Ç.YOL/MAYISORTAK
AÇIKLAMASI
KIVILCIMLI HAKKINDA
NE DEDİLER?
E. KÜRKÇÜ
S. ORMANLAR
Y. KÜÇÜK
M.BELGE
D. PERİNÇEK
R.N. İLERİ
K. KORCAN
S. ÖZTÜRK
Z.T. ANADOL
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz
Y. KÜÇÜK ELEŞTİRİSİ
SÜNGÜRSAVRAN’LAPOLEMİK
TİRTKPBİRLEŞMESİÜZERİNE
BORSALARDAKİBÜNALIMÜZERİNE
EL SALVADOR’DANELEROLÜYOR?
Çağdaş YOLSİYASİ DERGİ
Düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz
SAHİBİ ve SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ:
Süleyman Kılıç YAZIŞMA ADRESİ:
Gençtürk Cad. Mahmudiye Çeşme Sok. Şamdancı İşhanı No:
18/26 Şehzadebaşı/İSTANBUL DİZGİ: Özen Dizgi BASKI: Eren Ofset
FİATI: 1200 TL. YURTDIŞI FİATI: 5 DM.
ÖNKAPAK RESMİ: İrfan Ertel
İÇİNDEKİLER
Açıklama/Mayıs-Çağdaş Yol..................................................... 3Türkiye’de Proleterya Hareketi ve Dr. H. Kıvılcımlı/M. Yılmazer..................................................................................6Dr.H.Kıvılcımlı Hakkında Söyleşiler.......................................12Ertuğrul Kürkçü........................................................................ 12Şaban Ormanlar.......................................................................17Yalçın Küçük.............................................................................18Murat Belge..............................................................................20Doğu Perinçek......................................................................... 22Rasih Nuri İleri......................................................................... 24Kerim Korcan........................................................................... 26Sırrı Öztürk............................................................................... 27Zihni T. Anadol......................................................................... 28Kıvılcımlı’nın Kendi kaleminden hayatı.................................29“ Türkiye Üzerine Tezler” Hakkında Birkaç Söz/M.Yılmazer..................................................................................30Türkiye’de Sınıf Mücadelesi ve “Askeri Darbeler”M.Yılmazer..................................................................................39Eylül Dersleri: Bilim ve Sınıflar/ Tamer A d a lı..................4412 Eylül ve Burjuva Sosyalizm i/Tamer A d alı...................46El Salvador/A.Tansever........................................................... 49Dünyada Neler Oluyor........................................................... 56Kapitalist Ekonomide Son Konak/A.Tansever..................... 62Durmanın Mantığı ya da Geciken Polemikler/A.Erkök....65K.N.E. Gençlik Festival i’nden İzlenim................................ 66Bilirkişi Raporu.........................................................................67
AÇIKLAMAÇıkarılma çalışmaları yürütülen 15 günlük bir gazeteyi desteklemeye karar verdik. Çağdaş Yol ve Mayıs’ın
bu ortaklaşa çabası işçi sınıfının ve diğer emekçilerin "birlik" talebine devrimci bir cevaptır. Şüphesiz bu sadece ilk adım. Genişleyerek devam etmesi gerekiyor.
Ülkemizde politik ve kitlesel ağırlığını hissettiren, burjuva sosyalizmine ve küçük burjuva sosyalizmine kendini kabul ettirmiş güçlü bir işçi sınıfı hareketi yok. Böyle bir otoritenin olmayışı sosyalist saflara yeni yaklaşan bir işçinin veya aydının devrimci ortamı tam bir kaos/kargaşa içinde görmesi sonucunu doğuruyor. Sosyalizme yönelmiş geniş emekçi yığınlar kaos içindeki devrimci ortamımıza şöyle bir bakınca ya moral bozukluğuna kapılıyor, yılgınlaşıyor ya da "devrimciler birleşin!” direktifini acil talep olarak bizim önümüze koyuyor. İşte bu talep bütün devrimcilerin samimice değerlendirmesi gereken somut bir olgudur. Biz değerlendirdik ve şu sonuçlara vardık:
1) Hemen belirtmeliyiz ki, devrimciler "hepbir halli Turhallı” değildir. Aralarındaki görüş ayrılıkları da kişisel kapris, kariyarizm vb. ile açıklanamaz. Biz devrimciler arasındaki görüş ayrılıklarının sınıfsal temelleri olduğunu düşünüyoruz. Özellikle 1960 sonrasında yoğunlaşan devrimciler arası strateji-taktik tartışmaları ülke ekonomisindeki değişmelere bağlı olarak şekillenen sınıfsal kopuşmaların sosyalizm sahnesindeki yansımalarıdır. İstekle ortadan kaldırılamaz. Devrimcilere düşen görev ısrarla ve olayı kendi gelişimi içinde olduğu gibi, sosyalizme yönelen halka anlatmak ve “devrimciler birleşin!" talebinin somutlaşmasını sağlamaktır. Devrimciler arasındaki temel kopuşmalar ve bununla farklı karakterdeki nüans ayrılıkları emekçilere anlatılmalı, pratikte zaten farklı konumlarda bulunan ve farklı davranan devrimcileri yığınların kavramalarını ve doğru gördüğü görüş doğrultusunda saf tutmalarını sağlamalıyız.
O halde “ Devrimciler birleşin!" parolası yazılı bayrağın altına hemen giremeyiz. Ondan önce ve onunla birlikte yapılması gereken işçilere neden devrimcilerin ayrı ayrı olduklarını kavratmak ve onları doğru gördükleri devrimci görüş içinde yer almaya yöneltmektir. Burjuva, küçük burjuva^proleterya sosyalizmleri birleşemez. Bunlar arasındaki ayrılıkların kökü sınıfsaldır. Görev proleterya sosyalizmini güçlendirmek ve geniş yığınları o bayrak altında toplayarak iktidara yürümektir. O halde herkes kendi bayrağını omuzlamalıdır. İşte devrimcilerden birlik talep eden herkese bizim ilk önce söyleyeceğimiz budur.
2) Ayrılıklar 'etleşince “devrimci birlik” in yolu da açılacaktır. Ayrılıkların üstünü örten her birlik kısa zamanda dağılıp gitmeye mahkûmdur.
Şimdi birliğin hangi zeminde gerçekleşmesi gerektiği sorusunun cevabını vermeliyiz.Bu zemin devrimci demokrat zemindir. Başlıca 3 öğesi vardır. Onların üstünde yükselir.A- Hedefi: Demokratik Halk İktidan’dır.B- Gücü: İşçi sınıfı ve emekçi halkın devrimci insiyatifidir.C— Taktiği: Eylülizme karşı halkın birleşik direniş hattını pratikte oluşturmaktır.İşte bu 3 ana noktada birleşen devrimciler, aralarındaki görüş ayrılıklarını korumakla birlikte ortak hedef
doğrultusunda bir cephe birliği kurabilirler. Siyasi farklılıklar devam edecek ve bunlar farklı partiler ve siyasetler olarak şekillenecektir. Ama önceden anlaşılan ortak hedef ve taktik hat üzerinde ittifak kurulabilecektir.
Mayıs ve Çağdaş Yol işte böyle bir ittifak için bir adım olması isteğiyle çıkarılması düşünülen gazeteye destek olacak.
Yayının ana ekseni ülkede ve dünyada her gün olup biten olayları değerlendirmektir. Tek tek olayları inceleyip onların altındaki gerçekler gösterilecek. Haksızlığa uğrayan yığınların sözcüsü olunacak. Tekelci burjuvazinin halka karşı attığı her adım teşhir edilecek. İdeolojik polemikler ilk aşamada düşünülmüyor.
Gazetenin gelecekteki karakteri pratiğin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenecektir.
Ülkemizde başka “ Birlik” veya “Cephe” çalışmaları da var. Biz kendi ortak zeminimizi açıklarken, diğerleri ile olan ayrılıklarımızı da belirtmeliyiz.
Bugün Türkiye devrimci hareketinin üzerinde kara bir bulut dolaşıyor. Bu tasfiyeciliktir. Tasfiye edilen nedir? .
Uluslararası işçi sınıfı hareketinin hayli uzun ve kahırlı mücadeleler sonucu elde ettiği prensipler ya burjuvaziden yenilen eylül tokatının acısıyla paniğe kapılıp terk ediliyor ya da düzenle kaynaşarak sözümona “komünist” parti kurabilmek için herkesin gözü önünde yapılan iğrenç pazarlıklarla birer birer masaya konuyor. "Devrim” “ Proleterya diktatörlüğü” , “Devlet” , "Parti” gibi dünya işçi sınıfı biliminin ve pratiğinin temel direkleri baltalanıyor, ayaklar altına alınıp utanmazca bir gayretkeşlikle çiğneniyor. Biz böyleleri ile “birlik” değil, mücadele etmeyi doğru buluyoruz.
Türkiye işçi sınıfı hareketinin onlarca yıllık mücadelesinin teorik-pratik kazançları, edinilmiş devrimci moral
değerler birer birer terk ediliyor. Bu küçük burjuva, burjuva sosyalistleri bir zamanlar taptıkları şeyleri (DİSK, terör, disiplin, örgüt, öncülük... vb.) şimdi çamura atıyorlar, pisliğe buluyorlar ya da somutluğundan koparıp içi boş teneke kutusuna dönüştürüyorlar. Bunların “Milâd”ı 12 Eylül’dür. Eylülizmin her nüansını bunların “sosyalizminde” dikkatle bakınca görebilirsiniz. Biz böyleleri ile “birlik” değil, mücadele etmeyi doğru buluyoruz.
Bünyesini saran tasfiyecilik mikrobu burjuva sosyalizmini zaten hiç peşinden ayrıimadığısosyal demokrasinin bir nüansı haline dönüştürürken, geçmişte halkın devrimci muhalefetinin içinde yer alıp cesurca döğüşen kimi devrimcileri de, tersi uca itip, geçmişlerinden tiksinerek dar burjuva aydın grupçukları olma sürecine soktu. Ne diyelim? “ insan bu kuş misali. Bir oraya konar, bir buraya" mı?
Devrimci saflardan kopuşlarını tasfiyeciler 2 sihirli kelimeye bağlıyorlar.1- Yenilik!Şüphesiz devrimci teori bir değişmez kalıp veya doğmalar toplamı değildir. Tersine devrimci metodumuz
hayatın gürül gürül akan canlılığıyla bizlerin kopmaz bağıdır, teori ancak o canlılığın ürünü olduğu sürece kıymetlenir, pratik değer kazanabilir. Yenilikler devrimci teorimizi zenginleştirmemiz için güzel fırsatlardır. Biz yeniliklerin tiryakisiyiz. Ama kimileri öyle davranıyor ki, yenilikler onlar için devrimci teoriden vazgeçmek fırsatı oluyor. Maskelerini çıkarıyorlar. Yeni durumlar onların gerçek kimliğini açığa vuruyor.
2- Özeleştiri!Eylül sonrasında belkide kendisine en çok işkence yapılan, işte bu kavramdı - Özeleştiri! Yaptığımız hatalar
bizler için ileri fırlatıcı yaylardır. Yeterki onları titizce ve somutluğu içinde değerlendirelim. Ama sizin sırtınızda yumurta küfesi olmayabilir. Hafifçe kanat çırparak gökyüzüne yükselebilirsiniz. Orada kuracağınız hayali yeni şatolar sizi somutun yükünden kurtarıp, yeni - hatta yepyeni başlangıçlara kavuşturabilir. O zaman geçmişteki hatalarınız sizi ezmiş, yenmiş, somut süreçlerden, gerçeklikten koparıp atmıştır. Hayalleriniz ne denli pembe de olsa gerçeğin ışığı üstüne gelince, görünmeyecek denli soluktur. Ama ne gam! Sizin sırtınızda yumurta küfesi yok ki! O zaman yeni başlangıçlara, yeni hayallerinizle koşabilirsiniz. Fakat tarihi olarak çağrılı olduğu noktaya yürüyen ekmek derdindeki işçi sınıfı sizi yalnız bırakacak ve hiçte hoş olmayan “keşif’lerinize tepkisi yüz buruşturmak olacaktır.
Hem “yenilik” hem de "özeleştiri” tasfiyeci burjuva ve bazı küçük burjuva sollarının kendi sağa savruluşlarına meşruluk kazandırmak için kullandıkları bahanelere verdikleri isimlerdir. Üstlerine sürdükleri yaldızları söküp atın! Bir Eylül günü yukardan gelen “Sağa dön, hizaya gir” emrine uymaktan başka bir şey yaptıkları yok.
Eylül sonrası oluşan yeni gelişmeleri devrimci elbiseleri atmak için bahane bildiler. Biz, yeni durumu geçmişin yok sayıldığı her şeyin yeniden başladığı bir milâd olarak değil, devrimci teori ve pratiğin zenginleşerek devam edeceği bir somut olgu olarak görüyoruz.
Geçmişteki hataların üzerinde oynayıp, devrimci mirası gözden düşürmeye, yığınları somut süreçlerden kopuk çıkmaz sokaklara sokmak istiyorlar. Biz geçmişin hatalarını somutça inceliyor ve somut sürecin içinde onları aşıyor ama devrimci mirasa gururla sahip çıkıyoruz. Geçmişimiz onurumuzdur! Geçmişimiz üzerinde yükseleceğimiz deneylerle doludur. Onların hepsini güzel günlere ulaşacağımız merdivenler olarak görüyoruz.
Zor günler yeni yol ayrımlarına gebedir. Eylül zoru devrimci ortamımız içindeki ayrılıkları derinleştirdi. Herkes kendi doğrultusunda normalden hızlı bir rota takip etti. Bu hızlı gidiş bazılarının üstündeki maskeyi düşürdü. Şimdi birçok şey daha net. Bilinçli işçiler sosyalizmde kalıcı mücadeleye yöneldikçe saflarını daha az tereddütle seçebilecekler. Bu da proleterya sosyalistleri için bir kazançtır.
Devrimci birliğimiz burjuva sollarının ve burjuva soluna yönelmiş kimi küçük burjuva sollarının tasfiyeciliği- ne/inkârcılığına/tesiimiyetçiliğine karşı işçi sınıfı ve emekçi halkımızın, devrimci gençliğimizin onlarca yıldır sürüp gelen mücadelesinin, kazançlarının bir teminatı, ileri sıçratıcı manivelası olacaktır.
Tasfiyeciliği hoş görmüyoruz. Açık olarak ilan ediyoruz ki onların yığınlar içinde saçtığı yılgınlık tohumlarına düşmanız. Önümüzdeki kısa süreçte tasfiyecilikle kesin bir hesaplaşmayı görev biliyoruz.
Öyle bazı yayınlar çıkıyor ki sinir sistemi laçkalaşıp tepkisizleşmemiş bir insanın bunları okuması epey sabır istiyor. Üslerine geçmişte devrim uğruna ateşe atılıp yanarak yolumuzu aydınlatan yiğit halk önderlerinin resmini basıyorlar, “ bol ajitasyonlu” bayağı bir söylevden bir sayfa sonra, o insanların uğrunda ölümü göze aldıkları devrimin temel prensiplerine, yüz yıldır bilinen kaşarlanmış oportünizmleri yeni keşfetmenin heyecanıyla hırsla saldırıyorlar. Pes doğrusu! Aldıkları virajlarla siyasal sarhoş haline dönüşmüş bu çizgileri karşımızda görüyoruz. O insanların fedakârca öne atılarak kendilerini yakışları, bilinçli işçilere ve devrimci gençliğimize, yoksul köylülere, özgürlük bayrağını kaldıranlara devrim yolunun geri dönülmez noktalarının işaretleri olarak yol gösteriyor. Şimdi görev o ışıkları körelterek/gölgelemek isteyenleri engellemek yola devam etmek.
Biz hâlâ devrimciyiz!
Bugün Türkiye devrimci hareketi her zamankinden daha acil ve önemli olarak iktidar sorununu siyasetinin temeline, ufkunun hedefine açıkça koyma durumunda. Bu durum bizlerin, isteğinin dışında objektif olavlarca da zorlanan bir olgu. •
Devrimciler sadece düzenin teşhiriyle yetinemezler. Kendi alternatif politikamızı da, iktidar propagandasının zemininde geliştirmek zorundayız. Bu, program sorunudur. Geniş yığınlar, kendi hoşnutsuzluklarını ve düzene tepkilerini güzelce dile getiren devrimcilerin, iktidara geçince nasıl bir düzen kuracaklarını kafalarında şekillendirebilmeliler. Bu ise, devrimcilerin iktidarının halkın kendi insiyatifinin bir uzantısı olacağının kavranmasından, hayatın her alanına (ekonomiden, dış politikaya, eğitimden, ulaştırmaya...) yönelik alternatif politika önerilerinin propagandasına dek uzayan oldukça geniş bir görevler zincirinin gerçekleşmesiyle mümkün oiacaktır.
Propaganda ve ajitasyon öyle bir zemin üstünde yükselmelidir ki, alternatif politikalar reformcu -yani düzen içi değil, devrimci temelde anlaşılabilmelidir. Bu, iktidar sorununun hiçbir ikirciliğe yer vermeksizin propaganda ve ajıtasyonun temeline yerleştirilmesiyle gerçekleşebilir. İkinci olarak, halkın kendi özgücüne güvenim geliştirmeyi, kuyrukçu politikalara savaşı temeline almalıdır ve ilk pratik adımı sosyal demokrasiyle kesin ayrışmanın yaygınlaştırılması olabilir.
Eylül öncesi 1-2 yılda başlayan yığınların sosyal demokrasiden sola doğru kopuşma süreci, kesintiye uğra-
tıldığı yerden hızlandırılmalıdır. Bugün sosyal demokrasi iflas noktasındadır. Amerikanvari gürültücü, parlak, içi boş laflarla arabesk yozlaşmasının karması reklam kampanyalarına bağlanan umutlar eskisindende çürüktür. Bu noktada sosyal demokrasiyle aramızdaki kalın sınır çizgisinin açığa çıkarılması, sosyalizm alternatifinin gerçekleşebildiğinin yığınlara propagandası acil bir görevdir. Pratikte her alanda bağımsız tavır o propagandanın inandırıcılığını kuvvetlendirecektir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türkiye’de sosyal demokrasi ile sosyalizmin, devrimciliğin pratik olarak geniş yığınlar içinde kopuşması dönemine girildi, bilinçlice yönetmek gerekiyor. Tersine düşünenler, kendilerine “komünist" sıfatını da verse, sosyal demokrasinin bir nüansı olmaktan öteye gidemeyecektir. Ve devrimcilerle aralarındaki ayrılığın eskisinden epey farklı kalınlıkta çizgiler olduğunu görecekler.
Sosyal demokrasiyle mücadele onun sosyalizm içindeki uzantılarıyla, burjuva sosyalistleriyle, reformistlşr- le mücadelenin önemini artırıyor. İşçi sınıfı içinde de sendikalizm, ekonomizm olarak şekillenen bu güçler, sendikacılar zümresi kanalıyla sınıfı dizginleyip uysallaştırmaya çalışıyorlar. Sınıfından kopmayan onurlu sendikacılarla büyük çoğunluğu teşkil eden diğerlerinin çatışması da hızlanma, yoğunlaşma durumunda.
Ağırlaşan, karmaşıklaşan görevler, o görevleri yapmaya samimice talip olanları yan yana getiriyor. Sorun o vanyana gelişi bilince çıkartıp, ortak davranışı bir sisteme sokabilmek. İktidar, güç, ittifak kavramları günümüzde kaynaşmış durumda. Mevcut sömürü ve baskıya demokratik halk insiyatifini alternatif olarak görenlerin güçlerini artırmak için ittifak olgusunu pratiğe geçirebilmeleri gerekiyor. İktidar lafla değil, pratikle alınacaktır. Pratikte belirleyici olan ise güçtür.
Egemenler istedikleri kadar huzur ve istikrardan bahsetsinler. O parlak nutuklar cenaze evinde zurna çalmaya pek benziyor. Üç kuruşluk meclis taktikleriyle komik seçim kanunları çıkartıp huzur ve istikrar sağlayacağını sananlar aldanıyorlar. Toplumun derin çalkantılarının gümbürtüleri yerin altından duymak istemeyenlere dahi kendini duyuracak güçte geliyor. 40 milyar dolar sınırını zorlayan dış borçlar, 5 tirilyon liralık iç borçlar, gittikçe keskinleşip iki uca savrulan zengin, yoksul ayrımı % 20-25'lik işsizlik oranı, artık her yerinden dökülen ırkçı, şoven zorlamalar bu çalkantıların maddi zeminidir. Ve her gün yeni yeni hoşnutsuzluk rüzgârlarını üretiyor, bir yandan ötekisine memlekete yayıyor.
Devrimci ortamımızdaki çözülme ve yozlaşma Eylül darbesinin ürünü ve uzantısıdır. Ülkedeki iktisadi ve politik gelişmeler ise bu yılgınlara inat edercesine hızla yeni devrimci görevleri bir üst seviyede şekillendirmekte, bu görevler onları sırtlayıp götürecek öncüleri beklemektedir.Bugün Eylül sonrası ortamının doğurduğu yeni durumun görevlerinin layıkiyle yerine getirildiği söylenemez. Bu yönde yönelişler vardır ama bunlar henüz tasfiyecilerden tam bir kopuşma sağlayamamış ve özellikle pratikte davranma konusunda sancılar çekmektedirler.
Son seçimler devrimciler için tam bir fiyasko niteliğindedir. Seçimlerde istisnai 5-6 yer hariç aday bile gösterilmemiş, seçim döneminin yükselen politik atmosferindenfaydalanılmamıştır. Devrimci demokrat güçlerin tüm böiç;' Ir ’de gösterdiği bağımsız adayların çevrelerinde güçlü bir propaganda taarruzu ile. mevcut düzen içinde seçimisr ve parlamentonun gerçek niteliği açıklanabilir, bu kampanya devrimci hareketin yeni sıçraması için basamak olarak kullanılabilirdi. Devrimciler ülkede gelişen her yeni sürece aktifçe müdahale edebilmeli, damgasını öasabilmelidir. Çaresizlik veya acizlik bizim işimiz olamaz.
Sendikalar alanında Türk-İş içine hapsedilmeye çalışılan işçi sınıfı bağımsız çıkışlarla bu zinciri parçalama yolundadır. Gerek Türk-İş içindeki sınıf bilinçli işçilerin muhalefeti gereksede bağımsız sendikaların veya o yöndeki oluşumların önündeki sorunlar titizce saptanmalı ve gerekenlerin pratiğe uygulanmasında öncü olunmalıdır. Sendikal alanın ötesinde ve çok daha önemli olarak, yüzbinlerce işçiye hitap edecek siyasi gerçekleri açıklama çalışmaları hedeflenmelidir.
Öğrenci gençliğinin YÖK cenderesine karşı başlattığı mücadele inişli çıkışlı bir rota izleyerekte olsa kendi zeminini geniş öğrenci yığınlarına kabul ettirme sürecine girmiştir. Hareketin ülke çapındaki merkezileşmesinin önündeki bünyesel ve yasal engeller ise henüz aşılamamıştır. Tek tek okullarda yürütülen mücadele ise merkezi bir yapıyla desteklenmedikçe yeterince verimli olamamaktadır. Dev-Genç geleneğinin yeni koşullarda yeniden egemen hale getirilmesi, on binlerce öğrenciyi sarabilmesi acil bir görev olarak devrimcilerin önündedir.
Günümüzde canlanan kadın sorunu reformist nitelikteki feminist hareketler tarafından kontrole alınmak istenmektedir. Ezilen cins konumunudaki kadınların kurtuluş hareketinin proleterya hareketi ile kuracağı bağların sağlamlığı,ortak kurtuluşunyakınlaşması anlamına geliyor. Kadın kurtuluşu hareketinin önündeki sorunların çözümü ve kadın üzerindeki cinsiyetçi baskıyı hayatın her alanında deşifre ve protesto etmek gerekiyor.
Çevre ve barış hareketinin uluslararası ve ulusal çaptaki gelişmesi, teknolojideki ilerlemelerin, insanlığın yararına kullanılmasındaki zaaflardan, engellemelerden veya o gelişmelerin genel insanlık çıkarlarıyla denge lenmemesinden veya doğrudan insanlığa karşı daha korkunç silahlar yapılmasında kullanılmasından doğuyor. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tüm insanları tehdit eder boyutlara sıçrayan çevre ve barış sorunları geniş yığınları kendi etrafında toplayıp harekete geçirebiliyor. Devrimcilerin öncülük yapması gerekiyor.
Çıkarılması düşünülen yayın proleterya ve müttefiki emekçilerin devrimci hareketini ülkedeki gelişmelerin anahtarı, belirleyici gücü olarak görecek. O açıdan tarafsız değil taraf olacak. Ülkede veya dünyadaki gelişmeleri hassasça takip edecek, sadece haber vermek değil, yorumlu haber vermek, şimdiki aşamada geniş yığınların olayların altında kalmaması, ana halkayı yakalayabilmesi için gerekiyor.
Çağrı yapıyoruz!Ülkede direniş çizgisindeki tüm siyasi eğilimlere ve tek tek insanlara böyle bir gazeteyi ortaklaşa çıkarmayı
teklif ediyoruz. Çağrımız baştan savma değil, samimidir. Böyle olduğu pratik içinde de ortaya çıkacaktır.Yazıların hazırlanmasında, gazetenin dağıtımında ortak olalım. Eğer böyle bir konumda bulunmak istenil-
miyorsa, direnişçi tüm güçleri asgari seviyede yardıma çağırıyoruz. Gelin bu gazeteyi yaşatalım.HEDEF: 15 günlük haber/yorum yayınıdır. Bu, ortaklaşa çabayı gerektiriyor.
BİZİMLE ÇALIŞMAK
İSTEMİYORSUN DEMEK
1 .
Artık bitimle çalışmak istcmivors
Bitkinim, dhwmuşsfin. piicûnı \
Yorgunum çok; diyormuşsun. atfın tükettim.
bir şey beklemeyin artık b,'inlen
Gene de bekliyoruz,
ne olursa olsun.
Yorumsan, uyuyorsan,
seni kimse uyandır mat.
kimse demez: Kalk, yemeğin baz
Hem. neden hazır etsinler veme^
Kalmadıksa yürüyecek giicün. zıbarır kalırsın orda,
aramaz kimse seni,
kimse demez Kalk, devrim oldu.
fabrikalar seni bekler1
Hem. sana ne devrimden'' Sen ö
İster suçlu kendm ol. ister başkası toprakta çürüyecek değil misin na
Çok savaştım, divormıışsun.
döviişemem arlık
öyleyse dinle
Savaşmazsan yok bil kendini,
ister suçlu kendin ol. ister başka*,
kendini vok bil.
2.
Hep umutla yaşadım, diyormuşsuı
ama kalmadı, divormuşsun. bende
umutlanacak güç bile.
Ne umduydun peki?
Ge! keyfim gel bir savaş mt?
Yanıldığın belli:
Durum senin bildiğin gibi de değil,
durum çok daha da kötü.
Harcamazsak gücümüzün üstünde ı hapı yutacağız.
Göremezsek gerekenden daha çok
silinip gideceğiz
Dört gözle bekler düşmanlarımız,
bekler yelkenler indirilsin.
Kavga adamakıllı kızıştı,
savaşçılar iyicene yorgun düştü.
Savaşçılar çok voruldıı mu
savaş yilirildı demektir,
bilirsin.
B Brecht
MAYIS Çağdaş YOL
TÜRKİYE’DE PROLETERYA HAREKETİ ve DR. H. KIVILCIMLI
GİRİŞGenel olarak 1960 sonrası devrimci ku
şak için Dr. H. Kıvılcımlı bilinmez kaldı. Arkasında güçlü tümenler olmayınca, bütün yaşamını proleterya davasına adamış olsa da. neticede “bir kişi ne olabilirdi? Hızla devrimci ortama akan “genç kuşak” için “saygı” duyulan, “eski bir devrimci” olarak kaldı. Bu yanıltıcı görüntüyü yaratan, çok açık ki, sınıflar savaşında 1960’la başlayan alt üslüktür Dalga, eskiye oranla öyle hızlı kabardı ki. önceki uzun yılları kalın bir tabakayla örttü, hareketin tarihi olmamışa döndü. Ancak ardarda gelen her dalga, ilk kaba birikintiyi kazıdıkça, temeldeki taşlara değmeden edemedi.
Bu noktada en öne çıkan isim şüphesiz ki Dr. H. Kıvılcımlı’dır. H. Kıvılcımlı'nın proleterya hareketimizdeki yeri nedir sorusu-
GELECEK
Ormanlar daha gür olacak, daha gür.
Tarlalar daha çok şey serecek. daha çok şey
Şehirler daha canlı olacak, daha canlı.
İnsan ömrü daha urun olacak, daha urun.
B.Brechr (Çeuren: A. Kadir)
na tek bir cümleyle cevap verirsek: O, hareketin bütün tarihidir. Ama yalnızca tarihi değil, aynı zamanda 1960 sonrası hareketle sentezleşen tarihidir. Böylece günümüzle kopmaz bağlarını kurmuştur.
H. Kıvılcımlı’nın yaşamıyla ilgili bilgilerimiz çok eksik. Ancak onun hayatı, işçi sınıfı mücadelesiyle “hal hamur” olduğu için çokça karanlıkta değiliz.
H.Kıvılcımlı’nın yaşamı ve mücadelesi en kaba hatlarıyla üç basamağa ayrılabilir. İlk basamak: 1929'lara kadar olan dönemdir. İkinci basamak: 1930’lardan 27 Mayıs öncesine gelir. Üçüncü basamak ise, 1960
sonrasından ölümüne kadar aklar.İlk dönem. Parti mücadelesinin ilk ku
ruluş yıllannda H. Kıvılcımlı’nın şekillenmesini, ikinci dönem yetkinleşmesini; 1960 sonrası ise parti tarihi ile günümüz mücadelesini sentezleştirme savaşını kapsar.
İLK BASAMAK: MÜCADELEYE GİRİŞ VE
ŞEKİLLENİŞ
Dönemin olaylan üç başlıkta toplanabilir. Dünya açısından, Ekim devrimi yeni bir çağ açmıştır. Bunun en doğal sonucu ise, dünya devrimcilerinin gündemine RSDIP deneyinin özümsenmesini getirmiştir. Türkiye açısından. Kurtuluş Savaşı yılları, ülkede temelli bir alt üstlüktür. Bu yıllarda H. Kıvılcımlı, bizzat Köyceğiz Kuvayi Milliyesi’nde hem halkın girişkenliğini ve “yürekliliğini”, hem de Osmanlı artığı sınıfların “satılıklığını” canlı hayatta yaşar, tanır. Parti açısından ilk kuruluş yıllandır. M. Suphi ve Onbeşler devrimci selinin akıp gedmesinin acı deneyi, Ankara’da Halk İş- tirakiyan Fırkası’nın popülizmi parti tarihinin ilk açılışı olur. Aynı zamanda İstanbul’da İşçi Çiftçi Fırkası, Marksizme doğru adım atar. Ve olaylar 1927’de V.Nedim Tör’lerin partiyi polise teslim eden provokasyonuyla bir dönüm noktasına gelir.
Birkaç cümleye sığdırdığımız olaylar zinciri, H. Kıvılcımlının ilk şekilleniş yıllarıdır. Yıllar kısa olsa da, olaylar, insan düşüncesinde fırtınalı atlayışlar yaratacak zenginliktedir.
1929 yazında, ardında on yıllık partili mücadele deneyiyle Elazığ hapishanesine (kendi deyimiyle “üniversitesine”) yola çıkarken, H. Kıvılcımlı, aynı zamanda her üye gibi önemli bir parti göreviyle de yüklüydü. 1927 provokasyonu yaşandıktan sonra Parti’nin gündeminde köklü bir otokritik görevi vardır.
İKİNCİ BASAMAK: YETKİNLEŞME YA DA ‘YOL’ OTOKRİTİĞİ ve
TARİH TEZİ
"Onun için hayatı partinin yaşayışı ile hal ve hamur olmuş, saçını orada ağartmış, başını ona adamış bulunan her mücahit (mi-
MEHMET YILMAZERlitan) yoldaş, o parti (“günah")ının kefaretini böyle açık seçik satırlarla vermeye mecburdur.
“Mecburiyete uydum.“Bu gücü ne dereceye kadar başaraca
ğım?”“Yalnız, elimden geldiği kadar değil, -son
Merkez Komitesi’nin kararlarına göre - mecbur olduğum dereceye kadar uğraşacağım" (Yol, Genel Düşünceler, s. 15)
Bu “otokritik” çabası ve görevi 1930’a kadar geçen Parti tarihinin kesin bir tablosunu vermekle kalmaz, gelecek yıllar için aydınlık bir yol açar. Ortaya kapsamlı bir "Yol” etüdü çıkar. Kompleksten uzak, her okuduğunu anlayan kişi bu etütlerin yalnızca önemli birkaç bölümünü okuduğunda, o dönem varılan teorik kapsamlılık ile 1960 sonrasının teorik geriliğini çarpıcı bir şekilde görebilir. Evet, Yol etütlerinin yalnızca bir bölümü 1970’te Sosyalist Gazetesi'nde yayınlanabildi. Geri kalanlar ancak 1977 sonrasında aydınlığa çıktı. Fakat aynı düşüncenin eri H.Kıvılcımlı oradaki teorik tezleri 1960'lardan sonra defalarca, üstelik daha da geliştirerek döğüştürmüştür. 12 Mart a gelindiğinde biriken malzeme az değildi. Ama yine de ’60 sonrası hareketin büyük bir kesimi için bu teorik temel bilinmez kaldı, ya da bilinse de algılanmadı.
Yol etüdüne başlarken H. Kıvılcımlı sorunu şöyle koyar:
"Tekrar edelim. Yol açılmıştır. Bize düşen iş şunlardır:
“1- Yolun neresinde bulunduğumuzu anlam ak: Bunun için, bizden öncekilerin geçerken bıraktıkları lambaları yakmalıdtr. Yaşanmış denemelerin verdikleri dersleri benimseyerek Parti’nin tarihi mevkiini belli etmelidir.
“2- Bundan sonra geçilecek yolları iyice bilince çıkarm ak.
“3- Yolun ve politik yapının özelliklerini elle tutulur hale getirmek.” (ay. s. 28)
Yalnızca, bu otokritiğe başlayış yordamı bile, 1960 sonrası hareketin genel karakteri ile çatışmaktadır. On yıldır, “yol açıl mıştır”, “bize düşen... yaş^pmış denemelerin verdikleri dersleri benimseyerek Parti’nin tarihi mevkiini belli etmektir.” 27 Mayıs sonrası durgunluğundan kopan hareket ise, hem yolu ilk kendinin açtığına, hem de "benimsenecek dersler" olmadığına inanarak yürüdü.
Bu nedenle, geçmişin deneylerinden hız alamadığı için, günlük pratikten öğrendi,
6
zikzaklar aşırı savrulmalar kaçınılmaz oldu Biz geçmişten öğreneceklerimiz olduğuna inanarak, o günlerin derslerini bir film şeridi gibi görelim.
“Yol" otokritiği 1930 öncesini başlıca iki konağa ayırır: Başlangıç Konağı: Ütopizm: “Hazırlık Konağı: Marksizıne doğru "
Başlangıç ya da Ütopizm Konağını “Onbeşler’' ve “Halk İştirakiyun Fırkası” temsil eder.
Onbeşler: “Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Marks'ın Paris Komiinarları için dediği gibi: 'Göklere sıçrayan kahramanlık' timsalidirler. Tıpkı gene Paris Komünacılarını kasıp kavuran, haddinden aşırı “saf çocukluk" vasıllarına kurban olup gittiler... Mustafa Suphi hareketi özü itibariyle bir Bakuninizmden ibaretti Burjuva paşasının hilesine kanarak, Bolşevik Devrtminiıı serbest bıraktığı esir Türk subay ve erlerinden alelacele yaptığı bir alayla Türkiye'de Bol- şcvizıni kurmaya yürüdü." (Yol: Partide Konaklar ve Konuklar s. 101-102)
Kıvılcımlı bu eleştirisini şu şaşmaz pren- sipçil temele oturtur:
“Türkiye marksistleri geçmişin bu acı ve kanlı hatıralarını gönüllerine ölmez izlerle yazarlarken, ilk tecrübelerin niçin bozguna uğradığını da izah etmeyi bilirler. Ve bu izahla ne denli başarılı olurlarsa, harekette de o derece başanlı olacaklardır." (ay. s. 100)
Onbeşler’in temelli hatalarını H. Kıvılcımlı dört başlıkta toplar:
“ 1- Dünya ölçüsünde devrimde sırf dış yedek güçlere dayanmak:
“Onlar sm c, {«üçlere; proleterya diktatörlüğüne dayandılar.
“Pekala biliyoruz, Türk burjuvazisi de o dış giice. yani proic terya diktatörlüğüne dayandı. Bolşeviklerden para, silah, asker ve her şey aldı. Fakat bu aidığı vasıtaları, Anadolu'da kurduğu siyasi, idari ve askeri burjuva teşkilatlarının çerçevesine tabi tuttu. Yani önce iç gücünü teşkilatlandırdı. Her türlü bağımsız halk hareketi ve teşkilatlanmalarını yaşatmamak için ne lazımsa her tedbiri aldı. Ve ancak özel mülkiyeti emniyet altına almak suretiyle Bolşevizme dayandı. O iki şeyi aynı zamanda başarama- saydı. Kemalizm'in yerinde çoktan yeller eserdi.
“2- Bir memleket ölçüsünde objektif ve realist olamamak:
"Onbeşter'in harekete geçtikleri zaman dünyadakiisınıf ilişkileri şiddetle devrim lehinde idi. Fakat bu ilişkilerin Tüıkiye'deki özelliklerini, yani Türkiye halkının devrimci eğilimlerini öldürmek isteyen faktörleri Mustafa Suphi ve yoldaşları dikkate alamadılar.
“3- Öncü ölçüsünde gizli faaliyeti h içe saymak:
“4 - Teşkilat yokluğu” (ay s. 106 1 OK)Sovyet devriminin ülkemize savurduğu
bu ilk devrimci sel dört başlı hatasının kurbanı olur ve akıp geçer Onların örnek alı nacak yanları "İrıkilapçı Kanatlanış "larıvdı. Ancak ardından gelen Halk Iştirakiyun Fırkası": "1 Onbeşler in olumlu sahalarından çok olumsuz yanlarına mirasçı olmaktan kurtulamayacaktı 2 Onbeşieı den bambaşka bir sahaya: Parti teşkilatı. Meclis fa aliyelleri ve ilh. gibi yeni yeni alanlara döküldükçe. Onbeşler de görülmeyen yepyeni ve oldukça feci hatalara düşecekti " (ay. s. 109)
Halk İştirakiyun “işçi, köylü tabirlerini bol bol harcadığı" halde “onun ağır basan tarafı. sınıflar üstünde, hatta sınıflardan bambaşka bir halk tasavvur" etmesidir. Boyle- ce “bolşevizmle burjuva insan iyetçiliğini birbirine karıştırmaktan" kurtulamamıştır.
Halk Iştirakiyun özlediği geniş halk yığınlarından kopuk kaldıkça “var kuvvetiyle Meclis'i fethetmeye” girişti. Kemalizm karşısında açık, gizlilikten yoksun, Meclise umut bağlayan. Halk iştirakiyun. Kemaliz- miıı 1921'lerden sonraki dönüşüyle dağıldı.
Hareketin başlangıç konağının temsilcileri Bolşevizm'den etkilenmişlerdi, fakat özce (teori ve pratikleriyle) Bolşevizme değil. tersine Rusya'daki Marksizm öncesi Narodnik akımlara denk düştüler. Hiç şüphesiz ki. Ekim Devrimi sonrası artık bir ülkedeki herhangi bir halk muhalefeti Bolşevizme özenmeden edemezdi. Ancak bu hareketlerin kabuğunun içindeki özü seçmek gerekliydi.
Bizde Onbeşler ve Halk İştirakiyun, Marksizm öncesi Ütopizm ve Popülizm konağını temsil ettiler.
Onbeşler Baküde derlenirken aynı yıllar da önce Almanya'da “Kurtuluş” dergisi çıkar, ardından 1919’larda İstanbul'da işçi Çiftçi Fırkası kurulur. Fakat hareketin iki kanadı, Onbeşler ve Halk İştirakiyun kanadı ile İşçi Çiftçi Fırkası Kanadı zamandaş olmalarına rağmen, pratikte birbirinden kopuk kalmışlardır. Bunu yalnızca Kurtuluş Savaşı’ndaki Anadolu-İstanbul bölünmesi ne bağlamak yeterince açıklayıcı olamazdı.
"Teorik olarak tersine, her iki hareketin birleşmekle kuvvet bulaçağını fark etmek mümkündür. Ancak somut hayatta böyle bir şey olmadı. Demek olmayacaktı. Bu sahada, kuru hayıflanmalardan ziyade, ileri için, hareketin bütün Türkiye ölçüsünde sentezleşmesi için tarihi bir ders çıkarmak ve bu dersten Marksistçe yararlanmayı bilmek daha realistlik olur.
“Bununla birlikte fiili sahada ayrı kalış, bu iki hareket için sırf kötü bir tesadüften veya bir anlayamazlıktan. anlaşamazlıktan ibaret değildir. İki hareket kökten ve ana telakkiler bakımından iki ayrı aşamayı temsil ediyorlardı. Teorik temelce iki başka zihniyeti ifade ediyorlardı." (Yol. Partide Konuklar ve Konaklar, s. 131)
Bu iki ayrı aşama neydi? Onbeşler ve Halk İştirakiyun işçi sınıfı ile bağ kuramayan Ütopizm ve Popülizm dönemi oldu. Rusya'da Marksizm öncesi Narodnik harekete ve onların çeşitli nüanslarına denk düştüler
1919 İşçi Çiftçi Fırkası ise daha çok 1883 Emeğin Kurtuluşu grubunun kurulmasıyla başlayan Marksizme doğru hazırlık konağına denk düştü. Legal Marksizm ve Ekonomizm konaklarını yaşadı.
Bizde 1922’lerdeki Akaretler Kongresi "İkinci sayılmıştı. Fakat bu hakikatte Rusya'nın 1898'deki birinci kongresine pek benzer. Her iki kongrenin de öz hedefi: Dört bir yana dağılmış bulunan devrimci hareketleri, -şimdilik temayülleri ne olursa olsun- şöyle bir derleyip toparlamak idi. Dağınık cereyancıkları Aydınlık grubu çerçevesinde partileşmeye doğru hazırlamak idi" (ay. s 140). Ancak Akaretler Kongresi henüz "devrimci hareketleri" derleme adımı olduğu için doğrudan bolşevizm olamazdı. Olmadı.
Legal Marksizm'i bizde Sadrettiıı Celal1 in başında bulunduğu Aydınlık dergisi (1922-1927) temsil eder.
Ekonomizm'i (1926-1927) V. Nedim Tör ve S. Süreyya'nın içinde bulunduğu “Seka” temsil eder.
“Mesela Aydınlık denince hatırımıza gelen onun sahibi 'Sadrettin Celal Bev' olur. Aydınlık çok kere daha devrimci unsurların elindeydi. Fakat yeni hamlelere işaret olan yazıları, -kiler sıçanı gibi gizli gizli.- sis- tematikman kemiren kişi Sadridir. Sadrettin Celal, İstiklal Mahkemesi'nde, devrimciliğin sırf ‘harici havadislerle alakadar olduğunu" iddia etmişti Demek istiyordu ki, ben Türkiye'de Marksist devrimle o kadar alâkarlar değilim. Maksadım dünya hadiselerinde köktenci bir objektiflik göstermektir... Bu yüzden Aydınlık, gizlemiye çalışsa bile, daima “Kanun dairesinde müte- vazi. dürüst ve hayırhay bir reform iddiası olarak kaldı” (ay. s. 142)
Hareketin başlangıç konağının teı Bolşevizm’den etkilenmişlerdi, fal (teori ve pratikleriyle) Bolşevizm
tersine Rusya’daki Marksizm ö Narodnik akımlara denk düştül*
şüphesiz ki, Ekim Devrimi sonrası ülkedeki herhangi halk muhal
Bolşevizm’e özenmeden edemezd bu hareketlerin kabuğunun içind
seçmek gerekliydi.
“ 1926 Viyana Konferansı: Aydınlıkçılığın her sahadaki darmadağınıklığma vurulmuş ilk sınır Parti programının özendirilmesi" oldu. (ay. s. 140).
“Fakat programda birlik, tatkikte selameti icap ettiremezdi ve ettiremedi. Nitekim daha iki yıl. 1926 ve 1927 seneleri, programa rağmen; I eninizmin siyasi açıklamalarında ve bütün milli hoşnutsuzluklar ölçüsünde itham ve ajitasyon taktiği; Müterak- kipçi (ekonomist bn.) ve legal Marksizmin iğrenç bazı zaruretlerle devamlı olan mahut ‘Seka'ya kabul ettirilemiyordu.
“ 1927 yılı her türlü tufeyli (asalak) yapışkanlığın ve iğrenç geçinme imkânlannın birden bire yok olduğunu gören Müterak- kıpçilik: Belki hiçbir partinin tarihçesinde örneğine rastlanılmamış bir skandal ve provokasyon sarası içinde kıvranıp gömüldü." (ay. s. 141)
Parti deki bu “örneğine rastlanılmamış” provokasyonu hazırlayan koşullar neydi? 1920 1er Kemalist burjuvazinin ilk günleridir. Iktidannı sağlamlaştırmak için Türk burjuvazisi. İstanbul'da patlak veren grevler ve Şeyh Sait Kürt isyanıyla birlikte 1925'te Takrir i Sükun Kanunu’yla İstiklal Mahkemeleri dönerfıini açtı. Aydınlıkçılık ve kuy- rukçuluk bu birkaç yılın aldatıcı ortamının ürünü oldu.
“Mütareke ve ondan sonraki üç beş aylık aldatıcı ve 'mürdezad' (ölü doğmuş) piç burjuva demokrasisi onların bütün dünyasıdır. O piç demokrasinin yarattığı yalancı (légalité + anti-emperyalizm) hamlelerine her nasılsa kapılmışlardır.
“Niçin kapılmışlardır?“1- Légalité: Kuyrukçu küçük burjuva
nın bir işe girebilmesi için o işte bir tehlike
BİR GÜN
GELECEK
Bir gün gelecek, zaman bizim olacak, bizim.
Bütün düşünürlerini okuyacağız bütün çağların.
Bütün ustaların bütün tablolannı göreceğiz.
Bütün maskaralara kırılacağız gülmekten.
Arkadaş olacağız bütün kadınlarla.
Ve bütün insanlara
öğreteceğiz gerçeği.
B.Brecht
görmemeye ihtiyacı vardır.“2- An t ¡-emperyalizm: O zaman ki
Türkiye’nin bütçın sınıfları için (birkaç komprador müstesna) biricik prensipti. Küçük burjuva ve burjuva aydınları için en cezri (köktenci) lafebeliği ancak anti- emperyalizm sahasında yapılabilirdi. Şu halde kuyrukçuluk, burjuva vatanperverliğinin ‘Marksist’ frazeolojiyle ifade edilişinden başka bir şey değildi." (ay. s. 175)
Bu "Marksist lafebeliği” yapan “burjuva vatanperverliği” Partiden kopuştuktan sonra, Kadro Dergisi çevresinde Kemalizmin ideologluğuna soyundu. Böylece Parti tarihinde bir dönem daha kapanmış oluyordu.
H. Kıvılcımlı, Parti tarihinde Aydınlık dönemini (Legal Marksizm): Program sapıklığı; Viyana Konferansı sonrası “Seka” dönemini (Ekonomizm): Taktik sapıklık olarak tespit eder... Bu dönemler 1927 provokasyonu sonrası aşılmış olur. Hiç şüphesiz ki, zengin bir mücadele ortamında değil Şark toplumunun kısırlığı ve Takrir-i Sükun zılgıtı altında olaylar akmıştır.
1927 sonrasını, H. Kıvılcımlı, “Konak yakmak ve Bolşevikleşme” olarak görür. Ancak bu döneme daha girilir girilmez Parti “dar-Amelecilik, Komünizm Sof- • talığı: U!timatomculuk”la yüzyüze gelir.
“Bizde Ultimatomculuk, Kuyrukçuluğun temizlenişinden sonra belirir. Sağa vurmakta fırka çizgisine uygun gidenlerden bir kısmı, Kuyrukçuluğun birdenbire provokasyonu ve intiharı üzerine doğan geçici dağınıklık devrinde. Fırka mihverinde dümen tutturamayarak, fırtınaya tutulmuş takalar gibi mukabil kutba, sol uç kayalıklanna çarptılar.” (Yol: Parti ve Fraksiyon, s. 50) Bu fraksiyoncu dar ameleciliğin intihan ise, 1929 İzmir tevkifatıyla olmuştur.
1934’ler sonrası özellikle 1935-38 arası Parti, H. Kıvılcımlı’nın içinde bulunduğu “Parti Triumvirası”; “Kıvılcımlı, Haşan ve Vasıf’ yönetimde Yol Otokritiği doğrultu- sundu adımlar atmıştır. “Legaliteyi İstismar” taktiği doğrultusunda Parti’nin o güne kadar içinde olduğu “teori kınntıcılığı” “Marksizm Bibliyoteği”, “Emekçi kütüphanesi” ve “Günün meseleleri” propaganda faaliyetiyle önemli ölçülerde aşılmıştır.
1938’de gelen D o n an ıp Tevkifatı, Parti’nin bu olumlu yönelişini yertiden uzun yıllar kesintiye uğratmıştır.
“ YOL” OTOKRİTİĞİNDE TÜRKİYE SINIFLAR
YAPISIBurada Yol Otokritiğine başlanırken çi
zilen iskeletin diğer maddelerine gelinir. “Bundan sonra geçilecek yollan iyice bilince çıkartmak, yolun ve politik yapının özelliklerini elle tutulur hale getirmek.”
Kısa, ancak binbir altüstlükle yüklü on yılın Parti deneylerini, gelecek Konağı tespit eden Kıvılcımlı, buna bağlı olarak Türkiye ekonomisi-politikası ve sınıflar yapısını, aynı otoritikte “elle tutulur” hale getirmiştir.
1960 sonrası en çok tartışılan teorik sorunlardan “önümüzdeki devrimci görev”, “strateji bahsi”nde şöyle belirlenir:
“Vanlacak konak, gaye, hedef nedir? Bu soruya cevap vermek için keramet sahibi olmaya lüzum yok. Türkiye’de Türk burjuvazisi kendi devrimini yaptı. Bu devrimi bitirdi mi, bitirmedi mi? Bitirebilir mi, biti
remez mi? Bunu bir tarafa bırakalım. Dünyanın herhangi bir kapitalist sınıfından beklenilmeyen ve alınamayan şeyi, Demokratik Burjuva Devrimi’ni son haddine vardırmayı, bizim burjuvaziden ummak boşunadır. Türkiye sermayedarlığı ununu elemiş, eleğini duvara asmıştır. Fazlası: Fazla- kâr, artı-değer çekmekten ileriye geçemez. Şu halde bize, Türk proleteryasına, bütün memleketler işçi sınıfına düşün bir görev kendini dayatıyor: Burjuvazinin bıraktığı yerden başlamak! Türk burjuvazisi, Türkiye’nin sömürge kurtuluşu mücadelesinde devrimci rolünü oynadı ve zaferden sonra kendi soygun düzenini kurdu. Zaferin ganimeti ile yaşıyor. Türk proleteryası, yarım kalan ve yarım bırakılmak istenen işi bütünleştirecek: Sömürge kurtuluşunu yapan Türkiye halkını sosyal kurtuluşa götürecektir.” (Yol, Strateji Bahsi, s. 9)
Tespitte hiçbir yakıştırma yoktur. Bu özlü tahlili şöyle şemalaştırabiliriz:
1. Türk burjuvazisi sömürge kurtuluşu mücadelesinde devrimci rolünü oynadı.
2. Zaferden sonra kendi soygun düzenini kurdu.
3. Bizim burjuvaziden demokratik burjuva devrimini son haddine vardırmayı ummak boşunadır.
4. Gerçek sosyal kurtuluş yarım kaldı ve yarım bırakıldı.
5. Proleteryaya düşen sömürge kurtuluşunu sosyal kurtuluşa vardırmaktır.
196Ö sonrası tartışmalar hatırlansın. Burjuva devriminin tamamlandığı tezinden, Kemalizmin “anti-emperyalist” yanına takılıp ona aşırı misyonlar yüklemeye, hatta işçi sınıfının rolünü küçümsemeye kadar varan pek çok görüş, bir on yıl kıyasıya “teorik savaş" yürüttü. Parti tarihinin derinliklerinde ise sorun basitçe, “keramete” gerek duyulmadan formüle edilmişti.
Stratejik amaç böyle konuşulunca, “düşman" ve “ihtiyat” güçler tespitine geçilir.
Yol otokritiğinde Kemalizm, bir cümleyle en çarpıcı şekilde bütün görüntülerinden soyundurulur:
“Bismarkizm, serbest rekabet devrinin Bonapartizmi’dir. Kemalizm mali oligarşi Bismarkizmi'dir.” (Yol, Genel Düşünceler, s. 83)
“Ekonomik yapı özellikleri”miz: “Özellikle banka sermayesi”, “Tekelci sermaye”, “Devlet sermayesi ve kaynaşması” ve “yabancı sermaye" başlıkları altında didik didik edilir.
Birkaç kesit verelim.“Üç büyük devlet bankasının (Ziraat, Sa
nayi ve Maadin, Emlak ve Eytam), halktan birer birer aldıklarını, yerli burjuvaziye toptan verdiği ve üç başlı canavarın, yerli milli sermayeye dadılık ederek onun palazlanmasından başka bir gaye gütmediği bir sistemdir." (Yol, Düşman. Burjuvazi, s. 66)
“Yerli milli sermaye”nin yapısı, olayı daha da aydınlatır.
"Türkiye’de ‘yerli-milli’ dediğimiz banka sermayesine sermayeye 1 /2 oranında ve sermayenin temerküzü itibariyle 16 misli hakim olan sermaye biricik İş Bankası'dır.. 1929’da tekmil yerli-milli bankalar. 5,3 milyon küsur lira kâr ediyorlar. Bunun % 78’i 4 büyük bankanın... Fakat % 3 l'i de biricik İş Bankası’nın... Yani biricik İş Bankası, 34 küçük ‘yerli-milli’ bankanın 1 /2 sermayesi ite 34 bankanın 1.5 mislinden fazla kâr ediyor!” (ay. s. 67)
Öte yandan, "Türkiye’de hemen bütün sınai büyük şirketler, 2 ’si ‘Ecnebi-Milli’ ve 4‘ü büyük, 4 ’ü küçük olmak üzere 8 'yerli- milli', 10 bankanın elinde temerküz ediyor.” (ay. s. 83)
Yol Otokritiğinde detaylıca irdelenen Kemalist ekonomi-politikanın yalnızca birkaç paragrafını aktardık. Ancak öz belli. Türk burjuvazisinin ununu eleyip, eleğini duvara astıktan sonra soygun düzenini nasıl ve hangi yollardan kurduğu, hiçbir yakıştır
ma yargıya kapılmaksızın teşhis edilir.Hedef böyle tespit edildikten sonra, ih
tiyat kuvvetlerin irdelenmesine geçilir.İhtiyatların en genel durumu şöyle tespit
edilir:
“ 1. Garpte: Amele + Fakir köylü ittifakı, 2- Şarkta: Amele + bütün köylülük" (Yol, Strateji planı, s. 10)
İşçi sınıfı ve köylülüğün ortak hedefi, kır ilişkilerinin derin bir analizinden çıkar: ‘
“1- Ağa (Derebey artığı): Çalışkan köylüye her türlü ödünç verdikçe yavaş yavaş bir nev’i ayni-tefecileşir. Kemalizm bu ve-> tireyi körükler.
"2- Tefeci: Çalışkan köylülerin mülklerini zapt ettikçe büyük arazi sahibi olur ve büyük arazi sahibi sıfatıyla iş kuvvetini daimi surette borçlu (kendine bent) ettikçe bir nevi toprak bent sahibi olur. Dere- beğileşir.
“3- Malı-Sermaye: Bankalar doğrudan doğruya köylüye değil, tefeci-sermaye (tüccar, fabrikatör) vasıtasıyla kredi açarak, tefeciliği yamanlaştırır ve genişletir. Tefecilik, mesela kredi kooperatifleri, yavru banka-
cıklar ve ılh. yollardan bankalarla kaynaşarak mali sermayedarlaşır.
“4- Devlet: Görüldüğü gibi en büyük bankerdir. Mesela, tefeciliği kredi kooperatifleriyle sistemleştiren ve köylüye ancak tefeci sermaye vasıtasıyla ödünç veren Ziraat Bankası, köylünün emeğiyle biriktirilmiş devlet bankasıdır. Yalnız Ziraat Banka- sı’na bakmak Kemalist devlet cihazının ne berbat bir tefeci ve rnali sermayedar cihazı olduğunu görmek için kâfidir.” (Yol, Müttefik: Köylü, s. 170)
Ve bu “dört unsur bir tek vücut (Kemalizm) "dir.
“Strateji Plam”mn son bölümü "ihtiyat- kuvvet: Milliyet (Şuık)"da bugün artık günlük gazete manşetlerinden inmeyen "Kürt Sorunu" irdelenir. Yerli yerine oturtulur.
Yol otokritiği TKP’nın ilk on yılının de-
1960 sonrası tartışmalar hatırlansın. Burjuva devriminin tamamlandığı tezinden, Kemalizmin
“Antiemperyalist” yanına takılıp ona aşırı misyonlar yüklemeğe, hatta işçi sınıfının rolünü
küçümsemeye kadar varan pek çok görüş, bir on yıl kıyasıya “teorik savaş” yürüttü.
neylerinden çıkartılan dersler ve aynı zamanda partinin gelecek yılları için yürünecek yolun terr,«Haşlandır. "Yol" otokritiği H. Kıvılcımlı açısından, parti mücadelesine egemen olan “teori kırıntıcılığı” ve “ilkellik ’ten kopuşma olur. Ancak parti, aynı ilkellikten kopuşabilmiş midir? Dönem dönem bunu başarsa da Yol otokritiği parti çizgisinde sürekli ve kesin egemen olamamıştır. Partinin her tevkifattan sonra uzun dağılışlara uğraması, sapıtmalarla aşın zayıf düşmesinin nedeni, bir tek kelimeyle, teorik özünii, çekirdeğini pekiştireme- mesinde yatar Bu günden baktığımızda, devrimcilerin ancak yüzlerle sayılabildiği günlerde teorik kofluğun, pratik açısından ne denli korkunç sonuçlar doğurabileceğini daha iyi kavrayabiliriz. 1960 sonrası binlerle hatta yüzbiıılerle sayıldığımız günlerde teorik ve taktik boşluklarımızın bedellerini acı acı ödedik. “Dev" gövdelerin, sağlam teorik temellere ve hassas taktik hatta oturmadığında. bir darbeyle düştüğü korkunç kaosu yaşadık. Bu deneylerden sonra artık tek parti dönemi parti hareketinin sancılarını kavramak zor olmasa gerek.
Belirttik. Yo) otokritiği, H. Kıvılcımlı açısından. parti tarihindeki. Popülizm, legal Marksizm, ekonomizm sapıtmalanndan kopuşma oldu. Bu kopuşmadan sonra kıyasıya pratik savaş ancak 3-4 yıl sürebilmiş- tir. 1938 Donanma tcvkifatıyla H. Kıvılcımlı. yemden 16 vıl pratik mücadelenin canlı akışından kopanlır. Kendi cümleleri ile bu çul - lar şöyle özetlenir:
“Bunu ("Yol otokritiğini bn.l o zaman içinde bulunduğum Santral Komite ye bir tartışma pla or nu olur umuduyla verdim... Üst üste tevkifler, mahkemeler ve en sonunda 1939 Donanma davasında (Askeri isyana tahrikten 15 yıla mahkûm edilişim) ideolojik tartışma özlemimi kursağımda bıraktı" (Kim Suçlamış)
Ancak gelişim, dört duvar arasına sıkıştırıra da. durmaz. Bu uzun yıllar, H. Kıvılcımlı için özellikle Tarih Tezi’nin şekillendirmiş yılları olur.
GERİ ÜLKELERDE DEVRİM SORUNU
VE TARİH TEZİ
“Yol" otokritiğini partinin on yıllık pratik deneyi yaratmıştır. Tarih Tezi’ni doğuran koşullar nelerdir? Hiç şüphesiz ki. Tarih Tezi. uzun cezaevi yıllarının, vakit dolduran bir aydın çabası değildir. Pratik içinde pişmiş. kendini parti mücadelesine adamış H. Kıvılcımlı, pratik mücadeleden zorla kopa- rılsa da, aynı mücadelenin pratik ihtiyaçlarından kafaca koparılamazdı.
Tarih Tezi nin genel gerekçelendirilmesi- ni. 1970'de biraz da Marksizm softalarını alaya alarak, şöyle yapar:
“Böylece Antik Tarih üzerine açılan her problem ölü noktada örtbas edildi. Bu nokta mezara çevrildi. Bu mezarın kapılan İkinci Cihan Savaşı ndan sonra ansızın açıldı. İçinden hiç umulmadık canlılıkta geri kalmış ülkelerin akıncı eğilimleri fırladı. Bunlar Çin'den Afrika'ya, Küba'ya dek Antik- lik’ten ve egzotiklikten başka değerlerine metelik verilmeyen yeryüzü ülkeleriydi.
“Geri ülkeler, klasik burjuva mukaddes ve muazzez (kişi mülkiyeti) prensibine me
telik vermeksizin, doğru sosyalizme akın etmişlerdi. Avrupa yeni bir ‘Ulusların Göçü1 ne uğramışa döndü. Hayat gibi kültürün de bütün değerleri sarsıldı...
“Markslzme içten inanmış. Batılı sol düşünürler vardı. Sömürgeler dünyasındaki gidişin sırrını aramaya koyuldular. Marksizm metinlerinde üzerine oturtulmuş bir işaret bulunup bulunmadığına eğildiler. Samimi idiler. Müslüman kişiler, uçağı ve radyoyu Kur an ayetlerinde daha önce belirtilmiş görmüyorlar mıydı? Kimi marksistler de, o saf ve iyimser düşünüş ile, Marks’ın dışında ‘hakikat’ bulunamayacağına inanmışlardı.
“Hakikati buldular. Marks’ın İkinci Cihan Savaşı ortasında gürültüye gelmiş Grundrisse (Kapitalizm-öncesinde Mülkiyet Biçimleri) yazısı ortada idi.” (Toplum Biçimlerinin Gelişimi, önsöz, s. 14,15).
Tarih Tezi’nin işlenmeye başladığı yıllar 1935’lere kadar gider. Hatırlardadır, dünyada ve bizde “Asya tipi üretim tarzı" vb. tartışmalar, gerçeklikleri çarpıtmak pahasına da. ancak 1960’lar sonrası hız.kazan- mıştır. Bir objektif zorunlulukla geri ülke- devrimlerinin her göze batar hale gelmesiyle.
Oysa, geri ülkelerde devrim problemi,1917‘ler sonrası dünya gündemine girmiş, bundan dolayı Komüntern’in özel ilgi alanlarından birisi olmuştur.
işte Tarih Tezi’ni dayatan objektif gerçeklik. geri ülkelerde sosyal devrim imkânının gündeme gelmesidir. Türkiye'de Osmanlılıktan çıkan, daha doğrusu bir türlü çıkamayan, Antik Tarih’in en son halkala- nndan birinin toprağı üzerinde şekilleniyordu.
Tarih Tezi'ni yaratan sübjektif gerçeklik ise, 1935’lere gelindiğinde, emperyalist talan güdüsüyle de olsa. Antik Tarih, arkeoloji kazılanyla mezarlarından, yeryüzüne yeterince çıkarılmıştı. Bu birikim MarksEngels çağında henüz son derece cılızdı. O nedenle Marks-Engels bu alanda dahiyane öngörüler yapmış olsalar da. tüm Antik Tarihi kucaklayamamışlardır.
Sorunu en kaba görüntüleriyle koymaya çalışalım.
Antik medeniyetin beşiği olan ülkeler, bugün kapitalizm açısından geriliğinde beşiğidir. Artık medeniyet soysuz gücüyle hangi kara parçalarını yaladı ise, oralar bugün çorak geri ülkeler olarak isimlendiriliyor. Buna İtalya, ispanya, Portekiz gibi Avrupa kıtasındaki antik medeniyet beşikleri de dahildir.
Neden Çin'den Irak'a Roma'ya dek dizilen ülkeler medeniyete ilk girdikleri halde. kapitalizm medeniyete en son giren İngiltere de patlak vermiştir?
Ve neden 7000 yıllık batış çıkışlarına rağmen Antik Tarih'te sosyal devrim imkânı olamamış, ilk sosyal devrim “Avrupa Orta Çağı ndan kapitalizmle atlayışla mümkün olmuştur?
Bu sorular Tarih Tezi’nin iskeletidir. Tarih Tezi hiç şüphesiz ki “bugünkü Türkiye’yi anlamak" noktasından yola çıkmıştı, soruya bulunan cevaplarsa ilk çıkış noktasını çok aşmıştır.
Tarih Tezi’ni bu yazı çerçevesinde irdelemek mümkün değil. Ancak onun en önemli unsuruna “üretici güçler” teorisine değinmek zorundayız.
“Klasik Tarih, metafizik metodu yüzün
den; her çağın yalnız en mükemmel örnek yanını ele almıştır. Doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir Diyalektik metodlu klasik tarihsel maddecilik; hangi çağda olursa olsun, insan toplumunun genel olarak ve son duruşmada. “ÜRETİCİ GÜÇLER”le hareket ettiğini göstermiştir. Ama. özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde, o yere ve zamana göre »omut olarak hangi “üretici güçler"in ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini artık felsefe yerirte yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf bilime ısmarlamıştır.
“Üretici güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz;
“1- TEKNİK: (Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (aletler, cihazlar) ve metodlar (usûller).
2- COĞRAFYA; Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreleyen maddi ortam. İklim, tabiat vs.
“3- TARİH; Toplumu doğrudan doğruya içeriden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam. Gelenek, görenek, kalıntıları, vs.
4- İNSAN: Toplumun gerek dış-maddi ortamını, gerek iç-manevi ortamını teknik araçla işleyen Kollektif Aksiyon (topluca eylem), zor ve şiddet anlamlı “Güç”, vs.
“Sosyoloji bakımından yukarıdaki dört ÜRETİCt GÜÇLER dalından yalnız birisi. TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür: soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteye dek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişine jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir.
“ Yol” otokritiği TKP’nin ilk oı deneylerinden çıkartılan dersle
zamanda partinin gelecek yıll yürünecek yolun temel taşlarıd otokritiği H. Kıvılcımlı açısınd;
mücadelesine egemen olan kırıntıcılığı” ve “ ilkellik”ten kopı Ancak parti, aynı ilkellikten kop
midir? Dönem dönem bunu b< “ Yol” otokritiği parti çizgisinde
kesin egemen olamamış“Tarih bakımından teknikle birlikte (coğ
rafya - tarih - insan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü tarih son derece somut bir konudur. Ro- benson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICISIdır. Tarih o gerçek insanın; belirli geçmişinden kalma GELENEK G ÖRENEKLER:le, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre, belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte her şeye can veren bu kollektif aksiyondur.
GÖNÜLLÜ
GARDİYANLAR
Çalıcım çabaladım, sonunda kitaplarımla
kendime gönüllü gardiyanlar yarattım.
Hur ftytn sarıldığı bu şehirde
beni güdüyorlar durmadan.
Zengin evler, ilginç konutlar
sanki yasaklanmış bana
Görmeye hakkım yok bazı kişileri,
larla işim olduğunu ispaılasam bile hakkım yok
Ç.ıgıtaıııaııı onları evime, yasak
Ne zaman ■■.mu almak ıslıyorum desem
hiı ıkı koltuk, bir güzel masa. kırılırlar gülmekten.
Bir pantolon almak istesem
işte, derler, ayağında var ya..
Beni aralıksız kolluyorlar.
Yüzüme şunu söylemek için:
Satılmayan biri var
bu şehirde, biliyoruz
B Bıecht
"Onun için, arttırm am ız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu manivela gücüyle on kat, yüz kat, ve ılh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama, hele Antika Tarih toplumunda . yalnız başına teknik insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca kollektif aksiyon teknikten hızlı davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle Antika Tarih’te, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil, şemalaştırtmasını bile yapmaya yetmez.
“Modern Toplumda Teknik: Maddi Coğrafya ve Manevi Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, toplum hareketinde yalnız teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1- Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2- İçinde b u -' lunduğu coğrafya ortamınagöre, 3- Elinde tuttuğu tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde teknik, en son duruşmada ağır basmıştır. Ama Antika Tarih’te her belirli medeniyet için, kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, teknik gerilemiştir. Böyle bir medeniyet karşısında, tekniği daha güçlü olmasa bile, yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanm ıştır” (Tarih-Devrim-Sosyalizm, s. 18-19-20)
Antika Tarihi açıklayabilmek için, Bilimsel Sosyalizmin üretici güçler teorisi, dakikleştirilip, sistemleştirilmek zorundaydı. H. Kıvılcımlı Tarih Tezi’nde bunu yapar. Tarih1 in somut gidişi, ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum skolastik kavrayışına sığmıyordu. Bu, tarihin en kaba didaktik bir anlatımı için cılız bir bilgi verebilirdi. Ancak, “Avrupa Orta Çağf’ndan gerilere 7000 yıllık Antika Tarih denizine açılındığındu bu las- nifin hiçbir açıklayıcı yanı kalmaz. Orada medeniyet (kent) ile, orta ya da yukarı barbarlık konağındaki insan kümelerinin, birbirine çekilişi, tarihcil devrimlerle medeniyetlerin yıkılışı ve yeniden dirilişi yaşanmıştır.
Geri ülke devrimlerinde Tarih Tezi’ııin önemi nedir? Nasıl Antik Tarihi yalnızca teknik üretici gücü ile açıklamak imkânsızsa, geri ülkelerdeki sosyal devrilişleri, yalnızca kapitalist üretimin gelişimi ile açıklamak imkânsız değilse de olayların zenginliği ni kavrama da yetersiz kalır. Kapitalizm buralarda henüz Batı kapitalist anayurtları ölçüsünde, tarih (gelenek, görenek kalıntıları) ve insan (kollektit aksiyon) üretici güçlerini kendi yordamınca çiğneyip, sindirip yok edememiştir. Her sosyal devrilişte bu üretici güçler şu ya da bu kılıkta ortaya çıkar. Türkiye’de, Mısır’da, Irak ve Libya’da genç subayların davranışı ya da İran’da Mollalar olayı, bunlara en güzel örneklerdir.
Öte yandan, Antik Tarih’te Medeniyet: Bezirgan ekonomisidir. Tefeci-bezirgân sermaye üretimden kopuk kürekleriyle antik
toplumları taşlaştırmış, küçük üretimi çoraklaştırmışım Bu nedenle geri ülkelerde kapitalizmin gelişimi daima alnında tefeci- bezirgân sermayenin damgasını taşımıştır. Bu, kapitalizmin en sancılı gelişimine denk düşer. Bu ülkelerde kapitalizmin gelişimiyle üretim biçiminden, sosyal yapı şekillerıiş- lerine kadar, pek çok aııtika-nıodern karması melez yapılar şekillenir. Ve kendi çelişkilerini sınıflar mücadelesine yansıtırlar. Örneğin Avrupa Ortaçağı’ndaıı kapitalizme sıçramış Batı Avrupa ülkelerinde ve Am erika’da burjuvazi kendi devletini şekillendirmiş ve devlet daima burjuva egemenlerin gölgesinde kalmıştır. Oysa Antika Tarih’iıı beşiği ülkelerde kapitalizmi de, hatta gerekirse "sosyalizmi” de gelenekçil devlet sınıflan getirmiş görünürler. Bu ülkelerde palazlanan burjuvazi hep devletin gölgesinde kalmıştır. Libya ve Suriye gibi ülkeler de ise, getirirse, "sosyalizmi” de “devlet" getirecektir.
Antika Tarih’ten. modern tarihe giren ülke l<ere Batı’nın merceğinden bakıldığında, bu olgular açıklanamaz olarak kalır.
Bütün bunlar soyut formüllerle değil, ancak Antik Tarihin 7000 yıllık somut gidişi, bir zembereğin boşalıp, yeniden gerilişini andıran kalp atışları kavranmadıkça aydınlatılmaz.
Burada, pek tek yanlı ve çarpıtılmış olarak ta olsa Dr. H Kıvılcımlıya yönelen saldırılar karşısında, kısa bir "savunma” yapmak durumundayız.
H.Kıvılcımlı’nın orijinal etütlerinden bir teki, Tarih Tezi’ııııı bütünü bile değil, yalnızca ordunun “vurucu güç" misyonu, hatta bu bile değil, 12 Mart Muhtırası sonrası Sosyalist gazetesinin "Ordu Kılıcını Attı” manşeti, eleştirilerin odağına konmuş, deyim yerindeyse H. Kıvılcırnlı’nın "işi bitirilmiştir”
Ancak 12 Eylül sonrası ne görüyoruz? Bütün aydınlarımız ve kimi sosyalistlerimiz, son altı yıldır harıl harıl bizde "Ordu darbelerinin tarihi köklerini” aydınlatma yoluna çıktılar. Sonunda bir keşif yapıldı: Bizde toplumu sindiren bir "devlet” ya da yu- kandan buyuran bir ’ elit" geleneği bulundu. Ne yapılacaktı? “Sivil toplumu” kurmalıydık! Tek yanlı zavallı eleştiriler, yine tek yanlı zavallı sonuçlara varmak zorundaydılar.
Ordunun “vurucu güç” misyonu bir realitedir. Neden böyle bir misyon Batı Anayurtlarında göze K ılm a z iken, eski O sm an lılık dediğimiz topraklarda ikide bir öne çıkar? Antik Tarih’ten Kılıçlar (Seyfiye) Dev letin “sahibi”; köylü yığınları ise Reaya (güdülenidir. Bin yıllar böyle işlemiştir. Kapitalizm sancılarının eşiğine gelindiğinde ise, burjuvazi cılız, tefeci-bezırgân kökenli, girişimci değil asalaklığa yatkın; işçi sınıfı zayıf; köylülük ise bin yılların reaya geleneği
ile inmelidir. Böyle toplum yapılarında sınıf ilişkilerinin kilitlendiği, yeni sıçrayışlara gebe olduğu momentlerde, düğümü tek diri güç Seyfiye kılıcıyla çözmek için davranmıştır.
Ancak, kılıçlar istedikleri denli “sınıflar üstü” davranışa tutkun olsunlar, sonunda bir sınıfa dayanmaya itilirler. Realite bu ise, ona sırf “yukarıdan” geldiği için karşı çıkılamaz.
Öte yandan, bizde Kılıçların ve İlmiye nin aiılırrıları toplumun akışında dönemine göre “ilerici” rol oynamıştır. Onların bu yolda en son açık eylemleri 27 Mayıs, açığa çıkamayan eylemleri ise 9 Mart oldu. Neden? Tarihten akıp gelen bu gelenekçil davranış en son tahlilde, toplumun akış yönü içinde tarihçil bir kalıntı idi. Modern sınıf yapılanması, bu kalıntıyı kendi yeni bünyesinde sindirmeye çalışacaktı. 27 Mayıs ve ardından T Aydemir olayı, Türkiye finans- kapitali için büyük bir uyarı oldu. 27 Ma-
yıs’ın ilk gününden itibaren onu nötralize etmek için didindi durdu Ve ilk kendine göre olumlu sonucu 12 Mart’ta aldı. 12 Eylül artık bu gidişin devamı oldu. Nasıl ki modern sınıflar, kendi davranış yeteneklerini açıkça ortaya koyamadıkları sürece, bu taıihcil kalıntı, kalıntı olduğuna bakmaksızın öne çıktıysa, modern sınıflar, mücadele alanında göğüs göğüse yer aldıkları yıllardan itibaren, ordunun "vurucu güç” misyonu da zayıflamış ya da sınıflar savaşı gerçekliklerine uyuııılanmak zorunda kalmıştır. 12 Eylül ilk gününden hiç "çağdaş reformlar" lafı etmeden 24 Ocak kararlarını uygulamaya girişmiştir. Einans-Kapilal, ordunun "devleti kurtaııııe’ sına itiraz etmeyebilirdi, sancak bunu kendinden bağımsızmışçasına yapmaya kalkışmasına kazanamazdı.
Öte yandan, Kuvayı Milliye, 27 Mayıs gel eneğine sahip çıkına iddiasında olanlar da, 12 Mart ve 12 Eylülden ders almalıdır İşçi sınıfı ve halka dayanılmadıkça, her girişim çözülmeye mahkûmdur
Gelenekçil yapımız kavranmadıkça. 27 Mayıs-12 Eylül zıtlığı açıklanamaz.
Dr. H.Kıvılcımlı, bize has orijinallikleri ınizi uzun yılların deneyi ve teorik yetkinliği ile bulup çıkartmış ve bunları proleter- yanııı mücadelesinin taktik alanı i^ıne sokmuştur. Gerçeklikler, sığ lepkilerle görmezlikten gelinebilse de. kendilerini eninde sonumla dayatırlar
Ancak, H. Kıvılcımlı, bütün olaylarımızı. bir tek odak noktasına, proletaryanın sınıf öncülüğü gerçekliğine dayandırmıştır "dön Tüık" geleneğimize, "zinde güçlerle" atılım özleyen ordu gençliğine, daha sonraları Amerikan emperyalizmine karşı kurtuluş savaşına soyunan Dev-Geııç geleneğimize ne oldu? Bıı döneme damgasını vu-
Antika Tarihi açıklayabilmek için, Bilimsel Sosyalizmin üretici güçler teorisi, dakikleştirilip, sistemleştirilmek
zorundaydı. H. Kıvılcımlı Tarih Tezi’nde bunu yapar. Tarihin somut gidişi, ilkel toplum, köleci toplum, fedoai toplum, skolastik kavrayışına sığmıyordu. Bu,
tarihin en kaba didaktik bir anlatımı için cılız bir bilgi verebilirdi.
ran bu gelenek 12 Mart sonrası, hele 12 Eylül sonrası buharlaşıp yok mu oldu? Onlar. gerçek sınıf mücadelesinin yolunu açtılar. Ancak yol bir kez açılınca, saflaşmalar netleşip. yerli yerine oturunca, o geleneğin eski canlılığıyla bir kere daha yaşanmasını beklemek hayal olur. Ancak, bugünden kalkarak, geçmişe bakılıp, bu ge- leuekçil alilimi toptan mahkûm etme çabaları. kolay bir yol olsa da. sınıf mücadelesi açısından olumlu bir inkâr sayılamaz. O geleneğin olumlu yanlarını sınıf mücadelesine uyıımlandırrnak tek çıkar yoldur. Hayal kurmuyoruz. Fakat bir 12 Eylül’le "Kuvay-i Milliye" geleneğinin bütünüyle Finans-Kapital'in vurgun düzenince sindi- rilebileceğine de inanmıyoruz. 9 Mart’ta “ezilen" atılım, gövdenin derinliklerine tepkilerini yaymıştır.
Proleterya uyanıklığıyla, kendi yolunda her imkânı, mücadelenin potasına akıt- maklan geri duramaz. Taktik zenginliği, güçleri tanımayı, momenti yakalamayı ve cesaretle atılımı şart koşar. Yenilgi alıklığı işimiz değil. Eğer olaylar gerektirirse, daha iyi teçhizatlanarak, “yenildiğimiz yere” bir kere daha gitmekten kaçınamayız. “Savunmamızı" bitirelim.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK: 1960 SONRASI
İLE SENTEZLEŞME KONAĞI
1960 son isi . oleterya hareketi ikinci doğuşunu yapmak zorunda kaldı. Gerçeklik bu olunca, bize yakınmak düşmez. Çelişki gibi görünse de. hareket ne kadar ileriye atılırsa, parti tarihi o kadar karanlıktan kurtulacaktır. Doğru kanallara akan işçi hareketi. kendi geçmişiyle sağlam bağlar kurmadan edemez. Bize düşen bu bağlara yeni ilmikler atabilmektir.
1960 sonrası hareket öncesiyle bağsız görünür. Oysa gerçeklikler biraz didiklenir- se bu görüntü kaybolur. Topraklanmızda ilk devrimci hareketin doğuşu dünyada Ekim devriminin hemen sonrasına. Türkiye'de ise Kurtuluş Savaşı yıllarına denk düşer. Ve ister istemez biri dışarıda diğeri içeride yaşanan bu büyük alt üstlüklerden etkilenmiştir. 1960’lar sonrası hareket yeniden doğarken dışarıda Çin, Vietnam, Küba devim lerinin, içeride 27 Mayıs politik devriminin izlerini taşıyacaktı. Hareketin birbirini inkân bu temel çerçeveye oturtulamazsa kargaşalık kaçınılmazdır.
1960 sonrasının, öncesini bir objektif bir de sübjektif inkârı yaşanmıştır.
Objektif inkâr, yığın hareketinin öncesiyle kıyaslanmayacak boyutlar kazanmasıyla olmuştur. Sübjektif planda, eskinin politik görüşleri çoğu zaman irdelenmeden "yok” sayılmıştır. Birkaç eski politik liderin ismi bazen göklere çıkarılmış, bazen yerlere batırılmıştır. Bilimsel Sosyalizm açısından hiçbir şey "yok" oluvermez. Eski, yeninin içinde koşullara göre kendine özgü biçimler alır. Ya da yeni sentezlere ulaşarak “yok" olur. Bilimsel Sosyalizmin sırf soyut mantığı açısından bakılsa bile, eskinin bu topyekün inkârı, “yok" sayılması, olayların zoruyla belli sentezlere akmak, atla- namaz gerçeklikler üzerinde durulmak, zikzaklı salınımını böyle bir odak noktası etrafında yaklaştırmak zorundaydı, tik inkâr
fırtınasından sonra, özellikle 1970’ler sonrası böyle bir süreç yaşanmıştır.
İnkârın objektif köklerini irdelemeye çalışalım.
İlk temel neden Türkiye’nin kapitalist gidişinde 1940'lar sonrası yaşanan sıçramadır. Bu gidiş, 1960’lar sonrası kendini sınıflar mücadelesindeki sıçramayla açığa vurmuştur. 1945’lere kadar devletçiliğin desteği ile palazlanan yerli Finans-Kapital, bu tarihten sonra güneşin altındaki yerini istemiştir. 1950’lerde şehirde ve kırda hızlanan Finans-Kapital soygunu, kırları önce şehir varoşlanna taşımış, daha sonra Almanya’ya kadar fırlatmıştır. Hareketin önceki cılızlığını ve sonraki gürbüzlüğünü açıklarken ilk kalkış noktası bu temel gerçekliğimiz olmak zorundadır.
İkinci objektif neden birincisinden çıkagelir. O da 1960 önesi ve sonrasında yaşanan sınıf kopuşmalarının hız ve yaygın
lığıdır. 1960 öncesi sınıf kopuşmalan yok mu idi? Hiç şüphesiz ki vardı. Ancak cılız ve pısırık Türk burjuvazisi ilk sermaye birikimini tek parti diktatörlüğü ile yürütmek zorundaydı. Sonraki “demokrasi" denemeleri ise 12 Mart ve 12 Eylül ile kaçınılmaz mantık sonuçlanna varmıştır. Tek parti döneminde sınıf kopuşması başlıca iki kanalda yürüdü: CHP ve TKP kanallannda. H enüz tüm burjuvazi CH P içinde idi ve küçük burjuvalar da Kemalizmin “memurin devleti” arabasına zafer şenlikleriyle birlikte koşulmuştu. Oysa kapitalizmin 1945’ler sonrası hızlı gelişimi, hem tekel dışı burjuvaları, hem de küçük burjuvaziyi Finans- Kapital ağ larından belirli seviyelerde koparmıştır. Bu fırtına, işçi sınıfının ilk kopuş- masını bir yandan hızlandırırken, öte yandan ise “ortanın solu”, “M DD” ve “sosyalizm bayrağını parlamentoya dikme" çığlıktan altında bulandırmış, gelişimin üstü, güçlü akıntının tortulanyla geçici olarak örtülmüştür. Hareketin 1960 sonrası aşırı dallanıp budaklanması hızlanan sınıf kopuşmalan nedeniyledir. Ve ancak işçi sınıfı hareketinin güçlenmesiyle, dağınık akımcık- lar bir çekim merkezine doğru meyledebilirler.
Bu iki objektif neden hareketin birbirini inkârını açıklar, ancak 1960 öncesi hareketin bire dek dağılmasını açıklayamaz. Burada sübjektif nedenlere geliriz. Başka bir deyişle birbirinden bambaşkaymış gibi görünen iki dönemdeki hareketin ideolojik yapılanması bu soruya cevap olabilir.
TKP doğuş ve şekilleniş yıllarında Ekim Devriminin kesin etkisi altındaydı. Bu TKP’de işçi sınıfına tutunma güdüsü yaratmıştır. Ancak, Ekim devrimi denli güçlü bir etkiyle de olsa işçi sınıfına yönelme, sağlam teorik temellere oturmadıkça sınıf içinde tutunamazdı. TKP tarihinde ikide bir baskın çıkan gerçeklik: teoride primitivizm (ilkellik) idi. Tek parti dönemindeki sınıflar savaşının ilkelliğine denk düşse de, bilimsel sosyalistler açısından avutucu bir neden olamaz.
Öte yandan, dönemin egemen ve henüz itibarlı ideolojisi Kemalizm, TKP içinde önemli etkiler yaratmıştır. 1927’de ki V. Nedim Tör'lerin provokasyonu, bu etkinin zirveye çıkışı, aynı zamanda partiden ko- puşmasıdır. Ancak Kemalizmin etkileri partiden hiçbir zaman kazınamamışttr. Fakat TKP tarihi aynı zamanda Kemalizm kuy-
I tukçuluğu ya da başka kılıklardaki sapıtma
larla mücadele ile geçmiştir. Ancak her mücadele ya da düzelme yeni bir tevkifatla kesintiye uğramış, hareketin kısırlığında boğulmuştur.
TKP, bütün tarihinde, doğru bir teorik ve taktik hata hiç mi tutunamamıştır? Bu soruya genellikle kestirmeden bir “hiç” cevabı vermek, 1960’lardan beri moda oldu. Ancak parti tarihinin bu sırf olumsuz yönden inkârı, yalnızca onun 1957’ye kadar gelen kendi tarihi ile açıklanamaz.
Burada 1960 sonrası yükselen hareketin kendi ideolojik yapısına gelir dayanırız. 1960 sonrası hareket, objektif patlamasıyla. kendi öncesini yok saydı ve aştı, ancak sübjektif bilinç seviyesiyle eskiyi aynı ölçüde aşabildi mi?
İlk doğan TİP işçi aristokrasisine dayanarak döğdu. Sonradan aydın aşısı aldığında popülizmden öteye gidemedi. MDD, yeniden emperyalizme karşı Milli Kurtuluş yoluna çıktı. İçeride 27 Mayıs ve YÖN hareketlerinin etkisinde kalarak doğdu, dışarıdan Çin, Vietnam, Küba devrimlerinin etkisiyle gelişti. Bu bilinç düzeyi, TKP mücadelesinde dönem dönem başarılmış, yükseltilmiş teorik seviyenin gerisine düşen bir inkâr oldu. Hareket pratik gövdesiyle eskiyi aşarken, teorik yapısıyla onun gerisinde kaldı. Bu gerçeklik, parti tarihi ile kopuşmayı keskinleştirdi.
Eğer 1960 sonrasına “güçlü” bir parti geleneği varmış olsaydı... denebilir. Gelemedi. Demek gelemeyecekti. Ancak bu “hiç” miras yoktu anlamına gelmez. Bilimsel sosyalist bir bakış, bütün bulantılann içinden gerçek olanı, doğru olanı seçebilir. Oysa, Kemalizmin ardında pısınkta olsa, sınıf temeli olan Anadolu burjuvazisini göremeyen, daha da öteye Türkiye’de işçi sınıfının rolünü ciddi ciddi tartışanlar, cılız işçi hareketi tarihimizin mirasını nasıl seçebilirdi? Dolayısıyla sorun, TKP’nin 1960 sonrasına neden “güçlü” bir miras bırakmadığı sorunu olmaktan çok, bırakılan mirasın neden ve nasıl atlandığına gelir, dayanır.
Bu nokta da. Dr. H. Kıvılcımlı’nın 1960 sonrası mücadelesine geliriz. H. Kıvılcımlının 1960 sonrası yükselen hareketle, öncesini sentezleştirme çabası, eski hareketin varlığını ispat etme gibi basit bir yönelişten bambaşka anlamlara sahipti. Gerçeklerimizin “yeniden keşfi" kaçınılmaz bir şekilde güç ve zaman kaybı demekti. Eski ve yeninin sentezleşmesi mücadelesi bu güç ve zaman kaybını asgariye indirme müca- delesiydi.
H.Kıvılcımlı, o zamanlar beklenildiği gibi, “eski tüfeklerin” birden parti oluverme- sini hiçbir zaman benimsememiştir. Partileşmenin kaçınılmazlığı açıktı, Ancak bu, pratik mücadelenin zenginliğini az çok kap- sayabilen bir ürün olmalıydı. Mücadele bu yönde akmıştır.
Bütün bu çabalann sonucu ne olmuştur? 11 Ekim 1971'de gövdesi sonsuz dinlenişe
geçerken artık “bir kişi" değildi. Ardında onun görüşlerini ve geleneğini, bazen toyca da olsa, savunan bir eğilim bıraktı.
işçi sınıfı hareketi militan karakter kazandıkça onun görüşleri yaygınlaşıp, sınıf içinde somut güç oluyor, aynı zamanda sınıf bu görüşleri bünyesine kazanabildiği ölçüde militanlaşacak, bütün sınıflar mücadelesi alanını kapsayan taktik ustalığa yükselecektir.
Ustalaşmadan yenemeyeceğiz.
“Eğer 1960 sonrasına g parti gelene varmış olsaj denebilir. Gelemedi. A bu “hiç“ mi yoktu anlam gelmez. Bilil sosyalist bir bütün bulan içinden gerç olanı, doğru seçebilir. Oy Kemalizmin ardında pısıı olsa, sınıf te olan Anadoh burjuvazisini göremeyen, da öteye Türkiye’de iş sınıfının rolü tartışanlar, a hareketi tarif mirasını naşı seçebilirdi?
__ _________ w ___ ■■ ___ ■■
ERTUGRUL KÜRKÇÜ
BİR YAPRAK
GÖNDER
Bir yaprak gönder bana,
bir koruluktan koparılmış olsun,
hiç değilse evinden yarım saat öteden.
Sen oraya dek yürür güçlenirsin,
bense kalkar teşekkür ederim sana
o güzel yaprak için.
BBrecht
Ç.Yol Önce genel bir soruyla başlamak istiyorum. 12 Mart öncesi gençlik hareketinin tanınmış liderlerinden biriydiniz ve bir dönem DEV-GENÇ başkanlığında bulundunuz. O dönemin bir gençlik lideri ve belirli bir siyasi çizginin temsilcisi olarak, Dr. Hikmet’le ilişkileriniz nasıl gelişti? Bu ilişkileri o günün ve bugünün duygularıyla na- sil değerlendiriyorsunuz.
