101
I SAGALASSOS: CITY OF FAİRİES PERİLER KENTİ SAGALASSOS BEYAZ ARİF AKBAŞ Kitap Tasarım: Anastasia Arova I. Baskı Nisan 2010 EDİRNE

Sagalassos: City of Fairies

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Sagalassos: City of Fairies

I

SAGALASSOS: CITY OF FAİRİES

PERİLER KENTİ SAGALASSOS

BEYAZ ARİF AKBAŞ

Kitap Tasarım: Anastasia Arova

I. Baskı Nisan 2010 EDİRNE

Page 2: Sagalassos: City of Fairies

II

PERİLER KENTİ SAGALASSOS

Soluğu içinde karanlığın Beyaz bir gül gibi Beyazsın, narinsin, yorgunsun Sagalassos. Gül titrer, solar Ġncinirsin olamazsın bir kök. Gül küçük, beyaz Üzgün uykulara dalarak Ağlar yağmurun sesiyle. Bir tahta prens var Yokluğu içinde karanlığın, Sesim gibi ağzındaki Ġncitmeden yapraklarını Öpecek dudaklarından. Periler burada kalbimdedir. Ve Ģiddetli rüzgârlar için Söylüyor flütün sesi, Prenses cenneti özlüyor gözlerim, Burada çarpıyor kalbim. Ve nihayetsiz acılar için Tanrıların eĢiğinde, Ağlasın yüreğin Son söz yağmur gibi gözlerimde Antoninler ÇeĢmesi‟nde Ağlasın kara gözlerin. Bulutlar geçiyor buradan Ve periler dolaĢıyor Senin o güzel kollarında Rüzgar sürüklüyor bir aĢkı Ağlasın kara gözlerin. Beni unut Sagalassos Bu hüzünlü sözlerimi unut Senin taĢtan kalbinde Saklayacağım kara gözlerimi unut. Beyaz Arif AkbaĢ

Page 3: Sagalassos: City of Fairies

III

Page 4: Sagalassos: City of Fairies

IV

Beyaz Arif AkbaĢ,

10 Nisan 1979'da İstanbul da doğan yazar, İnönü İlköğretim Okulu ve Edirne Lisesini

bitirdi. Yüksek eğitimini, Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi,

Hukuk-Felsefe Fakültesi Sosyoloji Bölümünde tamamlayan yazar (Türkistan

Yerleşkesi Kazakistan 2000-2005) bitirme tezini, Sosyolinguistik;Dilin toplumsal yönü

ve fonksiyonlarına göre Kazak Türkçesindeki dil kodlarının örnek analizi olarak

hazırladı. Kayıp Ülke Hakasya (Şiirler, 100 sayfa) Sevgilim Sibirya (Seyahat ve

Günlük yazıları 245 sayfa) A Special Album of Davetname(Davetname İçin Özel Bir

Albüm) isimli üç kitabı bulunmaktadır. Radikal, Birgün, Yenişafak, Star vb.

gaztelerde kitap eleştirileri yapmaktadır.Edirne'de iken arkadaşlarıyla birlikte

Şahdamar ;isimli edebiyat dergisini çıkarmıştır.

Sagalassos:

Pisidya bölgesinin Roma İmparatorluk döneminde kuşkusuz en önemli şehri olan

Sagalassos, Ağlasun İlçesinin 7 km. kuzeyinde bulunmaktadır. Sagalassos doğu

batı yönünde 2,5 km. kuzey, güney yönünde 1,5 km'’ik bir alanı

kaplar. Sagalassos'un hemen güneyinde bulunan verimli ovalardan biri olan

Çanaklı ovası. Sagalassos’a seramiği için toprak sağlamıştır. M.Ö, 1. yy.’dan - M.S.

6.yy.’a kadar olan zaman içinde bu seramik yapımının Sagalassos ekonomisinde

önemli bir yeri olduğu yapılan kazı çalışmalarından anlaşılmıştır.Sagalassos’un ilk

keşfi 1706 yılında Fransız gezgin Paual Lucas tarafından yapılmıştır. 1990’dan

itibaren M.Walkens Başkanlığında ilk modern ve bilimsel kazı çalışmaları

başlamıştır. Bu gün Ülkemizde ve Doğu Akdeniz Ülkelerinde yapılan en kapsamlı

arkeolojik araştırma ve kazı olarak çalışmalar başarıyla yürütülmekte ve her yıl yeni

özgün eserler ve yapılar ortaya çıkarılmaktadır. Sagalassos’un ismi tarihte ilk defa

Büyük İskender’in M.Ö. 334’de burayı işgali ile görülür. İskender’den sonra

bölgenin egemenliği Suriyeli Selevkidlere geçmiş, M.Ö.189’da Bergamalı Attalid’lerin

himayesi altına girmiştir. Bu dönemde şu anda tamamıyla yıkık durumda bulunan

Bouleterion (Şehir meclis binası) inşa edilmiştir.Yüzeyde görülen kalıntılar

Hellenistik ve Roma Dönemlerine aittir. 1990 yılında açığa çıkarılmaya başlanılan

kentte kazı çalışmaları devam etmekte olup bir çok yapının açığa çıkarılması ve bu

yapıların restorasyon çalışmaları sürdürülmektedir. Helenistik Çeşme, Kütüphane

yapısı restorasyonu sona ermiştir. Kuzey batı Heroon yapısı ve Antoninler anıtsal

çeşme yapısının restorasyon çalışmaları devam etmektedir. Kentte bugün ayakta

kalabilen, Bouleuterion,Apollo Klarios Tapınağı Antonin Pius Tapınağı,Dorik

Tapınak, aşağı ve yukarı Agora, Tiyatro, Hamamlar, Kütüphane,Çeşme yapıları ve

Heroon gibi daha birçok yapı bulunmaktadır. (Burdur Şehir Müzesi Tanıtım

Kitapçığı)

Page 5: Sagalassos: City of Fairies

V

Nihayet sen de bıkmıĢ olursun bu eski dünyadan…

Apollinaire

Page 6: Sagalassos: City of Fairies

VI

Bu kitap kayıp sevgilimi ararken bir tesadüf sonucu uğradığım Periler ġehri

Sagalassos‟ta bulutların arasından kenti seyrederken gördüğüm bir rüya

neticesinde oluĢtu. Melekler kadar güzel bir kız gördüm orada. Belki de Ģehri ilk

kuran perensesin hayaliydi tüm seyrettiğim güzellik. Ġpekten beyaz ince bir elbise

giymiĢti. Sanki büyülenmiĢtim. Kim bilir belki de masallardan kopup gelen bir

peri kızıydı o. Sagalassos‟ta yaĢadığım deneyimi sözlerle anlatmam neredeyse

imkansız. Ama benimde bir masalım vardı. Kitabın baĢında yer alan fotoğraflar

biraz olsun tarifime yakın bir imgelemi yansıtıyor. ġehri gezerken sağanak halde

bir yağmur yağmıĢtı. Galiba kötü kaderime Ģehirle birlikte bende ağlamıĢtım.

AĞLASUN AYġAFAĞI

Geldiler karanlıktan

Baktılar karanlığa

Korktular karanlıktan

Taptılar karanlığa

SeviĢtiler karanlıkta

Çoğaldılar karanlıkta

Yendiler karanlığı

Sevdiler karanlığı

Ve karıĢıp gittiler karanlığa

ġimdi hangi yıldızdadır kimbilir güzel sesleri

Kaldı güzel elleri som kayalarda.

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Sonra bu Ģiiri okudum. Ve dedimki kendime Hasan Hüseyin hiç anlamamıĢ bu

rüya kenti. Zaten anlamasını da beklemiyordum…

BaĢka bir Ģiir çıkardım defterimden; biraz ürkek bir tavırla bu Ģiiride okudum:

ANTĠK HAYALLERĠM OKLAR/ÇIĞLAR ALTINDA..(SAGALASSOS)

Çevirdim aklımı,rüzgarından,

Mor‟un içindeki pembenin..

Antik kentin fatihi,

Yorgun askerlere raks eden,

Bakireler kulesinde..

DüĢtü üzerine,

Kimsesiz bir yamaca yaslanmıĢ,

Antik hayalimin..

Çağladı,

Page 7: Sagalassos: City of Fairies

VII

Çığlar..

Nefessizim..

ErkenmiĢ kazısı,

Tütsülere emanet edilmiĢ

YanmıĢ kanla, yıkanmıĢ,

Sunakların..

Kabul edilmiĢ duayla yıkılmıĢ,

Üzerinde,

Gülen yüzlerin ağladığı,

Surların..

Üçbin yılın toprağından,

Ġskender‟in iĢaretiyle,

Gerildi yaylar,

Yağdı havadan oklar,

Saldırdı askerler, Sagalasos‟a tepelerden..

Aydınlandı bedenim,

Tapınaklarda..

Oradayım,

Kanıyorum,

Nefessizim..

Özdener Güleryüz

ġiirler ne kadar anlatabilir bu Ģehrin hikayesini bilemiyorum ama benim gerçek

bir hikayem var bu kent hakkında. Kitaptaki ilk yazı olan “Masal Mektupları”

buradaki kısa deneyimime dairdir. Diğer yazılar gazetelerin kitap ekleri için

yazdığım eleĢtiri ve tanıtım metinlerinden oluĢuyor. Aslında bütün yazılarımda

,Ģehirde ikinci defa gördüğüm güzel kızın hüzünlü aĢkından, Sagalassos

Prensesinden kokular var. Gül çiçeğiyle yıkanmıĢ bir tenin kokusu bu.

GeçmiĢte burada bir deprem olmuĢ ve doğa tarafından koruma altına alınan

Sagalassos, yüzyıllarca sürecek derin bir uykuya dalmıĢtır.Yüzlerce yıl sonra,

1706‟da Fransız gezgin Paul Lucas Sagalassos‟a gelir. Lucas seyahatnamesinde

antik kentten perilerin yaĢadığı yerler olarak söz etmiĢtir. Perilerin yaĢadığı yer

olan Sagalassos‟ta dolaĢmaktan büyük bir haz aldığımı itiraf etmeliyim. PuĢkin

AĢıklar ÇeĢmesi‟ni görseydi sanırım bir daha aĢk Ģiiri yazmazdı. Bu çemenin suyu

bir dağın kalbinden geliyor çünkü.

Page 8: Sagalassos: City of Fairies

VIII

MASAL MEKTUPLARI

Masal küçüldükçe zaman küçülüyor. Olduğu gibi olan darlaĢmanın bugün için

de, yarın içinde aynı olmasıdır. Sonbahar veya yaz.. Evet hayat benim için kurak

bir yaz. Böylece, örneğin Ģöyle bir soru sorar mısın: ÇözümlenmiĢ olan sevgi

tümceleri var mıdır? Ġnsan duyguları sayısızdır. Cevaplarım ise bir o kadar sınırlı

ve sayılıdır.

Sevgili Küçük GüneĢim mevsimler hızla geçiyor. Yapraklar ağaçlarda kuruyor,

ya da sararıyor. Senin siyah gözlerini karanlıkta geceleri görüyorum. Bazen

yıldızlar eĢlik ediyor benim yalnızlığıma. Ve aynı Ģekilde genel olarak

simgelerimde özsel olan sana. Öyleyse Ģöyle denebilir: Gerçek; güneĢ bizi kör

eden Ģeydir ve diyebilirim ki güneĢ ancak görmediğimiz bir âlemdir. Kaybolan

yıllar ardında kaybolan bir hayat gibisin Küçük Meleğim. Sonra güneĢimin

önünü beyaz bulutlar kapladı ve sanki pamuk tarlasındaymıĢçasına denizin mavi

dalgalarına doğru bir bilge “Kürek Türküleri”ni söyledi:

"KAÇAK ġAMAN

arif akbaş’a

samanyolunda uzun zaman

deli gibi kürek çeken bir Ģaman

birdenbire durdu

bir vakit sonsuza baktı Ģaman

baktı baktı baktı baktı

ve bir türkü tutturdu

yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar"

(Mevlüt YAPRAK “Kürek Türküleri” Mazmun Yay. sf: 43)

Bu beyaz renk ile Ģu öteki daha açık daha metaforik iç bağlantısında

duruyorlar. IĢıksız yüz çizgilerinden söz ettiğimiz anlamda. Melek yüzlü kız

umutluyum bir gün seni tekrar göreceğime dair. Nergis çiçeğinin üzerindeki su

damlalarını seyrediyorum. Belki Ģu parıltı hayal dünyamın kapılarını yine sana

açar. Seni sonsuz bir ümitle seviyorum… Aynaların sırla kaplı yüzlerinden belli

belirsiz bir Ģiiri söylüyor geçmiĢin rüzgârı yine:

MASAL MEKTUPLARI

özenle gizlenmiĢ semboller arasında

neyin sesi tizleĢirken

aĢkımı yitirdim bir an

suratının halini aynada

Rahmaninov‟u parkta görürsünüz

çizgi roman okurken

Page 9: Sagalassos: City of Fairies

IX

ya da göldeki yosunlara bakarken

insanların gecikmiĢliğini görürsünüz

ve baĢlar yeniden

tasarımı üzüntülü Ģeylerin.

„nerede ise orada değilsin‟ sen

acıyı yaĢayan mevsimlerde

mektuplarımı açarım birer birer

masalımsı müziğini duyabilirsin

sigma beyazıyla yüzünün

en sonsuz deneyimler

tasarımı üzüntülü Ģeyler.

(Beyaz Arif AKBAŞ “Kayıp Ülke Hakasya”daki 23. şiir)

Masal mektupları olanaklarıyla uyuĢmayı çizgilerde de olsa baĢarabilir iken,

aynı Ģey niçinse gerçek yaĢamda benim için ulaĢılmaz kılınmıĢtır. Üzüntü, evet

kelimelerin gücüdür üzüntü. Bu soluk satırları “Ağlasun” kenti yakınlarındaki

1.560 metre yüksekliğe kurulmuĢ bir antik Ģehrin yıkıntıları arasında yazıyorum

ve buradaki Neron kütüphanesinden yükselen ateĢin alevlerini seyrediyorum.

Yanımdaki ihtiyara bu Ģehre niçin “Ağlasun” dediklerini sormuĢtum. O da "Genç

adam; buraya gelen ağlamıĢ, giden ağlamıĢ" demiĢti. ġimdi niçin bu terk edilmiĢ

kentte olduğumu daha iyi anlıyorum. Adresine ulaĢamayan mektuplarımı burada

sana okumak isterdim Küçük GüneĢim…

Kubrick‟in Yaratıcı Kaygısı

Stanley Kubrick, ister korku ister bilim kurgu olsun, üzerinde çalıĢtığı her türü

endisi fiilen yeniden icat etmiĢ bir yönetmendir. Agora Yayınları bu ocak ayı

içinde büyük ustanın röportajlarının ve onunla ilgili bazı makalelerin toplandığı

“Stanley Kubrick” isimli Gene D. Philips‟in derlemesini yeni yayınladı. Kubrick

hakkında bu kitapta toplanan röportajlar, yapıldıkları dönemde onun henüz

baĢlangıç aĢamasında olan projelerine referanslar da içeriyor ve fikirlerini

olgunlaĢtırana kadar onları uzun zaman boyunca beslediğini gösteriyor. 1971

yılında Michael Hofsess‟e verdiği bir röportajda Kubrick, Viyanalı roman yazarı

Arthur Schnitzler (La Ronde)‟in 1926 yılında yayınladığı Traumnovell‟in (Hayal

Hikâyesi) [Büyüleyici bir isim] adaptasyonunu yapmayı planladığından

bahsediyor. Nitekim bu röportajdan aĢağı yukarı otuz yıl sonra, cinsel takıntı ve

kıskançlığı irdeleyen roman, Kubrick‟in son filmi Eyes Wide Shut‟a (Gözleri

Tamamen Kapalı) dönüĢüyordu. Yönetmenin bir sanatçı olarak yaratıcı kaygısının

ayrıntılarını gördüğümüz bu kitabı dilimize NeĢfa Dereli çevirmiĢtir. University

Press of Mississippi‟nin Film Yönetmenleriyle konuĢmalar serisinde benimsediği

politikadan dolayı, bu kitaptaki röportajlar üzerinde hiçbir oynama veya düzeltme

yapılmadan yayımlanmıĢ olması da doğru bir karar. Bu yüzden okur kimi zaman

Page 10: Sagalassos: City of Fairies

X

Kubrick‟in kendini tekrar ettiğini gözlemleyecektir. Aslında bu tekrar bolluğu,

sözü edilen fikirlerin birer anlayıĢı yansıttığı, yönetmen için önemli olduğu ve bu

yüzden bunları vurgulamak istediği noktasında anlam taĢıyorlar. Bu kitap ustayı

tanımak isteyenler için son derece faydalı bir çalıĢma.

Son yıllarda film yönetmenleri hakkında yazılan kitapların her biri, konu ettiği

yönetmenin Amerika‟nın en büyük yönetmeni olduğunu iddia ediyor. Sinema

tarihçilerinin bu uzayıp giden tartıĢmaları bir yana, adeta insanların karanlık

yüzünün bir ressamı olarak bilinen Stanley Kubrick, çağının en büyük Amerikan

film yönetmeni olduğunu yapıtlarıyla ilan ediyor. Amerikan sinema endüstrisinin

stüdyo sisteminde çok az kiĢi onun elde ettiği çalıĢma fırsatına sahip oldu.

Filmlerinin bütün sanatsal denetimini elinde tuttu. Bu özgürlüğü rahatça

kullanabiliyordu, çünkü mesleğini sıfırdan öğrenmiĢti. Kubrick, film çekme

tekniklerini bizzat kendisi geliĢtirmiĢtir. Sektörde bağımsız bir film yapımcısı

olma konumuna odaklanan yönetmen böylece en karanlık düĢlerini gerçeğe

dönüĢtürebilmiĢti. Teknik kusursuzluk arayıĢı, entelektüel sembolizmi,

mükemmelciliği ve ince ayrıntılarıyla tanınan yönetmen; elde ettiği bu özgürlükle

dilediği filmleri dilediği Ģekilde çekebilmiĢtir.[dilediği derken, Amerika‟daki

marjinal sinema akımının dahilinde kabul edilip edilemeyeceği hususunu net

bilemiyoruz.]

Sinemaya yeni ve eĢsiz boyutlar getiren büyük ustanın bütün filmleri “her

tarafından vasatlık taĢan bir endüstride” ender görülen bir damgayı taĢımaktaydı.

“. O filmlerinin her Ģeyi ile ilgilenen ve en iyisi olması için gerekirse filmini iki

veya üç yılda çekmekten kaçınmayan bir mükemmeliyetçi olarak bilindi her

zaman. Her filminde özgün ve etkileyici olabilen bir sinema dehasının

özelliklerini taĢıyordu. Kendi üslubunu oluĢturmuĢ ve hiçbir kategoriye dâhil

edilemeyen bir üstattı. Bakın bu durumu kendi sözleriyle nasıl anlatıyor: "Ben

fikir üretiyorum -sinema yönetmeninin temel iĢi budur. Yönetmenin ikinci görevi,

filmin seyirciye nasıl bir zevk vereceğini belirlemektir. Konu aktörlere gelince ise,

ben hep en iyileriyle çalıĢmayı denesem bile burada bir orkestra Ģefinin

karĢılaĢtığı sıkıntıları çekmek kaçınılmazdır. Kendimin bu film yapma sürecinin

en çok hangi aĢamasını sevdiğimi soracak olursanız, o zaman da 'kurgu' diye

cevap veririm. Çünkü yaratıcı bir iĢ çıkarmanıza en yatkın zemin, kurgudur.

Önceden yazarak hazırlanmak, sonradan senaryoyu kaleme almak elbette çok

tatmin edici bir duygu, fakat yazarken bir film üzerinde doğrudan çalıĢmıĢ

olmazsınız. Filmin çekimi baĢladığındaysa, bir sanat eseri yaratmak için tasavvur

edebileceğiniz en ağır koĢullarla baĢ baĢa kaldığınızı bilirsiniz..."

Kubrick Ülkesi

Page 11: Sagalassos: City of Fairies

XI

Kubrick genç yaĢında fotoğrafçılıktaki yeteneğiyle dikkat çekmiĢtir. Henüz 14

yaĢındayken bir fotoğrafını ünlü "Look" dergisine satmayı baĢarabilmiĢti. 17

yaĢında bu ünlü derginin foto muhabiri olarak çalıĢtığı sırada film yapımcısı

olmuĢtur. Aralıksız sinemaya giden biri olarak, Modern Sanat Müzesi‟nin bütün

film koleksiyonunu en az iki defa seyretmiĢ; derken Alex Singer adlı arkadaĢından

kısa belgesel çekimlerinde bir servet yattığını öğrenmiĢ. [Pragmatistte sayılabilir

bir ölçüde] Böylece, fotoğrafçılıktan kazandıklarıyla yaptığı birikimi

değerlendirmek için, orta sıklet boksör Walter Cartier‟le ilgili bir belgesel

çekmeye karar vermiĢ. Çektiği bu filme Day of the Fight adını koymuĢtur. (1951)

Bunu, iki kısa film daha izledi. 1953 yılında ailesi ve arkadaĢları tarafından

finanse edilen ilk uzun metrajlı filmi "Fear and Desire"ı çekti. Bu filmde düĢman

hatlarının arkasına düĢen bir grup askerin yaĢam mücadelesini anlattı. Bu

yapıtında, daha sonraki filmlerinin çoğunda iĢleyeceği, "düĢman bir dünyada

maddi ve manevi temelleri elinden alınan insanın kendisini anlayabilmek için

verdiği mücadele" konusu belirgin bir Ģekilde görülür. "Killer's Kiss"(1955) ve

klasik bir soygun filmi olan "The Killing"le (1956) Hollywood'un dikkatini

çekti.1957 yılında Kirk Douglas'ın baĢrolünde olduğu "Zafer Yolları(Paths Of

Glory)" filmiyle ilk baĢyapıtını ortaya çıkarmıĢ oldu. Sinema tarihinin en baĢarılı

savaĢ karĢıtı filmlerinden olan bu yapıt, Birinci Dünya SavaĢı sırasında, Fransız

ordusunda görevli üç erin, akılsızca bir saldırının bozguna dönüĢmesinden dolayı

günah keçisi ilan edilip, idam edilmesini konu alıyordu. Cephe gerisindeki

subayların terfi edebilmek için, binlerce askeri acımasızca ölüme göndermesini,

Kubrick ustaca gözler önüne serdi. Özellikle askerlik sistemini sert bir Ģekilde

sorgulayan film, Fransa‟da yasaklandı ve 1970'lere kadar gösterilemedi.( Sözünü

ettiğimiz film, Türkiye‟de de yasaklandı ve ülkeye sokulmadı.) Paths Of Glory‟yi

izlemek unutulmayacak bir deneyimdir. SavaĢın sonsuz periĢanlığı, insanları

umutsuzluğa sevk ediĢi ve faydasızlığı, filmin yalınlığı ve gücüyle ortaya çıkıyor;

savaĢın bütün bu olumsuz yanları, kuvvetli Alman birliklerine yapılan anlamsız

saldırıda korkaklıkla suçlanan üç masum Fransız askerin keyfi idamıyla tasvir

ediliyor. Kubrick, kimi diyalogların kusurlu olduğuna katılıyor, fakat bu kusurlu

diyaloglar konunun gücüne ve samimiyetine katkıda bulunuyor. Filmin finalinde

Fransızların esir aldığı ve çatıĢmaya geri gönderilmek üzere olan bir grup sarhoĢ

Fransız asker tarafından Ģarkı söylemeye zorlanan genç bir Alman kız karĢımıza

çıkıyor. Kız çok korkuyor, askerlerse gaddar. Kız Ģarkı söylemeye baĢlıyor,

yaĢanan anın insani yanı askerleri önce suskunlaĢtırıyor, sonra gözyaĢlarına

boğuyor. (Film‟deki bu kızla yönetmen daha sonra evlenmiĢtir.) Kubrick, 1960

yılına kadar yeni bir film üzerinde çalıĢmamıĢtır. O yıl, Kirk Douglas Kubrick‟ten,

prodüksiyonunu üstlendiği ve baĢrolünü oynadığı Spartacus filminin

yönetmenliğini devralmasını istedi. Kubrick, diğer bütün filmlerinin aksine,

Spartacus‟te senaryo ve filmin son hali üzerinde bütün kontrolü elinde

bulunduramadı. Spartacus‟un kurgusu yapılırken, Kubrick ve James B. Harris,

Page 12: Sagalassos: City of Fairies

XII

Vladimir Nabakov‟un Lolita adlı romanının haklarını satın aldılar. Her türlü

toplumsal gruptan Lolita‟nın filminin çekilmemesi konusunda büyük baskı

geliyordu ve bir süre bu proje için hiç para bulamadılar. Fakat sonunda para

bulundu ve film Londra‟da çekildi. Kubrick filmin zayıf yanının erotizm eksikliği

olduğunu düĢünüyor, oysa bu kaçınılmazdı. Kubrick, “Romandaki önemli nokta,

ilk baĢta Humbert‟in sapıklığının esiri olduğunu düĢündürmesi,” diyor. Kitabın

sonuna gelene kadar, Lolita‟nın artık bir genç kız değil, evli ve hamile bir kadın

olduğu ana dek Humbert‟in Lolita‟ya âĢık olduğunu anlamıyorsunuz. Filmdeyse,

cinsel saplantısı gerektiği Ģekilde ortaya konmadığı için, baĢından intibaren

Humbert‟in Lolita‟ya âĢık olduğuna dair imalar var. Ġngiltere‟ye bu filmden sonra

yerleĢen yönetmen sonraki bütün filmlerini bu ülkede çevirdi. Bu ülkeye

gidene kadar usta ama klasik üslupta bir sinemacı sayılan Kubrick, bu ikinci

döneminde bir sinema dehası olarak kabul edilmesini sağlayan filmlerini

çekecektir. Bu dönemin ilk filmi ve baĢyapıtı "Dr.Strangelove"dır.(1964)Dünyayı,

atom bombası atarak yok etmekle tehdit eden çılgın bir eski Nazi bilim adamının

neden olduğu karmaĢayı anlatan film; soğuk savaĢ dönemini, silahlanma yarıĢını,

militarizmi, beceriksiz politikacıları keskin ve ürkütücü bir Ģekilde hicveder.

Kubrick, nükleer strateji analizlerini okurken, bu stratejiler o kadar iyi

hazırlanmıĢ görünüyor ki geçici bir güven hissine kapılıyorsunuz. Ama derinine

indiğinizde ve konuyla daha fazla ilgilendiğinizde, bütün bu düĢünceli satırların

birer paradoksa sebep olduğunu fark ediyorsunuz. Nükleer stratejiler ve onlara

yönelik konvansiyonel tavırların içinde barındırdığı bu daimi paradoks öğesini

Kubrick, Dr. Garipaşk‟ın temel öğesi haline getirmiĢtir. Bu ilk dönem filmleri

sayesinde o, film sanatı açısından, Kubrick ülkesi diye tanımlayabileceğimiz

sinematografik bir dünyanın kapıları aralanmıĢ oluyordu.

2001: Bir görsel deneyim olarak uzaya ve geleceğe bakıĢ

Kubrick‟in diğer bir filmi olan 2001‟le ilgili tartıĢmaların büyük bölümü,

filmde bol miktarda bulunan metafizik sembollerin anlamlarıyla ilgili-örneğin

parlak siyah anıtlar ve bu anıtların insan kaderine müdahale ettikleri her aĢamada

Dünya, Ay ve GüneĢ‟in yörüngesel kesiĢimleri, ayrıca hayatta kalan astronotu

çevreleyen ve o “yıldız çocuk” olarak yeniden doğup Dünya‟ya doğru

sürüklenirken zaman ve uzayın kaleydoskopu andıran bir girdap oluĢturduğu

nefes kesen final sahnesi… Hatta bir eleĢtirmen, filmin ana temasını

Nietzsche‟nin „insan pek insanca‟ temasıyla kıyaslayarak, ilk Nietzscheci film

olarak nitelemiĢtir. Kubrick, film müziklerini hazırlarken de bu tavrını korumuĢ,

Strauss'un üstün insan teorisinin mimarı Nietzsche'nin etkisiyle bestelediği "Also

Sprach Zarathustra / Böyle Buyurdu ZerdüĢt" parçasını filme dâhil ederek, alt

Page 13: Sagalassos: City of Fairies

XIII

metni desteklemiĢti. Kendimize asıl sormamız gereken Ģudur: 2001‟in metafizik

mesajı neydi? Arthur C.Clarke'ın kitabından yola çıkarak birlikte hazırladıkları

senaryoyla çekilen film; Ġnsanlığın gelecekteki yaĢayıĢı, teknoloji karĢısındaki

konumu, evrenin sırlarına vakıf olup olamayacağı konularına özgün ve felsefi bir

bakıĢ açısı getiriyordu. 2001, görkemli bir anlatıma sahip olmakla birlikte

hayallerimizin sınırlarını hala zorlamaya devam ediyor. Burada değindiğimiz

filmler, bu ilginç yönetmenin sadece birkaç filminden ibaret. Bunlardan baĢka;

Otamatik Portakal (1971), Barry Lyndon (1975) ve bu filmlerden sonra korku

filmlerinin popüler olmasıyla Stephan King'in ünlü romanı “The Shining” (1980)'i

sinemaya uyarladı. 7 yıl uzun bir aradan sonra 1987 yılında “ Full Metal Jacket”

(1987) ile sinamaya dönüĢ yaptı. Full Metal Jacket, insanoğlunun ikiliğinin ve

hükümetlerin ikiyüzlülüğünün bir hikâyesi. Kubrick, her zaman yaptığı tüm

iĢlerde bir yaratıcılık kaygısı taĢıyordu. Yine aynı kaygı ve amatör ruhla son filmi

"Eyes Wide Shut" (1999)‟u çekmiĢti. Dahi yönetmenimiz, Gözleri Tamamen

Kopalı‟nın son baskısını Warner Bros‟a teslim ettikten dört gün sonra hayata

gözlerini yumdu. GerçekleĢtirme fırsatı bulamadığı "AI-(Yapay Zeka)" adlı

fütüristik film projesi baĢarısız bir Ģekilde Steven Spielberg tarafından filme

alınmıĢtır. Eğer Kubrick bu filmi tamamlasaydı daha baĢarılı bir kurguyla bizi

selamlardı sanırım.

Büyük Ģehir insanını büyüleyen aĢk

„Bir insanı ancak onu ümitsizce seven tanır.‟ Yazdığım ilk cümle dahi bu

konuda söylenecek sayfalar dolusu Ģey olduğunu anlamaya yeter sanırım. Eskiler,

sev de istersen bir putu sev diye söylermiĢ. Niçin böyle demiĢler? Belki sevginin

en sıradanında bile çok sırlı hakikatler olduğunu belirtmek istemiĢlerde onun için

böyle bir cümle kurma ihtiyacı duymuĢlardır. Bir insanı tanımaya yönelik

söylediğim ilk cümle durumu mükemmel biçimde özetliyor.

Acı çekmiĢ ruhların mutluluğa ve tamamlanmaya hakkı vardır. Eğer böyle bir

öngörüde bulunmasak hayatın değeri gözümüzde öyle küçülüyor ki bunu

anlatmak hiç mümkün değil. Son bakıĢta aĢk olgusu bahsettiğim sade ve temiz

duygulardan oluĢan ilk durumdan oldukça farklıdır. Walter Benjamin, bu konuda

çok güzel sayfalar kaleme almıĢtır. Nurdan Gürbilek ve Sabir Yücesoy‟un

derlemiĢ olduğu “Son bakıĢta aĢk” isimli bir kitabı vardır. Benjamin Seçkisi'nin

3. Basımı olarak tekrar bu kitap Metis Yayınları tarafından basıldı. Kitabı

piyasada tükendiği için uzun süredir bulamıyordum. 1993'te ilk yayımlanırken

Türkçe'de pek az çevirisi vardı Benjamin'in. Yapıtına giriĢ niteliğinde en önemli

ve tipik saydığımız metinleri biraraya getirilmiĢ, 20. yüzyılın en ilginç, en ilham

verici düĢünürünün tanıtılması amaçlanmıĢtı. Son Bakışta Aşk'ın bugünkü

okurları daha Ģanslı çünkü artık Pasajlar'la, Parıltılar‟la, sürdürebilirler Benjamin

okumayı. Edirne‟de “Yalnız Göz” köprüsünde durup suyun parıltılarını

seyrederken aĢkın bir son bakıĢını düĢünmüĢtüm.

Page 14: Sagalassos: City of Fairies

XIV

Ġlk bakıĢta aĢk, klasikleĢmiĢ bir durum olarak birçok romanda iĢlenmiĢtir.

Dostoyevski‟nin „Beyaz Geceler‟ ini sanki bu bağlamda yazılmıĢ diye

hatırlıyorum. Beyaz Geceler, tuhaf bir üçlü karĢılaĢma anına konumlanmıĢtır.

Olay örgüsü yapılmak istenen tercih durumuyla pekiĢtirilmeye çalıĢılıyor.

Romanı okuduktan sonra Dostoyevski‟nin tüm psikolojik analiz yeteneğine

rağmen aĢk karĢısında çaresiz kaldığı hissi uyandı bende. Öyle veya böyle ilk

bakıĢta aĢk mitinin pek yabancısı değilizdir. Ġzlediğimiz çoğu Türk Filmi de

senaryo itibariyle aynı konudadır. Peki, aynı durum; „Son bakıĢta aĢk‟ teması için,

hayatın bizzat içinde nasıl gerçekleĢir, onu anlatmaya çalıĢacağım. „Son bakıĢta

aĢk‟ kavramı modern zamanlardaki çözük ve parçalanmıĢ kiĢilik üzerinden analiz

edilebilir. Sevim Kantarcıoğlu, “ T. S. Eliot‟un Ģiirlerinde insanın kendisini

gerçekleĢtirme teması” adlı kitabında “Prufrock‟un AĢk ġarkısı” isimli Ģiiri

çözümlerken aynı durumdan bahsediyor. Modern zaman insanının acıklı durumu,

onun kendine ve topluma yabancılaĢmasından ve Tanrı‟sından kopukluğundan

ileri gelmektedir. Eliot, çözük bir kültürün neticesi olan çağımız insanının

trajedisini onun kiĢiliğindeki çözülmenin ve parçalanmanın bir sonucu olarak

görmüĢtür. Bu yüzden modern zaman insanı dıĢ dünyada objektif karĢılığı

bulunan bir sistem oluĢturamamaktadır. Prufrock‟un temsil ettiği ruhi durumun

bir neticesi olarak gerçekleĢtirilememiĢ, niyette kalmıĢ bir aĢk söz konusudur.

Benjamin‟in „Son bakıĢta aĢk‟ teması tam da böyle bir duruma iĢaret ediyor. „Son

bakıĢta aĢk‟, geleceği ve ümidi olmayan aĢktır. Ġnsanın bilinci üzerindeki etkileri

„Ġlk bakıĢta aĢk‟ mitine göre çok daha tesirlidir. „Son bakıĢta aĢk‟, kapanmayan bir

yara gibi modern zaman insanında her daim var olagelmektedir.

Kalabalık bir caddede yürüyen insanları gözümüz önüne getirelim. Kalabalık

caddede „karınca sürülerinin iletiĢimi‟ gibi bir iletiĢimsizlik vardır. Belki

karıncalar bile bu durumda bizden daha fazla iletiĢim kurma ihtiyacı hissederler.

Benliğin tek bir unsuru içine hapsolmuĢ, uygar seçiciliği hastalığına tutulmuĢ,

Ģuursuz bir kitle adeta. Bu insanların küçük dünyasında tutarlı bir durumdan söz

edilemez. KurgulanmıĢ mekanik yalnızlık ve çaresizlik duygusu hâkimdir yapılan

her fiilde. Kantarcıoğlu‟na göre: “ Prufrock, dıĢ dünyanın kargaĢası ve değiĢken

akıĢı içinde kaybolmuĢ, hür iradeden yoksun bir eĢya gibidir.” Bu atmosfer onun

zekâ ve duygularını yutmuĢtur. Onun için dıĢ dünya, karmaĢık olan iç dünyasının

bir yansımasından ibarettir. Böyle bir ruh hali içindeyken tanımadığı bir yüze ki

yüzler ruhlara açılan pencereler gibidir, son bir istekle bakar. Ani bir sevgi

parıltısı görür bir anlık. AteĢ böceklerinin erkeğini tanıması için ıĢık yakmalarına

benzeyen bir durum gibi diyelim biz buna. Çok kısa süren bu durum geleceği ve

ümidi olmayan bir aĢktır. Aniden parlar ve kayan bir yıldız gibi kaybolur

karanlık gecede.

Benjamin‟e göre seven kiĢi sevilenin sadece kusurlarına, bir kadının sadece

garipliklerine ve zayıflıklarına bağlılık duymaz. Onun yüzündeki kırıĢıklıklar

yada benler, sade elbiselerle çarpık bir yürüyüĢü onu bütün güzelliklerden daha

Page 15: Sagalassos: City of Fairies

XV

sürekli ve daha acımasızca bağlar. Peki niçin? Sevgiliye bakarken de öyle, kendi

dıĢımızda oluruz. „Son bakıĢta aĢk‟ metaforu bu durumu engelleyen bir iç dünya

egemenliğidir aĢk için. Benjamin bir fragmanında Ģöyle söylüyor: Sevene dair,

“Bu sefer eziyet veren bir gerilim ve hayranlık içinde. Duyum gözleri kamaĢmıĢ

biçimde, bir kuĢ sürüsü gibi, kadının yaydığı ıĢık içinde uçuĢup durur. Nasıl

kuĢlar ağacın gizleyen yaprakları arasında korunak ararsa, duyumlar da gölgeli

kırıĢıklara, hoĢ bir eda taĢımayan el-kol hareketlerine ve sevilen gövdenin göze

çarpmayan kusurlarına sığınır, sinip gizlendikleri o yerlerde güven bulurlar.”

ĠKĠ DÜNYA ARASINDA BĠR SEYYAH: ESSAD BEY

Weimar Almanya'sının kültürel atmosferinde doğuya özgü çiçekler açmıĢtı.

Essad Bey‟in düĢlediği gibi tutumsuzca olarak oldukça az ve nadir çiçeklerdi

bunlar. AĢırı derecede popüler kitaplar ve gizemli seyahat yapıtları Batıya Ġslami

bir dünyanın pencerelerini açıyordu. Siyasi kargaĢalarla sarsılan Çarlık Rusya'sı

ve onun egzotik kabileleri…

Müstear ismi „Kurban‟ olan yazar tarafından okuyucuları için, Hıristiyan bir

kız ile Müslüman prensin aĢklarının romantik hikâyesini anlatılıyordu. „Ali ve

Nino‟ Rus Devrimi arifesinde Kafkasya‟da geçen bir aĢk hikâyesidir aslında. Ġlk

basımı 1937 yılında Almanya‟da yapılmıĢ; yetmiĢlerde çeĢitli dillere çevrilmesiyle

yeniden gün ıĢığına çıkmıĢ, küçük bir klasik olmuĢ. Essad Bey, ikinci sınıf ucuz

romanlar yazmak yerine daha ciddi eserler kaleme alsaydı belki de bir Pierre Loti

Page 16: Sagalassos: City of Fairies

XVI

olabilirdi. Ne var ki, yazarın kimliği hiçbir zaman açıklığa kavuĢmamıĢ. Herkes

Kurban Said‟in Kafkasya‟daki, petrol kenti Bakü‟de doğmuĢ bir yazarın takma adı

olduğu konusunda hemfikirdi. Almanya'nın en sevgili Müslüman'ı olarak

adlandırılan Essad Bey (Lev Nussimbaum)gerçekte bir Musevi‟ydi. Ġstanbul‟daki

sahaflara Ģöyle bir göz attığımızda „Ali ve Nino‟ kitabının 1970‟lerdeki Hürriyet

Kitabevinden çıkan ilk Türkçe baskısına rastlayabiliyoruz. Bu kitaptan önce ise

Essad Bey‟in “Hz. Muhammed” isimli tuhaf risalesinin Hüseyin Avni tarafından

yapılan tercümesi 1959 yılında Ġnsal Kitabevince yayınlanmıĢtı. Yani bu dönemde

aĢağı yukarı bizde de benzer bir ilgi görebilmiĢti Essad Bey.

ĠletiĢim yayınları, bugünlerde Amerika‟da da popüler olan ve Kurban Said‟in

gerçek hayat hikâyesinin serüvenini konu alan “Oryantalist” isimli eseri

yayımladı. Kitabın yazarı Tom Reiss, Essad Bey‟den namı diğer Lev

Nussimbaum‟dan bahsederken „ Babası zengin bir petrolcü, annesi ise komünist

sempatizanı ve eylemcisi olan Lev, aldığı iyi eğitimden çok serüven romanlarıyla

ruhunu besleyen yalnız ve hayalperest bir çocuktu. Ekim Devrimi, kendisinin ve

ailesinin hayatını altüst etti. Ömrü boyunca komünistlerden nefret edecek olan

genç Yahudi, çok sevdiği ancak giderek tekinsiz ve yaĢanmaz bir yer haline gelen

Bakü‟yü ve Kafkasya‟yı babasıyla birlikte terk etmek zorunda kaldı. Bu zorunlu

göç onun bütün hayatını değiĢtirecekti. Kendisini inançlı ve samimi bir

Müslüman, Kafkasyalı, Türk veya Doğulu olarak tanıttığı yeni bir döneme

girmiĢti. Dillerini bildiği Batılılara karĢı herhangi bir yakınlık duymuyordu. Terk

etmek zorunda kaldığı topraklar onun için dürüstlük, sahicilik ve cesaret demekti.

Ġstanbul‟u veya ıssız çölleri, Bakü‟deki saray gibi binaları düĢünerek saatler

geçirebilirdi. Kurban Said mahlasıyla egzotik ve romantik Doğu‟yu anlatan aĢk ve

serüven romanları yazmaya baĢladı…‟ demektedir. Gerçekte, Essad Bey, Tom

Reiss‟in kitaba koyduğu “Tuhaf ve Tehlike Dolu Bir Hayatın Aydınlanan Sırrı”

alt baĢlığından da anlaĢılabileceği gibi, düĢsel bir oluĢumdur.

Kitabın editörünün dediği gibi Oryantalist yazarının kullandığı kinik dil

okurun dikkatini hemen çekecektir. Yazar olgulardan çok bizzat yaĢadığı olayları

öne çıkarmaktadır. Bir Oryantalistin hayatını okura aktarırken oryantalist bir

edayla yazmaktadır. Tipik bir oryantalist bakıĢ tarzı olarak konumlanan “aslolan

gerçek değil anlatıdır” biçimindeki yaklaĢım metnin tamamında özenle

sergileniyor. Tabi bu durum bazı Arap edebiyat eleĢtirmenlerinin de dikkatini

çekmiĢtir. Al Ahram‟ın kitap ekinde yazılar yazan Faiza Hassan‟ın sentimental

semitist olarak tanımladığı Tom Reiss‟ı değerlendirirken; „ArĢivlerin tozlu

raflarında belgeler ve hatıralarla boğuĢarak zorlu sınavını Ģansı yardımıyla

halletmeye çalıĢan Reiss, Essad Bey‟in gerçek hikâyesine olan ilgisini takıntı

haline getirmiĢtir. Yazarın yorumu gerçeği ve akılcılığı umursamayan ama ısrarla

gerçeği ifĢa ettiğini iddia eden siyasal romantizmini hatırlattığı çok açık. Yazar

oryantal köklerini bulmak için onu diriltmeye umutlu gözüküyor. Bu anlamda,

Page 17: Sagalassos: City of Fairies

XVII

Lev gerçek bir Ģey, çünkü yaĢadığı hayat kendi mirası üzerinde Ģekilleniyor.

Yalnızca çizim olan Ġngilizce ürün farklı.‟

Lev, bir anlamda, 19. Ve 20. Yüzyıllarda çok görülen ama Ģimdilerde

unutulmuĢ bir tipin aĢırı bir örneği, yani Yahudi oryantalistti. Bu olguya ilk kez

Viktorya dönemi Ġngiltere‟sinde, Palgrave ve Disraeli gibi asimile olmuĢ son

derece etkili ailelerin genç erkeklerinin “Doğulu kökenlerini” aramak için

çıktıkları çöl yolculuklarıyla tanık oluyoruz. Bunlar kadim Ģarkı egzotik Öteki‟yi

keĢfedecekleri bir yer olarak değil, tersine kendi kökenlerini bulacakları yer

olarak görmüĢlerdir. Ne yazık bizim kahramanımız Oryantalist Essad Bey, Irvin

Cemil Schick‟ın Ģarkiyatçı söylemlerde çözümlemelerini yaptığı bir çizgide

hayatını sürdürmeyi seçmiĢtir. Tom Reiss‟in fantazyasındaki doğuya yolculukta ;

„Kurban‟ Said‟in izinde çokça minareler ve bazen de ipek çoraplar görüyoruz.

