Upload
others
View
6
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Nisan 1998
ESKİ BİR
öGRETMENİN
ANILARI
1908-1940
SÜLEYMAN EDİP BALKIR
Cumhuriye( GAZETESİNİN OKURLARINA ARMAGANIDIR.
GlR1Ş
Anılan ben yeraltındaki tarihsel kalıntılara benzetirim. Bir rastlantı sonunda eşilip, deşilip ortaya çıkarılanlar, ayıklanıp paklandığı zaman kiminin paslanıp işe yaramadığı görülür; kimileri de değerlendirilince bunlar, tarih dönemlerine yeni bir ufuk kurduğu gibi kopuk, lime leşmiş yerlerine yamalar örer ve anlam bütünleyen güçler kazandırır. Anıların oturduğu öylesine olaylar vardır ki bunlar yerlerinden çıkarılıp özlerine, ağırlıklarına göre dizilip ortaya konulduğu zaman belki bir ülkenin karanlıkta kalmış geçmişindeki bir köşesini, bütün çizgileri, bütün renkleriyle tanımlar; ya da bütün dünyaya yeni şeyler öğreten bulunmaz belge değerini bağlar bunlar ...
Kendi nefsimde denediğim yönü de şöyle oldu hep: Hani karanlıkta bir elektrik elfenerini ağzına kadar dolu bir odada sağa, sola tutarsınız da ışığının yoğunlaştığı yer, keskin bir belirti içinde; yanlardakilerse boğuk bir kaybolmuşluktan kurtulur, meydana çıkar. Bunların içinde ilgi çekici şeylere rastlanınca, elinizdeki fener artık deli gibi doğrultular değiştirir; bunlardan yenilerini aramaya başlar. Tıpkı bunun gibi, yeri geldiğinde, bir anımdan kopardığım parçalan asıl biçimleri, renkleriyle ortaya koyunca bunların çok kere çevremi ilgilendirdiklerini görmüşümdür. İşte böyle zamanlarda eski yaşantılanmın, çabalarımın tümünü, niçin yazmadığım sorusu ile sık, sık karşılaşmışımdır. tlkönce bu teşvikleri umursamadım. Ama yaşlanıp da görev yıllan birbiri üstüne yığıldıkça "Geçıniş"im, türlü türlü olayların ve deneylerin tıka basa istif edildiği bir depoya benzedi. Burada neler yoktu ki .. başı boş bir çocukluk dünyasının alabildiğine özgür yaşantısından tutun da bir şeyler anlayıp bellemek hırsının sürüklediği öğrenciliğe; sonra da öğretme sevgisinin tutuşturduğu ülkücü çabalara kadar her şey, ama her şey vardı.
Sürüp giden teşviklerin baskı haline geldiği bir sırada,
5
vaktiyle pek ağır ve ürkütücü koşullar içinde yürüttüğüm bir görevimin anılarını, sivri yanlarıyla ve o günleri yaşarcasına taze bir coşkunluk içinde ortaya koymuştum.
- Yahu, bunları niye yazmıyorsun? Yoksa eskinin karanlığı içinde küflenmeye bırakılacak kadar önemsiz mi sayıyorsun? Yaz dostum,yaz. Hem de hiç vakit geçirmeden başlamalısın.
Bunları söyleyen, Sabahattin Eyuboğlu idi. Kendisini, Köy Enstitüleri'nin en hızlı günlerinde, Tonguç yolu ile tanımıştım. Tonguç, "Eyuboğlu" derdi de başka şey çıkmazdı ağzından. O kadar beğenir, o kadar severdi onu. Kendisiyle ilişkilerimiz bugüne kadar sürdü. Yakınlarım arasında, doğru, güzel şeylere inanan; hiçbir nedenin bu yoldan çeviremeyeceği kadar sağlam bir karakteri olan bu çok alçakgönüllü dostuma öylesine güvenim vardı ki, bana bu söyledikleri, o zamana kadar birikmiş söylenenlerden çok daha etkili oldu. Kuru dallarda, ılık havanın, güneşli günlerin patlattığı tomurcuklar gibi, işte hemen o sırada filizleniveren yazmak arzu ve karanın, kalem - kağıt arası savaşına girişti. Bunların ilk örneklerini Eyuboğlu'na okudum. Dedi ki,
- -Bence olaylan bu denli yoğunlaştırmak, sivri yerlerine dokunup geçivermek, özleri ne kadar çekici de olsa, kendilerini yorulmadan ve hatta istenilerek okutsalar bile bir eksiklik bırakır böylesi. Yapabildiğin kadar bütün yanlara girmelisin. Bu anıların önemsiz sayabileceğin hiçbir yönünü bırakma. Hepsinin harmanını döv.
Bu türden işler için çok yararlı öğütler verecek kadar pişkin ve tecrübeli bulduğum için, dostumun gösterdiği yolda yürümeye karar verdim ve düşündüm ki, köy öğretmenliğinden köyün mutlu geleceğini kuracak yeni insanlar yetiştiriciliğine giden uzun yolda biriktirdiklerimi, elimden geldiği kadar, dallarıyla, budaklarıyla ortaya koymalıydım. Her şeye susamış bu yoksul memlekete bizde olanları vermek zorundaydık . Paçaları sıvayıp 1 964 yılının başlarında bu çabalara gömül-
6
düm. Sabahattin Eyuboğlu'nun düşüncelerine yakın bir doğrultuda yürütmeye zorladım kendimi. Niyetim, asıl köy sorunlan içinde kaldığım savaşlan yazmaktı. Ama köyleri canlandırmanın "Cenneti"ni kurmaya giden yolda, sanki cehennemin erimiş kızıllığına benzeyen ateşlere basa basa irkilmeden yürüyebilrniş olma gücünün nasıl kazanıldığını, hiç olmazsa, kısaca hikaye etmeliydim. Bunun içinde çocukluğumun ve öğrenim-öğretim günlerinin fınnlanna nasıl girip çıktığımı az buçuk gevelerneliydinı. Ha burası, ha şurası derken işi, taa "Arifiye Köy Enstitüsü", için harcanan çabalann eşiğine kadar getirmiştim ve yazılanlar da, baktım ki tam bir "Kitap "lık olmuş. Bundan sonrası için, "Şimdi ne yapmalıyım?" diye uzun uzadıya düşündüm: (Arifiye Köy Enstitüsü, başlı başına bir dünya. Eğer oraya bir girersem buranın anılannı öyle kolay, kolay zamanında toparlayamayacağım. Eh, ömrümün saati de onikiye beşi gösteriyor. Yaş, 65. Hele şu yazdıklanrnı çar-çur olmaktan kurtarayım. Ayakta kalabilirsem, Arifiye Köy Enstitüsü'ndeki anılara gelir sıra ... Belki bunlan işlemek, tamamlamak için yeniden yaşama gücü kazanının.)
Ve böylece de anılanrnı yığınlama işi, yanın kaldı. Şimdi buradan ayıklanacak, derlenecek düşünce, deney kınntılan eğer gelecekte özlediğimiz başanlar için, yerine göre, bir damla ışık, bir tutam güç olabilirse ne mutlu.
18 Nisan 1967, İstanbul Süleyman Edip Balkır
7
TONGUÇ'LA TANIŞMA
Tarih kitaplarıyla ilgili toplantıların yapılmadığı ya da erken dağıldığı zamanlarda Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü 'nde Şube Müdürü olarak çalışan arkadaşım Fuat Baymur'a sık sık uğruyordum. Onunla İstanbul İlköğretim Müfettişliği 'ne atandığı ilk günlerde tanışmıştık. Galatasaray Lisesi 'nde öğretmenken Fransızca bildiği için getirilmişti bu göreve. Ağırbaşlı, güleryüzlü, bilgisini arttırıp zenginleştirmek için devamlı olarak okuyan, mantığı sağlam ve sonra da candan davranışlarıyla kolayca insanın içine ve kafasına sızıveren bu gençle kısa bir süre içinde kaynaşıvermiştik. Sonra o, toplu tedris sistemi üstüne Viyana 'ya gitmişti ama gene de mektuplarla bağlarımızı kuvvetlendirmiştik. Hoş, bütün ömrümüz boyunca karşılıklı anlayış ve güven içinde arkadaşlığımız hep ayakta kaldı ya .. Daha sonralan da kişiliğinin sağlamlığı yanında tükenmez çabalarıyla ortaya koyduğu değerli yayımlar, onun öğretim ve eğitim dünyamızın önemli bir gücü olacağını belli etmişti ve öyle de oldu zati. İşte gerçekten yakınlık duyduğum Baymur'a şu fırtınalı günün akşamı uğramış, olup bitenler üstüne konuşmuştuk. Bana,
- Şimdi seni Tonguç'la tanıştıracağım, dedi. Olayların, düşüncelerin olduğu gibi ortaya atılmasında gösterilen tok yürekliliğe bayılır. Hiç çekinmeden ve güven içinde kendisiyle konuşabilirsin.
Kalktık, yanına gittik. Babayani bir davranışla kabul etti beni. Baymur, hemen işe girdi, dedi ki:
- Süleyman Edip, şu tarih kitapları işi için gelmiş buraya .. tık toplantılarını da yapmışlar. (Bana dönerek) Anlatsana bugün olanları Hakkı Bey'e .. Gerçekten konuşmalarımızın daha başında bütün sakınma duygularından annmıştım. Bana öyle gelmişti ki o, içimi ve dışımı olduğu gibi görebiliyordu .. Anlattıklarımı bitirince yakın bir arkadaş sıcaklığı ve anlayışı ile karşı karşıya idim. Sanki birden gücüm tazeleni-
9
vermişti. Bu başlangıç, o ölünceye kadar sürüp gitmiş, "Her şeyimle onun yanında olma" inanç ve çabalarının mutlu dünyasına açılan "Kapı"yı örmüştü.
Çok geçmeden öğrenecektim ki bu pekiyi "İnsan"ın, bu seçkin"Düşünür"ün, bu erişilmez "Ülkücü"nün ve bu eşsiz "Eğitimci"nin kendi yolunda bana gösterdikleri, öğrettikleri ve verdikleri, benim "Dünya"ma asıl anlamını getirmiştir. Gelecekteki kuşaklar, Yeni Türkiye'nin kurulmasında onun harcadığı büyük ve çok değerli emekleri, başlı başına onun yazacağı bir TARİH'ten öğrenince, belki kadirbilmezliğin hakkı olarak gözlerinde biriken birkaç damlayı tutamayacaklar ama yurdun mutluluğ\inu yaratıp geliştirmek için onun gösterdiği yolda güçlü elbirliğinin yeni ufuklanna yöneleceklerdir .. Buna, çok inanıyorum. Umutlanın da kesin ..
KÖYÜ UYANDIRMAK İÇİN
Uykudaki Güç
Dünyaya gözlerini açtığı günden beri çıkarların tutsak yaşantısı içinde kısılıp kalmış köylerimizdeki insan, oldum olası hiç gün görmemişti. Vergi istemişler, Çulunu satmış; askere çağırmışlar, canını vermiş ...
Toprak altında sürünen mi istersin, ya da camsız kerpiç duvarlann çevrelediği izbelere bannan mı? Birer çamur yığınının susuz, gölgesiz, yolsuz ve yordamsız çalkantısı içinde uyuyan bu kalabalık da kim? Karşılığında hiçbir şey verilmeden sömürülmüş bizim köylümüz, yani başka deyimle hepimizin EFENDİ'si!.. Can damarlarımızın özünü veren bu henüz "Tarih"i başlatmamış çaresiz insanların yoksulluktan öylesine yaygın ve öylesine derin ki tutulacak, dile getirilecek hiçbir yanı yok. Kendisine sorarsan, "Köylük yer bura, nideceg ağam?" diye boynunu büker. Derdini anlatmak için hadi
10
hadi üç yüz, beş yüz sözcüğü vardır. Otu. samanı oldu mu tamam .. Yumurtasını, yağını kendisi yiyemez ki ... Kimi bir günlük ıraktaki kasabaya, pazarın kurulduğu gün vanr da elindekilerini satarak azbuçuk gazını, tuzunu alır; yank tabanı ve yanık türküsüyle gurbetteymiş gibi ömrünü tükettiği köyüne döner.
Y üz yıllardır uyuyan bu gücü ayaklandırmak gerekiyordu. Köye su, yol, sağlık, ışık gitmeliydi. Köye çok yönlü bereket gitmeliydi. Yeşertmek, meyvelendirmek için bilgi, teknik gitmeliydi. Köyü uyandırmak, köyü canlandırmak. için birçok şeyler gitmeliydi, ama nasıl?
Yurdun dört bir yanına yayılmış 40 bin köy içinde l 6 bininin nüfusu l 50' nin altında; l 6 bininin de l 50 ile 400 arası. Yani bunların içinde 3-5 evli olarak kurulmuş olanlarından tutun da 80 evli olanına kadarı var. Zaten kalabalık köylere bile öğretmen yollanamamış. Çünkü şehir okullarıyla birlikte köy okulları için yetiştirilmesi zorunlu olan sayıdaki öğretmenlerin tamamlanabilmesi için, o zamanki koşullara göre, yüz yıl beklenilmeliydi. Sonra bu kadar öğretmeni yetiştirecek okullara harcanacak ödenek, görev verilecek öğretmenlerin tümüne bağlanacak aylık, nerelerden bulunabilir diye düşünülüyordu. Kaldı ki öğretmen okullarından çıkan öğretmenler, her şeyden yoksun bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde bannamıyorlardı. Haklan da vardı. Doğanın yıpratıcı etkilerine dayanamıyorlardı elbet. Bütün alışkanlıkları, hep şehir ölçüleri içinde beslenip pekişmiş insanların kan değildi bu .. Sonra bu işin asıl önemli yanı da hizmetlerin, köy özelliklerine uygun doğrultuda yürütülmesiydi.
İşte bu nedenler, yaygın, hızlı ve ucuz bir tutumu zorunlu kılıyordu.
İmdada Y�tişti
4 Mayıs l 939'da Trabzon - Beşikdüzü Eğitmen Kursu-
1 1
nun açılışı için müdür Muharrem Karamızrak'ın düzenlediği bayram günü, ileri gelen yöneticilerden sonra söz alan Üçüncü Umumi Müfettiş Tahsin Uzer'in konuşmasını, Trabzon'da yayımlanmış bulunan "Yeni Yol" gazetesinin 13 Mayıs 1939 tarih ve 2586 sayılı nüshasından olduğu gibi alıyorum: "Aziz yurttaşlarım! İlelebet unutamayacağım bir hüsnü tesadüfle ben de bu tarihi toplantıda bulunuyordum. O zamanki Maarif Vekili bir şark çocuğu olan Saffet Ankan da Meclis'te hazır bulunuyordu. Söz arasında bir ıstırabından bahsettiler ve Atatürk' e hitaben, (elimde bol para var, fakat maalesef eleman yok..) dediler, büyük dahi, sanki böyle bir sual karşısında kalacağını biliyormuş gibi, bu ideoloji üzerinde günlerce ve haftalarce etüt yapmış gibi derhal ve bilatereddüt şu cevabı verdiler: (Müsterih ol Saffet, bunun da bir çaresi vardır. Türk Ordusunun, bilhassa Cumhuriyet sonrası ordunun yetiştirdiği çavuşlardan bu hususta pekala istifade edilebilir. Yüzlerce nefer arasından zekalarıyla teferrüt etmiş (sivrilmiş, kendini göstermiş) olması lazım gelen bu erler, kısa müddetli kurslarla bu iş için istifadeli elemanlar haline kolayca getirilebilir. Bunlara Eğitmen diyebilirsiniz) buyurdular.
Ankan bunun üzerine Atatürk'ün, mürşidinin elini öptü. Müteheyyiç olarak biz de öptük. "İşte arkadaşlar eğitmen tarihi böyle başlamıştır."
Yoklama
Maarif Vekili Saffet Arıkan'ı, bütün yanlarıyla, Tonguç'tan öğrenmiştim. Onun için derdi ki: "Uyur gibi görünen fakat daima uyanık, kavrayıcı ve sarıcı bir zekaydı. Düşüncelerin, olayların sağlamını, çürüğµnü hemen ayıklayıveren demir gibi bir mantığı da vardı. Hayatı boyunca geçirdiği tecrübelerden onun kadar iyi ve yerinde faydalanmış pek ai insan tanıdım. Anlayacağın, tam bir kurmaydı. Daha iyi tanıtmak için bir iki şeyini anlatayım: Üniversite öğrenimini ta-
12
rnamlamış bir gencin uzmanlık alanında yetişmesini sağlamak amacıyla Avrupa'ya yollanması bahis konusu edilmiş kendisine .. Sağdan soldan yapılan ricalar, baskı ölçüsü içinde sürdürülüp götürülürken bu işte asıl önayak olan aracıya, (Hele sen onu bana yolla da bir görüşeyim bakayım.) demiş. Görüşmüş. Görüştükten sonra da ilgiliyi çağırtmış, gülerek şunlan söylemiş: (O delikanlı ile uzun uzadıya konuştum. Hiç iş yok onda. Öğrendim, pertvasız gibidir. insanın değerini de büyütür, rnankafalığını da ... yatının yapılacak gerçek zekalan arayıp bulalım.)
Başka bir olay: "Toroslar'da kamp kurulması için liselerin ileri gelen yöneticileri, bağlı bulunduk.lan genel müdürlüğe başvurmuşlar. iş, Bakan'a duyurulmuş, fakat o, hiçbir şey dememiş. ilgililer tekliflerinin peşini bırakmamışlar ve zorlama da başlanuş. Bunu öğrenen Bakan, yöneticilerin gelip kendisiyle görüşmelerini istemiş. Topluca Bakan' a çıkılmış. içlerinden birisi, kamp için Toroslar'ın ne kadar elverişli bir yer olduğunu uzun uzadıya ve ballandıra ballandıra anlatmış. Arıkan, dinlemiş, hiç ses çıkarmadan eğilip masasının gözünden bir kurmay haritası çıkarmış, yaymış ortaya ve (Kampı, Toroslar'ın neresinde kurmak istiyorsunuz? Buraya araç ve gereçlerinizi hangi yoldan götüreceksiniz? ikmal işleriniz nasıl olacak? Nerelerdeki sulardan ve ne yolda faydalanacaksınız? Bunlar hakkında geniş bilgi istiyorum önce, sonra karanrnızı veririz) demiş. Teklif, henüz adamakıllı incelenip aydınlanmamış olduğu için hazır bulunanlar, donup kalmışlar. Anlaşılan, gerekli araştırmalardan sonra tekrar rahatsız edeceklerini söyleyip aynlrnış olacaklar herhalde .. Ama bir daha da iş tazelenmemiş ... "
işte anlayışlı, geniş bilgisi ve tecrübesi olan bu alçakgönüllü devlet adamı, Büyük Kurtarıcı'nın getirdiği ışık altında zorluğun çözülecek düğümünü farkedivermişti. Şimdi bu çok önemli işin uygulanması görevini inan ve rahatlıkla eline teslim edeceği insanı bulmak gerekiyordu. Bunun nasıl geliştiğini gene Tonguç'tan öğrenelim:
l3
"Bir gün Gazi Terbiye Enstitüsü'nün bahçesinde İş Şubesi öğrencileriyle pek küçük bir ev kurmak için çahşmakta idik. Ansızın yanımızda güler yüzlü Bakan'ı gördük. Ne ile uğraştığımızı sordu. Birer iş öğretmeni olarak yetiştirilmekte bulunan gençlerin iş içinde yaparak, çalışarak hazırlanmaları ilkesine uygun bir konu üzerinde bulunduğumuzu; planlar:mı da kendilerinin çizdikleri bir evin ameleliğini, ustalığını yapmakta olduklarını kısaca anlattım, çok memnun oldu ve ayrıldı. Hemen arkasından da görüşmek üzere beni makamına çağırdı. Genel olarak eğitim konulan üstüne yuvarlak konuşınalar oldu. İlköğretim işleriyle ilgili olarak düşündüklerimi sordu. Bunları, derli toplu bir raporla bildirmenin doğru olacağını söyledim. Hazırlayıp verdiğim raporu okumuş, tekrar çağırttı. İlköğretim Umum Müdürü olarak kendisiyle çalışmamı teklif etti. Hemen kabul etmedim, zorladı. Başaramazsam, ayrılmamın kolay alınası için, vekil olarak tayinimin daha doğru olacağını söyledim. (Eğer yürütebilirsem, siz de beğenirseniz temelli olarak kahrım, dedim.) Bu anlaşmadan sonra şu problemi koydu ortaya: (Acaba çok uzun zaman öğretmen gönderilmesi mümkün olmayacak kadar nüfusları az köyler için ordudan onbaşı, çavuş olarak terhis edilmiş açıkgöz köylüleri kısa devreli kurslardan geçirerek kendi köylerinde çalıştırmak faydah olur mu?). Kendisine bu konuda etraflı bir inceleme yapmadan herhangi bir fikir söylemenin doğru olamayacağını açıkladım."
Tonguç, ele aldığı işin temeline inmeden, araştırıp eleştirmeden, çeşitli hesaplan yapıp doğru sonucu almadan öyle kolay kolay karar vermezdi. Bu önemli konu için de aynı yolu tutacaktı elbet. Çünkü köyü uyandırma yolunda girişilecek yeni çabalar öylesine önem kazanacaktı ki bu, belki de eğitim tarihimizin yepyeni bir kesimine açılan bir kapı olacaktı.
Kendisinin anlattığına göre, işi uzatmadan dalmış Orta Anadolu köylerine .. İlkönce, ana fikir üzerine yoklamalar yapmış. Askerlikte onbaşılık, çavuşluk etmiş köylüler arasından
14
çocukları, yetişkinleri okutma; ağaç dikme, aşı yapma ... İçlerinde köylüye önayak olmak isteyeceklerine çıkıp çıkmayacağını soruşturmuş, araştırmış. Başlangıçta, hiç bir kımıltı olmamış .. Sonra bu gibilere hükümetin tohum, fidan vereceğini; aylık bağlayacağını, köyün dışla ilişkilerinde söz sahibi bir önder olacağını, daha da bunlara benzer çıkar ve üstünlükleri sayıp dökünce yavaş yavaş bir uyanma; konuya karşı bir sıcaklık başlamış. Bu iş için köylerde adam bulmanın güç olmayacağını kestirince yetiştirilmek üzere toplanacak onbaşı ya da çavuş terhisli adayların, amaca uygun niteliklere sahip olup olmadıklarını araştırmaya gelmiş sıra. Bu çabalardan bir iki örneği, kendisinden dinlediğim gibi, aktarayım: "Yanımda, gerektiğinde kullanmak üzere, tebeşir, kurşunkalemi, defter, alfabe, okuma kitabı gibi araç ve gereçler vardı. Yerine göre, ya milli eğitim müdürüyle, ya müfettişle, ya da bir köy öğretmeni ile dolaştığım yerler oldu. Gittiğimiz köyde, aradığımız insanların hamlıklarını yumuşatıp konuya karşı ısındırmak için onların kanacakları gibi diller döküyordum. Ortamı hazır bir olgunluğa getirice, köy çocuklarını toplayıp başladık deneylere. Okulu olan bir köyün ikinci sınıf çocukları karşısında onbaşılık yapmış bir köylünün tutumunu anlatayım, pek hoştur. l�könce delikanlıya bir okuma parçasını verdim, (Şunu, kendi kendine adamakıllı pişir. Anlayacağın, çocuklar karşısında hiç kekelemeden okuyabil) ·diye tembih ettim. Köylü kendi kendine parçayı birkaç defa gözden geçirdikten sonra geldi. Kontrol ettim, hiç takılmadan rahat rahat okudu. Meğer köyün okulunda bir süre dirsek çürütmüş. Biraz ses tonlarında gerekli törpülemeyi de tamamladım ve yapacağı şeyleri bir bir anlattım. llkönce parçayı okumadan, kendisine hazır olarak be ilettiğim birkaç soru ile, çocuklarda merak uyandıracaktı. Sonra parçayı, anlamına uyacak biçimde bir sesle okuyacak; benim altını çizdiği kelimelerin ne demek olduğunu anlatacak; bunları tahtaya yazacak; çocuklara yazdıracak, ondan sonra da teker teker okutacaktı.
15
Ders başladı ve kendisine gösterdiklerimi hiç şaşırmadan yürüttü. Sıra, parçayı çocuklara okutmaya, anlattırmaya geldi. (Kim okuyup anlatacak?) sorusu karşılıksız kaldı. Birkaç kere bunu yineledi, tıss!. Hızla döndü, masanın yanına geldi, yumruğunu bir indirdi. Sesi, top gibi gürledi. Hepimiz ürktük, irkildik. Adamakıllı kızdığı da yüzünden belliydi. (Bana bakın! Zor-zar okutacağım size. Yağma yok, susmakla kurtulamazsınız. Hadi, kim okuyup anlatacak?). Gene ses yok. Bu defa çocuklardan birisine adıyla seslendi, (Sen oku bakalım! .. ) diye de sertçe emri yapıştırdı, inadı, suskunluğu sökmüştü ve arkasından tıkır tıkır parça okundu, anlatıldı. Doğrusu bu sınav başarılıydı ve umut da vericiydi.
Aklıma geldikçe tüylerimi diken diken eden öbür örnek de şu: Okulu olmayan bir köyde yaşlıca bir aday, kendisi istekli göründü, şuradan buradan topladığı çocuk.lan kahveye yakın bir ağacın altında oturttu. Kahvedeki masalardan birisini oraya yerleştirdi. Daha önceden üzerinde durulması istenilen, bir savaş konusunu ele aldı, başladı çocuklarla konuşmaya: (Bana bakın! Siz hiç babanızdan, dayınızdan, ya da başkalarından savaş lafı duydunuz mu? Çocuklarda en küçük kımıltı olmamıştı. Çavuş terhisli si durdu, baktı, yeniden konuştu. (Savaş demek, gavurlarla gırtlaklaşmak demek. Hem de nasıl? Dişe diş, başa baş. Gelir, girer herif senin topraklarına? Ananı, bacını keser, çocukları süngüler, ekileni ezip geçer, tüm insanları aç bırakır .. ) Mintanının sağ kolunu sıyırdı. Ortaya, dirsekten aşağısı olmayan bir kol çıktı. Onu,önündeki masaya koydu, biraz bekledi, sonra küt, küt! vurdu ve gırtlağının bütün gücüyle haykırdı: (Bu yanm kolu görüyor musunuz? Bu, gavurlarla savaşırken oldu. Köyümüzü, tarlamızı, bağımızı korumak için tüfengin, güllenin karşısına dikildiğimiz zaman koptu .. ) konuşmasınin burasında, kendi bölüğünden bir komşu köylüsünün, top mermisiyle nasıl paramparça olduğunu anlattı. Bir savaş meydanını bütün renkleriyle öylesine herkesin gözü önüne serdi ki, sanki hepimiz o gürültünün,o yan-
16
gının ortasındaymışız gibi geldi bize .. Tabloyu, o kadar güzel çizdi. Sonunda bir dP. ders verdi, dedi ki: (Ordumuz, ocağımız bedavaya kalmadı bize .. Ne kanlar döktük, ne canlar verdik. Ta, eskiden beri hep bu yolda daha da ne kadar erler yitirdik. Aklınızı başınıza alın. Güçlü olun. Yurdun bekçiliğini iyi yapın!) Bu, gerçekten beklenmeyen bir şeydi. Adam orada olanların tümünü hem duygulandırdı; hem de, derin derin düşündürdü.
Ben, öğreneceğimi öğrenmiş, alacağımı almıştım. Birçok köyde yaptığım araştırmalarımın sonuçlarını uzun uzadıya Bakan' a anlattım. iş aydınlığa çıkmıştı. Köklü, düzenli bir denemeye karar verildi."
Bir Deneme ve Sonucu
Tonguç'un Kayseri, Yozgat, Çorum ve Eskişehir köylerinde yaptığı araştırmalar, incelemeler, olumlu kanılar getirince Saffet Ankan'a durumu, zengin örnekler vererek, olduğu gibi anlatmış: "Askerlik görevini başarı ile tamamladıktan sonra köylerine dönmüş; okuma, yazma ve biraz da aritmetik bilen açıkgöz köylülerin kısa süreli kurslardan geçirildikten sonra köyü her bakımdan uyandırma yolunda çok faydalı birer kılavuz olarak çalışabileceklerine inandığını" ortaya koymuş ve işin gerçekleştirilmesi için de yakın ilgisi düşünülerek Tarım Bakanlığı ile ortaklaşa bir plan hazırlanmailınt teklif etmiş .. Arıkan, Tarım Bakanı ile görüşüp konuşmuş. Sorun, bir çok yanlarıyla gözden geçirilmiş; köyde işe yarayacak pratik tarım bilgilerini, görerek, yaparak ve sonuçlarını elde ederek kazanılmasının gerektiği de hesaba katılarak kursun, bu türden zengin olanakların toplandığı bir yerde açılması kararlaştırılmış. Böyle bir yer de kolayca bulunmuş. Kuru tarım deneylerinin yapıldığı modem bir çiftlikte çeşitli hayvanların üretilmesi ve soylarının istenilen nitelikler doğrultusunda geliştirilmesi konularında çalışan bir haranın bulundu-
17
ğu Eskişehir, böyle bir iş için her bakımdan uygun bulunmuş; kursun, Mahmudiye bucağında açılması kararlaştırılmış. Bina, tarımın her alanında öğretmenlik yapacak uzman personel; yürütülecek olan çabalar üstüne bakanlıklarca sık sık incelemeler yapmayı kolaylaştıracak kadar Ankara'ya yakınlık, buraya üstünlük kazandıran nedenlerin belli başlılarındandı.
Ankara köylerinde askerliğini bitirmiş, açıkgöz ve çevresinin en iyi tanınmış olanları arasından seçilenler, l 936 yılının temmuz başlarında Eskişehir - Mahmudiye'ye yollanmışlardır. Köyün uyanması yolunda görev alacak bir kılavuz için elde edilmesi zorunlu görülen kültür ve tarım ile ilgili bilgilerin, kursta düzenlenen özel programlarla, işleterek ve yaptırtarak kazandırılmaları yollan izlenmişti. Sonuç, başarılıydı. Bu haşan, yalnız işi ortaya koyanların; bunda emeği geçenlerin görüşlerine göre değerlendirilmemişti. Aynca bu eğitmen adayları, köylerine yollanılmadan önce Ankara'da, Bakanlar Kurulu'nun; ileri gelen yazarların; yurdun tanınmış eğitimcilerinin önünde bir de sınav geçirmişlerdi.
( . . . ) Kurs süresinin uzatilarak yönetilecek bu türden çalışma
larla köye yollanacak eğitmenlerin daha da üstün bir kıvama getirilebileceği düşünülmüş olacaktı ki bu dört aylık deneme örneğinden sonra hemen yaygın bir hale getirilmeden.kursların; iki üç yerde açılması kararlaştırılmış ve yeni uygulamacı olarak Ferit Oğuz Bayır'la beni, Mahmudiye'de yetiştirilmiş eğitmen adaylarını köylerinde çalışırken göstermek üzere, Tonguç Ankara'ya çağırmıştı. Bu, bir bakıma yeni görevimiz için görgü, inceleme, koşulların eleştirilmesi yollarıyla bir hazırlık yapmamız amacını güdüyor diye de düşünülebilirdi.
Gezimiz başlamıştı. İlk uğradığımız köyün sokakları, pırıl pırıl. Kadınlar, evlerinin önlerinde örgü örüyorlar. Boş bir oda, derslik olarak kullanılıyor. Ama benim çok eskiden öğretmenlik yaptığım Demireli köyünün okulu gibi sırasız değil.· Eğitmen bunları, kendisi yapmış ve çocuk lan da yerden
18
kurtarmış. Bu köyleri dolaşırken aldığım izlenimleri, Okul ve Öğretmen Dergisi 'nin 193 7 Mart sayısında, "Bozkırdaki Pırlantalar" adıyla yayımlamıştım.Bu yazının bir iki yerini aktarıyorum:
"BOZKIRDAKİ PIRLANTALAR"
"( ... )Bocuk köyündeyiz. Burası bir köy değil, liile tarlası. Laleler çocuk, köy de tarla .. . "Aman Yarabbi ne bereket, yarının kırk milyonuna ne özlü bir maya" diye kendi kendime düşünürken Genel Direktör dedi ki:
- .Bir gün eğitmen geldi, "Ne yapacağız? Okul binası köyün bütün çocuklarını almıyor. Sıkışabildiğimiz kadar yerleştik. Ama bir sürü çocuk da kapının önünde, (Bizi de alın!) diye akşamlara kadar ağlaşıyorlar. Buna bir çare bulun" dedi. Kalktık, beraberce köye geldik. Çocukları boy sırası yaptık. Büyüklerine, "Haydi bakalım içeri." dedik. Öbürlerine de, "Sizi de yakında alacağız" diye teselliye çalıştık. Ama onların son tesellileri, güzel bir okul binasının yükselmesi olacak. O da neredeyse eli kulağında...
·
Akşam üzeri İlyakut köyüne vardık. Eğitmen Halil, kendi bahçesinde Tarım Bakanlığı 'nın verdiği aşılı meyve fidanlarını dikiyor. Hemen köylünün yansı da orada idi. Eğitmen,
"Öğleye kadar ağacın dibinde çocukları okuttum, Öğleden sonra da şu fidanları dikeyim, dedim. Biz kursa gidince mandalar haber alır, burasını dümdüz ederler .. Bari vaktiyle şu duvarı da bir çevireyim." diye kısa bir latife de yaptı.
Biraz sonra tertemiz bir köy odasına gittik. Ortalık da kararıyordu. Eğitmen, evvela ışığı etrafı zor aydınlatan bir lamba yaktı. Beş dakika sonra da elinde bir lüks lambasıyla geldi.
- Bunu, bizim köyün delikanlıları gece dersleri için aldılar. Aralarında para topladılar, üç lira de ben kattım. On liraya getirttik. İyi değil mi?
Diye bizim de fikrimizi sordu.
19
Gece köylüler odada toplanmıştı. Eğitmen, - Bizim köyün buğdaylarını köyce satmanın yolunu arı
yorum, şöyle dengine getirsek de iki işyarla hem satış, hem de alım işlerini bir yoluna koysak, diye söze başladı.
Genel Direktör, tohwnlann ıslahı, bugünkü çift hayvanın, enerjisi daha fazla atla; çift aleti sapanın, pullukla değiştirilmesi meselelerini de alarak toplu bir oda konuşması yaptı. Ferit Bayır, kooperatif fikrine dokundu. Gece yattığımız zaman köy işleri uykularımızı kovdu galiba, bir iki saat de uzanarak böylece konuştuk.
İnsanın bu samimi inanç karşısında gönlü doluyor ve kabarıyor.
Köyleri hep sıra ile dolaşıyoruz. Çocuklarla konuşuyoruz. Onlara okutup yazdırıyoruz, manzwneler, şarkılar söyletiyoruz.
Doğrusu çocuklar ateş gibi ... Yolumuzun 120 inci kilometresi üzerindeyiz, Halkavun
köyünde .. Eğitmen birinci sınıfta birkaç kelimeyi kavratıyor. Ders teknik bakımından mezun bir öğretmenin dersi çapında mükemmel.. ( ... ) ..
180 kilometrelik yolda topladıklarımı kafamın süzgecinden geçirmiş ve sindire sindire onun tadı ile ilk güzel sarhoşluğa girmiştim ki bir dost eli koluma yapıştı. Ben de farkında değilim. Taşhanın önünde imişim.
- Hoş geldin!. dedi. İstanbul'da ne var, ne yok.. Hayrola burada ne arıyorsun?
-Çavuşlar için açılacak kurslar meselesi .. diye kısaca cevap verdim ...
En hassas bir yeri çimdik.lenmiş gibi şöyle bir sıçradı: -Ne? dedi. Gene şu ça·roş eğitmenler işi mi. Bırak Alla
hını seversen .. Hiç çavuştan da öğretmen olur mu ya!. -Neden? - Şundan olmaz ki bu adam köylüdür bir, ikincisi kursta
ne kadar kalacak ve ne öğrenecek. Bunlara ne veriyorlar?
20
-lOlira .. - 1 O liral Sonra da on lira ile çalışacaklar değil mi. Bırak
canım, söker iş mi bu? .. - Peki sökeri hangisi?
- Gel, dedim. Elinden yakaladım .. Hemen oradaki kahveye sürükledim ve konuşmaya başladım:
- Şimdi sana bazı sualler sorayım. Biliyorum ki sen bunlarla meşgul olmamışsındır. Mesela, Türkiye'de kaç köy var? Ve bunların kaçı öğretmensizdir? Hepsinde kaç sene sonra okul açabiliriz? Bunları ne biçim öğretmenlere verebiliriz? .. . İşte bir nefeste sıralayabildiklerim. Daha da çok ya! Nasıl, bunların etrafında bana bir şey söyleyebilir misin?
- ? ... - Öyleyse ben söyleyeyim. Hem de kısaca .. Senin kusur
bulduğun köylülük, eğitmeni ik için baş şarttır. Bu kadar da değil.. Çifti çubuğu olacak. Çünkü eğitmen hayatının mühim bir kısmını buraya istinat ettirirken diğer taraftan yapacağı örnek ziraat faaliyetiyle de köylüye rehberlik edebilsin. Sonra, "Bir çavuş sekiz ayda ne öğrenebilir?" diyorsun. Meseleyi böyle almamak lazım. Çavuş senin, benim bilmediğim birçok şeyleri zaten biliyor. Köyünün taşı, toprağı.. hulasa bütün tabiatı ve bunun yanında da toplumun birçok zorluklarla dolu hayatı onu öyle pişirmiş, öyle yetiştirmiştir ki bundan daha reel ve istikametleri doğru mektebi nerede bulursun? O halde demek oluyor ki kurs ona, bir taraftan fenni ziraat ve tecrübeleri verirken, köy için yetecek kadar kültür tarafını da, kuvvetlendirecektir. Eğer bana deseydin ki, "Şehirli bir orta mektep veya lise mezununu 8 aylık bir kurstan geçirdikten sonra buraya versek doğru olur." O zaman senin yaptığın itirazı ben yapacaktım ve diyecektim ki, "Köyü, böyle bir adama sekiz ayda öğretmeğe imkan yoktur."
Aldığı parayı azımsamanı da çürük buluyorum. Bunu iki noktadan mütalaa edeyim: Birisi, lO liranın kİymetini şe-
2 1
bir ölçüleriyle hesap etmemek lazım. Bunun iştira kıymeti, şehirdekine nazaran iki üç mislidir. Sonra da Tarım Bakanlığı buna fidan, tohum, pulluk, tavuk, an gibi mühim bir sermaye de vermektedir.
Dostum, ben şimdi 180 kilometrelik bir yol üzerinde tam on dört köy gördüm. Buralarda senin dudak bükerek kıymetlerinden şüphe ettiğin eğitmenler çalışıyor. Bak sana kısa kısa levhalarla bir dekor hazırlıyorum. Bakalım o zaman da kafam değiştiremiyecek misin?
