ll c::
q) < m -1 -·
z )> r)> s: )> z o )> en
7 Mayıs 1911, Rıfat llgaz'ın doğum günü. 7 Mayıs 2011 'de tam 100 yaşında olacak babam. Okurlan ona "Koca Çınar" diyor. Kolay değil tam 100 yıldır yaşıyor olmak ...
Rıfat Ilgaz, eğitimsiz bir toplumda yaşayan bireylerin şiddet ve baskı kullanarak hedeflerine varmak isteyeceklerini vurgulardı her zaman. Sanata, kültüre ve eğitime önem veren toplumların çağdaş olabileceğine inanırdı. Sanatçı onun için toplumun yol göstericisiydi. Bu yüzden, kendi deyimiyle, "gözü toplumda, kulağı halkta "ydı. O, benim için bir baba olmaktan öte, bilge bir kişiydi. Bugün bile bu yönünün az bilindiği düşüncesindeyim.
Edebiyatın her türunde ürün vermiş olan Rıfat Ilgaz'ın, 70'e yakın yapıtı var. Şiir, roman, öykü, tiyatro oyunu, çocuk kitapları, anı, makale ... Yazarlığının yanı sıra dergici, basın şeref kartı sahibi bir gazeteci ve dizgiciydi de ...
Bugüne kadar milyonlarca kitabını okurlara ulaştırdığımiz Rıfat Ilgaz'ın 100. doğum yılında, onun tüm yapıtlarını yeniden ele almak ve daha geniş kitlelere ulaştırmak için Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları ile el ele verdik. Onun sıcaklığını sizlere birlikte taşıyacak ve son sözünü yerine getirmeye devam edeceğiz ...
Aydın Ilgaz
.Son .�
E� 6..A.-c.. � �
.J.ıd� ,:.' ,..-:..«/:� Bo�,:.t.-...� � .s-u.4.1..��.' /!J_ Xl- 1 '!91
c;:;h1� �
RIFATn..GAZ, 7 Mayıs 1911 'de Ci de' de doğdu. 1930 yılında Kastamonu Muallim Mektebi'ni bitirdikten sonra altı yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. 1938'de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nden mezun oldu. Bir süre T ürkçe öğretmeni olarak çalıştı. !:'.:debiyat kapısını şiirle aralayan 11-gaz'ın ilk şiirleri, Kastamonu'da yayımlanan Nazikter ve Açıksöz gazetelerinde çıktı (1927). Sınıf(1944) adlı ikinci şiir kitabının sıkıyönetim kararıyla topIatılmasından sonra altı ay hüküm giydi. Daha sonra Sabahattin Ali, Azi1. Nesin, Mim Uykusuz ile birlikte çıkardıkları Markapaşa başta olmak üzere çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve yayımlanan kitapları nedeniyle yaşamının çeşitli evrelerinde birçok kovuşturmaya uğradı ve değişen sürelerle tutuklu kaldı. 1947'de öğretmenlikten çıkarılınca hayatını öykü, roman, tiyatro oyunu ve gazetelerde köşe yazıları yazarak kazandı. 1974'te Yenigün gazetesinden emekli oldu. 7 Temmuz 1993'tc aramızdan ayrıldı.
Şiir: Yaren/ik (1943); Sınıf (1944); Yaşadıkça (1947); Devam (1953); Üsküdar'da Sabah Oldu (1954); Soluk Soluğa (1962); Karakılçık (1969); Uzak Değil (1971); Güvercinim Uyur mu? 0974); Kulağımız Kirişte (1983); Ocak Katırı Alagöz (1987); Bütün Şiirleri (1983).
Öykü: Radarın Anahtarı (1957); Donkişot istanbul'da (1957; Pala!!Ta adıyla, 1972); Kesme/i Bunları (1962); Nerde O Eski Usturalar (1962); Saksağanın Kuyruğu (1962); Şevket Ustanın Kedisi (1965); Geçmişe Mazi (1965); Caribin Horozu (1969); Altın Ekicisi (1972); Tuh Sana (1972); Rüşvetin Almaneast (1982); Sosyal Kadınlar Partisi (1983); Çalış Osman Çiftlik Senin (1983); Şeker Kutusu (1990); Dördüncü Bölük (1992).
Roman: Hababam Sınıfı (1957); BizimKoğuş (1959; Pijamalılar adıyla, 197.1); Karadenizin Kıyıağında (1969); Meşrutiyet Kıraathanesi (1974);
Karartma Geceleri (1974); Sarı Yazma (1976); Yıldız Karayel (1981); Apartırnan Çocukları (1984); Hababam Sınıfı İcraatın İçinde (1987).
Oyun: Karadenizin Kıyıağında (1%5); Hababam Sınıfı (1967); Abbas Yolagiden (1967); Çatal Matal Oyunu (1969); Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldıİbişo (iki oyun bir arada, 1971); Hababam Sınıfı Uyanryor (1972); H ababam Sınıfı Baskında ( 1972).
Deneme: Cart Curt (1984); Nerde Kalmıştık (1984). Anı: Yokuş Yukarı (1982); Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra ( 1986). Çocuk: Halime Kaptan (1972, roman); Kumdan Betona (1976, roman);
Bacaksız Kamyon Sürücüsü (1977, roman); Öksüz Civciv (1979, roman); Cankurtaran Yılmaz-Küçükçekmece Okyanusu (iki kitap bir arada, 1979, roman); Bacaksız Sigara Kaçakçısı (1980, roman); Bacaksız Okulda (1980, roman); Bacaksız Tatil Köyünde (1980, roman); Bacaksız Paralı Atlet (1981, roman); Hoca Nasrettin ve Çömeı:leri (1984, roman); Çocuk Bahçesi (1995, şiir); Durmak Yok (2009, şiir).
Ödülleri: Ocak Katırı Alagöz, 1987 Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü; Yıldız Karayel, 1982 Madaralı Roman Ödülü ve 1982 Orhan Kemal Roman Armağanı; 1983 Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü.
Rıfat Ilgaz'ın yaşamı ve yapıtları hakkında daha ayrıntılı lıilgi için: Asım 1\czirci, Rıfat I/gaz, Çınar Yayınları, 1997; Mehmet SayJur, Biz de
Yaşadık: Dünden Bugüne Rıfat I/gaz, Çnıar Yayınları, 1998; Rıfat I/gaz Sempozyumu, Çınar Yayınları, 2007.
TORK EDEBİYATI
RIFAT ILGAZ RÜŞVETİN ALAMANCASI
©TÜRKİYE IŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINIARI, 20IO Genel Yayın: 2213
Senifika No: 11213
YAYlN DANlŞMANI AYDIN ILGAZ
EDITÖR PlNARGÜVEN
GÖRSEL YÖNETMEN BİR OL BAYRAM
DÜZELli
ASLI YALKliT
GRAFiK TASARIM UYGULAMA TORKİYE İŞ BANKASI KOLTüR YAYINLARI
I. BASKI: YALÇIN YAYINIARI, I982
TÜRKİYE IŞ BANKASI KÜLTÜR YAYlNLARI'NDA I. BASKI: NISAN 20I I, ISTANBUL
ISBN 978-605-360-235-4
BASKI
YAYLACIK MATBAACILIK LITROS YOLU FATIH SANAYI SITESI NO: IVI97-203
TOPKAPI ISTANBUL (0212) 612 58 6o Senifika No: 11931
Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şanıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metin, gerek görsel malzeme hiçbir yolla yayınevinden izin alınmadan
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz .
TÜRKİYE İŞ BANKASI KOLTüR YAYINLARI İSTİKLAL CADDESi, MEŞELIK SOKAK NO: 2/4 BEYO�LU 34433 ISTANBUL
Tel. (0212) 252 39 91
Fax. (0212) 252 39 95
www.iskultur.com.tr
Mizah Öyküleri
rüşvetin alamancası RIFAT ILGAZ
TÜRKIYE$ BANKASI
Kültür Yayınları
İÇİNDEKİLER
Rüşvetin Alamancası . .. ....................................... . .. .... 1
Elden Düşme . . . . . . .9
Ali Osman'ın Çakalı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..15 Ağır Gelir Sana!........ ....... .... .. . .. ..... .. . .. . . . 21
Sağlam Bir Aday . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . ... . . . . . 29
Böyle Baş .. .. .. ...... 37
Hassas Kantar . . . . . . . ........... ....... ........ . . 45 Benzin Kokusu .. . ..53 Devrimci Kaymakam . . ........................... .. . ..... 61
Çmakopların Sağlığına . . . . . . .. . . . . . .. . . . . . . . . .. . .. 67
Nesi Meşhur?................. .. ............... . . .. 73 Kıbrıs'a Çıkıyoruz! ... ... . .. . ....... .. ...... ... . .. 81
Ha Ayı Ha! . ........ . .. ..... ........... .... .... . . . .. 87
Madrabazlar Köyü ................. . . 95 Ana Yüreği... . . .... ....... ...... . .... .... . . ...... . . . 105 iftiradır Nuriciğim! . . ... ... .... . .. ....... .. ... 1 11
Al Bunu da .. . . . 117
Bir Şiir Sergisi ............. . . .. . .... . ... . ... . . . .. . . . . 121
Sıçan Artığı . .. . . .. 127
İki Masal
Keklik Geliyi Pırrr! . . . . .. · .. .. .. . ... .. . ..... ............... .... 141
Altın Ekicisi .. ... ... . .. . . ....... ............ 149
RÜŞVETİN ALAMANCASI
Altı yüz kilometreyi bir solukta almış, Kapıkule'de, yarı ölü, yarı diri, bir lokantaya girmiştik. Ceplerimizdeki bütün levaları masanın üstüne boşaltmıştık. Bunları son meteliğe kadar harcayıp girmeliydik huduttan içeri. Bir mirasyedi çalımıyla:
"Bonfile! " dedim. "İkişer porsiyon! Birer şişe de şarap! İki şopski salat ... Etler hazırlanana kadar sosis, salam, peynir . . . Hazırda ne varsa ... Çabuk!"
Yanımızdaki masada sakalları uzamış, gün yanığı iki yolcu, benim hovardalığımı hoşgörüyle izliyor, çat pat bildikleri Bulgarcalarıyla işimizi kolaylaştırmaya çalışıyorlardı. Ismarlamamız bitince:
"Nerden böyle?" diye sordular. "Paris'ten! " dedik. "Kaç günde geldiniz?" "Şöyle böyle bir hafta sürdü." "Ohooo! " dedi genci. "Bizim için iki günlük yol ! " Ağzımız açık baktığımızı görünce: "Düsseldorf'tan dün sabah çıktık! " dedi. "Dün sabah mı?" "Ne olacaktı a !"
Anlamıştık. Araba alıp araba satanlardandı bunlar. Kapıdaki Mercedes onlarındı demek. Biz yemeklerimizi bitirmek üzereydik, onlar yarım bardak şarapla oyalanıp duruyorlardı.
"Bir bozukluk mu var arabanızda?" dedim. "Aman ağzını hayra aç ağbi! " dedi genci. "Daha ye
ni çıkardık fabrikadan !" "Kimi bekliyorsunuz burada? Geriden gelecek arka-
daşınız mı var?" Birbirlerinin yüzüne baktılar: "Şarabımızı içiyoruz! " dedi yaşlısı. "Bitsin hele! " İnanmadığımızı görünce: "Motor dinlensin biraz !" dedi. "İki bin kilometre,
hiç durmadan! " Arkadaşım: "Nah, hudut şuracıkta! " dedi. "Girin de, dinlensin
İstanbul'da motor! Siz de dinlenirsiniz, araba da dinlenir! "
Güldüler .. . "Hele nöbet değişsin! " dedi yaşlısı. "Ne nöbeti bu?" "Ne nöbeti olacak, gürnrükçü nöbeti! " "Yani . . . " dedim. "Bizim de m i beklememiz gereki
yor?" "Sizi bilmem! " dedi. "Bizim işlerimiz biraz karışık
da . . . Kurt dediğin, dumanlı havayı sever, hele hava kararsın!"
Bir iki parça kap kacak almıştık, emaye tencere, emaye çanak .. . Vitrinde bembeyaz görünce dayanamamıştık . . . "Geçirebilir miyiz?" diye sordum.
Katıla katıla güldüler:
2
"Biz, koskoca bir araba yı geçireceğiz! " dedi delikanlı. "İçindekilerle birlikte! "
Bütün gençler gibi becerikliliğiyle övünüyordu. Yaşlı arkadaşı onun bu ataklığını hoş görmemişti. Alay edercesıne:
"Gözü pektir bizim Erol'un! " dedi. "Gözünü kırpmadan yirmi saat araba sürebilir. Sürmesine sürer de, gümrükçülerle yüz yüze gelince de boğuşmayı hep bana bırakır . ...
"Bizim gümrükçülerle boğuşmak o kadar zora benzemiyor . . . " dedim. "Almanya'da falan ne yapıyorsunuz gümrükçülerle?"
"Önce çok zorluk çekiyorduk ya . . . " dedi yaşlısı. "Sonraları onlar da alıştı, biz de alıştık! "
Dilinin bağı bi.ı:den çözülüvermişti: "Daha doğrusu, onları da kendimize benzettik!
Avusturya'dan Almanya'ya giderken bir şehir var. Innsbruck mu nedir. . . Or da bir gümrük şefi vardı ki, herif namuslu mu namuslu! İki tane halımı yakaladı içeri sokarken, rahatça beş yüz mark verebilirdim kurtarmak için .. . Başka bir seferinde de bir baş! "
"Baş mı dedin? Ne başı bu?" "Ne başı olacak, heykel canım . . . " "Yaaa! " "Kurtardık, ama çok da pahalıya patladı. Hep bu
adamın yüzünden! " Öfkesinden bardağının dibindeki şarabı birden diki
vermişti. Bizim şişelerden hemen doldurdum. Birkaç yudum da koyduğum şaraptan içtikten sonra:
"Dur sen dedim! Bak nasıl yola getiririm ben seni ! " diye anlatmaya başladı:
3
"Bir oda tuttum otelde. Sırf bu namuslu Alman gümrükçüsünü yola getirmek için ! "
"Anlamadımi " dedim. "Canım, herifi rüşvete alıştırmak için! Almanların
bir huyu vardır: Hediye vermesini de severler, hediye almasını da. . . Sanat haline getirmişlerdir bu işi! İnceledim, en uygun hediye verme yolu, doğum günü için ... Baktım, herkes birbirinin doğduğu günü ezbere biliyor. Sicillerine bile işieniyor memurların doğum günleri . . . Herhalde birbirlerine hediye vermeleri içindir . . . Bir kibrit kutusunu kabul etmeyen namuslu bir memur, doğum gününde hediyedir diye ne versen alıyor, hem de masası başında. . . Benim ortaktan telgraf almıştım bir gün. Sekiz parça Acem halısıyla geliyordu. Giriş gününü hesapladım. Birkaç gün önce hani terslik eden gümrük şefi vardı ya . . . Öğrenmiştim arkadaşlarından, bayılırmış taşlı kol düğmelerine. .. Herifçioğlu koleksiyon meraklısıymış! İstanbul'da elden düşürdüğüm iki taşı ne zamandır saklıyordum. Gittim, Antep'ten yaptırdığım kol düğmelerine bu taşları taktırdım kuyumcuya . . . Sildirdim, parlattım. Gene memleket işi bir kutuya yerleştirdim. Tam arkadaşım huduttan gireceği günün sabahı vurdum bizim gümrük şefinin kapısına:
'Buyrun! ' dedim. 'Doğum gününüz için! ' 'Doğum günüm mü?' diye baktı şaşkın şaşkın yüzüme. 'Yavol ! ' dedim. 'Yanlışınız olacak! Benim doğum günüme daha bir
ay var! '
4
'Biliyorum .. .' dedim. 'Tam yirmi yedi gün .. . ' Hesapladı: 'Evet .. .' dedi. 'Tam yirmi yedi gün!'
'Ama ben maalesef o gün burda bulunamayacağım. Bu akşam huduttan girecek olan arkadaşıının arabasıyla Münih'e gidiyorum!'
Odasında yalnızdı. Kutuyu bir kuyumcu hüneriyle açıp önüne koydum. Gözlerini alamıyordu bakmaktan. Kendini tutamadı:
'Aman aman!' dedi. 'Harika! ' 'Memleket işi ! ' Yalanın küçüklerine inanılmayacağını biliyordum. 'Eski bir saraylıdan aldım bunu .. .' dedim. 'Abdüla-
ziz, Fransa'ya gittiği zaman takmış bu kol düğrnelerini! ' 'Üzerindeki taşlar . . . Zümrüt . . .' 'Öyle diyorlar, ben pek anlarnam!' Öyle ya! Anlayan biri, doğum günü için böyle değer
li bir kol düğmesini nasıl çıkarıp verirdi hediye olarak! 'Bu mutlu günilrnü hatırladığınız için çok duygulan
dım! ' dedi. 'Çok . . . Çok teşekkür!' 'Aman efendim, biz çok severiz Almanları . . . Babam
seferberlikte Çanakkale' de bir Alman generalinin hizmet eriymiş!'
'Benim babarn da subaymış İstanbul'da! Biz de çok severiz Türkleri ! '
Belki yanlış da değildi sevgisi. . . İşçilerimizin sayısı henüz elli bini bulmarnıştı. Çalışmaya gelenlerin turist olup olmadıklarını sormuyorlardı huduttan girerken. Kaçak girenler için vur emri de çıkmamıştı henüz!
O akşam arkadaşın arabası geldi, dayandı gümrük kapısına, sekiz parça Acem halısıyla. Yavaşça sokuldum şefin yanına:
'Sayın bayım!' dedim. 'Münih'e gidiyorum, bir emriniz?'
5
Bana iyi yolculuklar dileyecek kadar dost oluvermiştİk. Elini uzattı, saygıyla sıkarak geçtim arkadaşıının yanına. Bagajın kapağına elini bile sürmedi.
Son ayrılığım değildi, bu hudut kasabasından. Arkadaşım, arabayı yükleyip de tel çekti mi İstanbul'dan gelip iniyordum otele . . . Ertesi gün de doğru gümrük şefinin odasında alıyordum soluğu:
'Sayın bayım!' diyordum. 'Hediyemin kabulünü rica ederim, doğum gününüz için . . . Ufak bir hatıra! Biz Almanları çok severiz! Biliyorsunuz babam hizmet eriydi Çanakkale'de, bir Alman generalinin yanında! '
Bir gümüş şekerlik oluyordu verdiğim çoğu zaman . . . Ya Erzurum işi gümüşlü bir kamçı .. . Ya da Antep işi bir hançer . . . İşimiz devamlı olduğu için bırakmıştım sahte antika hediyeleri . . . Onları sürebileceğimiz yerlere sürüyorduk!
O, her seferinde aynı şaşkınlıkla bakıyordu yüzüme. 'Doğum günüm için mi dediniz' diyordu. 'Daha altı
ay var! ' Ben de şaşmayan bir kesinlikle: 'Yarın arkadaşın arabasıyla gidiyorum da .. .' diyor
dum. 'Şimdiden takdim etmeye geldim. . . Mutlu yıllar dilerim!'
Hediyemi, hiçbir gün geri çevirme nezaketsizliğini göstermemişti. İki gün sonra da beni uğurlarken elimi sıkıyordu, bu rüşvet almayacak kadar dürüst gümrük memuru, 'Güle güle!' diyordu. 'Hayırlı yolculuklari"'
Pişkin pişkin gülüyordu İstanbullu arkadaş, sigarasını savura savura:
"Sanmam ki .. . '' dedi. "Alınanların da zararı olsun soktuğumuz mallardan! Evlerini, apartmanlarını halı-
6
lada, kilimlerle döşedik. Antika eşyalarımızia süsledik. Karşılığında da Taunus'larını, Mercedes'lerini, Volkswagen'lerini, Opel'lerini, yerine göre de kızlarını aldık getirdik. Caddelerimizi, sokaklarımızı doldurduk. İçine tükürdük trafiğin! "
Şarabımız da bitmişti, yemeğimiz de . . . Son levalarırnızı bahşiş diye tabağa bırakırken uzattı elini hemşerinuz:
"Topla şu paraları! " dedi. "Koy cebine! Alıştırma bu adamları bol bahşişe! Sen bırakır gidersin, ama sıkıntıyı biz çekeriz sarıral Haydi yolunuz açık olsun! "
7
ELDEN DÜŞME
Europaeischer Hof Oteli'ndeki odamızın telefonu çaldı. Her dili ana dili, baba dili, kardeş dili kadar bilen yol arkadaşım (anası da babası da, kardeşi de ayrıca ikişer, üçer dil bilirdi) yapıştı telefona. Almanca yerine terniz bir Fransızcayla:
"Sen misin Corciyo! " dedi. "Nerden haber aldın geldiğimizi? Evet, doğru, senin için zor bir iş değil haber almak. Seksen tarakta bezin vardır, ama gene de şaşmadım değil.. . Daha şimdi çıkmıştık odamıza. Üç dakika önce !"
Konuşma sürüp gidiyordu. Bir ara alıcıyı eliyle tıkayarak (ki çok yersizdi bu; benimle Türkçe konuşacaktı) "Bugün önemli bir işiniz yok, değil mi?" diye sordu. "Gideriz Corciyolara, ne dersin?"
"Kim bu Corciyo?" dedim. "Zor hemen anlatmak. Görmeden olmaz. Geliyor
bizi almaya! " "Peki! " dedim. "Görelim, bakalım! " Bir süre daha konuştuktan sonra kapattı: "Bir Volvo almış, spor. .. Onunla gelip alacak bizi.
Çok meraklıdır ... Nesi varsa göstermeye. Özenir burju-
valığa, ama pek hali vakti yerinde olmadığı için de bizim Hoca Nasrettin gibi boyuna torbayı bozar, heybe yapar!"
Salona inrniştik ki, ceketsiz, blucinli, ayağı sandallı, alt yanı Alman, ortası İsviçreli, üstü Fransız kıpır kıpır biri bekliyordu asansörün ağzında. Sarılmalı öpüşmeli bir tanışmadan sonra, ellerimizden çekiştirerek götürdü arabasına bizi:
"Bilir Bülent beni ! " dedi. "Yarışmacıydım gençliğimde. Sakın korkmayın, iyi araba sürerim ben !"
Geçti direksiyona, uçaktaki gibi kemeri sardı beline. "Yeni aldım bu arabayı ! " dedi. "Yirmi bin kilomet
rede . . . Elden düşme olduğuna göre yeni tabii . . . " Motorun çalışmasıyla arabanın ok gibi fırlaması bir
oldu. Sağıma soluma tutunmaya vakit bulamadan varmıştık yolun sonundaki kırmızı ışıklara.
"Bir villa tuttum Grunewald Ormanı'nda, elden düşme ... " dedi. "Bir İngiliz'le tanışmıştım Stuttgart'ta. Berlin' den ayrılırken bıraktı içindeki eşyalada iki bin iki yüz marka. . . Çok seveceksiniz! Bizim gibi çalışan adamlar yazlığa çıkamadığından, iyisi mi dedim biraz şehirden uzak olsun . . . "
"Doğru! " dedim. "Altınızda böyle bir araba olduktan sonra . . . "
"Değiştireceğim! Bir Mercedes spor elden düşürebilirsem . . . "
Kilometre saatine baktım yüz yirmiyle gidiyorduk . . . Yüz kırka yükseldi finişe çıkmış gibi . . .
"Mercedesler daha yollu! " dedi. Yeşil ışığı kaçırmamak için hızla geçti işaret ışıkları
nın önünden, ağaçlı bir yolun sonunda zınk diye birden bastı frenlere. Alnım cama doğru gidip geldi.
lO
"İşte bizim elden düşme ev! " dedi. "Bilmem, nasıl bulacaksınız! "
Kemerini çıkarıp attı, fırladı dışarı: "Buyurun! " Çimenli bir yoldan merdivenlere doğru yürüdük.
Merdivenin demirine bağlanmış bir köpek ayaklarının üstüne kalkıp karşıladı bizi:
"Hav! Hav hav hav! " Koştu Corciyo, ölçülü el hareketleriyle okşadı başını: "Bayılırım bu Kostar'a! Nasıl, güzel köpek değil
';>" mı.
Bayıldığı mayıldığı yoktu. Eh, kent dışı bir villaydı bu .. . Gerekirdi bir köpek. Bülent:
"Hayrola! " dedi. "Hiç köpek sevmezdin sen ! " "Kim demiş! Bayılının böylesine! Hele şu kulaklara
bak, tüylü tüylü! " "Hav! Hav hav hav!" "Nürnbergli bir arkadaşım vardı, çellist! Frankfurt'a
gidiyordu, bıraktı bana sekiz yüz marka." Bülent güldü: "Yani ... " dedi. "Elden düşme!" "Evet, evet! Eve alışamadı diye bağlıyoruz! " "Adam!" dedim. "Ne bakış bu böyle! Kuşkulu kuş-
kulu bakıyor adama. Bağlı olmasa üzerimize ada yacak! " "Ah monşer! " dedi. "Sorma! Köpek çok iyiydi, iki
ay önce okula bıraktık . . . Orada bozuldu." "Ne okulu bu?" "Köpek okulu canım! Tatile gidenler köpeklerini bı
rakıyorlar yaz kurslarına. Öyle ya! Neden götürsünler! Hem köpekleri barınır, hem eğitilir. Eğer kötü alışkanlıkları varsa düzelir bu okullarda."
11
"Pek eğitilmişe benzemiyor seninkil " dedim. "Adamın paçasına sarılıyor! Hele şu bakışa bak !"
"Dedim ya, hiç memnun değilim. Polis şeflerinden bir arkadaş aracı oldu, polis köpekleri okuluna yazdırdı. Sivil okullar çok pahalı olduğundan . . . Okula giderken bir fiş vermişlerdi, doldurdum. Kent dışı bir villada yaşadığımız için biraz dedim ev bekçiliği öğrensin, girene çıkana mukayyet olsun! "
"İyi, ama bir şeyler öğrenmişe hiç benzemiyor! " "Üniversite öğrencileriyle boğuşmak için hazırlanan
köpeklerin arasına katmışlar bizim Kastor'u. ihtiyarlara neyse ne, ama kapıdan bir genç girdi mi canavar kesiliyor!"
Arka bahçeye bakan bir salona girdik. Açık pencere-den seslendi:
"Juliaaa! " Bülent sordu: "Kim bu Julia?" "Bizim kız canım! " "İki yıl önce kızın mızın yoktu senin! " "Canun yoktu, ama hanım baktı ki çocuğumuz ol
muyor, gitti kimsesizler yurdundan bu çocuğu aldı getirdi. Evlat edindik Julia'yı. Hanım da kanserden geçen yıl ölünce işte böyle kaldı üzerimde; ama göreceksin, çok sevimli kız. Julia'ya da düşman bizim Kastor. Oysa okula vermeden hiç de böyle değildi, çok iyiydi araları. Bir daha mı! Polis köpeklerinin yanına verirsem! Bu yıl sivil kış kurslarına verip eğitmem gerekecek! Gel sana kemanlarımı göstereyim! Şunu Floransa'dan aldım, şu kemanı Rijeka'dan, şunu da Napoli'den. Hep elden düşme bunlar! Bak içine şunun! "
1 2
"Stradivarius mu yoksa?" "Yapımı değil de, stili öyle! Guarneri bunun adı. Ka
rım bu keman yüzünden müziğe başladı! " "Karım mı dedin! " "Karım ya! Waltraud kanserden ölünce Julia'ya
bakmak için İsviçre' de annemin tanıdıklarından bir kız getirtmiştim, nişanlısı burda üniversitede okuyordu, çatı arasındaki odayı onlara verince çok ucuza gelmişti bana. Nişanlısıyla bozuşunca da . . . "
Bülent gülüyordu: "Demek, hanım da elden düşme ha! Baştan çıkardın
kızı desene! " Birden çattı kaşlarını: "Yooo! " dedi. "Ben kimseyi baştan çıkarmadım.
Açık açık söyledim şartlarımı! Benimle evlenirsen dedim, sana verdiğim üç yüz markı keserim, ama buna karşılık hayat sigortam var . . . Emekliliğim var . . . İşte şu koleksiyonlar, kemanlar ... Bir hesapladı, ayrıldı nişanlısından, benimle evlendi! "
Bülent: "Hani senin üniversitede bir kardeşin olacaktı! " de-
di. "Bitirdi mi?" "Ne bitirmesi? Kavga . .. Dövüş . . . Hangi üniversiteli
bitirmiş ki, bizim Manuel bitirebilsin? Çocuk çok çekti bu işgaller sırasında!"
Seslendi pencereden: "Bak Maria, sana Türk arkadaşları tanıtayım! " Şişirme bir lastik havuzda Julia'yı yüzdüren Maria
başını kaldırıp baktı bize: "Geliyorum! " dedi. "Hiç sorma Corciyo, az daha
boğuluyordu çocuk! "
13
Kastor birden acı acı havlamaya başlamıştı. Altüst ediyordu ortalığı.
"Ne oldu bu köpeğe? " dedi Corciyo. "Hiç böyle havlamazdı bu köpek! Okula vereli büsbütün edepsizleşti! Kastooor! Sus bakalım, edepsiz! Ne oluyor böyle! "
tı. Köpeğin sesine sinirli bir genç adam sesi de karışmış-
"Hav hav hav! Hırrr! " Corciyo: "Heeey Kastor! " diye bağırdı. "Ben evdeyim, nedir
bu telaş! " Zincirini koparan Kastor'la birlikte içeri bir genç
girdi itişe kakışa. "Heeeyt! Çekil şöyle bakayım! Tanıtayım size, üni
versitedeki kardeşim Manuel! " Bizim arkadaş: "Gerçekten kardeşin mi?" dedi, ortaklaşa bildiğimiz
bir dille. "Kardeşim! " dedi. "Ne olmuş?" "Şaşılacak şey doğrusu! " "Ne var bunda şaşacak, anlayamadım! " "Demek, elden düşme olmayan bir Manuel var öyle
mi? Özbeöz senin olan?" Anlamıştı ne demek istediğimi: "Yok canım! " dedi. "Babam ölünce annem evlenmiş
bir Bavyeralı'yla ... Kardeşim o babadan işte !" "Demek, Manuel de elden düşme haaa! " Gülüyorduk, Corciyo da katılmıştı gülüşlerimize . . .
Manuel bile . . .
14
ALİ OSMAN'IN ÇAKALI
İlçe belediye meclisi için aday listelerinin düzenlenmesi işi birden hızlanıvermişti. İl merkezinden gelen kurt yönetici Avni Şaşmaz, gelir gelmez, meyhaneleri, kahveleri, gazinaları dolaştıktan sonra bir akşam çıktı parti başkanının karşısına:
"Hayır !" dedi. "Gösterdiğiniz adayların hiçbirinde iş yok! Gezdim dolaştım, halk tanımıyor onları. Merkezin gizli emri var . . . Bu sefer ki seçim kıran kırana . . . Ancak seçim kabiliyeti olanlar aday gösterilecek. Nihat Özer mi, geeeç! Herkes biliyor, kapatması varmış aşağı mahallede! Hasan Atılgan mı, sapığın biriymiş . . . Hiç durma üzerinde. Nuri Yılmaz . . . Tek kuruş vermemiş mücadeleci delikanlılara . . . Olmaaaz! Kendini aday göstermek isteyen babayiğit, eli titremeden açacak kesenin ağzını. . . Bizim partimiz, bir koy, beş al partisi ! "
"Ya İhsan Ataç?" dedi. "İlçe başkanı Yaşar Oydangel. ,
Onun için de kulağı daldurulmuştu Avni Şaşmaz'ın: "Geçenlerde kaç otomobil istendi kendisinden, baş
kanın geleceği gün?" diye sordu. "Haa? Kaç araba is-
tendi, on araba değil mi? Pekii, kaç arabayla çıktı gelen rnisafirlerin yolunun üstüne?"
"Üç mü, dört mü ne . . . " "Bu üç araba da garajdan kiralanmış, İbrahim'in ga
rajından. İbrahim kim? Partinin demirbaş adamı değil mi? İhsan Ataç kiralamasa, bu arabalar nasıl olsa katılacak değil miydi karşılayanların arasına? Bir partinin ileri gelenlerinden araba istendi mi yarıdan çoğu hususi olacak ki bir şeye benzesin! Bizi itibarlı kişiler karşılamaya çıkmış diye şişinecekler misafirlerimiz. Çürük çarık dolmuşlada yol üstüne çıktın mı, çekiver kuyruğunu. Sen İhsan Ataç'ı da geç !"