E.K. — Beıı kendim, kişisel olarak sağlı
ğında Doktorla herhangi bir biçimde yüzyüze gelme imkânı bulamadım. Aslında, bugün baktığımda, böyle bir imkânı bulamamış ya da elden kaçırmış olmak bana epey acı geliyor. Çünkü insanların değerleri, belki aramızda o lmadıkları zaman daha iyi anlaşılabiliyor.. Bu o ldukça paradoksal bir durum. Ama netice olarak, bugün kendi payıma, Doktor’la zamanında karşılaşmış. görüşmüş, tartışmış ya da böyle fırsatlar doğduğunda daha iyi değerlendirmiş olsaydım, daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum doğrusu. Belki biraz daha ileride bunu neden böyle düşündüğümü de daha iyi anlatabilirim.
Ancak, daha genel olarak baktığımızda, aslında hepimiz de Doktor’la bir şekilde ilişki içindeydik. Bu, maddi yüzyüze gelmelerden oluşan bir ilişki değil idiyse bile. Doktor, sosyalist harekette devrimci ve devrimci olmayan eğilimler birb ir inden ayrışmaya başladığı zamaı^, devrimcilerin gıdalarını kendisinden aldıklan en önde gelen insanlardan birisi oldu. Herkes şu ya da bu şekilde Doktor'dan bir şeyler öğrendi.
Biz, daha sonra TİP'ne muhalif olan unsurların Aydınlık çevresinde toplandığı ve burada da yeni bir ayrışma başladığı sırada da Doktor’- dan belli bir biçimde etkilenmeye devam ettik ve onunla belli bir temas içinde olmaya çalıştık. Hatta, ayrı bir örgütlenme ilk kez söz konusu olduğunda bile, biz bunda Doktorun da bir katkısı olsun istemiştik. Ben o sırada, bir gösteride tutuklanmış olmam nedeniyle hapisteydim. Fakat, Yusuf Küpeli, Münir Aktolga ve Mahir Ça- yan ’ın kendisiyle hastanede görüşmeye gittiklerini, ancak bir görüş birliğine varamadan ayrıldıklarını biliyorum. Yani Doktor, Mihri Belli
ile bir ayrılık başladığı dönemde bile, bizim için çok önemli bir insandı ve kendisiyle birlikte olunmaya çalışılmıştı.
Genel bir bakışla, o dönemde Doktor’dan hangi nedenle etkilendiğimizi söyleyecek olursam, bence en önemli etken, Doktor’un Türkiye’de işçi sınıfının mevcudiyeti ve onun tarihsel devrimci öncü rolü üzerinde özellikle durmuş olmasıdır. Onun dışındaki çeşitli görüşlerini biz o dönem eleştiriyle karşılamış olsak dahi, hiç kesintiye uğratmadan sürdürdüğü mücadelesi bakımından Doktor’un kendisi bizim için çok önemli bir insandı.
Öbür taraftan, Doktor, devrimciler kampında, işçi sınıfının rolü ve önemini en büyük ciddiyetle vurgulayan insandı. O kampta, bu konuda yazan, görüşler ortaya koyan ve bunları oldukça sistematik bir biçimde ifade eden tek insandı belki. Bugünden baktığımda, Doktor aslında eski Türkiye sosyalist hareketinin tek teo- risyenidir diyebilirim ve bunda da haksız olmam. Bu, sadece bir duygusal övgü değil, bıraktığı ürünler, zaten bunu böyle ortaya koyuyor. 1920’lerden bu yana sosyalist hareketin tarihini incelediğimiz zaman, gördüğümüz şey budur. Doktor, bu anlamda biricik olması bakımından da son derece önemli.
Ancak bunlar işin pozitif yönü, öbür taraftan, Diz devlete ilişkin tahlillerini ve pratik olarak önerilerini kendimiz için kabul edilebilir bulmadığımızdan, o zaman Doktor’la birlikte olamamıştık. Aslında ben, Doktorcuyum diyen, yani Doktor'- un görüşlerini savunduğunu söyleyen insanların da D oktoru ne kadar anladıklarından şüpheliyim. O zaman onların pratik faaliyetlerini de pek olumlayamadığımızdan, böyle bir birlik gerçekleşmedi. Ama, ne denir, sel gider, kum kalır; bütün bunlardan arta kalan Doktorun kendisi ve eseri oldu. Ki, ben bugün kendi payıma, Türkiye üzerine, Türkiye işçi sınıfı üzerine yapılan tartışmalarda Doktor’un eseriyle hesaplaşılmadan çok fazla bir adım atılamayacağını söyleyebilirim.
Belki bir noktanın daha altı çizilebilir. Burada D r.’un yanı sıra Mihri Belli’nin de adını anmak gerekiyor. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli olmasaydı, biz uluslararası sosyalist hareketle, dünya çapındaki Marksist tradisyonla bir bağ ku- ramadan kalırdık diye düşünüyorum. Bizi dünya sosyalist hareketine yaklaştıran, bu iki insan
lamda ikisinin bir kader birliği de var Pratik politika önerileri yönünden her ne kadar birbirleri hakkında farklı düşünseler de (bana göre, benzerlikleri nisbeten fazlaydı, bu bakımdan ikisiyle de pek anlaşamazdık), bir geleneğin sürdürülmesi açısından bize çok şeyler aktardıklarını söyleyebilirim. Ama, bence Doktor, bu eşitlikler arasında birincilik rolünü daima muhafaza eder.
Bunlar, bugün bulunduğum yerden çok rahatlıkla söyleyebileceğim şeyler. Eskiden olsaydı, bundan 15 sene önce pratik mücadeleler dola- yasıyla bunları tam olarak söyleyemeyebilirdim. Nihayet ortada bir siyasi yarışma olduğu için insanların birbirlerinin lehine konuşmaları o kadar kolay olmayabilirdi. Ama, Doktor bugün yaşamıyor ve onun hatırasını göz önüne alırken, çok dikkatli ve saygılı olmak zorundayız. Ayrıca, bu ahlaki sebebin dışında, dostdoğru eski sosyalist hareketin bütün teorik birikimini taşıdığı için Doktor’u böyle değerlendirmek gerekir. Tabii bu, teorik birikimin her noktada ve tamamen doğru olup olmadığı tartışmasının dışında kalıyor.
Ama, şu çok kesin: Bence, gündelik politika tartışmalarının ötesine geçebilen, teoriyi burada yeniden üretebilen tek insandı Doktor. O zamanlar daha önde gelen ve teoriyle daha fazla haşır neşir olan arkadaşlarımız da, Doktor'un bu yaklaşım tarzından hayli etkilendiler. Doktor’un görüşlerini benimsemiş olmasalar bile, onun çalışma tarzını, teoriyi ele alış ve uygulayış tarzını kendileri için az-çok bir dayanak noktası kılmışlardı. O sıralar çok genç olmalarına rağmen, Doktor'da insanları hep kendisine doğru çeken bir cazibe bu anlamda vardı.
Ç.Yol — Çözüm dergisinin Haziran sayı
sında yer alan yazınızda, FKF hareketinin başlangıcından DEV-GENÇ in kuruluşuna kadar geçen dönemde, gençlik mücadelesinin dayandığı spontane halkçı ideolojinin çeşitli toplumsal etkiler sonucu mahiyet değiştirmeye ve gençliğin sosyalizmin ana teorik sorunlarına ilgi göstermeye başladığını söylüyorsunuz. Bu mahiyet değişiminde ve gençliğin sosyalizmin teorik sorunlara duyduğu ilgide Dr. Hikmet’in rolü nedir? Sanırım, burada iki eserden söz etmek gerekiyor. Birincisi, gençliğin TİP oportünizminden kopuşmasında; İkincisi, daha radikal olan
Genel bir bakışla, o dönemde Doktor’dan hangi nedenle etkilendiğimizi söyleyecek
olursam, bence en önemli etken, Doktor’un Türkiye’de işçi sınıfının
mevcudiyeti ve onun tarihsel devrimci öncü rolü üzerinde özellikle durmuş olmasıdır.
oldu. Onlar, Ekim Devrimi’niıı ve Ekim Devrimi’nden sonra meydana gelmiş devrimlerin tecrübesini bize taşımak bakımından da çok ciddi bir kaynaklık görevi yaptılar.
Şüphesiz, Doktor’un yaklaşımı. Mihri Belli’- ye göre çok daha teorik ve yüksek bir soyutlama düzeyinde idi. Ama, Mihri Belli de gerçekte aynı görevi büyük ölçüde yerine getirdi. Bu an-
MDD hareketine geçişte ve MDD’ııin gerek tezleri. gerekse pratik yaklaşımları itibariyle dayanıksızlığının aşılmasında Dr. Hikmet'in etkisi, özellikle “ TİP’e Teklifler” ve "Devrim Zortlama- sı’’nın etkisi neydi?
E.K. — Şunu söylemek gerek: Böyle bir-
etki var. Fakat bence, bu etkiyi bütün devrimci
gençlik kitlesi açısından düşünmemeliyiz. Çünkü. devrimci gençlik kitlesi, aslında pratik mücadelenin gerekleri uyarınca belli bir gelişme gösterirken, bunlann içinde teoriyle en çok haşır neşir olanlar sosyalizmin sorunları etrafında kafa yoruyorlardı. Doktor un etkisi, daha çok bu ikinci kategoriden insanlar üzerinde oldu.
Bu insanlar, hem FKF, hem de TİP içerisindeki tartışmalarda, doğru strateji meselesinin önemini kavramışlardı. Burada İki tane öneri vardı: Birincisi. TİP yönetiminin önerisi. Bu parlamenter mücadeleyi esas alan ve TİP'nin seçimlerde çoğunluğu kazanmasıyla sosyalizmin gerçekleşeceğini vaaz eden, ya da bunu vaaz etmeyi tek çıkar yol gören eğilimdi. Şöyle bir payda bırakalım , belki başka şeyler de düşünüyorlardı da söyleyemiyorlardı. Her neyse. ama biz onlan hiçbir zaman duymadık. In- sanlann dostdoğru olarak karşılannda gördükleri birinci seçenek buydu.
İkincisi ise, MDD hareketinin temsil ettiği, bugün baktığımızda görebileceğimiz bütün zaaflarına. eksikliklerine, geriliklerine rağmen, politika ya da taktik noktasında doğru yerden yakalanılan bir mesele vardı. O da, demokratik burjuva devrimlnln tamamlanmadığı, demokratik burjuva devrimlni tamamlamadan sosyalizme geçmenin olanaksız olduğu ve bunu yalnızca ve yalnızca parlamenter yollardan gerçekleştirmenin imkânsız olduğu yönündeki belirlemeydi.
Doktor, ikinci kutupta yer alıyordu ve dolayısıyla da bu ikinci kutbu benimseyenlerin teorik görüşlerinin aydınlanmasına katkıda bulunan en önemli İnsanlardan birisiydi. Daha sonra bütün görüşler birbirinden aynlınca, aslında bu cephede çok farklı eğilimler olduğu açığa çıktı. Bir Doğu Perinçek eğilimi, bir Mihrl Belli eğilimi, bir Dr. Hikmet eğilimi, bir de Mahir Çayan’ın eğilimi diyebileceğimiz belli başlı dört eğilimden söz edilebilir. Bunien 'eorik önderlikleri itibariyle söylüyorum. Şüphesiz, başka isimler de sayılabilir.
Bu ilk ayrışmada, yani TİP'nin parlamenter mücadele yolundan oy çokluğu ile sosyalist devrim teorisine karşı, Marksist teorinin gerekleri uyannca, hem bir sosyo-ekonomik analiz, politik taktik analizi ttibariyie devrimci Marksizmin evrensel olarak doğru önermelerini savunan kesimin önündeydi Doktor. Bu anlamda, son derece etkili ve önemliydi.
Bence, ikinci bir önemli özelliği daha var: Doktor, sadece evrensel olanı ifade etmekle kalmıyor. Türkiye’de orijinal olanı yakalamaya çalışıyordu. Türkiye işçi sınıfını dünyanın öteki işçi sınıflardan başka kılan nedir? Türkiye iktisadını ve toplumunu başka kılan nedir? Bunları bulup çıkartmaya çalışıyordu. Dolayısıyla, Türkiye’de sınıfların şekillenmesinin tarihi nerede yatmaktadır ve hangi kökten gelmektedir? Buna kafa yoranlardan birisi, en başta geleni bence Doktor'du.
Öbür taraftan, bugün Türkiye’de sosyalistlerin açık olarak yeni yeni tartışmaya başladıklan bir sürü meseleyi gündeme getiriyordu. Örneğin, dinin Türk toplumuna etkilerini tartışanlardan biriydi Doktor ve biz hepimiz lâik gelenekten gelen insanlar olarak, Türkiye'de zaten insanlann lâik olduklannı varsaymak gibi bir yanılsama içindeydik. Oysa Doktor, dinin toplumu zihniyetini nasıl sarıp sarmaladığını ve dinin aslında nasıl bir politik aygıt olarak egemen sınıf tarafından kullanıldığını görmüş ve bunu tahlile girişmişti. Bunu çok az kimse yapmıştır. Bu. orijinal bir şeydi. Mesela, ben zannetmiyorum ki, herhangi bir Avrupa ülkesinde ya da kapitalizm bakımından gelişmiş bir ülkede, dinin siyasette Türkiye'deki kadar asli bir faktör olduğu görülsün. Bu bakımdan Türkiye, evrensel genellemelerden sıynlan çok kendine özgü bir konuma sahipti ve Doktor bunu gündeme getiriyordu. ,
Demin de dediğim gibi, bunların doğruluğu yanlışlığı meselesini pek az tartışıyorum. Çünkü problematiğin kendisinin ortaya konulmuş olması önemliydi. Problemin var olduğunun farkına varılmış olması önemliydi ve Doktor sa
Idece farkına varmakla kalmamış bunlan gündeme getirmişti.
Tabi ben, çıkarttığı sonuçlara katılmamakla birlikte. Doktor’un ordu üzerine yaptığı tartışma- lann da önemli olduğunu sanıyorum. Çünkü, çok örtük bir biçimde ilericiliği varsayılan bir kurum hakkında Doktor, açık biçimde bir tartışma getiriyordu. Bundan çıkarttığı sonuçlara -belki şimdi yeri değil, hatta şu sıra yeri değil, pek bir şey söylemek doğru olmayabilir- katılmıyordum, ama bence bunu açıkça tartışılıyor olması önemliydi ve başka insanlan kendi tezlerini üretmeye zorluyordu.
Keza, Doktor’un 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi zımnında yazmış olduğu şeyler, bence son derece önemliydi. 27 Mayıs’ı pir-ü pak bir devrimci jakoben hareketi gibi görenlere karşı, bu hareketin gerçek köklerinin, önderliğinin mahiyetini, bunun egemen sınıflarla ilişkisinin bir açıklanmasını sunabilen gene Doktor olmuştu. Doktor, aslında, pratik politikanın en can yakıcı meselelerini teorileştirmek gibi bir yeteneğe sahipti ve teori yapmak yükümlülüğü ile dolu olan insanlar karşısında böylelikle olumlu bir örnek oluşturuyordu.
Ama, Türkiye'de şöyle bir yaygın alışkanlık vardır. İnsanlann söylediklerini tartışmak yerine, onun gündelik politika anlamı üzerinde daha çok konuşulur da, o söylediklerinin tarihsel önemi üzerinde daha az durulur. Doktor’un o zaman bütün bu söyledikleri, gereğince tartışılmadan güme gitti. Bu anlamda eğer, Doktor’un getirmiş bulunduğu düzeyden bir tartışma yürütebilmek mümkün olabilseydi, sosyalist hareket teorik bakımdan belki bugün bulunduğu noktadan daha ileride olabilirdi.
O. bir başlangıç noktasıydı. Bu, şuna benzer: Bilimin ilerlemesini göz önüne aldığımız zaman, Kepler'in güneş sistemi hakkındaki teorisi, dünya merkezli bir teoriye göre çok ileride olmakla birlikte, daha sonraki paradigmalara göre çok daha geri bir konumdadır. Ama bu noktaya sıçranılmış olunması önemlidir. Buraya gelirken, hiç de bizim zannettiğimiz gibi ya da çoğu kere gündelik bakış açısından varsayıldığı gibi. Kepler. çok bilimsel hesaplar sonucunda değil de, başka bir tanrıbilimsel açıklamaya kanıt olmak üzere kendi sistemini kurmuştu. Ama bu durum, daha sonraki gelişmeler karşısında geri olmakla birlikte, o momentte müthiş ileri bir teorik konum sağlıyordu gökbilim için. Ben, Doktoru biraz buna benzetiyorum. Doktor, sosyalist teori cephesinde böyle bir şey yaptı.
Herkesin el kitaplan üzerinden yazı yazdığı ve en evrensel doğrulan çok vülger bir tarzda dile getirdiği bir dönemde. Doktor, evrensel olanı daha sistematik, Türkiye için gereken akıl yoruşu da daha özgün kılmaya çalışarak bence çok önemli bir şey yaptı. Teoriye en yakın olanlan da bu anlamda olumlu olarak etkiledi.
Politika önerileri itibariyle de, demokratik devrim görüşünü savunanlara TİP karşısında daha elverişli bir savunma konumu sağlıyordu. Ama, Doktor'un belki pratik faaliyetlerinin yetersizliği dolayısıyla, gerçekte pratik politika alanında hakim olan, daha çok, hatta çok büyük ölçüde Mihri Belli’ydi. Bu anlamda, Doktor'un ancak yukandan, teori ile yakından ilgili olanlar katından yaptığı müdahalelerden söz edebiliriz. Yoksa, pratik faaliyeti daha çok Mihri Belli ye yakın olan insanlar yürüttüler.
Bir şey daha. Doktor’un geçmiş mücadelelerden elde ettiği sonuçlar, benim anladığım kadarıyla. onu açık faaliyet yürütürken son derece ihtiyatlı olmaya zorluyordu. Bu yüzden, teorik bakımdan varmış olduğu birçok sonucu açıkla- maksızın kalmıştı. Hatta şöyle bir tartışma hatırlıyorum: Yanılmıyorsam, 12 Mart’tan hemen sonraydı. SBF'nde bir toplantı düzenlenmişti. Doktor da konuşmacı olarak çağrılmıştı. Biz, o zaman Doktorcularla olan çekişmelerimizden dolayı, bir talihsizlik olarak, o toplantıya katılmayı reddetmiştik. Ama tabii bugün olsa, böyle bir şey yapmazdık. Toplantıda bulunmamış olsak da. giden arkadaşlar anlattı. Daha sonra onlar ya
zılı olarak da çıktı. Orada, kendisine bir Aydınlıkçı tarafından Kürt meselesi hakkında görüşleri sorulduğunda. Doktor, “ Bu konuda bir görüş belirtmiyorum” diyor. “ Niçin?" “Sıkmıyor da ondan.”
Bu, şüphesiz, Doktor açısından o mesele hakkında düşünmenin “ sıkmadığı" anlamına gelmiyor. Vardığı sonuçlan açıklamak, açık bir politikanın yürütüldüğü bir yerde, son derece güç ve imkânsız geliyordu ona. Oysa, Doktor öldükten sonra, her şeyin daha rahat tartışıldığı 1974 sonrası dönemde, biz de Doktor’un bu konuda yazdığı kitaplan ilk defa okuma imkânı bulabildik. ihtiyat Kuvvet Milliyet ya da Şark adındaki kitabından söz ediyorum. Doktor’un metni, bu konuda Türkiye’de o güne kadar yazılmış -hatta ondan sonra da bu kadar kapsamlı bir eser bence yazılmadı- en ileri, en tutarlı metindi.
Herkesin el kitapları üzerinden yazı ve en evrensel doğruları çok vûlgı
tarzda dile getirdiği bir dönemde, E evrensel olanı daha sistematik, Tü için gereken akıl yoruşu da daha c kılmaya çalışarak bence önemli biı yaptı. Teoriye en yakın olanları dî
anlamda olumlu olarak etkiledi
Yani, Doktor’un bir dc böyle bir talihsizliğinden söz etmek gerek. Teorik olarak varmış bulunduğu sonuçlan, eski pratik deneyiminin getirdiği aşırı ölçüdeki ihtiyatlılığından ötürü ileriye sürmekten kaçınmak zorunda kalmış olması... Ben, Doktor’un o görüşler üzerine bir çarpı çektiğini düşünmüyorum hiç. Ama, onlan açıklamak için durumu uygun bulmamıştı. Bu yüzden, aslında Doktor tablosu, bir bakıma eksikti. Demek ki, Doktor u söyledikleriyle değil, söyleyemedikleriyle de tartmak gerekiyormuş. Ama biz o zatnan, ne bunu düşünebilecek kadar veriye sahiptik, ne de elde ettiğimiz verileri yorumlayıp Doktor hakkında görüş oluşturabilecek kadar esnek ve politik bakımdan olgunduk. O nedenle, bizim kafamızdaki Doktor tablosu, bütün bunlardan yoksun olarak kurulmuş bir tabloydu. Ve bir talihsizlik olarak o zaman Doktorcu olduğunu söyleyen insanlann pratik faaliyetlerine bakarak Doktor'u değerlendirmek gibi bir güçlükle yüz yüze kalmamızın sonucunda, Dok- tor’a saygısızlık etmiş bulunduğumuz durumlar da olmuş olabilir.
Ama, zaten o zaman Doktor, yapabileceği kadar çok pozitif bir etkide bulunmuştu. O zaman bir tek nokta kalıyor geriye. En can yakıcı olan meseleyi en sona sakladım. Doktor’un ordunun ilericiliği hakkındaki görüşleri, benim için o zaman da benimsenecek olmayan görüşlerdi. Bugün de o konudaki düşüncemi değiştirmiş değilim. Şuna katılmadığımı söyleyeyim: Mesela, Doktor’un Tarih Tezi’nin bu politik sonucu kan ıtlam ak için yazmış bu lunduğunu düşünmüyorum hiç. Doktor, belli bir sistematik sonucunda düşüne düşüne, yani düşüncenin kendi gelişimi içinde ve bu pratik verileri kendisine dayanak alarak böyle bir sonuca varmıştı.
Yanılmıyorsam, Murat Belge’nin şöyle bir görüşü vardı, ben ona katılmıyorum. Doktor, kafasına ordunun devrim yapacağını koymuş, sonra da buna kanıt ararken, bir şeyler ortaya çıkartmış değil. Bence, Doktor’un kaçırmış olduğu bir tek şey vardı. Aslında, kendisinin çok İyi farkında olması gerekiyordu. Türkiye'de kapitalizmin ve sınıf ilişkilerinin gelişmesinin, finans- kapitalin teşekkülünün ve dolayısıyla, her şeyin buna göre belirlenmesinin geçerli olduğu bir ortamda, bütün bu tesbitlerin sahibi kendisi o lduğu halde geleneklerin sürekli ve kalıcı olamayacağını gözden kaçırmıştı. O yüzden, Doktor'un
Doktor’un görüşleri daha
çok, bir nevi “ uzlaşma” yanlısı
olanlar arasında kanıt olarak
kullanılmaya başlandı. Bu da
karşıt eğilimi savunanlar
gözünde Doktor’u değerden düşürdü.
Doktor’un kendisi, kendi hayatıyla
bunun tersini kanıtlamışken, hiç layık olmadığı bu
duruma aslında birazda Doktorcu
olduğunu söyleyen insanlar yüzünden düştü.
Tarih Tezi nden ordunun rolüne ilişkin olarak çıkarttığı sonuçlar, diyelim 192Ü’ler Türkiye'si için belki geçerli olabilecekken, 1960'ların, ’70’lerin Türkiye'sinde geçerli değildir.
Ama, ne derler, her güzelin bir kusuru olurmuş; böyle düşünüyorum ve Doktor’u sadece bundan ötürü yargılamak durumunda hissetmiyorum kendimi. Çünkü insanlar, felsefi ve teorik olarak çok mükemmel bir kafaya sahip olmakla birlikte, politikada yanlışlar yapabilirler. Ya da doğru felsefi ve tarihsel önermelerden doğru olmayan politik sonuçlar üretebilirler. Bu apayn bir şey. f
Kaldı ki, demin söylediğim gibi, doktor bir yalnızlık dünyasında yaşadı hep. Söylediği doğru, insanlar çoğu zaman kendi yetersizliklerinden, yeteneksizliklerinden ötürü, Doktor'un tartışma masasına getirdiği birçok meseleyi tartışmadılar, tartışamadılar. Bu yüzden Doktor, hep kendi kendisiyle tartışan bir insan konumunda kaldı teorik planda. Böyle bir durumda. Doktor yaşasaydı, bizde akım olarak yaşasaydık, bugün belki öyle bir tartışma yürütülebilirdi.
Kendim için çok net söyleyeyim, bütün her şey olup bittikten, af çıkıp da herkes gittikten sonra cezaevinde tek başıma kaldığımda, karşıma şöyle bir mesele koydum. Doktor’un Tarih Tezi'yle bir şekilde hesaplaşmam gerektiğini düşündüm. Ancak, Tarih Tezi'ni önüme aldığımda, onunla hesaplaşabilmek için sadece toplum bilimleri değil, aynı zamanda doğa bilimleri alanında da, sadece tarih değil, aynı zamanda felsefe alanında da ve nihayet, sadece genel teori alanında değil, Türkiye’nin toplumsal yapısına ilişkin pratik veriler alanında da o kadar çok fı- nn ekmek yemem gerekiyordu ki, ben bu işi çok sonraya bırakmak gibi bir durumla karşı karşıya kaldım. Velev ki, Doktor'un orada söylediği her şey teorik olarak yanlış dahi olsaydı, o teorik düzeyden Doktor’la tartışmak, benim için son derece güçtü. Doktor için, sanırım bütün muhatapları bakımından bu aynıydı. O yüzden hep tek başına teori yapmak gibi bir durumla karşı karşıya kaldı. Belki, böyle bir tartışma düzeyi tutturabilseydik, birbirimizden yeni bir şeyler öğrenebilirdik. Ama, işler hiç öyle gitmedi, Ç.Yol— ‘65’ten sonrası, devrimci gençlik
eylemlerinin hızla yükseldiği, aynı zamanda, işçi sınıfı ve halk ¿ırasında biriken hoşnutsuzluğun çeşitli pratik tepkilere dönüştüğü bir dönem oldu. Gençlik hareketinin gerek işçi hareketiyle, gerekse köylü eylemleriyle pratik yakınlıklar kurması, hatta onlarla kısmen içiçelikler taşıması söz konusuydu. Böyle bir ortamda Doktor, gençliğe büyük bir değer verdi ve hatta eserlerini büyük ölçüde devrimci gençliğe hitap ederek kaleme aldı ve gençlik üzerinde önemli teorik etkilerde bulundu. Fakat, buna rağmen, Doktor’un çizgisiyle gençlik hareketinin yürüdüğü çizgi belli anlamda paralel olarak birbirini izlemekle birlikte, çakışamadı. Bu olguyu bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çakışamamanın avantaj- lan ya da dezavantajları var mı? İkincisi, çakışamamanın nedenleri sizce nedir? Kısmen, demin verdiğiniz yanıtlardan bazı ipuçları ortaya çıkıyor. Fakat, daha derin nedenleri olduğunu düşünüyorum.
E.K. — Yine iki olumlu noktadan başla
yalım. Doktor'un bu çağrılan tamamen yankt- sız kalmadı. İşçi hareketi ile gençlik hareketini birbirine yaklaştırmak bakımından, Doktor’un gerçekten çok fazla çağrısı oldu. Bunu ciddiye alan insanlar da oldular. Ama bu, gençlik hareketinin -DEV-GENÇ’in diyelim- azınlığı bakımından böyleydi. Ancak, sadece Doktorcuları etkileyen bir çağn da değildi.
Ben, gayet iyi hatırlıyorum, mesela, bir YİS (Yapı İşçileri Sendikası) deneyi var ki. bu deneye başından sonuna kadar katılanlar, hep daha sonra bizim THKP-C çerçevesinde birlikte olduğumuz arkadaşlardı. Doktor, onlann işçi sınıfına doğru gitmesi bakımından bir kanal oldu. Biz, işçi sınıfının iktisadi örgütlenmesi ve mücadelesi ve buradan siyasete geçişi bakımından eğer birtakım deneyler edinebildiysek, bu dolaylı
ya da dolaysız olarak, Doktor'un açtığı kanaldan olmuştur. Tabii, burada İsmet Demir gibi çok yetenekli, çok pratik öngörülere sahip bir sendikacının varlığı da önemliydi. Ama, bence neticede, İsmet Demir de bir bakıma Dr Hik- met’in ürünüydü.
Böyle bir kanaldan bir grup insan, işçi hareketine doğru aktı. Şüphesiz, başka kanallardan da Keza, İsmet Demir’le birlikte, Necmettin Gi- ritlioğlu'nun, Demir Küçükaydın’ın çalışmalarından da söz etmek mümkün. Bu, bir grup insanı etkiledi Ben kendim, bunlardan biriyim. O zaman bizimle birlikte hareket eden Hüseyin Cevahir, Yusuf Küpeli, Münir Aktolga ve daha başka genç arkadaşlar da bu çağrılardan etkilendiler.
Ancak, böylelikle bir bütün olarak, işçi hareketi ile devrimci gençlik hareketinin kaynaştığı da söylenemez. Çünkü, Türkiye'de işçi hareketi, mesela Rusya'da 1905 öncesinde olduğu gibi, bakir bir alan oluşturmuyordu. Rusya'da işçi hareketi, sosyalistler tarafından örgütlenmeyi bekleyen, başka burjuva partileri tarafından da örgütlenmemiş bir alandı. Orada işçi sınıfı, gerek devrimci sosyalist hareket, gerekse devrimci gençlik hareketi kendisine yöneldiğinde, sınıf içgüdüleriyle yüklü, cahil ama sosyalistler tarafından eğitilmeye açık unsurlarla doluydu. Türkiye'de ise, durum bence bundan farklıydı.
Bizde ilkin sendikalar, sonra sosyalist partiler örgütlendi. Rusya’da ise tersine, önce parti, sonra sendikalar Örgütlenmişti. Ama, bu biçim farklılığının ötesinde, bence şu gerçeklik bulunuyor: Türkiye’de işçi hareketi, iktisadi mücadele düzeyinde, devrimci ya da sosyalist olmayan akımlar tarafından kapatılmıştı. Dolayısıyla, devrimci gençler, işçi hareketine gitmeye kalktıklarında karşılarında sadece hükümet engelini değil, bir profesyonel sendikacılar engelini de buluyorlardı. Profesyonel sendikacıların bir bölümü, sosyalist düşüncelere de sahip olabilirdi, ama neticede onlar, sendikacılığı meslek olarak benimsemiş insanlardı ve işçi sınıfının iktisadi ve siyasi mücadelesi arasında hep bir ayrım olduğu görüşündeydiler. Dolayısıyla, gençlik hareketinin içşi hareketine doğru akışı bu bakımdan engellenmiş oluyordu.
İkincisi, gençlik hareketinin kendisi, her ne ka dar genel olarak sosyalizan fikirlerle besleniyor idiyse de, gençliğin bir bütün olarak işçi hareketi içinde erimesi ya da kendisini ona vakfetmesi beklenemezdi. Neticede farklı sınıf gerçekliklerinden hareket ediyorlardı ve işçiler arasında çalışmak, aslında güç, zahmetli, yorucu ve bütün hayatı adamayı gerektiren bir şeydi. Bütün olarak gençliğin nesnel devrimci faaliyeti bir yana, içlerinde öznel olarak hayatını bu alana vakfetmeye hazır olan insan sayısının çok kabarık olduğunu söylemek mümkün değildi.
Gerçi, her ikisini de aynı nesnel koşullar ha rekete geçirdiği için, gençler de, işçiler de devrimci bir tarzda davranıyorlardı. Ama, porblemi
ideolojik, örgütsel ve diğer kademeleri bakımından ele aldığımızda, gençlik henüz bu anlamda yoğrulmuş değildi. Bu nedenle farklı maddi hayat koşullarından yola çıkan öğrenci gençlerin, işçilerin davasını kendilerinin davası gibi görmüş olduklarını söylemek güç.
Üçüncü olarak, o dönemde uluslararası plandan yükselen bir ideolojik faktör vardı. O sıralarda, Çin Kültür Devrimi’nin ve genel olarak ÇKP’nin dünya görüşünün gençlik hareketi üzerinde epeyce nüfuzu vardı. Bu görüşe göre, kırlar devrimin esas alanı, köylülük devrimin esas gücü, işçi sınıfı ve kentler tâli alanlar, işçiler ise ancak sonunda devrimci olabilecek bir güç gibi ifade ediliyordu. Her ne kadar bir sürü işçi sınıfı övgüsünden sonra bunlar söylense de.
Bu söylenenler, teorik bakımdan çok fazla donanmış olmayan insanlann kafasında çok şematik olarak indirgendi. Köyler kentlerden, köylülük işçi sınıfından daha önemli bir güç gibi görüldü. Tabii, başka etkiler de vardı. Latin Amerika’dan akarak gelen teorik görüşler çerçevesinde, işçi hareketiyle, gündelik mücadelelerle, sendikal mücadelelerle uğraşmak, bir çeşit oportünizme tekabül ediyor gibi görebiliyordu. Bunun sonucunda, dolaysız aktif mücadeleler dışında kalan mücadeleler. İkinci! mücadele olarak görülmeye başlanmıştı.
Demek ki, hepsini toplarsak, birincisi işçi hareketi ile gençlik hareketi arasında profesyonel sendikacılığın kurduğu bir yalıtkan alan bulunuyordu. Bu yalıtkan alanı delip geçmenin bir sürü ekuğraş gerektirmesinden ötürü, nisbeten sabırsız ve tahammülsüz olan gençler, bunu uğraşmaya değmez görebiliyorlardı. İkincil olarak, teorik planda işçi sınıfının tarihsel öncü rolünü yadsıyan ya da ikincil konuma indirgeyen görüşlerin. gençlik hareketine bir dereceye kadar egemen olmasından sÖ2 edebiliriz.
Şunu söyliyeyim aslında Maoculuk dediğimiz ideolojinin bir bütün olarak gençlik hareketine egemen olduğu söylenemez Ama, Türkiye’nin bir geri sömürge ülke olarak telakki edilmesi, buna ilişkin Sovyet görüşünün o dönemde çok belirsiz ve muğlak olması, buna karşılık Çin’in Sovyetlerle yürüttüğü polemiklerin daha devrimci karşılanması dolayısıyla, böyle bir etki vardı. B ir de, V ie tnam 'daki mücadelenin Çin’dekine benziyor olması ve gençliği bu yönde etkilemesi söz konusuydu. Aslında hayli konjonktüre! bir duıuın bu ideolojik nedenler. Daha sonra bu ideolojik gerekçeler kısmen ortadan kalktı, ama gene de bir kaynaşma olmadı. A n cak bütün nedenleri sadece buna bağlamasak da bir faktördü.
’71 den sonra mücadeleyi sürdüren unsurlara baktığımızda bunlar aslında DEV GENÇ’in en önde gelen kadrolarıydı İşçi smfıyla olan bağlarını kesiyor olmaları ya da işçi sınıfıyla dolaysız bağlar kurmaları hiç de mücadele etmek istememelerinden değil, başka bir ideolojik yönelim içerisinde buluıımalarındandı. Bu yüzden, Doktor onları etkilemeyi başaramadı. Çünkü, başka bir yönden etkilenmişti insanlar.
Bir-başka nokta da şu: Doktor’un pratik politika bakımından bir askeri darbeyle bu işin çözülebileceğine dair bir görüşe sahip olduğu düşüncesi, diğer söylediklerini de aslında törpü- lüyordu; insanların onları görmesini güçleştiriyordu. Bu anlamda bir dezavantajdan söz edilebilir
Benim, gerekçeler ve nedenler olarak söyleyebileceğim şeyler, aşağı yukarı bunlar. Ama. '74'ten sonra bazı dönüşümler oklu, insanlar belli bir biçimde kendi dünya görüşlerini gözden geçirdiler. Daha önce dezavantaj olduğunu söylediğim görüşlerin egemenliği önemli ölçüde sarsıldı. Ama, buna rağmen, gençlikle, işçi sınıfı arasında gene bire bir bir bağ ya da bunları birbirine bağlayabildi bir öıgütlenme biçimi Türkiye'de ortaya çıkmadı.
Burada başka bir şeyden daha söz etmek gerek. Rusya'dan örnek verelim. Bu ülkede, işçi sınıfının kendisi hep önde yürümüş, öğrenciler hep arkadan gelmişler ve işçi hareketinin yan faktörü olmuşlardı. Tarihsel olarak böyle bu. Tek
14
tek işçiler ne düşünürlerse düşünsünler, kendileri zaten pratikte devrimciydiler Sosyalist örgütler. işçiler arasında hpmpn çok geniş yandaş kitleleri bulabiliyorlardı. Sadece bolşevikler değil. SR'ler de. sadece menşevikler değil, terör- cüler de pekala işçiler arasından politik muhataplar bulabildiler.
Doğrusu. Türkiye'de işçi sınıfının bu bakımdan edilgen bir konumda olduğunu düşünüyorum. Bu durum Türkiye’nin tarihsel ve sosyolojik özelliklerinden vs. çıkar. Burada işçi sınıfının kendinde bir sınıf olduğunu henüz idrak sürecinde bulunması, köylülükle bağlarının nisbeten son 20 yıl içerisinde kopması, bu yüzden işçiler arasında köylü mantalitesinin hâlâ yaşıyor olması. işçi sınıfının büyük devrimci atılımlar gösterdiği ülkelerden farklı olarak, Türkiye'de işçi sınıfının konsantrasyon düzeyinin nispeten düşük olması gibi nedenler de sıralanibilir.
Yani sadece gençlerden gelen bir yetersizlikten değil, işçi sınıfının tarihsel olarak nispeten geriliğinden kaynaklanan bir nedenden de söz edebiliriz. Bunların çoğu, Dr. Hikmet’in kendisinden bağımsız nedenler. Ama birçok genç insanın Doktorun açhğı kanallardan işçi hareketine doğru aktığı da bir gerçek.
Ç .Y o l — Sanınm bu açıklamalardan sonra doğrudan doğruya partileşme meselesi gündeme geliyor İşçi hareketi ile devrimci gençlik hareketinin kaynaştırılması, işçi sınıfı ve gençlik hareketindeki eksikliklerin ve teorik yetersizliklerin giderilmesi, geçmiş sosyalist mücadelenin deney birikiminin ve teorik mirasın tartışılıp, netliğe kavuşturulması, işçi sınıfı ve gençliğin bu mirası hazmedebilmesi, başlı başına proletarya partisinin organizasyonunu gerektiriyor. Nitekim Doktor. 1970 yılında “devrimci mücadelede varolan örgütsel ve teorik kargaşılığa son verelim, proletarya partisini örgütleyelim" parolasıyla belli girişimlere başladı Bu çalışma, Mihri Belli çizgisini ve devi: t • gençlik çevrelerini de içine alıyordu. Siz sözlerinizde bu kesimleri devrimci kamp olarak nitelendirmiştiniz, devrimci kampın partileşme çalışmasına bugün nasıl bakıyorsunuz? Partileşme çalışmasının sonuçsuz kalmasında rol oynayan nedenler. THKP-C çizgisinin gittikçe belirginleşmesi ve Dr. Hikmet'in THKP-C ile ilişkileri konusunda neler söyleyebilirsiniz?
E.K. — Bunu biraz da hafızamı yoklaya
rak söyleyeyim. Düşündüğüm zaman şu noktalar gözümün önünde beliriyor. Birincisi. TİP'in içerisindeki devrimci unsurlar belirli bir zamandan sonra barınamaz hale geldiler. Bu. "TİP ile birlikte mi gidelim, yoksa TİP’nden ayrı bir parti mi olsun" tartışmalarını başlattı.
Ancak barınamaz olmanın tek sorumluluğunu yalnızca TİP yöneticilerine yıkmak da bana biraz güç geliyor. Çünkü neticede TİP programı ve tüzüğü belli idi. İnsanlar bunu kabul ederek partiye girmişlerdi. TİP’in bizatihi kendi program ve tüzüğüne aykırı düşen bir faaliyetler toplamı, TİP içerisinde gerçekleşmeye başlayınca, onu yöneten ya da düşüncesini ifade eden insanların buna karşı bir politika geliştirmeleri beklenen bir şeydi.
Ben, o dönemde demokratik devrimciler kampının TİP içerisinde yaşar kalmak için gerekenlerin hepsini yaptıklarını düşünmüyorum. Şimdi geriye dönerek bakıyoruz Eğer, Türkiye’deki gidişatın bugün aldığı şekilleri alabileceği, belli şeylerin eksikliği halinde durumun böyle olabileceği öngörülmüş olsa idi. belki başka türlü davranılabllirdi. Ama, geçmiş olsun, olan oldu.
Yani, yalnızca şunu söylemek "TİP yöneticileri oportünistliler, onun için devrimcileri sevmiyorlardı ve örgütlerinden attılar" şeklindeki bir mülahaza, bence gerçekiği tam olarak ifade etmekten uzak kalır. Ama neticede devrimci kampa bağlı unsurlar, TİP içerisinde yaşayamaz hale geldiler. Yaşayamamalarının bir nedeni, eğer kendi politik doğrultularını TİP’ne benim- setememeleri idiyse, ikinci nedeni de bunu benimsetmek için çok da tutarlı davranmamış olmalarıydı. Ama neyse, sonuçta tartışmalar şu noktaya vardı: “TİP İçerisinde var olmaya devam
edilemez. Ayrı bir politik parti kurmak gerekir.”Bu noktada Doktor ne dedi? Benim bildiğim
kadarıyla Doktor. TİP’in 29-30 Ekim 1970’de yapılan son kongresine katılmak, kongrede TİP yönetimi ele geçirilemese bile, orada mevzileri korumak yönünde bir politika önermişti. Yanılmıyorsam eğer, daha sonra bunu Sosyalist gazetesinde de yazdı. Fakat biz o zaman Doktor'un böyle önerilerini bilmiyorduk. Gerçi bilseydik de dediğini tutar mıydık, o da ayn mesele. Biz, mesela şöyle zannediyorduk: 29-30 Ekim kurultayına alternatif olarak toplanan proleter devrimci TİP kurultayına Doktor'un da katılacağını, bizimle beraber meseleyi tartışacağını umuyorduk. Mihri Belli böyle aktarmıştı. Sonradan bunun böyle olmadığı ortaya çıktı ve Doktor'un ne düşünmekte olduğunu bu konuda daha sonra çıkan yazılarından öğrendik.
Doktor. TİP içerisinde kalınmaya çalışılmasını savunuyordu. Biz ise, a rtık ’onun içerisinde kalmanın yararlı olmadığı, TİP ile birlikte gidilemeyeceği, TİP'nin politikasının, programının, taktiğinin, içinde kalınarak bir şey geliştirmeye çok da elverişli olmadığı düşüncesine varmıştık. Bunların bugün yeniden değerlendirilmesi ayrı mesele, ama o günkünden çok farklı düşündüğümü de söyleyemem.
Ama, biz o kurultayda şunu gördük: Aslında TİP'in örgütlenme, politika, mücadele konularında önerdiği şeyleri; Kurultay’ı birlikte topladığımız Mihri Belli tarafının da bir dereceye kadar paylaştığını anladık. Mihri Belli de aşağıdan yu- kanya doğru örgütlenmeyi esas olarak örgütlenmenin legal olması gerektiğini vs. savunuyordu. Biz o zamanlar daha farklı şeyler savunduğunu varsayıyorduk. Bütün bu farklılıklar o kongrede ortaya çıktı ve farklılıklar kongrede giderilemedi.
Doğrusu istenirse, bizim taraf yani daha sonra THKP-C'ni meydana getiren unsurlar da, Mihri Belli karşısıda çok açık net. anlaşılabilir, çok belirgin ve berrak bir görüşle ortaya çıkamadığından, toplantı şu uzlaşmayla bağlandı: "Evet, TİP artık sosyalist hareketin gereklerini yerine getirememektedir. Bunun yerine yeni bir- devrimci parti kurulması zorunludur. TİP'nin devrimci muhalefeti ve buna ek olarak başka sosyalistler, böyle düşünmektedirler” diye ortak imzalı bir bildiri yayınlandı. DEV-GENÇ başkanı olarak onun altında benim de imzam var.
Bugün dönüp baktığımda, böyle bir bildiriyi imzalamış olmaktan utanç da duymuyorum. Neticede, bir devrimci işçi partisi kurulması gerekliliğine dair bir irade beyanından başka bir şey değildi ve bence o , zaten söylenmesi gereken bir sözdü. Ama, bu ne kadar derde devaydı denirse, o apayn bir mesele.
Zaten daha sonraki gelişmelerin seyri gösterdi ki, biz Mihri Belli ile de çok farklı düşüncelere sahiptik. Bunun ürünü olarak, daha sonra THKP-C olarak bilinen örgütlenme, akım ve mücadele şekli ortaya çıktı.
Ancak, buna girişmeden önce şöyle bir evreden geçtiğimizi baştan söylemiştim. Doktor’- la bir birlik aramak evresinden geçmiştik. Bunda neler rol oynamış olmalı? Bence, şunlar rol oynamış olmalı:
Birincisi, orduya ilişkin olanları dışında Dok- tor’un sınıf analizleri bize akla yatkın geliyordu. Bugün de benim aklıma yatkın geliyor. Doktorun Türkiye’de ta 1920’lerden beri hakim olan üretim tarzının kapitalizm olduğu, ama bunun Türkiye’ye özgü bir kapitalizm olduğu, dolayısıyla, klasik şemada bulunmayan sınıfların, üretim ve mülkiyet ilişkilerinin Türkiye'de yer aldığı şeklindeki belirlemesi bence çok doğruydu. Türkiye'de devletçilik bahsinde söyledikleri de son derece doğruydu. Tüm bunlar, teorik olarak hayli sağlam kalkış noktalan veriyordu. Dolayısıyla, bunları ilk ortaya koyan insan olarak ve mücadelede tuttuğu önemli ve olumlu yer nedeniyle, arkadaşlarımız Doktorla görüşmek gerektiğini hissetmişlerdi.
İkincisi, bu insanların -ki yaşça en gençleri bendim, ama benden büyük olanlar da, iki yaş
büyüktü zaten; ortalama 22-25 yaş arasındaki insanlardık- bir yıl önce böyle bir girişimin öncülüğünü yapacakları akıllarından geçmezdi. Ondan bir yıl önce de biz kendi içimizde Dok- tor'dan ve Mihri Belli'den bağımsız ilişkilere sahiptik. yani bir grup olarak varoluyorduk, ama bir yıl önce bizim aklımızdan geçmezdi ki. bü- tüm bu eski tüfek denilen insanlar bir yanda kalacak, biz bir yanda kalacağız ve Türkiye'deki sosyalist hareketin siyasi sorumluluğunu tek başımıza üstlenmeye cüret edeceğiz.
Her şeye rağmen, Doktor’un sayg Cephe hareketi içinde hep varoldu:
hiç kimse, revizyonist, oportünisl yaftalardan birini Doktor’a izafe el hiçbir zaman kendisine yakıştıran
Doktor’la bizim aramızda garip hayranlık sürüp gitti.
Biz böyle düşünmüyorduk. Bu yüzden, onun da verdiği eksiklik duygusuyla arkadaşlar, Dokto rla görüşmeye gittiler. Fakat burada bir anlaşma hasıl olmadı. Doktor, önerilerimizi hem teorik olarak akla uygun bulmadı, hem de kalkışmayı düşündüğümüz girişimi kendisine göre safça ve çoçukça buldu. Onun için Doktorla herhangi bir beraberlik sağlanamadı.
Aslında biz, o zaman Mihri Belli ile karşı karşıya olduğumuz için tarihten gelen bir insanın bize destek olmasını da istemiş olmalıyız. Ama, M ihri Belli ile ideolojik mücadele, bundan yoksun olarak sürdü.
Bir başka neden olarak da, Doktor’un “Anarşi Yok. Büyük Derleniş broşüründe yazdıkları, bize çok şematik ve sadece legal planı hesaba katan bir görüş olarak gelmişti. Onu benimsememiş olduğumuzu söylemeliyim.
Hatta o zamanlar espri konusu olmuştu. Doktor, “ Madem örgüt kuracaksınız, ben Çelik Pa- las'tayım, buyrun gelin” diyor, adres de veriyordu. Herkes "örgütün yeri de belli oldu" demişti. Belli kİ. orada Doktor'un yapmaya çalıştığı başka bir şeydi. Doktor’un tutumunda il- legaliteye zorlanmayı kabul etmemek, legal planda yapılabilecek olanların hepsini yapmadan böyle bir yola girmemek gibi başka endişeler rol oynamış olmalı. Ama, onun dışında örgütlenme modeli olarak, üçerli kümeler halinde büyüyen gelişme modeli de bize pek akıl kârı gelmemişti. Neticede, mülâhazalarımız ne olursa o lsun, Doktor bizimkini, biz Doktor'unkini akıl kân bulmadık ve birbirimizden ayrı düştük.
Ama bütün bunlara rağmen, Doktor'un saygınlığı Cephe hareket içinde hep varoldu. Mesela hiç kimse, revizyonist, oportünist gibi yaftalardan birini Doktor’a izafe etmeyi hiçbir zaman kendisine yakıştıramadı. Doktorla bizim aramızda garip bir hayranlık sürdü gitti.
Fakat, sonralan bizim o zamanki yapı dağıldı. lnsanlann ortak değerlendirme zeminleri kay- bolu. Herkes kendi yolunda yürüyüp gitti. O zaman, THKP-C'den zuhur eden birçok farklı eğilim, Doktor'u kendine göre farklı biçimlerde yorumladı. Bir kısmı varolan birkaç harekete doğru aktılar. Bir taraftan ilerleme, öbür taraftan Aydınlık cephesine gidenler oldu. Devrimci Y o l., Kurtuluş ve bunların dışındaki başka eğilimlere bölünenler oldu. Onlar da mensup oldukları eğilimin genel değerlendirmelerine şu ya da bu şekilde katıldılar. Fakat, Doktor konusunda bir özgün değerlendirme yapma ihtiyacı, bu hareketlerde pek görülmedi ya da bunu başaramadılar, orasına bir şey diyemeyeceğim.
Biz içerde kalanlar İse Doktor, ondan sonra da bir fenomeı^ olmaya devam etti. THKP-C İçindeki bölünmede Doktor gene ortaya çıkmıştı. O zaman Yusuf ve Münir’in başına çektikleri eğilim, aslında Doktor'un tezlerinin baştanberi doğru olduğunu iddia ediyordu. Yusufla Münir’in eleştirileri büyük ölçüde Doktor’un tezlerine da-
i
yanıyordu. Türkiye üzerine tahlilleri bakımından Doktor'un önemliliği, geçerliliği vs. noktalan yeniden gündeme geldi ve biz bütün yargılamalar dönemi boyunca Doktorla birlikte yaşadık.
Fakat ben, şunu da söyleyebilirim: Bu eleştirileri getiren arkadaşların bir bölümü, Doktor'un kalkış noktalarından onun hiç varmayacağı sonuçlara vardılar. Mesela Münir, Doktor'un vardığı politik sonuçların tam tersine ve çok uzağına gitti. Ancak, onlar bunu yaparlarken, çıkar endişesiyle hareket ettikleri için değil de, ipin ucunu kaçırdıkları için oralara kadar sürüklendiler.
Yusuf'la Münir'in ilk eleştirilerini ortaya getirdikleri zaman bizim için çok dar bir zamandı. Sürekli takip altındaydık. Bu ayrılıktan iki ay sonra Kızıldere olayı oldu, herkes hapse girdi, ölen öldü, kalan kaldı. Bu zaman zarfında konunun pek doğru dürüst tartışılabilmiş olduğunu sanmıyorum. Asıl yenilgi koşullarında tartışılmaya başlanmış olması, biraz da Doktor'un aleyhine oldu. Çünkü, yenilginin nedenlerini mücadelenin biçimine bağlayan arkadaşlar, bunun tam karşıtını savunurken, Doktor’u kendilerine teorik dayanak yaptıklarından, Doktor, gerçekte sahip bulunması gereken itibarın gerisinde bir düzeyden tartışılmaya başlandı. Bu da aslında iyi olmadı.
Doktor’un görüşleri daha çok, bir nevi “ uzlaşma” yanlısı olanlar arasında kanıt olarak kullanılmaya başlandı. Bu da karşıt eğilimi savunanlar gözünde Doktor'u değerden düşürdü. Doktor'un kendisi, kendi hayatıyla bunun tersini ka
nıtlamışken, hiç layık olmadığı bu duruma aslında biraz da Doktorcu olduklarını söyleyen insanlar yüzünden düştü. Ama, bu geri unsurlar açısından böyleydi. Aklı başında olan insanlar, Doktor’u kendi söyledikleri ve yaptıkları dışında, Doktorcu'yum diyenlerin yaptıklarıyla değerlendirmediler. Doktor'un tarihsel kişiliği açısından bunlann pek fazla önemi yok belki, ama yığınlann karşısına çıkıldığında önem kazanıyor. Doktor’un hayatı hep talihsizliklerle dolu oldu. Bu da onun için bir talihsizlikti belki.
Ç.Yol — Benim sormak istediğim konu
lardan birini siz önceden cevaplandırdınız. Sizin Dr. Hikmet e karşı teorik tavır alışınızda, Yusuf K üpe li'le rin e leş tirile rin i D o k to r’a dayandırmalarının payı olmuş muydu? Bunu ben de sormayı düşünüyordum.
Marx’ın “teorik vicdan” diye bir deyimi var. Türkiye üzerine teori yapan insanlar
Doktorla hesaplaşmadıkça teorik vicdanlarını rahat hissedemezler doğrusu. Bu anlamda Doktor’un kendisine karşı bir “susuş komplosu”nun olduğu doğrudur.
Çünkü bu düzeyde hesaplaşmaya kimsenin gücü yetmiyor.
E.K. — Bunun bir neden oluşturmadığını
söyleyebilirim. Demin de belirttiğim gibi, bunlar hep ayrı düzeyler diye düşünüyorum. Yani teori bir düzey, felsefe bir düzey, politika başka bir düzey. Onlann birinde hatalı bulduğum yaklaşımlarından dolayı insanların öteki alanlarda da topyekün hatalı olduklarını düşünme eğiliminde değilim. Bu nedenle, Doktor bence, kendisiyle bir kez daha hesaplaşılması gereken bir konumdadır. Bu iş bitmemiştir. Doktorculuğun gücünü yitirmiş olması başka bir şey, teoriyi üretmekle yükümlü olan insanların bu teoriyle işlerini bitirmiş olmaları başka birşey.
Marx’ın, “ teorik vicdan” diye bir deyimi var. Türkiye üzerine teori yapan insanlar. Doktor’la hesaplaşmadıkça teorik vicdanlarını rahat his-
setemezler doğrusu. Bu işi şöyle ya da böyle bitirmelidirler diye düşünüyorum. Sonuçta ya benimserler ya reddederler, ama bu hesaplaşma yapılmalıdır. Bu anlamda, Doktor’un kendisine karşı bir “ susuş komplosu"nun olduğunu söylemesi doğrudur. Çünkü bu düzeyde hesaplaşmaya insanların gücü yetmiyor.
Bu arada, Doktor'un benim için son derece pratik bir yaranndan da söz etmek istiyorum. İçeri girmeden önce, -herhalde kaçarken- Tarih Te- zi’ni okumuştum. Oradan şu kafama takılmış: Doktor, birçok Doğu toplumlarının tarihsel gidişi hakkındaki kanıtlarını Ibn-i Haldun’dan getiriyordu. “ DoğununM anii” diye adlandırıyordu İbn-i Haldun’u. Yakalandıktan sonra bizi hücreye koydular. Hücreye kitap vermiyorlar. A ncak sudan edebiyat ürünleri gelebiliyor. Benim aklımda Mukaddime’yi okumak vardı. Cezaevi idaresine başvurup kitabı getirttim.
Mukaddime’nin başında da “esirgeyen, bağışlayan Allah'ın adıyla başlarım” diye başlayan bir giriş bölümü var. Kitabı getiren subaylar, bıyık altından gülüyorlardı. “ Ne oluyor buna, din kitaplarını okumaya başladı" gibisinden. Ibn-i Haldun’un kim olduğunu da, kitapta neyin anlatıldığını da bilmiyorlar. Hiç değilse o yoldan, teorik olarak kafamızı yorabileceğimiz bir şeyler elimize geçmişti.
Doktor'u okumuş olmasaydım, İbn-i Haldun’u bilmeyecek, orada da istemeyecektim. Böyle çok pratik bir yararı da olmuştu. Fakat sonra bunun olumsuz bir sonucu da oldu. Kitabı okuduktan sonra, bizi koğuşlara götürdüler. O zamana kadar kimse de Ibn-i Haldun okumamış. “ Ben” dedim, “ Böyle bir kitap keşfettim. Doktor da bundan çok söz ediyor.” Tabii herkes üzerine atladı. Ondan sonra da bir garip Ibn-i Haldun- culuk başladı. Her şey burada yazıyor falan diye. Bu kez, birileri Ibn-i Haldun okuyor diye, başkalan da İbn-i Haldun okumamaya karar verdiler. Öyle bir Ibn-i Haldun belâsı yaşadık. Ama, o benim işime çok yaramıştı, doğrusu o zamanlar.
Ç.Yol — Şöyle sormak istiyorum: THKP- C siyasetinin netleşmesi, bir örgüt olarak doğuşu ve ilk eylemlerinin başlamasında, bir: devlet terörünün, iki: 15-16 Haziran olaylarından sora işçi eylamleri ve halk hareketindeki inişe geçiş ve durgunluk eğiliminin, üç: eski sosyalist kuşaktan beklenenlerin gerçekleşmeyişinin etkileri var mıydı?
E.K. — Bir kere daha faktörleri sayalım.
İşçi hareketindeki düşüş, eski kuşaktan beklenilenlerin gerçekleşememesi ve devlet terörü. Bunların hepsinin bir şekilde payı var. Devlet terörünün kendisi, imkânlar yeterince olgunlaşmadan aksiyona geçmeye zorladı. Böyle bir gerçeklik var.
Eski kuşaktan beklenilenlerin gerçekleşmemesi ya da bu konudaki hayal kırıklığı, insanları, kendilerinden başka hiç kimsenin böyle bir davranış gösteremeyeceği ve artık bu işin kendilerine düşmüş olduğu düşüncesine eriştirdi.
İşçi hareketindeki ve genel olarak yığın hareketindeki düşüş, daha özel tipten mücadele biçimlerinin mücadelenin ağırlık merkezi haline gelmesine doğru insanları sürükledi. Bunların hepsi gerçek.
Ama. bunların dışında bir başka faktör daha var Biz o zaman, yapmakta bulunduğumuz şeyleri ideooljik olarak da savunuyorduk. Böyle bir nokta var. O yüzden, bizim çok fazla sürüklendiğimiz, savrulduğumuz da söylenemez. Bir anlamda, belki bu demin saydığımız nedenler, tek tek insanların zihinlerinde artık davranmak zamanının geldiğine dair düşünceleri olgunlaştırmış olabilir. Ama ideolojik bir çizgi olarak, o zaman yapmakta bulunduğumuz şeyler, bizim kafamızda bir şekilde sistematikleşmeye başlamıştı.
Çizginin olgunlaşması ve netleşmesi denilen şeye gelince, bu hep bir süreç halinde devam etti. Kıyaslanacak olunursa, 1969-70 v e '71'de
yazılan yazılar göz önüne getirildiğinde, bunlarda hep belirli bir dereceye kadar perspektif farklılıklarının olduğu ve zaman içinde bir konumdan diğerine geçildiği görülür. Ama, neticede şöyle denilebilir. Biz, Guavera’nın çağnsınm bizim için de geçerli olduğunu düşünüyorduk. Fakat, hangi biçimde ve nasıl? Bunu da Türkiye’nin özel koşulları belirledi. Bunun içinde pek çok sübjektif faktör de var, bu da gerçek. Bu nedenlerle, olayı ise’lerle, eğer'lerle açıklamaya kalktığımızda, birçok yanlış şeyler söyleyebiliriz. Ben, burada daha çok şunu demek taraftarıyım. Böyle olmuşsa, böyle olabileceği için oldu. Ama tabii, tarih üzerinde yorum yapmak da pekâlâ mümkün.
Ben hâlâ şöyle bir şey düşünüyorum: 1970 sonbaharında bulunduğumuz konumu sürdüre- bilseydik ve bunu geliştirebilseydik. Türkiye sosyalist hareketinde bir liderlik krizi bugün hiç değilse daha az yaşanıyor olurdu. Bence, devrimci hareket, 12 Mart tan, 12 Eylül e göre kendi iç hayatı bakımından daha ağır kayıplarla çıktı. Eğer bir bitkinin gelişmesi çin onun en uç sürgünleri hayati önem taşıyorda, 12 Mart’ta o çok ciddi biçimde kökten budandı. Ya da, 12 Eylül, yığın halinde bir, çöküntüye yol açmakla birlikte, bu anlamdaki tahribat daha az oldu. 12 Mart'ın yarattığı tahribat, etkilerini zaman içinde gösterdi ve bence devrimci hareket içerisinde çok ciddi bir kaosa yol açtı.
Sadece THKP-C'ni deği, aynı zamanda THKO’nu ve diğer devrimci eğilimleri de kastederek söylüyorum, bunlar en üst düzeyde çok büyük darbelere ve yıkımlara uğradılar. Ki on* lar, devrimci hareketin on yıllık faaliyetinin mey- vesiydi ve heder oldu. Bir kısım insanlar, manen çok büyük çöküntüye uğradılar ve yok oldular. Bu yüzden, '74’ten sonra devrimci hareket, hafızasını ve birikimlerini bir ölçüde tüketmiş olarak çıktı. Bunun acısı, '80'e kadar gelinen dönemde yaşandı. Tabii, '80'de uğranılan ka- tastrof daha ayrı ve bugün onu değerlendirmek için belki daha az elverişli bir konumdayız. Ama şimdi, geriye bakıp 12 Mart için daha rahat konuşabiliyoruz.
O yüzden, “ '70 sonbaharındaki konum ko- runabilseydf'den kastım, fizik olarak insanlar yaşar kalabilseydiler, bunu bir şekilde sağlayabilmiş olsaydık - çünkü her şey kaçınılmaz değil aslında ve gelişme bazen kişilere bağlı da olabiliyor - daha olumlu bir yerde bulunabilirdik. Ama, hiçbir şey de boşa gitmedi doğrusu.
Ç.Yol — Salt THKP-C’ni değil, THKO'nu
ve o dönemde mücadele eden diğer arkadaşları da birlikte düşünerek konuşuyorum. Siz Türkiye devrimci hareketinde bir misyon yarattınız ya da bir misyon başlatmış oldunuz. Herkesçe ortak konuşulduğunda, devrim ci mücadelede Fransızca konuşmanın önemi ortaya çıktı ve bu. Türkiye devrimci hareketi bakımından önemli bir tecrübe oldu. Şimdi, bu noktadan durumu değerlendirirsek, Dr. Hikmet Kıvılcımlı nın temsil eniği mirasla bu misyon arasında bir sentezleşmeniıı mümkün olup olmadığı konusunda bugün ne düşünüyorsunuz? Böyle bir özleminiz söz konusu olabilir mi?
E.K. — D e v rim c i m ü cad e len in bü tün o lu m lu m irasının tek bir hareke t ha linde b irb ir in in içinde yoğrulm asını u m uyo rum ve istiyorum . B u a n la m d a , b izim D o k to r 'u n m irasından e d in eceğ im iz ço k şey o ld u ğ u g ib i, D o k to r 'u n h a y a tın ı v e rd iğ i so s y a liz m d a va s ın ın b iz im
tecrübem iz hesaba katılm aksızın anlaşılıp idrak ed ile m e ye ce ğ in i de d ü ş ü n ü y o ru m .
B u , ben im gerçek is teğ im dır. B iz im geçm işte yapam adığım ız ya da yapm am ız m ü m kün o lm a yan şeyle rden birisi buydu . Biz, kend i tem sil e ttiğ im iz cephesinden de olsa, sosyalist hareketin geçm iş iy le b ir sü rek liliğ in i ku rm ay ı sağlayam amıştık. U m arım , bu bug ü n yapılab ilir, yapılm ası da gerekir. D oğrusu, bu süreklilik içerisinde D okto r 'u n ço k saygıdeğer b ir yen o ld u ğ u n u d ü ş ü
n ü y o ru m .
L
16
ŞABAN
Ç.Yol — Dr Hikmet Kıvılcımlı'yı nasıl tanırsınız? Sosyalist mücadele içinde ne gibi ilişkileriniz oldu? Dr Hikmet’in 1967'de Mihri Belli yönetiminde çıkan Türk Solu dergisiyle ilişkilerini anlatır mısınız?
Ş.O. — Dr.Hikmet Kıvılcımlı ile 1968'de karşılaşmadan 20 yıl önce kitaplarıyla tanışmıştım 1930'larda yazdığı Emperyalizm (Geberen Kapitalizm). Türkiye'de İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı. Edebiyatı Cedide'nin Otopsisi. Marksizm Kalpazanları gibi kitap ve broşürleri, öğrencilik yıllarımda elden bulup okuduğumu hatırlıyorum.
Kıvılcımlı vı ilk defa 1968 yılında Türk Solu dergisinin Cağaloğlu'ndaki bürosunda tanıdım. Yazılarından birini dergiye getirmişti. Sonraları dergide güncel siyasal olaylar üzerinde ve yazılar hakkında konuşmalarımız olmuştur. Ama o haraketli günlerde, karşılaşma ve kısa görüşmeleri aşan yakın ilişkilerimiz olamadı. Türk Solu çevresinrlen kendisiyle yakın ilişkileri sürdüren Şevki Akşil olmuştur. Akşit. İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği'nde Dr.Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte çalışıyordu. Bir de doğal olarak. AnkaralIm ı İstanbul a neldiğinde Mihri Belli ile doktorun görüşmeleri oluyordu.
Türk Solu çevresi ile Hikmet Kıvılcımlı arkadaş arasında tam bir saygı ve dostluk ilişkisi vardı. Bunu gölgeleyen herhangi bir olayla karşılaştığımı hatırlamıyorum Öyle ki Dr. Hikmet, 1967'nin başından ortalarına kadar kendi yönetiminde çıkan Sosyalist Dergisi nin yayınına ara veriyor, ikibuçuk yıl boyunca Aydınlık Sosyalist Dergi de ve Türk Solu’nda yazılarını sürdürüyor. Türk Solu el değiştirinceye kadar.. Tekrar Sosyalist Dergiyi yayınlaması 1970 yılının son ayındadır (1971 Nisan sonuna kadar)
Ç.Yol — Dr.Hikmet’ in TİP içindeki proleter devrimci muhalefetle ilişkileri ve bu harekete teorik-pratik katkıları nelerdir? Aynı zamanda Mihri Belli’nin bu muhalefet içindeki konumunu izah edebilir misiniz?
ş . o . — Bilindiği gibi, proleter devrimci hareketin geçmişini temsil eden tüm sağlıklı unsurlar. TİP’e karşı 1965 yılına kadar tam bir destek tavrı gösterdiler. Yasal engeller nedeniyle kendileri TİP'e giremezlerdi ama çevrelerindeki sosyalistleri bu partiye üye olmaya teşvik ettiler. Her tür destekten geri durmadılar. Fakat TİP yönetiminde ideolojik, politik ve örgütsel sapmalar başlayınca, önce üyelerden, sonra da dışardan sistemli uyarı ve eleştiriler yükselmeye başladı. H.Kıvılcımlı’nın 1966'da yayınladığı “ Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı-tşçi Partisine Teklif" broşürü bu yönde tipik bir girişimdir, üye-organ ilişkisindeki boşluğu doldurma yönünde bir uyarıdır. Kıvılcımlının ayrıca TİP yönetimini eleştiren çeşitli yazıları yayınlanmıştır.
Mihri Belli'nin çeşitli dergilerde süregelen yazılan, başlıca TİP'in benimsediği asgari program hedefleriyle çelişen tutumların eleştirisini hedef alıyordu. TİP'te başlayan haksız tasfiyeler üzerine. 1967'de TİP yöneticilerine M. Belli'nin yolladığı “ lhtamame”de bu tasfiyelerin sosyalist harekette ciddi bölünmelere yol açacağı belirtiliyor, vehimlerden ve antl-komünizm silahından uzak durulması isteniyordu. Böylece kaçınılmaz olarak TİP yönetimine içten ve dıştan yapılan eleştiri dozu yükseldi, fakat partiye destek tutumu sürdürüldü.
ORMANLAR
Sosyalist, Aydınlık Sosyalist Dergi, Türk Solu gibi yayın organlan yükselen bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin geleneksel çizgisini günün koşullannda yorumlayarak gelişen kitle hareketlerine öncülük etmeye çalıştı. Bu, aynı zamanda TİP içinde oluşup gelişen proleter devrimci muhalefete de yol gösterdi, öyle ki, haksız büyük tasfiyelere rağmen 1967-70 yıllann- da TİP içindeki muhalefet birçok yerde yönetime geçmiş durumdaydı. >
Ç.Yol — TİP içinde İstanbul İl Teşkilâtını bile alabilmiş bu güçlü muhalefet hareketi genel kurulu neden lerketti?
s . o . — Genel kurul terkedilmedi, ama ona katılınmadı da. Milli Demokratik Devrim çizgisini benimseyen muhalefet, etkinliğini büyük ölçüde yitiren bu parti içinde kalıp TİP'in 4. Büyük Kongresine katılmaktansa. aynı günlerde Ankara'da Proleter Devrimci Kurultayı toplama kararına vardı.
Bu kurultay 29-30 Ekim 1970 tarihinde yapıldı. önceden yapılan öneri üzerine Dr.Hikmet Kıvılcımlı kurultayın divan başkanlığına gelmeyi kabul etmişti, fakat ilerleyen hastalığı nedeniyle katılamadı.
Kurultay yeni bir partinin kurulmasına yol açamadı. Çeşitli nedenler sayılabilir.
Bir değerlendirmeye göre, bu kurultayın bir yıl kadar erken yapılması doğru olurdu. Bazı sosyalist çevrelerde yapılan görüşmelerde gecikilmiş, bu işe gönülsüz bazı gruplarla fazla zaman kaybedilmiş, henüz TİP'ten umudunu kesmemiş taşradaki tüm devrimci kadroların ikna edilmesini beklemekle hata edilmişti. Daha 1969 yılında. olanaklar ölçüsünde işçi sınıfı ve yoksul köylülüğü temsil edecek bir proleter devrimci partiyi kurmak gerekirdi. Böylece TİP içinde ve dışındaki sosyalistlerin tereddütlerini daha kısa sürede giderecek kararlı bir tutum takınılmış olacaktı.
Kuşkusuz parti kurmakla, özlenen proleter devrimci bir parti kurulmuş olmayacak, kuruluş süreci başlatılmış olacaktı.
Bu değerlendirme doğal olarak bir varsayıma dayanmaktadır. Dünya Sosyalist hareketinde tüm şiddetiyle süren bölünmenin yanında, Türkiye'nin özgün nitelikleri bir yana bırakılarak, dışardan alınan hazır devrim reçetelerine çeşitli gençlik gruplannın eğilim duyması, işçi tabanı henüz güçlü olmayan partinin kuruluş aşamasında, çok başlılığı belki de yine önlenemeyecekti.
Ç.Yol — Türkiye Sosyalist hareketinin önde gelen liderleri kimlerdir? Onlann ve Kıvılcım- lı'nın hareketteki konumu ve teorik-pratik katkıları nelerdir?
Ş.O.- Başta Mustafa Suphi ile Şefik Hüs- nü'yü saymak gerekir. M.Suphi'nin Ekim devri- minde ve ertesinde geniş topraklara yayılmış çeşitli müslüman halklar konusnda önemli görevleri ve katkıları oldu. Sovyetlerde 1918’de Türkiye !ş- tirakiyyun (Sosyalist) Teşkilâtı başkanlığına seçildi. Yeni Dünya Gazetesi, beş Türk lehçesinde günlük olarak yayınlanmaya başlandı. Bir parti okulu açıldı. Türk ve diğer milliyetlerden oluşan “ Beynelmilel Şark Alayı” kuruldu. Fakat bilindiği gibi Anadolu’da başlayan Ulusal Kurtuluş Hareketine aktif destek sağlamak ve yurduna dönmek için arkadaşlarıyla yaptığı girişim
karadeniz’de katledilmeleriyle sonuçlandı.Şefik Hüsnü çağdaş Marksizmi Türkiye'ye ge
tiren adamdır. 8 yıl cephede askerlik, 1919-25 yıllannda Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası sekreterliği, 1925 Takriri Sükûn Kanunu ile başlayan uzun bir illegâl dönem, Almanya'da Dimit- rof ile tutuklanma. III.Enternasyonalin yürütme komitesi üyeliğinde yıllarca süren çalışma, 1939'da Türkiye’ye dönüş, illegal eylem, 1946’da 6 ay süren Türkiye Emekçi ve Köylü Sosyalist PArtisi, 1946-50 tutuklama ve mahkûmiyeti. 1950-51 yine illegal eylem ve tutuklama, 1957’ye kadar hapislik ve 1958'de sürgünde ölüm. Şefik Hüsnü yazılarında Türkiye’nin sınıf tahlilini yapmış, arkadaşlanyla hareketin programını geliştirmiş. [II.Enternasyonalce bu konuları tartışma fırsatı bulmuş, dış yayın organlarında da çeşitli sorunlarda yazılar yazmıştır.
Eskileri alırsak, Mustafa Suphi'yi. Şefik Hüs- nü’yü. Reşat Fuat’ı, Hikmet Kıvılcımlı'yı, Mihri Belli'yi esas olarak aynı geleneğin önde gelen kişileri olarak kabul ediyorum.
Reşat Fuat, en elverişsiz koşullarda, illegal örgüt sorumluluğunu yüklenmiş seçkin bir liderdir. Yazıları daha çok illegal yayına yönelik o lmuştur.
Mihri Belli, 1940 ve 1950'lerde Ş.Hüsnü ve R.Fuat ile aynı örgüt çatısı altında birarada bulunmuştur. 1960'tan sonra onlann temsil ettiği siyasal çizgiyi, düşünce ve davranışta geliştirmeye çalışmıştır. Onun için sağ oportünizmin yıllarca yaptığı basmakalıp eleştirileri bugün tekrarlamak. işçi sınıfının belirleyici rolünü görmediğini vurgulamak gerçeklere uygun düşmez. Yukarıda sözü edilen kurultayda M. Belli'nin yaptığı konuşma ve kaleme alınan Parti Program Taslağı, işçi sınıfının belirleyici rolüne verilen önemin sayısız örneklerinden sadece bir İanesidir.
Dr.Hikmet Kıvımcımlı'yı proleter devrimci hareket içinde saymayan çevreler bile var. Bu davranış gülünçtür. Diğerleri gibi kendini işçi sınıfı davasına adamış, ömrünün yirmiyi aşkın yılını zindanlarda geçirmiş, yürekliliği, çalışkanlığı, araştırıcı ve yaratıcı tutumuyla, teorik ve pratik katkılarıyla Kıvılcımlı’nm hareket içindeki yeri reddedilemez.
Diğerlerinin değişik zamanlarda aldıkları ağır cezalar yanında, özellikle Kıvımcımlı’nınstrtına binen uzun hapislik yılları nedeniyle. Kıvılcımlı ile diğer arkadaşlarını, yanılmıyorsam 1938’den sonra aynı örgüt çatısı altında bulunmalannı engellemiştir. Ortak çalışma disiplini içinde tartışma ve eylem olanaklarının bulunamayışı. belli
' ölçülerde değişik terminoloji ve yorum farklılıklarını pekiştirdiğini sanıyorum. Kuşkusuz görüş aynlıklan yok farzedilemez, ama bilimsel sosyalizmin mirası temelinde, geleneksel program üzerinde, uzlaşmaz görüş aynlıklan olmadığı kanısındayım. Bütünsel bir biçimde tarihsel geçmişe sahip çıkılmalıdır. Kuşkusuz eleştirel bir tutumla.
özellikle son yazılannda, tarihsel geçmişe yaptığı sert eleştirilere bakarak Kıvılcımlı’yı 70 yıla yaklaşan sosyalist hareketten neredeyse soyutlayarak. ona sahip çıkma eğilimleri bizleri farkında olmadan bir başka yanlışa götürür. Yaşarken Kıvılcımlı'nın yapmadığı şeyi, şimdi onun adına yapmaya çalışmak hata olur.
SÖ
YLE
Şİ
SÖ
YLE
Şİ
YALÇIN KÜÇÜK
Yol — Siz çok önemli gördüğünüz bazı düşüncelerinizi özellikle açıklamak istediğinize göre, isterseniz ben sorularımı toplu olarak yönelteyim. Birbiriyle bağıntılı üç soru sormak istiyorum. Bir, bugünkü mücadele açısından D r. Hikmet Kıvılcımlının sosyalist hareketimizdeki yeri ve önemi nedir? İki Dr.Hikmet'in düşüncelerinin somut ve sistematik bir dile gelişi olarak Vatan Partisi olayına nasıl bakıyorsunuz? Üç, Doktor'un sınıf tahlillerini ve tabii ki en başta finans-kapital tahlilini bir iktisatçı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Buyrun.
Y.Küçük — Dr.Hikmet’e bugünden bakışımızın en önemli tarafı şu olabilir. Dr. Hik- met'e bugün nasıl bakabiliriz? Bugün neyi anlatıyor bana. Dr. Hikmet'in yaşamı? Eğer ben 1960 yıllarında Dr. Hikmet’e baksaydım başka söyleyeceklerim olurdu. 1970 yıllarında Dr. Hikmet’e baksaydım söyleyeceklerim başka olabilirdi. Ben 12 Eylül’den geçen bir Türkiye’de 1987 yılında Dr. Hikmet’e bakıyorum. 1987’de Dr. Hikmet’e baktığımda, bir devrimciye, bir inkılapçıya, bir ihtilâlciye bakıyorum.
1987 yılı nedir? 1987 yılında bir devrimciye bakarken şunu görüyorum: 1987 yılında dünyada ve Türkiye’de prestiji en düşük olan mal, öze llik , n ite lik d e v rim c ilik tir . Şu anda devrimcilik-tırnak içinde söylüyorum- “ hiç para etm iyor." Devrimcilere egzantik gözüyle bakıyorlar, anakronik yaratıklar diye bakıyorlar, bağnaz aydın diye bakıyorlar. Bunlar da yazılmış, Cumhuriyet gazetesinde çıkmış, her an çıkıyor. 6en Ertuğrul Özkök’ü eleştirdiğim zaman, “ hiç baş kaldırdın mı, başını eğmekten bahsediyorsun” dediğim zaman Cumhuriyet gazetesi bir hafta sonra bana hemen cevap verip Ertuğrul’u övüyor. Ertuğrul’un bağnaz, tutucu aydınlar dışında herkes tarafından beğenildiğini söylüyor. Şu aşamada devrim düşüncesine bağlı olmak prestiji çok az ve aynı zamanda bağnaz, tutucu olarak nitelenebilen bir durum.
Bu saptamayı yaptıktan sonra Doktora bakıyorum . Doktor’a baktığım zaman beni mutlu eden yan şudur: Doktor, devrimciliğin fiyatının çok çok düşük olduğu zamanlarda da devrimci kalmış bir insandır. Hiçbir zaman modaya uymamış, bir tek gün eylemden ve düşünmekten
geri kalmamıştır. Bizim ilerici, devrimci, sosyalist mücadele tarihimizde bu tür insanlar vardır. Ne yazık ki sayıları çok değildir, ama vardır. Dr.Hikmet, bunların içinde yer alıyor. Bana öyle geliyor ki, ister hapiste, ister dışarda olsun, Dr Hikmet'in bütün ömrü boyunca Türkiye devrimin! düşünmediği bir anı yok. Başına dostlarından ve düşmanlarından ne geldiyse, bu nedenle geldi. Dikkat ederseniz dostlanndan da diyorum. Baskı, dönemlerinde rejim, devrimcilere baskı yapar. Devrimcileri basar, susturur. Bu, karşıdakilerin baskısıdır. Böyle durumlarda devrimcilerin büyük kısmı ya geçici olarak, ya da sürekli olarak, çok büyük bir ihtimalle de geçici olduğunu düşünüp gerçekte sürekli olarak susarlar. O sırada da susmayan olursa, dostları onlara düşmanlanndan daha acımasız davranır. Çünkü her türlü baskı karşısında devrimciler durup da birkaç devrimci durmadığı takdirde, onlar duranların hepsinin vicdanıdır. Bu vicdanı görmemek için onlara hücum ederler. Doktor'un yazgısı bir de budur. Ama bu yazgı, bir tipo- lojiyi çıkarttığımız taktirde, durmak bilmeyen bütün devrimciler için geçerlidir. Doktor kadar Nazım için de geçerlidir.
Kendi adıma ben, Doktor'la hiç tanışmadım Ama bunu ilk defa düşünmüyorum ve kendime soruyorum. Soruyorum, bir türlü cevabını bulamıyorum. O da şu: Benim kuşağım üniversiteye gittiği zaman Türkiye’de TKP 51 tevkifatı denilen darbeyi yemişti. Ben o sırada üniversitede değil, lisedeydim. O günlerden kalan ve beni çok etkilemiş olan en önemli anılar, o mahkemelerdir. Şu anda da gözümün önündedir, sanık sandalyesinde Sevim Tarı'yı hatırlarım. Sevim Hanım'la da hiç karşılaşmadım. Ama, benim için bir devrimci kadındı o.
Ve biz, üniversiteye girdiğimizde -çok sevdiğim bir sözle- elimizde köylülerin idare lâmbası, komünizmi arıyorduk. Birçok insan komünizmi aramıştır, komünist partisini aramıştır. Ve hemen adımız komüniste çıktı. Ama bilmezdik... 1960’dan sonra öğrendik... Sadun Aren Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde bizim profesörümüzdü. Biz onun geçmişinde solculuk olduğunu ancak 1960'tan sonra öğrendik. Bir yandan, elimizde idare lâmbası, komünizmi anyoruz; öğrenci derneklerinde aktifiz; ben Türkiye'de ne kadar öğrenci derneği varsa hepsinin başkanıyım, Fikir Kulübü'nün genel başkanıyım; adımız komüniste çıkmış, bizi emniyete götürüyorlar; yanımızda kürsü profesörümüzün komünizmde geçmişi olduğunu bilmiyoruz.
işte o sırada -çok ilginçtir- gazetelerde arada sırada doktor’un parti kuruluşuna dair açıklamaları yayınlanırdı, hatırlıyorum. Bunu bilemezdim ben. Biz bir yandan elimizde idare lâmbası, komünizmi arıyorduk, bulamadık Sonradan tarihe bakıyoruz ki, tamamen baskıyla tasfiye olduğu ortaya çıkıyor. O sırada Doktor'un Vatan Partisi açıklamaları var. Gazetede resmi çıkardı. Ama biz niye komünist partisini ararken, Doktor’un Vatan Partisi’ ııe girmezdik, bilemiyorum. Acaba genellikle üniversite gençliğinde olduğu gibi gizlilik, “ Komünist partisi mutlaka gizli olur” fetişi miydi bizi etkileyen? Yoksa Doktor’un partisinin adının Vatan Partisi olmasından mı -Vatan Partisi adını yakıştıramazdık-? Veya herşeye rağmen kulağımıza fısıldanan Doktor’un komünist olmadığı, partiyle ilişkisinin bulunmadığı yolundaki sözler mi? Bunu bilemiyorum. Bilmem de
mümkün değil. Ama, o dönemde de bildiğim birşey var ki, 1950'ii yıllarda, partiyi aradığım sırada da Doktor faaliyetlerine devam ediyordu. Doktor’a böyle bakıyorum ve büyük bir sevgiyle bakıyorum.
Şimdi, ikinci noktaya geliyorum. Görüşleri hakkındaki düşüncelerimi Aydın üzerine Tezler in 5. kitabında ayrıntısıyla ele alacağım. Burada tartışmak istemiyorum. Ama, bir şekilde finans-kapital sorunuyla uğraşacağım. Bugün değil.
Finans-kapital kavıamına bir iktisatçı olarak çok yakınlık duyamadım. Banka sermayesinin sanayi sermayesini kontrol etmesinden çok, sanayi sermayesinin şu anda banka sermayesini kontrol ettiğini düşünüyorum. Ama, tekelleşmeyi anlattığı ölçüde, hele Doktor'un 1940’lar dönemi değil, 1980’ler Türkiyesi'nde bu kavramla hiçbir problemim yok, bu düzeltmeleri yapmak üzere.
İkinci bakışım şu Doktor a. Kim ne der bilemiyorum. Şu aşamada devrimciliğin fiyatının düşük olduğunu görüyorum. Bir de hem Doktoru hem bugünü düşündüğüm için -ilk defa telaffuz ediyorum- bir tür sosyalist romantiklere ihtiyaç var gibi geliyor bana. Sosyalist romantizm... Çok ters görünüyor ama, sosyalist gerçekçilikten bence çok daha tutarlı bir kavramdır. Eleştirel gerçekçiliği anlıyorum, ama sosyalist gerçekçiliğe pek fazla ısınamadım. Çok geliştirilememiş, çok geliştirilebilmesi de mümkün değil.
Ancak sosyalist romantizm... Romantizmi hep insanın gücünü abartma olarak anlamışımdır ve öyle anlaşılması gerekir. Romantikler hep insanın gücünü abartırlar. Dr. Hikmetle iki ilgisini kurabiliyorum. İlk olarak, onun yazılarının hepsinde devrimcilerle ilgili bir yiğitleme vardır. Ben de o yiğitlemeden yanayım. Hele fırıaııs-kapital çözümlemesini bugüne getirip bir tekelci çözümleme haline getirdiğimiz takdirde, sadece tekellerle mücadele etmek için değil, kuracağımız sosyalist dünyadaki insanı yaratmak için de bir sosyalist romantizme, devrimci romantizme ihtiyaç olacağını düşünüyorum. Doktor'u bir sosyalist romantik olarak görüyorum.
Burada hemen bana 1960-70 yıllarında Doktor’un etkisini soracak olursanız. Toplumsal Kurtu luşla bir yazım çıktı, o dönemle ilgili. Kalemimin, daktilomun ucuna geldi. Ama biraz daha çalıştıktan sonra yazmayı istiyorum. Hiç kimse bilmez. Belki de çok kızacaklar. İlk defa Toplumsal Kurtuluşla söyledim. THKP-C ve THKO, ikisi de beraber, bir yandan YON ve TİP’in, bir yandan da Doğan Avcıoğlu ve Mıhri Belli çizgisinin çocuklarıdır. Bir nokta daha var, onu yazmadım. Aslında, bana öyle geliyor ki, THKP-C çizgisindeki o yiğitleme ve o yiğitleme- nin dayandığı düşünceler hatta çok giderek oligarşi hatta Toplu Yazılar’da geçen sun'i denge ve benzeri şeyler, Doktor’un düşüncelerinin oraya yansımasıdır.
Bunu çok açık olarak gösterebileceğimi zannediyorum 1965’ten 19bo’daıı sonra ön plana çıkan jakoban çizgi, sonradan da THKO, THKP-C gibi çizgilerle Doktor un çok yakın ilgisi vardır. Doktor'un finans kapital çözümlemesi ve bu çözümlemenin zorunlu olarak ortaya çıkarttığı yiğitleme, DEV-üENÇ’teıı sonraki akımlarda da etkili oluyor.
Bir şey daha. Doktor’un bir de şu yazgısı vardı. Doktor tipolojisinirı bize öğrettiği. TKP çok ilginç
18
bir örgüt. Hep mücadele edenleri partiden atmış. O kadar garip bir olgu ki bu. bulmak mümkün değil dünyada. Ve bana o kadar çok örnek verebilirim kİ Başka Nazım 1930’lu yıllarda da. Dr Hikmet’ln ve Nazım'ın başına gelenleri çok açık olarak bilemiyoruz. Ancak. Türkiye Üzerine Tezler in 2. kitabında sezgilerimle çıkarttığım, sezgilerimle çıkarttığım için de çok korkarak yazdığım bir şey vardır. Orada, tarihini bilmemekle beraber. TKP'nin 1930'larda kendini tasfiye kararı aldığını ve bu kararın sonucunda da CHP’yi desteklemeye, kadrolarını CHP içinde eritmeye yöneldiği sonucunu çıkartmıştım.
Bu olgu. 1943 yılından sonra Türkiye'den Amerikan Komünist Partisine geçti. 1960'lı yıllarda da Mısır ve benzeri komünist partilerinde de yaşandı. Bu tespitlerime çok büyük tepkiler gelmişti.
Topçuoğlu'nun anıları ve çıkan başka kitaplarında getirdiği açıklıktan sonra TKP'nin 1930 yıllannda kendisini tasfiye ettiğine dair düşüncem güçlendi. Benim fikrime göre, dünyada kendini kendi iradesiyle tasfiye eden ilk komünist partisi TKP'dir.
Bana böyle geliyor ki, Doktor ve Nazım bu likidasyon kararının ve pratiğinin dışında. Nazım, biyografisinde “ beni partimden attılar" d iyor. Ve tabii o zaman dünyada ve Türkiye’de partinin tutucu politikasına uymaytp mücadeleye devam edenlerin hepsine yakıştırılan Troçkist suçlaması geliyor. Doktor a böyle bir suçlamanın yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, ama Na- zım'a yapıldı. Ama bana öyle geliyor ki, Doktor alınan karara uymamış görünüyor.
TKP'nin tarihi bir bakıma, içerde kalıp mücadeleyi devam ettirenleri tasfiye tarihidir. Nazım, içerde olduğu müddetçe tasfiye edilmiştir Nazım, ancak yurtdışına çıktıktan sonra TKP'yle tekrar barıştı. Mihri Belli öyledir. (Türkiye Üzerine 7 ezler’m 3. kitabında 1960 lı yıllan Mihri Bel- li’nin iç TK< 1 >rak gördüğümü yazmıştım.) Doktor öyledir Reşat Fuat öyledir. Ama Doktor, bütün bunlardan şöyle bir ayrılık gösteriyor: Vaktini TKP’yi tekrar kazanmak, TKP’de yönelime gelmek şeklinde bir mücadeleyle geçirmek istemiyor. Kendi mücadelesini sürdürüyor.
İki noktayı daha ilâve edebilirim. Belki birincisi daha kişisel. Bilmem biliyor musunuz; Dr.Hikmet’i çok sevenlerden Vedat Türkali türünden, Dr.Hikmet'i hiç sevmeyen Aziz Nesin türünden insanlar, zaman zaman beni de Dok- tor'a benzetmişlerdir. Aziz Bey, en iyi zamanımızda bile bazen beni eleştirmek, beni beğenmediğini söylemek istediğinde beni Dr.Hikmet'e benzetirdi, Vedat Türkali de benim yüzüme, “ bak" dedi, “ ben Doktor’u çok severim, bilirsin. Türkiye’de bir tek sen ona benziyorsun". Ben de Vedat Beye “ Vedat Bey"
Dolayısıyla sizin bu benzetmenizi bu açıdan doğru bulmuyorum.”
Ama. bir başka açıdan, ne Aziz Nesin türünden Dr Hikmet i hiç sevmeyen, ne de Vedat Bey türünden Dr.Hikmet’i çok seven, romanlannda ön plana çıkartan insanlann benimle Doktor arasında görmedikleri, ama benim görmek istediğim (çünkü onu çok daha önemli buluyorum) bir benzerlik var. Ben şu aşamada onu görüyorum. O da şu: Doktor un yaşamı paylaşımcıydı. Bütün anılardan çıkartabileceğimiz gibi. Doktor neredeyse bir komün hayatı yaşıyordu yoldaşlarıyla. Benim Doktorla aramda bir benzerlik bulunacaksa eğer, ancak budur. Ben de paylaşmayı çok seviyorum.