Eğitmen, öğleden evvel çocuklarım okutuyor. Öğleden sonra Tarım Bakanlığı' nın verdigi ilaçlı tohumunu ekiyor; aşılı meyve fidanlarım dikiyor. Gece köylüyü yetiştiriyor. Onlara Kültür Bakanlığı'mn yolladığı kitapları okutuyor. Haftada bir umumi temizlik yaptırıyor. Cumartesi günü tatilin başladığı saatte bayrağı çektiriyor, köylüye selamlatıyor. Gözü hastalıklı çocukları ayırıp şehire tedavi için yolluyor. Su birikintilerini kaldırıyor. Göçebe kafilesinin aldığı kimsesiz bir çocuğu kurtarıyor. Yeni okul binası için yer ayırtıyor, kurulması için de hazırlıklar yapıyor. Köyler arasındaki bozuk yollar için kazmalı kürekli kafileler çalıştırıyor ve beraber uğraşıyor . . Şimdi bir hamlede hatırıma geliveren bunlar. Daha da neler var ... Şimdi insaf et. Köylü hata pek klasik teorilerle, bayat formüllerle yetişecek ve eminim ki iki gün sonra şehir hasretiyle yanmaya başlayacak toy öğretmenleri daha yüz sene mi beklesin. Evet neye hayret ediyorsun? .. Bu çok eski telakkiye bağlandığımız gün, yüz seneyi göze al. Yok dostum, memleketin oturup bu işle, karanlık nazireyelerin içinden çıkı1maz hesaplan arasında ömür tüketmeye; miskin miskin düşünmeye vakti kalmadı. Böyle güzel davalar karşısında bilerek konuşmak; konuşmayanları konuşturmak; düşünemeyenleri inandırmak hepimizin borcu olmalı.
"Köylü Çavuştan Eğitmen", bir keşiftir. Bence, Türkiye için buhardan, radyodan daha mühim keşif1. Keşfedenlere ve bunu yürütenlere ne mutlu!. .
22
Eskişehir-Mahmudiye Eğitmen Kursu'nda Eğitim Şefliğim
Gezimiz tamamlanmış, köylerdeki eğitmen adaylarının tutumları, gidişatı, bu konu üstüne çalışacak bizler için epey yararlı olmuştu. Ertesi gün bürosunda buluştuğumuz Tonguç bana dedi ki,
- Eğitmen kursu işini yaygın bir hale getirmeden, tasarladığımız yedi aylık süre içinde yürütelecek bir uygulamanın sonuçlarını daha etraflıca ölçmek faydalı olacaktır diye düşündük. Başlangıç ayımız, nisan olacaktır. Bu karara göre, önümüzde pek az vaktimiz var demektir. Sen şimdi Malunudiye 'ye gideceksin. Adayları, Ankara, Afyon ve Eskişehir köylerinden seçiyorui:. Bunların hepsi ilk önce Mahmudiye'de toplanacak. Sonra düşündüğümüz gibi, olanaklar elverirse böleceğiz. Bir parti de Hamidiye'ye yollanıp orada ikinci bir kurs açılacak. Biz bu işi, biliyorsun, Tannı Bakanlığı 'yle ortaklaşa yapıyoruz. Çifteler Hara'sının bannaklannda yerleşeceksiniz. Adayların yiyecek, giyecek giderleri, hep onlardan. Tannı çalışmaları için her türden araç ve gereçleri de verecekler. Bu alandaki ders ve uygulamaları, onların elemanları yürütecek. Biz yalnız eğitim işlerinden sorumluyuz. Elinize vereceğimiz delikanlıların, köyün kültür; tanın, sağlık.. işlerinde becerikli birer kılavuz olara yetiştirilmelerine çalışacaksınız. Y önetim işleri Tanın Bakanlığı'nın müdür olarak görevlendirdiği Nwnan Kıraç adlı bir zat tarafından yürütülecek. Gazi, "Kuru tanın" üstüne uzmanlık kazanması için onu, Arnerika'ya yollamış. Tannı çevrelerinin düşüncelerine göre, olgun bir insanmış. Gerçi sen de çalışmaya başladığında kendisiyle işbirliği yapacak; onunla ilgili bilgiler edinip bir kanıya da varacaksın ya ... Bunları böylece açıklamaktan güttüğüm amaç şu: Biz eğitmen yetiştirme işinde çiftliklerinden, uzman personelinden ve araçlarından faydalanmak; eğitmenlerin köylerdeki görevleri sırasında tanının bir çok yönlerinde yardım-
23
lannı sürdürmek için T&nm Bakanlığı ile ortak olarak çalışmak zorundayız. Böyle olunca da onlarla iyi geçineceğiz. Ama şunu cİa demek istemiyorum ki, ne olursa olsun, onların suyuna göre gidelim ... Yetiştirme işlerinin gerektirdiği yönden ve doğrultudan hiç uzaklaşmayacağız. Ortak gücümüzü, anlayış ve tatlılık içinde değerlendirmesini bileceğiz. Geçen yıl kimi olaylar, araya soğukluklar getirdi. Bunu dağıtmak için hayli sıkıntı çektik. Ereğimize ulaşmak yolunda, gerekirse zararı olmayacak, her tür esirgemezlikten ayrılmayacağız. Sana Afyon 'dan bir müfettiş-vereceğiz, öbürünü de kendin bul. Eğer bir derdin olursa hemen mektup yaz. Haydi güle güle, başarılar!
içim içime sığmıyordu. Yepyeni bir işe girişiyordum. Kafamın içi planlar, programlarla dolup taşıyordu. Aynca İstanbul 'dan bir müfettişin seçimi işi de vardı. Güvendiğim arkadaşlarımı şöyle gözden geçirdim. İnsan yetiştirme konusunda sabırlı, bilgili, tuttuğunu koparır, alçakgönüllü, arkadaş canlısı .. diye bildiklerimi her yan ve yönleriyle tarttım, ölçtüm, biçtim ve daha İstanbul' a varmadan parmağımı, tam aradığım yere basmıştım. Bu, toptan güvendiğim insan, müfettiş Cemal Öncel olabilirdi. Karakterinin sağlamlığı, meslek kişiliğinin artık kıvamına erişmiş olmasıyla çevresinde saygı gören, benim de çok sevip beğendiğim bu arkadaş, bu işte acaba bana katılır mıydı? Çünkü köy yerinde, gün ışırken paçaları sıvayıp gece yanlarına kadar pala sallamak, doğrusu her yiğidin kan olamazdı. Önce bu ağır hizmete yatkın, köyü uyandırma sorununda içtenlikle çaba harcayacak yapıda olma koşulu, başta geliyordu. Gerçi gözüme kestirdiğim bu arkadaşım, bilebildiğim kadarıyla, tam okka tartıyordu. Yalnız, henüz kendimizi denemediğimiz bu bilinmeyen ayn ve belki de katlanılmayacak kadar zorluklar getirecek bu yeni meslek alanında görev almaya yanaşacak mıydı? Ama artık bu işte atacağım ilk adımım belli olduğu için yan yarıya ferahlık duymuştum doğrusu ...
24
Bunun yanında bir başka meraka yakalanmıştım, "Acaba bu Mahmudiye nasıl bir yerdi? Bize ayrılacak yapılar, çabalarımızın özelliklerine uygun düşecek miydi? Hara'daki uzmanlarla, ortaklığımızı istediğimiz ölçüler içinde yürütülebilecek miydik? Çoğunluğu veteriner olan bu elemanlar, bizim köy öğretmenleriyle bağdaşık bir anlayış olgunluğu göstereceklermiydi? Bunların bilgilerini, yetiştiricilik alanında değerlendirmeleri için bir danışmaya yönelmek istenildiğinde, yüksekten atıp bir afurtafura sapıverirlerse ipin ucunu kaçırmadan doğru yolu bulabilecek miydik?" gibilerden bir yığın sorunun baskısı altından sıyrılıp kurtulamadığım yetmiyormuş gibi bu arada çevrem, daha işe girmeden içime bir sürü korku salacak şeyler gevelemişti: "Mahmudiye, diken bile bitirmeyen yoz topraklarda bir kerpiç yığını imiş. Bataklıkların beslediği sivrisinekler, kemikli soydanmış. Bunlar, bir ayda hesabımızı görür, arkamıza baktırmadan yolcu edermiş bizi .. Falan, filan .. "
Söylenilenlere kulak asmamıştım. Çünkü böyle boş laflarıi pabuç bırakmayacak kadar köyü biliyordum. Cemal Öncel ile de uzun görüşmelerden sonra tam bir anlaşmaya varmıştık, keyfim tamamdı. Artık iş, yolculuğa kalmıştı ve toparlandım, doğruldum Mahmudiye'ye ...
"MAHMUDİYE YOLUNDA" (*)
" - Poyrazı kapalı, havası ağır .. Orada toz, duman .. Ferman okur. Biz bir gece bile zor kaldık.
İşte bir tanıdık dilinden Mahmudiye .. Şu Köy Eğitmenleri Kursu'nun çalıştığı nahiye.
- Aman birader Mahmudiye mi? .. Sakın cibinliksiz gitme!.. Sivrisinekler gözlerini oyar. Hele kinin mutlaka lazım. Rejim yapmazsan sıtma kulağının arkasına derhal yapışır.
(*)Okul ve Öğretmen Dergisinden 1937 - S. Edip Balkır.
25
büyük,temiz binalarını gördükten sonra bu otelcik bana pek küçük göründü ve ne yalan söyleyeyim bu büyük isim, ne kadar ihtişamlı da olsa küçüklüğünü gizleyemiyor. Ama bir gece yattıktan sonra fikrim değişti. "Palas "lık, onun dış tarafında değil; içinde imiş. (Sakın otelin sahibi kandırdı da reklam yapıyorum sanmayın ha! .. Bu satırlar, gördüklerimin fotoğrafıdır. Gerçi otelci bu methimi haber alsa bedavadan bir gece misafirliğe çağırır ama ben gitmem.)
Sabahleyin Eskişehir' i, gece gördüğümden daha güzel ve sevimli buldum. Burasını l 924 yılında, Dumlupınar'da tertiplenen bir törene katılmak için giderken görmüş, dolaşmıştım. O zaman miniminicik ve şöyle böyle bir kasaba olan Eskişehir, şimdi koskoca yeni bir şehir; kaynaşan, hareketli ve ileri bir memleket olmuş.
Cumhuriyet, yurtta nereye ve hangi işe elini dokundurdu da ona güçlü bir hüviyet vermedi? Eskişehir, bu "Talih manzumesi"nden ayrılacak değildi ya!..
Henüz yeni görüyormuşum hissini verecek kadar değişen, büyüyen bu şehrin beni tutan, yakalamak isteyen güzel tarafları içinde gene iğretilikten kurtulamıyorum. Ayaklanın Eskişehir' in yollarını arşınlıyordu ama, kafam, her adımda ve her yerde Mahmudiye'nin yolunu çiziyordu, bizim müstakbel eğitmenlerin hayatını kuruyordu.
O akşam lisenin birkaç değerli öğretmeni ile bir masanın etrafında toplandık. Onlar bana soruyor, ben söylüyordum. Artık sormadan da söylemeye devam ediyordum. Hep köycülük meselesi.
Hepsinin yüzünde o kadar tatlı bir inşirah vardı ki susarsam günah işleyecekmişim gibi bir tembih, benim konuşma zembereğimi mütemadiyen kuruyordu.
- Eh, öyleyse dediler. Artık bize Mahmudiye 'de iyi bir kapı açıldı.
- Elbette .. diye cevap verdim. Bu kapı hepinize, herkese açık..
28
Çok şükür, nihayet Mahmudiye;ye de geldim. Uzun bir şosenin iki kenarına sıralanmış kerpiçten evleri, hiç yadırgamadan gözlerimle kucaklıyorum. Aralarında beyaz duvak takılmış yeni gelinlere benzeyen öyle şirinleri de var ki insan önlerinde durup uzun uzun seyretmeden geçemiyor. Şöyle etrafıma bakıyorum, genişlikleri kadar içe feranlık veren hudutsuz ufuklarda poyrazı kapayan dağlan arıyorum.
- Tuhaf1 .. diyorum. Acaba burada poyraz ters mi esiyor? Hani, poyrazı kapalı idi ya! ..
Koyun sürüleri, meranın ceylan gibi atlan, söğüt ağaçlarının altında sessiz sessiz akan deresi ile Mahmudiye beni daha ilk bakışta kavradı.
Kurs binasında misafir ziyaretçi arkadaşlardan başka kimse yok. Onlarla neşeli bir gece geçirdikten sonra ziyaretlere çıkıyoruz. Nahiye Müdürü şehirde imiş. Doğru, muhtar Bay Hakkı'nın yanına gittik. Jandarma yüzbaşılığından mütekait ihtiyar, fakat çok dinç bir adam:
- Hoş geldiniz!. Eh .. gene köyümüz şenleniyor desene .. Daha lafını bitirmeden içeriye birisi girdi. -Hacı Bey, bir ölüm ilmühaberi dolacakmış. - Şu tıngır, mıngır için mi? Tam da vaktini buldun .. - Acele imiş .. - Cart curt etme şimdi canım. Bak misafirlerimizle ko-
nuşuyorum. Bize döndü, . - Hep kıvır, zıvır .. Neyse, ne diyordum. Efendim bizim
nahiye dehşettir. İnşallah yakında kaza da olacak ya. Bazıları falan filan deyip işi kanştınyorlarmış.
-Kaç yaşındasın Bay Hakkı? -Nüfus yaşımı mı, yoksa kendi yaşımı mı söyleyeyim? .. - Hangisini istersen .. -Nüfus yaşım 60. Kendi yaşım 30. Gerçekten böyle .. Masanın gözünii çekti, birkaç mühür çıkardı. -Bak, dedi, bütün bu işler hep benim omuzumda.Asker-
29
likteki kılıcı, daha kınına koymadım. İşin suyunu çıkartacak kadar gücüm var. İhtiyarım ama çürük teneke değilim, köşetaşı, köşe .. Bir defa çektim mi kılıcı, cart! ... Bütün işler dümdüz .. Dünyaya kabak gelip susak gidenlerin vay haline!! ..
Konuşurken ben de falan filanı, cart curtu, kıvır zıvırı karıştırmaya başlıyorum. Öyle tatlı sirayetleri vardı ki, Bay Hakkı ile siz de konuşsanız, bunlar sizin de lügatçenize muhakkak musallat olurlar...
Kıvır zıvır, falan filan, bu dinç ihtiyarın dilinde o kadar hoş ki insan özense taklit edemez. O kadar da hususi ..
Okul başöğretmeni ile konuşuyorum: - Sıtmalı kaç çocuğunuz var? - Hiç! .. - Desenize benim kininlere yazık oldu. - Yüzüme hiçbir şey anlamamış gibi baktı. Meraktan kur-
tarmak için, - Buraya gelirken az kalsın bana bir vagon dolusu kinin
taşıtacaklardı. Köy sıtmalı dedilerdi de .. dedim. Cevap vermeden güldü. Akşam kursa döndüğüm zaman benim çavuşlardan bir
partide gelmiş 25 kişi buldum. Gece onlarla konuşurken bana neler sormadılar.
- Toprak kanunu çıkacak mı?. - Bu zirai kombinalar işinin esası üzerinde fikir almak is-
tiyoruz. Memleket ve hayat meselelerini öyle ele alıyorlardı ki
değme adamda bu kadar pratik nüfuz bulunmaz. ***
Mahmudiye'de poyrazı kesen dağı aradım, bulamadım. Sıtmayı aradım, bulamadım. Can sıkıntısını araqım bulamadım. Yalnız Mahmudiye'nin sıtmalı ağır havalı tarifinde olmayan güzel bir şey buldum:
Kalkınmanın burada filiz salan ümidini ve yarını kucaklayan imanını ..
30
Tarım Bakanlığı'nın Eğitmen Kursuna verdiği büyükçe yapılardan birisi, Nisan ayı içinde Eskişehir, Afyon, Ankara illerinden seçilen adayların bannağı oldu. Durumumuz kesin olarak açıklanmadığı için de toplanan adayları, köklü planlara göre, köy hizmetleri bakımından yetiştirmeye dönük çabalar harcanamadı. Pek kısa süren bu dönemde, topluca yaşama düzeni için zorunlu gördüğümüz kuralları kavratma, kişiliklerini pişirme konularında önümüze çıkan fırsatlardana faydalanılıyordu. Yalnız bu üç ilden gelmiş olanlar arasında anlayış ve bilgi aynntılan, bizleri pek şaşırtmıştı. Eskişehir köylerinden seçilmiş olanlar, Romanya göçmenlerinden oldukları için görgüleri fazla, bilgileri de pek elverişliydi. Ellerinde her zaman birer gazete görürdük. Bu yoldan, yurt ve dünya konularına giriyor; bunları, kafa güçlerinin taşıyabildiği kadarıyla tartışıyorlardı. Afyonlular bu denli uyanık görünmüyorlardı ama atılganlıkları, umut veriyordu bize .. Fakat Ankaralılar çok durgundular .. Düz bakışları; canfanndan bezmişçesine kabuklarının içinde donmuş gibi görünmeleri, başlarındaki yetiştiricilerin nesi var, nesi yoksa hepsini süpürüp götürüyordu. Sırası gelip de Eskişehirliler Hamidiye'ye aktarılınca biz bize kaldık. "Mahmudiye kursunun hiç bahtı yokmuş doğrusu .. Her iki yakadaki çabalar eşit ölçülerle yürütülse bile Hamidiye'nin zaten yetişmiş, şimdiden çatır çatır gazete, kitap okuyan adaylarıyla, baş edemeyiz elbet... Kurs sonunda onların bugünkü haline getirebilirsek bizimkileri, ne mutlu . .. " gibilerden yakınmalar gırla gidiyordu. Ama biz yöneticiler de susmuyorduk, diyorduk ki, "Yanşa mı çıktık yani .. Bırakın şimdi böyle laflan. Görevimiz, bunları kendi köylerinde her bakımdan yol gösterecek bir niteliğe ulaştırmaktır. Açık ve pişkin Eskişehir köylüleri de kendilerine göre ileri ve bilgili kılavuz isteyecekler tabii .. Anlayacağınız, dağına göre kar." Bu düşünce, etkisini göstermiş, ortalığı yatıştırmıştı. Artık vakit kaybetmeden işe girişilmeliydi. İlkönce, komşu köylerden olan adayları, kavrayış ve okuma-yazma dü-
3 1
zeyleri birbirine yakın on kümeye böldük. Bunları kolayca ayıI"dbilmek için hepsine ayn ayn adlar taktık, başlarına da birer öğretmen verdik. Bu küme öğretmenleri, eğitmenler köylerine dağıldıktan sonra bunların 8-1 O köylük bölgelerinde gezici başöğretmen olarak çalışacaklardı. "Grup Şefi" dediğimiz müfettişler de ikiye bölünmüş adaylar topluluğunun öğret;m ve eğitim hizmetlerini yürütmek için görevlendirildi. (*) Yönetim dışındaki genel sorumluluk, benim sırtımda idi. Ama bu ağır yükü, her zaman ve her işte bana destek olan Grup Şefi Cemal Öncel 'in bilgili ve yerinde yardımlarıyla kolayca taşıyabiliyordum. Yiyecek, giyecek ve başka yönetim .giderleri, Tannı Bakanlığı 'nın bütçesinden sağlanıyordu. Bir gün Kurs Müdürü Numan Kıraç çıkageldi. Kendisi, kuru tarım üstüne deneyler yapılan Eskişehir'deki çiftlikle eğitmen adaylarının uygulamalar yaptıkları Harn,idiye çiftliğini yönetiyordu. işi başından aşkın olduğu için kursa ayıracak öyle geniş zamanı yoktu. Bunu,ortada böylece açıklamış, yalnız isteklerimizin geciktirilmeden yerine getirilebileceğini, üstüne basa basa, söylemişti. Bu durumu zaten pek uzun sürmedi. Tannı Bakanlığı, vaktiyle öğretim hizmetiyle ilişkisi bulunduğunu göz önünde tutarak, yaşlı bir zatı Kurs Müdürü olarak yollamıştı. Numan Kıraç'la pek kısa bir süre için işbirliği yapabilmiştik. Fakat doğrusu bilgisini, tutumunu ve davranışını biz baştakiler pek beğenmiştik. Eğitmen adaylarıyla yaptığı bir konuşma, köyü ve köylümüzü yakından tanımakta olduğunu da gösterdi bize .. "Tarım işlerinde her köyün, uzun yıllar süresince birikmiş gözlem ve deneylerle bir okul niteliği kazanmış olduğunu; okumuş tarımcıların bu gözlem ve deneylerden geniş ölçüde faydalanarak bugünkü ziraati daha sağlam
("') Bundan sonraki kurslann çalışma dönemine rastlayan ve bütün yönetimin Milli Eğitim Bakanlığı'nca yüklenildiği süre içinde yayımlanan (Köy Eğitmenleri Kanun ve Talimatnamesi - l 938)inde kurs direktörlerinin, eğitim şeflerinin, grup şeflerinin; öğretmenlerinin, eğitmenlerin ödev ve sorumluluklan,"ayrı ayn yer almıştır. Sırası gelince bunlar açıklanacaktır.
32
ve verimli bir yönde işletmek için kılavuzluk yapmak isteyeceklerini ... " katıksız, temiz bir dille anlattı ve demek istediklerini de kavrattı. Bizden önceki kısa süreli deneme kursunun da Tarım Bakanlığı'nca atanmış yöneticisi olarak görev yapmış bulunan Kıraç'la ilgili olarak ileri sürülen söylentilerin harmanı içinde bütün anılarım yuvarlandı ve anladım ki iki bakanlığın ortak çabalarına daha baştan soğukluk getiren dedikodular, olayların iyi niyetlerle değerlendirilmesinden doğmuştur. Bunun yanında uzun süre ister görev bakımından, ister arkadaşlık yönünden Haracılarla olan ilişkilerim de aynı kanıları getirmiştir. Başlarında müdür Tevfik Bey olduğu halde, kursumuzda ders okutan veterinerlerin hepsi kibar, çelebi, iyi niyetli ve kendi alanlarında adamakıllı hazırlıklı insanlardı. Hara Müdürü, Bakanlıkça yollandığı Bulgaristan 'da gözlem ve incelemeler yapmak üzere epey kalmış. Bana kurslarda okutulmak üzere hazırlattırılmış bulunan "Komşulanmızı Tanıyalım" (*) adlı kitabım üstüne pek değerli bilgiler vermek için kendini hiç naza çekmemiş; gerekli yardımları seve seve yapmıştı. Bu izlenim ve kanılarımı, bizim Genel Müdür Tonguç'a, olduğu gibi yansıtmıştım. Böylece, Tarım Bakanlığı ile önemli sayılacak ortak yargılarda, yersiz bir anlaşmazlığa meydan verilmemiş olur diye düşünmüştüm. Gerçi kursun sonraki yaşlı müdürü, kimi yerlerde ve zamanlarda, bizim istediğimiz gibi, anlayış gösterememişti ama işlerin verimli doğrultuda gelişmesini engellemesine, arada, yersiz bir soğukluğun doğmasına da fırsat bırakılmamıştı.
Tarım Bakanlığı, tarla ziraati, zootekni, tavukçuluk, konservecilik derslerini okutacak, müdürle beraber, beş eleman; tanın işlerini izlemek ve kimi konulan danışmak için de, köyleri yakından tanıdığı düşünülerek, bir tarım memuru He Sofya Üniversitesi'ni bitirmiş bir tarım uzmanı vermişti. Bizim
(*} Hayli emek fıarcadığım bu kitabın basılamamış olduğunu, üzüntü ile belirtirim.
33
genel bilgi kazandırmak ve ileride köylerinde çalışmalarını izlemek için gezici başöğretmen olarak görevlendirilecek kurs öğretmenleri arasında, tanın okullarında yetişip köylerde öğretmenlik etmiş iki elemanla kadromuzun tutan 3 müfettiş ve sonradan gelen atölye öğretmenini de katınca, 28 ' i buluyordu. Kültür öğretmeni diye adlandırdığımız 1 5 görevli, küme sayısına göre fazla görülecektir belki ama bunun karşılığı ve nedenleri vardır. On kümenin temelli on öğretmeni içinde hasta olanlar, başı çok dara gelip izin isteyenler bulunuyordu. İşte özürlerinden dolayı izin alanların yerine, boş kalan kümelerin başına bu yedeklerden birini vererek programı aksatmadan yürütebiliyorduk. Bundan başka, her ay sonunda yapılan bilgi yoklamalarında kümelerde, arkadaşlarından geri kalmış olanları, teker teker yetiştirmek zorunluğu karşısında da, gene bu yedeklerden faydalanıyorduk. İşte ortaya çıkabilecek bu türden eksik ve gedikleri hemen tamamlamak yolunda Önceden düşünülmüş böyle bir tedbir, gerçekten yetiştiricilik görevimizi en küçük bir çöküntüye uğratmadan yürütmemizi sağladı. Kurulan on küme ile meydana getirilen gruplardan Afyonlu adayların bulunduğu grubun başında, Afyon 'dan gelmiş olan müfettiş Hilmi Duru, öbürünün de başında Cemal Öncel bulunuyordu.
Yatma, yeme, çalışma ... için elverişli ve eksiksiz bir çevre hazırlandıktan, öğretim ve eğitim işlerine de gerekli düzen verildikten sonra köy yerinin yaşantılarında uygarlığın her istenebilecek çıkıntılardan yoksun kuru çevresini de, azıcık iç boşaltmalarına, eğlencelere ... Yol açacak şöyle böyle renkli olanakları hazırlayıp biçimine sokmak geldi aklımıza .. Arkadaşlarla verdik kafa kafaya. Bunun çözümünü, içinde her telden çalınabilecek rahat bir yapının sağlanmasında buluyorduk. Bu da, hemen eğitmen adaylarının kaldığı yere yakın ve yolwnuzun üstünde, gelip geçerken gözlerimizin içine bakıp duruyordu. Hara Müdürüyle ahbaplığımız hayli ilerlemiş, arada epeyce de bir içtenlik doğmuştu. Durumumuzu açıkladım.
34
Çabalarımıza yeni güçler katacak nedenlerin arasında, bir lokale ne denli susamış olduğumuzu belirttim. Müdür, anlayış gösterdi, "Verdim gitti size .. "yi yapıştırıverdi ve ekledi: "Orasını donatmak için de yardıma hazırım. İsteyin, isteyeceklerinizi . . . " Hemen arkasından da milletin tümü, kendimize göre bir çeki düzen vermek için oraya koşuştu. Göz açıp kapayacak kısa bir süre içinde temizliği yapıldı; araç ve gereçlerimiz yerli yerine konuldu. Kağıt, tavla, dama, satranç alındı. Gazoz, çay, kahve her zaman hazırdı. Hafta sonlarındaki tatili de, hep birlikte kafaları çekme günü olarak ayırdık kendimize. Altı aylık bir serdengeçti çabanın çalkantıları içinde hiçbirimizin keyfi gölgelenmedi. Çünkü sayısı "Birkaç"ın üstüne çıkmayan, ama gene de "Çelebi "liği bozmayan zilzurnalık olayları, ne kişiliklerin soydanlıklarını kaykılttı; ne de öğretici ve eğitici niteliğine, dar olçüsüyle bile, yozlaştırıcı ve eksiltici bir etki getirdi. Ama bu eğlenceler ve curcunalar, sıkı çabaların yüklediği ağır yorgunlukları dinlendiren şifalı ilaçlar yerine geçti. Bu gözlemimin kazandırdığı tecrübeler, sonra bütün köy işlerinde görev aldığım süreler boyunca hep başvurduğum bir güç tazeleme metodunun temeli oldu. Böyle davranışımın yerindeliği de pek ağır koşullar içinde bunalan arkadaşlarımın zor işler için gerekli güçlerini hep ayakta tuttu . . Bu tutumun paralelinde, bir bakıma, araştırma, inceleme .. sayılabilecek geziler düzenlenmişti. · Emirdağ Fidanlığını, Afyon 'un belli başlı yerlerini bu yolla gezmiş, görmüş, tanımıştık.
( . . . ) Eğitmen yetiştirme eylemlerinin dışında, köylü kız ve ka
dınlar için çok yararlı sonuçlar verdiğini gördüğümüz bir çabanın hikayesini buraya koymazsam hak yemişliğin üzüntüsünü. taşıyacağım gibi geldi bana. Onun için yerine getirilmesi artık kaçınılmaz bir ödev biçimine giren bu işi ele almalıyım:
Yorgun argın eve döndüğümde karım, şuradan buradan konuşurken köyün gerçekten önemli sayılabilecek bir eksiğine bastı parmağını
35
- Çevremizde olup bitenleri iyice öğrendim. Buranın insanları iki yakaya ayrılmış. Bir yanda, geçimleri pek rahat olan Hara' cılar; bir yanda da köylüler. Hoş bunların içinde de iyileri var, ama orta halliler le fukaralar çoğunlukta. Benim asıl gözüme çarpan, aylıklar, para ile düzenlerini kurup işlerini yürütme yolunu bulmuşlar. Ama köylü kadınlar, kızlar, evinin, çoluğunun dikiş nakış alanında hiç yok. Bakıyorum, siz sabahtan akşama kadar durmadan toz toprak içinde yuvarlanıyor, yoruluyorsunuz. Bizim payımıza, bu geri ve yoksul yerde evlere gidip çançan etmek mi düşüyor yalnız? Düşündüm, dedim ki: "Bizim de kendimize göre yapacağımız işler var burada. Niye köyün kızını, kadınını toplayıp onlara biçki dikiş öğretmeyeyim? Zamanında bunun için alınteri döktüm, bir de diploma aldım ya .. Eskiden harcanmış bu emeklerimin kazançlarına, bir iş gördürelim bari. Artık buna sıra geldi diye düşünüyorum ben ... Kadınlar, çoluğunun çocuğunun; kızlar kendilerinin, kardeşlerinin dikişlerini, yamasını becersinler.. evlerinde iğne-ipliğe dayanan dertlerin üstesinden gelsinler. Karınca kaderince, ben de katılmalıyım bu işe ...
Ne diyorsun buna? Haydi yardım et de hemen başlaya-lım.
·
İçim, dolu dolu oldu. Handiyse sevincimden ağalayacaktım. Evimin, çoluk çocuğumun sıkıntılı, zor işlerinde hep yanımda kalarak zaman zaman gücünün dışında bana eşlik etmiş karımın bu davranışı, yeni bir şey de öğretiyordu bana . . Demek o, yalnız evinin değil, topluma hizmetin de gönüllüsü idi. Ona güvenim daha da arttı.. Çok, ama çok gururlanmıştım.
- Ne demek yardım? .. Varımı-yoğumu katanın bu işe. Sen böyle bir şey düşündün, istedin ya .. Yarından tezi yok, hemen paçaları sıvanz .. Sağol!
Ertesi gün koştum muhtarlık yapan Hacı Bey'e. İşi anlattım. Kavrayışlı ve candan bir adamdı, pek sevindi,
- Ne mutluluk köyümüz için. Kızına, kısrağına herkese
36
yayarım ben şimdi bunu. Hatta onlara derim ki, "Nimet, ayağınıza gelmiş. Bu işe, benim bile içim domaldı. Eğer iğneme iplik takarsanız bem de katılının size .. " Benim hanım işitmesin şu gevezeliğimi, bayılır ...
Bu kurs için, okulun büyük ve ışıklı bir dersliğini de sağladık. Haberi yayar yaymaz burasının dolup boşalacağını sanmıştık. Birkaç gün bekledik, ama hiç de böyle olmadı. Ortalıkta kimse görünmüyor, çıt çıkmıyordu. Ben gene Hacı Bey' e saldırdım:
- Yahu, kurcala şu işi bakalım. Bunun, kökünde herhalde bir nedeni olacak. Araştır, zorla da milleti uyaklandıralım, başlayalım işimize.
- Sen tasalanma hele .. Vallaha altını üstüne getiririm dünyanın. Elimden kurtulabilirler mi hiç?
Aradan bir gün geçmişti ki Hacı Bey, bir yel gibi girdi benim kurs yapısındaki odama. Pek sevinçliydi.
- Bey! dedi. Anlaşıldı meselenin püf yeri. Bunlar biçkidikiş kursunun paralı olduğunu sanmışlar. Hem de içlerinde araç-gereç giderlerini ödeyemeyecek kadar fakir olanlar, �'Bizim nemize gerek.. Üste başa; oyaya boyaya harcayacak para nerede? Bizden hayır yok" diye sızlandılar. Ama bana Hacı Bey demişler. Jandarma Kumandanlığı yapmışım ben. Bırakır mıyım işin peşimi. "Yahu, bileklerinize bedava bir altın bilezik takmak istemiyoruz" yollu azarları veriştirdim, yumuşatıp söz alıncaya kadar da hepsinin teker teker dikildim karşılarında .. Çok fukara olanlarına, bir şeyler uydurursun değil mi artık?
Kısa bir bekleme süresinden sonra yazılmak için birkaç kız başvurdu ve arkasından da sayı hemen 35 i buldu. Yeniden gelecek başka kimsenin olmadığı anlaşılınca eşim bunlardan küçük bir grubu Eskişehir'e götürdü. Eşe!, mezür, ince kağıt, metot defteri .. gibi araçlarla çeşitli işlerde kullanılacak bezler, toptan alındı. Bu arada fukara kızlara da kurstaki
37
çalışmaları için gerekli bütün avadanlıklar sağlandı. "Biçkidikiş kursu, gösterdiği dersler için hem para almıyor, hem de fukaranın her şeyini bedava veriyor" sözü, hemen çevreye yayıldı. Bu davranış, köyü her bakımdan bizlere bağladı.
Metot, biçki-dikiş, nakış dersleri, tatil günleri dışında öğleden sonralan saat l 4-l 8 arasında hiç aksamadan dört ay sürmüştür. Yalnız, işin daha başında bir başka zorlukla karışlaşılmıştı. 7 kişi, kurs programlarını izleyebilmek için okumayazma bilmiyorlarmış. Arkadaşım Grup Şefi Cemal Öncel'in eşi öğretmen Aliye Öncel de işin bu yanını ele almış, pek yoğun çabalar harcayarak kısa bir süre içinde bu yedi kız ve kadını, biçki dikiş kursundan faydalanabilecek bir hazırlık düzeyine getirmiştir.
Bu kurs, işlerini bizim Eğitmen Kursu çalışmalarından önce bitirdi. En az başarı ölçüsü, herkesin kendisine yine kendisinin biçerek diktiği bir elbise olmuştur. Öğrencilerin yaptıkları çeşitli işler, (Yastıklar, masa örtüleri, çay takımları, kaneve ve hesap işleri, tül perde örgüleri, kabartma iş, çeşitli nakışlar .. ) Cemal Öncel ile ortak olarak oturduğumuz evimizde sergilendi. Halk kendi köylülerinin ellerinden çıkan güzel işleri gördü, kıvandı. Aynca bir inceleme yapmak üzere gelmiş olan Bakanlık Siyasi Müsteşarı Nafi Atuf Kansu ile Umum Müdür Hakkı Tonguç, Eskişehir Maarifçileri ilgilendiler ve hepsi de köy yerinde şimdiye kadar örneği görülmemiş biçim, güzellik ve zenginlikte böyle bir işe girişilip yararlı sonuçlar almayı, gerçek -bir haşan saydılar ve halkın, aydının, yöneticinin katıldığı bu yargı, burada çalışanların emeklerini karşılayan bir ödül yerine geçti.
Mahmudiye kursunda yetiştirilmekte olan eğitmen adaylarının gündelik yaşantıları içinde ortaya çıkıp gözüme çarpan özellikleri not etmiş, bunları Okul ve Öğretmen Dergisi'nin l 937 tarihli 1 5 . sayısında yayımlamıştım. Birkaç parçasını aşağıya alıyorum:
38
"KURSUM UZUN KÖŞESİNDE BUCAGINDA"
( ... ) Arkadaşlarının sakal tıraşını yapan Halil Arslan'a seslendim:
- Nasıl işler, Arslan? - Sağ ol şefim! Elimden geldiği kadar yapıyorum. Hepsine birden döndüm, - Doğrusu Halil, usta berber değil mi? dedim. Afyonlu Cafer atıldı : � Evet usta berber doğrusu ... Amma altındaki bıçağa da
yanabilirsen! .. ***
Bahçede bayrak direğini boyatıyordum. Başımın üstünde bir kahkaha patladı. Baktım, öğretmen Cevdet. İçimden,
- Tuhaf dedim. Bu ağır başlı adama doe oldu? Demeye kalmadı. Öğretmen vaZiyeti p cereden izah et
mek mecburiyetini duydu. Anlatmaya başla ı: - Gene bizim Gökmen'in hikayesi. Şimdi yazı yazdırıyo
rum. Baktım, Gökmen bir satın iri, bir satın küçük harflerle yazmış. "Aman, Gökmen, dedim. Dikkat etsene .. Şunları hep bir büyüklükte çıkart!.. dememe kalmadı Gökmen,
"Ne zararı var öğretmenim, büyük harfler küçük harflere bakarlar, küçükler büyür" dedi ve ona gülüyorum.
Arkasından ben de boyayı boyayanlar da, kendimizi tutamadık. T ıpkı Cevdet gibi biz de güldük.
Karşılıklı latife yaparlarken Hasan diyor ki: - ,Sen benim ekmeğimle adam oldun. Hazır cevap Gök
men, hemen yetiştiriyor: - Aman arkadaş acele et! Mademki ekmekle adam yapı
yorsun, bir sürü adam yap da memleketin boş yerlerini dolduralım.
*** Bu akşamki eğlencede bizim tuluatçıların buluşlarını, değ-
me piyesçiler söktüremezdi. Hele Sezer'in hünerleri, şaheserdi.
39
- Baylar, dedi. Burada her şeyi öğreniyoruz. Tavuğu çok yumurtlatmanın usulünü de anladık. Size şimdi bir marifet göstereceğim. Bakın!
(Hemen oradan eline geçirdiği fötr bir şapkayı masanın üzerine koydu. Büyükçe bir mendili de elinde şöyle bir, iki defa salladı.)
- Görüyorsunuz ya mendil.. (Şapkayı havaya kaldırdı.) - Bakın, bunun da hilesi hud' ası yok, şuradan alıverdim. Hoop! .. Bir, iki, üç ... Şapkanın içine boş mendilden arka
arkaya yumurtalar düşürüyordu. Ben alay ettim, - Sezer! Dedim. Artık bize karada ölüm yok. Bundan
sonra kursa yumurta lazım oldu mu hemen sen fabrikayı çalıştırırsın.
Sezer, - Şefim! dedi. Bunu, şimdi söyleyeceğim bir söze misal
olsun diye yaptım. Biz köylere gidince mendilden yumurta çıkartmak kadar zor işleri başaracağız ...
Müthiş bir alkış tufanı . . . Ama bu, bir nezaket ve gösteriş işareti olmaktan çok uzak bir iç ve inanış fırtınasının gürültüsü idi."
Öğretmen Emin Taşkent' in kimi kurs arkadaşları için yaptığı manzum taşlama ile seslendirilmesini bir türlü başaramadığımız, "Eğitmenler Marşı"nı buraya koyarak artık Mahmudiye kursunun anlatma işini bitiriyorum.
( ... )
Kastamonu Gölköy Eğitmen Kursu'ndaki Müdürlüğüm
İlk yolculuk
Kursların artık çoğaltılması gerekiyordu. Küçük köyler için "Eğitmen"in, her bakımdan iyi bir kılavuz olacağı açık-
40
ça anlaşılmıştı. Okulda, tarlada, bahçede, sokakta, evde, köyde . . . Onun gücü, aralarında yaşadığı pek geri aklmış küçük topluma nereye yöneleceğini; nasıl davranacağını gösteriyor, öğretiyordu. Bu gerçeğin kuşku sinmiş bir yönü kalmamıştı. lşe daha önce girişilmemiş olmasından doğmuş "Kayıp"lann hızlandırdığı çabalar, devlerle yanşa çıkmış gibiydi� Sanki "Açık"ların kapatılması savaşı başlamıştı. Böyle olduğu için de Ankara' ya çağrı telini aldığım zaman hiç şaşırmamıştım. Apar-topar bir yolculuktan sonra Tonguç'un karşısına dikildim. Çok keyifliydi. Başanlann sonuçlarını daha önceden gören bir insanın ferahlığı içindeydi.