"Ya Ali Haydar?" "Onu da geç canım!" "Maden direği hamallarının gösteri yürüyüşünü
durduran . . . " "Ali Haydar mı durdurdu? Biz rica minnet bastırılan
gösteri yürüyüşüne, durduruldu diyemeyiz! El etek öperekten. . . Parti olarak böyle durdurmalar istemiyoruz biz .,
Parti başkanı, yelkenleri büsbütün mayna etmemek ıçın:
"Bu kadar değil! " dedi. "Adamlarımız hiç de bu kadar değil. . . Daha neler var, neler elimizin altında. Karşı tarafın baltalamasından çekindiğimiz için gizli tutuyoruz... Var, liste başı olacak değerli adamlarımız.. . Bize bağlı, altı okka partililer .. . Birden bomba gibi çıkaracağız ortaya .. . Hilmi Pekmezci, Nuri Serdümen, bir ayağı köyde bir ayağı kasahada bir Ali Osman var ki . . . "
1 6
"Şu Çıngıraklıköy'ün Ali Osrnan'ı mı?" "İşte o !"
"O da çalındı kulağıma . . . " dedi. "Peki, ne iş yaparmış bu adam?"
"Ne iş mi yapar? Kimin ne i ş yaptığı belli olmaz ki beyim! Sata sata beş on dönüm toprağı kaldı köyde Ali Osman'ın amma... Sözü geçer Allah için bütün ilçede .. . Tam seçim kabiliyeri olan bir adam işte. Sevilir doğrusu."
"Bankadaki durumu?" "Bankayla bir alışverişi olmaz ki Ali Osman'ın." "Yani protestosu murotestosu?" "Yok öyle şeyi ! " "Oldu mu ya! Protestosu olacak ki, partiye eyvallahı
olsun! " "İtibarlı adamdır Ali Osman, sözü dinlenir adam ...
Dağa taşa sözü geçer ... Kurda, çakala ... " "Ha deyince, yol üstüne üç yüz, beş yüz adam dize
bilir, öyle mi ?" "Dizmesine dizer, i ş oraya gelince. Severiz Ali Os
man'ı, Allah selamet versin! " Ertesi gün düştü Ali Osman'ın peşine Avni Şaşmaz.
Önce aşağı mahallenin muhtarından başladı işe. Eğildi kulağına sordu:
"Tanır mısın Ali Osman'ı? " Çok ciddi bir şey sorulacağını sanan adamların gev
şemesiyle, birden çözülüverdi muhtarın çatık kaşları: "Bizim Ali Osman mı?" dedi. "Eyi adamdır, hoş
adamdır! " Gülüyordu. Hem de dişlerini tam sayı göstere göstere. "Yani . . . " dedi Avni Şaşmaz. "Sevilir adam demek is
tiyorsun, öyle mi?" "Köylüsü de sever, kendisi de, Allah için! Bi tanedir
Ali Osman! "
17
"Tuttuğu iş?" "Ne tutarsa üstesinden gelir amma . . . Şimdilik hazır-
dan yiyor işte! Akıllı adamdır Ali Osman . . . " "Nüfuz ticareti falan mı yapıyor yoksa?" "Demek ki öyle . . . Geçinip gidiyor işte !" "Elinde a vucunda . . . " "Nesi olacak! " dedi muhtar. "Ünü var, yetmiyor
mu?" "Önünden bize ne! Ha deyince yüz elli, iki yüz kişi
dikebitir mi yol üstüne?" "isterse bütün memleketi ayağa kaldırır! Herifte ka
fa var be, buluş var . . . Böyle adamları sokacaksın ki belediye meclisine memleket şenlensin! Buralarda meyvecilik öldü. Tahıkılık öldü. Kalkınsak kalkınsak hancı tavuğu gibi başa huzurdan yolcu fışkısıyla kalkınırız! Turistlerden demek istiyorum! Yalan mı beyim?"
"Doğru ama . . . Bundan Ali Osman'a ne! " "Yaratır namussuzum! Turizm ne demek? Antikalık
yapıp dışardan gelenlerin gözlerini boyamak değil mi? Sen demek Çıngıraklı Ali Osman'ı tanımıyorsun haa !"
"Çıngıraklı mı dedin? Benim bildiğim bir köy var, Melen taraflarında . . . Çıngıraklıköy! "
"İşte Ali Osman'ın köyü .. . Köyün asıl adı Çıngıraklıçakal köyü... Çakalını biliriz de, söylemeyiz biz! Eski adı Çorakköy'dü. On yıl içinde ne çoraklığı kaldı, ne kuraklığı! Cennete döndü Ali Osman'ın sayesinde! "
"Nasıl oldu bu?" "O sıralarda Çorakköy'de mısır ekermiş Ali Osman.
Mısırlar kelleye durdu mu, çakallardan baş alamazmış. Bir gece sayvanda beklerken çakal sürüsü mısır tarlasına inince tuzakla bir çakal yakalamış.. . Boynuna bir
1 8
çıngırak bağlayıp salıvermiş çakalı ormana .. . Sürüsüne dönmek isteyen çakal, çalıların arasından çıngır mıngır geçerken . . . "
Olayı gözlerinin önüne getiren Avni Şaşmaz gülmeye başlamıştı katıla katıla. Anlatıyordu muhtar:
"Çıngıraklı çakal gider, önünden sürü kaçar . . . Çakal gider, sürü kaçar . . . Çakalların saklandığı bütün çalı diplerini bildiği için, kendilerine çıngıraklı bir hayvanın yaklaştığını görünce, hurraaa ! Çoban köpeklerinin üzerlerine yürüdüğünü sanan çakallar başlarını alıp kaçarlarmış dağdan dağa . . . Köyde kala kala bir çıngıraklı çakal kalmış. . . Herkesin kulağı kirişte artık. . . Çıngırak sesini duyan, Ali Osman'ın çakalı geliyor diye çıkarmış yol üstüne. Çakalın ünü yayıla yayıla Çorakköy'ün sınırlarını aşmış, kasahaya dayanmış . . . Oradan da komşu illere . . . Tam turistİerin şurda burda yeni yeni göründüğü yıllar . . . Ali Osman'ın çakalı gazetelere geçince görmek için gelen gelene! "
"Tamam! " dedi Avni Şaşmaz. "Turizmin memleketimizde hızla kalkınması için Ali Osman gibilerin belediye meclislerine girmeleri gerek! Meclise partimiz adına gösterilecek adayların bundan iyisi can sağlığı ! "
Kurt politikacının d a aklı yannıştı Ali Osman'da iş olduğuna, ama partinin hali vakti yerinde, tarla tapu sahibi daha nice nice değerli üyeleri vardı. Ufak bir tartışmadan sonra listenin en altında kahvermişti Ali Osman'ın adı. Son gözden geçirmelerde de silinip çıkarılıvermişti bir kalemde!
Belediye meclisine girmek gibi bir hevesi yoktu Ali Osman'ın, ama bütün bu olup bitenler birden kafasının kapağını attırıvermişti. Ününün sınırları içinde saltanatı
1 9
surup giderken, deliye döndürmüştü politikacıların oyuncağı oluvermek! Bir gün çekti kafayı, çekti kafayı dayandı parti meclisine, merdivenin ta alt basamağında açtı ağzını:
"Kimrniş beni önce listenin üst başına geçirip de iki paralık adamların hatırı için liste dışı bırakanlari " diye verip veriştiriyordu. "Dükkanım yok, tezgahım yok, tarlam tapum yok, param pulum da yok, ama ünüm var benim, ünüm! Benden iyisini mi bulacaksınız belediye meclisine aday gösterecek! Ulan bir kel çakalla adını yedi memlekete duyuran kim var, benden başka! "
20
AGlR GELİR SANA!
Memur aylıklannın yetersizliğinden, geçim koşullarının dayanılmazlığından hemen her gün başköşede yana yakıla söz eden başyazanmızın, patronluğuna sığındım bir gün:
"Aldığım parayla geçinemiyorum! " dedim. Gazetedeki görevim önemli bir iş sayılmazdı, düzelt
mendim. En zor görülen bir görevdi bu, ama yine de bütün hor görülen insanlar gibi yaşamak, rahat soluk almak zorundaydım.
"Geçinemiyorsan . . . " dedi. "Kolayı var! " Kaşlarına büyük adam çatıklığı vererek ekledi: "Kendine daha uygun bir iş bul ursun! " "Bulamadım! " dedim. "Hiç olmazsa bu iki yüz elli
lirayı, üç yüz yapamaz mıyız diye gelmişti m." "Nasıl yaparız! " dedi. "Yapamayız! Seninkini üç
yüz yapmamız için en azdan kırk kişinin daha aylığına bir şeyler eklernem gerekmez mi?"
"Sizin işinize kanşmam! " dedim. "Artırmak, artırmamak sizin bileceğiniz iş! "
"Eğer benim bileceğim işse, olduğu gibi kalsın! " Akşama düzelttiğirn yazının konusu "asgari geçirn
endeksi" idi. Makalede sayın patronumun salık verdiği aylık, altı yüz liradan başlıyordu. Göğsüm kabara kabara düzelttim yazıyı. Bununla birlikte altı yüz sayısını, iki yüz elli diye düzeltmem gerekirken kalemimin ucuyla bile dokunmadım. Ben bu düzeltmeyi yaparsam yazı tümüyle anlamını yitirir, patran da bana kapının yolunu gösterirdi.
Gazetemizin açtığı bu geçim savaşında, başyazarımızı kendi kişisel sorunlarımla yarmamak için köşemde uslu uslu oturmaktan başka bir iş kalmıyordu bana. Üç yüz liralık bir gündüz işi bulup dengeyi tutturmalı, kendi sorunumu, kendim çözümlemeliydim.
Gazetedeki işin bulunmaz bir özelliği vardı, gece işi olması . . . Bütün gün boş kaldığım için, istediğim yerde çalışabilirdim, uykuya ayıracağım boş zamanlarımı değerlendirir, üç yüz liralık bir işe girebilirdİm en azdan.
Çok geçmeden bir kitabevinde düzeltme işi açıldığını öğrendim. Gazetedeki görevimi sabaha doğru bitirip elimi yüzümü yıkadıktan sonra, doğru adam arayan kitabevinde aldım soluğu. İnsaflı birine benziyordu patran, bana başka bir işte çalışıp çalışmadığıını bile sormadı. Bir iki kolon yazıyı önüme sürerek hemen bir denemeden geçirdi beni. Bu işlerde elektronik bir yetenek edinmiştim yıllardan beri. Yazı dizenierin yanlışlarını yakalayıp yüz geri etme alışkanlığını kazanmış olmam benim için pek övünülecek işlerden sayılmazdı. Patron, eski harflerden yeni harfiere bir aktarma yaptırdı. Yaşırnın gerektirdiği tabidot bir bilgiyle onun da çıktım içinden. Dil öğreten okullarda birkaç yıl sürten kişilerin bilgiçliğiyle sordu:
"Fransızca bilir misin?"
22
"Bilirim! " dedim. "Bir işe yarar mı düzeltmenlikte?" "Sen bil de gerisine karışmal Başka?" "Biraz Arapça . . . " "Başka! " "Biraz da Acemce .. . " "Güzel ! Başka? " "Eh, İngilizce biraz da . . . " "Nerden öğrendin bunları?" "Pek azını okulda . . . Daha çoğunu kendi kendime . . . " "Başka?" "Bunlar yetmezse kurslara gider öğrenirim," dedim. "Biz öbür kitabevleri gibi değiliz. Bilimsel kitaplar,
değerli sanat eserleri basarız; kültür ister! " "Çok haklısınız !" "Yani demek istiyorum ki, çok dikkatli olman gere-
kecek! " "Elimden geldiğince çalışının! " "Sormamı hoş gör, bir diplarnan var mı?" "Vardı, kayboldu! " "Ya! Nerden almıştın?" "Verdilerdi, Ankara'da bir yüksekokuldan! " "Kayboldu demek diploman . . . " "Pek işime yaramadığı için olacak, bırakmışım bir
yerde. Lazım olursa çıkartayım yenisini." "Sanmıyorum. Vereceğimiz aylık iki yüz elli lira . . . " "Üç yüz yapsanız. " "Hele sen, işe bir başla, kolay !" Sustuğumu görünce: "Kaç lira alırdın, bundan önceki işlerde?" diye sor
du. Ufak şeyler için yalan söyleme alışkanlığım yoktu.
23
"İki yüz elli liraya kadar alırdım . . . " dedim. "Daha yukarısını da burda alırsın, bizi memnun
edersen! " Eh, haksız da sayılmazdı. Ş u kadar yıl çalıştığım yer
den üç yüz lira yapmasını isteyince, bir kovulmadığım kalmıştı. Henüz emeğimin geçmediği yerden nasıl verirlerdi bu parayı.
"Peki! " dedim. "Siz bilirsiniz! " Yeni işimize de başlamış olduk böylece. Gazetedeki
işim, üçte dörtte bitiyordu, sabaha doğru . . . Sekize kadar masamın başında kestirdikten sonra kalkıyor, elimi yüzümü yıkayıp yeni işime koşuyordum.
Kitabevindeki görevim öyle patronun şişirdiği gibi önemli bir iş değildi. Dizimevinden ha babam kolonlar, sayfalar akmıyordu, düzeltmek için. Geldikçe hemen düzeltiyor, gönderiyordum. Bu arada müşteri bastırıp, benden bir kitap soran olursa, "Benim ne üstüme vazife! " diye terslerniyordum. Kalkıp istediği kitabı buluyor, gerekirse paketleyip eline tutuşturuyordum. Bunları yapmam için mutlaka tezgahtar olmam gerekmezdi ki. Depodan, hamalın sırtında gelen kitabı, adamı yükün altında tutmamak için kalkıp indirmem de işten mi sayılırdı . . . Ciltçiden gelen kitapları, hamalın sırtına yerleştirip depoya göndermek de öbür işin tersyüz edilmişiydi. Böyle ufak tefek işlerin, sürekli masa başında çalışanlara iyi gelen yararlı bir yanı da olmalıydı. Bu yararlanmayı daha da artırınarn için patron, elinden gelen çabayı göstermiyor değildi. Yük taşımada gösterdiğim başarı, onun kadar beni de sevindiriyordu.
O günlerde kitabevimizin basın bölümünde çalışmak için aylıklı bir yük işçisi aranıyordu. Patron sanki
24
kızına damat seçiyormuş gibi ince eleyip sık dokuyor, sorgudan sınavdan sonra da hemen her gelene gösteriyordu kapıyı. Bir gün, boyu bosu pek yük işçisine yakışmayan bir adam geldi, patronun karşısına dikildi. Necmettin Bey, öbürlerine uyguladığı sınava başlamıştı, hafiften bir el ense çekerek .. . İlk barajı başarıyla aşan adama:
"Hele otur şöyle! " dedi. Adam, kendisini kapıda bir bekleyen varmış gibi
oturmak istemiyordu. "Canım otur hele !" diye üsteledi. "Çay mı içersin,
kahve mi?" "Sağ ol, bir şey içmem! " "Canım, iç bir çay! Nerelisin sen?" "Niğdeli! " Patron, kahveeiye gönderecek adam arıyordu bakış
larıyla. Çocuk postaneye gitmişti. Kalktun, karşıdaki kahveeiye çayını söyledim Niğdeli'nin. Döndüğümde patron verilecek işin tanımlamasını yapıyordu:
"Basımevine sekizde, bilemedim sekiz buçukta gelirsin! Akşam yediye kadar . . . "
"Peki! " diye kesti sözünü. "Öğlenleri yemek paydosu . . . "
"Eh, bir saat falan . . . Yemeğini hemen yer, gelirsin işinin başına! "
Niğdeli suratını ekşitti: "Olmaaaz !" dedi. "Bir saat az! " "Canım hadi bir buçuk saat olsun! Hiç dışarı işi
yok .. . Müdür kahve çay söylemeye bile yollasa, gitmezsin !"
"Çırak yok mu bu işler için?"
25
"Var, olmaz olur mu?" "Bu kadar mı?" "Makineye kağıt toplarını verir, basılınca da alırsını
Gelen sokak hamallarına yüklersin, yüklüyse indirirsin yükünü sırtından! Eh, oraları derleyip toplamak da senin işin !"
"Çıraklar ne güne duruyor! " "Doğru! Çıraklar yapsın! " "Yediye kadar orda kapalı kalmak . . . Ben dışarda . . . " Necmettin Bey sözünü kesti: "Dedim ya, dışarı işi yok! Kağıtları verirsin makine-
lere, oturursun ı"
"Sen aylıktan haber ver! Kaç lira aylık?" "Şimdilik dört yüz lira . . . " Niğdeli anasına sövülmüş gibi birden fırladı yerin
den: "Ne söylüyorsun sen!" dedi. "Dört yüz liraya adam
çalışır mı böyle günde !" "Canım şimdilik! " "Bu para benim boğazıma yetmez! İki ekmek yiyo
rum bir oturuşta! " "Peki peki, ekmek parasını ayrıca . . . Dört yüz elli ol
sun !" "Hadi eyvallah! Bize gelmez!" Adam çayını getiren kahveeinin terazisine çarparak
basıp gitti. Ciltçiden kitap paketleri gelmişti, hamalın sırtından indiriyordum. İşim bitince utana sıkıla:
26
"Efendim! " diye sokuldum patronun masasına. "Söyle !" "Basımevindeki işe . . . " "Eee?"
"Beni verseniz . . . " "Ne yapacaksın basımevinde?" "Kağıt toplarını makineye vermek . . . Basılanları . . . " Geniş geniş güldü Necmettin Bey: "Yani .. . " dedi. "Yük işçiliği mi?" "Hamallık" diyemiyordu. "Evet! " dedim. "Yük işçiliği! " Birden karıştı yüzü: "Bırak şakayı da, geç işinin başına! " "Gücüm, kuvvetim, çok şükür yerinde . . . " "Yapamazsın sen!" "Nesi varmış yapılmayacak! Bir top kağıt, gelse gel
se on kilo, on iki kilo gelir. Denedİm burda ben, elli kiloya kadar, tuttuğum gibi . . . "
"Ne söylüyorsun! Yapamazsın diyorum sana! " "Neden yapamazmışım! " "Yapamazsın! Ağır gelir sana!" "Anlayamadım, nesi ağır gelir? Taşıdığım kağıt topu
mu?" "İşin adı ağır gelir! Yapacağın i ş düpedüz hamallık!
Harnallık ağır gelir! " "Ağır gelsin, onu da taşırım! Geeemi gündüzümü bi
leyim artık! Varsın harnal desinler. Akşam yatacağım yeri bileyim . . . Etmeyin, verin bu işi bana! "
"Yapamazsın! Efendi adamsın sen! " "Bıktım böyle efendilikten! " Ben bıkmıştım, ama onlar beni efendi görmekten
bıkmamışlardı. Çok gördüler bu insanca işi bana . . . Kurtulamadım efendilikten.
27
SAGLAM BİR ADAY
Her şeyi düşünürdüm de, eski yapıları alıp, arsasına yeni apartmanlar oturtan bizim Mühendis Nazmi'nin, milletvekilliğine özeneceğini hiç düşünmezdim! Azılı bir milletvekili heveslisi olup çıkıvermişti!
Seçim bölgesi olan Zonguldak'a taşınıp dururken, "Nasıl oldu da, bu sevdaya tutuldun?" diyecek olmuştum da, terslemişti beni:
"Halka hizmet etmek, sevdaya tutulmak mı? " diye yıkınıştı kaşlarını. "Kendisine hizmet edeni halk bulur çıkarır, baş tacı eder."
"Yahu, senin baş tacı olmaya hiç ihtiyacın yok! Aksaray'ı, Fındıkzade'yi ihya ettin! Her yurttaşa bir ev! Kaç kişiyi ev sahibi ettin! Hepsinden bir oy alsan ... "
"Bir de Zonguldak'ı, Ereğli'yi, Bartın'ı, Amasra'yı dolaş bakalım, onlar kaçar oy veriyor! "
"İstanbul'dan koysan adaylığını, nasıl olur?" diye sormuştwn.
"İstanbul büyük yer! " demişti. "Kim tanır Mühendis Nazmi'yi! Sen git de, Zonguldak bölgesinde sor beni! "
Dediği bölge, benim doğma büyüme memleketimdi.
Memleketim olmasa bile altında arabası olanın Bartın'ı, Amasra'yı görmemesi büyük bir kayıptı. Fatih Sultan Mehmet, iyi şeyler duymasaydı kalkıp İstanbul'dan Bartın'ı, Amasra'yı zapt etmeye mi giderdi!
Bir haziran günü Ankara asfaltından sapıp, Mengen'den geçtik . . . Girdik Devrek'ten Zonguldak bölgesine . . . Bu bölge, Zonguldak bölgesi değil, bizim Mühendis Nazmi'nin bölgesiydi. Daha yol kıyısındaki kahvede çayımızın kaşığına el atarken sordum:
"Siz Mühendis Nazmi'yi tanır mısınız?" "Kim tanımaz ki Mühendis Nazmi'yi! " dediler. "Sen
tanımıyor musun yoksa?" "İstanbul'da aynı apartmanda oturuyoruz! " dedim. "Bak oğlum, bey ne içiyor! " "Teşekkür ederim! " dedim. "Çayım elimde!" "Sen kulak asma o çaya! Yolcu işi o . . . Basri, hele sen
taze bir çay demle! Bizim Nazmi Bey'in komşusuymuş bey !"
Biraz deşmek için: "Demek tanırsın, öyle mi?" diye üsteledim. "Sen ne konuşuyorsun? Yedisinden yetmişine, kime
sorsan tanır onu! Şu okul var ya . . . Adını Nazmi Dinçer Okulu koyacaktık da, kendisi razı olmadı. Sor çocuklara bakalım, 'Kim yaptırdı bu okulu?' de onlara ! "
"Kendi parasıyla m ı yaptırdı?" "Paranın ne ehemmiyeti var! Ha o vermiş, ha ben .. .
İş, önayak olmayı bilmektel " "Yaaa! Böyle demek! Bizim N azmi buralarda . . . " "Bütün ilçelerde hep böyle.. . Şu çeşme var ya . . .
Önünde arabaların durduğu çeşme .. . " "O mu yaptırdı?"
30
"Bırak çeşmesini, suyunu bile o getirtti! " "Yani parası da ondan çıktı, öyle mi?" "Canım paranın ne ehemmiyeti olur . . . Milletin başı
na geçip . . . " "Doğrusu ben bizim Nazmi'nin bu yanını hiç bil
mezmişimi Mükemmel bir devlet adamı yeteneği varmış kendisinde . . . Demek, bu seçimlerde yüzde yüz . . . "
"Ne yüzde yüzü, yüzde beş yüz !" "Ama geçen seçim . . . " diyecek oldum, lafı ağzıma n-
kadı: "Daha tanımıyorduk ki onu !" "Ama bu seçim?" "Yüzde bin ! " Bartın'da Avukat Sakaoğlu'nun yazıhanesinde yor
gunluk kahvesini içiyordum. "Bizim Mühendis N azmi . . . " diyecek oldum. Lafı
tıktı ağzıma: "Sizin mi? Nerden sizin oluyormuş? Siz İstanbullula
rın, öyle mi ?" "Yok canım! " dedim. "O anlamda söylemedim. Ay-
nı apartmanda oturuyoruz da . . . " Yüzünün anlamı birden değişiverdi: "Demek aynı apartmanda oturuyorsun ha! " "Onun yaptığı apartmanda! " "Biz de aşağı yukarı, onun kurduğu şehirde oturu
yoruz. Şu yollar, şu çeşmeler . . . Orduyeri köprüsü . . . Hükümetin önündeki havuz .. . Bir de sinema .. . İstanbul'da az bulunur böylesi . . . Yakında gelecek, memurlar kulübünün temelini atmak için . . . "
"Peki! " dedim. "Ya köyler? Köylüyle arası nasıl? " "Sen köylünün yolunu yap da, bir yana duruver!
31
Bakalım unutur mu seni! Yollar, nerdeyse bitmek üzere . . . Her köye bir okul diye tutturdu .. . Nazmi bu! Diline bir doladı mı, üstesinden gelmeden bırakmaz. Gene de bu memlekette Nazmi gibiler için yapılacak çok, çok işler var! "
"Bu seçimi mutlaka kazanacak şu halde." "Valla! " diye güldü Avukat Kemal. "Seçim işi bu!
Hiç belli olmaz sandıktan kimin çıkacağı! " "Halk oyunu vermez mi demek istiyorsun? Halk bu
kadar nankör olabilir mi?" "Hiç de nankör değildir halkımız. Kendisine iyilik
yapan kim olursa olsun, unutmaz. İster Halk Partisi'nin getirdiği vali olsun, ister AP'nin yolladığı kaymakam! Elverir ki kendisine bir yararı dokunsun. Buraya ne devrimci kaymakamlar geldi, arkasına baka baka uğurlandı Kokasu'dan! "
"Şu halde bizim Nazmi . . . " "Hele seçimler gelsin . . . Kolay! " Amasra'yı günlük güneşlik bir gününde buldum. Li
manların büyüğü de, küçüğü de tıklım tıklımdı denize girenlerle. Bir yalı tokantasında kolyozlarla rakımızı içerken konuyu, döndüm dolaştırdım bizim Nazmi'ye getirdim:
"O da çok sever uskumruyla rakı içmesini ! " dedim. Bütün masadakiler: "Ba yılır! " dediler. "Demek, tanırsınız Nazmi'yi?" diye üsteledim. "Onu kim tanımaz ki . . . " dedi parti başkanı. "Demek sizden?" diye sordum çekine çekine. "Bizden değil ama . . . Koysun bağımsız adaylığını,
partinin bütün oylarını alsın götürsün! "
32
"Seviyor Amasralılar, öyle mi?" "Adamın böylesini kim sevmez! Bir tel çekeyim ya
rın burdadır. Bir köye okul mu lazım, çağır, yapsın planını. Bir bucağa belediye binasının temeli mi atılacak, bizim başkanla karşılıklı kessin kurdeleyi. O, törene katıldı mı temel lafta kalmaz, yapının iki ay demeden çatısı çatılmış, bayrağı çekilmiştir."
"Demek bu seçim .. . " "Tamam! " Yenikapı'da, denize açılan geniş balkonwnuzda ka
dehlerimizi doldururken: "Yaşa Nazmiciğim! " dedim. "Sevdirmişsin kendini!
Köylerde, bucaklarda seni tanımayan yok! Ne yaptın da sevdirdin böyle?"
"Ne yapacağım, ev yaptım, yol yaptım, okul yaptım . . . "
"Çok para döktün demek bu işlere?" "Ne parası be! Her şey parayla mı olur? Sen halka iş
gösterdin de, çalışmadı nu? Almanya'ya izinsiz giren işçiye, vur emri çıktı da ne oldu? Halkımız yine akın akın giriyor sınırdan. Kurşunun üzerine gözünü kırpmadan yürüyor. Sen iş göster millete! İster paralı, ister parasız. . . Gönlünü alıp çalıştırmasını bil! İlerisi için bir umut kapısı arala, çekil bi yana! "
"Canım, üç beş, sen de harcıyorsundur elbet! " "Üç beş değil, beş on! Ama o kadarını başkası da
harcıyor canım! Halk, ona düşman, benimle dost. Biri kötü niyetle harcar, biri iyi niyetle! "
"Demek bu seçimde . . . " "Gittin gördün! Var mı bir kuşkun?" "Yok!" dedim. "Yüzde yüz!"
33
"Öyle görünmüyor mu?" "Öyle görünüyor! " Nazmi seçim günlerine doğru kayboldu. Bağımsız
adaylığını koymuş, seçim konuşmaları için köy köy dolaşmaya çıkmıştı. Mühendis olduğu için bütün teknik olanaklardan da yararlanmayı düşünmüştü. Konuşurken akım kesilirse diye, dinarnolar bile götürmüştü. İşittiğime göre gidebileceği köyleri harmanlamış, dağ köylerini ada dolaşmıştı.
Seçim günü geldi geçti. Aldığı oyları günü gününe, saati saatine öğrendim. Bu oylarla ancak mahalleye muhtar seçilebilirdi Nazmi. Nasıl olmuştu bu? Hiç aklım ermemişti bu yenilgiye!
Seçim bölgesinden dönüp geldiği zaman, ağzını bıçak açmıyordu Nazmi'nin.
"Namussuzluk bu kadar olur !" diyordu. "NankörI ük! değil, kalleşlik! "
"Sandıklar mı çalındı?" diyecek oldum. "Hayır! " dedi. "Ah bir çalan çıksaydı da, halka bu
adamları linç ettirseydim! " "Parayla satın m ı alındı seçmenler?" "Benim seçmenierime kimsenin parası geçmez! " "AP m i ağır bastı?" "Ağır bassa ne çıkar?" "CHP mi yoksa?" "Benim onlardan istediğim bir tek koltuktu! Gerisini
aralarında paylaştılar zaten! " "Peki, ne oldu öyleyse?" "Ah, bilsem ne olduğunu! " Bunu ben öğrenebilirdim. Havaların ısınmasını bek
ledim. Avukat Kemal Sakaoğlu'nun Hükümet Cadde-
34
si'ndeki yazıhanesinin önüne çektim arabamı. Soluk soluğa çıktım merdivenleri.
"Yahu! " dedim. "Siz ne yaptınız bu Nazmi'ye?" Masanın üstündeki dilekçeyi katiayıp zarfa sokar-
ken: "Ne yapmışız?" dedi. "Oy vermemişsiniz, daha ne yapacaksınız! " "Öyle oldu! " dedi. "Demek bu halk sevmiyarmuş Nazmi'yi! " "Onu nerden çıkardın?" "Ortada işte! Halk sevseydi, mebus yapar, Anka-
ra'ya gönderirdi. " Zarfı kapadıktan sonra: "Ne dedin?" dedi. "Anlamadım! " "Yani halk sevseydi dedim . . . " Sinsi sinsi güldü: "Yani .. . " dedi. "Halk sevdiği adamı, işine yarayan
adamı tutup Ankara'ya gönderecek, öyle mi? " "Değil mi?" dedim. "Halkı sen ne sanıyorsun be! " dedi. "Halk bu kadar
aptal mı, işine yarayan adamı memleketten uzaklaştırsm! Halkın gözü çoktan açıldı azizimi Şimdiye kadar yolladıklarından hiç hayır gelmedi. Nazmi'yi de milletvekili yapıp gönderecek de, köyler okulsuz, çeşmesiz, yolsuz mu kalacak? Hele bir iki seçim daha geçsin aradan, yaşlansın biraz, atlayıp sıçrayacak hali kalmasın, onu da yollarız! "
35
BÖYLEBAŞ
Biliyorum, suçun hepsi herberierin değil.. . Birazı da kafamıni Yuvarlak desem, yuvarlak değil.. . Yumurta gibi hiç değil.. . İki kiloluk yağ kutusu biçiminde, armuda benzer bir kafa . . . Yerelması görünüşünde de, maltaeriği biçimine benzer ... Şu yeryüzünde her varlığın bir biçimi vardır da, kafaının yoktur. Belki bu yüzden ne biçime girer, ne de bir düzene .. . Saç tıraşına gelmeyişi de bundan olacak!
Herkes berbere niçin gider, kafasına uygun bir görünüş vermek için değil mi ? Kafaının ölçüye gelir bir biçimi yoktur ki, berber onu biçime soksun!
Saçiarım bir aylık olup da, başımın yamukluğu, hasıklığı, tümsekliği biraz örtülmeye, ayıp yanları kapanmaya başladı da insan içine çıkacak bir görünüş kazandı mı, hanım dikilir karşıma:
"Benden utanmıyorsun, hiç olmazsa eşinden dostundan u tan da git, bir saç tıraşı ol! " diye çatar ka şiarını.
Tıraş ha! Berberin önüne oturup buyur diye ona kafayı teslim etmek ha! Tümseklerinde, çukurlarında şıkır şıkır makas gezdirmekten, makine ustura oynarmaktansa kesip atsın dibinden bu kafayı daha iyi!
