76
EMPERYALİST SALDIRGANLIĞIN GÖLGESİNDE YENİ 1 ORTADOĞU VE TÜRKİYE ✓ Gerilimlerin Ortasındaki Türkiye Mehmet Yılmazer ✓ Hizbullah Şamarı ve Siyasi Sonuçları Ayşe Tansever ✓ Empeıyal Nükleer Düzen Aijaz Ahmed Kriz kapıyı kaç kere çalar? Fransa, Şili, Yunanistan... Bakü-Tiflis-Ceyhan... Fay hattı L

Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EMPERYALİST SALDIRGANLIĞIN GÖLGESİNDE

YENİ1 ORTADOĞU VE TÜRKİYE✓ Gerilimlerin Ortasındaki TürkiyeM ehm et Yılmazer

✓ Hizbullah Şamarı ve Siyasi SonuçlarıAyşe Tansever

✓ Empeıyal Nükleer DüzenAijaz Ahmed

Kriz kapıyı kaç kere çalar?

Fransa, Şili, Yunanistan...

Bakü-Tiflis-Ceyhan...Fay hattı

L

Page 2: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

i ç indeki ler

Gerilimlerin Ortasındaki Türkiye Mehmet Vılmazer / s.2

Hizbullah Şamarı ve Siyasi Sonuçları Ayşe Tcınsever / s.6

Empeıyal Nükleer DüzenAijoz Ahmed / s. 16

ABD-Ortadoğu-Türkiye Helin Araş / s.23

Fransa, Şili, Yunanistan... / s.43

Kriz Kapıyı Kaç Kere Çalar?M. Sinan / s.25

Küresel Ekonomik FırtınaGabriel Kolko / s.29

IMF-Dünya Bankası Krizi Derinleşirken Muhalefetin Saldırı Planları

UJalden Bello / s.32

Yetki Kaybı: Neden? Mert Büyükkarobacok / s .35

Bakü-Tiflis-Ceyhan Fay Hattı Ayşe Tansever / s.50

Sınıf Mücadelesinin Sorunları-11Hasan Oğuz / s.62

ABD’de Göçmen Ayaklanması Mehmet Akyol / s.55

Teşkilat ı Mahsusa’dan Derin Devlete Sürekliliği Görebilmek

M. Sinan / s.46

Page 3: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

Merhaba;Yol’un bir önceki sayısının üzerinden dört aylık bir süre geçti. Mali ne­

denlerle iki aylık periyodumuzda geçici bir aksama yaşadık. Bundan son­ra dergimiz iki aylık periyotlarla çıkmaya devam edecek.

Yaz ayları boyunca Ortadoğu’da önemli gelişmeler yaşandı. Irak’taki direniş devam ederken işgalci güçlerin kışkırttığı Şii ve Sünni gruplar ara­sındaki gerilim yükselmeye başladı. Irak’ta artık bir iç savaş yaşandığı biz­zat ABD’li generaller tarafından ifade edilmiş durumda. İşgale karşı dire­nişin yer yer iç savaşla iç içe geçtiği karmaşık bir tablo söz konusu. Ülke­de genel olarak Şiilerin etkinliği artarken Kuzey’de Kürtlerin kazandığı ö- zerklik devletleşmeye doğru ilerliyor. Irak’taki genel durum ABD açısın­dan her gün daha da zorlaşıyor.

Irak’ta bataklığa saplanan ABD Büyük Ortadoğu Proje’sinden vazgeç­miş değil. Aksine yeni saldırılarla anti Amerikan güçleri zayıflatmaya ça­lışıyor. Temmuz ayında İsrail’in Lübnan’a saldırısı ABD’nin bölge politi­kasının bir uzantısıydı. İran’ın başını çektiği anti Amerikan cephe Hizbul- lah’ın geriletilmesiyle bir adım geriye çekilmeye zorlandı. Ancak Lübnan Savaşı’ndan güçlenerek çıkan taraf ABD-İsrail ekseni değil, Hizbullah ol­muştur. Hizbullah’ın etkin direnişi İsrail ordusuna hiç de alışık olmadığı ölçüde kayıplar verdirmiştir.

Ateşkes sonrasında BM Güvenlik Konseyi, İsrail’in etrafında bir gü­venlik şeridi oluşturmak üzere Lübnan’a “barış gücü” gönderme kararı al­dı. Bu karar çerçevesinde Lübnan’a asker gönderecek ülkeler arasında Türkiye de yerini almış durumda. Türk devleti görev tanımı hala belirsiz olan bu güce destek vererek Kürt meselesinde ABD’yle yürüttüğü pazar­lıkta elini güçlendirmeyi hedefliyor. ABD’nin asıl gündemi ise bölgede et­kinliği artan İran. Türk devletinin ABD ile yürüttüğü pazarlıkların ne gi­bi sonuçlar doğuracağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. İran’ın “nükle­er silah” gündemiyle daha fazla kuşatılması ve PKK’yi tasfiye etme giri­şimleri önümüzdeki günlerin ana başlıkları olacak gibi görünüyor.

Bu koşullar altında Kürt Ulusal Hareketi, Türk devletine bir kez daha ateşkes çağrısı yaptı. Ancak devletin ateşkes için öne sürülen şartlara yanı­tı Diyarbakır’da patlayan bomba oldu. Türk devleti ulusal hareketi tasfiye etmek dışında bir politika geliştirmiş değil. Bu yüzden kısa vadeli “çö­züm” beklentileri gerçekçi olmaktan uzak. Kürt halkının özgürlüğünün garantisi, emperyalist devletlerin güncel-pragmatist politikaları değil Or­tadoğu halklarının birleşik mücadelesi olacaktır. Türkiyeli sosyalistlere düşense anti-emperyalist mücadeleyi Kürt halkının özgürlük talebiyle bir­likte yükseltmektir. Emperyalizme karşı Ortadoğu’da halkların kardeşliği­ni inşa etmek ve neo-liberal yıkıma karşı sınıf mücadelesini örgütlemek dönemin sosyalistlere yüklediği temel görevlerdir.

Yeni sayıda buluşmak dileğiyle...

YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan

Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No: 14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 E-posta: [email protected]

Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74

Page 4: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

GERİLİ MLERIN ORTASINDAKİ

TÜRKİYE

Mehmet Vılmcızer

AB, lA/ashington'un güçle Kuracağı yeni dengeleri barışçı girişimlerle aşındırma yoluna çıKacaktır. Türkiye'yi de böyle bir çizgide görmek isteyecektir. ABD ise I- rak ve bölgedeki ağırlığın bir bölümünün Türkiye'nin üzerine aktarılmasını hede­flemektedir. hangi yollardan? Ve bugünkü Türkiye böyle bir görev paylaşımına

ne ölçüde uygundur?

Danıştay baskınıyla zirveye çı­kan iç politikadaki gerilim bir so­luklanma sürecine girmiş, bu arada dış politikada önemli gelişmeler ya­şanmıştır. Ancak genelkurmay baş­kanlığı işi tamamlanır tamamlan­maz, Diyarbakır’da büyük bir patla­ma ile sanki kesintiye uğrayan süreç yeniden hız almıştır. îç politikadaki gerilime gelmeden son süreçte yaşa­nan dış politika olaylarına göz at­mak gereklidir. Bu gelişmeler Tür­kiye’nin konumunu ve bölgede na­sıl bir gerilim altında olduğunu çok iyi yansıtmaktadır. Rusya ile ilişki­ler, AB ile “ek protokol” sancısı ve ABD ile imzalanan “ortak vizyon belgesi”, yakın dönemin hangi geri- limlere gebe olduğunun en iyi gös­tergeleri oldu. Daha “vizyon belge­s in in mürekkebi kurumadan “sınır ötesi operasyon” tartışmaları yük­seldi, ardından İsrail, Lübnan’ı 82’deki gibi büyük bir işgale girişe­rek bölgedeki ateşi körüklemiş ol­du. Gerilim sadece iç politikadaki çekişmeler nedeniyle değil, aynı za­manda bölgedeki olası kritik geliş­meler nedeniyle daha yüksek nokta­lara tırmanışa geçebilir. Irak ve İran gerilimine Lübnan’ın işgali eklenir­ken, aslında bunlarla bağlantılı, Merkez Asya’daki enerji kaynakla­rının paylaşımı konusunda adeta proje yarışı, yaşanan gerilimin kap­samını açığa vurmaktadır.

IRusya ile ilişkiler: Sezer’in ge­

zisi ikili ilişkilerin çok sınırlı da olsa bir tempo kazanması olarak yorum­lanabilir. Bu gezi Türkiye’deki AB ve ABD aşıklarını fazlasıyla rahatsız etmiştir. Rusya ile Türkiye ilişkisin­de anahtar konu enerjidir. Türkiye, hem Rusya’dan gelen ve gelecek e- nerji hatlarına, hem de AB ve ABD destekli enerji hatlarına sahip olarak, kendi konumunu güçlendirmek isti­yor. Ancak bu konuların çok hassas olduğu ve Türkiye’nin kendi gücünü çok aştığı bellidir. Böyle bir konuda aktör olma şansından çok önüne da­yatılanlarla yetinmek zorundadır. Rusya ile diğer paralellik sağlanan konular; Karadeniz, Ortadoğu ve ti­carettir. Karadeniz’de Ukrayna-Kı- rım üzerinden yeni oyunlara girişen ve “Karadeniz’deki Rus egemenliği­ni kırma” hedefini güden ABD giri­şimlerine karşı Türk devleti sıcak bakmamış, bu konuda Rusya ile pa­ralel tavırlar benimsemiştir. Ancak bu konudaki gerilim henüz yeni baş­lıyor ve ABD ile Rusya arasındaki genel güç kapışmasına göre şekille­necektir. Şimdilik en kritik alan Uk­rayna’dır. Fakat ABD, Bulgaristan, Romanya üzerinden de Karadeniz’e sarkmaya hazırlanıyor. Olaylar daha yüksek boyutlara tırmanınca Türki­ye’nin tavrının ne olacağını kestir­mek zordur.

Ortadoğu’da İran ve Filistin ko­nularında Türk hükümetinin tavırla­rı ABD’de sürekli sıkıntı yaratırken, Rusya ile uzaktan da olsa bir ben­zerlik taşımaktadır. Eğer ABD ve İsrail’in tavırları daha sertleşirse, Türkiye kendisini Rusya’ya daha yakın hissetmeye başlayabilir. Bunu sezen Rusya, Türkiye’ye “bölgede işbirliği yapmayı” önerdi. Türki­ye’nin Lübnan’a asker yollamasının nelere malolacağı henüz belli değil­dir.

Son konu ticaret, çok yavaş iler­liyor ve inişli çıkışlı bir gelişme gösteriyor. Ancak çok büyük geliş­me potansiyeline sahiptir. Burada sadece Rusya değil, Şanghay örgüt­lenmesi önem kazanıyor. Asya’da yavaş yavaş çok büyük bir pazar ve güç merkezi şekillenmektedir. Tür­kiye, bu gelişmelerin etkisini üze­rinde yaşayacaktır.

AB ile Türkiye arasında geri­lim artıyor. Rumlara liman ve hava alanlarının açılmasını kapsayan “ek protokol” yüzünden tırmanan geri­lim karşılıklı rest çekmelere kadar vardı. Bu gerilim ortamında Türki­ye’nin yeniden “özel üyeliği”nden söz edilmeye başlandı. Gerilimin e- sas zemininde ise, Türkiye’deki bir türlü değişmeyen güç dengeleri ya­tıyor. Ordu hala istediği zaman poli­tikanın merkezine oturabiliyor ve AB’ye Türkiye’nin “kendi özel ko-

2

Page 5: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜLDEKİ M 2006 CjOİ

şullarmı” dayatmaya soyunuyor.

Şu ana kadar yaşanan gerilim­den ortaya çıkan sonuç çok açıktır. Eğer AB içindeki aktif Türkiye kar­şıtı güçler, Ankara’nın yolunu tü­müyle kapatmak istiyorsa, tam se­çim öncesi AK Parti hükümetine ek protokolün uygulanmasını dayatma­ları, bu hedefe varmak için en uy­gun zaman gibi görünüyor. Hükü­met siyasal intihara kalkışmayacak­sa seçim öncesi ek protokolün uy­gulanmasını kabul etmeyecektir. E- ğer son yaşanan gerilim, AB ve Tür­kiye açısından bir karşılıklı pozis­yon kontrolü rolü oynadıysa, “ipler koparılmadan” seçim öncesi bir ara çözüm bulunacaktır. Bunun AK Par­ti’yi siyasal olarak güçlendireceği ve derin devletin siyasal girişimleri­ni zayıflatacağı yeterince açıktır. E- ğer AB, AK Parti hükümetine böyle bir tolerans gösterirse, bu kez seçim öncesi derin devlet iç politik ortamı çok daha fazla germek zorunda ka­lacaktır. Dolayısıyla AB sorunu, bu­günün Türkiye dengelerinde aynı zamanda bir iç politika sorunu hali­ne de gelmiştir.

Bu konuda, Türkiye’nin AB’ye girmesinden yana bir tavra sahip o- lan İngiltere’de, son gelişmeler ne­deniyle basında Washington’u göre­ve çağıran değerlendirmeler çık­maktadır:

“Washington Türkiye’ye yöne­lik olarak daha olumlu bir yaklaşım­da bulunmaları için Avrupa’daki kuşkucuları ikna etme konusunu diplomatik bir öncelik haline getir­melidir. Geleceğe bakmak ve prob­lemsiz bir Türkiye’nin stratejik so­nuçlarını düşünmek veya geleneksel ortaklarından yüz çevirip Şam, Moskova veya Tahran ile daha ya­kın ilişkiler kurmuş bir Türkiye’yi düşünmek kesinlikle öğretici olma­lıdır. Washington’un Avrupalı müt­tefiklerine, Türkiye’nin AB’ye katı­lımını geciktirmenin kendi güven­liklerine zarar vereceğini anlatması gerekir. Üyelik ne kadar uzun bir sjimy.', alır «İL. TürJöjyt’uin» AS. kitniL- sunda hayal kırıklığına uğrayıp fır­satlar için başka taraflara bakma ih­

timali de o kadar artar. Ayrıca Tür­kiye’de 2002 yılında başlayan etki­leyici reform süreci de büyük bir ih­timalle duracaktır.” (International Herald Tribüne- 3 Tem.06)

AB-Türkiye ilişkilerinin tümüy­le kapanması durumunda, Ankara i- çin artık farklı bir alternatifin doğa­bileceğini Batı da görmezden gele­miyor. “Şam, Moskova veya Tah­ran” ile daha yakın ilişkiler konusu Türkiye için de, özellikle Irak sava­şı sonrası bir stratejik olasılık ola­rak yedekte durmaktadır. Mevcut dengeler keskin kopmalara izin ver­meyen konumlanmaları dayatıyor. Sonuç olarak, son zamanlarda yaşa­nan AB ve Türkiye gerilimi “uzun AB yolu”ndaki yılan hikayelerinden

farklı bir noktaya varmamıştır. An­cak konunun ikide bir nüksetmesi mümkündür. Çok kritik bir dönem­de ise istenmeyen bazı sınırlara da varabilir. Bugün böyle bir sonuç or­taya çıkmamıştır.

Son önemli gelişme, Washing­ton ile Ankara arasında imzala­nan “Türk-Amerikan Ortak Viz­yon Belgesi” ve hemen arkasın­dan patlayan Lübnan savaşıdır. Vizyon belgesi konusunda en iyi yorumu Cengiz Çandar yapmıştır:

“Böyle bir ‘belge ’ ihtiyacı bile, Türk-Amerikan ilişkilerinin Irak Sa­vaşı ’ndan bu yana ciddi tahribat gördüğünün ve ‘yeni bir sayfa ’ aç­ma ihtiyacının bir belgesi. Yani as-

Eğer son yaşanan gerilim, AB ve Türkiye açısından bir karşılıklı pozisyon kontrolü rolü oynadıysa, "ipler koparıl­madan" seçim öncesi bir ara çözüm bulunacaktır. Bunun

AK Parti'yi siyasal olarak güçlendireceği ve derin devletin siyasai girişimlerini zayıflatacağı yeterince açıktır.

5

Page 6: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CJOİ EYLÜL'EKİM 2006

Türkiye ile ABD arasında bir stratejik ortaklık yoktur. Bu konu soğuk savaş döneminin kapanmasıyla erozyona uğramaya başla­mıştı, Irak Savaşı ile kırılma noktasına geldi. "Ortak vizyon bel­

gesi" bozulan ilişkilere bir çerçeve çizme amacı taşıyor.

lında hayli zedelenen ilişkileri ‘ta­mir ’ çabası. Buradan kalkarak, Tür­kiye ile Amerika ilişkilerinin ‘stra­tejik ortaklık’ olduğunu ve bunun Washington ’da ‘belgelendiği ’nikimse ileriye sürmemelidir. (...) İliş­kiler ‘ilerletilmek’ ihtiyacında. Or­tada bir ‘stratejik ortaklık’ söz ko­nusu değil.

Olamaz da. Türkiye ile Amerika, çok temel ‘stratejik ’ anlam içeren u- luslararası sorunlarda birbirlerin­den hayli uzakta, farklı konumlarda mevzilenmiş dürümdalar.” (Bugün, 5/7/06)

Bu farklı mevzilenmeleri ise söyle sıralıyor: Karadeniz, Filistin- İsrail sorunu, Şam’a yaklaşım, Ker­kük sorunu ve PKK sorunu.

Evet, ortada bir stratejik ortak­lık yoktur. Bu konu soğuk savaş dö­neminin kapanmasıyla erozyona'uğ- ramaya başlamıştı, Irak savaşı ile kırılma noktasına geldi. “Ortak viz­

yon belgesi” bozulan ilişkilere bir çerçeve çizme amacı taşıyor. Abdul­lah Gül, belgenin imzalanmasının hemen arkasından bu “bir pratik uy­gulama belgesi değildir” açıklama­sını yapmak gereğini duydu. Yani ABD ile hemen uygulamaya geçile­cek pratik konularda henüz bir an­laşma yoktur. Bu konuda görüşme ve pazarlıklar devam ediyor. Büyük bir olasılıkla Erdoğan’ın Washing­ton ziyaretine kadar bazı pratik uz­laşmalara varmak hedefleniyor ol­malıdır.

Irak savaşı sonrası ilişkilerdeki bozulma, ABD, Irak’ta hedefledik­lerine varamayacağını anlamaya başladıkça, yeniden onarılma çaba­sına girilmiştir. “Vizyon belgesi” son yedi sekiz aydır ABD tarafından yapılan “tezkereyi unuttuk” açıkla­malarının bir sonucudur. Fakat bel­ge görüşülürken ABD’de bulunan bir Türk diplomatı, Ankara’ya karşı “hava hala sert” gözlemini aktarı­

yor, “daha yumuşamış fır hava bek­liyordum” diyerek "vizyon belge­s in in arka zemininin hala sorunlu olduğunu belirtmiş oluyor.

IIÖnümüzdeki yakın dönemde en

çetin pazarlıklar AB’den çok, ABD ile Türkiye arasında yapılacaktır. Lübnan savaşı bunu açıkça ortaya koymuştur. Temmuz’un ortalarında artan “şehitler” aracılığıyla Kürt so­rununda gerilim yeniden tırmandırı­larak, bu kez “sınır ötesi operasyon” gündeme getirildi. Türk devletinin bu tavrına karşı hem ABD hem AB olumsuz yaklaşarak, böyle bir ope­rasyonun ilişkileri daha da kötüleş­tireceği konusunda Türkiye’yi uyar­dılar. Türkiye, tıpkı AB pazarlıkla­rında olduğu gibi burada da, “ope­rasyona elçiler değil biz karar veri­riz” diyerek “rest” çekti. İsrail’in Lübnan’a saldırısının ilk günlerinde kendi durumuyla benzerlik kurarak, bu gelişmenin müdahale hakkını güçlendirdiğini ileri süren Türk devleti, sonra bazı pazarlıklar sonu­cu birdenbire “sınır ötesi operas­yon” laflarını geriye çekti. ABD, PKK konusunda “sorunun vehame- tini kavradık” açıklaması yaptıktan sonra bu konudaki gerilim düştü, ancak onun yerini Lübnan’a gönde­rilecek barış gücüne katılma pazar­lıkları aldı.

Bu noktada olayların seyrinde ö- nemli bir değişimin izlerini bulmak mümkündür. “Sınır ötesi” operasyon gürültülerinin ana hedefi iç politika dengelerinin değiştirilmesiydi. Bu konuda, AK Parti hükümetini des­tekleyen köşe yazarları, konuya çok kuşkulu yaklaşarak, operasyonun risklerini saymaya başlamışlardı. Tam bu noktada ABD, kendisi için önemli bir fırsat yakaladığını düşü­nüyor. Bölgede kendi stratejik he­deflerine Türk Devletini çekemeyen ABD, Lübnan savaşının içine çeke­rek bu yönde bir adım atabileceğini düşünerek, barış gücüne Türkiye’yi önermiştir. Daha çok iç politika den­gelerine yönelik PKK pazarlığı sıra­sında, Türkiye, birdenbire kendisini bölgedeki savaşın içinde bulacak bir

4

Page 7: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜ L' EKİ M 2006 CJOİ

ABD Irak batağından biraz soluk alsa Merkez Asya, Karadeniz ve hatta Latin Amerika'da daha saldırganlaşma

hazırlıklarına girişecektir. Bunun için tayin edici nokta, Irak ve bölgedeki ağırlığın bir bölümünün

"dostları" tarafından paylaşılmasıdır.

durumla karşı karşıya gelmiştir. ABD, “vizyon belgesi” ardından Türkiye’yi sınayabileceği ve kendi hedeflerine sürükleyebileceği bir fırsat yakalamıştır. “Barış” misyonu, aslında bölgede ABD’nin yürüttüğü savaşa önce dolaylı yoldan, sonra da gerçekleşebilecek herhangi bir oldu bitti ile de doğrudan katılmanın yo­lunu döşeyebilir.

Türk devleti tezkere olayından beri bölgede aktif savaşın dışında kalmış, bununla da kalmayıp hükü­metin bazı politikalarıyla ABD’nin bölgedeki adımlarıyla çelişen tavır­lara girmiştir. Şimdi Lübnan’ın iş­galiyle bölgedeki savaş bir basamak daha tırmanmıştır. Nereye kadar tır­manacağı tamamen bölge dengeleri­ne bağlıdır. İlk aşamayı dikkate alır­sak, İsrail’in Lübnan’ı işgali, ABD’nin hedeflerine ulaşmasında yeterli rolü oynayamamıştır. Hiz­bullah’m işgale verdiği karşilık tari­hinde ilk kez İsrail’i zorlamıştır. Bu nedenle, savaşın ilk raundunun sona erdiğini, ancak ikinci raunda hazır- lanıldığmı söylemek hatalı olmaz. Tam bu noktada Türkiye’nin Lüb­nan’a asker yollaması, “orada bu­lunmak gereği”nden öteye sonuçlar yaratmaya gebedir.

Türkiye konumu nedeniyle üç güç merkezinin gerilim alanında bu­lunmanın gittikçe artan ölçüde etki­lerini yaşamaya başlamıştır. Rusya, Merkez Asya’da “ABD uzlaşmacı davranmazsa çatışmamız kaçınıl­mazdır” açıklamasını yapmıştı. AB, tarihin tekerrür edişini bir kez daha yaşayacaktır. Washington’un güçle kuracağı yeni dengeleri barışçı giri­şimlerle aşındırma yoluna çıkacak­tır. Bu noktada Türkiye’yi böyle bir çizgide görmek isteyecektir. ABD i- se, Irak batağından biraz soluk alsa Merkez Asya. Karadeniz ve hatta Latin Amerika'da daha saldırgan­laşma hazırlıklarına girişecektir. Bunun için tayin edici nokta, Irak ve bölgedeki ağırlığın bir bölümü­nün “dostlan" tarafından paylaşıl­masıdır. Lübnan savaşı, ABD’nin istediği sonuçlan tam olarak yarat­madığı için, bölgede gerilimin daha fazla artması kaçınılmaz görünüyor.

Böyle bir ortamda, Türk devletinin nasıl risklerle yüz yüze gelebilece­ğini kestirmek zor değildir.

III

Bölgedeki gerilimlerle iç politi­kadaki gerilimler gittikçe daha fazla iç içe girmektedir. PKK üzerine pa­zarlıkların yapılacağı ABD, Türkiye ve Irak’ın bulunacağı “üçlü komi- te”nin oluşma aşamasında provo­kasyonlar yeniden tırmandırılıyor. Diyarbakır’daki patlama,' derin dev­letin PKK’nin yaptığı barış çağrısı­na cevabıdır. Bu konuda ABD ile pazarlıklar yoğunlaşmadan önce Türk devleti elini güçlendirmek isti­yor. Bölge ve Türkiye dengelerin­den bakıldığında “PKK sorunu” bir dönüm noktasına yaklaşıyor. ABD ilk kez PKK’nin silahsızlanmasın­dan söz etti. Buna karşılık PKK yö­netimi tarafından altı başlıkta özet­lenen barış koşulları açıklandı. Çok

geçmeden Diyarbakır’daki provo­kasyonla derin devlet bu girişime cevabını vermiş oldu. Buradan çok açık bir sonuç çıkmaktadır. Bölgey­le ilgili pazarlıkların sadece masa başı görüşmeleriyle yürümesi işin doğasına aykırıdır. Pazarlıklar aynı zamanda yaratılacak fiili durumlar­la birlikte yürütülecektir. Bütün bu olanlardan “Kürt sorunu” ile ilgili küçük de olsa olumlu bir adımın çıkması hemen hemen imkansızdır. Çünkü sorunun ekseninde duran Kürt sorunundan çok, Türk devleti ile ABD arasında bölgedeki rolle il­gili pazarlıktır. Sadece bu da değil, aynı zamanda bu rolü yürütmede daha uygun bir siyasal alternatifin yaratılması kavgasıdır. Bütün bu konularda kritik bir zaman eşiğine dayanılmıştır. Yakın gelecek gerilim yüklü olduğu kadar, beklenmedik gelişmelere de gebedir.

15.09.06

?

Page 8: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

HİZBULLAH ŞAMARI VE

SİYASİ SONUÇLARIRyşe Tcınsever

Lübnan'da örgütlü Şii güç Hlzbullah açıkçası İsrail'e öyle bir şamar attı Ki İsrail ve ABD ne olduklarını şaşırdılar. Mala da ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Şaşkın dürümdalar. Bir avuç Şii sivil milis Lübnan halkı ile bütünleşerek askeri başarısı

dünyaca ünlü düzenli, eğitimli İsrail ordusunu yendi.

Ortadoğu’da yaz aylarında bir destan yazıldı. Yıllardır yenilmez de­nilen, son teknik silahlı güç İsrail ye­nildi. Askeri olarak yenildi. Siyasi o- larak yenildi. Hem de daha da önemli­si arkasında dünyanın bir numaralı sü­per gücü, dünyanın en yüksek silah teknikli gücü Amerika Birleşik Dev­letleri olmasına rağmen yenildi. Onun siyasi, askeri, istihbarat, ekonomik gi­bi her türden maddi, manevi yardımı­na rağmen yenildi. Bu işi en fazla bir hafta sürer diye düşünmüşler, ama bir ay sürekli olarak Lübnan’ı bombaladı­lar, taş üstünde taş bırakmadılar ve bütün bunlara rağmen yenildiler. Bey­rut’ta tüm insanlığın gözü önünde bir katliam yapmalarına, şiddetin, vahşe­tin en alasını kullanmalarına karşılık yenildiler.

O güne kadar hep aşağılanan, hor görülen, akılsız, miskin olduğu söyle­nen Araplar zafer kazandılar. Lüb­nan’da örgütlü Şii güç Hizbullah açık­çası İsrail’e öyle bir şamar attı ki İsra­il ve ABD ne olduklarım şaşırdılar. Hala da ne olduğunu anlamaya çalışı­yorlar. Şaşkın dürümdalar. Bir avuç Şii sivil milis Lübnan halkı ile bütün­leşerek askeri başarısı dünyaca ünlü düzenli, eğitimli İsrail ordusunu yen­di. Bu Ortadoğu’da tarih yazmak, des­tanlaşmak demektir. Ortadoğu güçler dengesini tamamen değiştirecektir. Nasıl 11 Eylül ABD dış politikasını değiştirdi ise Hizbullah zaferi de Arap dünyasını kökünden değiştirecektir.

Savaş bitti mi? Kimse bitti demi­yor. Devam edecektir. Yenilen pehli­van dövüşe doymazmış. İsrail kendi­sini toparlayıp bir daha, bir daha sal- dırabilir. Belki başarı da kazanabilir. Ama artık bu kalıcı değil, geçici bir başarı olacaktır.

Hizbullah’m attığı şamarın bölge­de yarattığı değişiklikleri daha iyi an­lamak için zaferin nedenlerini kavra­mak gerekmektedir. Çünkü olaya bir şans, bir rastlantı, bir mucize ya da is­terseniz Allah diyenler olabilir. Böyle bir perspektif bölgede yaşanacak de­ğişiklikleri görmekte de yanlışlıklar yapabilir.

Zaferin temelleriHizbullah zaferinin nedenleri el­

bette Allah mallah değildir. Yani “Al- lahüekber” denilerek bu zafer kazanıl­mamıştır. Bu zafer teknik, bilgi, eği­tim, istihbarat ve çok iyi hazırlık ve örgütlenme sonucunda kazanılmıştır. Hizbullah’m bu savaştaki deneyleri çok önemlidir ve üzerinde çalışılıp, dersler çıkarılmalıdır.

En başta kullandıkları teknik ile düşmanlarını şaşırtmışlardır. İsrail tüm çabalarına rağmen Hizbullah TV’nin yayınlarını sonuna kadar en­gelleyemedi. Onun Hizbullah askeri kanadı ile olan bağlantısını koparama­dı. Askeri kanadın kendi içindeki ha­berleşmesini tahrip edemedi. Dolayı­sıyla gerek moral gerekse haberleşme açısından Hizbullah’a darbe vurama­

dı. Alıcılar, vericiler çok iyi saklan­mışlar, teknik donanım bilgi üstünlü­ğü ile korunabilmiştir. İsrail ve ABD’nin karşı süper tekniğine rağ­men...

İran Beyrut konsolosluğunda üst­lenmiş olduğu söylenen radarlar ile İs­rail deniz kuvvetlerine bağlı gemilerin füze sistemi tamamen çökertildi. En başında gemiye saldırı yapılıp Bey­rut’un denizden bombalanması önlen­di. İsrail askeri gemilerini kullanama­dı. Sırf hava bombardımanına kaldı.

Yine bu sistem ile İsrail ordu ha­berleşmesi bozuldu. İsrail ve ABD şa­şırıp kaldılar. Oysa onlar tüm çabala­rına karşılık Hizbullah’m sistemini çökertemediler. İran’ın Suriye ile iş­birliği içinde bu sistemi geliştirdiği söyleniyor. Öte yandan Hizbullah sü­rekli olarak İsrail yedek askerlerinin aileleri ile yaptığı telefon görüşmele­rini dinleyip altın değerde istihbarat a- lıyor, bunları değerlendiriyor, askeri planlarını bu istihbarata göre yapıp İs­rail saldırılarını boşa çıkarıyordu.

Araplar arasında İsrail tankları bir kabus gibidir. Son model bu tanklar İsrail’in en güvendiği silahıydı. Ancak Hizbullah bu savaşta tam 18 tane tank tahrip etti. Hem de bilgisayarlı son teknik ile. Günlerce süren hava bom­bardımanının enkazlarının altına giz­lenmiş dehlizlerde bilgisayarlar, ra­darlardan gölen tank koordinat verile­rine göre füzelerin ateşlenmesini yön-

6

Page 9: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'E Kİ M 2006 t | O İ

lendirdiler. Ya da çoğu tank bu dehliz­lerden iki üç kişinin sırtlarında taşı­dıkları tank savarlarla tahrip edildi. Bu tank savarlar çok kısa süreli çıkıp ateş edip hedefi vurduktan sonra tek­rar saklanıyorlardı. Bombardımandan korunuyorlardı. Bu gelişkin teknik ile bir avuç Hizbullah militanı tepeden bombalanmalarda canlı kaldı, günler­ce yerlerinde sabırla beklediler ve İs­rail tanklarına ve komandolarına mey­dan okuyup, şaşkına çevirdiler. Des­tanlar yazıldı.

İsrail ordusunu moral olarak çö­kerten bu teknik gelişmişlik oldu. İs­rail ölçülerine göre büyük kayıp veril­di. İsrail’in en yetişkin komandoları bile yaptıkları baskınlarda pusulara düşürüldüler. İsrail ve ABD bunları hiç beklemiyorlardı. Hizbullah tekniği ve istihbaratı çok başarılı oldu.

İkinci en önemli özellik bilgileri ve deneyleriydi. Söylendiğine göre Hizbullah güçleri Vietnam’dan Latin Amerika’ya kadar ABD ve İsrail güç­leriyle yapılan savaşların, gerilla mü­cadelelerin tarihlerini okumuşlar. On­ların savaş tekniklerini çok iyi öğren­mişler ve de İran’da olduğu söylenen kamplarda eğitilmişler. İsrail’in daha önceki savaşlarım, kullandıkları tek­nikleri ve stratejilerini çok yakından izlemişler. Bu bilgi onları daha cesur, dayanıklı ve dirençli yaptı.

Üçüncü özellik inançlarıdır. Hiz­bullah militanları belki de aynı İran Şahını yenen halk gibi kefenlerinden başka kaybedecek şeyleri olmadığım biliyorlardı. İsrail’in yıllardır Filistin ve Arap halklarının üzerinde estirdiği terör bu halkların korkularım silmiştir. Sonunda ölüm yok mudur? İsrail işga­li altında yaşamak bir çeşit ölüm değil midir? Korku duvarı diye bir şey var­sa bu insanlar işte bu duvarın ötesine geçmişlerdir. İsrail’e karşı direnme tek yaşam yoludur. Kaybedecek başka şeyleri yoktur.

Dördüncü özellik çok iyi bir ör­gütlenme yaratmış olmalarında yatar. Gizlilik baş koşuldur. Çoğu kardeşler bile birbirlerinin ne olduğunu bilmez­ler. Hizbullah militanı kimdir, ne ya­par, bilinmez. Yıllarca İsrail işgali al­tında yaşamış bu topraklarda yoksul­

luk ajanlaşmayı da yaygınlaştırmıştır. O nedenle gizlilik baş koşuldur. Bu kural savaşta meyvesini vermiştir. Kaç Hizbullah militanı öldü bilinmi­yor ve bunun İsrail askeri ölümlerin­den daha az olduğu savunuluyor.

Son olarak halk ile bütünleşme becerileri çok önemlidir. Gerek savaş öncesi, gerek savaş sırası ve de savaş sonrası Hizbullah militanları hep halk ile iç içe oldular. Savaş öncesi okullar açan, sağlık hizmetleri, ekonomik yar­dım veren Hizbullah örgütü savaş sı­rasında göçmen kamplarını ilk kuran­dı. Parklara, okullara, spor tesislerine ya da yatağı olan tüm evlere savaşta e- vi bombalanmış insanları yerleştirdi­ler. Yemekhaneler kurdular. Yersiz yurtsuz insanlara bedava 3 öğün yiye­cek ve içecek dağıttılar. Yaralılar, has­talar için yeni hastane ve klinikler aç­tılar. Doktorlar ve hemşireleri düzenli bir şekilde halkın hizmetinde tuttular. Savaş sonrası yıkılmış köprüler, yolla­ra rağmen halkın arabalarla geri dön­meleri için yeni yollar ayarlamaya ça­lıştılar. Gerektiğinde trafik polisliği yaptılar. 1 milyon göçmen insanın çok kısa zamanda evlerine dönmelerini

sağlayacak olanakları yarattılar. Evi yıkılan kimsesiz kalanlara 12 bin do­lara kadar maddi yardım yaptılar. Bü­yük bir kolektivizm ve dayanışma ör­neği sergilediler. Bunlarla günümüzde Batı’nm Afganistan ve Irak için sık sık lafını ettiği “halkların kalplerini ve akıllarını kazanma” işini başarıyla be­cerdiler. Bütün bunlar Hizbullah’m ne kadar düzenli bir örgütlenme kurdu­ğunun belki de ufak örnekleridir.

Özünde bunlar devletin işidir. A- ma Hizbullah kendi bölgesinde ikti­dardır. Önemli bir ayrıntı da bu işleri yaparken Şii ya da Sünni diye bir ayı­rım yapmamaları. Bu özellikleri nede­niyle Lübnan’ın Hıristiyan ve Sünni yoksul haklarının da sempatisini ka­zandılar. Tabanlarını genişlettiler.

Bütün bu özellikler ile Hizbullah yalnız İsrail’e karşı zafer kazanmadı, aynı zamanda ülkesinde halkların gön­lünü de kazandı. Savaş öncesi 1000 ka­dar olduğu söylenen militanının savaş sonrası 3 katma çıktığı söyleniyor. Yal­nız Lübnan’da mı, tüm Arap dünyasında Hizbullah yürekleri fethetti. Hizbullah bayrakları, liderleri Hasan Nasrallah’ın posterleri tüm Ortadoğu’ya yayıldı.

Hizbullah kendi bölgesinde iktidardır. Önemli bir ayrıntı da bu işleri yaparken Şii ya da Sünni diye bir ayırım

yapmamaları. Bu özellikleri nedeniyle Lübnan'ın Hıristiyan ve Sünni yoksul haklarının da sempatisini

kazandılar. Tabanlarını genişlettiler.

7

Page 10: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CjOİ EYLÜL-EKİ M 2006

Zaferin sonuçlanZaferin sonuçları dalga dalga Or­

tadoğu ve dünyaya yayıldığı için bunu ülke başlıkları altında almak uygun­dur. Bölgede güçler dengesinin nasıl değiştiğini kavramak daha kolay ola­caktır.

a. Lübnan

İsrail ve ABD’nin Lübnan saldırı­sından beklentileri büyüktü. O neden­le de yenilgiden gördükleri zarar da büyüktür. Lübnan saldırısı aslında çok daha önceleri başlamıştır. Bilindiği gi­bi artık arkasında ABD ve İsrail’in ol­duğu kesinleşmiş olan güçlerce Hari- ri’nin öldürülmesi ile saldırı zaten başlamıştı. Suriye’yi Lübnan’dan çı­kardılar. Sıra yavaş yavaş Şi- i Hizbullah güçlerine gelmişti. Hiz­bullah son seçimlerde parlamentoya girmekle kalmamış, kabineye birkaç bakan vermişti. Gelecek seçimlerde Hamas gibi Lübnan iktidar koltuğuna oturabilirdi. Bütün bunlar engellen­meliydi. Ayrıca Hizbullah’a indirile­cek darbe bölgedeki Şii yükselişine bir darbe olacaktı.

İran’a saldırı gündemde. Bu saldı­rı ABD ve İsrail işbirliği içinde yapı­lacak deniliyor. Saldırı öncesi İsrail kuzeyini güvenlik altına almak isti­yordu. Sonra sıra bir gün Suriye’ye de gelecekti. Sonuçta Lübnan’a saldırı

hem Hizbullah’ı sindirecek hem de ül­ke daha bir İsrail ve ABD denetimine girecekti. Ortadoğu’da bunca başarı­sızlıktan sonra böyle bir başarı “hari­ka” olacaktı. İsrail’in kendisine güve­ni sonsuzdu. Hele hele arkasında ABD olduktan sonra sırtının yere gelmeye­ceğini düşündü. Geçmişte tüm Arap ülkelerini bir haftada yenmişti. Elinde hava gücü bile olmayan Hizbullah’ı yoğun bir hava bombardımanı ve ar­kasından korkunç tankları ile bitire­cekti.

Bombalamaların diğer hedefi Lübnan’ı bölmekti. Bombalama ge­rekçesi Hizbullah gösterilerek sıradan halkın ona düşman olması ve kopuş- ması beklendi. Ama istediği olmadı. Bombalamaların sonucunda halk Hiz- bullah’m karşısına geçip İsrail’in pe­şine takılmadı. Aksine Hariri olayın­dan sonra bölünmüş gibi olan ülke Hizbullah’m arkasında bütünleşmeye başladı. Halk şunu çok iyi gördü. Kendisini Lübnan devleti ve ordusu değil Hizbullah silahlı gücü korumak­tadır. Hizbullah hiçte İsrail ve ABD’nin istediği gibi silahsızlandırıl- mamalıdır. Aksine silahlı Hizbullah Lübnan halklarının İsrail’e karşı gü­vencesidir. Yoksa Lübnan’ın sonu Fi­listin gibi olmaktır. İster Şi- i olsun ister Sünni olsun ister Hıristi­yan hepsi bunun ne kadar gerekli ol­duğunu bir aylık bombardıman sonra­

sı anladılar. Hizbullah’a olan güvenle­ri ve destekleri arttı. İsrail Lübnan’ı bölme emeline ulaşamadığı gibi aksi­ne Hizbullah’m silahları halkça kabul gördü ve halk Hizbullah etrafında ke­netlendi.

Gene İsrail’in istediğinin aksine Hasan Nasrallah halk gözünde bir te­rörist değil, bir kahraman seviyesine yükseldi. İsrail’in 87 saldırısı Hizbul­lah’ı doğurmuştu, şimdiki saldırısı da Lübnan iktidarına onu oturtacak. İran lideri Ahmedinecad ya da Hamas san­dıktan çıktılar, ama Nasrallah’ı İsrail iktidara tırmandırtıyor.

Hariri’nin öldürülmesi ile Ba- tı’dan yana denge değiştiren Lübnan bu saldırı ile eskisinden daha çok Ba­tı karşıtı cepheye doğru savruldu. Halktaki İsrail ve ABD karşıtlığı yük­seldi. İngiltere lideri Tony Blair’in Lübnan’a ziyaretini halk protesto etti ve gezi tam bir fiyasko ile sonuçlandı. Blairlarm artık bu ülkelerde işi yok.

Silah geri tepti. Lübnan değil, ak­sine İsrail karıştı ve bölündü. İsrail hükümeti sallandı. Savaşın bedeli ola­rak başbakan Olmert’in kellesi isten­meye başlandı. Genelkurmay başkanı top ateşine tutuldu. Savaşın bedelinin 3 milyar dolar olduğu söyleniyor. Bu zaten açık olan İsrail bütçesini zorla­yacak. Halk savaş bedelinin kendi ce­binden çıkacağını iyi biliyor. Ve çok öfkeleniyor. Ayrıca sıradan halkın Hizbullah roketleri ile yıkılan evleri­nin devlet tarafından tazmin edilmesi isteniyor.

İsrail halkı ilk kez yeni bir duygu ile karşı karşıya: Arap korkusu. İsrail halkı böyle ne kadar yaşayabileceğini tartışmaya başladı. Kalıcı bir barış yapmanın gerekli olduğu, yoksa ke­sinlikle Arapların onları bu topraklar­dan kovacağı korkusu başladı. Aske­rin morali bozuk. Artık yenilme psi­kolojisi herkesi sarmış durumda.

Yeni politika arayışları başladı. Şimdiki aşırı sağ hükümet politikala­rına karşı hoşnutsuzluk çok arttı. Sol muhalefet güçlendi. Bu savaşın ABD desteği ile olmasından kalkarak İsrail içinde ABD düşmanlığı yükseldi. Sa­vaş karşıtlığı yükseldi. Yani İsrail hal-

8

Page 11: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜLDEKİ M 2006 t p l

Suriye Hizbullah7! daha rahat bir şekilde destekleyebile­cektir. Daha cesur ve güven içinde bunu yapabilecekler.

Suriye tüm baskılara karşın Lübnan ile arasına da barış gücü yerleştirilmesi ve Hizbullah ile bağının

kesilmesine karşı koyuyor.

kı bir ay içinde yeni bir şekilde düşün­meye başladı ve yeni arayışlara girdi. Kendi devletine, ordusuna olan güve­ni sarsıldı. Gelecek korkusu başladı.

İsrail’in Lübnan’da olmasını iste­diği şeyler fazlasıyla kendi başına gel­di. Hizbullah’ı tüm dünyada terörist olarak lanse ediyordu. Ama bir ay bo­yunca Beyrut’u bombalarken Batı’nm sıradan halkları asıl teröristin İsrail ol­duğunu gördüler. Hizbullah ise halk­ların kurtarmışıydı. İsrail kendi imajı­nı lekeledi. II. Dünya Savaşı’nm “ah vah zavallı holokost” çocuğu bir cana­var olmuştu. İsrail hakkmdaki düşün­celer aksi yönde değişme yoluna girdi. Papa’nm Müslümanlığa saldırısı belki İsrail’in Hıristiyan imajını lekeleme­sini temizleme ihtiyacıdır.

Sonuçta İsrail ve destek gücü ABD, Lübnan’ın güneyi ve Beyrut’ta taş üstünde taş bırakmadılar. On bine yakın insan öldü. 1 milyon insan göç etti. On binlerce insan evsiz barksız kaldı. Yollar, alt yapı tesisleri, elektrik santralleri, su depoları tahrip oldu a- ma Hizbullah bu yıkıntının altından daha güçlenerek, kahramanlaşarak çıktı. Lübnan’a damgalannı vurdular. İsrail’in düşmanlan arttı. İsrail kuze­yini güvence altına almak bir yana da­ha tehlikeli hale getirdi. ABD ve İsra­il düşmanlığı dalga dalga tüm bölgeye yayıldı. İsrail’in yenilmez imajı silin­di.

b. Filistin

Hizbullah’m Lübnan’daki zaferi Filistin de Hamas’m zaferine bir ivme kazandırdı. Hamas seçim sandığından çıkmasına rağmen o demokrasi tellal­lığı yapan Batı güçleri onun iktidara oturmasını sürekli olarak engellemeye çalışıyorlar. İsrail’in günlük bombala­maları, Hamas liderlerini, milletvekil­lerini, bakanlarını tutuklamasına rağ­men Hamas Batı’mn İsrail’i tanı, şim­diye kadar yapılan barış anlaşmalarını tanı ve de şiddetten vazgeç baskılarına direnmeye çalışıyor.

Lübnan’da başlayan denge deği­şikliği buraya da yansıdı. Savaş sonra­sı Batı maddi yardımın önünü tekrar açma kararı aldı. Nelerin pazarlık e- dildiği belli değil, ama Batı eski sert

tutumundan vazgeçmiş gibi görünü­yor. Fetih ile ulusal birlik hükümetin­den söz ediliyor. AB’de böyle bir hü­kümete sıcak bakacağını açıkladı. Başbakan yine Haniye olacak. Fe- tih’ten birkaç bakan alınacak. Ancak Abbas bir Bush’u ziyaret edecek. Ha- mas ise eski duruşundan vazgeçmiyor. Batı yeni tavizlerle geliyor. Ancak hepsi Lübnan’da barış gücü kurma pa­zarlıklarında belli olacağa benzer. O- rada şekillenecek yeni denge Filis­tin’de de yankısını bulacak. Bu iş ya­kın zamanda son bulmayacağa benzer.

c. Suriye

ABD ve İsrail Lübnan’a saldırır­ken Hizbullah’m arkasında Suriye ve İran’ın olduğunu söyleyerek ‘terörist besliyorlar, onları silahlandırıyorlar’ diyorlardı. Saldırı ile söz konusu ülke­lerin bu kolu kesilmeye çalışıldı. Bağ koparılmak istendi. Hizbullah’m zafe­ri bu durumda İran ve Suriye’nin de zaferi olmaktadır. İsrail ve ABD, Suri­ye ve İran karşısında da yenilmiştir. Zaten yukarıda zaferin nedenlerini an­latırken kullanılan tekniğin büyük ço­

ğunlukla bu iki ülkede geliştirildiğini anlatmıştık.

Savaş sırasında Lübnan halkı Su­riye’nin gidişinin ne kadar yanlış ol­duğunu anlamaya başladı. Suriye ül­kelerinde olsa İsrail’in saldıramayaca- ğını düşünenlerin sayısı arttı. Lübnan içindeki Suriye etkisi ve gücü ABD ve İsrail’in isteklerinin aksine savaş ile birlikte azalmadı arttı.

Suriye uzun zamandır ABD’nin saldırı tehdidi altındaydı. Irak direniş­çilerine destek vermekle, İran ile iş­birliği yapmakla, bölgede kendi karşı­tı rejimleri desteklemek ve bir direnç kalesi olmakla suçlanıyordu. İsrail Suriye’yi bahaneler bulup bombalı­yordu. Suriye korkunç bir baskı altına alınıyor, bölgede destek kurması en­gellenmeye çalışılıyordu.

Hizbullah zaferi sonrası işler ter­sine döndü. Artık Suriye Hizbullah’ı daha rahat bir şekilde destekleyebile­cektir. Daha cesur ve güven içinde bu­nu yapabilecekler. Suriye tüm baskıla­ra karşın Lübnan ile arasına da barış

9

Page 12: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

gücü yerleştirilmesi ve Hizbullah ile bağının kesilmesine karşı koyuyor. Bu da İsrail ve ABD karşıtı güçlerin bağı­nın eskisinden daha güçlü olmasını getirecektir.

ABD ve İsrail, baskıları ile Suri­ye’yi bir ölçüde sindirmişlerdir. Lüb­nan’dan "hemen çekilişi buna bir işa­rettir. Ama artık Suriye eski temkinli- liğinden nefes almaya başladı ve sert­leşti. İsrail’i açık açık, yüksek tonla bölgedeki düşmanı ilan etti. İran ile teknik ve ekonomik ilişkileri daha bir güçlenecektir. Aynı şekilde Rusya ile olan bağlantı arttı. Rusya Suriye’ye bir deniz üssü kuracak. Eskiden böyle bir şey müthiş bir ABD ve İsrail yay­garası koparırdı. Başka pazarlıklara yol açardı. Şimdi daha bir cesaretle i- ki ülke böyle bir ilişkiyi ve projeyi a- çıklayabiliyorlar. Rusya’nın bölgede eski sosyalizm politikasına döneceği ve eski ilişkilerini kuracağı haberleri geliyor.

Suriye ileriki dönemde daha da tonunu sertleştirebilir, İsrail işgalinde olan topraklarını geri istemeye hazır­

C|Oİ EYLÜL'E Kİ M 2006

lanıyor. Bundan sonra ABD ve İsrail baskılama karşı Suriye daha dirençli olacaktır.

Son günlerde Suriye’de ABD Şam Konsolosluğu’na başarısız bir saldın yaşandı. Hiçbir örgütün üstlenmediği bu saldın büyük bir olasılıkla ABD pro­vokasyonudur. ABD içinde Irak başarı­sızlığından yola çıkarak Suriye ile iyi i- lişkiler kurulması gerekliliğini savunan­lar vardır. Zaten ülkede birkaç çok ulus­lu şirketin yatınım vardır. Bu güçler çoktandır ABD-Suriye politikasının de­ğişmesi, yani yumuşamasını istemek­teydiler. Bu saldın sonrası ABD Dışiş­leri Bakanı C. Rice Suriye’ye teşekkür etti. Saldın iki ülke ilişkilerinin yumu­şamasına bir araç olarak kullanılabilir. Zaten Suriye’nin baskı taşımayan böyle bir ilişkiye itirazı olmayacağı düşünü­lürse değişiklik isteğinin ABD’den ge­leceğini düşünmek doğrudur. ABD böy­le bir saldmdan yararlanıp Suriye poli­tikasını yeni bir rotaya oturtmayı hedef­lemiş olabilir. ABD’nin Suriye politika­sı yumuşayabilir. Suriye bu kez hangi tonda yanıt verir göreceğiz.

d. İran

Hizbullah zaferinden en kazançlı çıkan ülke İran’dır. Lübnan’da bölge­de yükselen Şii gücüne saldırıydı. Za­fer Şii gücünün ve İran etkisinin art­ması sonucunu doğurdu. Ahmetinecad bölgede İsrail düşmanlığının baş tem­silcisiydi. İsrail’i Hitler’e benzetiyor­du, onun haritadan silinmesi gerekti­ğini savunuyordu. Aslında bunları söylerken bölge halklarının düşünce­sini dile getiriyordu. İsrail’in Lüb­nan’a saldırısı bu düşüncesinde ne ka­dar haklı olduğunu bir kez daha doğ­rulamış oldu. Halklar onun ve Nasral- lah’m posterlerini Che ile birlikte ev­lerine asar oldular. İran politik, ekono­mik, kültürel ve dini bir güç haline geldi. Bölgede ABD’den daha etkin ve önemli bir güçtür.