- Bugün Çankırı 'ya gideceğiz. Hemen hazırlan! dedi. Zaten vanm yoğum, bir yolcu çantasıydı. Onu kaptığım gibi her şey için ve her yerde hazır ve nazırdım. Kaşla göz arasında üç kişi bir otomobile yerleştik. Aramızda Tanın Bakanlığı'nın Köycülük Şubesi Müdürü eski öğretmenlerden Raşit Saraçoğlu da vardı. Ağırbaşlı, bilgili, yurtsever ve her bakımdan olgun bir insandı. Arabanın içindeki küçücük çevremiz birden büyüyüvermişti. Tonguç konuşmaya başlamıştı çünkü .. O, kafasında kurduğu "Köyü canlandırma" dünyasının dışına çıkamazdı. Yıllarca sonra bile, bu davranışın küçücük bir değişikliğe uğradığını görmedim. Hep köydedir. Hep köylü iledir. Tohum güzelleştirilir; hayvanların soylan geliştiriİir. Bahçeler, bağlar kurulur. Bataklık olmaktan kurtulmuş yolların kenarlarındaki badanalı, ışıklı evlerdeki küçük çocukların yüzlerinden kan damlar. Köy, artık insan ve hayvan sağlık memurlarına, bir tarımcıya, bir kooperatifçiye kavuşmuştur. Güzel bir okul yapısı, yalnız çocukların değil, köylünün de toplantı yeridir. Tarımda verimi arttıran metodlann nasıl uygulandığı filmlerle burada gösterilir. Toplumu her yönden eğitici oyunlar, burada oynanır ve bolluk içindeki bu cennet parçalarının barındırdığı insanlar, yarınına güvenle bakan mutlu bir ulusun temelidir. On y!l, köy işlerinin her köşesinde dolu dizgin esen kasırgalar içinde beraber kaldık. Adım başında, ölüm is-
4 1
teyen cehennemlerin köprülerinden geçerken birlikte acılar, yaralar aldığımız oldu. Ağzından, evinin, ocağının düzenini ilgilendiren tek bir söz çıkmanuştır. Geçimi, kişisel tasalan üstüne şöyle veya böyle laf ettiğini hiç bilmem. Yani Tonguç, yurda adanmış bir köycü, benzersiz bir eğitimci olarak kalmıştır hep .. Sorunların işlenmesinde öylesine düşündürücü ve yeni şeyler öğretici gerçekler kotanrdı ki konuşmalarında, bir yerden öbür yana kurduğu köprülerden geçirirken, bir iklim değişse bile, yenisine alışkanlığı, tereyağından kıl çeker gibi hemen kıvamlaştınverirdi. İlgiyi ayakta tutan derinliği içinde, insan hiç yorulmaz, usanmazdı.
Bozkır'da arabamız hızla ilerliyor. Sürekli konuşmalarının kurup ördüğü köylerimizin bugününü geleceğine bağlayan ışıklı tünellerden, asma köprülerden geçip durmaktayız habire . . . Bir yerinde bana döndü, dedi ki:
( ... ) - Geçen seneki eğitmenlerden birini görmek ister misin?
- Aman dedim. Muhakkak görelim. Otomobil ilerde görünen bir köyün kara yoluna saptı.
Çeşme başında durduğumuz zaman yanımızda güler yüzlü, toparlak bir adam peyda oldu. Bu köyün muhtarı imiş. Umum müdür, onu tanıyordu. Hoş beşten sonra ona takıldı,
- Eğitmeninizi almaya geldik. Ondan pek memnun değil-mişsiniz de ..
Muhtar zeki bir gülüşle, - Biz bir tanesine daha talibiz, diye cevap verdi, Hem yürüyorduk, hem konuşuyorduk: - Bey, biz yedi ay hep onun yolunu gözledik. Çocuklar,
bizim Hasan (Bu, eğitmenin adı) daha kursa yeni gittiği zaman boyunlarına bezden kitap torbalarını takmışlardı. Allah millete, devlete zeval vermesin. Y ıolumuz yapılıyor; delikanlılanmız göz açıp kapamadan askerliklerini bitiriyorlar .. Bizim köyde mektebi rüyamızda görsek inanmazdık. Hükümet bunun da kolayını buldu. Gördün mü işi?
42
Salaş bir merdivenden çıktık.Loşça ve küçük bir oda. Fakat görünüşte köyün en güzel yeri. Çocuklar, "Hoş geldiniz! " diye bağrıştılar.
"Nasılsınız" sualimize öyle sert ve tok bir "Sağolun"la cevap verdiler ki insan, talim ve terbiyesi tamamlanmış küçük bir kıtanın önünde bulunduğu hissini alıyor.
Hasan Yılmaz beni görünce kızardı. Baktım, elceğizi ile çocuklara sıra yapmış, köşede küçük bir masa, üstünde Üzerleri kağıtlarla kaplanmış okulun resmi defterleri istif edilmiş. Çocukların karşısında Atatürk'ün büyük bir resmi, duvarlarda çocukların o zamana kadar öğrendiği kelimeler, cümleler iyi bir yazı ile yazılmış, asılmiş.
Hasan'ın yanına sokuldum: - İyi misin Hasan! dedim. İşlerin nasıl? Onun yüksek sesle verdiği cevap, bizi etrafında halkalan
dırmıştı. - 36 çocuğum var. 34'ü okuyup yazıyor. 2'si battal çıktı,
ama ne yapıp yapıp onları da yetiştireceğim. Kısa bir yoklama yaptık. Hasan doğru konuşuyordu. Ço
cuklar dört ay içinde okuyup yazmışlardı. Daha güzeli, kirli paslı görmeye alıştığımız köy çocukları, tertemiz, mis gibi kokan yeni bir öğrenci nesli olmuş.
Köyde, şöyle bir dolaştık. Sokaklar temizlenmiş. Bozkırda, boz rengine alıştığımız kerpiçlerin yüzleri ağarmaya baş-' lamış, çeşmenin harçsız taşla yapılmış kanalı, köye temizlik ve güzellik fikrinin yanaştığına şahadet ediyor. Muhtar,
- inşallah, diyor. Önümüzdeki seneye çocuklar asma odadan kurtulacaklar .. Paçaları sıvayıp köyce şu yeni mektebimizi bir bitirebilsek! ..
Ayrılırken bu kervan geçmez köyden Onuncuyıl Marşı 'nın bize kadar gelen billur dalgası içimizi kabartmıştı. Hepimiz dalmıştık. Ve muhakkak hepimiz de gönüllerimizi, yarın bu köyün büyükleri olacak küçüklerin kuracakları yeni hayatın diri akışına kaptırmıştık.
43
Umum Müdür diyordu ki: - Bu civardaki 7 köyün Gezici Başöğretmeni senin Va
hit, geçenlerde vekalete gelmişti. Üstünün başının tozuyla hiçbir yere uğramadan, dinlenmeden işini görmek istediği anlaşılıyordu. Bana, "Ben bölgemdeki köyleri bir araya toplayacağım. İzin verir misiniz" diye müracaat etti. Ben de, "Sakın güreşle at koşularını unutma! " dedim, selametledim. Aradan biraz zaman geçti. Köyleri dolaşırken hemen bütün köylüler, toplantının tadı damaklarında kalmış olacak ki, "Aman şu eğlenceleri sıklaştırın" dediler. Bozkırın sessiz havasına hareket veren güzel bir şey değil mi bu? Zaten iki seneden beri bu Ankara ovası değişti. Karşıdan görünen şirin okul binaları, istikbale çevrilmiş kaleler gibi. Yolda davarını güden bir çocuğu çağırıyorsunuz. Yaylanmış gibi karşınıza dikiliyor, sert bir selamla adını, köyünü söylüyor. Onun, "Atatürk bütün çoluğun çocuğun ulu 'su" deyişinde öyle bir kuvvet, öyle bir inanış var ki insan yakın istikbalin, bunların sırtında ne büyük hızla yürüyeceğini tasarlarken hazzından ağlamaklı oluyor. ( ... )"(*)
Çankırı' ya gece girdik. Yeni yapılan okul binasında toplanan öğretmenlerle geç vakitlere kadar konuşan Tonguç, hızını bir türlü alamıyordu. Oradakiler de yeni şeyler kazanmaya susamış davranışlarıyla konuşulanların kazanını boyuna ateşliyorlardı. Dağılırken,
- Yarın sabah, saat dörtte yola çıkacağız, dedi. Tonguç, elinden gelseydi günlük yaşantılar arasından
"Uyku"yu kaldırırdı. Daha sonralan birlikte yurdun birçok yerlerinde uzun inceleme gezilerine çıktığımız zaman kendisinin bu özel yanını da görmüştüm. Hiç hatırlamıyorum, şöyle l l - 1 2 sularında yatalım da sabahlan 7'de filan kalkalım. tık yola çıkış saatleri, 4 ile 6 arasında değişirdi. Geceleri de en erken yattığımız saat, 1 ya da daha sonralan idi. Bu geziler sırasınclı kendine güvenen, yüksekten atan ne kadar yöneticiyi, de-
(*) Yeni Hızla Köye Doğru, S. Edip Balkır. Ülkü Basımevi. 1 939
44
diğimiz saatte yola çıkarak yatağında bıraktik. Geceleri, öğretmenlerle, aydınlarla, köylülerle konuşmaya doyamazdı; onlara anlatacağı şeyleri bitiremezdi. "Bir şeyler öğretmek, kafaya bir tutam ışık salmak; içi biraz ateşlemek . . . " için hep çırpınırdı. Bütün yaşadığı sürece de hep çırpınmıştır böyle . . . Geceden, ertesi gün için geziye başlanılacak saati haber verirdi:
- Yarın, beş buçukta hareket. "Aman efendim, 5.30'da yola çıkmak da iş miymiş? Em
redilsinmiş, 3 'te bile çıkmak için hazır olunurmuş, falan, filan . . . " Her şeyimiz biter, Jipimizde yerimizi alırdık. Her defa
sında o, - Edip dakikasını bile kolla, haksızlık olmasın! diye be
ni uyarırdı. Saat elimde, bir yandan çevremizi gözetler, bizim belirttiğimiz vakitten bile erken davranacağını söyleyen kişileri arar, gelmelerini beklerdik.
- Zil çalıyor, Hakkı Bey! tam vakittir. - Desene iki .kişi daha gürledi. Şoföre, haydi oğlum çek!
Uyusunlar da büyüsünler .. (Atardı kahkahayı.. Sonra birden toparlanır.) Bu ülkede "Yok"u yapacak; "Eksik"i tamamlayacak insanların emek harcaması için gözlerinin hep açık kalması gerekirken onlar hep uyuyorlar. Ama Edip, yılmak yok, uyandıracağız onları. Ne yapıp yapıp uyandırmalı.
Ne kadar ters, ne kadar cıvık tutumla karşılaşırsa karşılaşsın onun umudu, hep yaylı; gücü, ayakta ve her şeyi pırıl pırıldı. Bir gün de yalınkat olup büküldüğünü görmedim. Ne dev adamdı o .. Hep sonradan öğrendim bunları . . .
Arabamız, "Dumanlı başı bulutlan delen" Ilgaz'a sardı. Bir ağaç denizinin içe dolan ferahlığı, insanı serhoş eden çam kokularının dalgaları ortasında serin suları içe içe Kastamonu 'yu bulduk.
Ön araştırma ve karar
Ayağımızın tozu ile valinin yanında aldık soluğu. Avni
45
Doğan Bey, uyanık, bilgili, lep demeden leblebiyi anlayan, pişkin, yurtsever ve sapına kadar mert bir yöneticiydi. Umum müdür, Kastamonu'ya gelişin amacını açıkladı. Eldeki projelere göre Tanın bakanlığı 'nca 700 kişinin barınabileceği ileri sürülen Gölköy'deki eski Ziraat Mektebi ile Şeyh Ziya
' Efen
di'nin köşkü için bir inceleme izni rica etti. Hemen ilin tanın müdürünü çağırttı. Gerekli açıklamalardan sonra görmek istediğimiz yapılara götürmesi için önümüze düşmesini buyrukladı. Doğruca kendi haline bırakılmış okul yapısına gittik. Bir de ne görelim? Burası, şöyle yalancıktan dolaşmak için bile içine girilecek bir yer olmaktan çıkmıştı artık. Ana duvarda yukarıdan aşağı uzanan kalın bir yarık, yanına yaklaşma cesareti bile bırakmıyordu insanda . . B iraz sonra Fidanlık'ta çalışan Alman teknisyen geldi yanımıza. Tonguç ondan çevrenin fidancılığı ile ilgili bilgiler aldı. (Bağlarımın yirmi yılı aşan süresi içinde onu, yalnız bir defa Almanca konuşurken görmüştüm. Fakat sonraları bir Almanca kitaptaki sayfaları şöyle süzerek sanki önceden yazılmış bir metni okur gibi rahat ve pek düzgün çeviriler yaptığını öğrenmiştim.) Buradan umudu kesince büyük bir bahçe içinde uzaktan saray gibi görünen Şeyh Ziya Efendi' nin yapısına yollandık. Burası da Tanın Bakaniığı 'nın malı imiş. Şöyle sağı solu kolaçan ettik. Bakımsız ve güdükleşmiş büyük bahçenin bir kıyısında sipsivri bir yapı, bunun yanında, artık hayvan barındıracak hali bile kalmamış ahırlar .. Gösterişli evin ortasında baca gibi yükselen ambar, kapısında da av tüfeği kadar heybetli bir anahtar. İşte eldeki projelerin kağıt üstünde, okul, ahırlar, odalar salonlar . . diye gösterdiği geniş yerler, 700 kişinin barındırılması için ferah ferah yeterli görülen, ama aslında bu sayının yedide birinin bile sığdırılamayacağını bar bar bağıran bir "gerçek"le karşılaşılmıştı. Yani bu ilk gezmemizin, tozmamızın toplamı şu idi: Burada öyle 250 kişilik bir eğitmen kursu açılamazdı. " Su yoktu, yol yoktu, yatacak yer yoktu." Hadi, yıldırım hızı ile yataktı, kap kacaktı, ocaktı, akar suydu . . . Daha buna benzer
46
şeyleri sağladık, ama yatacak yeri? İşte öyle çıkılmaz bir yokuş ki ne yapsan para etmez. İşin yoksa, bu çaresizlik içinde boğulmamak için debelen dur.
- Yahu Edip, niye öyle somurtup karardın? Ya sen, "Haydi 250 kişilik yer hazırı git kursu aç ! " diye yalnız başına yollansaydın buraya . . . Şimdi hep birlikte gördük işin sökmezliğini. İyi ki hep beraber geldik. .. Yola çıkmadan önce Arıkan, vaktiyle başından geçen bir olayı anlattı, dinle, bak: tık kurmay çıktığı zaman tayin edildiği ordunun komutanı, kendisine harekat planlarını hazırlama görevini vermiş. Okuldan en iyi derece ile ve parlak bir kurmay olarak diploma aldığı için ordunun kendisine büyük bir· inanı ve güveni varmış. İlk işinin başarılı olacağını düşündüğü sonucu için, geceyi gündüze katmış; nesi var, nesi yoksa hepsini ortaya koymuş ve düzenlenen planlar da Milli Savunma Bakanlığı 'na postalanmış. Ama gel gör ki kesin bir "Takdir" in ha geliyor, ha gelecek diye beklendiği o umutlu günlerde bütün orduyu şaşırtan bir tel; "Planlar uygun bulunmamıştır. Gerekli bilgiler postada . . . " Ankan, beyninden vurulmuşa dönmüş. Demek bu kadar çabası, yorgunluğu boşa gitmişti. Asıl açıklama gelince, iş anlaşılmış. Kurmay haritalarına göre hazırlanan planlarda, sor.radarı yapılan fakat henüz haritada gösterilip işlenmemiş bir "Tahta köprü" yüzünden bütün düşünce düzeni bozulmuş. Artık durur mu ya kalkmış, gitmiş o tahta köprüyü, yerinde görmüş ve kusurunu da anlamış.
Tanın Bakanlığı 'ndan gelen bu projelere göre 250 kişilik bir eğitmen kursu için burası, biçilmiş kaftan. Ama Ankan dedi ki; (Başımdan geçen bu olay, kulağıma küpe oldu da gözlerimle görüp aklımın yatmadığı şeylere hiç yanaşmam. Sen şimdi Tarım Bakanlığı'nın bu işlerle ilgili müdürü ile kursun başına getireceğin arkadaşı al, yeri git gör, ondan sonra karar ver. İş, İspanya'da şato kurmaya benzemesin). Bakan'ın hakkı varmış. Kağıt üstündeki çizgilerin getirdikleri şu karşınuzdaki gerçeklere hiç uymuyor. Bunu da zamanında görüp öğrenmek
47
kar. Artık tutumumuzu bu olanaklara göre düzenleriz. Söz gelişi, burada 250 eğitmen adayı toplayalım diyorduk, indiririz şimdi bunu l OO'e. 1 50'yi de Yozgat'a yollarız, olur biter . . .
Bende şafak atmıştı. Bu terslik, işleri geriletecekti. Çok üzüldüm. Dedim ki,
- Gerçi başka yolu yok gibi görünüyor, ama bunun çözüntüsü pek fena olacak. Baştan, burası için (250) denildi. Arkadan, "Tasarlanan yerler elverişli değilmiş, bu kadar kimsenin banndınlamayacağı, yapılan incelemeler sonunda anlaşıldı" diye girişilecek bir savunmayı kolayca eskitebilirler. Pekala diyebilirler ki, "Camm efendim, karardan önce yerin elverişli olup olmadığı araştırılsaydı. Böyle konularda işleri sağlama oturtmalıydı." Bence, bu rakamdan dönmeyelim.
- İyi hadi dönmeyelim, ama başka ne ederiz. Bunun tek çıkar yolu, "Çadır"dır. Nasıl, var mısın?
- Niye olmasın? Bu baş edilemeyecek bir zorluğu yenen güçlü bir çare sayılacaktır. Hatta hatta, hazır bir bina probleminden de üstün tutanın bunu . . .
- Öyle ise tamam, oldu. Bizim Bakan, Kızılay İkinci Başkanıdır. 200 kişiyi barındıracak çadır bulur bize, hiç tasalan-ma.
_ Sanki her şey olup bitmişti. 250 kişi, yerli yerine yerleşmiş ve kurs da gürül gürül işlemeye başlamıştı. Halbuki nerede? İşi bu kerteye getirmek için önümüzde öylesine aşılmaz gibi görünen engeller vardı ki ! Ama zorlukları, kopara kopara bitirecek; tasarladığınız kurumu her yönü hazır ve bütün bir biçime getirme yolunda, geceleri gündüzlere katacaktık. Ko� numuz, kendisini yaylandıran yeni güçleri, bu şırınga ile kazanmıştı. Önemli olan, inanç ve güven içine girmekti.
Akşam üstü, Kastamonu'nun oturulabilecek tek lokantasında, üç kişi kafa kafaya verdik. Hem demleniyor, hem de benim göğüsleyeceğim çok zor kuruculuk ve işletmecilik görevinin iç içe girip kaynamış sert düğümlerini çözmeye çabalıyorduk. Tonguç, keyifli keyifli konuşuyordu:
48
- Şimdi artık önümüzde, sınırlan belli bir problemimiz var. Bunun en önemli yanı, yatacak, yiyecek, okutulacak, çalıştıracak "Yer " işi. Gider gitmez yapı işlerini düzenleyecek öğretmenlerle çadırları yollayacağım. Bundan sonrası, gerçi gene bir sürü zorlukları var, ama daha kolay sanırım. Yatak, su, kap kacak, ışık . . Hep paraya dayanan sorunlar. Ama bu yaman vali burada iken, sırtın yere gelmez gibi geliyor baı;ıa. Zorlukları yoluna koyacaktır her halde . . .
Bu konuşmaların kimi yerde getirdiği karanlığın, kimi yerde de karşımıza çıkardığı iyimserliğin çalkantıları içinde kendimizden geçmiş olacaktık ki, galiba, kalın ve çekingen bir ses araya girdi de uyandık.
- Konuşmalarınızı, elimizde olmadan izledik ve çok da ilginç bulduk. Yandan dinlemektense masanıza misafir olalım dedik. Birimiz, "Doğru Söz" gazetesinin sahibi ve başyazarı Hüsnü Açıksöz; birimiz de tüccardan ve eski öğretmenlerden Muharrem Celal Bayar.
Doğrusu bizim için beklenmedik bir şeydi bu. Sevinerek hemen onları aramıza aldik. Gazeteci dedi ki,
- Eğitmen kursu işini, bütün Kastamonu ve çevresine duyurmak için yarından tezi yok, yazılar yazacağım. Arkadaşımın da piyasayı tanıtmak, rahat ve ucuz alışveriş için çok yardımı olacaktır size.
Bu karşılaşmayı, iç içe girmiş çeşitli zorlukları kolayca yassıltacak uğurlu bir başlangıç diye yorumladım kendi kendime.
Tüccar, konuşmalarımızda yeni bir uç verdi, - Bizim burası, devletle aksataya pek yanaşmazdı eski
den beri. Ama Avni Doğan Bey, vali olarak buraya geniş bir güven getirdi. Ehhh, benim de piyasada sözüm geçer. Umanın ki araç ve gereçleri kredi ile kolayca sağlarız. Gerekirse kefil olurum, dahası var mı? Geç vakitlere kadar hep yurt, köy işleri üzerinde durduk. Bir aralık Muharrem Celal Bey'in Kastamonu Öğretmen Okulu'ndaki öğretmenliğine değinilince
49
Tonguç'un da bu okuldaki anıları tazelendi, bu yoldan kurulan bağ, daha da başka türlü bir yakınlık ve sıcaklık getirdi. Ayrılırken kucaklaştık. Ertesi gün buluşmak üzere sözleştik, dağıldık.
İşlere giriş
Sabah sabah dipdiriydik ücümüz de .. Tonguç, hemen ele alıp sonuçlandırmak zorunluğunu gördüğü işleri not ettirdi bana. Çevredeki köyleri görmüş, çarşıları dolaşmıştık. Artık yol arkadaşlarımın yapacakları şey kalmamıştı. İçleri rahat, Ankara' ya dönebilirlerdi. Onları, "Ayrılık Çeşmesi"ne kadar uğurladık.
Tek başıma kaldım ortalıkta. Ama yanlış anlaşılmasın, hiçbir zaman "Artık yalnızım" diye bir şey gelmedi aklıma. Biliyordum ki eski öğretmen tüccar Muharrem Celal Bey, (Sonra Kastamonu'dan milletvekili seçildi) en büyük dayanağımdı. Bir de onun yanında arslan gibi Hüsnü Açıksöz (Bu da Kastamonu'dan milletvekili olmuştu) yer alınıştı. Bana karada ölüm yoktu. Oturdum, ilkönce yapılacak işleri şöyle toptan gözden geçirdim. Bu ezici, bunaltıcı yığının altında boğulmamak için özümü sağlam tutmak gerekiyordu. Öyle ya, iğneden ipliğe, beşikten kaşığa kadar .. her şey düşünülecek, satın alınacaktı. Sorunumuzun ağırlığını hafifletmek için her şeyden öne bir ayıklama, sonra da şehirde yapılacak olanlar ile kursun çalışacağı yerde düzenine konulacakları ayırma zorunluluğu vardı:
1 - Yatak ve yastıklar için yüz, pamuk; bunların dolduru-lup diktirilmesi. Kılıflar, örtüler, battaniyeler .. ;
2- Kap-kacak, çatal, kaşık, sürahi .. ; 3- Sandalye, masa .. ; 4- Lüks lambalan, gemici fenerleri .. ; 5- Testere, rende, çekiç, keser, kilit.. gibi avandanlık; 6- Altı at, üç araba, bir fayton satın alındı. Aynca santri-
50
füjlü bir tulumba, bunu çalıştıracak bir motor tedarik edildi. Kereste, tuğla, kireç satan yerlerle anlaşma yapıldı. Yatak takımlannın hazırlanması için bir ev kiralandı. Kursa gelen eğitmen adaylan ile yöneticilerin ve öğretmenlerin günlük yiyeceğini yollayacak bir yer sağlandı. Belediyenin ve Bayındırlık Müdürlüğü' nün, kursta girişilecek türlü yapı işleri için geniş ölçüde yardımlan elde edildi.
Ama araç ve gereçlerin satın alınması için Maarif Müdürü 'nün de candan ilgisiyle piyasaya fişek gibi daldık. Muharrem Celal Bey, pek sağlam bir ölçü koydu: "Satın alınacak şeyler için (veresiye) lafını etmeyeceğiz. Peşin para ile alacakmışız gibi davranacağız. Bütün avadanlıklann kadrosu belli olduktan; yerleriyle bağlantıları yapıldıktan sonra işi bana bırakın. (Kefili benim) deyip adlan belli olmuş, pazarlığı da edilmiş şeyleri taşımaya başlanz."
Öyle de oldu. Muharrem Celal Bey, esnafı sanki haraca "bağlamıştı. Her yerde "Memleket sevgisi, yurt hizmeti . . " Sloganı ile ağızlara mühür vuruyor, bağlandığımız şeyleri, peşin fiyatlanndan bile daha ucuza satın aldığımız oluyordu. Kendi mağazasından verdiği dokuma eşya için, "Piyasada gerekli araştırmayı yapın da içinize bir kuşkunun gölgesi düşmesin, insanlık hali bu . . " diye de bir açık davranıştan hiç aynlmıyordu.
Böyleyken kurs çalışmalannın adamakallı gelişmiş, artık her şeyin yoluna girmiş bulunduğu bir dönemde Vali Yardımcısı, bu efendi ve gözü tok, gerçekten yurtsever bu insan için dedikodu yapmış, demiş ki, "Muharrem Celal Bey, fırsatını bulup kursa sattığı şeyleri pahalı pahalı kakıyor." Bunun da söylenemeyecek kadar kötü bir nedeni var. Hazret, bana haber göndermiş, "İşi olmadığı zaman 15.ursun faytonundan faydalanalım . . " demiş. Ben "Görev dışı hiçbir nedenle kurumun hiçbir şeyini başkasına yollamam, kullandırmam" diye karşılık verdim. Buna mim koyan devletli! bizim aylık bordrolan-nı, gereği olmadığı halde, ayın sonuna kadar tutar, aklınca
5 1
yetkisinin gücünü göstermek isterdi. Arada başka bir şey de geçmemişti. Kendisi ile her karşılaşımızda bir surat, bir surat! . . İşte bana karardığı bu günlerde ileri-geri konuşmuş. Güya aldığımız iyi cins on yatak çarşafındaMuharrem Celal Bey kursu kazıklamış. (Bunun tutan çarşaf başına 25 kuruştan 250 kuruş! . .) Dolaylı olarak beni de kattığı bu kuşku ve suçlamayı, kalktım, gittim Vali Avni Doğan Bey'e açıkladım, üzüntümü belirttim. Bu arada fayton için yolladığı haberi, benim
. karşılığımı da kattım işe. Bana, - Git rahatına bak. Kervanı yürüteceğiz, ne derlerse de
sinler, ne yaparlarsa yapsınlar. Bozulmak yok! dedi. Sonradan öğrendiğime göre bütün dokuma tüccarlarını
ve mağaza sahiplerini kendi odasında toplamış, kursa aiınmış olan on iyi yatak çarşafının örneklerini de getirterek bunların kaçar liraya satıldığını hazır olanlara sormuş. Aldığı bilgi, açık ve seçik bir iftirayı olduğu gibi ortaya koymuş. Vali Avni Doğan Bey, tuturnunuda her yönüyle olumlu, sözü özüne, uygun, çok başarılı bir yöneticiydi. Bırakır mı işin peşini? Yardımcısına izin verdiğini, ilden uzaklaştırdığını öğrendik. Artık bu zat, eski işine dönememişti de.
Kastamonu'daki misafirliğim, uzayıp gidiyordu. Kurstaki işlere bir çeki düzen vermek için ara sıra oraya gitmek zorunluğunda kalıyordum, fakat bir türlü de şehirden kopamıyordum. Çarşıda ilk kımıltılar başladığı saatlerden, akşam dükkanlar kapanıncaya kadar sütçü beygiri gibi koşuyordum. Geceden hazırlanmış; ya da şurada, burada dolaşırken hemen ayak üstü çiziktirdiğim notlarımın bulunduğu kaç el defteri hurdaya çıkmıştı . Durmak, dinlenmek yoktu. Galiba o günlerde ortalıkta en çok görünen, her yere en fazla girip çıkan; sağa sola durmadan selam verip, selam alan yalnız bendim. Çevremin alabildiğine gözüne batan bu durumum, bin bir şakanın belini büküyordu. Bunlardan benim en çok hoşuma gideni de, "Bu müdür, görevi bittikten sonra da buradan ayrılmaz. 11 İdare Meclisi üyeliğinde gözü var herhalde" yolunda-
52
ki takılmalardı. . Her biçimde, her renkte "İş"lerle dolu gündüzlerin nasıl eriyip akıverdiğini anlayamıyordum, ama o geceler yok mu, işte bu inatçı karanlı klan yırtıp bir türlü sabahlan edemiyordum. Her yanda soluğun bile kesildiği bu küçük Anadolu şehrinde saat on ikiden sonra, eğer insanın içinde yoksa, yakacak küçük bir ışık da kalmıyor; sokaklar, evler, gök . . her yer zifirleşiyordu. Saat kulesinin belli sürelerdeki tok sesleri, insanı ara sıra kendine getiriyordu. Fakat sessiz aralıklarda gerçekten " Yalnız başına kalmış olma korkusu", adamın tepesinde değirmen taşı gibi dönüp duruyordu. Kısacası, zorluklar üstüne yaptığım saldırıların getirdiği iyi sonuçlar, gündüzlerin yorgunluğunu pek fark ettirmiyordu, ama yatağıma çekilince aklımın takıldığı yeni işlerin kafamı kalbura döndüren burgulan, gecelerimi lime lime etmekte idi. Bu karanlığın perişanlığı 40 gün sürdü. Şehirdeki sürekli çabalarım sonunda, doğrusu ancak kırk yılın cömertçe vereceği şeyleri valinin, Maarif Müdürü'nün, Muharrem Celal Bey' in çok olumlu yardımları yüzünden elde etmiştim. Öbür yandan Hüsnü Açıksöz, oturup kalktığı her yerde kursu ballandıra ballandıra anlattığı gibi gazetesinde de ilk haberin bombasını patlatmıştı.
( . . . )
Gölköy'deki kuruculuk çabalara
Nisanın başı ve yağmurlu bir gün. Önceden öğrenmiştim, Kastamonu'nun usta ve gözü tok şoförü, " San Hafız"mış. Arabasına mühendis Feridun 'la atladık, ver elini Gölköy. İnebolu 'ya giden şoşeden bizim yerleşeceğimiz yere sapınca ham yolda çırpındık durduk. Çamurda şoförümüz, dizgin tutmaz tekerlekleri yola getirmek ıçin ustalığını gösterdi de güç bela, eskimiş bir çitle çevrilmiş bahçemize varabildik. Bata çıka dolaşıyoruz. Mühendis işe girmişti bile:
- Kaburgaları meydanda şu ahırları bir çırpıda indirmeli
53
yere .. Baksana, ayakta duracak halleri kalmamış bunlann artık. Ama keresteleri çok işe yarar. Bir hızar kurdunuz mu tamam. Kerpiçinden, kiremidinden de aynca faydalanırsınız. Şimdi siz söyleyin bana. Nerelere, nelerin kurulmasını tasarlıyorsunuz?
- İlkönce nelerin gerekli olduğunu sıralayalım, diye karşılık verdim. Kullanılacak su için depo, mutfak, helalar, el yıkanacak yerler, hamam.
- Daha? - Şu ortasınıda koca ambann baca gibi yükseldiği evi el-
den geçirip adam edeceğiz. - Sonra? - Şimdi de geldik işin asıl püf yanına. Milleti yatıracak
yer meselesi yani . . . - Kaç kişilik? - 250 - Peki be birader ama, bannacak olanlar, insan. Yumurta
değil ki bunlar, bir sandığa istif edilsin. Nasıl ve neyle yapılacak bu zor iş allahaşkına?
- Çadırlarla. Arkadan hemen iki katlı büyük bina kuracağız.
- Valla masal gibi bir şey bu .. En iyisi siz, her istenileni bir çırpıda yapıveren bir dudağı gökte, bir dudağı yerde şu "Arap Karısı "nı bulun da onun göstereceği mucizeye sığının. Başka çıkar yol göremiyorum doğrusu bu işde . . Neyse, gene dönelim konumuza. Yann yıkma raporlannı, şu çizdiğimiz taslaklanrı planlarını, hesaplarını veririm hemen. Aynca 1<.endi adamlarınız gelinceye kadar işçi de bulurum. Benden bu kadar. Size de dayanıklılık, sabır dileyeceğim. işleriniz kolay kolay söktürülüp, yürütüleceğe benzemiyor.
Doğrusu "Zor"un hangi yanı gösterilirse, "olumsuz"luğun neresine dokunulsa kılım bile kıpırdamıyordu. Her şeyin yoluna gireceğine, sonucun mutlaka başanlı olacağına inancım kesindi. Hemen gündelikçileri işe yığdım. Öbür yandan
54
da kendimi etkisinden kurtaramadığım bir düşünceyi işlemeye başladım. "Acaba seçilen eğitmen adaylarını şimdiden çağırayım mı? Hiç olmazsa birkaç il' inkini . . . Bunları yedirecek, yatıracak yer yoktu. tık bakışta bu "yokluk"a adam çağırmak, delilik sayılabilirdi. Ama yine kendi kendime diyordum ki, "Eğitim, kendi ortamında koşullarını tamamladığı zaman gerçekleşir. Barınaklarını, yine kendilerinin hazırlaması, bu yönden ele zor geçer bir fırsattır. İhtiyaçlar karşısında düşündürmek, zorlukların çarelerini buldurup uygulatmak; başlangıçta olmaz gibi görünüp yerinde çabaların olumlu sonuçlar alacağı başarılara eriştirmek, (İş içinde eğitim)in ta kendisi olacaktı. Zaten ihtiyaç ve fırsatları yoktan bile var etmeye uğraşmak, bu alanda tutacağımız en özlü ve en temelli yoldur. Eğitmen, nüfusları az köylerin çocuklarını okutup yazdırmakla yetinen bir insan olarak yetiştirilmeyecekti . Öyle ise bunlar, (iş)in kazanında adamakıllı pişirilmeliydi."
Yürürlüğe yeni konulmuş olan "Köy Eğitimleri Kanun ve Talimatnarnesi"nden eğitmenlerin ödevleri ile ilgili bölümü bir daha gözden geçirdim.
( . . . ) Demek oluyor ki geri kalmış köylerimizin zorlu hizmet
lerini kısa zamanda haşan ile yürütebilecek nitelikte kılavuzlar isteniliyordu. İşte yetiştireceğimiz elemanlar için neleri nasıl yapacağımız sorunu, "Kanun ve Talimatname"de de açıklanmıştı. Gelecekteki hizmet güçlerinin, düzenleyici ve hızlandırıcı böyle bir iş ortamında pişirilmesi, ele zor geçer bir fırsattı. Hemen kesimdeki "Kastamonu, Çorum, Zonguldak, Sinop, Bolu" illerinden üçüne, (Çorum, Sinop, Kastamonu) telleri çektim, "'gelsinler! " diye.
Ve bundan sonra da zorluklar, çalkantılar, tepkiler başlamıştı.
Sağdan, soldan millet sökün etti. tık adayımız Ali Özdemir, 4.3. l 938'de geldi. Arkadan Çorumluların tümü katıldı. ( 14.4. 1 938) Maarif Müdürü Neşet köse bana yolladığı mek-
55
tupta, "Öğretmen yollanamayacak kadar nüfusları az köyleri, Milli Eğitim Bakanlığı'nın direktiflerine uygun olarak, bir gezici başöğretmenin kolayca oolaşıp yönetebileceği bölgelere ayırdım. Adaylar, içlerinden en iyileri araştırılarak seçildi. Belki bunların arasında, fişlerine göre, bilgi yönünden zayıf bulunacak olanlar çıkacak ama her biri için yaptığımız araştırma ve soruşturma, bize bunların güvenilir insanlar olduğu kanısını verdi. Sakın bunları, (yetiştirilmeleri güç olur gerekçesiyle) işe yaramazlıklarını ileri sürerek geri çevirme!" diye yazıyordu. Bu, eğitmen sorununu bütün dayanakları ve koşullan ile kavramış bir eğitimcinin tutumuydu. Gerçi kurslarda yetiştiricilik çabalarına yeni katılan müfettiş ve öğretmenler, ellerine verilenler için durmadan yakınıyorlardı ama onlara hep biraz beklemelerini; iyi sonuçların ergeç alınacağını söylüyorduk. Hele bir köyün çobanlığını yapmakta iken seçilmiş olan bir aday için, "Bu kara cahile harcanacak emeklerimiz güme gidecek, hemen geri yollayalım" diye varılmış bir düşünce ve söz birliği karşısında, Cemal Öncel 'le ikimiz adamakıllı diretmiştik. Bizim Eskişehir-Mahmudiye Kursu 'ndaki Ankaralılar arasında buna benzer adayların sonradan büyük bir hızla nasıl geliştiklerini bütün yanlan ile ortaya koymuştuk da sakat bir yargı nedeniyle yanlış bir işleme gitmekten korumuştuk onları. "Çoban", bizi yalancı çıkarmamıştı. Eksikliğini, ta başından anlayarak geceyi. gündüze kattı, her bakımdan bir "Y ıldız" oldu.
Kastamonu 'dan seçilenler biraz gecikerek geldiler, fakat Sinop ve Zonguldak'tan katılmalar, hep teker teker, ya da küçük topluluklar biçiminde sürdü. Kursumuzun bütün kadrosu, biraz yavaş tamamlandı, tamamlandı ama bu arada biz de �ok üzüldük ve ezildik doğrusu . . Çünkü gelenleri, köylerinden sökebilmek için bunlara türlü türlü çıkarların hapları yutturularak sarhoş edilmişler. Ama kursa gelince başlamış bir ayıklık. Köydeki pazarla buradaki çarşının birbirine uymadığı çıkıvermiş karşılarına. Her yer, yağmurdan cıvık cıvık.
56
Ayakkabı ile dolaşmanın zorluğu canlarına tak ettiği için herkes yalınayak. Yol yok, rahat yatak yok, yiyecek, şöyle böyle .. Yıkılan ahırların keresteleri, kerpiçleri istife giriyor. Çadırların kurulacağı yere, kum ve çakıl döşeniyor. Eldeki eski hazır yapı, barınılacak biçime konulmak için uğraşılıyor. Üstelik okuma-yazma diye de bir şey yok. Dinlenme aralıklarında homurtular başlamış, "Yahu, biz buraya askerlik yapmaya mı geldik yoksa amelelik etmeye mi? Köyümüzün suyu mu çıkmıştı. Oradaki emeklerimiz, çoluğumuzun, çocuğumuzun kursağına azık olarak giriyordu, ya burada? Burada da boğaz tokluğuna ırgatlık. Hayır arkadaş, yarından tezi yok, köyümüzün yolunu tutmak gerek." Bu zehirli rüzgar, ortalığı öylesine bastırmıştı ki kursumuzun kaşla göz arasında çöküvermesi işten bile değildi. Paçaları sıvadık. Bozgunculukta önayak olan iki kaçağı hemen jandarmaya yakalattık, böylece "Hükümet "le yapılmış sözleşmenin bozulamayacağını kavratmak istedik. Sonra hepsini toplayarak "Gerçek"leri birer birer ortaya koydum. Herdeki durumlarının neler olabileceğini, nasıl gelişeceğini açıkladım. Yurt sevgisi üstünde duygulandırdım. Bu arada Eğitim Başı Cemal Öncel' in etkisini sonradan anladığımız parlak bir önerisini gerçekleştirdim. O, fırsat buldukça, "Edipciğim, şu milleti derleyip toparlamak için onlara kalem, kağıt, kitap vermekte acele edelim. Göreceksin bu davranış, kuşkulara, çözüntülere şifa getirecek . . . " Yollu o günlerin zorlu bir isteğini ileri sürüyordu. Kalem, kağıt alma konusunda "Para formalitesi" öyle karışık ve uzun bir işti ki bir türlü elim buna varmıyordu. Pratik ve kısa bir yol bulmanın peşindeydim. Sonunda evire çevire işi denkleştirdim. Yığdım kalemi kağıdı kursa. Cemal'in yüzü güldü.
