla denizci ölçer ya haritasını, Ya da yıldızlara sorarsa rotasını, Nasıl gözleri hayaletler dolu çoban, Ararasa yolunu ormanlar arasından, Nasıl ışıklara gark olmuş gökbilimci, Milyonlarca fersah uzakta tartarsa gezegenleri, İşte ben de bu uçsuz pürü pak gökte, Arar dururum yiğitimi.”

(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03) “Gerçekten de, her şey, burada değil miydi, geriye bunun dışında, ötesinde istenebilecek ne kalıyordu? Gezinmek için küçük bir bahçe ve hayal kurmak için uçsuz bucaksız bir saha. Ayaklarının altında ekilebilen ve toplanabilen şeyler; başının üstünde incelenebilen ve üzerinde düşünülebilen şeyler; yerde birkaç çiçek, gökte bütün yıldızlar.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:104) “Cehennemi gece, tabiatın en güzel yeniden uyanış devresinde kanlı gece… Ağaçları kökünden sökecek kadar kuvvetli yetmiş adam, yıkılan sütunlar gibi sağa sola devriliyordu. Kışlada, iki uzun, uçsuz bucaksız yatak oluşturan halılarla örtülü iki sıra tahta dizisi üstünde ve yerde, hayattan kam almak için yaratılmış insan vücutları, iğrenç yemek artıkları ve kusmuklar içinde ağızları köpürmüş, gözleri yuvalarından fırlamış, çırpınarak kıvranıyordu. Nemli, yapraksız kavaklar dehşetinden ürperiyor gibiydi. Konağın iç kapısı yanında, uğursuz mastikayı <Yunanlılara has sakızlı süt> içmeye yanaşmamış iki haşin Rum, bıçaklanmış olarak, kendi kanları içinde yatıyordu.” (P. Istrati, “angel dayı”, sa:92) “Eylül ayının başlamasıyla birlikte, Tuna Valaşi’nin ekilmemiş uçsuz bucaksız ovaları, bir ay süreyle, binlerce yıl sürdürdükleri yaşamına yeniden kavuşurlar.” (P. Istrati, “Baragan’ın Devedikenleri”, sa:5)

“Kasımdan nisana kadar altı aylık mahpus hayatım sırasında sevgili Tuna’mı tek bir kere, Noel’de görebilmiştim. Oysa ben, kışları, dondan taş kesilmiş ya da buz yığınlarıyla bir dev savaşına girişmiş o uçsuz bucaksız beyaz kuşak üzerinde hüzünlü düşlere dalmayı ne kadar severdim.” (P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:53)

“Comorofca’nın meydanı amfiteatr şeklinde uçsuz bucaksız bir arsada yapılmıştı. Bu oval şekildeki meydanın iki kapısı vardı. Birinden kimsenin pek uğramadığı mezbahaya girilirdi, öteki de Biniciler kışlasına açılırdı.”

(P. Istrati, “Kodin”, sa:11)

“-Koşalım şimdi, olabildiğince koşalım, yoksa ölürsün! Adrien’se: -Ölüm yok artık!.. Yaşam var!.. Çünkü artık aynı yolda, birlikte koşacağız!.. Böylece, uçsuz bucaksız dünyaya açılmak üzere, İbrail’den ayrıldılar.” (P. Istrati, “Mihail”, sa:181)

“Bu uçsuz bucaksız toprakların ortasında eski Roma’nın mirasına konmuş gibi egemen yaşayan Yeni Roma’yı kimler yıkar bir gün? Kimler yıkabilir, kimler nereden gelerek o Roma’yı, bu Roma gibi yağma edebilir? Bunu düşünmek bile saçmalamak olmaz mı?” (B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:64)

“Uçsuz bucaksız ülkede yavaş yavaş, Rusya’nın uçsuz bucaksız ruhunda oluşan denemenin, insanlık çapındaki önemini kavramaya çalışıyordum. Başlangıçta bana çok basit, çok ütopik görünen ihtilalci denemeleri şimdi başka türlü karşılıyordum: Açların yüzlerine, çökük yanaklarına, sıkılmış yumruklarına bakıyor ve insanın tanrısal ayrıcalığını anlamaya başlıyordum: Göz yaşlarıyla teni ve kanıyla (göz yaşları yetmez, ter yetmez, kan yetmez,) inanan, isteyen insanlar bir Masal’ı gerçek haline getirebilirler.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:377)

“Manzara kardan, uçsuz bucaksız, sonsuz bir ovadan, bir de ıssızlıktan, boşluktan ibaret. Ta git, güneşin doğduğu yere, bir yumruk kadar oraya kara bir leke yapıştır. Buradan gözükmezse...” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:135) “Mahpushaneye ilk giren insan şaşırmıştır. Dünyadan apayrı düşmüş gibi olur. Sanki başka bir dünyadadır. Uçsuz bucaksız bir ormanda kaybolmuştur.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:211) “SEVERİM ÇİNGENE OBALARINI -------------------------------------------- Severim diri sessizliği ve akordeon sesini gecede Ot ambarından yükselen buğuyu, üstüne çiy damlamış keneviri Benim bu uçsuz bucaksız sevgilerime Şaşıracaktır gelecek kuşaklar belki” (Nikolay Klyuyev<1887-1937>, “çağdaş rus şiir antolojisi”, sa:57) “Ömrünün son iki yılını geçirdiği uçsuz bucaksız mor dağlar, Cemal ile arkadaşlarının sonsuz cesaretinin ve sonsuz korkaklığının ölçüsüydü sanki. Uzun tırmanışlar sonunda, kan ter içinde bir dağın zirvesine ulaştıklarında yazın yemyeşil olan vadiler, gümüş nehirler, kışın da donmuş uçsuz bucaksız bir beyazlık ayaklarının altında uzanıyor ve kendilerini Tanrı gibi hissetmelerine yol açıyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:40) “Kent ne kadar büyümüş! 1961’de bıraktığında, üç yüz bin can barındırıyordu. Şimdilerde bir milyonu aşkın nüfusu var. Yeni yeni mahalleler, bulvarlar, parklar ve otellerle dolmuş. Bir gün önce, kiraladığı otomobille ‘Bella Vista’nın şık konutları arasında, Central Park’taki gibi sayısız ‘jogger’ın koşuşturduğu uçsuz bucaksız El Mirador’da dolanırken kendini bir yabancı gibi hissetmişti.” (Mario V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:13) “Elimle dokunduğum sert, dudaklarımı değdirdiğimde yumuşak; kucakladığımda uçsuz bucaksız, soğuk gecelerde sımsıcak, başımı koyduğumda dünyanın en rahat yastığı, aşk saldırısı vakti eriştiğinde sonsuz bir zevk pınarı.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18) “Artık hazırdım, büyük meydana bir saldırı düzenleyebilirdim: Ruhtan yoksun olmayan bir uçsuz bucaksızlık, insan kalabalığını hafifletmeye yönelik yapılmış ama tersine oraya üçüncü bir boyut katarak kalabalığı arttıran üst geçitler.” (A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:18) “Ellinci Gün -------------- Ey Kutsal Ruh! Görkemli sunaklarının önünde diz çökmüş; balta girmemiş ormanlarda yalnızız, uçsuz bucaksız denizlerde başıboş, soğuk And’lardan Lübnan’a, Erina’dan dik yamaçlı Haiti’ye dek, sağa sola savrulmuşuz; ne ki bir bütün olduk senin yolunda.” (Alessandro Manzoni <1785-1973>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.02.09)

“Orada <Ciénaga, Meksika> ülkenin aslında en güzel şeyi olan trene binilirdi, hani şu bildiğimiz trene; uçsuz bucaksız muz plantasyonları katedilir, kızgın güneş altında cayır cayır yanan dağınık, tozlu kasaba ve köylerin ıssız ve yapayalnız istasyonlarında dura dura ilerlenirdi.” (G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:12) “Gece yarısından sonra ağlayacak gibi oldum. Gökte uçakları aradığım hırsla şimdi de karanlıkta gemilerin ışıklarını arıyordum. Saatlerce denizi izliyordum, sakin, sessiz, uçsuz bucaksız bir denizdi ve yıldızların ışığından başka bir ışık yoktu.”

(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:44) “Dağları aşıp uçsuz bucaksız bataklıklarda yolunu yitiren, azgın ırmaklarla boğuşan, umutsuzluktan, başına gelen belalardan ve yırtıcı hayvanlar yüzünden ölmesine ramak kalan ulak, sonunda postayı götürüp getiren katırların geçtiği yola sapan patikayı buldu.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9)

“Ağrı Dağı’ndan İniş * Yitiyor boydan boya görünümün içinde yer alan her şey Pasın her yere sindiği uçsuz bucaksız alanda ne taş yükseliyor ne kanat ulaşıyor yücelere hızlı hızlı ilerleyen karanlığın önünde” (Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.04.05) “Albay, çölden Sudan’a gidiyor ve Atlantik’ten Mısır’a, Sudan’dan Cezayir’e kadar uzanan bu kum denizinde, eskiden denizleri alan talan edenlere benzer bir tür korsanların, Touareg’lerin uçsuz bucaksız ülkesinden geçiyordu.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:102) “Günlerden beri dağ, bayır dolaşan genç avcı, uçsuz bucaksız Ren Vadisi’ne bakan çorak tepede durdu.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:51) “BAYAN KEENEY - Seninle beraber bulunmak istedim, David, anlanıyor musun? Evlendik evleneli tam altı yıl yaptığım gibi, evde tek başıma yapayalnız kalıp beklemek istemedim..... Zihnimi meşgul edecek hiçbir şey yoktu. Öğretmenliğe de dönemiyordum; çünkü Dave Keeney’nin karısı idim. Hep ulu, uçsuz bucaksız muhteşem okyanuısta seyahat etmek hayalini kurardım.” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:27) “Aslında bütün bunlara zevk alarak bakmamın tek sebebi, ‘Odamın penceresinden bu kadar çok yeşillik görünmesi güzel bir şey,’ diye düşünmemdi; ta ki o uçsuz bucaksız yeşil tablonun içinde, Combray Kilisesi’nin, sırf daha uzakta olduğu için laciverde boyanmış olan çan kulesini fark edinceye kadar.” (M. Proust, “Yakalanan Zaman” -Kayıp Zamanın İzinde-, sa:7) “ İki Melek Moritz Baba’nın koluna girdiler. Sonra bu ihtiyar yolcu, mültecilerin piri, tesellisini bulmuş olarak büyük kapıdan içeri girdi. Ansızın üzerine gittikçe hızlanarak renk renk gölgelerin döküldüğü uçsuz bucaksız bir ışığa doğru yürüdü.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:510-1) “İstemez artık uçsuz bucaksız uçmaktan, önünden ayların donuk yüzüp geçtiği, ve dünyaları öğrendiği yeter çoktan. Kanatlarıyla ister sanki yalımlar gibi gölgeli çehrenin önünde durmak ve ister onların beyaz aydınlığında bakmak, kır kaşların onu kargışlıyor mu deyi.”

(R. Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya, “Keşiş Yaşamı Üzerine”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.08.07)

“PENCERE ------------- ..... Fotoğraflar da öyle kapalı kalır, bütün pişmanlıkları, düşmanlıklarıyla, çerçevelerinin, isteklerinin ve korkularının dışına çıkamadan, bakarak usandırıcı göğe ve uçsuz bucaksız denize.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:76) “Pusula Dolabı 2 <Lingüistica general - 1979> başıboş dolaşmak durmadan kürek çekmek başıboş hiç durmadan gizemli yelkenlerinde bedenin senin kumaşı uçsuz bucaksız Kutsal kalıntılar mahfazası.” (Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap, 01.02.07) “Ya Fransa, nedir o? Fransa, uçsuz bucaksız bir pancar tarlasıdır, deyim yerindeyse, her gün çalışarak on altı-on yedi saat tüketilir orada. Çok fazla pancar olduğundan, günün tüm saatleri demektir bu, gece de eksik olmaz. Fransa bir Norman ailesidir, üç iberli yaratık aynı çatı altında, iki Portekizli ve Andaluzya’dan gelen bir İspanyol.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:247) “Uçsuz bucaksız uzanır bu topraklar. Başka şeylerin yokluğunu çekse de, bu uçsuz bucaksızlık fazlasıyla vardır orada. Hiç sona ermeyen bir mucize olarak açıklanabilecek bir bolluk sunar insanoğluna, hiç kuşku yok ki bu topraklar insanoğlundan önce de vardı, ama bu uzun süreli varoluş yine de bu toprakları yoramadı.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:9) “GONERIL - Efendimiz, size olan sevgim sözle ifade edilemez. Ben sizi göz nurundan, uçsuz bucaksız özgürlükten, enderdir diye değer verilen her şeyden daha çok seviyorum. Erdem, sağlık, güzellik ve şerefle dolu bir hayat kadar.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:12-3) “EPIFANIA - Boşver Tanrıya! Ne yaptınız paraları? HEKİM - Boşvermek hiç br zaman Tanrıyı ilgilendirmez. Kendi geçiminizi sağlamak için benden ayrıldığınız o ikindi vakti Acıyan’a, Yarlığayan’a yakardım: Siz uçsuz bucaksız mizahının tepeden inme belirtilerinden biri misiniz..” (G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:102)

“UÇSUZ BUCAKSIZ, YABANIL STEPLER <1920> Uçsuz bucaksız, yabanıl stepler Soğuk, karanlık yurdum benim Orada yedi bitirdi beni keder Orada boğulup kaldı sesim.”

(Fyodor Sologub<1863-1927>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:25) “TÜRKÜ <1956> ---------- Bir sürü güvercin havalan. Saçların Bunlar tıpkı senin sevilmedeki saçların Kanatlarımdan bellidir yeni açılmış sokaklarda Gülüm-mera gülüm-mera Bir güvercin akıntısında kesin güvercinler Uçsuz bucaksız bana bakıyorsun”

(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:32) “Binlerce yıl önce,..... Daidalos bir düş gördü. Düşünde uçsuz bucaksız kocaman bir saraydaydı ve bir koridorda yürüyordu. Bu koridor başka bir koridora açılıyor, yorgun ve şaşkın Daidalos duvarlara tutunarak ilerliyordu. Koridoru boydan boya geçtikten donra sekizgen biçiminde küçük bir odaya geldi...”

(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:15) “Rusya’da yaşanan ‘prova revülasyon’un çalkantısı henüz durulmamışken; Baltık’la Karadeniz arasındaki uçsuz bucaksız topraklar karla kaplıyken; Ren geyikleri ve mavi gözlü Sibirya kurtları kürk paltolu, kalpaklı beylerin kızaklarını çekerken; basit köy meyhanelerinde, Çehov’un öykülerinden çıkıp gelen kavruk ve çelimsiz köylüler ardı ardına votka kadehlerini boşaltırlarken...” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:13) “Bir an doğa sustu. Rüzgar kesildi. Yağmur durdu. Sanki durgunluk geri gelmişti birden, korkunç bir gümbürtünün izlediği uçsuz bucaksız bir ışık ormanın üzerine çöktü. Nininha’nın bütün varlığı, en ufak köklerine dek acıdı. Bir şey oldu ve kendinden geçti.” (J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:65) “ ‘Bu ki şi şimdi, altımda renk dalgalarıyla yuvarlanan tarlalara bakarak bu bahçe kapısından eğildiğimde hiçbir yanıt vermedi. Hiç karşı çıkmadı. Hiçbir tümce kurmaya kalkışmadı. Yumruğu sıkılmadı. Bekledim. Dinledim. Hiçbir şey gelmedi, hiçbir şey. O zaman, birden bastırıveren tam bir bırakılmış inancıyla haykırdım: Şimdi hiçbir şey yok. Bu uçsuz bucaksız denizin ıssızlığını hiçbir yüzgeç bölmüyor. Yaşam yıkıp geçti beni.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:220)

“Kimi zaman ipi keser, kelle yere düşer ve onu yeniden bağlaması gerekirdi; yücegönüllülükle neredeyse erişilmez bir yüksekliğe bağladığından, düşmanı büzüşmüş kara dudaklarıyla utkulu bir biçimde sırıtırdı yüzüne. Kurukafa bir ileri bir geri sallanırdı, çünkü üst katında yaşamakta olduğu ev öyle uçsuz bucaksızdı ki sanki rüzgar onun içine tıkılmış, yaz kış demeden bir o yana bir bu yana esmekteydi.”

(V. Woolf, “Orlando”, sa:18) “ ‘Gerçekten denizden yüz mil uzakta mıyız?’ diye sordu dönerek. ‘Yalnızca otuz beş,’ dedi kayınbabası, cebinden bir mezura çıkarıp kılıkılına ölçmüşçesine. ‘Daha uzak gibi,’ dedi Isa. ‘Taraçadan bakıldığında, kara uçsuz bucaksız görünüyor.’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:32) “Görünürde, tahtadan çatkıların üzerinde, kanadları sarkık, üç dört ahşap değirmenden başka bir şey yoktu. Taştan adacıklar gibi kasabalar gözüküyor, uzakta, bir tümseğin gerisinden, bu uçsuz bucaksız buğday denizinin yumuşak dalgaları arasında, kilisesi görünmeyen bir çan kulesi yükseliyordu.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:4) “... rahiplik işine atanmış olmak, mutluluktan kovulmuş olmaktır. Seçilmiş kimse, uçsuz bucaksız bir ormanda balta için kırmızıyla işaretlenmiş bir ağaç gibidir: gerçek edebiyat, bir kaderi kışkırtır.” (S. Zweig, “Dünya fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Hölderlin’, sa:179)

“Henüz genç ve güzeldi. Çiçek beyazı vücudunda henüz gençlik yıllarının pırıl pırıl parlayan tazeliği

vardı; yumuşak, neredeyse çocuksu bir yuvarlaklığı olan göğüsleri titriyor, içten gelen güçlü bir heyecanın etkisiyle, ritmik bir biçimde ilerleyen bir çizgi oyununda hafif hafif ve yumuşakça yükselip iniyordu......Peki bütün bunlar, rüzgar tarafından koparılıp götürülen bir çiçeğin güzelliği, insanlığın uçsuz bucaksız tarlalarındaki içi boş bir tahıl tanesi gibi değerlendirilmeden ve meyve vermeden geçip gidecek miydi?” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:138)

“Gökyüzü pırıl pırıldı, ama yıldızların çiy beyaz ışığı yanında karanlık sayılırdı; uçsuz bucaksız bir

ışığın kadifeden perdesi gökyüzünü örtüyor, köpük köpük yıldızlar da, anlatılması güç o aydınlıkta lombozlar ve yarıklar gibi parıldıyordu.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:6) Uç uç böceğim; Uç uç böcek : Ele konan hamamböceklerini uçurmak için, zevkle söylenen ve böcek uçuncaya kadar devam edilen ve arada üfkenen terane

“Uç uç böceğim Sana terlik <pabuç> alayım” (Anonim, İstanbul tekerlemesi) “KIR ŞARKISI ------------------- Ellerime hanımböcekleri konuyor, Ne şeker şey onlar. Uç böcek, uç böcek diyorum, Uçuyorlar.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:15) Uçuk : Acayip, gerçek dışı, inanılması zor, biraz kafadan çatlak (Argo) “MÜDÜR - Uslu dur... S. KOMİSER - Sakin ol... GAZETECİ - Komiser, sakin olun... Sakinleşin... Tüm söylediklerinin gerçek olduğuna inanıyorum. Bütün emniyet ve yargıçlar, bu cinayeti en dağınık, uçuk ve en duygusal, entrikacı bir grup olan anarşistlerin üzüerine atıyor.” (D. Fo, “bir anarşistin bir kaza sonucu ölümü”, sa:76) “Çocukluğunda yalnız kalan insanlar genellikle bir sanat başarısıyla kendilerini göstermek isterler. Bu yüzdern bütün sanatçıların çocukluk dönemlerinde kendilerini arkadaşlarından ayıran bir ameliyat, bir hastalık ya da bir sakatlık geçirdiklerine ve bu nedenle biraz uçuk olduklarına inanırım ben.” (Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:29) “Niteliklerine ili şkin birkaç sözden sonra, yazıcı ekibim içinde, Hindi’nin değişken ve uçuk, Kıskaç’ınsa ateşli yapıları üstünde olumlu bir etki yapabileceğini düşündüğüm, son derece sakin görünümlü birinin bulunmasından hoşnut olarak onu işe aldım.” (H. Melville, “Bartleby”, sa:24) Uçurumun dibini boylamak : Kişisel, sosyal, politik her neyi varsa, bir daha geri gelmemek üzere kaybetmek “Fouché şimdi serbesttir ve amacına ulaşmıştır; elli altı yaşında olan Otranto Dükü Joseph Fouché, Napoléon’un hesabını gördükten sonra sınırsız iktidarın en yüksek noktasında tek başınadır..... Bir tarihte çevresini sarmış olan bütün bu ölümsüzler kuşağı uçurumun dibini boylamıştır. Mirabeu öldü, Marat öldürüldü. Robespierre’in, Desmoulins’in, Danton’un başları giyotinle koparıldı. Birlikte konsül olduğu Collot, insanların sıtmadan kırıldığı Güyan Adasına sürgün edildi.” (S. Zweig, “Fouché”, sa:199) Ufacık; Ufacık tefecik : Küçük yapılı Bk.: Ufak tefek

“Ufacık tefecik İçi dolu turşucuk <limon>.” (Anonim, Eski İstanbul bulmacalarından) “Newark’ın Weequahic bölgesinde, iki ailenin yaşadığı bir evin ön tarafındaki salonda oturup Yahudi

Daily Forward gazetesini okuyan ufacık, kupkuru bir yaratığı anımsıyorum. Onu her görüşümde yapmam gerektiğini bilmeme karşın, o kadını öpmekten ödüm kopuyordu. Yüzü öylesine kırışık, cildi öylesine anormal bir yumuşaklıktaydı ki. Bunlardan daha kötüsü üzerindeki kokuydu...... bu kokunun yıllar geçtikçe elbiselerinin kumaşlarına sinen kafuru kokusunu olduğunu anlayabildim. Bu koku, zihnimde ‘büyükanne’ kavramıyla birleşmişti.”

(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:66)

“Çivi Esme: ‘Çocuk...’ dedi. ‘Bek ufacık maşşallah! Sesine bakın bir sesine! Sesi nasıl gartalmış? Duttuğu sıpanın guyruğu altı ay yerine gelmeyecek...” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:17)

“Mağazanın müdürü olan Bay Gross, ufacık tefecik ve yamyassı gözlü bir adamcağızdı. Özel bir bölmede bulunan bürosunun eşiğine çıktığında, zaten küçük olan gövdesini eğilip ikiye katlayarak daha da küçülttü.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:107) “GECE YAĞMURU ------------------------- Belki de şöyle söylemeliyim Ahşap kaseler içinde, toprak kaplar içinde İplerinden kopmuş tespih taneleri gibiler sanki. Dolanıyor ortalıkta annem şimdi Düzenliyor ufacık odamızı, yeri. Karanlık olmasına rağmen Tanıyorum deneyimli ayak seslerini.” (John Pepper Clark<d.1935>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.03.10) “GEÇEN ŞEY Kocaman yıldızlar altında ufacık dünyamız, Ve minnacık bir ‘hane’ Kokar kır çiçekleri gün ağarmadan, Anısız, uykusuz, Kokar nane.” (F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:347) “Bu düzgününüz, bu pudranız, bu rujunuz, bu yılanderisi çantanız, bu ipek çoraplarınız... bu da kulakla ense arasında, boynun başladığı yerde o ufacık kıvrım, bu ipek pantolonunuz bu incecik gömleğiniz ve kürk mantonuz, yuvarlak karnınız benim gülüşüm ve sevinçlerim ayaklarınız ve tüm mücevherleriniz.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:32) “BEN ÖLÜNCE ------------------- Ben ölünce, hala yolda olacak ışınlarım ... ulaşmak için sana. Gülümseyip kabul edeceğiz, başımızı eğerek kaval kemiklerimle flüt çalıyorken maymunlar av denemeleri yapıyorken vahşi yavrular, kafatasımla ufacık yaratıklar sığınıyorken kemiklerime diğerleri kutluyorken sevişmeyi, ürüyorken iskeletimde kemikleşmiş okurlar tartışıyorken şiirin geleceğini.” (Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08) “Şişli’de oturuyorduk. Anacaddeyle Küçükbahçe Sokağı’nın kesiştiği köşede üç katlı büyük bir evdi evimiz. O ev daha bir on on-beş yıl öncesine değin duruyordu da, şimdi oraya çirkin bir apartman oturttular. Caddeye bakan yanında ufacık bir bahçesi vardı evin, bir demir parmaklık, birkaç gülfidanı ile bir sarmaşık...” (A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:15) “Birazdan okuyacağınız hikayeler, on-on beş metrekarelik bir mutfağın ufacık penceresinde gerçekleşen ve hakiki anlamda derin haletler ve fark edişlerle kaleme alınan bilgi kümeleridir.” (S. Ersoy, “Mutfak Penceremdeki Hindistan”, önsöz)

“bir şeyler ııı. diyor ki karım: sorunlarından fazla söz açma insanlara, anlıyorum ufacık bir meleğe bu geniş odada. Bir gün ölecek sigara içmekten, Biliyoruz ikimiz de.” (Alan Finlay<d.1971>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.04.06) “SONRALARI ----------------- ufacık odama ayak basar benden sonra, hatıramdan habersiz biri aynanın önünde yerinde durur bir tel saç, bir tarak, bir elin izi” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-isyan”, sa:48) “Karaoğlan şaştı. Bir böğürüşte, kasırgaya tutulmuş kuru yaprak gibi savrulacak şu ufacık-tefecik kancığın sözünden çıkamayan ayının malı olmaktansa, varsın da Sinek Salih’in malı kalsındı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir çiçek”, sa:58) “Yazın bazen günlerce kırların bayırların konuğu olmuş, günler ve haftalarca ormanlarda kalmış, kar ortasında günler geçirmişti; ölüm korkusunun ve ölümün yakınlığını içinde duyumsadığı günler! Ancak hepsinden etkileyici, hepsinden şaşırtıcı olan, ölüme karşı kendini savunmasıydı; kendini ufacık, perişan ve tehlikeler içinde bilip yine de ölüme karşı umutsuzca sürdürülmüş en son savaşta yaşamın o güzel, o korkunç gücünü ve dayanıklılığını içinde hissetmeseydi.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:171) “Bahar Alışkanlığı ----------------------- Ama kaldırıyor silahını ateş ediyor edebildiğince, düşmeden önce gökyüzünü kaplayacak kadar kocaman görünse de gövdeleri yenmezler çok ufacıktırlar yine de atılıyorlar bir torbaya bu pırıl pırıl sabahta”

(Ingrid de Kok<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06) “ŞUBAT AYI: CAPE TOWN <1993> 4. Düşünü görüyorum şiirlerin, ufacık, kısa dörtlüklerin. Uyanıp not etmeyi tasarlıyorum. Uyanıyorum ve unutuyorum hepsini vazgeçmek gibi, intihar gibi silip kurutmak gibi ucunu bıçağın.” (Rustum Kozain<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.04.07) “26 HAZİRAN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER <Güney Afrika Özgürlük Günü> -----------------------------------------------------

Haksız mıydım Sülfür öksüzlerinin Okyanuslardan doğacağını düşündüğümde? Gerek olmadığını bağışlamaya, kalkınmaya gerek olmadığını? ------------------------------------------------------ Haksız mıydım katıla katıla gülmekte, Sönmemiş kireç gibi yükseldiğinde denizler Kat kat küller rüzgarla savrulduğunda Ufacık kılıçlar bırakıldığında bir başına doruklarda?” (Mazisi Kunene<1930-2006>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.03.07)

“ELDE ETMEK İÇİN SENİ <Nerissa için> Elde etmek, sevmek için seni, İşte, ufacık bir şiir kitabı, İşte, bir ağaç dalı, Bir kadeh (işte, bu şekilde!), bir kaçamak.” (Douglas Livinstone<d.1932>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 23.08.07) “PEYGAMBERDEVESİ Açıyor ufacık avuçlarını Hiçliğin tanrısına. Çentikli bacakları duruyor Uçuk yeşil değnekler üzerinde. Armut-şeklindeki gövdesi Çıkıntı yapmış uçmak için Bütün sevimli çizgiler Dışarda tutuyor başını: Bir ölüm kadar korkunç üçgen.” (Ruth Miller<1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07) “Portakal Ağacı ------------------- Ancak boşuna. İmkansızdır, sert koyu yapraklı bu ufacık ağaçtan akan meyvelerin seline ve onun çetrefil bir gizem gibi kendisinin basit bir simgesi hariç” (Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08) “BOZKIRDA YA ĞMUR -------------------------------- Beline bağlı boş bir çaydanlıkla oynayıp Zıplayan, ufacık bir sığır çobanı olmak için Güdüyor evine dönen gürbüz bir inek sürüsünü” (Mbuyiseni Oswald Mtshali<d.1940>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.11.07) “KÖRDÜĞÜM ----------------- Ölüsünü göstermeyen cins kediler gibi uzağında Hayalimde ufacık bir yuva kuruyorum. Sonra yaşamak zorluğu geliyor akla -Dikkat, kapılma aşka.. diyen sesler duyuyorum.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:16) “ İşte oturuyorum burada, bu ufacık vahada, bir hurma gibi

kararmış, tatlanmış, altın yoğunluğunda, yuvarlak bir kız ağzı arzuluyarak, dahası, kızca, buz soğuğu kar beyazı keskin ısırıcı dişler arzulayarak can atar bütün kavruk hurmaların yüreği böylesi dişlere. Sela.”

(F. Nietzsche<1844-1900>, “Dionysos Dityrambosları”, sa:29) “Kusması bitince, kirlenen parmaklarını ve ağzının çevresini ve gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarını sildi, yığılırcasına yaslandı klozete. ‘Böylelikle bebeğin çektiği sıkıntıları biraz olsun paylaşabildim mi acaba?’ Aklından bu düşünce geçince o kadar rahat olmaktan dolayı yüzü kızarıverdi. Akşamdan kalmalığın sıkıntısı katıksız bir sıkıntıydı. Diğer sıkıntılarla karşılaştırılması olanaksızdı. ‘Kendi kafamda oluşturduğum ufacık bir avuntudan öteye geçmese bile, bu sahtekarlığa izin verecek kadar yüzsüz olmam gerekiyor,’ dedi Bird kendi kendine ahlak dersi verircesine.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:87) “Açtı baktı. Vay canına! Ne büyük habermiş! Orta sayfaya yayılmıştı haber: KİTAPÇININ YARDIMCISI CEZA ALDI. SAVCI AĞIR CEZA VERDİ. UTANÇ VERİCİ KAVGA. Neredeyse iki sütun dolmuştu. Gordon daha önce hiç bu kadar ünlü olmamıştı ve bir daha asla olmayacaktı. Ufacık bir haberi amma da abartmışlardı. Ama bu yerel gazetelerde garip bir yurtseverlik fikri vardı.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:214)

“SİZİ

Tutabilsem düşen adamı orada, öyle gururlu, ufacık Uzatabilsem elimi yanan şehre içinden ekranın”

(Karen Press<1956-1999>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.09.05) “Geçeceğim Kayda ----------------------- Siz, altı çocuklu işsiz baba Gelecek seçimlerin yapılmasını istemiyorken, Durduramayacağım kampanyaları, Yırtamayacağım posterleri Ufacık parçalar halinde, Ama, geçeceğim kayda. (Mpho Ramaano <d.1981>- İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.02.09) “Yanımdaki ufak-tefek yaşlı adam mutlaka Coffier. Topluluktaki kadınlardan biri, esmer olanı bir yandan doktora gülümserken bir yandan da Coffier’ye bakıyor yiyecek gibi. Şöyle düşünüyor sanki: ‘İşte bu Bay Coffier, Ticaret Odası Başkanı, ne hain bir yüzü var, pek soğuk bir insandır mutlaka.” (J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:63) “Şimdi yaman görünen başka ufacık dertler Senden yoksun kalışım yanında hiçe iner.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:90, sa:221) “ÖLÜLER İÇİN İLAH İ - 5 Oturacağım ufacık bir tepede, İzleyeceğim aşılamayı. Gövdeden kopmuş bu dal Hüzünlü ürününü vermeli Bir gün evcil bir çözümün Mezar başı suskunluğunu gösteren

Taşın üzerinde ağlayacağım duygusuzca. Oturacağım ufacık bir tepede Un ufak oluncaya kadar özlemler.”

(Wole Soyınka<d.193 4>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.06.09) “İdam yerinde dikilen adam, masumluğun ta kendisiydi. Bunu herkes biliyordu şimdi, piskopostan limonatacıya, markizden küçük çamaşırcıya, mahkeme başkanından sokak çocuğuna kadar herkes. Papon da biliyordu. Bildiği için de demir çubuğu tutan elleri titriyordu..... yüreğini öyle çocuksu bir korku almıştı ki bu değneği kaldıramayacak, kaldırıp şu ufacık tefecik suçsuz adama vuracak gücü ömründe toplayamayacaktı; ah ne korkunç olacaktı adamın seki’ye <idam sehpası> çıkarıldığı an, zangır zangır titriyor, elindeki ölüm değneğine dayanmadan duramıyordu, değnek olmasa dizlerinin bağı çözülecekti heybetli, güçlü Papon’un!” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:233) “Göl 1. Berrak, açık yüzey boyunca bir kırlangıç uçuyor gökyüzünde bu ufacık göle doğru. Bir savaş uçağı sanki.” (Cai Tianxin<d.1963>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.08) “Sonunda, alnın ta tepesinde, Agnes bir bulut içinde, göğe kabul edilir; nişanlısı İsa, onunla ufacık ve çok genç olduğu halde evlenir; onu, öte dünya mutluluklarını müjdeleyen bir öpüşle öper.” (E. Zola, “Hulya”, Cilt:I, sa:16-7) Ufak : Küçük

“Candide Pérgord’lu rahiple birlikte dönerken Matmazel Cunégonde’a ihanet ettiği için biraz vicdan azabı duydu. Abbé de onun acısını paylaştı. Candide’in oyunda kaybettiği elli bin frankla, yarı armağan edilen, yarı aşırılan iki elmasta onun da ufak bir payı vardı.” (Voltaire, “Candide”, sa:98) Ufaklık : Küçük çocuk, aşağılık adam, Ufak tefek yapılı kimse -ya da hayvan-; Penis; Bozuk para (Argo) “B. ROONEY : Neden geldin? BN. ROONEY : Sana sürpriz yapmak istedim. Doğum günün için! B. ROONEY : Doğum günüm için mi? BN. ROONEY : Hatırlamıyor musun? Banyoda sana nice mutlu yıllar dilemiştim. B. ROONEY : Ben hiçbir şey duymadım. BN. ROONEY : Ama bir kravat hediye ettim sana! Bak üzerinde ya şu anda! (Susarlar.) B. ROONEY : Kaç yaşına bastım? BN. ROONEY : Bırak bunları. Gel benimle. B. ROONEY : Ufaklığı neden savmıyorsun başımızdan? Şimdi ona bir peni vermek gerekecek.” (S. Beckett, “Tüm Düşenler”, sa:148-9) “Bozulmasın diye ufaklık sistemi Size bozuk paralar da bıraktık, Altınları, gümüşleri biz aldık Çünkü bizler biliriz bu sanatı. Nasıl yatırım yapıldığını. Sizin için bütün bakır mangırlar Bol bol harcayın sevgili aylaklar.” (1789 Fransız Devrimi Şarkıları”, sa:28) “‘Cabba cep telefonunu çıkarıp açtı. ‘Boş versenize! Bana numarasını verin siz! O ufaklığı ben kendim arayacağım!’

‘Zahmet etme,’ dedi Susan fısıltıyla. ‘Tankada öldü.’ ”

(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:378) “Mösyö Bernard’dan hem korkan, hem de ona tapan öğrenciler, birinci katın geçeneğinde, sınıfın dış duvarı boyunca sıralanırlar, en sonunda sıralar düzenli ve kımıltısız duruma gelip çocuklar susunca, bir ‘Girin bakalım, ufaklıklar!’ daha ölçülü bir devinim ve canlanma işaret vererek onları serbest bırakırdı.” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:113) “... zıplaya zıplaya Kien’in yatağına yaklaştı, büyük bir coşkuyla, uyanmak için elinden geleni yapmasını söyledi ve kitapları toplaması gerekip gerekmediğini sordu. Huyu gereği yanıt beklemedi; becerikli hareketlerle eline gelen yığını kaldırdı, henüz yatakta uzanmış duran Kien’in başına uzattı. ‘Haydi içeri!’ dedi. Kien, yıkanıp giyinirken, yıkanmakla pek başı hoş olmayan ufaklık, durmadan çalıştı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:249) “En can alıcı öğüt, Nyah diye bir Filipinli’den geldi: ‘Orgazm olurken inlemelisin. Öyle yaparsan müşteri sana bağlanır.’ ‘İyi ama neye ki? Kendileri tatmin olsun diye para veriyorlar.’ ‘Aldanma. Bir erkek, ufaklığın kalkmasıyla kanıtlamaz erkekliğini. Erkek, ancak bir kadına zevk verebilirse erkektir. Hele bu kadın bir fahişeyse...” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:77) “SAINT-MERRI SEMTİ ----------------------------- -Ufaklık, sokakta ne arıyorsun bu saatte? Geceyarısı, Hadi, git yat. -Gençliğimde, geceleri sürtmeyi severdim, Severdim geceleri kitaplar üzerinde düşlere dalmayı. Nerde benim gençliğimin geceleri?” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:153) “Bir gün Suzy’nin okul arkadaşlarından bir grup, gülüp şakalaşarak eve doluştu. Esther hiç düşünmeden hepsini akşam yemeğine davet etti. Suzy buna çok sevinmişti. Konuklar gittikten sonra, Jacob yumuşak bir tavırla, ‘Ne şapşal çocuklar. Biz hiç bu kadar şapşal olmuş muyduk acaba? Hele başında kep olan o ufaklık!’ deyip güldü, ama gerçekten çok eğlendiğini ayrımsayınca, ‘Tanrım bu gece çok güldüm. En son ne zaman bu kadar eğlenmiştim acaba?’ dedi.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:31) “ İKİNCİ HERİF - Neden acele ediyorsunuz? Hemen en kötü olasılığın olması gerekmiyor ki. BİRİNCİ HERİF (Balkon kapısına gidip kapıyı açar.) - Gel buraya, ufaklık! MARKETA (Yavaşça odaya gelir.) LEOPOLD - Ona dokunmaya kalkmayın! Onu götürürseniz, sonra-.” (V. Havel, “Largo Desolato” -Buruk Ezgi-, sa:75) “Sınır koruyucularından biri sırıtarak: -‘Bak şu kerataya’ dedi. ‘Bu tür kertenkeleye çok rastladım ama bunlardan birinin hayat arkadaşı olduğunu ilk defa görüyorum. Peki bu ufaklık seni başkalarından ayırt edebiliyor mu?’ ” (O. Henry, “viski soda’, sa:7) “Ne var ki, dıştan bakıldığında tepetaklak yuvarlanıyordum. Meyhanelere giden ve yakışıksız davranışlar sergileyen bir sürü çocuk vardı okulda. Ben, en küçüklerinden biriydim bunların; kısa süre sonra acıdıkları için aralarına aldıkları bir ufaklık olmaktan çıkarak bir elebaşı, bir yıldız aşamasına yükselmiş, gözünü budaktan esirgemeyen ünlü bir meyhane müdavimi kesilmiştim.” (H. Hesse, “Demian”, sa:99) “İhtiyar kadın paranın üstünü eksik veriyor. Gülümseyerek uyarıyorum. Kadın pek ürküyor ve: ‘Allah korusun,’ diyor. Düşünüyorum ki, Allah’a güveniyorsan işin emniyettedir. Ufaklığı bulunmadığı için kadın karşıki kasaba para bozdurmaya gidiyor. Ben ihtiyarla kalıyorum ve bir sigara yakıyorum.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109)

“Artık sokaktayım, tek başıma, kimsesiz, hamisiz, yad ellere düşmüş bir biçare, İbrailli, kendisini bekleyen kara günlerden habersiz, Marsilya’ya gidemediğine göre Napoli’de bulunduğuna yine de sevinen hayat dolu delikanlı! Henüz şiirinden başka bir şeyini bilmediği bu Napoli’den hoşnut, gömleğine dikili yarım altından memnun, tekrar yeleğinin cebinde yer alan saatinden hoşnut, göçmenlerin kendisi için topladıkları on beş drahmi kadar tutan ufaklık para yığınından hoşnut. “ (P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:81-2) “Küçük bir çocukken ve sunakta rahibe yardım ederken, komünyon çanının vidayla tutturulmuş dili yerinden çıkmıştı ve rahip şöyle demişti: ‘Böylece Meleklerle ve Başmeleklerle, cennettekilerin refakatinde Senin şerefli ismini methediyoruz ve yüceltiyoruz; Sana daima şükrediyoruz ve diyoruz ki, Sok şunu yerine, seni kaz kafa ufaklık, sok şunu yerine!’ ” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:15) “Bir kadının sürdüğü küçük el arabası..... Gerisinde, çaprazlamasına konmuş, içinde, ayakta dimdik ve başlığının altında keyifle duran, oturmak istemeyen ufaklığın bulunduğu çocuk sepeti. Kadın ara sıra laternanın kolunu çeviriyor. O zaman ufaklık anında sepetinde tepinerek iyice doğruluyor ve yeşil, pazar elbisesi giyniş bir kız dans edip yukarıya pencerelere doğru tefine vuruyor.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:48)

“Mahzende bir bank ve saman dolu dört şilte vardı. Gardiyanlar bizi getirip bırakınca oturduk, sessizce beklemeye koyulduk. Bir süre sonra Tom:

-İşimiz bitik, dedi. -Bence de, dedim. Ama bana öyle geliyor ki ufaklığa bir şey yapmayacaklar. -Ona bir suç yükleyemezler, dedi. O eylemcilerden birinin kardeşi, hepsi bu.” (J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:15)

“Longin zehir gibi bir gülümsemeyle baktı: -Ne o, ufaklık, dedi. Neyin var? Hasta mısın yoksa? (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:57) Ufaktan ufağa : Azar azar, küçük küçük, belli belirsiz, yavaş yavaş “Necla, ilk zamanları bunları ailesine yazmaya utanmış, bilhassa Leyla’yı sevindirmekten korkmuştu. Birkaç ay geçince dayanamadı; utanıp sıkılmayı kaldırarak ufaktan ufağa bazı şikayetlere başladı.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:117) Ufak tefek : Ufak yapılı (insan ya da hayvan, şey); küçük ve önemsiz; eski, değersiz bir iki parça eşya ya da ıvır zıvır şey “‘Bu cömertliğinden dolayı sana minnettarım delikanlı,’ derdi, ‘gerçekten şükran borçluyum. Pek tabii ki, bu ödünç verilmiş bir borç olduğu için, iade edeceğimden zerrece kuşkun olmasın...... son zamanlarda birtakım ufak tefek aksilikler oldu, senin bu alicenaplığın yeniden belimi doğrultmama yardım edecek.’ ” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:68) “Ufak tefek adam paytak paytak yürüyerek rafların arasından ilerliyor, koridora gelince sağa dönüyor, bir sıra, ardından ikinci bir sıra rafın önünden geçip yeniden sağa saparak Ortaçağ Fransız tarihi bölümüne giriyor.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:82) “Başında siyah kadifeden bir başlık, giysisinin geniş kemeri gümüşsü mavi renkte olan ve elinde yün yumağı, belinde anahtar destesi ve gümüş plakası bulunan, saçları örtülü, ufak tefek, tombul bir kadın, yani hancının karısı, iki arkadaşı olağanüstü br ustalıkla, sabırlarını tüketinceye dek bekletti.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:66) “B. REİSİ - Ne tuhaf rastlantı, onu da hatırlıyorum. Vak’a aynı yıllarda oldu. Yalnız öyküde ufak tefek farklar var. Babanın adı Mustafa değil İbrahim, buna karşın büyük oğlanın adı da İbrahim değil Mustafa... İbrahim kuzey Amerika’ya gitmedi, güneye, Arjantin’e gitti. Meşhur bir alüfte vardı o zamanlar tabakhane tarafında... Güllü... Onunla beraber kaçtılar..”