Lübnan saldırısının başladığı Temmuz ayının ilk haftasında Batı li­derleri G8 toplantısını yapıyorlardı. Bu toplantının en baş konusu İran yaptırımlarıydı. ABD yaptırımı çok dayatamayacağım gördü. Bölgede bir zafer kazanmadan, gücünü gösterme­den kimse İran’a yaptırım koyma ko­nusunda arkasına gelmeyecekti. Dola­yısıyla Hizbullah’a saldırı direkt ola­rak İran’a yaptırım koyma, onu ablu­kaya almak ile bağlıdır. Hizbullah’ı yenmek İran’a savaş açmanın, onu bombalamanın, yaptırım uygulamanın yolunu açacaktı.

Şimdi tersi mi doğrudur? Hizbul- lah’ı yenemeyen ABD İran’a yaptırım için arkasına herhalde birilerini al­makta zorlanacaktır. İran sonuçta yeni yaptırım tehditlerini hiç ciddiye alma­dı. Ahmetinecad daha korkusuz bir şe­kilde “nükleer programımızdan vaz­geçemeyiz.” diye diretiyor. Rusya ve Çin daha yürekli bir şekilde diyalog yanlısı olduklarım ortaya koyuyorlar. Batı basını sus pus oldu. İran’m öneri­leri reddetmesi karşısında çığlıklar at­mıyor. AB ülkeleri bir 15 gün süre da­ha verdiler. Yeni bir takım önerilerden söz ediliyor, ama asıl gerçek olan AB ve İran sessiz bir şekilde pazarlık ya­pıyorlar. Hiç şüphe yok ki İran nükle­er paketine devam edecek ve eskisin­den daha güçlü bir şekilde AB ile pa­zarlık yapacaktır.

Hizbuiiah'ı yenemeyen Ktytf İran'a yaptırım îçin arkasına herhalde birilerini almakta zorlanacaktır. İran sonuçta

yeni yaptırım tehditlerini hiç ciddiye almadı. Ahmetinecad daha korkusuz bir şekilde

"nükleer programımızdan vazgeçemeyiz." diye diretiyor.

10

Page 13: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'EKİ M 2006 C ]O İ

ABD ise AB-3’lerinin yani Al­manya, İngiltere ve Fransa’nın uzlaş­macı tavrına hala karşı duruyor, ama elinde artık bir yaptırım gücü yok. Kolu kanadı kırıktır. Şimdi tam bir i- kilem içinde. Ya yenilgilerine rağmen sertliğini sürdürecek ya da yumuşaya­cak İran ile anlaşmaya çalışacak. Sert­leşir İran’a İsrail yardımı ile saldırırsa yeni başarısızlıklarla yüz yüze kalabi­lir. Yumuşarsa İran ile pazarlık yap­makta kozu kalmayacak. Öte yandan AB’nin uzlaşmacı tavrının her geçen gün aleyhine işlediğinin farkında.

İki şeyi bir arada yürütüyor. Hala yaptırımda diretiyor. Ama öte yandan el altından çeşitli görüşmeler yapılı­yor. Eski İran başbakanlarından Hate- mi Amerika’da turlar atıyor. Üniversi­telerde paneller düzenliyor. Eski ABD devlet başkanlarmdan Carter İran’a gitti geldi. Ama bunlar hepsi çok faz­la propaganda yapılmadan yürütülü­yor.

Bunları nasıl yorumlamak? Hiz- bullah’a yenilen İsrail ve ABD planla­dıkları, tehdit ettikleri gibi İran’a sal­dırmaya artık cesaret ederler mi, ede­mezler mi? ABD yeni tutucuları ne pahasına olursa olsun İran’a saldırı di­yorlar. Yenilmek dışında bu büyük bir silah pazarıdır. En azından İsrail ve ABD uçakları ile uranyum geliştirildi­ği söylenen santrallere saldırı yapıla­bilir. Böyle bir saldırı hiç şüphesiz bir intihar anlamına gelir. Yani ABD’nin bölgedeki ömrünü daha da azaltır. Dünya ölçüsünde yalnızlığını arttırır. Böyle bir şeyi göze alırlar mı? Mantık “hayır” diyor. Bu gerçekten bir intihar olur.

Ünlü politik uzmanlar ABD’nin öğrenme, ders çıkarma yeteneğini yi­tirdiğinden söz ediyorlar. Aradan bir süre geçsin Hizbullah’ı yendim bile diyebileceğini söyleyenler var. Hiz- bullah’ı yendiğine inanan bir ülke el­bette İran’a saldırı cesaretini elde ede­bilir. Ancak bize göre ABD ders alma yeteneğini yitirmekten çok seçenek- sizdir. İran’a boyun eğip pazarlık ma­sasına oturmak onun açısından yenil­gidir. Eğer İran pazarında dişine değer bazı petrol ve doğal gaz projeleri ka­zanırsa bu olabilir. Suriye’de yukarıda

sözünü ettiğimiz türden bir dönüşle pragmatizm yapabilir. Bu pazarı AB’ye kaptırır ve pazara girme umu­dunu yitirirse başka. Ortadoğu petro­lüne hakim olarak tüm dünyayı önün­de secde durdurmak isteği ile yola çı­kan ABD tersinden AB’nin önünde secde durmaktansa III. Dünya Sava­şı’na yol açabilecek bir nükleer bom­bayı atmaktan kaçınmayabilir. Ölüm­lerden ölüm beğenmekte bir seçenek sorunu değil mi?

Sonuçta Lübnan savaşı ABD’nin İran politikasında artık seçenekleri­nin sonuna gelmesine yol açmış onu bölgede yükselen Şii gücüne karşı yalnızlaştırmış, süper güçlüğünü tüm dünya da daha bir tartışılır yap­mıştır. İran teknik olarak gizli bir güç olduğunu kanıtlamıştır. Elinde nükleer silah olan bir İsrail’e karşı İ- ran’m nükleer güç haline gelmesi bölge halklarında daha bir hak ka­zanmış, ABD yaptırım politikaları bu anlamda da içini boşaltmıştır. Bölge ülkeleri ve dünya ülkelerinin İran’a olan saygısı ve desteği artmış­tır. ABD karşısında onun arkasına geçmek bir seçenek haline gelmiştir. İran’ın saygınlığı Hizbullah zaferi i- le artmıştır.

e. Irak

Lübnan’a saldırının perde arkası Irak’ta oynandı. İsrail Hizbullah’a sal­

dırdığı günlerde ABD’de Irak’ta Hiz­bullah’m benzeri bir örgüt olan Muk- teda al Sadr güçleri ve İran yanlısı Şi- iler saldırıyı şiddetlendirdi. Dikkat e- dilirse Irak’ta o günden geri 100’ün üstünde insan ölmeye başladı. Müthiş bir savaş yaşanıyor. ABD Irak’ta gene bir yenilgiden korktuğu için son saldı­rısını İsrail’in Beyrut bombaları arka­sına gizlemeye çalıştı. Irak’ta şiddet­lenen savaşın perde arkası budur.

Ancak Irak’ta savaşın aynı şiddet­le devam etmesi ABD’nin burada da başarı kazanamadığının bir gösterge­sidir. Lübnan bombalanmasına en bü­yük tepki hiç beklenmedik bir şekilde Irak parlamentosundan geldi. Bir Şi- i milletvekili ABD’nin ülkeyi derhal terk etmesini bile isteyebildi. Çok yaygarası yapılmasa bile ABD’nin kukla hükümet kurma çabası işte an­cak bu kadar başarılı olabilmiştir.

ABD, Sünnilerin ağırlıkta olduğu Anbar eyaletindçki Felluce gibi ünlü kasabalarda denetimini artırmaya ça­lıştı, ama başarı sağlayamadı. Oradan çıktı. Irak hükümeti de yerel hiç bir kurumda yok gibidir. İkili iktidar ya­şanıyor.

Hizbullah’m zaferi onun benzeri bir örgüt olan Mukteda al Sadr gücü­nü artırdı. ABD’nin bu örgüte yaptığı saldırıları Irak devlet başkanı Maliki bile protesto etmek zorunda kaldı.

Page 14: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CjjOİ EYLÜL'E Kİ M 2006

İraktaki İran etkisi Hizbuiiah zaferi sonrası arttı. Maliki İran'ı ziyarete gitti. Irak'ın İran ile tüm bağlarım koparmak isteyen ABD bu ziyareti engelieyemediği gibi

İran'ın Irak'tan çekilmesi değil, ABD'nin Irak'tan çekilmesi talebi daha bir destekçi bulmaya başladı.

Kendi haberi olmadan saldırı yapıl-/ masını kınadı. Maliki sonuçta Irak or­du komutanlığının hükümete devrini istedi. Bir iki sallamadan sonra bu gerçekleşti.

İran etkisi Hizbullah zaferi sonra­sı arttı. Maliki İran’ı ziyarete gitti. I- rak’m İran ile tüm bağlarını koparmak isteyen ABD bu ziyareti engelleyeme- diği gibi İran’ın Irak’tan çekilmesi de­ğil, ABD’nin Irak’tan çekilmesi talebi daha bir destekçi bulmaya başladı.

İslam Aydınları Konseyi İran yan­lısı olarak bilinir. Irak hükümeti için­de etkinlikleri arttı. Bunlar Irak’m fe­dere bir devlet olması için anayasada değişiklikler yapmaya başladılar. Yıl sonuna kadar bu değişiklikleri meclise getirmeyi planlıyorlar. Yani ABD’nin isteklerinin aksine Irak parçalanıp gü­neyde İran yanlısı bir federe devlet kurulabilir. Lübnan’da İran destekli Hizbullah zafer kazanmasa idi acaba Irak’ta bu türden sesler yükselebilir miydi?

Mukteda güçleri hala yenilmedi­

ler. Son çare olarak Bağdat kentinin etrafına hendek açılarak bir sonuç a- lmma düşünülüyor. Bu ABD’nin böl­gede başarı gösteremediğinin artık son olarak bu çarenin deneneceğinin işaretidir.

Hizbuiiah zaferi sonrasının en ö- nemli gelişmelerinden bir tanesi de A- yetullah Sistani’nin siyasetten çekildi­ğini açıklamasıdır. Sistani savaş yanlı­sı değildi. Seçimler yapıldıktan sonra ABD’nin kendi isteğiyle Irak’tan çe­kileceğini savunuyordu. Mukteda al Sadr politikaları ile çelişiyordu. ABD onu Mukteda’ya karşı bir seçenek ola­rak tutuyordu. Mukteda’yı iki kez ye­nemedi ve araya Sistani sokularak ye­nilgi gizlendi. ABD destekli İsrail’in Lübnan’a .saldırısı onun ne kadar vah­şi olduğu ve Irak ve bölgeden hiçte kolayca çekilemeyeceğini gösterdi. Sistani politikalarının yanlışlığı böy- lece ortaya çıktı. Sistani artık Irak hü­kümet yetkilileri tarafından ziyaret e- dilemez oldu. Siyasi öngörüleri yenil­mişti. O da böylece siyasi ortamdan çekildi. Mukteda politikaları daha bir'

taraftar bulmaya başladı. Mukteda öne çıktı. Hükümet ve ülke içindeki gücü bu anlamda arttı. ABD bu anlamda bir destekçisini yitirmiş oldu.

Basra’da bilindiği gibi İngiliz as­kerleri işgali altındadır. Çoktandır kent içinde dolaşamaz olmuşlardı. Mukteda’nm Mehdi Ordusu burada örgütlenmeye başlamıştı. İngilizler de bölgedeki üslerine çekilmişlerdi. Hiz- bullah zaferi sonrası bu üslerinde de barınamaz oldular. Orayı terk ettiler ve İran sınırı yakınlarında gerilla sa­vaşı verme hazırlığına giriştiler. Ağır top ve araçlarını satıp yerine hareket yeteneği üstün gerilla eylemlerine uy­gun silahla donanmaya başladılar.

İsrail saldırısı Irak güçler dengesi­ni ABD’den yana değil, aksine İran ve Mukteda’dan yana çevirmiştir. ABD’nin isteğinin dışında ülke parça­lanabilir. Güney tamamen İran etkisi­ne girebilir.

f. Afganistan ve Pakistan

Lübnan saldırısının AB’ye düşen kısmı ise Afganistan’da Taliban güç­lerine saldırıdır. ABD ve İsrail yenildi, ama AB ve NATO acaba ne yapabile­cek? Taliban, Irak direnişinden aldığı taktikler ve Batı politikalarının çök­mesinin etkisiyle bir yıldır bölgede güçlendi. Küçük küçük işgallerden tüm güneyi denetlemeye başladı. NA­TO güçleri saldırdılar. Bu yazıyı kale­me aldığımız sıralar savaş sürüyor. Taliban güçleri yenilemiyor. NATO, üyelerinden yeni yardım istiyor ama süper güç ABD ve İsrail Hizbuiiah T yenemedikten sonra buraya asker ver­meye cesaret edecek ülke bulmak zor.

İlginç bir gelişme daha oldu. Pa­kistan lideri Müşerref 11 Eylül sonra­sında uluslararası terör şiarının baş destekçisi olmuş, ülkenin kuzeyinde Pakistan Taliban güçlerine savaş aç­mıştı. Taliban aşireti'Afganistan ve Pakistan’da yerleşiktirler. Pakistan i- çinde de Taliban yanlıları vardı. Pa­kistan ordusu yıllardır ABD’ye yaran­mak için Pakistan Talibanları ile sava­şıyorlardı.

Hizbuiiah zaferi sonrasında Mü­şerref, Pakistan’ın Talibanları ile barış anlaşması imzaladı. Ordusunu bura­

12

Page 15: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜLDEKİ M 2006 C|Oİ

dan çekti. Taliban tutuklularını serbest bıraktı. Hizbullah’ı yenemeyenler Müşerref’ten Taliban’ı yenmesini -na­sıl beklesinler. Gelişen Batı karşıtlığı­nın önünde durmak akıntıya kürek çekmekten başka bir şey olmasa ge­rektir. Pakistan ülkesindeki bu ulusla­rarası terörist denilen güçlerle savaş­maktan vazgeçmiş ve çark etmiştir.

Böylece Afganistan’da NATO Ta­liban ile dövüşürken güneyde Pakis­tan Talibanları bölgelerinde iktidar ol­dular. Afgan Talibanlarına herhalde bundan iyi bir destek verilemezdi. Müşerref’in bu dönüşü özünde ABD’nin ve AB’nin yediği bir şamar­dır. Herhalde Hizbullah’a karşı bir za­fer kazansalardı Müşerref bu barış an­laşmasını imzalayamazdı. Bundan böyle Keşmir olaylarının tekrar yük­selmesini beklemek yanlış olmayabi­lir. '

Ancak bu Hindistan’ın aldığı derslerle de bağlantılıdır. Hindis­tan’da bir dönüş yapmış İran ile petrol ve gaz anlaşmasını askıya alıp ABD’nin nükleer santral vaatlerine kanmıştı. İran, Çin ve Rusya’ya karşı ABD müttefikliğini seçmişti. Şimdi Hindistan yetkili ağızlan tarihlerinde yaptıkları en büyük politik yanlışm al­tından nasıl kalkabileceklerini tartışı­yorlar.

Tsunami dalgası gibi Hizbullah’m zaferi yayılmaktadır. Sudan’nın Dar- fur barış anlaşmasını reddetmesi ya da Somali’de İslam Mahkemeleri’nin ik­tidara yürümeleri güçler dengesinin Afrika kıtasına yansımasmdan başka bir şey değildir. Birçok İslam ülkesin­de çeşitli dini örgütler bir birleşme içi­ne girdiler. Kimisi Cezayir dini örgüt­leri gibi El Kaide ile birliğini açıkladı. Kimisi Hizbullah ile aynı düşündüğü­nü açıkladı.

Zaferin etkisi Latin Amerika’da da yankı buldu. Venezüella lideri Cha- ves’in İsrail’i kınaması, hiçbir ülkenin göze alamadığı şeyi yapıp İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesmesi ve böl­ge ülkelerinin İsrail ile imzalayacağı ticaret anlaşmasını askıya alması Arap halklarının üstünde büyük bir moral etki yarattı. Herkes Arap Chaves’i ol­ma sevdasına kapıldı. Olay daha da

gelişti. Ukrayna’da renkli devrim hü­kümeti görevden alındı ve Rusya yan­lısı parti adayı başbakan olarak göreve başladı. Bunun dışında bizim ülkemiz gibi çeşitli üçüncü dünya ülkelerinde Amerika politikalarına itiraz edenlerin sesi yükseldi. Her ülke Ortadoğu’daki bu güçler dengesi değişikliğine göre yeni bir şekillenme yoluna çıktı. Bla- ir’in istifa edeceğini açıklaması da herhalde bu yenilginin bardağı taşıran son damlasıdır.

g. Sünni gerici rejimler

Hizbullah aynı zamanda bölge­deki Sünni gerici rejimlerine karşı da zafer kazandı. Bu rejimler İsra­il’in saldırısını savaşın en başında haklı gördüklerini açıkladılar ve Hizbullah’ı suçladılar. Oysa her gün sokaklarda binlerce insan Sünni’si, Şii’si el ele, Hizbullah bayrakları, Nasrallah, Ahmedinecad, Che pos­terleri ile yürüyüp İsrail saldırılarını lanetlemeye başlayınca bu gerici ik­tidarlar seslerini kesmek zorunda kaldılar. Mısır’da Müslüman Kar­deşler örgütü Hizbullah’a 10 bin mü­

cahit yollayabileceğini söyledi. Tüm anti Amerikan ve İsrail güçleri bu gösterilere katıldılar. Karşı cephe birleşti. Mübarek’in istifasını istedi­ler. Hatta Mısır Sanayi ve Ticaret O- daları Hizbullah güçlerine yardım i- çin geceler düzenlediler.. Yani ABD ve İsrail karşıtlığı yaban burjuvalar­dan yükseklere doğru tırmanmaya başladı. Mısır’ın İsrail ile imzaladığı barış anlaşmasının iptali için bir im­za kampanyası başlatıldı.

Halkların bu hareketliliğine karşı­lık gerici rejimler ne İslam Örgütü o- larak ne Arap Birliği olarak bir kişilik gösteremediler. Toplantı bile yapama­dılar. Beyrut İsrail hava ablukası altın­daydı. İsrail izin verdi de bir araya ge­lebildiler. Ondan da dişe gelir bir so­nuç çıkmadı. İsrail’i suçlayamadılar bile. Bu örgütlerin zaten Arap halkla­rına getirdiği bir şey yoktu. Şimdi ta­mamen gözden düştüler.

Elbette Hizbullah’m zaferinden kendilerine pay biçeceklerdir. ABD ve İsrail politikalarına karşı daha bir di­renç gösterme gücüne sahip olacaklar-

Tsunami dalgası gibi Hizbullah'ın zaferi yayılmaktadır. Su­dandın Darfur barış anlaşmasını reddetmesi ya da Somali'de İslam Mahkemeleridir! iktidara yürümeleri güçler dengesinin

Afrika kıtasına yansımasından başka bir şey değildir. Birçok İs­lam ülkesinde çeşitli dini örgütler bir birleşme içine girdiler.

v

Page 16: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CJOİ EYLÜL-EKİM 2006

dır. Bölgede güçlenen İran, Suriye ve Hizbullah ittifakına karşı ABD, İsrail ve Batı arasında daha solda bir denge­ye oturacaklardır.

ABD bilindiği gibi Büyük Orta­doğu Projesi’nde Suudi Arabistan ve Mısır’da demokrasi lafları ediyordu. Bu ülkelerde kendisine daha yakın burjuva demokratik güçleri örgütle­meye çalışıyordu. Sanırız artık bu projeler de suya düşecek ABD bu re­jimlerle tavizler vermek, onlarla uz­laşmak yoluna zorlanacaktır.

Sonuçta görüldüğü gibi Hizbul- lah’ın zaferi bölge güçler dengesini tek tek ülkelerde halktan, dini güç­lerden yana çevirmiştir. İran bölge­nin en saygın ve güçlü ülkesi olmuş­tur. Gerici Sünni rejimlerinin aley­hine Suriye etkinliği artmaktadır. Batı karşıtları güçlenmekte, sesleri yükselmektedir. ABD ve Batı Orta­doğu projelerinde geri adım atmak zorunda kalmakta ve bölge politika­larında daha uzlaşmacı yola kay­maktadırlar.

h. “Soft Power” cephesi ve barış gücü

Rusya dahil tüm Batı güçleri ABD ve İsrail’in Hizbullah’a saldırısına göz yumdular. Ona Irak sonrası bir şans daha verdiler. Bu şans elbette ABD’nin istediği gibi topyekun onun arkasına dizilmek olmadı, ama deve kuşu gibi kafalarını gömdüler ve ABD’ye haydi dene dediler. Bölgede yükselen Şii gücüne karşı savaş açıl­ması gerektiğini kabul ediyorlardı. Bu özünde İran’a karşı nasıl tavır alacak­larını da gösterecekti.

Olaylar gösterdi ki Ortadoğu’da yükselen Şii hareketi bastırılamaz. Bölgede cepheler daha net hale gel­miştir. ABD İsrail bir yandadır. İran, Suriye, Hizbullah, Hamas diğer yan­dadırlar. Arkalarında birçok dini örgüt vardır. Halk güçleri vardır. Peki, AB kurnazı şimdi bu dizilişte nasıl bir yer edinecektir kendine? Elbette yüreği ABD ve İsrail’den yanadır, ama mad­di olarak ortaya girmek işine gelecek­tir. Lübnan’da barış gücü yerleştirme görüşmeleri işte AB’nin bu güçler

dengesi içindeki yerini belirleme işle­vi görmektedir. AB soft powen şekil­lenmektedir.

Yazmaya bile gerek yoktur ki ABD ve İsrail barış gücünün kendile­rine hizmet etmesini isterler. Hizbul­lah’ ı silahsızlandıramadılar. Barış gü­cü bunu yapmalıdır. İsrail ve Batı çı­karlarını korumalıdır. AB’nin de el­bette çıkarı bundan yanadır.

Savaş öncesi hiçbir güç Hizbul- ' lah’ı silahsızlandıramadı, şimdi savaş sonrası bu iş daha da zordur. Fransa barış anlaşmasının mürekkebi kuru­madan ortaya atıldı ancak silahsızlan­dırma lafı ortada gezinmeye başlayın­ca geri adım attı. Sonra BM yetkili a- ğızlarmdan böyle bir şeyin söz konu­su olmadığı, sadece gözlemci olarak bulunulacağı söylendi. Ancak ondan sonra Fransa tekrar öne çıktı. İtal­ya’da izledi. Başka katılacak birkaç ülke daha belirlendikten sonra ancak yine silahsızlandırma lafları dolaşma­ya başladı. Anlaşılıyor ki ABD ve İs­rail baskı yapmaktadırlar. Hizbullah bunun söz konusu olamayacağını a- çıkladı. Elbette silahsızlandırma de­mek Hizbullah’m İsrail’e teslim edil­mesi demek. Bütün bunlar daha barış gücü oluşturma işinin ne kadar uzun süreceğinin göstergesidirler.

Dikkat edilmesi gereken nokta ba­rış gücüne AB olarak değil tek tek ül­keler olarak katılmadır. Bunun çeşitli nedenleri olsa gerektir. En başta AB i- çindeki bazı ülkeler ABD ve İsrail yanlısı olarak bilinmektedir. İngiltere, Almanya, Polonya gibi. İkinci olarak bu işe girmek riskli olduğu kadar da kazançlı bir iş olsa gerektir. Bir itibar­dır. Bir pazara girmektir. Ancak riskli­dir.

Barış görüşmeleri yeni değişen dengede bu ülkelerin kendilerine nasıl bir misyon seçecekleriyle ilgilidir. Kimse bu iki kutup arasında ezilip kalmak istemeyecektir. Biliniyor ki bu savaş bitmemiştir. Devam edecektir. İsrail çeşitli şekillerde gene saldıra­caktır. Belki İran’a saldıracaktır, ama bu Lübnan ve Hizbullah’ta yankısını bulacaktır.

Fransa ve İtalya bölgede önlerine

Olaylar gösterdi İd Ortadoğu'da yükselen Şii hareketi bastınlamıyor. Cepheler daha net hale gelmiştir. ABD-İsrail bir

yandadır. İran, Suriye, Hizbullah, Hamas diğer yandadırlar. Arkalarında birçok dini örgüt vardır. Halk güçleri vardır. Peki, AB kurnazı şimdi bu dizilişte nasıl bir yer edinecektir kendine?

14

Page 17: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

Sonuçta görüldüğü gibi Hizbuiiah'ın zaferi bölge güçler dengesini tek tek ülkelerde halktan, dini güçlerden yana

çevirmiştir. İran bölgenin en saygın ve güçlü ülkesi olmuştur. Gerici Sünni rejimlerinin aleyhine Suriye etkinliği artmaktadır.

Batı karşıtlan güçlenmekte, sesleri yükselmektedir.

yeni olanaklar açıldığına inanıyorlar. Genel olarak Batı’nm aldığı yenilgi­den kendilerine bir çıkış yolu arıyor­lar. Ancak riskleri de mümkün olduğu kadar törpülemeye çalışıyorlar. ABD hiç şüphe yok ki onların bu araya gir­melerinin sağlayacağı yararları sürek­li baltalamaya çalışacaktır. ABD’nin top ateşi altında olunacaktır.

Hizbullah ile 82 yıllarında başka barış gücü deneyleri yaşanmıştır. Eğer tarafsız davranmazlarsa o günlerdeki gibi Hizbuiiah’ın saldırısı ile karşı karşıya kalacaklarını görmektedirler. Ayrıca unutmamak gerekir ki barış gücü sosyalizmin yıkılmasından sonra ömrünü dolduran bir kurumdur. Bu güçler iki ayrı sistem varken bir anlam ifâde ediyordu ancak şimdi tamamen Batı yanlısı oldukları ortaya çıkıyor. Fransa ve İtalya herhalde bütün bunla­rın bilincinde bir şans denemek iste­mektedir.

İşte bu iki gücün arasında yeni bir AB soft powerı oluşturmaya, onun il­kelerini belirlemeye çalışıyorlar. ABD baskılarına karşı AB kaynaklarından karşı baskılar geliyor. BM genel baş­kanı Kofı Annan’m ABD’nin Irak’ı bir felakete sürüklediği açıklamaları buna bir örnektir. Ya da Af Örgütü İs­rail’i Lübnan’da savaş suçu işlemek ve sivil insanların üstüne bomba at­makla suçlaması daha bir yayınlanı­yor. İsrail özünde aynı Irak’m Kuveyt işgali sonrası tazminat ödemeye mah­kum edilmesi gibi bir cezalandırılma­sı uluslararası hukukun gereğidir. Hat­ta bu durumda barış gücüne katılmak bile İsrail suçuna ortak olmak anlamı­na gelmektedir. Geçtiğimiz günlerde en sonunda Uluslararası Enerji Ajansı bir açıklama yaptı. Buna göre İran hiçte Batı’nm sâvunduğu gibi uranyu­mu nükleer silah yapacak derecede geliştirmemektedir. Ajansın bu açıkla­ması çok ilginçtir. Çünkü ABD korku­sundan şimdiye kadar bu türden ger­çekler açıklanamıyordu. Açıklansa dünya kamuoyuna duyurulmuyordu. Bu türden ABD ve İsrail’in işine yara­mayacak açıklamalar elbette AB’nin yeni çıktığı yolda kendisine destek a- rayışlarmın göstergesidir. Hizbul- lah’m zaferi bizi yeni bir dünya düze­ninin eşiğine doğru götürüyor.

Sonuç yerineOrtadoğu’da dini güçler ABD, İs­

rail ve genel olarak Batı’ya karşı zafer kazanıyorlar. Bu bizler açısından halkların gerçek kurtuluşundan çok o- na doğru giden çok önemli adımlardır. Bunun bilincinde olarak sol güçler Hizbullah ve Mukteda gibi güçlerin direnişlerine destek veriyorlar. Lüb­nan sosyalistleri Hizbullah ile omuz omuza dövüştüler. Mısır’da Müslü­man Kardeşler örgütünün düzenlediği gösterilerde Mısır sosyalistleri de var­dı. İsrail komünistleri savaşa karşı sü­rekli gösteri yaptılar. Yani dinci ya da değil tüm Batı ve ABD-İsrail karşıtı güçler birleştiler. Ya da anti-Batı ile anti- emperyalist cephe ortak davran­dılar. Bu elbette olumludur.

Öte yandan dinci cephelerin için- 'de de bir radikalleşmeden uzaklaşma yaşandı. Örneğin Hizbullah başta İs­lam Lübnan’ından söz ediyordu, şim­di böyle bir talebi yok. Ya da Müslü­man kardeşlerin eskisi gibi kadınları örtmek yada bazı kitapları yasakla­

mak gibi aşırı uç davranışlarından vazgeçtikleri söyleniyor. Ayrıca çoğu yürüyüş ve gösteride Che ve Chaves posterlerinin taşındığı görüldü. Dini örgütler bunlara karşı çıkmadılar. Kim bilir belki kendi içlerinde böyle eği­limler gelişiyor. Belki kendileri dinin yanında böyle sol bir çıkış açısını ge­rekli görüyorlar. Ne olursa olsun ö- nemli olan sol ve dini güçlerin belirli ölçülerde bir ortak davranışa girdikle­ridir. Hizbullah zaferi bir hesap, bilim, teknik ve inanç işidir. Dediğimiz gibi Allah işi değildir. Akıl ve bilek işidir. Ancak tabii ki olaya sosyal bilim açı­sından da bakmak, bölgedeki sınıflar dizilişini irdelemek gerekmektedir. Dini güçlerin böyle bir öngörüsü yok­tur. Böyle olduğu sürece de ittifak güçlerini ayarlamak ve belirli politik kararlar almada yanılgılara düşebilir­ler. Ayrıca çeşitli konularda dini güç­lerle anlaşmak olanaksızdır. Ancak bu savaş işbirliğinin yapılabileceğini göstermiştir. Bu kanalları açmıştır. Bu açıdan da büyük önem taşımaktadır.

18.09.2006

15

Page 18: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

DUZEN*Em peryal n ü k le er

flijciz Rhmed

Amerika'nın İran'a Karşı nükleer silahlar kullanma olasılığının kesin bir mantığı var. Batı Asya'daki mevcut savaşta gerçek ödül İran'dır. Amerika'nın cebinde Su­udi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi ülkeler varken, büyük ölçüde zayıflatılmış Suriye ve yenilmiş Afganistan ve Irak'la, İran, bölgede baş kaldırılamayan ve kaldırılama­

yacak olan bir ABD-İsrail hegemonyasının önünde kalan tek engel.

Amerika’nın İran’a karşı olası nükleer müdahalesi ABD politik çev­relerinde en çok konuşulan olay hali­ne geldi. Bu olaya şu perspektiflerden bakmak gerekir:

* Amerika İran’a saldırmakta ka­rarlı ancak nükleer silah kullanmadan tüm amaçlarını başaramaması gibi bir gerçeklik var;

* Bush yönetiminin en üst kade­mesini oluşturan insanlar, küresel bir savaşın ve ardından gelecek gerili­min, - azalan değil daha da tırmandı­rılacak olan- mini-nükleer saldırılar yoluyla çözümlenebileceğine ve çö­zümlenmesi gerektiğine inanıyorlar;

* ABD’nin Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana elinde tuttuğu büyük nükleer üstünlük ve bunun so­nucu olan “kullanılabilir nükleerler” doktrini, Bush başkanlığı sırasında gelişti.

Nükleer silah kullanmak düşünü­lebilir bir seçenek haline geldi, çünkü ABD, kurbanlarından örneğin İran’ın veya askeri gücü azaltılmış Rus­ya’nın ve çok başlangıçtaki bir kapa­siteye sahip Çin’in kendisine yönelte­bileceği herhangi bir misilleme kor­kusu olmaksızın, bunu yapmak için eşsiz bir kapasiteye sahip.

New Yorker tarafından 17 Nisan 2006 tarihinde basılan Seymour M. Hersh’ün “İran Planları” makalesi, büyük bir uluslararası ilgi topladı. Bu şaşırtıcı değil ve hatta yararlı. Hersh, Amerika’da savaş karşıtı düşünceyi tetikleyen ve kendisine de bir Pulitzer Ödülü kazandıran Vietnam’daki My

Lai katliamı öyküsünü yazmasından bu yana, Amerika’nın başta gelen muhabirlerinden biri olageldi. ABD işgalindeki Irak’m Ebu Garip Cezae­vi ile ilgili Beyaz Saray yalanlarını ilk belgeleyen de oydu. The Chain of Command: The Road from 9\11 to A- bu Ghraib (Komuta Zinciri: 11 Ey­lül’den Ebu Garip’e Giden Yol) adlı kitabı, Bush yönetiminin emperyal kabahatlerini ortaya dökmektedir. Ve ayrıca New Yorker, ABD’nin “Cesur ve Güzel” takımının, zengin ve güç- lülerinin, okumuş kaymak tabakası­nın takip ettiği cilalı bir gazetesidir.

Gazetenin 24\31 Ocak 2005 tarih­li “The Coming War: What the Penta­gon Can Do in Secret” (Yaklaşan Sa­vaş: Pentagon Gizlice Neler Yapabi­lir) adlı daha önceki bir makalesinde, Hersh, İran’ın işgal edilmesi planının ilerlemiş bir aşamada olduğunu ve Savunma Bakanı Donald Rums­feld’in hazırlıkların kapsamını ABD senatosundan dahi gizli tutmanın yol­larını tertiplediğini doğruladı.

Bu yeni makale ile ilgili en belir­gin şey, tekrar, onu yazanın kendisi ve yayınlandığı gazetedir. Görünürde Hersh’ün koyduğu her mim, aslında çok iyi biliniyor ancak, esas nokta bunları yüksek makamların ağzından aktarması ve asıl kaynaklarım ifşa et­meyi reddetse dahi (çoğu zaman yap­tığı gibi), kaynaklarının ve muhabirli­ğinin doğruluğunun sorgulanamaya­cağı noktasında yeterli otoriteyi tem­sil etmesi. Hersh bir solcu değil. Son dönem I.F. Stone’u kalıbında ama on­dan daha az radikal, sözünü esirge­

meyen, dobra bir Amerikan vatanse­veri. “Özgür dünyanın” lideri olan hükümetinin bu kadar çok yalan söy­lemesi, dünyanın dört bir yanında bu denli çok vahşete imza atması ger­çekliği karşısında tam da vaktinde is­yan ediyor. Ve bu nedenle, yalanların ve acımasızlıkların peşine düşüyor. Onun düşüncesine göre, Ebu Garip’te ortaya çıkan sistematik işkence reji­mi, Bush yönetiminin, tüm uluslara­rası yasaların ve insana yakışan me­deni davranışların ihlali pahasına yü­rüttüğü “teröre karşı küresel savaş”ı- nm kaçınılmaz bir sonucu. Muhteme­len nükleer silahların da kullanılaca­ğı, İran’a dönük yaklaşan bir saldırı, inancına göre bu merhametsiz mantı­ğın bir parçası. Rumsfeld, onun gö­zünde tehlikeli bir egomanyak, güç ve iktidar bağımlısı bir deli.

Hersh’ün ana tespitlerinden biri, doğrudan Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e kadar ABD’nin en üst poli­tik liderlerinin, İran’a dönük bir sal­dırıda, yeraltı sığmaklarını vurabilen çaptakiler de dâhil, sözde “taktiksel” nükleer silahların kullanımını ciddi ciddi düşünüyor olması. Bu bana, yaklaşık bir yıl önce Washington Post gazetesine verdiği bir röportajında, i- tibarlı askeri analist William Arkin tarafından yapılan benzer bir tespiti hatırlatıyor. Bunlar da bir kenara, e- limde eski p lA görevlisi Philip Giral- di tarafmpan yazılmış ve Ağustos 2005 ’te American Conservative tara­fından yayınlanmış olan “Attack on I- ran: Pre-emptive Nuclear War” (î- ran’a Saldın: Önleyici Nükleer Sa­vaş) başlıklı bir makale var. Giraldi

16

Page 19: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'E Kİ M 2006 CJOİ

bu makalede, Cheney’in Pentagon’a İran’daki 450 noktayı hedef alacak kitlesel bir saldırıya hazırlanma ve a- sıl gerçek ne olursa olsun, ABD’de i- kinci bir 11 Eylül’ün gerçekleşmesi durumunda sözde “kullanılabilir nük- leerler”i kullanmaya hazır olma ve 1- ran’ı işgal etme talimatı verdiğini söylüyor. San Diego’daki California Üniversitesi’nde Fizik Profesörü olan İran doğumlu Foaad Khosmood, E- kim 2005’te çok açık bir şekilde, ye­ni nükleer politikaların ve ortaya ko­nulan operasyonel planların, “İran’a dönük nükleer saldırı için stratejik kararın çok daha önceden alınmış ol­duğunu” ortaya koyduğunu yazdı. Ot­towa Üniversitesi’nde Ekonomi Pro­fesörü olan Michel Chossudovsky, GlobalResearch web sitesinden erişi­lebilecek bir dizi makalesinde [“Nuc­lear War against Iran” (İran’a Karşı Nükleer Savaş), Ocak 2006; “The Dangers of a Middle East Nuclear War” (Bir Ortadoğu Nükleer Sava- şı’nm Tehlikeleri), Şubat 17, 2006; “Is the Bush Administratiön Planning a Nuclear Holocaust?” (Bush Yöneti­mi Nükleer Bir Facia mı Planlıyor?], Şubat 22, 2006), böylesi bir planın 2005 Haziranından bu yana “el altın­da bekletildiğini” ve kullanımı düşü­nülen silahlardan biri olan B61’in, Clinton başkanlığı sırasında özellikle Batı Asya’da kullanılmak üzere geliş­tirildiğini enine boyuna yazdı. Bu ya­zının sonuç bölümünde yazdıklarım, bu gibi yazarların değerlendirmeleri­ni içermektedir.

Hersh, bu bilgilerin tümünü bir a- raya getirmiş ve yüksek mevkilerdeki resmi görevlileri, cevaplarının ne ol­duğunu açığa çıkaracak şekilde bu bilgilerle yüzleştirmiş görünüyor. Bu görevliler neden samimi bir şekilde konuştular ve bilgileri doğruladılar? Öncelikle, Hersh tam da bu işin ada­mı, Amerikan kamuoyunca tanınan zorlu bir figür ve kaynaklarının kim­liğini koruma konusunda tam güveni­lirliğe sahip. Ancak tüm bunlar bir yana, daha derin bir neden de söz ko­nusu olabilir. Giraldi de zaten buna i- şaret etmekte. “Planlamada yer alan birçok kıdemli hava kuvvetleri görev­lisi, söylenene göre yaptıklarının so-

nuçlarmın ne olacağı konusunda - 1- ran’ın bir nükleer savaşın hedefi ol­ması - dehşete düşmüş durumda an­cak hiçbiri itiraz ederek kariyerine zarar vermeye hazır değil.” Şimdi Hersh, askeri erkânın bu nükleer planlardan şüphe ettiğini ve yüksek mevkideki bilgi kaynağının ona “Ge­nelkurmay başkanlığının (Joint Chi- efs) Başkan Bush’a İran için nükleer seçeneği düşünmeye kesinlikle karşı olduklarını bildiren bir resmi tavsiye vermeye karar verdiklerini” söyledi­ğini aktarıyor. Bazı yüksek mevkide­ki görevlilerin HershTe konuşma ve görüşlerinin kamuoyunca bilinmesini sağlama kararı, bu ayrılığın bir ifade­si olabilir.

Bu görüş ayrılığı hikâyenin bir yüzü. Ancak, Genelkurmay’m görüş ayrılığı ile ilgili bilgiyi aktaran aynı Pentagon danışmanı, Hersh’e, bu gibi durumlarda nükleer silahlar kullanma fikrinin, İran nükleer laboratuarlarını geniş bir alana dağıtmış ve böylece bunların birkaçını konvansiyonel sal­dırılara karşı kuvvetlendirmişken, “ü- yeleri Savunma Bakanı Donald Rumsfeld tarafından seçilen bir da­nışma kurulu” olan Savunma Bilimi Kurulu’nun desteğini kazandığını da söylüyor. Hersh’ün bu konudaki ken­di yorumu, olduğu gibi aktarılmaya değer:

“Savunma Bilimi Kurulu başkanı,

Reagan hükümetinde Bakan Yardım­cısı olan William Schneider, Jr.dır. O- cak 2001 ’de Başkan Bush, ofisi alma­ya hazırlanırken, Schneider, tutucu bir düşünce kuruluşu olan Kamu Po­litikası için Ulusal Enstitüsü’nün sponsorluğunda yapılan nükleer güç­ler üzerine bir brifingde hizmet verdi. Brifingde, ‘yüksek öncelikli hedefle­rin, konvansiyonel silahların tehdidi­ni de arkasına alan kesin ve hemen tahribinin önemli olduğu durumlarda’ taktik nükleer silahların ABD askeri gücünün önemli bir parçası olarak ele alınması gerektiğini bildirmiştir. Ulu­sal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley, Haber Almadan Sorumlu Sa­vunma Bakanı Yardımcısı Stephen Cambone ve Silah Kontrolü ve Ulus­lararası Güvenlikten Sorumlu Devlet Bakanı Yardımcısı da dâhil, bu rapo­run birçok imzacısı şimdi Bush Yöne­timinin önemli üyeleridirler.”

Khosmood’un belirttiği gibi, bu listenin en başına, ta 1992’lerde nük­leere sahip olmayan devletleri hedef­leyecek yeni nükleer silahlar politika­sının mimarı olan Dick Cheney’i ve yoğun şekilde belli kategorideki nük­leer silahların bilinçli şekilde kullanı­mı içeren' ve bugünkü yüksek insan gücü gereksinimine dayalı ordunun yerine yüksek teknolojiye dayanan daha küçük bir ordu konseptinin sahi­bi olan Donald Rumsfeld’i koymak gerekir. Danışmanın Hersh’e yaptığı

17

Page 20: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

C j O İ EYLÜL E Kİ M 2006

yoramlarm en ürkütücü yanı ise şu; askeri yetkililer, nükleer silah kulla­nımının İran ve bölgenin tümünde yol açacağı insani ve ekolojik kayıplara karşı çok daha duyarlı ve farkında i- ken, sivil ideologlar ve yetki sahiple­ri bu silahların askeri etkililiğinden hipnotize olmuş bir halde, bunların yaratacağı insani felaketlere karşı son derece ilgisizdir. Bu bağlamda şunu hatırlayabiliriz: ABD’deki bugünkü nükleer emir-komuta zincirinde, bu 'gibi silahları kullanma yetkisi, Baş­kan’m elindedir, ancak karar bir kez verildiğinde, Genelkurmay’dan değil fakat sivil liderlikten saha komutan­larına gidiyor. Bush dahi General A- bizaid’i sahada arayarak ve ona “Nu­ke Them” (Bombala şunları) diyebi­lir.

‘Kullanılabilir Nükleer’Amerika’nın İran’a karşı nükleer

silahlar kullanma olasılığının kesin bir mantığı var. Zamanında ve şimdi de vurguladığımız gibi [bkz. “Imperi­alism’s second strike” (Emperyaliz­min İkinci Darbesi) ve “Iran: What’s at stake” (İran: Hedefte); Frontline, 21 Ekim ve 4 Kasım, 2005], Batı As­ya’daki mevcut savaşta gerçek ödül İ- ran’dır. Amerika’nın cebinde Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi, ülke­ler varken, büyük ölçüde zayıflatıl­mış Suriye ve yenilmiş Afganistan ve Irak’la, İran, bölgede baş kaldırıla­

mayan ve kaldırılamayacak olan bir ABD-İsrail hegemonyasının önünde kalan tek engel. ABD Irak’ta giderek batağa saplanırken İran’ın nüfuz ka­zanması, Beyaz Saray ve çevresinde, ABD’nin Irak’taki konumunu stabili­ze etmesi için dahi, İran’ın doğrudan bir saldırı ile güçten düşürülmesi ge­rektiğine dair güçlü bir kanı oluştur­du. Ve elbette İsrail tarafından da ABD’nin harekete geçmesine - karar­lı olduğu kadar hızlı da harekete geç­mesine - dönük bir baskı mevcut. Su­udi Arabistan ve Ürdün’den Mısır ve Cezayir’e kadar Sünni Arap rejimle­rinden oluşan korkunç bir bileşim de benzer bir yakınmada bulundu: Ür­dün Kralı’mn “Şii hilalinin yükselişi” olarak adlandırdığı, İran öncülüğün­deki yeni güç birikmesi karşı, İran’ı Taş Devrine geri döndürecek bir bombalamanın tek çözüm olduğu ko­nusunda ABD’yi uyarmak için sesle­rini yükselttiler. Bu “Şii hilali” I- rak’taki İran müttefiklerinin yanı sıra Lübnan, Bahreyn, Kuveyt, Suudi A- rabistan’m doğu eyaletleri ve diğer yerlerdeki çetin ceviz pro-İran Şii nü­fuslarından oluşmakta. Ancak neden nükleer silahlar? Neden, Irak’ta oldu­ğu gibi, tanık olduğumuz bir “Şok ve Dehşet” tarzı değil?

İran’a karşı sözde “taktik” nükle­er silahların kullanımını ilgilendiren politik kararları eden, esasen Hiroşi­ma ve Nagasaki bombalamalarındaki

ile aynıdır: Halen güçlü olan ama vahşi, kuvvetli ve cevap verilemez bir güçle yüzleşen bir düşmanın hızla teslim alınması. ABD, bir milyon ya­şama mal olan 8 yıllık bir savaşın so­nunda, kendisi bu saldırıya cevap verme imkânına sahip olmayan İ- ran’m, ancak Saddam Hüseyin İran kara kuvvetlerine havadan rasgele kimyasal ve biyolojik silahlar sıkma­ya başladığında barış talep ettiğini bi­liyor. Bu geçmiş deneyim, nükleer yükseliş için daha fazla şiddet sağlı­yor. Silahçılar tarafından yarış atı gi­bi koşturulan bu acil tartışma (kanıt olsun olmasın ve hatta çok büyük karşı kanıtlara rağmen), (a) İran’ın en güçlü konvansiyonel bombaların dahi erişemeyeceği kadar derine gömülü nükleer tesislere sahip olduğu ve (b) modem-çağ, yeni-nesil mini-nükleer- lerin “sivil nüfus için güvenli” oldu­ğu fikirlerine dayanmaktadır. Bu “si­viller için güvenli nükleerler” kon- septi, bugün, zamanında Başkan Harry Truman’m Hiroşima ve Naga­saki’de kullanmadan hemen önce, nükleer bombaların güvenli olduğu yollu iddialarından esasen daha gü­venli değildir:

“Dünya tarihin en dehşetli bom­basını keşfettik. Nuh ve onun muhte­şem gemisi Ark’m ardından, Fırat Va­disi Çağı’nda müjdelediği ateş silahı olabilir... Bu silah Japonlara karşı kullanılacak... Bu silahı kullandığı­mızda, askeri hedefler ve askerler ile denizciler hedef olacak, kadınlar ve çocuklar değil. Japonlar vahşi, mer­hametsiz ve fanatik olsalar da ortak huzur için dünya lideri olarak biz, bu dehşetli bombayı eski veya yeni baş­kentin üzerine bırakamayız. ... Hedef tam olarak askerî olacaktır.”

Truman’m günlüğünden yapılan bu alıntıyı onu aldığım raporun sahi­bi olan Profesör Chossudovsky’ye borçluyum. Retorik her durumda ür­kütücü: Silahların korkutuculuğuna karşı bir tam bir umursamazlık; ABD’nin “ortak huzur için dünya li­deri” saydığı kendi imajına olan hay­ranlığı; mücadelenin Uygar Batı ile “vahşi ve merhametsiz” Doğu arasın­da olduğuna dair faşist inanış ve gün­lükten aktarılan, “hedeflerin tama-

18

Page 21: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL-E Kİ M 2006 C |O İ

men askerî olduğu” ve kadın ve ço­cukların zarar görmeyeceği iddiası. Hiroşima’da aslında ne olduğunu ga­yet iyi biliyoruz ve bu sözde “mini- nükleerlerin” Hiroşima’ya atılanların üçte ikisi kapasiteye sahip olduğunu yinelemek gerek. “Kullanılabilir”? “Siviller için güvenli”?

İran’ın kapasitesiAma neden sözde “konvansiyo-

nel” silahlarla çok daha büyük bir “Şok ve Dehşet” operasyonu değil? Ve neden İran? Bunun cevabı iki so­runun daha cevabına bakıyor: Neden öncelikle bir işgal zorunlu? Ve neden işgal ancak nükleer seçenek tabloda yerini alırsa ve hatta kullanılırsa ba­şarılı olma şansına sahip? ABD’yi İ- ran’m işgaline sevk eden faktörlerin bazılarını belirttik. Bunların yanı sıra, Irak’m tersine İran, kararlar yoluyla yumuşatılıp kınlamaz. 1979’dan bu yana şu veya bu biçimde yürürlükte olan ABD’nin empoze ettiği bu tek taraflı kararlar, çok açık şekilde işe yaramamıştır; karşı konulamaz ABD baskısı ile Çin ve Rusya, Güvenlik Konseyi tarafından empoze edilen ki­mi sınırlı kararlara katılabilirler an­cak bu gibi kararlar İran’a hiçbir şe­kilde büyük bir zarar veremez çünkü pek çok devlet bunları bypass etme­nin bir yolunu bulacaktır.

İran petrol ve gaz bakımından çok zengin, dünya hükümetleri ve şir­ketleri açısından dev ölçekli kârlar i- çin göz alıcı yatırımlar yapmaktan is­teyerek kaçınamayacakları kadar çe­kici bir bölge. Aslında, Güvenlik Konseyi’nin bu sorunu çözmede ba­şarısız olması ABD’nin de işine gele­cek bir durum, çünkü “uluslararası toplumun etkin şekilde hareket etme­deki başarısızlığı” olarak adlandıra­cağı bu durumda, kendi tek taraflı iş­gal kararlarını kolaylıkla uygulamaya koyabilecektir. Böylece ABD İran’ın nükleer tesislerini bombalayabilir an­cak sorun şu ki, bu tesisler çok yay­gın şekilde dağınık durumda bulunu­yor, bunların bazılan çok iyi şekilde güçlendirilmiş, özellikle İsfahan’daki ana şehre çok yakın; bu sınırlı hedef­te tam bir başarı bile garanti değil ve İran, Irak’ta ve en dar noktasında

yaklaşık 9,5 kilometre genişliğinde ve tamamen İran füzelerinin menzili içinde olan Hürmüz Boğazı’nı kapat­maya çalışarak, bölgedeki ABD savaş gemilerine misilleme yapabilir.