Doktor, yaşamı paylaşmayı çok seviyordu. Doktorun bu yanınında ön plana çıkartılması gerekli. Bir ahlâk olarak paylaşmayı sevmeyen, yaşamda paylaşmayı sevmeyen bir insanın sosyalist olabileceğine inanmıyorum. Bu bakımdan biz, önümüzdeki dönemde vulgar Marksist-Leni- nistlerin -bu sözü de ilk defa kullanıyorum- vulgar Leninistlerin- söylediklerinin aksine, sosyalizmi kurmadan da sosyalist bir insanı yaratmak için çaba göstermeliyiz. Vulgar Leninistler, Marx’- ın Golha Programı’nı çok fazla önemseyerek, sosyalist insanın ancak sosyalizmin maddî temelleri kurulduktan sonra yaratılabileceğini söylüyorlar. Ben buna katılmıyorum. Sözün başına dönüyorum. Devrimci veya sosyalist romantizm, insanın güçlü olduğunu,'insanın başkaldırmak zorunda olduğunu ve paylaşarak yaşaması gerektiğini göstermek durumundadır.
Bence, Dr.Hikmet’i beğenenler, düşüncelerini doğru bulanlar, önümüzdeki dönemde tıpkı daha önce yapıldığı gibi Dr.H ikmet’in kitaplannı yeniden yayınlamalıdırlar. Dönem Yayıncılık da bir kısmını yapabilir. Neden? Dr.Hikmet’in YO L dizisini yeni çalışmam için yeniden okuyorum, kartlarıma geçiyorum. Şu size özetlemeye çalıştığım bakış açısı dolayısıyla tekrar okuduğum zaman bambaşka şeyler bulacağımı düşünüyorum. Neden? Bakın, Bir Soran Olur- sa’da yakın tarihin yeniden bir peridizasyonu- na başladım. 1921, 1908 kadar önemli değil diyorum çok açık olarak. Toplumsal Kurtuluş'- un gelecek sayısına yetiştirebilirsem, ilk tekrar, iki nokta üstüste, 14 Mayıs 1950 ve 12 Eylül 1980’de o kadar önemli değil - İkisi de birbirine benzer, bir bakıma bir tekrar yaşanmıştır. Eğer bunu iyice koyabilirsem, 1950 hiç önemli olmayacak. Ve bu da benim düşüncelerimi TİP, TKP ve DEV-GENÇ’in belgelerinden çok çok ayıracak.
Çünkü TİP’de, TKP’de, DEV-GENÇ'de 1950’yi bir demokratik hareket olarak görürler. Benim hiçbir yazımda bu yoktur. Nasıl bir demokratik harekettir ki, 1951 yılında bütün sol-
Sosyalist romantizm... Çok ters görünüyor ama, sosyalist gerçeklikten bence çok
daha tutarlı bir kavramdır. Eleştirel gerçekliği anlıyorum, ama sosyalist
gerçekliğe pek fazla ısınamadım. Çok geliştirilememiş, çok geliştirilebilmesi de
mümkün değil.
dedim, “ bunu bana iltifat olarak söylüyorsunuz, ama ben bunu iltifak olarak almıyorum. Hatta doğru da bulmuyorum. Siz birşeyi benzetiyorsunuz. ordan gidiyorsunuz. Doktor'un çok çarpıcı teşhisleri vardır. Benim yazdıklarımı da çok çarpıcı teşhisler olarak görüyorsunuz. Ama, ikimizin arasında çok çok önemli bir (ark var. Doktor, gerçekten doktordu; ben meslek olarak iktisatçı ve plancıyım ve bir akademik hayattan geliyorum. Ben. Doktor’daki teşhislere benzer teşhislerle ortaya çıktığım zaman onu biraz daha fazla irdeliyorum,dinpotlarıyla gösteriyorum.
culan içeriye atabilmiştir? Bir komünist partisinin, bir işçi partisinin bütün elemanlarını hapse attıran bir hareket nasıl demokratik olabilir? Ben bunu anlamakta güçlük çekiyorum.
Başka benzetmelerim de var, bunlar değil sadece. Böyle baktığım zaman 1960'ın da önemini azaltıyorum, iskonto ediyorum. 56'yla 66 arasını demokratik mücadelenin en fazla yoğunlaştığı bir dönem olarak görüyorum. Böyle gördüğümüz zaman da çok ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Peki nedir, naşı oluyor da biz bütün bu yanılgılara kapılmaktan kaçınamıyoruz?
Kendi adıma konuşmuyorum. Benim hiç olmazsa. o tarihle o kadar bağlantım yok. Ben 27 Ma- yıs’ ta özgürlüğüm e kavuştum . Öğrenci lideriydim, aranıyordum, dağlardaydım. Onun için, hiç olmazsa 27 Mayıs'ı abartabilirdim. O kadar da abartmadım.
Ama. bir lâf var. Yeni kuşaklar. Türkiye'ye Marksizm-Leninizmin 27 Mayıs’tan sonra geldiğini düşündü. Şimdi size de çok garip gelebilir, bunun bir yanılma olduğunu göstermek için Dr.Hikmet'in 1930'lardaki kitaplannı yayınlamak lâzım, neden? Eğer, Dr.Hikmet'in 1930’larda yazdıklarına bakacak olursanız, Marx. Lenin gelmiş Türkiye’ye o zaman. Değil mi? Ordalar.
Yeni kuşaklar, Türkiye’ye Mark Leninizmin 27 Mayıs’tan sonra ç
düşündü. Şimdi size de çok garip bunun bir yanılma olduğunu gö; için Dr. Hikmet’in 1930’lardaki ki
yayınlamak lazım.
1930’larda yazdıklanna bakarsan, “ Devlet ve lh- tilal” in Türkçesine atıf yapabiliyor, “ İki Taktik e atıf yapabiliyor, arada sırada Fransızcasına da atıf yapıyor. Başkası olabilir mi? Dünyada Ekim Devrimi olduktan sonra Türkiye’de 1920 kuşağının Lenin’i bilmemesi mümkün mü? Bütün dünyanın devrimcileri biliyor. Aynca Nâzım gibi. Şevket Süreyya gibi, Sadrettin gibi Sovyetler'- de okumuş olanlar var veya Spartaküs hareketine katılmış olanlar var. Bana çok farklı bir durum gibi geliyor. Şimdi bu söylediklerim ve Dr.Hikmet orada benim düşüncelerimin kanıtı olarak ortaya çıkıyor. O zaman bizim hangi kuşağın efendim 1960'tan önce Marx, Lenin bilinmiyordu, 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’ye girdi demeye hakkı var?
Peki ne oldu? Bellek silindi 1950’lerde. soğuk savaş döneminde. Herkes, yani 1940’larda TKP hareketine katılmış olanlar da belleklerinin silinmesine razı oldular. TİP’in başına geçtikleri zaman bellekleri bir defa silinmişti. Yeni kuçak çocuklarıyla. Mahir Çayan'larla, Deniz Gezmiş’lerle birlikte Devlet İhtilali okudular. Doktor, bunların içinde değildi. Belleği canlı tutabiliyordu.
Aydın üzerine 5’in kurgusunu böyle bir düşünceye dayandırmayı tasarlıyorum. Özetle söylediğim bu nokta, başkalanna ne kadar önemli görünür bilmiyorum, ama benim bundan sonraki düşüncelerime bakmak için bana çok önemli geliyor. Birincisi, demin söylediğim 1950 ve 1980 arasındaki benzetme genel olarak bu im kânı veriyor. İkincisi de, bizim yapabileceğimiz en önemli işin bellek silinmesine karşı mücadele- le etmek olduğunu gösteriyor. Doktor türünden insanlan bu çerçevede alıyorum Dr.Hikmet, belleğin silinmesine izin vermemek, toplumun tümünün belleğinin silinmesini ortadan kaldırmak için savaşan insanlardan birisi olarak sayılabilir.
Ç.YOİ — Konuşmanız sırasında TKP’nin kendini 1930'larda tasfiye etliğine dair düşüncenizi açıkladıktan sonra Dr Hikmet’in bu karara uymadığını ve artık partiyi doğru yola sokmak için çaba göstermekten çok kendi mücadele hattını kurmayı tercih ettiğini söylediniz. Burada Dr.Hikmet'in yoluyla TKP'nin yolu arasındaki ayrım nerde? VP’nin bu ayrımındaki rolü nedir?
Y.Küçük — Benim görebildiğim, devrimcilerin birçoğu, enerjilerinin çok önemli bir bölümünü 1960'lann ikinci yansından itibaren TİP’- ni elde etmek için harcadı. Bana çok garip geliyor. Mahir Çayan’ların, Doğu Perinçek’lerin TİP’ni elde etmek için harcadıkları çabayı TİP
Devamı 68. sayfada
VERMEK
MUTLULUĞU
F.n büyük mutluluk ne:
Vermek gülen ellerle,
sunmak güzel nrmafanlar
kahrolmuş, ezilmişlere
Dolu ellerini boşaltınca
sevinen insanın yüzünden'daha güzel olamaz
hiç bir gül
Sevindirmez insanı hiç bir
herkese yardım etmek ka<
Verdiyim şev bile
tutamaz \verim sevincimin1
B Brechl
c / > lLU
O( / )
MURAT BELGEtnı/da ne kadar derin görüş farklılıkları olursa olsun, o amaçta birleşmiş insanlar olmamı«: bana daba anlamlı ve önemli geliyor Bunu Mılıri Belli gibi yaşayan hayalı boyunca da bu amaca erııek vermiş başka sosyalistler içinde söylerim.
Kıvılcımlı ya bu bakımdan söylenebilecek hiçbir şey yok Bir sürü bddıreyi bizler de allattığımın halde bir sosyalist olarak çok daha guç ko- şulkııdd onaya çıkmış bir insan. Uzun yıllarını hapislerde geçirmiş, bundan da İnç gocunmamış, acılaşmamış bir insan Dolayısıyla, bir sosyalist olarak her 2aman çok saygıdeğer yeri olan bir insan. Bunu sadece Hikmet Kıvılcımlı için değil. bu davayı aynı istikrarla paylaşan herkes için süylcyebilııım.
Tabii Hikmet Kıvılcımlı deyince, bir başka konuya daha dikkat çekmek gerekiyor. Türkiye’de ilk ciddi teorisyendir demek gerekiyor sam rım Türkiye gibi Batı’nın, Marksizmin de beşiği olan Bdtı’nın belli ölçülerde çevresinde yer alan toplumlarda, Maıksist teorinin yerlileşmesi gibi bir süreç kolay kolay başlamıyor. Teori, büyük ölçüde aktarına düzeyinde kalıyor, temel me-
• tinler çevriliyor, bu görüşlere katılan insanlar bunları okuyor vs.
Ç.YOL— Uzun yıllar önce "Birikim” dergisinde yayınlanan uzun bir yazınızda Dr.Hikmet Kıvılcım ııııı tarih görüşlerini eleştirmiştiniz. Bu bakımdan, Dr. Hıkrnet’in bir siyasal muhatabı olarak, onun sosyalist hareketimizdeki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
M.Belge — Dr Kıvılcımlının Tarih Tezi, görüşlerinin odak noktası sayılabilir. Dolayısıyla, beiı o tez üzerine eleştııılerimi yazarken, genel olarak I lıkrnel Kıvılcımlı ııın teorik görüşlerine oldukça geniş bir alanda yaklaştığımı sanıyorum. Onları biliyorsunuz Bugün de gene büyük ölçüde aynı görüşleri taşıyorum. Aslında o zaman bazı cevaplar da verilmişti. Benim o verilen cevaplara cevap vermem gerekiyordu. Ama bu konu gerçekleşmeden kapandı.
Benim şimdi asıl söylemek istediğim bunlarla çok fazla ilgili değil. Bir başka boyutu vurgulamayı huyun daha yararlı görüyorum. Sosyalizm içinde insanların farklı yaklaşımları olması doğal yeliyor bana. Bu bir zenginleşme yoludur da.
Doktor, Türkiye’deki insanlara oranla daha karmaşık bir insandı. Düzayak Sovyetler’i
benimsediğin zaman, çevrende daha fazla insan toplanıyor. Yahut, gerillayım dediğin
zaman, bir sürü adam seninle beraber gerillacı oluyor. Doktor’un çevresi hep küçük
kaldı. O çevre ancak zaman zaman genişlemiştir.
Eleştiririz birbirimizi, gereğinde eleştiri sert de ola- bılir. Türkiye’de çok fazla gelenekleşmemiş bır- şey var. İnsanlar teorik düzeylerde birbirlerine karşı tavır aldıklarında, bu bir çeşit topyekün değerlendirme gibi oluyor. Nitekim bunun sonuçlarını da Türkiye sosyalist harekeli çok fazla parçaya ayrılarak yaşadı Bir bakıma, sosyalistler arasında hoşgörü ortamı yeterince kurulamadı gibi geliyor bana.
Hikmet Kıvılcımlı hakkındaki düşüncelerimi soruyorsunuz. Ben özellikle bu öteki düzeyde bazı şeyler söylemek isterim. Sosyalistler olarak ara
Örneğin, İtalya'da bir Labriola, yahut Rusya’da bir Pleklıanov, bence bundan öte bir işlevi yerine getirmiş insanlar Bunlar teoriye kendi özgün katkılarından çok, evrensel olan teoriyi kendi ülkelerinin toprağında ekip yeşertebilmiş in sanlar olarak önemli. Mesela. Labriola'nın duna Marksist teorisine katkısı nedir diye sorsanız, çok fazla bir katkısı yoktur. Ama Marksi/mi lıal- yaıılaştırmıştır, ya dd İtalya’daki insanların kendi dilleri içerisinde Marksızmle tanışmalarını sağlamıştır. Bu, önemli bir fonksiyon gibi geliyor bana.
Dr.Hikmet Kıvılcımlı’nınki bun lan daha ileri bir durum. Katkısının niteliği bence tartışmalı. Ama. özgün bir düşünürdür Yani, Turkiye sosyalizmi tarihinde, sadece birtakım metinleri aktarmakla, ya da adapte etmekle, ya da birtakım somut durumlara uygulamakla yetinmeyip, aldığı temel Marksist formasyon çerçevesinde bütün bir tarihi ve yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın birçok sorunlarını kendi kafasıyla yeniden düşünmek gibi zorlu bir çabaya girmiş biridir. Dediğim gibi, bunun sonuçlarının benim için doyurucu olduğu kanısında değilim. Arna, en azından bu çaba, önemli bir çabadır ve Türkiye’de bunu ilk yapan Hikmet Kıvımcımlı’dır. Doğru su, Hikmet Kıvılcımlı’dan sonra aynı çapta, bu çabaya girişmiş çok fazla insan olmadı. Belki bundan sonra benzer bir şeyi bizim kuşaklardan beklemek mümkün olabilir. Ama, ara dönem içerisinde böyle bir özgün teorik çaba görülmedi.
Demin de söylediğim gibi, Doktor’da Türki- ye'li bir Marksist olma özelliği ağır basıyordu. Sonra Doktorculuk olayı yaygınlaştığında bu tarafın bir hayli abartılarak benimsendiğini ben birçok insanlarda gözlemledim. Yani, 70’leri alırsak, Sovyelçılik var, çinçılık başlamış, bunlara karşı adeta yerli bir tepki gibiydi. Doklor’u benimseyenler açısından
Marksistler içinde Doğu kültürünü en çok bilen de Doktor du . Kullandığı deyimler bunu gösteriyor Osmanlı tarihini bilişi, sonra Arap lanhıni bilişi... Yanı yerli bir Marksizm tarafı ağır basıyordu. I tıkat bu, kimilerince yedilikten öte milliyetçi bir şekilde alındı.
Buna rağmen, dediğim oTürkiye’li Maıksist- ler gibi, Doklor'un da gözlen hep Sovyetler’dey- di Bu, bütün o kuşakların ortak özelliğidir. Başka luılü olmaları da çok zordu. Bu, sadece Türk
iye'ye mahsus bir şeyde değildir. Bütün dünyada 17 Devrimı'nin prestiji, herkesin gözbebeği gibi oraya bakmasına yolaçtı Doğrusu bu, Doktorda da çok fazla değişmeyen bir olaydır ve en son Brejnev’e yazdığı mektupla noktalandı
Aıniı Doktor, Sovyetler’i hep bir nirengi noktası olarak alırken, onu kopya ..-irnedı. Meselâ, Mihri Belli daha fazla kopya etti TKP zaten başka hiçbir şey yapınaJı Doktor, onun paralelinden ayrılmamaya çalıştı, ama hep kendi kafd- sıyla bu şeyler düşünmeyi tercih elti. O bakımdan da, hep yalnız adam oldu VP’ni kurarken yalnızdı Ondan önce, TKP deki olaylar da yalnızdı.
Doktor, Türkiye’deki insanlara oranla daha karmaşık bir insandı. Düzayak Sovyeıler'i benimsediğin zaman, çevrende daha fazla insan toplanıyor Yahut, gerillacıyım dediğin zaman, bir sürü adam seninle beıaber gerillacı oluyor. Doklor'un çevresi hep küçük kaldı O çevre ancak zaman zaman genişlemiştir.
Ama, meselâ MDD . Bu olay ilk başladığında ben TİP'liydım. Türk Solu çıkıyor. Aydınlık çıkıyor Duktor'un oralarda yazıları çıkıyor Başlangıçta işte bir MDD muhalefeti vaı Biliyoruz, ta eski TKP’nden beri Mılıri Belli Doktor'la beraber. Fakat, sonradan bakmaya başlayınca, A llah Allah, Mifırı Belli şunlau söylüyor, Doktor şunları söylüyor. Bunlar, çok dd aynı şeyler değil. Ydni, aynı düşüncenin adamları değil bunlar, belli koşullarda bir ittifak içindeler Bunu anlayabiliyorsun ve orada bakıyorsun önderliği uzun zaman Mihri Belli götürüyor Doktor, o cephenin içinde, aına yalnız, çevresinde az adamla.Ç.Yol— Doktor un yalnız biı kişi olduğundan
söz ettiniz ve bunu çevresindeki insanlardan daha karmaşık bir kaıakteıe sahip olmasına bağladınız. Karmaşıklık sözcüğüyle neyi anlatmak istediğinizi biraz daha açar mısınız?
M.Belge — Sanırım. Türkiye'de. Doktor yaşadığı zaman bu yana, bugün dahi teorik meseleleri basitleştirme eğilimi burada belki ihtiyacı desem, daha uygun olur sosyalisl kaJrolarda ağır basıyor Bu bakımdan, Doktor, geniş bir düşünce dünyası olan bir insan olarak yalnız kalmıştı.
Bir de, bütün bu teorik meseleleıde bizim kadrolar otorite ararlar Bit adam hır şey söylüyorsa. hemen dipnotu koyup klasiklerden bir yerden kayndk göstermeli ki. sözüne inanılsın Yani. Hikmet Kıvılcımlı ya da herhangi biri genel olarak Maıksizmııı orlak inalı olan şeyleri söylüyorsa, mesele yok. Aıııa, o lıteıulürde olmayan başka birşey söylüyorsa, o zaman insanlar hemen alarma geçerler, ya da böyle demiyeyim de. ihtiyatlı bu tavır alırlar M arx. f.ngels, Leııin. Stalin gibi bir otoritenin onaylaması olmadan, mantık düzeyinde o düşünceye akılları yatsa bile, benimsemekle güçlük çekerler Kıvılcımlı, ayrıca bir düşünce sistemi gelişinmiş ve keııdi düşüncesine bağlı Düşünce dürüstlüğü de böylesım gerektirir. Yanı, «> da kendisinden ta v iz v e re c e k
hu adam değil. Böyle olum a birçok uısanııı ona karşı belli bir mesafeden lava alınası normal oluyor,
Bunun dışında, keııdıın de şdhsen tanımadığını için kişiliğimle de böyle bir yalnızlığı kaçınılmazlaştıracak özellikler var mıydı, bilemem. Aıııa,Doktor a yakın olmuş ve oııu çok seven insanlar biliyorum Herhalde, bu, Doktor'un kişisel özelliklerinden yelmiyordu diyebilirini Birlikte hapis yatmış birçok insanlar vardı ki. onlar
20
batta görüşlerini çok fazla paylaşırınsalar da severler ve saygı duyarlardı Ama. politik olarak böyle bir yalnızlığı hep yaşadı, hep tek başına oldu.
Ç .Yol — Gerçi şu anda anlattıklarınızı da doğrudan drrğruv/a ilgilendiren bir konu oluyor, ama bi'i’ı ilaha özel bir soru haline getirmek ¡«itiyorum. Gerek mücadelen kişiliğiyle ve gerekse eserleriyle. bir aydm tipolojisi çizdi. Dr Hikmet. Siz de Türkiye'de aydın sorunuyla yakından ilgilenen bîrisiniz Sosyalist bir avdın tipi olarak Dr.H ikmet b ıkkında neler düşünüyorsunuz?
M.BeFge — Doktor, tam bir aydın, yani sol aydın. Sürekli düşünce üretimi süreci içerisinde yaşamış. Bu. aydınların genel özelliğidir diyelim. Aynı zamanda da hep bir siyasî pratiğin içinde v > '-n Kollektivite arayışı içinde o lmuş. Bu da. sol ayılın olmanın bir özelliğidir Ayrıca. belki demin söylediğimi de buna ekleyebiliriz. Belki bütün bunlar bir araya gelince, yalnız olmak da biraz kaçınılmazlaşıyor O da bir ye*de toplumun entelektüel gelişmişlik düzeyine bağlı Toplumun kendisi henüz oralarda değilse. erken bir dönemde bu pratiğe girmiş bir insan, büyük ölçüde yalnız kalabiliyor. Doktor'da bunun şikâyeti de vardı. O "susuş kumkuması" diye sözünü ettiği olav vardı. Birşeylor araştıran, birtakım ürünler yaratan, bunıı belli bir iddiayla ortaya kovan bir insan, büyük bir sessizlikle karşılaşıyor Sanırım, yakın çevresinde de demin dediğim o ikircikli tavrı görmekten de rahatsızdı
Benim aydın konusunda çıkış noklamı büyük ölçüde Gramsri oluşturur, onun organik aydın kavramı Organik aydının oluşabilmesi, büyük ölçüde ona uygun bir paıti mekanizmasıyla mümkün Dr. Kıvılcımlı, hiçbir zaman o parti mekanizması içinde olamadı Çünkü Türkiye'de o mekanizma olamadı. Bugün hâlâ yok. Dolayı sıyla, bireysel bir aydının düşüncel ürünlerini or taya kovabildi. Ama. o aydın özelliklerini bir kitle örgütünde, kesintisiz bir siyasî mücadele içinde başkalarıyla payiaşa-ak organikleştiremedi. Bu. tek başına Doktor un kaderi değil. Türkiye'de daha hiç kimseye nasıp olmadı. Ama, doğru yanlış her zaman düşündüğünü söylemiş, sonuna kadar tavizsiz savunmuş önemli bir aydm tipidir. Birçok Marksist aydında olduğu gibi, hayatın bütününe yönelmeye çalışmıtır. Yani, edebiyat konusunda da. ekonomi konusunda da, tarih ko nusunda da bir söyleyeceği vardır. Marksist teorinin global özellikleri Doktor'da da görülür.
Ç.Yol— Parti konusu açıldı. Vesileyle tarihsel TKP'ni nasıl değerlendirdiğinizi sorabilir m iyim7
olduğunu pek iyi anlayamadığımız birtakım görüş ayrılıkları olduğu gözlemleniyor.
Bana Şefik Hüsnü nün bir mahkeme savunması ilginç ve anlamlı görünmüştü. Mahkemede Sovyetler Birliği ile ilgili bazı somlar soruluyor Kendisinin ve partinin Sovyetler Birliği’ne bağlılığı hakkında Şefik Hiisnij. burada çok açık ve nen iyse pervasız bir denilebilecek bir dille bu ilişkinin meşruluğunu savunuyor.
Soruların bir kısmı da Türkiye'ye ilişkin görüşleri üzerine Orada Şefik Hüsnü bayağı ciddi bir Kemalist olarak ortaya çıkıyor. Yani, adeta mahkemeden az ceza almaki çin “ ben de Kemalizm'den çok farklı düşünmeyen biriyim“ diyen bir adam izlenimini veriyor Öbür tarafı olmasa, insan böyle düşünebilecek. Halbuki, Sovyetler le ilişki konusuna gelince, adeta pervasız.
O zaman anlaşılıyor ki. mesele, yumuşak sa vuruna yapayım, ceza hafiflesin meselesi değil Gerçekten görüşler böyle, işte TKP'nde bu var. O zamanın koşullarında Türkiye'de tarihi bakımdan ilerici hareket olarak Cumhuriyet Halk Fır- kası’nı benimsemiş olmak. İttihatçı çizgiyle böyle bir yakınlık kurmuş olmak gibi özellikler.
Meselâ. Şevket Süreyya Partinin başında ver alan. Türkiye'nin de önemli bir düşünce adamı saymamız gereken biri. 20’lerde partiden ayrılıyor Ama. daha sonraki yıllarda Şevket Süreyya'nın savundukları, aslında TKP’nin savunduklarından çok daha farklı değil. Yalnız, o bunu partiden çıkarak yapıyor TKP'liler TKP'li olarak aşağı yukarı aynı pozisyonları savunuyorlar.
Bunu ben, ölümünden az önce Şevket Sü reyya'nın kendisine sormuştum TKP'liyken sa- vunduklannla ondan sonra savundukların ne kadar değişti diye. Hiç değişmediğini söyledi. Bunu bir çeşit savunma olarak da söylemiş olabilir. Ama. aslında çok yanlış bir düşünce değildir.
Dolayısıyla 20’li. 30'1u yılların TKP'ne benim yönelteceğim temel eleştiri. Kemalizm'le arasına yeterince mesafe koymaması. Kemalist şemsiyeyi tek taraflı bir aşkla kabul etmesi. Aynı aşk. Kemalistlerden onlara pek gösterilmemişti.
Bu. bir bakıma Doktorda da gözlediğim ve onu eleştirmeme yol açan şeylerden birisi.
Bir de. buna eklenecek darlık durumu, yani partiyi dar tuima tutkusu var ki. mesela Doktor. VP'ni kurarken en azından bunu kırmaya çalışmıştı. Yani, sızma tehlikesine karşı çok emin, sağlam adımlarla partiyi götürme. Bu çok daralttı işi. Daralttığı gibi, korkulan sızma tehlikesini de önleyemedi. Her tevkifatta bir sürü ajan da çıktı partinin içinden
M.Belge — Bir bakıma ilginç. Türkiye'de TKP birçok Avrupa ülkesinden daha erken bir tarihte kurulmuştur. Buna rağmen, onlara göre çok daha az genişleme ve gelişme gösterebilmiştir Kendi içinde de her zaman bugün ne
Dolayısıyla TKP, Türkiye’nin siyasî gerçekliği içinde belirleyici bir olgu olamadı. Ancak, şartların çok fazla değiştiği 1970’lerden sonra TKP adı bu kez daha değişik boyutlarda duyulur hale geldi. Tekrar etmek gerekirse, benim temel
eleştirim. Kemalizm'le kurulmuş ilişkidir. Türkiye'nin elitleri dışına çıkıp gerçekten bir kitle tem elinde yer almamasıdır.Ç.Yol — Doktorun 1935 lerle 40'lar arasında yazdığı bir dizi eser var: Yol. Kendisi bunu o zamanın MK'ne sunduğunu ve tezlerinin tartışılmadan lıasıraltı edildiğini söylüyor. Burada Dr.Hikmet. Kemalizmin burjuva toplumsal içeriğini açıklarken, parti içindeki Kemalist etkileri de ortaya koyuyor ve bir dönem partiye egemen olan “ Kemalizm kuyrukluğu"nu şiddetle eleştiriyor. Bu bakımdan. Yol dizisi. Dr.Hikmet çizgisinin Kemalizm’den tamamen bağımsız olarak şekillendiğini göstermektedir Oysa siz. Kıvılcımlı açısından da bu bağların korunduğunu iddia ediyorsunuz.
Benim Doktor’da olumsuz yan olaral gördüğüm, vurucu güç teorisinden vazgeçmemesiydi. Onunla partiyi
birleştirmeye çalıştı. Temel mücadele pli partinin kendisinde değil, onun dışında h
M.B. — Bahsettiğiniz metm hilmediğim için tam birşey söyleyemeyeceğim. Renim bağların devamı olarak gördüğüm, bir kere 60'lardaki pratik Çünkü MDD, ciddi bir Kemalizm etkisiyle geldi Orada yine eski TKP çizgisinin etkisi görünür. Doğan Avcıoğlıı ile bu kadar yakın düşebilmesi de o yüzdendi O cephenin içerisinde Dr.Kıvılcımlı da görünebiliyordu.
Bir de bunun dışında, 27 maviş olayında Dok- tor'un radikal kanat diye bir tarafı tutması, ki bunlar İd lerdir. Sonra herhalde Doktor’un da beklentileri dışında, bunların bir kısmı MHP saflarına gittiler Zaten başından öyle olacak kişilerdi. Bir kısmıyla Solmazer gibi- Doktorun ilişkisi sonra da devam etti ve orada da bir ortak Kemalizm motifi vardı.
Bir de işte, ilerici subaylardan oluşan bir vurucu güç ve bir yandan da çelik çekirdek proleter partisi derken, ikili bir yapı öngörüyordu. MDD'den ayrılan önemli yanlarından biri, en azından o proleter partisini vurgulamasıydı Bu olumlu tarafı bence. Ama. o parti öyle mi olurdu. ayrıca tartışılabilir.
Fakat, bu olumluluğu belirtmek gerekiyor. Çünkü MDD o zaman. Demokratik Devrim o lmadan parti olmaz gibi bir tezle geliyordu. Demokratik Devrimi de fiilen bir darbe olarak tanımlıyordu.
Benim Doktor'da olumsuz yan olarak gördüğüm. vurucu güç teorisinden vazgeçmemesiydi. Onunla partiyi birleştirmeye çalıştı. Temel mü- cade planını partinin kendisinde değil, onun dışında kurdu.
Ben. bunların Kemalist etkilerin sonucu olduğunu düşünüyorum. Ama, tabii bunun insandan insana, teoriden teoriye değişen dereceleri var. Bir de. kuşkusuz bütün o tarihi yaşayan in- sanlann koşullanmalarının farklılığına dikkat etmek gerekiyor. Kurtuluş Savaşı sonrasında yaşamış insanlar için herhalde oldukça zordu. Kemalist etkilerden sıyrılmak.Ç.Yol — Son olarak, söyleşiyi bağlamak anlamında soruyorum. 12 Eylül'den sonra sosyalist hareket yeni bir yükseliş dönemine giriyor. Sosyalist harekette değişik teorik arayışlar görülüyor. Bu momentle, gerek mücadeleci kişiliği, gerekse teorik mirasıyla. Dr.Hikmet Kıvılcımlı bir çıkış noktası olamaz mı?
M.B. — Bence olamaz. Teorik bir çıkış noktası olamaz Ama, doğru dürüst yaşamış bir devrimcidir. O bakamdan her zaman örnektir. A ncak, bundan sn m 2000'lere doğru Türkiye’de yeniden sosyalis br toparlanma sağlanacak, yeniden ciddî bir örgütlenme olacaksa, çok daha radikal bir şekilde yeni öncüllerden yola çıkmak gerekiyor. Benim kanım bu
SÖ
YLE
Şİ
DOĞU PERINÇEK
Ç .Y O İ — Biliyorsunuz, Kıvılcımlı, ’69’da
yayınlanan “ Devrim Zortlaması” adlı eserinde sosyalist hareketi kuşaklara ayırarak incelemiş, burada sizin adınuı da en yeni sosyalist kuşak” içinde saymıştı. Bununla beraber siz belli bir siyasi akımın temsilcisi olarak da Kıvılcımlıyla muhatap oldunuz. O ’nun özellikle tarih konusundaki görüşlerini eleştirdiniz. Kıvılcımlı'yı tanımış ve onunla siyasal anlamda muhatap olmuş bir kişi olarak, onun sosyalist mücadeledeki yerini ve kişiliğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve ana hatlarıyla Kıvılcımlı’ya yönelik eleştirileriniz nelerdir?
D.Perİnçek— Sanıyorum, bu değerlendirmeyi Aydınlık dergisi nedeniyle yaptı. 1967 Kasım'ında Aydınlık Sosyalist Dergiyi çıkarmaya başladık. Kurucular arasında benimle birlikte Şahin Alpay ve Vahap Erdoğdu da vardı. ASD,
* Türkiye’de önemli bir teorik çıkıştı; ’60’ların sonuna doğru ciddi bir teorik çaba olarak değerlendirilebilir ve İ2 de bırakmıştır. Kıvılcımlının yeni sosyalist kuşağın temsilcisi olarak benden, Va- hap’tan ve Şahin'den söz etmesi sanınm bu teori çabasına verdiği önemden ileri geliyordu. O sıralar eski gelenekten gelen devrimci çevrede ve sosyalist gençlik hareketinde bir yerim vardı.
Kıvılcımlı, bütün hayatı boyunca bir teorik İnşa çabası içinde oldu. Tarihin derinliklerine inerek Türkiye’nin somut gerçeğini analiz etmeye çalıştı.
“Kıvılcımlı ntn bize bıraktığı nedir?” diye bir soru ortaya atıldığı zaman, uzun bir dogmatizm dönemi boyunca Türkiye solunun çok ağır düşünce yaraları aldığını düşünürsek, onun somut gerçeği kavrama çabasının altını çizebiliriz Kıvılcımlı, teoriden hiçbir zaman geçmişteki birikimi aktarmayı anlamadı. Teoriden hayatın ya da gerçeğin kendisini sistemli bir şekilde tahlil etmeyi anladı. Bunu yaparken, ortaya koyduğu görüşler doğru veya yanlış olabilir, bu ayrı bir sorun. Be
nim itirazlarım var Bu itirazları 1971 yılında Tarih Tezi'ııi eleştirerek ortaya koymuştum. Türkiye Solunda Türkiye gerçekliğini tahlil etme çabaları maalesef son derece güdük kalmıştır. Onun için ben, Kıvılcımlının orijinalliği vurgulamasını bir esin kaynağı olarak görmek taraftarıyım. Ama bu orijinallik fazla orijinal olmuş, ayrı sorun. Bu tür çabalar olacak, bunlardan yararlanacak ve daha olgun teorilere ulaşacağız. Kaldı ki, Kıvılcımlının kitaplan, insanı düşünmeye. tartışmaya, kendi görüşlerini ve geçmişten devraldığı mirası eleştirici bir gözle değerlendirmeye tahrik eder.
Özellikle 12 Eylül dönemi yaşandıktan sonra Kıvilcımlı’nın bir başka özelliğini de hiç unutmamalıyız: Baskılar, zulümler, dalgalanmalar, savrulmalar ortasında. Kurtuluş Savaşı yıllarından son nefesini verdiği ana kadar yanm asır emekçi davasını eğilmeden, bükülmeden dimdik ayakta kalarak savunabilmiş bir insan. iktidara karşı bir emekçi muhalefetini, sosyalist bir başkaldırıyı pratiği ile de yaşatmış ve bu bakımdan bizlere örnek olmuş bir insan. Bir rüzgârın ya da bir dalgalanmanın emekçi saflarına getirip bıraktığı bir aydın değil, o safların bir insanı olmuş.
Güçlü bir kişiliğ&ardı. insanlarla yüzyüze ilişkilerinde son derce terbiyeli ve saygılıydı. İnsanı severdi. Kendisinden çok genç olanlarla bile eşitçe konuşurdu ve sanıyorum bunu da oldukça içine sindirmişti. Ama, yazdıklarına gelince, orada Kıvılcımlı'nın çok hırçınlaştığı, sosyalistler arasındaki ilişkilerde olmaması gereken ağır sözlere başvurduğu, kişisel suçlamalara yöneldiği de olurdu. Bunları, onun ölçülerinin de dışına taşan, belki kendini tutamayarak yaptığı polemikler olarak değerlendirebiliriz. Ama, görüş ayrılıklarının bireysel sürtüşmelere dönüştürülmesi, eski sosyalistlerde çok görülen bir davranıştı.
Kıvılcımlı’nın hayatı haksızlıklara karşı boğuşmakla geçti. Burjuvaziden zulüm görmüş, devletten görmüş. Ama, Kıvılcımlı’nın kafasındaki teori bu haksızlıkları açıklıyabilir. Onu hiç kimse değiştirememiş, yolunu kararlı olarak sürdürmüş.
Sanıyorum, Kıvılcımlıyı sosyalistler arasındaki ilişkilerde karşılaştığı olaylar da son derece etkilemişti. Kendisini hep haksızlığa uğramış bir insan olarak hissederdi. Kendi teorik çabalarının hakkının verilmediğini düşünüyor, ürünlerinin kenara itildiğini görmezden gelemiyordu.
Kendisine haksızlıklar yapıldığı düşüncesinin psikolojisinde de sağlıksız gelişmelere yol açmış olduğunu görüyoruz. Dünyadan giderken, son defa geçmişe bakarak değerlendirmeler yapıyor ve kendisinden başka kimseyi ayakta bırakmıyor.
Kıvılcımlı'nın o yazdıklarından son derece karamsar bir manzara çıkar. Ben, o kadar karam sar bir geçmiş olduğunu düşünmüyorum. O yazdıkları da daha önce söyledikleriyle çelişir zaten Neden?
Reşat Fuat’ın ölümünden sonra 1968'de Türkiye Solu dergisinde yayınlanan yazısını okuyalım, bir de üç yıl sonra ölümünden birkaç ay evvel yazdığ anılarını, arada çok zıtlık görürüz Gene Türk Solu’nda kendisini en eski sosyalist
kuşak içinde sayar. Reşat Fuat ve Nazım Hik- met’i de eski sosyalistler arasına koyar. Örneğin orada bir değerbilirlik vardır Nazım Hikmet, Kıvılcımlı’nın çok eleştirdiği ve kızdığı bir insandır. Birlikte yargılandıkları “ Donanma Dava- sı’ ndan kalan bazı olaylar d a var. Ama Türkiye Marksizmi tarihinde kimler vardı diye sorulduğunda. Kıvılcımlı olaya objektif bakar. Nazım H ikmet’e karşı tavrı ne kadar cepheden ve sert olsa bile, o büyük şairi marksist hareketteki yerine koyar.
Aslında ben, Kıvılcımlı’nın hayalında büyük bir trajedi görüyorum. Kıvılcımlı, filme alınacak, romanı yazılacak bir insandır. O’nu çok iyi anlı- yabiliyorum. ölümünden sonra da bunu düşündüm. "Türkiye Solu’ndaki bu trajedinin kökü nedir?" diye.
Fikir ayrılıklarının çok kısa bir süre sonra karşılıklı suçlamalara dönüşmesine dünya Marksist pratiğinde de rastlıyoruz, örneğin, Stalin- Buharin tartışması. Biri göreli doğru olmakla birlikte, hiçbir zaman düşmanla emekçiler arasındaki bir çatışma değil, işçi sınıfının içinde, sosyalistlerin kendi aralarındaki bir çatışmaydı bu. Ama, 1937 yılının Pravda'larında Buharin, emperyalist ajanı olmakla suçlanır. Yani, Türkiye'deki trajedinin dünya marksist pratiğinden gelen kökleri var.
İkinci olarak, Türkiye marksist hareketi işçi sınıfı yığınlarıyla esaslı bağlar kuramamış ve 1960’lara kadar sınıfsal bir harekete dönüşeme- miş. Bireysel kayıkçı dövüşlerinin (Kıvılcımlı böyle derdi) bu ortamda cereyan ettiği görülür. Ama, ne yazık ki, bu deyimi çok sık kullanan Kıvılcımlı da zaman zaman kayıkçı dövüşleri için
de olmuştur.Ama, ben Kıvılcımlı’yı başka ilişkiler içinde de
gördüm, örneğin, Mihri arkadaş ile konuşurken... Kıvılcımlı üçüncü şahıslardan son derece nazik bir dille söz ederdi. Aybar'dan da. Ancak, yazmaya gelince, bazı hırçınlıkları olmuştur. Bu hırçınlıkların nedeni, ona yapılan haksızlıklar olabilir. Bu, bize dünyadan bulaşan bir hastalık.
Uerçi, o dünyadaki teorik gelişmelere eleştirel bir gözle bakmıştır, hemen dolma gibi yutma- mıştır. Örneğin. Stalin’den hiçbir 2aman bir peygamber gibi söz etmezdi Stalin'i teori yapan bir insan ya da bir eylem adamı olarak görür, bir arkadaşından söz edermiş gibi onu rahatça eleştirirdi. Bir yandan uluslararası teoriyi böyle rahatça eleştiren ve onu dogmatizme düşmeden algılayan bir bakışı vardı. Bir yandan da, dünya marksistleri arasındaki çelişmelerden ve olumsuz ilişkilerden etkilendi sanıyorum.
Kıvıkimli, iıem kişisel olaıak haklin sınıflarla kavga içinde, hem de ortaya çıkan bazı legal sosyalist akımlar tarafından dışlanmaya çalışıldı Bu, büyük bir hatadır ve Türkiye yeniden böyle hatalarla karşılaşacaktır.
Bugün Türkiye'de mahkum edilmiş binlerce sosyalist var. Bir sosyalist akımın onları dışlayabilmesi güç. Ama o zamanlar, parmakla gösterilecek kadar azdı. Statüko içinde sosyalizm yapmaktan hoşnut olanlar, " sicilli” denen, mahkûm edilmiş devrimcileri dışlıyorlardı. Kıvılcımlı ve
M.Belli, bunlara çok tepki gösterdiler.Kıvılcımlının da. M.Bellinin de. teoriye ve ha
yata bakışta başka bir ortak yanları vardı. Dogmatik insanlar değillerdi. Her ikisi de toplumdan belli kopuklüklar içinde olmuş olabilirler, ama yöneliş İtibariyle o günkü toplumun gerçekliğini anlamaya önem vermişlerdi. Yani, bu iki insanı Lenin'den Mao'dan alıntı getirerek ikna edemezsin. İkna etmen için Türkiye'nin toplumsal gerçekliğine ilişkin kanıtlar, muhakemeler getirmen gerek.' Onlar, dünya sosyalizm deneyleri arasından
ömek bir'ınodel kabul etmeyen bir tavır içindeydiler. Evrensel teorik mirasa sarılmakla birlikte, Türkiye'nin özgünlüğünü de vurgular ve bu özgünlüğüne uyan programlar geliştirilmesinden yana olurlardı.
Bu benzerlikler listesi daha da uzatılabilir belki. Kıvılcımlı isterse M.Belli yi eleştiren 500 sayfalık bir yazı daha yazsın, bence bu iki insanın temsil ettiği görüşler, tek bir parti içinde olabilecek görüşlerdi ve gerçek bir parti de bence böyle olur Ama nedense ikisi de bu konuda pek İşlekli davranmadılar.
Ç.Yol — Ben burada, ileri sürdüğünüz gerekçeye katılmamakla birlikte. Kıvılcımlı'nın demokratik devrim görüşünü savunan güçlerin tek bir partide birleştirilmesi doğrultusundaki çalışmalarını hatıriatmak istiyorum. Sosyalist Kurultay önerisi ve "Anarşi Yok Büyük Derleniş” broşürü bunun ürünü oldu. Yani, Kıvılcımlı’yı böyle bir sorumluluk altında bırakmak ioğru değil.
D.Perinçek — Kıvılcımlı’nın Sosyalist Kurultay önerisi, çok doğru ve güzeldi. Çözüm, sosyalistlerin bir araya gelip program ve teori meselelerini birlikte tartışmayı denemelerinden geçerdi Ama yalnız bunu önermek yetmiyor. Buna yatkın ve istekli olmak, karşı tarafın evet demesinden sevinç duymak gerekirdi.
Bu önerinin işin anahtarı olduğunu kabul ediyorum. M. Belli'nin bu öneriden hoşnut olmadığını da hatırlıyorum. M. Belli, biz Aydınlık'ta ^Sosyalist Kurultay’ı destekleyince “ Bunu Kıvılcımlı söylüyor durun bakalım, biz aramızda konuştuk mu. tartıştık mı" gibi bir itirazı olmuştu.
Burada, M Belli'nin haklı bir yanı da olabilir. Onunla tartışarak bunu yazmak gerekirdi. Ama, önerinin kendisi doğru olduktan sonra ortaya getirilişindeki kusur pek önemli sayılmayabilirdi. Ancak, soğuk bir yaklaşım vardı, gönüllü değillerdi
Ç.Yol — Dr. Hikmet, zorluklarla dolu bir mücadele hayatı yaşadı. Gerisinde tarih, ekonomi. politika vb konularında yazılmış çok Sayıda teorik ürün bıraktı. Biraz önce, önümüzde yeni bir dönemin açıldığından söz ettiniz. Bu dönem içerisinde bu mirasın tartışma gündemine sokulması ve ciddi bir hesaplaşmaya gidilmesi
Türkiye sosyalist hareketinin zenginleşmesine ne gibi katkıları olacaktır.
D.Perinçek — Kıvılcımlı'nın yazdıklarının çoğu, sanıyorum yıllar sonra da basılacak ve okunacak, kalıcı çalışmalardır. Demin de söylediğim gibi. Kıvılcımlı'nın kitapları, düşünceyi tahrik eden, fikir zeı.Jnliği getiren ve tartışmaya renk katan eserlerdir. Ben onlara büyük bir emeğin ürünü ve teorik çaba olarak bakarım.
Türkiye'de 1980 öncesinde toplaşan en az yüz tane fraksiyon dergisi çıktı. Bunlardan geriye kaç sayfa kaldı? Bugün hiç kimse “ Şurada da şöyle bir makale çıkmıştı, gideyim şunu bir daha okuyayım" demez Böyle diyeceği makale çok azdır, en iyimser değerlendirmeyle.
Kıvılcımlı, örneğin, strateji, taktik, devrim konularında birçok şeyler yazdı. Bunların arasında işin elifbasını öğretenler de vardır. Eğer, *80 öncesinde sol gruplar, bunları birazcık okumuş olsalardı, yaptıkları hataların birçoğundan kaçınabilecekleri. Gerçi, bunların çoğu Lenin'de de. Stalin'de de var. Ama. diyelim onları okumadılar, Türkiye li bir teorisyen olarak Kıvılcım- lı'nın vazdıklannı okusaydılar. birçok hatalar belki de hiç yaşanmayacaktı.
Ben. bu noktada '“ hesaplaşma" kelimesini doğru bulmuyorum, değerlendirme diyelim. Kı
vılcımlı'dan öğreneceğimiz ve eleştireceğimiz çok şeyler var.
Kendim de Kıvılcımlı’dan birçok şeyler öğrendim ve Kıvılcımlı’yı eleştirdim. Kıvılcımlı’nın o rdu ve devlet teorisi üzerine Proleter Devrimci Aydınlık’ta çıkan yazılarıma o da cevaplar verdi. O eleştirilerimi bugün yeterince olgun görmüyorum. Bugün yazsaydım, daha derinleştirip olgun hale getirirdim. Ama ana hatlarıyla doğru görüyorum. En doğru noktası da şurası:
Kıvılcımlı. 1960’lı yıllarda Türkiye’nin tarihsel gelişmesinde orduya bir vurucu güç rolü yüklerken. buna tarihsel kökler, dayanaklar da getirdi. Kıvılcımlı, tamamen devşirme güçlerle oluşturulan Yeniçeri ordusuna Türk kabile askerili- ğiniıı içinden çıkmış, demokratik bir rol yükler.
Osmanlı Devleti gibi sınıflaşma temelinde kurulan feodel devlette (İsterseniz feodal demeyin, o kadar önemli değil, ama devletti, devlet de sınıflara aynlmayla ortaya çıkar ve ezen bir sınıfın devletidir.) orduyu kabile savaşçılığına bağladı. Kabile savaşçılığı ile Osmanlı ordusu arasındaki kopukluğu görmedi. Osmanlı ordusu, kabile ilişkileri ezilerek kurulmuştur. Halktan kopmuş, ayn bir ordu. Kabile savaşçılığı ise bambaşka bir şey. eli silah tutan herkesi, yani halkın bütününü kucaklıyor.
Kıvılcımlı, kabile savaşçılığını, “ Alpler, llbler” diyerek Osmanlı ordusunda da sürdürüyordu. Dahası kabile savaşçılığını uzatıp Cumhuriyet ordusu içerisinde de sürdürdü. Oysa ikinci bir kopuş daha olmuştu. Cumhuriyet devrimi de OsmanlI'dan bir kopuş.
Osmanlı devletini, sınıf mücadelesi ve sınıf çelişmeleri temelinde değil, sınıflararası bir uzlaşma temelinde açıklıyordu. Dışsal, biçimsel, hukuki görünümlere çok büyük bir rol veriyor. OsmanlI devletinde olsun, İslamiyet'te olsun, toprak mülkiyetinin hukuken Allah’a ve oradan da kamuya ait olduğu şeklindeki biçimsel açıklama- lan, gerçek mülkiye! ilişkileri gibi görüyordu. Oysa. bu toplumlardaki gerçek üretim İlişkilerine baktığımız zaman, köylünün el emeği olan artı ürüne el koyan bir hakim sınıf görüyoruz. Kıvılcım lının tarih teorisi, bu gerçeği gözardı eden bir sınıf işbirliği teorisiydi.
Bu eleştirilerim ona çok dokundu, çok kızdı. Onca sınıf kavgası vermiş bir insanın tarih teorisine “ sınıf işbirliği teorisi" denmesi çok gücüne gitmişti.
Türkiye'nin belli başlı teorisyenlerinden birisidir. ama Kıvılcımlı'nın dünya çapında. Mark, Engels, Lenin gibi ustalardan sonra geldiğini iddia eden görüşlere katılmıyorum. Ancak, hayat sürekli değişip ilerlediği, insan bilgisinin hamlıktan olgunluğa doğru geliştiği için büyük teoris- yenlerin bile çok yanlış, gerçekle bağdaşmayan yaklaşımları olabiliyor. Marx da hata yapabiliyor, Lenin de, Mao’da. Kıvılcımlı niye hata yapmasın? Onun için Kıvılcımlının düşüncelerine karşı bir hesaplaşma anlayışı içinde değil de, gerçeğe bağlı insanlar olarak Marksist bir değerlendirme kavrayışı içinde yaklaşılması gerekir.
Kıvılcımlı'nın sınıflara aynlmış köleci toplum- larda ortaya çıkan tıkanıklıklann, toplumun kendi iç dinamizmiyle mevcut üretim ilişkilerini bir devrim yoluyla bertaraf edememesi halinde, henüz sınıflı topluma yükselmemiş barbar toplumlann dışlan gelen darbeleriyle bir barbar akını olarak kendilerine çıkış yolu bulmalanna ilişkin görüşleri. az-çok Engels te ve başka tarihçilerde de var. Ben. bunların çok orijinal görüşler olduğunu düşünmüyorum. Ama. Kıvılcımlı, Ortadoğu’nun tarihini analiz etti, buradan canlı, güzel örnekler getirdi. Bu anlamda, mutlaka bazı katkılan olmuştur.
Şu da var: Hikmet Kıvılcımlı, kitle insiyatifini ve devrimci mücadeleyi selamlayan bir insandı O yüzden, '60 sonrası gençlik eylemlerini çok büyük bir coşkuyla karşıladı Gençliğin ve kitlelerin harekete geçmesi. Bunlar eski Marksistle- rin susadığı olaylardı. Onlar, çok zor koşullar altında işçilere, emekçilere seslenerek ortaya atılmışlar, ama o yoksul, emekçi kitleler, çok uzun yıllar onlan duymamış, “ Sizin için dövüşüyoruz"
dedikleri insanlara duyuramamışlar seslerini. Bu da bir trajedidir. Kıvılcımlı'nın üzerinde de bu trajedinin izlerini görebiliriz.
Kitle hareketleri. Kıvılcımlı'da bir pınara kavuşma isteği gibi bir özlemdi. Ama. bir yandan da Kıvılcımlı'da kitlelere karşı geçmişten kalan tortu halinde bir güvensizlik de vardı. Kitleler, uzun yıllar boyunca harekete geçmemiş, ama o hep kitleleri harekete geçirmeye çalışmış.
Bu izlerin Kıvılcımlı'nın askerlerden gerçekçi olmayan beklentiler içerisine girmesinde etkisi olduğunu görüyorum. Uzun yıllar kendileri için mücadele ettikleri emekçiler onlarla beraber olmamışlar. “ Biz ömrümüzde hiçbir değişiklik görmeyecek miyiz? Ölmeden bir şeyler görelim" psikolojisi içine girmişlerdi.
Kıvılcımlı teoriden hiçbir zaman geçmişteki birikimi aktarmayı anlamadı. Teoride hayatın ya da gerçeğin kendisini sistemli bir şekilde tahlil etmeyi anladı. Bunu yaparken, ortaya koyduğu görüşler doğru veya yanlış olabilir,
bu ayrı bir sorun.
'70'lere doğru Türkiye’de sınıf mücadelesi keskinleşiyor ve bir hesaplaşmaya gidiyordu. Kıvılcımlı, gönlünde yatanı gerçeklerin yerine koymak durumunda kaldı. Bu, biraz da hayatının sonuna yaklaşmış bir insanın ruh haliyle ilgilidir, sanırım.
“ Ordu kılıcını attı" diye bir başlığı vardı Sosyalist dergisinde. Aslında o, Kıvılcımlı'nın gönlünde olan bir şey. Ama, Kıvılcımlı şunu görüyordu. O gün emekçilerle hakim sınıflar arasındaki bir hesaplaşmada emekçilerin üstte kalacağı bir kuvvet ilişkisi yoktu. Kıvılcımlı, buralarda gerçekçi bir adamdır, hayalperest değil. Emekçilerin gücü ne? Burjuvalann .e toprak ağalannın gücü ne? Bun lan gerçeğe yakın gören bir insandı.hayale kapılmazdı Ama, bir 27 Mayıs modeli vardı. Genç subaylar, ordu hiyerarşisine karşın genelkurmay başkanlannı falan içeri tıkarak bir darbe yapmışlardı. O darbe, bir orta burjuva hareketi olarak halk hareketinin önünü açtı ve olumlu bir rol oynadı. Acaba, bu bir kez daha olabilir miydi 1970’de? Kıvılcımlıya bu soru biraz heyecan verdi.
Falanca subaylar kendi aralarında toplanıyor gibi haberler geliyordu. 12 Mart darbesini yapan hiyerarşi dışında, bazı askeri cuntalar olduğu, yaşayanlarca daha sonra açıklandı. Onların Kıvılcımlı'yla da bazı dolaylı bağlantıları vardı. Kıvılcımlı’nın teorisi, darbeciliğe ışık tutan, tarihin bu şekilde değiştirilebileceğine prim tanıyan bir teori olduğu için, '71'e doğru bazı genç subayların sempatisini kazanmıştı. Orada Kıvıl- cımlı’nın özlemi şudur: Acaba bunlar kılıçlannı düğümün üzerine vururlar da toplumun ufkunu açabilirler mi? Bu darbenin sol kanadına Marksistler de yapışabilirler mi?
Ama bunların yanında Kıvılcımlı, her tarihsel olanağı emekçilerden yana değerlendirmeye çalışmıştır. Örneğin 1960 olayı olmuş, oturmuş Milli Birlik Komitesi’ne bir mektup yazmış, bir program sunmuş, öneriler yapmış. Yani, onlar burjuvazidir, burjuva ordusudur, burjuva ordusu kötüdür, bunlar olsa olsa düşmanlık yapar... gibi kaba ve ham düşüncelere sahip olmayan bir marksistti Kıvılcımlı. Kendisi de bir yerden bir şeylere müdahale edebilir, katkı yapabilir ya da etkileyebilir mi? Böyle düşünmüştür ve bu kadarı genel bir pozisyon olarak yanlış değildir.
Sonuç olarak. Kıvılcımlı önemli bir insandır. Bir zaman sosyalist harekette çok yanlış anlayışlar, köksüzlükler yaşandı. Herkes hareketin kendisiyle başladığını zannetti. Ama. geçmişten kuvvet alamadığı ve geçmiş köklere bağlanmadığı için onların geleceği de olmadı. Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz. Burada, geçmişimizde bulunan bir insan olarak Kıvılcımlı, geleceğe bakmamız için bir vesile oluyor.
23
COLLI
OCO
RASİH
i
R.N.İ. — Sondan başlayarak konuşmak is
tiyorum. Birden cenazesi aklıma geldi Biliyorsunuz, devlet terörü dönemindeydik. Küçük bir cami. Şimdi hatırlayamayacağım, 20 kişi var idiysek, 40 tane de polis vardı. Dışarda da üç- dört askeri kamyon ve polis aracı duruyordu.
O sırada Reşat Fuat’ın cenazesini hatırladım. Şişli Camii’nin avlusundaydık. “ Haydi Rasih’’ dedi, “ sata girelim." "Safta ne işimiz var” dedim. “ Bırakın" dedi “ bu küçük burjuva radikalizmini. Bizim geleneğimiz ölçülerimizin ardından musalla taşı karşısında safta durmaktır. Bunun dinle alakası yok, Türk geleneğidir." Bunu söylerken, yanımızdan Mihri Belli geçiyordu. "Bak, Doktor ne söylüyor" dedim. “ Doğru söylüyor" dedi. Safa girdik
Ertesi gün Tercüman gazetesinde bir yazı çıktı. “Komünistler elleri kıçlarında safta duruyorlardı” diye. Altta da bir fotoğraf.
Doktor’un asıl özelliğini unutmamak lazım. Türkiye’de poliste ifade vermeyen az kişi vardır. Doktor, bütün hayatı boyunca ifade
vermemiş kişidir. Sorgu yapılacağını anlayınca, çok defa kendisi hücuma
geçermiş.
Ondan, Doktor’un bu saf hikâyesini biliyorum. Gittik, safa girdik. Hayatımda çok cenaze nama2i gördüm, ama böylesini görmedim. Bekliyoruz, dini merasim yapılacak. İmam “ haydi" dedi, “el- tatiha” , işte bu kadar. Başlangıcıyla sonu bir o ldu. İmam bizi oradan kovalar gibi söylendi: "Haydi, ne bekliyorsunuz, gidin." Gidelim.
Sadece Elfatihalı bir cenaze namazı görme miştirn. Duası gereken merasim yapılır, merhumu nasıl biliyorsunuz, hakkınızı helâl edıyormu- sunuz denir...
NURİ İLERİ
Mezarlık çok yakındı. Beş-altı kadın, beş-on erkek, vasıtalara bindik. Cenaze arabası önde, trafi arabası, polis arabaları, askerî kamyonlar arkada, gittik. Burada daha da garibini yaptı imam. “ Kaldırın kapağını" dedi Kapağın üstünde cam var, Yugoslavya’dan gelirken ustu camlı bir tabuta koymuşlar. Kapağı kaldırdık. “ Herkes gelsin, görsün"; imam söylüyor. Baknk tabii. Kefensiz, elbiseli, Yugoslavya’dan getirildiği gibi "Gördünüz, tamam" dedi imam "Haydi kapandı, gidin bakalım” dedi.
Şimdi, Doktor hakkında konuşmak zor. Epey kızgınlığım, kırgınlığım da vardı arkadaşlara Öldükten sonra iki kitabını çıkardılar Anılan Beni çok rahatsız etmişti. Basanlar iyi yapmadılar. Bu kitaplardan birinde kişiler hakkında aşağı yukarı hepsi aynı günde yapılmış yüz sayfalık bir inceleme var. Bu incelemenin sonunda da çok ilginç birkaç cümle geçiyor:
“ Hepsi mi polis bunların? Bir ben mi kalmışım? Bu soru, hele sonuncusu kanser ağrısı gibi canımı yakıyor. Elli yılın bilançosu. Bir ben mi ayaktayım, varım. İnsan kendi kendine pa- ■ anoıd olmasından kuşkulanıyor.”
Bu anıların neden yazdığı belli. Yapılan şey korkunç. İsmail Bilen'in yaptığı Bulgaristan'dan soruyorlar partiye, “ Böyle bir adam geldi, ne dersin" diye. O da cevap veriyor: “ İhraç edilmişti.” Ağır hasta ve idamdan aranan yaşlı bir lider, sosyalist bir memlekete gidiyor ve oradan, "Sen ihraç edildin” diye hudut dışı ediyorlar. Elbette bunun acısı kolay değil, kanserin acısı yanında. Bunları o vakit yazmış Oysa ben bir ihraç olayına da inanmıyorum, yok öyle şey.
Bir şey daha var, onu da söyleyeyim. Vatan Partisi tevkifatından dolayı hapiste yatıp çıktıktan sonra gidip gördüm. “Anılarımı yazmayı düşünüyorum. Fakat, baktım bu sıralarda Marksist yazılar çıkmaya başladı memlekette. Birçok da saçma sapan şeyler söyleniyor. Anıları yazmanın zamanı değil, daha önemli şeyler yazmak zamanıdır diye anıları bir tarafa bıraktım. İhtiyarlayınca, yapacak eylemim kalmayınca anılarımı yazarım diye düşündüm” dedi
Benim bu anılarda üzüldüğüm şu: Önde gelen üç kişiden yani Dr. Şefik Hüsnü. Baytar Cevdet ve Küçük Haşan dediği Haşan Alı Ediz’- den tutun da Reşat, Hüsam, İsmail, daha sonra Zeki, 146. sayfada söylediği gibi hiç kimseyi ayakta bırakmıyor. Ee bu kadar ağır konuşmak gerekli miydi, bunları basmak gerekli miydi? Emin değilim. Bunları belki o vakit yazmıştır ama, zannederim ki, Doktor bunları basmak kararını alsaydı, bu şekilde basmazdı Oysa Nazım’) eleştirdiği halde çok da severdi. Nakledilen olay da yanlış.)
Doktor'un asıl özelliğini unutmamak lazım. Türkiye’de poliste ifade vermeyen çok az kişi vardır. Doktor, bütün hayatı boyunca ifade vermemiş bir kişidir. Hiç unutmam, boyu bosu da yerındeydi. öotgu yapılacağını anlayınca, çok defa kendisi hücuma geçermiş. Girişip de yumruklaşmaya başlanıldığı vakit bayıltıyorlar insanı, başka çarekri yok. Bayıltınca da pek işkence yapamıyorlar. O yöntemi kullanmış.
Kendisi de hatıratında, "22 yıl hapisle kaldım” diyor. Bu haki, ilen Türkiye’de bir rekordur Reşat Fuat’ın top.u hapislik süresi 12 senedir Dok tor'unki 22 s, ııe Bunun olumsuz yanı da oldu. Çok önemlidir. Doktor o dönemlerde birçok faaliyetime katılamadı. Örneğin, Emekçi Partisi nde yo.-rlu. Ondan sonraki birçok örgütlenmede yokıu Hele şu Nazım Hikmet’le bir-
lıkte tutuklandıkları '38 olayından sonra çok uzun bir dönem hapiste kaldı, bu süre onun en faal olabileceği dönemdi.
Ama, gerçekten son derece çileli bir hayat. Kendisinin bana anlattığı bir hikâye vardı. D iyarbakır’a çağırıyorlar anasını, ifade almak için. İhtiyar kadını Diyarbakır'dan İstanbul’a kadar jandarma karakolundan jandarma karakoluna teslim ederek yolluyorlar Yüzlerce kilometre meşale. Bunu haklı çıkartabilecek hiçbir mazeret olamaz.
Başka bir olay... Türk Solu dergisini çıkarıyor uz. Bir yazı yazmış, yazı bendedir liâtâ Şevki Akşit “ Bunu nasıl basalım” dedi. Ezbere söyleyemeyeceğim, ama gerçekten basılamayacak bir yazıydı. İki bacağı arasında bilmem nesi, bilmem nasıl sarkan bir eşekten bahsediyor ve hükümeti de ona benzetiyor. Müthiş bir teşbih yapmış. Basmak olanağı yok. Ne yaparsan yap, basılacak gibi değil.
Canım Doktor, hakikaten bu tarz şeyler de yazıyordu Yazdıklarında çok garip deyimler de kullanılıyordu. Konuşurken katiyen öyle bir tarafı yoktu. Neden öyle yapıyordu, bilmiyorum. Öneri olarak ortaya atacağım: Doktor’un kitap larını yeniden yazmak lazım Ama, ona sadık kalmak şartıyla aykırı kelimeleri, bazı ecnebi deyimleri Türkçeleştirmek lazım. Nasıl kı, Aıatürk'- ün Nutku Türkçeleştirildi, bence Doktor’un kitapları da gözden geçirilebilir. Buna hakkımız var mı, yok mu bilmiyorum.
Doklor’dan bahsederken, Kerim Sadi’yi hatırladım Aralarında, biliyorsunuz, bir basın olayı vardı. Doktor bir kitap yazdı. Marksizm Kalpazanları No 1 diye. No: 2 ’de Nazım Hikmet ola çaktı. Bu No l ’dc Kerim Sadi bir cevap yazdı: Marx-Engels-Lenin Enstıtüsü’ne Açık Mektup Şimdi olay ne? Doktor, Kerim Sadi’nin fikirlerini sapmayla suçluyor Ardından Korun Sadi cevap veriyor. Açık Mektubunda, kısa bir broşürdür. ‘Ey Marx-Engels Enstitüsü yöneticileri! Söylediklerimi sizden tercüme eltim Bu adamı yola getirin. Bana değil, size sataşıyor" diyor
Gerçekten, Kerim Sadi’nin huyuydu, çok yapardı. başkasından alır, imzasıyla çıkarırdı Ens- liıü'nün falan yazısından çevirdim demezdi. Doğrudan doğruya basıp, üstüne Kerim Sadi yazardı. Tesadüfen Doktor’un hüc um ettiği yerler de o sırada yayınlanan bazı kitaplardan alınmaymış. "Bunlar da sapıklık varsa, bende değil, Enstitü de" diyor Kerim Sadi
Burada bir broşür var. Merıç’in broşürü Bu broşürde Dr. hikmet hakkında çok ilginç bir parça geçiyor: “ ! Bilen, yarıda kalmış hantalında ve Atılım sayfalarında Hikmet Kıvılcımlı nın 1932 de yapılan toplantıda partiden çıkarıldığını iddia et inektedir. 1932 den sonra !M ,3 ij,ifü ’larda yayınlanan Orak Çekiç lerde, işçi haickelıne kendini adamış büyük devrimci I lıkmcı Kıvılcımh'- nın savunusunu yapan makaleler vardır Bun lar arasında I Bilen’in kaleminden çıkmış ma kaleler de var.” Yani, "32 de partiden attık" d iyor. hapisleyken Ondan sonra 34.33,3b senelerinde çıkan Oraç Çekiç dergilerinde Bilen in kendisini öven yazıları var Meriç, bunları partinin arşivinde gördüğünü söylüyor
Ç . Y o l Dr Hikmet in parti tarihindeki yeri
ve teorik görüşleri hakkında neler düşünüyorsunuz?
R.N.J. Gene bir anımdan bahsedeceğim.
T ürkiye Solu dergisini çıkartıyoruz. Kerim Sadi
24
geldi ve Mihri Belli bir soru sordu. “ Dr. Hikmet, bu safta bu kadar mücadele etti. Nasıl oluyor da. Merkez Komitesi nin önemli bir adamı olamadı?" Kerim Sadi güldü. “ Olmasına imkân yoklu. Çünkü daima İçerdeydi” dedi
Gerçekten, çok uzun zaman hapiste kaldı. 2Z sene, dile kolay. Biliyorsunuz, hapiste geçen sürelerde fiilen yöneticilik diye bir şey söz konusu değildir. Fakat, yine kendi anılarından... Reşat Fuat'ın cenazesinde verdiği demeçte. Dr. Şefik 1 lüs'nü ile '29’a kadar çalıştığını ve MK üyesi olduğunu gayet açık olarak anlatıyor. Yani. Vedat Nedim'ler düşürüldükten sonra. 27-29 dö-' neminde.
Ondan sonra da legal basın hayatına girişiyor. Art arda kitaplar, broşürler çıkartıyor. Şüphesiz. bu dönemde gizli partide faal bir rol oynamasının imkânı yok. Hem Türkiye gibi Marksiz- min yasak olduğu bir memlekette Marksist yayın yapacaksın, hem de illegal partide çalışacaksın İkisi birden olmaz. Bu yayınları yaptığı dönemde parti içerisinde yönetici olarak görevli olamazdı. Nitekim. ’38 senesinde, kitabı bir-iki bahriyelide bulundu diye hakkında dava açıldı. Kitabının bir yerde bulunması bile kendisini af yasasına kadar 15 sene hapis yatırtacak bir suç sayıldı.
Şimdi n- vakie geliyoruz? Vatan Partisi dönemine geliyoruz. Kendisi “ niye vatan Partisi döneminden rlaha çok bahsetmiyorsunuz" diye sistemde bulunmuştu bana. Hem haklı, hem haksız Oııce 46’da legal partinin olanağı vardı. Tııtkiye çok partili rejime geçiyordu. Öyle bir hava esti ki. altı aylık bir süre içinde 600 tane işyeri sendikası kuruldu 1800'deıı fazla işçi örgütlendi Anti-komünizm, anti-Sovyetizm diye bir hastalık lıeniiz başlamamıştı. Anti-komünizm de yoktu. Şelik Hiisnü’nün kurduğu TSEKP (Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi) altı ay içinde hi'ie’ik bir yayılma gösterdi ve bu yayılma bir dava'.™ durduruldu.
Oysa. VP kuruduğunda. Türkiye’deki durum çok değişmişti DP olayı olmuştu. Büyük bir kitle şehirlere hücum e'rniş ve iş bulmuştu. Yeni bir işçi sınıfı doğmuştu, işçiler arasında anti- Sovyetizınin ve aııti-komünizmin etkileri çok yaygındı Büyük bir baskı vardı. 51 tcvkifatının sonuçları ortadaydı. O şartlarda VP adeta bir ölü parti olarak kuruldu. Çok dar bir kadroya sahipti. Bununla beraber seçimlere girdi.
Eskiden Selimiye hapishanesine düştüğümde duyduğum bir hikâyeyi anlatacağım. Korkunç bir hikâye aslında. 27 Mayıs döneminin öğrenci liderlerinden ve o zamanın talebe cemiyetleri başkanlartndan Nuri diye biri vardı, avukat. Soyadı Yazıcı’ydı zannederim. O anlattı.
“ Biz daha sağ-sol diye bir şey bilmiyoruz. Polis bize emretti. Saraçhane başında Dr. Hikmet in mitingi var, mitinği basın, dağıtın dedi. Biz de yürüdük ve gürültü koparmaya başladık. Gittikçe tansiyonumuz arttı, taşladık. “ Taşlayınca yetkili polisler gelip bunları tutmuşlar, “ kuzum ne yapıyorsunuz” demişler, “ aralarında bizim çok arkadaşlanmız var, arkadaşlanmızı vuracaksınız.”
Gerçekten o zamanki eylemlerde muazzam bir polis kontrolü mevcuttu. Tam bir terör dönemiydi. DP dönemi. Hem terör dönemi, hem de işçi sınıfnda henüz bir kıpırdanma yok. Çok şanssız bir dönemdi. Ben bu yüzden o harekete. “Türkiye’de solun namusunu kurtarma hareketi" diyorum.
Ondan sonra 27 Mayıs dönemi geldi. Bütün sol istisnasız İşçi Partisi ni destekledi. O sırada VP hakkında af kararı çıkmıştı. Bu kesin af kararından sonra Dr. Hikmet, "benim partiye girme hakkım vardır" iddiasında bulundu Aynı dönemde, TİP’nin Karadeniz'de çıkan bir ogranın- da. Çaltı dergisinde bir dizi eleştiri yazıları yayınlandı. Sonradan o eleştiri yazılarını bir kitapta topladı: "Uyanmak için uyarmalı, uyarmak için uyanmalı.”
Bu. çok candan, kardeşçe bir eleştiriydi. Bu eleştiriyi yaptıktan az onra da Dr. Hikmet İstanbul teşkilâtına kaydoldu. Kaydolunca da kıyametler koptu. İlçede faal rol oynayan Erim Sü-
ersan. Deniz Gezmiş gibi üyeler vardı. Doktor’- un partiye girmes için onlar rica etmişlerdi İlçe kabul etti ve Aybar kıyameti kopardı, "nasıl yapıyorsunuz” diye. Yıl 1966.
Benim Türkiye İşçi Partisi’nde Oportünist Mer keziyetçilik adlı kitabımda olay gayet açık olarak anlatılmıştır. O yüzden 17 kişi Haysiyet Di- vanı’na verildi. 17 kişiden 9’u “ Kıvılcımlı grubu" olarak suçlandı.
Doktor’un partiye kaydı yapıldıktan sonra İstanbul İl Kongresi yapılıyor. Kongrede birçok arkadaş ortak bir önerge veriyorlar “ Dr. Hikmet Kıvılcımlı partimize kaydolmuştur. Kendisine söz verilmesini rica ederiz.” Başkanlık Divanı, önergeyi yürürlüğe koymayı reddediyor. Tartışmalar başlıyor. O sırada, kongrede partiye kaydolan Sencer Divitçioğlu'na söz veriliyor. Halbuki. üyeliği ilçe kademesinde kabul edilmiş olan Hikmet Kıvılcımlı'ya söz verilmiyor. İkisi arasında çok değişik bir ölçek. Onun üzerine itiraz oluyor ve az sonra bir taraftan Sevinç grubunun (Dr. Kemal içler ve Sevinç Özgüner) öbür taraftan da Dr. Hikmet grubunun ihracı isteniyor.
Geçmişteki partilerin İşçi Partisi'nde faaliyete geçirilmemesi için doğrudan doğruya suçlayıcı bir iddianame hazırlanıyor. Bu iddianame ki. 17 arkadaşı “ komünistlikle" suçluyor ve Haysiyet Divanı bir günde hepsini aklıyor. Aybar-Boran grubunun ilk yenilgisi. '17'!er olayı" olmuştur.
Ben, Genel Yayın Kurulu üyesiydim ve bu olaya çok karşı çıktım. Hatta şunları söyledim:
“Siz" dedim, “ Her bakımdan yanılıyorsunuz. Bir defa Dr. Hikmet'in yaptığı eleştiri, kardeşçe bir eleştiriydi. İkincisi, partiye girmekle partinin program ve tüzüğünü kabul etmiş oluyor. Üçün- cüsü, kendisi benim mahkûmiyetim yok. diyor. Mahkûmiyeti olsa ne olacak? Siyasi Partiler Ka- nunu'na göre 6 ay içinde partiden çıkartın diye emir verecekler. 6 ay içinde çıkartılmazsa. partinin kapatılması istenecek. Hükümet bu taleple bulunmadıktan sonra bunu yapmamıza hiç gerek yok" diye ısrar ettim. Partide anti- komünizm silahı kullanılmaz arkadaşlar savcılığa çağırılıp size şahitlik ettirirlerse ne yazarsınız dedim.
Ardından Malatya Kongresi’ne gelindi. Kong- re'de Doktor'un kitapları satıldı ve elini sıkanlar adeta kötü kişi addedildi. Genel bir itici hava vardı. “ Parti kapatılıyor, parti tehlikede, partiyi batırmak istiyorlar” diye propaganda yapıldı. Gerçeklen de Aybar’ın, Boran’ın. Sadu Aren’- in bu suçları, pek affedilebilecek bir suç değildir.
Biliyorsunuz, ondan sonra biz TİP'nden ihraç edildik. İşçi Partisi 4. Kongresi yapılacakken. Ankara'da Hanif salonunda yeni bir parti kurma toplantısı düzenlendi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı. Kongre Başkanı olacak, açılış konuşmasını da Mihri Belli yapacaktı. Fakat, DEV-GENÇ’in (yani Ertuğrul Kürkçünün başkanlığını yaptığı DEV- GENÇ in) o zamanki havası içinde bütün eskilere karşı gayet sert bir çıkışa girişildi. Bütün geçmiş baştan aşağı kötülendi. Mihri Belli toplantıya sonradan geldi ama. Dr. Hikmet gelmedi.
Zaten o sıralarda da doktor, Demokratik Zortlama" kitabında Mihri Belli’yi eleştirdi. Eleştirisi son derece haklıydı. MDD tezi gayet doğru bir tezdi, fakat Mihri Belli’nin koyuş şeklinde aykınlıklar vardı. O eleştiri yapıldığı halde Mihri Belli kendisini toolantının başkanlığına yapması için davet etti.
Bundan az sonra, biliyorsunuz, 12 Mart geldi 12 Mart davalannın birisinde. Sarp Kurav ve arkadaşlannın yargılandığı “ ’84 deniz subayı davasında. aşağı yukarı baş sanık yine Dr. Hik- met’li.
Sonrası malum, yurtdışına kaçış ve İsmail Bi- len'in yaptığı o çok münasebetsiz hareket...
Toparlayalım. 50 senelik bir militan hayah var diyorsak, bunun aşağı yukarı yansı hapishanede geçiyor. Üst tarafın bir kısmı da, yani ’33’ten ’38’e kadar olan dönem, legal neşriyat dönemi sayılır. ’50’den VP’nin kurulmasına kadar da sola karsı cok ağır bir taarruz ve dava süreci var. VP
süresince de öyle. Yani doktor, gerek gizli, gerekse açık bir partide çalışma olanağı bakımından çok şanssız bir kişiydi. Ondandır yaptığını yaptı, daha fazlasını fiilen yapamazdı. Hele 38 mahkûmiyetinin nedeni hiçbir şeyle izah edilebilecek gibi değil. Bir insanda bir kitap bulunmasından dolayı, kitabın yazannın mahkûm edilmesi, çok aykırı bir düşünce tarzı.
Elli senelik bir militan hayatı var diyorsak, bunun aşağı yukarı yarısı hapishanede geçiyor. Üst tarafın bir kısmı da, yani ’33’den ’38’e kadar olan dönem, legal
neşriyat dönemi sayılır.
Nazımla Dr. Hikmel'in çilesi, çok garip bir çile. Fakat, bu çilede yine büyük bir fark var. Bir tanesi için adeta çok faydalı bir şey oldu. Nazım, İpekçilerle çalışırken bir gevşeme haline gelmişti, mücadeleden çekilme durumundaydı adeta. Çok acı bir şey, o genç yaşlarında on seneden fazla hapiste kalmak, ama o sayede Türk edebiyatı için harikalar yarattı. Dr. Hikmet içinse tam tersine. En faal olarak çalışabileceği seneler hareketin dışında kaldı. Bir tanesinin edebiyat adamı kısmı, ötekininse eylem adamlığı ağır basıyor. Ve bir eylem adamı için içerde olmak ö ldürücü bir şey. Edebiyat adamı Nazım sa en güzel eserlerini hapiste yazdı.
Ç.Yol Dr. Hikmet'in hayatının en önemli yıllarını cezaevinde ve legal neşriyat faaliyetlerinde geçirdiğini ve dolayısıyla pratik parti mücadelesinde yeterince görev alma imkânından uzak kaldığını söylediniz. Bu da, dr. Hikmet’in parti hareketi içerisinde neşriyatlan ve teorik görüşleriyle ön plana çıkan bir insan olduğu anlamına geliyor. Böyle mi değerlendiriyorsunuz?
R.N.I. Hayır, öyle değerlendirmek istemiyorum. Onun neşriyatı da bir politik faaliyet alanıdır. ama legal bir politik faaliyet alanıdır. Bu demek değildir ki, illegal dergilerde yazılar yazmamıştır. Kızıl İstanbul’da yazı yazmamıştır, Oraç-Çekiç'te yazı yazmamıştır. Fakaf. yazı faaliyetinin büyük bir kısmı légal alanda yapılmıştır ve konspirasyonun gereği, legal alanda o şekilde bir faaliyet yürütürken, aynı anda yönetici bir kadroda da fazla önemli bir görevi alamazdı.
Ç.Yol Dr. Hikmet’in 1935’lerde yazdığı,
ancak ölümünden çok sonra 1977-78 döneminde yayınlanabilen bir dizi eseri var: Yol serisi. İşçi sınıfı partisi hakkında Genel Düşünceler'le başlayan, Parti Tarihi, Strateji, Taktik, Örgütlenme, Milli Mesele ve Köylülük konularını da içeren yedi ciltlik bir eser. Doktor, bu eseri o dönemde kendisinin de üyesi bulunduğunu söylediği MK’ne öneriler halinde sunduğunu, ama başına türlü akibetler getirildiğini belirtiyor. Kı- vılcımlı'nın, partinin pratik, örgütlenme, taktik ve strateji sorunlarıyla yakından ilgili bir kişi o lduğunu açıkça ortaya koyan “ Y O L" araştırması hakkında neler düşünüyorsunuz? Orada Kıvılcımlı, parti içinde yaşamış ve mücadele etmiş emektar bir militan olarak, aynı zamanda bugün TKP'nin eski tarihiyle ilgili araştırma yapan kişilerin dikkatle incelemesi gereken bir kaynak ortaya koyuyor. Siz neler diyorsunuz bu konuda?
R.N.I.— Şimdi, bu TKP tarihi sorunu, birçok yönden çok sakıncalı bir sorun. Bir defa. Dr. Hikmet için alalım. Biliyorsunuz. Dr. Hikmet bu ko. da son zamanlarında konuşmaya başladı, hayatının sonunda. Reşat Fuat ise kesinlikle konuşmamak yanlısıydı.
Gerçekten de. Türkiye'nin durumu bu konunun yazılmasına Dek müsait değil. Bugün de
Devamı 70. sayfada
2£
____ ' ___ ____ ■ ____ w
DOKTOR YENİDEN DOĞUYORİşte biz de, bu yılın sonunda 70 yaşımızı dol
duruyor, tükettiğimiz asrın neresine kadar tırmanacağımızı bilemeden, yolumuza ağır aksak devam ediyoruz. Hemen belirtmeliyiz ki, tek düze, durgun bir akış değildir bu? Bazan tüylerimizi diken diken eden çığlıklarla, bazan da kavga şarkılarıyla geçer gider kocaman bir nehir gibi yeni zamanlara doğru. Bütün sorun bu kapışmada canlıların kuru sonbahar yaprakları gibi savrulup gitmemesi, tek amacın günümüz, geleceğimiz için bilinçli tavırlar alınması, ezenlerden mi, yoksa ezilenlerden mi yana olduğumuzun kesinlikle bilinmesi, insanların bilinçle büyük kurtuluşa götürülmesidir.
Şimdi iyice biliyoruz ki, tarih bağrında kendiliğinden yer açmaz, açamaz, ama insanlar gereğinde canlarını ortaya koyaraktan en korkunç güçlere, tiranlara karşı, tarih içinde onurlu yerlerini alırlar. Bir an bile küçülmeden, kayrılmaya, ayrılmaya tenezzül etmeden, dosta değil sadece, düşmanlarda da saygı yaratarak, onurlu ömürlerini sürüp giderler. Sonunda elbet, kendileri de çekilir gider dünyamızdan, namları, isimleri kalır yadigâr, hem ne nam, ne isim? Öğütleriyle, kavgacı örnekleriyle, ufuklanmızı her an aydınlatan fikir miraslarıyla, geleceğe ışık tutarlar?
Filozof Rıza Tevfik diyor ki:"Sabahı yok nihayetsiz karanlıklar içinde/Bir
kıvılcım gibi bir an beliririz söneriz/Varlık budur benim için hatta senin için de /B ir hakikat var mı derken bir hayale döneriz?” İçli, Tolstoy sakalıyla heybetli bir şairdi Filozof, yukardaki d izelerinin de, bizim konumuzla doğrudan bir ilgisi yok. Ama bize kesin bir dille sunduğu bu dizelerinde de yanılıyordu, o metafizik, biz bir d iyalektik felsefenin savunucularıyız. Bu bakımdan kendimize konu aldığımız Doktor Hikmet Kıvılcımlı: “ Sabahı yok nihayetsiz karanlıklar içinde" değil, kahırlı bir ülkenin aydınlığında doğduğu gibi “ Bir hakikat var mı?” derken “ bir hayele” de, dönmemiştir.
Onun içindir ki: İstanbul Mehterhane, Sultanahmet, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Elâziz, Çankırı, Amasya, Kırşehir Cezaevleri’nin zalim, isli tavanlarında, taş duvarlara karşı yirmi üç sene yılmadan yürüyen tabanlarının hürriyet hürriyet diye çağnşımlar yaratan sesi, kendi yaptığı işkence şarkısının iç ürperten acı nağmeleri var: “ Yoldaş vuruyorlar yoldaş!/Gel yaramı onar yoldaş!/Yoldaş bağrım alkan oldu!/Hıncım kızıl volkan oldu!”
Bir kuru dilim ekmek yiyerek, iki bardak kuru üzümle çay içerek, hiçbir kimseye, hiçbir zaman yakınmayarak, sızlanmayarak, hayranı olduğu derviş dedelerimiz gibi çile doldurdu, doldurdu ıh demeden. Evet demirden bir abide gibi çeyrek asra meydan okuyarak, yazarak çizerek, mazlum halkımızın ebedi kurtuluşu için kılıç gibi fikirler üretti ki, halen namuslu insanların kitaplıklarını, beyinlerini süslemektedir. Kaldı ki, bu çile kahramanlarından tek örnek de değildir o, daha bir niceleri de bir heybetli acılar gibi, zincirlerini şakırdatarak geçtiler aynı yoldan?
Şu var ki, Doktor Hikmet Kıvılcımlı, mazlum halkımız, özellikle proletarya için kendi bünyemize uygun fikirler yarattı ki, bu kavga yolunu açanların da başında gelir. Mark, Engels, Lenin ve, onun gerçekleştirdiği, somutlaştırdığı, ülke özelliklerinden yola çıkarak: “ Emperyalizm ve proletarya inkilapları devrinin Marksizm’in i bilinçle yaşadık. O, bir bilimsel yazısında, istihsal, sözcüğünü geçirmişse, arkasından hemen: "Tabiattaki şeylerin ve kuvvetlerin, insan oğluna yarayacak şekilde işlenmesi" diye açıklama yapmış, her bilimsel sırrı tabandaki insana da açmış, yığınlara öğretmekte çok çok cömert dav
ranmıştır. Bu bakımdan, Maksim Gorki’den öğ- rendiğimizy bir işçi kızın deyimiyle: "Plekhanof efendimiz, Lenin arkadaşımız?" tanımlamasının yerli ve o derece heybetli bir benzeri olmuştur.
1987 Ekim’inde, onun ölüm yıldönümü için yazılar hazırlanıyor, bunu duyarak mutlu oluyorum. Demek ki, kabiliyet de ah da kesinlikle yerde kalm ıyor, büyük toplum kavgacıları unutulmuyor. Böylece onun bir yanıyla değil, her şeyiyle bize örnek olduğunu, yeniden, onur duyarak gözler önüne koymalıyız. İnsanın her zaman en nikbinimiz, en umutlumuz olmuş, öldükten sonra da olsa, bunu kendi hayatıyla ispatlamıştır. Kitaplannın hani hani okunuyor olması, fikirlerinin üzerinde canlı verimli tartışmalar yapılması bunu apaçık ortaya koymuyor mu? Gönül isterdi ki sağ olsun da. o aramızda acılattı da olsu bu günleri yaşasın!
Ne diyor ama Aşık Veysel: “ Velâkin mevtin elinden, her gelen insan ağladı!" Bunun hep biliyoruz anlamı açık: Tabiat Ana, zalim-alim, aralarında hiçbir ayınm yapmaksızın, çocuklannı yıllarca, taa ölümüne kadar kucağında taşıyor, sonra zalimi çirkeflerle, halk dostu alimi de billur sularda yıkayarak toprağa bırakıyor. Hak sa- vunuculan anlıyor sonra yıllarca ter adamlan arasında, sömürücüler, zalimler, sırtlan gibi lanetleniyorlardı. Bunu ömrümüzce gözlerimizle görüyor, tiksinerek yaşamıyor muyuz?
Açıkça demek isteriz ki: Doktor Hikmet Kı- vılcımlı’ya işkence yapan emniyet müdürleri, kısım şefleri, polisler, savcılar, hakimler, jandarmalar, mahpushane müdürleri, gardiyanlar nerede? Ama o, eserleriyle, yaratıcı fikirleriyle, toplumda bıraktığı derin izlerle, dostlanyla, taraftarlarıyla, Türkiye'nin ve enternasyonal işçi hareketinin bir parçası olarak dimdik, onurla aramızda. Bir daha anlaşılıyor ki böylece, zalimlerin yatacağı yer yoktur. Belli bir süre insanların korkunç kâbusu olurlar, ama çoğusu kirli isimlerle, nefret yaratarak anılırlar.
Emekli Ağırçeza Mahkemesi Reisi Dostum, Talip Güran diyordu ki:
“ Muhakemesinden ızdırap duyduğum kişilerden biri de. Dr. Hikmet Kıvılcımladır. Şöyle uzaklan bir bakın, ciddi ve kararlı yüzünden de anlarsınız ki, o bir inancın adamıdır. Ben değil sadece bir cellât da anlar, anlayabilir bunu. Bu gibi kişilerin suçlu diye kovalanmasını hiçbir zaman hazmetmemişimdir, aksine bundan son derece rahatsızlık duymuşumdur. Bir kere bilimsel ağırlığı olan, eşi az bulunur bir adam. Ben onun sorularımı cevaplayan konuşmalarını bile gereğince toparlayıp, yerli yerine dikte etmekten bile rahatsız olurdum, özenerek bir yanlıştan kaçınırdım. Çünkü her alanda kat kat üstün bir adam bizden hem onun adına, hem kendi adıma yanlışlık yapmaktan kaçınırdım?”
Tarih ve teori çalışmalarına şöyle bir kuşbakışı değinilir, eserlerinin çapı, bilimsel ağırlığı gözden geçirilirse, öte yandan bir proletarya aydını olarak, gözünü bir an bile kırpmadan, en kanlı olaylarda rol sahibi olduğu göz önüne alınırsa, Dr. Hikmet Kıvılcımlının, yalnız Türkiye'de değil, dünya çapınd abir eylemci olduğunu görür teslim edersiniz.
Bu kanıyı açıklamakla, onu modern bir pey- yamber olarak taktım etmediğimizi, sunmadığımızı, elbette olayın derinliğini bilen bu olağanüstü drama öylece yanaşan, hoşgörülü okuyucula- nmız, anlayacak, bileceklerdir. Bir yazısında rastlamıştım: “ İnsan hata sevap karışımıdır." sözleri ona aittir. Gördüğünüz gibi, bu konuda da pek kimseye söyleyecek, diyecek bir şey bırakmamıştır. Ama, gene de diyoruz ki, ondan sonra söz alacak yetenekli yazarlar onu daha iyi değerlendirecek, geliştireceklerdir.
Zindan koridorlannda volta atarak, ah-vah çekerek değil, yazarak, çizerek kahırlı mahpus yıl-
Kerim KORCANlarını geçirmek, dışardaki hayatında da devamlı koşmak, didinmek, onu bir sınıf savaşı öncüsü katına yüceltmekle kalmadı, kinli karşı güçleri geçin, dost bildiklerinin de düşmanlıklarını kazandırdı. Bunu kendisi çok iyi bilir, ayrıntılarıyla anlar, acı acı filozofça güler, gene bir karşı saldırı bahanesi yapmaz, yoluna, görevine kahramanca devam ederdi. Ibni Sina şu sözleri onun için söylemişti sanki: “ Bana yan bakıyorlar, çünkü yücelikler uğrunda çalışarak geçirdim gecelerimi. Onlar ise, sabaha kadar uyudular?"