(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:88) “Herkesin nazladığı, hoş görünmek istediği, kendi gibi ufak tefek, kendi gibi dişsiz, saçsız tatlı çocuğa yüreği sevgiyle doldu buruşuk, yaşlı kadının. Gülücükler, mimiklerle eğlendirmek için yaklaştı.” (Ch. Baudelaire, “Paris Sıkıntısı”, sa:26) “Onlar bu bolluk labirentine korkmadan girdiler, çünkü ip onların elindeydi, paranın o sihirli ipi. Baba, cebinden bir Colt <45 mm.’lik tabanca> gibi çıkardığı cüzdanıyla kasaya yöneldi. Kasiyer ufak tefekti, yüzü tıpkı sarılık geçiren biri gibi solgundu. -Ne alıyorsunuz, dedi baba. -Goca <Koka kola>, dedi oğlu. -Goca, dedi kızı. -Gaffe <Kahve>, dedi anne. Aşırı yorgunluk yolcuları sarsmıştı.” (Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:171) “Bölmenin arkasında, birisinin hareket ettiği işitildi, bir kapı gürültüyle açıldı, sonra bir başkası, hızlı ayak sesleri koridorda yankılandı, sonra otuz, otuz beş yaşlarında bir kadın odaya girdi. Ufak tefek, sert yüzlü ama oldukça güzeldi. İkimize de hiçbir şey söylemeden baktı, son derece aşağılayıcı bir ifadeyle süzdü bizi sonra döndü, kapıyı çarparak, odadan çıktı.” (N. Berberova, “Kara Acı”, sa:37) “Önce bir şey söyleyecekmiş gibi baktı general. Ama sonra birden elini yine kasketinin kenarına götürüp beklenmedik bir dönüş yapınca, subay grubu ona yol açmak için çekingen bir tavırla ikiye bölündü. Ve tüm oradakiler, bu ufak tefek zayıf adamcağızın arabasına bindiğini, subayların ellerini yeniden kasketlerinin kenarına götürdüğünü gördüler.” (H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:6)

“Direktör, ‘Sen reddedemezsin,’ dedi, ‘Ama ben ederim.’ Ağzından çıkan kelimelerin gürlemesi Rachel’a, ona ‘Serdengeçti’ denmesinin başka bir nedenini hatırlatmıştı. William Pickering ufak tefek bir adam olmasına karşın, damarına basıldığında siyasetin içinden deprem dalgası gibi geçebilirdi.” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:30) “‘Dürüst olmak gerekirse bunların Run <Runik alfabenin harfleri> olduklarından da emin değilim. Bir uzmana sormak gerekir............’ ‘Peter Solomon bir mason, öyle değil mi?’ Langdon afalladı. ‘Evet, ama bununla ne ilgisi var?’ Şimdi ayağa kalkmış, ufak tefek kadının tepesinden bakıyordu.” (D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:115) “... tam o sırada, koridor penceresinin ardında, ufak tefek, kırmızı yüzlü, siyah pardösülü, başında melon şapka bir adam beliriyor, biraz önce tıpkı sizin yaptığınız gibi, sürme kapının aralığından, ama kapıyı hiç de zorlamadan, nasıl olsa ne sürgünün ne de kapının gerektiği gibi işleyemeyeceğinden eminmiş gibi, tam siz ayaklarınızı toplarken, belli belirsiz bir dudak ve göz hareketiyle, rahatsız ettiğinden ötürü özür dileyerek içeri süzülüyor.” (M. Butor, “Değişme”, sa:16-7) “Cosimo ile benim için güzel günlerin sonu gelmişti; Fauchelafleur’le birlikte küçük bir odada yediğimiz yemekleri arıyorduk. Papaz kupkuru, kırış kırış yüzlü, ufak tefek bir ihtiyardı.” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:11-12) “Trendeki kompartmanımda başlangıçta oldukça haşarı olup zamanla sakinleşen üç yumurcak, küçük hizmetçileri, parlak gözlü, uzun boylu, şık bir kadın olan anneleri, ayrıca karşımda hıçkırarak oturan ufak tefek, sarışın bir kadın var.” (A. Camus, “Amerika Günlükleri”, sa:13)

“1300 frangın hesabı. Kadına bu yeterli gelmiyor. ‘Neden yarım gün çalışmıyorsun? Ufak tefek harcamalarımı hafifletebilirsin..... Sana parayı ben veriyorum. Sana iyi davrandım ama sen bana kötülük yapıyorsun.’ ” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:95)

“Önlerinde, şöminede bir bağ çubuğu ateşi yanıyor ve odayı tavanın ortasından sarkan bakır ve boncuk çevrili petrol lambasından daha çok aydınlatıyordu. Sağlarında, taş tekne birdenbire maden güğüm ve havlularla dolmuştu. Solda, orta masası açık renk tahtadan yapılmış bir küçük büfenin önüne itilmişti. Şimdi üzerine eski bir yol çantası, bir şapka kutusu, ufak tefek çıkınlar yığılmıştı.” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:27) “Kız kardeşi bir gün sokakta karşılaştıklarında Mersault’ya aralarındaki kavgayı anlatmıştı. Cardona otuz yaşında, ufak tefek, yakışıklıca bir adamdı. Çocukluğundan bu yana annesiyle yaşamıştı.” (A. Camus, “Mutlu Ölüm”, sa:61) “Ufak tefek paralar, burada <Kamusal Rehin Sandığı> bir servet oluşturmaktadır. Dilenciler buraya çullarını getirir, Yürek’se atlas ve ipek giysiler içindedir. Bu yüreğin emrinde sadık memurlardan oluşan bir kurul vardır.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:246)

“Üçüncü tip, sanatçı İndigo’dur. Bu indigo diğerlerinden çok daha duyarlıdır ve, genelde, daha ufak tefektir. Onlar daha çok sanatla ilgilenirler. Yaratıcıdırlar.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:28) “Bu kez mimarlar mükemmel bir çözüm bulduklarını garanti ediyorlar. Her yerde metal destekler, iskele, daha sonra yapılacaklar hakkında büyük teoriler ve geçmişte yapılanlar için de ufak tefek eleştiriler var.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:70-1) “Hayatımın tadı tuzu kalmadı. Günü listelerle ve numaralarla oynayarak, vakit geçirmek için ufak tefek işlerle oyalanarak geçiriyorum. Akşam vakti handa yemek yiyorum; sonra eve girmek içimden gelmediğinden yukarı, odacıklarla ve bölme odalarla dolu, seyislerin uyuduğu ve kızların erkek arkadaşlarını eğlendirdiği üst kata çıkıyorum.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:32) “Ancak tırmanmaya henüz başlamıştık ki, keskin bir acı duydum ve topuğumdan uzun siyah uçlu bir diken çıkardım. Ovduğum halde topuğum hemen şişti. Acıdan topallamaya başladım. Zenci beni taşıyabileceğini göstererek sırtını işaret etti. Önerisini kabul etmede duraksadım çünkü ufak tefek bir adamdı. Boyu benden kısa olmalıydı. Ancak başka çarem yoktu.” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:8) “Sokağa çıkma yasağına aldırmayan, aklına estiğinde bu kokuşmuş yerde uyumaya gelen her kimse, (K onu kamburu çıkmış, yan cebinde içki şişesi olan, sakalının altında mırıl mırıl ne dediği anlaşılmayan, polisin önemsemediği ufak tefek, yaşlı bir adam olarak canlandırdı) denis kıyısında yaşamaktan usanmış olması ve yolları bilen bir rehber bulabildiyse şöyle kırlarda bir tatil yapmak istemesi olmayacak şey gibi görünmüyordu.” (J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:210) “O haziran ayı boyunca Kolya sevdalılara soluk aldırmadı. Onları annesine haber vermekle korkutuyor, nereye gitseler adım adım izliyor, durmadan yeni armağanlar istiyordu. Aldığı ufak tefek şeyleri az bulduğu için sonunda cep saati istemeye başladı.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:26) “Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim üzüntümdür. Tanrı’nın her günü, aynı saatte Fontanka’da rasladığım ufak tefek bir ihtiyarla da nerdeyse ahbaplık peydahladım. Görkemli, dalgın bir görünüşü olan bu ihtiyar, sol elini sallayarak hep kendi kendine bir şeyler mırıldanır...” (F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler”, sa:12) “ <LONDRADA GECE’den> ‘.....Her gece buradan geçerken kahvenin girişinde durur, yaylı kapıyı iter, sanki birini arıyormuş gibi içeride oturan insanları gözleriyle tarardı; ama asla içeri girmez, her gece yalnızca canı sıkılmış gibi hafifçe omuz silkerek geri döner, yürüyüşüne devam ederdi. Daha sonra, ikiyi biraz geçe, iki adam göründü, biri uzun ve güçlü, öteki daha ufak tefek ama sağlam yapılı. İri yapılısı her zaman şapkasız olurdu, yüzü ufaktı, kıvırcık saç bukleleri geriye atılmıştı. Omuzları genişti, vatkalı palto giymesine gerek yoktu. Arkadaşı karaydı ama İsrailliler gibi daha soluk cinsinden; abanoz saplı kocaman bir baston taşıyordu, içine bir kılıç saklanabilecek kadar büyüktü. Ağır ağır, tedirgin ama soğukkanlılıkla yürüyorlardı.’ ” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:225)

“Kilerci tıknaz, görünüşte kaba saba ama neşeli, saçları ağarmış ama hala güçlü, ufak tefek ama çevik bir adamdı. Hacılar konukevindeki hücrelerimize götürdü bizi. Ya da daha doğrusu, üstadıma ayrılan hücreye, bir çömez olmakla birlikte.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:51) “Capricorn Yüksek Komutanlığından General Proazamm kendi komutan vekili hakkında gizli bilgi elde etmek isteyip bu amaçla Wwwsp Gggrs’yi görevlendirmek isteyince ve ajanın (bu arada Capricorn’lu başka yetkililer de ufak tefek suçlar için ajanı arıyorlardı) ücretini elden vermek üzere her ay Pluto’ya ziyarette bulunan Binbaşı Coppola’yı çağırtınca her şey açığa çıktı.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:72-3) “... uzak mahallelerin dar sokaklarında veya yamaçların taa derinliklerinde, güneş yanığı köylüler yanında nesli tükenmiş ırkların kalıntıları gibi kalan soluk benizli, ufak tefek adamlara rastlanırdı.” (G. Eliot, “Silas Marner”, sa:11) “Kız, anası ile erkek kardeşinin her hareketini bir çeşit kontrolden geçirir ve aynı zamanda da onlara, her türlü ufak tefek ev işlerinde yardım ederdi. O yokken kiremit ocağında tek laf edilmezdi.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:4)

“Z İNDANI TAŞTAN OYARLAR Bursa’nın ufak tefek yolları Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri Tepeden tırnağa şiir gülleri Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.”

(Bedri Rahmi Eyuboğlu<1913-1975>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:46) “Noel akşamından bir gün önce Hohen-Cremmen’den, Effi’nin annesiyle babasından armağanlar geldi; sandıkta, eğitmenin evinden gönderilmiş türlü ufak tefek de vardı.” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:146) “Adı Isidore olan, çok ufak tefek olduğundan Zizi dediğimiz Orléans’taki amcam Peru’dan gelip, büyükbabamın evinde yaşadığım döneme dair hikayeler anlatırdı bana; yedi yaşındaydım.” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:170) “Hiç değilse Véronique, pek farklı bir ruh hali içinde gidiyordu kocasıyla..... böyle uzun zaman Roma’da kalmak en kutsal dileklerinden birine yanıt veriyordu; düş kırıklıklarıyla dolmuş tekdüze hayatını ufak tefek din işleriyle dolduruyor, kısır olduğu için de, hiç bir çocuğun istemediği bakımı yüce ereğine gösteriyordu.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:4) “Döndü çocuklar eve, aldılar testileri, Hepsi ufak tefekti, bir ev halkına göre; Beklediler gelecek dayaklarla tekdiri.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Eckart Amca’, sa:123) “ ‘Daha önce de söylemiştim ya, Barbara’nın dairede çörek satarken sırnaşan birine attığı tokatın hikayesini arkadaşlar anlatırlardı. Ufak tefek sayılan bu kızın elinin ağırlığına dair söylenenler, alay olsun diye fazlaca şişirilmi ş gibi gelirdi bana. Ama gerçekmiş, söylenenler azmış bile.’ ” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:58) “Fazla olarak fakir bir köy hocasından başka bir şey olmadığımı da düşünmemiştim. Etrafımda sefil, aç bir insan gördüğüm zaman ufak tefek yardımlarda bulunmayı vazife bilmiştim.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:233) “Bir gün öğleden sonra en sıkı biçimde çalışmakta olduğumuz bir sırada -ben bir dolarlıklarla iki dolarlıkları ayırıyor ve ayrı ayrı iki puro kutusunu yerleştiriyordum, Andy de ıslıkla ‘senin için evlilik çanları çalmayacak’ havasını tutturmuştu- ufak tefek fakat işini bilir biri belirdi.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:16-7)

“Kaba saba ayakkabıları toz içindeydi. Belki de bu toz binlerce kilometre dolaştıktan sonra bu hale gelmişti. Onun ufak tefek, kırış kırış bir ihtiyarcık olduğunu söylemekten başka bir anlatıma girmeyeceğim.” (O. Henry, “viski soda”, sa:80) “Omode baba ufak tefek nesi varsa bohçaladı ve İblis’in gemini vurmaya başladı. -Büyük beyin, bana izin, dedi. Alpar sordu: -Beni bırakıyor musun, ihtiyar? -Bırakıyorum, beyim. Gayri ben kocadım, dişi, tırnağı dökülenin hayrı mı olur?” (F. Herczeg, “Paganlar”, sa:301) “Oda yarı karanlıktı ve köşede geniş bir karyola vardı. Hasta, bu karyolada yatıyordu, yüzü kıpkırmızıydı. W.’nin sınıfın en çelimsiz öğrencisi olduğu aklıma geldi. Anası da ufak tefekti. İri kıyım kaleci, çekingen çekingen duruyordu.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:34) “Bu evliliğe karşı çıkmayan Charles Myriel’in kendisinden söz edilmesini sağlayacak, üzerine çok dikkat çekecek başka şeyler yaptığı söyleniyordu. Ufak tefek olmasına karşın hoş yapılı, kibar, zarif ve zeki bir insandı.” (V. Hugo, Sefiller, Cilt:I, sa:15-6) “Sonra, çok uzakta, yaldızlı gökyüzü ve külrengi ovayla yalnız kaldığında, Adrien, birkaç yüz metre ilerde, sallanarak giden, torbası kalçasına vuran ufak tefek bir adam gördü; boyu küçük, yüreği büyük, hiç tasasız giden, Adrien’i ve İbrail kentini; sonradan gözlerini yaşartacak anılar arasına koymuş bir adam.” (P. Istrati, “Mihail”, sa:180)

“Hemen yola çıkmadık. İki ejder, bütün Habeşistan düşlerimizin üzerine bina ettiğimiz on kilo sırça <cam> yığınını bir hale yola koymak için üç gün uğraşmak zorunda kaldık. Birer ceviz kemirerek ve Türkler gibi durmadan sigara tüttürerek, odamıza kapanıp bu rengarenk taş parçalarına çekici şekiller verdik: Bu yalancı mücevherleri özenle yan yana getirerek gerdanlıklar, bilezikler, madalyonlar, küpeler ortaya çıkardık, bunların gerektirdiği ufak tefek masraflar ise bizi iflas ettirdi.” (P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:63-4) “ ‘Elbette arada aksamalar da oluyor, gerçi bugün olmayacağını umuyorum, ama gene de her türlü ihtimale hazırlıklı olmak lazım, çünkü aygıtın on iki saat aralıksız çalışması gerekiyor! Aksaklıklar çıksa bile, bunlar ufak tefek şeyler olacaktır ve hemen giderilecektir.’ ” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:90) “Dünya değişmişti artık kendileri için. Döğüştüler bu kez. ‘Yalnız da değildik, Gigi’nin küçük kardeşi vardı yanımızda. Ufak tefek ama çakısız dolaşmıyordu üç haftadan beri. Ağabeyime saldıran bana da saldırır’ diyordu.” (B. Karasu, “Uzunca Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:136) “Jandarma kumandanı kapının önünde sesler duyunca tavrını büsbütün ağırlaştırdı. İçeri, arkasında rengi atmış siyah bol çarşaf, yazma peçesi inik, elleri pelerininin altında saklı ufak tefek, sıkılgan ve korkak bir kadın girdi; hemen oracıkta, eşiğin yanında durdu.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:13)

“-A... a... şunlara bakın... Bitli Kağıthane’den dönüyorlar; bir de bize çalım satıyorlar! -diye alay

etmişler... Bunun üzerine, akşam karanlığında oracıkta hafiften bir ağız dalaşıdır başlamış, fakat Kağıthane’den dönenler yorgun oldukları için işi o gece pek uzatmamışlar; ufak tefek bir iki atışmadan sonra meseleyi ertesi sabaha bırakmışlar...”

(Osman C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:181) “Sonra, komşumuz olan bir kadını, Annika’yı hatırlıyorum, ufak tefek bir ana, gevrek, yeni evli bir kız; uzun sarı saçlar, iri gözler... Ve ben üç yaşlarında vardım, o akşam bahçede oynuyordum; küçük bahçe yaz kokuyordu. Kadın eğildi, beni aldı, kucağına kaldırıp sarıldı; ben de gözlerimi yumdum; açık olan göğsüne yüzümü soktum; vücudunu kokluyordum.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:37)

“ ‘Ne zaman?’ Ne zaman?’ diye biri haykırdı kalabalıktan. Herkes dönüp baktı. Ufak tefek, ince, üzüm gibi buruşuk bir ihtiyar, ayakları ucuna kalkmıştı; ‘ne zaman, baba, ne zaman’ diye bağırıyordu.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:67) “Gün gelmiş kasabada bir ‘Kudret Beğ’dir almış yürümüştü. Yürümüştü ama ufak tefek Müdürünün de gözünden kaçmamıştı bu. Kızdığı, kızmak ne kelime, küplere bindiği her halinden belli olduğu halde çaktırmadığını sanmıştı. Ne diyebilirdi?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:38) “Dağda ufak tefek eşkıya kalmamıştı. Hepsi sinmişti. Çakırcalı’ya bir iki eşkıya kafa tutuyordu. Bunların birisi de Kamalı Zeybek’ti: Kamalı Zeybek ondan çekinmiyordu.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:93) “F.’yi vaktiyle olduğundan genç gösteren ince, kadınsı çizgileri, şimdi onu daha yaşlı kılmıştı. Yüzü ona gülünç biçimde küçülmüş, büzülmüş, kırışmış göründü, öyle ki başının, dört bin yıldan beri mumyalanmış olarak duran bir Mısır prensesinin başından farkı yoktu... Kolunu birine serum takılmıştı, damarına sokulmuş bir iğne ile hareketsiz duruyordu..... Bir şeyler anlatırken ona baktığında, F.’nin kolları ona her zaman, ufak tefek bedenine oranla daha da küçülmüş, kukla kollarına dönmüş gibi gelirdi.” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:12-3) “Bu hastanede bir süre kaldıktan sonra, bana, köydeki küçük şekerci dükkanına ve daha sonra da, Perth’e gitmeme izin vermişlerdi. Ben küçüklüğümden beri tiyatroya çok düşkündüm. Murthly’de ufak tefek sahne oyunlarına ara sıra konmuştum.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:47) “Bizim ufak tefek şoför Süleyman, rektörün siyah arabasını kıvrak hareketlerle otobana çıkardı. Çok şükür, adım adım ilerleme sıkıntısını aştık. Çünkü bu yolda hiç olmazsa sağda emniyet şeridi vardı; bütün büyük siyah arabalar gibi bizimki de bu yasak, bomboş şeritten gidebiliyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:15)

“Annem, ‘Okul bitti artık, git vaftiz babanla konuş, sana iş bulsun,’ dediğinde, ‘Okuldan ayrılmadan para kazanmayı becerebilirim, merak etme,’ diye karşılık verdim….. Sonra, ‘Sırık Higueras’ı tanıyıp tanımadığını sordum ona. Bana tuhaf tuhaf baktı, sordu: ‘Ya sen, sen nereden tanıyorsun?’ ‘Arkadaşım o benim,’ dedim, ‘Onun için ufak tefek işler yapıyorum.’ Omuzlarını silkti, ‘Büyüdün artık,’ dedi. ‘Kendi başının çaresine bak, ben hiçbir şey bilmek istemiyorum.’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:319) “Ufak tefek adam <Dr. Balaguer>, yuvarlak yüzünde iyiliksever ifadeyle, gülümser gibiydi. Bir radyo sunucusu ya da bir fonetik hocası gibi sözcükleri özenle telaffuz ediyordu. Trujillo bütün dikkatini toplayarak adamın yüzündeki ifadede, konuşurken ağzının aldığı şekilde, kaçamak gözlerinde gizli işler karıştırıp karıştırmadığını ele verecek en ufacık bir belirti, herhangi bir işaret olup olmadığını inceledi. Tüm şüpheciliğine karşın hiçbir iz bulamadı.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:266) “... bilmem hangi ufak tefek, gizemli nesnelerin küçük bir keseye tıkılmasıyla yapılmıştı bu muska, beceriksiz bir elin oldukça acemice diktiği bu kese..” (P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:38)

“Merlin de geçiyordu sokaklardan, insanların neşelerini izleyerek... Kimi zaman kralın soytarısı, ufak tefek bir adam olan Dagonet de dans ederek geliyordu kırmızı giysisi ve adım attıkça çınlayan zilleriyle birlikte. Kral Arthur ne zaman halkın arasına karışsa, kilise çanları çalıyordu. Kral, atıyla halkın arasında gezinirken, yoksullara armağanlar dağıtıyordu. Giysiler ve avuç dolusu para.” (Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:27) “‘Caldas’daki gemicilerden hiçbiri yurda dönüş sevincini başçarkçı Elias Sabogal kadar gürültülü biçimde göstermiyordu. Ufak tefek, kırışık yüzlü, sağlam yapılı, kırkına yaklaşan bu deniz kurdu iflah olmaz bir gevezeydi, adım gibi biliyorum ki yaşamının büyük bir bölümünü gevezelikle geçirmiştir.” (G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:22)

“Ulrich de köyü seyretmek için boyuna Gemmi Geçidi’ne yollanıyordu. Sonra kağıt, domino oynuyorlar, zar atıyorlar, oyunlarına heyecan katmak için de ufak tefek şeyler kazanıp yitiriyorlardı.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:15) “... anadireğe yaslanmış uysal durmakta olan adam, bir an, coşkulu adamlarına kasvetli ve ruhsuz bakışlar fırlatıyor, bir an sonra da mutsuz bakışlarını konuğa yöneltiyordu. Yanında, tıpkı bir çoban köpeği gibi, keder ve sevecenliğin birbirine karıştığı kaba saba yüzünü ara sıra sessizce İspanyol’a çeviren, ufak tefek bir siyahi duruyordu.” (H. Melville, “Benito Cereno”, sa:21) “Miss Pittypat’ın yanında Melanie vardı. Scarlett onu tanıdı. Kendi kendine ‘yas elbiselerine bürünmüş ve daha hanımefendi görünmek için daima dik duran şakaklarındaki saçlarını yatırmış’ diye düşündü. Scarlett kalp biçimindeki güler yüzüyle kendisini karşılamaya hazırlanan bu ufak tefek yapılı hanımın, onun bütün zevkini kaçıracağı görüşündeydi.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:203) “CLEANTE - Gizlice öğrendiğime göre halleri vakitleri pek yerinde değilmiş, kıt kanaat geçindikleri halde gene de gelirleri bütün gereksinimlerini karşılamaktan uzakmış. Düşün kardeşim; sevdiği bir kimsenin durumunu düzeltmek; temiz bir ailenin gösterişsiz giderlerine el altından ufak tefek yardımda bulunmak ne büyük bir mutluluk olur.” (Moliere, “Cimri”, sa:37) “MARSDEN (Acı acı alay ederek.) - Neden aklımdan hiç çıkmaz bu?.. hiç de önemli bir şey değil... öyle bir şey ki o yaşta... (Sağdan birinin hızla geldiğini duyar; döner ve bekler. Odaya Profesör Leeds girer..... Ufak tefek, elli beş yaşlarında, zayıf nahif bir adam. Saçları kırlaşmış, tepesi dazlak.” (Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:9) “Amos Ames, çenebaz ve dedikoducu bir kasaba halkı tipidir. Dedikodu dinlemeye bayılır..... Karısı Louisa, dedikodu kumkuması, şirret bir kadındır. Yeğeni Minnie kırk yaşlarında ufak tefek, tombul bir kadındır.” (Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:17) “SMITHERS (Büyük bir merakla.) - Ona söylemeyeyim mi? (Sonra alayla.) Ha.. şu Allahın belası Haşmetmeabı demek istiyorsun.. Nedir bu oyun? Niçin sıvışıyorsun? Galiba ufaktefek bir şeyler de arakladın. (Kadının sırtına kamçısı ile anlamlı anlamlı hafifçe vurur.)” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:11)

“KEENEY - Sanki bana yeni bir haber getirdin, bay Slocum..... (Gerideki kapı açılır ve aralığında bayan Keeney görünür. Tertemiz karalar giyinmiş; ince, tatlı yüzlü, ufaktefek bir kadındır. Gözleri ağlamaktan kızarmıştır.....) -Keeney kaba bir şefkatle ona- Ey, ne var Annie?

BAYAN KEENEY, bir rüyadan uyanıyormuş gibi. - David, ben... (Susar. Yardımcı kaptan kapıya doğru yürür.)”

(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:16) “ Yarının tütünsüz saatleri şimdiden canını sıkmış olarak kalktı ve kapıya doğru ilerledi - ufak tefek, cılız, ince kemikli, huysuz ve sıkkın adımlarla ilerleyen bir beden. Ceketinin sağ dirseği yırtıktı, ortadaki düğme düşmüştü; hazır alınmış flanel pantolonu lekeli ve ütüsüzdü. Üstten bakıldığında bile ayyakkabılarının pençe istediğini anlayabilirdiniz.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:9) “Her zamanki gibi, halkın düşmanı Emmanuel Goldstein’in yüzü ekranda belirdi. İzleyiciler arasında, orada burada fısıltılar dolaştı. Kum rengi saçlı, ufak tefek, kadın korku ve iğrenme belirten bir ciyaklama sesi duyuldu.” (G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:17) “Bay Brooker esmer, ufak tefek, huysuz, İrlandalı’ya benzeyen, insanı şaşırtacak denli kirli bir adamdı. Sanmam ki, ellerini bir kez bile temiz görmüş olayım. Bayan Brooker sağlığını yitirmiş olduğundan, çoğunlukla yemeği adam hazırlardı; eli kirli olan herkes gibi onun da öte beriyi tutmada özel, değişmez bir tarzı vardı.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:25)

“Bir çocuğun kafası babaannemin dediği cinsten taskafaydı, bir başka ufak tefek, küçük kızın kırılganlığı ve narinliği beni büyüler, bir üçüncüsünün evinde olup biten her şeyi hiçbir şey saklamadaan anlatıvermesine şaşar, kendi kendime nasıl böyle oluyor diye sorardım.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:121) “Pastanede kendilerinden başka bir tek ta öbür uçta pencerenin kenarındaki karanlık bir masada ufak tefek gençten bir adamla ona sabırla birşeyler anlatmaya çalışan orta yaşlı, ince ve yorgun biri vardı.” (O. Pamuk, “Kar”, sa:39) “Bütün bir akşam boyunca Ginia, Rosa’nın sevgilisi Pino’yu seyretti. Yamuk burunlu, bilardo oynamaktan başka bir şey bilmeyen, işi gücü olmayan, ağzını büzüp konuşan, ufak tefek bir gençti.” (C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:11) “Pembe benekli, beyaz toynaklı iki at ona doğru koşuyordu. İkisi de sallanan yük arabaları çekiyorlardı. Holmes diz çöküp ayak bileklerini tuttu. Başını kaldırınca atların birini Fanny Longfellow’un (kızıl saçı havada titreşiyordu), diğeriniyse Küçük Wendell’in sürdüğünü gördü (sanki doğuştan sürücüydü). Atlar iki yanından geçip gittiklerinde ufak tefek doktor bayıldı.” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:415) “Madam de la Tour loğusa döşeğinden kalktığı zaman bu iki arazi az çok gelir getirmeye başlamıştı. Gerçi bunda benim ufak tefek yardımlarımın payı varsa da asıl iki kölenin yorulmak bilmez çalışmaları bu sonucu sağlamıştı.” (B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:17) “Dört çıplak duvar, iki koltuk, bir sandalye, bir masa, bir dolap, bir yatak; herhangi bir otel odası gibi. Daniel’in eski ve sevilmiş günlerden kalma ufağı tefeği yoktu.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:86) “Pierre’le ihtiyar, parkın bir yolunda yanyana yürüyordu. Yorulmuş olan Pierre, yanındakine seslendi: -Ölü olmak berbat şey! -Evet ama, ne de olsa ufak tefek iyilikleri var... -Hiç de kötümser değilsiniz. -Sorumlulukları, maddi sıkıntıları yok. Tam bir özgürlük var. İstediğiniz eğlenceyi seçebilirsiniz.” (J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:57) “SAGAMORE - Çok heyecanlıyım. Olağanüstü bir şey umuyorum. EPIFANIA - Budalalık istemez! Tüm bayağı bir şey bekleyin. (Alastair Fitzfassenden ile Patricia Smith içeriye girerler. Erkek, aklının çoğu kaslarında olan görkemli bir atlettir. Bayan, kendi kendini geçindirir türden, sevimli, sessiz, ufak tefek, bir kadın. Alastair’i karısına meram anlatsın diye bırakarak kendisi sessizce masaya yaklaşır.)” (G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:17) “Patikadan tek sıra halinde yürüyerek inmişlerdi: hatta alanda bile biri ötekinin arkasında duruyordu. İkisi de bezden bir pantolon ve gene bezden sarı pirinç düğmeli bir ceket giymişlerdi. İkisinin de başında syah, kalıpsız bir şapka vardı. İkisi de battaniyelerini sıkca simit yaparak omuzlarına asmışlardı. Önde duran, ufak tefek, çevik ve esmer bir adamdı.” (J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:8-9) “Markiz: ‘Yalnız, dikkat et, sevgilim’ dedi, ‘sen bu önemli haberlere böyle çabucak inanıyorsun ya, bu halin yüzünden hısmımız Ancre Düşesi^nin çevresinde bulunanların birtakım ufak tefek dedikodularıyla karşılaşmayasın sakın. Senin bize müjdelediğin bu milyonlardan o yararlanıyor gerçekten. Çayı görmeden paçaları sıvama.’ ” (Stendhal, “Armance”, sa:30) “Eskiden, öğretmenler..... erkek çocuklar için..... oyun yoluyla, ufak tefek yaralanmaları yakınmaksızın kabullenmeyi ve başka birisine ciddi zarar vermeksizin fiziksel güçlerini kullanmayı öğrendiklerini düşünürlerdi.”

(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:167) “ERKEK VE KADIN (Üzgün ve utançlı, kıyıya çıkarlar.) - Eyvahlar olsun! Ne yaptık ki biz?

KARANTİNACI - Yaşamda böyle ufak tefek tersliklerle uğraşmak için bir şey yapmış olmak gerekmez.”

(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:54)

“Katı bir tarafları kalmamış, eriyivermişti insanlar. Ta derinden, ruhları ve akıllarıyla çözüşmüş, belli bir biçimi olmayan sıvıya dönüşmüşlerdi, içlerinde artık yalnızca dayanağı kalmamış bir parça et olan yüreklerinin çalkalanışını hissediyorlar, kadın-erkek bu yüreği mavi elbiseli ufak tefek adama sunuyorlardı, hiçbir şey umurlarında değildi: Onu seviyorlardı.” (P. Süskind, “Koku”, sa:233-4) “... sembolik bir bedel karşılığında on iki aylık bir ayrıcalıktı bu, üstelik görevli Manolo’ya, ‘Unutma,’ demişti, “belediyeden altyapı falan beklemeyin, suyla elektrikten söz etmeye zaten gerek yok, sıçmak için çamlığa gidersiniz, nasıl olsa Çingeneler alışıktır buna, fena mı toprağı da gübrelemiş olursunuz, ayrıca dikkatli olun; polisin, yaptığınız ufak tefek yasadışı işlerden haberi var, dört gözle sizi izliyor, ona göre.’ ” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:12-3) “Mektubu, gazete bayiinin yakınındaki kutuya attı. Vico dei Calafati’ye sapıp kıyıyı izleyen yola kadar merdivenleri indi. Limandaki trattoria <Restoran>’lar kapanmaya başlamıştı; beline kadar gelen kauçuk çizmelerine gömülmüş ufak tefek bir ihtiyar, balıkçı tezgahını hortumla sulayarak yıkıyordu. Deniz istasyonuna kadar Ripa’nın kemerlerini arşınladı, sonra caddeyi aşıp yolunu, katrandan kurtulmayı başarmış tramvay raylarını parmaklıklara dek izleyerek sürdürdü.” (A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:87)

“Zekeriya Hoca da, Bağlarbaşı’nın Kuvvayı Milliye’ye çalışan yiğit mahalle imamına -tabur imamıyken Sarıkamış’ta esir düşmüş ufak tefek, kara kuru Durmuş Hoca’ya- neden benzemesin?” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:63) “Cumhuriyetle beraber toplumun hayatından tekmeyle kovulmuş Osmanlılığın ufak tefeği, süsü, işe yararlılıklarıyla beraber, bütün değiş-tokuş değerini, bütün tarihsel değerlerini, bütün sanat değerlerini kesinlikle yitirmiş, hepsi burada, hiç acımadan çürümeye bırakılmıştı.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:228) “Ama böyle bile olsa, gene de başa çıkılamaz sorunlar olmuştur. Büyük annemin tabutunu nasıl kapattıklarını görmüştüm, onun ne kadar ufak tefek olduğunu da biliyordum. O kapaktan nasıl kurtulabilirdi ki? Onun için, bir kürdan bile ne denli ağırdı.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:16) Ölen ne bir öğretmen, ne de bir okul müdürüydü. Ölen, Susuzçeşme mahallesi çocuklarının ‘İhsan abi’ dedikleri ve mahalle büyüklerinin ‘Küçüklerin Dostu’ lakabını taktıkları, yirmi altı yaşlarında, ufak tefek, kumral bir adamdı.” (C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Küçüklerin Dostu”, sa79) “Vronski o kış albaylığa yükseltilmişti. Alaydan ayrılmış, evinde yalnız kalıyordu..... Dehşetten zangır zangır titreyerek uyandığında, hava kararmıştı, çabucak mumu yaktı. ‘Ne oldu?’ Ne? Korkunç bir şey gördüm düşümde galiba? Evet, evet. Ayı bastırıcısı, ufak tefek, pis, sakalı karmakarışık köylü öne eğilmiş, bir şeyler yapıyordu...’ ” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:675) “Bununla birlikte, şimdiye dek ancak bu kanılarımdan doğan yeni düşünceler bulmaktan, gelecekte ahlak çalışmalarımın parlak tasarılarını yapmaktan zevk alıyordum. Ama günlerim, gene eskisi gibi karmakarışık, ufak tefek bir sürü şeyle dolu, bomboş geçiyordu.” (L. Tolstoy, “Gençlik”, Cilt:I, sa:11) “Anne Serguéievna’nın teyzesi o sırada içeri girdi. Bu, ufak tefek zayıf, avuç içi kadar yüzü olan bir kadındı. Durgun gözleri, beyaz topuzunun altında kötülükle bakıyorlardı. Başıyla oradakileri hafifçe, belli belirsiz selamladı.” (I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:109) “... evet, şu erkeklerin kadınların hepsi de onu görünce ‘Mabel ne giymiş? Ne çirkin görünüyor! Ne iğrenç bir elbise!’ diye düşünüyorlardı gözkapaklarını önce kırpıştırarak sonra sımsıkı kapayarak. Hep kendi

korkunç acizliği, korkaklığı, sinirini bozan o bayağı, su katılmış kanı yüzündendi. Bir anda ufak tefek terzi ile saatler, saatler boyu nasıl olacağını planladıkları oda tümüyle adi, itici gelmeye başlamıştı.” (V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:53) “ ‘ İstifçi değilim -öldüğümde yalnız bir dolap dolusu eski giysi bırakacağım ardımda- ve Louis’e bu kadar çok işkenceye patlayan yaşamın ufak tefek kendini beğenmişliklerine karşı hemen hemen ilgisizim. Ama birçok şey kurban ettim. Böyle demir, gümüş ve bayağı çamurun eğri büğrü çizgileriyle damarlanmış olduğum için bir uyarıcıya bağımlı olmayanların sıktıkları o katı yumruğun içine büzülemem.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:101) “‘Yanında getirdiği dostlarıyla birkaç gün bizim köyde kaldı ve her gün gelip birkaç saatini benimle geçirdi; ufak tefek, sağlam yapılı, dimdik bir ihtiyar; saatlerce yürüyor ve bana mısın demiyor, saatlerce konuşup sohbet ediyordu.’ ” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:155) “-Kafamı bozmayın, yoksa tokadı yersiniz! diye dikleniyordu ufak tefek adam. Bachelard sesini daha da yükseltip meydan okudu: -Bakın kötü olur sonra!” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:19) “Biraz ötede, otuz yaşlarında bir adam iskemleye oturmuş, ya bir şeyler okurdu ya da genç kadınla konuşurdu. Ufak tefek, cılız, uyuşuk tavırlı bir adamdı bu. Soluk sarı saçları, seyrek sakalı, çilli yüzüyle hasta, şımarık bir çocuğu andırırdı.” (E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:9) “Fakat bu ufak tefek, tıknaz, sivri sakallı ve zeki bakışlı adam <Benedetto Groce>, rahatına düşkün bir burjuva görünüşüne rağmen, kılını kıpırdatmadı. Memleketinden çıkmadı ve evinde, kitaplarının meydana getirdiği kale duvarları arkasında kaldı.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:423) “Ölümden sonraki o kısır şöhret, yüzyıllar boyu bir edebiyat hayatı, önündeki sonsuzluk karşısında ona çok küçük gelir. Artık yapılacak ufak tefek işler kalmıştır, ama bunlar da tutarlı ve titizce yerine getirir..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Kleist’, sa:69) “Akşamları, şehrin sakinleri toplanıp eski özgürlükten ve Flamanlarını çok seven iyi yürekli Kral Karl’dan acımayla ve gizli bir öfkeyle söz ediyorlardı. Şehre huzursuzluk hakimdi. Protestanlar gizli kapaklı birleşiyor, ışıktan korkan ayaktakımı örgütleniyor, ayaklanmalar ve askerlerle ufak tefek çatışmalar artıyor, İspanya’dan tehdit dolu mesajlar geliyordu...” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Erika Ewald’ın Aşkı”, sa:66) Ufak ufak : Küçük küçük, lokmalar halinde “Bir yabancının peşine takılıp giden, bir daha da kendisinden haber alınamayan bir çocuktan söz edildiğini duymuştum. Sonradan o adam, çocuğu parçalayıp ufak ufak doğradığını, pişirip yediğini itiraf etmişti. Bir başka çocuk, karanlık bir mahzende duvara zincirlenmiş, altı ay boyunca ekmekle sudan başka bir şey girmemişti kursağına.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:11) “Köylüler tarlalarda, çünkü tohum nemli topraktan çıkar, tıpkı malum yerden çıkan çocuk gibi, ve tohum doğarken çocuk gibi şamataya boğamasa da ortalığı, yedikçe tırmıkları kendi kendine söylenir durur, öylece devrilir kalır, parlar, kendisini yağmura bırakır, ufak ufak çiseliyor şimdi yağmur, neredeyse gözle görülemeyecek kadar belirsiz yağmur damlaları, sapan izi bozulmamış, toprak tohumları kucaklamış, koruyor onları.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:75) Ufak yollu : En azından, kenardan kıyısından, bir az “-Biz balıkçıyız, arabacı değiliz kızım. Paşababanınki gibi atımız yok ki yelesi olsun.