Bu noktada, ABD, savaşta pata kalma ile daha da şiddetlendirme ara­sında bir karar vermek zorunda. Ülke liderleri arasındaki en popüler Ameri­kan askeri olasılık planları, limanla­rın, güç hatlarının, ulaşım ağının, ra­finelerin vb.nin yanı sıra, İran’da bu­lunan askeri değere sahip 450 hedefin yıkımını gerekli görmektedir. ABD, Irak’m coğrafî ve demografik olarak üç katı olan ve ondan çok daha mü­reffeh, istikrarlı ve bağlılık içindeki bir ülkeyi işgal etmek için, tüm asker­leri, ufukta herhangi bir mutlu son o- lasılığı olmaksızın Irak’a saplanmış durumda. Eğer demokrasiyi Hindis­tan’daki gibi algılıyorsak, İran de­mokratik bir ülke değil, ama Ekber Haşimi Rafsancani’ye üstün gelerek başkanlığı alan, seçimde her köşe ya­zarının favorisi olan, hiçbir politik yorumcunun beklemediği bir zafer kazanan Tahran’m eski belediye baş­kanı genç Mahmut Ahmedinejad için yeterince demokratik. Ülke nefes al­dırmaz bir sosyal tutuculukla yöneti­liyor ancak aynı koşullar altındaki modem eğitim son derece gelişkin ve İran yüksek öğrenimde kadınların er­kekleri geçtiği tek ülke.

CIA, İran’ın, Irak’ta Amerikan güllerine karşı savaştığı söylenen 50 bin kişiden çok daha fazlası olan 12 milyonluk bir savaş gücünü mobilize edebileceğini bildiriyor. İran’daki muhafazakâr yönetime karşı çok güç­lü bir muhalefet var ancak yapılan her araştırma İranlılarm en az %80’inin ABD’nin olası bir saldırısı karşısında hükümetlerini desteklediklerini söy­lüyor. Benzer şekilde, İran’daki yöne­tim kademesi derin şekilde fraksiyon­lara ayrılmış durumda ama hepsi ulu­sal güvenlik, bağımsızlık, nükleer po­litika ve hatta dış politikanın ana ö- zellikleri konusunda görüş birliği i- çinde; reformcuların ılımlılığı, İran dış bir tehdide maruz kalır kalmaz buharlaşmakta.

Şunu da eklemem gerekir ki, İran Saddam Hüseyin tarafından başlatı­lan ve 8 yıl süren savaşın travmatize ettiği bir ülke; Başkan Ahmedinejad savaş yıllarında büyümüş olan nesil­den geliyor. Bu adamlar, silah arka­daşları ölümcül gazlara maruz kalır­ken cephede idi. Hükümetleri, kitle imha silahlarının (KİS) bu denli açık­tan kullanılmasının önlenmesi için Birleşmiş Milletlere ve ABD’ye yal­varırken aşağılandılar ve sözde “ulus­lararası toplumun”, Saddam Batı’nm yardımıyla geliştirdiği KİS’lerle gü­nünü gün ederken pasif kalmasına şa­hit oldular. ABD’nin Saddam’m nük­leer silahlarına karşı kampanyası çok

19

Page 22: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CJOİ EYLÜL-E Kİ M 2006

daha sonra geldi. Bu arada, İran acı bir ders aldı: hiçbir zaman başkaları­nın kitle imha silahlarının çaresiz kurbanı olma! Kendi nükleer silah programı (eğer varsa), bu travmadan ileri gelmektedir. Buradaki paradoks şudur: Nükleer silahların nükleersiz bir ülkeye karşı kullanılması, hiç sa­hip olmayabileceği bir silahlanma programı ile gelecekteki bir tarihte nükleer kapasite elde edebileceği ba­hanesiyle meşrulaştırılmaya çalışıl­maktadır.

ABD tarihsel bir ikilemle karşı karşıya. Batı Asya’daki ana rakibine, Irak ve bölgedeki diğer yerlerdeki a- maçlarmı takip etme, Çin ve Rusya i- le olan anlaşmalarını güçlendirme, askeri güçlerini inşa etme, doların petrol ticaretindeki üstünlüğüne mey­dan okumak için Tahran’da alternatif bir petrol borsası oluşturma, planla­nan Asya Enerji Güvenlik Ağı’nın ki­lit öğesi olarak ortaya çıkma, Batı As­ya’da İsrail’e eş değer bir güç olarak yükselme ve muhtemelen nükleer si­lah kapasitesi elde etme şansı tanıya­bilir. Ya da bunların tümünü engelle­mek üzere hızla ve tahripkâr bir bi­çimde harekete geçebilir. İsrailliler, uranyum zenginleştirmenin temel a- şamalarmın İran’ın artık bir yıl ya da daha yakın bir süre içinde uranyum}/ silah aşamasına kadar gelişti rme/yo- lunda olduğunu tartışıyorlar. Bunların tümünü yok etmek için doğru zaman tam ŞİMDİ. Uluslararası Atom Ener­jisi Kurulu’nun (UAEK) İran’ı BM Güvenlik Konseyi’ne rapor vermede başarısız olması nedeniyle sonuçsuz kalan Eylül oylamasından sonra, İsra­il bir ültimatom yayınladı: İran ya Güvenlik Konseyi’nin 31 Mart 2006’ya kadar alacağı zorlayıcı ka­rardan önce geri çekilecek, ya da İs­rail askeri saldırılar yapmakta serbest kalacaktı. UAEK, sözde “uluslararası toplum”un yaptığı gibi, itaatkâr bir şekilde bu ültimatoma boyun eğdi.

ABD’nin verdiği ipucunu alan küresel elektronik medya, İran’dan her türlü uranyum zenginleştirme ça- jışmasını durdurmasını ve buna ben­zer tüm taleplere uymasını isteyen bir Güvenlik Konseyi çözümü varmış gi­bi davranıyor. Gerçekte, ortaya çıkan

şey hiçbir şekilde bağlayıcılığı olma­yan bir “başkanlık beyanı”dır, çözüm değil. Çünkü İran’ın tüm zenginleş­tirme faaliyetlerini sonsuza dek dur­durması için yapılacak bir talebin hiçbir yasal dayanağı bulunmamakta­dır. İran talebi geri çevirmiştir ve ABD, bağlaşıkları ve medyadaki a- ğızları ve hatta İran’ın var olmayan bir Güvenlik Konseyi çözümü ile kar­şı karşıya olduğunu onaylayabilecek olan UAEK Başkanı Muhammed Ba- radey bile, bunu Güvenlik Konseyi Çözümü’nün ihlali gibi göstermekle meşgul. O zaman? İran’ın birçok nükleer tesisinin çalıştırılmasında ki­lit role sahip olan Rusya, kendi petro­lünün bir kısmını Hürmüz Boğa­zı’ndan rakip piyasalara nakledilmek üzere rafine eden ittifakına böyle bir yaptırımın dayatılmasma rıza göste­recek mi? Çin ve Rusya milyar dolar­lık yatırımlarını heba etmek pahasına bu yaptırımları onaylayacaklar mı? Ve eğer onaylamazlarsa, Güvenlik Konseyi’nin böyle bir “çözümü” ka­rar olarak geçirmedeki başarısızlığı ABD’ye “uluslararası toplumun” ata­letini ortaya atarak işgal bahanesi ve­recek mi? Bunu görme zamanı tam ö- nümüzde, ama tahminde bulunmak i- çin hala çok erken.

Şunu da eklemek gerekir yakın bir gelecekte İran’a karşı bir Ameri­kan, İsrail veya bu ikisinin ortak bir saldırısı gerçekleşmeyebilir ya da böyle bir operasyonda nükleer silah kullanımına gerek kalmaz. İran için daha zor bir senaryo, Amerikan kuv­vetleri İran’ı karadan ve denizden ku­şatmışken hava üstünlüğü tartışılmaz olan İsrail tarafından bombalanması olabilir. Bu durumda İran kendini na­sıl savunur ve misilleme yapar? Ve kime karşı? Birçok uzmana göre eğer nükleer silahlar kullanılırsa, bu ilk hava saldırısından ve İran’ın bunlara cevabının ardından kullanılacaktır. Böyle bir saldırıyı engellemek için İ- ran’m yapabileceği bir şey var mı? Bu sorunun cevabına dair Hersh’ün yazdıkları dikkat çekici: “Eski bir U- AEK yöneticisi Mart sonunda bana bu noktada şunu söyledi: ‘İranlılarm olumlu bir sonuç alabilmek için yapa­bilecekleri bir şey yok. Amerikan

diplomasisi buna izin vermez. Uran­yum zenginleştirmesini durdurdukla­rını açıklasalar bile kimse onlara i- nanmaz. Bu çıkmaz sokak.’”

İnanca dayalı suçlamaİran’ın bir nükleer silah programı

var mı? “Güzellik” kavramında her­kesçe bilinen görecelilik gibi; bu bi­raz da gözlemcinin bakış açısıyla il­gili. Aynı Hersh’ün yazısında söz etti­ği gibi: “Bush’un ilk döneminde Dı­şişleri Bakan Yardımcılığı yapan Ric­hard Armitage bana ‘Sanırım İran’ın bir nükleer silah programı var, bunu bilmiyorum ama buna inanıyorum’ dedi”. Bu inanç temelli politikalar - bilmemek ama inanmak - en saf ha­liyle bile mantıksızlık aynı bu örnek­te olduğu gibi. “Ajans yöneticileri İ- ran’m nükleer silah yapabilecek ka­pasiteye erişmeye çalıştığına inanı­yorlar ama İran’ın böyle bir programa sahip olduğuna dair en küçük bir ka­nıt yok’ diye anlattı bana üst düzey bir yönetici.” UAEK yetkileri İran’ın nükleer bir silah yapmaktan en yakın ihtimalle beş yıl uzak olduğunu tah­min ediyorlar.

Diğer bir deyişle; hakkında hiçbir delil olmayan ve tamamen sizin ken­di sübjektif varsayımlarınıza dayanan bir şeye inanıyorsunuz. Bir zaman çi­zelgesi çıkarıyorsunuz ve beş yıl için­de bir bombanın bir şekilde ortaya çı­kacağım iddia ediyorsunuz. İsrail giz­li servisi MOSSAD, İran’ın bir yıl i- çinde nükleer bombaya sahip olacağı­nı ve mutlaka bunu yapmadan önce bombalanması gerektiğini iddia edi­yor. Diğerleri çok daha karmaşık: “A- ğustos ayında The Washington Post Ulusal İstihbarat’m raporlarında İ- ran’ın nükleer bir bomba yapmaktan en az on yıl uzak olduğunun tahmin edildiğini duyurdu” diyor Hersh Bir­leşik Devletler istihbarat raporlarına dayanarak. Ve ekliyor: “Şu anda Ge­orgetown Üniversitesi Uluslararası İ- lişkiler Bölümü Dekanı olan eski hü­kümet uzmanı Robert Gallucci bana ‘Bildiğim kadarıyla İran’ın kullanıla­bilir bir nükleer silah yapması için se­kiz ila on yıl gibi bir süre gerekli’ de­di.”

2 0

Page 23: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'EKİM 2006 C|Oİ

Hikâyenin İran kanadında ise Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, Aye- tullah Humeyni’nin son dönemlerin­de KİS ilgili fetvasından bir cümleye atıf yaparak İran’ın bir nükleer silah programı olmadığını söyledi. Aynı cümle şimdiki İran dini lideri Ayetul- lah Hamaney’in yeni yayınladığı bir fetvada da yer alıyordu. Şunu ekle­meliyim ki molla özentisi bir Müslü­man toplumuna sahip Hindistan’da fetvalar çok daha fazladır ama hiçbi­rinin gerçek bir değeri yoktur ancak İran’da dini lider tarafından verilen bir fetva, yazılı yasalar ve kanunlar­dan çok daha etkilidir. Herkes tah­minlerde bulunduğu için ben de ken­di tahminimi söylemek istiyorum. İ- ran nükleer silah yapabilecek kapasi­teye varmak istiyor çünkü düşmanla­rı buna sahip, ama en büyük otoritele­ri böyle bir şeyin gerçekten üretilme­sini ve bu yönde bir politika uygulan­masını yasaklıyor; aynı eski günlerde Hindistan’da Jawaharlal Nehru ve Homi Jehangir Bhabba’nın yaptığı gibi.

Rakipsiz ABDBush yönetiminin halka anlattığı

basit bir hikâyesi var. Cumhurbaşkanı Ahmedinejad Adolf Hitler’dir (aynı şey Saddam Hüseyin için de söylen­mişti) ve bu silahları yapmak için her şeyi yapabilir ve bunu gerçekleştirdi­ği zaman Üçüncü Dünya Savaşı’nı

başlatacak ve bu teknolojiyi kullan­maları için büyük teröristlere vere­cektir, nükleer silahlar (sivil dostu nükleerler) kullanma pahasına bunu durdurmalıyız. Eğer bir Amerikalıy­sanız ve başkanmıza inanıyorsanız Bush’a istediği gücü verirsiniz. Yakın zamanda yapılan bir ankette Ameri­kalıların %48’i Birleşik Devletler’in İran’a saldırması fikrine destek veri­yordu. Nükleer silahların kullanılma­sına dair bir soru sorulmadı. -

Ama anahtar soru şu: Yakın gele­cekte Amerikan gücünün ve politika­sının her türlü nükleer silahı kullan­masını olasılık dahiline getiren yeni tarihsel ve jeopolitik konjonktür ne­dir? Burada Hersb’ün yazısıyla he­men aynı dönemde Forign Affairs’de -yine önemli bir dergi- daha az tanın­mış yazarlar tarafından yazılan maka­lelerden alıntılar yapmak istiyorum. Sözünü ettiğim derginin Mart/Nisan 2006 sayısında Keir A. Lieber ve Daryl G. Pres tarafından yazılan “ABD’nin Nükleer Öncülüğünün Yükselişi” adlı yazıya değinmek isti­yorum. Yazının ana ekseni “Terör Dengesi” çağının sona erdiğini ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüne ve si­lah gücünü yitirmesine ve ABD ile nükleer alanda yarışı devam ettireme­mesine ve yazarların “Çin’in nükleer silah alanında donmuş modernizas­yon hızı” olarak adlandırdıkları duru­ma teşekkürlerle, ABD’nin kesin

nükleer üstünlük çağının başladığı yönündeydi. Sonuç şu: “Yakın za­manda Birleşik Devletler için Rusya ve Çin’in uzun menzilli nükleer silah gücünü ilk saldırıda yok etmek müm­kün hale gelecek.”

Doğru şekilde ortaya koymak ge­rekirse bu, ABD’nin 1950’lerde nük­leer üstünlüğü yoluyla, “Rusya’ya, o- nun Doğu Avrupalı ortaklarına ve müttefiki Çin’e ani ve yoğun bir nük­leer saldırıyla Üçüncü Dünya Sava- şı’m kazanacağı” tehdidi ile Rusya’yı kendi şartlarına dayalı şekilde Avru­pa’nın bölünmesine ikna etmesinden bu yana beklenmedik bir durum. Bu planlar orta seviyedeki Pentagon bü­rokratlarının planları değil, bunlar ABD hükümetinin en üst düzeyindeki yöneticiler tarafından destekleniyor. Bundan sonra Sovyetler Birliği’nin termonükleer alanda ABD ile yarışa­cak bir seviyeye gelmesi ve her iki ül­kenin de ilk saldırıda birbirlerinin tüm nükleer gücünü yok edemeyecek duruma gelmeleri sonucunda nükleer silah kullanmak tam bir yıkıma neden olacaktı. Bu yüzden iki süper güç sa­dece birbirlerine değil birbirlerinin müttefiklerine de nükleer silahla sal­dırmaktan vazgeçtiler. Şimdi 21. yüz­yılın başında bu geri çekilme artık yok, çünkü tek nükleer süper güç es­kiden olduğundan çok daha güçlü, ö- lümcül ve rakipsiz olduğu için nükle­er silahları istediği gibi kullanabilir.

Tarihi kayıtlar bunu doğruluyor. Küba füze krizinde geri adım atan Sovyetler Birliği olduğu ve durum çok uzun süre propaganda malzemesi olarak kullanıldığı için herkesçe iyi bilinir ama daha bilineni Vietnam Sa­vaşı’nm son günlerinde yaşanandır. Başkan Henry Kissinger sözde “tak­tik” nükleer silahlar kullanmak isti­yordu ama Sovyetlerden gelen misil­leme uyarıları sonunda, tüm planla­rından vazgeçmek zorunda kaldı. Sa­dece bu kadar da değil. Amerika’nın Batı Asya’da ve bölgede Cemal Ab- dül Nasır’a ve diğerlerine karşı defa­larca nükleer silah kullanma girişi­minde bulunmasına rağmen bunu en­gelleyen hep Sovyetlerin misilleme yapması korkusu olmuştu. Ama şimdi böyle bir korku yok, İran’ın yaptığı

21

Page 24: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CJOİ EYLÜL'E Kİ M 2006

gibi nükleer silah kullanma tehdidini “Psikolojik Savaş” olarak bertaraf e- debilirsiniz ama ABD nükleer silah kullanmaya karar verirse onu durdu­rabilecek bir güç yok.

Nesnel durumdaki bu radikal de­ğişim, ABD savaş doktrininde bir de- niz-değişimi ile birlikte geldi. Sov- yetler Birliği’nin yıkılmasının hemen ardından, Reagan yönetiminin kilit noktadaki bir üyesi olarak Dick Che- ney, “kullanılabilir” nükleer silahla­rın üretimi için araştırmaları yoğun­laştırma ve nükleer silahların konvan- siyonellerle birlikte kullanıldığı bir “karma saldırı kapasitesi”ne dayalı askeri stratejiyi içeren bir doktrin de­ğişimini yürütmeye başladı. 2001 Nükleer Durum Gözden Geçirme ra­poru, Batı Asya’da ABD’yi ve/veya stratejik çıkarlarını tehdit eden “meş­ru müdafaa” hareketleri yaşanması gibi bazı olası senaryolarda, hâliha­zırda bölgede böylesi bir “karma”yı öngörmektedir. 2002 yılı itibariyle Bush yönetimi, “önleyici darbe” ola­rak adlandırdığı yeni doktrinini açık­layarak, ABD’nin kendisine karşı ge­lecekte olası tehdit oluşturabilecek herhangi bir ülkeye herhangi bir ölçü­de saldırmaya hakkı olduğunu öne sürüyordu. Noam Chomsky’nin be­lirttiği gibi, bu, bilinen bir düşman­dan gelecek kanıtlanabilir bir yakın saldırı ihtimaline dayanan daha önce­ki tüm önleyici konseptlerden ayrılı­

yordu. ABD’nin burada gerçekte id­dia ettiği “önleyici darbe” hakkı, her­hangi bir gelecekte Amsrika’ya karşı tehdit oluşturduğundan şüphelendiği herhangi bir ülkeye saldırma hakkı­dır. Irak KİS ürettiğinden ve Usame Bin Ladin’le bağlantılı olduğundan “şüphelenildiği” için saldırıya uğradı. ABD birinden “şüphelendiği” zaman, gerçekten başka bir kanıta ihtiyaç yoktur.

“Önleyici darbe” doktrini hızla nükleer alana da yaygınlaştı, “coğrafi savaş komutanlıkları tehdit tanımı yapmak ve nükleer planlar geliştir­mek konusunda yetkili” kılınırken, 2005 tarihli Birleşik Nükleer Operas­yonlar Doktrini “konvansiyonel ve nükleer saldırıların birleştirilmesini” içermektedir. Diğer bir deyişle, İran’a karşı savaş yürüten ve o bölge için nükleer dışı ve nükleer silahlar konu­sunda karar yetkisine sahip bölgesel komutanlıklar “birleşik” bir komuta­dan sorumlu olacak ve resmi onay i- çin Başkan’a sunulacak planlar geliş­tirebileceklerdir. “Stratejik” nükleer silah teçhizatı halen katı kurallar al­tındadır, ancak “taktik silahlar” üze­rindeki komuta “mini nükleerlerin “çevreleyen nüfus için güvenli” oldu­ğunu iddia eden yeni bir sınıflandır­maya göre gevşetilmiş ve dağıtılmış­tır. Salt bu yeniden sınıflandırma da­hi yeterince korkutucu. Dahası, böl­gesel komutanlıklar üzerinden bu o­

torite dağılması, savaşın yakıcılığı al­tında ve kısmen zorlu düşmanlarla karşı karşıya iken, sahadaki komuta­nın, nükleer silah için karar verebil­mesine ve bilen adam kendisi olduğa müddetçe, Savaş-sever Başkan’m da ona gerekli izni seve seve bahşetme­sine yol açacaktır. Philip Giraldi’ye göre, Cheney, doktrinsel değişimin yarattığı bu mayın tarlasında “İran’a karşı hem konvansiyonel hem de tak­tik nükleer silahların kullanıldığı ge­niş çaplı bir hava saldırısını içeren bir acil durum planı” hazırlanması emri­ni verdi.

Nükleersiz ülkelere nükleer saldı­rılar yapmayı açıktan planlayan yal­nızca ABD değil, dünya üzerinde nük­leer silah geliştiren diğer ülkeler de bu yolda. İsrail’le olan yaygın nükleer iş­birliği herkesin malumu ancak ABD. Kuzey Atlantik Paktı’nm (NATO) bazı nükleersiz üyelerine, başta Almanya olmak üzere Belçika, İtalya ve Hollan­da ile Türkiye’ye de nükleer silahlar sağlamaktadır. Toprakları üzerinde nükleer silah bulundurmayan neredey­se belirgin hiçbir NATO ülkesi yoktur ve bunların olası kullanımı NATO’nun saldın planlarının bir parçasıdır. Bu nedenle, nükleer silahların kullanımı­na ilişkin genel eşik, Avrupa’da da düşmektedir. Fransa Başkanı Jacques Chirac’m yakın tarihte terörist tehdit­lere ve KİS geliştirdiği bilinen ülkele­re karşı nükleer silah kullanacağım söylemesi bu nedenledir.

Bu emperyal nükleer düzen - ki ABD tarafından nükleer silah kullan­ma niyetinin açığa vurulması; bu gibi silahların NATO üzerinden büyük çapta yaygınlaşması; nükleer mesele­sinde Avrupa’nın giderek ABD ile ay­nı yola girmesi; Rus devletinin rütbe­si düşürülmüş askeri gücü ve Çin’in pratik olarak ilgisizliğiyle deklare e- dilmiştir - İran gibi ülkeleri avcılar i- çin kolay bir av haline getirmektedir. Bu belki gerçekleşecek, belki de ger­çekleşmeyecek. Yalnızca Bush & Cheney Şirketi bunu bilebilir.

* Bu yazı Hindistan’da yayınlanan Frontli-ne dergisinin Vot. 23, No. 09, 06-/9

Mayıs 2006 sayısından çevrilmiştir.

2 2

Page 25: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

Haluk Gerger'den geçmişten bugüne uzanan bir anahtar kitap:

AB D-o r ta d o ğ u -t ü r k İ ye

Helin flrcıs

Haluk Gerger son kitabında, ABD'nin Ortadoğu'yu hedef alan saldırılarını İnceler­ken, hangi koşullarda hangi yöntemleri kullandığını çoğu Türkiye'de yayınlanma­

mış resmi belgelerle ortaya koyuyor. Kitap aynı zamanda Ortadoğu ülkelerinin, re­jimlerinin, halklarının Amerikan saldırılarını nasıl karşıladıklarını, hangi yöntemleri,

ideolojik kalıpları kullanarak direndiklerini ve sonuçlarının ne olduğunu açıklıyor.

ABD emperyalizminin işbirlikçi­leriyle yürüttüğü savaş politikaları Ortadoğu’yu cehenneme çevirirken, bu saldırganlık soğuk savaştan günü­müze bir süreklilik içerisinde devam ediyor. Haluk Gerger’in, soğuk sa­vaştan bugüne ABD emperyalizmi­nin saldırganlığım işleyen ABD-Or- tadoğu-Türkiye adlı son kitabı bu sü­recin anlaşılmasında çok önemli bir kaynak olarak geçtiğimiz Nisan ayın­da Ceylan yayınları tarafından yayın­landı. Gerger kitabında, 50 -60 yıldır ABD’nin Ortadoğu’yu hedef alan saldırılarının nedenlerini incelerken, hangi koşullarda hangi yöntemleri kullandığını çoğu Türkiye’de yayın­lanmamış resmi belgelerle ortaya ko­yuyor. Kitap aynı zamanda Ortadoğu ülkelerinin, rejimlerinin, halklarının Amerikan saldırılarını nasıl karşıla­dıklarını, hangi yöntemleri, ideolojik kalıpları kullanarak direndiklerini ve sonuçlarının ne olduğunu açıklıyor.

Üç bölümden oluşan kitabın I. Bölümü’nde 2. Dünya Savaşı sonra­sında ABD, Ortadoğu, Arap Dünyası, İran ve Türkiye’nin tablosu çiziliyor. Soğuk savaş döneminde emperyalist saldırı ve ulusalcı direnişlerin yer al­dığı bu bölümde Ortadoğu NATO’su kurma girişimlerinden doğmadan ö- len Bağdat Paktı’nın kuruluşuna, Ei­senhower Doktrini’nden Mısır Dev­rimi’ne çok sayıda gelişme ele almı­yor.

ABD saldırılarım biçimlendiren etkenler kitap'ta birincil kaynaklar­

dan şöyle aktarılıyor: Soğuk savaş başlatmada özel görevler üstlenecek Dean Acheson 1944 yılında bakanlık müsteşarıyken yaptığı bir konuşmada “Bu bir pazar meselesidir... Kabul etmeliyiz ki, ülkenin ürettikleri, üre­timi mümkün kılan mali düzenleme­lerle kullanılmakta ve satılmaktadır. (Oysa başka bir düzen altında) ülke­nin bütün üretimini ABD içinde kul­lanabilirsiniz. (Ama kapitalist sis­temde hükümet) yabancı pazarlar a- ramak zorundadır. Aksi halde ekono­mik ve sosyal sistemimiz üzerinde çok kapsamlı etkileri olabilecek... kötü durumlara düşebiliriz” demek­tedir. “Kuşatma siyaseti”nin akıl ba­bası ünlü diplomat George Kenan, 1948’de kaleme aldığı Dışişleri Ba­kanlığı Siyaset Planlama Çalış­macında şunları söylemektedir: “ABD, dünya zenginliğinin yüzde 50’sine sahiptir, ama dünya nüfusu­nun da sadece yüzde 6.3’üne. Bu du­rumda kıskançlık ve hınç hedefi ol­maktan kurtulamayız. Önümüzdeki dönemde asıl görevimiz, ulusal gü­venliğimize kesin zararlar vermeksi­zin bu eşitsizlik durumunu sürdürme­mizi sağlayacak ilişki biçimlerini o- luşturmaktır. Bunu yapmak için, bü­tün duygusallıkları ve boş hayalleri bir tarafa bırakmalıyız ve her yerde dikkatimiz acil ulusal hedeflerimiz üzerinde odaklanmalıdır. Diğerkam­lık ve dünya hayırseverliği lüksüne sahip olduğumuz konusunda kendi­mizi aldatmamalıyız. Demokratikleş­me, yaşam standartlarını yükseltme

ve insan hakları gibi soyut gerçekçi olmayan hedefler üzerinde konuşma­yı bırakmalıyız. Doğrudan güç kav­ramlarıyla hareket etmek zorunda ka­lacağımız günler çok uzak değildir.”

Kitabın II. bölümünde Ortado­ğu’da ulusal solun (Arap sosyaliz­mi) emperyalizme karşı direnişi ve bu direnişin zaafları ortaya konulu­yor. Arap sosyalizmi irdelenirken, ABD’nin kuşatma ve çürütme politi­kaları detaylı bir şekilde açıklanıyor. Gerger, ulusal solun çıkmazlarını ve çelişkilerini irdelerken bölgedeki komünist hareketlerin tarihsel yan­lışlarının da altım çiziyor. Komünist partilerin anti-emperyalist mücade­lede burjuvazinin çeşitli kesimleriy­le ittifak yaparken bağımsız duruşla­rını gölgeledikleri ve ulusalcı ikti­darlara eklemlenerek geniş halk yı­ğınlarına yabancılaştıkları belirtili­yor. Gerger’e göre; “Marx’tan Le- nin’e, ondan da devrimci sosyalist geleneğe bırakılan miras, ‘bağımsız­lık, ulusal kurtuluş mücadeleleri’yle burjuva karakterli ‘ilerici demokra­tik’ atılımları desteklemek politika­sı; dengesini ve perspektifleri yitirip milliyetçiliğe, küçük burjuva radika­lizmine, kapitalist yönelimli devlet­çiliğe tabii olmaya, hatta sadece sı­nıf önderliği ilkesinin unutulmasına değil, bağımsız örgütlenme hakkın­dan vazgeçilmesine, yani likidasyo­na yol açınca sonuç sadece sosya­lizm ve işçi sınıfı ve emek açısından değil, bağımsızlık, demokrasi ve ile­rici kazanımlar bakımından da fela-

25

Page 26: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CJOİ EYLÜL'E Kİ M 2006

nükleer silahlar yerleştirerek, ardın­dan yardım edip ve göz yumup İsra­il’in nükleer silahlar yapmasını teş­vik ederek, sonra da Körfez’de tetik­çi olarak tayin ettiği Şah’ın İran’ına nükleer teknoloji aktararak bölgeye kitle kırım silahlarını sokmanın tek sorumlusu olan ABD, bugün de İ- ran’ı nükleer silah üretiyor bahane­siyle tehdit ediyor” denilerek teşhir ediliyor.

ket oldu.” (sf. 352)

III. bölümde ise birinci körfez krizinden Büyük Ortadoğu Projesine (BOPj, '11 Eylül saldırısından Afga­nistan’a ve Irak’a yönelen işgal ve direniş süreci in­celeniyor. 11 Ey­lül sonrasında ABD’nin Ortado­ğu’ya yönelik sal­dırganlığını meş­rulaştırmak için kullandığı söy­lemlerin aslında hiç de yeni olmadı­ğı, aslında soğuk savaşın başladığı yıllardan bu yana sürekli yeniden ü-

retildiği birinci şahısların aktarımla­rıyla ortaya konuluyor. ABD her se­ferinde kendi hukuksuzluğunu meş­rulaştıracak tipte bir hayali düşman

yaratmaya ihtiyaç 'duyuyor. ABD’nin nükleer silahlanma konusundaki iki­yüzlülüğü ise, “ 1950’lerin ikinci ya­rısından başlayarak önce Türkiye’ye

Gerger’e göre Ortadoğu’da ABD emperyalizminin saldırganlığı asıl o- larak bölge halklarının direnişleri ve emperyalist hegemonyaya boyun eğ- meyişleriyle ilgilidir. Sadece Sovyet- ler Birliği ile rekabet ya da petrolün varlığı bu saldırganlığı açıklamada yetersiz kalmaktadır. Emperyalizm tüm çabalarına rağmen bölgede he­gemonya tesis edememiş halkların çeşitli kılıklara (milliyetçi ya da İs­lamcı) giren direnişleri her seferinde kurulmak istenen emperyalist hege­monyayı dağıtmıştır. Kitapta Ortado­ğu’nun yakın tarihini şekillendiren a- sıl büyük güç olarak “halkların dire­nişi” öne çıkarılmaktadır. Gerger’in bu yaklaşımı günümüzde çok revaçta olan uluslararası ilişkiler disiplininin genel yaklaşımının tam zıddıdır. TV kanallarında sıkça rastladığımız “uz­manlar” çoğu zaman Ortadoğu’yu halkların sadece piyon rolü oynadığı bir satranç tahtası olarak gösterirken, Gerger, aksine halkların direnişleri­nin büyük güçlerin politikalarını na­sıl işlemez hale getirerek tarihin çöp­lüğüne attığını anlatıyor.

Kitap sadece ABD-Ortadoğu- Türkiye ilişkilerini anlatmakla kal­mıyor, aynı zamanda okuyucuya em­

peryalizm, milli­yetçilik, devrimci demokrasi, ulusal sol gibi kavramla­rı tarihsel bir perspektifle yeni­den gözden geçir­me imkânı da su­nuyor. Kitap; Ger­ger’in deyimiyle

“bugünün karanlığını anlamak ve bu tünelden geleceğin ışığına bakabil­mek için geçmişin düğümlerini” çöz­mek isteyenlere sesleniyor.

Gerger'e göre O rtadoğu'da ABD emperyalizminin saldırganlığı asıl olarak bölge halklarının direnişleri ve

emperyalist hegemonyaya boyun eğmeyişleriyle ilgilidir. Sadece Sovyetler Birliği ile rekabet ya da petrolün varlığı

bu saldırganlığı açıklamada yetersiz kalmaktadır.

2 4

Page 27: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

KRİZ KAPIYI KAÇ KERE ÇALAR?M. Sinan

Bugün yeni bir Krizin kapısındayız. Kimse bu Krize AKK Cumhurbaşkanlığı seçimi, Amerikan Merkez Bankası gibi kulplar takmaya çalışmasın. Bu basbaya kapitaliz­min krizidir. Kapitalist mantığın ve güç ilişkilerinin sınırları içinde bu krizlere kalıcı çözümler bulabilme imkânı yoktur. Borun, kolektif üretimin kişicil çıkarlara göre

tasarlanıyor olmasından kaynaklanmaktadır.

Türkiye Mayıs ayının sonundan itibaren yeniden bir finansal krizin kucağına düştü. Uzunca bir süredir neredeyse sabitlenen döviz kurları a- ni bir yükselmeyle neredeyse %25 değer kazandı, %20’lerin altına dü­şen faizler yukarı doğru hareketlendi ve %22’lere ulaştı. Merkez Banka- sı’nın müdahaleleri sonrasında yeni bir denge durumu ortaya çıksa da ya­şananları daha büyük bir krizin ön sarsıntısı olarak değerlendirenler sa­yıca az değil.1

Küreselleşme ve sıcak para hareketleri

Dünya kapitalizminin özellikle 1980’ler sonrasında girdiği ve adına sık sık küreselleşme denilen döne­min en belirgin özelliklerinden bir tanesi finansal hareketlerin önceki dönemle kıyaslanmayacak şekilde etkinlik kazanmış olması. Çok bü­yük miktarlarda finansal sermaye, ü- retim süreçlerinden koparak, enfor­masyon teknolojisindeki gelişmeler­den ve neredeyse tüm dünya ülkele­rinin piyasalarının liberalleştirilmiş olmasının yarattığı olanaklarla dün­ya üzerinde seyahat edip duruyor.

“ 1998’de dünya çapındaki döviz piyasalarının günlük geliri 1.5 tril­yon ABD dolarını bulmuştu; Britan­ya’nın 1998’deki gayri safi yurtiçi hâsılasının %110’una denkti... Bu o- lağandışı artışın, uluslararası ticaret­le pek ilgisi yoktur. Yıllık döviz ge­lirlerinin dünya ticaret hacmine ora­nı 1979’da 12:1 iken 1996’da 60 :l’e yükselmiştir, ki bu da döviz kurunun

spekülatif doğasını ortaya koyuyor­du.”2

Reel getirinin dönemsel olarak yüksek göründüğü ülkelere yüklü miktarda finansal sermaye akın edi­yor. Bu hareketler genel olarak sıcak para hareketleri olarak niteleniyor. Çok hareketli ve anlık değişmelere anında yanıt veriyor olması bu ser­mayenin sıcaklığının işaretleri ola­rak görülüyor. Gelişmiş ülkeler dı­şında, finansal merkezlerde emer­ging markets (yükselen piyasalar) diye isimlendirilen bizimki gibi kimi ülkelerde bu sıcak para hareketleri i- le önemli oranda içli dışlı olmuş du­rumda.

Kapitalizmin bu seviyede sıcak para ve finansal sermaye üretiyor o- luşu aslında onun gelişimindeki çar­pıklığın önemli bir belirtisi. Sıcak para bir yönüyle tefeci-bezirgân ser­mayeye benziyor. Doğrudan üretimi genişleten, istihdam yaratan, artı de­ğer üretimini teşvik eden bir yapıya sahip değil. Tam tersine üretilen artı değere ortak olan, ancak kanlı canlı, kendisini besleyebilecek bünyelere yapışan bir sermaye türü, insanlığın ortak emeğinin tezahürü ve birikimi olan sermaye bir kez daha insanlığı yoksulluğa, işsizliğe ve yıkıma sü­rükleyen bir karaktere bürünerek karşımıza çıkıyor, işsizlik oranları­nın tüm dünyada yükseldiği, açlığın kol gezdiği dünyamızda sermaye or­tak çıkarlar adına işe yarayabileceği bir sürü alana girmektense bir avuç finans imparatorunun servetlerini büyütmek üzere iş görmeye devam

ediyor.

“Yatırım Bankası Merili Lynch ve Capgemini Danışmanlık, Dünya Zenginler Raporu’nu açıkladı. Rapo­ra göre, dünyadaki milyonerlerin sa­yısı geçtiğimiz yıl 500 bin kişi daha artarak 8.7 milyon kişi oldu. Milyo­nerlerin toplam varlığı ise 2004’e göre %8.5’lik artışla 33.3 trilyon do­lara ulaştı. Rapora göre 2005’te mal­varlığı 30 milyon doların üzerinde zengin sayısı bir önceki yıla göre %10.2 artarak 77.500’den 85.400’e çıktı.”3

Bugün dünya üzerinde dönmekte olan günlük sıcak para hareketleri­nin, meta ticareti miktarını kat be kat aştığı hesaplanmakta. Kapitalizm bir yandan geniş toplumsal kesimleri bir safra gibi üretimin ve yaşamın dışına iterken, bir yandan da sermayenin daha büyük bir kısmını asalaklaştıra­rak talan ekonomisinin zeminini güçlendiriyor.

Sıcak para ekonomisi talan ekonomisidirSıcak para bir ülkeye verdiğin­

den daha çoğunu almak hedefiyle gi­rer. Eğer böylesi bir imkânı görmez­se zaten o ülkeye girmez. Dolayısıy­la sıcak paradan beslenmenin bir toplum açısından çok ağır bedelleri vardır. Son günlerin ölümcül Kırım Kongo kenesi bile kan emicilikte sı­cak para ile boy ölçüşemez. Kene bir insanın kanını emip zehirlerken sı­cak para koca bir toplumun geleceği­ni karartacak sonuçlara yol açabilir.

2 ?

Page 28: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CjOİ EYLÜL-E Kİ M 2006

lanmıştır. Ailenin eko­nomik durumunda en küçük bir sı­

kıntı ortaya çıktığı anda, örneğin aile­nin küçük kızı yatağa düşüp ekstra has­tane masrafları ortaya çıktığında, he­saplardaki ek kaynak da bir anda uçup yok olacaktır. Hem de kendi kazancını da yutup giderek. Ailenin karşılaşabi­leceği yıkımın ne kadar büyük olabile­ceğini düşünebiliyor musunuz?

Türkiye, bir eroinman bağımlısı gibi sıcak paraya bağlanmış durumda. Son harekette Merkez Bankası ve hü­kümet, sıcak parayı kaçma fikrinden vazgeçirmek için ekstra tavizler ver­mek zorunda kaldı. Faizler yükseltildi ve yabancı fmansal sermayeden alına­cak stopaj vergisi kaldırıldı. Sıcak pa­ra, daha büyük bir getiri önerilerek içe­ride tutulabildi. Yani sıcak parayı içeri­de tutabilmek için bizi daha çok sö­mürmesini sağlayacak önlemler alındı. Bunun faturasını hep beraber ödeyece­ğiz. Maliye Bakanlığı’nm devletin .ya­pacağı sağlık harcamalarında kısıntı öngören genelgesi bu bedelin bir par­çası. Gün geçtikçe bakımsızlaşan has­tanelerimizde ölen bebeklerimiz de yi­ne bu büyük bedelin bir parçası olarak değerlendirilebilir. “Ankara Ticaret O- dası’nın (ATO) hazırladığı ‘Borç Dal­gası’ raporuna göre, dolardaki artış Türkiye’ye 33.8 milyar dolarlık ek yük getirdi.” 6

Daha büyük bir krizin ön sarsıntısı hissedildi

Aslında bu durumu en iyi ülke­miz insanın bilmesi gerekir. 1994, 1999 ve 2001 krizleri sıcak para ile birlikte yaşamanın ne büyük tehlike­ler barındırdığını açık bir şekilde or­taya koymuştur. Özellikle 2001 krizi halkımız açısından tam bir yıkıma yol açmıştır. Doruklara çıkan işsiz­lik, azalan ücretler, kriz koşulların­dan dolayı insanların daha fazla ça­lışmaya ikna olması sonrasında 3 ki­şinin işini 1 kişinin yapar hale gel­mesi, gün geçtikçe özelleşen ve tica­rileşen kamusal hizmetler 2001 kri­zinin bilindik sonuçları olarak tarihe geçti. 2001 krizi sonrasında yaşanan ilk seçimlerde halkımız krizden so­rumlu gördüğü tüm siyasi partileri meclis dışında bıraktı. Yerine de ye­ni bir umut olarak AKP’yi iktidara taşıdı. Fakat AKP’de ülkemizi sıcak para talanına açarak suni bir ekono­mik cennet yaratma dışında bir eko­nomi politikası geliştiremedi.

G e r ­çekten de AKP’nin 4 yıllık icraatında en övündüğü işler hep ekonomi ile ilgi­li olanlar. Enflasyon düşmüş, faizler azalmış, döviz neredeyse sabitlen­miş, büyüme rekorları üst üste kırıl­mış İlk bakışta AKP’nin büyük bir ekonomik başarıya imza attığını dü­şünmemizi sağlayacak çok sebep varmış gibi gözüküyor.

Oysa tarihsel gelişmeleri biraz takip etmiş ve ekonomik göstergele­rin tümünü dikkatli bir şekilde ince­leyen bir kişi için bu iyileşmenin hormonlu ve arkası getirilemeyecek gelişmelerin bir ürünü olduğunu ra­hatlıkla görür.

Sıcak para girdiği ülkelerde suni bir zenginlik havası yaratır. Örneğin ülkemizin yıllık toplam geliri 360 mil­yar dolar civarında. Şu anda Türki­ye’de çeşitli fmansal araçlara yatırıl­mış olduğu düşünülen sıcak para mik­tarı ise yaklaşık 63 milyar dolar civa­rında.5 Bir aile düşünün ki buna yıllık gelirinin yaklaşık %20’si kadar bir ek kaynak sağlanmış olsun. Görüntüde bu ailenin tüketimi artacak, borçlan azala­cak, banka hesapları büyüyecektir. Hatta zenginleştim diye aile normal kapasitesinden daha fazla ve kimi za­man gereksiz harcamalara da kalkışa­caktır. Oysa ek kaynak belli şartlarda

Dola­yısıyla bir ül­kenin sıcak parayı ekonomisinde ö- nemli bir bileşen olarak değerlendi­riyor olması er veya geç kayaya tos­lamasının kaçınılmaz olduğu anla­mına da gelir. “Türkiye’nin problemi cari açık değil, olağanüstü dramatik boyutlu sermaye girişidir. Bu serma­ye girişinin yavaşlaması bile denge­leri bozmaya başlayacaktır.” 4

2 6

Page 29: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'E Kİ M 2006 C^Oİ

Gelişi şanlı, gidişi kanlıSıcak para bir ülkeye döviz ola­

rak girer, yerli paraya dönüşür ve banka, borsa, devlet bonosu vs. gibi çeşitli araçlarla ülke içi mali piyasa­lara dâhil olur. Büyük miktarlarda döviz girişi yaşandığından görece bollaşan döviz ucuzlar, yerli para de­ğer kazanır. Yerli paranın değer ka­zanması ithalatı teşvik eder, çünkü artık kendi paranızla daha çok ürün ithal edebilirsiniz. Bu bizimki gibi birçok açıdan ithal ürünlere bağımlı olan ülkelerde görece bir ucuzlama ve bolluk ortamı oluşmasına yol a- çar. Ama mallarınız pahalandığı için dışarıya mal satmakta da aynı oranda zorlanmaya başlarsınız. Hatta yerli girdi kullanan üreticiler, yabancı ara mallar artık daha ucuza geldiği için onları tercih etmeye başlarlar, böyle- ce yerli ara malı üreticilerinin büyük bir kısmı mallarını satamazlar ve ü- retimi bırakmak zorunda kalırlar. İt­halatınız ihracatınızın çok üzerinde artacağı için büyük bir dış ticaret a- çığı vermeye başlarsınız. Türkiye i- çin durum tam da anlatıldığı gibidir. 2006 Haziran ayında dış ticaret açığı bir ayda 6 milyar doları aşarak tarihi bir rekora imza atmıştır. Dolayısıyla sıcak paranın etkin olması dolayısıy­la üretim altyapınızın bir kısmı da tahrip olur. Sıcak para dalgası çeki­lip geriye kumlar kaldığında ise ülke ekonomisinin yabancı üretime ba­ğımlılığı birçok alanda artmış olur, işsizlik de bu durumda artmaya de­vam edecektir.

Fakat sıcak para hiçbir yerde ka­lıcı değildir. Onun kalıcı olduğunu düşünenler her zaman büyük hüsrana uğramaya mahkûmdurlar. Cari açık ve dış ticaret açığının devasa boyut­lara çıkması, genellikle sıcak para­nın veda vaktinin geldiğinin işareti­dir. Bir ülkenin mali yükümlülükle­rini karşılamakta zorlanacağı fikrine varan sıcak paracılar hızla kendileri­ne yeni tatlı kar alanları arama ama­cıyla yollara düşerler. Tabii geride ciddi bir kriz, işsizlik ve pahalılık bırakarak.

AKP’ye yakın ekonomistler ve ku­rumlar bu krizin tamamen dış etkenler­

den kaynaklandığını vurgulayıp durdu­lar. Kendilerinin hiçbir suçu yoktu, tüm suç faizleri sürekli yükselterek fi- nansal sermayeyi ülkesine geri çağıran ABD Merkez Bankasfnm idi. Hem gelişmekte olan ülkelerin tümü bu geri çekilmeden olumsuz etkilenmişti.

Fakat bu beylerin hiçbiri bu geri çekilmeden en çok etkilenenin neden Türkiye olduğunu açıklayamadılar. “Mayıs başında Türkiye’nin kredi riski 164, Brezilya’nın ise 214 puan düzeyindeydi. 20 Haziran verilerine göre bu değer Türkiye için 259, Bre­zilya için ise 254 puan. Her ikisinde de önemli miktarda artış var. Türki­ye’nin kredi riski uzun bir süredir Brezilya’nın kredi riskinin altında seyrediyordu, son çalkantı ile birlik­te bizimki Brezilya’nın üzerine çık­tı.”7 Ya da sebep ne olursa olsun bir ülke ekonomisinin dış sarsıntıların yıkıcı etkilerine bu kadar açık olma­sı nasıl bir başarı ile izah edilebilir sorusunun cevabına da akla yatkın bir cevap vermekte başarılı olamadı­lar. 2000 Terin ilk yılları büyük bir yükseliş yaşayan petrol fiyatları ve gelişmiş ülkelerdeki düşük faizler dolayısıyla dünya üzerinde paranın en ucuza kullanılabileceği yıllar ola­rak anılacak. AKP böylesi bir dö­nemde %12’ler seviyesinde reel faiz

ödeyerek ülkeye çektiği sermaye ile hepimize sahte bir bolluk masalı an­lattı. Ülkenin hiçbir temel meselesi­ne çözüm bulamadı. Üretim yapısın­daki zaafları aşacak hiçbir politika geliştirilmedi. Finans kapital, devlet tekellerini özelleştirme adı altında e- le geçirme dışında hiçbir ciddi yatı­rıma ön ayak olmadı. Bankalar dış piyasalardan edindikleri düşük faizli dövizle; devlete, sermayedarlara ve bireylere borç vererek altın bir yıl yaşadı, karları o kadar yükseldiki bankalar kapış kapış uluslararası bankalar tarafından satın alındı. Tü­ketici kredileri ile şişirilen piyasa ö- zellikîe inşaat sektörünün, kentsel dönüşüm projeleri eşliğinde cilalan- ması ile yaşadığı büyümenin sınırla­rına dayandı.8 Oysa bunca büyüme rekoruna rağmen işsizlik hala rekor seviyelerde, reel ücretler ise hem bü­yüme hem de verimlilik artışları ra­kamlarının tam tersine geriye doğru hareket ediyor.

Şimdi şelaleleye iyice yaklaşıl­dığını işaret eden artan akıntı hızı i- le sürüklendiğimiz şu günlerde her­kesin bu işlerin bir alternatifi olamaz mı sorusu üzerine kafa patlatmak zo­runda olduğunu düşünüyoruz. Her kriz sonrasında en ağır bedelleri ö- deyenler emekçiler olmasına rağ-

Ekonomik krizin en çok vurduğu kesim yine yoksuüar!.,

27

Page 30: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

q O İ EYLÜL'EKİM 2006

men, sanki bir doğa olayı karşısın­daymışız gibi krizi büyük bir meta­net ve soğukkanlılıkla karşılamanın mantıklı bir şey olmadığım düşünü­yoruz. Eylül-Mart arasında herkes Türkiye’de çok daha ciddi bir mali kriz yaşanma olasılığı üzerine konu­şurken emekçilerin en çok kendileri­ni ilgilendiren bir konuda aktiFtaraf olamamalarının bedelinin çok ağır o- lacağım düşünüyoruz.

Peki ne yapılması gerek?

Öncelikle yapılması gereken IMF’nin ekonomik boyunduruğun­dan bir an önce kurtulmaktır. Ülke­nin zenginlik kaynaklarının uluslara­rası finans kapitale (yerli finans ka­pitali de unutmadan) aktarılmasını süreklileştiren politikaları dayatan, oluşan her krizin faturasını emekçi­lere çıkarmaya çalışan bu boyundu­ruktan kurtulmak gerekmektedir. f980’den bu yana kayıtsız-şartsız uygulanagelen ve ülkenin başının krizlerden bir türlü kurtulamaz hale gelmesine yol açan neo-liberal poli­tikalar terk edilmelidir.

Ülkenin sıcak paraya olan ba­ğımlılığı tedavi edilmelidir. Finans hareketlerinin bütünüyle liberalleşti­rilmiş olması, ülkemizi sıcak paranın

yağmasına açık hale getiriyor. Fi- nansal hareketler ciddi miktarlarda vergilendirilmelidir. Yüksek tekno­lojili üretim imkânları barındıran sa­bit sermaye yatırımları dışındaki ya­bancı yatırımlar engellenmelidir. Kur üzerindeki spekülasyonlara son verilmelidir.

Birikmiş olan iç ve dış borçların, yıllardır yapılan ödemeler göz önün­de bulundurularak geri ödenmesine bir son verilmelidir. Yıllardır yeme­yip içmeyip borç ödüyoruz, fakat borçlarımız katlanarak artmaya de­vam ediyor. Buna artık dur denilme­si gerekmektedir.

IMF’nin ve finans kapitalin güdü­mü dışında, toplumun gerçek ihtiyaç­larına uygun bir planlama hayata ge­çirilmeli, toplumsal kaynakların bu plana uygun değerlendirilmesi için gerekli önlemler alınmalıdır. Plana uygun hareket etmeyen sermayeler i- se derhal kamulaştırılmalıdır. Serma­ye toplum tarafından üretilen bir kay­naktır, nasıl değerlendirileceğine top­lumun tamamı tarafından karar veril­medikçe içine düşmüş olduğumuz ka­ranlık kuyulardan çıkabilmemiz de mümkün görünmemektedir.

Kamusal hizmetlerin nicelik ve ni­telik açısından gelişimi için gerekli ön­lemler alınmalı, özellikle eğitimin so­

runlarına derhal çözüm bulunmalıdır. Politeknik eğitim aracılığı ile toplu­mun tüm kesimlerinin üretkenliğini ar­tıracak önlemler hayata geçirilmelidir.

Sonuç olarak, bugün yeni bir krizin kapısındayız. Kimse bu krize AKP, Cumhurbaşkanlığı seçimi, Amerikan Merkez Bankası gibi kulplar takmaya çalışmasın. Bu basbaya kapitalizmin kri­zidir. Kapitalist mantığın ve güç ilişkile­rinin sınırlan içinde bu krizlere kalıcı çözümler bulabilme imkânı yoktur. So­run, kolektif üretimin kişicil çıkarlara göre tasarlanıyor olmasından kaynak­lanmaktadır. Krizin alternatifi, hataların­dan öğrenmiş ve halkın günlük ihtiyaç- lan ile katılım aracılığı ile doğru bağlar kurabilmeyi başarmış sosyalizmdir.