- İşte gördün mü can kurtaran çareyi? Millet, kağıda kaleme kavuşunca artık kendilerini okutacağımıza inanmış. Şimdi çalışma programını aksatmadan yürütüyorum. Kursların ilk ·çalkantılı ve karanlık günlerinin biricik ilacı bence, kalem ve kağıt. Bu büyük sırra vaktinde varılmasını başarabildin mi
57
ortalık mayna, karada ölüm yok demektir, diye düşüncesini, sevincini açıkladı.
Yavaş yavaş bir durulma, bir oturuşma dönemine giriyorduk. Yaş3.ntılanmızı hızla düzenine koyacak işleri, arka arkaya ele almıştık.
Hemen on gün içinde eldeki tek evin kullanılır bir hale getirilmesi; çadırların kurulacağı alanın düzenlenmesi; topluca yemek yedirilecek sağlam bir salaşın kurulması ve içinin donatılması; sahra helalarının yapılması .. yolunda ilk derlenip toparlanmayı becermiştik. Kötü işlere girişmek için bir atlama tahtası hazır edilmişti. Bundan sonra, 250 eğitmen adayının yerleşip yetiştirileceği kurs için gerekli neler yapılacaksa onlara hemen yapışmak zorunluluğu vardı ve soluk almadan da işe başladık. İlk önce büyük su birikintilerini kuruttuk. Pabuçları ayaktan söküp alan çamurun canına okuduk. Bir, giriş yerinden yapıya; bir de, buna dik ve bütün bahçe boyunca 200 metre uzayan ham yere iki güzel ve sağlam yol yaptık. Hangi tür iş için hangi taşı kaldırsanız o konuda pişmiş usta birkaç eğitmen adayı çıkıveriyordu ortaya. Yollan da işte bunların kılavuzluğu bir çırpıda yapıvermiştik. tlin Bayındırlık Müdürlüğü'nden bir mühendis bu iki yolu görünce şaştı kaldı. Hele iki kenarındaki elma ağaçlan ile pek şirin bir bulvara benzeyen 200 metrelik uzun yolumuzur. bir buçuk günde yapıldığını öğrenince az kalsın küçük dilini yutacaktı. Dayanamamıştı da demişti ki,
- Bir başkası söyleseydi inanmazdım doğrusu. Köylerimizin kavuşacağı "yol"lann bir müjdesi sayanın bunu. İlk geldiğiniz zaman yapacağınız bir sürü işi sayarken tıkanacak gibi olmuştum da, "Bunlar, ancak masaldaki Arap kansının işidir" diye takılmıştım ama, yanılmışım. Dediklerinizin hepsini rahat rahat yapabileceksiniz birader, benim aklım kesti artık. ..
O günlerde kursun önünde koca bir kamyon durdu, şoför yerinden tığ gibi bir delikanlı atladı, elindeki mektupla yanımıza geldi. Bizim eğitmen adaylamı barındırmak için buldu-
58
ğumuz çözüm yolu artık sonuçlanıyordu, çadırlar gelmişti. Tonguç mektubunda diyordu ki: "Namık'la yolladığım çadırlar, ihtiyacınızı karşılayacaktır. Orada yapı işlerinde çalışmak üzere öbür arkadaşlar ile tayinini yaptığım bu genç, çok usta ve çalışkan bir öğretmendir. Kendisinden faydalanacağınızı umarım." Tonguç, Yapı Usta Okulu'ndan yetişmiş Namık için az bile yazmış. Kendisi ile iş alanındaki yakın arkadaşlığımız, onun dev çabalan ile bilgisini ne kadar hesaplı ve doğru olarak denkleştirdiğini öğretmişti bize. Gölköy Eğitmen Kursu' nun kuruluşunda onun her bakımdan verimli olmuş değerli emeklerini hayranlıkla anarım burada . .
Müfettiş, öğretmen, eğitmen adayı.. kim varsa hepimiz kafa kafaya verdik, çadırları, hazırladığımız meydanda nasıl yerleştireceğimizi düşündük. Sonunda anlaştık. Herbirinde 28 kişi yatırabileceğimiz üç büyük çadırı, yüzleri yola açık olmak; iki yanına, gene yola doğru uzamak fakat giriş yerleri ortaya bakmak üzere konulan küçük çadırlarla meydana bir "Atnalı" biçimi verdik. Ortaya demir borudan bir bayrak sereni, iki yana da lüks lambası asılacak direkler dikdik, tamam. Sıra içlerinin döşenmesine gelmişti . Yığdım ağacı, tahtayı meydana. Herkes yatacağı ranzayı kendisi yapacaktı. Kaşla göz arasında bunlar da hazırlanıp yerlerine konuldu. Bayrak sereniyle, lüks lamba direklerinin diplerine güzel çiçeklikler de yapılınca şipşirin bir alan çıkmıştı ortaya. Bu küçük yeşillikler bize, üç büyük çadırın önünü süslemek, hem de bunun özene bezene yaptırılmasını sağlamak yolunu düşündürdü ve arkasından işi, yarışmaya döktük. Ödülümüz, ön bahçesi en çok beğenilen çadırın çekilen resmi olacak, bu da herkesin görebileceğ bir yerine asılacaktı. Yalnız bu işde sert bir koşulumuz vardı. Harcanacak çabalar, kurstaki günlük çalışma programının uygulanmasına hiçbir zarar getirmemeliydi. Bu konuda çadırlar sessiz sessiz beş gün uğraştılar. Üçünün de önü, pek göz alıcı yeşillik ve çiçeklerle bezenmişti. Birinciliği yalnız bir çadıra veremedik. Hepsi birbirinden güzeldi. Üçünü de
59
birinci saydık. Davullar, zurnalarla coşkun bir bayram günü yaşattı bize bu kararımız.
Kuyunun hemen yanından başlayacağımız 52 metre uzunluğundaki yapımız, en büyük derdimizi körletecekti. Bir çatı altında mutfak, el yıkama yeri, hamam ve helalar . . kendi elemanlarımızla giriştiğimiz düzgünce ilk yapı işi buydu. Mutfak, 300 kişilik yemeği pişirebilecek genişlik ve düzende idi. Burası, kurs çalışmaları süresince yemek hazırlama işini de aksatmadan yürüttü. Canımızı sıkan, el yıkama yerlerinin tahta oluklanydı. Baştan düşünmüş, demiştik ki, "Tahtalar su görünce şişer; aralarından sızıntı yapmaz" ama daha ilk günkü denemede bunun çürüklüğü ortaya çıktı. Oluklar su tutmadı, yansını akıttı . El yıkamak için içeriye girecek gibi değildi, ortalık göl. İki tahtanın birleştiği yeri çinko ile kapattık, olmadı. Adamakıllı sıkılıyorduk. Ertesi gün, "Ne var, ne yok, şuraya bir uğrayayım" demiştim. Bizim dülgerlik öğretmeni Hamdi'nin yüzü gülüyordu. (Bu delikanlı da ağaç işleri için eşi bulunmaz bir öğretmendi) gözlerinin içine bir şeyler sorar gibi baktım.
- Oldu, Müdür bey! dedi. Çok uğraştık ama sonunda başardık. Çimento ile kapattım.
Arkadan iki kat da yağlı boya çekince oluklar, sanki taştan yapılmış kadar sağlamlaştı. 24 kişinin birden yıkanabileceği hamamın da her şeyi düşünülmüştü. Helalar, rahat ve yeteri kadardı. Yalnız buraları, su bağlanıp da kullanılmaya başlanınca gücümüzü pek üzen· bir olayla karşılaştık. Su ve pislik akmıyordu. Bu işlerden iyi anladığını ileri sürdüğü için teknik konuların yürütülmesi görevini üstüne alan müfettiş Hikmet Bozkurt, "İş yanlış tutulmuş .. Suyun ve pisliğin akacağı kanala verilen yatıklık yetersizdir;" diyor ve bu arada elindeki kağıda çizdiği çizgilerle bunu ispatlamaya çalışıyordu. İşin, para ve yorucu çabalar harcanarak meydana gelmişliği bir yana, ihtiyaçların karşılanmayacağı gerçeği, içimize kurşun gibi oturuyordu. Bu yapının öğretmeni Namık,
60
- Hikmet Bey, yanlışınız var. Kanaldaki yatıklık, akıntıya elverişlidir. Olsa olsa molozlar, tahta parçalan engelliyor bunu .. diye bir açıklama yolu buluyor ve umut verici konuşmalarım bu doğrultuda �ürdürüyordu. Fakat yedek istihkam subaylığı yapmış bulunan Hikmet, bu alandaki bilgilerine ve pişkinliğine güvenerek kafasını kaykıltıyor; akıntı yatıklığının yetersizliğinde direniyordu. İki müfettiş arkadaş, kanalda bir sondajdan sonra önceden hazırlattıkları çuvallar, uzun çubuklarla temizliğe giriştiler. İnsanın kendi evinde bile yapamayacağı bu aşağılık görülen iş, başarılması gerekli bir ödev sayılıyordu. Büyük yorgunluklara mal olan bu ağır emekler, sonunda hepimizin yüzünü güldürmüştü. Onları kucakladık. Çünkü en büyük sorunlardan birisi, çıkmazdan sıyrılıp alınmış, herkes rahata ermişti.
Daha işin başında beni en çok düşünüren "Su" probleminin küçük, fakat çok büyük önemli hikayesini açıklamadan · geçemiyeceğim. Bir "Kuruluş"un ne demek oiduğunu bilenlere malumdur ki böyle yerlerde işin can alacak yönü, "su "dur. 300 kişinin içmesi için, pişirilecek yemeği için, yıkanması için, el-yüz temizleme yeri için, helalar için, besleyecekleri hayvanları için, yetiştirecekleri bitkiler için, girişilecek yapı işleri için, "su", gerekliliğin de üstünde bii:' şey. "O"nsuz soluk bile alınamazdı elbet. Hazırdaki biricik yapımızın hemen kıyısındaki kerpiç molozunun altında, çürümüş tahta salaşla örtülü, içindeki suyu da toprağa çok yakın bir kuyudan başka hiçbir şey bulamadık yakın çevremizde. Sorduk, soruşturduk. Daday Şosesi üstündeki vadilerden faydalanabileceğimizi sağlık verdiler bize. Ama, "İlk önce şu çocuk oyuncağı gibi görünen kuyuyu işletelim" dedik. Kastamonu'da tamircilik yapan Remzi Usta'nın böyle işlere aklının pek erdiğini öğrenince onu apar-topar getirmiştim. Kuyuyu inceledi, sağa baktı, sola baktı,
-Yalla müdür bey, dedi. Bunun çevresine genişçe beton bir plaka dökülür, ağzına demir bir kapak yapılır; üç metre yu-
6 1
kansına kurulacak sağlam bir sehpanın üstiliıe birbirine bağlı bidonlar yerleştirilir, santrifüjlü tulumbayı da işlettin mi tamam. İşin bu yanı kolay da kuyunun suyu, buranın her derdini körletmeye yeterli olur mu, ona bir şey diyemem işte.
- Hele bu kuyuyu çalıştıralım, verimini deneyelim de ondan sonrasını aynca düşünürüz. Sen hemen yapacağın işleri bir çırpıda tamamla, şimdi önemli olan, bu . . .
Her şey kararlaştırıldığı gibi hazırlandı. tık provalar da tamam. Bir kaldı, " Su yetecek mi, yetmeyecek mi?" ye. Mutfak, hamam, el yıkama yeri ve helalar, buraya bağlanıp işletmeye açıldıktan tam bir hafta boyunca kuyunun suyu tükenmeyince, anladık ki işler yolunda gidecekti. Artık herkesin yü-zü gülmüştü.
·
( . . . )
Öğretim
Sosyal ve tarımsal durumları birbirine benzeyen illerden meydana gelmiş kursumuz kesimindeki milli eğitim müdürlüklerinin askerliğini haşan ile bitirmiş olanlar için doldurttuğu fişler incelenmiş; bunlarda adayların aile durumu, geçimi, bilgisi (okuma, yazma, imla, aritmetik, yurt bilgisi), karakteri ayn ayn belirtildiğinden seçimler, olabildiği kadar, objektif ölçülerle yapılmıştı. Her adayın gerçek bilgi düzeyini araştırıp belli başlı yanlarını ortaya koymak, kendilerini yetiştirmede izlenecek müfredat programı yönünden, zorunlu idi. tık önce temel okul görevini yapmış olan askerlik durumlarını, sonra da resmi veya özel hangi öğrenim çarklarından geçmiş bulunduklarını anlamak, girişilen ilk işimizdi. Yapılan araştırmada, bunların 88'inin onbaşı, 57 'sinin de er olarak askerliklerini bitirmiş olduğu anlaşıldı. Demek oluyordu ki gelenlerin yansından fazlası askerlikte sivrilmiş ve bu nedenle de kursumuzda bir açıkgözler çoğunluğu meydana gelmişti. Öğrenim işine gelince 42 aday beş sınıflı ilkokulu, 66 aday üç
62
sınıflı köy okulunu bitirmiş, 29 aday ulus okulunda okumuş; 60 aday okuma yazmayı askerlikte; 9 kişi de kendi kendine öğrenmiş bulunuyormuş. Gerçi bu tablo, görünüşte kursumuz yönünden pek elverişli ve sevindirici bir durumdu. Fakat kendi ölçülerimizle işi kurcalayıp aydınlık bir sonuca varmak gerekiyordu. Bu, tutumumuz için yerinde bir inceleme olacaktı. Hemen arkadan .girdik işe: Halk okuma kitabından seçilen parçalar üzerinde okuma; buradaki sözlerin ezbere yazılıp yazılamadığı; aritmetikte dört işlem üstüne doğruluk ve çabukluk yönünden girişilen araştırmalar değerlendirildiğinde görüldü ki, her biri �çin bize verilmiş olan bilgilere göre elde edilen sonuçlar, düşüktür. Böylece bu yoklamalarımızda saptadığımız hazırlık düzeyi geri bir topluluğun eğitmen oldukları zaman köylerinde girişecekleri öğretim, eğitim, tanın, sağlık, bayındırlık . . işlerinde başarıya ulaşabilmeleri için kursta bunları yetiştirme konusunda uygulanacak programın, müfredat taslağında gösterilen en geniş zaman sınırına kadar gidilmek, yol ile düzenlemesinde kaçınılmaz bir zorunluk çıkıyordu ortaya. Bu araştırmaların bizi ulaştırdığı bir başka olanak da, bilgileri birbirine yakın alanlan aynı kümede toplayıp öğretim gücünün inişli çkışlı bir yönde fire vermesine meydan bırakmamasıydı. Artık sıra, program müfredatının adaylardaki bilgi düzeylerine göre hazırlanıp yürütülmesine geliyordu. Milli Eğitim Bakanlığı 'nın 1938 yılında Tannı Bakanlığı ile ortaklaşa hazırladığı taslak, ne yapılacağım ve hangi yoldan gidileceğini önceden saptamamız için bize kılavuzluk ediyordu. " Köy Eğitmeni yetiştirme kursları Müfredat Programı Taslağı" iki ana bölüme ayrılmış; uygulama sırasında eksik, fazla görülen yerlerini açıklamak üzere, her sahifenin karşısında bir boş sahife bırakılmıştır. Birinci bölümünü ilk yansında kültür dersleri çizelgesi ile müfredat programı taslağı ve müfredatta gösterilmemiş olan konulara değinen notlar; ikinci yansında da ziraat dersleri müfredatı yer almıştır.
Kültür derslerinin başında gelen Türkçede yazı, imla oku-
63
ma, tahrir çalışmalarının amaçlan, bu amaçlara varmak için izlenecek yollar belirtilmiş; daha sonra da aritmetik ve geomet-' ri, yurt ve yaşama bilgisi (A-yurt ve komşu memleketlere ilişkin bilgiler, B-Türk ulusunun geçmişi üstüne bilgiler; C- Köyle ilgili sosyal, siyasal ve ekonomik bilgiler, D- Tabiat ve teknik bilgisi, E- Sağlık bilgisi), Atölye dersleri ve müfredatı, eğitim bilgisi derslerinin amacı ve bütün bu dersler için harcanacak zaman, okutulmalarında göz önünde bulundurulacak ilkeler yer almıştır. Taslağın ikinci yansında konulmuş olan dört ana ders ve bunların her biri ile ilgili dallar üstüne, "Tarım Çabalan" bölümünde açıklamalar yapılmıştı.
İkinci bölüm, Eğitmenli Köy Okulları Müfredat Programı Taslağı (EK) idir. Bunun başında "Haftalık çalışma cetveli" ve uygulaması ile ilgili notlar konulmuş, bundan sonra köy okulunun her üç sınıfı için Türkçe, aritmetik ve geometri, yurt ve yaşama bilgisi müfredatı gösterilmiş; her üç yılda yaptırılması gerekli işlerle gezici başöğretmenlerin işleyeceği konular açıklanmıştır.
Taslağın başındaki çizelge, yedi aylık kurs süresi için kültür derslerine en az 790, en çok 960 saat ayımuştır. Bu saatlerin, eğitmen adaylarının yetiştirilmesi yolunda gerekli çabaların, konusuna göre, eğitim şefi tarafından azıltılıp çoğaltılabileceği belirtilmiştir. Eğitim Şefi Cemal Öncel' in hazırladığı haftalık ders ve iş programlan, daha baştan yapılmış olan bilgi yoklamalarına ve bundan sonra da konuların işlenmeleri sonunda kavranış ve kazanılmış olma derecelerine; küme öğretmenlerinin, bunların üstünde grup şefleri müfettişlerin; bu amaçla yapılan genel toplantılarda, ortaya koydukları düşünce ve örneklere dayalı tutulurdu. Uygulanan bu programlara göre adaylar sabahleyen saat 5 .30'da kalkıyor, akşam 21 .45'te yatıyorlardı. Öğle üzeri kendilerine verilen yemek ve dinlenme paydosu olan iki saatlik zaman bu süreden düşülünce kurs, aşağı yukarı, l 5 saatlik uzun, yoğun bir iş-ders çabası içinde kalıyordu. Zaman, günlük koşullara; programın ge-
64
rekli gördüğü özelliklere uygun bir esneklik sının içinde de-, ğerlendiriliyordu. Şimdi böyle çok vakit alan ve konuları da
çeşitli bir programın uygulanmasında insanın dayanma gücüJIÜ ezdiği sanılan ağırlık, ayn ayn kişiler ve çevrelerce eleştirilmişti. Hep denilmişti ki, "Durmamacasına üzerinde çalışılan ders konulan, yaptırılan çeşitli işler, yetiştirilmek istenilen eğitmen adayına bıkkınlık verir ve bu nedenle de onların ilgilerini zayıflatır. Bir kere de buraya gelindi mi artık bu ham insanlarda hayır kalmaz. Y ükü alıştıra alıştıra ve taşınacağı kadar yüklemek, temel bir tutum olmalıdır."
Y ılar boyu bu eleştirinin tutar hiç bir yanı görülmedi. Çünkü ileri-geri konuşulurken eğitmen adaylarına verilmesi zorunlu bilgi ve alışkanlıkların kadrosu ve bunların kazandırılması koşullan; aynca· yetiştirilecek olan bu köy insanlarının dayanıklılık dereceleri ile yeni şeyleri öğrenmeye karşı içlerinin nasıl hani hani yanmakta olduğu bilinmiyordu. Bu duruma inan getiren bir açıklık verebilmek için öğretim alanındaki çabalarımızın iki yanı üzerinde durmalıyım. Bunlardan biri, bizim tutumumuzun özelliğinde yer almaktadır ki o da, "Küme" düzeninin bilgi kazandırma işinde öğretmenler için pek elverişli birer ortam oluşu, gerektiğinde adayların her biri ile ayn ayn uğraşmak olanaklarından faydalanışı ve aynca alınan bilgilerin yeterli olup olmadığını araştırıp belirmiş ihtiyaca göre, nerelerde ve nasıl bir öğretim yolu tutulacağının seçilebilinişiydi. Elbet sonuçlan pek verimli olan bu tutum, rahat ve geniş bir zamanın getirdiği olanakların etkisi ile daha da başarılı oluyordu.
Öbür yan, elimizdeki adayların üstüne sürekli gözlemler ve deneylerden sonra varılmış kanılarımızın toplamıdır:
- Köylümüzde, kendisinin bilmediği ama öğrenilip anlaşılmasında fayda gördüğü şeylere karşı büyük bir merak vardır. Bu özellik, onları öğretim alanında ilerletmek için sağlam bir dayanaktır.
- 1lgisi uyandı, ya da uyandırıldı mı konunun üstüne öy-
65
le yırtıcı bir güçle abanır ve bunu öylesine sürdürür ki sonunda açılıp içine girilecek şeyin anahtarını mutlaka ele geçirir. (Bir motoru çalıştırmayı öğreninceye kadar başından kalkmayan, düzgün bir sıva yapıncaya kadar uğraşan; okunaklı ve güzel bir yazı yazmaya, doğru ve çabuk aritmetik işlemleri çözmeyi sağlayacak başarıya erinceye kadar gerekli çabaların arkasını bırakmayan eğitmen adaylarını çok görmüşüzdür.)
- Yoksulluğun çektirdiği çileler, zorlukların dokuduğu pişkinlik, kökündeki "sağduyu"yu adamakıllı mayaya getirmiştir. "lnanılacak"la "inanılmayacak"ı; (yapılacak)la "yapılmayacak"ı ayırt etmedeki sezişi, anlayış ölçüsü, pek az yanılır sağlamlıktadır.
İşte köydeki görev ve hizmetlere göre yetiştirme amacı ile hazırlanmış Eğitmen Yetiştirme Müfredat Programı Taslağı işlenirken he.m bunu uygulayacak öğretmenler için tutulacak yoldaki zaman hızı, çabalardaki metodun seçimi bakımlarından tanınan özgürlük; hem de adayların ye.tiştirilme güçlerindeki elverişlilik, programlan belli öbür kurumların alışılmış ölçüleri içinde tartışılırsa elbet yanlış sonuçlara varılır. Bizim kursumuzun yedi aylık süreli yetiştirme döneminin, zamanı türlü yönlerden değerlendiren koşul zenginliği ve öğretim metotlarındaki özellik, bunun yanında da merak ve direnme gücü yüksek bir eğitmen adayı topluluğu esas alınınca en azından üç katına çıkarılarak hesap edilmesinde hiçbir sakınca yoktur.
( ... )
İş Alanında
Kursta dersle iş, birbirine kaynaşmıştı. Yatılıp kalkılan, yemek yenilen, su içilen, yıkanılan, oturulan, dolaşılan her yerde temizlik ve düzen işlerinden sorumlu olan, adaylardı. Türlü tanın çalışmalarını onlar yürütürlerdi. Yolların, çitlerin onarılması, ya da yeniden yapılması; kurulan yapılarda duvarların
66
örülmesi; hızarlarda kereste biçilmesi, ağaç altlarına atılmış tezgahlarda kapı, pencere . . . hazırlanması gibi kursun kurulması çabalarına da ellerinden geldiğince emeklerini katıyorlardı.
Görülüyor ki, iş kesiminde gündelik yaşantıların yürütülmesine bağlı kalan, bir de hem kendilerinin, hem de daha sonraki yıllarda alınacak eğitmen adaylarının barınma ve yaşama rahatlıklarını sağlayacak olanakları hazırlayan iki yönü özetledik. Bunlardan ayn olarak zaten yatkın olan iş güçlerini, metot ve teknikle pişirme yolunu tutmak gerekliydi. İşte bu amaçla çeşitli avadanlığın hazırlanabileceği bir işlik kuruldu. Burada ağaç işleri için tezgahlar, her türlü araç ve gereç; 6 beygirlik bir motorlu testere, maden işler için örsler, mengeneler, çeşitli aletler vardı. İşlikte yapılacak avadanlığı, okul ve ev için diye iki dalda topladık. Köylerine gittiklerinde adayların okullarına ve evlerine kolayca yapabilmelerini sağlamak düşüncesi ile bu işliğimizde örnek olarak kendilerine hazırlatılan eşyadan bazıları aşağıda gösterilmiştir.
Okul için: iki tip yazı tahtası, iki kişilik sıra, bir masa, bir bank, bir hesap göstergesi, büyük dolap, elbise askısı, bayrak direği, çanta, paspas, an kovanı, süzgeçli teneke.
Ev için: Tahta karyola (iki tip), yastağaç, lamba askısı, ·elbise askısı, sandık, bavul, ibrik, fener, musluklu teneke, sigara tablası, kahve tepsisi, huni, maşrapa, ızgara, sacayağı, çekiç.
Bunlardan başka madensel ve tahta eşyanın boyanması, bakır kapların kalaylanması işleri de ele alınmıştı. (Kursun bütün kaplan kalaylanmıştı).
Ve böylece, iş alanında kafalara geometrik bir orantı fikrini yerleştirme; ellere de dengeli bir pişkinlik kazandırma yolunda, bilgilerimizin ve koşullarımızın bütün verilerinden faydalanmıştık.)
Eğitmenlik Bilgisi
"Umumi bilgi programını ağustosun sonunda bitirmiş-
67
tik. Sıra, artık ders uyglamalarına gelmişti. Bunun için önceden bir hazırlık yapacaktık. Eğitim Şefi Cemal 'le bi�im yaylıya atladık, başladık civar köyleri dolaşmaya. Gittiğimiz köylerde muhtarları bulduk, hiç okuma yazma bilmeyen çocukların listelerini hazırladık. Köyün iş zamanlarını öğrendik.
Köylerden dönüp son yaptığımız işleri söylemeden önce her zaman hatırladığım bir olayı anlatayım:
Koru köyüne girdiğimiz zaman karşımıza bir ihtiyar çıktı. Bununla, tuğla alışverişi yapmıştık. Bize muhtarı bulması için arabamıza aldık ve doğruca muhtarın evinin önünde durduk.
O, birkaç defa haykırdı. Muhtarın yerine 7-8 yaşında kü-çük bir kız çıktı. Şimdi konuşuyorlar:
- Gız baban nerde? - Bacçada . . . - Hadi onu çığır . . . vanve! . . Kız, terliğe benzeyen ayakkabılarını eline aldı. Bizim yüz
metrelik koşu rekortmenlerini özendirecek bir çıkış yaptı, yıldırım gibi süzülmeye başladı.
İhtiyara sorduk. - Bahçe uzak mı? - Bi ciğara içimi . . . - Eh öyleyse kızı ne diye yolladık. Haydi araba ile gide-
lim. Atlar, arabayı sağa sola savurarak dört nala gidiyorduk.
Fakat bizim küçük kıza yetişmeye imkan yok. Nihayet yerimize vardık. Kız bir şey olmamış gibi bizi karşıfadı. Solumuyordu bile .. Bizim Cemal bana döndü, dedi ki,
- Yahu bu kız İsveç jimnastiğini ne yapsın? . . Bu buluş, o kadar hoşumuza gitti ki, gülmekten katıldık,
fakat gururlanarak. Cemal sözünü tamamladı, - Sonra biz diyoruz ki, köylü kadını 10 çocuk doğuruyor,
gene sırım gibi . . . Hem de bir ağacın dalına asıldı mı, şıp diye bahçede, tarlada turp gibi bir yavru . . . Bir de bizim kafamız al-
68
mı yor, (bunlar nasıl ebesiz doğuruyor?) diye . . . Neyse, işimize dönelim. Biz b u dolaşmadan sonra uygu- -
lamaların yapılacağı köyleri tespit ettik: Sanömer, Koru, Ahmetbey, Araz, Emirler, Şekerköy, Ta
lipler; Göl. Vilayetçe lazım gelen tedbirler alındıktan sonra bizim
işimiz tamamlandı. Artık başlayabilirdik. Şimdi burada biraz duralım. Hemen hepinizin yüzünde
aynı soru işaretinin büküldüğünü görüyorum. Diyeceksiniz ki, "Uygulama, köyü, çocuğu bulmakla olmaz. Önceden dehşetli bir öğretim tekniği hazırlığına ihtiyaç var." Bizim yaptığımız ilk hazırlık öyle dehşetli değildi. Aksine pek basit. Onla- . rın ellerinde iki tane "Öğretim kılavuzu" var. Bunlar, eğitmenli köylerin birinci, ikinci yıllarında okutulacak, içinde okuma, aritmetik yurt ve yaşama konularını toplayan iki kitabın ders-lerde nasıl kullanılacağını gösteriyor.
·
( . . . )
Eğitim
Hem kendisinin, hem de içinde yetiştiği kurumunun hizmetlerini görmek için düzenlenmiş bir programa bağlı kalarak iki ayn doğrultuda sürdürülen çabalar ve bunların gerektirdiği kişisel, toplumsal ilişkilerde iyi niyet, açıklık, doğruluk, sorumluluk anlayışına uygun bir davranış, ele aldığımız "Disiplin" işlerinin temeliydi. Yedi aylık bir kurs dönemi içinde hiç kimsenin bumu kanamadı. Karşılıklı sevgi, fedakarlık, görevi kusursuz yapma isteği, her şeyde, her zaman tutulan sağlam bir yöndü.
Kursta, köylerinde geçmiş olayları yansıtma yoluyla düşündüklerini, bildiklerini açık ve seçik olarak yazma alışkanlığını geliştirmek için haftalık bir köy gazetesi çıkarılırdı. Bunun başına konulmuş olan, "Hep köye doğru! Her şeyimiz köy için . . . " sloganı, gerçekten buradaki toplumun katıksız dayana-
69
ğıydı. Bu haftalık dergiye giren Sinop'un Kınık köyünden eğitmen adayı Celal Altay' ın bir yazısını olduğu gibi alıyorum.
"FINDIK BAHÇESİ"
"Evimizin üst yanında babamdan kalma bir tarla vardı. Toprağı çok verimsizdi. Babam bu tarlaya bolca gübre döktüğü halde gene yetecek kadar ürün alamazdı. Babam öldüğü zaman ben 1 2 yaşındaydım. Bize anamdan başka bakacak kimse de yoktu. Zavallı anam beni öküzlerin önünde yürüterek sabanın tutağında kendisi olduğu halde birkaç yıl bu tarlayı ektik. Biz babam gibi tarlaya gübre veremediğimiz için kuvvetinin azaldığını görüyorduk. Nihayet bir zaman, ektiğimizi bile alamaz olduk. Ondan sonra da bu tarlayı boş bıraktık. Artık tarlamız bomboş, içinde yabani otlar, dikenleı büyüyor. Akşamlan köyün örüsünden (Mer'a) gelen sürü burada yayılıyordu. Herkes bunun içinden gelip geçiyordu.
24 yaşıma taze ermiştim. Anamla bir sabah yemeğimizi yerken;
- Kız ana! Ben "Tilkibayırı "na fındık dikeceğim, dedim. Bu sözüme anamın gözleri yaşardı. Bana:
- Ah, oğul ! . . Rahmetlik baban bile bu tarlaya gübre döktüğü halde oradan iyi ürün alamıyordu. Sen o yavan tarlanın hakkından gelip de nasıl bir şey çıkaracaksın? Boşuna yorulma dedi.
Gözlerinden yağmur damlası gibi yaş boşanan zavallı anamın "Ah! " çekişi bana dokundu. Kalktım, köyümüze bir saat uzaktaki "Göktaş" köyünde tanıdığım Behlül Dayının yanına gittim. Onun korusundan tarlamın çevresine çitlik uzun latalann kesilmesine söz aldım. Beni sevenlerle bunlan kestik. Yontabildiğim kadarını da kendim yonttum.
Gene babamdan kalma 40 dip kök kestaneden bir tanesini yıkarak çitin direklerini hazırladım. Bunların hepsini tarlanın kenadanna çektim. 1 5 günde tarlayı çit içine aldım.
70
Ben bu işlerle uğraşırken birçok arkadaşlarım; - Ülen Celal, ne uğraşıp duruyorsun? Gel de keklik avı
na gidelim, diye benimle alay ediyorlardı. Biraz yaşlıca İbrahim Dayının;
- Kuzum Celal! Ben babanı iyi tanının. O zavallı da bu tarlaya çok emek verdi. Çok alınteri döktü. Fakat bir türlü emeğini doğrultamadı. Sen bu işten vazgeç. Demesi de canımı çok sıktı. Hatta tarlanın yanından geçen tanışlanmın birçoğu "merhaba" demez oldular. Fakat ne olursa olsun ben bu işe bir defa başladım. Geri dönmek olmazdı.
Bu iş üzerinde çok uğraştım. İki yılda bu yere 450 ocak fındık diktim. Bir kenarına da diktiğim ham fidanları Amasya'dan kendim getirdiğim elma kalemleri ile aşıladım. Aynca çeşitli meyveler de yetiştirdim.
Az zaman içinde bahçem köyümün en güzel bahçesi oldu. Hatta Sinop ilimizde bile eşine rastlanamazdı.
Bunu gören köylüler ve bana evvelden gülen arkadaşlarım, dört elle böyle bir bahçe yapmaya sarıldılar. tlkbahar gelende (geldiği zaman) alnımın teriyle üç beş sene içinde yetiştirdiğim bu bahçede gezerken hep anamın ilk sözlerini hatırlanın. Ve kendi kendime:
"Eğer yılgınlık gösterseydim burası gene kupkuru bir toprak parçasıydı. Halbuki şimdi ne güzel! Hem de artık benim ekmek tutamağını oldu. İnsan tuttuğunu koparmalı der, içimdem kıvanırdım."
Haftalık Eğlenceler, Toplantılar
Her hafta sonu, kursun bayram günü oluyordu. Üç lüks lambasıyla aydınlatılan çadırların avlusu, kenarlarına banklar, sandalyeler sıralanarak hazırlanır; her ilin eğitmen adayları, marifetlerini burada gösterirlerdi. Asıl coşkunluk, Çorumlular halaylarını çekerken başlar, taşardı. Onların kendilerinden davulcusu, zurnacısı da tamamdı. Birbirinden atik, tığ gibi on
7 1
iki delikanlı· el ele verdi mi vücutlarda, bacaklarda, ayaklarda, sanki bir kişininmiş gibi, aynı ölçülerdeki kıvrak hareketler akıp gider; seyircileri de coşkunluklarının peşine takıp götürürdü. Bir başka il, köy gelenekleri; daha öbürü, köy okulu üstüne hazırladıkları meydan oyunlarını ortaya koyar, vakit geçirilirdi. Böylece hem yorgunlukları dinlendirici etkisi, hem de düşündürücü örnek yönleriyle bir bakıma haftalık programın uzun ve renkli bir dersi olurdu bu eğlenceler . . .
Köyde ne var, ne yok? Eğitmen adaylarını, dönemin ortalarında köylerine yol
lamıştık. Kursa adamakıllı alıştıkları; bundan başka girişilen çabaların ileride faydalarının dokunacağı inancını aldıkları; öbür taraftan da toplu yaşantının zevkine erdikleri ve eğitmen olma yolunda da işin yarısını tamamladıkları için artık köylerinde kalıp dönmeme ihtimalini aklımıza getirmiyor, bü nedenle de hiç korkmadan onlara izin veriyorduk. Sonra, gidenler, köylerindeki işlerinin toparlanmasına yardım ettikleri; hem kendilerinin, hem de çoluk çocuklarının hasretlerini yatıştırdıkları için eskisine göre daha taze güçlerle işlerine sarılıyorlardı . Yetiştirici olarak bizler de, kesimin koşullan ayn düzendeki köylerinden, olan bitenlerle ilgili haberler almak; bu kanaldan bütün adaylara bilgiler vermek; halkla adayın karşılıklı davranışlarını eleştirip tutulan yolların doğruluk derecesini saptamak olanaklarını elde ediyor; aynca adaylarda, konuşma güç ve güveni kazanma alışkanlığını pişiriyorduk.
Köye gidiş, oradan dönüş izlenimleri; köylülerle ilişkilerin hazırladığı sonuçlar ortaya dökülünce gördük ki tuttuğumuz yol, edinilecek bilgi ve kor.ular yönünden bizler için gerçekten paha biçilmez fırsatlar hevengi imiş. Bu konuda bir iki örneği aşağıya alıyorum.
Araçlı Niyazi Ayvacı 'nın konuşması: " İzin aldım, köyüme yürüyerek bir buçuk günde gittim.
Köyde beni ilk defa karşılayan bir delikanlı oldu. Bana: - Aç elini bakayım, dedi. Açtım. Elimdeki nasırlara ba-
72
karak sordu, - Bunlar ne? O delikanlıya şu cevabı verdim: - Sen yalnız çift sürmesini bilirsin. Ben ondan başka taş
yontmasını, ağaç rendelemesini, beton dökmesini de öğrendim. Bu işleri öğrenmek için çalıştım. İşte bu nasırlar ondan oldu. 3 ay önce senin gibi çift sürmekten başka bir şey bilmeyen Niyazi, şimdi bir köylü için ne gerekiyorsa öğrendi.
- Senin bu öğrendiklerin ne olacak? - Ne mi olacak. Kurstan döndükten sonra hem çocukları
okutacağım, hem öğrendiklerimi size de öğreteceğim. Böylelikle köyümüz zenginleşmiş olacak. Başkasına muhtaç olmayacağız.
- Çocukları okutacağım dedin ama köyde okul yok ki? - Okul yapacağız. Biliyor musun nasıl olacak. Memiş
Dayının odası gibi değil. Maarif Vekaleti'nden plan gönderilecek, ona göre güzel bir okul yapacağız.
- Kim yapacak o işi? - Biz, hepimiz beraber çalışıp yapacağız. Ben tuğla yap-
masını da öğrendim; yakmasını da. Kurstan dönünceye kadar marangozluk da öğreneceğim. Anladın ya her şeyi kendimiz yapacağız. Para harcamak yok.
- Demek ki, sen bunları hep kursta öğrendin. Hastalan da iyi edebilir misin?
- Köyde hasta mı var? - Yok . . Durmuş Dayının mandası hasta da onun için sor-
dum. - Gidelim, bakalım! Beraber gittik. Mandaya baktım. Ferahlamaya ihtiyacı
vardı. Hemen biraz zeytinyağı ile İngiliz tuzu istedim. Karıştırarak hayvana içirdim. Biraz sonra hayvan ferahladı. Bunu gören köylüler:
- Yaşa Niyazi.. Sen her işi yapabileceksin. Biz şimdiden okul için hazırlık yaparız. Senin yolunu bekleriz. Sen her şe-
73
yi öğrenmişsin. Köyümüzün hayvanlarını sen kurtaracaksın, tarladan fazla buğday almayı sen öğreteceksin. Bize bundan sonra doktor sen olacaksın. Seni okutanlara bizden selam söy- · le. Git, öğren, tez gel, bütün köy seni bekliyoruz.