-Bırak şu tuluat ağızlarını. -Yalan söyleme, bayılırsın a... Ama ufak yollu biz de taş mektep gördük. Olmazsa sorduk araştırdık...” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:12) Ufalamak : Haksız olarak para kazanmak, gasp; Hakkından gelmek, dövmek “A dostla.....rr, buna hangi can dayanır? Bizden ufaladığını bari hayırlı bir işte kullansa canım yanmaz... Bu kaparozlar, sokak sokak fink atan kokona kızlarının tango çarşaflarına, havaleli iskarpinlerine gidiyor.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:156) “-Kadının dayısı dümendeymiş. Sorgu yargıcının dostu, bizimkinin kaçtığı evde... -Tamam! Sidikli’yi sızdırdılar öyleyse... Severim kahpeyi... Sidikli’ye biz de çalıştıydık. Kapı yoldaşı olduğumuzdan seni buraya alıyoruz. Gürültü mürültü edersen, canımı sıkarsan, ufalarım!” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:46) Ufalanmak : Parçalanmak, tane tane olmak, toz olmak Bk.: Unufak olmak “BOYLAM Karanlığı raspalayan eğik ışıklar altında yaz boyunca kumullar yaratan eller taşların ufalanıyor yeniden yanında yatman için.” (P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:19) “Ağrı Dağı’ndan İniş * Yokluğun anımsamayla ortak olduğu o sel yatağı da kendi karanlığından çıkarıp koyuyor varlığı orta yere Şimdi efsanenin oluştuğu yer burasıdır işte avuçları arasında ufalanıp yok olmaya başlayınca gelecek zamanın kölesi unutmuşluk” (Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.04.05)

“Tarih Yurdumuzun Adresidir VI .

Roben adası: denizle senin aranda dikiliyorum denize çevrilmiş topun yanında

duyuyorum o topun imgelemimde patladığını patlamayla birlikte havada uçan parçaları

düşünüyorum tuz buz olmuş, ufalanmış.” (Mongane W. Serote<d.1944>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.01.10)

“Çölden Gelen Kadın -------------------------- kavrulup çığlık çığlığa ufalanarak kırmızı kumlara karışıyorlar yokluğa karışıyor çölden gelen kadın kumda onu arıyor adam kumlu sayfalarda izine raslamıyor. (Dane Zack-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.12.07) Ugolin : (BİO.,AÇLIK,PSYCH.) <Ugolin> : XIII.y.y.’da İtalya-Pisa’da yaşamış ve hüküm sürmüş tiran.

İktidardan düşürülüp, iki oğluyla birlikte G u a l a n d i kulesine kapatılmış. ‘Açlık Kulesi’ diye bilinen bu kulede Ugolin oğullarının cesetlerini yemeğe çalışmış. Yeni çağlarda, ünlü ressam Jean Babptiste Carpeaux tarafından onun tablosu çizilmiş. Uğramak : Fırlamak; Geçerken bir yerde duraklamak “Ya Kızıl Takkeliler haykırarak tepenin yamaçlarına iniyor ya da Kara Takkeliler tepeye saldırıyorlardı. Gövdeler birbirine yapışıyor, kardeş kardeşi büyük bir şehvetle boğazlıyordu. Saçı başı dağınık kadınlar bile avlulardan dışarı uğrayıp, erkekleri daha iyi kışkırtabilmek için damlara tırmanıyorlardı.” (N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:12-3) “Yörenin soylu çiftçisinin karısı Mrs. Haines, bataklıkta midesine indirecek bir av görmüş gibi yuvalarından uğramış patlak gözleriyle kaz-suratlı kadının teki, yapmacıklı bir sesle, ‘Tam da böyle bir gecede açılacak konu ya!’ dedi.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:11) Uğraşa dalmak; Uğraşıp durmak : Sürekli olarak uğraşmak, bir işin peşini bırakmamak; işin içinde kaybolmak “Bu, kötü bir topluluktu. İngiliz kızlar, ressam olma çabasındaki Polzinli kızla uğraşır durur, ama işin garibi, onunla bir türlü başa çıkamazlardı. Bu karşılıklı böbürlenmeler hiç de hoş olmuyordu...” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:95) “Bazen üstüne oturduğu koltukta, sonu gelmez bir tüy toplama işlemine girişmiş bulurdu kendini. Eskimiş, lacivert, kadife koltuktaki her mikroskobik beyaz noktayı toplamak gibi sonsuz bir uğraşa dalardı. Mutfak rafındaki bardaklar illa ki belli bir sıraya göre durmalıydı, tabaklar da öyle…” (Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:15) Uğrun uğrun : Gizlice, gizli gizli, gizli bir şekilde “Onbaşı, çavuşa hiç duraksamadan katıldı: ‘Bence de asılmamalı, kurşuna dizilmeli. Diyelim, bizi çağırdılar ve dediler ki: ‘Rusların mitralyöz bölüğünde kaç mitralyöz (makineli tüfek) var, öğreneceksiniz!’ Biz de uğrun uğrun yollara düştük ve Allah saklasın yakayı ele verdik. Aşağılık bir soyguncu ya da cani gibi asılacak mıyız yani?’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:275) Uğur getirmek : Birisine kazanç, hayır ya da bir tür iyilik getirmek (genellikle tesadüfi olup, bu yorum sonradan yapılır!) “... ebenin ilk gözüne çarpan, çocuğun tavşan dudağı oldu. Dudak, sümüklüböcek gibi kıvrık, sol burun deliğiyse yarıktı. Ebe, annesine göstermemeye çalışarak o minicik gonca ağzı zorlayıp açtı, damağın sağlam olduğunu görünce içinden şükretti. Anneye, ‘Sen buna sevin, böyle çocuklar aileye uğur getirir,’ dedi.” (J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:11) Uğunmak, Uğuntu : Süzülmek, bir tekerlek, bir pervane dönerken görünmez hale gelmek; Ağlarken kendinden geçip bir süre sessiz soluksuz kalmak “Sonra, kayıkla birlikte yalpalayan adam kendine geldi. Yüzü bir iyice aydınlandı, kendi kendine güldü, biraz önceki bitkin, gülümsemeyi bile unutmuş yüz, açıldı, sevinçten şakıdı….. Kürekler, kayık, adam, hep birlikte bir sevinç uğuntusunda kıyıya koşuyorlardı. Vasili de kendini bu sevince kaptırmış, o da sevinçten apaydınlık, pır pır olmuş uğunuyordu. O sırada kedi de geldi omuzunun üstüne oturdu, boynunu yalamaya başladı.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, sa:119)

Uğurlamak : Yolcu etmek, geçirmek; bir ölüyü son yolculuğuna geçirmek “HOTEL BROWN ŞİİRLERİ - 6 Uğurladık onu tekneye geceleyin. Dans eder gibi yürüyen bir adam, izledi onu güvertede bir tek bisiklet tekerleği taşıyarak ve gemi ayrıldı ışıklı bir şenlikle.” (John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07) “Mitya, ziyaretçisi olunca daima hücresinden çıkıp aşağıya, ziyaretler için ayrılmış odaya geçiyordu. Alyoşa odaya girerken Mitya’dan çıkan Rakitin’le karşılaştı. İkisi yüksek sesle konuşuyordu; Mitya onu uğurlarken bir şeye kahkahalarla gülüyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” , Cilt:IV, sa:133) “Babam beni limana kadar uğurladı, ara sıra gözü bana kayıyor, huzursuzluk ve merakla yan yan bakıyordu; ne olduğumu, ne istediğimi, niçin orda burda serserice dolaşıp Girit’de yerleşmediğimi anlayamıyordu.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:303) “Sonra bütün kalabalığın duyabileceği bir sesle, ‘Bu kasabada herkes yalancı bibi!’ diyecekti. ‘Bunların hepsi yüze gülücü. Arkandan kuyunu kazıyorlar. Beni İstanbul’a uğurlarken söylediklerinin hepsi yalan. İçlerinde bir tane bile dürüst insan yok. En kötüleri de teyzem. Hem İstanbul da dedikleri gibi bir yer değil. Yakub’un halini görsen anlarsın. İti bağlasan durmaz onun evinde.’ Sonra bibisiyle sarmaş dolaş içeri girecek ve şaşkın kalabalığı dışarıda bırakacaklardı.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:395) “Madam Hannequin kocasını istasyona kadar uğurluyordu, kestirmeden sapmışlardı.

-Ah! Jeannine’ciğim, dedi Madam Hannequin, kocamı yolcu edeceğim. Gidiyor, çağırdılar onu.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:139)

Uğurlar olsun : Geri dönmemek olasılığında kullanılan, güle güle gidin bağlamında vedalaşma sözcüğü (Askerlik, seyahat, yatılı okul vb.) “Poussin Gillette’i dinlerken, Frenhofer, karşıssında kurnaz hırsızlar bulunduğunu sanan bir kuyumcunun ciddi dinginliğiyle, Catherine’in üzerine yeşil bir örtü örtüyordu. İki ressama da hafifsemelerle, kuşkularla dolu, pek sinsi bir bakışla baktı; onları sessizce, titrek bir telaş içinde işliğinden kapı dışarı etti; evinin kapısında da onlara: -Uğurlar olsun, küçük beylerim! dedi.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:50) “Hepimiz kalkar, giderdik. Yaz bizi mezarlığın kapısına kadar götürür, kapıları kilitler, esmer kemikli yüzünü parmaklığa dayayarak kısık sesiyle: ‘Uğurlar olsun!’ derdi. Biz de onu selamlar, ve onu mezarlıkta yapayalnız bırakmaktan üzülür, derin bir sıkıntı duyardık.” (M. Gorki, “Çocukluk”, sa:247)

“Bizden birkaç gün sonra Moskova’ya gelecek olan babam, kapıda başı açık duruyor, kupanın pencerelerine ve yaylıya doğru istavroz çıkarıyordu:

-‘İsa sizi korusun... Haydi sür...’ Yakof ve arabacılar (kendi arabalarımızla gidiyorduk) şapkaları ellerinde haç çıkardılar: ‘Haydi uğurlar olsun... Deh deh...’ ”

(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:11) Uğurlu gelmek : Bir olayın oluşumundan sonra problemin ortadan kalkması, yardımı dokunması, iyiye gitmesi Bk.: Uğur getirmek “Kontesin eli uğurlu gelmiş, ama yine de hekimin iyi olması uzun zaman almıştı. Şatonun arkasındaki güzel kokulu küçük çiçek bahçesinde kontes, henüz iyileşme döneminde bulunan yaşlı adamın yanında sık sık dolaşıp onun, doğanın gücü ve gizleri hakkındaki sözlerine kulak verirken barış çoktan yapılmış bulunuyordu.”

(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:82) Uğurlu kademli olsun : Nişan, nikah ev alımı gibi sevinçli olaylarda tebrik ve iyi günler dileği Bk.: Hayırlı uğurlu olsun “Schulze, bu sırada uzun bastonuna dayanmış olduğu halde bir süre havaya baktı..... Sinsi sinsi gülümsedi: ‘Uğurlu kademli olsun, Wiesenbauer Ağabey! Andress her bakımdan yaman bir delikanlıdır!’ dedi.” (Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:21) Uğursuz uğursuz : Sanki yakın bir gelecekte bir keder getirecek ve mutluluğu bozacak gibi; insana kötülük getirecek bir ilenci simgeleyen bir olay ya da görüntü “Gemilerin ışıkları nehrin üzerinde bir aşağı bir yukarı oynaşıyordu. Daha Batı’da, nehrin iç kesimlerinde dev kentin yeri gökyüzünde uğursuz uğursuz belli oluyordu; gün ışığında toplaşan, yıldızların altında korku salan bir parıltı.” (J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:34) Uh : Of, oh, uh; Uh anam; Uh kölen olam <inleyerek> “‘Ana satma beni. Ana kıyma bana. Ana ben sensiz edemem.’ Hayır anam sattı beni. Nemrud dağına baka baka, ağlaya ağlaya ayrıldım Tatvan’dan. Uh... Ben çektim neler... Van’dan geldik ta Gönyüğe kadar... Tatvan’ı bilen var mı? -Hayır. -Zamanında Nemrud’un kırk devesi orada taş kesilmiş bir sıra durur. On yaşında bir akşam oradan yalnız geçerken aha o develerden biri canlandı ve kovaladı beni: Bayıldım. Ağzım kilitlendi.”..... “Bir elini kadının oyluğunda gezdirirken, ‘uh anam, olmaz vallah’ diye bir sıçrayış sıçradı Fatma”..... “-Uh kölen olam. Sen efendisin. Acı bana. Hüseynim öldükten sonra harama uçkur çözmedim. Dokunma bana. Hüseynimin üstüne erkek istemem.” (P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:44-5) Ukala; Ukala dümbeleği; Ukalalık etmek : Herşeyi bildiğini sanan, ukalanın dik alası (Argo) “Bu ülkede buna karşılıklı ukalalık mı, yoksa konuşma sanatı mı denir? Beni böyle konularda aydınlatmalısın, ukala bir İngiliz sana şöyle derdi: ‘Bana on tane sigara verin, size büyükannemi satarım.’ Buradakılar yalnızca beş sigara için büyük annelerini satarlar; ukalalıklarını da ciddiye alıyorlar.” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:253-4) “EMEL - Beni kendi silahımla vurmaya kalkışıyorsun ha.. TEKİN - Anneciğim... EMEL - Hala seni tam yetiştirmiş. Bir ukala dümbeleği haline getirmiş. (Hala girer.) (S. Engin, “Suçlu”, sa:49) “FAUST - Yazılı bir şey de mi istiyorsun, ukala? Sen şimdiye kadar ne bir erkeğin ve bir erkek sözünün ne olduğunu öğrenmedin mi? Ağzımdan çıkan sözün, yaşadığım müddetçe ve sonsuza kadar geçerli olması yeterli değil mi?” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:81-2) “Sekreterler, başlarını defterlerinden kaldırmış, saygılı bir dikkatle bu serin sözleri dinliyorlardı. Baş sekreter, havayı iyi bularak sordu: -İşittiniz mi bu mendeburun yediği herzeleri? Hafız hayretle başını kaldırdı: -Hayrola, bir ses işittik ama, size miydi? -Kısmen bana, ukala dümbeleği.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:238)

“Masal şu: Solon, Krezüs’ü ziyaret eder. Krezüs ona birkaç gün sarayının zenginliklerini gösterir. Krezüs, kendisinin dünyanın en mutlu adamı olduğunu sanarak, Solon’a dünyanın en mutlu adamının kim olduğunu sorar. O da Hamurabi zamanından kalma ‘Fazilet iyidir, fesatlık yapmak kötüdür’ yollu hikmetlerden ukala dümbelekliğine soyunur. ‘Atinalı filan feşmekan vardı; çalıştı, çocukları, torunları oldu, sonra yurdu uğruna öldü, işte o en mutlu adamdı’ ”der. (Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:37) “RUPRECHT -... Parmaklığınn yanında Eve duruyordu. Göğüslüğünden tanıdım. Yanında da bir adam vardı. ADAM - Ya? Bir adam ha? Kimmiş bakalım bu, ukala dümbeleği?” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:44) “İl başkanı kahve söylemeyi bahane ederek katibin odasına geçti: -Tam çattık ukala dümbeleğiyle, dedi. Zile bastı, odacıya: -Git şurdan, az şekerli söyle!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:190) “Pedro Camacho’nun neden ayak işlerinde kullanıldığını, neden ona redaktörlük yaptırılmadığını sordum. Doktor Rebagliati, tahmin ettiğim gibi yanıtladı sorumu: -Yazmayı bilmiyor da ondan! İddialı, ukala bir herif, kimsenin anlamadığı kelimeler kullanıyor; gazeteciliğin inkarıdır bu.” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356) “Ve göklerin derinliklerinde Tanrı dile geldi: ‘İşte bunlar için. O dediklerini bunlar için yarattım. Senin işin ne burada ukala dümbeleği? Çık dışarıyaaaa! Defol buradan, defol!’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:42) Ulamak : Birbiri ardı sıralamak, bir diziye sokmak

“Kasım: ‘Kızlar, bunları bağlayacak uzun ipleriniz var mı?’ Kızlar kuşaklarını çıkarıp birbirine uladılar. Kasımla temir eşkiyaları anadan doğma soydular, kuşaklarla onları birbirlerine tirkediler.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:455) Ulak : Haberci “Düşünmek ona zor geliyordu. ‘İzin almalıyım,’ diye geçirdi içinden, ama babasından utanıyordu, çünkü onu kendini zorladığını biliyordu. Ayakta kalmaya gayret ediyor, güçbela çalışmaya devam ediyordu, ta ki o korkunç 19 Ekim gününe kadar. Yine kendini çok yormuştu. Neyim var? İçeri bir ulak girdi. Babasından bir telgraf getirmişti: ‘Eduard şehit Sırbistan.’ Ondan sonrasını hatırlamıyordu.” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:108) Ulan (‘lan, ula, ule, ulen); Ulan hadisene; Ulan kahbe oğlu : Argo’da birine kabaca hitap şekli; Anadolu’da samimi kimseler arasında, ‘ lan’, ‘ülen’, ‘ ulan’ şeklinde, hakaret ifade etmeyen normal sayılabilecek konuşma adabından; oğlan’dan gelir, ‘ey!’ -; Bir şaşkınlık ünlemi “Ulan bu çiviyi de kim koymuştu cebine? O piç Abdullah yok mu? O canım çocuk. O çilli, esmer yüzlü, badik burunlu, Karakaplan kulübü santrhafı canım oğlan Abdullah.” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:11) “-Ulan Hurşit! Böyle önüne gelene selam durma huyun olmasa seninle çoktan nişanlanırdım, deyiverirdi. Kamorot İrfan’ın New York malı çirkin kravatı hırstan parmaklarının arasında burum burum buruştururdu.” (S.F. Abasıyank, “Kayıp Aranıyor”, sa:14)

“Kimi, sinemanın bir kocaman balık olduğunu, kimi çingene gırnatası, kimi bir genç kız, bir parlak oğlan olduğunu söylemişti. Sonra bütün mahallle Capon’la alay etmişti. O: -Enayiler, demişti. Sanki ben bilmiyor muyum sinemayı? Hödük’ü denemek için sordum. -Nasıl ulan, demişlerdi. Söyle bakalım? -Nasıl olacak, demişti, karanlık bir yer.” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Kalorifer ve Bahar”, sa:19) “Bir cıgara molası esnasında sarışın amele, yardımcısı Salih’e: -Bana bak ulan, dedi, numaracı! Beni eşek yerine alma. Namusum hakkı için, bir kafam kızarsa, atarım denize seni. -Bir halt edemezsin, diye söylendi Salih. -Görürüz... dedi öteki.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:13) “Oğlum saçlarını uzatır, ata biner, araba atlarını sürer, rüyasında atlar görür; ben de ayın yirminci günleri geri getirdiğini gördükçe mahvoluyorum. Çünkü faizler işliyor. (Kölelerinden birini uyandırır.) Ulan lambayı yak; git bana hesap defterimi getir de kimlere borcum var göreyim, faizlerin hesabını yapayım.” (Aristophanes, “Bulutlar”, sa:11)

“Mangalın başında kabukları yarılmış, kızarmış kestaneler diziliydi. Bir kıvılcım sıçradı. Canı pek istemiyordu ama kabuklarını soydurup biraz alsa belki... Kestaneci bağırdı:

-Ne dikildin orda ulan; yol üstünde maşatlık taşı gibi. Bas git hadi!” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:106)

“B. REİSİ - Vallahi doğru bir şey değil amma, hareketlerinizin sorumluluğunu en sonunda sizler

taşıyorsunuz. Ben bahçıvan Ahmet için ve sizin için bunu duymamış olabilirim. Jandarma dairesi koridorun sınundaki oda.

KOMİSER - Tamam gidiyorum. Ulan komiser Kocabıyık, sen daha ölmemişsin, bu buluşunu pek beğendim.”

(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:93) “ ‘Çayırı söktüm, merayı kendime tapulattım!’ dedi. ‘Dul gelinlerle de işimi uydurdum, ırzalarıylan.’ ‘Avradım neye tek olacakmış? Kav çakmak benim!’ ‘Bana heç karışamazsın ulan!’ dedi.” (F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:98) “Ahmet de yumurtayı soyup üçe böldü. Cemal: ‘Ulan Bozoğlan, oldu olacak, yumurtayı da garıştır şuna!’ dedi. ‘Aşşa mehalleli olduğunu yer yerde

belli ediyon gahbecik!’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:23) “Aklı suya erdi: ‘Ulan İbiramı sevkettiğim yetmemiş mi?’ Öğretmenle Muhtar dediler ki: ‘Asiye’yi de yollayacak...’ ‘Ne yapacaklar Asiye’yi?’ Bekçi güldü: ‘Okutacaklar!..’

‘Ee ulan, bütün gızların okuması kanunda var mıdır?’ ” ..... “Durana birden: ‘Otur ula Mısdava!’ dedi. ‘Yahu, nedir bu dürzünün çalımı? Tos tos tos!.. Ne yaptık biz buna? Daha demin kendi kendime dedim ki: Söze baksa da evlendirsek! Böyle demedimse evime varmayım! Şuna bak!’ ” (F. Baykurt, Onuncu Köy”, sa:12;23)

“Sonra, arkada oturan karısına dönüyordu: ‘Ulan Haçça, ineği de temelli sana havale ederim gayri. Buza besle, süt biriktir, yağ yap, karışmam...’

”..... “Haçça güldü: ‘Ulen Ahmet, yazık sana! Acık zorla ulen kendini.’ Ahmet, ‘Ben aşşa enmeden bir çöydürecem.’ dedi.” ‘Aferim!’ dedi Irazca. ‘Tek çöydür de enmeden çöydür.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:19;73)

“‘HEY, SEN! diye bağırdı. Çocuk dönüp baktı. Sears parmağını ona doğru uzattı. “SENİ HARCAYACAĞIM ULAN SENİ! HAZIRLIKLI OL, YARIN B İTİRECEĞİM İŞİNİ! HARCAYACAĞIM ULAN SENİ!’ ”

(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:51) “‘Tam eğilip yerden kaldıracağım sırada, yattığı yerden başladı tekme atmaya. Ben de dizimle bir çıkış

yaptım, kafasına da iki tane indirdim. Suratı kana bulandı. ‘Bu tayın kafi mi ulan?’ diye sordum. ‘Evet,’ dedi.’ ” (A. Camus, “Yabancı”, sa:34)

“Sarı köpeğin yanından geçerken duraklar gibi oldu. Başını salladı, öfkeli: ‘Hay domuz hay!.. Sen burada güneşte keyiflen, benimli içerde, taşların üstünde inleyip ağlasın... Ulan hak mı bu, hak mı?’ ” (P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:80) “ ‘Elbette,’ diyordu Baudolino, ‘Friedrich’e senin gibi ipten kazıktan kurtulmuş biri yerine Gradal’i götürebilseydim...’ ‘Neden götüremeyesin,’ diyordu Zosimos. ‘Uygun çanağı bulman yeterli...’ ‘Hah, şimdi de çanak oldu. O çanağın içine sokarım şimdi seni! Ben senin gibi bir sahtekar mıyım ulan!’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:284) “-Ulan hırt, dedi beriki, laf edeceğine gel de yardım et. -Hadi oradan ulan, adam ol da yol ortasında kalma.” ..... “Evde olduğu ve karşılaştığı zamanlar da, arada bir Hasan’a, ‘Hey Hasso, Kürt Hasso... Gel ulan buraya... Git şuraya’ ve benzeri emirler verirdi.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Ağır Ol, Gelen Var;Kürt Hasan”, sa:40;166) “KARAGÖZ: Yanlış ağa yanlış, ben Acemin liralarını falan almadım. Bana birkaç tane enginar bırakmıştı. İşte onlar bende kaldı. Kendi gelip almadı. TUZSUZ: Ulan ben dinlemem. Ya herifin paralarını geri ver ya da ölümlerden ölüm beğen.”..... “Şimdi, albaya teslimdik. O dosyaya şöyle bir göz attı, okudukça yüzünün hatları geriliyordu. Birden başını kaldırarak: -Hımmm, dedi, demek meşhur kaçak İsmayil sensin. -Evet benim efendim. -Ulan seni kaç kere Cihangir’den, evden aradık, hep yok dediler. Hangi cehennemdeydin? Doğum tarihin 1926. Yirmi dokuz yaşına gelmişin, kaçak kaçak nerelerde ne işler yapıyordun?” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:60;272-3)

“Delikanlı: -Ne halin varsa gör! deyip geri döndü. -Hey, dur hele! Seni kim ıslattı böyle? Fena pataklamışlar ulan...” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:62)

“Köylü isteksiz isteksiz başını kaldırdı. Tahsildarı tanımıştı. Aynı sesle yanıt verdi: ‘Ne istiyon, Hasan efendi?’ ‘Getir ulan öküzleri, çabuk...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:94) “Teğmen gittikten sonra, Şvayk ortalığı süpürdü, eşyaların tozunu aldı, evi bir güzel toparladı. Akşam teğmen geri döndüğünde tekmilini verdi: ‘Her şey yolundadır, komutanım. Yalnız kedi bir yaramazlık yaptı, kanaryanızı mideye indirdi, efendim!’ ‘Sen ne diyorsun ulan?’ diye böğürdü teğmen.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190) “‘Buraya gel ulan uyuz, ulan it, yılan kafa, kısa bacak, kıl kuyruk, yarım tonluk mendebur’, diye köpek bakıcısı birden bağırdı. Kayışı elinde bir başka türlü tutuyor, sesi canlı ve gür çıkıyordu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:50) “AMERİKALI ER - No! No! (Sonra kendisinden daha güçlü biri tarfından itilir, bedeninin hemen hepsi dışarıda kalır; yalnız bir ayağı içeride kalmıştır ve kapının tümüyle kapanmasını önlemektedir.) I am not

drunk! I want some brandy! Konyak brandy ! <Ben sarhoş değilim! Ben biraz brandi istiyorum, konyak brandi.> PATRONUN SESİ - (Barın içinden) Bas git dedik ulan sana, anlamadın mı?” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Jurtulmalı’, sa:120-1) “-Düğün var galiba bir yerde bu gece? -Soralım çalgıcının kendisine... nerede imiş düğün bakalım?... -Düğün olsa ulan, yalnız bir tek kemancı mı gelir; hani bunun utçusu, tefçisi, çengileri nerede?”

......................... “Reha Bey gürledi: -Otur oturduğun yerde be, işin yok mu senin? Tornavida (Hasan) fena halde bozuldu ve bu bozulmanın acısını Etem’in ayısından aldı: -Ulan, ayıoğlu ayı, haydi git sen de ağaçların altına da orada müzika <müzik> dinle! Nazlı’cığın bu hali, Çakır Emine’ye fena merak olmuştu; bir aralık dayanamadı, -Ben azıcık Nazlı ablanın yanına gidiyorum!..., deyip kalktı, Nazlının yanına yollandı ve Tepebaşı’nda çalan ‘Karmen’ bitinceye kadar orada kaldı. Sonra, ikisi de kolkola ve kırıta kırıta geldiler.”

(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:88;240)) “... İlerledi, yakından süzdü, derken kahkahayı koyuverdi. ‘Ulan siz ha, vay serseriler! Dillerinizi ağızlarınıza geri tıkın bakalım. Korkudan patlamasın diye pantolonunuzun düğmelerini sıkı tutun. Bu ne gurur böyle benim cesur Galilelilerim!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:322)

“Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım, yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına, ‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim. Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak, ‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp oynamak için iner.’ İçini çekti: ‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için, kasabaları basardım be! Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı: ‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’ Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233)

“... ya da çakıl taşlarını fırlatacaklardı ya, şarapçı gene de çekimserdi bu işte. Herkes fırlatsındı hele. En çok da, günlerdir palavrasından geçilmeyen arabacı Kel Mıstık fırlatsındı. ‘Nasıl? Demedim miydi..? Ulan, bir baktım herife, dedim bunda hacı gözü yok!...’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:6) “ ‘Ankaraya hiç hiç gitmediniz mi?’ ‘Ne işim var Ankarada. Ankarada babamın evi mi var, yoksa bol balıklı deniz mi? Ne işim var benim be benim Ankara çölünün ortasında! Ne biçim adamsın sen be! Boyuna saçma sapan sorular soruyorsun sen be! Sen Rus cephesinde zokayı yutmuşsun be! Sen oradan terelelli dönmüşsün. Yoksa adam şu güzelim kiliseyi yıkar mı ulan terelelli. Ulan sen asker kaçağısın.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:294) “Bir minibüse dolmuştuk. Edirnekapı şehitliğine gittik. Bayburtlu: ‘Ule, ule, ule,’ diye bir şaşkınlık çığlığı kopardı ilk olaraktan.” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:195) “‘Bilir... bilir o. Uskumrular gidince arkasından da kılıçlar gitti. Boş ver balığa da, geçen gün bir horoz aldım Adapazardan. Bir horoz ki, kaplan gibi...’ ‘Allah belanı vermesin ulan hergele. Zaten senin ipinle...’ ” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:184) “Hösük:

‘Ne dedin ulan, Veli Ağaya ulan?’ diye sordu. ‘Ulan it dölü...’ Aşık Ali: ‘Ne diyecek,’ dedi. ‘Çukurovada ne kadar traktör var, onu sormuştur herhalde. Ne soracak başka? Öyle değil mi Memet?’ ” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:38)

“Süleyman: ‘Ula’ dedi, ‘deli deyyus, ahacık Değirmenoluk köyü şu dağın arkacığında. Geldiğin yolu bilmiyor musun?’ ”..... “Küfrederek çocuğa doğru geldi. Ağzından köpükler saçılıyordu: ‘Ulan, anasını atın tepelediği köpoğlu köpek... Keçiler ekini geçirdiler. Sen durmuş seyredersin burada...”

(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cild:I, sa:22;41) “Şoför sustu sustu, sonra birden parladı: ‘Ne olacak! Ne istiyorsun yani?’ ‘Ulan ne istiyorsun var mı? Öldürdün, bitirdin ulan... Geri dön de şu yolcuların haline bak, insanlık halleri kalmış mı hiç?’ ” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:56)

“Haydi ulan baldırı çıplak. Bir kız deve değildir ki iki yerinden boğazlana.” “Boynun altında kalsın ula Kel Vezir’in oğlu. Boynun altında kalsın ula senin.”

(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı” , sa:71;72) “Sabah, beni sarsan bir elle uyandım. Yatağın ayak ucunda bir adam ve bir kadın dikilmişti. ‘Burada ne olup bitiyor ulan?’ diye bağırarak sordu adam. Ben de ‘Burada genç bir adam vardı!’ diyecek oldum. ‘Ah o pezevenk!’ diye haykırdı adam. ‘Kalk ve defol!’ Kalkınca iğneden ipliğime, bavuluma dek ne varsa soyulup sovana çevrildiğimi üzüntüyle saptadım. Allahtan kadın bana acıdı.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:61-2) “Kendini toparladı Bekir. Hazırladığı özür sözlerini son anda yuttu. Şöyle iki adım geri çekilip adamı tepeden tırnağa süzdü. ‘Dikkat etsene ulan, gittiğin yere baksana! Kör müsün?’ dedi.” (Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:116) “Birkaç saniye sonra, duvardan başka bir şey göremez oldu, ama elleri hala tepeye tutunuyordu. ‘Ulan Köle, bunu sana ödetmezsem Allahsızım, kızın önünde ödeteceğim bunu sana, kayar da bir tarafımı kırarsam aileme haber verirler; eğer babam gelirse, ne var diyeceğim, beni okuldan kaçtığım için attılar, ama sen, orosupuların peşinde koşmak için evden kaçtın, daha beterini yaptın.’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:169) “<Balaguer> Gazcue’deki evine geldiğinde saat dokuz buçuk olmuştu.... Kirli giysileri çıkarırken olanları anlattı. Mireya’ya kardeşine telefon ettirdi. General Virgilio Garcia Trujillo’yu, Şef’in öfke krizinden haberdar etti. ‘Üzgünüm bacanak, ama sana ihtarda bulunmam gerekiyor. Yarın sabah ondan önce büroma gel.’ ‘Delik bir boru için mi bu kadar şamata, ulan!’ diye bağırdı Virgilio alaycı bir tavırla. ‘Herifin tafrasından geçilmiyor!’ ” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:380-1) “‘KURTARALIM KURTARALIM KURTARALIM.’ diye parçalanm aya başladılar. Ulan ne dünya be! Kim kimi neden, nasıl kurtarıyor ki? HE, HE, HE!” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:96-7) “Subay öfkeyle bağırdı: -Sıralarınıza girin ulan! Yoksa... Aaa şuraya bakın! Bu Mrs. Hamilton. Gününüz aydın olsun Mrs. Hamilton, sizin de Mister. Ama siz benim askerlerimi disiplinsizliğe yöneltiyorsunuz. Serkeşliği himaye etmek istemezsiniz değil mi? Bu köpeklerle uğraşmaksızın başım belaya giriyordu.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:403)

“SETH - (Yaşlılığın verdiği bir fütursuzlukla Minnie ile yarenlik ederek onu kendine çekmeye çalışır. Şarkı söylemesi onu etkilemek içindir. Sırıtarak, kadını dirseği ile dürter.) İhtiyarım ama nasıl şarkı söylüyorum ha? vaktiyle heyamola şarkılarımla ünlü idim.” (Ames’e dönerek sevinçle.) Ulan Amos, eğer şu haber doğru ise, bu gece kasabada ayık adam kalmaz... Bunu kutlamak vatani görevimizdir.”

(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:18) “Refik: ‘Aaa, ben de siz iyi kötü eğleniyorsunuz sanmıştım!’ dedi. Ömer: ‘Ne vardı, ulan, eğlenilecek ne vardı?’ diye bağırdı.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:328) “ / ‘... ünlü artist Elizabeth Taylor son yirmi yılda çarşaf içine girseydi, şişmanlığından utanıp akıl hastanesine düşmeyecek, mutlu olacaktı. Afedersin hocam, bir soru sorabilir miyim: Niye gülüyorsun hocam, lafım çok mu komik? (Bir sessizlik.) Söylesene ulan şerefsiz ateist, niye gülüyorsun?’ / ” (O. Pamuk, “Kar”, sa:49) “Cep fenerini taşıyan, ‘Kapa gaganı ulan Polonyalı,’ diye homurdandı. ‘Senin İsa’n çoktan öldü. Gönüllü gittiği Somme savaşında şehit düştü.’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Seveceksin”, sa:19) “Çavuş sakin bir sesle: ‘Fransa’nın başı belada diye saatimin ayarını bozacak değilim herhalde,’ diyor. ‘Saat ayarı kaldı mı ulan Fransa’da, salak! Marsilya’dan Strasbourg’a kadar bütün saatleri Alman saatine göre ayarttılar zorla.’ ” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:325) “PETRUCHIO - Hadi edepsizler, hadi gidin getirin benim yemeği. (Uşaklar çıkarlar, şarkı tutturur.)..... Zevkine bak Kate; su getirin buraya; hadi be: nerde benim köpeğim Troilus? Ulan hadisene, amcazadem Ferdinand’a da söyle gelsin buraya..... Nerde benim terliklerim? Su nerden geliyor? (Biri suyla girer.) Hadi Kate elin yüzünü yıka, için ferah tut. Ulan kahbe oğlu külhan devirirsin ha? (Vurur.)” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:85) “PERDE I, SAHNE I FLAVIUS - Haydi eve, sizi tembel mahluklar, evinize; bayram günü mü bu? Bilmiyor musunuz ki işçi kısmı, mesleğinin nitelik göstergelerini takmadan iş gününde gezinemez. Söyle, sen necisin? ------------ MARULLUS - Gördüğün iş nedir ulan, zevzek herif? Ne iş görürsün?” (W. Shakespeare, “Julius Caesar”, sa:3-4) “CAIUS - Ne oluyor bilmiyorum ama, Almanya dukası mıdır nedir, büyük hazırlıklar yapıyormuşsunuzdur onun için. Vallahi sarayda beklemiyorlar, duka falan yok. Size iyilik yapayım diye söylüyorum hani. Allahaısmarladık. HANCI - Tut ulan alçak. Koş. Yardım et şövalye. Hapı yuttum. Koş, çabuk yakala. Ulan, koş teres. Bittim.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122) “APOLLOODORUS - Yavaş evlatlarım, yavaş gözünü seveyim. (Birden korkuya kapılarak.) Ulan yavaş dedik, itoğlu itler. Kıç altına yatırın. Tamam. FTATATITA (Hamallardan birine bağırarak) - Üstüne basma. Üstüne basma, koca hayvan.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:97)

“-Bağırma ulan! Sen bugün kendine sövdüreceksin de bizi orucumuzdan edeceksin. Sahibini unutmalısın ki ben sana sormalıyım!” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:23) “ Ertesi sabah asker helallaştı. Herbiri bir tarafa dağıldı. Kavlak bir de baktı ki, bir ben, bir Hamo dayı, iki de kendi köyünden delikanlı... ‘Siz ne beklediniz ulan?’ dedi, ‘bizim de eksiğimiz, gediğimiz var.’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:46) “Pelvan Keramet Efendi, sıçrayıp koştu: -Şöyle... Şuraya... Olmaz orası efendim!.. Şöyle getirin. Ulan Üzeyir misin ne karınağrısısın...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:163)

“Huysuz ihtiyar ölünce, ‘Ulan oğlum Sedat, vurdun gözünden turnayı’ dedi arkadaşları. ‘Gördün mü, ev sana kaldı, herif hayırsız mayırsızdı ama, al işte, sana başını sokacak bir ev bıraktı!’ ” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:17) “Güverte parmaklığının üzerine tırmanan Pocks, kaptan köşkünün üzerine uzanmış, uyumakta olan Chicao’ya seslendi: ‘Hey Chicao <Çiko>, yelkenler toplanacak! Uyuklamanın sırası mı ulan?’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:9) “Hıçkıranlar Laure’la Jules’dü; gürültüden uyanmışlar, kapısı açık duran odadaki bu alev alev aydınlığı görünce, yataktan fırlamışlar, arkalarında entarileriyle oraya gelmişlerdi. İçerde olan biten şeyleri görmüşlerdi, korkudan ağlaşıyorlardı. Buteau, çocukların üstüne saldırdı: -Ulan cenabet piçler! diye haykırdı, eğer boşboğazlık ederseniz, ikinizi de boğarım. Alın size, kulağınıza küpe olsun.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:372)

“Tabancam yanımda değildi, bereket. Yoksa bir kurşunda yere sererdim. Herife: ‘Bas git ulan!’ demekle yetindim.”