ÖZGÜRLÜK VE ZORUNLULUK ARASINDA

GERĠLĠM ĠMGELERĠ

Fotoğraf Sanatçısı Bülent ġangar‟ın 1990‟lı yıllarda Türkiye ortamı içindeki

yerini, öncelikle o dönemin tartıĢmaları içinde ele almak doğru ve anlamlı

gözükmektedir. Ve ne yazık ki bizde çağdaĢ fotoğraf sanatı üstüne hazırlanmıĢ

incelemeler oldukça azdır. Dünyada sanat yapıtlarının değerini ortaya çıkaran bu

nitelikteki eserler sanat dünyası ile sanatçıya bir hayli katkılar sağlamaktadır.

Bülent ġangar, ilk dönemlerinde resim ve serigrafi ile uğraĢırken bugün fotoğrafa

yönelmeye karar vermiĢtir, ama Aydan Murtazaoğlu ile birlikte bunu hala

tartıĢmaktadır. Resim ve temsili gelenekten çıkmak nasıl mümkün olacaktır? Veya

baĢka türlü temsil yolları nasıl olacaktır? Ġkincil bir malzeme olarak bakılan

fotoğraf aslında 1970‟lerden itibaren Batı sanat dünyasına girmiĢ ve artık

yerleĢmeye baĢlamıĢtır, ancak bir Ara Güler dıĢında Ġstanbul sanat dünyasının

bunu kabul etmesi bir hayli uzun yıllar alacaktır. ġangar, „avangart söylemden,

sanatta deneysellikten, kavramsal sanattan, sanatın sanat olmayanı da içeriyor

olmasından etkilenmiĢ; sanat yapıtının tek bir ifade dilinden oluĢmayacağını,

disiplinlerarasılığın önemini‟ daha o yıllarda fark etmiĢtir. Ali Akay‟ın da

belirttiği gibi; “Teorik olarak Walter Benjamin‟in yeniden üretim tekniği çağında

sanat eserinin aura‟sının kaybolması ve Yeni Melek (Angelus Novus)”

alegorisinden oldukça etkilenir. Metaforik sanat analizinde bir yandan nostaljiyle

tarihe bakarken diğer yandan yeni bir sanat uğraĢına ve yeni teorik okumalara

kendisini teslim etmeye baĢlar.

Yapı Kredi Yayınları tarafından Vehbi Koç Vakfı‟nın desteğiyle yayımlanan

„Türkiye‟de Güncel Sanat‟ baĢlıklı monografi dizisine yeni bir kitap daha

hazırlanıp yayımlandı. Serinin bundan önceki Aydan Murtezaoğlu‟nun sanatını

anlatan „Yakınlıklar Kaybolup Mesafeler Kapanırken‟ kitabından sonra Ali

Akay‟ın „Gerilim Ġmgeleri‟ ise Bülent ġangar‟ı ve sanatını ele alıyor. Felsefi

Page 18: Sagalassos: City of Fairies

XVIII

Soruşturmalar‟da Wittgenstein ilginç bir soru atar ortaya: sese ya da yazıya

dökmeden sadece zihinde hesap yapmak mümkün müdür? Bunu yapan kabileler

olabilir, ama bu bir sınır durumudur. Diğer taraftan, yazma zorunluluğunu

dıĢlamayan bir durumdur bu, zira Wittgenstein gene de “imgelemde”, yani seste

ve kâğıtta değilse bile en azından belleğin levhasında hesap yapmaktan bahseder.

Gösterge ve yazı özelliklede fotoğraf üzerine çağdaĢ düĢünceler, bu geleneğin,

daha kesin ifadelerle bu sorunun mirasçısıdırlar. Kitabın giriĢ yazısında René

Block, ġangar‟ın asıl önem verdiği Ģeyin „Türk toplumu içerisindeki çeliĢkileri

görünür kılmak‟ olduğunu söylüyor. Tabi bu çeliĢkilerin görünür kılınması için

bazen sanatçı fazlasıyla kurguya yaslanabiliyor. Türkiye’de Din ve Siyaset adlı

kitabında sosyolog ġerif Mardin „mahalle etosu‟dan ve „mahalle baskısı‟ndan

bahsetmektedir. ġangar‟ın çalıĢmalarında genellikle bu bağlamda bir imgelemin

mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Mahalle etosu ile mahalle baskısı kavramları ise

birbirinden oldukça farklıdır. Bu noktada mahalle baskısı zorunluluklar ile

iliĢkiliyken mahalle etosu özgürlüklerle ilgili bir durumdur. Bülent ġangar‟ın

fotoğraf, serigrafi ve videolardan oluĢan eserlerinde genellikle gazetelerin üçüncü

sayfalarına yansıyan olaylara rastlıyoruz. ġangar‟ın sanatı bize gerilim

imgelerinin temsilinden çok onların kurgusal temsilleri hakkında bir Ģeyler

söylüyor.

Serigrafik Ve Fotografik ÇalıĢmalara Doğru

Severek bir çırpıda okuduğum bu kitaba ayrıca ek olarak Erden Kosava‟nın

Bülent ġangar ile yaptığı söyleĢi de dâhil edilmiĢ. Bu söyleĢide sanatçının,

fotoğrafa geçiĢ süreci ve bu geçiĢ sürecinde onu besleyen disiplinler, fotoğraftaki

kiĢisel dilini geliĢtirmesi, çalıĢmalarını besleyen sosyal ortam, fotografik imge ve

kendini kullanma, inandırıcılık, sunum tekniği gibi konulara açıklık getiriliyor.

ġangar‟ın iĢleri kitapta tematik olarak açıklanıyor. Bu temalar sırasıyla Kurban,

Devlet ve Sivil Toplum, Kamusal ve Özel, Individuation: Çokluk Olarak Sanatçı,

İkizlik, Risk ve Suç alt baĢlıkları altında sırasıyla inceleniyor. Tabi bu çalıĢmaların

hepsinin fotoğrafları da kitapta mevcut. Kitapta ilk çözümlenen tema ġangar‟ın

„Ġsimsiz”(Kurban) tuval üzerine serigrafik çalıĢmasıdır. Diğer temalar pek pürüzlü

olmamakla birlikte fena sayılmazlar. Ali Akay bu fotoğrafı anlatırken; “Taksim‟de

meydanda bir genç delikanlı (Bülent ġangar‟ın Kendisi) yere yatırılmıĢ, gözleri

bantlanmıĢ, kolları bağlı, belli ki can çekiĢmekte. Kafasında dindarlığı gösteren

baĢlığı ve elinde kör bir bıçak olan, kendisinden yaĢlı biri tarafından kurban

edilmeye hazırlanmakta.” diyor. (s.32) Okunduğunda ilk anda anlaĢılacağı gibi bu

ifadeler insana antropolojik imgelemin kliĢelerini çağrıĢtırıyor. Kafasında

dindarlığını gösteren baĢlığı dediği Ģey Müslümanların „takke‟sidir, ayrıca bıçağın

kör olduğuna ve yatan insanın can çekiĢtiğine dair fotoğrafta herhangi bir

gösterge yoktur. Ali Akay‟ın yaĢadığı topluma bir sosyolog olarak aline olması

doğrusu beni biraz ĢaĢırttı. Kurban motifi Aztekler den beri insanlık tarihinde

Page 19: Sagalassos: City of Fairies

XIX

vardır. Eski Aztek sanatçıları da bunu bir imgelem olarak kullanmıĢlardır.

Eylemin kendisinden ziyade bence toplumdaki etkisine odaklanmalıyız.

Özgürlük ve zorunluluk arasında gerilim imgelerini kuran sanatçı zihinde yaptığı

hesaplar kadar yaĢadığı toplumun gelenekleriyle de bir Ģekilde eklemlenerek

yeniden üretme döngüsünü kurabileceğini düĢünüyorum.

Beyaz Gülün Siyah Gölgesi

Heidegger bir gölgeler insanıydı, dıĢavurumcuydu ve romantikti. Yazıma

seçtiğim ironik baĢlık yıllar önce hakkında çokça spekülasyon yapılan “Heidegger

ve Nazizm” iliĢkisini irdeleyen metin için yazdığım derkenara aittir. Altını

çizdiğim satırlardan bazısı ise Ģöyle; “Batı düĢüncesinde „metafiziksel‟ adını

verdiği bir damara son vererek 'Varlığın' sesinin duyulmasına çalıĢan ünlü bir

filozofun; Almanya'da tarihsel olarak belirli bir dönemde sınırlı bir hareket yanı

Nazizm ile arasındaki iliĢki, niye bu kadar büyük bir ilgi görüyor? „Heidegger ve

Nazizm‟ baĢlığı niye özellikle Amerika ve Avrupa akademik çevreleri ve

entelektüel kesimleri arasında halen ağırlıklı bir konu olmayı sürdürüyor?” Bu

eski kitap bu sorulara bir nebze olsun cevaplar veriyordu. Aradan bir hayli zaman

geçtikten sonra yine aynı kıĢkırtıcı entelektüel konu karĢıma çıktı. Yıllar önce bu

meseleyi halledebilmiĢ miydim pek hatırlamıyorum. Doğan Yayınları, Arjantinli

Felsefeci José Pablo Feinmann‟ın “Heidegger‟in Gölgesi” isimli kitabını yeni

yayınladı. Kitaba değinen bazı köĢe yazarları oldu fakat onlarda kitabın bir roman

olduğunu unutarak bu dev filozofu birazda Jurgen Habermas‟a öykünerek

anlamaya çalıĢtılar. Heidegger, Nazi polemiğine malzeme yapılabilecek bir

düĢünür değildir.

Kitabın yazarı José Pablo Feinmann, 1943 yılında Buenos Aires‟te doğmuĢ ve

Buenos Aires Üniversitesi Felsefe Bölümü‟nü bitirmiĢtir, yayımladığı yirminin

üzerindeki kitap çok sayıda yabancı dile çevrilmiĢtir. Kurbanın Son Günleri, Los

crìmenes de Van Gogh, Sabor a Freud eserlerinden bazıları. Ülkesi Arjantin‟in en

önemli felsefeci ve romancılarından biri olan Feinmann halen mezun olduğu

üniversitede felsefe dersleri veriyor. Feinmann için kurgu, felsefi konulara

yaklaĢırken daha iyi bir yöntemdir. Bu romanda ana karakter olan Dieter Müller,

stilistik yönden bazı pasajlarda bir iç söylem ifadesiyle konuĢturuluyor. Müller,

Alman bir profesör olmakla birlikte, her zaman Heidegger‟in fikri üstünlüğünü

kabul etmekte ve kendisini onun öğrencisi saymaktadır. Bireysel bir trajik

kaderin yer aldığı bu romanda 20. yüzyılın en etkili filozoflarından biri olan

Heidegger suskunluğu bozularak konuĢturulmaya çalıĢılmıĢtır. Bu sayfalarda

tarafsız ve bir o kadar sade düĢüncelerde vardır. Sayfalar boyunca varlık adeta

zamanın içinde nefes almaktadır. Kitap iki bölümden oluĢuyor ve ilk kısım

Profesör Dieter Müller‟in oğluna yazdığı bir mektupla baĢlıyor. Ġkinci bölümde

ise profesörün oğlu olan Martin Müller‟in hikâyesi anlatılıyor.

Page 20: Sagalassos: City of Fairies

XX

Wittgenstein‟dan söz edilirken insanın aklına nasıl onun maĢası ve yaptığı o

ünlü tartıĢma geliyorsa Heidegger‟den söz edildiğinde de kaçınılmaz olarak

Freiburg Üniversitesindeki Rektörlük konuĢması ve Naziliği hakkındaki

söylenceler geliverir. Kitapta bu konuda birçok ima vardır. Müller‟in ağzından;

“Rektörlük KonuĢması‟nı bitirirken söylediklerini söyleyen çıkmamıĢtı. Onun

gibi „Bütün büyük Ģeyler, fırtınada durur‟ diyen olmamıĢtı.”sözlerini dinliyoruz.

Bir insanın hatalı politik tercihler yapabilir fakat bu onu bir zanlı haline getirmez.

Heidegger‟de bunu anlamıĢ olacak ki daha Nazi katliamı baĢlamadan rektörlük

görevinden istifa etmiĢtir. Bizde de Tanpınar bir askeri darbeyi desteklemiĢ ve

daha kötüsü yargılananlar için idam kararını dahi hafif bulmuĢtur. Fakat hiç

kimse yazılarından dolayı onu bir zanlı ilan edip yargılamamıĢtır. Kitaptaki bu

konuda tarafsız olan birkaç cümleyi de burada alıntılamak istiyorum.“ Heidegger

aĢağılandı. Nazilikten arındırma iĢlemine maruz kaldı. Üniversitedeki derslerini

sürdürmesini engellediler. Fransa‟da herkes Varlık ve Hiçlik‟i okuyor ya da

okumaya çalıĢıyor. Bu Heidegger‟den esinlenmiĢ bir kitap. Sartre tarafından

ustaca yazılmıĢ, yeniden yaratılmıĢ. Bu kitap –birçoklarına göre- Fransız

Direnişi‟nin ruhunu ifade ediyor. Sartre nasıl bir mucize yaratmıĢ? Bir Nazi‟nin

yazdığı kitaptan yola çıkarak Fransız DireniĢi‟nin ruhunu nasıl ifade

edebilmiĢ?”Bazıları onun nasyonal sosyalist düĢüncelerini ünlü kitabı “Varlık ve

Zamanda” da görmeye çalıĢmıĢtır. Varlık ve Zaman bir ontoloji çalıĢmasıdır. Bizi

Varlık sorusuna açmak için yazılmıĢ bir kitaptır, savaĢla ilgisi yoktur. Müller,

filozofun rektörlük konuĢmasını dinliyor ve ertesi gün; “daha önce bende hiç

olmayan bir kararlılığın itkisiyle, Nasyonal Sosyalist Alman ĠĢçi Partisi‟ne üye

oldum. Kısacası, oğlum: Nazi oldum.” diyordu. Bana göre bu fazlasıyla zorlama

bir yorum. Kabul etmek gerekir ki o yıllarda Almanya ölüme âĢık olmuĢtu. Der

Tod ist ein Meister aus Deutschland. (Ölüm Almanyalı bir üstattır.) Fakat filozofun

düĢüncelerinin bu canilerle aynı olduğunu söylemek en basit manada onun

felsefesini hiç bilmiyoruz demektir. “Eski hikâyedir: büyük entelektüeller,

fikirleriyle yönlendirmek için büyük politik liderlere yanaĢırlar; oysa büyük

politik liderler, yönlendirilmedikleri için büyüktürler. Tam tersine,

yönlendirilmeye kalkıĢanlardan nefret ederler. Bu nedenle pek çok entelektüelin-

bilirsiniz bu sevilmeyen bir kelimedir- ve filozofun kaderi acı doludur. Bay

Heidegger, en azından, canını kurtardı.” Herman Mellvile‟nin ünlü romanın

sonunda Kaptan Ahab, Moby Dick‟le karĢılaĢır. Besbelli elindeki zıpkınla onu

mıhlama arzusu hayatını besliyorsa da büyük okyanusun derin sularında

kaybolmaya mahkûm olur. Heidegger‟e sorular sorarak onu sorgulayanların

durumu bana her zaman niyeyse Kaptan Ahab‟ın bu halini hatırlatmıĢtır.

Carventes der ki: “Gerçeklik simetri sever.” Masamın üzerinde duran beyaz

güllere bakarken onların simetrik bir Ģekilde yüzeye yansıyan siyah gölgelerini

fark ettim. Burada Heidegger‟den tek satır okumamıĢ insanlara Ģunu da

hatırlatmak isterim; o günkü bakanlık iki dekanı sırf Yahudi olduğu için

görevden aldığı için rektörlük görevinden istifa etmiĢtir. O günlerdeki Yahudi

Page 21: Sagalassos: City of Fairies

XXI

aleyhtarı bir afiĢin üniversite içinde asılmasını engellemiĢ ve kitap yakma

Ģenliğini de yasaklamıĢtır. Oruç Aruoba‟nın bir sözüyle yazımı bitirmek

istiyorum. “Ġnsan düĢüne düĢüne faĢist olmaz.”

Sözcük Oyunları

Nasıl bir hayat serüveni geçirmiĢtir ki bir insan "yaĢam kullanma kılavuzu"

(Ġmge Kitabevi–2009)gibi bir kitap yazabilsin? Uzun yıllar boyunca bu sorunun

zihnimi meĢgul ettiğini hatırlıyorum. Perec‟in anlatısı gerçektende bir kılavuz

gerektirecek Ģekilde düzenlenmiĢ gibidir.(Bu konuda Enis Batur; BaĢkalaĢımlar

XV‟te : Perec Kullanım Kılavuzu diye yazdığı kitapta bize bir takım çağrıĢımların

ipuçlarını verebiliyordu.) Perec, çok yönlü ve karmaĢık bir sanatçıdır. Onun ilk

çalıĢmaları küçük denemeler Ģeklinde Lettres nouvelles, N.R.F., Partisans, Cause

commune gibi dergilerde çıkmıĢtı. 1965‟de çıkardığı Les Choses (ġeyler–1965) adlı

yapıtıyla da sanatçı Renaudot ödülünü almıĢtır. O sinema alanında da etkinlik

gösterdi ve bazı filmlerin çekimine katıldı. Yeteneklerini ve kültürünü sergilediği

baĢyapıtı La Vie mode d’emploi kendisine 1978 Médicis ödülünü kazandırdı.

YaĢam Kullanma Kılavuzu, 1978 Médicis Ödülü jürisini tam anlamıyla hayran

Page 22: Sagalassos: City of Fairies

XXII

bırakan bir titizlik ve büyüleyici bir virtüözlükle kurulan ve düzenlenen

yaĢanmıĢ ve düĢlenmiĢ anıların, yan yana gelen, zincirlenen, iç içe geçen

yaĢamların olağanüstü romanıdır. Aynı düzeyde daha birçok çalıĢması olmuĢtur

bu sevimli yazarın; Les Revenants (Hayaletler 1972), La Disparition (YokoluĢ

1973), La Boutique (Karanlık Butik 1973), W (1975) ilk aklıma gelenler. Perec, bir

yazar için çok genç denecek bir yaĢta hayata veda etmiĢtir. Buna rağmen birçok

nadide yapıt bırakabilmiĢtir geriye.

Yakın bir geçmiĢte kaybettiğimiz sevgili Ulus Baker ile tanıĢmak istiyordum.

Onunla tanıĢma fırsatı elde edemedim fakat askerdeyken onun bir arkadaĢıyla

görüĢmüĢtüm. ġimdi ismini hatırlayamadığım bu arkadaĢın elinde ilk defa

Perec‟in “KayboluĢ” isimli romanını gördüm. Fırsat bulduğum anlarda parçalar

halinde bu romanı okuyabilmiĢtim. Ulus Baker ile aramda ve de Perec arasında

bazı benzerlikler oluĢmuĢtu zihnimde. Ama Ģu an ayrıntılı olarak

hatırlayamıyorum. “Perec‟in tüm yaĢamı Paris‟te geçmiĢ. II. Dünya SavaĢı'nda

henüz 3 yaĢındayken babasını kaybetmiĢ. Annesi 1942'de Paris‟te ortadan

kaybolmuĢ. Sonradan Auschwitz kampında öldüğü öğrenilmiĢ galiba. Akrabaları

tarafından büyütülen bir çocuktur o…La Disparition (KayboluĢ) adlı romanını hiç

E harfi kullanmadan yazmıĢ.” Ġsmini tam çıkaramadığım arkadaĢım bunları

söylemiĢti onun hakkında. Aradan yıllar geçtikten sonra geçenlerde bu sevimli ve

bir o kadar tuhaf bulduğum yazarın yeni bir kitabıyla karĢılaĢtım. Ve bayağı

sevindim. Ġmge Yayınları, onun basılan ikinci kitabı olan “L‟art et la manière

d‟aborder son chef de service pour lui demander une augmentation” (Ücret ArtıĢı

Talebinde Bulunmak Ġçin Servis ġefine YanaĢma Sanatı ve Biçimi!, 1968;)isimli

çalıĢmasını son derece özenli bir Ģekilde çevirerek yayımladı. ĠĢin ilginç yanı;

Perec, bu garip konuyu nasıl olup ta bir edebiyat nesnesi haline

dönüĢtürebilmiĢti? Sıradan bir konuyu ya da nesneyi ele alıp bir sanat eseri ortaya

koymak gerçekten zordur. Cansever‟in „Masa da masaymıĢ ha‟ Ģiiri aklıma geliyor

bu minvalde. Perec, ilginç bir Ģekilde bu iĢin de üstesinden gelebilmiĢtir.

Bu kitapta da Perec tarafından bize deneysel bir sürpriz hazırlanmıĢ. Metinde,

yoğunlaĢtırma kaygılarıyla hiçbir yazım iĢareti kullanılmamıĢtır. Bu ise sanki

gramerin baskıcı yapısına anarĢist bir tepkiyi ifade etmektedir. Ġlk baĢta biraz

ĢaĢırtsa da metne hemen alıĢıyor ve ritmine uyuyorsunuz. Kaygısız bir okuma

içinde ilerleme kaydettikçe merakınız artıyor. KarmaĢıklıkla hiçbir ilgisi olmayan

bir anlatı. Büyük bir üslup becerisi gerektiren ve mizah özellikleri de içeren bu

anlatı gerçekten eğlendirici... Çünkü Perec; yoğun okuma alıĢtırmaları yapmak

isteyenler için bulunmaz bir örnek... Burada kitaba dair okuyucuya bir fikir

vermesi açısından ilk kısmından bir alıntı yapmak istiyorum. “Ġyice düĢünüp

taĢındıktan ve cesaretinizi iyice topladıktan sonra ücret artıĢı istemek amacıyla

servis Ģefinizle görüĢmeye karar veriyorsunuz iĢi basite indirgemek gerekir adı

mösyö xavier ya da mösyö ya da daha ziyade mr x dolayısıyla mr x‟i görme

konusunda iki Ģık var ya mr x odasındadır ya da yoktur mr x odasında olsaydı

Page 23: Sagalassos: City of Fairies

XXIII

muhtemelen problem olmayacaktı ama mr x kesinlikle odasında değil dolayısıyla

yapabileceğiniz tek Ģey koridorda dönüĢünü ya da geliĢini beklemek ama diyelim

ki gelmiyor ve bu durumda tek bir çözüm yolu kalıyor kendi odanıza dönmek ve

öğle sonrasını ya da ertesi günü bekleyip yeniden giriĢimde bulunmak ama her

gün gecikmesi olağan bir Ģey ve bu durumda sizin için en doğrusu koridorda

dolaĢıp” (s.7) Birçok okuyucunun mesleki yaĢamlarında, iĢ yaĢamlarında

yaĢadıkları ya da yaĢayacakları bir durumu sözcüklerle bir Ģemaya dönüĢtürmek...

Ücretinin arttırılması talebiyle amiriyle görüĢmek... Her Ģey kitabın baĢlığında

söylenmiĢtir. Yazar bu giriĢim bağlamında olası bütün durumları anlatmayı

üstleniyor. Ne var ki Perec'tir söz konusu olan. Dolayısıyla sözcük oyunları, farklı

durumlar, saçmalıklar... Bütün bunlara bir balık kılçığını, belki çürümüĢ

yumurtaları, bir kızamık salgınını ve baĢka bazı sürprizleri ekleyin. Kitabın

tanıtım yazısında da belirtildiği gibi; „Ġlk bakıĢta yazarın sürekli bir yineleme

içinde olduğu, sürekli aynı Ģeyi gündeme getirdiği sanılabilir ancak gerçek hiç de

öyle değildir ve Perec, anlatısının her evresinde değiĢkeler, sözcük oyunları

getirir, Ģema her seferinde yeni bir veri ya da öneriyle geniĢler.‟

BAġLANGIÇLAR ÜZERĠNE BĠR TEFEKKÜR

Her yazar yazacağı Ģey açısından baĢlangıç tercihinin kritik olduğunu bilir:

“Yalnızca sonrasında yazacaklarını belirlediği için değil, aynı zamanda bir eserin

baĢlangıcı, kestirmeden söyleyecek olursak, sunduğu Ģeye ana giriĢ olduğu için de

kritiktir.”(s.21) Dahası aynı durum Ģu an ben bu metni yazarken de fazlasıyla

geçerlidir. Edward W. Said gibi bir entelektüel için, onun Türkçeye çevrilen en

son kitabı olan BaĢlangıçlar‟a nasıl bir baĢlangıç yapabileceğim hususunda bir

hayli düĢünmüĢtüm. Sonra onun yazmıĢ olduğu bir kitap tanıtım yazısı aklıma

geldi. Said, Erich Auerbach‟ın; „Mimesis: Batı Yazınında Gerçeğin Temsili‟

kitabını “Maddi Dünyanın EleĢtirisi” isimli yazısında tanıtıyordu. Pratikte Ģu an

benimle aynı iĢi yapıyordu. Niye söylemeyeyim, belki de aynı sıkıntılı ruh halini

taĢıyordu. EleĢtiri yazarları için, “özellikle de eğer yazdıkları yazıların bir

dönemden fazla okunmasını istiyorlarsa, bu kitapların etkisi son derece az ve

itibarlarının süresi Ģevk kırıcı bir Ģekilde kısa olacaktır.” (Ayraç, 2009) Hele bu

yazılar daha kısa bir Ģekilde dergi vb. yerlerde çıkıyorsa. Bu yüzdendir ki eleĢtiri

yazıları genelde kısıtlı bir çevre tarafından beğenilir ve gerçekten entelektüel bir

keĢfin etkisiyle iliĢkilendirilir.

BaĢlıktan da anlaĢılabileceği gibi, Said‟in kitabı, niyet ve yöntem açısından

baĢlangıçlar üzerine geliĢtirilmiĢ bir dizi tefekkür çabasının neticesinde ortaya

çıkmıĢtır. BaĢlangıçlar, bazı akademisyenlerin tabiriyle söylersek “tekinsiz

eleĢtiri” adını verebileceğimiz türe ait, yani esasen tarihsel ya da filolojik

araĢtırmacılığın geleneklerine, sağduyuya dayalı uzlaĢımlara ve hatta ne

saklamalı, takvalarına dayalı olmayan eleĢtiri kitaplarından biridir. Auerbach‟ın

Ġstanbul‟da yazdığı Mimesis gibi BaĢlangıçlar‟ın da uzun yıllar boyu bir eleĢtiri

Page 24: Sagalassos: City of Fairies

XXIV

baĢyapıtı olarak kalacağı kanaatindeyim. Gerçekten büyüleyici bir kitap.

“Tekinsiz EleĢtiri” konusunda kitabın Morningside baskısına yazdığı önsözde

Said, “Fakat BaĢlangıçlar‟da yapmaya çalıĢtığım Ģeyi nitelendirmek için bu yeterli

değildir, ya da en azından tekinsiz eleĢtiri ile beyhude ya da iktidarsız bir

akıldıĢılık-varlığı „uçurum‟ ya da „aporia/çıkmaz‟ gibi sözcüklerle ifade edilmeye

baĢlanmıĢ bir akıldıĢılık- arasında kurulan özdeĢleĢtirme konusunda.” diyordu.

Zira bir inceleme konusu olarak baĢlangıçları ayrı bir değerlendirmeye tabi tutan

Said‟in tüm amacı akli ve iĢe yarar bir baĢlangıç belirlemekti ve esasen mantıksal

baĢarısızlıklarla ve bunun uzantısı olarak, tarihdıĢı absürtlüklerle ilgilenmek

Ģöyle dursun, Ģeyleri baĢlangıçtan itibaren, tarih içinde tahrif etmeye giriĢen

tarihsel geribakıĢın gerektirdiği muazzam çabayı tasvir etmeye çalıĢıyordu. Bu

minvalde Said kitabına yaĢlanmayan zekânın bir abidesi olarak değerlendirdiği

Vico‟dan bir alıntıyla baĢlıyordu: “Öğretiler baĢlangıçlarını, inceledikleri

meselelerin baĢlangıcından almalıdır.”(Yeni Bilim)

BAġLANGIÇ FĠKĠRLERĠ

Said‟in bu muazzam eseri önsöz dıĢında altı bölüme ayrılmıĢtır. Kitabın ilk

kısmında baĢlangıç fikirleri konusu anlatılıyor. Sonra sırasıyla; BaĢlangıç Niyeti

Olarak Roman, Bir Metinle BaĢlamak, Abecedarium Culture (Bizim ifademizle

Kültürün ABC‟si) Madumiyet, Yazı, Bildirim, Söylem, Arkeoloji, Yapısalcılık

konuları anlatılıyor. Sonuç kısmında ise Bundo Vico‟nun kendi eserlerinden yola

çıkarak bir takım değerlendirmeler yapılıyor. Kitabın sonuç bölümünden sonra

ise okuyucuya faydalı olabilecek kısa notlar açıklamalar halinde

verilmiĢ.(Kitapların bu kısımları çoğu nitelikli okuyucu için eminim ki en keyif

alınan yerleridir.) Said, çokça düĢündükten sonra kitabına Ģu cümlelerle

baĢlamıĢtır:“Nedir baĢlangıç? BaĢlamak için ne yapmak gerekir? Bir faaliyet ya da

bir an ya da bir mekân olarak baĢlangıcı özel kılan nedir? Öyle kafamızın estiği

zaman baĢlayabilir miyiz? BaĢlangıç için nasıl bir tutum ya da ruh hali gerekir?

Tarihsel açıdan bakıldığında, baĢlangıç için en elveriĢli denebilecek bir an,

baĢlangıcın en önemli faaliyet olduğu bir birey var mıdır? Edebiyat eseri

açısından baĢlangıç ne kadar önemlidir? BaĢlangıç hakkında bu tür sorular

sormaya değer mi? Eğer öyleyse, bunları somut, anlaĢılır ve bilgilendirici Ģekilde

ele almak ya da cevaplamak mümkün müdür?”(s.15) Aslında bunlar kitabın

baĢlangıç sorularını oluĢturuyor. Bu soruları ayrıntılı olarak düĢünen Said bazı

sınırlamalar getiriyor kendince. Çünkü uzun uzadıya tartıĢılması neredeyse

olanaksız tüm bu sorular. Dolayısıyla bir baĢlangıcı tarif etmek için Said‟in

ifadesiyle söylersek; ya da buna dikkat çekmek istediğimizde belli bir lügat

kullanırız – başlangıç ve yola çıkış kökenler ve özgünlük, iptida, açılış, devrim,

otorite, kalkış noktası, radikalizm vs. Kısaca Ģunu diyebiliriz ki kiĢi gerçekten

yazmaya baĢladığında baĢlangıç giriĢimini niteleyen bir dizi karmaĢık koĢul

oluĢur. Said, tam da bu manada bize bu karmaĢık süreci açıklamaya çalıĢıyor.

Page 25: Sagalassos: City of Fairies

XXV

Yazar bu kitabında Milton, Hopkins, Wordsworth gibi büyük Ģairler ile, Dickens,

Hardy, Conrad, Mann, Proust gibi romancıların eserlerini, özellikle Vico,

Auerbach, Freud ve Foucault'dan hareketle geliĢtirdiği kendine özgü kuramsal

perspektiften okuyarak, bir eser yazmaya "baĢlama"nın filolojik, felsefi,

psikolojik ve tarihsel boyutlarını analiz ediyor. Bu esrinde Said, edebiyatı; tarih,

felsefe ve toplumsal söylem ile birlikte değerlendiriyor. BaĢlangıçlar‟ın

üslubunun hem kitabın yapısı hem de argümanının takip ettiği çizgi bakımından,

birçok farklı Ģeyi ifade eden melez bir dili olduğunu düĢünüyorum. Tabi dildeki

bu nüansları bize kazandıran sayın çevirmene de ayrıca teĢekkür etmem

gerekiyor.

Önce Cevaplar, Sonra Sorular…

Agora Yayınları, sinema ile ilgilenenler için Gerald Peary‟nin “Yönetmenlerle

GörüĢmeler” serisinden bir kitabı daha bu yakınlarda dilimize kazandırdı.

“Quentin Tarantino” kitabı, bu usta yönetmen ile önceden yapılmıĢ bazı

söyleĢilerin derlemesinden oluĢuyor. Tarantino Kitabı çoğu insanın gündelik

hayattan aĢina olduğu bir olay anlatımıyla baĢlıyor. “ Sinemaya düĢkün olan

herkesin müdavimi olduğu videocuda çok sevdiğim bir eleman vardır; bu eleman

o kadar donanımlıdır ki aslında orada çalıĢmaması gerektiğini düĢünürsünüz,

fakat saatlik 6 dolar maaĢ, bu elemanın filmler hakkında- ama Avrupalı

amatörlerin baĢyapıtlarından Hollywood tür filmlerine ya da Hong Kong kung fu

filmlerine kadar aklınıza gelebilecek her çeĢit film hakkında- bir sohbete

dalmasını engellemez.” Tarantino 28 yaĢında ilk kez bir film festivaline

katıldığında kendi deyimiyle bir „film moronu‟ydu. Kaliforniya‟da böyle bir video

tezgâhının arkasında dolu dolu beĢ yıl geçirmiĢti. Burada sayısız filmi izlemiĢ, bu

filmler hakkında durmadan konuĢmuĢ ve bu filmleri kendi filmleri haline

getirmek için bir oyun planı geliĢtirmiĢti. Sonrasında ise bir dizi senaryo yazmıĢ

ve bunları filme çekmek için uğraĢmıĢtı. Buraya kadar olan çoğunluk sektörün

bilindik bir hikâyesiydi. Senarist olmak istiyordu fakat birbiri ardına ret cevapları

alıyordu. Sundance (Utah) Film Festivalinde geçirdiği bir haftanın ardından

annesinin evine döndü. Telefon durmaksızın çalıyor. Ajanslar arıyordu. Bir sürü

teklif sunuyorlardı.

Hollywood‟un Tarantino hakkındaki fikirlerini değiĢtiren Ģey ne olmuĢtu? Çok

basit. Tarantino‟nun Reservoir Dogs (Rezervuar Köpekleri) filmi. Senaryo

Hollywood‟da birçok yere ulaĢmıĢtı. Ajanslar senaryoyu okuyup bütün aktörlere

gönderdiler. Bu da insanların senaryo hakkında konuĢmaya baĢlamasını

sağlamıĢtır. Çoğu kiĢi Ona Rezervuar Köpekleri‟nin bir yap boz gibi inĢa

edildiğini söylemiĢtir. Aslında, sunuluĢ Ģekline bakılırsa bu filmin bir romana

benzediği söylenebilir. Film farklı bölümlerden oluĢuyor, geçmiĢe dönüĢler yok.

Page 26: Sagalassos: City of Fairies

XXVI

Fakat birçok filmde olduğu gibi Amerika‟da filmler doğrusal bir düzende olması

gerekiyor. “Eğer bir sahne yarıĢın baĢıyla baĢlıyorsa, o sahnenin yarıĢın sonuyla

bitmesi gerekir.” Ya da bir sahnede bir tabanca gördüyseniz bu muhakkak

patlamalı, fakat silahın patlama sesi duyulup sonra olay anlatılıyorsa bu pek

alıĢılmıĢ bir durum değildir. Tarantino bu filminde Sergio Leone‟nin “Bir

Zamanlar Amerika” filminde kullandığı ve aslında bütün filmleri için geçerli olan

bir yöntemi tercih etmiĢti. “Önce cevaplar, sonra sorular..” Tıpkı romanlarda

olduğu gibi. Peki, Tarantino kendi filmini nasıl tanımlıyor? “Soygun yapmaya

çalıĢan bir grup adamı anlatan ve ters gidebilecek her Ģeyin ters gittiği bir soygun

filmi,” diyor, senarist ve yönetmen Tarantino. Film kan ve Ģiddet içeriyor ama

sonunda kara mizaha dönüĢüyor. Peary‟nin Quentin Tarantino” kitabının

neredeyse yarıdan fazlası bu muhteĢem film hakkındaki röportajlardan oluĢuyor.

Yönetmenin bu filmi nasıl değerlendirdiğini öğreniyoruz bu söyleĢilerden.

Abartının Heyecanı

Tatantino‟nun tüm filmlerinde akla hayale sığmaz bir abartı vardır. Tarantino,

sıradanlıkların içine sıkıĢmıĢ sıra dıĢılıkları sınırları tanımadan; vahĢet ve

fantastik öğeleri kullanarak hazırladığı diyaloglarla sunarken; normal olmanın

anormalliğini haykıran sahnelerle filmlerini donatır. Bu sahneleri izlerken

abartının heyecan verici deneyimini yaĢarsınız. O sinema literatürüne

"tarantinovari" deyimini kazandıracak kadar özgün filmler ve senaryolar

yarabilmiĢtir. Genelde göz ardı edilen, kaybetmeye mahkum marjinal kiĢileri

Shakspeare oyunlarındaki kahramanlar edasıyla iĢlemiĢ ve onlara muhteĢem

replikler eĢliğinde hayat vermeye çalıĢmıĢtır. Tarantino'nun baĢyapıtı ise 1994

yılında, senaryosunu Roger Avary ile beraber yazdığı, ayrı ayrı filme alınması

düĢünülen üç öyküyü, tek bir öyküde birleĢtiren muhteĢem Pulp Fiction(Ucuz

Roman)" filmi oldu. Bu film de ilginç bazı özelliklere rastlıyorsunuz; tuhaf

sahtekârların, kaderine terk edilmiĢ romantiklerin, muhteĢem repliklerin ve

insanlığa karĢı iĢlenen suçların komik fakat tam anlamıyla grotesk bir karıĢımını

izliyorsunuz. Tarantino bu filmde komedi ile vahĢi Ģiddeti sapkın bir Ģekilde

birlikte kullanıyor. Fuller‟in de dediği gibi “Tezatlıkların verdiği haz

Tarantino‟nun alâmet-i farikası” oluyor böylece.

Peary‟nin “Quentin Tarantino” kitabında severek okuduğum bazı bölümler var.

Özellikle; “Film, Senaryodan Daha Ġyi Olmalıdır!”, “Karakterlerin Doğaçlama

Yapmasına Ġzin Veririm”, “Bir Sanat Eseri Olan Filmlerin Değerinin Yüzde

Yirmisi Ġzleyicilerin Katkısıdır”, “BaĢıma Gelen Her ġey Bir Yolunu Bulup

Page 27: Sagalassos: City of Fairies

XXVII

Çektiğim Sahnelere Sızar” gibi bazı bölümlerde usta yönetmenin sanatı

hakkındaki kendi poetikasına dair fikirler ediniyorsunuz. Yönetmen benim pek

sevmediğim “Kill Bill” için; “Çok büyük bir tuval üzerine çok basit bir hikâye

anlattım” diyor. Benim açımdan Tarantino için bu film bir olgunluk dönemi

niteliğini yansıtmıyor. Bu filmi onun abartılı Ģiddeti dahi ne yazık ki

kurtaramıyor. Kitabın sonuna okuyucular için son derece yararlı olabilecek bir

kronoloji ile onun filmografisi ilave edilmiĢ. Kitabın son bölümünde Mali

Elfman‟ın onunla yeni filmi olan “Soysuzlar Çetesi” hakkındaki söyleĢisi yer

alıyor. Hollywood‟da neredeyse her yönetmen bu Nazi konusu veya Yahudilerle

alakalı bir ajitasyon filmi çekmiĢtir. Ajitasyon diyorum çünkü bu Hollywood‟un

politik duruĢuyla alakalı bir durum. Ve yönetmen bu durumu iyi bildiğini “Bu

türün ilk filmlerine bayılıyorum. Ġtalyan sömürü filmlerini seviyorum.” sözleriyle

anlatıyor. Yönetmen filmi değerlendirirken; “Soysuzlar Çetesi: Bu film benim „Ġyi

Kötü Çirkin‟im olsun istedim” demiĢtir. Soysuzlar Çetesi, Ġkinci Dünya SavaĢı‟nı

anlatan filmlerden referans noktaları açısından bayağı farklı gözüküyor. En

azından kurgu itibariyle farklı. Buradaki çoğu sahnede yine yöntem olarak „önce

cevaplar, sonra sorular” sıralanıyor. Örneğin, Soysuzlar Çetesi‟nde bir yara izi

görüyorsunuz; yönetmen yara izini açıklamıyor, ne olduğunu sizin açıklamanız

gerekiyor. Adamın nasıl yaralandığını sizin bulmanız gerekiyor. Tarantino, ortaya

bir Ģeyler atıp, merak uyandırıp, soruları cevapsız bırakmayı ve seyircinin olup

biteni kendi kendine çözmesini istiyor. Bu haliyle onun filmleri fazlasıyla takdir

edilmeyi hak ediyor

Oryantalizmin Kısacık Altın Çağı

Oryantalizm genelde Batı akademisyenliğinin bir altbölümü olagelmiĢtir. unun

böyle alımlanıĢı konunun otantik çekiciliğini asla azaltmamıĢtır. Doğu

araĢtırmaları özellikle Ġslamın doğuĢundan sonra Batı düĢünsel yaĢamında önem

kazanmıĢtır. Napolyon‟un Mısır seferi oryantalizm için bu bağlamda bir milat

olarak kabul edilebilir. Irwin‟in Doğu araĢtırmalarının kapsamlı bir tarihi olarak

nitelenebilecek “Oryantalistler ve Düşmanları” isimli kitabı, Ģarkiyatçılığın

seyyah, kâĢif ve bilginlerin kiĢisel tutkusu ve ilgi alanı olmaktan çıkıp akademik

bir disipline dönüĢme serüvenini Ortaçağ Ġspanyası‟ndan Çarlık Rusyası‟na,

oradan günümüz Ġsrail ve Ġngilteresi‟ne kadar uzanan çok yaygın bir coğrafyada

ve geniĢ bir zaman diliminde ele alıyor. Ülkemizde de bilindiği Ģekliyle

“Oryantalizm; sömürgeciliğin keĢif kolu.” (C. Meriç) tarzı yaklaĢımlara karĢı

çıkıyor. Bir nevi bu kitap Oryantalizmin müdafaanamesi olarakta düĢünülebilir.

Yazar yinede bir kısım Edward Said gibi entelektüellere karĢı ise dengeleyici bir

bakıĢ açısı geliĢtirdiği rahatlıkla söylenebilir. Doğubilimi eleĢtirilerine karĢı

çabası ve hassasiyeti takdire Ģayandır bana göre.

Bu kitap, Edward Said‟in ilk kitaplarından, ilk basımı 1978 yılında yapılan

Şarkiyatçılık olmasaydı yazılamazdı diye belirtiyor yazdığı önsözde Ġrwin. Said,

Page 28: Sagalassos: City of Fairies

XXVIII

kitabının 1995‟deki yeni basımına bir sonsöz eklemiĢtir fakat ilk basımdaki olgu

ve yorum hatalarının hiçbiri bu geniĢletilmiĢ baskıda ne yazık ki

düzeltilmemiĢtir. Said‟in bu yüzyılımızın en önemli düĢünce metinlerinden biri

olarak kabul gören kitabı ne anlatıyor? Yazara göre kısaca Ģunu: “ Hegemonyacı

emperyalizmin söylemi olan Oryantalizm, Batı‟da Doğu ve özellikle Ġslam ve

Araplar hakkında yazılıp çizilen her Ģeyi sınırlandıran bir söylemdir. Batı‟nın

Arap topraklarına nüfuzunu ve burayı kendine mal etmesini meĢrulaĢtırmıĢ ve

Siyonist tasarıyı sağlama bağlamıĢtır. Said Oryantalizm‟in baĢlangıcı konusunda

tutarlı olmamakla birlikte genelde 18. yüzyıl sonlarında Fransız ve Ġngiliz

bilginlerin yapıtlarında ortaya çıktığını öne sürüyordu.” (s.9) Bu söylemin

oluĢumu sanıldığının aksine emperyalist yöneticiler, kâĢifler [coğrafyacı, zoolog

ve antropolog vb.] ve romancılarında katıldıkları gezilerle sınırlı kalmamıĢtır.

Batı düĢüncesi bu söylemin kurbanı olmakla birlikte Ģunu da iddia edebilme

cüretini gösterebilmiĢtir; Doğu‟nun nasıl temsil edileceği Batı‟nın tekelindedir.