Yukardan beri sözlerimi, satırlarımı, getirip bağlamak istediğim nokta şudur: Seçkin sınıf savaşçımız Dr. Hikmet, öldü, ya da öldürüldü, yıllardır da hazin bir kavga şarkısı gibi aynldı, uzaklaştı aramızdan? Elbette onun için şu organize anma gününde, helâlından iki damla gözyaşı- mız olacak, akıtacak. Büyük kişiliğini yeniden hatırlamak üzecek, yüceltecektir bizi Bu görevden şu veya bu küçük hesaplarla kaçınanlar, sonunda bilelim ki. kendi kişiliklerini zedeleyeceklerdir. Ben derim ki. böyle kutsal görevleri hiçbir zaman düşmanlara kaptırmayalım?
Evet Dr. Hikmet, hep biliyoruz ki aramızda yok artık? Ama şu kederli günde de ibretle konuşacağımız şeyler var. Onun eşsiz hatırası, gene bizlere acı şeyler konuşmanın fırsatını yaratmışsa kendisine şükranlarımızın en derin saygılarımızla sunmalıyız. Buradan yola çıkarak, tarihi partimizin Baku Kongresi'nden başlayalım, sonra Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, Karadeniz’in kanlı sularında, feryatlar içinde boğu- luşiannı, gömülüşlerini hatırlayalım. Öte yandan, Halk Iştirakiyyun Hareketi'nin acımasızca bas- tırılışını unutmayalım? Çerkez Ethem ve Kuva- yı Seyyare olayını, kanlı tasfiyelerini, hiç ama hiçbir peşin hükme kapılmadan, tarihi bütünlüğü içinde, kesinlikle saptırmadan ele alalım?
İşte, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, üstün kavrayış yetenekleriyle, bu olayları ele alan, aydınlığa kavuşturan, üzerindeki kin, esrar perdesini yırtan, sıyırıp yere alan adamdı. İşin gerçeğini, nesnel özünü ele alan kişiydi - Yazılmış çizilmiş de bunlar? — Öyleyse, geçip gitmeyecek geçiştirilmeyecek, unutulmaya, uyutulmaya bırukılma- cak, yeniden ele alınacaklardır. Böylece içinden çıkıp geldiğimiz kahırlı kavga hayatımız, tarihi deneylerimiz, yerli yerine oturacaktır. Böylece dünle bugün arasında sağlam bir köprü kurulacak, hareketimiz yeniden bütünlüğe kavuşacaknr. İşte, buralardan yola çıkan Dr Hikmet, parti hayatımıza, hareketimize, geniş, derin, kapsamlı eleştiriler, esaslar geliştirmiştir!
"İyi ama, bütün bu çalışmalar bizim elimizden çıkmadı?" bahenesiyle, bir siyasal kültür birikimini. elimizin tersiyle silip atamayız, görmezden gelemeyiz. Tarih önünde hiçbir kimse, hiçbir ba haneyle -Eğer gerçekten dava adamıysa?- görevden kaçamaz. Bunun ağır sorumluluğundan kurtulamaz. Demek isteriz ki, birliğe götürmeyen, bütünlük sağlamayan her görüş kesinlikle sahtedir. Teorik birikim eylemde denenmiş, uygulama alanında kendini ispatlamış, yığınların özlemlerini cevaplamış, böylece yerine oruı muşsa vardır.
Sözlerimi büyük ustanın, bir kükreyişiyle bağlamak isterim
Doktor Hikmet Kıvılcımlı diyor ki“Türk milleti vasi istemiyor, zalimlere karşı ba
siretinin bağlanmasını istemiyor. Her meslekten herkes, kendi kuyusuna gömülmesin, yurttaşlık görevi için yurt siyasetinde açıkça rol alsın. Ancak o zaman iki buçuk teşkilâtlı avantürye, 25 milyon insanı koyun sürüsüne çevirenıez. Ne istediğini bilen yurtdaşlar önünde saygı ile, namusu ile iş görmeye çabalar. Bu vatan ikide bir namussuzların oyuncağı olursa, bunda biraz da hepimizin siyasetleri yan çizmemiz rol oynamıştır!" KU VAYI M A LİY E C İLİĞ İM İZ .
SOSYAL PRATİK VE TARİH HER OLGUYU
YERLİ YERİNE KOYMAKTAGECİKMEYECEKTİR
Sırrı ÖztürkDr Hikmet Kıvılcımlı liderine günümüzde söz
söyleyebilme! için değil devrimci olmak, önce namuslu olmak gerekiyor. Oysa. Dr.H K., sosyal mücadele tarihimizde, dürüst açık, bilimsel değerlendirmelerden uzak biçimde ele alınmak istenmiştir. Devrimci ve örnek mücadelesi, yiğit. tavizsiz ve ilkeli tutumu, bu niteliklerden nasibini almayanlarca. şarlatanlarca "tanıtıldı". Dr.H.K.'nın ilerici hareketimiz içindeki tartışmasız onurlu kimliği ve yeri birilerince gözlerden kaçırılmak istendi. Düşünce ve davranış dünyamıza yaptığı özverili katkılar yoğa sayıldı. Türkiye üzerine yaptığı orijinal araştırmalar, -ki. bunların tamamı Auk* '■ .->irin malzemeleridir- tezler, program. taKtik-strateji. örgütlenme ilkeleri, kadro sorunları, vb- r»<Tyi aşkın kitap, onlarca broşür, yüzlerce makale-hakettiği düzeyde, karşı tezlerle tartışılmadı. Bu çalışmaların yetkili kurullarda tartışılmasının gerzğı kavranamadı; tezlerin senteze kavuşturulması bir türlü öğrenilemedi. Çünkü, ülkemiz ilerici hareketi onun çapında donatımlı kadroları henüz oluşturamamıştı.
D r.H .K ağabeyimizin fiziksel varlığı aramızdan aynlalı 15 yıl oluyor; ama onun hayatını esirgemeden adadığı davası ve fikirleri yaşıyor. Memleketimizin topraklan çok verimli ve bereketlidir; yerden adeta küçük burjuva ve burjuva sosyalizmi yeşeriyor! Dr. hayatı boyunca bu iki akımı karşısına aldı. Memleketimizde, aleyhteki bütün faktörlere rağmen Dr.H.K. gibi ciddi. üretken, yiğit adamlarda çıkmaktadır. Tıpkı bataklıklarda yetişen, en eşsiz güzellikteki Nilüfer çiçekleri gibi...
Dr H K. çeşitli zamanlarda toplam 23,5 yıl hapis yattı. Bu "rekor" henüz kırılmadı. Bu türden bir hapislik hayatı, bir dervişin azabı, çilesi değildi elbette. O. bu “ cezaları", işçi ve emekçi sınıflara duyulan sosyal kin ve düşmanlık duygularının karşılığı olarak çekmiştir. Dr böyle bir hayatı yerinde ve olumlu biçimde değerlendirdi Hapisten çürümeden çıkabilmek için hem kendisiyle hem de onu anlayamayanlarla döğüş- tü O hapishaneyi ve fabrikaya, işliğe çevirmesini bildi. Zamanını iyi planladı: hayatını düzene koydu. Tıpkı fabrikava giden bir işçi gibi zamanında. erkenden kalktı, sporunu yaptı, ne bulduysa yedi, yediğini paylaştı ve üretime başladı. Laklak yapmadı: okudu, yazdı, heykel yaptı. zeki ve yetenekli olanlarla ilgilendi; insanımızı tanımaya çalıştı: onun ulusal ve sınıfsal kurtuluşu için kafa yordu: bunun yol. yöntem ve araçlarını düşündü Alışkanlıklarının esiri olma dı sigara içmedi, içenlerden uzak durdu: yatağını bile böylelerinden ayırdı; ranzasının çevresini çarşafla hudutlandırdı.
Sosyalizm lâfazanlık değil, bir hayat tarzıdır. Eğer bu böyle ise. Dr.'un hayatı bir bütünlük içindedir. En umutsuz dönemlerde bile iş yaptı; taş
üstüne taş koymaktan, harç olabilmekten geri durmadı; tarihsel iyimserliğimizi hiç unutmadı. Olumlu ya da olumsuzluklarıyla “ Dr.H.K. sınıfımızın bir eridir. Onun (hepimizin) dramı ve eksikliği. Türkiye solunun, geri kalmışlığımızın, ilkelliğimizin. örgütler anarşisi hastalığımızın dramı ve eksikliğidir."1
Türkiye solu içindeki hakiki devrimciler, bir dönem için iç ve dış gericiliğin içimizdeki özel ulaklarınca, naylon komünistlerce kuşatılmış olabilir. Devrimcilerin işlevlerini yerine getirmesi önlenmek istenebilir. Kadrolar arası sevgi ve güven duygusu büyük ölçüde kundaklanabilir. Dr H.K.'nın tatlı deyimiyle "örgütler anarşisi” bir altın çağ yaşayabilir. Bu çok kötü bir durumdur. Her siyasi akımın bildiğini okuduğu bir dönemin yeniden yaşanması tam da emperyalizmin düşüne göredir. Bu oyunu gecikmeden kırmak gerekiyor.
D r.H .K. sosyal mücadele tarihimize eleştirel bir yol izleyerek yaklaşmıştır. Bunda da haklıdır. Eserlerini kendine özgü dil ve üslûp anlayışıyla yazmıştır. Sürekli üretmiş, adeta an gibi ve titiz çalışmıştır. Türkiye'nin orijinal sınıf ilişki ve çelişkileri üzerine önemli malzemeler bırakmıştır. Hiç bir dönem örgütlü mücadelenin dışında kalmamış, bir bütün olan ilerici hareketimizin meşruluk ve yasallığını daima hayat ve mücadelenin içinde aramıştır. Vahiy geleneği ile hareket adına ahkâm kesenlere biat etmemiş, böy- lelerine karşı hangi dilden anlıyorlarsa o dilde eleştiri ve uyarıda bulunmuştur
Bu ilkeli yaklaşımı, bir çok düşmanlıkları tahrik etmiştir. Dr.'un tezleri ve eleştirileri çoğu zaman suskunlukla geçiştirilmiş, adeta yok sayılmak istenmiştir. Çok efendi, dürüst, nazik ve başı dik bir devrimciye karşı girişilen olumsuzluk kampanyası asla tutmamıştır. Bu türden (nesli tükenmiş) bir devrimciye karşı girişilen sağlı “ sol’- 'lu karalamalar, yalnızca hareketimizi yaralamıştır. Ona yapılan haksızlıklar, kendi payıma, işçilik ve devrimcilik onurumuzu kırmış, aynca tiksindirici olmuştur.
ilerici hareketimiz adına, “ minbere erken çıkan kendi cemaati dışındakileri hayin" ilan edebilmiş ve ne yazık, sosyal mücadele tarihimize vahiy gelenekleriyle, yalan ve uydurmalarla sahip çıkılmaya çalışılmış ve aynca böyleleri zaman zaman ödüllendirilmiştir. Hakiki devrimcilerin hakları, içimizdeki eloğullarının marifetiyle çoğu kere yenmiştir. Dr.H.K.'nın taşıdığı en içten enlernasyonalist kardeşlik duygusu, işçi sınıfı hareketine olan derin bağlılığı, yüksek seviyeli ahlâkı. ciddi, ilkeli ve güvenilir bir partileşme çabası, temiz ve fukara yaşantısı hakkında hiç bir aklı başında insan asla şüpheye düşemez. Buna kalkışanlar, ya fiziksel ve ruhsal varlıkları tartışmalıdır. ya da hareketin aşındırdığı çürük in
san malzemeleridir.Gene ne yazık, yaşadığı dönemde, işçi sınıfı
nın bilinçli kadroları Dr H K. ile buluşamadı: o da kucaklanması gerekenleri kucaklayamadı. Kısacası. işçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareket demiryolu misali ebediyete kadar birleşip bütün- leşemeden birbirine paralel aktı gitti... Bu mücadelede hepimiz derece derece kusurluyuz.
Dr.H.K. yoldaşı günümüzde namusluca anacaklara şunları söylemek istiyorum: Bugünkü genç kuşaklar Dr.'u tanımıyor; geçmiş iki kuşakta onu tanımıyor; birileri de (her kim iseler) zaten hepten yok sayıyor. Tezleri şu ya da bu ölçüde aşırılarak kullanılıyor; alıntı yapmak gereğini bile duymuyorlar: içeriği tartışmalı eserler yavın- lıyorlar. Suskun ve sinik politikalar hâlâ sürdürülmek isteniyor. Bazıları hiçbir verimli çalışma yapmadan onun düşüncelerinin ardına saklanıyor. Bazıları da onu tarikat ehli gibi görüp devrimci ilke ve normlan gözardı ediyor. Oysa onun ateşten tecrübesi, kişiliği, işi ve görevlerinden onlarca ders çıkarılmalıydı. Dr. H.K. tartışılmalı, eleştirilmek ve aşılmalıdır. Yaşasaydı, bunu kendisi yapar, “ harekete yararlı olanları alın, aşınmış olanları atın" derdi.
Sosyal mücadele tarihimiz, sergilenen sosyal pratikler karşısında: D r.H .K.'yi anlayıp yorumladığını iddia eden ve sayıları bir düzineyi geçen “ yuvarlar"la, ilerici hareketimiz adına yalnızca “ mihrak" olan ve kırk paçalı şeye dönüşenlerden. şimdi acı bir intikam alıyor. Oysa iki adet “ ara rejim” yaşayan bir Türkiye solu, bütün bu altüst oluşlardan ileri ve ciddi sonuçlar çıkarmalıydı. Daha İSP’ni oluşturamamış, spekülasyon ve tevatür dışında işin adını bile koyamamış bir sol. beş para etmeyen kuruntularıyla didişip duruyor. Sonuç nedir?
Çok değişik ve karmaşık niyetlerin kol gezdiği bir ortamda yapılacak en doğru şey. Dr.'dan bir alıntıyla konuyu noktalamaktır:
“ Parola: Anarşi Yok! Büyük Derleniş! (İttifak) Son kerteye dek k ir it ik durumdayız. Solu so
la. devrimciyi devrimciye, işçiyi işçiye, köylüyü köylüye kırdırıyorlar. Bu kargaşalıkta Herkesin payı büyük. Suç tek yanlı değil. Bir elin sesi çıkmaz. Finans-Kapital önünde sol devrimciliğimiz: İsrail önünde Arap Devletlerine döndüler. Yu- varcık'ların (Mahfillerin) yağdırdıkları suçlamalar: K in'den, Dağınıklıksan. Bozgun’dan başka bir şey getirmez o ldu.”2
Kim ne dersedesin. sosyal pratik ve tarih her olguyu yerli yerine koymakta gecikmeyecektir.
1. Sim Öztürk, Partileşme Sorunu II. ISP'nin Oluşturulması, M Ali Aybar'ın ve U.Mumcu'nun Sosyalizm Anlayışlannın Eleştirisi. Okur Eleştirileri. Sorular ve Cevaplar, s. 166. Sorun Yayınlan 1987.
2. Dr.Hikmet Kıvılcımlı. Anarşi Yok' Büyük Derleniş! s.25. Tarihsel Maddecilik Yayınları.
DR.HİKMET KIVILCIMLI İÇİN
Dr.Hikmet kıvılcımlı arkadaşla ilk kez kitaplarıyla tanıştım. Onun Marksizim Bibyiyoteği adı altında çeviriye başladığı ve formalar halinde sunduğu Kapital biz genç kuşaklarda bir hayli etkiyapmış, bilinçlenmelerimizde önemli yardımda bulunmuştur.
Dr.Hikmet Kıvılcımlı 1920 yıllannda Henüz Tıbbiye okulundayken Dr.Şefik Hüsnü ve arkadaşlarının yayınladığı Aydınlık dergisinde yayın yaşamına başlamış, hem kalemi hemde devrimci eylemiyle ölümüne değin bu tutumunu sürdürmüştür. 1919 yılında Dr.Şefik Hüsnü’nün başkanlığında kurulan T.İ.Ç.S. fırkası kurulmuş, 1923'de kapatılmıştır. Aydınlık dergisi ise 1925'de Takriri Sukun Kanunu ile yayından men edilmiştir. Yazarlan da ağır cezalara çarptırılmış, bilahare af yasasıyla hapisten çıkmışlardır. Bu züre içinde Partinin ve Aydınlık dergisinin yayınladığı bir çok kitap bulunmaktadır. Söz gelimi Dr Şefik Hüsnü Manifest'i bu zamanda çevirip yayınlamıştır. Nedir ki harf devrimiyle birlikte bu kitaplan genç kuşaklar okuyamaz olmuşlardır. Bundan sonra Gerek Şefik Hüsnü’nün gerekse Reşat Fuat Baraner’in çeşitli takma adlarla yazdıklan yazılar kitap halinde yayınlanmıştır. Dr. Kıvılcımlı, verimli bir şekilde yazmasını sürdürmüş, birbiri ardına kitaplar yayınlamıştır. O bu yapıtlarıyla toplumun her dalına dokunmuş, onlan usta bir kalemle irdelemiştir. Söz gelimi Edebiyatı CedideYıin otopsisi adındaki yapıtı hâlâ Marksist gözüyle ilktoplumcu eleştirel eser olarak bilinmektedir. Bunlara gerek kendi kuşağına gerekse kendisinden sonraki kuşaklara aydınlatıcı, bilinçlendirici etkiler yapmış önemli eserlerdir.
Dr.Kıvılcımlı 1938 uydurma donanma davasıyla Nazım Hikmet ve arkadaşlarıyla onbeş yıla hüküm giymiş, ancak ellibir yıllannda hapisten çıkabilmiştir. O içerde boş durmamış, ciltlerle romanlar, şiirler, teorik eserler yazmıştır. Bunlann bir kısmının hapishaneden hapishaneye gönderilirken kaybolduğunu söyler.
Onunla şahsen tanışmam 1951 yılına rastlar. Ben de 1944 yılında Reşat Fuat ve Zeki Baştı- mar, Suat Derviş. Sebatin Selimoğlu, Haşan İzzettin Dinamo ve diğer arkadaşlarla T.K.P. yöneticisi savıyla tutuklanmış, üçbuçuk yıla hüküm
Zihni T.Anadol
giymiştim. Şimdi aramızda olmayan saygı değer arkadaşım Nihat Balyoz bir gün beni Kıvılcımlı arkadaşı tanıştırmak üzere evine götürdü Nesini sormalı!...hemen kucaklaşıp sarmaş dolaş oluvermiştik birden... O zamanlar kaç kişiydik zaten? birbirimizi mumla arıyorduk nerdey- se.
Dr,Kıvılcımlı, Yerebatan sarayı caddesinde bir muayenehane açmıştı. Tektük gelen hastalarına bakar, onları sağlığa kavuşturmak için çırpınırdı. Ne ki pek gelen giden de olmazdı. Çünkü korkudan yanına yanaşmaya kimse pek cesaret edemezdi. O daha da ziyade kendi fikri çalışmalar yapar, yazılar yazardı.
Bir gün Nihat Balyoz ile ziyaretine gittiğimizde kendisinin bir parti programı ve tüzüğü hazırladığını söyledi ve okudu. Hatta partiye Vatan Partisi adını bile koyduğunu anlattı. Evvelâ biz duraladık. Bu zamanda hele Menderes hükümetinin bu azgın devrinde... Çünkü Demokrat Parti dördüncü yılında ekonomikman çökmüş, ilaç almaya bile döviz bulunamaz olmuştu. Bu yönden iktidar iyice hırçınlaşmış, listeler yapıp aydınlan sürgüne göndermiş, tahkikat komisyonları kurdurup CHP hakkında soruşturma açtırmıştı. Uşak'da, Kayseri’de, Topkapı’da İsmet Pa- şa’yı öldürme tuzaklan hazırlamıştı. İnönü’nün
ünlü deyimiyle havada yem arayan aç kuşlara bile komünist diyerek tüfekle saldırılıyordu. Bu ekonomik bunalımdan kurtulmak için kendini tümüyle Amerika’ya yaslamıştı. Ona yaranmak için her yerde her vesile ile Halk Cumpuriyetle- rine saldırıyordu. Banduk’da Asya Afrika konferansında aynı saldırıda bulununca Çin Halk Cumhuriyetleri Başbakanı Çuanley salonu terk etmiş. Hindistan Başbakanı Nehru’da konuşmacıya sırtını dönmüştü. Bu yetmezmiş gibi Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Belgrad’da Tito'yu halk cumhuriyetleri aleyhine çevirebilmek için günlerce kapı aşındırıp durmuştur.
Ayrıca Türk Solu da ard arda büyük yaralar almıştı. 1944 tutuklamaları, 1946 tutuklamaları, 1951 tutuklamaları ve 1953 tutuklamalan hâlâ hapishanelerde yığınla arkadaşlanmız yatıyor, sürgünde yaşıyorlardı. Bunlardan Dr.Şefik Hüsnü onüç yıl hapislik cezasını doldurduktan sonra şimdi de Manisa'da sürgünde bulunuyordu (1959’da orada sürgünde öldü.) Bu şartlar altında parti kurmak... bizi çok düşündürmüştü. Ama Kıvılcımlı arkadaş kararlıydı. Uzun tartışmalardan sonra eskilerden kimse partiye girmeyecek, yalnız dışardan destek verecekti. Bu suretle parti hedef tahtası olmaktan nisbeten kurtulmuş olacaktı. Böylece parti 1954 yılında kuruldu. Mahdut insanlardan gayn uzun süre kimse partiye girmedi. Yahutta girmeye cesaret edemedi. Nihayet iş bize kadar gelip dayandı, kaydolup merkez yönetim kurula getirildim. Sonra da 1957 seçimlerinde İstanbul’dan milletvekili adayı gösterildim. Ufacık mevcudumuzla seçim meydanlarında bir avuç insan etkili konuşmalar yapıyor, polis gölgesinde, taşlı sopalı saldırılar arasında ordan oraya tüm olanaklanmızı kullanarak işçimizle halkımızla yüz yüze geliyor sesimizi ne demek istediğimizi anlatabiliyorduk.
Ne ki, 1957 yılının tam yılbaşı gecesinde evimin kapısı çalındı. Uykudan uyanan çocuklarımın feryatları arasında çekilip alındım. Sansar- yan hanına götürüldüğümde Hikmet Kıvılcımlı başta olmak üzere tüm Vatan Partisi yöneticileri ve eskiler oradaydı. Böylece Kıvılcımlı’yla tam 22 ay birlikte hapiste kaldıktan sonra beraat ettik, çıktık.
Dr. hapishanede kendine son derece iyi bakardı. Muntazam jimnastik yapar, muntazam yıkanırdı. Karyolasına çektiği cibinliğin altında hiç durmadan okur yazardı. O kadar ki, kendi dışındaki tartışmalardan, olaylardan hatta kavgalardan bile haberi olmazdı. Aile içindeki olaylar tabii ki burada da olacaktı ve de oluyordu. Kıvılcımlı arkadaş bunları engellemeye bile vakit bulamazdı. Bunun dışında muntazam toplantılar yapılır, bu toplantılarda teorik bilgileri noksan olan arkadaşlara usanmadan anlatır onla- nn aydınlanması içinde elinden geleni esirgemezdi. Bir saniye boş vakit geçirmezdi. Roman, şiir, yazar teorik konulan yazdıktan sonra tartışmaya açardı. Aynca pek az insanda görülen büyük bir sabırla ufak heykeller yapar, bunlarla günün politik insanlarının suratlarını büyük bir ustalıkla yansıtırdı. Teorisini hemen eyleme geçirecek denli heyecanlıydı. Sayfalarca ne dediği anlaşılmayan eylemsiz aydınlara son derece kızardı. O yazdıklarını toprağa basan insanlar için yazar, büyük ustaların kuramlarını adeta adapte ederdi yurdumuzda... söz gelimi bir bayram sabahı tertemiz giyinip kuşanmış, beyaz gömleği gravatıyla koğuşa çıkagelmişti. Sıradan hepimizin elini sıkıp bayramımızı kutluyordu. Herkes birden şaşırmış bu da ne oluyor dercesine Kıvımcımlı’nın yüzüne bakakalmıştı Ona göre bu bir yenilenme bir işkenceden sıkıntıdan yıkanıp arınmaktı... gerçek binlerce yıldır aranmaktaydı. O ise gerçeği pratiktir diye anlatır uygulanmaya geçildiği anhakikatiıı (gerçeğin) ta kendisi işte budur derdi. Hakikati bulmak için kitaplar dolusu yazanlara kızar, gerçek pratiktir diye sürekli pratiğe yönelirdi. Tüm yaşamı bu pratik içinde geçti: Ve ölümü de böyle olmadı mı?
28
OR. HİKMET KIVILCIMLI’NIN KENDİ KALEMİNDEN HAYATI
“Osmanlı İmparatorluğu Makedonyası’- nın Priştine kasabasında Hüseyin Bey Posta-Telgraf Müdürü iken, eşi Münire Ha- nım’dan Hikmet doğuyor. Kosova vilâyetinin iştip kazasında- hastalanıyor. Bir gece. bektaşi tekkesi türbesinde yatan Ali Baba. sandukasından fırlayarak Seher teyzesinin rüyasına giriyor. Çocuğun iyileşmesi isteniyorsa. Ali adıyla adlandırılmasını, o zaman Hazret-i Ali gibi “kılıcı kuvvetli” olacağını, yoksa öleceğini bildiriyor: Hikmet “Ali” oluyor. Henüz konuşmasını beceremezken. Pakize teyzesinin okuduğu kız mektebine götürüldükçe, kucaktan sıralar üstüne çıkarılıp davul taklitli nutuklar çekiyor. İyi alâmet değil...
Hüseyin Bey, Yemen-Hicaz PTT Baş- müdürlüğü'ne aktarılıyor. Gidiş o gidiş. Çocuk babanın adını bile anmıyor. Seher teyze ve subay enişte ile Koçan’a, Cumâi- bâlâ üzerinden Bulgar eşkiyası baskını anlatılarak Drama’ya iniyor. Serez’den dupduru hatırlayabildiği tek şey, demiryolu üzerinde bayram eden kalabalıklar ortasına bayraklarla donanmış bir tren gelince, vagonlara sinmiş Abdülhamit Paşalarının kırmızı feslerini didik didik yırtıp havaya fırlatan Hürriyet oluyor.
Bunun üzerine, anıları silik bir İzmir. Aydın, Muğla’ya gidiş. Tekrar İzmir İkiçeşme- liğine dönüş. Balkan Harbi patladığı gün, çocuk kendisini yeniden Istip’te buluyor. Ulusların kanlı göçü başlamıştır. Çocuk, birkaç güne kadar geri dönmek üzere, göçmenler mahşerine kapılıyor. Bir omuzda taşınamaz manliher tüfeği, öbüründe Kur’an-ı Kerîm kesesi, yollarda kaybola ola, yayan Köprülü’ye, bir buğday vagonuna ulaşıyor. Trenle, yarı aç inilen Selanik'te: çocukların insan ve hayvan ayakları altında çiğneyen Panik'in. bezirgan yanında bir hafta çıraklığın, kırk para kazanmak için yarım saat süren tesadüfi ham- mallığın. yatılıpta bir daha kalkılmayan ölümün ne olduğunu acı acı öğreniyor.
Bir aile kolunun bulunduğu İstanbul’a geçiş. Zabit Murat dayıyla Erzurum yerine gidilen Kuşadası, “Delice Emin Efendi”nin iptidai ve rüştiye mektebi. Tahta tüfeklerle. asker talimleri. Ateş-Barut-Bomba atanları. İlk sinema salonunda banrıyenyız biz sağımızdan solumuzdan.
“Çûşan ederiz yıldırımı her dağımızdan.”“Efes" harabelerinde, diz çökerek hedefi
il den sahici mavzerle vuruş. Birinciliğe Celâl Nuri'nin “Tarih'i İstikbâl” kitâbından ödül; düğmesine basınca göklere uçan koltuklar. Saltanatları dinamitle havaya uçuran nihilistler, Teravihten sonra namaz kıla kıla sahura dek camiide uyuya kalış. Ça- tıveren Birinci Cihan Harbi. Her Allah'ın puslu günü Sisam adasından sökün edip kasabacığın üç beş yapısını delik deşik et-
mecesine yıldırımlar yağdıran İngiliz ve Fransız savaş gemileri. Pakize teyzenin 38 ’likle vuruluşu. İnsanlann tavuk gibi öldürülüşü.
İkinci Muğla’ya gidiş. Aydın-Söke yollarında açlıktan, bitkinlikten can vermiş “Tebdil havalı” Mehmetçikler... Muğla İdadisi, sonra ^ultari’si. Trampetçilik. Fifre Çekirge mücadelesi. Nisfiye. Nay. Mezarlığın sakız ağacına bağlı, gözleri camlanmış, kurşuna dizilen sayısız asker kaçaklan. Her gece bir karakolu basan eşkiya Demirci’nin kestiği başlar. Karakolda çeşit çeşit işkenceler. Murat dayının ölümü. Tatilde âşâr damgacılığı. Ekin harmanlarının güzelliği. Ölümden sonra daha acı gelen Osmanlı İmparatorluğumun bozgunu.
İzmir Yunan işgalinde. Depolardan silâh çekme. Kuvayımilliye gönüllülüğü. Havada meteliği tabancayla vuran Yörük Ali Efe. Zeybekler. Aydın Cephesi, Çine Köprüsü, “Köyceğiz Kuvayımilliye Askeri Kumandanlığına tayin” ediliş. Toprak beylerinin vurdumduymazlıktan ve nobranlıktan. Dağ Türkmenlerinin sıcak anayüreklilikle- ri. Litoğrafya’da elle basılan Menteşe gazetesi. Bolşevikler! Kızıllar! Bayrağımızın rengi. Elaltından İtalyanları çağıran Mutasarrıfa karşı gizli gençlik teşkilâtı ve hücumlar. Muğla ansızın İtalyan işgalinde. Yu- nan’a karşıymış: “Gâvur değil mi?” Yağlıboya kartal resmiyle yayan Marmaris yolları... Sıtmanın mezarlığa çevirdiği tüm köyler, Rodos’tan İstanbul’a aktarma.
Vefa Lisesi Müdürünün Kuvayımilliye kalpağını ve çizmelerini “Talebeliğe yakışıksız” buluşu. Ailenin kökten işçîleş- mesi. Ali Kemal: “Kalpak bir alâmet’i ûriş oldu. Kalpaklıyı nerede görürsen vur!” Sultanî 9'dan İmtihan ile İstanbul Tıp Fakültesine. Ölüm kalım. “Tıbbiye’i Askeriye’i Şâhâne"ye müsabakayla müstezadlı gazel:
“Ey melce’i ûlvî, ebedî hislere mâkesSail sana bîkesYâ sen de serap, sen de mi mâsumlara
kâbusBir tâlihe pâpûs?”Sınıfta çıkan “ Y ıld ız” dergisinde
mistisizm:“Çiçekten buluttan bir şenme alıpHû! dedik meclis’i rindâne geldikBir lokma, bir hırka, bir külâh kâfiYunus’la biz bir imtihâne geldik.Coştuk ta, yâhû âsûmâne geldik” ...Tıbbiye camiinde askerî imamın arkasın
da tek sâdık cemâat: Hikmet Hüseyin Efendi! Tıbbiye de İstanbul gibi İngiliz işgâli altında. “Dünyayı sarsan” broşürler, gazeteler! “Kül yâ eyyühel-kâfirûne...” sûresinden materyalizme atlayış. Türk Ocakları, Kurtuluş, Aydınlık Mecmuaları. Sosyalizm... Anadolu’ya bütün sınıflarıyla geçme hazırlığı. Gelen gizli emir: “Şimdilik derslerinize çalışın! ”
Gece yarısı 101 pâre topla Cumhuriyet ilânı. Cumhuriyetçi Terakkiperver Fırkası. Vazife Gazetesi. Oraç Çekiç Dergisi. Akaretlerde Parti Kongresi. Aydınlık Dergisinin Özel Gençlik Nüshaları. Oraç Çekiçli postalar. Roza Lüksenburg ile Kari Lib- nekt’i flütle anış. ihbar-1925 yılı Tıbbiyeyi bitiriş. İngilizle Musul meselesi. Birinci Şark İsyanı: Şeyh Sâid. Türk Ocağında söylev. Tophane Bekirağa Bölüğüne “Kapital” ile giriş. Ankara İstiklâl Mahkemesi. “Tarikat’ı Selâhiye.” “Silk’i askerî". “Zât’ı şâhânenin atabei ülyasına” suikast maddesi. 10 yıl kürek.
Ne sıraları, ne günleri sezinlemez batıp çıkmalar.] 1928 yılı yeniden “Düyûn’u Umumiye” borçları. “Gitsinler Sultanlarından alsınlar. Demokraside mebus tayin edilmez." İzmir’de, “Ameleden adamlan iktidara getirmek” suçu. 4 yıl, 6 ay 15 gün. Siverek yerine: Afyon- Konya - Adana - Müslimiye - Mardin - Diyarbakır yoluyla: “Elaziz Kürdistan’ın Payitahtıdır” ve “Alfabesinden cebri âlâsına değin sosyalizm.”
1935 Y IL I MARKSİZM BİBLİYOTEĞİY A Y INLAR IN DAN ÇIKANTERCÜMELERDEN1— Gündelikçi İş ile Sermaye (Marks),
3 — Karl Marks’ın Hayatı Felsefesi Sosyolojisi (Lenin), 4 — Karl Marks’ın Ekonomi Politiği Sosyalizmi Taktiği (Lenin), 5 — Ludwing Feuerbach Klasik Alman Felsefesinin Sonu (Engels), Kapital (Marks) vs....
ÇIKAN TEKLİFLERDEN2 — Edebiyat Cediyde’nin Otopsisi, 5 —
Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı, 7 — Emperyalizm Geberen Kapitalizm, 8- İnkılâpçı Münevver Nedir? 9 — Marksizm Kalpazanları Kimlerdir?, Marks-Engels’in Hayatları, Demokrasi Türkiye Ekonomi Politikası.
1938 Donanma Kor. Askerî Mahkemesinin ilânı: “İşbu kitaplar, erbaşlar tarafından okunmuş ve benimsenmiş ve bu hâl ilerde Donanma disiplinini sarsıcı mahiyette görülmüş olmakla kanaati vicdaniyeyi tam- me ile” 15 yıl.
1954 yılı Türkiye Filipin’lerden geri. Ku- vayımilliyeciliğimiz (Gerekçe), Vatan Par- tisi’nin kuruluşu, Tüzüğü, Programı, Siyasetimiz, Soğan Ekmek Kongresi, 1957 Seçim Kampanyası, Islâm Hümanizması üzerine Eyüp söylevi. İlkin dini siyasete alet etmekten, sonra Vatan Partisi’nl kurmaktan Harbiye Kumandanlık hücrelerinde 6 ay aralıksız bir tek gün gün ışığı görmeyiş. 2. yıl Sultanahmet aydınlık cehenneminde tutukluluk. Beraet, Münire annenin ölümü.
1960 yılı Millî Birlik Komitesine Açık Mektuplar. Anayasa Projesi. 1965: Tarih Devrim Sosyalizm, İlkel Sosyalizm’den Kapitalizme İlk Geçiş: Ingiltere, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişimi, Birinci ve İkinci Kuvayımilliyeciliğimiz.
“ TÜRKİYE ÜZERİNE TEZLER” HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ
Üç riltilk “ Tezler” incelendiğinde,
günümüze, kadar akıp gelen burjuva
I yanılgılar yanında, TİP’in belli bir dönemi hariç
(1978 e kadar olan dönem) diğer
bütün sol eğilimlerin
görüşleri Y.Küçük’ün top atışının menzili
içinde kalmaktadır. Yazar Sosyalist
Devri m’in önüne “aşama” koyan
her siyaseti aynı potada eritmek için
aşırı bir zorlama içindedir.
GİRİŞY.Küçük “Türkiye Üzerine Tezler’ min
önsözünde "İleri sürdüğüm tezler, yeni çalışmalarla çürütülmedikçe, Türkiye tarihi üzerine şimdiye kadar söylenmiş ve yazılmış olanların çok büyük bir bölümünü unutmak gerekecek” diyor. Önsözün tarihi F.kım 1977’dir, üçüncü cildin basım talihi ise 1986...
Eğeı “şimdiye kadar” Türkiye tarihi üzerine "söylenmiş ve yazılmış olanlar"dan kasıt resmi devlet literatürü ya da kimi burjuva aydınlarının etütleri ise, bunlarda ileri sürülen görüşlerin “çok büyük bir bölümünün” unutulması gerektiğine fazlaca itiraz edilmeyebilir. Ancak böyle köklü bir düşünce ihtilaline(l) kalkışan bir kişi Marx’in ekonomi politik araştırmalarını yaparken söylediği gibi, “tarihin adeletini yerine ge- tirmek”ten kaçınamazdı. Yani, ilk kez ileri sürüldüğü sanılan düşüncelerin geçmiş bilgi birikiminde ilk filizleri, hatta oldukça gelişkin örnekleri bulunabilir. "Sınıf mücadelesi", “artı-değer” vb. konularda Marx, bu alanlardaki ilk düşünce sahiplerini bulup çıkartmış ve böylece "tarihin adaletini yerine” getirmiştir.
Y.Küçük’ün 1875 sayfalık "Türkiye Üzerine Tezler’’inde böyle bir bilimsel titizliğin izi bile yoktur. Tam tersine kaba genellemeler, ne yazık ki, tezlerin egemen özelliğidir. “Tarihin adaletini yerine getirmek" yalnızca ahlaki bir sorun değildir ve esasında işin bu yönü bilimsel araştırma açısından pek önemli sayılamaz Ancak gerçek bilim, kendinden önceki basamakların üzerinde yükselir Eski tezler, anti-tezlerle inkâr edilerek senteze varılabilir. Yalnızca inkâr, boşlukta kalan eklemli, her zaman kırılmaya mahkûm eklektik düşünce üretebilir.
O nedenle bızler, Y.Küçük’ün "Türkiye Üzerine Tezler"ini “yeni çalışmalarla” değil, tam tersine eskiden yapılmış çalışmalara dayanarak eleştireceğiz.
“Tez!er"i ele aldığımızda karşımıza oldukça yoğun bir belge ve düşünce yığını çıkıyor. O nedenle eleştiriyi önemli gördüğümü? noktalarda odaklaştırmak zorundayız. Amacımız Türkiye üzerine yeni etütler yapmak değil 12 Eylül’le bir kere daha belli ölçülerde bulanıklaşan, sol siyasi eğilimler arasındaki sınır çizgilerini kalınlaştırm aktır. "Türkiye Üzerine Tezler". Toplumsal Kurtuluş Dergisi'nin teorik tabanıdır. Bu dergi çevresindeki insanlar ise aydın olmaktan öıeye özelliklere sahiptir. "Tezler” belki yeniden şekillenmeye çalışan bir siyasi
eğilimin yol gösterici işaret taşları olacaktır. O nedenle günümüz sınıflar mücadelesinde önemli olan teorik sorunların değerlendirmesiyle kendimizi sınırlayacağız.
"Tezler" de konu özellikle Kemalizm'dir. Onun sınıf yapısı, iç ve dış politikası, ayrıca sosyalist hareket üzerindeki etkileri detaylıca işlenmiştir. Kemalizm konusunda söylenenlere genel planda katılmamak mümkün değil. Kemalizmin küçük burjuva ideolojisi olmadığı, Kurtuluş Savaşı’nın Türkiye burjuvazisinin öncülüğünde yürüdüğü bir gerçektir.
Yine bizdeki "devletçiliğin”, dünyada eşi benzeri bulunmayan bir yol olmayıp, özel likle bizim gibi ülkelerde kapitalizmin gelişimini hızlandıran bir yol olduğu, o günlerin devrimcileri tarafından da tespit edilmiş, artık üstünde tartışma gerektirmeyecek denli açık bir olgudur.
Kemalizmin ilk Bolşevik iktidarıyla ilişkilerinin pragmatik çıkarlara dayandığı, ancak bunun o günlerin devrimcileri üzerinde etkiler yarattığı ve aslında daima Batı: yla bütünleşmeyi özlediği de, tarihi gerçek- lerimizdendir.
Ancak, 1987 Türkiye’sinde bu Tezler’in muhatabı kimlerdir? Ve Tezler gerçekten o güne dek söylenenleri "unutturacak" ölçüde yeni ve bambaşka mıdır? Üç ciltlik Tezler incelendiğinde, günümüze kadar akıp gelen burjuva yargılar yanında, T İP ’in belli bir dönem hariç (1978’e kadar olan dönem) diğer bütün sol eğilimlerin görüşleri Y.Küçük’ün top atışının menzili içinde kalmaktadır. Fakat YÖN çizgisi, MDD Hareketi ve TKP'nin omuzları üzerinden bütün devrimci hareketi eleştirmek gölge dö- ğüşünden öteye fazla bir değer taşıyamaz. Yazar Sosyalist Devrim'in önüne “aşama" koyan her siyaseti aynı potada eritmek için aşırı bir zorlama içindedir.
Bu zorlamaların sınıf tahlillerine ve devrimci hareketin genel değerlendirmesinde nasıl yansıdığını irdelemeyeye çalışalım.
EGEMEN SINIFLAR: TÜM BURJUVAZİ Mİ, FİNANS-KAPİTAL Mİ?Uzunca bir alıntıyla konuya girelim
Y.Küçük bugünün Türkiye’sinden iki örnek veriyor:
"Sadece iki örnek yeterli. Bir yabancı sermayeli şirket olan İstanbul Umum Sigor- ta’ııın iştirak yoluyla oıtak olduğu, yerli ve yabancı şirketler şöyle: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası. Türkiye Sınai Kalkın-
MEHMET YILMAZERma Bankası, Türkiye İş Bankası, Türkiye Garanti Bankası, Ereğli Demir-Çelik Fabrikaları, Gübre Fabrikaları, Good Year Lastikleri, Aslan Çimento, Eskişehir Çimento, Ünye Çimento, Çukurova Elektrik, Us Royal Lastikleri, Assicurazioni Generali, La Cancarde, Allianze Assircurazioni, Rabak, Sim-Em Ticaret, Doğan Sigorta, İnan Sigorta. Milli Reasürans, Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları,
"Diğer örnek gibi Osmanlı Bankasından. Osmanlı Bankası’nın iştirakler yoluyla ortak ve söz sahibi olduğu şirketi er ise şöyle: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, İstanbul Umum Sigorta, Gima, ittihadi Milli Sigorta, Siti-Tur Sigorta Acentası, Tam Hayat, Umumi Mağazalar, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Sınai Yatırım ve Kredi Bankası, İnter Continental Oteli, Rabak, Good Year, Uniroyal, Sifaş Kömür İşletmeleri, Ereğli Demir-Çelik Fabrikaları, Sunta Tahta Sanayii. Bu iki örnek, yabancı şirketlerin dal budak salmalarının yanında, Türkiye’deki yerli ve yabancı özel kuruluşların nasıl birbirinin içine girdikleri gösterme bakımından da öğretici... Bu bilgi ve gözlemler, Türkiye kapitalizminin bir avuç "oligarşi” olarak görülmesinin ne denli gerçek dışı olduğunu göstermemesi bakımından da öğretici" (Tezler. I s. 395)
Evet, Y.Küçük’ün Türkiye sınıflar yapısıyla ilgili tezlerinin çürütmek için sadece bu iki örnek yeterli. Yazar muhatabı olduğu görüşleri eleştirmek için önce onları kendi boyutlarının dışına zoıluyor, sonra eleştiri yıldırımlarıyla yok ediyor. "Türkiye kapitalizminin bir avuç "oligarşi' olarak görülmesi eleştirisi hiç şüphesiz ki en başta Cephe kökenli siyasetlere yöneliktir. Ancak yazar nüanslara, hatla köklü farklılıklara pek aldırmadan eleştiri haklarını sosyalist devrim bakış açısı dışında kalanlara aynı ölçüde fırlalabilmekiedir.
"Parantez açıyorum. Finans Kapital görüşünün, Dr. Hikmet Kıvılcımlı eliyle (ne yazık ki Dr H Kıvılcırııh’rım görüşleri Tezler yığını içinde yalnızca iki parantez içine sıkıştırılmıştır bu.) luıkiye’deki uygulaması Türkiye’nin feodal egemenlik altında olduğunu ilen süren milli demokratik cephe çözümlemeleri ve Türkiye'nin tekellerin boyunduruğundan kurtarılması için önerilen ulusal cephe ile luıkiye’deki kötülüklerin tek kaynağını olıuarşik yapıda arayan bakış açılarında hep kerıdiliğindencilık ve kestirmecilik eğilimleri var. Buna paralel olarak. ulusal cephe projesi bu yana, diğerle-
L30
rinin tümü bir yiğitleme çağrısı da içeriyor” (Tezler İli, s. 351)
“Yiğitleme çağnsı”na sonra değineceğiz. Konumuza devam edelim. Türkiye devrimci hareketi içinde, ikinci doğuş diyebileceğimiz 1960 sonrası yıllarda, kapitalizmin varlığı yokluğu değil, daha çok hangi seviyede olduğu ve gelişiminin ülkemizde nasıl bir sınıf yapılanması yarattığı tartışıldı. Ve bu tartışmalarda TİP, kapitalizmin ülkemizdeki gelişim seviyesini olduğundan öteye görerek konumunu Sosyalist Devrim parolasınd "omutlaştırdı. MDD hareketi ise, “feodal artıklan” abartarak kapitalizmin durumunu gerçeklikten geriye itekledi ve “miliici sınıflarla" yapılacak Milli Demokratik Devrim parolasını öne çıkarttı Vç tartışmalar daima sınıflar yapısının tespitinde odaklaştı. Bir devrime soyunanlar ya da bu iddiada olanlar mücadele alanında güçler durumunu bilmek zorundaydı. 1960’lar Türkiye’sinde egemen sınıf olarak “tüm burjuvazinin" ya da "gayri milli” , “işbirlikçi burjuvazisinin” öne çıkartılması gerçekliklerimize şaşı bakmak oluyordu.
“Tekellerin egemenliği” bulanık görüşü ise, genel sol literatüre ancak 12 Mart deneyinden sonra girebildi. Proletarya sosyalizmi ise, gerçek sınıflar yapımızı çok önceleri belirlemiş fakat onun “bir avuç Finans-Kapital” egemenliği tezi 1960’larda hemen hiç bir rezonans bulmamış, ancak 12 Mart sonrası, “tekelci kapitalizm”, “oli- garşik egemenlik” vb, biçimlerde biraz bo-
1 zularak da olsa gündeme gelmiştir.Y.Küçük “kapitalizmin bir avuç oligarşi”
olarak görülmesinin ne denli gerçek dışı olduğunu” yukardaki alıntılarda ispatladığı kanısındadır. Madem ki, M DD ve Cephe görüşleriyle bir “yiğitleme çağrısı” içinde aynı potaya konuyoruz, “bir avuç oligarşi" ifadesini “bir avuç Finans-Kapital” olarak değiştirip, kendi tezlerimizi “yiğitçe” savunmak durumundayız.
YKüçük iki farklı kavramı aynı düzeye indirgeyerek kendi eleştirisine zemin hazırlamaya çalışıyor. Kapitalizm bir üretim biçimidir. Ve bu üretim biçimindeki çıkar konumlarına göre, kendi sınıflarını şekillendirir. Oysa “bir avuç Finans-Kapitalist”, kapitalist sistem içinde bir sınıf, hatta bir sınıf
bile değil, genel olarak burjuvazi içinden sivrilmiş bir zümredir.
Ancak Yazar. 1986 Türkiye’sinden (Tezlerin üçüncü cildinin basım tarihi) 1968’lerin MDD görüşlerini eleştirerek, bu gölge döğüşüyle bütün Demokratik Devrim tezini savunanları yere sermek istiyor.
Kolay ve kurnazca bir yol, ama gerçekliklerimize uymuyor. Kapitalizmi “bir avuç Finans-Kapital” olarak görmek, yazara göre kapitalizmi Türkiye topraklarında “bir avuca” indirgemektir. Böyle olunca bir tezi. hele hele 1980’ler Türkiye’sinde, yere serivermek pek kolay olacaktır. Çünkü Türkiye’de kapitalizm “bir avuç” değil, yerleşik kesin egemen bir üretim biçimidir. Oysa Türkiye'de kapitalizmin “50 yıldır” kesin egemen üretim biçimi olduğunu; ancak egemen sınıfın tüm burjuvazi, ya da kapitalist sınıf olmayıp; devletçilik eliyle semirtilen “bir avuç Finans-Kapitalisfin ülke ekonomisine, sınıf ilişkilerine kesin ve tek egemen olduğunu savunagelmiş bir görüş var.
Yazar, iki ayn kavramı: Kapitalizmle, bir avuç Finans-Kapitalist kavramı aynı seviyeye indirgeyerek, bizleri Türkiye’de kapitalist üretimi feodal ilişkilerin ortasında “bir avuç” adacık olarak görmekle eleştiriyor. Boşa gayret. Kanştmlan konu kapitalist üretim yapımız içinde gerçek egemen sınıf ya da zümrenin tespit edilmesindedir. Düz mantıkla, madem ki kapitalizm bizde egemen üretim biçimidir, ö halde egemen sınıf tüm burjuvazidir, demek artık emperyalizm ya da tekelci kapitalizm çağında bir anlam taşımıyor. Hele daha baştan tekelci yapıda gelişmiş olan Türkiye’de kapitalizm için hiçbir anlam taşımıyor.
Yazar, kendi tezlerini desteklemek için benzer bir başka yol daha izliyor: “Söz konusu ampirik araştırma, iştirak yoluyla, kenetlenmenin, genellikle beklenenden fazla
i olduğunu gösteriyor. Sadece bu bilgi bile, Türkiye’deki burjuvaziyi tepedeki bir avuç müteşebbisten ibaret sayan eski ve yeni siyasal görüşün ne denli yanıltıcı olduğunu göstermeye yetiyor." (Tezler I, s. 419).
Burada da “burjuvaziyi tepedeki bir avuç müteşebbisten ibaret sav ’mak suçlamasıyla yüz yüzeyiz. Hiç şüphesiz ki Türkiye’de burjuvazi “bir avuç müteşebbisten” ibaret değildir. F.ger kategorik anlamda artı-değer sömürüsünü dikkate alırsak, yani küçük esnafı ve kırda yoksul ve orta köylülüğü dışlarsak. Türkiye’de 1977 rakamlarıyla şehirlerde sırf imalat sanayimdeki işletme sayısı 200 bini aşkın, kırlarda ise 150 bin civarındadır. Ticaret ve bankacılığı da dahil ettiğimiz de bu rakamlar daha şişecektir. Y. Küçük bu rakamlann içine isterse küçük esnafla, yoksul ve orta köylü “işletmelerini" de dahi! edebilir ve o zaman “burjuva sınıfımız" kanncalar kadar kalabalık hale gelebilir. Böylece neyi ispatlamış oluyoruz? Türkiye’de kapitalist üretim biçiminin çok yaygın olduğunu mu? Belki! Ancak sınıflar mücadelesi alanında isek ve güçlerimizi bu hareket alanında mevzilere yerleştirme sorunuyla yüz yüze isek, böyle bir bakış açısının “ne denli yanıltıcı” olduğunu kavramak hiç de zor olmasa gerek.
Türkiye'de burjuvazi, hele 1950'ler sonrası Türkiye'sinde, “bir avuç müteşebbisten ibaret” değildir. Buna şüphe yok. Ancak Türkiye'de “tüm burjuvazi” kesin egemen konumda mıdır? Tartışma konusu bu. Y.
Küçük Tezlerinden aktardığımız bölümde “yerli ve yabancı özel kuruluşların nasıl bi- ribirinin içine girdiklerfnden, “iştirak yoluyla kenetlen’’melerden söz ediyor. İşte konunun can alıcı noktası buradadır. “Birbirinin içine" giren, “kenetlenen’’ler kimlerdir? Tüm burjuvazi mi? Kesinlikle hayır.
Bunu Y.Küçük, Tezler'inde bizzat kendisi açıklıyor. Cumhuriyetin birinci on yılına geri dönelim: “Bankacılık sistemi içinde Cumhuriyet rejiminin has evladı İş Bankası önemli bir gelişme kaydediyor. İş Banka- sı’nın gelişme çizgisi içinde en önemli yeri iştirakleri oluşturuyor. Sırtım Cumhuriyet rejimine dayamış bu özel banka, özel ban- kaçılık tarihinde harikalar yaratıyor... İş Bankası, ödenmiş sermayesi ve yedeklerinden daha büyük bir sermayeyi, iştirak şeklinde yatırımlara bağlamış oluyor. Bu durum ise 1930 yıllarının sınayi planlan ile daha da gelişiyor. Çünkü sanayi planları, bazı yatınmlann yapılmasını doğrudan doğruya İş Bankası nın öncülüğüne bırakıyor.” (Tezler i, s.177-178) Cumhuriyet rejiminin “has evladf’nın mükemmel bir tasfıri!
Bankalar bilindiği gibi kapitalizmin klasik gelişimi içinde ilk dönemlerde ödemelerde “mütevazi aracılardı.” Kapitalizm tekelci dönemine gelip dayandığında ise mü-- tevazi aracılar olmaktan çıkıp, sanayi, ticaret. vb. sermayelerinin yoğunlaşıp birbirinin içine girdiği Finans-Kapitalin kabeleri oldular.
Bizde İş Bankası ise, daha neredeyse “Cumhuriyetin has evladı” olarak doğar doğmaz “iştirakleri” ile yaygınlaşıyor, hatta “sanayi planlan, bazı yatırımların yapılmasını doğrudan doğruya İş Bankasfnın öncülüğüne bırakıyor” Ve İş Bankası Umum Müdürü Celal Bey, ardından gelen yıllarda Başbakanlığa, Cumhurbaşkanlığına tırmanıveriyor.
Günümüzde, dört büyük banka - İş Bankası. Ziraat Bankası, Akbank, Yapı ve Kredi Bankası- mevduatların % 70’ini, kredi piyasasının ise % 68’ini elinde tutmaktadır. Yine yalnızca 4 bin büyük işletme işgücünün % 81,4'ünü kullanmakta, katma değerdeki payı ise % 84 ’ü bulmaktadır. Evet “tüm burjuvazi” bankaların kapısında kredi beklemekte ya da işletmesine bu bankanın iştirakini sağlamak için teklif üstüne teklif yapmakta özgürdür. Ancak bu kabe- lerin kapısından teklifsizce yanlız bir avuç Finans-Kapitalist girebilir. Diğerlerine “yüksek faizden”, “kredi darlığından” ya da “haksız rekabetten" ağlaşmak düşer.
Finans-Kapital ne yalnızca sanayi sermayesi ne de ticaret sermayesidir. Finans Kapital üretimde tekeli varsayar. Ve sanayi, ticaret ve taamdaki en iyi sermayelerin bankalarda sentezleşmesidir. Bu noktalarda Finans-Kapital tezi, “oligarşi” tezinden ay- nlır. “Oligarşik diktatörlük” tezinin savunu- culan açısından “uluslararası tekellerle bütünleşmiş işbirlikçi ‘yerli’ tekelci burjuvazinin toprak ağalan ve tefeci bezirganlann en irileri ile birlikte oluşturduğu gerici bir haı kim sınıflar iktidan (oligarşik diktatörlük) vardır.” (Bildirge s.17) Bu tez çeşitli sermaye kesimlerinin bankalarda sentezleştiğini kavramaz. Bugün büyük toprak sahiplerine, veya bir ithalat-ihracat tekeline ya da büyük sanayiciye dokunulduğunda aynı Finans-Kapital zümresinden tepki gelir. 12 Mart’taki toprak reformu dramı hatırlardadır. O nedenle Finans-Kapital çeşitli serma-
ırınne
Yazar ilte ka\fr-
Kapitalizmr— avuç Fi
Kapitalist kavı aynı se» indirgem
bizleri Türkiye o* kapitalist üretimi feodal ilişkilerin
ortasında "biı avuç'adacık olarak
görmekle eleştiriyor. Düz
mantıkla, madem ki kapitalizm bizde
egemen üretim biçimidir; o halde egemen sınıf tüm
burjuvazidir; demek artık
emperyalizm çağında bir anlam
taşımıyor.
31
ye gruplarının geçici, iğreti, ya da koşullara bağlı bir “birliği" değil, daha da öteye domuz topu olmuşça bir sentezidir.
Finans-kapital zümresi içinde çelişki olmaz mı? Bazı finans grupları batıp yok olmaz mı? Bu sorulara bütünüyle olumsuz cevap vermek, kapitalizmin öz çelişkilerinin inkârı olurdu. Ancak bu çelişki ve batış çıkışlar, o ülkede bir halk devrimi olmadıkça, Finans-Kapitalin egemenliğini, yapısını bozmaz ve ortadan kaldırmaz.
Konumuza dönersek, Türkiye’de mevcut sınıfsal yapının hatalı kavranışı bir doktora tezi için belki yalnızca eksi puandır, ancak politika sahnesinde tamir edilemez hatalara kapı açabilir. Y.Küçük tüm burjuvazi ile bir avuç egemen Finans-Kapital zümresi arasında bir nitelik farklılığı görmeyince, bu mantık ister istemez politik tespitlere de yansımıştır.
“1945 yılından sonra burjuvazinin partileri çiftleşerek çoğaldığı için 1965 yılından sonra Türkiye'nin sosyalistleri iktidan düşünmeye başladıkları için, 1970 yılına dönerken ve 1970 yıllarında burjuvazi işçi ve emekçilere, sopa ile umudu farklı farklı örgütlerle sundu. CHP ve M HP burjuvazinin iki kolu oldu. Aynı gövdeden ve daha özel olarak aynı kalpten kan olan iki kol oldu.” (Tezler II, s. 613)
Türkiye’de “tüm burjuvazinin” egemen olduğu tezinden hareket edilirse ve yalnızca kaba görüntüyle yetinilirse CH P ve M HP’nin “burjuvazinin iki kolu” olduğu, “aynı kalpten kan” aldığı sonucuna kaçınılmazca vanlır. Burjuvazinin “sopa ve umut” taktiği olayların klasik ve pek basit bir açıklaması olur. Ancak neden 1945’ler sonrası “burjuvazinin” partilerin “çiftleşti- ği”ni (DP ve CHP kastediliyor b.n.) ve CH P’nin “tek devlet partisi” olma konumundan “ortanın soluna” itildiğini yeterince açıklamaz.Hele hele DSP’nin ekonomisti A.S. Akat’ın “Alternatif Büyüme Strateji- si”ni hiç açıklayamaz.
Eğer geniş halk yığınlannı , işçi sınıfının saflarına kazanmak, hatta bizzat geniş işçi yığınlarındaki çeşitli burjuva etkilerini kırmak istiyorsak mücadele alanındaki partilerin dayandıkları sınıf ve zümre temelleri iyice açıklanabilmelidir. Bunun için “sopa ve umut” çeşitliliği yeterince açıklayıcı olamaz. Tam karşımızda olan, tarafsızlaş- tırılması gereken ve saflara kazanılması gereken güçler iyi tespit edilmelidir.
Eğer, CHP; ortanın solu’na kaydı ise, sosyal-demokrat hayalleri yığınlara yaymak istiyorsa, bunun açıklaması burjuvazinin “umut” çeşitlemesi olarak yapılırsa, siyaset- mizansene dönüştürülmüş olur.
CHP ve devamları, egemen Finans- Kapital zümresine değil, yaygın tekel dışı burjuvalara ve orta tabakalara dayandığı için, onların sözcülüğüne soyunduğu için
sosyal-demokrat hayaller peşindedir. Tekeller, hele 12 Eylül ekonomik programıyla, onlann da yaşam alanlannı daraltmıştır. Fakat tekel dışı burjuvalar binbir bağla Finans- Kapital'e bağlıdır. Finans-Kapital için ise, tekel dışı burjuvalar özellikle kriz günlerinde bir amortisör işlevi görür. Yaylanma alanıdır. Proletaryanın Finans-Kapital partilerine karşı tavrı ile, tekel dışı burjuvaların partilerine karşı tavrı aynı olmaz. Aynı anda hem Fınans-Kapital’e hem de tekel dışı burjuvalara cepheden savaş açmak, proletarya açısından güç israfı olur. CHP gibi partileri bazen söylediklerini yapmaya zorlayarak, -Bolşeviklerin Şubat günlerinde Kerenski hükümetine yaptıktan gibi- bazen, de yapamadıklannı bizzat devrimci eylemlilikle yaparak, siyaset döğüş alanında in- melendirmek, tarafsızlaştırmak, şimdiki momentte izlenecek yoldur. M HP için söylenecek fazla bir şey yok. Bu parti, doğrudan Finans-Kapital zümresine dayanır, Finans-Kapital’in faşizm özleminin iğreti bir sembolüdür.
Yazar’ın egemen zümre konusundaki yanılgısı onu faşizmin tahlilinde de belirsizliğe itmiştir. Tez şöyle gerekçelendirilir: “12 Eylül'de Adalet Partisi ve lideri Demirel ile Halk Partisi ve lideri Ecevit’in hiyerarşik düzeni koruyarak Silahlı Kuvvetler’in komuta düzeyi ile tam bir anlaşm işliği var.” (Tezler 111, s.77) Doğrudur, eğer 12 Eylül “anarşi ve terörü” bastırmakla yetinip, daha ötelere gitmeseydi bu tespit tam bir haklılık kazanabilirdi. Ancak özellikle 24 Ocak ekonomi politikası ve bunun siyasi mantık so- nuçlarıkararlıca uygulanınca, bunun CHP yönünden tam bir kabulü mümkün olamazdı.
Demirel, akıp giden siyasi olaylar içinde yıpranan, Finans-Kapital’in eski at’ıdır. Ancak Ecevit’in siyasi yaşamı, yükselen sınıf mücadelesi sürecinde, Finans-Kapital’in faşizm tehdidi ile işçi ve halk yığınlannın devrimci atılımı arasında, tekel dışı orta tabakaların nasıl acz ve şaşkınlık içinde Finans- Kapital’e teslim oluşunun örnek, çok öğretici bir hikâyesidir. İşçi sınıfının bu trajik hikâyeden çıkartacağı çok önemli dersleri vardır:
Yazar yukarıdaki tespiti yaptıktan sonra tezini şöyle açar: “Tezi yazıyorum; faşizm, yöneten sınıf ya da sınıflar içinde, çelişkilerin, bir taraf lehine, ortadan kaldırılması ya da ertelenmesini anlatıyor.” (Tezler 111,
s. 77) Bulanık bir tespit. Faşizme “taraf” olan sınıf hangisidir? Tezin içinde bu yok. Tez devam ediyor: ‘Tezin uzantısı var: Faşizm, yöneten sermaye grupları içinde, ister ülke toprakları içinde ve isterse dışında olsun, yeni alanlar zaptetmek isteyenlerin rejimi oluyor.” Burada da “yeni alanlar zaptetmek isteyen” sermaye gruplarının faşizmi istediğini öğreniyoruz.
Bu tezin Türkiye pratiğine uygulanmasına geçildiğinde şunlar yazılıyor:
“Türkiye’ye dönüyorum: 12 Eylül’den kendilerini Cumhuriyet rejimi ile yaşıt ve özdeş sayan, Koç sermaye grubu, “temsili” niteliğini kaybetmiş olarak çıkıyor... Şöyle de söylenebilir: 12 Eylül’de sanayi sermayesinin siyasal yapısı monalitik özelliğini geride bırakıyor. Bayar Menderes Rejimi ile doğan Sabancı Sermaye Grubu, çok daha yayılmacı ve aragon bir politika izliyor.” (Tezler II, s. 77)
Bütün bu söylenenlerden 12 Eylül rejimini özleyen “sermaye grubunun” hangisi olduğunu tespit etmek oldukça zor. Ancak “yayılmacı” Sabancı grubu bu özleme daha yakın duruyor. (!) Fakat bu tür tahlillerle gerçeklikler aydınlatılamaz, ancak gereksiz detaylarla konunun odak noktası gözden yitirilir. “12 Eylül’de sanayi sermayesinin siyasal yapısı monolitik özelliğini geride bırakıyor” diyerek ne anlatılmak isteniyor?” “Sanayi sermayesinin siyasal yapısı” ne demeğe geliyor, bilmiyoruz. Sermaye gruplarının -banka, sanayi, tarım - ayrı siyasi yapılarda temsili tekel öncesi dönemde bazı kapitalist anayurtlarda yaşanmıştır. Zamanımızda, bu olgu aşılmıştır. Eğer anlatılmak istenen, 12 Eylül'de sanayi sermayesinin “monolitik özelliğinin geride” kalması ise, iki temelli yanılgıyla yüz yüzeyiz, önce sözü edilen sermaye grupları yalnızca sanayi sermayesini “temsil” etmezler. Banka, sanayi, ticaret ve hatta tarım sermayesi, bu holdinglerde içiçedir. Ve ülkemizde Finans-Kapital’in somut öne çıkmış örnekleridirler, ikinci yanılgı, “mo- nolitik”liğin -yani tek sesliliğin- geride kaldığı tesbitidir. Sabancı’nın özellikle 1960 sonrası gelişimi, Enka’nın 1978’ler sonrası gelişimi, Finans-Kapital’in “tek sesli” yapısını fazlaca bozmaz. 12 Eylül’de Rahmi Koç’un dediği gibi, “sağlıksız yapılar elenerek” daha yüksek ve yoğun sermaye birikimine varılmıştır. Yani Finans- Kapitalistlerimiz biraz daha semirmiştir.
özetlersek, Tezler’de Türkiye’de kapitalizmin egemen olduğu büyük bir gayretle ispatlanmaya çalışılıyor. Ve yeni tek parti döneminin burjuvaziyi palazlandırdığı, devletçiliğin böyle bir amaca yönelik olduğu açıklanıyor. “Geri kalmış” ülkemizde geri bir tartışma. Bunlar 12 Mart’la birlikte, genel anlamda aşılmıştır. Ancak kapitalizmin bizdeki yapısı, orijinal gelişim özellikleri ve bunlardan çıkan gerçek sınıf yapılanması henüz devrimci kafalarda tam anlamıyla aydınlanmış sayılamaz. Y.Küçük’ün Tezleri inde bu konularda bir yenilik göremedik.
TEORİK BAZI SORUNLAR
Tezler’de açıklanan, bizdeki devrimci “aşama” konusunu irdelemeden bazı genel teorik sorunlara değinmek gerekecek. Bunlar “demokrasi”, “cephe” ve “Demokratik Devri m-Sosyalist Devrim” ilişki ve çelişkileri konularını kapsıyor. 12 Eylül’le bu konulardaki tartışmalar yeniden canlanmış
tır. Özellikle Sosyalist Devrim-Demokratik Devrim tartışmasının yeniden belli canlılık kazanmasının nedenlerini de irdelemek zorundayız. Nedenleri, bu bölümün sonuna bırakarak önce konu ile ilgili söylenenleri' değerlendirmeye çalışalım.
Tezler’in üçüncü cildinde “cephe” soru-
Finans-Kapital zümresi içinde çelişki olmaz mı? Bazı finans grupları batıp yok olmaz
mı? Bu sorulara bütünüyle olumsuz cevap vermek, kapitalizmin öz çelişkilerinin inkârı olurdu. Ancak bu çelişki ve batış çıkışlar,
o ülkede bir halk devrimi olmadıkça, Finans-Kapitalizm egemenliğini, yapısını
bozmaz ve ortadan kaldırmaz.
nunun irdelendiği bölümde söze şöyle girilir:
“Demokrasi, burjuvazinin, gayrı meşru çocuğudur, reddediyor" (Tezler III, s. 270) Güzel söz dizisi, ancak gerçekliği tam anlatmıyor. Demokrasi, burjuvazinin öz evladıdır. Ve demokrasi kelimesi daima bir sınıfla birlikte anılmak zorundadır. Ve tarihsel olarak burjuva demokrasisi, feodalizmin bir sosyal devrimle alt edilmesidir. Bu kadar. Demokrasi ilüzyonları bu sınırdan çok ötelere yayılırsa, onun tarihi misyonu ve sınıf temelleri belirsizleşir.
Ancak demokrasi, tekelci kapitalizm çağında Finans-Kapital’in “gayri meşru çocuğudur.” Özü boşaltılmış, Finans-Kapital egemenliğinin asma yaprağına dönüşmüştür. Faşizm, dönem dönem bu asma yaprağının atılıvermesi oluyor.
Bizde burjuvazinin demokrasiyle arasının hiçbir zaman iyi olamamasının esas nedeni. daha egemenliğini kurarken tekelciliğe soyunmasından geliyor. Yine de, bir avuç tekelci Finans-Kapital dışında kalanlar, demokrasi hayalinden bütünüyle vazgeçmiş değiller. Başarabilirler mi? Hayir. “Düdük sesini" bekleyerek yaşamak onların alın yazısıdır. Ancak düdüğü hiçbir zaman ellerine alamazlar
Devam edelim.“Cephe, sosyalistlerin, üvey çocuğudur,
eşitsiz gelişme yasası'ndan doğuyor.” (Tezler III, s. 270). Doğrudur, cephe, sosyalistlerin “üvey" çocuğudur! Ancak “eşitsiz gelişme yasası"ndan doğmaz.
Yazar, Marx'ta “cephe” kavramını bulamıyor. “Komünist Manifesto anlayışında ve 1851 yılından itibaren düzelten eğilimleri saptamış olmasına karşın yazılarını temel eğilimi alındığında tümüyle Marx'ta, cephe kavramı yok; son derece yabancı düşüyor.” (Tezler III, s. 270). Marx'da “cephe” kavramının olmaması “son derece” doğal. Bu ne Marx açısından bir zaaf, ne de Cephe olgusunun Marksizme uygun düşmediğini gösteren bir delildir. Yazarın, tekelci kapitalizm çağının özelliklerini kavrayışındaki sıradanlıktan geliyor.
Öte yandan Cephe kavramı Lenin’e ve “eşitsiz gelişme yasası”na bağlanır. “Lenin Rusya despotizminde ve daha önemlisi eşitsiz gelişme yasasının despotluğunda, ortaya çıkıyor ve düşünmeye başlıyor. Düşünmesinde, eşitsiz gelişme yasasının, bilincinde olduğundan çok daha fazla etki yaptığını düşünüyorum. Kapitalizmin eşit adımlarla ilerlemediğini ve işçilerin iktidar bilincine yaklaştıktan bir zamanda, burjuvazinin programının çok geri bir biçimde uygulanmış olduğunu duyuyor ve görüyor.” (Tezler, III, S. 271) "İki Taktik’, gençliğe, ‘cephe’ programını veriyor.” (ay. s. 2 7 2 ) ......................
Lenin’de “işçilerin iktidar bilincine yaklaştıkları bir zamanda, burjuvazinin programının çok geri" kaldığı anlamında bir "eşitsiz gelişim yasası” yoktur. Bu yakıştırmadır. Ancak benzeri bir görüş Troçki tarafından sunulmuştur. Ve bütün Yeni Sol akımlar bu anlamdaki “eşitsiz gelişim yasası”™ Troçki’ye bağlarlar. Haklıdırlar.
Lenin, “eşitsiz gelişim”den ilk kez “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine" makalesinde (Ağustos 1915) söz etmiştir.
“Eşitsiz ekonomik ve politik gelişim kapitalizmin mutlak bir kanunudur. Bu nedenle, ilk olarak birkaç ve hatta bir tek kapitalist ülkede sosyalizmin zaferi mümkündür." (Cilt. 21, s. 342) Konular apayrı. Le-
nin’in adıyla anılan “kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası" “tek ülkede sosyalizm” sorunuyla doğrudan bağlantılıdır. Oysa Troçki: ye bağlanan sözde “eşitsiz gelişim yasası” 1905'lerde proletaryayı müttefiklerinden koparan “işçi hükümeti” parolasına varmış, fakat 1917 sonrası ise “Rus Proletaryasının iktidarı erken aldığı” görüşlerine sıçramıştır. Tek ülkede sosyalizmin imkânsızlı- lığı ispatlanmaya çalışılmıştır.
Eğer kavramlarla oynanmıyor ise. Cephe olgusu olayca ikinci büyük buhranın hemen öncesinde filizlenmiş ve özellikle faşizmin bazı kapitalist anayurtlarda yükselmesine karşı şekillenmiştir. Bu pratik gelişimden bir teorik soyutlama yaparsak, cephe olgusu Finans-Kapital egemenliğinin, kapitalist anayurtlarda pekişmesiyle doğrudan bağlantılıdır. İtalya ve Almanya’daki devrimci durumların tasfiyesi, ancak burjuva demokrasisinde tasfiye edilmesiyle mümkün hale gelmiştir. “Halk Cepheleri” bu koşulların olgusudur. Bu özellikleriyle Lenin’in İki Taktik’indeki işçi-köylü ittifakından ayrılır.
Öte yandan, emperyalizmin doğrudan işgali altındaki Çin, Vietnam gibi ülkelerde halk savaşlan sürecinde çeşitli cepheleşmeler yaşanmıştır.
Bizler, Türkiye topraklarına basan devrimciler olarak ne birisini, ne de ötekini bayağı bir analojiyle aynen benimsemek durumunda değiliz. Ancak bu deneylerden öğrenmeyi bilmeliyiz.
“Burjuva demokratik ve sosyalist programlar arasında Çin Duvarı indirilirken, “Cephe” yükselmeye başlıyor.” (Tezler III s. 271)
:>» Yazar M DD tezlerinden hareketle Cephe olgusunu çürütmeye çalışıyor. Ancak bu çok sık tekrarlanan bir aydın hatasıdır. M DD tezlerinin yanlışlığı. Cephe kavramı reddedilmeden de belgelenebilirdi. Ya da TKP’nin ünlü UDC Deneyi’nin maskaralığı. Cephe tezlerine gölge düşürmez. Sosyalizm lafzı eden oportünist eğilimlerin her hatasından dolayı o güne kadar dünya deneylerinden süzülüp çıkmış yol gösterici teorik kavramlardan vazgeçseydik, geriye sağlam ne kalırdı!
Bulgaristan’daki Vatan Cephesi deneyi demokratik ve sosyalist programlar arasına Çin Şeddi indirmemiştir. İspanya ve Fransa Halk Cephelerinde komünistlerin konumu ise hiç şüphesizki bütünüyle benimsenemez. Ancak, İspanya ve Fransa komünistlerin orijinal yapılan kavranırsa, bu hatalar doğrudan Cepheleşme olgusunun inkârını getirmez.
“Yaşanan tarihte, Türkiye’de cephe bir pratik sorunudur. Cephe girişimlerini bir teorik gereklilik düzeyine çıkarmak, anlaşılmaz yapmakla özdeş oluyor.” (Tezler III, s. 274) Doğrudur. Cephe sorununu MDD ya da UDC tarzında “teorileştirmek” onu anlaşılmaz hale getirir. Ancak proletarya, pratik mücadelesinde pragmatik olamaz. Ve sosyalizmi hedeflediğini günde beş vakit tekrarlaması da onu hedefine vardırmaya yetmez. Yazann mantığı, proletarya sosyalizm hedefine yürür, bu süreçte çıkarsa belli güçlerle pratikte işbirliği yapar, demeğe geliyor. Keşke sınıflar mücadelesi bu kadar yalınkat ve sade olabilse. İşimiz ne kadar zahmetsiz olurdu.
Her devrimin odağında iktidar sorunu
durur. Ancak iktidar yolunda en önemli sorun ittifaklar meselesidir. Proletarya bu konuda, kendi ülke sınıf tahlillerinden çıkan bir teorik yaklaşıma mutlaka sahip olmalıdır. Aksi günlük politikanın iniş çıkışlann- da aşırı dalgalanmalara kapı açar. Cephe problemi de, ittifaklar genel sorunu içinde koşullara göre yer alır ve önem kazanır.
Yazarımız, Rus devriminde ilk önemli örneği yaşanan işçi-köylü ittifakı ile koşullarına pek bakmaksızın Cephe problemini aynılaştırıyor. Karmaşık problemleri basit elemanlara indirgeyerek çözmek bir yoldur. Ancak konunun özü bozulmadan yapılırsa bir anlam taşır.
Cephe sorunu MDD ya da UDC tarzında “ teorileştirmek” onu anlaşılmaz hale
getirir. Ancak proleterya, pratik mücadelesinde pragmatik olamaz. Yazarın mantığı, proleterya sosyalizmin hedefine yürür, bu süreçte çıkarsa belli güçlerle pratikte işbirliği yapar, demeye geliyor.
Aynı mantık kaçınılmaz şekilde demokratik devrim-sosyalist devrim problemine de yansımaktadır.
“Yirminci yüzyılın başında Rusya’da çözümleme, demokratik ve sosyalist programların uygulanmasında çözülmez bir bağ, ancak teorik platformda ise bir ayrılık noktasında kalıyor. Eşitsiz gelişme yasasının kazanmış olduğu belirginlik içinde teorik ayrılığın da ileri sürülmesinin zorlaştığını düşünüyorum.” (Tezler III, s.274)
"Yirminci yüzyılın başında artık burjuva demokratik programla sosyalist program arasındaki teorik ve pratik ayrılık çürümüş görünüyor...” (Tezler III, s. 271)
“Rusya’daki çözümleme” neler göstermiştir?
Proletarya açısından demokratik devrim ve sosyalist devrim arasında skolastik bir karşıtlık yoktur. Ancak bu yalnızca proletarya açısından böyledir. Bir demokratik devrimin nasıl gelişeceği ve hangi basamaklara sıçrayacağı tamamiyie devrimi güden sınıflann durumuna bağlıdır.
Rus deneyinin öğrettikleri nelerdir?Burjuva devrimi sürecinde ilk önemli atı-
.lım 1905’tir. Devrim henüz burjuva karakterde olmasına rağmen, “proleter araçlarla” yürümüş ve gelişmiştir: Politik grevler, işçi ve köylü ayaklanmaları, ilk Sovyet şekillenmeleri. Ancak geniş yığnlardaki “anayasal hayaller” devrimi inmelendirmiş ve restorasyon başlamıştır.
1917 Şubat’ın da otokrasinin yıkılması ve burjuvazinin iktidara geçmesiyle burjuva devrimi “bu bakımdan tam am lanm ıştır.” (Lenin, Nisan Tezleri)
Lenin bu tezine itiraz edenlere şöyle cevap verir:
“Yanıt veriyorum: Bolşeviklerin fikirleri ve sloganları, bütünü içinde, tarih tarafından tamamiyie doğrulanmışlardır; ama somut gerçek olaylar, bizim önceden görebildiğimizden başka şekilde oldu... Yaşamın gerçekleştirdiği ‘işçi ve asker vekilleri Sovyetleri’, işte ‘proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı’.”
“Oysa, gerçek yaşam da, şimdiden bambaşka bir şey görüyoruz: Bu ikisinin, birinin ve ötekinin, son derece özgür, ye-
33
1
Köylü yığınlarının devrimci
mücadelede hangi mücadele biçimleri ve talepleri ile yer alacakları sorunu
şüphesiz ki y gelecek günlerin
sorunudur. Ancak bu böyledir diye,
kırlardaki durumun tahininden
hareketle proleteryanın köylülük için
bugünden ileri süreceği talepleri bir kenara atmak,
işçi sınıfına aydınca ve platonik
bir hayranlık duyanlar için
eksiklik sayılmayabilir,
ancak proleteryanın
iktidar mücadelesinde
onulmaz yaralar açar.
ni, şimdiye kadar hiç görülmemiş bir biçimde, birbirine geçişini. Önümüzde, yan- yana, bir arada, aynı zamanda, hem burjuvazinin egemenliği (Lvov-Guckov Hükümeti), hem de kendi isteğiyle iktidarı burjuvaziye bırakan, isteyerek burjuvazinin kuyruğuna takılan proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünü görüyoruz.” (Lenin, Nisan Tezleri)
Demokratik devrimle sosyalist devrimin içiçe girmesi, Rus demokratik devriminin tamamlandığı anda, hem burjuvazinin egemenliğinin hem de proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünün, “şimdiye kadar hiç görülmemiş bir biçimde, birbirine” geçişindendir. Bu gerçeklik, özgün “ikili iktidar” unutulunca, “yirminci yüzyıl” için kaba bir genelleme yapmak yazar için kolay oluyor. Böylece “burjuva demokratik programla, sosyalist program arasındaki teorik ve pratik ayrılık” çürüyüve- riyor.
Oysa Lenin, aynı Nisan Tezleri nde “doğrudan görevimiz, sosyalizmin ‘başlatılması' değildir” vurgulamasını yapmayı unutmamış, “yalnızca üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir” belirlemesini yapmıştır.
Olayların akışı biliniyor. Burjuva iktidarının, özellikle savaşla hızla yıpranması, Korlinov karşı devrimci ayaklanması ve ikili iktidarın proletarya lehine son bulması ve Ekim Devrimi.
Bütün bu olaylar, demokratik ve sosyalist programların teorik ve pratik ayrılığını çürütmez.
Teorik aynlıklartnı çürütmez, çünkü 1900-1917 yılları arasında Rusya'daki sınıf mücadelesi henüz demokratik devrim uf-
.kunda gelişmiştir. Bolşeviklerin teorik tes- bitleri olaylarca doğrulanmıştır. Bolşeviklerin politik tespitleri, Kadetlerin sefilliğine karşı demokratik devrimde işçi sınıfı ve köylülüğün rolü üzerinde odaklaşmıştır.
Pratik ayrılıklannı çürütmez, çünkü Rus devriminde iki devrimin birbirine sıçramasını sağlayan özgün ikili iktidar, hem 1905’ten beri gelen mücadele birikiminin bir sonucudur, hem de mutlak bir geçiş modeli değildir. İstekle ya da dilekle yaratılacak bir durum değil, tamamen sınıflar mücadelesindeki güçler dengesinden çıka gelen bir olgudur. Aksi takdirde 1905’te Bolşeviklerin neden devrimi “sonuna dek” götüremediği ya da sosyalist devrime sıç- ratamadığı açıklanamaz. Ya da Troçki'nin yaptığı gibi Bolşeviklerin “kendi kendine burjuva demokratik sınırlamalar koy"ma- sına bağlanır.
“Bolşevikler aynı derece soyut bir nosyondan Sosyalist diktatörlük değil, demokratik diktatörlük1 yola çıkarak devlet iktidarına sahip, kendi kendine burjuva demokratik sınırlamalar koyan bir proletarya düşüncesine varıyorlar. Şurası doğru ki, bu konuya ilişkin aralarındaki ayrılık hayli önemli: Menşevizmin anti-devrimci yönleri halı hazırda tümüyle ortada iken, Bolşeviz- minkiler, ancak zafere ulaşılmasıyla birlikte muhtemelen ciddi bir tehlike haline gelecektir.” (Troçki, Ayrılıklanmız, 1905)
Bu kehanet gerçekleşmedi. Yeni Sol vb. çevrelerde bu konuda Lenin'in 1917’de kendini “düzelttiği” kanısı yaygındır. Bu gerçeklik değil, kendi kafalannı düzeltemeyen- lerin, zavallı yakıştırmasıdır.
Burjuvazinin gericileşmesiyle, demokratik devrimlerin sınıf yapısında farklılıklar olmuştur, hele sosyalizm dünyada somut bir olgu olduktan sonra kurtuluş savaşlarının ve demokratik devrimlerin sosyalizme varma şansı güçlenmiştir. Ancak devrimin gelişim sürecini yine de her ülkenin kendi özgül koşulları belirler. Rus devrimiyle, işçi sınıfının demokratik devrimlerdeki rolünün belirleyici hale gelmesi tarihsel gerçekliğinden hareketle, demokratik ve sosyalist programların arasındaki teorik ve pratik ayrılıkları çürütüvermek, eğer varsa(?) proletaryayı iktidar yolunda müttefiklerinden koparmak sonucunu doğurur.
Y.Küçük bizde ittifaklar sorununa nasıl bakıyor?
Yazar “halk savaşı” tezini eleştirirken şöyle diyor;
“Burjuvazinin demokratik platformdan kaçması bir gerçeklik sayılabilir, burjuvazinin boşalttığı platformu köylülerin alacağı ve bunun için şiddetli bir istek göstereceği düşüncesi bir ham varsayımdır. Politika sanatında gerçeklerin yerine varsayımları koymak geçerli bir yol olmuyor.
“Bütün bu varsayımlar, en çok Lenin’in 1905 Rus Demokratik Devriminin iyimser günlerinde yazdığı tki Taktik çalışmasına referans yapılarak güçlendirilmek isteniyor.” (Tezler III, s. 632)
“Köylü ordusu” ve “kırlardan şehirlerin kuşatılması” tezleri Lenin'in “İki Taktik” inden kaynaklanmaz. Mao’nun “halk savaşı” teorilerinden beslenir. Ancak konumuz bu değil. Konumuz devrim mücadelesinde köylülüğün konumu, ittifaklar içindeki yeridir.
Lenin, köylülük konusunu 1905 devriminin “iyimser günlerin”den önce de sonra de defalarca irdele miştir. Hatta devrimin inişe geçtiği 1906’da devrimin derslerini kritik ederken, Lenin, “.... köylülük arasındaki burjuva demokratik, yani demokratik hareketin derinliğini ve yaygınlığını yeterince değerlendirememiş olmaktan dolayı hatalıyız” der. (Tarım Programının Yeniden Gözden Geçirilmesi)
Yazar, “köylü kütleler”in “aktif devrimci rollerle ortaya çık”maları sorununa şöyle yaklaşıyor.
“Çıkabilirler veya çıkmayabilirler: Ülkelerin tarihleri ve somut gelişmeleri belirliyorlar. Ancak Lenin'in burjuvazinin demokratik programdan kaçkınlığını saptayarak, köylülerin bu tür rolünden söz etmesinin arkasından her ülkede köylülere devrimci rol kesmek... ciddiyetle bağdaşmıyor.” (Tezler III, s. 633) ’
Bırakalım "her ülkeyi!” Ülkemizde durum nedir? Cümle aralarında soruna verilen, cevaplar ya “ham hayal" ya da “çıkabilirler veya çıkmayabilirler” oluyor. Türkiye’nin somut tahlilinden bu sorunla ilgili bugünden bir esas belirleme yapmak yerine, ihtimal hesaplan ya da “ham hayal” aldırmazlığı ile karşı karşıyayız.
Gelenek Dergisi, köylülüğü gericiliğin ağlarına birkaç istatistik rakamla terk ediverdi. Y.Küçük çok farklı şeyler söylemiyor.
Köylülüğün devrimci süreçteki konumu, mücadelede nasıl yer alacağı sorunu, bir “ham varsayım" tesbitiyle basitçe çözümlenebilirse, böylece köylü sorunundan kurtulabilmiş olsak, sosyalist devrim çığlıkları fazla haksız sayılamaz. Köylü yığınlarının devrimci mücadelede hangi mücadele bi
çimleri ve talepleri ile yer alacakları sorunu hiç şüphesiz ki gelecek günlerin sorunudur. Ancak bu böyledir diye, kırlardaki durumun tahlilinden hareketle proletaryanın köylülük için bugünden ileri süreceği talepleri bir kenara atmak, işçi sınıfına aydınca ve platonik bir hayranlık duyanlar için eksiklik sayılmayabilir, ancak proletaryanın iktidar mücadelesinde onulmaz yaralar açar.
Devam edelim. Yazar 27 Mayıs deneyinden hareketle şöyle bir genellemeye, varıyor: “Tezi yazıyorum: Sosyalizm çağında demokratik devrimler, en büyük düşmanlığı, sola karşı gösteriyorlar. Uzantısını da eklemek mümkün oluyor; demokratik devrim, zaman içinde ne kadar geç geliyorsa ve aynı anlama gelmek üzere sosyalizm ne kadar genişlemişse, düşmanlık o ölçüde şiddetli oluyor.” (Tezler III, s. 81) Bu tezle bir önceki yani, yirminci yüzyılda demokratik ve sosyalist programlann teorik ve pratik ayrılıklarının kalmadığı tezi çelişmiyor mu? Ancak doğaldır. Yazar'in tezleri eklektik düşünceler yığınıdır. Rus Devrimi’nden kalkarak bir tez kuruluyor, 27 Mayıs’dan kalkarak çıkarılan başka bir tezle bu çürütülüyor. Önemli değildir. Çünkü yazar, demokratik devrimleri “aşama” olarak ortadan kaldırmaya soyunmuştur. Bunu ya demokratik devrimleri sosyalist devrimlerin içinde eriterek yapıyor, eğer somut olaylar henüz sosyalist devrimle tamamlanmamış demokratik devrimleri ortaya çıkartıyorsa, bu sefer bunların "sosyalizme düşmanlığı” üzerine tez yazıp yine demokratik devrim “aşaması"nı yıldırımlamış oluyor. Yazar kendi mantık kurgusuna göre tutarlıdır. Ancak onu çelişkilere boğan somut olaylardır.
Yazarın gözden kaçırdığı temel gerçeklik demokratik devrimlerin sınıf yapısı ya da devrimleri güden sınıflar ittifakını göreme- yişidir. “Sosyalizm çağından” birkaç örnekle konuyu açıklamaya çalışalım. Libya devrimi, demokratik bir devrimdir. Ülke koşulları ve dünya güçler dengesi onu en azından sosyalizme düşman olmaktan alıkoymuştur. Angola Devrimi, hem bir ulusal Kurtuluş Savaşı, aynı zamanda da demokratik bir devrimdir. Sosyalizm yolunda hızlı adımlar atıyor. Ancak aynı zamanda gerçekleşen Portekiz Devrimi, faşizmi geri püs- kürtse de, devrim sonuna kadar gidememiş, 1905 benzeri biı restorasyon yaşanmıştır. İran devrimi, mollaların (Iran orta burjuvazisi- “pazar”) liderliğinde yapılmış demokratik bir devrimdir. Ülkesinde sosyalizme düşman hale gelmiştir. Nikaragua Devrimi, henüz demokratik devrimdir. Ve sosyalizme düşman değildir.
Yazarımızın tezi “sosyalizm çağındaki” olaylara uymuyor. Ve “olaya uymayan her yazı bilim dışıdır” (H.Kıvılcımlı)
Demokratik devrimleri bir tek kalıba oturtamadık. Neden? Çünkü her ülkenin özgün koşulları, demokratik devrimlerin sınıf yapısını belirliyor. Sosyalist devrimlerin güdücü sınıfı bir teklir ve proletaryadır. Bu açık. Ancak demokratik devrimlerde sınıf güdümü proletarya, köylülük ve orta burjuvaziye kadar çeşitli bileşimler gösterebilir. Hatta özgün koşullarda bir avuç genç subay bu yola atılabilir. Ancak onların bu atılımı eninde sonunda bir sınıfa dayanmakzorunda kalır. m
Tezin “uzantısına" da değinmek zorundayız: “Demokratik devrim, zaman içinde
34
ne kadar geç geliyorsa ve aynı anlama gelmek üzere sosyalizm ne kadar genişlemişse. düşmanlık o ölçüde şiddetli oluyor.”
Bunun tam tersi de olabilir. Demokratik devrimin ‘ geç’' gelmesi genel olarak burjuvaziyi demokratik devrim alanından dışarıya fırlatır. Ama onun yerine köylü yığınları ve diğer küçük burjuva tabakaları akabilir. Üstelik geciken demokralik devrimden burjuvazi kaçtıkça, bu kopuşmanın o ülke tarihinde gündeme girme olasılığı artar. Ve “sosyalizm çağında" bu daha büyük bir olasılıktır.
Gelelim Türkiye'ye.". .. 27 Mayıs, Türkiye’de demokratik
devrimin en son halkası olmuştur " (Tezler. III. s. .’6) Tam tersine. 27 Mayıs bizde burjuva devriminin olağanüstü kısırlığına, bir türlü genlikli olamayışına karşı bir tepkidir. Ama yalnızca bir tepki. 27 Mayıs hızla Finans Kapital tarafından “nötralize" edilmiştir. Aydemirler bu “nötralize" edilişe karşı bir çığlıktır. “Statüko'nun duvarlannda parçalandılar. 12 Eylül. 27 Mayıs’ın tam bir rövanşıdır. Fazlasıyla geri alınışıdır.