Bu gerçeği geniş kitlelelere anla­tabilmenin yollannı bulma ve uygu­lanabileceğine dair güven vjerme noktasında yaratıcı yöntemler geliş- tiremezsek burjuva demokrasisinin kayıkçı dövüşünde 3. sınıf bir figü­ran olmaktan kurtulamayacağız.

Dipnotlar1. İzzettin Önder, “ Çöküş Kriz Olarak Tanımlanamaz!” , Evrensel, 25 Haziran 2006 ; Erinç Yeldan, “ Ekonomide ‘Ben Demiştim’ Dönemi” , Cumhuriyet, 6 Temmuz 20062. Manuel Castells, “ Enformasyon Ça­ğı: Ekonomi, Toplum ve Kültür- Ağ Toplumunun Yükselişi ( I .C ilt)” , İstan­bul Bilgi üniversitesi Yayınları, İstan­bul, Nisan 2005, s. 13 13. “ Zenginler Servetine Servet Kattı” , Radikal, 18 Haziran4. Korkut Boratav’ın ANKA Haber A- jansı’na verdiği demeçten, Evrensel, 10 Haziran 20065. Uğur Civelek, Perşembenin Gelişi, Radikal, 2 Haziran 20066. “ 33.8 milyar dolarlık ek yük” , Ev­rensel, 2 Temmuz 20067. Fatih Özatay, Çözüm, Radikal, 22 Haziran8. İlk üç ayda %6.4 büyüyen Türkiye eko­nomisinin en hızlı büyüyen sektörü %25.9 ile inşaat sektörü oldu. Büyüme kalemle­rinde en çok artan ikinci gelir kaynağı ise % 14.7 ile ithalat vergisi oldu. Tarım ve sa­nayi ise sırasıyla %0.6 ve %4.5 büyüyebil­diler. (Radikal, I Temmuz 2006)

2 8

Page 31: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

Açgözlülüğün şeytanları artık serbest

Kü r e s e l e k d n d m îk f ir t in a *Gabriel Kolko

Finansal liberalizasyon bir canavar yarattı ve dünya finansal sisteminin çelişkileri gün yüzüne çıkıyor. Kapitalizmi savunma konusunda en önde gelen kişi ve ku-

rumların telaşına inanacak olursak ciddi bir krizin kıyısındayız.

Dünya finansal sistemi üzerine en çok bilgisi olanlar bugünlerde çok en­dişeliler ve endişeli olmak için iyi se­bepleri var. Çok “saygın” kaynaklar­dan önemli uyarılar geliyor. Gerçeklik kontrolden çıktı ve açgözlülüğün şey­tanı artık serbest.

Bu gerçekliğin birkaç bileşeni var. Tek tek çok ciddi sonuçlar doğurabile­cek bileşenler bir araya gelirlerse bü­yük olasılıkla ölümcül olabilirler.

Birincisi IMF hem yapısal hem de entelektüel bir kriz içinde. Yapısal ola­rak verdiği devasa kredi ve borçlar 2003’ten beri 70 milyardan 20 milyar dolara düşmüş durumda. Böylece ge­lişmekte olan ülkeler için çok daha az etkili bir ekonomik destek sunabildiği gibi, gelirleri de pahalı IMF operas­yonlarının gerektirdiğinden daha az durumda. IMF şu anda açık veriyor.1

EMF’nin problemlerinin önemli kıs­mı 2003’ten beri dünyada gelişmekte o- lan ülkelerin geleneksel ihraç ürünleri fiyatlarının iki katma çıkmasından, ö- zellikle petrol, bakır, gümüş, çinko, ni­kel gibi ürünlerin fiyatlarının artışından kaynaklanıyor. Tabi bu fiyatlarda dalga­lanmalar olacaktır, ama bu yükselme e- ğilimi geçici değildir, çünkü eskinin ter­sine yani ticaret dengesinin zengin ülke­ler lehine olduğu dönemlerin tersine Çin, Hindistan ve diğer başkalarının ya­rattığı artan bir talep var ve bu ciddi ta­lep artışı fiyatlara yansımaktadır.

ABD’nin elinde tuttuğu net yaban­cı varlıklar, son 10 yılda Japonya’nın,

gelişen Asya’nın ve petrol ihraç eden ülkelerin gittikçe artan ekonomik gücü karşısında geriliyor ve bu ülkeler ABD’ye kredi açan dürümdalar.2 ABD’nin açıkları arttıkça; yani ihraç ettiğinden çok daha fazlasını ithal et­tikçe, sattığından çok aldıkça doların değeri 2001 - 2005 arası sadece Euro karşısında %28 azaldı.

Yukarıdaki ile aynı önemde bir şey daha var; 1997-2000 arası Doğu Asya, Rusya ve diğer bazı bölgelerde ortaya çıkan finansal krizler IMF’yi ve DB’yi ciddi olarak etkiledi ve bu kuruluşların anahtar konumdaki liderleri “bırakınız yapsınlar” liberal felsefesinden kay­naklanan temel politikalarına olan i- nancı kaybetmeye başladılar. “Ekono­mik büyüme üzerine bilgilerimiz ciddi oranda eksik” görüşünü çoğu paylaş­makta ve bu konularda artık daha alçak gönüllü olmaları gerektiğini düşünü­yorlar.3

Daha da önemlisi, IMF tavsiyeleri­ni uygulayan hükümetlerin “yapay” u- lusal politikalarından bağımsız olarak küresel finansal sistemin doğasında ö- nemli değişiklikler meydana gelmiş durumda. Bu gelişmeler IMF’nin kont­rol edemeyeceği gelişmeler. Özel hisse senedi fonlarının yatırım yöneticileri ve belli başlı bankalar, ulusal bankala­rın ve IMF gibi uluslararası bedenlerin -mevcut düzenleyici yapıların çok öte­sine geçerek- yerlerine geçtiler ve ken­dilerini, ulusal, bireysel ve piyasalar düzeyinde yeniden oluşturdular. Dün­ya finans yapışım deregüle edip onu

çok daha belirsiz ve krizlere açık hale getirdiler. Yatırımlarına yüksek getiri­ler arıyorlar ve bunun için gittikçe ar­tan riskler alıyorlar.

Küresel finansal yapıda bir “Cesur Yeni Dünya” ortaya çıkmış durumda ve bu dünya hiç de şeffaf değil, çünkü dünya finansal sisteminin oyuncuları­na ne yaptıklarını soran öyle az ki. Fi­nansal “maceracılar” devletlere ve u- luslararası bankalara kafa tutan yeni fi­nansal “ürünler” üretmekteler. IMF’nin idari yöneticisi Rodrigo de Rato 2005 Mayıs Tnda bu risklerden yakmmıştı ki bu riskler ABD’nin cari açığı ve ABD dolarının zayıflığı göz ö- nüne alındığında çok daha büyük bir tehlike anlamına geliyor.4

Bu yıl ise, Mart ayında, Garry J. Schinasi’nin “Finansal İstikrarı Koru­mak” isimli kitabı IMF tarafından ya­yınlandı ve kitap büyük ün yaptı. Schi- nasi “alarm zillerinin çaldığını” ifade ediyor ve IMF’nin büyük endişelerini ayrıntılı bir şekilde ortaya döküyor. Ki­taba göre temelde IMF ve Washington Uzlaşması [serbest piyasa reformları­nın ilkelerini içeren 1989’da oluşturu­lan ilkeler] taraftarlarının on yıllardır savunduğu “deregülasyon ve liberali- zasyon” artık bir kâbusa dönüştü. Bir yandan, yazara göre, “özel ve toplum­sal faydalar” sağlamaktayken, “kırıl­ganlık, istikrarsızlık, sistemik risk ve beklenenin tam tersi ekonomik sonuç­lar” doğurma potansiyelini de (bu onun için çok büyük bir olasılık olmak zo­runda olmasa bile) barındırıyor.

2 9

Page 32: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

q o l EYLÜL'EKİM 2006

Küresel fınansal yapıda bir "Cesur Yeni Dünya" ortaya çık­mış durumda ve bu dünya hiç de şeffaf değii çünkü dünya fınansal sisteminin oyuncularına ne yaptıklarım soran öyle

az ki. Finansal "maceracılar" devletlere ve uluslararası ban­kalara kafa tutan yeni finansal "ürünler" üretmekteier.

İyi bir araştırma ürünü olan bu ki­tabı okuyan herkes yazarla aynı sonucu çıkaracaktır. Küresel imansın akıldışı, gelişimi, “deregülasyon ve liberalizas-; yon politikaları” ile yani piyasa düzen­lemelerinin kaldırılması ve serbestleş­tirme politikaları ile birleştiğinde “fi­nansal yeniliklerin alanını genişletip, risklerin hareketliliğini arttırdı”. Yazar ve IMF, tüm bu problemleri izlemek ve önlemek için yeni ve köklü bir çerçeve öneriyorlar. Fakat başarı “piyasaların izlenmesi ve politikalar geliştirilmesi” kadar şansa da bağlı.5 Ekonomi bilimi geleceği şansa bırakmayı öngörmez. Fakat IMF umutsuz ve bu umutsuzluk konusunda hiç de yalnız değil.

Arjantin’deki fınansal çözülmenin gösterdiği gibi, bankacıların ve IMF’nin baskılarına boyun eğmek iste­meyen ülkeler IMF üyeliği içindeki bölünmelerden faydalanabilirler. Özel­likle bankerlerin oluşturduğu ABD ser­mayesi ve diğer üyeler arasındaki bö­lünmelere oynayabilirler. 2001’de Ar­jantin’in tarihteki en büyük ulusal borç batağı 140 milyar dolarlık bir bataktı ve bu borcun sadece bir kısmı IMF’ye

idi. 1990’larda Arjantin’e borç veren bankalar bedelini ağır ödediler zira borçlarını geri alamadılar. [Arjantin IMF’ye borcunu ise önce uzattı, sonra da ödedi.] O zamandan bu yana mal fi­yatları dünya piyasalarında arttı ve ge­lişmekte olan ülkelerin 2004, 2005 bü­yüme oranları gelişmiş ülkelerin iki katıydı. Bu durumun 2008’e kadar de­vam edeceği tahmin ediliyor, böylece artık borca eskisi kadar ihtiyaçları yok.

2003’te bile gelişmekte olan ülke­lerdeki Doğrudan Yabancı Yatırımların %37’si, ileri ülkelerden değil başka ge­lişmekte olan ülkelerdendi. Çin bu hız­lı artışın önemli kısmını karşılıyor. Son on yılda dünya ekonomisinde ortaya çıkan karmaşıklık, daha büyük istikrar­sızlık yaratıyor ve zenginler için ciddi tehlikeler içeriyor. IMF’ye üye ABD gibi gelişmiş ülkelerin eli- bu anlamda zayıflıyor.

Küresel ekonominin yüksek hızı

Oluşmakta olan küresel fınansal problem Amerika’nın hızla artan bütçe

açığı ve ticaret açığı ile bağlantılı. Bush yönetime geldiğinden beri ABD borçlanma limitlerine 3 trilyon dolar daha kattı ve borçlar şimdi 9 trilyon dolar. Böylece dolarda sürekli bir de­ğer kaybı görülmekte ve bu değer kay­bı, banka ve fînansçılan dünyada daha riskli yatırımlara gitmeye yönlendiri­yor. Tüm bu faktörler “Washington Uzlaşması’nm” taraflarının tahmin e- debileceğinden çok daha büyük riskler yaratıyor.

Kredi türevleri denen işlemler ve çok çeşitli fınansal enstrümanlar, şim­diye kadar bildiğimiz “Hedge” fonla­rından (fınansal riskten korunma a- maçlı karmaşık fonlar) daha farklı fi­nansal araçlar. 2001 yılında Kredi Tü­revi piyasası hiç yokken ve 2004’e ka­dar çok kısıtlı gelişim göstermişken, 2005 sonunda bu piyasadaki para 17.3 trilyon dolardı.

Peki, Kredi Türevleri ne demek? Financial Times’m sermaye piyasaları başyazarı Gillian Tett ne anlama geldi­ğini bulamadığını söylüyor. 10 yıl ön­ce bazı J.P. Morgan bankerleri Flori- da’daki Boca Raton’da içki içip birbir­lerini havuza itip şakalaşırken, kopya çekilemeyecek kadar karmaşık (finan­sal işlemlerin patenti alınamaz) ama kendilerine kesin olarak para kazandı­racak yeni bir fınansal araç geliştirdi­ler. Fakat bu metot, bu işe yatırılacak finansal riskten korunma amaçlı “Hed­ge” fonlarının zincirleme bir reaksi­yonla büyük kayıplara dönüşmesi riski taşıdığı için eleştirilmekteydi.6 Bu ve bundan daha az bilinebilen pek çok ne­denle (teminatlı borç yükümlülükleri, kredi ödenmeme riskine karşı geliştiri­len takas araçları, “split” sermaye or­taklıkları gibi değişik araçlardan) çıka­bilecek krizler için IMF ve fînans oto­riteleri oldukça endişeliler.

Bankalar kayıp zincirlerini ve ge­nelde kimin neye sahip olduğunu anla­yamıyorlar. 1998’deki Uzun Dönemli Sermaye Yönetimi Hedge fonu çöküşü, 5 milyar dolarlık bir hisse senedini içe­riyordu ve bu sorunu ciddi olarak orada gördük. Finansal yapı şimdi sonsuz ke­re daha karmaşık ve çok daha geniş. Mart 2006’da en büyük 10 Hedge fonu 157 milyar dolarlık bir varlığa sahip.

? 0

Page 33: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'E Kİ M 2006 CjjOİ

Şimdi tüm bunlar ve başka riskler ciddi tehlikeler yaratmış durumda. Zengin uluslardan gelişmekte olan pi­yasalardaki hisse senetlerine giden pa­ralar son aylarda kötü vuruldular ve e- ğer geri kaçmazlarsa çok daha kötü et­kilenecekler. Yani çöküş tehlikesi ora­larda da var.

Karşı karşıya olunan problemler yapısal problemler. Örneğin şirketlerin borç yüklerinin kazançlarına oram 2004’ten sonra 4’ten 6’ya çıkmış du­rumda. Buna rağmen bugün yatırımcı­ları kayıplardan koruyacak ve şirketle­ri iflas etmekten kurtaracak daha az ya­sal zorunluluk var. Faiz oranları düşük­ken hisse senedi karşılık gösterilerek a- lınan borçlar [leveraged fiınds] bir çö­zümdü. Oysa şimdi Hedge fonları ve diğer yeni fınansal enstrümanlar ile re­kabet gücü olmayan ve borçla yöneti­len firmalar için yeni pazarlar [borç a- lınacak fınansal piyasalar] ortaya çık­mış durumda. Yanlış bir şekilde kapita­lizm ile özdeşleştirilmiş olan “dürüst­lük” gibi kavramlar artık kâğıt üstünde bile geçerli değil, kimin “batık” oldu­ğunu anlamak imkânsız.

Problemler hız ve karmaşıklığın doğasında var. Çok çeşitli ve neredey­se gerçeküstü problemler bunlar. Kredi Türevleri zaten ciddi belirsizlik yara­tan araçlarken diğer yandan dünya ti­caretinin artmasının kayıtlardaki hata­ları da artırdığı açıklanıyor. Uluslarara­sı Takas ve Türevler Kurulu’nun açık­lamasına göre her 5 alım satımdan 1 ta­nesi büyük hatalar içeriyor ve bu 20.04’ten sonra ikiye katlanmış durum­da. Amerikan Merkez Bankası [eski] başkanı Alan Greenspan bu gerçekler karşısında “açıkça söyleyeyim, şok ol­dum” demekten kendini alamıyor. Öte yandan ticaret hesapları yapabilmek i- çin “haeime göre ağırlıklandmlmış gö­reli fiyat” uygulamaları gibi uygulama­ları çözümleyebilmek için sayısal ko­nularda doktora yapmış elemanlar ça­lıştırılıyor. 7 Bu büyük karmaşanın çö­zümü için çalışmalar Haziran 2006’da başlasa da bu ciddi ve birikmiş soru­nun çözümü çok uzakta.

Morgan Stanley şirketi baş ekono­misti Stephen Roach, 24 Nisan 2006 tarihli yazısında, büyük bir fınansal

krizin kapıda olduğunu ve IMF, Dünya Bankası ve fınansal yapının diğer me­kanizmalarının krizden önce davranıp onu engelleme yeteneklerinin son de­rece yetersiz olduğunu ifade etmişti. Haziran ayında Hong Kong baş yöneti­cisi Hedge fonlarının risk ve tehlikele­rinden yakınmaktaydı. Son olarak IMF’nin “aykırı” baş ekonomisti Rag- huram Rajan , Hedge fonlarının telafi yapılarının, fonlardan sorumlu olanları gittikçe daha büyük riskler almak ko­nusunda cesaretlendirdiğini ve bunun tüm finansal sistemi tehlikeye attığı u- yarısmı yaptı.

Tüm küresel fınansal sistem, onun görünürdeki liderlerinin hiç de tahmin edemediği biçimde can alıcı noktalar­dan kontrol dışına çıkıyor. İstikrarsızlık gittikçe artan ölçüde bunu gösteriyor. Finansal liberaliza'syon bir canavar ya­rattı ve bu işe bir kontrol getirmek iste­yenlerin, piyasalarda para kazanmak is­teyenler üzerinde hangi yöntemi dener­lerse denesinler başarı şansları çok za­yıf. Dünya fınansal sisteminin çelişki­leri gün yüzüne çıkıyor ve kapitalizmi savunma konusunda en önde gelen kişi

ve kuramların telaşına inanacak olur­sak ciddi bir krizin kıyısmdayız.* Gabriel Kolko’nun “ The Demons of Greed are Loose’ Why a Global Econo­mic Deluge Looms” isimli www.counter- punch.org sitesindeki yazısından çevril­miştir. Kolko, Kanada’da York Üniversi­tesi emekli tarih profesörlerinden. Ame­rikan politika tarihi ve savaş tarihi uzmanı. Dipnotlar1. IMF Survey, Mart 13, 2006, s. 66.2. Philip R. Lane, G. M. Milesi-Ferretti, “ Küresel Dengesizlikler Üzerine” , Finan­ce & Development, March 2006, s. 38- 41.3. Roberto Zagha, “ Büyümeyi Yeniden Düşünmek,” Finance & Development, March 2006, s. 11.4. Raghuram Rajan, Finance & Develop­ment içinde, Eylül 2005, s. 54, 58; IMF Survey, Mayıs 29, 2006, s. 147.5. Garry J. Schinasi, Finansal İstikrarı Ko­rumak: Teori ve Pratik, s. 8, 14, 17.6. Gillian Tett, “ Rüya Makinesi” , Financi­al Times dergisi, Mart 25/26, 2006, s. 20- 26. Ayrıca Financial Times, Mart 20, 2006.7. Financial Times, Mayıs 31, 2006; Haz.8. 2006.

Kredi Türevleri denen işlemler ve çok çeşitli fınansal enstrü­manlar, şimdiye kadar bildiğimiz "Hedge" fonlarından (fi­nansal riskten korunma amaçlı karmaşık foniar) daha farklı

fınansal araçlar. 2001 yılında Kredi Türevi piyasası hiç yok­ken ve 2 0 0 4 'e kadar çok kısıtlı gelişim göstermişken, 2005

sonunda bu piyasadaki para 17.3 trilyon dolardı.

51

Page 34: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

IMF-DUNYA BANKASI KRİZİ

DERİNLEŞİRKEN MUHALEFETİN

SALDIRI PLANLARIUUalden Bello*Çev. €bru Aykut

IMF'nin en büyüK müşterilerinden bazılarının boykotu, aslında bir bütçe krizi yara­tıyor. Bunun nedeni ise son yirmi yıldır IMF operasyonlarının büyük ölçüde, kuru­mun idamesinin yükünü bilinçli olarak borçlu ülkelere yükleyen zengin Kuzey ül­kelerinin katkıları yerine gelişmekte olan ülkelerden oluşan müşterilerin borç geri

ödemeleriyle karşılanması.

Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun bahar buluşması, Washington DC’nin göbeğinde iki kurumun etrafını çevreleyen polis barikatlarıyla bu hafta sonu gerçek­leştirildi. Görünüşte neredeyse hiç protestocu yoktu.

Eylemler birkaç blok ötede Poli­tika Çalışmaları Enstitüsü’nde kapa­lı kapılar ardmdaydı. Muhalefet ora­da iki kurumu “güçsüzleştirmek” i- çin organize edilen küresel bir kam­panyanın son rötuşlarını yapıyordu. İki günlük strateji toplantısına katı­lan dünyanın farklı köşelerinden 70 aktivist için, sokak göstericilerinin görece az oluşu aldatıcıydı. Biliyor­lardı ki aslında her iki kurum da yıl­lar içinde yaşamış oldukları en ciddi krizin tam ortasında idiler ki bu, ku­mruların dünya ekonomisi üzerinde­ki egemenliğini sarsma fırsatı anla­mına geliyordu.

IMF’nin meşruiyet krizi

Kriz, Uluslararası Para Fonu’nda daha da aşikârdı. Eski IMF ve Dün­ya Bankası görevlilerinden, Küresel Kalkınma Merkezi Başkanı Dennis de Tray’e göre IMF 1997’deki Asya krizinden bu yana belini doğrultama­dı. De Tray, Uluslararası Barış için

Carnegie Yardımı tarafından spon­sorluğu yapılan bir öğle yemeği fo­rumunda “IMF o zamandan beri meşruiyetini yitirdi” demişti. Kriz­den bu yana, Tailand, Filipinler, Çin ve Hindistan gibi önemli Asya ülke­leri 1990’larm başında Fon’un irade­si altında uyguladıkları yıkıcı mali liberalizasyon programlarının so­nuçlarını akıllarında tutarak IMF’ye yeniden borçlanmaya çekindiler.

IMF’ye daha fazla borçlanma konusunda çekinceli davranan Asya ülkelerine şimdi Brezilya ve Arjan­tin’in başını çektiği Latin Amerika ülkeleri de eklendi. Bu ülkeler, böl­gede nefret edilen bu kurumdan ba­ğımsızlıklarını ilan edebilmek için borçlarını tamamen kapamak yolun­da harekete geçmiş dürümdalar.

IMF’nin en büyük müşterilerin­den bazılarının bu boykotu, aslında bir bütçe krizi yaratıyor. Bunun ne­deni ise son yirmi yıldır IMF operas­yonlarının büyük ölçüde, kurumun i- damesinin yükünü bilinçli olarak borçlu ülkelere yükleyen zengin Ku­zey ülkelerinin katkıları yerine ge­lişmekte olan ülkelerden oluşan müşterilerin borç geri ödemeleriyle karşılanması. Peki, şimdi bu önemli müşteri ülkelerin kurumla tüm mali bağlarını kesmesi karşısında, IMF

kaynaklarını nereden karşılayacak?

De Tray’le aynı oturumda bir ko­nuşma yapan Oxford Üniversitesi IMF ve Dünya Bankası uzmanların­dan Ngaire Woods’un gösterdiği gibi IMF kuruma yapılacak harç ve faiz ödemelerinin 2005 yılında 3.19 mil­yar dolardan 2006’da 1.39 milyar dolara düşerek yarı yarıya azalacağı­nı, 2009’da ise 635 milyon dolara düşerek yeniden yarılanacağını tah­min ediyor. Bu durum Woods’un ta­biriyle “kurumun bütçesinde büyük bir daralma” yaratacak.

Bankanın sorunlarıHer ne kadar IMF’yi çevreleyen

ihtilaf ve başarısızlık aurasına sahip olmasa da, konudan haberdar göz­lemciler Dünya Bankası’nm da kriz­de olduğunu söylüyorlar. Woods’a göre Banka bir bütçe kriziyle yüz yüze: Borçluların ödediği ücret ve harçlardan gelen gelir 2001’de 8.1 milyar dolarken bu rakam 2004’te 4.4 milyar dolara düştü. Buna para­lel olarak Banka’nın yatırımlarından kaynaklanan gelir de 2001’de 1.5 milyar dolar iken, 2004’te 304 mil­yon dolara geriledi. Çin, Endonezya, Meksika, Brezilya ve diğer pek çok gelişmekte olan ülke artık borç için başka kaynaklara başvuruyor.

52

Page 35: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'EKİM 2006 CJOİ

Bununla beraber bütçe krizi yine de kurumu saran genel kriz havası­nın sadece bir veçhesini oluşturuyor. IMF’nin Hanoi’deki daimi görevlisi ve Dünya Bankası’nm Jakarta’daki temsilcisi olarak görev yapan de Tray, Banka’nın ekonomistleri tara­fından önerilen siyaset reçetelerinin, gelişmekte olan ülkelerin karşı kar­şıya olduğu sorunlarla büyük ölçüde alakasız olduğunu söylüyor. De Tray’e göre asıl sorun Banka’mn a- raştırma departmanının somut, pra­tik politika önerilerini destekleyen bir bilgi üretiminden ziyade, batı a- kademik dünyasıyla eklemlenmiş üst düzey teknik-ekonomik çalışmalara yönelmesi. Bankada şu anda 10.000 profesyonel çalışan mevcut ki bunla­rın pek çoğu ekonomistlerden oluşu­yor. De Tray’m iddiasına göre “Dün­ya Bankası’nda aslında öyle çözül­meyecek bir sorun yok. Çalışanların % 40’ı işten çıkartıldığı takdirde her şey yoluna girer.”

Yakın zaman içinde yayımlanmış bir raporda Woods, Tray’i şu sözle­riyle destekliyor: “Bu alanda en çok şikâyet edilen mesele Fon’un ve Banka çalışanlarının hiç politika tec­rübelerinin olmaması. Ekonomi veya fınans alanında doktoralarını tamam­lamış bu personel, içinde çalıştıkları sistemin karmaşası karşısında yeter­siz bir donanıma sahip.”

Gelişmekte olan ülkeler üzerine yapılan çalışma­larda personelin pek çoğunu aciz bırakan bir konu siyaseti küçümse­mek. Bunu kat- merleyen bir baş­ka konu ise Dün­ya Bankası ve IMF’nin çözüm reçetelerinin, ge­lişmekte olan ülkelerdeki politik ya­pı tarafından ne ölçüde etkilendiği gerçeğine olan duyarsızlık. Woods “siyaset her zaman IMF ve Dünya Bankası’mn tavsiyelerini etkilemiş­tir” diyor. “Güney Kore’nin 1997’de IMF’yle ilk stand-by anlaşması ABD’nin buyruğu altında anlaşmaya ilave edilen koşullarla süslenmişti.

G7 ülkeleri üzerindeki siyasi baskı Banka’yı bir yandan 1990’lar bo­yunca Rusya’da asla kullanılmaya­cak krediler yaratmaya zorlarken (ancak Rusya bunların karşılığını ö- deyecekti) diğer yandan da IMF’yi belirlediği hedeflere varma uğruna kendi basiretsizliğini göz ardı etme­ye zorladı. Dünya Bankası projeleri bazen üstü örtük biçimde daha evvel yapılmış anlaşmalarla şekillendirili­yor. Bu anlaşmalar güçlü hükümetler tarafından desteklenen büyük firma­

lar ile borçlular arasında yapılan sözleşmeleri kapsıyor.

Kriz nasıl kamufle edilir?

Sivil toplum kuruluşları konu­sunda enstitüde yapılan toplantıda hazır bulunanlardan biri de Ameri­

can Üniversitesi profesörü Robin Broad idi. Broad uzun süre Dünya Bankası bünyesinde eğitimini sür­dürmüş ve “Eşitsiz İttifak: Dünya Bankası ve Filipinler” adlı kitabı, kurumun üye ülkeler ile ilişkileri ko­nusunda klasik bir vaka çalışması o- larak yerini almıştır. Broad kitabın­da, Dünya Bankası’nın esasında IMF’den daha derin bir kriz içinde olduğunu, ancak bunun kamuoyuna daha az yansıdığını iddia ediyor.

Broad “IMF’nin tepkisi dört du­var arasına çeki­lerek kamuoyun­da sıkışmış oldu­ğu izlenimini ya­ratmıştır” diyor. “Dünya Banka- sı’nın tepkisi ise tam tersine, büyü­yen krizi örtmek adına dünyayla daha fazla ilgilen­

mek olmuştur”.

Broad Dünya Bankası’nm saldır­ganlığı konusunda üç unsuru öne çı­karıyor: “İlk olarak bağışta bulunan­lara kendisinin yoksulluk karşıtı, çevreci, HIV-AIDS ile mücadelede borç verebilecek en doğru kurum ol­duğunu söyler ki tüm belgeler bunun

Broad "IM F'nin tepkisi dö rt duvar arasına çekilerek kamuoyunda sıkışmış olduğu izlenimini yaratm ıştır" diyor. "Dünya Bankası'nın tepkisi ise tam tersine,

büyüyen krizi örtm ek adına dünyayla daha fazla ilgilenmek olm uştur".

55

Page 36: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CJOİ EYLÜL-EKİM 2006

tersini gösterir. İkincisi dünyanın en geniş ölçekli ‘kalkınma’ araştırmala­rı bölümüne sahip olmasıdır. 50 mil­yon dolara varan bütçesiyle esasında varoluş sebebi sadece önceden belir­lenmiş sonuçları doğrulamaktır. Ü- çüncüsü de 30 milyon dolar bütçe­siyle devasa dış işler bölümüdür - bir Halkla İlişkiler birimi sözde ob­jektif olan bu araştırma bulgularıyla medyayı sürekli besler ve böylece Banka’nm her şeyi bilen imajı canlı tutulur...”

Broad son olarak şunu belirtiyor: “Bu böyle devam edemez. Banka ciddi bir kriz ve karmaşa içinde olduğunu bi­liyor. Biz er geç üzerimize düşeni yap­tığımızda gerçekler ortaya çıkacak.”

Yeni girişimlere tepkiSTK toplantısında Dünya Ban­

kası Başkanı Paul Wolfowitz’in faz­laca reklâmı yapılan yolsuzluk karşı­tı kampanyası; Banka’nm zedelen­miş meşruiyetini kurtarmaya çalışan bir Halkla İlişkiler hamlesi olarak dikkate alınmadı “İkiyüzlülükten bahsediliyor. Kendisi ‘80’lerin orta­sında Endonezya’da ABD Büyükel­çisi idi ve yolsuzluklar Dünya Bankası projelerinde dahi ayyuka çıkmışken tek kelime etmedi” sözle­ri de Bangkok’dan Focus on the Global South temsilcisi Shal- mali Guttal’a a- itti. “ ‘60’ların ortalarından ‘90’larm or­talarına kadar 30 yıllık dö-.. nemde Ban- ka’nın Suharto Hükümeti’ne ver­diği her 3 dolardan biri Suharto’nun kendi adamlarının cebine girmiş­tir. Bu, Banka’nın borç programındaki 30 milyar doların 10 milyarlık bö­lümü demektir. Esasında Wolfowitz Suharto reji­minin sadık dostu olarak bilinmiştir hep.”

ve onlar PRSP (Yoksulluğun Azaltıl­ması Strateji Çalışmaları) ile çıktılar ortaya. Borç iptali istedik ve HIPC öne çıktı. Başarısızlığa batmış bu gi­rişimlerden sonra başka bir yaklaşı­mın zamanı gelmedi mi?”

İki kurumdaki krizin derinleşme­siyle daha radikal bir strateji yarat­mak için uygun bir fırsat olduğu dü­şüncesi öne çıkıyor. İki günlük top­lantının sonunda “IMF ve Dünya Bankası’nm yetkisizleştirilmesi stra­tejisi etrafında bir araya geliyoruz” sözleriyse borçların iptali talebiyle öne çıkan küresel Jubilee South koa­lisyonundan Lidy Nacpil’e aitti. O- lumsuz etkilerin azaltılması yönünde IMF ve Dünya Bankası’na koşullar dayatmak yerine oluşturulan yeni yaklaşımlar şunu içerecekti: İki ku­rumun en zayıf bölüm ve birimlerini açığa çıkarmak, küresel kampanya­lar ile güç ve etkilerinin azaltılması stratejisi üzerinden kapanmalarını sağlamak.

“Bir ahtapotun dokunaçlarını kesmek gibi” dedi Dossani. “En za­yıf yer ile başlar ve devam edersi­niz.”

Yeni kampanya dâhilinde düşünülen iki girişim

şunlar: Eylülün üçüncü haftası boyunca Singapur’da ya­pılacak olan Dünya Banka- sı-IMF buluş­ması ile aynı zamana denk gelecek şekil­de örgütlene­

cek uluslarara­sı kitlesel hare­

ketler ve Eylül toplantısına denk ge­

lecek biçimde yapıla­cak “Dünya Bankası ve

IMF’ye Alternatifler” başlıklı uluslararası bir konferans.

Washington DC, 24.04.2006

* Walden Bello, Filipinler Üniversite- si’nde Sosyoloji Profesörü ve merkezi Bangkok’da bulunan Focus on the Global South’un yetkili direktörüdür.

Bu şüpheci yaklaşım iki konuda daha öne çıktı: Birincisi Çin ve Bre­zilya gibi büyük ama gelişmekte o- lan ülkelerin oy yetkisini artırma, i- kincisi ise Banka’nm yürüttüğü “A- şın Ölçüde Borçlandırılmış Yoksul Ülkeler Girişimi” (HIPC) dâhilinde bazı yoksul ülkelerin borçlarında in­dirime gidileceği duyurusuydu. Bun­lardan İkincisi sendeleyen bir prog­ramı desteklemeye yönelik bir Halk­la İlişkiler atağı iken, ilki bu iki ku­ruma bağımlılıktan kurtulmaya çalı­şan birçok gelişmiş ülkenin bu yöne­liminin önünü kesme amaçlı umut­suz bir çabaydı.

Reformun Sonu mu?‘90’lardaki birçok büyük ve u-

luslararası STK’nm tercih ettiği yak­laşım olan IMF ve Dünya Banka- sı’nın borç ve proje politikalarında reform yapılması konusu toplantıda kısaca ele alındı. “50 Yıl Yeter!” kampanyasının sorumlusu Sameer Dossani, bu reformcu anlayışın ha­yatta kalabilme gücüne yönelik top­lantıdaki kuşkuları dile getirdi. “Ya­pısal uyum programlarını eleştirdik

M

Page 37: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

Eğitim-Sen ülke genelindeki yetkisini kaybetti

YETKİ KAYBI! NEDEN?Mert Büyükkarabcıcok

Dış etkenler bu süreçte Eğltlm-ben'in kendi mecalsizliği ile birleşince ortaya ciddi bir kayıp çıkmıştır. Yetkili sendika olma, her ne kadar çok büyük pozitif katkı sağlamamış olsa da moral etki anlamında işyerlerinde güçlü bir destek sağlıyordu. Önümüzdeki yıl, sağlam bir duruş sergileyemezsek milliyetçi dalganın daha da yükselmesi sonrasında

işyerlerinde meşruiyetimizin sorgulandığı daha ciddi saldırılarla karşılaşabiliriz.

Eğitim-Sen Türkiye genelinde yetkiyi kaybetti. Geçtiğimiz yıldan bu yana yaklaşık 17 bin kişilik bir ti­ye kaybı gerçekleşti. Ve sonuçta kontr-sendika Türk Eğitim-Sen, Tür­kiye’nin en büyük eğitimci sendika­sı haline geldi.

Aslında sonucun bu şekilde ola­cağı büyük ölçüde beklenmekteydi. Özellikle kapatma davası ve Eğitim- İş’in yeniden kurulmasının ardından yaşanan istifalar sonrasında üye kay­bının ciddi seviyelere ulaştığı anla­şılmaktaydı. Her ne kadar sendika­nın kendi gerçek üye sayısını anında takip edebilmesine imkân tanıyan bir altyapıya sahip olmaması yüzünden acı gerçek net bir şekilde ifade edile- mese de beklentinin bu yönde oldu­ğu, yetki kaybının aslında sendika i- çinde çok da büyük bir gürültü ko- parmayışından anlaşılabiliyor. En garip nokta da bu olsa gerek: Artık Eğitim-Sen’in içinde hiçbir şey üze­ride ciddi, canlı, yapıcı, ön açıcı bir tartışma yapılamıyor oluşu. Dediko­du ve “laf koyma” mekanizmaları bu ihtiyacı şimdilik birçokları için gide- riyormuş gibi görünüyor.

Oysa ortada çok ciddi sorunlar var. Sendikamız, freni boşalmış kamyon gibi yokuş aşağı yuvarlanı­yor. Kendisini bu hale getiren etken­leri doğru dürüst kavrayabilmiş, bunlara karşı adımlar atmaya çalışan bir irade ortada yok. “Normal” bir ruh haliyle ve enerjiyle aşılamaya­cak bir sorun birikimi söz konusu.

Ama sükûnet devam ediyor.

Kadrolaşmaya karşı mücadele yetersiz

kaldı!AKP’nin kadrolaşma faaliyetle­

rinin geniş bir kesim üzerinde ciddi - bir baskı yarattığı ortada. Ortalama devlet memuru, A sendikasına üye olduğu zaman işlerinin daha zor yü­rüyeceğini hissettiği anda örgütüne sırt çevirebilecek bir ruh haline sa­hip. Hele de A sendikası, üyelerinin yaşadığı hak kayıplarını telafi edebi­lecek bir cengâverlik ve işbitiricilik karakterine sahip değilse bu ruh hali daha da güçlenebiliyor. Son 4 yıldır

bu süreci çok ağır bir şekilde yaşıyo­ruz. İstifa edenlerin büyük bir kısmı ne gerekçe göstermiş olurlarsa ol­sunlar aslında Eğitim-SenTi olmanın yarattığı dezavantajlardan etkilen­memek ya da diğer sendikalarda ol­manın avantajlarından yararlanmak için ayrıldılar. Tabii kapatma davası ve yükselen milliyetçilik birçok isti- facı için çok “meşru” bir sebep ya­ratmış oldu, onlar da bunu rahatlıkla kullandılar.

Buradan şu sonucu çıkarmak la­zım. Eğitim-Sen üyelerinin mağdur edilmesine karşı çok daha sert çıkış­lar yapabilmeli, özellikle Milli Eği­tim Müdürlükleri üzerinde çok ciddi bir baskı unsuru yaratabilmeliydi.

55

Page 38: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

C jO İ EYLÜL'EKİM 2006

Oysa biz çoğu zaman bu süreçlerin oldukça dışında kaldık. Kimi göster­melik çıkışlar, ateşin düştüğü yeri yaktığı gerçeğini ortadan kaldırama­dı. Hukuki alandaki zayıflığımız bu açıdan ciddi bir zaaf oluşturdu. Ör­neğin yaklaşık 16 bin üyeye sahip İs­tanbul’da Eğitim-Sen şu anda huku­ki çalışmalarını tek bir avukatla sür­dürüyor. Şubelerde yeterince bir hu­kuki birikim söz konusu değil, ki temsilciler çoğunlukla birçok şeyden bihaber. Şimdi böyle bir durumda siz en rahat sonuç alabileceğiniz ve üye­lerinize en rahat güven verebileceği­niz bir alanda kendinizi güçsüzleştir- miş oluyorsunuz. Bütün şubelerin bir hukuki danışman istihdam etmesi artık bir zorunluluk haline gelmiştir.

İşverenle ilişkiler yeniden yapılanmalı!

Milli Eğitim Müdürlüklerinde yaşananların düzenli teşhirine daya­nan bir mekanizma derhal kurulma­lıdır. Bunlarla gerçek bir sendika gi­bi hesaplaşılabilmelidir. O kadar ciddi usulsüzlükler herkesin gözü ö- nünde o kadar rahatlıkla gerçekleşti- rilebilmektedir ki çalışanlar ya bu tür uygulamalardan yararlanabilmek ya da bunlardan olumsuz etkilenme­mek için kontr sendikalara yakın durmaya çalışmaktadırlar. ''Eğitim- Sen işveren ile nasıl ilişkileneceği

konusunda yeni bir kurgu geliştir­mek zorundadır. Yapıcı ve olgun ta­vırlar çok bir şey katmıyor. Sürekli bir teşhir mekanizması ve baskıla­ma, işverene nefes aldırmama, alan­da yaprak kıpırdasa bunun haberini ilk olarak alabilme gibi yetenekler e- dinemeden şubelerimizin hedef kit­leye güven verme şansı yoktur.

Genç eğitimciler nasıl örgütlenecek?

Ağır sorunlarımızdan biri de gençlerin örgütlenmesi meselesidir. Herkesin malumu olduğu gibi Eği- tim-Sen’in üye kitlesi ağırlıklı ola­rak 40 yaşın üzerindedir. 30 yaşın al- tmdakilerin toplam üye sayısına ora­nı %12 seviyesindedir. Neredeyse tamamen bireyci kültürle yetişmiş, sokakta verilen hak mücadelesine i- nanmayan, özellikle sağcı ve dinci görüşlerin etkisi altında geniş bir genç öğretmen yığını var. Bunlar mesleğe de oldukça güç ve badireli yollardan girdikleri için devlet me­murluğu zihniyetini çok daha rahat­lıkla kabullenebiliyorlar. Olağanüstü pragmatik düşünüyorlar. Kurucu kadrolarımız emekli oldukça bunla­rın yerini yenileriyle doldurmakta dolayısıyla oldukça zorlanıyoruz. Sol hareketin üniversitelerdeki za­yıflaması da Eğitim-Sen’in bu sıkın­tısını büyütmekte. Bu sorunu çözme­

den üye sayısını artırmak mümkün değil gibi görünüyor.

Bu sorunu aşmak büyük oranda bu kesimlerin gerçek, yaşamsal so­runları ile enerjik bir şekilde ilgile- nen, sorunları ile başa çıkabilmeleri ? için çok yönlü katkı sunabilen, onla­rın hayatlarına girebilen bir sendikal anlayış ile mümkün olacaktır. Aslın­da bu kesim bizleri büyük oranda ; gerçek sendikalar olmaya itecek bir etki de yapabilir. Dolayısıyla bunla­rın örgütlenmesi için harcanacak mesainin sendikaya ciddi bir katkı sunma olasılığı da mevcuttur. Çünkü bu kesimleri’" politik ahbaplık ilişki­leri üzerinden etkilenebilmesi pek kolay görünmemektedir. Eğitim-Sen daha hala eğitim fakültesi öğrencile­ri ile nasıl ilişkileneceğine bir karar verebilmiş değil. Mühendis odala­rındaki öğrenci meclisi çalışmaları­nın sendikamıza yansımaları çok za­yıftır. Eğitim fakültesi öğrencilerinin belası olan KPSS sınavı, mücadele gündemi dışındadır. Yine sözleşmeli öğretmenlikle ilgili ne yapılacağı be­lirsizdir. Yeni öğretmen olan meslek­taşlarımızla karşılaştıkları sorunlarla ilgili nasıl dayanışma içinde olabile­ceğimize dair hiçbir öngörü bulun­mamaktadır. Bu kesim örneğin “me- murlar.net” adı verilen bir internet sitesi üzerinden yığım yığım bir ara­ya gelmekte, binlerce kişi birbiri ile iletişim kurmakta, sorunlarını pay­laşmaktadırlar, ama bizim sendika­mız bu insanlara böylesi bir platform -sanal ya da gerçek- sunamamakta­dır. Herkes birbirinin gözünü oyma­ya devam edeselsin ve yukarıdan nu­tuklarını büyük bir şevkle sürdürsün, gençler kendilerine, kendi bildikleri yordamlarca örgütlenme merkezleri : yaratıyorlar. Bizde bu sosyolojik I gerçekliği anlamaya, onu etkilemeye yönelik hiçbir ciddi hazırlık göze j çarpmamaktadır. Tam tersine ME- DER (Mağdur Öğretmenler ve Eği­tim Emekçileri Derneği) örneğinde olduğu gibi gençlerin kimi arayışla­rı, sırf “birilerinin” kanatları altında kendini ifade etmek istemediği için “birileri” tarafından rahatlıkla yal­nızlaştırılmak istenebilmektedir. Oy­sa böylesi bir deneyimin -sözleşmeli

56

Page 39: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL-EKİM 2006 C|Oİ

ve atanamayan öğretmenlerin örgüt­lenmesi- güçlenebilmesi, kendisini bir hak arama aracı haline dönüştü­rebilmesi en çok Eğitim-Sen’i güç­lendirecek sonuçlar ortaya çıkartır.

Milliyetçi kabarış:En işlevsel bahaneMilliyetçi dalga da muhakkak ki

işleri zorlaştırdı. Fakat şunun altını açıkça çizmek gerekir ki Kürt eleşti­risi üzerinden el açmaya çalışan kimi çevreler, ki buna DSD’de dâhildir, bu yakıcı milliyetçilik rüzgârlarının bizlere bu oranda zarar verebileceği ortamı zaten yaratmışlardı. Günübir­lik pragmatik arayışlar içinde, ne yaptığını bilmeyen, bir sağa bir sola yalpalayan tavırlar ideolojik diren­genliği oldukça zayıflatmıştır. Susa­rak, konuşmayarak, kendini gerçek­ten ifade etmeyerek bu sürecin atla­tılabileceğini düşünmek ham bir ha­yaldi, bunun böyle olduğu bugün da­ha açık görünüyor. Çok yüzlü bir gö­rüntü vermeye çalışmak, ne şiş yan­sın ne kebap politikaları geliştirmeye çalışmak doğal olarak tabandaki gü­vensizliği pekiştirdi. Özellikle anadil meselesi ekseninde hep bir idare et­me yaklaşımı, açık bir ideolojik mü­cadelenin tercih edilmeyişi işleri bü­yük oranda bu noktaya getiren temel etkendir. Pedagojik açıdan ele alındı­ğında da en temel insan hakkı olarak nitelebilenecek bir konu, sanki ulus­ların kendi kaderini tayin hakkı tartı­şılıyormuş gibi bir ruh haliyle değer­lendirilince, kitlelere gidişte ortak bir ruh hali yaratılamaymca işler çığırın­dan çıkmıştır. Geçenlerde UNICEF bile Türkiye’ye anadilde eğitim hak­kı ile ilgili gerekli düzenlemeleri yapması için çağrıda bulunmuştur. Her yıl ÖSS’de Güneydoğu illerinin diplerde oluşu bile anadilde eğitim talebinin meşruiyeti ile ilişkilendiri- lebilirdi. Ama bu alanda yeterince et­kin bir politika geliştirilememiştir.

Bir yere kadar dış etkenler,

ama ya gerisi?Sonuç olarak dış etkenler bu sü­

reçte Eğitim-Sen’in kendi mecalsiz­

liği ile birleşince ortaya ciddi bir ka­yıp çıkmıştır. Yetkili sendika olma, her ne kadar çok büyük pozitif katkı sağlamamış olsa da moral etki anla­mında işyerlerinde güçlü bir destek sağlıyordu. Önümüzdeki yıl, sağlam bir duruş sergileyemezsek milliyetçi dalganın daha da yükselmesi sonra­sında işyerlerinde meşruiyetimizin sorgulandığı daha ciddi saldırılarla karşılaşabiliriz. Buna hazırlıklı ol­mak gerekiyor.

Bence bu gerileme sürecinin en büyük etkeni yukarıda sayılanlardan hiçbiri değildir. Eğitim-Sen’in ku­rulduğu yıllarda da benzeri birçok o- lumsuz dış faktör bulunmaktaydı. Kamu çalışanları hareketi uzun yıl­lar boyunca sınıf hareketinin yalnız, ama direngen dinamiği olarak yürü­meye devam etti. Özellikle 90Tı yıl­lar böyle geçildi. Açıkçası 4688 sa­yılı Kamu Çalışanları Sendikaları Yasası bile bu yönüyle aşılmaz bir engel oluşturmuyordu. Gerçek, kitle­lerin günlük talepleriyle bütünleş­miş, inatçı ve direngen bir mücadele süreci, dönemin tüm olumsuzlukları­nı aşabilirdi. Bu olanak hala da mev­cuttur.

Sorunu sadece Eğitim-Sen çerçe­vesinde kalarak tanımlayanlayız. Bugün Eğitim-Sen’in, KESK’in ya­şadığı sorunları solun, sosyalist ha­reketin kitlelerle bağ kurmakta, ör-

gütlenmekte yaşadığı sıkıntılardan bağımsız olarak ele alamayız. Bugün potansiyel olarak solun örgütlenme­sinin mümkün olduğu birçok sorun başlığı ile ilgili olarak maalesef kit­leselleşebilme imkânlarının yeterin­ce değerlendirilemediğini, solun re- formist/devrimci tüm bileşenleri için söyleyebiliriz. İşsizlik, yoksulluk, savaş, Ortadoğu, asgari ücret, konut, eğitim, sağlık gibi meseleler sola bü­yük kitleselleşebilme zeminleri ya­ratmaya hala devam ediyor. Fakat sosyalist hareket bütün bu olanakla­ra rağmen kendi kendine konuşma­ya, toplumdan kopuk kalmaya, yal­nızlaşmaya devam ediyor. Bugün E- ğitim-Sen’in yönetim kademesinde­ki dinamikleri yerden yere vurabili­riz, ki bu eleştirilerimizin büyük kıs­mında da haklı oluruz, çünkü proto- bürokratik bir yapılanma uzunca bir süredir kök salmıştır ve mevcut yapı bu durumu sürekli yeniden üretmek­tedir, ama bu eleştiriler yıllardır ya­pılıp buza yazılmaya devam ediyor, alternatif bir odak bir türlü yaratıla- mıyor. Çünkü yönetimleri eleştiren­ler de aslında temel mantık olarak onlardan çok farklı bir birikime sa­hip değiller. Sosyalizmi, kitle ile bağ kurma biçimlerini ve genel olarak politikayı algılamada çok ciddi bir farklılık söz konusu değildir. Eğer durum aksi olsaydı böylesi bir anla­yış, mutlaka kendini hem sendika i­

57

Page 40: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

C |O İ EYLÜLDEKİ M 2006

çinde hem de dışında örgütler, bunun basıncıyla biz de genel merkez yöne­timlerini sadece eleştirmekle kal­maz, alaşağı edebilirdik. Şu anda ki­mi çevreler tarafından yapılan “istifa edin” çağrılarının çok ciddi bir kar­şılığının olmayacağı açıktır.