Ġrwin, özellikle Said‟in; Doğu‟nun, Oryantalizmin bir yapıntısından ibaret

olduğu, nesnel bir gerçekliği olmadığı hakkındaki görüĢlerini özellikle

eleĢtirmiĢtir. Aslında sorun bana göre kadim ġark‟ın birtakım soytarı kılıklı

entelektüellerce özcü, ırkçı, büyüklenici ve ideolojik güdümlü bir Ģekilde

değerlendirilmesidir. Bu konuda özellikle kullanılan kliĢe dili tartıĢmalıyız

sanırım öncelikle. Şarkiyatçılık‟ta Ġrwin‟e göre konunun çarpıtılması öylesine

temeldir ki kitabın geniĢ çerçevesini, üstünde çalıĢılıp düzeltilecek bir Ģey olarak

kabul etmek boĢa zaman harcamak olur. Ne yazık ki belirtmeden geçemeyeceğim

Ġrwin‟in bu cümlesi yine de havada kalıyor. Bir iddia daha temellendirilmiĢ bir

düĢünceyle ispatı gerektirir çünkü. Değilmi ki kibirin eleĢtirilmesi büyük cürettir.

ĠĢin aslı Ġrwin, kitaptan çok Said‟in kendinse saldırıyor gibi.

Bu kitapta sunulan konuların, kuĢkusuz Doğu araĢtırmaları alanında

çalıĢanların yanı sıra yazınsal, tarihsel, dinbilimsel ve kültürel araĢtırmalar

alanlarında çalıĢanlar açısındanda bazı anlamları vardır / olmalıdır. Anouar

Abdel-Melek‟in, Edward Said‟in, Alain Grosrichard‟ın ve daha baĢkalarının

oryantalizm üstüne eleĢtirel kitapları da söylemin doğası, “Öteki”, “BakıĢ” ve

ilgili bir dizi epistemolojik konu hakkında derin ve çetin sorular ortaya atmıĢtır.

Ġrwin, bunları ve diğer eleĢtirel anlatıları ele almak için Antonio Gramsci, Michel

Foucault ve daha baĢkaları tarafından formüle edilmiĢ kavramların Oryantalizm

incelemesi açısından olası uyarlığını göz önünde bulundurarak çalıĢmasını

hazırlamıĢtır. Oryantalizmin gerçek tarihi üstüne bir çalıĢmanın sonunda

varılacak sonuçların birbiriyle kabaca ilgi alanları açısından uyarlılığını göz

önünde bulundurmak konuyu aydınlatmada daha belirleyici olabilir. Ġlk elden

aklıma örneğin, Martin Bernal‟in “Kara Athena” isimli klasik uygarlığın

Afroasyalı kökenleri hakkındaki kitabı geliyor. Batı‟nın büyük anlatıları

çözümlemeye yönelik daha birçok bu tarz metni var olagelmiĢtir. Ġrwin, kitabında

1960‟lı yıllardan bu yana Ġslamcıların, Marksistlerin ve daha baĢkalarının saldırısı

Page 29: Sagalassos: City of Fairies

XXIX

altında ve “oryantalist” sözcüğü küçültücü çağrıĢımlar edindiğini belirttikten

sonra kendisinin “oryantalist” yakıĢtırmasıyla anılmasından gocunmadığını

aksine bundan övünç duyduğunu da söylüyor.

Ġrwin, kitabını on ayrı bölüme ayırmıĢtır, bazı konu baĢlıkları altında; Antik

uygarlıkların çatıĢması döneminden baĢlayan, örneğin Troya, bir oryantalist savaĢ

alanı mı? Persler, tarihin babası, Perslerle aĢk ve nefret, Arap Roması, eski bir

sapkınlık ya da yeni paganizm, Ġslamın geliĢi, Doğu Hıristiyanlarının yanıtı,

Ġspanyolların yanıtı, çeviri hareketi, Batı‟da Ġbn Sina, Ġbn RüĢd ve Latin Ġbn

RüĢdcüler, haçlılar ve komĢuları, günahkâr Hıristiyanlar, Ortaçağ Batı

edebiyatında Müslümanlar, Ġslamın günahkârlığı ve papalık, Doğu romantizmi,

Rönesans Oryantalizmi, Arap bilgi birikiminden kaçıĢ, hermetik bilgelik, küresel

üstünlük çabası, gezi edebiyatının yükseliĢi, Oryantalizmin çılgın babası:

Guillaume Postel, çokdilliler, 16. Yüzyıl Oryantalizminin Latinliği, Doğu

araĢtırmalarının kutsallığı, bilginliğin dili, bir ibadet biçimi olarak çalıĢma,

Ġngiliz Oryantalizminin ilk altın çağı, Arapça Oxford‟a geliyor, Edward Pococke,

Arapça Cambridge‟e geliyor, Hollanda Oryantalizminin altın çağı, Katolik

Oryantalizmi, bir tür aydınlanma, ilk Ġslam ansiklopedisi, uykulu üniversite

üyeleri ve yoksul düĢmüĢ Oryantalistler, Doğulu Jones, Rusya Asya‟da,

Danimarka Doğu‟da, uzmanların Mısır‟a geliĢi, buhar ve samimiyetsizlik çağında

Doğu araĢtırmaları, Silvestre De Sacy‟nın düĢünsel mirası, Almanya Doğu

araĢtırmaları, Lane‟in Mısır Etnografyası, Renan ve Gobineau, Vambery, Browne,

Soas, kutsal kaçık Massignon, Nazi Oryantalizmi, Gibb ve Arberry, Amerikan

Oryantalizmi, Fransa‟da Marksistler ve daha baĢkaları, Ġsrail Oryantalizmi gibi

daha sayılamayacak kadar çok konu tarihi seyri içinde ayrıntılı olarak

incelenmiĢtir. Kitabın son bölümü “Oryantalizm DüĢmanları”na hasredilmiĢtir.

Peki, kimdir bu Oryantalizm düĢmanları; BaĢta Said olmak üzere Suriyeli tarihçi

Kürt Ali, iki dünya arasında kalmıĢ bir deli olarak tanımladığı Ġranlı entelektüel

Celal Al-i Ahmed, sonradan Ġslamiyete geçen Muhammed Esed, Rene Guenon,

Hüseyin Nasr, A. L. Tibawi, Faslı tarihçi ve romancı Abdullah Laroui, Hintli yazar

ve editör Profesör Ziya-ul-Hasan Faruqi ve daha baĢkaları.

19. yüzyıl sonlarına dek Oryantalizm kurumsal yapılar yönünde pek

geliĢmemiĢtir ve kurumsal Oryantalizmin en parlak dönemi ancak 20. Yüzyılın

ikinci yarısına denk gelmektedir. Oryantalizmin kasacık süren bu altın çağı bir

dönem Batı‟yı oldukça etkilemiĢtir. „Oryantalistler ve DüĢmanları‟ Flaubert‟in

Mısır mektuplarının, Disraeli‟nin romanlarının, Delacroix‟nın “Sardanapalus‟un

Ölümü” tablosunun ya da Verdi‟nin Aida‟sının birer değerlendirmesini içermiyor.

Kitap öncelikle çoğu hayatta olmayan entelektüeller tarafından oluĢturulmuĢ bir

yazınsal veya baĢka sanatsal baĢyapıtlar kanonunun yanı sıra Oryantalizmin en

önemli yönü bakımından akademik hamallık ve filolojik ayrıntıya gösterilen

büyük özen üstüne yapılan önemli bir çalıĢmadır. Batı düĢüncesi de galiba bu

Page 30: Sagalassos: City of Fairies

XXX

bağlamda yegâne orijinal özelliği olan filoloji ile bu kısacık altın çağını

yaĢayabilmiĢtir.

MAVĠ OKTAV DEFTERLERĠ

Kafka‟nın ölümünün ardından notları içinde sekiz adet mavi oktav defteri

bulunmuĢtu. Bu defterlerde aforizmalarla birlikte bazı fragmanlar ve birtakım

bitmiĢ hikâyeler ki bunların bazıları önemli hikâyelerinin öncülleri hatta ilk

örnekleri sayılabilirler, vardır. Mavi oktav defterlerinin diğer kısımları ise

Kafka‟nın notlarından (tarihlendirildiği için günlük Ģeklindedir birçoğu)

oluĢmaktadır. Kitabın çevirmeni Sayın Osman Çakmakçı (Babil Yayınları: yürek

söken kitaplar dizisi,2000) ne yazık ki sondaki notların kimin tarafından

yazıldığını belirtme ihtiyacı duymamıĢtır.

Mavi oktav defterlerini baĢtan sona okuduğumuzda yazarın içe dönük ve

huzursuz kiĢiliğini bir kez daha görmekteyiz. Satır aralarında geçen derin

melankoliği hissetmemek neredeyse mümkün değil. Birinci defterden Ģu cümleyi:

Page 31: Sagalassos: City of Fairies

XXXI

„Her insan kendi içinde bir oda taĢır.‟ Altını kırmızı kalemle çizerek „Odamda

kayboluyorum?‟ diye bir fragman eklemiĢim. Ġnsanın bariz Ģekilde en çok

rahatladığı belki özgür kaldığı yegâne yer odasıdır. Bütün dünya sessizliğe

gömülmüĢken odamızda yalnız kaldığımızda dıĢarıda yağan yağmurun sesini

dahi hissederek duyabiliriz. Ġçe dönük konuĢmaları her insan bazen yapar. Bir eve

benzeyen kalbimizin duvarlarında bu sesler çoğalarak yankılanır. Kafka‟nın

birinci defterdeki ilk sözünü farklı bir biçimde de söyleyebiliriz. Her insan kendi

içinde bir yalnızlık taĢır. Ve bazen bu yalnızlık insanı ruhsal olarak yokluğa,

kayboluĢa doğru sürükleyebilir.

Oktav defterlerinin ikincisinde yorumlanabilecek düzeyde bir cümleye

rastlamadım. Üçüncü defterin ilk aforizmasını mavi bir kalemle çizmiĢim: „Doğru

yoldan sapıyorum.‟ Kim sapmıyor ki doğru yoldan? Hayat çizgisi ne kadarda

engebelerle dolu. Ve kimileyin bir düĢ kadar karadır hayat. YaĢadığımız bahar ayı

hayata dair mutsuzluğu arttırıyor. Bütünün parçaları ıĢık huzmeleri gibi

ruhumuzda nedensizce kırılıyor. Bildiğimiz bütün, yanlıĢ yöne kayan

yürüyüĢümüz de saklı gibi. Kafka üçüncü defterinde dıĢ dünya gibi iç dünyanın

gözlemlenemeyeceğini iddia ediyor. Ġç dünya çoğu insanın da kabul ettiği gibi

sadece yaĢanabilir. Tanımlanması zordur. Kafka‟ya göre Don KiĢot‟un Ģansızlığı

hayal gücünden çok Sanço Panço‟dur. Çünkü Sanço Panço Don KiĢot‟un iç

dünyasını yaĢamaktan çok onu tasvir etmeye çalıĢarak hayal gücüne sınırlar,

engeller koyuyor. Böyle bile olsa Sanço Panço‟ya Kafka‟nın haksızlık ettiğini

düĢünüyorum. Zavallıyı defalarca ölümden kurtardığını unutmamak gerekiyor.

Don KiĢot‟taki stilistik hayallerden çok bunların gerçekle kesiĢtiği anlara da

dikkat etmemiz gerekiyor. Kafka gün ıĢığında defterine Ģöyle yazmıĢ:‟ DıĢarıdan

insan her zaman baĢarıyla kuramlara baĢvurarak dünyayı çökertebilir, ama sonra

dosdoğru birisinin kazdığı hendeğe(Bu sevgilide olabilir) düĢecektir, ama insan

yalnızca içeriden kendisini ve dünyayı dinginlik ile gerçeklik durumunda

tutabilir.‟ Kafka yaĢasaydı O‟na sevgili Don KiĢot‟un bu dinginliğe asla sahip

olamayacağını söylemek isterdim. Dostum Servantes‟te bana bu konuda hak

verecektir.

Diğer önemli bulduğum bir cümle ise:‟ Dünyadaki seslerin usul usul susuĢu

ve azalıĢı.‟ idi. Cümle mükemmel. Bir sönme halini imliyor. Sesler bu haliyle

durgun suyu seyreden birinin ruhunu yansıtıyor sanki. Kafka editörüne yolladığı

bir kartta: „ AkĢamleyin ormana doğru yürüyüĢ, büyüyen ay, arkamda kalan

karmaĢık bir gün.‟ Diye yazarken de sanırım aynı melankolik ruh haline sahipti.

Editörüne yolladığı kart ile yukarıda alıntıladığım cümle aynı tarihlerde yazılmıĢ

olmalı. Üçüncü defterle ilgili diğer yorumlamalarım ise Ģöyledir;‟Kendini bil sözü,

kendini gözlemle anlamına gelmez. Kendini gözlemle, yılanın söylediği sözdür.

Anlamı: Kendini eylemlerinin efendisi yap. Ama sen zaten öylesindir,

eylemlerinin efendisisindir. Öyleyse bu söz Ģu anlama gelir: Kendini yanlıĢ anla!

Kendini yok et! , ki bu söz kötülük içerir.-ama ancak insan iyice eğilip de ta

Page 32: Sagalassos: City of Fairies

XXXII

derinlere kulak verirse bu sözde gizli olan iyiliği de iĢitir: Kendini olduğun Ģey

yapmak için.‟ Yorum A: Kelebekler ateĢe tutulurlar Ģüphesiz ateĢin kendisine

değildir bu yöneliĢ. BaĢka bir forma dönüĢmek içindir. Kendini bilen ruhunu

bilir. Ruh bilgisinin ehilleri kendiliksizdir böylece. Delidirler.‟Suskunluk‟ Hayata

karĢı verebileceğimiz en yüce tepkidir.‟Birinin ruhuna bir kılıç saplanmıĢsa,

yapılacak iĢ, serinkanlılıkla durumu izlemek, kan kaybetmemek, kılıcın

soğukluğunu bir taĢın soğukluğuyla kabullenmektir. Birbiri ardına saplanan kılıç

darbeleri sayesinde, yaralanmazlık aĢamasına varmaktır.‟ Yorum B: Nabakov‟a

göre; yara zehirlenmiĢse iyileĢmez artık. Bir Kazak atasözüne göre ise eğilen baĢı

kılıç kesmezmiĢ. Fatom kaderden de büyüktür. Kılıcın iradesine teslim olmuĢ

Ġsmail Peygamber‟i anlatıyor kıssalar. „ Çalılık eski bir yol kapayıcısıdır. Ġleri

geçebilmen için onu ateĢe vermen gerekir.‟ Yorum C: Sığınılacak bir kalp ararız

çoğunlukla. Ama bilmeyiz ki engeller üzerlerine gidildikçe aĢılır. Sevilen, seveni

bilir ama seven, sevileni bilmez. Kalbi bilemeyiz. Onun kapısını açabilecek

anahtarlara da sahip değiliz. „Kendine yabancı bir nesne gibi bakmak, baktığın

Ģeyin görüntüsünü unutmak, bakıĢın kendisini hatırlamak.‟ Yorum D: Zamandan

çalınan son bir mutluluk anı gibi. Sonra bin yıllık üzüntü. Daha sonra

akvaryumun içindeki balıkları düĢündüm. Üçüncü defter Cennetten kovuluĢ

sahnesiyle bitiyor. Dante Cennetine Beatrice son noktaya kadar izleyerek

ulaĢırken Kafka daha trajik olan yolu tercih ediyordu.

Üçüncü defterde Kafka günah, ıstırap, hüzün, umut ve doğru yol üzerine

çeĢitli aforizmalar söyledikten sonra dördüncü defterinde Prag anıları, Kurt Wollf

ile yazıĢması, Ojeblikket broĢürlerine bir gönderme, sezgi ve yaĢantı analizleri,

Kierkegaard‟ın „korku ve titreme‟ yapıtıyla ilgili görüĢleri, ruhsal yoksulluğu gibi

çeĢitli konulara değinmiĢtir. Dördüncü defterden aklımda kalan en güzel imge ise

Ģudur: „Bir gül pencereden kaldırıma düĢüyor.‟ Bu imge bana Oscar Wilde‟nin

„Gül ve Bülbül‟ öyküsünü hatırlattı. Dördüncü defterde bir takım Ģiirlerde var

ancak değerlendirilecek kadar iyi değiller.

BeĢinci defter kayboluĢun öyküsü. „Neye dokunsam dağılıp dökülüyor.‟

Kafka bu cümleyi nasıl bir yerde yazmıĢ olabilir diye düĢünüyorum. Manzara

satır aralarından yavaĢça kayarak gözümün önünde beliriyor. „Irmak kıyısında

akĢam. Suda bir sandal. Bulutların arasında batan güneĢ…‟ Daha sonra

dokunulmazlığı olan bir rüyanın parçaları sıralanıyor bu defterde. Altıncı ve

yedinci defterde kayda değer bir Ģey bulamadığım için bu defterler hakkında

herhangi bir yorum yapmaktan sakınıyorum. Sekizinci yani son defterde

manzaraya dair bir cümle daha bulabildim. „Kıraç tarlalar, kıraç bir yüzey, sislerin

altında ayın soluk yeĢili.‟ Kafka‟nın yaĢadığı bu an bana, Kazakistan‟ın Türkistan

Ģehrindeki, mavi gecelerde kurduğum düĢleri hatırlatıyor. Bu yazımı Türkistan‟ın

masalsı gecelerinde bıkmadan ve

Page 33: Sagalassos: City of Fairies

XXXIII

sıkılmadan beni dinleyen Davut Bayraklı, Dr. Ġbrahim ġahin ve Abdullah YakĢi

dostlarıma armağan etmek isterim. Eminim bu dostlarım Rahmaninov dinleyip

onlara âĢık olduğum kızı defalarca anlatmama sıkılmamıĢlardır. Türkistan‟daki

odamda kaybolduğum günlerin geri gelmesi dileğiyle..

Andrei Tarkovski Ve Tanrının Eli

Entelektüel Rus yönetmen Andrei Tarkovski akıcı ve olağan üstü

kadrajları, kiĢisel anlatım tekniği ile devleĢen ama değeri bilinememiĢ bir

yönetmendir. Sosyalist Rusya‟nın Komünist Partisi politikaları doğrultusunda

filimler yapmak yerine kiĢisel dönüĢümünün mesajlarını sinema karelerine

yansıtmıĢ bu nedenle sürgünde yaĢamıĢ ve filmleri otobiyografik özellikler

taĢımıĢtır. Çoğu filminde tanrının varlığını betimleme gayretine girmiĢtir

Tarkovski. Kendi yarattığı sinematografik dilin anahtarı görevini gören ve filmleri

birbirine bağlayan birtakım ortak imgeler geliĢtirerek, bu imgeleri, her biri sanat

eseri olan, filmlerinde kullanmıĢtır. Örneğin karakterler birdenbire görünmez bir

el tarafından göğe yükselir veya yere düĢerler. Adeta Musa‟nın yed-i beyza

mucizesini göstermek içindir bu çaba. Ġrlandalı yazar Samuel Beckett‟in da buna

benzer tekniklerle yönettiği tiyatro oyunları olmuĢtur. Ġsveçli yönetmen Ġngmar

Bergman‟a göre bu teknik büyüleyici bir etki yaratmaktadır. Filmlerindeki

kahramanlar, kendilerini keĢfin veya manevi arınmanın eĢiğine geldiklerinde,

açıklanamayacak Ģekilde tanrının eli değmiĢ gibi yere düĢerler. Birçok filminde

âĢıklar, seviĢmek yerine göğe yükselirler. Bu Hıristiyan mistisizmindeki göğe

yükseliĢ mitine benzemekle birlikte ilahi aĢkın sıradan insanlar tarafından da

elde edilebileceğine dair bir göndermeyi içerir. Tarkovski‟nin göğe yükseliĢ

mitine benzeyen (konu olarak) Turgut Uyar‟ın güzel bir aĢk Ģiiri vardır:

“GÖĞE BAKMA DURAĞI

Ġkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım

ġu kaçamak ıĢıklardan Ģu Ģeker kamıĢlarından

Bebe diĢlerinden güneĢlerden yaban otlarından

Durmadan harcadığım Ģu gözlerimi al kurtar

ġu aranıp duran korkak ellerimi tut

Bu evleri atla bu evleri de bunları da

Göğe bakalım

Falanca durağa Ģimdi geliriz göğe bakalım

Ġnecek var deriz otobüs durur ineriz

Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrıya

Herkes uyusun iyi oluyor hoĢlanıyorum

Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun

Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam

Page 34: Sagalassos: City of Fairies

XXXIV

Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım

Nasıl olsa sarhoĢuz nasıl olsa öpüĢürüz sokaklarda

Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım

Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum

Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi

Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor

Seni aldım bu sunturlu yere getirdim

Sayısız penceren vardı bir bir kapattım

Bana dönesin diye bir bir kapattım

ġimdi otobüs gelir biner gideriz

Dönmeyeceğimiz bir yer beğen baĢka türlüsü güç

Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin

Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat

Durma kendini hatırlat

Durma göğe bakalım”

Tarkovski‟nin Türkçeye çevrilmiĢ olan “MühürlenmiĢ Zamanlar” isminde

bir kitabı da bulunmaktadır.( Afa Yayınları, Ġstanbul 2000; 248 sf) Bu kitap

Tarkovski‟nin arayıĢını da anlamamıza yardımcı olabilir. MühürlenmiĢ zamanlar

usta yönetmenin duygu ve düĢünce dünyasının kapılarını aralarken, O‟nun

atölyesinden tanrının eline doğru nasıl yöneldiğine dair bize izlekler sunuyor.

MühürlenmiĢ zamanlar Tarkovski‟nin öznellik içinde kendi filmlerinin oluĢumu

ve akıbetiyle ilgili düĢünceleri dile getiriyor. Meraklısı için filmlerinden bazıları

Ģunlardır:

Kurban Offret - Sacrificatio (1986) Tempo di viaggio (1983) Katiller - Ubijtsi (1958)

Ayna - Zerkalo (1975) Silindir ve Keman - Katok i Skripka (1960) Solaris - Solyaris

(1972) Nostalji - Nostalghia (1983) Ġz Sürücü - Stalker (1979) Andrey Rublev -

Andrei Rublyov (1969) Ġvan'ın Çocukluğu - Ivanovo Detstvo (1962) Bugün Kimse

ĠĢten Çıkarılmayacak - Segodnya uvolneniya ne budet (1959) Konsantre -

Kontsentrat (1958).

Büyük Ustanın 4 Nisan (1932) de yani bu ay doğmuĢ olması vesilesiyle bu

yazıyı yazma ihtiyacı hissettim. Ve zaman zamanın içinde kaybolup giderken

gerçeklik ve düĢlerin çatıĢmasıyla insan ruhundaki fırtınaların felsefi altyapısını

Andrei Tarkovski bir tanrının eli değmiĢçesine görünen imgelerden sinema

karelerine yansıtabilmiĢtir. Dostoyevski‟nin edebi sahada insan ruhuna eğilmesi

gibi Tarkovski‟nin çoğu filminde de bu altyapı vardır. “Recep Ġvedik” gibi insan

müsvvetelerini kusan ġahan Gökbakar yerine Andrei Tarkovski‟nin her biri sanat

Ģaheseri olan kaliteli filmlerini izlemenizi öneririm.

Page 35: Sagalassos: City of Fairies

XXXV

ÇĠNGENE MĠTOLOJĠSĠ

Mitoloji tarihi denince genellikle günümüzde Yunan kaynaklı veya Hint,

Mısır vb. medeniyetlerin mitolojileri akla gelmektedir. Bir egzotik kültür olarak

(renkli ve gizemlerle dolu) Çingene mitolojisi konusunun çoğunlukla

yabancısıyız. Hermann Berger( Çingene Mitolojisi, Ayraç Yayınevi) aynı adı

taĢıyan eserinde göçebe bir toplum olarak Çingenelerin tanrılar dünyasını ve çok

renkli söylencelerini incelemektedir. Konu hakkında Ġngilizce olarak muazzam

bir edebiyat var ise de Türkçe yazılmıĢ makale kitap vb çalıĢmalar oldukça azdır.

Berger “Çingene” adı altında toplanan belli baĢlı bütün büyük grupları ad ve

yerleĢim yerlerini ayrıntılı olarak anlattıktan sonra Çingene mitolojisi hakkında

oluĢturulan literatürü bize tanıtmaktadır. “Çingene Mitolojisi” kitabı sözlük

Ģeklinde hazırlanmıĢtır. Bu kitap Çingenelerin kökenleri, dinleri, yaĢam biçimleri

ve gelenekleri hakkında bizleri oldukça bilgilendiriyor.

Çingene mitolojisine kaynak teĢkil eden bütün büyük gurupların listesi

bizzat Çingeneler tarafından yapılmıĢ olup çeĢitli (özellikle antropolog ve

tarihçiler) uzmanlar tarafından da incelenip kabul görmüĢtür. Temelde üç gurup

bulunup bunlar Kaldera, Gitano ve ManuĢlar olarak bilinmektedir. Kalderelar ;

lovariler, boybalar, luriler, çuraliler- dan oluĢurken Gitanolar dıĢ görünüĢleri,

lehçeleri ve gelenekleriyle kendi aralarında Ġspanyol ya da Endülüslüler ve

Katalonyalılar diye ayrılmaktadırlar. ManuĢlar; vansikanlar ya da Fransız

sintileri, gaygikanlar (Almanya‟dakiler), piemontesiler (Ġtalya‟dakiler) Ģeklinde

sınıflandırılırken bunların dıĢında Ġrlanda, Ġngiltere ve Ġskoçya da yaĢayan

Gypsieler ( Yaptıkları etnik muzik dünyada oldukça tanınmaktadır ki balkanlarda

yaĢayanların da durumu böyledir.) Berger bu listeyi Jean-Paul Clebert‟in “Çingene

Halkı” adlı çalıĢmasından aktarıyor. Belirtilen grupların temel meslekleri de

Page 36: Sagalassos: City of Fairies

XXXVI

listede yazılmıĢtır. Biz bugün Çingenelerin tüm dünyaya yayıldıklarını bildiğimiz

için bu liste oldukça eksiktir. Tüm dünya ülkeleri araĢtırılarak bir harita

hazırlanması daha doğru olurdu.

Çingene adı daha birçok dilde aynı Ģekilde söylene gelmektedir. Örneğin

Almanca „zigeuner‟- Rumence „ciganu‟- Rusça „tsgan‟- Ġtalyanca „zingaro‟-

Fransızca „tsigane‟ Ģeklinde bibirine son derece yakın ve benzer sözcükler ile

karĢılandıklarını görmekteyiz. Berger bu sözcüğün menĢei konusunda Ģunu

belirtir. “ Çingeneler kendilerine Rom, diĢil Romni, dillerine ise romani derler. Bir

cins isim olan bu sözcük “adam, insan” anlamına gelmekte olup, bugün hala

Hindistan‟da rastlanan düĢük bir kastın adı olan Sanskritçe Domba sözcüğünden

türetilmiĢtir.” Berger‟in bahsettiği bölge bugünkü Pencap Eyalet‟ine yakın bir

yerdir. (Sindh olarakta bilinir) Kitaptaki bazi madde baĢlıklar; ağaç kültü, alako,

altın çağ, ana, antropojeni (yani dünyanın yaratılıĢı hakkındaki söylenceler), ateĢ,

ay, balık adamlar, beĢ baĢlı adam, bent(mitolojik kötülük tanrısı), carana, cohana,

cüceler, çingene incili, lanet, dağlar ve dağ kültü, devler, dünyanın yaratılıĢı,

güneĢ kralı, hagrin, hastalık, kadın büyücüler, kesali, koruyucu ruh, köpek, kutsal

aile, loholico, mula, müjde nivasi, orman, ölüler ülkesi, periler, phavus, proroe ve

ilia, ruh göçü, rüzgâr kralı, saç, sara, sis kralı, su , tanrı, iblis, tatula, tohum, tufan

(bu mit belki tüm dünya mitlerinde ortak olarak geçmektedir), yazının yokluğu,

yer ve gök, yılan, yeraltı canlıları, yıldızlar Ģeklinde geçiyor ve bu mitler çeĢitli

kaynaklar vasıtasıyla karĢılaĢtırmalı olarak inceleniyor.

Zanko adlı bilginin aktardığı, Kalderaslar‟a ait „traditions‟(gelenek)te –

kapsam, içerik ve biçimlendirme açısından eĢsiz olup, doğrudan Çingeneler‟den

bize ulaĢtırılan bu yegâne yazılı belgedir- baĢka gelenek katmanlarına ait öğeler

çarpıcı bir bütün içinde sunulmuĢtur. „Traditions‟, dünyanın yaratıldığına iliĢkin

Wlislocki‟nin de kaydettiği eski pagan döneme ait sözlü gelenek ve ilk insanın

yaratılıĢından bahsedip ilk olarak Ġncil kökenli sözlü geleneklerden az çok

etkilenmiĢ olan bir öyküyle baĢlar. Bunu, Firavun Efsanesiyle ilgili söylence izler.

Bu efsanede, „Pharavunure‟ların yaĢamını yitirdiği fırtınalı eski tufan olayı ile

birlikte canlandırılır. Tufan efsanesi bu yazılı eski belgenin adeta gövdesini

oluĢturur. Ġncildeki Ġsa motifi tanrısal çocuk öyküsüyle ele alınır. Zanko

tarafından bu metin “Çingene Ġncili” olarak nitelenmiĢtir. Bu metinde parçalar

halinde kısa kısa yazılmıĢ baĢka hikâyelerde vardır. Asıl kaynaklar içinde M.J.

Kuvanin adında bir Rus doktorun bir araya getirdiği metinler ile Dr. Elysejev‟in

derlemiĢ olduğu folklorik malzemeyi de sayabiliriz. Eski kitaplarda Çingenelerin

inanç ve dinine ayrılmıĢ olan bölümlerde genellikle son derece yanlıĢ olarak

onların herhangi bir dini yoktur veya misafir oldukları yörenin dinini,

göreneklerini benimserler Ģeklinde bir kanaat vardır. Bahsettiğimiz eserlerden de

anlaĢılacağı gibi Çingenelerin kendine özgü bir mitolojileri olduğu gerçeği

ortadadır.

Page 37: Sagalassos: City of Fairies

XXXVII

Kültür Endüstrisi - Kültür Yönetimi

Frankfurt Okulu'nun ve EleĢtirel bakıĢın öncülerinden olan Adorno teorik

birikimi ve yaratıcılığı ile okulun en önde gelen isimleri arasında yer almıĢtır.

Ömrünün her döneminde düĢüncenin eleĢtirelliğinin gerekliliğinin önemli bir

savunucusudur Adorno. Felsefe ile sosyal disiplinleri bir arada değerlendirerek

müzikten gündelik yaĢama, ahlaki sorunlardan somut iliĢkilerine kadar geniĢ bir

alanda modern kavram ve kategorileri ve onlara dayalı genel anlayıĢları

sorunsallaĢtırmıĢtır. Ele aldığı baĢlıca konulardan biriside Kültür Teorisi

olmuĢtur.

Theodor W. Adorno “Kültür Endüstrisi” kavramını 2 dünya savaĢı sona ererken

ortaya atar (1944).Bu dönemde nazizim giderek etkisini yitirmiĢtir. Daha sonraları

bu konuda “Kültür Endüstrisine Genel Bir BakıĢ” makalesini yazmıĢtır. Aynı

dönemde “Kültür ve Yönetim” üzerine düĢüncelerini de yayınlamıĢtır ve sarsıcı

yönleriyle birçok entelektüelli etkilemiĢtir bu yazılar. Adorno‟nun “Kültür

Endüstrisi – Kültür Yönetimi” (ĠletiĢim yayınları 2007) Elçin Gen, Mustafa Tüzel,

Nihat Ünler gibi üç kaliteli çevirmen tarafından Türkçeye kazandırılmıĢtır.

Kültür, tarihsel, toplumsal geliĢme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi

değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın

doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü

Ģeklinde tanımlanırken Adorno gerek kültür kuramı, gerekse kültürel hayatın

dönüĢümü konusundaki eleĢtirel çalıĢmaların vazgeçilmez kaynaklarını bu

sahaya katkılarıyla oluĢturur. Adorno yirminci yüzyılın baĢlarında, Endüstri

Devrimi'nin rasyonelliğine karĢıt bir anlamda tanımlanan sanatın nasıl giderek

maddi üretim süreçlerine ve onları yöneten akla yenik düĢtüğünü anlatır bize.

Kapitalist endüstrileĢtirici mantığın ve bürokratik merkezi disiplinlerinin

denetimine giren modern sanatın özerkliğini ve eleĢtirelliğini yitirmesini

incelerler. Adorno'nun düĢüncelerinin temelinde, kültür ve sanat yönetiminin

Page 38: Sagalassos: City of Fairies

XXXVIII

zamanımızdaki baĢ döndürücü yükseliĢini izleriz. Adorno kültürün emperyalist

alılmayıĢının zamanımızda yol açtığı tehdidi de açıkça görmüĢtür. Bu

tahminlerinin zamanla gerçekleĢmesi, kültür endüstrisi üzerine yazdıklarının, ne

kadar da doğru olduğunu gösteriyor. Ġnsanlar, özgünlüğünü, tekliğini

kaybetmiĢtir. Makineci yeniden üretim çağında her nesne bir diğerinin aynısı

gibidir. Aynı Ģeyleri yapan insanlar(tek düzelik)aynı Ģeyleri düĢünmeye, aynı

Ģeyleri hissetmeye baĢlamıĢtır. Böylece her Ģey değerini giderek yitirmiĢtir.

Herkes aynıdır. Ġnsan tükenmiĢtir varlığını ve öznesini, yeniden kurgulayamaz

artık kendisini. Besim F. Dellaloğlu bu konuda Adorno ile ilgili olarak Ģöyle

söylemiĢtir.” Çağdaş toplumda bütün bunları mümkün kılan ise "Kültür Endüstrisi"

dir. "Kültür Endüstrisi" terimi iki farklı biçimde açıklanabilir; birincisi, "kültür" ve

"endüstri" gibi birbirinden tamamen farklı iki alanı tanımlar görünen iki kavramın

birlikte kullanılması. Bu, bir bakıma, içinde bulunulan yapının bütünselliğini öne

çıkaran, bütünü oluşturan parçaların hiçbirinin bütünden ve diğer parçalardan

soyutlanmış bir biçimde ele alınamayacağım ifade eden bir tercihtir. İkincisi ise, bu

kavramın "kitle kültürü" yerine kullanılmasıdır. Burada öne çıkarılmaya çalışılan

nokta, "Kültür Endüstrisi" kavramında varolan kültürün oluşmasında kitlelerin

sanılandan daha az katkısının olması ve kültürün, bütünün parçalarını kendi içinde

bulunmaya, ama bütünün şartlarıyla bulunmaya ikna aracı oluşu gerçeğidir.”

Frankfurt Okulu‟nun felsefi mimarlarından sayılan Adorno, yaĢadığı yüzyıla,

özellikle de savaĢ sonrası Avrupa‟ya damgasını vurmuĢ, zamanının çok ötesine

seslenen aykırı düĢünebilen bir filozof ve sosyologdu.”Kültür Endüstrisi – Kültür

Yönetimi” düĢünürün en önemli eserlerinden birisi olup konuyla ilgililerin

merakını bekliyor.

SÖZCÜKLER

Yıllar önce gençlik hevesiyle bir grup arkadaĢ amatör olarak edebiyat

çalıĢmaları yapıyorduk. Bu gayretlerimiz sonucunda çeĢitli dergilere gerek öykü

gerekse Ģiirlerimizi yollamak adetten olmuĢtu. Bazı metinlerimiz Türkiye‟nin

önemli dergilerinde müstear adlarla çıkıyordu ve bu gururumuzu okĢarken zaman

zaman çocuklar gibi sevindiğimiz oluyordu. Sonra teker teker bazı arkadaĢlarımız

bu iĢleri bıraktı. Belki yeterince tatmin olmuĢlardı da vazgeçmiĢlerdi beklide

sınırlı oyun alanlarında kaptıkları küçük memuriyetlerin keyfine dalmıĢlardı.

Edebiyat toplumumuz da çokça kuru laf, örneğin Ģöyle bir deyimle ifade

ediliyordu; „edebiyat yapma‟, olarak algılanmaktaydı. Olsun, yine de bu konuda

bir Ģeyler yapmak hoĢuma gidiyor ve entelektüel açıdan bilgimin diyetini ödemek

istiyordum. Giderek çevremdeki okuma merkezli dostluklarım azalsa da okuma

uğraĢımı terk etmeye hiç ama hiç niyetim yoktu. Okuma merkezli yaĢam bir

sürgünlük bir yabancılaĢma ve marjinallik duygusunu, yetisini mi demeliydim

bilemiyorum, beraberinde getiriyordu. Aslında tüm bu sürecin içeriği yalnızlık

duygusunun tezahürleri idi. Ġnsanların görmediği bilemediği bahçelere dalmak ve

türlü yemiĢlerden yemek sıradan hayatı çekilemez hale getiriyordu. Yazılarımızı

Page 39: Sagalassos: City of Fairies

XXXIX

gönderdiğimiz dergiler de soluğumuzu kaybettiğimiz içindir ki yine aynı amatör

heyecanımızla kendi edebiyat dergimizi çıkarmaya karar vermiĢtik. Tabi bunda

biraz da kendine güven ve kendini kanıtlama, baĢkalarınca kabullenme isteği

vardı. Ve bir de alabildiğine yaĢanması gereken serüvenler. Her neyse bu yapımız

zamanla meyvenin içindeki çekirdek gibi olgunlaĢmıĢ “ġahdamar” isimli

edebiyat dergisini çıkarabilmiĢtik. ġahdamar dergisi doksan sekiz-iki bin yılları

arasında iki ayda bir düzenli olarak çıkmıĢtı. Bu dergide ilk editörlük maceramız

olmuĢtu böylece.

Dergilerde insanlara benziyordu en nihayetin de zamanla olgunlaĢıp

Türkiye‟nin uçsuz bucaksız dergi mezarlığı kabristanında yerlerini alıyordu. Bir

gün ellerimiz de zihnimizin gıdasıyla beslenerek büyüyen çocuğumuz ölmüĢtü.

Sevinenler yahut üzülenler oldu mu bilemiyorum. Rahmetli eleĢtirmen Mehmet

H. Doğan yıllar yılı izini kovaladığı dergiciklerin içinde galiba bizim ki de vardı.

Sadece ismimiz ve künyemiz vardı Adam Sanat‟ın yıllığında. Olsun ismimizin

bile birilerince anılması mutlu ediyordu bizleri. Kimi gazetelerde çıkan mercekle

zor okunan tanıtım yazılarından da mutlu oluyorduk. Ġtiraf etmek gerekir ki

edebiyatın yapılma gayesinde vardır paylaĢmak. DüĢünce dünyamız paylaĢıldıkça

çoğalıyordu çünkü. Dergimizin sayıları birbiri ardınca çıktıkça kumbaranın içinde

biriken para misali büyüyordu umudumuz. Ġnsanı umut yaĢatıyor umut

öldürüyordu çünkü. ġimdi bilinen çoğu kaliteli yazarımız eminim bu tarz

ortamlarda bulunmuĢ ya da bu tarz duyguları yaĢamıĢtır hayatlarında. Dergiler

hür tefekkürün kalesi olmakla birlikte yazarların fırtınalarla dolu düĢünce

dünyalarının olgunlaĢtığı mekânlardır aynı zamanda. Yazı yazan ermiĢlerin

mabetleri herhalde böyle mekânlardır. Modern zamanlarda Türkiye‟nin düĢünce

tarihi, Türkiye‟de yayımlanan dergilerin tarihidir.

Aslında bu yazıyı yazarken dergi kabristanındaki “sözcükler” isimli

eski bir yazın seçkisini anmayı maksat etmiĢtim. Yazı kendiliğinden böylesine

filizlerle birlikte doğdu. Sözcükler dergisinin elimde sadece ilk sayısı mevcut

olduğu için onun üzerinden bir Ģeyler demeye çalıĢacağım. Ġlk sayıların önemi

Ģundandır: BaĢlangıç sayısı bir manifesto niteliğindedir. Yazın çabası konusunda

Albert Camus‟un da belirttiği gibi, söyleyecek çok sözümüz yok ise, bunları iyi

söylemeye bakmalıyız. Kâğıt düĢüncenin sınırlarını üzerindeki yüzeye göre

belirliyor çünkü. Sözcükler dergisi Enis Batur tarafından yazılan manifesto

niteliğindeki bir metinle baĢlıyor.(Metnin altında bir imza yok, ancak Enis Batur

veya yayın komisyonu tarafından yazıldığını düĢünüyorum) Metnin baĢına

metinle alakasız olarak dikkati celbetmek için “Kafka‟nın yazarı kim?” diye bir

ibare konulmuĢ. Bu son derece yerinde olmuĢ insan dikkattir bir ölçüde. Soru

cevabını vermiyorsa merak artıyor o zaman. “ġahdamar” dergisinden bahsederken

umuttan söz etmiĢtim ya sanki aynı hisle bitiriyor Enis Batur cümlelerini. Umut

belki gelecek sayfadır. Kapatma dergiyi. Derginin bütün sayfalarını çevirdim, ona

rastlamadım. Belki de dergidir umut…

Page 40: Sagalassos: City of Fairies

XL

Sözcükler dergisi son derece nitelikli bir dergiymiĢ. Dergideki ilkyazı

“püf noktası” Enis Batur‟un kaleminden çıkmıĢ. Bilge Krasu‟ya ithaf edilmiĢ.

Yazıların birilerine ithaf edilmesini pek kabullenemesem de ses çıkarasım

gelmiyor. Püf noktası usta çırak iliĢkisini irdelemeye çabalayan kısa bir metin.

Dergideki ikinci yazı “tapınmalar/aforizmalar” Necati Nesimi‟ye ait. En azından

editör bizim böyle bilmemizi istemiĢ fakat üsluptan anladığım kadarıyla bu da

Enis Batur‟un fırınında piĢmiĢ sanki. Neyse ilk sayı olduğundan ötürü ve yazar

kıtlığı nedeniyle maruz görmek gerekir böyle Ģeyleri. Yine bir itirafta bulunmam

gerekirse kullandığım o kadar çok müstear oldu ki bazılarının yüzlerini dahi

hatırlamıyorum. Her müstear ayrı bir kiĢilik ve karakterdir. Aforizmalar deneysel

bir çabanın ürünü. Necati Nesimi ilginçtir üç sayfaya altı aforizma sığdırabilmiĢ.

Dünyanın en uzun aforizma cümleleri bunlar. Uzun soluk insanı nefessiz

bırakabiliyor. Bu yazı için son söz ya da durum saptaması yapmak hiçte kolay

değil diyorum. Sözcüklerde bazı ismi unutulmuĢ ya da unutulmamıĢ Ģairler var

onları da burada anmamız gerekiyor. ġükrü ErbaĢ “zamana benzedik”, Ö Remzi

Cırık “karanlığa konuĢmak”, Ali Püsküllüoğlu “yıllar sonra Orhan Veli”, Mustafa

Ever “sürgün, Mansur (iki Ģiir)”, Kaan Özbayrak “kentliler akĢamı, ince dalın

sevdası (iki Ģiir)”, Hayati Baki “siyah Ģiirler”, son olarakta Ġbrahim Yılmaz

“serzeniĢ” isimli Ģiirleriyle sözcükler dergisinin sayfalarında yer almakta. Bazı

Ģairlerin müstear isimle yazdıklarını yine Ģiirler içinde düĢünmekteyim. Yanılıyor

da olabilirim. Doğrusunu tanrı bilir. Bana göre ilk sayının en nitelikli Ģairi Hayati

Baki‟dir. “siyah Ģiirler” zamana ve aynalara kalacak olan sessizliğin Ģarkısını

fısıldıyor kulaklarıma. Nedim Gürsel baĢlıkta Joyce‟e öykünen “Sanatçının Bir

Genç „Sürgün‟ Olarak Portresi” baĢlıklı denemesi ile ilk sayıya katkı sağlıyor.

