Başyazı Sebahaddin ATEŞ
GÜZELLİKLERİN MERKEZİNDEKİ MANİSA
The spirit that has carried the Ottoman from centuries to centuries is the faith, morality and sincerity. The cities like Manisa have become the centers of culture for the education of the Sultans’ sons. The sons of this generation, who regulated the humanity, tried to educate the man not by brutal force but by enlightening.
One day, Sünbül Ephendi asked Musa Ephendi, “Had you had the opportunity to create the universe, how would you have created it?”. Musa Ephendi answered, “This is of course impossible! But had it been possible, I would have left anything as it is because everything is in such a perfect system that there can be thought nothing to add or remove.”
MANISA, THE CITY IN THE CENTER OF BEAUTIES
Osmanlı’yı çağlardan çağlara taşıyan ruh; iman, ahlâk ve samimiyettir. Özellikle şehzadelerin yetiş-
tirilmesinde Manisa gibi şehirlerimiz bu maksatla ilim ocakları olarak etrafa ışık yayan medeniyet mer-
kezleri olmuştur. Âleme nizam veren bu neslin evlatları âlemi zorbalıkla değiştirmek değil, fikirle ten-
vir etmek için gayret göstermişlerdir. İşte bir ilim meşalesi:
Mûsâ Efendi adında bir genç, her gün Sünbül Sinan’ın dergâhına gelip, ondan ders almağa ve hiz-
mete başladı. Bir gün Sünbül Efendi, sohbet esnasında Mûsâ Efendiye; “Âlemi sen yaratsaydın, nasıl
yaratırdın?” diye sordu. Musa Efendi; “Bu mümkün değil! Ama mümkün olsaydı, her şeyi merkezin-
de bırakırdım. Âlem öyle bir tatlı nizam içinde ki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek dü-
şünülemez.” dedi. Sünbül Efendi bu cevap üzerine; “Aferin Musa Efendi! Demek her şeyi merkezinde
bırakırdın. Öyleyse bundan sonra ismin Merkez Muslihuddîn olsun.” dedi. Böylece Musa Efendi, Mer-
kez Efendi ismiyle meşhur oldu.
Manisa’nın bir diğer ayrıcalığı ise, şehrin adını bir mühür gibi üstüne vuran Mesir Macunudur.
Onun da hikâyesi şöyledir:
Kırım Tatar Türklerinin Hanlarından Mengili Giray’ın kızı, Yavuz Sultan Selim’in karı-
sı ve Kanunî Sultan Süleyman’ın annesi Ayşe Hafsa Sultan, ağır bir hastalığa yakalandı. Hiçbir he-
kim derdine çare bulamadı. Devrin bilginlerinden Sümbül Efendi’ye başvuruldu. Sümbül Efendi:
- Manisa’da hekim Muslihiddin Musa isminde büyük bir insan var, o bilir ancak... Ona danışın,
dedi. Manisa’ya geldiler. Doğruca akıl hastanesine yöneldiler. Bir de ne görsünler... Hekim Mus-
lihiddin Musa oradakileri avlusuna toplamış, koca taş dibekte, baharat dövdürmekte. Selam ve-
rip beklediler. Merkez Efendi, dövülen baharatı alıp, balla, şekerle kaynatarak macun yaptı. Hasta-
ne kapısında bekleşen hastalara teker teker dağıttı. Artanını da İstanbul’dan gelen konuklara verdi:
- Alınız, bu macunları, tiz saraya götürünüz, Valide Sultan’a yedirirseniz bir şeyciği kalmaz. Gerçekten
de Ayşe Hafsa Sultan, macunları yedikten sonra, şifa buldu. Derdinden kurtuldu, Merkez Efendi’yi de
İstanbul’a davet etti.
O gün bugündür, bu şifalı macunlara “Mesir Macunu” dendi. İçerisinde, 41 çeşit baharatın bulun-
duğu bu macunlar ince kâğıtlara sarılarak halka dağıtılmaktadır. Her yıl Manisa’da, Nisan ayının son
haftasında yapılan Mesir Şenliklerinde bu geleneğe uyularak, macunlar hazırlatılıp ve minarelerden
atılmaktadır. Binlerce insanın kapıştığı bu macunların her derde deva olduğu inancı, bugün de halk
arasında yaygındır.
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 18 SAYI: 129 Temmuz 2011 Basım Tarihi: 01 Temmuz 2011
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Bekir CANPOLAT
Reklam Ziya TOKSÖZLÜ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Bizim Repro Ofset ve Matbaacılık Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99/22 İskitler / ANKARA - Tel: (312) 341 10 20
Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 185 dahiliyi arayınız.
38
56 74 84
CANDAN GEÇİLİR YARDAN GEÇİLMEZ - Abdülmecit İSLAMOĞLU (10)
BULUTLAR - Mustafa AKGÜN (13)
HELÂL ALIŞVERİŞE KARŞI HARAM OLAN FÂİZ - Ali AKPINAR (14)
EL-BÂTIN - Ramazan ALTINTAŞ (18)
BİR GÜL AÇTI - Mehmet DOĞAN (21)
AMR B. SÂBIT (r.a.) - Bünyamin ERUL (22)
KIRK YAPRAKLI GÜL - H. Hamidettin ATEŞ (23)
SÛFÎ GELENEKTE RÜYA - Kadir ÖZKÖSE (24)
RAHMÂNÎ RÜYÂLAR - Musa TEKTAŞ (32)
BEN ŞAİRİM! - Mehmet SERTPOLAT (41)
ÖZLEMLE BEKLENEN ZAMAN DİLİMİ: ÜÇ AYLAR - Mehmet SOYSALDI (42)
ÇİFTE SARAYLAR - Resul KESENCELİ (46)
SAVAŞLAR VE PETROL - İsmail ÇOLAK (50)
ÂB-I HAYÂT - Hanifi KARA (55)
KUR’ÂN’LA YOĞRULAN HAYAT - Abdullah KAHRAMAN (58)
UĞUR DERMAN’IN ÖMRÜNÜN BEREKETİ - Mehmet Nuri YARDIM (62)
ÇOCUKLARIN DİNÎ EĞİTİMİ - M. Emin KARABACAK (64)
ŞEHRE AKŞAM İNENDE - Ali KINIK (67)
İNSANÎ İLİŞKİLERDE ÖLÇÜ VE DEĞER - Ali ÖZKANLI (68)
MÜSLÜMANIN ÇEVRE ALGISI NASIL OLMALI? - Abdullah PAKOĞLU (70)
BİR VEDA TÜRKÜSÜ - Ramazan PAMUK (73)
MANİSA EVLİYALARI - Yusuf HALICI (76)
BULUT ŞEMSİYELİ YETİM - M. Nihat MALKOÇ (79)
KUZUKULAĞI - Şifalı Bitkiler (86)
KIYMALI AÇIK PİDE - Mesude SARI (87)
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
ŞEHZADELER ÜLKESİ MANİSA
AİLE İÇİ ŞİDDETÖNLENEBİLİR Mİ?
EL İNSAF YAZ AYLARINDASAĞLIKLI GÜLÜŞLER
GELİNLERETAVSİYELER
KALBİN FESÂDI
06Ege’nin sultan şehri, şetaretli ve şen şehir, bütün rüyaları hayra yoran şehir… Yasemin kokulu bağlarında bütün geçmiş hatıralar seyri ü sefere çıkmış tarih sayfalarında geziniyor.
geleneksel aile yapılarımızda görülen, özellikle kadınların şiddet ve baskı gördükleri yapı ne kadar yanlış ve İslâm’ın ruhuna aykırı ise, Batı kaynaklı modern aile yapılarındaki aşırı özgürlük de ciddi tartışmalara gebedir.
İnsaflı insan adaletlidir. Doğruyu yanlışı bilir, doğru davranır; doğru karar verir. Haksızlığa göz yummaz. Kötülüğü eliyle, diliyle, kalbiyle bertaraf etmeye çalışır.
Birçok insanın sorunu olan diş hassasiyeti sıcak, soğuk, şeker veya ekşi yiyecek-içecekler ağza alındığında dişlerde ani bir tepki ve sızlama oluşturur;...
Gelin-kaynana çatışmasından kurtulmak için, yapılması gereken tek şey her iki tarafın birbirlerine karşı anlayış ve saygı çerçevesi...
Kanaat duygusundan yoksun olarak “kalbi aç” yetişen bu insanlar, sürekli bir şeyler devşirmenin gayreti içinde olduklarından...
28Meryem Aybike SİNAN
M. Doğan KARACOŞKUN Vedat Ali TOK Akın DİNDAR
Mehmet Zeki AYDIN Enbiya YILDIRIM
7Temmuz 20116
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Yüzotuzbirinci Hutbe
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
“Ey îmân edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yar-
dım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (47/Muhammed, 7.)
Muhterem Cemâat-i Müslimîn!
Bu hutbemizde vücut sağlığı ile ilgili olarak İslâmiyet’in tedâviye verdiği ehemmiyet-
ten bahsedeceğiz. Kur’ân-ı Kerîm başımıza gelen her musibete kendimiz sebep olduğu-
muzu haber vermektedir. Öyle olunca sağlığımızı tehdit eden hastalıkların sebebini de
kendi dikkatsizlik ve ihmalkârlığımızda aramamız, sağlığımızı korumak için birtakım
sağlık tedbirlerine başvurmamız gerekmektedir. Bu, ihtiyat tedbirlerini almamız hak-
kında verilen umumî mahiyetteki İlâhî emrin de bir îcâbıdır.
Herhangi bir yerde bulaşıcı bir hastalık zuhur ettiği zaman orada bulunanların dışarı
çıkmamaları, dışarıdakilerin de oraya girmemeleri husûsundaki tavsiye-i nebeviyye sağ-
lık tedbirleri bakımından ne kadar mühimdir. Bulaşıcı hastalıklara karşı tavsiye buyru-
lan ve Avrupa’da ancak son asırlarda tatbik edilmeye başlanan bu karantina usûlünün
doğrudan doğruya İslâmiyet’in eseri olması bu konuda bizim için ne kadar ibretlidir.
Cemâat-i Müslimîn!
Medîne-i Münevvere’ye bîat için gelen heyetlerden birinde bir cüzzamlı da vardı.
Hey’et âzâları birer birer gelip Peygamberimize bîat etmişler, sıra cüzzamlıya gelince,
Peygamberimiz ona elini uzatmaksızın; “Sen dur, seninle bîatımız hâsıl olmuştur.” bu-
yurarak bulaşıcı hastalıklardan korunmanın lüzum ve ehemmiyetini açıkça göstermiş-
lerdir.
Muhterem Cemâat!
Hastalıklardan ne derece sakınmamız lâzımsa; tutulduğumuz hastalıktan kurtul-
mak için de o derece çareler araştırmamız lâzımdır. Hastalıklarımızı tedâvi ettirmemiz
husûsunda Peygamberimizin müteaddid emirler ve tavsiyeleri vardır. Peygamberimiz
(s.a.v.) her hastalığın bir devâsı bulunduğunu ilacı ele geçince her hastalığın şîfâ bulaca-
ğını, yalnız ihtiyarlık ve ölümden kurtulmaya çare olmadığını haber vermiştir.
İslâmiyet’te tıp ilminin din ilminden önce sayılmasının elbette bir sebep ve hikmeti
vardır. Tıp tarihi ile meşgul olanlar bilirler ki hicretin daha ilk asrı içinde, İslâm memle-
ketlerinde muntazam hastahâneler yapılmış, buralarda, millet ve din farkı gözetilmek-
sizin her hastanın tedâvisi yapılmıştır. Bu, İslâmiyet’te vücut sağlığına ve tedâviye veri-
len ehemmiyeti göstermeye kâfi gelir sanırım.
9Temmuz 20118
Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN Bir sıcak ve yorgun yaz akşamında
düşüyorum yollara sana geliyo-
rum Manisa. Sıra sıra üzüm bağ-
ları karşılıyor beni. Bütün dağların ardında yine
üzüm bağları var. Serin bir esinti vuruyor alnıma
ferahlıyorum. Sıcak sımsıcak bir geçmişi sıralıyor
tarih sayfaları.
Sultan Mehmet Han düşüyor aklıma. Son-
ra Zağanos Paşa kesiyor dağ başlarını. Bir hüzün
yağmalıyor aklımı. Düşüyorum hatıraların peşi-
ne, uzak mevsimler yakınlaşıyor, geçmiş aralanı-
yor. Her dağın başında bir şehzade çıkıyor karşı-
ma.
Spil Dağlarında bin atlının akınları kol gezi-
yor gibi. Sultan Murat Han düşünceli, hüzünlü,
ağır ve vakur... Edirne uzaklarda kalmış Manisa
yurt bellenmiş. Zağanos Fatihini yetiştiriyor pus-
lu dağlarda, Akşemseddin kolluyor yıldırımları ve
Manisa kucaklıyor tarihi, şanı, şerefi.
Manisa tarih demek, tarih Manisa demektir
bir bakıma.
Ege’nin sultan şehri, şetaretli ve şen şehir, bü-
tün rüyaları hayra yoran şehir… Yasemin kokulu
bağlarında bütün geçmiş hatıralar seyri ü sefere
çıkmış tarih sayfalarında geziniyor.
Bir Anda Sultan Mehmet Han Geliyor
Spil Dağları duman duman, kesiyor yeşilin bin
bir tonunu, kesiyor gözlerimizin tülümsü hatırla-
rını. Efil efil bir imbat esiyor Ege Denizi’nde. Gü-
neş eteklerini yayıyor Manisa ovasına. At kişne-
meleri duyuluyor dört bir yandan. Sultan Murat
Han sefere çıkmış diyorlar.
Manisa saraylarında nice hatunların, sultan-
ların ayak sesleri duyuluyor, kiminde hüzün, ki-
minde sevinç tüllenmiş, perde perde. Bütün gül-
ler bülbülünü arıyor gibi, Manisa eski, Manisa
yaşlı, Manisa kıymetli, Manisa tecrübeli, gâh
Turgutlum diyor, gah Salihlim diyor bir ana şef-
kati duyuluyor üzüm bağlarında.
Gözlerime bin yıllık esrar doluyor.
Bir anda Sultan Süleyman Han geliyor.
Şehzadelerin ilmek ilmek gönül ve irfan doku-
duğu, âlimlerin erenlerin Devlet-i Osmaniye için
en içli dualarını okuduğu Sultan şehir Gediz gibi
çok yalnız oraya buraya akıyor, içli ağlamaklı, hü-
zünlü.
İmparatorluğun turfanda tezgâhı iken, şim-
di Ege sahillerinde en sevgiliyi bekleyen, yürek-
ten ağıtlar yakan bir sancak beyi gibi mağrur ve
efkârlısın, görkemli dağların duman duman, yol-
ların uzadıkça uzuyor, uzaklaşıyorsun hatıralar-
dan…
Bütün İçli Türkülerin İçindesin
Merkez Efendi Camisinde şimdi eski günle-
rin fısıltılı sesleri var gibi. Merkez Efendi baha-
ratlardan şifa damıtıyor, güzellik damıtıyor. Es-
rarlı bir uğultu çöküyor Manisa saraylarına. Bir
mesir macunu tadında huzur gelip omzuma ko-
nuyor, yanık bir masal gibi tütüyorsun gözümde
Manisa. Her şey geçiyor, eskiyor, bitiyor.
Sen her dem güzel ve aydınlıksın.
Bir mavi güzellik yakalıyor ruhumu ve Ulu Ca-
mii yakalıyor beni. İshak Beyin ruha şifa dağı-
tan bu imarını bir dua gibi alıyorum ve sarıyorum
sımsıcak, dualarla yürüyorum şadırvanın serin su
çağıltısına.
Muradiye Külliyesi Mimar Sinan’ı çağrıştırı-
yor. Sıbyan mektebinde vakit bitmiş gün akşama
sarmıştır. Sultan Murat Han bir ecdat yadigârı bı-
rakırcasına yürümüştür tarihin dar koridorunda.
Camiler Bir Yıldız Gibi Manisa’nın Avucuna
Doluşmuştur
Çeşnigar Camii, İvaz Paşa Camii, Yıldırım Ca-
mii, Şeyh Sinan Camii hala müslümana has teva-
zu ve güzellikle bağdaş kurup oturmuştur Mani-
sa ovasına.
“Ege’nin sultan şehri, şetaretli ve şen şehir, bütün rüyaları hayra yoran şehir…
Yasemin kokulu bağlarında bütün geçmiş hatıralar seyri ü sefere çıkmış
tarih sayfalarında geziniyor.”
ŞEHZADELER ÜLKESİ
MANİSA
Temmuz 201110 11
Tarihî Kula evlerinde zaman durmuş, güzellikler donmuş,
hatıralar uyumuş gibidir. Huzurlu bir ailenin gündelik hayatı-
nın geçtiği odalar, sofalar, kiler, mutfak hala konuşur gibidir ve
hala o gizli sırrı saklar gibidir.
Manisa Tarihin Altın Yaldızlı Sayfasıdır Anayurdunda
Marmara Gölünde mavi bir türkü çağırıyor gibidir. Mavi ve
yeşil ne güzel uymuş birbirine, ne güzeldir suların şavkı ve ne
güzeldir serin su çağıltısı. Manisa Marmara’da mavi bir yel-
kenlidir her dem enginlere koşan, güzelliklere uzanan ve se-
rinliğe koşan.
Çınarlı Çeşme, Seyrangah, Süleymanlı, Sultan Yaylası ba-
hardan kışa yol gözlenmektedir. İnsan kafilelerini buyur et-
mektedir yeşilin bir türlü güzelliğine. Mesire yolları yeşile doy-
muş, huzur kıvrılan yollarda uyumuştur.
Şifalı suların membaıdır Manisa. Her derde deva içeni sa-
ğaltan, bunalmışı ayıltan serin suların yurdudur. Kaplıcalar,
ılıcalar memleketidir Manisa. Kurşunlu Kaplıca, Sakız Maden
Suyu, Kula, Selendi çağıl çağıl sizi bizi beklemektedir.
Manisa mutfağı bir saray kültürünün uzantısıdır adeta. Ek-
mek Dolması, Alaşehir Kapaması, Nohutlu Mantı, Manisa Ke-
babı, Börülce Tarator, Kabaklı Pide, Sinkonta, Yaprak Sarma-
sı, Şevket-i Bostan, Kula Şekerli Pidesi, Odun Köftesi, Kula
Güveci, Mantar Tatlısı sizleri Manisa mutfağına bekler gibidir.
Şehirdir Manisa
Medeniyeti erken tanımış, sultanları yetiştirmiş, impara-
torlara ev sahipliği yapmış bir kadim şehir, bir güzellikler yur-
dudur. Manisa bütün ilçeleriyle, çevresiyle, yüreğine sinmiş
ezgileriyle, insanıyla, lisanıyla bu ülkenin yıldızlaşmış şehirle-
rinden biridir.
Ege Bölgesinde bir başkalık vardır, bir nezaket vardıR, bir
letafet vardır, bir incelik vardır bu topraklarda. Rüzgâr daha
bir narindir, yağmur daha bir incedir, fırtına daha bir düşün-
celedir çünkü Manisa sultan şehirdir, can şehirdir, canan şe-
hirdir.
Manisa Ana şehir.
Şehzadelerin can bulduğu şehirdir.
MANİSA GÜZELLEMESİ
Şöhreti dile destan içinde aşkım yaşar Şehzade ve festival, kültür şehri Manisa. İyi günde dar günde gönüller dolar taşar Şehzade ve Festival kültür şehri Manisa.
Hayran olur insanlar halıdaki desene Burada hayat ucuz dokunmaz hiç kesene Şehzadeler yetişti yüz elli sekiz sene Şehzade ve festival, kültür şehri Manisa.
İzmir’i seyretmeden Spil Dağı’ndan inme Manisa kebabını yemeden hiç sevinme Sardes Antik Kentini görmeden sakın dönme Şehzade ve festival, kültür şehri Manisa.
Her tarafında İl’in kaplıca ve pınarlar Dört yüz, beş yüz yaşında vardır nice çınarlar Ziyarete gelene, asırları anarlar Şehzade ve festival, kültür şehri Manisa.
Akhisarlı tütünden zeytinciliğe geçti Muhacirlerin çoğu burayı mekân seçti Gelip geçen yolcular buz gibi ayran içti Şehzade ve festival, kültür şehri Manisa.
Gördes denince akla elbette gelir halı Dünyaca ünlü olan halılar kök boyalı Gördes Kızı Makbule artık tarihin malı Şehzade ve festival, kültür şehri Manisa.
Demirci İlçe’sinin demirci ataları İstiklal Savaşı’nda olmadı hataları Beslendi akıncılar fethetti kıtaları Şehzade ve festival, kültür şehri Manisa.
Toprak sanayisinde Turgutlu ilk sırada Mehter bölükleri de revaçtadır burada Gözlerin ova görsün bu ilçeye uğra da Şehzade ve festival, kültür şehri Manisa. Şükrü ÖKSÜZ
13Temmuz 201112
Hulûsi Kalb’denAbdülmecit İSLAMOĞLU*
Ben kimim, bu dünyaya neden gel-
dim ve nereye gideceğim?” soru-
ları her insanın kendisine sorması
ve cevap bulması gereken sorular. Varoluşun sır-
rına ermeden, varlık meselesini çözmeden mutlu-
luğu elde etmek mümkün değil. Hamdolsun ki bu
hususta bizleri aydınlatarak hakkı bâtıldan ayırt
etmemize yardım eden kutsal kitabımız Kur’ân-ı
Kerîm’e sahibiz. İşte bu yüce hidayet kitabı, var-
lığın sırlı perdesini bizler için aralamakta; sevil-
mesi, talip olunması gerekenlerin yanında uzak
durulması ve kaçınılması gerekenleri de apaçık
belirtmektedir: “Bu dünya hayatı ancak bir eğ-
lence ve oyundan ibarettir. Âhiret yurduna gelin-
ce, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!”( 29/
Ankebût, 64.) Gerçek hayatı elde edebilmek için
âşık olunmalıdır. Âşık olabilmek ise sevdiğini her
şeyden daha çok sevebilmek ve onun için her şey-
den vazgeçebilmektir.
İşte bu gazel yar için/yar aşkına candan geçildi-
ğini/geçilmesi gerektiğini anlatmaktadır.
1. Gönül cândan geçer yârdan geçilmez
Cihânı terk eder yârdan geçilmez
Gönül, sahip olduğu her şeyi, hatta canını bile
vermeye hazırdır. Tüm cihanı ve içindekileri gözü-
nü kırpmadan feda eder gönül. Yeter ki yar onun-
la olsun, yeter ki sevdiği yanında olsun. O varsa,
eksik hiçbir şey yoktur. O bizimle değilse eğer ve
bize yardım etmezse canın da cihanın da ne kıy-
meti var?...
2. Şol Edhem oğlunun etdiği gibi
Kamu vardan geçer yârdan geçilmez
Gönül, İbrahim Edhem Hazretlerinin yaptığı
gibi, dünyalık adına sahip olduğu ne varsa, sevgili-
si uğruna hepsini vermeye hazırdır. Varını yoğunu
mahbûb yolunda harcamaya hazır âşıklar için as-
lında bu öyle çok zor bir şey de değildir. Zira onlar
yaratılmışlara baş gözüyle değil kalp gözüyle bak-
masını bilen insanlardır. Fânî dünyanın geçici me-
taları onların aklını başından almaz. Onlar “fak-
ru fahrî” yolunun ayrılmaz takipçileridir. Cenâb-ı
Hakk’a karşı acz ve fakr içerisinde duydukları
mahviyet ve tevazu onlar için en büyük zenginlik-
tir. Hakikî âşıklar için bundan büyük övünç kayna-
ğı da bulunmamaktadır.
3. Eğer yâr oldun ise sen o yâra
Ko gayrı kâr u var yârdan geçilmez
Her şeyden önce karar verilmesi gereken; bu
kutlu yola girmek isteyip istemediğimizdir. Zira
hem yolda olmak, hem de bu yolun gereklerini ye-
rine getirmemek olmaz. Gerçekten âşıksak eğer,
gerçekten seviyorsak, bu sevgi artık kuvveden fiile
geçmelidir. Dilde kalmamalı, kalbe inmelidir. Sev-
dim demek yetmez şüphesiz. O’nun rızası dışında-
ki her şeyden yüz çevirmeli, onlardan vazgeçmeli.
Sevilenler ise, yalnızca O’nun için sevilmeli.
4. Şu pervâneyi görmen mi verip cân
Yanar nârdan geçer yârdan geçilmez
Gerçek sevgili için, gerçekten seven için, en gü-
zel örneklerden birisidir pervane. Ateşi gördü mü
dayanamaz onun câzibesine. Atar kendisini onun
yakıcı kollarına. Yanarak ona ulaşır, onunla olur.
Bu yanış acı vermez ona. Tam tersine bu gece kele-
beği, hakikî mutluluğa ermiş, sonsuzluğa ulaşmış-
tır böylece. Nârdan geçmiştir, yardan geçmemiş-
tir… Varlığından geçerek gerçek varlığa ermiştir.
Pervane samimidir aşkında. Sevgilisi uğruna
can verecek kadar da cömert. Onun için sevgiliden
ayrı kalmak, ölmektir. Canını feda ederek sevgiliye
kavuşmak ise en büyük emel.
“Gönül, sahip olduğu her şeyi, hatta canını bile vermeye hazırdır.
Tüm cihanı ve içindekileri gözünü kırpmadan feda eder gönül.
Yeter ki yar onunla olsun, yeter ki sevdiği yanında olsun. ”
CANDAN GEÇİLİR YARDAN
GEÇİLMEZ
A.A.
Arş
ivi
15Temmuz 201114 15
BULUTLAR
Deryadan denizden uçar gelirlerİncecik incecik tül tül olurlarYüce dağ başına bir yol bulurlarGöklere göklere ağar bulutlar
Bilinmez bir yola düşer giderlerSevgiliye ah ü enin ederlerBize mekan yüce dağ başı derlerDağları yaslar boğar bulutlar
Maşuğun kaybolan izine benzerMaşuğun mest eden sözüne benzeMaşuğun o şehla gözüne benzerGönlümün taline değer bulutlar
Güneş hançer vurur yarelenirlerHarelenir de parelenirlerBazen mavi gökle harelenirlerAncak derin göğe sığar bulutlar
Bülbül nağme okur gülün bağındaBulutlar melüldür kendi dağındaToprak şerha şerha yarıldığında Rahmet olup yere yağar bulutlar
Mustafa AKGÜN
5. Ana sâdık denir ki bile tahkîk
Geçe serden bile yârdan geçilmez
Âşıkların başta gelen özelliklerinden birisi
sâdık olmaları, sözlerinde durmalarıdır. Âşık olan
sâdıktır ve sâdık olan yalan söylemez; seviyorum
diyorsa, seviyordur. En önemlisi de sevmenin ne
demek olduğunu biliyordur.
Sâdık olanlar gerçek manada bilirler ki âşıklar,
sevgili uğruna seve seve canlarından vazgeçer-
ler. Onlar için hayat aşktan ibarettir. Hallâc’ı
darağacına çıkaran, işte bu aşktır. Hakikat adına
canlarını feda edenlere rehberlik eden bu aşktır.
“Anam babam sana feda olsun, ya Rasûlallâh”
dedirten, işte bu aşktır.
6. Eğer bülbül isen et hâra minnet
Gücenip hâra gül-zârdan geçilmez
Âşığın sevgilisine ulaşması çok kolay
olmayacaktır. Türlü zahmetler, bin bir tür-
lü sıkıntılar yolda onu beklemektedir. Güle talip
olanın dikenden şikâyet etmeye hakkı yoktur. Dik-
en için gülden vazgeçen ise zaten âşık değildir. Bel-
ki güle kavuşma yolunda bir engel gibi görünen
dikene teşekkür edilmeli, bu meşakkatleri yaşattığı
için ona şükran duyulmalıdır. Zira bu yolda
karşılaşılacak her zorluk, âşığın defterine rahmet
olarak yazılacak, nûr olacaktır. Bu yolda katlandığı
sıkıntılar onu pişirecek, kıvama getirecektir. Nite-
kim Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de “Yoksa siz,
sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza
gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (2/Ba-
kara, 214.) buyrulmaktadır. Başa gelen bu sıkıntılar
kimi zaman bir diken olarak ele batmakta, kimi za-
man günlük yaşamımızda karşımıza dikilen irili
ufaklı engeller şeklinde önümüzü kesmekte, gam
çektirmektedir. Fakat her hâl ü kârda bıkmak, us-
anmak, sıkılmak âşığın lügatında yazmaz. O’nun
kahrı da hoştur, lütfu da. Hoştur O’ndan gelen her
ne varsa…
7. Bu yolda cân verip merd ol Hulûsî
Eğer âşıksan ikrârdan geçilmez
Gazelin son beytinde Es-Seyyid Osman Hulû-
si Efendi Hazretleri, hem kendisine hem de tüm
sevenlerine seslenir: Mertlik, sadece lafla, sözle
olmaz. Mert olan kişi/hakikî âşık, aşkını saklama-
dan gür bir sesle tüm kâinata haykıracak, sözünün
eri olacaktır. Mert olmak, bu kutlu yolda canından
dahi vazgeçmektir. Zira canı veren de O’dur, alan
da. Can da O’nundur, cihan da.
Ne mutlu özü sözü bir olanlara, ne mutlu gerçek
aşkı tadanlara…*Dr.
17Temmuz 201116
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
Terlemeden ve riske girmeden kazanma demek
olan fâiz, haksız bir ka-zançtır ve her çeşidiyle ha-ramdır. Çoğu sarhoşluk ve-ren içkinin azının da haram olması gibi, fâiz de bütün oranlarıyla haramdır.
Fâiz, zengini aşırı zen-gin, fakiri de aşırı fakir eden, ekonomiyi sömürüp çürüten bir virüstür.
Fâiz, mü’minler arasında şefkat, merhamet ve Allah için yardımlaşma duygula-rını yok eden bir hastalıktır.
Fâizle servet, meşru ya-tırım aracı olmaktan çıkar, ölü hale gelir.
Fâiz, kişileri riske girme-den, çalışmadan kazanma-ya sevk ettiği için tembel-liği körükler; yatırımı yok eder. Başkasının malına haksız yere tecâvüz olduğu için fâiz, mal emniyetini ze-deler.
Fâiz, parayı araç olmak-tan çıkarır, amaç haline ge-tirir. İnsanları mutlu etme
aracı olması gereken para, insanların mutsuzluk aracı haline gelir. Sonuçta para/variyet yalnızca belli sınıf-ların tekelinde dolaşan bir meta haline gelir. Bu da pek çok insanın birbirine düş-man olmasına ve huzursuz olmasına yol açar.
Fâiz, toplumda sömü-rüyü destekler, insanda-ki merhamet, diğergâmlık duygularını köreltir. İn-sanları ihtiras, bencillik, kin, haset, asabî gerginlik, düşmanlık gibi hastalıkla-ra dûçâr eder. Fâiz temel-li sistem, kapitalizmi des-teklerken; bunalan fertlerin sosyalizm benzeri fikirle-re yönelmesini sağlar. Fâiz, malda, sosyal hayatta bere-keti alır götürür.