(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt: I, sa:36) Ulema kesilmek : Yeterli eğitim ve deneyimi oolmadığı halde, özel bazı konularda (din, hayat, para, siyaset vb) akıl hocası olmak “Okuma yazma biliyor muydu? Bu da belli değildi. Yazılı, basılı her şeyden pek çekinen, resmi herhangi bir evrakla karşılaşmaya görsün, şeytanı yanı başında yakalamışçasına irkilen Hacı Teyze, iş rakamlara gelip dayandı mı, ulema kesiliyor, mesela para meselelerinde kuruş sektirmiyordu.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:207) (L’) Ultima che se perde e la speranza : (İTA.,PSYCH.,KOLL.) <L’ulti’ma ke se perde e la speran’za> : Son kaybedeceğimiz şey, ‘ümit’tir = The last thing we lose is ‘hope’; Ultimum vale : (LAT.,KOLL.) <Ulti’mum va’le> : Son ‘Allahaısmarladık’ = The last ‘farewell’ Ultra : En yüksek nitelik, üst, en iyi “Fabrice’in komplo kurmaya hiç mi hiç niyeti yoktu; Napoléon’u seviyordu, soylu kişi niteliğiyle de başkasından daha mutlu olmak amacıyla yaratıldığına inanıyor, bütün kentsoyluları gülünç buluyordu..... Romagnano’ nun biraz uzağında, ünlü mimar San Micheli’nin başyapıtlarından biri olan şahane bir konağa yerleşti. Ne var ki, bu güzelim yapıda otuz yıldan beri hiç kimsecikler oturmamıştı; öyle ki her odaya yağmur yağıyordu, hiçbir pencere kapanmıyordu. Orada işleri yöneten adamın atlarını alıp, bütün gün at sırtından inmiyordu. Hiç konuşmuyordu, düşünüyordu. Ultra bir aileden bir metres edinme öğüdü pek hoşuna gitti ve buna harfi harfine uydu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:113) ultra nemo scit quid contineatur : (LAT.,) <ultra nemo sit kuid con’ti’ni’tur> : “Kimsenin içinde neler gizlediğini bilmediği (Atlas) Okyanus” “Peki ama üzerinde yaşadığı topraklar neden bu denli küçük kalsın? Bu ölümlü, coğrafi dünya neden bunca sınırlı olsun? Dört bir yana deniz var, deniz ve yine denizle çevrili o bilinmeyen, ayak basılamayan kıyılar ile ötesi görülmeyen ‘ultra nemo scit quid contineatur’, yani kimsenin içinde nelere gizlediğini bilmediği okyanus. Sadece güneye, düşler ülkesi Hindistan’a, Mısır üzerinden ulaşan bir yol olduğu bilinmektedir, ama o yol da dinsizler tarafından kapatılmış durumdadır. Herkül Sütunları’nın ötesine, Cebelitarık Boğazı’ndan geçmeye hiçbir ölümlü cesaret edememektedir. Dante’nin sözleri uyarınca, artık sonsuza dek tüm maceraların son durağı olacaktır: ‘İnsanlar öteye geçmesinler diye Herkül’ün direkler diktiği dar geçide...’ (Dante Allighieri, İlahi Komedya, Cehennem, XXVI, sa:106) Ah, ‘mare teberosum’ a (LAT.) <mare tebe’rozum> : “Karanlık Deniz” <Yine Atlas Okyanusu > açılan hiçbir yol yoktur, burnunu bu karanlık çöle çeviren hiçbir gemi geri gelmeyecektir. İnsanoğlu bilmediği

bir mekanda, boyutlarını ve biçimini herhalde asla keşfedemeyeceği bir dünyada hapsolmuş halde yaşamaya mahkumdur.” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:19-20) Ulu : Yüce, mübarek, yüksek; Tanrı “3- Ölüm Ağacı Minnetimde, ey ulu, dalları uzun ağaç Ben ve mızrağım fışkıran dallarına ulaşırım - Ey ulu, minnetin suretisin Yarın önünde eğilip diz çökeceğimsin...”

(Anter El Abasii-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.09.04) “Denizde bir yolculukları, o görkemli kıyı kentlerinin sokaklarında geçen bir serüven, yüksek tavanlı salonlarda, dizi dizi sütunların arasında, ya da o debdebeli evlerin bahçesinde, ulu ağaçlar altında bir gezinti, Virgile’in nefesiyle dopdolu olan ve bambaşka bir ruh taşıyan bu tablolardaki yapılar Antik Çağın havasına ne güzel uyuyordu, yüzyıllardır el ele vererek, antik anıtların benzeri diye bir yığın ruhsuz ve anlamsız yapıyı bize yutturan o sözde mimarlar kuşağı, ne vakte kadar sürdürecekler bu yalanı?” (Michel Butor, “Değişme”, sa:71) “AÇIĞA DEMİRLİ BİR GEMİDEN Dağın eteklerinde orman- çam, sedir, ulu çınarlar... Birbirini seyrediyor aynasında denizin. Çamlar pürleriyle suskun, sedirlerin gözleri uzakta, ‘Ölünceye kadar seninim’, diyor denize kendi gölgesinde yanan bir çınar.” (Cevat Çapan<d.1933>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:216) “Tarihçiler ve vakanüvisler <Tarih yazarları> -Tanrı onlara rahmet etsin- şöyle rivayet ve hikaye ederler ki: Horasan ülkesinin padişahı ve Celalettin Harizmşah’ın amcası olan Alaaddin Muhammed Harizmşah, ulu ve heybetli bir adamdı. O ülkelerin büyükleri ve sultanları tamamiyle onun kulları ve uyruğu idiler.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:1) “M İDAS’IN MEZARI (Epigrammaları’ndan)

Tunçtan bir bakireyim, duruyordum Midas’ın mezarında; aktıkça sular, çiçek açtıkça ulu ağaçlar ışıyıp durdukça güneş ve pırıl pırıl ay çağladıkça ırmaklar, deniz kabardıkça durup nice gözyaşlarının mezarında diyeceğim hep gelip geçene: Burada yatıyor Midas.” (Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:99)

“Yaşlı kadın ulu bir çınarın altına oturmuş, iki gündür yerinden pek kıpırdamamıştı. Kimbilir kaç asırlık dev ağacın altında, kahverengi deriden yapılmış sert valizinin üstüne tünemiş durumda, öylece bekliyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:9) “KUZEYL İ KIZ KARDE ŞİM ------------------------------------- Ve ilerler içine ormanın ve bana avuç dolusu kar getirir, ulu bir köknar, bir yabanıl kekik tadı, yalnızca kendi sevincinin tadı olan- ölümü de içeren

açık tuttuğu korkusuz yollar.” (Grace Nichols<d.1950)-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08) “Yapraksız, çıplak kalmış ulu ağaçlar işte; Sürüleri sıcaktan korurlardı eskiden. Yeşil yaz ekiniydi: şimdi devrilmiş de. Aksakal, salkımsaçak şu arabada giden.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:12, sa:65) Ulumak : Kurda ve köpeğe has özel ses çıkarma; Onlara benzer bir sesle haykırmak; İniltili ses çıkararak boğuk boğuk ağlamak “Her zamanki gibi uzun, siyah bir palto giymiş, geniş kenarlı şapkasını yüzüne iyice indirmişti. Kör gözü lacivert bir çukur, diğer gözünde ise tozdan sarı bir parıltı vardı. Bana doğru baktı ve gülerken ulur gibi bir ses çıkardı. Sarhoş olduğunu düşündüm. ‘Melun!’ diyerek bana sövdü. ‘Sefil!’ ‘Jesus, Maria y José!’ diye bağırmak cesaretini bularak baş parmağımı işaret parmağımın üstüne koyup haç işareti yaptım ve kötülüğü uzaklaştırmak için onun yüzüne doğru tuttum.” (Rudolfo Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:223) “... düşünüze giren bu yüz, vagonun pencerelerinden yamaçlara vuran ışık dörtgenleri içinden kayıp giden otların arasında belirip siliniyordu, düşünmemeye çalışıyordunuz artık, kalbinize bıçak gibi saplanan ve içinizde ulumaya başlayan acıyı susturmaya çalışıyordunuz.” (M. Butor, “Değişme”, sa:108) “Birden evin içinde sert bir rüzgar esti ve köpek uluyarak üstüme atladı. Yüzümü korumak için kolumu kaldırdım, bağırarak bir şey söyledim ve etkisinin ne olacağını görmek için bekledim.” (P. Coelho, “Hac”, sa:85) “Şu çam iğnelerinin üzerinde, Byron’un Teresa’sının -bir ceylan kadar ürkeksin derdi ona- etekleri buruşmuş, iç çamaşırlarının arasına kum girmişti (bunlar olup biterken atlar umursamazca yanlarında duruyorlardı); ve bu buluşmadan öyle bir tutku doğdu ki, Teresa doğal yaşamının sonuna kadar aya karşı öyle bir ateşle uludu ki, Byron da ulumaya başladı, ama kendi tarzında.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:214)

“Ölüm, krallıklarının kapılarını kadınlara açmış, her birinin keder kalıtını sunmaya gelmelerine izin vermişti. Hepsi topluca yukarı çıkıyorlardı, merdivenleri tırmandıkça hızlandılar, ilk ürkünç çığlıklarını atarlarken yüzleri esrikleşti, başkalaştı. Hızla yukarı çıkarlarken, kanca gibi kıvrılmış parmaklarla etlerini, göğüslerini kösnül bir esriklik içinde tırmalamaya başladılar. Zagreet denen o tuhaf, ürpertici ulumayı çıkartıyor, dillerini damaklarında mandolin teli gibi titretiyorlardı. Değişik perdelerde kulak zarı patlatıcı bir dil titreme korosu..... Yürüyor, sallanıyor, tepeden tırnağa titriyor, kıvrılıyor, ölüye kalkmasını söyleyerek dönüyorlardı. ‘Kalk benim büyük acım! Kalk benim ölümüm! Kalk benim bir tanem, ölümüm, devem, koruyucum! Ah tohum dolu sevgili gövde kalk!’ Sonra gırtlak paralayıcı korkunç bir uluma koparıyorlar, yaslarının büyüsüne kapılmış durumda dönüp duruyorlar, kederlerini bütün eve bulaştırıyorlardı.”

(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:344-5)

“Çıplak, etleri iğrenç kurbağalarca kemirilen, tiksindirici bir gırtlakla kendi lanetlenişini uluyan, bacakları tıpkı bir grifininki gibi sert kıllarla kaplı, şiş göbekli bir satirle çiftleşmiş kösnül bir kadın gördüm; cimri bir adam gördüm...” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:74) “Alaylı kışkırtmalar, lanetlerle dolu korkunç, iğrenç küfürlerdi bunlar. Kimse onun <Matho> şu anda çektiği acıları yeterli bulmadığından, sonsuza dek daha büyüklerini çekeceğini söylüyorlardı ona. Bu muazzam uluma, aptalca bir süreklilikle Kartaca’yı dolduruyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:290-1) “Salomé, sonra büyücülerin topacı gibi, Antipas’ın maması çevresinde döndü ve şehvet dolu hıçkırıkların yarıda kestiği bir sesle ona: ‘Gel! Gel!’ dedi. Durmadan dönüyordu. Santurlar patlarcasına çalıyor,

kalabalık uluyordu. Tetrarque daha kuvvetle bağırıyordu: ‘Gel! Gel! Capharnaum ve Tibérias ovası senin olsun! Kırallığımın yarısı, kalelerimin hepsi feda olsun sana! Gel! Dile benden ne dilersin.’ ” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:126) “OLUŞUM Uzak bütün kan: Kayalıkları soyar, Saklı köklerin arasından akan, Rüzgarın gömülü kanatlarını kanatır, Titreyişinden kurtlar ulur Akıntısının üstünde, Yüzlerin üstüne düşer karanlık Zehirli salkımlarla, Çarşılar çığlık çığlığa Yıldızlar yağmış.” (Ahmet Hafez<d.1963>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.10.09) “Çılgın çocuk Öbür evdeki çılgın çocuk Prangaya bağlanmıştı. Geceleyin öyle oldu ki Onun ulumasını dinledik. Yatağımda fısıldadım: Ulu Tanrım teşekkürler! Hiç değilse ben hürüm.” (Inger Hagerup-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02) “Defterleri okumayı sürdürürken, hep radyonun sesini duyuyorum. Ses, fısıldıyor, uluyor, kıyametleri koparıyor, cırlak sesler çıkarıyor, göz dağı veriyor ve gazeteler onun söylediklerini basıyorlar. Yavrucaklar da bu sesin söylediklerini olduğu gibi yazıyorlar.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:12) “Folklor <2004> --------- Birbirine yaslanan harfler Yorgunluktan donmuşlardı kapkara. Birisi belli ki adını yazıp atmıştı onları buzultaşlara Dişi kurt yalarken yaralarını, harflerin tüyleri diken diken, hele bu dişi kurt öldürülen eşi için çıldırasıya ulurken.”

(Fehim Hüseyinov<d.1954>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.12.04)

“Bunların arasında, temel harçlarını yoğuran Sudanlıların artık insana benzer tarafları kalmamıştı. Birer hayvan görünümü almışlardı. Üzerinden iri ter damlaları akan kapkara yüzler. Yeryüzü boşluğuna yalvaran kanlı gözler. Tempoyla kalkıp ağır aletlerini indiren kollarla birlikte hep bir ağızdan uluyan acınacak sesler.”

(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Bakır”, sa:32) “İtka yataktan atladı, delik ceketine büründü ve bana dönüp bakmadan merdivenden paldır küldür indi. Uluma durmadan yaklaşıyordu; pencereye gittim, açtım, hafif kar taneleri dökülüyordu. Herhalde Yunanistan’da sabah güneşiyle dağlar ve kıyılar ışıldıyordu, ama burada çamurlu, hasta bir ışık, üzerine kar yağmış, asfaltta sürünmekteydi.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa373) “Zebedi’nin beyni atmıştı. ‘Bas git buradan Filipus, cehennem ol!’ diye uludu, kan beynine çıkmıştı. ‘Görmüyor musun işimiz var. Biz balıkçıyız, sen de çobansın. Bırak çiftçiler yakınsın dursun, ne halleri varsa görsünler, bize ne?.. Haydi çocuklar iş başına!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:129)

“GECENİN GÜRÜLTÜLER İ ------------------------------------ Bir köpek uluyor ölüme karşı Bir kedi miyavlıyor Sokakta gitmiş ayyaşın biri Bir deli davul çalıyor çatıya çıkmış Bir kızın gülüşünü duyuyorum Müşteriyi memnun etmek istiyor Sahte cilveler sahte hazlar içinde Ve devrilmiş yatağa öyle uluyor”

(Jacques Prévert<1900-1977>-Kenan Sarıalioğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.05.02) “Aynı anda neredeyse ulumaya başlayacağımı anladım. İstemiyordum bunu. Karnına üç kurşun sıktım. Aptalca bir görünüşle yere yıkıldı, dizlerinin üstüne ve başı sol omzuna düştü. -Hıyar oğlu hıyar, dedim, hıyar! Kirişi kırdım. Öksürdüğünü duydum. Biri: ‘N’oluyor, kavga mı var?’ diye sordu, sonra hemen arkasından: ‘Katil! Katil! diye bağırdılar.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:94-5) “ÖZLEM Sevgilim, yanımda kal Gecenin esrar perdesinden korkuyorum. Nice acılardan geçtim Ürküyorum fıırtınanın ulumasından. Ve çınıltısından kilise çanlarının Gözyaşlarım sessizce Özlemlerime dökülüyor. “Else Lasker-Schüler<1869-1945>-Arife Kalender; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.03.09) “LEAR - Uluyun, inleyin, ağlayın!... Ah, ne taş yürekli insanlarsını hepiniz! Sizin dilleriniz, sizin gözleriniz bende olsaydı, öyle ağlar, öyle haykırırdım ki, göklerin kubbesi çatır çatır çatlardı... gitti, kızım gitti.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:156) “Olasılıkla beyaz daha hafifti. Acaba o da beyaz olacak mıydı? Dişleri gibi bembeyaz. Umbu buna ne diyecekti? Onu gene tanıyabilecek miydi? Yoksa geceleri çakallara uluduğu gibi uluyacak mıydı? Umbu onunla geliyordu, bu göklerdeki güneşten daha açık seçikti. Onlar bir gün bile birbirlerinden ayrı yaşayamazlardı.” (S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?-Gökyüzünden”, sa:69) “Hava, beş gündenberi pek kötü gidiyordu. Ava gitmeyi düşünmek bile saçmaydı. Canlı olan ne varsa bir yere saklanmıştı. Serçeler bile susmuş, çulluklarsa çoktan ortadan yitmişlerdi. Rüzgar ara sıra boğuk boğuk uluyor, ara sıra da kulakları çınlatırcasına ıslık çalıyordu.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:74) Ulu orta : Rastgele, düşünmeden (aklına geleni söylemek); Açıkça, alenen yapılmak ya da söylenmek; Moda olmak “Yirmi yıl önceki bir tutuklamada konuşmuş da onun için adı ‘bülbül’müş. Bu yüzden artık kimse inanmıyormuş ona. Bugün konuşanlara da, ortaya uluorta adlar atanlara da kimse inanmayacakmış. Biz de inanmamalıymışız. Tetikte olmalıymışız.” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:37) “Yardım eden biri yardım da alır ve öğrendiği şeyi öğretmek ister. İşte bu yüzden ateşin yanında oturur ve savaş alanında geçirdiği günü anlatır. Bir arkadaşı şöyle fısıldar ona: ‘Stratejini neden böyle ulu orta anlatıyorsun? Böyle yaparak zaferlerini başkalarıyla paylaşma riskine girmiş olduğunu fark etmiyor musun?’ ” (P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:126)

“-Bir türlü anlamak istemiyorsunuz. Bu, sizin göreviniz değil. -Ne dediniz, ne dediniz? Benim görevim değil mi? Çok şaşırdım doğrusu! Ulu orta rezalet çıkarsınlar, ben karışmayayım, öyle mi? Yoksa yaptıklarını öpüp başımın üstüne mi koyaydım? Bakın, şarkı söylemeyi yasakladığım için şikayete gelmişler. Şarkı karın doyurmaz ki. İşlerini güçlerini bırakıp şarkı söylüyorlar.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:121) “EMEL, sıkılmış. - Ona kaç kez benden sana bahsetmesini rica etmiştim. Erkekler böyledir..... Tekin yavrum... Tekin’im benim... Düşün ki ömrümün en güzel yıllarını seni büyütmekle geçirdim. Artık yaşlandım... Hastayım... Sonra... Normal bir kadın sayılmam artık... Oh, hayatta umduklarımı hiç mi hiç bulamadım... Bu arada ulu-orta konuştum. Seni kırdım... Hoş gör... (Ağlar.) Hayat çok fena... Bu gün suyu sıkılmış bir limon gibiyim...” (S. Engin, “Suçlu”, sa:36) “MEPHISTOPHELES - Zamandan yararlanınız, o pek çabuk geçip gider. Ama düzenlilik, size vakit kazanmasını öğretir. Onun için, değerli dostum, ben size ilkönce mantık dersini öneririm. O zaman fikriniz güzelce eğitilir ve ona gem vurulur ki, bundan sonra daha erdemli olarak, düşüncelerinizin yolunu izlesin ve öyle uluorta hayallere kapılarak, öteye beriye sapıtmasın.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:89-90) “GREY CADDESİ ---------------------- Grey Caddesi, bir kısım oğulların kaşıyorlar taşaklarını uluorta Grey Caddesi, ücret istenmiyor kahrolası sürücülerini izlemeye kabalık, Köşeler’inin dilidir senin” (Mafika Pascal Gwala<d.1946>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.11.08) “ ‘Bütün kalbimle,’ diye düşündü Don Rigoberto. Gözlerini yummuştu. Sonunda kafasını toparlayabilmişti. Artık bu zifiri karanlık dolangaçta <labirent> yolunu bulabilirdi. Şimdi ulu orta, biraz da imrenerek, adamın becerikli ellerle, acele etmeden, parmaklarının kontrolünü kaybetmeden, Lucrecia’ nın kombinezonunu, sutyenini, külodunu sıyırdığını seçebiliyordu.” (M.V. Llosa, “Don Rigoberto’nun Not Defterleri”, sa:21) “Flört etmenin bu kadar uluorta olmadığı benim gençlik yıllarımda, sevgililerin gözlerden uzak pastanelerde buluşma modası vardı; kıyı bucak masalarda birbirlerinin ağzının içine düşerek, fısır fısır konuşurlardı. Kız, ikide bir çantasını büyük bir çalımla omuzuna atar, tuvalete giderdi. Hep düşünürdüm, yanlarındaki erkek, bu kızların bu kadar işemesinden hiç mi kuşkulanmaz, diye.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:39) “Rahatsız edici ölçüde bol ışık vardı. İçerisi yaz başlangıcından ziyade yaz ortasını anımsatıyordu. Her yönden yansıyan ışıklar Bird’ün alnını yakmaya başlamıştı. Yirmi bebek yatağı ve elektronik donanımlı beş kuvöz. Kuvözlerdeki bebekler sisin ardında kalmış gibi zorlukla seçilebiliyordu. Yataklardaki bebekler fazlasıyla uluorta bırakılmış gibiydi.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:105) “Sergio, süt ve bisküvi yemek üzere eve hep arkadaş getiriyordu. Bu Alfredo’nun hoşuna gidiyor, evde çocuklarıyla ya da karısıyla baş başa zaman geçirmekten zevk alıyordu. Sergio onlardan uluorta öpüşmemelerini istemek zorunda kalıyordu sık sık. Pek hoş bir şey değildi bu.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:175) “MACBETH - İkiniz de biliyorsunuz ki, Banquo düşmanınızdı. İKİNCİ KAAT İL - Doğru, efendimiz. MACBETH - Benim de düşmanım; hem aramızdaki kanlı ayrılık öyle ki, onun sağ geçen her dakikası beni canevimden hançerliyor. Gerçi onu ulu orta gözümün önünden kaldırabilirim ve bunun haklı olduğunu da gösterebilirim, ama yapamıyorum..” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:44)

“Clélia üzülmekte yerden göğe kadar haklıydı: Crescenzi markisinin kendisine verdiği bir konserdi bu. Böylesine uluorta bir girişim bir bakıma evlenmenin resmen açıklanması demekti. Clélia konser gününe kadar, hatta akşamın saat dokuzuna kadar çok güzel karşı koymuştu. Ama babasının kendisine yönelttiği o derhal manastıra gönderilme tehdidine boyun eğme zayıflığında bulunmuştu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:376) “... bütün alaya karşı, hepimize karşı her yönden kabahatlısınız. Bakınız nasıl: Bari bu işte ne yolda hareket edileceğini biraz düşünüp taşınsaydınız, başkalarına danışsaydınız; halbuki siz ulu orta, hem de subayların yanında patavatsızlık ettiniz. Alay komutanı şimdi ne yapsın?” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:314) Ulu Tanrı (m) : Her şeyden, yücelerden yüce Tanrı “(Kilise.) HEP BİRLİKTE - Ulu Tanrı, yaptığımız ve yapmadığımız şeyleri bağışla! (Yargıcın evi.) YARGIÇ - (Ailesini çevresine toplamış, Kutsal Kitap’tan dualar okumaktadır.) ‘Sığınağım ve barınağım, Yüce Tanrı’dır.’ ” (A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:31) “ ‘...Çok anlaşılmaz bir şey. Ulu Tanrı’nın en sevimli yaratıkları onlar. Gelgelelim... Sevgili Clea’cığım, bunlardan öyle çok var ki, her biri ötekinden daha kusursuz. Böyle bir ordu karşısısında zavallı bir adam ne yapabilir? Tanrı aşkına, birine, kime olursa olsun, söyle de bana biraz takviye kuvveti getirsin.’ ” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:300-1) “Yaşımı, başımı aldım. Ayaklarım, dizkapaklarım romatizmadan sızlıyor. Hele akşamları ne çektiğimi ben bilirim bir de Ulu Tanrı. Bugün mahallede bir ölü varmış... Genç olsaydım fırlar giderdim...” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Mahallede Bir Ölü Var”, sa:33) “Barones gülümsedi ve şöyle düşündü: ‘Eğer Ulu Tanrım, işinin ehli olmayan hazinedarlar tarafından kendisine çekilen bütün poliçeleri ödemeye kalksaydı, işten baş kaldıramazdı.’ ” (E. Eschenbach ,” Köyün Çocuğu”, sa:233) “-Beyefendi! Beyefendi! Böyle nereye koşuyorsunuz? -Postaya bir mektup atacağım, Thérese. -Ulu Tanrım! Böyle başı açık, deliler gibi fırlayıp gitmek size yakışır mı! -Deliyim ben, Thérese. Ama kim deli değil ki? Ver çabuk şu şapkamı. -Ya eldivenleriniz, beyefendi! Ya şemsiyeniz!” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:28) “Sahibiyim bu dünyanın, severim ben Emrettiğim asilleri kalbimden. Ey Ulu Tanrı, yardım et ki Hür saymayım kendimi ben de Yücelikten, sevgiden!” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Kıralın Duası’, sa:18) “Sen anımda içim parçalansın, acı yazgım daha acı gelsin, gençliğime daha çok ağlayayım, ölümden daha çok ürpereyim, ey kutsal Meryem Ana, hem seni, hem feleğin ettiklerini yereyim diye mi işittim bu tatlı sözleri? Bağışla günahlarımı, ulu Tanrım!..” (N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:94) “Ah Adele, ya beni sevmemiş olsaydın diye düşününce, bir uçurumun önündeymişçesine titriyorum. Heyhat! Bu melek bana bakmaya tenezzül etmemiş olsaydı, ne olurdum ben, ulu tanrım?” (V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:353) “Peder Yannaros, iyice şaşkın, koca kafasını sallayarak uzaklaşıyordu. ‘Sağ ol Ulu Tanrım! Beni savaşın en amansız yerine yerleştirdiğin için sağ ol. Hepsini seviyorum, içlerinde beni seven tek kişi yok, ama dayanamıyorum.” (N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:13)

“Üç dakika geçti, geçmedi; Armance’ın susuşunun nedeni anlaşıldı. Genç kız kendisinin suçlandığı tüm

bayağı duyguları Octave’ın zihninde de yüklenmiş oldu. Octave içinden: ‘Hey Ulu Tanrım!’ diyordu. ‘Bütün bu toplumun duyguların bayağılığının dışında kalan dışında kalan hiçbir şey yok demek!’ ” (Stendhal, “Armance”, sa:34) Uluya uluya ağlamak : Derin derine, boğazından çok ses çıkararak ağlamak Bk.: Ulumak

“Eczacı birdenbire: ‘Ne yapıyorsun sersem?’ diye bağırdı. Sonra da oğluna doğru seğirtti. Napoléon, ayakkabılarını beyaza boyamak için bir kireç yığınının içine dalmıştı. Azarlanınca uluya uluya ağlamaya başladı; beri yandan, Justin bir avuç kuru otu kullanarak, çocuğun ayakkabılarını temizliyordu. Çakı, bıçak filan gibi bir şeye de gerekti; Charles kendi bıçağını verdi.” (G. Flaubert, Madam Bovary”, sa:113-4) Ulvi : Yüce, Tanrısal “Adrian, pek az yiyip içerek, on satte ancak bir saat dinlenerek iki gün iki gece durmadan yazdı. Fincan fincan kahve içiyor, sigarasını ağzından hiç düşürmüyordu. ‘Ulvi’li ğini zedelemek istemediği için Anna’nın iltifatlarına karşı hemen hemen hareketsiz kaldı. Anna da dürüst bir insan olduğu için, bütün gizli isteğine rağmen, kadın zevzekliğinin sınırını aşmadı. Ama artık iffeti bir pamuk ipliğine bağlıydı ve Adrian istediği anda onu koparabilirdi.” (P. Istrati, “uşak”, sa:100) Umacı, umacılaştırmak : Çocukları korkutmakta kullanılan, gece ortaya çıkan, kuru kara, ürkütücü yaratık; Yüzü gözü kapkara etmek; Şeytan “Ömer’in de dediği gibi, savaşta soru sorulmaz, verilen ödev yapılır. Ve, bizler hazırlandık. Bu demekti ki, yüzlerimiz kara kömür ile umacılaştırılmıştı; şapkalarımızın etrafında payraklar, omuzlarımızdan, ceplerimizden ufak dal parçaları sarkıyordu.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:127) “Sonunda Matho <Kartacalı’ların ordu kumandanı> iri, mahmur gözlerini ona çevirdi. Bir parmağanı dudaklarına koyup alçak sesle, ‘Dinle beni’ dedi. ‘Tanrı’nın bir gazabı bu! Hamilkar’ın <Kartaca’nın başkomutanı> kızı peşimi bırakmıyor! Korkuyorum, bu yüzden, Spendius!’ Umacıdan korkan bir çocuk gibi onun göğsüne sokuluyordu. ‘Bir şeyler söyle! Hastayım ben! İyileşmek istiyorum! Her çareye başvurdum! Ama sen daha güçlü tanrılar, daha etkili dular bilirsin belki!’ ” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:45) “Duyduğumuz korkuya değen devler çok azdır. Korkunun doğurduğu devler -karanlık korkusu, aydınlık korkusu; ölüm korkusu, yaşama korkusu; başkalarından korku, kendinden korku; şeytan korkusu, Tanrı korkusu- bize boyun eğdirtemeyeceksiniz artık. Ama hala umacıların eğemenliği altında yaşıyoruz. Kim demiş Tanrı korkusu bilgeleliğin başlangıcıdır diye!” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:184) “‘Ölüm öldü, inanın bana. Orada birisinin bulunup bana bir şeyler söyleyeceğini düşünmek beni güldürüyor. Bunlar, sütnine uydurmaları. Çocuklar için umacı, insanlar için yehova. Hayır efendim, bizim yarınımız gecedir. Mezarın gerisinde birbirine eşitliklerden başka bir şey yok.’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:61) Umarsamamak; Umarsız; Umarsızlığın eşiğinde olmak; Umarsızlık : Umutsuzluk, umarı kalmamak; Umutsuz, kederli; Umutsuzluğa, yese kapılmak üzere olmak; Depresyon başlangıcı “B İRÇOKLARI İÇİN Sizin sesinizim ben, soluğunuzun sıcaklığı,

Yüzünüzün yansımasıyım, Umarsız kanatların umarsız çırpınışı, Ne önemi var, sizinleyim sonuna dek.” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:50) “ İç Asklepiades. Neden bu gözyaşları? Nedir derdin? --------------------------------------------------------------- İçelim su katılmamış şarabından Bakkhos’un. Bir parmaktan başka ne ki gün ışığı? Bekleyelim yeniden bize uykuyu hatırlatan lambayı. İçelim, ey mutsuz aşık!’ Ey umarsız! Uzanır kalırız çok geçmeden upuzun geceye.” (Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:54) “Matmazel Gamard’ın kiracısı için beslemekte olduğu duygunun gizli etkenleri, zavallı için sonsuza dek bilinemeyecekti; bunun nedenini de, böyle bir durumu anlamanın zorluğunde değil; yalnızca umarsız adamın, kararlılık ve duyarlık sahibi olanlarla, kurnazlıktan yana şeytana taş çıkarır türünden insanların kendi içgüdülerine karşı koymayı ve davranışlarını mantıklı bir akıl yürütmeden geçirmeyi bilmelerine yarayan o ‘kendine güven’ denen duygudan yoksun bulunuşunda aramak gerekirdi.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:47-8)

“MEKTUP ------------- Uyanığım her gün şafak sökerken derin bir acının pençesindeyim Seni pek çok seviyorum, Lüsiyen o denli de umarsızım, güzelim.” (Dimitır Boyaciyev<1880-1911>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.12.08) “... Oran bulvarlarında varlık problemine kimse değinmez, kusursuzluğa giden yolu arayan olmaz. Kanat sesleri, fahişe ve utkun güzellikler, geceyle beraber kaybolan umarsamaz bir müziğin tüm pırıltıları kalır sadece.” (A. Camus, “Yaz”, sa:11-2) “Maria umursamaz davrandı, kendi de güldü; ruhunun kan ağlamasına karşın. İçindense, işin aslını göstermeden ona gözlerini kapamayı, bir eliyle karşısındakinin başını tutup yüzünü sağa sola çevirmeyi öğreten filmlere sövüp sayıyordu.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:19) “Bu kez, uzun bir süre sessiz ve düşünceli ve ciddi bir şekilde Methuen’e baktı ve ‘Birisi Belgrad’dan Selanik’e yürümeye kalksa bu ne kadar sürer?’ dedi..... ‘Belgrad’dan Selanik’e mi?’ dedi Methuen. ‘Nasıl yürüdüğüne bağlı. Ben şahsen yürümem ve eğer benim için planladığın buysa...’ Dombey, homurdandı ve ‘Bekle,’ dedi, ‘sevgili dostum, bana acele ettirme, bir dakika bekle.’ ‘Ben senin numaralarını biliyorum,’ dedi Methuen sertçe, ‘genellikle çok da umursamıyorum. Ama gerçekten Dombey, bu son iş çok yorucuydu. Mutlaka tatile ihtiyacım var.’ ” (L. Durrell, “Sırbistan Üzzerinde Beyaz Kartallar”, sa:11-2) “‘Onu öldürtemeyince onurunu beş paralık etmeye çalıştılar. Bir yığın iftira attılar. Kalleşçe vaatlerde bulundular ve Zola Davası’nda konuşmasına engel olma uğraşısına girdiler. Başaramadılar. Haklı, kişisel çıkar gözetmeyen, korkusuz bir insan nasıl konuşursa öyle konuştu.. Sözlerinde ne en ufak bir güçsüzlük belirtisi ne de en ufak bir aşırılık vardı. Orada konuşmanın nasıl bir cesaret gerektirdiğini umursamadan, gündelik yaşamında nasıl konuşuyorsa öyle konuştu. Ne tehdit, ne zulüm onu geriletti.” (A. France, “Bay Bergeret Paris’te”, sa:79) “Hayli şarap yuvarlayıp gece yarısından epey sonra kalkarak yatmaya gitmişti yorgun, öyleyken helecan içinde ağladı ağlayacak, umarsızlığın eşiğinde.” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:97-8)

“İK İ KEZ GUANAJUATA --------------------------------- Belediyenin öpüşme sıralarının iki yanında otururum, sallayarak başımı battaniyeli adamlara ve hamakçılara, onların şakacı umarsızlığına bana hamaklar öneren dörde, beşe, altıya...” (Michael Hoffmann<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.10.06) “AKH İLLEUS’UN ÖLÜMSÜZ ATLARI ---------------------------------------------------- Acıdı Kronosoğlu böyle görünce onları, sallayıp başını, dedi kendi yüreğine: ‘Ah, şanssız ikili, neden Kral Peleus’a, bir ölümlüye verdik ki hep genç kalacakken, ölümsüzken sizler? Yakışır mıydı size acılar çekmek mutsuz ölümlüler gibi? Yoktur çünkü insan gibi umarsız, soluk alan canlılar içinde.’ ” (Homeros <İlyada’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:96) “Metafizik güçlere pek inanmam; fakat etik kategorilerin birden korkunç biçimde sallandığını gördüm. İnsanın hem psişik hem ahlaki olarak umarsız biçimde teslim olmuş bir varlık olduğu yönündeki çıplak gerçeği hatırlamak zorunda kaldım.” (Imre Kertész, “Tasfiye”, sa::53) “Kent halkı, loş odalarına çekilmiş, aklın ve gücün önünde umarsız kaldığı afetlerin ve kanlı sarsıntıların verdiği bir şaşkınlık içindeydi. Çünkü ne zaman var olan düzenler altüst olup güvenlik ortadan kalksa, yahut doğa ve toplum yasalarının koruduğu her şey bilinçsiz ve yırtıcı bir gücün insafına bağlı kalsa, halk böyle bir şaşkınlığa uğrar.” (G. de Maupassant, “Tombalak”, sa:15) “TROPİKAL ÖLÜM İster şişman siyah kadın bir tropikal ölüm görkemli soğuk bir konukluk değil bir Kuzey Avrupa uzağında/umarsız” (Grace Nichols<d.1950>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08) “LAFORGUE’DAN ES İNLENEREK <Martin Bell’in anısına> ---------------------------------------------- Islaklıkla kilitlenmiş paranın geniş yapraklı gölgesinde Umarsız yemekler pişiyor Üretim araçlarından borcun ani Ayrılığı ve öğleden sonra öfkeleri için, tam zamanında. Bu da iyi. İşi bitiktir bu memleketin.” (Sean O’Brien <d.1952>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.04.06) “MUCİZEYE GİRİŞ

<Sapanca Şiir Ak şamlarında Beş Yunan Şairi-1> Dünyanın seyrek dokusundan en değersizi, en sözü edilemeyeceği bekliyorum yaşadıkça burada ve her yerde. Bunu açıklamaya kalktığında mucize yitiyor, Yağmurun kendi öğretisini okuyuşunu

anlatmayı denesen serin kanlılıkla, suya haksızlık oluyor. Bir umut cehennemi çevrem, umarsızlığın nasıl yüceltildiğini bilen mucize beni kurtaramıyor.” (Athina Papadaki-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.06.04) “TARİH KÖTÜDÜR -------------------------- Çocukluğumun şiirleri Hepsinde umarsız bir çığlık Zavallı Traji-komik Şanlı tarihim: Ne zorbalar geçmiş beynimden Ne haksız kıyımlar olmuş gövdemde Kimler can vermiş hapishanelerde Hangi sınıf egemen?”

(Barış Pirhasan, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:639) “İki Yıl Sonra Kimse söylemedi mi sana Seven gözlerin daha uyanık olmalı diye? Ya da hatırlamadı mı kimse nasıl umarsız Olduklarını yanarken pervanelerin? Ben uyarabilirdim seni; ama gençsin sen Ve başka başka diller konuşuruz ikimiz.” (William Butler Yeats<1865-1939>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 24&31.12.09)

“ÇÖLÜMÜN GÜLLER İ ------------------------------ İncedirler, Ama güçlü; Umursanmasa da Korundukları dikenleri Ölü kökleri Dallarına yayılınca Düşen taç yaprakları Çekilen sudandır...” (Abir Zeki<d.1965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.06.07) Umbando : ((( İçeriklerinin aynı olmaları dolayısıyla; EGUN sözcüğünün yanıtı metini, aynen buraya almak Zorunluluğunu hissettik. ))) Egun : (AFRİK.MYTH.,DİN) <E’gun> : UMBANDA (Afrika- BANTU’ların) kut-töreninde, ataların ruhları, sunak’ları süsleyen alçıdan yapılmış heykelcikler, ya da t r a n s <ektazi-dünyadan ili şiğini kesmekteki suskunluk>durumundaki medyumların giyim ve ve devinimiyle temsil edilirler. “U m b a n d a, Brezilya’da, XX.y.y.’ın başındanberi alevlenen ve yayılan bir t a p ı m’dır. Kimileri buna, ‘Tanrısal başlangıç’, ya da ‘Yaşamın kaynağı’ anlamına gelen ‘m b u n d a’ya, kimileri de BANTU dilinde: ‘rahip’ ya da ‘tapım yeri’ ‘m b a n d a’ya bağlarlar. Ak-Büyü’ye inanırlar. Umbanda’nın bir değişkeni olan QUİMBANDA ‘lar ise Kara-Büyü’ye inanırlar, bu sayede, Medyum’ların bile ruhlarını ele geçirebilirler.” (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 607;625) Umman tuğyanı gibi fışkırmak : Heyelanlar, yerden fışkırır, açık deniz fırtınaları gibi “Kuru Kadı, eliyle hisarın kapısını açtı. Grijgal gazileri “Allah Allah” naralarıyla müthiş bir umman tuğyanı gibi fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu.” (Ömer Seyfeddin’den Hikayeler, Cilt:I, sa:10-1)

Umre : (DİN) : Kurban bayramı hariç, yılın diğer günlerinde, yine belirli kurallara tamamen uyarak, ihrama girip, Kabe’yi tavaf ederek, yani kısaltılmış bir ziyaret yaparak Medine ziyaretini yapmak. Maamafih, bunu yapanlar, kat’iyyen ‘Ben hacca gittim! demezler, uslu uslu ‘Ben Umre’ye gittim!’ derler.