Saç sakal sahibi olduğumdan bu yana, tıraşın hiçbir türünden hoşlanmadım gitti. Ne olursa olsun, kafaını bütünüyle başkasının keyfine bırakmanın biraz da aptallık olduğunu bildiğimdendir bu belki de . . . Tıraş eden kişi, alacak kellerni eline, ben "Biraz kulak arkalarını alıver, enserni düzeltiver," desern de, kulağırnın dibinde makasım şıkırdata şıkırdata önce beni uyuttuktan sonra, canının çektiği gibi saçımı da sakalımı da durnan edecek! Her şey olup bittikten sonra da alacak yan duvardaki aynayı, enserne tutup, "Nasıl beyirn?" diye aynanın içinden gözlerimi arayıp soracak. Yani sizin anlayacağınız, "Bak, nasıl kuşa benzettirn! " dernek isteyecek. Dengesiz bir terazi gibi sakal başlarından birinin ağdığını bile görerneden kendini Sevil Berberi sanıp şişinecek. Bir de bahşiş ha! Neyin bahşişi, hangi işçiliğin karşılığı, hangi ustalığın ödülü bu haraç?
Tıraş dönüşü ne vakit kapıdan içeri girsern, hanım kapıyı aralayıp bakacak yüzürne, eve yabancı bir erkek giriyormuş gibi:
"Gene kime oldun bu Kürt tıraşını? Ne biçim ense bu?"
Her zaman böyle karşılanının kapıdan, hiç değişmez. Tıraşın üstünden on beş, yirmi gün geçip de aynada saçlarırnın, kulağırnın üstüne doğru indiğini gördüm mü bir üzüntüdür çöker içirne. Hanım, her zaman son tıraş olduğum berberden öylesine soğutur ki beni, bir daha dükkanının önünden bile geçernern. Her seferinde başka bir berber.
Geçen gün kıydırn paraya, daha çok kıydırn zamanıma . . . Girdim cadde üstündeki lüks herberierden birine. Tam iki buçuk saat, elimde Akbaba, sıra bekledikten
38
sonra ancak oturabildim koltuğa. Berber, yakamın içine kadar giren saçlarıma baka baka:
"Saç mı, sakal mı?" diye sormaz mı! "Daha uzamamış mı saçlarım?" dedim. "Hiç belli olmuyor ki beyim! " dedi. "Geçen gün bir
herif geldi, Allah seni inandırsın, üç nurnaraya vursam saçlarını, bir minder doldurur rahatça. . . 'Saç istemez daha, çok kısa .. .' dedi. 'Hele sen sakalı alıver, büyüsün de düzeltirsin sonra.' 'Doğru,' dedim, 'hele biraz büyüsün de oturur öreriz.' Yani demem şu ki, bir kaza yapmayalım diye sordum."
"Yok yok kaza yapmazsın. Alıver fazlasını. " "Fazlasını" dedim ki, kafarnı cascavlak çıkarmasın
diye.. . Sen misin böyle diyen. Elirne tutuşturduğu bir gazeteye daldığıını görünce makineyle kulaklarıının çevresini açmaz mı yangın yeri gibi. Kendime gelip de:
"Ne yaptın?" dedim. "Hani fazlasını alacaktın?" "Öyle yaptım beyim! " "Kulaklarımı tencere kulpu gibi çıkarmışsın iki yan
dan." Şöyle sağa sola dönüp bir baktım ki, ense bir karış
kalkmış yukarı. "Oldu mu ya ?" dedim. "Ben şimdi hanıma . . . " Sustum birden . . . Küçümseyerek baktı yüzüme. Boyun atkıını sardım sarmaladım boynuma. Öylece
girdim kapıdan içeri. Kaçar mı gözünden hanımın: "Haydi sokakta sardın sarmaladın boynunu . . . " de
di. "Bir sürü misafir var bu gece. Ne yapacaksın, ne yüzle gireceksin yanlarına? Böyle Nazi subayları gibi! "
Tam bir ay saçın yenisini yetiştirmek için adam içine çıkmadım. Bir ay içinde herbere hünerini gösterecek bol
39
bol saç yetiştirdikten sonra, mahallemiz gençlerini tıraş eden berberin koltuğuna oturdum.
Yeni berberim korkunç bir kulüpçü çıkmıştı. Bir gün önceki maçın kıran kırana bir eleştirisini yaparak tuttuğum takımı batırdı, çıkardı. Ona cevap yetiştirirken, bildiğini okumuştu.
"Sıhhatler olsun! " diye ak örtüyü boynurndan sıyırınca bir göz attım aynaya ki, o bol saçtan, parmak uçlarımla tutup çekecek kadar bile kalmamıştı tepemde.
Süklüm püklüm girerken kapıdan: "Hele bir dön bakayım! " dedi hanım, gözlerini devi-
re devire. "Nedir bu ensenin kepazeliği?" "Gene ne buldun ensemde?" "Ne biçim ense bu?" "Ne biçim?" "Dört köşe!" "Ne çıkar dört köşeyse? " "Ne mi çıkar? Amerikan ensesi be! " "Amerikan ensesi mi? Ensenin de Amerikan'ı, İngi
liz'i olur mu?" "Her şeyi olur da Amerika'nın, ensesi neden olma
sın?" Şaşırıp kalmıştım. O söylüyordu boyuna: "Lafa gelince söylersin, her şeyimiz Amerikan oldu
diye! Kafalar neden olmasın? Üstelik de kazımış enseni usturayla pırıl pırıl! Coni'lerin enseleri gibi! "
"Usturayla mı kazımış?" "Haberin yok mu? Nerdeydİn herher enseni kazır
ken?"
40
"Nerde olacağım, Aydın-Galatasaray maçında! " Arkasını dönüp yürüdü:
"Çıkamazsın bu kafayla insan içine?" Gene kapandım eve. Tam bir ay yenisini yetiştirme
ye çalıştım. Ustalığına inandığım bir berberin koltuğuna oturduğum zaman bir göz attım aynaya tıraştan önce. Saçiarım yakamın içine kadar uzamış, eski kafadan en küçük bir iz kalmamıştı:
"Al sana tertemiz bir kafa !" dedim. "Dilediğin gibi çalış üzerinde! "
Dilediği gibi makas oynatmaya başlamıştı. Aynayı tutup da enseınİ göstermeye kalkışınca:
"istemez! " dedim. "Ben beğenmişim, beğenmemişim hiçbir faydası yok! Nasıl olsa akşam denetleyecek hanım! "
Göğsümü gere gere dikildim karşısına akşamüstü: "Hadi bakalım! ... dedim. "Bunun da bul bir kusuru
nu, göreyim seni ! " Başını uzatıp enseme bir göz atar atmaz, bastı yay
garayı: "Nereden buldun bu berberi? Tepeni adamakıllı aç
mış ! " "İnsaf hanım! " dedim. "Tepenin açılmasında ne ku
sucu olabilir berberin?" "Saçlarını kısa keserse tepen böyle ayna gibi çıkar
ortaya. Bir daha gitme bu her bere." "Gitmem hanımcığım, bundan sonra eğer istersen
hiç herbere gitmem! " Yaz gelmiş, hanımı annesine yazlığa yollamıştım. Gi
dişi, tıraş zamanıma rastladığı için, rahatça salıvermiştim saçı sakalı. Oh be! Bu da ayrı bir özgürlükmüş meğer. Saç sakal özgürlüğü! Özgürlüğün her türünün ayrı ayrı özlemini çektiğimiz için, saç sakal koyvermenin de
41
bir özgürlük olabileceğinin kolay kolay farkına vararnıyar insan! Bu da bütün özgürlükler gibi kökleri derimizin altına, taa içgüdülerimize kadar dayanan bir özgürlük işte!
Uzun bir süre berberin önünden bile geçmedirn. Karımın geleceğine beş on gün kala, sözümü geçireceğime inandığım bir dükkandan içeri daldım. Saçlarıma hemen hiç el sürdürmeden, enseyi, kulak arkalarını düzelttirdim hafiften.
Hanım izin gününü doldurup da, evin kapısını çalıp elindeki valizi daha yere koymaya vakit bulamadan:
"Nedir bu kepazelik?" diye yürüdü üzerime. "Tıraş olacak paran mı yoktu? Nedir bu saçlar, ensendeki çizgi bile kaybolmuş, papazlara dönmüşsün! Yürü, doğru berbere! "
Ben, hamının beğenisi ile berberin keyfi arasında mekik dokuya dokuya kafaının dış görünüşünü, onların bireysel anlayışiarına peşkeş çekerken, bir gün kafamm içyapısıyla da toplumsal bakımdan ilgilenenler çıkmıştı.
Ve bir gün ilgilenmeyi meslek edinmiş kişiler, beni tuttukları gibi cezaevinin herher koltuğuna oturtuverdiler:
"Vur saçlarını üç numara ya! " dediler her bere . . . Usta, her yerde olduğu gibi, cezaevinde de zanaatı
nın eri, keyfinin berberiydi. Aldı eline üç numara makineyi, yoz toprağı sürer gibi alnımdan girip ensemden çıktı. Sonra makası alıp kafaının şurasını burasını sözüm ona düzelterek tuttu enseme aynayı. Ben:
42
"Hala mı ayna?" diye bağırdım. "Hala mı ense be?" Berber, hiç soğukkanlılığını bozmadan:
"Bak! " dedi. "Enseye bak! Cetvelle çizilmiş gibi." "Hala mı ense çizgisi? İstemiyorum bu çizgiyi artık.
Al fırçayı eline, sabunla başımı. Öylesine kazı ki, hiç kimse bu çizgi için bir daha ağzını açıp laf etmesin! "
Şaşkın şaşkın bakıyordu: "Ne duruyorsun?" diye bağırdım. "Hep sizin keyfi
nize, sizin emrinize göre mi olacak bu kafanın tıraşı? Siz mi biçim vereceksiniz kafama benim? Vur diyorum usturayı! Kafa benim değil mi be? İster makineye vurdururum, ister usturaya! İstersem giyotine uzatırım. Size ne benim kafamdan, öf be! "
43
HASSAS KANTAR
Şimdiye kadar bahşiş diye, hediye diye çok rüşvetler vermiştim, ama böylesi yeni geliyordu başıma. Bundan önce verdiklerimin bir özelliği vardı:
istenınemiş olmaları . . . Bu seferki açıktan açığa istenmişti, hem de kaç lira
olduğu belirtile belirtile, vergi keser gibi.. . Hepsinden kötüsü yıvış yıvtş bir gülüşle, alay edercesine isteniyordu. İşi yokuşa süre süre... Eşeği kaybettirip, buldura buldura .. .
"Elli lira !" demişti gözlerimin içine baka baka .. . "Ne parası bu?" diye sormuştum. "Kantar payı! " Kaşlarunı çanp: "Vermiyorum! " diye direttiğim zaman da hiç kızma
mış, gözlerinin içine kadar gülmüştü: "Cancağızın bilir! Seni zorlayan yok! Görevim, ara
ba basküle oturdu mu kaç kilo geldiğini söylemek! Eğer 950'den fazla gelirse vergisi 500 lira kadar fark eder senede. Paran bolsa ödersin her sene tıkır tıkır .. . "
Dört yıl imanun gevremişti Almanya'da. Bütün işçiler gibi yememiş içmemiş memlekete bir arabacık saka-
bilmek için peynir ekmeğe, sosis ekmeğe yatmıştım. Kapıkule' den sokana kadar ne bahşişler, ne hediyeler vermemiştim. Bu seferki göz göre göre haraçtı.
İki boydu arabalar, benim arabam 950 kilodan düşük olduğu için, küçük boydan sayılıyordu. 934 kilo olduğunu, kilosu kilosuna fabrikası yazmıştı bir alüminyum parçasına da, arabanın bumuna çakmıştı. Böyle terslik edenlerin gözünün içine sokmak için.
Sayın kantarcımız bakmaya bile yanaşmamış: "Biliyorum! " demişti. "Bu arabalar, kilosu kilosuna
tam 965 kilodur. Boşuna yorma beni ! " "Hayır !" diye diretmiştim. "Tam 934 kilo! Nah ya
zılı işte, burnunda! " "Yazılı olabilir! Görevim kantarcılık! Tartarız! Şu
var ki bu model Opel'ler tam 965 kilo !" Biraz daha açıklamak gereğini duymuştu: "Tabii her zaman değil! Bahşişi verilmediği zamanlar!" Demek, arabarnın 934 kilo olduğunu da biliyordu.
Elli lirayı vermezsem kantarla oynayıp en azdan söylediği kiloyu tutturacaktı. Ben de böylece her sene açıktan 500 lirayı ödeyecektim tıkır tıkır. Ne olursa olsun, vermeyecektim bu parayı ! Gözümü açacak, el çabukluğu yapmasını önleyecektim:
"Geç kantarın başına da . . . " dedim. "Tartalım! " "Hayhay!" Atiadım arabama, kantarın önündeki madeni zemin
üzerine yavaş yavaş yürüttüm. El frenini çektim. Koştum kantaremın kulübesinin penceresine, içerde baskülün düğmeleriyle bir süre aynadıktan sonra sarı bir düğmeye sıkıca bastı. Yol kenarındaki otomatik tartılardan çıktığı gibi bir kart fırladı delikten.
Kendisi göz ucuyla bile bakmadan uzattı bana: "Oku!" Okudum: "1082 kilo! " Aynı yıvışık gülüşle: "Nasıl? " dedi. "Hiç aldanmamışım değil mi?" "Olamaz!" diye bağırdım. "Nasıl olur! " "Gözünün önünde tarttık! " "Aklım ermez benim, kapağın içinde yazılı! Fabrika
sı yanlış yazmaz! " "Fabrikası yanlış yazmazsa, bu kantar da yanlış
tartmaz. Bu da Alman malı! " Hiç düşünmeden yapıştırdım: "Kantarcı ne malı ?" Ağzımdan çıkıvermişti bu söz. "Vay, vazife başında
hakaret haa!" diye üzerime yürümesini beklerken büsbütün yılışarak:
"Bakıyorum, Almanlara fazla güveniyorsun, Alman fabrikalarından çıkan mallara . . . " dedi. "İklim farkını hiç hesaba katmadan . . . Bu kantar da, araba da Alman-ya'ya göre ayarlanmış . . . Elbet bu kadar fark yapacak, iklim farkı! "
Gözümün önüne birden Almanya'daki kantarcılar gelmişti. Hiç benzemiyorlardı bizim kantarcılara . . . Belki de bu da iklim farkından! Şöyle bir süzdüm tepeden tırnağa . . . Tüvit ceket. Nyltest gömlek vardı sırtında .. . Alt yanında dar tiril tiril kaşe pantolon .. . Trevira bir kravat sarkıyordu, kayışının pırıl pırıl yanan tokasma doğru . . . Doğruydu, iklimi çok başkaydı buraların! Almanya'da güneşli günlerde kantarın topuzuna gücleri eldivenle yapışmazlardı böyle. Hele iş için gelenlere te-
47
peden alay edercesine hiç bakmazlardı. Herhalde iklim farkından olacak, pek bilmezlerdi yıvış yıvış gülmesini.
Hala gülüyordu gözlerimin içine baka baka. "Kantarına da inanmıyorum! " dedim. "Sana da! " Sırıtarak: "İnanmayabilirsin! " dedi. "İtiraz etmek hakkın! Gi
der maliyeye itirazını yaparsıni " "Gidiyorwn! " "Gitmeden de olurdu ya .. . Aklına koydun bir kere.
Haydi güle güle! " Gülüyordul Neden gülüyordu, niçin gülüyordu, an
lamıyordum! Hayır, hayır, çok iyi anlıyordum. Sırıtarak, yılışarak, yıvışarak haraç istiyordu benden. Rüşvet isternek bile değildi bu! Haraç istemenin erkekçe bir yanı vardı. Gücünü ortaya koyarak istenirdi haraç. Kurban olayım, bıçağını dayayıp haraç isteyen göğsü kıllı kabadayılara! Bu adam bıçağını, tabancasını göstermiyor, yalnız yeni fırçalanmış dişlerini göstere göstere istiyordu. Buna dayanılmazdı işte!
Adadım arabaya, doğru garaja. "Boşaltın depodaki benzini! " dedim. Boşalttılar. "Bagajda ne varsa çıkarın! " dedim. "Kriko, stepne,
el lambası, teneke, ne varsa! "
48
Ne varsa çıkardılar. "İngilizanahtarı! Tornavida! " Onları da attılar dışarıya. "Trafik üçgeni! " O da çıktı. "Radyatördeki suyu da yarıla yın !" Suyu da yarıya indirdiler.
"Haydi eyvallah! " Yeteri kadar benzinle çıktım yola. Maliyede, ayakta
yazdığım dilekçeyi verdim itiraz komisyonuna. Yazmadığım ayrıntılarını da ağızdan anlatmaya başladun. Yer gösterip dinlediler. Kahve bile ısmarladılar üstelik . . .
Her şey yolunda gidiyor derken, karşı masada oturan en güler yüzlüsü, dilekçeme uzun uzun bir şeyler yazıp tutuşturdu elime:
"Buyrun, doğru defterdarlığa! " "Aman! " dedim. "Trafikten aldığım mühlet bu ak
şam doluyor!" "Zararı yok! " dedi. "Opel acentesine da uğrayıp
araharun kaç kilo olduğunu bildirir bir belge de aldınız mı, tamamdır! "
Gülüyordu bu memur da . . . Bir bakanın yurttaşa güler yüzle davranın, diye genelgeyle yaptığı uyarı, harfi harfine yerine getirilmek için olacaktı bu gülüş. Ah, keşke sayın bakan bu memurlara daha başka uyarılar-. da da bulunmuş olsaydı!
Acenteden belgeyi aldun, dilekçeye ekleyip götürdüm defterdarlığa. Verdiğim dilekçeyi okudular, belgeyi incelediler:
"Tamam! " dediler. "Doğru maliyeye! " "Ordan geliyorum ben!" "Gene oraya gideceksin !" "Dolaştırmayın beni boşuna! Yaktim doluyor! " "Bu sefer son !" Yitirdiğim zamanı yoldan kazanmak için son hızla
sürüyordum arabayı. Sirkeci'den geçerken tam İstasyanun karşısında zınk diye durmaz mı!
"Ah ! " dedim. "Benzin bitti ! "
49
Arabalarından çıkan şoförler, kendilerine yol açmak için, tuttukları gibi benzinciye kadar ittiler arkamdan. Beş liralık benzinle buldum maliyeyi. İki saat önce bıraktığım memurlar öylesine değişmişlerdi ki, onlar gitmişler, yerlerine başkaları gelip oturmuşlardı sanki.
"Buyurun! " diye uzattun havale edilmiş dilekçemi . . . Bir saat önce kahve ısmarlayan memurdu karşımda-
ki. Yeni görüyormuş gibi yüzüme baktı baktı da: "Nedir o?" diye sordu. "Havale ettiler size, defterdarlıktan! " dedim. "Tartı itirazı mı ?" dedi. "Artık yarına! " "Aman! " dedim. "Biliyorsunuz, bu akşam doluyar
süresi! Bir imza, bir imzacık! " "Ne imzası! Tartılacak araba, imza sonra !" "Biliyorsunuz ki, bu araba . . . " "Tartılacak!" "Peki! " dedim. "Tartılacaksa çabuk olalım! " Birbirlerinin yüzüne baktılar. Biri: "Haydi Hurşit Bey!" dedi. "Gidiver kantara kadar. " Adadık arabaya, yolda, eski havayı yeniden estir-
mek için, güneşten, yağmurdan, bahardan, yazdan tutturarak girmek istiyordum konuya, boşuna! Adam dilini yutmuştu sanki. Bir ara:
"Uzatmayacaktın bu işi !" dedi. "Uzatan ben değilim ki! " "Sen değil, kim?" "Kantarcı ! " "İş, onun işi değil, senin işin! " "Terslik eden o!" "Hiç sanmam! " dedi. "Çok terbiyeli arkadaştır! " "Doğru!" dedim. "Terbiyesine hiç diyecek yok! Üs-
telik de çok güler yüzlü!"
so
Gelmiştİk tartı yerine. Sayın kantarcımız beni yalancı çıkarmamak için, dişlerinin sayısınca sırıtarak karşıladı bizi:
"Geldiniz mi?" dedi. "Buyrun, çekin arabayı tartıya! "
Daha da inceimiştİ görmeyeli, gözlerinin bebeğine kadar gülüyordu. Arabayı tartı levhasının üstüne oturttum. Kulübeye memur da girmişti. Kantarcı yanındakine düğmeyi gösterdi:
"Basıver! " dedi. Delikten çıkan kartı okudu yüksek sesle: " 1096 kilo !" Biraz daha yıvışarak sordu: "Gramını da ister misiniz?" "Bir o eksikti! " dedim. Tepem atmıştı: "Olmaz böyle şey!" diye bağırdım. "Daha da ağır
Iaşmış araba! " Biraz da gelen memura güvenerek: "Nasıl olur bu! " diye söylenmeye başladım. "De
mek, bozuk bu kan tar !" Kantarcı yıvışıklığından hiçbir şey yitirmeden: "Efendim! " dedi. "İtiraz hakkınız var! Yüksek itiraz
komisyonundan müfettişler getirtebilirsiniz! " Kuyruktaki arabaların şoförleri: "Uzatmaaa, kısa kes !" diye bağırdılar gerilerden. Kısa kesrnek için yapılacak işi biliyordum, ama bir
türlü kendime yediremiyordum. Kantarcı kulağıma eğilmişti, en yıvışık gülüşüyle:
"Yüz elli ! " dedi. "Yüz elli oldu!" "Neden?" diye dikleştlm.
51
"Eee! Siz öyle istediniz de . . . " "Veremem! " "Siz bilirsiniz! Dedim ya, itiraz hakkınız var! Ama
bu sefer yüz elliyle de kurtulamazsınız! Ona da itiraz ederseniz, bin! Ne olursa, size olur yine! Bana gelince, hiçbir şey değişmez, bana düşen pay, hep elli lira !"
Önümüz yazdı, plaj mevsimi . . . Almanya'da çalıştığım dört yılın yorgunluğunu çıkarmalıydım. Dört yıl, bir araba edinmek için anam ağlamıştı çünkü .. . Hakkıındı arabama atlayıp bir iki arkadaşla plajlarda yatıp yuvarlanmak. . .
"Eee, pekiii, sonra ne oldu?" diyeceksiniz! Ne olacak, haziranın ilk günü çektim arabayı Kil
yos'a . . . "Canım, şu tartı işi ne oldu?" "Haaa! Tartı mı? Suç bendeyınişi Bir yanlışlık ol
muş . . . Hani arabalarda taban halısı vardır ya .. . Tartıdan önce onları çıkarıp atmarn gerekirmiş! Hep acemilik! Fazla yarınadılar beni, üçüncü defa arabayı tartıya sokmadan, bu halıların kilosunu eski kilodan düşüverdiler . . . Biraz açığımız kalmıştı, bir depo benzinin ağırlığı kırk beş kilo tutuyormuş, onu da düştüler, el lambasını, trafik üçgenlerini de... On gram bir fazlalık kalıyordu, hani küllük vardır ya, sigara küllüğü.. . İkinci tartıda dökmemiştim telaştan . . . Onu da düşünce, tam 934 kilo! Çaktılar imzayıl İş, iyi niyetli olma meselesi! Hırlaşmalar, dırlaşmalar olsa da siz kulak asmayın! İyi niyet olduktan sonra bütün engeller kalkar ortadan, bütün pürüzler düzeliverir böyle, ayna gibi . . . "
52
BENZiN KOKUSU
Havaların ısınmaya yüz tutması, bizim gibi kabuğuna çekilmiş olanları birden diriltmişti. Cağaloğlu'nda çıkmazdaki bir işi bahane ederek atiadım dolmuşa, Mecidiyeköy'den . . . Böyle uzun menzilli dolmuşa kolay kolay rastlanmaz olmuştu son aylarda. Dolmuşçular istedikleri zamları belediyeden koparamayınca, indi bindilerle İstanbulluların caniarına okumaya başlamışlardı. Aktarmasız Taksim'e gitmek bile bir talih işi olmuştu Şişli' den . . .
Demek istiyorum ki, benim dolmuşçu böylesi açıkgözlerden değildi. Kim bilir onun çıkarı da, ay dolmuşu gibi uzun menzilli yolculuklarda olacaktı.
inip binenierin beni rahatsız etmemeleri için ay modülüne geçer gibi köşeye büzülüp kalmam gerekirdi, ama nerde bizde öyle talih! İtiş kakış tam şoförün yaruna düşmüştüm. Sol yarum, kar görmüş İstanbul sokakları gibi bir anda felç oluvermişti. Şoförü şaşırtmamak, viteslerine kolayca yapışmasını sağlamak için sol ayağırnın burnundan, sol kulağıma kadar battal etmiştim sol yarumı, kendi isteğimle.
Gaz pedalına basıp da yola girince, bumunu direksiyanun altına doğru uzatıp kokladı:
"Duyuyor musun ko kuyu?" dedi, beni dirsekleyerek.
"Ne kokusu?" dedim. "Ne kokusu olacak! Benzin kokusu . . . Petrol Ofi
si'nin kokusu bu! " "Petrol Ofisi'nin ayrıca bir kokusu mu var ki?" "Var ya! Olmaz olur mu? Yerli benzin kokusu bu!
Biz nerde, petrolcülük, benzincilik nerde? Ne zaman dara gelip Petrol Ofisi'nden depoyu deldursam hep böyle pis pis benzin kokar! Öf be! Kırıldı burnumun direği ! "
"Ben duymuyorum! " dedim, biraz da dalına basmak için.
"Ne burun be! " diye borlayan bakışlarını dikti gözüme. Başını çevirip gerilerden tanık aradı. Arkamda oturan, Türkçe'yi Arnerikan şarkıları gibi çekiştire çekiştire konuşan bir kız, koştu yardırruna:
"Öf! " dedi. "Ben duyuyorum! Öööö! Aman, ne pis kokuyor böyle ! "
Bunları söyleyen perhizci, süpürge saçlı kızlardan biri mi, değil mi diye bir bakayım dedim.
Çevirmek istedim başımı geriye. Sen misin çevirmek isteyen! Boynum kazık gibi! Çevirebilirsen çevir! Kızdan önce yanındaki dibine kadar indirilmiş camı görünce:
"Bayan! " dedim. "Şu camı lütfen! " "Ne olmuş cama?" diye tersiedi beni. "Ne olacak!" dedim. "Açık da .. . " "Duymuyor musunuz benzin kokusunu? Temiz ha
va gelsin biraz! "
54
"Duymuyorum! " "Ben duyuyorum! "
"Siz duyabilirsiniz, ama boynum tutulmuş sizin pencerenizden! "
Önüme dönecek yerde, şoföre döndüm: "Siz kapatın önce şu solunuzdaki camı! Kapatın da,
bayan nasıl kapatılacağını görüp öğrensin !" Kız, kimseden bir şey öğrenmeye ihtiyacı olmadığını
belirtmek için yapıştı camın yağsız koluna, gıcır gıcır çevirmeye başladı. Cam mı gıcırdıyordu, dişleri mi, belli değildi!
"Mersi ! " dedim. Şoför de aralık camını kapattı birden: "Tamam! " dedi. "Var mı başka bir diyeceğin?" "Ne diyeceğim olsun?" "Benzin kokusundan falan?" "Bir şey duymuyoruro ben !" Sen misin koku almayan! Gerilerden bir gülyağı ko
kusu kanatlandı ki, nerdeyse arabanın içinde görecektim kanat çırpıp dolaştığını . . . Bir koku, öylesine bir koku ki . . . Herhalde arkadaki bakkal kılıklı adam, bir güvercin gibi ceketinin ardından çıkarıp pırr diye salıvermişti bu kokuyu .. . Burnuma kloroformlu bir pamuk gibi yapışıp kalmıştı.
"Bir, iki, üç, dört!" diye başlamıştım saymaya, bayıhp bayılmadığımı anlamak için.
Evet, Isparta'dan mal almaya gelmiş olacaktı bu bakkal kılıklı adam. Cam açık olduğu için farkına varmamıştık kokunun . . .
Araba İlkyardım'ın önünden geçerken bir indi bindi oldu. Baktım başı sarılı bir adamdı oracığa ilişiveren. Onunla birlikte bomba gibi bir lizol kokusu da patlamıştı arabanın içinde. Ama nasıl öğürtücü bir koku! Is-
55
partalı'nın gülyağı kokusuna, limon gibi sıkılmış, araba savrula savrula yürüdükçe bir mayonez gibi köpüklenmeye başlamıştı. Şoför durup dururken sağ omzunun üstünden:
"Ne güzel hava! " dedi. "Nisanda böyle hava olsun, şaşılacak şey! "
Birazcık alay var mı bu sözlerde diye baktım yüzüne. "Yok mayonez gibi! " dedim öfkeyle: "Öööö! " dedi kız. "Arttı benzin kokusu, öf be! " "Aferin! " dedim. "Güzel anlıyorsunuz benzin koku-
sundan! " "Hele yeriisi olursa! " Ispartalı bakkal da lafa karıştı: "Gözünü sevdiğimin Amerika'sı, benzin çıkarmak
onların harcı! " "Gülyağı gibi benzin yapıyorlar! " dedim. "Depoya
doldurma da, üstüne başına dök!" "Süperi de var bu benzinin! " dedi şoför. "Bir uçak
benzinleri var ki, karşıdan sigarayı görse ateş alıyor." Haşarata ilaç püskürtür gibi koku gittikçe artıyordu.
Camlar kapanınıştı çünkü. Sol kulağırnın dibindeki sert poyraz kesilmiş, sağ kulağımda bir İzmir imbatı esiyordu hafiften. Şoför, indi bindileri sağ yanımdaki iki parmak aralıklı camdan yönetiyordu. Burdan sızan hava, kokuların çıkmasına, değil yardım etmek, inadına onları yıvıştırıyordu arabanın içinde. Ne yapmış da kapattırmıştım camları! Artık açtıramazdım, hele o şirret diskotek kızına .. .
Karaköy durağında bir indi bindi daha oldu, Ispartalı gitmiş yerine bir bir . . .
Artık kimin bindiğini anlamak için başımı çevirip
56
bakmak gereksizdi. Şöyle dolmuşun havasını bir koklamak yetiyordu. Bu yeni gelen olsa olsa bir lakerdacı, bir hani Köprü'ye yanaşan sandallarda tazedir diye kokmuş balık satanlar vardır ya . . . Sudan yeni çıktı, diri diri, diye bağıran. . . Çankırılı balıkçılardan hani . . . Dolmuşun havası başkalaşıvermişti bu hayat balıkçı yüzünden.
Hacıyağı kokusuna karışan lizol kokusu, soyluluğundan hiçbir şey yitirmemekle birlikte, son gelen hayat su ürünleri kokusu hepsini bastırmış, bütün eski kokuları arabanın bir köşesine sindirmişti. Ispartalı'nın gidişi, gülyağı kokusunda en küçük bir azaltma yapmamıştı.
Burnumun dibinde birden yoğun bir gülyağı kokusu . . .
Dönüp baktım, kızın ojeli parmakları arasında bir tüp . . . Burnumun ucuna değdirirken şoföre doğru uzatıyor:
"Sür kardeş! Hidayet Dayım getirmiş Mekke'den . . . Benzin kokusunu dağıtır! "
"Canını seveyim! " dedim. "O benzin kokusunun ben !"
"Buyrun, siz de sürebilirsinizi Çok bozuldu havası arabanın! "
Demek Ispartalı dediğim, bakkal kılıklı efendiden adama iftira etmişim. Koku ondan değil, kızdan geliyormuş meğer!
Yanımda oturan dirsek arkadaşım Eminönü'nde indi. Hemen yerini gencecik biri almıştı. Kim olabilirdi bu genç adam diye burnumu çevirince, şoför:
"Hapşuuu! " diye kapandı direksiyona.
57
Mısırçarşısı'nın bütün kokularını özetleyen keskin bir karabiber kokusu yayılmıştı birden ortalığa. Mekke'nin hacıyağı kokusu, İlkyardım'ın lizol kokusu, hayat deniz ürünlerinin tuz yüklü kokusu, bütün bu kokular, birer köşeye sinmişlerdi, bu yeni gelen biber kokusu yüzünden .. . Ortada kala kala bu hapşırık tozuna benzeyen koku kalmıştı. Şoför arka arkaya hapşırıyordu, direksiyana kapana kapana .. . Bir kaza çıkarması işten bile değildi. Son hapşırmasında:
"Çok yaşaaa! " dedim. "Sakın benzin kokusu genzine kaçmış olmasın! "
"Yok beyim! Ne benzini? Öyle bir koku ki, tarçın mı desem, karanfil mi desem, karabiber mi! Müsaadenle beyim, açıyorum şu camı!"