Rahmetli Oğuz Atay da sadece baĢlıkta öykündüğü bir romanının olduğunu

bilmem anmaya gerek var mı? Nedim Gürsel, niyedir bilmem, yıllardır

okuduğumda zihnimde tadı kokusu olmayan ender yazarlardan birisi. Sözcükler

dergisinin en önemli kazanımı, bende olmayan sayılarında da gördüğüm

kadarıyla, Ekrem IĢınsu‟nun çalıĢmaları idi. Ġlk sayıdaki Ekrem IĢınsu‟nun “söz,

yazı ve gelenek” isimli makalesini büyük zevk alarak bir solukta okuduğumu

hatırlıyorum. Dergideki en zevksiz en yaman yazı ise Ahmet Ġnam‟a ait. BaĢlık

Ģöyle: “Acele iki okur aranıyor.” Felsefeci olduğundan mıdır nedir Ahmet Ġnam‟ın

iğreti ve sevimsiz bir üslubu var. Ahmet Ġnam bu yazıda Ģöyle bir cümle kuruyor:

“Tıkız ve künt yazmak kuramımın bir parçası mı? TasarlanmıĢ sözler yazmam ben

okur. ġaĢırtarak sözcük salatası yedirmem sana…” Bir de yedirseydin bari. Her

neyse Enis Batur da da zaman zaman böyle tuhaflıklar olsa da kimi söylediği

hikmete yakın sözler/sözcükler O‟nu değerli kılabiliyor. Enis Batur azda olsa

sevdiğim bir yazar olduğu için bu konudaki noksanlıklarına girmek istemiyorum.

Belki bilinç akıĢı tekniğini kullanıyordur! Dergide iki tane çeviri var bunlardan

ilki Lautremont‟dan “Maldoror‟un ġarkıları”dır diğeri ise Ernest Bloch‟tan “Ġlke

Umut”(Sonradan bu kitap olarak ta çevrilmiĢtir.)tur. Çeviriler fena sayılmaz fakat

çok kısa oldukları için Ģarap gibi tadı damağınızda kalıyor. Dergi arka kapağa (ki

Page 41: Sagalassos: City of Fairies

XLI

bir dergi için en önemli iki sayfadan birisidir) konulan Ahmet Ġnam‟ın metnini

saymaz isek amatör ruhunu muhafaza eden oldukça özenlikli bir çalıĢma olmuĢ.

Diğer sayılarını da edinmek isterdim ancak muhafazakâr sahaflarımız buna pek

geçit vermiyor. Bir Ģeyi daha belirtmek isterim. “Kafka‟nın yazarı kim?” sorusu

ortaya atılmıĢ bir iddianın sahibine iĢaret ederken günümüzde Türk

Edebiyatındaki eleĢtirmen kılıklı bir takım insanların ki bazıları „sözcükler‟in

içinden çıkmıĢtır, sorunun muhatabı/cevabı olduğunu düĢünmüyorum. Bunu

neden söylüyorum, Kafka çözümlemelerinin Batıdaki bazı örnekleriyle tanıĢtığım

için diyorum sözümü. Sözün kısası sözlerimle sözcüklerden söz ettiğimi

vurgulamak isterim.

ĠNSANLIĞI SAATE DÖNÜġTÜREN ADAM

1885 doğan 1952'de ölen ve fütürizm‟in kurucuları arasında anılan Tatar Ģair

Velimir Hlebnikov Rus biçimciliğinin estetiğini oluĢturan kiĢidir. Rus biçimciliği

en az yapısalcılık kadar ilginç ve orijinal bir çabadır. Edebiyatta cümleleri ve

kalıpları parçalamayı maksat eder. Bu akımın öncülü sayılan Velimir birçok

filoloji bölümü mezunu olup, Ģark dilleri fakültesi'nde Sanskrit uzmanlığı

yapmıĢtır. Sahip olduğu filolojik bilgi birikimi ona kelimeler ile oynayabilme

olanağı veriyordu. Kelimelerin sırrını biliyordu yetenekli Ģair. Bazen bu oyunlar

öyle etkileyici oluyordu ki standart Ģiirde(kalıplar dâhilinde oluĢturulan)

görülemeyecek etkiyi yaratıyordu. Atom parçalanmıĢtı, öyleyse düĢüncede

parçalanmalıydı. Gelecek için metin tekrar yeni olarak yaratılmalıydı. 1910‟lu

yıllardan itibaren edebiyatla uğraĢmaya baĢlayan Hlebnikov, aynı zamanda bir

matematikçi olarak, zamanın kanunları'nı hesaplamaya yönelmiĢtir. Tanrı bazen

matematiğin diliyle de ilham veriyordu Ģaire. Bir zaman devleti icat etmiĢtir.

Page 42: Sagalassos: City of Fairies

XLII

Zaman her Ģeyi yok ediyor çünkü. Zamanın tesirinden kaçabilen hiçbir güç

yoktur. Kutsal kitapta Ģöyle bir ayet vardır; “YaĢlanırız ve ölürüz. Hayat, bu dünya

hayatımızdır. Bizi ancak zaman helak eder.” (Kur‟an) Eserlerinde gelecek

sezgisine büyük yer vermiĢtir ve en çok bilinen Ģiiri „reddediĢ‟tir. Sezgi bazen

aklın yeteneklerinden daha fazlasını vermektedir bizlere. Çoğu bilim adamı dahi

deneysel çalıĢmalarında çaresiz kaldıkları zaman bu duyguya ya da yetiye sığınır.

Sezgiler bizi geleceğe taĢıyacak zamanın anahtarlarıdır. Velimir‟in Ģiiri, daha

doğrusu Rus Biçimciliği, 1910–1918 yılları arasında etkili olmuĢtur. BolĢevik

devrimi belikli bu ilginç düĢünce kırılmasını zararlı bularak yok etmeye

çalıĢmıĢtır. Bugün Rusya‟da Velimir Hlebnikov‟un orijinal kitaplarını bulmak çok

güçtür. Kitapların orijinal edisyonlarına Avrupa‟daki sahaflarda

rastlayabiliyorsunuz. Buraya Velimir Hlebnikov‟un bir Ģiirini alıntılamak

istiyorum:

“REDDEDĠġ

yıldızlara bakmak uzun uzun

bir ölüm hükmü imzalamaktan

çok daha hoĢ gelir

çiçeklerin sesini dinlemek

‟iĢte hlebnikov!‟ diye mırıldanan sesini

bahçede dolaĢırken

çok daha hoĢ gelir evet.

beni öldürmek isteyenleri öldüren

tüfekleri görmekten.

niçin hiçbir zaman

yönetici olamayacağını

anladınız mı Ģimdi! "

Yıldızlar insanların söyleyemediği gerçekleri söyleyebilirler. SavaĢların ve de

barbarlıkların çağında insanların nefretlerini unutarak çiçeklerin sesini

dinlemelerini öneriyordu Hlebnikov. ġaire Ģiddet unsurları asla tesir

etmeyecektir. Çünkü onun daha etkili bir silahı vardır. Onun silahı sözcüklerdir.

Futurist manifestonun baĢlangıcı insanlığı saate dönüĢtürmekten bahsediyordu.

Ġnsanlığı saate dönüĢtüren adam ġair Velimir Hlebnikov‟dan baĢkası değildir.

Zaman koku-buhar gibi bir Ģeydir. Biz onun etkisini görürüz fakat kendisini

göremeyiz. Her insan içinde bir saat taĢır. Bazıları buna biyolojik saat diyor fakat

Velimir‟in kastettiği daha sezgisel bir durumdur. Kokusu olan bir Ģeydir adeta.

Velimir gelecekten neyi sezmiĢtir? O insan ötesi düĢleri düĢlüyordu belki. Ama

bu metafizik âlem “bilirim, dini bütün kurtlarsınız” dediği çevrelerin pek

Page 43: Sagalassos: City of Fairies

XLIII

anlayabileceği ya da kabullenebileceği bir durum değildi. Onlar savaĢ istiyordu,

kan istiyordu. Onlara, kader terzisinin iğnelerini iĢitmediklerini söylüyordu

büyük Ģair. O zamanki Rus Hükümetini, Velimir çekinmeden eleĢtirebilmiĢtir. Ne

yazık ki bu SSCB zamanında asla mümkün olmamıĢtır. Çarlık devri Rusya‟sı çok

daha insancıldır yenisine göre. Biliyoruz ki her yeni eskiyi hırpalamayı pek sever.

Sever de ne olur. Sanatı iliğine kadar kurutur bu anlayıĢ. SSCB döneminde dünya

çapında neredeyse hiçbir romancı yoktur. (Boris Pasternak hariç, O‟nu da zaten

kabullenebilmiĢ değildir o günkü Rus Halkı ve Devleti.) Hlebnikov güzel bir

Ģiirinde Ģöyle söyler:

“insanlığın saati, tik tak eder,

düşüncemin ibresi oynasın!

bunlar hükümet intiharlarıyla büyüsün ve kitapla, ötekiler.

yeryüzünde kula kulluk kalmasın!

yerkürbaşkbüyük !

şarkı, sen ol emir veren:

anlatırım evrenin kurum-kibrit olduğunu

hesabın yüzünde ben.

düşüncem, her şeyin çilingiri,

kapı için, ardında kendini vurmuş biri…”

Hlebnikov açıkça Çarlık Hükümet‟ini eleĢtirmektedir. Birçok aydın, sanatçı bu

Ģiiri söylediği yıllarda (1922) Çar‟a kulluk etmekteydi. Doğruyu söylemiyorlardı.

Evren niçin kibritle ifade edilmiĢtir. Kibrit yandığın da ödenecek hesap nedir o

zaman? Tüm sorulara verilecek en ilginç cevabı söylüyor Hlebnikov: “düĢüncem,

her Ģeyin çilingiri,” Ġnsan düĢüncesi onun en tesirli gücüdür. Bu öyle bir sihir

yaratır ki kendini dahi yok etmeyi göze alarak kapıyı açar. Kafka ise ġato‟sundaki

kapıların açılmasını dahi yeterli görmez. Hlebnikov perdenin arkasındaki

görüntüyü görmek ister ve bu davasında sonuna kadar haklıdır. Hlebnikov

kendisinden önce var olmayan duyguları tanımaktadır. Ve bu duyguları insanlara

anlatmak ister. Leonarda‟nın uçaklar yaparak dağlardaki karları sıcak ovalara

ulaĢtırmasını istemesi gibi bir Ģey bu. “Biz yeni bir yaĢamın yeni insanlarıyız. “

derken insanlığı kalbindeki yaĢama kurulu saatte seyredebiliyordu büyük Ģair.

Page 44: Sagalassos: City of Fairies

XLIV

Velimir Hlebnikov Türkiye‟de pek tanınmasa da Dünya Edebiyatı‟nın en ilginç

Ģairlerinden birisidir kuĢkusuz. Veli, Tatar Türkçesinde “ermiĢ” mir ise Rusça

“dünya” demektir. Hlebnikov tüm yaĢantısıyla “ermiĢ dünya Ģairi” dir.

ALMAN FELSEFE GELENEĞĠNDE BĠR KIRILMA;

Nietzsche‟nin Değerler Sistemi

Yıllardır gazetelerin verdiği kitaplık eklerini bıkmadan usanmadan

biriktirmekteyim. Bir süredir bu eklerdeki ısmarlama yazılar iyiden iyiye canımı

sıkmakta. Bazı yayınevlerinin reklam maksatlı kitap tanıtımı yazıları öyle ucuzca

ve niteliksiz olarak hazırlanıyor ki insan bir okur olarak hakarete uğradığını

düĢünüyor. Kitaplık eklerinde sadece son çıkan kitaplar tanıtılıyor, bunların

dıĢındaki eleĢtiri ve çözümleme maksatlı yazılara ise yer vermeme politikası

elbirliği etmiĢçesine uygulanır oldu. Zannediyorum kitaplık eklerine bu maksatta

olmayan yazılar da geliyordur fakat pazarlama kaygısına sahip olan editörler

tarafından nitelikli çalıĢmalarda sukut suikastına uğratılıp görmezden geliniyor.

Bir örnek vermek gerekirse, Murathan Mungan isimli „Ģiir üreticisi!‟ yeni bir kitap

çıkardı diyelim. Arkasından ne kadar ek ve gazetelerin kültür sanat sayfası varsa

elbirliği etmiĢçesine „Kadından Kentler‟i baĢlıyor övmeye. Bu kâğıt müsvetteleri

satacak ya onun için tüm çaba. Buradan söylüyorum bazı tatmin olamayan

yazarları memnun etmek için kâğıdın beyazlığı kirletilmemelidir. Her neyse

konumuz yukarıdaki baĢlıktan da anlaĢılacağı gibi iĢportacıların pazarlama

stratejileri üzerine değil. Gazetelerin kitap eklerinin, eski fakat nitelikli kitaplar

hakkında da yapılan çözümlemeleri yayımlamalarını beklerdim bir okuyucu

olarak.

Kütüphanemin tozlu rafları arasında Bernard Groethuysen‟in “Nietzsche

ve Alman Felsefi DüĢünüĢüne GiriĢ” adlı kitabıyla karĢılaĢtım. KarĢılaĢtım

diyorum çünkü aradığım bazı kitaplarıma dahi ulaĢmam güç oluyor. Evinde

kütüphanesi olanlar eminim ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Kitabı

Hamdi R. Atademir çevirmiĢ, „Remzi‟de lütfedip yayınlamıĢtır. Suut Kemal

Yetkin‟in „kültür serisine baĢlarken‟ gibi bir empoze niteliğindeki kısmı

görmezsek kitap oldukça güzel. Rahmetli Yetkin‟in bu yazılarını sağda solda

gördükçe ne idüğü belirsiz estetik görüĢünün garabetliğine iyiden iyiye

inanıyorum.

Alman Felsefe geleneğindeki kırılma filozof Nietzsche tarafından

tasarlanarak uygulamaya konulmuĢ bir projedir. Gerçekte genel olarak tarihi

dönemde felsefenin fonksiyonunun kaybolduğu bir zamanda ki bu sadece felsefe

ile sınırlı değildir, sanat, din, bilim vb. örüntüleri de kapsayan bir süreci içeriyor,

kendisini hissettiren durgunluk sokaklara kadar yayılıyordu. Burada ortaçağın

genel atmosferi, bize anlatıldığı Ģekliyle karanlık çağ döngüsüne de kolayca

teslim olmamak gerekiyor, ıĢığını baĢka odaklara yöneltiyordu. Bu yöneliĢ

Page 45: Sagalassos: City of Fairies

XLV

Nietzsche tarafından algılanırken dönemin birçok düĢünürünce görülememekte

idi. Nietzsche‟nin ait olduğu devrin düĢünürleri dönemin hassasiyetlerini

algılamaktan uzak idiler. Batıda felsefi düĢünce sistemi iki kısma ayrılarak ifade

edilebilir. 1-Aristo kaynaklı düzen, simetri ve orantıya önem veren bütünlükçü

sistematik yaklaĢım. 2-Romantizmden beslenen idealist biçim(parçalı ve dağınık

yönelim). Bunlarda kendi içinde Ġngilizlerin ampirik, Fransızların rasyonalist

geleneği, Amerikan pragmatizmi ve Almanların romantik yönelimi olarak değiĢik

biçimlerde görünmektedir. Nietzsche bu çerçeveye oturtulabilen bir düĢünür

değildir. Kelimenin tam manasıyla sistem karĢıtı bir düĢünürdür. Nietzsche‟nin

Değerler Sistemi geleneksel değerleri ve eklemlemeleri tasfiye etmek için

tasarlanmıĢ gibidir. Hıristiyanlığa getirdiği ağır eleĢtiri ve reddiyelerde tam olarak

bu noktadan baĢlar. Klasik Yunan düĢüncesini ve değerler sistemini sorgulayarak

devem eder. Alan Menill, “AĢırılığın Peygamberleri” kitabında Nietzsche‟nin

yerleĢik değerler karĢıtlığı yönünü baĢarılı bir Ģekilde analiz etmektedir.

Fragmanlar ve aforizmalar Ģeklinde kurulmuĢ olan Nietzsche‟nin Değerler Sistemi

Alman düĢünce geleneği baĢta olmak üzere diğer yönelimleri reddederek

tekrardan bir kavram dünyası inĢa eder bize. Nietzsche‟nin Değerler Sistemini ve

düĢünce dünyasını nitelikli ve daha ileriye taĢıyacak Ģekilde sorgulayan

filozoflardan biride Jacques Derrida‟dır. Derrida için felsefi uğraĢ veya dilbilimsel

çalıĢmalar, birbirinden ayrılamaz iki özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Derrida,

“kavramların incelenmesinden gerçekliğin çözümlenmesine, gerçekliğin

incelenmesinden kavramların yapısının çözümlenmesine gidip gelen birisidir.”(

Mahmuzlar : Nietzsche'nin Üslupları BABĠL ERZURUM yay.)Derrida‟nın adına

"yapıçözüm" dediği bu inceleme-araĢtırma biçimi bir yöntemi ve sistemi

öngörmez. Çünkü bu tür çalıĢmaların kendine özgü bir tikelliği veya inisiyatifi

elinde tutan bunu bir nesneye, bir metne bir izlene uygulama endiĢesi yoktur.

Nietzsche‟nin Değerler Sisteminde de edimsellik ya da iĢlemsel safhalar yoktur.

Yapıçözüm "bağlam olarak adlandırılan olanaklı değiĢtirim zincirindeki

yazılım"dır. Nietzsche‟nin Değerler Sistemi değiĢimin sürekli “üst” aĢamalara

ulaĢmasını kuramsal olarak vurgular. Nietzsche‟nin Değerler Sistemi

mükemmeliyetçi bir ahlaktan sonra kâmil insan motifi üzerinde yoğunlaĢır.

Aslında Ġslam Tasavvufunda da bu anlayıĢ vardır. Benzer bir Ģekilde bu anlayıĢ,

Nietzsche‟nin aynı adı taĢıyan kitabındaki ZerdüĢt figüründe insani değerlerin

zirvesi olarak vücut bulur. Bu değiĢim ve değiĢtirim zincirinin yazılımını, “Böyle

Buyurdu ZerdüĢt” kitabında Nietzsche ayrıntılı olarak anlatmaktadır.

Nietzsche‟nin Değerler Sistemi gibi derin bir konu bağlamında

“Nietzschelerin ġöleni” (Derrida‟nın Nietzsche hakkındaki bazı kitap ve

makalelerinin derlemesi) kitabı O‟nun la ilgili, O‟nun tarzında hazırlanmıĢ bir

çalıĢmadır. Bu kitap, Nietzsche‟nin derin ve geniĢ düĢünce yapısını ve "sistemini"

anlamada yardımcı olmaktadır. Ġsimler, sözgelimi, sadece düz anlamında değil

bütün anlamlarıyla ele alınmıĢ ve Nietzsche'nin bu sözcüğe yüklediği anlam

Page 46: Sagalassos: City of Fairies

XLVI

bütün güncelliği ve derinliği ile verilmiĢtir. Önceden kabullenmiĢ olduğumuz

değerlere göre isimleri anlamak onlara yeni manalar yüklememizi ve bir açılım

yapmamızı engeller. Bu kitapta Derrida'nın kullandığı yöntemle Nietzsche'nin

düĢüncelerine ve üslubuna ne kadar etkili bir Ģekilde nüfuz ettiği görülmektedir.

Nietzsche‟nin Değerler Sistemi incelenmesi ve yapılarının çözümlenmesinde

Derrida metafiziksel belirlenimi “yorum, perspektif, değer biçme, fark”

kavramları üzerinden tarih boyunca Batı felsefesine sıkıntı çektirmiĢ tüm ampirist

ya da felsefi olmayan motifleri radikalleĢtirilmesine bağlar. Batı örneğin Ġsa

peygamberi bir değer olarak kabullenmiĢ ve bu konuda daha sonraları aĢırıya

giderek O‟nu tanrı yapmıĢtır. Hümanizm, demiĢ baĢka bir dönemde, sıradan

insana tapmayı insanlık dini olarak görmüĢtür. ( Comte gibiler..) Batı tarihi

değerlere aĢırılıkla bağlanma tarihidir çoğu zaman. Nietzsche‟nin “Tanrı öldü

duymadınız mı?”sözü bu bağlamda anlaĢılmalıdır. Ölen Batının hastalıklı

değerlerinin ürünü olan tanrısıdır.

Nietzsche‟nin Değerler Sistemi bir anka kuĢu motifine benzer. Bir kez

daha, yaĢamın yıkımı yalnızca görünüĢtür. Aslında bu hayatın yıkılıĢının

görünüĢüdür. Ġnsan ölü olanı gömer ya da yakar. Bu eylemi yapar çünkü yaĢayan

varlık bu küllerden yeniden doğup rejenere olsun. Hayat kompozisyonundaki

dejenerasyon-rejenerasyon teması aktif ve merkezidir. Döngü tanrı tarafından

böyle kurulmuĢtur. Eğer bu döngüde bir sorun olduğunda, kaçınılmaz olarak

insanlar, eğitimi, öğretimi ve disiplini gerekli görürler. Ve aynı insanlar bu süreçte

değer biçimlerini dayatırlar. Nietzsche‟ye göre yıkım edimi sadece kendisini seçici

biçimde yok olmaya sunan zaten dejenere olmuĢ olanı yıkar. “Entartung”

(bozulma) yenilenmesi düĢünürde kültürü, bir kez devlet kontrolüne girmiĢ ve

gazetecileĢmiĢ üniversite kültürünü karakterize eder. Aynı Ģekilde “Ahlakın

Soykütüğü” adlı eserinde de belirttiği gibi dejenerasyon saldırgan ve reaktif bir

ilke olarak fiilen yaĢamın aktif düĢmanı haline geldiği zaman, değerlerin ters

çevrimi yaĢamı zorlar. Değerlerin bozulması biyolojik bozulmayı da yaratır.

“Onlar tohumu bozarlar.” (Kur‟an) Dejenere olan sadece değerler değil yaĢamın

kendisidir. Dejenerasyon yaĢama saldıran bir yaĢam ilkesidir. Nietzsche‟nin

Değerler Sistemi değerler hiyerarĢisidir aynı zamanda. Üstün insan, küllerinden

doğacak değerleri, kendisiyle savaĢarak kazanabilir. Ve Ģüphesiz değerler

hiyerarĢisinin en üst basamağında bunu gerçekleĢtirmiĢ insanlar vardır.

SEVGĠLĠM HAKKINDA BĠR ġĠĠR

e. e. cummings, ismini miniskül biçimde kullanan Amerikalı Ģair tüm

ömrü boyunca dokuz yüz elliden fazla Ģiir, iki tane roman, birkaç tane de tiyatro

oyunu ve deneme kitabı yazmıĢtır. Bir yazarın üretkenliği ile niteliğini kendi

adıma her zaman sorgulamıĢımdır. Bir Ģair ya da romancı hayatı boyunca belki en

fazla bir veya iki tane doğru düzgün yani yazının hakkını veren metin

üretebileceği kanaatindeyim. Örneğin en özenli metin olarak bir Sezai Karakoç

Page 47: Sagalassos: City of Fairies

XLVII

için bu “Mona Rosa” isimli Ģiiridir. Akif için ise hiç kuĢkusuz aynı Ģeyi “Ġstiklal

MarĢı” dır diye söyleyebiliriz. Ya da tüm sanat yeteneğini Necip Fazıl gibi bir Ģair

ancak “Kaldırımlar” ve ya “Otel Odaları” Ģiirlerinde gösterebilmiĢtir. Fazla

üretkenlik bazen yapıtın etkisini kırabiliyor. Yahya Kemal‟in az ve nitelikli

yazmak konusunda çevresindekilere birçok kez bu konu hakkında sözler ettiğini

biliyoruz. Yahya Kemal‟in ömrü Ģiir yolunda yaptığı titiz iĢçilik ile geçer; evi de

ailesi de Ģiir olur. Dilimiz onun Ģiirleriyle zenginleĢir. Belki de uyguladığı bu titiz

iĢçilik nedeniyle dizeleri dilden dile dolaĢır ve en çok ezberlenen Ģairlerimizden

biri olur. Birçok Ģiiri sanat müziği formunda bestelenebilmiĢtir. Ġlginç bir

durumdan bahsetmem gerekirse Yahya Kemal yaĢadığı dönemde tek bir kitap

dahi yayımlamaz. E. E. Cummings ise çok fazla sayıda eser üretmesine rağmen

kaliteyi düĢürmeyen ender yazar ve Ģairlerden biridir diyebiliriz.

Eğer bir insan bir sanat dalıyla uğraĢıyorsa muhakkak bir diğeriyle de

uzaktan veya yakından ilgilenmektedir. E. E. Cummings edebi faaliyetleri

yanında birçok tablosu olan çok yönlü bir sanatçıdır. Bazen bir yazarın ikincil

uğraĢı onun yazarlık maharetlerinin önüne dahi geçebilmektedir. Örneğin Abidin

Dino böylesine çok yönlü sanatçılarımızdan biridir. Cummings bazı tabloları

dikkatle incelendiğinde en az yazarlığı kadar resim konusunda da baĢarılı

çalıĢmalar yaptığını söyleyebiliriz.

E. E. Cummings'in geleneksel olmayan majüskül (büyük) harf kullanma

tarzı zaman zaman yayıncı ve okurları tarafından isminin küçük harflerle ve araya

nokta konulmadan yazılması suretiyle öne çıkarılmıĢtır. Bir kitabının önsözünde

belirtildiğine göre yazar sadece küçük harf kullanarak Ģiirlerini yazmıĢtır. Böylece

ismi resmi olarak "e. e. cummings" olarak değiĢmiĢtir. Farklı bir durum olarak

bizim Ģairler içinde Ahmet Cahit Zarifoğlu, ironik olarak ismimin baĢ harfleri

“ACZ” tutuyor diye söylemiĢtir. Cummings, isim takıntısı yönüyle niyeyse bende

her seferinde bu çağrıĢımı uyandırıyor. Cummings tarafından yazılan bir mektup

incelendiğinde isminin yazılıĢında büyük harf kullanılmasını istediği ortaya

çıkmıĢtır. Bugün Cummings'i araĢtıranlar yazarın ismini küçük harfle yazmasının

bir alçakgönüllülük göstergesi olduğunu düĢünebilirken, bazıları da bu durumu

yazarın kibirli olmasıyla iliĢkilendirirler.

Modern dünya Ģiirinin en önde gelen ve popüler yüzlerinden biri olan E.

E. Cummings‟in bir Ģiirini alıntılayarak son vermek istiyorum sözlerime. Bu Ģiirin

sevgiliye okunmasını düĢleyen biri olarak…

Page 48: Sagalassos: City of Fairies

XLVIII

“SEVGĠLĠM sevgilim kralı karanlık olan bir ülkedir senin saçların alnın çiçeklerin bir havalanıĢı baĢın dipdiri bir ormandır senin uyuyan kuĢlarla dolu oğul oğul ak arıdır memelerin dalı üstünde gövdenin gövden nisandır benim için koltukaltlarında ilkbaharın geliĢi kralların arabasına koĢulmuĢ ak atlardır kalçaların ve has bir ozanın mızrap vuruĢlarıdır aralarında her zaman tatlı bir ezgi sevgilim baĢın kutusudur aklın olan o serin mücevherin baĢındaki saç yenilgi bilmeyen bir yiğittir omuzlarındaki saçlar zafer davullarıyla yürüyen bir ordu düĢlerin ağaçlarıdır bacakların meyvesi unutkanlığın özü kızıllar giyinmiĢ satraplardır dudakların öpüĢü kralları birleĢtiren bileklerin kutsaldır kanının anahtarlarının bekçileri gümüĢ vazolardaki çiçeklerdir ayak bileklerinin üstü güzelliğinde flütlerin ikilemi gözlerin aldatıĢı çanların günlük kokuları arasından sezilen”

Page 49: Sagalassos: City of Fairies

XLIX

Мухтар Ауэзов и Назым Хикмет на съезде писателей ГДР. Берлин.

1956 год.

Kazak yazar Muhtar Auezov ve Nazım Hikmet‟in Sosyalist Doğu

Almanya‟da KarĢılaĢmaları.

Berlin.1956 Yılı. (Fotoğraf, Kazakistan Cumhuriyet‟i Merkezi Devlet

ArĢivinden alınmıĢtır.)

Page 50: Sagalassos: City of Fairies

L

Nazım Hikmet‟in Yeni Bir Fotoğrafı Bulundu

Nazım Hikmet‟in Kazak yazar Muhtar Auezov ile Ģiirleri hakkında sohbet

ettikleri bir sırada yukarıdaki fotoğraf çekilmiĢtir. Günümüz Kazak Edebiyatında

Auezov‟un (1897–1961) ayrı bir yeri ve önemi vardır. Kendisi, özellikle „Kazak

Destanları‟ ve „Kara Sözler‟ (Kazak Edebiyatında nazmın bir türü) hakkında

folklorik incelemeler yapmıĢtır. Ayrıca Türkistan Komünist Partisi dönemi

edebiyatı ile ilgili birçok ilmî çalıĢmaları vardır. Auezov‟un en önemli eseri, 4

ciltlik „Abay Yolu‟ (Put Abaya) adlı devasa romanıdır. Bu romanda Auezov,

Kazakların birçoğunun kendisine rehber olarak kabul ettiği büyük bozkır Ģairi

Abay‟ın hayatını ve düĢünce yapısını çok ince ayrıntılara inerek anlatmıĢtır.

“Abay Yolu “ romanı içinde 5000 den fazla farklı sözcük kullanılarak yazılmasıyla

da meĢhurdur. Kazak halkının binlerce yıllık sözlü geleneğinin birikimi, Abay‟ı

oluĢturmuĢtur. Abay‟ı en iyi anlayan ve anlatan Auezov olmuĢtur. Auezov‟un bu

romandan baĢka pek çok hikâye, deneme, çeviri ve araĢtırma eserleri de

bulunmaktadır. Ayrıca onun, konusunu doğrudan Kazak halkının göçebe

yaĢantısından aldığı tiyatro oyunları vardır. Bu oyunlar, Kazak tiyatrolarında

bugün de sergilenmektedir. En bilinen hikâyesi “Kökserek” sinemaya

uyarlanmıĢtır. Fotoğraf çekildiği esnada orada bulunanların rivayetlerine göre

Kazak halk edebiyatından bahsetmiĢtiler iki büyük ozan. Daha sonraki yıllarda

da Muhtar Auezov ile Nazım Hikmet birkaç defa görüĢmüĢlerdir. Nazım Hikmet

Berlin‟deki sürgünlük günlerini sonraki yıllarda yazmıĢ olduğu bir Ģiirinde Ģöyle

ifade etmiĢtir:

“bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da

insanca yaĢadım diyebilirim

ve daha ne kadar yaĢarım

baĢımdan neler geçer daha

kim bilir. “

Yunanlıların trajik çağında felsefe

Gerçek hayatta da bizler sevgilinin hiçbir zaman asıl yüzünü göremeyiz. Bizim

gördüğümüz hayalimizdeki yüzdür. AĢkımız en az cansız bir tablodaki suret

kadar kristalizedir, denilebilir.

Nietzsche, felsefi düĢüncenin kaynağı olarak Sokrates öncesi filozoflarını iĢaret

eder. Onlar, tek kelimeyle yasa koyucudur. Aslında bu bilinen en eski filozof

imgesidir. Gilles Deleuze‟nin ifadesiyle söylersek „bu Sokrates öncesi düĢünürün,

“fizyolog”un ve sanatçının, dünyayı yorumlayanın ve değerlendirenin imgesidir.‟

Filozof sadece düĢünen bir entelektüel değildir. O aynı zamanda eski dünyaların

ya da yeni dünyaların kâĢifi olup, mağaranın ucundaki ıĢığa yönelen ilk kiĢidir.

Page 51: Sagalassos: City of Fairies

LI

Filozof özünde var olan bir değeri her an anımsayabilerek tekrar tekrar yaratır.

Filozofun bu manada düĢünceleri ile yaĢamı birdir. Deleuze, bu anı anlatırken bir

konuĢmasında „karmaĢık birlik: bir adım yaĢam, bir adım düĢünce için‟ demiĢtir.

Yunanlıların trajik çağında felsefe konusu filozofları anlayarak yazma dönemine

geçiĢi simgeler. Genellikle bu konuda yapılan çalıĢmalar, her zaman, filozofların

tarihçe-i hayatlarına değinen ansiklopedik materyaller olmuĢtur. Eski Yunan

filozoflarının tarihini anlatan kitaplar ile Nietzsche‟nin “Yunanlıların trajik

çağında felsefe” (Kabalcı Yayınevi, çev: Nusret Hızır) kitabının benzer

çalıĢmalardan ayrılığı, kısa olmasıdır.

“Yunanlıların trajik çağında felsefe” eserini Türkçeye çeviren Nusret Hızır

önsöz yazmayı ihmal etmemiĢtir. YaklaĢık on dört sayfalık bu yazıda, çeviri

üzerine; kelimeye değil cümleye sadık kaldığını belirtiyor. Günümüzde ne yazık

ki bu tip eserler çevrilirken anlama dair gerekli özen gösterilmediği için metin

tanınamaz hale gelebiliyor. Ve daha sonra da tekrar çevrisi yapılmadığı için

orijinaline her daim ırak kalıyoruz. Yapılan çevirilerde çoğunlukla uzun

cümlelerden kaçınıldığı da oluyor bazen. Özellikle Alman yazım geleneği söz

konusuysa asla böyle bir yola baĢvurulmamalıdır. Alman yazım geleneği tuğla

misali kaynaĢmıĢ sözcüklerden kurulu uzun cümleler sayesinde özgünlüğünü

kazanıyor. Kolaya kaçıp cümleleri kısaltmak Almanca metinler için ırza

geçmekten farksızdır. Nusret Hızır‟ın Nietzsche‟nin uzun cümlelerini her hangi

bir müdahale yapmadan çevirmesi yerinde olmuĢ. Nusret Hızır, çeviriye

ansiklopedilerden aldığı dipnotları eklemeseydi daha doğru olurdu diye

düĢünüyorum. Çünkü eserin yazılıĢ Ģekli ve sistemi felsefi düĢüncedeki tarihçi

ekole, tarihçi ekol demek ne derece doğru bilemiyorum, karĢı yapılmıĢ bir

saldırıdır. Metinde parantez içinde bulunan Nietzsche‟ye ait notların verilmesi

yeterliydi. Aynı kitap Gürsel Aytaç tarafından da çevrilmiĢ olup Sel Yayıncılıktan

çıkmıĢtır. Eserin bir çevirisi de Elif Yayınlarının felsefe dizisinde mevcuttur.

Gürsel Aytaç‟ın yaptığı çeviri de ufak tefek sorunlara rağmen baĢarılı sayılabilir.

Elif yayınlarından yapılan tercüme elimizde olmadığı için herhangi bir

değerlendirme yapamadık. Aslında eleĢtiri yazısı yapılırken, eğer aynı eserin

birden fazla çevirisi varsa, bu iĢi mukayeseli yürütmek daha zevkli bir uğraĢtır.

Nietzsche, deneme tarzındaki “Yunanlıların trajik çağında felsefe” adlı

eserini daha ilk gençlik yıllarında yazmıĢtır. Metin, konusuyla antik felsefenin bir

parçasına değinirken, Sokrates öncesi bilgelerini yorumlar. Genç yaĢtaki bir

insanın kaleminden çıkan bu cümleler insanı bayağı ĢaĢırtır. Bu yıllarda onun

sağlam bir filoloji uzmanı sıfatını kazanmak istediğini biliyoruz. Filolojinin

disiplin gerektiren öğrenim süreci onu sabırlı ve sistemli yapmıĢtır. Dillerle

uğraĢıyorsanız eğer en küçük tembelliğiniz dahi zor telafi edilir. Nietzsche bunu

çok iyi kavramıĢtı. Bu gayretleri ona; yavaĢ ve derinliğine okumayı öğretmiĢti.

Antik felsefenin metinlerine nüfuz etmek için o yıllarda Diagones, Homeros ile

Hesiodos hakkında çeĢitli makaleler yazmıĢtır. Bazen ezberinden Yunanca antik

Page 52: Sagalassos: City of Fairies

LII

Ģiirler bile söylüyordu. Nietzsche‟ye, daha sonraki yıllarda, bu çabası felsefesi için

vazgeçemediği iki ifade metodu kazandırmıĢtı. O‟nun felsefesinin temel yapı

taĢları aforizmalar ve Ģiirlerdir. Özellikle Ģiir onun felsefesinde Zeus‟un

yıldırımları kadar etkiliydi. Ġlk baĢlarda düĢüncesindeki disiplinin oluĢması için

yöneldiği filolojik birikim zamanla onun filozof olarak üslubunun antik

filozofların üsluplarına dahi nüfuz edebilmesini ve onları anlamasını sağlamıĢtır.

ĠĢte , “Yunanlıların trajik çağında felsefe” böyle bir anlamlandırma çabasının

sonucudur.

Otonom yayınlarından çıkan Nietzschelerin ġöleni‟ne sunuĢ yazan Ali

Utku-Mukadder Erkan ikilisi onun filolojik yeteneğinin mahiyetini çok iyi

anlatmıĢlardır. Derrida‟nın Nietzsche‟si: Bir ortak imza geliĢtirmek üzerinde

durur. Aslında bu bile onun için bir maskedir. Deleuze‟nin de söylediği gibi onda

var olan her Ģey maskedir. „Sağlığı dehası için bir maskedir, acıları ise hem dehası

hem sağlığı için ikinci bir maske.‟ Burada andığımız [Thales, Anaksimandros,

Herakleitos, Parmenides, Anaksagoras, Empedokles, Demokritos ve benzerleri.]

Sokrates öncesi filozofları bile onun yaĢamından felsefesine yansıyan bir

maskedir. Derrida filolojik maskenin görünen görüntüsünün sadakatinden çok

onun paradoksal geriliminin yansımasına vurgu yapar. Bize, onun bir takipçisi

gibi onu asla izlemememizi önerir. Yunan tiyatrosundaki tragedyaları

anımsayalım. Önemli olan oyuncuların yüzlerindeki masklar değildir. Bizim

ayrımına vardığımız konudaki anlam ve muhayyilemizin imgeleminde oluĢan

görüntüdür asıl önemli olan. Derrida‟nın deyimiyle maskların görüntüsünü

„…izlememek. Ancak bu, yine onun tarzında, muhtemelen erdemin erdemini

erdemin aleyhine çevirmeyi sürdürmek için olacak.‟ Filolojik Ģekliyle Nietzsche

ismine „geri dönen Ģey, yaĢayana asla dönmez. Hiçbir Ģey yaĢayana geri dönmez.‟

Ġsmin içeriği, bir benliğin ötesinde bir Ģeydir. Kısaca Friedrich Nietzsche‟nin

felsefi-filolojik isim politikası böyledir. Derrida, benzer bir çalıĢması “isim hariç”

(Kabalcı; 2008) kitabında çoğul manada ĢifrelenmiĢ isimin yapıçüzümsel modelini

bir felsefe olarak baĢarıyla kurgulamıĢtır.

Nusret Hızır, Die Philosophie im tragischen zeitalter der Griechen‟in antik

Yunan kültürü üzerine yazmayı tasarladığı fakat bitiremediği buna göre nispeten

daha büyük kitaptan bir parça olduğunu söylüyor. Filozof, eseri oluĢtururken

fragmanlar Ģeklinde tasarlamıĢtır. Philosophie im tragischen zeitalter der

Griechen, Thales‟ten Sokrates‟e kadar olan ilk dönem filozoflarını kapsar.

Kitabın, klasik felsefe tarihi eserleri gibi evrimsel bir metotta kurulmayıĢı

ilginçtir. Kitabın yazılım sürecinde düĢünürü, yaptığı filolojik çalıĢmaların

kültürel neticeleri, Schopenhauer‟in karamsar felsefesi [ metin içindeki birçok

gönderme buna delildir] ve özellikle dostu Richard Wagner‟in müziği oldukça

etkilemiĢtir. Bu etkiler kaçınılmaz biçimde satır aralarına yansımıĢtır.

Schopenhauer‟in karamsar felsefesi onda Budizm‟deki Nirvana söylencesi gibi bir

etki yapıyordu. Güzellik ve sanat sayesinde insan iradesindeki baskının

Page 53: Sagalassos: City of Fairies

LIII

sönebileceğini tasarlıyordu. Eski filozofların yaĢam tarzlarını bu sönme motifiyle

tekrar yorumluyordu. Die Philosophie im tragischen zeitalter der Griechen için R.

Wagner‟in dramlarındaki metafizik atmosferi andıran Dionysos [ Yunan

mitolojisinde ölüler ülkesinin tanrısı] ayinlerindeki sahneleri düĢlüyordu.

Dionysos Ģerefine yapılan kutlamalarda trajedi, „Ģehvetli vecd, sevinç ama aynı

zamanda korku‟ hep birbirine karıĢıyordu. Neden trajedi? Ġnsan trajedisi, en

gerçekçi ve en orijinal biçimidir felsefenin. Hayatımızdaki trajedi yaĢam

çizgisindeki dengeyi bozacak kadar ileri taĢınmıĢsa eğer filozof buna da bir çare

buluyor. Nietzsche trajedinin dayanılmaz acıları karĢısında zaman zaman güneĢ,

güzellik, ölçü ve denge sağlayıcı Apollinissch‟e (Apollo) sığınmak zorunda

kalıyor. Tıpkı gerçek hayatta dostu R. Wagner‟in sevgilisine bağlandığı gibi.

Nietzsche‟nin felsefesinde insanlık korosu Tanrı Dionysos‟un çektiği acıları

okur ve haykırırdı. Ġnsanın bu sancısı doğumdaki ağlamayla birlikte baĢlıyor;

hayat, ölümle noktalandığında ise çığlığa dönüĢüyordu. Asıl çılgınlık ise Yunan

Trajedisinde Dionysos ile Apollo‟nun birbirlerine kavuĢma anında doğuyordu.

Tüm Sokrates öncesi filozofları iĢte bu acı veren tutkuyu anlatır. Bir nevi aĢkın acı

veren bağımlı tutkusu. Apollo, Derrida‟nın da uzun uzun analiz ettiği gibi asla

gerçek yüzünü göstermez. Yüzündeki maskede hep aynı, değiĢmeyen,

gülümseyen ifade vardır çünkü. Gerçek hayatta da bizler sevgilinin hiçbir zaman

asıl yüzünü göremeyiz. Bizim gördüğümüz hayalimizdeki yüzdür. AĢkımız en az

cansız bir tablodaki suret kadar kristalizedir, denilebilir.

Friedrich Wilhelm Nietzsche‟nin; Die Philosophie im tragischen zeitalter

der Griechen‟si eski dönemlerin alıĢılmıĢ düĢünce ve inançlarını, o güne değin

pek bilinmeyen yöntemlerle geçersiz kılmakta, bu husustaki dogmatik

düĢünceleri ustalıkla ters yüz etmektedir. Ona göre felsefenin parlak çağı;

“Sokrates, Platon, Aristoteles” üçlü kör düĢünce kuyusu değil trajik dönemdeki

“Thales, Anaksimandros, Herakleitos, Parmenides, Anaksagoras, Empedokles,

Demokritos vb.” filozofların yarattığı özgün biçimidir. Onun için önemini yanlıĢ

konuma sahip bakıĢ açısıyla tasarlayan eserler oldukça sıkıntılıdır. Çürütülüp

gitmiĢ olan sistemler üzerinden konun tartıĢılması ne derece yararlı olabilir?

Felsefecilerin Sokrates‟ten sonrakilerin neredeyse tamamı birbirini reddederek

ilerlemiĢlerdir.(Silsile-i reddiye) Yunanlıların trajik çağındaki filozoflar da ise

nispeten birbirlerini tamamlayıcı unsurlar vardır. Bunlarda da, aradan çok uzun

zaman geçtiği için bize sadece kiĢilikleri hakkında bazı hikâyeler kalmıĢtır.

Nietzsche: “Üç hikâye ile bir insanın tasviri verilebilir.” Diyor. Filozof, her

sistemden üç hikâyeyi ayırıp üzerinde durduktan sonra düĢüncenin meĢruluğunu

temellendiriyor. Bu yazıyı yazmama sebep; Olga Sagalakova‟nın „insan yüzlerinin

gizi‟ hakkında söyledikleri olduğunu belirtmek yerinde olur.

Page 54: Sagalassos: City of Fairies

LIV

Ruhun Yeni Hastalıkları

Bulgar asıllı Julia Kristiva, edebiyat teorisyeni, psikanaliz kuramcısı,

göstergebilimci, yazar, feminist eleĢtirmen ve filozof olarak 1965‟ten beri Paris‟te

yaĢamaktadır. Disiplinlerarası çalıĢmalarını esas olarak burada devam

ettirmektedir. Kristeva, Kolombiya Üniversitesi‟nde Umberto Eco ve Tzvetan

Todorov‟la Yazınsal Göstergebilim Kürsüsü‟nü paylaĢarak katkılarda

bulunmuĢtur. Aynı zamanda Uluslararası Göstergebilim Birliği‟nin yönetim

baĢkanı ve birçok yazınsal kurulun üyesidir. 1997 yılında, otuz yıla yayılan ve on

beĢ dile çevrilen çalıĢmaları için Fransa‟nın en büyük onuru “Chevaliére de la

légion d‟honeur“u verilmiĢti. Bulgar göçmeni bu kadın entelektüelin ismini daha

çok doksanlı yıllarda Derrida okumalarım esnasında duymuĢtum. Philippe

Sollers‟in yönettiği, Roland Barthes, Michel Foucault, Jacques Derrida gibi kaliteli

entelektüellerin de arasında bulunduğu Tel Quel (Avangart bir topluluk) grubuna

katıldı ve bu toplulukla aynı adı taĢıyan ilginç dergide metin kuramına iliĢkin ilk

yazılarını yayınladı. Jacques Lacan‟ın psikanaliz seminerlerini de yakından

izlediğini biliyoruz. Gençlik yılları çalıĢmalarında Saussure (Genel Dilbilim

Dersleri), Lacan, Bahtin (Benim idolümdür.) ve Chomsky gibi birçok kuramcının

etkisi altında kalsa da, göstergebilim ve psikanaliz yöntemini birleĢtirerek yeni

okuma ve anlamlandırma olanakları sunan Julia Kristeva, son yıllarda, feminist

kuram ve yabancılık olgusu üzerine yoğunlaĢtı. Özellikle yabancılık olgusunu

çok değiĢik açılardan ele alan nitelikli makaleleri bulunmaktadır.

Halen Paris Üniversitesi‟nde profesör olan Julia Kristeva;

Semeiotikè, Recherches pourune sémanalyse (1969; Göstergebilim, Bir

Göstergeçözüm Ġçin AraĢtırmalar), Le Texte du roman (1970, Romanın Metni),

Polylogue (1977, Çokbilir), Pouvoirs de l‟horreur (1980; Korkunun Güçleri, Ayrıntı

Yay, 2004), Le Langage, cet inconnu, Une initiation à la linguistique (1981, ġu

Bilinmeyen Dil, Dilbilime Bir GiriĢ), Au commencement était l‟amour (1985,

BaĢlangıçta AĢk Vardı), Étrangers à nous-mêmes (1988, Kendimize Yabancı), Les

Samouraïs (1990, Samuraylar), Les Nouvelles Maladies de l‟âme (1993, Ruhun Yeni

Hastalıkları, Ayrıntı Yay,2007), üç ciltlik Le Génie féminin (Hannah Arendt,1999;

Melanie Klein, 2000; Colette, 2002) Bizans‟ta Cinayet, Yapı Kredi Yay, 2005 gibi bir

çok önemli kitabı yazmıĢtır. Ne yazık ki çalıĢmalarının omurgasını oluĢturan

eserlerinden ziyade daha ikincil yapıtları dilimize çevrilmektedir. Örneğin bana

göre en önemli çalıĢması olan “Göstergebilim, Bir Göstergeçözüm Ġçin

AraĢtırmalar” kitabının hala çevrilmemiĢ olması önemli bir eksikliktir. Sanırım

bu durum da yayıncıların pazarlama kaygılarından ileri gelmektedir.

Kendisini dilbilim ve edebiyat kuramı sahalarında geliĢtiren

Kristeva yöntem olarak kendisine ait “semanaliz” kavramı üzerinden hareket

etmiĢtir. Semianaliz, dilbilimsel bir kavramdır. Semanaliz de dilin iletiĢim

iĢlevinin üzerine odaklanmak yerine „materyalite'sine (sesler, ritim ve grafik

Page 55: Sagalassos: City of Fairies

LV

kullanımı) odaklanmıĢtır. Aslında, dilin iletiĢimsel fonksiyonunun, çeliĢkilerini

ortadan kaldırma eğilimindeki geleneksel ekol, bilimsel yönelimin içersinde

açıklanmasına karĢın, dilin maddi temelinin, geleneksel bilimsel mantık çerçevesi

içersinde anlaĢılamaz olduğunu iddia eder. Dilin maddeselliğinin belirtisi olan

Ģiir dili bu çerçeve kullanılarak formalistik bir yapıya indirgenemez, fakat daha

karmaĢık ve esnek bir çerçeveye ihtiyaç duyar. Kristeva‟ya göre dil temel olarak

heterojen bir doğası olması itibariyle homojenlikle çeliĢir. Bu çeliĢki Ģiir dilinin

anlamını parçalar veya en azından yeni anlamlar düzlemine kaymasına yol açar

veya yeni anlama yöntemleri geliĢtirir. ġiir dilini anlayabilme yetisine sahip

olamamak, tam da onun gerçek sonuçlarının ilk anlaĢılabilir içeriğidir.

Semianaliz, Ģiirin dil olanaklarının direkt kendisiyle bağlantılı olarak

açıklanmasıyla anlaĢılabilir.

Kristeva'nın Ģiir dilini “ heterojen yapıya sahip” incelenmesine dair

öğrenci olduğu yıllarda ki ilgisi, onu geleneksel dil çalıĢmalarını bir forma

sokmaya çalıĢan çağdaĢ semiyotik kuramcılarından önemli ölçüde ayırır. Dili

hareketsiz, değiĢmez araçları üzerinden analiz eden diğer dilbilimcilerin aksine o

dili; „ kendi değiĢken, sınırlarının dıĢına taĢan ve pratik biçimi içersinde‟

kavramaya çalıĢır. Kristeva‟ya göre statik bakıĢ açısının dilin bilinçle

öğrenebilinen, materyalin dıĢlandığı alanlara indirgenebileceği savına bağlı

olduğunu iddia eder. Dil hareketsiz değildir, özellikle Ģiir dilinin kendi sınırları

dıĢına taĢan bir fonksiyonu vardır.

BilinçdıĢına olan alakası onu geliĢim halindeki özne olarak özne

kuramını geliĢtirmeye yönlendirir. BilinçdıĢındaki özne kuramı ruhsal süreçleri

de ihtiva eder. Julia, „öznenin hiçbir zaman, tek tür ve statik bir fenomen

olmadığını‟ iddia eder. Özne ve dil oluĢumu arasındaki bağlantıya olan ilgisi

Kristeva'yı Paris‟teyken hazırladığı “ġiirsel Dil Devrimi” [La Révolution du

Langage Poétique] isimli doktora teziyle onu semiyotik kuramını geliĢtirmeye

sevk eder. Ne yazık ki bu kitabı da dilimize çevrilmeyen eserlerinden biridir.

Kendi kuramı, “geleneksel semiyotiğin yanına sembolik kavramını ekleyerek

oluĢturduğu, sunumlar, imgeler ve tüm biçimlerle eklemlenmiĢ dil cephesi ile bu

cephenin karĢısına yerleĢtirdiği ikinci bir semiyotik tanımının karĢıtlığı ve

birlikteliği üzerine kurulmuĢtur. Semiyotik ve sembolik kavram ikilisi metin

düzleminde genotext ve phenotext„e denk gelir. Kristeva genotext'in dilbilimi

olmadığını aksine bir süreç olduğunu ve dilin temeli olduğunu vurgular.

Phenotext ise iletiĢim diline tekabül eder. Ne genotext ne de phenotext izole halde

ayakta durabilirler.” Kristeva'nın dilde ifadelendirme süreci olarak adlandırdığı

bütünde bir arada bulunurlar. Kristeva, son yıllardaki yönelimlerinde açığa çıkan

değiĢiklikle beraber genel bir dil ve özne kuramı oluĢturmayı kısmen baĢarmıĢtır.

Kendi kavramlarını oluĢturduğu zeminde özgün kiĢisel ve sanatsal deneyimleri

anlamlandırma adına bir kuram geliĢtirmeyi amaç edinirken oldukça baĢarılı

olduğu söylenebilir.

Page 56: Sagalassos: City of Fairies

LVI

Kristeva, dilbilim çalıĢmalarıyla eĢzamanlı olarak psikoanalitik

çözümlemelerin kuramsal boyutu ile de ilgilenmiĢtir. Ġnsani bilimlerde beden

öteden beri diĢilik ya da diĢilikle birleĢtirildiği ve zayıf, ahlâksız, kirli, çürüyen

olarak aĢağılandığından ötürü beden kuramı Kristeva için özel bir önem taĢır.

Bedeni anlamlandırmanın mantığının maddiliği içinde zaten iĢlediğinin üzerinde

durarak, anlamlandırma için zorunlu olan “özdeĢleĢme” ve “farklılaĢma”

iĢlevlerinin üzerinde duran Kristeva, bunu söylerken, Freudyen Psikanalistlerin

anlamlandırma için zorunlu olduğunu iddia ettikleri Araerkil Yasa‟yı önceleyen

anaerkil bir düzenlemenin varlığından söz etmektedir. Lacan‟ın “imgesel” ile

“simgesel” arasında kesin bir kopma olduğunu savunup bütünüyle “ayna

aĢaması” ndan sonraki süreçler üzerine yoğunlaĢırken, Kristeva bu ikisi

arasındaki iliĢkinin bir devamlılık arz ettiğini savunmuĢtur. Onun bedenle ilgili

düĢünceleri kaçınılmaz olarak ruh ile de ilgilenmesine yol açmıĢtır.

Ruh deyince o Ģu sorulara cevap aramaktadır. “Hâlâ bir ruhumuz var

mı? Çağımızda bu mümkün mü? Eğer varsa, nerede konumlanır? Beyinde mi,

kalpte mi, beden sıvılarında mı? Ruh nedir? KonuĢan varlığın diğer konuĢan

varlıklarla bağı ve bir anlam yapısı mıdır? Peki, çağımız anlam yapılarını yok

eden bir çağ ise, ruhumuza ne olmuĢtur?” bu sorular daha da çoğaltılabilir. Ruhun

üzerindeki muamma binlerce yıldır filozofları ve teologları ilgilendiren bir

konudur. Kristeva soruna, modern varlıklar olarak içinde bulunduğumuz çağın

temel bir sorunu olarak yaklaĢıyor. Bunlara cevaplar ararken; en baĢta kendisini

ikna etmeye çalıĢmıĢtır. Çağımız insanı onun deyimiyle söylersek; “günlük

deneyiminde içsel yaĢamının çöküĢünün izinde sürüklenmektedir. Bu çöküĢ,

televizyon dizilerinin duygusal Ģantajında, romantik tatminsizlikte, dinlere

yöneliĢte her gün açıkça ifadesini bulmaktadır.” Önüne gelenin din icat ettiği bir

dönemde yaĢıyoruz. Ve bunların tamamı büyük saçmalıklardan ibaret. Bunlar

Kristeva‟ya göre;“sakatlanmıĢ öznelliğin emareleridir. Bu gezgin, dur durak

bilmeyen ve performans sarhoĢu öznelliğin oluĢum mekânını en iyi temsil eden

geleceğin kent modeli New York‟tur. Çağımızın bu simge kentinde yaĢayan

modern insan, kazanmanın, harcamanın, haz almanın peĢinden koĢar. Bu yaĢam

deneyiminde belki acı çeker, ama piĢmanlık ve vicdan azabı duymaz. Ġmgelere

boğulur, imgeler onun yerine geçer. YaĢadığı hayal âleminde, gösteriden o da bir

pay almaya çalıĢır. Söylemi standartlaĢırken, edim ve vazgeçiĢ anlam

yorumlarının yerini alır. Bu nedenle modern narsis bu karmaĢanın içinde ruhunu

nereye hapsettiğini bilmez. Hatta ruhunu kaybetmekte olduğunun farkına bile

varamaz.” Kristeva ruhun yeni hastalıklarının tanısını burada koyar: “Özne için

temsilleri ve anlamsal değerlerini kaydeden ruh, yani psiĢik aygıt bozulmuĢtur,

çalıĢmamaktadır. Çağımız da tıpkı ruhunu yitirmekte olduğunu bilmeyen insan

gibi, kendi bilincinde olmayan bir medetsizlik çağıdır. Çağımızın hastalığı, psiĢik

temsil imkânsızlıkları ve yetersizlikleridir. PsiĢik uzamı ölüme sürükleyebilecek

hastalıklardır bunlar. Gösteri toplumunun aktörü ya da tüketicisi, imgesel

Page 57: Sagalassos: City of Fairies

LVII

yoksunluk hastalığına yakalanmıĢtır. Tanının ardından, modern insanı bu

kötürümlükten psikanalizin nasıl kurtaracağı sorgulamaları gelir.” Dikkat

ederseniz çağımızın buhranı olan ruhun yaralanması ya da hastalanması “Özne”

kavramı iliĢkisi üzerinden açıklanmaya çalıĢılıyor. Kristeva‟nın anlayıĢında

çağımız insanı analistten psiĢik aygıtını tamir etmesini bekliyor. Fakat Kristeva bu

sorunun izini, “Jeanne Guyon gibi bir XVII. yüzyıl gizemcisinde; Germaine de

Staël gibi daha XVIII. yüzyılda entelektüel figür olarak yerini alan bir kadının

Ģöhret ve yas tutkusunda; çağımızın isteriği dediği Sabina Spielrein‟ın temsile

baĢkaldıran bedensel hafıza olmasında; depresyonun dilini kadınlık konumu ile

birleĢtiren Helene Deutsche‟un açık yapısında” sürüyor. Konuya bazen temsil, aĢk

ve özdeĢleĢme kavramları sorgulamalarıyla bu tanılarını derinleĢtiriyor. Bu

derinleĢmenin kıyılarında Hıristiyanlık-Musevilik ile Joyce, aĢk, edebiyat,

kutsallık ve özdeĢleĢme üzerine geliĢirken yine kendi kuramı olan semianaliz

yönteminin terminolojisinden faydalanıyor. Kavramlardaki muazzam derinlik

konuyu daha kolay anlamamızı sağlarken, kitaptaki çözümlemeler vasıtasıyla

modern zamanlardaki ruhsal bunalımın karanlığı ve ürküntüsüyle yüzleĢiyoruz.

Belki de kadim mutsuzluğumuz ruhumuzun derin dehlizlerindeki bu yeni

hastalıkların bir neticesi. Kısaca, yaralanmıĢ ruhlara hitap eden bir eserdir,

diyebiliriz bu kitaba.

Bir Çizgi Bir Güçtür

Vasili Kandinski 1910‟da, kırk dört yaĢında, “Über das Geistige in der

Kunst”un [ Sanatta Zihinsellik Üstüne] müsveddesini tamamlamıĢtı. Kendisinin

„Geri BakıĢlar‟ isimli kitabında anlattığına göre, bu kitap; tek tek düĢüncelerini

bir kenara yazma alıĢkanlığı nedeniyle belki de biraz farkına varmadan

oluĢmuĢtur. Büyük ressamın notları en az on yıllık bir birikimin neticesidir.

Resimdeki renk güzelliği üzerine onun ilk notlarından biri Ģöyledir: “Resimdeki

renk görkemi seyredeni büyük bir güçle çekmeli, aynı zamanda da, derindeki

içeriği gizlemeli.” Kandinski bu cümlesinde resimdeki içeriği kastetmekle birlikte

içeriği saf biçim [form] olarak değil sanatçının resim yoluyla dıĢa vurduğu

Page 58: Sagalassos: City of Fairies

LVIII

duygusu ya da duyguları olarak kavramamız gerektiğini düĢündürüyor. O,

Moskova‟daki devrim sonrası sanat çevrelerinde kuramcı yönüyle kendi kurduğu

“mavi süvari” hareketinde bu anlayıĢla soyutlamasını gerçekleĢtiriyordu. O

zamanlar henüz, seyircinin apaçık ruhuyla (Seele) resmin karĢısına geçip kendine

akraba bir sese kulak vermek istediklerini düĢünüyordur. ġüphesiz resimlerle bu

Ģekilde ilgilenen seyircilerde vardır fakat bunlar ressamın tahayyülündeki

dünyada olduğu gibi çok değildir. Hatta denizdeki altın zerreleri kadar seyrektir.

Yapıtın diliyle hiçbir bağlantısı olmadan da bir Ģeyler alabilen izleyiciler vardır.

Kandinski de tanıtımını yaptığımız bu kitapta itiraf ettiği gibi hayatında birçok

kez böyle insanlarla defalarca karĢılaĢmıĢtır.

Kitabın amacını ve geçirdiği oluĢumu o Ģöyle anlatıyor: “ Sanatta

Zihinsellik Üstüne, adlı kitabım ve gene aynı biçimde „Der blaue Reiter‟ [mavi

süvari], her Ģeyden önce, gelecek için mutlaka gerekli olan ve sonsuz deneyimleri

olanaklı kılan bir yeteneği, maddi ve soyut nesnelerde Zihinsel [geistig] olanı

duyulmama yeteneğini uyandırmak amacını güdüyordu.” Aslında bu iki

yayındaki ana maksat, bu yeteneği, henüz ondan habersiz insanlarda uyandırmayı

düĢündürüyordur. Avrupa ve Rusya‟daki çevrelerde bu iki kitap döneminde

yanlıĢ anlaĢıldı, hala da bazen yanlıĢ anlaĢılıyor. Bir program oldukları sanılıyor.

Ve yazarı kuramlar üreten, zihinsel uğraĢlara dalıp kaybolmuĢ, kazaya kurban

gitmiĢ bir sanatçı olarak damgalanıyor. Oysa Vasili‟nin akla, beyne seslenmek

kadar çok kaçındığı bir Ģey olmamıĢtır sanat ve düĢünce hayatında.

Kendi yerini sağlamlaĢtırmıĢ, kök salmıĢ olan zihin için hiçbir Ģey

tehlikeli olmayacaktır günün birinde; bu yüzden o çok korkulan akla dönük sanat

çalıĢması da, hatta bunun yaratıda sezgisellik payını aĢan ağırlığı da, tehlikeli

olmayacaktır ve belki böylece esini bütünüyle dıĢarıda bırakmaya kadar

varılacaktır. Orhan Pamuk‟un da Nobel Edebiyat Ödülü konuĢması metninde,

“nereden geldiği belli olmayan esine güvenmeyerek” derken anlatmak istediği

duruma benziyor sanat ürünlerindeki yaratıcılık. Bize olan uzaklığı sonsuzluğun

sisleriyle kaplı bulunan sanat yapıtı belki de hesap ile ortaya çıkmıĢtır ve bu

hesaplama kesin biçimde, belki sadece yetenek ile baĢarılacak bir Ģeydir, örneğin

astronomide olduğu gibi. Kandinski bu durumu “ Ve eğer bu sadece böyle ise, o

zaman bilinç dıĢının niteliği de, bizim bildiğimiz çağlarda olduğundan bir baĢka

renk alacaktır.” Diye belirtmiĢtir. Bu yüzden “zihinsellik” yazılıp bitmiĢ olarak

birkaç yıl çekmecesinde durmuĢtur.

Kandinski “Geri BakıĢlar” kitabında sanat hayatında önemli iz bırakmıĢ

olan etkileri Ģöyle anlatır: “Aynı günlerde, bütün hayatıma damgasını basan ve

beni o günler temelden sarsan iki olay yaĢadım. Bunlar Moskova‟daki Fransız

sergisi- her Ģeyden önce Claude Monet‟in „Saman Yığını‟- ile Saray

Tiyatrosu‟ndaki bir Wagner sahnelenmesiydi: Lohengrin.” Daha önceleri

Kandinski sadece gerçekçi tablolardan ve eserlerden haberdardı. Onun ifadesiyle

Page 59: Sagalassos: City of Fairies

LIX

ilk defa bir resim görmüĢ oluyordu. KarĢısındakinin bir saman yığını olduğunu

serginin kataloğu söylüyordu ona. Bu resmi görüpte tanıyamaması onu

utandırmıĢtı. Hem ressamın bu kadar belirsiz resim yapmaya hakkı olmadığını

düĢünüyordu. Belirsiz biçimde bu resmin nesnesinin eksik olduğunu

hissediyordu. Aynı zamanda resmin onu sarmakla kalmayıp silinmez bir biçimde

belleğine kazındığını ve sürekli olarak, ister istemez, en son ayrıntısına kadar

gözlerinin önünde canlandığını fark ediyordu. Kandinski hiçbir Ģey anlamıyordu

bütün bu olandan, yaĢamdan en yalın sonuçları bile kavrayamayacak düzeyde

olduğunu itiraf ediyordu böylece. Bir saman yığınını fark edememiĢti oysa. Tüm

bu olanlardan o Ģu sonucu çıkarmıĢtı: “Ama iyice anladığım bir Ģey varsa o da,

paletin bana o zamana kadar gizli kalmıĢ, aklımın ucundan bile geçmeyen ve

bütün düĢlerimi aĢan gücüydü.” Resim masalsı bir güç ve görkem kazanıyordu.

Farkında olmadan Kandinski‟nin, nesnenin resimde vazgeçilmez bir öğe olduğu

yolundaki kanısı sarsılmıĢtır. Bu onun hayatında bir dönüm noktasıdır.

Kandinski çizgiyi keĢfetmiĢtir. Çizgi, yani resmin DNA‟sı.

Kandinski‟nin Monet‟yi keĢfettiği sıralarda Henry van de Velde Ģöyle

diyordu: “ Bugün her ressam belli karĢıtlık ve karĢılıklı tamamlayıcılık yasalarına

göre bir fırça darbesinin ötekini etkilediğini bilmelidir, renkleri serbestçe ve

aklına estiği gibi kullanamayacağını bilmelidir.” Velde‟nin bu öngörüsü çizgiler

ve biçimleri irdeleyen bilimsel bir kuramın varlığını gösteriyordur. Biz buna

“çizgibilim” (linelogia) [Kavram bana aittir] diyebiliriz. Linelogia, en güzel

Ģekilde, Kandinski‟nin resimlerinin analizi ve çözümlenmesi için uygun bir

yöntemdir. Yani resmin çizgisel dünyasının keĢfinin yapılmasıdır.

Kandinski, bu konuda: “Bir çizgi bir güçtür, bu güç bütün temel güçler gibi

iĢ görür; aralarında bir bağlantı kurulmuĢ, ama birbirine karĢıt çizgiler aynı,

birbirlerine karĢıt yönde etkili olan birden çok temel gücün yaptığı etkiyi yapar.”

Linelogia yasalarını ve çizgilerin birbiri üstündeki etkisini çok iyi bilen bir

ressam kendisini çok rahat hissedemez. Monet‟yi keĢfeden Kandinski‟yi de

rahtsız eden Ģey tam olarak budur. Bir güç, çizgilerin muazzam etkisinde saklı

olan bir büyü. Ne muhteĢem bir Ģey. Velde, bu konuya dolaylı olarak değinirken

bir eğri çizer çizmez bunun karĢısına koyduğumuz eğrinin, birincisinin her

parçasının içine iĢlemiĢ duran kavramdan ayrılmaz hale geleceğini söyler. Ġkinci

eğriyse bu arada değiĢirken, üçüncü ve arkadan gelecek olan bütün eğrilerle

iliĢkili olarak yeniden biçimlenen birinci eğriye etki edecektir. Soyutlama ve

duyumsama çizgilerde gizlidir. Kandinski‟nin resimleri üzerinde Linelogianın en

belirgin özelliklerini keĢfedebiliriz. Bu kitabında onun klasik sanat serüvenin

sonunda ortaya çıkan sanatsal sancılarını görmekteyiz.

Page 60: Sagalassos: City of Fairies

LX

Transkritik

Entelektüel, edebiyat eleĢtirmeni ve felsefeci Kojin Karatani, “Transkritik”

(çev. Erkal Ünal) kitabı ile yalnızca felsefeyle uğraĢanlara değil, farklı alanlarla

ilgilenen okura da hitap ettiğini bize düĢündürüyor. Daha önceleri Ġngilizce

olarak yayımlanan “Metafor Olarak Mimari” (1995; Metis, 2006) adlı eserinden

tanımıĢ olduğum Karatani son derece nitelikli bir çalıĢmasıyla bir kez daha bize

sesleniyor. Uzak Doğu da “Modern Japon Edebiyatının Kökenleri” (1993; Metis

yayın programında) dıĢında yayımlanmıĢ baĢlıca eserleri: Marx: Marx'ın

Olanaklarının Merkezi (1978), Postmodernizm ve EleĢtiri (1985), Felsefi AraĢtırma

(2 cilt, 1986 ve 1989), Dil ve Trajedi (1989), Mizah Olarak Materyalizm (1993), Etik

21 (2000), Bir Dünya Cumhuriyetine Doğru (2007) ile çok iyi bilinen Kojin, Batı

entelijansiyası tarafından da saygınlık kazanmıĢtır. Kitabı “akademik bir

söylemle kaleme almadığını, en doğru Kant ve Marx yorumlarını sunma rekabeti

biçimine bürünen akademik oyunu oynamak istemediğini…” belirtiyor Türkçe

basıma yazdığı önsözde. Bu çoğu akademisyenin beceremediği bir konudur. C.

Wright Mills‟nde söylediği gibi akademik nesir yazma hastalığını yenebilmemiz

için, önce akademik görünme hastalığından (Pose) kurtulmamız gerekiyor.

Karatani, entelektüel kimliğinin yanı sıra Japonya'da siyasi aksiyoner

kimliğiyle de öne çıkan bir isim. Japonya'nın içinde bulunduğu duruma

“AnarĢizan-Marksist” diye tanımlanabilecek bir perspektiften müdahale

edebilmek amacıyla Akira Asada'yla birlikte çıkardığı “EleĢtirel Uzam” adlı dergi

90'lı yıllarda Japonya'nın en etkili entelektüel mecrası olmuĢtur. Ayrıca o

döneminde Kapitalizm, Devlet ve Ulus karĢıtı bireylerin bir araya gelerek çeĢitli

alanlarda siyasi eylem ve proje geliĢtirdikleri bir hareket baĢlatmıĢtır. Yeni

Birlikçi Hareket (NAM: New Associationist Movement) Japon düĢünce

dünyasında ilginç bir kırılma noktasıdır. Hareketin manifestosu bizzat Karatani

tarafından kaleme alınmıĢtır. Aslında etik kaygılarla beslenen yeni bir sol anlayıĢı

aradıklarını Ģu sözlerle belirtiyor: "Etiksiz ekonomi politikası kördür, ekonomik

kaygı gözetmeyen bir etik müdahale ise boĢ." Bu manifestoda popüler bir dille

Page 61: Sagalassos: City of Fairies

LXI

ifade edilen arayıĢa, yani etiğe sosyalizmin, sosyalizme de etiğin –Karatani'ye

daha uygun bir ifadeyle Kant'a Marx'ın, Marx'a da Kant'ın– Marksizm‟e değiĢik

perspektiflerden bakmanın sağlayabileceği imkânlardan yararlanma olarak

bakılabilir.

Transkritik, biri Kant diğeri Marx üzerine düĢünceleri kapsayan iki

bölümden meydana geliyor. Bu iki filozof kitabı iki ayrı parçaya bölüyor gibi

görünse de, birbirinden ayrılmaz iki bölüm söz konusu aslında. Bu bölümler

baĢtan sona birbirleriyle etkileĢim içindeler. Kojin‟in Transkritik adını verdiği bu

proje, etik ile siyasal iktisat, Kantçı eleĢtiri ile Marxsist eleĢtiri alanlarının kendi

sınırlarının ötesine taĢarak birbiriyle iliĢkilendiği bir mekân oluĢturuyor. Dikkatli

bir incelemeden, kendine dönük hayli ayrıntılı bir incelemeden yola koyulan bir

eleĢtiridir Transkritik. Çünkü “teorinin statükoyu eleĢtirel bir Ģekilde incelemekle

yetinmeyip gerçekliği değiĢtirmek için olumlu bir Ģeyler de önermesi gerektiği”

inancına dayanan bu kitabın temel bir siyasi problemi var: Sermaye-Ulus-Devlet

üçlüsünün üçünü birden aĢabilecek cemaatler-üstü bir toplumun nasıl mümkün

olabileceğini sorguluyor. Ekonomi ile bir özgürlük pratiği olarak gördüğü Etik

arasında –yani Marx ile Kant arasında– yaratıcı biçimde mekik dokuyan yazar

yerleĢik Marksist ve anarĢist önkabulleri sarsıyor. Onun ifadesiyle kitabın ana

hedefi, “Sermaye-Ulus-Devlet üçlüsüdür. Devlet ve ulus hakkındaki analizlerimin

tamamıyla geliĢtirilmediğini teslim etmeliyim ama. AzgeliĢmiĢ (tarım merkezli)

ve geliĢmekte olan ülkelerin iktisatları ve devrimi üzerine dile getirdiğim

düĢünceler de yeterli değil. Bunları ilerideki projelerimde düzeltmeye

çalıĢacağım. Son olarak, düĢüncemin içinde geliĢmiĢ olduğu Japonya'nın kendi

tarihsel bağlamı (devleti, modernliği ve Marksizmi) hakkındaki düĢüncelerimin

ancak küçük bir kısmını buraya dâhil ediyorum.” Bu kitabın ardından bunları ele

almayı planlıyor Kojin. Karatani düĢüncesinin büyük kısmını Japon Marksizmi

"geleneğine" borçludur ve Transkritik, Japon, Batılı ve diğer Asya bağlamları

arasındaki fark içinde ve kendisinin bizzat bu bağlamlar arasında enine boyuna

gidip gelirken yaĢadığı deneyimlerle büyüyüp geliĢmiĢtir. Kitapta bu

deneyimlerinden doğrudan doğruya değil, ancak Kant ile Marx'ın metinlerine

uygun bir Ģekilde sırası geldiğinde bahsedediliyor. Bu daha rahatlatıcı bir okuma

olanağını sunuyor bizlere. Bir nevi kiĢisel deneyimle teori bütünleĢiyor bu

satırlarda.

Karatani, siyaset bilimi ve iktisat eğitimi almıĢ olsa da, aslında çok iyi bir

edebiyat eleĢtirmenidir. Bizdeki örneği belki bir nebze S. F. Ülgener olabilirdi.

Kojini, Batı Marksist “kültüre dönüĢ” eğiliminin bütünüyle dıĢında durmayı

baĢarabilen ender aydınlardandır. “Marx‟ın Kapital‟deki Kantvari kapitalizm

eleĢtirisinin, Engels‟in geliĢtirip yaygınlaĢtırdığı ünlü altyapı-üstyapı ikiliğine

dayalı üretim-merkezci tarihsel materyalizm kavrayıĢı yüzünden doğru

değerlendirilememiĢ” olduğunu düĢünen Karatani, Marx‟ın kapitalizm

Page 62: Sagalassos: City of Fairies

LXII

eleĢtirisinin yirmi birinci yüzyılda da dünyanın önünde bir ufuk çizmeye devam

ettiğini söylerken kapitalizm karĢıtı fikriyatını iyice belirginleĢtiriyor sanki.

GiriĢte yazdığı önsözden anlaĢıldığına göre Transkritik, Japon edebiyat

dergisi Gunzo'da 1992'den itibaren yayımlanmıĢ bir dizi makaleye dayanıyor. Bu

makaleler onun romanlarıyla yan yana yayımlanmıĢtır. Yani bu yazıları

akademinin fildiĢi kulesinde veya akademik bir söylemle kaleme almıĢ değildir

Kojin. Kendisinin de dediği gibi; “Dolayısıyla özü itibariyle akademik bir kitap

değil bu. Kant ve Marx üzerine, tarihsel verileri dikkatle araĢtıran, bu verilerin

teorik kusurlarına dikkat çeken ve çok ince, girift doktrinler ileri süren bir dolu

akademik yazı var. Benim derdim bu değil. Kusurları ifĢa eden bir kitap yazmaya

cüret etmezdim. Övmek için ve sadece övgüye layık kitaplar için yazardım. Bu

nedenle, Kant ve Marx üzerine tartıĢırken bana önemsiz görünen konular

hakkında lafı evirip çevirmiyorum.” Kojin onların sahip oldukları kuvvetlerin

merkezine odaklanarak onların metinlerini okumaya çalıĢıyor. Fakat bunu

yaparken de eleĢtirel yaklaĢımını ısrarla sürdürebiliyor.

19. yüzyılın sonlarından beri Kant ile Marx arasında bir bağ kurmaya çalıĢan

birkaç düĢünür çıktı. “Marksizm adı verilen materyalizmde eksik olan öznel/etik

uğrak yakalanmaya çalıĢılıyordu böylece. Bu çaba Kant'ın hiç de bir burjuva

filozofu olmadığını ifade eder. Kant'a göre ahlaklı olmak, iyi ya da kötü olmaktan

ziyade, causa sui (Lat. kendi kendisinin nedeni olan. –ç.n.) ve bundan dolayı özgür

olma sorunuydu ki bu da bizi diğer insanlara özgür failler olarak davranmaya

zorlar.” Ne yazık ki, tarih Kantçı Marksizmi maalesef ve haksız bir Ģekilde

karanlığa gömdü. Kojin Karatani, unutulmuĢ olan bu Kantçı Marksizmi tekrar

karanlık ve tozlu sayfalardan çıkarıp günümüzde yeniden tartıĢmayı öneriyor.

Kojin‟in kitabı bağlamında bu iki düĢünür üzerine bir daha düĢünmek istiyorum.

Umalım ki siz de istersiniz.

Nietzsche'yi Anlamak Ġsteyenlere

Page 63: Sagalassos: City of Fairies

LXIII

Son yüzyılın yaĢayan en ünlü filozoflarından Jacques Derrida, aynı böyle

bir sonbahar günü Paris'teki evinde kansere yenik düĢerek aramızdan ayrılmıĢtı.

Batı düĢüncesinin diğer ünlü Fransız filozofları gibi düĢüncesi sınırları çoktan

aĢabilmiĢti. Entelektüel kariyerindeki ününe ve etkinliğine eĢ büyüklükte bir 'zor

anlaĢılırlık' halesiyle çevriliydi düĢünürün fikirleri. Ölümünden sonra

'yapıbozumculuğun (deconstruction) babası öldü' dendi birçoklarınca. Çünkü

Derrida, pek çok alanda yepyeni açılımlar sunan bu düĢünme biçiminin en ünlü

ve güçlü savunucusuydu desek abartmıĢ olmayız. Hatırladığım kadarıyla Jacques

Derrida'yla son söyleĢi 18 Ağustos 2004‟te Le Monde'da yapılmıĢtı. Derrida'nın

hastalığı ve yaĢamı hakkında ilginç bilgiler veriyordu bize bu söyleĢi: “YaĢamayı

öğretmek, olgunlaĢtırmak ve eğitmektir. Birine „sana yaĢamayı öğreteceğim‟

demek kimi zaman bir yönetme edasıyla „seni Ģekillendireceğim‟ demek anlamına

gelir. Buradan çok daha zor bir soruya geçiĢ yaparsam: „YaĢamak öğrenilebilir mi?‟

Eğer öğrenilebiliyorsa, bu ders görerek mi olur yoksa çıraklık ederek mi ya da

deneyimle mi olur yoksa deneme yanılmayla mı? Sorunuza hiç dolambaçsız cevap

vermem gerekiyorsa söyleyeceğim Ģudur 'Hayır, hiçbir zaman yaĢamayı

öğrenmedim, hem de hiç.' YaĢamayı öğrenmek, ölmeyi öğrenmektir, ölümü ve

bunun kaçınılmazlığını kabullenmektir. Platon'dan beri felsefenin en eski emri

budur: Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir. Ama ben ölümü kabullenmeyi

öğrenmedim. Ölmeyi öğrenmek bilgisi konusunda son derece eğitilmesi güç bir

insanım. Hayatta kalma temasıyla her zaman ilgilendim. Hayatta kalmanın iki

kullanımı var. Birincisi yaĢamayı sürdürmek diğeri ölümden sonra da yaĢamak.”

Evet, bir sonbahar günüydü yaĢamanın sadece hüzünden ibaret bir Ģey olduğunu

öğrendiğim gün. Eski bir kelam-ı kibarda dendiği gibi “öl ve ol!”

Derrida‟yı ölümünden çok, onun ömrünün büyük bölümünü vakfettiği

düĢünür olan Nietzsche ile birlikte hatırlamak daha fazla hoĢuma gidiyor.

Nietzsche'yi anlamak isteyenlerin bana göre ilk müracaat edecekleri düĢünür

Derrida‟dır. Filozof‟un bu yakınlarda Nietzsche hakkındaki bazı kitapları ve

makaleleri toplu olarak Otonom Yayınları tarafından tek kitapta toplanarak

yayımlandı.[Nietzschelerin ġöleni] SunuĢ yazısından da anlaĢıldığı kadarıyla

böyle bir çabanın gayesi Ģuydu; Derrida‟nın Nietzschesi: Bir ortak imza

geliĢtirmek bağlamında ele alınıyordu. Kitapta bu maksatla onun bazı

Nietzsche‟ye dair metinleri özel olarak seçilmiĢ gibi. “Otobiyografiler”;

Nietzsche‟nin öğretimi ve özel isim politikasından, “Ġmzaları Yorumlamak”;

Nietzsche/Heidegger çözümlemesinden bahsederken, “Nietzsche ve Makine”;

Beardsworth ile yapılan bir söyleĢisinin tam metni olarak karĢımıza çıkıyor.

Mahmuzlar

Son olarak kitabın bence en önemli bölümü olan Mahmuzlar‟a dair bir

Ģeyler söylemek istiyorum. Derrida da filozof olmak veya dilbilimci olmak, bu

ikisi birbirinden ayrılamaz iki özellik olarak ortaya çıkmaktadır. “O, kavramların

Page 64: Sagalassos: City of Fairies

LXIV

incelenmesinden gerçekliğin çözümlenmesine, gerçekliğin incelenmesinden

kavramların yapısının çözümlenmesine gidip gelen birisidir. Onun geliĢtirdiği ve

adına „yapıçözüm‟ dediği bu inceleme-araĢtırma biçimi bir yöntem midir? Hayır,

der Japon bir Dosta Mektup'ta. Çünkü bu tür araĢtırmanın kendine özgü bir

tikelliği veya insiyatifi elinde tutan bunu bir nesneye, bir metne bir izlene

uygulama endiĢesi yoktur. Bir edim ya da bir iĢlem de değildir. Öyleyse nedir

yapıçözüm? Yapıçözüm „bağlam olarak adlandırılan olanaklı değiĢtirim

zincirindeki yazılım‟dır. Bu değiĢim ve değiĢtirim zincirinin yazılımını, okuyucu

en iyi Ģekilde elindeki yapıtta bulacaktır. Sadece değiĢim ve değiĢtirim değil

yapıçözümün örneğini de yine bu yapıtta görecektir. Ele alınan konunun derinliği

-zira Nietzsche gibi derin düĢünceye sahip bir filozofun düĢünceleri ele

alınmaktadır- ve konunun ele alınıĢ üslubu bize yine Derrida'nın derin ve geniĢ

düĢünce yapısını ve „sistemini‟ anlamada yardımcı olmaktadır. Uzaklık, sözgelimi,

sadece düz anlamında değil bütün anlamlarıyla ele alınmıĢ ve Nietzsche'nin bu

sözcüğe yüklediği anlam bütün güncelliği ve derinliği ile verilmiĢtir. Yine kadın

kavramının irdelenmesinde gerçeklik, Ģüphecilik, düĢüncenin kadına dönüĢümü

gibi konular, Derrida'nın kullandığı yöntemle Nietzsche'nin düĢüncelerine ve

üslubuna ne kadar etkili bir Ģekilde nüfuz ettiği görülecektir.” Mahmuzlar‟ın ilk

versiyonu,1972‟de, Cerisy-la-Salle‟de, Fransa‟nın önde gelen birçok filozofunun

hazır bulunduğu “Günümüzde Nietzsche” konulu bir kolokyumda bildirim

olarak sunulmuĢ bir metindir. Metnin baĢlığında yer alan Fransızca „eperon‟

sözcüğü üslup (style), pek çok değiĢik anlama gelmekle birlikte ucu sivri alet;

telek ya da stylus (bir yazım aracı); hançer (stylet) ya da ince kılıç (silah); iz, belirti,

iĢaret, dümen suyu, bir geminin pruvası, bir liman giriĢinde dalgaların kırıldığı

kayalık burun vb. anlamlara gelirken, çevirmen bu sözcüğü benzer çağrıĢımlara

müsait bir kelime olan “mahmuz” ile karĢılamayı uygun görmüĢtür. Mahmuzlar,

Nietzsche‟nin dünyasına ait eril ve diĢil metaforların biçimlendirdiği bir deniz

manzarasıyla hem açılır hem kapanır. Bu yazı, Nietzsche üzerine kaleme alınan,

en teorik ve karmaĢık metinlerden biridir. Orijinalliği ile adeta büyük filozofun

düĢüncesini tekrar inĢa eder. “Nietzschelerin ġöleni” filozofu anlamak isteyenler

için yazılmıĢ mükemmel bir kitap.

Filozof Don Kişot Ve Yoksul Sanço

1940 doğumlu Fransa‟nın ünlü Cezayir asıllı filozofu Jacgues Ranciére ismini ik

kez Althusser'in iki ciltlik Lire le Capital (1965; Kapital'i Okumak) derlemesine

yazdığı yazıyla tanımıĢtım. ġu an Paris VIII Üniversitesi'nde (St. Denis) felsefe

dersleri veren Rancière'in yeni bir kitabı daha Türkçeye çevrildi. Metis

Yayınlarından çıkan “Filozof ve Yoksulları” yazımın baĢlığına da oldukça uygun

düĢüyor. Cervantes‟in önemli eseri “Don KiĢot” romanı filozofumuzun anlatmak

istediği durumla tam olarak örtüĢüyor. Ranciére, kitabına önce bazı sorular

sorarak baĢlıyor; “ĠĢçiler ne zaman düĢünecek? „Hayat gailesiyle‟ günü kurtarmaya

Page 65: Sagalassos: City of Fairies

LXV

çalıĢan yoksullar nasıl zaman bulup da düĢünecek? Tarih boyunca filozofların

yazılarında iĢçi, emekçi, zanaatkâr birçok yoksul, bazen alaycılıkla bazen de

yüceltilerek neden ısrarla boy göstermiĢ, nasıl bir iĢlev görmüĢtür?”gibi sualler

hemen hemen tüm proletaryanın kafasını bir hayli uzun bir süredir meĢgul

etmiĢtir. Kendi adıma, Cervantes‟i okurken hep Sanço‟nun durumuna dair

kafamda her zaman sorular olmuĢtur.

Kitabın giriĢ yazısından da anlaĢılacağı gibi 19. yüzyıl proleter kültürü

üzerine birçok önemli çalıĢma yayımlamıĢ olan Rancière, Batı'nın felsefi ve

siyasal düĢünce geleneğine çok sert bir eleĢtiri getiriyor. “Sol fikriyatın Marx,

Sartre ve Bourdieu gibi üç önemli isminin bile, felsefenin kurucusu denebilecek

Platon'la ĢaĢırtıcı bir biçimde paylaĢtığı önkabulleri sorguluyor. EĢitsizliği

doğallaĢtıran bu önkabullerin en belirleyici olanı, iĢçilerin kendi iĢlerinden

„başka hiçbir şey‟ yapmamaları gerektiği. Felsefe en baĢtan beri sahici düĢünce

üretmeye muktedir olan insanlarla, salt ekonomik meĢguliyetlerine göre

tanımlanan, düĢünce için gereken yetenek ve boĢ zamandan yoksun olan diğerleri

arasındaki ayrıma dayalı olmuĢtur, diyor Rancière: ĠĢçiler sadece çalıĢıp üretim

yapmalı (iĢçi kalmalı) düĢünme iĢini buna zamanı olanlara bırakmalıdır (filozof

onlar adına da düĢünecektir). Aksi halde „haddini aĢmıĢ‟, düzeni bozmuĢ olur,

gülünçleĢir.” Kendiside bir filozof olan Rancière kitap boyunca örtük olarak,

sonradan yazmıĢ olduğu sonsözde ise açıkça, Ģunu savunur: Yoksullar ancak bu

sözde iĢbölümünü (yazarın deyimiyle "duyulur olanın bu bölüĢümü"nü)

reddettikleri, yani tam da hadlerini aĢıp düĢünme konusunda da eĢitlik talep

ettikleri sürece siyasal bir özne olarak sahneye çıkabilmiĢlerdir. Ülkemizde uzun

yıllardır sol siyasetle ilgilenen cenubun baĢucu kitabı olması gereken bu eseri

gerek yerli Filozoflarımıza gerekse kendilerini Sanço ile özdeĢleĢtiren tüm

karilerin okumaları gerektiğini düĢünüyorum. Tabi bu kitabın intelijansiyamızda

bir aksi sedasının olup olamayacağını zaman en iyi Ģekilde gösterecek.

Kitap genel olarak üç ana bölümden oluĢuyor. Ġlk kısma Platon’un Yalanı

baĢlığı konularak; ġehrin Düzeni, BeĢinci adam, Zaman sorunları, ġölenin düzeni,

Taklitçiler, avcılar ve zanaatçılar, Mesleki nitelik, AĢık atanlar ve bit ayıklayanlar,

Atölyedeki filozof, Üç maden: Doğa yalanı, Ġki para: Komünizm iktidarda, BaĢka

Ģölen, baĢka yalan, Zanaatçının erdemi, Adaletin paradoksu, Kadınlar, keller ve

kunduracılar, Söylemin Düzeni, Bir mağaradan bir baĢkasına, Piç düĢünce,

Filozofun kölesi, Sessiz geveze, Hezeyanın düzeni

Yeni engel, Teatrokrasi, Ağustosböcekleri korosu, GörünüĢlerin bölüĢümü, Sur

dibinde gibi birçok ironik konu ayrıntılı olarak inceleniyor. Ġkinci ve üçüncü

bölümde Marx‟ın iĢi bir Filozof ve Sosyolog olarak anlatılıyor. Daha burada

sayamayacağımız kadar çok bir birinden farklı alt baĢlıklar mevcut. Sanırım bu

konular bile kitap hakkında bir fikir sahibi olmanıza yetecektir. Rancière, “En

baĢtan söylesem de olur: Bu kitabın son noktası, bir parçası olduğu araĢtırmanın

vardığı nokta olmayacak. Platon'un filozof-kralından hareket edip Marx'ın yarım

kalmıĢ devrimine ve oradan sosyolojik dünya anlayıĢının güncel krallığına, birkaç

Page 66: Sagalassos: City of Fairies

LXVI

kerteriz noktası belirlemeyi ve birkaç patika çizmeyi amaçladığım bu yolculukta,

hem çok yalın hem de çok karmaĢık Ģu iki üç sorunun peĢinden gittim:

DüĢüncelerin düzeni ile toplumsal düzen arasında iĢleyen uyumu ya da kopuĢu

nasıl düĢünmeli? Bireyler, durumlarından hoĢnut ya da hoĢnutsuz olmaya sevk

eden düĢünceleri, hangi yollarla edinirler? HiyerarĢi ve uzlaĢının, ya da

çatıĢmanın, devamını sağlayan Aynı ile BaĢkası tasavvurları nasıl oluĢur ve nasıl

dönüĢürler? Bu soruları yirmi yıldan beri farklı yerlerde ve durumlarda

deneyimleme fırsatım oldu: Kapital üzerine –beklenmedik bir yankı uyandıran–

bir seminer; Feuerbach üzerine –sokağın gürültüleri tarafından kesintiye

uğratılan– bir tez; Üniversite amfileri ile fabrika kapıları arasında geçen belli bir

süre; iĢçi arĢivlerinde araĢtırmayla geçen on yıl.”(s.16-19) derken nasıl bir

düĢünceyle hareket ederek kitabın katmanlarını kurduğunu bize açıklıyor.

Aslında bir nevi açık uçlu bir metinle yüz yüze geliyoruz. Onun çizdiği patikadan

gittiğimizde veya böyle bir yolculuğa özlem duyduğumuzda anlaĢılan o ki tüm

Sanço‟larında bir nebzecik olsun kafa patlatmaları gerekiyor. Toplumun iĢporta

filozoflardan çok gerçeği kirli yüzlere haykıran entelektüellere ihtiyacı var.

Filozofluk çoğunluğun anladığı gibi bir boĢ gevezelikten çok düĢüncelerin

düzeniyle toplumsal düzeni uyumlaĢtırırken yaĢanan kopuĢun ifadesidir belki.

Rancière, Marx'ın neden hayali adalet koruyucusunun, Don KiĢot'a değil de

gerçekçi Sanço'ya kızdığını soruyor kendisine. “proletaryanın neden öylesine

tutarsız, burjuvazisinin de öylesine buharlaĢmaya hazır olduğunu” merak

ederken, bilginlerin söyleminde iĢçi imgeleri üzerine biraz mesafeli bir

soruĢturmadan ibaret olan Ģeyin, hangi dolambaçlı yollara saparak felsefe ile

retorik, adalet ile sağlık arasındaki eski çatıĢmaları depreĢtirdiğine dair yeni

mecralara açılıyor. Kitabın son bölümünde bu konu gayet canlı bir Ģekilde

tartıĢılıyor. “Ayrıca Ģunu gördüm ki baĢkalarının gerekçelerine fazla saygı

göstermek onlara en kötü hakareti etmek oluyor, yani onları yavanlaĢtırmak.”

Derken Marx‟a olan saygısını da net olarak ifade ediyor bizlere. Aslında Filozof ve

yoksullarına demeliydim.

Barbarları Beklerken

Edward Said‟in anısına 2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi‟nde Barbarları

Beklerken: Edward W. Said’i Anıyoruz baĢlıklı bir bilgi Ģöleni gerçekleĢmiĢti.

Sponsorluğunu Lise Munk Plum adına kurulmuĢ Plum Vakfı ve Heinrich Böll

Vakfı‟nın yaptığı, Metis Yayınevi ve Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü‟nün

düzenlediği konferansa yerli ve yabancı birçok akademisyen katılmıĢtı. Nobel

ödüllü yazar J. M. Coetzee‟nin de aynı isimde bir romanı vardır. Uzun yıllar sınır

kasabasında yargıçlık yapan bir adamın kendi gözünden son dönemlerindeki iniĢ-

çıkıĢlarını; hayatı ve kendini sorgulayıĢını anlatıyor. Bulunduğu kasabanın en

kıdemli yetkilisi olması nedeniyle oldukça rahat bir yaĢam süren yargıç, son

dönemlerini hobileriyle ve “kızlarıyla” asude biçimde geçirirken ansızın karĢısına

Page 67: Sagalassos: City of Fairies

LXVII

çıkıveren bir barbar kızıyla yaĢadığı tanımlanamaz iliĢki hayatının seyrini

değiĢtiriverir. Artık dümeni adalet ve vicdan kavramlarına kırar. Hiçbir Ģeyi

değiĢtiremeyeceğini bildiği halde bu yola baĢ koymanın garip hazzıyla yaĢamaya

baĢlar. Ancak bu onun rahat yaĢamının sonu ve dahası, rezil günlerinin

baĢlangıcı olacaktır. Konferansı düzenleyenler sanırım bu çağrıĢımları Said‟in

hayatında da görmüĢ olacaklar ki bu baĢlığı seçmiĢler. Said‟i de uzun yıllar

rahatsız eden Ģey Filistin Meselesi olmuĢtur. Ve güçlü Yahudi lobisince hayatı

boyunca taciz edilmiĢtir yazar. Metis Yayınları bu ay Barbarları Beklerken

konferansındaki bildirileri kitap halinde yayımladı. Aslında aradan 3 yıl gibi bir

süre geçmiĢ olması biraz iĢlerin geç yürüdüğünü gösteriyor. Edward W. Said'in

yapıtlarından ve eleĢtirel kuramcı, entelektüel ve aktivist sıfatıyla ardında

bıraktığı mirastan esinlenerek yeni bir diyalog imkânı yaratmak, dünyada

oluĢumuz hakkında yeni baĢtan düĢünmek için giriĢilen bir çabanın ürünü. Bu

kitap, aynı adlı sempozyum da bir araya gelen Said'in meslektaĢları, öğrencileri ve

dostları tarafından "Edebiyatın Gücü", "Ġktidara Hakikati Söylemek", "Filistin

Sorunu" ve "Bugüne Said'in Gözüyle Bakmak" konularında verilen sunumları bir

araya getiriyor. Sunumların her biri alanında nitelikli kiĢiler tarafından yapılmıĢ.

Said‟e göre sürgün, içinde yaĢadığı toplumun (ve hatta dünyanın) yerlilerinden

olmamayı, orada hep tedirgin, rahatsız ve baĢkaldıranı da rahatsız eden bir

yabancı olmayı içeren bir konum ona göre. Ama geçmiĢinin, dilinin, milliyetinin

sunduğu ucuz kesinliklerin ötesine geçip evrensellik idealinde ısrar eden

entelektüel, hep marjinal kalmayı bir yoksunluk olarak değil, bir özgürlük, bir

keĢif süreci olarak yaĢar. Entelektüel, eskiden olduğu gibi, toplumda bir uzlaĢma

oluĢturacak genel simgeleri yaratan biri değil, bu simgeleri sorgulayan, kutsal

sayılan gelenek ve değerlerin ikiyüzlülüğünü, ırkçılığını, cinsiyetçiliğini teĢhir

eden; hiçbir fikir ayrılığına tahammülleri olmayan kutsal metin gardiyanlarıyla

mücadeleden çekinmeyen kiĢidir. DüĢünceyle arası zaten hiçbir zaman hoĢ

olmamıĢ bu topraklarda, düĢünceyi ve onu cisimleĢtiren entelektüeli "terörize

ederek etkisizleĢtirmeyi amaçlayan", doğrudan doğruya "vatan hainliği" ile

damgalayacak kadar pervasızlaĢan bir zihniyet iyice egemenliğini kurmuĢ

durumda. Batı'nın Ġslam anlayıĢının ikiyüzlü önyargılarına karĢı koymasıyla

ünlendiği halde, Salman Rushdie'nin ifade özgürlüğünü sonuna kadar savunarak

gerçek bir entelektüel tavrı sergileyen Edward Said'in entelektüeli öncelikle

otorite ve iktidara hizmet etmeyi reddediĢiyle, sonra da milliyeti, dini ve

geleneğiyle arasına koyduğu mesafe ile tanımlıyor. "Artık kiĢinin evindeyken,

kendini evinde hissetmemesi bir ahlak meselesidir" diyen Adorno'yu

yankılayarak, entelektüli metaforik bir sürgün, bir evsizlik konumuna

yerleĢtiriyor. Ve hayatı boyunca entelektüel, sürgün ve uçta bir yaĢam sürüyor

düĢünür.

Bugüne Said'in Gözüyle Bakmak

Page 68: Sagalassos: City of Fairies

LXVIII

Aslında profesyonelleĢmenin baskısı giderek artarken, amatör kalıp kamusal

alanda yoksullar, yok sayılanlar, güçsüzler adına kendi görüĢünü ve tavrını temsil

etmekte ısrar eden bireydir entelektüel. Hiçbir kahramana ve siyasi hiçbir tanrıya

inanmaz. Barbarları Beklerken böylesine bir hayatın serüvenini ve düĢüncesinin

özgün boyutlarını anlatıyor. Kitap dört ana bölümden oluĢuyor. Önsöz de Mariam

C. Said tarafından Edward ve Ġstanbul hakkında bize bilgiler sunulmuĢ. Ana tema

konuĢmasını Elias Khoury hazırlamıĢ ve bize Entelektüel ve Çifte Sürgün

konusunda bazı tespitlerde bulunuyor. Elias Khoury‟inde belirttiği gibi; “Edward

Said'in entelektüel modeli, Arap entelektüelinin krizine bir cevap sağlayabilir.

Burada kılıcın karĢısında söz vardır, kavga ise hem yerel hem küreseldir. Yerel

boyutta, üç düzeyde kavgaya girer: 1. EleĢtirel bir konumun bulunması ve

üretilmesi. 2. ĠĢgale karĢı direniĢ ve sivil toplum kurumlarının inĢası. 3.

Diktatörlüğe karĢı kültürel muhalefete önderlik etmek ve kurtuluĢ hareketini hem

ölü milliyetçi ideolojinin hem de bir yanıyla ġarkiyatçı söylemin yankısı olan

fundamentalist söylemin dıĢında yeniden yaratmaya çalıĢmak.

Dünyanın bir parçası olmadan, bu düzeylerde baĢarı elde edilemez. Edward Said

bize dünyada olmanın eleĢtirel olmayı ve çoğul bir kimlik yaratmak üzere

bariyerleri parçalayarak ortaklaĢmayı gerektirdiğini öğretti.” (s.27)

Kitaptaki sunumları ayrıntılarıyla anlatmak yazımızın kapsamını aĢacağı için

burada bu kitabı alacaklar için sunumların kısaca baĢlıklarını belirtmemiz

sanırım yeterli olur. Birinci bölümde edebiyatın gücü anlatılmıĢtır ve iki uzun

yazı vardır. Bölüme Timothy Brennan, Bir KarĢı Gelenek OluĢturmak, Jacqueline

Rose, Edebiyatın Politik Avantajı isimli makaleleri ile katkı sağlamıĢtır. Ġkinci

bölümde iktidara hakikati söylemek konusu iĢlenmiĢtir. (Fawwaz Traboulsi,

Rashid Khalidi, Saree Makdisi, Tuncay Birkan) Ġkinci bölümde bence en dikkat

çeken yazı Tuncay Birkan‟ın "Auerbach Ġstanbul'da"dan "Said Ġstanbul'da"ya:

Türkiye'de Saidci Yayıncılık, isimli çalıĢmasıdır. Auerbach, Nazi Almanya‟sından

kaçarak ülkemize sığınmıĢ ve yıllarca Ġstanbul Üniversitesi‟nde Roman

Filolojisine GiriĢ dersleri vermiĢtir. Dünyada karĢılaĢtırmalı edebiyatın kurucusu

olarak biliniyor. Ayrıca Said O‟nun Mimesis adlı eserinin tam bir eleĢtiri

baĢyapıtı olduğunu söylüyor. Kitabın üçüncü bölümünde Filistin sorunu

hakkında Said‟in görüĢleri ele alınıyor. Konuyu; Ilan Pappé, Raja Shehadeh,

Karma Nabulsi, Joseph A. Massad gibi entelektüeller tartıĢıyor. Dördüncü ve son

bölümde bugüne Edward Said'in gözüyle bakmaya çalıĢılıyor. Meltem Ahıska,

modernliğin bir çıkmazı olarak ġarkiyatçılık ve Garbiyatçılığa değiniyor. Harry

Harootunian, Said'in çatıĢkılarını, Gauri Viswanathan O‟nun sekülerizm

düĢüncelerini, Mahmood Mamdani ise küfür, bağnazlık ve kültür bahsinin

politikasını anlatıyor. "Edward Said'in adaletsizliğe karĢı öfkesi, bizim öfkemiz

olmalı; onun kılıca meydan okuyan kalemi, insani değerler uğruna kavgamızda

bizim silahımız olmalı."Diyen Elias Khoury‟in sözleri önümüzde dururken bu

kitapla Said‟in anısının yeterince yâd edildiğini düĢünüyorum.

Page 69: Sagalassos: City of Fairies

LXIX

Bir Ġç Çeper Olarak Kıyılar

Liberalizm büyük bir kriz yaĢamaktadır ve dünyamızın her geçen gün daha

dayaĢanmaz bir yer haline gelmiĢ olması bazı entelektüellerce önceden fark

edilmiĢ ve bu konuda bazı kitaplar yayımlanmıĢtır. Buna rağmen farklı düĢünüp

olaya daha değiĢik açılardan bakan bazı düĢünürlerde yok değildir. Liberalizmin

perspektifi dıĢında bir demokrasi mümkün mü?

Meksikalı siyasetbilimci Benjamin Arditi, günümüzün önde gelen düĢünürleriyle

(örneğin Laclau, Zizek, Rancière, Badiou) yaratıcı bir biçimde hesaplaĢmaya

giriĢerek "liberal demokrat mutabakat"ı sorguluyor. Farklılık, popülizm, devrim

ve ajitasyon kavramları çevresinde giriĢilen bu sorgulama sonucunda "baĢka tür

bir demokratik siyaset" için stratejiler öneriyor. Ve bu manada orijinal bazı

fikirler geliĢtiriyor. Bugün siyasal alanın hepimiz tarafından az çok hissedilen bir

özelliğini vurguluyor Arditi: "Farklılık"ın öne çıkarılması üzerine kurulu olan

kimlik siyasetinin sahip olduğu itici gücün eĢitlik talebi yerine gitgide ayrıcalık

talebine dönüĢmesinin taĢıdığı parçalayıcı risklere dikkat çekiyor ve liberalizmin

öcü olarak gördüğü iktisadi ve siyasi "popülizm"in iddia edildiği kadar

demokrasiye ters olmadığını savunuyor (Freud'un "dâhili yabancı ülke"

metaforundan da yardım alarak). DüĢünce evrenimizden kovulan "devrim"

kavramı, bir anda gerçekleĢen ikonik bir değiĢim yerine, sürekli düĢünülen, hayal

edilen, tasarlanan ve her an vuku bulabilecek/bulabilen bir değiĢim olarak

tasavvur edilmeli. Devrim böylece hayali bir hedef olmaktan çıkabilir, elle tutulur

bir hale gelebilir. Yani tüm dünyadaki devrimcileri daha realist düĢünmeye davet

ediyor. Benjamin Arditi halen Meksika Ulusal Üniversitesi'nde Siyaset Teorisi

alanında profesör olarak dersler veriyor. Polemicization (Edinburg University

Press, 1999) baĢlıklı kitabın yazarlarından. Fidelity to Disagreement: Jacques

Rancière and Politics baĢlıklı bir ortak-kitap çalıĢması da bulunuyor. Metis

Yayınları yine bir ilke imza atarak bu ilginç yazarın

“Liberalizmin Kıyılarında Siyaset” isimli çalıĢmasını dilimize kazandırdı.

Demokrasinin, liberal demokrat siyaset anlayıĢı dıĢında nasıl tasavvur

edilebileceğini merak eden okurlar için bence okunması elzem bir eser. Yani bir

nevi bize farklı bir alternatif sunuyor.

Benjamin Arditi, kitabına temel bir soruyla baĢlıyor. “Liberalizmin kıyılarında

siyasetten bahsetmek ne anlama geliyor ve bunun siyasi düĢünce açısından neden

önem arz etmesi gerekiyor?” Bu sorulara, öncelikle, buradaki denemelerin ne

olmadığı hakkında birkaç Ģey söyleyerek cevap veriyor yazar. Bu denemelerin

amacı, liberalizmin görünmeyen yüzünü (Ģayet bundan liberalizmin sözgelimi

eĢitlik ve dayanıĢma üzerindeki olumsuz yan etkileri anlaĢılıyorsa) tanımlamak ve

eleĢtirmek değil aslında. Bu konuda zaten bir hayli yazılıp çizildi. Bu denemeler

liberalizmin hüküm sürdüğü tarihsellik sonrası bir dünyada yaĢadığımız yollu

sava karĢı çıkan müdahaleler siciline iĢlenecek yeni bir kayıt da değil. Bu konuda

Page 70: Sagalassos: City of Fairies

LXX

da epey bir Ģey söylendi, zaten tarihin sonu tartıĢmasının girdilerini çıktılarını

kaydetmenin de bir lüzumu kalmadı. “Buna karĢılık, söz konusu denemelerde

yapılmaya çalıĢılan, siyasetten bahsederken kiĢinin kendini „liberal‟ nitelemesini

askıya almak zorunda hissettiği veya en azından siyaset alanında olup bitenlerin

tek baĢına liberal bir kodun hükmünde olduğunu açık seçik ortaya koymanın

güçleĢtiği gri bir fenomenler alanının değerlendirmesine giriĢmek. Bu gri alan,

siyasi yenilik adına giriĢilen deneylerin liberal mutabakatı sorguladığı bir alan

aynı zamanda. Dolayısıyla, kitabın baĢlığındaki „kıyılar‟ ibaresi ya liberalizmin

sınırlarını zorlayan ya da onu bir karĢı çıkıĢla aĢma arayıĢında olan fenomenlere

atfen kullanılıyor.”(s.13)

Liberalizmin Kıyılarında Siyaset nasıl mümkün olabilir? “Söz konusu kıyılar,

dolaylı olarak, normal bir liberal siyaset bölgesi gibi bir Ģey olduğu sonucuna

varmamıza izin veriyor mu? Buna tez elden ve eksik bir cevap vermek gerekirse,

evet, böyle bir bölge var, ama esasen liberal tahayyül düzeyindeki bir bölge bu.

Liberal tahayyülün düzenleyici fikri, siyasi icraatın oy veren egemen bireylerin

yanı sıra, halkı temsil eden ve devlet iradesine Ģekil verme hakkı için rekabete

giriĢen siyasi partiler ve seçim arası dönemlerde bu partiler adına yasama

organlarında istiĢarede bulunan seçilmiĢ temsilcileri gerektirdiğidir.” (s.14)

Arditi‟ye göre; Ġyinin ne olduğu konusunda birbiriyle rekabet eden anlayıĢlar

karĢısında devlet tarafsız kalır, hükümetler ve seçilmiĢ görevliler genellikle

kamuoyunu dikkate alırken, ilgili aktörler hukukun üstünlüğü ilkesine göre

hareket eder ve dıĢ aktörler yerel siyasete müdahale etmez. Liberal siyasetin ufku

budur. ĠĢ pratiğe geldiğinde ise, her Ģey bu kadar düzenli değildir. Tarihsel

kayıtlar da bunu hayli açık Ģekilde ortaya koyuyor zaten. ĠĢte bu pratiğe

bakıldığında, iĢçiler ile kadınların oy hakkı elde edene kadar uzun bir süre

yurttaĢlıktan dıĢlanmalarına karĢı çıkarak siyasi edimde bulunmuĢ olduğu, ilgili

siyasi aktörlerin bireylerden ziyade gruplar olageldiği, toplumsal hareketlerin ve

özel çıkar gruplarının kolektif eyleminin seçim siyasetini baypas ettiği ve ülkesel

temsilin iĢlevsel, geçici ve diğer siyasi temsil biçimleriyle bir arada var olduğu

görülür. Bu konuda ilginç bir örnek olarak “Çin Halk Cumhuriyetini”

düĢünebiliriz. Yazar bu bağlamda bize farklı noktalara iĢaret ediyor.

“Liberalizmin bireyci inancı ve yapısal eĢitsizlikler konusundaki görece

ilgisizliği, T. H. Marshall'ın toplumsal yurttaĢlık dediği Ģeyin bir parçası olan

eğitim, sağlık ve barınmaya yönelik kolektif haklarla bir arada var olur (gerçi bu

haklar dünyanın her yerinde refah devletinin altın çağındaki durumlarından epey

uzaklaĢmıĢlardır). BaĢka örnekler de verebiliriz, ama Ģimdiye kadar saydıklarımız

liberal siyaset denen Ģeyin saflığının her zaman uydurma olduğu iddiasında

bulunmamıza yeter. Komünizm, anarĢizm, popülizm ve siyaseti sınıflandırmakta

kullandığımız diğer etiketler için de aynı Ģey geçerlidir. Norberto Bobbio'nun

savunuculuğunu yaptığı liberal sosyalizmden Çin'de Komünist Parti tarafından

ülkeyi ileriye götürecek yol olarak göklere çıkarılıp ite kaka yürürlüğe konan

Page 71: Sagalassos: City of Fairies

LXXI

kapitalist ekonomiye kadar gözümüzü çevirdiğimiz her yerde melezlik hüküm

sürmektedir.”(s.15)

Melezlik, konusunda ise Hint asıllı entelektüel Homi K. Bhabha oldukça

orjinal düĢüncelere sahiptir. Bhabha, postkolonyal bir durum olarak melezliği

karĢılaĢtırmalı edebiyat çerçevesinde inceler. Arditi ise konuya biraz farklı bir

bakıĢ açısı getirir. “Arditi, Eldeki verilerin liberal siyasetin saflıktan uzak bir

harman olduğuna iĢaret ettiğini söyledim, ama kıyılardaki siyasete karĢıt olarak

ana akım liberal siyasetten bahsetmek için saflığa ihtiyaç yoktur zaten. Liberal ana

akım kendi „ötekiler‟iyle stratejik bir iliĢkiye gömülmüĢse ve bu ana akımı

çevrede, çeperlerde geliĢen fenomenler tanımlıyor yahut tanımlanmasına katkıda

bulunuyorsa, o halde söz konusu temasın karĢılıklı olmaması ve çeperi de

etkilememesi için hiçbir neden yoktur. Yine de, insanın içini rahatlatmaya yönelik

fazlasıyla doğru bir cevaptır bu. Öte taraftan, kısmen kirlenmenin hüküm

sürdüğü yollu basmakalıp savdan ibaret olduğu için, kısmen de genelleĢtirilmiĢ

melezlik sonucunda ortaya çıkan harman, liberalizmin kıyılarındaki siyasetin

yaratabileceği etkiyi hükümsüzleĢtireceği için, aynı zamanda iĢe yaramaz bir

cevaptır da.”(s.16)

Kitabın içeriğine dair bir Ģeyler söyleyecek olursak, konu beĢ bölümde

incelenmiĢtir. Bu bölümlerde yer yer Deleuze ve Guattari, Rancière, Freud,

Derrida, Hall, Laclau, Rorty, Zizek, Badiou ve baĢka birçok yazarın eserlerine

baĢvuruluyor. 1. Bölümde postmodern duruma dair daha iyimser okumalarla,

bilhassa da Vattimo'nun okumasının ana hatlarına dair bir değerlendirmeyle

baĢlayıp, postmodern durumun görünmeyen olası yüzüne dair bir tartıĢmayla

devam ediyor. 2. Bölümde bu tartıĢmayla, popülizmin demokrasi karĢısında

hayalet oluĢuna dair anlayıĢı geliĢtirdiği savunuluyor. 3. Bölüm popülizmi siyasal

demokraside bir sapma ve liberalizmin antitezi olarak gören anlayıĢı yeniden

formülleĢtiriyor ve bunun yerine, popülizmin demokratik siyasetin iç çeperi

olarak kavranması gerektiğini öne sürüyor. 4. Bölümde özgürlükçü siyasetteki

ajitasyon ısrarı –baĢlıkta sözü geçen karıĢtırılma ve çalkalanma– açımlanıyor. En

uzun bölüm olan son bölüm ise bir öncekinin geniĢletilmesi niteliğinde. Bu

bölümde bir taraftan devrimin çağdaĢ düĢüncede, hatta çoğulcu ortamda

kullanımının savunulması amaçlanıyor; devrimin ölümü hakkındaki haberlerin

büyük ölçüde abartıldığı varsayımına dayanan bir argüman bu. Arditi, eserinin bu

haliyle bir iç çeper olarak Liberalizmin kıyılarında dolaĢıyor. Arditi ile birlikte

Homi K. Bhabha‟nın okunmasının faydalı olabileceğini düĢünüyorum. Ama ne

yazık ki Homi K. Bhabha ülkemizde daha yeterince tanınan bir filozof değil.

Çevirmenlerin Bhabha‟dan eserler tercüme etmeleri faydalı olurdu. Tabi bu iĢ

birazda yayın evlerinin sorumluluğundadır.

Page 72: Sagalassos: City of Fairies

LXXII

Bir Entelektüel Olarak Sartre

Fransız Jean-Paul Sartre, bizden önceki bir kuĢak için zihinlerde daha farklı bir

alamı olan nadide bir entelektüeldir. Geçenlerde O‟nun “Varlık ve Hiçlik” isimli

eseri bayağı bir gecikmeden sonra güç bela türkçeleĢtirilmiĢti. “Kimileri için bir

hiçken... baĢkası için her Ģeysin...her Ģey olmayı umarken, bir bakıyorsun

ki...hiçsin.” Galiba bugünlerde onun eserlerine ve düĢüncelerine bir ilginin tekrar

baĢladığını söylememiz sanırım bir abartı sayılmaz. Yazılarını zevkle takip

ettiğim Zeynep Direk ve Gaye Çankaya; Sartre‟ın Geç Dönem DüĢüncesi Üzerine

“Jean-Paul Sartre: Tarihin Sorumluluğunu Almak” isimli bir derleme çalıĢması

yapmıĢlar. Tarihin Sorumluluğunu Almak, Jean-Paul Sartre'ın geç dönem

eserlerini tartıĢan yazılar içeren bir derleme. “DüĢünürün 1935 tarihli Ego'nun

AĢkınlığı'ndan, en önemli eseri sayılabilecek 1943 yılında yayımlanan Varlık ve

Hiçlik'e kadar süren felsefi geliĢimini Sartre'ın „ilk dönem‟ düĢüncesi olarak

adlandırabiliriz. Bu felsefenin Ġkinci Dünya SavaĢı sonrasında verdiği Ahlak için

Defterler ve Diyalektik Aklın EleĢtirisi gibi devasa yapıtları ise Sartre'ın ikinci

dönemine ait eserler saymak mümkündür. Böyle bir kronolojik ayrımın yapılması

mümkünse de bu iki dönemin metinleri arasında tematik bağlar kurulabilir.

Diyebiliriz ki, geç dönemin iki büyük yapıtı, Ahlak için Defterler ve Diyalektik

Aklın EleĢtirisi, temel temaları ve soruları bakımından Sartre'ın ilk dönem

düĢüncesini tamamlar ve onun ötesine geçerler.”(s.9)

Kitabın kritiğinin yapmadan önce bu konudaki dilimizde yayımlanmıĢ bazı

eserlere değinmemiz faydalı olurdu. Pierce Henri Simon‟un “1863: Ġnsan‟ın

Yargılanması Camus, Sartre, Exupery, Malraux” (Ataç Kitabevi) Hakkı Özdal‟ın

“VaroluĢçuluk ve Sartre” (Evrensel Basım yayın) Walter Kaufmann‟ın

“Dostoyevski'den Sartre'a VaroluĢçuluk” (De Yayınevi) Kenan Gürsoy‟un “J. P

Sartre Ateizminin Doğurduğu Problemler” (EtkileĢim Yayınları) Roger

Garaudy‟in “Jean - Paul Sartre ve Marxisme” (Sosyal Yayınları) Charles Moeller‟in

“Jean Paul Sartre ve Tabiatüstünün Bilinmemesi” (Remzi Kitabevi) gibi kitaplarda

O‟nun çeĢitli fikirleri tartıĢılmıĢtır. Bunlardan baĢka Annie Cohen Solal‟ın “J. P.

Sartre; Doğumunun Yüzüncü Yıldönümünde”, Talip Karakaya‟nın “Sartre ve

VaroluĢçuluk”, Mehmet Emin Özcan‟ın “J. P. Sartre‟ın Özgürlüğün Yolları‟nda

Anlatı KiĢisi ve Toplumsal Özne Olarak Birey”, Denis Bertholet‟in “Sartre”,Walter

Biemel‟in“Sartre”, S. Hilav‟ın çevirdiği I.Murdoch‟un “Sartre‟ın Yazarlığı ve

Felsefesi”, Georges Michel‟in “Sartre Yıllarım; Bir Dostluğun Öyküsü” kitapları

dilimizde yayımlanmıĢ eserlerden bazılarıdır. GeçmiĢ yıllarda yayımlanan “Yeni

dergi” O‟nunla ilgili olarak güzel bir sayı hazırlamıĢtı. Öyle anlaĢılıyor ki bir

entelektüel olarak Sartre‟ın düĢüncesi 80‟li yılların sonuna kadar ülkemizde

popüler bir Ģekilde tartıĢılıyordu.

Bir entelektüel olarak Sartre “Tarihin Sorumluluğunu Almak” kitabında

yeniden tartıĢılıyor. Jean-Paul Sartre'ın geç dönem eserlerini tartıĢan yazıları bir

Page 73: Sagalassos: City of Fairies

LXXIII

araya getiriliyor. Ülkemizde de neredeyse yarım yüzyıl boyunca büyük bir ilgiyle

okunmuĢ modern bir filozof üstüne, özgün bir felsefi inceleme çıkmıĢ ortaya.

Hazırlayanlar derlemenin baĢlığını ve amacını Ģöyle açıklıyor: "Bu kitaba Tarihin

Sorumluluğunu Almak adını verdik, çünkü Sartre tekil öznelerin Tarih'in

doğrudan failleri olduğunu her fırsatta vurgular. Ġkinci dönem düĢüncesinde,

bireysel sorumluluk ve toplumsal sorumluluk arasındaki organik bağa iĢaret

ederek, Sartre'ın etiğe ve siyasete bakan bir düĢünür olduğunu okura hissettirmek

istedik. Bu amaçla kitapta hem Sartre'ın Tarih anlayıĢını ortaya koyan ve bu

anlayıĢın temellerine dönen metinlere, hem ikinci dönem düĢüncesini felsefe

tarihinin baĢka figürleriyle karĢılaĢtırmalı olarak inceleyen metinlere, hem de

filozofun Tarih'i ele alıĢını belli açılardan eleĢtiren metinlere yer verdik." Bu

kitapta yer alan telif yazıların ilk versiyonları, Galatasaray Üniversitesi'nde

"ÇağdaĢ Fransız Fenomenolojisi ve VaroluĢçuluk" adlı ders kapsamında

Diyalektik Aklın EleĢtirisi'ni birlikte okuma çabasından doğmuĢtur. Ġçinde birçok

dikkat çekici makale yer almaktadır.

Kitap dokuz makaleden oluĢuyor. Bunlar baĢtaki nefis giriĢ yazısını saymazsak

sırasıyla Ģöyledir; “Bir Entelektüel Olarak Jean-Paul Sartre” Zeynep Direk, “Varlık

ve Hiçlik'ten Diyalektik Aklın EleĢtirisi‟ne Sartre DüĢüncesinde Çoğulluğun

KuruluĢu ve Praksis” Gaye Çankaya Eksen, “Diyalektik Aklın EleĢtirisi'nde

AnlaĢılabilirliğin Zeminleri” Yusuf Yıldırım,

“Sartre'ın Tarih Üzerine Tezlerine EleĢtirel Bir BakıĢ” AliĢ Sağıroğlu, “Hegel'den

Rousseau'ya... Sartre'da BaĢkası ile ĠliĢki” Ömer B. Albayrak, “ġiddet ve Etik”

Devrim Çetinkasap, “Ahlaki YabancılaĢmadan Etik Gerekliliğe” Francis Jeanson,

“Sorgulanan Yöntem: Marksizmde Sartre” isimli yazıyı Michel Kail ve Richard

Sobel yazmıĢtırlar.

„Sartre gibi, döneminin güncel siyasi olayları üzerinde de söz sahibi olmuĢ bir

filozofun düĢüncesini dinamik bir kuruluĢ süreci olarak ele almak, Sartre'ın

içinde yaĢamıĢ olduğu siyasi ve felsefi bağlamı da ayrıntılı bir Ģekilde hesaba

katmayı gerektirir. Kitabın ilk metni olan "Bir Entelektüel Olarak Jean-Paul

Sartre" baĢlıklı yazıda Sartre düĢüncesinin felsefi ve politik bağlamı ortaya

koyuluyor. Sartre'ın hem bir filozof hem de bir güncel siyaset figürü olarak aldığı

tavırlarla ilgili tartıĢmaları konu edinen bu metin, kitabın devamında ortaya

koyulan ontoloji, birey, çoğulluk, Tarih ve Tarih'in anlaĢılabilirliği gibi bu

kitabın ana hattını belirleyen konulara giriĢ niteliğinde. "Varlık ve Hiçlik'ten

Diyalektik Aklın EleĢtirisi'ne, Sartre DüĢüncesinde Çoğulluğun KuruluĢu ve

Praksis" adlı yazı ise Sartre'ın felsefi metinleri arasındaki devamlılığı göz önüne

seriyor. Sartre düĢüncesinin geçirdiği önemli dönüĢüme iĢaret etmek için, bu

düĢüncenin temel kavramlarının ontolojik zeminde nasıl kurulduğunu ve belli bir

tutarlılıkla ontolojiden siyasete doğru evrilen bir düĢünce dünyasında tekrar

Page 74: Sagalassos: City of Fairies

LXXIV

tekrar formüle edilerek nasıl kullanıldıklarını gösteriyor.‟(s.10) Burada en çok

beğendiğim Zeynep Direk‟in yazısı oldu.

Sartre ilginç bir filozoftur. O‟nun felsefesindeki diyalektik; "Diyalektik Aklın

EleĢtirisi'nde AnlaĢılabilirliğin Zeminleri" baĢlığını taĢıyan yazıda tartıĢılıyor ve

praksisin anlaĢılabilirliğini kendi içinde nasıl bulduğu sorusuna bir cevap

aranıyor. Kendi iĢleyiĢinin koĢullarıyla hesaplaĢan bütünleyici bir düĢünümün

praksise içkin olduğunu gösterebilmek için takip edilmesi gereken ontolojik ve

siyasi analizler ortaya koyuluyor. Praksisin anlaĢılırlığının ve pratik alanın

kuruluĢunun Sartre'ın zamansallık analizleriyle iliĢkisi sorgulanırken, yapılan

çözümlemenin hareketi Varlık ve Hiçlik ile EleĢtiri arasında bir salınıma

dönüĢüyor. Zamansallık analizleri önemli bir konu sanırım..

Diğer "Sartre'ın Tarih Üzerine Tezlerine EleĢtirel Bir BakıĢ" adlı yazıda ise,

praksisin anlaĢılırlığı temelinde kavranması gereken ya da bir çeĢit "yaparak

anlama" kuramı gibi görülebilecek Sartrecı Tarih analizlerine kuĢkuyla

yaklaĢılıyor: “Sartre'da Tarih'in failleri kimlerdir? Sartre, tüm coğrafyalar, tüm

toplumlar için ortak bir Tarih alanı yaratabilmiĢ midir? Praksisin anlaĢılabilirliği

teması dolayısıyla Tarih ile birey arasındaki bağlar sıkı sıkıya örülürken, cehalet,

Ģiddet ve kıtlık gibi olumsuz temalar bu düĢünce ve pratik dünyasında nereye

yerleĢtirilebilir? Bu temel soruları içeren eleĢtirel bakıĢ, Diyalektik Aklın

EleĢtirisi'nin ikinci cildine yoğunlaĢılarak ortaya koyuluyor.”(s.11-12) Kitapta yer

alan iki çeviri metinden ilki, Sartre düĢüncesinin ahlak alanıyla iliĢkisi üzerine

yazılmıĢ en önemli eserlerden birinin, Le problème moral et la pensée de Sartre”

adlı eserin yazarı Francis Jeanson'un "Ahlaki YabancılaĢmadan Etik Gerekliliğe"

adlı yazısıdır. Sartre düĢüncesinin birinci döneminden ikinci dönemine geçiĢe

tanıklık etmiĢ olan Jeanson'un bakıĢ açısı, Sartre'ın kendisi tarafından da

desteklenmiĢtir. Sartre, Jeanson'un kitabında önsöz olarak yer alan mektubunda,

kendi felsefesinin anlam ve yönelimini Jeanson'un son derece doğru bir Ģekilde

sezmiĢ olduğunu söyler. Jeanson'un böylece onaylanmıĢ olan sezgisi, Sartre

düĢüncesinin ikinci döneminde ele aldığı sorulara ve meydana getirdiği

dönüĢümlere iliĢkindir. "Ahlaki YabancılaĢmadan Etik Gerekliliğe", Sartre'ın

doğumunun 100. yılında (2005) Les Temps Modernes'in hazırlamıĢ olduğu özel

sayı içinde yer almıĢtır. Sartre'ın düĢüncesinin evrimini Sartre'la beraber yaĢamıĢ

olan bu önemli yorumcunun, Türkçe okuyan okurlarla karĢılaĢmasının önemli

olduğunu düĢünüyorum.

["Sorgulanan Yöntem: Marksizmde Sartre" adlı diğer çeviri metinde ise Sartre,

Marksist maddeci kuram ve yöntem bağlamında ele alınıyor. Richard Sobel ve

Michel Kail'e göre, Sartre'ın düĢüncesi, bilinç felsefesi ile emek felsefesinin bir

sentezini meydana getiren eklektik bir yapıdan daha fazlasıdır. Bunu kavramanın

koĢulu, Sartre'ın düĢüncesinin hiçbir zaman idealist bir bilinç felsefesi olmadığını

görmektir. Sartre'ın düĢüncesini bir emek felsefesi olarak okuyabilmek için, onun

Page 75: Sagalassos: City of Fairies

LXXV

bilinç felsefesinin baĢından beri orijinal bir maddecilik tarafından harekete

geçirildiğini fark etmek gerekir.](s.13) Sartre'ın Marksist kurama getirdiği

eleĢtiriler ve yaptığı katkılar üzerine düĢünürken ele alınması gereken temel

problemler özlü bir Ģekilde anlatılıyor bu metinde.

DOĞU‟YU SEYRETMEK

Batı‟nın farklılığı ve üstünlüğü hakkındaki söylemiyle Oryantalizm, sadece

yazınsal arenada değil, günümüzde görsel ve iĢitsel alanlarda da varlık

göstermeye baĢlamıĢtır. Dünya çapında ilgi gören filmler üreten ve bu filmlerde

ġark'ı vazgeçilmez bir dekor olarak kullanan Hollywood sineması, bu

yaygınlaĢtırma sürecinde çok önemli bir rol üstlenmektedir. “Hollywood

Sinemasında Oryantalizm”, Doğu'nun Hollywood sinemasındaki kültürel

temsilini ve bu temsil biçimlerinin oryantalist söylemle olan etkileĢimini

incelemektedir. Daha çocuk yaĢlardayken izlediğimiz Indiana Jones Raiders of the

Lost Ark, Mummy ve Mummy Returns gibi filmlerden yola çıkılarak

Hollywood'un oryantalizmin kültürel varsayımlarını, anlatısal ve görsel

geleneklerini nasıl miras aldığı ele alınmaktadır.

Kitabı yazan Hilal Erkan, Yeditepe Üniversitesi Medya ÇalıĢmaları

bölümünde kültürel temsil ve kültürel çalıĢmalar alanında araĢtırmalar

yapmaktadır. Bizde genellikle Oryantalizm konusundaki çalıĢmalar nedense

oldukça yüzeysel kalmaktadır. Fakat bu eseriyle sayın Erkan, uğraĢıldığında bizde

de iyi ve nitelikli incelemelerin ortaya koyulabileceğini fazlasıyla kanıtlıyor.

Amerikan Sinema‟sındaki Oryantalizm konusunda, ilk elden bu konuyla alakalı

olarak aklıma Brenstein‟in “Visions of the East: Orientalism in Film” isimli

çalıĢması geliyor. Aynı bağlamda Edward Said‟in “Haberlerin Ağında Ġslam”

isimli kitabının okunmasının faydalı olacağını düĢünüyorum. Bu kitabı çeviren

Alev Alatlı‟da aynı bağlamda bir eser yazmıĢtır. “Hollywood‟u Kapattığım Gün”

(Everest, 2009) kitabıyla Alatlı, „Amerika‟lılara çok büyük iyilik yaptım.‟ diyordu.

Bence bu tarz kompleksleri bırakıp eski entelektüel duruĢuna dönebilse bize çok

daha büyük bir iyilik yapmıĢ olacak. Televizyona çıktığında Atilla Ġlhan

karikatürü gibi bir duruĢ sergiliyor çünkü. Bu husus konumuzla alakalı olmadığı

için pek değinmeyeceğim. Ancak Ģunu söyleyebilirim ki sayın Alatlı,

yaĢlandığında daha olgunluk beklenen eserler vermeli sanırım. Hollywood,

Nasrettin Hoca misali kapısına kilit asmakla kapanmıyor. Hollywood, konusunda

geniĢ bir literatür taramak isteyen arkadaĢlar için bu yakınlarda kaybettiğimiz

sayın Ünsal Oskay‟ın tüm kitaplarını tavsiye edebilirim. Ayrıca Michael Ryan‟ın

bu konuda “Politik Kamera ÇağdaĢ Hollywood Sinemasının Ġdeolojisi ve

Politikası” (Ayrıntı, 1997) isimli kitabı da okunabilir. Hilal Erkan, kitabının

kaynakçasında niyeyse Ryan‟a hiçbir gönderme de bulunmamıĢ. Kitabın bir daha

ki baskılarında daha özenli çalıĢabileceğine inanıyorum.

Page 76: Sagalassos: City of Fairies

LXXVI

SEYYAHLARIN DOĞU ĠMGESĠ

Hilal Erkan‟ın kitabı üç ana bölümden oluĢuyor. Birinci kısımda

Oryantalizmin tarihsel dönemi ele alınmıĢ. Bu kapsamda; Antikçağ efsanesi ve

Ortaçağ‟da doğu algısı, Rönesans ve Reform döneminde Oryantalist çalıĢmalar, 17.

Yüzyılın egzotik doğusu ve Aydınlıklar çağının batısı, Entelektüel bakıĢın

odağındaki düĢünce malzemesi doğu, KurumsallaĢan Oryantalizm ve Sömürgeci

Faaliyetler ayrıntılı bir Ģekilde anlatılmıĢtır. Birinci bölümün bence en dikkat

çeken konu baĢlığı; „19. Yüzyıl romantizmindeki doğu imgesi‟ isimli olanıdır.

Yazarında belirttiği gibi “Doğu‟nun Batı için nesnel gerçekliği olan bir yerden

ziyade bir metin olarak algılanması ve onun ancak bu metinler aracılığıyla

anlaĢılabilir kılınabileceğinin düĢünülmesi tarihsel olarak Napolyon‟un Mısır

Seferi‟ (s.65)ile baĢlamıĢtır. Said‟in de bu konuya ayrıca önem verdiğini

belirtmeliyim. Bu yüzden 19. Yüzyıl denebilir ki bir kırılma anıdır. Ġkinci

bölümde Seyyahların hayalindeki doğu imajı iĢleniyor. Bu hususta, Jean Baptiste,

Chardin ve Volney gibi önemli Ģarkiyatçıların metinleri inceleniyor. Batı‟nın

hayallerdeki ya da tam Ģarkiyatçı söylemle söylersek fantazyasındaki doğunun

yeniden keĢfi yahut icadı açıklanmaya çalıĢılıyor. Bu açıklamalar yeterli mi,

kanımızca hayır ama yinede bazı orijinal tespitler yapılmıĢtır. Bu bölümde dikkat

çeken diğer bir baĢlık ise; Antropolojik ırk sınıflamalarının kurgusuna değinilen

kısa bölümdür. Yazar ilk iki bölümü bitirdikten sonra kısa bir değerlendirmede

bulunuyor. “Oryantalizmin geliĢim süreciyle birlikte zenginleĢen

seyahatnamelerin ve gezi yazılarının oluĢturduğu metinler topluluğu Doğu‟nun

tanımlanması ve zihinlerde belirli bir Doğu algısının yaratılmasında belirleyici

olmuĢtur.”(s.116)Yazarın tespitinden Ģunu söyleyebiliriz ki Doğuya dair

geliĢtirilen kliĢetipler vasıtasıyla bir çeĢit Doğu bilgisi yapay olarak üretilmiĢtir.

Kitabın son bölümünde en nihayetinde Hollywood Sinemasında Oryantalizm

konusu iĢlenmiĢtir. Ele alınan her film; olay örgüsü, filmin anlatısında Oryantalist

söylemin kuruluĢu, mekân ve zamana iliĢkin temsiller, erkeğe ve kadına iliĢkin

temsiller ayrıntılı bir Ģekilde söylem analizi yönünden çözümlenmeye

çalıĢılmıĢtır. Kitabın sonunda incelenen filmler hakkında genel bir değerlendirme

yapılmıĢtır. “Yazınsal ve görsel alanlar arasındaki imge alıĢveriĢi ve oryantalist

kliĢelerin metinlerarası yolculuğuna tanık olacağınız. Hollywood Sinemasında

Oryantalizm bir alt metin okuma çabasıdır. Kitapta 17. ve 19. yüzyıllar arasında

ġark gezileri yapmıĢ Batılı seyyahlar ve onların gözlemleri sonucunda ürettikleri

gezi metinleri içindeki oryantalist imgeler, film çözümlemeleri için bir mihenk

taĢı kabul edilmiĢtir.” Bizimde zaman zaman izlediğimiz Hollywood filmleri, eski

Ģark seyyahlarının metinlerindeki doğu betimlemeleriyle ortak özellikler

taĢımaktadır. Hilal Erkan, yaptığı çözümlemelerle bunu ortaya koymaya

çalıĢmıĢtır. Heyhat kör Hollywood kayıp Ģark! Hakkında diyebileceğim son bir

söz daha var; çeĢitli gazetelerin sinema konusunda hezeyanları olan paçavralarda

Page 77: Sagalassos: City of Fairies

LXXVII

anlattıkları, “maarif-i garbiyeyi ġark‟a ithale çalıĢan birer müstağrib” film

seyircisi olmayalım efendim.

En Yeni BaĢlangıçlar

„BaĢlangıç nerededir, ne zamandır ya da nedir? Örneğin yazmaya baĢlarsam ve

sayfada çizgiler belirmeye baĢlarsa, bütün olup biten bu mudur?‟ KuĢkusuz hayır.

Ünlü entelektüel Edward W. Said‟te benim gibi bir tereddüt yaĢamıĢ olacak ki bu

konuda oldukça hacimli bir eser ortaya çıkarmıĢtır. Vico, bir yazısında “Öğretiler

baĢlangıçlarını, inceledikleri meselelerin baĢlangıcından almalıdır.” Diye

söylemiĢ. Niyet önemli bir erdemdir. Ve bizde biliyoruz ki ameller niyetlere

göredir.

Bu ters dünyayı ne zaman anlamlandırmaya çalıĢsam geleneğin, görenek ve

alıĢkanlığın değiĢen durumunu düĢünmüĢümdür. Rahmetli Cemil Meriç,

kültürden irfana aynı algı penceresinden zamanın bu zorlayıcı modernize akıĢının

örüntülerini ayrı bir dikkat ve özen göstererek fotoğraflayabilmiĢti. Ve bu çabaları

bizi “Bu Ülke” gibi muhteĢem bir büyü ile tanıĢtırdı. Çünkü O meyvenin içindeki

çekirdek gibi çalıĢmıĢtı. Modernlik kendisini çoğu zaman geleneğe karĢı olarak

konumlamıĢtır. Gelenek bizim toprağımızın içindeki köklerdir. Bu ise kadim

tarihimizle ilintilidir. DeğiĢen dünyanın Ģartları ne olursa olsun, güçlü Ġslam

Kültür Geleneği modernleĢmenin aksaklıklarına karĢı direnebiliyor...

"Bu sükût benim dikkatimdir", diyordu kedisini seven Ahmet Hamdi Bey… Bazen

gökyüzüne baktığımda gördüğüm yüz, gerçek olmayacak kadar güzel günlerin

özlemini siyah-beyaz bir filmi izliyormuĢçasına hayal tuvalime yansıtıyor… Ve

çoğunlukla sustuğumda masalımı anlatmaya baĢlıyorum… Sabahın erken

saatlerinde, daha güneĢ bile doğmadan, çiğ damlaları nilüfer çiçeklerinin üzerinde

süzülmeye baĢlardı. Çiğ damlaları gözyaĢı oldukça, daha da parlaklaĢıyorlardı.

Sonra bir an duruyorum ve yine suskunluğun sularına gömülüyorum. Bir masal

içinden baĢka bir masal diyarına dalıyorum… Om mani padme hum… “Ben

masalı olan bir adamdım…” Hazan rüzgârları ve masallar ve Ġranlı sevgili Ģair

Füruğ‟un dediği gibi rüzgâr bizi sürükleyecek bu masal diyarına.

BaĢlarken; SavaĢ pilotu Saint Expery "Küçük Prens"ini kalbi hissedebilen büyük

çocuklar için yazmıĢtı. Hüzün ya da mutluluklarla dolu hayatımızda her zaman

derinlerde bir yerdeki bu çocuğun acı çığlıklarını hangimiz duymamıĢızdır ki.

Bundan böyle, çağın hislerini, kirlettiği ve çokça ağlattığı masum ruhumuza

“BaĢlangıçlar” baĢlığı altında seslenmeye çalıĢacağız. Küçük Prens, serüveni

boyunca uslanmaz derecede entelektüel idi. Çünkü araĢtırıyor, sorguluyor ve

anlamlandırıyordu. Ġnsanlar, genel olarak yaĢadığı müddetçe anlar ve yorumlarını

yapar. Biz de yorumlarımızı denemeler ve genellikle kısa kitap tenkitleri Ģeklinde

siz okuyuculara sunmayı arzuladık. Umarım gayretimiz gönüllerinizin beğenisini

kazanır.

Page 78: Sagalassos: City of Fairies

LXXVIII

Sizinle tanıĢtığımız bu ilk okumamızda bahis olarak Said‟in aziz hatırasına da bir

saygıyı ifade etmek için bu konuda üç kitaptan söz etmek istiyorum. Bunlardan

ilki benim kendime özümseyerek bir baĢlık olarak seçtiğim “BaĢlangıçlar” olacak.

Türkçede daha çok ġarkiyatçılık ve Filistin sorunu hakkındaki eleĢtirel

çalıĢmalarıyla tanınan Edward W. Said'in edebiyat eleĢtirisi alanındaki en önemli

çalıĢmasıdır BaĢlangıçlar. Yazar bu kitabında Milton, Hopkins, Wordsworth gibi

büyük Ģairler ile, Dickens, Hardy, Conrad, Mann, Proust gibi romancıların

eserlerini, özellikle Vico, Auerbach ve Foucault'dan hareketle geliĢtirdiği kendine

özgü kuramsal perspektiften okuyarak, bir eser yazmaya "baĢlama"nın filolojik,

felsefi, psikolojik ve tarihsel boyutlarını analiz ediyor. Said gibi bu kavramı bizde

seküler, insan ürünü ve sürekli yeniden geliĢtirilen bir kavram olarak

değerlendirebiliriz. BaĢlangıç, ilahi, mitik ve ayrıcalıklı bir kavramdır.

Ġkinci kitap; Agora yayınlarından yeni çıkan "Joseph Conrad ve Otobiyografide

Kurmaca" adlı eseri, O‟nun bildiğim kadarıyla doktora tezidir. EleĢtirel

monografilerin ömrü genellikle kısa olur. Fakat bazen bir kitap çıkar, bu kuralı

yerle bir eder. Edward W. Said'in "Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca"

adlı çalıması bu tür nadide örneklerdendir. Nitekim, Said'in çalıĢması 1966'da ilk

defa yayınlandığında, Conrad incelemeleri içinde çok önemli bir katkı olarak

değerlendirilmiĢtir. O dönemde egemen olan Yeni EleĢtiri'nin 'pürizm'ini

reddeden Said, romancının "varoluĢundaki kaosu oldukça ĢekillenmiĢ bir sanatın

içine nasıl yerleĢtirdiği"ni araĢtırmak üzere mektuplarını kısa hikâyelerine

bağlayarak, Conrad'ı okumanın daha zengin, daha bütüncül bir yolunu tercih

etmiĢtir. Said külliyatına ilgi duyanlar için bu kitap bence harika bir seçim

olurdu.

Son olarak değinmek istediğim eser Hece Yayınları‟ndan “Yazınsal EleĢtiri”-

söyleĢiler kitabıdır. Bu kitap bir hayli önce basılmasına rağmen bazı okuyucuların

dikkatinden kaçmıĢ olabilir. Metindeki hiçbir Ģey öylesine ortaya çıkmaz ya da

oluĢmaz; Metin -yazar, eleĢtirmen ve okuyucu tarafından- oluĢturulmuĢtur ve

Goldmann'ın sürekli ifade ettiği gibi belirli oranda kolektif bir giriĢimdir. Çok

daha önemlisi metin, bir nesne değil, aslında bir süreçtir...Said‟in de dediği gibi

“Ġnsani realiteden koparılmıĢ metinlere uygunmuĢlar gibi „demistifiye etme‟ ve

„yapıbozumu‟ gibi terimleri kullanmak veya -Derrida'nın l'Ecriture et la

difference'den bu yana yaptığı gibi- "sözmerkezcilik" gibi mitlerin bütünüyle Batı

kültüründe varolduğunu ileri sürmek, bu Ģeylerin kendisinden neĢet ettiği bizzat

insani temeli inkar etmek demektir.” Kelimelerdir büyülü olan. Ġbn-i Arabi,

kelamı bu konuda ne yüce söylemiĢtir; kelimelerin kalbine hikmetleri koyan

Allah‟a hamdü senalar olsun.

Page 79: Sagalassos: City of Fairies

LXXIX

Binbir Gece Masalları‟ndan çıkmıĢ bir masalcı

Arap edebiyatı deyince aklıma ilk gelen isim Necip Mahfuz‟tur. “Dünya

edebiyatı ölçülerinde kusursuz romanlarıyla hikâyeleri klasik Arap geleneğinin,

Avrupa edebiyatının ve kiĢisel yeteneğinin göz kamaĢtırıcı sentezini yansıtır.”

Yazı hayatına, 1928'de Selame Musa'nın çıkardığı el-Mecelle el-Cedide dergisinde

yayımladığı değini yazıları ve öykülerle baĢlayan yazar, Kahire Üniversitesi'nde

felsefe öğrenimi görmüĢ ve aynı yıllarda ilk romanı Abes el-Akdar‟ı

yayımlamıĢtır. Ġsveç Akademisi Nobel Komitesi Necip Mahfuz‟u dünya

romanının en büyük, en yetenekli yaratıcılarından biri olarak kabul etmiĢtir.

O‟nun bu ödülü almasından sonra aynı bizde olduğu gibi bayağı sıkıntılı bir

süreç yaĢamıĢtır yazar. Mısır Devlet BaĢkanı Enver Sedat'a Ġsrail ile yaptığı barıĢ

antlaĢmasında verdiği açık destekten ötürü birçok Arap ülkesinde kitapları

yasaklanmıĢtır. Ġsrail Filistin iliĢkilerinde Edward Said‟e yakın bir tutum

sergilemiĢtir. Uzun yıllar bu yasaklarla muhatap olmuĢtur. Hatta bir seferinde

bıçaklı bir saldırıya maruz kalmıĢtır. 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü

aldıktan sonra bu yasaklar kalkmıĢtır. Edebiyata olan ilgisi, 1920'lerde Mustafa

Lutfi el-Manfuluti'nin makale ve Ģiirlerini okumasıyla baĢlamıĢtı. Abbas

Mahmud el-Akkad, Taha Hüseyin, Ġbrahim el-Mazinî, M. Hüseyin Heykel, ilk

dönemde kendilerinden en çok etkilendiği yazarlar arasındadır. Daha sonraları bu

etkilerden sıyrılarak kendine has bir üslup yakalamıĢtır. 2006′da Orhan Pamuk,

Nobel Edebiyat Ödülü‟nü alınca Türkiye‟de bazı çevrelerden tepki görmüĢ, ondan

önce bu ödülü alan Mahfuz da Mısır‟da benzer bir tepkiyle karĢılaĢmıĢtır. Pamuk

gibi ona bu ödülün siyasi nedenlerle verildiğini söyleyenler herhalde

kitaplarından tek satır okumuĢ değillerdir.

Tarkovski ve Mahfuz‟un Aynaları

Necip Mahfuz‟un Nobel Ödülü‟nü almasında önemli rolü olan baĢyapıtı Kahire

Üçlemesi -Saray Gezisi, ġevk Sarayı, ġeker Sokağı- gibi kitaplarından baĢka bu

yakınlarda Hit Kitap tarafından yayımlanan “Aynalar” isimli romanı da Türkçeye

kazandırıldı. Aynalar çağrıĢımları olan bir sözcük. Kitabı okurken hep

Tarkovski‟nin “Zerkalo” (Ayna) filmini düĢündüm. Ayna adlı filmi, yönetmenin

çocukluğundan ve yetiĢkinliğinden kırıntılara odaklanan, parçalanmıĢ görüntüler

dizisi sunar bize. Bir çocuğun savaĢ zamanı yaĢadığı sürgün, bir annenin politik

terörden dolayı yaĢadıkları, bir evliliğin bozulması ve kır evindeki yaĢam.

Bunların arasına yavaĢ çekim rüya görüntüleri (bir kadının kahverengi saçlarında

ve su görüntülerinde ağır ağır geçen zaman) ve korkunç haber filmleri

serpiĢtirilmiĢtir. “Ġzlenmesi zorunlu bir giriĢ filmi” olarak tanımlanmıĢtır “Ayna”.

Necip Mahfuz‟un bir portreler galerisi olan “Aynalar”ında ise kurgusal bir eser

olmasına rağmen karakterlerin tasviri öyle canlı, öyle sahici ki, her biri gerçek

kiĢiler olarak algılanıyor ilk baĢta. Aslında Mahfuz‟un eseri Tarkovski‟nin

tekniğiyle bir film olarak çekilmiĢ olsaydı herhalde muhteĢem bir Ģey olurdu.

Page 80: Sagalassos: City of Fairies

LXXX

Edward Said, Mahfuz‟u Binbir Gece Masalları‟ndan çıkmıĢ bir masalcıya

benzetiyor. Gerçektende “Aynalar”ın her satırında bir masaldan sanki parçalar

buluyorsunuz. Ama bu günümüzün bir masalı. Bu konuda bildiğim bir masal var

onu sizlerle paylaĢmak istiyorum; Doğu yaĢamında hala temel olan sonsuz dönüĢ

mitosu, bütün zamanlar boyunca Allah (c.c.) ile insan arasında süregelmiĢtir.

Çöllerin kumlarını savurduğu kayıp bir zamanda, çorak ülkelerde hayallerini

arayan insancıkları görmüĢüzdür. Aslında „bugün‟ çoktan ölmüĢtür gerçeğin

kristalize ettiği çorak ülkelerde… Hayallerde toz ve kül olmuĢtur. Bazen hayalleri

aramak gerekmiĢ ve insanlar hayalin içinde derin yolculuklara çıkmıĢtır.

Biz baĢkalarının iç hayatına, dıĢ dünyayı onların gözleri ile görecek kadar

sokulamasak da bu hayal yolcularının hikâyelerini dinlemeyi hep sevmiĢizdir.

Hikâyemiz tüm güzel hikâyeler gibi doğallıkla evrene yansıtılan insan arayıĢı

üzerine söylenmiĢ ve dinlenmiĢtir. Bir zamanlar genç bir Budist hakikatin sırrını

her Ģeyiyle anlatan kitabı bulmak için uzun yolculuklara çıkmıĢtı. Budist için üç

Ģey önemlidir: Buda‟nın heykeli, Buda‟nın hatıraları ve Buda‟nın altında ilhama

kavuĢtuğu Bodhi Ağacı. Genç Budist‟in gönlünü, bunlarda razı etmeyince düĢmüĢ

yollara. ġehirlerde on yıllarca hakikatin kitabını aramıĢ. Artık ümidini yitirecek

iken masallar kenti Semerkant‟a gelmiĢ. Kendisine daha önce tatmadığı tatları

hatırlatan Semerkant Prensesi‟nin Ģarkısını duymuĢ. Nisan yağmuru

berraklığında büyülü nağmelere öyle kapılmıĢ ki, prensese görmeden âĢık olmuĢ.

ġiir: „ben bir denizde eriyorum‟. Pervanenin aleve koĢması gibi sesin kaynağına

doğru koĢar adım ilerlemiĢ. ġehrin ortasında boĢ bir havuz. Havuzun baĢında iki

kancoloz cadısı, ellerindeki bakraçlarıyla boĢ havuzdan su doldurmaya

çabalıyorlar. Az ileride ise melek yüzlü prenses. Elinde cennetin meyvesi nar var.

Prenses öyle güzeldir ki, Allah‟ın onda sakladığı aĢk bir insanın aklını baĢından

alıp götürebilirdi. Derken narın kan kırmızı taneleri yere düĢtüğünde büyü

bozulmuĢ.

Genç sarhoĢluktan kendine gelirken prensesin zarif dudaklarından Ģu sözler

dökülmüĢ: biliyorum ki sende çokları gibi âĢıksın bana ve duydum ki onlarca

yıldır hakikat kitabını arıyormuĢsun, ikisi de bendedir. Kitap, sarayımda ki

yokluk kulesinde duruyor. ĠĢte orada ve ben buradayım. Yalnız bir kalpte iki aĢk

olmamalı, burada kalırsan benim aĢkımı, yok dersen bin bir gayretle aradığın Ģeyi

elde edeceksin. ġimdi tercih senin. Budist genç, prensesi sevmesine rağmen

hakikat kitabını istemiĢ ve yavaĢ yavaĢ yokluk kulesinin merdivenlerini çıkmıĢ.

Kulenin tepesinde güneĢin altın ıĢıklarının üzerine vurduğu, ceviz rahlenin

üzerinde aradığı hakikat kitabı duruyormuĢ. Genç heyecanla kitabın sayfalarını

çevirmiĢ ve çevirdikçe ĢaĢırmıĢ. Çünkü hakikat kitabının sayfaları aynalardan

oluĢuyordu. Sayfayı her çevirdiğinde gördüğü sadece ama sadece kendisiydi.

Ġnsan hakikatin kendisidir. Aradığımız Ģey kendimizizdir. Aynalar kitabında

Mahfuz‟a çok benzeyen bir yazarın çocukluğundan itibaren yaĢamı boyunca

tanıdığı, iliĢkide bulunduğu elli beĢ farklı kiĢinin anlatıldığı Aynalar‟da aynı

zamanda Mısır‟ın yakın tarihi içindeki olaylarla birlikte aydınları, sanatçıları

Page 81: Sagalassos: City of Fairies

LXXXI

anlatılıyor. Aslında yazar kendisini anlatıyor. Bu muhteĢem tasvirlerden yola

çıkan Mısır‟ın tanınmıĢ ressamlarından Seif Vanlı her karakteri resimleyerek

Mahfuz‟un yarattıklarını adeta ete kemiğe büründürüyor. Mahfuz‟un tasvir ettiği

karakterler resim olarak da sayfalarda görülünce kurgu ve gerçek iyice iç içe

geçiyor. Tekrar büyülü bir dünyanın kapıları aralanıyor böylece..

Aynadaki Görüntüler

Kitabın içinde geçen karakterler hakkında da birkaç söz söyleyecek olursak.

Ġbrahim Akıl‟ı yazar ucuz bir iftiraya maruz kalmamıĢ olsa, Mısır kültüründe

devrim yaratabilecek, olağanüstü bir entelektüel olarak tanımlıyordu. Ahmet

Kadri, adı ballı çörekler gibi sinema ve unutulmaz bir olayı çağrıĢtırır. Amani

Muhammet ise sanatla ilgilenen bir bayandır. Enver Halavani adı, koca bir

dünyayı çağrıĢtırıyor; Cemaliye, Han Gaffar ve Nahhasin arasındaki Bait Kadı

Meydanını, dalları serçe yuvalarıyla yüklü ceviz ağaçlarını, polis karakolunu ve

daha birçok Ģeyi anımsatıyor. Halavani, sıra dıĢı bir gençtir. Hukuk fakültesinde

okuyan, yani mahallede yüksek eğitim gören az sayıdaki gençten biridir.

Anlatıcının sınıf arkadaĢı olan ĢiĢko Bedri Ziyadi, yemek yemeyi, oyunu, kızları

ve ülkesini seven kıpır kıpır bir çocuktur. Basyuni ile anlatıcı Gad Ebu Ela‟nın

villasında tesadüfen tanıĢırlar ve dost olurlar. Basyuni için “Aslında bir daha

birbirimizi görmedik bile ama bende silinmez izler bıraktı.” Diye ayrıca bir not

düĢülmüĢtür. Süreyya Hanım eğitim yüksekokulundan mezun olmak üzere olan

bir bayan olarak karĢımıza çıkıyor. Mükemmel vücut hatları, zekâ fıĢkıran pırıl

pırıl gözleri ve kiĢilikli tavrıyla epey güzel bir kızdır. Gad Ebu Ala hem var hem

de sanki yok olan bir karakterdir. Anlatıcı onunla edebiyat dünyasındaki ünü

nedeniyle tanıĢmıĢtır. BeĢ, belki daha fazla romanı vardır. Gaffar Halil Mısır film

sanayini geliĢtirmeye niyetlenen bir tip. Hanan, altmıĢ yaĢlarında, masmavi gülen

gözlere sahip, anıları içinde çiçek kokusu gibi bir tad bırakır. Halil Zeki,

anlatıcının Abbasiye‟deki arkadaĢ grubu içinde saldırganlığın ve belanın ta

kendisidir. Düriye Salim, dul veya boĢanmıĢ özel bir kadındır. Reda Hamada,

değer ve ilkelere, yaĢamın vahĢi dalgalarına, mücadeleye soyunan insan

iradesinin, umutsuzluk ile ıstırabın üstesinden geliĢine aittir. Reda‟da kendi

adıma bir özgürlük duygusunu yaĢadığımı söyleyebilirim. Zahran, bizimde

zaman zaman iĢtirak ettiğimiz “kafe” arkadaĢlığını ifade eder. Böyle arkadaĢlarla

kafelerde karĢılaĢıp sohbet ederiz ama sonra herkes kendi yoluna gider. Züheyr

Bey köylü bir deha olarak karĢımıza çıkar. Saba Remzi atletizm ve futbolda çok

iyidir. Anlatıcı Salim Gabr‟ı, 1926‟da Kavkab el ġark‟da yazdığı makalelerinden

tanır. Surur Beyin babası ünlü ve zengin bir avukattır; annesi ise aileyi demir

ellerle yöneten güçlü, dediğim dedik bir kadındır. Suat Vehbi, tanıdığı en güzel

kadındır. Bunlardan baĢka; Vidad RüĢd, Haccar Minyavi, Ġsam Hamalavi, Naci

Markos, Macide Abdulrezzak, Mahmut DerviĢ, Mahir Abdulkerim, Kamelya

Zahran, Kamil Remzi, Kadri Rızk, Fethi Anis, Feyza Nassar, Ganem Hafız, Eid

Mansur, AĢmavi Celal, Azize Abduh, Azmi ġakir, Adli Bereket, Aglan Thabit,

Page 82: Sagalassos: City of Fairies

LXXXII

Abda Süleyman, Abdulvahib Ġsmail, Abdülrahman ġaban, Adli Muadhin, Abbas

Fevzi, Taha Enan vb daha birçok hayali kiĢinin küçük yaĢamlarına dair

estanteneler roman boyunca büyük bir Ģevkle anlatılıyor. Bunlar benim ifademle

kadim mısır uygarlığının eski tadını almamızı sağlayacak Ģekilde bolca tasvirlerle

zenginleĢtiriliyor. Bu küçük insanlar üzerinden yazar büyük olayları anlatıyor.

Resmin bütününe baktığımızda toplumsal bir eleĢtiri de yapıldığını

görebiliyoruz. Bu tipler bütün eski Osmanlı Coğrafyasında ve hatta günümüz

Türkiyesinde bile zaman zaman sokakta rastladığımız bizim insanlarımız. Ve

hepsi bir garip Modernizim deneyiminden geçmiĢ nesiller içinden özenle

seçilerek Necip Mahfuz‟un Aynalar‟ında boy endam ediyor. Aynaları

okuduğunuzda Mısırda‟ki o insanlarla soluk alıp verirken aynı sokaklarda ve

bahçelerde dolaĢabiliyorsunuz. Kitabı bitirdiğinizde hüzünlü bir tat kalıyor

zihnimizde. Mahfuz‟un Yüsriya‟sı “Beni eğlendirmek için elimi eline alıp

avucumu açtı. „El falına bakayım‟ dedi. Avucumdaki çizgileri inceleyerek

bilinmeyeni okudu; ama ben onun o güzel yüzüne dalıp gitmiĢtim.”(s.256)

Toplumsal biçimlerin poetikası

'Ütopya Denen Arzu' Fredric Jameson'nun, geçmişi araştırırken başvurduğumuz araçları, gelecek için kullanmamıza yarayan işaret taşlarını barındıran kitabı. "Ütopya her zaman siyasal bir mesele olmuştur ve edebi bir biçim için bunun çok alışıldık bir durum olduğu söylenemez" diyen Jameson, ütopyanın her daim cazibesini koruyacağına vurgu yapıyor.

Amerikalı eleĢtirmen ve kültür teorisyeni Fredric Jameson ismiyle ilk kez

"Postmodernizm" (YKY, 1994) konusuyla ilgim doğrultusunda aynı eserini

okumam vesilesiyle tanıĢtım. Bir kez de kendisiyle yazıĢma fırsatım oldu.

Jameson'nın bundan baĢka; Marksizm ve Biçim (YKY, 1997), Dil Hapishanesi

(YKY, 2002), Biricik Modernite (Epos, 2004) ve Kültürel Dönemeç (Dost, 2005) gibi

bazı önemli teorik metinleri de bir hayli yakın aralıklarla dilimize çevrildi. Yale

Üniversitesindeyken doktora çalıĢması olarak hazırladığı ve 1961 yılında yazdığı

'Sartre: Origins of a Style' kitabıyla baĢladığı uzun yazı hayatında pek çok kitap

ve yüzlerce yazı yayımlayabildi. Ama ne yazık ki bu eseri hala dilimize

çevrilmedi. Jameson eğitimini aldığı edebiyat teorisi alanıyla sınırlı olmayan çok

geniĢ bir ilgi alanı vardır: Frankfurt Okulu teorisyenleri; Lukács, Weber, Simmel,

Barthes, Greimas, Deleuze gibi düĢünürler; detektiflik ve bilimkurgu romanları;

Hollywood sineması; mimarlık teorileri; video sanatı; modernist resim ve

edebiyat; postmodernizm teorileri; Çin'den Afrika'ya Üçüncü Dünya roman ve

sineması; Marksist iktisat metinleri gibi çok farklı kültür ürünlerini eĢine az

rastlanır bir merakla takip etmiĢ ve yazmıĢtır. Böylesine renkli bir entelektüel

kiĢilik okuma uğraĢıyla ilgilenen zümreyi ister istemez fazlasıyla

heyecanlandırıyor. "Ütopya Denen Arzu" kitabı Jameson'nun ifadesiyle söylersek,

Page 83: Sagalassos: City of Fairies

LXXXIII

geçmiĢi araĢtırırken baĢvurduğumuz araçları gelecek için kullanmak için yazılmıĢ

bir kılavuz sanki. Eser; "toplumsal biçimlerin poetikası" adını verdiği projenin en

yeni parçası olarak da düĢünülebilir.

Ütopya, büyülü bir çağrıĢımı olan sözcük. Thomas More'un bu edebi türe adını

veren Ütopya'sını ilgililerince okumayan pek azdır. Meraklısı için bu konuda

daha kapsamlı bir çalıĢma olarak aklıma gelen Krishan Kumar'ın "Modern

Zamanlarda Ütopya ve KarĢıütopya" kitabını Ģiddetle tavsiye edebilirim.

Bunlardan baĢka daha popüler bir sahada "bilimkurgunun Shakespeare'i" kabul

edilen Philip K. Dick'in, Mülksüzler ile bilimkurgu ve ütopyayı bir anlamda

uzlaĢtıran Ursula K. Le Guin'in ve diğer önemli bilimkurgu yazarlarının

yapıtlarına uzanan, kapsamlı bir bilimkurgu ve ütopya arkeolojisi mevcut. Bizim

edebiyatımızda da gerek amatörce olsun gerekse daha nitelikli düzeyde benzer bir

algılayıĢla bir takım metinlerin yazıldığı olmuĢtur. Bu konuda yapılmıĢ bir de tez

vardı sanırım ama ismini Ģu an pek çıkartamayacağım. Tekrar konuya

odaklanacak olursak, kitabın tanıtım yazısında; "-Bizi düĢmanın varlığı değil,

genel inanıĢ elden ayaktan düĢürüyor,- diyor Jameson, 'kapitalizmin tarihsel

alternatiflerinin gerçekleĢemez ve olanaksız olduğunu, baĢka bir sosyoekonomik

sistemin -pratiğe geçirmek Ģöyle dursun- tasavvur dahi edilemeyeceğini söyleyen

bir genel inanıĢtan' söz ediyor. Bugünümüzden kökten farklı bir gelecek tahayyül

etme çabasının, bizi esasen tahayyülümüzün sınırlarına götürdüğünü; ufkumuzu

çepeçevre kuĢatan üretim tarzının, bakıĢ açımızı nasıl Ģekillendirdiğini anlatıyor.

Ütopya kavramının neden hâlâ vazgeçilmez olduğunu ikna edici bir biçimde

gösteriyor ve 'radikal farklılık üzerine, radikal ötekilik üzerine ve toplumsal

bütünlüğün sistemsel doğası üzerine temsili bir düĢünme' olarak gördüğü ütopya

biçiminin reel sosyalizm sonrası dönemde görebileceği negatif ve dönüĢtürücü

iĢleve dikkat çekiyor." Hemen ekleyelim Bloch'dan bu yana yazılmıĢ en sağlam

Ütopya savunusu niteliğindeki bir eser olduğunu söylüyor kimi eleĢtirmenler.

Gerçi buna da biraz düĢündükten sonra hak vermemek biraz zor gözüküyor.

YAġASIN KARġIÜTOPYA

Eserin genel yapısından konunun toplumsal biçimlerin poetikası açısından ele

alındığını görüyoruz. Kitap giriĢ yazısı hariç on üç bölümden oluĢuyor ve

sırasıyla; Ütopya ÇeĢitleri, Ütopyacı Adacıklar, Morus: Ütopya Türüne Açılan

Pencere, Ütopyacı Bilim mi, Ütopyacı Ġdeoloji mi? Büyük Bölünme, Bir Ġstek Nasıl

GerçekleĢtirilir? Zaman Engeli, Bilinemezlik Tezi, Yabancı Bedeni, Ütopya ve

ÇatıĢkıları, Sentez, Ġroni, TarafsızlaĢtırma ve Hakikat Ânı Korkuya Yolculuk,

Gelecek ve KargaĢa gibi konular güzel bir Ģekilde değerlendiriliyor. Bu kısa

yazımızı "Ütopya her zaman siyasal bir mesele olmuĢtur ve edebi bir biçim için

bunun çok alıĢıldık bir durum olduğu söylenemez. Fakat nasıl biçimin edebi

değeri sürekli Ģüpheli durumdaysa, siyasal statüsü de yapısal olarak muğlaktır.

Tarihsel bağlamındaki dalgalanmalar, beğeni ya da kiĢisel yargı meselesi olmayan

Page 84: Sagalassos: City of Fairies

LXXXIV

bu değiĢkenliği çözmeye yaramaz." (s.16) Jameson'nun sözleriyle bitirmek

istiyorum. Kitabı okuduğumuzda net olarak Ģunu anlayabiliyorum ki toplumsal

biçimlerin poetikası olarak Ütopya'da her dönem cazibesini koruyor. Bazı

Ütopyalar da zamanla bizimle birlikte yaĢlanıyor. Ütopya öldü, yaĢasın

KarĢıütopya!

Simgesel Bir Psikoloji Taslağı

Geçen yıl kaybettiğimiz sevgili Ulus Baker uzun bir makalesi olan “Ġgnoramus:

(Bilmiyoruz) Psikanaliz neden iĢe yaramaz?” eleĢtirisinde klasik bilinçaltı ve

bilinçdıĢı yorumlayıĢına farklı bir bakıĢ açısı getiriyordu. Onun deyiĢiyle insanın,

psikanalizin eksenini oluĢturan temel mefhum olarak „bilinçdıĢı‟ ile olan

maceralı iliĢkisi kuĢkusuz en belirgin Ģekilde simgesel olarak tanımlanmıĢtır. Dr.

Freud‟un takipçileri; “simgesel (dil) ile „hayali‟ arasındaki hududu örgütler

(Lacancılarda olduğu gibi). Fallus yasası ve Babanın-Adı denen imleyici

kategoriler, kendilerini kuĢatan, daha geniĢ bir anlambilimsel Ģebekenin ağlarına

bir taraftan „gerçeği‟, öte taraftan, zaten kendi içlerinde bölünmüĢ „simgesel‟ ile

„imgesel‟i düĢürmek amacıyla kullanılırlar.” Yine de geriye, dokunulmadan kalan

bir "bunlarla ne yapılabilir" sorusu kalacaktır: Dil ile, cinsellikle, emekle ve genel

olarak arzuyla "ne yapacağız"?.. Dr. Freud‟un psikanalitik yorumbilimi adeta

simgeler üzerinden iĢleyen bir çarkı andırıyordur. Saffet Murat Tura'ya göre

fenomenolojinin temel hatası öznenin oluĢumunda Dil'in rolünü gözardı

etmesidir. “Ġnsan ancak Simgesel Düzen'e, yani Dil'e girerek biyolojik bir varlık

olmaktan çıkar ve kültürel bir özne olur. Ġnsan yavrusu annesiyle arasındaki

kadiri mutlak imgesel özdeĢleĢmeden, ancak Babanın Adı ile simgelenen Oidipus

karmaĢasından geçerek (Lacan'a göre Oidipussuz bir Kültür mümkün değildir)

insan olur. Ġnsan kendi çıplak gerçekliğini metaforlar zinciriyle ikame etmeye

baĢladıktan sonra kendi gerçeğiyle düĢüncesi arasında giderek açılan bir uçurum

oluĢur. Her metafor, insanı kendinden biraz daha uzaklaĢtırır.” (Freud'dan Lacan'a

Psikanaliz; Ayrıntı 1996) Yani dilin yüzeysel düzenine girildiği anda bilinçdıĢı da

kurulmuĢ olur ve "bilinçdıĢı dil gibi yapılaĢmıĢtır." Böylece bu simgeler ağında

insan kendi benliği ile kendisine yabancılaĢır. Tamda bu noktada karĢımıza çıkan

taslak simgelerden oluĢmuĢ bir psikolojik görüntüdür. Aslında olan, gerçeğin

değil, kuramsal düzeyde oluĢturulmuĢ benliğin yansımasıdır. Ġnsan psiĢiğinin

mantıki bir bütünlükle açıklanabilecek durumu yoktur. Çoğu davranıĢımız belli

bir programlamayı öngörmez. Her insan içinde bir mantıksızlık duvarı mevcuttur.

Simgesel psikoloji taslağı olarak gördüğüm psikanaliz belki edebi ve sanat

incelemelerinde yaptığı izahlara muktedir. Fakat insanı çözümlerken simgeler

dünyası hayalidir, bizim psiko varlığımızı açıklayabilecek gerçekliği pek taĢımaz.

Simgeler hayali bile yansıtamazlar.

Elisabeth Sayın‟ın Fransızcadan tercüme ettiği “semboller sözlüğü” nde;

Freudcu yaklaĢıma göre simge, dolaylı bir Ģekilde, mecazlı ve çözülmesi çok kolay

Page 85: Sagalassos: City of Fairies

LXXXV

olmayan arzu ve çatıĢmanın ifadesidir. Simge, „bir sözün, bir düĢüncenin, bir

davranıĢın gizli kalmıĢ anlamıyla, açıkça belirlenmiĢ içeriğini bağlayan

iliĢkidir.‟(bkz simge maddesi) Örneğin bir davranıĢa en az iki anlam

verilebiliyorsa, anlamların bir tanesi diğerinin yerine -onu maskeleyerek-

geçebiliyorsa ve onu ifade edebiliyorsa, aralarında simgesel bir iliĢki vardır

diyebiliriz. Carl Gustav Jung; „Dört Arketip‟ kitabında bu iliĢkiyi ele alırken

bütün insan bilimlerine yansıyan türev ve etkileriyle [simge] alanındaki

çalıĢmaları ve kiĢisel ya da kolektif bilinçdıĢının dinamiklerini ve görüngülerini

irdeler. Anne arketipi, yeniden doğuĢ, masallarda ruhun fenomenolojisi ve

hilebaz figürünün psikolojisi üzerine kaleme aldığı bu dört makale ile Jung hem

Dr. Freud‟u eleĢtirir hem de simge alanındaki çalıĢmalarına ıĢık tutacak önemli

bilgiler verir. Çağımızın en önemli filozoflarından Ricoeur ise, „Yoruma Dair‟

isimli kitabında Dr. Freud‟a dair dil, simge, yorum, yorumbilgisel yöntem ve

dönüĢlü felsefe üzerine görüĢlerini anlatırken Symbolique du mal/Kötülüğün

Simgeseli diye bir kavram ortaya atar. BaĢka bir deyiĢle, simge yorumbilgisi ile

somut dönüĢlü düĢünce felsefesi arasındaki iliĢkiyi, Freud‟u insanda en az insani

olanın keĢfiyle sınırlandırabileceğine inanarak anlayabileceğini düĢünür.

C.G.Jung‟un belirttiği gibi; “simge ne kadar arkaik ve derin olursa o kadar

kollektif ve evrensel olur.” Simgeler arasındaki bağı çözmek kavramsal mantığın

(logique conceptuelle) iĢi değildir. Simgelerin mantığı iki terim ya da iki dizinin

arasındaki iliĢkinin algılanmasında yer almaktadır. “Simgelerin mantığından

kastettiğimiz, aslında onların arasındaki bağlar, iliĢkiler, kendi içlerinde veya

kendi aralarında oluĢabilen simge zincirleridir ( örneğin boğa-ay-gece-

doğurganlık-kurban verme-kan-tohum-ölüm-yeniden doğma-vs...) Oysa bu

kümeler anarĢik değildirler, öylesine yani geliĢigüzel, rastgele kurulmamıĢlardır.

Kendi aralarında henüz çok iyi anlamadığımız yasalar ve diyalektikler aracılığıyla

iletiĢim kurarlar. Onun için simgenin mantıklı olduğu söylenemez. O yaĢamsal

bir „pülsiyon‟dur, içgüdüsel bir tanınmadır. Kendi dramını oynayan öznenin

deneyimidir. Öznenin ve evrenin geleceğini ören sayısız karmaĢık ve

dokunulamaz bağların oyunudur.”( Elisabeth Sayın )Burada kavramsal fikir

yürütmenin mantığı dıĢlanmıĢtır. Sembolleri çözümlemek, onu bir (tek) mantık

birimine indirgemek onu yok etmek demektir. Onun mantığı irrasyoneldir. Pierre

Emmanuel, “simgeyi entelektüel açıdan çözümlemek tıpkı soğanı bulmak için

soğanı soymaya benzer. Soğan onu soğan yapan anlaĢılmazlar sayesinde var

olmaktadır.” ġeklinde ironik bir Ģekilde değerlendirir.

Ulus Baker yazısının devamında, “psikanaliz „rüyalar yorumu‟ ile erken

zamanlardan beri oldukça içli dıĢlı olduğu halde, bize „kendi rüyalarımızı

görmemiz‟ konusunda da yardımcı değildir. Oysa rüyalar, psikanalizin „kiĢisel

derinliklerin‟ ve elbette „bilinçdıĢı‟nın dıĢavurumu olarak tayin ettiği

Traumdeutung (bilinçdıĢına götürecek bir „Kral Yolu‟ olduğu söyleniyor)

çerçevesinde, galiba psikanalistin „rüyalarına‟ (her yerde Oidipus, eksiklik,

Page 86: Sagalassos: City of Fairies

LXXXVI

bastırma ve kastrasyon vardır) kaptırılmaktadır.”demektedir. Deleuze'ün dediği

gibi „gerçekliğinizi‟ baĢkalarının rüyalarına „yakalanmıĢ olarak‟ bulabilirsiniz.

Rüya, bilinçdıĢı içeriklerin, „rüya düĢünceleri‟ adı verilen simgeleĢme süreci

içinde çarpıtılması olarak anlaĢılmak zorunda değildir. Baudrillard ve

Kristeva‟nın belirttiği gibi bu zorlama yorum neredeyse gerçeğe bile nüfuz

etmiĢtir. Deleuze, „baĢkalarının rüyalarına yakalanmak‟

felâketinden(hastalığından) kurtulabilmek için bizi „kendi rüyalarımızı üretmeye‟

çağırıyor. Aysız karanlık ya da rüyaların söyledikleri..

Freudçu düĢ yorumuna göre, „gerçek düĢler‟ vardır ve bunlar „uyandıktan

sonra unutulur giderler‟. Baker; “ikincisi pek bildik ve genel bir özlem deneyim

iken, „gerçek düĢler‟den bahsedildiği zaman, ya oldukça karmaĢık bir psikanalitik

bilgelikle, Lacan'ın söyleyebileceği gibi, „yapının bir hilesiyle‟, ya da psikanalizin

bir kör noktasıyla karĢı karĢıya olduğumuz hissediliyor: „Gerçek olmayan düĢ‟ ne

anlama gelebilir. Bu herhalde, Traumdeutung'da Freud'un andığı „giriĢ‟ (ya da

baĢlangıç) düĢleri ile „esas düĢler‟ arasındaki „ayrıma‟ ve hiyerarĢik „nedensellik‟

iliĢkisine tekabül etmiyor (Freud, GW, 1912b: 48) Ayrıca, „gerçek düĢ‟ü

karĢısındaki tanımsızlıktan ayırdeden kıstas, Freud'un üzerinde ısrarla durduğu

„düĢlerin gündelik olayların temsiliyle sıkı bağı‟ da değildir. DüĢlerin her zaman

bir „isteği‟ doyurduğu düĢüncesi bile bizi bu konuda sallantıda bırakmaktadır,

çünkü insan hiç arzulamadığı Ģeyler tarafından „doyurulduğunu‟ düĢünde

görebileceği gibi, düĢleri boyunca hiç mi hiç arzulamayacağı nesnelerin peĢinde

koĢturup durabilir. Ya da tam tersi, bütün bir „yoğunlaĢtırma‟ ve metafor etkinliği

çerçevesinde hiç de arzulamadığınız nesneler hiç de düĢsel olmayan „gerçek‟

dünyada peĢinizi bırakmayabilirler.”der. Ayrımın düĢ ile gerçek arasında

yapıldığı anda asıl ayrımın temel bir belirleniminin yitip gittiğini, yerine imajlar

ile semboller arasına çekilen sınırın yerleĢtiğini hissedebiliyoruz. Parçalama ya da

sınıflandırma hastalığı diyebiliriz buna.

Bir psikoloji taslağı olarak psikanaliz yapılandırmalarında; “Hayali ile

Simgesel'in bir öze kavuĢturulmaları daha Freud'un Traumdeutung'unda taslağı

çizilen bir psikanalitik program olarak ortaya çıkmaktaydı. Dil, ya da simgesel

sistem, bilinçdıĢını yeniden tanımlama yolunda vazgeçilmez bir araç olarak

belirdiğinden beri, Lacancıların ciddi sonuçlara varan bazı sorgulamaları

gerçekleĢtirebilmeleri beklenirdi. Oysa herĢey, Lacan'da simgesel düzenin

üstlendiği iĢlevin, bu terimin babası diyebileceğimiz Levi-Strauss'unkinden

ayrılmakta olduğunu göstermektedir. Saussure'cü dilbiliminin temel

postülalardan birinden uzaklaĢtığı görülebilir: Gösteren, gösterilen ile „mutlak

olarak değiĢmez bir bağ‟ içinde iliĢkilenmek zorunda değildir. Öyleyse, bir

taraftan iĢlerliği sürdürülen dilbilimsel (Saussurecü) bir model vardır: Somut

unsurları „gösterenler‟ olarak iĢleyen, Levi-Strauss'un tanımladığı gibi bir

simgesel düzen.” ( Ġgnoramus) Öte taraftan, simgeselin esas Lacancı önemine

kavuĢtuğu bir boyut vardır: Orada söz konusu edilen, simgesel düzenin dayandığı

Page 87: Sagalassos: City of Fairies

LXXXVII

esas ile karĢılaĢırız. Bu ise toplumların babaerkil yahut anaerkil olmalarıyla

derinden iniltilidir. Psikanaliz ve sonrası konu epeyce güncel olarak tartıĢılmıĢtır.

Bizde ise; Dr. Freud‟un 150. doğum yılı olan 2006‟da, Yapı Kredi Yayınları

tarafından, Sermet Çifter Salonu‟nda, düzenlenen bir dizi etkinlik yapılmıĢtı. Bu

konuĢmalar sonradan kitaplaĢtırıldı. Bu tarz etkinliklerin kitaplaĢtırılmaları son

derece yararlı oluyor. Özellikle bu faaliyetlere katılamayan ilgililer için. Freud‟un

ve psikanaliz kuramının önemini ve bireysel ve toplumsal yaĢama etkilerini,

psikanaliz kuramının ve pratiğinin Türkiye‟de alımlanıĢı merak edenlerin bu

kitapla ilgilenebileceklerini düĢünüyorum. Freud‟un Önemi / Bülent Somay-

Uygulamalı Psikanaliz, Tarih ve Kültür / Yavuz Erten, Ġskender SavaĢır-Psikanaliz

ve Sonrası /Murat Paker, Saffet Murat Tura-Freud ve Birey / Nilüfer GüngörmüĢ

Erdem, Bella Habip, Melis Tanık tarafından anlatılmıĢ.

Kültür Ġmparatorluğu Osmanlı

Ġlber Ortaylı Yeni Ufuklar‟daki bir söyleĢisinde; “Gerçek tarihçi olmak için

öncelikle mütefekkir olmak gerekir” demiĢtir. O bu özelliği uluslararası camiada

da yüz akımız olmasıyla fazlasıyla hak etmiĢtir. Bir kültür imparatorluğu olan

Osmanlı, bu münevverimizin göz nuru çalıĢmalarında tüm ihtiĢamıyla

görülmektedir. Kadim Osmanlılar ne yazık ki tarihimiz de bir dönem zamanın

tozlarına terk edilmiĢti. Bu unutuĢtan bizi Ortaylı, Ġnalcık, Karpat gibi tarihçiler

bir nebze olsun kurtarabilmiĢ ve nasıl bir mirasın sahipleri olduğumuzu

hatırlatmıĢlardır. Nitekim Sayın Ortaylı bizde örneği pek az olan ince billurdan

bir tarihçilik geleneğinin temsilcisidir. „Mukayeseli tarih‟ alanında söz sahibi

gerçek bir bilim insanıdır. O imparatorluğun en uzun yüzyılını yazmakla

Page 88: Sagalassos: City of Fairies

LXXXVIII

kalmamıĢ, tarihi perspektifi değiĢik açılardan değerlendirebilmiĢtir. Ortaylı‟nın

mukayeseli tarihçiliği hem Osmanlı arĢivlerinden hem de Londra, Petersburg,

Ġran, Paris, Berlin ve de Kahire arĢivlerinden faydalanabilmesiyle ilintilidir. Sezai

Karakoç‟un bu durumu ifade edebilecek güzel bir dizesi geliyor aklıma “Yoktur

gölgesi Türkiyede..”

Tarihimiz ve tarihçiliğimiz üzerine

Bu yakınlarda TimaĢ Yayınlarının tarih dizisinden “Osmanlı Mirası” isimli kitap

çıktı. Hafızam beni yanıltmıyorsa daha önceleri de sanırım baĢka bir yayınevi

aynı kitabı basmıĢtı. Ortaylı‟nın belki eleĢtirilebilecek yegâne yanı da budur. Ġki

üç yeni makale ekleyip yeni bir isimle, yayınevi değiĢtirerek kitap neĢretmek en

azından etik bazı sorunlar doğuruyor. Hatta maalesef üzülerek belirtmeliyim ki

tarihçilerimizin kutbu Halil Ġnalcık dahi böyle davranabiliyor. Bizim ki bir misal.

Kederi dikene benzetirlermiĢ. Gülün kendisine değilmiĢ bu benzetiĢ. Bir misaldir

verirler iĢte… Osmanlı bir kültür imparatorluğudur demiĢtim, peki bu

imparatorluğun mirası nedir? Miras babanın oğluna bıraktığı bir kıymettir. Biz

zengin babanın, Ģımarık çocuklarıyız. Gazeteci Yazar Taha Akyol soruyor,

geçmiĢten geleceğe tarihî geliĢmelere ıĢık tutarken, tarihin bıraktığı izleri

irdeleyen, günümüzün "tarihi sevdiren adamı" olarak bilinen, Türkiyenin önde

gelen tarihçilerinden Ġlber Ortaylı Osmanlı ve Cumhuriyete dair birçok merak

edilen soruya cevap veriyor. Taha Akyol‟un sorularının hepsi özenli bir çabanın

ürünü. Ortaylı, okuyucuyu tatmin edecek Ģekilde; Ermeni Sorunundan

Osmanlının Yahudilere bakıĢına, Atatürk ile Vahdettin iliĢkisinden Osmanlı

Ailesinin Milli Mücadeleye yardımına, Osmanlı Avrupa iliĢkilerinden Türkiye-

Avrupa Birliği iliĢkilerine tarihle alakalı pek çok sorunun cevabını veriyor. Bizde

böyle nitelikli düzeyde bu iĢ yapıldımı gayet faydalı olabiliyor. Yenilerden bazı

Erhan Afyoncu gibi magazin tarihçilerinin elinde aynı yöntem bir faciaya

dönüĢüyor. Yedi sekiz ciltlik “Sorularla Tarih” dizisi kâğıt israfı değil midir?

Pragmatizm ve hamasetin hiçbir Ģeyi halletmediğini okuyucu gayet iyi biliyor.

Osmanlının Günümüz Yansımaları

“Osmanlı Mirası” kitabını bir solukta okudum. Birçok istifade ettiğim yanı oldu.

Modern Türkiye hiç Ģüphesiz Osmanlı‟dan gerek olumlu gerekse olumsuz

manada bir miras devralmıĢtır. Kitap günümüzdeki bu meselelerin yansımalarına

da bir takım cevaplar vermek maksadıyla bazı sorular tasnif edilmiĢ ve sonradan

konulan belli baĢlıklarla ayrılmıĢtır. Tematik olarak bu konular sırasıyla;

Tarihimiz ve Tarihçiliğimiz, Osmanlı‟dan Günümüze Ermeniler, Osmanlı‟dan

Günümüze Museviler, Osmanlı Hanedanı ve Milli Mücadele, Osmanlı Ġdaresi ve

Ġslam, Osmanlı‟dan Günümüze ModernleĢme ve Milliyetçilik, Medeniyetler Arası

Uyum ve Türkiye, Osmanlı‟da Kimlikler, Ġstanbul‟un Fethi ve Fatih, Topkapı

Sarayı ve Enderun, Anadolu‟da Türkler ve Diğer Halklar Ģeklinde düzenlenmiĢtir.

Page 89: Sagalassos: City of Fairies

LXXXIX

Dikkat edilirse bu problematiklerin çoğuyla halen yüzleĢmek durumundayız.

Taha Akyol tam bir gazeteci anlayıĢıyla Ortaylı‟ya; “Ermeni Sorunu Osmanlı‟nın

mı meselesi? 1915‟te ne oldu?

Diaspora ne yapmaya çalıĢıyor? Osmanlı‟nın Yahudilere bakıĢı nasıldı?

Ġmparatorluğun En Uzun Yüzyılında neler yaĢandı? Osmanlı‟nın yıkılıĢına neden

olan olaylar nasıl baĢladı? Osmanlının BektaĢilere ve Alevilere bakıĢı nasıldı?

Atatürk Osmanlı‟ya nasıl bakıyordu? Atatürk ile Vahdettin arasında nasıl bir

iliĢki vardı? Osmanlı ailesi Milli Mücadele‟yi destekledi mi? Yeni bir Osmanlı

mümkün mü? Osmanlı dönemi milliyetçiliği ile Cumhuriyet dönemi arasında ne

farklar var?” gibi birçok ilginç soru yöneltiyor. Tüm bu soruların yanıtları kısa ve

öz bir Ģekilde yine karĢılaĢtırmalı, sistematik bir yaklaĢımla cevaplandırılıyor.

Eskilerin tabiriyle Sayın Ortaylı‟nın mütebahhir ilminden ziyadesiyle istifade

ediyoruz.

Taha Akyol‟un da belirttiği gibi „Ġlber Ortaylı Tarihçiliği‟ kısaca; araĢtırma,

mukayese ve düĢünme iĢlerinin bir bütünüdür. Bizde kültür tarihçiliği deyince

akla Fuat Köprülü, Ġktisat tarihçiliği deyince ise Ömer Lütfü Barkan geliyor.

Ortaylı için her ikisinden de bazı özellikler taĢıdığını söylemek yanlıĢ olmaz.

Üstat “Tanzimat Sonrası Mahalli Ġdareler”, “Osmanlı Ġmparatorluğu‟nda Alman

Nüfuzu”, “Türkiye Ġdare Tarihi”, “Osmanlı Ġmparatorluğu‟nda Ġktisadi ve Sosyal

DeğiĢim” ve en bilinen eseri “Ġmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” gibi alanında

birer mihenk taĢı niteliğinde olan eserler kaleme almıĢtır. Osmanlı bir kültür

imparatorluğudur. Ortaylı‟nın o ballandırarak anlattığı üslubuyla söylersek;

“Mezopotamya tatlılarını Balkanlara götüren, Osmanlı düzenidir.” Bu cümlesiyle

Sayın Ortaylı bir Ģekilde sözünü ettiğim kültür imparatorluğuna iĢaret etmiĢtir.

Özerk bir entelektüel macera

Fransız filozof Louis Pierre Althusser 68 KuĢağı‟nın belki de en önemli

düĢünsel önderiydi. Bütün dünyada bilindiği gibi O, Marksizmi farklı bir Ģekilde

yorumlaması ve bu konuda tekrar yeni bir düĢünüĢ biçimi geliĢtirmesiyle

tanınıyordu. Pour Marx ve Lire 'le capital' (Kapital‟i Okumak) adlı yapıtlarıyla

Marksist düĢünceye yeni bir yorum getiren, kendi kuĢağını olduğu kadar, daha

sonraki düĢünürleri de büyük ölçüde etkilemiĢ olan Louis Althusser, ne yazık ki

genç yaĢlarından baĢlayarak gitgide artan ruhsal rahatsızlığından ve

depresyondan bir türlü kurtulamadı. Öyle ki, büyük bir tutkuyla bağlandığı ve

kendisini Komünist Parti'ye sokan, böylece yaĢamını değiĢtiren karısı Helene'i bir

delilik anında boğarak öldürdü. Bu büyük düĢünür, daha öğrenciyken katıldığı

Ġkinci Dünya SavaĢı‟nda, 1940 yılında Almanlara tutsak düĢmüĢ, savaĢ bitene

kadar da bir çalıĢma kampında kapalı kalmıĢtı. Kampta kaldığı yıllar boyunca

tuttuğu güncelerle, ailesine ve dostlarına gönderdiği pusulalardan, mektuplardan

oluĢan “tutsaklık güncesi”, o dönemde koyu bir Katolik olan, yüzyılımızın bu

önemli düĢünürünün kiĢiliği, ruhsal sorunlarının kaynakları ve düĢünüsünün

Page 90: Sagalassos: City of Fairies

XC

geliĢimi üzerine önemli ipuçları veriyordu.

Gelecek Uzun Sürer

68‟ kuĢağındaki düĢünce akımlarını olduğu kadar, politika felsefesini ve

pratiğini derinlemesine etkileyen Althusser Marksist düĢünceye yeni bir yorum

getirmiĢ ve yeni bir düĢünür kuĢağının yetiĢmesine katkıda bulunmuĢtur.

Yüzyılımızın en parlak zekâlarından biri olan Althusser'in, göz kamaĢtırıcı

kimliğine karĢın, çocukluğu, ana babası, geçmiĢi ve kadınlarla çok önemli

sorunları vardı. Belki de bu yüzden çok sevdiği karısı boğarak öldürmüĢtür.

Cinayeti iĢlediği sırada bilincini yitirmiĢ olduğu yönünde verilen doktor raporunu

göz önünde bulunduran mahkeme, Althusser'in yargılanmasının gereksiz

olduğuna karar vermiĢtir. Althusser, kendisinin de yazdığı gibi, "Gelecek Uzun

Sürer"de savunmasını değil, duruĢmasını gerçekleĢtiriyor. "Gelecek Uzun Sürer",

ayni zamanda, Helene için gerçek bir aĢk Ģarkısı; birlikte paylaĢtıkları yalnızlık,

sıkıntı, hayal kırıklıkları ve acılar üzerine yakılmıĢ çarpıcı bir ağıt. Althusser‟in de

dediği gibi tüm acılara rağmen gelecek daha uzun bir süre devam edecek.

Sanat Yazıları

Ġthaki yayınlarının Althusser serisinin ilk kitabı olan, “Felsefi ve Siyasi Yazılar

1, Sanat Üzerine Yazılar”; orijinali iki ciltten oluĢan ve François Matheron

tarafından yayına hazırlanan, Ecrits philosophiques et politiques (iki cilt) isimli

çalıĢmanın Türkçe edisyonunun ilk cildidir. Türkçe edisyon, Ecrits sur la

psychanalyse'i de içerecek biçimde beĢ cilt olarak yayıma hazırlanmaktadır.

Felsefi ve Siyasi Yazılar, Althusser'in ölümünün ardından, geride bıraktığı o

büyük felsefi mirası eksiksiz olmasa da apaçık biçimde gözler önüne sermekte;

sanattan edebiyata, siyasetten tarihe ve Althusser'in asıl nesnesi olan felsefeye

eğilen yazılar bunlar... KuĢkusuz bazen girift ve zorlu olsa da Althusser'in özgün

ve keskin üslubunun buram buram hissedildiği, son derece önemli ve halen

güncel yazılar. Bu yazılardan ünlü felsefecinin sanat anlayıĢını çarpıcı bir Ģekilde

görüyoruz.

GeçiĢ Dönemi

Serinin ikinci kitabı olarak hazırlanan “Althusser'den Önce Louis Althusser”,

bir geçiĢ dönemi yazıları derlemidir. Katolik Althusser'den Marksist Althusser'e

geçiĢin izleri gizlidir bu metinlerde. Yazılar'ın bu ikinci cildi, Genç Althusser'in

sorunsallarıyla karĢı karĢıya getiriyor bizi."G. W. F. Hegel DüĢüncesinde Ġçerik

Üzerine, Louis Althusser'in yüksek öğrenim diploması tezidir... Helene'e

gönderdiği tarihsiz, ancak 1947 Ekim ya da Kasım ayında yazdığı sanılan bir

mektupta savunmayı Ģöyle anlatır: 'Dün sözlüye girdim. Bachelard vardı. Bana

Kavramın dolaĢırlığı ile ne demek istiyorsunuz, dedi, kavramların dolaĢması daha

Page 91: Sagalassos: City of Fairies

XCI

yerinde değil mi? Bir iki sözcükle ağzının payını verdim, gık diyemedi. Çok ilginç

metnimi yeniden okuyacağını söyledi. Bu, kabul edeceği anlamına gelmez. Zaten,

benim uğraĢtığım konular ona çok yabancı olduğu için, adama güvenemiyorum.

Ġçiniz rahat olsun, dedi elbette. 'Kurumun Ģanı, annemin babamın onuru ve

daktilonun değeri için, umarım, bir pek iyi verir.' UmutlanıĢında haklı çıkacak,

tezi 20 üzerinden 18 ile kabul edilecektir." Althusser‟in Katolik öğretiden

Marksizm‟e geçiĢ dönemi oldukça sancılı olmuĢtur.

Psikanaliz ve Althusser

Yazılar'ın üçüncü cildi “Psikanaliz Üzerine Yazılar”; Althusser'in psikanaliz

üzerine kaleme aldığı ve ölümünün ardından yayına hazırlanan metinlerden

oluĢmaktadır. Eksenini Lacan'ın oluĢturduğu bu yazılar, dönemin psikanaliz

tartıĢmalarında çığır açıcı bir nitelik taĢımaktadır. Ayrıca Lacan'la ve analisti R.

Diatkine'le yazıĢmalarının da yer aldığı bu kitap, Althusser külliyatının en

sıradıĢı metinlerinden biridir. Hilmi Yavuz, bu konuyu değerlendirirken; “

Freud'un Psikanaliz Kuramı'nın, bilimsel bir kuram olup olmadığı konusundaki

tartıĢmaların arkası kesilmiyor ve galiba kesileceği de yok!

Psikanaliz, Açıklamaya, (dolayısıyla) Nedensellik iliĢkisine dayalı bir kuram mı,

yoksa, Anlama'ya iliĢkin bir kuram mı? Ya da, bunlardan hiçbiri: Belki de, Bilim

değil!

'0.Yüzyılın büyük filozofları, Freud'un kuramını mesele edinmiĢlerdir. Althusser,

Psikanalitik Kuram'ın 'bilimsel' bir kuram olduğunu bildirir.”der. Gerçektende

Althusser‟in Psikanalitik üzerine yazıları bu disiplinin bilimselliğine bizi

inandıracak katkılarda bulunur. Bu metinler için Olivier Corpet ve François

Matheron; "Louis Althusser hiçbir zaman sadece psikanalizi konu alan bir eser

yayımlamayı tasarlamamıĢtır, ancak eldeki metinlerin miktarı ve zenginliği, onları

bir anlamda birbirine bağlayan devamlılık, ama bunların yanı sıra devamsızlıklar,

kopukluklar, kimi zaman geri dönüĢler, bütün bunlar ayrıca ele alınmak için

yeteri derecede özerk bir entelektüel macera oluĢtururlar." değerlendirmesini

yapmıĢlardır.

DĠLĠN SINIRLARI VE FELSEFE

Ludwig Wittgenstein, erken dönemini temsil eden ve iki savaĢ arası dönemde

güçlü etkiler uyandıran eseri Tractatus Logico Philosophicus‟la felsefenin tüm

sorunlarını nihai çözümlerine kavuĢturduğuna inanıyordu. Mantığın

temellerinden dünyanın yapısına doğru geniĢleyen soruĢturmaları onu, “ideal dil”

rüyasının gerçekliğini kanıtladığına inandırmıĢtı. Ali Utku, Doğu Batı

Yayınlarından çıkan son kitabında, Tractatus Logico Philosophicus ( ve onun ön

hazırlıklarını içeren Notebooks 1914-1915 ile Prototractatus) çeviriminde yer alan

bir dizi soruna, erken Wittgenstein‟ın felsefesinin artı ve eksi hanelerine yaptığı

eklentiyi değerlendirmek amacıyla bu sorunsala dair görüĢlerini içeren inceleme

Page 92: Sagalassos: City of Fairies

XCII

eseriyle son derece olumlu bir katkı sağlıyor. Bizde ne yazık ki bu son yüzyılın en

önemli filozofu belki zor olan felsefesinden dolayı çeviri kitapları dıĢında

yeterince tartıĢılmıyor ve bu yüzden de yeterince anlaĢılamıyor. Ali Utku,

Wittgenstein‟ın erken dönem felsefesini belirleyen “resim teorisi”nin talepleri ve

sonuçları açısından, felsefenin geleneksel anlamından koparılıĢı ve atfedilen yeni

anlam ve görevlerle yeniden tanımlanıĢı, teorik yapıyı belirleyen argümantasyon

ve yapısal/mantıksal çözümlemeler bağlamında sorunlaĢtırıyor. Yine aynı

bağlamda, onun klasik temsil teorisini, dil ve mantık perspektiflerinden yeniden

ele alan Utku, Tractatus‟un dil (düĢünce) ve dünya (gerçeklik) arasında kurduğu

temsil bağıntısını, söz konusu teorik düzlemlerin teorik yapısal/iĢlevsel

çözümlemeleriyle inceliyor. Bu kitapta dilin sınırları bağlamında farklı söylem

alanlarının ve temel odağımızı oluĢturan felsefenin konumları değerlendiriliyor.

Takdire Ģayan bir çabadır bu çünkü Wittgenstein‟ın erken felsefesine bir okuma

önerisi olarak bir nebze de olsa “Tactatus” okuruna metnin çetin yapısına nüfuz

edebilmede bir olanak sağlayabiliyor.

GENEL RESĠM TEORĠSĠ

Ali Utku‟nun bu eseri beĢ ana bölüme ayrılmıĢtır. GiriĢ kısmından sonra ilk

olarak Dünyanın Yapısı anlatılırken, dilin gerçekliğin bir aynası olduğu

iddiasının temel eksenini oluĢturan, oldukça sofistike ve karmaĢık bir “resim

teorisi” geliĢtiren filozofumuzun, klasik temsil teorisini dil ve mantık

perspektifinden yeniden ele alan özgün bir yorum çerçevesinde, dil (düĢünce) ve

dünya (gerçeklik) ortak bir mantıksal biçimi paylaĢan paralel yapılar olarak

sergilenirken; dünyanın yapısının, dilin mantıksal yapısına da yansıdığı dile

getiriliyor. Ġkinci bölümde ise “Genel Resim Teorisi” uzunca bir Ģekilde ve

ayrıntılı olarak incelenmiĢtir. Wittgenstein, genel felsefi kuramı boyunca

dünyanın herhangi bir sembolik temsilinde zorunlu olarak neyin içerildiğini

çözümlemeye baĢlar. Ali Utku‟ya göre “Wittgenstein‟ın açıklaması önermelerin,

yani kesin bir anlama sahip ya da kesin bir düĢünceyi dilegetiren tümcelerin

(Satz/sentence)-mantıkçıların sıkça „yorumlanmıĢ tümceler‟ olarak gönderme de

bulundukları Ģeylerin- resimsel doğasının tanıtılmasına dayanır ve bu yüzden

Tractatus‟ta düĢünce ve dil hakkındaki tezlere, „genel resim teorisi‟ olarak

adlandırılan, resimlerin doğasına iliĢkin açıklamalarla girilir.” Kitabın üç ve

dördüncü bölümlerinde; olguların mantıksal resmi olarak düĢünce, dilin yapısı ve

dünyayla bağlantısı ayrıntılı bir Ģekilde birçok dipnotlar verilerek çözümlenmeye

çalıĢılıyor. Son kısımda genel bir bağlantı kurularak dilin sınırları ve felsefe

konusunda Wittgenstein‟ın görüĢlerine açıklık getiriliyor. “Wittgenstein‟ın erken

dönem felsefesi, dilin, kendi içsel yapısı tarafından belirlenen sınırlara sahip

olduğu düĢüncesiyle karakterize olur. Söylenmeyen bir Ģeyin varolduğu

düĢüncesi, yani söylenebilene bir sınır çizme düĢüncesi, merkezidir.” Ali

Utku‟nun Naess‟e bir göndermesiyle özellikle belirttiği gibi bu sınır, anlamlı

Page 93: Sagalassos: City of Fairies

XCIII

bildirimlerin sınırıdır ve aynı Ģekilde hem dilin hem de düĢüncenin sınırlarını

oluĢturur. Bence bu kitap hakkında söylenebilecek en önemli nokta bir doktora

tezi olmasına ve Wittgenstein gibi girift bir filozofun görüĢlerini çözümlemeye

çalıĢmasına karĢın akademik yazıların genel sıkıcılığına sahip olmaması ve bu

konuda bizim düĢüncelerimize yeni bakıĢ açıları sağlayabilmesidir. Yakın dönem

düĢüncesini karakterize eden dil dolayımlı felsefi yönelimlere dair yazılan bu

metin, umuyoruz ki memleketimiz entilijansiyasında çok canlı bir tartıĢma odağı

oluĢturacaktır. Ali Utku‟nun “Ludwig Wittgeinstein” kitabının, „büyük ayna‟yı

yani dili ve felsefesini merak edenlerin, mutlaka okunması gerektiğini

düĢünüyorum.

Fotoğraflardaki hüzün

Michel Schneider; müzikolog ve psikanalist bir araĢtırmacı olarak tanınan ve

dünyada bu konularla alakalı çeĢitli eserleriyle bilinen popüler bir yazardır.

Bilenler onu ilkin Hayali Ölümler (Morts imaginaires) kitabıyla tanıdılar ve hatta

bu kitabıyla yazar Prix Medicis de l‟essai‟ye layık görüldü. Schneider‟ın bu

yakınlarda yeni bir kitabı daha Yapı Kredi Yayınları tarafından güzel bir çeviriyle

yine okuyucunun beğenisine sunuldu. “Marilyn‟i Kurtarmak” kitabı bana göre

yazarın en baĢarılı çalıĢması olarak değerlendirilebilir. Bu roman dünyadaki ve

özellikle Amerika‟daki eleĢtirmenler ve sanat çevrelerince olumlu karĢılanmıĢtır. .

“Marilyn‟i Kurtarmak” bir hüznün hikâyesidir. Yazar Michel Schneider‟e 2006

Interallié ödülü kazandıran roman Hollywood ve psikanaliz iliĢkisini anlatırken,

sarıĢın seks sembolünün fotoğraflardaki hüznü hakkında da ipucu veriyor.

Marilyn Monroe‟nin dediği gibi; “Bir öykünün her zaman iki farklı yüzü vardır.”

Filmlerde gördüğümüz melek yüzlü kızın gerçek hayatı aslında büyük bir

mutsuzluğun ve hüznün hikâyesini anlatıyordu bize. Bu talihsizlikler onu

yakasını hiç bırakmadı. Ölümünün ardından yapılan otopsi sonucunda ölüm

sebebi yüksek dozda Barbitürat alımı sonucu muhtemel intihar olarak ilan

edilmesine karĢın, olay yerindeki delil yetersizliği, otopside alınan dokuların

daha sonradan kaybolması ve baĢta kâhyası Eunice Murray olmak üzere görgü

tanıklarının çeliĢkili ifadeleri sonucu ölüm sebebinin cinayet olduğuna ve politik

sebeplerden Cia, Mafya ve Kennedy ailesinin buna sebep olduklarına dair tam

olarak kanıtlanamamıĢ birçok komplo teorisi ortaya atıldı. Monroe'nun bedeni

daha sonra eski kocası Joe‟ye teslim edildi ve onun aranje ettiği bir cenaze töreni

ile 8 Ağustos 1962 yılında ise Westwood Village Memorial Park Mezarlığı'nda

defnedildi. Dikkatle fotoğraflarına baktığımızda Marilyn‟in bu halini fark

etmememiz mümkün değildir.

Nevroz ve Ģampanya, psikanaliz

New York, Nisan 1955. Yazar Truman Capote Marilyn Monroe‟yla birlikte bir

cenaze törenine katılır. “Saçımı boyatmam gerek.” der Marilyn. “Zaman

Page 94: Sagalassos: City of Fairies

XCIV

bulamadım.” Saçlarının ayrıldığı yerde koyu renk bir çizgi gösterir ona. “Amma

da safım. Ben senin yüzde yüz gerçek bir sarıĢın olduğunu sanırdım.” Buna

karĢılık o; “Ben gerçek bir sarıĢınım. Ama kimsenin saçı doğal olarak böyle sarı

olamaz.” diye söyler. Bu roman da – iç içe geçen bu romanlar da- tıpkı Marilyn‟in

saçları gibi gerçekten sahtedir. Eski filmlerdeki modası geçmiĢ açıklamaların

tersine, gerçek olaylardan esinlenmektedir ve kiĢiler, hala hayatta olan insanların

özel yaĢamlarına saygı göstermek amacıyla yapılan istisnalar dıĢında gerçek

adlarıyla anılmaktadırlar. Yerler gerçektir, tarihler doğrulanmıĢtır. Ve kendim

kontrol ettim bahsi geçen filmler bire bir onun filmleridir. Marilyn Monroe ile

psikanalisti Ralph Greenson arasında Ocak 1960'tan 4 Ağustos 1962'ye kadar

Freudcu psikanaliz yönteminin sınırlarını aĢan bir iliĢki yaĢanır. Marilyn'in rol

yapmak, ayakta kalabilmek, sevebilmek ve ölmemek için Hollywood psikanalisti

Greenson'a ihtiyacı vardır, neredeyse her gün ve her gece. Greenson ise Marilyn'i

içinden çıkarmaya çalıĢtığı o girdaba her gün bir adım daha yaklaĢmaktadır. Bu

kitap için bazı eleĢtirmenler; “Kennedy‟ler, Anna Freud, Truman Capote, Clark

Gable, Frank Sinatra, Arthur Miller‟ın rol aldığı, nevroz ve Ģampanya, psikanaliz

ve beyazperde, Ģevkat ve tutku arasında yaĢanan bir iliĢkinin “gerçek roman”ı

demiĢlerdir. Anlatılarından, notlarından, mektuplarından, makalelerinden,

söyleĢilerinden kitaplarından, filmlerinden vb. alıntılar o kiĢilerin sözleridir. Ve

bu gerçek malzeme bir renkölçerden geçirilerek kristalize ve estetize bir yaĢam

sunulur okuyucuya. Bazen Marilyn‟in çocuksuluğuna güldüğünüz bile olur. Ne

var ki yazar bazen kurgusal olan düĢler ile düĢüncelerini de bizle paylaĢmaktan

geri kalmaz.

Okumalar

Yazar, Marilyn Monroe üstüne kitap yazan yazarların çoğu gibi, bu kitabın iki ana

kahramanıyla ilgili mektuplarla belgeleri incelemek üzere özel kaynaklara

eriĢememiĢtir. Los Angeles Psychoanalytic Society‟de Marilyn‟in analiziyle ilgili

hiçbir Ģeye ulaĢılamamaktadır. Bunun da sanırım nedeni “hasta mahremiyeti”

denen Ģey olsa gerek. Bunun yerine yazar tarafından okuyuculara faydalı olacağı

düĢünülerek 33 kitaplık bir okuma listesi en son bölüme ilave edilmiĢtir.

Buradaki listeden özellikle iki kitabın dikkatimi çektiğini söyleyebilirim. Ġlki

Andre de Dienes‟in, “Marilyn mon amour” dur, diğeri ise Sarah Churchwell‟in

“The Many Lives of Marilyn Monroe” isimli çalıĢmasıdır. Diyologlar, sözler ve

mektuplar kimi zaman romanın yazarı tarafından uydurulsa da satır aralarından

yer ve tarihlerin belirtilerek anlatıldığı bu pasajlarda fotoğraflardaki kadının

hüznünü görürüz.

Yalnızca kurgudur gerçekliğin önünü açan

Bir anlatının sonunda ulaĢılan Ģey, tıpkı yaĢamında sonunda olduğu gibi,

insanların gerçeği değildir. “Nasıl ki kahramanlarım Marilyn‟le Ralph değilse,

Page 95: Sagalassos: City of Fairies

XCV

yazan ve ben olmayan kiĢi de zamanı sözcüğü sözcüğüne geri döndüren eline bir

baĢkasının eliymiĢ gibi bakıyor. O el soldan sağa yazıyor, ama kâğıdın üstünde

bıraktığı Ģey bir aynada tersine dönmüĢ bir görüntü gibi okunabiliyor.”

Schneider‟ın bu gizli söz oyunları ile isteği; bu apaçık eylemler, tersine

yansımalarla dolu bu kırık imgeler kiĢiler belirsizliğin içinde yitip gittiğinde,

sadece bir soru iĢaretine varsın ve yazarın eli terk edilmiĢ bir çocuğunki gibi

bomboĢ kalsın. Romanı okurken bazen psikiyatrın sesine takılıyor insan; „Kaseti

en baĢa sar. Tüm öyküye yeniden baĢla. Marilyn‟in son seansına dön. Olaylar her

zaman sondan baĢlar…‟

Bin bir maskeli adam

Günümüzde eski usul risalelere yeniden bir ilgi baĢladı. Hatırı sayılır

bağımsız entelektüellerin kısa, provokatif metinlerinin bu eski geleneği

canlandırmak istercesine yayımlandığını görüyoruz. Yeni bir yayınevi olan

“periferi”nin Risaleler dizisinin editörü, Ġnönü Bayramoğlu önemsediğim bir

düĢünür olan Marshall Sahlins‟in “Foucault‟yu Beklerken” adlı bir akĢam

yemeğinden sonra yaptığı otuz dakikalık konuĢmasını, bizleri eğlendirmek için!

neĢretti. Bu metne eski tarz tabirle söyleniĢiyle “Risale” demek ne derece doğru

bilemiyorum. Dememek daha doğru diyorum. Sahlins‟ten beklediğim

performansın zerre miskalini dahi göremediğimi belirtmeden edemeyeceğim.

BaĢlık son derece iddialı konulmuĢ. Muhteva ise baĢlığa göre oldukça sığ.

Foucault‟yu beklerken Godot misali ulu orta kalıveriyoruz. Kitabı sabırla sonuna

kadar okudum. Uzaktan da olsa kısa da olsa sevgili meslektaĢım Marshall Sahlins

bu kitabında Foucault‟ya dair bir sayfa yazmıĢ. Yoksa bir dakika konuĢmuĢ mu

demeliydim. BaĢlığa göre kitabın fiyatı da doksan altı sayfa için oldukça iddialı.

Marshall, Antropoloji mevzu bahis olduğunda, uzun vadede belirli olan iki Ģey

vardır, diyor. “Ġlki bir gün hepimizin öleceği, ama diğeriyse birgün hepimizin

yanılmıĢ olacağı. ġurası çok açık ki, iyi bir akademik kariyerde birincisi

ikincisinden önce gelir. Beni ĢaĢırtan ve konuĢmamın baĢlığına esin kaynağı olan

bir baĢka Ģeyse, bu defterin Michel Faucault‟nun güç istencine-poli amorf sapma-

ne kadar çok benzediğiydi.” Sahlins‟in postyapısalcı bir ruh psikolojisiyle

sunmuĢ olduğu bu pastaları ne kadar lezzetli bulduğumu anlatmaya dilim

varmıyor. Bu metnin provokatiflik ölçüsü yüzeyselden çok düĢünce boyutunda

olmalıydı velhasıl. Periferi‟nin yayıma hazırlanan kitaplar listesinde çok güzel

ince düĢünülerek seçilmiĢ kitaplar da var. Yaptığım eleĢtiri bir kuru diken

misalidir, yoksa gülün kendisine değil.

Sahlins, çalıĢmalarının ilk dönemlerinde antropoloji modellerini

incelemiĢtir. Klasik antropolojinin bakıĢ açısına kıyasıya eleĢtiriler getirmiĢtir.

Rahmetli Cemil Meriç‟in de belirttiği gibi antropoloji yıllarca sömürgeciliğin keĢif

kolu gibi çalıĢmıĢtır. Saint Simon‟un sosyoloji için kullandığı Ģekliyle sözünü

antropoloji için söylesek: Ġnsanlığı kurtuluĢa erdirmeyen bir bilime lanet etmek

Page 96: Sagalassos: City of Fairies

XCVI

elzem olurdu. Batıda Sahlins gibi düĢünürler antropolojinin bu gayri insani

tarafını görerek onu kısmen de olsa insanileĢtirmeye çabalamıĢlardır. Takdire

Ģayan bir çabadır bu çünkü. Antropoloji geleneğinin içinden gelerek kendi öz

eleĢtirilerini yapabilen oldukça az isim hatırlıyorum. Hemen iki örnek vereceğim

burada. Ġlki ve bu eleĢtirel anlayıĢı baĢlatan kiĢi olan Claude Lévi-Strauss‟un

“Yaban DüĢünce” adlı eseridir. Ki çığır açıcı bir kitaptır. Ġkinci örneğim ise bu

kitaba ve Lévi‟nin düĢüncelerine dair yaptığı eleĢtirel katkısıyla Jack Goody‟in

“Yaban Aklın EvcilleĢtirilmesi” adlı eseridir. Konuyla ilgilenenlere bu

baĢyapıtları Ģiddetle okumalarını tavsiye ederim. Sahlins, Michigan‟daki Ann

Arbor Üniversitesinde eğitimini tamamladıktan sonra ilk alan çalıĢmasını

Türkiye‟de yaptı. Bu çalıĢmanın ismini Ģu an hatırlayamıyorum. Belki de daha

dilimize çevrilmemiĢtir. Sanıyorum çevrilmedi. 1954 yılında Polinezya‟daki

toplumsal tabakalaĢmayı (Bilindik klasik bir mekân!) inceleyen tezini Columbia

Üniversitesinde savundu. Halen Chicago Üniversitesinde çalıĢmalarını

sürdürmektedir. Sahlins, Fiji ve Yeni Gine‟de ayrıca Hawai‟de birçok saha

çalıĢması yapmıĢtır. Antropolojideki özellikle ekonomik modelleri sorgulamıĢ ve

bu konu üzerinden yerel üretim biçimleri hakkındaki düĢünceleriyle Firth ile

Bronislaw Malinowski‟nin (Antropolojinin babası sayılabilir.) fonksiyonalizmini

Ģiddetli Ģekilde eleĢtirmiĢtir. Bu süreç sonucunda onun en güzide eseri “Stone Age

Economics” ortaya çıkmıĢtır. “Yaban” toplumlarının ekonomilerini, “bolluk”

ekonomisi olarak nitelemiĢtir. Buradaki “Yaban” sözcüğünü kullanmaktan nefret

ediyorum fakat klasik terminolojinin bir ifadesidir bu ve ne yazık ki

kaçamıyorsunuz. Yazarın bundan baĢka “Metaphors and Mythical Realities”

(1981) adlı bir kitabı vardır. Yapı ile tarihin birbirlerine bağlı eĢ boyutları

olduğunu dile getirir bu çalıĢmasıyla Sahlins. Kitaptaki gibi konudan

uzaklaĢmamak için biz en iyisi Foucault‟ya dönelim.

Kül elması böyle yok eder

Eikon Basilike‟in bazı kopyalarında talihsiz I. Charles‟a dayandırılan “Acı Çeken

Majeste” adlı uzun bir Ģiir bulunmaktadır. (J.G. Merquior) Bu Ģiirde tahttan

indirilen ve yargılanması sonunda tam da iki beden teorisi dayanak yapılarak

“kral adına” mahkûm edilen hükümdar, aynı ideoloji çerçevesinde akıbeti

hakkında acı ve dokunaklı bir yorum yapar:

“Kendi yetkimle ben majestelerini yaralarlar,

Kral adına kralı tacından ederler.

Page 97: Sagalassos: City of Fairies

XCVII

Kül elması böyle yok eder.” (a.g.Ģ.)

Foucault, Gözetleme ve Cezalandırma konusu anlatırken bu Ģiirden

bahseder. Foucault‟un anlatmak istediği Ģudur: Nasıl kraliyet sonsuzluğu

hükümdara (iktidar) kutsal bir beden, siyasal kiĢilik simgesi veriyorsa, darağacı

da aynı biçimde kurbanı olarak krallık iktidarının gücünün (yetki ve kudret) tam

karĢıtı olan bir beden taĢır. “Burada güç karĢı konulmaz olduğu kadar aynı anda

her yerdedir, her yerden çıkan ve herkesi ele geçiren bir güçtür,(Kralın kendisini

bile)gündelik olan her Ģeyi, iliĢkileri ve insan varoluĢunun kurumlarını doyurur

ve böylece insanların bedenlerine, algılayıĢlarına, bilgilerine ve yaratılıĢlarına

iletilir.” (s.74) Bu sürecin etkisi bazen Kafka‟nın “Ceza Kolonisi”ndeki umutsuz

sahneleri gözümüzde canlandırır. Cezalandırma, mutlak bir güç gösterisidir.

Biyografisini yazan eleĢtirmenlerden biri Foucault için “bin bir maskeli

adam,” demiĢtir. Bu sözde bir hakikat vardır. Onu bir düĢünür olarak bir yere bir

disipline kendi tabiriyle söylersek hapsetmemiz çok zordur. Bir keresinde

kendisiyle yapılan röportaja verdiği; “Hiçbir zaman Freud‟çu olmadım, hiçbir

zaman Marksist olmadım ve hiçbir zaman yapısalcı olmadım.” yanıtında onun çok

yönlülüğünü ve entelektüel derinliğini görüyoruz. O insanların karĢısına deli

gömleği gibi sırtımıza yapıĢan bir ideoloji ile asla çıkmamıĢtır. O bin bir maskeli

bir adamın yüzüne sahiptir. Maskenin gücünün mücadelede, savaĢta ortaya

çıktığını ve böyle bir savaĢın her insanın her insana karĢı yaptığı bir savaĢ

olduğunu ifade ediyordu. „Siz kimsiniz, Sayın Foucault?‟diye kendisine

sorulduğunda yine maskesini takarak yüzünü tozlu küller ile örtüyor ve

gülümsüyordu. Sahlins bakın bu durumu nasıl anlatmıĢ: “Kim kiminle

savaĢmaktadır? Diye sormuĢtu. (Foucault) Herkes herkesle savaĢıyor. EleĢtirmen

ve yorumcular Foucault‟nun güç kavramının Hobbes‟un Leviathan‟da yansıttığı

gücün tam zıddı olduğu gibi çok açık ve radikal bir yasal uyarı yapmak dıĢında,

ikisi arasındaki bağlantıyı pek fark edememiĢlerdir. Egemenlik

tutkunluğumuzdan vazgeçmemiz gereklidir, „Kralın baĢını uçurmamız,‟devletin

baskıcı kurumlarından zihnimizi kurtarmamız. Güç aĢağıdan gelir. Gündelik

yaĢamın yapılarını kuĢatmıĢ ve yarıklarını doldurmuĢtur, bilgi ve gerçeğin

gündelik rejimleri içinde varlığını her zaman sürdürmektedir.”(s.46) Hobbes‟un

taslağında özneler hepsinde korku ve hayranlık uyandıran devleti yani gücü

anlatırken Foucault‟un taslağında güç özneleri oluĢturur. Bu kısma kadar Sahlins

bize bir Ģeyler söylüyor, katılırız veya katılmayız. “Foucault‟yu Beklerken” kitabı

içindeki onunla ilgili bir sayfalık yazının son paragrafını buraya alıntılıyorum.

Lütfen en son cümleye özellikle dikkat ediniz. Yukarıda da belirttiğim gibi bu

konuĢma bir yemek esnasında yapılmıĢ. Genellikle içki içilip sarhoĢ olunduktan

sonra boĢ lakırdıların edildiği toplantılara Foucault‟un meze yapılması gibi bir

durum geliyor insanın aklına ister istemez. Sahlins‟in metindeki Foucault

Page 98: Sagalassos: City of Fairies

XCVIII

hakkındaki son cümleleri: “Ve her birimizin içinde her zaman için baĢka bir Ģeyle

savaĢan bir Ģey vardır.-biz de kendisiyle Hobbes arasında daha çok ortak yön

olduğunu düĢünmek zorunda kalıyoruz, tek bir gerçek dıĢında, Hobbes hariç, her

ikisi de keldi.” (s.47) Bir eleĢtirmen olarak diyecek söz bulamadım. Kül elması

nasıl yok etmeye çalıĢıyor Ģimdi daha iyi anlıyorum.

Antoninler ÇeĢmesi

Page 99: Sagalassos: City of Fairies

XCIX

Sagalassos Prensesi Olga Sagalakova için…

Page 100: Sagalassos: City of Fairies

C

Page 101: Sagalassos: City of Fairies

CI