Yüce Allah, alış-veri-şi helâl, fâizi haram kıl-mıştır. O’nun helâl kıldığı şeyler herkesin hayrınadır. Allah’ın haram kıldığı şeyler ise, zengin fakir, kadın erkek, fert toplum herkesin zararınadır. Hem mânen zarardır, hem mad-den zarardır. Yüce Allah’ın helâl kıldığı şeyler, asla
haram kılınanlara muhtaç bırakmayacak genişlikte ve zenginliktedir. Helâller bü-tünüyle uygulanırsa, ha-ramlara gerek kalmaz, in-sanlar haramları işlemek zorunda kalmazlar.
Fâizli muamelenin karşı-lıklı rızâ ile yapılıyor olması onu haram olmaktan çıkar-maz. Katmerli fâiz haram olduğu gibi, azıcık fâiz de haramdır. Müslüman, fâiz bulaşığı olan, fâiz şaibesi olan, sonuçta fâize götüren he türlü muâmeleden uzak durmaya çalışır.
Kullarının hep hayrını gözeten Yüce Rabbimiz, fâiz batağına batmış bir toplu-ma indirdiği şu âyetlerle onları fâizcilikten kurtar-mış, helâl ve bereketli ka-zançların adamı etmiştir.
“İnsanların malları için-de artsın diye verdiği-niz her hangi bir fâiz Al-lah katında artmaz; fakat Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sa-daka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.”1
HELÂL ALIŞVERİŞE KARŞI
HARAM OLAN
FÂİZ
“Fâiz, zengini aşırı zengin, fakiri de aşırı fakir eden,
ekonomiyi sömürüp çürüten bir virüstür. Fâiz, mü’minler
arasında şefkat, merhamet ve Allah için yardımlaşma
duygularını yok eden bir hastalıktır.”
Temmuz 201118 19
“Ey İnananlar! Fâizi kat kat alarak ye-meyin. Allah’tan sakının ki başarıya erişe-siniz.”2
“Fâiz yiyenler mahşerde ancak şeyta-nın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kal-karlar… Kim fâizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır… Allah fâizi eksiltir, sada-kaları bereketlendirir… Ey İnananlar! Allah›tan sakının, inanmışsanız, fâizden arta kalmış hesaptan vazgeçin. Böyle yap-mazsanız, bunun Allah›a ve peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.”3
Allah’a Savaş Açmak
Âyetlerde çıkan mesajları şu şekilde özetleyebiliriz:
Kullarının hayrını gözeten Yüce Allah, ti-careti helâl kılmış, fâizi ise haram kılmıştır. Karşılıksız yardımlaşma ve karşılıksız borç vermeyi/karz-ı haseni en güzel amel ola-rak nitelemiş; bencillik ve çıkarcılığı körük-leyen fâizi yasaklamıştır. Yüce Allah’ın di-ğer alanlarda olduğu gibi, ekonomik alanla ilgili meşru kıldığı şeyler de insanlara ye-
tecek ve onları huzur içerisinde yaşatacak özellik ve güçtedir. Dolayısıyla yasak sı-nırları zorlamaya ge-rek yoktur.
Fâizden vazgeçme-yenler, kabirlerinden şeytan çarpmış ola-rak kalkacaklardır. Şeytan, dünyada iken onlara dost görünüp onları kandırdı, fâiz illetine bulaştırdı; ka-birden kalkarken ise onlara vuracak, on-ları çarpacaktır. İşte şeytan ve onun adam-
larının dostluğu böyle olur
Fâizden vazgeçmeyen kimseler, Allah’a savaş açmış azgınlardır. Konumu, makamı ne olursa olsun hiç kimsenin bu anlamsız savaşta Yüce Allah ile baş etmesi ise müm-kün değildir.
Son âyetler, Mekke’de Cahiliyye Döne-minden kalma, yüklü miktarda fâiz alacağı-nı istemekte ısrar eden kardeşler hakkında inmiştir. Mekke Valisi Attâ, durumu Pey-gamberimize yazı ile sordu. Cevapta Allah’ın Rasülü şöyle diyordu: “Onlar Allah’ın hük-müne râzı olurlarsa ne âlâ! Aksi takdirde onlarla savaş!” Bu uyarı üzerine onlar fâiz alacaklarından vazgeçtiler.
Evet, bu âyetler indiği sıralarda Mek-ke ve Medine’de fâiz borcu ve alacağı olan pek çok insan vardı. Onlar, fâiz haram kı-lınmadan önce bu uygulamaların içerisi-ne girmişlerdi. Ama âyetler inince, onların hepsi fâizden vazgeçtiler. Çünkü onlar iman edenlerdi ve onlar Allah’tan sakınan kimse-lerdi. Elbette insanın mala/paraya karşı aşı-rı tutkusu vardı. İnsanın alacağından vaz-geçmesi kolay değildi. Bu yüzden âyet, çok
kesin ve sert uyarılarla geldi. “Gerçekten mü’minseniz fâizden vazgeçin, aksi takdir-de Allah’a ve peygamberine savaş ilan et-miş olursunuz.” buyruldu.
Âyetin, “Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” ifadesi ile sona ermesi de olduk-ça anlamlıdır. Demek ki Allah’ın yasaklarını çiğnememek kişiyi takvâlı olmaya götürü-yor, takvâlı olmak da kurtuluşa götürüyor. Takvâ silahı da kişiyi haramlara düşmekten kurtaran bir silahtır.
Bir toplumda İlâhî ölçüleri birkaç kişinin uygulaması yetmez. Toplumun tüm fertleri bu ölçülere uymalı ki kurtuluş gerçekleşsin. Bu yüzden âyet çoğul kalıbıyla gelmiştir.
Âyetler indiği sıralarda özellikle borcu-nu ödeyemeyenlere uygulanan katmerli fâizlerle insanlar sömürülmeye devam et-mekteydi. Kur’ân, içki, kumar gibi diğer ha-ramların yasaklanışında olduğu gibi fâizin haram kılınmasında da tedricî bir yol izle-miş ve aşama aşama fâizi yasaklamıştır.
Katmerli fâiz yasaklandığı gibi, oranı ne olursa olsun diğer fâiz çeşitleri de yasaklan-mıştır. Zira günahın büyüğü küçüğü olmaz. Günahlar, onlara bağışıklık kazanıldığında, küçük ve basit görüldüğünde insanları gü-nah tiryakisi eder, en büyük günahları işle-meye sevk eder. Haram yoldan elde edilen kazançlar cazip gelebilir. İnanan kişi, güç-lü imanı ve Allah’a olan saygısı, takvâsı ile bunlardan kendisini korur.
“Fâizin Her Çeşidi Kaldırılmıştır”
Peygamberimiz, Veda Hutbesinde fâiz konusu-
na geniş bir bölüm ayırır ve ümmetini şöyle uya-
rır:
“Fâiz Haramdır:
Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın al-
tındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek ge-
rekir. Ne zulmediniz ve ne de zulme uğrayınız.
Allah’ın emriyle fâizcilik artık yasaktır. Cahili-
yetten kalma bu çirkin adet’in her türlüsü ayağı-
mın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de (amcam)
Abdulmuttalip oğlu Abbas’ın fâizidir.”
Peygamberimiz, herkesin hayrına olan helâl
kazanca dayalı ekonomi sistemini fiilen kurmuş,
bu sistemi zedeleyen fâiz, haksız kazanç, karabor-
sacılık, vurgun, soygun, hırsızlık, gasp gibi tüm
haramları yasaklamakla kalmamış, bunları haya-
ta geçirmiştir. O, helâlleri uygulamaya kendi çev-
resinden başladığı gibi, haramlara son vermeye de
kendi yakın çevresinden başlamıştır. Zira o, söy-
lediğini önce kendisi yapan, özü sözü bir peygam-
berdi.
Peygamberimiz Mirac Gecesi fâiz yiyenlerin,
kanlı ırmakta ağızlarına taş yiyenler olarak gördü-
ğünü haber verir.4
Allah’ın Rasülü, fâiz yiyene ve yedirene lanet
etmiştir.5 Rahmet Peygamberi bu kadar ağır ifa-
delerle, ümmetini fâize bulaşmaktan korumayı
amaçlamıştır.
Fâiz ve zinanın yaygınlaştığı toplumlara
Allah’ın azabı musallat olur. Zira fâizcilik zinaya
kapı aralar.
Fâizden elde edilip çoğalan her mal sahibi mut-
laka sıkıntı ve darlığa duçar olur.6
O halde tüm bu açıklamalardan sonra ekono-
mik hayatımızı gözden geçirelim, fâiz şâibesi olan
her türlü uygulamadan vazgeçip şimdiye kadar
yapıp ettiklerimiz için tevbe edelim. Fâizsiz ve be-
reketli bir hayata merhaba diyelim. Hem dünya-
mızı hem âhiretimizi kurtaralım. Tıpkı ilk dönem
Müslümanları gibi...
1 30/Rûm, 39.2 3/Âlu Imrân, 130.3 2/Bakara, 275-279.4 Buhârî.5 Müslim, Nesâî, Ebû Davûd, Tirmizî, İbn Mâce.6 İbn Mace.
Dipnot *Prof. Dr.
21Temmuz 201120
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
Zâtİ ve mâhİyetİ İtİbarİyle akıl ve duyulardan gİzlİ olan:
Bâtın, batn kökünden gelir. Sır-
tın tersine ve her şeyin iç kısmı-
na denir. “… analarınızın karnın-
da ceninler iken de..”1 âyetinde geçtiği gibi, gizli
ve içerde olan anlamına gelir. Duyu organlarıy-
la kavranan şeylere zâhir, duyu organlarının kav-
rayamadığı şeylere de bâtın denir. Bu konuda
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “Günahın
açığını da bırakın, gizlisini de.”2
Ez-Zâhir ve el-Bâtın, Yüce Allah’ın iki sıfa-
tı olup, el-Evvel ve el-Âhir gibi birlikte zikredilir:
“O, İlk ve Son’dur. Zâhir ve Bâtın'dır. O, her şeyi
hakkıyla bilendir.”3 O’nun en güzel isimleri ara-
sında yer alan el-Bâtın, Allah’ın bilinmesinin ha-
kikatine işaret eder. Nitekim buna telmihen Hz.
Ebubekir (r.a); “Ey bilinmesinin sonu bilinmekte
noksan olan zât” şeklinde buyurmuştur. Bundan
dolayı Allah, varlığının delilleri yönüyle zâhir,
Zât’ının aşkın olması sebebiyle de bâtındır. O, eş-
yayı ihâta etmek ve kavramak bakımından zâhir;
kendisi kavranılması bakımından bâtındır. Kud-
retinin tecellîleri duyu organlarıyla algılanan ve
bir şeyin dışında görülebilen mânâsına zâhir ve
duyu organlarıyla değil, akıl yoluyla idrak edilen
mânâsına bâtındır.4 Bu anlamda Yüce Allah şöy-
le buyurmuştur: “Gözler onu idrak edemez ama
O, gözleri idrak eder.” O, en gizli şeyleri bilendir,
(her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”5 Göz-
lerin O’nu idrak edememesi, Allah’ı görememesi
mânâsınadır. Allah görme fiilini yarattığı zaman
görme fiili gerçekleşecektir. Nitekim Allah’ın ver-
diği görme yetisi ile kedi geceleyin fareyi gördüğü
halde biz göremiyoruz. Allah zâtıyla aşkın, sıfat-
larıyla içkin denilmiştir. Bu sebeple, Allah’ın var-
lığı ve birliği en kâmil ve en tam bir var oluştur.
Fakat apaçık oluşu bazılarına göre hicap teşkil
eder. Nasıl ki göz önce zayıf ışıkları, sonra da alış-
tıkça kuvvetli ışıkları görebiliyorsa, insan ruhu da
ilahi âlemin varlıklarını yavaş yavaş derece dere-
ce idrak edebilir.6
Güzelliği Anlatmak
Hem Zâhir ve hem de Bâtın olan Yüce Allah’ın
zâtının güzelliği cennette müşâhede edilecektir.
Bunun nasıl olacağına dair, insanın yorum yap-
ması ve içeriğinden bir kısmına ulaşması müm-
kün değildir. Cennet halkının içerisinde bulun-
dukları sürekli nimetler, birbirinden değişik
lezzetler ve değeri takdir edilemeyen sevinçlerle
onlar Rablerini gördükleri ve cemâlinin zevkini
tattıkları zaman, içerisinde bulundukları her şeyi
unutmaları ve bu nimetlerin yanlarından gitmesi
Allah’ın güzelliğini anlatmak için yeterlidir. On-
lar bu durumun kendileri için devam etmesini di-
lerler. Cennet sakinleri için bu güzelliği seyretme-
ye dalmak kadar sevimli hiçbir şey yoktur. Kendi
güzelliklerine, Yüce Allah’ın güzellik ve nurundan
kendilerine güzellik katarlar. Sürekli O’nu görme
özlemi içerisinde olurlar. Sonunda o dolup-taşma
gününde kalpler uçacak şekilde sevince boğulur-
lar.7
İslâm nokta-i nazarında tasavvuf, “kesb-i
kemâl ve seyr–i cemâl yolu” diye tarif edi-
lir. Bu tarifin Türkçesi, yapılan ibadetlerden
amaç, bu dünyada mânevî olgunlukları elde et-
mek ve âhirette de Allah’ın güzelliğini temâşa
etmektir. Ehl-i sünnet âlimleri, âhiret yurdun-
da mü’minlerin Yüce Allah’ı görmelerinin aklen
câiz ve naklen de vâcip olduğunu kabul etmiş-
lerdir. Onların bu konudaki kat’î delili Hz. Musa
(a.s)’ın, Allah’tan, kendisini görmeyi istemesidir.
“Rabbim, bana görün ki seni göreyim.” 8 Hâlbuki
Hz. Musa (a.s), yüce Allah’ı hakkiyle biliyor, O’nu
mahlûkata benzetmekten, bir yönde veya bir şe-
yin hizasında bulunmuş olmaktan tenzih ediyor-
du. İslâm düşünce tarihinde Allah’ın görülmesini
muhal sayan bazı dinî akımlar, Hz. Musa’nın bil-
mediği ilâhi sıfatları bildiklerini iddia etmiş olu-
yorlar ki, bu yanlıştır. Ayrıca Allah Teâlâ: “Eğer
dağ yerinde durabilirse sen de beni görürsün.”9
EL-BÂTIN “Ez-Zâhir ve el-Bâtın, Yüce Allah’ın iki sıfatı olup, el-Evvel ve el-Âhir gibi
birlikte zikredilir: ‘O, İlk ve Son’dur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla
bilendir.’ O’nun en güzel isimleri arasında yer alan el-Bâtın, Allah’ın
bilinmesinin hakikatine işaret eder.”
23Temmuz 201122
BİR GÜL AÇTI Ufuk kızardı patladı birden Gök bahçelerindeki renkler Yeryüzünü kurtardı kirden Mûcize gibi açtı çiçekler
İri bir gül gülüşler dağıtan Nabzını fırlattı ufukların Gündüz bahçelerini tutan Yüzünde aydınlık çocukların
Mehmet DOĞAN
buyurmak suretiyle kendisinin görülebilmesini
dağın yerinde durmasına bağlamıştır. Dağın ye-
rinde durması ise, aklen mümkün olan bir şeydir.
O halde bir hâdisenin mümkün olan bir şarta bağ-
lanması onun da imkân dâhilinde olduğunu gös-
terir.10
Diğer taraftan âyette: “Beni asla göremez-
sin”11 ifadesi, bu görme fiilinin dünyada olama-
yacağına delildir; görme imkânını büsbütün kal-
dırmaz. Âyetin başında gelen “len” edâtı, ebedîlik
için değil, “te’kid” için gelmiştir. Bu görüşü pekiş-
tiren bir ifade Kur’ân’da Hz. Meryem’in dilinden:
“Bugün hiçbir kimse ile konuşmayacağım.”12 sö-
zünde geçer. Cenâb-ı Hak, bu âyette geçen “len”
edâtını “el-yevm” kelimesiyle beraber kullanmış-
tır. “el-Yevm” sınırlı bir zaman dilimini ifade et-
tiğine göre “ebediyet” ile sınırlı oluş birbiriyle
tenâkuz halinde olan iki şeydir. “Len” edâtı ebe-
diyet için bile olsa, ondan maksat, rü’yeti âhirette
değil, dünyada nefyetmekten ibaret olur.13 Bu gö-
rüşü destekleyen başka âyetler de vardır.14
Allah’ın Cemal’ini Temâşâ
Kur’ân’da, “O gün Rablarına bakan ve ışıl
ışıl parlayan yüzler vardır.”15 buyrulmuştur. Bu
âyette geçen “..ışıl ışıl parlayan yüzler” tanımla-
ması, estetik boyutu sergilemesi açısından olduk-
ça manidar bir ifade biçimidir. Ehl-i sünnet, ‘na-
zar’ kavramına dil kuralları açısından yaklaşarak,
‘intizar’/beklemek anlamının verilmesine kar-
şı çıkmıştır. Onlara göre bu âyette geçen ve “ilâ”
edâtıyla kullanılan “nazar” (bakmak) kelimesi,
beklemek anlamına değil, rü’yet/bakmak anla-
mına gelir. Dil kâidelerinin ve aklın gereği de bu-
dur.16
Ayrıca Kıyâmet Suresi’nin 23 ve 24.
âyetlerinde müjde ve beşâret makâmına sevke-
dilecek mü’minlerin âhirette kavuşacakları ni-
metin büyüklüğü de vurgulanmaktadır. Hâlbuki
Mu’tezile’nin anladığı gibi ‘beklemek’ şeklinde
bir yorum yapılsaydı, böyle güzel bir sonuca ulaş-
mak mümkün olmazdı. Çünkü beklemede eziyet
ve ceza vardır. Hâlbuki Allah’ın cemalini temâşâ
ise, en büyük bir ödül ve nimettir ki, burada rahat-
lama söz konusudur. Bizce de âhirette Allah, in-
sanların amel ve ibadet derecelerine göre herkese
farklı şekillerde tecellî edecektir. Bu tecellî her an
değişecek ve Hüsn-i Mutlak olan Allah’ın Cemal’i-
ni temâşâda insanlara hiçbir bıkkınlık ârız olma-
yacaktır. Ancak âhirette Allah’ın nasıl görüleceği
keyfiyeti bizce meçhuldür. O’nun görülmesi, fıtratı
ve amelleri tayyib (temiz) olan insanlara Allah’ın
ilâhi bir lütfudur.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Alla-
hu Teâlâ’nın bütün açıklığıyla görünmemesi,
zuhûrunun şiddetinden dolayıdır. O’nun zâhir
oluşu, aynı zamanda bâtın oluşunun sebebidir.
Çünkü O, nuru ile tüm yaratılmışlardan perdele-
nir. Varlık alanında zuhûrunun şiddetinden do-
layı, onlara gizli kalır. O, bakmasını bilenler için
apaçıktır. Yine O, hissi ve mânevi gözlerini kapa-
tanlar için bâtındır. Bakmasını bilenler için Yüce
Allah hem zâhir ve hem de bâtındır. Âşikâr ola-
nı da gizli olanı da bilir. Yarın rûz-i mahşerde
cemâlullah’ı müşâhede edenler, O’nun hem zâhir
hem bâtın, hem evvel ve hem de âhir olduğuna yü-
rekten inananlar olacaktır.
1 53/Necm, 32.2 6/En’âm, 120.3 57/Hadîd, 3.4 El-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İs-
tanbul, 1986, s. 66–67.5 6/En’âm, 103.6 Bekir Topaloğlu, İslam Kelamcıla-
rına ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı, Ankara, 2001, s. 131.
7 Ramazan Altıntaş, İslam Düşün-cesinde Tevhid ve Estetik İlişkisi, İstanbul, 2002, s. 157.
8 7/A’râf, 1439 7/A’râf, 143.
10 Nesefî, Ebu’l-Muîn, Tebsıratü’l-Edille, (tahk. H. Atay), Ankara, 2004, I, 510-11.
11 7/A’râf, 143. 12 19/Meryem, 2613 Nesefî, a.g.e., I, 514; Sâbûnî,
ûureddîn, el-Bidâye Fî Usûli’d-Dîn, (tahk. B. Topaloğlu), Dımeşk, 1979, s.39-40.
14 2/Bakara, 95; 43/Zuhruf, 77.15 75/Kıyâme, 75/2316 Krş. Nesefî, a.g.e.,I, 520-521;
Sabûnî, a.g.e. , s.40.
Dipnot * Prof. Dr.
“Cennet sakinleri için bu güzelliği seyretmeye
dalmak kadar sevimli hiçbir şey yoktur.
Kendi güzelliklerine, Yüce Allah’ın güzellik ve
nurundan kendilerine güzellik katarlar. Sürekli
O’nu görme özlemi içerisinde olurlar.”
İmam
UST
A
25Temmuz 201124
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Amr b. Sâbit (r.a.)
Mensubu olmakla iftihar ettiğimiz İslâm dininin kendine özgü birtakım özellik ve güzellikleri vardır. Bu özellik ve güzelliklerinden biri de İslâm dininin kolaylık dini oluşudur.
İslâm dinindeki bütün hükümler insanın fıtratına uygundur, zorlamadan kolaylıkla insanın yapabileceği cinstendir. İslâm dininin hiçbir emrinde, hiçbir hükmünde zorluk yoktur. Dinin ibadet ve hükümleri kolaylık üzerine kurulmuştur. Kur’ân-ı Kerim’deki: “Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez.” (2/Bakara, 185), “Allah dinde üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.” (22/Hac, 78) gibi ayetler bu gerçeği ifade eder.
Allah, insanı gücünün yettiği kadar sorumlu tutar. Gücünün yetmeyeceği şeylerden kimseyi sorumlu tutmaz. Nitekim bu durum her yatsı namazından sonra okunan Bakara suresinin son ayetinde şöyle belirtilir: “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği kadarıyla yükümlü kılar.”( 2/Bakara, 286)
Allah, Peygamber Efendimizi bütün âlemler için rahmet, muallim ve kolaylaştırıcı olarak göndermiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) mübarek sözleriyle İslâm dininin kolaylık dini olduğunu her fırsatta belirttiği gibi, yaşayışıyla da bunu ortaya koymuş ve ümmetine örnek olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisi devamlı kolaylık gösterdiği, kolay olanı tercih ettiği gibi ashabına da kolay olanı tercih etmelerini ve kolaylık göstermelerini emretmiştir. Güçlerinin üzerinde ibadet yapmaya kalkışanları uyarmış, alış-verişte ve bütün medenî muamelelerde kolaylık gösterilmesini tavsiye etmiştir.
İbadetler insan için birer yük ve meşakkat değil, aksine insanı dünya ve ahiret hayatında mutlu edecek, saadet ve selamete kavuşturacak ilâhî buyruklardır. Örneğin, namaz ibadeti için aşarı hasta olan veya gücü yetmeyenler başı ile îmâda bulunarak namazını kılarlar.
İslâm dininde zorluklar zuhur edince kolaylıklar başlar. Bunlara ruhsat denir. Bir şeyde güçlük görülmesi kolaylaştırma sebebi olur. Hakiki mü’minler, işlerinde müşkülpesent değil işlerini kolaylık içinde görendir.
Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. (Buhârî, İlm, 12; Müslim, Cihâd, 6.)
Adı : Amr
Lakabı : Esram veya Usayrim
Doğum yılı : Tespit edilemedi
Doğum yeri : Medine
Baba adı : Sâbit b. Vakş (Vukayş, Ukayş) el-
Ensârî
Anne adı : Lübbe. Huzeyfe b. Yemân’ın kız
kardeşi
Eş(ler)i : Tespit edilemedi
Akrabaları : Huzeyfe b. Yemân dayısı olur
Oğulları : Tespit edilemedi
Kızları : Tespit edilemedi
Kabilesi : Evs’in Abdüleşhel boyundan
İslâm’a girişi : Uhud Savaşı’ndan hemen önce
Sohbet süresi: Birkaç gün
Rivayeti : Yok
Yaşadığı yer : Medine
Mesleği : Ziraat
Hicreti : Yok
Savaşları : Uhud
Görevleri : Tespit edilemedi
Fizikî yapı : Tespit edilemedi
Mizacı : Cesur ve kararlı
Ayrıcalığı : İslâm’a girip savaşan ve hemen
şehit düşen sahabi
Ömrü : Tespit edilemedi
Ölüm yılı : H. 3.
Ölüm yeri : Uhud
Ölüm sebebi : Şehit
Hakkında : Müslümanların savaşmak üze-
re Uhud’a hareket etmelerinden hemen son-
ra İslâmiyet’i kabul etti. Hemen savaş meydanı-
na koştu. Burada Hz. Peygamber (s.a.v.)’i bulup
Müslüman olduğunu haber verdi ve derhal çarpış-
malara katıldı. Bir müddet sonra ağır şekilde ya-
ralandı. Onun hangi düşünceyle savaştığını sor-
duklarında Amr, Müslüman olduğunu ve Allah
için çarpıştığını söyleyerek son nefesini verdi. İbn
Hacer’e göre Sahîh-i Buharî’deki Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in: “Az çalıştı, çok kazandı” diye nitelen-
dirdiği şehid sahabi odur. Taberî’ye göre hiç secde
etmeden cennete giren sahabi odur.
Kaynaklar: İstîâb, I. 361; İsâbe, IV. 608-609;
Üsd, I. 62, 840; DİA, III. 84-85; Buharî, Cihad,
13; Müsned, V. 428.
*Prof. Dr.
Kırk Yapraklı Gül
H. Hamidettin ATEŞ
Üçüncü Hadis
Açıklaması
27Temmuz 201126
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE* asavvuf geleneğin-
de rüyalar, mânevî
yolculukta yükseli-
şin ve ilerlemenin göstergele-
rinden biri olarak görülmüştür.
Sufilere göre rüyalar fenomen-
ler ve numenler dünyasında,
yani hissedilir âlem ile akledilir
âlem arasında köprü olan ber-
zahta/misâl âleminde görülür,
dolayısıyla rüyaların dili sem-
boliktir. Bu yüzden tevil, tefsir
ve tabire ihtiyaç duyarlar. Ta-
savvufun sembolik dilinin rüya
dili ile benzeşiyor olması da
tesadüfî değildir. Pek çok sûfî
eserlerinde rüyalarına ve bun-
ların anlamlarına geniş yer ver-
mektedir.
Tasavvuf ehline göre rüyalar
ile âlem arasında bir bağ var-
dır. “Âlem” işaret anlamına gel-
diğine göre bu işaretin yorum-
lanması gerekir. Bu noktadan
bakıldığında her insanın bilme
eylemi, zahirî âleme yaptığı bir
rüya tabirinden ibarettir.
Tasavvuf tarihinde rüyanın
ayrı bir yeri bulunmaktadır.
Kişi uyanık olduğu müddet-
çe, ruhu bedende hapsedilmiş
haldedir. Uykuya dalınca kudsî
ruh da aslî vatanına, ledünnî
ve ilâhî kaynağına gider. Gayb
ve mânâ âlemini tanımanın,
ruhlarla mülâkî olmanın ver-
diği huzurla dinlenir. Melekût
âlemine gittiği zaman orasını
şehâdet âlemindeki misâlleriyle
görür.1 Buna göre uyku ve uya-
nıklığın, insan varoluşunun iki
ayrı kutbu olduğu söylenebilir.
Uyanık iken faaliyette bulunma
ve karar verme gibi görevler söz
konusudur. Uykunun görevi ise
insanın kendisini tanıması ve
kendisiyle iç hesaplaşmaya gi-
rişmesidir.2
Tasavvuf ehli rüyaları bir
müjde, ikaz ve tevkif olarak ka-
bul etmiş, rüyaları ilahî, melekî
ve şeytanî olmak üzere üç grup-
ta mütâlaa etmiştir. İlahî rüya
her hangi bir yoruma gerek
duymadan âyân beyan açık
olan rüyalardır. Melekî rüya ise
az bir açıklamaya muhtaç olan
sâdık rüyadır. Şeytanî rüyaya
gelince o da çok karışık ve fazla
önemi olmayan rüyalardır.3
Sâdık Rüya
Sûfilere göre sâdık
rüya; kişinin takvâ, verâ ve
mârifetullahtan nasiplendiği-
nin alâmetidir. Aynı zamanda
sâdık rüya tekrarlanır. Şerîata
muhâlif olmadığı gibi mütevâtir
sünnete de mutâbıktır. Bun-
dan dolayı sûfiler sâdık rüyayı
bir müjde olarak değerlendirir-
ler.4 Zira Allahu Teâlâ şöyle bu-
yurmaktadır: “Onlar için dün-
ya ve âhiret hayatında müjde
vardır.”5 Kuşeyrî, bu âyette ge-
çen müjde sözünden maksadın
mü’minlerin görmüş olduğu
rüya olduğunu söyler. Kuşeyrî
bu yorumu da tamamen Pey-
gamber (s.a.v.)’ın bu âyete
yapmış olduğu tevilden alır.6
Mü’minin görmüş olduğu rüya
müjde olduğu gibi; şirk, inkâr
ve büyük günah kirleriyle kal-
bi kararmış kimselerin gördü-
ğü rüyalar da bir ikazdır.7
Rasûlullah (s.a.v.)’in görül-
mesi, cennet ve cehennemin
görülmesi, sâlihlerin ve pey-
gamberlerin görülmesi, beytul-
lah gibi mübarek bir mekânın
görülmesi, gelecek bir olayın
görülmesi ve onun aynen ger-
çekleşmesi, geçmiş bir olayın
olduğu gibi görülmesi, kişinin
bir kusuruna dikkat çekilme-
si, süt içmek, bal ve tereyağı ye-
mek gibi güzel rızkların ya da
nurların görülmesi ve melekle-
rin görülmesi sâdık rüya kapsa-
mına giren hususlardır.8
Peygamber (s.a.v.), sâdık
rüyanın nübüvvetin kırk altı
RÜYÂSÛFÎ GELENEKTE
“Tasavvuf geleneğinde rüyalar, manevî yolculukta yükselişin ve ilerlemenin
göstergelerinden biri olarak görülmüştür. Sufilere göre rüyalar fenomenler ve
numenler dünyasında, yani hissedilir âlem ile akledilir âlem arasında köprü olan
berzahta/misal âleminde görülür, dolayısıyla rüyaların dili semboliktir.”
29Temmuz 201128
cüzünden biri olduğunu bildir-
miştir. Zira kişi velâyette kazan-
dığı derece kadar nübüvvetten
feyizlenir. Aynı zamanda
sâdık rüya ile va-
hiy ara-
sında da sıkı bir ilişki
vardır.9 Çünkü peygam-
berlerin vahyi alış şekille-
rinden biri de rüyadır.10 Hatta
bilim adamları keşiflerinden bir
kısmını rüyada gerçekleştirmiş-
lerdir.11
Genel anlayışa göre peygam-
berlerin gördüğü sâdık rüya
ile vahiy arasında sıkı bir ilişki
vardır.12 Çünkü peygamberlerin
vahyi alış şekillerinden biri de
rüyadır.13 Bu nedenle peygam-
berlerin gördüğü salih rüya-
yı inkâr eden kimse nübüvve-
ti inkâr etmiş olur. Nübüvveti
inkâr ise azabı gerektirir. Çünkü
kişi velâyette kazandığı derece
kadar nübüvvetten feyizlenir.14
Rüyalar Ruhun Penceresidir
Bazı tarikatlarda, mânevî tel-
kinin önemli bir unsuru rüya-
ları yorumlamaktır. Dervişlerin
rüyalarını düzenli olarak şeyh-
lerine anlatmaları beklenir ve
şeyhin yorumu her bir dervişin
alacağı irşâdın önemli bir un-
surudur. Dervişlerin rüyalarını
dinleyerek, şeyh onların hangi
mânevî düzeye ulaştıklarını ve
onlar için hangi mânevî pratik-
lerin uygun olduğunu öğrenebi-
lir.