Kastamonu 'nun Hasırlı Köyünden lsmail Güneyligil şöyle konuşmuştu:
"Köye gittim. Köy muhtarının köy kahvesinde bir işle meşgul olduğunu gördüm. Bana dedi ki:
- İsmail, mahkememiz var. Halil, Emmisi Koca Ali 'den miras istiyor. Al, şu kağıdı oku.
Kağıda baktım. Başka şeyler yazılı. Yüzüme baktı. Dudaklarını büktü. Demek istedi ki, kağıdı mahkemeden gelmiş gibi oku . .
Canun sıkıldı. İşe karıştım: - Köyde doksanlık Kara Hüseyin var, onu da çağırın.
Şimdiye kadar köyde miras için mahkemeye gitmiş değiliz. Alacakları ne ise burada paylaşmak mümkün.
Meğer muhtar bu işi mahsus bu yola sokmuş. Halil, em.misinden miras alırsa 60 liralık bir çift öküzünü muhtara verecekmiş . . . Muhtarın sahtekarlığını öğrendikten sonra,
- Muhtar. Sen bu işi niçin böyle yapıyorsun? Miras hukuk mahkemesinin kararıyla taksim edilir. Sen böyle sahtekarlık yaparsan kursa döndüğüm zaman şeflere söylerim. Seni vilayete bildirirler. O zaman senin de suyuna bulgur süreriz.
Muhtar işi anladı. Konuşmayı değiştirdi. Bu suretle kanunsuz iş unutulmuş oldu.
Benden neler öğrendiğimi sordular. Şimdiye kadar kursta ne öğrendimse hepsini anlattım. Sebze işine çok sevindiler. Yastık çeşitlerini de söyledim. Gübrenin nasıl tarlaya serpileceğini ve sürmesini de anlattım. Köyde hayvan hastalığı olduğunu söylediler. Gittim, baktım. Şap. Tedavisi için evvela öküzün ayaklarını yıkadım. Su içinde eritilmiş göztaşı ile yıkadım ve sardım. Ağızda olursa gem takmamalarını söyledim. Bir hafta içinde hastalık kalmadı.
74
Yusuf Erbaş 'ın konuşması: Bakımsız okulwnuza üç yıl da ben gitmiştim. Öğretmen
güleryüzlü, çalışkan bir gençti. Babam üç davara çobanlık etmemi zorlarken öğretmen
aklıma gelir, darıltınm diye korkar, üzülürdüm. Çaresiz. Davarın peşindeyim. Bu üç koyunu, okulun yamacındaki çimenliğe salardım.
Uzaklaşmamak için küçük bir höyüğün üstüne otururdum. Gözümü okula dikerdim, oradan da haydi çocukların arasına.
Nedense öğretmenle köylümüz eyuşamamışlardı. Köyde öğretmenin sözü geçmez, iki tarafa ayn baş çekerdi. Bu yüzden köylünün eli okula değmiyordu. Kış günleri birer çomak odun götürürdük. Öğretmen de titremekten kurtulurdu. Hele, o penceredeki yırtık kağıdı onarmaktan baş alamazdı.
Bir gün cami meydanında öğretmenimiz, köylüye üzüntülerini anlattı. Bu sözlerine hiç kimse tınmadı. O günden sonra öğretmen de ağzını açmadı ya!
Bilmem, neden? Sözleri köylüye hoş gelmiyordu. Onu yadırgıyorlardı. O da, köylüye dert ortağı olamıyordu. Çok sürmedi. İki yıl sonra da okul kapandı. Köylü buna sızlanmadı mı? Her yere başvurmadılar mı sanırsınız? Ben işin içindeyim. Köyümüz okula yardımdan gocunmuyor. Onun eline yapış da bak, seni hiç kırar mı? .
İşte bu yıl köyümüzün sızısı bitecek. Yolumu bekliyorlar. İzinli gittiğimde bana öyle sarıldılar ki.
Alaca karanlıkta eve inmiştim. Duyanlar evi doldurdu. Biraz beni dinlediler, sonra, muhtarın yolsuzluğu yüzünden çıkarıldığını söylediler. Ertesi gün yeniden seçim yapılacakmış. "Tam sırasında geldin" dediler.
Düşündüklerini sordum, "Hatibin Mustafa nasıl?" diyerek son sözü bana bıraktılar. Ben de onu düşünüyordwn. Askerden yeni gelmiş, özü, sözü doğru, bilgili, köyüne yararlı bir çocuktu.
Kafalarımız birleşti. Yalnız köyün yaşlıları, Latif Hoca-
75
nın muhtar olmasını pekiliyorlarmış. Ne olursa olsun; ben işi başaracağıma güveniyordum.
Söz burada kaldı. Dağıldık. . . Sabahleyin köy meydanı kalabalıklaştı. Biz kafa denkle
ri, bir tarafa çömeldik. Köy adetidir, ihtiyarlar yanında tazeler çok işe karışmaz. Bunlar, "Latif hocaya olsun ! " dediler. Söz kesen olmadı. Aradan "Tamam, tamam! " diyenler oldu. Dayanamadım kalktım; söz istedim. Kocakuşak Hasan ağa:
- Söyle bakalım, siz gençler orada ne fısıldaşıyordunuz, dedi.
Bu işin usulsüz olduğunu, rey alınmasını söyledim. Dediğim gibi yapıldı. Hatibin Mustafa da muhtar oldu.
İkinci gün yeni muhtarla alt baştaki mahalleye doğru gezmeye çıktık. Köy işlerini tasarlıyorduk. Muhtar,
- Yusuf, sen benim sağ elimsin; hele bir gel, diyordu. Hevesine imrendim. Mustafa bu işe eskiden iştahalı imiş
ama, söylemezmiş. Mahalleye yaklaştık. Genç, ihtiyar, ulu çınarın gölgesine halkalanmış oturuyorlardı. Yanlarına biz de çöktük. Bana:
- Hoşgeldin, ne zaman bitecek? dediler. Hoca artığı seksenlik Hamza Ağa, - Bu, askerden geleli epeyce oldu. Sözünüzün yeri var mı? - Eğitmen olacak; okumaya gitti, dediler. Yüzündeki buruşukluklar katlandı. Gülerek, - iyi, iyi. Oku da teravih kıldınrsın! Din hakkında bir şey
yok ya diye mırıldandı. Dilimin döndüğü kadar bu ihtiyarın kafasını yatıştırma
ya çalıştım. Dermansız bir kafaya ne sığar, kanar mı? Gene başladı, - Bak, Satılmış'ın Fatma gelini al basmış: aklını oynat
mış. Alicik olsaydı bunu tütsü ile iyi ederdi. Hamza ağayı yumuşatmaya, yola getirmeye çalıştımsa da
fayda yok. Belini doğrultmadan direnerek kalktı ve:
76
- Sen mektebe değil, laf öğrenmeye gitmişsin. Bırak, beni söyletme ! dedi. lğıldayarak evine gitti. Yerinmedim. Zaten bir ayağı çukurda. Yeni bir şeyi kafasına sokmaya değmez. Yanımdakiler hak verdiler.
- Sen onun lafına gücenme. Biliyorsun patavatsızdır. Hem ihtiyar. Biraz da köy işinden, çift çubuktan konuştuk. "Hoşça kahn!" deyip aynldık.
İznim bitmişti. Hazırlandım. Başta muhtar, birçok köy gençleri "Üçbelen"e kadar yolcu ettiler. Biraz uzaklaştım; arkamdan bağırıyorlardı:
- Bizi unutma! .. Yoluna bakıyoruz . . .
"İş"ten "Kitap"a
O günlerin önemli sorunları içinde, daha önceden başlamış köye dayalı çabaların kurum haline getirilmesi için geliştirilen "eğitmen kursları ", ağızlarda bol bol çiğnenen bir sakızdı. Girişilen her yeni ve umutlu çabada olduğu gibi elbet bu işin de yanında kalıp içtenlikle destekleyicileri vardı ama buna, kurnazca çelme atanlar da çoktu. Gerçi daha ilk denemelerin sonuçlarını gözden geçirirken bu yeni gidişin güçlendirilmesi yolunda yargılarından faydalanılmak istenilen tanınmış eğitimci ve yazarlar bu işten yana adamakıllı kazanılmış sayılabilirlerdi ama sorunun daha da yerleşip kökleşmesi için eldeki kazançlar yeterli görünmüyordu. Tonguç bir gün bana demişti ki,
- Eğitmen yetiştirme işlerinde sert çatışmaların hızı tavsadı. Artık yaygın bir örgütlenme ortamı da oturuşacak. Gerçi kimi eğitimciler düşün olarak bu kurumu tutuyor. Ama bunun üstüne ayrıntılı bilgiler yok. Öyle ayaktan ve gündelik gözlemlerle kesin sonuçlara varacak yaradılışta olmayanlar için bu alanda derli toplu bir şey hazırlanmalı. Sözgelişi, senin şu kursun kuruluş hikayesi küçük bir kitapta toplasan nasıl olur? Bu, hem çabalan başından sonuna kadar "var"ı ile "yok"u
77
ile her şeyini ortaya koyar; hem de yeni kuruluşlarda uyarıcı bir kılavuz hizmeti göıür. Sonra sizin işin bir özelliği var. Bütün olanakları, savaşarak yeniden yarattınız gibi. Ne demek, barınaksız, yolsuz, susuz hiçbir araç ve gerecin bulunmadığı kuru bir yerde hani hani işleyen o çadırlı kurs ! . . Doğrusu masallardaki gibi kısa sürelerle devleşen güçlerinizin serüvenlerini koymalı ortaya� Bak görsünler, elalem canlarını dişlerine nasıl takıyor da korkunç bir yılmazlık içinde başarıya koşuyor? Böyle bir kitap, önümüzdeki yılın bütçesinde kursların harcamaları ile ilgili ödeneğin kolayca çoğaltılması yolunda Bakanı daha da istekli ve güçlü bir duruma getirecektir kanısındayım. Yalnız bu işin iki önemli yanına dokunayım. Bir kere tam köylülerin pratikliği ve hızı içinde davranarak hemen hazırlığı bitirip makineye verebilmeli. Gerçi bende bunu bakanlığa bastırtabilirim ama binbir formalite, bizim istediğimiz kısa bir süre içinde bunun ortaya konulmasına elverişli değildir. Sen şimdi yapacağın masrafı sağdan soldan bul, kitap meydana gelince hem bizim bakanlık adına, hem de Tanın Bakanlığına bunlardan yeteri kadar satın aldırtırım. Haydi, sen hemen sıva kollan . . .
Hiç duraklamadan şu karşılığı vermiştim: - Düşündükleriniz ve benden istediğiniz pek yerinde. Bu
nun birçok yanlarının da faydalan, ger�kliliği meydanda. En kısa gelecekte, "Kitap"ın basılacak hale getirilmesini sağlayacağımı umuyorum.
Bu konuşmalarımız, l 938 yılının Eylül 'ündeydi. Hemen paçaları sıvadım, bütün resmi yazılan, raporları taradım. Belgeleri sıraya koydum, kapandım bir odaya ve giriştim işe. Nefes almadan diyecek kadar hızlı bir çaba; gece gündüz diyecek kadar sert bir direnişle kağıtları doldurmaya başladım. Bir yandan da yazdıklarımı makineye veriyordum. Ekim sonlarında kurs dağılmadan her şey baskıya hazır bir durumdaydı. Şimdi sıra, adını koymaya gelmişti. Ben, "Köye Doğru "yu tasarlıyordum. Arkadaşlar, "Bir de (Hızla) koyalım başına" di-
78
ye tutturdular. Sonra, sonra, "Yalnız (Hızla)da çıplak kalıyor. Gelin şu (Hızla)yı yenileştirelim. Yani (Yeni Hızla) diyelim, adı da (Yeni Hızla Köye Doğru) biçimini alsın diye zorladılar.
İstanbul 'daki görevimin başına döndüğüm zaman basılacak yazılan, "Ülkü Basım Evi"ne bıraktım. Gene hızlı bir izleyişten sonra çabalanın muradına erdi. Elimde evirir çevirirken koltuklarım kabardı. Böyle bir kitabın ileride sağlayacağı faydalan ölçtüm, tarttım ve çok sevindim. Şimdi azıcık kitabın niteliği üstünde durmak isterim. Bu, "yok"ları "var" eden bir "atılış ve buluşlar" dizisini gerçekleştirmek için yorulmadan, korkmadan yapılmış bir savaşın başanlannı yansıtmaktadır. Aynca o, yaşanmış emeklerin gelişme doğrultusunda köy işleri üstüne küçük bir "tarih"de olmuştur artık bugün. Köycülüğü ilgilendiren sorunların değerlendirilmesi yolunda bu küçücük hikaye, eğer bir damla ışık ve güçle katılma fırsatını elde edebilirse bu çabalarda ter dökmüş candan arkadaşlarımın paylarını burada öncelikle belirtmek isterim.
"Yeni Hızla Köye Doğru" l 38 sahifedir. l 939 yılında basılmıştır. İçinde 62 resim, bir kroki, kuruluş ve işleyişle ilgili olarak çeşitli konular vardır: "İlk Söz", "İşe Başlamadan Evvel", "İşe Girerken", "İşe Giriş", "Kastamonu 'da Geçen Gündüzlerim, Gecelerim", " Kursta İlk Yağmurlu Gün", "Zorlu Bir Karar", "İlk Namzedimiz ve İlk Toplanış", "Çetin Şartlar Karşısında İlk Aksülamel", "Kursumuzun Hayali Dekorunu Hakikat Yapmak İçin", "Büyük Bir Teşebbüs", "İnşaat İşlerimizin Bel Kemiği" , "Ziraat İşlerimiz", "Yönetim, Öğretim ve Eğitim İşleri."
llk önce bu kitaptan birini Yücel' e birini de Tonguç' a postaladım. Bir kaç gün sonra Tonguç 'tan şu mektubu aldım.
Kardeşim Süleyman Edip, (Yeni Hızla Köye Doğru) adlı eserini aldım. Dün okudum.
Çok güzel. Seni cidden tebrik ederim. Meseleyi fevkalade güzel aksettirrnişsin. Bu kitap, kurs işine yeniden girecek mü-
79
fettiş, öğretmen ve eğitmenlere pek kıymetli bir rehber olacak. Bu itibarla kıymeti bir kat daha artacaktır. Varol. Tekrar tekrar tebrik ederim.
( . . . ) Çok kritik günlerdeyiz. 3000 olmasa da 2000 eğitmene işi bağlayabilsek kendimi bahtiyar addedeceğim. ( . . . )
H. Tonguç Aradan pek az zaman geçmişti, kendisinden dinlemiştim.
Yücel, elinde bu kitap bakanlığa gelmiş, demiş ki, "Şöyle resimlerine bakayım diye karıştırmıştım, okuyup bitirmeden bırakamadım. Millet nasıl çalışıyor, bak görsünler. Şunun aylığını arttırın bari."
Bunun üzerine İlköğretim Umum Müdürlüğü, bu kitabın inelenerek yazarına bir ödül verilmesi için gerekli yere başvurmuş, "Yasav Kurulu" da benzeri aşağıya alınan takdir ka-rarını düzenlemiş: ·
Sayı: 1 32
T.C. MAARİF VEKİLLİGİ YASAV KOMİSYONU
Özet: İstanbul İlköğretim İspekteri ve Kastamonu Köy Eğit. kursu direkt. Süleyman Edip Balkır'ın takdiri
80
TOPLANTIDA BULUNANLAR
Müsteşar: R. N. Edgüer İsp. K. Başkanı: C. Dursunoğlu Orta ô. G. Direktörü: A. Yukaruç
fık Ô. G. Direktörü: H. Tonguç Er. T.Ô.G. Direktörü: R. Uzel Zatişleri Direktörü: Bulunmadı
İstanbul 1lköğretim lspekteri ve Kastamonu Köy Eğitmenleri Yetiştirme Kursu Direktörü Süleyman Edip Balkır'ın neşrettiği eser hakkında İlköğretim Genel Direktörlüğü'nün komisyonumuza havale buyrulan 8.3. 1 939 T. ve 260 sayılı tahriratı okundu.
Gereği düşünülerek: Süleyman Edip Balkır'ın neşrettiği (Yeni Hızla Köye Doğ
ru) adlı eserinden dolayı 1 880· sayılı Kanunun 3. maddesince takdirname ile taltifi ve evrakın 1lköğretim Genel Direktörlüğü 'ne ve Zatişleri Direktörlüğü'ne verilmesi kararlaştınldı. Müsteşar lsp.K. 8. Y. O. G. D. O. O. G. D. 1 . Ö. G. D.
E. T. O. G. D. Z. 1. D Muvafıktır. 29/IIl/939
Yücel Epey zaman sonra Tonguç bu kitaptan Matbuat Umum
Müdürü Vedat Nedim Tör' e vermiş. Ben o zaman Arifi ye Köy Enstitüsü Müdürlüğü'ne yeni getirilmiştim. Kendisinden şöyle bir mektup aldım.
T.C. BAŞVEKALET
MATBUAT UMUM MÜDÜRLÜÖÜ Delikanlım; "Yeni Hızla Köye Doğru"nu Bozkır'ın şahrem şahrem
çatlamış topraklarının bir yaz sağanağını içine çekmesi gibi bir yudumda hırsla okudum.
·
İçimde havai fişekleri patladı sandım. Aklım tutuştu, ruhum alev alev yandı. Bir kere daha anladım ki, benim göbekbağım sizlere bağlı.
Siz, Arşimet'in aradığı istinat noktasını bulanlarsınız. Fakat bu büyük keşfi bilenlerimiz ne kadar az.
Kuzum dostum, Ertuğrul Muhsin'e kitabından bir tane yollasana. Ben de ona yarın bir mektup yazacağım. Gelecek sene bir film çevirsinler. Kahveci güzeli, mahveci güzeli di-
8 1
ye dejenere filmlere vakit ve para israf edeceklerine bu güzel davayı canlandırmaya çalışsınlar. Albümden adresinize gönderildi. Aldınız mı?
Size ve hepinize saygı ve sevgilerimi yollarım.
Ertuğrul Muhsin 'in adresi: Şehir Tiyatrosu, Tepebaşı - Beyoğlu
27.9. 1 940
İmza Vedat Nedim
"Film" düşüncesini öne sürdürecek bir niteliğin ağırlığını taşıdığı kabul edilen bu kitap, ortak emeklerin küçücük bir öyküsü idi. Bunun yazan olarak yeniden koltuklarım kabarmıştı. Ama bu savaşın olaylarını temele inerek toptan süzdüğüm zaman karşımda dimdik duran şu gerçeği, özümün katıksız aydınlığı içinde daha iyi gördüm ve içimden şöyle konuştum:
"Ben bir ülkü uğrunda büyük zorlukları ve yoklukları yenip başarıya ulaşan bir (Küçük takım)ın kılavuzu idim. Köyün yurt ölçüsündeki sorunlarını her yanıyla işleyen büyük eğitimci Tonguç, gelecekte faydalı olacağını tasarladığı hizmetleri tartıp ölçtükten sonra böyle bir kitabın hazırlanması zorunluğunu ortaya koymasaydı da beni görevlendirmeseydi şimdi üstüne abanıp gururlandığım bu (Kitap), geçmişin sonradan unutulacak bir (Anı)sı olarak kalacaktı. Yararlığı doğrultusundaki umutların dirilttiği (övünç)lere yer varsa bu, tümüyle Tonguç'un hakkıdır. Çünkü o düşünmüştü; o, yaptırmışti."
Güç, Fakat Çok Önemli Bir Görev
Kastamonu'daki işlerimi bitirmiş, İstanbul'a asıl müfettişlik görevime dönmüştüm. Denetlemelerime giriştiğim günlerdeydi. Bir derslikte, özlü ve sürükleyici bir çabanın tam ortasında kapımız vurulmuştu. Öğretmen baktı, Okul Başöğret-
82
meni Ali Rıza Bey imiş. Kendisi Beşiktaş ilçesinin Maarif Memurluğunu da yapıyordu. Hemen diyeceklerini toparladı:
Maarif Müdürü (Milli Eğitim Müdürü) telefonda sizi bekliyor. Pek acele bir işmiş galiba . .
Müdür Tevfik Kut'un sesini tanıdım. Pek telaşlı görünüyordu.
- Kardeşim, Ankara'dan şimdi telefon ettiler. Seni bugün götürebilecek ilk trenle hareket edecekmişsin. Genel Müdürle Eskişehir İstasyonunda buluşacak; sana, talimatını orada verecekmiş. Hemen hazırlan!
- İyi ama Müdür Bey, eve gideceğim, yol çantamı hazırlayacağım. Bu, en azından bir saatlik iş. Sonra en önemlisi, bu seyahat için benim param da yok.
- Çantanı kap gel daireye. Ben para veririm sana. Apar topar istenilenden, ancak bir sonraki trene yetişebildim. Eskişehir' e vardığım zaman arandım, Tonguç 'u göremedim. Fakat birisi, kompartımanları tarayarak hızlı hızlı bana doğru yürüyordu. Biraz sonra bunun, Eskişehir - Mahmudiye eğitmen yetiştirme kursunda arkadaşlık ettiğim müfettiş Bayram Bey olduğunu hemen seçtim. Kolumu kaldırıp işaretimi verdim. Kucaklaştık. Beni bulabildiği için olacak, soluğu rahatladı. Şöyle yayılarak, karşıma oturdu.
- Hakkı Bey seni çok bekledi, diye lafa başladı, sen bundan önceki trenden çıkmayınca çekti gitti Hamidiye'ye .. sana bir mektup bıraktı, al!
Mektubu açtım, okudum. Bunda aşağı yukan diyordu ki, "Yeni Cumhurbaşkanı yurt gezisine çıkıyor. Birkaç güne kadar Kastamonu'ya gidecek. Orada kendisine bizim köy işleri üstüne doyurucu ve inandırıcı bilgiler verme olanaklarını sağla. Sorunumuzun geleceği bakımından bunun, büyük önemi var. Seni Ankara'da şube müdürleri istasyonda karşılayacak. Otomobilin hazırdır. Hiç savsaklamadan hemen çek, git. İyi haberlerini bekleyeceğim. Başarılar! . .
Birden sıtma nöbeti gibi birşey sarıvermişti beni ve san-
83
ki devletin en büyük başının karşısındaydım. Ürkek, şaşkın bir adam oluvermiştim. Her yanım tutulmuş, kazık kesilmişti. İçime dönük kuşkular, öylesine dallanıp budaklanmıştı ki çevrem olduğu gibi birden silindi. Arkadaşımın nasıl ayrıldığını; ayrılırken kendisiyle neler konuştuğumuzu sonradan bile hatırlayamamıştım. Bu kaybolmuşluğum, saatlerce sürdü. Fakat yavaş yavaş ayıldım, kendime geldim. Düşündüm ki, "Bu işin öyle insan gücüne inme iner gibi korkulacak hiçbir yanı yok. Eninde sonunda varılacak yön, yaptıklarım, yapılanlar için bildiklerim ve daha ötesinde de, bunlar üstüne düşündüklerim. İnsan alınteri dökerek göğüslediği işlerin girdisini çıktısını, derinliğini, yaygınlığını iyi bilir ve iyi bildiği şeyleri de doğru, açık bir deyişle anlatır. Bana gösterilen güven, benim bu yoldaki gücüme inanışın bir sonucudur. Görevi, en sağlam, en doğru en inandırıcı ölçiileri içinde yürütmem için hiçbir şeyim de eksik değil. Sıkı dur, görerek, bilerek bas, basacağın yere ! .. "
Kafamla içimin bu alışverişi beni öylesine hafifletti, gözümü pekleştirdi ki görevimi yapmanın gerektirdiği süreyi bile şimdiden uzun bulmaya, sabırsızlanmaya başlamıştım. Ankara' ya gidinceye kadar torbamda ne varsa hepsini aktardım, sıraya koydum. Dizisini beğenmediklerimi bozdum, tekrar düzenledim. Çabalarımıza ilişkin serbest bir açıklama yapma fırsatı verilirse neler diyeceğimi, nasıl söyleyeceğimi adamakıllı pişirdim. İyi bir hizmetin yeterli gücüne erişebileceğim yolundaki inancım, artık beni rahatlandıran bir döşek olmuştu, bunun içinde dinlendirici bir uyku, her şeye atılmaya hazır diriliğin temelini atmıştı.
Ankara lstasyonu'nda, bana haber verildiği gibi, her şey hazırdı. Şube müdürü arkadaşlarla şöyle ayaküstü hoşbeşten sonra atladım arabaya, ver elini Kastamonu .. . Ovalar, dağlar, ormanlar birbirine yapışık gölgeler gibi .�ğımdan, solumdan koşuşuyordu. Gece ginrtiştik şehre. Poğru, Vali Doğan Bey' in yanına. Toplantıda imiş. Bekledim. Bir süre sonra karşı kar-
84
şıyaydık. Beni gördüğü için memnun olduğu yüzünden okunuyordu. Fakat bu vakitsiz gelişimin merakı da pek belliydi. tık sorusu,
- Hayrola Süleyman Edip? Ne oldu. - Cumhurbaşkanı gelecekmiş buraya da. Köy işleri üstü-
ne . . Daha sözlerimi tamamlamamıştım. Avni Doğan Bey bir
den köpürdü ve, -Yoook, işte buna gelemem! diye bana çıkıştı. Yahu, bu
da ne demek? Saffet Bey'le (Arıkan) uzun uzadıya konuşmuştuk. "Eğitmen kursu için Cumhurbaşkanını gereği kadar aydınlatacağıma; kendilerini, bu dava için kazanma yolunda bütün gücümü harcayacağıma söz vermiştim." Demek bana yeterli güveni yokmuş ha . . Yani, benim bu işi beceremeyeceğim düşünülerek seni yolladılar, öyle mi? Pekala öyle ise .. Ben de derhal çekiliyorum ortadan. Nasıl isterseniz öyle yapın!
Bu çıkış karşısında öylesine bozulmuş; daha işin başında umudumu öylesine yitirmiştim ki ne diyeceğimi, ne yapacağımı, kestirememiş, donmuş kalmıştım. Avni Doğan Bey bu batarya ile ateşin karşısındaki perişanlığımı hemen farketmiş olacak ki,
- Vekil bana " Senin elinle, senin dilinle bu işin en iyi biçimde yoluna konulabileceğine inancım var. Bize yardımcı ol, Avni Bey!." dediği iaman, "İçinin rahat olmasını; ne yapıp yapıp iyi sonucun müjdesini vereceğimi" vaat etmiştim. Eee . . bütün bunlardan sonra ne oluyor, açık açık bir güvensizlik değil mi bu? Düpedüz bir yetersizlik kuşkı.ısu sezilmiyor mu bu tutumda? Her şey olduğu gibi ortada. Saklanacak yanı kalmış mı bu işin artık .. De bakalım; haydi konuş bakalım sen de! . .
Uyuşukluğumu silip süpüren bir akım dolaştı her yanımda. Hani büyük tehlikeler karşısında şahlanan inanılmaz güçler, insanı nasıl varlığının kabından taşınrsa bende de öyle bir şey oldu. Ezikliğimin içinden silkinerek sıyrıldım. Anlayışım,
85
zekam dirilip sivrildi, kaybettiğimi sandığım fırsatın kapısı açıktı önümde işte .. Hemen daldım:
- Beyefendi, galiba meselede bir yanlış anlama var. Bir defa böyle yurt köycülüğünü yakından ilgilendiren köklü bir sorunun, en elverişli ölçü ve biçimleriyle ortaya konulabilmesi işinin; buradaki koşullara göre,üstesinden gelebilecek tek insan olarak görürüm sizi . . Saffet Bey, mevkiinize, kişiliğinize ve yönetimdeki büyük yeteneğinize içtenlikle güvenmiş, yerinde bir anlayış göstererek böyle çok önemli bir hizmeti rica etmiş sizden .. Size yapılan teklif, sizin de bunu kabul edişiniz, ne kadar doğru düşmüşse bundan sonraki tutumunuzun da başarılı sonucuna varacağını kestirmek, o kadar doğrudur. Gölköy'deki Eğitmen Kursu'nun çalışmalarında; planlaştınlmış türlü köy hizmetlerinde detaylara inilmek, ya da kimi teknik ve özel bilgiler alınmak istenilirse bu alanda size yardım etmek üzere yollanmış bulunuyorum.
· Konuşmamı burada kesti ve, - Tarnaaam .. şimdi anladım, dedi. Saffet Bey çok akıllı
adamdır. İyi düşünmüş doğrusu . . Haydi şimdi git, rahatına bak. Hiç merak etme, işi koparıp kurtaracağız.
Sırtımdan büyük bir yük kalkmıştı. "Ya bu işi idare etme yolunu bulamasaydım da Vali'nin öfkesini yatıştıracak ve aslında gerçeğe de uyan bu düşünce dizisini derleyip toparlayamasaydım halim nice olurdu?" dedim durdwn, kendi kendime ve soğuk terler de döktüm .. Ayakta gördüğüm bu ters rüyanın etkisinden kendimi zorlayarak çabuk kurtuldum, gene girdim tasanlanmın istifi içine .. Burada, hiç yorulmuyordum. Çünkü hep işim için tatlı, zevkli düşünce ve söz kalıplarım düköyordum boyuna ve arada da, "Ne olur ne olmaz?" diye Gölköy'deki kursa attım kapağı hemen. Ortalıktaki yapraklan toplattım. Arkamdan yeniden yerlere dökülüp toprağı örtmesin diye bazı ağaçların dallarını silkelettim, yeniden bir temizlik zorunluğu bırakmadım böylece .. yapıların kendi haline hıra-
86
kılmışlıklanna bir çekidüzen verdim. Artık Devlet Başkanı gelip görebilirdi burasını.
Aradan öyle sabırsızlanacak kadar vakit geçmedi. Cumhurbaşkanı gelmiş, Vali Konağı'na inmişti. Arkasından bir tanışma töreni düzenlenmişti. İnönü'ye ilin bütün daire müdürleri, adliyecileri, belediyecileri, şehrin ileri gelenleri tanıtıldı ve aynca bir başka gün de Cumhurbaşkanı, her hizmet bölümünün sorumlu başıyla teker teker konuşacaktı. Bu benim için büyük bir sınav olacaktı. "Eğitmen" konusunu öylesine ezberlemiştim ki"Sorular" başlar aşlamaz bunların karşılıkları, belli kalıplarda oturmuş biçimleriyle olduğu gibi ortaya konulacaktı. Bunun üstüne hiç kuşkum kalmamıştı. Gün geldi, çattı. Uzun büyük bir masanın başında İnönü, onun yanında Vali Doğan Bey yer almışlardı. Sağlık, Bayındırlık, Tarım Müdürleri; Maliyeciler, Yargıçlar, Savcı, sıralarını savmışlardı. Yalnız burada aklıma geldikçe bugün bile üzüntü veren etkisini azaltmamış bir olaya kısaca dokunmaktan kendimi alamayacağım. Cumhurbaşkanı, öğrenmek istediklerini sıra ile sorup karşılıklarını aldıktan sonra, "Başında bulunduğunuz örgüt çalışmalarının, daha verimli olabilmesi için yapacağınız herhangi bir teklifiniz veya isteğiniz var mı?" yollu ortaya bir de soru atıyordu. İşte bunlardan birine verilen karşılık:
- Paşam, bizim yazı makinesi pek eski. İş görmüyor. Bir makine lütfedilmesini istirham edeceğim.
Devlet hizmetini, halka yardım görevini bu denli dar bir ölçü içinde kısırlaştırmış, soysuzlaştırmış bir anlayışın bu soğuk rüzgarı, ortalığı öylesine dondurdu, kavurdu ki hiç kimsede soluk alacak güç bırakmadı. Cumhurbaşkanı'nın nazik ve çok ustalıklı bir davranışı ile bu İzan kıtlığının fırtınası geçiştirilivermişti.
Öğretim ve eğitim konularında adamakıllı terletilen Maarif Müdürü'ne,
- Şu eğitmen işini anlatın bakayım bana, sorusu yönelti-lince Vali Avni Doğan Bey,
·
87
- Paşam, Eğitmen Kursu Müdürü burada. Emir buyurursanız ondan bilgi alınsın, diye araya girdi. O zaman İnönü bana dönerek,
- Peki, dedi; siz söyleyin öyleyse . . - Paşam! diye konuşmaya başladım. Eğitmen, nüfusları
az olan köylerimiz için yetiştiriliyor. Bu küçük köylere, daha uzun zaman öğretmen yollama olanaklarından yoksunuz. İşte eğitmen, buralarda kılavuzluk görevi yapmak için hazırlanıyor.
Bu kısa girişimden sonra, "Eğitmen" konusunda benini anlatacaklarım içinde kendilerince yararsız ve önemsiz sayılabilecek olanlar yüzünden vakit harcamayı belkirdoğru bulmamış olacaklardı ki, sözümü kesti ve,
- Eğitmen işinde durulmasını gerekli bulduğum yön ve sorunlara doğrudan doğruya girmek ve içlerinden daha başlangıçta anlamak istediklerimin ayıklanmış olarak ortaya konulmasını kolaylaştırmak için konuşmalarımızda, sadece benim sorularımın karşılığını isteyeceğim.
- Nasıl emrederseniz Paşam. - Demiştiniz ki, eğitmenleri nüfusları az olan köylerimiz
için yetiştireceğiz. Peki, hatırınızda mı Türkiye'de bu nüfusları az köylerin sayısı?
- Evet Paşam. Nüfusları 1 50 civarında ve daha az, aşağı yukarı 1 6.000 köyümüz var.
- Bu köylerin her birinden, ortalama, okuma çağında kaç çocuk çıkar acaba?
- 1 5 . - Peki, eğitmenlerin bu küçük köylere gidince ne işler ya-
pacakları herhangi resmi bir belgede belirtilmiş midir? - Evet, 2338 Sayılı Köy Eğitmenleri Kanunu'nun 6. mad
desine göre Tarım ve Kültür bakanlıklarınca kabul edilen talimatnamede açıklanmıştır hepsi.
- Bu talimatnamede başka neler var? Şunları bir özetleyiverin bakayım bana.
88
- Bu talimatnamede, eğitmen kursları için Kültür ve Tanın bakanlıkları bütçelerinden hangi tür masrafların ödeneceği; kurslarda çalışan öğretim, eğitim ve yönetim elemanlarının; eğitmenlerin görevleri saptanmıştır.
- Eğitmenlerle ilgili olarak bahis konusu edilen görevleri kısaca söyleyebilir misiniz?
- Eğitmen, gittiği köyde çocukları, yetişkinlerden okuma yazma bilmeyenleri okutacak; köyde bir okul yapısının kurulması için önayak olacak. Fenni ziraat çabalarında köylünün önüne düşecek; köyde bir koru, bir fidanlık kuracak. Meydanların, sokakların ağaçlandırılmasını sağlayacak. Köyün, temizlik, sağlık izlerine göz kulak olacak; hükümetle ilişkilerinde yardımcı olacak.
- Şimdi akla takılabilecek yönleri birer birer aydınlığa çı-karalım. Bu köylerdeki okullar kaç sınıflı?
- Üç sınıflı. - Eğitmen bu üç sınıfı bir arada nasıl yönetecek? - Eğitmenli okulların bir özelliği de şudur: Buralarda eğit-
men, her yıl bir sınıf okutacak. Sözgelişi, eğitmen ilk gittiği yıl 9, 10, 1 1, 12, 1 3 yaşındaki çocukları okula alacak. Bunlar, ilk yıl, birinci sınıf, sonra ikinci, daha sonra da üçüncü sınıf olacaklar. Bunlara diploma verince, yeni ders yılının başında tekrar sürekli olarak üç yıl okutmak üzere, birinci sınıfı kuracak.
- Ya bu ayn, ayn beş yaşın çocukları çok kalabalık oluverirse ne olacak?
- Paşam talimatnamede, bu da. düşünülmüş. Gerçi bu köylerdeki çocuk sayısı " 15" etrafında hesaplanmış ama, eğer bu}'urduğunuz gibi, sayı fazla çıkıverir de "50"yi geçerse o zaman, eğitmen 9, 10 yaşındaki çocukları bırakacak.
- Yani şimdi ne oluyor? Köyün çocuğu kalabalıksa kadro, büyük yaştaki çocuklarla dolduruluyor. Daha küçükler de artık bundan sonraki üç yıl sürecek döneme bırakılıyor. Güzel, iyi düşünülmüş.
89
- Bir şey öğrenmek istiyorum. Öğretim, bir marifet; bir sanattır. Yedi aylık bir kurstan sonra bu köy delikanhları bari okutma-yazdırma işini becerebiliyorlar mı? Bu alanda giriştiğiniz çabalar böyle bir güç kazanmalarına yetiyor mu? Kısa bir açıklama yapar mısınız?
- Başüstüne Paşam. Konu, dış yönüyle gözden geçirildiği zaman "Mantık"ın ulaşacağı nokta, elbet böyle bir yetersizlik kanısı olabilir. Ama işin aslı, kesin olarak böyle değil, arzedeyim:
Eğitmen adayları, genel bilgi alanında, programlarındaki derslere göre, hazırlıkları tamamlandıktan sonra, çevredeki köylerde küme öğretmenlerinin gruplarının şefinin ve Kurs Eğitim Başının Kılavazluğuyla araştırmalara başlar; kendilerine, gidecekleri köylerde görev olarak başarmaları istenilen işler türünden incelemeler yaptırtılır; köyün temizliği, fidanlık, koru, okul yapısının yerleri, köyün özelliği göz önünde bulundurularak, hazırlanan kaba taslak bir planın gerçekleştirilmesi yolundaki düşüncelerini ortaya koyar; bunlar tartışıldıktan sonra fidanlığın yeri, meyve ağaçlarının türleri, okul yapısının kurulacağı alan için ortak kararlara varılır. Bu biçim çabalar, köyün ana sorunlarında eğitmen adayının gözünü açar, onu pişirir.
- Ders verme meselesini merak ediyonım. Bu iş nasıl yü-rütülüyor?
·
- Eğitmen yetiştirme ile ilgili bütün konular için tutulan kolaylık ve pratiklik yolu, ders vermeye alıştırmalar işinde de izlenilmektedir. Bu alanda onları adamakıllı pişirmek için elimizde etkili olanaklar var. Ders uygulamaları sırasında her eğitmen adayına "Öğretim kılavuzu" verilir. Bunlar, eğitmenli köy okullarının birinci, ikinci, üçüncü sınıflarında okutulacak okuma, aritmetik, yurt ve yaşama bahislerini bir araya toplayan üç kitabın içindeki konuların derslerde nasıl işlenileceklerini gösterirler. Sözgelişi, birinci yıl öğretim kılavuzunun ilk sayfasını açan eğitmen adayı şu direktifleri bulur:
90
Alfabe. Birinci ders, iki saat sürecek. Birinci saat: Kitapları dağıt, yırtmamalannı, kirletmeme
lerini tembih et. Kitapların başındaki Atatürk'ün resmini çocuklara gös
ter. Atatürk hakkında da kısa bilgi ver. Üçüncü sahifeyi açtır. Buradaki at resmi üzerinde çocuk
ları konuştur. Rengi, ayaklan, kuyruğu, yelesi nasıl? diye . . Resmin üstündeki yazının "At" olduğunu söyle. Çöplerle yazdırt. Defterlerine de baka baka yazdırt. Sonra hepsine birden söylet!
Aritmetik, Yurt, Yaşama dersleri de bunun gibi .. Usta bir öğretmenin yapabileceği, yaptırtacağı şeyler hep öz olarak emir biçiminde yapılmış. Eğitmen adayı bunları tıpkısı tıpkısına uyguladığı zaman, kusursuz bir ders yapmış olur.