Yanındaki pencereyi küt diye indirdi dibine kadar. Temiz bir hava dolması gerekirdi içeriye . . . Dolmasına dolmuştu, ama kenara köşeye sinen dört beş çeşit koku birden toz kaldırmış gibi, havalanıvermişti, hepsi birbirine karışaraktan ... Şoförün hapşuları sürüp gidiyordu yol boyunca.
"Gaza dirice has da . . . " dedim. "Şu yerli benzinin kokusu çıkıp bastırsın bütün kokuları ! "
Gaz pedalını öfkeden köklemişti, ama faydasız. Kız: "Öfff! " dedi. "Şu benzin kokusuna da dayanarnıyo
rum artık! " Karabiberci: "Bütün gün biz ne k okuların içindeyiz ab la! " dedi.
"Canım feda benzin kokusuna! " "Öööö! Kusacağım! " Yüzümü kızartıp karıştım lafa: "Sizi kusturacak k oku, gaz pedalından değil, eliniz-
58
deki hacıyağından geliyor! Koyun çantanıza! Koyun çantanıza, ben de kusacağım nerdeyse! "
"Öööö!" Çantasını açıp mendil çıkarmaya yetişememişti. Kes
kin bir viski kokusu kaplaınıştı ortalığı. Yerli herızinden başka burnu koku almayan şoför:
"Öf be! " dedi. "Bu da ne kokusu böyle?" "Süper berızin! " dedim. "Su katılmarnış, Arnerikan
benzini! Açın camları, kapıları da çıksın dışarı ! "
59
DEVRİMCİ KAYMAKAM
Mevlitçi kaymakam gitmiş, yerine devrimci kaymakam gelmişti. Kaymakarola birlikte, mahalle bekçisinden tut, tahrirat katibine kadar hep devrimci olup çıkmıştık. Karakolun telefonundan beni çağırtmış makamına. Adamlı olarak karşısına çıktım:
"Sizin iyi bir futbolcu olduğunuzu işittim ... " diye başladı.
"Aman efendim! " diye sözünü kestim. "Biraz oynardık öğretmen okulunda.. . On sene var ki, ayağıını topa değdirmiş değilim! "
"Tamam! " dedi. "Doğruymuş demek . . . Bana sizin gibi devrimci, genç, atılgan, ateşli öğretmenler lazım! Bizi Ereğli maça çağırıyor. Gideceğiz tabii . . . "
"Efendim, biliyorsunuz ki . . . Ortada ne top var .. . Ne top oynayacak adam. Forma ... Ayakkabı . . . Kulüp yok ki . . . "
"Hepsi tamam. Ben şube başkanına telefon ettim. Depodan on beş çift postal verecek .. . "
"Kimi oynatacağız?" "Bekçilere emir verdim. Yarın akşam Çil İsmail'in
tarlasında hazır olacaklar. Sen de kahveleri dolaş . . . Şöyle eli ayağı düzgünlerinden . . . "
"F Ç " orma .. . orap .. . "Bizim odacı kadın patiskadan forma dikecek. . . Maç
günü giyerler . . . Şimdi içdonlarıyla çıksınlar sahaya .. . " "Hangi sahaya?" "Canım Çil İsmail'in mısır tarlasına dedik ya . . . " "Biliyorsunuz ki, bu iş biraz da bilgi, tecrübe mesele-
si . . . Bilen oyuncu lazım .. . Bir sürü baldırı çıplakla .. . " "Canım ben de oynayacağım. Bu meretten biz de ça
karız. Ereğli kaymakamı devrimci de, bizim elirniz armut mu topluyor? Ben kızarsam maça bile çıkarım. Onun karanfili. . . Söyletme beni.. . Gençliğimde tığ gibiydim. Santradan alırdım topu. . . Pire gibi fordum. Sağ, sol, hepsi bende. Bir asıldım mı, tiril tiril titrerdi kaleciler .. . Ereğli kaymakamına devrimciliğin ne demek olduğunu gösteririm ben. O alsın boyunun ölçüsünü! "
Şöyle bir boyuna hasuna baktım. Boy, yallah yallah bir altmış . . . Kilo, ortalama doksan beş, yüz .. . İri bir göbek .. . Kat kat ense .. . Tombul tombul eller, ak ak .. .
Gülümsediğimi görünce: "Bir haftada forma girerim. Göreceksin, forluk geç
ti, ama bizden, beton gibi bir bek çıkacak karşına! " Kulağıma doğru eğildi: "Ankara'dan gençlik faaliyetleri için rapor istiyorlar.
Ben, Devrim Kulübü için ilk raporumu yolladım. Siz dolaşın kahveleri üye kaydedin! Halkı kurtaralım kahveden. Girsinler kulübe. Oynayan oynar, oynamayan aidat verir. Daha olmazsa jandarmaylan boşaltının kahveleri! "
Ertesi gün postalları giydik. Pazarcıların atlarını, eşeklerini bağladıkları Çil İsmail'in tarlasında antrenmanlara başladık. Kaymakam, bir yere şamandıra gibi
62
demirliyor, ayağına yuvartanan paslara, tutturabilirse bomba gibi çakıştırıyordu. Iska geçtikçe de millet, kırılıyordu gülmekten.
Kahvehanelerden jandarmayla adam çıkarmaya hiç lüzum kalmanuştı. Bekçi tahsildan Osman:
"Hey uşaklar! " diye bağırıyordu kahve kapısından. "Ne duruyorsunuz! Kaymakam, Çil İsmail'in tarlasında top oynuyor! "
Tavlayı kapatan koşuyordu. Bir devşirme takım çıktı ortaya, dördü bekçi, üçü çırak, ikisi katip .. . Geri kalanı da kumarcı .. . İçlerinde işe yarar bir kahveci çırağı vardı: Bilal. Ayakları bu işe yatkındı, ama peynir ekmekten anası ağlıyordu. "Koş Bilal ! " dedikçe, melül melül bakıyordu yüzüme. Öbürlerinin de ondan hiç aşağı kalır yeri yoktu bakımsızlıkta.
Yola çıkmadan bir gün önce formaları giydik. Arkamızı Karadeniz'e verip bir de resim çektirdik. Kaymakam sıkı bir demeç verdi. Devrimcilikten, memleketin şerefinden uzun uzun konuştu. "Yenilmeyeceğiz! " diye bağırdı. Ölmek var, yenilmek yok! Ereğlitilere devrimciliğin ne demek olduğunu gösterecektik. Parolasını koydu ortaya kaymakam:
"Ölmek var, dörımek yok!" Ertesi gün Mişmin'in motoru bizi Ereğli iskelesine
bıraktı. Kaymakam ne kadar memur varsa zorla getirmişti. Bizim çocuklar karşılaşmaya gelenlerin arasında kayboluvermişlerdi. Maça daha iki üç saatlik bir zaman olduğu için çarşı içinde geniş bir salona tıktılar bizi. Elimizi yüzümüzü yıkamış bekliyorduk.
Tahrirat katibi kapıyı aralayıp bakıyordu. Bir ara: "Geliyorlar! " diye açtı kapıyı ardına kadar. Önce
içeriye nefis bir koku doİdu. Az sonra odacı kılıklı
63
adamların elinde tepsiler . . . Ayran sürahileri . . . Tepsilerde Ereğli'nin, adını duyup da yiyemediğirniz meşhur peynirli pideleri yatıyordu. Arkadan da sepetler girdi salona . . . Meşhuuur Ereğli çilekleri . . . Çilekterin kokusu nerdeyse fırından çıkmış peynirli, yumurtalı pideterin kokusunu bastıracaktı.
Ereğiili sözcüler, buyur ettiler. Bizim kaymakam geçti başköşeye:
"Yiyin çocuklar! " dedi. Dedikleri kadar vardı. Enfesti peynirli pideler. Bak
tım benim Bilal'e . . . Kıvırıp kıvırıp atıştırıyordu. "Haydi Bilal . . ." diyordum. "Bulamazsın bizim orda!
Dayan! " Kaymakam, tıkandıkça asılıyordu ayrana. "Ohhh ! " Tepsiler boşalınca çilek sepetleri geldi ortaya. Mis gi
bi kokuyordu çilekler. Ne gidiyordu ya, pidenin üstüne. Biz avuç avuç atıştırdıkça Ereğiili idareciler kıs kıs gülüyorlardı.
Masanın üstü tertemiz çıkınca çektik sandalyeleri . . . Top gibi doymuştuk.
Sandalyelerin üstünde rahat oturamıyor, kıpır kıpır kıpırdanıyorduk. Kahveleri getiren odacı, kaymakama uzatmış tepsiyi, bekliyordu:
"Buyurun efendim!" Hafiften kestiriyordu kaymakam. Tahrirat katibi
onun kahvesini de koydu masanın üstüne. "Sus un çocuklar! " dedi. "İçi geçti. Kestirsin biraz,
iyidir! Açılır! " O işi biz de yapsak daha iyi olacaktı. Bir ara Ereğiili
idareciler göründüler:
"Eeee !" dediler. "Çıkalım yavaş yavaş! " Yüzümüze soğuk sular serptik. Kendine gelemeyen
ler başlarını tuttular musluğun altına. Çocuklar kurbağa yutmuş yılanlar gibi kıvranıp duruyorlar, dalanacak bir ağaç gövdesi arıyorlardı sanki . . .
Sarılınışiardı gazoza, içtikçe içiyorlardı. Şekerlerneyi yarıda bırakan kaymakam: "Haydi devrimci aslanlarım, göreyim sizi ! " diye baş
ladı. "İşte beklediğimiz gün geldi . . . Ölmek var, dönmek yok. Yeneceğiz, mutlaka yeneceğiz! Unutmayın ki, arkanızda ben varım! "
Bu demeç, ona takımda bek oynamayı hatırlatmıştı. Devrimcilik damarları kabarınıştı kaymakamın:
"Ben de oynayacağım! " diye tutturdu. "Bek oynayacağım! "
Düştük yola . . . Git git bitmiyordu. Çarşı içinden geçtik, mahalle aralarından yürüdük. Bir şoseye düzüldük. Git babam git! Kaymakam en sonunda bir ağaca yaslanıp kaldı:
"Benden paso çocuklar! " "Geldik, aha şuracıkta! " dediler. "Gidemem ! " diye çöküverdi. "Kalbim! Kal birn!
Kalbim! " Sonra da "Midem! Midem! " diye tutturdu. Çaresiz tahrirat katibi, girdi koluna, alıp götürdü
otele. Kan ter içinde indik oyun yerine. Bir dere kenarında soyunduk. Hakemin düdüğüyle çıktık ortaya. Ereğli takımına bir de baktık ki . . . Bizi iskelede karşılayan, salonda bizimle pide yiyenlerden tek kişi yok . . . Bambaşka bir takımdı bu. Mideleri bizim gibi şişkin de değildi. Hakemin düdüğüyle birden düğmelerine basılmış gibi fırladılar. Daha ikinci dakikada indiler kaleye:
65
"Gooool ! " Kaleci bir köşede peynirli pideleri eritiyordu. Elini
bile kaldırmadı. Bekler çivilenmiş kalmışlardı yerlerinde. Top santradan bir daha döndü:
"Gooool ! " Topun santraya ginnesiyle, geri dönüp kaleye girme
si bir oluyordu: "Gooool! " Seyirciler bizi gayrete getirmek için, tepine tepine ba-
ğırıyorlardı: "Yaşa pide! " "Yaşa peynirli! " "Ayran bravooo! " "Yaşa çileeeek! " Bizim oyuncular, elleri arkasında dolaşıp duruyar
lardı sahanın ortasında. Eğer top yanlarından geçerse postallarını uzatıyorlar, topun çarpmasını bekliyorlardı.
"Yaşa postaaal! " "Goool! " Goller on ikiyi bulunca hakem nezaket olsun diye
sordu: "Devam edecek misiniz?" Kaymakamın parolasını unutmamıştık: "Ölmek var, dönmek yok !" Ama bizim malmüdürü devrimcilikte kaymakam
kadar hızlı değildi. Girdi araya. Parolayı tersyüz etti: "Dönmek var, ölmek yok! " Tek kayıp vermeden döndük, geldiğimiz yere. Ço
cuklar üç gün kendilerine gelemediler, üç gün de acı kma dı lar.
66
ÇİNAKOPLARIN SAGLIGINA
Bedros, beni bekliyormuş sanki, sormadan rakımı uzattı. Birinciyi içtim, ikinciyi yarı edince kulağırnın pası açılmıştı. Duyuyordum artık. Sağıma soluma bir kulak kabarttırn:
"Hep beraber girdik Papağan Bar'a. Bir masaya çöktük. Yedik, içtik . . . On iki lira! Şimdi on iki liraya bir domates salatası . . . Hey anam heeey!"
Bu konuşma beni açmamıştı. Muhaliflik akıyordu bu sözlerden. Zaten konu da değişmişti kendiliğinden:
"Çinakop küçüktür. Küçük olmasına küçüktür, ama zehir gibi balıktır. Ele avuca sığmaz. Ağzı büyüktür, dişleri sağlam dır. Daldı mı koparır. "
Köşeden bir istasyon daha yayma başladı: "O gece ne içmişim ağabey, körkütük olmuşum. Bi
zim tansiyoncu Talat görmüş, girmiş koluma. Hani şu Talat! Bir tansiyon beş kağıt, var ya! On tansiyona baksa eder elli kağıt. Nesi var, sıktığı pamuk gibi kollar da caba! "
"Doktor mu bu?" diye sordular. "Ne doktoru be? Bulmuş bir tansiyon aleti. O gün
gazetelerde araba kaçakçılarına savaş mı var. Alır çanta-
sını koltuğunun altına. Talimhane'de, Şişli'de, Osmanbey'de alır soluğu. Şunu bunu emekliye mi ayırıyorlar, kapı kapı dolaşır, Aksaray'da, Karagümrük'te . . . "
"Dişleri kerpeten gibidir çinakopun. Bir yapıştı mı, koparınadan bırakmaz. Sen hiç zokayla torik çektin mi? Çektinse görmüşsündür. Nah kürek kadar toriğin sırtında pençe pençe yara, çinakopun diş yarası. Hiç bakmaz, dalar. Dalınca da götürür ha! Bakmaz gözünün yaşına. Şu kadarcık çinakop, pabuç kadar toriği götürür abi ! "
"O kadar uzun boylu değil ! Torik her zaman için toriktir. iri balıktır, büyüktür demek istiyorum. Amma şişirdin ha! Çinakop, çinakop! "
Çinakop konuşması sürüp gidiyordu: "Sen ıstakozculara sor çinakopu! Livara'lara yanlış
lıkla bir çinakop düşmesin. Duman eder sepeti . . . Parçalar alimallah! Dişli balıktır çinakop. Uskumru mu sandın çinakopu be! Uskumru, balıkların en miskinidir. Bir tüye aldanır enayi. Kıyı balığıdır uskumru . . . Açılamaz korkudan. Harem'in oralarda attın nu çapariyi, her tüye bir uskumru . . . Canlı canlı çıkar da kuyruğunu bile sallamaz, ama çinakop öyle mi?"
Tansiyoncu Talat da sürüp gidiyordu: "Bir kolumda Talat. . . Bir kolumda arkadaşı, tam
Kasımpaşa'ya inerken ekip çıktı karşımıza. Kime ne zararırnız olur bizim? Bir nara atmışım o kadar. Muavin beni askıda görünce:
'Bırakın şunu be! ' dedi. Bıraktılar. Baktı ki, üçümüz de harmandalı . . . "
Bedros dördüncüyü doldurdu. Tezgah başında, biri karpuz turşusunun nasıl yapılacağını anlatıyordu:
68
"Daha karpuz yumruk kadarken sokacaksın kavanozun içine. Beş on gün karpuz büyüyecek .. . "
Bedros kızmıştı: "Canım, güneş görmeden nasıl büyür karpuz? Hem
kavanozun içine niye sokarsın karpuzu! Büyüsün bostanda kendi bildiği gibi! Güneş görsün! "
"Fazla güneş istemez karpuz. Nah bu kadar olunca . . . "
"Kırmaz mı kavanozu?" "Kırar sonunda tabii, ama baktın ki fazla irileşiyor,
koparırsın! Doldurursun suyu ağzına kadar! Bas üstüne bol tuzu! Kur salamurasını, rafa koy! Al sana karpuz turşusu! "
"Tuh böyle karpuzun karpuzluğuna! " Toriğin avukatı gittikçe ateşleniyordu: "Arkadaş, ne olursa olsun, çinakop küçük balıktır.
Eğer torik torikse, yani büyük balıksa demek istiyorum, yutacaktır onu. Böyle gelmiş, böyle gider bu dünya !"
"Çinakop cıva gibi balıktır. Zokaya gelmez. Ucundan yemi koparır da kaçar, haberin olmaz! Uyanık olacaksın, tetikte olacaksın! Vurdu mu, nah şöyle çekeceksin! Kazık gibi çekersen hava alırsın! Hadi zokayı yuttu diyelim. Öyle kolay kolay salıvermez kendini. Dişini bir taktı mı misinaya .. . Jilet gibi keser atar. Gözü karadır çinakopun! "
"İş zokayı yutana kadar, yuttu mu iflah olmaz bir daha! "
Herkes, elinde bardak, torik mi, çinakop mu, tartışmasının sonunu bekliyordu. Lafa karışmıyorlardı, ama çoktan ikiye bölünmüşlerdi. Çinakopçu, kolay kolay zokayı yutup da teslim olacağa benzemiyordu:
69
"Arkadaş! " diye başladı. "Sen çinakoptan başka, zokadan kurtulan, zakayı kesip de kaçan balık gördün mü? Kurtuldu mu da bi daha zor yanaşır zokaya! Torik akını başladı mı, bütün istavritler, uskumrular, toriğin işkembesine girip torik olmuş kalmıştır. Ege'yi ara, Karadeniz'i, Akdeniz'i ara, küçük balık bulamazsın, ama yine çinakop ortalardadır. Sürüyle dolaşan çinakopa senin enayi tarikierin hele hiç yanaşamaz. Torik büyük balıktır, diri balıktır, ama enayi balıktır. Daha doğrusu kendine güveni yoktur toriğin! "
Çinakopçular coşmuştu. "Yaşa Hasan! " diye kadehlerini kaldırdılar. Çinakopçular adına konuşan genç:
"Torik büyük balıktır, işte o kadar! Büyüklük her zaman para etmez! " diye kestirip atmak istedi.
"Büyüktür, küçüğü yutacaktır, değişmez bu. Bu kanunu senin çinakopun mu bozacak yani?"
"Yutar, belki . . . Ama zor yutar! Senin tarikierin sırtında diş yarası varsa, anla ki sözüm haybeden değildir. Çinakop dişli balıktır. Çinakop zehir gibi, cıva gibi balıktır. Çinakopu sen ıstakozculara sor. Çinakop çinakoptur, işte o kadar! "
Çinakopun övgüsünü yapan da zehir gibi, cıva gibi dişli bir delikanlıydı. Kolları sıvalıydı, pazuları yumruk yumruk oturmuştu. Kadehini kerpeten gibi sıkıyordu avucunda. Kısa kesrnek için:
"Arkadaşlar! " dedi. "içelim!" Torikleri tutanlar hariç, bütün kadehler kalktı. İçle
rinden biri: "içelim" dedi. " Çinakopların çinakopluğuna! " Ben de yapıştım kadehime . . . Bu kadehi hep böyle çi
nakoplar için kaldırmışımdır. Bu bir meyhane alışkanlı-
70
ğı değildi. İnanıyordum çinakoplara . . . İnanıyordum çinakopların bir gün büyük balıkları önüne katıp, şu denizlerden, karaya vuroneaya kadar kovalayacaklarına!
"Çinakopların sağlığına! " Biri açıklayıverdi aklından geçirdiklerini: "Sağ kalan yürekli çinakopların sağlığına! "
71
NESi MEŞHUR?
"Öyle adamlar var ki . . . Dikiliyor yol üstüne de 'Ulan Şoför Kamil, gözünü seveyim, kaburgalarımı düzeltineden geçme! ' demeye getiriyor. Üzerine üzerine geliyor adamın! Ben on yıldır bu yolda gider gelirim, daha bir kazın kanadını bile incitmedim, bak ne adamım! "
Bandırma'dan kalktık, Gönen'e doğru yol alıyoruz. Şoför Kamil'in bir çift gözü, tek tek yarı bağımsız dikiz aynasında fıldır fıldır dönüyor. Bir gözüyle az önce binen yosmaları ayarlarken, öbürüyle de geriden yetişecek otobüsleri gözetliyor. Öyle ya, ölü diri bütün ördekler Şoför Kamil'in, rakı parası nerden çıkacak!
Biletçi, "Sağdeee! "leri "Soldeee !"leri çoktan bırakmış, "Geliyor aaabi! " diye sinyal verdi mi, tutmayın Şoför Kamil' i !
"Ağır ol aaabi .. . Binecek var !" İki buçuk pa pel daha düştü demektir Şoför Kamil'in kesesine!
"Temeeem! " Göz göre göre geriden gelen arabaya kim kaptırır
ördekleri, hangi enayi ? Ot yüklü at arabasını solluyor, kaptıkaçrının sağından kıvırıyor, seksenle virajı aldıktan sonra toz oluyor ortadan.
Pilot Kamil bu! Böyle kaç otobüsü hurdaya çıkardı on senede. İyi şofördür ha! Dalına basmayacaksın. Sollamaya kalkışmayacaksın! Üstelik de tıkadın mı yolu, hiç bakmaz bindirir geriden, göz göre göre.
"Şoför efendi !" "Buyur ab iii ! " "Bir acelemiz mi var? Kurdele kesmeye mi gidiyo
ruz, yoksa temel atmaya mı? Ağır ol biraz!" Sonra bana döndü gözlüklü: "Anlamıyorum, beyimi " dedi. "Bir buçuk saat son
ra varmamışız da, bir saat önce varmışız. Ne olacak yani? Yarış mı kazanacağız?"
Şoför Kamil bana laf bırakmadı: "Sen öyle bil abi ! " dedi. "Canavar gibi geliyorlar ge
riden ! " "Bırak gelsinler de geçsinler canım! " "Sen ağzındaki kemiği, bile bile kaptırır mısın baş
kasına! " "Sizin kemiğiniz için biz canımızdan mı olacağız be!
Hele yavaş ol da, iki laf edelim tatlı tatlı . . . Söyle bakalım, Gönen'in şeftalileri Çarşı Camisi'nin önündeki pazara dökülmeye başladı mı?"
"Şeftaliler mi ? Bu sene ölen ölene . . . İlaçtan! " "Çeşmeler kurudu mu yoksa?" "Bırak, sorma abi . . . Gönen'in altı üstü su . . . Yelakin
susuzluktan anamız ağlıyor! "
74
Turist kılıklı adam bilgiç bir çalımla: "Gönen'in nesi meşhur? Söyle bakalım! " dedi. "Suları mı demek istiyorsun? Yani kaplıcaları! " "Kaplıcalar mı? Kaplıcalar, Bursa'da da var!"
Soruyu hepirnize birden sorduğunu belirtrnek ıçın başını geriye doğru çalınıla çevirdi:
"Ha? Söyleyin, Gönen'in nesi meşhur?" Ta gerilerden: "Şeftalisi! " diye inceden bir ses geldi. "Bursa'da da var şeftali ! " diye tersiedi gözlüklü. "Merinos koyunları meşhur! " "Bursa'da da var. Hem de fabrikası !" Başka biri atıldı: "Patlıcanı! " "Bursa'da da var . . . Mor kadife !" "Öylesi değil Gönen'inki . . . Göstermesi ayıp, nah
şöyle! Bıldırcın eti gibi! " "Geç pathcanı geeeç . . . " "Arrnudu meşhur! " "Armuttan bol ne var memlekettel Silindir şapka gi-
yip nutuk çekeni bile yetişti maşallah! " "Hıyarı meşhur bey abi! " Gözlüklerinin altından sinsi sinsi güldü: "Afiyet olsun sana! " "Kaymakamı meşhur . . . Öyle bir kaymakamırnız var
ki . . . Eli kulağındadır. Nerdeyse tutar Mehmet Can'ın tuttuğu yolu! "
"Hayır hayır! Bilemediniz . . . Çok şükür, öyle meşhur kaymakamlar bol bol yetişmeye başladı! Nesi meşhur Gönen'in? Hani ben Gönen'de doğdum diye göğsünü gere gere söylermiş . . . Turna dizileri gibi geçerlermiş Çarşı Camisi'nin önünden . . . Mahalle mektebine giderlermiş .. . Hani, hocanın eşeğinin bumuna enfiye üflernişler de hoca 'Eğer kim hapşırırsa şart olsun falakaya çekerim!' dediği için eşeği falakaya çektirrniş! "
75
"Evet, evet .. . " dedi Şoför Kamil. "Büyümüş de paşa olmuş! "
Biletçi de karıştı: "Usta !" dedi. "Sakın İsmet Paşa olmasın bu! " "Bir paşa var işin içinde, ama Narnık Kemal Paşa mı
desern . . . Yoksa Mithat Paşa mı, bilmem!" Biletçi: "Sonra gelmiş Bursa'ya tiyatro yaptırmış ... Değil mi?" "Değil.. . O paşa değil! " "Kim öyleyse?" "Bir hika yeci ! " "Hikayeci mi? Amma da yaptın be aabiii! Şişirdin,
şişirdin de, ben de sandım ki . . . Ya bir sadrazarndır ya da bir paşa! Hikayeci ha! Yani radyolarda masal söyleyen, meddalılık eden . . . "
"Hayır canım, büyük bir yazar . . . " "Yani başrnuharrir falan?" "Eh . . . Onun gibi bir şey . . . " "Hangi rnahalledeyrniş evi ?" "Bilen kim? Bu kadar edebiyatçı var. Yaşayan yazar
ların bile oturduğu evi bilrnezler. Evini bulup, resmini çekmeye gidiyorum onun!"
"Adı ne bu adamın, sormak ayıp olmasın?" "Ömer Seyfettin !" "Hiç de duyrnadırn. Bilse bilse bizim rnuhtar bilir
evini . . . Dernek bizim Gönen'in ne şeftalisi meşhurmuş ne de patlıcanı . . . Hikayecisi meşhurmuş ha! "
Otobüsten iner inmez, şöyle dört yanıma bir bakındım. Çarşı Camisi'nin minaresini arıyordurn. Çarşı içinde tek bir minare bile görernedirn. Gözürne kestirdiğim bir ihtiyara:
76
"Baba," dedim, "Çarşı Camisi ne tarafta?" "Nah şuracıkta cancağızım! " "Ne dedin? Cancağızım m ı dedin? O da çok kulla-
nırmış cancağızımı." "Kim?" "O işte . . . Ömer Seyfettin." " Ömer Seyfettin mi dedin? Ne iş yaparmış bu
adam?" "Yazı yazarmış . . . Ben Çarşı Camisi'ni . . . " "N ah, şuracıkta cami! " "Hani minaresi? " "Zelzelede gitti . . . Cami d e gitti ya . . . Yenisini yap
tırdık . . . " Otelierin önünden geçtim, saptım camiye. Demek
bu caminin önünden geçip gidermiş mahalle mektebine büyük hikayecimiz!
"Merhaba baba!" "Merhaba evlat !" "Ömer Seyfettin'in evini arıyorum! " "Kimin evini dedin?" "Ömer Seyfettin Bey'in! " "Toprak Ofisi'ndeki Ömer Bey olmasın ! " "Hayır, o değil! Benim sorduğum, yazar . . . Hem de
çok büyük yazar! " "Tabelacı falan mı? Bizim Nedim bilir onları ! " Mahalle içine doğru yürüdüm. Kahvenin önüne iskemideri atmış bir sürü aylak .. .
En yaşlısına yanaştım. Selamdan sonra: "Ömer Seyfettin'in evini arıyorum . . . " dedim. Ocağa doğru seslendi:
77
"Bak Ali Efendi! " dedi. "Seyfi Bey'in evini arıyormuş. Şu yeni gelen malmüdürü olacak! "
"Safi Bey mi? Arka sokakta oturur. Bu kahveye gel-mez o .. . Havuzlu'ya çıkar. "
"Safi Bey değil, Ömer Seyfettin Bey !" "Bu kahveye çıkmaz, dedik ya! " "Ben evini soruyorum . . . Kendisi sizlere ömür .. . " "Ya ! Vah, vah! Evini postaneden bilirler . . . Nah şura-
da postanel " Gişede memura sordum. O da birine seslendi: "Ömer Seyfettin'i soruyorlar, bak Şakir Efendi! " "Ömer Seyfettin mi dedin? Ha, bilirim. Orta Mahal-
le'de .. . " "Kaç numaralı ev?" "Ne evi ?" "Ömer Seyfettin Bey'in evi !" "Sana ev diyen kim?" "Bilirim demediniz mi, az önce?" "Bilirim tabii . . . Tam yirmi beş yıldır teperim bu so
kakları. Nah, şurdan gideceksin. Çarşıya doğru uzanan sokak . . . Ömer Seyfettin Sokağı . . . "
"Ömer Seyfettin Sokağı mı? Güzel! Evi de o sokakta olacak! "
Yürüdüm gösterdiği yana doğru . . . Sokağın başındaki plakayı buldum: " Ömer Seyfettin Sokağı". Evi mutlaka bu sokaktadır .. . Makineyi çıkardım kılıfından. Bir resmini olsun çekeyim dedim, gelmişken. Otobüsteki gözlüklü, görsün bakalım, adam nasıl atlatılırmış! Biz de yarı buçuk gazeteci değil miyiz!
Ben kapılara pencerelere baka baka yürürken bir bekçiyle burun buruna geldim:
78
"Begim! " dedi. "Kimin evini arırsen?" "Ömer Seyfettin Bey'in! " "Ne i ş göriy bu adam?" "Muharrir! " "Öyle desene .. . Onlara polis karışiy . . . Buyur karako
la ! " Karakol ölenlere, öldüreniere karışmazmış. Çalmadık kapı, sormadık yetkili bırakmadım. En
sonunda turizm derneğinde aldım soluğu: "Ömer Seyfettin Bey?" Masa başında oturan delikanlı, elindeki tükenmez
kalemin burnuyla önündeki listeyi incelemeye koyuldu: "Efendiiiim! Ömer Seyfettin, Ömer Seyfettin, Ömer
Seyfettin . . . Şeftali Bayramı için gelen gazetecilerden olacak! Bunların bir kısmını İnci Palas'a, bir kısmını da Belediye Oteli'ne yerleştirdik. . . Otelleri dolaşacaksınız beyim! Neydi adı? Ömer Besim mi dediniz? Ömer Besim . . . Ömer Besim . . . Ömer Besim .. . Evet, evet . . . Yok bizim listede! "
79
KIBRIS' A ÇIKIYORUZ!
"Her sokakta bir milyoner" devrinin yetiştirmelerindendi. Yalnız apartman yapıp satınakla kalmamış, bir de kredi ınıredi bir fabrikacık uyduruvermişti, tıkır tıkır işleyen bir poplin fabrikası . . . Devir değişmiş, gidenler gitmiş, tepetaklak olanlar olmuştu, ama kendisi dimdik yalı kazığı gibi ayaktaydı işte. Gene içiyordu, gene her işte olduğu gibi, o işte de hızlıydı. Deftercilerdendi, kaydedip geçicilerdendi, ama bu sefer çok pis tutulmuştu şu Aysel'e. Kurtaramıyordu burnunu, domuz gibi soluyup soluyup duruyor, kurtaramıyordu işte!