Ârifler görülen rüyanın hayır
olarak kişide tecellîsini ni-
yaz etmişlerdir. Kişi
rüya görsün veya
görülen rü-
y a y ı
d i n -
lesin, işin
içinden çıka-
mazsa ‘Hayır-
dır inşallah!’
demelidir. Rüya-
yı tabir eden ârifler
karşılarındaki kişinin
hidâyete sevk edilmesi-
ni murat etmişler ve ki-
şiyi hayra sevk etmişler-
dir. Dolayısıyla ârifler,
sadece rüyayı tabir etme-
mişler, aynı zamanda karşıla-
rındaki insanın halini de ta-
bir, teşhis ve tedâvî etmişlerdir.
Görülen rüyaları kişinin haliy-
le alakalı olduğunu söylemiş-
lerdir. Çünkü kişinin gördüğü
rüyanın doğruluğu, onun doğ-
ruluğu ile münâsebetlidir.15
Gerek tabirnâmelerden ve
gerekse hurde-i tarikatlardan
anlaşıldığına göre, tarikat ve
tasavvuf geleneğinde görülen
rüyaların tabiri sırasında uy-
gulanan bir dizi âdâb bulun-
maktadır. Bu eserlerde, halvet
erbâbının veya sâliklerin sıra-
dan günlük yaşantıları sırasın-
da gördükleri rüyaların nasıl ta-
bir edileceği, çeşitli vakitlerin
rüya açısından taşıdığı önem
hâsseten vurgulanmaktadır. Bu
anekdotlardan çıkarabildiğimiz
bazı özellikler şunlardır:
1. Sâlik, rüya ve vâkıada gör-
düğü bir şeyi, şeyhinden sakla-
mamalıdır. Tasavvuf yolcula-
rı gördükleri rüyayı kâmil
olan mürşidlerine söy-
leyip tabir ettirirler.
2. Sâlik, rü-
yasına yapı-
lan yoru-
ma göre
tedbir al-
malıdır.
3. Derviş, rüya ve vâkıada sa-
dece gördüğünü söylemeli, gör-
mediğini söylememelidir.
4. Rüyanın tabir edilebil-
mesi için rüyanın Rahmânî mi,
şeytânî mi olduğu bilinmelidir.
5. Tekrar tekrar görülen rüya
sahihtir.
6. Tarîkatta olmayanların
düşü âfâkî tabir olunur.
7. Rüyanın tabiri hususunda
ısrar edilmemelidir. Şeyh tabir
edip etmemekten hangisini uy-
gun görürse razı olup muhâlefet
etmemelidir.
8. Her ne kadar Hak da olsa,
şeyhinden başkasının sözünü
dinlememelidir. Zira şeytan Hak
yolundan görünür.
9. Seher vakti görülen rüya-
lar doğru rüyalardır.
10. Kötü rüyalardan Allah’a
sığınılmalıdır.
11. Kötü rüyalar kimseye an-
latılmamalıdır.
12. Rüyalar mümkün mer-
tebe kötü yorumlanmamalıdır;
çünkü nasıl yorumlanırsa öyle
çıkar.
13. Sâlikin, görmediği bir
rüyayı görmüş gibi anlatması;
rüya uydurması çirkin bir dav-
ranıştır.16
Rüyalarda görülen motifle-
rin neyi sembolize ettiğini açık-
layan eserlere tabirnâme denir.
Böylece İslâmî Türk edebiyatı
içerisinde tabirnâme, ta’birât-
vâkıât, ta’birât-ı rü’yâ, rü’yâ-
nâme, vâkıa-nâme, seyir-nâme
gibi isimlerle anılan bir tür ge-
lişmiştir. Bu tür, güzariş-nâme
adıyla da anılır.
Türkçe tasavvufî rüya
tabirnâmelerinde, rüya karşılı-
ğı olarak daha çok vâkıa ve vak’a
kelimeleri geçmektedir. Bu da
rüyanın bir hayal olmayıp ger-
çekten yaşanmış olaylar gibi dü-
şünüldüğünü göstermektedir.
Tabirnâmeler müstakil bir
eser olarak kaleme alınmış ola-
bilecekleri gibi bir başka eser
içerisinde derkenar olarak yahut
bir bölüm olarak da bulunabilir-
ler. Tabirnâme, ta’birât-ı rü’yâ
veya rü’yâ-nâme gibi isim taşı-
yanların dışında rüya kelimesi-
nin geçmediği tabirnâmeler de
bulunmaktadır.
Özellikle adında rüya veya
tabirnâme kelimesi geçmeyen
ama rüyadan bahseden eserle-
rin tamamının tespit edilmesi
oldukça güçtür.
Müstakil tabirnâmelerden
başka, dervişin görmüş oldu-
ğu rüyaların mektupla şeyhi-
ne bildirmesi ve şeyhinin de
buna cevap olarak yazdığı mek-
tup şeklinde tabirnâmeler de
vardır. Bunlara Asiye Hatun’un
Rüya Mektupları’nı, Üskü-
darlı Muhammed Nasuhi’nin
Mürâselât’ını Muhammed Tev-
fik Bosnevî’nin ve Kuşadalı İbra-
him Halvetî’nin Mektûbât’ında
yer alan ve rüya tabiri mahiye-
tini taşıyan mektuplarını örnek
olarak verebiliriz. Bunlardan
başka anonim ve ferdî edebî-
dinî metinlerde rüya motifleri ve
tabiriyle ilgili bahisler de vardır.
Edebî bir tür olarak, özellik-
le tasavvufî sahada, çok sayıda
tabirnâme vardır. Fakat bu tür,
henüz ilmî bir şekilde ele alınıp
tarihî seyri, muhtevası ve mo-
tif yapısı, yayılma alanı ve öne-
mi gibi yönleriyle yeterince in-
celenmemiştir.
Elimizdeki tabirnâmeler
daha çok Halvetî mutasavvıf-
larına aitse de, Tirevî Meh-
med Efendi’nin Ta’birnâme-i
Meşayih, Erzurumlu İbrahim
Hakkı’nın Tabirnâme (man-
zum); Karabaş Şeyh Muham-
med el- Kadirî el Eşrefî el-
Kastamonî’nin Tabirnâme,
Hafız Hulusi Efendi’nin
Mîzânü’n-Nüfûs adlı eserle-
ri gibi Kadirî, Rifâî, Nakşibendî
büyüklerine ait tabirnâmeler de
mevcuttur.17
1 Kübrâ, Risâle ile’l-hâim, s. 89. 2 Fromm, Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve
Sınırları, s. 193; Haksever, Yakub-ı Çerhî, 251.3 Safer Baba, Tasavvuf Terimleri, s. 238; 4 Şarkâvî, Mu’cemu Elfâzi’s-Sûfiyye, s. 155.5 10/Yûnus, 64.6 Buhârî, Tabir, 1; İbn Mâce, Rüya, 1. 7 Göztepe, Abdülkerim Kuşeyrî’de Hâller ve
Makamlar, s. 125.8 Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, c. II, s. 293.9 Buhârî, Tabir, 26; Aslan, Kur’anda vahiy, s. 90-9210 Es-Sühreverdî, ‘Avârifü’l-Ma‘ârif, s. 127. 11 Wılcox, Sufizm ve Psikolojisi, s. 107.12 Aslan, Kur’anda vahiy, s. 90-9213 Es-Sühreverdî, ‘Avârifü’l-Ma‘ârif, s. 127. 14 Göktaş, Kelâbâzî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 161.15 Mehmet Fatih, “Rüya 2”, Sûfî Gelenek ve Hayat
Keşkül, Sayı: 12, s. 99.16 Tatçı, “Türk İslam Edebiyatında Tasavvufî Rüya
Tậbirnậmeleri”, Keşkül, Sayı: 11, s. 27.17 Tatçı, “Türk İslam Edebiyatında Tasavvufî Rüya
Tậbirnậmeleri”, Keşkül, Sayı: 11, s. 23.
Dipnot *Prof. Dr. “Ârifler görülen
rüyanın hayır olarak
kişide tecellîsini niyaz
etmişlerdir. Kişi rüya
görsün veya görülen
rüyayı dinlesin, işin
içinden çıkamazsa
‘Hayırdır inşallah!’
demelidir.”
31Temmuz 201130
Gelin-kayınvalide çe-
kişmesi hem aile içe-
risinde büyük huzur-
luklara yol açar hem de topluma
zarar verir. Bu çekişmeden aile
içinde gelin, kayınvalide, eş ve
çocuklar olumsuz etkilenirken
toplumda da aile kurumu bü-
yük yaralar alır. Gelin ve ka-
yınvalide olmak üzere iki tarafı
olan bu çatışmadan kurtulma-
nın yolunu iki kelimeyle özetle-
mek mümkündür: Haddini bil-
mek.
Gelin-kaynana çatışmasında
aslında bencillik ve haddini aş-
mak vardır. Bencilce düşünen
haddini aşmakta ve her şeyin
kendi istediği gibi olmasını is-
temektedir. Bu nedenle, her-
kes bencillikten kurtulmak için
kendini sorgulamalı ve bundan
kurtulmak için çaba sarf etme-
lidir. Şayet haddini bilirlerse,
ne gelin ne kayınvalide “Burada
benim sözüm geçer, ben ne der-
sem o olur.” düşüncesinde ısrar
etmezler. Evet, herkes haddi-
ni bilse ne yetki çatışması ne de
alınganlık olur. Bu gerçek anla-
şıldığında yapılması gereken de
kendiliğinden ortaya çıkmakta-
dır: Birbirlerini rakip olarak gö-
ren iki kişi olmak yerine birbi-
riyle yardımlaşan kişiler olmak.
Aile içerisinde huzuru ve düze-
ni sağlamanın yolu birbiriyle
kavgalı iki kişi olmak yerine ge-
çim ehli olmaktan geçmektedir.
Gelin-kaynana çatışmasın-
dan kurtulmak için, yapılma-
sı gereken tek şey her iki tara-
fın birbirlerine karşı anlayış ve
saygı çerçevesi içerisinde yak-
laşmasıdır. Yüzyıllar önce Efen-
dimizin, ortaya koyduğu ”ken-
din için istediğini kardeşin için
de isteme” ilkesine şimdilerde
empati diyoruz. Evet, yapılma-
sı gereken, herkesin kendisini
karşısındakinin yerine koyma-
sı ve onu anlamaya çalışması-
dır. Kavga etmek yerine birbiri-
ni anlamaya çalışmak, çatışma
ve çekişmelerin önüne geçecek-
tir. Aslında, gelin ve kayınvalide
olarak isimlendirilen kişilerden
birisinin geçmişte gelin, diğeri-
nin de gelecekte kayınvalide ola-
cağı düşünüldüğünde sorun kal-
mayacağı ortadadır.
Birbirini anlamaya çalışan
yani empati yapan gelin ve ka-
yınvalide:
- Birbirine karşı anlayış, sevgi
ve saygıyla yaklaşır.
- Kendi aralarındaki güç ça-
tışmasından evladının/kocası-
nın büyük zarar gördüğünü bilir.
- Evdeki huzursuzluktan en
fazla zarar görenlerin sevgiye
ihtiyacı olan çocuklar olduğu-
nu bilir.
- Birbirlerinin arkasından
konuştuğunda eline bir şey
geçmeyeceğini bilir.
- Birbirlerinin sırlarını baş-
kalarına anlattığında toplu-
mun da bozulacağını bilir.
- Karşısındakine zarar ver-
diğinde aslında asıl zararlı çı-
kanın kendisi olduğunu bilir.
- Güç ve zorbalığın kendisi-
ne bir şey kazandırmayacağını
bilir.
- Karşısındakine iyilik yap-
tığında kendisinin de iyilik gö-
receğini bilir.
- Evin içerisinde rekabetin
değil, işbirliğinin olması gerek-
tiğini bilir.
- Yuvasını cennete çevirmek
için fedakârlık yapmanın şart
olduğunu bilir.
- Bir gün gelip kavga etti-
ği insana muhtaç olabileceği-
ni bilir.
- Daima birbirlerinin yüz
yüze bakacaklarını ve bir araya
EğitimMehmet Zeki AYDIN*
“Gelin-kaynana çatışmasından kurtulmak için, yapılması
gereken tek şey her iki tarafın birbirlerine karşı anlayış
ve saygı çerçevesi içerisinde yaklaşmasıdır. Yüzyıllar önce
Efendimizin, ortaya koyduğu ”kendin için istediğini kardeşin
için de isteme” ilkesine şimdilerde empati diyoruz.”
TAVSİYELERGELİN VE KAYINVALİDELERE
TAVSİYELERGELİN VE KAYINVALİDELERE
33Temmuz 201132
gelmek mecburiyetinde olduk-
larını bilir.
Empatiyle yaklaşan bir ge-
lin; büyüğünün tecrübesinden
yararlanır, büyüğüne hizmet et-
menin kendisini manen yücelte-
ceğini, fazilet sahibi yapacağını
bilir, Allah ömür verirse kendi-
sinin de yaşlanacağını ve kayın-
valide olacağının farkındadır.
Empatiyle yaklaşan bir ka-
yınvalide; küçüğünün enerjisin-
den yararlanmasını bilen, kü-
çüğüne sevgiyle yaklaşmanın
kendisine duyulan saygıyı arttı-
racağını bilen, kendisinin de bir
zamanlar gelin olduğunu düşü-
nen birisi olur.
Kayınvalide ile gelin arasın-
da oluşan sürtüşmeler, çatışma-
lar erkeği de çok rahatsız eder.
Hiçbir erkek eşi ile annesi ara-
sında tercih yapmaya zorlan-
mak istemez. Bu durumda gelin
ve kayınvalidenin, sabretmesi,
fedakârlık yapması, geri çekil-
mesi, erkek için çok mutluluk
verdiği gibi tüm aile bireyleri-
nin memnuniyetini de sağlamış
olur.
Her insan gibi kayınvalideler
ve gelinler de takdir ve tebrikten
hoşlanır, yeri geldiğinde her iki-
si de birbirinden, takdir ve te-
şekkürlerini esirgememelidir.
Gelin ve kayınvalide, birbirle-
ri hakkında, damat beye olum-
suz sözler söylememeli, şikâyet
etmemeli, hele olayları “ya o ya
ben” durumuna asla getirme-
melidir.
Gelin, kayınvalide ve damat
bey, bazı sözleri duymamış, bazı
olayları görmemiş gibi davran-
malıdır. Çünkü hepimiz insanız
ve hata yapabiliriz, gerektiğinde
karşımızdakinin hatasını bağış-
layabilmeliyiz. Seven insan, hep
yanlışları değil doğruları da gö-
rebilmeli ve ufak tefek kusurla-
rı örtmesini ve sabretmesini bil-
melidir.
Gelinlere Tavsiyeler
Gelin, her şeyden önce bir
gün kendisinin de yaşlanacağı-
nı düşünmelidir. Kendisine ve
kendi annesine nasıl davranıl-
masını istiyorsa eşinin annesine
de öyle davranmaya gayret et-
melidir. Gelin, kayınvalidesine,
kaynana gözüyle değil, sevdiği
eşinin annesi olarak bakmalıdır.
Şayet kayınvalidesini memnun
ederse eşini de memnun ede-
ceğini, üzerse de eşini üzeceği-
ni bilmelidir. Aynı şekilde eşinin
akrabalarına karşı, iyi davran-
malı, cömert olup hizmette ku-
sur etmemeye çalışmalıdır.
Yaşlı olan kayınvalidenin,
gençlere göre daha sabırsız,
daha tutucu olabileceğini dikka-
te alan gelin, daha fedakâr olma-
ya çalışmalıdır. Bu arada onun
tecrübe ve bilgilerinden yarar-
lanmaya gayret etmelidir.
Arada küçük sorun olduğun-
da hemen kendi annesine ak-
tarmak yerine öncelikle kendi
arasında çözmeye çalışmalıdır.
Çünkü aile içi tartışmalara ai-
lelerin karışması kavgayı bü-
yütmekten başka bir işe yara-
mamaktadır. Gelin, eşini ve
kayınvalidesini rahatsız edecek
kadar aşırı bir şekilde kendi ai-
lesiyle birlikte olmaktan kaçın-
malıdır. Aynı şekilde kayınva-
lidesinin kıskançlığına sebep
olacak şekilde alışveriş ve harca-
malar yapmamalıdır.
Gelin, tatlı dil, güler yüzün
gücünden yararlanmalı, kayın-
validesine “anne” demeli, zaman
zaman onu takdir etmelidir. Ge-
lin zaman zaman kayınvalidesi-
ne, akıl danışır, görüşünü alırsa,
hem onun tecrübesinden fayda-
lanır hem de onu memnun et-
miş olur.
Kayınvalidelere Tavsiyeler
Kayınvalide, her şeyden
önce gelinini bir yabancı ve
bir düşman gibi görmemeli-
dir. Çünkü gelin artık o ev hal-
kından biri olmuştur. Kayınva-
lide, gelinin, çok sevdiği karısı
ve nasipse torunlarının annesi
olduğunu bilmeli ve kendi kızı
gibi kabullenmelidir. Kayınva-
lide, gelinine kızım der ve kızı
gibi davranırsa, gelin de onu
annesi gibi görecek ve ona göre
hareket edecektir. Örneğin, ge-
lin bir kusur işlediğinde kızı
aynı hatayı yapsaydı nasıl dav-
ranırsa, gelinine de öyle dav-
ranmaya gayret etmelidir.
Kayınvalide büyüklüğü-
nü bilmeli, gelinin acemilik ve
gençlik hatalarını büyütme-
melidir. Özellikle de hatalarını
başkalarının yanında söyleyip
gelini mahcup etmek çok yan-
lıştır. Çünkü şöyle bir düşün-
düğünde herkesin, gençken
bazen yanlışlar yapabileceğini
ama büyüklerin, sabırla onla-
rı eğitmekle görevli olduğunu
görecektir. Bu nedenle, gelinin
bir yanlışını düzeltmek isteyen
bir kayınvalide, sertlikle değil,
güzellikle, sevgi ve şefkatle, ge-
rektiğinde okşayarak, öperek
bunu yapmalıdır.
Kayınvalideler, zamanında
kendi yaptıkları hataları dü-
şünerek, gelininin o hatala-
rı yapmaması için, iyi niyetle,
yol göstermek, yardımcı olmak
isterler. Bu niyet güzeldir ama
yardım için de olsa gelinin her
hareketini karışmak doğru de-
ğildir.
Bazı şeyleri zamana bırak-
mak gerekmektedir. Bu ne-
denle, çok önemli yanlışlar ol-
m a d ı k ç a ,
k a y ı n v a l i -
de gelinin ve
oğlunun her
işine karış-
mak yeri-
ne, sorar-
larsa kendi
düşüncesini
söylemelidir.
Çünkü “Her
şeyi en iyi bi-
lirim.” di-
yenleri kim-
se sevmez.
G ü n ü -
müzde, biz
istesek de istemesek de görüş-
ler, anlayışlar, âdetler hızla de-
ğişmektedir. Bu nedenle, ka-
yınvalide bazı değişiklikleri
kabullenmeli ve sık sık “Bizim
zamanımızda böyle değildi.”
diye inatlaşmamalıdır. Temel
ölçülere bağlı kalmak şartıyla,
zamanın uygulamaları konu-
sunda hoşgörülü olmaya çalış-
mak geçim için önemlidir.
Bazı kayınvalidelerin yaptı-
ğı gibi, gelini kendi aile ve ak-
rabalarından uzaklaştırmak
doğru değildir. Tam tersine
mümkün olduğunca akrabalık
bağlarını güçlendirmek için, zi-
yaretleri artırmak gerekir. Hele
uzun zaman gelini ailesiyle gö-
rüştürmemek doğrudan zu-
lümdür.
Kayınvalide, başkalarına
kendi gelinini kötülememeli ve
başkalarının söz ve dedikodu-
larından etkilenerek gelinine
eziyet etmemelidir.
Kayınvalideler, torunla-
rını aşırı sevgi ve şefkatle şı-
martmamalıdır. Unutmamalı-
dır ki, çocuğu annesi de en az
kendisi kadar sever. Çocuk el-
bette sevilmeli ama şımararak
yanlışlar yapmasına müsaade
edilmemelidir. Yine çocuğun
yanında annesi asla kötülen-
memeli ve küçük düşürülme-
melidir.
Rabbim, ailede hayatı birbi-
rimize zehir eden insanlar ol-
mak yerine, birbirimize destek
olan, destekleyen ve evlerini
cennet bahçesine çevirenler-
den eylesin.
35Temmuz 201134
EdebiyatMusa TEKTAŞ Rüyânın, insanlığın var olmasın-
dan itibaren, insanların yaşantısın-
da büyük bir yeri olmuştur. İslâm
âlimleri; Kur’an ve Sünnet’in açıklamalarıy-
la yetinmiştir. Uykuda görülen salih ve rahmanî
rüyânın Allah katından gelen, bir kısmının müj-
deleyici ve bir kısmının uyarıcı olduğu görüşünü
benimserler.
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde
şöyle buyurmaktadır: “Esasen mü’minin rüyâsı
peygamberliğin kırkaltı cüzünden bir cüzdür.”1
Rüyâyı Anlatanlar
Hz. Ebû Bekir (r.a.), ashap içerisinde ileri gö-
rüşlülüğü ile seçkindi. Rüyâ yorumlama husu-
sunda derin bir sezgisi vardı.2 Cafer-i Sâdık Haz-
retleri de, önde gelen rüyâ tabircilerinden biri
olarak kabul edilmektedir. Onun tabirlerinin en
önemli özelliği, farklı tabir seçeneklerini titiz bir
şekilde sınıflandırmasıdır.3
Ubeydullah Ahrar Hazretleri, küçüklüğün-
de hem Taşkent’te medreseye devam eder hem
de ziraatla meşgul olan babasına yardım ederdi.
Mâneviyatı yüksek olan Ubeydullah Ahrar Haz-
retleri, gençliğinde rüyâsında Hz. İsa (a.s.)’yı gö-
rür. Hz. İsa (a.s.) ona; “Evladım! Hiç mahzun
olma, seni ben yetiştireceğim.” der. O bu rüyâyı
tanıdığı sâlih zâtlara anlatır. Onlar da; “Sen ile-
ride tıp ilmine sahip biri olacaksın.” derler. Fa-
kat Ahrâr, onların bu yorumuna itibar etmez. İsa
(a.s)’ın bir nebi olarak ölü canları diriltme mu-
cizesi gösterdiğini, Allah (c.c.)’ın da velî kulları-
na kalpleri imanla canlandırma kuvveti vereceği-
ni düşünür. Allah (c.c.)’tan böylesi bir güce sahip
olmayı diler.4 Ubeydullah Ahrâr (k.s.), çocukluk
yıllarına ait bir başka rüyâsını ise şu şekilde an-
latmaktadır:
“Bir gece Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’i rüyâmda gör-
düm. Bana birtakım mânevî ameliyatlar yaptı.
Ardından yürüyüp gitti. Peşine takıldım. Kendi-
sine yetiştiğimde bana; ‘Allah (c.c.) mübarek ey-
lesin.’ dedi.”5
Silsile-i sâdattan Muhammed Masum Hazret-
leri ise, küçük yaşlarından itibaren içinde doğup
büyüdüğü mânevî atmosferin tesiriyle pek çok
tasavvufî hâli tecrübe etti. 14 yaşındayken bir gün
kendisinde meydana gelen hâli babasına arz ede-
rek: “Gördüğüm vakıaya binaen, kendimde öyle
bir nur görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi on-
dan aydınlanmaktadır. Eğer o nur sönerse dün-
ya karanlık olacak.” dedi. Bu hâli duyan İmâm-ı
Rabbânî ona kutupluk müjdesini vererek: “Sen
zamanının kutbu olursun.” dedi. Babası sözüne
devam ederek şöyle dedi: “Allah (c.c.)’a hamd ve
senalar olsun ki, vaat edilen ele geçti. Müjdeledik-
lerine kavuştum.” Gerçekten İmâm-ı Rabbânî’nin
rüyâ yorumunda dediği gibi oğlu Muhammed
Masum’un etkisi halifeleri ve müritleri vasıtasıy-
la o kadar yayıldı ki, onun irşad nuru dünyanın
pek çok yerine ulaştı.6
Amaç Hedefe Ulaşmak
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretle-
ri de çeşitli sohbetlerinde rüyâ ile alâkalı hatıra-
lar nakletmiş ve sahih rüyâların her zaman tahak-
kuk edeceğine işaret etmişlerdir. Bir defasında:
“Biz rüyâlarla amel etmeyiz. Gözü açık görülen
ve vakıa denilen rüyâlar doğrudur. Çalışmanı-
za mükâfat olarak arada sırada rahmanî rüyâ ile
ödüllendirilebilirsiniz ama yine de üzerinde fazla
durmamak lazımdır.
Amaç rüyâ görmek olmamalı, menzile ulaş-
mak olmalıdır.” buyurmuşlardır.
Osman Hulûsi Efendi (k.s.) bir sohbetlerinde
buyurdu ki: “Rus savaşı olduğu zaman babam bir
gün bir rüyâ görmüş. Rüyâsını camide komşula-
ra anlatmış: ‘Bu gün rüyâmda ecdadımız Hz. Ali
(r.a.) Efendimizi gördüm. Sivas’ta Vali konağı-
nın önünde, atına binmiş elinde kılıcı, gözleri fin-
can gibi çakmak çakmak, Rus tarafına doğru na-
zar ediyordu.’ demiş. Aradan birkaç gün geçmiş,
komşular babama gelmişler: ‘Hatip Emmi müj-
de, rüyân çıktı, Rus ordusu bilinmedik bir sebep-
ten dolayı dağılmış. Ağır mühimmatını da bırakıp
kaçmışlar.’ diye babamı müjdelemişler.”7
RÜYÂLARRAHMÂNÎ
“Hz. Ebû Bekir (r.a.), ashap içerisinde ileri görüşlülüğü ile seçkindi. Rüyâ
yorumlama hususunda derin bir sezgisi vardı. Cafer-i Sâdık Hazretleri de, önde
gelen rüyâ tabircilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Onun tabirlerinin en
önemli özelliği, farklı tabir seçeneklerini titiz bir şekilde sınıflandırmasıdır.”
Temmuz 201136 37
Hulûsi Efendi Hazretleri bir sohbetlerinde
şöyle anlatır: “Ağabeyimle çocukluk yıllarımda
Çukurova’da alış veriş yaparken sohbet ettiğimi-
zi kıskanan insanların şikâyeti üzerine bir müddet
cezaevinde bulunduk. Mahkemeye çıktık. Ağabe-
yim: ’Gardaş, bu gün berat edeceğiz, bak Efendi
Hazretleri (İsmail Hakkı Efendi (k.s.)) geldi bura-
da oturuyor.’ dedi. Ben de: ’Ağabey, Efendi Haz-
retleri hiç bizden ayrılmadı ki hep bizimle bera-
berdi’ deyince Ağabeyim ağlamaya başladı. Biz
hapiste yattığımız zaman Validem, bir rüyâ gör-
müş. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz: “Oğlumuz
Hulûsi’yi bırakın, onun yerine ben yatacağım.”
diye buyurmuş. Oğul ötesi denmez. O rüyâdan
birkaç gün sonra tahliye olduk. Mahkemede suç-
suzluğumuz anlaşılınca berat ettik. Hâkim dedi ki:
’Evladım bu adam size iftira etti, günlerce suçsuz
yere yattınız, bundan davacı mısınız?’ Biz de da-
vacı olmadık. ‘Bunun hapis yatmasına gönlümüz
razı olmaz, affedin.’ dedik. Hâkim o adama: ’Sen
insan evlatlarına rastladın, yoksa ben sana yapa-
cağımı biliyordum‘ dedi. Ondan sonra Adana’da
kalamadık döndük memlekete geldik.”
Osman Hulûsi Efendi (k.s)’yi birçok ihvan
rüyâsında görmüş, onun sireten ve sureten Sev-
gili Peygamberimiz (s.a.v.)’e benzediğini müşa-
hede etmişlerdir. Buna örnek olarak Hacı Önder
Özdeğer’den dinlediğimiz bir rüyâyı nakledelim:
“1984 yılında Osman Hulûsi Efendi ile Sivas’a git-
miştik. O gece bir rüyâ gördüm. Rüyâmda bir mes-
cide namaz kılmaya girdim. İçeride Hulûsi Efen-
di ve yüzü ay gibi parlayan bir zatı oturuyor hâlde
gördüm. Ortalarında bir sancak vardı. Sancağın
bir ucu Hulûsi Efendi’de diğer, ucu da Peygam-
ber Efendimiz (s.a.v.)’de idi. Her taraf nur-i ilâhî
ile dolmuştu. Bu manzara karşısında düşüp bayıl-
mışım. Ertesi gün Sivas Ulu Camii ziyaret eder-
ken Hulûsi Efendi ben hiçbir şey demeden bana:
’Allah mübarek etsin. Rüyânda Rasulullah Efen-
dimiz (s.a.v.)’i gördün.’ diye buyurdular.”8
Rüyâda Verilen İki Elma
Hacı Naciye Validemiz de bir rüyâsını şöyle an-
latıyor:
“Çocuklarım ‘Ahmet Şemsettin ve Hamid Ha-
mideddin’ doğmadan önce çok güzel bir rüyâ
gördüm. İhramcızade İsmail Hakkı Efendi (k.s.)
Darende’ye teşrif etmiş, bahçede kavak ağacının
altında oturmuş, Efendi ile sohbetteler. Ben hiz-
met ediyorum. Bu arada Efendi sohbetten kalktı
ve göğe yükseldi, ben hayretler içerisinde kaldım.
Pir Efendimiz ’Kızım ne bakıyorsun Hulûsi Efen-
di oğlumuzu takip et’ dedi, ben de peşine düş-
tüm. Semanın birinci katında, yüzünü göreme-
diğim bir zat, Efendiyle sohbet ediyorlardı. Ben
yanlarına geldim durdum. Nuranî yüzlü zat bana
iki tane elma uzattı. ‘Bunları muhafaza et iyi bak’
dedi. Ben de elmaları aldım koynuma soktum. Bu
rüyâdan sonra Allahu Teâlâ, Ahmet Şemsettin ve
Hamid Hamideddin’i bahşetti. O iki elma iki evla-
dıma işaret idi.
Daha sonra iki genç hanım geldiler, beni aldı-
lar ve götürdüler. Gittiğimiz yerler dünya evleri-
ne benzemiyordu, değişik yerlerdi. ‘Beni nereye
götürüyorsunuz, siz kimlersiniz?’ dedim. ‘Bura-
sı Cennet’ül Âlâ, seni Kevser Irmağında ve Zem-
zemle yıkayacağız’ dediler. Görevleri sorulduğun-
da ‘Biz burada görevliyiz, birimiz hulle biçeriz,
birimiz de hizmet ederiz’ dediler. Bu işler bittik-
ten sonra bir top anahtar verdiler, odaları açmamı
söylediler. Ben sırasıyla açtım. Her odada büyük
insanlar vardı ve nur gibi parlıyorlardı. Odalar-
dan birinde Hulûsi Efendi (k.s.) diz çökmüş otu-
ruyordu. Ben şaşırdım, daha önceleri latife yapar-
dı, ‘Sizleri almadan gideceğim’ derdi. Bizlere de
nasip oldu onların makamlarını gördük.”