Kurtuluş Savaşıyla Türk burjuvazisi egemenliğini kurmuştur. Lenin’in Nisan Tezle- ri'ni de yanma alıp birisi bize “bu anlamda burjuva devrimi tamamlanmıştır", şimdi sosyalizme, derse, ona, burjuva egemenliğinin hemen yanında duran "işçi-köylü Sovyetlerimiz" nerede, sorusunu sormak zorundayız. “Bizde Tanzimatla başlayan burjuva devrimleri. Kurtuluş Savaşı'yla son durağına varmıştır. Ne anlamda? Burjuvazinin ilerici misyonunu çarçabuk yitirmesi anlamında. Ancak “demokratik" görevler o günden beri ortada duruyor.
Bizde burjuva rlcvriminin olağanüstü kısırlığını ve neleri yapamadığını önceki sayımızda yazdık (Rkz. “Devrimci Demokrasiden program ' Ç.Yol Sayı 2) Tekrarla- mıyalım. Proletaryanın, özellikle geniş köylü yığınlanna dayanarak ilk elden ve en az (daha asgarisi reformizm olur) yapacakla- nnı belirledik. “Demokratik Devrim’in bizde tamamlandığını ileri sürenler, önümüze somut bir program getirsinler. Açıkçası ne di yeceklerini çok merak ediyoruz. Ancak böyle programlann fazla da yabancısı değiliz. TİP sosyalist devrimi savunmuştur. Ancak aynı TİP’in gündeminde daima “güncel istemler” de bulunmuştur. TİP, kendini sosyalist devrime saklarken “güncel istemleri” ise burjuvaziye -daha somutu CHP'ne ısmarlıyordu. Yanılgı nerededir?
Günümüzde. TİP, TSİP, TKP tarzında öne sürülen, işçi sınıfının asgari programının bozulmuş, dejenere edilmiş bir şekli olan “güncel istemler" bile bizde burjuvazinin hiçbir kanadı tarafından geçrekleşti-
rilemez. En basitinden "toprak reformu” tüm Türkiye burjuvazisi için erişilmez bir serap. Finans-Kapital için ise “komünist oyunudur. 141-142 mi? O bile burjuvazimize ağır gelir. Sendikal haklar, yayın, örgütlenme özgürlüğü mü? İkide bir tırpanlanır. Haydi en kabul edilebilir olan “nisbl demokratik seçim" istensin, imkânsız. Seçim kanunu belki en çok değişen ülkeyiz. TİP'i 1965'de umutlandıran, ancak 1969’da çökerten seçim kanunu oyunu hatırlansın. Bugünkünden ise söz etmeye bile gerek yok.
TİP'in sosyalist devrim yaldızının altında, daima reformizmin paslı anahtarı “güncel
istemler” bulunmuştur. 27 Mayıs deneyi neyi gösterdi? 27 Mayıs ölçüsünde olsun demokratik talepleri bizde burjuvazinin hiçbir kanadı savunmaya, hele geliştirmeye yeterli değildir.
Bizler, bu nedenlerle ilk elden bir avuç Finans-Kapital'in (ancak bir avuç olmasına rağmen, Türkiye ekonomi politikasına tümüyle egemen) bankalar ve şirketler yumağının ve kırdaki en büyük desteği -yedek gücü tefeci-bezirgân ağının tümüyle tasfiyesini savunuyoruz. Bu henüz sosyalizm değildir. Ancak işçi sınıfı ve köylülük iktidarı eliyle yapılacak bu tasfiye kesinlikle sosyalizmin yolunu açacaktır.
Eğer bize “devrimci demokratik” iktidarın demokratik ve sosyalist uygulamalarının sınırın nasıl belirleneceği, ya da böyle bir sınırlamanın “yapma” olacağı sorusu yöneltilirse şöyle deriz.
Önce, politika sanatı tüm zinciri sürükleyecek halkayı yakalayabilmektedir. Tüm zinciri sürükleyebilmek için, Türkiye koşullarında yakalanacak halka, Finans-Kapital’in tasfiyesidir. Ve elbette güçler saflaşmasını bu halkanın gereklerine göre yapmaktır. Şehirde ve kırda irili ufaklı tüm burjuvazinin ilk elden tasfiyesi yakalanacak halka olamaz. Böyle bir tasfiyeyi Finans- Kapital'de çok genlikli gelişirse -ki mümkün değil- zaman içinde -ne zaman?- yapabilir? Sosyalist devrime varmak için o günleri mi bekleyeceğiz?
[kinci olarak, işçi sınıfı ve köylülüğün iktidarında, devrimci demokrasinin programının uygulanması ile sosyalizme geçişi skolastik bir şekilde birbirinin karşısına koymak işimiz değil. Ancak birinden başlanacak, fakat bu ikisinin nasıl ve hangi hızla birbirine geçeceği o günlerin sorunudur. Politik çeşitlilikler ya da ihtimaller üzerine bu günden bir şey söylemek yalnızca spekülasyon olur. Ancak bugünden şu söylenebilir ki. iki programın birbirine geçme hızı, iktidar sorunu çözüldükten sonra, modem ağır sanayiinin inşa edilme hızına bağlıdır. Nikaragua devrimi buna en son ve güzel bir örnektir.
Üçüncü olarak, devrimci demokratik ik- tidann, özel mülkiyetin tasfiyesine karşı tavrını ise, her şeyden çok geniş köylü yığınlarının konumu belirleyecektir. Rusya1 da büyük derebeyi latifundalannda yan-serf konumundaki köylülüğün, Lenin'in dediği gibi “özel mülkiyetin korunmasına" karşı ilgisi azdı. Toprağın millileştirilmesi henüz sosyalist bir tedbir olmasa da, kapitalist özel mülkiyete indirilen en önemli ve en yaygın darbe olur. Bizde köylünün tapusu ya tefecinin elinde ya da bankanın kasasında ipoteklenmiştir. Ancak bugünden bu sorunla ilgili fazla bir şey söylemenin imkânı yoktur. Öyleyse sosyalist programa geçiş hızını belirleyen diğer önemli sorun köylülüğün demokratik devrimdeki tavrı ve konumudur. Köylülük büyük toprak sahiplerine topraksızlıktan ya da toprak azlığından; şehirdeki tekellere ve onlann kırlardaki bayi ağı tefeci-bezirgânlara, tanm girdilerindeki soygundan, fiyat makaslarından ve faiz vurgunundan dolayı karşıdır. Bu nedenle demokratik devrimde geniş ittifak unsurudur. Ancak bizzat bu süreç içindeki mücadele de, köylülüğün devrimci atılımı, kendini nasıl ve hangi araçlarla ortaya ko
yacaktır? Bu teorinin değil, gelecek günlerin pratiğinin sorunudur.
Şimdi de sol ortamda demokratik devrim, sosyalist devrim tartışmalarının yeniden belli bir canlılık kazanmasının nedenlerini irdelemeye çalışalım.
Bu, 1960’ların en canlı tartışma konusuydu. Dolayısıyla o günlere bir anlık olsun dönmeliyiz. TİP, sosyalist devrim tezinde. MDD, adı üstünde Milli Demokratik Devrim tezindeydi. Tezlerde TİP’in üstünlüğü, Türkiye’de kapitalizmi egemen üretim biçimi olarak görmesinde ve işçi sınıfının öncülüğünü savunmasındaydı. Ancak buradan sosyalist devrim tezine sıçraması onun zayıf yanıydı. Böylece teorik olarak bizde kapitalizmin gelişim seviyesini olduğundan öteye boyutlara vardırmış oluyordu. MDD tezinin üstünlüğü ortada duran demokratik devrim görevlerini, bulanık da olsa görmesiydi. Ancak devrimin sınıf temelini aydın-sivil-asker zümrelere kaydırmakla sınıf körlüğüne saplanıyor, feodal artıkları abartarak, kapitalizmi neredeyse arizi bir olguya indirgeyip, sosyalizm yasakçılı- ğına varan bir konuma sürükleniyordu. Teorik planda, topraklarımızdaki kapitalizmi olduğundan çok gerilere itiyordu.
Taktik planda ise, TİP sendikalizm, par- lamentarizm ikileminde pasifizme batarken M DD kaynaklı hareketler yükselen hareketin mücedele biçimlerine ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Hatta o kadar ki, özellikle M.Çayan'ın ismi ile anılan hareket demokratik devrim, sosyalist devrim stratejik tartışmasını neredeyse mücadele biçimlerine indirgemiş, başka türlü söylenirse mücadele biçimlerini strateji seviyesine çıkartmıştır. “Kırlardan şehirlerin kuşatılması", “gerilla aşamaları", “silahlı propaganda”, "öncü savaşı" hep mücadele biçimleridir. Strateji seviyesine yükseltilmişlerdir. Bu, teori softalığına karşı, pratiğe tutkun oluşun, aşırılaştırılmış bir tepkisiydi.
T lP ’in sosyalist devrim tezi, demokratik devrimin görevlerini atlayınca kaçınılmaz bir çelişkiye, teorik tutarsızlığa saplanıyordu. O zaman, tartışmalann yoğun momentinde şöyle deniyordu:
“Sosyalist devrimin gerçekleşmesinden sonra, sosyalist düzeni kurma süresinin ilk evresi, anti-emperyalist mücadele ve feodal kalıntıların yok edilmesi olacaktır.” (Emek Dergisi) Bu. ortada duran demokratik devrim görevlerinden kaçamayışın itirafı oluyordu. Ancak bu haliyle başı üzerinde duran bir strateji planıydı.
Daha da öteye S.Aren'in "Mademki anti- emperyalist küçük burjuvalar varmış, gelir bize katılırlar. Çünkü sosyalist mücadele anti-emperyalizmi de içermektedir” sözü, TİP'in ittifak sorunundaki tavrının tam bir izahıdır. Sosyalizm bayrağı kaldınlınca, kendiliğinden arkasında saf tutulmalıdır. Sosyalist devrim tezi, kendi mantığı gereği demokratik devrimdeki ittifak güçlerini dışlar, ya da “gelirler, katılırlar" buyuruculuğuna varır.
Ancak objektif gerçeklikler, TİP’in sosyalist devrim tezini kaçınılmaz bir şekilde deforme etti, bozdu. “Güncel istemler”, ya da “demokratik istemler" TİP bildirgelerinin. sık rastlanan başlıklarıydı. Bunlar aynı zamanda, atlanan demokratik devrim görevlerinin dolaylı kabulüydü. Ancak sosyalist devrim tezini savunmak, objektif olarak, demokratik devrim görevlerini burju-
Köylülük büyük toprak sahiplerine topraksızlıktan ya da toprak azlığından; şehirdeki tekellere ve onların kırlardaki bayi ağı tefec'hbezirgâniara, tarım girdilerindeki soygundan, fiyat makaslarından ve faiz vurgunundan dolayı karşıdır. Bu nedenle demokratik devrimde geniş ittifak unsurudur.
35
Ancak Y.Küçük’e hakkını teslim
etmeliyiz. Eski sosyalist devrim tezi, TİP’i bütün
devrimci demokratlardan
■ tecrit etmişti. Bunca deneyden
sonra, “tezler”, artık böyle bir
tecride iyi gözle bakmıyor. Ancak Gelenek Dergisi, sosyalist devrim
tezini eski mantığına daha
yakın bir şekilde uygulama
eğilimindedir. TİP’in “goşizm”
korkusu Gelenek’de
ağabeyce nasihatlere
dönüşmüştür.
vaziye havai«; etmek oluyordu. Ya da belki de S.Aren’in dediği gibi “anti-emperyalist küçük burjuvalara!”
TİP, bu stratejisiyle 1966'lardan sonra hızla çöktü. Ve böylece sosyalist devrim tartışmaları bir bakıma tarih oldu.
Şimdi 12 Eylül'le birlikte görüyoruz ki, üstüne yıllar yığılan bu tez yeniden canlanıyor. Neden?
Önce, niçin 12 Mart sonrasında canla- namadığını açıklayalım.
Devrimci radikalizm, 12 Mart’ta yenilgi ye uğradı. Ancak bu yenilgi ona itibar kazandırdı. TİP ise, 12 Mart gelmeden seçimle yenilmişti. 12 Mart'tan hemen sonra, “halk savaşı” savunucuları hızla yaygınlaştı. Bu ne tesadüftür, ne de tarihin bir yanılgısı. Bunun objektif anlamı, demokratik devrim güçlerinin gelişmesi demekti.
Yine 12 Mart sonrası hareket hızla yükselen faşizme karşı mücadeleye dönüştü. Yanlışı, eksiği konumuz değil. Objektif olarak mücadele bu zeminde aktı.
Böyle bir ortamda Sosyalist devrim tezi yeniden canlanamazdı. Üstelik proletarya ve devrimci demokratlar Tariş, Çorum, Fatsa deneylerini yaşarken, TİP bunlara hep soğuk durdu.
Netice olarak, TİP ’te çatlama yaşandı. Olayların zoru ile sosyalist devrim tezi iyice deforme edildi, “güncel istemler” prog- ramlaştı.
12 Eylüle gelirsek.Sosyalist devrim tezini canlandıran olgu
ları seçebiliriz. TİP, TKP yakınlaşması, aslında TİP’in sosyalist devrim tezini terk etmesi oldu. Daha doğrusu “güncel istemler” her iki eğilimin programı olma yolunda. Böylece gerçekte TİP, “aslına rücu” etmiş oluyor. Bugüne kadar sosyalist devrim paravanasıyla burjuvaziye ısmarlanan demokratik devrim görevleri, şimdi “demokrasi güçlerinin en geniş birliği” uğruna resmen yapılıyor. Ortada şaşırtıcı hiçbir şey yok. Ancak sosyalist devrim tezine samimi olarak inananları bu evrim şaşırtmış olabilir. Böylece 12 Eylül'le bir kanat sol hareket (TİP, TKP) “ulusal demokrasi" uğruna sosyal demokrasinin bir nüansı halinde evrim- leşince, TIP'ten kopuşan "sosyalist devrimciler”, bu olayda, demokratik devrim “aşa- ma"sını yeniden mahkûm
edecek kanıtlar buldular.
Öte yandan, 12 Eylül’de en kötü yenilgiyi Cephe kökenli siyasetler aldı. Ve korkunç ideolojik çöküşler yaşandı. Hatta bu eğilimler içinde bayağı liberalizm türedi. Tıpkı, TİP, TKP gibi bunlarda, demokrasi için Demirel’in ardına düştüler. “Sosyalist devrimciler” bu olayda ve devrimci radikalizmin bir kere daha yenilmesinde demokratik devrim “aşama”sını mahkûm edecek kanıtlar buldular.
Esas sorun, 12 Eylül zorunun düşüncelerdeki baskısı ve yarattığı mantık düzleşmeleridir. 12 Eylül, solun hüyük bir kesiminden devrim ve sosyalizm ufkunu silmiş, bu yeni düz satıha bayağı reformculuğu yerleştirmiştir. Bunun tam karşısındaysa, zıttı yönde sosyalist devrim tezi yeniden canlanmıştır. 12 Eylül sonrasının ilk bir iki yılında Yeni Gündem’le bayağı liberalizm ve reformizm üstte göründü, öne çıkan bu ve buna benzer görüşlere, karşı sosyalist devrim tezi tepki olarak yeniden yükseldi.
ikisi de, 12 Eylül yenilgisinin hatalı uçlardan yorumlanmasıyla ortaya çıkan, birbirine zıt duran komplikasyonlardır. "Demokrasi” mücadelesinin ikide bir yenilmesi ya da bayağılaştırılması, “sosyalist devrimcileri” yeniden tezlerine sanlmaya itti.
Ancak Y.Küçük'e hakkını teslim etmeliyiz. Eski sosyalist devrim tezi, TİP ’i bütün devrimci demokratlardan tecrit etmişti. Bunca deneyden sonra, Tezler, artık böyle bir tecrite iyi gözle bakınıyor. Ancak Gelenek Dergisi, sosyalist devrim tezini eski mantığına daha yakın bir şekilde uygulama eğilimindedir. TİP'in “goşizm" korkusu, Gelenekle ağabeyce nasihatlara dönüşmüştür. Bir gelişme mi? Akacak günler gösterecek. Dolayısıyla, demokratik devrim tezleri gibi sosyalist devrim tezi de yeniden canlanırken içinde nüansları barındırmadan edemiyor. Çünkü, devrimci demokratik hareketin, bütün baskılara rağmen suslurulamayan sesi, ya da daha doğrusu objektif varlığı, "gelirler, katılırlar” burjuva mantığına hayat hakkı tanımıyor.
Bağlarsak, 12 Eylül “demokrasi" mücadelesinin (demokratik devrim mücadelesi anlamında) alanını iyice daralttı. Buradan hareketle, solun bir kesimi hemen ufuklarını daraltıp, Demirci'lerle de demokrasi mücadelesi verebilmek için programlarını iyice bayağılaştırdılar. Sosyalist devrim tezi ise, bu daraltmayı fırsat bilerek ya da bu mücadelenin bayağılaştırılmasını gerekçe göstererek, demokratik devrim görevinin üstünden atlamayı bir kere daha deniyor.
DEVRİMCİ HAREKETE GENEL BAKIŞ
Yazar genel anlamda sol hareketin değerlendirilmesini T İP ’in konumundan ha reketle yapıyor. Hatta 1971 sonrasına bakışta “1975-78 yılları arasındaki "üç yıllık” Yürüyüş dergisi yayınını odak noktası seçiyor. Doğaldır. “Herkes dünyaya kendi gözleriyle bakar.” Ancak Yazar’ın bakışı olaylarımızın doğru bir tahlilini getiriyor mu? Konumuz bu!'
12 Mart öncesi ve sonrası şöyle değerlendirilir:
“Türk sosyalizmi’ seçimle iktidara gelme heyecanından doğdu. 1961-71 döneminde iktidar perspektifi Türkiye sosyalist hareketini hazırlıksız yakaladı. Belki de içgüdüsel bir tepki ile 1971 sonrası sosyalist harekette iktidar perspektifi tümden yok oldu. Bu yokluk da, 1971 sonrasında sosyalist hareketi kısırlığa, etkisizliğe, kendi içine kapanışa, Türkiye’den kopmaya götürdü. İktidar perspektifi olmayan her hareketin yoksullaşacağını, 1971 sonrası sosyalist hareket yaşadı.” (Tezler TT s.567) Bu söylenenler yalnızca TİP’i kapsıyorsa itiraz edilmeyebilir. 1968’lere kadar yaşadığı günleri, TİP, ardından gelen yıllarda bir kere daha yaşayamamıştır. Ancak bu gerçeklik açıklanırken, çözümlemenin odak noktasına “iktidar perspektifi” yerleştirilirse bu TIP'e olmadık misyonlar yüklemek olur. İktidar ufku söz konusu olunca, 1971 öncesi devrimci hareket nasıl değerlendirilmelidir? 1971 öncesi gerek TİP, gerekse MDD, iktidarı kendilerine çok yakın hissettiler 1971, öncesi için bu anlamda bir iktidar perspektifinin varlığından söz edilebilir. Ancak TİP bu yolda seçimle yürüyecekti. M DD ise asker-sivil-aydın zümrelerin yu
kardan bir atağı ile. Köklü ve temelli farklılık buradaydı. Bu nedenle TİP 1969 genel seçimleriyle birlikte çökmüştür. 0 nedenle T İP ’e bir "iktidar perspektifi” misyonu yüklemek aşırı subjektivizm olur, iktidara ulaşmak için gerekli ve zorunlu zengin mücadele yollarını atlamak ya da TİP konu ise, seçim hayaline yatmak, bir tek şeyi, gerçek iktidar ufkundan yoksunluğu ispatlar. 1968 sonrası yaşanan olaylar bu gerçekliği TİP’in yüzüne vurmuştur. Böylece TİP’in iktidar olma yaldızı hemen dökülmüş, gerçek iktidarsızlığı ortaya çıkmıştır.
“Bugün için inanılmaz görülebilir ama, Türkiye’de ilericiler birbiriyle mücadeleye iktidar perspektifi yüzünden başladılar. Ve bu mücadele TİP ile YÖN arasında başladı.(TEZ II s.570) Y.Küçük, 1971 sonrası, hareketin iktidar perspektifini yitirdiğini söyleyerek yakınıyor.
Tartışmalar ne idi? Ne anlama geliyordu? 1960’lar sonrası tartışmaların birinci odak noktası, Türkiye sınıflar yapısının teshili idi. Yani ülkenin içinde bulunduğu devrimci konak en çok ve en yaygın tartışılan konu oldu. Buradan iki konu daha çıkageldi. Önümüzdeki devrimci adımda sınıf öncülüğü sorunu ve partileşme problemi. Bu sorunlarla hep ve her gün içiçe yaşanan sorun ise, günlük mücadele taktikleriydi. İktidar perspektifi sözü bütün bu konuları kapsasa da, bütün bu sorunları kendi iç zenginliği ile açıklayamaz.
1971 öncesi, dar anlamda, “iktidar perspektifi” iki temele oturtulmuştu, seçim ya da karşıtı yukardan müdahale. Evet, 1971 sonrası bu hayaller "yok” oldu. Böylece iktidar perspektifi de ortadan kalkmış mı oluyordu? Tam tersine, gerçek temelleri üzerine oturma sancısı içindedir. 12 Mart deneyinden sonra aynı hayaller, aynı güçte yaşayamazdı.
Marksist düşünce yığınlar içinde cisim- leşirken, daha özel deyimi ile işçi sınıfı hareketi ile sentezleşirken, bazı konakları yaşamak neredeyse kaçınılmazdır. Bu “tartışma” hiyerarşisinde ister istemez, ülkenin sınıf yapısı ve devrimci konak sorunu en önde gelir. Sınıf öncülüğü ve program sorunu bundan çıkar. Ve mantık sonucuna, Parti problemine ve dönemin taktik sorunlarına vanr. TİP’in daha 1961’de “parti” olarak kuruluvermesi kimseyi yanıltmasın. Zaten olaylar, TİP’in parti olarak varoluşuna aldırmaksızın aktılar.
1971 öncesi ile sonrasını kıyaslarsak, 1971 sonrası öncesinden hem teorik seviye -gerçekliklerimize yaklaşma- bakımından, hem de pratik yaygınlık açısından daha zengindir. Eğer eski özleniyorsa, gelecekle ilgili karamsarlık var demektir. Ya da tam zıddı, eski topyekürı inkâr ediliyorsa, geleceğin görevlerinden kaçış kaçınılmazdır.
T İP ’in ne dün ne de bugün “iktidar perspektifi” olmadı, olamazdı. Dün seçim hayaline dayanan iktidar ufku, bugün kaçınılmaz bir şekilde sosyal demokrasiyle birlikte iktidar olma hayaline evrirnleşmiş tir. Bu evrim, TİP’in özüne uygun bir gelişmedir. Devrimci radikalizm açısından sorun bambaşkadır. Onlar “uzun” halk savaşını savunsalar da, özellikle hareketin yükseliş günlerinde yakın bir devrim özlediler. Devrim özlemek güzel şey, ancak bu özlem sağlam bir sınıf tahliline ve gerçeğine uygun bir «güçler dengesine oturtulamazsa
36
yıkımlar, inkârlar kaçınılmaz oluyor.İktidar ufku konu olunca, YKüçük'ün
söyledikleri gerçekliklerimizi anlatmıyor. İktidar ufku, ne seçim aldatmacasına ne de devrim özlemlerine dayandırılamaz. İktidar ufkuna gerçekten sahip olmak, doğru sınıf tahliline, yapılacak işler planı olan bir programa, çelik bir partileşme ve mücadelenin nabız atışlarını elde tutma yeteneğine sahip olmak demektir. Gerisi yaldızlı laf ya da boş kuruntudur.
Bütünüyle devrimci hareket dikkate alındığında 1970 öncesinde değil, ama 1979 başlarında iktidar ufku bakımından esaslı bir sınav verildi. Ve o kısacık moment devrimci hareket için gerçek ve çok önemli bir deney oldu. Pratik bakımından, yarın iktidarı alma anlamında bir iktidar sorunuyla yüz yüze değildik. Bu bir gerçeklik. Ancak ekonomik ve siyasi krizin tepe noktasında. burjuvazinin parlamento ve siyasi partiler seviyesinde bütün alternatiflerini tüketmesi anlamında, iktidar sorunuyla yüz yüze gelindi. MC'Ier ve CHP iktidarı yükselen hareket tarafından hızla yıpratılmış- tı. 1979 başları yaygın sosyal-demokral hayallerin yığınlar içinde yıkıldığı ve geniş yı-
_ ğınlann yeni devrimci yönelişler aradığı bir dönem oldu Geniş yığınlar içinde, devrimci hareket, bu momentte ya maya rolünü ovnayıp. çok daha radikal ve kitlesel bir şekilde hareketi yoğunlaştırıp yükseltecekti ya da yenilecektik. Yenildik. Ancak bu kapsamda bir atılıma bile talip otamadan yenilgiyi yaşadık. Sınıflar mücadelesinin dış halkalarındaki yığınlarda var olan kararsızlık, sosval-demokrat hayallerin yıkılışının yarattığı geçici karamsarlıklar büyük bir hız ve ı-ıi"rjıyla giderilemediği için. 12 Eylül le karşı halk kesimleri başta nötr kaldı.
12 Mart daha çok devrimci hareketin stratejik görüşlerinin sınanması oldu. Ancak 12 Eylül yaygın bir şekilde genel taktiklerimizin sınanmasıydı. CMP’nı “faşizme karşı mücadeleye" ikna etmek gayretkeşliği ile faşizmi MHP'den ibaret gören taktik davranışlar sınandı. Belirtmeden geçmeyelim. İki laktik tutumu hiçbir zaman aynı kefeye koyamayız. Birinci taktik tutum, ölü ve cansızdır. En köklü deneylerden bile fazla öğrenme yeteneği yoktur. İkinci taktik tutum canlı ve değişkendir. Deneylerden öğrenebilir. Bu anlamda birbirinden bambaşkadırlar.
Eğer iktidar ufku açısından genel olarak devrimci hareket sınanacaksa, en önemli moment 1979 başlarında ortaya çıkan politik durumdur. O anacık babacık günleri devrimci hareketin iktidar ufkunun son derece kısır olduğunu en açık şekilde belgelemiştir. Ancak yazarın belirttiği gibi. 1971 öncesi varolan “perspektif'in 1971 sonrası kaybolması gibi bir durum yoktur. Böyle bir “perspektif" 1960 sonrası devrimci harekette her iki dönemde de olgunlaşamadı. Sınıfsal gerçekliklerimiz yeterince kavranmadan olgunlaşamazda. Ancak 1971 sonrası hareket, öncesinden kesinlikle daha ileri ve daha zengindir. Fakat yazarımız devrimci hareketi eleştirirken 1968’lerdeki görüşleri hedef almayı tercih ediyor. Bu en azından 1971 sonrasının zenginliğine bir kayıtsızlık, mücadelenin 1980’lerde gelip dayandığı aşamanın yeterince kavranmaydı olur.
Bir adım daha ileri giderek bunu belgeleyelim.
“Türkiye Komünist Partisi’ ‘Kemalizmin sol kanadı' olarak hep M DD taraftarı oldu. Ancak Türkiye'deki MDD taraftarları, başlarında TKP eski yöneticilerinden Mihri
Belli olmak üzere. Türkiye İşçi Partisi'nin karşısında ve YÖN hareketi yanında yer aldılar. Yurt dışındaki Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Zeki Baştımar, Mihri Belli ile 1951 Tevkifatı kalıntısı hesaplarını temizleyememiş olduğu için, Mihri Belli ve YÖN hareketinin karşısında yer aldı. Türkiye İşçi Partisi'nin yanında yer aldı. Ve yurt dışında Milli Demokratik Devrim hareketinin “iç yüzü” ile ilgili bir broşür çıkarttı. Bu broşürde M DD tezini yurt içinde savunan Milli Behri'yi sert bir biçimde eleştirip MDD tezini savundu. Böylece 1965 Ekim sonrasında başlayan tartışmayı anlaşılmaz bir hale soktu " (Tezler II, s. 571)
Yazar TKP’nin TİP’i desteklemesini hem çözemiyor, hem de içine sindiremiyor. O kadar ki bu konuda sıkıyönetim mahkemelerinin “gerekçeli karardan kanıt olarak gösterilmektedir. “Kuşkusuz Gerekçeli Karar Türkiye İşçi Partisi'ni destekler görünmüşler" ifadesini kullanırken, hem daha temkinli davranmış oluyor ve hem de gerçeklere yakın düşüyor. TKP hiçbir zaman TİP'ni desteklemiyor." (Tezler III, s.373). Yazar gerekçeli kararın “destekler görünmüşler" ifadesine içgüdüyle sahip çıkmaktadır. Böylece TtP aklanacak mı? Ya da “M DD’ci TKP'nin nasıl olupta “sosyalist devrimci TİP’i desteklediği aydınlanacak mı? Elbetteki hayır. Bu çözümsüzlük. Yazarı, olayın açıklamasını ya “gerekçeli karar' larla yapmaya ya da kişicil hesaplara (“ 1951 tevkifatı kalıntısı hesaplara") bağlamaya itmiştir.
Yazar, TİP, TKP buluşmasını açıklayama- makla, bütün bir 1960-80 dönemindeki teorik farklılıkların gerçek köklerini, daha da önemlisi bu teorik farklıltklann günlük canlı mücadele içinde hangi taktik saflaşmalara denk düştüğünü kavrayamadığını kanıtlamış olmaktadır.
Yazann hareket noktası düşünceler va da “tezler"dir. Devrimci hareket sosyalist devrim ya da Demokratik devrim tezlerine göre saflaştırılınca, bazı zorlamalara düşmek kaçınılmaz oluyor. Düşünceler ya da tezler, boşluktan ya da soyut bilgi birikiminden doğmaz. Tezler, yüzlerce yılın beyinlere sanki görünmezce yerleştirdiği sınıf ya da zümre çıkartan süzgecinden geçerek şekillenirler. Ancak, sınıf ve zümreler, sınıflar mücadelesi alanında o kadar içiçedirler ki. kendilerini düşünce planında ortaya koyarken, bu koyuş kendiliğinden ve basitçe, apaçık sınıf çıkarlarını aydınlatmaz. Marx1 in dediği gibi her görüntü, gerçekliği birebir yansıtsaydı bütün bilim gereksiz hale gelirdi. O nedenle, karşımızda -konu siyasi mücadele olduğuna göre -bir politik tahlil varsa onu görüntülerinden soymak ve sınıf temellerine indirgemek bilimsel sosyalist bir gerekliliktir.
TİP. TSİP, TKP, teorisi ve pratiği ile görüntülerinden soyulursa işçi sınıfının tümünün değil, bir zümresinin, sendikacı aristokrat işçi zümresinin, hatta orta tabakaların sosyalist eğilimidir. Buluşmalar tesadüf değil, yapıları gereğidir. “MDD'cı TKP”, demokratik, devrimin görevlerine “ulusal burjuvaziyi” ikna etmek için didinip durdu. TİP ise. tekrardan yılmayalım, sosyalist devrim derken, demokratik devrimi “gün
cel istemler" kılığında yine aynı burjuvaziye havale etti. Bu temel mantık, taktik planda bu iki siyaseti kaçınılmaz bir şekilde sosyal-demokrasi kuvrukçusu yaptı. Ve bu taktik saflaşma 1980'e gelindiğinde netçe ortaya çıktı. Hele 12 Eylül sonrası en kör göze batar hale geldi. Sonunda birleşiyor- lar. Bu sınıfsal alın yazısıdır.
Öte yandan yazar, hareketin 1960'lar da TİP'ten MDD tezine akışını şöyle açıklıyor'
“Bunda. iç-TKP’nin (Mihri Belli ismi altındaki MDD hareketi kastediliyor b.n.) hızla güçlenmesinde, o güne dek Kemalizmin hâlâ en güçlü ideoloji olmasının. Türk aydınının bir türlü kurtulamadığı sürü kompleksinin ve ayrıca. İç TKP'ni iktidara yakın görerek kariyer hesapları yapanların kayışının etkileri var." (Tezler III, s. 332)
1965 sonrası M DD hareketinin güçlenmesi "kemalizme". “sürü psikolojisine" ve “kariyer hesaplarına" bağlanıyor. Y.Küçük. yirmi yıl sonra MDD'den intikam almaya niyetli. Geç kalınmış. Olsun. Hiç değilse doğrular da söylense itiraz edilmeyebilir. MDD'nin teorik çürüklüklerini daha önce açıkladık. Ancak onun iki üstün yanı vardı. Demokratik devrimi, pek çarpıtılmış olarak da olsa atlamıyordu. Daha önemlisi mücadelenin pratik akışının dayattığı yeni döğüş biçimlerine ayak uydurmaya çalışıyordu. Özellikle genç insanları o yöne çeken budur. Y.Küçük yukandaki tahliliyle TİP'in sendikalizm ve parlemantarizm ikileminde pasifizme batışını aklamaya çalışıyor.
Daha öteye giderek, TİP ile TKP'nin üs- tüste düşmesini bir türlü hazmedemeyen yazar tam bir keyfi zorlamayla MDD ile TKP'yi birbirinin evrimi gibi gösterme gayretindedir.
“Hemen ve birkaç yıl sonra, milli demokratik cephe, ulusal demokratik cephe olarak ortaya çıkıyor. Çok ilginçtir; bir ülke insanlarının düşünsel sıçraması açısından üzerinde durulmaya değiyor. Aradan on yıl bile geçmeden, milli demokratik devrim savının temel dayanağı olan Türkiye'nin feodal yapısı bırakılıyor... Türkiye sanayile- şiveriyor ve üstelik bu sanayileşme süreci içinde rekabetçi kapitalizm aşamasında da kalmayarak birdenbire bir tekeller ülkesi oluveriyor. İşte feodallere karşı milli demokratik cephe on yıldan kısa bir zaman içinde kayboluyor ve bu kez. Türkiye’de tekellerin egemenliğini kırarak bir demokratik ülke yaratmak için ulusal demokratik cephe öneriliyor." (Tezler III. s.349)
Neresinden başlayalım? UDC (TKP'nin Eccvit C H P ’sine yaptığı ilanı aşk, ama ne yazık ki tek taraflı bir kara sevda) MDD'nin evrimleşmesi değildir. Bu tarihimizi bayağıca çarpıtmak olur. MDD'nin evrimi “Cephe” siyasetleridir. Ve o dönemde U D C maskaralığına karşılık “direniş komiteleri" içindedirler. Bunlar açık.
Fakat bir on yılda, düşünceler de "feodal yapımızın" “tekelci kapitalizme” dönüşmesi bir gerçekliktir. Ancak tekellerin varlığını gören Cephe kökenli siyasetler, işçi sınıfına yönelmek gibi bir evrim yaşarken, UDC ile işçi sınıfı TİP, TSİP. TKP'nin eliyle teneke tepside burjuvaziye sunulmak istendi.
“Aydın katında görebiliyorum: Türkiye1 nin feodallerin boyunduruğunda inleyen bir ülke olduğu için üzülen aydınların çok büyük bir bölümü, bu kez. Türkiye'nin tekel-
UDC (TKP’nin Ecevit CHP’sine yaptığı ilan-ı aşk, ama ne yazık ki tek taraflı bir kara sevda) MDD’nin evrimleşmesi değildir. Bu tarihimizi bayağıca çarpıtmak olur. MDD’nin evrimi “Cephe”siyasetleridir. Ve o dönemde UDC maskaralığına karşılık “direniş komiteleri” içindedirler. Bunlaraçık.
>
“ Tezler”, burjuva sosyalizminden
kısmen bir kopuşun
belgesidir. Ama nereye?
Spekülâsyon işimiz değil. Sosyalist
devrim tezi, teorik planda tüm
burjuvaziyle bir kopuşmayı içinde
taşıdığı için, burjuva
sosyalizmine göre bir olumluluk
sayılabilir.
lerin egemenliğinde ezildiğini görerek daha çok üzülmeye başlıyorlar. Cephe’ye gidiyorlar.” (ay)
"Yazar, “bir ülke insanlarının düşünsel sıçraması açısından üzerinde durulmaya” değer dediği konunun “üzerinde” böylece durmuş oluyor! “Üzülen ya da “daha çok üzülen" aydınlarla yüz yüzeyiz.
“Feodallerden “tekellere” düşünce evrimini yaşayan esas olarak M DD kökenli siyasetlerdir. “TKP dış bürosu” 1968’ler de evrim yapacak bir düşünceye bile sahip değildi. Ve “Atılımcı TKP”, 12 Mart deneyinin üzerine eklektik düşüncelerle doğdu. Oysa MDD tezi, bu düşünce evrimini bir 12 Mart yenilgisi pahasına yapabildi. Deney öğretti. Bu acı gerçekliğimiz “aydın katında”, “üzüntü"lerle hafife alınamaz. TİP’in teori softalığıyla oturganlaşması karşısında, pratik içinde kan teri döken insanların bir düşünce “sıçraması” bir değer taşır. Mücadele için bir kazançtır.
Bir adım daha atalım.“Kır kesimlerinin siyasal ataletini açıkla
mak için ortaya sürülen ‘suni denge’ düşüncesi, Dr. Hikmet Kıvılcımlının uzun yıllar savunduğu düşünce demetinden kaynaklanıyor. Özgün bir yanı yok; Dr. Kıvılcımlı uzun yıllar, Türkiye’de yüz kadar pa- rozitik egemenden kurtulmak için, oligarşik kadro ya da aileler de denebilir, yüz kadar yürekli aradı durdu. Bu arayışın arkasında yapay bir denge anlayışı yatıyor.” (Tezler 111, 633) Bcylece “yiğitleme çağrısı”nın ne anlama geldiğini öğrenmiş olduk. Yazar, H.Kı- vılcımlı’nın görüşlerini bir yerden duymuş. Hiç değilse birkaç kitapçığın dahi okunduğuna inanamıyoruz. “Yüz Finans- Kapitaliste karşı yüz yiğit!” Böylece, Kıvıl- cımlı’nın bütün tezleri özetlenmiş oluyor. Üstelik Yazar, Cephe eğilimlerinin fikir babalığını da Kıvılcımlı’ya bağışlıyor. Neresini düzeltelim?
“Suni denge”, “öncü savaşı” halk yığınlarından kopuk, erken devrim özleyen kü- çükburjuva devrimciliğinin parolalarıdır. Ve yığınlarla az çok bağlantı kurulduğunda - 1971 sonrası- bu tezler dergi sayfalarında bir türlü pratik eyleme akamamıştır. 12 Mart’ın hemen öncesi ve 12 Mart içindeki eylemler bir kere daha aynı boyutlarda tekrarlanamazdı. Tekrarlanmaya kalkıldığında bizzat Cephe eğilimleri içinde aynlıkiara neden olmuştur. Ancak H.Kıvılcımlı’nın 1971 öncesi TİP, M DD saflaşmasında genel anlamda MDD mevzilerinde yer alması, Aydınlık Dergisi’nde teorik ve pratik döğüş yürütmesi bir gerçekliktir. Oysa yazanmız, sosyalist devrim gözüyle olaylarımıza bakınca aradaki pek önemli farkları seçemiyor.
TİP oportünizminin bataklığı tercih edilemezdi. Canlılık, gelecek vaadeden alan genel olarak M DD saflarıydı. Ve hayat bunu doğrulamıştır.
H.Kıvılcımlı, Aydınlık dergilerinde egemen olan “Amerikan işgali” gibi dışarlak bir düşmana karşılık, yerli Finans-Kapital gerçekliğimizi daima göze batırmıştır. Ancak Finans-Kapital’in “bir avuç” olmasından onun “suni denge” üzerinde duran, cılız bir yapı olduğu çıkmaz. Yine Kıvılcımlı, Finans-Kapital’in özellikle 1950 sonrası kırlarda tefeci-bezirgân sermaye ile kenetlenip, bayiler ağı ile kendi egemenliğini nasıl en ücra köye kadar yaydığını tespit eder. Yazarımız, bir avuç Finans-Kapitalistin gücünü ve imtiyazlı konumunu göremiyor.
Onu tüm burjuva içinde eritme çabası yazarın görüşlerinde hep ağır basıyor.
Aynı zamanda yazar, Finans-Kapital tezinden, H. Kıvılcımlı’yı da “yiğitleme çağ- nsı”yla, MDD ya da Cephe eğilimleri içinde eritme çabasındadır. Bırakalım temelli teorik farklılıkları, H. Kıvılcımlı'nın Sosyalist Gazetesi’ni çıkartması, 15-16 Haziran olaylarına denk düşer. Bu rastlantı değildir. İşçi sınıfı bütün gövdesiyle kendini mücadele alanında gösterince Kıvılcımlının görüşleri devrimciler içinde daha hızlı yol almıştır. Oysa aynı momentte “suni denge” savunucuları, yakın bir devrim umarak “öncü savaşı"na girişmişlerdir.
“Suni denge” anlayışı 1970’lerdeki deyimiyle “açık ya da gizli Amerikan işgali1 ’nin varlığı ve “sürekli kriz” tesbitlerinden kaynak alır. 12 Mart deneyi ile tekelci kapitalizm” biraz olsun kavranınca, “suni denge” tezleri geri adım atmıştır. O nedenle, “Finans-Kapital egemenliği tesbiti”, “suni denge” görüşüne kaynaklık etmek şöyle dursun, bu görüşleri çürütmüştür.
SONUÇSonuç olarak, Y.Küçük devrimci hare
ketin kritiğini yaparken elinde sınıf pusulası yerine soyut bir sosyalist devrim- demokratik devrim ayırımı vardır. O nedenle bütün Tezler boyunca siyasi eğilimlerin farklılıkları aşırı zorlamalarla birbirinin içine sokulmuştur. Bir tezin ya da politik tahlilin, hangi sınıf, tabaka ya da zümre eğilimlerinin dile gelişi olduğuyla yazar ilgilenmez. Böyle olunca TKP’nin T İP ’i desteklemesi açıklanamadığı gibi, M DD ve UDC mantıkları birbirinin devamı sayılır, hatta “suni denge” tezleri Kıvılcımlı’nın Finans- Kapital tesbitine bağlanır.
1960 sonrasını dikkate alırsak, sol hareket başlıca üç kanaldan akmıştır. Burjuva sosyalizmi, küçük burjuva sosyalizmi ve proletarya sosyalizmi. Ancak bunların netçe ayrışması zaman almıştır. 12 Mart öncesi ilk kaba şekillenmeler yaşanmış, 12 Mart sonrası ise farklılıklar daha da netleşmiştir. “Sosyalistler” arasında da sınıf farklılaşması mı arayacağız? Elbette. Aksi durumda pek çok sol eğilimin varlığı ve saflaşmalar açıklanamaz. Siyasetler arası sınır çizgilerinin netçe kavranmasıyladır ki, “birlik” ya da “ittifaklar” sorunu sağlam bir çözüme kavuşabilir. Soyut birlik özlemleri ya da Pragmatik işbirlikleri harekete fazla bir şey ka- zandırmamıştır.
Hareket ilerlerken içinde geriye dönüşleri de yaşıyor. 12 Mart böyledir. Her yenilgi dönemi kendine özgü anaforlar yaratıyor. TSİP, 12 Mart yaratığıdır. TİP'in, H.Kıvılcımlı’nın, hatta M DD’nin kendilerine göre “doğru” yanlarından eklektik bir teorik yapr kurmaya çalıştılar. Bir yıl gibi kısa bir zamanda, burjuva sosyalist özleri açığa çıkıverdi.
12 Eylül, 12 Mart’a kıyasla daha derin bir tersine gidişti. Bu nedenle aşılmış pek çok konu tartışma gündemine çıktı. Siyasi sınır çizgileri hırpalandı, ancak ortadan kalkmadı. Y.Küçük Tezlerinde pek çok aşılmış konuyu tartışıyor. 1968’lerin görüşlerinden kalkarak siyasetlerin bugünkü sınır çizgilerini bulanıklaştırıyor.
Ayrıca siyasetler içinde “ tekelci kapitalizm “gerçekliğinin her gün daha fazla kavranışını, aydın üzüntülerine bağlayarak, gelişmenin karakterini kavramadığını bel
gelemiş oluyor. Sorun bu noktadan, en azından son on yıldır çıkmıştır. Konu “tekelci kapitalizmin" hangi program hedefleri ve özellikle hangi taktik tutumla tasfiye edileceği noktasına varmıştır. Bu yolun "ulusal burjuvazinin” (CHP ve devamları) ardısıra mı; yoksa proletarya ve devrimci- demokratların ittifakı ile mi yürüneceği, siyasetler arası genel saflaşmanın mihenk taşı olmuştur. Neden? Türkiye’deki Finans- Kapital gerçekliği kavrandıkça, sol siyasi eğilimler içinden bir bölüğü, tekeller tarafından hırpalanan orta tabakalara (ya da tekel dışı burjuvalara) olmadık misyonlar yükleme tutumunu koyulaştırırken; bir diğer bölüğü de, mücadele içinde işçi sınıfının rolünü inkardan vazgeçip, sınıfa yönelme anlamında olumlu bir dönüş yapmıştır. Elbetteki tutarsızlıkları, ikide bir yalpalamaları saklı kalarak. İlki burjuva sosyalizmine. İkincisi küçük burjuva radikalizmine denk düşer.
Tezler, burjuva sosyalizminden kısmen bir kopuşun belgesi. Ama nereye? Spekülasyon işimiz değil. Sosyalist devrim tezi, teorik planda tüm burjuvazi ile bir kopuş- mayı içinde taşıdığı için, burjuva sosyalizmine göre bir olumluluk sayılabilir. Öte yandan, bizde “burjuva demokratik devrimini” "tamamlanmış” olarak gördüğü için kır ve kent küçük burjuva devrimciliğine güvensiz bakar, gelgeç bir olgu olarak düşünür. Onların kırlardan halk savaşı teorilerini, “hayal” olarak görmekle yetinir, bu eğilimlerin köylülükteki devrimci demokrat enerjilerin ilk filizleri olduğunu görmez.
Öte yandan, sosyalist devrim tezi, pratik mücadele planında kaçınılmaz açmazlarla yüz yüzedir. Çünkü pratik mücadele demokratik halk devrimi yönünde aktı, akıyor, akacak. Bu pratik gidiş, sosyalist devrimcileri, kendi tezleri ile sürekli hesaplaşmak zorunda bırakacaktır. Bu hesaplaşma nasıl sonuçlanır? Gelecek günler gösterecek.
Ancak 12 Mart çıkışında TSİP’in denediği gibi eklektik birlik özlemi yeniden denenemez. Oysa, Toplumsal Kurtuluşun Parti adımı içinde, böyle özlemler yatıyor. Artık sol siyasi ortamda yepyeni siyasetlerin doğma şansı yoktur. Geçici gerileme dönemleri böyle bulantılar yaratsa da, olaylar aktıkça “yepyeni" olduğu sanılan siyasi şekillenmeler, hızla, varolan eski siyasi ayrışmalardan birinin nüansına dönüşür, ya da doğrudan onlar tarafından emilir, sindirilir. Üstelik 12 Eylül deneyi sol içi saflaşmaları göründüğünün tam tersine, daha da yerli yerine oturtmuştur. Y.Gündem ya da Zemin gibi eğilimler geriye fırlatılış anaforunun geçici köpükleriydiler. Onları abartmak, onlara güç verir. Y.Küçük 1985 sonrası biraz da bunu yaptı. Ve bu liberal soysuzlaşmaya karşı tepki içinde öne çıktı. Ancak onların, bu dönemin, 12 Eylül ün ilk yılgın yıllarının yıldızları olduğu unutulmamalıdır. Onları büyüterek, hatta artık onları doğrudan muhatap alıp, mücadele etmek, o zavallıların ömrünü belki biraz daha uzatır. Elbetteki sol içindeki liberalleşmeyi küçümsemiyoruz Ancak biz işimize bakalım. Artık bunca deneyden, hele 12 Eylül deneyinden sonra, % 99 pratik esastır. Ancak bu devrimci pratik, onları iyice tüketip, çürümüş gövdelerini yolumuzun üstünden itecektir.
Sungur Savran’la polemik:
TÜRKİYE’DE SINIFMÜCADELESİ ve
“ASKERİ DARBELER”MEHMET YILMAZER
12 Eylül deneyinden hareketle, yalnızca yaşanan son on yıl değil, daha çok bütünüyle 196U sonrası otopsi masasına yatırılıyor. Neden?
12 Mart, zayıf bir iz bırakarak geçmişti. Devrimci gidişte ve düşüncede köklü etkiler yaratamadı. Oysa 27 Mayıs ve 12 Eylül birbirine zıt yönde, düşünce ve davranış altüstlüklerine kaynak oldu. Bu gerçeklik. kaçınılmaz bir şekilde, eleştiri menzilini 12 Mart tan öteye 27 Mayıs günlerine kadar uzattı. Ancak bu konuda öncülük, bizde, devrimcilerde değil... 12 Eylül yürütücüleri iktidara el koydukları gün, 27 Mayıs la başlayan dönemi kapattıklannı ilan ettiler. Onlar başlatmıştı, onlar sona erdirdiler. Bizlere “yeni" tahliller yapmak düştü.
27 Mayıs’ın kaçınılmaz etkilerini üzerinde taşıyarak doğan hareket, bugünden geçmişine baktığında, orada “ilk g ü n ah ını gördü. “Demokrasi" verilmişti, sokaklara aktık: geri alındığında evlere çekilip ağlaştık. Yol açanlar, yok kesici olarak sahneye çıkınca, düşüncelerde fırtına başladı. Bu fırtınanın zavallı çocuğu “ sivil toplumculuk" oldu. Önce ortalığa bir sis gibi yayıldı, mücadelenin ilk canlı ışıkları üzerine vurunca dağıldı, eridi. Ancak iz bırakmadan gitmedi. “Sınıflar" kavramını eğip, bükerek yerine “elit" ve “sivil toplum” zıtlığını geçirdi. “Elit" bıraksa, ikide bir “darbelerle” devreye girmese, “sivil toplum" kendi içinde kozlannı paylaşacaktı. O nedenle, önce “toplum" olarak “e life karşı davranmalıydık, sonrası nasıl olsa gelirdi.
Aynı mantık, “yukarıdan" her türlü müdahaleye karşı çıkarak, 27 Mayıs’ın daha o zamanlar “mahkûm” edilmeyişinde, hareketin ilk büyük günahım buldu. Sırf aşağıdan ve en meşru yollarla davranılmalıy- dı. Önce sınıflar gerçekliğini bulandıran “sivil toplumculuk" ardından mücadele biçimlerini yalnızca toplumun kendiliğindenci tepkilerine indirgeyerek, bayağı kuyrukçulu- ğunu en açık biçimde gözler önüne serdi.
Bütün bunlar, geçmiş yıllara 12 Eylül yılgınlığı içinden bakmak anlamına geliyordu. 12 Eylül deneyinden gerçekten ders çıkartılmak isteniyorsa, olaylarımız, yakıştırmalarla değil, oldukları gibi ele alınmalıdır. 27 Mayıs ve 12 Eylül’ün önemli dönüm noktaları olduğu açık. Bunları sırf askeri darbe olduklarından dolayı aynılaştırarak, ger
çeklikleri açıklayamayız.Sorun. 27 Mayıs ve 12 Eylül dönüm
noktalarının, sınıflar mücadelesi açısından ne anlama geldiğindedir. Sınıflar mücadelesinin hangi konaklarına denk düştükleri kavranırsa, onların zıtlıkları aydınlanabilir.
S. Savran yazısında “Türkiye’nin son kırk yılına damgasını vuran askeri müdahalelerin ancak toplumsal mücadelelerle, özellikle de sınıf mücadeleleriyle birlikte ele alındığında, sınıf mücadelelerinin bir ürünü olarak kavrandığında doğru biçimde ■ulaşılabileceğini" ileri sürüyor. Bu görüşe itiraz etmek mümkün değil. Ancak bu genel doğruyu, ülke orijinalliğimize nasıl uygulayacağız? Bu noktada yazarın görüşlerini irdelemeye çalışalım.
DP KOPUŞMASI” ... Demokrat Parti, büyük toprak sa
hiplerinin ve tarım burjuvazisinin ticaret burjuvazisiyle ittifak halinde Kemalist önderlikten kopuşunun siyasal ifadesiydi." (S. Savran, Türkiye’de Darbeler, 11 Tez. Haziran 1987).
Evet. DP “Kemalist önderlikten" bir ko- puşmadır. Ancak, “Kemalist önderlik" ne idi. dolayısıyla bu kopuşma ne anlama geliyordu? “Kemalist devrim hiçbir şekilde bir burjuva devriminden öte bir şey" (ay) olmadığına göre bu kopuşma “burjuvazinin” hangi kanatlan arasında bir kopuşmay- dı? Büyük toprak sahibi, tarım ve ticaret burjuvazisi DP ile davrandığına göre, geriye sanayi burjuvazisi ve banka sermayedarları mı kalıyor? Yazar bu ilk önemli ko- puşmada taraflardan birisini sınıf temeline oturturken, diğeri boşta kalıyor. “Kemalist önderlik” deyimi yeterince aydınlık ve açıklayıcı değil.
Bu noktada, Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin kendi orijinallikleri tespit edilemezse, en genel doğruların kaba ışığında el yordamıyla yürümek .kaçınılmazdır.
Önce DP, Kemalizmin özce bir inkârı değil, yordamca bir inkârıdır. DP’sini Kemalist ekonomi-politika yaratmıştır. Ancak DP, o güne kadar gelinen tarzı inkâr ederek varlığını sürdürebilirdi. Bu ne demektir?
Türkiye’de burjuva devriminin sınıf temeli bütün “Anadolu burjuvazisi”dir. An-
Sorun, 27 Mayıs ve 12 Eylül dönüm noktalarının, sınıflar mücadelesi açısından
ne anlama geldiğindedir. Sınıflar mücadelesinin hangi konaklarına denk düştükleri kavranırsa, onların zıtlıkları
aydınlanabilir.
cak burjuva devrimini yürüten, köklü bir geleneğe sahip “devlet sınıflandır.” Eğer bu devlet sınıflarını genel bir “bürokrasi” kelimesiyle deyimlendirmekle yetinirsek, hele bürokrasinin egemen sınıflardan “bağımsızlığının" ancak belirli bir sınır içinde söz konusu olabileceği genel doğru suyla da tespitimizi desteklersek, olaylarımızı açıklamakta fazla yol alamayız.
“Anadolu burjuvazisi" deyimi neyi kapsar? Osmanlılıktan yeni çıkmış Türkiye’de Anadolu'da egemen sermaye kapitalizmin öncesinden gelen tefeci-bezirgân sermayedir. Bunlarla sıkı bağlı toprak bey ve ağalan da Kurtuluş Savaşı’nın sınıf güdümü içine girer. Modem kapitalist sermaye ise yok denecek kadar cılızdır. Bizdeki burjut/a devriminin sınıf temelini bunlar oluşturur.
Ancak burjuva devrimini yürütenler, Osmanlılıktan kalma devlet sınıflarıdır. Devlet sınıfları, toplumda ilişkiler kilitlendikçe vurucu güç olarak davranmış, “devleti kurtarmak” için öne atılmıştır. 600 yıllık bu gelenek, burjuva devriminde bir kere daha öne çıktı. Tefeci-bezirgân sermaye ve toprak ağalığı burjuva devrimini güdecek ne itibara ne de yapıya sahipti. Özellikle köylü yığınları içinde yüzyıllardır sinik bir nefret uyandırmış bu asalak antika sermaye öncü olarak davranamazdı.
Dolayısıyla tek parti dönemini şu üç özellikle karakterize edebiliriz.
Sınıf egemenliği bakımından: Üstte egemen görünen gelenekcil devlet sınıflan; bunların ardında yaygın irili ufaklı tefeci- bezirgân sermaye ve toprak ağalığı; son derece cılız modern burjuvazi.
Ekonomi-politika bakımından: Tek parti dönemi vahşi ilk sermaye biriktirme dönemidir. Emperyalizm çağında, başka
39
f
Yazarın DP’nin sanayi * sermayesine karşı “inatla” direndiği varsayımı doğru olmadığı gibi, bizzat “sanayi sermayesi” kavramının neyi kapsadığı da, net değildir. Çünkü DP, ikinci iktidar döneminde, hem ithale dayalı “tekstil ve gıda sanayiinin” gelişimini teşvik etmiştir, hem de sanayie ucuz girdi için kamu yatırımlarına hız vermiştir. Ancak bütün bunlar yüksek enflasyon şırıngası ile yapıldığı için 1958’ierden tıkanma kaçınılmaz olmuştur.
ülkeleri talan edemeyen Türk burjuvazisi bir yandan Osmanlı artığı en iri sermayeleri bankalarda sentezleştirirken; işçi sınıfı ve köylülükten mutlak zor ile artı-değer aktarmıştır. İş Bankası’nın temelinde memurlardan yıllarca zorunlu olarak kesilen 10 liralar, Ziraat Bankası’nın temelinde muhtarlıklardan toplanan paylar da yatar.
Siyaset bakımından: Kemalizm dayandığı antika kökenli sermayeye “çağdaşlaşma” yolunda güvcnememiş, laiklik kılıcını onların hep üstünde tutmuş, halk yığınlarına da güvenemediği için Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahke- meleri’yle doğrudan baskı uygulamıştır. Devlet eliyle sermaye birikimi yapılırken, kaçınılmaz bir şekilde baskıcı pahalı bir devlet mekanizması yaratılmış, Tek Parti dönemindeki devlet “memurin devleti” olarak anılmıştır.
DP patlamasının eşiğine gelindiğinde, son savaş vurgununda da iyice palazlanan, devlet sınıflarının vesayetindeki Finans- Kapital egemen zümresi iyice şekillenmiştir. DP kopuşması, bizde palazlanan yerli Finans-Kapital’in gelenekçil devlet sınıflarının vesayetinden ilk köklü kurtulma çabasıdır. Tıpkı Osmanlılıktaki gibi 1950’lere kadar devlet sınıfları üstte egemen görünmüştür. Oysa ekonomide gerçek egemen Osmanlılıkta tefeci-bezirgân sermaye, Cumhuriyet döneminde ise bunların en irilerinin bankalarda sentezleşmesiyle şekillenen Finans-Kapital olmuştur. Modern Finans-Kapital güçlendikçe gelenekçil egemen zümreleri geri plana itme savaşı vermeden edemezdi.
Dolayısıyla DP kopuşması burjuvazi içindeki çeşitli “sermaye kesimlerinin" kopuş- ması değildir. DP ile birlikte “büyük toprak sahipleri”, “tanm burjuvazisi” ve “ticaret burjuvazisi” kopuşunca, “Kemalist önderliğe" ya da CHP’sine ne kalıyor? Y azar bir başka yazısında sanayi burjuvazisinin “DP’ye karşı önemli bir mesafe koyarak, hiç olmazsa belirli kanatlanyla CHP’ye yaklaştığını ileri sürmektedir. (11. Tez, EKim 1986, CHP ve Sosyal Demokrasi) Bu tespit, tek parti döneminde bizzat “Kemalist önderliğin” ekonomi-politikasıyla şekillenen egemen zümrenin yapısını kavramaz. Buyapıda en iri sermaye ve mülk sahipleri, Finans-Kapital olarak şekillenmiştir. Bizde Batının serbest rekabetçi döneminde yaşanan çeşitli sermaye gruplan arasındaki -toprak, sanayi, ticaret, banka- çatışmaları aramak boşuna olur.
Bu yanıltıcı görüntüyü yaratan nedir? Devlet sınıflarının “çağdaş” kapitalizmi özlemesi, buna karşılık sınıf temeli olarak toprak ağalığı ve tefeci -bezirgan sermayeye dayanmalandır. Tek parti döneminin laiklik kılıcı, hep bu sermaye kesimlerinin geriyi özlemlerine karşı bir bent oldu. Ancak devletçiliğimiz, kapitalizmi geliştirme çabalannda, tekelci Finans-Kapital yaratmaktan öteye gidemedi, gidemezdi.
Nitekim, bilindiği gibi 1946’larda CHP’nin aldığı kararlar, DP’nin 1950’den itibaren yürüttüğü ekonomik-politikanın temelini oluşturur. Kopuşma, ekonomi- politikadaki zıtlıklardan kaynak almaz.
“7 Eylül kararları... 1946 yılındaki devalüasyon ve beraberindeki dış ticarette li- beralizasyona ilişkin önlemlerdir... Bu yolda CHP iktldan tarafından başlatılan süreç, 1950’de iktidara gelen DP tarafından sür
dürülmüştür.” (Haldun Gülalp, Gelişim Stratejileri)
Ekonomik gidiş, Finans-Kapital’i böyle bir yönelişe zorluyordu. Ancak bu yönelişi, Finans-Kapital artık devletçiliğin ağır ekonomik yükünü taşımadan ve C H P ’nin yıpranmış siyasi misyonundan kurtularak yürütmek istiyordu.
27 MAYIS’A DOĞRUPalazlanan Finans-Kapital DP kopuşma-
sıyla soygunu iki yoldan hızlandırdı. Bir yandan uluslararası Finans-Kapitalle doğrudan bağ kurdu. Öte yandan özellikle tek parti döneminde durgun kalan kırların talanına girişti.
1950-58 dönemi için yazar DP’nin "sanayiye karşı tarıma ve ticarete önderlik veren eski çizgisini inatla sürdürdüğünü öne sürmektedir, (ay.) Hatta. “1957-58 bunalımıyla ve Ağustos 1958 istikrar tedbirleriyle birleştiğinde bu politika yeni gelişmekte olan sanayi sermayesine büyük bir darbe vuracaktır.” (ay)
Yazar bu tesbitiyle Türkiye Finans- Kapitali'nin sermaye biriktirme yollarını, sermaye gruplan arasındaki çelişki gibi görmektedir. Nasıl CHP’nin son ekonomi politikaları, DP'nin yolunu çizdi ise, DP’nin ekonomi politikaları da AP’nin yolunu çizmiştir. AP’de ANAP’ın.
DP, iktidarının ilk yıllarında, tarıma ve ticarete ağırlık verdiği bir gerçektir. Ancak bu Finans-Kapital’in hem yapısı gereğidir, hem de sermaye birikimini hızlandırmak için en kısa yoldur. Batı mallarının ithali ve traktör akını ile kırlardaki soygunun arttırılması sermaye birikimini yoğunlaştırmak için Finans-Kapital açısından en kestirme bir yoldu. Ancak sermaye, krizini çözümlerken, önüne yeni engeller dikmeden edemez. Bu dizginsiz gidiş, döviz darboğazı ile 1950'lerin ortalarında tıkanmıştır.
“ 1950'lerin ortalarından başlayarak, içe dönük sınaileşmeye elverişli politikalara yeniden başvurulduğunda, özel sermaye birikimi öncelikle dokuma ve gıda gibi hafif sanayi dallarında yoğunlaşmıştır. Özellikle dokuma sanayinde ithal ikamesinin en büyük hızla yer aldığı dönemin 1953-1957 arası olduğu görülmektedir. 1950 lerin sonlanna doğur başlayan dayanıklı tüketim mallarında ithal ikamesi ise özellikle 1960'lı yıllardan itibaren gelişme göstermiştir.” (Haldun Gülalp, ay)
Öte yandan, DP iktidarının ikinci yarısında “iç pazar önem kazandıkça özel sermaye sanayiye kayarken, devlet kesimi de özel kesime girdi sağlayan ara mallan üretiminde yoğunlaşmaya başlamıştır." (ay.)
Ancak, 1953’lerden sonra başlayan bu gelişim yüksek enflasyonla “teşvik" edilmiştir. Tıpkı 1974-79 dönemi gibi. Yatırıma yönelen tekelci Finans-Kapital hızla kâra geçmeyi ummadıkça davranmazdı. Bu gidiş, 1958’de tıkanmıştır. Tıpkı 1979’da tıkandığı gibi.
Demek DP iktidarı süresinde “sanayie” karşı sonuna dek "inatla" direnmemiştir. Böyle bir bakış, süreçleri basitleştirmek, olayların gerçek akışını düzleştirmek olur. Öte yandan. 1958 tedbirlerinin “gelişmekte olan sanayi sermayesine büyük bir darbe” vurduğu gerçeklik değildir. İlk olarak, 27 Mayıs hükümetleri 1958 ekonomik tedbirlerini (IMF kaynaklı) sürdürmüşlerdir. 12 Eylül hükümetleri, 24 Ocak kararlarında
ne kadar “değişiklik” yaptı ise, 27 Mayıs hükümetleri 1958 kararlarında daha fazlasını yapmamıştır. İkinci olarak, “ 1958 istikrar tedbirleri" bugüne dek tekrarlana gelenlerden farklı değildir. Enflasyonun kontrolü için: Fiyatlar serbest bırakılacak, Merkez Bankası kredilerine tavan konacak, KİT ürünlerine zam yapılacaktı. Devalüasyonla; ihracata yönelinecek, büyüme hızı geriye çekilecekti. (Gülten Kazgan, Dışa Açık Büyüme)
Evet bu tedbirlerden zarar görenler olmuştur Pek çok küçük firma iflas etmiş, hatta yedi küçük banka 27 Mayıs hükümetleri döneminde tasfiye edilmiştir. Ancak Finans-Kapital’in 1960 sonrası sıçramasının temelinde bu kararlar ya da yönelişler yatar.
Yazann DP’nin sanayi sermayesine karşı "inatla” direndiği varsayımı doğru olmadığı gibi, bizzat “sanayi sermayesi" kavramının neyi kapsadığı da net değildir. Çünkü DP, ikinci iktidar döneminde, hem ithale dayalı “tekstil ve gıda sanayiinin" gelişimini teşvik etmiştir, hem de sanayie ucuz girdi için kamu yatırımlarına hız vermiştir. Ancak bütün bunlar yüksek enflasyon şırıngası ile yapıldığı için 1958'lerde tıkanma kaçınılmaz olm uştur. "Sanayi sermayesine” gelince, bu deyim neyi kapsamaktadır? Türkiye'de 1930'lardan beri bir avuç tekelci Finans-Kapital egemendir. Eğer sözü geçen "sanayi burjuvazisi bir avuç Finans-Kapital zümresi içindeyse, o. zaman söz konusu olan Finans-Kapital in sermaye biriktirme yollarıdır. I ek Parti dönemi yıllarında egemen olan bir biçim tarım üıünlerinin ve devlet sanayi ürünlerinin ticareti olmuştur. DP'nin ilk yıllarında buna yabancı malların doğrudan pazarlan- ması ilave olmuştur. DP iktidarının son dört yılında ise yabancı malların dolaylı ("ithal ikamesine" dayalı) pa^m laması başlamıştır. Bu süreç iç pazar tıkanmalarıyla 1979 a kadar gelebilmiştir.
Finans-Kapital’in sermaye biriktirme biçimleri, yazara "burjuvazinin" çeşitli kesimleri arasında bir çatışma gibi görünüyor.
27 MAYIS
Yazarın mantığı, onu "sanayi burjuvazisinin 27 Mayıs askeri müdahalesini güttüğü sonucuna vardırır. 1960 sonrası palazlanan montaj sanayii irilerinin görüntüsü yazarı yanıltıyor. Nasıl 12 Eylül’den hareketle bütün “askeri müdahaleleri” aynı- laştırrna mantığı yaygmlaşlıysa, yazar da 27 Mayıs öncesinden kalkarak değil, sonraki gelişmelerin kaba görüntülerinden hareketle değerlendiriyor.
"Bütün bunların ışığında 27 Mayıs için şunlar söylenebilir: Her şeyden önce, darbe sanayi burjuvazisinin, iktidar blokunun o güne kadar yönetici konumunda olan öteki unsurlarıyla çelişkisinin, başka araçlarla çözülemediği bir durumda, zora dayanan bir çözümüdür.” (ay) “İktidar blokunun o güne katlar yönetici olan” kesimi “büyük toprak sahipleri, tarım burjuvazisi ve ticaret sermayesi" olduğuna göre, 27 Mayıs “sanayi burjuvazisinin bunlara karşı bir davranışı olmaktadır. Yazarın 27 Mayıs çözümlemesi budur.
27 Mayıs’ınn bir öncesi, bir kendisi bir de sonrası vardır. Yazar çözümlemesini 27 Mayıs sonrasının kaba görüntülerinden
hareketle yapıyor. Ve bu mantığını 27 Mayıs ve öncesinin gerçekliklerini bozma pahasına bütün bir sürece yayıyor.
Önce Yazara “sanayi burjuvazisi” gibi görünen şey Türkiye Finans-Kapital'idir. Evet, 27 Mayıs atılımı en son tahlilde Finans-Kapital'in rotasına oturtulmuştur. Milli Birlik Komitesi'nin bölünmesi, 14’lerin sürgünü, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin kurulması, T. Aydemir'in isyanı hep bu operasyonun komplikasyonlarıdır. 12 Eylül yürütücüleri arasında böyle olaylar yaşanmadı. 27 Mayıs’ın çıkışı ve vardığı nokta arasındaki farklılıklar pek çok tepkileri, sancıları içinde taşımıştır. 12 Martla bunun daha küçük boyutlusu yaşanmıştır. Bunlar neyi anlatmaktadır?
27 Mayıs öncesinin temel karakteri nedir? Tek Parti döneminde devletçiliğimiz üstte göründü. “İkinci Cihan Savaşfndan beri bu gösterişe lüzum kalmadı. Finans- Kapital, ‘Bu ülkede efendi, benim’ dedi." (Dr. H. Kıvılcımlı, 27 Mayıs) Yılların geleneği ile üstte egemen rolüne alışmış devletçiliğimiz, birdenbire Finans-Kapital egemenliğinde basit Kapıkulukonumuna itildiler.
İkinci olarak. Tek Parti dönemi, hem tefeci-bezirgSn sermayeye yeterince güve- nemediği hem de halka dayanmadığı için pahalı-kalabalık bir “memurin devleti" yaratmıştı .
Üçüncü olarak, DP. siyasette devletçiliğimize saldınrken, ekonomide sermaye birikimine, tek parti dönemine oranla dizginsiz bir hız verince, “Efendi pozuyla yukarıdan konuşmaya alışkın Devletlular şereflerinin zedelendiği ölçüde, enflasyon ve pahalılıkla keselerinin de dibine darı ekildiğini fark etliler.” (H.Kıvılcımlı, ay.)
27 Mayıs öncesinin temel karakteristikleri bunlardır. Konuyu “bürokrasinin tepkisi" ya da “sanayi burjuvazisinin” “zora dayanan bir çözümü” olarak ele almak, canlı olaylan soyut formülasyonlara uydurma gibi bir sonuç doğurur.
“Bürokrasi" kavramı, bizde devlet sınıflarının geleneksel özelliklerini ve tek parti döneminde kapitalizmin gelişim özelliklerini kapsamaz. Devlet sınıflan, basit bürokratlar olmaktan öteye, Kurtuluş Savaşı’yla, burjuva devriminin yürütücüsü, tek parti döneminde devletçilik yoluyla, kapitalizmin geliştiricisi oldular.
“Sanayi burjuvazisine" misyon yüklemek ise, egemen sınıf yapılanmasını kavramamak olur. Bizde kapitalizmin gelişim yolları ve özellikleri temel yönleriyle kavranırsa egemen sınıf yapısı basitçe ortaya konabilir. Devlet sıntflannın güdümünde, tekelci Finans-Kapital’in yaratılması tek parti döneminin en özlü özeti olur. Böylece, devletçi zümreler ve özel Finans-Kapital bizde iki egemen zümre olmuştur. Özel Finans-Kapital geliştiği ölçüde, devletçi zümrelerinin etkisini ve yükünü azaltmak için davranmıştır. Bu yolda en hızlı çıkış 1950 DP kopuşması olmuştu, bunun geriye tepişi 27 Mayıs oldu.
27 Mayisin kendisi ne idi? “Devlet kapıkulları net yarım milyon kişiyi çok aşar: Ortalama 4 kişilik aileleri ile sayılırsa, devlet kapısında geçinen nüfus 2 milyon insan ederdi. 27 Mayıs günü bu 2 milyon Kapıkulu nüfusu ile 2 bin civan Finans-Kapital zümresinin 8-10 bin kişilik nüfusu göz göze gelmişlerdi. Baskın basanın olduğu için.
kuvvet dengesi bir gecede Finans-Kapital aleyhine, devletçiliğimizin lehine dönüşü- vermişti." (Dr. H.Kıvılcımlı, ay.)
27 Mayısçılar, devletçi zümreleri ekonomi-politik gidişle hırpalayan, siyasi planda “meclis çoğunluğu” ile “her yolu mübah" gören, yıpranmış DP siyasi üst kademelerinde başka bir hedef göremediler. Onlar ne sermaye gruplarının birinin tep
. kişinden kaynak aldılar, ne de bir sermaye kesimine karşı yöneldiler. “Devleti kurtarma” güdüsü her kaygının önündeydi. O nedenle 27 Mayısçılann “idareye el"
kovduklarının ertesi günü uygulayacakları bir “programlan" yoktu. Hızla bölündüler. 1961 seçimleri yapılmasına rağmen 1963’lere kadar ordu gençliği bir türlü durulmadı. 27 Mayısçıların kendi iç çekişmelerinin detaylı analizi konumuz değil. Ancak o iç çelişkilerin kaynağında 27 Mayıs- çıların sınıf pusuiasızlığı ile varolan sınıflar gerçekliğinin çatışması yatar. 12 Mart bu varolan sınıf gerçekliğini kavramış göründü. 12 Eylül ise doğrudan sınıf gerçeklikleri doğrultusunda davrandı. Demek devletçi zümreler sınıf mücadelesi gözler önünde aktıkça öğreniyorlar.
27 Mayıs, Finans-Kapital’in binbir engellemesiyle bunaldıkça geriye yalnızca bir anayasa bıraktı. Anayasa’nın hazırlanmasında tek güdü, “bir partinin meclis çoğunluğu bahanesiyle keyfi davranışını engellemek” oldu. Anayasa Mahkemesi, Danıştay, çift meclis vb. tedbirler hep bu kaygıudan ürediler. 20 yıllık deneyden sonra, 12 Eylül tam tersine bir partinin kesin egemenliğini zaafa uğratacak her türlü boşluğu dışlayan bir anayasa hazırladı.
Ancak 27 Mayisin Finans-Kapital ve halk kitleleri açısından anlamı neydi? 27 Mayısçıların sınıf pusulasız davranışı Türkiye'yi bir anda sınıfsız toplum haline getiremezdi. Tam tersine onlar göremedikleri sınıflar mücadelesinin hem önünü açtılar, hem de bu mücadelenin kurbanı oldular.
27 Mayisin Finans-Kapital açısından anlamı ne oldu?
“Geri kalmış Türkiye’de, en “ileri” sömürü sistemini sağlamak isleyen Finans- Kapital, çok ağır ve kalabalık devletçiliğimizi yaratmış ve geliştirmiş idi. Bu devletçiliğimizin bir gün başına dertler açabileceğini, başına topladığı cinleri dağıtamavan sihirbaz durumuna düşeceğini 27 Mayıs gösterdi. Alt sınıf ve tabakalann hesabı yoktu." (H. Kıvılcımlı, ay) Finans-Kapital, 27 Mayts'da devlet sınıflarını DP ölçüsünde hafife alamayacağını kavradı. “25 milyon köylü karşısında 1500 Harp Okulu öğrencisi nedir?" diyen Menderes, ordu gençli
ğinin vuruşuyla bir gecede 25 milyon “oy"- dan tecrit edilivermişti. Finans-Kapital. 27 Mayıs sonrası ORKO. OYAK ve lojmanlarla işe girişti. Bunun sonuçlarını 12 Mart ve 12 Eylül'de aldı.
27 Mayisin halk açısından anlamı neydi?
“Harp Okulu’na yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, kabine üyeleri ile mahut takrire imza koymuş olan 4 mebus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat halk... bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki. penceresini
açan, eline telefon rehberini almış.*— Bu adamda onlardandır, milyonlar
vurmuştur... şeklinde hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar" (Mada- noğlu, aktaran, H . Kıvılcımlı, ay.) 27 Mayıs topu topu 15-20 bakanı hedef almış, ancak halkın vurgunculara tepkisi ile ordu gençliğinin idealizmi birleşince. Harp Okulu’na bütün DP erkanı, fazlasıyla toplanmıştır. Bu ne demekti?
27 Mayıs vuruşu, vurgununu tek parti döneminde sinikçe, DP döneminde ise açık ve amansızca yürüten Finans-Kapital zümresinden, küçük burjuva tabakaların kopuşmasının açığa çıkması, kendini ortaya koyusu oldu. Elbetteki bu kopuşma, düzen sınırlarını aşan bir nitelik taşımıyordu. Ancak bu kopuşma bir kez gerçekleşince kendi kanallarında akmadan edemezdi. 1968'lere gelindiğinde, gençliğin, meslek odalarının, öğretmenlerin, hatta adli mekanizmanın AP hükümetlerine karşı tepkisi hep bu kopuşmadan kaynak almıştır. Ve içinden düzen sınırlannı aşan kopuş- maları da çıkartmıştır.
Bu noktada 27 Mayıs ın sonrasına geliriz.
İstediği denli idealistçe olsun, sınıf pusulasız bir atılım, en son tahlilde atıldığı ortamdaki sınıflar dengesine göre şekillenir. Egemen Finans-Kapital, Milli Birlikçileri bölüp, bunaltarak, onları bir anayasayla yetinmeye mecbur bırakmıştır. 27 Mayıs hükümetleri ekonomide DP'nin 1958 kararlarını devam ettirmekten öteye bir şey yapamadılar. Hatta tasarruf bonoları ve arazi vergisi ile sermaye birikim alanını genişlettiler.
12 MART ve 12 EYLÜL E DOĞRU
S. Savran 27 Mayıs ta “sanayi serma- yesi’ ne ayrı bir misyon yüklediği için. DP'nin devamı olan AP'sini de evrimleş- tirmek zorunda kalmıştır.
“ Bürokrasi” kavramı, bizde devlet sınıflarının geleneksel özelliklerini ve tek
parti döneminde kapitalizmin gelişim özelliklerini kapsamaz. Devlet sınıfları,
basit bürokratlar olmaktan öte, Kurtuluş Savaşı’yla, burjuva devriminin yürütücüsü,
tek parti döneminde devletçilik yoluyla, kapitalizmin geliştiricisi oldular.
“ 1960’lı yılların AP’siııin DP'nin mirasçısı olduğu kuşkusuz doğrudur Ama önemli bir kayıtla: DP içinde sanayi burjuvazisi tabi bir unsurken, AP bünyesinde yönetici güç bu sınıf dilimidir.” (ay.) Daha önce belirttiğimiz gibi, yazar Türkiye Finans- Kapitali'nin sermaye biriktirme yollarını - ki bu yollar ona daha çok uluslararası Finans-Kapital tarafından dönem dönem dikte ettirilmiştir- Sermayenin çeşitli kesimleri arasındaki egemenlik mücadelesi olarak görmektedir.
Aynı mantığın devamı olarak “ 19601980 arası dönemde Türkiye burjuvazisinin karşılaştığı ve ortadan kaldırmak için mücadele verdiği engeller" arasında ilk sırada “kırsal ittifaklar sorunu” sayılır ve şöyle denir:
"Burjuvazinin bu 'ilk günahı’, daha sonra kendisine karşı çevrilmiş bir silah haline gelmiş, tarım sorunu Kemalist devrimin gerçek mirasçısı olan sanayi burjuvazisinin bir karabasanı olarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.” (ay.)
“Kemalist devrimin gerçek mirasçısı olan sanayi burjuvazisi” değerlendirmesi, bizde burjuva devrimine hem aşırı modern bir misyon yüklemek olur, hem de gerçeklerimizi anlatmaz. "Kemalist devrim” antika kökenli sermaye ile inmeli asalak bir Finans-Kapital zümresi yaratmıştır. Kemalist devrimin gerçek mirasçısı bu zümredir. M. Kemal'in kendi eliyle kurduğu İş Ban- kası’nda yuvalanmış, devletçilik ile palaz- landınlmıştır. Antik sermaye kökeninden geldiği ve baştan tekelci doğduğu için, hiçbir yaratıcı girişimciliğe sahip olmamıştır. Yaşadığımız yıllar bunu yeterince ispatlamadı mı?
Öte yandan, AP’sinde 1960 sonrası “yönetici güç”, "sanayi burjuvazisi” olmasına ve “C H P’nin sanayi sermayesini öteki sermaye dilimleri karşısında hiçbir ikirciliğe yer bırakm ayan biçimde savunması” na (S.Savran, 11 Tez Ekim 1986) rağmen burjuvazinin neden bir türlü bu “ilk güna- hı”ndan kurtulmak için “toprak reformu’- ’nu yapamadığı sorusunun cevabını bul
mak zordur. "Toprak reformu” komedisinin en son perdesi 12 Mart’ta oynandı. AP, toprak reformuna doğrudan karşı çıktı. CHP'si ise fazla direngen olmadı. 12 Ey- lül’de toprak reformunun sözü bile edilmedi. Yazarın tezleri bu sorulara aydınlık cevaplar veremez.
Yazarın tezleri açısından, "ilk günahın” tek parti döneminde işlenmesinin nedeni
sanayi burjuvazisinin cılızlığıdır. Bunu böyle kabul etsek, 1960 sonrası gelişmelerde sanayi burjuvazisinin öne çıkmasına rağmen neden toprak reformuna el atılmadığı sorusu yine cevapsız kalır.
Bu noktada, 1960 Sonrası mücadelesine yazarın nasıl baktığını en iyi biçimde açıklayan uzun bir alıntıya ihtiyacımız var.
"Büyük sanayi ve banka sermayesinin 12 Mart arifesinde yüz yüze kalmış olduğu cifte sorun, 12 Martin her alanda başarısız oluşu ve yanm önlemlerle yetinmek zorunda kalması nedeniyle 1970'li yıllara olduğu gibi miras kalmıştı. Burjuvazi hâlâ bir yanda işçi sınıfının ve öteki toplumsa1
güçlerin muhalefetini bastırma sorunuyla karşı karşıyaydı, ama aynı zamanda büyük toprak sahipleri ile ticaret sermayesinin sanayi kapitalizminin gerisinde kalan ya da az gelişmişliğin hücrelerinde hayat bulan dilimleri ile de mücadele etmek zorundaydı. Sorun aynı idi ama ’70’li yıllarda aldığı siyasal biçimi 60 ’lı yıllara göre farklı olacaktı. ’70’li yıllarda, AP bir kez daha bütün mülk sahibi sınıfların küçük köylüler çoğunluğu üzerindeki hegemonyasını sağ güçlerin birliğinde ararken (MC hükümetleri bu ittifakın billurlaşması biçimiydi), CHP sanayi burjuvazisine işçi sınıfı ve öteki emekçilerin desteğinde, çıkartan sanayi kapitalizminin gelişmesiyle çelişen mülk sahibi sınıflan geriletme alternatifini sunuyordu.” (ay)
Yazar 12 Mart arifesinde “büyük sanayi ve banka sermayesinin yüz yüze kalmış olduğu “çifte sorun”dan bahseder. Bu çifte soruna gelmeden bir noktaya değinmek zorundayız. Yazı boyunca tek parti ve DP dönemi, hatta 1960 sonrası irdelenirken, hep çeşitli sermaye kesimlerinden söz edilmiş, ama, “12 Mart arifesinde” “büyük sanayi ve banka sermayesi”de yazann kaleminin ucuna takılmadan edememiştir. Bu sıçrayışı teşhis zaafının altında Türkiye’de Finans-Kapital egemenliğini görememek yatar. Bizde banka sermayesi, daha 1930'lardan beri bünyesinde en büyük ser
maye kesimlerini ve mülk sahiplerini sen- tezleştirmiştir. O yıllardan beri kartopu gibi irileşen sermaye yumağı bu aynı Finans- Kapital’dir. Yazara 1950’lerde "ticaret sermayesi" 1960'larda “sanayi sermayesi”, 1970'lerde "büyük sanayi ve banka sermayesi” gibi görünen şey, Türkiye’de üretim ve dağıtımında tekel kurmuş Finans- Kapital ve tefecı-bezirgân sermaye ittifakıdır.
Gelelim “çifte soruna.”“Burjuvazinin” -alıntıdan bunun “büyük
sanayi ve banka sermayesini" kapsadığı anlaşılıyor- 1970’li yıllarda işçi ve halk hareketiyle mücadele etmek zorunda olduğu anlaşılır bir şey. Ancak “büyük toprak sahipleri ve ticaret sermayesi” ile mücadele etmek zorunda olduğu epey şüphe götürür!
"Büyük sanayi ve banka sermayesi” biraz derinden incelenirse, bünyesinde en büyük ticaret şirketlerini, hatta tanm komplekslerini de barındırdığı kolayca görülür. Büyük toprak sahipleri ise hisse payları ile aynı banka ve şirketler ağının kaynaşık üyeleridir. Eğer hâlâ giyiyorlarsa, poturları kimseyi yanıltmasın.
Ancak yazar, böyle bir mücadeleyi varsayar. Yazara göre 1960’lı ve 1970’ii yıllar “egemen sınıflar içi” mücadele de aynı öze sahiptir. Yalnız 1960 öncesi “sanayi burjuvazisi” egemenlik için mücadele ederken, 1960, 27 Mayıs ile bunu başarmıştır. Artık ’70 ’lere gelindiğinde sorun sanayi burjuvazisinin çıkarlarının iki farklı yoldan savunulması haline dönüşmüştür. Bu farklı yolların siyasi güdücüleri ise AP ve C H P ’dir. Yazarın tezleri böyle. Gerçekliklerimiz böyle mi, görelim.
Uzun alıntıda AP’nin halk muhalefetine karşı nasıl mücadele ettiği açık, ancak “büyük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisine" karşı nasıl mücadele ettiği karanlıkta kalıyor. AP, “bütün mülk sahibi sınıfların küçük köylülüler çoğunluğu üzerindeki hegemonyasını sağ güçlerin birliğinde ara”mış... “bütün mülk sahibi sınıflar” deyimi, sorunun tam da bu can alıcı noktasında çözümlemeyi iyice bulanıklaştırıyor. Proletarya dışında az çok her sınıf1 ve tabaka "mülk sahibidir." Yazar “küçük köylülüğü” de dışlamış görünüyor. Demek AP, proletarya ve küçük köylülük dışındaki “mülk sahiplerinin birliği” parolasından hareketle, sanayi burjuvazisine yol göstermeyi tercih etmiştir. Öyleyse AP, “sanayi burjuvazisinin” güdümünde olmasına rağmen, burjuvazinin “ilk günahı”nı sürdürmekte bir sakınca görmüyor. Daha açık »öylersek AP bu “ilk günah’la sıkı sıkıya kenetlidir. Yazar ya sanayi burjuvazisinin AP'de "yönetici güç” olduğu tezinden vazgeçmek zorundadır; ya da -bu biraz da ne olduğu pek belli olmayan- “sanayi burjuvazisinin” eline 1960 ve 1970, hatta 1980 fırsatları geçmesine rağmen neden “ilk günahın”dan birazcık olsun ko- puşamadığını, toprak reformundan ölümünü görmüşçesine korktuğunu açıklamak zorundadır.
C H P ’nin önerdiği yola gelelim. “CHP sanayi burjuvazisine işçi sınıfı ve öteki emekçilerin desteğinde, çıkarlan sanayi kapitalizminin gelişmesiyle çelişen mülk sahibi sınıflan geriletme alternatifini sunuyordu.”
Yazar, CHPnin sanayi sermayesini “hiçbir ikircikliğe yer bırakmayan biçimde savunduğu iddiasındadır. Demek AP bu yolda epeyce “ikirciklidir. Yazar bunun nedenini açıklamıyor. Geçelim.
CHP, "çıkarlan sanayi kapitalizminin gelişmesiyle çelişen mülk sahibi sınıfları geriletmeyi” amaçladığına göre, bunların içinde birinci sırayı büyük toprak sahipleri almalıdır. Buna bağlı olarak tefeci-bezirgân sermaye hemen arkadan gelir. CH P’nin
Türkiye Finans-Kapitali, kapitalizmin “ Prusya tipi” gelişimini seçmek zorunda
olduğunu daha ilk yıllarda sezmiştir. Derebey artıkları» uzun sancılı yollardan
burjuvalaşacaktır. Bu anlamda ilk önemli “tarım devrimini” DP yapmıştır. AP ve ANAP’ta bu yolu şaşmaz bir şekilde
izliyorlar. Kapitalizmin “Amerikan tipi” gelişimini çok sınırlı bir şekilde 1945’te
CHP istemiş ama kendi kanun teklifinden kendi ürkmüştür.
42
toprak reformu istediği bir gerçeklik, bu reformun hayali ve gerici yanlarını başka bir yerde daha o günlerde eleştirmiştik. Burada bizzat toprak reformu talebine gelen tepkileri, CHP’nin nasıl değerlendirdiğine bakmakla yetinelim. Bu CHP'nin hangi sınıf güdüsünü taşıdığını gösterecektir.
1970’lerde Ecevit’in “tarım sorunu uzmanı” Z.G. Mülayim, Toprak Reformu ve Kooperatifçilik kitabında şöyle diyor:
“Türkiye'de genel olarak, bugünkü bozuk toprak düzenini aynen korumak isteyenler (aracı, tefeci ve muhtelif menfaat grupları) özel olarak da büyük toprak sahipleri... toprak reformuna karşıdırlar.
“Sanayi kesiminin toprak reformuna karşı olmaması, hatta reformu desteklemesi gerekir. Zira toprak reformu yapılması sınai gelişmeyi hızlandırır, sanayi mallan- nın iç pazarını genişletir. Fakat ülkemizde sanayi örgütlerinin ve sanayicilerin de toprak reformuna karşı oldukları görülmektedir. Sebebi: Sanayicilerin büyük toprak sahipleriyle olan ekonomik ve siyasal ilişkileri: ve sanayicilerin, toprak reformu yapılırsa, ilerde fabrikalarla ilgili kamulaştırma yapılabileceğinden endişe etmelidir.”
Demek CHP, “sanayi kesimine” rağmen, sanayicilerin çıkarlarını savunmak gibi garip bir konumdadır. Burada sınıfların, siyasi partileriyle tıpatıp denk düşmedikleri genel doğrusu ileri sürülebilir. Ve bu bir gerçekliktir de. CHP. “sanayi kesimine” akıl hocalığı yapma konumundadır, sanayiciler bu akla pek iltifat etmeseler de...
Olayın soyut bir açıklamasını yapmaya çalışırsak: CHP, sanayi burjuvazisinin “ikirciksiz" akıl hocası, AP ise “ikircikli” gü- dücüsüdür! Bu deyimleri kullanmak zorundayız. amacımız herhangi bir küçültme değil, kavramlar yazarın mantığından kaçınılmaz bir şekilde türemektedir.
İstediğimiz kadar evirip çevirelim, olay- lan soyut bir “sanayi burjuvazisi” kavramıyla açıklamak mümkün olmuyor. CH P’nin açıkça itiraf ettiği gibi “sanayi kesimi” mantık olarak toprak reformundan yana olması gerekirken, realitede reforma karşıdır. Bu açmazı çözmek için soyut sanayi burjuvazisi kavramını, somut hayatta yerli yerine oturtmak gerekiyor. En somut örnekle başlayalım: Türkiye'de Sanayi, Ticaret ve Ziraat Odaları’nda kayıtlı üye sayısı birkaç yüzbini çok aşar. Ancak bir de 12 Mart içinde şekillenen -daha doğru söyleniş ile şekillenmemezlik edemeyen TÜSİAD vardır. Üye sayısı yalnızca, 300'dür. TÜSİAD, sanayi, ticaret, ziraat odalanndan sivrilip çıkagelen Finans-Kapital’in 12 Eylül kanunlarına göre, “politika yapmaktan yasaklı bir derneğidir.!”