Geçmiş olan kurs döneminde bizim eğitmen adaylarına 1 700'e yakın ders verdirdik. Her eğitmen adayına ortalama 8 'er ders düştü ve her biri 50-60 dersin tartışmasına katıldı. Tartışmalarda hiçbir şeylerine karışılmadı. Öyle can alacak yerlere dokunulurdu ki sezişler ile buldukları bu noktaların, zaman zaman tutturduğum tartışma notları ayıklandığİ zaman, öğretim tekniği ilkelerine uyduğu ya da bu ilkelerle benzerlikleri olduğu çok görüldü.
- Bir dakika! şu sorunun karşılığını isterim: Şimdi anlattıklarınız, yetiştiricilik bakımından gerçekten
olumlu, ıgüzel şeyler . . Yalnız genel olarak ye_tiştiriciler, yetiştirdikleri elemanların hizmetlerinde göstermeleri arzulanan haşan ölçülerinin tespitinde, tarafsız kalabilirler mi acaba? . . Eğitmenleri bir de görevleri başında görmek; kendilerinden beklenilenleri ne dereceye kadar başarabildiklerini öğrenmek çok önemlidir. Siz, şimdiye kadar kendi yetiştirdiklerinizi hiç işlerinin başında görebildiniz mi?
-
- Evet Paşam. Bu öyle sistemli bir izleme değil ve elbet sağlam bir yargıya götürecek ölçüde değildir, ama bütünün bu
9 1
az örnekleri de gelecek için iyi şeyler düşündürebilecek niteliktedir.
Ankara köyletjnin birinde, Eskişehir-Mahmudiye kursunda yetiştirdiğimiz eğitmenlerden birini görmüştüm.Çocuklarını okutmuştu. Köyün delikanlılannı ele almıştı. Kurulacak fidanlığın yerini hazırlamıştı. Temizlik işlerini başarı ile yürütüyordu. Gene Çankırı köylerinden birinde, yetiştirdiğimiz eğitmenlerden birini görevi başında inceledim. Okuluna 36 çocuk alnuş. Bunların 34'ünü çatır çatır okutmuş, yazdırmış. " İkisi battal çıktı, ama ne yapıp yapıp onlara da söktüreceğim" diye güvenli güvenli konuştu eğitmen. Köy, pırıl pırıldı. Çeşmenin yanlara taşan suyunu kuru örgüler içine alıp uzağa götürmüş. Bu temizlik ve düzeni nasıl başardığını sordum kendisine, " Haftanın bir gününü köyümüzün böyle işle� rine ayırdık. Elbirliğiyle sarılıyoruz işlere. iyi sonuçlar, herkesin şevkini arttırıyor" dedi.
Bu dönemde eğitmenleri hasat zamanında köylerine izinli olarak yollamıştık. Döndüklerinde, "Köyde ne var ne yok, neler yaptılar? diye konuşturduk onları. Köyün sorunlarına öyle girmişler; bunları, birçok yönlerden öylesine ele alıp işlemişler ki hepimizin göğüsleri kabardı.
- Çok teşekkür ederim. Anlaşılıyor ki işler, hem bugün doğru yolunda yürüyor; hem de, pek az da olsa, doğrudan doğruya iş başında yapılmış araştırmalar, gelecek için bugünden kandırıcı, inandırıcı vaatler getiriyor.
Eğitmen adaylarının nasıl seçildiği işini de kısaca şöyle bir toparlayın hele . .
Kültür ve Tannı bakanlıklarınca, açılacak kursun yeri, kesime girecek iller kararlaştırılır. Söz gelişi, bizim buradaki kursun bölgesine beş il alınmış: Kastamonu, Çankırı, Çorum, Sinop, Zonguldak. Adaylarımızı bu illerin köylerinden aldık. ·
- Hepsi kaç kişiydi? . - 250 - Bütün kurslarda kaç kişi yetiştiriliyor?
92
- Eğitmenler için yıllık yetiştirme kadrosu 2000. Bakanlıklarca yapılan hazırlık, bu sayıya göre.
- Seçim işinin nasıl yapılmakta olduğunu anlatmaya başlanuştınız, bitirmediniz. Tamamlayınız şunu.
- Kurs çalışmalarına başlamadan üç ay önce kesime giren illerdeki birbirine yakın nüfusları az 8- 1 O köyden kurulmuş bölgelerdeki küçük köylere ilköğretim müfettişleri, oraları iyi bilen öğretmenler yollanır. Bunlar, askerliklerini bitirmiş; okuma-yazması olan; tarım işleriyle uğraşan, toprak ve hayvan sahibi isteklileri arar. Bunların ahlak durumlarını soruşturur; herbiri için basılı birer fiş doldururlar. Bunlarda, seçenin kanıları ve adayın yazısı örneği ile kabataslak bilgi düzeyi ile ilgili notlar vardır. İller milli eğitim müdürlüklerince kurslara yollanan bu fişler incelenir, seçilenlerin adlan bu illere duyurulur, adaylar da nisan ayının ilk günlerinde kurs çalışmalarına katılırlar.
- Y iyecek, giyecek işleri iyi midir? Geçmiş olan dönem için harcanan paranın tümünü şöyle aşağı-yukarı söyleyebilir misiniz?
- İki kap doyurucu yemek, biri iş, biri de yabanlık ikişer kat elbise. 250 kişinin barınacağı; yetiştirileceği bu kursun her çeşit giderleri ile kuruluş masraflarının tutan, yuvarlak hesap 60.000 lira kadardır. Bunun l /8' ini Tannı Bakanlığı ödedi.
- Doğrusu az para ile çok iş . Deminden beri verdiğiniz bilgilerle işin temeli üstüne fikir edindim . Yalnız kadın eğitmen işi, hiç söz konusu olmadı. henüz kadın eğitmen yok galiba .. Köyü birde evin içinden kavramalı. Belki bu iş için kaynak da yok. Ama ne yapıp yapıp bu yola girmenin çaresini şimdiden araştırmalı; bir kolaylık bulmak için hazırlanmalı. Köy, ancak böyle bir tutumla toptan' canlandırılabilir. Biz Eğitmen Teşkilatına büyük ümitler bağlıyonız. Yaptığınız açıklamalardan ötürü size teşekkür ederim.
*** Ortalıkta bir kaynaşma var. O gün İnönü, Kastamonu
93
Halkevi 'nden Cumhurbaşk�nlığı 'nın ilk söylevi ile bütün Türkiye 'ye seslenecekti. Herkesteki merak ve telaşın nedeni buydu. gen de erkenden bölük bölük Halkevi'ne girmek için gelenlerin arasına katıldım. Daha kapıdan girer girmez Vali Avni Doğan Bey, el ile işaret ederek yanına çağırdı beni.
- Hiç vakit kaybetmeden doğru Gölköy'e git. Programa göre biz, İnönü ile bugün Daday'a gideceğiz. Dönüşte de Kurs'a uğrayacağız. Belki ortalığa bir çekidüzen vermek gerekirse, hemen fırla! dedi. Ben, tabii soluğu Gölköy'de aldım. Zati kurstaki yapılar, yollar, bahçe .. her yer önceden hazır bir biçime konulduğu için şöyle küçük bir rötuştan sonra ortalık pınl pınl olmuştu. Artık iş Cumhurbaşkanı'nın gelmesine kalmıştı. Sabırsız bir bekleme döneminde epeyce ter döktüm. Asıl sınav, başan ile atlamıştı. Bu geliş için artık yeni ürkeklikleri kımıldatan "Acaba?"lan o kadar umursamıyordum. Ama insan, kendisini rahata erdirecek "Neden "!ere soluk aldırtmayacak dü$ünce ve mantık savaşında su götürmez bir üstünlük elde etse de gene bir bekleyişin ateşten gömleğini giymekten kurtulamıyor. Bu gömlek sırtımı ne kadar kavurdu, gereksiz kuşkularla ne kadar yoruldum ve ne kadar belli bir yerden seçilebilecek araba kafilesini gözledim, hiç bilmiyorum. Bakışlarımı ayıramadığım sırtta görünen dizi, kaşla göz arasında karşımda belirivermişti. Bahçede topianan kadın-erkek köy halkı ile cumhurbaşkanına karşı çıktık. Ben, öne düştüm. İnönü 'ye yol gösterdim. Daha içeriye girer girmez, çadırların kurulduğu yerleri belli olan meydan göze çarpıyordu. Buranın önceden çekilmiş bir resmini yanıma almıştım.Cebimden çıkardım,
- Kurs çalışırken burası işte böyleydi, diye resmi uzattım.Fakat bu giriş ve davranış anlamsız kalmıştı. Bir açıklama yapma zorunluğu karşısında bulunduğumu anladım: Eğitmenler bu çadırlarda yattılar, kalktılar, Tanın Bakanlığı, "Bizim, Gölköy'de 600 kişilik yerimiz var" deyince burada 250 kişilik bir kurs açılmasına karar verilmiş. Fakat kursu açma-
94
dan önce Tanın Bakanlığı'nın yerlerini incelemek için buraya geldiğimiz zaman bir de ne görelim. Şu karşıdaki şimdi terk edilmiş eski Ziraat Okulu, duvarları yarılmış, ayakta zor duruyor. O kadar ki içinin nasıl olduğunu anlamak için kapısından ayak atmaya bile cesaret edemedik .. Şu meydanın arkasında artık hayvanların bile kapatılamayacağı hale gelmiş yıkık dökük ahırlar, harap okul binası. . gibi kağıt üstünde plan olarak birçok insan barındıracak sanılan yapıların, hiçbir işe yaramayacağı meydandaydı. Tam ortasında baca gibi bir ambarın yükseldiği şu ahşap evde ise ne kadar zorlansa ancak 50-60 kişi yatırılabilirdi. Bir kere de iki bakanlık, 250 eğitmen yetiştirmek için burada bir kurs açılmasını kararlaştırmış; bunu gerekli yerlere duyurmuş; seçim hazırlıklarının yapılması bildirilmiş; y�i artık bu işten dönülmez bir kerteye gelinmiş. İşte bu çaresizlik yüzünden Milli Eğitim Bakanı Arıkan, bize Kızılay 'dan 3 büyük, 25 küçük çadır verdi, şu bataklık yeri kum ve çakılla adamakıllı bir meydan haline getirdik. Yedi aylık bir kurs dönemi süresince 200 kadar eğitmen burada rahatça barındı. Eğitmenlerin bir hafta içinde meydanı çamurdan kurtarıp ranzalarını da kendilerinin yaparak içine girdikleri bu çadırların toplandığı alana sonradan onlar, "Ordugah" adını taktılar. Şu çit yönündeki yolu, ahşap binadan ta bahçenin bitimine kadar uzanan 200 metrelik yolu, rekor denilecek kısa bir sürede tamamladılar. Yoksa çamurdan baş alamazdık.
Vali Avni Doğan Bey de söze kanştı: - Paşam şu gördüğünüz mutfak, helalar, yıkanacak yer
ler, şu yolumuz üstündeki atölye, ilerideki beyaz bina, hep eğitmenler eliyle yapılmıştır. Hemde aklın ermeyeceği kadar az para ile. Bizim bu kurs, her şeyi ucuz, ucuz elde etmenin yolunu keşfetti. Tuğla, kereste, kireç bedava denilecek kadar az para ile elde edildi. Onlara ormanda bir de makta vermiştim. Tomrukları oradan indirdiler. Burada da hızarları kurdular. Çatır çatır çalıştırdılar.
95
İnönü, - "Tuğlayı kendimiz yaptık. Yapılarımızı kendimiz kur
duk" diyorsunuz, peki bu işlerin nasıl yapılacağını gösteren, eğitmenlerin başlarında "Öğretmen" gibi bir kimse bulunuyor muydu?
- Evet Paşam, kurulan yapılar için başlarında dttvarcıhk, dülgerlik öğretmenleri vardı, ama tuğla ve yol yapma işleri, kendi aralarından çıkan ustaların kılavuzluğu ile yürütüldü.
- Peki, bu tuğla yapma meselesi nereden geldi aklınıza? - Mutlaka aşılması gereken bir zorunluluktan doğdu bu
kararımız. Yoksa çevrenin ihtiyacımızı bir türlü karşılayamamış olan az sayıdaki ve pahalı pahalı sattığı tUğlaya kalsaydık durumumuz pek kötü olurdu.
- Nasıl yaptınız, ne kannız oldu bu işten? - Bizim çevremizdeki köyler tuğlayı odunla pişiriyorlar.
Biz, Birinci Cihan Savaşı'nda Azdavay'da Almanlar tarafından çıkarılan kömürle pişirdik. Köylünün en kabadayı fınnı l 0.000- l 2.000; bizimkisi, l 20- l 50 binlik. Biz ıskartalar, yağmurdan, fırında ziyan olanlar çıktıktan sonra kursun türlü ihtiyacı için 250.000, Kastamonu'da yapılan lise pansiyonu için 1 20.000 tuğla pişirdik. Hesabımıza göre tuğlanın binini biz, 1 30 kuruşa mal ettik. Halbuki dışarıdan binini 8-9 liraya alıyorduk. Onu da istediğimiz zaman ve istediğiniz sayıda alamıyorduk. Kereste de buna göre. Piyasadan metre küpünü 25-30 liraya aldığımız keresteyi ormandaki maktaımızdan 9 liraya mal ettik. Doğramalık keresteyi, yıktığımız eski ambarların abanozlaşmış kalaslarından sağladık.
- Peki bu kadar çeşitli ağır işten sonra derslere yeteri kadar vakit bulabildiniz mi bari?
- Konunun bu yanını da kısaca açıklayayım. Eğitmenlerin ders müfredat programında onlar için bir dönemde okutulması zorunlu görülen genel bilgi ders sayısının azı ve çoğu sınırlandırılmıştır. Bu sınır, 730'da başlar, 960'ta kesilir. Bizim günlük porgramlarımıza göre ders, iş, soluk alma, temizlik,
96
düzen . . . gibi genel hizmet çabalarına ayrılan sürenin tutan 1 5 saattir. Bu uzun ve yoğun süre, o günün özelliklerine uygun bir esneklik içinde değerlendirilir. ·
- tık bakışta bu tutum, ağır bıkkınlık verecek gibi görünür. Ne dersiniz buna?
- Paşam bu işi aydınlığa çıkarıp konu üstüne doğru bir kanıya varabilmek için eğitmenleri yetiştirmede başvurulan özel metot ve bunların kişilikleri ile ilgili gerçekleri ele alamayız. Bu yapılmadıkça sorun, dış yan ile işaret buyurduğunuz kuşkudan kurtulamaz.
Bilgi kazandırmada izlediğimiz metodun özeti şu: Ders ve iş kümeleri 8- 12 kişiliktir. Her kümenin başında
geceli gündüzlü, ileride eğitmenlere gezici başöğretmenlik yapacak, bir öğretmen bulunur. Bu öğretmenler, kendi kümesinde bulunanların dağarcıklarır)da olanı-biteni bilir. Her hafta sonunda yaptığı yoklamalarla da neler kazandıklarını; ya da verilmesi gerekli yeni bilgilerin kadrosunu açık seçik bilir. Gerektiğinde zayıf kalmış olanlarla teker teker uğraşıp bunları, kümesinin genel seviyesine zamanında ulaştırma başarısını elinde tutabilir.
Öğretim bakımından eldeki bu özel olanakların yanında bir de eğitmen adaylarının iç güçleri çok önemlidir elbet. Bilmediği, ama öğrenmek için yararlı olduğunu kestirdiği bir şeyin üstüne öylesine çullanır ki, artık zamanı, kendisini unutur; olur olmaz kişilerin erişemeyeceği bir dev gayretle onun üstesinden gelir. Sonra köyünde çok zamanlar, her düğümü kendisinin çözmek zorunluğu karşısında kalacağı köyün, köylünün yararına girişeceği köklü hizmetlerden çevresinin ne kadar çok kıvanacağı yulunda kendilerine kazandırılmış inançların üstüne bir de, bir şey öğrenmeye ihtiyaç, istek duyma hırsı eklenince eğitmen adaylarının çalışma şevklerinin yorulmaz ve eskimez yönleri kendiliğinden çıkar ortaya.
- Bütün bu konuşmalarımız arasında konunun bir yanına hiç dokunulmadı. Bunların köylerde yaptıkları, görevlerin iz-
97
lenmesi işi ne oluyor. Herhalde köylerine gittikten sonra kendi hallerine bırakılmıyorlardır?
- Evet Paşam. Onları kursta yetiştiren öğretmenler, bunların öğretim ve eğitim alanındaki çabalan ile ve köydeki diğer hizmetlerle ilgıli görevlerini izliyorlar. Ders işlerinin önemli yanlarında; köy sorunlarının ele alınmasında onlara kı� lavuzluk, üstelik doğrudan doğruya hizmetlere katılma yanı ile de yardımlar yapıyorlar. Her gezici başöğretmenin bu küçük bölgelerde gerektiğinde doğrudan doğruya işleri ele alarak yaptıkları denetlemeleri ayrıca kendi başına giriştiği çabalan, üst basamakta görev yapmakta bulunan ve kurstaki çalışmalara katılmış ilk öğretim müfettişleri izlerler.
- Anlaşılıyor ki bu işin en ağır yükü Milli Eğitim Bakanlığı 'nın sırtında. Tarım Bakanlığı'nın eğitmenlerle ilişkilerinin sınırlan ne? Bu alanda Tarım Bakanlığı ' nın ne gibi görevleri var?
- Eğitmenler Tarım Bakanlığı elemanlarınca verilmiş olan . planlara göre bulunduğu köyün tarımsal durumunu inceleyip saptamak yükümlülüğündedir. Yine bu kanaldan gelecek yardımlarla köylerinde birer koru, ya da fidanlık kurmak görevi verilmiştir bunlara. Tarım Bakanlığı'nca eğitmenlere, köylerinin özelliklerine göre, üretimi arttıracak, iyileştirecek ve kolaylaştıracak tohum, araç ve gereç verilmesi, talimnamesinde yer almıştır. Eğitmen, bunlardan köylüyü de faydalandıracak� tır.
- Bana verdiğiniz bilgilere çok teşekkür ederim. Bunlar benim için pek yararlı oldu. Başarılan takdir ettim.
Aldığım görev, artık burada sonucunu vermiş sayılabilirdi. Pek rahatlamıştım. Döndüm Kastamonu'ya . .
Ertesi gün Merkez Kıraathanesi 'nde otururken bir polis geldi,
- Sizi Vali Bey çağırıyor, Halkevi'nde bekliyor, dedi. Doğruca oraya gittim. Kapıdan girince büyük bir kalaba
lıkla karşılaştım. İlin bütün ileri gelenleri, müdürler, yargıç-
98
!ar . . hepsi orada idi. Bunu yorumlayacak bir uç bulamadım bir türlü .. Vali Avni Doğan bey'in yükselen sesi, bu kalabalığın uğultusunu bıçak gibi kesti.
- Arkadaşlar, şimdi Cumhurbaşkanı hazretlerinin bana verdiği şerefli bir görevi yerine getirmekle büyük bir zevk duyacağım. Bana yöneldi, Süleyman Edip Bey, yaklaşır mısınız? Cumhurbaşkanı Hazretleri buyurdular ki, "Eğitmen Kursu Müdürünün, gerek Vilayet Konağı'nda yapılan görüşmeler sırasında Eğitmen Kursları ve Eğitmenlerle ilgili olarak verdiği genel bilgi; gerekse kursu ziyaretimde bu konunun özel ve teknik yanlarına da girerek yaptığı açıklamalar, benim için pek yararlı olmuştur. Adıma kendisini tebrik edin ve gözlerinden öpünüz! " Gelin sizi kucaklayayım. Kucakladı, yanaklarımdan öptü. Bir alkış tufanı koptu. İçim, ılık bir rahatlık içinde gevşemiş, gözlerimin önünde yıldızlar pırıldamaya başlamıştı. Sanki tabanlarım yerden kesilmiş bir tüy hafifliği ile uçmuştum. Bunun bir rüya olup olmadığı kuşkusundan, kendimi dışarı atıp doğru postahanenin yolunu tutunca sıyrılabildim.
Hemen Hakkı Tonguç'a şu anlamda bir tel çektim: "Eğitmen kursları üstüne Sayın Cumhurbaşkanı 'na ver
diğim bilgiler dolayısıyla kurstaki ziyaretleri sırasında bizzat yaptıkları iltifatlardan ayn olarak şimdi Halkevi'nde Vali Avni Doğan Bey, büyük bir kalabalık huzurunda, Cumhurbaşkanı Hazretlerinin takdirlerini bildirmek ve adına tebrik edilmem görevinin verildiğinden bahisle beni kucakladı.
Ertesi gün bu tele şu karşılığı aldım. Bay Edip Balkır Eğitmen Kursu Direktörü 34 Ankara 1 328 1 8 1 0/ 12/ 1 0/40 Başarılarınızı tebrik. Mesainize teşekkürler. Ankara yo
lu ile dönmenizi rica. Sevgiler. Hakkı Tonguç Artık hiçbir yerde oturamıyordum. Öylesine sabırsızla
nıyor; olup biteni Tonguç'a anlatmak için içim öylesine dolup taşıyordu ki, handiyse yaya olarak Ankara'ya yola çıka-
99
caktım ve hemen biraraba bulup hiç oyalanmadan bastım, gittim. Bunu, bir telle de Tonguç' a bildirmiştim. Ankara 'da doğruca dairesine gittim. Odasında kendisini yalnız buldum. Kapandık. Başından sonuna kadar, bir noktasını bile· atlamadan, anlattım. Ben heyecandan çoştukça o da sessiz sessiz ve biteviye akan göz yaşlan içinde dinledi. Bitirince kalktı, boynuma sarıldı, yanaklarımı öperken,
- Sağol Edip! Çok iyi bir iş başardın. Artık bu alandaki çalışmalarımız daha kolay, daha güçlü ve elbet daha güvenli bir doğrultuda gelişecek. Haydi sen de evine, çoluğuna, çocuğuna dön! Bundan sonra içimiz ferah ve uykularımız rahat olacak. Sana güle gile!
Kastamonu-Gölköy il. dönem Eğitmen Yetiştirme Kursu Müdürlüğüm.
1 939 yılı Nisanı'nda Gölköy'e vardığım zaman keyfim yolundaydı. Çünkü 200 eğitmen adayının barındırılması, yetiştirilmesi için gerekli her şey tamamdı. Geçmiş yılın büyük ve sürekli çabalarla altedilmiş "Yokluk"lannı düşündükçe soluğu kesen o günkü kar rüyamı dağıtan bugünkü varlıklı pırıl pırıl "Yapıt"ımız, fabrikadan yeni çıkmış bir saat gibiydi . Sadece şöyle bir kurulma işi vardı; Öğretmenler, müfettişler, eğitmen adayları geldi mi, tamam. Tıkır tıkır işleyecekti: Çamuru tüketen yollan döşerken; yapıların duvarlarında örülecek tuğlaları fınnlarken yani bir kurumun iğneden ipliğe kadar her şeyi için dökülen terlerle ıslanmış gerçekten ezici yorgunluklar içinde, "Yahu biz buraya amelelik etmeye mi geldik yoksa! .. Köyümüzdeki kendi işlerimizin suyu mu çıkmıştı ha? .. " yollu yakınmalara, takazalara yer kalmamıştı artık.
Günü geldi, çattı. Bizim arı kovanı gene hani hani işlemeye başlamıştı. Kastamonu'dan 58, Çankın'dan 1 8, Sinop'tan 47, Çorum'dan 46, Zonguldak'tan 1 5 aday geldi. Toplam 1·84 olmuştu. Bu dönemin de eğitim işlerinin düzenlenmesi için şef
1 00
olarak gene Cemal Öncel gelmişti. Kendisiyle bu, birlikte sürdürdüğümüz üçüncü dö!lem arkadaşlığımızdı. Her bakımdan içim rahattı. Artık Eğitim Şefliği işlerinde adamakıllı pişkinleşrnişti. Neleri ve nasıl yapacağını ezbere biliyordu. Bunun için de onun her yöndeki tutumuna büyük güvenim vardı. Bundan sonraki iş ve görev ortaklığımızda bu inanç ve bağlılığıma, en küçük gölge düşmemiştir.
Nereye el atsak kurumumuz, her yanı ile ayan hiç yanılmayan bir saat düzeni içinde çalışıyordu. Yalnız bu " Her şe-
- yin yolundalığı ", bizi hiç gevşetmedi. Yeni gelenlere, geçmiş yılın sıkıntılarını; her şeyi yeniden kurmanın yuttuğu dev çabalan açık açık anlattık. "Öncekilerin, kendilerini barındırmak için döktükleri terlerin; kendilerinden başka bu yıl gelenlerin de barınmaları, yetişmeleri bakımından her şeye yetip de arttığını" ortaya koyduk. " Hem bugün için daha geniş bir ferahlığa erişilmesinin, hem de bundan sonrakiler için, bizden öncekiler gibi, varımızı yoğumuzu harcamanın gerektiği"ni anlatarak onların güçlerini şahlandırdık ve zaman kaybetmeden giriştik yeni işlere . .
Bir yandan öğretmen Hakkı Tanberk'in planlaştırdığı sebzecilik ve meyvecilik alanındaki çok başarılı çabalar; öbür yandan da haftalık programlara göre yürütülen öğretim-eğitim üstüne girişilen çalışmalar aksamadan en verimli doğrultularında gelişiyordu. Bunlara paralel olarak 40 metre uzunluğunda bir yıl önce, çitle çevrili asıl alanın içine yaptığımız büyük yapının bir benzerini kurma işimiz vardı. Ama bunu oturtacak yer yoktu artık. Bu sınırlı alanda zar zor ileride öğretmen ailelerinin oturacağı lojmanlar için bir yer bulduk ve hemen dört ailelik iki evi kısa zamanda bitirdik. Fakat asıl büyük yapıyı nereye oturtacaktık? İşte buna çare bulamıyorduk. Her başımız darda iken olduğu gibi, bu zor günlerde de Vali Avni Doğan Bey, Hızır gibi imdadımıza yetişti. Bu durumu kendisine açtığım zaman,
- Ne üzülüyorsun, şimdiye kadar hangi işiniz ortada kal-
10 1
dı? Merak etme, onun için de bir çıkar yol bulacağım dedi ve arasını hiç soğutmadan da hemen Özel idare Müdürünü çağırttı. Ona, "Kursun yerleştiği bahçe ile Daday yolu arasındaki alarıın sahipleri bulunup bulunmadığını; buralarda Özel idare malı olup olmadığını inceleyip vakit kaybetmeden kendisine bilgi verilmesini" buyrukladı.
Özel idare Müdürü, - Beyefendi, bahis konusu olan yerin büyük bir kısmı
Özel İdare'nin malıdır deyince Vali Avni Doğan Bey, - Bu alanda kursun genişlemesi, önümüzdeki yıl burada
açılacak "Köy Öğretmen Okulu" için de yeni yapılar kurabilmesi amacıyla yeteri kadar toprak ayrılıp tahsis karannın alınması ve sonucunun da Eğitmen Kursu Müdürlüğü'ne bildirilerek orada girişilecek çalışmalar için kendilerine şimdiden resmi olanaklar verelim diye meseleyi kestirip attı.
Yeri gelmişken burada önemli bir derdimize değineceğim. Bu işi kendi kendime de çok düşünmüşümdür. Devlete hizmetim süresince ayrı ayn iki ilde köy sorunlarını ele almış bulunan birer kurumun yöneticisi olarak çalıştım: Kastamonu 'da, Kocaeli'de. İki ilin başında bulunan valilerin kişilikleri, görev anlayışları, örgütünde iş gören sorumluların güçlerini arttırıp başarılarını kolaylaştırmada dağlar kadar ayrıntılar vardı. Biri Kastamonu gibi kenar bir ildi!, halkı sevgi ve inanla kendine bağlamış; genel hizmette her bakımdan yardım şevkinde birlik sağlamış; dertlere çare bulma yolunda geceli gündüzlü bilerek emek harcamış; her yanıyla her yönüyle sevgi, saygı toplamış ve bu yolda da "Devlet'e güven" fikrini yerleştirip besleyen eşsizlik ölçüleri içinde değer kazanmış bir "Büyük"; öbür ildeki zat da işlerin özleri dışında biçimsel görevler yapan klasik bir memur. (Bu valinin benim görevime ilişkin davranışlarını, yirmi yıl boyunca, gerektikçe, üzüntü veren olaylar içinde sivrilti sivriltiverirdim. Yeri ve sırası geldikçe de bu gözlemlerim içindeki benzet örnekleri verme işini sürdüreceğim."
1 02
Bir de bu ilin bize komşu ilçesinde Bekir Suphi Aktan adında bir kaymaka1ı1 vardı. Birçok zamanlar arkadaşlar memleket işlerini bir arada konuştuğumuz zaman hep şu düşünce üzerinde dururduk: "Niye Adapazarı Kaymakamı Kocaeli Valisi değil de Adapazan'nda kaymakam olarak harcamnakta." Gecesini gündüzüne katarak Adapazarı'nda kaymakamlık yapan bu genç, bilgili, yurtsever yöneticinin o küçücük ilçede ziyan olan büyük gücüne bakar bakar üzülürdük. Bir il kesiminin gelişmesi için, tam okka tartan bir yeterlik; köklü bir halk sevgisi anlayışı; her zaman ayakta kalan bir dinamizm gerekti.
Kendi kendime hep şu soruyu koyardım ortaya, "Valiler, niçin bir ilin ekonomik, kültürel gelişmesi yolunda kesimin koşullarına uygun olarak hazırlanmış bir plana göre çalıştırılmıyor; belli bir sürede yaptıktan ve eriştikleri başarılı düzeyleriyle ölçülmüyor da bir yerde kalabildiği yıllar içinde kuruluş ortaklıklarında, doğrudan doğruya payı olmadığı halde, gene (Yapıt! )larım diye kuru övünmelerin şarkılarıyla vali konağının, bedava arabasının rahatlığı ve şatafatlı çalkantıları arasında, hiç de hakkı olmadığı halde, gününü gün eder; yoksul memleket için bu zararlı davranışa nasıl ses çıkarılmaz?" İşte hep bu ters duruma şaşar kalır, acınır dururdum.
Vali Avni Doğan Bey, Kastamonu 'da kaldığım iki kurs dönemi süresince halkın yardımıyla ve doğrudan doğruya kişisel çabalarıyla güzel bir hastane, bir halkevi kurdurdu; bir kendir fabrikasının temellerini attırdı; çevrenin meyveciliğini ilerletmek için fidancılık konusunda bir yandan hükümet eliyle, bir yandan köylünün örgütlenmesi yoluyla düşünülebilecek bütün olanakları geliştirmişti. İşte vali bu idi. Halka hizmet sevgisini, yararlı bilgiyi, içtenlikle atbaşı yürütebilen vali böyle olmalıydı.
*** Özel İdare'nin kursa tahsis ettiği toprağın yazısı gelir
gelmez paçaları sıvadık, yakında kurulması gerçekleşecek
103
"Köy Öğretmen Okulu" ile ilintisi olan hesaplan da yaparak verdik kazmayı temele. Bir yıl önceki yaptığımız yapının benzeri uygulanacaktı. Yalnız ön yüzünün estetik yönünden daha güzel görünmesi için uzman öğretmen Zühtü 'nün çalışmasıyla buna, sevimli ve beğenilen bir biçim verildi. Bu yapı, ortadakilerin en güzeli ve en çok emek yiyen oturaklısı bir yapıt olarak çıktı meydana.
Gölköy Eğitmen yetiştirme kursunun yaşamından bir parçasını yansıttığını düşünerek tlköğretim Dergisi 'nde (12 Şubat 1 940, sayı 38) yayımlanmış bir yazımı olduğu gibi buraya alıyorum:
( . . . ) - Yerden göğe kadar haklısın Müdür Bey ama ne bileyim,
olmadı işte. - Peki olduralım öyleyse. - Hay, hay! Nerede o günler? - Sen köyün güvendiği birkaç kişiyi kursa çağır da bir ko-
nuşalım, bakalım. - O akşam buluştuk, anlaştık. Köylü hayvanıyla, arabası
ile çalışacak, taş taşıyacak. Biz de eğitmenlerle elimizden ne gelirse her şeyimizle yardım edecektik.
Ertesi gün, doğru Avni Doğan Bey'e. Olanı, biteni anlattım, çok sevindi.
- Hemen girişelim. Çok hayırlı bir iş. Sen şimdi kursa telefonla haber ver. Muhtar Mahir, heyeti toplasın kursta. Öğleden sonra birlikte gidelim, işe başlayalım.
A�am üstü buluştuğumuz zaman Vali Avni Doğan Bey, Gölköy İhtiyar Heyeti ile güzel bir konuşma yaptı ve meseleyi, pek kestirmeden giderek bağladı:
Taşlan hazır eder etmez, usta bulduracağım, yola başlatacağım. Ustaların gündeliklerini ödeteceğim.
Aradan bir ay geçmişti, köyün tam ortasından geçen düzgün bir yol yapılıp bitirilmişti ve millet de sudan, çamurdan kurtulmuştu.
1 04
İşin rahatlığını görüp anlayan köylü şöyle konuşmaya başlamıştı:
- Hiç kafa yo�uş ya bizde de. İnsan, yıllarca bu sıkıntıya katlanır mıydı yahu. Ama bu kadar zaman geçmiş, bu işte bize önayak olacak biri de çıkmamış hani.
- Sağolun, varolun Müdür Bey. Şükürler olsun ayaklarımız sudan, çamurdan çıktı. Köyümüz bu iyiliğinizi hiç unatamaz. Kulaklarınız çınlarsa, bilin ki mutlaka biz anıyoruzdur.
Köye hizmet sevgisi, yararlık isteği olunca, güçler kendi kendine olumlu yollan, ne yapıp yapıp buluyor işte böyle.
Gölköy'e gelenlerden birkaç çizgi
Tonguç, başında bulunduğu kurumların kusurlardan arınması; bunların her gün biraz daha iyiye yönelip değerlerini kıvamına getirmesi için güvendiği insanlara, durup dinlenmeden, buralarda girişilen çabalan inceletir, sonra da bu kişilerin düşüncelerinden yargılarından yararlanırdı. Zaten · onun önderliğindeki bu özelliktir ki ağır yükleri kolayca taşımak ve önceden amaca erişmek olanaklarını kazandırmıştır.
Baltacıoğlu
Yaşayanlar arasında, eğitimcilerin babası bilinen İsmail Hakkı Baltacıoğlu, kursumuzun çalışmalarını görmek için gelmişti. Gezdi, dolaştı, sordu, soruşturdu. Sonra kendisine gözlemleri üstüne düşüncelerini, yargılarını öğrenmek istediğimi söyledim; işlerimizi iyileştirecek önerileri olup olmadığını sorduğum zaman, demişti ki:
- Azizim, hayranlığımın aptallık derecesine vardırıldığını mı söyletmek istersin bana? . .
Bu deyimin içtenliğini, İstanbul'a dönünce o zaman çıkardığı "Yeni Adam" dergisinde benim için yayımladığı bir yazıyı gördükten sonra daha iyi anladım.
1 05
Hayrullah Örs .
Örs, Kastamonu 'daki ikinci dönem kurs çalışmalarını denetlemek için gelmişti. Her yanı dolaştık, her şeyi gördük. Sonra geldik, kantinimizin çiçeklerle bezenmiş bahçesine oturduk. Önce söze o başladı:
- Bir daha gelişimde bu çiçeklerin ortasında bir baubab ağacı görürsem hiç yadırgamayacağım.
- Şu havuzun ortasındaki sütunun kılıfı su borusu mu? - Betonu kolayca ve düzgün bir biçimde dökmek için kul-
landık. - Güzel ! . . Doğrusu çok pratik bir şey . . . Yapılanlar, yapılacaklar üstüne benim sözüm bitince, la:
fı gene o aldı; - Bak, ne diyeceğim sana. Benim gördüklerimle senin an
lattıklannı şöyle biri birine kattım. Adamakıllı geniş bir iş ve buluş toplamı oldu bu. Gel, şunları öbür kurslara bildir. Örnekler, çoğalsın. Sen de onların bu türden yaptıklarını öğren. Sonra bütün bunları topla, birleştir. Kurslar arasında başlayacak böyle bir buluş alışverişi içinde belirecek çalışma yönlerindeki özellikler, bu kurumlarımızın çabalarındaki gelişmeyi ve başarılan arttırıp genişletir. Gerçi kolay bir iş değil ama, bu çok yararlı olabilecek hizmeti, öyle yabana atma sen. Hele bir düşün! İşe bir girişirsen arkası gelir onun.
Daha ne kadar güzel, yararlı düşünler koydu ortaya. İnsan, Örs 'ün anlattığı şeyleri dinlemek tutkusundan öyle kolay kolay sökülemez. Mübarek, "Kıtaplık" gibidir. Hazretim, "zaman "la "zemin"e uygun şeyleri öylesine seçip ileri sürer ki karşısındakiler de işlerine yarayanlardan birçoğunu zahmetsizce öğreniverirler. İşte bu bedavacılık, bir kitaplığın, türleri, bölümleri ne kadar zengin olursa olsun kıvıracağı bir iş değildir. Çünkü burada, istenileni bulmak için aramak, uğraşmak gerek. Halbuki Çelebi dostumuzun benzerine az rastlanılır "Bellek" inde istif edilmiş bilgiler tam yerinde ve sırasında or-
1 06
taya konuldukça çevresi, birçok problemlerinin düğümlerini çözer: elindeki ham gereçleri, ortaya konulanların ateşi ile pişirir ve özgürlük içinde "yargı"sını yine kendisi kurar. Onun için ben Örs için herkesin yakıştırdığı "ayaklı kitaplık" deyimini yetersiz bulmuş; ona, "konuşan ansiklopedi adını takmıştım.
Sonradan köy işleriyle ilgili çabalarımı sürdürdüğüm yıllarda da buluştuğumuz çok oldu. Pek yararlı kılavuzluklanyla uğraşılanıruzın özlerine zaman zaman ağırlıklarından birçok şeyler katmıştı.
Kendi kendine öğrendiği Fransızca ve öğrenciliği sırasında yerinde kazandığı Almancasıyla çeviriler yapmakta bulunan dostumuz, şimdi geniş kültürü, sağlam bilgisiyle tam ortamını buldu. İstanbul maarifi gibi karışık, çok zor bir işin; Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu 'nun da, kurucusu olarak, başında bulunduktan sonra Topkapı Müzesi 'ne müdür oldu. Yurt müzeciliğine yaptığı engin hizmetleri öğrendikçe bütün dost çevresi kıvanıyoruz. Çabalan var olsun!
İki Öğretmen Okulu Müdürü
Bir gün Tonguç, kursa iki öğretmen okulu müdürü getirmişti. Bunlardan birisi, bahçede koluma girdi, beni şöyle bir kenara çekti, çenesiyle Tonguç'u göstererek,
- Bizi buraya niye getirdi biliyor musun? Üretim konusunu ele alacak. Sen bu işe sakın "olur" deme!
Bütün ömrü boyunca kendisini dev aynasında seyretmekten sıyrılamamış, bahtsız tesadüflerin arkadaş ettiği: eksiklik duygularının kavurup cüceleştirdiği bu adamın böyle akılsızca davranışına şaştım. Benim, yolunda çaba harcadığım; çevrenin istek ve anlayışla göğüslemesine önayak olduğum bir sorunda karşıma dikilmesini çok iğrenç bulmuştum. Hırsımdan yere tükürdüm. Karşılığım şöyle idi:
- Saçmalama! Ben böyle bir şey yapabilir miyim hiç?
1 07
Sonradan bu adam, meydana çıkan hainlikleriyle büyük köycü ordusunu tiksindirmişti kendisinden.