Rüyâdan Sohbete
Sohbetler tanışmaların, kaynaşmaların, yakın-
laşmaların vesilesidir. Ankara’da bulunan Ter-
zi Lütfü Bey bir gün rüyâsında, Hz. Hüseyin (r.a.)
Efendimizi görür. Tasavvufî yönden, bir arayış
içindedir. Birçok değişik cemiyetlere gider ge-
lir, fakat bir türlü tatmin olamaz. Sohbet esna-
sında bir ara Lütfü Bey, Osman Hulûsi Efendi ile
göz göze gelir. Lütfü Bey bakar ki rüyâda gördüğü
sîmâ. O anda cezbelenen Lütfü Bey elindeki çay
bardağını yemeye başlar. Yanındakiler bardağı
elinden almak isterler. Osman Hulûsi Efendi mü-
dahale eder: “Bırakın yesin” der. Lütfü Bey barda-
ğı yer. O arada Osman Hulûsi Efendi arkadaşlara
bir ilahî okumalarını söyler, Lütfü Beye dönerek:
“Bu ilahîyi iyi dinle, bu senin için okunuyor.” diye
buyurur. Arkadaşlar:
Dedim yâra bayık ol
Gönül gönül ayık ol
Öl yolunda âşık ol
Gönül gönül ayık ol9
İlâhîsini okurlar. Ondan sonra da Lütfü Bey
sohbetleri terk etmez.
Hulûsi Efendi Hazretleri 1981 yılında
Ankara’da tedavi görmüşlerdir. Yanında refakat-
çi kalan arkadaşa bir sabah: “Gece bir doğuş oldu.
Bir Na’t-ı Şerif yazdım. Rüyâmda bir mücevherat
yığınının başında duruyordum. Oradan bir parça
alıp kime versem onda da inkişaf ediyor, bir mü-
cevherat yığını oluşuyordu. Bu arada bu na’tı yaz-
dım.” diye buyururlar.10
Dürr-i şehvâr-ı risâletdir Muhammed Mustafâ
Tâc-ı Levlâk-i hilâfetdir Muhammed Mustafâ
Arkadaş anlatmaya devam ediyor: “1987 yılı
hac ziyaretimizde bir gün Mescid-i Nebevî’de,
oturuyorduk. Ahmet Efendiyle beraber, duvar-
da yazılı olan sahabelerin isimlerini okuyorduk.
Hulûsi Efendi’ye sordum: “Efendim Ebu Hureyre
(r.a.) Aşere-i Mübeşşere’den mi?” dedim. Hulûsi
Temmuz 201138 39
Efendi buyurdu ki: ’Hayır oğul, o değil. Kâğıt ka-
lem ver yazayım.’ buyurdu. Bir kâğıt verdim Arap-
ça şu beyti yazıp verdi.
Çârı yârı dahi Zübeyir ve Talha,
Abdurrahman, Sad, Said, Ubeyde
Sonra şöyle buyurdu: ‘İşte Aşere-i Mübeş-
şere bunlar. Biz küçükken bir rüyâ görmüştük.
Rüyâmda on kişiyle beraber bir sofrada yemek ye-
dik. Tek tek bu on kişiyle görüştüm, ellerini öp-
tüm. İsimlerini de beyit hâlinde yazmıştım. Sabah
olunca rüyâmı anneme anlattım. Annem: ‘Oğlum
ne güzel bir rüyâ görmüşsün. Bu görüştüğün kim-
seler, Rasûlullah (s.a.v.) tarafından dünyada iken
cennetle müjdelenen Aşere-i Mübeşşere denilen
sahabeler.’ dedi. İşte bu yazdığım beyit o zamanki
rüyâmda yazdığım beyit.’ diye buyurdular.”11
Hulûsi Efendi (k.s.) bir sohbet esnasında
oğlu Kemal Efendi içeri girer. Misafirlere Kemal
Efendi’yi tanıtarak; “Kemal’ım büyük oğlumuz.
Oğlanların büyüğü Kemal’im, kızların küçüğü de
Aişe’m. Bir gün rüyâmızda Hz. Aişe (r.anh) Vali-
demizi gördüm. Parmaklarının ucuna kadar teset-
türlü idi. Koynundan bir şey çıkardı, bana verdi.
Parlak bir lambaya benzer, tarifi mümkün değil,
bembeyaz nur.
O gün Aişe’m dünyaya geldi. Hz. Aişe (r.anh)
Validemizin ismini koyduk.” diye buyururlar. Ço-
cuklarının isimlerinin manevî işaretlerle konul-
duğuna bu hatıra bir delildir.12
Rahmanî İşaretler
1990 yılında Hulûsi Efendi Hazretlerinin ve-
fatından sonra, H. Hamidettin Ateş Efendi Şeyh
Hamid-i Veli Camiini tehdit eden kaya kütlesi-
nin kaldırılması için bazı usta ve teknik eleman-
ları davet eder, nasıl kırılıp kaldırılması hususun-
da görüş alır.
Birçok mühendis ve ustalar bu işin mümkün
olamayacağını, kaya kırılırken, caminin kubbe-
sinin üzerine düşebileceğini söylerler. İstanbul-
lu mermerci İsmail Usta da bir gün bu iş için
Darende’ye gelir. Aşağıdan bakınca ‘Bu iş kolay,
peynir gibi keser, alırım’ der. Kaya kütlesini ya-
kından inceleyince yapamayacağını beyan eder.
H. Hamidettin Ateş Efendi, bir gece misafir olma-
sını ertesi günü gitmesini söyler.
1 Buharî, Ta’bir 26; Müslim, Rü’ya 8 (2263).
2 Özköse Kadir- Şimşek H. İbrahim, Altın Silsileden Altın Halkalar, , s.53, Nasihat Yay. Ank, 2009.
3 Annemarie Schimmel, Halifenin Rüyaları İslâm’da Rüya ve Rüya Tabiri, çev.: Tûba Erkmen, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2005, s. 23.
4 Nakşbendî, Necmeddin b. Mu-hammed, Altın Silsile, s. 211-212, (Hulâsatü’l-Mevâhib, haz.: İbrahim Tozlu, Semerkand, 4. Baskı, İstan-bul 2008.
5 Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 212.
6 Kuku, Süleyman, Evliyânın Kutbu
Muhammed Masum Farukî, , s. 4, Damra Yay., İstanbul, ts.
7 Somuncu Baba Araştırma ve Kül-tür Merkezi Arşivi, Röportajlar Dosyası, nr. 9/146-4.
8 S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar Dosyası, nr. 9/146-6.
9 Ateş, Seyyid Osman Hulûsî, Dîvân-ı Hulûsî-i Darendevî, s. 188, haz.: Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz, Nasihat Yay., İstanbul 2006.
10 S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar Dosyası, nr. 9/1.
11 S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar Dosyası, nr. 9/18.
12 S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar Dosyası, nr. 9/115.
Dipnot
O gece İsmail Usta rüyâsında o kaya kütlesi-
ni üç muhterem zatın çelik halatlarla sıkıca bağ-
ladıklarını ve kendinin tehlike olmadan kırıp, işi
yapmasını emrettiklerini görür. Sabah kalkınca,
büyüklerin manevî ellerinin o işin üzerinde oldu-
ğuna inanarak kaya kütlesinin kırılmasına başlar.
Bu işi kazasız bir şekilde tamamlar.
Yine 1990 yılının güz aylarında H. Hamidet-
tin Ateş Efendi bir gün rüyâsında Medişeyh/
Seyyid Abdurrahman Gazi Hazretlerini görür.
Medine’den İslâm fetihleri için buralara gelip,
Darende’ye 8 km uzaklıkta vefat eden ve tabiin-
den olan bu zat, rüyâsında H. Hamidettin Ateş
Efendiye şunu söyler:
“Evladım, üzerimde taşlar yığılı, kabrimin bu-
lunduğu yeri imar edip, üzerimdeki taşları kaldır.
Allah da senin üzerindeki yükleri hafifletsin” bu-
yurur. Bu rüyânın işaretiyle buradaki türbenin de
yeni bir proje ile imar ve ihyası yapılır.
H. Hamidettin Efendi 1998 yılında umre seya-
hati esnasında Sudanlı Kadirî Tarikatı liderlerin-
den Seyyid Hüseyin, Kâbe-i Muazzama’da görü-
şüp tanışır. Bir gün sonra da Seyyid Hüseyin H.
Hamidettin Efendi’nin ziyaretine gelir. O gece bir
rüyâ gördüğünü söyler ve rüyâsını şöyle anlatır:
“Rüyâmda Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizi
gördüm. Başı arş-ı alaya değiyordu. Onun hemen
yanında zamanın kutbu Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi Hazretleri vardı. Onun yanında da siz var-
dınız. Sizi seven insanların yüzleri de bana göste-
rildi. Sayısız bir topluluk gördüm. Ancak bu arada
sayıları az da olsa sizi sevmeyen insanların oldu-
ğunu da gördüm. Nesep silsilesinden ecdadını-
zı ve kardeşleriniz de gördüm. Sizi Allah için se-
viyor ve Allah için muhabbet besliyorum. Lütfen
bizi duanızdan ve himmetinizden ayırmayın.”
Orh
an D
URG
UT
İmam
UST
A
41Temmuz 201140
İnsanın karakterinin
ş e k i l l e n m e s i n d e
ailesi, okulu ve çevresi
son derece etkili olur. Anne ile
babanın davranışlarında, ikisi
arasındaki ilişkilerde insânî de-
ğerler ön planda olduğu tak-
dirde, nasıl bir kişi olması
gerektiğini, kendisi dışındaki-
lerle ilişkilerde nasıl davranma-
sı icap ettiğini görüp öğrenir.
Bu arada, ebeveyni İslâmî de-
ğerlere sahip ise namaz kılma-
yı, diğer ibadetleri yerine getir-
meyi de yuvada öğrenir. Evde
var olan İslâmî havayı tenef-
füs etmek suretiyle Müslüman
kimliğine sahip olarak büyür.
Anne babanın eğitim düzeyle-
ri hangi aşamada olursa olsun,
fark etmez, ellerinden geldiğin-
ce İslâm’ı yaşamaya gayret et-
meleri durumunda çocuk mut-
lak surette bunun etkisi altında
kalarak büyür.
Anne baba yanında evde bir-
kaç kardeşi olan çocuklar çok
şanslıdır. Aynı daireyi paylaştığı
kardeşleri sayesinde insanlarla
bir arada yaşamayı, geçinmeyi,
paylaşmayı, yardımlaşmayı, fe-
ragat etmeyi, affetmeyi, küsme-
yi, kızmayı, kavga etmeyi, sır
saklamayı öğrenir; velhasıl aile
toplumun minik bir kopyası ol-
duğundan çocuk aile içinde bü-
yüyerek topluma hazır hale ge-
lir.
Çocuk gittiği okulda ise
farklı aile ortamlarından gelen
çocuklarla bir arada okuyarak
onlarla etkileşim içine
girer. Böylece karakterinin
şekillenmesinde okulun ve
sınıf arkadaşlarının ahlâkî
durumlarının çok büyük etkisi
olur.
Sonuçta karşımıza karakter
olarak hemen hemen son hali
verilmiş ve bu yönü âdetâ bir
kalıba dökülmüş bir delikan-
lı veya genç bir kız çıkar. Do-
layısıyla yirmili yaşlara gelene
kadar insanın karakteri fark-
lı ortamlarda yoğrularak bel-
li bir şekil alır. Artık hayatının
sonuna kadar önceki yaşamı-
nın etkilerini ve izlerini taşıya-
rak yaşayacaktır. İyi bir anne
babanın terbiyesinden geçmiş
ve güzel bir ortamda öğrencilik
yaşamışsa, sonraki dönemler-
de ahlakını bozacak ortamlara
düşmemesi durumunda, iyi bir
insan olarak ömür sürmesi kuv-
vetle muhtemeldir.
Bu yazıda, bahsettiğimiz
çerçeve içerisindeki bir konuyu
ele almak istiyoruz, yani kalp
fesâdını, başka bir ifadeyle iyi
niyetli olmamayı.
Malum olduğu üzere, çocuk-
luk yıllarını çeşitli yoksunluk-
lar içinde “kanaat duygusunu
kazanmadan” geçiren ve gözü
hep başkalarında olan insanlar,
büyüdüklerinde genellikle hırs-
lı ve aç olurlar. Önlerine çıkabi-
lecek her türlü fırsatı lehlerine
çevirmeye çalışırlar, kendileri-
ni hep başkalarına öncelerler ve
sadece nefislerini düşünürler.
Aç gözlü ve tamahkâr olarak
hayata atılan bu insanlar, ai-
lelerinden ibadetler noktasın-
da gerekli eğitimi almış olsalar
bile doyurulmamış bu yönleri
her zaman öne çıkar. Böyleleri
için menfaatleri her zaman ön
planda olduğundan dolayı, baş-
kalarının aklına hayaline gel-
meyecek yollar ve manevralar
ile kendilerine imkânlar oluş-
tururlar. Bencil olduklarından
dolayı da en yakınında gözüken
arkadaşlarını bile bir takım ni-
metlerden haberdar etmeyip
mahrum bırakırlar. Yanların-
daki veya yakınlarındakilerin
de bir parça nasibkâr olma-
sı onları müthiş rahatsız eder.
Hatta hiç tanımadıkları kimse-
lerin var olan bir nimete eriş-
mesini tercih ederler. Yeter ki
kendi yakınlarındaki insanlar o
nimete nâil olmasın.
Böylesi insanlar hayata ba-
kışlarında benliklerini merkeze
aldıklarından ve nefislerini ön-
celediklerinden dolayı, ilişkile-
rinde her zaman bir hesap kitap
vardır. Karakterlerindeki zaaf-
larından dolayı ilişkilerini men-
faat üzerinden yürütürler. Fay-
da sezdikleri kimselere kalben
soğuk olmalarına rağmen bir
şeyler elde edebilmek için yakın
dururlar. Bunu yalancıktan ya-
kınlık gösterdiği kimse de fark
eder, ancak beşerî münasebet-
ler tolerans üzerinden yürüdü-
ğünden buna tahammül eder,
farkında değilmiş gibi davra-
nır. Lakin ondan menfaati bit-
tiği anda yakınlık da hemen son
bulur. Her iki taraf da yakınlı-
ğın menfaatten kaynaklandı-
ğını bildiğinden dolayı aradaki
bağın kopuvermesi her iki tara-
fı da etkilemez.
Kanaat duygusundan yok-
sun olarak “kalbi aç” yetişen bu
insanlar, sürekli bir şeyler dev-
KültürEnbiya YILDIRIM*
KalbİNFESÂDI
“Kanaat duygusundan yoksun olarak “kalbi aç” yetişen bu insanlar, sürekli
bir şeyler devşirmenin gayreti içinde olduklarından karşılarındakilerini de
kendileri gibi sanırlar. “Ben nasıl hesap ediyor, menfaatimi her şeyin önüne
koyuyorsam, karşımadakiler de mutlaka öyledir” inancındadırlar.”
Temmuz 201142 43
BEN ŞAİRİM! Ben ki inşâ işçisiyim kadim şiirinTâ gönlümdedir temeli derin mi derin. Harcım ilhamdır tuğlalarım hep kelime,Kalem mala olur aldığımda elime. Çatısı başlıktır Taç Mahal kadar güzel,Ne hünerle işler dantel dantel onu el! Boş kâğıttır arsam, daktilom kepçe-dozer,İlk mısram temel, şiirim hayalde gezer. Şiir ki kanattır gökten öte gidilen,Daha mı muhteşem göğü delen gökdelen? İşleri mekânik, cismin boyu ve eni,Bilirim hâsit ustalar kıskanır beni! Metafizik esinti taşır ezgilerim,En büyük sermayem bu derin sezgilerim! Sarp bir vâdi ki geçilemez, öylesine,Entellektüel çile mayadır esine. Ben şairim, yegâne ihtirasım şiir,Şiir tek mirasım üstündeyken teneşir!
Mehmet SERTPOLAT
şirmenin gayreti içinde olduk-
larından karşılarındakileri de
kendileri gibi sanırlar. “Ben na-
sıl hesap ediyor, menfaatimi her
şeyin önüne koyuyorsam, karşı-
madakiler de mutlaka öyledir.”
inancındadırlar. Bu nedenle de
karşısındaki kişi ne kadar iyi ni-
yetli olursa olsun, onun yapıp
ettiklerinde veya söylediklerin-
de mutlaka bir arka plan arar.
Hatta karşısındaki zat, her za-
man ona iyi yaklaşıp onun hay-
rına kabul edilebilecek bir takım
adımlar atsa bile, kendi men-
faatine aykırı bir şey yaptığı-
nı gördüğü anda, onu ne mak-
satla yaptığını öğrenmeyi dahi
düşünmeden hemen kinlenir,
kızar, ismini çizer. Çünkü her-
kesin kendisi gibi olduğunu dü-
şünür. Oysa karşısına aldığı
kimsenin, yaptığı işi onun men-
faatine aykırı gözüken bir şekil-
de yapmasının çok makul bir
gerekçesi vardır. Ancak beriki
için bu mazeret önemli değildir.
Onun tek derdi dünyanın şahsî
menfaatleri etrafında dönmesi-
dir. Menfaatlanırken karşıdaki
çok iyidir, ama bu bir kesilme-
ye görsün, ondan kötüsü yoktur.
Her şey bir anda bitiverir.
Bu insanların en büyük özel-
liklerinden birisi de kendilerini
çok açıkgöz ve uyanık görmele-
ridir. Onlara göre, dünyayı et-
raflarında menfaatlerine uygun
döndürürken kimse bunun far-
kına varmaz. Oysa yan yollara
saparak bir şeyler yapmaya çalı-
şanların neler yaptığını etrafın-
da var olan herkes görür. Herkes
olan bitenin farkındadır; lakin
çoğu insan “Aman problem çık-
masın.” diyerek veya nezaketen
bu açıkgözlüğü görmemiş gibi
yapar. Kendisini açıkgöz sana-
nın, etrafındakilerin olan bite-
nin farkında olmadığını düşün-
mesi ise, çevresindekileri saf
kişiler olarak görmesinden kay-
naklanan bir durumdur. Gerçi
bazı durumlarda çevresindeki-
lerin yaptığının farkına vardık-
larını ama ses çıkarmadıkları-
nı anlar, ancak yine de tuttuğu
yoldan geri adım atmaz. Çün-
kü onun için asıl olan hedefledi-
ğini elde etmektir. Keza işlerini
hep cambazlıkla yürüttüğünden
zaman zaman yalpalar, sende-
ler ve düşer. Çok mahcup olur
ama alışkanlıklarından hiç vaz-
geçmez.
Menfaat odaklı yaşam süren
bu kimseler etraflarında fazla
sevilmezler. İşin kötüsü, açık-
göz geçindiklerinden dolayı in-
sanlarla sürekli problemler ya-
şarlar. Esasında kendileri de
kötü durumlarının farkında-
dırlar ama huylunun huyundan
vazgeçmesi çok zordur.
Dünya hayatında insan için
en kötü durumlardan birisi
de çevresinde sevilmemesidir.
Uzak durulması, dostluk kurul-
maması ve dışlanmasıdır. Şu
kadar var ki, bu sonucu hazır-
layan bizzat kendisidir. Bu ne-
denle suçlanacak biri varsa, et-
rafa bakınmak ve suçlu aramak
yanlış olur. Ayrıca bedenini de
hasta etmektedir. Başkalarına
karşı düşmanca duygular besle-
diği ve sürekli bunlara odaklan-
dığı için zihninin bir bölümünü
başkalarına ayırmıştır. Bede-
ni bu yüke çok fazla tahammül
edemez ve bir yerlerden alarm-
lar vermeye başlar. Tansiyonu
yükselir, geceleri uykusuz kala-
rak bîtâb düşer, dalgınlaşır.
Yüce Yaratıcımız, “Allah, hiç-
bir adamın içine iki kalp koy-
mamıştır.” (33/Ahzâb, 4) bu-
yurmaktadır.. Dolayısıyla var
olan tek kalbimiz nasılsa haya-
ta bakışımız ve yaşayışımız da o
şekilde olacaktır. Eğer kalbimiz
fesatlıkla doluysa, unutmayalım
ki “Düzene sokulduktan sonra
yeryüzünde bozgunculuk yap-
mayın.” (7/A’râf, 56) buyuran
Rabbimiz, bir başka ayette de
“Allah bozgunculuğu sevmez.”
(2/Bakara, 205) diye ferman et-
mektedir. Dolayısıyla Müslü-
manlık ile fesat kelimesinin asla
yan yana gelmeyeceğini bilmek
gerekir. Ancak görüldüğü gibi
iş gelip kalpte düğümlenmekte-
dir, her zaman olduğu gibi. Al-
lah Rasûlü bunu ne güzel ifade
etmektedir: “Bedende bir parça
vardır; o düzgün olursa bede-
nin tamamı düzgün olur, bozuk
olursa bedenin tamamı bozuk
olur. O parça kalptir.” (Buhârî,
52). Bu hastalığın tedavisi nedir
diye sorulacak olursa işe kalple
başlamak gerekmektedir.
“Aç gözlü ve tamahkâr
olarak hayata atılan bu
insanlar, ailelerinden ibadetler
noktasında gerekli eğitimi almış
olsalar bile doyurulmamış bu
yönleri her zaman öne çıkar. “
*Prof. Dr.
45Temmuz 201144
ıl içerisinde Müslümanların özlemle bekle-
dikleri ve coşkuyla karşıladıkları zaman di-
limleri vardır. Bu zaman dilimlerine mü-
barek üç aylar denilmektedir. Bu aylar, sırasıyla
Recep, Şaban ve Ramazan aylarıdır.
Dinimizde kutsal sayılan geceler, bu ayların
içinde yer almaktadır. Sevgili Peygamberimiz ve
onun güzide sahabesi bu aylara ve bu gecelere özel
bir önem atfetmişlerdir. Zira Peygamber Efendi-
miz hadis-i şeriflerinde bu mübarek aylarda özel-
likle kandil gecelerinde yapılan ibadet ve hayırla-
ra kat kat sevap verileceğine dair açıklamalarda
bulunmuşlardır.
Bu kutsal kandil gecelerinde camiler dolmak-
ta, Kur’ân’lar, mevlitler okunmakta, salâvat-ı şeri-
feler getirilmekte, dualar edilerek Yüce Allah’tan
tüm insanlar için af ve mağfiret istenmektedir. Bu
kutsal kandiller vesilesiyle inançlarımız kuvvet-
lenmekte ve gönüllerimiz günah kirlerinden arın-
maktadır. İnananlar kardeş olma şuuruna ererek
birbirlerine karşı sevgi, saygı ve hoşgörü duygu-
larıyla yardımlaşma ve dayanışmaya yönelmekte-
dirler. Böylece bu kutsal kandiller, fert ve toplum
hayatında hayırlara vesile olmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) üç aylar hakkında şöyle
buyurmuştur: “Recep, Allah’ın ayı, Şaban benim
ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.”1
Mübarek Üç Ayların İlki Recep Ayıdır
Bu ayın ilk Cuma gecesi Regaib Kandilidir. Re-
gaib kelimesi; “çok değerli hediye, bağış, içten ge-
lerek ve yoğun bir şekilde arzu edilen şey” anlam-
larına gelmektedir. İhsanı bol olan Rabbimizden
günahlarımızın mağfiretini, ömrümüzün bereke-
tini isteyerek gündüzünü oruç, gecesini namazla
geçirmemiz gereken bir gecedir. Ayrıca bu gece,
bundan sonra gelecek olan kutsal gecelerin ve Ra-
mazan ayının ilk habercisidir. Nitekim Recep ayı-
nın başlangıcında Peygamberimiz (s.a.v.)’in şöyle
dua ettiği rivayetler arasında yer almaktadır:
“Ey Allah’ım, Recep ve Şaban’ı bize mübarek
kıl, bizi Ramazan’a kavuştur.”2
Recep ayı, gerek İslâm’dan önce gerekse
İslâm’dan sonra mukaddes bilinen bir aydır. İslâm
dini gelmeden önce, bu ay girer girmez, Arap ka-
bileleri arasında harp etmek, baskın ve çapulcu-
luk yapmak yasaklanır, herkes kendisini bu ayda
güven içinde hissederdi. İslâm geldikten sonra da,
bu aya olan hürmet devam ettirildi. Bu ay, Regaip
ve Miraç gibi mübarek geceler ve ilahî tecellilerle
şereflendirildi. Recep ayının ilk Cuma gecesi, Re-
gaip Gecesi, yirmi yedinci gecesi, Miraç Gecesidir.
Miraç Gecesi; Allah’ın sevgilisi Peygamberimiz
Hz. Muhammed (s.a.v.)’i Mekke’deki Mescid-i
Haram’dan, Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götür-
düğü3 ve oradan da göklere yükselttiği gecedir.
Miraç Gecesi, Cenab-ı Hakk’ın Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’e büyük hakikatlerin ilahî sırlarını gös-
terdiği, vasıtaları kaldırarak ilahî vahye muhatap
kıldığı, kendi ayetlerini ve kâinatın sırlarını sey-
rettirdiği, müminlere namazın farz kılındığı ilahî
lütuflarla dolu olan bir gecedir.
Üç Ayların İkincisi İse Şaban Ayıdır
Bu ay da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in değer ver-
diği, bol bol ibadet ettiği ve oruç tuttuğu bir ay-
dır. Nitekim bu ayın on beşinci gecesi Berat Gece-
ÜÇ AYLARÖZLEMLE BEKLENEN
ZAMAN DİLİMİ:
“Dinimizde kutsal sayılan geceler, bu ayların içinde yer
almaktadır. Sevgili Peygamberimiz ve onun güzide sahabesi bu
aylara ve bu gecelere özel bir önem atfetmişlerdir. ”
İlim ve HayatMehmet SOYSALDI*
47Temmuz 201146
si olarak kutlanmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen bazı rivayet-
lerde, sevgili Peygamberimizin Şaban ayına ve
özellikle bu ayın on beşinci gecesine ayrı bir önem
vererek onu ihya ettiği belirtilmektedir. Nitekim
bir hadis-i şeriflerinde Hz. Peygamber (s.a.v) şöy-
le buyurmuştur: “Şaban’ın 15. gecesini ibadet-
le, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahu
Teâlâ buyurur ki: ‘Af isteyen yok mu, affede-
yim. Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim. Dertli
yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen var-
sa, istesin vereyim’ Bu hâl, sabaha kadar devam
eder.”4 İşte bundan dolayı, bu geceyi ibadetle ge-
çirmek, büyük bir sevaba vesile olmaktadır. Ayrıca
bir kısım bilginlerin, kıblenin Kudüs’teki Mescid-i
Aksa’dan, Mekke’deki Kâbe istikametine çevril-
mesinin;5 Hicretin ikinci yılında Berat Gecesinde
vuku bulduğunu kabul etmeleri de geceye ayrı bir
önem kazandırmıştır.6
Üç Ayların Üçüncüsü İse Mübarek Ramazan Ayıdır
Yüce Allah, mübarek Ramazan ayını diğer ay-
larda bulunmayan hayır ve bereketli birçok özel-
likle süslemiştir. Bu ay, müminler için rahmet
ve mağfiret ayıdır. Ramazan; evveli rahmet, or-
tası mağfiret sonu da cehennem azabından azat
olma ayıdır. Bu ay, şifa ayıdır, hayır ayıdır. Bu
ay, orucu, sahuru, iftarı, teravihi, dolan camileri,
dinlenen vaaz ve mukabeleleri ile bereket ayıdır,
şefaat ayıdır. Bu ay, öz ifadeyle Kur’ân ve oruç ayı-
dır. Nitekim Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir
hadis-i şerifte sevgili Peygamberimiz (s.a.v) şöy-
le buyurmaktadır: “Kim, inanarak ve mükâfatını
Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa,
geçmiş günahları affedilir.”7
Bu ayın Allah katında büyük bir değeri oldu-
ğundan; insanları doğru yola ileten, insana in-
sanca yaşamayı, çalışmayı, ilerlemeyi öğreten, in-
sanı ahlaklı, faziletli dürüst bir hayata sevk eden
Kur’ân-ı Kerim bu ayda indirilmiştir. Bu husus-
ta yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ramazan ayı
öyle bir aydır ki, Kur’ân-ı Kerim onda indirilmiş-
tir. (O Kur’ân ki) insanlara hidayettir. Onda doğ-
ru yolun, hak ile batılı ayırt eden hükümlerin nice
açık delilleri vardır. O hâlde içinizden kim o aya
erişirse oruç tutsun. Kim hasta olur yahut sefer-
de bulunursa, o zaman tutamadığı günler sayı-
sınca başka günlerde oruç tutsun. Allah size ko-
laylık diler, size güçlük istemez.”8
Kur’ân-ı Kerim’de ifade edildiği gibi bu ay içe-
risinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi
bulunmaktadır. Dolayısıyla Kadir Gecesinin dinî
hayatımızda ayrı bir yeri ve önemi vardır. Yüce Al-
lah, bu gecenin öneminin nereden kaynaklandığı-
nı bizlere Kadir suresinde şöyle açıklamaktadır:
“Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bile-
ceksin?” Yüce Allah, bu soruyla bu gecenin önemi-
ni vurguluyor. Sonra Kadir Gecesinin faziletini üç
madde ile söyle açıklıyor:
Birincisi, Kur’ân-ı Kerim bu gece inmeye baş-
lamıştır.
İkincisi; “Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır.”
Bin ay, yaklaşık olarak 84 yıl eder. İşte bu gece ya-
pılan ibadet, âdeta içinde Kadir Gecesi olmayan
seksen dört yıl ibadet etmek kadar sevaptır.
Üçüncüsü; “Melekler ve Ruh, o gece Rableri-
nin izniyle her iş için iner de iner.” Bu ayette me-
leklerin ve Ruh’un Rablerinin izniyle yeryüzüne
inecekleri belirtilmektedir. Ayetteki Ruh’tan kasıt,
Cebrâil’dir. “Tan yeri ağarıncaya kadar o gece se-
lamettir.” Yani o gece melekler mü’minlere selam
verirler. Çünkü melekler, gecenin başından itiba-
ren ta tan yeri ağarıncaya dek grup grup inerler.
Mübarek Gün ve Gecelerin Fert ve Topluma Kazandırdıkları
Dinimizde kutsal sayılan gün ve gece-
ler, fert ve toplum hayatında birçok hay-
ra vesile olmaktadır. Bunlardan bazılarını
şu şekilde zikredebiliriz:
Yapılan dua ve niyazların dalga dalga Allah’a
ulaşmasına, dökülen pişmanlık gözyaşlarının gü-
nahları silip yok etmesine vesile olur.
Yıl boyunca bilerek veya bilmeyerek işlenen
günahlardan kurtulma ve arınmaya vesile olur.
Yapılan ibadetler, okunan Kur’ânlar ve getiri-
len salâvat-ı şerifelerle sevaplarla bezenmeye ve-
sile olur.