"Doldur! " dedi. "Silme olsun! Yarın ne olacağımız belli değil. Bakarsın ki top patlamış, tutmuşuz Kıbrıs'ın yolunu! "
Aysel birden kayıverdi kucağından: "Orhancığım! " diye cilvelendi. "Beni bırakıp nasıl
gideceksin oralara !" Doğruydu. Nasıl bırakacaktı şu sofrayı? Silme dol
durduğu viski bardağını yarıya indirdi, yumuldu fasulye pilakisine. Yapamıyordu işte! içkinin alafrangasına alışrnıştı, ama mezeye gelince, babadan gördüğünden şaşmıyordu. Ancak havyarla ıstakozu ekleyebilmişti
sofrasına. Istakoz ona eski kurdele kesme törenlerini hatırlatıyordu. Havyar da parti kodamanlarını. Neydi o günler, beş yüzlük, binlik törenleri Gözleri çakmak çakmak olmuştu:
"Vazife !" dedi. "Hadi deyince çekeceğiz çizmeleri, ama kim çıkıp da hadi diyecek! Bizim çocuklar boş durmuyor Ankara'da. Bak, Ayselciğim, Orhan demişti dersin. Biz kurtaracağız Kıbrıs'ı er geç! Göreceksin, iktidarı aldık mı, ertesi gün Lefkoşe'deyiz! Teker teker temizleyeceğiz bütün adaları. Haydi şerefe! Nurlu ufukların, görülmemiş kalkınmaların, büyük büyük zaferierin şerefinet "
İçtikçe içmiş, kulak dolguoluğu eski günlerden kalma baraj nutuklarına geçmiş, eseriere eserler katmıştı!
Ayşe onu sızdırmak için veriyordu gözüne viskiyi. Parti merkezinde iki gündür atıp tuttuğu için çok hızlıydı bu gece. Masa başında leş gibi sızıp kalınca, Aysel hemen kalkmış, ılık banyosunu alıp girmişti yatağa. Bu vücut ona çok lazımdı daha.
Ertesi sabah sıcağı sıcağına yapışınıştı telefona Aysel. Bütün gece tasarladığı planı uygulama zamanı gelmişti. Zaten çığırtkan gazeteler, onunla işbirliği edercesine sallamışiardı manşetleri. Ekmeğine tereyağı sürmüşlerdi onun.
"Alooo!" diye gürledi. "Nasıl adamsın sen! Harbe giriyoruz da kılın kıpırdamıyor! Ne! Aldanıyor muyum, kıpırdıyor demek! Evet, söylemiştin! Bravo! Keskin görüş bu kadar olur. İyi, ama arayıp sormak da mı yok! Bana bir allahaısmarladık demeden mi çekip gideceksin Kıbrıs'a? Mahallede neler konuşuluyor biliyor musun, yarın sabah namazı Kıbrıs'taymışız. Evet, evet! Uçak-
82
lar . . . Aklın adamakıllı yattı ha? Aferin doğrusu, anlıyormuşsun bu işlerden. Seninle iftihar ediyorum.. . Zeki adamsın! Şimdi Orhancığım, eline kağıdı kalemi al! Söylediklerimi alt alta yaz! Ufff! Gece iler tutar yerimi bırakmamışsın! Bütün vücudum kıyma makinesinde çekilmiş gibi. Haberin yok mu? Hep böyle dersin zaten! Sanki beni bu hale koyan sen değilsin! Hazır mısın? Yaz canım! On teker kaşarpeyniri! Ne? Anlayamadın mı? Harbe girmiyar muyuz? Vaz mı geçtİn Kıbrıs'a asker çıkarmaktan? Seni tabansız seni! Yurtseverliğin bu kadar mıydı senin? Ne olacak on teker peynirden. Harbe giriyoruz. Çizmeler ayağını sıktı daha şimdiden! Sen başını alıp gideceksin, ya ben? Yaz! Beş çuval sabun! Çok fazla ha! Kafaını kızdırmal Ben senin nikahlı karın değilim. Başını alıp hangi cehenneme gideceksin, kim bilir! Sefil mi olayım buralarda? Yaz diyorum sana! Beş çuval da pirinç . . . Ne? Zihnimi karıştırma kuzum, yaz! Şeker . . . Toz istemem.. . On sandık kesme! Soonraa . . . Peyniri Canım bu peynir başka peyniri Beş teneke . . . Beş çuval da un yaz sen! İki parmak kar yağdı mı, fırınlar paydos! Ekmek gene karneye binecek değil mi? İki çuval daha koy, yedi olsun! Ne dedin? Kamyon, kamyon, tabii . . . Fabrikanın Varşova'sıyla sen evine ıspanak gönder, banunma dolmalık yaprak! Bana özel kamyon tutacaksın tabii! Harbe giriyoruz be! içki sofralarında, parti toplantılarında direk direk sallamaya benzemez! Soooonaaaa! Sucuk! Bilirsin ne kadar sevdiğimi. On kilo mu dedin? Sen Varşova'ya koy da hanımına gönder o kadarını. Sabahları maşada kızartsın da sandviç yapsın! Yaz bakalun, elli kilo! Elli de pastırmal
Bil bakalım, daha ne severim ben? Aferin, helva ta-
83
bii . . . Bildiğİn için üç teneke olsun, iki de çikolatalı helva! Bilemeseydin on teneke yazdıracaktım. Yazdın diii mi? Şimdi bırakalım çuvalları, tenekeleri, paketiere geçelim! Sen söyle bakalım, ne yazacaksın şimdi? Brava, zeki adamsın! Evet, makarna! Dur hele bir şey unuttuk, yağ . . . Üç teneke mi ? Çok avanaksın be! Yaz, yaz! On teneke de Urfa . . . Neresi çok, harbe giriyoruz aslanım!
Harp harp diye verirsin cayırtıyı ! Urfa yağma gelince dilin dolaşıyor. Söyle bakalım, şimdi sıra nede? Bilirsen yarı yarıya tenzilat! Kahve mi? Çekilmiş kahve ha? Sen bırak çekilmişini de, çekirdek yaz! İki çuval çekirdek kahve ! Seksen kilodan aşağı olmasın çuvallar! Kahve dedim de ne geldi aklıma? Paketlerden? Çay! Çay tabii . . . Yüz paket, pardon yüz kutu filiz çayı . . . Canım, oldu olacak, yüz de adi çaylardan olsun! Haaa! En önemli şeyi unuttuk, hiç de hatırlatmıyorsun. Çuvallardan tabii . . . Fasulye! Harp demek, kuru fasulye demek! Beş çuval da fasulye! Sonra efendim, sonraaa, zeytin . . . Elli teneke!
Korktun değil mi, hadi affettim, beş teneke! Yazdın mı? Şimdi söyle bakalım benim çok sevdiğim kırmızı, mavi ambalajlı . . . Çikolata, aptal! En büyük paketlerden . . . Üç yüz tane çikolata! Dur, aklıma gelmişken, söyleyeyim, viski . . . Mutlaka bulmalısın, hiç olmazsa yirmi şişe falan! Yüz şişe rakı . . . Yüz şişe votka . . . O kadar da konyak! Birinci liste tamam! Bak Orhancığım, saat üçü geçmesin! Ev sahibiyle anlaştım. Badrumdaki çimento deposunu bana bırakıyor. İki de dirieelerinden harnal gönder, kamyonla! Hadi canım bekliyorum. Yarın akşam mı, arabanla gel de bir Yeşilköy yapalım? Ne olur ne olmaz, harbe girmeden . . . Girersek mi? Girersek yo-
84
lun açık olsun! Güle güle git, güle güle gel, madalyalarla! Çok, çok öperim bir tanem! "
Kapattı telefonu. Yeniden bir numara çevirdi: "Alooo! Ha . . . Evet . . . Benim canım, ben, Necmici
ğim! Saat üçte hepsi hazır. Buraya indirmeyeceğiz tabii. Sen mağazada bulun! Harnal istemez. İki de harnal geliyor kamyonla . . . Kontratta ikimizin de imzası bulunacak, ortak di miyiz, canım! Ne dedin, harbe mi girersek, dedin! Sen boş versene harbe! Ne demiş, bizim ihtiyar, yedi düvelle uğraştırmak istiyorlar beni demiş! O harbin içinden gelmiş adam, harbin ne olduğunu bilir! Sen palavrayı bırak da bir isim bul bizim bakkaliyeye . . . Ne dedin, Kıbrıs mı? Yeşil Kıbrıs Bakkaliyesi mi? Hayır . . . O kadar politik olmasın! Neyimize gerek bizim siyaset! Ne? Aysel mi dedin, Aysel Bakkaliyesil Çok şık, çok güzel! Tamam, yazdır tabelayı, zevkine göre . . . Harp! Harp! İkinci listeyi dayayım da bumuna görsün, harbin ne demek olduğunu! Bu akşam nu, tabii geleceksin, konuşacaklarım var. İkinci liste mi, tuhafiye üzerine... Annemin üzerine onu da. . . Harbe girmek nasıl olurmuş, anlasın kereste! Gizli toplantılarda, atıp tutmanın sonu nereye varıyor görsün! Hadi ordan, çapkııın! Hele gel de sen . . . Yook, bu gece iki işadamı gibi ciddi . . . Hele kamyon u boşalt da bir . . . Öperim şekerim! "
Geç vakit kamyonu boşaltan hamallardan biri, evine dönerken bir paket makarna aldı bakkaldan. Kapıdan girer girmez çalımla attı karısının kucağına. Karısı evirdi çevirdi:
"Nedir ki o?" diye sordu. "Hıh !" dedi. "Bilmirsen?" "Bilmirem! "
85
"Mokorno diyirler .. . Millet yoğmo ediiiyi! Yarin zoboh nomozi harbe giriyiiik, anlirsen. Goy bi köşede dursin! "
86
HA AYI HA!
Bahçekapı'da yağınura tutuldum, adadım tramvaya. Boş yerlere bir göz gezdirdim. Önlere oturmak hiç akıl karı değildi. Değil yaşlıca bir kadın, şöyle atkuyruklu bir ortaokul öğrencisi girse hemen kalkıp yerimi verınem gerekirdi. Yüzüm çok yumuşaktır böylelerine. Gerilere oturmayı düşündüm. Onda da iş yoktu, tramvay doldukça, tıkılır kalırdım aralarında. En iyisi ortalarda oturmak . . . Ben bu hesapları yaparken bütün yerler dolmuştu. Son kalan yeri de bir depar beceriksizliği yüzünden kaybettikten sonra, kaldım ayakta. Ayakta kalmak bir bakıma hoşuma gitmez de değildi. Bir yere saplanıp kalmak kadar sinir bozucu ne olabilir. Daha rabattı böylesi . . . Hem ileri gidebilirdim, hem geri . . . Şarap kokusundan kaçar, esans kokusuna sığınabilirdim.
Münasip bir yol arkadaşı seçtim kendime, gittim yanına dikildim. Bol saçları vardı, ilk frende biçimine getirir, burnumu sokabilirdirn içine.
Sert bir düdükle bir ileri bir geri gittik. Tramvay kalkmıştı. Virajı alırken yağmur da hızlandı. İşi olan olmayan atlıyordu tramvaya. Arkadan gelen baskı yüzünden hanım kıza ilk pardonu çektim. Ters ters yüzü-
me baktı. Bu işte pek suçlu sayılmazdım, sadece ayağına basmamak için hafifçe belinden yakalamıştım. "İlk frende görürsün sen !" dedim İçimden. V atman, usta bir şeye benziyordu. Duruşları, kalkışları pek yumuşaktı.
Geriden gelen ikinci dalgaya rahatça bıraktım kendimi. Kızla beraber bir iki adım yürüdük. Biraz direnebilirdim, ama neye sıkacaktım tatlı canımı. Bayan gene ters ters yüzüme baktı:
"Biraz yavaş! " dedi. "Bana mı söylüyorsunuz?" "Arkamda sizden başkası var mı ki! " diye tersiedi
beni. "Müteessir misiniz?" dedim. Hiç karşılık vermedi. Tam bu anda iri bir yağmur damlası enseme damla
mıştı. Başımı kaldırdım. Tramvayın tavanı akıyordu. Önündekilerini ite kaka taa burnumun dibine kadar sokulan bir delikanlı:
"Biletçi efendi! " diye seslendi. "Tavana bak!" Biletçiden gayri bütün yolcular kaldırdı başını. Her
kafadan bir ses çıkıyordu: "Akıyor! " "Ne biçim tramvay bu?" "V atman yavaş! Kiremitleri sarsıyorsuni " "Biletçi, dama çık da, kiremitleri ak tar. " "Pis pis de damlıyor üstümüze . . . " "Heladan sızmasın?" "Hayır, soba akıntısı! " Kız, kulağına düşen damlaları benden mi bilmişti ne? Ters ters bakıyordu yüzüme. Burnumun dibindeki
delikanlı bir adım daha atarak kızın yanına sokuldu:
88
"Çok pis hava! " diye ortaya bir söz attı. Kız yüzüme bakarak: "Çok pis !" diye tekrarladı. Bu, açıktan açığa bir
sövmeydi, ama pişkinliğe vurdum. Delikanlı, oturan kadınlardan birine sokuldu: "Teyzeciğim," dedi, "şu şemsiyenizi müsaade eder
misiniz?" Müsaadesini beklemeden elinden şemsiyesini aldı,
almasıyla açması bir oldu. Bu şaka kızın çok hoşuna gitmişti, delikanlıya tatlı tatlı sırıttı:
"Başka çare yok!" Sağdan soldan iltifatlar yağmaya başlamıştı: "Yaşa sen !" "Akıllı adamın hali başka! " "Bir gazeteci olsa da, resmini çekse! " "Tramvay değil, Okmeydanı!" Delikanlı kızın koluna girmiş, şemsiyenin altına sak
lanmışlardı. Kız, beni deli etmek için baygın baygın: "Mersi! " dedi. "Siz olmasanız adamakıllı ıslanacak
tım! " Beyazıt'a doğru son hızla ilerliyorduk. Sıkı bir frenle
zınk diye durduk. Nerdeyse fırlayıp gidecektik tramvaydan. Ben, ister istemez kızın iki kolundan yapışmıştım. İkimiz birden önümüzdeki yüz kiloluğun üzerine bindirdik.
Bu sefer küfrü değil, tokadı bile hak etmiştim, ama kızın kıpırdayacak hali kalmamıştı. Burnum o dalga dalga sarı saçiarına gömülüvermişti. Delikanlının şemsiyesi, bir plaj şapkası gibi geçmişti başıma. Birden ön kapı açıldı. Vatman üzgün bir yüzle:
89
"Affınızı rica ederim sayın yolcular! " dedi. "Bir kediyi kurtardık."
Kapı küt diye kapandı. Tramvay, Beyazıt'a doğru yol almaya başladı.
İlk kendine gelen, şemsiyellin sahibi oldu: "Ver oğlum şu şemsiyeyi! " dedi. "Bana oğlum, Na-
poli'den getirdi onu!" "Doğrusu, güzel şemsi ye. " "Oğlun kaptan mı, kamarot mu?" "Tarsus'ta mı, Ankara'da mı çalışıyor?" "Yok, İskenderun vapurunda . . . " "Naylon çamaşır da getirdi mi?" Kadın kızmıştı. Kalktı yerinden. Çekti aldı şemsiye-
yi. Konuyu değiştirmek için: "Aşkolsun vatmana! " dedim. "Kurtardı kediyi! " "Her zaman vatan kurtarılmaz ya! " Kız, e n tatlı gülüşüyle: "Çok severim kediyi ! " dedi. Delikanlı ondan aşağı kalır mı: "Ben de çok severim! " "Hele ben . . . " dedim. "Biterim . . . " "Bayılırım kedilere! " "Benim bir kedim var, tüyleri nah şöyle! Pamuk gibi ... " "Vatmana aşkolsun! " "Bir can kurtardı! " "Doğru cennete gider, diiil mi anne? " Delikanlı, bir haf oyuncusu gibi beni ustaca marke
etmişti. Şehzadebaşı'na doğru ıslak rayların üzerinden kayı
yorduk. Delikanlı kızın kulağına eğildi: "Yarın da çıkacak mısınız?" dedi.
90
"Yağmur yağmazsa . . . " "Yağsın .. . Tramvaya binmezsiniz siz de . . . " Önce vatmanın yanından bir ses yükseldi. Ben ne
olur ne olmaz diye delikanlının önüne bir ayak koydum. Onun kadar ben de anlıyordum futboldan.
Sert bir gıcırtıyla tramvay birden durdu. Bu seferki fren daha müthişti. Delikanlı, havada bir savruldu. Gene kız bana kalmıştı. En biçimli yerlerinden kavrayarak, en ustalıklı bir oturuşla çöküverdik. Bu sefer, oturanlar bile kayınıştı koltuklardan. Kızdan azar işitmernek için:
"Ahh! " diye bağırdım. "Kırıldı ayaklarım! " Gözlerimi kapamış, geçmiştim kendimden. Kız kol
Iarımdan sıyrıldı. Ayağı kırılmış bir kurtarıcıya sövmenin yersizliğini düşünüyor gibiydi.
Vatman yine ayiıı üzgün surada açtı kapıyı: "Bayanlar, bay lar !" dedi. Şemsiyenin sahibi: "Gene bir kedi mi?" diye kesti sözünü. "Hayır! Bu seferki kedi değil. Bir köpek .. . Hem de
bir salon köpeği ! " Kız gene içini çekti: "Ahhh! " dedi. "Bayılırım salon köpeklerine! " Delikanlı kulağına eğildi: "Ben de çok severim köpekleri! " Bir üniversiteli: "Köpek kediden daha sadıktır. Bravo vatman! " diye
bağırdı. "Köpek daha faydalıdır. Yaşa sen !" "Köpekler nankör değildir. Aşkolsun sana! " "Yaşa, köpek kurtaran aslan! "
9 1
"Benim de bir köpeğim var evde! Bir tüyleri var ki, hep onunla ya tarım! "
Bunu söyleyen bizim yavruydu. Delikanlı: "Benim köpeğim yok !" dedi. "Ben yalnız yatıyo
rum! " Kız bana doğru başını çevirdi, güldü. B u gülüş deli-
kaniıyı çileden çıkarmıştı. Tükürür gibi: "Köpek pistir! " dedi. "Değildir! " diye gözünün içine baktım. "Pistir! " "Biz sokak köpeğinden laf etmiyoruz! " Yavru, delikanlıya hışırnla bakıyordu: "Benim köpeğim temizdir! " diye kestirip attı. "Başka türlü olamaz ki . . . " dedim. Delikanlı okkarun
altına gitrnişti. Ben: "Yarın hava yağmurlu olmazsa kaçta çıkacaksınız?"
diye sordum. "On birde! " "Sizi durakta bekliyorum! " Vatrnan bu sefer beni fenersiz yakalamıştı. Beklen
medik bir frenle kıza öyle bir yüklenmek zorunda kaldım ki, yavrucuk önümüzdeki yüz kiloluğa, duvara çarpar gibi bindirdi. Koltuğun demirini yakalamak istedi, beceremedi. Ben kendimi tutamamış, yığılıverrniştim. Bu elirnde olmayan kabalıktan ötürü:
"Affedersiniz! " dedim. Sert sert yüzüme bakn. Biraz önceki sevimli kız de
ğildi artık: "Terbiyesiz !" diye tersiedi beni. Haksızdı bu sefer.
Eğer kendi isteğirnle düşseydirn, terbiyeınİ kurtarmak için cevap verirdim.
92
Tramvayın ön kapısı yine açıldı. Vatman yine üzün-tülü bir sesle:
"Bayanlar, baylar! " dedi. Delikanlı hemen atılmıştı: "Bu sefer kimi kurtardın? " "Efendim, bu sefer kurtardığım bir ayı ! " "Yuhhhhh! Ayı! " diye bağırdı. "Evet, sadece bir ayı bay lar !" Kapı yine sert bir çekilişle kapandı. Başlar pencereye
uzanmıştı. On tonluk bir kamyondan üç dört harnal arkalıklarla balyalar indiriyorlardı. Hamallardan biri, boylu boyunca kapaklanmış, balya bir yana gitmişti, arkalık bir yana . . . Delikanlı:
"Vay ayı vay! " diye bağırdı. "Yuhh! " "Ulan kalk, inek arabası! " "Ezmeli bunları be! " "Çiğnemeli başlarını! " "Ne işi var bunların şehirde! " "Ormanı yakanın gözü kör olsun !" Delikanlı, kızın gözlerinin içine bakarak: "Küçük hanım! " dedi. "Siz, ayı da sever misiniz? " "Öööö ! " Yolcular, vatmana bağırıyorlardı: "Ne duruyorsun, sür be! " "Çiğne geç !" "Bir ayı eksik olsun ! " Yolun üstündeki balyayı kaldırıp yolu açtılar. Harnal
rayların kenarında boylu boyunca yatıyordu.
93
MADRABAZLAR KÖYÜ
Köy bekçileri kıskıvrak çekmişler falakaya, veriyorlardı sopayı. Madrabazlar köyünün muhtarı Halil Kaytan, eski Mantelli toplarına komut veren top çavuşu çalımıyla kaldırıp indiriyordu elini:
"Vurun ulan! Bakmayın bu dinsizin gözünün yaşına! Ne yatırdan korkar bu aptessiz, ne evliyadan! Ulan ben bile şunun şurasında, koskoca muhtarken besınele çekmeden geçemiyorum yatırın önünden. Hacı Şakir'in davarını salarsın Çullubaba'nın üstüne haaa! Mezarına siydirirsin, kuzuyu koyunu! Vurun ulan, domuzuna vurun!"
Sığırtmaç Ali bağıramıyordu artık. Yirmi, yirmi beş sopadan sonra hep böyle olurdu. Ha tabaniarına vurmuşlar ha döşeme tahtasına.
"Vurun gavur dinliye! Ulan kime güveniyon da salıyon bu davarı Yatırdüzü'ne? Ağana mı güveniyon beee? Ulan Hacı Şakir'in sözü gaaari kendi tavukianna bile geçmez. Çıksa da kapısının önüne, bili bili diye çağırsa, attığı mısıra bile seğirtmez tavuklar.. . O mu sal dedi, sööle ulan, o mu emir verdi sana?"
Sığırtmaç Ali için, canı yanma korkusu diye bir şey yoktu artık. Üyelerden Keleş Selim:
"Kessinler zopayı gaaari! " dedi. "Zopanın bi gıyma-tı kalmadı. Boşuna yorulmasın bekçi ler! "
Muhtar son komutunu da verdi: "Kesss! Çözün ayaklarını ! " Çözdüler. "Gezelesin biraz! Oturtmayın kıçının üstüne! " Uzatmalı jandarmaydı Muhtar Halil Kaytan, 3 . Or-
du taraflarında. Dayak yiyen çobandı, mobandı ya, niye ağrısındı başı:
"Diğelip kalmasın, gezelesin! Niye topallıyar bu ayı be! Ulan adamım diye gezersin bir de, tuuh senin kahbına kıyafetine! Bunun, kemali elli zopa be! Söyle bakalım, Yatırdüzü'ne Hacı Şakir'in davadarını salacak mı
sın bi daaa?" "Bi daa mı töbe ağam!" Duvarlara tutuna tutuna yürüyordu, topal topal. . . Ya köy halkı görürse bu adamı ne demezlerdi. Ağrı-
maz mıydı başı! Muhtar: "Topallıyon haaa! " dedi. "Bi yere çıkamazsın bööö
le . . . Yatarsın damda iki gece taşların üstünde! " "Gözünü seveyim ağam, sal beni ! " "Ne halt etmeye topallıyon, bize inat? Çıkamazsın!
Sorariarsa ne diyeceeen? Söyle, ne diyeceeen bi şey sorarsa köylü? Söyle bi şey, d urma ulan !"
'"Daşa kakum .. . ' derim parmağımı! " "Olmaaaz!" "Gatır depti derim! " "Sus, namussuz! Katır tepti haaaa! Şimdi sana gös
teririm katırın nasıl teptiğini! Başka bi şey söyle! Akıllıca bi şey! "
96
"Goç tostu desem . . . " "Hah oldu! Koç tostu! Hacı Şakir'in koçları tostu.
Olur mu! Şimdi burdan çıkacaksın! Doooğru ağana! Böyleyken, böööle diyeceksin! Bu davar bi daaa Yatırdüzü'ne girdi mi, bütün davar köy sandığı hesabına haraç mezat satılacak! Göz göre siğdirmeyiz mugaddisatımızın üzerine! Bu çayıra kendi davarlarımızı salamaz nuydık biz! Ne dimeğe salnuyoruz? Din korkusu, Allah korkusu olmalı bi insanın yüreğinde. Hadi bakalım basss! Selbessin! "
Bekçiler de üyelerle birlikte çıkmışlardı. Kala kala Keleş Selim kalmıştı köy odasında . . .
Madrabazlar köyünün becerikli muhtarı Halil Kaytan:
"Bak Selim Efendi ! " dedi. "Ben Yatırdüzü'nü çayırıynan, yatırıynan satıyom! "
"Aman dime!" diye kesti sözünü. "Nasıl olur!" "Basbayağı olur! Çayırıynan, yatırıynan Hacı Ham-
di'ye satıyom! " "Haaa! Öyle desene! " Keleş Selim sinsi sinsi güldü: "Demek Sığırtmaç Ali, boşuna yemedi zopayı! " "Köy sandığına sıçan düşse başı yarılacak! İlçeden
kalksa da bizim parti başkanı teftişe gelse, bi guruş para yok. Hani bunun rakısı, şarabı, tavuğu, hindisi, yerine göre koyunu kuzusu .. . On iki dönüm çayır, boşuna yatıyor. Beher dönümü yüz kağıttan olsa .. . "
"Neeee! Yüz kağıttan mı dedin?" "Ne sandın ya! Evliya ölüsü yatan yere kim para ve
rir? Bereket, Hacı Hamdi'ye . . . Hem dini bütün, hem arkası sağlam. Top atsan yıkamazsın! Yüzer kağıttan dö-
97
nümü, eder bin iki yüz kağıt . . . İki yüzü senin, gerisi köy sandığının .. . Ben metelik istemem. Bu bin kağıt da, Hacı'nın sandığa bağışı . . . Haaaa! Ne dersin! Başka ne gayıt, ne guyut ... Her şey bi tek sözle oluyor bugünlerde . . . Yıkılacak, yıkılacak! Yakılacak, yakılacak! Kredi mi? Verin, bizdendir! İş mi? Verin yabancı değeel ! İşleri yürütmek mi istiyon, başka türlü de yürümez hani .. . "
"Peki, muhtar! Öyle ossun! Sen münasip gördükten kelli . . . "
Akşam, Hacı Harndi'nin evinin önünden geçerken traktörün çamurundan anlamıştı ilçeden döndüğünü. Paletler kalıp kalıp çamur dökmüştü yollara.
Girdi Halil Kaytan avluya. "Hacı Efendiii! " diye seslendi, karılar çekilsin diye.
Çok beklemeden daldı içeri. Hacı, kerevetin üstüne uzanmış, yorgunluk kahvesi içiyordu.
"Hoş geldin! " dedi. "Ne var ne yok oralarda?" "Ne olacak . . . " diye başladı Hacı. "Belediye turistik
otele dönmüş. Başkanın odasına bandoyu yerleştirmişler .. . Kongre pek cümbüşlü olacakmış diyorlar . . . Bin ki-şilik misafir geliyormuş Ankara'dan . . . Buyursunlar, gel-sinler . . . İleri geri etmek bize düşmez .. . Ne oldu Yatırdü-zü, sen ondan haber ver?"
"Yatırdüzü mü Hacım? Biraz karışık .. . Hacı Şakir'e bir gözdağı verdim, ama çenesi durmaz ki . . . Çektim sığırtmacına zopayı ! Hadi onları zapayla susturdum . . . Bizimkileri nasıl susturacağım? Elini vicdanına koy da söyle Hacı'm! Yedi yüzden yukarı çıkmıyorsun dönümüne .. . Toprağı benden iyi biliyon . . . Pamuk ek, ekilir. Zeytinlik yap, yapılır. Kıy da tütün dik, dikilir . . . Yazlık, kışlık, kompir .. . "
98
"Canım, uzatma! He de gayri! " "Nasıl he diyeyim. Şunu yuvarlak yap da, itin uğur
suzun ağzını kapatayım. Adı üstünde, Madrabazlar köyü bu! İlçeye gidince utanıyorum, 'Madrabazlar köyü muhtarıyım,' demeye .. . Hele yuvarla şunu! Benim kendi malım olsa, helal ü hoş olsun. Köy vakfı bu! Kaç kişinin ağzını kapatacaksın . . . Hele bi Keleş Selim var ki, doyurabilirsen gözünü doyur!"
Hacı Harndi sağ gözünü anlamlı anlamlı kıstı: "Dediğin gibi . . . Yuvadayalım da, bitsin bu iş ! " dedi.
"Bak Halil Efendi gardaşım. Bu on iki bin lirayı senin şahsına veriyom! Bugüne bugün köyün muhtarısın! Önümüzde seçimler var. Daha da çoook düşecek işimiz birbirimize. Senden ne senet istediğim var, ne sepet . . . Yürüttüğüm gibi traktörü Yatırdüzü'ne, olur biter! "
Dediği gibi de yapmıştı Hacı Hamdi. Ne Yatırdüzü kalmıştı ortada, ne de Yatırdüzü'nün çayırları. Ortalık dümdüz olmuştu.
Her şey olup bitti, yoluna girdi derken suyun taaa üst başından bozuluverdi bütün işler. Önce baştakiler yürümüştü, sonra baş altındakiler . . . Alttakiler de altüst oluvermişti sonunda. 27 Mayıs çok şeyleri devire devire girmişti Madrabazlar köyüne.
Muhtar Halil Kaytan tepetaktak giderken köyün adı da kalmamıştı yerinde. Madrabazlar köyü, olmuştu Devrimgören köyü . . .
Ama bu yeni hava da çok sürmemişti. Demokrasi, gene demokrasiydi. Seçim meçim, atan tutan derken gene geçti Devrimgören köyünün başına bizim eski muhtar Halil Kaytan . . . Devrimcilerin adı devrimbaza çıkmıştı, ama köyün adı Devrimgören olarak kalmıştı mühürde.
99
işler gene Halil Kaytan'ın başkanlığında eski rotasına uyup giderken, gezici tapu kadastro mahkemesi gelip yerieşiverdi köy kahvesine.
Hacı Şakir'in devrimden sonra ne de olsa dili dönmeye başlamıştı ağzının içinde. Yatırdüzü diyordu da, başka bir şey demiyordu. Köy odasında atılan sopalar, Sığırtmaç Ali'nin değil, kendi tabanına atılmıştı sanki . . .
Halil Kaytan'ın etekleri tutuşadursun, Hacı Hamdi'nin de uykusu kaçmıştı. Bu mahkeme köye indi ineli, çok geceyi uykusuz geçirdiler Halil Kaytan'la birlikte . . . Yatırdüzü Hacı Harndi'nin malıydı, ama ne muhtaciıkta bir kayıt vardı, ne de elde bir belge . . .
Hacı Hamdi, adadığı gibi traktöre, ilçede aldı soluğu. El elden üstündü. İlçeden döner dönmez doooğru Halil Kaytan'a koştu:
"Oldu! " dedi. " 'Köy sandığından bir satış senedi verirsiniz, tapu yerine geçer,' dediler. "
Öyle ya! Devir değişmişti, ama gene de eski tas eski hamamdı. Muhtar aynı muhtar, üyeler aynı üye . . . Ölen kalan yoktu çok şükür. Eski defterler de yerli yerindeydi.
Bir satış senedi donatıldı güzelce . . . Altına kuruşu kuruşuna damga pulları yapıştırıldı. İmzalar atıldı, mühürler çakıldı, nal gibi . . .
Her şey iyiydi hoştu ya . . . Bütün bunları mahkemeye girmeden önce köyün imarnma göstermekte elbette fayda vardı.
Niyazi Efendi, bu köye imam duralı anca iki ay olmuştu, ama her şeyi kökünden kavrayıvermişti. Altı vari! zeytinyağına böyle imam dünyayı dolaşsalar bulamazlardı doğrusu. . . Ama Niyazi Efendi'nin gözü altı varil zeytinyağıyla doyacaklardan değildi. Köyün vakıf
100
zeytinliklerindeydi gözü. Vakıf dediğin de ne ki? Sahipsiz mal! Hak etsin de, bölük pörçük o da çimlensin ucundan!