“Arife ve Kurban Bayramı günleri dışında ve belirli bir zamana bağlı olmaksızın, kuralına uygun olarak ‘ihrama’ girdikten sonrra ‘Kabe’yi tavaf etmek’ <etrafını dolanmak>, ‘Safa ile ‘Merve’ < Mekke civarında iki yöre. Hacılar, bu iki kasabanın arasında, Hacer ile İsmail Peygamberin hareketini taklit ederek, yedi defa gelip giderler > arasında ‘Sa’y’ <Safa ile Merve arasında gidip gelme; çalışma > yapmak ve ‘tıraş olarak ihramdan çıkmaktan ibaret bir ibadeti yapmakla mükelleftirler. Umre yapmak sünnet <istemli>’tir.” (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:267) Umudu kesmek; kesmemek; Umudunu yitirmemek : Ümitlerini yitirmek, yitirmemek; Umutla olumlu sonucu beklemek Bk.: Umutsuzluğa düşmek “Luisa Porto’nun Kayboluşu 1. ------------------------------------ Zavallı dul annesi hiç yitirmiyor umudunu, unutmayın ki Luisa pek ender inerdi şehre, onun için en iyisi mahalleden başlamalı işe, (annesini saymazsak) en yakın arkadaşı Terzi Rosita Santana, hafifmeşrep kızın biri, sorunu aydınlatmaya pek hayır gelmez ondana, ‘Bilmem ki! Bilmem ki!’ den başka bir söz çıkmaz ağzından. Tuhaf mı tuhaf bir kız, işin gerçeği.”

(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.08.05)

“ÜVERCİNKA <1956> Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden En uzun boynun bu senin dayanmıya ya da umudu kesmemeye Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor Bütün kara parçalarında Afrika dahil”

(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:59)

Umursamamak; Umurunda (bile) olmamak : Önem vermemek, saymamak, aldırış etmemek Bk.: Dünya umurunda olmamak “Kadın, açıklamak ister. Dinlemez bile Reed. -Umurumda değil, der, elbette istediğini yapabilirsin, istediğinle yatabilirsin, ben de çok yattım. Gerçekten kadınlarla yattı mı bilinmez ama bu sözler karısını çok yaralar, ‘Kiminle yattın?’ diye sorar, ‘Kiminle yattın?” (A. Altan, “İçimizde Bir yer”, sa:14) “Yöredeki bir emlakçı, kahverengi kumtaşı binalarda altı-yedi daire gezdirdi, daha akşam olmadan Birinci Cadde’de, Prospect Park’a yakın bir apartmandaki iki yatak odalı bahçe katını tutmuştum bile. Komşularımın kim olduğunu bilmiyordum, umurumda da değildi .” (P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:9) “ ‘Dinle kardeş. Burada ne diyorsa onu diyorum. Stillman dün gece ayrıldı. Gitti.’ ‘Bu duyduğum en saçma şey.’

‘Ne olduğu umurumda değil . Defter yalan söylemez.’ ‘Bir adres falan bıraktı mı?’ ‘Dalga mı geçiyorsun?’ ” (P. Auster, “Cam Kent-New York Üçlemesi 1”, sa:98) “Uzun lafın kısası, Ustanın bana anlattıklarına kandım, şimdi anlatmaya değer tek şey de bu zaten. Eve dönmemin yanlış olduğuna inandırdı Usta beni, buna bir kez inandıktan sonra da artık dünyaya boş verdim...... Yaşamaya devam etmek için bir nedenin olmadığını düşünürsen, başına neler geleceğini umursaman da pek güçtür.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:10) “Yazık ki insan..... bu çözülmez karmaşanın içinden yalnızca en güzel görüntüleri seçip alamıyor. Kendisini en güçlü sandığı anlarda bile hiç umursamadığı insanların sözleriyle, tanımadığı birilerinin yargılarıyla, en yakındakilerin anlayışsızlığıyla başa çıkamıyor.” (K. Başar, “Başucumda Müzik”, sa:355) “KAT İLİN ŞARABI ------------------------

Ya çiğneyip geçer suçlu kafamı Ya biçer gövdemi tam ortasından, Şu tanrı’yı hiçe sayışım ondan, Kutsal Yazgı, Şeytan umurumda mı?”

(Ch. Baudelaire<1821-1827>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:199) “ IV Dört Şiir 3. <1948> ne yapabilirdim bu dünya olmadan yüzsüz umursamaz ki son bulacak oysa her anın boşlukta varoluşun cehaletinde eridiği bir an sonunda gövde ve gölgeyi birlikte yutan bu dalga olmadan ne yapabilirdim çağıltıların yittiği bu sessizlik olmadan” (Samuel Beckett<1906-1989>-Suat Kemal Angı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.01.06)

“Amerikalılar alt geçide iki nöbetçi dikmişlerdi. Adamlar, çelik miğferleri çıkarmış, can sıkıntısıyla Heidesheim ve Weidesheim arasındaki çiçeklenmiş bahçelere bakıyorlardı. Feinhals’ e hiç aldırmadılar, üç haftadır buradaydılar, iki haftadır Heidesheim’e bir tek atış bile yönelmemişti. Feinhals sessiz sedasız yanlarından geçerken başını eğip selam verdi, onlar da umursamaksızın başlarını salladılar.” ”

(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:161) “Peter arada yanıma geliyor ve ‘Beklediğin herif bugün artık gelmez,’ diyordu. Ben de, ‘Evet, gelmeyeceğe benziyor,’ diye karşılık veriyor ve umursamaz görünüyordum. Saat dörde kadar bira doldurmaya ve şarap şişelerini açmaya devam ettim. Ondan sonra Peter’e hoşça kal demeden çıktım.” (H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:125) “Birisi bize birini sorduğunda, hiç umursamıyoruz ve çok rahat bir şekilde hayır, diyoruz. Hep hayır demek zorunda kalıyoruz ve yüreğimiz sızlamadan hayır diyebiliyoruz, aslında hayır demekle, herkesin koruyucusu ben miyim, diyoruz...” (H. Böll, “Solgun Köpek-Kayıp Cennet”, sa:137-8) “ ‘o orospu çocukları ne yaptılar biliyor musun?’ ‘ne?’ ‘gazeteleri dağıtmam için kendi mahallemi verdiler bana!’ ‘ha, neyse, hoş değil ama kimse umursamaz, eminim.’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:82)

“2 Ağustos - ... Gerçekte, onlara baktığımız an başkalarına zarar verdiğimiz fikriydi Rio’nun muhteşem parlaklığı. İnsanlara sıkıntı vermeyi uzun süre umursamadığımı itiraf etmek zorundayım. Beni bu konuda aydınlatan şey aşktır. Ama artık tahammül edemem.”

(A. Camus, “Amerika Günlükleri”, sa:72) “Therese’nin giyimini çok eski moda bulan komiser: ‘Arkanızı dönün, bayan,’ dedi, ‘adamın üstündekileri çıkaracağız. O zaman ne varsa çıkar ortaya.’ Sonra alaylı alaylı güldü; yaşlı cadının bir şey görüp görmemesi umurunda değildi aslında.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:337)

“ ‘... Şöyle rahat bir kafayla iki kadeh rakı içip yorgunluk çıkaralım dedik...’ Mezelerini kendisi hazırlardı. Arkada bir sürü bulaşık, umurunda mı? Sonra da karşısına oturmalıymışım, bir kadeh birlikte içmeliymişiz....’ ” (P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:16) “SEVEN BİR KADIN -... Bütün kabahat bende.... Evet, evet.... Versay’da geçirdiğimiz pazarı, telgrafı hatırla.... Eee.... Öyleyse?.... Gelmek isteyen bendim, senin ağzını kapayan, sana hiçbir şey umurumda değil diyen bendim....Hayır.... Hayır....” (J. Cocteau, “İnsan Sesi”, sa:13) “... Petrus on beş dakikadır yürüdüğümüzü söyledi. ‘Herhalde neler olup bittiğini merak ediyorsundur,’ dedi. Aslında olup biten umurumda değildi . Beni sarıp sarmalayan sevgi duygularıyla mutluydum.” (P. Coelho, “Hac”, sa:85) “Yürümeye devam ettim. İnsanlar gülümsüyordu, çocuklar kışın ortasında kendilerine bahşedilen bu birkaç saatlik bahar havası nedeniyle muyluydu, trafik rahatça akıyor; her şey yolunda görünüyordu -ama hiç kimse karımı yeni kaybettiğimi bilmiyordu, hatta biliyormuş gibi bile yapmıyorlar, hiç umursamıyorlardı.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:28) “‘Sonra sonsuza kadar böyle kalamayacağımız için tekrar kalkıp oturdum. Su içme isteğimi belirten hareketler yapmaya başladım. Sabahtan beri kürek çekiyordum ve bir önceki geceden bu yana su içmemiştim. Bana su verdikten sonra isterse beni öldürsün, umurumda bile değildi .’ ” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:8) “VARYA - Bana kalırsa bir şey çıkmayacak bu işten. Onun yığınla işi var, benimle uğraşmaya vakti yok... Zaten umursamıyor da beni... Tanrı iyiliğini versin ya, onu karşımda görmek ağır geliyor bana. Herkes düğünümüzden bahsediyor; kutlayan kutlayana, fol yok yumurta yok oysa, her şey düş gibi...” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:109) “Öte yandan, sağduyulu olmayan herhangi bir iş yaptığı da görülmemişti. Kendi çalışanlarının gözünde kahin gibi bir şeydi - ama ne yazık ki (içlerini çekip omuz silkiyorlardı) hiçbir şeyi umursadığı yoktu. Para kazanmayı umursamamak, işte buna İskenderiye delilik derdi.” (L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:30) “Hogarth onuncu kez, ‘İşte benim tramvay,’ diyerek yola atlayıp boynunu kaz gibi doğrulttu. Ama gelen o değildi. Şapkasının siperini düzeltip ceketinin klapalarındaki külleri silkerek başı önünde kös kös yerine döndü. ‘Bir fikrim var,’ dedi bu kez. ‘Sen dünyada neye değer veriyorsun? Madalyalarınla gurur duyuyor musun? Ya kadınlarla ilişkinden? Çocukların olsun ister miydin? Peki doktor olup insanları kurtarmak? Hangi noktada karakterini açığa vurursun? Yok, söyleme,’ diye ekledi telaşla, sonunda Balham tramvayı görünmüştü, ‘umurumda bile değil . Amacım sana kendi portreni çizdirmek.’ ” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:88) “Ya da en azından Cité Adası’nda umursamaz havalarda, ama çapkın bakışlarla gezip tozarak, iyi tabakadan hanımları baştan çıkarabilmek gerekirdi. Greve meydanındaki kasapların karıları aşırı arzulu olurlardı, kocaları mesleklerinde şerefli bir kariyer edindikten sonra hayvanı kesmez, bir senyör gibi davranıp et pazarını yönetirdi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:74)

“Böylece sürüp gider. Sanki duvara konuşuyorsunuzdur. Futbolun umurunda bile olmamasının sürücünün umurunda bile olmaması değil önemli olan. Önemli olan, bu sürücünün dünyada futbolu umursamayan birinin var olabileceğini aklı almamasıdır.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:43) “ ‘Daha ne olsun, çirkin olmayı umursayıp umursamadıklarını sordum. Çok patavatsızsın doğrusu.’ ‘Ooo, sahi mi! Herhalde ağzımdan kaçmış: iyi ki başka şeyler de söylememişim.’ ” (G. Eliot, “Silas Marner”, sa:162)

“Sıcak basmış, eniştem beyaz mendilini hasır şapkasının altına koymuş, uçlarını iki yandan sarkıtıvermişti. Göz ucuyla halamlara baktım, zaten örtülüydüler ve hiçbir şey onları rahatsız etmiyor göründü. Nisa da, sakızı ağzında, umursamaz bir hava içinde, bir şeylere dalmıştı. Ağırlaşmış araba, gün batısına doğru yol alıyordu ve herkes susuyordu.”

(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:70) “MÜDÜR - Hayır, böyle bir şey yapamazsın.. Bütün söylediklerimizin yanlış olduğunu sen de biliyorsun. Sahte sorgu yargıcı kimliği ile bizi kışkırttın! DELİ - Kimin umurunda ki.. Önemli olan skandal yarat...Nolimus aut velimus! <Boğazına kadar çamur içinde ya da tertemiz olmak, ikisi de bir!> Ve İtalyan halkı da nihayet Amerikan ve İngiliz halkı gibi sosyal demokrat ve modern olabilir. Sonunda göğsünü gere gere şöyle haykırabilirler: ‘Boğazımıza kadar bok içindeyiz, bu doğru ve işte bu nedenle başımız dimdik yürüyoruz.’ ” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:95) “BENZER - Seni ben yarattım. Git!.. KOMİSER - (Perişan inerken.) Benimle dalga geçiyorsun! Alay mı ediyorsun sen? Devletüstü olman umurumda bile değil ! (Cebinden bir tabanca çıkartır.) O Devletin alnının ortasından vururum ben, bu boktan devletin toplarını patlatır, nallarım onu...” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:104) “Ya ondan nasıl korunacağım? Kümese tıkılmış aptal tavuk gibi davranır, döver sonra da sevişmek ister… Evet sevişmek… Benim isteyip istememem onun umurunda bile olmaz.” (D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:27) “Öyle geliyor ki Chopin burada <La Minör Prelüd>, çoğu zaman olduğu gibi, kendine bir soru sormaktadır: Ne olabilir, eğer...? Parçanın çok yalın, çok sakin üst partisi (kimilerinin hoşuna gitsin diye, buna şarkı diyelim), huzura, ahenge götürmeyecek hiçbir unsur <öge> içermez; ama alt parti <bas>, insanın yakınmalarını umursamadan, durdurulamaz yürüyüşünü sürdürür.” (A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:35) “Şu an bütün amacım Robert’ın onayını almak olduğu için, başkalarının hoşuna gitmek umurumda bile değil. Bütün bunlardan onun için ve hoşlandığını gördüğüm için vazgeçtiğini anlıyorum.” (A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:18) “Böyle derdim Hippolytos’a: ‘İstesen de istemesen de sen bir kral oğlusun, ben de öyleydim. Bu bizim elimizde olan bir şey değil. Böyle olmaya mecburuz.’ Ama Hippolytos’un buna pek tasalandığı yoktu. Ben öyle değil miydim sanki. Aynı benim yaptığım gib, hiç rahatını bozmuyor, bunu umursamıyordu bile.” (A. Gide, “Thésée”, sa:5) “COSTANZA - Fark şundadır ki, öbürünü ben kendi zevkime göre döşedim, bu evse kocamın yaban dehasının ürünüdür. ROSINA - Ah! Amca bey düşünmez. Onun işi gücü bakkallarla; temizlik hiç umurunda değil ki.” (C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:89) “Biraz sonra kendini alabildiğine zorlayarak doğruldu. Duyduğu bu bir çeşit uyuşukluktan korkuyordu. Ayağa kalkarak salonda dolaşmaya başladı.

-Hiçbir şey umurumda değil , diye mırıldandı. Artık hiçbir şey umurumda değil.” (J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:228)

“Aklıma ne gelirse onu çalıyordum. Önemli olan bir şeyler çalmamdı. Zaten bu şarkı hariç, çaldığım şeyin ne olduğu umurumda bile değildi , bugün de dğildir ya.”

(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:40) “Düdük, tuvalet kağıdını bile getirmişti yanında. Bize vereceği tayının umurumuzda olmadığını söyledik. Bir gün sıktık dişimizi, iki gün, derken üç gün. Alçak herif, jambonları mideye indiriyor, ekmekleri dilip tereyağını sürüyor...” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119) “ ‘Olabilir. Ama biliyor musun Otto, elimde kala kala bir Pierre kaldı! Yıkıntılar ortasında pinekliyorum; bugün ölsem senden ve bilemedin birkaç gazeteciden başka kimsenin umurunda olmayacak’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:69) “Gerçekten başka hiçbir şey söyleyemeyecek kadar ödü kopan Colette de kocasına Hank’le yatmadığını söylemiş, bu olaydan sonra da bütün bir gün boyunca ağlamıştı. Chester’in parmaklarıyla sımsıkı kavradığı kollarındaki çürükler iki hafta iyileşmemişti. Bu da iyi olmuştu, çünkü kadınlar, erkeklerinin kadınlarının ne yaptıklarını umursamalarından, çizgiyi geçerlerse ölesiye dayak yiyebileceklerini bilmekten hoşlanırlardı.” (P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:116) “Dul ananın yanında kalan küçük oğul dışında, hepsi bir yana dağıldılar. İlk önce iki kız kardeş gidip resmi nikahı umursamayan iki Rum’a kapatma oldular. Angel oğlan, dokuz yaşında iken, civardaki İbrail şehrinde bir şarap tacirinin yanına çırak girdi.” (P. Istrati, “angel dayı”, sa:6-7) “Uyku saatlerimde, arkadaşlarım yataklarında horuk horul horlarken, açılmış bir şemsiye altına bir mum yakıp ihtiyaten ayrıca eşyalarımla da siper ederek kafamı dünkü bilgilerle dolduruyordum. İki büklüm, burnum o isli alevciğin dibinde, her dakika bir dünyadan ötekine atlıyordum. Ama bir sefer kapı açıldı, kasadar bir iki yumrukta, kurduklarımı yıkarak beni uçtuğum göklerden yeryüzüne indiriverdi. -Vay orospu çocuğu! Uyu ulan kerata! Uyu, iş var yarın! Ama umurumda değildi ! Yumruklardan, tokatlardan korkmuyordum artık. Bir tek kaygım vardı: Kitabımı saklamak!” (P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:47) “Uyku saatlerimde, arkadaşlarım yataklarında horuk horul horlarken, açılmış bir şemsiye altına bir mum yakıp ihtiyaten ayrıca eşyalarımla da siper ederek kafamı dünkü bilgilerle dolduruyordum. İki büklüm, burnum o isli alevciğin dibinde, her dakika bir dünyadan ötekine atlıyordum. Ama bir sefer kapı açıldı, kasadar bir iki yumrukta, kurduklarımı yıkarak beni uçtuğum göklerden yeryüzüne indiriverdi. -Vay orospu çocuğu! Uyu ulan kerata! Uyu, iş var yarın! Ama umurumda değildi! Yumruklardan, tokatlardan korkmuyordum artık. Bir tek kaygım vardı: Kitabımı saklamak!” (P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:47) “Ankara Prensesi’yse ikide birde bana sarılıyor: -Mediha onu bulmalıydın, diye fısıldıyordu. Ona muhtaç ayrılıyorum. Bilmem ki ne yapmalı! -Metres olmana göz yumamazdım kardeşim. -Umurumda değil !” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:127)

“….kapımdaki gece zilinden yararlanıp bütün köy halkı beni kahredip duruyor. Ama bu kez üstelik “Rosa’yı, tarafımdan pek umursanmaksızın yıllardır evimde yaşayıp giden bu güzel kızı feda etmek zorunda bırakılıyorum. Böyle bir fedakarlık benim için fazlasıyla büyük; ne kadar istese de Rosa’yı bana geri veremeyecek bu ailenin üzerine atılmamak için bir takım zeka oyunlarına başvuruyor, kafamda söz konusu olan olayı geçici süre yeni bir biçime sokuyorum.” (F. Kafka, “Hikayeler-Bir Köy Hekimi”, sa:73)

“Babanızın adı. Reşit, diyorum. Umurumda değil . Şimdi de, nerden geldiniz, diyor. Sarıkumlu olduğumu söylüyorum; bir çırpıda söyledim her şeyi. Rahat bıraksın artık.”

(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:32) “Etem’in Guraba hastanesine yattığı, bu mektuptan anlaşılıyordu; fakat köpoğlunun bana bu mektubu yazmaktan maksadı <gayesi>, beni kendisine acındırıp tekrar benimle barışmaktı. İfade ve sözlerden belli idi ki, ortada pek öyle yakın bir ölüm tehlikesi yoktu. Olsa da hani pek umurumda değildi . Fena mı, başımdan bir

püsküllü ve sulu bela kalkmış olacaktı.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:199) “Tam bu sırada, Yahuda incir ağacının gölgesinden çıktı, oraya çekilmiş, olanı biteni seyretmişti. Her şeyi görmüş, ama ağzını açmamıştı. Magdalena’nın öldürülüp öldürülmemesi umurunda değildi , ama Barabbas ile pejmürde kılıklıların Zebedi’ye karşı çıkıp günahlarını açığa vurması hoşuna gitmişti.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:204)

“Ay Örtecek Üstümü İki hayvanım var, biri kırmızı biri mavi. Mavi olan su içerken kırmızı koşturup durur etrafta, ------------------------- Bir düşünce yüzdürürüm yem olarak uzak çok uzakta, ovada. Umurlarında olmaz, sonsuzu koklarken burunları. (Barbara Korun<d.1963>-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.08) “Paul mektubu dört defa okudu. Sonra, umursamaz bir havayla yazıhanesine gitti. Ama kendini kötü hissediyordu, dikkatini toparlayamıyordu ve mektuptan başka bir şey düşünemiyordu. Bu onun için çok ağır bir darbe mi olmuştu? Pratik açıdan bakıldığında, pek de değil. Ama yaralanmıştı.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:152) “Çıplak zeminde yalnızca bir yatak, örtüler ve battaniyeler vardı. Orada, onlar sizi ‘tanıyıncaya’ dek üç gün uzanıp yatacaksınız. Ertesi gün içeriye bir doktor geldi ve söylediği biricik şey, ‘Oo, evet!’ oldu. Hepsi bu idi: ‘Oo, evet!’ Benim niye olduğum vb sorular hiç sorulmadı, kimin umurunda?” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:84) “Rugan Kundura --------------------- Gecelerle faytonculardan ve şu pencereden, Kahkahadan sokak lambaları ve cinayetlerden- Gerçekten de bıktım bütün bu pisliklerden, Kör şeytan! Olursa olsun... hiç de umurumda değil .” (Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.09.09) “İKİNCİ SAHNE - Tsargo’nun öfkesine ve tehditlereine bir yankı gibi yanıt veren savaş gürlemeleri duyulur. Genç adam, savaş giysileri içinde, elinde bir silahla geri gelir. Adriana’nın kapısını çalar; genç kadın yine eskisi gibi tersler onu; ne elindeki silahı ne de yaklaşan düşmanın hareketlerini izleme bahanesiyle çatıya çıkma isteğini umursamaktadır.” (A. Maalouf, “Adriana Mater”, sa:10) “Yanıt veren sultan oldu. ‘Ölenlerin çok azı atlı. Ötekiler yaya askerler ve sultanlığımda yüzlercesi, binlercesi bulunan dilenciler, ayak takımı ve hiçbir işe yaramayan gereksiz adamlar. Hepsini silahlandırmam zaten olanaksız.’ Sesinin tınısı umursamazlık ve neşe arasında gidip geliyordu. Bahaneler uydurup izin istedim ve çadırdan çıktım. Dışarıda bir meşalenin ışığında, bir öbek askerin yeni getirilmiş bir cesedin çevresine toplanmış olduğunu gördüm.” (A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:215) “Bir sonraki ay yirmi üç yaşına basacaktım, bir süreden beri asker kaçağıydım, belsoğukluğundan iki kez gaziydim; hiç umursamadan korkunç bir tütünden yapılma altmış sigara tüttürürdüm günde.” (G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:10)

“Cimrili ğimi örtbas etmek için cömert gibi göründüğümü, akılsız oldğum halde ihtiyatlılık tasladığımı, içimde bastırdığım öfkelerime yenik düşmemek için uzlaşıcı olduğumu, sırf başkalarının vaktini ne kadar az umursadığım anlaşılmasın diye dakik davrandığımı da anlatmıştım.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:67) “Ama yüz kez daha üsütün de olsam benim rahatımı kaçırmamın devlet işlerine bir yararı olmaz. İlkin şundan ötürü: Krallar yalnız savaşı düşünürler, bense bu sanatları ne anlarım, ne de anlamak isterim. Yalnız barışa yararlı sanatlar kralların pek umurunda değildir .” (Th. More, “Utopia”, sa:21) “B İR KADEH BEYOĞLU ------------------------------- (nasıl kıvrılırdı sokaklar sonsuza ve bizler yokuşlarına kendimizin ve açılıp kapanırıdı aynalarımız katlayıp çantalarımıza koyardık ölümsüz suretimizi öylesine yalın, umursamaz gündelik bir mucize gibi yüzümüzü gezdirdiğimiz bu avuç içi ibadeti) (M. Mungan, “Oyunlar İntiharlar Şarkılar”, sa:12) “Giri ş Bölümü ----------------- Düşmanca varlığınla su serp sesime Sonra da umurunda olmadığını söyle. Beni sana getiren sevişlerin Sebebi olmadığını söyle.” (Kepa Murura<d.1962>-Ali Karabayram; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.01.03) “ Şairin İflası sözcükler vardı içimizde hiç söylemediğimiz. direnirdik susuz, daracık yollarda, yürürdük içine yağmurların. aç serseriler gibi kokardık, kokuşurduk cesetler gibi sessizliğimizin ılık rüzgarlarına yelken açan, umursamaz sığınaklar arardık serinletmek için dudaklarımızı” (Mxolisi Nyezwa<d.1967>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.09.05) “Bütün zenginler gibi, insan topluluğunu aramaktan çok onlardan sakınmaya çabalıyordu. Gordon’un sözünü kesti: ‘Biliyor musun, çok alıngansın sen. Bu anlattığın umursanacak bir şey değil.’ ‘Olayı umursamayabilirsin, mesele o değil, önemli olan ardında yatan asıl neden. Sadece ve sadece paran olmadığı için seni adam yerine koymuyorlar.’ ” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:108) “ ‘Senin o kuşbeyinli sosyete arkadaşlarının benim hakkımda ne düşündüğü umurumda değil !’ dedim öfkeden çıldırır gibi. Her seferinde olduğu gibi şaşırtıcı olan şey, annemin beni kızdıracak bir laf etmekteen hoşlandığını bilmeme rağmen, avlanarak, kendi girdiğim oyunun sonunda tuzağa düşüp hakiki bir öfkenin içinde kendimi kaybetmemdi.’ ” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:339) “Ucu çatal biçiminde iki dal edinmiştik ve aklımız sıra yılanı bunla yere saplayacak ve öldürecektik. Suyun kenarında pek çok çocuk olmuş olabilir, ama o yamacı yalnız ikimizin tırmandığı çok iyi aklımda. Pale -benim tam tersime- taşların ve dikenlerin üzerinde yalınayak yürüyor ve bunu umursamıyordu.” (C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:12)

“B İRİNCİ AVCI - Dostum, son gördüğü şey avlanan insanlar olan onun yeraltında bir insan gibi çürümek umurunda mı sanıyorsun? İKİNCİ AVCI - Ölümden öte bir huzur var. Ortak bir yazgı. Yaşayanlar içn de önemli, her birimizin içindeki kurt için de.” (C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:106)

“BÜLBÜLLER ÖTÜYOR Batı Park bülbüllerine atanmıştır. -------------------------------- Yapayalnız olmamam için üç küçük balık aldım, kırmızı. Cam kavanozda. Supireleriyle besliyordum onları ve suyunu tazeliyordum sık sık. --------------------------------- Paketten döktüğüm supirelerine dokunmadılar, aldırmadılar bile, umursamadılar ekmek kırıklarını.” (Konstantin Pavlov<1933-2008>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.08.09) “ İş uzamaya başladı. Haklılığı konusunda en küçük bir kuşkusu olmayan Andrey Gavriloviç, olayı hiç umursamıyor; ayrıca çevresine para saçmayı ne arzu ediyor, ne de bu olanağa sahip bulunuyordu. Mürekkep yalamışlar takımının satılık vicdanlarıyla alay edenlerin başında her zaman kendisi bulunduğu halde, bir iftiraya kurban gitmek düşüncesi aklının ucundan bile geçmiyordu.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:20)

“YEŞİL VAAT <Al Gerov’a, söz verdiğim gibi> Merhaba, ey gelecek - umurumda değilsin

Ben kendi zamanımı giyiniyorum yola çıkarken. Kendi ölümümü kendi kitabımdan koparıyorum - işte bahar. İşte düğün var.” (Ivan Radoyev<1927-1994>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.12.08) “MÜZ İK ---------- Yaymış bir kanapeye kocaman kalçalarını, Yağ tulumu burjuva, düğmeleri pek parlak, -yasakmış, kokusundan belliymiş- umurunda mı Kaçak tütün içiyor dumanını savurarak.” (A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86) “ İSMENE ----------- Kimi az çok katlanır buna, kimi hiç katlanmaz. Alınyazısı, denildiği gibi, bir kısır döngüye hapseder bizi. Biz de döner dururuz dibinin karanlığına, anlaşılmazlığına yüzümüzün kapatıldığı o kuyunun çevresinde. Kız kardeşim kulak asmadı hiçbir öğüde, ödün vermedi - boyun eğmezliği, umursamazlığı içinde.”

(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:177) “Sergio omuz silkti, kızın gitmesi umurunda değildi . Daha iyiydi. Jasmin apartmanın içinde gözden kayboldu. Sergio 4-B’nin penceresine bakakaldı. Kapalıydı, perdeler de çekiliydi.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:91)

“Ya bu müziği birçok kez duymuş olduğundan ya da duydukları sahibi hakkında bildiklerine yeni bir şey katmadığından, nota sephasının yanına uzanıp uyuklayan köpek, başının üzerinde kopan müzik fırtınasını umursamaz görünüyordu.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:169) “FRANTZ - Nasıl vazgeçerim? Ya Almanya’nın yok olması gerekiyor, ya da benim adi bir suçlu kabul edilmem. BABA - Doğru. FRANTZ - O halde? (Babaya bakar. Birden.) Ölmek istemiyorum! BABA (Sakin.) Neden? FRANTZ - Size sormalı. Ölüm listesine adını yazdıran sizsiniz.

BABA - Umurumda bile olmadığını bir bilsen!” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:350-1)

“Jeannine, usulca: -Neden böyle kötü adam rolü oynuyorsunuz? dedi. Fransa’nın savaşı kaybetmesini istemezsiniz siz de.

- -Umurumda bile olmaz.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:36)

“Uysal bir hasta gibi, zehir zıkkım ilacı İçerim, andım var bu illetten kurtulmaya Umursamam - ekşiyse ekşi, acıyca acı; Yeter ki düzeleyim: razıyım çift cezaya.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:111, sa:263) “Öldüren bir nefrettir yüreğindeki şeytan: Hiç umurunda değil kazsan kendi kuyunu, Çekinmezsin güzelim canevini yıkmaktan Onarmak olmalıyken asıl amacın onu.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:10, sa:61) “KAPTAN - Neden at hırsızları boynu kırılmış atları vahşi atlara yeğ tutarlar?

ELLIE, kısa bir kahkaha atar. - Doğru. Ne aşağılık bir dünyada yaşıyoruz. KAPTAN - Umurumda bile değil . Bir ayağım çukurda zaten.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:100)

“Octave pek saydığı babasının, bir çeşit tutku ile sevdiği annesinin bu isteklerini anlar anlamaz, topçu

subayı olma tasarısından vazgeçti. Bir alayda birkaç yıl geçirmek istemişti; sonra ilk savaşa dek istifasını verecekti. Bu savaşa ha teğmen olarak katılmıştı, ha albay olarak; umursadığı yoktu.”

(Stendhal, “Armance”, sa:15) “ Umurunda olmamıştı bugüne, Jonathan’ın Square Boucicaut’ta oturup kuşüzümlü palmiyesini yediği ve kartondaki sütünü içtiği güne gelinceye kadar..” (Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:52) “Katı bir tarafları kalmamış, eriyivermişti insanlar. Ta derinden, ruhları ve akıllarıyla çözüşmüş, belli bir biçimi olmayan sıvıya dönüşmüşlerdi, içlerinde artık yalnızca dayanağı kalmamış bir parça et olan yüreklerinin çalkalanışını hissediyorlar, kadın-erkek bu yüreği mavi elbiseli ufak tefek adama sunuyorlardı, hiçbir şey umurlarında değildi : Onu seviyorlardı.” (P. Süskind, “Koku”, sa:233-4) “Ceviz Ellerin boş - yalnızca bir ceviz var. Önce sıkıyor ve saklıyorsun bir sihir gibi Ama sonra her şey seni sıkıyor ve biliyorsun Eğer hayatta kalmak isitiyorsan, Davranıp sihirbazı öldürmen gerek. Cevizin içi meyve, umurunda değil ,

Sen kabuğun içine kazınmış çözümü arıyorsun. Acı büyük, avucunu sıkıp cevizi kırıyorsun.” (Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08) “GRUMIO, yalnız. - Gitti be! söylediklerimden biri bile umurunda değil herifin… Hey ölümsüz tanrılar! bir sizden kaldı benim umudum….. Bu günlerde çıkıp gelmezse, birkaç aya varmaz, yeller eser malının yerinde.” (Terentius, “Hortlak”, sa:9)

“Dolli devam ediyordu: -Düştüğüm korkunç durumu onun anladığını mı sanıyorsun? Hiç anlamıyor beni. Umurunda değilim! Keyfi yerinde!’ ” ..... “Bu nedenle Kiti evlerinin köyde olacağını biliyor, sürekli kalmayacağı Avrupa’ya gitmek yerine, evine, köye gitmek istiyordu. Açık seçik belirtilen bu istek Levin’i şaşırtıyordu: Hiçbir şeyi umursamadığı için, hemen Stepan Arkadyeviç’e koştu. -Bu onun göreviymiş gibi- köye gitmesini, orada her şeyi bildiği gibi, öylesine üstün olan zevkine göre yapılmasını ondan diledi.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:133; Cilt:III-IV, sa:6) “Ev, sanki gelenler umurunda değilmiş gibi hep öyle hareketsiz, ilgisiz duruyordu. Avluda kimsecikler yoktu. ‘Aman Yarabbi, acaba hepsi sağ salim mi?’ - diye Rostof uyuşmuş yüreğiyle bir dakika durup, sonra bildik avluda, eğri büğrü merdivenlerden hemen koşmaya başlayarak düşünüyordu.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:7) “-Başka bir anne mi? Var ya! -Evet, ama... Ya o giderse... -Benim gitmem mi? Etli kanlı bir anneleri yaşasaydı, bu çocuklara neler yapacaktıysa ben de onları yapmayı görev sayıyorum. -Hem dedikodu oluyor... -Olsun peder, dedim ya size, umurumda değil ...” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:77-8) “Ama aslında hiçbir şey üç Maria’ların umurunda değildi . Üçü aynı anda diz çöktüler, aynı anda ıstavroz çıkardılar ve dudakları aynı anda aynı duayı fısıldamaya koyuldu.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:29) “TARLAKU ŞU, ARDIÇKU ŞU, SIĞIRCIK KU ŞU’NDAN *** Odamda oturuyorum Dışarıda buğu. Tüm dünya

bir buğudur. ve anımsamıyorum bir oda Dünya ki bir son gidiyor bir zaman umurunda değil çalıkuşunun”

(C.K. Williams<d.1935>-Efe Murat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.07.05) “Patisi ezilse de, bir koşu koparıp gidecekti Flush. O koşup gitmesi, Miss Barrett’in iğnelemesine bir cevaptı; artık umurumda değilsin - koşarken ona yolladığı mesaj buydu. Çiçekler acı acı kokuyordu burnuna; çimenler patilerini yakıyordu; toz, burun deliklerini düş kırıklığıyla dolduruyordu. Gene de koştu - sıçradı, oynadı.” (V. Woolf, “Flush”, sa:58) “Julien adlı kahramanına ‘Başkaları umurumda değil !’ dedirtecektir gururla. Aslında, bu küçümseme haykırışı kendi kalbinden kopup gelmektedir. Hayır, bu derece bayağı, bu derece aşağılık bir toplum içerisinde, bu uyuşuk, kalın kafalı yaratıkların arasında başarı kazanamadığı için utanmamalı..”