Geçmişin muhasebesini yaparak, geleceğe
azim ve enerji dolu bir şevkle atılmak için iyi bir
imkândır.
İnsanlar arasında İslâm kardeşliğinin yaşan-
masına vesile olur.
Barış, hoşgörü, kardeşlik ortamının doğma-
sına, birlik ve beraberliğimizin güçlenmesine,
insanî ve ahlakî erdemlerin yeniden yeşermesine
vesile olur.
Zenginlerin fakirleri hatırlamasına, onlara yar-
dım ellerini uzatmalarına, böylece insanlar ara-
sında yardımlaşma ve dayanışmanın artmasına
vesile olur.
İnsan hayatında otokontrol sisteminin kurul-
masına vesile olur.
Dünyevî meşguliyetlerden sıyrılıp
yaratılış gayesini düşünmeye, ge-
rek yaratanla gerekse yaratılan-
larla olan münasebetlerimi-
zi değerlendirmemiz için son
derece kıymetli fırsatlardır.
Hayat su gibi akıp gitmek-
tedir. Dün, hatası ve sevabı ile
geçmiştir. Geçen günleri geri ge-
tirmek mümkün değildir. Gelecek günleri
yaşayacağımıza dair bir garantimiz de yoktur. Bu-
günün değerlendirilmesi ise bizim elimizdedir.
Mübarek gün ve gecelerin manevi ikliminden
yararlanarak içinde bulunduğumuz zamanın
kıymetini bilip üzerimize düşen kulluk görevle-
rini hakkıyla yerine getirmeye çalışmalıyız.
Bu mübarek gün ve geceler, kendimizi topar-
lamak, sorgulamak, davranışlarımıza çeki dü-
zen vermek için bulunmaz fırsatlar sunmakta-
dır. Bir kere daha, bu mübarek gün ve gecelerde
geçmişimizin muhasebesini yapıp geleceğe ha-
zırlıklı olmanın tedbirlerini almalıyız.
Bütün okuyucularımızın üç aylarını ve Rega-
ip Kandillerini kutluyor, hayırlara vesile olması-
nı yüce Mevlâ’dan niyaz ediyorum.
1 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 423, Hadis No: 13582 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 2593 Bkz. 17/İsrâ, 14 İbn Mâce, İkâme, 1915 Bkz., 2/Bakara, 1856 Geniş bilgi için bkz., DİA, V, 475-4767 Buhârî, İman, 28; Savm, 6; Müslim, Sıyam, 203; Tirmizî, Savm, 18 2/Bakara, 185
Dipnot *Prof. Dr.
Temmuz 201148 49
KültürResul KESENCELİ
SARAYLARÇİFTE
“Çırağan Sarayı’nın yanması üzerine Meclis-i
Mebusan ve Meclis-i Âyan 1913–1920
yıllarında çalışmalarını bu sarayda sürdürmüştür.
Cumhuriyetin ilanından sonra saray 1926’da
Güzel Sanatlar Akademisi’ne devredilmiştir.”
İstanbul Beşiktaş İl-
çesi, Fındıklı Sem-
tinde Meclis-i Mebu-
san Caddesi üzerinde bulunan
Çifte Saraylar Sultan Abdülme-
cit (1839–1861) tarafından kız-
ları Cemile ve Münire Sultanlar
için yaptırılmıştır. Sarayların
yapımına 1856 yılında başlan-
mış, 1859 yılında da tamamlan-
mıştır. Mimarı Balyan ailesin-
den Garabet Amira Balyan’dır.
Çifte Saraylar olarak isimlen-
dirilen bu saraylardan Mol-
la Çelebi Camisi’ne yakın olanı
Cemile Sultan’a aittir. Cemi-
le Sultan Mahmud Celâleddin
Paşa ile evlenmiştir. Sarayın
düğün tarihine kadar tamam-
lanamaması üzerine sultan
bir süre Emirgân’daki Mısır-
lı İsmail Paşa Yalısı’nda otur-
muş ve altı ay sonra bu saraya
yerleşmiştir. Cemile Sultan’ın
1915’te ölümünden sonra sara-
ya Dervişzâde Ahmet Paşa ile
evli olan Nazime Sultan yerleş-
miştir. Sonraki yıllarda Çıra-
ğan Sarayı’nın yanması üzerine
Meclis-i Mebusan ve Meclis-i
Âyan 1913–1920 yıllarında ça-
lışmalarını bu sarayda sürdür-
müştür. Cumhuriyetin ilanın-
Temmuz 201150 51
dan sonra saray 1926’da Güzel
Sanatlar Akademisi’ne devredil-
miştir. 1 Nisan 1948’de yanmış
ve bu yangın sırasında kütüpha-
nesindeki değerli kitaplar, dos-
yalar, ders malzemeleri ve tablo-
lar da yok olmuştur. Bu olaydan
sonra saray Yüksek Mimar Se-
dat Hakkı Eldem tarafından ha-
zırlanan proje doğrultusunda
yeniden yapılmış ve 23 Nisan
1953’te Güzel Sanatlar Akade-
misi burada öğretime başlamış-
tır.
Çifte Sarayların diğer bö-
lümünü oluşturan Müni-
re Sultan Sarayı’nda Sultan
Abdülmecid’in kızı Münire Sul-
tan yaşamıştır. Sultanın 1862’de
ölümünden sonra Abdülaziz’in
kızlarından Saliha Sultan, ar-
dından II. Mahmud ’un kızı
Adile Sultan bu sarayda yaşa-
mıştır. Adile Sultan’ın 1899’da
ölümü üzerine saray Sultan
Abdülaziz’in damadı Ahmet
Zülküf Paşa’ya geçmiştir. Cum-
huriyet döneminde bir süre III.
Kolordu Komutanlığı karargâhı
olarak kullanılmıştır. 1943–
1952 yıllarında İstanbul Edebi-
yat Fakültesi burada ders gör-
müş, 1970 yılına kadar Atatürk
Kız Lisesi olarak kullanılmıştır.
Ardından Mimar Sinan Üniver-
sitesine devredilmiş ve Yüksek
Mimar Sedat Hakkı Eldem’in
projesi ile yeniden yapılmış ve
21 Kasım 1975’te Mimar Sinan
Üniversitesi burada eğitimine
başlamıştır. Çifte Sarayların her
ikisi de denize paralel olarak ya-
pılmış ve bu plan düzenlemesi iç
mekânda da aynen uygulanmış-
tır. Birbirlerine simetrik olan
eksenlerin ortada kesiştiği alan-
da büyük ve denize paralel dik-
dörtgen planlı bir sofaya yer ve-
rilmiştir. Bu sofa ikişer direkle
yan sofalara açılmıştır. Sarayın
odaları deniz ve karaya yönelik
cephelere peş peşe sıralanmış-
tır. Bezemelerde ve mimari ya-
pıda ampir üslubunun egemen
olduğu görülmektedir. Bu ne-
denle pencerelerin üzerine yer
yer üçgen alınlıklar, kat silmele-
ri ve geniş saçaklar eklenmiştir.
Cemile Sultan (1843 – 1915),
Padişah Abdülmecit’in kızı-
dır. Hayatı boyunca babası,
amcası ve iki ağabeyi Osman-
lı Devleti tahtında saltanat sür-
dü. 1876 darbesinde rol oy-
nayan ve Sultan Abdülaziz›i
öldürmekle suçlanan Mahmud
Celâleddin Paşa›nın eşidir. An-
nesi, Düzd-i Dil Kadın Efen-
di idi. Annesini üç yaşında iken
kaybetti. Abdülhamid›i de bü-
yüten Piristû Kadın Efendi ta-
rafından yetiştirildi. Babası, bir
Bakanlar Kurulu kararı çıkar-
tarak 1856 yılında Cemile Sul-
tan ve bir diğer kızı Münire
Sultan için Fındıklı’da Çifte Sa-
rayların yapımını başlattı. Ce-
mile Sultan, 1858 yılında Fethi
Ahmet Paşa’nın oğlu Mahmud
Celâleddin Paşa ile nişanlandı.
Paşa, vezirlik rütbesi ile Meclis-i
Vâlâ üyesi oldu ve iki ay sonra
düğünleri yapıldı. Çift önce ken-
dileri için kiralanan Emirgan’da
ki Mısırlı İsmail Paşa Yalısı’na,
inşaatı tamamlandıktan sonra
Fındıklı’da Abdülmecit’in yap-
tırdığı sarayına yerleşti. Mah-
mud Paşa ile evliliğinden Mah-
mud Celâleddin ve Besim adlı
iki oğlu ile Fethiye, Fatma ve
Ayşe Hanım Sultan adlı 3 kızı
dünyaya geldi. 1861’de babası-
nın ölümü üzerine Osmanlı tah-
tına amcası Abdülaziz çıktı. Eşi,
Sultan Abdülaziz’in tahttan in-
dirilmesi ile sonuçlanan 1876
hükümet darbesinde yer aldı.
Abdülaziz’den sonra tahta ağa-
beylerinden Murat, onun 93 gün
süren kısa saltanatının ardın-
dan bir diğer ağabeyi Abdülha-
mid çıktı. Abdülhamid tahta çık-
tığı günlerde, iki yaşındaki oğlu
Besim’i kaybetmiş olan Cemi-
le Sultan adına Kandillide iskele
yanındaki Sahil Sarayı’nı satın
aldı. Cemile Sultan 1884’e kadar
Abdülhamid’in hediye ettiği sa-
rayda yaşadı. Eşi, 1881’deki Yıl-
dız Mahkemesi’nde Abdülaziz’i
öldürmek suçuyla yargılanıp
idama mahkûm edilenler ara-
sındaydı. II. Abdülhamid, bu
mahkeme kararı üzerine Cemi-
le Sultan’la eşinin nikâhını iptal
etti. Damat Mahmud Celâleddin
Paşa’nın cezası hapse çevrilmiş,
Mithat Paşa ile birlikte Taif’e
sürgün gönderildi, 3 yıl sonra
muhafızlar tarafından öldürül-
dü. Kocasının ölümünden sonra
sarayını oğlu Celalettin’e devre-
den Cemile Sultan, Erenköy’de
bir köşke taşındı. Abdülha-
mid ile uzun bir dargınlık dö-
neminden sonra barıştı, Yıldız
Sarayı’na ziyaretlere gidip gel-
meye başladı. Bir saray ziyare-
tinden köşküne dönüşünde has-
talandı ve uzun süre yatalak
kaldı. 7 Şubat 1915’te hayatını
kaybetti. Sultan Abdülmecid’in
türbesi yanındaki küçük hazire-
ye defnedildi.
İttihad ve Terakki›nin mu-
halifi olan Hürriyet ve İtilaf
Partisi›nin liderlerinden Salih
Paşa Abdülhamid devrinin sad-
razamlarından Tunuslu Hay-
reddin Paşa’nın çocuğuydu, Sul-
tan Abdülmecid’in kızı Münire
Sultan›la evliydi ve o sırada beş
yaşında olan Kemaleddin adın-
da bir de oğulları vardı. Tutuk-
lananlar hemen askeri mahke-
meye çıkartıldılar. Çoğu idama
mahkûm oldu. Ölmesine karar
verilenler arasında sarayın da-
madı Salih Paşa da vardı ve sa-
rayla hükümet arasındaki kriz
işte bu kararın onaylanması için
padişaha yollanmasıyla başla-
dı. Sultan Reşad’ın eli, imzaya
bir türlü gitmedi; zira ölümünü
emredeceği Salih Paşa damadı
sayılırdı. Kararname önüne gel-
diği zaman hükümdarın ilk sözü
etrafındakilere “Şimdi ne yapa-
cağız?” diye sormak oldu, hiç
kimse ne yapacağını söyleyeme-
yince de metni sümenaltı etti. O
andan itibaren, saraya gidip ge-
lenlerin sayısı hemen artıverdi.
Bir yanda başta Münire Sultan
ile annesi Sezaidil Hanım ol-
mak üzere hanedan mensupları
Sultan Reşad’dan kararı imzala-
mamasını rica ediyor ama öbür
yandan İttihad ve Terakki›nin
önde gelenleri “Karar daha tas-
dik edilmedi mi?” diye sarayı
baskı altında tutuyorlardı. Sa-
dece iktidar değil, İstanbul halkı
da ikiye bölünmüştü. Çoğunluk
idamı istenen Salih Paşa›nın as-
lında masum olduğuna, İttihad
ve Terakki›nin siyasi bir rakip-
ten kurtulmak için böyle bir suç
isnadında bulunduğuna inanı-
yordu.
Sultan Reşad’ın kararsızlığını
ilk bozan İttihad ve Terakki›nin
genel sekreteri Talat Bey yani
sonraki senelerin meşhur Talat
Paşa›sı oldu. Hükümdara açık-
ça “Bu idama müsaade buyu-
rulmadığı takdirde iş daha ya-
kınlarınıza kadar uzayacaktır”
deyiverdi, hemen arkasından da
o günlerde İstanbul Muhafızlığı
yapan ve tarihlere “Cemal Paşa”
diye geçecek olan Cemal Bey’in
gönderdiği bir mesaj geldi: İs-
tanbul Muhafızı “Söyleyin ona,
ben Salih Paşa’yı hüküm tas-
dik edilmese bile asarım. Sonra
da cinayet işledim diye siz beni
asarsınız; ama bu herif de orta-
dan kalkmış olur.” demişti. Sa-
rayda tartışmalı toplantılar bir-
birini takip ediyor ama Sultan
Reşad İttihadçılar’ın beklediği
imzayı hâlâ atamıyordu. İş uza-
yınca, krizi çözmek o günler-
de henüz “Enver Bey” olan son-
raların Enver Paşa’sına düştü.
Mahmud Şevket Paşa’dan son-
ra iktidarın artık tek sahibi hali-
ne gelmiş olan Enver Bey mah-
muzlarını şakırdata şakırdata
Dolmabahçe Sarayı›na gitti ve
Sultan Reşad›ın huzuruna çık-
tı. Hükümdarla devletin ger-
çek hâkimi birkaç dakika baş
başa kaldılar. Enver Bey saray-
dan ayrılırken elinde padişahın
imzaladığı ve mürekkebi henüz
kurumamış olan idam kararna-
mesi vardı. Salih Paşa’yı Baye-
zid Meydanı’nda hemen o gece,
11 kişiyle beraber ipe çektiler.
Paşa son arzusu sorulduğunda
cellâdına dönüp “Rica ederim
şu paçamı düzeltiveriniz, çarpık
duruyor.” diyecek, altındaki san-
dalye paçası düzeltildikten sonra
tekmelenecekti. Münire Sultan
hemen o gün oğlu Kemaleddin’le
beraber Nişantaşı’ndaki konağı-
na kapandı ve bütün vaktini bir
daha asla karşı karşıya gelmeye-
ceği amcası Sultan Reşad’a bed-
dualar etmekle geçirir oldu.
53Temmuz 201152
Eski başkan Geor-
ge Bush, 20 Ocak
1990’da Amerikan
Kongresi’nde yaptığı bir konuş-
mada 20. yüzyılın bir “Ameri-
kan Yüzyılı” olarak tarihe geç-
tiğini belirtmiş ve 21. yüzyılın
da bir başka “Amerikan Yüzyı-
lı” olacağını iddia etmişti. Bush,
ima yoluyla “Yeni bir yüzyı-
la daha damgamızı vurabilme-
miz için Ortadoğu petrolünü ve
petrol kaynaklarını mutlak su-
rette kontrolümüz altında bu-
lundurmak zorundayız” de-
mek istemiş, petrol ile güç ve
iktidar arasındaki sıkı bağa bir
kez daha temas etmişti. Petro-
le kurban giden başka bir eski
başkan Harding de buna şöy-
le parmak basmıştı: “Dünya ik-
tisadının anahtarı ve istikbalin
en kuvvetli teminatı petroldür.”
Nasıl olsa artık, komünist reji-
min çökmesiyle devre dışı ka-
lan Soğuk Savaş Dönemi’nin
dişli rakibi Rusya’nın frenle-
yici etkisi de yoktu ve “dünya
hâkimiyetini” besleyen petrolü
tekeline geçirmek için ABD’nin
“kontrol edilemez disiplinsiz
kuvvet olarak” Ortadoğu’da is-
tediği gibi cirit atması şimdi
daha da kolaylaşmıştı.
Tüm dünya, Saddam’ın 2
Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal
etmesiyle Ortadoğu petrolü-
nün üçte ikisine hâkim bir ko-
numa geldiğini ve Amerika’nın
hayatî çıkarlarını büyük bir teh-
like altına soktuğunu hemen
fark etmişti. Dolayısıyla Ameri-
ka, Körfez’e müdahale ederken
Kuveyt’i kurtarıp bağımsızlığı-
nı tekrar iade etmekten çok, 21.
yüzyılda kendisini güçlü ve li-
der kılacak petrol kaynaklarını
hegemonyasına alma hırs ve te-
laşına düşmüştü. Çünkü Was-
hington, Körfezi ve Akdeniz’i
bir “Amerikan Gölü” olarak gö-
rüyordu. Cemal Abdünnasır’ın
çok yakınında bulunmuş Mı-
sırlı gazeteci-yazar Muham-
med Heykel’in de dediği gibi
“Iraklılar bir dizi yanlış hesap-
lar yüzünden Kuveyt’te tuza-
ğa düşmüşlerdi ve onlar saldı-
rı ve işgalin doğuracağı tepkiyi
küçümsemişlerdi. Amerika için
21. yüzyılda Arap petrolünün
önemini iyi hesaplayamamış-
lardı.”
George Bush, Ağustos
1990’da krizi çözme amacıyla
yaptığı ziyaret esnasında Ürdün
Kralı Hüseyin’e şunu söylemek-
ten çekinmemiş, bir bakıma
Saddam’a, petrolü kaptırmaya-
cağına dair meydan okumuştu:
“Petrol bizim hayat tarzımız-
dır. Ben o adama (Saddam’a)
Körfez’in petrolünün üçte iki-
sine hâkim olmasına izin ver-
meyeceğim. Bu adam ABD’nin
düşmanıdır ve elleri bizim can
damarımızdadır. Orada hayatî
menfaatlerimiz vardır. Ve on-
ları korumaya mecburuz.” Aynı
konuya, Almanya eski Başbaka-
nı Willy Brandt da Saddam’ı zi-
yaretinde dikkat çekmiş ve ona
şöyle sormuştu: “Onların, sizin
Ortadoğu’da üstünlük sağlama-
nıza ve dünya petrol rezervleri-
nin üçte ikisini ele geçirmenize
izin vereceğine gerçekten inanı-
yor musunuz?”
I. Körfez Savaşı’nda, ABD
Savunma Bakanı Dick Cheney
ve Genelkurmay Başkanı Nor-
man Cshwarzkopf, ABD’nin en
önemli hedefleri arasında pet-
rol alanlarını ele geçirmek ve
koruma altına almak olduğu-
nu açık bir dille ifade etmişler-
di. Şu hâlde, ilk savaşın devamı
niteliğindeki 2003 yılında baş-
layan Irak’ın işgali operasyonu
için de aynı hedef geçerlidir ve
Amerika’nın ilk işi, petrol kuyu-
larını sabotajlardan korumanın
önlemlerini almak ve Irak pet-
rolünü ne şekilde kullanacağı-
nın hesaplarını yapmak olmuş-
tur.
Rakamlar Ne Diyor?
1980’li yılların sonuna doğ-
ru Gelişmiş Dünya, petrolün
pratik bir alternatifinin ya-
kın bir gelecekte bulunmasının
mümkün olmadığını anlamış-
tı. Nükleer enerjinin eksiklik
ve zararları gösterdi ki petro-
le belki 100 yıl kadar daha bir
enerji kaynağı olarak başka hiç-
bir şey ciddi bir rakip olamaya-
caktı. Uzmanların, bu yüzyılın
ilk yarısında petrol kavgasının
yeniden kızışıp kara bulutların
Ortadoğu semalarında topla-
nacağı istikametindeki tahmin-
lerini, Körfez Krizi ve Savaşları
doğrulamaya devam etmekte-
dir. Bilim adamları, Batılı ül-
kelerin rezervlerinin en geç 25-
30 yıl içerisinde tükeneceğini;
buna karşılık Ortadoğu’nun
%65’lik rezervinin 80 yıl daha
yeteceğini ifade etmektedirler.
Hâlihazırda dünyanın günlük
75 milyon varillik petrol üre-
timinin 19,6 milyon varilini
(%26) ABD, 13,5 milyon varili-
ni de (%18) AB ülkeleri tüket-
mektedir. Bu durum, petrole
PetroLSavaşlar ve
“Arap ülkelerinin, petrol sayesinde, Batılılarca kurdurulan irili ufaklı devletlerle (petrol
emirlikleri) siyasî bağımsızlıklarına kavuştukları tarihen ortadadır. Zengin petrol
rezervlerinin, devlet tanımına uymayan ülkelerde ve bölgelerde yer almasından ötürü,
ya birtakım şirket veya kumpanyalar devlet şekline büründürülmüş veya kabileler
ülke kisvesine girdirilmiş ya da her ikisinin karışımı olmuştu.”
Tarihİsmail ÇOLAK
Temmuz 201154 55
bağımlı olan ve ihtiyacının yaklaşık %50’lik kısmı-
nı buradan karşılayan ABD ve Avrupalı devletle-
rin bütün nazarlarını Ortadoğu’ya yöneltmelerine
sebep olmaktadır. BP tarafından hazırlanan 2001
Yılı Dünya Enerji Raporu’ndaki verilere göre, pet-
rol, dünya enerji tüketiminde % 40 ile ilk sırayı
alıyor ve dünyanın kanıtlanmış en büyük petrol
rezervine sahip ilk beş ülkesi Ortadoğu’da bulun-
maktadır. Buna göre ilk sırayı 261,8 milyar varil
(%38,2) ile Suudi Arabistan alırken, ikinci sıra-
yı da 112,5 milyar varil (%16,4) ile Irak almakta-
dır. Ki Irak’ın yaklaşık 250 milyar varillik (%20)
bir potansiyele sahip olduğu tahmin edilmekte
ve bu da ABD’nin 20 yıllık petrol ihtiyacına denk
düşmektedir. Ortadoğu bölgesinin toplam petrol
rezervi ise 685 milyar varil ve bu potansiyeliyle
içinde ABD’nin de bulunduğu Kuzey Amerika kı-
tasının (63,9 milyar varil, %6,1) 10 katından daha
fazla bir rezerve sahiptir.
Ortadoğu’nun Petrole Endeksli Kaderi
Arap ülkelerinin, petrol sayesinde, Batılılarca
kurdurulan irili ufaklı devletlerle (petrol emirlik-
leri) siyasî bağımsızlıklarına kavuştukları tarihen
ortadadır. Zengin petrol rezervlerinin, devlet tanı-
mına uymayan ülkelerde ve bölgelerde yer alma-
sından ötürü, ya birtakım şirket veya kumpanya-
lar devlet şekline büründürülmüş veya kabileler
ülke kisvesine girdirilmiş ya da her ikisinin karışı-
mı olmuştu. Devlet sınırları ise imtiyaz sahibi olan
petrol şirketlerinin temsilcileri tarafından petrole
göre yapay bir biçimde çizilmişti.
Misalen 1922’de Suudi Arabistan ile Kuveyt
arasındaki sınırı görüşmek üzere düzenlenen kon-
feransta anlaşmazlık zuhur eder. Ortadoğu hari-
tasına şekil verme işine bakan İngiliz İstihbarat
Yetkilisi Sir Percy Cox’un, ilerde Suudi Kralı ola-
cak Abdülaziz es-Suud’a çok sert çıkması müna-
sebetiyle yaşanan şaşkınlık ve şoku, yardımcısı şu
ibret ve dehşet yüklü ifadelerle aktarmıştı: “Ben,
sultanın haylaz bir çocuk gibi azarlanmasına şaş-
tım kaldım. Sir Percy Cox, ondan ayağını denk al-
masını istedi. Suud neredeyse ağlayacaktı ve ağla-
maklı bir sesle Sir Percy’nin kendisini yetiştirdiği
ve bugün bulunduğu mevkiye yükselttiği için hem
babası hem annesi olduğunu söyledi ve kendisi
isterse krallığın yarısını, hatta hepsini kendisine
feda etmeye hazır olduğunu ilan etti. Cox, eline bir
harita ve kalem aldı ve Suudi Arabistan ile olan sı-
nırı çizdi.” İş başına gelmeleri ve iktidarlarını ko-
rumaları, Batının desteği sayesinde olan krallar ve
emirler minnet borçlarını bugün, emperyalizmin
iktidarını pekiştirmek ve varlığını/çıkarlarını sür-
dürmek için sık sık sunî krizler çıkartıp müdaha-
lelerde bulunmasına davetiye hazırlayarak yerine
getirmektedirler.
Petrol gibi büyük bir zenginliği elinde bulun-
duran Arap ülkeleri, dünyanın en gelişmiş ve ma-
mur bölgesi olması gerekirken maalesef yüz yılı
aşkındır siyasî istikrarsızlık ve çalkantıların en yo-
ğun olduğu, emperyalist güçlerin rahatlıkla at oy-
nattığı bir arenaya dönüşmekten kurtulamamış-
tır.
Konuyu daha anlaşılır kılmak için burada Ku-
veyt örneğini ele almak isabetli olacaktır: Kuveyt,
kurulduğundan kısa bir müddet sonra elde ettiği
petrol gelirleriyle bir bolluk ve zenginlik adacığı
hâline gelmiştir. Yurtdışındaki yatırımları olağa-
nüstü bir miktardaydı ve 100 milyar doları geç-
mekteydi. Emirliğe her yıl 6 milyar dolardan faz-
la kâr getiriyordu ki bu petrol gelirlerinden daha
yüksek bir rakamdı. Arap Bankaları Derneği’nin
hesabına göre, Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra-
ki 2-6 Ağustos 1990 tarihleri arasında Körfez böl-
gesinden Avrupa’ya 9 milyar dolara yakın para
transfer edilmiştir. Eylül başına kadar bu mik-
tar 22 milyar dolara çıkacaktır. İsviçre bankaları
ise bu para akınıyla başa çıkamıyorlardı. Meselâ,
tanınmış bir Kuveytli tüccar, Union des Banques
Svisses’e gidip 8 milyon dolar yatırmak istediği-
ni ve bunun için yüksek bir faiz beklediğini söyle-
diğinde aldığı cevap şuydu: “Bankamızın bu para-
ya ihtiyacı yoktur. Ancak illâ yatırmak istiyorsanız
bunun için, uyguladığımız genel faizin altında bir
faiz verebiliriz.” Tüccar şaşa kalmıştı, bir ay ön-
cesine kadar böylesine büyük miktarda para ya-
tırmak isteyen bir kişiye herhalde kral muamelesi
yapılırdı. Batı bankalarındaki durum da pek fark-
lı değildi. Kuveyt dinarı şöyle dursun, tüm Arap
paralarını bozmayı durdurmuşlardı. Avrupa baş-
kentlerindeki dükkân ve mağazalar, Kuveyt çek ve
kredi kartlarının kabul edilmeyeceğine dair levha-
lar asmışlardı.
Petrol servetini elinde bulunduran ABD ve Av-
rupalı devletler, görüldüğü üzere İslâm ülkelerine
sadece sadaka türünden bir kogörev lütfetmekle
(çoğu kez onu da çok görmektedirler) yetinmekte-
dirler. Bunu bile istedikleri şekilde kullanma hak-
kı tanımayıp Batı’daki bankalarda veya yatırım
sahalarında kullanmaya zorlamaktadırlar. Ya da
petrol karşılığında bol bol silah satıp bölgeyi si-
lah deposu haline getirmektedirler. Bugün, silah
tüccarlarının en gözde müşterisi, petrol zengini
Arap ülkeleri iken, hâliyle silah pazarlamacılığı-
nın da en cazip bölgesi Ortadoğu’dur. Körfez ül-
keleri, petrol gelirlerinin önemli bir bölümünü, en
iyi silah ve askerî malzeme satın almaya ayırmak-
tadırlar. Şu rakamlar bu mevzuda oldukça çarpı-
cıdır: 1970-1980 yılları arasında Araplar, petrol-
den aşağı yukarı 2 trilyon 400 milyar dolar gelir
elde etmişler ve bunun 155 milyar doları silaha ol-
mak üzere savunmaya toplam 1 trilyon dolar har-
camışlardı.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Ens-
titüsü (SIPRI) verilerine göre Saddam’ın elinde-
ki füzelerin menzilinde bulunan Suudi Arabistan,
1. Körfez Savaşı’ndan sonraki 10 yılda 206 mil-
yar 961 milyon dolar ile en büyük harcamayı ger-
çekleştirecekti. İşgale uğrayan Kuveyt ise 36 mil-
yar 216 milyon dolar sarf edecekti. Araplar, petrol
paralarını, silahların dışında kumar ve lüks ha-
yat sürmenin gerektirdiği alanlarda da hoyratça
çarçur etmektedirler. Suudi Kral Faysal, bu gidi-
şat karşısındaki rahatsızlığını 1971’de şöyle dışa
vurmuştu: “Dedelerimiz deve kullandı, babaları-
mız ise araba. Biz ve çocuklarımız uçak kullanıyo-
ruz. Ancak korkarım ki eğer bu şekilde paraların
çarçuruna devam edilirse torunlarımız develerine
dönmek zorunda kalacaklardır.”
Şurası muhakkaktır ki 21. yüzyıl ikinci bir pet-
rol yüzyılı olacak, ancak dünya petrol rezervinin
üçte ikisine sahip olan ama kullanmasını hâlâ be-
ceremeyen bir Ortadoğu için bu vaziyet, büyük bir
talihsizlik ve engeldir. Buna, Ürdün Kralı Hüseyin
şöyle işaret etmişti: “Dünyada çıkarılmış ve ka-
nıtlanmış olan petrol yataklarının %65’i bizdedir.
Petrol sevkıyatının %40’ı Körfez’den yapılmakta-
dır. Biz bütün imkânlara sahibiz, sahip olamadığı-
mız ortak görüş ve ileriyi görmedir.”
Fakat Ortadoğu Müslümanları, bir asırlık pet-
rol ve kan ile yoğrulmuş acı tecrübelerden sonra
artık geleceğini Batılı güçlere ipotek etmek veya
teslim etmekten vazgeçmeli; kendi kaderini belir-
leyebilme kudret ve becerisini gösterebilmelidir.
Şimdiye değin Batılıların lehinde işleyen denge-
lerin İslâm âlemi lehine bozulmasında ve Müslü-
manların dünya üzerindeki caydırıcılık ve etkisi-
Temmuz 201156 57
ni artmasında petrol, en mühim faktör olmalıdır.
Olumsuz gidişata ve kötümser senaryolara rağ-
men, petrol kozunu elinde bulunduran İslâm
ülkelerinin istikbalde siyasî, iktisadî ve askerî
bağımsızlıklarını tam manasıyla kazanmaları ha-
linde bunu gerçekleştirebileceklerini düşünmek
kuşkusuz iyimserlik olmayacaktır.
Araplar petrole sahip olmanın bedelini maale-
sef çok ağır ödediler ve hâlâ da ödemeye devam et-
mektedirler. Dünden bugüne yaşanan kanlı darbe-
ler, krizler ve savaşlar ne yazık ki bütün iğrençliği
ve ürkütücülüğü ile sürmektedir. Öyle görünüyor
ki geçen asırda olduğu gibi bu asırda da Ortado-
ğu tarihini yazan iki anahtar kelime “petrol ve kan”
olacak ve bunun baş aktörü de İngiliz-Amerikan
(Anglo-Sakson) emperyalizmi olacaktır. Ortadoğu
uzmanlarından Sorborn Üniversitesi profesörü Dr.
