233
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU (ANAYASA HUKUKU) ANABİLİM DALI AVRUPA ANAYASASI YOLUNDA YAŞANAN GELİŞMELER ve TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ Yüksek Lisans Tezi HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACI ANKARA – 2004

HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

  • Upload
    others

  • View
    14

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU (ANAYASA HUKUKU)

ANABİLİM DALI

AVRUPA ANAYASASI YOLUNDA YAŞANAN

GELİŞMELER

ve TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ

Yüksek Lisans Tezi

HAZIRLAYAN

ALİ ERSOY KONTACI

ANKARA – 2004

Page 2: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Giriş I. Bölüm

TEK AVRUPA DÜŞÜNCESİ VE ANAYASACILIK;

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE

A) Tek Avrupa Düşüncesi 5

1) Bir Gelişim Çizgisi Olarak “Batı” 5

2)“Avrupa”; Bir Kıta’dan, Bir “İdeal”e 8

B) Anayasacılık ve Anayasalar 16

1) Büyük Dönüşümde Birinci Sahne: Rönesans ve Reform 20

2) Büyük Dönüşümde İkinci Sahne: Burjuva Aydınlanması 25 3) Devrimler Çağı, Anayasacılık ve Anayasalar 32

4) Anayasacılık; Dönüşen ve Değişen Anlamlar 42

a) Klâsik (Negatif) Anayasacılık 42

b) Negatif Anayasacılıktan “Pozitif” Anayasacılığa 46

II. Bölüm “AVRUPA ANAYASASI”NIN GERİLİM EKSENLERİ:

KAVRAM VE AÇMAZLAR

A) “Avrupa Kamu Hukuku” Kavramı ve Avrupa Anayasası’nın Normatif

Temelleri 59

B) Avrupa Anayasası Kavramı ve Temel Tartışma Eksenleri 64

1) Bir Avrupa Anayasası Gerekli mi? 64

a) Avrupa Anayasası Lehindeki Görüşler 64

i-) Avrupa Birliği’nin Geleceği Hakkındaki Deklarasyon

(Laeken Deklarasyonu) 64

ii-) Bilimsel Görüşler 66

b) Anayasa Aleyhindeki Görüşler 72

Page 3: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

2) Bir Avrupa Anayasası Mümkün mü? 75

a) Anayasa ve Halk; “Kurucu İrade”den “Kurucu İktidar”a 76

b) Avrupa Anayasası; “İrade”sini Arayan İktidar 77

i-) “No Demos” Tezi ve Avrupa Anayasası’nın Kavramsal

Düzeyde Reddi 80

ii-) Bir “Avrupa Halkı” Yaratmak 87

iii-) “Çoğul Kimlikler” ve Yeni bir Toplum Tasarımı 92

C) Anayasa Yapım Süreci ve Avrupa’nın Geleceği

Konvansiyonu 98

1) “Kurucu Organ”ın Yapısı ve Oluşum Şekli 100

2) Anayasa Yapım Üslubu 104

3) Anayasanın Yürürlüğe Girişi; Referandum 110

III. Bölüm TASLAK AVRUPA ANAYASASI; DEĞERLER VE KURALLAR A) Klâsik (Negatif) Anayasacılık 117

1) Kuvvetler Ayrılığı 117 2) Hukuk Devleti 129

B) Pozitif Anayasacılık 144

1) Yasama Fonksiyonu 147 a) Birlik Yasama Faaliyetleri ve İkincil Mevzuat Türleri 147

b) Yasama Prosedürleri 150

2) Yürütme Fonksiyonu 153

a) Avrupa Konseyi Başkanlığı ve Birlik Dışişleri

Bakanlığı Kurumları 154

b) Güçlendirilmiş İşbirliği Mekanizması 157

3) “Yetki Kataloğu” Sorunu ve Konsey’in Karar Alma Yöntemleri 162

a) Yetki Kataloğu 165

Page 4: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

b) Bakanlar Konseyi ve Nitelikli Çoğunluk Sistemi 171

C) Demokrasi 184

1) Kavram ve Tanım Sorunu 184

2) Avrupa Birliği’nde Demokrasi Arayışları 189

3) Avrupa Demokrasisi ve Taslak Avrupa Anayasası 195

a) Avrupa Demokrasisi; Yeni bir “Boyut” için Yeni

“Biçimler” İhtiyacı 195

b) Taslak Avrupa Anayasası: Demokrasiye Doğru

Bir Adım mı? 200

i) Taslak Anayasa’daki Demokrasi Açılımları 201

ii) Birlik Vatandaşlığı ve Demokratik Katılım 202

D) Değerlendirmeler 209

IV. Bölüm TASLAK AVRUPA ANAYASASI VE TÜRK ANAYASAL DÜZENİ

A) Kurumsal Sorunlar 216 1) 1982 Anayasası ve Egemenliğin Devri Sorunu 216

2) 1982 Anayasası ve Birlik Hukukunun Üstünlüğü Sorunu 222

a) Birincil Hukukun (Avrupa Anayasası’nın) Üstünlüğü

Sorunu 223

b) İkincil Hukukun (Birlik Organlarınca Yapılan İşlemlerin) Üstünlüğü

Sorunu 227

3) 1982 Anayasası’nın Taslak Avrupa Anayasası ile Çelişen

Hükümleri Sorunu 231

B) Anayasal Değerler Çatışması Sorunu 234

Kaynakça 242

Page 5: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Giriş

İnceleme konusu “Avrupa Anayasası” olarak belirlenen bir çalışmada, konunun

sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi için, her şeyden önce, ele alınan kavramı oluşturan

bileşenlerin açıklanması gerekmektedir. Bu anlamda, elimizde, incelediğimiz kavramı

oluşturan bileşenler olarak “Avrupa” ve “anayasa” terimleri yer almaktadır.