Öbür müdür Remzi Özyürek'ti. Kendisiyle EskişehirMahmudiyc kursunda arkadaşlık etmiştik. Kurstaki temizlik işlerini pek beğenmiş, bunu nasıl başardığımızı; nasıl sürdürdüğümüzü merak ediyordu. Konuştuk.
Eskişehir'deki Köy Öğretmen Okulu'nda sessiz ve güçlü çalışmalarıyla öğretmen yetiştirme konusuna çok değerli deneyler katan bu arkadaş, gerçekten öz yürekli bir insandır. Bugün hala çocuk yayınlan alanında geniş iş yapan bir kurumun sahibidir. tlköğretime geçen yararlı hizmeti, bugün de sürüp gitmektedir. Temiz, doğru ve ülkücü bir insan olmaktan bir damla bile kaybetmemiştir.
Eğitmen işi üstüne bir toparlama
Bu sorunun pek çileli bir başı vardı. Her şeyi bildikleri kanısıyla şişinen; şurada burada cart-curt eden kof insanlar, aydın ( ! ) kılığına bürünerek hep bu işe saldırmışlardır.
- Canım efendim, körkütük cahil köylüleri al, şöyle böyle bir kurstan geçir; ham-hum şaralop, sal meydana. Ve sonra asıl kötüsü bela et, köylerin başına bunları. Boyacı küpü mü bu iş? Daldır çıkar, al sana bir eğitmen! Doğrusu yazık emeklere; günah, boşuna harcanan paralara . . .
Bir sürü kaymakamın önünde Kocaeli Valisi bana böyle çıkışmıştı. Keramet savurduğunu sanan oradakilerin bu en büyüğünün, cakalı edası, ferman dinlemez gazabı görülecek şeydi. Dondum, üzüldüm, ezildim, "Artık.bu haksız saldırıya karşı çıkmanın tam zamanıdır" diye düşündüm. Ve gerçekleri en katı, en sivri yanlarıyla ortaya koymaya karar verdim ve benim taretlerimi de ateşledim.
- Eğer boyacı küpündeki boya, iyi ise, has ise bu benzetmeyi, hiç de tutarlı bulmam. Doğru bir sonuca varabilmek için acele etmeden bu işin her yanını teker teker ele almalı; enini
108
boyunu insafla ve akıl yoluyla; özellikle memleketin gerçekleriyle karşılaştırarak, ölçmdi. Öyle gürültüye getirilerek yuvarlak laflarla kolayca mahkfun edjlecek bir iş değil bu. Konuya girmeden ortak bir anlaşmaya varmak için, karşılıklı isteklerin sınırlan çizilmeli. Sözgelişi, .. Görev aldığı köyünde eğitmenden neler beklendiğini, hangi hizmetleri yapması gerektiği?" sorusunun karşılığını aydınlığa çıkaralım önce . . . Bu konuda fikrinizi öğrenebilirmiyim Beyefendi?
- Uzatmayalım be birader. Köyün çocuklarını okutmak için yetiştirilmiyor mu bunlar, meselenin özü bu değil mi? Yalla benim aklım almıyor. Allah, lillfilı için söyleyin bana. Yedi aylık bir kurstan sonra bir köy delikanlısı, çocuk okutabilir mi? .. Buna inanılabilir mi hiç? Sizin gerçek düşünceniz, okutabilecekleri yolunda mı yani? . .
- Veli Bey, işe şurada başlayalım: Sizin i l sınırlan içinde çalışan eğitmen sayısını biliyor musunuz?
- Bunların köylerindeki çocuk lan okutup okutamadıklannı, doğrudan doğruya kendiniz inceleyebilmek fırsatını bulabildiniz mi?
- Sonra tarafsız bir yargıya varmak için, yapılmış incelemelerin getirdiği "sayı, orantı" gibi tanıtlann elde bulunması gereklidir. Belki bu tür bir araştırma, bir ilin başındaki yöneticisinden istenilemez. Bugünkü olumsuz yargıya varmanızda hiç olmazsa alacalı bir incelemenin belli bir sonucuna dayanılmasındaki zorunluğu kabul ederseniz sanırım. tlinizde hiç şöyle 20-25 eğitmeni yerinde görüp neler yapabildiklerini; köy çocuklannı okutup okutamadıklarını gözden geçirebildiniz mi?
- Hayır ama, benim de bir sorum var size: Okullarda uzun süre meslek eğitimi görmüş öğretmenlerin çalıştıkları köylerde, "Öğretmen, çocuklarımızı okutamıyor." Yollu sızlanmalar olmuş; köylü, türlü yakınmalarla öğretmenler için atıp tut-
109
muşlar. Peki öğreten olarak yetişmiş bir meslek adamı, b5yle yerden yere vurulurken bir köy delikanlısı nasıl olur da yedi aylık bir kurstan sonra köyünün çocuklarını okutabilir. Buna kim inanır, siz inanıyor musunuz?
- Vali Bey, ilkönce sorunuzun karşılığını aydınlığa kavuşturmak için kimi problemleri sınırlayıp birbirinden ayırmak gerek. Ben, on yıldan fazla bir süre, öğretmenli, eğitmenli köy okullarını denetledim. Böyle, buyrulduğu gibi, çocuklarını okutamayan, öğretmen okulundan yetişmiş bir öğretmen görmedim hiç. Öğretmenler için ortaya konulup size kadar uzanan bu dert yanmalar, aynca soruşturma konusu olacak bir "geçimsizlik" işinden ileri gelmiş olmalıdır. Yoksa, ne çocuk okutamayan öğretmen olarak yetişmiş bir meslek adamı vardır; ne de bunun çocuk okutamadığını anlayıp saptayan bir köylü . . . Sorunuz şu idi: "Eğitmen çocuk okutabiliyor mu?" Gözümü kırpmadan vereceğim karşılık, "Evet, eğitmenler köy !erindeki çocuklarını okutuyorlar. Bunda en küçük bir kuşkuya yer kalmadı artık."
- Peki bu iddianızın tanıdan? - Çook. .. Doğrudan doğruya bu konuya dönük gözlem-
ler. Araştırmalar, rakamlar . . . Vali Bey, benim şimdiye kadar yönettiğim eğitmen kurslarından yetişmiş eğitmenler l 2 ilin köylerinde çalışmaktadır. 1 939 yılında Milli Eğitim Bakanlığı beni, Kastamonu eğitmen kursundan çıkıp da Kastamonu, Çankırı, Bolu, Zonguldak, Sinop, Çorum köylerinde görev almış eğitmennleri, işleri başında denetlemem için görevlendirmişti. Bu illerin birçok köylerinde, aynca zaman zaman ve fırsat düştükçe taa Diyarbakır'dan Ege kıyılarına kadar birçok köylerde araştırmalar yaptım. İşte "yargı"m, böyle yaygın bir alanda girişilmiş araştırmaların sonuçlarına oturmaktadır.
Benim başka bir teklifim olacak. İlinizde eski ve yeni eğitmenlerin çalıştığı köylerden istediğiniz kadarını kendiniz seçin. Arzu edilen zamanda gidip bu köylerdeki eğitmenleri beraber görelim. Umarım ki o zaman eğitmen sorununun kar-
1 1 0
şıtı yargılarınız, temelinden çökecek ve mutlaka o zaman sizi de aramıza ve düşüncelerimize katılmış olarak bulacağız.
- Olur gideriz, bir bakarız. Peki, gözlemlerinizin olumlu sonuçlarından ayrı olarak bu konuya özgü yapılmış araştırmalara ilişkin rakamlar var mı elinizde hiç. Varsa bir fikir edinmek isterdim doğrusu.
- Var elbet. Şimdi hemen verecek durumda değilim. Hazırda yok ama arzu ederseniz Tonguç'un "Canlandırılacak Köy" kitabında, Ankara tlindeki eğitmenler arasında yaptırılmış olan araştırma sonuçlarının % '!erine yer verilmiştir. Bu kitabı, şimdi getirtebilirim. (Bu konuşma, Arifiye İstasyonunda, bir kenara çekilmiş boş bir vagonda kaymakamlar önünde geçmişti.)
- Ben öyle tam rakam istemiyeceğim. Şöyle kabataslak bir şey söyleyebilir misiniz?
- Hatırımda kaldığına göre l OO'den fazla köyde 500'ü aşkın çocuk arasında yapılmış araştırmalarda, okuma yazma öğrenenlerin oranı, %50'nin üstünde bulunmuştur. Yani bu demek ki, "Eğitmen, köyündeki çocukları okutuyor, okutabiliyor."
Ben şimdi işlerin başka yerine değinmek istiyorum.Konuyu bir de şöyle işleyelim: "Acaba Eğitmen işine hiç girişilmeseydi, bugünkü kayıplarımız ne olurdu?"
Konuşmalarda ön planda tuttuğumuz "Çocuk okutma" konusunu ele alayım: Bugün köylerde çalışmakta olan eğitmen sayısı yaklaşık olarak 5000 kadardır. En küçük köylerde bile aşağı-yukarı azından l 5 çocuğu çatır çatır okutuyorlar. Bwıun masallık hiçbir yeri yok. Eğitmenler, demek ki, kestirme bir hesaba göre şöyle böyle 1 00.000'den fazla çocuk okutmuşlardır. Eğitmenler olmasaydı işte bizim için pek çok önemli olan böyle bir olanaktan yoksun kalacaktık.
Şimdi de konunun can alacak bir başka yakasına geçeceğim. Sözde aydınların dilinde, araştırma sonunda varılmış genel bir kanı olarak değil, çok söylendiği için, başka türlüsü
l l 1
konuşulduğu zaman, ayıp olur diye, kalıplaşmış şu sözlere, dibindeki acı anlama inemeden, ortak çıkılır: "Efendim köy, insanların dolaştığı bir açık hava mezarlığıdır." Herkes, bu dış görünüşü güzel sözde, varsa, gözleminin, anlayışının seçebildiği kadarını yüklenir. Güya bu, açlığa, yoksulluğa dokunmak isteyen bir edebiyattır.
- Hep biliriz Müdür Bey, soğanın yalnız cücüğünü yemeyi varlıklılığın bir olanağı olarak düşünen köylünün korkunç sefaletini.
- Onun daha güzeli var Vali Bey. Benim doğup büyüdüğüm Marmara Bölgesindeki köylüler, Orta Anadolu ve Şark köylerine göre elbet çok varlıklı sayılabilirler. Bir defa sizinle ilinizin önde gelen yöneticileriyle bir köye gitmiştik. Her şeyi bol olan bir evin konuklan olarak yedik, içtik; yağlandık, ballandık. Şimdi bu yağ meselesinin benim çevremdeki dağ köylüleri arasında nasıl erişilmesi ırak bir masal olduğu belirtilen bir olayı anlatayım. Gülünç gibi gelir sizlere belki ama gerçeğin ta kendisidir.
Bizim oraya, Orhaneli köylerinden orakçılar gelir. Kendi aralarında girişilen bir konuşmada kardeşim bulunmuş, o anlatmıştı bana.
- Hani bizim gonşu Çapraz Mıstava vaya işte o sööledi, balla gaymak çok eyi oluyoomuş. (Hani bizim komşu Çapraz Mustafa var ya, işte o söyledi. Balla kaymak çok iyi oluyormuş.)
- U nirdeng bellemiş? (O nereden biliyormuş?) - Uğa da sağdıcı İbram demiş (Ona da sağdıcı İbrahim
demiş.) Demiş ki, 'Üle bigün hiyet odasındaydım. lnetter deliğinden baktıydım, mamırla balla gaymak yiyoliiadı. (Demiş ki bir gün heyet odasındaydım. Anahtar deliğinden baktıydım memurlar, balla kaymak yiyorlardı.) .
- Vali Bey, bizim o sofraları zengin köy evinin odalarından birinin içini gözetleyen bir fukara türemişse kimbilir bizim yediklerimiz için de neler anlatmıştır? ..
· 1 1 2
- Galiba işin karikatür yönüne kaydık. - Gerçi siz yönetici olarak yurdun ayn ayn yerlerinde gö-
rev almışsınızdır. Bu arada elbet birçok köyler görmüşsünüzdür. Eğer şimdiye kadar gördüğünüz köylerin bugün içinde bulundukları koşullar, anlattığım bu olayı bir "Karikatür" olarak ele almaya zorluyorsa sizi, Türkiye 'nin köy durumu üstüne iyi şeyler düşündürecek bir davranış olur bu. Ama ben de çok köy gördüm. Diyarbakır'dan Ege kıyılarına kadar türlü köylerde dolaştım. Gündüzleri ışığı yukardaki bir delikten alan mezar gibi inlerden kurulanları mı; yer yüzündeki kerpiç yığınlarını sıralayıp "Köy" adının takılmış olanlarını mı; susuz, ekmeksiz; ortası hafifçe çukurlaştınlan kütüğü yastık diye kullananları mı; ancak düğünlerde ya da pek itibarlı konuklar için ortaya çıkarılan tek yorganı bulunan varlıklı köyler mi istersiniz, neler; ne yürek parçalayıcı şeyler vardı bunların içinde . . . Ne karikatürü? Keşke öyle olsa .. Ama bu, zehir gibi bir gerçek. Tavuğu, yumurtayı, tereyağını, balı kendisinde kalan köyü yaratmak için çabalıyoruz. İnşallah o günleri de görürüz. Benim biraz önce anlattığım olay, işte o zaman bol bol gülünecek "Karikatür"ün ta kendisi olur. Bu yoksulluğun paralelindeki bilgi, düşünce yoksulluğu da gelecek için en yakıcı korkular olarak çörekleniyor içimizde . . . Yaşını, anasının, babasının, köyünün adını, nüfusunu bilmeyenler çok aralarında. Bunları bırakın, bayrağını tanımayanlar var. Hele ne demekmiş, Atatürk, Cumhuriyet, Türkiye .. filan, bunlar hak getire . . Gün oluyor ki, "Bu memleket nasıl ayakta duruyor" diye düşününce insanın kafası zonkluyor; içi yaprak yaprak yanıp, parçalanıyor.
Vali Bey, siz daha çok, köyün muhtarıyla, ileri gelenleriyle karşılaştığınız için şimdi anlatacağım olay, belki sizin alıştığınız köylü düzeyinin sınırlarını zorla yerinden oynatmak; onu alabildiğine düşürmek isteyen hileli, uydurma bir düzen gibi gelir size. Ama bence, ne kadar ağır olursa olsun, gerçeklerimizi bütün açıklıklarıyla ortaya koymadıkça "Çaba-
1 13
lar"ımız için, vakit kaybetmeden, girişilecek güçleri ölçüp tartamayız.
- Merak ettim doğrusu. Neymiş köylünün cahilliğini olduğu gibi ortaya koyan bu olay? Haydi anlatın bakayım şunu da . .
- Bir akşam üstü birkaç köylü, köyün hemen kenarındaki mezarlığın önünde durmuşlar. İçlerinden birisi,
- Bağa bakın! Hadi şu ölülerimizi sevindirelim. Üle Ali! Okusuna biduva (Bir dua). Biz de amin diyelim.
- Yalla ben duva-muva bilmem kii. (Ben dua falan bil-mem ki . . )
- Ehmet sen yap bakaam biduva. Onun da karşılığı tıpkı kendisinden öncekininki gibi imiş: - Yalla ben de bilemeeyoon. Bir sessizlik . . . Dua önerisini yapan köylü üzülmüş, boy�
nun bükmüş . . - Hadi deeg bakaam şimci nideeg? Ölülerimize masgara
olduk, gitti. (Haydi söyleyin bakalım, şimdi ne yapacağız? Ölülere maskara olduk, gitti.)
Kenardan birisi, - Ne dırlanıyoguz be .. onun da goleyi va. (Ne dırlanıyor
sunuz be . . onun da kolayı var.) Şimci hepimiz paldır küldür köye doğru gaçanz, ölüler bizi doğuz sana . . . Ne va bunda? (Şimdi hepimiz paldır küldür köye doğru kaçarız; ölüler bizi domuz sanırlar. Ne var bunda.)
- Gerçekten sırsıklam bir cahillik örneği. - İşte bu kapkaralığı biraz ışığa kavuşturmaya; yığını bi-
raz insanlık çizgisine yaklaştırmaya çalışıyoruz. Vali Bey, eğitmenleri iş başında incelediğim zaman farahlık ve bundan da daha fazla, umut verici örneklerle karşılaştım.
Eğitmen, - Köye bayrak, köye Türkiye haritası, köye Atatürk'ü
sokmuştur. - Evlere hela yapmağa başlatmış.
1 14
- Bozkır'ın küçük bir köyünde 3000 kavak çeliği çimlen-diriyordu. Bunlar, toprağa yeşillik karıştıracaktılar.
- Köyde gübrelikler için yer ayırtmış. - İçecek su getirmek için köylünün önüne düşmüş, - "Kinin"i öğretmiş, zorla kullandırıyordu. - Köyün sokaklarını, haftanın belli günlerinde elbirliği ile
temizletmeye başlatnuştı. - Kurulacak okul yapısına harcanmak üzere, köyün or
taklık yerlerinden birini imece ile ektirmiş. - Kafkas göçmenlerinin yerleştiği, askerden dönenlerden
başka Türkçeyi pek azının konuştuğu bir köyde, okula aldığı çocukların tümüne Türkçe öğretmiş.
- Fidan dikmeyi, ağaca aşı yapmayı öğretmiş. - Hükümetle köy arasında türlü işleri yoluna koymak için
yararlı bir aracı olmuş. - Köylünün dertleri içinde yaşamış. Onlara hiç yukardan
bakmamış. Zaman zaman yaralarına şifa veren bir merhem ol� muş.
Özet olarak, köyü pislikten kurtarmak; köyleri daha iyi yaşamayı özenir hale getirmek için, her şeyine güvenilir bir insandı.
Daha burada şimdi akla gelmedik, bir sürü yararlı hizmetleri vardı bunların. İşte ucuz, hızlı bu yerli kat kılavuzlardan yılda 2000'i yetiştiriliyordu. On yılda 20.000 eğitmen, kuş uçmaz, kervan geçmez küçücük köylerin dayanağı; umudu ve oralarını hergün biraz değiştiren güç kaynağı olacaktı.
Artık işi bağlayacağım Vali Bey. İliniz köylerindeki eğitmenlerden okul yapma, yol tamiri, su getirme, köylerinin temizliği, düzeni işlerinde büyük yardımlar görebilirsiniz. Onlara güvenriıeniz, elinizi uzatmanız yeter. Bakın, hizmet yolunda nasıl paralanacaklar.
Son sorum şu. Ve bitireyim artık: Bir an için eğitmenlerin çocuklarını okutmadığını; köyün
1 1 5
sağlığı, bayındırlığı yönünden en küçük etkileri olmadığını kabul edelim. Peki, bunlar, askerden döndükleri z.amanki durumlarına göre, yedi aylık (Aslında bir yıllık sıkı çabaya bedel) bir kurstan sonra hiçbir değişiklik geçirmediler mi? Yeni bir dünya görüşü, kendi işlerinde ileri bir hizmet yeteneği de kazanmadılar nu? Yani şimdi açıktan köylerde, böyle 5000 delikanlımız var, fena mı?
""" . . . . .
Kaymakamlar önünde vali ile bu pervasız konuşmam bittiği zaman, bütün bunları lütfen dinlemiş bir insanın kaygısızlığı, azameti içinde kalktı. Fakat bundan sonraki günlerde de, "Eğitmen neymiş? üç günlük kurstan sonra onbaşıdan, çavuştan hoca mı olurmuş?" Lafını hiç etmedi. Yalnız bir gösteriş yapmak istediği kaymakamlar, bu tartışmadan, gerçekler adına, paylarını aldılar ve <;damakılh ayarak ve bütün kuşkulardan silkinerek bizim yana katıldıklarını gelip bana teker teker içtenlikle söylediler. Boşuna nefes tüketmemiştim demek. Ama bu Vali Bey, köy sorunu üstüne girişilen uğraşıların gene karşısında idi. Kendisinin yönettiği bir ilin sınırlan içinde altı yıl serdengeçti davranışla çalışan bir Köy Enstitüsü ekibinin başındaydım. İşlerimize hiç ısınamadı. Elindeki olanaklardan zırnık göstermedi. Ne yaptıysak yaranamadık ve bir türlü hizaya gelmedi, hatta bu tersliğiyle rahmetli Yücel de çok uğraştı ama, o da eli boş dönmüştü.
Bir de gene bulunduğum kenar bir ilin başında Valilik eden Avni Doğan Bey vardı. Bu anlayışlı, bilgili, mert, yurdun yaran için her şeyini ortaya koyım bir valiydi o. Gönül, bütün illerimizde içleri ısıtan, kafaları ışıldatan, çabaları hızlandıran böyle valiler istiyor. Bekleyelim, bu da olur elbet. Sözüm buraya gelmişken, sonsuz büyüklüklerini; soylu yurt sevgisinden güç üreten yardımlarını sevgi ile, saygı ile anma görevimi de yerine getireyim.
ı 1 6
Kısaca toplam:
Eğitmenlerin yetiştirilmesi işine 1 93 7 yılında başlanmıştı. Yani bundan 30 yıl önce. Eğer bu gidiş duraklamasaydı, daha doğrusu, önüne gelen haksız ve zalim bir çelme atıp göçertilmeseydi de bu günleri tutsaydı, tarihten önceki köylerden ayrıntısı pek az olan bu fukara köylerimiz, belki biraz silkinir, karanlıktan, çamurdan, çoraklıktan kurtulma yolunu arar; biraz ışık, bir lokma fazla ekmek bulabilme olanaklarına yak-laşırdı.
·
Bugün aşağı yukarı en azından 20.000 eğitmenimiz olacaktı. Bunlar, karınca karannca küçücük köylerinde, yurdun geleceğini, birçok yönlerden beklediğimiz ferahlığa çıkaracak ortamın ilk basamağını hazırlayacaklardı, olmadı. Bırakmadılar. Her güzel, her yararlı işimizde olduğu gibi, buna da saldırdılar ve çökerttiler. Yazık oldu!
1 1 7
KÖYE AYDINLIK GETİRECEK GÜNLERİN EŞİGİNDE
Kastamonu 'dalci kurs çabalarının en hızlı günleriydi. 1 939 Temmuz'unda toplanacak Birinci Maarif Şurası'na çağınlmıştım. Gelen yazıya bağlanmış genel gündeme göre, 1 - Cumhuriyet Maarifinin plan ve esasları; 2- Muhtelif öğretim derecesindeki müesseselere ait talimatnamelerin tetkiki; 3- Bütün müfredat programlarının tetkiki; 4- Şura üyelerinin dilek ·ve teklifleri konu olarak ele alınacaktı.
Tonguç'la haşhaşa
Şı1ra 'daki çaba ve davranışlar üstüne önceden bilgi edinmek istiyordum. Bunun için de Tonguç'u görmeliydim. Aynca epey uzun bir ayrılığın biriktirdiği konulan; kurs yönetimine bağlı birçok yönlerden çözüm isteyen işleri, konuşup direktif ve yardımlar almak üzere, Ankara'ya vardığımda doğruca onun bürosuna gittim. Hoşbeşten sonra,
- Bu akşam yemeğinde bizim evde olalım da yeni gelişmeler üstüne bol bol konuşalım. Memnun olacağın havadislerim de var hem sana. Haydi gel, şimdi biraz Ferit'e uğrayalım diye kalktı, beni Şube müdürlerinin odasına götürdü.
- Ferit! Şu yapılan hazırlığı Edip' e ver de bir okusun ba- · kalım, dedi. Ferit Oğuz bana daktilo ile yazılmış sahifelerden meydana gelmiş bir tomarı karton içine yerleştirdi, uzattı. Sonra da,
- İyi oku arkadaş, köylerin beklediği mutlu günler, işte bu tasarının içinde yatıyor, yollu girişi ile bende büyük bir merak uyandırdı. Arkadan Tonguç'Ia aralarında henüz sonucu alınmamış bir işin müzakeresini yapmaya başladılar. Ben de elimdeki dosyaya kapandım, onu içer gibi ve bir damlacığını
1 1 8
ziyan etmeden okudum, bitirdim. Dosyayı geri uzattım. Ferit' in sevincinden ağzı kulaklanna vanyordu.
- Nasıl arkadaş, döktüğümüz alınterleri, ölesiye harcadığımız çabalarla pişirilen büyük davanın kuracağı yeni dünyamızın kapısındayız demektir artık değil mi, ne dersin?
- Yalla Ferit, bu müjdenin getirdiği sevinç işinde şaşkına döndüm. Azıcık kendi kendime şöyle bir düşüneyim, ortaya konulan problemleri kendi süzgecimden geçireyim; kendi anlayışımla bir tartıp ölçeyim; temel düşünü önce bir kavrayayım da o zaman görüşelim.
- Pekala arkadaş. Önümüzde daha çok günlerimiz var, karşılığını aldım ve aynldım.
Şimdi sırası gelmişken Ferit Oğuz Bayır'ın hiç ara vermeden günlerini verdiği; kıyasıya bütün güçlerini harcadığı köy sorunlan içindeki yerini belirteyim. Bu, onun su götürmez bir hakkı, kendisi ile bu işlerin en eski iki yolculuğunu yapmış olanlardan biri olarak benim de kaçınılmaz bir görevimdir.
Ferit Oğuz, ilk eğitmen kurslanndan birinin yöneticisi olarak girdiği köy işlerinde sonradan Şube müdürü Adile Tonguç 'un yardımcılığını yapmıştır.
1 937 yılından 1 946'ya kadar aralıksız gık demeden geceli gündüzlü bir serdengeçti ruhuyla, yıpratıcılığını yakından bildiğim, büyük savaşımızın fırtınalan içinde hep ayakta kalmıştır.
Burada, pek önemli bir çıkma yapmak zorunluluğunu duymaktayım:
Tonguç, acı ölümüyle ortadan çekildikten sonra, yarınki köyü canlandırma hayatımızın tek kaynagı olacak; belki de Dünya Egitim Tarihinin yeni bir bölümünü örmege yardım edecek. 1940-46 yılı dönemindeki olaylar, ilgililerin fırsat buldukça ortaya koymaları yolu ile ve birbirlerine eklene eklene sınırları tamam bir bütün haline gelebilecektir diye düşünüyorum kendi hesabıma. Ama bu alanda en büyük pay ve gö-
1 1 9
rev, bence Dr. Engin Tonguç 'a düşmektedir. Eğer günün birinde, babasının kendine bırakmış olacağını sandığım belgeleri yayımlarsa, bugün hayatta kalmış hiç kimsenin başaramayacağı bir hizmetin bütününü veniıiş olacak ve böylece birçok haksız kuşkular eriyecek; kötü niyetlerin kararttığı yönler, bu yoğun ışık altında gerçek çizgileriyle ortaya çıkacaktır.
Tonguç'un ağzından, KÖY ENSTiTÜSÜ
Akşam üstü birlikte Tonguç'un evine gittik. Gündüzden okuduğum tasarının birçok yanlan, kafamda kıvrılmış sorular biçiminde katlanıyor, dolup taşıyordu. Sabırsızlık, iç düzenimi bozmuştu. "Hemen otursak artık, işin içine bir girsek" diyordum. "Bu müjdenin arkasında kalıp benim kendi kendime içinden çıkamayacağım problemleri teker teker ele alarak anlayacaklannu anlasam; öğreneceklerimi bir öğrensem .. . " diye hop oturup hop kalkıyordum.
Meraklarının yükü altında ne denli ezildiğini, düpedüz görmüş olacaktı ki, Tonguç, beni daha fazla yormadan işe hemen girdi:
- Eee .. ne diyorsun bu işe Edip? Bu gün okudukların içinde hiç takıldığın yanlar oldu mu, onları koy ortaya da bir konuşalım bakalım. Yalnız Ferit'in eline tutuşturduğu kağıtlar içinde okumadığın bir şey var. Haberim, şimdiye kadar aramızda söz konusu edilmemişti. Köy Enstitüsü düşüncesi, doğacak yeni Türkiye'nin temelini atacak, ısısı ile ona can götürecek; ona, yaşamanın büyük gücünü kazandıracak. Bu düşünceyi gerçekleşetirme yolunda büyük sıkıntılar çekilecek elbet. Şimdiden belirtileri görülmeye başladı bile. Ağızlan köpürerek bu fikrin karşısına ilk çıkacak olanlar, birçok yanlarını gömüldükleri karanlık içinde saklayan yan okumuş sözde aydınlar; rahatlarının bozulacağından korkan yöneticiler; çıkarlarının kayba uğrayacağından ürken ağalar, kodamanlar-
1 20
dır. Elbet bu iş, "Lokma piş, ağzıma düş!" deyiminden uzak, demirden leblebileri çiğnemek güçlüğünden sonra bunları, yakınmadan sindirme ustalığı gösterme zorunluğunu yükleyecektir sırtımıza. Mihnet, cefa, iftira .. Her şey var bunun sonunda. Ama köy ve köylü sevgisi, bize bütün sıkıntıları göze aldıracaktır. Onlara hizmet yolunda her şeye göğüs gereceğiz. Eğer bu uğurda öleceksek mezarlarımız, gelecek kuşakların yeni Türkiye'nin doğmasında harcayacakları gözü pek ve bilinçli çabaların kaynaklarını olacaktır. Ölümü göze almadan yeni yaşamların doğuşuna ortamlar hazırlanamaz.
Neyse, ben önce şu haberimi vereyim. Edip'ciğim, çok büyük bir işe gireceğiz. Bu kurumların ayakta durabilmesi için, "Adam nerde, hangi kadro ile yürüteceksiniz bu işleri? . . . " homurtuları, şimdiden baş kaldırdı, şurada burada . . . Düşüncemi yakından bilirsin sen bu konuda . . Benim kanım, "Adamını, işin kendisi yetiştirir." Eğitmen kurslarındaki deneyler, bu kanıyı ne kadar doğruladı, değil mi? Ama bu çıkış noktasını kaybetmeden, kimi ön hazırlıkların peşini bırakmamanın doğru olacağını hesapladım ve kendi kendime şöyle bir karar verdim: Ferit'le seni, Macaristan'a yollamak. Biriniz köy ekonomisi, biriniz de yetişkinlerin eğitimi üstüne yapılanları görmek, öğrenmek için bir süre oralarda araştırmalar yapmanızın çok yararlı olabileceğini düşündüm. Bu amaçla Macaristan Elçiliğiyle kurduğumuz bağ, iyi sonuçlar getirdi, anlaşmaya vardık ve yine düşündüm ki, girişeceğiniz yeni hazırlıklar, kazanacağınız pişkinliklerinizle bu günkü çabalannızdak.i güçlerin oralarda geliştirilmiş koşullarıyla buraya dönüşünüzde daha verimli ve başarılı bir kılavuz olarak çalışmanızı sağlayacaktır. Bu konuda diyeceklerim bu kadar. Şimdi gelelim bu gün okuduğum tasan üstüne sormak istediğin bir şey, ya da bunların sence eleştirilecek herhangi bir. yanı var mı? Biraz da onları konuşalım.
- ilk önce bir anlayış boşluğunu doldurmak istiyorum. Köye öğretmen yetiştirme işinde, "Eski"den ayrılarak daha güç-
1 2 1
lü, köy için daha yararlı olması bakımından yeni ilkeler doğrultusunda çalışan Eskişehir ve lzmir'deki Köy Öğretmen Okullarına verilmiş olan adlar bırakılıp açılması tasarlanan bu yeni kurumlara niçin Köy Enstitüsü denilecek?
·Bu sorum üzerine hemen kalktı, o gün Bakanlık'ta Ferit Oğuz'un bana okumak üzere verdiği tasarının bir benzerini getirdi, açtı,
- Bak, dedi. Birinci maddeyi okuyorum, iyi dinle: "Köy öğretmeni ve diğer köy meslekleri erbabmı yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Maarif Vekilliğince köy enstitüleri açılır." Demek oluyor ki iş, sadece köye öğretmen yetiştirmek değil, bunun yanında diğer köy meslekleri erbabım yetiştirmek konusu ele alınacak.
- Akla şu da geliyor: Madem ki Enstitüler, köy öğretmeninden ayn olarak diğer köy meslekleri erbabını yetiştirecek kurumlardır. Öyle ise sözgelişi, neden "Köy meslekleri elemanlarını yetiştirme okulu" denilmiyor da Köy Enstitüsü deniliyor.
- Senin aklına gelen adla çalışacak kurumların hizmetleri sınırlı olur. Yalnız köye yarar meslek olarak saptanan alanlar için eleman yetiştirilir. Oysa Köy Enstitüsü eylemlerinin kapsamı, sınırsız ve köylerin karşılaşacağı türlü problemleri, hizmet kadrosu içine alacak.
Özet olarak Köy Enstitüsü 'nün görevi, öğretmen ve köy meslekleri erbabım yetiştirmek, bunların yanında bütün köy sorunlannm çözüm yollanm bulmak için araştırmalar, incelemeler yapmak olacaktır. Yani demek oluyor ki köydeki hayatı canlandıracak kılavuzları yetiştirecek; aynca köyün türlü uğraşılarla söktüremediği problemler, o kesimin enstitüsüne aktarılacak; bunlar bilimin ve deneylerin sürekli güçleriyle aydınlığa kavuşturulacaktır. Köyün yaşamındaki koşullar geliştirilirken bu alandaki duraklamaların nedenlerini ortadan kaldıracak çabalar da ayn bir doğrultuda sürdürülecektir.
1 22
Gerekçede Enstitü 'nün tanımını, " . . . . . . . Öğretmenle bir-likte köye lüzumlu diğer unsarlann da yetiştirileceği bu yeni müesseselere Köy Enstitüleri adını vermek muvafık olacaktır." diye yaptık.
- Öğretmenle birlikte yetiştirilmesi tasarlanan " Köye lüzumlu diğer unsurlar"dan neleri ve kimleri anlayacağız?
- Büyük toplumların yaşamını kolaylaştıracak hizmetler manzwnesini bir aklına getir. Bunun içinde neler var, kabataslak ve kısa ölçüler içinde şöyle bir gözden geçirelim: Kültür, sağlık, tarım, bayındırlık .. filan mı? İşte bu görüşe paralel olarak köye lüzumlu elemanları yerlerine yerleştirebiliriz. Bir defa öğretmeni başa koyalım. · Bu, köyün bilen, düşünen ve her şeyini hesaplayan bir "Beyin"dir. Sonra köyün geçiminin oturduğu tanın ve.kolları var. Emeği değerlendirecek yolda yararlı olacak örgütler .. Kendisinin ve hayvanlarının sağlığını izleyecek, düzenleyecek elemanlar . .
Artık, sorduğun bu unsurların neler v e kimler olacağı kendiliğinden çıkıyor ortaya. Şimdi de bunalrı sıra ile adlandıralım. Tarımcı, Kooperatifçi, Yönetici, Sağlıkçılar (İnsan ve hayvanlar için ayn ayrı). Ve daha da zaman ilerledikçe, ekonomik, sosyal koşulların ortaya koyacağı yeni köy gerçeklerinin incelenmelerine; bunların yanında, köyün yapısından doğacak olaylar üstüne gerekli araştırmalara girişilmesine sıra gelir.
- Şimdiye kadar kitaplarda ve hiçbir teorinin teklifinde rastlamadığımız bu çok yeni anlayış, elbet köyün katı gerçeklerinin zoruyla ortaya çıkarılmıştır. Yalnız kapsamı geniş böyle bir planın uygulanması çok zor olacaktır. Ayrıca bunun için epey zaman da beklenecektir gibi geliyor bana.
- Tamam. Elbet girişilecek olan bu büyük iş, bir gözbağcılığı değil. Önemli olan, köylerin düzenlenmesinde, yoluna konulmasında zora geldiğimiz işlerinin neler olduğunun bilinmesi; bunlar için neler yapılmasının gerektiğidir. Gideceğimiz yol, varacağımız erek belli olduktan sonra bunun ko-
123
şullannı hazırlamak için bütün gücümüzü harcayacağız Vt' gereği kadar da beklemesini bileceğiz.
llkönce köye şöyle dörtbaşı mamur bir "Öğretmen" sokalım. Böyle güçlü bir önderin hazırlayacağı her şeye elverişli Ortam' ı yabana atma, olanaklarımız zenginleştikçe köyde insanın, hayvanın sağlığını ele alacak elemanlann; toprağın verimini arttıracak, ürünün soyunu iyileştirecek, türünü bollaştıracak tanmcının, köylünün emeğini, türlü haklannı bedavaya harcamaya yol açan engelleri yıkıp değerleri bulduracak kooperatiftiçinin, yöneticinin yetiştirilmesine sıra gelecek elbet...
- Tasanyı şöyle üstünkörü okuyunca bile "Köy Enstitüsü"nün, şimdiye kadar ileri sürülen düşünce ve tekliflerden çok ayn bir yönde ve daha bu günden taşıdığı geniş anlam ve büyük güç yanında, zaman zaman köy sorununda ağızlarda sakız gibi çiğnenen parlak sözler öylesine cüce kalıyor ki bunlar yan yana getirilişte kökleri güdük, dallan budanmış, dış görünüşleri eskilere umutlu görünen kısır ve özsüz eğitim edebiyatı, "Köy Enstitüsü"nün ağırlığı altında eziliyor, yurt gerçeklerinin tam yerine oturmuş yeni anlamının ışığı içinde silinip kayboluyor.
Şimdiye kadar köylere yollanan "Öğretmen " in yetiştirildiği öğretmen okullannın birçok bakımlardan yetersizlikleri ele alınarak yenilerinin şehirler dışında kurulmasını; öğrencilerin buralarda tanın ve sağlık bilgileriyle donatılmasını; iş ilkelerine göre yetiştirilmeleri; yeteri kadar öğretmen yetiştirmek için çok öğrenci alınmasını; bunlann aylıklannı ödeyebilmek için gelir kaynaklarının aranması teklifleri ileri sürülmüştür.
Halbuki şimdi kurulması yolunda bütün güçlerin harcanacağı "Köy Enstitüsü", yurt gerçeklerine bir türlü lehim tutturamadığı için askıda kalan bir sürü ekonomik ve sosyal problemin kaynaştınlıp çözümlenmesi için çare bulma yönünü keşfetmiş.
124
Şimdiye kadar köy için ileri sürülen düşün ve önerilerden ayn ve yepyeni bir anlayışa göre kurulacak "Köy Enstitüsü"nün kendine özgü üstünlükleri, yaptığınız açıklamalardan anlayabildiğim kadarını, sıralayayım da bu konuda öğrendiklerimi, sizin de bir defa gözden geçirmenize olanak hazırlamış bulunayım.
Bir defa köy hizmetlerinde, ne kadar iyi yetiştirilirse yetiştirilmiş olsun, yalnız başına bir öğretmenin yeterli olmadığı düşünülmüş. Eskilerin ise köy için ileri sürdükleri en parlak, en özlü olduklarını sandıklan düşüncelerinde tek eksen, "Öğretmen"dir.
Oysa tasan, köy için lüzumlu sayılan öğretmen, tarımcı, sağlıkçı, kooperatifçi, yönetici, ileride belirecek ihtiyaçlara göre, benzerleri gibi elemanları da yetiştirmeyi kendine amaç olarak almakta ve böylece her yönden yapılması zorunlu ve yararlı etkileri hesaba katmaktadır. Eylemlerinde "Eski "den aynk kaldığı için adı bile değişiktir.
Eğitim edebiyatçıları, öğretmenin köyde tutunabilmesi, oradaki görevlerini sürdürebilmesi için köyde hizmete alıştırılacağı bir çevrede, yani bu koşullara uygun bir ortamda yetiştirilmesine olanaklar hazırlayacak özellikte Öğretmen Okulları kurulmasını ön görmüşlerdir.