Gassan Salama, bölgede asırlar boyunca petrol ve
kan kokusunun nasıl koyu bir şekilde birbirine ka-
rıştığına şu enfes tespitiyle parmak basmaktadır:
“Lübnan dağlarından Afganistan dağlarına kadar
havada tuhaf ve belirgin bir koku hissedersiniz. Bi-
raz kafanızı yorduğunuz zaman bunun “ölüm ko-
kusu” olduğunu anlarsınız.”
Sonuç olarak petrol, bölgede meydana getir-
diği buhranlar bakımından, emperyalist güçlerin
elinde kalmaya devam ettikçe ve yerini dolduracak
bir kudret bulunmadıkça Ortadoğu’yu kan ve ateş
çemberi içinde tutma vasfını kolay kolay kaybet-
meyecektir. Bu zamana kadar olduğu gibi petrole
sahip olmak isteyen ABD ve Batılı ülkelerin bu kor-
kunç mücadelede Müslümanları, insafsızca harca-
yıp petrole bulanmış kan deryalarına gömmekten
zerrece çekinmeyecekleri katıksız bir tarihî gerçek-
tir. Çünkü Amerikan emperyalizminin nihaî anla-
yışına göre, sözüm ona dünyanın yeniden düzene
sokulması adına, “Tanrı tarafından vaat edilmiş bir
çiftlik (koloni)” olan yeryüzündeki tüm zenginlik-
lerin “anavatana” taşınmasında hiçbir ahlakî en-
gel yoktur.
ÂB-I HAYÂT O yüce Mevlâ’dan aldığım güçle Her türlü engeli, aşmaya geldim. Benim öz kardeşim köpüren Dicle Deli Fırat gibi, coşmaya geldim.
Kavuşmak istersen o büyük üne Gönül pusulanı çevir o yöne Şişte kebap gibi ben döne döne Aşkın fırınında, pişmeye geldim.
Yeşerecek bir gün; güzel tohum ek Her şeyi yaratan O ise bir tek Dizimdeki takat kesilene dek Yılmadan peşinde, koşmaya geldim.
Bunca sitemlerim bildin mi kime? Yeter ettiklerim kendi kendime ”Kükremiş bir selim sığmam bendime Yırtarım dağları”, taşmaya geldim.
Ellerin sözüne nasıl da kandım Çöldeki serâbı su olur sandım Gönül çırasında fitilsiz yandım Sonunda susadım, çeşmeye geldim…
Hanifi KARA
Orh
an D
URG
UT
59Temmuz 201158
Gerisinde yatan temel
zihniyet ve etkenler
ne olursa olsun, ben-
cillik ve karşılıklılık ilkesine da-
yalı ilişki biçimlerinin belirledi-
ği aile ilişkilerinde, ekonomik
açıdan güçlü olan erkek, güçsüz
olan, yani bireysel ekonomik gü-
vencesi olmayan kadına, duygu-
sal, fiziksel, ekonomik vb. şid-
det uygulayabilmektedir. Çünkü
maalesef onun nezdinde, karşı-
sındaki insanın değeri ve say-
gınlığı sahip olduğu ekonomik
güç oranındadır. Eğer kadın,
ekonomik açıdan erkeğe bağ-
lı ise, erkeğin ona hükmetme ve
şiddet uygulaması meşru görü-
lebilmektedir. Çözüm olarak ön-
görülen şey ise kadının özgürlü-
ğüdür. Bu yaklaşım son yıllarda
dindar çevreler için de geçer-
li gözükmektedir. Madem öyle,
o halde özgürlükten ne anladı-
ğımızı, inançlarımız eksenin-
de açıkça belirtmemiz gerekir.
Gerçekten İslâm’a göre özgür-
lük nedir ve birey hangi durum-
larda özgür kabul edilir? Ailede
özgürlük ve sınırları neler ola-
bilir? Bu soruları cevaplarken,
eğer Kur’ân’ın, hadislerin, di-
ğer dinî ve ahlakî kaynaklarımı-
zın ve geçmişten bugüne yaşan-
mış tecrübelerimizde var olan
olumlu kimi davranışlarımızın
özgürlük kavramıyla ilişkilerini
belirlemez isek nasıl mesafe ala-
biliriz?
İslâm dininin öngördüğü bir
aile yapısında temel anlayış, ne
kadını erkeğe, ne de erkeği ka-
dına ekonomik vb. gerekçelerle
üstün kılamayacak olan Allah’a
kullukta yarışmaktır. Sosyo-
ekonomik statüsü ne olursa ol-
sun, herkes Allah’ın kuludur.
Gerek mal, gerek statü olarak
sahip olduğu her şey Allah’ın
ona emanetidir. En başta, ailesi
PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*
ona emanettir. Yüce dinimiz aile
bireylerine istediği gibi hükmet-
me imkânını ona vermez. Ema-
net, sorumluluk gerektirir. Bu
sorumluluk gereği erkeğin, eşi-
ne ve çocuklarına şiddetle değil,
merhamet ve şefkatle davranma-
sı esastır. Nitekim Batı’daki aile
içi şiddet uygulamalarına kar-
şı geliştirilen çözümler, Allah’a
kulluk gibi temel bir inanç zemi-
ninden çok uzakta olduğu için,
özgürlük alanı genişleyen Batı-
lı kadınların önemli bir kısmını
tatmin etmekten uzak olagelmiş
ve sözde özgürlük adına kadınlar
sömürülmüştür. Bu sömürülme
karşısında isyan eden kimi Batı-
lı kadınların arayışları, feminist
hareketlerin zeminini oluştur-
muştur.
Feminizmin, temelde erkek
egemen anlayışa başkaldırma ve
bir özgürlük hareketi olarak var
olmasına karşın, hayatın güçlük-
lerine karşı erkeklerle birlikte ve
Allah’a dayanarak mücadele etme
ve hayatı güzelleştirerek paylaş-
ma gibi bir amacı olamamıştır.
Oysa bu amaç, bizim temel dü-
şünce ve yaşantımızın merkezin-
de olması gereken inanç kaynak-
larımızda vardır. Geleneksel aile
yapılarımızda her şeyin süt liman
olmayıp, çeşitli problemlerin de
olduğu inkâr edilemez. Ama çö-
züm, Batı’nın belirsiz ve sorun-
ları çoğaltıcı olduğu aşikâr olan
önerilerinde değil, bizzat kendi
inanç değerlerimizde, Kur’ân ve
sünnettedir. Böyleyken, küresel-
leşen dünyada hayatımızı kuşat-
mış olan modern yaşama biçim-
leri, kitle-iletişim araçlarının da
etkisiyle tüm damarlarımıza yü-
rümüş durumdadır. Bu yaşama
biçimi, yer yer kendimizi sorgu-
lamamızı ve problemleri görme-
mizi sağlayabilse de, yaşadığımız
zihinsel ve sosyal hayatın çözül-
melerini önlemeye yetmemek-
tedir. Sorun kaynakları, sorun
alanları, medeniyet tecrübele-
ri ve değer anlayışları farklı olan
bizler için, çağdaş Batı düşünce-
sinin birebir uygulanabilir teşhis
ve tedavi imkânları olabilir mi,
sorusunu da her aşamada sorma-
mız gerekir.
Ortalıkta çok konuşulan ge-
nel bazı albenisi olan yaklaşım-
ları, yer yer mü’min yönümüzle
ve medeniyetimizi oluşturan te-
mel zeminin göz ardı edilmesi-
ne dayalı bir karmaşa içerisinde
sunulmaları sebebiyle tartışma-
mız son derece önemlidir. Bü-
tün o cazip gözüken yaklaşımla-
rın, bir süzgeçten geçirilmesine
ihtiyaç vardır. Örnek olarak “bi-
reylerin temel hak ve özgürlük-
lerinin sınırlandırılması”, “keyfi
olarak kadını özgürlükten alıkoy-
mak” “ailede çocuklara hiçbir şe-
kilde müdahale etmemek ve ser-
best bırakmak” gibi çevremizde
çok duyduğumuz albenili ifade-
ler, ilk anda her birimizde olumlu
etkiler bırakabilir. Ancak işlevle-
ri açısından bakıldığında bu kav-
ramlar, günümüzde daha farklı,
en azından sınırları daha geniş ve
belirsiz anlamlar içerebilmekte-
dir. Ayrıca daha da önemlisi çağ-
daş Batı’dan transfer ettiğimiz
albenili kimi kavramsal ifade-
ler, anlamlarını yeterince algıla-
yamasak da, düşünce ve yaşan-
tılarımızın merkezine oturan bir
işlev görmektedirler. Kadının öz-
gürlüğü, aile içi demokrasi vb.
İyi de, aile içi demokrasi inanç
kaynaklarımız Kur’ân ve sünnet
dikkate alınmadan hangi krite-
re göre sağlanacaktır? Eğer ölçü
herkesin kendi kabulleri, bilgileri
vb. ise, korkarız ki aile içi demok-
rasi yerine aile içi şiddet artabilir.
Böyle olunca özgürlük de, haya-
tın çekilmez hissedilmesi sebe-
biyle dar alana hapsedilmiş ola-
caktır.
Sonuç olarak, geleneksel aile
yapılarımızda görülen, özellik-
le kadınların şiddet ve baskı gör-
dükleri yapı ne kadar yanlış ve
İslâm’ın ruhuna aykırı ise, Batı
kaynaklı modern aile yapıların-
daki aşırı özgürlük de ciddi tar-
tışmalara gebedir. Çünkü evlilik,
bir kişinin diğerini kendine köle
kılması olmadığı gibi, ortak pay-
laşım ve çocuk eğitiminin asga-
ri düzeye indiği bir yapıdan iba-
ret de olamaz. Mü’min olmak,
nihayetinde sorumlu olmaktır.
Aile bireylerinden başlayarak,
tüm çevremiz bize emanet oldu-
ğu için, görmezden gelme, umur-
samama davranışları İslâm da-
iresi içinde doğru görülemez. O
halde eşler arası ve ebeveyn-ço-
cuklar arası ilişkilerin ölçüsü ne
aşırı baskı ve şiddete, ne de aşı-
rı serbestiyete dayanamaz. Üste-
lik aile içi şiddet ve baskıların son
bulması, geleneksel aile yapıla-
rının modern aile yapılarına dö-
nüşmeleriyle çözüme kavuşacak
gibi de gözükmemektedir. Nite-
kim modern ailelerde şahit ol-
duğumuz sayısız aile problemleri
bizi doğrulamaktadır. Bizler için
çözüm, tek kelimeyle İslâm’ın
aile ile ilgili temel ilkelerini kav-
ramak, içselleştirmek ve yaşa-
maktan ötesi değildir.
ŞİddeTAİLE İÇİ
ÖNLENEBİLİR Mİ?
*Doç. Dr.
61Temmuz 201160
Kur’ân, Müslü-
manların hayat
kitabıdır; dini-
nin temel kitabı, Allah’ın ona
uzatılan kurtuluş ipi ve hayat
programıdır. Kur’ân, susamış
dudaklara tatlı su, paslanmış
gönüllere ve kararmış kalplere
ilâhî cila, sıkılmış canlara, da-
ralmış ruhlara ferahlık, maddî
ve mânevî hastalıklara şifa, yo-
lunu şaşıranlara en doğru reh-
berdir.
Hayata müdahale edecek ve
onu yönlendirecek birçok şey
vardır. Bütün krallar, otorite
sahipleri, sermayedarlar, pat-
ronlar hep insan hayatına şe-
kil verme ve onu kendi istekleri
doğrultusunda düzenleme arzu-
su peşindedirler. Bütün planlar
insan içindir, hedef onun
hayatını yönlendirmek ve ona
yaşama biçimi göstermektir.
Aslına bakılırsa Kur’ân’ın
ana maksadı da insana yol gös-
termek ve onu yolun en doğ-
rusuna iletmektir. “Gerçek şu
ki, bu Kur’ân o dosdoğru olan
yolu göstermekte; dürüst ve
erdemli davranışlar ortaya
koyan mü’minlere, ödüllerinin
çok büyük olacağını müjde-
lemektedir.”1 meâlindeki âyet
Kur’ân’ın hedefini anlatmakta-
dır.
Müslümanlar olarak bize
göre Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed Mustafa (s.a.v.) yaşa-
yan bir Kur’ân, Kur’ân ise ya-
şayan bir Peygamberdir. Bizim
için en büyük örnek, rol-model
ve numune bir hayatın sahibi
olan Peygamberimizin örnek-
liğinin temelinde
Kur’ân vardı. Hz.
Peygamber (s.a.v.)
beşer yönü ba-
kımından ara-
mızdan ayrılmış
olsa da, Kur’ân’la
ebedîleşen mesa-
jı bâkîdir ve bâkî
kalacaktır. Bu se-
beple Müslümanın
hayatı her zaman
Kur’ân’la yoğrula-
cak ve onunla an-
lam kazanacaktır.
Zira hayata müda-
hale ve bize yaşama
biçimi sunma hak-
kı olan sadece Hz.
Peygamber (s.a.v.)
ve onun da yol ha-
ritası durumun-
da olan Kur’ân’dır. Kur’ân’sız
bir İslâmî hayat düşünülemez.
O, hayatın her tarafını kuşatan
mesajları ve âhirete kapı arala-
yan mesajlarıyla bizi her zaman
ve her an kendisine muhtaç kı-
lar.
Kur’ân’a Karşı Konumumuz Nedir?
Hayatımızın anlamının ken-
disine bağlı olduğu Kur’ân’la
aramızın ve ilişkimizin nasıl
olduğunu sorgulamamız ge-
rekmektedir. Mesela her Müs-
lüman kendisine şu soruları
sormalıdır:
Kur’ân okumayı biliyor mu-
yum?
Onu ne kadar okuyorum?
Kur’ân’la günlük, haftalık,
aylık ve senelik meşguliyetim
ne kadar?
Kur’ân bilgim ne seviyede?
Yaşadığım dinî hayatımın
ne kadarını Kur’ân bilgim be-
lirliyor?
Kur’ân’a karşı ilgim ve ihti-
yacım ne seviyede?
Kur’ân’a ne zaman ve niçin
müracaat ediyorum?
Kur’ân’ı Öncelikle Kendimiz İçin Okuyabilmek
Biz Kur’ân’ı öncelikle kendi-
miz için okuyabilmeliyiz. Çün-
kü bu kitap bir bütün olarak
insanlığa indirilmişse de, aynı
zamanda teker teker fertlere de
indirilmiştir.
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
YOĞRULANKUR’ÂN’LA
HAYAT
Temmuz 201162 63
Pakistanlı bir Müslüman işçi
oğlunu küçük yaşta Kur’ân’a
yönlendirirken ona bu bilinci de
aşılamıştır. Bu zat Pakistan’ın
meşhur şairi Muhammed
İkbal’in babasıdır. Bu zat, küçük
yaşta her sabah Kur’ân ezber-
lemekte olan oğlu İkbal’e, “Ne
yapıyorsun evladım?” diye so-
rarmış. O da, “Kur’ân okuyo-
rum.” cevabını verirmiş. Her
gün sorulan bu sorular kar-
şısında şaşıran İkbal bir gün
babasına şöyle der: “Her gün
aynı soruyu soruyor, aynı cevabı
alıyorsun, ne demek istiyorsun
babacığım?”. Bunun üzerine
babası der ki: “Yani demek
istiyorum ki oğlum bu Kur’ân’ı
sana inmiş bir kitap gibi oku!”.
“Onun Ahlakı Kur’ân İdi”
Hz. Peygamber (s.a.v.)’den
sonra bu bilinci en iyi şekil-
de kavrayan ve hayata geçiren
sahâbe-i kirâmdı. Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’in sevgili eşi Âişe an-
nemiz, onun Kur’ân’la yoğrul-
muş ve bütünleşmiş bir hayat
yaşadığını, “Onun ahlakı Kur’ân
idi.” sözleriyle anlatıyordu. İşte
onu örnek alan sahâbe de bu
yolu takip ediyor ve hayatları-
nı Kur’ân’la yoğuruyor, âyetleri
kanlarına karıştırırcasına dik-
katle okuyor ve uyguluyorlardı.
Bazı surelerin anlamını öğ-
renmek için aylarını verme-
lerinden de bunu anlamak-
tayız. Sahâbenin Kur’ân’la
münâsebetlerine baktığımız za-
man Kur’ân’sız bir günleri olma-
dığını görürüz. Onların üç gün-
de, haftada, hiç olmazsa ayda
bir kere Kur’ân’ı hatmettikleri-
ni tarih bize nakleder. Bu konu-
da toplu bilgi almak isteyenlere
İmam Nevevî’nin el-Ezkâr adlı
eserini tavsiye edebiliriz.
Kur’ân’ı okuyup öğrenme,
onu hayatımıza katma ve ondan
hayat alma konularında Rasûl-i
Ekrem Efendimizin birçok hadi-
si vardır. Onların bir kısmını ye-
niden hatırlayabiliriz. O, şöyle
buyurmuştur:
1. “Kur’ân okuyunuz. Çünkü
Kur’ân, kıyamet gününde ken-
disini okuyanlara şefaatçi ola-
rak gelecektir.”2.
2. “Sizin en hayırlıla-
rınız, Kur’ân’ı öğrenen ve
öğretenlerinizdir.”3.
3. “Kur’ân’ı gereği gibi güzel
okuyan kimse, vahiy getiren şe-
refli ve itaatkâr meleklerle be-
raberdir. Kur’ân’ı kekeleyerek
zorlukla okuyan kimseye de iki
kat sevap vardır.”4.
4. “Kur’ân okuyan mü’min
portakal gibidir: Kokusu hoş,
tadı güzeldir. Kur’ân okumayan
mü’min hurma gibidir: Kokusu
yoktur, tadı ise güzeldir. Kur’ân
okuyan münâfık fesleğen gibi-
dir: Kokusu hoş fakat tadı acı-
dır. Kur’ân okumayan münâfık
Ebû Cehil karpuzu gibidir: Ko-
kusu yoktur ve tadı da acıdır.”5
5. “Sadece şu iki kimseye
gıpta edilir: Biri Allah’ın kendi-
sine Kur’ân verdiği ve gece gün-
düz onunla meşgul olan kim-
se, diğeri Allah’ın kendisine mal
verdiği ve bu malı gece gündüz
O’nun yolunda harcayan kim-
se.”6.
6. “Kalbinde Kur’ân’dan bir
miktar bulunmayan kimse ha-
rap ev gibidir.”7
7. “Her zaman Kur’ân oku-
yan kimseye şöyle denecek-
tir: ‘Oku ve yüksel, dünyada
tertîl ile okuduğun gibi burada
da tertîl ile oku. Şüphesiz senin
merteben, okuduğun âyetin son
noktasındadır”8.
8. “Bir cemâat Allah’ın evle-
rinden bir evde toplanır, Allah’ın
kitabını okur ve aralarında mü-
zakere ederlerse, üzerlerine
sekînet iner, onları rahmet kap-
lar ve melekler etraflarını kuşa-
tır. Allahu Teâlâ da o kimsele-
ri kendi nezdinde bulunanların
arasında anar”9.
Kur’ân Hem İbâdet Hem De Amel
Kitabıdır
Kur’ân hayatımızla o kadar iç
içe ve o kadar rahmettir ki, biz
hayatımızın her safhasında ona
müracaat ederiz. İbadetlerimiz-
de onu okur, iman ve ahlakımı-
zın temel ilkelerini ondan öğ-
renir, sosyal hayatımızın temel
ilkelerini onda buluruz.
Genel olarak Kur’ân’la iliş-
kimiz hatim okuyup sevap ka-
zanma aşamasında olsa da, bu
Kur’ân’dan yararlanmanın çok
sınırlı bir kısmıdır. Kur’ân’ın esas
fonksiyonu sosyal ilişkilerimizde
bize yol göstermesidir. “İyilik ve
takva üzerine yardımlaşın, gü-
nah ve düşmanlık konusunda
yardımlaşmayın.”10, “Güzel bir
söz ve bağışlama başa kakılan
sadakadan daha iyidir.”11, “Ken-
dinizi temize çıkarmayın, kimin
daha müttakî olduğunu ancak
Allah bilir.”12, “Ben nefsimi te-
mize çıkarmam, zira nefis mut-
laka ve mutlaka kötülüğü emre-
der, ancak Rabbimin merhamet
edip esirgemesi hariç.”13, “Biz
Kur’ân’dan mü’minlere şifa ve
rahmet olan âyetler indiriyoruz,
bu zâlimlerin ancak hüsrânını
artırır.”14, “Rabbin ancak kendi-
ne kulluk etmenizi ve ana-baba-
ya iyilik etmenizi emretti.”15, “Ey
nefislerine karşı ölçüsüz davra-
nan kullarım! Allah’ın rahme-
tinden umudunuzu kesmeyin,
zira Allah bütün günahları ba-
ğışlar.”16, “Yetim malını haksız
yolla yiyenler aslında karınları-
na ateşten başka bir şey doldur-
mamaktadırlar.”17 gibi daha on-
larca mesaj sosyal hayatımız ve
insanlar arası ilişkilerimiz açı-
sından paha biçilemez değerde-
dir.
Bir şair18 Kur’ân’la ilgili duy-
gularını şu mısralarla ifade et-
miştir:
Âyet âyet gir kalbime
Yer et amel ve dilime
Harf harf kelime kelime
Gönüle huzurdur Kur’ân
Okuyanı darda koymaz
İnanan şeytana uymaz
Asla yarı yolda koymaz
En vefalı dosttur Kur’ân
Hakk’ın yüce kelâmıdır
Mü’minlerin yaşamıdır
İki cihan baş tâcıdır
Kitaplarda birdir Kur’ân
Sorma ondan bundan haber
Ezelden ebede rehber
Gösterdi yüce Peygamber
Hakk’a giden yoldur Kur’ân
Davet eder hakîkate
Kavuşturur selâmete
Delil olur kıyâmete
Hiç solmayan güldür Kur’ân
* Prof. Dr.
Dipnot
1 17/İsrâ, 9.2 Müslim, Müsâfirîn, 253; Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân,
5.3 Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 21; Tirmizi, Fezâilü’l-
Kur’ân, 15.4 Buhârî, Tevhîd, 52; Müslim, Müsâfirîn, 243.5 Buhârî, Et’ime, 30, Fezâilü’l-Kur’ân ,17, Tevhîd 36;
Müslim, Müsâfirîn, 243.6 Buhârî, İlm 15.7 Tirmizî, Fazâilü’l-Kur’ân, 18.8 Ebû Dâvûd, Vitr, 20; Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 18.9 Müslim, Zikr, 38.10 5/Mâide, 2.11 2/Bakara, 263.12 53/Necm, 32.13 12/Yûsuf, 53.14 17/İsrâ, 82.15 17/İsrâ, 23. 16 39/Zümer, 53.17 4/Nisâ, 10.18 Şiir Hasan Konc’a aittir.
65Temmuz 201164
KitaplıkTârîh-i Nûr-i Muhammedî
Mustafa Takî Efendi
Hazırlayan: Fatih ÇINAR
Dilek Matbası
Tel: 0554 864 86 86
Asr-ı Saadetten Günümüze İnfak
Kahramanları
Ali Demirel
Işık Yayınları
Tel: 0216 522 11 44
Şifaü’l Esrar
Seyyid Yahya Şirvanî
Sufi Kitap
Tel: 0212 511 24 24
Reggio Emilia Yöntemiyle Harika
Çocuk Yetiştirmek
Louise Boyd Cadwell
Kaknüs Yayınları
Tel: 0216 4925974
Fütûhât-ı Mekkiyye
İbn Arabî
Litera Yayıncılık
Tel: 0216 492 43 92
Bazı kitaplar kolay yazılır, ama
ömürleri de kısa olur. Mevsimlik
şarkılar gibidir onlar, bir müddet
söylenir sonra unutulur giderler. Ama
bazı eserler vardır ki, hayırlı bir öm-
rün bereketini sırtlarında taşırlar.
Onları kaleme alanların senelerce
akmış göz nurları, boncuk bon-
cuk alın terleri ve inanılmaz
birikimlerini sayfalarında
okuyucuya da aksettirir, o
mukaddes emeği bir şekilde
hissettirirler. İşte M. Uğur
Derman Beyefendi’nin ka-
leme aldığı Ömrümün Be-
reketi: 1 de, bu tarz müstes-
na eserler cümlesindendir.
Ömrümün Bereketi, is-
miyle müsemma bereketli ve feyizli bir kitap…
1961’de başlayan ve daha ziyade hat ve sair kitap
sanatları hakkında Derman’ın kaleme aldığı 500’e
yakın yazıdan seçilen makaleler, bir bakıma yakın
dönem sanat tarihimizi de bütün haşmetiyle aydın-
latıyor. Makaleleler, neşredildikleri halleriyle bı-
rakılmış, orijinal üslûp ve bilgilere müdahale edil-
memiş, sadece neşredildikleri yayın organları ve
tarihleri eklenmiştir.
Müellif, Ömrümün Bereketi başlığının sonunda
bulunan 1’i de “Eğer yazdıklarımız ilgi görürse ar-
dından ikincisinin de neşredilebilece-
ği imâsının gizli” bulunduğunu be-
lirtmektedir.
Büyük boy 519 sayfalık eser ha-
kikaten Uğur Derman’ın 50 sanat
yılının âdeta bir hazinesi. Uğur Be-
yin mihmandarlığında, Ömrümün
Bereketi kandilinin ışığıyla sırlar-
la dolu bir beldede keşfe çıkıyoruz.
Hezârfen hattat Üsküdarlı Necmed-
din Okyay’ı biricik talebesinden oku-
yoruz. Nazif Bey’in Yıldız Saat Kule-
si’ndeki Kitâbesi’nden, Washington
Âbidesi’ndeki Osmanlı Kitâbesine;
Kubâ Mescidi’nden, Özbekler
Dergâhı’na; Neyzen Emin Efendi’nin Celî Sü-
lüs İstiflerinden, Rikkat Kunt’un Tezhibiyle Süslü
Hilye-i Şeriflere; Sâmi Efendi’nin Diş Kirâsı’ndan,
Hakkı Bey’in ‘Dilenci’ Tablosuna; Mehmed Âkif’in
Son Günlerinden, İbnülemin Mahmud Kemal
Bey’in Jübilesine; Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Fe-
tih Cemiyeti’nden, Mustafa Düzgünman’ın Attâr
Dükkânına... Unutulan Mevlevîler, eski Boğaz va-
purları ve evleri… Kısacası Türkiye’nin son ya-
rım asrına mührünü basan meşhur ve meçhul
sanatkârlar geçidinde temâşadayız. Sadece şahıs-
KitapMehmet Nuri YARDIM
lar manzumesi yok, eski devir insanlarımı-
zın sosyal yaşayışı ve ilgi çekici hâdiseleri de
var. Eserde zikredilen sanatkârları yazarımız
ya görmüş ya yakınlarında bulunmuş veya
haklarında ciddî tetkikler yapmıştır. Meselâ
elsiz ayaksız hattat “Bîdest ü bîpâ Mehmed
Efendi”yi biz ilk olarak bu eserde görüyor,
okuyoruz. Hatttat Mâcid Ayral, Muhsin De-
mironat, Üsküdarlı ressam Hoca Ali Rızâ Bey,
Tuğrakeş İsmâil Hakkı Bey, Hâmid Aytaç, İs-
mail Zühdî, Süheyl Ünver, Mahir İz, Hâfız Ke-
mal Batanay ve daha onlarca isim… Her biri
hakkında mufassal eserlerin yazılabileceği-
ni düşündüğüm bu şahsiyetlere dâir kaleme
alınmış bu özlü yazılar, genç araştırmacılara
da aslında birer hedef, birer işarettir. Bu muh-
tasar makaleler ile bir bakıma sanata merak-
lı olanlara, “Biz bu kadar yazdık, hadi siz daha
geniş biyografiler ve monografiler hazırlayın,
mensubu olduğunuz bu yüce milletin istifade-
sine sunun” denilmektedir.
Adları geçen sanatkârların fotoğrafla-
rı, çizimleri, eserleri, yaşadıkları evler ve sa-
nat atölyeleri çok güzel bir sayfa mizanpajıyla,
okuyucuya âdeta bir sanat ziyafeti çekilmesi-
ni sağlıyor. Eserde sözü geçen sanatkârların
hayatları yeteri miktarınca verilirken, asıl bi-
linmeyen hususiyetlerine, mizaçlarına, iti-
yatlarına ve hatıralarına daha fazla yer tahsis
ediliyor. Uğur Derman’ın mükemmel üslûbu,
üstün bir sanatkârın yanı sıra ‘çağının tanığı’
olmuş bir kültür tarihçisi ile bizi karşı karşıya
bırakıyor. Envai çeşit resimler, türlü hüsn-ü
hat nümuneleri, eski sokak ve mahalle resim-
leri, üstatların birlikte çekilmiş antika fotoğ-
rafları biz okuyucuları bir geçmiş zaman rüya-
sına yatırıyor, âdeta bir zaman tüneline giriyor
ve göz kamaştırıcı bir şölen yaşıyoruz. Eski/
meyen portreler, pörsümeyen sanatlar, terü
tazeliğini her dem muhafaza eden muhteşem
mimari örnekleri gözümüzün önünden, gön-
lümüzün içinden akıp gidiyor. Hele o zarafet
nümunesi nükteler… Uğur Derman’ın bir söz
üstadı olduğu herkesçe müsellem, ama aynı
zamanda çok zarif bir nüktedan ve üslûpkâr
bir yazı ustası olduğunu da kaydetmeliyiz.
ÖmrüNünBEREKETİ
UĞUR DERMAN’IN
67Temmuz 201166
Bir gün Hz. Ömer (r.a.), camiye gi-
derken bir çocuğun acele acele ca-
miye gittiğini görür. Hz. Ömer
(r.a.);
- Yavrum ne oldu, niye acele acele camiye ko-
şuyorsun, der. Bu soruya karşılık çocuk da: “Efen-
dim namaza gidiyorum.” der.
Hz. Ömer (r.a.):
- Yavrum, sen daha küçüksün, sana namaz
farz olmamıştır. Çocuk da:
- Ya Emirel Müminin! Bu işin büyüğü küçüğü
olur mu? Benden daha küçük bir çocuğu dün me-
zara koydular, der. Bu cevaba çok duygulan Hz.
Ömer (r.a.) gözyaşlarını tutamaz.
Allah’ın bir emaneti olarak verilen bu çocuk-
lar, anne babalar için de birer imtihandır. Çocuk-
ları en güzel şekilde yetiştirip büyütmek, anne ba-
baların en başta yer alan görevleri arasındadır.
“Allah, anne babasına bağışlasın.” diye dua
ettiğimiz bu çocuklar, bu dünyada anne babalar
için vazgeçilmezlerin en başında yer almaktadır.
Eskilerin tabiriyle ceketini satıp çocuğunu
okutmak isteyen günümüz anne babalarının da
çocukları için ellerinden geleni fazlasıyla yapma-
ya çalıştıklarını görmekteyiz.