(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:173) “ ‘Sen, herkesi ve her şeyi anlayan insan, biliyorum sen anlardın onu. Fakat biraz da benim yüreğimde neler olup bittiğini düşün. Belki teşekkürü bile düşünmeden yağmalanabilir o, fakat hiç umursamadan yaşamımın sonuna kadar hiç aralıksız kemirmek...’ ”

(S. Zweig - F. Zweig; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:46) Umutları suya düşmek : Umudunu yitirmek, ümitsizliğe kapılmak “Memed, hayretler içinde donup kaldı. Gözleri kocaman kocaman açıldı. Sonra terledi. Teri oluk oluk akıyordu. Bütün umutları suya düşmüştü.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:22)

“Dona, sele, binlerce kişinin ölümüne ve Orlando’nun tüm umutlarının suya düşmesine -saraydan sürülmüştü; en güçlü soyluların gözünden düşmüştü; İrlandalı Desmondlar haklı olarak öfkeden kudurmuşlardı; Kral’ın zaten İrlandalılarla bu fazladan sorunu hoş karşılamayacak kadar çok sorunu vardı- tanıklık eden o felaket kışı izleyen yaz, işte o yaz Orlando taşradaki malikanesinde inzivaya çekildi ve orada yapayalnız yaşamaya başladı.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:51) Umutsuzluğa kapılmak : Ümitsiz bir duruma düşmek; Deprese, umutsuz hissetmek “Bizim bu konuştuklarımız son derece kendiliğinden gelişen canlı konuşmalardı. Bir şeyden rahatsız olduğunu hemen anlıyordum, çünkü böyle durumlarda sessizliğe gömülüyor, hatta, neyse ki pek sık olmamakla birlikte bazen büyük bir umutsuzluğa kapılıyordu.” (E. Canetti, “Gözlerin Oyunu”, sa:240) Unconscious : (İNG.,PSYCH.) <An-kanşıus> Bk.: Bilinçötesi Un çuvalı gibi kendini yere atmak : Gökten düşer gibi kendini yere boş bırakmak, fırlatmak “Kapıyı açtı. İki elini kaldırarak eşikte öylece durdu. ‘Atla aşağı, oğul!’ diye seslendim. Un çuvalı gibi kendini yere fırlattı. İçerde iki kasa vardı. Biri büyük, diğeri küçük.” (O. Henry, “viski soda”, sa:243) underrate : (İNG.,TİC.) <andır’reyt> : Gerçek değerinden daha az değer biçmek undertake : (İNG.,KOLL.) <andır’teyk> : Üzerine almak, üstlenmek, garanti etmek, taahhüt etmek Undoing : (İng.: Anduin; Fr.: Anduing; İptal etme, Yaptığını Bozma, Yaz Boz) (PSYCH.) : Bk.: Ego’nun Savunma Mekanizmaları Und so weiter : (ALM.,KOLL.) <Und so vay’tır) : Ve bunun gibi = And so forth unfrock : (COLL.,DİN) <an’frok> : Elbisesini çıkartmak; özellikle ‘papaz’ rütbesinden mahrum etmek ungird : (DAVR.) <an’görd> : Kuşağını gevşetmek, çözmek unico homine regente : (LAT.) <uniko homine recente> : “Tek bir adamın yönettiği..” “Roger Bacon, saygı duyduğum üstadım, tanrısal tasarımın bir gün makine bilimini, bu doğal ve sağlıklı büyü bilimini içine alacağını öğretti bize. Güngelecek, doğanın gücünden yararlanılarak, unico homine regente ve yelkenli ya da kürekle hareket eden gemilerden çok daha hızlı gemiler yapılacak; öyle arabalar olacak ki, ‘ut sine animali moveantur cum impetu inaestimabili, et instrumenta volandi et homo sedens in medio instrumenti revolvins aliquod ingenium per quod alae artificater compositae aerem verberent, ad movum avis volantis.’ Kocaman ağırlıkları kaldırabilen araç gereçler, denizin dibinden giden taşıtlar yapılacak.’ ” ___ (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:30)

unison : (İNG.,MUS.,KOLL.) <ü-yu’ni’son> : Aynı perdeden olma, uyum, hep birlikte, bir ağızdan; unisonist : (SOSY.) Sendikacı, birlik taraftarı (Yeni Redhouse Lügati) Unitarian Kilise : (DİN) (Ing. ve U.S.A.’da yaygın.) Hıristiyan dininde esas olan: Teslis Doktrini’nin, yani Baba-tanrı, Oğul-tanrı ve Kutsal Ruh üçgeni inanışlarında çıkan ve XIX. y.y. da Anglikan Kilisesinden (İng.) ayrılan mezhep. Bu inanışta, Hz. İsa, Hz. Muhammed gibi , Hz. Musa gibi bir peygamberdir. “Unitarian <Üniteryen-Birleştirici> eğilimlerin eve muhafazakar geniş görüşlülük maskelerine karşın, onlar yorumlayıcı bilimlerde iki kuşak geriydiler; düşünce süreçleri orta çağa aitti, varoluş mutlak ilgisi ve evren üzerine düşünceleri, en genç ırk kadar genç, mağara adamı kadar eski ve daha eski, ilk Pleistocene maymun-adamı karanlıktan korkmaya yönelten; ilk aceleci İbrani yabanını, Adem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratmaya yönelten; Descartes’ı, kendi çelimsiz benliğinin yansımasından idealist bir evren sistemi kurmaya yönelten; ünlü Britanyalı papazı, ona derhal alkış kazandıracak olan ve adını tarih sayfalarında kötülüğüyle ünlü kara bir leke olarak bırakacak kadar kırıcı bir yergiyle evrimi suçlamaya yönelten aynı metafizik yöntem olarak Martin’in dikkatini çekiyordu.” (J. London, “Martin Eden”, sa:302-3) universalia ante res : (LAT.,MANT.,FEL.) <Yu’niver’salya anti res> : Ortaçağ’da, P l a t o n’un ‘radikal kavram realizmi’ için kullanılan Latince deyim. T ü m e l<var olan herşeyi kaplayan, varlıkları ve düşünülen şeyleri içine alan önerme>‘lerin, t i k e l <bir türün bütün bireylerine değil de yalnızca bir veya birkaç bireyine ili şkin olan>‘lerden ayrı ve zihinden bağımsız olarak varolduğu görüşü. (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:958) universalia in rebus : (LAT., MANT.,FEL.) <Yu’niver’salya in Rebus> : Ortaçağ düşürülerinin, A r i s t o t e l e s’çi k a v r a m c ı l ı k bağlamında kullandıkları ve, tümel’lerin dış dünyadaki şeylerden, bireysel varlık ya da tikel’lerden önce, onlardan ayrı ve bağımsız olarak değil de, b i r e y s e l v a r l ı kl a r d a, s o m u t ve b i r e y s e l şeylerde, onların ÖZ’ü olarak varolduklarını dile getiren Latince deyim. (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:958) universalia in voce : (LAT.,MANT.,FEL.) <Yu’niver’salya in vosi> : Ortaçağ Felsefesinde, ‘t ü m e l l e r k a v g a s ı’ söz konusu olduğunda, ‘k a v r a m r e a l i z m’ine olduğu kadar, kavramlara da karşı çıkan a r d- ç ı l a r’ın t ü m e l l e r i ağızdan çıkan sesle özdeşleştiren görüşleri ifade eden Latince deyim. (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:958) universalia post rest : (LAT.,MAN.,FEL.) <Yu’niver’salya post res> : Ortaçağ’da, ‘tadçılık’ ve bu arada ‘kavramcılık’ için kullanılan ve ‘tümellerin’, i n s a n z i h n i n d e n b a ğ ı m s ı z bir varoluşa sahip olmadıkları, ancak ‘tekil’lerden türetildiklerini öne süren görüş. T ü m e l : Var olan, herşeyi kapsayan ö n e r m e : ‘Her insan canlıdır!’ (Töze : Hukuk!) T i k e l : Bir bütünün bir parçası; T i k e l ö n e r m e : Konu’nun kapsamına giren bütün bireyler için değil de, kimileri için belki bir şey bildiren öneri (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:959) unkenned : (SOSY.) <an’kend> : Meçhul, bilinmeyen, yabancı, garip unravel : (DAVR.İNG.,,KOLL.) <an’re’vıl> : çözmek, halletmek, açmak Un ufak etmek, olmak : Un gibi ufalamak, ezmek; Ufalanmak, ezilmek “Langdon bir an için ümide kapıldı. Kısa süre sonra, yukarı çekilen ısı gibi ümidi de kayboldu. Gerilen kolları onu, tentenin düşüşünü yavaşlattığına inandırsa da, rüzgar hala sağır edici bir hızla vücudunu ezip geçiyordu. Langdon hala hayatta kalmasına imkan vermeyecek bir hızla düştüğüne emindi. Yere indiğinde un ufak olacaktı.” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:514)

“... başlığın ancak tepesinin kaldığını görünce, gereken yanlarını kartonla kendisi onardı..... tolgaya benzer bir şey yaptı. Sonra bunun kılıç darbelerine karşı dayanıklı olup olmadığını sınamak istedi, kılıcını çekti ve bir haftalık emeği tek darbede unufak etti.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:14) “Zemin düzeyinin altına gömülmüş ve dokunur dokunmaz un ufak olan bir çuvalın içinde, üstünde eşine benzerine hiç rastlamadığım yazıların bulunduğu uzun tahta tabletler buldum.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:22) “Doktor duraksıyor. ‘Seçme şansımız yok Paul,’ diyor. ‘Seçeneklerimizin bulunduğu bir durum değil. Bunu anlıyor musun? Razı mısın? İmzanı istemeyeceğim, ama devam etemize izin veriyor musun? Elimizden geldiği kadarını kurtaracağız, ama çok kötü bir darbe almışsın, hasar epey ağır, mesela dizini kurtarabilir miyiz emin değilim. Dizin un ufak olmuş, kaval kemiğinin bir kısmı da.’ ” (J.M. Coetzee, “Yavaş Adam”, sa:11) “BİLARDO SALONU --------------------------- ekleyici bir yer, saygı duymam gereken soyumun tapınağı yapıyor bu salonu: toz gibi kısır çekişme. Tanrım yok benim ama başımın üzerinde gezinen bir dev var ki, Fee, Fie, Fum destanındaki gibi Oğlumun ekmeğini yapmak için kemiklerimi un ufak edeceğini söyleyerek korkutuyor her gece beni.”

(Patrick Cullinan<d.1932>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet kitap, 27.06.06) “Her çarpma sesinden sonra yeni bir feryat -uzun, kabarcıklı bir zagreet- kopuyor, bu feryatlara evin dört bucağından yanıtlar geliyordu. Daha sonra aynalar bin parça edildi, resimler, halılar ters çevrildi. Evde ne kadar cam ve porselen eşya varsa -cenaze törenlerinde kullanılan siyah kahve takımı dışında- kırıldı, ayaklar altında çiğnendi, un ufak edildi.” (L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü”, sa:346) “ ‘Gümüş renkli bir kağıda sarılmış halde kurutulmuş ve kokulu, bastırılmış yapraklar taşıyan bir dal getirmişti. Kontrol edilemez bir öfke hücumuna yakalanarak dalı kaptım, nefretle baktım ve sonra kendimi tutamayarak parmaklarım arasında unufak ettim.’ ” (Mircea Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:115) “Ölmüş bir çakalın leşinin kumsalda uzanmış yattığını gören Sidarta’nın ruhu ölü çakalın vücudundan içeri süzülüyor, ölü çakal oluyor, kumsalda uzanmış yatıyor, şişiyor, pis pis koku saçıyor, çürüyor derken, sırtlanlar tarafından didik didik ediliyor, atmacalar tarafından yüzülüyor, derisi, bir iskelete dönüşüyor, un ufak oluyor giderek, kırlara bayırlara savruluyor.” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:21) “Türküler Vardır ... Dağkızı 2 Baba, atlara vurma sakın, atlara vurma, baba! Tıpkı bir rende gibi unufak ediyor içimi iniltileri. Kar altında kalan genç evlilerin ölümüne, erdence, Ağlayabildim, günahkar otlar gibi büyüyen yelelerinde.” (Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05) “Acıklı Kadi ş (*) ---------------- Yabanıl elma bahçesinin Taurus nişanlı hasatçısı, dünya bataklığından sis toplayan haberci, on dokuz yaşının on birinci ayında intihar edenlerin hepsi için oku, kendi acıklı kadişini:

Dua et hayatta,

Bir tünel gibi üzerlerine çöküp unufak etse de sevdiklerimizi.” (*) Musevilerin ölüleri için okudukları dua (Adrienne Rich <d.1929->Barış Özkul; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.01.09) “ÖLÜLER İÇİN İLAH İ - 5 Oturacağım ufacık bir tepede, İzleyeceğim aşılamayı. Gövdeden kopmuş bu dal Hüzünlü ürününü vermeli Bir gün evcil bir çözümün Mezar başı suskunluğunu gösteren Taşın üzerinde ağlayacağım duygusuzca. Oturacağım ufacık bir tepede Un ufak oluncaya kadar özlemler.”

(Wole Soyınka<d.1934>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.06.09) “İşte tam o andan başlayarak benim sakin, gerçekten sakin yaşantım, tank altında kalmış bir bisküi gibi paramparça, un ufak olmuştu.” (S. Tamaro, “Aklı Bir Karış Havada”, sa:31) “Bir kez, bir kitapta, martıların da aralarında kızınca böyle davrandıklarını okumuştum. Birbirlerine saldıracaklarına, öfkeyle otları yolarlarmış. Yolar ve yere atar, gagalarına ne gelirse unufak ederlermiş. Güçleri tükenene dek bunu sürdürür, ancak o zaman durur ve sanki hiçbir şey olmamışçasına kaldıkları yerden yaşamlarına geri dönerlermiş.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:24) “ ‘ İşte sonunda,’ dedi Bernard, ‘homurdanma kesiliyor. Dinsel öğütler bitiyor. Kapıdaki beyaz kelebeklerin dansını un ufak etti. Tıraşsız br çene gibi kaba, kıllı sesi. Şimdi yalpalayarak sandalyesine oturuyor, sarhoş bir denizci gibi. Bütün öteki öğretmenlerin yapmaya çalışacakları bir davranış bu; ama bütün zayıflıklarıyla, bütün çırpınmalarıyla, gri pantolonlarıyla yalnızca gülünç olmayı başarabilecekler. Hor görmüyorum onları. Soytarılıkları acınası geliyor bana.” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:27) SIR S.Ö. : Bana ‘moruk,’ dedi... saatten guguk gibi fırlayıp... Kız da benimle alay niyetine bacağını gösterip ‘Küpidon’<Venüs’ün oğlu, aşk tanrısı>un okları, Sir Spanyel, Küpidon’un okları’ diye bağırdı. Ah onları elime bir geçirsem de bir havanda dövüp unufak ettikten sonra kısık ateşte pişirip dumanı tüte tüte tanrılara... ah gut’um <el-ayak eklemlerinde ürik asit toplantısı, acılı ur’lar; nikris, damla hastalığı; Tarihte Yavuz Sultan Selim’in çektikleri ve vefat

nedeni!>, ah gut’um!...” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:126) Unum post aliud : (LAT., KOLL.) <U’num post a’liyud> : Bir istekte tek şey = On thing at a time Ununu eleyip, eleğini (duvara) asmak : Hayatta en üst başarı düzeyine gelip durulmak, işini bitirmek “ İÇİM ACIYOR BAHÇEYE --------------------------------- baba: ‘benden geçti diyor’ diyor ‘benden geçti unumu eleyip eleğimi astım’ ve odasında sabahtan gün batımına ya Şahname okuyor ya Nasihüt’t-Tevarih” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:95)

“HECTOR - Çocuklarım var zaten; unumu eledim, eleğimi duvara astım. Ama bana da böyle sürüp gidemez gibi geliyor. Burada oturmuş laklak ediyoruz. İşler kör talihe, kör şeytana ve Mangan’a kalmış.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:136) “Zavallı Gertrudis’ ne oluyordu böyle içten içe eridiğini duyuyordu. Kuşkusuz bu dünyadaki işini bitirmiş, ununu eleyip eleğini duvara asmıştı. Öbür çocukları, büyük yeğen Ramiro’nun, öteki Ramiros’unun yaşam yolunda en korkunç fırtınadan kurtulmuş bir gemiye yerleştirdiği büyük yeğeninin korumasına bırakıyordu.” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:121) unus facti : (LAT.) <unus fakti> : Bilfiil kullanım “...İsa’nın yoksulluğunun, onun havarileriyle birlikte bir şeye sahip olduğu zaman da, ona yalnızca usus facti olarak sahip olduğunu inanç ilkesi olarak ilan ettiğini söylemek yerinde olur.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:25) Unvanı (ünvanı) bol gelmek : Sahip olduğu unvana layık olmamak “ANGUS - Artık gizli cinayetleri eline ayağına dolaşıyor; artık ikide bir çıkan isyanlar, sadakatsizliğini yüzüne vuruyor. Emrindekiler sade emirle hareketteler, sevgiyle değil. Artık ünvanı ona bol geliyor: tıpkı cüce bir hırsızın üstündeki dev elbiseleri gibi.” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:83) (Gli) uomini hanno gli anni che sentano, e le donne quelli che mostrano : (İTA.,KOLL) <Li uomi’ni an’no li an’ni ke senta’no, e le don’e kuel’li ke mostra’no> : Erkekler hissettikleri kadar yaşlıdırlar; kadınlar ise, göründükleri kadar = Men are as old as they feel, amd woman, as old as they look up : (GRAMER,KOLL.) <ap> : -belirteç-, -isim- Yukarıda, yukarıya; meydana gelmiş, kemale ermiş; artmış, birikmiş,; yataktan kalkmış, ayakta dikilmiş; sürmüş, çıkmış, doğmuş; pahası artmış, revaçta; yukarı gelen, SPOR-Golf : hasımdan ilerde; up against : güçlük vs. ile karşı karşıya; up a tree : terreddütle, kargaşılık içinde; up to wind : rüzgarın içine; up to date : halihazıra kadar; asri, tam bu zamana göre; modadan; up to the mark : mükemmel, tam sıhhatte; be hard up : para sıkıntısı olmak; be up by doing : iş başında olmak, faaliyette olmak; he up and down with : (hastalıktan) bir kalkmak, bir yatmak; it is all up with him : onun için her şey bitmiştir; it is up to you : siz, bilirsiniz, size bağlı; open up : yeniden yolunu açmak; ifşa etmek, açığa vurmak; pack up : eşyayı toplayıp pakete ya da sandığa koymak; ups and downs - we are up against it : şimdi çattık! (Yeni Redhouse Lügati) Upanişadlar dönemi : (TAR.,MYTH.,FELS.) : HİNT Felsefesi’nin, M.Ö. 750-500 yılları arasındaki dönemine verilen ad. U p a n i ş a d’lar, Evren’in yaratıcı ilkesi olan B r a h m a n temeli üzerinde, r u h göçü ve k u r t u l u ş ögeleriyle belirlenen ve T a n r ı ile, kişinin özü itibariyle bir olduğunu dile getiren bir felsefi anlayış getirmişlerdir. (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:959) up keep : (DAVR., EKON.,KOLL.) <ap kip> : Bakım masrafı upstart : (SOSY.,PSYCH.) <ap’start> : Sonradan görme, türedi, yeni zengin Upuzun : Çok uzun; Boylu boyunca “İç Asklepiades. Neden bu gözyaşları? Nedir derdin? -------------------------------------------------------------- İçelim su katılmamış şarabından Bakkhos’un. Bir parmaktan başka ne ki gün ışığı? Bekleyelim yeniden bize uykuyu hatırlatan lambayı. İçelim, ey mutsuz aşık!’ Ey umarsız! Uzanır kalırız çok geçmeden upuzun geceye.” (Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:54)

“ADON İS’E AĞIT

--------------------- Bir an için kalk Adonis, öp beni son kez öp beni bir öpüş boyu; ağzıma, yüreğime çekerek soluğunu emmek istiyorum aşkın ruhundan o güzelim sihrini! İçip bitirmek istiyorum aşkını; senmişsin gibi saklayacağım sonsuza dek bu öpüşü, ey bahtsız çocuk, bırakıp gidiyorsun artık beni! Gidiyorsun, Adonis, upuzun bir yolculuğa, gidiyorsun Akheron’a, acımasız, yabanıl kralına onun; bense yaşlanacağım mutsuzluğunda baş başa, gelemem ardından senin bir tanrıça olsam da.” (Bion, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:103) “HACI D İMİTIR <1873> ------------------- Ortalık ağardı. Balkanda yine koçyiğit upuzun, kanı akıyor,- yarasını kurt yalıyor sevgiyle, kızgın güneş yakıyor mu yakıyor.” (Hristo Botev<1848-1876>-Ahmen Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.02.06) “Ve düşünmeye devam ediyor yabancı: Pavel bu kızın gözünde ölmemiş. Kızın içinde bir yerde Pavel hala yaşıyor, gençliğin o sıcak, tatlı soluğunu solkuyarak. Öte yandan benim bu karalığım, bu sakallı halim, bu kemiklerim, ölüm meleği kadar sıkıcı geliyordur kıza. Kemikli kalçaları, upuzun dişleri ve yürürken tıkırdayan ayak bilekleriyle ölüm.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:20) “Ermitaj Müzesi’nde I Kaplarken Upuzun odaları kocaman Simle yakutla işlenmiş Masalar ta görkem” (F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:37) “BULGAR İSTAN Upuzun anayolda gıcırdayan bir eşek arabası. Altında güz, penes (*) saçıyor ve güneşin altında bir dilenci. Kilise mihrabı ve yüzüstü ikona hırsızları. Bir çocuk ve ağzından diş yerine düşen sigara. Sonsuzluğa dönük veranda - büsbütün delik deşik Çöp kovasını eşeliyor bir çocukla bir dede.” (*) Altın taklidi sarı teneke pul (Blaga Dimitrova<1922-2003>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.01.07) “Aslında yazdığım bu şey ne bir öykü ne bir güncedir. Evli bir adam gözünüzün önüne getirin: Karısı birkaç saat önce pencereden atlayarak intihar etmiş olup şimdi de masanın üzerinde upuzun yatmaktadır.” (F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler-Uysal Kız”, sa:83) “ ‘Bu papazlar arasında Halkedon’lu Zosimos diye biri vardı. Çok zayıf yüzünden etkilendim, yakut gibi parlayan gözleri hiç durmadan fıldır fıldır dönüyor ve kocaman kara sakalını ve upuzun saçlarını aydınlatıyordu. Konuştuğu zaman, sanki yüzünden iki karış uzakta kanamakta olan İsa’nın üzerinde öldüğü haçla söyleşir gibiydi.’ ”

(U. Eco, “Baudolino”, sa:224) “ ‘Öyleyse Tanrı’nın unuttuğu bir yerde yaşıyoruz biz,’ dedim, tedirgin. ‘Sen, Tanrı’nın kendilerinden razı olduğu insanlara rastladın mı hiç?’ diye sordu William, upuzun boynunun tepesinden bakarak.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:225) “Öbürü dışarı fırladı. Bir süre evde yağmurun şakırtısından başka bir şey duyulmadı. Ayşe bu uzun bekleyişten bir şey anlamayarak, fakat bir korku duyarak kapıya yaklaştı, aralıktan baktı. Ali Bey arkasında abası, ayağında poturları, kirli sular içinde, o halde upuzun yatıyordu.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Ayşe’nin Yazgısı”, sa:174)

“Meteor Tam başımın üstünde upuzun bir meteor ipliği parlayarak salındı. Dikkat! Evren altından oltasını atıyor bana. Hayır, yutmayacağım zokayı! Dünyanın gecesinde yüzmeye devam...”

(Georgi Konstantinov<d.1943>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.10.05) “Buradaki eski fabrika binası yenilenmiş, binanın giriş katına doğal ürünler satan bir dükkan açılmış, üst katlarda ise yapım şirketleri ve reklam ajansları bulunuyordu.....Yeniden düzenlenen Hudson Nehri kıyısı, bisiklete binenler, koşu yapanlar ve Woody Allen’ın da filminde kullandığı Manhattan tarzı banklara tutkun aşıklar için upuzun bir gezinti alanı sunuyordu.” (M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:18)

“Tuvaletlerden çıktılar. Koğuş karanlığa gömülmüştü ama Cava ışık olmadan da iki sıra halinde dizilmiş yataklar arasından yolunu bulabiliyordu; bu upuzun koğuşu avucunun içi gibi bilirdi. Şimdi koğuş, arasıra, horultu ve mırıltıların bozduğu sessiz bir dinginlikle kaplıydı.”

(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:10) “Upuzun hayatımda ilk kez içimden birini öldürmek geliyordu. Vaktiyle veremediğimiz kırıp geçirici

yanıtları kulağıma fısıldayan şeytanın yüzünden içim içimi yiyerek döndüm eve, öfkemi ne okuma yumuşatmıştı ne de müzik.”

(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:48) “Upuzun, sert tırnaklara sahip olan, ayrıca iyi bir askeri eğitimden geçmiş bulunan Beatriz, kendisini

arabadan çıkarmaya çalışan delikanlıya kafa tutarak, ‘Dokunma bana!’ diye bağırdı. Çocuk irkilmiş, Beatriz, onun da kendisi kadar sinirli olduğunun, her şeyi yapabileceğinin farkına varmıştı.” (G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:10) “Upuzun, gece siyahı saçlarını salmıştı omuzlarına. Boynunda bir sıra inci,, ayaklarında sivri topuklu iskarpinler... Yerlere kadar eğilen adamlar tarafından, gösterişli bir biçimde gazinodan uğurlanmışlar, şimdiyse önümüze düşmüş, öyle yürüyorlardı. Biz de arkalarında bir pardösü ve bir kaban olarak süklüm püklüm yürüyorduk.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:56) “KALB İMİ YARALADI YABANCILIK Kalbim paramparça oldu bu yabancılıktan. Kollarını sıvadı şiir, upuzun bir yol göründü. Zaman geçiyor. Aldatıyor akrep ve yelkovan bizi.

Zaman kıymetli, sınırlı dakikalar.” (Abdullah Mecid en-Nueymi, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:80) “Lisenin upuzun, geniş koridorlarını da neredeyse fotoğraf gibi denebilecek bir netlikle hatırlıyorum; koyu renkli yer döşemesi cilalanmışa benzeyen vişneçürüğü karolarla kaplıydı, bütün gün onca bot ve ayakkabının bastığı yeri temiz tutmak o kadar zahmetli ve bitmek bilmeyen bir iş olmalıydı ki belki de cilalı değildi, ama eğer tahmin edildiği gibi cilalı değildiyse, nasıl oluyordu da o kadar parlıyordu anlayamıyorum.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:59) “İşte bunlar en mutlu, en şanlı şölenlerdir: Arada bir gelirler upuzun yıl boyunca; Paha biçilmez taşlar, seyrek dizilenlerdir, Artık mücevherlerdir görkem verenler taca.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:52, sa:145) “BÖĞÜRTLEN ZAMANIDIR -------------------------------------- Geceleri saklanırlar rüzgarların içinde, beklerler kıpır kıpır, uslandırmak için havayı. Upuzun salınırlar, kök salarlar vefaya Bir kez olsun tatmadan ondan, kurtulamazsınız; gerçeği bu.” (William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman, Ali Çeviker; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 22.10.07) “Daidalos boğulacak gibi soluk soluğaydı, temiz havaya gereksinimi vardı. Koridorlardan birine girdi ama bunun sonunda bir duvar vardı. Bir başka koridora saptı, ancak o da bir duvarla sona eriyordu. Daidalos yedi kez bütün koridorları denedi, ardından upuzun sekizinci koridora girdi ve köşeleri döne döne gittikten sonra, yeni bir koridora ulaştı.” (A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:15) Uraeus : (ZOOL.,MISIR MYTH.) <Ure’us> : HORUS’un, çıkmış gözü yerine koyduğu yılan “Eski MISIR’da, Güneş Tanrısı H o r u s ile Karanlık Tanrısı S e t h arasındaki ünlü kavgalardan biri sırasında, Seth, Horus’un gözünü çıkarır; Horus da, onun ‘erkeklik organı’nı koparır. Tanrı Toth, ikisini de yargılar, sonunda Horus gözünü alıp babası O s i r i s’e verir; gözünün yerine de yılan U r a e u s’u koyar. Bu yılan, Mısır Firavunlarının ‘egemenlik’ simgesidir.” (U. Eco, (Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 626) Urartı ’lar : (TAR.,MYTH.) : Küçük Asya’nın doğusunda, Van gölü bölgesinde yaşıyorlardı. Ekilebilir bereketli topraklar, vadiler ve ovalar vardır orada. Dağlar demir, bakır madenleri ve yapı taşları bakımından zengindir; etekleri ise orman ve otlaklarla kaplıdır. “U r a r t ı kabillerinin adı, İsa’dan Önce XIII. y.y.’a doğru, Asur kralı I. Salmanasar’ın yazıtlarında gezer ilk kez. U r u a t r i denen kabilelerle ‘sekiz küçük ülke’ sorunu vardı, Salmanasar, bunları fethetti, yakıp yıktı, halkını da k ö l e durumuna getirdi. Koyduğu vergiler çok ağırdı. İsa’dan önce XII. y.y.’da Asur yazıtlarından ‘Uruatri’ sözcüğü kaybolur, yerine, Van gölü bölgesinde, N a i r i ülkesine yapılan çeşitli seferlerden bahsedilir. Asurlularla da sürekli savaşlara girişilmektedir. Urartı’nun merkezi T u r u ş p a olup o da Van gölü kıyısına inşa edilmiştir. Asur’lularla süregelen devamlı mücadeleler sonucunda, tek bir Urartı Krallığı, IX. y.y.’ın başlarında kurulur. Bunu başaran, kendine ‘yığınların kralı’ adını veren I. Sarduris olmuştur. Torunu Menua, onun başarılarını tamamlar. Küçük devlet, zamanla Transkafkas’a ve Kura ile Aras ırmaklarının yukarılarına kadar sınırlarını genişletirler. Urartı krallığı doruk noktasına İsa’dan önce VIII. y.y.’ın ilk yarısında, kralları I. Argisti ve II. Sarduris sayesinde erişti. Van Kalesi kayalığına kazınmış H o r h o r Y a z ı t ı, bu seferler hakkında bilgi veriyor bize. Ele geçebilen belgeler, Urartı toplımınun da ‘k ö l e c i’ bir toplum olduğunu öğretiyor. Devletin başında, doğuştan soylulara dayanan bir k r a l bulunuyordu. Savaş yoluyla zenginleşmiş ve geniş topraklara sahip askeri aristokrasi pek güçlüydü. Kralın, tapınakların ve soyluların topraklarında yemişçilik ve bağcılık

yapılırdı. S u l a m a için çok sayıda yapma göl, geniş bir kanal şebekesi, tarlalara, köylere ve hisarlara su sağlıyordu. Hayvancılık da pek gelişmişti. Ekonomi, ‘köleci’ bir niteliğe sahipti. Çok sayıda köle vardı. Her sefer dönüşü, binlerce savaş esirini de beraberinde getiriyordu. Argisti, bir seferde, 18.000’den fazla esirle dönmüştü. Bunlar, her işte kullanılıyordu. Gerçek anlamıyla k e n t l e r yoktu. Kırsal uğraşlar ve meslekler, ancak büyük kasabalarda gelişmişti. Uygarlık - Kültür, din : Urartı kültürü, Asur’a bağlı bir kültürdür. En başta, onların çivi yazısını aldılar, biraz değiştirdiler. Erivan yöresinde ve Van’daki taştan dev kalelerin yıkıntıları, bize onların bina yapımındaki ustalıklarını gösteriyor. Devlet dininin büyük tanrıları, baş tanrı Haldia, savaş tanrısı Teşeba ve Güneş Tanrısı Şivini idi. Urartı yazıtları, kralla zaferlerini sanki ona borçlumuş gibi, tanrı Haldia’ya bir hitapla başlar. Haldia, kuşkusuz Urartı kökenli bir tanrı; yanı zamanda yıldırım ve fırtına tanrısa da olan Teşeba’nın adı ise, Urartu’nun batıdaki en yakın komşuları Hitit’lerle Hurrit’lerin tanrısı Teşub’a bnziyor. Şivini de, geleneksel güneş-tanrı olsa gerek. Çöküş : İsa’dan önce VIII. y.y.’da, Asur’un gücü III. Tiglat-Falasar zamanında artınca, bu Urartı’yı hayli sarstı. Kral II. Sarduris’in 743 yılında uğradığı bozgun, ve en korkuncu ise, 714 yılında Asur Kralı Sargun’un vurduğu darbe ile, özerklik sona erdi gibi. Sonra yine kendini toplar gibi oldu ama, VII y.y.’ın başlarında korkunç bir İ s k i t akınına uğradıkları gibi, Urartı’ları tarihten silen, VI. y.y.’da M e d’ler oldu. Yıkılı şından sonra da, ülkede üstünlüğü bir süre için A r m e n’ler kabilesi elinde tuttu. Bundan sonradır ki, ülke, A r m e n i a - Ermenistan adını aldı. İ.Ö. II. y.y. bu birliğin ilan asrıdır.” (Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:125-8) Urba, uruba : (Kaba) giysi -özellikle keşişlerin, din adamlarının kisvesi- “Tabanları kıyıldıktan sonra… Tuzlu su iyi gelir kesiklere. Suyun içinde dikkatle ilerliyor. Kayaların üstü daralıyor. İpini, kuşağını çözmeli, urubasını sıyırmalı, bu suya çırılçıplak girmeli. İyi. Yıkanır da… Urubanın üstüne üç taş yerleştiriyor. Kayanın üzerinde, bir yana uçmadan, kurur da…” (Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:13) “BİR TEMMUZ GÜNÜNE BALAD ------------------------------------------- -Niye taşırsın bu ölüm karası urb ayı? -Ah, acılı ve talihsiz dul kaldım gencecikken!” (F. Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:42) “Yazdıklarım benziyor birbirine tıpatıp, Bütün şiirlerimde niçin urbalar aynı? Basmakalıp sözlerim beni ortaya atıp Ele verir adımı, sanatımın aslını.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:76, sa:193) urbis amator - ruris amator : (LAT.,KOLL.,SOSY.) : <ur’bis ama’tor - ru’ris ama’tor> ‘Kent aşığı - Kır aşığı’ (Victor Hugo, Paris’in sokak çocuklarını, ‘şehri seven’ ve ‘kırı seven’ diye diye ikiye ayırıp tasvir esiyor “Sokak çocuğu şehri sevdiği gibi, yalnızlığı da sever. Çünkü onda bilgelik vardır. FESCUS gibi urbis amator, FLACCUS gibi ruris amator’dur. Hayal kurmak, amaçsız yürümek, filozofun sevdiği bir iştir. Hele insan bazı büyük şehirleri, örneğin Paris’i çeviren, yarımyamalak bir köy görüntüsü veren, çirkin ama garip, çifte karakterli yerlerde bulunuyorsa. ........Banliyöyü seyretmek, hem denizde hem karada yaşayan bir canlıyı seyretmek gibidir. Ağaçların bittiği yerde damlar, otların bittiği yerde kaldırımlar, nadasa bırakılmış tarlaların bittiği yerde dükkanlar, araba izlerinin bittiği yerde tutkular, Tanrısal seslerin işitilmez olduğu yerde, insanların patırdısı başlar.” (V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:III, sa:19)

Urub ; Urup; Urup buçuk; Urubu bile olmamak : Arşın (Endaze, kol boyu -eski ölçü- 68 cm.)’ın sekizde biri; Bir şeyin dörtte biri; Küçük, az; Azar azar; Bunun birazcığı bile olmamak “Tam sırasıydı taşı iyice gediğine koymanın: -Müdürün idaresizliği! Ben burada bunca yıllık Başgardiyanım, değil böyle, bunun urubu bile olmadı. Neden? Müdürler dirayetliydi de ondan!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:294) Usanmak, bezmek : Aynı kişiyle yaşamaktan ya da aynı şeyleri yapmaktan, her şeyden bıkmak, sıradanlaşmak “... neyse Reşit’in sırası değil, şimdi bana gelmek istemiyor, bekliyorum ama, umuyorum, bir gün gelecek, her şeyden usanacak bezecek öyle gelecek bana, bezginlik içinde ama artık hasta olmayacak...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:78) Uslu akıllı; Uslu uslu : Aklı başında, sessiz, güvenilebilir; problem yaratmaksızın

“Eğildi, ocağa biraz daha odun attı. Biraz sonra, ‘Yarından tezi yok,’ dedi, ‘hava yolunun açılış töreni olacak; artık yerde yürüyemiyorum,

havalardayım. Omuzlarımda makaraları hissediyorum.’ ‘Pire’deki kahvede, beni oltaya takmak için nasıl tuzak kurduğunu hatırlıyor musun, Zorba? Ananın yiyip çocuğuna vermeyeceği çorbaları yapmasını bildiğini söylemiştin ve benim sevdiğim yemek de, rastlantı bu ya, tıpatıp o çıkmıştı, nasıl anlatmıştın bunu?’ ‘Ben de biliyor muyum, patron? Öyle esti işte! Senin, o kahve köşesinde uslu uslu, derli toplu oturmuş, küçük yaldızlı bir kitaba eğildiğini görünce, neden bilmem, çorbaları seveceğini düşündüm. Öyle esti diyorum sana; ara da bul!’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:261) ELISE - O kadar ham bir insan mıyım, ağabey? CLEANTE - Yok, kardeşim; ama sen sevmiyorsun; içten bir sevdanın gönüle nasıl hükmettiğini bilmezsen; uslu akıllı bir kız olduğun için beni tenkid edeceğinden korkuyorum.” (Moliere, “Cimri”, sa:36) “-‘ Ich werde es zerreissen’..(ALM.) . <İh verde es (ts)er’raysen> ‘Parçalayacağım bunu’... size önceden haber veriyorum, ben bu eşiği atlayacağım, insanların yaşadığı bu uslu akıllı, yavan ve barışçı dünyanın dışına çıkacağım, ondan kopacağım, insansızlığa, yokluğa düşeceğim...” (N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:8) Usta : Sanat, zanaat öğreticisi; uzman kimse; Çok yetenekli, maharetli, elinden her şey gelen üstün insan; Üstat, tarikat şeyhi “Usta, hala kınında duran yeni kılıcımı havaya kaldırdı. Açık havada yakılan ateşin alevleri çatırdıyordu; törenin sürmesi gerektiğini gösteren hayırlı bir işaretti bu. Diz çöktüm ve ellerimle toprağı kazımaya başladım.” ..... “Şaşkınlıkla Usta’ya baktım. O garip ışık yok olmuştu, ateşin alevleriyle büyüyen yüzü hayaleti andıran bir görünüme bürünmüştü.. Donuk gözlerle bana baktıktan sonra karımı çağırdı ve işitemediğim bir şeyler söyleyerek kılıcı ona verdi. Sonra bana dönüp, ‘Çek elini,’ dedi, ‘elin seni yanılttı. Tarikat yolu, seçkin bir azınlık için değildir. Herkesin yoludur.’ ” (P. Coelho, “Hac”, sa:17-19) Ustura değmemiş : Daha sakalları çıkmamış “Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım, yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına, ‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim.

Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak, ‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp oynamak için iner.’ İçini çekti: ‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için, kasabaları basardım be! Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı: ‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’ Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233) Usturup; Usturubuna getirmek; Usturuplu; Usturuplu çevirmek : Derli toplu, iyi hazırlanmış; Biçimine getirmek, işi ustalıkla duruma uygun idare etmek

“‘Sizi ağırlamaktan zevk duyarız Bayan Sexton.’ Şefgarson senatörün kızını yemek salonundan geçirirken, onu arkasından takip eden erkelerin

bakışlarından -bazıları usturuplu, bazıları pek değil- mahcup oldu. Toulos’da çok az kadın yemek yer, daha da azı Rachel Sexton gibi görünürdü.”

(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:16) “Ama ben onun sözünü dinlemedim, bitişikteki komşudan kağıt kalem alıp manastırdaki rahiplere hitaben usturuplu bir mektup döşendim, mektubu postacı kadının eline tutuşturup kendim dağların, tepelerin yolunu tuttum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:20) “-Gazelci de kim? -Kim bilsin, belki sersemin biri idi. Bakmazdı yaz, kış havasına, lodosa, poyraza, yağmura, güneşe; çıkar idi haftada birkaç gün bizim çadırların yanına; dayar idi bir elini kulağına bulaşırdı: ‘Medet, medet, aman medet, canım medet, yanıyorum medet, ölüyorum medet!’ diye çağırmaya... Sesi de birazcık usturuplu idi herifin... Derken efendim, bizim kaçığın gönlü kayıverdi bir gün ona...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:125) “ADAM - Usturuplu nutuklara meraklısınızdır siz. Amsterdam’da, okulda Cicero’yu, siz de başkaları kadar okudunuz.” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:9) SUE, samimi ve ciddi. - Hiçbirinize zarar gelmez. Size söz veriyorum. Bunu tek başıma ben tasarladım. Babama, bütün suçun bende olduğunu anlatacağım. HORNE, pazarlığı uydurmuş bir adam tonu ile. - Öyle ise… Göze alalım denemeyi. (Uyararak.) Ama işi usturuplu çevirmek gerek, efendim. Elinizi çabuk tutarsanız iyi olur.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:85) “Çünkü (Hatıralar’ında bu noktayı usturuplu bir şekilde geçiştirmiş olsa bile, polis arşivleri o günden bu yana gerçeği bol bol sermiştir gözler önüne) Casanova’nın kağıt oyunlarında, çağının en usta hilekarları ve sahtekarlarından biri olduğuna şüphe yoktur.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:54) Usulca; Usulcacık, usullacık : Yavaşça, sessizce “Hatta duvarda bile, ki ona tam olarak bir nesne de denemez, DUVAR yazılı bir bant var. Yaşlı adam bir an başını kaldırır, duvarı görür, üzerinde duvar yazılı bandı görür ve usulca ‘duvar’ sözcüğünü telaffuz eder.” (P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:9) “Toman, ansızın birkaç kere havlayarak deredeki sessizliği bozdu. Muhtargilin köpek de havladı. Köpek havlayınca Ahmet ürperdi. Boz Ömer: ‘Susadın mı halaloğlu?’ dedi. Deli gibi bağırıyordu. ‘Susadım.’ dedi usulca. Hem öyle susamıştı ki!” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:27)

“SEVMEM İŞTİM H İÇ SENİ BÖYLESİNE ------------------------------------------------------- Birazcık olsun gülmedim, hiç gülmedim ma soeur Güle oynaya karanlık kaderime doğru yol alan ben- Ardımdaki yüzler çoktan Çoktan solarken akşamında mavi ormanın usulca. Her şey güzeldi o akşam ma soeur Ondan sonra ve önce hiç olmadığı kadar- Tabii ki bana o büyük kuşlar kaldı yalnız Akşamları karanlık gökyüzünde aç açına dolaşan.” (Bertolt Brecht<1898-1956>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02) “Alacakaranlık ------------------- Soğuk, yumuşak rüzgar duru, temiz suyu usulca dalgalanmaya zorlar. Oyalamak için geceyi bir şarkı tuttururuz.”

(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07) “O GÜNLER ---------------- o günler geçip gitti o sükut içindeki karlı günler sımsıcak odada, pencereden dışarıyı seyre dalardım, başım dönerek saf, beyaz kar tanelerim tüy gibi yumuşak usulca yağardı.” (Furuğ-Ferruhzada-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri”, sa:72) “Bu sırada, kumandan Poyrazla uğraşırken Ağaefendi usullacık, ayaklarını ucuna basa basa aralık kalmış kapıyı açtı, dışarı çıktı, gitti uzun koridorun öbür ucunda durdu. ‘Bir Yunan köpeğini, muhibbi <seveni, taraftarı> bana getirdiğin, cennet ve öz vatanını beğenmeyip Yunan uşaklığını tercih eden bu soysuzu bana getirdiğin için seni insanlıktan derakap tardediyorum. Bak, bak seninki kaçtı.’Şahadet parmağını kapıya uzattı, ortalığı zangır zangır titreten sesiyle: ‘Defooool, vatan haini, çıııııık dışarıya.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:45) “THAMAR İLE AMNON -------------------------------- Usulca girdi Thamar odanın sessizliğine Tuna ve damar renginde uzak izlerle tedirgin. “Thamar oy gözlerimi sürekli şafağınla. Kanımın iplikleri bak kucağına dantelalar örüyor.” (F. Garcia Lorca<1898-1936>-Onat Kutlar, “aşk şiirleri”, sa:85) “Yusuf, Meryem’den uzaklaşmadan, kalın ve tüylü battaniyeyi üzerine çekip şöyle bir toparlandı. Kadının sıcaklığını hissedebiliyordu, kadın tıpkı kuru otlarla dolu bir sandık gibi kokular yayıyordu, adamın üzerindeki giysiye sinmekteydi kadının kokusu, sıcaklığı adamın sıcaklığına karışmaktaydı. Ardından usulca kapattı gözlerini, düşüncelerden sıyrıldı, ruhunu geride bıraktı ve yeniden derin uykuya daldı.” (J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:17)

“Usulca içini çekiyor Lucie. Şaşkın iri gözlerini açarak boğazına götürüyor elini. Bunca acıya katlanması, yapısından gelmiyor, hayır. Dışardan geliyor… Bu ağaçlı yoldan geliyor. Onu omuzlarından tutup ışıklı sokaklara, insanların içine, pembe renkli tatlı caddelere götürmek gerekirdi: O tatlı sokaklarda böylesine güçlü katlanamazdı acıya; yumuşardı, gevşerdi, olumlu tavrına yeniden bürünür, hüzünlerinin alışılmış düzeyine yükselirdi yeniden.” (J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:40) “ÖZENLE DAVRANMAK --------------------------------- Yürüyecek misin usulca, belki, üzerime basarsın, diye, kaldıracak mısın? Zaman alsa da, özen gösterecek misin bir veda öpücüğüyle uğurluyorken beni?”