Temel sebep: Solun krizi

Eğitim-S en’in bu daralmayı ve zayıflamayı yaşamasına yol açan te­mel sebep Türkiye solunun yaşadığı krizdir. Türkiye solu bugün ezilenle­rin, emekçilerin ihtiyaçlarına genel olarak bir yanıt üretebilir durumda değildir. Yükselen, sürekli olarak kendim geliştiren, emekçilerin göze­neklerine sirayet edebilen bir dina­mik olamamıştır. 95 Terden bu yana yaşanan geriye gidiş hızlanarak de­vam etmektedir. Devrimci zeminde kalmaya çalışan yapılar sorunlara çözüm bulacak taktik açılımlar ge­

liştirememekte, kitlelerle buluşacak araçlar bulunamamaktadır. Bulunan araçların ise mantıki sonuçlarına u- laşabilmesine yetecek enerji ve ısrar ortaya konamamaktadır. Kitlelerin gerçek talepleriyle sendikalarına ak­malarını sağlayacak, ortamın havası­nı değiştirecek yeni bir ruh hali yara­tacak araçlar geliştirilemezse bizler Eğitim-Sen’de kayıkçı dövüşü yap­maya devam ederiz, ama sendika bir bütün olarak emekçilerden uzaklaş­maya devam eder. Sendikayı yeni di­namiklerle buluşturacak araçlar üret­mek, yılmış kadrolarda işlerin nasıl çözülebileceğine dair yeni bir umut üretmek, idare etmeci/kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen bi- rey/dinamikleri bu yeni enerjiyle sarsmak, bu dalgaya ayak uydurama­yanları bertaraf etmek.-'Böylesi de­vasa bir görev ortada durmaktadır. Bu görevi yerine getirebileceğine dair kitlelelere güven verecek dene­yimler yaratamazsak kimsenin sırf

devrimciliğimiz için bizleri bir yere getirmeyeceği açıktır. Kitlelerin ruh halini anlamadan atılacak adımlar, boş yere söylenmiş sözler olmaktan ileriye gidemeyecektir. Bugün binle­rini istifaya davet etmekle kolayca halledebileceğimiz bir sorunla karşı karşıya değiliz. Sorunun kökleri çok daha derindedir. Bu tespit, merkez siyasetlerinin işlerin buraya kadar taşınmasındaki öncelikli vebalini görmezden gelmeyi gerektirmiyor. Ama sürekli birbiriyle didişmekten başka bir motivasyon üretemeyen gruplarımız artık gerçekten kitleleri örgütleyebilmenin yollarını aramak ve bulmak durumundadırlar. Yıllar­dır merkezleri eleştiren ama bir türlü Eğitim-Sen’in güçler dengesinde ka­lıcı bir dönüşüm gerçekleştiremeyen dinamiklerin, neden bu kadar yalnız- laştıkları ve etkisizleştikleri üzerine söyleyecek bir sözleri var mıdır? “Fiili meşru mücadele” ilkesini sü­rekli tekrarlamak, bu çizginin her so-

Yetki kaybı ile ilgili yapılan değerlendirmelere genel bir bakışEğitim-Sen’in yetki kaybı birçok çevre tarafından çe­

şitli yayın organlarında değerlendirildi. Bu değerlendirme­ler yetki kaybını büyük oranda Genel Merkez’in hataları i- le açıklamayı tercih etmekte ve geniş bir bakış açısına ula­şamamakta.

TKP Genel Başkanı Aydemir Güler, Sendika ve Siyaset başlıklı yazısında yetki kaybını çok fazla sendika olmakla, siyasete yeterince alan açmamakla açıklamaya çalışıyor. “Emekçileri ya sınıf bilinci ekseninde harekete geçirecek­sin ya da yerinde sayacaksın, ya siyasal iktidar perspekti­fiyle örgütleneceksin ya da sendikaya üye yazamayacaksın, ya memleket meselelerini gündeme alacaksın ya da en ba­sit gündelik sorunlarda bile etkili olamayacaksın.

Sınıf siyasetinden kaçanlar ülkenin en çok üyeye sahip emekçi sendikasını maıjinalleştirmişlerdir. (Komünist - 2 Haziran 2006)” TKP, “fiili meşru” mücadele dışında yeni bir her derde deva parola bulmuş durumda. Onlara göre “si­yasileşme” bütün kapılan açacak bir çerçeve sunuyor. Bu argüman, aslında bir totoloji oluşturuyor. Kitleleri sınıf bi­linci ile buluşturabilirsek, sendikanın çok daha sağlam ze­minlere oturacağı açıktır. Fakat bunun nasıl başarılabilece­ği ile ilgili bir şey söylenmemektedir. Ülkede genel anlam­da bir sınıf mücadelesi yükselişi yaşanmadan, sınıfın tek bir örgütünden beslenerek “bilinçlenme” sorununu nasıl a- şabileceği sorusunun cevabı boşlukta asılı durmaktadır. “Sürekli eğitim çalışmaları” yapmak gibi bir öneri oldukça naiftir. Sınıf bilinci, sınıfın kendi talepleri için yürüttüğü

mücadele içinde gelişir. Bizim somnumuz ise sendikamızı yeniden mücadele eden bir çizgiye nasıl taşıyabileceğimiz- dir. Dolayısıyla siyasileşmeden yola çıktığımızda fasit bir daire içine düşmüş oluyoruz.

Üniversiteli gençler ile sınıfın örgütlenme dinamikleri­nin aynı çerçevede ele alınamayacağını TKP önderliği ne zaman kavrayacaktır? TKP, bu bilinç seviyesiyle bir aydın­lar topluluğu olmaktan çıkıp sınıf örgütü seviyesine sıçra­yabilmek konusunda pek de umut vermemektedir. Gerçek TKP’nin deneyimleri üzerine biraz daha kafa patlatsalar kendileri için daha anlamlı sonuçlar çıkarabilirler belki!

Sendika siyaset ilişkisi Eğitim-Sen’in problemli oldu­ğu alanlardan biridir. Özellikle kadrolar içinde politik kav­rayışın oldukça üst seviyede olduğu tespit edilebilir. Hatta yanlış anlamda bir siyasileşme, zaman zaman örgütün sen­dikal işlevlerini yerine getirmesinin önüne ikame edilebil­mektedir. Belki de yapılması gereken öncelikle adamakıllı bir sendika olabilmenin becerilebilmesidir. Dolayısıyla Ay­demir Güler’in yaptığı tespit gerçekliği oldukça ciddi bi­çimde ıskalıyor görünmektedir. Sendika ve sınıf hareketi i- çinde yeterince mesai harcamayınca zaten bu alanla ilgili doğru bir bilinç geliştirebilmekte pek mümkün olamamak­tadır. Türkiye solunun sınıf hareketi karşısındaki genel ya­bancılaşması, TKP’nin yaptığı bu genel değerlendirmede en karikatürize haline ulaşmış durumdadır.

İçinden Eğitim-İş’i çıkararak bugünkü noktaya sürük­lenmemizde en önemli pay sahibi yapılardan biri olan ng=

58

Page 41: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜLLERİM 2006 C |O İ

runu aşacağını düşünmek ve refor­mistleri bu çizginin kitlelerde kök salmasının önünü kesen tek etken güç olarak görmek hem gerçekçi bir analiz değildir hem de reformistlere kendi gerçekliklerinden çok daha büyük bir anlam yüklemektedir. Ba­zı sözler genel bir ajitasyon içeriği olarak zaman zaman kullanılabilir a- ma en kritik momentlerde, politik tartışmalarda bile dahi ajitasyon içe­riğiyle konuşmak acaba politik yet­mezliğin açık bir belirtisi değil mi­dir? “Reformistler gidecek, dertler bitecek” içeriği artık ne gerçekliğe tam tekabül etmektedir ne de uygu­lanması mümkün bir projeye işaret etmektedir.

Kitlelerle buluşmanın yollarından çözümler

üretmek!Çözüm dışında kalanı zayıflata­

cak, etkisizleştirecek düzeyde bir ta­

ban dalgasının yaratılması ile ilgili­dir. Bu dalgayı yaratma sorumluluğu ise salt KESK içindeki devrimcilerin başarabileceği bir yük olmanın çok ötesindedir. Nasıl 89 bahar eylemle­rindeki işçi hareketleri kamu emek­çileri açısından ön açıcı bir rol oyna­mıştı, bugün de kitle hareketinin farklı alanlarındaki bir çıkış bizlerin yapacağı devrimci eleştirilerden çok daha olumlu etkiler yaratmaya gebe­dir.

Bugün kamu emekçileri hareke­tindeki devrimci dinamiklerin göre­vi, sendikamızı kitlelerle yeniden buluşturacak deneyimleri o veya bu ölçekte örgütlemek, bu deneyimler üzerinden kurucu eleştiriler gelişti­rebilmektir. Maalesef bu kavrayışı bugün söz konusu dinamiklerde pek de gözlemleyemiyoruz. Sendikaya iktidar olmaktan ziyade hareketin i- çinde iktidarlaşmayı seçmek, etkileri çok daha kalıcı ve kökten olacak so­nuçlar yaratabilir.

KESK ve Eğitim-Sen, 80 sonra­sında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin sınıfla en ciddi buluşma noktası ol­muştur. Sosyalist hareket, bugün kit­le hareketinin tüm mevzilerinde ya­şadığı geri çekilmenin ve zayıflama­nın bir benzerini de kamu emekçile­ri hareketi içinde yaşıyor. Bu genel kan kaybı, bireyler/gruplâr ile açık- lanamayacak kadar kapsamlı bir se­viyededir ve aşılması için öncelikle sosyalist hareketin kendini aşması zorunluluğu mevcuttur. Kitlelerin örgütlerimize yabancılaşmasının se­beplerini doğru tespit edemeden, kendimizi eksiklerimizi yok edecek tarzda yeniden yapılandırmadan, bu sayede örgütlerimizi kitlelerin öz ör­gütleri haline sıçratmadan başarıla- mayacak kadar kapsamlı bir görevle karşı karşıyayız. Umarım ki bu ara­yışın zorunluluğunu kavrayacak ve onu güçlendirecek dinamiklerin sa­yısı gün geçtikçe artar.

Sendikal Birlik (grubun eski geniş halinden Eğitim-Sen’de kalmaya devam edenler) ise çıkışı anti-emperyalist müca­delenin yükseltilmesinde bulmakta, sendikacılık yapmanın kitlelerle bağları kurmanın tek yolu olduğunu vurgulamak­tadır. Grup yürütmesi 7 Haziran 2006’da yayınladığı “Eği- tim-Sen’i yeniden yetkili sendika yapma planı”nda ayrıca sendikayı olağanüstü genel kurul toplamaya çağırmaktadır, îlk bakışta mantıklı görünen bu önermeler biraz dikkatle in­celendiğinde etliye sütlüye dokunmayan, kendisini sendi­kacılık ile sınırlı tutan bir çizgi görünmektedir. Türkiye’nin demokratikleşme meselelerini görmezden gelen bir anti- emperyalizm malum güç odaklarına yakın siyasetin parola­sı olabilir. Sendikacılığın da ne tür bir sendikacılık olduğu açımlanmadıkça ya da 4688’i aşma perspektifi ifade edil­medikçe, Sendikal Birlik’in geleneksel duruşları da akılda tutulunca ortaya çok da ön açıcı bir öneri demetinin çıkma­dığı rahatlıkla anlaşılabilmededir.

“Zira emekçilerin pazarlık masalarına değil, kurulu dü­zene ve devlete karşı fıili-meşru-militan bir mücadeleye ve bu mücadeleye önderlik yapacak önderliklere-örgütlülükle- re ihtiyacı var. İcazetçi sendikacılık anlayışı teşhir ve mahkûm edilerek, devrimci bir çıkış yolunu örgütleyecek, emekçileri düzene karşı mücadele bayrağı altında toplaya­cak bir ileri inisiyatife ihtiyaç var. Başta devrimci kamu e- mekçileri olmak üzere tüm ilerici devrimci güçleri bu yol­da seferber olmaya, sınıf mücadelesinin kazanımlarım ve değerlerini korumak uğruna harekete geçmeye çağırıyoruz. Kızıl Bayrak 3 Haziran 2006” Bu değerlendirme ise dev­rimci hareketin Eğitim-Sen’e bakışındaki tüm zaafları içe­

riyor. Burada geleneksel sendikal/siyaset tarzları ile hiçbir şekilde hesaplaşmayan, sorunu devrimci önderlik sorunu.o- larak sınırlı bir biçimde ele alan, bunu da devrimcilerin bir araya gelerek inşa etmelerini düşünen bir yaklaşım-söz ko­nusu. Bu devrimci önderliğin şimdiye kadar neden (oluşa­madığı, bu devrimci önderliğin kitlelerle nasıl bağ kuraca­ğı, fiili meşru mücadeleye kitlelerin nasıl seferber edilebi­leceği ile ilgili değerlendirmeler olmadan Lapaliş’in doğru­su gibi her fırsatta yukarıdaki içeriğin tekrarlanması artık pek bir şey ifade etmiyor, bu çağrılar hiçbir yankı bulama­dan boşlukta kayboluyor. İşler bu kadar kolay olmadığı için şimdiye kadar bu gibi çağrılar ve ardından ortaya konan e- mekler etkisiz kaldı. Devrimciler kendi duruşlarını yeniden yapılandırmadan, kendi kitlesel tabanlarını büyütecek araç­lar geliştiremeden ( bkz. taban ve üye inisiyatifleri) ve kit­lelerin taleplerinin somut taşıyıcı haline gelmeden, sırf ken­di kafalarındaki kitle çizgisine uygun söylemler ürettikleri müddetçe bu gibi çağrıların kaderinde hiçbir yenilik olma­yacağı açıktır.

“Bu da kendi bencilliklerimizi bir yana koyan, tüm di­namiklerin iradelerini ortaya çıkaran devrimci bir örgütlen­me ve mücadele anlayışını hayata geçirmekte yatıyor” Devrimci Öğretmen tarafından yapılan 3 Haziran tarihli “Eğitim-Sen’de yetki kaybının dayanılmaz hafifliği!” isim­li değerlendirme meseleyi Eğitim-Sen ve KESK çerçeve­sinde ele almakla kendini sınırlama zaafından kurtulamasa da yukarıda alıntılanan gibi önemli tespitler içeriyor. (De­ğerlendirmeler www.sendika.org sitesinden derlenmiştir.)

39

Page 42: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

ALEVİ HAREKETİ ÜZERİNEFikret Hızıltcın

Bugün Aleviliğin öz değerlerine bağlı kalarak özgürleşmesi, haklı taleplerinin hayata geçmesi Türkiye'de köklü bir dönüşüm gerçekleştirilmesine bağlıdır. Mevcut siyasi

denklem İçersinde Alevilik için bir çözüm yok. AB yolu ile taleplerin karşılanacağını dü­şünmek İse fazla iyimser bir beklenti olacaktır. Türkiye'deki mevcut iktidar yapısı kö­künden sarsılmadan Alevi kimliği üzerindeki baskı yeni yöntemlerle sürdürülecektir.

2 Temmuz Sivas Katliamı bu yıl başta Sivas, İstanbul ve Ankara olmak üzere çok sayıda ilde kitlesel mitingler­le anıldı. Anma etkinliklerinin hemen ertesindeki günlerde Avrupa İnsan Hak­ları Mahkemesi’nin, Türkiye’de zorun­lu din derslerinin kaldırılması için baş­vuran bir Alevi velinin davasını görüş­meyi kabul etmesi Alevilik meselesini bir kez daha gündemin ön sıralama ta­şıdı. Son olarak Milli Eğitim din kitap­larında Alevi-Bektaşi inancına birkaç satır yer vererek - o da kendi yorumuna göre - Alevilerin ağzına bir parmak bal çalmaya çalıştı.

1993 yılında gerçekleşen Sivas Katliamı’nm ardından ivme kazanıp Mart 1995’deki Gazi Direnişi ile tepe noktasına varan Alevi hareketi 2000Te­rin başmda bir durgunluk içine girmişti. Genel olarak solun ve demokrasi güçle­rinin gerilediği 1999-2002 yıllarında A- levi hareketi de daralmaya yüz tutmuş­tu. Son birkaç yılda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin getirdiği ki­mi imkânları da değerlendiren Alevi ör­gütleri federasyonlaşmaya başladı.

Muhafazakâr-devletçi e- ğilim

Bugün Alevi örgütleri arasında iki ana eğilim olduğu söylenebilir. Birisi, misyonu Alevileri soldan uzaklaştırmak olan devletçi eğilim diğeri ise kendi i- çinde çeşitlilikler barındırmakla beraber demokratik nitelikteki Alevi hareketi. Siyasal İslam’m Alevilere dönük uzanı­mı olarak görülebilecek olan Eyl-i Beyt Vakfı ise artık bir üçüncü eğilim olarak söz edilmeyecek kadar etkisizleşmiş du­

rumda. Devletçi/muhafazakâr eğilim İz­zettin Doğan’m başmda olduğu Cumhu­riyetçi Eğitim Vakfı (Cem Vakfı) ve bu örgütün çizgisine yakın olan birkaç vak­fın daha katılımıyla geçtiğimiz günlerde oluşturulan Alevi Vakıfları Federasyonu çatısı altında toplanmış durumda. Öncü­lüğünü Cem Vakfi’nm yaptığı muhafa­zakâr çizgi, Aleviliği “hakiki Türk İslâ­mî” olarak görüyor. Diyanette Alevilere de yer verilmesi gerektiğini ve zorunlu din derslerinin müfredatına Alevilik bil­gisinin de eklenmesini talep ediyor. Bu eğilim mevcut sistemi değiştirmek yeri­ne Alevileri bu sisteme uyumlu hale ge­tirmeyi amaçlıyor. Böylece Alevilere de sistem içinde bir yer lütfedilecektir, tabi- i Alevilik solla ve tüm “aşın” ideoloji­lerle bağını bütünüyle kopardıktan ve devletin sadık bir hizmetçisi olduktan sonra. Kürt düşmanlığını da bayrak edi­nen bu kesimler Alevileri MGK çizgisi­ne çekerek kendilerine alan açmaya ça­lışıyorlar. Alevileri bir cemaate indirge­yip kendilerini de bu cemaatin lideri ilan etmiş olan bu vakıflann yöneticileri A- levi oyları üzerinden yapacakları pazar­lıklarla kendilerine mevcut düzen içinde bir pozisyon yaratma çabasındalar.

Cem Vakfi’nm temsil ettiği çizgi devletin Alevilere dönük yaklaşımı ile örtüşmektedir. Alevi hareketinin radika­lizmini törpülemek için Alevilerin tarih­sel önderlerinin devlet tarafından sahip- lenilmesi, kimi demeklere cüzi de olsa maddi yardımların yapılması, Aleviliğin Diyanet tarafından yeniden tanımlan­ması vb. bu politikanm çeşitli ayakların­dır. Devletin Alevileri içerme siyaseti­nin açık bir ifadesi, Hacıbektaş şenlikle­rine Demirel’in cumhurbaşkanlığı sıra­

sında ilk kez cumhurbaşkanı düzeyinde katılım gösterilmesiydi. Alevileri resmi anlamda yok sayıp, yasal taleplerini görmezden gelip fiilen meşruluklarını tanıyıp kimi vaatlerle oyalamak Türki­ye’de devletin ve tüm düzen partilerinin genel tutumudur.

Demokratik Alevi Hareketi

Bizi burada asıl ilgilendiren demok­ratik Alevi hareketinin durumudur. De­mokratik Alevi hareketi yurt içinde ve dışında iki büyük federasyon oluştur­muş durumda. Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu ve Türkiye’de 2002 yılın­da oluşturulan Alevi Bektaşi Federasyo­nu (ABF) hareketin iki ana ayağını o- luşturuyor. Pir Sultan Abdal Kültür Der­neği, Hacı Bektaşi-ı Veli Vakfı gibi ör­gütler bu platform içinde yer alıyorlar. ABF Kumluş Sürecinde amaçlarını şöyle belirlemişti:

“Diyanet’e olan devlet desteğinin kaldırılması.

Mecburi din derslerinin kaldırıl­ması.

Etnik köken ve inanç hâkimiyetine son verilerek, vatandaşlık hukukunun genişletilmesi.

Laikliğin eksiksiz olarak tatbik e- dilmesi.

Yasalarda eşitlik ilkesine ve Anaya- sa’nm amir hükümlerine aykırı olan ya­saların yürürlükten kaldırılması.

Devletin yönetim kadrolarında Ale- vi-Sünni ayrımının yapılmaması.

Alevi yerleşim yerlerine yapılan

4 0

Page 43: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL-EKİM 2006 C jo l

baskılann kaldınlması.”

2001 yılında ifade edilen bu talepler bütünüyle demokratik niteliktedir. Çün­kü sorunu Alevi cemaatinin sistem için­de yer edinmesi perspektifinden değil genel olarak demokrasinin geliştirilmesi açısmdan ele almaktadır. ABF, kuruluş ilkeleri itibariyle kendisini Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesinin bir bile­şeni olarak tanımlamıştır. Ancak siyaset sadece genel ilkelerin ya da taleplerin belirlenmesinden ibaret değildir. De­mokratik Alevi hareketi içersinde yapı­lan kimi ideolojik/teleolojik ve siyasi tartışmalar onu çeşitli düzen içi güçlere yedekleme riski de taşımaktadır.

1990’h yıllarda gelişirken devletin Alevi hareketine yönelik iki yönden müdahalesi oldu. Birincisi Kürt hareke­tine karşı Aleviliği Türk milliyetçiliği zeminine çekmek; İkincisi ise yükselen Siyasal İslam’a karşı Aleviliği MGK çizgisinin kitle tabanı haline getirmek. Özellikle 28 Şubat sürecinden sonra Si­yasal İslam’la ordu arasındaki iktidar çekişmesi laik-şeriatçı çekişmesi görü­nümüne büründürülerek çeşitli halk ke­simleri MGK’nm arkasmda hizaya ge­çirilmeye çalışıldı. Aleviler, bu süreçte ordu ve çeperindeki siyasi güçlerin üze­rine oynadığı toplumsal grupların ba­şında geliyordu. Ancak ordunun ve baş­ta CHP olmak üzere sözde laiklik ekse­ninde hizaya gelmiş partilerin Alevileri kendi çizgisine çekme politikası Alevi- lere yasal haklarının tanınması yönünde bir tavize değil, sadece “biz olmazsak şeriatçılar gelir” gibi bir korku politika­sına dayanıyordu. Sivas Katliamı’mn a- nısı ve İslami grupların faşizan eğilim­leri bu korku politikasının hayat bulma­sı için uygun bir zemin oluşturuyordu. Oysa 2 Temmuz Sivas katliamında kış­kırtılmış İslamcı kitleyi saatlerce izle­yen devletin kolluk güçleriydi. Hangi o- daklann ne ölçüde rol aldığı henüz tam olarak aydınlatıl(a)mamış olan 2 Tem­muz Katliamı’nda asıl sorumluluğu devlete yüklemek gerekirken sadece te­tikçiler öne çıkarıldı. 1980 öncesinde yaşanan Alevi kıyımlarının faili çok netti, devletin kontrgerilla birimleri ve MHP. Bu yüzden Aleviler de her zaman güçlü bir anti-faşist bilinç var olmuştur. 2 Temmuz’un arkasından ise anti-faşist bilinç görece belirsizleşirken anti-Îs-

lamcı bir duruş öne çıkmaya başladı.

Bugün gelmen aşamada laik-şeriatçı gerilimi AKP ile ordu ve onun çizgisin­deki siyasi partilerin arasındaki iktidar kapışmasının çarpıtılmış bir görüntü­sünden ibarettir. Ne AKP iddia edildiği gibi “şeriatçı” bir partidir ne de ordu ya da CHP gerçek anlamda laiktir. Alevile- rin iktidar odaklarından birine yanaşarak kendi varlığım güvenceye alması müm­kün değildir, Aleviliği bir “sorun” haline getiren kuruluşundan itibaren devletin kendisidir. Aleviler ancak gerçek de­mokrasinin hayata geçtiği bir ülkede kendi inançlannı özgürce yaşayabilir ve kendilerini güvende hissedebilirler. Or­du’nun ya da düzen partilerinin hiç biri­nin böyle bir hedefi olmadığına ve ola­mayacağına göre Alevilerin bu güçlere yanaşarak özgürleşmeye çalışmaların­dan daha büyük bir yanılsama olamaz.

Son yılların başka bir yanılsaması i- se Avrupa Birliği’ne bağlanan büyük u- mutlardır. Önemli bir kısmı yurt dışın­daki demeklerde etkinlik gösteren ABF yöneticileri AB bürokratları ile yakın i- lişkiler kurarak hükümet üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz AB’ye üyelik sürecinin yaratmış olduğu kimi imkânları Alevi örgütlerinin değer­lendirmesi son derece meşradur. Ancak buradaki problem hak ve özgürlüklerin asıl olarak Alevilerin kendi örgütlü gü­cüne ve diğer demokratik güçlerle yapa­

cakları ittifaklara bağlı olduğunun za­man zaman göz ardı edilmesidir. Bütü­nüyle AB sürecine endeksli bir hak ve özgürlük beklentisi yeni hayal kırıklık­ları yaratmaktan başka bir işe yarama­yacaktır. Son 2 Temmuz mitingleri, ABF’nin örgütlenmesinde belli ölçüde bir toparlanma olduğunu ortaya koysa da bunun henüz milyonlarca Alevinin varlığı hesaba katıldığında cılız bir ör­gütlenme olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Aleviler ve İslam2000Ti yıllarda gündeme gelen tar­

tışmalardan birisi de Aleviliğin İslam dini içinde olup olmadığı meselesidir. Muhafazakâr çizgide olan kurumlar, ke­sin olarak İslam içi bir duruşu savun­makta, hatta Aleviliği “İslam’ın özü” ya da “Türk İslam’ı” olarak tanımlamakta­dır. Demokratik Alevi Hareketi içersin­de ise farklı görüşler söz konusu olmak­la beraber en azmdan ABF yönetiminde ağır basan görüşün Aleviliği İslam dışı ya da İslam’ı aşan enginlikte bir inanış olarak görmektir. Alevi teolojisini ilgi­lendiren bu tartışmayı burada derinleşti­recek değiliz. Bu asıl olarak Alevi inan­cına sahip insanların karar vereceği bir konudur. Bizim açımızdan önemli olan Alevi teolojisiyle ilgili görülen bu tar­tışmanın hangi siyasi koşular altmda or­taya çıktığı ve ne gibi siyasi sonuçları o- labileceğidir.

41

Page 44: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

C J O İ EYLÜL-EKİM 2006

Aleviliği İslam’dan bağımsız bir din olarak tanımlamanın Türkiye için son derece radikal bir yaklaşım olduğu açıktır. 20 yüzyıl boyunca ülkedeki tüm gayri Müslimleri tehcir, mübadele, kat­liam vb. yöntemlerle ortadan kaldırıp nihayet nüfusun yüzde 98’inin Müslü­man olduğunun gururla ilan edilebildiği bir dönemde önemli bir nüfus kesiminin “biz Müslüman değiliz” diye ortaya çık­ması resmi ideoloji açısından büyük sı­kıntı yaratacak bir gelişme. Bunun dev­letin asli ideolojisi olan Türk-îslam sen­tezine indirilen bir darbe olduğu düşü­nülebilir. Ancak bu, işin sadece bir yü­züdür. İslam dışı Alevilik anlayışı asıl o- larak Avrupa’daki Alevi demeklerinde yaygınlaşmış bir görüştür. Ve Batı ülke­lerinde İslam düşmanlığının yükselişe geçtiği koşullarda yüksek sesle dile ge­tirilmeye başlanmıştır. Tam da dünya ü- zerinde İslam’ın emperyalizme karşı di­renişin dili olmaya başladığı bir dönem­de Aleviler İslam’ın dışında olduklarını yüksek sesle dile getirme ihtiyacı duy­maktadırlar. Dünya ölçeğinden baktığı­mızda zamanlama açısından bu çıkış si­yasi olarak büyük handikaplar barındır­maktadır. Ülke içindeki Alevi nüfusun duyarlılıkları ve çekinceleri açısından da politik olarak dikkat edilmesi gere­ken bir konudur. Aslında asıl amaç Ale- vilerin hak ve öz­gürlüklerinin elde edilmesi olduğuna göre, Alevi inancı­nın İslam'ın içinde ya da dışında olma­sının çok fazla bir önemi de yoktur.Mesele somut ta­leplerin elde edil­mesidir. İnançlarını nasıl yorumlaya­cakları Alevilerin kendi iç meseleleridir.

Aleviler ve Türk milliyetçiliği

Son olarak Türkiye’de son bir bu­çuk yıldır kışkırtılan şovenizm Alevi kitlesinde de belli ölçüde etkili olmuş­tur. Kemalizm’in Aleviler içindeki et­kisi daha önceki dönemlere kadar u- zansa da son zamanlarda kışkırtılan şo­venizm Mustafa Kemal sevgisinin çok ötesinde bir milliyetçilik anlamına gel­mektedir. Barış Radyo’nun gecesinde

Toplumsal Barış Ödülü’nün “Çılgın Türkler” kitabının yazarına verilmesi, bazı Alevi demeklerinin Aleviliği Türk Müslümanlığı olarak tanımlaması Ale­viler içinde milliyetçi eğilimin göster­geleridir.

Aleviliği bir Türk inancı olarak yo­rumlamak Alevilerin Kürt hareketine mesafeli durmasını sağlamak amacıyla 1990Tı yıllarda geliştirilen bir tezdir. MHP gibi Alevi katliamlarında başrol oynamış bir partinin bu tezin üretilme­sinde özel bir çaba sarf etmiş olduğunu unutmamak gerekir. İslam’ın içine sığ- dırılamayan Aleviliğin Türklüğe sığdı­rılması çok daha zor olsa gerek.

MHP gibi tescilli faşist partilerin Aleviler içinde güçlü etkiler yaratması mümkün gözükmese de Alevileri Türk milliyetçiliğine çeken asıl kanal CHP’dir. 1970’li yıllarda popülist poli­tikalarıyla ve “sol” imajıyla emekçi ke­simlerin oylarını toplayan CHP Alevi- lerden de büyük destek görmüştü. Bu­gün de Alevilerin büyük bir kesimi sağ partilere karşı oylarını CHP’ye ya da DSP’ye vermektedir. Ancak bu partiler zorunlu din derslerine son verilmesi ya da Diyanet’in kaldırılması gibi taleple­rin yakınından bile geçmeye niyetli gö­

rünmemektedirler. Ne sosyal devletle ne de demokrasi ile alakası olmayan bu düzen partilerinin Alevilere verebile­ceği hiçbir şey yok. Yıllardır Alevi oy­larını sömüren bu partileri sağa karşı desteklemek de artık geçerli bir politi­ka olamaz, çünkü CHP Türkiye’nin en sağcı partilerinden birisi durumuna gelmiştir. Sol, eğer insanlığın evrensel değerleri olan eşitlik ve özgürlük ideal­lerinin gerçekleştirilmesinin siyaseti i- se ne artık MHP çizgisine gelmiş olan bir CHP’nin ne de diğer düzen partile­rinin solla bir ilgisi yoktur.

Son sözAlevilik düzen içi güçlerin dönem­

sel politikalarına bağlı olarak kimi za­man “gerçek İslam” denilerek Sünnileş- tirilmeye çalışıldı; kimi zaman “laikliğin sigortası” denilerek İslamcılara karşı ge­nerallerin arkasmda saf tutması istendi; kimi zaman “Türk dini” ilan edilerek Kürt hareketine karşı Türk milliyetçili­ğine çekilmek istendi. Bütün bu mani- pülasyonlar sırasında Alevilerin demok­ratik talepleri ise devlet ve düzen partile­ri tarafından görmezden gelindi.

Bugün Aleviliğin öz değerlerine bağlı kalarak özgürleşmesi, haklı talep­lerinin hayata geçmesi Türkiye’de köklü bir dönüşüm gerçekleştirilmesine bağlı­dır. Mevcut siyasi denklem içersinde A- levilik için bir çözüm yok. AB yolu ile taleplerin karşılanacağını düşünmek ise fazla iyimser bir beklenti olacaktır. Tür­kiye’deki mevcut iktidar yapısı kökün­den sarsılmadan Alevi kimliği üzerinde­ki baskı yeni yöntemlerle sürdürülecek­tir. Aleviliğin özgürleşmesi Türkiye’nin özgürleşmesinden geçiyor. Aleviler an­cak demokrasi mücadelesinin tutarlı bir bileşeni olarak kendi hak ve özgürlükle­rini kazanabileceklerdir. Tüm ezilen gruplarla (Kürt hareketi, smıf hareketi,

kadın hareketi, sosya­list örgütler) gösterile­cek demokratik daya­nışma Aleviliğin öz­gürleşmesi açısından düzen içi güçlerle ya­pılan kötü pazarlıklar­dan bin kat daha fazla değerli olacaktır.

Bugün Kürt hare* ketine düşmanlık ya

da anti-lslamcı bir duruşla mevcut dü­zen içinde yer kapmaya çalışmak devle­tin böl-parçala yönet politikalarına alet olmak anlamma gelecektir. Bu gün dev­letin hiçbir kurumu ya da hiçbir düzen partisi Alevilerin taleplerini karşılayacak bir programa sahip değildir. Ancak ger­çek özünden koparılmış bir Alevilik devlet katlarında kabul görebilir. Bu ise Hızır paşalann gittiği yol değil midir?

Pir Sultanların yolu ise 72 milletten ezilenlerin zalimlere ve zulme karşı bir­lik ve dayanışmasından geçiyor.

Aleviliği bir Türk inancı olarak yorumlamak Alevilerin Kürt hareketine mesafeli durmasını sağlamak amacıyla 1990 'iı yıllarda geliştirilen bir tezdir. MHP gibi Alevi

katliamlarında başrol oynamış bir partinin bu tezin üre­tilmesinde öze| bir çaba sarf etmiş olduğunu unutma­mak gerekir. İslam'ın içine sığdırılamayan Aleviliğin

Türklüğe sığdırılması çok daha zor olsa gerek.

4 2

Page 45: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

Fr a n s a , ş il i , Yu n a n is t a n ...

Neoliberalizmi değerlendirirken Anne Gray "Sermaye, emeği musluktan akan su gibi istiyor" diyor. İstediği zaman açacak, istediği zaman kapatacak.

Ancak Şili'de, Yunanistan'da, Fransa'da milyonlarca genç geleceğine sahip çıkacağını gösterdi. Belki her ülkenin kendi yolları var, ama her biri

sonunda hedefi vurmayı biliyor.

Hakları için sokağa çıkan, polisle çatışan, üniversiteleri işgal eden, ül­kelerinin gündemini belirleyen mil­yonları uzun zamandır unutmuştuk. Ancak bu yıl içinde üç ayrı ülkede pe­şi sıra gelişen öğrenci eylemleri, ‘68 yeniden mi?’ dedirten bir güçle, dün­yanın gündemine Oturdu.

Başını Şili’de ortaokul-liselilerin, Fransa’da liselilerin, Yunanistan’da i- se üniversitelerinin çektiği milyonlar­ca genç, ailelerinin, öğretmenlerinin, işçi sendikalarının desteğini peşlerine takarak en zorlu tasarılarımızdaki ey­lemleri hayata taşıdılar.

Televizyondan doğru dürüst bir şey öğrenme şansımız olmadığı için hepimizin internetten takip etmeye çalıştığı bu sürecin belki de en önem­li yanı neoliberal saldırıya karşı üç farklı ülkede birden yükselen bir ses olması. Her ülkede öğrencileri sokağa taşıyan asıl neden eğitim-çalışma hak­larına saldırı niteliğindeki yasaları ya kaldırtmak ya da bu yasaların çıkma­sını engellemekti. Eylemler, doğallı­ğında her ülkenin kendi tarihsel ko­şullarının etkisini taşısa da asıl olarak ‘Sermayenin kölesi olun!’ diyenlere bir cevap.

“Bizimle misin?” / Şili1990’da faşist diktatör Pinochet

iktidarı bırakmadan 1 gün önce Şi­irinin eğitim yasasını tümüyle değiş­tirdi. Pinochet’nin iktidarı bırakmak zorunda kalmasına 1 gün varken, hal­kına atacağı bu son kazığa bu kadar değer vermesi bile, yoksulları eğitim­den tümüyle dışlayan bu yasa hakkın­da bir fikir verebilir sanırız.

Voucher Sistemi olarak bilinen ve

neoliberal politikaların eğitimdeki ilk uygulamalarından birini oluşturan bu sistemin fikir babalığı, neoliberal po­litikaların ideolojisinin oluşturulma­sında da önemli bir rol oynayan Fried- man’a ait. Özetle devlet okullarının yerel yönetimlere devredilmesine ve ardından özel okullarla rekabete so­kulmasına dayanan sistem aslında devlet okullarının da özelleştirilmesi­nin yolunu açıyordu. Bu sürecin so­nunda Şili’de devlet okullarının %80’i özelleştirilmiş, devletin eğiti­me ayırdığı pay hızla düşürülmüştür. Bugün Şili’de yoksul öğrenci başına 73 dolar harcanırken, bu rakam zen­ginlerin okullarında 385 dolara çık­maktadır. İşte Şili’de milyonlarca öğ­renciyi sokaklara döken yasanın böy­le bir tarihi var. Zaten öğrencilerin te­mel talebi de bu yasanın kaldırılması ve eğitime ayrılan payın artırılmasıy- dı. Yani neoliberal saldırının ellerin­den aldığı, herkesin yararlanabildiği nitelikli eğitimi öğrenciler geri istedi.

16 milyonluk Şili’de bu süreç boyunca 600 binden fazla ortaokul- lise öğrencisi ve 300 binden fazla ü- niversite öğrencisi sokağa çıktı, o- kulları işgal etti, polisle çatıştı. İkti­dara gelirken “Sizinleyim!” sloganı­nı kullanan hükümet başkanı Bache- let’e “Bizimle misin?” diye sordu gençler, “öyleyse bu yasayı kaldır, taleplerimizi kabul et...” Öğrencile­rin eylemlerine destek için yapılan grevlere Şili’de 1 milyondan fazla kişi destek verdi. Yani Şilili öğrenci­ler son 40 yılın en büyük eylemleri­ni gerçekleştirerek haklarını aradılar. Ve şimdi talepleri kabul edilmiş du­rumda.

Zito Katalipsi: “Yaşasın İşgal” / Yunanistan

ABD’nin sosyalist hareketlerin güçlenmesini önlemek için darbe ya­pılmasına destek verdiği birçok ülke vardır. Şili ve Türkiye gibi, Yunanis­tan da bu durumdan nasibini almış ül­kelerden biri. Ancak bizden farklı ola­rak Yunanistan tarihinde bu darbe sü­reci halk ayaklanmasıyla son buldu, bu yüzden sosyal hakların hala yasal zeminlerde de karşılığı var. Yunan burjuvazisinin özellikle sosyal hakları tırpanlamaya dönük geç kalmışlığı halkın geçmişinden getirdiği bilinçle yakından ilgili. Yine faşist diktatör­lükten çıkış sürecinde öğrencilerin ö- nemli bir rol oynamış olması, öğren­cilerin sosyal haklarını korumasının hala geniş bir meşruiyet zemini olma­sını sağlıyor.

Yunan burjuvazisi özellikle sosyal devleti tırpanlama konusunda diğer ülkelerdeki adımlara ağzı sulanarak bakıyor (özellikle de bizdeki en geniş saldırıların bu kadar sessiz sedasız ge­çirilmesine gıpta ediyor olsa gerek!). İşte Yunanistan’da on binlerce öğren­ciyi sokağa döken yasa tasarısı aslın­da Yunan burjuvazisinin eğitimdeki talepleri şeklinde okunabilir. Bize şa­şırtıcı gelse bile Yunanistan’da özel ü- niversitelerin kurulması yasak (1990’a kadar bizde de geçerliydi) ve polis üniversitelere giremiyor.

Ders kitaplarının ücretsiz olmak­tan çıkarılmasını, okullarını 2 seneden fazla uzatan öğrencilerin okuldan atıl­masını, polisin üniversitelere girebil­mesini ve en önemlisi özel üniversite kurulmasına izin verilmesini içeren

Page 46: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

C jO İ EYLÜL'EKİM 2006

taslak, neoliberal saldırıyı Yunanis­tan’da kurumsallaştırmaya dönük ö- nemli adımlar içeriyor. Ancak eğitim haklarına dönük bu saldırıya yunanlı arkadaşlarımız, ülke çapındaki üni­versitelerin %80’ini işgal ederek ce­vap verdiler. Atina, Selanik, Ionna, Patras, Girit gibi önemli şehirlerde, e- ğitimin %90’lara varan bir oranda durması sağlandı. 11 milyonluk Yuna­nistan’da birçok işçi ve öğretmen sen­dikası öğrencilere destek için greve çıktı. Haziran başında yapılan miting­de 100 binden fazla üniversite öğren­cisi Atina sokaklarını salladı. Avrupa Sosyal Forumu sırasında hepimizi şaşkına çeviren Yunan polisinin sal­dırmazlığı bu kez bizim çevik kuvveti aratmıyordu. Yüzlerce öğrenci ağır biçimde yaralandı. Ancak öğrenciler yasa tamamen geri çekilene kadar ey­lemlerine son vermeyeceklerine dile getirdiler. Herkesin nitelikli ve ücret­siz eğitim almasını, herkes için çalış­ma koşullarında iyileştirme ve iş gü­vencesi isteyen komşularımız, Yuna­nistan hükümetinin yasayı geri çek­mesini sağladı.

Sorbonne yeniden... / Fransa

Şili ve Yunanistan’dan farklı ola­rak, Fransa’da neoliberal saldırılar bu kez gençleri çalışma yaşamında hedef tahtasına oturtmuş durumda. Avrupa genelinde işsizlik oranının en yüksek olduğu ülkelerinden biri olan Fran­sa’da, işsizlik özellikle gençler arasın­da çok yaygın, (yüksek okul bitirdik­ten sonra hala işsiz olanların oranı %23). Fransız burjuvazisinin ulusla­rarası rekabette daha iyi bir yer edin­mek için öne sürdüğü temel talepse çalışma yaşamının daha fazla esnek­leştirilmesi. İşte Fransa’da milyonlar­ca öğrenciyi sokağa döken CPE (İlk İş Sözleşmesi) burjuvazinin bu talebini yerine getirmeye dönük bir adımdı.

CPE, 26 yaşından küçük olan gençlere ve yirmiden fazla çalışanı o- lan şirketlere dönük bir düzenleme. Bu sözleşmeye göre 26 yaş altındaki çalışanlar için normalde 2 ay olan de­neme süresi 2 yıla çıkarılıyor ve bü i- ki senelik dönemde işveren çalışanla­

rı hiçbir sebep göstermeksizin işten çıkarılabilecek. Yani CPE iş güvence­sini tamamen yok ediyor. Hükümetin adeta çocuk kandırırcasma “iş bulma olanağını artıracağını” iddia ettiği bu yasaya öğrenciler Paris’te 1 milyonu, ülke genelindeyse 3 milyonu aşkın ki­şinin katıldığı eylemlerle cevap verdi­ler. Ünlü Sorbonne Üniversitesi, 1968’den beri ilk kez yeniden işgal e- dildi. Şili ve Yunanistan’daki gibi işçi sendikalarının, öğretim üyelerinin ve ailelerin desteğini alan öğrenciler, sa­dece CPE’nin geri çekilmesinin sağla­madı, Fransa’da hayatı durdurdu de­nebilir.

Üstte eylemlerin gelişimini verir­ken de anlatmaya çalıştığımız gibi bu eylemlerin çok temel bir ortak noktası var, her biri neoliberal saldırıya karşı bir ortak duruşun ifadesi. Ancak tarih­sel süreçler açısından farklı zeminleri ifade ediyorlar. Bu açıdan özellikle Şili ve Fransa arasındaki süreçlerin farklılığını kavramak anlamlı olur sa­nırız. İlk olarak, süreci en ağır biçi­miyle yaşamış olan Şili’de eylemcile­rin yaşının ortaokul seviyesine dek in­mesi bir tesadüf değil, çünkü Şili ö- zelleştirmeleri en dip noktasına kadar yaşamış, neoliberal politikaların adeta laboratuarı olarak kullanılmış bir ül­ke. Benzer durumlar birçok Latin A­

merika ülkesi için de geçerli, zaten .Latin Amerika’da esen sol rüzgârın bu tarihle de doğrudan bağı var.

Tersinden, açık ki, Fransa’nın ya­kın tarihinde Şili halkının yaşadığı gi­bi bir yoksulluk süreci yok, tersine u- zunca bir dönemi sosyal devletin ku- rumsallaştırıldığı bir ülke olarak geçi­ren Fransa, halkına en azından ekono­mik anlamda, güçlü bir sosyal hak yelpazesi sundu. Bu Fransız burjuva­zisinin iyi niyetiyle bağlantılı bir du­rum olmasa da sonuçta Fransız halkı uzunca bir dönemi bu biçimde geçir­di. Ancak bugün, burjuvazinin CPE i- çin orta koyduğu şiddetli talep, süre­cin kapitalist merkezler açısından da nasıl bir noktaya evrildiği konusunda iyi bir örnek oluşturuyor. Zira Fran­sa’da gençler arasındaki işsizliğin bu derecede yüksek rakamlara ulaşması­nın temel nedeni, uluslararası serma­yenin yatırım alanı olarak sürekli u- cuz iş gücünün olduğu alanlara yönel­mesi. Bunun yanında, artık sermaye kapitalist anayurtlardaki işgücünün de bu çerçevede biçimlenmesini istiyor, yani Fransız halkına da “Rahat günler geride kaldı, iş gücünün ucuzlayacağı, iş güvencesinin ortadan kalkacağı bir sisteme hazırlanın” diyor. Ancak güçlü bir sosyal hak geleneği olan Av­rupa halkları bunu o kadar da kolay

4 4

Page 47: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'EKİM 2006 CJOİ

kabul etmeyeceğe benziyor.

* * *

Eylemlerin arka planını bir yana koyarsak, gerçekleştiriliş tarzı ile ilgi­li dikkat çeken birkaç noktaya da de­ğinmek gerekli. Bu konuda özellikle Türkçe’ye çevrilen bilgiler oldukça sınırlı. Yani öğrencilerin nasıl bir ör­gütlülük oluşturduğuna dair bütünsel bir tablo sunabilmek zor. Ancak özel­likle Fransa’da öğrenci sendikalarının işin örgütlenmesinde-yürütümünde ö- nemli bir rol üstlendiği görülüyor. Benzer bir durum Şili Ulusal Lise Öğ­rencileri Konseyi için de geçerli. Yu­nanistan’da ise koordinasyonu Ulusal İşgal Komiteleri sağladı.

Bu yapıların oluşumunda yine her ülkenin kendi mücadele geleneği etki­sini gösteriyor, Fransa ve Şili’de yasal bir zemini de bulunan, belli ölçüde yasal olarak öğrencilerin temsil kuru­luşları olan yapılar ön plana çıkarken Yunanistan’da daha çok sol ve anar­şist örgütlerin öncülük ettiği bir ittifak zeminin oluştuğu söylenebilir.

Geniş öğrenci kitlesi işin doğası gereği amfi-okul vb çapta düzenlenen toplantılarla sürecin yürütümüne dahil oldular. Öğrencilerin kendi hakları konusunda sözlerini söyledikleri bu zemin, süreci birebir oluşturan yeni bir örgütlenme biçiminden çok, süre­cin doğal bir ürünü olarak oluşsa da, her ülkenin kendi sürecini anlattığı çeşitli röportajlarda özellikle vurgula­nan noktayı oluşturuyor. Bir reçete gi­bi algılanmaya açık yönleri olsa da, bu vurgu, kitle hareketinin doğasına ve yürütümüne dair sadece Fransa, Şi­li ve Yunanistan’a değil, tüm dünya­daki öğrenci hareketine önemli bir de­neyim sunabilecek nitelikte.

* * *

Neoliberalizmi değerlendirirken Anne Gray “Sermaye, emeği musluk­tan akan su gibi istiyor” diyor. İstedi­ği zaman açacak, istediği zaman kapa­tacak. Ancak Şili’de, Yunanistan’da, Fransa’da milyonlarca genç geleceği­ne sahip çıkacağım gösterdi. Belki her ülkenin kendi yollan var, ama her biri sonunda hedefi vurmayı biliyor.

Bu 6 Kasım kaç kişi oluruz? / Türkiye

Eylemler, doğru düzgün haber ala­mamanın ve sanırız kendi öğrenci ha­reketimizin, tarihinin en kötü dönemle­rinden birini yaşıyor oluşunun getirdi­ği psikolojiden kaynaklı olarak bizde asıl olarak iki biçimde yankı buldu. İl­ki, bize bir şey öğretir mi ile reçete bul­ma sevdası arasında gidip geliyordu, i- kincisi ise uzaklığı (hem km. olarak hem de şartlar olarak) içselleştirilmiş bir haber okumaydı. Samimiyetle dü­şünüldüğünde ikisinin de çok yadırga­nacak bir yönü yok sanırız.

İlk çaba elbette daha değerli, yani bu süreçten kendimiz adına özellikle yeni dönemin örgüt/örgütlenme so­runlarına dönük olarak bir şeyler öğ­renip öğrenemeyeceğimizi anlamaya çalışmak önemli bir yerde duruyor. Ancak üstte belirttiğimiz kısıtlı ve vurguların ötesine geçmeyen, bu yüz­den de öğrenmeye de çok açık olma­yan bilgiler, süreci ancak karikatürize edebilecek yorumlara neden oldu. “Öğrenci sendikacılığı” ve “kitle top­lantısı” vurguları böyle bir zeminde, genel doğruları tekrarlamaktan öte bir ufuk açmayan çabalar olarak sürecin yansıması oldu. İkinci yaklaşım ise

süreci daha çok propagandif tarzda haberleştirerek ajitasyon nammabiraz olsun sebeplenebilmekti. Kendimizin de tamamen dışında olmadığı bu iki durum, aslında asıl sorunla, yani Tür­kiye’deki öğrenci hareketinin sorunla­rıyla bağlantılı bir sonuç.

Hareketin sorunları oldukça uzun bir yazının konusu olsa da sadece dik­kat çekmek için şu vurguyla tamamla­mak yerinde olur sanırız. Belki kitle­sellik olarak bu kadar geniş bir kap­sam taşımasa da, bizim yakın tarihi­mizdeki en geniş ve kazanımla biten süreç olan 96 ’nın üzerinden 10 yıl geçtiğini hatırlamakta yarar var. Hare­ketin meşruiyetini tüm kesimlere yay­dığı bir süreci nasıl bu kadar kolay harcadığımız, sanırız Fransa, Şili ve Yunanistan’daki kurumsallaşma dü­zeylerine bakarak yanıt vermemiz ge­reken bir soru arz ediyor. Bugün, as­lında temeline dair bir şey bırakmadı­ğımız bu sürecin varsayımları üzerin­den bir yere varamayacağımız açık, ancak 96 sürecini, nerede kaybedildi­ğine ve nasıl harcandığına dair çıkarı­lan dersleri öne çıkararak değil, salt a- jitasyon malzemesi olarak algılayan bilinci bugün dahi taşıyor oluşumuz, önemli bir sorun olarak halen karşı­mızda.

45

Page 48: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

Te ş k İlat-i m a h s u s a ’d a n

DERİN DEVLETE

SÜREKLİLİĞİ GÖREBİLMEKM. Sinan

Milliyetçi şahlanışın ve sola da sirayet etmeye başlayan ulusalcı faşizan yaklaşımların karşısına daha sağlam ideolojik argümanlarla çıkabilmek için İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa gibi Türkiye cumhuriyetinin öncüsü olmuş örgütlerin tarihlerini daha iyi bilmek ve anlamak durumundayız. Enver ve Talat Paşaların yeniden ulusal kahraman seviyesi­

ne sıçratılmaya çalışıldığı şu günlerde buna daha çok ihtiyacımız var.

bir bakmak ve bu çerçevede derin devletin öncüsü Teşkilat-ı Mahsusa i- le bugünkü kontrgerillamn farklılık ve benzerliklerine bir göz atmak isti­yoruz. Belki yeni okumaları tetikle- yen bir başlangıç yapmayı başarabili­riz.

Gerçekten de Teşkilat-ı Mahsu- sa’nın doğasından ve birikiminden yola çıkarak bugüne dair kimi akıl yürütmeler yapabilmek mümkün.