Öyleyse burjuvazi "bölünmüş” durumdadır. Bir azınlık zümresi tüm ekonomi- politikaya egemen iken, bu Finans-Kapital dışında kalan geniş tekel dışı burjuva kesimler tekellerin eteğinde sızlanmaya mahkûm edilmişlerdir. Genel olarak sanayi burjuvazisi ya da ticaret burjuvazisi gibi kavramlarla sınıf gerçeklerimizi açıklayamayız. CHP, Z.G. Mülayım’ın acı acı yakındığı gibi “sanayi kesimine” rağmen toprak reformu talep ederken, aslında Finans-Kapital dışında kalan burjuvazinin taleplerini dile getirmiş oluyor.
Yazar, CHP’ne “anti-tekelci” bir misyon yüklenmesine itiraz eder. (11. Tez, Ekim- 1986) CHP’nin objektif konumu ile süb
jektif yetenekleri birbirine karıştırılmasın. C H P ’nin 1950’lerden beri geçirdiği bir evrimle, tekel dışı burjuva kesimlerin sözcülüğüne itildiği bir gerçekliktir. Ancak bu, CHP'den tekellerin tasfiyesini beklemek anlamına gelmez. Bekleyenler var hiç şüphesiz. Onlar şimdi konumuz değil. Tekel dışı burjuvalann zavallı ideali devlet imkân- lannın kendilerine de sunulmasıyla, tekeller katına erişebilmekdir. Ancak bu yol 1950lerden beri kapanmıştır. İşte CHP’nin (ve şimdi devamları SHP ve DSP'nin) bütün talep ve tepkileri bu tıkanan yolu biraz olsun açma özleminden kaynak alır.
Yazar AP ve CH P’nin farklı yollarını bir ve aynı “sanayi burjuvazisine” atfetmekle, egemen sınıf yapılanmasını kavramadığını açığa vuruyor. AP Finans-Kapital'in, CHP ise tekel dışı burjuva kesiminin taleplerinin dile gelişiydi.
Aynı mantıktan hareketle yazar şu genel yargıya varır:
“Bir tarım devriminin yokluğu, çağdaş sanayi burjuvazisini aşılması çok güç sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. Geri ilişkiler içinde yaşayan kırsal sınıflarla işçi sınıfı arasında sıkışan sanayi burjuvazisi, tekrar tekrar askeri yönetimlerden medet umacak duruma düşmüştür.” (ay) Böylece askeri müdahaleler bir ve aynı mantığa oturmuş oluyor. Olay böyle konulunca, sanayi burjuvazisinin 27 Mayıs’la verdiği özgürlükleri, 12 Eylül’de bütünüyle geriye almasının tek açıklaması, gelişen sınıf mücadelesi karşısında, 1960 Anayasası'na “sırt çevirmesi” olarak açıklanır. Ancak nedense “çağdaş sanayi burjuvazisi" üç müdahalede de “tarım devrimine" el atamamıştır. 12 Eylül denli “güçlü" iktidarı belki de “çağdaş sanayi burjuvazimiz” tarihinde hiç yaşamamıştır. Buna rağmen “tarım devrimi” neden gündemde yok?
Bu noktada, bizde kapitalizmin gelişiminin iki yoluna geliriz. Türkiye Finans- Kapital’i kapitalizmin “Prusya tipi" gelişimini seçmek zorunda olduğunu daha ilk yıllarda sezmiştir. Derebey artıklan, uzun sancılı yollardan, burjuvalaşacaktır. Bu anlamda ilk önemli “tarım devrimini” DP yapmıştır. AP ve ANAP’ta bu yolu şaşmaz bir şekilde izliyorlar. Kapitalizmin “Amerikan tipi" gelişimini çok sınırlı bir şekilde 1945’te CHP istemiş, ama kendi kanun teklifinden kendi ürkmüştür. Daha sonraları radikal toprak reformunu 27 Mayısçıların bir kanadından, 21 Mayısçılara ve 9 Martçıların bir kesimine kadar uzanan ordu gençliği özlemiştir. Her seferinde Finans-Kapital egemenliği bu yolu tıkamıştır. Sonuçta toprak devriminin gerçek sahiplerinin proletarya ve küçük burjuva sosyalistleri olduğu aydınlık bir şekilde ortaya çıkmıştır.
“Askeri müdahaleleri" değerlendirirken kaçınılmaz olarak Türkiye'deki sınıf yapılanmasını ve bizde kapitalizmin kuruluş ve gelişim özelliklerini tartışmak zorunda kaldık.
12 Eylül sonrası, bu konuda hiç şüphesiz ki en tipik görüş sivil toplumculardan geldi. Onlar bizde Osmanlılıktan gelen bir “devlet-elit" geleneği buldular, bunun karşısına “toplumu” koydular. Aslında sivil toplumcular, kabaca da olsa bir gerçekliğe dokunmuşlardı. Bizde gerçekten devlet ve devle* sınıfları geleneği köklü bir olguydu. Ancak onların hatası, 1980 Türki
ye'sinde bu geleneğin gücü ile bu ölçüde yüz yüze gelince, yıllardır şekillenmiş sınıf yapılanmasını “unutmak" oldu. Onlar, sözlerine bakılırsa. 12 Eylülle bir kere daha ortaya çıkan “elit" geleneğine öfkeyle karşı çıktılar, ancak sınıf gerçekliğini geri plana iterek, “e lifin yarattığı yanılgılı görüntüye teslim oldular.
Öte yandan, askeri müdahaleleri “bürokrasinin egemenliğini yeniden kurma çabası" olarak yorumlayanlar, farklı bir konumda değildi. Tam tersine bizde günümüze doğru geldikçe her askeri müdahale, Finans-Kapital’in devlet sınıflarının sözde “sınıflar üstü" davranış ve tepkilerini kendi egemen çizgisinde oturtan bir rol oynamıştır.
Son olarak. Yazar bizde askeri müdahaleleri “tanm devriminin yokluğu”ndan çıkan sorunlarla, işçi ve halk hareketi arasında “sıkışan", “çağdaş sanayi burjuvazi- si"ne bağlar. Daha somut söylenirse, “büyük toprak sahipleri” ve “ticaret sermayesinin", “geri ilişkileri” ile halk hareketi arasında sanayi sermayesinin sıkışması, askeri darbeleri getirmiştir.
Yazarın bu bakış açısı. Türkiye'de kapitalizmin gelişimine, serbest rekabetçi dönem kapitalizminin “ilericiliklerini" yüklemek olur. Böyle bir şey gerçeklik olsa yükleyelim. Kapitalizme karşı kininden kuduran küçükburjuvalar değiliz. Kapitalizme karşı ancak somut gerçekliklerimiz kavrandıkça sağlamca karşı durulabileceğini kavrıyoruz. O nedenle bizde sınıflar egemenliğinde ap ayrı bir "çağdaş sanayi burjuvazisi" görmek ister istemez ona bazı “çağdaş" misyonlar yükleme hatasını peşinden getirir. Örneğin yazar. 1960 Ana- yasası’nı bu “çağdaş sanayi burjuvazisf'ne yükler. Ve bütün yazı boyunca, yine aynı burjuvazinin “tanm devrimi" özlemi dile getirilir.
1960 Anayasası'na. daha baştan Türkiye Finans-Kapital (o dönem AP eliyle) karşı çıktı. “Tarım devrimi"ni ise hiç özlemedi. Ama Prusya tipi “tarım devrimi"ni ise şaşmazca yürüttü. Yanıltıcı bir görünüm veren 1960 sonrasının montaj sanayii irilerini “çağdaş sanayi burjuvazisi” olarak görmek, insanı politikada köklü yanılgılara sürükler. Hele CHP'ne sanayi burjuvazisinin “ikirciksiz” temsilcisi misyonunu yüklemek daha köklü bir yanılgı olur. Çünkü yazarın tezlerine göre Türkiye’de biraz “sı- kışık”da olsa “sanayi burjuvazisi” egme- mendir. Bu objektif tespit ile CH P’nin “sınıf yapısı” yan yana getirilince bu zeminden çok yanıltıcı beklentiler sürer.
SONUÇBizde askeri müdahaleleri, Finans-
Kapital egemenliğinde yarattığı sonuçlar açısından değerlendirirsek hepsini aynılaş- tırmak zor değildir. Çünkü netice de hepsi. Finans-Kapital’in sermaye biriktirme krizine az çok yeni bir biçim vererek “aşılması" sonucunu doğurmuştur.
Fakat aynı askeri müdahalelere doğuş ortamı ve kendi özellikleri açısından baktığımızda aynılaştırmak mümkün değildir. Her üç müdahalede de ordunun devleti kurtarma gelenekcil tutumu kesin ve ortak bir özelliktir. İster benimsensin ister görmezlikten gelinsin, ordunun “devleti kurtarma” Devamı 69. sayfada
Y.Öncü eleştirisi■ ■ ■
EYLÜL DERSLERİ: BİLİM ve SINIFLAR
Tamer Adalı12 Eylül yalnızca devrimci örgütlen
melerin yapısını bozmadı, daha da öteye kafalarda o güne kadar şekillenmiş kavramları da bozdu, değişime uğrattı. Sosyalizmin pek çok “tabu” konu ve kavramı artık “özgürce” tartışılabiliyor ve en akla gelmedik yorumlara uğra- tılabiliyor.
1965’lerden beri sınıf mücadelesinin öne çıkarttığı pek çok konuda bitmez tükenmez tartışmalar yapıldı. Bu sürecin doğal sonucu olarak, düşüncelerde yeni kavramlar şekillendi. Bunlarla mücadeleye yön verilmeye çalışıldı.
O günlerden bu yana Sovyetler, Çin “ayaklanma” ya da “uzun halk savaşı”, “örgütlenme-parti” konularında pek çok teori kurulup yıkıldı. Deney öğretiyor. Ancak bu gerçeklik yalnızca tek yönlü işlemiyor. Deney, aynı zamanda bazı gerçekleri unutturuyor da. Ya da deney, öğrettiği, öğrenme yeteneğini bilediği gibi, bu yeteneği köreltip yok da edebiliyor. Her sınıf ve tabaka kendi yordammca öğreniyor.
Bunun en güzel örnekleri 12 Eylül’le verildi. 1980 öncesinin topyekün inkârına varan değerlendirmeler yapıldı. Bu inkâr fırtınasının yadırganacak bir yanı yoktu. Ancak onun girdiği yeni kılıklar, yarattığı politik sonuçlar elbetteki önemlidir.
Bilim insanlığın adım adım gelişiminin kazancıdır, yetkinleştiği ölçüde toplum ve doğayı kavrar ve değiştirir. Bilim, gelişme
demektir. Y.Öncü yazarlarının düşünce çeşitliliğine tutkunlukları belki skolastik
düşünme tarzına bir tepkiden kaynak olmaktadır. Ancak 1 ‘tepki” hedefini bulmazsa doğru zeminde kalamaz.
Burada biz en tipik ve en masum görünenine değineceğiz: “Bilim yöntemi açısından geçmişin aşılması.” Y.Öncü’nün 12 Eylül’den çıkarttığı belki de en önemli derstir. Bilimsel sosyalistler açısından “bilim”den daha kutsal (!) bir kavram olabilir mi? “Bilim” ve “bilim yöntemi” denince akan sular durmalıdır.
HER ŞEY DEĞİŞİYOR
Değişmeyen şey yok. Başla istersen yeniden,
istersen son nefesinde. Bir kez olan oldu.
Elinde değil ayırmak şaraba katılan suyu.
Bir kez olan oldu. Elinde değil ayırmak şaraba katılan suyu.
Ama değişmeyen şey yok. Başla istersen yeniden, istersen son nefesinde.
B.Brecht
Y.Öncü “bilim” sözcüğüne neden bu denli sarılmıştır? Ya da bilim kelimesi hangi amaçla vurgulanmaktadır?
“İlk olarak, doğanın diyalektiğini kavrayan bir düşünce sistemini benimsemiş sosyalistlerin, bilimi ve bilinci temsil ettiklerini bu açıdan bilimsel düşüncenin “tanrının tekliği” fikrini anımsatır ve homejenlik düşüncesine sahip olamayacağını kavramaları anlamına gelir.” (Yeni Öncü, Mart 1987, s. 1)
Burada, bilimsel düşüncenin “zengin ve çeşitliliği” öne çıkartılıyor.
Öte yandan “bilim hiçbir bireyin, grubun ya da yapının tekelinde olamaz. Bilimin araçlarını ele geçirmiş olan bilimsel üretimde bulunabilir.” (Y.Öncü, Tem-Ağüstos 1987, s. 36) denerek, burada da bilimde “tekel” olamayacağı vurgulanıyor.
Bu basit ve itiraz edilemez görünen konuların öne çıkartılmasının temelinde, 12 Eylül’den ders çıkartma yordamlarından birisi yatmaktadır.
“ Bilimsel düşüncenin”“homojenliği” yerine “çeşitliliği”nin kavranması ne demektir?
Bilim insanlığın adım adım gelişimi nin kazancıdır, yetkinleştiği ölçüde toplum ve doğayı kavrar ve değiştirir. Bilim, gelişme demektir. Y. Öncü yazarlarının düşünce çeşitliliğine tutkunluk lan belki skolastik düşünme tarzına bir tepkiden kaynak almaktadır. Ancak “tepki” hedefini bulamazsa doğru zeminde kalamaz.
Gelişme, düşünce “çeşitliliğinden” mi kaynak alır ya da her düşünce çeşitliliği bir gelişmenin işareti midir? Y.Öncü yazarlarına göre böyle. Onlar için gelişmenin önünü tıkayan düşünce “homojenliği” ya da “tek tanrılığı- ’dır.
Diyalektik materyalizme göre, doğada ve toplumda ilerleme ya da gelişme evrimcil birikimin, devrimci sıçrayışa varışıyla olur. Varolan tez, antitezini yaratır, oradan çıkan sentez gelişmedir. Ve sentez varoluşuyla birlikte, yeniden tez’e dönüşür. Gelişim böyle sürer.
Örneğin Ricardo ve A. Smith’e göre Marks’ın ekonomi politik yaklaşımı bir gelişmedir. Onların ileri bir sentezidir. Ancak Dühring’in görüşleri ya da tezleri, “düşünce çeşitliliği” olsa da ge
lişme değil, gerilemedir. Düşünce zenginliği değildir.
Ya da Einstein’in rölativite teorisiyle zaman ve uzayın göreli olduğu düşüncesinden sonra ve bu teoriden kalkarak, Max Born’un maddeyi değil onun görüntülerini birincil alan, yani idealizmin temel önermesini yeniden canlandırmaya çalışan görüşleri belki düşünce çeşitliliğidir, ama hem düşünce zenginliği değildir, hem de bilim dışıdır.
Gerçek diyalektik düşünür gelişmeye tutkundur, tutkun olmalıdır. O nedenle bir düşüncenin çeşitliliğinden çok onun ileri doğru bir adım olup olmadığı, önemlidir. Düşüncenin tekliği ya da çokluğu değil, doğruluğu ya da yanlışlığı önemlidir. Düşünce “çeşitliliği”, kendiliğinden doğruyu yaratmaz ve doğruya varmanın teminatı değildir. Bir düşüncenin doğru olup olmadığı tartışmalarla değil, ancak pratikte kestirilebilir. Olaylara uyan düşünce bilimseldir, uymayan her düşünce bilim dışıdır.
Y.Öncü yazarları “bilim” kelimesi ile “düşünce çeşitliliğini” neredeyse eş anlamlı ele alıyorlar. Oysa bilim, soyut bir düşünce çeşitliliği ya da düşünceler arası bitmez tükenmez tartışmalardan çok, doğru olduğuna inanılan düşün cenin pratiğe geçirilmesi, sınanması ile gelişir.
12 Eylül öncesi -konu sınıflar mücadelesi olduğuna göre- düşünce çeşitliliği yok mu idi? Belki istenenden fazla farklı düşünceler vardı. O zaman Y.Öncü’yü rahatsız eden nedir? Farklı düşüncelerin kendilerini pratikte sınama savaşı, yani doğruyu somutta kavrama, elle tutabilme mücadelesi... Y.Öncü bu mücedelenin yerine, düşünce çeşitliliğini ve tartışmayı geçirmek istiyor. Onun için bilimsellik, farklı düşüncelerin varlığını kabul etmekten ibarettir. Ancak farklı düşüncelerden hangisinin doğru olduğunu tespit etmeye gelince, bu nokta da Y.Öncü, “homojenlik”, “tek tanrılık” gibi itirazlar yükseltiyor. Doğru düşünceye ise hiç kimse pratik cehenneminden geçmeden varamaz. Ve ne yazık ki, düşünceler çeşitli olsa da, doğru tektir.
Y.Öncü, 12 Eylül yenilgisinden olumsuz yönde ders çıkartmıştır. Doğruluğuna inanılan bir düşünceyi pra
tikte sınama ve düzeltme cesareti yerine. farklı düşüncelerle bitmez tükenmez sözde “bilimsel'' tartışmalar yaparak pratikten kaçınmak, teori softalığı ile soysuzlaşmak, Y.Öncü’ye 12 Eylül batırası olsa gerek. Aslında... Y.Öncü1 ye bu mantık 12 Mart yenilgisinden beri yapışmıştır. Hastalık tepe noktasına 12 Eylül’le çıkıyor.
Gelelim “bilim" ve “tekel” konusuna. Bilimin hiçbir kişi ya da grubun tekelinde olamayacağı, böyle bir tekelin bilimsel gelişmeyi engelleyeceği tespit edilirken, şu önemli tez ileri sürülür:
“Çünkü tekelci düşünüş aynı zamanda sınıf indirgemecidir de. Bu görüş biçimi kendi konumundan asla kuşku duymaksızın, farklı olan görüşünü. sırf kendisinden farklı olmak dolayısıyla bir başka sınıfın ideolojik ve siyasal konumuna denk düştüğünü, ‘son tahlilde' tespit eder; ‘ilk tahlilde1 de sınıf düşmanına karşı alınması gereken tavrı alır.” (Y.Öncü, Tem-Ağustos 1987. s. 37)
Bilim , bilimsel düşünce “sınıf indirgemeci” olmamalıdır! Y.Öncü’nün bütün mantığı bu temel taş üzerinde yükselir. “Sınıf indirgemeci” mantık kaçınılmaz bir şekilde ve belki de yerli yersiz “sınıf düşmanlığı” silahına sarılıp. sosyal mücadele alanını alt üst ediyor. O nedenle bilim “sınıf indirgemeci” mantıktan kurtarılmalıdır.
Aynı düşünce, şu cümle ile daha genel bir prensip seviyesinde ilan edilir.
“Nasıl bilimsel faaliyeti sınıf ilişkilerinin dışına atan, ondan etkilenmeyen bir mertebeye koyan anlayış yanlışsa aynı şekilde bilimi burjuva ve proleter olmak üzere ayıran, her şey gibi bilimi de bir sınıicıl indirgemeye (altı yazar tarafından çizilmiş) maruz bırakılan anlayış da yanlıştır.” (Y.Öncü Tem- Ağustos. .1987, s. 40)
Sorun “bilim” ve “sınıf” ilişkisine gelip dayandı. Konunun böyle konuluşu bile mantığın çarpıklığını hemen göze batırıyor. Bilimsel olmak için sınıf bakışı açısından bağımsızlaşmak ya da sınıf bakış açısına sarıldığımızda bilim dışı olmakla yüz yüzeyiz. YÖncü’nün önümüzde sürdüğü ikilem budur. Gerçek- Jik böyle midir?
Bilim hiç şüphesiz ki insanlığın top- yekün gelişiminin bir ürünüdür. İlkel sosyalist toplumda henüz bilim yoktur. Bilim, yazı ile gerçek birikimine başladı. Dolayısıyla sınıflı toplumla birlikte doğdu ve gelişti. İnsanlığın gelişiminin zembereği sınıflar mücadelesidir. Bilimin gelişmesi de bu gidişten apayrı bir süreç olamazdı. O nedenle bilimin gelişimi sınıflar mücadelesinin eseridir ve dönemine göre egemen sınıfın damgasını üzerinde taşımıştır. Bu anlamda bilim, genellikle egemen sınıfın “tekel1 ’inde kalmıştır. Oysa Y.Öncü “bilimin araçlarını ele geçirmiş olan bilimsel üretimde bulunabilir” diyerek, bilimde “tekel’ e şiddetle itiraz etmektedir.
“Bilimin araçları” nelerdir? Doğa bilimleri için laboratuarlar, sosyal bilimler için zengin arşivler vb. Bunları eline geçirme şansına burjuva toplumun- da herkes sahip değildir. Burası açık. Eğer bu basit gerçeklik kabul edilirse, bunun anlamı en azından şudur: Bilim üretiminin maddi araç ve ortamı egemen sınıfın tekelindedir.
Buradan şu kaba sonuç çıkarılabilir mi? Öyleyse bilim egemen sınıfların ismi ile anılmalıdır: “Feodal bilim”, “burjuva bilimi”, ve nihayet “proleter bilimi!” Bu gelişmenin ya da ilerlemenin skolastik bir tarzda kavranmasının sonucudur. Bilimsel gelişim ancak kendinden önceki birikimin üzerinden ileriye atlayabilir. Bu anlamda bilimsel gelişmeyi sırf egemen sınıflarla birlikte anmak hatalı olur. Öte yandan bilimin güdümü egemen sınıfça yönlendirildiği içinde, o sınıfın damgasını taşır.
Örneğin, bırakalım sosyal bilimleri, doğal bilimlerdeki her yeni adımı, emperyalizm en başta silah sanayine aktarıyor. Hatta, A B D ’de de doğal bilimlerin gelişimi doğrudan NASA tarafından güdülür.
Y.Öncü, bu noktada bizi bilimle, bilimin uygulanışını birbirine karıştırmak^ la suçlayacaktır. Çünkü, bu dergiye göre “bilimsel faaliyet masa başında, deney evlerinde, arşivlerde vb. gerçekleştirilir.” (Y.Öncü, Tem-Ağustos 1987, s. 40) Evet, bilimsel gelişmenin burjuva çağına denk düşen mantığı böyle işler. Marx’m dediği gibi filozoflar o güne dek dünyayı yorum lam akla yetinmişlerdir, oysa mesele onu değiştirm ektir. Bilimsel kavrayış, diyalektik materyalist düşünceye varıncaya dek düşünce maddeden kopuk algılanmıştır.
Oysa bilimde bir sorunun kavranışı, tespiti ile uygulanışı, değiştirme bir bütündür. Y.Öncü’nün bilimi sınıflar üstü yapması, onun bilimi yalnızca “kavrayış ve tespit” olarak algılamasında yatar.
Bir bilimci (sosyal ya da doğal alanda) önündeki sorunu, olguyu kavrarken, objektif ve tarafsız olmalıdır. Olguya yaklaşırken ön yargılardan, sübjektif yakıştırmalardan olabildiğince uzak durabilmelidir. Olgu ancak o zaman kendisi gibi, objektif olarak kavranabilir.
Ancak bilimse: gelişme burada durmaz. Sorün kavranınca, onun değiştirilmesi adımına gelinir. Değiştirme hangi am açla yapılacaktır? En genel ifadesiyle: “İnsanlığın çıkarları” için. Ancak insanlar sınıflı toplum varolduğundan beri, toplum içinde olmakla kalmaz, aynı zamanda bir sınıf içinde de yer alırlar. İşte bilimin değiştirme adımı ister istemez sınıfların damgasını taşır. Taşımak zorundadır. Bu adımda tarafsızlık ve objektiflik olmaz. Taraflı ve sübjektif olmak zorundadır.
Sosyal bilimler alanında bunun böyle olduğu çok açıktır, ancak aynı olgu doğal bilimler alanında da geçerlidir. Çünkü her bilimsel bulgu, uygulama alanına geçince, yani değiştirme adımını atınca ister istemez sosyalleşir.
Sosyal bilimler alanında durum son derece açıktır. Örneğin Türkiye’nin sınıflar yapısını tespit etmede, iyice örümcekleşmiş kafalar bir yana, pek çok “aydın” birbirine çok yakın tespitler yapabilir. Ancak değiştirmeye gelince, yollar hemen aynlır. Her kişi kendi sınıf ya da zümre güdüsüyle davranır. Başka yolu da yoktur.
Y.Öncü tam da bu noktada bilimin “sınıf indirgemeci”likten kurtarmaya soyunm uştur. B ilim sellik, “sınıf indirgemeciliğin” yarattığı, “tekelci düşünce” yapısını ortadan kaldıracaktır!
Görüş farklılıklarını, sınıf temeline indirgemek yerine “düşünce çeşitliliği” içinde ele almak tek “bilimsel” yaklaşım olacaktır. Çünkü bilim, her şeyden önce düşünce çeşitliliği demektir!
Bu zavallı bilimselliğin temelinde sınıf mücadelesinin yarattığı derin yorgunluk ve yılgınlık yatmaktadır. Bilim adına sınıfcıl düşünüş ve davranışın in- kân bilimsel sosyalist bir yol değil, ama tipik bir burjuva objektivizmidir.
Y.Öncü bu mantığıyla kendine her sosyalist diyen kişi ve eğilimi, işçi sınıfı sosyalizmi içinde görmek zorundadır. Onların görüşlerini “sınıf indirgemeci” bir yaklaşımla değil de, düşünce farklılıklarının doğallığı içinde ele alınca söyleyecek fazla bir şeyi kalmayacaktır. Yeter ki o eğilimlerde Y. Öncü’yü sosyalizm içinde görsünler.
Y.Öncü 12 Eylül deneyinden oldukça köklü bir ders çıkartmıştır: Bugüne kadar amansız çekişmeler yaratan “sınıf indirgemeci” yaklaşım bir kenara bırakılmalı onun yerine “bilim"in bayrağı dikilmelidir.
Böylece Y.Öncü zaten pek iyi kavrayamadığı sınıf gerçekliğine veda etmiş oluyor. 12 Eylül bütün gücüyle sınıf kopuşmalarını örtmek için uğraşmadı mı, demek onu bu eyleminde çok da başarısız sayamayız.
Y.Öncü’nün her sayısında bol bol “işçi smıff’ndan söz edilmesi kimseyi yanıltmasın. Türkiye’nin sosyal gerçeklerini az çok kavrayan birisi için sınıf gerçekliğini doğrudan inkâr etmek artık mümkün değildir. Ancak bir liberal de sınıfları ve sınıf mücadelesini kabul eder, yeter ki bu mücadele siyasi iktidar hedefine yönelmesin.
Y.Öncü’de, sınıfları, farklı görüşleri kabul ediyor. Ancak bir görüşün kendini “işçi sınıfı sosyalisti” ilan edip, diğerlerini “sınıf indirgemeci” bir yaklaşımla, işçi sınıfı dışında sayması, daha da öteye, bu yolda pratikte davranması, kabul edilemez bir “tekelcilik”tir.
Devamı 68. sayfada
Sorun kavranınca, onun değiştirilmesi
adımına gelinir. Değiştirme hangi
amaçla yapılacaktır? En genel ifadesiyle:
“İnsanlığın çıkarları” için.
Ancak insanlar sınıflı toplum
varolduğundan beri, toplum içinde
olmakla kalmaz, aynı zamanda bir
sın ıf içinde de yer alırlar. İşte bilimin
değiştirme adımı ister istemez
sınıfların damgasını taşır.
Taşımak zorundadır. Bu
adımda tarafsızlık olmaz.
TİP-TKP Birleşmesi Üzerine:
12 EYLÜL ve BURJUVA SOSYALİZMİ
\
'2 Eylül’ün gölgesi işçi sınıfı ve halk
yığınlarından öteye, orta
tabakaların ve hatta “kimi” eski
Finans-Kapital sözcülerinin
üstüne düşmeden, TKP rejime
ayamadı. Gölgenin son uzandığı
noktada, demek ki, TKP’nin hayat
kaynağı yatıyor.
GİRİŞElimize bir program taslağı geçti. TKP ve
T İP ’in “birleşik” ürünü olan program tas- lâğı sol hareketin bir bölüğünün 12 Eylül’- le birlikte geçirdiği evrimi göstermesi bakımından incelenmeye değer. Elbette ki, henüz resmen gerçekleşmemiş bir birlik için bugünden spekülasyon yapmak işimiz değil. Ancak yolun büyük bir kısmı katedil- miştir. Mücadele açısından önemli olan, 12 Eylül’ün burjuva sosyalizmi üzerindeki etkilerini irdelemektir. Daha eleştiriye başlarken TKP ve TİP’ten burjuva sosyalizmi olarak söz etmek, son söylenmesi gerekeni baştan söylemek olmuyor mu?
12 Eylül pek çok şeyi unutturmaya çalıştı. Unutkanlara bir şey diyemeyiz. Fakat bizler açısından, hiçbir temel özelliği atlamadan (unutmadan) geçmişi geleceğe bağlamak, kaçınılmaz bir görev olarak görünüyor. O nedenle karşımıza çıkan yeni program taslağı TKP ve TİP’in geçmişinin temel özelliklerini içinde banndırmakla kalmıyor, onları daha derinleştirip, yetkinleştiriyor. Burjuva sosyalizminin karakterini daha çıplak, göze batar hale getiriyor.
Program taslağına gelmeden, burjuvasosyalizminin 12 Eylül sonrası
taktik tutumlarını irdelemek, varılan programın yapısını kavranmasına ışık tutacaktır.
BURJUVA SOSYALİZMİ ve “ DEMOKRASİ” MÜCADELESİ
12 Eylül, hiçbir tereddüte yer vermeyecek açıklıkta ilk birkaç aylık icraatıyla kendi karakterini ortaya koymuştu. Bilinir buna rağmen TKP 12 Eylül olgusunu “askersel devirme” olarak nitelendirmeyi yeğledi. Derdimiz şemalar, isimlendirmeler üzerinde çakı. Iıp, gerçek olayları soyut formüllere sığdırmak değildir. Önemli olan kavramlara kazandırılan anlamlardır. Eğer TKP, böyle bir isimlendirmeye doğru bir anlam kazandırmış olsaydı, sözü edilmeye değmez bir deyim farklılığı olurdu. Geçer giderdik. Ancak bu tespiti o zamanlar i. Bilen şöyle temellendirmiştir:
“Bizim çözümlememiz, bugünkü rejime karşı kurulacak cephenin olası bileşimini de gösteriyor. Örneğin, faşist bir rejimde bizimle geçici, taktik bir iş birliğine yanaşması olası olan kimi büyük burjuva, dahası kimi tekelci çevrelerin bugünkü durumda cephede yeri yoktur.” Demek “askersel devirme” kavramı, “taktik iş birliği” alanında “kimi büyük, dahası kimi tekelci çevreleri” içermiyor! Daha sonra olaylar aktı ve 1983 seçimleri öncesine gelindi. MGK, o günkü yetkilerine dayanarak BTP'yi kapattı. Ardından kurulan DYP'nin ve SODEP’i seçimlere katılmaktan alakoy- du. Bu gelişmeler sonucunda TKP’nin re
jimle ilgili tahlilleri de hemen değişime uğradı.
12 Eylül’ün " ... yalnız sol politik güçlere değil, geleneksel burjuva politik güçlere de hiçbir olanak tanımaktan yana olmadığı bugün kamuoyunda tartışmasız kabul edilmektedir.” (H.Kutlu’nun konuşması) tesbitinden hareketle “son gelişmeleri” değerlendiren TKP, rejimin kazandığı “niteliği” yeniden belirledi.
Sorun, TKP’nin 12 Eylül’ü değerlendirişinde yaptığı zikzaklar değildir. Eğer bir siyaset ziksak çizerek de olsa doğru bir konuma gelmişse, söylenecek fazla bir şey olmamalı. Geçmiş hatalar üzerinde abartılmış gürültüler kopartmak proletarya sosyalizmi için boşuna enerji tüketimi olur.
Oysa, “askersel devirme” kavramından üç yıl sonra vazgeçilip 12 Eylül’ün daha “gerçekçi” değerlendirmesine varışta, çizilen zikzak, basit bir hata olmaktan öteye anlamlara sahiptir. 12 Eylül ne zaman DYP ve SODEP’in yolunu tıkamış, TKP ancak0 zaman kavram değiştirmiştir. Bu değişiklik, doğruya bir yaklaşım değil, ilk tespitlerde saklı olan liberal hayallerin kırılıp dökülmesinin çıkarttığı zavallı gürültülerdir.
12 Eylül demokrasi oyununu bozar bozmaz, daha ilk günden “uygun zamanda demokrasiye geçileceğini” de ilan etti. Belki 27 Mayıs ve 12 Mart deneylerinden kalkılarak, erken bir “demokrasiye geçiş” umul du. Bu yol tıkanınca, acı acı çığlıklar atmak kaçınılmaz oldu. O dönemki Çanakkale- Zincirbozan sürgünleriyle, TKP’nin çığlıklarının üst üste düşmesi, basit bir tesadüf değil, aynı hayallere kapılmanın yarattığı, ortak düş kınklığının eş zamanlı tepkisidir. 12 Mart'tan çıkışta belli ölçülerde de olsa Ecevit C H P ’si yol açmıştı. 12 Eylül, böyle yol açıcılann önünü kesince, TKP paniğe kapılıp tepki göstermeden edemedi. Yollar birileri tarafından açılmadan nasıl yürünecek? Bu zorlu ve kahırlı bir iş. Bu zorlukla yüz yüze gelenler, kendi acz’leri- ni dışa vurmadan edemediler.
12 Eylül’ün gölgesi işçi sınıfı ve halk yı- ğımlanndan öteye, orta tabakaların ve hatta “kimi” eski Finans-Kapital sözcülerinin üstüne düşmeden, TKP rejime kıyamadı. Gölgenin son uzandığı noktada, demek ki, TKP’nin hayat kaynağı yatıyor.
12 Eylül’de biı iki taktik yalpalama, TKP’nin liberal hayallerle yüklü özünü açığa vururken, aynı zamanda ardından gelecek süreçteki davranışlarının belkemiğini oluşturmuştur.
Görelim.1985 ikinci yarısında şu tesbitler yapılır:
“Parlamento dışı burjuva muhalefet partileri dikkate alınması gerekli bir güç olarak
1 ortaya çıktılar ” 12 Eylül"... karşıtı çizgi bu-
Tamer Adalıgun demokrasiden, yana olanlar çizgisine yükseldi.” (H.Kutlu) Burjuva muhalefet olgusunu tespit etmek ayn şeydir, onlan “demokrasiden yana” güçler seviyesine “yükseltmek” başka bir şeydir. Ancak, TKP'nin mantığı açısından ortada garip olan bir şey yoktur. "Askersel devirme” henüz burjuvazinin “bir kesimine" vurmazken "kimi büyük burjuva daha kimi tekel çevreleri” taktik işbirliği dışında tutan TKP, ardından gelen süreçte, bunları da "demokrasi cephesine” katmadan edemezdi. DYP için şöyle denir: “Biz nesnel ortam nedeniyle onu... demokrasi güçleri içinde yer alamaz olarak ilan etmedik. Yerini demokrasi konusundaki tutumu belirleyecekti. Geliş melerin ışığında bugün bu partilerin içinde demokrasi isteyen önemli çevreler olduğunu söyleyebiliriz.” (ay.) D Y P ’ne utangaç bir demokratlıkiıhafı.
TKP gerçekleri değil, görmek islediklerini görüyor. DYP ile ilgili söylenen bu bulanık sözlere aldanıp, TKP'nırı ihtiyatlı olduğuna hükmedilsin. Şu tespitiyle bütün ihtiyat paylannı kaldırıp burjuva muhalefeti ile kaynaşmayı kendine hedef koymaktadır
“Günümüzde iki ayrı demokrasi platformu oluşmuştur. Bircnisi burjuva muhalefet partilerinin birleştiği demokrasi asgari müştereğidir. Şöyle özeflenebilir: 1- (12 Eylüle)... Karşıtlık ve erken seçim isteme: 2- Batılı anlayışta demokratik bak ve özgürlüklerin tanınması; 3- 1982 Anayasasının değişmesi; 4. Militarizme karşı olma; 5- Komşulanmıza karşı ve bölgemizde gerçekçi, banşçı yumuşama yanlısı bir dış politikanın izlenmesi; 6- IMF’nin dayatmalarına boyun eğitmemesi.
“Diğeri, Sol Birliğin öne sürdüğü daha kapsamlı ve tutarlı demokrasi platformudur...
“Şimdi görev bu iki platformu, ortak noktalan genişleterek, artırarak yaklaştırmak, solun demokrasi hareketindeki etkinliğini arttırmaktır.” (ay.)
TKP, kendi hayallerini burjuva muhalefetine malediyor. Şimdiden belirtelim, son birleşik program tamamiyle burjuva muhalefetine, “yaklaşmanın”, kaynaşmanın özlemleriyle doludur. 1985'te taktik plandaki hayaller, günümüzde program seviyesine çıkmıştır.
Burjuva muhalefetine bu misyonlar neden hangi amaçla yüklenmektedir? TKP, 12 Eylül’ün halk muhalefetiyle çözülmesini amaçlıyormuş ve buna hazırlanıyormuş. Ancak “başka olasılıkları da dışlamıyoruz. Biz... “12 Eylül’ün “ .. geriçekilmesini çok uzun ve sancılı bir sona eriş yolunu tıkamaya çalışıyoruz.
“Eğer burjuva muhalefet partilerini, özellikle DYP’yi uysullaşlırnıayı rejimle bütün-
ı 46
leştirmeyi başarırlarsa bu tehlike artacaktır." (ay)
Rejimin "uzun ve sancılı" bir yoldan geri çekilişinin “yolunu tıkamak” için DYP’ne böyle misyonlar yüklemek! Oysa. DYP’tıin yolu tam da bu yoldur. H. Cindoruk, ikide bir Özal'ı köyde ve şehirde artan hoşnutsuzlukla tehdit etmiyor mu? Geçmiş sınıflar mücadelesinin yeterince yıprattığı burjuva lider ve partilerine itibar iadesi için bu ne gayret! Ne yazık ki, en son referandum. bu itibar iadesi oyununu epeyce bozdu. Yığınlar başka şeyler söylüyor. Yeni yollara akmanın sancı ve tedirginliğini yaşıyorlar. TKP bütün bu potansiyeli çürüt mek, burjuva muhalefeti kanallarına akıtmak için demagoji sanatını “yükseltmek” ten başka bir şey yapmıyor.
Siyasi partilerin kurulmasına izin verilmesiyle başlayan ve akıp gelen süreç, 12 Eylül kurumlaşmalarının kaçınılmaz yeni koşullara “uzun ve sancılı yoldan" uyumlan- dırılması dönemi midir, yoksa “burjuva muhalefetinin" bu gidişi “tıkama” yolunda mücadele dönemi midir? Güçler dengesi açısından döneme damgasını vuran hangisidir? Elbette ki birincisi. Burjuva muhalefetinin bu yolu “tıkamak" gibi bir sorunu yoktur. Siyaset arenasındaki toz duman kimseyi yanıltmasın. Halk yığınlarına mücadelelerinde cesaret vermek ve öncü olmak yerine, DYP’ne cesaret şırınga edip artçı olmak. 12 Eylül sonrası TKP’nin taktiklerinin pratik özü budur.
İşçi sınıfı burjuva partileri arasındaki çekişmelerden yararlanmıyacak mı? Bunu bütünüyle reddetmek çocukluk olur. Ancak bu çekişmelerin özü, sınıfa hiçbir yakıştırmaya uğratılmadan aktarılırsa bir anlam taşır. “Burjuva muhalefetini" demokrasi güçleri seviyesine "yükseltmek”, ona geri çekilişin “yolunu tıkama" misyonu vermek. çelişkilerin çatlaklarında boğulmak anlamına gelir. Eğer Finans-Kapital yıpranan ANAP’a ya da kurumlaşmalara kısmî alternatifler üretmeye çalışıyorsa, bu pazarlığın ortasında işçi sınıfının işi ne?
“ DEMOKRATİK YENİLENME” PROGRAMININ
DAYANDIĞI SINIF TAHLİLLERİ
TKP'nin taktiklerini, yazımızda öne aldık Olayın anlatımını kolaylaştırmak açısından bu gerekliydi. Elbetteki bu taktik sapıklığın temelinde, onun sınıf bakışı açısı yatar. Ve aynı sınıf bakışı birleşik program taslağının da temelidir.
“TKP'nin programında belirttiği gibi, Türkiye kapitalizminde tekelci ilişkiler gelişiyor ve devlet tekelci kapitalizminin biçimleri de görülmektedir. Ancak ekonomide gelişen şey. egemen olan şey anlamına gelmez. Eğer başka şeylerce engellenmezlerse egemen olacak şev anlamına gelir." (H.Kullu. Nisan 1986)
Ekonomide “tekelci ilişkiler" henüz “egemen" değildir, ancak “eğer başka şeylerce engellenmezse egemen" olabilir. 1986 Türkiye’sinde hâlâ böyle şeyler söylenebiliyor. H. Kutlu Parti’de yeni genç nesildir. Ancak beyninde eski nesilin bütün köhnemiş düşüncelerini taşımaktadır. Eskiden kastımız, daha 1930’larda Türkiye toprağından ayağını kesmiş, sonra “TKP
dış bürosu" olmuş ve 1974’te “atılım” yapmış olan Parti tarihinin kılıç artıklarıdır. 1975’te A.Soydan bir yazısında şöyle diyordu:
“Türkiye'de üretim ilişkilerinde çok yönlü bir değişiklik var. Bu değişiklik yapısaldır... Türkiye’de kendine özgü bir tekelleşme süreci vardır.
“Bu gelişme, burjuvazinin bölünmesine yol açmıştır. Burjuvazinin en gerici, en talana, işbirlikçi koluyla ulusal, reformist kolu arasında derin bir uçurum açılmıştır. Burjuvazinin bu iki kolu arasında, hegemonya savaşı sürüp gidiyor.”
“Tekelleşme süreci” gören mantık, “burjuvazinin iki kolu arasında hegemonya savaşı” da görme kzorundadır. Evet, elli yıldır egemen olan tekelciler dışında da burjuvazi vardır. Ancak tekel dışı burjuvalar. Türkiye sınıflar dengesinde “hegemonya” şansını yine en az elli yıldır yitirmişlerdir. Böyle bir bakış açısı kişiyi Türkiye politikasında en olmadık hayallere sürükler. A. Soydan’dan bu yana on iki yılda, TKP ideolojisinde gelişme olmuş mudur? H. Kutlu’nun “yeni ifadeleri bir değişim olmadığını gösteriyor. Hatta aynı mantık iyice koyulaşmaktadır. H. Kutlu Türkiye sınıflar yapılanmasına yaklaşırken bilimsel gerçeklikleri çarpıtmakta da bir sakınca görmüyor.
"Orta katmanları dikkat dışı bırakmak kapsamını daraltarak da yapılabilir. Orta katmanları köylülük ve kentin küçük “emekçileri” ile sınırlamak daraltmaktır. Aydınlar, devlet memurları, birçok küçük işletme sahipleri de bu kapsamın içine girer." (H. Kutluay) H. Kutlu proletaryanın müttefiklerini genişletmek çabasında. Sa- ğolsun. Ancak bu genişletme sınıf tahlillerinin özünü bozmadan yapılamazdı. Sınıf tahlilinin alfabesinde küçük burjuvazi ve orta tabakaları ayrı tutulur. Şehir ve kır küçük burjuvazisi esas olarak artı-değer sömürmez. Yanında en fazla bir çırak ya da mevsimlik işçi bulunur. Fakat “küçük işletme sahibi" deyimi oldukça bulanık. Küçük burjuvazi dışında kalan yaban burjuvalar ya da gerçek orta tabakalar kapitalist işletme sahibidirler ve düzenli artı-değer sömürürler. Bu iki tabakanın işçi sınıfı mücadelesi ne karşı tavırları laiklilik gösterir. TKP tahliliyle bu farklılığı belirsizleştiriyor.
“Öte yandan orta katmanlara verilen rol ile de bir daraltma yapılabilir. Bu güçlere ‘tarafsızlaştırma’ politikası uygulamak, onların kendine özgü çıkarlarını ‘küçük burjuva demokrasi anlayışlarını’ hesap dışı bırakmak bu anlama gelir,” (ay)
TKP bütün “orta katmanları” kazanma yoluna çıkmıştır. Oysa proletarya açısından kazanılması mümkün olan güç küçük burjuva tabakalardır. Orta tabakalar ise taraf- sızlaştırılmalıdır. Onları kazanma şansı zayıftır. Özellikle 1974-1980 arası mücadele bunu pratik gidişiyle ispatladı. Bu mücadele sürecinde TKP, “goşizm" çığlıkları atarak kendini küçük burjuvadevrimciliğin- den koparırken CHP ile ittifakı başarabilmek için binbir yol izlemiştir. Şimdi bu yolunu daha “teorik' temellere oturtabilmek için en açık bilimsel kavramları tahrif etmekten çekinmiyor
BİRLEŞİK PROGRAM TASLAĞI
Program taslağı hiç şüphesiz ki TKP ve TİP’in ortak ürünüdür. Buna rağmen, ilk
bakışta herkesin görebileceği ölçüde TKP'nin damgasını taşımaktadır. TİP terminolojisinden yalnızca birkaç iz vardır.TKP, birkaç yıl önce yaptığı kongresinde “ulusal demokrasi” için bir program kabul etmişti. Birleşik program taslağı bu programda bazı detay değişikliklerle yetinmiş,“ulusal demokrasi programı" böylece yeni bir muhteva değil ama yeni bir isim kazanmış: “Barış ve demokratik yenilenme” programı olmuştur.
TKP bütün “orta katmanları” kazanma yoluna çıkmıştır. Oysa proleterya açısından
kazanılması mümkün olan güç küçük burjuva tabakalardır. Orta tabakalar ise
tarafsızlaştırılmalıdır. Onları kazanma şansı zayıftır. Özellikle 1974-80 arası mücadele
bunu pratik gidişiyle ispatladı. Bu mücadele sürecinde TKP, “goşizm”
çığlıkları atarak kendini küçük burjuva devrimciliğinden koparırken CHP ile ittifakı
başarabilmeki çin binbir yol izlemiştir.Mevcut programın temel mantığını ve ta
leplerini değerlendirerek eleştirimizi tamamlayalım.
“Dem okratik yenilenme stratejisi” hangi aşamayı temsil etmektedir?
“Ülkedeki politik güçler oranı, bağımlı tekelci-militarist oligarşiyi kesin yenilgiye uğratma, ekonomide ve iktidar yapısında devrimci dönüşümlere yönelme hedefleri için mücadeleyi gerçekçi kıldığında, Barış ve Demokratik yenilenme strateiik aşaması tamamlanmış olacak ve ... Parti bu durumda stratejik amaç ve görevler ¡yeniden belirleyecektir.
“ ... Parti ülkemizin temel sorunlarının kalıcı çözüme kavuşmasının ancak anti- emperyalist, anti-tekel devrimci dönüşümlerin gerçekleştirilmesi ve sosyalizme geçilmesiyle olanaklı olduğu görüşündedir.”(Taslak s.74)
Böylece mücadelenin ufkuna üç aşama yerleştirilmektedir: “Demokratik Yenilenme”, “anti-emperyalist, anti-tekel devrimci dönüşümler" ve “sosyalizm". “Birleşik Parti". bugünden “anti-emperyalist, anti-tekel” mücadeleyi “gerçekçi" bulmuyor. 12 Eylülle topraklarımızda ne olmuştur? Sınıflar yapısında bir alt üstlük yaşanmış mıdır? Eğer böyle bir değişim olsaydı, her siyaset programatik hedeflerini yeniden kritik etmek zorunda kalabilirdi. Yine 12 Eylül’- le birlikle arafattaki orta tabakaların siyasi eğilimleri devrimci güçlere bir yöneliş göstermekte midir? Bu sorunun cevabı da hayırdır. SHP ve DSP ortada!
TKP, daha önceleri 12 Eylül’e geliş nedenleri içinde şöyle bir tespit yapmıştır:“Dördüncüsü, CHP'nin yarattığı düş kırıklığının ve terörizmin etkisiyle orta katmanlardaki sağa kayıştı Böylece gericiliğin önü açılmıştır." Kısacık cümlede birkaç hata iç içe. Önce, CHP'nin dayandığı gerçek sınıf temeli tekel dışı burjuvalar açısından ortada bir “düş kırıklığı" yoktur. Onlar,Finans-Kapital’in yukarıdan tehdidi ve yükselen sınıf mücadelesinin aşağıdan baskısı arasında yalpalayıp, şinikleştiler Finans- Kapital'in tehdidinden çok, işçi sınıfı ve halk yığınlarının yükselen mücadelesinden korktular. Neticede Finans-Kapital'le uz-
47
“Demokratik yenileşme”
programı tekel dışı burjuvaların azami programıdır. Özce
SHP ya da DSP programlarından
bir adım ilerde değildir. 12 Eylül
TIP ve TKP’nin zaten dar olan
mücadele ufkunu iyice daraltmıştır. Böylece, Birleşik
Parti Programı, sosyal-demokrasi
kuyrukçuluğundan, sosyal-
demokratlaşmaya doğru önemli bir
adım atmıştır.
laşma yollarını aradılar. Bu gelişim tekel dışı burjuvaların sınıf yapısı açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Neticede de tekel dışı burjuva eğilimler 12 Eylül öncesi, 12 Mart çıkışına kıyasla sağa kaydılar.
Öte yandan, CHP'ne umut bağlamış işçi sınıfı ve halk kesimleri içindeki yaygın bir kitle için "düş kınklığı” söz konusudur. Ancak bu güçler sağa kaymamıştır. Tam tersine CHP’den kopuşup, daha radikal davranış yolları arayışı içine girmişlerdir. Hiç şüphesiz ki bu kopuş ve yöneliş, mücadelenin akışında ani bir sıçramayla olmamış, sancılı bir süreci başlatmıştır. 12 Eylül böyle bir momentte gelip çatmıştır.
“Gericiliğin önünün açılmasına” gelince. Sınıflar mücadelesi tarihinde TKP’nin deyimiyle “orta katmanlar” ya da daha doğru ifadeyle tekel dışı burjuvazi ve hali vakti yerinde diğer orta tabakalar, gericiliğin önünde hiçbir zaman tayin edici güç olamamışlardır. İşçi sınıfı ve halk örgütlenmelerinin gücü tayin edici rol oynar. Ancak TKP, CHP'ye böyle bir misyon yüklediği için kendisi de aynı “düş kırıklığını” yaşamaktadır.
12 Eylül sonrasına gelelim. Tekel dışı burjuva eğilimlerinin “sağa kayışı” ortadan kalkmış mıdır? Kesinlikle hayır. Eğer olaya bu partilerin 12 Eylül’e karşı laftan öteye bir türlü geçemeyen tepkileri yönünden bakılırsa, yanılgı kaçınılmazdır. Olayın bir de öbür yüzü vardır. CHP ve devamları, 12 Eylül öncesi sınıflar mücadelesinin kor- kulannı, hafızalarına bir daha silinmeyecek şekilde yazdılar. Sosyal-demokrasinin zavallılığının nedenleri bu gerçeklikte yatar. Halk hareketindeki muhtemel bir yükseliş onların da korkulu rüyasıdır. Demek sınıflar dizilişinde köklü bir değişim yok. Zaten “birleşik programda”ki üçlü aşamada bu “gerçekçi” tespite dayanır. Madem ki “orta katmanlar” bugünden yarına “anti- emperyalist, anti-tekel” bir mücadeleyi göze alamıyorlar, öyleyse şimdilik “demokratik yenilenme” ile yetinilmelidir.
“Birleşik programın” mücadele ufku, sosyal-demokrasinin mücadele ufkuyla sınırlıdır. Onunla birlikte “bir adım ileri iki adım geri!”
TKP bu yeni aşamayı kendisi açısından şöyle değerlendirir.
“Sorun devrime geçiş, devrime yaklaşmayı oluşturacak bir ara aşama sorunudur. TKP programının ulusal demokrasi basamağı bunu amaçlıyor.” (H. Kutlu, Nisan 1986) “Ulusal demokrasi basamağı” birleşik programda “demokratik yenilenme” oldu. 12 Eylül, birleşik partinin ufkundan demokratik devrimi itmiş, yeni bir aşama türemiştir. Buna gerekçe ise devrime “yak- laşma”dır. TKP için devrim öyle uzak bir hayaldir ki, önce ona “yaklaşıp” bakacaktır!
“Demokratik Yenilenme” programı hangi sınıflara karşıdır ve hangi güçlerden kaynak alır?
“Çalışkan ve yetenekli emekçi halkımızın insanca, onurlu ve mutlu bir yaşam sürmesinin, tüm temel istem ve umutlarının gerçekleşmesinin önünde duran ilk engel, egemen güçlerin bugünkü politikası ve anti-demokratik otoriter rejimidir.” (Taslak, 22)
Ortada hedeflenen bir sınıf ya da zümre yoktur. Tüm kötülüklerin kaynağı “egemen güçlerin bugünkü (dünkü değil bn.) politikası”dır. Demek ki, “demokratik
yenilenme” programı mücadele edilecek ilk engel olarak, Finans-Kapital’in bizzat kendisini değil, yalnızca “bugünkü politikası’- 'nı görüyor. Dolaylı olarak dünkü politikasını aklamış oluyor. DYP’ne rejimin “yolunu tıkama” misyonu verildikten sonra, böyle bir tesbite varmak artık hiç de zor olmazdı.
Burjuva sosyalizminin “demokratik” hedeflerinde sıkça “tekelerin etkinliğinin sınır- landınlması”ndan söz edilirdi. Şimdi 12 Eylül şokuyla bir adım daha geri çark edilip, egemenlerin “bugünkü politikası” hedef alınıyor. TKP, yığınları ihanet ölçüsünde aldatma gayretindedir. (TİP’de bu koroya katılmış oldu, onun nüans farklarını ne çare artık dikkate alamayız.) Egemenlerin “bugünkü” politikası, dünkü AP iktidarının politikasıdır. Ancak 12 Eylül’le aşırıca miyoplaşan gözler artık yalnızca burnunun ucunu görmeye yetenekli. Gerisi uzak, bulanık, ulaşılamaz karartılardır.
Birleşik program hangi güçlere dayanmaktadır?
"Ülkemizde Barış ve Demokratik Yenilenme stratejisinin geniş toplumsal güçleri vardır. İşçi sınıfı, kent yoksulları, köylülük, aydınlar ve geleneksel orta katmanlar” sayıldıktan sonra bir de “ulusal ekonomiye katkıda bulunan iş adamları” ilave edilmiştir. (Taslak, s.36) Program taslağının bir başka yerinde ise bu deyim biraz daha açılarak, “ulusal ekonomiye katkısı olan küçük ya da büyük sanayici ve iş adamları” (Taslak, s. 70) denmektedir. Birleşik program bu toplumsal güçlerden meydana gelen bir “hükümet”in demokratik yenilenmeyi gerçekleştireceğine inanmaktadır.
“Ulusal ekonomiye katkıda bulunmak” deyimi son derece belirsizdir. Bugün “ulusal ekonomiye” en büyük katkıyı, katma değerdeki pay açısından, birkaç büyük holding yapmaktadır. Evet bu holdingler, aynı zamanda uluslararası tekellerle doğrudan bağlantılıdır. Ancak bu onların “ulusal ekonomiye katkılarına” engel değildir. Zaten TKP'nin mantığı da "kimi büyük burjuvalarla, dahası kimi tekelci çevrelerle” taktik işbirliği yapmaya engel değildir.
“ D e m o k ra tik Y en ilenm ehükümetinin” programı neleri içermektedir?
“Ülkemizde demokratik bir rejimin kurulması, demokratik gelişmenin sürekli kılınması, askeri, darbelerle kesintiye uğramamasının güvence altına alınması, içinde bulunduğumuz dönemin başlıca sorunudur. Demokratik rejim, parlamentonun özgür iradeye dayanması ve en üst organ olması, temel hak ve özgürlüklerin eksiksiz sağlanması, özgür politik yaşamın ve demokratik katılımın gerçekleşmesi demektir." (Taslak, s.47) DYP'nin programını okumuyorsunuz, birleşik partinin demokratik yenilenme programının girişidir, aktardırdığımız.
“Demokratik yenilenme hükümetinin” “güvencesi altında” ikide bir yere kapaklanmadan sınıf mücadelesi yürüterek “devrime yaklaşmayı” başarabilmek, birleşik programın en büyük hayalidir.
12 Eylül sonrası, ordu müdahalelerinin tarihi kökleri yeniden araştırılır oldu. Ve bütün müdahaleler aynı kefeye konarak top ateşine tutuldu. Sivil toplum gevezelikleri öne çıktı. Aslında birleşik partinin “demokratik yenilenme programı” sivil toplum öz
lemlerinin başka ifadelerle dile getirilişidir. Hepsinin özü, sınıflar mücadelesi alanının kahredişi zor-luklardan kurtulma özlemine dayanır. 12 Eylül’ün gücü, daha güçlü direnişlerin ebesidir. Bunda şüphe yok. Fakat aynı zamanda güçsüzlüğün teorik mazeretlerini de yaratıyor.
Mücadele kaçınılmaz “kesintilere” uğrayacaktır. Bu gerçeklikten yakınmak, soruna çözüm getirmez. Mücadelenin güçlenmesinin tek güvencesi başta işçi sınıfının burjuva etkilerden kesin bir kopuşu başarabilmesinde yatar. Oysa, “birleşik parti” sınıf içinde burjuva etkileri canlı tutabilmek için didinip duruyor, “ulusal ekonomiye katkısı olan iş adamlarımızla" birlikte “demokratik yenilenme hükümeti" hayalini işçi sınıfına sindirmeye çalışıyor.
Programın “politik” bölümünden birkaç talep aktaralım:
Gerçekten çok partili bir sistem kurulmalı...
Milli Güvenlik Konseyi kaldırılmalı“— ... Sıkıyönetim ve olağanüstü hal ya
saları demokratikleştirilmeliYürütmenin parlamentonun dene
timi dışında kalan hiçbir faaliyeti olmamalıdır...
Türkiye NATO içinde kendi meşru güvenlik çıkarlarına ve dünya banştnın çıkarlarına uygun bir politika izlemeli... bu doğrultuda bir ilerleme sağlanmazsa, Türkiye NATO’nun askeri kanadından çekilmelidir..."
Bu kadar yeter!Programın ekonomi bölümünden iki
önemli talep:“Uluslar ötesi tekellerin ve yerli tekelle
rin, mali spekülatörlerin, asalak, vurguncu faaliyetlerine son verilmelidir.
Toprak reformu... yapılmalıdır" (Taslak s. 57, 58)
Çok açık ki: “birleşik program”, DSP’nin ekonomisti A.S. Akat'ın “alternatif büyüme stratejisi”nden bile gerilerdedir: A.Savaş hiç değilse, bir kanunla da olsa, tekelciliği yasaklamayı göze alabilmiştir. Birleşik program, nasıl egemen güçlerin "bugünkü politikasını” hedef seçtiyse, mantık sonucu olarak tekellerin yalnızca "vurguncu faaliyetlerine son ver”mekle yetinecektir.
“Demokratik yenileşme" programı tekel dışı burjuvalann azami programıdır. Özce SHP ya da DSP programlarından bir adım ileride değildir. 12 Eylül TİP ve TKP’nin zaten dar olan mücadele ufkunu iyice daraltmıştır. Böylece, Birleşik Parti Programı, sosyal-demokrasi kuyrukçuluğundan, sosyal-demokratlaşmaya doğru önemli bir adım atmıştır.
Bitirmeden bir noktaya değinmek gerekli. Birleşik Parti Programının “sosyal demokratlaşmaya doğru önemli bir adım” olduğunu söylediğimizde “öznelcilikle” suçlanabiliriz. “TİP'i burjuva sosyalist, diğer hareketleri “küçük” burjuva sosyalisti, kendini de devrimci proletarya sosyalistti sayan bir çevreyle nasıl tartışabilirsiniz?” (Gün Dergisi, Ağustos 1987) Böyle eleştirildik. Bu eleştiriye en güzel cevabı "demokratik yenilenme” programı veriyor. O program taslağının altında TİP’in de imzası var. Demek her satırına katılıyor. Şunu teslim ederiz. TKP, daima T İP ’den daha pragmatik
Devamı 69. sayfada
48
EL SALVADOR
GİRİŞKüba. Nikaragua, El Salvador, Guate
mala, Honduras, Belize, Kosta Rika, hepsi birer Orta Amerika ülkesidirler. Küba dışında hepsi birbiriyle iç içe mevzilenmişler- dir. Çok az farklılıkla aynı kültürü paylaşan, aynı dili konuşan küçük küçük ülkelerdir. Biraz hayal gücümüzü zorlarsak, El Salvador Ege bölgemiz olsa, Orta Anadolu Nikaragua. Trakya bölgesi Guatemala, Karadeniz Honduras, Güney Doğu Anadolu ise Kosta Rika olarak gözümüzde canlanabilir. Aralarındaki kilometreleri ve bazı doğa koşullarının engellemesine karşın halklar birbiri ile sürekli iletişim içindedir. El Salvador’un muzu yok, hasat zamanı Honduras’a kır proleterliği yapmaya gidilir. Kahve, pamuk toplama zamanı Nikaragua’da ücretler yüksekse oraya el vermeye koşulur. Somoza Sandinista devrimcilerine saldın mı yaptı, soluk El Salvador’da. Honduras’ta, Kosta Rika'da alınır ya da zıttı. Halk ve öncüleri sürekli birbirleriyle iletişim ve alış veriş içindedirler.
Bu gerçekler ışığında akla hemen gelen soru şudur. Nasıl olurda Nikaragua’da Sandinista iktidara geliyorsa, aynı şekilde El Salvador'da Farabunda Martı Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMNLF) bu işi beceremiyor Ya da Honduras Finans-Kapital’i ABD kuklası kontraları ülkesinde barındıracak kadar gericileşebiliyor? Leninizme göre devrimler dışarıdan ithal edilemezler ve ülkelerin kendi özel koşullanna göre biçimlenirler. Bu tez öylesine doğrudur ki bir- birinle bu denli iç içe Orta Amerika ülkeleri için bile geçerlidir. Burjuvazinin ve işçi sınıfının mevzilenişi bazı farklılıklar gösterebilmekte ve bu farkta sınıflar savaşının seyrini ve sonucunu etkilemektedir. FMNLF’nin devrimciliğinden, Sandinista Cephesi’nden dersler hem de çok dersler aldığına hiç şüphe yoktur. Bu dersler ışığında 1980 yılında — 1979 Nikaragua Devrimi’nden sonra— çeşitli fraksiyonlar ve örgütlenmeler birleşmiş 1981 yılında hep birlikte hem kırdan, hem de kentten saldırıya geçmişlerdir, ama yenilmişlerdir. Bu her şeyden önce ülke koşullarının ince detaylarından kaynaklanır. Burjuvazinin farklılığı ve örgütleniş biçimi önem kazanır. Nedir bu farklılık ki, onu şimdilik zafere götürmüştür. Aynca köylülük ve işçi sınıfı örgütlenmelerinin birbirinden dersler aldığı kadar burjuvazi de öğrenmekte, yeni yeni asker. politik dövüş biçimleri geliştirmektedir. Küba ve Nikaragua Devrim- lerinden sadece devrimci ateş almak yetmez onların ülke özgül koşullarına bir kuyumcu hassaslığı ile yaklaşmak ve sınıflar mevzilenişini berrak görmek gerekir. Yoksa Sandinista devrimcileri gözümüzde ilahla- ştr, FMNLF devrimcileri ise yerilir. Böyle
bir kestirmecilik dünya devrimci hareketinin tekrar tekrar yenilmesine yol açabilir.
BÖLÜM I “ EMPERYALİZM
GELİŞİGÜZEL İSTİLACILIK DEĞİLDİR”
El Salvador burjuvazisinin gelişimini belirleyen en önemli özellik ülkenin coğrafi konumu ve yeraltı, yerüstü zenginliklerinin özelliğinde ortaya çıkar. El Salvador’un Atlantik Okyanusu’nda, Avrupa kapitalizminin yolu üstünde, kıyısı yoktur. Bu onun Ingiliz ve Ispanyol kapitalist sömürgecilik döneminden az etkilenmesine yol açmıştır. Feodal beyler kıtanın doğusundakiler kadar kapitalizm ile alışverişe girememişlerdir. Karaip Adalan, Güney Amerika'daki gibi altın ve gümüş madenlerinin çok olmaması, gözden nisbeten ırak kalmalarına yol açmıştır. Ancak ne zaman ki kahve Avrupa halkları arasında yayılmış, serbest rekabetçi kapital bu işin ticaretinden sermaye devşirmeye başlamış, o zaman tüm Orta Amerika ülkeleri yavaş yavaş kapitalizmin pençesine yakalanmışlardır. Yıl 1850’lerdir.
Aynı yıllarda ABD ilk üretim fazlalığı krizlerinden birine girer. İç savaştan galip çıkan endüstri burjuvazisi meta ihracı için yer aramaktadır. İç savaştan galip çıkma, ülkesinden İngiiizleri atmanın verdiği zafer duygusu ile kıtada İngiliz, Portekiz tüccarlan ve yerli kıta burjuvazisi arasında arabuluculuk yapmaktan yavaş yavaş vazgeçer ve bizzat kendisi kıtaya açılır. 1870-1930 arası ABD kendi topraklannın uzantısı saydığı Güney Amerika ve Karaipler Adalan’nı hakimiyeti altına alır. Önce ülkesinde iki okyanusu birbirine bağlayan Pasifik Demiryolu'nu inşa edecek, meta dolaşımı için gerekli alt yapı tesisini kuracak sonra deniz kuvvetlerini geliştirip" kıtayı “fethe” çıkacaktır.
Bilindiği gibi 1900 başlarına kadar kapitalizm serbest rekabetçi dönemini sürdürür ve sonra emperyalizm çağma girer.
“Emperyalizm gerek sebep, gerek amaç ve gerekse şekilce gelmiş geçmiş bütün imparatorluklardan bambaşkadır. Şöyle ki:
“1- Eski istilacılıklar, bezirgân ekonominin adeta kervan yollarından ilerliye ilerleye açılıp yayılması ve geçtiği yerleri birbirine katmasıydı. Demek eski istilacılığın sebebi sırf ticaret çıkarları etrafında döner dolaşırdı. Emperyalizmde ise sebep Finans-Kapital (mali sermaye) çıkarları yani dünyayı paylaşma ve ilk madde kaynaklarını ele geçirme vs. zorunluluğundan olur.
“2 — Eski istilacılıklann maksattan sadece ilhak, yani yeni yeni ülkeler feth etmek
AYŞE TANSEVER
“cihangirlik" idi. Emperyalizm de bir yere Finans-Kapital uğruna iki amaçla saldınr: a) Dünyayı paylaşmak, b) Düşmanını zayıflatmak amaçlanyla...
“3- Eskiden istilacılığa kalkan Bezirgân imparatorluktan ‘C ihangir’ olurlardı. Y ani belli bir çağ içinde parlayan ve yukarıda tek kalan birer yıldız kesilirlerdi...
“Halbuki Emperyalizm gökünde yıldız çok. Birbirlerine karşı zıt kamplar kurmuş salgıncı emperyalist devletler boğaz boğaza bulunur. Bu emperyalistlerden birinin yıldızı sönüyor, ötekinin yanıyor değil; tümü de ufak tefek tempo ve ara farktan göstermelerine rağmen birbirlerinden aşağı kalmaz parlak istilacılardır.” (Emperyalizm, Geberen Kapitalizm Dr. H. Kıvılcımlı, s. 19-21)
ABD Emperyalizmi Amerika Kıtası’nı istila ettiği 60 yıl süresince bu amaçlarını yerine getirmenin zengin deneylerini yaşar. Finans-Kapital çıkarlarını kurar, geliştirir, sağlama alır, yeni-sömürgeciliği hem öğrenir hem de kurar. Avrupa emperyalistlerini kıtadan kovmayı başanr, kovama- dığı yerde anlaşır. Ülkelerdeki şirketleri, topraklan; gümrükleri, mâliyeyi, hükümetleri ele geçirir. ABD’nin bu işleri başarmasında komutan olan Smedley D. Butler emekliye ayrıldıktan sonra 1935'te. yap- tıklannı övüne övüne şöyle anlatıyor;
“Bu ülkenin en başarılı kuvvetlerinde, deniz piyade sınıfında asker olarak otuz üç yıl, dört ay geçirdim. Asteğmenlikten tüm generalliğe, hiyerarşinin bütün basamak- lannda bulundum. Bütün bu süre boyunca, çoğu zaman büyük iş adamları. Wall Street ve bankerler hesabına, kısacası kapitalizmin hizmetinde, kiralık katillik yaptım. Örneğin 1914’te Meksika, daha doğrusu Tampico’nun Amerikan petrolcülerinin çıkarlarına kurban edilmesine yardım ettim. Haiti ve Küba’nın, National City Bank’ın faizini kolayca toplayabileceği yerler olmasına yardım ettim. 1909'la 1912 arasında Nikaragua’nın tasfiyesinde uluslararası Brown Brothers Bankası na yardım ettim. 1903’te Kuzey Amerikalı meyva üreticileri yaranna Honduras’ın sindirilmesine yardım ettim.” (The Story of The Wealth of Nations kitabından aktaran Latin Amerika'nın Kesik Damarları. Eduardo Gale- ano. Alan Yayıncılık 1983. s. 115)
Hangi “babayiğidin” haddine düşmüş o zamandan sonra emperyalizmin yaptıkla- nnı bu kadar açık anlatmak. Bunun nedenlerine geçmeden önce ABD Finans- Kapital’inin amaçlarına hizmet için bu ülkelerde gerçekleştirdiği yatınmlara değinelim.
“Kahveyi limanlara taşımak amacıyla ulusal sermayeyle bazı demiryolları yapıl-
mıştır. Kuzey Amerikan girişimcileri, bunlara da el koyup yalnızca kendi ürünlerini taşımak üzere yeni demiryolları kurdular. Aynı zamanda elektrik, posta, telgraf, telefon ve en az bunlar kadar önemli olan politika tekellerini de oluşturdular. Honduras’ta 'bir eşek bir milletvekilinden daha pahalıya gelir.’ Tüm Orta Amerika ülkelerinde, Birleşik Devletler elçileri, başkanlardan daha fazla söz sahibidirler. United Fruit Co. muz üretimi ve ihracatında rakiplerini ezerek Orta Amerika’nın en önemli üreticisi olmuştur. Şubeleri, demir ve deniz yolları nakliyatını ele geçirmiş, limanları da tekeline alarak özel gümrüğünü ve özel güvenlik güçlerini kurmuştur. Dolar, bu ülkelerin resmi parası haline gelmiştir." (ay. s. 114)'
1920’lerden itibaren kıtada köylü isyanları orada burada patlamaya başlar. Meksika’da
Zopata tüm kıtaya adını duyurur. Nikaragua’da, öğrencisi Sandinista, ABD
askerlerine karşı en ilkel araç, gereçle ama en cesur biçimde dövüşe girişir. El Salvador’da Farabunda Marti tüm
köylülüğü peşinden sürükler. Bunlar ABD’nin artık Orta Amerika’yı eskisi gibi
sömüremeyeceğinin işaretleridir.Sonuç olarak 1850’lerden başlayarak
kapitalist üretim biçimi Orta Amerika’ya girmeye başlamıştır. Ancak başta serbest rekabetçi ABD burjuvazisi sonra da emperyalizmin tekelci burjuvazisi hiç te burada kendi ülkelerindeki gibi, bir önceki feodal ilişkileri tasfiye etmemişlerdir. Hatta latifun- da ağaları ve tefeci-bezirgânı yedeklerine alarak yeni sömürgecilik koşullarını kurmuşlardır. Başka bir değişle feodalizmin kölecilik yapısı ile burjuvazinin ücretli köleciliğinin en zalim yanlan üst üste rezonansa gelmiş, kırda sınıflaşma görülmedik boyutlara sıçramış, kırlar kır proleterleri ile dolmuştur. Kırlara giden yollar üzerinde de pamuk ve kahvenin dış dünyaya ulaşmasında aracı olan burjuva sınıfı cılız da olsa oluşmaktadır.
"Ekilmemiş, sahipsiz ya da Kilise'ye ve Devlet’e ait geniş topraklar özel mülkiyetin eline geçti. Yerlilerin yerleşimleri çılgınca yağmalanmaya başlandı. Toprağını satmayı reddeden köylüler zorla orduya alındı, (kentte sanayi kurulmayınca, bn.) plantasyonlar birer Kızıldereli mezan oldu. Sömürge yönetimi, zorla çalıştırma ve serseriliği önleme yasaları ile birlikte dirildi. Kaçak işçiler kovalanıyor, üzerlerine ateş açılıyordu. Liberal hükümetler, ücret sistemini getirerek çalışma koşullarını yenileştirdiler. Ama ücretliler kahve üreticilerinin mülkiyetine giriyordu. Yüzyıl boyunca, fiyatların yüksek olduğu hiçbir dönemde, ücret düzeyinde bir iyileşme görülmedi. İşçiler yoksulluk içinde sürünmeye devam ettiler. Ülkede tüketimi bir iç pazarın doğmasını engelleyen etkenlerden biri buydu. Kahve üretiminin ölçüsüz genişlemesi, her yerde olduğu gibi, iç pazara yönelik besin maddeleri üretimini köstekledi. Bu ülkeler, sürekli olarak, pirinç, kurufasulye, mısır, buğday, tütün ve et kıtlığına katlanmak zorunda kaldılar. Büyük toprak sahiplerinin verimli toprakları ele geçirip yerlileri attık
ları yüksek, engebeli arazilerde çok küçük ölçekte bir tarım yapılabildi ancak, ekim ve hasat zamanlarında oralara inip ücretli olarak çalışan yerliler yılın geri kalan zamanında da dağlarda yaşarlar. Minik bir toprak parçası üzerinde yaşamalarına ancak yeten mısır ve kuru fasulye üretirler. Dünya piyasasının işgücü rezervini oluştururlar.” (ay. s. 113-114)
1920-30 yıllarına gelindiğinde ABD’nin eski sömürgecilik koşullarında ülke halklarının vardığı nokta budur.
II. BÖLÜM DİKTATÖRLÜKLER
1920’lerden itibaren kıtada köylü isyanları orada burada patlamaya başlar. Meksika'da Zapata tüm kıtaya adını duyurur. Nikaragua’da, öğrencisi Sandinista, ABD askerlerine karşı en ilkel araç, gereçle ama en cesur biçimde dövüşe girişir. El Salvador'da Farabundo Marti tüm köylülüğü peşinde sürükler. Bunlar ABD’nin artık Orta Amerika’yı eskisi gibi sömüremeyeceğinin işaretleridir. Köylü isyancıların pek ilgisi olmasa da Marksizmi ilke etmiş, bir ülke Lenin öncülüğünde 1917’de iktidarı almıştır. Tüm bu dış etkenler ABD’yi yeni bir dış politikaya zorlamaktadır. Ayrıca 1929 yılı emperyalizmin en büyük ilk krizinin başladığı yıldır. Borsalar alt üst olmuş, kara Eylül yaşanmıştır. Emperyalizm feodal türünden bir "fetih” ruhunun kendisi için ne kadar riziko olduğunu anlamıştır. Gerisinde Finans-Kapital ağları ile bağladığı diktatörlükler bırakarak ülkeleri terk eder. ABD Finans-Kapital’i ile latifunda sahibi feodal
Şimdi bu ittifakı yeni sermaye ihracı için de basamak olarak kullanır. Orta ve LatinAmerika’ya ABD sanayi i hızla akmaya başlar.
El Salvador'da mod.ern anlamda sanayileşme bu tarihlerde başlar. Sanayi burjuvazisi gelişmeye bu tarihlerde başlar. İktidar 14 aile arasında paylaşılır. Bu nedenle tüm Latin Amerika’da El Salvador sözcüğü 14 anlamına gelen “Las Catorce” sözcüğü ile bir anlamda eştir. Eski latifunda ağaları tefeci-bezirgânlık aynı feodalizmde
olduğu gibi kendi kolluk kuvvetleri olan Ulusal Muhafızlara sahiptir. Her bir ağa kendi muhafız gurubunu oluşturur ve besler. Halka kan kusturan bunlardır. Ama bilindiği gibi burjuvazinin can ve malının koruyucusu kurum Ordu'dur. Burjuvazi bu görevi devlet kurumu haline getirecektir, Çünkü devleti ele geçirecektir. El Salvador'da 1980’e kadar ABD’nin desteğindeki Ordu hep ikinci planda kalmış kıtanın diğer ülkelerindeki gibi iktidarda ve halk muhalefetinin bastırılmasında baş rolü oynamamıştır. Bir anlamda bu feodalizm kalıntılarının nasıl etkin olduğunun göstergesidir. Sanayi burjuvazisi dizginsiz gelişememiş hep latifunda ağalarının, tefeci bezirgânlığın baskısı ve güdümünde kalmak zorunda kalmıştır.
1959 Küba Devrimi sonunda ABD kıtaya rüşvet olarak yeni sermaye akıtmak zorunda kalır. Sanayileşmenin artması bilindiği gibi sınıflaşmayı da arttınr. Şimdi bu sanayileşmenin 1970’lere gelindiğinde kırda yarattığı sınıflaşma şemasına bir göz atalım . (Tablo 1)
Toplam nüfus içinde Toplam üretimden_________________ _ l _________ payı ( % ) ____________ aldığı p a y j% )___
Topraksız-4 hektarToprak sahipliği 86 244-35 hektar toprak sahipliği 11 2935 hektar ve üstü 3 4 7
(Kaynak: El Salvador. Freiheitskâmpte in Mittelamerika, Rodrigo Jokisch 1981 s. 169)
beyler arasında emperyalizmin ördüğü ağı göremeyen köylü isyanları birer birer bastırılır.
Guatemala’da Jorge Ubico, Honduras’ta T .Carias, El Salvador’da Maximiliano H. Martínez yaklaşık yirmişer yıl tam bir feodalizm despotluğu ve kendilerinin ve ABD Finaııs-Kapitalı’nin çıkarlarını korurlar. Martínez insanlıktan hiç nasibini almamış, yarı büyücüdür. “Bir kanncayı öldürmek bir insanı öldürmekten daha ciddi bir suçtur, çünkü insan öldükten sonra yeniden dirilir, karınca ise bir kez yaşar ve ölür” ilkesini bayrak eder. (Time muhabirinden aktaran ay. s. 118). Elli yıl önce esirliği yakalamış “özgürlükçü” “ insan hakları savunucusu” ABD Finans-Kapital’i işte böyle diktatörlüklerle ancak, çıkarını koruyabilir.
1950 yıllarında II. Dünya Savaşı bitmiş, dünyamızda ulusal kurtuluş savaşları ateşi cayır cayır yanmaktadır. ABD savaştan galip çıkmış sermaye ihraç etmek için yeni yöntemler ¿ıramaktadır. Ama sermaye korkaktır. Ancak devlet güvencesi onu yüreklendirir. ABD 11. Dünya Savaşı öncesi tüm Latin Amerika’yı Hitler Faşizmine karşı bir askeri dayanışma altında birleştirebilmiştir.
TABLO ITOPRAK DAĞILIMI
Günümüze kadar tekelleşmenin arttığını rahat rahat varsayabiliriz. 4 Hektarlık toprağın verimli Orta Amerika topraklarında bile bir aileye yeteceğini varsaymak iyimserliktir. Yani kır nüfusunun % 86’sı kır proleteridir. Ve bunlar toplam üretimin ancak bir çeyreğine sahiptir. Olaya birde başka acıdan bakalım. Tarımda çalışan nüfus 636.617 kişi olarak verilmektedir. Bu rakamın % 86’sı 547.491 kişi eder. Toplam çalışan nüfus ise 1.6 milyon olduğuna göre demektir ki bunun 1 /3 ’ü kır proleteridir.
4- 35 hektar toprak mülkiyetinin ise toplam üretimden aldığı pay % 29’dur. Buna da rahatça orta köylülük diyebiliriz. Tablonun 35 Hektarlık toprak mülkiyeti rakamı ise biraz bizce kaba bir tasniftir İçinde latifunda ağalığı ve büyükçe toprak mülkiyetini gizlemektedir. Genelde El Salvador’un ekilebilir topraklarının % 55’inin % 2'den az bir nüfusun elinde olduğu bilinir. Ancak ileride değineceğimiz toprak reformunda ele alınan rakam daha açıklayıcıdır. Bu projede "1250 hektardan lazla
376 çiftlik"in topraksız köylüye damıtılması öngörülmektedir. Yani El Salvador'un kırlarının asıl sahihi işte bu 376 ailedir. Çevresindeki tefeci-bezirgânlık ve modern toprak sahipliği ile rakam olsa olsa % 2'lik orana ulaşabilir.
1968'lerde El Salvador tuvalet kâğıdı ve kibritin % 100'unu ABD’den dövizle ithal eder. (Kaynak: El Salvador: Freiheits- kâmpte jn Mittelamerika 1981 s. 175). Çünkü El Salvador'da Nikaragua gibi bunların hammaddesi kereste, yani büyük ormanlar'yoktur. Onun yerine tekstil, gıda vc kimya sanayi ağırlık kazanır. Sanayinin yarıdan fazlası da ABD tekellerinin, özellikle United Fruit Co. elindedir. Şimdi GSMH içinde sektörlerin ve işgücünün ya
pısına bakalım. (Tablo II)
rlka ülkeleri gibi El Salvador ekonomisi de krize girer. Tanm fiyatları tüm dünyada düşer. Kahve, pamuk gibi bir iki kalem tanm ürününe dayalı ekonomiler için bu döviz gelirlerinin düşmesi demektir. Sanayi yenilenmek istemektedir. İşsizlik ve devalüasyonlar baştan dar olan iç piyasayı daha da daraltmaktadır, iktidar ülkeyi eskisi gibi yönetememektedir. Bunun politika sahnesindeki yansıması burjuvazinin bile çığlık atmasına yol açar. Sanayi burjuvazisinin partisi Hıristiyan Demokratlar, sosyal demokratlar ve Komünist Parti ile “Ulusal Muhalefet Birliği” ittifakını kurarlar. Hıristiyan Demokrat Parti lideri Jose Napoleon Duarte -şimdiki başbakan- 1972 seçimlerine toprak reformu talebi ile girer ve büyük bir çoğunlukla iktidara gelir. Ama bü-
TABLO II
GSMH içinde sektör İşgücü payı Barındırdığı nüfusSektörler Payı (%) 1984 yılı (%) (1980)Tarım 20.6 40 636.617Madencilik 0.2 0.3 4.394Manifaktür 15.5 15.5 247.621İnşaat 3.2 5.0 80.089Kamu hizmetleri 2.5 0 .6 9 681Taşıma habercilik 4.2 4.1 65.593Ticaret 25.6 16.1 256.086Finans 8.8 1.0 15.863Kamu idare, savunma 11.1 15.7 250.158Hizmetler 8.3Diğer — 1.7* 27.251*
Kaynak Britannica World Data, 1987, s. 638 ’ işsiz içinde .
El Salvador manifaktür endüstri üstünde duran orta gelişkinlikte ama Orta Amerika'nın en gelişmiş sanayi ülkesidir. Ülke topraklarının bizim Trakya bölgemiz kadar olduğu, üzerinde 5 milyon nüfusun barındığı yani nüfus yoğunluğunun Orta Am erika için en yüksek ülke olduğu düşünülürse bu biraz da kaçınılmazdır.
Sektöre! açıdan yukarıdaki tabloyu incelersek nüfusun % 40'ını barındıran tarım GSMH'nın ancak % 20'sını oluşturur. Yani El Salvador bu açıdan bir tarım ülkesi değildir. Ama ihracatının % 100’ü bu sektördendir. Sanayi sektörünün payı madencilik ve manifaktürü toplarsak % 15.7'llk payı oluşturur. Bu iki sektörün ve el sanatlarının üstünde durduğu ticaret % 25 .6 ‘lık payı ile en gelişkin alandır.
Ülkeye işgücü açısından bakarsak şu tabloyu çizebiliriz. % 40 kır nüfusu, % 15.7 asker, % 16.1 tüccar ve % 25.5 işçi ve meynur. Bu son grubun içine madencilik, manifaktür inşaat, kamu hizmetleri ve taşıma. haberleşme sektörlerini koyduk. Bu yüzdeleri rakamlaştırırsak, kentte işçi ve memur olarak çalışan nüfus 407 .378 ’dir. Bu rakama yukarıda çıkarttığımız kır proleteri sayısı 547.491’ı eklersek 954.869 elde ederiz. Yani kabaca sınıflar mevzileııişi ortaya şöyle çıkmaktadır. 1 milyon işçi memur ve köylülük ile 250 bin el sanatları ve tüccar ve 250 bin asker ve bürokrat. El Salvador devrimi açısından önemli olan da bu 1 milyonluk kent ve kır proleterinin örgütlenmesidir
1970’lerden başlayarak tüm Orta Ame-
yük latifunda sahipleri tefeci-bezirgânlık ve ona bağımlı Finans-Kapital hemen bir darbe ile kendisini indirirler, Duarte soluğu Meksika'da alır. Aynı şey 1976 seçimlerinde bu kez Albay Molina tarafından savunulur ama sonuç farklı değildir.
BURJUVAZİNİN NİKARAGUA’DAN ALDIĞI DERSLER
1979 Temmuzunda Sandinista Cephesi Somoza faşist diktatörünü devirince ABD’- nin önemli bir kalesi düşer. 20 yıl sonra ABD ikinci darbeyi yemiştir. Tüm Orta Amerika kaynamaktadır. Nikaragua ateşi her yere kıvılcım saçmıştır. Nikaragua mutlak geri kazanmalıdır. Ama o günkü güçler dengesi ABD’nin direkt bir müdahalesine imkân vermez. Öyleyse ne yapmalıdır? FMNLF liderlerinden biri o dönemde ABD'nin taktiğini şöyle çiziyor:
“Bu durumda (devrimci bn.) süreci durdurmak için tüm Orta Amerika devrimini yok etme girişimleri vardır ve bunların en duyarlı noktası El Salvador’da yoğunlaşmaktadır. Birleşik Devletler inanmaktadır ki. El Salvador'a müdahale daha kolay uygulanır ve bu ülkede karşı devrim daha kolay zafere ulaşır. El Salvador’a bir müdahaleden yola çıkarak sorun genelleştirilir, yaygınlaştırılır ve savaş bölgesel hale dönüştürülebilir. Böylece Kuzey Amerika halkı ve dünya kamuoyunda ABD'nin Nikaragua ve bütün Orta Amerika'ya müdahalesi haklı gösterilebilir." (El Salvador'da Devrim. Yarın Yayınları s. 18-19).
Peki ABD El Salvador'a nasıl müdaha
le edecektir? Nasıl bir halka yakalayacaktır? ABD Nikaragua’dan çok şeyler öğrenmiştir. Somoza’nın devrimci kabarışı önleyememesi, tekelci burjuvaziyi de anti- Somozacı yapıyordu. ABD’nin bir darbe yapmasından her gün söz ediliyordu ama sonu gelmiyordu. Vahşi burjuvazi tüm ikircikliğini gösteriyor, bir lekelci-burjuvaziye bir devrimci güçlere doğru yalpalıyordu. Sonuç neydi? ABD ve tekelci burjuvazi So- moza’ya tabi oluyorlardı. İdaresizlik, iktidarsızlık sürüp gidiyordu. Sonuç burjuvazinin yenilmesi olmuştu. ABD emperyalizmi ve yerli iktidarların aldığı bu dersler ışığında El Salvador’da yürüttükleri politik ve pratik adımlan irdeleyelim.
a) Politik alandaABD, Nikaragua’da beceremediğini El
Salvador'da başânr ve 3 ay sonra bir darbeyle iktidarı devirir, yerine ordunun ağırlıkta olduğu bir Cunta kurulur. Cunta'nın ömrü uzun olmaz ama açıklanan hükümet programı, burjuvazinin iktidarda bir süre daha kalmasını garanti eder. Cunta 3 temel reform yapacaktır. 1 Toprak reformu, 2. Bankalann % 55’inln millileştirilmesi. 3. Dış ticaretin devletleştirilmesi. Evet yanlış yazmadık, tam da Sandinista’nın reformuna benziyor değil mi? Bu elbette iktidardaki 14 aileyi çok korkutur ve hemen karşıdevrim yaparlar ve 2 yıl boyunca reformları uygulamamanın binbir taklasını atarlar. Ama ABD açısından bu pek de önemli değildir. iktidar istediği kadar kaynasın, burjuvazinin elindedir.
ABD'yi böyle bir reform açıklatmaya zorlayan nedir? En başta halk muhalefetinin gücüdür, diğer yandan ABD’nin çaresizliğinin işaretidir. Sandinista’nın halklarda yaktığı kıvılcımı söndürmek için başvurduğu bir aldatmacadır. Halkı şaşırtmadır. Bunu ilk defa denememektedir. 1960'larda Kennedy Küba devrimi sonrasında kıtada yükselen halk muhalefetini bahane ederek daha çok sermaye isteyen kıta iktidarlarına toprak ve mali reform yapma koşulu ile sermaye vaat etmiştir ve sonuçta hazırlanan reformlar hiçbir işlev görmeden rafa kalkmıştır. Ayni şekilde Vietnam'da toprak reformu yapılmış daha doğrusu yapılamamıştır. ABD baştan bu reformun nerelere gideceğini çok iyi bilmektedir. Bakın bir Sovyet yazan Kennedy’nin amaçlannı nasıl açıklıyor.
“İlerici İttifak (kıta ülkelerinin o zamanki ittifakı, bn.) çerçevesinin politik alanında ABD ittifakı bazı sınırlı sosyal reformlar yapmak ve böylece halkın anti-emperyalist ve antl-feodal duygulanna karşı bir sibop sağlamaya çalışıyordu. Geleneksel müttefikleri -daha gerici burjuvazi (tekelci burjuvazi bn.) ve toprak sahibi çevreler (latifunda ağaları ve tefeci bezirgânlar bn.) ile bağlarını koparmadan. ABD, yanına ulusal burjuvazinin daha liberal kanadını -(aydın ve vahşi burjuvalar bn.) orta tabakaları ve köy aydınlarını almaya çalışıyordu. Kır burjuvazisi ile yeni bir şekilde işbirliği sağlanabilirdi.“ . ..“Latin Amerika iktidar sınıflarına Küba'ya yapacağı saldırıda destek sağlamak için verilen bir çeşit rüşvettir." (Pan Americanism: Its Essence and Evolution, Moskova. 1982, s. 92)
Kısaca ABD Küba Devrimi sonrası kıtada yürüttüğü politikanın aynısını, ama bu kez bizzat devrim yapan ülkeye müdahale ederek değil- çünkü ağzının payını almıştır-
İlk fokoculuk deneyimi
1959-60’iarda başlayıp'iki yıl
içinde, önde gelen siyasi liderlerin
sürülmesi ile son bulur. Sandinista devrimcileri gibi
kırdan kente sonra tekrar kıra gibi
uzun boylu gerilla pratiğine izin veren
boş alanlar, engin ormanlar
bulunmayışı, ülkenin bir
ucundan diğerine ulaşan karayolları
ağının sıklığı El Salvador
devrimcilerini kısa zamanda yığınların
içine itmiştir.
komşu ülkeye müdahale ederek uygulamaktadır. Şimdi olmayacak bu reformlarla Nikaragua’da saflarına çekemediği yaban burjuvaziyi, küçük burjuva tabakaları, burjuva aydınlarını yanına destek alacaktır. Zaten burjuvazinin canının yongası olan malına dokunacak herhangi talepte yoktur. Banka ve dış ticaret bu kesimin elinde olmadığı gibi, elinde olanlardan bizzat sanayi burjuvazisi yaka silkmektedir. Gerçekten de ABD’ııin taktiği tutar. Komünistlerle işbirliğinde olan Duarte'nin partisi ittifaktan kopar ve iktidarın eski üyeleri ile işbirliği ne girer. 1972'lerin reformcusu Duarte sürgünden geri döner. Ordu mensupları ile ilişkileri pekiştirir. ABD hep Duarte’ye oynar ama kazın ayağı başkadır. Duarte’nin arkasındaki halk desteği kalkmıştır, Eskiden yüz binleri sokağa dökerken Cunta sonrası düzenlediği gösteriye sadece yakın çev resi gelir. Halk burjuvazinin reformlarına kanmaz. Ama emperyalizm çoktan yenildiği El Salvador’da iktidar günlerini 7 yıldır böylece uzatmaktadır.