(Makhoazana Khosi Xaba<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.11.07) Usul gaydası : Usulü, kaidesi “(Muhtar)... Kaymakam dediğin bizim gibi kuru ekmek yemez, kuru yerde oturmaz, bizim gibi sidikli yatakta yatmaz... Kaymakam karşılamanın usul gaydası neyse biz de ona uyacağız, mecbur...’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:86) Usul usul : Sessiz ve yavaşça, bir az bir az, adım adım “KÜMELE ŞME ‘Kümeleşiyorlar,’ dedin. Kalabalık kovandan bir grup çıkıyordu dışarı- ‘görülecek manzara’. Saldırgan bir sözcük, ‘kümeleşiyorlar’. Ama arılar, dönen pul kanatlılar, çözülerek yün bir çile gibi, sarıyorlardı halkalar halinde, usul usul bir yumağı” (Lionel Abrahams<1928-2003>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.06.06) “Chuang Tsu Üzerine Derin Düşünceler 1. ------------------------- Son tren yaklaşıyor usul usul, son rüzgar dokuyor aydınlığı. Yaprakları renklendiren sabah, bırakıyor ışıltısını camlara, parlıyor bir an için tarihimiz üzerinde bizim, rüyalarımıza sürgün atalarımızın.” (Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05) “Etlice yüzü din adamını görmenize engel oluyor artık, sadece pencere sövesine <pencere kenarı, kasası>

dayadığı elini, sarsıntıya tutularak titreşip duran parmaklarını ve bu aralıksız gürültü içinde, pencere kıyısına vidalanmış metal levha üzerine işaret parmağıyla sessiz ve usul usul vurarak oyalandığını görebiliyorsunuz...” (M. Butor, “Değişme”, sa:19) “ÇANLAR IV

Gün bitmekte, ve gecenin karanlığı Usul usul, perde perde inmekte, Yeşillikli tepenin üstüne. Yeşilliklere, dallara, yapraklara, Gün vurmuş kaynaklara Dalların kuytusunda kalmış.” (Rosalia de Castro<1837-1885>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.09.04) “AKINTILAR TERS İNE ÇEVİRDİ --------------------------------------------- Suskunlar, rezil edilmişler, kazazedeler olacak kekeme ateşlerini besleyenn Gözetleme kulesinden karaya oturmuş görüntüleri küçülecek usul usul çok geçmeden” (Jeremy Cronin<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.06.07) “Sabahın Basamaklarında -------------------------------- Yağmur yağıyor bir şiirde usul usul ve kent uzanıp yatmış yanıbaşına uysal bir köpek gibi, birileri geçer, ardından başkaları gelir sözcükler vardır güneş dolu içleri ve çok iyi açıklayan saklı kürkünü bir kadının ve ötekiler sis içinde uyanıncaya dek.” (Claude Estaban<1935-2006>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.05.06) “İÇİM ACIYOR BAHÇEYE çiçekleri düşünmüyor kimse balıkları düşünmüyor kimse kimse kalbi güneşin altında iltihaplanan hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşalan bahçenin ölmekte olduğuna inanmak istemiyor” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:95) “Hafızam gitgide zayıflıyor; bende derin izler bırakmış, hayatımı sonradan adamakıllı etkilemiş o yaz’ı nedense yavaş yavaş unutmaya başladım. Renkler, kokular, şekiller ve hayaller, kelimelerin yan yana gelişi, yüksek perdeden alçak perdeden insan sesleri, sevinç ve ıstırap usul usul geri çekiliyor.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:11) “EVİM İZ İÇİN GELDİKLER İ GÜN <Sophiatown, 1962> ---------------------------------------------- Dayandık. Usul usul acı vererek Sokuluyordu rasgele darbeler Sağlam direklerin üzerinden Bizi kucaklayan odalara, Başlarımızı örten çatılara Dayandık. Kapamıştı toz bulutu görme gücümüzü İçimize akıttık gözyaşlarımızı Bitivermişti on dakikada.” (Umariuddin Don Mattera<d.1935>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.05.07)

“Portakal Ağacı ------------------- ve uzun bahçenin tam dibinde, arkadaki oluklu sac levhadan çiti aşan, gizemli bir portakal ağacı. Usul usul sarkardı ışıksız dalları, dikkatle yaklaştığım bir bölgeden.” (Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08) “sen geceyi tutuyorsun, ben nöbetini uzak dağ kışlalarında görmüyoruz birbirimizi usul usul sis iniyor kopmuş yollara” (M. Mungan<d.1955>, “Timsah Sokak Şiirleri”, ‘Gece Nöbeti’, sa:8) “Haha! Usul usul sokuluyorsun Böylesi geceyarısında?.. Ne istiyorsun? Konuş! Üstüme geliyorsun, sıkıştırıyorsun beni, Ha! Çok yaklaştın yanıma!” (F. Nietzsche<1844-1900>, “Dionysos Dityrambosları”, sa:69)

“BEYAZ GÜVERCİN <Acılar Denizi’nden> Süzülüp mavi göklerden yere doğru Omuzuma bir beyaz güvercin kondu Aldım elime, usul usul okşadım Sevdim, gençliğimi yeniden yaşadım” (Ü. Yaşar Oğuzcan<1926-1984>, Ataol. Behramoğlu, “Son Yüzyıl Büyük Şiir Antolojisi”, Cilt:2, sa:80) “Çocukluğun İni -------------------- kökler labirentinde uyanmış o da geçen yılın derisini okşarken rüzgar kaygan bedenine yapışıyor kalan kuru yapraklar ve girişini süslüyor deri o usul usul sönen, kuruyan kemikleşen günlerimizin usul usul pıhtılaştığı gittikçe rahme dönüşen o sığınağın” (Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07) “ONLARIN YAN İ SİZİN Onların yani sizin hayatınıza Şarkılar girmiş, şarkısız edemiyorsunuz Şarkılar, yani barış yani gökyüzü Yani bazan burun buruna geldiğiniz köşebaşlarında Sonra usul usul, yavaş yavaş kaybettiğiniz” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:53)

“Usul usul denize girdim, bedenimde bir Pan duyusuyla, tam bu yerin gerektirdiği gibi. Tam öyle, beş duyum öğle güneşinin, maviliğin, deniz tuzunun ve yalnızlığın insanda uyandırdığı şeylere hazırlıklı, suya dalıyordum ki, arkamdan senin alaylı gülüşünü işittim.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:25-6)

“Hanımefendi ellerini dizlerinin üstünde kenetlemiş, gözlerini yummuştu. Sırtına yerleştirilen yastıklara yaslanmış otururken usul usul sallanıyor, yüzünü belli belirsiz buruşturarak derinden derine öksürüyordu.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:79-80) “PRELÜD : Düşüncelerimin üstünde bir gölge asılıydı. ------------ Düşüncelerimin üstünde bir gölge asılıydı, Issızlık diyelim, ya da düpedüz terk edilme. Hiçbir tanıdık şekil kalmadı benimle, Ne ağaçların hoş görüntüleri, Ne denizin, gökyüzünün, yeşil kırların rengi; Ama insanlar gibi yaşamayan devasa, Güçlü şekiller usul usul kımıldanıyordu Gün boyu kafamda, Geceleri ise dadanmıştılar rüyalarıma.” (William Wordsworth<1770-1850>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.11.09) “Gök bütün ağırlığı ile, sessizce göğsüme çökmüştü. Kurşun gibi ağırlığa uzun süre dayanamayacağımı hissediyorum. Yemek salonuna girdim. İnsanlar masalara oturmuşlar bile. Usul usul konuşuyorlardı. Fakat bana yine de gürültülü geldi.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:81) Usus est optimus magister : (LAT.,EĞİTİM,KOLL.) <Us’us est opti’mus magis’ter> : Deneyim, en iyi eğitmendir = Experience is the best teacher Usus loquendi : (LAT.,DAVR.) <U’sus loku’endi> : Konuşma’nın kullanılışı = Usage of speech Uşağı böyleyse efendisi nasıldır : ‘Anasına bak kızını al’ , ‘Öyle babanın öyle oğlu’ misali,’Kişi yetiştirdiğiyle ölçülür’ anlamında bir ünlem “Ah o şeytan ah! Hiç kimse beni bu kadar kolay kızdırmamıştır. Sanki tunçtan dökülmüş, bir bakıma acımasız Roma İmparatoru Tiberius’u andıran bir surat. O gittikten sonra, ‘Uşağı böyleyse, kimbilir efendisi nasıldır?’ diye düşündüm.” (E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:58) Uşak : Erkek hizmetçi, yardımcı el, çiftlik fabrika gibi yerlerde çalışan emekçilerin herbiri; Eski İstanbulda mahalle tulumbacılığı kurulduktan sonra, İhtiyar Heyetinin de tasvibi <o.k.’i>ile sandığın başına idaresi olarak bir Birinci Reis tayin edilirdi; diğer tüm tulumbacılara tulumbacılara ise uşak adı verilirdi “Giresun’da kayıklar Kızlar fındık ayıklar Sevenler sevdiğini Gece gündüz sayıklar. Hoy deniz Karadeniz, Suları engin deniz Üstünde köpürelim

Suları engin deniz. Uşaklar, siya siya Uşaklar, siya siya” Varır yare ulaşır. (Anonim, Bir Karadeniz türküsü)

“Birinci Reis, uşakların arasından ehliyet <maharet> ve şahsiyetlerine <kişilik> göre, askeri birliklerdeki ‘onbaşı’, ‘çavuş’ ve ‘subaylar’ yerine, bir İkinci Reis <yangın anında tüm kumanda ondadır>, bir Fenerci, bir Borucu <Yangın esnasında tulumbanın borusunu tutar> ve bir de Kökenci <Yangın esnasında, boruyu taşıdığı gibi, su kuvvetinin en fazla sarstığı, sarı pirinçten yapılmış boru’nun <su fışkırtma parçası> hortuma bağlandığı noktayı tutar>. Fenerci, ikinci Reisin muavini görevini yapar ve gece yangınlarına giderken ve dönerken, fener çekerdi. Bunların tayininde de o sandığın uşakları söz, rey <oy> ve itiraz <red> haklarına sahipti.” (R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:68) “-Kanokok <Eski Macaristanda bir papazlık rütbesi> Marton sen misin? -Benim efendim, Valter. -Gece yarısı tek başına surun üstünde ne işlersin? -Bozkırda yanan atreşi seyrediyorum. -Orada seyredecek ne var ki? -Etrafına birtakım karaltılar çömelmiş, acep kimler ola? -Serseri paganlardır, Marton, Bozkır hatununun uşakları.”

(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:13) “Karaca Oğlan uşak olsam Yar belinde kuşak olsam Bir atlastan döşek olsam Yar altına serse beni” (Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:309)

“Sözün burasında Ebuzer Ağa, gene duraklar, gözlerini kaçırırdı. Gümrük kahyalığı Ebuzer Ağaya hiç yaramamıştı. Bir kere, harb yüzünden gümrük ambarlarında fareler cirit oynuyordu. Sonra karsız bir yerin hamal kahyalığı cephelerden daha tehlikeliydi. Yoksulluktan ‘uşaklar’ kudurmuş kurda dönmüşlerdi.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:134-5) Uşak kılıklı : Erkek hizmetçi kılıklı, yaka paça bir yana, giyimsiz kuşamsız, her tarafı dökülen, beyaz yün çıraplı, bakımsız, çokbilmiş, laübali kimse “KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin..... Sen asılzadelik taslayan, meteliksiz, uşak kılıklı, kokmuş yün çoraplı bir sahtekarsın. Sıkışınca soluğu mahkemede alan bir ödlek, ayna düşkünü bir züppe, gayretkeş ve kıçyalayıcı bir hergelesin.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57) Uşak ruhlu : Söylenenleri yapan, hiç muhakemesini kullanmadan inanan, itaatkar kimse “Smerdyakov sırıttı: -Yalan dolan bunlar..

-Hadi cehennem ol, uşak ruhlu, sen de!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:192) Utanan gelin yanağı gibi kızarmak : Masumiyetle kızarmak, pembeleşmek “Mermerler sanki binlerce yılın gurup ve şafaklarının pembesşinş eme eme, utanan gelin yanağı gibi kızarmışlardır. Buradaki mermerlerin en iyi ve en sağlamlarını Sultan Aziz, vapurlar dolusuyla İstanbul’a taşıtmış, onları kestirip biçtirmiş ve ziyafet pastasına benzeyen Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır.” (Halikarnas balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:17) Utana sıkıla : Utanç ve sıkılganlıkla, çekinerek “Sonra birden kapının yanındaki masanın üstünde duran bir tabağı alıp dışarı çıktı. Dışarda bahçıvan kadınla bir şeyler konuştuğunu duydum. Az sonra utana sıkıla içeri girdi.”

(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:32) “Bu karabahtlı köpek dadıları, sokak köpeklerini kucaklayanlar, karışık soyluları okşayıp, Pomeranya köpekleri pohpohlayıp, finoları ferahlatanlar, teryerleri terleten, kısa bacaklıları beşikte hoplatan ve beyaz yüylüleri gezdiren adamlar Circe’in buyruklarını utana sıkıla yerine getirirler.” (O. Henry, “viski soda”, sa:45) “Ne diye bir köylü olarak kalmadın sanki, dedim kendi kendime, utana sıkıla köyün içinden geçtim; yorgun argın yeniden düştüm yola.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:66) “Tohum, utana sıkıla sordu: ‘Bütün bunları nasıl biliyorsunuz?’ ‘Aman, küçük, ben yağmur damlası olarak yaşamaktan yorulmuş yaşlı bir yağmur damlasıyım.” (J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:34) Utancından kıpkırmızı olmak : Aşırı mahcubiyetten yüzü kızarmak “-Dostum, çok sevimli, hoş bir genç Rus kişizadesi tanırım….. Aynı zamanda ilerisi için çok şeyler vadeden ‘Büyük Engizisyoncu’ adlı bir şiirin yazarıdır. Ben kafamdan onu geçiriyordum. İvan utancından kıpkırmızı oldu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:245) Utancından yerin dibine geçmek, girmek : Kimsenin gözüne gözükmemek, herkeslerden kaçmak “ ‘Ama rica ederim, bu bir sanat değil ki! Gözler görmek içindir. Gözlerimi açacağım, ama çtığımda sizi görmediğim takdirde, utancınızdan yerin dibine geçebilirsiniz! Şu ana kadar dürüst oynadım. Sizi ancak yarı yarıya ciddiye aldım. Ama sırf sizi düşündüğüm için görmekten kaçındığım bir şeyi görürsem, burada olmamanıza karşın konuştuğunuzu görecek olursam, o zaman işiniz bitik demektir.’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:440)

“LOPAHİN -... Babam köylüydü, odunun tekiydi, aklı hiçbir şeye ermezdi, beni okutmadı, kafayı çekip dayak atmayı bilirdi sadece, hem de her zaman sopayla. Aslında ben de ondan farksızım, salağım, odunun tekiyim. Hiçbir şey okumam. İmlam derseniz, berbattır. Hem öylesine berbattır ki, ne zaman bir şey yazmak zorunda kalsam utancımdan yerin dibine geçerim.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:134) “Bu duygular içimde kıpır kıpır eder dururlardı. Bunların yaşamım boyunca böyle kaynaştıklarını, dışarı taşmak için fırsat kolladıklarını bilirdim, ama bırakmazdım, bile bile bırakmazdım. Utancımdan yerin dibine geçecek durumlara mı düşmedim, beni çarpıntılar mı tutmadı bu yüzden: bıktım, canımdan bezdim!” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:14-5) “Çirkin ve içler acısı bir bir manzaraydı doğrusu. Utancımızdan neredeyse yerin dibine geçmiş, aynı zamanda gözü bağlanıp gönlü çelinmiş arkadaşımızın hali yüreğimizi sızlatmıştı.” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:18)

“O anda bende bir gariplik olduğunu sezinledim. Sırtımdan aşağı soğuk terler boşa nd ı. Gözüm aşağıma iliştiğinde ayakkabılarımın olmadığını, yere çorapla bastığımı gördüm ve utançtan yerin dibine girdim.” (H. Hesse, “Masallar”, sa:139) “Attığım naranın yankılanıp bir gümbürtüyle bana döneceğini umuyordum, oysa bir kuşun cansız ötüşü gibi dingin yücelerde hiç iz bırakmadan sönüp gitti. Yerlere geçtim utancımdan, sus pus kalakaldım.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:19) “Çığlık atarak yüzükoyun yere düşmüş, ağzından köpükler gelmeye başlamıştı. Utancından yerin dibine girecek gibi olan annesi oğlunun başına yemenisini atmak zorunda kalmış, kucağına alıp oradan uzaklaşmıştı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:35)

“... Bir an umudu kesiliyor, utancından yerin dibine geçiyor, Anavarza yazısına, güneşin altına gene dikiliyor, atın nerede olabileceğini düşünüp duruyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:269) “MAZZINI -... Bazan düşümde görürüm, çok seçkin kişilerin yanına gitmişim, sırtımda pijamalarım var. Bazan de çırçıplak. Kan ter içinde uyanırım. Ama burada vız geliyor. LADY UTTERWORD - Bu da çok seçkin kişiler arasında olmadığınnızı gösteriyor, Mr. Dunn. Benim evimde olsanız, utancınızdan yerin dibine geçerdiniz.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:134) “Kendi kendine: ‘Amma da korktum ha!’ dedi. Bu sözlerini işitir i şitmez hani neredeyse utancından yerin dibine geçecekti. ‘Ama, halam bana her zaman benim ençok gereksinim duyduğum şeyin kendi kendimi bağışlamak olduğunu söylemez miydi? Ben kendimi hep kusursuz, var olması olanaksız bir örnekle karşılaştırıyorum. Eh, pekala işte; korkumu bağışlıyorum, çünkü bir başka yönden özgürlüğümü savunmaya iyice hazırlanmıştım, hiç şüphesiz beni tutukevine götürmek için jandarmaların dördü de ayakta kalmış olmayacaklardı.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:198) Utançtan ölmek : Pek çok utanmak, utançtan yerin dibine girmek

“HANIM -... Hapishaneler azılı canilerle dolu. O ince ruhlu beyefendi onlarla ne yapar? Utancımdan ölüyorum. O istediği kadar suçsuz olduğunu söylesin, ben elalemin ortalık yerinde yüreğime taş basıp birtakım ağların altında bunalıyorum. İçim kan ağlıyor.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:43) Utanıp arlanmak : Çok utanıp sıkılmak, hicap duymak Bk.: Utanıp sıkılma “KORO - -------------- Ve rüzgarlar kaptı getirdi beni. Demir balyoz gümbürtüleri Mağaranın dibine kadar geldi. Utanıp arlanmayı bir yana bıraktım, Ve yalınayak Uçageldim bu kanatlı arabayla.” (Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:46) Utanıp arlanması, sıkılması olmamak, arlanmaz; Utanıp sıkılmadan : Utanmaz, arlanmaz, vurdumduymaz, nemegerekçi Bk.: Utanmaz “Seni arlanmaz utanmaz Yere yatıp yuvarlanmaz!” (Eski bir İstanbul meseli, 1930’lar, anonim) “Sonsuz acılar, küçük düşürülmüşlük duyguları içinde kendi kendimi yer bitirirdim; belki benim asıl istediğim de buydu. Gelip geçenlerin ayakları arasında, utanıp sıkılmadan, fıldır fıldır dolaşır; adım başında ya bir generale ya da bir süvari veya hassa subayına ya da bir hanımefendiye yol verirdim.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:74) “Ders saati sona erince, öteki öğrencilerle birlikte Pavel oradan uzaklaşmak istedi ama öğretmen alıkoydu, gözlerini dikerek oğlanı uzun uzun süzdü ve sonunda da, utanıp utanmadığını sordu. Pavel, ancak duyulan bir sesle: ‘Hayır’ yanıtını verdi. ‘Hayır mı? Hayır da ne demek? Utanıp arlanmak kalmadı mı hiç?’ ” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:24)

“MADELEINE - Ağaç mı sanıyorsun sen onu! Hiç utanıp sıkılması da yok! Her yeri kaplayacak, Tanrım! Her yeri! Nereye koyarım ben onu? Senin için hava hoş tabii. Ev işleriyle uğraşan sen değilsin ki! AMEDEE - Başımıza bir sürü dert açtığı besbelli. Ama, yine de, beni etkiliyor. Düşünüyorum da... Ah, başka türlü de olabilirdi bu...” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:53-4) Utanmaz : Arlanıp sıkılması, sosyal moral değerleri düşük, kendini bilmez kimse “Küçük iken adı ‘Yumurcak’tı, sonra ‘Afacan’, sırasıyla ‘Haylaz’, ‘Çapkın’, ‘Utanmaz’ oldu. Bu, onun için son rütbe değildi. Avnussalah eğitimde şiire yükseldiği zaman Namık Kemal’in meşhur mısraıını şöyle tepetaklak att: ‘Alçal ki yerin bu yer değildir.’ ” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:23) Ut cachinnis dissolvatur, torqueatur rictibus : (LAT.,) <ut ka’kinis disol’vatur, tor’ketur rik’tibus> : ‘Kahkahalarla gülünsün, gülmekten katılınsın’ “Burun deliklerinden kükürt bulutları püskürten binek atlarına binmiş Yoksul Yaşam Rahipleri, kemerlerinde altın dolu keselerle içeri girdiler; bunlarla kurtları kuzuya, kuzuları kurda döndürüyorlar, Tanrı’nın sonsuz dek her şeye gücünün yetişini öven ilahiler söyleyen halk meclisinin onayıyla, onlara taç giydirip imparator yapıyorlardı. ‘Ut cachinnis dissolvatur, torqueatur rictibus !’ diye bağırdı İsa, dikenli tacını sallayarak. Papa IOANNES bu karışıklığa lanetler yağdırıp, ‘Bu gidişle işin sonu nereye varır bilmem!’ diye bağırarak içeri girdi.” (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:491) ut infra : (LAT.,KOLL.) <ut inf’ra) : Aşağıda belirtildiği gibi ! = As cited below ! ut supra <ut sup’ra> : Yukarda belirtildiği gibi ! = As cited above ! ut sine animali ...... : <ut sine animali> (LAT.) : “Hayvanlar tarafından hareket ettirilmeksizin, ölçülmez bir hızla gidecekler ve içlerinde oturan bir adam bir kolu çevirince, tıpkı uçan kuşlar gibi, yapay kanatlarını havada çırparak uçan donanımlar yapılacak...” “Roger Bacon, saygı duyduğum üstadım, tanrısal tasarımın bir gün makine bilimini, bu doğal ve sağlıklı büyü bilimini içine alacağını öğretti bize. Güngelecek, doğanın gücünden yararlanılarak, unico homine regente ve yelkenli ya da kürekle hareket eden gemilerden çok daha hızlı gemiler yapılacak; öyle arabalar olacak ki, ‘ut sine animali moveantur cum impetu inaestimabili, et instrumenta volandi et homo sedens in medio instrumenti revolvins aliquod ingenium per quod alae artificater compositae aerem verberent, ad movum avis volantis.’ Kocaman ağırlıkları kaldırabilen araç gereçler, denizin dibinden giden taşıtlar yapılacak.’ ” _ (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:30) ut sit exiguum caput at siccum propre pelle ossibus adhaerente, aures breves et argutae, oculi magni, nares patulae, erecta nervix, coma densa et cauda, ungularum soliditate fixa rotunditas (LAT.) : <ut sit egziguum kaput at sikum propri pelle o’sibıs adirenti, avres brevis et arguti, okuli magni, nares patuli, erekta nerviks, koma densa et kavda, ungularum solidati fiksa rotunditas> : Başının küçük, derisinin kemiklere yapışık-gergin, kulakların kısa ve sivri, gözlerinin iri, burun kanatlarının geniş, boynuınun dik ve yelesinin ve kuyruğunun gür, toynaklarının dik ve yuvarlak (olması) “ ‘...Bunların doğru olup olmadıklarını bilmiyorum, ama rahiplerin buna kesinlikle inandıklarına şüphe yok. Sevil’li İzidor, bir atın güzel olması için, ‘ut sit exiguum caput at siccum propre pelle ossibus adhaerente, aures breves et argutae, oculi magni, nares patulae, erecta nervix, coma densa et cauda, ungularum soliditate fixa rotunditas’ olması gerektiğini söyler.” (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:38) universalia ante res : (LAT.,MANT.,FEL.) <Yu’niver’salya anti res> : Ortaçağ’da, P l a t o n’un ‘radikal kavram realizmi’ için kullanılan Latince deyim. T ü m e l<var olan herşeyi kaplayan, varlıkları ve düşünülen şeyleri içine alan önerme>‘lerin, t i k e l <bir türün bütün bireylerine değil de yalnızca bir veya birkaç bireyine ili şkin olan>‘lerden ayrı ve zihinden bağımsız olarak varolduğu görüşü. (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:958)

universalia in rebus : (LAT., MANT.,FEL.) <Yu’niver’salya in rebus> : Ortaçağ düşürülerinin, A r i s t o t e l e s’çi k a v r a m c ı l ı k bağlamında kullandıkları ve, tümel’lerin dış dünyadaki şeylerden, bireysel varlık ya da tikel’lerden önce, onlardan ayrı ve bağımsız olarak değil de, b i r e y s e l v a r l ı kl a r d a, s o m u t ve b i r e y s e l şeylerde, onların ÖZ’ü olarak varolduklarını dile getiren Latince deyim. (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:958) universalia in voce : (LAT.,MANT.,FEL.) <Yu’niver’salya in voke> : Ortaçağ Felsefesinde, ‘t ü m e l l e r k a v g a s ı’ söz konusu olduğunda, ‘k a v r a m r e a l i z m’ine olduğu kadar, kavramlara da karşı çıkan a r d- ç ı l a r’ın t ü m e l l e r i ağızdan çıkan sesle özdeşleştiren görüşleri ifade eden Latince deyim. (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:958) universalia post rest : (LAT.,MAN.,FEL.) <Yu’niver’salya post res> : Ortaçağ’da, ‘tadçılık’ ve bu arada ‘kavramcılık’ için kullanılan ve ‘tümellerin’, i n s a n z i h n i n d e n b a ğ ı m s ı z bir varoluşa sahip olmadıkları, ancak ‘tekil’lerden türetildiklerini öne süren görüş. T ü m e l : Var olan, herşeyi kapsayan ö n e r m e : ‘Her insan canlıdır!’ (Töze : Hukuk!) T i k e l : Bir bütünün bir parçası; T i k e l ö n e r m e : Konu’nun kapsamına giren bütün bireyler için değil de, kimileri için belki bir şey bildiren öneri (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:959) Uv : Ov; ovala, ovala (Kuluncu olan ya da sert kaslarını gevşetmek için yaşlıların bakıcı ya da gençlere verdiği emir-rica) “Gel uv bakayım şu kulunçlarımı biraz. Aman aman aman amangg! Sağa sola biraz ımmmhhh! Ne diye gelecekmiş.” ..... “Aaa, bu gülen Hayriye değil mi? Döndü mü bunlar mahkemeden? Ne çabuk böyle? Hangisi? Uv hadi uv. Hayriye mi haklı? Hadi ordan. Bu evde hepiniz Hayriye’nın yardakçısı zaten. Hadii.. Yanşalak karı. Vara gülsün, yoğa gülsün.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:7;8) Uyak : Şiirin dizelerinde sonların hece eşleşmesi: kafiye “Koyun Çobanı”ndan: XIV. Uyakların hiçbir anlamı yoktur benim için Uyakların hiçbir anlamı yoktur benim için Pek ender aynıdır yan yana duran iki ağaç. Renkli çiçekler gibidir düşünmem ve yazmam. Ama daha az yetkindir kendimi dile getirmem Yoksun olduğum için tanrısal uyalınlıktan Ve sadece göründüğüm gibi olduğumdann.”

(Alberto Caeıro-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.01.04)

Uyanık; Uyanıklık : Açıkgöz, fırsatçı, zeki; Açıkgözlük, fırsatçılık (Argo) “Disiplin, İndigo Çocuk için son derece önemlidir. Onlar çok yaratıcı ve uyanık olduklarından, her şeyi dener ve sınırlarını araştırırlar.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:98) “Bu yaşta biri için ne kadar da çok şey biliyor! Hatta sokaklarda sürten bir kadınlardan bile daha çok şey biliyor, çünkü çok uyanık. Dünyanın kaç bucak olduğununun farkında.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:216) “Sınırda, uyanık gümrük görevlilerinin saldırısına uğradım, adamlar iç çamaşırlarıma varıncaya kadar bavullarımı ve kişisel eşyamı denetlediler, sonra da beni İsviçre’ye el altından bir karton filtreli MS sigarası sokmakla suçladılar. Sonunda da, bavulumun yan cebinde nereden geldiği belli olmayan elli Frank gizlediğimi keşfettiler, bu parayı bankadan satın aldığım konusunda belge de gösteremedim.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:29)

“DELİ - Makyavelistin biri işte! Sizi aldatmış! S. KOMİSER - Aldatmış mı? DELİ - Elbette. İntiharına mantıklı bir neden bulmak için, size kendini öldürecek kadar gücenmiş rolünü oynadı uyanık..” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:54) “Ailemizle ilgili kaynak kitap ‘Ağaç’ da açıkça doğruluyor bunu: Ddedemden söz ederken ‘Zekasıyla ünlü bir zeccal’ diyor. ‘Zeccal’, Dağ lehçesinde ozanlara verilen ad; genellikle uyanık, ama çoğu zaman kendi şiirlerini kağıda dökmekten aciz kişiler bunlar.”

(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:58) “Sanırım, bu adamları olduklarından daha genç gösteren şey, hiçbir sorumluluk taşımamalarıdır. Joe’nun görünüşüne bakıp ona yirmi sekiz yaş biçmiştim; kırk üçünde olduğunu öğrenince pek şaşırdım. Koca koca laflar etmeye bayılyordu ve evlenmekten kaçınabilme uyanıklığını göstermiş olmakla da pek övünüyordu.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:26) “Rıhtıma vardığında güneş çoktan yükselmişti. Deniz dolmuştu, gemiciler bir telaş Lizbon yolcularına yola çıkmak üzere olduklarını haber veriyordu. Baltasar Sete-Sois bir koşu atladı kayığa,demirler sırt çantasında şangırmaktaydı ve uyanığın biri fark etti ki tek kollu adam yolculukları boyunca kendilerini korusun diye çantasında at nalı taşımakta, şaşkın şaşkın baktı ona.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:37)

“Madam Koukchine de Rusya’yı terketti. Şimdi Heidelberg’de, orada doğa bilimleri değilse de, mimarlık dersleri alıyor; yeni yasalar keşfettiğini söylüyor. Hala da üniversite öğrencileriyle, özellikle Heidelberg’i dolduran, saf Alman profesörlerini önce gerçekçi, uyanık görüşleriyle sonra, yine aynı profesörleri ve tembellikleri ile şaşırtan genç Rus fizikçileri ve kimya öğrencileriyle arkadaşlık edip duruyor.”

(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:268) Uydurmasyon : Uydurma şeyler (Eski İstanbul’da, Fransız kültürünün hakim olduğu 30’ lu, 40’ lı yıllarda, o dilin ‘aksiyon’ belirten ‘ tion=siyon’ hecesini, bir sözcüğün arkasına takarak bir tür popülarize etme, argolaştırma gayret,nin üürünü sözcük. ‘Atmasyon’ eşdeğeri. Bk.: Uyduruk “Elbette yanlış bilgilendirme geleneğini sürdüren Vatikan, bu yazmaların duyulmasını engellemek için elinden geleni yaptı. Neden yapmayacaklardı ki? Yazmalar, tarihi uyuşmazlıklarla uydurmasyonları gün ışığına çıkararak, yeni İncil’in siyasi çıkarlar güden insanlar tarafından derlenip düzenlendiğini açıkça ortya koyuyordu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:262) Uyduruk : Uydurulmuş, yalan, atmasyon şeyler, sahte “Bodur madrabaz, bonoları ciro edip imazaladıktan sonra uyduruk İngiliz’e uzatırken: ‘Ne dersiniz, acaba...’ diye sordu. Barker: ‘Ben derim ki d’Estourny’nin paraları sizde kalacak!’ dedi. ‘Buna eminim, çünkü çoktan borsanın yeşil halısı üzerine serilmiş bulunuyorlar.’ ” (H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:193) “DELİ -... O kendini aşağı atıyor! Siz saftirikler de herşeyi olduğu gibi gazetelere, televizyonlara anlatıyorsunuz..... Burada yazdığı idari kararda ne diyor dinleyin: ‘Onur zedelenmesi, kriz geçirmesine neden oldu.’ Buna kim inanır? Biraz fazla uyduruk gibi!” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:54) Uygun adım : Askeri birliklerde, genellikle resmi törenlerde, komutanın, çoğu kez trampetlerin eşliğinde, erlerin ayaklarını eşzamanlı ve mümkün olduğu kadar ileri fırlatarak yürüyüşe geçmeleri için verdiği komut: ‘Uygun adım, marş!’

“Binet: ‘Silah başına!’ diye bağırmaya ancak vakit bulabildi. Albay da onun gibi yaptı. Herkes çatılmış silahlara doğru koşuştu. Birbirlerine girdiler. Yakalarını unutanlar bile oldu. Valinin arabasının bu sıkıntılı durumu sezmiş gibi bir hali vardı, iki sıska at aincirlerini şıkırdatıp salına salına ağır ağır belediyeyi çevreleyen sütunların önüne geldiler. Tam o sırada ulusal muhafızlarla itfaiyeciler trampetlerini çalıp uygun adım yürüyerek avluya sıralanmaya başlıyorlardı.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:154) Uyku çekmek : Bir güzel uyumak Bk.: Deliksiz Bir Uyku Çekmek “Yavaşlığın keyfi neden yitti gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken şu serseri tayfası nerede şimdi?” (M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:8) “Yine de gece geldiğinde kızın özlemine dayanamadım, o orada olmadığı halde kalkıp odaya gittim. İyi bir uyku çektim, uyandığımda yanımda kutup ayısı gibi iki ayağının üstünde yürüyen pelüş bir ayıyla bir de kat vardı: ‘Çirkin Babaya.’ ” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:73) “... ve onun öğüdüne uyup haşlanmış mezgit balığı ısmarladı. Edebiyattan, Maupassant ve Daudet’den, büyük bir ülke olan Fransa’dan söz ettiler. Daha sonra, Pereira odasına çekildi ve on beş dakikalık bir öğle uykusu çekti, yalnızca bir şekerleme yaptı, sonra panjurlardan tavana yansıyan ışık ve gölge şeritlerine bakmaya başladı.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:103) Uykudan ağırla şmak : Yavaş yavaş uyku bastırmak “Sonra, sahte kardinalin yanına döndü: -Hayvan herif, dedi. İş mi bu senin yaptığın! Sen de tut ta pasaportu bile olmayan, göz altında bulundurmak zorunda kalacağınız bir beceriksize teslim et çekini! Ama Bardolotti uykudan ağırlaşmıştı, başını masaya bırakıyordu.” (A. Gide, “Vatikanın Zindanları”, sa:123) Uykudan göz kapakları düşmek : Çok uykusu gelmek, uykudan ağırlaşmak “Kadınlar önden gittiler, ve gezintilerimiz sırasında Lotte’nin kara gözlerinde sandım- ben bir budalayım, bağışla! bir görmeliydin, bu gözleri!- Kısa olacağım, (zira uykudan göz kapaklarım düşüyor), bak, kadınlar arabaya bindiler.” (J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:56) Uyku gözlerinden akmak : Son derece uykulu olmak “Halk Adamı Charlie Chaplin İçin Şarkı IV ------------------------ Seni sevgilinden ve her türlü isteğinden uzak tutan Ve gecede buluşmayı önleyen ulaşılmaz bir dünya. Sarayın buharlaşıp yitiyor, uyku gözlerinden

akıyor, kimse istemiyor seni, herkes bir başkasının

kolunda”

(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.01.04) “Otele döndük. Uyku gözlerimden akıyor, ayakta sallanıyorum. Kendimi yatağa vurdum. Karım coşkulu, sarsarak uyandırdı: ‘Madam Rigaux bekliyor seni.’ ” (A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:57) Uyku kestirmek : Bk.: Kestirmek Uykulara varmak : Uyumak, iyice dalmak “Irazca: ‘Bu gece bunlar burasını beklesinler,’ dedi. ‘Gözünüzü açın, biz de sergi yerine gidip kerpiçleri kıralım! Hep beraber! El ayak çekilince. Millet yatıp uykulara varınca.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:117) Uyku sarmak : Uykusu gelmek, gözkapakları ağırlaşmak “Sabaha karşı halsiz düştüm ve nihayet uyku beni sardı. Geç uyandım ve hala mahçup bir halde ve nasıl bir tavır takınacağımı bilmeksizin yemek vaktinde ortaya çıktım.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:208) Uyku sersemi; Uyku sersemliği : Uykudan kalkıldığındaki ilk mahmurluk, hala uyur gezer gibi olmak

“Fakat çoban köpeği, Pavel’den daha güçlü ve düşmanı yere serme işinde de iyi talimli idi. Bu sırada havlamış olması ise, etkisini gösterdi ve birkaç kişiyi o tarafa çekti. Gelenler, uyku sersemi idiler ve çok korkmuştular; fakat karşılarındakinin sadece bir çocuk olduğunu görünce, pek kızdılar. Pavel, vahşi bir hayvan gibi etrafına saldırmasına karşın çevrildi ve yakalandı.”

(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:21) “Birdenbire korkunç bir gürültüyle yataktan fırladım. Sofada bir şeyler yıkılıp devriliyor, gecenin

sessizliği içinde çocuk feryatları, boğuk hırıltılar, sille tokat seslerine karışıyordu. Uyku sersemliğiyle ilk aklıma gelen şey yangın oldu. Fakat yangına uğrayanlar herhalde birbirlerini dövmezlerdi.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:166)

“ ‘Selam,’ dedi Colette. Karısının sesinde bir gerginlik olduğunu hemen sezdi Chester. ‘Sana da selam,’ diyerek dirseklerinin üstünde doğruldu. Uyku sersemliği içinde, Colette’in yine Rydal’ı görmeye gitmiş olduğunu geçirdi aklından.” (P. Highsmith, Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:158) “Gece yarısı kapının zilini işitiyorum. Bu da kim? Yoksa yanıldım mı? Hayır, şimdi yine zil çalınıyor. Yataktan fırlayarak sabahlığımı giyiyor ve odadan çıkıyorum. Uyku sersemi ve şaşkın bir halde olan ev sahibim kadına rastlıyorum.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:164-5) “Bu kapı vuruşlarının nereden geldiğini bilecek gibi; gerçekten kapıya falan vurulduğu yok, bambaşka bir yerden geliyor sesler, ama uyku sersemliğiyle böyle bir sanıya nerden vardığını kestiremiyor…..Sabahleyin hizmetçinin kapıyı tıklatmasına uyanıyor, kurtulduğundan ötürü bir oh diyerek kapı sesini selamlıyor; bu sesin işitilmezliğinden hep yakınmıştır şimdiye kadar.” (F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Blumfeld, Yaşlıca Bir Bekar”, sa:137) “Ne dedim? Düşman ilerliyor mu? Eyvah, o kötü, o meşum söylentilere demek, ben de inanmaya başladım..... Yok canım! ‘İşte, düşmanla bu sinsi ışık içinde boğuşuyoruz,’ diyecektim. Uyku sersemliğiyle: ‘Düşman ilerliyor’ demişim. ‘Düşman nereye ilerleyebilir?’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:123) “‘Sonra?’ dedi annem. Ona baktım o zaman, sonra babama. ‘Sonra yatmış işte. Geçince kalkar diye düşünmüş. Mumu gördüğü halde aklına bir şeycikler gelmemiş. Hoş, zaten uyku sersemi, yatmış gene hemen.’ ”

(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:54) “Seslerini alçaltmışlar, fısıl fısıl konuşuyorlardı. “Kapıyı kırıp dalmışlar içeriye. Bir düşün. Uyku sersemi, o kadar adamı yatak odanda görünce… Evi aramışlar. Üçünü de götürmüşler bir yere. Neresi olduğu belli değil.’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:49)

“Seslerini alçaltmışlar, fısıl fısıl konuşuyorlardı. “Kapıyı kırıp dalmışlar içeriye. Bir düşün. Uyku sersemi, o kadar adamı yatak odanda görünce… Evi aramışlar. Üçünü de götürmüşler bir yere. Neresi olduğu belli değil.’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:49) “Gün ağarırken gelip beni uyandıracaklardı, uyku sersemi arkalarından gidecektim ve ‘gık’ demeden ölecektim.” (J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:27) “Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliği ile:

-Kim o? Diye haykırdı. -Aç çabuk!” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:176)

“Rahatlamış olarak, neredeyse neşeyle yataktan fırladı, zilin ipini çekti, yalpalaya yalpalaya gelen uyku sersemi uşağına giyecek, yiyecek hazırlamasını, çünkü gün doğumunda kızıyla birlikte Grenoble’a gitmeye karar verdiğini söyledi. Sonra giyinip evin öbür çalışanlarını ayağa kaldırdı.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:205) Uykusu ağır olmak : Uykusu derin olmak, kolay kolay uyanamamak “Kien, kapıcının uykusunun ağır olup olmadığını bilmediğini söyledi. Ancak ağır olsa gerekti, çünkü adamla ilgili -onun isteğiyle hem dört kanarya dışında- her şey ağırdı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:304)

“ ‘Duymadım.’ ‘Nasıl olur, nasıl duymazsın, bütün ormak kurşun sesinden biribirine girdi, çarpışma oldu, nasıl duymadın?’ ‘Uyuyordum. Benim uykum ağırdır.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:78) Uyku(su) bastırmak : Uykusu gelmek

“Uyku bastırdığı için egzersizi hemen yapmaya karar verdim. Şişede kalan maden suyunu betonun

üstüne döktüm, küçük bir birikinti oluştu. Kafamda herhangi bir görünyü ya da biçim yoktu, aramıyordum da.” (P. Coelho, “Hac”, sa:89) “Küçücük, yumru, kırmızı sırtlarında son ışıklar ipiliyordu. Sırtını yeniden gövdeye dayayan adamı

birden bir uyku bastırdı. Kısılmış gözlerinin önündeki yorgun at sağ art ayağını karnına çekmiş, tüyleri de domur domur olmuş, donu yağızdan karaya dönmüştü.”