Teşkilat-ı Mahsusa, 1913 yılında Babıâli baskınıyla Osmanlı iktidarı tam olarak İttihat Terakki’nin eline geçtikten sonra Enver Paşa tarafın­dan kurulan bir örgüt. Özellikle 1911 Trablusgarp Savaşı’nda yürütülen çe­teci, gerillacı pratiklerde pişen, daha sonra bu deneyimlerini Balkan Sava- şı’nda da yoğun olarak kullanan kad­roların yönetim kademelerinde bu­lunduğu bir örgüt. Silahşor, macera­perest ve milliyetçi/lslamcı kadrolar­dan oluşmakta. Fakat o kadar büyük bir hızla büyüyor ki sadece militarist kadrolarla da sınırlı kalmıyor. İçinde doktorlardan, yazar çizerlerden (örn. Mehmet Akif) din adamlarına (Fetul- lah Gülen’in bağlı bulunduğu Said-i Nursi) mühendislere kadar toplumun birçok kesiminden insanı barındırı­yor ve teşkilat hakkında en kapsamlı çalışmayı yapan Philip H. Stod-

Ülkemizin bir geleneği var. Poli­tik atmosferde gerilim artmaya başlar başlamaz “derin devlef’in varlığı ve etkinliği olaylar üzerine rengini ver­meye başlıyor. Siyasi tarihin nere­deyse tüm dönüm noktalarında resmi olmayan, fakat devletin tam da mer­kezinde sayılması gereken kimi olu­şumların bir anda aktive olduğunu ve süreçlere müdahale etmeye başladı­

ğını görüyoruz. Bu genellikle Şem­dinli bombası ve Danıştay suikastı örneklerinde olduğu gibi kanlı ve ses getirecek askeri müdahaleler şeklin­de olabildiği gibi son dönemde orta­ya pıtrak gibi dökülen “ulusalcı, Ke­malist, paramiliter” sivil (!) toplum kuruluşlarının örgütlenmesinde oldu­ğu gibi farklı biçimler de alabiliyor. Eylül sonrasında Ortadoğu tam hız

karışmaya devam e- derken, Türkiye’de Cum hurbaşkanlığı seçimleri yaklaşır­ken ve Kürt sorunu daha da kızışırken herhalde derin dev­letin daha birçok ic­raatı ile karşılaşaca­ğımızı düşünebiliriz.

Bu yazıdaki a- macımız kapsamlı devlet/derin devlet tartışmalarına gir­mek değil. Zaten ko­nu üzerinde yeterli bir birikimimiz ol­duğu da söylenemez, ancak kimi güncel olgulardan/inanışlar- dan yola çıkarak geçmişe, Osman­lI’nın son günlerine

46

Page 49: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'E Kİ M 2006 CJOİ

dard’ın verdiği bilgilere göre üye sa­yısı 1916’da 30 bin kişiye ulaşmış durumda. Dolayısıyla OsmanlI’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçilirken bu örgütün oldukça etkin bir güç ol­duğunu düşünmemizi sağlayacak ol­dukça fazla veriye sahibiz. “Doç. Dr. Zekeriya Kurşun’un arşivde bulduğu el değmemiş belgeler sayesinde İtti­hatçıların, Teşkilat-ı Mahsusa’ya pa­ralel bir sivil örgüt kurduğu belirlen­di. Cemiyeti Hayriye-i İslamiye adıy­la oluşturulan bu sivil cemiyet Medi­ne’de bir İslam Üniversitesi kurmayı bile başarmıştı. Teşkilatın en önemli prensiplerinden biri de, sivil ve aske­ri örgütlerin birbiri ile koordineli bir şekilde çalışmalarını sağlamaktı.” Teşkilat-ı Mahsusa’mn görünürdeki amacı İmparatorluğun bekasını sağ­lamak. Osmanlı aydınları bu işi nasıl başarabileceklerini neredeyse bir 50 yıldır düşünüp tartışmaktaydılar. Os­manlıcılık ile başlayan arayışlar Ab- dülhamit devrinde İslamcılığa, İttihat ve Terakki devrinde ise Türkçülüğe ulaşmış durumdaydı. Teşkilat-ı Mah­susa İslamcılığı da en az Türkçülük kadar yoğun olarak kullanan bir ide­olojik arka plana sahip. O kadar ki halkı Müslüman olan bölgedeki nere­deyse tüm ülkelerde teşkilatçılar faa­liyet yürütmüşler. Hatta savaş sonra­sında kurulan yeni ülkelerin bir kıs­mının başına geçenler bir dönem teş­kilatın içinde yer alan unsurlardan çıkmış. “Teşkilat-ı Mahsusa içinde çeşitli etnik kökenlere sahip idealist subayların yanı sıra yüzlerce aydın, şeyh ve din adamı yer alıyordu. Bedi- üzzaman Said Nursi’den Mehmet A- kif’e, Dürzi prens Emir Şekip Ars- lan’dan Mısırlı Şeyh Abdulaziz Ça- viş’e, Tunuslu Şeyh Salih Şerif et- Tunusi’den Libyalı Şeyh Ahmet es- Sunusi’ye, Hintli Muhammed Bere- ketullah Efendi’den Ebul Kelam A- zad’a, Pakistan’ın ilk devlet başkanı Muhammed Ali’den kardeşi Şevket Ali’ye, İbnürreşid’den Şeyh Meh- di’ye pek çok ünlü isim TeşkilatTa bir şekilde ilişkiliydi.” Dolayısıyla İslamcılar da teşkilatı sahiplenme noktasında ırkçı faşistler kadar yoğun bir çaba içerisindeler. Bu kesimlerde teşkilatı, İslam birliğini sağlamak i-

çin uğraşan insanlar topluluğu gibi görme eğilimi mevcut. Buradan da ülkemiz İslamcılarının, devletle he­nüz ideolojik anlamda dahi hesaplaş­ma noktasında olamadıkları gibi bir sonuca varabiliriz.

Teşkilatın çok öne çıkan bazı i- simleri var. Kuşçubaşı Eşref, Yakup Cemil, Süleyman Askeri bunların başta gelenleri. Bu adamlar gerçekten de çok yoğun bir askeri mücadelenin

içinde olmuşlar. Devletlerine müthiş bir bağlılık içindeler. Devletleri söz konusu olduğu zaman gözleri hiçbir şey görmüyor. “Komitacılık bazıları­nın sandığı gibi, soygunculuk, çapul­culuk değildir. Aksine, vatanseverli­ğin en müfridine komitacılık denir. Komitacı, vatan davası karşısında her şeyini feda eden; gözünü budaktan a- yırmayan adamdır. Memleket ve mil­leti için, gerekirse, acımadan yakar, yıkar, öldürür. Biz de gerektikçe,

4 7

Page 50: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CjOİ EYLÜL-EKİM 2006

böyle hareket ettik. Kaç defa böyle vaziyetler karşısında kaldık, yapıl­ması lazım olanı yaptık. Şimdi bakı­yorum da, şu veya bu işte, cezri hare­ket etmemiş olsa idik, memleket kim bilir kimlerin ayakları altında kalacak ve bu şerefli millet kimlerin esiri kal­maya mahkûm olacaktı.” Bu sözleri sonradan Beşiktaş futbol kulübünün başkanlığını da yapmış olan eski teş­kilat üyesi Fuat Balkan hatıratında söylemiş. Kendilerini politika üstü görürlerdi, onlara göre vatanı savun­mak ile politikanın bir alakası yoktu. Vatanı savunma adına yapılanlara po­litik bir anlam yüklenemezdi, yaptık­ları tüm vatan evlatları için en iyisini istemek anlamına geliyordu. “Bu la­lettayin bir hürriyet mücadelesi de değildir. En tehlikeli sahalarda ve an­larda icap eden tedbirleri kendi şuuru ile benimseyen, mutlak müsavatın hâkim olduğu, politikadan uzak bir vatan hareketidir. Bence ona en uy­gun isim Teşkilat-ı Mahsusa’dır.” Teşkilat’ın ismini öneren Veteriner Rasim Bey, görüşlerini böyle destek­liyor. Bu hedeflerine ulaşmak, dev­letlerini korumak için de kullanabile­

cekleri herkesi kullanıyorlar. “Teşki- lat-ı Mahsusa hemen harekete geçti. Kuşçubaşı Sami, hapishanelerde yüz kızartıcı suçlar dışında kalan dene­yimli silahşorlara af çıkartarak gö­nüllü müfrezelere dâhil etti. Enver Paşa, muzaffer bir komutan olarak E- dirne’ye girmesini Kuşçubaşı Eşref ve Süleyman Askeri’nin çetelerine borçluydu.” Danıştay saldırısıyla gündeme gelen Alparslan Aslan’a Cumhuriyet gazetesine bomba atıl­ması olayında yardımcı olan kişilerin de böylesi yüz kızartıcı suçlardan sa­bıkalı olduklarını rahatlıkla hatırla­yabiliriz. Ya da itirafçıların birçok o- perasyonda yoğun olarak kullanılma­sı da hapishaneden yararlanma gele­neğinin bir devamı olarak değerlen­dirilebilir. Kurtlar Vadisi dizisinin de benzeri bir senaryo ekseninde döndü­ğünü de unutmayalım. Derin devlet/ gayri meşru ekonomik faaliyetlerin iç içe geçmesinin daha derin sebepleri varmış gibi gözüküyor. Ama en azın­dan şimdilik bunun tarihsel bir arka planı olduğunu hatırlamış olalım.

Peki, bu “vatanseverler” teşkilatı

ne gibi icraatlara imza atmış? Ma­lum, teşkilatın bütün çabalarına rağ­men savaştan yenik ayrılıyor Osman­lI ve parçalanıyor. İslam Birliği gibi ütopyaların da hayalden ibaret oldu­ğu özellikle Ortadoğu’da yaşanan ko- puşmalardan sonra netleşiyor. Os­manlI Devleti yok oluyor, İslam Bir­liği kurulamıyor. Teşkilat’ın yaptık­ları böylece buza mı yazılmış oluyor? Cevabı rahatlıkla “hayır” diye vere­biliriz.

Birileri bu gün Teşkilat-ı Mahsu- sa’yı aynı günümüzdeki derin devlet için yapmaya çalıştıkları gibi, bir ide­alist kahramanlar birliği olarak gös­termeye çalışsa da aslında bu yapılar bir nevi iç savaş örgütü gibi işlev görmüşler, görmektedirler. Devlet ik­tidarını elinde tutan sosyal tabakanın günün koşulları ve dengelerinde do­ğal yollardan, hukuk içerisinde, kısa zamanda karşılanamayacağı durum­larda bu gibi teşkilatlar bu politik he­deflerin sağlanması amacıyla aktif o- larak kullanılıyorlar. O gün için ikti­darı İttihat ve Terakki içinde örgüt­lenmiş asker-bürokrat tabakası ile paylaşan ve yeni semirmekte olan milli burjuvazi, salt ekonominin sı­nırları içinde kalarak çok geç kalmış olduğu sermaye birikimi basamakla­rını aşabilecek durumda değildi. Bu basamakları hızla aşabilmesi, ülke i- çinde hazır birikmiş bulunan kaynak­ları cebren, zorla kendi mülkiyetine geçirmesi ile mümkün olabilirdi. Bu bir nevi iç savaş anlamına gelmek­teydi. Teşkilatın en aktif olarak yü­rüttüğü faaliyetin başında işte bu ser­maye aktarımının sağlayıcısı olma gelmektedir. Sermayenin tedarik edi­leceği iki büyük kaynak bulunuyor­du: Rumlar ve Ermeniler. İki kesimin de başına az çok neler geldiğini çok iyi biliyoruz. 1900 Terin başında 1.5 milyon Ermeni’nin yaşadığı Anado­lu, büyük oranda mahsusacı çetelerin de yardımıyla yürütülen tehcir ve kı­rım sonucunda Ermenisiz hale geti­rildi. Bunların geniş servetleri, yeni palazlanmakta olan milli-Müslüman zenginleri beslemekte kullanıldı. Kuşçubaşı Eşref’in yani teşkilatın en önemli militanlarından başta geleni­nin tarihçi Cemal Kutay’a şişine şişi-

4 8

Page 51: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜLDEKİ M 2006 <_|Oİ

ne kendisini ‘Ermeni tehciriyle ala­kadar... Hadiselerin iç yüzünde vazi­fe almış bir insan olarak’ takdim et­mesi bu savı desteklemektedir. Yine sonradan Başbakanlık ve Cumhur­başkanlığı da yapmış olan Celal Ba- yar’ın İzmir bölgesinde Teşkilat-ı Mahsusa’nm aktif üyelerinden biri olduğu, amaçlarını “İzmir ekonomi­sini Türkleştirmek” olarak lanse etti­ği bilinmektedir.Kara Kemal ise bu işin aynısını İs­tanbul’da savaş esnasında yapmış­tı. Bu ikili Teşki- lat’ın Ticariye ko­luna bağlı olarak çalışmaktaydılar.Örgütün, böylesi bir biriminin bu­lunması dahi, sermaye birikimi süre­cindeki aktif rolünü göstermesi açı­sından anlamlıdır.

Gelelim teşkilatın faaliyetlerinin ikinci niteliğine. “İslam Birliği” ara­yışının altı biraz kazınınca işin içinde başka hesaplar olduğu görünmekte. Malum, İttihat ve Terakki’nin en ö- nemli uluslararası desteği Alman­ya’dan gelmekte. Almanya ise dünya çapında İngilizlerle büyük bir sömür­ge savaşma girmiş durumda. Rus­ya’yı da kendisinin Doğu’ya doğru genişlemesinin önündeki önemli en­gellerden biri olarak görüyor. Dolayı­sıyla dönemin emperyalistler arası hesaplaşmalarında Almanya açısın­dan İngiltere ve Rusya’nın zayıflatıl­ması çok önemli bir rol oynuyor. İn­giltere’nin Hindistan başta olmak ü- zere doğu sömürgeleri ile Rusya’nın hâkim olduğu Orta Asya’nın sömür­gecilere karşı harekete geçirilmesi Almanya için çok önemli. Bu hare­ketlenmenin dayanabileceği en ö- nemli ideolojik hareket noktasının ise İslam olacağı düşünülürse, Teşki- lat’ın Anadolu dışındaki faaliyetleri­nin hareket noktası da daha rahat an­laşılabilir. “İttihatçıların ittifakları doğrultusunda Teşkilat-ı Mahsusa, Almanya ile hem fınans, hem de teo- rik-pratik eylem birliği içindeydi. Kafkasya, İran, Ortadoğu, Hindistan ve Afganistan bölgelerinde önceleri

Almanlarla birliktelik sağlanmış, an­cak daha somaları baş. gösteren bazı sorunlar nedeniyle bu dayanışma çö­zülmeye başlamıştı. Almanlar maddi gücü, Teşkilat-ı Mahsusa ise milis a- j anları sayesinde bölge halkının des­teğini sağlamışlardı. Genel planlama Enver Paşa’nın Alman Genelkurmayı ile koordinasyonu sonucu gerçekleş­tirilmişti. Uygulama alanında ise Eş­

ref Sencer’in başkanlığında Zübeyde Saplı, Ahmet Salih Harb, Hilmi Mu- sallimi ve Hamza Osman Erkan gibi serdengeçtiler yer alıyordu... Buna karşı onların Teşkilat-ı Mahsusa’dan bekledikleri şey, İslam ülkelerine sal­dıran Ruslara ve İngilizlere karşı be­şinci kol faaliyetlerini sürdürebil­mekti.” Hatta bazen İslam Birliği’nin bile ötesine geçilen durumlar yaşan­mış gibi görünüyor, abartı olduğu ih­timali bulunsa da , “Hindistan’daki gizli teşkilatımız, büyük muvaffaki­yetler kaydetti. Din farkı olmaksızın Müslüman-Budist-Brahman toplu­luklarını Müstakil Hindistan ideali etrafına toplayan teşebbüsümüze,

Gandi, Mevlana Mehmet Ali, Said Han/Mevlana Mahmut Hüseyin, Ali Şevket, Muhammed Ali Cinnah, şair İkbal, Nehru gibi mücahitler toplan­dı.” Küçük devletin gizli teşkilatının, son kertede emperyalist devletin çı­karlarına çalışmak zorunda olduğu­nun tarihsel bir ifadesi.

Sonuç olarak, Teşkilat-ı Mahsu­sa’nm kimi yönle­rinden yola çıka­rak bugünkü derin devlet icraatları hakkında düşün­mek mümkün. Bugün de derin devlet, ulvi devlet çıkarlarını savun­mak adına ege­men sınıfın çıkar­

ları adına bir iç savaş örgütü gibi ça­lışıyor. Bugün de ulusalcılarımızın kahraman seviyesine sıçrattıkları de­rin devletçiler son kertede ABD em­peryalizminin tetikçiliğini yürütüyor.

Milliyetçi şahlanışın ve sola da sirayet etmeye başlayan ulusalcı faşi­zan yaklaşımların karşısına daha sağ­lam ideolojik argümanlarla çıkabil­mek için İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa gibi Türkiye cumhuriyeti­nin öncüsü olmuş örgütlerin tarihleri­ni daha iyi bilmek ve anlamak duru­mundayız. Enver ve Talat Paşaların yeniden ulusal kahraman seviyesine sıçratılmaya çalışıldığı şu günlerde buna daha çok ihtiyacımız var.

Teşkilat-ı Mahsusa'nın kimi yönlerinden yola çıkarak bu­günkü derin devlet icraatları hakkında düşünmek

mümkün. Bugün de derin devlet, ulvi devlet çıkarlarını savunmak adına egemen sınıfın çıkarları adına bir iç savaş örgütü gibi çalışıyor. Bugün de ulusalcılarımızın kahraman seviyesine sıçrattıkları derin devletçiler son kertede ABD

emperyalizminin tetikçiliğini yürütüyor.

4 9

Page 52: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

Bakü-Tiflis-Ceyhan

FAY HATTIflyş© Tcınsever

Kimi uzmanlara göre BTC eKonomiK olmaktan çok stratejik hesaplarla yapılmıştır. Boru hattından Ceyhan'a akacak petrol miktarı özünde dünya tüketim inin ancak %1'ini oluşturmaktadır. Bu anlamı İle bu petrolün böyle

kilometrelerce akıtılması İçin bunca masrafa, bunca çevre altüstlüğüne gerek var mıydı, diye bir soru sorulabilir.

Ülkemizde bir boru hattı daha a- çıldı: Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattı. Azerbaycan’ın baş­kenti Bakü’den yola çıkan petrol, A- zerbaycan’m Ermenistan’la sınır bo­yunda 400 km’nin üstünde yol kat ettikten sonra, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’e gelip oradan ülkemize giri­yor. Kürt bölgelerini kuzeyden çev­reledikten sonra Akdeniz’de Ceyhan limanından özellikle Avrupa’ya da­ğıtılmak üzere tankerlere yükleniyor.

Çeşitli yönlerden tartışmalı bir boru hattı. Ekonomik olarak, politik olarak, çevresel olarak tartışmalı. Biz bu tartışmalara girmeden önce BTC ile ilgili kaba birkaç bilgi vere­lim.

Dünyanın ikinci uzun boru hattı. En büyüğü Rusya’dan Baltık denizi­ni geçerek Avrupa’ya uzanan petrol boru hattı. Cumhurbaşkanı Ahmet Sezer “21. Yüzyılın İpek Yolu” dese bile özünde ipek gibi narin değil, ka­ba bir ham petrol kitlesi. 1760 km boyunca güvenlik nedeni ile topra­ğın altına gömülmüş bir yeraltı cana­varı. Dağ tepe geçerken birçok doğa güzelliklerini de tahrip etmiş durum­da. Ayrıca gelecekte bir arıza veya bir sabotaj dorumunda çevreye vere­bileceği olası zararların neler olabi­leceği konusu düşündürücü. Ayrıca yol açabileceği sosyal çalkantılar ca­bası. Bakü’den akmaya başlayan petrol ancak 15 gün içinde bu mesa­feyi kat ediyor.

BTC’nin maliyeti çok yüksek,

3.6 milyar dolar. Dünya Bankası, Avrupa Kalkınma Bankası kredi ver­mişler. Mülkiyeti ise çok ortaklı. A- na girişimci İngiliz dev petrol şirke­ti British Petrol (BP), %30.1 hissesi var. İşletimin ana sorumluluğu da o- na ait. Azerbaycan %25 hisse ile i- kinci durumda. Arkasından %8.9 ile ABD dev şirketi Unocal geliyor. ABD’nin başka iki şirketi daha var. Hepsinin hisselerini toplarsak ABD boru hattında 3. büyük hissedar olu­yor. Sonra Norveç, TPAO, İtalya A- gip, Fransa Total, Itochu ve Inpex gi­bi iki Japon hissedarı var.

Finansman kaynağı ve hissedar­lara baktığımız zaman boru hattında çıkarı olanları anlamak mümkün. Bu boru hattı tamamen Batı güçlerinin mülkiyetinde. İşin içinde Rusya yok. Ya da son zamanlarda pek çok yerde petrol alma durumunda olan Çin ya da Hindistan yok. Kanada da yok.

Boru hattının geleceğinin çok parlak olduğu söyleniyor. BTC’ye bağlanacak iki tane daha petrol alanı var. Birincisi Kazakistan’ın dev re­zervleri olduğu söylenen Kaşgan ya­takları Hazar denizinin dibinden Ba- kü’ye akıtılacak. Sonra gene Hazar Denizi’nin doğusunda Türkmenistan petrolleri gene denizin dibinden Ba- kü’ye ulaştırılacak. Böylece BTC ö- zünde yalnız Hazar Denizi değil, tüm Orta Asya petrollerinin Batı’ya akıtılmasınm bir yolu olacak. Orta Asya petrolü sadece Çin gibi, Hin­distan gibi Asya ülkelerinin yarar­

landığı bir enerji kaynağı olmaktan çıkıyor ve Avrupa insanının yada e- konomisinin yararına sunuluyor.

Bütün bunlar BTC’nin öneminin ancak bir parçası. Elbette Azerbay­can’ın petrollerini pazarlaması ülke ekonomisinin kalkınması anlamına geliyor. Batı ile bağları artıyor. Gür­cistan’ın topraklarından geçen boru hattından aldığı vergiler ulusal geli­rinin %1.5’unu oluşturacak. Bizim ülkemiz de boru hattından 200-300 milyon dolar yılda gelir sağlayacak. Ayrıca şimdiye kadar on binlerce in­sana işgücü alanı açmış olması da cabası. Bundan sonra da elbette bir­çok kişi istihdam edilecek. Ayrıca topraklarımızdan bir kara altın ak­mış oluyor.

Son olarak bir de bizim uzmanla­rımız İstanbul boğazını olası tehlike­lerden koruduklarını savunuyorlar. Çünkü petrolün Gürcistan’ın Kara­deniz’de bir limandan gemilerle bo­ğazlar yolu ile Batı’ya açılması planı vardı. Ancak şimdi boğaz trafiği bu dertten kurtarılmış olmaktadır. Doğu topraklarının kirlenmesi pahasına.

BTC’nin ekonomik olarak yarar­larını böylesine sıralamak mümkün.

Ekonomik olmaktan çok stratejik

Kimi uzmanlara göre BTC eko­nomik olmaktan çok stratejik hesap­larla yapılmıştır. Boru hattından Ceyhan’a akacak petrol miktarı ö-

5 0

Page 53: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL-E Kİ M 2006 C |O İ

BTC özünde Hazar petrollerinin Rusya ve İran d en e­tim inden alınması için atılan bir adım dır. V e de bu

anlamıyla Batı'nm açtığı bir fay alanıdır.

zünde dünya tüketiminin ancak %1’ini oluşturmaktadır. Bu anlamı i- le bu petrolün böyle kilometrelerce akıtılması için bunca masrafa, bunca çevre altüstlüğüne gerek var mıydı, diye bir soru sorulabilir.

Hazar havzasının dünyanın bili­nen ve bilinmeyen petrol rezervleri açısından Ortadoğu’dan sonra dün­yanın ikinci ya da üçüncü büyük ala­nı olduğu düşünülüyor. Ve bu alan İ- ran dışında eski Sovyetler Birliği ül­kelerinin sınırları içindedir. Sosya­lizm çöktükten sonra bölge Batı güç­lerinin gözlerini diktikleri bir yer ol­du. Clinton öncülüğünde bu proje çok hızlı bir şekilde hayata geçirildi. Bush bölgeyi Çin’den korumak için Afganistan’a girdi ise Clinton daha “barışçıl” sayılabilecek bir şekilde bölge petrolünü Batı’ya akıtma, onu kuzeydeki Rusya denetiminden kur­tarmaya hizmet etti.

Hazar havzası petrollerini Rusya kendi toprakları üzerinden, Kafkas- lar yolu ile Avrupa’ya akıtmak der- dindeydi. Ancak İran ise bu işte ken­di konumunun daha uygun olduğunu savunuyordu. Haritaya baktığımız zaman gerçekten İran’ın konumunun BTC’den daha uygun olduğunu ka­bul etmemek elde değildir. İran pro­jesine göre Hazar Denizi üzerinden İran limanına gelecek petroller daha kısa bir boru hattı ile istenirse Kör- fez’e ya da başka bir yolla Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e akıtıla- bilecekti. Maliyet açısından bakıldı­ğı zaman hem Rusya hem de İran projeleri çok daha akılcı bir çözüm­dür.

Ancak stratejik açıdan bakıldı­ğında bu iki yolda Batı güçlerinin i- şine gelmemektedir. En başta Ba­tı’nm enerji kaynakları açısından Rusya’ya bağımlı olmaktan tüyleri diken diken olmaktadır. İran ile de i- lişkilerin ne olduğunu yazmaya ge­rek yok. Günümüzde Batı enerji kay­nakları üstünde bir Putin, Ahmedine- jat ya da bir Chaves görmekten çok rahatsız. Ancak bu sorunlar hep ken­di politikalarının yol açtığı sorunlar­dır.

Sonuç olarak BTC özünde Hazar

petrollerinin Rusya ve İran deneti­minden alınması için atılan bir adım­dır. Ve de bu anlamıyla Batı’nm açtı­ğı bir fay alanıdır. Zaten karmaşık bir yapısı olan Hazar havzasının pet­rol ve doğalgazı daha da karmaşık ve sorunlu bir alan haline gelmiştir. BTC ile bölgeye Batı burnunu sok­muştur. Bu anlamı ile ekonomik ol­maktan çok kesinlikle stratejik bir boru hattıdır. Sonuçta bölge ülkeleri ve halkları böyle bir stratejik yapının gerektirdiği bedelleri ödemek zorun­dadırlar.

Kapitalist dünya düzeni böyle iş­liyor. Dünya güçler dengesi böyle şekilleniyor. İran baştan beri petrol ve doğal gazını ABD, Çin, Rusya ve AB gibi dünya güçleri arasında pa­zarlamaya çalışıyor. Onların kendi petrolleri üstündeki çıkar sürtüşme­leri ortasında ayakta durmak için kan ter döküyor. Başına örülen çorapları görüyoruz. Bizim gibi öyle büyük stratejik doğal kaynakları olmayan ülkelerde bu kaynakların akış yolları üstünde kendilerine bir yer, stratejik çıkarlar edinmeye çalışıyorlar ama böylece de büyük risklerin içine atı­

yorlar kendilerini.

Projenin hayata geçirilme dö­nemlerinde Rusya kendine gelme, kendi ayakları üstünde durma, bu konuda “Batı yardım’Y alacağı ha­yalleri içinde dünyayı tozpembe gö­rüyordu ya da görmek zorundaydı. Ayrı bir tartışma konusu. Ancak BTC’nin gerçekleşmesini istemediği kesindi. Eski Sovyetler Birliği üyesi Azerbaycan lideri Haydat Aliyev, Gorbaçov döneminde Sovyetler Bir­liği politbürosuna atanmış, sonra da fazla reformist olduğu için atılmıştı. Sovyetler Birliği parçalanınca KP ü- yelerinin gözden düşmesine rağmen mafya ile işbirliği yaparak Azerbay­can devlet başkanı oldu. Belki de bu Batı’nm daha sonra yaşayacağımız “renkli devrimlerinin” bir ilki sayı­labilecek ABD destekli bir “mafya devrimi” olarak algılanabilir. Haydar Aliyev ülkesini Rusya etkisinden “kurtarıp” Batı yörüngesine soktu. Petrolünü Batı çıkarlarına sundu.

Durum Gürcistan’da da çok fark­lı olmadı. Zamanın Şevarnadzesi de Rusya uyduluğu yerine kurtuluşu

51

Page 54: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

BTC boru hattı AB ve ABD'nin Kafkaslarda "çıkarlarını koruma" adı altında NATO'Iarım buraya yerleştirme ba­

hanesidir. Bölgede Rusya ile hır çıkarma alanıdır. Onu baskı altına alma, ondan tavizler koparma alanıdır.

Batı’da buldu ve ülkesinden Rus as­kerlerinin çekilmesi ve NATO güçle­rinin girmesinin yolunu açtı. Böyle- ce iki tane ülke Rusya’ya karşı Batı saflarına boylu boyunca uzanmışlar­dı. Bizim ülkemizin de Batı’ya ya­ranmak için bu İkiliye eşlik etmeme­si zaten düşünülemezdi. Bizde ABD ve AB aşkı ile bu üçlüye katıldık.

Sözü geçen ülkelerin her birinin kendi komşuları ile sorunları vardır. Azerbaycan Nagorna Karâbağ nede­niyle Ermenistan ile hala savaş duru­mundadır. Henüz barış anlaşması imzalanmamıştır. Gürcistan ise A- bazya gibi çeşitli ayrılıkçı etnik sür­tüşmelerin içindedir. Kafkaslar zaten etnik bir karmaşanın içindedir. Yeni bir Balkan olma yolundadır. Böylece Batı BTC ile yalnız Hazar petrolleri­ne bizzat girmiş olmuyor, aynı za­manda karışık Kafkas bölgesine de yerleşiyordu. Rusya’yı güneyden ku­şatıyordu. Çeçen sorununu da bu sı­rada aklımızın köşesinde tutalım. BE zim ülkemizde de BTC’nin çizdiği rota Kürt halkının yaşadığı bir alan­dır ve her an sürtüşmeye hazır bir bölgedir. Buradan kalkarak bu ülke

halklarının 'BTC' ile elde edeceği maddi çıkarların yaratacağı huzur­suzluklara deyip değmeyeceği tartış­malıdır.

Sonuç olarak; BTC özünde Ha­zar ve Orta Asya petrollerini Rusya ve İran denetiminden kaçırmak, Rus­ya’yı güneyden kuşatmak ve bölge ülkelerini Rusya denetiminden “öz­gürleştirmek” stratejik amacını güt­mektedir. BTC boru hattı AB ve ABD’nin Kafkaslarda “çıkarlarını koruma” adı altında NATO’Iarım bu­raya yerleştirme bahanesidir. Bölge­de Rusya ile hır çıkarma alanıdır. O- nu baskı altına alma, ondan tavizler koparma alanıdır. Gürcistan şimdi­lerde sık sık Rusya ile bir savaşa gi­rebileceği kabadayılığını yapıyor. Topraklarına yerleşen ABD askerleri ve ABD bütçesinden aldığı yardım i- le ayakta duruyor. Aldığı yardım miktarı ülkenin GSMH ile karşılaştı­rıldığında İsrail’den sonra neredeyse ikici sıraya oturmaktadır. Bu ABD ve Batı’nm Rusya’yı kuşatmaya ver­diği önemi gösterir. BTC Azerbay­can ve Gürcistan’ı Rusya’dan kopa­rıp onları Batı ajanı yapmıştır. Dola­

yısıyla Kafkasların patlamaya hazır bir bomba haline gelmesinin temel­leri atılmıştır.

AB ayrıca ekonomik olarak eski sistem ülkelerini kendi topluluğuna alma sözü veriyor. Gürcistan, Ukray­na, Azerbaycan ve Moldavya ile GUAM ülkeleri topluluğunu kurdu. Özbekistan geçen yıl bu topluluktan ayrıldı. Böylece ekonomik olarak da buraya girmeye çalışıyor.

Türkiye’nin hesapları BTC plan­landığında Avrasya Türki halklarına açılmanın bir yolu olarak düşünülü­yordu. Buralardaki TC etkisi artırıla­caktı. TC burada kendisine pazar a- çacaktı. Rusya’ya karşı böyle bir he­def konuluyordu. Politik uzmanları­mız bunun gerisinin getirilemediğini savunsalar bile özünde Rusya ve Ba­tı kapışmasından bizim burjuvazimi­ze pek bir şey düşmeyeceği açıktı. Türkiye de arada bazı ticaret ve inşa­at işleri aldı. O kadar. Bölge genel o- larak süper güçlerin rekabet alanı o- larak kaldı. Ve Türk devleti Rus­ya’ya ve İran’a karşı bir Batı ajanı durumunda kaldı. İki ülke ile olan i- lişkileri soğudu.

Yeni şekillenmelerIrak Savaşı bir dönüm noktası­

dır. ABD ve Batı güçleri burada iste­dikleri başarıyı elde edemediler. O- lay sadece Irak ile sınırlı kalmadı, etkisi tüm Ortadoğu’ya yayıldı. Böl­ge petrolünün tamamen Batı deneti­mine girmesi olası değil. Batı enerji ihtiyacını garantiye alamıyor. Petrol fiyatları bu güvensiz ortamda tır­mandıkça tırmanıyor. Bölgede gide­rek anti-Batı yanlıları güçleniyor. Bu tüm dünyaya yansıyor. Özellikle ABD ve AB çıkarlarına karşı güçle­rin sesi yükseliyor.

Bunun en tipik örneği Rusya’dır. Rusya Putin ile daha Batı’ya karşı durabilen, kendi çıkarlarını savun­mada daha dirençli bir ülke olma yo­lunda. Tam da Batı’nm yokluğunu çektiği enerji alanında bir dev. Çoğu devlet hisseli Gazprom 270 milyar dolarlık varlığı ile dünya’nın 3. bü­yük Çok Uluslu Şirketi (ÇUŞ) Mic- rosoft’u geride bıraktı. En büyük şir-

52

Page 55: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL-EKİM 2006 CJOİ

ketler Exxon Mobil ve General Mo­tors ile başa güreşiyor. Doğalgaz re­zervleri konusunda dünyada bir nu­mara. Batı petrol şirketleri yakında Gazprom’un yanında cüceleşecekler. Bunlar Rusya’yı ekonomik olarak güçlendirdi. Şu anda bütçesi sürekli fazlalık verdiği gibi 170 milyar do­larlık döviz rezervi var. Ekonomik o- larak güçlenen Rusya bunun karşılı­ğı olan siyasi gücünü kurmaya çalı­şıyor.

Rusya enerjisine sahip çıkma ve bununla ABD ve AB’ye karşı kendi çıkarlarını savunma yolunda başarı­lar kazanıyor. Şimdilik direkt bir ça­tışmadan ustaca kaçınsa bile gerekti­ğinde Batı’ya muhalefet ediyor. Or­tadoğu’da ABD karşıtı güçlerle bağ­lantısı var ve onları destekliyor. ABD başkan yardımcısı Dick Che- ney Mayıs ayında Litvanya’da yaptı­ğı konuşmada Rusya ile yeni bir so­ğuk savaş dönemine girilebileceği u- yarısında bulundu. Artık Bush ve Putin eskisi gibi dost değiller.

Rusya AB’yi yanına almaya çalı­şıyor. Enerjisinin kapısını açıyor ve onun eskisi gibi ABD ile arasında i- kili oynamasına izin vermeyeceğini ima ediyor. Ona güvenilir enerji an­laşması yapmayı ve politik ve eko­nomik işbirliği öneriyor. Karşılığın­da kendi çıkarlarına ve güvenliğine saygı istiyor.

Çoktan beri kaybettiği eski sis­tem ülkelerine daha dayatıcı bir şe­kilde sahip çıkmaya çalışıyor. Kış aylarında yaşadığımız Ukrayna gaz olayları bu gelişimin dönüm noktası oldu. Ukrayna Batı’ya bu kadar biti­şik davranma aptallığının bedelini e- nerjisine eskisinden 2.5 milyar dolar fazla ödemekle çekecek. Batı’nm ne kadar arkasında durduğu, diğer ben­zer ülkelere güzel bir ders olmuştur.

Rusya Batı’nın kendisini kuşat­masına karşı oda aktif politika yürü­tüyor. Onların kurduklarına karşı kendi örgütlenmelerini geliştiriyor. Kolektif İşbirliği ve Savunma Örgü- tü'nü kurdu. Buna Beyaz Rusya, Er­menistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan girmiş durumda. Bunlar­la NATO’ya karşı bir askeri örgüt o­

luşturma çabasında. Bunu Asya’daki daha büyük birlikteliği ile bağlama­ya çalışıyor.

Bilindiği gibi Rusya Asya’da Çin ile sıkı bir işbirliği içinde. Şang­hay örgütünün temelleri iyice sağ­lamlaşıyor. Geçen sene içinde çok u-

. zun süren bir ortak askeri tatbikat yaptılar. Kazakistan, Özbekistan, Ta­cikistan, bu örgütün içindeler. Hin­distan ve İran’ı gözlemci statüsün­den asil üye seviyesine çıkarmaya çalışıyorlar. Şanghay ülkeleri ile bu Kolektif İşbirliği ve Savunma Örgü­tü bir şekilde birbirine eklenmeye çalışılıyor. Rusya böylece eski sis­tem ülkelerini ekonomik ve askeri o- larak birleştirip sınırlarını ve de e- nerji kaynaklarını güvenceye almaya uğraşıyor. Irak başarısızlığı sonu­cunda keli görünen ABD ve ittifakı AB’ye karşı 3. bir güç merkezi oluş­turulmaya çalışıyor. Rusya ve Çin böyle bir oluşumun merkezine otura­caklar. Dünya güçler dengesi böyle bir yeni şekillenmeye gidiyor.

Bizim ülkemizde bu oluşumdan nasibini elbette alıyor. Son zaman­larda Ortadoğu’da Hamas ile kuru­

lan bağlantılar, İslam Örgütü ve A- rap Ligi içinde hükümetin daha aktif olması bu gidişe ayak uydurma ça­balarıdır. Hele hele İran ve Batı ara­sında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün arabuluculuğu Türkiye’nin de bu denge içinde kendine yeni bir yer edinme arayışında olduğunun i- şaretleridir. BTC’nin yol açtığı so­ğukluğu bir derece giderme çabaları­dır. Aynı zamanda AB hayallerinin suya düşmeye başladığı bir döneme denk gelmesi hiçte rastlantı olmasa gerektir.

Rusya’nın başını çektiği yeni bir üçüncü güç ABD ve AB karşısında kurulma aşamasındadır. Irak başarı­sızlığı böyle bir oluşumun başarı şansını yükseltmektedir. Türkiye de bu oluşumda kendine bir yer edin­meye çalışıyor. TC, BTC ile Rusya ve İran’a karşı bir eylem yapmasını başka bir şekilde telafi etmeye uğra­şıyor. Batı hayalleri söndükçe yeni oluşum içine girmekten başka çıkar görmüyor olsa gerektir burjuvaları­mız.

Karadeniz’e ABD’yi sokmamış olması Rusya ile olan ilişkileri dü-

Rusya'nm başını çektiği yeni bir üçüncü güç ABD ve AB karşısında kurulma aşamasındadır. Irak başarısızlığı böyle bir oluşumun başarı şansım yükseltmektedir. Türkiye de

bu oluşumda kendine bir yer edinmeye çalışıyor.

53

Page 56: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CJOİ EYLÜLLERİM 2006

zeltmiştir. Ayrıca Samsun üzerinden Ankara’ya uzanacak Mavi Akım do­ğal baz boru hattı iki ülke ilişkilerini daha da geliştiriyor. Balkanlardan gelen doğalgaz Rusya ile bağları sağlamlaştırıyor ve petrol yerine gi­derek daha çok kullanılmaya başla­nan doğalgazdan yararlanma olana­ğını artırmakta, Türkiye’ye ABD ve AB merkezleri dışında yeni bir yer vermektedir. Ayrıca gene Balkanlar­dan geçecek ve Yunanistan’a akıtıla­cak başka bir boru hattı planı vardır. Bunlar BTC yanında Erzurum’a uza­nan doğal gaz boru hattını affettir­mek anlamına gelebilir.

Son olarak Cumhurbaşkanı Ah­met Sezer’in Rusya ziyareti bütün bu gelişmeleri daha bir perçinlemeye çalışan bir sonuç doğurabilir.

SonuçBTC, Sovyetlerin yıkılmasından

sonra Batı’nın Rusya’yı güneyden kuşatma, Hazar ve Orta Asya petrol­lerini Rusya ve İran’ın elinden “kur­tarma” planlarının bir parçasıdır. E- konomik olmaktan çok siyasi bir ö- zellik taşımaktadır. Batı BTC ile yal­nız bu bölgelere girmemiş, aynı za­manda Kafkaslara da burnunu sok­muştur. Burada hızlı bir şekilde as­keri, siyasi ve ekonomik olarak ör-

54

gütlenmektedir. Gürcistan ve Azer­baycan sistemden Batı’ya yamanan ilk ülkelerdir. BTC böyle bir değişi­min baş etmeni olmuştur.

Gerek Hazar Denizi’nde böyle bir fay açılması, gerekse Batı’nın güneyine silahlarını taşımasından Rusya elbette çok rahatsız olmuş ve Türkiye’yi karşısında bir saffa at­mıştır. BTC ekonomik olarak Rus­ya’nın petrol üzerindeki hakimiyeti­ni yıkmaya yetmez, ama Kafkaslar- daki yabancı varlığı elbette gelecek­te büyük çatışmalara gebe olarak ka­lacaktır. Rusya Savunma Bakanı Sergei Ivanov Wall Street Journal’da yayınlanan bir yazısında “Eğer Av­rasya’da büyük pazarlıkta anlaşmaya varılmazsa Rusya ve ABD’nin bura­da çatışmasının şiddetlenmesi kaçı­nılmazdır” diye yazıyordu. Rusya bölgede taviz vermeyeceğini açıklı­yor. Gerekirse sıcak çatışmaya hazır­dır. Zaten Çeçenler konusunda Ba­tı’nm tüm eleştirilerine karşılık sert­liklerini sürdürmeleri bunun işaretle­rini veriyor.

Öte yandan Dick Cheney Hazi­ran başında Kazakistan’a yaptığı zi­yarette “Bu ülke liderlerini bol pet­rollerini Avrupa’ya Rus güdümünde­ki boru hattı yerine ABD güdümün­deki boru hattı ile Türkiye üzerinden

Akdeniz’e akıtmaya çağırdı.” (Ati- mes, 17 Haziran 2006 Michael T Klare’in yazısı) Açık açık bunu söy­leyerek Rusya ile aralarının giderek sertleşeceğinin sinyallerini vermiş oldu. AB’nin enerji konusunda Rus­ya’ya bağlanmasından duyduğu ra­hatsızlığı dile getirdi. İleride bunla­rın her biri iki ülkenin sıcak bir sür­tüşmeye girebileceğinin işaretidir. I- rak’ta başarısızlık, Ortadoğu’da kar­şı güçlerin güçlenmesi, petrol fiyat­larının artması, dünyanın bir numa­ralı enerji tüketicisi ABD’yi hangi çılgınlıklara sürükler belli olmaz. BTC bu anlamda iki ülke arasındaki sürtüşmede stratejik konumunun ge­rektirdiği tehlikeler ile karşı karşıya­dır. Türkiye de olası bu sürtüşmenin bir taraf olarak yakınında bulunmak­tadır.

Rüzgar artık Batı’dan yana esmi­yor. Batı yoksul halklara bir umut ol­maktan çıkıyor. Ülkemizde bu duru­mun farkında olsa gerek. ABD ile u- mutlar ölmektedir. AB’ye girebilme umutları sönmektedir. Yeni kurulma­ya çalışılan Rusya ve Çin merkezli bir oluşumdan çok fazla uzak dur­mamak yerindedir. O nedenle burju­valarımız Cumhurbaşkanı Ahmet. Se- zer’i Rusya’ya gönderirken, Dışişle­ri Bakanı Abdullah Gül ile İran ara­sında bir diplomasiye soyundular.

Petrolün en çok bulunduğu Orta­doğu cayır cayır yanıyor. Halkları petrol zenginliğinden Allah için hiç­bir gün yüzü görmediler. Yakın gele­cekte de göreceğe benzemiyorlar. Hazar bölgesi ve Orta Asya gelece­ğin yeni Ortadoğu’su olmaya aday­dır. BTC borularının geçtiği tüm ül­keler ve üstünde yaşayan halklar böyle bir durumun yeni acı çekenle­ri olmaya adaydırlar. Rekabete ve kara dayalı kapitalist sistemin politi­kaları insanlara refah ve zenginlik­ten çok acılar vaat etmektedir. Ya­vaşta olsa halklar bunların bilincine varıyorlar ama kendi alternatiflerini hayata geçirmede ne yazık ki henüz hem cesaretli değiller hem de kendi­lerine güvenleri yok. Belki de ders a- lacak kadar acı çekmediler.

06.07.2006

Page 57: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

A B D ’d e g ö ç m en

AYAKLAN MAS IMehmet flkyol

ABD'de patlayan göçmen protestosunun sınıf mücadelesi açısından ayrı bir öneme sahip olduğu söylenebilir, daha doğrusu bu ayaklanmanın esas olarak bir

sınıf ayaklanması olduğu söylenmelidir. Yasal oturma İzni isteyen göçmenler mevcut ekonomik sistem için adeta bir saatli bomba haline gelmiştir.

Bu yılın Mart ile Mayıs ayları i- çinde ABD’de Göçmen Yasası’na karşı yapılan gösterilere 5 mil- yon’dan fazla insanın katılması, göç­men sorununu bir kaz daha gündemi­mize getirdi. 11 Eylül sonrası toplum üzerinde estirilen baskı rüzgarlarına karşın milyonlar sokaklara nasıl dö- külebildi? Bu gösterilerde açık bir şekilde başı çeken göçmenlerin top­lum ve üretim sürecinde ne gibi rol oynamaktadırlar sorusu pek çok çev­re tarafından dile getirildi. Örneğin James Petras veya Immanuel Wal- lerstein’in olayı yorumlayan yazıları yayınlandı, konu tartışmaya açıldı. 1

Bu arada başka bir yazı ‘Türkiyeli “Sol” Göçmen Örgütlerinin Tarihine Eleştirel Bir Bakış’ (http://www.sendi- ka.org/yazi.php?yazi_no=6368) adı al­tında göçmen sorununu değişik bir açı­dan irdelemeyi de gündeme getirdi. Her iki tartışmada yer alan şaşırtıcı benzerlikler göçmen konusunu yeni­den derinlikli gözden geçirmeyi zorun­lu kılıyor.

Her üç yazıda, göç nedeni göç­menlerin geldikleri ülkelerde aranılı­yor, göçmenler geldikleri ülkelerde iş bulmadıkları için başka ülkelerde iş aramaya gidenler olarak algılanılı­yor. Oysa tam tersi, göçmenler işgü­cüne ihtiyacı olan ülkeler onları ça­ğırdıkları için göç etmektedirler. Başka türlü söyleyecek olursak göç­men sorununda belirleyici olan geli­nen ülkelerden çok, bulunulan ülke­

lerdeki nedenlerdir. Kitlesel işgücü göçünün yaşandığı 60 Tı yıllar için bu gerçeklik ne kadar doğru ise bu­gün içinde o kadar doğrudur.

Her ne kadar bugün göçmenlerin gittikleri ülkeler, göçmenlerin kendi ülkelerine gelmelerine engel olmak için her türden önlemi alır gibi görü­nüyorsa da göçün nedeni bu ülkeler­de göçmen işgücüne duyulan ihti­yaçtır. Ancak ihtiyaç duyulan işgü­cünün karakteri bugün değişmiştir. 40 yıl önce kitlesel üretim için akar- bantlarda çalışacaklara ihtiyaç duyu­lurken bugün ihtiyaç duyulan işgücü gerek ‘yalın üretim’ için gerekse de hizmet işkolunda ucuz işgücüdür. A- ma öncelikle ABD’deki göçmen gre­vinden başlayarak olayı derinleştir­meye çalışalım. Hemen belirtmekte yarar var, bu hareketin, sınıf müca­delesi açısından sonuçlarının ayrıca değerlendirilmesi gerekir, bu yazı yalnızca hareketin karakterini irdele­meyi amaçlamaktadır.

Göçmen grevi1 Mayıs kavramı ABD’de yaşa­

yan insanlar için her yıldan farklı bir anlam taşıdı, hükümet tarafından de­ğiştirilmek istenen Göçmen Yasa- sı’na karşı sokaklara dökülen özel­likle Latin Amerikalı göçmenler, ilk göçmen grevini gerçekleştirdiler ve tüm ülkede bir gün boyunca hayatı durdurdular.

Los Angeles’teki greve katılan300.000 işçi, “Silikon, Se puede”, artık eylemin zamanı sloganları ile yürürken Chicago’da katılım400.000 civarında oldu. 75.000 işçi­nin katıldığı Denver şehrindeki gös­teriye katılanlar kadar Houston ve San Diego’daki grev ve yürüyüşlere katılım oldu.

Bush hükümetinin göçmen poli­tikasına karşı 25 Mart’ta Los Ange­les’te yapılan “La Gran Marcha” bü­yük yürüyüşüne katılan 750.000 gös­terici aslında 1 Mayıs’ta planlanan Göçmen Grevinin başarılı geçeceği­nin bir işareti olmuştu.' Bunu takiben 10 Nisan’da tüm ülke çapında 94 ay­rı şehirde aynı doğrultuda eylemler yapıldı. Bu kez gösterilerin merkezi500.000 kişinin katılımı ile Dallas oldu. Salt Lake Madison gibi göç­menlerin az yaşadığı şehirlerde bile katılım 40.000’lere kadar çıktı. Bu eylemlere öğrencilerin kendi yön­temleri ile verdikleri destekte ayrı bir öneme sahipti.

Gösteriler HR 4437 adı altında göçmen yasasında hükümetin getir­mek istediği değişikliklere ve artan ırkçılığa karşı yapıldı. Bu yasa deği­şikliği oturma izinsiz yaşayan göç­menlere verilen cezaların artırılması doğrultusundaydı ve yalnızca göç­menler değil, onlara yardım edenle­rin de cezalandırılması öngörülmek­teydi. Aralık ayında mecliste görü­şülmeye başlanan yasa değişikliği i-

55

Page 58: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CJOİ EYLÜL-E Kİ M 2006

le öngörülen cezaların artırılması gündemden çıkarken, örneğin altı yıldan fazla ABD’de yaşadığını ispat eden göçmenlere oturma izni veril­mesi de yasaya eklendi.

ABD’de bugün 11 milyonun üs­tünde oturma izni olmadan yaşayan göçmen olduğu dikkate alınırsa bu sorunun boyutu ve buna bağlı olarak yapılan gösterilen neden bu düzeyle­re ulaştığı daha kolay anlaşılır. 1 Mayıs’ta yapılan göçmen grevi ise 24 saat boyunca göçmenler çalış­mazlarsa toplumsal hayat ne hale ge­lir sorusunu toplumun gündemine yerleştirmeyi amaçlamaktaydı ve bu başarılı bir şekilde gerçekleştirilmiş oldu. Savaş karşıtı güçlerinde etkin olarak katıldığı bu gösteriler, elekt­ronik imkanların desteklenmesi ile amacına ulaşmış oldu.

2004 yılında Sergio Arau tarafın­dan yapılan “A Day Without a Mexi­can” adlı filmden esinlenerek yapı­lan bu eylemler, ABD toplumu için­de biriken sorunların özellikle işçi ve göçmenlerin sorunlarının ne ölçü­lere ulaştığını dünya kamuoyuna gösterdi. Öte yandan dünyanın süper gücü olarak görülen ABD’nin bu im­kanlara göçmen işçilerin ucuz emek gücünü kullanarak da ulaştığı bir kez daha gözler önüne serildi. Tarım, hizmet, temizlik sektörlerinin ucuz göçmen işgücü olmadan çalışmaya­cağı, bu sektörler olmadan da ne ka­dar büyük imkan ve teknolojiye sa­

hip olursa olsun bir toplumun yaşa­yamayacağı bu göçmen grevinin biz- lere gösterdiği önemli bir ders oldu.

Göçmen grevi sonrası1 Mayıs’ta 1.5 milyon göçmen iş­

çinin katılımı ile ABD’de gerçekleşti­rilen “genel grev” kağıtsızların hakla­rı konusunda Avrupa ülkelerinde ya­pılan eylemleri bile gölgede bırakan bir boyuta yükseldi. ABD Başkanı G. Bush tarafından parlamentoya sunu­lan yeni Göçmen Yasası’m protesto eylemleri bu grevle en yüksek nokta­sına ulaştı ve parlamentodaki tartış­malara yeni bir boyut kazandırdı.