Çocuklar büyüyüp okul çağına gelmeye
başlayınca anne babaları da tatlı bir telaş
sarmaktadır. Anne babalar çocuklarını en iyi
okul ve en iyi öğretmene verebilme gayreti içine
girmektedirler. Bu konuda gerekirse adres deği-
şikliğine giden anne babaların hedefi de çocukla-
rına en iyi eğitim verdirebilmedir. Bunun dışında
ekonomik durumu iyi olan aileler ise durumları-
na göre çocuklarını, bulundukları yerin en iyi özel
okuluna vermeye çalışacaklardır.
Çocukların yaşıyla birlikte sınıfları da
büyümeye başlayınca aileler, bu sefer de çocu-
ğun eğitimine dışarıdan takviyeler yapmaya ça-
lışacaklardır. Çocuklarının geleceklerinin iyi
bir eğitimden geçeceğini bilen bu anne babalar,
imkânlar ölçüsünde bu çocuklara özel dersler al-
dırmaya veya özel dershanelere göndermeye çalı-
şacaklardır. Amaçları çocuklarına iyi bir gelecek
hazırlama adına onları en iyi lisede okutarak eği-
tim aldırmaktır. Yine bu anne babalar, çocukla-
rının eğitim için fedakârlıklarını lise öğrenimi ve
üniversite öğrenimi içinde aynen devam ettirme-
ye çalışacaktırlar.
Çocuklarının geleceği için her fedakârlığı
yapmaya çalışan bu anne babalar; aslında
önemsemedikleri ya da ikinci plana attıkları bir
gerçeği akıllarına getirmek istememektedirler.
Bu durum için Cenab-ı Hakk Kur’ân-ı Kerim’de
şöyle buyurmaktadır:
“Ve iyi biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız bi-
rer imtihan aracından başka bir şey değildir.
Büyük mükâfat Allah’ın katındadır.”1
Çocuklarının bu dünyada rahat edebilmeleri
için her şeyin en iyisini ve bu konuda her
fedakârlığı da yapmaya hazır olan anne babalar,
çocuklarının dinî eğitimleri söz konusu olunca
çok fazla önemsememekte ve bu durumu ciddiye
almamaktadırlar.
Çocukların dersleri ve sınavları için özel ders
aldırtıp, özel dershanelere gönderen bu anne
babalar, dinî eğitimleri için aynı hassasiyeti
göstermemektedirler.
Okulların tatil olduğu yaz dönemlerin-
de çocuğuma en iyi Kur’ân ve dinî eğitimi nasıl
verdirtirim, diye düşünme yerine; çocuk için
en iyi yaz okulu nerede ya da ailece nereye git-
sek diye tatil hesabı yapmaktadırlar. Oysa aynı
EğitimM. Emin KARABACAK
DİNî EĞİTİMİÇOCUKLARIN
DİNî EĞİTİMİÇOCUKLARIN
Asla
n TE
KTAŞ
Temmuz 201168 69
anne babalar, çocuklarının okul hassasiyetleri-
ne gösterdiklerini Kur’ân öğretimi ve din eğitimi
konusunda da gösterselerdi; bu çocukların hem
bu dünyası hem de öbür dünyası için hayırlı bir
yapmış olacaklardı.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmak-
tadırlar:
“Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden
daha üstün bir hediye veremez.”2
“Çocuklarınızı şu üç edep üzerine yetiştirin;
Peygamberini sevmek, onun aile halkını, dost ve
yakın arkadaşlarını sevmek, Kur’ân okumak.”3
Yine Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “Çocukla-
rınız güzel davranıp iyilik ve ikramda bulunuz.
Onları en güzel şekilde terbiye ediniz.”4 buyur-
maktadır.
Eskiden çocuklar okul bitirdikten sonra bir
veya iki yıl Kur’ân Kurslarına gider; orada Kur’ân
öğretimini ve dinî konularını öğrendikten sonra
öğrenimine devam ederdi. Oysa şimdi ise böyle
bir imkân olmadığı için bu da yaz dönemlerinde
açılan iki aylık yaz kurslarında yapılmaya çalışıl-
maktadır.
Yaz dönemlerindeki kurslarda çocukların de-
vam etme ve ders çalışma konusunda gereken
hassasiyet gösterilemediğinden sağlıklı bir Kur’ân
öğretimi de yapılamamaktadır. Bunun yanında ai-
lelerin yaz kurslarına gereken önemi vermemele-
ri, tatil planlarını kurs programlarına göre yap-
mamaları çocukların dinî eğitimlerini hep eksik
bırakmaktadır.
Çocukların dersleri ve sınavları konusunda
gereken hassasiyeti gösteren aileler, aynı
duyarlılığı çocukların Kur’ân öğrenimi ve dinî
eğitimleri konusunda da gösterselerdi yaz
tatillerinde Kur’ân öğretimi ve dinî eğitimi nasıl
alması gerektiği konusunda kafa yorarlardı.
Gerekirse İngilizce, matematik gibi derslere
aldırdığı özel dersler gibi bu konuda çocuklarına
özel ders dahi aldırmayı düşünürlerdi.
Yine bu aileler; çocukların okul döneminde sı-
navlarına çalışma konusunda gösterdikleri hassa-
siyeti Kur’ân öğretimi için de göstermiş olsalar-
dı bu çocuklar; yazılıya hazırlanır gibi dinî bilgiler
için de çalışır, sınavlar için her gün en az 100 soru
çözer gibi günde en az Kur’ân-ı Kerim’den 100
ayet okurlardı.
Çocukların daha yaşı küçüktür, kafası karı-
şır, derslerini engeller diye geciktirilen Kur’ân
öğretimi normal çocuğun okula geç gönderilmesi
kadar sakıncalıdır. Nasıl ki ilköğretimi bitirmiş
ergenlik çağındaki bir çocuğu sanayiye vermek
zorsa; Kur’ân öğretimi de bu çocuklara hem zor
gelecek hem de ailelerin karşısına bir problem
olarak çıkacaktır. Peygamberimiz şöyle buyur-
maktadır:
“Çocuklarınız yedi yaşına gelince namaz kıl-
masını öğretin…”5
Rasûlullah’a bundan (namazın çocuğa ne za-
man emredileceğinden) sorulmuştu: “Çocuğun
sağını solundan ayırmasını bildi mi ona nama-
zı emredin.”6 buyurdu.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yukarıdaki ha-
diste de buyurdukları gibi yedi yaşın en önem-
li özelliği çocukların somut zekâdan soyut zekâya
geçiş döneminin başlamasıdır. Öğrendiklerini ha-
yalinde canlandırabildiği ve öğrenmenin en uy-
gun yaşı olduğunu göstertmektedir.
Sonuç olarak okul çağı dönemi dediğimiz 6–15
yaşları çocukların Kur’ân öğretimin yapılabileceği
en uygun bir dönemdir. Onun içindir ki bu dönem
çocukların Kur’ân öğrenmesi için ideal dönemdir.
Atalarımızın “Demir tavında dövülür.” ve “Ağaç
yaş iken eğilir.” sözü bunu bize çok güzel anlat-
maktadır.
1 8/Enfal, 282 Tirmizi3 Tabarani4 İbni Mace5 Tirmizi6 Ebu Davud
Dipnot
ŞEHRE AKŞAM İNENDE Ömür geçti bir gün bitimi gibi Ben beni bekledim gölge dönende Bu şehrin öksüzü, yetimi gibi Tek kalırım şehre akşam inende
Gölge döndü gelmedin Akşam indi gelmedin Bulut çekildi gökten Yağmur indi gelmedin
Güneş gülüm, yıldız gülüm, ay gülüm Bekletme, gel feryadımı duy gülüm Sen kendini tek ışığım say gülüm Güneşim, yıldızım, ayım sönende
Ali KINIK
71Temmuz 201170
deĞERİNSANÎ İLİŞKİLERDE ÖLÇÜ VE
İçi ile dışı farklı
olan insanlar stres
içindedir. İkiyüzlü
olmak sağlıksız bir kişilik
özelliğidir. İç huzuru olan bir
insan kendisi ve çevresiyle
barışık yaşar. Güvensiz
toplumlarda stres
daha çok görülür. Anne-baba
çocuğuna, çocuk anne-babaya,
öğretmen öğrencisine, öğrenci
de öğretmenine güven duymaz.
Sadi Şirazî: “İnsanlarla ilişkile-
rin ateşle ilişkin gibi olsun, çok
uzaklaşırsan donar, çok yakla-
şırsan yanarsın.” diyor. Öyleyse
insanlarla ilişkilerimizin düzeyli
ve dengeli olması gerekir.
İnsanoğlu hem ait olmak,
hem de bağımsız olmak ister.
Birey olmak ve ait olmak ihtiyacı
ne kadar dengeli ise, kişiler de
o derece enerjik ve mutludur.
Bağımsız hareket edemeyen
insan mutsuzdur. Toplumlardan
ayrı kalmış insanlarında mutlu
olamadıklarını biliyoruz.
İnsanoğlu çevresinden hem
saygı görmek hem de kendisine
değer verilmesini ister. Çocuğun
gelişmesinde ona verilen değer
çok önemlidir. Çocukla göz
göze gelmek için aynı hizaya
inerek konuşmak, yürürken
onun yürüyüşüne göre yürümek
ona değer verdiğimizi gösterir.
Bunu gören çocuk da mutlu
olur. Çocuklara sen varsın ve
bizim için çok değerlisin mesajı
verilirse çocukların kendine
güveni artar. İnsanlar birbirine
değer verdikleri zaman iletişim
başlamış olur.
Sorumluluk nedir, sorusu-
na, kişinin kendisini hesap ver-
meye hazır hissetmesi halidir
diyebiliriz. Bir anne-baba çocu-
ğunun yetişmesinden tutunda
kişiliği, yaptıkları ve yapamadık-
ları hakkında hesap verebiliyor-
sa bu anne-babaya sorululuğunu
anlamış ve kavramış diyebiliriz.
İnsanın kendi kendine hesap ve-
rebilmesi hem kendisi, hem aile-
si, hem de toplum için yararlıdır.
Sorumluluk, öğrenme ile olu-
şur. Çocuk olduğu gibi kabul
edilerek, yargılanmadan büyü-
tülürse kendini kabul eder. Ço-
cuğun hoşuna gidecek örneğin;
“Yanıma gel canım, bu gün seni
çok daha güzel gördüm, gel seni
bir öpeyim” denmesi onu mut-
lu eder. Çocuk evde kendisine
değer verildiğini hisseder. Böy-
le çocuklar atak ve girişken olur.
Eleştirilen, azarlanan çocuk ise
güvensiz ve mutsuz olur.
Değerliyim duygusuyla yetiş-
tirilen çocuklarda aşağılık duy-
gusu oluşmaz. Öğretmen bütün
öğrencilerin öğretmenidir. Biri-
ne karşı gösterdiği davranışı di-
ğer öğrencilerine de göstermesi
gerekir. Sadece bir öğrencisiyle
yakından ilgilenip hal hatır sor-
ması diğer öğrencileri üzer, on-
larda aynı davranışın kendile-
rine yapılmasını ister. Velilerin
de öğretmenin kendisini değerli
görmesi için, öğretmenle iyi iliş-
kiler içerisinde olup, çalışmala-
rını takdir edip desteklemesi ge-
rekir. İnsanın kendine duyduğu
öz güven başarısını artırır. Akıllı
insan kendini hesaba çeker, yap-
tığı yanlışlardan dersler çıkarır.
Sevilmek, çocuğun gelişimi
için en temel bir gıdadır. Sevilen
bir çocuk iyi yetiştirilen bir çiçek
gibi gelişir. Sevilmeyen çocuk,
bakımsız çiçek gibi solar kurur.
Çocuk sevildiğini iki şeyde arar.
Birinci olarak “Annem-babam
beni özlüyor mu?” İkinci olarak
da “Annem babam benimle za-
manını paylaşır mı?” Çocuklar
oynamak konuşmak ve ilgi gör-
mek ister. Baba eve yorgun da
gelse annenin işi de olsa çocuğu-
nu dinlemeli ona zaman ayırıp
konuşmalıdır.
Okuldan gelen çocuğunuza;
“Dersine çalıştın mı?, Ödevleri-
ni yaptın mı?” yerine, “Bu gün
okulda neler yaptın? Anlat ba-
kalım.” demeliyiz. Çocuğumuz-
la günde en az on beş dakikamı-
zı, hafta sonunda da birkaç saati
birlikte geçirmeliyiz. Sevgi tüm
kapıları açar.
Öğretmenin sınıfa güler yüzle
girerek, “Günaydın çocuklar!
Nasılsınız, iyi misiniz?” diye
sorması, derse başlamadan
güncel olayları değerlendirmesi
önemlidir. Öğretmenin
bilgi vermekten daha çok
öğrencilerini tanıyarak, onların
iç dünyalarına hitap etmesi
gerekir. Eğitimin gerçek amacı
da budur.
Dinleme en önemli iletişim
aracıdır. İnsanlar birbirini din-
lerken kendilerini bulur, kim
olduklarını anlarlar. Onun için
gerek ailede, gerekse okulda ço-
cuğun dinlenmesi gerekir. Bu sa-
yede de çocuk gelişmiş olur. Din-
lenilmeyen çocuk aileden kopar,
kötü arkadaş edinerek yanlış ve
pis işler sonucu suç işler. Genç-
lerini dinlemeyen toplum ancak
suç işledikleri zaman onları gö-
rür. Bu yüzden de hapishaneler,
sokaklar, köprü altları tinerci,
balici ve kapkaççılarla doludur.
Kötüye gitmek kolaydır. İyi-
ye gitmek, iyi insan olmak, ha-
yırlı işler yapmak, çalışmak ve
azim ister. Sevgi bir yaşamdır,
sevgi bir insanın olabileceğinin
en iyisi olması, gelişmeye, mut-
luluğa kendisini adamasıdır. İn-
san özünün onurlandırılmadığı
yerde sevgi yoktur, insanı insan
yapan kalbindeki sevgidir. Sev-
gi insan onurunu yüceltir, geliş-
tirir.
Yaptığımız işi önemseme-
li, severek yapmalıyız ki, başarı-
lı olalım. Öğretmen olmaya ka-
rar verecek kişi, niçin öğretmen
olmak istediğini, nasıl öğret-
menlik yapmak istediğini, öğret-
menlikle neleri gerçekleştirmek
istediğini düşünmeli, araştırıp
karar vermeli, karar verdikten
sonra da şikâyet etmeden kolları
sıvayıp var gücüyle çalışmalıdır.
Öğretmenin öğrencisinin
aklını doyurması yetmiyor,
onun ruhunu da doyurması
gerekiyor. Öğretmen affedici
olmalı, bunu sadece dil ile değil,
davranışlarıyla da göstermelidir.
Gönülden affetmek gönül
zenginliği ister, gönülden
affedenler gönül yolcusu olup,
gönlünün sesini dinleyenlerdir.
Bunları yapabilen öğretmenler
yıllar geçse de öğrencilerinin
gönlünde çok güzel anılarla
kalıyor ve hatırlanıyorlar.
EğitimAli ÖZKANLI
73Temmuz 201172
Dünya, Yüce
Allah’ın bi-
zlere sunduğu
nimetlerin ikram alanı ve ge-
rek tek tek unsurlarıyla ger-
ekse tüm varlığıyla yaratıcısına
işaret eden bir delildir. İşte
bu yönüyle bu evrene “kâinat
kitabı” denilmiş ve Kur’ân-ı
Kerim’deki birçok ayette bu
kitabı okumamız istenmiştir.
(88/Ğaşiye, 17, 67/Mülk, 3 vb.)
Dolayısıyla bu kâinat kitabı da
Allah’ın âyetlerinden oluşan bir
olgu olarak karşımızdadır. Bu
durumu;
“Kur’ân mikro kozmos, koz-
mos ise makro Kur’ân’dır.” ya-
hut bir başka ifadeyle, “Kur’ân
Allah’ın satırlara dökülmüş/
nesir haldeki evreni, evren
ise Allah’ın Kitabı’nın âleme
yayılmış hâlidir.” sözü çok ve-
ciz bir şekilde ifade etmektedir.
Kısaca “çevre” dediğimiz işte bu
evren, Allah (c.c)’ı sürekli zikre-
den, tesbih eden yapısıyla bir
müminin, âdeta en âbid, yani en
çok kulluk eden “din kardeşi”dir.
Allahu Teâlâ İsra suresi 44. âye-
ti kerimede bu durumu açıkça
şöyle ifade ediyor: “Yedi gök,
yer ve bunların içinde bulu-
nanlar, Allah’ı tesbih ederler.
O’nu hamd ile tesbih etmeyen
hiçbir varlık yoktur. Fakat
siz, onların tesbihleri-
ni iyi anlamazsınız. Şüphesiz O,
halimdir çok bağışlayandır.”
Varlık âlemindeki çokluğun
ardındaki vahdeti, yani onların
işaret ettiği Allah’ın varlığı ve
birliğini göremeyen düalist zih-
niyet, önce insanla tabiat arasını
ayırarak günümüzdeki çevre
felaketlerinin en büyük müseb-
biplerinden birisi oldu. Yani,
çevremizdeki eşyadaki maddî
yön ile ilahi özü, ruh ile bedeni
birbirinden bağımsız gören bu
anlayış parçaladığı bu birliğin,
bir taraf lehine ezilmesine, sö-
mürülmesine yol açmış oldu.
Çevreye bakışta temel iki
yaklaşım olan “çevre merkez-
cilik” ile “mekanist görüş”’ten
ikincisi, Kopernikos’un (1473-
1543) güneş merkezli evren
sistemiyle kurulmaya başlamış
ve dünya merkezli görüşe ilk
darbeyi vurmuştu. Daha son-
ra Galileo (1564-1642) ve
sonrasında Newton’un (1642-
1727) geliştirdiği bu modern
doğa anlayışı çevreyi; “insana
boyun eğdirilmesi gereken bir
makine” olarak görmekte ve on-
dan azami derecede istifade et-
menin yollarını aramaktadır.
Dolayısıyla bu istifadeyi
kısıtlayacak düşünce ve eylem-
ler bu düşünce tarafından mak-
bul sayılmayacaktır.
Descartes’le (1596-1650)
başlayan düalist anlayış, ne
yazık ki; sözle ifade etmek
gerektiğinde Tevhide inandığını
belirten, ancak yaşantı olarak
hayatının hemen her safhasında
bunun zıddına bir söylem ve
eylem içinde olan günümüz
müminlerinin birçoğu arasında
da hâkim bir durumdadır.
Allah’ın karışmadığı alanlar
oluşturan bu anlayış neticesinde
önce nefsine, sonra yanındaki
mümin kardeşine, daha son-
ra da çevresindeki eşya ve ta-
biata karşı, bir müminin sahip
olması gereken “güzel ahlâk”la
bağdaşmayan davranış ve tu-
tumlar gelişmiştir.
Hâlbuki Peygamber Efen-
dimiz; “Ben ancak güzel
ahlâkı tamamlamak için gön-
derildim.” buyurarak nihaî
hedefini açıklamış ve o, hayatı
boyunca yaptığı tüm ibadet
ve davranışlarla da bu güzel
ahlaka giden yolun sadece sö-
zle olamayacağını en güzel bir
şekilde göstermiştir. İşte bu gü-
zel ahlakın tezahür alanlarından
birisi de müminin çevresine
karşı olan davranışlarıdır. Peyg-
amberimizin; “Müslüman, diğer
Müslümanların onun elinden
ve dilinden güvende olduğu
kişidir.” hadisini an-
larken, burada iba-
çevreMÜSLÜMANIN
ALGISI NASIL OLMALI?
DüşünceAbdullah PAKOĞLU*
75Temmuz 201174
dette kardeşimiz olan çevremizi
unutmamamız gerektiğini söy-
lemek de asla aşırı bir yorum
olmayacaktır.
Birbirimizle olan
ilişkilerimizde nasıl ki bir saygı
sınırı varsa, bizlere müsah-
har kılınan bu çevremizle olan
ilişkimizde de Allah’ın koyduğu
bu “kullanım hakkı”nın ötesine
geçerek haddi aşanlardan olma-
maya ve bu sınırı korumaya dik-
kat etmemiz gerekmez mi?
Peygamberimizin ağaç dikm-
eye verdiği önemi ve çevremizi
temiz tutmamız yönündeki
teşviklerini bilmeyenimiz yok-
tur. Ancak “Küpün içinde ne
varsa dışına da o sızar.” sözü-
müzün anlattığı gerçek bura-
da da en bariz şekilde ortaya
çıkmakta, inanç boyutundaki iç
eksikliklerimiz dış dünyamıza
yansımaktadır. Hayatında
birliği, tevhidi yakalayama-
yanlar, maalesef bu dünyayı
ihtiyacı ile orantılı olarak
değerlendirmekte, hatta sürek-
li olarak “nasıl olur da bir şey
vermeden alırım”ın hesabını
yapmaktadır. Bir müminin
tavrının bu olamayacağı ise hep-
imizin malumudur. Ancak bu
malumatımızın tavırlarımıza
yansımadığı sürece pek bir an-
lam taşımayacağı da apaçıktır.
Dolayısıyla bir müminin; “Al-
lah temizdir, temiz olanı sever.”
ilkesini unutmadan, çevresini
kirletmemeye ve temiz tutmaya
özen göstermesi gerekmektedir.
Ayrıca burada şunu da önemle
hatırlamamız gerekir ki, çevreyi
kirletmek, sadece çevremizde-
ki eşyaya karşı bir sorumsuz-
luk örneği değil, aynı zaman-
da sorumluluğu ağır bir konu
olan kul hakkının ihlalidir de.
Çünkü en basitinden izmaritleri,
çöpleri vs. yerlere atarak,
etrafımızdaki insanların tem-
iz bir çevrede yaşama haklarını
ihlal etmeye, yollara tükürerek,
ayrıca kullandığımız lavabo ve
tuvaletleri pis bırakarak diğer
insanları tiksindirmeye asla ve
asla hakkımız yoktur. Allah’a,
ahiret gününe ve hesaba inan-
an bir müminin bu hususları
küçük görmeyerek azami dik-
kati göstermesi güzel ahlakı
kazanmasında önemli bir adım
olacaktır.
Bu konuda bir başka husus
ise; bizzat evrenin, özel olarak
da dünyamızın, biz inanan-
lar nezdinde özel bir yer-
inin olduğunu hatırlamaktır.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere,
o bize bir “emanet”, ve “kul-
lukta kardeş” olmanın ötesinde
baştanbaşa bir ibadetgâh
olmasıyla da mümin için bir
değer taşımalıdır. Peygamber
Efendimizin; “Dünya benim için
temiz bir mescid kılındı.” sözü,
bu gerçeği ifade etmektedir.
Bir mümin için, Allah’ın
yazılı âyetleri olan Kur’ân’a
ve ibadetgâhlarımıza göster-
ilen itibar ve saygının bir mis-
linin, çevremize de gösterilme-
si gerektiği, yukarıda
zikrettiklerimiz üzere, apaçık
ortadadır. Ancak günümüz
müminlerinin, en kutsal mekân-
larda, hac ve umre ziyaretlerinde
bile sergiledikleri nezâhet ve ne-
zâfetten uzak manzaralar, dinin,
birçok konusunun olduğu gibi,
bu konudaki hedefinin de çok
iyi anlaşılmadığını ortaya koyan
ve bu konuda ümitvâr olmamızı
engelleyen deliller olarak önü-
müzde durmaktadırlar.
Kısacası, birçok açıdan ele
alınabilecek “çevre” anlayışı,
hangi açıdan bakılırsa bakılsın
önemle üzerinde durulmayı hak
eden bir konudur.
Hele de “emanet”i yüklenmiş
müminler için…
*Dr.
BİR VEDA TÜRKÜSÜ Bir veda türküsü çalıyor sazım Mızrap derde düşmüş, teller perişan Ayrılık elinden artıyor sızım Bulutlar ağlıyor, yeller perişan
Yarenler ben sizi tanıdım bildim Vefasız dostları defterden sildim Ta kâlu beladan dünyaya geldim Ayaklar gitmiyor, eller perişan
Aşkın kanununda ayrılık vardır Dünya aşk çekene inan ki dardır Mecnunun feryadı bir ahu zardır Leyla der düştüğü, çöller perişan
Bülbül hiç konar mı kuru dallara Sevdiğinden düşmüş türlü hallara Sitem eder sanki geçmiş yıllara Goncaları solmuş, güller perişan
Bende bir zamanlar çağlayıp coştum Gençlik hevesiyle peşinden koştum Derdinden zar edip, narında piştim Kor oldum aşkından, küller perişan
Atıştık pür neşe yorduk kalemi Hayat deryalara salınmış gemi Bize bir imtihan dünya alemi Ömür boşa geçmiş, yıllar perişan
Dostlukla kurulur gönül köprüsü Nefrettir sevgide aşkın törpüsü Haya imandandır, ihlastır süsü Şeytana uyarsa, kullar perişan Ramazan PAMUK
77Temmuz 201176
EdebiyatVedat Ali TOK
El İnsaF“İnsaflı insan adaletlidir. Doğruyu yanlışı bilir, doğru davranır; doğru karar verir.
Haksızlığa göz yummaz. Kötülüğü eliyle, diliyle, kalbiyle bertaraf etmeye çalışır.
Kendi menfaatlerini başkalarınınkinden üstün ve önde tutmaz.”
Çeşm-i insaf gibi kâmile mizân olmaz...
Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz
Bursevî Tabib Muhammed Bey
İnsaf sahibi olmak, merhametli olmak insa-
na bahşedilen nimetlerden biridir. Belki de insanı
vahşi hayvanlardan ayıran bir özellik… Peygam-
ber Efendimiz (s.a.v.) “Merhamet etmeyene mer-
hamet edilmez.” buyuruyor.
Beyitte geçen insaf merhamet kavramını sa-
dece acıma anlamında düşünmek yetmez. İnsaf
kelimesinde mantıklı düşünme, adalet gibi fark-
lı anlamlar da vardır. İnsaf et, dediğimiz zaman
acı demek isteriz bazen. Bazen de düşün demek
isteriz. Hâsılı insaf, çok anlamlı, çok katmanlı
bir kelime. Beyte farklı açılardan baktığımız za-
man şairin bu anlamların hepsini de kastettiğini
görebiliriz.
Kâmil insan, olgun, ermiş, erişmiş kimsedir.
Kâmil insanı ölçmenin en kesin yolu onun insafına
bakmaktır diyor şair. Eğer her şeye insana, hayva-
na; canlıya, cansıza hâsılı bütün eşyaya insaf gözü
ile bakabiliyorsa o insan kemâle ermiştir diyor şair.
İnsaflı insan adaletlidir. Doğruyu yanlışı bilir,
doğru davranır; doğru karar verir. Haksızlığa göz
yummaz. Kötülüğü eliyle, diliyle, kalbiyle bertaraf
etmeye çalışır. Kendi menfaatlerini başkalarının-
kinden üstün ve önde tutmaz. En azından hakkı-
na riayet eder. Bunun daha üst safhası ki kemâlat
burada belli olur; başkalarının hakkını, menfaa-
tini kendi hak ve menfaatlerinden önde tutar. Ne
pahasına olursa olsun yalan söylemez. Yalancı şa-
hitlik etmez. Çünkü bilir ki insaf sahibi, bu dün-
ya ebedî hayata göre ancak bir oyun sahasıdır ve
mümin yalan dünyayı, hakikî âleme tercih etmez.
İnsaf sahibi dengelidir; ifrat ve tefritten uzak-
tır. İnsaf sahibi varlığa sevinmez, yokluğa yerin-
mez. İnsaf sahibi başkalarının günahıyla uğraş-
maz, kendi eksikleri ile mücadele içindedir.
Onunla bununla uğraşan, kendi eksikleri-
ni göremez. Bunun için dilimizde öğüt mahiyet-
li birçok söz vardır. Kendi gözündeki merteği gör-
mez, elin gözündeki çöpü görür deriz.
Hakiki müminin başkalarına bakışı da farklı-
dır. Kendinden yaşlıları gördüğü zaman onlara,
ne mutlu bunun yaşı büyük ve sevabı da benim
sevabımdan çoktur; kendinden küçüklere ise, ne
mutlu buna ki bunun yaşı küçük olduğu için gü-
nahı da benimkinden azdır nazarıyla bakar.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ne mutlu o
kimseye ki ayıbı; başkalarının ayıbı ile uğraş-
maktan kendini alıkoyar.” buyurmaktadır. Ken-
di ayıbını görüp başkalarıyla uğraşmayan in-
san ârif olur. Ârif kişi kendini bilir. Kendini bilen
Rabbini bilir.
Güzel ahlâkı tamamlaması ve bize örnek ol-
ması için gönderilen Kâinatın Efendisi “İnsa-
nın kendini ilgilendirmeyeni terk etmesi, Müs-
lümanlığının güzelliğindendir.” buyuruyor.
Gerçekten de insanın kendini ilgilendirmeyen
şeylerle uğraşması hem boşa zaman harcamasına
sebep olur, hem de lüzumsuz yere kendini yıprat-
masına, kafa yormasına…
Ve bir hikâye filozof Sokrates’ten:
Sokrates bir gün düşünerek giderken adamın
biri koşarak yanına gelir ve:
- Sana söyleyecek önemli bir sözüm var der.
Sokrates biraz düşünür ve der ki:
- Önce sen benim sorularıma bir cevap ver,
sonra söylersin... Bana söyleyecek olduğun şey, iyi
bir şey mi?
- Hayır, der adam, pek iyi sayılmaz...
- Peki, söyleyeceğin şeyden sen yüzde yüz emin
misin?
- Hayır der adam.
- Peki, söyleyeceğin şey beni ilgilendiriyor mu?
- Hayır, der yine.
Sokrates sinirlenir bu defa.
- Be adam, emin olmadığın kötü bir sözü, üste-
lik beni de ilgilendirmiyorsa neden bana söyleme-
ye çalışıyorsun!
Beyti toparlayalım. Yaratılanların en şereflisi
(eşref-i mahlûkat) olan insan, hemcinsleri arasın-
da da kusurları ile hatâları ile bilinir. Yani beşer,
şaşar denilmiştir. Hiçbir insan kusursuz değildir.
Bu yüzden başkalarının yaptığı hatâyı kınamak,
onları kusurlarından dolayı hor görmek insanı
kibre götürür. Kibir ise mânevî hastalıkların ba-
şında gelir. Böyle bir hastalığa duçar olmamak
için kusurları, hatâları, hakirleri hor görmeyip,
hoşgörüyü elden bırakmamak gerekir. Ancak ken-
di kusurlarımızı düzeltmek için mücadele edelim
ve her yaratılmışı sevelim, her mahlûka hoşgörüy-
le nazar edelim, hiç değilse Yaratan’ın hatırına…
79Temmuz 201178
Uygarlık beşiği Anadolu’nun en eski
tarihî kentlerinden olan “Şehzade-
ler Şehri” Manisa, İzmir’den sonra
Ege Bölgesi’nin ikinci büyük kentidir.
Şehir ilim, sanat noktasında en parlak döne-
mini Osmanlı döneminde yaşamıştır. Çünkü Ma-
nisa, II. Murat, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni
Sultan Süleyman gibi daha sonra Osmanlı tahtı-
na oturmuş padişahların da içinde olduğu 16 şeh-
zadenin sancakbeyliği (valilik) yaptığı bir yerdir.