Latifunda ağalan, tefeci bezirgânların ve tekelci sermayenin "kapitalizm elden gidiyor”, Ordu'nun ise "Bunlar (reformlar bn.) sizin hayat sigortanızdır” dediği reformlar ise kooperatiflerin fiııans zorluğu, kredisizlik ile iflasına, yoksul köylünün ise tefeci be- zirgâna biraz daha borçlanmasına, büyük bir kısmının da Ulusal Muhafızlarca tehdit edilip, sürülüp öldürülmesinden başka bir sonuç doğurmamıştır.
b) Askeri alandaABD’nin Ordu’yu iktidara getirmesinin
önemli iki nedeni vardır. Başta da söylediğimiz gibi Ordu’nun içinde nüfuzu fazladır. İkincisi Ordu şimdiye kadar Ulusal Muhafızlar kadar halk gözünde deşifre olmamış, yıpranmamıştır. El Salvador’a hemen askeri yardım hızla artar. Araç gereç, V ietnam’da deneyim kazanmış danışmanlar yollanır. Askerler hemen ABD’nin üslerinde eğitime alınır, sayıları arttırılır.
Fakat önemli olan yürütülen taktiktir. Bilindiği gibi Saııtinista'yı zafere götüren kentlerdeki ayaklanmalardır. Kırlardan gelen devrimci ordular, kentlerdeki yeraltı örgütlenmelerinin desteği ile halkı ayaklandırıp iktidarı almışlardır. İşte ABD şimdi bu iki gücün birbirinle olan bağını kopartmayı planlar. Kentleri, devrimciler kuşatmadan El Salvador Ordusu denetimina alacaktır. Ancak sonra devrimcilerin hakim olduğu üslerine girilecektir. Ama bu taktiği de yok- laya yoklaya yürütür çünkü işçilerin örgütlenme gücünü somut olarak görmek zorundadır.
1980 Mart’ında latifunda ağalan, başpiskopos Romero’yu öldürtürler. Romero askerleri halkın yanına almak için açıktan açığa mücadele etmektedir. "Kilise adına size sesleniyorum! Askerler, öldürme emrine uymayın." "Reformlara kan bulaştı, hayır gelmez” diye seslenmektedir. Cenaze törenine 80.000 kişi katılır ama Nikaragua’da benzer bir olaydaki gibi grevler başlamaz. Altı ay sonra iktidar temsilcileri ve devrimci örgütlerin 6 lideri ABD elçiliği aracılığı ile toplanmaya karar verirler. Devrimci liderlerin hepsi katledilir. Bu da grevlere yol açmaz. Bütün bunlar burjuvazi açısından kentlerdeki devrimci örgütlenişin eksikliğinin birer işaretleridir.
Sonuç da ABD kent ve kır bağlantısını koparma taktiğinde başarı kazanır. El Sal
vador Komünist Partisi Genel Sekreteri Schafik Jorge Handal o günleri şöyle değerlendiriyor: "FMLNF, önemli bir gelişme gösterdi. Ancak FM LN’nın başkent ve diğer kentlerdeki politik eylemleri azaldı. Bunun nedeni, düşmanın halk üzerindeki zorbaca baskılarında aranabilir. Ancak yalnızca bu değil. Aynı zamanda politik mücadele biçimindeki değişiklikler ve kentlerdeki koşullara uyma çabası da var." (El Salvador'da Devrim, s. 29) ABD desteğindeki Ordu kentlerdeki baskısını artırdı ve kitle terörü uygulamaya başladı. Ama yenilginin nedenini Devrimci Halk Ordusu (ERP)’nin lideri Joaquín Villalobos şöyle değerlendiriyor.
"Başpiskopos Romero'nun öldürülmesi. kitlelerdeki tepkiyi en üst düzeye getirdi. O zaman herkes bir ayaklanma bekledi. Devrimci hareket, askeri eylemlere gerek olmadan kırsal kesimi paralize edebilirdi. Disiplin yetecekti, çünkü işçi ve memur örgütlerinin yüzde 90'ı devrimci hareketin talimatlarını izliyordu Orta tabakalar, işçi hareketi ve öğretmenler ile kırsal kesimdeki güçlü kitle hareketleri için devrimci bir yönetim vardı. Bunun kanıtı Mart ve Haziran'daki grevlerdir. Bunlar kırsal ke- simede yayılmıştı..
“Eksikliğin kitlelerin desteğinde olduğu söylenemez. Düşman sistematik kitlesel teröre başlamıştı ve devrimci hareketin elinde, kitlelerin ayaklanmasını sağlayacak yeterli askeri güç bulunmuyordu.
“Aynı zamanda, devrimci hareket içindeki birliği politik çizgide bir birliğe döııüş- türenıedik. Bu, bir ayaklanma stratejisinin ve bir politik-askeri stratejinin yanlışlarını açıklıyor. Kitleler kendilerini koruyacak olanlardan daha etkin askeri varlık ve nitelik istiyor. Bunu mücadelenin daha üst bir aşamasına erişebilmek için istiyorlar.” (ay. s. 102-3)
Görüldüğü gibi ABD desteğindeki gerici iktidar güçleri El Salvador’da atak davranmış, Sandinista’yı zafere götüren kırlardan kentlere saldırı ve kent halkının ayaklanması ile ordunun lojistiğinin önünün tıkanıp parçalanması ve iktidarın devrilmesi safhasına geçmeden saldırmıştır. Ve devrimci hareket kitle desteğine sahip olduğu halde devrimciler arası birleşmenin olmayışı askeri-politik stratejisizlik yenilgiyi getirmiştir. O günden sonra iktidar, arkasında ABD'nin tam desteği ile silahlanmasını, teknik bilgisini, asker sayısını görülmedik derecede arttırmış ve arttırmaktadır. Bu terörün sonucu nedir? 1980-85 yılları arasında 50 .000 kişi ölmüş, 1 milyonun üzerinde insan ise mülteci olarak başka ülkelere göç etmiştir. (International Aflairs. 11 /198 5 s. 47). Yoksa, “Onlar (FMNLF) ülkelerindeki zorlu mücadele koşullarına mükemmel adapte oldular, ABD öğretmenliği altındaki Salvador Ordusu’nun tüm taktik ve stratejilerine karşılık verebiliyorlar, dahası hiçbir dış yardım almadan sonsuza kadar verecekler.” (Fidel Castro ile bir konuşma, Editora Politica, La Havana, 1985 , s. 39)
BÖLÜM IIIFARABUNDO MARTI ULUSAL KURTULUŞ
CEPHESİ (FMNLF-RDF)1980 Nisan’ın da işçi sendikaları, sol-
kanat Hıristiyan partileri, öğrenci memur, esnaf derneklerinin katıldığı Devrimci Demokratik Cephe (RDF) kurulur. Sonra 10 Ekim'de 5 örgüt ve partiler aralarında birleşirler ve Farabundo Martı Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMNLE)’yı kurar ve RDF’e katılırlar. Bu örgüt ve partiler şunlardır: 1. Halk Kurtuluş Güçleri (FPL) (en geniş tabana sahip) 2. Devrimci Halk Ordusu (ERP) 3. Ulusal direniş Ordusu (FARN) 4 Salvador Komünist Partisi (PSC) 5. Orta Amerika Devrimci İşçi Partisi (PRİC). Liderleri yürütme komisyonunu oluşturur, RDF ise 7 üyesi ile tüm FMNLF’nın politik sözcülüğünü yapar. 20 ülkede temsilcilikleri vardır. Fransa, Meksika ve Sosyalist Enternasyonal kendilerini taraf olarak resmen tanımıştır.
Devlim in Yolu - Silahlı Mücadele
Devrimin nasıl yapılacağı, barışçıl yoldan devrim, silaha sarılına, gibi tartışmalar El S alvador’un devrimci literatüründe 1970’lere kadar uzun boylu yer kaplar. 1930 yılında kurulan Salvador Komünist Partisi (PSC), Küba Devrimi'nin öğrenci gençlik içinde yaktığı aleş ile bir bunalıma girer. İlk fokoculuk deneyimi 1959- 6 0 ’larda başlayıp iki yıl içinde, önde gelen siyasi liderlerin sürülmesi ile son bulur. Sandinista devrimcileri gibi kırdan kente sonra tekrar kıra gibi uzun boylu gerilla pratiğine izin veren boş alanlar, engin ormanlar bulunmayışı, ülkenin bir ucundan diğerine ulaşan karayolları ağının sıklığı El Salvador devrimcilerini kısa zamanda yığınların içine itmiştir.
“Gerilla birliklerinin oluşturulmasının ilk aşamasında ne orman alanı ne de gerekli tenha yerler vardı. El Salvador’da devrimci hareket tabanını kırsal alana yönelttiği zaman oralarda da kentlerdeki gibi gizlenerek çalışmak zorundaydı. Çiftliklerde çiftçilerle kenetlenmek ve onlara askeri eğitim vermek zorundaydık. İkincisi, sabahın saat 3’ünde kentlerdeki gibi güvenlik önlemleri vardı. Bunlar kesinlikle dezavantaj değil ama avantaj da değil Çünkü biz çiftçilerle birlikte ortaya çıktık ve onlarla birlikte geliştik. Hiçbir zaman kitlelerden soyutlanmadık. Elbette düşmanın terörü yüzünden kentlerdeki kitlelerin katılımında azalma oldu. Bu durum, ayaklanma için koşulları kötüleştirse de yeni bir biçimde, halkın katılımı olmadan kurulamayacak bir halk ordusunun oluşmasını engelleyemedi.
“El Salvador devrimci hareketi, topoğ- rafik dezavantajların ve yüksek halk yoğunluğundan kaynaklanan zayıflıkların çözümünü bulmuştur. Bu çözüm, halk hareketinin örgütlenme derecesindeki yükseklikte, halkın devrimci görevlere yoğun olarak katılımında, yeni katılım biçimlerinde bulunmuştur.” (ay.s. 106)
Salvador'da gerilla hareketi baştan Küba’daki gibi silaha sarıldığında kitlelerle kenetlenmek zorunluluğunu hemen anlamıştır. O zamana kadar kitlelerle şöyle ya da böyle ilgilenen Komünist Parti içinde çalışmak zorunda kalınmıştır. Ama Komünist Parli tüm ülkelerde görülen legalizm, bü- rokratizm, ekonomizm batağındadır. Bugün FMLNF içinde en yaygın tabanı olan Halk Kurtuluş Güçleri (FPL) lideri, 1983’te ölen Cayenato Carpio eski bir fırın işçisidir. Küba devrimindeıı önce Küba’da ça-
52
Iışmıştır. Gelip ülkesinde fakoculuk yapar, çıkmazını görünce KP içinde sendika örgütleme görevini üstlenir. Bağımsız sendikalar kurar ve “Fedarasyon bir yıl içinde çoğunluğu ele geçirdi ve 14 sendikadan 147 sendikaya yükseldi." (ay. s.66) Ama koşullar legal grev yapmayı o kadar zorlaştırır ki hemen kitlelerin silahlı mücadeleye itilmesi gerekir. “Gençliğin bir bölümünün silahlı mücadeleye eğilim duymasına karşı Parti'nin bu konumları mahkûm edip uygulayanları düşman olarak nitelemesini. bunlara düşman gibi bakmasını endişeyle izliyordum.” (ay. s.69-70) “ 1968 Mart’ında yayınlanan bir Parti belgesinde, genel bir ayaklanmayla kazanılan devrimci iktidarın korunması dışında, bu ülkede bir gerilla savaşının mümkün olmadığı belirtilmişti." (ay.s.94) 1970 yılında Parti'den kopuş başlar. Kopanların amacı mücadeleye kent gerillacılığı ile başlanmasıdır. Sonra kırlara, daha sonra dağlara yayılı- nılacaktır.
Politik-Askeri Örgütlenme
Halk Kurtuluş Güçlerinin çekirdeği olan 7 kişi politik-askeri bir örgüt kurarlar ve bunun stratejisini çizerler. Mücadelenin tüm biçimlerinin kombinasyonudur.
“(Bu) Politik değişimin silahlı eylemlerle bağlantılı olması ve başlangıçta ilk olarak kalan tüm mücadele biçimlerinin kombinasyonu(dur). Silahlı mücadele, başladığında, henüz ülke düzeyinde uygu- lanmasa ve henüz belirleyici olmasa da, bütün sürecin belirleyici (aktörüdür. Yani, temeldir, diğer mücadele biçimleri silahlı mücadeleyi rayına oturtmak içindir."
“Bu kavram (politik-askeri örgüt) parti çizgisinin inkârı anlamında ele alınamaz, tersine bu çizgi içinde halka doğru çizgiyi ve katılımının iki yanını açıklamak zorundaydık. Kitlelerin mücadelesi ve silahlı mücadele. Bunların ikisinin de bu örgüt tarafından yönlendirilmek zorunda oluşu.
“Politik-askeri örgüt kavramı ile. militarizm içinde ya da yalnızca politik yönleri dikkate alan sağ sapma içinde zayıflamaktan kaçınmaya çalıştık. Ancak bu kapsamlı bir çizgi olarak anlaşılmazsa, militarizmin ağır yanlışları içine düşünebilir. Başlangıçtan beri askerliliği, bilinçli olarak politikli- ğin başka araçlarla, askeri araçlarla tamamlanması biçiminde gördük.
“Aynı biçimde, başından beri halkın bu davayı kendi ellerine alması ve silahlı mücadelenin gerçek yürütücüsü olması gerekliliğinin de bilincindeydik. O zaman kitlelerin mücadele içine çekilmesi konusunda geniş deneyimlerden yararlandığımızdan, özellikle bürokratizme karşı deneyimimiz olduğundan, önümüze fazla güçlük çıkmadı. Halkın savaşı yürütmesi zorunluluğuna ve silahlı grupların halktan soyutlanmış, devrim işin halkın elinden almış kahramanlar olarak düşünülmemesi gerektiğine inanıyorduk.”
"... Politikanın savaşın amacı konusunda temel olduğunu ve askerliğin politikanın alt düzenlemesi ve sınıf mücadelesinin politik yönünün bir parçası olduğunu biliyorduk. (ay. s.70-71)
Devrimin barışçıl olmayacağı, olamayacağı Latin Amerika Ülkeleri gibi emperyalizmin baş güdücüsü, ABD’nin burnunun dibindeki ülkeler için o kadar apaçıktır ki,
bugün bu ülkelerin komünist partileri kendilerine çekidüzen verme, reformizmin, sosyal-demokrasinin peşinden ayrılma savaşı içinde bulurlar kendilerini. Belki de bunların başını El Salvador Komünist Partisi çekecektir. Liderleri J.Handal'ın bu konuya ilişkin yazısı ilginçtir:
“İktidar için mücadele sorunu birçok başka sorunla özellikle devrimin yolu ve biçimi sorunuyla bağlantılıdır. Eğer. Latin Amerika’da sosyalist devrimin olgunlaştığı görüşünden yola çıkılırsa, burjuvazinin iktidarını elinden alm ak ve onun bürokratik-askeri aparatını parçalamak gerekmektedir. Bugünkü koşullarda -bu ko şullar uzun erimde değişmez kalacaktır - buna barışçı yoldan ulaşılamaz. Bu Latin Amerika’da zafere ulaşmış iki silahlı devrim ile Şili ile Uruguay gibi gelişmiş demokrasilere sahip iki ülkede barışçıl yol denemelerinin yenilgisindeki deneyimlerle kanıtlanmıştır...
“ ...Bana göre, Latin Amerika'daki ö p v - rim için barışçıl yol, reformizm ile sıkı sıkıya balantılıdır.
“El Selvador Komünist Partisi'nin deneyimlerine göre, birçok faktör saflarımıza reformist görüş ve düşünceler getirmiştir.
“Belli temel sorunlarda yanlış değerlendirmeler, doğrudan yanlış olmasa da. iktidar sorunuyla ve devrimin biçimi ve yo lu ile ilgili teorik ideolojik zayıflıklar; buna ek olarak bizim de içinde olduğumuz birliğin 11 yıllık zaman akışı içinde demokratik birlik partilerinin görüş etkileri var. Bizi başlan atmak için cesur ve güç önlemler uygulanmasıyla bağlantılı olarak, derin bir özeleştiri isteniyordu, (ay. s.85-87)
S J. İlanda! 1964'ten sonra seçimlere katılma nedenlerini, bunun işçi sınıfına getirdiği yararları Leniıı’den alıntılarla ispatlamaya çalıştıktan sonra devam ediyor:
“Seçim kampanyalarımızda seçim sandıklarından iktidar beklememek gerektiğini, seçimlerin iktidar yolunda bir ad'm olarak görülmesi gerektiğini ve iktidarın başka mücadele biçimleriyle ele geçirileceğini söylüyorduk. Bu, gittikçe daha geniş halk yığınlarının silahlı mücadeleyi desteklemeye yönelmesine ve artan sayıda insanın silahlı örgütlerin üye ve savaşçıları olarak katılımına yarar sağlıyordu.
“Ancak. 1977 Şubat'ında bu noktaya ulaşıldığı zaman Merkez Komitesi politik komisyonu silahlı mücadeleyi, halkın politik mücadelesini güvenceye almak için benimsemesine karşın, bu kararı pratiğe geçirmek için iki yıl geçmesi gerekti. Bu gecikmem nedenlerini ortaya çıkarmak için, çözümlemeci ve özeleştirel büyük çabalara gerek duyuldu. Silahlı mücadele konusunda alınan kararın uygulanmasını zorlaştıran engeller bulunuyordu..
“İdeolojik engellerden de söz etmiştim. En önemli örgütsel engel, burada yatıyordu. Parti yetkilileri, partinin beyni, çatısı ve sinir sistemi olan ve merkezi bütün kararların hazırlayıcı ve uygulayıcısı durumundaki ulusal yönetim kadroları ve orta düzeydeki kadrolar ne silahlı mücadeleye geçiş için nasıl örgütlenmesi gerektiğini ne de bunun politik mücadeleyle bağlantısının nasıl kurulacağını bilmiyorlardı. Yetenekleri, tümüyle tek yönlü olarak gelişmişti. Yet
kililerimiz. silahsız kitle mücadelelerinin yönlendirilmesi konusunda çok yoğun ve hatta çok yaratıcıydılar. Propaganda, aji- tasyon. demokratik birlik partileriyle ortak faaliyetler, üniversiteler ile faaliyetler... ama mücadelenin daha yüksek biçimlerine geçiş konusunda hazırlıklı değildik..
Devrimin barışçıl olmayacağı, olamayacağı Latin Amerika ülkeleri gibi emperyalizmin
baş güdücüsü, ABD’nin burnunun dibindeki ülkeler için okadar açıktır ki, bugün bu ülkelerin komünist partileri
kendilerine çekidüzen verme, reformizmin, sosyal-demokrasinin peşinden ayrılma
savaşı içinde bulurlar kendilerini. Belki de bunların başını El Salvador Komünist
Partisi çekecektir.“Bir askeri komisyon kurmuştuk ama.
parti yöneticilerinin hiçbiri -ki bu belirleyiciydi silahlı mücadele biçimlerinin nasıl uygulamaca konulacağını bilmiyordu.Parti yönetimi bu engeli aşmak için. Nisan 1979’da illegal olarak yapılan VII. Parti Kongresi’ndeki kararlar ışığında cesur adımlar attı.
“Askeri komisyonu parti üyelerinden ayrı bir askeri örgüt halinde oluşturmak, o zaman mücadele için sır dolu bir örgüt biçiminde kurmak düşüncesinden vazgeçildi.Yaşam göstermişti ki. bu biçimde bir örgüt kurulamazdı. Askeri komisyondaki yoldaşlarımız bu konuda sorumlu değildiler, çünkü bu durum, kesinlikle tamamen aşılamayan reformist görüşlerle bağlantılı olarak, parti kadrolarının zayıflığının belli bir sonucuydu.
“Ancak, eğer askeri komisyon bu askeri örgütü kurabilseydi, o zaman çok büyük bir sorunla karşı karşıya kalırdık. Kardeş partilerin - özellikle Orta Amerika’dakile- rin deneyimlerine göre, böyle bir askeri örgütün oluşturulması askeri komisyon ile partinin diğer yönetim unsurları arasında çatışmalar yaratacaktı. Burada kimin haklı kimin haksız olduğu konusundan bağımsız olarak, partinin zamanı gelse de silahlı mücadeleyi örgütleyip yönetecek yeteneği parti bütünlüğü açısından bir sorun ortaya çıkacaktı.
“Bu sorun şöyle çözülebildi: Parti, tüm mücadele biçimlerini birbiriyle bağlantılı ele alarak yalnızca politik mücadeleyi değil, askeri mücadeleyi de uygulayacak, yönetecekti. Bu amaca ulaşmak için cesur adımlar atmak zorundaydık.” (ay. s.89-91)
Bildiğimiz kadanyla bugün yeryüziindeki çoğu ülke komünist partileri reformizm ba- tağındndır. Bu onları, iddia ettikleri gibi işçi sınıfının öncü partisi olmaktan alıkoymakta burjuvazi partilerinin kuyrukçusu haline getirmektedir Ancak halk hareketinin iyice yükseldiği, bunu yönlendirecek, onu gerçekten yönetebilecek devrimci örgütlenmelerin çıkmasından sonra ister istemez.El Salvador örneğinde gördüğümüz gibi, yeni yönelişlere, kendini revize etmeye itilmektedirler. SKP'nin devrimin yolu konusunda vardığı silahlı mücadele konağının,FM LNF’nın en güçlü örgütü Halk Kurtuluş Ordusu’nıın politik-askeri örgütlenme biçiminden görünüşte pek bir farkı yoktur.Ve ne yazık ki ancak olayların bunca zor-
53
lamasından sonra, 1980 sonunda bir cepheleşme sağlanabilmiştir, ancak ondan sonra solun birliği sorunu çözebilmiştir.
Küba Devrimi devrimcilere sosyalist devrim için öncülük etmiştir ama ne yazık ki, devrimin Leninizmin söylediği ülkenin
özgül koşullarına göre farklılık göstereceği tezi sadece içi bos bir dogma olarak
alınmıştır. Öte yandan iktidarda kalmanın iktidarı almaktan daha zor olduğu tezi de
fazla âbartılmıştır. ,Sosyalizm, politikanın bir sınıflar savaşı
olduğunu kabul eder, elbette bu savaşta devrimciler ya olgunlaşırlar ya da erir giderler ama bu onların kişisel gelişmeleri dışında bulundukları sınıf ve tabakalaşma ile de ilgilidir. Hiç şüphe yok ki yukarıda anlatmaya çalıştığımız SKP’nin devrimci saflaşa doğru adım atışının sınıfsal değerlendirmesi, 1980 yılı sonrası güçler dengesinde, küçük-burjuva kuyrukçuluğunun çıkmazının iyice ortaya çıkmasında yattığı ger- çeğirıdedir. Aydını ile, işçi aristokrasisi ile küçük burjuvazi gerçekten proletarya ve köylülüğün arkasına geçmekten başka yol bulamamıştır. Ancak ondan sonra devrimin yolu gibi, devrimci güçlerin birliği gibi, iktidar sorunu konusunda da doğru bir çizgiye oturtulabilmiştir.
İktidar Sorunu
Latin Amerika’da yaşanan iki devrim bu konuda komünist partilere de çok şey öğretmiştir. İkisinde de komünist partiler öncülük görevini yerine getirememiştir. Küba'daki devrim bir sosyalist devrimdir. Ay
* nca “Küba devriminin deneyimleri, yankeeemperyalizminin gittikçe artan karşı devrimci eylemlerine karşı kendini savunmak için, ekonomik-sosyal değişimlerde hızlı bir radikalleşmenin gerekli olduğunu gösterdi.” (ay. s.82) Oysa Nikaragua Devrimi bir anti-emperyalist demokratik devrimdir. “Nikaragua’nın sosyo-ekonomik değişimlerin gidiş ve derinliğini frenlemek zorunda kaldığı güncel deneyimleri ise bizim tarafımızdan temsil edilen tezin yeni bir kanıtını oluşturdu.” (ay. s.82) SKP lider ibu iki devrimin, yani sosyalist devrim ile anti- emperyalist devrimin arasında ayrılmaz bağlantılar olduğunu ve bunların iki ayrı devrim değil, devrimin iki yolu olduğunu söyledikten sonra “Bugün bulunduğumuz noktadan geleceğe bakacak olursak devrimin demokratik anti-emperyalist niteliğini görürüz” diyor.
Küba Devrimi devrimcilere sosyalist devrim için öncülük etmiştir ama ne yazık ki devrimin Leninizmin söylediği ülkenin özgül koşullanna göre farklılık göstereceği tezi sadece içi boş bir dogma olarak alınmıştır. Ûte yandan iktidarda kalmanın iktidarı almaktan daha zor olduğu tezi de fazla abartılmıştır. Bu dogmaları yıkan Nikaragua Devrimi’dir. Nasıl? Nikaragua'da devrim gerçekleştiğinde sanayisi en az gelişmiş ülkelerden biriydi. "Devrim zafer kazandığı zaman Nikaragua Küba’dan çok daha az kalkınma düzeyindeydi. Küba o zamanlar bir endüstriyel kalkınma düzeyine ulaşmıştı. Daha geniş bir işçi sınıfı, daha çok ta- tarımsal işçisi vardı. Devrim zafer kazandı
ğında Nikaragua Küba’da endüstriyel ve ekonomik açıdan çok daha geri bir ülkeydi. Nikaragua'da hâlâ daha çok el sanatları var ve çok insan küçük ticaretten hayatını kazanıyor. Devrimimiz Küba'da zafere ulaştığındaki gibi kalkınma düzeyi yok; koşullar farklı.” (Fidel Castro. EFE basın ajansıyla yaptığı mülakat, s. 32-33) İşte Nikaragua Devrimi ta baştan bir ülkenin ekonomik kalkınma düzeyinin devrimde tutulacak yolu nasıl değiştirdiği örneğini somutlaştırırken öte yandan tüm küçük burjuvazinin kurtuluşunun da işçi sınıfının ve köylülüğün peşinde olduğu mesajını da Latin Amerika ülkelerine iletiyordu. Şimdiye kadar Küba örneği sosyalist devrim yolu yerine yeni bir örnek ortaya çıkıyordu.
Solun Birliği Sorunu
“FMLNF için birlik sorunu da önemlidir. Biz bir parti değiliz. Her biri silahlı güçlere sahip beş partiden oluşuyor FMLNM,devrimci güçleri bir araya getirmek için yürütülen büyük çabaların sonucudur. Sonun da devrimci güçlerin birliğine ulaşılabildi.
Ülkemizde FMLNM'nın dışında kalan hiçbiı gerçekten hiçbir devrimci güç yoktur. Bu şimdiye kadar başka hiçbir yerde görülmemiş, çok önemli bir sonuçtur. Nikaragua’daki durum da sorun farklıydı. Orada, belli bir dönemde üçe ayrılan ve daha sonra (1979 Mayıs-Haziran’daki zafere ulaşılan nihai saldırıda kısa süre önce) birleşen tek örgüt, Nikaragua Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) vardı.” (ay. s.30-31)
Elbetteki solun böyle birlik içine girebilmesi kendi başına bir zaferdir. Nasıl sağlanmıştır? En başta önemli olan solun bölünmüşlüğünü bir keyfilik ya da kişilerin özel çıkar ve istekleri dışında nedenlerde aramalıdır. “Çünkü özgül nedenler nesnel nedenlerden doğmaktadır. Bunların kökleri, sınıfsal yapıda ve orta derecede gelişmiş kapitalizmin kendine özgü toplumsal görüntülerinde ve özellikle bağımlı kapitalizmde aranmalıdır.
“Bu gelişim aşamasında, üretim biçimi ve devlet üst yapısı, kapitalizm öncesi toplum biçimlenmesi ya da ön kapitalizmi içermektedir. El Salvador’da ’5()'li ve özellikle '601ı yıllarda bağımlı kapitalizm hızlı bir gelişme süreci göstermiştir. Bu süreçler yeni toplumsal tabakalar yaratmıştır. Bunlar göze alınmadan, bugün El Salvador da fa aliyet gösteren güçlerin durumu anlaşılamaz. (ay. s. 94-5)
Bu sınıf ve tabakalaşmaların da elbette sosyo ekonomik nedenlerle birbirinden farklı talep ve özlemleri vardır. Bu farklı kesim ve tabakalardan gelen devrimcilerin de ayrı ayrı örgütler kurmaları, sınıf analizlerini bu açıdan yapmaları kaçınılmaz olmaktadır. Ancak bu gerçeklik kavrandığında bir birleşme söz konusu olabilirdi.
En az bunun kadar doğru olan da parti veya örgütlenmelerin kendi hatalarını görebilecek düzeye sıçramalarıdır. SKP lideri bu konuda ileri bir adım attıklarını şöyle dile getiriyor: “Sağımızdaki bütün unsurları bunların ortaya çıkışlarını ve önemlerini bilmemize karşın, solumuzdaki güçlerin varlığını ve niteliklerini anlamak konusunda yeteneksiziz Aynı biçimde, bunların somut tarihsel önemi ve onlara karşı gö
revlerimizi de bilmiyoruz.
"Bu görüntü birçok faktörle ortaya çıktı. Ancak en önemli faktör, -her durumda olmasa bile- genel de solcularımızın, gerçekten devrimci bir mücadeleyi yürütmek için silaha sarılmalarıydı. Bu arada, politik görüşlerinde birçok tipik sol radikal yanlışlar yaptılar. Komünistler bunlara karşı sert tavır aldılar; ancak belli bir noktada haklıydılar. Latin Amerika ve üçüncü dünyanın birçok bölgesinde devrimci yol olan silahlı mücadelenin örgütlenmesi ve yürütülmesi için çalışıyorlardı. Yanlışları onları yok olmaya götürmediyse de, mücadelelerinde yavaş yavaş yenilgiyi öğrendiler. Politik yanlışlarını düzeltiyorlar ve sol çocukluk hastalıklarından kurtuluyorlar. Bazı başka örgütler kendilerini düzeltmeseler bile, bunu saptıyoruz. ” ..."Komünistler tarafından İstenen solcuların birliği için mücadele de, ancak somut bir çizgi, yanlışların aşılmasına yardımcı olabilir ya da en azından bu süreci hızlandırır. Ancak komünistler, kendi yanlışları olan reformizmi aşmadıkça, bu görevi yerine getiremezler.
"Refornnzm aşılaııa dek. komünistler ve silahlı solcular arasındaki ilişkiler -pratikte reform ile devrim arasındaki durumu yansıtır. Açıktır ki reformistler en iyi başka reformistlerle anlaşırlar. Bu, benim görüşüme göre, biz Latin Amerikalı komünistlerin sağımızdaki güçlerle niçin sol güçlerden daha iyi anlaşabildikleri sorusunun açıklamasıdır.” (ay. s.92-4) Görüldüğü gibi SKP kendi reformizm hatasını kabul ederken, bu gidişin kendilerinin solundaki güçlerin sol çocuklarının payını da gözardı etmeyerek birlik sağlamasının önüne doğru bir temelde değerlendirmektedir.
"El Salvador Komünist Partisi bu biçimde devrimci bir yönelim gösteren Latin Amerika’nın tek komünist hareketi değildir. Orta ve Güney Amerika’da çok sayıda parti silahlı mücadele ve devrimci güçlerin birliğinin gerekliliğini kabul etmiştir. Bu hareketimizi derin bir bunalımdan çıkarmak için bir taarruzdur. Bizler önce bu hastalıktan kurtularak, devrim için mücadeleye dikkate değer bir katkı sağlayacağız.” (ay. s.lüü)
BÖLÜM IVMÜCADELENİN SEYRİ
Yukarıda değindiğimiz gibi Nikaragua Devrimi, özünde tüm Orta Amerika’nın devrim kabarışının yüksek olduğu bir ıno- meıılle patlak vermiştir ve bölge iktidarları ABD emperyalizminin korumacılığı ve gü- dücülüğü altında hemen atağa geçmişlerdir. El Salvador’da 1979 Ekim Cuntası'- nın kuruluşu bunun ilk somut adımıdır. Henüz devrimci güçler Nikaragua Devrimi’- nin derslerini özümsemeden karşı güçlerin saldırısı ile yüz yüze kalırlar.
El Salvador devrimci güçleri birliği FMLNF ancak 1981 yılında nihai zafer parolası atar ama başarılı olamaz. FMLNF için 1981 yılı El Salvador'da devrimci savaşın başladığı yıl olarak kabul edilir. O günden beri de hareket giderek yükselmekte, yeni bölgeler ve zeminlere tırmanmakta, çeşitli biçimler ve laktiklerle devam etmektedir. En başta şunu ortaya koymak gerekir ki bugün F.l Salvador’da diğer Orta Amerika ülkelerindeki gibi Afganistan'daki gibi "ilan edilmemiş“ bir savaş sürmek-
54
ledir. Bu savaşın iki tane karşı karşıya gelmiş ordusu vardır, iki tarafın hakim olduğu bölgeleri vardır.
“Politik eylemler için koşullar ve fırsatlar açısından bakılırsa, bugün ülkemizde üç bölge bulunuyor.
“Bir yandan FMNLFnın denetiminde olan bölgeler var. Buralarda kitle hareketi güçlü ve yalnızca genç gerilla savaşçılarında değil, halkın büyük bölümünde kabul gö-
ı rüyor. Kitleler bizi destekliyor: denetimimizdeki bölgelerin, bizim deyişimizle destek üslerinin savunması için mücadele veriyor. Eğer bu destek olmasaydı. FMLNF şimdiye dek çoktan yok edilirdi."
“Bir de düşmanın mutlak egemenliğinin olmadığı, ama bizim de yeterli denetim sağlayamadığımız henüz üzerinde mücadele edilen ara bölgeler var. (Kurtarılmış bölgelerden söz etmiyoruz. Çünkü bütün ülke kurtanlamadan tam kurtanlmış bölge olmaz ve olmayacaktır.) Bu bölgede, destek üslerimiz bulunuyor ve yiyecek depolarımız vs. var. Eğer düşman buralara girerse, beklemediği bir direnişle karşılaşabilir. Bunlar ne bizim ne de düşmanın kapsamlı denetim kurabildiği bölgelerdir.
“Sonra başkent, diğer kentler ve ülkenin doğusunun bir bölümünü kapsayan, düşman denetimindeki bölgeler var. Buralarda düşmanın denetimi güçlüdür."...
“Politik mücadele olanakları, bu bölgelerin her birinde farklıdır.” (ay. s. 29-30)
Çizilen bu harita 1981’den beri devrimciler lehine sürekli olarak değişmektedir. 1980'de iktidann saldınsı ile kentlerdeki hareket zayıflamış, devrimcilerin denetimindeki yerlerde çekilme yaşanmıştır. Ama bu
' savunmaya daha elverişli bölgelere çekilme anlamındadır. Yazımızın başından beri vurguladığımız gibi devrimcilerin kaçış alanlarının olmaması kitlelerle birlikte hareket etmeyi zorunlu kılmaktadır. “Devrimci hareket kendi hinterlandını (geri cephesini bn.) kurmak zorundaydı." (ay. s. 117) Savaş düşmanın eylem ve saldınlanna göre şekil alıyordu.
1981 Ocak ayında devrimci güçler saldı- nya başlarlar belki nihai zafer parolası gerçekleşemez ama Temmuz ve Ağustos eylemleri devrimci hareketin savaş inisiyatifini eline almasının başlangıcıdır. Yavaş yavaş ele geçirilmiş bölgelerde sosyo-ekonomik düzen kurulmaya başlar. Devrimciler buralarda kendi halk iktidarlannın kurulmasına yönelirler. Birimlerin kendilerini beslemeleri, ekonomik faaliyetlerini yürütmeleri doğrultusunda çeşitli önlemler alınır. Ayrıca devrimciler orada yiyip içecek ve eylemlerini devam ettireceklerdir. Halk arasında milis güçleri kurulur Yönetimden eğitime sağlık hizmetlerine hepsine çeki düzen verilmeye çalışılır.
Devrimci hareketin gerilla saldırıları biçiminde yükselmesi karşısında Ordu’da çeşitli taktik değişikliklere gitmek zorunda kalır. 1983’ten başlayarak ABD’nin Vietnam'da uyguladığı CONARA planı kırsal • pasifikasyon taktiği kullanılır. “CONARA ‘cazadores (avcılar bn.) becerisi üzerine oturur, büyük, atik davranabilen birlikler gerillaların hakim olduğu alanlara arayıp- tahrip etme operasyonları ile girerler ve klinik. okul. su. toprak dağıtımı gibi temel hizmetlerin uzanabilmesini (halkın kontrol altına alınması okuyun bn.) ve ordu geri çekildikten sonra bölgeyi kontrol edecek si
vil savunma güçlerinin eğitilmesini öngörür.” . . .“Başta başarı haberleri geldi ama 1984’un başında gerillalar tekrar eyalete girmişti ve yılın sonunda sanki CONARA hiç olmamış gibiydi. (Latin Amerika and Caribbean Contemporary Record. 198485 s. 486) Emperyalizminin kendi ağzından durum böyledir. C O NA RA’nın başka bölgelerdeki uygulamalan başarısızlıkla sonuçlanır.
“En az son iki yıldır FAES (El Salvador Silahlı Kuvvetleri bn.) subayları arasında 1500-6000 kişilik büyük birliklerle sadece gün ışığında (9-17.00) arası savaşmak isteyenlerle ABD stratejisini benimseyenler arasında kesin bir ayrılık vardı. Seçimlerden sonra (1985 Mart) COIN stratejisini benimseyen subaylar Savunma Bakanlığı ve yüksek komutanlık gibi anahtar görevlere getirildikten sonra bu ayrılık ortadan kalktı.
“COIN stratejisi 3 bölümden oluşuyordu. (1) sivil-askeri eylem, CONARA tarafından yürütülüyor ve giderek daha çok psikolojik operasyon içeriyordu. (2) sivil halkın izolasyonu. (3) FMLNF üslerinin tahribi ve yok edilmesi. Bunları başarabilmek için ABD askeri danışman, malzeme, eğitim yardımlarını belirli bir şekilde arttırdı. Honduras’dan Panama’ya kadar gece gündüz keşif uçuşlannı yoğunlaştırdı.” ... “CO NARA programı başarı kazanamadı, tüm stratejide yeni bir uygulama yapıldı. FA- ES’ler gene bu kez daha yoğun hava desteği'ile büyük operasyonlara girişip, asileri (siz devrimci okuyun bn.) barınaklanndan çıkarmaya çalıştı."
“ABD Savunma Departmanı rakamla- nna göre UH-IH helikopterleri ve A-37 saldırı uçaklannın -El Salvador’un saldırı yeteneğinin çekirdeği - ortalama uçuş saati 1983 Temmuzu — 1984 Şubat’ı arasında ayda 220 saatin üstüne çıkmıştır. Jane’s Defense Weekly 1983 yılında ayda 19 hava saldırısına karşı yalnız 1984 Temmuz’- unda 74 hava saldınsı olduğunu bildiriyor." (ay. s.486-7) ABD desteğindeki El Salvador Ordusu artık yoğun biçimde hava saldırıları kullanmaktadır. Sivil halkı gerillalardan arındırma taktifi iflas etmiş ve tüm yerleşim bölgelerini havadan bombalamaktan başka yapacak şeyleri kalmamıştır. Bu iktidarın bu bölgeleri kaybettiğinin ve devrimci güçlerin zafer yolunda olduklarının kendi ağızlarından ifadesidir. 1985 yılında El Salvador’dan dönen Ingiltere İşçi Sendikası lideri Tom Sawyer ülkenin 2 /3 ’unun FM LNF elinde olduğunu söylüyordu. Bu gerçeklik ve FMLNF’nin sürekli barış çağ- nları, karşı tarafı oyalamak ve bölgedeki savaşa karşı dışarıda yükselen demokratik- devrimci baskılan susturmak için iki taraf arasında sonuçsuz bazı görüşmeler olmuştur. Geçtiğimiz Eylül ayı içinde 5 bölge ülke liderlerinin imzaladığı Guatemala anlaşmasını, bölgede dış müdahalenin kaldırılması kararını da bu gerçeklik içinde değerlendirmek gerekir.
Şu anda El Salvador iktidarı genelde kentlerdeki zoru ile durmaktadır ve her geçen gün bunun da altı kazılmaktadır. Bu- ralann kan daman sanayi her geçen gün gerilemekte, ülke ekonomisi, felç durumundadır. Sanayi yenilenmek, yeni yatırımlar talep etmektedir ama FMLNF güçlerinin “ülkeyi kurtarmak için tahrip edin” parolası ile köprüler, yollar, elektrik, su kanalları
fabrikalar sabote edilmekte bu da burjuvazinin hem yeni yatınmlar yapma keyfini kaçırmakta hem de var olanları yitirmektedir. Çoğu yerli parababaları savaş ekonomisinin çarklarından kazanç elde etme yörüngesine oturmuştur. Özünde iktidar, kentlerde çoktan savaşı kaybetmiş silah gücü ile durmaktadır.
Nikaragua Devrimi Orta ve Güney Amerika’da yeni ve Küba örneğinden farklı bir devrimci ateşi yakmıştır. Küba Devrimi bir sosyalist devrimin ABD’nin burnunun dibinde dimdik durabileceğini kanıtlarken,
Nikaragua Devrimi devrim yolunun ülke koşullarında somutlandığını gözler önüne
_______________ sermiştir.______________Peki nihai zafere nasıl ulaşılacaktır? Kent
lerdeki bu ur nasıl atılacaktır? Şurası kesindir ki Nikaragua gibi olmayacaktır, olamayacaktır. “Yani Sandinista’lar bir kentin bir semtini bugünden yarına almayı kararlaştırdılar ve bu süre içinde bu semtin kitlesini kazandılar. Sonra onların güvenliği için askeri birlikler geldi. Bu değişik bir güçler dengesi, değişik bir durumdur. Bu bizde böyle yürümez. Biz', kendi özgiiçlerimiz- den, silahlı güçlerimizin gereksinimlerinden. bölgelerin özelliklerinden, cephane artışından yola çıkmak zorundayız. Böylece hareketimiz somut olarak planlanmış olur.Bütün bu faktörler bir eylem sırasında bir araya gelirler. Kitleler, bir ayaklanmadakin- den değişik biçimde katılım gösterirler, bunun için ordumuz zaman zaman düzenli adımlar atabiliyor..."
“Kitleler savaşın son aşamasında hangi biçimde yer alacaklar? Bunu önceden görmek güç. Öncelikle yinelemek istiyorum.Kitleler devrimci süreçten hiçbir zaman kopmadılar. Onlar olmadan, bugün sahip olduğumuz güçlü bir halk ordusunu yaratacak duruma gelemezdik. Ama kitleler bir ayaklanma biçiminde mi, yoksa bir genel grevle mi ya da devrimci orduya yoğun biçimde katılarak mı mücadelemizde yer alacaklar. bu henüz bilinmiyor." El Salvador’da Devrim. S. 120-122).
SONUÇNikaragua Devrimi Orta ve Güney
Amerika’da yeni ve Küba örneğinden farklı bir devrimci ateş yakmıştır. Küba Devrimi bir sosyalist devrimin ABD'nin burnunun dibinde dimdik durabileceğini kanıtlarken,Nikaragua Devrimi devrim yolunun ülke koşullarında somutlandığını gözler önüne sermiştir. Şimdi genel olarak tüm devrimci güçler bu dersler ışığında saflarını sağlamlaştırıyorlar.
Öte yandan ABD ve bölgedeki temsilcisi iktidar güçleri de kendi derslerini çıkarmışlar ve El Salvador’da yeni bir taktikle, kentleri ne pahasına olursa savunma, böylece iktidarda kalabilme mücadelesini vermektedirler. FMLNF güçlerinin önünde duran işte bu katmerli emperyalizm direnişini kırmaktır. Onların bu direnişi kıracaklarına ve Orta Amerika’da özgür ve barıştan yana yeni bir ülke olacaklarına hiç şüphe yoktur. Ve gelecek bu devrim yalnızca Amerika kıtasına değil tüm dünya devrimci güçlerine yepyeni şevler öğretecektir.
VENCEREMOS!
55
DÜ
NY
AD
AN
DÜNYADAOUUYOR?
NELER
GÜNEY KORE GREVLERİ
20 yıldır grevlerin yasak olduğu G üney Kore’de son ayların en yaygın grevleri yaşandı. Her grevde olduğu gibi işçiler ücret zammı, sosyal yardımların arttırılması ve çalışma koşullarının düzeltilmesini istiyorlardı ama olaylar bunları elde edebilmeleri için bile önlerine başka görevler koyuyordu. Gerçekten kendilerini temsil eden, satılmamış demokratik, bağımsız sendikalar kurmak.
Güney Kore faşist iktidarı yıllardır işçi haklarını “ilk önce ekonomik büyüme” stratejisi altında kuşa çevirmiştir. İş yasaları grev yapmayı engellemektedir. Tek bir işkolunun ülke çapında sendikalaşması yasaktır. Sendika liderleri tüm üyeler tarafından değil bir avuç delege tarafından seçilirler. Seçimler genel olarak fabrika yöneticileri kont- rolundadır. Japonya’da ki gibi işçiler ve işverenin bir “fabrika ailesi” olduğu feodal inancının bu ülkede de yaygın olduğu düşünülürse böyle bir kontrol hiç yadırganmaz. Sonuçta sendikaların çoğu satılık sarı sendikadır ve işverenle araları çok iyidir.
Elbette sınıf bilinçli işçiler bunun farkındaydılar ve kendi işçi haklarını savunacak bağımsız sendikaların kurulması için mücadele ediyorlardı. Güney Kore işçi sınıfı endüstrileşmiş ülkeler içinde en uzun çalışan işçilerdir. H aftalık iş saati ortalama 5 4 .4 ’dir. En az ücreti alırlar. Ülke kalkınma hızı son yıllara kadar hep çift rakamlı olmasına karşın işçilerin ücret artışlar yıllık % 6 ’dır. Bu koşulların düzeltilmesinin yolunun bağımsız sendikalar olduğunu
bilinçli işçiler bilirler. Ancak bu yola çıktıklarında iktidar ve işveren tarafından sürekli olarak engellenirler. Ancak son aylarda artık işçiler taşma noktasına gelmiş ve ortak saldırı için bir kıvılcım bekleniyordu.
Sonunda kıvılcımı Ulsan tersane işçileri yaktılar. Bağımsız sendika kurmak için belediyeye dilekçe vermeye giden 6 işçinin kâğıtları para babalarının uşakları tarafından zorla ellerinden alında. Bunun üzerine birden fabrikadaki 3000 işçi işlerini bıraktılar. Bu toplu davranış parababalarmı kâğıtları “bulmaya” zorladı. Ama işçiler bir kez patlamışlardı. Kıvılcım bir kere çakmıştı. Tüm ülkede grev ateşleri yanmaya başladı.
700 işyeri greve girdi. Kuzeydeki kömür madenlerinden güneydeki tersane ve araba, ayakkabı fabrikalarına, hizmet işkoluna her yere yayıldı. Greve gitmeyen işyerlerinde de iş durdu çünkü işledikleri hammaddeyi aldıkları yerler grevdeydi.
İşçiler sokak gösterileri düzenlediler. Polis göz yaşartıcı bombalar kullanınca işçiler taşlarla kendilerini korumak zorunda kaldı. Bir çok işçi yaralandı ve öldü. Yüzlerce kişi tutuklandı. Paraba- balarının korktuğu bir olayda grev dalgasının uzun sürmesi durumunda, okulların açılması ile öğrenci gençliğin işçileri desteklemeleriydi.
Oysa devrimci öğrenciler çoktan işçilerin yanındaydı. Hükümetin sol radikal dediği ve şüpheliler listesine geçirdiği 1600 kişinin çoğunun öğrenci olduğu biliniyordu. Öğrenciler hükümete karşı gösterileri yönlendirecek U lu sal Konsey oluşturdular ve bu yeni örgüt işçilerin mücadelesine tam destek verdiğini açıkladı.
Eylül ortalarına gelindiğinde durum nasıldı? İki ay içinde 3200 ’ün üstünde grev yapılmıştı. Hükümet artık daha sertleşmişti. Polis fabrikalara girip grevci işçilere saldırıyordu. Bunun üzerine 15.000 işçi de 2 günlük saldırı kararı aldı. Arabalar yakıldı. Devlet binaları taşlandı. Bazı işçiler sokak gösterilerine vinçler, buldozerlerle, motosikletlerle katıldılar. Barikatlar kuruldu. Artık polisle açık açık çatışılıyordu. Olaylar durmak bilmiyordu. Parababa- ları tatlı kârlarından oluyorlardı. Açıklandığına göre 1 aylık grevler 2 .5 mil
yar dolarlık ihracat geliri kaybına yol açmıştı.
Eylül sonuna gelindiğinde grevler- ler hemen hemen durdu. İşçi sınıfı neler kazanmıştı?
En başta ücretlerine zam aldılar. Y ıllardır ortalama % 6 artan ücretler bu kez ortalama % 20 arttı. Bunun yanında bir çok yardım hakkı elde edildi.
Fakat en önemlisi Güney Kore’de tam anlamıyla şekillenmiş bir işçi hareketi ortaya çıktı. İşçi sınıfı bütün gövdesi ile kendisini ortaya koydu. En küçük iş yerindeki sıradan bir işçiden büyük fabrikadaki teknisyenler hep birlikte davrandılar. İşçi sınıfı büyük bir eylem birliğine girdi ve gücünü gördü.
Bu olaylardan önce işçilerin çoğu sendikasızdı ya da işverenlerin güdümündeki sendikalara kayıtlıydı. Şimdi manifaktür üretiminde çalışan 4 .6 milyon işçinin % 3 l ’i yeni bağımsız sendikalara girdiler. İşçilerin örgütlü gücü görülmedik derecede arttı.
En önemlisi Güney Kore’li işçiler üstlerindeki güdümlü sendikaları attılar. Olayların en kızgın anlarında birden kendini ortaya atan çoğu genç işçi öncülüğünde bağım sız send ika lar kuru ldu . Eski sendika liderlerinin hepsi kapı dışarı edildi. Bu tür olaylar ülkenin her bir yanına yayıldı.
Güney Kore yasaları grevleri yasaklar demiştik şimdi de yasak. Ama işçiler öylesine güçlü ortaya çıktı, öylesine çabuk bağımsız sendikaları kurdular, yöneticilerini seçtiler ki iktidarın bunlara illegal demeye artık gücü yetmiyor. Önümüzdeki ay çıkacak yeni yasa ile toplu pazarlık ve grevler yasallaşacak.
Sonuç olarak Güney Kore işçi sınıfı ne kadar güçlü olduğunu gördü. Bu gücün somut belgesi bağımsız sendikalarını kurdu ve ücret zammını bileğinin hakkına aldı. Ve bütün bunlar ne kadar zaman sürdü? Toplu davranınca topu topu iki ay.
Ancak önlerinde yığınla sorun duruyor. Hemen belirtelim sendikalar henüz çekirdek halinde, yapacağı yığınla iş var. İlk günden itibaren yeni liderler kuşatma altına alındı. İşverenler şimdi onları da kontrollarına almak için büyük bir çaba harcıyorlar. Bol bol propaganda yapıyorlar. İşçi liderlerinin bu konuda çok uyanık davranmaları
5fi
işçilerin ise liderlerini iyi kollnmalan gerekiyor. Yeni çıkacak yasa ile burjuvazi hiç şüphe yok ki bağımsız sendikaların davranışlarını kısıtlayıcı binlerce ince ağlar örmeye çalışacaktır.
Güney Kore faşist iktidarı şimdiye kadar çoğu burjuva partilerini de siyasetten yasaklamıştı. Şimdi bir takım “demokratik reformlar" getiriliyor. İktidarın bunlardan amacı belli. İşçi sınıfının gövde gösterisinden çok korktu ve şimdi onu sosyal demokrasinin pe şiirde oyalamayı düşünüyor. Ayrıca hiç şüphesiz sosyal demokrasi kendisi de korktu. Çünkü o işçi sınıfının temsilcisi değildir. Onun partisi değildir. O nedenle son günlerde iktidar ve burjuva muhalefet reformlar konusunda pazarlık yapıyorlar Karşılıklı ödünler vererek anlaşıyorlar. Bakalım işçi sınıfını oyalamayı becerebilecekler mi? Aralık ayında seçimler var. Baharda yeni toplu sözleşmeler yaşanacak. Olayları hep birlikte izleyeceğiz.
GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİNDE
GREVLER
Geçtiğimiz ayların ikinci önemli grevi Güney Afrika’da yaşandı. 300 .000 altın ve kömür madeni işçisi sendikaları NUM'un talepleri karşılanmayınca üç hafta süren mücadeleye girdiler M aden işçileri % 30'luk ücret zammı, ölüm tazminatlarının arttırılması ve tatil ücreti istiyorlardı. Oysa işverenler %
17-23’lük artıştan fazla vermiyorlardı. Sonuçta görüşmeler kesildi. Çoktan beri beklendiği gibi iki taraf çetin bir dö- ğiişe girdi.
İşçilerin mücadelesine geçmeden önce bir iki noktayı açıklayalım. G ü ney Afrika'da ırkçı bir rejim vardır, yani zenciler renkleri yüzünden insan sayılmazlar, hiç bir hakları yoktur. Bu nedenle zenci işçiler yasal olarak işçi bile değillerdir. O nedenle sendikal hakları yoktur. Yalnız beyaz işçiler sendika kurabilirler. Böylece işçi sınıfı bölünmüş. gücü parçalanmıştır. Ancak bu akan gerçekliğe o kadar terstir ki, doğal olarak zenci işçiler illegal sendikalar kurmuşlardır. Bu gerçeklik karşısında ırkçı hükümet “kayıtlı sendika" - legal-, “kayıtsız sendika" -illegal- gibi ayırımlar yapmıştır. Kayıtsız sendikaların varlığı kabul edilmekle birlikte resmi statüleri yoktur. Devlet tanımadığı gibi işvereni de tanımamaya zorlar. Bu nedenle sendikaların grev fonu, checkoff sistemi gibi paraları yoktur. Ayrıca böyle bir örgütlenmenin başı satılmıştır. İşverenle işbirliği içindedir. Yoksa zaten orada duramazlar. İşveren böylece en azından işçileri güdümünde tutmaktadır. Böyle bir sendikal ortamda 300 .000 zenci işçinin greve git
mesi, kendi başına büyük bir zaferden öteye artık işçilerin ne kadar dayanılmaz koşullarda olduklarının kendi güçlerini giderek nasıl farkettiklerinin ve örgütltiklerinin göstergesidir.
Çoğu kapitalist ülkelerde en zor. en güvencesiz, sağlığa zararlı koşullarda maden işçileri yaşarlar. G.Afrika için bu koşullar rezilliktir. Kâr üstüne kâr devşirmek isteyen çok uluslu tekeller en az güvenlik harcaması yaparak işi idare ederler. I ler yıl ortalama 700 işçi madenlerde iş kazasından ölür. Bin- lercesi meslek hastalığına yakalanır. Ayrıca G .Afrika’da çoğu maden işçisi iş bitince evine gitmez. Aylarca m adenlerin yanındaki barakalarda yer, içer barınırlar. Greve giden maden işçilerinin sosyal koşulları bu gerçeklikler ışığında bakıldığında rezilliktir.
Bu ön bilgilerden sonra olaylara geçelim.
İşveren grevi kırmak için çeşitli taktikler yürüttü.
En başta greve giden madenlerin % 86'sına sahip Anglo-Amerika işverenleri sözde sendikayı taraf olarak kabul etti. Yukarıda anlattığımız “kayıtsız sendika" aldatmacasına gitmeyeceğini açıkladı. Zencilerin sevdiğinden mi? Elbette hayır. Böyle sözde bir jest yaparak bilinçsiz işçileri hem tavlamayı düşündü hem de zencilerin onurunu okşuyordu. Onları zenci olsalar bile insanlık payasi vererek onöre ediyordu Altında yatan politik nedeni anlamak için işverene kulak verelim:
“Zencilere iktidarda söz hakkı tanınma korkusu gerçekten çok fazla. Ama yine de bu yapılması gereken bir şey. Uzun dönemde buna karşı durulabilece- ğine inanmıyorum Güçlü bir sendikal hareket maıksist bir çizgi benimseyebilir." . . .“Ama zencilerin iktidarı paylaşmalarına izin verilmezse, açıktır ki onlar ellerindeki bu endüstriyel gücü politik amaçları için kullanacaklar."
Ne demek istiyor işveren başkanı? Uygulanan ırkçı politika zenci işçilerin her geçen gün sınıf bilinçlerini biliyor. Gelin onlara burjuva hukuku içinde haklar verelim. ırkçılığı kaldıralım. Böylece onları burjuva yasaları içine hapsedelim. Yoksa onlar bizi aşacaklar. hatta aştılar. Ellerindeki endüstri gücünü marksizm doğrultusunda kullanacaklar. Bizim için asıl tehlikeli olan budur, ırkçılığı kaldırmak değil.
Güney Afrika işçi sınıfının durumunu değerlendirmek açısından bu bizim için önemli bir kriterdir. Şimdiye kadar ırkçı rejime karşı protestolara pek işçi sınıfı katılmıyordu. Demekki bundan sonra onun sesini daha çok duyacağız. Gerçektende ırkçı rejimi yıkabilecek tek büyük güç işçi sınıfının gücüdür.
Diğer maden işverenleri ise “taraf olarak tanıma" dışında bir taktik izlediler. Sendika liderlerine barakalarda
konforlu telefonlu oda ayırdılar. Böylece onlarla işbirliğinde kendilerine kolaylık tamdılar. Hangi zenci işçi sendikasına telefon ederek, bir şey konuşacak?
İşverenin grevde uyguladığı ik inc i ana taktik sık sık rastlanan işten atma tehdidi idi. G. Afrika’da yüzbinlerce işsiz zenci olduğu düşünülürse onlar açısından boşalan yeri doldurmak iş bile değildir. Oysa işçiler açısından bu sokakta kalmak demektir. İşveren böyle bir gözdağı vererek grevi kırmak istedi. Başta 7000 işçiyi attı. Arkasından 4 0 .0 0 0 daha atacağını açıkladı. Ama atılan işçilerin “grevi kırmaktansa bavullarını hazırladıkları” sendika liderince açıklandı. Demek ki işçiler sokakta kalmaya hazırdı Grevden yılmadılar. Grev ücret almamak demektir. Söyledik sendikanın grev fonu yoktur. Ama greve devam edildi.
Madencilik G Afrika’nın en gelişkin sektörüdür. Açıklandığına göre işverenler grevden günde 8 .3 milyon dolarlık kârlarından oluyorlardı. İşçilerin günlük kaybı ise 2 .2 milyon dolardı.
Grevin sonuna doğru polis daha sertleşti. Çatışmalar çıktı. 6 kişi öldü. Çok kişi yaralandı.
Grevlerin üçüncü haftası bittiğinde hiç beklenmedik bir anda ve de şekilde grevin bittiği açıklanıverdi. İki taraf anlaşmıştı. Sendika temsilcileri işverenin önerdiği % 17-23'lük ücret artışını birden kabul ediverdiler. Sadece ölüm tazminat ve tatil ücretinde biraz artış kabul ettirmişlerdi. Burjuva basını bile olaya şaşırdığını söylemekten kendini alamadı. Baştan reddettiği şeyi sendika neden bunca süreden sonra birden bire kabul ediverdi diye sordu.
Sınıf bilinçli işçiler bunun nedenini elbette bilirler. Sarı sendika yöneticileri işçilerin alttan baskısı sonucunda, işçileri zaptedemeyeceklerini anlayınca zorunlu olarak greve giderler. Ama sonra işçiler yorulunca işverenlerin koşullarını kabul eder greve son verirler. İşte olan budur. Aynı şeyleri bizler de kendi ülkemizde sık sık yaşamıyor muyuz?
Ama bu hep böyle son bulmayacaktır. Bu bir kader değildir. Ne zaman işçiler Güney Kore'de ki, gibi, yer yer bizde de rastlandığı gibi kendi bağımsız sendikalarını kurdular, o zaman sözlerini daha bir dinletecekler, çıkarlarını daha iyi savunacaklardır. Güney Afrikalı maden işçilerinin gönlünde yatanın en azından bu olduğuna ve bu doğrultuda alttan altan örgütlendiklerine şüphe yok. İşverenlerin de bunu sezdiklerine şüphe yok. Bakın andlaş- madan sonra bir işveren ne demiş. “İşçiler sendikalarının gücü olduğunu öğrendiler.” Sendikanın itibannı korumak işte bu durumda biraz da işverenlere düşüyor. Ama işçileri bu sarı sendika
nın arkasında tutmak uzun dönemde boşuna uğraş olsa gerek.
Son olarak bir şey ekleyelim. İşçiler ne kadar şimdilik görünürde sarı sendikacılığın peşinde olsalar da burjuvazinin bu güçten çok korktuğuna şüphe yok. Grevlerin hemen arkasından “zencilere yeni haklar vermek”, “ırkçılık yasalarında reformlar yapmak” için çalışmalara başlandı. Özünde pek umut bağlanacak şey olmasada grevci maden işçilerinin örgüt gücünün Güney Afrika ezilen halklarına sunduğu bir kazanımdır. Değil mi?
54 SAATLİK GENEL GREV
Bangladeş’te, aralarında Komünist Partisi’nin de olduğu muhalefet partileri iktidardaki Erşad hükümetine karşı 54 saatlik genel grev yaptılar. Ülke ekonomisi tamamen durdu. Çoğu fabrika, işyeri, büro, dükkân kaldı. Sokaklarda polis ile muhalefet yanlıları çatıştılar. 10 kişi öldü. 500 kişi yaralandı.
Bu siyasî grevlere Erşad’ın parlamentodan geçirdiği yasa yol açtı. Sıkı yönetimin “kalkmasına” karşın bu yasa ile askerlerin ülke eyalet meclislerinde söz hakkına sahip olması kabul ediliyordu. Yani ülke daha da askerileşiyor, daha da faşistleşiyordu.
Sonraki günlerde muhalefet ölüler için törenler düzenledi. Sokak gösterileri arttı. Şimdi muhalefet liderleri politik mücadelelerini yükseltiyorlar.
MISIR’DA MUHALEFET YÜKSELİYOR
Bizdeki “evet-hayır” referandumundan bir gün önce Mısır halkıda sandık başına giderek Hüsnü Mübarek’i 6 yıl daha başkan isteyip istemediklerini belirlediler. Mübarek 1981 yılında öldürülen Enver Sedat gibi ülkesini ABD Çıkarlarına sunmuş bir liderdi, Bu “iyiliğinin” karşılığında Mısır A B D ’den yılda 2 .3 milyar dolarlık yardım alır.
IM F’ye borcu 40 milyar dolan bulmuştur.
Bu “iyilikten” halklara düşen yoksulluk, açlık, cahillik, hastalıktır. Şimdi Mısır IM F’ye borçlannı ödeyemiyor ve taksitleri ertelemeye çalışıyor. IM F’nin şartı, hepimiz biliyoruz. Mısır para biriminin devalüe edilmesi. Bu yerine getirildi. Halkın temel gıda maddelerinden devletin sübvansiyonunu kaldırması. îşte bunu Mübarek yapamıyor. Çünkü önceki yıllarda bunu denedi ve halk ayaklanmıştı. Şimdilik IMF'nin bu isteği yerine getirilemiyor. Am a bizim Özal’ımızın yaptığı gibi para, konvertibilite yoluna çıktı.
Ekonominin kötüye gitmesi, halkların yoksullaşması demektir. Fatura onlara çıkartılır, Bu da muhalefeti güçlendirir. Mısır’da da böyle oluyor. “îsla- mi Kardeşler” dini örgütü Mısır’da epey güçlüdür. Sedat’ı öldüren de böyle bir dinci gruptur. Bunlar genelde tefeci-bezirgan tabakalardır. Halkın öfkesini dini kanallara akıtmaya çalışırlar. Ülkede faiz yerine kârdan hisse veren İslam Bankası’nda 1 milyonun üstünde hesap olduğuna bakılırsa, bunların ekonomik güçleri konusunda kaba da olsa bir fikir edinilebilir. Son seçimlerde de 100 muhalefet sandalyesinin 60 ’ını bunlar kazandılar. İran’daki gibi şeriata dayalı bir devlet ile ülke so- runlannın çözülebileceğini savunurlar. Bu grupların baskısı ile ülkede içki yasaklanmış, Dallas filmi gösterimi durdurulmuştur.
Son günlerde devrimci hareket te doğal olarak hızlanmaya başladı. Amerikan diplomatlarına ve İsraillilere saldırılar düzenlendi. Bunların kıvıl- cımvgörevi görmesinden korkan M übarek bu olaylara sansür koydu. Sonuçta yığınla dedikodu ortalığa yayıldı. Kimisine göre Libya lideri Kaddafi yanlısı gruplar sorumluluğu üstlendiler, olayların altındakiler kesinlikle bilinmiyor. Ancak bir çok kentte yüksek düzeyde görevlinin tutuklandığına bakılırsa iş öyle küçük bir şey değil. Tüm bunların öğrenci olaylarına yol açmasından korkularak üniversite tatili 2 hafta daha uzatıldı.
Belki Mübarek 6 yıl daha ülkesini yönetmeye yasal olarak hak kazandı ama altında kaynayan halk muhalefeti kazanının buna ne kadar izin vereceğini önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.
İLK NÜKLEER SİLAH İNDİRİM ANDLAŞMASI
18 Eylül’de ABD ve SSCB arasında orta ve kısa menzilli füzelerin kaldırılması için bir ilke andlaşması imzalandı. Tarihte imzalanan ilk nükleer silah indirim andlaşmasıydı.
Andlaşmaya göre ABD, Federal A l
manya, İngiltere, İtalya ve Belçika’da konumlandırdığı 108 Pershing-2 ve 224 adet cruise füzelerini kaldıracak. Karşılığında SSCB’de Batı Avrupa, Çin ve Japonya’ya hedeflenmiş 441 adet SS-20’lerini ve kısa menzilli fümelerini çekecek. Sonuçta süper güçlerin nükleer silahlarının ancak % 6’sı etkilenecek.
İktidara geldiği günden beri Detant’ı bozarak dünyamızı soğuk savaşın içine iten, dünya çapında silahlanmayı hızlandıran, Sovyetler Birliğini “kötülükler imparatorluğu” ilan eden, ABD tekellerinin temsilcisi Reagan ve iktidan neden böyle değişti? Neden şimdi yüzüne barış maskesi takıyor?
Sovyet basınına göre bunun bir çok nedeni var. En başta İran-Gate skandali dünya çapında itibarını zedeledi. İç politikada halkın güvenini kaybetti. Şimdi hem dışarıda bu itibarı geri kazanabilecek hem de içeride yaklaşmakta olan seçimler için kendisine olmasa bile partisine sempati toplayacak.
Ayrıca halkın barıştan yana sesi bu yıpranan iktidar ile bastırılamayacak kadar yükselmiştir. Öte yandan Sovyetler yürürlüğe soktukları reformlar ile dünya halklarının sempatisini kazanmışlar ve silahlanmanın zaten boş olan temeli iyice çökmüştür. Sovyet basınına göre tüm bunlar Reagan’ı böyle bir andlaşma imzalamaya zorlamıştır.
Biz de şunu ekleyelim. ABD emperyalizmi politikada pek ustadır. Her yumuşama görüntüsünün arkasından saldırmayı iyi becerir. Şimdi de bir yerlere saldırmanın politik hazırlıklannı yapıyor olmasın?
“ PEYNİR-YAĞ DAĞLARI, SÜT
GÖLLERİ”Bizim gibi kalkınmakta olan ülkele
re bir zamanlar, tahıl ambarlığı, inekçilik, tavukçuluk öneren kapitalist anayurtlar şimdi kendileri bu mallardan o kadar fazla üretiyorlar ki, Avrupa’da peynir ve yağdan Alp dağları, sütten göller oldu. ABD tahıllarını satacak yer arıyor. Avustralya ve Yeni Zelanda ile kapışıyor. Sonuçta bütün kalkınmış ileri ülkeler birbirlerine giriyorlar. Birbirlerine karşı gümrük duvarları yükseltiyorlar. Dünya serbest ticareti umurlarında mı! Ekonomik savaşlar günlük gazetelerde sütunlar kaplıyor.
Öte yandan uluslararası tekeller dünya kapitalist ülkelerin tarım ürünlerini de kontrol altında tutabildiklerinden bu malların dünya piyasalarında ki fiyatları son 10 yıldır görülmedik derecede düştü. Bir yanda düşük fiyat diğer yanda üretim fazlalığı, kapitalist anayurtları kara kara düşündürüyor. Afrika’da açlık, Asya’da kuraklıktan in-
sanlar kınlıyor, umurundamı. Evet sadece propaganda amacı olarak. Neyse konu bu değil.
Son açıklandığına göre bu ülkelerin çiftçilerini kurtarmak için yılda devlet bütçelerinden çeşitli yollarla ayrılan kaynaklar, 100 milyar doları buldu. Avrupa’da böyle olmasına karşın çiftlerin gelirleri, toprak fiyatlan sürekli düşüyor. İflaslar artıyor. Ürünlerin çoğu maliyetlerinin çok altında satılıyor. Ö rneğin yağ, maliyetinin ancak 1 /5 ’ine satılıyor.
Avrupa Ekonomik Topluluğuna üye ülkeler bu konuda birbirlerine giriyorlar. Topluluk Avrupa’da gümrüksüz- lüğü savunduğundan, tanm ürünlerindeki bu dalgalanmalar topluluk bütçesinin büyük bir kısmını alıp götürüyor. Fransa, Almanya ve şimdi Ispanya ve Portekiz bu paranın büyük bir kısmını paylaşıyor. Doğal olarak İngiltere buna karşı çıkıyor. Bırakın çiftçilerinizi desteklemeyi, yanı onları subvanse etmeyi. Batan batsın, diyor. Gerici hükümetlerde bundan yana ama ülkelerindeki güçler dengesi, halk muhalefeti bunu engelliyor. Sonuçta topluluk yıllardır bu konuda bir uzlaşmaya varamadı. Hatta sürtüşmeler her yıl artıyor. Bu konuda gerilim çok yüksek. Hasat zamanının bitimine, yeni yıla yaklaştığımız bu günlerde yine Avrupa bu tür çalkantılara, savaşlara gebe.
BİRLİKTENYOKSUNLUK
İngiliz işçi Sendikaları 119, Kongresini yaptı ve işçilerin ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu ortaya çıktı.
En önemli sorun İngiliz Elektrik Sen- dikası’nın grev yapmama konusunda işverenlerle andlaşma imzalayarak işçilerin ellerini kollarını bağlama eğiliminin diğer sendikalara yayılma yolunda olduğuydu. Maden işçileri sendika lideri Arthur Scargill bu utanç verici imtiyazı lanetleyip son bulmasını istedi. Am a çoğunluk imtiyazın verilip verilmemesi konusundaki tartışmalan bir yıl erteleme kararı aldı.
Bilindiği gibi üçüncü dönem iktidara gelen Thatcher gerici hükümeti ilk günlerinden beri işçi haklarına büyük saldırıya geçti. Çok "hünerli” bir şekilde sendikal hareketi parçalama taktiği yürüttü.
En başta kısa çalışma süresini getirerek işgücünün üçte birini bu tempo içine soktu. Butür çalışanların elirîden de sendikalaşma hakkını aldı. Bir çok hakları gibi grev haklarıda yoktur.
Sekizinci yılını dolduran tutucu iktidar sendikalann üyeliklerini azalttı. 1979’da 12 milyon sendikalı işçi varken şimdi bu rakam 9 .5 milyona düştü. Fransız gazetesi Le Monde’un haberine göre İngilizlerin ancak % l ’i İn
giliz sendikalanna inanıyor. Oysa 1979 yılında 2 /3 ’ü inanıyordu. Yani Ingiliz işçileri her geçen gün sendikalarının rengini daha iyi görüyorlar. Buradan yola çıkarak haklannı savunan gerçek, bağımsız sendikaları bir gün kuracaklarına inanıyoruz.
DAHA ÇOK İŞ DAHA ÇOK İŞSİZ
Buda nasıl mı olur? O EC D raporuna göre kapitalist merkezlerde iş imkânı önümüzdeki yıllarda artacak. Yani daha çok fabrika kurulacak. Ama bu artış işgücü artışının gerisinde kalacak. Sonuç, 31 .5 milyon kişi en doğal hakkı olan işten yoksun kalacak, Bu toplam işgücünün % 8 1 /4 ’u demek. O ysa rakam Avrupa için daha yüksek, 11 1 /4 . Kapitalist anayurtlar için rekoru yine Avrupa kıracak. Sonuçta Avrupa bizim işçilerimize daha çok kapıla- nnı kapatacak hatta bir çok işçimiz geri sürülecek.
Eğitimde, bilimsel tekniğe biraz ayak uydurabildiği için gençliğin işsizlik oranı biraz düşecek. 1982 yılında 15-24 yaşları arasındaki İngiliz gençlerin işsizlik oranı % 23 idi, şimdi bu rakam % * 15’e düşecek. Aynı şekilde Almanya'da % 10’dan % 7 ’e düşmesi bekleniyor. Ama İtalya ve İspanya gençliğinin % 4 0 ’ı işsiz,
“ MOSKOVA ÖNCÜ OLUYOR”
Gorbaçov’un glasnost -açıklık- politikası çerçevesinde geçtiğimiz ay SSCB’de Gelecekte Uzay, konulu bir forum düzenlendi. Dünyanın çeşitli ülkelerinden 500 kadar uzman katıldı. Forum çerçevesinde konuşup tartıştılar, sonra SSCB uzay merkezini gezdiler ve fotoğraflar çektiler. Sovyetler ilk kez bu merkezlerini dünyaya açmış oldular. A B D ’nin ünlü T İM E dergisi son sayılarından birinde SSCB’nin uzay çalışmaları üstüne uzun bir araştırma yayınladı ve yukarıdaki başlığı kapak yaptı.
Bilindiği gibi batı SSCB’ini sürekli olarak teknik açıdan kendisinden çok geri bulur ve teknolojisini çalmakla suçlar. Ama uzay merkezini gezdikten sonrabiraz farklı düşünmek zorunda kaldılar. ‘‘Bu ülkede Sovyetlerin aptal olduğunu ve tüm teklonojilerini çaldıklarını düşünme alışkanlığı vardır. Bu hiçte böyle değil.” diyor eski N ASA - A B D ’nin uzay araştırma merkesi- yöneticisi.
Dergiye göre SSCB’ı elektronik araç gereçte biraz geri olsa da uzay araştırmalarının her alanında A B D ’yi geçti.
Dergi bu yarışı şöyle rakamlandırı- yor, Yalnız uzaya araç fırlatmada,
1967 yılında, A B D ’nin 58 ’ine Karşılık 66 tane fırlatarak öne geçtiler. O zamandan beride öncülüğü kaptırmadılar. 1982 yılında Sovyetler uzaya 101 araç yolladılar oysa ABD yalnızca 18 tane, insanlı uçuşta da Sovyetler öne geçti. Sovyet doktor ve araştıncılannın, uzay da uzun süre kalmanın tıbbi, psikolojik sorunlan üzerine bilgileri A BD ’li meslektaşlarını çoktan geride bıraktı. 1986 yılında Haley kuyruklu yıldızının fotoğraflannı çeken Vega ile de uzaydan çarpıcı bilgi toplama ünlerini perçinlediler.
Dergi Sovyetlerin uzay başarılarının tarihçesini veriyor. 1959’da Sputnik ile A y’ın karanlık yüzünün fotoğraflannı çekmişlerdi. 1961’de Yuri Gagarin uzaya çıkan ilk insan ünvanını almıştı. Uzaya ilk kadını yollayanlarda Sovyetler.
Sovyetler 1973 yılında Sagdeyev’ı uzay merkezi başkanı yaptıktan sonra çalışmalar hızlandı. Yine dergi devam ediyor. Venera 9 ve 10 projeleri ile 1975’de Venüs gezegeninin ilk fotoğrafları çekildi. Onu izleyen projeler renkli fotoğraflar ve atmosfer, uzay kimyası hakkında bilgiler getirdi. Sonraki projeler Venüs’ün yörüngesine oturup gezegenin radar haritalannı yolladı. Begg’e göre haritalar “Sovyetlerin radar teknolojisinde sanmadığımızdan da çak üst düzeyde olduğunu gösterdi. Birinci sınıf iş yaptılar.” diyor.
Vega, Sagdeyev’in ikinci projesiy- di. Haley kuyruklu yıldızını inceleyecekti. İlk önce 9 milyon mil uzaklıktan yüksek kalite fotoğraflar yolladı. Sonra 5 .5 mil yakınlaştı, eriğik toz zerrelerine karşın Halley’in 10 millik çekirdeğinin boyutlannı ve dinamiğini iletti.
Pholobos Sovyetler’in önümüzdeki yıl Mars’a atacaktan yeni proje. 200 günde 118 milyon mil yol aldıktan sonra Mars’ın yörüngesine oturacak ve fizik dataları toplayacak. Mars’ın A y’ının bir kaç mil ötesinde durup, araştırma malzemesi alacak, dünyamıza getirecek. Uzay bilim adamı Cari Sağan “Sadece dünyada tek değil” diyor.
“Aynı zamanda şimdiye kadar görülmedik bir şey, çok değişik ve yerinde.” Alman Aerouzay Araştırma kurumun- dan Gerhard Nevkum şöyle diyor: “Mars projesi harika, beraberinde birçok araç gereç götürüyor. Venüs projesinde de aynı şeyi yaptılar. Şimdi sıra Mars’ta, aynı derecede başarılı olacakları beklenebilir.”
Dergi iki ülkeyi karşılaştırmayı sürdürerek 1986 yılında A B D ’nin Chal- langer’i fırlatıldıktan birkaç saniye sonra parçalanmasına karşın Sovyetlerin aynı yıl Energía ile yeni bir rekor kırdığını yazıyor. 170 milyon at gücündeki bu roket uzaya 100 ton taşıyabiliyor. Oysa A BD uzaya ancak 20 ton fırlatabiliyor. Böylece Sovyetler uzayda bir kaç yüz tonluk istasyonlar kurabilecekler. Bunlar çok işlevli kilometrelerce uzunluğunda platformlar olacak. Kos- monotlar sürekli olarak orada kalabilecekler. Oradan diğer gezegenlere gidebilecekler.
Dergi elbette kendi mantığına uygun olarak Sovyetler’in uzayda koloniler aradığını ve öğrendiklerini yeryüzünde askeri amaçlarla kullanacağını kanıtlamaya çalışarak A B D ’nin “Uzay Savaşı” projesine taraftar kazanmayı amaçlıyor.
Gerçekten Sovyetler neden uzay araştırmalaranma bu denli ağırlık veriyorlar? Neden bu kadar yatırım yapıyorlar?
En başta şunu söylemek gerekir. Uzay araştırmalan bilimsel teknik alanlarda insanlığa çok şeyler buldurmuş- tur, saymakla bitmez. Binlerce derecelik soğuk ve sıcağa dayanıklı maddeler bulmak, yerçekiminin olmadığı mekânlardaki farklılıklar, tüm bunları ölçen aletleri geliştirmek, bugün evlerimizde bile kullandığımız bir çok alete ilham kaynağı olmuştur. Üretim alanındaki yenilikler bir yana. Bu bulguların 30 yıldır önü arkası kesilmediği gibi önüde görülmemektedir. İşte uzay araştırmaları üretim güçlerinin gelişiminde insanlık için bir itici güçtür. Sovyetler onun için bu işe dört elle sarılıyorlar.
Aynca gerçekten uzayın fethi demek yeryüzündeki insanlara yığınla besin kaynağı, yığınla hammadde, sömürülecek malzeme demektir. Sovyetler’in uzay çalışmalarındaki temel itici güç, uzayı insanlığın hizmetine sunabilmektir.
GORBAÇOV’UNGEZİLERİ
Haftalık Sovyet Gazetesi Moscova News’a göre Gorbaçov kendinden önceki liderlere göre daha çok halkla ilişki kurmak, Parti’nin halkla ilişkilerini sıklaştırmak amacını güdüyor. Onun için sık sık fabrikaları, köyleri, kentleri
geziyor. Bu onun yeni politikasının ayrılmaz bir parçası.
Ekim ayı içinde Leningrat’taki bir kompleksi gefdi. işçilerle, ekonomi yöneticileriyle, entelektüellerle saatler süren toplantılar yaptı, onlarla tek tek konuştu.
Gazetenin haberine göre Merkez Komitesi Genel Sekreterinin ana amacı bilim ve teknik gelişmeyi yükseltmek, yeniden insanın felsefesi ve sosyal yaşam ve devlet işlevinin demok- ratikleşmesiydi. M.Gorbaçov kendisini yalnızca parti politikasının propagandası ve açıklaması ile sınırlandırmıyor. Her gittiği yerde genel olarak bu politikasına karşı başkalarının tavrını öğrenirken, aynı zamanda onun günlük uygulanışını öğrenmeye çalışıyordu. Her konuşmadan sonra yeni formüller geliştiriliyor ve sorulara kollek- tif çözümler bulunmaya çalışılıyor.
Bütün bunlar bir şeyin kanıtı sayılıyor. Perestroika -yeniden inşa- öyle bir politikadır ki milyonlarca işçinin katılımı ve desteği olmaksızın yürüyemez. Onun için Gorbaçov’un son gezilerinde halkın desteği kararlılığı ve davranmaya ne kadar hazır olduğu üzerinde duruldu. _
Gorbaçov ülkenin durumunu iyi bilmektedir. Ama bir politik lider için bilgi, en kapsamlısı bile, kitlelerle yüzyüze gelmenin yerini tutamaz diye yazısını bitiriyor gazete.
MACARİSTAN’DAREFORMLAR
(Bu yazı Sovyetler Birliği’nde yayınlanan haftalık New Times dergisinde, bir Macar gazeteci imzalı yazıdan yararlanılarak yazılmıştır.)
16-19 Eylül tarihlerinde Macaristan Ulusal Meclisi toplanarak merkez komitesinin direktifleri doğrultusunda geliştirilen ekonomik stabilizasyon programını kabul etti.
Macaristan Sosyalist İşçi Partisi lideri ve devlet başkanı Janos Kadar yaptığı konuşmada reformların gerekçesini şöyle açıkladı. “Sonuçta çeşitli nedenlerle gerçekten kazandığımızdan daha çok harcıyor ve tüketiyoruz. Bu yıllardır sürdü ve bunun sistemimizin zayıf yanı olduğu ortada. Bu uygulama devam edemez.”
Macaristan bütçesi yıllardır açık vermektedir. Dış borcu 16 milyar doları bulmuştur. Bu rakam onun yıllık ihracatının çok üstündedir. Kapitalist ülkelere yapılan ihracatta son yıllarda gerilemiştir. Macar tanm ürünlerine talep azalmıştır. Çünkü eskiden batıya ucuz gelen mallar şimdi onlann modern teknikli makinaları ile daha ucuza mal üretmeleri ile Macar ürünleri rekabet gücünü yitirmiştir. Oysa ithalat artmış-
tır. Ne yazık ki ithalat tekniğin modernleşmesine yol açmamıştır.
Şimdiye kadar yapılan yanlışlıklar kabul edildikten sonra ekonomik reform tüketimi kısmayı ve üç-ört yıl için yaşam koşullarını geriletmeyi planlamaktadır. 1990 yılına kadar sürecektir. Tüketim % 6 kısalacak, fiyatlar 1988’de % 14-15, 1989-90 yıllarında % 7-9 artacaktır.
Ücretlere gelince: Yukarıdaki artışın epey gerisinde kalacaktır. 1988’de ancak % 3, o da dinamik ve önemli dallarda bu düzeye çıkacak, diğerlerinde daha az olacaktır.
Peki böyle bir “kemer sıkma” politikası 1990’dan sonra neler düzelmiş olacakta, bitecektir?
Macar gazeteci reformun getirdiklerini 3 ana grupta inceliyor.
1. Endüstrinin yapısı değiştirilecektir. Daha modern teknik getirilecek, eskileri atılacaktır. Ulusal bilim ve teknikle, hammadde ve enerji tasarruf eden teknoloji kullanılacaktır.
2. Iş disiplini artırılacak, eşit işe eşit ücret ilkesi daha iyi uygulanmaya çalışılacaktır. Yeni çıkanlacak ücret reformu ile iyi çalışan kooperatif, işletme, yönetici ve büro işçileri korunurken diğerleri daha sıkı çalışmaya teşvik edilecektir.
Sosyalizm eşit ise eşit ücret ilkesinin pratiğe geçirilmesinde sıkıntılar çekmektedir. Çoğu kez dile getirildiği gibi bunun teorisi eksiktir. Şimdi Macaristan bunu kapitalizmden aldığı iki ilke ile düzeltmeye çalışacaktır. Birincisi gelir vergisi. İkincisi katm a değer vergisi -K D V . Batı basınının ağzının suyunu akıtan da işte bunlardır. Şimdiye kadar kendisine sosyalist sistem içinde en yakın bulduğu iki ülkeden biri gene kendi ilkelerini uygulamaya çıkmıştır.
Gelir vergisi uygulaması ile ne amaçlanmaktadır? Bilindiği gibi 1968 yılında küçük üreticiye izin verilmiştir. Gerçekten de ülke üretimi böylece artmıştır. Macaristan’da küçük lokantadan taksiciliğe kadar bir çok özel küçük üretici ya da hizmet vardır. Kırlarda da küçük köylülük barınmaktadır. Şimdi bunlar gelir vergisi ödeyeceklerdir. Daha adil bir vergilendirme ile devlet geliri arttırılacaktır. Ama yeni ücret reformu ile de iyi çalışan işçi ödüllendirilmiş olacaktır.
K D V ile de sosyal adalet sağlanmaya çalışırken işletmelerin üretim kapasiteleri tam olarak belirlenebilecektir. Böylece iyi çalışan işletmeler kötü çalışanlardan ayırdedilecektir.
3. Modern, verimli çalışmayan işletmeler kapatılacaktır. Bunların devlet bütçesinden kötü üretim karşılığında para almalan önlenecektir. Devlete yani halk bütçesine yük olmaları ortadan kaldırılacaktır. Hemen belirtelim bu ko-
nu üzerinde Macar kamuoyu çok tartışmıştır.
Devlet yöneticileri ve sendikalar işgücünün yeniden yerleştirilmesi için çalışmalar yapmaktadır. Yeni iş arayanlara yardım edilecek, bunlara fon ayrılacaktır. Sosyal güvenlik politikası yenilenecektir.
Gazeteciye göre son amadaha az Önemli olmayan bir yenilikte yönetim sisteminin modernizasyonudur. Sosyalist planlı yönetimi, mantıklı düzenli bir pazarın yasaları göz önünde tutularak ekonomik reformlar ve sosyalist mülkiyet geliştirilecektir. Bu konuda SSCB’deki reformlar büyük bir ilgiyle izlenmektedir.
MACARİSTAN: “ BİR KOMÜNİST ÇİFTLİKTE
SABAH“
(TÎME dergisinin 5 Ekim sayısında bir macar çiftliğini anlatan yazı yayınlandı. Batıya benzeyen reformlar uygulaması nedeniyle Macaristan burjuvazinin dikkatlerini üstüne çekti. Komünist çiftliğin batı tarafından gözlemini ilginç bulduğumuzdan özellikle yoksul köylülüğümüz için bu yazıyı özetleyerek yayınlamayı uygun bulduk.)
Budapeşte’nin 120 mil güney doğusunda 10.000 nüfuslu Nâdudar kasabası eskiden otlarla kaplı, serserilerin cirit attığı bir yerdi. Şimdi üstünde kasabanın % 90 ’ına yani 4200 kişiye iş
alanı sağlayan Vöras Csillag - Kızıl Yıldız- tarım kooperatifi bulunuyor. Kooperatif 52 .000 hektarlık bir toprağa sahip. Ayrıca mermer kaplı bir kasaba merkezi,-güzel bir lokantası ve işçilerine indirimli konutlar var. Kooperatif spor tesislerinden ünlü batı filmlerini gösteren sinemaya kadar her şey Kızıl Yıldıza ait.
Kızıl Yıldız Macaristan’ın değişik Marksizm yorumunun çekirdiğini oluşturuyor ve çoğu Doğu Bloku ülkesi hayranlıkla izliyor. Disiplinli çalışma ve sulama bu tür kooperatifleri halkın ekmek teknesi yaptı.
Kooperatif tavukçuluktan, hayvan yemine, ülke çapında gıda sanayine kadar yedi tür iş kolunda üretim yapıyor.
37 yıl önce 19 öncü aile tarafından kurulan Kızıl Yıldız 20 yıldır Macar çiftlik kooperatiflerinin yüz akı. Kooperatif hem tüm işçilerin hem de merkezi planlama dışında çalışıyor. Kızıl Yıldızdın 3000 tam üyesinin kendi özel mülkiyetleri için kullandıkları 1.5 dönümlük arazileri var. Kollektifin kârının yeniden yatırıma ayrılmayan kısmı herkesin yaptığı katkıya göre bölüşülüyor. 1986 yılındaki kârı bir önceki yıla göre % 20 artarak 15.8 milyon dolara ulaştı. Aynca kooperatif üyeleri, yöneticilerini 4 yılda bir kendileri seçiyorlar. Uzun dönemli stratejilerini, yatırım politikalarını kendileri belirliyorlar.
Önlüklü işçiler, fayans kaplı domuz paketleme fabrikasında özel yemlerle şişmanlamış domuzları kesiyorlar. İs
veç ve Alman yapımı makinalarla domuzların otomatik olarak derisi yüzülüyor, temizleniyor, tüketime hazırlanıyor. Günde ortalama 700 hayvan İşliyorlar. Paketlemeciler 265 dolar dışında verimliliğe göre kârdan pay alıyorlar. Bu iki gelirin toplamı, ulusal ortalamanın kabaca iki katı.
Çocuklarda her ailenin özel toprağında aile bütçesini 2 hatta 3 katına çıkarmaya uğraşıyorlar. Her ailenin düzinelerle domuz, tavuk ve ineği var. Sonra bunları piyasa fiyatı ile Kızıl Yıl- dız’a satıyorlar.
Kızıl Yıldız ın başarısının arkasında duran, dinamik başkan Szabo’dur. 30 yıldır bu görevde durup dinlenmeden çalışıyor. Kooperatife bir çok kârlı işletme kazandırdı. Bunlardan biri dondurma fabrikası. Yılda 1000 ton tatlı üretiyor. Diğeri tanm makinalan ve yedek parça hizmetleridir. Batı ülkelerinden ünlü traktör ve araç gereç ithal eder, ülke içinde pazarlar. Kompüter- lerle çok modern olarak çalışır. Szabo Komünist Parti Merkez Komitesinin yıllardır üyesi. 1985’den beri de 10 kişilik politbüroda görev yapıyor.