Geçen yıl başlayan protesto ey­lemlerinde ana konu, ABD’de çalış­ma izni olmadan yaşayan 12 milyon göçmenin durumlarının yasallaştırıl­masını talep etmekteydi. “Kağıtsız” olarak adlandırılan bu göçmenler, düzenin ihtiyaç duyduğu ucuz işgü­cünü sağlamaktaydı. Son yılların en büyük işçi eylemi olarak değerlendi­rilen göçmen işçilerin sendikalarla birlikte düzenlediği grev çalışanların dayanışması, birlikte mücadelesinin mümkün olduğunu da gösterdi.

ABD’de parlamentolarında gö­rüşülen iki ayrı yasa önerisine karşı Bush yönetimi tarafından getirilen öneriler, her iki yasanın belli konula­rını birleştirmeyi amaçlıyor. Bir yan­dan göçmenler üzerinde baskılar ar­tırılırken bir yandan kağıtsız göç­menlerin bir kısmına oturma izni ve­

rilmesi öngörülmekte. Her yıl ABD’de bulunan 400.000 göçmene belli şartlarda oturma izni vermeyi öngörmekte, ancak asgari ücret ga­ranti edilmemektedir.

Bunun yanı sıra ABD ile Meksi­ka arasına 3100 kilometre uzunlu­ğunda bir duvar örülmesi de öngörü­lüyor. Yeni dönemin Çin Şeddi ola­rak adlandırılan bu duvarın amacı i- se, ABD’ye kaçak yollardan girmeye çalışan göçmenlere set çekmek. Mil­yarlarca dolara mal olacak bu duvar pahalı teknik donanımlara da sahip olacak.

Parlamento seçimlerinin yaklaş­tığı bugünlerde ABD’de bu çerçeve­de tartışmalar giderek alevlenmekte. Göçmenlerin giderek daha fazla in­sanlık dışı davranışlara karşı sesleri­ni yükseltmeleri, gerici çevreler ta­rafından ırkçılığı kışkırtma vesilesi yapılmak isteniyor. Tüm toplumu baskı altına almak isteyen bu çevre­ler kendilerine ilk hedef olarak göç­menleri alıyor, onların yaşam hakla­rını gasp ederek toplum içinde bir korku ortamı yaratmak istiyorlar. Böylece toplum içinde düzene karşı yükselen muhalefet ortadan kaldırıl­mak isteniyor.

Sermayenin bu amaçlarını boşa çıkarmak aynı zamanda sendikal ha­reketin de bir görevi. ABD’de sendi­kal hareketin göçmenlerin bu haklı taleplerine sahip çıkması bu anlamda önemli, sendikal hareket içindeki ye­ni yönelimlerin doğru yolda oldukla­rının da bir göstergesi.

Hareketin örgütleri5 milyonu sokaklara döken hare­

ketin içinde sendikalardan göçmen kurumlarına, politik partilerden yar­dım kuramlarına kadar örgütler yer almakta. Gerek merkezi gerekse de yerelde oluşan geniş birliktelikler bu başarının hazırlayıcıları oldular. An­cak bu örgütlenme içinde İşçi Mer­kezleri (Workcenter) adı verilen ku­ramların ayrı bir yeri var. Başlangıç­ta klasik bir göçmen örgütü olarak kurulan bu kuramlar aşağıda ayrıntı­lı olarak tanımlanan ekonomik süreç içinde yapısal bir değişim geçirdiler.

56

Page 59: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL-EKİM 2006 CJOİ

Bu yapısal değişim konusunda eldeki veriler oldukça az, şu anda 200 civarında bu tipten örgütler bu­lunduğu tahmin ediliyor. Genel ka­rakterleri ise bu yazının sonunda ta­nımlanan ‘yeni tip göçmen örgütleri­ne’ denk düşüyor; hem sendika, hem siyasi parti, hem göçmen demeği ö- zellikleri taşıyorlar. Hareketin temel direkleri oldukları, esas ivmenin bu merkezlerden geldiği herkes tarafın­dan kabul ediliyor. Bu anlamda ayrı bir inceleme konusu olmak zorunda. Şimdiden söylenecek tek şey var, göçmen hareketinin, dolaylı olarak işçi hareketinin ihtiyaç duyduğu ye­ni örgütlenme modelleri yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor.

Hareketin özellikleriToplum dışına itilmiş gibi gözüken

kağıtsız göçmenler için bardağı taşıran damla, önce yasal oturma izni vaadi sonra bunun geriye alınması. Yıllar bo­yu daha iyi şartlarda yaşamak için mü­cadele eden göçmenler tam bir umut ı- şığı görünmeye başlarken tekrar karan­lığa itilmenin öfkesi ile harekete geçti­ler, öfke sele dönüştü ve milyonlan pe­şinden sürükledi.

Bu aynı zamanda düzen tarafın­dan kendilerine verilen role isyandı. İlk göçmen dalgası ile gelenler çalış­ma hayatında kısa zamanda “yerli” işçiler kadar hakka sahip oldular, tek eksikleri vatandaşlık hakları, yani politik haklardı. Başlangıçta ucuza çalıştırıldılar, zamanla toplumla kay­naşarak ücret ayrımcılığını en aza indirmeyi başardılar. Bunda sendika­ların önemsenmeyecek önemli bir payları vardı.

Oysa ekonomik düzenin ucuz iş­gücüne ihtiyacı vardı,, başlangıçta bu işgücünün istenilenden ucuz olması işverenlerin iştahını kabartıyordu. Belli bir süre akarbantlarda çalışa­cak işçilerin tekrar ülkelerine geri dönmeleri ve yerlerine yeniden ucuz işgücü gelmesi sermayenin göçmen politikasının temel direğini oluşturu­yordu. Oysa gelenlerin çok az bir kısmı geri döndü, büyük bir kısmı toplumun bir parçası haline geldi.

Tam bu süreçte Fordist üretim

modelinden “yalın üretim” modeline geçiş süreci başladı ve bu model i- çinde göçmenlerin özel bir yeri var­dı, aşağıda görüleceği gibi göçmen işgücünün yalnızca ucuz olması ye­terli değildi, aynı zamanda insancıl karakterinin de yontulması gerekliy­di. Böylesine bir işgücü olmadan yaldızlı “yalın üretim” modellerinin hiç bir şansı olmayacaktı. Göçmen işgücünü buna razı edebilmek, onla­rın yasal yollardan kapitalist metro­pollere gelişine engel olmak, yasal olmayan yollardan gelen/getirilecek işgücünün istenilen biçime sokulma­sını sağlamak içinde bir yandan göç­men yasaları değiştirilmeye bir yan­dan da yeni Çin duvarları örülmeye başlandı. Üretim sürecinde göçmen işgücüne biçilen bu rolü biraz daha yakından inceleyelim.

Fordizm sonrası dönemde kapitalist

metropollerde göçmen işçilerin üretim süreci

içindeki konumlan70’lerin ortasında kapitalist met­

ropollerde ortaya çıkan ekonomik krizle birlikte gerek sosyal, gerekse de ekonomik politikalarda öncelikle­rin değişmesi gündeme geldi. Buna bağlı olarak yeni bir kapitalist-biri- kim tipi ortaya çıktı. Ford tipi üretim organizasyonunda endüstriyel tüke­tim malları kitlesel olarak üretilir­ken, üretimin rasyonelleştirilmesi, ü- retim sürecinin uluslararasılaşması- nın hızlanması ile yeni türden bir ü- retim organizasyonu giderek zorunlu hale geldi. Bu gelişmelerin ilk belir­tileri, Fordizmle ortaya çıkmış olan “hali vakti yerinde” işçi tipinin kay­bolmaya başlaması, işçilerin tek tek toplum içindeki konumlarının düşü­şe geçmesi, işsizliğin artarak üst bir düzeyde sürekli hale gelmesi, işçi haklarının sürekli budanması oldu. Bunlara paralel olarak hizmet sektö­rü adı altında bir dizi alanlarda çalı­şanların sayısı sürekli bir artış yaşa­dı. ABD metropollerinde başlayan bu gelişme diğer merkezlerde de gözlemlendi.

Azgelişmiş ülkelerde ihracata yönelik bir ekonomik gelişmeyi sü­rekli izafi bir yoksullaşma izliyor. Dünya ekonomisinin içinde bulun­duğu krizle birlikte sosyal sistemle­rin yenilenmesi de kendini dayatı­yor. Sosyal devlet anlayışları gide­rek tarihin çöplüğüne atılıyor.

Bu değişim süreci içinde göçmen işçilerin konumlarında da önemli kay­malar ortaya çıkıyor. Kapitalist metro­pollerde 20. yüzyılın başından itibaren uygulanmaya konan Fordist üretim mantığına göre, işgücü ihtiyacını karşı­lamaya yönelik göçmen işçi politikala­rı iki ihtiyaca cevap vermekteydi, ihti­yaç duyulduğunda hazır olan ve ucuz olan işgücü. 60’h yıllarda kapitalist metropollerde yaşanan hızlı endüstri­leşmeye bağlı olarak buralara göçmen işçi akışı başladı. 75 krizi sonrası ise ö- zellikle hizmet sektöründe işgücü ihti­yacı ortaya çıktı. Göçmen işçilere artık bu sektörde çalışmaya yönelen yerli endüstri işçilerinin ortaya çıkardığı a- çığı kapatmak için ihtiyaç vardı. Bu e- konomik kriz aynı zamanda işverenler tarafından tüm göçmen işçilere “uy­gun” ucuz işyerleri açtırmak içinde bir vesile oldu.

Bu süreç içinde artık üçüncü dünyadan aktif olarak işçi getirme dönemi de sona erdi. Metropollerde­ki göçmenlerin kendi aile ve yakın­larını getirmeye başlamaları ile bu a- kış “doğal” bir hale geldi.

Fordist üretim organizasyonu ile ortaya çıkan işgücü ihtiyacı özellikle düşük ücreti gerektirir. Akarbantta da­ha derin bir işbölümü ve vardiyalı ça­lışma ihtiyacı göçmen işçilerle karşı­landı. İlk aşamada aktif bir arayışla, kontrollü bir şekilde getirilen göçmen işçi akışı, özellikle 70’li yıllarda göç­menlerin kendi aile ve yakınlarını ge­tirmeye başlaması ile pasif ve kontrol­süz bir şekle dönüştü. Böylece, sürekli “taze işgücü” sağlamaya yönelik “mi­safir işçi” mekanizması da artık tarihe karışmaya başladı. Bu sistemin en op­timal işlediği yıllardan 1973 yılında batı Avrupa metropollerinde çalışan 6.5 milyon göçmen işçi aynı zamanda bu ülkelerde çalışan nüfusun % 7.5’nu oluşturmaktaydılar.

57

Page 60: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CJOİ EYLÜL'EKİ M 2006

Göçmen işçiler özellikle kalifiye işçilik gerektirmeyen, düşük ücretli kitlesel üretim yapan endüstriyel iş­yerlerinde çalıştılar. Çalıştıkları ül­kenin işçi sınıfı ile bütünleşerek, dü­şük ücret konumuna son vermemele­ri için, her türlü sosyal ve politik haklardan yoksun bırakıldılar. Böy­lelikle sürekli olarak düşük ücretli a- ğır, pis işlerde çalışma göçmenlerin kaderi oldu.

70’li yılların ortasında yaşanan e- konomik kriz bu sistemin sınırlarını a- çıkça ortaya koydu. İlk işten çıkarılan­lar göçmenler oldu ve önemli bir bölü­mü ülkelerine geri dönmek zorunda kaldılar. Kalanlar daha kötü koşullarda çalışarak sermaye birikiminin hızlan­masına, böylelikle ekonomik krizin at­latılmasına belli bir katkıda bulundu­lar. Bu kriz aynı zamanda Fordizmin krizi oldu ve yeni çıkış yolları arayışı bu dönemde başladı.

Giderek düşen kar oranlarını ar­tırmak için belli başlı dört alanda ça­balar yoğunlaştırıldı:

1. Yeni tekniklerin üretim süre­cinde kullanılmasının yoğunlaştırıl­ması,

2. Hammadde temini, üretim ve tüketimin uluslararasılaştırılmasına hız verilmesi,

3. İşgücü kullanımının daha op­timal hale getirilmesi,

4. Yeni üretim alanlarının açıl­ması.

Bunun için,

1. Üretim sürecinin yeniden or­ganizasyonu,

2. Sermaye ile işgücü arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesi (sos­yal devlete son!),

3. İşgücünün Fordist sistemdeki konumundan çözümlenmesi.

70’li yılların sonunda başlayan bu arayışlar özellikle 80’li yılların sonunda sosyalist sistemin çözülme­si ile gerekli olan son imkanları da bularak uygulamaya konuldu.

Bu arada uluslararası planda üre­timin yeniden paylaşımı yaşandı.

Metropollerdeki üretim “gelişmekte olan” ülkelere kaydırıldı. 1960 ile 1987 arasında dış ülkelerde yatırım 15 misli arttı. (66 milyar dolardan 962 milyar dolara...) İşgücünün u- cuz olduğu bu ülkelere yapılan yatı­rımlarla en uygun yerde üretim yap­ma imkanı yaratıldı. Her ne kadar gelişen teknik, metropollerde üretim yapımını karlı hale getirmeye, böy- lece üretim metropollere geri dön­meye başladıysa da bu çoğu durum­da önemsiz boyutlarda kaldı.

Böylece metropollerde endüstri­yel üretim azalırken, göçmen işgü­cünün yoğun olarak kullanılabildiği alanlarda önemli artışlar görüldü. Bir yandan tekniğin son gelişiminin kullanıldığı, öncelikle “yerli” işgü­cünün çalıştığı “high tech” işkolları- nın yanı sıra, ucuz göçmen işgünün kullanıldığı “sweatshop”larm (ter dükkanları) yaygın olduğu iş alanla­rı da ortaya çıktı. Böylece yeni üre­tim tekniklerinin kullanılabilmesi i- çin gerekli ön şartlar, “esnekleşme” ihtiyacına cevap verme ve “ekonomi dışı” (sweatshop) alanlar yaratıldı.

Genelde kapitalist metropollerde endüstriyel alandan hizmet sektörü­ne doğru ortaya çıkan bu kaymalar i- zafidir, hizmet sektörü olarak adlan­dırılan bu alanlar esas olarak endüst­riyel üretim içinde olması gerekir. Örneğin Lean Produktion esaslarına göre üretimini yeniden organize e- den bir otomobil fabrikası, karlı ol­mayan motor bloğunun temizlenme­si işini bir küçük isletmeye (taşero­na) vererek, ondan belli zamanda belli miktarda temizlenmiş motorları geri ister. (“Just in Time”) Bu taşero­nun yaptığı “üretime bağlı hizmet­tir”. Taşeron için bu işin kar getirme­si onun aynı zamanda kaçak olarak düşük ücretle göçmen işçi çalıştır­ması ile mümkün olmaktadır.

Gene aynı işyerinin büro ve ben­zeri temizlik işleri başka bir taşeron tarafından yapılmakta ve çoğu za­man bu “işverenler” yanlarında ça­lıştırdıkları işçiler için herhangi bir sigorta vs. ödeme “zorunluluğun­dan” kendilerini kurtarmak için ka­ğıt üzerinde firmalar kurmaktadırlar.

Zaten düşük ücretle çalışan göçmen işçi bazı sigorta primlerinin ücretin­den kesilmemesini de “şükranla” karşılamaktadır. Sendikaların pek gi­remedikleri bu alanlarda herhangi bir toplu iş sözleşmesi de bulunma­maktadır. Bu anlamda tam günlük iş­lerden çok, istenildiği zamanda iste­nildiği kadar çalışmayı gerektiren “kısmi işlerin” çığ gibi büyümesi de tesadüf değildir.

“Ekonomi dışı” alanların en be­lirgin özelliği, “olağan” ekonomik a- lanlarla olan sıkı bağıdır. Kanun ve sözleşmelerle işçilerin kazandıkları hakların geçerli olmadığı “ekonomi dışı” alanlarda kar oranı bu nedenle olağanüstü yüksektir ve böylelikle iş­verenlerin elde ettikleri “ekstra kar­lar” dolaylı veya doğrudan “olağan” ekonomiye aktarılmış olmaktadır.

“Ekonomi dışı” alanlar aynı za­manda “yalın üretim” için en uygun koşulları yaratır. Büyük tekeller, ü- retim sürecini Fordist modelde baş­langıcından sonuna kadar üstlenir­ken, yalın üretimle, kar oranı yüksek olmayan, devasa işletmeler için “an­garya” sayılabilecek işler, küçük iş­letmelere devredilir. Özel işleri yap­mada uzmanlaşmış, katı bir hiyerarşi ile üretim yapmak, böylece işgücü sömürüsünü artırarak “angarya” işi karlı hale getiren bu işletmelerin bir bölümü “ekonomi dışı” alanların ö- nemli bir parçasıdır. Bu da ancak bu­ralarda ucuz işgücünün, başka bir deyişle göçmen ve kadın işgücünün yoğun kullanılması ile mümkün ol­maktadır. Böylece “ekonomi dışı” a- lanlar “modern” üretim süreçlerinin giderek ayrılmaz bir parçası haline gelmektedirler. Üretime bağlı hizmet alanlarının bu anlamda birdenbire çoğalması da bunun bir başka gös­tergesidir.

Yukarıda belirtildiği gibi toplum içinde bir yandan “sürünmeden ya­şatacak” düzeyin altında ücretle çalı­şan işçiler ortaya çıkarken bir yan­dan da kendine “belli lüksleri” edi­nebilecek çalışanlar da ortaya çık­maktadır. Bu lükslerin kitlesel üreti­mi olanaklı olmadığından, yoğun e- mek kullanımı kaçınılmazdır. Bu da

58

Page 61: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL-EKİM 2006 C jO İ

ister istemez ucuz işgünü gündeme getirir. Göçmenlerin giderek bu yeni ekonomik düzen içinde yer aldıkları alanların içinde bu tür hizmet sektö­rü de bulunmaktadır.

Bu gelişmelerin sonucu metro­pollere işgücü akını, alman tüm ön­lemlere karşın giderek artmaya de­vam etmektedir. Zaten bu “önlemle­rin” amacı gelişi durdurmak değil, gelenleri “boğaz tokluğuna” çalış­maya zorlamaktır. Geliş “resmen” durdurulduğundan, “yasadışı” yol­lardan olmakta, bu şartlarda gelenler de kendilerine dayatılan her türlü şartı kabul etmektedirler. “Ekonomi dışı” ekonomilerin en fazla önem ka­zandığı ABD’de bulunan “kaçak iş­çilerin” sayısının 12 milyona vardığı tahminleri olayın boyutlarını zaten kendiliğinden göstermektedir. Göç­men yasalarını sürekli değiştiren ba­tı Avrupa ülkelerinin, amaçları yasal gelişi önleyip, metropolleri “kaçak işçi cennetine” çevirmektir diyenlere hak vermemek elde değil.

Gerek kaçak işçiler, gerekse de kötü çalışma koşullarına razı olan göçmenler, kendi içine kapalı etnik topluluklar oluşturmaktadırlar. Ken­di ihtiyaçlarını “ekonomi dışı” yol­larla gidermek bu kesimler için ucu­za gelmekte, böylece üretimden tü­ketime kendi içinde kapalı yeni “e- konomi dışı” alanlar oluşmaktadır.

İ Yaşam için gerekli ihtiyaçları daha da ucuza sağlayan bu kapalı devreler sayesinde, ucuz işgücünün daha da ucuzlaması mümkün hale gelmekte­dir.

Göçmen işgücü kullanımının belli başlı

özellikleri- Göçmen işçi kullanımı artışı, e-

konomik büyümeden daha hızlı ol­maktadır. Bunun en önemli nedeni, göçmen işçilerin endüstri yerine hiz­met sektöründe çalışmaya yönelme- ieridir/yöneltilmeleridir. Pek çok metropolde hizmet sektöründe çalı­şan göçmenlerin sayısı, endüstride çalışanların üzerindedir.

- Göçmenlerin, krizlerden en

fazla etkilenen sektörlerde çalışma­ları, işsizlikten daha fazla etkilenme­leri sonucunu çıkarmaktadır. Göç­men işçiler arasında işsizlik ortala­manın üzerindedir.

- Pek çok işkolu için göçmen iş­gücü kullanımı kaçınılmaz kalmaya devam etmektedir. “Yerli işgücü­nün” çalışmayı kabul etmediği alan­lar, göçmenlere kalmaya devam et­mektedir.

- Göçmen kadınlar önce giderek artan bir şekilde çalışma hayatına gir­mişken, 80’lerin sonundan itibaren, ça­lışan göçmen kadınların oranı düşmeye başlamıştır. Ancak “resmi” verilerdeki bu gelişmeye izafi olarak bakmak ge­rekmektedir. Göçmen kadınların, te­mizlik ve benzeri “ekonomi dışı” “kay­da geçmeyen” alanlarda yoğun olarak çalıştıkları ve bunun yaygınlaştığı bi­linmektedir. Hem göçmen hem de ka­dın olarak en önce işsiz kalan göçmen kadınlar, bu alanlara yönelmesi en ko­lay olan kesimdir.

- Göçmen işçilerin kalifiye dü­zeyleri düşmektedir. Meslek eğiti­minden en az nasiplerini alanlar göç­men işçilerdir.

- İlk göçmen kuşağından olanların bir kısmı geri dönmeye başlarken, on­ların yerini çocukları doldurmaktadır. İlk göçmen kuşağı gelişmekte olan ül­kelerden gelmişken, giderek ekonomik olarak daha geri ülkelerden göçmen a- kışı ortaya çıkmıştır.

- Tek başına çalışmaya gelen göçmen' işçinin yerini, ailesi ile met­ropollere yerleşmeye başlayan göç­menler almıştır.

Sınıf ayaklanmasıABD’de patlayan göçmen pro­

testosuna bu çerçeveden bakıldığın­da sınıf mücadelesi açısından ayrı bir öneme sahip olduğu söylenebilir, daha doğrusu bu ayaklanmanın esas olarak bir sınıf ayaklanması olduğu söylenmelidir. Yasal oturma izni is­teyen göçmenler mevcut ekonomik sistem için adeta bir saatli bomba haline gelmiştir.

Oysa Petras bize “ABD’deki göçmen emek hareketinin dinamik gelişimini ve militanlığını anlamak için, Meksika ve Orta Amerika’da 1980’ler ve 1990’ların derin yapısal değişimini çözümlemek gereklidir” diyerek olayın başka bir boyutu ol­duğunu anlatmaya çalışıyor. Elbette doğrudur, ama olayın kendisini anla­maktan çok ötededir bu açıklama bi­çimi. Hele hareketin militanlığının bir tek göçmenlerin geldikleri ülke­den taşıdıklarını söylemek olayı a- çıklamaktan çok uzaktır. Evet, söz konusu militanlık bir “tohumdur”. Bu tohumu yeşertense yukarıda çizi­len çerçevedir. En iyi tohum bile i- çinde yeşereceği ortamı bulmayınca çürüyüp gider.

Nitekim başlangıçta sözünü etti­ğimiz eleştirel bakış açısı yazısı bu-

Page 62: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

£ |O İ EYLÜL-E Kİ M 2006

nu yapıyor, ne güzel bir tohumumuz var, niye yeşermiyor diye hayıflanıp duruyor. En güzel tohumu gelişi gü­zel bir yere ekerseniz, şansınız varsa yeşerir, genelde onu yeşertecek orta­mı bulamadığı için çürüyüp gider. E- leştirel yazının amacının da bu ol­ması gerekir, çürümüş güzel tohuma ağıt yakmak değil. Tohum nasıl ye­şerir sorusuna ise yeni tip göçmen örgütlenmesi başlığı altında irdele­mekte yarar var.

I. Wallerstein ise “Duvarlar ve Dünya” üzerine burjuvazinin “moral değerlerini” gözden geçirmeyi de­nerken “Birleşik Devletler - Meksika sınırındaki duvarların, insanları dı­şarıda tutmaya yarayan” duvarlar ol­duğunu, amacının “göçmen sayısını sınırlamak” olduğunu belirtiyor. Ne demek gerek bilmiyorum doğrusu.

Yeni tip göçmen örgütlenmesi

, “Ak koyun kara koyun iş üzerin­de belli olur. ”

Hz. Muhammed

Metropol ülkelerde çalışan göç­men işçilerin gerek toplumsal yaşam­daki, gerekse de çalışma hayatında karşılaştıkları ayrımcılık, onların bu toplum içinde, kendilerine biçilen ko­numlarından kaynaklanmakta ve biri diğerinin tamamlayıcısı olmaktadır. Bu durumu yalnız başına “ekonominin ih­tiyaç duyduğu ucuz işgücü” olgusu ile

açıklamaya çalışma, bizi oldukça yü­zeysel sonuçlara vardırmaktadır.

Fordizm sonrası üretim organi­zasyonlarında göçmen işçilere duyu­lan ihtiyaç yalnızca ucuz işgücü ile sınırlı değildir, örneğin aynı zaman­da bu işgücünün gerekli olduğunda kullanılacak kadar “esnek” ve “is­tekli”, başka bir deyişle “taşeronlaş- manın ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte” olması da zorunluluktur. Bu anlamda yeni tip üretim organi­zasyonları eskiden daha da fazla, da­ha da doğrudan, üretim sürecinin günlük hayatı (sosyal yaşamı) etkile­mesini de beraberinde getiriyor. (Marksist anlamda işçinin kendi ü- rettiği ürüne yabancılaşmasının yeni bir boyutu!) Göçmen işçilerde bu ge­lişim daha da çarpıcı bir biçimde gö­ze batmakta! Sonuç, bütün “iyi ni­yetli” veya “kötü niyetli” entegras­yon (toplumla bütünleşme) çabaları­na karşın yerli olmayan işgücünün yerli toplumdan uzaklaşması, adeta “kastlaşması”, başlı başına bir top­lumsal kategori oluşturmasıdır.

İşte karşımızda örgütlenmesi ge­reken böylesine bir yapı var. Klasik örgütlenme modellerinin bu yapıyı örgütlemede yeterince başarı göste- rememesini de bu perspektifle daha iyi anlayabiliriz. Sorun bu yapıya uygun örgütlenme modelleri geliştir­meye talip olmaktır. Hiç kuşkusuz klasik .örgütlenme modelleri (politik örgütlenme, sendikal örgütlenme ve

kültürel vs. örgütlenme = dernekler, demokratik kitle örgütleri) “demode oldu” diyerek onları tarihin çöplüğü­ne atma dönemine daha gelmedik. Bu ekonomik düzen sürdükçe onlar da tarihsel görevlerini yerine getir­mekle yükümlüdürler. Sorun belli bir toplumsal kategori ile bu klasik örgütlenmelerin arasında köprü kur­madır. Gerekçesi ise klasik anlamda demokratik kitle örgütleri ile bu a- landa adım atılamamasıdır.

Yukarıda belirtilen ekonomik ge­lişme, göçmen işgücünü örgütleme­ye talip olan bir yapının üçayak üze­rinde oturmasını zorunlu kılıyor; e- konomik, sendikal ve politik ayak­lar. Daha doğrusu yeni tip örgütlen­me bu üç alanda aynı zamanda aktif olmayı bir yerde zorunlu kılıyor. Ve­rili dönemlere göre bu üç alan deği­şik ağırlıklar taşıyacaktır, hatta biri­si ihmal edilecek düzeyde de kalabi­lir - olmayabilir -. Başka bir deyişle bunlar dinamik - değişen- bir yapıya sahip olmalıdır. Sırası ile irdeleye­lim. Belirtmekte yarar var, irdeleme ağırlıkla sendikal alanda yoğunlaşa­cak. Nedeni özellikle bu alanda dav­ranış gerekliliğinin en yoğun olarak kendisini hissettirmesidir. Aynı za­manda diğer alanlarda belli bir akti- vitenin, tartışmanın yetersiz de olsa varlığı, konuyu öncelikle bu alanda tartışmayı gerekli kılıyor.

1. S e n d ik a l a la n

Belirtildi, göçmen işgücü gide­rek artan oranda, hizmet sektörü de­nilen işkollarında yoğunlaşıyor. Sek­törün özelliği “garanti altına alınma­mış çalışma koşullarıdır”. Toplu iş sözleşmelerinin olmadığı veya uygu­lamaların kontrol edilme imkanları­nın hemen hemen olmadığı alanlar­dır. Sendikalar için bu alanların ör­gütlenmesi ise hem zor hem de kül­fetlidir. Yıllardır bu konunun önemi­ne vurgu yapılmasına karşın, henüz başlangıç adımları bile atılamamış- tır, daha doğrusu adım atmakta sen­dikalar istekli davranmamışlardır.

Bu durum özellikle hizmet sek­törünün tam da göçmen işgücünün çalıştığı alt tabakaları için geçerlidir. Sürekli olarak çalışma sürecinde

6 0

Page 63: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL-EKİ M 2006 CJOİ

hakları gasp edilen hizmet sektörü­nün alt tabakalarında çalışan göçmen işçiler, sorunlarının çözümü için sendikaya başvurduklarında, ilgi görmüyorlar. Nedeni, sendikalar bu sorunların çözümü için, diğer alan­larda çalışan işçilere ayrılan zaman­dan daha fazla süre ayırmak zorunda kalmaları. Bu alanda sendika aidat­ları ile elde edilen “gelirle”, bu so­runların çözümünün “maliyetini” he­sap eden “klasik sendikal mantık” bunun “karlı” bir alan olmadığını hemen görmekte. İsteksizliğin ardın­da yatan çıplak gerçeklik budur.

Dahası, yeni- tip üretim organi­zasyonları sendikaların klasik müca­dele anlayışını da yetersizleştirmek- te. Bir taşeron işyerinde başlayacak bir grevi, taşeron işvereni hemen iş­yerini kapatarak -veya kağıt üzerin­de iflas ettirerek- yambaşında “yeni” bir işyeri kurma esnekliği ile etkisiz- leştirebilmekte. Veya taşerona işve­ren ana işyeri bu işi hemen başka bir taşerona hiç sıkıntı çekmeden akta­rabilmekte. Klasik sendikaların hala “yalınlaşmayan” hantal yapıları bu tür işveren manevralarına karşı etkin bir tavır geliştirmemekteler. Başka bir deyişle işyeri, üretim “yalınlaşı­yorsa” ona karşı mücadele edecek örgütlenme de yalınlaşmak zorunda.

Aynı gerekçeler “yasallık” konu­su içinde geçerli. Kanunlardaki boş­lukları giderek kıvraklaşan yöntem­lerle işçiler aleyhine kullanan bu iş­yerlerine karşı mücadele, yasal sınır­ları zorlamayı gerekli kılıyor. Yasala­ra sıkı sıkıya sarılan -belki de biraz haklı olarak- sendikal hareketten, ya­sal sınırları zorlamayı beklemek için daha epey yol kat etmek gerekli. (Hi­leli bir iflasla işyerini kapatan bir ta­şeron işverene en güzel cevap, en ha­fifinden işyeri işgali gibi yasaları zor­layan bir eylemlilik olmalı.)

Kısacası, karlı bulmadıkları bir alanda hantal kaldıklarını fark eden sendikalar, biraz da çaresizce yasa­larla kör dövüşüne girmektedirler. O zaman, sendikaların yambaşında, bu göreve talip olacak bir örgütlenme ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Hemen belirtmekte yarar var, sadece sendi­

kal çerçevede bu sorunları çözmeye talip olacak bir yapı, başarısızlığa mahkumdur, tıpkı sendikalar gibi. Onu başarıya götürecek olan diğer a- lanlardaki etkinlikleri olacaktır. Ör­neğin bir kültür programı ile sosyal yaşamdan kopuş önlenirken, bu aynı zamanda bir işyeri işgali için gerekli maddi ve manevi ortamı da hazırla­yacaktır. Veya tam tersi. Bir demek çalışması içinde ücret almadan sos­yal bir çalışma yapmaya hazır insan­lar, bir sendikacı görevine soyuna­caklardır.

2 . K ü l tü r e l a la n

Göçmen işçilerin iki kültür ara­sında bocaladıkları haklı olarak çok vurgu yapılan bir olay. Ancak vurgu çoğu zaman gelinilen ülke kültürüne yapılmakta, toplumsal bir kategori haline gelmenin kültürü, çalışılan ül­kenin kültürü unutulmaktadır. Kültü­rel etkinliklerin en temel eksikliği budur, yüzeysel kalmakta, çekim a- lanı olamamaktadır.

Oysa yukarıda belirtildiği gibi yeni üretim organizasyonları giderek artan ölçüde günlük hayatı belirle­mekte, hayatın akışını değiştirmek­tedir. Başka bir deyişle kültürel et­kinlikler bu yeni akışa kendini uy­durmak, bu akışın da kültürü olmak zorundadır. Bu çerçevede ortaya çı­kacak kültürel etkinlikler bir çekim merkezi oluşturacağı gibi, diğer a- lanlarm finansmanına da katkıda bu­lunabilecektir.

3. P o l i t i k a la n

Politik alan konusu epey tartış­ma yaratacak bir sorundur. Göçmen­lerin ülkelerine yönelik politik ör­gütlenmelerinin gerekliliği tartışma götürmediği gibi, bu örgütlenmele­rin işlevleri de nettir. (Buranın ülke­de yürütülen mücadelenin cephe ge­risi olması.) Tartışma noktası, yaşa­nan ülkedeki politik mücadeleye bu tür örgütlenmelerin ne ölçüde katıla­cağı -veya katılabileceğidir-. Her şeyden önce bu tartışmaların sonuç­landırılması zorunluluktur. Yaşanan gerçeklik ise bu tür göçmen politik örgütlenmelerinin bu alanda ya ol­maması veya çok sınırlı düzeyde ol­

masıdır.

Buna ek olarak yaşanan ülkeler­deki politik örgütlenmelerin - özel­likle işçi partilerinin - bu yöndeki çalışmalarının, yani göçmen işçi kit­lesinin politik sorunlarına cevap ver­mesinin yetersizliği de unutulmama­lıdır.

Bu gerçeklikler göçmenlerin po­litik alandaki örgütlenme konusunda belli eksiklerinin olduğunu göster­mekte ve oluşturulacak yeni tip göç­men örgütlenmesinin verili duru­mundan hareketle politik alanda da etkinlik göstermesini gerekli kıl­maktadır. Bunun ölçüsü ise verili du­rumla belirlenmelidir.

Amatörlük - profesyonellik

Göçmen örgütlenmelerinin genel karakteri amatör nitelikte olmaları­dır. Oysa yukarıda belirtilen sorunlar yalnızca amatör bir temelde çözüle­mez. Belli alanlarda başarı belli bir profesyonelliği de gerektirmekte. Buna karşılık, olayın tek yönlü pro­fesyonelce çözümü zaten mümkün değildir. (Mümkün olsaydı sendika­lar bunu zaten yaparlardı.) Geriye her ikisinin karışımı bir çözüm kalır, yani kısmen profesyonel kısmen a- matör çalışma. Oluşturulacak yapı bu gerçeklikten hareket etmeli, buna denk düşen tüzük ve örgütlenme mo­delleri geliştirilmelidir, profesyonel­liğin sosyal hizmet esnaflığına var­maması için gerekli önlemler alın­malıdır. (“Ekmeğimi bu projeden çı­karırım” diyenlere burada soluk al- dırılmamalıdır.)Not: “ Yeni Tip Göçmen Örgütlenme­si” ve “ Fordizm Sonrası Dönemde Ka­pitalist Metropollerde Göçmen İşçile­rin Üretim Süreci İçindeki Konumlan” başlıklı bölümler 1995 yılında yazdığım bir yazının yeniden gözden geçirilmiş i- ki bölümüdür.I. James Petras, “ Mezo-Amerika Kuzey Amerika’ya geliyor: Göçmen işçiler hareketinin diyalektiği, www.sendika.org, 10.06.2006 İmmanuel VVallerstein, Duvarlar ve Dünya, www.sendika.org, 02.06.2006

61

Page 64: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

SINIF MÜCADELESİNİN

SORUNLARI - IIHaşan Oğuz

Sınıf çıkarları dediğimiz toplumsal olgular ye bu olguların bütünü, eğer bunları yok say­mayacaksak, politik güçleri doğurma, esin kaynağı olma ve onları yeniden yaratma e- ğilimleri taşırlar mı? Yani sınıfın maddi çıkarları dediğimiz talepler bütünü, politik alan

yaratmanın temel unsurları olarak görülebilir mi? Başka bir deyişle politik yapılar ile sı­nıf çıkarları arasında karşılıklı bir bağımlılık var mıdır, varsa bu nasıl bir bağımlılıktır?

1. Sınıf’ın yerine ikame edilen değişik toplumsal özneler, sınıf mücadelesini neden bozmuştur?

Bu yazının ikinci bölümüne teo­rik bir tartışma ile başlayacağım. Bu tartışmanın sınıf mücadelesi soru­nunda önemli noktalardan biri oldu­ğuna inanıyorum.

Yazının ilk bölümü yayınlandık­tan sonra bazı arkadaşlardan bir ko­nuda uyarı aldım. Bu uyarının özü şuydu; politika mı sınıf çıkarların­dan, sınıf çıkarları mı politikadan önce gelir? Arkadaşlar haklı olarak benim ilk yazımda bu soruya gere­ken cevabı vermediğimi düşünmüş­ler. Haklı olabilirler. Belli ki bu ko­nuda Ernesto Laclau’nun eserinde i- fade edilen argümanlar önemli oran­da etkili olmuşa benziyor. Bu neden­le uyarıyı da dikkate alarak tartışma konumuz olan ekonomi ile politika arasındaki ilişkiye sınıf mücadelesi bağlamında yeniden döneceğim. Bu artık zorunlu hale gelmiştir.

Bazı liberal sol teorisyenler (me­sela Mouffe, Laclau, Hindens, Hirst vb.) şunu sıklıkla iddia ediyorlar; sı­nıf çıkarları, ancak ideolojik/politik olarak ifade edildikten sonra bir an­lam ifade eder! Dolayısıyla sınıf çı­karlarını politikadan önce tasarlamak doğru değildir! Sınıf çıkarlarının or­taya çıkması daha çok politika sofra­sına aittir vb! Mesela liberal sol teo- risyenlerden Laclau’nun düşüncesi

böyledir.1 Bu tartışmada Laclau gibi yazarların ortak düşüncesi genellikle iki ana nedene dayandırılır; ilk öner­mede maddi sınıf çıkarlarının, ba- ğımsız/özerk bir varlığa sahip olma­dığı ifade edilmektedir. İkincisi de sınıf çıkarlarının, aslında politika ve ideolojiler tarafından oluşturulmuş olduğudur. Yani maddi sınıf çıkarla­rını belirleyen özne esas olarak sını­fın var oluş biçimi değil, politika ve ideolojilerdir! Nitekim savunulan düşünce daha sonra oluşturulan ’de­mokratik strateji’ kuramı açısından önemli bir savunu noktasını oluştu­racaktır.

Gerçekte sınıf çıkarları postulatı (sınıfın var oluşu ile ortaya çıkan re- el gerçeklik olarak), politikadan ve i- deolojiden önce var olan temel bir olgu iken, bu tez yazarlarca neden tersine çevrilmiştir? Çünkü tümüyle politik varsayımlardan proletaryayı kovmak ve sınıf temeline dayanan bir kurtuluş mücadelesinin (sınıf mü­cadelesinin) yükünden kurtulmak a- maçlanmıştır. Başka bir deyişle sınıf mücadelesini sistem içi bir soruna dönüştürerek kapitalizmi aklamak, sınıflararası uyumu öngörmek ve böylece devrimci bir dönüşüm süre­cinden kurtulmak hedeflenmiştir.

Bu savunuların yanıltıcı olduğu­nu uzun uzadıya eleştirel bir süzgeç­ten geçirmenin çok fazla anlamlı ola­cağını sanmıyorum. Bunu bir yönüy­

le zâten “Demokrasi, Sosyalizm ve İşçi Sınıfı“ adlı eserde yapmıştım. Bu yazının ana konusu değil. Ancak kanımca bu düşüncelerin evrileceği doğal sonuç önemlidir. Bunun iki te­mel sonucu vardır; ilki işçi sınıfının toplumsal devrim sürecinde değiştir- me/dönüştürme rolünün yok sayıl­masıdır. Hatta sınıfların giderek ö- nemsiz bir olgu olarak tanımlanma­sına yol açan argümanların gündeme gelmesidir. İkincisi ve daha önemli­si, bu yazının da konusu olan sınıf mücadelesi alanına ilişkin olan de­ğerlendirmelerdir. Yani fiili olarak sınıf mücadelesinin revize edilmesi olarak... Dolayısıyla bu düşünüş tar­zı, sınıf çıkarları ekseninde büyüme­ye yönelik eğilimleri geliştiren sınıf mücadelesi diyalektiğinin, gerek ide­oloji ve politika alanında gerekse e- konomi alanında rolünün yadsınma­sına ya da hafife alınmasına yol açan sonuçlar da açığa çıkarmıştır. Demek ki sorun, proletaryanın kendi sınıf çı­karından hareket etmesi ya da bu mücadelenin politik/ideolojik hedef­lere dönüşmediği veya dönüşemeye- ceği sorunu değildir. Oysa tarih ka­nıtlamıştır ki, bu, her zaman olanak­lı olan bir gerçekliği ifade eder. Eko­nomik çıkarların veya sınıfın diğer çıkarlarının politik mücadelede ö- nemsiz bir yer teşkil ettiğinin ileri sürülmesinin esas amacı, sınıf müca­delesi kuramını çarpıtmak ve revize etmektir. Bu mantığın daha genel a-

6 2

Page 65: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'EKİM 2006 CJOİ

maçı ise devrimin yerine evrimci/re- formcu bir sürecin öngörülmesidir. Böylece politik ve ideolojik mücade­le alanında, sınıfların ve sınıf müca­delesinin belirleyici rolünün olama­yacağını, dolayısıyla bu mücadelenin ekonomik-nesnel bir temele dayana­mayacağını kanıtlama uğraşısı, bu teorisyenlerin temel bir duruşu anla­mına gelmektedir. Bu açıkça gerici ve revizyonist bir teoridir.

Bu tartışmanın ‘sınıf mücadelesi sorunları’ açısından önemli olduğu­nu düşünüyorum.

O halde meseleyi bazı sorularla ilerletelim; önce şu soru ile başlaya­lım; sınıf çıkarları dediğimiz top­lumsal olgular ve bu olguların bütü­nü, eğer bunları yok saymayacaksak, politik güçleri doğurma, esin kayna­ğı olma ve onları yeniden yaratma e- ğilimleri taşırlar mı? Yani sınıfın maddi çıkarları dediğimiz talepler bütünü, politik alan yaratmanın te­mel unsurları olarak görülebilir mi? Başka bir deyişle politik yapılar ile sınıf çıkarları arasında karşılıklı bir bağımlılık var mıdır, varsa bu nasıl bir bağımlılıktır? Bunu bir zorunlu­luk olarak görebi­lir miyiz?

Bu sorular tartışmanın kritik noktasıdır. Ancak bu sorulara veri­len cevaplar libe­ral teorisyenlerce genellikle olum­suz karşılanmış­tır. Liberal sol tezlere göre böyle zorunlu bir bağım­lılık öngörülemez. Olsa olsa bu ba­ğımlılık ancak ’konjonktürel’ olarak varsayılabilir. Bu durumda kaçınıl­maz olarak karşımıza başka bir temel sorun daha çıkar; kapitalizmin dev­rimci yoldan dönüşümü ve giderek sınıfların ortadan kaldırılması hede­fine dayanan sosyalizm mücadelesi, asla sınıfın maddi çıkarlarına, dola­yısıyla sınıfın politika ile bağlantısı­na dayanan bir mücadeleyi gerekli kılmaz! Çünkü ikisi arasında zorunlu bir bağlantı yoktur! Böylece sosya­lizm, kurtuluş imgesini ifade eden

bir sistemden çok, soyut anlamda po­litik varsayım düzeyine indirgenen bir sistem anlamına gelir. Nitekim geçmişte sosyalizmin mücadele tari­hinde benzer tartışmaların olduğunu biliyoruz.

Günümüzde de liberal solun or­tak söylemi hemen hemen aynıdır. Yani politika ile sınıf bağının redde­dilmesine dayanan söylemdir bu. O- luşan politik yapılar ile sınıf yapıları arasındaki bağlantının koparıldığı, dolayısıyla sınıf mücadelesi ile iliş­kisinin yok sayıldığı bir paradoksla karşı karşıya bulunmakta olduğumuz artık yadsınamaz bir gerçekliktir. Onlara göre böyle bir ilişki / bağlan­tı öngörülemez. Böyle bir bağlantı olmadığı gibi yansıtıcısı da değildir. Bu yazarların dilinden anlaşılması gereken bağlantı, olsa olsa sadece fabrikada işçi ile işveren arasındaki ilişki ile sınırlıdır. Dolayısıyla libe­ral sol söyleme göre sınıf çatışması fabrikadaki çatışma gibi bir anlam taşımadığı için (sınıf mücadelesin­den anlaşılan olsa olsa fabrikada baş gösteren bir grev hareketi ile sınırlı­dır) politik mücadelenin kendisi bu nedenle sınıflararası çatışmanın bir

yansıtıcısı değildir. Mesela ister ya­sal düzeyde sosyalist örgütlenmeler olsun, isterse burjuva parti örgütlen­meleri olsun, bu örgütlenmeler ara­sındaki mücadele, başka bir deyişle politik mücadele, bu anlayışa göre sınıf çatışmalarını fabrika düzeyinde olduğu gibi bire bir yaşamadıkları i- çin, bu mücadelelerin esin kaynağı­nın sınıf çıkarları olmadığı, hatta maddi ekonomik sınıf çıkarlarının mücadele üzerinde belirleyici bir ro­lü olmadığı gibi bir sonucu varsay­maktadır.

Bunun doğal ve kaçınılmaz so­

nucu, sınıf mücadelesi kuramının re- vize edilmesi olmuştur. Artık sınıf mücadelesi bu yazarların dilinde, iş­çi sınıfının olmadığı veya en iyi ihti­malle belirleyici olmadığı, yerine sı­nıf dışı öznelerin devreye girdiği, dolayısıyla süreci bu sınıf dışı özne­lerin belirlediği yeni bir mücadele biçimi almıştır! İşçi sınıfının merke­zi konumunun kaybolduğu, buna karşın sınıf dışı öznelerin belirleyici olduğu iddia edilen bir mücadele an­layışı, nasıl olurda sınıf mücadelesi olarak kabul edilebilir? Aslında bu söylem, yani ‘sınıf mücadelesi’ ifa­desi, yazarların dilinde kapsadığı sı­nırla tanımlıdır. Yani şunu demek is­tiyorum; ‘sınıf mücadelesi’ olarak e- le aldıkları kavram, ekonomik, poli­tik ve ideolojik hedefleri olan bir mücadele değil, olsa olsa salt ‘de­mokratik mücadele’ alanı ile sınırla­nan bir kavrama dayanır. Yani sınıf mücadelesi hem sistem içi düzeltme hareketi ile sınırlı bir harekettir hem de bu hareketin önderliği sınıf dışı kesimlere bırakılmıştır. Böylece işçi sınıfı, merkezi konumdan uzaklaştı­rılmış ve sınıf hegemonyası redde­dilmiştir. Onlara göre sınıf mücade­

lesi stratejisinin oturacağı ' temel bu nedenle de­mokratik mücade­le alanıdır! Başka bir deyişle sınıf mücadelesini sı­nıfın ’ dışındaki güçlere havale e- den, dolayısıyla işçi sınıfının he­

gemonyasını reddeden, başka bir de­yişle sınıflararası koalisyon anlamı­na gelen (bunun kaçınılmaz zorunlu­luğu sınıflararası uzlaşma politikası­dır) ve sistem içinde düzeltmelerle malul bir tasarım, nasıl olurda dev­rimci bir sınıf mücadelesi kuramı ye­rine ikame edilebilir? Şaşırmamak elde değil. Ama adı üzerinde, artık bu sınıf mücadelesinden başka her şeydir, ama asla kavramın gerçek an­lamı ile sınıf mücadelesinin kendisi değildir.

Bu tartışmalardan, somut durum­da var olan gerçeklikten ya da yanıl-

İşçi sınıfının merkezi konumunun kaybolduğu, buna karşın sınıf dışı öznelerin belirleyici olduğu iddia edilen bir mü­cadele anlayışı, nasıl olurda sınıf mücadelesi olarak kabul edilebilir? Aslında bu söylem, yani 'sınıf mücadelesi' ifa­

desi, yazarların dilinde kapsadığı sınırla tanımlıdır.

65

Page 66: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

C jO İ EYLÜL E Kİ M 2006

tıcı sonuçlardan elbette bir doğru ya­ratılamaz. Bugün politik yapıların çoğunun program metinleri dışında sınıf ile bağlarının olmaması, tartış­manın özünü karartmaya neden ola­maz. Tartışma böyle de sürdürüle­mez. Sınıfı iyi ya da kötü düzeyde de olsa temsil etme, daha kötüsünü söy­leyelim, en azından sınıfın ileri ke­simlerini bile bağrında birleştirme yeteneği gösterememiş marjinal / grup yapıların dahi, bu koşullarda politikanın sınıf çıkarlarından ayrı bir mecrası olduğu düşünülemez. Bir düşünce etrafında iki kişinin yan ya­na gelmesi ve sosyalist politika için kavgaya atılması bile sınıf çıkarla­rından ayrı düşünülemez. Yoksa şöy­le bir var oluş tarzı olamazdı herhal­de; o zaman sınıf çıkarlarının varlığı bağımsız varlık değildir ve biz de bu nedenle onunla ilişkilenemeyiz. Oy­sa bizim dışımızda, yani politik mü­cadelenin dışında, ondan önce oluş­muş olan bir sınıf çıkarlarını varsay­mamış olurduk. Ya da tersinden bu teorisyenlerce öngörülen sınıf çıkar­ları politik mücadelenin varlığı ile o- luşmuş, dolayısıyla maddi bir olguyu sübjektif etkenlere bağlayan bir mantığı egemen kılmış oluruz ki, bu­nun anlaşılır bir yanı olacağını öngö­renleyiz. Bunun Marksizm ile uzak­tan yakından bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum. Sonuçta böyle bir anla­

yış sosyalist politikayı, asli özne o- lan proletaryadan kopartan bir anlatı­mı ifade eder ki, bu bütünüyle Mark­sizm’den kopmak demektir. Sınıfsız bir var oluş ve öznesiz bir politika, asla sınıf mücadelesi kuramı ile bağ­daşır değildir. Önerilen ise tam da budur; ‘sınıfsız bir var oluş, öznesiz bir politika!’Yani politika sınıfsız kalacak, sınıf da politikasız... Bu ol­sa olsa ancak kapitalist sistem içinde konumlanan bir arayışın ürünü olabi­lirdi. Daha ötesi değil.

Kuşkusuz böyle bir tasarı, doğal olarak politik örgütlerin olması ge­rektiği hal ile olan arasındaki ayrımı da silikleştirir. Dahası yaşadığımız koşullarda olduğu gibi, politik alan­da sınıf çıkarlarını temsil edemeyen ve tarihi rolünü yerine getiremeyen bir yapının oluşumu ile karşı karşıya kalabiliriz. Sorun böyle konulunca aslında yapılan, sınıf ve sınıf çıkarla­rı ile politik yapılar arasındaki ilişki­nin başarısızlığının (nedensellikler) sorgulanması değil, politik yapı ile sınıf yapıları arasındaki diyalektik bağın ‘bağdaşmazlığının’ sorgulan­masıdır. Başka bir deyişle politik ya­pıların, sınıf ile bağlarının kopuşuna neden olan sorunların sorgulanma­sından çok (mesela bilinç, strateji, taktik, çalışma veya politika yapma biçimleri, örgüt formu vs. gibi süb­jektif olgular olarak), sorun hem sı­

nıf kuramına hem de ideolojik var o- luşa (yani Marksist teoriye) karşı saldırı amacına dönük bir çabayı ifa­de eder. Bunu da sözde Marksizm’e dönük bir eleştiri (ya da Marksizm’i aşma!) olarak sunabilirler. Kuşkusuz gerçek bu değil. Beyhude bir çaba. Marksizm elbette eleştirilebilirler. Hatta aşılabilir de. Kimse Mark­sizm’i birer dogmalar yığını olarak görmüyor, görmemelidir. Ancak böy­le bir iddia da bulunan herkes laf et­meden önce düşünmeli, hem de çok düşünmeli ve ondan sonra laf etmeli­dir. Bu teorisyenler Marksizm’i nasıl eleştirdiklerini ve nasıl aştıklarını kanıtlarıyla göstermelidirler ki, biz­de buna inanalım ve onların arkasın­dan gidelim. Böyle bir iddiada bu­lunmak için herkes biraz boyunun ölçüsüne göre davranmalıdır. Kuşku­suz bu derece ölçüsüz atanlar biraz da hadlerini bilmelidirler. Elbette ya­pılanlar başkadır. Sırtlarında yumur­ta küfesi olmayan batı aydınlarının, ‘cam fanus Tarda oturdukları yerden eleştiri yapmaları elbette haklarıdır, ama bu asla doğruya tekabül eden bir eleştiri anlamına gelmez. Zira ilerle­tici eleştirinin mekanı her zaman pratik olmuştur. Bu nedenle teori as­la mekansız ve tarihsiz bırakılamaz. Marksizm pratik üzerinden doğmuş­tur ve pratik üzerinden gelişmiştir. Marksizm’i eleştirme, hatta aşma a- dına yola çıkanlar, genellikle Mark­sizm’i sistem içine çekme amacı ta­şıyanlardır. ‘Bugüne kadar Mark­sizm ne çekmişse kendi düşmanla­rından değil, yalancı dostlarından çekmiştir’ sözü bu nedenle yabana a- tılamaz.

Böyle bir anlatıma dayananlar, yani politikadan önce sınıf çıkarları olmadığını ifade edenler, rüyalarını masa başında görenlerdir. Düşünce­lerini hayattan kopuk ve uyduruk te­orik kırıntılara dayandıranlardır. Bunlar genellikle yaldızlı köşklerde yaşayan tatlı su solcularıdır.

Bu yargı sözde bir teori haline getirilince, doğal olarak politika sı­nıfsız kalmış, sosyalizm de amaçsız bir soyutlamaya dönüşmüştür. Olan da budur. Peki, ama buradan nasıl bir iktidar ufku, özel mülkiyetin kaldı-

64

Page 67: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'E Kİ M 2006 t | O İ

rılması ve sınıfsız bir toplum öngö­rüsü çıkarılabilir? Açıktır ki bu dü­şüncenin sahipleri, bizlere, kapita­lizm koşullarında ‘demokratizm’den öteye gerek olmadığını salık ver­mektedirler. Yani ‘yıkamıyorsak in­sancıl kapitalizmde yaşayalım’ di­yenlerin esinlendikleri teorik cephe buydu. Bu batının sözde Marksist aydınlarının yıkılan hayallerinin kı­rılma noktasıydı. Yalnız batının de­ğil, batı tezlerinin kıl kuyruğuna ta­kılan Türkiye’nin liberal aydınları­nın da yıkılan hayallerinin rüyalarıy­dı. Şimdi biraz medyanın yalakalık­larını yaparak para kazanıyorlar, bi­raz da ‘mürekkep yaladıkları’ için ü- niversitelerin aydın kılıklı profesör­leri, hocaları olarak vaazlar veriyor­lar. Burjuvazi şimdi onları allayıp pulluyor ve devrimci sosyalistlere karşı huruç hareketinde birer piyon olarak kullanıyor. Öyle geldiler, ama öyle de gidiyorlar.

Her neyse, yeniden konumuza dönersek:

Gerek ekonomi ile politika ara­sında, gerekse ideoloji ve politika ile sınıf yapıları arasında ortaya çıkan i- lişki basit ve tekdüze bir ilişki değil­dir. Bütün mesele bu ilişkiyi reddet­mek değil, tersine onu çözümlemek ve anlamaktır. Esas olan da budur. Bu ilişkiyi reddedenler, doğal olarak işçi sınıfının sınıf mücadelesi aracılı­ğı ile sosyalizm yolunda ilerleme­si ve kendi kendi­ni sönümlendir­mesi hareketini de reddetmek zorun­da kalmışlardır.İşte size bir ör­nek. Bakınız bu noktada Laclau ne diyor; “Kendi ba­şına ele alman ideolojik öğelerin hiç­bir zorunlu sınıf ifadesi (çağrışım) olmadığını ve sınıfsal ifadenin, an­cak bu öğelerin somut bir ideolojik söylem halinde eklemlenmesi sonu­cu oluşacağını kabul etmek. Bu da bir ideolojinin sınıfsal içeriğini ana­liz etmek için önkoşulun, soruştur­mayı baştan sona ideolojik söylemin özgül birliğini kurarak yürütmek ol­

duğu anlamına gelir.“2

En iyi yorumla bize söylenen şu­dur; toplumsal dönüşümü hedefleyen ideolojik temelli politik bir hareke­tin, ekonomik/sınıfsal koşullardan kaynağını almasına gerek yoktur! Çünkü bu teorisyenlere göre ekono­mik alanla ideolojik-siyasal alan ara­sında zorunlu hiçbir bağ yoktur! Do­ğal olarak bu düşüncenin sonucu e- mek ile sermaye arasındaki ilişkinin reddedilmesi, en azından görünmez kılman bir mantığın açığa çıkması olmuştur. Böylece sosyalizm tasarısı da anlaşılmaz bir kaotik duruma yol açmıştır. Gerçekten sosyalizm, bu te- orisyenlerin dilinde sömürü ilişkile­rinin tasfiye edilmesinden ve sınıfla­rın ortadan kaldırılmasından çok, bir insan hakları veya birey hakları dü­zeyinde ele alman bir tasarım olarak ortaya çıkmıştır.

Böyle bir yaklaşım tarzı doğaldır ki, kapitalizmin niteliğini tümden değiştirme anlamına gelir. Bu mantı­ğın doğal sonucu; kapitalizmde kaba sömürüye hayır, ama ‘demokratik sömürüye’ evet demektir. Böylece kapitalizmi tasfiye etmek değil, onu ‘insancıl-demokrat’ kılmak esas hali­ne dönüşmüştür. Bu da açık cephe­den Marksizm’in reddi olmuştur.

Kuşkusuz kapitalizmi devrimci bir dönüşüme uğratmak, dolayısıyla

sınıf çıkarları temelinde politik hare­keti örgütlemek ve sınıfla olan bağı­nı güçlendirmek her zaman zorlu bir süreci gerektirmiştir. Bu yolda so­runlar yaşanmış, hatta politik hare­ketler içinde bölünmeler dahi ger­çekleşmiştir. Gerek işçi sınıfı hare­keti içinde sınıf içi ittifaklar soru­nunda, gerekse örgüt ve bilinç sorun­larında, dahası proletarya ile diğer

toplymsal hareketler arasında belir­gin olarak ortaya çıkan bu ve benzer sorunlar hep yaşana gelmiş sorunlar olmuştur. İçinde yaşadığımız dönem­de bu kırılmalar daha da ağır seyret­mektedir. Gerçekte bu sorunlar tar­tışma götürür sorunlar olmuştur, bundan böyle de olacaktır. Ancak bu sınıfın rolünü yok saymayı asla ge­rektirecek bir tartışma düzeyi ola­maz. Bu ilerletici bir tartışma da de­ğildir. Burjuvazinin soldan Marksist teoriye karşı açmış olduğu bir haçlı savaşıdır.

Bu hareketlerin kendi aralarında­ki ilişkilerde dahi hedefleri karmaşık ve bulanıktır. Bir bütünlüğü ifade et­mezler. Hem kendi içlerinde toplum­sal çıkarlarla neyi temsil ettikleri belli değildir hem de ciddiye alına­cak bir siyasal temsiliyet gücüne sa­hip değildirler. Her şeyden önce bu güçlerin toplumsal çıkarları, ideolo­jik ve politik alandan özerk kurul­muş oldukları için (kendileri öyle ta­nımlıyorlar) sınıfsal çıkarlar yerine ağırlıklı olarak kolay bir yönelime, söylemsel yönelime dönük bir çaba­yı temsil ederler. Bu çevreler sınıfın dönemsel gerilemelerinden hareketle Marksizm’i sorgularken, kendileri bu ‘söylemsel bağ’ ötesinde hem sı- nıfsızlığı hem de şekilsiz bir ’halkı’ hedef almışlardır. Bu ne toplumsal bir dönüşüme ne de sosyalizm hede­

fine hizmet etmiş­tir. Bu olsa olsa kapitalizmin ya­şamını uzatmaya dönük bir çabayı ifade etmiştir. Da­ha ötesi değil.

Proletaryanın yerine sınıf dışı toplumsal öznele­ri geçirenler ve bu

hareketlerin özgül hedeflerini izah e- denler, tümüyle sosyalizm projesin­den kopmuş olduklarını böylece gös­termiş oldular.

2. Türkiye’de sınıf mücadelesi­nin sorunları ve teorinin önemi ü- zerine

Bu tartışmalardan sonra Türkiye için çıkarılan sonuçlara bakmak ge-

Gerek ekonomi ile politika arasında, gerekse ideoloji ve politika ile sınıf yapılan arasında ortaya çıkan ilişki basit ve tekdüze bir ilişki

değildir. Bütün mesele bu ilişkiyi reddetmek değil, tersine onu çö­zümlemek ve anlamaktır. Esas oian da budur. Bu ilişkiyi reddeden­ler, doğal olarak işçi sınıfının sınıf mücadelesi aracılığı ile sosyalizm yolunda ilerlemesi ve kendi kendini sönümlendirmesi hareketini de

reddetmek zorunda kalmışlardır.

65

Page 68: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

C |O İ EYLÜLEKİM 2006

rekir. İlk bakışta ekonomik temelli sınıf çıkarları ile politik çıkarlar ara­sında herhangi bir ilişki yokmuş gibi gelmektedir çoğumuza. İlk algılama bu belki. Ama gerçekten bu büyük bir yanılgıdır. Şunu elbette biliyoruz; ilk başta sınıf çıkarları dediğimiz maddi ekonomik çıkarlar, mekanik bir tarzda politik alana aktarılamaz. Bunu yukarıda kısaca izah ettik. Böylece motomot bir tarzda her eko­nomik durum için politik bir biçim­den bahsedilemez. Türkiye’de eko­nominin oluşum biçimi ile politik bi­çimi arasında eşit ve paralel bir ilişki yoktur. Dolayısıyla her zaman kolay­ca ekonomik duruma uygun, ona denk düşen bir politik biçimden bah­setmek zordur. Yine de durumun böyle olması her iki alan arasındaki bağlantının olmadığını söylememizi kuşkusuz gerektirmez. Bu nokta ye­terince tartışıldı. İşin bir yanı bu. Di­ğer yanı da Türkiye’de oluşmuş ya­pıların sınıfla olan bağlantısı ve iliş­kisi sorunudur. Zaten bu nokta sürek­li sorunlu olagelmiştir. Aslında bu mesele uluslararası komünist hareket için de geçerli bir söylemdir. Ancak bizde ister liberal sol olsun, isterse Marksist sol ol­sun, ilkinde bu sorun teorik dü­zeyde, İkincisinde ağırlıklı olarak pratik düzeyde hep krizsel bir du­rumu ifade etmiş­tir. Liberal sol i- çin zaten çoktan beri proletarya kav­ramı dama atılmıştır ve bu nedenle bu sorun onlar açısından teorik dü­zeyde çözümlenmiştir. Şimdilik bu yaklaşımı geçiyorum. Marksist sola gelince; burada en büyük problem i- kilidir; bir yandan teorik metinler a- deta Kur’an metinleri gibi sağdan sola doğru okunmuştur, diğer yandan ise bu okumanın pratik yaşam için­deki karşılığı büyük bir boşluk ol­muştur. Başka bir deyişle teoriye i- lişkin kurgulamalar toplamından çı­kan sonuçlarda görülmüştür. Bunun sonucu toplumsal koşulların değişim sürecinden bağımsız olarak “ezberle­

nen metinler“ gibi algılanan bir oku­manın pratikteki karşılığı yıkım ol­muştur. Oysa teori hem kendi zemi­ninde yenilenmeyi ve üretkenliği ge­rektirir hem de onun ışığında pra- tik/politik yaşamın yenilenmesini şart koşar. Burada en büyük sorun, sınıf kavramını dogmatik/popülist düzeyde sıkça tekrarlamak değildir, onu değişim koşulları içinde yeniden ele almak ve sınıf çıkarları ile politi­ka arasındaki bağı gerçekçi bir tarz­da ortaya koyabilmektir. Ne proletar­ya eski proletaryadır ne de sınıf çı­karları fabrikanın dört duvarı arasın­da sıkıştırılıp kalınacak kadar küçül­tülmüş bir alanı ifade eder.

Liberal sola dönersek; bu çevre­lerin teorik çizgisine göre sosyalizm, sınıf ve sınıf mücadelesine gerek kalmadan kurulabilir. Bu doğru bir kurgu değildir. Aslında burada hem sınıf dışlanmıştır hem de sınıf müca­delesi sınıf dışı toplumsal kesimlere havale edilmiştir. Bu düşünce biçimi elbette kaba bir biçimde ifade edil­miyor. İnceltilmiş şekilde sürdürülü­yor. Fakat işçi sınıfını politikadan

kovan öz asla değişmiyor. Zira libe­ral hareketlerin hemen hemen hepsi, gerek düşünce anlamında gerekse kadronun pratik konumu anlamında, düzen içi çalışma biçimine göre ko- numlanmışlardır. Son derece keskin bir şekilde işçi popülizmi yapan ve sıklıkla ‘işçi havzalan’ndan bahse­den bazı yasal partiler bile, koyu bir liberalizm / reformizm bataklığına sürüklenmekten kurtulabilmiş değil­lerdir. Bunların sayısız örneklerini vermek mümkün. Ama aynı şeyi baş­ka bir düzeyde ülkemizin radikal Marksist solu içinde söyleyebiliriz; bazılarında sınıf söylemi ne kadar güçlü olursa olsun, “üretimsiz var o­

luş“ biçimi, liberal sol ile ayrımı sa­dece ve sadece söylem düzeyinde tutmuştur. Oysa pratikte bu ayrım belirgin değildir. Silikleşmiştir ade­ta. Üretimsiz var oluş kendini hem düşünsel boyut da hem de pratik / politik boyut da göstermiştir. İlkinde devrim reformlara kurban edilmiştir. Sistem içi reformlarla sosyalizm ku­ruculuğu sınıf ve sınıf mücadelesine gerek kalmadan “çoğul kitle“ ile ba­şarılacak bir söyleme dönüşmüştür. İkincisinde ise dar pratikçiliğin, po­litik şovenizm biçiminin ve “değiş­mez teori“ tutuculuğunun sonucun­da, olması gereken durumu olan ile açıklayan veya onunla yetinen bir kavrayışı ortaya çıkarmıştır. Bu da ister istemez kendisini sınıfsız politi­kaya mahkum etmesi demektir. Bu­gün sınıf çıkarları arasındaki çelişki en keskin bir dönemden geçmesine rağmen, olanla yetinen Marksist bir sol (ne yazık ki bugün buna ‘kendi dünyasında mutlu olan bir sol’ de­mek çok da yanıltıcı olmasa gerek), doğal olarak değişimin öncüsü de o- lamaz. Bu durum onun temel krizine yol açmıştır. Böylece sınıf çatışmala­

rına yaklaşım dü­zeyi, sınıfın olu­şumlarına denk düşen politik ya­pıları yaratama­mış, dolayısıyla bu da yeni bir kri­ze yol açmıştır. Yaşanan süreç böyle bir kırılgan dönemin anlatı­

mından çıkmıştır.

Bütün bunların bir nedeni de, ‘sı­nıf mücadelesi’ sorununun doğru bir tarzda ele alınamamış olmasıdır. El­bette bütün sorunların tek nedeni bu değildir. Oldukça değişik faktörler vardır. Ancak yanlış bir sınıf müca­delesi kuramı, devrimci sınıf hareke­tinin yıkım nedenlerinin başında sa­yılmalıdır. Kuşkusuz bu salt bir biçi­mi ifade etmez, ama Marksist teori ve pratiğe ilişkin ortak bir bütünlüğü ifade eder.

İçinden geçtiğimiz dönem önem­li veriler sunuyor bize; bugün sınıf mücadelesi tarihinin karakteristik ö-

Liberal sola dönersek; bu çevrelerin teorik çizgisine göre, sosyalizm, sınıf ve sınıf mücadelesine gerek kalmadan ku­

rulabilir. Bu doğru bir kurgu değildir. Aslında burada hem sınıf dışlanmıştır hem de sınıf mücadelesi sınıf dışı

toplumsal kesimlere havale edilmiştir.

66

Page 69: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL-EKİM 2006 CJOİ

zelliğinden çıkarılacak sonuçlar ö- nemlidir; sömürünün alabildiğine yoğunlaşmış olması, sömürüye daya­nan sistemin ortadan kaldırılmasını gündemimizin acil hedefi haline ge­tirmiştir. Sömüren ile sömürülenler arasındaki çatışma, tarihte birçok ö- nemli mücadelenin temeli olduğunu, bunun ise hem politik-ideolojik alanı hem de politik örgütleri belirlediğini hepimiz biliriz. Oysa bugün iki alan arasındaki çatışmanın temeli oldukça büyümüş olduğu halde, yani sınıflar arası çatışmanın nesnel temeli alabil­diğine derin bir açılım gösterdiği halde, ne yazık ki bu, ne politik alan­da ne de politik örgütler yapısında o- lumsal bir dönüşüme henüz yol aç­mamıştır. Bugün Marksist hareket, bu sınıfsal gerçekliğe karşın değişik güç merkezlerinin (etnik, ulusal, cin­siyetçi vb.) etkisi altında kalmıştır. Bütün mesele bunun nasıl aşılacağını öngörmek ve bu öngörüye uygun bir pratiği örgütlemektir. Ancak durum böyle değildir. Yine de ısrar etme noktamız anlaşılmalıdır; ne bu etki­nin kendisi ne de işçilerin büyük gövdesinin burjuva partilerine oy vermeleri, hatta daha değişik neden­ler, ne sınıf gerçeğini ne de sınıfsal çıkar ve oluşum gerçeğini değiştire­mez, üstünü örtemez. Özellikle şunu bir kez daha hatırlatmak gerekir; po­litik yapının krizi ne olursa olsun, bugün işçilerin oy verme davranışla­rına ya da seçimlere katılan partilere destek vererek, ekonomi ile politika arasındaki ilişki hakkında, özellikle sosyalist mücadelenin koşulları hak­kında olumsuz genellemelerde bu­lunmak son derece hatalı bir yaklaşı­mı gösterir. Sorunun arkasındaki gerçekliği kavramamak demektir bu.

Sanırım tartışmalı olan bu konu­lardan sonra şunu hatırlatmak yerin­de olur; konjonktürel koşullar ne o- lursa olsun aşağıda ileri süreceğimiz şu önermeler sorunun teorik çözü­münde hala temel göstergeler olma­ya devam etmektedir;

1. Kapitalizm üzerine kurulan te­mel ilişki, hala sermaye ile emek a- rasındaki ilişkide anlam bulmaktadır. Sistem olarak kapitalizm yıkılmadık­ça bu geçerli bir söylem olarak kala­

caktır. Bu bizim ana duruşumuzdur.

2. Sömürüye ve kölelik koşulla­rına son verecek yegane sınıf, yapı­sal olarak değişime uğramış ve kül­türel değerlerde ciddi gerilemeler ya­şamış olsa bile, yine de dönüşümün öncüsü olan işçi sınıfıdır. Bugün bu olumsuzluklara karşın işçi sınıfı ge­nişleyen ve büyüyen bir profil çiz­mektedir. Bu sınıfın yeni bir evrimi­ni gösterir. Çünkü halk güçlerinin var oluş biçimi hızla sınıfsal evrime doğru büyüme eğilimine işaret et­mektedir. Küresel kapitalizm adeta ara sınıfları artan oranda tasfiye et­mektedir. Dolayısıyla işçi sınıfının sömürüye son verecek maddi koşul­ları, diğer tüm çıkarların da temel belirleyicisi olmaya devam etmekte­dir. Proletarya bu nedenle toplumsal hareketin hala belirleyici merkez noktasıdır.

3. Bugün işçi sınıfının sırtında kolektif sınıf kimliğinden başka de­ğişik kimliklerinin bulunması veya bu kimlikleri taşıması (dinsel, etnik, cinsiyetçi vb.) ve dönemsel neden­lerle bu kimliklerin ağırlık taşıması, sınıfsal kimliklerin ve sınıfsal koşul­ların (çıkarların) ortadan kalktığını göstermeyeceği gibi, tersine sınıf kimliğini daha da derinleştirme eğili­mine işaret eder. Ufkunu geleceğe dönmüş her politik ve toplumsal olu­şum, kendine ait bir zaferi elde et­mek ve buradan ilerlemek zorunda kalacaksa bunun tek bir yolu vardır; politik yapıların yeniden sınıf kim­liklerine dönmesi ve sınıf ile anlamlı bir bağın kurulmasıdır. Bu, sınıfın da kendi sınıf kimliğine dönüşünün et­kin yollarından birisi olacaktır. An­cak bunun nasıl elde edileceği hala tartışmalı noktalarm başında gelir.

4. Birlik, dayanışma, örgüt, ko­lektif eylemler vb... bütün bunların i- tici gücü, proletaryadan başka hiçbir sınıfta bu derece belirgin, açık ve an­laşılır değildir. Kırılmaların varlığı onun yeniden yapılandırılmasını ola­naklı olmaktan çıkarmaz. Nesnel var oluş bu kırılmaları yeniden tesis ede­cek temeli kendi eline vermiştir. Bu nedenle proletarya, gerek demokra­tik devrimin gerekse sosyalist devri­

min öncü ve temel gücü olmaya de-» vam etmektedir. Bu sadece teoride değil politik pratikte de böyledir.

5. Sosyalizmle ilişkilenmesinde işçi sınıfından başka hiçbir sınıf, bu derece içkin bir konum kazanmamış­tır. Bu nedenle sosyalizmin var oluşu işçi sınıfına, işçi sınıfının kurtuluşu da sosyalizme bağlıdır. Adeta etle kemik gibidir. Şimdiki kırılma veya kopuş tümüyle dönemsel ve geçici­dir. Bu nedenle proletarya sosyaliz­min kurucu temel öznesidir. Ayrıca kendi varlığına da son verecek sınıf, yine işçi sınıfından başka bir sınıf ol­mayacaktır. Bu nedenle işçi sınıfının kendi kurtuluşu özünde bütün toplu­mun da kurtuluşu demektir.

6. Sınıfsal çıkarlara tekabül eden politik güç merkezlerinin inşası, e- mekle sermaye arasındaki karşıtlığa tekabül eden belirleyici bir gücü ifa­de eder. Bu nedenle sınıfsal temele dayanan siyasal güçlerin politik sis­temle çatışması olmaksızın sosya­lizm kurulamaz. O halde proletarya­nın çözüme kavuşturacağı sorunlar­dan birisi de, devlete ilişkin tutu­mundaki açıklık ve berraklıkta ara­nacak olmasıdır. Burada ne ırkçıla- şan bir ‘ulusal sol’un seslendirdiği “ulusal devlet” savunuculuğu ne de liberal solun iddia ettiği, devleti ser­mayeden ayıran ve “küresel yoldan aşınarak yok edilen bir devlet” söy­leminin aldatmacasına pirim verile­meyeceğidir. Sermaye devletsiz ola­maz, devlet de sermayesiz. Bu da proletaryaya ait merkezsel düşünce­nin kendisidir.

3. Kültürel kimliklerin sınıf kimlikleri üzerindeki baskısının a- şılmasına ilişkin bir öneri

‘Birleşik sınıf stratejisi’ üzeri­ne bir kez daha...

Türkiye de ‘işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi’ tartışmalarında karşımı­za temel olarak iki sorun çıkmakta­dır; ilki Türkiye’de genişlemiş olan işçi sınıfının gücü neden toplumsal ve siyasal bir güce dönüşememekte- dir? Proletarya neden dönüşümün belirleyici gücü olamamaktadır? Î- kincisi de sayısız çevre ve grupların

67

Page 70: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CjOİ EYLÜL-E Kİ M 2006

sınıf ile olan ilişkisi nasıl bir ilişki­dir? Bu ilişkileri sınıf stratejisi açı­sından nasıl tanımlamak gerekir?

Kuşkusuz bu soruları önemse­mek gerekiyor. Bu noktalarda ciddi sorunlar olduğu çok açık. Öncelikle ikinci sorudan başlayalım; ister poli­tik ister demokratik-ekonomik ya da kültürel kurumlar olsun, bu kuramla­rın temsil ettiği insanların toplumsal kimliği, o grubun politikası ya da söylem dilinden önce, belirli bir top­lumsal sınıfın ve toplumsal çevrenin öncelikle varlığına bağlıdır. Yine de bu grupların kendi varlığı doğrudan o sınıfın veya sınıfların temsiliyetini içermese bile, onun siyasal dilini ve ilişkilerini temsil ettiğini söylemek mümkündür. Bu yapıların iddiaları ya da eylemleri, temsil ettiğine inan­dığı sınıfın özlemlerini dile getirmiş olmasını dışlamaz. Yapıya kitlesel bir yönelim veya yapının sloganları­na karşın bir bağımlılık olmasa da, toplumsal ve siyasal temele dayanan ve dayandığını iddia eden her politik grup, bu eylemsellik süreci içinde savunduğu sınıfın toplumsal karakte­rinden kopuk olmadığını ve onun po­litik ve demokratik bir ifadesi oldu­ğunu gösterir. Burada o yapının te­mel karakterini belirleyen söylemi değil, o söyleme uygun pratik tutu­mudur aslında. Yani eylemi... Az ya da çok oluşan ko­lektif grupların kimlikleri de bu anlamda sınıf ko­numundan bağım­sız değildir. Sınıf dışı kimlikler ve bu kimliklerin dı­şa dönük temsil ettiğini ifade eden gruplar, hem az ya da çok bir toplumsal karşılığa da­yanırlar hem de oluşturulan yapıların politik dili olarak karşılıklı bir ba­ğımlılığı ifade ederler. Zira ileri sü­rülen istekler, o toplumsal yapının politik bir dili olduğuna göre, bu dil ile bu dilin seslendirdiği insanlar a- rasında yakın bir ilişki olduğunu ra­hatlıkla söylemek mümkündür.

Buradan çıkaracağımız sonuçlar­dan birisi şudur; demek ki toplumsal

ve politik istekler ile toplumsal ko­şullar veya o toplumun var oluşun­dan kaynaklanan konumlar arasında­ki yakın bir ilişki, Marksizm’in dik­kate aldığı veya alması gereken te­mel öğretilerin başında gelir. Burada hem sınıf dışı yapıların sınıf kimlik­leri ile ilişki biçimini hem de top­lumsal bir güce sahip olduğu halde işçi sınıfının neden politik bir güce dönüşemediği sorusunun ipuçlarını bulmaya yaramaktadır.

Bu nedenle yukarıda sorduğu­muz birinci sorunun cevabı aslında i- kinci sorunun cevabı içinde bulun­maktadır. Çünkü nedenlerini çok tar­tıştığımız sınıf kimliklerinin ikincil konuma kaymış olmasından dolayı sınıfın toplumsal güç dağılımı, ken­dileri de birer sınıf üyeleri olduğu halde bu toplumsal ve politik güç temsiliyeti, aslında bu sınıf dışı kim­likler arasında dağılmıştır. Bu sorunu başka bir bağlamda yukarıda izah et­miştik. Şimdi bu güç ilişkilerinin da­ğılım biçimlerini değişik kültürel kimlikler boyutunda yeniden irdele­mek birkaç nokta açısından gereki­yor.

işçi sınıfı sınıfsal konumundan i- leri gelen gücünü, değişik kimliklere aktararak aslında kendi güçsüzlüğü­nün yolunu açmıştır. Sınıfsal enerji, özünde sınıf dışı talepler tarafından

emilmekte ve bu anlamda sınıf kendi hedefleri bakımından güçsüz bırakı­larak sistem içine çekilebilmektedir. Mesela burada bir işçiyi alalım; bu en başta üreten bir bireydir. Yani ça­lışan bir işçi. Onun ilk kimliği aslın­da bu sınıf kimliğidir. Çünkü o mal veya hizmet üretiyor. Ancak işçimi­zin kadın olması, Kürt olması ya da herhangi bir dine mensup olması, o- nun değişik toplumsal kimliklerinin

yok sayılmasını gerektirmez. Ancak eskiden emek gücünün sınıf kimliği diğer kültürel kimliklerin üstünde bir güç merkezini oluşturmuş iken, şim­di diğer kimlikler sınıf kimlikleri ü- zerinde oluşan bir gücü ifade etmek­tedir. Sınıfın gücü, toplumu ve kendi kurtuluşunu da öngören bir güç po­tansiyelini ifade ederken, bu potansi­yel, sömürü ve baskı sistemi ile hiç­bir alışverişi olmayan değişik kim­liklerin güçlenmesine ve yeni bir güç merkezi olmasına yol açmıştır. Böy- lece sınıfsal enerji boşaltılmakta ya da en iyi ihtimalle değişik kimlikle­rin güçlenmesine yol açan bir enerji­ye dönüşmektedir. Burada bunun ne­denlerini tartışmayacağım. Zira bu oldukça fazla tartışıldı, önemli olan bunun nasıl tersine dönüştürüleceği­nin tartışılmasıdır. Burada bildiğimiz iki nokta var; ilki dönemsel eğilimle­rin bu sınıf dışı kimlikleri öne çıkar­dığıdır. Nedenleri değişik. Önce bu gerçeği yalın bir şekilde kabul ede­lim. İkinci nokta bu sınıf dışı kimlik­lerin toplumsal sınıf mücadelesinde oynamış olduğu tarihsel rol ile ilgili olanıdır. Başka bir deyişle tarihsel bağlamda bu kimliklerin pratik sü­reçte hızla miadını doldurup doldur­madığı sorunu tartışmalı bir sorun haline gelmiştir. Sanırım bu nokta ö- nemli. Miattan kastım bu kimliklerin

ortadan kalktığı veya kalkacağı değildir. Kürtkimliğinin, Müs­lüman ya da femi­nist olma kimliği­nin, o bireyin kendisinin, ailesi­nin, çocuklarının, kısacası insantopluluklarının i-

radelerinden bağımsız elde edilmiş kimlikler olduklarını az çok herkes bilir. Burada önemli olan bu kimlik­lere sahip olan emekçi sınıfların, salt bu kültürel var oluş biçimi ile hare­ket etmeleri halinde, bu hareket tar­zının onları, özlemini duyduğu özgür ve mutlu, sömürüşüz ve baskısız bir geleceğe taşıyıp taşıyamayacağı so­rununda düğümlenir, en azından taşı­dığı iddia edilse bile bunu nasıl taşı-

Sömürüye ve kölelik koşullarına son verecek yegane sınıf, yapısal olarak değişime uğramış ve kültürel değerlerde ciddi gerilemeler yaşamış olsa bile, yine de dönüşümün

öncüsü olan işçi sınıfıdır. Bugün bu olumsuzluklara karşın işçi sınıfı genişleyen ve büyüyen bir profil çizmektedir. Bu

sınıfın yeni bir evrimini gösterir.

6 8

Page 71: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'EKİM 2006 CjOİ

nik kimliklere göre belirgin bir role sahip olmadığı açık. Nesnel yapıdaki belirginlik, politik yaşamdaki belir­ginliği açığa çıkarmadı. O nedenle salt söylemsel aktivite çubuğun sı­nıfsallık lehine bükülmesini zorlaş­tırdı. O halde artık yapılması gere­ken ikinci nedeni düşünmektir; sını­fın içinde etkin olan bu kültürel kim­likler ile (çünkü bu kimliklerin savu­nucuları olan toplumsal kesimler ay­nı zamanda işçi sınıfının bireyleri­dir) anlaşılır temelde demokratik bir ilişkinin kurulmasının zorunluluğu­dur. Hem sınıf çıkarlarında hem de öznesinde yapışık olan farklı kültürel sınıf yapıları, aynı sınıfın içinde var olan yoğunlaşmış paralel yapılardır. Çünkü sınıf içinde oluşan iki ayrı kültürel yapı, yani dinsel, cinsiyetçi veya ulusal kültürel oluşumlar ile sı­nıf çıkarları, sınıfın kendi içinde olu­şan düalist yapılar olduğunu gösterir. Bugünün tek farkı birinin diğeri üze­rindeki baskısı ve egemen rolüdür. Burada bu nedenle demokratik ilişki biçimi önem taşır. Yani iki kültürel yapı arasında (sınıf kimliği ile sınıf dışı kimlikler-yani etnik, cinsiyetçi, ekolojik, dinsel vb. kimlikler olarak) sağlıklı bir ilişkiden bahsediyorum. Bunun yolu gerçek anlamda demok­ratik bir ilişkidir. Ancak sınıf dışı kimliklerle demokratik ilişkiden an­laşılması gereken, sınıf kimliğinin

icağı sorununda açığa çıkaı: a Pır sınır olduğu açık;. Çünkü etnik,'

cinsiyetçi ya da dinsel olan her kim­lik baştan kendi içinde tanımlı bir kimliktir. Evrensel değil, yereldir. Birleştirici değil, parçalayıcıdır. Bu­rada belirgin iki kimlikten, dinsel ve nilliyetçi karaktere sahip olan bu iki rimlikten özellikle bahsetmek gere- dr; bilindiğini varsaydığımız şeyi ekrarlayalım; tarihsel olarak bu iki imlik, yani kültürel olarak milliyet- :i veya dinsel kimlikler, insanlığa ve oplumlara özgürlük ve refah yerine ıaskı ve yıkım getirmiştir. Dinler sa- aşınm beş yüz yıldan bu yana arka- a bıraktığı sonuç kan ve gözyaşı ol- luştur. Onun için bu kimlik doğası ereği bütünleştirici değil parçalayı- dır. Milliyetçilik ise kapitalizmle irlikte bir dönem ilerlemeyi temsil len bir süreci yaratmış olsa dahi, rauçta üstün ulus söylemleri ile ön-

milliyetçiliği, sonra da ırkçılığı ığurarak etnik temizlik savaşlarına >1 açmıştır. Bu da doğası gereği ırçalayıcı ve yıkıcı olmuştur. Her i- kimliğin körüklenmesinde elbette

uslararası emperyalist burjuvazinin lünü özellikle hatırlatmak gerekir, bette bu kimliklerin bir zamanlar ¿anlık tarihinde ilerici rolünü yad- nak değildir amacımız. Bu daha rklı bir tartışmadır. Biz burada iki pınm 21. yüzyıldaki rolünü ve sı- ‘ kimliği açısından ortaya çıkardığı runları ele almağa çalışıyoruz. Ge- : dinsel gerekse etnik temele daya­rı bu iki kimliğin kendisi, insanlığa a özgür ve mutlu bir gelecek vaat

nekten bu nedenle uzaktır ve yine nedenle tarihsel olarak miatlarını durmuş kimliklerdir.

Şimdi çözümlenmesi gereken so­sudur; Marksist politik yapılar,

ııf kimliğinin yeniden inşası için, rel olarak bu kimliklerin ileri sür- ra talepler her ne ise, o taleplerin ■şılanmasım ya da yerine getiril- sini mi bekleyeceklerdir veya ön- ıkle bu grupların taleplerini mi iilayacaklardır? (Ya da beklese kendiliğinden toplumlar yeniden

i kimliğine geçişi sağlayabilirler Yoksa doğru bir politik dil ve

i: modeli ile bu iki süreci prole-

B,

taryanm lehine çevirebilecek yaratı­cılığı gösterebilecekler midir? Yani şunu demek istiyorum; yerel olan bu kimlik taleplerinin destekleyicisi ko­numunda olan emekçi özneler (çün­kü adını nasıl koyarsak koyalım e- mekçi kitleler ne yazık ki bu dönem kendi yerel kimliklerinin savunucusu konumunda olduklarını hepimiz bili­riz), başka bir deyişle dinsel veya u- lusal kimlikler için savaşa atılmış o- lan emekçiler, kendi sınıf konumla­rından dolayı mutlak surette sınıf kimlikleri ile zorunlu bir iç ilişki i- çinde bulunacağıdır. Yani bu kimlik­lerin savunucularının nesnel olarak hayatla bağlarını, doğrudan sınıf kimliği belirlemektedir. O halde bu talepleri sınıf kimliği içinde ve ona bağlı olarak ele almak ve sınıfsal ta­leplerin belirleyici önermesi içinde çözüme doğru adım atmak... Herhal­de olması gereken budur. Aslında sı­nıfsallık bu emekçi güçlerin zaten baştan itibaren kendi içsel bir var o- luşudur. Ya da var oluşunun temel bir kriteridir. Sorun bu kimliğin bireyin yaşamını belirleyen yapı ile ilişkiyi nasıl kuracağıdır. Burada yine iki nokta öne çıkıyor; ilki sınıf için anla­şılması güç olan cansız ve hayattan kopuk olan politik bir sınıf söylemi ve ona uygun grup örgütlenmesi yo­ludur. Ancak bu yol özellikle dönem­sel nedenlerden dolayı dinsel ve et­

6 9

Page 72: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

CJOİ EYLÜL'EKİM 2006

bu kimlikler içinde erimesi değildir. Elbette bunun için geçerli bir kural yoktur. Bu anlamda kendi içinde teh­likeleri de barındırır. Kuşkusuz bu­nun tek koşulu, taşıyıcı öznelerin (ta­şıyıcı ajanlar denilen yetişmiş kadro­ların) yeteneğinde ortaya çıkan yara­tıcı çalışmada belirginleşeceğidir. O nedenle bu dönemde kadroların özel yeteneği ve yaratıcılığı belirleyici o- lacaktır derken bunu anlatmış olu­ruz. Burada anlatılan öncü yapının, gerçek manada devrimci rolünün iç­selleştirilmiş olmasının önem taşı­masıdır.

Hiç kuşku yok ki yapılması gere­ken sınıfsallık ile dinsel kimlikler a- rasındaki ilişkinin hedeflerini doğru belirleyebilmektir. Başka bir deyişle dinsel veya etnik kimliklerin sınıf hareketi içinde baskı altına alınması veya kültürel var oluş olarak yok e- dilmesi değil (geçmişte bu biraz böy- leydi), her iki yapının da, yani hem sömürünün nedenlerinin hem de sınıf dışı bu kimliklerin baskı altına alın­masının nedenlerini sorgulamaktır. Başka bir deyişle bu baskının otori­ter egemenlik yapısından kaynakla­nan sorunlar olduğunu gösterebilmek veya anlatabilmektir. Bunun ilk yolu sınıfsal yapı içinde demokratik iliş­kinin doğru bir kurgusunu gerçekleş- tirebilmektir demiştim. Ancak sınıf­sal yapı içinde ortaya çıkan bu ilişki

eşdeğer bir ilişki değildir. Bunu anla­mak önemlidir. Sınıf kimliği içinde varlığını koruyan, ama zamanla ken­di içinde sınıfsallık lehine dönüşüme uğrayan veya uğraması gereken bir süreci kavramak önem taşır. Bu da doğru bir sınıf mücadelesi sürecinde ortaya çıkar. Doğru bir süreci açığa çıkaracak olmasının tek garantisi de, başka bir deyişle sınıf dışı kültürel talepleri savunan sınıf üyelerini sınıf savaşında seferber edecek olan ger­çekliğin kendisi de, esnek ve yaratıcı çalışmayı başarabilen ve demokratik ilişkileri doğru kurgulayan sınıfın öncü politik yapısının becerisi ile ta­nımlanacak olmasıdır. Burada başa­rısızlığın nerede olduğu tarihsel de­neylerimiz içinde rahatlıkla okunabi­lir sanırım.

Demek ki çözümün temel yolla­rından birisi sınıf içi ittifakların nasıl kurulacağı sorununda düğümlen­mektedir. Burada sınıf içi ittifaklar­dan anlaşılması gereken, hem nesnel temelde ortaya çıkan sınıf bölünme­sinde (kafa gücü ile kol gücü gibi) hem de sınıfın değişik kültürel bi­çimlenişlerindeki bölünmede ortaya çıkan öznel ikili yapıların aynı he­defler doğrultusunda ortak vuruşları sağlayabilme iradesinde kendini gös­termesidir. Yani dövüş sanatında. Ya­ni yaratıcı çalışmada. Yani birleştiri­ci kıvraklıkta vs.

Birleşik sınıf mücadelesi strateji­sinden anlaşılması gereken budur ka­nımca.

4. Sınıf mücadelesinin olanak­ları artıyor

Burada hemen başka bir soruyla devam edelim. Aynı üretim sürecinin içinde parçalanmış olan sınıf güçleri­nin (her iki parçalanış anlamında) birleşme zemini düne göre daha çok olanak haline gelmiştir diyebilir mi­yiz? Buna açıkça evet diyorum. Peki, ama bunu nereden çıkarıyorum?

Bunun nedenini küresel kapita­lizmin ana mantığının yol açtığı so­nuçlardan çıkarıyorum. Yıkımın öz­neleri sınıf mücadelesi koşullarını oldukça güçlendirmiştir. Küresel ka­pitalizm krizi öyle bir aşamaya getir­miştir ki, yapıların ve toplumların bütün dokularını sınıfsallaşma lehine dağıtmıştır. Sadece ezilen sınıf dışı dediğimiz kimlikleri baskı altına al­makla kalmıyor, ekonomi politika­dan kaynağını alan yaşamın bütün yönlerini de çekilmez hale getiriyor. Hem değişik kültürel kimlikleri hem de sınıfın nesnel anlamdaki bölün­mesinde ortaya çıkan süreçleri, baskı ve tahakküm ile dağıtan ve görülme­miş bir sömürü ve talana açık hale getiren bu süreci iyi tanımlamak ge­rekir. Yani stratejik anlamda esas he­defi belirlemek son derece önemli­dir. Bir tek örnek bile ne demek iste­diğimizi anlamlı kılar sanırım; mese­la ABD ve Bush’un ağzından İslam Dünyası ’nın emekçi halklarına (Or­tadoğu halklarına) karşı açılan yeni haçlı seferlerini göstermek önemli bir kanıttır. Demek ki burada sadece sınıf kimlikleri baskı altında değil­dir, diğer kimliklerin de (yani dinsel bir kimlik olan İslami kimliğin ve o- nun temsil ettiği güçlerin), aynı dü­zeyde baskı altında bulunduğudur. Doğru bir denklem kurulabilirse (ya­ni emperyalist burjuvazi ile yerel ve bağımlı burjuvazinin her iki yapıya yönelik baskı ve zor yoluna karşı or­tak bir hareket hattı) sınıf kimliğinin ana yörüngesinde yeni bir devrimci stratejinin inşasını ve birleşik bir sı­nıf içi direniş cephesini kurmak bir hayal olmaktan çıkar, bir gerçeklik

7 0

Page 73: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

EYLÜL'E Kİ M 2006 CJOİ

haline dönüşebilir.

Elbette kapitalist sistem sınıf dı­şı kimlikleri, yani milliyetçi, dinsel vb. söylemleri kışkırtarak bu yapıla­rı oldukça içe çekmekte ve proletar­yanın karşısına çıkarmakta maharet­lidir. Bize ait geçmişimizden gelen yanlış kurgulamalar ya da sosyal şo­ven söylemler bu karşı girişime do­laylı olarak yardımcı olmuştur. Israr­la üzerinde durulması gereken nokta­ların başında hareketi bozan temel engellerden birisi şovenizmdir ve as­la bunu unutmamak gerekir. O za­man devrimci yapıların yapması ge­reken bu stratejiye karşı geliştirecek­leri politikaların doğru kurgulanma­sıdır. Yukarıda bu doğrunun bir yanı­nı gösterdiğimi sanıyorum. Burada başarısızlığımızın değişik nedenleri­ni şimdilik tartışmayacağım.

Bu noktada Türkiye kapitalizmi­nin (ki bu kozmopolit-tetikçi kapita­lizmdir) dönüşüm süreçlerinin ve o- luşan sistemsel yapının nesnel rolüne yakından bakmak gerekir; burada dönüşüm sürecinin iki karakteri var; ilki bağımlı ve talana dayanan kapi- talistleşme sürecinin karakterinde ortaya çıkan özelliklerdir. Bunun so­nucu gelir dağılımının uçurumunda, işsizlikte ve yaşamın çekilmez oluşu gibi iç nedenlere dayanan süreçler toplamında görü­lebilir. Aynı şey dinsel, ulusal, cinsiyetçi veya e- kolojik kimlikler üzerindeki baskı­lar içinde söyle­nebilir. İkincisi de ülkenin coğrafya­sından gelen, u- luslararası dalaş­manın orta yerinde duran ve stratejik konumu nedeniyle küresel saldırının merkezi konumunu ifade eden özel­likler taşımasından kaynaklanan dış­sal etkenlerdin Bu iki neden ülke içi sınıf çatışmasını, kendi zemininde daha da büyütme eğilimini yarat­maktadır. Öncelikle emek gücünün sermayeye olan bağımlılık biçimi o- nu adeta ilkel tarzda kölesi haline ge­tirdiğini gösterdi. Mesela asgari üc­retle çalışma bir kölelik durumunu

gösterse bile, sermaye o kadar diz­ginsiz hareket etmektedir ki dışarı da işsiz milyonları bildiği için ve iş ta­lebinin yoğunluğundan dolayı işçiyi asgari ücretin altında ve hiçbir gü­venceye sahip olmadan dahi çalıştı­rabilmektedir. Bir akşam yemeğinde ödediği parayı aylık olarak bir işçiye ödemektedir. Bu ne korkunç bir du­rumdur. Bu nedenle emek gücü ala­bildiğine sahipsizdir. Dolayısıyla üc­retli emeğin sermayeye olan gerçek bağımlılığı, yani emek sürecinin dö­nüştürülmesi ve sermaye denetim mekanizmalarının ağırlaşmış olması, sınıf çatışmasının nesnel zeminlerini daha da büyüttüğünü gösterir. Ama emek gücünün bilinç geriliği, öncü bir yapıya kavuşamamış olması, ko­lektif hareket yeteneğini yitirmesi gibi zaafları, bu sürecin engelleri ol­maya devam etmektedir.

Emek sürecinin bu dönüşümü, sı­nıf mücadelesinin lehine olan geliş­meyi en aşağıda tutuyor. Bunu biliyo­ruz artık. Ama yine de olumlu olarak görebileceğimiz çok önemli iki unsur devreye giriyor; ilki, emek gücü düne göre çok daha büyümüş ve genişle­miş durumundadır. Bu büyüme (aşırı nüfus) sistemin göbeğinde büyük bir gedik açacak potansiyeli taşıyor. Bu aynı zamanda derin bir kriz halidir, t- kinci nokta, uzun bir tarihi süreç so­

nucunda sınıfın sadece ileri kesimle­rinde değil orta kesimlerinde (dahi) ve aynı şekilde politik yapılarda bü­yük bir deneysel birikime yol açıyor. Uygun bir yol ve uygun bir araç ile bu patlamalar her an merkezleri vura­cak bir noktaya taşınabilir.

Türkiye önemli bir değişim süre­ci yaşıyor. Sınıf hareketinin dönüşü­me uğraması, ekonomik alandaki is­tikrarı yok ediyor ve krizi derinleş­

tirme eğilimini taşıyor. Bu doğaldır ki politik alandaki değişime olan ge­reksinmeyi tetikleyecektir. Böylece ekonomik alan ile politik alan arasın­daki bağlantının dolayımsızlığmı ön­görmek mümkün hale gelmektedir. Dolaylı bir bağlantı açıklaması ye­rinde olsa bile, hızla süreç dolayım- sızlığa yol açan nedenleri büyütüyor. Bu koşullar elbette politik dönüşüm­leri özendiriyor, onun koşullarını et­kin kılıyor ve mümkün hale getiri­yor. Bu politik alanın özerkleşmesini de aynı şekilde olası kılar.

Ancak tipik bazı engeller var; genişleyen sınıf güçleri sınıf dışı kimlikler düzeyinde paralize edil­miştir. Devrimci sınıf hareketi yal- nızlaştırılmıştır. Yalnızlaştırmanın artmasında politik bir yapının parça­lanışı başta gelir. İkinci nokta ticari­leşen bir yaşamın alabildiğine özen­dirilmiş olmasıdır. Bu emekçi sınıf­ların kültürel var oluşunu da olum­suz etkilemektedir. Üçüncü nokta korkunç bir medya bombardımanı­dır. Bu da sistemin ağır baskısı ve milliyetçi-şoven temelde beyaz Türk propagandasının sonuçlarında görül­müştür. Buna ilave daha başka ne­denler de sayılabilir. O halde öncü yapının ilk yönelimleri sınıf içinde soyut bir propaganda değil, bu nok­taları etkisiz kılacak pratikleri ger­

çekleşt irebilme yeteneğindeki atı- lımıdır.

Artık dönem mızmızcı bir pro­paganda yerine, ‘yap ve göster’ özdeyişinde an­lam bulan dev­rimci pratiği ege­

men kılmaktır. Bu nedenle geri kal­mış ülkelerde ‘zor’un rolü asla ihmal edilemez. Bu asla devrimci pratiğin esin kaynağı olan teorinin yeniden ü- retimini dışlamak anlamına gelmez, gelmemelidir.

29 Eylül 2005 hasanogı/z@hotmail. com

1. E. Laclau. ‘İdeoloji ve Politika’, 2. Baskı. Belge Yay. 1998. s. 1062. E. Laclau. age. s. 106

Israrla üzerinde durulması gereken noktaların başında ha­reketi bozan temel engellerden birisi şovenizmdir ve asla bunu unutmamak gerekir. O zaman devrimci yapıların

yapması gereken bu stratejiye karşı geliştirecekleri politi­kaların doğru kurgulanmasıdır.

71

Page 74: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

Televizyon ekranlarından, gazete sayfalarından, para sahiplerinin oyun­caklarından yaygınlaştırılan " resmi görüşe" , ulusal çıkar diye sunulan " sınıfsal çıkara", “ tek sesliliğe", " bireyciliğe" , " toplumsal çürümeye" inat emekçilerin, yoksulların, her alanda ezilenlerin, yok sayılanların, halkların kardeşliğinin sesi...

Hep bir ağızdan, hep beraber aynı türküyü söyler gibi haykırmanın sesi...

Dayanışma AYLIK HALK GAZETESİ

Page 75: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12
Page 76: Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12

( . . . )

YİTİK ÜLKE Ey YİTİK ÜLKENe kadar çok gençoğul vuruldu sende Adlarıyla kimlikleri birbirine karıştı- Hiçbir dağa konduramam, hiçbir suda arayamam eşgallerini -

Hiçbirinin yeri dolmuyor yüreğimde Kuşak dedimse gökkuşağı değil öyle Sen bakarsın, o görünmeden boyverip süzülür Dile kolay, bir çocuk çeyrek asırda ancak büyür

Bütün dağlar düzlensin istiyorum şimdi Kesilsin kafaları bütün başıboş suların Ve özgürlük rüzgarıyla gelen devrim dalgalarından öte

kanatları bütün fırtınaların

( ...)

Fırat yönünü değiştiTutamıyor kendini azgın suların sivri kayalardan seyirip

dökülen memeleriAyaklanmanın kutsal gücüne bakıyor dağdaki partizanın gözleri ÖLENLERİ GÖMMEYİN AĞITSIZVE ŞARKISIZ BIRAKMAYIN DAĞDA DİRENENLERİ diyor...

Soysal Ekinci