Şehzadelerin ikâmetleri şehri etkilemiş, bura-
yı bir ilim, sanat, kültür
merkezi haline getir-
miştir. Muhtelif yerler-
deki pek çok âlim, edip,
şair, sanatkâr, musikî
şinas ve zanaatkâr bu-
ralara gelip yerleşmiş-
tir. Aynı zamanda bu
kültür ortamı pek çok
değerli insanın yetişme-
sine de zemin hazırla-
mıştır.
Manisa özellikle Mevlevî, Rufaî, Bektaşî,
Halvetî tarikatlarının yaygın olduğu, bu kültürün
insan davranışlarına yansıdığı bir şehirdir. Evliya
Çelebi›nin Manisalılar hakkındaki söylediği «Sa-
nat ehli, kanaat ehli, ibadet ehli, ziyaret ehli» ifa-
delerinden de bu açıkça anlaşılmaktadır.
Ahmed Şemseddin Marmaravî
Ahmed Şemseddin, Anadolu›da yetişen ta-
savvuf büyüklerindedir. Halvetiyye tarikatında
«orta kol» (Ahmediyye) şubesinin kurucusu olan
Marmaravî 1435 yılında Akhisar›ın Gölmarmara
veya Marmaracık adı ile bilinen köyünde doğdu.
Doğum yerine nispetle Marmaravî olarak tanın-
dı. Babası Halvetiyye şeyhlerinden İsa Halife’dir.
Halk arasında Yiğitbaş Veli diye meşhur olmuş-
tur.
İlk tahsilini babası İsa
Halife’den ve Gölmarma-
ra’daki medreselerden
aldı. Zahirî ilimleri öğren-
dikten sonra Halveti şey-
hi Alâeddin Uşşakî’den
manevî ilimler öğrendi.
Tahsilini tamamladıktan
sonra Manisa›da hocası-
nın isteği doğrultusunda,
Seyyid Hoca Mahallesindeki türbesinin yanında
bulunan tekkesinde talebeler yetiştirmek, çeşitli
camilerde vaazlar vermekle meşgul oldu.
İkinci Bayezid Han zamanında İran yönetim-
li ortaya çıkan sahte şeyhlere ve yanlış inanışlara
Örnek Hayat Yusuf HALICI
kapılıp ehl-i sünnet
itikadından uzaklaş-
masına mâni olmak üzere
padişahın isteğiyle bir komis-
yon kuruldu ve başkanlığına da
Marmaravî Hazretleri getirildi. Bir-
çok kaynağa göre imtihan sırasında gös-
terdiği dirayet ve olgunluk sebebiyle kendi-
sine Fete’l-Fityan, Ebü’l-fityan (Yiğitbaşı) lakabı
verildi.
1504’te vefat eden Ahmed Şemseddin tekkesi-
nin yanındaki türbeye defnedildi.
Ahmed Şemseddin Efendi tasavvufa dair bir-
çok eser yazmıştır. Eserlerini öğretici ve nasi-
hat verici bir üslupla kaleme alan Yiğitbaşı eser-
lerinin tamamını Türkçe kaleme almış saadet ve
şakâvet, rü›yet, mucize, keramet, Allah’ın varlı-
ğı ve birliği gibi daha ziyade akait ve kelâm›a iliş-
kin konularda tavizsiz bir ehl-i sünnet mensubu;
zikir, irşad, mürid, mürşid, tarikat âdâp, nefis ve
terbiyesi, rüya ve tabirleri gibi tasavvufun daha
ziyade uygulamaya yönelik amelî konularında
Halvetî; ricâlü›l-gayb, aşk ve muhabbet, Allah’ın
zatı, isimleri ve sıfatları, hakikat-i Muhammediy-
ye, varlık ve mertebeleri
gibi tasavvufu düşüncesi-
nin ilgi alanına giren te-
mel konularda ise iyi bir
İbn Arabî takipçisidir.
Ahmed Şemseddin
Marmaravî hazretleri bir
sohbetlerinde nasihatte
bulundu:
« İyi dinleyiniz! İnsa-
nın kalbinde bir hevâ ağacı bitmiştir ki yedi dalı
vardır. Her dal bir tarafa yönelir. Birincisi göze,
ikincisi dile, üçüncüsü kalbe, dördüncüsü nef-
se, beşincisi ebnâ-i cinse (diğer insanlara), altın-
cısı dünyaya, yedincisi ahiretedir. Her dalın bir
çeşit meyvesi vardır. Göze yönelen dalın mey-
vesi harama bakmaktır.
Dile yöneleninki, başka-
sının ayıp ve kötülüklerini
söylemek, gıybet etmektir. Kal-
be yöneleninki, başkalarına kin
ve düşmanlık etmektir. Nefse yö-
neleninki, şüpheli şeyler ile haram ve
mekruhları işlemektir. İnsanlara yönele-
ninki, onlardan üstün olmak, onları hor ve
hakir tutmak, aşağı görmektir. Dünyaya yö-
neleninki, uzun emel sahibi olmak, aş, iş, mal ve
makam hırsı ile dolu olmaktır. Ahirete yönelen
dal ise, üzüntü ve pişmanlıktır. İnsanda hevânın,
arzu ve isteklerin kökü bakidir, kalıcıdır. Elbette
devamlı taze dallar verir. Ancak Allahu Teâlâ’nın
emirleri yerine getirilir, yasaklarından sakınılır-
sa hevâ ağacı kalpten sökülüp atılır. Kötü huyla-
rı, ahlâkları gidip, güzel huylar ile süslenir. Bu ise
bir rehberin yol göstermesi ile mümkün olur.”
Taşkesenli İbrahim Efendi
Bingöl’ün Karlıova İlçesinde 1855 yılında dün-
yaya gelen İbrahim Efendi, on yedinci asırda ir-
şad vazifesi için Bağdat civarından gelip Karlıova
ilçesine yerleşen bir ailenin mensubudur. Babası,
âlim ve fâzıl bir zât olan
Molla Muhyiddin Efen-
didir.
Daha küçük yaşlarda
iken ilme karşı büyük
bir ilgi gösteren Şeyh
İbrahim Efendi, genç-
liğinde çeşitli medrese-
lerde tahsil görmüş ama
esas tahsilini amca-
sı oğlu Taşkesenli Şeyh
Ahmet Efendi’nin sohbetlerinde kemale ermiştir.
Hocasının Erzurum’a yerleşmesiyle kendi-
si de Erzurum’a gelmiş daha sonra hocasının gö-
revlendirmesi sonucunda da Erzurum Taşkesen
Köyü’ne yerleşmiştir.
EVLİYALARIMANİSA
Temmuz 201180
İ b r a h i m
Efendi 1914 yılın-
da başlayan Osman-
lı–Rus Harbine Kafkas
Cephesinde talebeleriyle işti-
rak etmiş Sarıkamış yakınların-
da savaşırken bir şarapnel parçası
ile ayağından yaralanarak gazi olmuş-
tur. Aldığı bu yaradan dolayı topal kalan İb-
rahim Efendi, bunun için bazen Topal Şeyh ola-
rak da anılmıştır.
Savaş, zulüm ve işgalin yaşandığı bir yerde ha-
yatını sürdüren İbrahim Efendi, bu ortamda dahi
irşad ve talebe yetiştirmekten geri kalmamıştır.
Şapka inkılâbından sonra şapka giymediği
için sürülen İbrahim Efendi çeşitli mahkemeler-
den sonra önce İzmir, sonra da Demirci’de mec-
buri ikamete tabi tutularak, evi ve kütüphanesiy-
le bütün malına hükümetçe konulmuştur. Hiçbir
şeysiz ortada kalan ailesi de Pasinler’deki akraba-
larının yanına sığınmak zorunda kalmıştır.
Gittiği her yerde sevilip sayılan İbrahim Efendi
Demirci’de de sevilmiş ve kısa sürede etrafına çok
sayıda talebe toplamıştır.
Bütün hayatı boyunca hep inancının mücadele-
sini veren ve İslâm’ı hayatında titiz bir şekilde ya-
şamaya gayret gösteren İbrahim Efendi dinini an-
latma ve öğretme adına bütün zorluklara göğüs
germiştir. Arkasında dinin ulvi mesajlarını yayacak
sahasında uzman din adamı ve çok sayıda insan bı-
rakmıştır.
İbrahim Efen-
di 1926 yılında 71
yaşında iken Hakk’ın
rahmetine kavuşmuş ve
Demirci’de defnedilmiştir.
Mehmet Zühdü Efendi
Son yüzyılda yetişen Manisa evli-
yalarından olan Mehmet Zühdü Efendi
1882 yılında dünyaya gelmiştir.
Köyünde hıfzını tamamladıktan sonra, tahsili-
ne Bergama Karacaahmed Medresesi ile Kulaksız
Camii Medresesinde devam etmiştir. Bu medrese-
lerde belli bir ilmî seviyeye gelen Mehmet Zühdü
Efendi, arzu ettiği daha yüksek bir seviyede ilim
tahsili için önce Konya’ya sonra Kadınhanı’na gi-
derek ilim tahsilini aralıksız sürdürmüştür.
Medrese tahsilini bitirip icazetini aldıktan
sonra başta kendisini çok seven hocaları ile Ka-
dınhanı halkının onun orada kalması yönündeki
tekliflerine rağmen Mehmet Zühdü Efendi mem-
leketine dönmüştür. O, köyünde 16 yıl boyunca
talebe okutmuş, dini ilimlerin yayılması için ken-
di hissesine düşen gayreti fazlasıyla göstermiştir.
Köylülerle arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucu
Recepli Köyüne göç etmiş burada da talebe okut-
maya devam etmiştir. Hatta köyde talebe okut-
maya uygun bir yer olmadığı için, talebeleri kendi
evinde okutmuştur.
Manevî ilmini Akhisarlı Abdülcelil Efendiden
alan Mehmet Zühdü Efendi örnek ahlak sahibi
bir insandı. Az uyur, az yerdi. Daima Kur’an okur,
hakkı söyler, sabrı tavsiye ederdi. İnsanlara hiz-
met onun en büyük gayelerindendi. Tuvalete her
gittiğinde mutlaka elbisesini değiştirir, necasete
dikkat ederdi. Bu davranışıyla sanki tam manası
ile gönül temizliğine ulaşmanın, bedeni ve elbise-
yi necasetten sakınmakla ve temizlemekle müm-
kün olacağını göstermek isterdi.
Mehmet Zühdü Efendi 1962 yılında rahmet-i
Rahman’a kavuşmuştur.
BULUT ŞEMSİYELİ YETİM
Doğumu kutlu haber adı İncil’de Ahmet,Bir isim ki sıfatı cümle âleme rahmet.
Mucize mucizeyi muştularken semada,O Nuh’un Gemisi’ne binmek için son ada.
Aynı günlerden bir gün, çocuklardan bir çocuk,Doğumu bir tesbihe takılan en son boncuk.
Babadan yetim iken bir de anadan öksüz,O’nu Rabbi seçmişken hiç bırakır mı köksüz?
İlk suali soran o, bu çocuktaki güç ne?Geçerken Halime’nin zayıf eşeği öne.
Bulut şemsiyesinden keşfederken Bahira,Sanki O’nda gördüğü melek vahiy ve Hira.
Hira mağara değil, bir nur doğumhanesi,Işığı gören göze müjdenin Şahanesi.
Son nur durağı Mekke, sen ey seçilmiş şehir!Suya hasret bir çölde zemzem fışkıran nehir!
İbrahim’den hatıra şehirlerin anası,Kâbe de sembolleşir dört kitabın manası.
Çekilen onca çile bilmeyene eziyet,Seçilip hazırlanan nebiliğe meziyet.
Özdeşleşirken Taif hüznün nebicesiyle,Şirk atalar dininin en ecnebicesiyle.
Yıl bile efkârlanır ayrılığıyla eşin,Arasına ay girer dünya ile güneşin.
Nur pervanesi olur Taif dönüşü cinler,İnsandan daha müşfik Sevr’deki güvercinler.
Tebdili mekân eyler yankısız nebi sesi,Hicretin Medine’si ses-yankı silsilesi.
Ay gibi doğar O nur yankılanır Medine,Veda tepelerinden süzülen Ahmed’ine.
O istese yoluna melekler döşer safir,Dünyadayken dünyayı sürgün gören misafir.
Ana kucağına eş son resule son dine, Ensar’ın şanlı yurdu şehri nebi Medine.
Gülün açması için melekler inen Bedir,Çöl kumlarından doğan Gül Devri’ne ebedir.
Akabe’de beyatla Hudeybiye’de ahit,Hak peygamberliğine Mekke’nin fethi şahit.
Yıldızların şavkınla polatlanmış bir erken,Barış borusu öter Sen Mekke’ye girerken.
Kâbe’n aslına döner Bilal okurken ezan,Susar in-cin-melekût rahmetle dolar fezan.
El-veda Hutbesiyle sonlanır Haccı Veda, Maide Suresinin tasdikiyle elveda.
Hatemül Enbiyayla kapanır en son perde,Rabbin kesin vadi var Kur’an mahfuz siperde.
O, yollar üstü bir yol, tüm yolları aşıyor, Menzili kör dünyada ruh-u nebi yaşıyor.
Ey nebi senin için sarf ettiğim tüm emek, Hayatımın hedefi bir gün sana benzemek.
Rabbim habibim derken vermiş sana eciri,Ey Mekke’nin yetimi Yesrib’in muhaciri!
Ey rahmet buhurdanı ruhuma tütsünü sal,Beşikten mezara dek Sen bana O’ndan misal.
Sevgiliye sevgili nurunu bize de aç!Olsun her namazımız Rabbe ulaşan miraç.
M. Nihat MALKOÇ
83Temmuz 201182
HikâyeRaziye SAĞLAM Selim Usta ocakta köz hâline gelen çeli-
ği aldı ve hiç bekletmeden suya daldır-
dı. Közden yüzüne vuran sıcaklık, bütün
yüzünü ter içinde bırakmıştı. Sağ kolunu havaya
kaldırarak dirsekten yukarısıyla yüzünü sildi. Ço-
cukluğundan beri yaptığı bir hareketti. Anası Mi-
rem Hatun “Kızancık bre, yapmayasın büle. Min-
tanın birden yırtılo.” der ama Selim Usta alıştığı
şekliyle böyle silmeye devam ederdi.
Çeliği sudan aldı tekrar köze soktu. “Çırah
yine geç kaldı. Bu kızancık bi işler çeviro ya.” Çı-
rak Veli’nin, önceleri ailesi Makedon Hıristiyan-
larındandı. Sultan Murat Rumeli’de ilerledikçe,
Veli’nin ailesi gibi, Osmanlıyı yakından tanıyan-
lar, onların adaletini gören ailelerden birçoğu
Müslüman oluyordu. Çırak ise görünüşte Müs-
lümanlığı kabul etmişti, ama içine bir türlü sin-
diremiyordu. Sultan Murat’ın daha dün Selanik’i
Osmanlı topraklarına kattığı haberi gelmişti. Çı-
rağın öfkesi bunu düşündükçe daha çok artıyor-
du. Kendi gibi birkaç tanesi ile bir araya gelerek
örgütlenip haçlılara katılmanın, planlarını yapı-
yorlardı. Onlardaki bu hareketi duyan Papaz Ni-
kola bir gün yanlarına çağırdı:
- Büle bir yol almanız mümkün değildir. De-
likanlılar sizi buradan çıkartıp Selanik’in dışında
haçlılara teslim edecek bir baş lazımdır. Benden
haber bekleyin.
Veli, papazla görüştükten sonra kendini daha
önemli hissetmeye başladı. Onun da çabalarıyla
Selanik ve bütün bu köyler geri alınacaktı belki.
“O vakit anamlar ne der bana. Ya bütün bu gü-
zellikleri, bereketi haçlılar yok ederse? Kendi top-
raklarında bile halka eziyet ederken burada kim
bilir…”
Veli’nin birden içi sıkıldı. Gözlerinin önüne
yakıp yıkılmış evler, yerlerde sürüklenen ana ba-
bası geldi. Sonra hemen bu düşünceleri kovmaya
çalıştı kafasından. Niye öyle yapsınlardı ki? Hal-
kın hiçbir suçu yokken hem de.
Aslında kendini kandırdığını da biliyordu,
ama bir tarafı Osmanlıyı istemiyordu işte. Vakit
öğlene yakın Selim Usta elindeki işi bitirdi. Ocak-
ta demlenen çaydan bir bardak alıp, sedire otu-
rurken çırak Veli başı yerde içeri girdi.
- Ustam, anam ırahatsızlandı da azcık başını
bekledim. Babam tarlaya gitmiş idi.
Selim Usta inanmış görünerek:
- Kızancık gelmeyeydin ananı üle ıyalnız
bırakıp.
Veli, ustasını kandırabilmenin sevinciyle ön-
lüğünü takarken:
- Yok, lazım değildir daha fazla beklemek. Ne
vakit babam geldi ben hemen fırladım.
- İyi o vakit tezden dükkânı süpüresin.
Meydandaki kutlamalara gido erkez. Tez vakit
biz de varalım. Selanik zaferi kutlanacak. Sulta-
nımızın emriyle, Allah’a şükür için ziyafet sufra-
ları kurcakla.
Veli, Selim Ustaya çaktırmadan kızgınlıkla di-
liyle dişi arasında bir şeyler söylendi.
…
Köy meydanı bayraklar ve çiçeklerle süslen-
mişti. Tören kıyafetleriyle sipahiler, bayrama gi-
der gibi giyinen köylüler, neşe içinde koşuşan
çocuklar çok güzel bir manzara arz ediyordu. Ma-
saların etrafında dolaşan hizmetliler gelen herke-
sin sofralara oturup, karınlarını doyurabilmeleri-
ne dikkat ediyorlar hasta olup da gelemeyenlerin
evlerine yemekler gönderiliyordu.
Veli ile birkaç kopuk arkadaşı dışında herkes
zafer için şükredip, eğlenerek yemeklerini yedi-
ler. Yaşlılar katıldıkları seferleri anlattılar övüne-
rek. Bütün köy halkı çok güzel bir gün geçirirken,
Veli birkaç arkadaşı ile bir araya gelmemeye çalış-
tı. Dikkati çekmek istemiyordu. Papazdan haber
gelene kadar, görüşmeme kararı almışlardı. Kös
kös sofrada oturup etrafı izlerken, Mustali’nin
kızı Kezban’ı gördü uzaktan. Kezban’la beraber
BİR KÖYSELANİK YAKINLARINDA
“Çeliği sudan aldı tekrar köze soktu. “Çırah yine geç kaldı. Bu kızancık bi işler
çeviro ya.” Çırak Veli’nin, önceleri ailesi Makedon Hıristiyanlarındandı. Sultan Murat
Rumeli’de ilerledikçe, Veli’nin ailesi gibi, Osmanlıyı yakından tanıyanlar, onların
adaletini gören ailelerden birçoğu Müslüman oluyordu.”
85Temmuz 201184
okula gitmişlerdi. Ona bakarken “ Ne ka büyüyüp
güzelleşmiş. Babama disem everir mi bizi ama
yoh bre ben dava adamıyım. Evlenemem.” deyip
kendi umudunu kendi söndürdü. Ustası onun dü-
şündüklerini anlamıştı.
- Mari Kezban iyidir, güzeldir. İsteyiveririz be
yav. Mustali senden asına mı vercek?
Veli utancından yüzü kızararak başını yere
eğdi.
- Yok be usta evlenmek bize göre değildir.
- Neden bre? Vaadır bir eksiklik?
Veli oturduğu yerde dikleşerek ustasının gözle-
rinin içine baktı. Birden davalarını düşünüp ken-
dine güven gelmişti.
- Şükür er bi şeyimiz tastamamdır usta. La-
kin…
Daha fazla konuşmamak için kalktı ve:
- Âdi ben çöcüklerin yanına varıyom. Sona ge-
lirim.
…
Papaz Nikola karşısında dimdik duran dört
genci dikkatle süzdü. Heyecanları gözlerinden
belliydi.
- Yarın akşam köyün çıkışında Şahin Gözünde
bir atlı beklicek. Sizi Selanik’in dışında toplanan
haçlılara ulaştıracak. Geç kalanı beklemez ona
göre. Sizler oldukça Osmanlının buradan geldiği
gibi gitmesi yakındır evlatlarım. Yarın gün kavu-
şurken Şahin Gözünde olun. Zaferimiz yakındır.
Akşama doğru dükkânda Selim Usta,
- Veli adi sen artık evine git. Bugün çok yorul-
dun. Yarın erce gelip açasın dükkânı.
Veli sevinçten yerinde duramıyordu. Ustanın
erken bırakması isabet olmuştu. İki haftalık ala-
cağı vardı. İstemeyi düşündü sonra usta şüphele-
nir diye vazgeçti. Tam kapıdan çıkıyordu ki usta
seslendi.
- Az kalsın unutuyodum. Gel şu aftalıgını al da
ben de yük etmesin.
Evden atı alıp bayır yukarı tırmanırken Veli’nin
gözleri doldu. Ustasını belki bir daha hiç göreme-
yecekti. Selim Usta, eşi bulunmaz bir insandı. İsa
adına buraları Osmanlıdan alınca, belki de Selim
Usta ile karşı karşıya gelecekti. Sakalları henüz
terlemiş yanaklarından ip gibi yaş süzüldüğünü
fark edince, telaşla hemen sildi. Biri görürse ağ-
ladığını rezil olurdu. Şahin Gözüne de gelmişti za-
ten.
Bir süre bekledi ama diğer arkadaşları gelme-
di. “Erken geldim, biraz sonra gelirler.” diye düşü-
nürken uzaktan yüzü ve başı sadece gözleri açıkta
kalacak şekilde örtülü siyah giyimli bir atlı geldi.
Atın boyu Velinin atından çok uzundu. Binicisi
de çok heybetli duruyordu. Veli hayranlıkla izler-
ken atlı yaklaştı ve yüzünü açmadan “Sen Vranov-
ci’misin bre? Arkadaşların korkak çıkmış olmalı.
Hadi biz gidelim bir an önce. Senin gibi yiğitler la-
zımdır Selanik için.”
Veli, arkadaşlarına söylenerek atlının arkası-
na düştü. Önünde böyle yiğit bir rehber olduktan
sonra hiç bir şeyden korkmayacağını düşünüyor-
du.
İki atlı karanlıkta uzunca bir süre yol aldıktan
sonra bir hana vardılar. Adam handa da yüzünü
açmadı. Hancıya;
- Misafirimin karnını bir iyi doyur, Sonra da
yatağını göster. Yatağım hazır mı?
Hancı karşısında el pençe divan duruyordu.
…
Gün aydınlanırken Veli ağır ağır gözlerini açıp
etrafına baktı. Gece Osmanlıya karşı kazanacakları
zaferin düşünü kurmuş, uzun bir süre heyecandan
uyuyamamıştı. Atlı uyanmış mıydı acaba? Merakla
etrafına bakarken, birden attan düşmüşe döndü.
Burası demirci dükkânıydı ve başucunda da Selim
Usta ile Papaz Nikola duruyordu.
Şaşkınlık içinde “Siz! İkiniz burada…”
Nikola gülümsedi:
- Evet biz. Nikola ile Selim Usta “Biz” oldu. Bu
topraklarda artık hep “Bir”iz.
Veli pişmanlık içinde kalkarken çivide siyah
uzun bir entarinin asılı olduğunu gördü. Ustasıy-
la göz göze geldiğinde mahcup olarak başını yere
eğdi. Usta:
- Bugün çalışmak yok. Dogru evine git ananlar
merahlanmıştır.
87Temmuz 201186
SağlıkAkın DİNDAR Yaz aylarında genellikle daha fazla
yiyecek tüketiriz. Mangal partileri,
yoğun asitli yiyecekler bu aylar da
sıkça tercih ettiğimiz beslenme biçimidir. Fakat
bu yiyecekler ağzımızda oldukça kötü bir koku
bırakabilir. Diş temizliğimize dikkat etmediğimiz
zaman da ağızda bakteriler ürer, plak oluşur ve
iltihaplanma başlar. Bu durumda sağlığımız da
tehlikeye girmiş olur. Tatil keyfini daha uzun sü-
reli yaşayabilmek, konuşurken ve gülerken çevre-
mizdeki insanlara daha ferah bir nefes ile yaklaş-
mayı ve sağlıklı dişlere sahip olmayı kim istemez
ki? İşte yazın da
sağlıklı dişlere sa-
hip olmanız için
Diş Hekimi Cansın
Özgür’den öneriler;
Birçok insanın
sorunu olan diş has-
sasiyeti sıcak, so-
ğuk, şeker veya
ekşi yiyecek-içecek-
ler ağza alındığında
dişlerde ani bir tep-
ki ve sızlama oluş-
turur; ağrı-sızı baş-
lar. Bu diş sızlaması
keskin, ani ve derin-
dir. Çürük ve eski
dolgular dışında hassasiyet en çok dişeti çekilme-
si ile açığa çıkan kök yüzeylerinden kaynaklanır.
Diş hassasiyetinize karşı özel diş macunu ve yu-
muşak kıllı fırça kullanılabilirsiniz. Aynı zaman-
da aldığınız gıdalara da dikkat etmelisiniz. (Faz-
la asit içeren yiyeceklerin sık tüketilmesi sonucu
mine tabakası çözünebilir)
Bilindiği üzere soğan, sarımsak bir numara-
lı ağız kokusu nedenidir. Bunları tüketmek mut-
laka ağız kokusu sebebi olacaktır. Baharatlı yiye-
cekler de ağız kokusu sebebidir. Yaz aylarında bu
ve benzeri besinlerden uzak durmak hem hafif
beslenmemizi hem de ağız kokumuzu kontrol et-
memizi sağlayacaktır. Bunun yanında düzenli diş
hekimi kontrolü bizi sıkıntısız bir yaz geçirmemi-
zi sağlayacaktır. Hafif besinler ve düzenli ağız ba-
kımı bizi temiz bir ağza ulaştıracak, koku gibi tat-
sız durumlardan uzak tutacaktır.
Diş çürüğü maalesef Türkiye’nin en büyük
sağlık problemlerinden bir tanesidir. Avrupa ül-
kelerinde birey başına düşen çürük sayısı yalnız-
ca birken, Türkiye’de birey başına düşen çürük
sayısı altıdır. Bu da büyük bir problemdir. Bu-
nun çaresi düzenli diş hekimi kontrolü yanında
iyi ağız bakımı ve iyi beslenmeden geçmektedir.
Altı ayda bir diş hekimi kontrolü, sabah ve gece
üçer dakikamızı ayırarak dişlerimizin her yüze-
yini fırçalamamız ve öğünlerimizi yoğurt, peynir
gibi bazik yiyeceklerle bitirmemiz bize çürük olu-
şumunu sıfıra kadar indirerek sağlıklı bir ağız su-
nacaktır.
Ağız kuruluğu sıkıntısı tükürüğün kaliteli ko-
ruma ortamını bloke ederek her türlü ağız içi
problemi oluşturmasına sebep olmaktadır ve çok
ciddi bir sorundur. Eğer ki ağız kuruluğu proble-
mi yaşıyorsak mutlaka bu problemi çözme yoluna
gitmeliyiz. Çünkü bu problem arkasından, çürük,
dişeti problemleri gibi zamanla altından kalka-
mayacağımız problemlere sebep olacaktır. Böyle
bir problem yaşıyorsak mutlaka en yakın zaman-
da bir uzmandan yardım almalıyız.
Yaz AylarındASağlıklı Gülüşler
“Birçok insanın sorunu olan diş hassasiyeti sıcak, soğuk, şeker veya ekşi yiyecek-
içecekler ağza alındığında dişlerde ani bir tepki ve sızlama oluşturur; ağrı-sızı başlar.
Bu diş sızlaması keskin, ani ve derindir. Çürük ve eski dolgular dışında hassasiyet en
çok dişeti çekilmesi ile açığa çıkan kök yüzeylerinden kaynaklanır.”
Temmuz 201188 89
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Hamurları yağlamak için:1 su bardağı eritilmiş margarin ya da tereyağı
HazırlanışıÖncelikle içi için kıyma ve kıyılmış soğa-
nı bir tavada hafifçe kavurun. Salça, tuz ve ka-
rabiber ilave edip 1-2 dakika daha kavurduk-
tan sonra soğuması için bir kenara alın. Hamur
için derin bir kaba süt, su, sıvıyağ, maya, yo-
ğurt, toz şeker ve tuzu alın. Kulak memesi yu-
muşaklığında bir hamur elde edene kadar un ila-
ve edip yoğurun. Üzerini nemli bir bezle örtün
ve 45 dakika dinlendirin. Dinlenen hamurdan
15 adet beze yapın ve her bezeyi pasta tabağı büyük-
lüğünde açın. Bezelerin her birini fırça yardımı ile
ayrı ayrı yağlayın. Önce karşılıklı kenarları ortada
birleşecek şekilde, daha sonra diğer karşılıklı ke-
narları birbirinin üzerine gelecek şekilde kapatın
ve kare bir hamur elde edin. Orta kısımlarına bir
çorba kaşığı kıymalı harçtan koyup, tekrar karşı-
lıklı iki kenarı içe doğru katlayın. Bütün hamurları
aynı şekilde hazırlayın. Pideleri fırın tepsisine yer-
leştirin ve önceden ısıtılmış 175 derece fırına üzeri
kızarana kadar pişirin. Sıcak olarak servis yapın.
Afiyet olsun.
Bekir SARI
KUZUKULAĞINemli yerlerde yetişen, ge-
niş ve kabarık yapraklı, ortala-
ma 50 cm boylarında otsu bir
bitkidir. Bol miktarda C vita-
mini ile tanen, reçine, şekerler
ve nişasta içerir.
Kuzukulağının Faydalarıİdrar söktürücü ve kabızlığı
giderici etkilere sahiptir. Ateşi
düşürür. Kanamayı durdurma-
ya yardımcı olur. Diş ağrılarını
dindirir. Mide şişliğini giderir.
Kanı temizler. Egzama, sedef
ve sivilce gibi cilt hastalıkları-
na karşı faydalıdır. C vitamini
açısında zengin bir besin olan
kuzukulağı, C vitamini eksik-
liğinden kaynaklanan Skorbüt
hastalığına karşı da faydalıdır.
Kansızlığa iyi gelir
Kuzukulağı Nasıl Kullanı-lır?
Yaprakları salata gibi yene-
bilir. Haşlanan bitkinin suyu
içilebileceği gibi gargara olarak
diş ağrısını kesmek için kulla-
nılabilir. Haricen ise sivilce ve
egzamaya karşı lapa olarak so-
runlu bölgeye sürülür. Böbrek
rahatsızlığı olanların ve roma-
tizmalıların yememesi tavsiye
edilir.
Şifalı Bitkiler
KIYMALI AÇIK PİDE (15 adet)Hamuru için: 1 su bardağı ılık süt, Yarım su bardağı ılık su, Yarım çay bardağı sıvıyağ, 20 gram yaş-
maya, 1 çorba kaşığı yoğurt, 1 tatlı kaşığı tozşeker, 1 tatlı kaşığı tuz, Aldığı kadar un.
İçi için: 300 gram kıyma, 1 adet soğan, 1 tatlı kaşığı tatlı kırmızıbiber, Tuz, karabiber
Temmuz 201190
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Gerçek Kalp
Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin
Tasavvufî Görüşleri
116
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 0
Fiyatı: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli
70 TL
2011 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz