40
ilim 19. SAYI MART 2017 19 د العد1438 خرةدى اا ISSN:2146-7781 AYLIK DİNÎ DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR DERGİSİ Kur’ân ve Sünnette İbadet İbadetlerle İlgili Doğru Bilinen Yanlışlar İbadetin Toplumsal Boyutları İbadetin Şahsiyet Gelişimindeki Rolü Sahabe ve Selefin İbadet Aşkı Muhammed Yazıcı Hoca ile İbadet Hayatımız Üzerine Mana Peşinde Niyetini Kaybeden İbadet İbadet Özlüğü İBADET HAYATIMIZ

AYLIK DİNÎ DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR DERGİSİ

  • Upload
    others

  • View
    20

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

ilim19. SAYI MART 2017جمادى الآخرة 1438 العدد 19

ISSN:2146-7781

AYLIK DİNÎ DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR DERGİSİ

Kur’ân ve Sünnette İbadet

İbadetlerle İlgili Doğru Bilinen Yanlışlar

İbadetin Toplumsal Boyutları

İbadetin Şahsiyet Gelişimindeki Rolü

Sahabe ve Selefin İbadet Aşkı

Muhammed Yazıcı Hoca ile İbadet Hayatımız ÜzerineMana PeşindeNiyetini Kaybeden İbadetİbadet Özlüğü

İBADETHAYATIMIZ

ilimDİNÎ DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR DERGİSİ

İmtiyaz sahibi: Muhammed Yazıcı

Editör: Mustafa Alp

İlim Dergisi, Dâru’l-İlim İslamî İlimler Merkezi ve İlimevleri hocaları tarafından yayına hazırlanmaktadır.

Derginin tüm sayılarını online okumak için: ilimdergisi.org

Görüş ve makale gönderimi: [email protected]

Dâru’l-İlim web adresi: darulilim.com

İlimevleri web adresi: ilimevleri.com

İBADET HAYATIMIZYARATANA KULLUK, YARATILANA YARARLILIK SANATI

KİTABİYÂT

İSLAM’DA YÖNETİM BİÇİMİ } İBRAHİM TÜRKAN

DOSYA YAZILARI

KUR’ÂN VE SÜNNETTE İBADET } EMRE GÜNDOĞDU

İBADETLER HAKKINDA DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR } MUSTAFA ALP

İBADETİN TOPLUMSAL BOYUTLARI } KADİR METE ÖNAL

İBADETİN ŞAHSİYET GELİŞİMİNDEKİ ROLÜ } ABDULMEVLA GÜZEL

SAHABENİN VE SELEFİN İBADET AŞKI } FETHULLAH YAZICI

MANA PEŞİNDE} İBRAHİM TÜRKAN

BEŞ SORUDA İBADET HAYATIMIZ } MUHAMMED YAZICI

İBADET ÖZLÜĞÜ } MUSTAFA ALP

NİYETİNİ KAYBEDEN İBADET } HALİL AYVAZ

36

6

913

16

18

21

24

30

32

Gelecek sayı konusu:

“Kul Hakkı.”

Yazılarınızı değerlendirilmek üzere

[email protected]

adresine mail atabilirsiniz.

ilim Mart 2017 Sayı: 194

EDİT

ÖR

بسم الله الرحمن الرحيم

Bekr bin Huneys bir gün yoğun namaz kılıp ibadet ederken gördüğü kimi insanların etkisiyle Said bin Müseyyib’e “Ey Ebu Muhammed” der; “neden sen de onlar gibi yoğun ibadet halinde değilsin?” Said bin Müseyyib “kardeşim, yaptıkları ibadet değil ki!” cevabını verir. Bunun üzerine Bekr “peki nedir ibadet?” diye sorunca şu yanıtı alır: “İbadet, Allah’ın yarattıkları üzerine tefekkür etmek, O’nun haram kıldıkların-dan kaçınmak ve farz kıldıklarını yerine getirmektir.”

Bu hikmetli söz, ibadetle ubudiyetin, parça parça eylemlerle genel kul-ca duruşun arasındaki makasın iyice açıldığı bugünlerde bize çok şey söylüyor. Ebu Abdullah Sâcî aynı bütünlüğü farklı sözlerle dile geti-rir: “Bana göre ibadetin aslı üç şeydir: Allah’ın hükümlerinden hiçbirini reddetme! O’ndan hiçbir şeyi sakınıp kendine saklama! O’ndan başka kimseden istekte bulunma!”

Hususî anlamda dinin pratik uygulamalarını anlatan, umumî şekilde bütün bir kulluk yaşantısına vurgu yapan ibadetler, bugün üç tehlikey-le karşı karşıya: İbadeti tek tek farzlara indirgemek, bu farzları hafifse-mek ve kullara dönük ödevlerden koparmak...

İndirgemede detay ibadetlere rengini veren o küllî iman şuuru dinî pratiklerden soyutlanıyor. Geriye eda edilen ferîzanın şeklî unsurlarıy-la tamamlanması ve ruhun inşası için etkili olmayan simgesel görün-tüsü kalıyor. Sadece kıyam, kıraat, ruku, secde ve ka’deden ibaret bir namaz... Sadece imsak ve ğurub arası yeme içme ve cinsî münasebete uzaklıktan ibaret oruç... Sadece yılda bir malın kırktan birinden verilen paydan ibaret zekat... Sadece belli menâsikten ibaret umre ve hac...

İbadet kavramının bugün maruz kaldığı ikinci tahrif, bazı kesimlerin pratik dinî vecibeleri küçümseme tavrı. Abartılan tarihsellik ya da kon-jonktürellik iddiasıyla, önemli olanın öz olduğu bahanesine sığınarak ihmal edilen gündelik virtler, dualar ve âdâb... Bu yaklaşım, tabiî ola-rak dini teorik yekundan müteşekkil, müntesiplerine motivasyon sağ-lamayan heyecansız bir hale bürüyor.

Üçüncü kertede ibadet mefhumu büsbütün Allah’a hasredilerek, kişi-nin salt yaratıcıyla ilişkisiyle mahdud bellenerek deforme ediliyor. Ne-ticede kişinin yakın çevresi ve toplumla olan ilişkileri, seküler hayat tarzının dizaynına teslim ediliyor.

العلم5 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

19. sayıdan

merhaba

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki her tür tahrif ve nâkısadan azade ibadet şekli, genel kulluk duruşu-muzu, pratik dinî vecibelerimizi ve topluma karşı sorumluluklarımızı tamamlayan bir bütünlüğe sahiptir.

21. Yüzyıl Müslümanının düşünceden siyasete, ekonomiden sanata birçok alanda kriz yaşadığı doğrudur; fakat ibadetlerin başını çektiği manevî motivasyon azlığı nedense pek konuşulmuyor. Müslümanların iktidar mevkilerini ihraz ettiği Türkiye özelinde artık şunu daha sık dillendirmenin ve çözüm arayışına girmenin vakti gelmiş olsa gerek: Hemen her imkana rağmen eksik olan ne? Müslümanca yaşamak için onca fırsatın bulunduğu; İslamî bilgiden sohbet ve vaaz ortamına çeşitli zeminlerin ayaklarımıza serildiği böylesi vasatta yine de Müslümanca yaşantıyı çok güç kılan ne? Görkemli camilerin ve İslamî yapıların içinde niye özlediğimiz o manevî hava esmiyor? Günbegün artan imam hatiplere ve ilahiyatlara rağmen çağa örnek gençlerimiz hani nerde?

Cevap için birçok adres verilebilir; lakin manevî motivasyonsuzluğun, imanî neşvesizliğin bıraktığı boşluğu birçoğumuz farkediyoruz. Kabuk var, ama öz yok. Yol açık, ama yolcu yok. Arz çok, ama talep yok. Kısaca ibadet yok.

Tıpkı sahabe gibi, bilgisizliğimizi, kabalığımızı örtecek dua ve niyaz şevki yok. İnançsal ve karakte-ristik farklılıklarımızı önemsiz kılacak sımsıcak iman kardeşliğimiz yok. Huşû dolu namazlardan, gözü yaşlı Kur’ân’lardan, garazsız iyiliklerden, korkusuz nasihatlerden süzülen iman derinliği yok.

Peki bugün ibadetin yerini ne aldı?

Çağdaş insanın ibadet yerine eğlenceyi ikame ettiği bir gerçek. Durultan ibadet yerini kudurtan eğ-lenceye bıraktı. Daha azına rıza ile mutlu eden ibadet bugün daha fazlasına tamahla mutsuz eden eğlence kültürüne evrildi. Sosyal medya dedikoduları, erotizm ve ateizm soslu yarışma programları, günü birlik politik tartışmalar, magazin fiskosları, playstation oyunları, cafe buluşmaları... Bunlar gibi pek çok çağdaş uyuşturucu ruhumuzu tatmin etme iddiasıyla, bir hayat modeli olarak önümüze sunuluyor; tıpkı ibadet gibi...

Üzücü olan, modern tüketim kültürüne alternatif olarak Müslümanlarca üretilen modellerin de ne-ticede bu kültürün bir minyatürü olması. Sathî çözümlerle ancak onlara dönüşüyor, taklitlerle ancak asılları yaşatıyoruz. Gerçekten köklü inşa ve ihya hamlesi için ibadetleri eski satvetine kavuştur-malıyız. Evet, iade-i itibar... Çünkü hiçbir doğa simülasyonu, denizin dalgalarına doğru tefekküre dalmanın yerini tutamaz. Hiçbir lüks alışveriş, bir yoksulun kapısını tıkırdatmanın bereketini karşı-layamaz. Çünkü hiçbir yaratılan, yaratıcıyla kavuşulan ruhsal tatminin yanına yaklaşamaz. Nihaye-tinde bütün ibadetlerin temel misyonu aynı değil midir: Sonsuz Güzel’i anımsamak, güzelleşmek...

[email protected] ilimdergisi.org

ilim Mart 2017 Sayı: 196

Kur’ân ve SünnetteİbadetEmre Gündoğdu

İbadet nedir?

İbadet, sözlükte “boyun eğme, alçak gönüllülük, ita-at, kulluk, tapma, tapınma” anlamlarında kullanılan terimdir.

Bu manası itibarıyla ibadet, çeşitli dinlerde ve diller-de farklı kavramlarla ifade edilmiş, değişik biçimler-de anlaşılıp uygulanmıştır. Hinduizm’in kutsal dili Sanskritçe’de “kutsamak, tâzim etmek” anlamında-ki ‘puja’ kelimesi ibadetleri, yani Brahmanlar tara-fından tanımlanan mâbed ibadetlerini ve âyinleri belirtmek için kullanılır. Budizm’in kutsal Pali di-linde “din, doktrin, doğruluk, fazilet” anlamların-daki ‘dhamma’ kelimesi bütünüyle dini inanç ve fiilleri ifade eder. Ayrıca ibadetle ilgili uygulamalar için ‘vandana’ kelimesi de kullanılır. Çin dinlerinde ibadete dair uygulamaları belirten en yaygın keli-me “mânevî varlıklar, et, sağ el” anlamlarını taşıyan ‘chi’ kelimesidir.

İbadet dini bir terim olarak insanın Allah’a olan itaatini göstermek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu davranışlardır. Nitekim ibadetin bütün tanımlarında “taat, hudû’, zül” ke-limelerinin tekrar edildiği görülmektedir. Meselâ Fahreddin er-Râzî ibadeti “saygının en ileri derece-si” diye tanımlarken (Mefâtîĥu’l-ġayb, XIV, 159) İbn Kayyim el-Cevziyye, ibadet kavramının hem sevgi hem de itaat unsurlarını içerdiğini, bu özelliklerin ikisini

birden taşımayan davranışların ibadet sayılamaya-cağını belirtir. (Medâricü’s-sâlikîn, I, 58) (DİA c.19 s.233)

İbadet niçin yapılır?

İbadet, bizi yaratmasından ve bize sonsuz nimetler sunmasından ötürü Allah Teala’ya bir teşekkürdür. İnsan, iyilik gördüğü kimselere karşı kendisini dai-ma borçlu görür. Bu gördüğü iyiliklere her daim kar-şılık vermek ister ve bundan haz duyar. Bu konuda insanın en çok borçlu olduğu varlık, hiç şüphesiz Allah’tır. Çünkü insan, Allah’ın sayısız nimetlerine erişmiş olarak dünyaya gelmiştir. Allah Teala onu en güzel surette yaratmış ve evrende her şeyi onun emrine vermiştir. Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

“Allah gökleri ve yeri yaratan, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size her türlü meyveler çıkaran-dır. Ve onun izniyle denizde yüzüp gitmeleri için ge-mileri emrinize veren, nehirleri de size akıtan ancak Allah’tır. Adetleri üzere seyreden güneşi ve ayı size faydalı kılan, geceyi ve gündüzü istifadenize veren yine AlIah’tır. O, size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah’ın nimetini sayacak olursanız sayamazsı-nız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür.” (İbrahim:

32-34)

Çok meşhur olan bir hadisi şerifte Hz. Peygamberi-miz, bazı gecelerde uzun uzun nafile namaz kılma-sının sebebini soran Hz. Aişe’ye: “Allah’a şükreden

العلم7 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

bir kul olmayayım mı?” diye cevap vermiştir. (Buhari,

Teheccud, 6) Burada Rasulullah şükrünü, ibadetinin en üstünü olan namaz ile ifade etmiştir.

Diğer taraftan ibadetler, insanın ruh ve manevi terbiyesine de hizmet eder. Başkalarına karşı kötü duygu ve düşüncelerden arınmasını sağlar. Başka-larıyla olan ilişkilerinde haksızlıklardan sakınması-na yardımcı olur.

Kur’an’da İbadet

Kur’an, ilahi bir hayat nizamıdır. Getirdiği genel prensipler, anlattığı olaylar, kıssalar ve hükümlerin hepsi insanı, dünyada ve ahirette saadete götüre-bilecek potansiyeldedirler. Onun üzerinde düşün-meden, ibretler almadan ve onu anlamadan hayata geçirmek mümkün değildir. O halde Kuran’a tam olarak uymanın ve gösterdiği yoldan gidebilmenin en önemli şartı, onu doğru olarak okuyup ruhunu, özünü kavramaktır.

İbadet hakkında Kur’an’ı Kerim üzerinden ufak çaplı bir araştırma yaptığımız zaman onun çok kullanılan kelimelerden biri olduğunu görürüz. Zira Kur’an’da ibadet çeşitli türevleriyle birlikte toplam 275 defa

geçmektedir. Fakat bunların hepsi aynı anlamda değildir. Gelin şimdi ibadet kelimesinin hangi anlamlarda kullanıldığına bakalım.

a) Kur-an’ı Kerim’de ibadet kelime-sinin “kölelik”

anlamında kullanıldığı yerlere bir örnek:

“Sonra Musa’yı ve kardeşi Harun’u delillerimizle gönderdik. Firavun’a ve ileri gelen adamlarına; on-lar büyüklük tasladılar ve böbürlenen bir topluluk oldular. Şu iki adamın kavmi bize kölelik ederken, şimdi biz kalkıp bizim gibi iki insana mı inanacağız? dediler.” (Müminun 45-47)

Taberi, tefsirinde bu ayetler hakkında şunları yazı-yor: “İtaat ediyorlar, onlara karşı zillet gösteriyorlar, onların emirlerini harfiyen yerine getiriyorlar ve onlara boyun eğiyorlar. Araplar arasında krala itaat eden herkes için ‘kralın kulu, kölesi’ sözü kullanı-lır.”

b) Kur-an’ı Kerim’de ibadet kelimesinin “kulluk” anlamlarda kullanıldığı yerlere örnekler: İbadetin ‘kulluk’ manasına geldiği 49 ayet vardır. (Nazratü’n Naim,

c. 12 s. 2745) Bunların genel prensibi ise kulluğun sadece Allah’a yapılacağıdır.

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rab-binize ibadet (kulluk) ediniz. Umulur ki, korunmuş olursunuz.” (Bakara, 21)

ilim Mart 2017 Sayı: 198

“Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım dileriz.” (Fatiha, 5)

“Ey inananlar, size verdiğimiz rızıkların iyilerinden yiyin. Eğer gerçekten O’na kulluk ediyorsanız Allah’a şükredin.” (Bakara, 172)

“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gel-miştir. Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inanıyor-sanız bunlar sizin için daha hayırlıdır.” (Araf, 85)

“Kuşkusuz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı devrede yaratan, sonra da kudret makamına kurulup varlığı yöneten Allah’tır. Onun izni olmadan kimse şefaatçi olamaz. İşte bu (niteliklere sahip) olan Allah’tır. Sizin Rabbiniz; artık yalnız O’na kulluk edin. Hala öğüt almayacak mısınız?” (Yunus, 3)

c) Kur-an’ı Kerim’de ibadet kelimesinin “itaat” an-lamlarında kullanıldığı yerlere örnekler:

“Allah’a karşı olan güç odaklarına itaate yanaşmayan ve Allah’a yönelen kimseler var ya; işte asıl müjdeyi onlar hak ediyor. Şu halde bu kullarımı müjdele!” (Zü-

mer, 17)

“De ki: Allah katında, bunlardan daha beter bir ce-zayı hak edenleri size söyleyeyim mi? Onlar Allah’ın lanet ve gazabına uğrayanlardır; şeytani güçlere itaat ettikleri için maymuna ve hınzıra benzettikle-ridir. En şerli konumda bulunanlar ve doğru yoldan en çok sapanlar bunlardır.” (Maide, 60)

“Ey Adem oğulları, Ben size şeytana kulluk etmeyin, o size açık bir düşmandır, diye and vermedim mi?’’ (Yasin, 60)

Sünnette ibadet

a) Hadislerde ibadet kelimesinin “kulluk” anla-mında kullanıldığı yerlere örnekler:

“Peygamber Efendimiz, Muaz b. Cebel’e; ‘Muaz! Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?’ dedi. Muaz; ‘Allah ve Rasulü daha iyi bilir.’ diye ce-vap verdi. Peygamberimiz; ‘Allah’a ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalıdır.’ buyurdu. Sonra Peygamberimiz tekrar sordu; ‘Allah’a ibadet (kulluk) ettikleri takdirde, kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?’ dedi. Muaz’ın; ‘Allah ve Ra-sulü daha iyi bilir.’ demesi üzerine Peygamberimiz; ‘Onlara azap etmemektir.’ buyurdu.” (Buhari, Cihad ,46;

Müslim, İman, 49)

“İslam beş esas üzerine bina edilmiştir. Allah’a kul-luk edip gerisini inkar etmek, namaz kılmak, zekat vermek, haccetmek, ramazan orucu tutmak.” (Buhari,

Feth, 8)

“Allah sizin şu üç şeyi yapanınızdan razı, şu üç şeyi yapanınızdan ise razı değildir. Razı olduğu şeyler; ona kulluk etmeniz, ona şirk koşmamanız ve ipine sımsıkı sarılmanız. Razı olmadığı şeyler ise; dediko-du yapmanız, çok soru sormanız ve mal biriktirme-niz.” (Müslim, 1715)

b) Hadislerde ibadet kelimesinin “itaat” anlamında kullanıldığı yerlere bir örnek:

Adiyy b. Hatim şöyle demiştir: “Efendimiz, Tövbe suresinden ‘Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini rabler edindiler.’ ayetini okurken ben de vardım. Ben ‘Onlar hahamlarını ve rahiplerini rab edinmiyorlar.’ dedim. Efendimiz ise ‘Fakat onların helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kılıyor-lar.’ buyurdu.” (Tirmizi)

العلم9 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

İbadet etmek, bir araçtır ve kişinin daha iyi Müslüman olması amacına yardım eder!

Hayır. İbadet etmek, başlı başına bir amaçtır. As-lında başlıktaki yanlış düşünce, ibadetle iyi insan olmanın arasını ayırmaktan kaynaklanıyor. Mese-leyi bankadan kredi çekmek için bir dizi formaliteye başvurmak, bir sürü resmi prosedürden geçmek gibi görürsek, haliyle ibadetler dinin formalite kısmını, prosedür aşamasını teşkil eder. Bankada amaç na-sıl krediyi almaksa, burada da toplumda iyi insan olmaktır. Bu, çoğu kişiye şirin gözükür, lakin konu ibadetin yöneltildiği Allah olunca iş değişiyor. Allah öyle bir mabuddur, öylesine ve öylesine her şeyi-mizin sahibi bir yücedir ki ona ibadet etmek, bizzat olmak ve tamamlanmaktır. Mutluluğa erişmek, iyi fert olmak ve toplumsal ilişkilerde kendimize ma-nevi motivasyon edinmek gibi hususlar, hep bu tanımsız kemalin altındaki kazanımlardır. İbadet hali, bunları ve çok daha fazlasını zaten sonuç ve-rir. Maalesef haz merkezli ya da birey odaklı hayat algısının dine sızan eğilimi, bir çok Müslümanı dahi ibadeti araçsallaştırma yanılgısına düşürüyor.

Sözün burasında sürecin en başına dönmek fay-dalı olabilir. İnsanlık ilk yaratıldığında cennettey-di. Bu, Rabbiyle bu dünyadan çok daha farklı ve aracısız bir yakınlıktaydı demek. Sonsuz huzur ve

özgürlük... Sonra Hz. Adem’in Rabbin sözünü dinle-memesi üzerine insana yeryüzüne sürgün cezası ve-rildi. Ta ki kıyamete dek Rabbin değerini anlayacak ve onun sözünün dışına çıkmanın, yani cennetteki gibi onunla yakın olamamanın acısını fark edecekti. Dolayısıyla bu dünyanın en temel amacı, Rabbi he-pimizin gözünde en ideal değer haline getirmektir. İşte ibadetler fertler için süresi belirsiz yeryüzü ha-pishanesinde cennete, sonsuza ve Rabbe açılan da-racık pencerelerdir. Sonsuzluğun ve huzurun pen-ceresi... Artık anlıyoruz ki, aslında sadece Allah ve insanın onunla aracısız diyalog ortamı, yani cennet var. Geri her şey bu mükemmel diyaloğun değerini anlamak ve Rabbin sözünden çıkmanın tehlikesini farketmek için bu dünyadaki tecrübe aşamalarıdır; fertler arası ilişkiler, toplumların refah ve sefalet arası gelgiti ve bütün o ailevi ya da hukuki yüküm-lülükler...

Biraz daha derine inersek, insanın ilk hatasının tam da ibadeti araçsallaştırmak olduğunu görürüz. Kur’an’ın belirttiği üzere, Hz. Adem şeytanın mele-ğe dönüşme ve sonsuz olma vaadine kanarak Rab-bin yasakladığı ağaca yaklaşmıştır: “Ve (şeytan onla-ra) dedi ki: Rabbinizin sizi şu ağaçtan uzak tutması, iki melek olmayasınız yahut ölümsüzler arasına ka-tılmayasınız diyedir.” (Araf, 20) Tıpkı başlıktaki tarzda düşünenler gibi, Hz. Adem Rabbinin sözüne itaat

İbadetler Hakkında Doğru Bilinen YanlışlarMustafa Alp

ilim Mart 2017 Sayı: 1910

ibadetini, kendi gözündeki bir takım değerlere araç kıldı ve bunları ibadetin önüne aldı. “İbadet dışında daha arzulanası yüce şeyler var. Ben doğrudan bu amaçlara erişeyim” diye düşündü. Hal buysa, her daim amaç Allah’tır. O’ndan geldik, O’na döneceğiz. O’nunuz, O’nunlayız. Güzelin, iyinin, sonsuzun tek ve mükemmel tanımı olan O’ndan, O’nunla ünsi-yetten nasıl bir nakısa, sahtelik ve çirkinlik ortaya çıksın?!

İbadetler sadece dini vecibelerdir!

Bu tespitin ne kadar hatalı olduğu kısmen yukarı-da anlaşıldı. Eğer Allah bazı mülkiyet ve salahiyet alanlarına sahip olsaydı, O’na ibadet de hayatın bir vechesini, mesela dini tarafını teşkil ederdi doğru, lakin O her alanın mutasarrıfı. Diğer taraftan başlık dini belli alana hasretmekle ikinci bir hataya düşü-yor. Din sadece içkinin yasak oluşu, zekat verme zorunluluğu değil ki! Ihlamur ağacının arılar için nektar olarak kullanılması da din, dişi ispinozların göçleri de. Evrendeki her şey, kendine kodlanmış hayat sistemi, yani fıtrat uyarınca hareket eder. En geniş anlamıyla din bu tabii akışın adıdır.

Buna rağmen halkımızın ekserisi ibadetleri namaz kılmak, oruç tutmak gibi dar anlamda ritüellere indirger. Bunun sonucu olarak hacı, ama millete zırnık koklatmayan, hacı ama insanlığa gram fay-dası olmayan, hacı ama hanımını ve çocuklarını

sürekli eleştiren bolca huysuz ve bencil tip mevcut-tur. Bu ülkede maalesef tarikat propagandasının yarısı kadar hayvan hakları ihlallerinden bahsetmi-yor Müslümanlar. Siyasi iktidar tellallığının çeyreği kadar hayvancılığın iyileştirilmesi konuşulmuyor. Ormanların tahribi, endüstriyel atıkların akarsula-ra verdiği zarar, taşeron işçilerin çalışma koşulları, devlet kurumlarındaki israf, azınlık halkların inanç ve ibadet özgürlükleri, çevreyi katleden imar sorun-ları mevcut din algısının gündeminde hiç yer etmi-yor. Neden? Çünkü hala camiler ışıl ışıl, tertemiz. Ramazanda kandiller, merasimler coşkuyla kutla-nıyor. İbadetlerde (!) bir sorun yok yani. Bahsettiğim sorunlar ise dindışı. Evleviyetli değil.

İbadet en temelde, insanın kulluk bilinci halidir, Rabbinin farkına varmasıdır. Mutlak Mükemmel’le kurulan bu bilinç hali, elbette her şeyde güzellik ve iyilik olarak tezahür eder. Basit bir benzetme: An-nesine karşı son derece iyi olan bir evlat, o annenin diğer çocukları olan kardeşlerine hiç haksızlık eder mi? O annenin evine zarar verir mi? Onun diktiği elbiseleri, büyüttüğü çiçekleri, el emeği eşyalarını dağıtıp bozar mı? Bunun gibi Allah’a ibadet eden de kuşların dostu, miskinlerin yurdu, insanların güven kaynağıdır. Kur’an’ın Rabbiyle, Çingenelerin Rabbi aynıdır. Arafat vakfesinde gören Rab, Tibet demir-yolunda da görür.

العلم11 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

Dolayısıyla bilindik şekliyle ibadet sade dini değil, ontolojik, sosyal, ekonomik, siyasi ve sanatsal bir şuurdur. Varlıklarla, o varlıkların yüce bir sahibi olduğu bilincini canlı tutarak kurulan her tür iliş-ki ibadet kapsamına dahildir. İbadetler böylelikle kendimizi ve başka şeyleri derinlemesine kavrama, Mutlak Varlık’a her şeyle eşit paydada muhtaç olma hissini yaşama imkanı tanır. Bu ister el açıp dua et-mek olsun, ister türkü çığırmak; ister fitre vermek, ister kökü kuruyan bir çiçeği kurtarmak...

Dinde belirlenenler dışında bir ibadet yoktur!

Yanlış. Aslında din ibadete ibadet olması itibariyle düzenleme getirmez. İnsanın birebir Allah’la kur-duğu kalbi bağlantıya müdahale etmez, çünkü o za-man ibadette samimiyet ve zenginlik tehlikeye girer. Peki ya namaz, hac, oruç gibi bir çok ibadete ilişkin detaylı hükümler? Onlar ibadetin kendisiyle ya da onu eda eden bireyle alakalı hususlar değil, sosyal dayanışma ve birlik vurgusuna matuf düzenleme-lerdir. Namazın günde beş vakit cemaatle eda edil-mesi örneğin, Müslüman dayanışmasına yöneliktir. Namaz özünde toplu ve milimetrik şekli bir ibadet değil, secdede özüne kavuşan şahsi bir yoğunluktur. Bununla birlikte kabuk, aynı zamanda özü koruyan zar olduğunu için, ibadetlerde semboller ve şekli hususlar büsbütün göz ardı edilemez, fakat sınırda tutulur, tadında bırakılır.

Buradan kolaylıkla şu sonuca varıyoruz: Belirli iba-detler ya da bunların eda biçimi, müminler arasın-daki dayanışma ve birlik duygusunu güçlendirmek, böylelikle toplumsal güce kavuşmak, yeryüzünde fitneye mani olmak için vazedilmiştir. Bunun dı-şında ibadetlerin esas işlevi, belirlenmemelerinde yatar. Kişilerin kendi ruh dünyaları ve Rab telakki-lerindeki samimiyete ve zenginliğe bırakılmışlardır. Bunun için Kur’an ve sünnette somut olarak zikre-dilen ibadetler, bütünün ufak parçasını oluşturur. Bütünün diğer cüzlerini dillerin, akılların, kültürle-rin ve şahsi durumların sayısı kadar çeşitlilikle iba-det biçimleri oluşturur ki bunlara çerçeve çizmek, alim de olsa hiç kimsenin haddine değildir.

Rabbin kullara teveccühüne sınır çekilemeyeceği gibi, kulların da Rablerine yönelişine tabiatıyla sı-nır ve formül getirilemez. Yoksa güdük kaçar, spe-sifik kalır ve belli cemaate, meşrebe mahdut düşer. Dini olmaz, indi olur. Hastane köşesinde ultrason sonuçlarını bekleyen bir kadın, selatin camisinde cuma kılan bir adamdan daha iyi ibadet ediyordur belki, bilemezsin. Trekking parkurunda yürüyen bir genç, hatm-i hacegândaki bir dervişten daha yoğun temas halinde olabilir Rabbiyle, bilemeyiz.

ilim Mart 2017 Sayı: 1912

İbadet bu dünyaya ait yükümlülüktür, ahirette olmayacak!

Ne alakası var? İbadetin hası öbür dünyada. İbadeti hak ettiği geniş bakış açısıyla, “Rabbe karşı kulluk (abdlik) bilinci” olarak anlarsak, bunun en kusursuz şekilde öbür dünyada gerçekleşeceğini fark ederiz. Rabbimiz bu fani ve mahdud dünyanın şartlarında bize gereği gibi ayan olamadığı, gayb ve kesret per-desinin ardından ancak O’nunla irtibat kurduğumuz için doğal olarak yaptığımız ibadetler de eksik kalı-yor. O’nu her tür noksandan tenzih ederken bunu iyiden iyiye hissedemiyor, türlü evsafla metheder-ken yine gereği gibi anlayamıyoruz. Gayb ve kesret alemi böyle bir yer. Müşahede değil, gayb yurdu; hakikat değil, gölgeler sathı. Burada onca eksikliğe rağmen imanın daha değerli ve ecre müncer oluşu ayrı bir konu ve tabii ki doğru.

Buna karşın ahiret, zulümât perdelerinin kaldırıl-dığı yakîn hayatı temsil ettiği için ibadetler orada gerçek mazmununa kavuşacak. Kul hiçbir zorlama olmadan ve öylesine derin bir kabul ve hazla Rabbi-ni takdis ve tenzih edecek ki! İşte o zaman ibadetle-rin toplumsal dayanışma boyutuna dönük yukarıda bahsedilen sembolik ve ritüel tarafları olmayacağı için, kulun ibadetinde mahza ihlastan ve mutlak teslimiyetten başka hiçbir şey yer almayacak. Rab-bimiz cümlemize bu sonsuz lütfu nasip etsin! O’nun Cemal-i Mutlak’ını temaşa ederken hamdu tesbih-ler öylesine müthiş bir coşkunlukla terennüm edi-lecek ki cennetin vesair nimetlerine kimse dönmek istemeyecek. Ki aslında cennet demek, yine yuka-rıda değinildiği üzere, Rabble aracısız ve perdesiz diyalog ortamı, yani nihayetsiz itmi’nan, hürriyet ve muhabbet demektir. Bundan öte bir ihsan tasavvur edilemez zaten.

İbadetlerde hep aynı yoğunluk, ihlasın göstergesidir!

Hayır güzel kardeşim. İbadette istikrarlı yoğunluk sergileyen kişi, bana aksine kuşkulu görünür. Onda gizli kibirden, ibadetin otomatikleşmesinin verdiği profesyonel kulluk cakasından şüphe ederim. Kaldı ki Allah katında ibadetin kemmiyetine dahil olabi-lecek sayısal yoğunluk ve gösterişli güzellik, ibade-tin keyfiyeti sayılacak acziyet ve kusur duygusunun yanında hiç kalır. Şurası doğru: Kulları tavlayan iba-detin dışsal fazlalığı ve hareketlere yansıyan taşkın feyzidir, lakin muhatap Allah olunca görüntünün ve kabuğun önemi kalmıyor. Aksine O’nun razı olduğu kul fotoğrafı, inkisar dolu bir kalp, tövbe kapısında yere eğik baş ve birkaç damla yaştır.

Kira gelirinin rayına oturması gibi düzene giren iba-detlerin, gündelik hayatta rutinlerin yerini alması an meselesidir. Adete dönüşen, otomatik ödeme talimatı verilmiş gibi yenilenen, kuruşu kuruşu-na hesabı kitabı yapılan ibadetler... Bunlar kişiyi günbegün sahicilikten koparır ve istikrarlı ibadet programı, zannedildiğin aksine ihlasın değil, riya ve sahtekarlığın alameti olabilir. Bazen bir ibadeti eda etmek içinden gelmez, etme. Feyizli bir ortamda da olsan, rol yapıp deruni hisler yaşıyormuşsun gibi bir poz vermek içinden gelmez bazen, verme. Biraz çölleş ki bazı, rahmet yağmurunun bir anlamı olsun bağrına düşen de. Susa kimi, sonra iç Kur’an’ı. Az öteye kay, uzaklaş güvenli bölgeden ki nefes nefe-se kalasın yırtıcı arzulardan kaçarken tekrar. Budur bence O İçimizi Dışımızı Bilen’in hoşnut olduğu: Maskesiz, apoletsiz, garazsız olmak; masumca, na-kısça...

العلم13 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

İBADETİN TOPLUMSAL BOYUTLARIKADİR METE ÖNAL

İbadet basit bir deyişle; her bireyin inancı doğrultusun-da belli vakitlerde gerçekleştirdiği ritüellerdir. Yani sa-dece İslam ile alakası yoktur. Her inancın kendine özgü ibadet şekilleri vardır. Bu yazımızda hak-batıl sapta-masına girmeden ibadetlerin din-dindarlık adı altında toplumsal boyutlarını ele alacağız.

Dinde İbadetin İşlevi

Her dinde, inançta ibadetin var olduğunu söylemiştik. Özellikle semavi dinler üzerinden gidersek, dinler biz-den iyiyi yaşamayı ve yaşatmayı, çirkin işlerden kaçın-mayı ve dürüst, ahlaklı bir birey olmayı ister. İşte bu isteklerin yerine gelmesi, yerine getirmemiz açısından ibadet önemli bir yer kaplar. İbadet, bu isteklerin yerine gelmesinde bizlere yardımcı olur. Biz gün içerisindeki yaşantımızın dine uygun olduğunu ibadetlerimizde anlarız. İbadetimiz ile yaşantımız doğru orantılı olmaz-sa -yani ibadetimiz iyi fakat toplumsal yaşantımız kötü veya toplumsal yaşantımız iyi, ibadetimiz kötü olursa- biz iyi bir birey olamayız. Çünkü ya ibadetimizde bir samimiyetsizlik ya da yaşantımızda bir riyakârlık söz konusudur. İbadet, bizi hem dinin gözünde iyi yapar hem de -ahlaklı ve dürüst olduğumuz için- toplumun gözünde iyi yapar. Bir birey inancı ne olursa olsun eğer inandığı doğrultuda ritüellerini yapmıyorsa ya inancını tam bilemediğindendir -cahil- ya da samimiyetsizliğin-den, aymazlığındandır. Şimdi ibadetin (dinin) hayatın başlıca iki sahasında önemine dikkat çekelim.

1-) Ticarette Din

Hepimiz sosyal bir birey olmamızdan ötürü haya-tın bazı alanlarında ticaretle uğraşırız. Ya bir satıcı

ilim Mart 2017 Sayı: 1914

vasfında ya da müşteri. Bu başlık altında sadece satıcı vasfına atıfta bulunup müşterileri yazmama yanlışına düşmemeyi umuyorum. Çünkü ticaret en az iki kişi ile yapılan bir akittir. Müşteriler çoğu za-man ticaret yaparken fahiş fiyatlarla karşı karşıya kaldıklarını, bu yüzden dolandırıldıklarını hisset-tiklerini söylerler. Ne yazık ki bu şikayetin büyük bir kısmı doğru. Ekonomistler bunun da genellikle içinde yaşadığımız sistemin getirisi olduğunu be-yan ederler. Lakin hiç kimse durup bu adamların bir prensibi olup olmadığını kontrol etmez. (Şunu da unutmayalım din belli bir prensip topluluğunun oluşturduğu inanç sistemidir.)

Baktığımız zaman hayatta bir prensibi olmayan, bir amaç uğruna hayatlarını ikame ve idame ettirme-yen insanların her türlü kötülüğü yapacak durum-da olduklarını müşahede edebiliriz. Bu sefer pren-sibi olmayan yani iş ahlakı yok olmuş bir insanı yalan yere yemin ederken, müşterinin arkasından kaş göz yaparken ve daha nice şekilde görüyoruz. Eğer bir prensibi olsaydı, mesela kendi kendine ‘ben tüccarım. Bakalım Peygamber Efendimiz bu ko-nuda ne buyuruyor?’ dese, şu hadisle elbette karşı karşıya gelecek ve kendini doğruya, iyiye yönelte-cekti: «Birbirinize hasetlik etmeyin! Müşteri kızış-tırmayın! Birbirinize buğzetmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın! ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Müslü-man Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu tahkir etmez. -Üç defa kal-bine işaret ederek- Takva şuradadır. Kişiye kötülük namına Müslüman kardeşini tahkir etmesi kâfidir. Müslümanın her şeyi, kanı, malı ve ırzı Müslümana haramdır.» (Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivayetle; Müslim 5264)

Gördüğümüz üzere bu hadiste ticaret ahlakı ile ilgili biri satıcı, diğeri müşteri ile alakalı iki unsur dikka-timizi çekiyor.

a-) “Müşteri kızıştırmayın!”

Satıcı bir adam tutar ve malı satarken fiyat attır-masını söyler. Bir müşteri gelir ve “bu mal kaça?” der. İşte oyun başlamıştır. Satıcı bir fiyat söyler ve müşteri kabul ederken ‘o adam’ çıkagelir ‘ben elli daha fazla veriyorum, bana sat’ deyince, e satıcı ne yapsın, bunu kabul eder ve gerçek müşteri malın iyi olduğunu, fiyatın da uygun olduğunu sanarak o da almak için bir heyecanla fiyat artırır ve böyle sürer gider. Sonuç; gerçek müşteri malı yüz liraya alacak-ken iki yüz liraya alır ve yüz lira dolandırılmışken, o ‘oh be malı ucuza kapattık’ diyerek sevinçle evine gider.

İşte Peygamber Efendimiz bu düzenbazlığı, bu sahtekârlığı yasaklamıştır. Efendimiz bir prensip ortaya koymuş ve iyi, doğru insanın da bu şekilde davranacağını bizlere göstermiştir. Sonuç olarak; eğer bir tüccarın prensibi yoksa, o tüccar sadece ti-carette değil, tüm hayat şartlarında ve sahalarında sahtekardır ve düzenbazdır. Boşuna atalarımız “bir insanı tanımak için ya alışveriş etmeli ya da yola gitmeli.” dememiştir.

b-) “Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın!”

Burada sanki ‘satış yapmasın’ derken satıcılara bir uyarı gibi anlaşılmasına karşın, bu uyarı müşterile-redir. Yukarıda pazarlığı artıran sahtekar satıcının yancısını anlattık. Fakat burada olay şu şekilde olu-şuyor. Bir satıcı ve iki gerçek müşteri var. Yani yancı mancı yok. Elbette satışa çıkmış malı herkes satın

العلم15 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

alabilir. Ama gördüğümüz üzere Peygamber Efen-dimiz buna bir şerh düşüyor: “Eğer başka bir kar-deşiniz onu pazarlık yapıp tüccarla anlaşmadıysa.” Bu sahneyi biz çok görmeyiz. Çünkü bu olaylar bak-kalda, markette, telefoncuda geçmez. Daha büyük paraların döndüğü ticaret merkezlerinde gerçekle-şir. Mesela bir ev satarken, araba satarken. Peygam-ber Efendimiz de sadece satıcıları uyarmamış, aynı şekilde prensibi olmayan müşterileri de bu şekilde uyarmıştır. Nitekim biliriz ki prensipsiz satıcı ne ise prensipsiz (inancı doğrultusunda yaşamayan) müş-teri de odur.

2-) Cezaevinde Din

Malum ülkemizde çok az olmasına karşın dünyada “suçlarda dindarlık” veya “dinin suç oranını azalt-ma potansiyeli” gibi araştırmalar bir hayli fazla. Peki gerçekten de din suç oranını azaltır mı?

Yukarıda söylemiştim, din sadece İslam değil ve din bir prensipler bütünü diye. Açıkça ifade etmek gere-kirse, toplum hayatında (ticaret olsun, farklı hayat sahalarında olsun) insanlar sizin namaz kıldığınıza, hacca gittiğinize bakmaz. Sizin dürüst, güvenilir ve iffetli olup olmadığınıza bakar. Dolayısıyla prensip-ten kastım bu. İyi ve doğru olma çabası.

Bu konuda sosyal bilimcilerin çeşitli çalışmaları mevcut. Mesela sosyal bilimci olan Durkheim’in “ahlaki toplumun” önemini vurguladığı çalışmasın-dan esinlenen bazı araştırmacılar (Albrecht v.d, 1977; Higgens

ve Albrecht 1977; Rhodes ve Reisss 1970; Stark 1987; Stark v.d, 1980-1982) kilise üyeliğinin ve bir inanca sahip olmanın, suçu azalt-tığı yönünde bulgular saptamışlardır. (Fırat Üniv. Sosyal

Bilimler Dergisi cilt:15, sayı:1, syf:192, Zahir Kızmaz, Elazığ-2005)

Bu bağlamda pek çok araştırma zikredebilirim. Ne-ticede din suçluluk oranını azaltır görüşü ağır bas-makta. Fakat önemli konuya değinmek istiyorum. ‘Cezaevine giren mahkumların dine karşı pozitif eği-limleri.’ Bu eğilimi konu alan bir makalede (Cezaevlerinde

Dinî Yaşantı ve Din Algısı, Selçuk Üniv., 2009) araştırmanın Konya E tipi cezaevinde 234 ve Konya yarı açık cezaevinde 68 mahkum ile gerçekleştirilmiş olduğu belirtiliyor. Araştırma, Adalet Bakanlığı’nın izni ile 15 Ocak-1 Mart 2005 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir. Önce-likle mahkumların anne ve babalarının eğitim sevi-yeleri düşük olduğu saptanmış ve bu durumda olan kişilerin suç işleme oranının daha yüksek olduğu araştırmalar sonucu gözlemlenmiştir. Araştırma ni-hayetinde E tipinde %52.6, yarı açıkta ise %46.2 ora-nında mahkumun cezaevine girdikten sonra daha dindarlaştığını belirttiği sonucuna varmıştır.

Sonuç olarak; dinin cezaevine girmeden önce suçu engellediği ve hasbelkader cezaevine girmiş mahku-mun ise prensipli hale gelmesini, daha iyi ve ahlak-lı bir insana evrilmesini sağladığı saptanmıştır. Şu önemli bir nokta olsa gerek; din biz insanlara kendi-mizle hesaplaşma yetisi kazandırıyor. Suçtan önce hesaplaşırsak, din suçtan geri durmamızı sağlıyor. Eğer cezaevinde yalnız kaldığımız için kendimizle hesaplaşırsak, geç kaldığımız ve suçu işlediğimiz için pişman olup iyiye evriliyoruz. Velhâsıl kendi-mizle her daim hesaplaşalım. Yazımı adaletin tim-sali olan Hz. Ömer’in bir sözü ile bitirmek isterim: “Bugün Allah için ne yaptın ey Ömer?!”

Dünyadaki düzenin daha iyi bir şekilde işlemesi için varlıkların birbirlerine karşı itaat halinde olma-ları gerekir. Zikrettiğimiz bu itaate ibadet demekte sakınca görmüyorum. Bu yönüyle bütün varlıklar ibadet eder. İnsan, hayvan, eşya… Bir bardağı yere vurduğunuzda kırılır. Bu kanunu yerin getirmesi bir ibadettir. Arı insanlığa çok faydalı olan balı elde edebilmemiz için çiçek çiçek dolaşır durur bu bir ibadettir. Ancak insan dışındaki bu varlıklara itaat programlanmıştır. Dolayısıyla insan devre dışı bı-rakıldığında dünyadaki bu nizam en güzel şekliyle işlemektedir. Diğer bir deyimle dünyanın düzenini devam ettirecek güdü insan dışındakilerine gayri ihtiyari olarak empoze edilmiştir. Yani bu kısım ile ilgili herhangi bir problem yok. Asıl problem akıl ve irade sahibi olan insanlar ve cinler iledir. Kendile-rinde içgüdüsel bir sınırlama olmayan bu varlıklar evrende daha iyi yaşanılabilmesi için bazı kanun-lara boyun eğmelidirler. Uyulması gereken fizik kanunları ile evrenin kozmolojik yapısı kusursuz işlendiği gibi ilahi kanunla ile de insanın şahsi ve ahlaki yapısını düzenlenerek evren ile de daha iyi bir bağ kurması sağlanıyor. Bundan mütevellit Al-lah; “Ben insanları ve cinleri yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56) buyuruyor. Allah dai-ma insanların iyiliklerini ve güzeli ister. Bundan se-bep insanlara uyulması gereken bazı ölçütler verir ve bazı filler ile mükellef kılar. İbadetler de bunun bir parçasıdır. İbadetleri ister geniş anlamda düşü-nelim. Allah’ın yasalarına boyun eğme gibi. İster dar anlamıyla düşünelim. Namaz kılma oruç tutma gibi. Hepsi aynı kapıya çıkıyor; İnsanların ıslahı. Mesela

Kuran’da namaz için Allah şöyle buyuruyor; “Mu-hakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıko-yar.’’ (Ankebut 45) Birkaç hareket mecmuası insanı nasıl olurda böylesi şeylerden koruyabilir diye içimiz-den geçirebiliriz. Ama düşündüğümüzde namazda kuran okunuyor, kuran içerisinde Allah’ın emir ve yasakları hatırlatılıyor. Böylece her namaz kılışın-da öğütleniyor insan. Haliyle ibadet insan üzerin-de çok etkili bir faktör durumuna geliyor. Örneğin bunlardan bazıları;

İbadetlerin Psikolojik etkileri

Psikoloji daha açık bir ifade ile ruh bilimidir. Din, dış dünya ile bağlantısı olduğu gibi metafizik ile de çok bağlantılıdır. Haliyle dindeki ibadetleri ruhtan bağımsız değerlendiremeyiz. Örneğin kişinin daima Allah’ın gözetimi altında olduğunu bilmesi, kişiyi yalnızlık hissinden kurtarır. Onun daima görünmez bir dostu olduğu hissini uyandırır. Kıldığı namaz aracılığıyla Allah ile konuştuğunun farkına varır ve dilediği gibi içinden geleni dökerek içinde birikmiş olan sıkıntıları bir manada boşaltır.

İbadet insana mutluluk verir

Bizler kul olarak kulluğun bize dayattığı şeylerin farkındayız. Eğer bu farkındalık ile beraber mükellef olduğumuz bazı fiilleri yerine getirirsek ruhumuz-daki manevi boşluğu doldurmuş oluruz. Bu bizim için bir mutluluk sebebi olur. Zira bize hayat gibi ve daha birçok nimetleri bağışlamış olan Rabbimi-ze karşı şükretmek elbette bizi mutlu eder. Bunun yanında Allah’ı sürekli olarak her daim Allah ile

İbadetin ŞahsiyetGelişimindeki Rolü

Abdulemevla Güzel

ilim Mart 2017 Sayı: 1916

birlikte olduğumuzu hatırlama da bizi mutlu eder. Zira o “kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad 28) Mutlu olmak ruh sağlığının iyi olması ve kişi-nin pozitif yüklü olması anlamına gelir. İnsanın bu davranışı çevresine de akseder ve onları da etkisi altına alır. Onlara pozitif bir etki yayar ve böylece çevresine iyimser olur. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz (s.a.v) “gülümsemek sadakadır”. der. (Müs-

lim, birr 36) Aksi halde yüzünü somurtan kişi çevresin-dekileri olumsuz şekilde etkiler, girdiği ortamın ne-şesini kaçırır. Bu kişinin kendine zararı olduğu gibi çevresine de zararı vardır.

İbadet kişiyi sabırlı kılar

Sabırlı olmak herkesin güzel olarak saydığı bir er-demdir. Kuran bu konuya çok ehemmiyet verir ve bir ayette şöyle buyurur; “Asra yemin olsun ki insan-lar hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih amel işle-yenler birbirlerine hakkı tavsiye edenler e sabır tav-siye edenler bunun dışındandır.’’ (Asr 1-3) bir nevi sabırlı olmayı ve sabrı tavsiye etmeyi hüsrandan kurtuluş anahtarı olarak görür. Çünkü sabırlı olmak sinirle-rin yatışmasına sebep olur. Sıkılmış yumrukların gevşemesine sebep olur. Sabırlı insanın başına bir musibet geldiğinde bunu Allahtan bilir ve toplumun huzurunu kaçıracak herhangi bir davranışta bulun-

maz. Bu durumu peygamber efendimiz şöyle izah eder; “Mü’minin hayranlık verici bir hali vardır ki, başka hiç kimsede bulunmaz. Onun her işi hayırlı-dır. Eğer bir nimete kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer başına bir musibet gelirse sabreder ve bu da onun için bir hayır olur.” (Müs-lim, zühd 64) Ayrıca ayette dikkat çeken yer, sabrı tavsiye etmektir. Bu eylem aynı şekilde son derece önemlidir. Çünkü insanın sadece kedisinin sabırlı olması yetmez, karşıdaki arkadaşı sinirlenince onu yatıştırması gerekir. Onun başına bir musibet gel-diğinde ona nasihatte bulunmalı. Böylece herkesin sabırlı olduğu bir toplumda kavganın, dövüşün, suç

oranlarının en az seviyeye düşeceği muhakkaktır.

İbadetler insanın hakkın karşısında boyun eğmesini sağlar. Allaha karşı saygılı olmasına vesile olur. Hal böyle olunca Allah’a boyun eğen, büyüklerine de boyun eğerek saygı gösterir. Diğer yönüyle Allah’a saygısı olmayanın insanlara da saygısı olmaz. Buna benzer bir ifade ile Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur; “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da teşekkür etmez.’’ (Tirmizi, birr 35) Yani Allah ile insanlar arasında böylesine sıkı bir bağ vardır. Aslında insanlar arasın-da sevgi ve mutluluğun formülünü Allah açıklamış oluyor. Allah ile arası iyi olanın insanlar ile de arası iyi olur. Bu yüzden Allah ibadete önem vermekte-dir. Zira hakkın karşısında eğildikçe insan manevi anlamda yükselir. İbadet insanın şahsiyetini geliş-tirir, kaliteli bir insan olmasını sağlar. İbadet eden insan diğer insanlar arasında muhterem sayılır. Her insanın böyle birazda olsa ibadet etmesi insanların birbirlerini sevmesi anlamına gelir. Tek olan Allah’ın bayrağı altında toplanılır, böylece dilin, ırkın, rengin bir anlamı kalmaz ve kutuplaşma ortadan kalkar.

العلم17 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

ilim Mart 2017 Sayı: 1918

Selefin İbadet Tanımı

Fahrettin er-Razi ibadeti “Saygının en ileri derece-si” olarak tanımlar. Cevheri “İbadet, itaat demektir” der. Râgıp el-İsfahânî Müfredat’ında ibadeti ikiye ayırmaktadır. Bunlardan ilki zorla yaptırılan iba-dettir. Delil olarak ise şu ayeti getirmektedir; “Gök-lerde ve yerde her ne varsa gölgeleriyle birlikte ister istemez ve sabah akşam Allah’a secde eder.” (Ra’d 13/15).

Mevdudi ayeti şöyle açıklamaktadır; “Göklerde ve yerde her ne varsa Allah’a secde eder” ibaresi, her mahlûkun her hâlükârda O’nun fiziki kanunlarına

boyun eğip, itaat etmek zorunda oluşu anlamında-dır. Bir mümin ile bir kâfirin teslimiyeti arasındaki yegâne fark, ilkinin kalbi bir şevk ile itaat etmesi, ikincisinin ise bunu arzusu hilafına zorla yapması-dır. Bu kanunlara karşı gelmek gücünü aşmaktadır ne de olsa. “Gölgelerin secde etmesi” de onların sa-bahları Batı’ya doğru, akşamları Doğu’ya doğru mü-temadiyen düşüyor olmalarıdır. Bu da onların belli bir kanuna boyun eğdiklerini gösterir (Tefhimu’l-Kur’an,

Mevdudi). İbadetin ikinci kısmını ise isteyerek yapılan ibadet olarak nitelemektedir.

Sahabenin ve Selefin İbadet AşkıFethullah Yazıcı

العلم19 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

Sahabenin İbadet Aşkı

Sahabeler güzel ahlakta bizlere örnek oldukları gibi ibadette de bizlere örnek olmaktadırlar. ‘Sahabe ve ibadet aşkı’ kelimeleri bir araya gelirse normal ola-rak ‘sahabenin namazla ilişkisi’ aklımıza gelmekte-dir. Sahabeler namaz konusunda o kadar çok has-sastırlar ki namaz vaktinin geçmesini bile kendileri için büyük bir musibet sayarlar. Aslında öyle olması gerekir ama günümüzde o kadar anormal bir hal aldı ki, bazı durumlarda namazı kılmasak bile, başımızı yastığa rahatça koyabiliyoruz. Sahabenin namaz aşkı çok üst sıralardaydı.

Bir gün Peygamberimiz mescide girdi ve iki direk arasında gerilmiş bir ip gördü ve bu ipin kime ait ol-duğunu sordu ve sahabe “Zeynep Binti Çahş’a aittir. Namaz kılmaktan yorulunca ona tutunuyor” de-diler. Bunun üzerine Peygamberimiz “Onu hemen çözünüz. Sizden biri canlı ve istekli olunca nafile na-maz kılsın. Yorgunluk ve gevşeklik hissettiği zaman ise yatıp uyusun.” buyurdu. (Buhari, Teheccüd, 18). Görüldü-ğü üzere onlar, her anı ibadetle geçirmek için tüm imkânlarını kullanmaktadırlar. Namaza biraz ara vermek ve dinlenmek yerine, çözüm arayarak na-maza devam etmek istemek aşk değil de nedir?

Hz. Ömer’in hançerlendikten sonra yatağında bay-gın bir şeklide yatarken “Namaz ey Müminlerin emi-ri” denildiğinde, gözleri açtı ve “Öylemi mi? Vallahi namazı terk edenin İslam’dan hiçbir payı yoktur” mukabelesinde bulunarak o hali ile namazını eda etmiştir (Hayatü’s Sahabe). Sırtından bıçaklanmış ve bay-gın yatan bir insana namaz denildiğinde, sanki has-ta değilmiş gibi kalkıp namaza duruyor. Onlar can-ları pahasına namazdan asla taviz vermezken, biz neyimize güveniyoruz? Hz. Ömer Kur’an okurken

kendinden geçer, bayılma derecesine gelirdi. Nite-kim “Rabbinin azabı muhakkak ki gerçekleşecek ve onu savacak kimse de yoktur.” ayetini okuyunca yir-mi gün yataktan kalkamamıştır (Hayataü’s Sahabe).

Zaturrika gazvesinden dönünce Peygamberimiz “Bu gece kim nöbet tutacak?” dediğinde Ammar bin Yasir ve Abbad bin Bişr öne çıktı. Nöbetleşerek uyu-mak üzerine sözleştiler. Bir müşrik ise onları gizlice izlemekteydi. Ammar bin Yasir uyudu ve Abbad bin Bişr de namaza durmuştu. Müşrik, namaza duran Abbad’a bir ok attı ama Abbad oku çıkardı ve nama-zına devam etti. Müşrik bunun üstüne iki tane daha ok attı. Fakat Ammad ilk okta yaptığı gibi bunları da çıkardı ve namazına devam etti. Daha fazla ayak-ta duramadı ve yere yığıldı ve Ammar’ı uyandırdı. Ammar neden ilk okta haber vermediğini sorunca Abbad “Kehf süresini okuyordum. Öyle tatlıydı ki kesmek istemedim. Hem Allah Resulü bize bu görevi vermiş olmasaydı sen beni ancak ölmüş olarak bu-lacaktın.” diye cevap verdi (İbn Hişam, 3, 219). Bu nasıl bir adanmışlık? Nasıl bir korku? Nasıl bir ubudiyet?

Abdullah ibn Amr ibnü’I-Âs şöyle buyurdu: “Pey-gamber Efendimiz bir gün bana şöyle dedi;

-Gündüzleri oruçlu, geceleri ise namazla geçirdiğin bana bildirilmedi mi sanıyorsun?

-Evet, doğrudur ey Allah’ın resulü.

-Öyle yapma. Bazı günler oruç tut ve bazı günler tut-ma. Gecenin bir kısmında namaz kıl, bir kısmında uyu. Unutma ki senin üzerine şu bedeninin, gözle-rinin, eşinin, ziyaretçilerinin hakkı vardır. Sana her ay üç gün oruç tutman kâfidir. Her yapılan iyiliğe ve her hayır ve ibadete karşılık olarak on misli sevap ve mükâfat verileceğine göre, her ayın üç gün orucu,

ilim Mart 2017 Sayı: 1920

bütün sene orucu demektir.

-Ey Allah’ın resulü, ben budan daha fazlasına güç yetirebileceğimi umuyorum.

-O zaman Hz. Davut’un orucunu tut ve daha fazla da artırma.

-Hz. Davut’un orucu nedir?

-Senenin yarısıdır. (Yani bir gün tutup bir gün tutma-maktır). Abdullah ibn Amr yaşlandığı zaman “Keşke Allah resulünün sözünü dinleseydim.” demiştir (Bu-

hari, Savm, 55, ). Bu hadiste de görüldüğü gibi sahabeler ibadet konusunda sınır tanımıyorlar. Severek ibadet ettikleri için ne bir sıkılma ne de bir bıkma meydana gelmektedir. Zaten ibadetin en güzeli severek yap-makta saklıdır.

Bizi sahabelerden ayıran en önemli sebeplerin ba-şında şu gelmektedir; onlar bedenlerinin emanet, kendilerinin ise emanetçi olduklarını bilirler ama bizler bu bedenin asıl sahipleriymişiz gibi davran-maktayız. Gözlerimiz helale bakması, kulaklarımız güzeli duyması, ayaklarımız namazı, ellerimiz dua-yı, dillerimiz hayrı söylemek için verilmesi halinde bizde çember hep ters dönmektedir. Bizleri sahabe-lerden ayıran ikinci sebep ise; onlar severek kulluk-larını yerine getirirken bizler zar zor, sıkılarak eda etmeye çalışıyoruz.

Selefin İbadet Aşkı

Bişr b. Mansur muhaddis olmakla beraber çok iba-det ettiği, takva sahibi olduğu söylenir. Bişr’in, gün-de beş yüz rekât namaz kıldığı, önceden hazırladığı mezarının başında Kur’an’ı hatmettiği ve Kur’an’ın üçte birini her gün kendine vird edindiği rivayet edilir (İslam Ansiklopedisi).

Bir zamanlar Cüneyd-i Bağdadi’nin gözü ağrıdı ve bir Hrıstiyan doktor çağırdılar. Doktor gözüne su değdirmemesini, değdirirse gözünü kaybedeceğini söyler. Cüneyd-i Bağdadi doktorun sözünü dinlemi-yor ve abdestini aldığı gibi namazını hemen kılıyor. Namazını bitirince biraz dinlenmek için uyuyor. Uyandığında gözlerindeki ağrı gitmişti. Sonra “Ya Cüneyd! Sen bizim için gözlerini feda ettiğin için, biz de senden o ağrıyı aldık.” diye bir ses işitir. Doktor bu durum karşısında hayretler içinde kalır ve olanları öğrenince oracıkta iman eder.

Ebu’l-Yemen, İsmail b. Ayyaş için şöyle söylemek-tedir; “Komşumuz olan İsmail’e geceleri ne yaptığını sordum. O da ‘Ben namaz kılıyor ve Kur’an oku-yorum. Sonra da çıkardığım herhangi bir baptaki hadisleri hatırlıyor ve namazı bırakarak hadis yazı-yorum. Sonra da tekrar namaza dönüyorum.’ dedi” (Abdulfettah Ebu Gudde, İlim Yolunda, 87). Peki, uyku bu planları-nın neresinde?

Bir Hz. Ömer, Abdullah ibn Amr veya Cüneyd-i Bağ-dadi olmak kolay değil elhâk doğrudur. Ama “Onlar sahabe, Allah dostlarıdır. Biz onlar gibi olamayız.” diyerek hiçbir şeyi kenara atamayız. Gayret olmazsa başarı da olmaz. İnanç olmazsa kurtuluş olmaz. Biz, bize düşen görevi yerine getirmezsek hüsrana uğ-rayanlardan oluruz. Ya bu kervanı süreriz, ya da bu diyardan gideriz. Gayret bizden tevfik Allah’tandır.

العلم21 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

İnsan bazen herkesten, her şeyden uzak durmak is-ter. Başka bir ifade ile kaçmak... Kaçmak sana zarar veren şeyden uzaklaşmaktır. Herkesin ve her şeyin zarar verdiği bir dönemde herkes ve her şeyden uzaklaşmaya kaçmak denir ancak. Kimsenin olma-dığı bir yere sığınmak. Kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği bir yerin kucağına salmak kendini. Fakat bu ne kadar kolay? Düşünmesi kolay elbet… Fakat uygulaması…

Kısa fakat doyurucu bir uykunun akabinde arala-dı gözlerini. Hafif bir bulanıklık yerini alaca bir ka-ranlığa bıraktı. İlk gördüğü şey çoğu zaman olduğu gibi binlik kuka tespihi oldu. Sonra belinde hafif bir sızı hissetti. Biraz doğrulmak istedi. Hafif sızı yerini şiddetli bir ağrıya bıraktı. Yine ‘’adap oturuşu’’ adı verilen bir oturuş ile elinde tespih uyuyakalmıştı. Nihayet kamburlaşan sırtını ve kurulan belini dü-zeltebildi.

Gece yaktığı ateş sönmüş, yerini gümüşümsü irili ufaklı küllere bırakmıştı. İçerisi de epey soğuktu. Sabah soğuğu ve beraberinde iç açıcı kokusu… Her sabahki gibi ilk düşündüğü şey ‘’buraya geleli kaç gün olmuştu. Otuz altı mıydı yoksa otuz sekiz mi?’’ Açlık her geçen gün hafızasını emiyordu. Durgun ve çalışmayan metabolizma beynin çalışmasına da izin vermiyordu. Yaklaşık beş gündür boğazından suyun haricinde bir şey geçmemişti. Buraya gelir-ken heybesinde getirdiği yiyecek ona ancak otuz üç

gün yetmişti. Şimdi heybe bomboş… Hatta çoktan altlık oldu. Zira kendisiyle getirmiş olduğu küçük kilim mağaranın soğuğu ile başa çıkamıyordu. Kısa sürede soğuk nüfuz ediyor ve artık üzerine oturul-maz oluyordu.

Bu günlerde ona en zor gelen şeyi yapacaktı şim-di. Ayağa kalkacaktı. Bacakları zaten açlıktan bitkin düşmüştü. Bunun yanı sıra uzun süredir katlı du-ruyordu. Bitkin ve uyuşuk bacakları canlandırmak kolay olmayacaktı. Yanındaki asasını dikleştirdi. İki eliyle asanın üst kısmından tuttu ve kendini yukarı çekti. Şimdi ayaktaydı. Fakat asayı çeksen mümkün değil ayakta duramazdı. Bacaklarından aşağı sıcak bir şeylerin aktığını hissediyordu. Kısa sürede geç-ti. Ve bacakları canlılık kazandı. Aynı sahneyi kaç zamandır tekrarlıyordu. Ayağa kalkamadığı, kal-kıp yere düştüğü zamanlar olmuştu. Neden sonra bulmuştu bu asayı. Asa ona destek olmuştu. Ama sadece yürümesine ve ayakta durmasına yarayan bir destek değil aynı zamanda hayatta kalmasına yardımcı bir destek. Bazı zamanlar onu omzuna da-yayarak dik tutar ve başını ona yaslar, onunla dert-leşirdi. Böylelikle yalnızlığını giderir ve biraz daha bu ıssız yerde kalmaya güç bulurdu kendinde. Dile kolay tam otuz sekiz gün olmuştu. Onca zaman na-sıl dayanmıştı.

Mağaranın girişine yürüdü. Hafif bir esinti yaladı yüzünü. Sabah yeli… Güneş her gün olduğu gibi

Mana Peşindeİbrahim Türkan

ilim Mart 2017 Sayı: 1922

yine hâkimiyetini ilan ediyordu gökyüzüne. Işık saçan oklarını saplıyor ve karanlığa boyun eğdiri-yordu. Kuş cıvıltılarına karışmış ağaç hışırtılarına yakınlardan bir yerden gelen derenin şırıltısı eş-lik ediyordu. Gökyüzü alacalı bir halde. Güneş sık ağaçlıkların ardından gülümsüyordu. “işte” dedi “doğanın en masum olduğu an. Tıpkı insan gibi… İnsanın da en masum hali ilk doğduğu andır. Biraz-dan insanlar uyanacak ve kendilerini mahvettikleri gibi doğayı da mahvedecekler. Akşama kadar yine doğanın sevimliliği kaybolacak. Güneş yine küse-cek ve gülmeyecek. Kuşlar cıvıldamayacak. Ağaçlar parlak yeşillikleri ile göz almayacak. Bu manzaraya ruhumun eşlik ettiğini hissediyorum. Huzur bulu-yorum. Ruhumun da doğanın bir parçası olduğunu hissedebiliyorum.”

Onu buraya getiren, insanlardan kaçıran da bu de-ğil miydi zaten. Ruhunda duyduğu acı. Ruhunun ta derinliklerindeki çatışmadan gelen ve onu uyutma-yan sesler. Ve bu sesleri dindirip huzur bulmak… “İnsan” diyordu “muhakkak yüce bir gaye uğruna varoluşun ıstırabına katlanabilir. Var olmak acı çek-mektir. Bu acıyı ise anlamlandırabilmek önemlidir. Acı anlamlandırılabilirse dayanılabilir olur. Belki de bu acıya verilecek anlam acının sonu da olabilir.” İşte onu bu ıssız mağaraya kapatan, aç ve yalnız bir başına yaşatan düşünce. Neden bu ideal insanların arasında gerçekleşmesin? Neden var olmaktan duy-duğu acıyı toplum içerisinde anlamlandıramasın? Böyle marjinal bir hayat çok mu çekici, çok mu fay-da verici?

Denememiş miydi sanki. Defalarca denedi. Fa-kat toplumun uyuşturucu yanını fark etmesi geç

olmamıştı. İnsanlar alıkoyuyordu onu. Onu “o” ol-maktan engelliyor ve kendilerine benzetiyorlardı. Bunun yanında başka bir eksiklik daha vardı. Sade-ce düşünmenin onu hedeflediği ideale ulaştırama-yacağını hissediyordu. Bir şey eksikti sanki. Neden sonra bulmuştu onu. Eksik olan şey ibadetti. Ru-hunu besleyecek olan şeydi ibadet. Ruhun gıdası… Düşünce ruhunu aydınlatan bir ışıktı. Fakat soyut aydınlık fayda vermiyordu. Aynı zamanda ruhun beslenmesi de gerekiyordu. Bu ideale ulaşmanın yolunu bulduktan sonra bir an tereddüt etmedi. Kendisine zarar veren herkes ve her şeyden uzak bir hayatı gözünü kırpmadan tercih etti.

Şimdi buradaydı ve tam otuz sekiz gün olmuştu. Otuz sekiz günün her günü ona bir yıl gibi geldi. Kolay değildi. Arkasında bir sürü uğraşı, ilişkiyi ve en önemlisi konforu bırakmıştı. Terk etmişti. İlk zamanlar bıraktığı şeyleri düşünmekten alıkoyamı-yordu kendini. Kim ne dedi ve ne yaptı en büyük uğraşıydı. Bir süre sonra ruhu uyuşmaya başladı. Aldırış etmez oldu kimseyi ve hiçbir şeyi. Ve bir gün hayatında ilk defa secde ettiğini anladı. O secdede hissettiğini daha önce hiçbir zaman ve hiçbir yerde hissetmemişti.

Şimdi tekrar düşündü dereye giden yolu yarıladı-ğında; “onca yıl insanlar içerisinde bir hayat yaşa-dım. Ve gördüm ki kendi içlerinde yaşamın uyumu namına ister istemez bir hukuk oluşturulmuş. He-diye alan teşekkür eder örneğin. İyilik eden, yardım gören… Yakınlar ne olursa olsun sevilir. İlgi gösteri-lir. Arka çıkılır. Seven sevilir bu hayatta. Fakat sevgi böyle ucuz bir şey midir ki bir şeyin bedeli olarak verilir. Sevgi bir bedel midir, bir karşılık mıdır yani?

العلم23 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

Hiç sanmıyorum. Hiçbir canlı bir şey karşılığın-da sevgiyi hak etmez. Bilakis canlı, canlı olmakla sevgiyi hak etmiştir. Oysa hayattaki çoğu şey kar-şılıklıdır. “Verirsen verilir.” İşte bu bana çok basit görünüyor. Çünkü sen verdiğinde karşılık bulmaz-san ıstırap çekersin. Verdiğinde almayı istememeli-sin. Ne sevgine ne ilgine ne hediye ne de başka bir şeyine karşılık beklememelisin. Ancak böyle hayatı çekilir kılabilirsin. Evet, sadece verip almayı umma-dığın sürece kalbin mutmain olabilir. Yine de bu in-sanların anlayışının üzerinde bir şey… O zaman bu anlayış aşılmalı. Bir üstinsan olunmalı belki. Terk eden insan… İnsanların terk edemediğini gözünü kırpmadan terk eden… Verdiğinde almayan, ve-rilmesini beklemeyen, verilince terk eden… Sonra üstinsan olduğunu da unutmalı insan. Yani terki de terk etmeli. İşte, işte belki de o zaman mutlak ger-çeklikle kucaklaşabilir ve varlığı asıl varlık ile vuslat edip sükûn bulabilir.”

Dereye varmıştı artık. Avuçlarını doldurduğu suyu önce yüzüne çaldı, sonra ıslak ellerini ensesinde gezdirdi. Yolda yürürken düşündüklerini düşünü-yordu. Göğsünde her zamankinden daha farklı bir yumuşama vardı şimdi. Aradığı mananın bu olup olmadığını düşünüyordu. Şayet buysa ne garip şey-di. Bir anda zihinde parlayıp sönecek bir ışık mıydı bu “bulmak” denilen şey. Ne garip!

Derenin suyundan matarasına doldurmuş geri dö-nüyordu mağarasına. Geldiği yolu adımlarken ister istemez gülümsüyordu yüzü. Kuşlar başkaydı şimdi. Hava bir başka… Ağaç başka, yaprak başka… Hepsi ıslık çalıyordu sanki. Onların ıslıklarından oluşan senfoni ruhuna huzur veriyordu. Bu huzur ona aç-lığını, bitkinliğini unutturuyor ve enerji veriyordu. Başka bir şeydi. Ayrı bir şey… Farklı bir lezzet…

1. İbadetin tanımıyla başlayalım. Nedir iba-det ve dinde nasıl bir öneme sahiptir?

İbadet, lügatte kendi rızasıyla boyun eğmek, alçalmak ve saygı göstermek manalarına gelir. Araplar binicisine zorluk çıkarmadan çöküp kalk-tığı için uysal deveye “baîr muabbad” derler. Bu yönüyle dinde ibadet, Allah’a boyun eğmek, şekli belli kalıbı, maruf bir takım uygulamaları yerine getirmek demektir.

Kavrama şöyle felsefî bir boyut getirebiliriz: Kelamcılar varlığı üç kategoride ele alırlar: Vaci-bül vücûd, caizül vücûd ve mümteniül vücûd... Vacibül vücûd, varlığı zorunlu olan Allah’tır (c.c). Caizül vücûd ise varlığı zorunlu olmayan, varlı-ğı yokluğuna tercih edilen bütün mahlukattır. Bu kısımda var olanlar, aynı zamanda varlığını yok-luğuna tercih eden bir iradenin varlığını gerekti-rir. Kendisini var eden ve ona irade bahşeden zata minnet duyar. Çünkü haddi zatında var olmak bir şükrü gerektirir.

İşte ibadet bir varlık vergisi, varlığa karşı in-sanın var edene karşı duyduğu minnet duygu-sunun ete kemiğe bürünmüş halidir. Varlığın şeklî şükrünü ifade eder. Biraz önceki kelamî

kategoriyi göz önünde bulundurursak, insanın sonradan yaratılmışlığı ontolojik noksanlığını icap eder. Bir yokluk geçirmiş olması ve varlığını başka şeye borçlu olması insanı eksik kılar. As-lında insandaki inancın kaynağı budur. Bundan dolayı insanın ibadetten dûn olması düşünüle-mez. İnsan mevcudiyetini medyun hissettiği bir menşee yönelir, ona inkıyat eder. İnsanın bu on-tolojik eksikliği mutlaka bir yerlere boyun eğmeye meyilli olmasına sebep olur.

Tüm zaman ve toplumlarda, semavî veya gay-ri semavî bütün inançlarda kendi kültür şartları çerçevesinde mutlaka bir tazarru ve niyaz hali olmuştur toplumun. Kendinden daha güçlü ve mükemmel olduğuna inandığı kimseye karşı hep boynu yerde olmuştur. Farkında olsun ya da ol-masın, mutlaka her insan ibadet eder. İnsandaki şükran duygusu fıtrî ve cibillîdir. İşte ibadet in-sandaki bu şükran duygusunu tamamlayan ve ruhu mutmain kılan şeydir.

2. Sözün bu kısmında vahiy ve ibadet iliş-kisini ele alabilir misiniz? Hz. Peygamberimiz üzerinden gidersek, onda nasıl pratik bulmuştu bu münasebet?

k

Muhammed Yazıcı Hoca ile Kapak Konusu Sorular ve Düzenleme: Adem Özçelik

ilim Mart 2017 Sayı: 1924

Bu noktada ibadetin Allah’ın insana tenezzü-lü olan vahyin mukabelesi olduğunu bilmemiz önemli. Allah’ın insanla iletişimi interaktif bir ilişkidir. Allah’dan kula uzanan kısmı vahiy, kul-dan Allah’a uzanan kısmı ise ibadettir. Hz. Pey-gamberimiz Hira’da önce ibadetle irtibata geçti ve sonra vahiyle mukabele gördü. Bu yönüyle iba-det, yağmuru oluşturan yoğunlaşmayı, dua da bu yoğunlaşmayı atmosfere taşıyan buharlaşmayı ifade eder. Ardından vahiy bir yağmur gibi sağa-nak sağanak yağmaya başlar. Evet, ibadet ruhun yoğunlaşması ve iman iddiasının ispatıdır. İma-nın tecessüm etmiş halidir. Zat-ı ulûhiyetle irti-batı sağlamada ibadet çok önemli bir vasıtadır ve hatta en büyük fırsattır. Namaz bu sebeple mümi-nin miracıdır.

Meselenin bir başka vechesi, şükür ve talep dengesidir. Haliyle, insanın sahip olduğu veya sahip olmayı istediği bütün özellikler varlığına, yani zatına zait özelliklerdir. Varlığın şükrünü eda edememiş bir insanın zatına zait bir güzelli-ği; mesela mutluluğu, zenginliği talep etme hakkı olamaz. Halbuki insan kendini yoktan var edene, ona varlık bahşedene teşekkür etmesini bilse, Al-lah ondan hiçbir şeyi esirgemeyecektir. Kaldı ki

mutluluk her şeye sahip olmak değil, sahip oldu-ğu şeylerin kıymetini bilmektir. Peki ya kıymet bilmek? Bu tabi ki kıymeti takdire götürür insanı ki şükür budur: Kıymeti takdir... O halde ibadetler temelde varoluşumuzun bir teşekkürüdür.

Diğer açıdan sahip olduğu şeylerle mutlu ola-mayanı hiçbir şey mutlu edemez. İbadet insanın sahip olduğu şeylere rıza ve memnuniyetin ifade-sidir. Eğer insan sahip olduğu şeylerden ibaretse, sahip olduğu şeyleri kaybettiğinde korkunç bir boşluğun içinde bulur kendini. Bu yüzden evvela insan varlığının farkında olmalı, bir varlığa sahip olduğunu bilmeli ve önce bunun şükrünü yerine getirmelidir. Bu yüzden ibadet etmemiz için bir nimete nail olmayı beklememeliyiz. Bilinenin ak-sine moral, motivasyon ve istek mevcudiyeti de aranmamalıdır.

3. Borç ve minnet duygusu burada öne çı-kıyor yanılmıyorsam. Kainattaki diğer yaratıl-mışları da kavramın içine katarsak, mahlukât, Hâlık’ına minnetini ve borcunu nasıl ödüyor sizce?

Burası önemli bir nokta. Aslında Allah’a kar-şı borcunu ödeyemeyeceği için insandan istenen

العلم25 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

sadece verilen nimetlere minnet duymasıdır. He-men hatırlatalım, din “deyn” yani borç kökünden gelir. Bu açıdan evet, din varlık borcudur. Borç ge-çici bir durumu ifade eder, fakat din sürekli borçlu olma halidir. Zira borcu ödemek için de yine bor-ca ihtiyacınız var öyle değil mi? Çalacağınız kapı aynı kapı. Borçla borç ödenmeyeceğinden dolayı bizden istenen sürekli borçlu olduğumuz bilinci, başka ifadeyle minnet duygusudur. Dolayısıyla ibadet insandaki minnet duygusunu bütün kai-natın sahibi ve malikine yönlendirir.

Burada İslam’ın tahfif prensibini unutma-yalım. Malum, kimi kavimlerde bedene azap vermek ibadet olarak kabul edilmiştir. Bir uzvu kesmek ya da kırmak gibi elem ve azap etmeye dönük uygulamalar... İslam’da ise tam aksine be-denin aciz kalacağı durumlarda ibadetlerde tahfif esastır. Bunun aksine İslam’da insana haz veren şey ibadet kabul edilebilir. Temelde bir şeyi iba-det yapan husus, ona yüklediğiniz anlam, amaç ve niyettir.

Az önce eksikliğe değinmiştik. Sonradan yara-tılmışlıktan kaynaklı ontolojik eksiklik, aynı za-manda bir maksada uygunluğu gerektirir. Varlığı başkasına bağlı olmak, bir amaca duyulan ihtiya-cı meydana getirir. Varolan her şey bir amaç için yaratıldıysa, ibadet bu amaca hizmettir. Ya diğer varlıklar? Onlarda durum nasıl? Pekala iradesiz varlıkların da ibadeti vardır. Ayetler bu noktada açık: “Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Haşr, 1) “O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız.” (İsra, 44)

Ağacın ibadeti meyve vermek, arının ibadeti bal vermek, ineğin ibadeti süt vermektir. Bunun için yaratılmışlardır. İnsanın yaratılış gayesi de ibadet etmesidir. Şu var ki insanın ibadeti arının,

ineğin ve ağacınki kadar basit ve belli bir şeyle sı-nırlı değildir. Çünkü onun fonksiyonları çok ge-niştir. Varlık hiyerarşisinde insanın altında olan bütün varlıkların yaratılış amaçları insanı besler, ona hizmet eder; tabir yerindeyse insana ibadet eder. İnsan da Allah’a ibadet eder. Zaten ibadet kelimesinin kökünde kendinde olanı ortaya çıkar-ma gibi bir anlam bulunur. Böylelikle insan özünü ortaya koysun, özgür iradesinin hakkını vererek ilahî koroya da-hil olsun.

S o r u d a k i borca dönecek olursak, ibadet insanın sadece Allah’a borç-lu olmasını ve O’ndan başka hiçbir makam mevkie karşı serfürû etme-mesini sağlar. Bu açıdan in-sanı insana bo-yun eğmekten kurtarır ibadet. Öyle ya, ben ki-mim, beni kim var etti? Bir ırmak misali akıp giden bu hayat beni nereye sürüklüyor? Tek zerreden küreye, habbe-den kubbeye kainattaki her şey bir amaca hiz-met ederken, bir maksat için yaratılmışken, ben ne için var edildim? Bu soruları sormamış, varlık sancısı yaşamamış bir insan, gerçek manada iba-detin hikmetini keşfedemez.

Bir bütün olarak din insanın yaratılış amacı-na uygun yaşaması ise, ibadet bu yaşamı sürek-li denetleyen mekanizmadır. İnsanı buna uygun

Bir bütün olarak din in-sanın yaratılış amacına uygun yaşaması ise, ibadet bu yaşamı sürekli denetleyen mekanizma-dır. İnsanı buna uygun formata sokar. İbadeti terk eden ilahî çekim alanının dışında gerekli mesajları alamaz olur. Zamanla vicdanının kö-relmesi, içinden gelen sesi duyamaz olması bundandır.

ilim Mart 2017 Sayı: 1926

formata sokar. İbadeti terk eden ilahî çekim ala-nının dışında gerekli mesajları alamaz olur. Za-manla vicdanının körelmesi, içinden gelen sesi duyamaz olması bundandır.

4. İbadetin böylesi geniş anlam çerçevesi ma-alesef popüler Müslüman zihninde ihmal edi-liyor. İbadet dendiğinde daha çok zikir, dua ve namaz gibi bireysel vecibeleri anlıyor çoğumuz.

Bunun dışın-da ibadetin toplumsal ve sosyal-hukukî boyutunu nasıl anlamalıyız?

Bunun ce-vabını vermek için kelime-nin kökenine daha detaylı inmek gereki-yor. Etimolojik olarak ibadet sözcüğünü ele aldığınızda, iki ayrı baptan iki ayrı manaya geldiğini görür-

sünüz. Abd kökünün iki türevi vardır: Birincisi sülasi mücerret, birinci babdan gelen “abede-yabudu” kalıbıdır. Manası bildiğimiz şekliyle iba-dettir. İkincisi ise kelimenin beşinci babdan gelen “abude-yabüdü” türevidir. Manası “abd olmak” yani kul olmak, kulluk etmektir. Bu kalıcı olan bir özelliktir ve arizî bir durumu ifade etmez.

Kuran-ı Kerim aynı kökten gelen kelimeyi iki ayrı babda ve iki manada da kullanmıştır. Birin-ci babta ibadet etmek, tazim, saygı, boyun eğ-mek; beşinci babda kulluk yapmak, itaat etmek.

Bablar manaları gibi isimlerini de mastarlarından aldığından, birincisi ibadet ile, ikincisi ubudiyet ile ifade edilir. Kalıcı anlamıyla yaklaştığımızda, ibadet ubudiyetin pratiğidir. İbadet ubudiyeti is-pat eder. İnsan ibadetle kul olduğunu gösterir. So-nuçta bunlar birbirlerini reddetmez.

Hemen burada ifade etmek isterim: Hususiyle son zamanlarda İslam ibadet değil, ubudiyet di-nidir gibi iddiaların çok yersiz ve altlarının boş olduğunu düşünüyorum. Bu tam bir savrulma halidir. İbadetin yeri asla inkar da, tasgir de edi-lemez. İbadet bir dinin olmazsa olmazıdır. Bunun yanında dini ibadetten ibarette saymamalıyız. İn-sanın dinle münasebeti ibadetle son bulmaz. Ak-sine ibadetle başlar.

Özetleyecek olursak, ibadet dinin belli başlı ri-tüellerini yerine getirmek, ubudiyet ise bir karak-ter sergilemektir. İbadet bir durum halini, ubudi-yet ise bir duruş halini ifade eder. Ubudiyet bir yaşam tarzının adıdır. Hayatı kulluk ekseninde yaşamak demektir. Bir insana terzi dersiniz, lakin onun sürekli bir şeyler dikmesi gerekmez. Dikim yapmadığı zamanlarda da o kişi terzidir. Traş et-mekle berber olmak arasındaki ilişki gibi. Yahut şiir yazmadığı zamanlarda da kişi şairdir.

Hz. Peygamber önceleri Hira’da ibadetle meş-guldü. Vahiy onu oradan dünyayı mamur etmek için şehre indirdi. O, Mescid-i Nebevî’nin yapılı-şından önce veya aynı anda Medine’de Yahudi pa-zarına alternatif bir pazar kurdu. Mescitle birlikte medrese inşa etti. Bütün bunlar neyi gösteriyor bize? Din insanın hayatı ibadet kılmasını sağlar, kişiye bunu salık verir. Önemli olan zaten hayatı ibadete dönüştürmektir. Gayet de mümkündür bu. Düşünün, bir insanın hanımıyla yaşayacağı cinsel ilişkiden bile sevap alacağını söyleyen bir dindir İslam.

Etimolojik olarak ibadet sözcüğü iki ayrı manaya gelir. Birincisi bildi-ğimiz şekliyle ibadet, ikincisi kulluk etmektir. İbadet dinin belli başlı ritüellerini yerine ge-tirmek, ubudiyet ise bir karakter sergilemektir. İbadet bir durum halini, ubudiyet ise bir duruş halini ifade eder. Ubudi-yet hayatı kulluk ekse-ninde yaşamaktır.

العلم27 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

Eğer ibadeti bildiğimiz anlamda ritüele indir-geyecek olursak, “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler/kulluk yapsınlar diye yarat-tım” (Zâriyat, 56) ayetini “sabahtan akşama kadar mescitten dışarı çıkmayın” şeklinde anlamamız gerekirdi ki dinin gayesi bu olamaz. Öyleyse, iba-det somut bir takım uygulamalar-dan çok, insanın yaratılış formu-na uygun davranmasıdır. Dağlar yeryüzünün sağlamlaşması için bir anlamda çivi mesabesinde-dir. Bir tahtayı duvara çaktığınız çivi gibi ibadetler de hayatın içine serpiştirilmiş ve hayatın tamamı-nı anlamlandırmayı ve müstakim kılmayı sağlayan dağ gibidirler.

Konu sünnetüllah ya da tabiî yasalar üzerinden daha iyi anlaşı-labilir. Biliyoruz ki sabit ve statik olan alemin bir hareket planı, saat gibi işleyen bir düzeni var. Bu hiç-bir zaman şaşmaz. Bu onun do-ğası, fıtratıdır. Bunun karşısında bir de dinamik ve iradeli olan bir alem var. İnsan bu alemi temsil eder. Allah ona da bir kanun koymuş, onun da bir tabiatı var. İşte ibadet, bu ilahî koroya senkroni-ze eder insanı. Belli bir ahenk ve düzen içersinde saat gibi işleyen evrene ayak uydurmasını sağlar. Sabah namazı güneşle doğmak, akşam güneş-le batmak; öğlen güneşle zirveye ulaşmak, yatsı ğurûbu hissetmek... Görüldüğü üzere, alemle in-san arasındaki işaretleşmelerdir ibadet. Hemen bütün ibadetler bir zamana mazruf oluşturur. Za-manla doğrudan alaka içersindedirler.

5. İbadet ve ubudiyet ayrımı ve aralarındaki yakın bağlantı önemliydi, çok teşekkürler. Yine de aralarındaki yakın münasebete rağmen,

ibadeti düzgün olup ubudiyeti, insanlığı düz-gün olmayan kişiler var. Topluma karşı iyilik duygusu olarak yansımayan böylesi ibadet ya da ubudiyyet neyle izah edilebilir?

Bahsettiğiniz durum, gerçekten kanayan bir yara. Bir kere ibadetin maksadı insanı kul yap-

mak olduğuna göre, sendeki güzelliği artırmamış ibadet kesinlikle makbul değildir. Maûn suresi müşriklerin na-mazından bahsederken veyl eder: “Ya-zıklar olsun o namaz kılanlara ki, kıl-dıkları namazdan gafildirler.” (Maûn, 4-5) Evet, onlar namazın dış formunu yerine getiriyorlar. İnsanlar tarafından görülen kısmı tam, lakin namazlarının ruhu yok. Bu noktada Mevdudi mer-hum, ibadetlerin de insanlar gibi bir ruhu, bir de bedeni vardır, der. Ruh ha-yat kaynağıdır. Kendisinde hayat olma-yan ibadet, başkasına hayat veremez.

Kuran-ı Kerim bir başka yerde kur-ban ibadetiyle ilgili aynı şeyi söylüyor: “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır, fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır.” (Hac, 37) Ayet, ibadetin dış for-

mu birinci dereceden önem ifade etmez, demek istiyor. Aynı şekilde Bakara suresinde “Gerçek hayır ve iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir” (Bakara 177) buyruluyor. Ez cümle, siz öze odaklanın. İbadetten ubudiyet ha-sıl olmuyorsa, ibadet insanın gündelik hayatına etki edemiyorsa, ruhsuz demektir.

Bugün dine çağrı yapılırken sanki bir örgü-te çağrı yapılıyormuş gibi bir dil kullanılıyor. Halbuki din insanı kendine çağırır. Din bir yere götürmez insanı, kendine getirir. Din anlamdır. Din yaşama hikmet katar, hayata irfan getirir.

Bugün dine çağrı yapılırken sanki bir örgüte çağrı yapılıyormuş gibi bir dil kullanılıyor. Halbuki din insanı kendine çağırır. Din bir yere gö-türmez insanı, kendine getirir. Din anlamdır. Din yaşama hikmet katar, hayata ir-fan getirir.

ilim Mart 2017 Sayı: 1928

İbadetler bu açıdan kişinin ubudiyet ve dindarlı-ğını rehabilite eder.

Filhakika soruda bahsettiğiniz çarpık anlayış ve tezahürler, ibadetin fonksiyonlarına parçacı yaklaşmaktan kaynaklanıyor. Gerçekte ibadetle-rin bir kısmı ferdin içine yönelip sübjektif kişili-ğini imar etmeye, bir kısmı da dış dünya ile ilişkisini düzeltmeye yö-neliktir. Böylelikle insanın iç ve dış ilişkilerini bir kıvama koyan fonk-siyonları vardır ve bir bütündür. Bir tarafı ihmal edilmiş ibadetlerin kamil bir insan meydana getirme-si imkansızdır. Bilakis parçalanmış ibadet dünyası, parçalanmış bir şahsiyet meydana getirecektir. Fer-din psikolojisi ile sosyal yönünün bir ahenk içersinde uyumlu olması, ancak ibadetlerin bütün olarak icra-sına bağlıdır.

Bildik bir misale başvuralım: Motor aküden beslenir ve fakat akü de motordan beslenir. Aküde marş motorunu çalıştıracak enerjinin var olması gerekir ki bu enerji, genel enerjinin kaynağını harekete geçi-rir. Nihayetinde akü yeniden motordan beslenmiş olur. Aynı şekilde ibadet her şey demek değil, ama her şey, yani bütün kulluk ona bağlı. Kulluğun di-namosudur bu zaviyeden ibadet. Dikkat edersek, periyodik ve istikrarlı bir süreçten bahsediyoruz. Bunun hikmeti nedir? İbadetler, onlardan kop-tuğumuzda ruhumuzda oluşabilecek gevşemeyi önlüyor. Ruh yoğunlaşması ve manevî gerilim ta-bii olarak gevşemenin önüne geçiyor.

Özellikle ibadetlerin bir sefere mahsus ol-mayıp sürekli tekrar eden periyodik mahiyeti,

insanın iradesini terbiye etmede eşsiz bir yere sahiptir. Ne olursa olsun, günde beş defa aksat-madan iradesini kullanarak ibadet eden kişinin bir yerden sonra iradesinin terbiye olmaması ve kişinin bu iradenin öznesi haline gelmemesi im-kansızdır. Bu bağlamda ibadetin kulluğun garan-

törü olduğunu rahatlıkla söyleyebili-riz. Kulluğun diğer yükümlülükleri, ibadetle terbiye edilmiş iradeyle çok daha düzgün şekilde fiiliyata ka-vuşmuş olacaktır. İnsanın çevre-siyle kurduğu ilişki; etrafına, ailesi-ne; hatta hayvanlara karşı sorumlu davranması da bir ibadettir. İnsanın yaptığı bütün iyi işler salih amel ka-tegorisinde değerlendirilebilir.

Son olarak, izninizle ibadetin adete dönüşmesi vartasına işaret etmek gerekiyor. Bütün ibadetlerin temelde bir iradenin varlığını gerek-tirdiğini söyledik. İbadetler insanın iradesini güçlendiriyor doğru. Müte-madiyen devam eden bir davranış-la, irade insanın kontrolüne giriyor, fakat bunun da bir tehlikesi var: Bir yerden sonra ibadetlerin adetleşmesi

sorunu... Adet haline gelmiş davranışlarda şuur ve idrak devre dışı kalır. Bu iradeyi felç eden bir husustur. Demek oluyor ki ibadetlerin adetleş-mesiyle, ibadetten hasıl olan fayda tamamen yok oluyor. İbadet bir yandan iradeyi güçlendirirken, diğer yandan adete dönüşerek iradeyi atıl hale getiriyor. Bunu aşmak için insanın nefis muha-sebesini ve samimiyet sınavını sürekli vermesi gerekir. Çünkü müteaddit şekilde vurguladığımız üzere, ibadet hali mütemadiyen iç sorgu ve ara-yışla beslenesi dinamik bir süreçtir.

Sendeki güzelliği artırmamış ibadet kesinlikle makbul değildir. İbadet insanın gündelik hayatına etki ede-miyorsa, ruhsuz demektir. İnsanın çevresiyle kurdu-ğu ilişki; etrafına, ailesine; hatta hayvanlara karşı sorumlu davran-ması da bir iba-dettir.

العلم29 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

İbadetÖzlüğü

Niyet: Zamanla hükümler ve şekiller değişse de dinin değişmeyen temel altı be-tonu... İnsanın her hal ve hareketine eşlik etmesi gereken kulluk bilinci... Kişiye maddi imkanlarının çok ötesinde imkan sahası açan kalbî imkan...

İhlas: Müslümanca eylemlere sadece Allah ka-tında vurulan ve yalnızca O’na gözüken soğuk mühür... Bir şeyin hiçbir baskı, gösteriş ve çıkar duygusundan değil, yalnızca iyilik duygusundan yapılması... Davranışların in-sanlara bakan menfaat yönü dışında, Allah’a bakan samimiyet yönü...

Tefekkür: Bilginin mutlak olana aracı parçalarını, enfor-matik posasından ra-fine etme işlemi... Eşya ve hadiselerin hikmet röntgeni-ni çekmek... Zihnin ilim bineğiyle çık-tığı hakikat yol-culuğu... Taassup, taklit ve enani-yet sisi dağıldık-tan sonra insan bi-lincinde her şeyin yerli yerine otur-ması...

Dua: Kendisinden istenen is-tikrarlı çaba ve şartlara uyum ön hazırlığını yerine geti-ren kulun istek dosyasını Rab-bin masasına koyması... Sahibi kendini değersiz gördükçe değe-ri artan ümit çığlığı... Hay-rın şer, şerrin hayır gözüktüğü fena aleminde arzuların insanı ayartmaması için seçim hakkını Seçenlerin En Hayırlısı’na bı-rakmak...

Mustafa Alp

ilim Mart 2017 Sayı: 1930

Sadaka: Bir tebessüm-den milyon dolar bağış-lamaya İslam kardeş-liğinin efor testi... Mal tutkusu ve serma-ye tekelinin kırılması için Mülk Sahibi’nin emanetçilere bıraktığı gönüllü mülkiyet pay-laşımı... Sevilen şey-lere kalıcı şekilde sa-hip olabilmek için onu muhtaçlarla paylaşma yolu... Ancak elimiz-den çıkardıklarımıza sahip olduğumuzu gös-teren infak...

Namaz: Müslümanı günde beş vakit bakımdan geçirerek ya-şamdan kaptığı mikropları temizleyen ruhsal güncelle-me... Camileri harp şura meclisliğinden dava mahkemeli-ğine, kamu harcamaları idare yerinden toplumsal dayanışma merciine çok yönlü birer din merkez haline getiren fonk-siyon... Tevhid inancının ve cemaat şuurunun fiili teza-hürü...

Salih amel: İmanın kalpten ha-yata itme gücünü gösteren tork gücü... İhlas ve şeriata uygun-luk şartlarını oluşturduğu için dinden onay belgesi alan davra-nış... Ahiret hasadı için dün-ya tarlasına ekilen yegane to-hum...

İstiğfar: Dergah-ı izzetin eşiğin-de mahcup bekleyiş... Kötüden uzak duramamaktan ve iyinin hakkını ve-rememekten sebep kusurluluk his-si... Rabbin azamet ve kudretini en iyi takdir etme biçimi olarak kulun her daim acziyetini itirafı...

العلم31 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

I.

İnsan zihni hayatın o muazzam ve yekpare akışına, her bir anı öncekine yapışık ama birleşik olmayan bütünlüğüne; kendine has hissesini almak için akıl kovasını daldırınca; bazen ikilemlerle, ikilemelerle, üçlemelerle; olayları, olguları, oluşları ele alır; tar-tar, düşler ve düşünür. Tüm analitik çabalar, ilmi gayretler belirli bir tasnifi, düzenlemeyi ve düzelt-meyi zaruri kılar. Burada biz bu çabaya girmeye-ceğiz. İlim adamı olmadığımızın bilincinde olarak; edebimizi takınacağız. Lakin anlamak ve anlatmak için gereken asgari şartın bir sonucu olarak konuyu böleceğiz; yani ibadet ve niyeti iki ayrı şeymiş gibi ayıracağız.

Bunu ilk yapan olmadığımız gibi son yapan da ol-mayacağız herhalde; örnekler çok; hayat-ölüm, iman-amel, amel-niyet, niyet-ibadet, ibadet-abid, abid-alim, alim-ilim v.s.

Ancak tanıma, tanımlamaya veya kelime köklerine inmeyeceğiz. İbadet deyince işte ne anlıyorsanız, bu yazıyı okuma niyetinizden size dönen niyetin

anlamı neyse, işte bu kelimeler üzerine, bu kelime-lerin manaları ve bizde bıraktığı izler, etkiler üzeri-ne bir yürüyüş yapacağız. Zira her yazar, isterse bu analitik bir yazı olsun, ancak hayattan kendi his-sesine düşenlerden yazdığı gibi, her okur da ancak kendi ölçüsünde okuduğu müddetçe kendinde ola-nı okur. Tüm yargılarımızdan soyunmak mümkün değilse de, ufak bir tesire açık olmak ve ufak tesirler etme gücünde bulunmak yaşıyor olmanın bir ala-meti olsa gerektir. Hastalıktan titreyen el ile elini titretmek arasında bir fark olması gerekir.

II.

İnsanlar ibadet ederler; öyle veya böyle, hak edene veya batıl olana! Yaşamlarında ibadet eylemlerini sıkça yapsalar da; ibadetin coşkusunu bazen bulur-lar.

Niyetsiz eylem, amel insan için, aklı olan insan için mümkün olmasa gerek. Eğer aklınız varsa ister iste-mez yaptığın tüm işlerde bir niyet vardır. Bu niyet bazen hemen yakınınızda size açık bir anlaşılırlıkta olabilir veya uzun yılların veya yaşamların altında

NİYETİNİ KAYBEDENİBADETHALİL AYVAZ

ilim Mart 2017 Sayı: 1932

saklı kalmış olabilir. Bazen de başka bir eylemin par-çası olarak, genişleyen yaşamın içerisinde niyetini-zin olmadığı bazı işleri yapmış olabilirsiniz. Bundan dolayı yaptığınız bir işin sizin niyetinizin bir sonucu olmadığını düşünebilirsiniz. Misalen kendinizi, ai-lenizi, milletinizi bir tehlikeden korumak için bir in-sanı öldürebilirsiniz. İnsanı öldürmek niyet ettiğiniz bir şey değildir. Ama kendinizi koruma niyetinizin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Eğer gerçekten hiçbir insanı öldürmemeye niyet etseydiniz, kendi canını-zı kaybetmek gibi bir sonuç da ortaya çıkabilirdi.

İnsan en karmaşığından en basitine bir işte bile ni-yetinden arî olamıyorsa, niyetsizlik mümkün ola-mıyorsa; hayatımızda bile isteye, bilinçli yaptığımız her eylem, amel kendi altında yatan bir yönelimin, bir niyetin yansıması, devamı, yan etkileri olarak ortaya çıkar.

Nasıl ki hayattaki her amelimiz, niyetimizin bir yansıması ise zorunlu olarak da amellerimiz ni-yetlerimize göre değer kazanıyor demektir. Ameller niyetlere göredir diye buyrulmuştur. Niyet bazen

tasarladığı sonuca varamasa bile veya başka bir sonuçla insanı yüz yüze bıraksa bile; bu böyledir. Ancak insan çoğu zaman yaşamın içerisinde ken-dine, amellerine, niyetlerine ibadetlerine esas yön veren niyetini unutabilir veya göremez hale gelebi-lir. Daha ziyade günlük ve gündelik meşguliyeti içe-risinde hayatını sürdürürken önüne çıkan yaşama karşı pozisyon alışını esas niyeti olarak değerlendi-rir. Burada ele aldığımız ibadet konusuna dönersek; insan ibadet etmeye niyet eder. İbadetini; kulluğu-nu, itaatini kelimelerin bizim dilimizde kazandığı mana ile Allaha doğru çevirir. Allaha kul olmaya ve kulluğunu (ibadetini) ona has kılmaya niyet eder. Tüm diğer ibadetlerin altında bu ilk niyet, kabul ve yöneliş vardır. Aksi halde çok bilinen durumuyla gösteriş için yapıyorsa; riya, inanmadığı ama inanı-yor görünmesi için yapıyorsa münafık gibi vasıflar ve isimleri üzerine alır.

Genel olarak İslam düşüncesinde ibadetler niyete bağlı olsa da, belli şekil ve içerik şartları da aran-mıştır. İbadetlerin yapılmasında bu şekil ve içe-rik şartlarının en başına daima niyet eklenmiştir.

العلم33 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

Oruca niyet, namaza niyet, hacca niyet, zekat ver-meye niyet v.s. Zaten Kelime-i Şehadet başlı başına bir niyet, ilk niyetin izharıdır. Kalp ile tasdik, dil ile ikrarımızın.

İnsan gündelik yaşamında ibadetlerini yaparken zamanla bu ilk asli niyetinin, yönelişinin: Allah’a ibadet etme niyetinin yerine, ibadetleri yapmaya olan niyeti usulca geçer. Hatta Müslüman toplum-larda din bir kültürel aktarım olgusu olarak bir kül-tür taşıyıcısı vasfını üstlendiği ölçüde, insanlar ken-dilerini direk bu ikincil ibadet niyetinin içerisinde bulurlar. Zira ilk asli niyet kişini küfürden İslam’a geçişinde en belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Ama günümüz Müslüman toplumlarında, Allah’a ibadet etme niyeti doğarken kültürel olarak var kabul edi-lir. Sessizce yaşamımıza sızar veya sızmış görülür, öyle kabul edilir.

İnsanlar işte çoğu zaman ibadetlerindeki asli niye-tin yerine zamanla ibadetlere olan niyeti önemser hale gelirler. Yaşamın akışı kişiyi kendi ile hesaplaş-madan uzaklaştırır. Kendi ile hesaplaşmak yorucu ve zahmetli bir iştir. Kurulu düzenimiz, gündelik yaşamımız giderek bizi yapılagelenin incelikleri üzerine yoğunlaştırır. Niçin yaptığımızı değil, nasıl yapacağımızı düşünürüz. Giderek niçin ibadet etti-ğimizi, ibadet ederken asli niyetimizi değil, o ibadeti yapmaya dair niyetimizi düzeltmeye çalışırız. O iba-dete niyet ederiz. İbadetimizi, amelimizi; imandan, kulluk niyetimiz ve şahadetimizden ayırırız.

Artık Allah’a kul olma niyetinin bir yansıması ola-rak yaşamın tümünü kuşatan ibadetin yerini gün-lük veya hayat içerisinde belirli aralıklarla yeri-ne getirilen bir amel olarak ibadet alır. Günümüz dünyası açısından, dünya hayatı açısından bu du-rumun pratik yararları da vardır. Hayatın tümüne müdahale eden, kişinin amellerinde etkili olma-sı gereken Allah’a kul olma (ibadet) niyetini iyice

gözlerimizden ve hislerimizden uzak tuttukça, uzaklaştırdıkça, unuttukça; Allaha kul olma niyeti; sosyal hayatta ve farklı olaylarda yaşam düzeni-mizi bozmayan, hatta sarsmayan bir niyet olarak kalır. Allah’a ibadet etme canlı bir niyet, yakın bir etki olarak devamlı hafızamızda, hislerimizde, dav-ranışlarımızda etkili olsaydı; tüm yeni yüzleşmeler-de, gündelik hayatta karşımıza çıkan vakalarda bizi etkiler ve yönlendirirdi. Ancak kendimizi sınadığı-mız zaman görüyoruz ki; Allah’a ibadet niyetimiz günlük olaylarda her daim canlı bir etkileyici olarak belirmiyor. İbadetlerini düzenli yapan insanlar ola-bilsek de! Zira Allah’a ibadet sadece belirli niyetlerle yerine getirilen ibadetlerin çok üstünde bir çok bi-reysel ve sosyal etkileri de içeriyor. Kuran’ı Kerim’in bir çok ayetinde; ibadetin, sadece Allah’a has kılın-ması ve bir çok toplumsal boyutu olduğuna temas edilerek belirli ibadetlere indirgenmemesine vurgu yapılıyor.

İnsanın tüm amellerinde, eylemelerinde niyetsiz yapamayacağını belirtmiştik. Allah’a İbadet etme niyetinin tüm etkilerini hayatının her alanına akta-ramadığı ölçüde Allah’a ibadetin bir kısmı manasın-da kullandığı belirli ibadetleri yapmaya olan niyeti-ni daha önemser hale geliyor. İbadete niyet etmek deyince oruca niyeti, namaza niyeti anlıyor. Kul-luk niyetinden kaynaklı olduğunu düşündüğümüz günlük ibadet ve menâsıkımız bizi vicdani düzeyde rahatlatıyor. Giderek günlük, aylık, yıllık ibadetleri-ni yapan ama hayatın diğer alanlarında Allah’a iba-det etme bilincinden uzak bir hale geliyoruz. Tüm ibadetlerimize esas teşkil eden Allah’a ibadet etme niyeti çok uzaklarda kalmış, bir zamanlar hayal edilmiş bir duygu olarak kayboluyor.

III.

“Niyet ettim ibadete, uydum Dünya’ya” diyen bir ruhsal gerilim bizimkisi.

ilim Mart 2017 Sayı: 1934

العلم35 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

Foto

: A

lper

Yılm

az

ilim Mart 2017 Sayı: 1936

1. BÖLÜM

Bildiğimiz gibi İslam dünyası yaklaşık 200 yıldır bir buhranın içerisindedir. Bugün dünyayı Kapitalist ve Marksist tezahürleriyle boyunduruğu altına almış olan Batı, güçlü teknoloji ve bilimsel ge-lişmeleriyle bu buhranın çetinliğini arttırmaktadır. Bu buhran ve karmaşanın üstesinden gelinip tekrar ilâ-i kelimetullah için can-hıraşane mücadele verilmesi gerekir. Biz Müslümanların bu kar-maşanın üstesinden gelebilmesi için tek yol vardır: Hidayet için Kur’an ve sünnetten başka kaynak aramamalı ve Allah’ın apaçık sözü ve onun son Peygamberinin aşikâr buyruklarından başka bir otoriteye dayanmamalıyız, diyor Muhammed Esed.

Elimizdeki kitap Muhammed Esed’in İslami Anayasanın Oluş-turulması adlı uzunca makalesinin üzerine yapılmış bir çalışmadır. O zamanlar, yani 1948 yılında oluşum aşamasındaki Pakistan dev-letinin düşünsel ve toplumsal temellerini hazırlamakla görevli Ye-niden İslami Yapılanma Dairesinin yöneticisidir kendisi.

Dönemin Pakistan’ında ideal İslam devleti hususunda iki anla-yış bulunmaktadır: İlkine göre, Peygamber Efendimiz ve Raşit Ha-lifeler devrine geri dönülüp devletin her şeyinden sorumlu bir ha-life seçilmeli ve devletin iktisadi yapısı zekât üzerine tesis edilmeli. Muhammed Esed bu görüşü oldukça ilkel ve bir o kadar da safça bulur. Diğer görüş ise; Batılı parlamenter demokrasilerde geçerli ve mantıklı kabul edilen bir sistemin intihal edilip, din işleri için de Diyanet İşleri Başkanlığı adında bir kurum açılması gerektiğini savunanlardır. Esed’e göre bu da diğer bir uçtur.

Bu iki uç arasında köprü kurmak elbette kolay değil. Esed’e göre ihtiyaç duyulan şey zamanın pratik gereksinimlerini göz önünde bulunduran İslami bir anayasa taslağıydı. Ve İslam’ın toplumsal dü-zenin, her çağın ve insan gelişiminin her aşamasının sorunlarına geçerli çözümler getirdiğine olan inancı, onu bu İslami devlet mo-delini oluşturmaya sürüklemişti.

Esed öncelikle şu soruyu sorarak başlar: İslami devlet İslam’ın bizden istediği bir şey midir? Yoksa bize geleneğimizden kalan bir hatıra mıdır? Esed bu soruyu İslami bir çevre oluşturmadan İslami bir hayat modelinin oluşturulamayacağı iddiası ile cevaplar. Çünkü toplum hayatını İslam’ın çizdiği sınırlara göre şekillendirmedikçe; kişinin İslami yaşama isteği ne kadar fazla olursa olsun bunu ger-çekleştirebilmesi mümkün değildir. Esed bu iddiasıyla sorduğu so-ruyu dolaylı bir yolla cevaplandırmıştır.

Esed’in sormuş olduğu ikinci soru ise şudur: Neden seküler bir devlet modeli değil? Esed’e göre seküler bir toplum sistemine sahip Batı, davranış ve yaşantılarını bütün büyük dinlerin temel amacı olan ahlak ölçülerine dayandırmak yerine ‘maslahat’ı sözü dinlene-bilecek tek kanun ve bütün işlerin onun ışığında çözümlenebilece-ği biricik ölçü olarak benimser. Şayet toplumsal yapı mutlak ahlak

İslam’da Yönetim Biçimi Muhammed Esed Ekin Yayınları

E

KİTABİYÂT İbrahim Türkan

العلم37 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

kaidelerine dayanmaz ve adalet-zulüm, iyilik-kötülük gibi kavramlar insanlar tarafından konulursa toplumsal çevre ve düzen değiştikçe kavramların anlamları değişir ve bir kargaşa meydana gelir. Bu kargaşayı çözebilecek ve arzu edilen ahlak kanunlarını bize sunup toplum ve mil-let arasındaki birliği sağlayabilecek tek merci dindir.

Dünyadaki tüm dinlerin iki ortak noktası vardır: Kâinatı ilahi bir gücün var ettiği ve insanın bu ilahi güç ile ruhi bir irtibatının olduğu... İşte insanın hak-batıl ay-rımını yapabilme yetisi bu iki temel inanç üzere kuru-ludur. Bu durumda oluşturulacak ahlak kaideleri zaman ve zemine değil, bu ilahi güce kıyasla oluşturulmalıdır. Ancak bu şekilde genel geçer kanunlar oluşturulabilir. Oluşturulacak din temelli bir devlet sisteminde öncelik-le insanın biyolojik ve toplumsal ihtiyaçları göz önünde bulundurulmalı, daha sonra zaman içerisindeki fikri, teknolojik, bilimsel gelişmeler dikkate alınarak sistem revize edilmelidir.

İlerleyen sayfalarda Esed bize İslam şeriatının sınır-larını çizer ve İslam temelli bir devlet modelinde hareket noktamızın neresi olduğunu gösterir. Ona göre şeriat, Kur’an ve sünnetin çizdiği sınırlar içerisindedir. Geçmiş-te İslam âlimlerinin Kur’an ve sünnete kıyasla çıkartmış oldukları hükümler de bugün şeriat olarak algılanmak-tadır. Ona göre bu tutum yanlıştır. Çünkü içtihat yapan âlimler içtihatlarını dönemin şartlarını göz önünde bu-lundurarak yapmışlardır. Bugün geçmişte yapılan içti-hatların bir önemi kalmamıştır. Bu sebeple tekrar Kur’an ve sünnete dönülmeli ve ikisinin ışığında tekrar kural ve kaideler türetilmelidir. Esed’e göre İslam şeriatının iki özelliği vardır: Tüm zamanlarda kullanılacak genel kai-deler vermesi, yani zamana göre değişecek hükümlerden bahsetmemesi ve bu genel kaideleri genişçe açıklaması... İşte Esed İslam temelli bir devlet modelinde hareket nok-tamızın bu genel kaideler olduğunu söyler.

2. BÖLÜM

Bu bölümde yazar bazı Batılı kavramlardan ve bu kavramların yanlış kullanımından bahseder. Mesela de-mokrasi. Bu kavram Fransız İhtilali’nin kendisine verdi-ği anlamda kullanılır. Yani bu kavram ile siyasi, iktisadi, sosyal anlamda fertlerin eşitliği ve seçmenlerin oyuyla seçilen milletvekillerinin hükümeti yönetmesi kast edilir. Hâlbuki Eski Yunan’da bu kavram daha farklı bir şekilde kullanılır. Eski Yunan’da ‘vatandaş’ denilen topluluk, ül-kenin tamamını değil, onda birini kapsayan bir sınıftır.

Bu sınıfın yanında köleler ve askerler vardır. Fakat seçme hakları yoktur. Şu halde İslami yönetim sisteminin de-mokratik bir sisteme benzediğini söyleyen kimse büyük bir hata içerisindedir. Çünkü İslam toplumun bütün fert-lerini eşit gören bir dindir. Günümüzde ikisi arasındaki ortak noktalar, yüzeysel bir benzerliktir.

İslami yönetim sisteminin sosyalizme benzediği-ni söyleyen kimse için de şu cevabı verir Esed: “İslam Marksist-Sosyalist anlamıyla hayatın bütün görüntülerini kaderciliğe bağlayan, ekonomiyi ahlaka ve bazı ruhi kural-lara tercih eden, insanın kişisel değerini yalnızca milli ser-vete yaptığı katkıya göre değerlendiren sosyalizmle taban tabana zıttır”.

Muhammed Esed İslam’ın siyasal düzenini araştıran kimsenin önünde iki engel görür: Birincisi İslam’a ait ol-mayan kavramlarla İslam’ın yönetim sistemini anlatmaya çalışmak. İkincisi ise şimdiki veya gelecekteki siyasal ge-lişmelerde geçmişteki devletleri örnek almak. Yukarıdaki paragraflarda yabancı kavram intihaline karşı tutumunu birkaç örnekle açıkladık. Şimdi İslami bir devlet sistemi kurmada geçmişi örnek almanın ona göre ne tür zararları var, bunları inceleyelim.

Öncelikle Esed’e göre gerçek manada İslam devleti Efendimiz (s.a.v) ve Raşit Halifeler’den sonra kurulma-mıştır. Hal böyleyken bundan bin, bin iki yüz yıl önce kurulmuş devletlerin hiç birini örnek alamayız. Zaten o devletler bulundukları dönemin şartları göz önünde bu-lundurularak kurulmuşlardır ve bugüne hitap eder bir yanları yoktur. Raşit Halifeler dönemine bakacak olur-sak, aslında o dönemde İslam tarihi için parlak olmayan, fakat normal bir başlangıçtır. O sistem tam nassa bağlı bir şekilde kurulmamış, yapılan içtihatlar sayesinde oluş-turulmuştur. Zaten Kur’an ve sünnette siyasi durumlar ile ilgili hükümleri inceleyecek olursak, bunların belirli bir devlet şekli önermediğini görürüz. Yani şeriat bize İslam devletinin yapısını şekillendiren belirli bir tarz vermiyor ve anayasal bir teori için bize teferruatlı çizgi-ler çizmiyor. Bu durumda şeriat anayasayı hazırlamayı, hükümeti kurmayı ve bununla ilgili dönemin şartlarına uygun kanunlar koymayı her çağda Müslümanların içti-hadına bırakmış oluyor.

Efendimiz bize ashabını takip etmemizi tavsiye et-miş ve onları gökteki yıldızlara benzetmiştir. Fakat bizim onların devlet sistemini örnek almamamız onlara karşı bir saygısızlığın göstergesi sayılmaz. Hem ashabın örnek

E

ilim Mart 2017 Sayı: 1938

alınacak evrensel tek yönü ahlaklarıdır. İnsanların za-man ilerledikçe farklı farklı sistemlere ihtiyaç duydukla-rını görmek için çok gerilere bakmaya gerek yok. Kaldı ki bin dört yüz yıl önceki sistemi bu yüzyıla uyarlamak oldukça abestir. Hz. Muaz Yemen’de yaptığı içtihatların nas ile beraber yüzyıllar ötesine aktarılıp naslarla beraber değerlendirileceğini duysa, ne kadar şaşırırdı kimbilir.

İslam, hayatın manevi olduğu kadar toplumsal ve do-layısıyla siyasi yönlerinde devamlı olarak ileriye gitmek için bir çağrıdır. Raşit Halifeler döneminin kendi içeri-sinde dahi yöntem değişikliklerini görmek mümkün. Çünkü zamanla ihtiyaçlar artıyor, ortam değişiyor, yeni topraklar fethediliyordu. Geçen 14 asır içerisindeki deği-şiklikleri varın siz düşünün. Bunun için bizim Kur’an ve sünnetin ışığında özgür içtihat edebilme hakkımız, yal-nızca müsamaha gösterilecek bir şey değil, zorunlu bir haktır.

3. BÖLÜM

Bu bölümde ise yazar İslam devletinin gayesi, hâkimiyet hakkı, devlet başkanının vasıfları, şura ilkesi ve şura meclisinin görüş ayrılıkları hakkında bazı mese-leleri ele alır. Esasen İslam devleti bir amaç değil, araç-tır. Amaç ise kendisini iyiliğe ve adalete adamış, hakkı gerçekleştiren, batılı ortadan kaldıran bir topluluğu or-taya çıkarmaktır. Diğer bir ifadeyle, mümkün olan çok sayıda fertlerin Allah’ın fıtri yasasına, yani İslam’a uygun yaşamalarını sağlamaktır. Bu gayeyi gerçekleştirebilmek için güçlü bir bağ gereklidir. Bu bağ da kardeşlik bağıdır. Çünkü Kur’an’ın ifadesiyle müminler ancak kardeştir.

İslam devletinde hâkimiyet hakkı, şeriatın bize bildir-diği üzere Allah’a aittir. Hâkimiyet ve mülk Allah’ındır. Fakat halk devlet başkanını kendisi seçer. Halkın çoğun-luğunun iradesine göre devlet başkanlığı bir lidere verilir. Burada başkanı göreve geçiren irade her ne kadar halka ait olsa da bu irade vekâleten halkın elindedir. Zira halk başkanı şeriata ittibaı sadedinde göreve getirebilir veya azledebilir. Hadiste geçtiği üzere, mümine günah emre-dilse, ne dinlemesi ne de itaat etmesi gerekir. (Buhari)

Devlet başkanında mutlaka bulunması gereken iki vasfı vardır: Müslüman ve takva sahibi olması. İslam dev-letinin gayesi İslam’a uygun bir yaşantı oluşturabilmektir. Zamanla gelişip büyümek ve daha fazla ferdi bünyesine alıp özgürlük, güven, şeref gibi haysiyetlerden paylarını aldırmaktır. Bu durumda İslam devletinin başında ken-di arzusuyla İslam öğretilerine boyun eğmiş bir kişinin

bulunması, gerçek bir İslam devleti oluşturabilmek için gereklidir. Çünkü ister din ister ideoloji temelli bir devle-tin anahtarları o din veya ideolojiyi benimsememiş kim-senin ellerine bırakılamaz. O kimseden sistemin gerek-tirdiklerini yapması beklenemez.

İslam’a göre insanların Allah katındaki değerleri tak-vaya bağlıdır. Takva ise derin bir sorumluluk bilincidir. Ayette şöyle buyrulur: “Şüphesiz sizin Allah katında en üstününüz, O’na karşı en derin sorumluluk bilincine sahip olanınızdır.” (Hucurât, 13) İnsanlar içerisinde onlara önder-lik yapacak bir lider seçiminde sorumluluk bilinci en ön planda tutulacak vasıflardandır. Şeriat bu makamı dolduracak kişi için başka şartlar ileri sürmüyor. Onun seçiminde izlenecek özel bir yol da belirlemiyor ve onu seçecek olanların da sayısını sınırlamıyor. Nitekim baş-kanlık süresi için de bir şey söylemiyor.

Bu ve benzeri hususlarda toplumun, çağının gerek-sinimlerini gerçekleştirecek ve faydasına uygun düşecek şekilde açıklık getirmesi ve onları ortaya koyması gere-kiyor. Anayasanın ayrıntılarını ortaya çıkarmak için bı-rakılmış bu geniş alanda, İslam’daki siyasi düzenin özel-liklerinden olan bu esneklik bir daha gözlerimizin önüne serilmiş oluyor.

Zamanla değişebilecek çeşitli anayasal ihtiyaçlarımız-la ilgili geniş hükümler getirmek yolunu şeriatın bilerek nasıl seçmemiş olduğunu gördük. Böylece her çağa uygun olarak kanun yapma ihtiyacı açıkça ortaya çıkmaktadır. Peki, bu ihtiyaç duyulan anayasayı meydana getirecekler kimlerdir? Bir kişi mi, yoksa kişiler mi? Müslümanlardan bir kısım bu yasama yetkisinin tek kişinin elinde, yani Emirin elinde olması gerektiğini savunurken, diğer bir kısım bu yetkinin bir meclis elinde olması gerektiğini savunur. Aslında şu ayet bu tartışmaya mahal vermeye-cek kadar açıktır: “Ve (bütün ortak meselelerini) aralarında danışma ile karara bağlayanlar (için).” (Şûra, 38) Kuran’ın bu nassının devlet idaresi ile ilgili İslam düşüncesinin etkin ve temel maddesi olarak görülmesi gerekir. Nassın ver-mek isteği mesaj oldukça açıktır. Teville hedefinden sap-tırıp, kendisinden kast edilmeyen manaları yüklemenin hiç gereği yoktur.

Geçen ayette ‘aralarında/beynehüm’ lafzının top-lumun tümüne işaret ettiği açıktır. Buna göre şura meclisi erkek kadın demeden toplumun bütününü temsil etmektedir. Böyle bir temsil ise hür ve genel bir seçim yolundan başka bir yolla mümkün değildir. Seçme,

E

العلم39 جمادى الآخرة 1438 العدد:19

seçmen ve adayların hakları şeriatın açıklama yapmadığı ve şekilde kalan özelliklerdir. Fakat adayların oy alıp ma-kam sahibi olmak için çeşitli kampanyalarda bulunması düşüklüktür. Çünkü Efendimiz ‘Biz bir işe hırs göstereni o işin başına getirmeyiz’ buyurmuşlardır. Ve görev isteyip o görevin başına getirilenin ilahi yardımdan mahrum kala-cağını belirtmişlerdir.

Seçilen şura meclisi içerisinde elbet görüş ayrılıkları bulunacaktır. Yine bu hususta kimin görüşünün kabul edileceğine dair ihtilaflar söz konusudur. Fakat Efendi-mizin şu sözleri tüm ihtilafları bitirecek mahiyettedir: “Ümmettim hata üzere birleşmez”, “çoğunluğa uyunuz”. Yani şura içerisinde çoğunluğun kabullendiği görüşün doğru olduğunu ve yaşanabilir mahiyette olduğunu ka-bul edebiliriz.

4. BÖLÜM

Kitabın bu bölümünde ağırlıklı olarak yasama ve yürütme organları ile ilgili meseleler ele alınmıştır. İlk olarak bildiğimiz gibi Batılı parlamenter sistemlerde ya-sama ve yürütme organları birbirlerinden kesin biçimde ayrıdır. Fakat bu ayrılık bazen hükümeti iş yapamaz hale getirir ve süratli bir çıkış yolu bulmayı gerektirir. Bu ise hükümet için büyük bir problemdir. İslami düzen görevi-ni devlet reisi olarak yürütme organının başkanı sıfatıyla yapan Emirin yetkisine yasama ve yürütme işlerini bir-likte verir. Ve Emir İslam toplumunda yönetimin dizgin-lerini elinde tuttuğu için onu Şura Meclisinin sıradan bir üyesi olarak görmez. Bilakis bu meclisin başkanı yapar. Bu şekilde yasama ve yürütme organları birbirinden tam bağımsız bir yapıdan korunmuş olur.

Yürütme organını da elinde tutan Emir şayet bütün yürütme yetkilerini elinde tutacak olursa karşımıza şöyle bir sorun çıkar: Bu yetkiler ve bunlardan doğan bir takım görevler yalnız onun elinde mi kalacak yoksa Şura Mecli-sinin belli başlı kitlelerini temsil eden bakanlar kurulu ile birlikte mi yürütecek?

Muhammed Esed burada ikinci şıkkı tercih eder, fa-kat bu durumda Emir ve Ulu’l Emr dediğimiz kimse tek kişi olmaktan çıkar ve halkın seçtiği başkanın da içinde bulunduğu bir kurul olmuş olur. Esed bu durumu çöz-mek için seçilecek bakanlar kurulunun Emirin sekreteri mevkiinde olması gerektiğini söyler. Bu İslam’ın ruhuna uygun bir durumdur. Zira Efendimiz veziri vasıflarken onu emirin görevlerini hatırlatan ve ona yardım eden kimse olarak vasıflamıştır. Böylelikle bakanlar kurulu

içerisinde gayri Müslim bir vatandaşın çalıştırılması me-selesi de halledilmiş olur. Eğer Ulu’l Emr bahsettiğimiz gibi bir kurul olsaydı, içerisinde gayri Müslim kimsenin görev alması caiz olmayacaktı. Ve bu durum ülke içeri-sinde Müslüman olmayan tebaa tarafından tepkiye sebep olabilirdi.

Siyaset bilimi ile ilgilenen herkes yasama organının modern devlet sisteminde kanun çıkartmak görevini yapmadığını bilir. Bu işi hükümetin yürütme organları üzerine almıştır. Çünkü önemli herhangi bir kanunu çı-kartmak, ihtisasa dayalı birçok hazırlık ve araştırmaların bir araya gelmesini gerektirir. Halkın seçimi ile iş başı-na gelmiş meclis üyelerinin bu yetiye sahip olması çok düşük bir ihtimaldir. Çünkü üyeyi seçen halk onun ilmi seviyesine değil, ahlakına ve temizliğine önem verir. Bu sebeple kanun çıkartma işlemi hükümet dairelerinde bu maksatla görevlendirilmiş ve eğitilmiş uzmanlarca tek-nik bir şekilde yapılır. Daha sonra tartışılmak ve düzeltil-mek için ve sonra da kabul edilmek için meclise getirilir. Böyle bir uygulama, genel kabul esasının gerçekleştirile-bilmesini hedeflediği için İslami açıdan kabul edilebilir. Çünkü hiçbir kanun Şura Meclisi tarafından görülmeden ve onaylanmadan yürürlüğe giremez.

Bu durumda Şura Meclisi ile hükümetin içerisindeki kanun hazırlayan kurul arasındaki anlaşma nasıl çözü-lebilir? İşte bu noktada anlaşmazlığı çözüme bağlayacak tarafsız bir organın bulunması gerekir. Bu yalnızca ana-yasal davalara bakan ve onları hükme bağlayan yüksek bir mahkeme olabilir. Varlığı öngörülen bu mahkemenin görevleri üzerinde ittifak edilmeyen meseleyi bir hükme bağlamak ve yürürlükteki kanunları denetleyip Kur’an ve sünnete uygun olmayan kanunları ayıklamak olacak-tır. “Ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve peygamberine götürün.” (Nisa, 59)

5. BÖLÜM

Bu bölümde yine genel anlamda İslam devletinde hükümet-vatandaş arasında olması gereken meseleler incelenmiştir.

İlk olarak İslam devletinde Ulu’l Emr’e itaat farzdır. Hükümet, Şeriatın omuzlarına yüklediği amaçları ger-çekleştirdiği müddetçe, bütün vatandaşların ona bağlı kalması hususunda hak sahibi olur ve halk üzerinde ko-laylıkta ve zorlukta, hoşa giden ve gitmeyen her konu-da itaat isteme hakkı vardır. Bu durumda Emir İslam’ın ahkâmına bağlı kaldıkça ona isyan söz konusu değildir.

E

E

ilim Mart 2017 Sayı: 1940

Şayet Emir şeriatın sınırlarını aşacak olsa bile bu durum-da halkın silahlı bir darbe girişiminde bulunmasına gerek yoktur. Burada yasama ve yürütme organlarının arasın-daki anlaşmazlığı halletmek için kurulan mahkeme sözü alır ve duruma göre Emiri görevden azleder. Ardından tekrar referandum yapılıp halkın iradesi ile yeni bir Emir seçilir.

Cihat, tüm Müslümanlar için farzdır. Kur’an’da cihat sözü çoğunlukla kişinin dini hürriyetini, vatanını veya toplumunu savunması karşılığında kullanılmıştır. Bu durumda düşman tehlikesi, vatanın siyasi güvenliğini ve dini özgürlüğünü tehdit edecek bir hal aldığında eli silah tutan herkes için savaşa katılmak farz olur. Sava-şa katılamayacak olanlar bu hükümden istisna tutulur. Müslüman olmayan tebaadan savaşa katılmak istemeyen savaşa zorlanmaz. Zira cizye zimmiden onun güvenliği için alınan bir vergidir. Savaş durumunda İslam devleti cizye aldığı gayri müslimi korumakla yükümlüdür.

Elbette kişinin düşüncelerini en açık şekilde ifade edebilmesi onun en doğal hakkıdır. İslam devletinde de kişi düşünceleri şeriata aykırı olmadığı müddetçe özgür bir şekilde ifade edebilir. Kuran ve sünnette içtihadın ha-yatın gerçek ihtiyaçlarından biri olduğunu görmüştük. Halkın herhangi bir durumu söz konusu olunca içtihat özgürlüğü dini ve toplumsal bir yükümlülük haline gelir. Buna göre devlet içerisindeki düşünce adamlarının top-lumu ileriye götürebilecek yeni düşünceler üretip bunu kalabalık arasında yayarak halka kabul ettirmeleri gere-kir.

Hükümetin vatandaşlarına karşı yerine getirmesi ge-reken sorumluluklardan biri de güvenliktir. Hükümet vatandaşın maddi anlamda düşünce özgürlüğünü, hü-kümeti seçme ve düşürme görevlerinin yanı sıra manevi anlamda kişinin şerefini, yüceliğini ve özel hayatının do-kunulmazlığını da korumakla görevlidir.

Kur’an ve sünnette mümkün olan her şekilde Müs-lümanları ilim öğrenmeye teşvik eden hükümler vardır. Buna göre İslam devleti içerisinde her erkek ve kadının eğitim sistemi içerisinde serbestçe yer alabileceği bir düzenin sağlanması, hükümet için bir görev ve vatan-daşlar için bir haktır. Müslüman olmayanın da zorunlu ihtiyaçlarının karşılanması bu devlet için bir sorumluluk olduğuna göre, bu sistemden dini İslam olamayan hiçbir ferdin ayrı tutulmaması gerekir.

Devlet fertlerin şereflerini korumak, maddi refahlarını

sağlamak için zaruri olarak ekonomik kolaylıklar sağla-mak zorundadır. Yani devlet her vatandaşına asgari ölçü-de bir hayat seviyesi sağlamak zorundadır. Çünkü İslam ideal toplumun oluşturulmasını, hayatın yalnızca ahlaki boyutuyla değil, pratik yönüyle de ortaya konulmasını ister. Bunun yanı sıra Esed bir de toplumun fakir kesi-mi için alınan ekstra vergilerden oluşturulmuş bir sosyal güvenlik yasasından bahseder. Ve oluşturduğu bu sosyal güvenlik yasasını ilkel bulduğu Raşit Halifeler dönemin-den bir uygulama ile destekler. Çok zenginliğin yanı sıra çok fakirliğin de kişinin dinine zarar verebileceğine bina-en devletin orta yolu bulacak bir ekonomik sistem kur-masını öngörür.

SONUÇ

Uzun yıllardır İslam devletleri olarak bir buhranın içerisinde bulunmaktayız. Bir çöküş yaşadık. Maddi ve manevi yönden yaşadığımız bu çöküş çok uzun yıllar aldı. Dolayısıyla tekrar toparlanıp, tam anlamıyla İslami bir toplum oluşturabilmemiz uzun yıllar alabilecek bir şeydir. Bu çöküş ile beraber Batılı kavramların ve Batı-lı anlayışların egemenliği altında kaldık. Batılı olan her şeye ‘çağdaş’ diye sarıldık. Kendi kavramlarımızı, kendi sistemimizi üretmez olduk. Bizim bu durumumuz Ba-tının ekmeğine yağ sürmüş oldu. Çünkü Batılılar İslam dünyasında uykuya dalmış gücü uyandıracak İslam ru-hunun dirilişinden korkar. Bu sebeple Batıda bir sürü İs-lam karşıtı faaliyetler görmek mümkün: İslamofobi der-nekleri, okullarda terör dini İslam dersleri vs…

Kendi içerimizde bizim ilerlememizi engelleyen bir grup mevcut: Donuk kafalılar grubu… Bu grup İslam devletinin karakteri ve yapısı gereği eski şekillerini koru-masını ister. Kur’an ve sünnetteki siyasi esaslar, yenilikçi ve yaratıcı bir ruhla ele alınmadıkça bu grubu bertaraf etmek mümkün değil. Biz Kur’an ve sünnetin esaslarını ele alırken bütün tarihi geçmişlerden ve bu esasla ilgili önceki nesillerin bırakmış olduğu bütün görüşlerden ba-ğımsız hareket edeceğiz. Donukluk yanlılarının karşı çık-malarına rağmen İslam şeriatının, ayrıntının ayrıntısıyla meşgul olmuş geniş fıkıh kitaplarının ihtiva ettiklerinden ibaret olmadığını ve onun yalnızca Cuma hutbelerine konu olmadığını ispat etmeliyiz. Çünkü şeriat insanlığı topluca ileriye iten ve yaşayan bir yoldur. Bu yol bizim gelişmemizi engelleyen değil, gelişmemizi sağlayan bir yoldur. Bu yol ile biz daha canlı, daha çalışkan ve kendine daha fazla güvenen bir toplum olacağız.

E