Sabah ezanından sonra çağırttılar Niyazi Efendi'yi. Hacı Harndi başköşeye geçmiş oturmuştu. Bir Tanrı selamından sonra geçti gösterilen yere:
"Hayrola! " dedi. "Vaazlar için gene kaymakamlıktan bir emir mi var? Bak muhtar, bize kaymakam maymakam karışmaz, bize Diyanet İşleri karışır karışsa karışsa . . . "
"Bırak kaymakamı şimdi! Kaymakamın işleri başından aşkın! "
"Yağmur duasına mı çıkılacak yoksa kış ortasında?" "Gözünü seveyim dinle biraz! Köyü seller götürüyor
kasımdan beri . . . " "Hastalık sağlık?" "Çok şükür, salgınımız malgınımız yok bu yıl! " "Oh oh, memnum oldum. Allah sıhhat ve afiyetler
versin cümleye .. . " Biraz durakladı muhtar: "Bak Niyazi Efendi gardaşım! " dedi. "Ben köyün
muhtarıysam, sen de köyün imamısın. Şunun şurasmda gardaş gibi geçinirsek, köylünün ne başı ağrır, ne burnu kanar. Bugün kadastro mahkemesine işimiz düştü. Bizim işimiz değil, köyün, köylünün işi ... O zamanlar, köy vakfından birkaç dönümlük toprak vardı elimizde . . . Bir bağış karşılığı satışa çıkarmıştık. Şöyle bir göz gezdiriver kayıtlara . . . Şu, defterdeki kararlar . . . Şu da Hacı Harndi'ye idare heyetince verdiğimiz senet. . . Her şey ayna gibi ortada . . . Gizlimiz kapaklımız yok! "
101
Köy sandığının defterlerine baktı teker teker . . . Karar defterini okudu. Senedin pullarını kaleme vurdu, kuruşu kuruşuna tamamdı. Üyelerin imzası da yerli yerinde . . . Tarih, eski tarih: 1957 . . . Gözlerini kısarak mührü okumaya koyuldu.
Muhtar: "Çıra isiyle bastım, kitap gibi . . . " dedi. "Evet! İyi okunuyor .. . Ne köyü bu? Devrimgören
köyü mü? Ne? Devrimgören haaa! Siz devrimi 1 957'de mi gördünüz beee? Yani 27 Mayıs'tan üç yıl evvel?"
Ne demek istiyordu b u imam? "O zaman köyün adı Devrimgören miydi? " Birbirlerinin yüzüne baktılar: "Değildi ! " dedi muhtar. "Madrabazlar köyüydü! " "Ya bu mühür?" Sustular. Madrabazlar köyünün mührünü devrimci
kaymakam alıp götürmüştü. Satış eski, mühür yeniydi. "Yırtın bu senedi. Asarlar sizi sonra . . . Sahtekarlık
çıkar bundan." "Çaresi?" diye sordu Hacı Hamdi. "Çaresi . . . Eski mühürle bir satış senedi .. . Böyle bin
liralık değil, on bin liralık senet . . . Bin liraya ne alıp satıyorsunuz, manda mı?"
Ne adamdı b u Niyazi Efendi! Hem ahret işlerine aklı yatıyordu, hem dünya işlerine . . .
"Her şey elinizde . . . On bin liralık da sarf gösterin . . . Köy yolunun tamiri, dul kadınlara yardım, kasahaya hasta sev ki gibi . . . "
Muhtarın kafası bir şeye takılıyordu: "Peki amma . . . " dedi. "Eski mührü nerden bulalım?
Devrimciler imha etmişlerdir. "
102
"Şehre inip bir mühür kazdırmalısınız, ama kazdırmasanız daha iyi . . . Sahtekarlığa girer bu! Bir ihbar olursa .. . "
Hacı Hamdi, topuk değiştirdi, iskemlesinde: "Onun da bir çaresini bul urduk, amma ne çare ki
mahkeme bugün .. . " dedi. Sonra birden durakladı: "Ben tarlasında tapusurıda değilim. Şu işin içinden
nasıl kepaze olmadan çıkacağız, onu söyle sen Niyazi Efendi! Hacı Şakir'e alt olmak istemem! "
Durup durup üsteliyordu: "Söyle! Nasıl çıkacağız işin içinden?" "Düşünmem gerek Hacım! " "Daha mı düşüneceksin? Dananın kuyruğu kopuyor
bugün be! " Tutkalın tam tavı gelmişti. Niyazi Efendi: "Verin bana bir kağıt! " diye geçti masaya. Başladı hem söyleyip, hem yazmaya: "Çepişlerpınarı'nın kıblesindeki, şarkan Aktepe,
garban Göktepe, takriben on dönümlük, köy vakfına ait zeytinliğin, ücret-i imarnet olarak Devrimgören köyü imaını Niyazi İşgüder'e verilmesine ve tapuya tesciline . . . "
Ücret-i imarnet değil, düpedüz ücret-i vekaletti bu. Kendi malları değildi ya üyelerin, vereceklerdi ister istemez.
"Verin bir kağıt daha!" dedi üst perdeden. Başladı tecvit üzere söyleyip kendi elceğiziyle yaz
maya: "Biz aşağıda imzası olan üyeler, 1 957 senesinin hazi
ran ayının 14'ünde, o zamanki adıyla Madrabazlar kö-
1 03
yü, yeni adıyla Devrimgören köyü eşraf-ı muteberanından Hacı Harndi Şakar'a Taşpınar'daki Yatırdüzü'nü on bin lira bedelle sattığımızı, yapılan satış senedinin ziyanından ötürü, işbu yeni satış senedini tanzim ve adı geçen Harndi Şakar'a verdiğimizi tasdik eder ve . . . "
Böylece Devrimgören köyünün eski madrabazlarının, dağ gibi bir yük kalktı omuzlarından. Kutsal mülkiyet adına rahat bir soluk aldılar hep birden:
"Ooohhhh ! "
104
ANA YÜREGİ
Yazı işleri müdürü almış eline gazeteyi, ter ter tepiniyordu:
"Kim verdi bu haberi? Böyle kepazece haber mi yazılır? İki paralık ettiniz şerefini gazeteciliğini Söyle ilhami, kim yazdı bunu? "
"Erol olacak herhalde! " "Başka kim olur! Gelince söyleyin de, görsün beni ! " Yürüdü gitti odasına. Erol az sonra gelmişti. Yüreği
küt küt atıyordu. Girdi yazı işleri müdürünün odasına. Yazı işleri müdürü:
"Sen mi yazdın bunu? " diye yürüdü üstüne. "Beş yıllık gazetecisin sözüm ona. Daha bir gün şöyle eli ayağı düzgün bir haber yazahildin mi? Söyle bakalım, nerde basmışlar bu kadını?"
"Cihangir' de efendim! " "Cihangir'de ha? Var mı yazının içinde? Al bir
bak !" Şöyle bir göz gezdirdi yazıya: "Affedersiniz, unutmuşum! " dedi. "Gündüz mü olmuş, gece mi?" "Sabaha karşı olmuştu! "
"Var mı haberde?" Yeniden bir göz gezdirdi: "Unutulmuş efendim!" "Nerden aldın bu haberi? İkinci Şube'den mi?" "Hayır efendim, çok sağlam bir yerden duydum. On
sekiz yaşında genç ve güzel. . ." "Bırak şu basmakalıp, ağızdan dolma lafları . . . Genç
ve güzel ha! On sekiz yaşında olacak da genç olmayacak .. . Peki, ne yapmışlar bu on sekiz yaşlarındaki genç kıza?"
"Yirmi, yirmi beş yaşlarında bir gençle basılmış . . . " "Şirndiii . . . Öbür gazeteler nasıl vermişler, bir incele
yelim! " Erol, sinsi sinsi gülüyordu. "Ara bakalım . . . " dedi
içinden. "Zor bulursun sen !" Yazı işleri müdürü teker teker inceledi, hiçbiri koy-
manuştı. "Salladın mı yoksa?" dedi. "Hayır efendim, sallamadım! " Birden yüzündeki terslik dağılıverdi: "Aferin be Erol! " dedi. "Ne olursa olsun bir adatma
haber yakalanuşsın! " Kendi gazetesindeki haberi bir daha okudu, yeniden
çatıldı kaşları: "Be mübarek adam! " dedi. "Bir adatma haber ya
kalamışsın. . . İyi. . . Hoş... Adam gibi yazamaz mıydın bunu? Etraflıca yazsaydın da birinci sayfadan verseydik, çift sütun.. . Bir de resim! Gazetecilik nerde, sen nerde! "
Telefonun zili çaldı . . . Çaldı da, boyama yarıda kaldı. Erol hemen sıvıştı dışarı.
106
Telefondaki erkek sesi: "Yazı işleri müdürünü arıyorum! Siz misiniz?" diye
sordu. "Evet, benim! " "Efendim bir haber okuduk gazetenizde. Bir baskın
olmuştu da . . . On sekiz yaşlarında bir kız basılmış. Kimmiş bu kız? Nerde basılmış? Adı, soyadı?"
"Yazılmaz efendim . . . Adı, soyadı yazılmaz! " "Başka gazeteler yazıyor . . . Hiç olmazsa baş harfle-
. " rı . . . "Biz yazamayız! " "Peki efendim, nerde olmuş bu baskın? Kızın kendi
evinde mi, yoksa randevuevinde mi?" "Cihangir' de olmuş . . . " "Yazılmamış .. . Sokağı . . . Caddesi . . . " "Bilmiyoruz! " "Siz de gazetecisirriz ha! " Kütt! Kapandı telefon. Seslendi dışarı: "Çağırın şu Erol'u, çabuk!" Genç gazeteci süklüm püklüm girerken: "Görüyor musun," dedi, "eksik haberin ettiklerini?
Herif bir yandan alaya başladı, bir yandan da kala ya! " "Hangi herif?" "Telefondaki herif! Böyle şey istemem bir daha .. . Ye
rin dibine batsın senin adatma haberin. Yazacaksan tam yaz. Belki savcılıktan da sorarlar. Kimden aldın bu haberi söyle bakalım?"
"Bir arkadaştan öğrendim! " dedi. "Kim bu arkadaş canım? Gazeteci mi?" "Arkadaş işte . . . Gazeteci de diyebiliriz! " "Hangi gazetede çalışıyor? "
107
"Hangi gazetede mi efendim? Affedersiniz . . . Söyle-yemeyeceğim! "
"Devlet sırrı mı bu be? " "Efendim . . . " "Söyle diyorum sana .. . Hiçbir şey saklanmaz yazı iş
leri müd üründen! " "Efendim, bendim o! O n sekiz yaşındaki kızla bası
lan !" "Ne? Sen miydin? Tuuu! Yazık senin kalıbına kıya
fetine! Utan be, utan biraz . . . Böyle mi verilir bu haber be? İki satıda geçiştirilir mi bu olay? Röportaj yazar insan, röportaj ! Yazık sana .. . Ben senin yerinde olsaydım şöyle başlardım: 'Yağışlı bir gece . . . Kaldırdım paltomun yakasını . . . "'
"Efendim, hava yağışlı değildi . . . Paltomu da giymemiştim! "
"Giydim, dersen kıyamet m i kopar? İşe biraz gizlilik katmak lazım ... Ne diyorduk, 'Kaldırdırn paltomun yakasını . . . Önümde yirmi, yirmi beş yaşlarında bir genç yürüyordu .. . ' Önünde yürüyen genç kim, biliyor musun? Sensin o! 'Birden karşıcia sarışın . . . Uzun boylu . . . "'
"Sarışın değildi efendim! " "Sarışın olmamış da, esmer olmuş .. . Ne kaybeder
sin? 'Derken bu delikanlı giriverdi kadının koluna .. . ' Giren kim?"
"Ben tabii! " "Evet, sen! Ama üçüncü kişi olarak yazdığın için
böyle yazmak zorundasıni Yazı böyle yazılır işte. Sen ne yazmışsın bakalım! "
Gazeteyi çekti önüne, okumaya başladı:
108
"'Ahlak zabıtası tarafından dün gece fuhuş yerleri sıkı bir kontrole tabi tutulmuş, uygunsuz vaziyette on sekiz yaşlarında bir genç kız yakalanmıştır.' Nerde? Nasıl? Saat kaçta? Sonra basmakalıp bir cümle daha .. . 'Kadın muayeneye sevk edilmiştir.' Bu sevk de ne oluyor? Öğrenci mitingine polis mi sevk ediyorsun be! Dikkat et biraz kelimelere! "
Telefon, sözünü bıçak gibi kesmişti: "Evet . . . Ben yazı işleri müdürü .. . Ne dediniz? Nerde
mi basılmış? Çok mu lazım? Herhalde bir randevuevinde .. . Adı mı? Farz et ki Hacer .. . Ya da Nerirnan ... Ne fark eder? Adresi mi dedin? Efendiii . . . Burası gazete idarehanesi . . . Madam Kalyapi'nin randevuevi değil! "
Bir eli telefonda . . . Bakışlarını Erol'un gözlerinin içine dikmiş, en azdan beş dakika böyle dalıp kalmıştı. Burnuyla kapıyı göstererek gürledi:
"Çık!" Bu tek heceli emirde her şey vardı. Çok geçmeden
kapıda bir tıkırtı . . . Yumurta gibi boyanmış bir yüz, sırıttı aralanan kapıdan. Sonra bol bir kürkün içinde iri bir vücut çıktı ortaya. Kuyruklu gözler, rimeller, manikürler, küpeler, yüzükler. . . Elli, elli beş yaşlarında bir kadındı bu. Yüzüne, yapma benler gibi, yapma bir hüzün sıvıştırarak sordu:
"Efendim! " dedi. "Üç gündür kızım kayıp! " Yazı işleri müdürü bir koltuk gösterdi: "Buyurun! " "Tam üç gündür . . . Aramadığım yer kalmadı! " "Polise gittiniz mi?" "Gittim . . . Gitmez olur muyum? Sanki yer yarıldı da,
kızım içine girdi! Yok ... Yok! "
1 09
"İlan mı vermek istiyorsunuz?" "Onu da vereceğim b u gidişle . . . Ne yapayım, ana
lık . . . İnsanın aklına hiç de iyi şeyler gelmiyor. Bugün ga-zetenizde bir haber okudum ... On sekiz yaşlarında .. . Kı-zımın yaşı da tam on sekiz . . . "
"Aman hanunefendi .. . Allah göstermesini " "Ah! Beyefendi, hayatta olsun da . . . İnsan buna bile
razı oluyor.. . Siz bilmezsiniz... Ana yüreği. . . Efendim, haberiniz biraz noksan. Hangi mahallede olmuş bu baskın? Hangi sokak, kaç numarada?"
"Durun hanımefendi, bir dakika! " Zile bastı. Odacı girmişti içeri: "Çağırıver şu Erol'u, çabuk!" dedi. Sonra bayana
döndü: "Size gerekli bilgiyi bu genç arkadaş verecek. Müsa
adenizle! " Çıktı dışarı. Erol, yazı işleri müdürünü bulamadı
masasında. Sonra koltuktaki bayana ilişti gözü. T anımıştı: "Oooo!" dedi. "Nermin Ablacığım, ne var ne yok?
Nasıl gidiyor işler bugünlerde? Sıkıştırıyorlar mı? Aldırmal Gevşer yakında. Nerdesin şimdi? Şişli'de mi, Maçka'da mı? İşittiğime göre dağıtmışsın civcivlerini, arıyormuşsuni Toplayabildin mi bari? Var mı elinin altında bir şeyler?"
"Elimde mi? Elimde bir şey olsa, gelir miydim buralara? Eh, böyle böyle toplayacağız! "
Sonra eğildi kulağına: "Erolcuğum! " dedi. "Sen yabancı değilsin. Eğer bi
lirsen, söyle de kızın adresini kapurmayalım kurdara! "
1 1 0
iFTiRADIR NURiCiGiM!
Nuri Yalçın, birinci şişeyi bitirmiş, ikinciye başlamıştı. Bu, olağanüstü bir olaydı. Karşıda dikilip duran Çemberlitaş'ın yürüyüp gitmesi gibi . . . Bunun ilk farkına varan Mürettip Necmi oldu; hemen Çilingir Hamid'i dirsekledi:
"Bak!" dedi. "Nuri Efendi ikinci şişeye başladı ! " "Var, b i i ş bunda! " Çok geçmeden bütün ayaküstü meyhanesi, b u ola
ğanüstü olayın nedenini çözmek için kulaktan kulağa laf yetiştirmeye koyulmuştu.
Nuri Yalçın, şöyle böyle on beş, on altı gündür sektirmeden Mehmet'in Çemberlitaş'taki ayaküstü meyhanesine uğrar, bir şişe beyaz sek şarabını saat sekize kadar yudum yudum içer, tam sekizde borcunu ödeyip, yedek Birinci sigarasını da aldıktan sonra, Kadıega'daki evinin yolunu tutardı. Tam sekizi çeyrek geçe, eli kapının ipindeydi.
Ne olmuştu Nuri Yalçın'a böyle? Mürettip Necmi dayanamadı:
"Nuriciğim! " dedi. "Hızlı gidiyorsun bu akşam! Tam bu saatte evin kapısında olacaktın. Evdekilerle aranda .. . "
Mürettip Necnıi, bamteline basmıştı. Nuri Yalçın: "Yerin dibine batsın böyle ev! " diye boşandı. Mu-
ameleci Halis: "İstimlak mi var yoksa? " diye sokuldu. "Keşke olsa da, temelinden yıkılıp gitse . . . " "Aman Nuri Efendi, yerin kulağı vardır, istim la k bir
girdi mi, yalnız seninkiyle kalmaz! " "Öyleyse yansın, kül olsun, namussuz ev! " diye, en
sesine kadar kızardı. Anlaşılıyordu işin içinde bir namussuzluk olduğu . . .
Seyyar Hüsnü: "İftiradır, sen boş ver böyle dedikodulara .. . " diye,
boş atıp dolu tutmak istedi. "Ne iftirası be! Herifi çıkarken gördüm evden! " "Yaptır bir suçüstü .. . " diye, bekçi tahsildan akıl öğ-
retti. "Yaptıracağım, yaptıracağım amma . . . "
"Ee, ne duruyorsun?" "Çocuk var arada . . . Anasına değil, çocuğa acıyo
rum!" "Bir çocuk değil mi? Nasıl olsa, büyür gider . . . Bak-
ma gözünün yaşına! " Emlakçi Sait: "Peki! " dedi. "Kimmiş bu ırz düşmanı?" Nuri Yalçın, son bardağı da dikti: "Bizim komşulardan . . . Üç çocuğu var namussu
zun!" Dokuza doğru tuttu evin yolunu. Zaten Mehmet'in
meyhanesinde dokuzdan sonra pek aklı başında adam kalmazdı. Bir şişe şarapla, iki şişe birayla yemek altı yapılır, sonra herkes birer ikişer evin yolunu tutardı. Kafa-
1 1 2
yı bu1up da yola girmek isteyen, sıradan, kalanlada kucaklaşıp öpüşürdü. Nuri Yalçın, bu akşamdan sonra iki şişeye çıkarmıştı tayınını. Bu şişe farkı onun hareket saatini de tam bir saat geciktirmişti. Aldatılmış koca durumu, ayaküstü meyhanesinin şakalaşmalarına yepyeni bir hava getirmişti. Baskın planları düşünülüyor, bütün meyhane, bu baskında, çeşitli ödevler alıyordu. Mürettip Necmi, bayağı içini boşaltıyordu bu vesileyle, "Asmalı bu namussuzları . . . Ulan, ekmeğin mi eksik, suyun mu?" diye.
Hurşit, daha çok işin alayındaydı: "Çay kıyısında tarla alırsın, sel için . . . Kırkından son
ra kız alırsın, el için! " diye açıktan açığa taş da atıyordu. Yağmurlu bir akşamdı. Meyhane yükünü tutmuş,
herkes uzaktan uzağa birbirine laf yetiştirmeye başlamıştı. Emlakçi:
"Nerde bizim Nuri bu akşam?" diye sordu. O zaman, yokluğunun farkına varmıştık. Mürettip
Necmi: "Size bir şey söyleyeyim mi arkadaşlar?" dedi. "Bu
gece baskın var Kadırga' da" "Doğrudur," dedik, "belliydi çünkü!" Emlakçi: "Avucunu yalar Nuri Efendi! " dedi. "Karı hinoğlu-
hin! Bütün mahalleyi almış avucunun içine! " Herkes, sıradan bir şey söylüyordu: "Zampara da anasının gözü !" "Parti parmağı var işin içinde . . . " "Yüzüne gözüne bulaştıracak Nuri Yalçın! " "Baskın basanın derler, ama bu, Nuri Efendi ıçın
değil ! "
1 1 3
"Çay kenarında tarla alırsın, sel için .. . " Bekçi tahsildarı: "Var mısınız, inelim Kadırga'ya?" diye bir söz attı
ortaya .. . Meyhaneci, kaşla gözle, "Ne halt ediyorsun?" de
mek istedi. Kimse şişeleri bile yarılamamıştı. Bu baskının şerefi
ne en azından yarım saat fazla kaldık. Ertesi akşam daha erken geldik Mehmet'e. Nuri Yalçın, hiç kararını bozmamış, tam zamanında gelmişti. Biz:
"Nerdeydin dün akşam?" demeye kalmadan emlakçi: "Suçüstü yaptırdın mı bari namussuzu?" diye sordu. "Hayır! " dedi. "Yakalayamadık! " "Pencereden mi kaçtı?" "Yok canım! " "Kapıdan mı?" "Ne kapısı?" "Evi aradınız mı?" "Aradık. Bulamadık herifi . . . " "Tüymüş demek! " Emlakçi, kökünden aldı işi: "Bayan evde miydi?" diye sordu. "Evdeydi! Çocuk da teyzesinde .. . " "Yatak falan?" Emlakçi, işi örtbas etmek için: "İftiradır canım! Her şeye inanmaya gelmez. İnsanın
dostu var, düşmanı var!"
1 14
Hepimiz sıradan tekrarladık: "iftiradır canım! " "iftira . . . " "Namussuz mu ararsın memlekette! "
"Sen boş ver böyle laflara . . . " "iftira dır !" "Çek şarabı, aldırma! " Nuri Yalçın, o akşam bir şişe şarabı, tam sekizde bi
tirdi, gitti. Sekizi çeyrek geçe tam Kadırga'daki evinin kapısının ipini çekmiş olacaktı. Ertesi akşam da gene bir şişe şarap içti, gene sekizde çıktı. Nuri Yalçın, tam sekiz ay böyle bir şişe şarabını içti, gitti.
Bir pazartesi akşamıydı. Herkes zamanında gelmiş, şişesini açtırmıştı. Radyo çalıyordu, ama kimsenin radyoyu falan dinlediği yoktu. Nuri Yalçın da sekize beş kala son şarabını doldurduğu bardağın bir çekişte dibini buldu. Biz öpüşüp koklaşıp ayrılmasını beklerken:
"Mehmet Efendi !" dedi. "Bir şişe daha aç! " Gürültüler, şakalaşmalar bıçak gibi kesiliverdi. Rad
yodaki şarkının a�anağmesi birden çıkıverdi çırılçıplak ortaya.
Mehmet, ikinci şişeyi açmış, koymuştu, Nuri Yalçın'ın önüne. Hiç kimsede soracak cesaret yoktu. Mürettip Necmi dayanamadı:
"Hayrola Nuri Efendi?" dedi. "Yaramaz bir şey mi var?"
"Var tabii . . . Daha ne olsun!" İkinci şişeden ilk bardağı yuvarladı bir solukta: "Karı içerde! " dedi. "Ne?" "Suçüstüden girdi içeri! Sekiz ay yedi." "Nerde oldu bu suçüstü?" "Bizim evde! " Seyyar Hüsnü: "Yaşa Nuriciğim! " dedi. "Nihayet başardın şu işi !"
1 15
Nuri Yalçın susuyordu. Mürettip Necmi: "Peki . . . " dedi. "Herif evliydi, değil mi?" "Evliydi! " "O da içerde tabii! " "içerde! " "Ohhh! O da çeksin cezasını ! " "Çeksin namussuz! " "Asmalı böylelerini! " "Asmalı! " Seyyar Hüsnü bir şeyden kuşkulanmış gibi üsteliyordu: "Aşkolsun! Başardın bu işi en sonunda. Anlat nasıl
oldu?" "Ne anlatayım?" "Nasıl başardın bu işi ?" "Ben mi? " dedi. "Ben ha?" "Sen ya ptırmadın mı baskını?" "Adamın karısı yaptırmış ! Takmış bütün karakolu
arkasına! " "Ne karıymış ya! Haydi onun karılığının şerefine
içelim! " Nuri Yalçın eli titreyerek kaldırdı kadehini: "içelim içmesine ama . . . " dedi. "Ben bi karılık göre
miyorum bu işte! Eğer dediğin gibi tam karı olsaydı, önce kocasını zapt eder, şunun bunun karısına saldırtmazdı ! "
Nuri Yalçın'ın tayını o geceden sonra iki şişeye çıkmıştı. Aradan altı ay mı geçti, sekiz ay mı, bir akşam birinci şişede postayı kesip, erkenden yollandı.
"Tamam! " dedi arkasından Seyyar Hüsnü. "Karısını tahliye ettiler! "
1 1 6
AL BUNU DA
Amerikan gemilerinin !imanımıza demirlerneleri üzerine Beyoğlu'nda olağanüstü bir canlılık başladı. Örümcek tutmuş bar kapıları açıldı, vesikalı vesikasız, emekli amatör, boy boy, renk renk, çeşit çeşit kadınlarla bar kadroları takviye edildi.
Ahlak zabıtası ekibi barları teftişe çıktı geç vakit. Bursa Sokağı'ndaki barlardan birinin önünde dur
dular. Vakit, gece yarısının öbür yarısı. Sokaklar yerli yabancı, kadın erkek sarhoşlarla dolu. Sızanlar, kusanlar, ciplerle, kamyonlarla, taksilerle taşınanlardan geçilmıyor.
Ekibin geldiğini, erketeciler fedailere, fedailer bar sahibine, bar sahibi barmenlere, onlar da artistlerine, vesikalı vesikasız çalışanlara haber vermiş olacaklar ki, ortalık altüst oldu. Kapıda polislere toslayanlar, helalara girdiler, göğsünü bağrını kapatıp eteklerini düzdtrnek için. En sarhoşları bile Amerikalıların kucaklarından inerek, birer köşe seçtiler. Yalnız ortada şaşkın şaşkın etrafına bakınan bir genç kadın kalmıştı. Ayakta duracak hali yoktu.
Ekip başı:
"Göster vesikanı ! " dedi. "Vesika mı, ne vesikası? " "Barlarda çalışmak için! " "Ben çalışmıyoruro ki . . . " "Peki ne işin var burda?" "Kocama baktım da . . . İçince düşer buralara . . . " "Ama buradakiler hep denizci . . . Kocanın ne işi var
bunların arasında? " "Ah siz kocarnı bilmezsiniz . . . Kafayı çekti mi gözü
dünyayı görmez. Denizci de olur, arahacı da . . . " "Ama bunların hepsi Amerika'dan gelme .. . "
"Kocamın hangi cehenneme gittiğini bilmiyorum ki . . . Belki Amerika'ya gidip bu gemicilerle dönmüştür, iki aydır kayıp! "
"Ama bunlar asker .. . " "Sarhoşluk bu . . . Gider donanınaya gönüllü de yazı
lır. Ah bir elim e geçse . . . " "Seni müdüriyete götürelim de topladığımız sarhoş
ları bir gör, belki aradığını bulursun içlerinde! " Sonra bir polise seslendi. Kapıda bekleyen polis arabasına, aman zaman dinle
meden tuttukları gibi attılar. On beş yaşlarında bir kız, localardan birinin önünde
yarı çıplak sızmıştır. Yanındaki sarhoş denizci, şurasını burasını örtmeye çalışmakta, örterken de sansür isteyen yerlerini dalgınlıkla açmaktadır. Kız, ekibi görünce toparlanmaya çalışır.
1 1 8
"Vesika! " "Yok!" "Neden yok?" "istedim, yaşım küçük diye vermediniz!"
"Kaç yaşındasın?" "Hatırlamıyorum! " "Sebep?" "Toparlayamıyorum aklımı . . . Ş u Coni'ler fazla içir
diler bana .. . Ama ne hoş çocuklar, ne tatlı . . . Ne şeker şeyler . . . "
"Al Recep Efendi arabaya .. . " "Nereye? Boğaz'a mı gidiyoruz? Bayılırım Büyükde
re asfaltına." Kapılar tutulduğu için dışarı çıkamayan on sekiz
yaşlarında bir bayan masada tek başına akıllı uslu oturmaktadır. Ekip başı onun fiyakasını bozmadan konuşur:
"Ne o hanım kızım, kimi bekliyorsun burda?" "Babamı? " "Baban evin yoİunu bilmiyor mu? " "Hiç sorma komiser bey. Her gece ben götürürüm.
Ağzına içki koydu mu, barlarda alır soluğu. Sorun garsonlara . . . Her gece kim alır götürür eve? Ben olmasam sızar kalır sokaklarda .. . "
"Peki, ama hani baban?" "Daha erken, nerdeyse düşer şimdi. Aman sizinle
konuşurken görmesin, körkütüktür, hır çıkarır. " "Ama senin bara girmen için vesika alman lazım! " "Ya! Öyle mi komiser bey? Bir dahaki sefer alırım,
bilmiyordum! " "Şimdi hanım kızım, müdüriyete kadar gidelim de bir
vesikacık uyduralım sana. istediğin zaman, istediğin yere girer babanı araya bilirsin! Al bunu da Recep Efendi! "
Köşede yaşlı başlı, allıklı pudralı bir kadın oturmaktaydı. Ekip başı yanındakirun kulağına eğildi:
1 1 9
"Görüyor musun?" dedi. "Namussuz Mardros bü-tün ihtiyat kuvvetleri silah alnna çağırmış! "
Sonra kadına döndü: "Merhaba Melahat, hayrola! " "Çağırdı da geldim, gençlerden hayır yokmuş, barı
bırakıp uçuşa çıkıyorlarmış. Mardros'u kıramadım. Ne kadar olsa eski patronum. Yüz yüze bakıyoruz! "
Polislerden biri: "Aman Melahat, bakılacak yüz mü kalmış sende .. . "
dedi. "Sen bir de bahriyelilere sor. Çektiler mi viskiyi beni
on beşinde görüyorlar. Hem şimdiki kızlar ne biliyorlar ki . . . İki on beşlik kıza değişmem kendimi . . . "
"Peki, peki . . . Göster vesikanı . . . " "E aşkolsun komiser bey! Bizden de vesika ha! " "Mademki çalışıyorsun! " "Canım, bizim çalışmamızdan ne çıkar. Ayak işlerin
de . . . Git gel, Konya altı saat! " "Sen ne anasının gözüsün! Yerine göre kuş, yerine
göre deve! Neye saklıyorsun vesikanı, göstersene! " "Vallah, beş senedir ne mühür yüzü gördü vesikam,
ne imza .. . " "Yenisini çıkartırız. Emekliden muvazzafa geçmiş
olursun. Geri hizmette çalışırsın daha olmazsa. Al bunu da Recep Efendi! "
120
BİR ŞİİR SERGiSi
Şiirle biraz olsun ilginiz var mı? Yani dergilerde, sergilerde alt alta dizilen yazılara gözünüzün kuyruğuyla bakıp gülecek kadar küçük bir sempati gösterebiliyorsanız, mutlaka arkadaşımı tanıyacaksınız!
Matinelere gider misiniz? Oralarda ince bıyıklı bir şaire hiç rastlamadınız mı? "Ama hangisinin bıyığı kalın ki . . . " diyeceksiniz. Bizimkinin bıyıkları mısraları kadar ince ve bir cetvelle çekilmiş gibi düz ve biçimlidir. Saçları da kirnseninkine benzemez. Alnından başlayarak, taaa ensesine, hatta yakasına, yakasından içerilere kadar uzanıp gider. Peruk gibi yapışmıştır başına. Şiirlerini okurken sağ elinin parmakları saçlarını arkaya doğru tarar durur.
Şiirleri uzun değildir. Başlamasıyla bitmesi bir olur. Son rnısrada mutlaka bir espri vardır, ama çoğu zaman bu espri güme gider. O ne yapsın siz anlamazsanız!
Tanımadınız değil mi, arkadaşımı? Yazık, şiirle hiç ilginiz yok demek. Şiirle ilginiz olsa bile, günün şiir hareketleriyle ilgili değilsiniz şu halde. Karikatür sergilerine de mi gitmezsiniz? Hani harita kalemiyle çizilmiş lekesiz, mürekkepsiz hatta yazısız karikatürler görmüşsü-
nüzdür sergilerde. Tipleri her yerde, her memlekette görülebilen tiplerdir. İtalya'da, Fransa'da, Amerika'da .. . Plajda, sinemada, sokakta, gökyüzünde, su üzerinde, taş devrinde, Büyükada'da, küçük adada. Nerden alınırsa alınsın, bu topraktan alınnuş olmasın da . . .
"Canım, bunların hangisi öyle değil ki?" diyeceksiniz. Haklısınız! Arkadaşıının yapıtları biraz değişiktir. Sözgelişi hepsinde de kadın vardır, ama bizimkinin kadınları bakır tencere gibidir. Dibinden kapağına doğru iki zıt yuvarlaktan oluşur. İçinde fıkır fıkır bir şeyler, durmadan kaynamaktadır.
Bunları dergilerde de görmediniz demek. Belki sinemadan tanıyacaksınız arkadaşımı. Yerli filmiere de mi gitmezsiniz? Karikatürde vermeye çalıştığı, züppe aşık tiplerini beyaz perdede canlandırmasını da bilir.
Bu iş için fazla makyaja, aksesuvara hiç gerek yoktur. Yeşilçam Sokağı'ndan geçerek filmin havasına günlük kıyafetiyle girmesini bilir. Şunu belirteyim ki, tanıyıp tanımamanız, arkadaşırnın ününe hiçbir şey ekieyecek değildir. O kendini, tanıtmak istediklerine çoktan tanıtmıştır.
Siz arkadaşım gibi sanatçıları mutlaka tanımak istiyorsanız, ara sıra yerli filmiere de gidin, matineleri kaçırmayın. Sergilerde bir görünün, gülmek, eğlenmek için mutlaka bildirisini mi dinlemeniz gerekir?
Uzatmayalırn.. . Geçen gün bu arkadaşa rastladım. Beni uzaktan görür görmez:
"Kitap çıkarıyorum! " dedi. "Kırk şiir yazmışım, bomba gibi! "
122
"Çıkar artık . . . " dedim. "Tam zamanı! " "Teker teker kendi elceğizimle resimlemişim."
"Resim mi, karikatür mü?" diye sordum. "Bence ikisi arasında hiç ayrım yoktur! Kitabım
renkli olacak. Kuşe üzerine. " "Kuşe mi? Nerden buldun?" "Daha önemlisini buldum, para! " Arkadaşım alçakgönüllülük etmiş. Meğer paradan
daha önemlisini bulmuş. Zengin, sanat ve gençlik aşığı bir hanımefendiyle tanışmış!
Altı ay sonra kitabını gördüm. Beş bin kitaptan biri-ni de bana göndermeyi unutmamış.
Bir akşam Beyoğlu'nda rastladım. Tebrikten sonra: "Satılıyor mu?" dedim. Yarasına dokunmuştum. "Sana yalan söyleyemem," dedi. "Satılmıyor! " "Hele sabırlı ol! Daha duyulmadı . . . " diye teseliiye
kalkıştım. "Bekleyemem! " dedi. "Sergi açacağım. Kirabırndaki
şiirlerden, resimlerden bir şiir ve resim sergisi . . . Galeriyi tuttum bile . . . Bu ay başı . . . "
Sergisine de gittim. Bildiğim şiirler, gördüğüm resimlerdi. Sergide kimseler yoktu. Açılış gününden kalan votkaları çektik.
"Anlamıyorlar! " dedi. "Sanattan anlamıyorlar. Bir Sophia Loren tipi getirdim ki, kimse farkında değil. Benim bir yanılgım oldu. Kadını şiirime tuvaletle soktum. Oysa çırılçıplak girecekti."
"Çırılçıplak da olsa, kadının karİkatürünü değil, kendisini, sokmalıydın şiire ! "
Bunu niçin söylediğimi bilmiyordum. Votkayı fazla kaçırmış olabilirim, ama bu söz, arkadaşımı çok düşündürdü. Bir aralık galeriyi bir uçtan bir uca arşınlarken,
123
"Buldum!" dedi. "Böyle şiir ve resim sergisi olmaz. Sergiye kadını doğrudan doğruya sokmak gerekir. "
Galerinin kapısını çekip meyhaneye gittik. Aradan çok geçmedi. Arkadaşı Sirkeci Garı'nda gör
düm. "Hayrola" dedim. "İtalya'ya mı yolculuk?" Omzunda büyük bir fotoğraf makinesi vardı. Tam
bir plaj kıyafeti. Kısa kollu gömlek. . . Spor pantolon ve dar yüzlü pabuçlar .. .
"Florya'ya gidiyorum! " dedi. "Kız beğenrneye! " "Evleniyor musun yoksa! " dedim. "Ne evlenmesi! Sergi hazırlığı. .. " "Hani boyaların, kağıtların?" "Makinem var, kafi ! Tam otuz iki kız seçtim. Kırk
tane olacak. Kırk şiirim vardı ya . . . Her kıza bir şiir. " "Yani sergideki resimlenrniş şiirlerini bu kızlara mı
okutacaksın?" "Anlayamadın! Oysa konuyu da sen vermiştİn bana." "Anlar gibi oluyorum! " "Ben her şeyden önce büyük inatçıyım. Kitabım gü
zeldi, okumadılar. Sergim harikaydı, gelmediler. Bak şimdi aynı şiir leri, aynı resimleri nasıl beğenecekler! "
"Nasıl olacak bu?" "Gel de gör !" Bir hafta sonra bir davetiye aldım. "Kırk Kızlar Şiir
ve Resim Sergisi"ne çağrılıyordum. Galerinin önü tıklım tıklımdı. içerde maç bileti satıl
sa, kaçak sigara dağttılsa bu kadar kalabalık olmazdı. Giren bir daha çıkmadığı için tam üç saat kapıda bekledim. İçeri girdiğim zaman gördüğüme inanamamıştım. Aynı boyda, hemen hemen ayru güzellikte tam kırk kadın, duvarlara bir uçtan bir uca sıralanmıştı. Hepsinin
124
arkası dönüktü, sırtiarına kitabındaki kırk şiir yazılmış ve resimlenmişti.
Serginin kapanma saatine kadar kaldım. Vakit gelmiş geçiyor, kimse çıkmak istemiyordu.
Galeriyi bir polis ekibi boşaltabildi. Arkadaşı kapının önünde yakalayabildim. Çevresini
gazeteciler sarmıştı. Bir film şirketi, serginin enteriyörünü çekmek için halkın boşalmasını bekliyordu. Gişenin önünde, satılınayan beş bin kitaptan büyük vitrinler yapılmış, iki tezgahtar kız, harıl harıl satış yapıyordu.
Arkadaşa sokuldum, kutlayacak söz bulamıyordum. O pişkin bir artİst yırtıklığıyla:
"Ne haber !" dedi. Bir şey sormuyor, yanıt veriyordu. Sonra kulağıma eğilerek ilave etti:
"Nihayet sanatımı anlatabildim! "
125
SlÇAN ARTlGI
Soru sormak yetkisinde olan çok yetkili kişi, kaşlarını devirip, gözlerinin akını belirterek kurulduğu yüksek kattan gürledi:
"Nedir bu saçmalar?" Önünde açılı duran, yayımladığım kitaptı. Sayfaları tiril tiril titredi bu gürleyişten. Beni de kita
bıının sayfalarına benzetrnek için üst perdeden bir daha gürledi:
"Haaa? Sana soruyorum, nedir bu saçmalar?" Bu suçlama ağır da olsa, bir eleştiri özelliğinin sınır
larını aşmıyordu. Hoşgörüyle karşılamasını bilmeliydim. Bundan ötürü ona çıkışacak duruma düşersem, ondan ne farkım kalırdı, sustum. Susmam bile onu deli etmeye yetmişti.
"Yalan! " diye bağırdı. "Hepsi yalan bu yazdıklarının! Bu sefaJet nerde var? Hangi memlekette?"
Suçlama eleştiri sınırlarını aşıyor, kişiliğime kadar uzanıyordu. Ben mi yalancıydım? "Ben gördüklerimi yazdım! " dedim. "Bunların sefalet anlamına geldiğini siz söylüyorsunuz?"
"Biz mi söylüyoruz, sen mi yazıyorsun? "
"Hiç hoşuma gitmez bu sözcük, bir şair olarak . . . Hiçbir yazımda kullanmadım bu sözcüğü! "
"Ama bütün çizdiklerio sefaJet tablosu! Aç çocuklar . . . Çöp tenekelerinden ekmek arayanlar . . . Fırın önlerinde kuyruğa girenler . . . "
"Ben gerçekçi bir yazarım. Gördüklerimi yazıyorum, uydurmuyorum!"
"Sefalet var mı memlekette, yok mu; onu söyle ! " "Siz bilmiyor musunuz efendim?" "Ben sana soruyorum! " "Gördüklerimi olduğu gibi yazdım. Var mı yok mu
gerisini siz bulup çıkarın! " "Diyelim ki, gördüğünü yazdın .. . Ne halt etmeye ya
zarsın bunları?" "Görmeyenlere göstermek için! " "Hıı! Demek öyle! Göstermek için haaa! Göstere
ceksin de ne olacak?" "Sadece göstermiş olacağım, bir sanatçı olarak . . . " "Göstermekte iş biter mi? Söyle, göstereceksin de ne
olacak, diyorum?" "Bunu da gösterdiklecim söylesin." "Milleti ayaktandırmak için öyle mi? Senin yaptığın,
düpedüz kışkırtıcılık ı"
"Aydın olarak, sanatçı olarak bana düşen iş, gerçekleri göstermek."
"Öyle demek! Uyarmak, kışkırtmak, ayaklandırmak! Alın götürün bunu! Atın içeri! Görsün çöp tenekelerini karıştırma yı içerde! "
Atılınam için, ilk iş, üstümün başımın aranması gerekiyordu. Yazılarımda söz konusu ettiğim çöp tenekelerine, gözlerinin kuyruğuyla bakmak istemeyenler, cepleri-
128
me öylesine bir saldırdılar ki, ne varsa içlerinde döktüler masanın üzerine. Başladılar didik didik incelemeye:
"Bir mendil! " Silkeleyip, içine baktılar. "Bir paket sigara! " Sigaralardan birini açıp tütününü incelediler. "Bir düğme! " Işığa tutup deliklerine baktılar. "Bir kalem! " "Ne! Kalem mi?" "Evet bir kurşunkalem! " "Ayır onu şuraya! " "Bir defter! " " Onu d a ayır şöyle! Boşaltın helanın yanındaki
adayı! " "Baş üstüne! " "Kapatın b u adamı oraya! " Kapattılar. Dört duvar arasına tıktılar beni. Tavanda
on mumluk bir lamba . . . Dışarda gündüz olsa bile, burda gece .. . Duvarlardan birinde kitap büyüklüğünde bir cam, üstü tozla toprakla sıvanmış . . . Olduğu gibi duvara çakılmış sanki . . . Bir de kapı .. . Ortasında ufacık bir üçgen... Bir çift gözün sığahileceği büyüklükte... Bakıyorum, içinde gerçekten de bir çift göz . . . Bana bakıyor . . . Bir çift göz ya da iri bir burun:
"Diğelip durma! " diyor. " Otur!" Bunları bir çift göz mü söylüyor, burun mu, belli de
ğil. Oturalım, peki! Oturalım, ama nereye? Oturmak, dikilrnekten iyidir elbet. Ne iskemle var, ne hasır. Ne de boylu boyunca uzanacak bir ranza. Yerler toz içinde . . . Hem de nasıl toz, adım attikça tozuyor.
129
Bir kaşıntıdır başladı ayaklarımdan . . . Çıkıyor dizlerime doğru .. . Dizlerimden de daha yukarılara .. . Eğilip kaşıyorum. Çoraplarımın konçlarını sıyırıp bakıyorum, pireler yüzüme atlıyor. Şimdi ne olacak? Kaşımakla kurtuluş yok. En iyisi üzerinde hiç durmamak, düşünmemek . . . Varsın onlar benim üzerimde dursunlar! Ellerimi ceplerime sokup başlıyorum gezinmeye. Gezinirsem hacaklarıma daha az saradar gibi geliyor bana. Bir uçtan bir uca arşınlıyorum.
Üçgenin içindeki burundan yeni bir buyrultu çıkıyor: "Gezeleme! " Ayakta dikilmeme razı oluyor demek. Dikilip kalı
yorum bir süre. Yorgunluk omuzlarıma hastınnca çöküveriyorum olduğum yere. Pireler bu kez de bileklerimi sarıyor. Bileklerimden daha içerilere . . . İçim dışım pire oluyor.
Bir süre tatlı tatlı kaşındıktan sonra gözlerim kapanıyor sanki .. . Sırtımdan paltomu çıkarıp seriyorum döşeme tahtalarının üzerine, boylu boyunca uzanıyorum. Özgür bir kişiye beni en çok benzetecek olan uykunun koliarına bırakabiiirim kendimi. Ama nedir beni uyuklamaktan alıkoyan? Gözlerimi kapadığım halde uyutmayan? Kutu kutu içinde kapanıp kalmış olmam mı ? Yoksa uykumun içine, kapıdaki üçgenden yabancı bir burnun sokulması mı? Yalnızlığıının içine pirderin terslernesi mi yoksa? Hiçbiri değil ! İçimden, midemden doğru gelen bir şey . . . Bir kazın ma, bir ezilme . . . O işte . . . Açlık! Biraz da susuzluk!
Saatim yok. Olsaydı onu da bırakınaziardı belki . . . Bilginin her çeşidi yasak olduğuna göre, zaman bilgisi verecek saati de yasak ederlerdi. Tavandaki on mumluk
130
kandil bile, odayı aydınlatmaktan çok, zamanımı şaşırtmak için asılmış olacak tepeme. Gece ile gündüzü birbirine karıştırmam için .. . Şu halde açlığımın süresini bile hesaplamak olanağından yoksunum. Belki otuz altı, belki de kırk sekiz saattir gırtlağımdan ne kuru, ne de sulu bir nesne geçti.
Uykunun, açlıkla cenkleştiği uzun bir süre içinde, odaının kapısı şangırtıyla açıldı. Açıldı değil, aralandı. Bir kol uzandı dışardan, kucağıma bir ekmek düştü, yumruğum büyüklüğünde. Ufak da olsa bir ekmekti bu. Mis gibi kokuyordu. Uzun süre bakakaldım yüzüne. Sonra sevgiyle öptüm. Bu duyarlık, bu içten gelen sevgi gösterisi açlığımı giderecek yerde, büsbütün artırdı. Başladım bir ucundan kemirmeye. Kuruydu, kupkuru .. . Özgürlüğümü elimden kaçırma karşılığı kazanmıştım bu ekmeği ben. Tek kuruş vermeden kazanmıştım. Sertliğine kim bakardı, çiğneyip yutuyordum. Bir kırıntısını bile bırakmadan yiyip bitirmem işten bile değildi. Yarılayınca durakladım birden. Ya gerisi gelmezsel Ya bir daha kapı aralanıp kucağıma bir başkası atılmazsal Söz dinlemeyen açlığıma, gem vurmasını başarmalıydım. Elimde duran yarım ekmeği özenle başucuma koydum. Yeniden paltarnun bir ucunu üstüme çekip kıvrıldım olduğum yere.
Uyurnam için artık hiçbir engel kalmamıştı. Kapanıvermişti birden gözlerim.
Ne insancıldır şu uyku. Ne özgürü ayırt eder, ne tutsağı. Giriverir hemen koynuna. Şunu da söyleyebilirim biraz daha ileri giderek. .. Zengine karşı daha nazlıdır da, yoksula hemen veriverir kendini. Ne altındaki ot yataktan iğrenir, ne üstündeki çuldan çaputtan tiksinir.
1 3 1
Bir tıkırtıyla açtım gözlerimi. Odaının kişiyi deli eden suskunluğunda müthiş bir tıkırtıydı bu . . . Dönen makarayı ya da çarkı andıran bir gürültüydü. Kapı mı açılmıştı yoksa? Tıkırtıyla değil, şangırtıyla açılırdı kapım. Yoksa? Bir şeyler sezinler gibi olmuştum . . . Neredeydi ekmeğim benim? Başucumdaki ekmeğe çevirdim başımı. Yoktu!
Birden dikiliverdim ayağa! Nereye giderdi bu ekmek! Uyurken, üçgenin içindeki burun, hortum gibi uzayıp da almaınıştı ya! Üçgene kuşkuyla baktım, ne bir çift göz vardı, ne de bir burun . . . Bütün bunları toplayıp götürmüştü nöbetçi denilen kişi. Belki de kapının dibinde kestiriyordu. Döşeme tahtalarını boylu boyunca izledim, bakışlarımla. Na, orada, oracıkta, yere çakılmış gibi duruyordu yarım ekmek! Bir deliğe sıkışmıştl. Koşup aldım. Deliğin içinde kalan yanı tırtıl tırtıl olmuştu. Anlaşılıyordu her şey. Uyurken iri bir sıçanın baskınına uğramıştım.
Ekmeği yavaşça yerleştirdİm başucuma, eski yerine. Paltomun bir kanadını üstüme çekip kıvrıldım, geçtim tavşan uykusuna.
"Hey namussuz! " dedim. "Bula bula beni mi buldun! Benim gibi eli kolu bağlı bir tutsağı! "
Tokluk çağımızda öğretmişlerdi bize, sıçanın artığı yenmezdi. "Keşke bir insan artığı olsaydı !" dedim.
Tepem atmıştı. Olmazdı böyle şey! Bu sıçanı ne yapıp yapıp yakalamalı, vermeliydim cezasını. Tek servetim olan ekmeği, elimden almaya kalkışmasını yanına koymamalıydım.
Çok geçmeden aradan, bir tıkırtıdır başladı. Gözkapaklarımı aralayıp baktım. Önümden hızla uzun bir
132
kuyruk geçti, başucumda durdu. Sağa sola aynarken ekmek de kımıldıyordu yerinden. Yarım daire çeviren kuyruk, geçti ekmeğin arkasına. Sipsivri iki kulak boşlukta dönüyor, havada uygunsuz bir ses arıyordu. Benden hiçbir davranış beklemediği ortadaydı. Gözleri fıldır fıldır odanın dört bucağında dolaştığı halde, bana dönüp bir kez bile bakmıyordu. Enayiliğim üzerine kesin bir yargıya varmış olmalıydı. Bu vurdumduymazlık, bu iplemeyiş daha da koymuştu bana. Onun gözünde, burnundan maşayla tutulup bu odaya atılmış bir sıçan ölüsünden hiçbir farkım olmaması gerekiyordu. Ona göre, sırf aptallığım yüzünden girmiş olmalıydım bu kapana.
"Dur seeen! " dedim. "Diyelim ki kapana kıstırılmış bir sıçanım ben, elime geçen ekmeği gelip aşırmak yakışır mıydı senin gibi özgür bir sıçana? Bütün kapılar senin için açık değil miydi, ardına kadar. istediğin zaman kuyruğunu, kulağını saliaya saliaya çıkamaz mıydın dışarı? Dışardaki bütün fırınlar, senin bir işaretine bakmıyer muydu? Kimse senden para mı isteyecek, karne mi soracaktı? Bırak kuru ekmeği, pastırmalar, sucuklar, salamlar ne güne duruyordu dükkanlarda? Senin gibi özgür sıçanların bir işaretine bakardı bütün bunlar! "
Dört ayağının arasına almış, itekleye itekleye götürüyordu ekmeğimi. Başını çevirip göz ucuyla bile bakmıyordu benden yana. Ben, bu kadar mı hımbıl, bu kadar mı zavallıydım!
Birden ok gibi fırladım yattığım yerden. Hızla koşarak çıktığı deliğe ayağırnın tabanını basıp kapattım. Öbür ayağırndaki pabucu çıkardım, aldım elime. O, benden önce deliğe varmak istemişti, ama çok geç kal-
133
mıştı. Benden hiç böyle bir açıkgözlük beklemediği belliydi. Bu umursamayışını çevikliğiyle kapatmak istemişti, ama başaramamıştı. Rüzgar gibi koşmuş, hızını alamadan ayağıma çarpmış, iki karış yukarı fırlayıp öbür yana sırtüstü düşmüştü. Toparlanmıştı birden, ters yöne doğru hızla atılmıştı. "Başka bir delik olabilir mi ?" diye düşündüm, korktuğum boşunaydı. Ekrneğin başında bir an dikildi, iki ayağının üstünde durdu, düşündü. Bastığım deliği inceliyordu. Delikten bir hayır gelemeyeceğini pek çabuk anlamış olacaktı ki, odanın içinde fırıl fırıl dönmeye başladı. Bu dönüş biraz da bana hedef vermemek içindi. Kaldırdığım pabucu, kimin kafasına fırlatacağımı kestirmiş olmalıydı. Hızla koşarken bile gözlerini benden ayırmıyordu. Kendisi kadar enayi olmadığımı aniatabilmiştim sonunda. Üstelik bu durumda kendisinden daha da güçlüydüm. Onunsa savunmak için hızından başka hiçbir olanağı yoktu. Böyle aptalca koşup durursa çok geçmeden bu olanağını da yitirecekti. Üstelik en kutsal varlığını, özgürlüğünü de kaçırmıştı elinden. Beni buraya kapatanlar her şeyime el koyduklarını sanmakla ne kadar aldanıyorlardı. Bir sıçan karşısında, hiç olmazsa denk bir güçteydim. Bir yaratığın özgürlüğüne el koymakta, onu kendi kurallarıma göre cezalandırmakta hiç de onlardan aşağı kalır yanım yoktu. Tek başıma suçluyu yakalıyor, tek başıma cezasını verebiliyordum. Hem de görülmedik bir çabukluk içinde ve şu durumda . . .
Hızının azaldığı bir sırada, kafası budur diye, salladım elimdeki pabucu. Yedek subay okulunda öğretmişlerdi bize. Canlı hedeflerin tırnağının ucuna nişan alına-
1 34
cağını ... Üzerimize doğru gelen canlı hedeflerin . . . Tam üzerime doğru gelirken ayaklarına doğru sallanuştım, ama tutturamamıştım. Bu öğretide bir bozukluk olduğu ortadaydı. Pabuç, iki ayak boyu, geriye vurmuştu. Demek bize öğretilen canlı hedeflerin içinde, sıçan kadar küçük olanları yoktu. En küçüğü, insan büyüklüğünde olmalıydı.
İkinci kez atışa geçmek için, deliğe bastığım ayaktaki pabucu çıkarıp almalıydım elime. Ustaca ayak değiştirdim. Eğilip ayakkabıyı aldım elime. Sıçan hala kulakları düşük, tüyleri kabarık koşup duruyordu. Ben ayak değiştirirken, beliren umut ışığı da sönüp gitmişti.
Bu kez, iki pabuç boyu ileriye savurmalıydım elimdekini. Hem kafamı, hem kolumu kullanarak nişan aldım. Tam üzerime doğru gelirken fırlattım. Kafamdan geçenleri sanki anlamış gibi, birden değiştirivermişti yörüngesini. Öylesine hızla savurmuştum ki, ayakkabının, döşemeye çarpmasıyla boyum kadar havaya sıçraması bir olmuştu.
Pabucun çıkardığı gürültü deliye döndürmüştü sıçanı. Hızını öylesine artırınıştı ki, virajları alamıyor, bu hızla duvarda koşuyordu. Gözlerimle izleyemiyordum koşmasını. Onunla birlikte dikildiğim yerde ben de fırıl fırıl dönüyordum.
Ayakkabılarıının çıkardığı gürültü kapının arkasında kestiren nöbetçiyi uyandırmış olmalıydı. Çipi! çipi! iki göz üçgenin içinden çıkıştı bana:
"Ne oluyor, nedir bu gürültü be! " Olanı biteni birden kavrayamamıştı. Neden sonra
topaç gibi fırıl fırıl dönen sıçanı görebilmişti. Ne yapacağını hesaplamadan şangir şangır açtı kapıyı. Kim bi-
1 35
lir, içeri girip ezecekti postallarıyla sıçanı. Tam kapıyı aralayıp içeri girecekti:
"Kapat!" diye bağırdım. "Kaçıyor! " Nöbetçinin ödevi, kim olursa olsun kaçırmamaktı.
Şaşırdı birden, kapıyı kapatmak istedi, beceremedi. Kaçırrnıştı sıçanı ayaklarının arasından . . .
"Tuh! " dedim. "Kaçırdın! " Kapıyı olduğu gibi aralık bırakıp düştü sıçanın peşi
ne. Postallarının çıkardığı seslerden anlıyordum koştuğunu. Yapamadığım işi, ona yaptırmak için bağırdım kendimden geçerek:
"Koooş! Kaçıyor! " Ayak sesleri doldurmuştu koridoru. Bilen bilmeyen
düşmüştü sıçanın peşine. "Tut, kaçıyor! " "Nah işte !" "Kim kaçıyar be! " "Kaçıyor işte, koş! " Kabaralı posta! sesleri . . . Mekanizmaların açılıp ka-
panmaları . . . Seslenmeler, komutlar: "Kaçıyor, tut!" "Kes önünü, koş !" "Kaçıyor! " "Doldur kapa! " "Tuh, yazık! Kaçtı! " Kapıyı içerden çektim üzerime. Üçgen geldi gene es
ki yerine. Neden sonra üçgendeki gözler de geldi. Fare artığı yarım ekmek, duruyordu yerinde. Elimi
bile süremiyordum. Öğrettiklerini, çok sağlam belletrnişlerdi bana. Sıçan artığı yenmezdi, dara gelince ancak insanların artığı yenirdi. Bu artıklar, sabahları çöp tene-
136
kelerinden aranabilirdi. Ekmeğin yalnız parayla değil, karneyle verildiği zamanlar, daha da değedenirdi bu nesne. Ekmek değerlendikçe artığı da değedenirdi tabii . . . O kadar değedenirdi ki, çocuklar sabahları çöp tenekelerinde bile arayabilirlerdi. Çocuklar arayabilirlerdi, ama şairler bu konuyu alıp kullanamazlardı. Ekmeğin artığını ele almak yasak değildi, yasak olan bu konuyu ele almaktı.
Pireli odanın, sıçan önünden artakalan ekmeğini mi soruyorsun uz?
Yıl 1 944 . . . İkinci Dünya Savaşı yılları ... Biz savaşa girmedik. Bu yüzden savaşa giren uluslar gibi, sıçanları yakalayıp yemedik. Savaşın dışında kaldığımız için, bizi savaşa sokmayanlara, üzerimize çullanmayanlara kendi ekmeğimizi verdik. .. Biz, bu ulusun şairleri de, sıçanların önünden artan ekmeklerle yüz yüze geldik, böyle, hapishanderin pireli odalarında. Az şey mi böyle bir sorunla karşılaşmak, adam olana! Az şey mi, sıçan artığı ekmeği ele alıp da düşünmek, yenir mi, yenmez mi diye . . . Yemenin de, ele alıp düşünmenin de suç olmadığını bilmek! Yalnız çocukların çöp tenekelerinden ekmek artığı aradıklarını yazmanın suç olduğunu öğrenmek, böyle hapishanderin pireli odalarında!
137
İKİ MASAL
KEKLİK GELİYİ PIRRR!
Heybeli Sanatoryumu 'nda yatarken İyidereli Dursun' dan diniediğim bir köylü fıkrasından çıkardım bu öyküyü. Dursun'a sevgilerle . . .
R. Ilgaz
Recep, Zigana Dağları'nın ötesinde, kuş uçmaz kervan geçmez bir köyün yamacına gelip konmuştu tek başına. İnsanlardan kaçınıştı Recep. Çalışmasına çalışabilirdi, ama insanı böyle hor görmeleri, böyle tepeden bakmaları gitmemiştİ hoşuna Recep'in.
Bir gün külebisini omzuna vurduğu gibi çıktı dağlara. Yol kesip adam soymak için değil, tek başına yaşayıp kimseye eyvallah etmemek içindi bu dağa çıkış . . .
Külebisiyle eğreltileri kesip fundaları biçip oturttu sayvanını açtığı düzlüğe.
Ne kurttan korkardı Recep, ne ayıdan . . . "Onlar benden korksun! " derdi, ama iplik kadar bir akarsu görse, soğuk soğuk terler boşanırdı sırtından. Denizlerden korkup, ormaniara sığınması, böyle dağ başlarında tek başına yaşaması bu yüzdendi belki de. .. Akarsu gözlerini karartır, başını döndürürdü Recep'in. Tir tir titremeye başiardı suyun sesini duydu mu . . .
Bu kuş uçmaz kervan geçmez dağların başında, elinden hiç düşmedi külebisi. Eğreltileri biçti, fundaları kesti. Bu yamaçlar üzerinde karnını güne verip yatan bir açmanın sahibi oldu sonunda . . . Beline doladığı ipi yamacın başındaki köknaclara bağladı, çapalayıp durdu kaya gibi sert toprağı günlerce . . .
Neden mi belinden bağlıyordu ipi Recep? Ayağı sürçüp de yamaca bir çamaşır gibi serili duran avuç içi kadar tarlasından tepetaktak aşağılara doğru yuvadanmasm diye . . .
Yuvarlanırsa ne mi olurdu? Yamacın dibinden bir su şırıltısı geliyordu. Kayalardan dövüne dövüne akan suyun Recep'e baş dönmesi veren şırıltısı ... Açmasından ilk aldığı ürün, onu çok umutlandırmıştı. Götürdü, pazarda sattı bir bölümünü. Sayvanına bir sayvan daha ekledi. Oturur hale getirmek için duvarlarını sıvadı kireçle . . . Bir ayna aldı, astı duvara . . . Altına üstüne birer çul aldı, üstüne başına da . . .
İkinci yıl sonunda, eli ayağı düzgünce, anasız babasız bir kız buldu. Evlendi Emine'yle . . .
Recep artık ipinin ucundan tutturacak diri diri candan bir arkadaş bulmuştu kendisine. Sağdıçsız evlendiği için Emine'nin ip tutmaktan başka ne işlere yarayacağını kestirememişti ilk günlerde. Belki de bu yüzden, hastalanmış, yataklara düşmüştü Emine; ama ne de olsa, Emine sudan ürkmediği gibi, kulağı delik, gözü açık bir köy kızıydı. Bu dağların bir anası olduğunu öğretti Recep'e. Dara düşünce her şeyin ona sorulacağını da öğütledi. Bir gün başvurmak zorunda kaldı Recep, bu dağların anasına:
"Uuuy dağların anasi ! " diye ünledi. "Emine hasta ol di, ne edeceğum oni?"
142
Dağların anası Emine' den başkası olamazdı. Ses verdi ağaçların arasından:
"Uuuy Recep! " dedi. "Emine hasta oldiyse eyi edecesun oni !"
"Nasıl eyi edeceğum oni, ya de bana!" Nasıl iyi edeceğini de öğretti dağların anası, ertesi
sabah kalktı ayağa Emine, ipin ucuna yeniden yapıştı dipdiri . . .
Yararnıştı Emine'ye dağ havası. Güzelleştikçe güzelleşmişti. Saçları topuklarını dövüyor, yanakları parıl parı! yanıyordu. Ünü komşu köyleri sarmıştı Emine'nin. Hani "Yari güzel olanın başı dertten kurtulmaz! " diye bir türkü vardır ya, o türkü sanki Recep'in üstüne yakılmıştı. Açmasını kurda kuşa karşı korurken, karısını da itten köpekten kollamak zorunda kalmıştı. Dertsiz başı derde girmişti Emine'si yüzünden.
Bir gün durup dururken bir jandarma çaldı sayvanlarının kapısını, bir kağıt uzattı. Emine'yle kendisinin falan gün, falan saat ilçede bulunması yazılıydı kağıtta, mahkemede tanıklık için . . . Bunu jandarma eri ağızdan da söylemişti Recep'e. Söylemesine söylemişti ya, ne tanıklığıydı ikisinden istedikleri? Sordular jandarmaya. Mıstağ Efendi'nin yılkısından iki at çalınmıştı.
"Haberimiz yok!" dediler. "Görmedik, bilmiyoruz! " "Nasıl haberiniz olmaz! " dedi jardarma. "Kim var
sizden başka dağ başında yaşayan! Sizin haberiniz olmaz da, kimin haberi olur! Görmeniz, bilmeniz gerek sizin! "
"Kendi işimizde gücümüzdeyiz biz! " "Bunu yargıca anlatın, ilçeye inin de! "
1 43
Bir sabah gün doğmadan düştüler yollara.. . Hava bir sıcaktı, kavruluyordu ortalık. Güneş yükseldikçe daha da artıyordu bu cehennem sıcağı. . .
"Ah! bir dere olsa da yıkasam elimi yüzümü! " dedi Emine.
"Neee !" diye çıkıştı Recep. "Dere mi dedin?" "Irmak, dere! Akarsu olsun da . . . Gireyim içine de
serinleyeyim!" "Bak şu namussuz karıya! Nasıl da ister ölümümü
benim! " "Ne ölümü Recep?" "Dere demedin mi?" "Dere dedimse . . . " "Ölümümü istiyorsun demektir benim! Ne kötülük
ettim sana ben!" Kızıp köpürüyordu Recep. Arkalarından bir yolcu
yetişti, girdi aralarına: "Nedir zorun uz?" dedi. "Korkarım dereden! " dedi Recep. "Şu karı ölümü
mü ister benim! " "Dereden korkarsın ha?" dedi yolcu. "İnsanlık hali!
Her insan bir şeyden korkar . . . Ben de keklikten korkarım! Otların arasında dolaşırken pırr diye ayağırnın dibinden bir keklik kalktı mı ödüm kopar benim! Geçenlerde bizim evin arkasındaki çayırda dolaşırken iki keklik kalkmaz mı pırrr diye . . . Düşüp bayılmışım! "
Oysa bu adam, Emine'nin ününü duyan, hani şu jandarmanın söylediği, çalınan atların sahibinin oğluy-du . . . Kim bilir, atların çalınması da uydurmaydı belki de . . . Emine'yi yurdundan yuvasından edip, yollara dü-şürmek içindi bu oyun .. .
144
"Yaaa! " dedi Recep. "Sen de keklikten korkarsın ha! Ben ne kurttan korkarım, ne ayıdan . . . Domuzdan da korkmam, sırtlandan da .. . Tuttuğum gibi ayırının ayaklarını karşıma çıkan cana var ın! "
"Ya insandan? İnsandan korkmaz mısın?" Hiç düşünmeınİştİ bunu. İnsandan korkulur muydu,
korkulmaz mı, geçmedi aklının kenarından. "Bilmem!" dedi. "Hiç işim düşmedi insana." "Hele düşsün de öğrenirsin. Demek, sen sudan kor
karsın öyle mi?" "Öyle . . . Sudan, akarsudan korkarım ben. Dereden,
çaydan, ırmaktan .. . " "Hiç korkma aslanım, yanında ben varken." Hava sıcak m ı sıcaktı. Emine açılıp saçılıyordu. Yü
rüdükçe yanakları al al oluyordu nar gibi . . . Gözleri, yol aldıkça süzülüyor, baygınlaşıyordu.
Adam, Emine'ye bakıyor, baktıkça da: "Doğruymuş dedikleri! " diyordu. "Çarpılası, dedik
lerinden de baskın, tevatür güzelmiş! " Tam yamaçtan inip de yolları düzlüğe vurunca bir
çağıltı duydular, dövüne dövüne akan bir derenin çağıltısı . . . Recep:
"Aman! " dedi. "Bir dere olmasın sakın! " "Bir ırmak .. . " dedi ağanın oğlu. "Aman deme!" "Hem de yolumuzun üstünde." "Geçemem ben ırmaktan! " dedi Recep. "Başım dö-
ner, gözlerim kararır. " "Geçmemiz gerek." "Geçemem, korkarım. " "Korkma . . . Ben varken hiç korkma."
145
Yol dalana dalana ırmağın kıyısına gelip dayanmıştı. Bu akarsuyun elbet bir köprüsü vardı daha aşağılarda, ama adam kurnazlığından saptırmıştı onları yoldan:
"Şimdi ... " dedi. "Önce ben hacımı vururum omzu-ma, geçiririm karşıya . . . Sonra seni! "
"Aman, zahmet olmaz mı sana?" "Ne yapalım, yok ki başka çaresi . . . " Çekip tuttuğu gibi sırtiadı Emine'yi. İşin zorluğunu
açığa vurmak için suyun içinde tökezleye tökezleye yürüyordu, ha yıkıldı, ha yıkılacak .. . Beri yanda Recep, ha şimdi kapaklandılar, ha şimdi kapaklanacaklar diye yüreği ağzında bakıyordu arkalarından. Sağ selamet karşıya geçtikleri zaman bir ohhh çekti beri geçeden . . .
Karşıya geçmişlerdi, ama adam hala indirmemişti yükünü arkasından, basıp gidiyordu. Oysa söylediğine göre Emine'yi indirip hemen dönecekti geriye. Dönüp kendisini de sırtlayacaktı.
"Heeey! " diye seslendi. "Nereye gidiyorsun? Bırak Emine'yi de, gel al beni . . . "
Hiç aralı değildi adam, boyuna gidiyordu ardına bakmadan.
"Sana söylüyorum ... " dedi. "Dön geriye! " Adam dere boyundaki sazların arasından vurmuş,
fundalığa doğru ilediyordu boyuna. "Heeey! Emmioğlu! Nereye gidiyorsun be! Bırak
Emine'yi diyorum sana! " Adamın söyledikleri gelmişti aklına yolda gelirken . . .
Neden korkardı bu adam, keklikten değil mi? Tamam! "Heeey! Emmioğlu! Keklik geliyi pırrr! Keklik geliyi
pırrr! Sana söylüyorum, duymuyor musun be! Bak tepede keklik geliyi! "
146
Deliye dönmüştü Recep. Emine'si gidiyordu elden. Dağlardan yana döndü, seslendi akıl sormak için dağların anasına:
"Heeey! Dağların anası! Emine'yi kaçırıyorlar, ne edeceğum?"
Suların sesi boğuyordu, kendi sesini. Bir şanltıdır gidiyordu . . . Dövüne dövüne akıyordu sular, çağıltılarla:
"Huşşş! Huşşş! Huşşş! " Bu çağıltıları "Koşşş! Koşşş! Koşşş! " diye anlayan
Recep, kunduralarını bile çıkarmadan vurdu dereye. Hışımla bir solukta karşıya geçti. Yarı beline kadar ıslanmıştı, ama sağ selamet varmıştı karşı kıyıya.
Koştu peşlerinden: "Heyyy! Ya pirak Emine'yi daaa! " Adam dönüp bir de baktı ki, Recep arkasında . . . Bir
den hızlandı. Bütün gücünü toplayıp çalıların arasında izini kaybetmek istedi. Dizleri titriyordu zangır zangır . . . Gittikçe ağırlaşıyordu yükü.
Emine birden silkinip kurtuldu adamın elinden. Koştu sarıldı kurtarıcısının boynuna:
"Recep'im! Asiamın benim! "
147
ALTIN EKİCİSİ
Bir varmış bir yokmuş, kiminin karnı açmış, kiminin karnı tokmuş. Aç olanların sayısı tok olanlardan katbekat çokmuş. Kafdağı'nın ötesinde, Kırkpınar ülkesinde alın teriyle geçinen, gece demeyip gündüz demeyip çalışan, çalışıp çabalayıp ekmek parasını güç doğrultan, evsiz barksız, tarlasız topraksız bir Tosun varmış. Ama ne tosun, tosun değil tosuncuk! Yürekli çocuk, bilekli çocuk! Yapmadığı iş, yormadığı düş yokmuş Tosun'un. Kimin bir müşkülü varsa Tosun koşar, kimin bir sıkıntısı varsa canını dişine takar üstesinden gelirmiş. Bir Tosun ki, güçlülere karşı başı dik, düşkünlere karşı boynu eğik. Sözün kısası, canım adaktan, gözünü budaktan sakınmazmış bu Tosun.
Günlerden bir gün Kırkpınar ülkesinde hoşa gitmez bir iş, bozuk düzen bir gidiş olmuş, tapınaktan bir kandil alınmış, alınmış değil, çalınmış. Şamdan bu, kimin işine yarar? Yemek istesen yiyemezsin, içmek istesen içemezsin, atsan atılmaz, satsan satılmaz! Kime satacaksın ki . . . Kim olsa, bunun tapınağın kutsal şamdam olduğunu bilir. Din ulularından birinin eliyle kubbeye asıldığından mı, yurt ulularından birinin armağanı ol-
duğundan mı, her nedense taç sahibi sultan, taht sahibi hakan, kızmış köpürmüş bu uygunsuz işe. Kentin valisine buyrultu çıkarmış:
"Ne yapıp yapacak, bu hırsızı bulup çıkaracaksını " Şamdam bulmak zor, ama hırsızı bulup çıkarmak
kolay. Kim var kentte, yorgansız, urgansız, ayransız, tahtırevansız? Kim var evsiz barksız, topraksız, özel arabasız?
Kim olacak, Tosun.
Kelepçeyi taktılar Vurdular prangayı Sanki adam öldürmüş Sanki soymuş bankayı
Adaleti göz göre İ ki pula sattılar Tosun gibi adamdan Bir suçlu yarattı/ar.
Her gün sopa, her gün işkence, her gün cop, her gün sövgü . . . Ve bir gün yargıcın karşısında buldu Tosun kendini:
"Demek şu şamdam çalan sensin?" "Çalmadım kör olayım, görmedim, bilmiyorum! " "Sen almadın, ama alabilirsin! Çalmadın, ama çala-
bilirsin! Var mı evin barkın, tarlan toprağın? Var mı başını sokacak bir çatın, çatıda bir katın, ahırda atın, denizde yatın, boynunda kravatın? Şu halde sen çaldın bu kandili, mademki hiçbir şeyin yok, sana önce urgandan bir boyunbağı gerek. Asın bunu! "
150
"Ey ahali! Malınızda gözüm oldu mu bugüne dek?" "Olmadııı! " "Yan baktım mı size bir gün olsun?" "Bakmadııın! " "Doğru yoldan ayrıldığıını gördünüz mü?" "Görmedik! " "Söyleyin ben yapar mıyım böyle bir namussuz-
luk?" "Yapmazsııın! " "Sus! Yapmadın, ama yapa bilirsin! " "Tosun yapmaz! " "Uzatmayın, çekin ipini !" "Dur bir dakika! " "Ben yapmadım, amma belki bir gün yapabilirim!
Çalmadım, amma belki bir gün çalabilirim! Asmayın demiyorum, asın beni; ama bir zenaatım var ki, Kırkpınar ülkesini ihya edebilirim dipten doruğa. Göçüp gitmek istemiyorum sizlere yararlı olmadan. Kırkpınar ülkesini gark edebilirim altına."
"Çek ipini, kandıramaz bizi ! " "Benden söylemesi! Demek, babadan kalma zanaa
tım benimle birlikte göçüp gidecek ha! Yazık! Oysa çil çil altın eker, çil çil altın biçer im ben !"
"Nasıl? Altın mı ekip biçersin?" "Zanaatım bu! Altın ekip b içmek! " "Hiç ekip biçtİn mi?" "Ekmedim, ama ekebilirim! Biçmedim, ama biçebili
rim!" "Çıkarın urganı boynundan. Götürün bunu sara
ya! " Demir, bakır, tunç şakırtıları arasında sur dışındaki
ısı
görkemli saraya vardılar. Bahçedeki tavusların arasından geçip Kılkuyruk Sultan'ın huzuruna çıkardılar. Sultan:
"Söyle !" dedi. "Nedir zanaatın?" "Altın eker, biçerim! " "Hiç ekip biçtİn mi?" "Ekip biçmedim, ama ekip biçebilirim! " "Böyle bir zanaatın var da, neden ekip biçmedin bu
güne kadar?" "Ben fakir bir adamım! Benim ne işim olur altınla?" "Doğru! Sen fakir bir adamsın! Senin altınla ne işin
olur? Altın bizim gibiler için . . . Bu saray, bu alay, bu kalay, altınsız yürümez! Pekii, ekicibaşı, en kısa zamanda topraklarımda çil çil altınlar ekip biçeceksin! Bu işi başarırsan, kelleni kurtarırsını Başaramazsan kellen dibinden gider! Bugünden tezi yok, hemen başla işe !"
"Emriniz başım üstüne sul tanım! " Sarayın e n gösterişli bir odasını ayırdılar bizim To
sun'a. Gümüş tepsiler içinde, gümüş kaplada getirdiler yemeğini ayağına. Yedi içti, düşündü kara kara Tosun . . . Sonra kırk çeşit toprak istedi sultanın kırk tarlasından.
Bir gün sabrı taşan sultan çağırdı Tosun'u huzuruna: "Behey düzenbaz! " diye gürledi. "Daha ne zamana
kadar bekleyeceksin? Söyle, ne zaman yapışacaksın karasabanın kulpuna? Behey nabekar, sen buraya yatıp yuvarlanmaya mı geldin?"
"Sultanım! " dedi Tosun. "Ancak kırk çeşit toprağın kırk günde incelemesi bitti. Şu var ki, ben bire yüz verecek toprağı ararken, bire beş yüz verecek toprak buldum sayenizde! "
152
"Başla! Öyleyse, ne duruyorsun?" "İlk rahmetlerden sonra sultanım, hemen başlayaca
ğım! Beklerim ki, toprağın tavı gelsin. Vakitsiz ekersek altınlar pul pul çürür. Üç kat çifti var bu tarlanın! "
Ama ilk yağmurlar bir türlü yağmaz, yaz gelir geçer bir damla yağış yüzü görmeden kışı bulurlar. Kar kardır, rahmet değildir ki. Hazinenin altından yana tamtakır, yerin demir, göğün bakır olduğu bir gün kendiliğinden girdi huzura Tosun:
"Sultanım! " dedi. "İlk bereketli rahmetler düştü! Tarlayı üç kat karasahandan geçirdim. Ha tava geldi, ha gelecek! "
"Daha ne duruyorsun? Kellenin dibinden uçmasını mı bekliyorsun?"
"Tohumluk altın istiyorum sizden." "Bir dirhem altin bile yok hazinede! Tohumluk ola
rak, biraz Meksika buğdayı var o kadar. " "Ne ekip biçeceğim ben altın yoksa?" "Altın şamdan var, altın tas var, altın çatal kaşık
var. " "Ne ekersem, onu biçerim!" "Ben çil çil altınlar isterim senden! " "Tohumluk çil çi! altınlar verirsen sultanım, çil çil
altınlar alırsın benden! " "Gelsin darphane nazırı! " Getirildi huzura darphane nazırı palas pandıras . . .
Çil çil altınlar istendi tohumluk .. . Ne arasın hazinede altın? "Peki öyleyse, derlenip toplansın! " diye emir verdi sultan. "Ne varsa altın üzerine, sahan, çatal, kaşık. Ne varsa, yedi ceddinden miras, basıla" emriyle darphaneye gönderildi.
1 53
Darphane geeeli gündüzlü çalışıp ancak bir şinik altın basabildi tohumluk. Sultan, sıcağı sıcağına getirtip koydu Tosun'un önüne altınları:
"Al sana bir şinik altın! Toprak bire beş yüz vereceğine göre tam beş yüz şinik altın isterim senden! Al götür istediğin gibi ekip biçebilirsin! "
"Ben mi ekeceğim?" "Ya kim ekecek?" "Ben tırnağıının ucunu bile sürernem bu altınlara! " "Behey hilekarl Tohumluk altın isterim diyen sen
değil misin?" "Bendim, ama sultanırn, ben altına elimi sürernemi
Hırsızlık damgasını yemişim alnıma. Toprağa altını serpecek kişi hırsızlık etmemiş, namuslu bir kişi olacak. Eğer en küçük bir lekeyle damgalanmış, hırsızlık olayiarına adı karışmış ve memleketin en yetkili temizleyicileri bu lekeyi çıkaramamış kişiler olursa, bütün altınlar çürüyüp toprak olur sonra. Bütün saray başınuza yıkılır çatııır çatııır."
"Çağırın saray kapıcısını, gelsin. Gelsin de, eksin bu altınları! "
"Emriniz sultanım! " diye koştular saray adamları. Tuttukları gibi çıkardılar huzura. Sordu sultan:
"Memlekette ne iş yapardın?" "Enfiye karhanelerinde çalışmışeeem. Kına füruht
eylemişeeem. Tömbeki zeriyatı etmişem sul tanım! " diye cevap verdi Tebrizli kapıcı.
"Tamam! Demek, ziraattan anlarsın sen! Ben de sana altın ektirecektim! "
1 54
"Ne danİşİrsen sul tanım, anlamirem." "Altın ekeceksin, altın! "
"Men keten tohimi ekip biçmişem. Şekkerkamişi yetiştirmişem. Yelakin simü zer üzerine heç zeriyat etmemişem!"
Vurdu iki elini birbirine sultan: "Cellat! " dedi. "He he he! Şaka danişicem şahım! Bizim Diyar-ı Ey
ran'da, nevruz gelende bütün ahali salıraya çıkıp altın zeriyatı ederler. "
"Tamam! Şu var ki, bir hırsızlık falan geçmiş olmaya başından. Ektiğin tohumlar un ufak olur, kellen gider sonra !"
"O nasıl kelamdi şahun? Ekerem derim, bu kelle gider; ekmezem derim, bu kelle gider. Bu kelle değil, gülledi?"
"Konuşma fazla! Demek başından böyle bir olay geçmedi, öyle mi?"
"Serimden şöyle bir şey güzeşt geçmiştir sultanım! Zaman-ı evailde bir gün kayıkhane kapısında nöbet dutmakte iken .. . Haremden bir ip sallanır serim üstüne! Depemde ip gidip gelir."
"Haremden mi dedin? Söyle çabuk, ne oldu bu ip? " "Serimi kaldırmış bakmışem ki, bi püser döne döne
inmekte." "Koş, yakala! '' "Beli, uzatmış destimi yakalamışem." "Merin! " "Tam derdest etmişem ki bir altın bırakmış avucu
ma! " "Tut getir! " "Beli, tutup götürmüşem. Beş altın bırakmış desti
me! "
1 55
"Saray muhafızına teslim et, ne duruyorsun?" "Beli, muhafıza teslim edende o n altın bırakmış avu
cuma! " "Hay Allah! " "Beli şahım! Bakmışem elin püresiyle başa çıkami
rem, azat etmişem keratayı ! " "Ne halt ettin be! Tüh! Asın bu adamı kaçırdığı
adamın yerine! Alın, götürün. Çağırın bana kilercihaşıyı l ,
Kilerçibaşı Apostol oğlu Anastas huzura girdi: "Oriste sultanimu. Kalimera sas !" diye eteklemek is
tedi sultanı. "Kısa kes! Sen ekeceksin şu altınları! " diye gösterdi
bir şinik altını. "Ben ekezeyim, yati ? Ben anlamaz, ekmekten biç
mekten. Ben gelmiş bu sarayda Akropolis Taverna! Siz İstiyezek benden ena potiraki duziko . . . Ena karafaki stafilina .. . Ena bukali mastika . . . Ben yok reçberis! "
Gürledi sultan: "Ek eceksin! " "Ne! Polikala ekezek, ekezek . . . Ama ne ekezek?" "Altın! " "Oooo panyamu! Ben altın ekezek?" "Evet !" dedi sultan. "Şu var ki, başından bir hırsız
lık vakası geçmiş olmasın! " "Yook hırsızlık! Var bizim ambasador . . . Yapazak bir
resepsiyon .. . Ben tasİyacak kilerden kavyar, suzuk, pastirma . . . "
"Saray kilerinden öyle mi?" "Sizin kiler, bizim kiler . . . Atina'dan gelezek bizim
ambasador, edezek sizin saray nazirlarini davet. Sizin
1 56
pasaları, sizin ambasadorleri . . . Bozazak domuz sarküteri midelerini. Ben götürezek sizin kilerden temiz yağ, temiz pastırma, suzuk, kavyar . . . Sizinkiler alişmiş temiz yemek, temiz içmek. Temiz suzuk, temiz pastirma! "
"Bu adamın pastırmasını çıkarın da, gönderin ambasadorlarına, hediyelik! Çağırın bana başmuhafızı ! Çabuk!"
Bütün madalyalarını takan başmuhafız çıkarıldı hu-zura:
"Emriniz sultanımi " "Sen başmuhafızsın öyle mi?" "Evet sul tanım, başmuhafızi " "Yani başkorkuluk ı "
"Evet sultanım, görevini dürüst yapan bir başkorkuluk! Hiçbir zararlı çayiağı saray bahçesine indirip sarayın tavuklarını kaptırmayan, hiçbir kartalın gölgesini sarayın üstüne düşürmeyen, kurdu kuşu tiril tiril titreten sadık bir korkuluk! "
"Güzel ! Sadakatini ş u altınları tarlama ekmekle göstereceksin şimdi de! "
"Majesteleri af buyursunlar, ben ne ziraattan anlarım, ne siyasetten, ne de ticaretten. Bütün alışverişlerimi bile cariyeniz refikarn yapar Piyeks'ten! Yapsam yapsam, ekilmiş tohumluk altınları kargalardan koruyabilirim!"
"Laf istemem! Bu tohumları sen ekeceksin. Meğerki, başından bir hırsızlık olayı geçmemiş ola !"
"Bir korkuluk, iki çapraz oduna geçirilmiş bir ceket. . . Kalkar gider de kendi ceplerini nasıl doldurur, başkaları gelip birkaç altıncık bırakmazsa? Şerefli bir kişi olarak ben .. . Ancak . . . " ·
157
"Sus! Hala şeref ha? Alın götürün şunu çiftliğime de, bir copa oturtun. Öylesine oturtun ki, ölüsü de dirisi gibi korkuluk olarak bana hizmet etsin! Çağırın bana eczacıbaşı yı! "
Eczacıbaşı çikletini çiğneye çiğneye içeri girdi: "İş sana düşüyor! Sen ekeceksin bu altınları, John ! " "Önce yapıyor ben altınları dezenfekşin! Bikoz var
altında kolera! " "Heey, üzerinde tuğram olan hiçbir altında kolera
mikrobu olamaz, çünkü altında kolera mikrobu barınamaz, John! "
"Altin çok kötü para, dolar sağlam para! Biz geldik barış gönüllü, var ikili antlaşma! "
"Uzatma! Dögol haklıdır. Altın altındır. Dolar yokken de alnn vardı. Şu altınlar var ya, sen ekeceksin onları!"
"Yok sizde hiç negro? For sürmek toprak. Ben anlıyor ancak ilaçtan! "
"Ekeceksin diyorum sana! Sen ekmezsen ben seni ekerim! "
"Fırst dezenfekşin, sonra var ekmek ben! Var depolarda çok ilaç. Verecek köylüye. Yüzde yirmi sekizden! Var bizde yardım plan. Ödeme tayın uzun! Var dostluk, var frendşip, var barış, piis . . . "
"Bu altınlar ekilecek, o kadar! Adın hırsızlığa karıştı mı karışmadı mı, onu söyle sen !"
"No hirsizlik! Yok bizim dikşineri hirsizlik. Var bizim dikşineri yardım, var dikşineri faiz! Var dostluk, var humeniti, var kommers."
" C ella�! " "Yok cellat! Var ikili antlaşma! Ben gidiyor Amerika
izinli. Gudbay majesti."
1 5 8
"Var ikili antlaşma. Eh, güle güle! Çağırın bana perukarbaşıyı! "
Perukarbaşı, tıraş için çağrıldığım sanarak altın leğeni, altın ibriği, havlularını, usturalarını, sabunlarını toparlayıp girdi huzura:
"Emirleriniz sul tanım! " "Biliyorsun niçin çağırdığımı. " "Aman sultanım, nerden bileyim! " "Bırak kırılıp dökülmeyi, bilirsin sen." "Kuzum canım efendim, a benim şevkedi sultanım,
iki gözüm çıksın ki bilmiyorum! " "Dinle, sen ekeceksin bu altınları, iş sana düşüyor! " "Ben ekeceğim öyle mi sultanım? Ayağım bugüne
kadar toprağa bastıysa, kırılsın vallahi! Bendeniz, zat-ı şahaneye hizmetten başalıp da ziraada mı uğraşabildim. Aaah, elimderi gelseydi de şu bir şinik altını avuçlayıp avuçlayıp serpseydim toprağa, ah ne hoş olurdu avuçlamak! Ama gelmez ki elimden efendim."
"Avuçlayıp toprağa serpmek de iş mi be? Kıvırırsın sen! "
"Kıvıramam efendim. Nasıl kıvırırım?" "Kıvırırsııın, bilmez miyim seni? Yalnız şunu öğren-
mek isterim senden. " "Emredin sultanım efendim!" "Elinden bir kaza çıktı mı bugüne kadar?" "Benim elimden mi? Ne gibi bir kaza sultanım efen
dim?" "Mesela sirkat gibi . . . " "Kimsenin malına kendi isteği olmadan el uzatmış
değilim, bugüne kadar! Yalnız zat-ı şahane bir gece .. . " "Öhhö öhhööö! Ben mi ? Senden ne istedim?"
159
"Aman efendim, unutmuş olacaksınız! Şehzadeliğiniz yıllarında, pederiniz Sultan Palamut Hazretleri'nin konsol-ı şerifinden bir kutu . . . Altın kakmalı bir enfiye kutusu .. . Israrlarımza dayanamayıp . . . "
"Sus bre hain, yaptığın hırsızlık yetmiyormuş gibi bir de iftira ha? Alın götürün, bu perukar-ı hüdavendigar-ı nabekarı ! En keskin usturayla kelle-i habisini dibinden kesin! Çağırın başveziri bana! "
Kapıda çığırtkan herhangi bir saray adamını çağırır gibi adını yüksek sesle söyleyip çağırdığı için, başvezir başına gelecekleri çoktan anlamıştı. Kapıda çığırtkanlık eden kapıcıbaşıya başladı çıkışmaya:
"Behey nadan! Böyle münadilik olur mu? Bir başvezir böyle mi huzura çağrıiır? Seni biedep, seni bihaya! "
Başkapıcı aşağı kalır mıydı ondan, verdi veriştirdi: "Ey deveyi hamudu, sapıyla armudu, tahtıyla Sultan
Palamut'u yutan kişi. Gir de göstersin sana sultan! Haydi bakalım, vezirim, dayan! "
Başvezir kalbini tutarak olduğu yerde kıvrıldı kaldı ve mabeyinci telaşla sultanın yanına girdi:
"Çok müessif bir hadisat sultanım! Başvezir hazretleri gelirken kalp sektesinden merdiven başında kalıbı dinlendirmiş bulunuyorlar !" diye olanı biteni anlattı. Sultan:
"Hımmmm ! " dedi. "O da anlaşıldı! Peki Nesimaçi! Bu işi sen yapacak ve altınları tarlaya sen ekeceksin! "
Hoşafın yağı kesilmiştİ Nesimaçi'de, ama başvezir gibi hemen kendini kaybetmedi:
"Emriniz baş üstüne sultanım! " dedi. "Ekeyim ekmesini, yapayım yapmasınİ, ama nasi yapayım! Zat-ı şahane darda kalıp da sarraflara işimiz düştüğünde on-
1 60
lardan alıram yuzda on. Yuzda on da zat-ı şahane verir. Her ne zaman çi hazine nazİrİnin başi sıkışsa başvurur bendeniz Nesimaçi'ye. Elimde ne varsa verirum düşük mü düşük faiznan. Bütün dost maslahatgüzarların maslahatını ben çekip çeviririm, saye-i şahanede. Bir hediye taktimi düşünülsa ben temasa geçerim bizim kuyumcularnan, zat-ı şahane namina. Onlar verirlersa yuzda on, haram midur bana bu komisyon? Bütün aldıkiarİm yüzde on faizlan, emrindedir hazine nazirinin. Alsin kullansin ki sultanım, yabancı bankalara muhtaç olmayalum. Yabancı devletler züğürtlüğümüzü duymasİnler ki, ilerda buyuk buyuk istikrazlar yapalum! Böyla buyuk buyuk bizmatlarda bulunan ben Nesimaçİ kulunuz çil çil altinları nasıl olur da toprağa atarum. Nasil taş olmaz ellerum sonra. Verelum bu altıniari bizim serbes sermaye puyasasına da yüzde altmış faizilen çil çil altinlar kazanalum. Yunahtur, sultanım, bu altinları toprağa atmak, çok yunah! Alalum bire beş yuz serbes sermaye puyasasından kar, verelum bunlarİ puyasaya! "
"Evvela, alayım ben senin canını da vereyim can bankasına! Offf! Yok mu bu sarayda namuslu adam? Eli hırsızlığa bulaşmamış .. . Çağırın valide sultanı da bir çare bulsun bu işe! Nedir bu başıma gelenler?"
Komşu odada perde arkasından olanı biteni izleyen valide sultan girdi oğlunun yanına:
"Ne var evladım, ne oldun gene?" diye kucakladı oğlunu. "Ahh, dudakların uçuklamış ayol, kim korkuttu seni? Rüyanda Cengiz Han'ı mı gördün?"
"Aaaah, keşke onu görseydim de, bugünleri görmeseydim! Sarayda eli hırsızlığa bulaşmamış tek kişiye rastlayamadım."
1 6 1
"Aman nasıl olur bir ta nem!" "Tohumluk altınlar elimde kaldı. Bunları toprağa
serpecek tek namuslu adam yokmuş meğer! Benim tonton anneciğim, yapsan yapsan sen yaparsın, sen ekersin bu altınlani "
"Ben mi ekeceğim, ben annen öyle mi?" "Hırsızlığa adı karışmamış bir sen kaldın bu saray
da." "Ben bu sarayda olacağım, adım da valide sultan
olacak da, hırsızlığa karışmayacağım öyle mi? Söyletme şimdi beni . . . "
"Söyle de öğreneyim." "O kısır babandan hamile kalıp da . . . " "O kısır babamdan mı .. . Ha, anladım! Canım bu
nun hırsızlıkla ne ilgisi var?" "Var, olmaz olur mu? Baban olacak kopuğu sustur
mak için verdiğim çil çil altınlar, sultan olacak katırın izniyle mi verildi sanıyorsun?"
"Sus! Çağırın hani o .. . " "Soyunu sopunu öğrenmeden mi susturacaksın an
neni?" "Sus diyorum namussuz kadın." "Ben namuslu olacağım, sen dünyaya geleceksin öy
le mi? Baban olacak saray baltacısı . . . " "Sus diyorum. Susmazsan ben seni susturmasını bili
rim. " Kapının dibinde olanı biteni baştan sonuna kadar iz
leyen Tosun birden içeri girdi: "Sultanım! " dedi. "Görülüyor ki, sarayınız erkanı
arasında hırsızlığa eli bulaşmamış tek temiz adam yok! Kala kala siz kaldınız. Eğer hazinenizden çil çil altınla-
1 62
rın dolup taşması arzu buyruluyorsa, bu zahmete sizin kadanınanız gerekiyor. Halktan biri yüklenir, tohum torbasını arkasına, zat-ı şahaneleri de mübarek elleriyle .. . "
"Sus behey rezil! Ben mi ekeceğim? Bu adi işe beni mi layık görüyorsun? Bre insafsız, bre vicdansız, bre izansız! Sarayımı başıma yıkıp, ocağıını viran etmek mi niyetin? Rezil rüsva mı etmek istiyorsun beni? Yıkıl huzurumdan! Getireceğin servet seninle birlikte yedi kat yerin dibine batsıni Defol! "
Tosun başını alıp çıktı, başladı diyar diyar dolaşmaya! Az gitti, uz gitti. Üç bahar bir güz gitti. Bu yıl Ankara'dan geçti, sizlere de selam etti!
1 63
Rıfat l lgaz Rüşvetin Alamancast'nda, halkın içinden halka d i r
öyküleriyle sınırları aşıyor. Almanya'dan Türkiye'ye geçiş
yapabi lmek için gümrük memurlarını türlü kurnazlıklarla ikna
etmeye çalışan bir grup işçin in hikayesinde olduğu gibi kitaptaki
diğer öykülerinde de toplumsal aksakl ıkiarı mizahla yoğuruyor.
Görmek istemediğimiz, unutmaya ve unutturmaya çalıştığımız
ne varsa, Rıfat l lgaz'ın bu öyküleriyle belieğimize kazın ıyor.
l lgaz, hayatın içinden olaylar ve mekanlarda yer bulan öykü
kahramanlarının çatışmalı hallerin i , küçük hayal lerini , umutlarını
bütün renkli l iği ve içtenl iğiyle yansıtarak bizi bize anlatıyor.
KDV dahil fiyatt 10 TL www.rıl ılılq t r t l