(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:15) “Marcelle ona şaşkınlıkla, solgun, anlamsız ve kızarmış gözlerle bakıyordu; Daniel, uykusu bastırıyor

diye düşündü ve keyiflendi.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:134)

Uykusu başına sıçramak : Uyku sersemi olmak

“Memur şaşırmış görünüyordu, uykusu başına sıçramıştı.”

(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:295)

Uykusu kaçmak : Uykusu gelmemek Bk.: Uyku tutmamak “Geceyarısı saat üç. Çocuk birdenbire ağlamaya başlayınca Perihan ile uyandık. Perihan onu uyutmaya çalışıyor. Ben buraya indim. Uykum kaçtı. Evin içinde pijamalarımla üşüyerek geziniyordum. Sonra elbiselerimi giydim.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:239) “ ‘N’oldu sana? Hasta mısın ki?’ ‘Yo...’ ‘Neye öyle durup batırsın?’ ‘Hiç.’ ‘Deyiver, deyiver.’ ‘Bir şey yok vallaha.’ ‘Benzin solmuş.’ ‘Gece uykum kaçtı da.’ ” (Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe-Hoca’nın Ölümü”, sa:45) “UYKUSUZLUK O kadar korkarım ki uykum kaçtığı gece, Sanırım bir çöldeyim, gözlerimde susuzluk. Hafiften serpilmeye başlayıp da gittikçe Artarak tufan olan yağmurdur uykusuzluk.” (C.Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:49)

Uykusundan olma : Uykusu kaçmak, uyuyamamak

“Öfkeden ağzım köpürmüşken biri biraz gönlümü alsa ya da önüme bir bardak çay sürse hemen

yelkenleri suya indirirdim. Bununla da kalmaz, ona karşı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime kızar, utancımdan bir kaç ay uykularımdan olurdum. Yaratılışım böyleydi işte.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:14) Uykusunu almak : İyi, doyurucu bir şekilde uyumak “Başpapaz neredeyse odasına döner dönmez derin bir uykuya dalmıştı, Peder Markus elindeki tepside kuru ekmek ve bir bardak keçi sütü götürmek üzere parmak uçlarında içeri girene dek uyanmadı. Uykusunu almıştı, dolayısıyla Baird onu korkuluğa oturmuş, elinde oltasıyla uyuklarken bulduğunda sığınacak bahanesi yoktu. Güneş parlıyordu. Baird parmak ucunda usulca yaklaşmış, maviliklere doğru bakıyordu. ‘Yemini alıp götürdüler,’ dedi tatlı dille. Başpapaz homurdandı.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:217) “O gece, büyükannemin karyolasına bitişik küçük karyolamda birdenbire gözlerimi açtım. Başımda yanan kırmızı gece kandili sönmüştü. Fakat pencerelerden giren ay ışığı içindeki oda bembeyazdı. Uykumu almıştım. İçimde dayanılmaz bir acı vardı.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:17) “GÖNÜL HOŞLUĞU Bu bahar bir boşluğu var gönlümün Sabahları erkenden kalkıyorum Uykumu almış dinlenmiş genç zinde Neşeyle çalışıyorum bütün gün Yarınlara güvenle bakıyorum Gözüm gönlüm çocuk bahçelerinde Bu bahar bir boşluğu var gönlümün” (C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:198)

“Onu elinden tutarak: -Hayır, Natalya Savişna... Hiç de bunun için değil... Şöyle bir geldim... Siz de yorgunsunuz; siz yatın, daha iyi. -Hayır babacığım, artık uykumu aldım dedi, ‘üç günlük uyumadığını iyi biliyorum’.” (L. Tolstoy, “Çocukluk”, sa:152) Uykusunu haram ettirmek : Yapılan baskı ya da azmedilen üzüntüyle birilerinin uykusunu engellemek “Yatakhanedeki baskın, meydan muharebesi iki saat kadar sürüyor. 1000 polis sarıyor 400 kadar delikanlıyı. Bir istila ordusu kadar. Türk çocuklarına uykularını haram ettirenler, sanki düşman ordusuna baskın yapıyorlar. Bin baş polis. Bin baş polis... Ve bir avuç delikanlı. Dumlıpınarda da Türkler de bu kadar azdılar...” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:211) Uykusuzluktan ölmek : Abartılı bir şekilde, son derece yorgun ve uykulu olduğunu belirtmek “ ‘Adam!’ ‘Hımmm.’ ‘İşittin mi?’ ‘Baba bu işte. Gününü ağır bir çalışmayla geçirdi. Çok yorgundu, ama yine de bana iyi geceler dilemeye geldi. Baba bu işte.’ ‘Bence de öyle, ama uyuyalım, uykusuzluktan ölüyorum.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:122) Uyku tutmamak : Herhangi bir nedenle uyuyamamak “Herif dinlememişti bile, gülümsemişti yalnızca. Anlatmaya çalışmıştı: ‘İnan olsun balığa bile isteksiz çıkıyorum. Uyku tutmaz oldu.’ ” (P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:81) “Kadına içtenlikle teşekkür ediyor. Konuşma böylece sona eriyor. Ama kendi odasında uyku tutmuyor. Maykov’un gecikmeli telgrafını hatırlıyor (neden o kadar gecikmişti): Telgrafı Anya açmıştı, bu gece bile başının içinde hüzünlü çanlar gibi çınlayan, her biri güm güm gürleyen sözcükleri söyleyen Anya olmuştu: ‘Fedya, Pavel ölmüş!’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:141) “AMEDEE - (Aynı durumda, güçlükle konuşarak) Bir deneyeyim. Oturup yazmam gerek, oturup yazmam gerek... (Sessizlik.)..... ne kadar da yorgunum!... Ne tuhaf meslek bu... (Büyük bir horgörüyle.) Yazarlıkmış... (Kısa sessizlik.) Gece yarısına kadar uyumak isterdim. Ama nasıl olsa uyuyamam... Artık uyku tutmaz oldu... Yazalım!” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:93) “O akşam yattığımda paniğe kapılmış gibiydim. Uzun bir süre uyku tutmadı. Odamızın duvarlarından temiz bir kireç kokusu yayılmıştı, ancak gübre ve balçıkla kaplı döşeme tahtasından yükselen o tiksindirici koku, benim midemi kaldırdı.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:10)

“Memed yatağa girdi ama, bir türlü uyku tutmuyordu. Bir gavurluk yapmasın bunlar. Günlerdir uykusuz, günlerdir yorgundu ama, gene de uyku tutmuyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:244) “Gece boyunca odasında bir aşağı, bir yukarı gezindiğini duydum: çünkü beni de uyku tutmamıştı.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:63) “Vicdanı boklu bir katır ama, borcuna sağlamlığını n’apmalı? Borcunu dediği saatte ödemedi mi bunu uyku tutmaz.” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:341)

Uykuya dalmak : Uyumak

“MACBETH - Ya başaramazsak… LADY MACBETH - Başaramazsak mı? Sen sade cesaretini gergin tut, bak nasıl başarırız. Duncan uykuya dalınca -zaten bütün gün süren yolculuğundan yorgun olduğu için derin bir uykuya dalacaktır- iki oda uşağını öylesine içkiye boğarım ki-…..” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:23)

Uyku yüzü görmemek : Hiç uyuyamamak “Sedir gençliğini yakarlarsa benim de dünyada tutunacak dalım kalmaz.. Benim de bir tarafım yıkılır. Çocuk gibi büyüttüm. Onun için beş yıl uyku yüzü görmedim. Gece gündüz bu yaz onu düşündüm. Ha yaktılar, ha yakacaklar...’ ” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:31) Uyur uyanık : Uykuyla uyanıklık arasındaki o sınır durum “Bu dikkat çekici düşleri şimdi ikide bir yine görmeye başlamıştı. Gündüz vakti uyur uyanık görüyor ve tüm duyuları düşlere katıyordu. Burcu burcu bir koku gibi bir anne dünyası sarıyor çevresini, bir deniz gibi, bir cennet gibi çağıldıyor, severek ve okşayarak, anlamsız, daha doğrusu anlamla tıka basa dolu sözcükler mırıldanıyor, tatlı ve tuzlu bir lezzet bırakıyor geride, ipekten saçlarla susuzluktan kavrulan dudaklarının ve gözlerinin üzerinde geziniyordu.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:73) Uyuşturucu Bağımlılığı : Afyon, haşhiş, eroin, kokain gibi narkotiklere olan fiziksel ve ruhsal bağımlılık. Beklenen semptomlar: Baş ağrısı, titreme, rahatsızlık hissi, esneme, kusma, nabız ve tansiyon değişiklikleri, bayılma hatta konvülziyon <Yoksunluk sendromları>. Buna müptela olanlar, hiçbir zaman uzman hekim yardımı olmaksızın kendi kendine başarmayı beceremeyerek hayatlarından olurlar. En iyisi, bir merkeze gidip, ‘in-patient’ olarak, kullanılan madde ve miktarına göre, ‘tedricen azaltma’ ya da ‘Methadone Maintenance’ sistemleriyle temize çıkılır. “Uyuşturucu Bağımlılığı ile Mücadele Merkezi’ndeki genç doktor reçetenin altına imzasını attı ve yüzünde sert bir ifadeyle bana doğru uzattı. ‘Unutma, bunu aldıktan en azından kırk sekiz saat sonra, yoksunluk sendromları tam olarak etkisini göstermeye başladığında bana gel,’ dedi, dimdik gözlerimin içine bakarak. ‘Zor olacak, ama eğer dediklerime harfiyen uymazsan daha da zorlaşır, tamam mı?’ ” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:179) Uyuyakalmak : Bir işle meşgul olurken, örneğin T.V. izlerken, kitap okurken, müzik dinlerken farkında olmadan uyjuya dalmak “O gece, gözlerimi yummadan, kendi kendime, ‘Öldü,’ dedim ve bu söz beni etkileyecek mi, bir damla gözyaşım akacak mı ya da öyle bir şey olacak mı diye merak ettim. Hiç bir şey olmadı. Öteki yanıma dönüp uyuyakaldım.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:38-9) Uyuya sarsıla : Sarsıla sarsıla giden bir araçta uyumaya çalışmak “Hasan, yine yalnızlığıyla paylaştığı sağır-dilsiz bir mutluluka yolcu treninin üçüncü mevkiinde, tıkır tıkır dört nala koşturan vagonların birinde, uyuya sarsıla üç günlük bir yolculuktan sonra, şehirlerin şehri İstanbul’un Haydarpaşa Gar’ına ulaştı. Hac, bitmişti.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:162)

Uyuz, Uyuz herif : Tembel, miskin, uyuşuk (kimse) (Argo)

“A şkım, yaşamımdır. Lükse, şıklığa, zevk dolu bir yaşama alışmış olan bir genç kıza, Buffons salonunda keyifle Rossini’nin müziğini dinlemekten hoşlanan bir genç kıza, nedensiz olarak aptal yaşlılar ya da düşlemsel uyuzlar uğruna bir buçuk milyon frankı feda etmesini önersem, bana gülerek arkasını döner.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:102) “LELIO - Defol. Kafamı kızdırıp durma. Fena yaparım. ARABACI - Bu uyuz heriflere hizmet etmenin kazancı budur işte! (Gider.)”

(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:56-7) “ ‘Buraya gel ulan uyuz, ulan it, yılan kafa, kısa bacak, kıl kuyruk, yarım tonluk mendebur’, diye köpek

bakıcısı birden bağırdı. Kayışı elinde bir başka türlü tutuyor, sesi canlı ve gür çıkıyordu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:50) Uyuz dışkısı : Son derece öfke hissedilen birine söylenmiş bir sövgü (Argo) “MACOL - (Kendisine doğru dönen Macbett’e.) En sonunda buldum seni! İnsanların en adisi, aşağılık, soysuz, alçak yaratık! Azgın canavar. İnsanlığın çirkefi! İğrenç katil! Manevi salak! Sümüklü yılan! Boynuzlu engerek! Murdar kurbağa! Uyuz dışkısı!” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:330) Uyuz olmak : Tedirgin olmak, sinirlenmek, canı sıkılmak, kuşkulanmak, rahatsız olmak (Argo) “Ama o gece tekrar uyuz etti beni battaniye. Yılan gibi hareket ediyor. Türlü biçimlere giriyor. Yatağın üsütünde açık ve düz olarak durmayı reddediyor.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:40) “ANTONIO - Buyrun bakalım, eski bir ahlak dersi... İki işçi yan yana geldi mi bu sapıklıktır. Hatta birinden biri mutlaka kulamparadır. Sen de karımdan daha çok kıçından uyuzsun. Hatta iki misli daha sıkıcısın.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:8)

Uzaktan tanımak : Göz aşınası olmak, pek samimi olmadan kim olduğu hakkında şöyle biir fikri olmak “Yüz yüze gelip tanışmadan aylarca önceden beri onları uzaktan tanıyordum - kentteki herkesi tanıdığım gibi. Ayrıca ünlerini de duymuştum: Dikkat çekici, herkesten üstün, göreneklere uymayan yaşam biçimleri onları bizim taşralıların dillerine düşürüyordu.” (L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:30) “Nihayet: ‘Kiminle görüşüyorum efendim?’ diye sordum. Benden korkuyor gibi başını eğdi: -Feride Hanımefendi, ben yabancı değilim. Gerçi şimdiye kadar görüşmedik ama, sizi uzaktan tanıyorum.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:273) Uzak(tan) yakın(dan) (ilgili olmak , olmamak) : Hiç bir şekil ve tarzda ilintisi olmamak “Bütün bunlar bir yana, <Esso Florence>’ta çalışmanın açık denizlerde yaşanan serüvenlerle uzak yakın hiçbir ilgisi yoktu. Tanker yüzer bir fabrikaydı ve beni egzotik bir yaşantıya sürükleyeceği, delikanlılığıyla övünen bir kabadayıya dönüştüreceği yerde, kendimi endüstri işçisi gibi hissetmeme neden oluyordu. Artık milyonlarca işçiden biriydim; sayısız böceğin yanında çalışan bir böcektim ve yaptığım her iş Amerikan kapitalizminin o görkemli, o öğütücü çarkının bir parçasıydı.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:57) “Çevreme baktığımda, sözlerimin pek o kadar inandırıcı olmadığını fark ettim. Haç olayı çoktan geride kalmıştı, sanki önceki gün değil de çok uzun bir zaman önce olmuştu. Siyah mermer banyo, sıcak su doldurduğum küvet ve Rioja şarabını yudumlamakta olduğum kristal kadehin önceki gün yaşadığım olayla

uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Birinci sınıf bir otelin lüks süitine yerleşmiştik; Petrus kendi yatak odasındaydı.” (P. Coelho, “Hac”, sa:181) “Karakoldan çıktım, dışarda çok güzel bir gün başlıyordu, aklımdan geçenlerle uzak yakın ilgisi olmayan bir pazar günü. Avukatım birkaç teselli edici sözcük ve bir demet çiçekle beni bekliyordu.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:25) “Mösyö Nazarie sabah saatlerini kırlarda rasgele dolaşarak geçirdi. Düşünceleri tarihöncesiyle uzaktan yakından ili şkili değildi. Zaten bu fazla yaygın, fazla tekdüze ovalarda umut vaat eden kazıları müjdeleyecek bir şey bulmayı beklemiyordu.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:22) Uzatmalı : Uzun zamandan beri; Askeri birimlerde, jandarma’da sözleşmeli eratın süresinin uzatılma durumu; uzun süreli ilişkiler “... kimbilir ne zaman ölüp gitmiş bu kadın, ırmaktaki limanın sefil köşelerinden gelip bir meyhane kavgasında kaybettiği gözünün üstünde korsam bandıyla, genelev kraliçelerinin kutsal tahtına tırmanmıştı. Forsa Jonas diye isim taktıkları Canagüeyli güler yüzlü bir zenci olan en sonuncu uzatmalı sevgilisi bir tren felaketinde o gülümsemesini tümden kaybedene kadar La Habana’nın en büyük trompetçilerinden biri olmuştu.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:106) Uzlet, Uzlete çekilmek : (AR.): Toplum yaşammından kaçarak tekbaşına yaşama; Sadece Tanrı ile meşgul olmak, dua etmek için inzivaya çekilme “Bu gerçeği çok düşündüm. Artık sohbetten uzaklaşıp uzlete çekilmeye, perişann yazıp perişan söylememeye karar verdim. ‘Sessiz duran dilsizlerle sağırlar Boş konuşanlardan daha saygındırlar.’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:26) Uzun boylu : Boyu uzun insan; Uzun bir zaman süresince, uzun uzadıya

“Aydınlık havada tatlı nameler dolaşıyordu. Cüretinden ötürü, haklı bir hiddetle Havva’yı ayıpladım, çünkü yerle gökün boyun eğdikleri bir yerde daha yeni yaratılmış yalnız bir kadın bilgisizlik peçesini taşımaya razı olmamıştı, oysa ki o peçenin altına girmek isteseydi, ben, bu tarife sığmaz zevkleri çok daha önceden ve daha uzun boylu tatmış olacaktım.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:224) “Dolayısıyla, karım, çocuklarım ve Pluto ile yaptığımız uzun boylu pazar gezintilerini dört gözle beklediğimi söylersem şaşmazsınız sanırım. Köpeklere karşı ilgim adeta platonik olmaktan öteye geçmiyor böyle gezintilerde, pazarları kayıtsız köpekler bile tarafımdan izlenmekten kurtarıyor yakalarını.” (H. Böll, “Cüce ile Bebek”, sa:100) “Zaten daha önce de uzun boylu görüştükleri yoktu, hatta Mitya, bayan Hohlakova’nın ondan nefret ettiğini çok iyi bilirdi. Ona baştan beri ifrit kesilmesinin tek nedeni Mitya’nın Katerina İvanovna’nın nişanlısı olmasıydı..” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:34) “Yaşamaktan vazgeçenler vardır, bir de haklı çıkmaktan vazgeçenler vardır. Ben mantık yokluğunda varıyorum benliğimin bilincine. Ey benim en sevgili, en güleç düşüncem, doğuşunu yasallaştıracağım diye niçin uzun boylu düşüneyim?” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:145) “Tabelalara bakarak bir hayli dolaştı. Büyük bir kitabevinin camekanında, gösterişli bir şekilde serilen güzel bir tablo gördü: Bir kış manzarasıydı. Soğuğa aldırmadan, onu uzun boylu seyretmekten kendini alamadı.” (P. Istrati, “Sünger Avcısı-Sotir”, sa:101)

“... ve bir ses şunları söyledi: ‘Merhaba Seppe, korkma! Gelen Karagün Dostu, yer cücesi, Hızır. Eeey,

demek yine buralı oldun ha! Seni uzun boylu oyalayacağım diye kaygılanma! Dinlenmeye gereksinmen var..’ ” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:131-2) “Marill öne doğru eğilerek, birden değişmiş sesiyle, ‘Biliyorum, kolay değil,’ dedi. ‘Ama size deyeceğim şu, hemen gidin! Uzun boylu düşünmeyin! Hemen gidin! Şu Avrupa’dan kaçıp kurtulmaya bakın! Burada daha neler olacağını ancak şeytan bilir.’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:518) “O gün babam sarhoş, annem de biraz içkiliymiş. Hemşire kursunu bitirme partisinden geliyorlarmış. Babam evli barklı bir doktormuş. Karısı ve iki çocuğu varmış. Annem hem istiyor, hem istemiyormuş. Bilirsiniz, insan içkiyi biraz fazla kaçırınca nasıl olur. Uzun boylu düşünmemiş ve birlikte olmuşlar.” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:16) “Carla’nın bedeni aynı gün evinden pek uzak olmayan bir sulama kanalında bulundu. Yardımına koşanlar onu tanımakta zorluk çektiler çünkü dipteki balçık ve zift yüzünü tamamen kaplamıştı. Onun bulunduğu saatte Antonio, treni Napoli’den Messina’ya doğru götürüyordu. Gömme işlemleri için gerekenleri yapmak Antonio’ya düştü. Cenaze işleri görevlisi ile uzun boylu tartışmak zorunda kaldı. ‘Anne ve oğul aynı mezara konmamalı,’ dedi. Çocuktan geri kalanlar yakılmalıydı. Külleri sonra Afrika’ya göndermeyi düşünebilirdi.” (S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?-Gökyüzünden”, sa:95-6) Uzun çöpü çekmek : ‘Kısa çöp çekmek’ sözcüğümüzde de yazdığımız üzere, askerlikte, hastane vb iş nöbetlerinde, istenmeyen, güç ya da tehlikeli bir görev için çekilen kurada, her kim ki üstü kapanmış bardak içindeki çöp yığınından en kısa çöpü çeker, arzu edilmeyen görevi üstlenir. Uzun çöpü çeken de kurtulur. Bk.: Kısa çöp çekmek “....Orada işim daha kolay olacak; esaretin de kendi içinde bir özgürlüğü var. İnsan dışarıda olup kendini kaçak hissettiği sürece özgür sayılmaz. Hem sonra, neden hemen en kötüsünü düşünüyoruz? İlk seferinde beni geri yolladılar, bu sefer niye yollamasınlar? Hem, belki benim elime silah vermezler, hatta bundan eminim, beni kolay bir göreve getirecekler. Neden hemen en kötüsünü düşünüyoruz? Belki de hiç öyle tehlikeli değil, belki de uzun çöpü çekiyorum.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:169) Uzun ediyorsun : Çok konuşuyorsun, kısa kes “Cemal’in son cümlesi hoşuna gitmişti ama şakacıktan genç kız kaşlarını çattı: -Cemal!.. Cemal!.. dedi. -Bana bak Ayşe abla, uzun ediyorsun! Bırak bir defa da nasıl istersem öyle konuşayım, yahu!” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:10) Uzun lafın (sözün) kısası : Kıssadan hisse, sonuç, özet olarak “Uzun lafın kısası, Ustanın bana anlattıklarına kandım, şimdi anlatmaya değer tek şey de bu zaten. Eve dönmemin yanlış olduğuna inandırdı Usta beni, buna bir kez inandıktan sonra da artık dünyaya boş verdim...... Yaşamaya devam etmek için bir nedenin olmadığını düşünürsen, başına neler geleceğini umursaman da pek güçtür.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:10) “Bir zamanlar, parlak tüyleri, rengarenk kanatları olan bir kuş varmış. Uzun lafın kısası, bakanları neşeye boğarak göklerde özgürce uçmak için yaratılmış bir hayvanmış.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:193) “Ya da bazen, altı normal arış’a <ortalama bir arşına tekabül eden ölçü> karşılık gelen geometrik arışın belirtildiğini söylüyordu. Uzun sözün kısası, birkaç sabah, didinip duran o iyi yürekli adamı izlemek çok eğlenceli oldu, Tapınak’ın her yıkılışında da gülmekten yerlere yatıyorduk.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:136)

“Othello’yu ürkütücü hareketi yaparken izlemiş, ama öyle uysal, minik bir eşin neden yastığın üstüne değil de altına konduğunu hiç bilememiş. Eh, uzun lafın kısası, Paolo’yla ben bilgilerimizi değiş-tokuş ettik ve şunu fark ettik ki önümüzde harika bir yaşlılık uzanıyor.”

(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:105) “Harp çaldı, kalabalık alkışlarla karşılık verdi ona. Dizlerini bükmeden bacaklarını ayırarak o kadar

eğildi ki çenesi döşemeye değdi. İmsaka alışık Bedeviler, sefahatta usta Romalı askerler, cimri öşür mültezimleri tartışmaların öfkelendirdiği yaşlı keşişler, uzun sözün kısası, bütün konuklar, burun deliklerini açarak şevkle alkış tutuyorlardı.”

(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:126) “‘Yoo, o da değil. Ancak daha uzun bir süre bu dolaylarda kalmak istememiş; o zamanlar askerlik

yaşamı da onun için adeta bıkkınlık verici olmuş olmalı. Üstelik barış zamanıymış da. Uzun lafın kısası, askerlikten ayrılmış..’ ”

(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:23) “-Ne de olsa düzelmen için çok zaman geçmesi gerektiğini biliyordu, dedim. Ama burada rahatsın, değil mi? Hava güzel. Yiyecekler?.. -Çok iyi. Beni kurtaran şey de yediğimi hala iyi sindirmem. Birkaç gündür kilo bile almaya başladım. Ateşim azaldı. Uzun sözün kısası. Belirgin bir biçimde iyiyim.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:176) “Biraz önce peder Cave’ın bahsettiği dolandırıcılıklar, iane işlerine karşı öyle bir güvensizlik uyandırdı ki! (Bu sırada Protos, sabırsızlık içinde, piyano çalar gibi masayı dövüyordu.) Uzun sözün kısası, işte size altı bin franklık bir ufak çek, aziz oğul, bizim yerimize bunun karşılığını almanızı rica ediyorum.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:122) “FILIPPO - Ah! Ne söylüyorsunuz? Sizi dinlemek mi? O da söz mü? Sevgili Sinyor Fulgenzio, gece yarısı bile olsa ben sizi yine dinlerim. FULGENZIO - Uzun lafın kısası. Artık Livorno’ya döndünüz, kızınızın evlenme sorununu bitirmeyi düşünüyor musunuz?”

(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:82) “Uzun lafın kısası, Andy ile yeşil antipirin tozlarımızı ve bütün sermayemizi bir dostun kilerine

doldurup Pittsburg yolunu tuttuk. Andy ne bir dolap, ne de bir hareket planı tasarlamıştı. Bununla birlikte ahlakı hiçe sayan yaradılışının olayların üzerinde yükseleceği kanısındaydı.”

(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:95)

“Uzun lafın kısası, insan denilen yaratığın tüm derinliği ve gülünçlüğüyle kendini açığa vurabileceği bir yer oluşturmaktaydı kasabada yaşam.”

(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:9)

“ ‘Bunca senedir yokluğuna alışmıştım. Onsuz yaşamayı öyle iyi öğrendim ki.’ ‘Canım, gerçek ailelerini hiç tanımamış olan çocuklar bile, er ya da geç, kökenleriyle bağ kurmak isterler. Bu, onları yetiştirmek ve sevmiş olan insanlara zalimce gelir çoğunlukla, ama insan doğası öyledir işte. Varacağı yeri bilmezse hayatta yol alırken zorlanır insan. Uzun lafın kısası, nihayet gerçekte babanın kim olduğunu anlaman, geçmişlerinizin uzlaşmasını sağlaman için bir keşif yolculuğuna çıkman gerekiyorsa hiç durma git.’ ” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:76)

“Uzun lafın kısası bu eve girmişti ve girdiğini benden gizlemişti. Niçin? Kendi kendime açıklamalar yapıyor, makul nedenler arıyordum! Acaba bu gizlilikte, kötülükle hiç ilgisi olmayan bazı nedenler bulunamaz mıydı? Örneğin, birisi hakkında bilgi almaya gitmiş olamaz mıydı?”

(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:116) “Bartleby’ye.... basit bir öneride bulundum. Sakin ve ciddi bir ifadeyle bu görüşü dikkatine ve

değerlendirmesine sundum. Ancak, üç gün bunun üstünde düşündükten sonra, bana, ilk vermiş olduğu kararın değişmediği konusunda bilgi verdi; uzun lafın kısası, benimle kalmayı yeğlediğini söyledi.”

(H. Melville, “Bartleby”, sa:61)

“Eve, sevimli sevimli güldü. Mösyö Darbédat sigarasını yaktı, birkaç nefes çekti. -Yavrucuğum, diye konuşmaya başladı, uzun lafın kısası, ikimiz eskiden olduğu gibi gel yine

gevezelik edelim. Haydi gel, otur, akıllı uslu beni dinle. Şu yaşlı babacığına kulak vermen gerek.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53-4) “Markize gelince, tam tersine, beni zoraki inceliğiyle eziyordu; gözlerindeki sabırsızlık kıpırtılarını

pekala görüyordu. Uzun sözün kısası, pek aptal bir görünüşüm vardı, hor görülmeyi yutuyordum, bir Fransız için bunun olanaksız olduğu söylenir.”

(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:21) “Uzun sözün kısası, bankın bir ayağı kırılmış, her şey paramparça olmuştu. Panayırcı, polise gitmeden

önce eczaneye uğramış, sonra da kendisine dostça bir öğütte bulunulmuştu...” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:141)

Uzun saçlı : Kadın “ ‘O akşam’ deyip duruyordum. Elverişli bir kısaltmadan başka bir şey değil bu. Tanıştığımız dönemde sayısız akşam yaşanmıştı; bunlar şimdi belleğimde iç içe geçip tek bir akşam oluşturuyorlar. Bazen bana, o dönemde sanki sürekli birlikteymişizmiş, aillerimizin yanına arada bir kısa molalar için uğrayan uzun saçlı bir güruhmuşuz gibi geliyor.” (A. Maalouf, “Doğu’da Uzakta”, sa:30) Uzun sakallı palavra : Bk.: Palavra Uzun sözün kısası : Lafı uzatmazsak... Özet geçersek... özetlersem... “Uzun sözün kısası, bir sabah yumurtalar için dolaptan tuzluğu almak üzere kalktım; yere biraz tuz döküldü; aceleyle eğildim ve tane tane tuzları toplamaya koyuldum... Neden sonra, birden yaptığım şeyi farkederek irkildim. Biraz tuz yere döküldü diye, bu kadar telaş nedendi? Ne değeri vardı bunun? Hiç! Daha sonra, kumun üzerinde başka işaretler de keşfettim; bunları izleyerek atalarıma varabilirdim: Ateşi ve suyu demek istiyorum.” (Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:23) Uzun süre : Uzun bir zaman bölümü boyunca, yıllar yılı “Öte yandan halktan kızları tavlamak da o kadar kolay bir iş değildi ve uzun süre peşlerinden koşmayı (dersleri asma pahasına) ve ayrıca günlerce pencereden gözetlemeyi gerektiriyordu, bu da çok sıkıcıydı. Bu nedenle kızları tavlama hayalleri bir kenara bırakılır ve yoldan geçenlere su atılır ya da kadınlar hedef alınarak ağza yerleştirilen bir boruyla bezelye fırlatılırdı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:74-5) Uzun uzadıya; Uzun uzun : Uzun süreyle, geniş zamanda Bk.: Uzun boylu, Uzun süre “Gümrük memuru, karımın yanında getirdiği kılıcı uzun uzadıya inceledikten sonra onu ne yapacağımızı sordu. Ben de, kılıcı müzayedede satmak istediğimizi, o yüzden değer biçmesi için bir dostumuza göstereceğimizi söyledim. Yalan işe yaradı.” (P. Coelho, “Hac”, sa:25) “ ‘Ioannes beni hiçbir zaman sevmedi, ama bna hep saygı duydu. Gerçekten, on yıl önce Bendikten tarikatına girmemi öğütleyerek yargılanmaktan kurtulmam için bir yol gösteren odur; böylece düşmanlarımı susturuyordu. Uzun uzun dedikodu yaptılar; bir yoksulluk öncüsünün böylesine zengin bir tarikata girmesiyle ve Kardinal Orsini’nin sarayında yaşamasıyla alay ediyorlardı...’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:89) “BİR DOSTA SUNU <Mariya Genova’ya>

Mayıs ayı - hoş kokulu ıhlamurların aydınlattığı bir gece. Kadeh çınlayışı yankılanıyor sesimizden zaman zaman. Yürüyor ve hayvanlardan konuşuyoruz uzun uzun, sessizce yaşayıp, burnundan soluyarak, kuyruk sallayan hayvanlardan.” (İvan Esenski<d.1949>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası, ”Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 08.12.05) “Nihayet, arkadaşlarıyla uzun uzun konuştuktan sonra, daha doğrusu bol bol sustuktan ve rahat koltukları nda arkaya doğru kaykılarak birer sigara daha tüttürdükten sonra, mühim adam sanki birdenbire hatırlamış gibi, elinde kendisine imzalatmak üzere getirdiği kağıtlarla kapıda bekleyen sekreterine dönerek, ‘Ah, bu arada... bir memur bekilyordu değil mi? Söyleyin, içeri gelsin,’ dedi.” (N.V. Gogol, “Palto”, sa:58)

“Ne var ki, özellikle bu güçsüzlüğün adeta halkımızın <Çin> birliğini sağlayan en önemli etkenlerden biri oluşu, deyim yerindeyse doğrudan doğruya üzerinde yaşadığımız zemini oluşturması inadına tuhaf bir durum. Burada yerilip kınanacak bir şeyin varlığını uzun uzadıya kanıtlamaya kalkmak, kendi vicdanımızı silkip sarsmak değil, bundan çok daha kötüsü ayaklarımız altındaki zemini çekip atmak demektir.” (F. Kafka, “Hikayeler:Şarkıcı Josephine ya da Fare Ulusu-Çin Seddinin İnşasında”, sa:143-4) “Kanımca yalnızca Avrupa halkları için değil, herkes için büyük önem taşıyan bu soruyu (Kıta Avrupası’nın yazgısı!) ilerde uzun uzadıya ele alacağım. Burada, özellikle açıklayıcı olması için bu soruya değindim; çünkü bu, bütün halinde ve her bir bileşeni içinde insanlığı etkisi altına alan o kaybolma, yönünü şaşırma, çığırından çıkma halinin bir göstergesidir.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:18) “JAUFRE (Pişman olmuştur.) - ----------------------

Onu gönlümce seyretmek hoş geliyordu, o beni görmediğinde” Şarkılarımı yazmak kolaydı, beni duymadığına göre. Ama şimdi, şimdi... (Uzun uzun düşünür.)

(A. Maaloof, “Uzaktan Aşk”, sa:45) “Bir ay sonra Rosa Cabarcas inanılmaz bir açıklamayla aradı beni: Bankerin öldürülmesinin ardından, Cartagena de Indias’ta çoktan hak ettiği bir dinlenmeye çekilmişti. Tabii ki inanmadım, bu kadar şanslı olduğu için onu kutladım. Bu yalanını uzun uzadıya anlatmasına göz yumduktan sonra yüreğimde fokurdayan o soruyu sordum ona: ‘Ya kıza ne oldu?’ ” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:87) “Ölenlerin gizli çekmecelerinde bulunan aşk mektupları üzerinde hiç kafa yordunuz mu siz? Ben uzun uzun düşündüm bunları. Mektuplarımı sizden istememe beni zorlayan, işte bu düşüncelerdir.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:33) “T İRESİAS : Sen gençsin, Oidipus ve genç olan tanrılar gibi sen kendin şeyleri açıklayıp, onları adlandırıyorsun..... Benim gibi bunları görmeyen birisi için, her şey bir çarpmadır, başka bir şey değil. OİDİPUS : Ama gene de tanrılarla iç içe yaşadın. Mevsimler, hazlar, insanların yoksunlukları uzun uzun düşündürdü seni.” (C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:28) “Bu salonda çok önemli kişiler, ev sahibesinin beklerken soyunup üstlerinde bir tek donlarını bırakmışlar. Sonra koltuklara oturup sigara içerek çene çalmışlar. Kadın çok şaşırmış. Sonunda bu oyunun çok yaygın olduğuna, bir zeka göstergesi olduğuna inanmış ve konuklarıyla uzun uzadıya şakalaşmış.” (C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:13) “KUŞ ------. Ne bir şeycikler yedi, ne de şarkı söyledi ve geçen gece ölüverdi aniden Çocuğum uzun uzun ağladı durdu Başucun da taşlaşmış minik bedenin.”

(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.03.08) “Tekrarlanan bütün sesler gibi, bunun da kendi içinde bir düzeni vardı; değişiyordu, hiçbir zaman tıpatıp aynı değildi. Ama işte tam da bu, bir kurala göre hareket ettiğinin göstergesiydi. Şiddetli ya da ılımlı ya da melankolik bir ses verebilirdi; durana kadar apar topar geçip gidebildiği gibi, uzun uzadıya yuvarlanabilirdi de.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:198) “Bay Fleurier, Lucien’e fabrikanın işleyiş biçimini anlattı. Götürüp ona önemli binaları gösterdi. Lucien uzun uzun işçilerin çalışmalarını inceledi. ‘Ben ölürsem,’ dedi Bay Fleurier, ‘hemen ertesi gün fabrikanın yönetimini eline alabilmelisin.’ Lucien babasını payladı ve ona, ‘Babacığım, böyle konuşmasan iyi olur!’ dedi. Ama er geç kendi sırtına yüklenecek sorumlulukları düşünerek sonraki günler daha ağırbaşlı davrandı.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:197) “AŞK <1954> Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git. Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler. Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:17) “Uzun uzadıya düşündükten sonra günlük tutmaya karar verdim. Nedenini kestiremiyorum. Belki de kendime hakaret içindir. Başımıza gelenlerin neresinden başlayacağımı da uzun boylu düşündüm. Katıldığım savaşlardan söz etmeyi kalemim göze alamadı. Kendimi duygularıma bıraktım.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:25) “ ‘Ben, yalnızca bana ait olan bir gül istiyorum, ona bakmak, onu büyütmek istiyorum.’ Doğal olarak gülün yanısıra bir de tilki istiyordun. Çocuklara özgü kurnazlıkla, basit arzunu, o neredeyse olanaksız olanından önce dile getirmiştin. Bir güle olur dedikten sonra seni bir tilkiden nasıl yoksun bırakabilirdim ki? Bu noktada uzun uzadıya tartıştıktan sonra bir köpek edinme konusunda anlaştık.” (S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:7) “Kavgadan üç gün sonra Prens Stepan Arkadyeviç Oblonski -Sosyetedeki adıyla Stiva- her zamanki saatte, yani sabahın sekizinde karısının yatak odasında değil de, kendi çalışma odasındaki maroken kanepesinde uyandı..... tekrar uzun uzun uyumak istiyormuş gibi kanepenin yayları üzerinde bir yandan öte yana döndürdü, yastığına sımsıkı sarıldı, yanağını kuvvetlice bastırdı üzerine, ama birden fırladı yerinden, kanapeye oturdu, gözlerini açtı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:5-6)

“Dipteki Taş --------------- Babamın soluğu kesilirken pencere camlarının saydamlığı dışarıda bir dünyanın olduğunu hatırlatıyor bana.

Pırıl pırıl ışıyan şehri düşünüyorum, gelip geçen arabaları, köşede sevgilisiyle buluşan delikanlıyı, geçmekte olan bisikletliyi, parkın çimleri üzerinde koşan atleti. Zamanın kırılganlığı içinde uzun uzun dünyayı düşünüyorum”

(Manuel Ulacia<d.1955>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.04)

-Tüm Hakları Saklıdır-