Belki pek ters düşecektir ama, bir benzetişten kendimi alamayacağım. Koyunu nasıl keçi yapmak mümkün değilse, bir öğrenciye kendini anlamaya başladığı günden ileriye, içinde birikmiş yaşantıların köklerini sökmeye çabalamak çok yersizdir. Köy yaşamını verebileceği sanılan koşulların toplandığı bir kurumda yetiştirilseler de eğer o, şehirden gelmişse ne yapılsa boştur. Yoksul bir köye yollandığında sürdürülmesi biçimsel ölçüler içinde var sayılacak hizmet ülküsü er geç sulanacak, arkadan bu gücü tükenecek ve küçüklüğünden beri birikmiş alışkanlıklarının, isteklerinin doğuracağı özlemler, onu git gide hasta edecektir. Eninde sonunda da buradan kaçmak için çareler arayacaktır. Köy okullarını denetlerken bu-
1 25
nun pek çok örnekleriyle karşılaşmıştım, "Aman Müfettiş Bey, şehre naklimi sağlayın, ne olursunuz! .. " Yollu yakarmalardan bezmiştim.
Görüyorum ki "Köy Enstitüsü" ile bunun da ilacı bulunmuştur. Eğitmenlerin görevlendirilmesi işinde denendi. Komşu köye yollanan eğitmen bile, doğma-büyüme köylü olduğu halde orasını yadırgadı. Asıl köyüne gidenler gibi yerleşip kökleşmede çok zorluk çektiler.
Demek oluyor ki yeni ilke, köyden alınıp, gene kendi köylerine verilecekler. Bunun, bağlayıcı, tutucu, türlü yanlı birçok çıkarlar sağladığı meydanda. Dar zamanlarda, çaresiz günlerde barınacak bir baba ocağı; ekmeği getirecek tarla-tapan, hayvan, tanın araçları var. Sonra birlikte büyüyerek kaynaştığı üstten, alttan kendi çağına yakın kuşakların aralarından sivrilip öğretmen olmuş böyle bir arkadaşlarına türlü yönlerden destek olacakları düşünülebilir. Bu da güç arttıran ayn bir yan.
Yalnız okulsuz köylerden ilk öğrenimini tamamlamış çocuklar nasıl sağlanacak? İşte bir mesele daha . .
- Eşeledikçe neler çıkıyor bak. Beş sınıflı eğitmenli bölge okullarından yetişenler; üç yıllıkken beş yıllık yapıfacak olan köy okullarından çıkanlar; bunlar da yetmezse Köy Enstitülerinde kurulacak beş sınıflı uygulama okullarından yetiş-tireceklerimiz . . . . . . . Tamam mı?
- Yalnız kafanu kurcalayan bir başka şey daha var: Acaba bunlara bağlanacak 20 lira, geçimlerine yetecek mi? Yaşantılarında çevresine örnek verecek rahatlığı, genişliği sağlayabilecek mi?
- İyi ama enstitü çıkışlı köy öğretmeninin geçimi için başkaca sağlanmak istenilen ,hak ve olanakları hiç hesaplamıyorsun. Bir kere bu, hizmetlerinin altıncı yılında 30 liraya; onbeşinci yılında da 40 liraya çıkacak. 20, 30, 40 liranın köydeki geçim için geçer değer olarak gücünü bir düşün bakalım. Bence aylıktan daha önemlisi, öğretmen için köye kılavuzluk
126
edecek ileri bir tanın uygulaması yapmaya yarayacak ve bunun yanında da kendisinin ve ailesinin geçimine yetecek genişlikte tarla ayrılması; bunları işletmek için devletçe her türlü üretim araçlarının verilmesi zorunludur ve bunlarla öğretmen, vakit-i hali yerinde bir insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak verimde bir işletme kurabilecek demektir.
- Aklıma takılan bir başka mesele: Öğretmen hem geçimi, hem de örnekler vermek için sürecek, ekecek, hayvanına bakacak, aletini onaracak .. Yalnız bunlar, bir insanı başlı başına dolduracak işler. Bir de köyün toptan okutulması, sağlığı, düzenini izleme işleri binince öğretmenin gücü yetecek mi bunlara?
- Darılma ama Edip, bu işi böyle kıyısından, yüzünden tutarak dar yanlarıyla konuşup işlemeye girişmek, çok yararsız. Sağlam bir yargıya varmak için yaygın bir görüş ölçüsünü elden bırakmayalım, sonra amaçların doğrultusundan hiç sapmayalım. Şimdi, teker teker ve sıra ile meselelerimize değinelim. Ne diyorsun sen, hem geçim için hem örnekler ortamında kılavuzluk yapacak tarım çabalan ve hem de köyün toptan bütün işlerini ele alma yolunda harcanması zorunlu emekler için vakit kalmaz diyorsun değil mi? Şimdi senin ileri sürdüğün bu sakıncayı şöyle bir eşelersek nasıl dibini göreceğiz bak. Bu konuda yanlış saplantının nedenini ortaya koyarsak kuşkun silinecek sanırım. Şu "Vakit kalmaz" kanından başlayalım işe. Ben biliyorum, seni bu sonuca getiren düşünce şu: "Okulda, çocuklarla uğraşırken; ya da köyün bir başka işinin üzerindeyken tarlasının tavı gelmiştir, sürülecek. Beklediği kadar beklemiş olan çukurlara artık fidanlar dikilecektir. Yani şimdi öğretmen okuldaki, köydeki işleri bıraksın da tarlaya, bahçeye mi gitsin?" diyorsun. Elbette öyle olacak. Okul dört duvardan, köy yalnızca evlerin çevrelediği bir yer olarak düşünülürse yanlışlıklar dizisinden sıyrılıp kurtulamayız.
Şimdi ben sana bir şey sorayım: Tavı geldiği için tarlalarına koşan analar, babalar, toprakla boğuşurken; bağlan boz-
1 27
mak için bütün köylünün gülüş-ahenk işe sarıldığı bir sırada; zeytinleri toplamak için ev halkının seferber olduğu bir hengamede çocuklar, bütün köylünün hep evcek göç ettiği iş yerinde olmayacak mı? Öğretmen, tanın türünün geliştirilmesiyle uğraşılan; köyün önemli bir işinin zorladığı yere, "Benim okulda, şurada, burada işim var" diye koşmayacak mı? Sen köylerde müfettişlik yaptın. Maarifle köy ve köylü arasındaki anlaşmazlığın belli başlı hastalığı olan şu devamsızlık derdini doğuran nedenin kaynağı, biçimsel ve pestenkerani bir düşünce ile çocuğu iş alanında evine yardımcı olmaktan yoksun bırakan katı zorlamalar değil mi? Oysa çocuklar, gerektiği zaman anasının, babasının yanında; onlara yardımcı olacak; öğretmen, tarlasında, bahçesinde, kimi zamanlarda da hatta öğrencileriyle birlikte, çalışacak. Köy çevresi, eğer böyle davranışları, öğretim ve eğitimin normal gidişatı olarak benimsemeye alışır; tutumun gerekliliğinin bu olduğu yolunda bir anlayışa varırsa o zaman öğretmen tarlasında toprakla boğuşur; ahırında uğraşır; işliğinde çalışırken görenler, onu tıpkı okulunda, köyünün bir işinde çalışıyor gibi saymanın getireceği kanılardan ayrıntılı bir yola hiç sapmayacak. "Öğretmen, köy için; hepimiz için çalışıyor" yargısında, en küçük kuşkuya bile düşmeyecek.
Şimdi biitün bunları göz önünde bulundU.r, "Öğretmen, vakit bulur, ya da bulamaz . . . " meselesini bir daha düşün bakalun. Artık, "Öğretmen" için temel düşün üstüne oturacak eylemleri ayıklayıp saptayabilirsin.
- Alışkanlıklar, önü kapayan öyle karanlıklara sürüyor ik insanı . . . Bende de öyle oldu. Sözde eğitmen işinde bir sürü gözlemlerim var. Ama bu kadarcığı, aydıncı değilmiş. Şimdi yepyeni bir anlayışa göre işlediğiniz " Köy okulu" , "Köy öğretmeni "nin anlamı, artık bu alanda daha kolay, daha esnek ve kıvrak manevralar yapabilecek bir olgunluğa getirdi beni. Alışık olduğum ölçülerin sırnaşıklığından da epeyce arındım.
Başka bir yere atlamadan burada, işin bir yanını daha
1 28
kurcalamak istiyorum. Öğretmene geçimini sağlamak, türlü uygulamalar için verilecek toprakların işlenmesinde bir baş· ka amacın yer aldığını seziyor gibiyim. Acaba içinde bulunduğu toplumun yaşama düzeyinin elbet yukarısında bulunmayı isteyecek öğretmen, "Benimsediği uygarlık ölçülerine göre kaliteli bir geçim sağlayabilmek için tanın alanındaki çabalarını bilimin, tekniğin verilerine göre en iyi yolda sürdürmek zorunluluğu içinde kalsın" düşünü, yer aldı mı bu davranışta? Eğer geçim sağlama, iyi örnekler vermede köklü bir zorunluluğun bir yanında da böyle bir çıkış nedeni varsa, bu doğrusu olağan üstü bir buluştur.
- Şimdi tam üstüne bastın işin Edip. Konunun taşıdığı zorlukları teker teker ele alırken şimdi aklına gelen bu yönü de, öğretmenin bizim isteklerimize uygun olarak köyün yaşamına ekonomik yanlardan yapacağı etkinin en keskin ilaçlarından biri olarak düşündüm. Öğretmene geçim, deneyleri ve uygulamaları için toprak sağlamanın ne kadar girintili çıkıntılı sıkıntılarla ilintili olacağını bilmez değilim. İşte öğretmeni, çevresinin yukarısında bir yaşam düzeyinin kurulmasını sürdürmeye zorlayacak, "Bugünkünden daha iyi, daha ileri bir geçim ferahlığı" düşünü, köyün gelecekteki yaşamı için kendiliğinden ortaya çıkacak örneklere destek, temel olacaktır. İşin bu ince ve yararlı yanını iyi yakaladın. Çünkü bu, amacın gerçek örgüsü içindedir.
Şimdi toparlayabiliriz artık şu başladığımız inceleme ve tartışmanın sonucunu . . . Verilecek aylık, kurulacak işletme, akıllı, çalışkan bir köy enstitüsü çıkışlı öğretmeni özlediği rahatlığa ve bolluğa kavuşturabilir. İşin bir önemli yerine daha ilişeyim. Bu konuda tutulan yol, öğretmeni köyünün alınyazısına ortak etmek olmuştur. O artık "Yann"ını daima köyünün geleceği içinde oturmuş olarak düşünmek zorunda kalacaktır. Kendi yaşamının her bakımdan rahat, güvenli bir doğrultuda zenginleşmesi yolunda girişeceği bilimli ve cesur çı-
1 29
kışlar, vereceği iyi sonuçlarla köylünün yaşamına tek elden çok yararlı etkiler hazırlayacaktır. Nasıl anlaştık, uyuştuk mu?
Konunun burasında Tonguç, benim için adamakallı devleşmişti. Onun, insanlıktaki tükenmez değerleriyle; bir işin peşine takıldığında enini boyunu, üstünü altını ne derece dikkat, sabır ve anlayışla incelediğini; vardığı sonuçları ne kadar alçakgönüllülük ile tarttığını; bunları, türlü danışma kaynaklarına giderek ne kadar titizlikle doğru mihenklere vurduğunu pek çok görmüşümdür. Sağlam kafası, geniş kültürü, yorulmaz bilmez çabalarıyla, sabır ve hoşgörürlüğü, arkadaş canlısı oluşu, cömertliğiyle bende katıksız saygı ve sevgi duygulan yaratmış olan her yanı tam okka gelen bu büyük eğitimci ile benim içinde yıprandığım ve bu nedenle de yabancısı olmadığım bir konuda giriştiğim uzun konuşma, gözlerimi adamakallı açmış; hurda bilgimi söküp yerine pırıl pırıl ve yepyeni bir eğitim anlayışı kurmuştu.
Kendisiyle her buluşmamızda, dağarcığıma ondan bir şeyler girerdi. Tonguç, en yeni buluşları çevresine aktaran; en ileri düşün ve anlayışın gündüzlerini ören; durmamacasına yurt sorunları yolunda her şeyi harcayan ve çevresini aydınlatan; yararlı bilgilerle donatan bir Üniversite; elde ettiklerini cesaretle, en doğru ölçüleriyle uygulayan eşsiz bir Otorite idi.
Ve onu kaybedinceye kadar uzaktan bile hep onun kürsüsünde kendi yetersizliğimi izleye izleye çömezliğini yapmak zevki içinde kalmışımdır.
"Böyle bir insan artık zor gelir" diye düşünüyor ve yurt hesabına yanıyorum hep . . . .
Cumhurbaşkanımızla, Çankaya 'da Köy Enstitüleri Üstüne Bir Konuşma
Birinci Maarif Şurası
Özel bir kanunla çağınlmasında zorunluk bulunan 52 üyesinin, buna ek olarak 86 danışmanın katıldığı Birinci Ma-
1 30
arif Şılrası Milli Eğitim Bakanı Hasan-Ali Yücel' in bir söy� levi ile 1 7. VIl. l 939'da açıldı. Bakan uzun konuşmasında, türlü eğitim konulan üstünde durduktan sonra köyde ilköğretim işine girmiş, lnönü'nün, (Kati olarak inanıyoruz ki Köylümüzün tahsilini ve maişetini daha yüksek bir dereceye vardırdıgımız gün, milletimizin her sahada kudreti, bugün güç tasavvur olunacak kadar yüksek ve heybetli olacaktır.) diye daha önçe yaptığı eğitimcilere, aydınlara yol gösteren uyarısını tekrarlayarak köy öğretmeninin niteliğini kısaca i�Le�iş; eğitmen yetiştirme işine girerek şunları söylemiştir:
" . . . Şimdiye kadar ancak 4638 ' ine öğretmen gönderebildiğimiz 40.000 köyün hepsine, öğretmen okulwıdan çıkmış öğretmen göndermenin, ne kadar parlak olursa olsun, bugün bulunduğumuz şartlar içersinde ancak bir hayal olduğunu takdir edersiniz. Onun için nüfuslarının azlığı, dolayısıyla, öğretmen okulundan çıkmış bir öğretmen göndermeye bugün için imkan bulamadığımız köyleri eğitmenle okutmanın zaruri olduğunu yüksek heyetiniz de teslim buyurur.
Üç seneden beri memleketin muhtelif yerlerinde açmış olduğumuz kurslardan yetiştirdiğimiz eğitmenlerden köylerimizde aldığımız randıman, hepimizi memnun edecek bir kıymettedir. Köyden yetişmiş, köy kalkınmasının hayati ehemmiyetini içinden duymuş, çalışkan ve müteşebbis gençleri, köy çocuklarını ve köy halkını yetiştirmek için lazım olan bilgiler, maharetler, teknik vasıtalar ve bilhassa ideallerle teçhiz ediyoruz. Bunları, yayından fırlamış bir ok gibi bütün hızı ve bütün enerjisiyle vazifesi başına koşar ve memleketin kendilerinden istediği ödevi canla başarır gördükçe bu milli işin az zamanda muvaffakiyetle neticeleneceğine inanımız artıyor. Binlerce senelik parlak tarihinin yüksek karakterine verdiği kudretle bugün Cumhuriyet Türkiyesi ' nin dayandığı en sağlam temel olan Türk köylüsü, kendi elemanıyla köy kalkınmasında baş rolü almış bulunuyor. Şimdiye kadar en ücra köylere dağıttığımız eğitmenlerin bulundukları köylerin çocukla-
1 3 1
nna ve ergin halkına okuma yazma, hesap, tabiat ve sağlık bilgileri gibi umumi malumattan başka vatandaşlık terbiyesini ameli olarak öğretmek, ziraat ve sağlık sahalarında yapılması lazım gelen işleri köylüye yaptırmak, az masrafla köy okul binalarını vücude getirmek gibi hizmetlerle köye canlı bir te..: rakki ruhu götürdüklerini ve getirdiklerini umumiyetle görüyoruz."
Eldeki genel gündeme göre, Şura için kurulmuş bulunan sekiz komisyonun adlan şöyleydi:
1 - Plan komisyonu, 2- 1Iköğretim komisyonu, 3- Ortaöğretim komisyonu, 4- Teknik öğretim komisyonu, 5- Yükseköğretim komisyonu, 6- Neşriyat komisyonu, 7- Beden terbiyesi ve spor komisyonu, 8- Dilekler komisyonu.
Beni, ilköğretim komisyonuna vermişler. Burada ilköğretimle ilgili yönetmelikler, ilkokul müfredat programı incelenecek; bir öğretmen tarafından idare edilen üç sınıflı köy okullarında sınıfların beşe çıkarılması konusu ele alınacak; ilköğretim için gelir kaynakları araştırılacaktı.
Çankaya'daki Kabul Töreni
Şurada komisyonların hazırlayıp verdiği raporlar üstüne toplanan Genel Kurul inceleme ve tartışmalarını yapmış, gereken kararları almış ve dağılmıştı. 27 Temmuz 1 939'da Çankaya'daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde Maarif Şurası üyeleriyle eşleri onuruna bir kabul töreni yapılmış, orada Sayın Cumhurbaşkanı İnönü, kendisinin ve eşinin Maarif Şura üyeleriyle bir arada bulunmaktan 3evinç duyduklarını; on gün süren Şura çalışmalarını dikkatle izlediklerini; eğitim ailesi üyelerinin yüksek değerlerini ve özellikle bağlılıklarını ve sevgilerini takdirle gördüklerini büyük Türk milletinin layık olduğu yüce düzeyine yükseltilmesi yolundaki aracın, kültür ve teknik güç olduğunu; bunların da öğretim-eğitim ailesinin eilerinde bulunduğunu belirtmiş ve "En iyi dileklerimiz ve her
1 32
suretle yardımcı olmak arzularımız daima sizlerle beraberdir. Sizi bu duygularla selamlıyoruz" diye sözlerini bitirmiştir.
Konuklar, büfeye buyur edildi. Resimlerinden bellediğimiz birçok ileri gelen kişiler vardı bu kabulde. Ben de tam büfenin kalabalığı arasına karışmıştım ki köşkün memurlarından olduğu anlaşılan birisi,
- Paşa hazretleri, sizi emir buyuruyorlar, diye beni davet ediyordu. Doğruca Sayın İnönü'nün birlikte oturduğu küçük topluluğa yöneldim. Yanında Fethi Bey (Okyar), Faik Bey (Öztırak) vardı.
- Hele oturun bakalım, diye tam karşısındaki hasır koltuğu gösterdi ve şakacı bir davranışla da bakın sizinle bir pazarlık yapalım. Kimi konular üstüne sorular soracağım. Ama Milli Eğitim Bakanlığına bağlı birisi gibi deği l, tarafsız bir vatandaş gibi bildiklerinizi, düşündüklerinizi söyleyeceksiniz.
- Emredersiniz Paşam. - İlkönce şu sanat okullarını konuşalım. Bunlar için ne
düşünüyorsunuz? Bildiklerinizi söylemenize yardım için bir iki uç göstereyim size. Bu okullarda öğrenciler, acaba sanatlarını iyi öğrenebiliyorlar mı? Buralarını bitirenler, dışarıda iş bulabiliyorlar mı? Bu okulların sayılarının yeterli olup olmadığı ile ilgili bir bilginiz var mı?
- Paşam, sanat okulları için doğru fikir verebilecek genişlikte bir inceleme yapmış değilim. Ufak-tefek gözlemler, kırık-dökük bilgiler verebileceğim. Emrettiğiniz soruları teker teker ele alalım. Bir defa sanat okullarının ihtiyacı karşılayacak sayıda olmadığı söylenebilir. Her bakımdan geri kalmış, her alanı yetersiz olan memleketimiz için, "Daha çok sanat okuluna ihtiyaç vardır herhalde" demek, hiç de yanlış olmaz kanımca. İşin asıl önemli olan yanı, galiba şu: Bir kere memleket ekonomik bakımdan bölgelere ayrılmalı. Buralarda hangi sanatların geçebileceği, bu alanda kullanılacak gereçler, çevre ihtiyaçları incelenip, saptanmalı. Açılacak sanat okulları, çevresinin özelliklerine dayalı olmalıdır.
133
Şimdi bu okullarda daha çok ele alınmış sanatlar galiba tesviyecilik, tornacılık, marangozluk. Tesviyecilik ile tornacılık öğrenenler büyük şehirlerde tutunabilirler. Zaten verimi az olan bu okullardan çıkanlar, dönüp dolaşıp memurluk kapısını çalmaktadırlar. Bu yola girilmiş olmanın örneklerine rastlanıyor. Bu üzüntü verecek sonucun nedenleri olarak, ya çalışılacak alandaki iş darlığı; ya da yetişmede eksik kalınmış olma, düşünülebilir.
Geçen yıl Kastamonu 'da bir marangozla yaptığım konuşma, pek uyarıcıdır. Şundan bundan söz ederken ona sordum: "Buradaki Sanat Okulu.nda marangozluk öğrenip de çıkanlardan hiç kendi başına dükkan açmış var mıdır. Sözgelişi, böyle birisiyle ortak olsan daha güzel; daha ince işler çıkararak daha fazla kazanç sağlanamaz mı?" Ondan aldığım karşılık, doğrusu üzüntü verici idi:
(Bizim burada Sanat Okulundan çıkanlardan kendi ba•. şına dükkan açmış olan yok. Açsa da kamını doyuramaz. Çünkü burada öyle ince işler istemezler. Şu küçük .dükkanım, kendi yağımla kavnilmama yetiyor. Zar-zor ancak bir lokma ekmek veriyor. Bir de ortak alsam o zaman hiç idare etmez, üç gün sonra kaparız. Bey, bir şey söyleyeyim. Bu sanat okullarından çıkanlara bakıyorum. Ustalıkları hiç de fena değil. Allah için düzgün iş çıkarıyorlar. Yalnız küçük bir şey için bile koca keresteleri kesip biçme huylan var ya onların, bir insan, ne kadara eli ince işe yatsa da, eğer hesaplı davranmıyorsa bence beş para etmez. Gün geliyor ki biz iki şeker sandığından bir şey çıkarıyoruz. Başka yolu yok. Çünkü alınacak para da ona göre. Ama bizim mektepli usta, hesaplı, ucuza çıkarmaya yatkın olarak yetişmediği için piyasada tutunamıyorlar. O zaman da ver elini hükümet kapısı. Belli bir aylıkla çalışmak, daha uygun geliyor ona .. Sonra, biz kimi yavan-yaşık geçiririz günümı1zü. Azla da yetiniriz ama o delikanlılar okulda iyi yiyip içmeye, temiz giyinmeye alıştıkları için bizim gibi öyle darlık çekmeye gelemiyorlar.)
1 34
Paşam Şura Genel Kurulu'nda bir üye, kız sanat okullannın bir davranışına değindi. Dedi ki, (Kız Sanat okullannın sayısı hem çok az. hem de çok masraflı . . Ana babalar, buralarda okuyan kızlan için güçlerinin kaldıramayacağı kadar masraf yapmak zorunluğunda bırakıldıklarından yakınıyorlamuş.)
- Demek buralarda da pahalı bir yetiştirme yolu tutulmuş anlaşılan . •
.. Biçki-dikiş alanında çalışan öğretmenlerin bir eksikliğinden ileri geliyor gibi görünüyor bana bu ...
- Nedir o? � Bu öğretmenler, sanının ki bizim evlerdeki geçim dü
zenini, bütçe darlıklannı iyi bilmemektedirler. Sadece iyi kumaşlardan güzel, süslü şeyler yaptırtıp üstünlük sağlama kaygısında olduklan anlaşılıyor. Zamanla, halka yaklaştıkça, onun iç durumunu çeşitli nedenlerle öğrenme fırsatı buldukça bu davramşlannı değiştirecekler elbet.
- Evet .. önemli olan, bu öğretmenlerin istenileni öğretmeye güçlerinin yeterli bulunup bulunmadığıdır. Daha iyiyi yapma hevesinde oluş, belki söylenilen eksikliği doğurabilir ama ilerde gerçekler onlan aydınnca onlar da ergeç istenilen yola gireceklerdir . .
Bu konu ile ilgili başka bir şey? - Geçen hafta Şura 'da Teknik Tedrisat Umum Müdürü, be
ni aratmış. Buluştuk. Köylerde biçki-dikiş gezici kurslannın tutunup tutuna
mayacağı işi üstüne düşüncemi öğrenmek istemiş. Bu türden kurslann köy kadınlan için pek yararlı olabileceğini; çalışmalar ilerledikçe bunun, daha önceden akla gelmedik birçok yeni işleri ele almanın zorunluluğunu ortaya koyacağını; kurs programının gittikçe kendiliğinden zenginleşeceğini; zaman geçtikçe bu işe yatkın iyi elemanların yetişebileceğini söyledim.
1 35
Rüştü Bey (Uzel) tuttuğunu koparan bir Umum Müdürdür. Bu işin geleceğinin, pek verimli olabileceğine inanılabilir.
Kastamonu'da işaret buyurduğunuz "Kadın Eğitmen"in köy için çeşitli yönlerden zorunlu görülen hizmetleri, bir yanıyla bu yoldan gerçekleştirilebilir sanının.
- Peki, sizin işlerde yeni gelişmeler var mı?. - Evet Paşam. Yeni bir müjdem var size. Bu yüzden bir-
kaç gündür çok mutluyum. - Bu mutluluğu paylaşalım öyle ise, neymiş bu müjdeniz,
söyleyin bakalım. - Bugünlerde Milli Eğitim Bakanlığı, köylerde görev ala
cak, köye yararlı elemanlar yetiştirmek için "Köy Enstitüleri" adıyla yepyeni kurumların açılması yolunda hazırlık yapıyor.
- Bu, gerçekten ilgi çekici bir haber. Hele bunların bütün yanlarıyla niteliklerini öğrenebilirsem o zaman belki bu haber, müjde yerine geçer. Yalnız bir şey sorayım. Nasıl bu konuda da eğitmen işinde olduğu gibi hazırlık tamam mı? Öğrenmek istediklerimin karşılığını bulabilecek miyim?
- Paşam, "Köy Enstitüleri Kanun Tasarısı"nı yeni okudum. Sonra Genel Müdür Hakkı Tonguç Bey'le bu iş üstüne hayli geniş bir konuşma yaptım. Akla gelen birçok meseleleri ona sordum. Epeyce de aydınlandım. Umarım ki, sorularınızı karşılıksız bırakmam.
- Çok iyi .. Bu konunun epeyce pişirilmiş olduğu belli. Bu nedenle de bu yeni kurumun bütün yanlaryla ne olduğunu öğrenmek için acele edeceğim. Yalnız Kastomonu'da eğitmen işinde bilgi almak için izlediğimiz yol, hem zaman kazancı, hem de öğrenmek istediklerim için, benim seçim olanağına yer vermesi bakımlarından pek yararlı olmuştu. Gene aynı metodu izleyelim.
İlk sorum şu olacak: "Köy Enstitüleri" hangi amaçlarla kuruluyor?
1 36
- Tasarının birinci maddesi ezberimde. Orada diyor ki, "Köy Öğretmeni ve diğer köy meslekleri erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Maarif Vekilliği 'nce Köy Enstitüleri açılır."
- Bu kurumların köy öğretmeni ile birlikte diğer meslek erbabını yetiştireceği söz konusu olduğuna göre, bu mesleklerin hangileri olduğu belli midir?
- Köye yarayan meslekler, kanun tasarısında açıklanmamıştır. Ancak bunlar, zaman geçtikçe köylerin meydana çıkacak ihtiyaçlarına göre belirecektir. Bizim Genel Müdür Tonguç 'un düşüncesine göre, köyün kültür ve ekonomik işlerini bilgi ve anlayışla yürütecek "Öğretmen" bütün bu mesleklerin temeli olacak. Arkadan sağlık memuru, Ebe, Kooperatifçi, Tarımcı, Yönetici . . . !erin yetiştirilmesine gelecek sıra.
- Köy için yetiştirilecek meslek erbabının kadrosu epey geniş. Köye hizmetin, onları uyandırma, canlandırma yolunda etkilemenin en doğru yolu şimdi bulunmuş.
Bu kurumlara "Köy Enstitüsü" adının verilmesinin nedeni, bunların ileride ele alacakları işlerdeki özellik olacak herhalde.
- Evet Paşam, öyle .. "Köy Enstitüsü" bütün köy sorunlarına çözüm yollan arayacak bir kurum olacaktır.
- Demek ki bunların iki başlı görevi olacak. Bir yandan köye yarar meslek erbabını yetiştirirken öbür yandan da köyde karşılaşılacak zorluklara aydınlık getirecek bir araştırma, bir inceleme santralı olacak.
Kaç tane açılabilecek bunlardan. Bir teklif var mı? - Evet Paşam. Şimdilik 1 6 Köy Enstitüsü. Bunların açılacağı yerlerin, çevre coğrafya koşullan yö
nünden uygunluk gösteren iller bir araya getirilerek, enstitülerin kesimleri sınırlanacak.
- Yalnız bu 1 6 Enstitünün kuruluşları çok zaman, çok da para harcanmasına bağlı. Para işine dokunuluyor mu hiç?
- Bu 1 6 Enstitünün öğretmen evleri de katılarak her biri-
1 37
ne verilecek ödenekler belli. Bütün yapı giderleri için, tamamı beş yılda ödenmek üzere, üç milyon lira hesap ediliyor.
- Fakat kuruluş için verilen para da, zaman da yeterli görünmedi bana. Yani şimdi her enstitüde gerekli yapılar, beşinci yıiın sonunda tamamlanacak demek oluyor.
- Kastamonu 'ya teşrif buyurduğunuz 7.8ll13ll gönliiğünüz Eğitmen Kursu'nda bütün yapıların, yolların hep eğitmen adayları tarafından yapıldığını; kirecini, tuğlasını, kerestesini hep kendilerinin hazırladıktan yolunda bilgi verilm;şti. Bu metotla hem pek ucuza malediliyor, hem de çabuk yapılabiliyor her şey.
Bu 16 enstitünün yedi milyon lira hesabedilen yapı masraflarının eğitmen kurslarındaki gibi her şeylerini kendilerinin yapmaları yolu tutularak üç milyon lira ile başarılabileceği umuluyor.
- Köy Enstitülerine nereden ve nasıl öğrenci alınacak? - Beş yıllık ilkokulu bitirmiş köy çocuktan seçilerek alı-
nacak. Bunlar, beş yıllık bir süre içinde yetiştirilip öğretmen çıkarılacaklar.
- Köye yarar diğer meslek erbabının öğrenim ve yetiştirilme süreleri belli mi?
- Gerektiği zaman Maarif Vekilliğince saptanacak. - Köy Enstitüsü'nden diploma aldıktan sonra öğretrnen,
köyde kaç lira aylıkla çalışacak? - 20 Lira ile başlaycak, sonra 30; 1 S 'inci ders yılı başın
da da 40 liraya çıkacak. - Peki bu para, geçim için yeter mi acaba? - Öğretmene, aylığı dışında başka geçim olanakları da
sağlanıyor. - Ne gibi? - Bir defa öğretmenin ve ailesinin geçimine; öğretmen-
lerin ders uygulamalarına yetecek büyüklükte arazi veriliyor. - Bu toprakların işlenmesi için gerekli alet ve hayvanlar?
1 38
- Çiftçilik için hayvan, avadanlık, tohum, fidan .. gibi üretim araçları devletçe bedava verilecek.
- Öğretmenin geçimini büyük ölçüde sağlayacak bu tanın işletmesi, bütün araçlarıyla ekili ve elde edilen ürün bir afetle ziyan olursa?
- Bu hallerde bütün zararları karşılayacak yardımların yapılması düşünülmüş.
- Peki, bu öğretmenlere başkaca ne gibi hakların verilmesi söz konusu?
- Hiztnet sürelerinde 30 yılı dolduran öğretmen, emekliliğini isteyebilecek; bunlara, emekli aylığı bağlanacaktır. Köy öğretmeni, eşi ve çocukları, MaarifVekilliği'nin prevantoryumunda parasız tedavi edilecekler. Köyde öğretmenin ve ailesinin sağlık işleri, sağlık müfettişi hekimlerce izlenecektir. Aynca, enstitü çıkışlı öğretmenlere yedek subaylık hakkr da tanınmıştır. .
- Bu Enstitülere ne kadar öğrenci alınacağı belli mi? - Evet Paşam. Nüfusları dörtyüzden fazla, eksik öğret-
menli, ya da hiç öğretmeni olmayan köylere; köy karakterindeki küçük kasabalar için 1 5 .000; eğitmen örgütünde görevlendirilecek gezici başöğretmenlikler icin 3.000; eğitmenltrin bölge merkezlerinde kurulacak beş sınıflı okul öğretmenlikleri için de 2.000 ki toplam olarak 20.000 öğrenci alına-cak. .
- Köy Enstitüleri 'nde bugünün ihtiyaçlarına göre 20.000 öğretmen yetiştirilmesinin gerekli olduğu işi, herhalde ciddi bir hesap sonucu olacak. Peki ama bu kadar öğrenciyi, açılacak enstitüler bulabilecekler mi acaba? Çünkü köylerde topu topu 5 .000 okulumuz bulunduğuna göre başlangıçta bir kaynak darlığı ile karşılaşılması muhtemel. Böyle tıkanıklıklar, ilgililerce fark edilmiştir elbet. Bu arada bir de okullu köylerde pek az sayıda kız Öğrencinin bulunduğu hesaba katılırsa, ölçüsü epeyce geniş bir zorluk, söz konusudur. Bunlar için de bir çare düşünülmüştür sanının.
1 39
- işin başlangıcında karşılaşılacak zorluklardan en önemlilerinden birisine değindiniz. Buyurduğunuz bu tıkanıklık akla gelmiş. İki ana çare üzerinde duruluyor. Bunlardan birisi, eğitmenli köy okulları bölgelerinin ortalarında beş sınıflı ilkokullar açmak ve üç sınıflı okulları beş sınıfa çıkarmak; öbürü de Genel Müdürümüzün düşüncesine göre, olanaklar elverdiğinde, eğitmenli okulları bitirmiş öğrencileri, enstitülere bağlı olarak kurulacak uygulama okullarında yetiştirip köy Enstitüleri'ne almak.
- Görülüyor ki "Kaynak" işinde karamsar olacak kadar bir tıkanıklık !>ÖZ konusu değilmiş. Koşulların, daha başka olanakları da hazırlayabileceği düşünülebilir.
Nasıl eğitmen işi yürüyor mu? - Evet Paşam, eğitmenler, artık Köy Enstitüleri 'nde açı
lacak kurslarda yetiştirilecekler. - Verdiğiniz haber, beni gerçekten sevindirdi. Görülüyor
ki köyün uyandırılması, canlandırılması için şimdi artık doğru yol bulunmuş. Yurt için hayırlı olsun. Bu alanda çalışacaklara başarılar dilerim. Beni, gerçekleşmesini güvenle bekliyeceğim Köy Enstitüleri üstüne iyi bilgilerle donattınız. Sağ olun!
Yukardaki konuşmamın dayanağı olan "Köy Enstitüleri Kanun Layihası", 1 7 Nisan 1940 yılında 3803 sayı ile kanunlaşmıştır.
Ve hemen bundan sonra, daha önce hazır edilip işaretlerini bekleyen öğretmenler, yöneticiler, namlularından fırlayan fişekler gibi yerlerine kondular. Sel, çamur tanımayan, hiçbir yokluk karşısında irkilmeden, hiçbir zorluk önünde ürkmeden büyük savaşa daldılar. Gemi azıya alan soylu bir hırs, büyük bir sevgi, bu savaşın bellibaşlı cephaneleriydi. Buralarda görev alan anaların babaların, ne çoluğunu çocuğunu gör� dü gözleri . . . ne de yıpratıcı yorgunlukların ateşi kaİ-şısındıi duraladılar. Her şeylerini köy hizmetine adayan bu ülkücü insanlar, varlarını, yoklarını bu uğurda harcadılar.
140
1 940-1 946 yıllan, köyün ak günlerini dokumaya başladı. Gidiş ve davranışlardaki içtenlik ve özelliğin eğitim tarihine kazandırdığı benzersiz düşünce ve yargı değerleri, bu alanda doğru ölçülere varmak isteyen gelecekteki araştırıcılara aydınlık bir yol açmıştır.
*** Kuruluş ve gelişmeleri için en hızlı çabaların harcandığı
günlerde Sayın İnönü, Köy Enstitüleri için yapmış bulunduğu gözlem ve incelemelere dayanarak övgüsünü ve yargısını, aşağıya aktardığım 25.8. 1 942 de Samsun 'daki demeciyle bütün yurda duyurmuştur.
"Samsun'a gelinceye kadar Köy Enstitüleri 'nden üçünü gördüm. Kız ve erkek köylü çocuklarımız hem müesseselerini kuruyorlar, hem de ileride ifa edecekleri yüksek vazifeleri için hazırlanıyorlardı. Yapıcı, çare bulucu, çalışkan bir ruh bu Enstitüler'in hayatına hakim olmuştur. Bu durumu görmekten pek memnun oldum, pek ümitliyim. Türk kızlarının müstesna haysiyet ve ciddi vazife severliği, bütün mekteplerimizde olduğu gibi, Köy Enstitüleri 'nde de göze çarpmaktadır. Öğretmenler ve Enstitü Müdürleri Türk köyünün geleceğini sağlam temellere istinat ettirmek için aşk ile çalışıyorlar. İktidarlı, fedakar ve vatansever köy öğretmenleri yetiştirmek Enstitülerin mukaddes emelleridir. Şüphe yok ki Enstitü öğretmenlerine ve müdürlerine düşen vazife hepimiz için, her vatansever için imrenilecek, heves edilecek bir vazifedir: Şimdiki tutumfarı iyi netice alacağımız ümidini bende çok kuvvetlendirdi. Köy Enstitüleri hakkındaki bu müspet görüşlerimi vatandaşlarıma söylemekten zevk alıyorum."
Bütün ömrü boyunca yaptığı siyasal ve askerlik görevleri içinde kendisince üstün değerlerini benimsediği; öldüğü zaman da Türk Milletine bırakacağı iki eserinden birisinin Köy Enstitüleri olduğunu belirterek onlara sahip olan Sayın İnö:. nü'nün 1 7 Nisan 1967 Bayramı için yolladığı kutlama mesajı ile yazılarımı bitiriyorum. Konuya bundan daha uygun dü-
14 ı
şebilecek böyle güzel ve özlü bir bağlantı bulunamazdı herhalde.
"İNÖNÜ'NÜN MESAJI (Cumhuriyet Salı 1 8 Nisan 1 967)
"Mesajında; Hasan Ali Yücel ile İsmail Hakkı Tonguç'u minnetle anan İnönü, özetle şöyle demektedir:
. " Köy Eiıstitüleri 'nin yıl dönümünde fikirlerimi topluluk huzurunda söylemek isterdim. Düşündüklerim, Köy Enstitüleri 'ne karşı ölçülmez takdir duygularımın özeti olacaktır.
"Köy Enstitüleri, eğitim hayatımızın geçirdiği evrim içinde başlıbaşına bir hamle devridir. Buraya alınanlar ameli hayat mücadelesinde ve türlü sanat kollarında tecrübeli çalışmışlardır. Çıkanların, kız ve erkek, mesleklerinde başarılarını daima görmüşümdür ve daima göreceğime de inanmaktayım."
142
Köy işlerine emeği sevgisi geçenlere selam! Bu sorunda anlayış gösterenlere de selam! ..