Kızıl Yıldız’m elbette sorunları var. Kooperatife girmek için uzun bir müracaat listesi olmasına karşın çok sayıda genç Budapeşte’nin ışıl ışıl canlılığına gönül vermiş. Burada büro işi yapmak için kasabalarını terk ediyorlar. Onları çekmek için diskolar, spor alanları, video odaları yapılmış. Hatta striptizciler getiriyorlar. Ama kooperatifin teknik direktörü, “onlara sadece acıyabiliriz” diyor.
61
\Borsa Buhranı Üzerine:
KAPİTALİST EKONOMİDE SON KONAK
19 Ekim 1987 günü kapitalist ekonomilerde kara gün olarak tarihe geçecektir. Bu kez 1929’lardaki gibi yüzlerce para babası kendini pencerelerden atmadı ama yine de bu tarih kapitalizm için bir dönüm noktasıdır. New York borsasında başlayan düşüşü Uzak Doğu, Londra, Paris ve Frankfurt borsaları izledi. Krizin yan etkilerini ortadan kaldırmak için aşağı yukarı her gelişkin ülke merkez bankaları piyasaya milyonlarca nakit sürmek zorunda kaldı. Yetkili ağızlarca ortalık ya- tıştırılmaya, panik önlenmeye çalışıldı. İzleyen günlerde hisse senetleri vs. fiyatları kendisini biraz topladı ama herkes ağız birliği ile şunu söylüyordu, eski güven ortamı gitmişti. Eski günler geçmişti. Yaşananlann etkisi önümüzdeki günlerde kendisini çok iyi hissettirecekti.
Daha toz duman kalkmadan bu kez dolar dünya piyasalarında düşmeye başladı. Bazı para birimleri karşısında 11.Dünya Savaşı’ndakidüşüş düzeylerine indi-Hisse senetleri ile dolann düşüşü birlikte duyulmaya başlandı. Herkes kapitalist ekonomilerin yeni bir krize doğru gittiğine işaret ediyor. Yeniden bir durgunluk, hatta gerileme günleri geliyordu. Bu düşüşler durdurulmalıydı. Japonya ve A ET ülkeleri baş-
1980-82 krizinden sonra kapitalist ekonomiler abartmamak kaydı ile ikinci bir
“sanayi devrimine” girdiler. Tüm kaynaklarını, bilimsel teknik yenilikleri,
üretime aktarmaya harcadılar. ABD 1970’lerden beri liderliğini diğer iki
merkeze, özellikle de Japonya’ya kaptırmak üzereydi. Reagan ABD’yi kapitalizmin
“ lokomotifi” yapmaya soyundu.ta olmak üzere herkes bir suçlu bulmuştu. ABD bütçe açığı, dolara olan güveni sarstı deniyordu. Herkes ABD ve lideri Reagan’a saldırdı. Hatta en kuzu sarması dostu Thatcher bile bütçe açığının kapatılması için çağrı yaptı.
Peki neden birden borsalarda bu kriz yaşandı, neden dolar düşüyor? Birbiri ile bağı ne? Kapitalist ekonomilerde yeni bir dönemece mi gelindi? Ortalık nasıl birden yangın alanına döndü? Hiç şüphe yok ki son olaylar bir şeyin ne başlangıcı, ne de sonu. Sadece mevcut yaraya neşter vuruldu. Ama bu noktaya nasıl gelindiğini kısaca gözden geçirelim.
“ YENİLENME”1980-82 krizinden sonra kapitalist
ekonomiler abartmamak kaydı ile ikinci bir “sanayi devrimine” girdiler. Tüm kaynaklarını, bilimsel teknik yenilikleri, üretime aktarmaya harcadılar. ABD 1970’lerden beri liderliğini diğer iki merkeze, özellikle de Japonya’ya kaptırmak üzereydi. Reagan A B D ’yi kapitalizmin “lokomotifi” yapmaya soyundu. Diğer merkezleri de peşine katmaya söz verdi.
Yenilenme demek sermaye demektir, para demektir. Hem en hemen bütün kapitalist ülkelerde sermayeden yana vergi indirimleri yapıldı. Tasarrufu arttırmak, paraları bankalara çekmek için faiz oranlan yükseltildi. Özellikle A B D devlet bütçesinden sermayeye büyük kolaylıklar tanıdı. Bunun için büyük bütçe açıklan yaşandı. Sosyal harcamalar kısıldı. Devletin sağlık, eğitim, bayındırlık görevleri sıfıra kadar indirildi. Şimdiye kadar sermaye ile emek arasında tarafsızmış gibi görünmeye çalışan tekelci devlet kapitalizmi
• maskesini korkusuzca attı ve sermayeden yana tavrını açıkça ortaya koydu. İşçi ücretleri düşürüldü, pazarlık gücü yasalarla kısıtlandı, örgütleri parçalandı. Böylece sermayeye birçok para bulma ve yatırım yapma kolaylıkları getirildi. Enflasyon korkusu dağıtıldı. İşte bütün bunlara Freidmancı ekonomik model, Reaganomizin vs. dendi. Ekonomiler şimdiye kadar uygulandığı gibi talebe göre değil, arza göre şekillendi.
Faiz oranlannm yükseltilmesi, yenilenmeden herkesin bir parsa kapma is-
AYŞE TANSEVER
teği dolara akını başlattı. Meta ile para ve diğer ülke para birimleri arasındaki dengeler dolar lehine bozuldu. Para birimi, onunla satın alınan metanın içindeki emek ve hammadde girdisi ile değerini bulur. Dolar bu dengeden koparıldı. Yapay olarak değer kazandırıldı. Doların böyle bir değer kazanması Japonya ve Avrupa ülkelerinden ABD- ye sermaye akmasına yol açtı. Yalnız A B D bankalarına yatırılan mevduat miktan 400 milyar doları buldu. Tekellere yatırılan ve gayrı resmi olarak gelenler de hesaplarsak bu rakam iki misline rahatça çıkar. Diğer merkezler bu durumdan rahatsız olduklarını her yedi büyükler toplantısında dile getirdiler. Am a bir çözümü sağlayacak ortak politika belirleyemediler. Bunun en temel nedeni A B D ’nin sunduğu rüşvetti. Neydi bu rüşvet?
Doların yükselmesi, dünya ticaretinin onunla yapıldığı düşünülürse beraberinde hammadde fiyatlarının yükselmesini getiriyordu. Reagan 3. Dünya ülkelerinden gelen hammadde fiyatlarını indirmeya kararlıydı. Bunun pratik sonucu ABD dünya jandarmalığına soyundu. Detant bozuldu. Grenada işgal edildi. Libya’ya bombalar yağdırıldı. Böylece tüm ülkelerin üstünde bir terör havası estirildi. H am madde fiyatları doların yükselmesine karşı görülmedik derecede düştü. Üretim maliyetinin hammadde girdisi ucuzladı. Sonunda kapitalizmin tek aşkı kâr oranlarının yüksekliği garanti altına alındı. Diğer merkezler ABD liderliğine boyun eğdiler. Tüm ekonomik hesaplar yüksek dolara göre ayarlandı.
Günümüzde blimsel teknik bulgular ve bunların üretime geçirilmesi büyük, çok büyük sermayeler gerektirmektedir. İşte borsalar bu ihtiyacın sonunda giderek geliştiler. Hisse senetleri, kâr ortaklıkları vb. vb. bir yığın kâğıt parçalan ile bankalardan daha ucuz nakit para bulunabilecek yerlerdir. Son 5 yıl içinde bütün merkezler borsaları- nı bölgesellikten globalliğe yükselttiler. Bilgisayarlarla dünyanın herhangi bir
62
borsasından hisse senedi alınıp satılabilir duruma getirildi. Meksika, Portekiz, İspanya ve Türkiye’deki borsalar kurulup geliştirilmeye başlandı. Birçok ülkede şirketler daha kurulmadan hisse senetlerini satıp sermaye sağladılar. İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya, Türkiye, Japonya, Meksika vb. ülkelerde KİT'lerini burada satmaya başladılar. Böylece vergilerin indirilmesinden boşalan devlet kasaları dolduruldu. Özel sektöre tatlı kârlar bağışlandı. Yalnız İngiltere özelleştirme projeleri ile 44 milyar dolarlık gelir elde etmiştir.
Elinde birkaç kuruş parası olan bor- salara koştu. Kapitalizmin tek resmi kumarhanesinde para ile para kazanma dövüşü başladı. Borsa simsarları en popüler meslek oldu. Her dört Ame- rikalı'dan biri, her dokuz İngiliz’den biri, her on iki Almandan birinin hisse senedi sahibi olduğu söyleniyor. Yani borsalarda büyük paralara sahip finaııs-kapitallerin yanında beş on kuruş parası olan küçük burjuvalar katıldı. Yani kapitalizm bütün bu unsurları piyasaya çekecek kadar büyük bir güven ortamı yaratabildi. Aynı ülkemizde sık sık duyduğumuz gibi herkes adeta kapitalist dünya köşeyi dönerken kendine bir yer kapma sevdasına kapıldı. Borsalar geliştikçe gelişti. Finans- kapital de böylece orada burada kalmış paraları değerlendirdi. Bankalardan daha ucuza gelen bu paraları bünyesinde eritti.
1985 Eylül ayına gelindiğinde dolar iki yıl içinde % 35 lik bir değer kazanmıştı. Artık bu yapay yükselişe son verilmeliydi. ABD, ekonomisine getirdiği yüklerden kurtulunmalıydı. Yapılan hesaplara göre ABD artık “yenilenmiş" ekonomisinin meyvalarını toplayacaktı. Verimlilikteki başanya göre dolar yavaş yavaş düşecek ve normal, yani gerçek değerine oturacaktı. Amerikan malları daha yüksek teknikle daha ucuza üretilmeye başlanmıştı, dolarda şimdi buna göre yüksek bir düzeyde yerini alacaktı. Yapılan tüm hesaplar bunun üstüne kuruldu.
İniş başladı. Reagan ve uzmanlarına göre sonuç ancak iki yıl içinde alı-, nabilecekti. Dolar ancak 1987 yılında piyasada belirli bir dengeye oturabilecek, yüksek dolar nedeni ile kaybedilen pazarlar bu süre içinde yeniden elde edilecekti. Sonuçta tüm ülke ihracat gelirleri yükselecek, bütçe açığı böylece kapatılacaktı. Tabii ABD pazarı kime kaybetmişti? Diğer merkezlere. Şimdi Batı Almanya, Japonya birkaç yıldır sağladıkları büyük ihracat gelirlerinden olacaklardı. Bu kez yedi büyükler içinde doların daha fazla düşmemesi üstünde tartışmalar başladı. Sonunda yine A B D ’nin peşinden gitmekten başka bir şey yapılamadı.
HASAT ZAMANI1987 yılına gelindi. Dolar hâlâ düş
me eğilimi gösteriyordu. Bütçe açığı 5 yıl içinde kapanacak denmişti, oysa kapanmak bir yana daha arttıyordu. Görüldüğü kadarı ile Reaganomizm ve ekonomiyi vadettiği kadar yenileyeme- mişti. Dolar bu kadar düştüğü düzeyde bile henüz gerçek değerine ulaşamamıştı, düşmesi gerekiyordu. Ama düşmesini hiçbir merkez istemiyordu. Şubat ayında oturup anlaştılar. Dolar bu düzeyde tutulacaktı. Bu kararı hayata geçirmek için her merkez kendine düşen görevi yapacaktı. Neden doların daha fazla düşmesi istenmiyordu?
ABD istemiyordu çünkü bu en başta Amerikan halkının refah düzeyinin düşmesi demekti. Alım gücü düşecekti. ABD'nin soyunduğu dünya liderliğinden vazgeçmek demekti. Daha önemlisi şimdiye kadar gelen sermaye kaçmaya başlayacaktı. O zaman bütçe açığı büyüyecekti. Sermayenin kaçması ile yatınmlar duracak, ekonomi bir durgunluğa girecekti. Düşük doların doğurduğu kâr düşüklüğü enflasyonu doğuracaktı. Enflasyon beraberinde 1980’lere kadar yaşanan Keynes modelinin kötülüklerini, işsizliği, durgunluğu yeniden getirecekti. Ayrıca bütçe açığının kapatılması demek, askeri harcamaların kısılması demektir ki bu Reagan’ın arkasındaki silah tekellerinin hiçbirinin işine gelmiyordu. Yani doların diğer para birimleri karşısındaki 1987 Şubat dengesi ne pahasına olursa tutulmalıydı. ABD doların daha fazla düşmesini istemiyordu.
Doların düşmesini diğer iki merkezde istemiyordu. En başta dolann bu seviyenin altına düşmesi dünya çapında uygulanan sıkı para politikasından vazgeçmek demektir. Tüm kapitalist ekonomi birden tüketim furyasına girebilir ve buda demin değindiğimiz Keynes kötülüklerini beraberinde her yere bulaştırması demektir. Ayrıca, bilindiği gibi A BD diğer merkezler için vazgeçilmesi çok zor bir pazardır. Dolann düşmesi, diğer para birimlerinin değer kazanması, bunların değerlenmesi o ülke mallarının pahalılanması demektir. Yani ABD halkının daha ucuza gelecek yerli mallarını tüketmeleri demektir. Diğer merkezlerin tatlı ihracat gelirlerinin azalması demektir. Birde her ülke finans-kapitalinin A B D ’de büyük sermayesi vardır. Doların düşmesi bu paranın reel olarak değer yitirmesi demektir. Olaya 3. Dünya ülkeleri açısından baktığımızda, doların düşmesi ihracatının çoğunu bu birimle yapan ülkelerin gelirlerinin düşmesi anlamına gelecektir. Zaten yeterince daralan bu pazar daha da daralacak, sonuçta dünya ticaretini bir kez daha düşürecektir. Siyasi olarakta sonuçlarını kestirmek çok güç değildir.
Sonuç o larak dünya finans- kapitalinin şimdiki ortak özlemi doların şubat ayındaki düzeyinin altına düşmemesi temeline oturur. Peki ama dolarla üretilen meta bu para değerinde değilse ne olacak? Dolar para oyunları ile yüksek tutulacak. Feki ne kadar süre? Bu yapaylığın elbette bir bedeli vardır. Yapay değer ile gerçek değer arasındaki fark kimin sırlına yüklenecek? “Dünya sadece para oyunu ile desteklenen yapay ekonomik zenginliği kaldıracak güçte değil.” (Japon uzmanın Herald Tribune’de çıkan yazısından 5 Kasım 1987) Şimdiye kadar bu yapaylıktan ABD dünya lideri olarak çıkmak için yararlandı. Beceremedi. Artık bu yükü taşımak istemiyor. Bedelini diğer merkezlere atmak istiyor. Yüksek dolardan onlarmda kâr ettiklerini iddia ederek bedeli de birlikte ödemenin yollannı dayatmaya çalışıyor. İşte borsalarda fırtınalar esmeden ve dolar son günlerde yaşadığımız düşüşünden önce böyle bir fırtına öncesi durgunluk yaşanıyordu. Herkes geleceklerin bilincinde ama önleyici bir şeyler yapmaktan ölümünü görmüşçesi- ne kaçıyordu. Hele bir fırtına kopsun bakalım o zaman neler olacak beklentisi içindeydi. Üretim güçlerinin zarar görmesi kapitalizmin umurunda mı
İPLER KOPUYOREkim ayı ABD mali yılı sonudur ve
bu nedenle çeşitli ekonomik göstergeler açıklanır. Bütçe hiçte umulduğu gibi çıkmadı ve 148 milyar dolar açık verdi. Aynı gün Federal Almanya faiz oranlannı yarım derece yükseltti. ABD Hazine Bakanı Baker buna tepki olarak gerekirse doları daha fazla düşürecekleri tehdidinde bulundu. Ayrıca bütçe açığının askeri harcamalar dışından kapatılmasına çalışılacağının işareti olarak Basra Körfezindeki İran’a ait rafineri bombalandı. Bölgede gerilim tırmandırıldı. İşte bir gün içinde yaşanan bu üç kesin tavır dolar ve dünya ekonomisi üstündeki fırtınayı patlattı. A B D bütçeden kesintiyi düşünmüyordu ve Almanya para birimini düşürmeyecekti. Hisse senetleri hemen düştü. Tüm borsalarda ortalama % 3 0 ’luk bir iniş yaşandı. Bir çırpıda 1 trilyon dolarlık değer yok oldu. Tekel dışında kalmış yaban burjuvaların umutları, küçük biriktirici soyuldu. Aynı bizdeki banker olayları gibi. Böylece şişkin doların faturası birazda bu kesime ödettirildi.
Öte yandan tüm devletleştirme projeleri durduruldu. Fransa, Metro Elektronik ve Savunma firmasının, Federal Almanya Volsvvagen’in % 16’sının, İngiltere British PetTOİ’ün, Japonya Nip- pon’un vb. satımı askıya alındı. ABD nakit sıkıntısını gidermek için merkez bankası ile piyasaya para pompaladı.
1985 Eylül ayma gelindiğinde dolar iki yıl içinde %35 lik bir değer kazanmıştı. Artık bu yapay yükseliş son verilmeliydi. ABD ekonomisine getirdiği yüklerdet kurtulunmalıydı. Yapılan hesaplara göre ABD artık “yenilenmiş” ekonomisinin meyvalarını toplayacaktı. Verimlilikteki başarıya göre dok yavaş yavaş düşecek ve normal, yani gerçek değerine oturacaktı.
63
Özel olarak borsalardaki, genel
olarak doların değerindeki
düşüşler ile, para kontroluna dayalı,
sıkı para politikasının,
Freidmancı uygulamaların
kapitalist ekonomiler için bir reçete olduğu savı
iflas etti. Kapitalizm son krizden beri bu
politikaya yılana sarılır gibi
sarılmıştı. Şimdi 5 yıllık
uygulamalardan sonra yine aynı
noktaya gelindi. Bir an önce kâra
geçmek. Tüketimi nisbeten
canlandırmak, varılan konak bu.
Daha sonra Japonya ve İngiltere hisse senetlerini satışa çıkarttı ise de yeni birtakım garantiler vermek zorunda kaldılar. Borsalardaki düşüşün hızı kesildikten sonra büyük tekellerden IBM, Citicorp, Alleges, Merril ve Lynch vb. ucuz senetlerini kapatma karan aldılar. Ancak bu kez dolar düşmeye başladı. Borsalardaki iniş çıkışlar da buna bağlı olarak eğriler çizmeye başladı. Kapitalist ekonomi daha büyük bir bunalıma doğru gidiyordu.
Hiç şüphe yok borsa ve dolar iniş çıkışları kapitalist ülkelerin bir durgunluğa doğru gittiği beklentisinden kaynaklanıyor. Ancak bizzat bu beklentiler durumu daha da kötüleştiriyor, tuzu biberi oluyor. Buna rağmen hiçbir merkez kesin bir tavır belirleyemiyor. Yakar top gibi sorun başkalarına atılıyor. Süre uzadıkça da çözümün bedeli yükseliyor.
Şimdiye kadar herkesin anlaştığı nokta ABD bütçe açığının kapatılması. Önümüzdeki yıl açığın 170 milyar dolar olacağı belirlendi ama Reagan gelen tepkilere karşı bunu indirmeye, karar verdi. Ancak bu bir ilke kararı. Nereden ve nasıl bir kesinti yapılabilecek bu yazının kaleme alındığı sırada belli olmadı. Reagan ilk kez Demokrat Parti kongre üyelerinden bir komisyon kurdu. Birkaç haftadır toplanıyorlar. Reagan ne silah sanayiye ayrılan fonlardan ne de inik vergilerden taviz vermek niyetinde değil. Ancak asıl kesintinin yıllardır çifçiye yapılan sübvansiyonlardan, zat#n kuşa çevrilmiş sosyal yardımlardan ve bazı bayındırlık projelerinden ve dolaylı vergilerin arttırılması ile yapılacağı bekleniyor. Yani kesin olan bedelin yoksul halk kesimlerine ödettirileceğidir.
ABD'nin ünlü ekonomistlerinden R.J. Samuelson’a kulak verelim: “Global ekonomiler ve bölgesel politikalar çağı yaşıyoruz... Yabancılar (diğer merkezler bn.) ABD bütçe açığına dikkatlerini konsantre ederek dünya ekonomik sorunlarına karşı sorumluluklann- dan kendilerini soyutluyorlar... Birleşik Devletler tek başına dünya ekonomik sorunlarını çözemez. (Herald Tribüne, 5 Kasım 1987) Samuelson tekellerin globalliğine değinerek tek tek ülke politikalarının tekel çıkarlarını zedelediğini öne sürüyor. Sırf bütçe açığının kapatılması ile bu işin çözülemeyeceğini söylüyor. Haksızda değil.
Diğer ülkelerden, merkezlerden beklenen ne? Hedef iki ülkede somutlaşıyor. Japonya ve Federal Almanya top ateşine tutuluyor. Almanya AET ülkeleri için en sivrilmişi, getireceği değişiklikler ister istemez diğer AET üyelerini de peşinden çekecek. A B D ’nin iddiasına göre nasıl doların düşüşü otomatik olarak bu para birimlerini yükseltiyorsa, Mark ve Yen’in faiz oranlarına bağlı olarak düşüşü de doların
otomatik olarak yükselmesine yol açacaktır. O nedenle A BD Mark ve Yen1 in düşürülmesini istiyor. Yeni bir düzeyde para değerleri değer bulsun. Bu ülkelerin faiz oranlan düşecek, sonuçta bu paralar düşecek, sonra da bu ülke ekonomileri canlanacak. Sıkı para politikasından vazgeçilecek piyasada para bollaşacak. Halkın alım gücü yükselecek. ABD bu piyasalara daha kolay girebilecek. Sonunda enflasyon, işsizlik vb. gelecek. “Amerika, Japonya ve Federal Almanya’dan kendi ülkesinde işi kolaylaştırma için ekonomilerini canlandırmalannı istememeli. Japonya ve Amerika’nın birbirleriyle marnlamayacak derecede içiçe girmiş fi- nans ve ticari ilişkileri vardır.” (Herald Tribüne, 5 Kasım 1987. Yazan Japon ekonomist Kenichi Ohmae) Söz konusu iki ülke A B D ’nin isteklerini haksız bularak kendi ekonomilerinin bunu kaldıramayacağını iddia ediyorlar. Neden olarak da görüldüğü gibi A B D ’nin alacağı kararlann zaten ülkeler arasındaki bağlantılardan kendilerini yeterince etkileyeceğini, etkilediğini ileri sürüyorlar.
Sonuçta ne olacak? Ne zaman ve nasıl bir ortak tavır alınacak? Daha önemlisi alınabilecek mi? Göreceğiz. Önümüzdeki günler bu türden tartışmalarla geçeceğe benzer. Ama bunla- nn altında pratik, ekonomik çark dönüyor. Üretim sürüyor. Borsalar ve dolar inip çıkıyor. Şimdilik dolar genel olarak şubat ayındaki düzeyinden % 5 düştü. Daha % 10’a kadar düşebileceği söyleniyor. Ancak şimdiye kadar yaşananlar kapitalist ekonominin içinde bulunduğu son konakla ilgili bazı ipuçları verdi. Bunları görelim.
SONUÇÖzel olarak borsalardaki, genel ola
rak doların değerindeki düşüşler ile, para kontroluna dayalı, sıkı para politikasının, Freidmancı uygulamaların kapitalist ekonomiler için bir reçete olduğu savı iflas etti. Kapitalizm son krizden beri bu politikaya yılana sarılır gibi sarılmıştı. Şimdi 5 yıllık uygulamalardan sonra yine aynı eski noktaya gelindi. Bir an önce kârâ geçmek. Tüketimi nisbeten canlandırmak, vanlan konak bu. Kopan fırtınanın altında yatan bunlar.
ikinci olarak Reagan vaddettiği gibi A B D ’yi daha güçlü yapamadı. Kapitalist ekonominin güçlü bir lokomotifi olacaktı, diğer merkezleri peşinden çekecekti. Bu gerçekleşmedi. Bu kez hep birlikte daha bir batacağa benzerler. Diğer merkezlerle aralarındaki farkın düzeyini kestirmek şimdiden zor. Ama dünya finansının sözcülerinden birinin ilginç tahminini aktaralım, “unutmayalım, Japon borsaları dünya kapitalist pazarının % 4 0 ’ını temsil eder. A m erika’nın ise % 34 ’tür... Eğer pazarları-
nt kontrol altına alabilirlerse, ekonomik güç A B D ’den Japonya’ya geçecektir.” (Sir James Goldsmith, Time, 16 Kasım 1987, s. 43) Gerçekten Japonya önümüzdeki günlerde A B D ’nin üstünde bir süper güç olabilecek mi? Göreceğiz. Ancak hiç şüphe yok ki bu dünya güçler dengesindeki büyük altüst- lüklerin hem nedeni hem de bir sonucu olacaktır. Hong-Kong, Singapur, Güney Kore, Tayvan’ın vb. para birimleri tamamen dolara bağımlıdır. Bu bağımlılık derece derece, Filipinler’den, Güney Amerika ülkelerine ve tüm dünyaya yayılır. Dünya liderliğindeki bir zayıflama bu ülkelerde paralel birçok olayı, çalkantıyı getirecektir. Sonuçta dünya güçler dengesini derinden etkileyecek olayları peşinden sürükleyecektir.
Üçüncü olarak 5 yıldır yaşanan “ekonomik yenilenme, gelişim dönemi genel olarak kapanmıştır. Artık yeni tüp üretimin tüketilmesi dönemine girilmek zorunda. Tekeller yatırımlarını hızla kârâ dönüştürme yarışına hazırlanıyorlar. Bitiş çizgisindeki durgunluk biline biline kapitalizm kendi yasaları gereği bu koşuya çıkmak zorunda. Görünen yaşanılmış bu durgunluk tekelleri daha da vahşi olmaya zorluyor. Ayrıca teknik düzeyin daha da yükseldiği, kâr ve sermaye isteğinin daha da kabardığı düşünülürse yaşanacak günlerin büyük fırtınalara gebe olduğunu savunmak yanlış olmaz. Ticaret savaşları, gümrük duvarları vb. olaylar çok çok adını duyabileceğimiz şeyler olacaktır. Dünya proleteryasmın temsilcisi SSCB ile detant için yeniden zirveye oturma isteği kapitalizmin hazırlandığı bu tür iç sürtüşmelere, hatta savaşlara bir hazırlık mıdır? Göreceğiz., .
Bilindiği gibi kapitalist ekonomiler çok uluslu tekeller güdümündedir. Oysa kapitalist sistem birbirinden farklı farklı ülke ve bölgeleri kapsar. Her ne kadar bu tekeller kendilerini bu çok ulusluluğa adapte etmiş olsalar da yine birçok sorunla yüz yüze gelmektedirler. Tekeller üretimin globalleştiği gibi ekonomilerin ve politikalarında globalliğini özlemektedirler. Reagan işte 1980 yılından beri böyle global bir lider görevi görebilmiştir. Tüm merkezleri kapitalizmin ortak ekonomi politikasında bağlamıştır. Ancak Rejkavik zirvesinden sonra yine aynı güçler Re- agan’ın ayağını kaydırmaya başladılar. Şimdi olaylar çorap söküğü gibi devam ediyor, bir günah tekkesi haline getirildi. Sonuçta bugün tekeller yeni global bir lider arayışı içindedirler. Bunun bir çırpıda bulunamayacağı ortadadır. Ancak böylesine global bir lider bulunmadığı taktirde, tekellerin şimdiye kadar üstünü örttüğü bölgesel ve ülkesel zıtlıkların daha kolay baş vereceği açıktır. Hem de etkisinden daha büyük çelişkileri beraberinde sürükleyerek.
64
ELEŞTİRİ GÜNLÜĞÜNDEN: 2
DURMANIN MANTIĞIYADA
GECİKEN POLEMİKLER1976 yılında H .İN A N ’ın (Türkiye
Devriminin Yolu) TDY rsimli yapıtını yayına çıkarırken düşündüğüm, o günün koşullarında geçmişin doğru tanınması ve kendisini geçmişin devamı olarak görenlerle bir polemiğe girebilmekti. Koşullarım nedeniyle basımıyla bizzat ilgilenemeyince kitapçıkta bir yığın tashih ve basım hatası meydana gelmiş, kitabın anında toplatılmasıyla da bu hatalar düzeltilememişti.
K itapçığın yayım ından sonra TDY'ciler adıyla ortaya birçok gruplar çıkmış, ancak doğru düzgün ne geçmişi devam ettirebilmişler ne de kendilerini geliştirebilmişlerdir.
Kitapçığın içeriği üzerindeki tartışmayı başka bir zamana bırakarak, toplumsal muhalefetin yeni boyutlar kazanmaya başladığı bu günlerde TD Y’ci- lerle(!) “D UR M AN IN M A N T IĞ I” üzerine sohbet geliştirme gereksinimi duydum. Duydum çünkü kendilerini T D Y ’ci gösteren bu baylar “Durma” konusunda zaten polemik başlatmışlar. Bense geç de olsa bu polemiğe “YOL” zemininin de girerek netleşmeyi sağlayacağıma inanıyorum.
T D Y ’ciler(l) açısından, günümüz Türkiye’sinde devrimci demokrasi mücadelesinde ileri noktalara gelinmesi ve bunun ne biçimde olacağının belirlenmesinde hedeflerin saptanmadığı gerçeği kadroları rahatlığa götürmüş, uzun bir hazırlık(l) dönemine girilerek toplumsal mücadelenin herhangi bir alanında yer alınamamıştır.
Gerek ’80 Eylül’ü, gerekse günümüz koşullarında sosyalistlerin önündeki görev, genel durum değerlendirmesinin acilen yapılması ve kitlelere somut-net öneriler götürülmesi olacaktı. Bana göre kitlelerin örgütlenmesi için kitlelerin örgütlenmesinin önündeki yolu açmak gerekmekteydi. Bununsa politik önderliğin ulaştığı siyasi boyutlar ne noktada olursa olsun, günlük davranışda sosyalistlerin ve kitlelerin ekonomik demokratik siyasi gereksinmelerine çözüm getirilmesi yoluyla mümkün olacağıdır.
Yapılanmaların bulunduğu noktada
genel bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra önündeki sorunları açarak. kimlerle nerede birleştiğini, kimlerle nerede ayrıldığını saptaması böy- lece kendi programlarını ortaya dökmesi geç kalınmış olsa bile zorunludur.
’80 Eylül’ünden geride bırakılan ilk üç senede kitlelerin ve sosyalistlerin sorunları artarken, aktif politika ve radikal muhalefet yapamayan TD Y birçok hareketle birlikte hayat içinden uzaklaşarak kitleleri öndersiz ve organizesiz bırakmakta mücadele adına uzun bir hazırlık(l) devresini gündemine getirmektedir. Gerçekte TD Y ve benzer yapılanmalar kitlelere önderlik edecek politika yaratamamış, mücadele için koşulların kendiliğinden iyileşmesini beklemiştir. Böylece de yeniden örgütlenmelerinde kendilerine sorun yaratmakta olduklannın farkında değildiler. Hareketin zaaflarından biri olan mücadelede yöntem azlığı - onları demokratik olmayan koşullarda hareketsiz ve siyasi anlamda öndersiz bıraktı.
Siyasi yasakların getirilişinde, anayasanın değiştirilişinde, işçi haklarının geriye götürülüşünde, DİSK’in faaliyetlerinin durduruluşunda, kısaca Finans Kapital’in demokrasiye karşı savaş(!) açtığı ortamda net politika üretileme- yişinin ötesinde, devrimci demokrasi savaşımı verenlerle bile iletişim kurulamayışı en büyük açmazları oldu.
İlk üç yıldan sonra gözle görülür bir biçimde ortaya çıkan devrimci demokrat çalışmanın yanma bile uğramayacak kadar hazırlık(l) içindeydiler.
Neydi bu h az ırlık? Otoriteyle demokrasi arasında tercih yapmak tek tek demokratların bile başvurduğu yol olmasına rağmen onlar niye otoriteye karşı davranış gösteremediler? Aslında içine düştükleri bu açmaz, eklektik yapı kazanmış olmalarının bir ürünüydü. Uzun süren bir durağanlık döneminde farkında olmadan T D Y ’den uzaklaşmışlardı. Taşıdıkları görüş D S ’den H K ’ya uzanan bir karmaşaydı. Pratikte ise bu durumları tarihle olan randevularını geciktirmekteydi.
Bütün bunlarda ve şimdiki sıralama-
AHMET ERKÖKya gerek duymadığımız diğer hususlarda gerçek sıkıntı siyasi yapılanmaların içine düştüğü politik açmaz ve bunun ortaya çıkarttığı önderlik, sürekli önderlik olmalıydı.
ÖNDERLİK SORUNU
T D Y ’de önderlik sorununun analizini geriye dönük olarak yapmak, m ücadelenin yükseliş aşamalarının maddi zemininin (1971’ler için) sübjektif ve objektif koşullarını araştırmak; tüm bunları yaparken 67 yıllık geçmişin kendi yapılanmalarından geçen yolunu yakalamak geleceğe değin çalışmalarında yapı taşı olacaktı kuşkusuz. D iğer yapılanmaları bağımsız ele alarak, ayrıcalığını öne sürüp illada öne çıkma gereksinmesi duyunca da politikadan yoksunluğunu ortaya çıkaracaktı.
Gerçekte, bütün yapılanmalar için Türkiye’deki sınıfsal mevzilenmesinin netleşmesinin süreç içinde belirginleşmesine bağlı kalarak, sınıf mücadelesinin yenileşmesiydi sorun. Bu anlamda kendi politikalarını pratiğe döktüklerinde çatışmaya en keskin biçimiyle girecekleri akımlar dışında, tarihin ana
Pratik davranış düşüncenin netliğinden geçer. Uzun soluklu mücadelede geçmişe
sıkı sıkı bağlılık, gelişen hayat koşulları içinde TDY’yi muhtevasına aykırı olarak
tembelliğe itmekte yeni politikalar üretilememekte, giderek “tarihle olan
randevusu” gecikmektedir.
akımıyla ve bu yapılanmaların savaşımıyla bir yerde buluşacakları gerçekti. Ama bütün bu gerçeklere rağmen bu buluşmayı geciktirdikleri halk kitlelerinin ve işçi sınıfının gözünden kaçmadığından önderlik iddiaları kendiliğinden açmaza düşmüştür.
İçinde en reformistinden en radikaline kadar birçok farklılaşmayı taşıyan
Devamı 69. sayfada
65
Bir mektup var:
KNE GENÇLİKFESTİVALİNDENİZLENİM
SÜRGÜN
SÜRESİNCE
DÜŞÜNCELER
Çivi çakma duvara, çekelini iskemlenin üstüne at gitsin.
yarın geri döneceksin nasıl olsa,
değer mı uğranmaya dört gun için.
Bırak, sulama artık fidanı.
Ne diye başka ağaç dikeceksin?
Buradan gideceksin uç-a uça
o daha bir karış büyümeden
İndir yüzüne kasketini geçerken insanlar!
Ne diye öğrenesin bir yabancı dili?
Sem buradan çağıracak haber
yazılı gelecek kendi dilinde.\
Tavandan kireç dökülür gibi
{engel olma, ko dökülsün!)
yıkılacak zulmuıı duvan, adalete karşı sınırda
dikilen o duvar yıkılacak.
Bak duvara çaktığın çiviye.
Dönüş var mı. ne zaman?
Bilmek ister misin,
her gün neler geçer içinden?
Günlerdir çabalarsın, dersin kurtulacağım.
Durmadan odanda yazarsın:
Bilmek ister mısın,
sonu nedir bu çabanın?
Şu kestane ağacına bak.
şu avlunun köşesinde duran.
Bak $u fidana. güğümle su taşıdığın!
B Brecht
, Yunanistan’da her yıl yapılan anti- faşist gençlik festivali bu yılda, büyük bir kitle katılımıyla kutlandı. 1974’de Albaylar Cuntası’nın yıkılmasında büyük bir payı olan Yunanistan gençliğinin 17 Kasım politeknik direnişini başlatması ve ardından Yunanistan’ın genelinde yayılmasıyla, cuntacıların alaşağı edilmesinde gençliğin büyük bir etkisi vardır. 12 Kasım politeknik direnişi yalnızca gençlik seviyesinde kalmamış, işçi sınıfı ve emekçiler tarafından desteklenmiştir. Politeknik Okulunda başlatılan direniş, dalga, dalga Yunanistan’ın geneline yayılması, güçlü bir anti-faşist kitle oluşturmuştur.
KKE’nin gençlik örgütü KNE gençliğinin anti-faşist birikimini festival düzeyinde örgütlü biçime sokulmasında çok önemli bir görevi yerine getirme içerisine girmiş ve 1975’ten bu yana her yıl peryodikli olarak gençlik festivalini düzenliyor.
Festival yalnızca Yunanistan anti- faşist gençliğiyle sınırlı kalmıyor. Dünyanın dört bir tarafından gelen anti- faşist gençlik örgütlerinin iştiraki ile zengin bir katılım oluşturuyor. Kısacası uluslararası anti-faşist gençlik festivali olarak düzenleniyor. Atiklik, enerjik, yiğitlik ve coşkunluk gençliğin kendine has özelliğidir. Gençliğin bu özellikleri işçi sınıfı ve emekçiler ve en önemlisi proletarya sosyalizmiyle bütünleştiği ölçüde başarılı olur. Aksi taktirde soysuzlaşır. KNE kitle ile bütünleşmesini anlamak gereklidir. Onun için kısada olsa festivalin siyasi atmosferini vermeye çalışalım.
Festivalin yapıldığı yer Atina’nın KE- SERYANİ ilçesi. KKE’nin çoğunlukta olduğu bölge. Belediye Başkanı KKE Lı, halkın büyük desteğini alıyor. Festival alanı çok geniş. Önce kitlenin katılımına değinmek gerekir kanısındayız. Alabildiğine kalabalık, girişler çok yavaş akıyor, sokak ikiye bölünmüş, giriş ve çıkışlar düzenli olsun diye. Görevliler, girişi ve çıkışı düzenlemek için
yoğun çaba sarf ediyor. Bir kısım görevli ise festivalin günlük programlarını ve KNE’nin bildirilerini dağıtıyor.
Diğer ülkelerden gelen haik ozanlan ve müzik grupları, geniş bir alanda konser ve kendi halk oyunlarının gösterisini veriyorlar. İspanya halk dansları büyük ilgi ile izleniyor. Aynı alan içerisinde Afrika Ulusal Kongresi’nin temsilcisi kamuoyuna son günlerde Afrika'da gelişen olaylarla ilgili bilgi veriyor. Oturaklarda yer olmadığı için ayakta ve yere oturarak açıklamalar dinleniyor. Bazı kişiler not alıyor. H e men hemen her yerde kitap sergisi, serginin başında 3 veya 4 KNE görevlisi var.
Diğer tarafta yine konser veriliyor. Burada özellikle gençler toplanmış, pop müziğine siyasi içerik verilerek gençliğe bir şeyler verilmeye çalışılıyor. Diğer ülkelerden gelen gençlik örgütleri iki ayrı alana yerleştirilmiş. Biz önce sosyalist ülkelerin gençlik örgütlerini tanıtma reyonlarına giriyoruz. 11 ülke katılmış. Tek tek reyonları geziyoruz. Küba reyonunun önüne geldiğimizde gözlerimiz Che’nin resmini arıyor. Kastro ve Che’nin resimlerini yan yana ilgi ile seyrediyoruz. Konuşmak istiyoruz, ama dil bilmediğimizden konuşamıyoruz.
Sovyet gençlik örgütünün reyonunun önü alabildiğine kalabalık ve 5-6 tane Sovyet genci KNE’li dostları ile birlikte kitle ilgileniyorlar. Ülkeleriyle ilgili tanıtıcı broşürler dağıtıyorlar ve kitap satıyorlar. Yalnız içimden gelen bir his- le yumruğumu kaldırıp sıkıyorum. Sovyet arkadaş aynı şekilde bana karşılık veriyor ve elini uzatıp tokalaşıyoruz, bir şeyler söylüyor ama ben anlamadığım için fazla konuşamıyoruz. Yan tarafta Bulgaristan gençlik örgütü. Dimitrov’un büyük bir resmi asılmış. Bulgaristan’ı tanıtıcı broşürler ve bildirileri bitmişti. Sosyalist ülkelere kitlelerde alabildiğine ilgi olduğundan reyonlarının önü hiç boşalmıyor. Aynı
alan içerisinde konser veriliyor. Konserin pisti geniş, büyükçe LEN İN ’in portresi işçilerle yürüyerek kızıl bayrağı gösteriyor eliyle. KKE ve KNE’nin ozanları halk türkülerini söylüyor. H emen belirteyim ozanlar çok güzel okuyorlar. Birazcık dinliyoruz bizde. Sosyalist ülkelerin reyonlarını gezerken, dikkatimi küçük boylu, biraz tıknaz yaşlıca bir Yunanlı çekti. Durmadan reyonlarda bir şeyler almaya çalışıyor, istinasız hepsinden birer veya ikişer kitap veya broşür satın alıyor. Bedava dağıtılan broşürlere dahi para teklif ediyor. Kitap olmayan reyonlara neden' kitap olmadığını soruyor, bitti diye kendisine yanıt verilince üzülüyor. Kendisi alamadığı için.
Diğer tarafta kapitalist ülkelerden gelen anti-faşist gençlik örgütlerinin reyonları iki taraflı olarak yan yana dizilmiş ülkelerindeki gerici ve faşist uygulamaları, teşir ve tecrit için yoğun bir ajitasyon ve propaganda yapıyorlardı. Alanın uç tarafında gençlik örgütlerinin temsilcileri kendi ülkelerindeki anti- faşist mücadelelerini anlatıyorlardı. Ayrıca silahların kaldırılması ve dünya barışı için imza kampanyası açılmış, her yaştaki insanlar dünya barışı için imza kampanyasına katılıyorlardı.
Kısa anlatımımdan görüleceği gibi Yunan gençliğinin festivale büyük bir ilgi gösterdiğini söylemiştik. Hatta yalnız gençliğin değil, işçi sınıfı ve emekçilerinde festivale güç verdiğini yazmıştık.
Festivalin önemini iki ana başlıkla toplayabiliriz.
a) Tüm Yunanistan anti-faşist gençliğini toplaması.
B) Uluslararası anti faşist gençlik festivali olarak düzenlenmesi.
Bu çalışma gençlik düzeyinde de olsa büyük başarı sağlamıştır. Çalışmalarından dolayı Yunanistan gençliğini içten ve saygıyla selamlıyorum
KKE (Yunanistan Komünist Partisi) KNE (Yunanistan Genç Koministleri)
66
BİLİRKİŞİ RAPORU
İstanbul'da yayınlanan Çağdaş Yol isimli derginin Mart 1987 tarihli 1 No.lu sayısında bulunan “Çıkarken..." başlıklı yazının TCK. 142. maddesine aykırı olup olmadığının tespiti için bilirkişi olarak tayin edildiğimden gerekli incelemeleri yaptım.
İnceleme konusu "Çıkarken..." başlıklı yazı başyazı niteliğinde olup, bu yazıda '86 sonbaharının altı sene önceki sonbahara nazire edercesine yeni bir dönemi açmışa benzediği ve açanların altı sene boyunca üstlerinde en çok konuşulanlar olduğu belirtildikten sonra, iki sosyal kümeden bahsedildiği. bunların işçiler ve öğrenciler olduğu. yemek boykotları ve açlık grevleri ile birlikte öğrencilerin bini bulan kalabalıklarl"
YOK yasasını protesto eden siyah çelengi üniversite kapısına bıraktıkları, işçilerin ve öğrencilerin yasal sınırlar içinde tepkilerini dile getirdikleri, ileri sürülmekte ve devamla ülkenin belli bir kesiminde ise büsbütün başka olaylann cereyan ettiği. Doğu ve Gü- neydoğu’da PKK Kürdistan işçi Partisi’ne bağlı gerillaların veya günlük basındaki deyişle bölücü çetelerin TC. Devleti’nin ordusuna karşı gayri nizamı bir harp açmış oldukları PKK’nın TC’nin belli bölümlerinde yaşayanların ayrı bir halk olduklarını ve sömürge statüsünde yaşadıklarını iddia ettiği, bağımsız bir devlet için savaştığını açıkça ilan ettiği, T.C. ve ordusu ise bölücü girişimlere karşı birlik ve beraberliği muhafaza etmeğe kararlı olduğu, yakalanan PKK militanlarının çoğunluğunu topraksız köylü, işçi, işsiz ve öğrenci kökenli olduğunun görüldüğü, sık sık yakalartan ve bölücü çeteye yardımcı oldukları ilan edilen köylülerin olduğunun var olduğu basında yazıldığı. bunların PKK sempatizanı olarak kabul edilip sarı renkli fişlendiği, köy korucusu olarak devletin verdiği silahla PKK'ya karşı savaşan köylülerin ise beyaz fişli olmaları gerektiği, devletle PKK arasında kararsız köylülerin de mavi renkle fişlendiği ileri sü
rülmektedir. Yazar bu açıklamalarından sonra, 12 Eylülden sonra yaratıldığı iddia edilen huzur ve güven oıtamının '87 Şubatındaki durumunun bu olduğunu, ülkenin her yerinde hoşnutsuzluk rüzgârlarının estiğini beyan ederek, hoşnutsuzluğunu eyleme dökenlerin sözcüsü olmayı görev kabul ettiklerini söylemektedir. Yazar bundan sonra sadece tepki göstermenin yeterli olmadığını. söz konusu olan bu tepkilerin ve yönelişlerin eğitilmesi ve böylece hedefe varılması gerektiğini, bu noktada işin içine siyaset girdiğini, sosyalizmin işçi sınıfının siyaseti olduğunu, toplumu kucakladığını, işçi sınıfının çıkarlannı nasıl koruyacağını, hedeflerine nasıl varacağını göstermekle yetinmeyip, diğer emekçilerin sorunlarına da çözümler ürettiğini, ellerinden hakları alınıp iktisadi talana uğratılan bütün emekçilerin, öğrencilerin, aydınların, özgür olmadığını bilenlerin sosyalizm hedefine yöneltilmesi gerektiğini, bunun için cesaretli, enerjik, kararlı, hassas, pratik öncünün gerektiğini iddia ederek, “devrimci teori olmadan, devrimci pratiğin olamayacağını" beyan etmektedir.
Yazıda daha sonra işçi sınıfı sosyalizminin titizlikle diğer sosyalizmlerden ayırmak gerektiği, işçi sınıfı sosyalizminin küçük burjuva ve burjuva sosyalizmleri önünde egemenliğinin kurulması icap ettiğini, bunun için ittifaklar politikasının hayata geçirmek zorunluluğunun bulunduğunu beyan ve ifade edilmektedir.
Yukarıda özetini arzettiğimiz yazıda bazı öğrenci ve işçi hareketleri ile Güneydoğu Anadolu’da bölücüler tarafından girişilen hareketler üzerinde durularak, 12 Eylül 1980'den sonra var olduğu söylenen barış ve huzur ortamının ortadan kalktığı iddia edilerek, gittikçe çoğalan hoşnutsuzlukların örgütlenmesi ve böylece işçi sosyalizminin kurulması için mücadele verilmesi amacına yönelik propaganda yapılmış olmaktadır. Gerçekten yazar hedefin işçi sos
yalizmi olduğunu açıkça beyan etmekte ve buna yönelik örgütlenmenin gerçekleştirilmesini, mücadelenin verilmesini söyleyerek öğrenciler ve işçiler arasındaki bazı hareketler ile Güneydoğu Anadolu'daki PKK hareketlerinin bu konuda iyi bir vesile teşkil ettiğini vurgulamaktadır. Bilindiği üzere TCK. 142/1. madde proleterya sınıfının toplumun diğer sınıfları üzerindeki tahakkümü tesis etmek için propagandayı kapsamına alan bir hükümdür. Yazar, sosyalizmin diğer türleri ile işçi sosyalizminin birbirine karıştırılmaması gerektiğini, hedefin işçi sosyalizmi olduğunu vurgulayarak marksizmin propagandasını yapmış olmaktadır.
Bu nedenle yazı TCK. 142/1. madde hükmüne aykırı mütalaa edilmiştir.
Yazıda ayrıca PKK'ya bağlı bölücü çetelerce girişilen hareket üzerinde durulurken, görünüşte “T .C n in belli bölümünde yaşayanların ayrı bir halk olduklarını ve sömürge statüsünde yaşadıklarını" iddia edenin PKK olduğu belirtilmekle birlikte olayın ortaya konuluş biçimi bu düşüncenin aslında yazar tarafından da kabul edildiğini ve bunun propagandasının yapıldığını göstermektedir. Yani yazar bu kişilerin günlük basındaki deyişle "bölücü çete“ olduğunu, aslında Kürdistan işçi Partisi’nin gerillaları durumunda bulunduklarını, T.C. tarafından fişlenme olayının gerçekleştirildiğini beyan edilerek sözü geçen bölgede yaşanan vatandaşlarımızın ayrı bir halk olduğu izlenimini vermek istemekte, o bölgede bir bağımsızlık savaşının gerçekleştirildiği izlenimini yaratmak arzusunu gütmektedir. Bu itibarla inceleme konusu yazı sözü geçen yönden TCK. 142/3. maddesine de aykırı görülmüştür.
Keyfiyet saygı ile arzolunur.
19 Kasım 1987 Bilirkişi
Prof. Dr. Kayıhan İÇEL
Yalçın Küçük...B af tarafı IS. sayfada
içerisindeki biri uldrak bir türlü anlamazdım ben. Ama Doktor un kendi içinden çıktığı bir hareketi elde etmek için bir çabasını görmüyorum. Ben TKP'yim de demiyor. Başka bir şeyim arlık diyor. Bugün bu örnek bilinmiyor. TKP'nin adı üzerinde bir mücadele yapılması yanında Doktor'un tutumu, özgün bir tutum.
F.ğer, bundan şunu söylemek istiyorsanız, Doktor’da aııti-Sovyet bir tutum görmüyorum. Şimdi adı TBKP olan partinin taslak programını okudum. Şöyle yeni bir slogan var: Herkes çalışan insan, herşey çalışan insan için falan. Buna benzer birşey. Şaşırdım. Gülüyorum, niye böyle yapıyor benim TBKP’li arkadaşlarım!? Bu kullandıkları söz, SBKP'nin yayın organı Komü- nist'te bir sayfanın başlığıdır. Sovyetler B irliğ indeki dostlarımız böyle bir şeyi bulmuşlar, ondan çok daha iyisi de bulunabilir.
Şimdi, eğer Doktor la benim aramızda bir benzetme yapacak olursam, ben Sovyetler B irliğ inde yaratılmış düşünce ürünlerinin bir kısmını beğenirim, ama hepsini almam. Nitekim, Toplumsal Kurtuluş’un 1. sayısında Gorbaçov re- formlanyla ilgili söylediklerim, bu yaklaşımın ürünüdür. SBKP’de VVashington’da Gorbaçov reformlarının çok önemli olduğunu söylüyor. Türkiye’de de öyle düşünenler çok. TKP’ye göre çok önemli. Benim değerlendirmem hiç de öyle değil. Şu ana kadar yapılanların yolunu, yönünü, el atılan sorunlun önemli bulmakla birlikte, henüz önemli bir düzenleme olmadığını düşünüyorum. Sovyetler Birliğindeki düşüncenin dışında düşünmeyi anti-Sovyetikı olarak görenler olabilir. Ben öyle görmek istemiyorum. Bunları do kendimi anlatmak için değil, Doktor'u anlatmak için söylüyorum.
Benim bilebildiği kadanyla, Doktor 1930'larda Komintern’e son derece bağlı, Sovyetler Birliğ ine dost bir insandır. Ama, bir yerde TKP'nin dışında kalmıştır, ölümüne yakın yazdığı, yer yer çok sert, katılmadığım o meşhur Mektup’una rağmen, Doktor'un acı çekerken tedavisinin bir sosyalist ülkede yapılamamış olmasından büyük acı duymuşumdur.
Bazı arkadaşlanmızın Doktor'un bağımsız kafasını bir anti-Sovyetizm olarak değerlendirdiğini gördüm. Bunları doğru bulmam. Doktor, ben bu işe devam ediyorum demiştir. VP, bu devamın işaretidir ve tarih yazımında yerini almalıdır.
Ç.Yol — Dr. Hikmet ve Nazım arasında bir paralellik kurarak, ikisi arasında bir tür kader birliğinden söz ettiniz. Üzerinde çok spekülasyon yürütülen bir konu olmasına rağmen, Doktor'- la Nazım arasında bir kutuplaşma söz konusu. Doktor aralarında bugün yeterince bilemediğimiz bazı görüş ayrılıkları bulunduğu halde Şefik Hüsnü ile kendi adını yanyana koymayı tercih ederdi. Bu noktada ne diyeceksiniz? Şefik Hüs- nü’yü mücadele tarihinde nereye koyuyorsunuz?
Y.Küçük — Benim yaptığım çözümleme açısından, Doktor'un Nazım'la kendisini ayn yerlerde görmesini önemli bulmam. İkisi de yer yer beraber bulunmuşlardır. En büyük cezayı da aynı davadan aldılar. Buna göre, 30'!u yıllarda Dok- tor'la Nazım'ın beraber çalışmaları lâzım. Kemal Tahir'e mektuplanndan çıkartıyorum, Nazım sonuna kadar Doktor’a çok sıcak bakar. "Deli Doktor" der, büyük bir sevgiyle, birbirlerine para yollarlar.
Dr Hikmet, Şefik Hüsnü'yü niye kendisine yakın gösterir, bilemiyoruz. Belki de parti içinde o zamanlarda çıkan grup ayrılıklan olabilir; Doktor başka bir tarafta olabilir. Çok karanlık bir dönem, bilemiyeceğim. Şefik Hüsnü hakkında yalnız benim bilgilerim değil, herkesin bilgisi o kadar az ki.
44-45 kısmı biraz daha açık. Oradaki tutuma doğrusu Doktor'la beraberliği gerektirecek kadar sıcak bakmıyor. Bana öyle geliyor ki, Şefik ! 'üsnü 1943-44‘ten sonra Türkiye'de sosyalizmin kurulacağına inanmış görünüyor. Ne yazık
ki, 1940 kuşağında, 2.Dünya Savaşının sonunda kendi çabalarının dışında Türkiye'de sosyalizmin kurulacağına dair bir ham umut görmü- şümdür. O umudu hiçdoğru bulmam. O umuttur 1945’ten sonraki kıraçlığı yaratan. O umut, 1951 tevkifatından sonra Doktor'un bir anlamda tek başına çıkışını yaratan koşullardan birisidir.
1940'tan 43’ten sonra, Stalingrad'tan sonra TKP üyelerinde veya TKP sempatizanı genç en- telijensi ya da. Arif Damar’da. Enver Gökçe'- de, tabii çok ciddiye almadığım Abidin Dino'da ve benzerlerinde bir h yal, kendi güçlerinin dışında sosyalizmin gerçekleşeceğine dair bir umut var. Bu umudun doğmasında ben, Şefik Hüs- nü'nün rolü olduğunu düşünüyorum. O sıralarda Dr. Hikmet hapistedir.
Ha, onun ötesinde şunu soruyorsanız bana, belki de Dr.Hikmet bunu söylüyordum, ona kesin katılırım. İsmail Bilen zamanında TKP mus-
Durmanın Mantığı...Buşturafı 65. sayfadaTD Y politikasızlık içinde bulunan TDY bu günden başlayarak geçmişle hesaplaşmasını yapmak zorundadır.
Bir yandan bu hesaplaşmayı yaparken, diğer yandan kimsenin tarihi tek başına yaratamayacağı gerçeğinden devamla ana akımlarla alan randevusuna gelmek zorundadır. Hayat pratiktir, hayatın şu veya bu alanından girilir bu pratiğe, pratiği olmayanınsa hazırlığı cenaze törenine hazırlıktan farklı mıdır? Kaldı ki cenaze töreninde bile bir hareket vardır. Önderlik, kitlelerle onların somut taleplerine somut çözümler getiren bir programla doğrudan ilişki kurma sorunudur. Yani ülke gerçeklerine iktidar mücadelesi bazında çözüm bulma ve bunları kitlelerin benimseyeceği net sloganlara dönüştürme, farklı kesimlerin ortak çıkarlarının sınıf bazında temsil edilmesi sorunudur. Nihai olarak da, mücadeleyi en etkili ve çoğulcu katılımı sağlayan yöntemlere dönüştürerek iktidar alternatifi olma sorunudur. İktidara alternatif olmayan yapılanmalar ne kadar radi-
Eylül Dersleri...Başıarafı 44. sayfadaBu mantık, sınıf savaşının bir egemenlik mücadelesi olduğu bilimsel gerçekliğini inkâr eder. Hiçbir düşünce çeşitliliği, hatta çeşitliliğin en aşırısı ve özgürü, işçi sınıfını iktidara getiremez. Sınıf iktidarının yolu, bu yolu tıkayan görüşler, maddi temelleri ile birlikte tasfiye edilmedikçe açılamaz. Dolayısıyla, sınıflar mücadelesinin doğasında var olan egemenlik savaşı iktidar arifesinde gerçekleşen bir anlık bir sorun değil, bütün mücadele sürecinde varolan bir gerçekliktir. Y.Öncü sınıf mücadelesinin bu yönüne katlanamıyor.
Sonuç olarak, Y.Öncü’nün bütün itirazlarına rağmen konuyu “sınıf indirgemeci” bir bakış açısıyla noktalayalım. 12 Eylül, 1960’lardan beri yükselen sınıf mücadelesine önemli bir
tafa Suphi ile başlatılır. I. Bilen'le bitirilirdi. Bunu kabul etmeni.
1951'e kadar, net şekilde, Türkiye'deki ilerici hareket TKP içindedir. O zaman da o bizim hepimizin geçmişidir. O geçmiş bizimdir. Şu anda TKP üyesi olanlar kadar bizimdir. Bir tek yeni belgeyi okudum, iki isim geçiyor. Bir Mustafa Suphi, bir de Nazım. Bu çok kısırlaşırır, böyle şeyi düşünmek mümkün değil.
Bakın, Sovyet kitabının önsözünde -ki 80 yıllarında yazılmıştır- çok açık olarak Troçki'yi 1917'den silmenin mümkün olmadığını yazmıştım. Bugün Sovyetler de öyle yapıyor. Doğrusu da budur. Biz de tarihimize böyle bakmalıyız. Bu tarihi Şefik Hüsnü'süz, Dr.Hikmet'siz yazmak mümkün değildir. (Burada da izin verin, Dr.Hikmet'in 1930’larda yazdığı Yol dizisinde Mustafa Suphi değerlendirmesi, benim kitaplarımdaki değerlendirmeye çok çok paraleldir.
kal olursa olsunlar kendi içlerinde durağandırlar ve diğer yapılanmalar se- viyesindedirler. Bütün yapılanmayı sayısal üstünlükten çok politik etkinlik ve nitel üstünlüğe dönüştürmedikçe kitlelerle yalnızca onların kendiliğinden hareketinin yükseldiği direnme noktalarında buluşur, sonra da kendi halinde grup olunur.
Pratik davranış düşüncenin netliğinden geçer. Uzun soluklu mücadelede geçmişe sıkı sıkı bağlılık, gelişen hayat koşulları içinde TD Y ’yi muhtevasına aykırı olarak tembelliğe itmekte yeni politikalar üretilememekte, giderek "tarihle olan randevusu” gecikmektedir. Elbetteki bu süreç içinde tarihin ana akımı Türkiye koşullarında ileri adım- iar-atmakta, iktidara soyunan bir çalışma tarzım gündemine koyacak konağa kadar gelmekte. Süreç öylesine acımasızdır ki, davranış özelliği gösteremeyen kim olursa olsun tarihin vizesini alamamaktadır. Bu nedenle geleceğe yönelik adım atmada gecikme ve hata affedilmez.
darbe vurdu. Olayların kaba görüntüsüyle yetinen birisi için, neredeyse önceki yılların canlı mücadelesi bir anda olmamışa döndü.
Bu büyük altüstlük düşüncelerde derin izler bırakmadan edemezdi. 1960’larda sınıf mücadelesine coşkuyla sarılanların önemli bir bölüğü şimdi “bilim” bayrağını sallayarak sınıflar mücadelesinin insafsız gerçeklerini örtmek, “çeşitlilikler” içinde bulanıklaştırmak istiyor. Bundan bir tek sonuç çıkarılabilir: 1960 sonrası mücadelesinde yorgun düşen işçi sınıfı ile sağlam bağlar kuramayan küçük burjuvazinin bir kesimi, şimdi burjuva liberalizm ine giden yolun taşlarını döşüyor. “Bilim”, lanetli “tekelci düşünce", çok par- tililik, “çoğulcu demokrasi” çığlıkları, hep bu yol inşaatındaki kazma kürek sesleridir.
Türkiye’de Sınıf...Raşlarafı 39. sayfada
geleneği, modern kapitalizmin ona sonradan yüklediği bir misyon değil, Osmanlı toplum yapısından çıkagelen eski bir gelenektir. 60 yıllık kapitalist yapımız bu geleneği neden yoka indirgeyemedi? Bir tek
. nedenle. Pısırık, antika tefeci-bezirgân özelliklerinden dolayı, yaratıcılığa değil, asjılak vurgunculuğa her zaman yatkın olmuş' Türk burjuvazisi tüm toplum ölçüsünde bileğinin hakkına hiçbir zaman öncü olamadığı için. Batı'da burjuvazi kendi adıyla çağrılır. Bizde hâlâ “burjuva" lafı biraz da küfür anlamına gelir. Batı’da modern girişimciliği ile burjuvazi, toplumu devrimlere sürükledi. Bizde, geniş halk kitlelerinin sinik bilincinde, tefeci-bezirgân sermayenin asalak yapısı derin izler bırakmıştır. Bu asalak yapısını, bir avuç Finans-Kapital egemenliğine evrimleştiren Türk burjuvazisi geniş halk ölçüsünde gerçekten “meşru öncü” olamadı. O nedenle kalıntı-gelenek de olsa. Kılıçlılar bu yarım egemenliğin diğer bütünü olma rollerini kaybetmediler.
Ancak hiçbir şey değişmedi mi? Tersine çok şey değişti. Kılıçlıların “devleti kurtarma" gelenekcil tutumuna egemen zümrelerin bir itirazı olamazdı. Neticede egemen düzen kurtanlacaktı. Ancak bu yoldaki atılımlar sınıflar üstü" bir güdü ile yapılırsa. Finans-Kapital düzeni açısından geçici de olsa sancılar yaşamak istenen bir şey olamazdı. 27 Mayıs ve 9 Mart biraz da bu çıkışlar oldu. 27 Mayıs öncesi orduda “general enflasyonu" vardı. Dolayısıyla darbe sırasında hiyerarşi çatladı. 27 Mayıs'ın ilk tedbirlerinden birisi bu çarpık hiyerarşiyi düzeltmek oldu. Finans-Kapital askeri hiyerarşisinin sivri ucuyla sıkıca kenetlenmedikçe rahat edemeyeceğini kavradı. Öte yandan modern sınıflar mücadelesi geliştikçe, sınıflardan bağımsızmışçasına devleti kurtarmaya talip olan Kılıçlılar, bu şaşmaz gerçekliği tanıdılar. 9 Martçılar, 12 Mart mahkemelerinde devrimcilerle birlikte yargılanırken. 12 Mart’çılar Finans-Kapital'in “balyoz harekâtını” yürüttüler. Bu kopuş- ma, sınıf saflaşmasının kaçınılmaz sonucuydu.
Demek Tek Parti döneminde Kılıçlıların vesayetinde palazlanan Finans-Kapital, şimdi onlara acı acı sınıf gerçekliğini öğretiyor. Bu anlamda en iyi örnek 12 Eylül oldu. 12 Eylül ne açık iç çekişmeler yaşadı, ne de hükümetler bir kurulup bir istifa etti. 12 Eylül, 27 Mayıs ve 12 Mart’tan ders çıkartarak davrandı. İlk gününden hiç ikir- ciksiz, 24 Ocak kararlannı yürütmeye devam ederek Finans-Kapital ile ordunun üst katlarının kesin kenetlenmiş olduğunu ispat etti.
Buna rağmen MDP olayı ilginçtir. Bütün deneylere rağmen 12 Eylül, Finans- Kapital üzerinde tek parti dönemine ben
' zer bir vesayet kurmak istedi. MDP, bu 1950’de kalmış geleneğin yeniden hortlamasıdır. Bu partinin, zavallı akıbeti onun patavatsız başkanı, T . Sunalp’ten gelmez. Finans-Kapital ordunun işleri yoluna koymasına bir şey demedi. Ama MDP ölçüsünde yeniden siyaset vesayet altına alınma g rişimine kendi yordamınca itiraz etti. Ve 12 Eylül generallerine güçlerinin sınırını göstermekten geri durmadı. 1
Netice olarak. 27 Mayıs, sınıflar mücadelesinin konakları açısından, Tek Parti döneminde yaratılan devletçiliğin hem ekonomik, hem de siyasi planda, Finans- Kapital tarafından yeni koşullara uydurulma, belli ölçülerde eritilme davranışına karşı tepki olarak patlak verdi. Tek parti dö
nem inde kendini topyekün egemen gören “memurin devletf’nin alt katlan ordu gençliğinin vuruşu ile Finans-Kapital'in dizginsiz sermaye biriktirme hırsına tepkilerini yükselttiler. Bu, en azından şehirlerdeki küçük burjuva tabakalann Finans-Kapital’den ilk köklü kopuşması anlamına geldi. Evet, bu kopuşma, geniş yığmlann aşağıdan coşkun kalkışması ile olmadı -27 Mayıs öncesi gençlik olaylarını atlamıyoruz- tersine yukarıdan bir vuruşla yaygınlaştı. Bundan yakınacak değiliz. Hareketin bu “ilk günahı” bilinçlice yorumlanırsa, sızlanma ve pişmanlıklar anlamını yitirir. Ancak kopuşma bir kez yukandan düşen kıvılcımla, alt sınıfları sarıp kucaklayınca, kendinin aynen tekrarını imkânsız hale getirdi. 9 Mart bunun ispatı oldu.
12 Eylül, sınıf mücadelesi açısından 27 Mayıs’ın objektif olarak yüklendiği misyonların tam ztddınıyüklendi. 27 Mayısla 1980 arası 20 yılda, bütün burjuva partileri, sınıflar mücadelesinin darbeleri altında iyice yıprandılar. 1979’da parlamento içindeki hiçbir hükümet alternatifi yığınlar için bir anlama sahip değildi. 20 yılda sınıf kopuşmalan epey yol katetmişti. 12 Eylül bu sınıf kopuşmalannt “sıkı” bir anayasa ile asgariye indirme amacını taşıdı. Tüm burjuva partileri aşırıca yıprandığı için, onla- nn hepsi adına ve yerine kendi gücünü son haddine kadar ortaya koymadan edemedi. 12 Eylül, periyodik müdahaleler alın yazımızı değiştirmeyi amaçladı. Bu ise, 10 yılda bir siyasete atılmak yerine her gün siyasetin içinde olmakla mümkün olabilirdi. Yaşanan gerçeklik budur. Bu, sınıflar mücadelesi açısından önemli bir kazançtır. Geniş yığınlar açısından, bizdeki egemenlik sisteminin bugüne dek, birbirine karşı davranıyormuş görünen iki yansı bütün yanılgılara son verecek şekilde, kitle gözünde bir tekleşti.
Sonuç olarak, 12 Eylülle birlikte müdahaleler konusunda “bir daha olmasın” yakınma ve tepkileri ortalığı kapladı. Bunun için soyut ve ütopik formüller yapıldı. Bilinçli işçiler açısından böyle soyut bir yakınma söz konusu olamaz. Sınıf mücadelesinin olduğu yerde zorluklar da olur, olacaktır. Sınıf mücadelesini bunlardan arındırm ak fikri ancak bir liberale yakışır. Proletarya olaylann gidiş nabzını elinden tutmak, her taktik imkândan yararlanmakla yükümlüdür. İşin can alıcı noktası proletaryanın gücünü örgütlemek ve açığa çıkartmakta yatıyor.
27 Mayısla hızlanan sınıf kopuşmaları- nı son haddine vardırmaya yetenekli tek sınıfın proletarya olduğu yeterince aydınlandı. 12 Eylülle, Finans-Kapital gücünün önemli bir bölümünü harcadı. Artık geniş halk yığınlannın içinde yayılan tepkileri bir tek odak noktasında toplama görevi herkesten çok işçi sınıfı devrimcilerine d ü ş ü y o r .
12 Eylül...Başlarafı 46. sayfada
olmuştur. Ancak özce köklü farklılıklar olmayınca, paralel gidiş ve sonunda birleşme gündeme gelmiştir.
Birleşik Parti’nin en büyük yanılgısı, ANAP dışındaki burjuva partilerine, abartılmış bir misyon yükle meşindedir. Eğer Türkiye gerçekliği, özel olarak biz de burjuvazinin gelişim tarihi iyi kavranmışsa, “demokratik yenilenme” programı seviyesinde olsun, bir programı burjuvazinin hiçbir kanadı yürütmeye yetenekli değildir. İşçi sınıfından başlayıp, “ulusal ekonomiye katkısı olan iş adamlanmıza" kadar uzanan bir cephe hayal etmek, bundan bir “hükümet” üretmek ve önüne de bir program koymak basit bir taktik sapkınlık değil, köklü bir sapıklıktır. Bunu nasıl nitelendireceğiz? Eğer bunlar basit bir taktik hata olarak görülürse, bizzat böyle görenler de aynı dertten inmelidir.
Her siyaset, bir diğeriyle sınır çizgilerini çizmelidir. Aksi durumda varlık koşulu kalmaz. Zaten olaylar şaşmaz inatçılığıyla, özde farklı olmayan siyasi yapıları birbiri üzerine düşürüyor. Kendi dışımızdaki siyasetleri eğer bir teorik temelde birleşme imkânı dışında görüyorsak, onları neyseler öylece nitelendirmek zorundayız. Ve bu nitelendirme ilk planda kaçınılmaz görünüşüyle sübjektif olacaktır. Ancak olalar akıyor. Ve tek şaşmaz kriter olaylardır.
En son referandumda “evet” kampanyası neyi göstermiştir? “Yasaklar keyfidir ve anti-demokratiktir. Eğer hukukun üstünlüğü demokrasinin vazgeçilmez bir koşulu ise böyle bir yasaklamanın olmaması gerekir.” (Gün, Ağustos 1987) Finans- Kapital düzeninde hangi “hukukun üstün- lüğü”nden bahsediliyor? Eğer Baro binalarından sınıflar mücadelesi alanına çıkılırsa sınıfça üstün olanın hukukça da üstün olduğu hemen görülür. Bu ya da başka gerçeklerle “evet” çağnsını temellendirmek bizlere düşmemeli.
Olaya sınıfların döğüşO açısından bakarsak, o zaman ortaya şu gerçeklik çıkar. En azından son on yılın kahırlı sınıf mücadelesini yıpratıp, bir köşeye ittiği burjuva siyasetçileri ve partilerinin siyasi itibarlarını iade etmek bize düşmezdi. Zaten oylamanın sonucu yığınlardaki bu isteksizliği yeterince göstermiştir. Onlar, 12 Eylül’le demokrasi oyunu son bulurken, parlamento fesh edilirken de fazla göz yaşı dökmediler. Hukukça bakarsak, ağlayıp tepki göstermeleri gerekirdi. Ancak 1980 parlamentosu ve partilerinden umut kesilmişti. Evet, 12 Eylül belki ANAP’ı eli kolu bağlanmış yığınlara umut olarak sundu. Hızla yıpranıyor. Bu yıpranışın altına, “hukuk" adına Demirel ve Ecevit’leri mi payanda edeceğiz? Elbette hayır!
Burjuva normlarından, sınıflar mücadelesi alanına geçebilmek gerekli. Oradan olaylar bambaşka görülebilir. Geçilemiyor- sa, ne denirse densin, binbir bağla toplumu örmüş olan burjuva etkilerin altında, ancak o ufuktan sosyalizm yapılıyor demektir.
O zaman bu gerçekliğe “burjuva sosyalizmi” dediğimizde kimse alınmasın.
S I Y R I L I P G E L E N YORUM
MÜZİK TOPLULUĞU
DEĞERLİ BASIN MENSUPLARI
Türkülerimiz acılarımızı, hasret ve sevgilerimizi yansıtır. Onlar insanca yaşamımızın birer parçasıdırlar. Biz türkülerimizi söyleyen, yaratan sanatçılar olarak özelde yaşadığımız topraklar, genelde tüm dünya topraklar) üzerinde yaşayan insanların acılarını, sevgilerini, sorunlarını yansıtmak duyarlılığını ilke olarak almalıyız diyoruz.
Türkiye ve dünya, bu duyarlılık içerisinde cezaevlerine girmiş, yaşamlarını vermiş, her türlü zorluk ve zulme karşın onurlu tavrından ödün vermeyen sanatçılarla doludur. Örnekler vermek gerekirse: Tedavi olanakları kısıtlanan Ruhi Su, ülkesinden uzakta yaşamını yitiren Nâzım Hikmet, Y ılmaz Güney, cezaevlerinde fiziksel olarak çürütülmüş. Enver Gökçe ve daha birçok sanatçı...
Bunların dışında aynı onurlu tavrı gösteren, bu nedenle zulme uğrayan isimsiz birçok sanatçı vardır. Bu sanatçıların kamuoyuna ulaşabilme zorluklarından dolayı, acıları ve sıkıntıları tek başlarına göğüsledikleri görülmektedir.
Tüm dünya baskıcı sistemlerinde görüldüğü gibi, "Bugün bana, yarın sana” kuralı hep işlemekte, baskının ulaşamadığı hiçbir onurlu insan kalmamaktadır. Toplumun en duyarlı insanlarından başlayarak, en sessiz insanına kadar ulaşabilen bu haksız uygulama ve baskılara karşı alınacak tavır, hem insanın kendisine, hem de toplu- muna karşı onurlu yapımının göstergesidir.
Ruhi Su, Nâzım Hikmet, Yılmaz Güney ve daha birçok sanatçıya karşı uygulanan baskılara, toplumumuzun ve özellikle toplumun göstergesi sanatçıların ilgisi, olayların yaşandığı dönemde sonuç alıcı olabilmiş midir? Yoksa iş işten geçtikten sonra mı tavırlar gündeme gelmiştir?
Tiim bunların ışığında yansıtmak istedi ğimiz soruna gelelim:
1 Ağustos 1987 günü, Sağmalcılar Cezaevi önünde, tutuklularm tek tip elbise başta olmak üzere, insanca yaşam koşullarının sağlanması için başlattıkları açlık grevine bir sanatçı ve duyarlı bir insan olarak destek veren grubumuz solisti ERKAN EF- KAN ŞEŞEN, aynı gün onurlu tavrı onunla paylaşan 19 kişi ile birlikte tartaklanarak gözaltına alınmış, daha sonra da tutuklanmıştır.
İnsan haklarına yönelik saldırılara ve zulme karşı çıkmak ülkemizin de imza attığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 3. maddesinde de belirtildiği gibi meşru bir haktır. Bu hakkını kullanan arkadaşımıza ve onunla aynı onurlu tavrı paylaşan insanlara yönelik bu saldırıların cezaevinde ve daha da ileri gidilerek yargıçların ve kamuoyunun gözü önünde pervasızca sürmesini ve idari bir sorun olan tek tip elbiseyi giymemeleri gerekçe gösterilerek her türlü haktan yoksun bırakılmalarını (en başta avukat ve yakınlanyla görüştürülme) ve giderek cezai bir nitelik kazanan tutukluluk hallerinin devam ettirilmelerini kınıyor; arkadaşımızın özgürlüğünün gaspedilmesi ve düşünsel-fiziksel yapısına yönelik zulmün sona erdirilmesi için başlattığımız bu kampanyaya ülkemiz tüm aydın, sanatçı ve yurtseverlerini omuz vermeye çağırıyoruz.
Bu amaçla İÜ günlük bir imza kampanyasını da başlatmış bulunuyoruz.
10 Aralık 1987
GRUP YORUM
Gülbahar Uluer Metin Kahram an Kem al Gürel Tuncay Akdoğan Taci Uslu Serdar Keskin
Sıyrılıp gelen"c A \
j?- e t ^7? h a #55
^ ~v, \ v ^ ̂£ -V/A* ■ T
>,|J .1 .... Ö V
‘ 'Belli ki dağların, denizlerinve göllerin üzerindensıyrılıp gelmektedir seherbelli ki yakındırdoğayı ve hayatı sarsacak saat ”
ABÜYÜGÜLEBİLMEZKUŞATMAĞÜLEYÇANHÜZ NÜN İSYAN OLURENTEL KARŞILAMASI
i ^BSIYRILIP GELENHAYATMÜNZUR DAĞISEN ÖZGÜRLÜKSÜNMAPUSHANE ÇEŞMESİ
Rasih Nuri...Baştarufı 24. sayfada
doğru dürüst bir kitap yazılabileceği kanısında değilim. Şunu biliyoruz ki, bazı kimselerde birçok belge olmasına rağmen, o belgeleri birçok bakımdan anlayamıyorlar. Anlamamaları nereden geliyor? Sırf bir dergi, bir belge, meseleyi anlamak için yeterli değil. Hele iddianameler, mahkeme kararları hiç değil. Ne kalıyor? Hatıralar kalıyor. Hatıralar da bence fazla sıhhatli bir yol değil.
Şimdi, ben, sizin sorduğunuz bu konudan kaçacağım. şöyle bir netice vereceğim: Doktor için
çok faydalı bir şey yapıldı. Aşağı yukarı kitaplarının tamamı yayınlandı. Fakat, bence daha önemli bir şey var. Doğru bir yöntemle Doktor hakkında doğru dürüst kitaplar yazılması lazım. Doktor’un yazılarını bilimsel sosyalizm yöntemiyle ele alıp, onlardan ciddi bir tez çıkartmak gerekir.
Şüphesiz, parti tarihi yazılacak gibi değil şim
di. Ama yazıldığı vakit, parti tarihinde Doktor un yazılarının hem yeri, hem de büyük önemleri vardır. Bu, inkâr edilebilecek bir şey değil
Zaten, demin yaptığım eleştiri, herkesin partiye hücum ettiği bir sırada bu yüklenişi yayınlamak doğru değildi şeklindeydi. Doktor’un kendisinin bu şekilde yayınlamak istemeyeceğini sanıyorum. Ölüm döşeğinde yazılmış şeylerdir çoğunluğu, yayınlasaydı da süzgeçten geçirirdi, bunlar özel notlardan ibarettir.
Ne yazık ki, bir bakıma yazılmış olmasının faydası var. Çünkü birçok şeyi açığa çıkartıyor. Fakat, bir burukluk, bir rahatsızlık yaratıyor Ben de birçok şeyi biliyorum Birçok şeyi de yazmaya gayret ediyorum belki. Ama, ben onları not olarak alıyorum. Doktorun parti tarihine katkısı değil onlar, o niyetle yazılmış değil, insan not alırken başka türlü yazar, onu bir eser haline getirirken başka türlü ifade eder.
Ve şüphesiz, aynı konuda olmamakla bera- I ber, söylediklerinin yüzde doksam doğru. Ne ya
zık ki doğru Ben, sadece Doktor’un anılarının değil, asıl diğer konularda yazdıklarının da, tarih üzerine ortaya attığı tezlerin de bilimsel bir yöntemle ele alınarak, birkaç doktora tezi çıkartmak gerekliği kanısındayım.
Bakın, başkası için bunu söyleyemeyiz. Reşat Fuat'tan, hatta Dr Şefik Hüsnü’den yazılı az belge kaldı, diyebiliriz. Dr. Şefik Hüsnü’den ne kalıyor? Aydınlık dönemindeki makaleleri kalıyor O makalelerden çıkan bir broşür kalıyor. Maoculann çıkarttığı. Enternasyonaldeki konuşmaları kalıyor, kı onlar da tamamı değil, hiçbir tanesi tamam değil. Oysa çok yazdığına şüphe yok, ancak o arşivler bizde yok. Kerim Sadi’de hiç yok. Daha çok çeviri ve eleştiri. Reşat Fuat'tan Kendi imzası ile iki iane makale var. Yeni Edebiyat’ta Ali f^za Çelik diye imzaladığı yazılar var. Ayrıca çıkarttığı illegal yayınlar var. mahkeme savunmaları var. Onlar da ne yazık ki el altında değil Doktuı Hikmet in avantajı buradadır.
BASIN AÇIKLAMASIKadın cinsinin ezilmişliğini or
tadan kaldırmaya yönelik ve kadının gün lük yaşamda karşılaştığı ayrımcı baskıcı uygulamalarla mücadele edebilecek dem okratik bir kadın hareketi yaratabilm ek amacıyla Demokratik Kadın Derneği “ D K D ” kurulm uştur.
Kadın sorununa farklı yaklaşımların farklı örgütlenmeler gündem e getirmesi doğaldır. Dünyadaki kadın hareketinde de böylesi gelişmeler yaşanmıştır. Son yıllarda ülkemizde kadın örgütlenmesi konusunda yaşanan çeşitliliği bu bağlamda değerlendirm ek gerekir. Kadın sorununa bakıştaki farklılıkların netleşmesi, farklı anlayışların bir
likte mücadele edilebilmesinin koşullarını hazırlayacağı gibi ü lkemizde bu sorunun derinliğine tartışılabilmesini de sağlayacak-, tır.
Demokratik Kadın Derneği bu tartışmaların neresinde kalacaktır.
Kadının cins olarak ezilmişliğ in i yok sayan, toplumsal m ücadele için eritmeye çalışan anlayışla toplum daki tüm ezilen kesimlerin bu ezilmişliklerinin temelinde yatan gerçeği gözardı eden anlayış bizce ikiz kardeştir. Birisi sorunun özüne inmez ya lnızca görünürdeki biçimine karşı çıkarken, diğeri de tüm kadınlara yönelik bir program oluşturma görevinden kaçmaktadır.
Kadınların özgül ezilmişlikleri temelinde ayrı örgütlenmesi d iğer tüm ezilenlerle ortak hareket etmeyi engellemez. Bizler kadın olarak yaşadığımız baskılara ve ayrımcı uygulamalara karşı mücadeleyi toplumdaki tüm baskılara ve haksızlıklara karşı mücadelenin bir parçası olarak algılıyoruz.
Ezilmişliklerini farklı biçimde yaşasalarda her kesimden kadını Demokratik Kadın Derneği çatısı altında toplanmaya çağırıyoruz DKDGenel Merkezi,Küçüklanga Cad. Koçibey Sok. Yüksel Apt. No: 29 Aksaray/İSTANBUL
Bir mektup var:
YAŞIYORLAR,YAŞATACAĞIZ!
“Beni hayat devrimci yaptı. Her zaman devrimci öğretiler doğrultusunda, kendi felsefe anlayışım olan bilimsel sosyalizmden ayrılmadan, arkadaş ve halkıma ihanet etmeden, halkımın mutluluğu için savaştım. Bu savaş sürecinde, devrimci onurumdan asla taviz vermeden, yılmadan, usanmadan bu görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çalıştım. Sanıyorum bunu da yaptım.”
“Halkımın bana vermiş olduğu son görevi de, korkusuzca en iyi bir şekilde yerine getireceğim. Bundan hiç kuşkunuz olmasın. İdam sehpasına giderken, arkaya bakmadan, korkusuzca, halkımın mutluluk sloganlannı haykırarak, köhne düzenin celladına fırsat vermeden, sehpaya tekmeyi kendim vuracağıma söz veriyorum.
Bu korkusuzluğu, devrimci öğreti, devrimci bilinç ve kavga koşullarına borçluyum.”
“Bizi ne işkenceler, ne zindanlar, ne de idam sehpaları asla yıldırmayacaktır. Bugün bizi mahkûm edenlerden tarih mutlaka ama mutlaka hesap soracaktır.”
Yukarıdaki cümleler, kamuoyunda, “TH K P /C Üçüncü Yol” davası olarak bilinen davadan yargılanıp, 28 Ocak 1983 günü İzmit hapishanesinde, üç yoldaşıyla birlikte idam sehpasına çıkan Mehmet Kambur’un karısına yazdığı bir mektuptan aktarılmıştır.
17 Ocak 1981 günü Sakarya’nın Akyazı ilçesinde, polis ve jandarmayla çıkan çatışmada, Ali Aktürk ve Metin Adil Toraman isimli devrimciler yaşamlarını yitirirlerken, Mehmet Kambur (yaralı), Ömer Yazgan (yaralı), Erdoğan Yazgan, Ramazan Yuka- rıgöz (yaralı) ve İsmail Gökalp ele geçmişlerdi.
İşkence ve sorgulamada her sosyaliste ve devrimciye örnek olacak bir tavır sergiledikten sonra, Gölcük hapishanesine hapsedildiler. Çok kısa bir süre içinde “yargılanıp" idama mahkûm edildiler. İdam dosyalarının geri döndüğü, kararın bozulma durumunun ortaya çıktığı bir karışıklık, anında da (x) apar topar idam edildiler. Ailelerine bile haber verilmeden................
12 Eylül’den sonra, jandarma ve polise karşı koymak kolay affedilir bir suç değildi. Hele hele, bir
ordu mensubunun, bir subayın (Ömer Yazgan), emperyalist silah tekellerinin, NATO; nun, işlerini yapmak ve holdinglerin birinde iyi bir köşe kapmaya uğraşmak yerine, işçi sınıfının ve halkın saflarında yer almasının hesabı mutlaka sorulmalıydı.
İşte bunlar için, dört eğilmez baş, yaşamlarının bahannda dört yiğit, soğuk bir kış günü sabahı, Gölcük hapishanesindeki hücrelerinden, son görevlerini yerine getirmek üzere cellatları tarafından çağrılıyorlardı. O sabah güneşin doğuşunu, gökyüzünün maviliğini, hücrelerinin demir parmaklıklarından içeri süzülen bir sızıntı olarak bile göremeyeceklerdi. Bir daha görüşme gününe çıkmakta yoktu, yoldaşlarına, sevdiklerine mektup yazmak ta. Kaçma planları yapmak ve dışarıdaki mücadele içinde tekrar yer almanın hayalini kurmak ta artık gereksizdi. Ama bu güzel insanlar, “o güzel gün geldiğinde” gökyüzünün maviliğinin ve güneşin altında tüm sevdikleriyle birlikte ve özgür, ve mutlu olacaklan- nı biliyorlardı. Biraz sonra öleceklerinden ne kadar eminseler, bundan da en az o kadar emindiler, işte bu güvenle, sloganlar atarak ve marşlar söyleyerek, açılan demir parmaklıklardan boşanırcasına dışarıya, ölümsüzlüğe fırladılar. Hapishane arkadaşlarının hiçbiri onlan bu sonsuzluk yolculuğunda yalnız bırakmadı. Sanki gidenler kendileriymiş gibi, yürekleri ağızlannda, onlarla birlikte haykırdılar. İstanbul-Ankara asfaltı, İzmit-Bursa yolu trafiğe kapatıldı. Gölcük’ten İzmit hapishanesine gelindi. Darağacı çoktan kurulmuştu...
Ömer Yazgan 1957’de Ankara’nın Polatlı ilçesinde doğdu. Memur bir ailenin tek erkek çocuğuydu. Kuleli Askeri Lisesi’nde ve Kara Harp OKulu’nda okudu. 1978’de piyade teğmen olarak mezun oldu. 1979’da devrimci mücadelede daha aktif yer alabilmek için, kendi iradesiyle ordudan ayrıldı. İzmit ve Gölcük çevresinde devrimci faaliyetlerde bulundu. İçeri düştüğü andan idam edildiği ana kadar kendine yapılan “pişmanlık getir, seni affedelim” tekliflerini, yani hainliği kabul etmedi.
Ömer, sosyalist olduğu, devrim uğruna savaştığı için ölen ikinci subay (ilki Kızılde- re'de ölen Saffet Alp), tüm bu yaptıklarından dolayı pişmanlık getirmediği için idam
A.SELMAN
edilen ilk Türk subayıdır. Bu, sosyalist hareket açısından önemli bir tarihi olgudur.
Mehmet Kambur yaşamını mahalle bekçisi olarak kazanıyordu. İstanbul Sarıyer bölgesinde devrimci çalışmalara katılmış ve kendini devrime adamış coşkulu bir halk kahramanıydı.
Erdoğan Yazgan genç bir işçiydi. Sanyer bölgesinde devrimci çalışmalar yaptı. Hapishanede iken, rapor alıp idam edilmekten kurtulabilme imkânı vardı. 0 böyle bir şeyi kabul etmedi. Arkadaşları ile birlikte ölmeyi tercih etti.
Ramazan Yukangöz, genç yaşta devrimci harekete katılmış, özellikle İstanbul Gül- tepe’de bölgenin faşistlerden temizlenmesinde yararlı işler yapmıştır. 12 Eylül öncesinde kapatıldığı Sağmalcılar hapishanesinden, yanındaki devrimcilerle birlikte, cezaevi arabasını ele geçirerek firar etti. Kısa ömrü inandığı davaya adanmıştı.
Ömer, Mehmet, Erdoğan ve Ramazan devrim uğrunda şehit düşen ilk devrimciler değillerdi. Sonuncuları da olmayacaklar. Onlar M.Suphilerin, Şefik Hüsnülerin, Hikmet Kıvılcımlıların, Denizlerin, Mahirlerin, İ.Kaypakkayalann yaşattıkları devrimci direniş geleneğinin sürdürücüleri oldular. Gözünü kırpmadan idam sehpasına çıkanlarla, işkencede, açlık grevlerinde, çatışmalarda şehit düşenlerle birlikte, 12 Ey- lül’e karşı direnişe damgalannı vurdular. Onlar bugün, fabrikalarda, mahallelerde, okullarda, hapishanelerde, direnenlerin mücadelesinde yaşıyorlar. Bizlere yol gösteriyor, güç veriyorlar.
Bağımsız demokrasi sosyalizm mücadelesini zafere götürerek, onların değerli anılarını yaşatacağız.
(x) O sıralar dosya Yargıtay'da görüşülmek üzere bekliyordu. Ayrıca özgül bir durum da ortaya çıkmıştı. M Kambur idamlarından iki halta önce, İd Ocak 1983'te yazdığı bir mektupta bunu şöyle anlatıyordu: " ... bizi yargılamak için oluşturulan heyet içerisinde yardımcı hakimler, başka bir davada rüşvet alırken, yakalanıp, yargılanıp ve ceza aldılar. (Dört kişilik Kurtuluş davasında | Aslında, bu adam- lann sonuçlandırdığı bütün davalar iptal edilip, o in- sanlann yeniden yargılanması gerekiyor. Tümü iptal edilmese bile en azından hayati önem taşıyan sonuçlanmış davaiar iptal edilip yeniden yargılanması gerekir." (Parantez M.Kambur, abç.) Verilen idam kararlarının sırf politik nedenlerden dolayı verildiğini anlatmak için daha fazla söze gerek yok
Ayaktakiler (soldan sağa): ÖmerYazgan, Ramazan Yukarıgöz Çökenler (soldan sağa): Erdoğan Yazgan, Mehmet Kambur
karikatür
HAŞAN SEÇKİN.IV. Uluslararası Vercelli (İtalya) Karikatür Yarışması, Jüri Özel Öd»İL
Carmelo Gonzales, “ Nella Pagina a desira” (Plantasyon işçisi ve ailesi), Tahta baskısı.