Her biri sayısız araştırmaya konu olmuş bu terimler ve arkalarında yatan

siyasî/kültürel birikim, elbette ki bu çalışmanın temel konusu değildir ve bu kapsamdaki bir

çalışmada tüm yönleriyle ele alınmaları olanaksızdır. Ancak bunların, “Avrupa Projesi”nin

bugün geldiği noktanın anlaşılabilmesi için vazgeçilmez oldukları ölçüde tanımlanmaları ve

çalışmamıza ışık tutan yönlerinin açığa çıkarılması gerekmektedir.

Bu bakış açısı bizi bir yandan, siyasî bir ifade ve ideal olarak “Avrupa” fikrinin

oluşumuna ve zaman içinde geçirdiği dönüşümlere; diğer yandan da kavramın ikinci bileşeni

olan “anayasa” teriminin ortaya çıkışına ve günümüze uzanan süreçte edindiği yeni

anlamların çözümlenmesine götürmektedir. Bununla birlikte, bilimsel incelemelerin

doğasından kaynaklanan bu analitik (çözümlemeci) bakış açısına mutlak şekilde bağlı kalmak,

bu çalışma kapsamında birçok çıkmazla karşılaşma tehlikesini de beraberinde getirmektedir.

Zira günümüzde, birbirinden ayrı olarak varolan bir “Avrupa” ve bir “anayasal gelenek”

bulunmadığı gibi, geçmişe bakıldığında da birbirinden tamamen bağımsız olarak gelişen bir

“Avrupa düşüncesi tarihi” ve bir “anayasacılık tarihi” görmenin imkânı yoktur. Bu kavramlar,

aynı tarihsel birikimin ürünü olup, res publica christiana’dan Aydınlanma Avrupa’sına

dönüşen Batı Uygarlığı’nı, geçmişinden gelen temelleri üzerinde bir kez daha; ama bu sefer

tamamen lâik bir düzlemde tasarlamak ve kurmak çabası olarak biçimlenen süreçleri ifade

etmektedir. Daha açık bir anlatımla; hem “tek Avrupa düşüncesi”, hem de “anayasacılık

hareketleri”, varlıklarını Batı Uygarlığı’nın tarihinden gelen deneyim ve birikimlere borçlu

olup; bunun karşılığında günümüz Avrupa’sı da, aynı kökten türeyen bu iki akımın ve bunları

Page 6: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

yaratan sınıfsal/felsefî dinamiklerin çocuğudur. Özetle, bu çalışmada ele alındığı şekliyle bu

iki kavram, Ortaçağ’dan “modern zamanlar”a geçişte Avrupa’nın yaşadığı büyük dönüşümün,

kronolojik ve mantıksal açıdan birbiriyle iç içe geçmiş iki ayağını ifade etmektedir.

Konuya bu bütünsellik çerçevesinde yaklaşıldığında, bahsedilen bu büyük dönüşümü

ve bu dönüşüme giden yoldaki adımları lâyıkıyla değerlendirebilmek için, anılan kavramların

birbirleriyle olan ilişkileri bağlamında konumlandırılmaları kaçınılmaz bir ihtiyaç haline

gelmektedir. Ancak, bir tarih incelemesi veya bir tarih yorumu olmayan böyle bir çalışmada,

söz konusu kavramların karşılıklı etkileşimlerini ve süreç içindeki gelişimlerini incelerken,

değinilen bu kavramların ikincisine; yani anayasacılık düşüncesine ve anayasalara öncelik

vermek gerekeceği de tabiîdir. İşte bu gerçekten hareketle, çalışmanın ilk bölümünde,

öncelikle siyasî bir ifade ve ideal olarak “Avrupa” fikrinin ortaya çıkışına ve günümüze

uzanan süreçte geçirdiği dönüşümlere kısaca değinilecek; bunun sonrasında ise, “tek Avrupa

düşüncesi”nin taraftarlarıyla karşıtları arasında varolan tarihsel ikilemin, günümüzde “Avrupa

Anayasası” tartışmaları ekseninde somutlaştığına işaret edilecektir. Bölümün devamında ise,

çalışmanın asıl konusunu oluşturan anayasacılık hareketlerinin ve bunların ürünü olan

anayasaların üzerinde yoğunlaşılacak ve klâsik anayasacılıktan günümüze uzanan süreçte,

anayasa kavramının geçirdiği dönüşümlere ve kazandığı yeni anlamlara dikkat çekilecektir.

Bu inceleme sonucunda elde edilecek değerler ve prensipler ise, ilerleyen bölümlerde Taslak

Avrupa Anayasası’nın kurum ve kurallarını incelerken başvuracağımız “ölçü norm”lar

işlevini görecektir.

Çalışmanın ikinci bölümünde, ilk bölümde “bileşenleri” yönünden incelenen Avrupa

Anayasası kavramının kendisi üzerinde durulacak ve kavramın, bir bütün olarak ifade ettiği

anlamlar üzerinde yoğunlaşılacaktır. Bu kapsamda, bir “ulus-üstü anayasacılık” denemesi

olan Avrupa Anayasası bağlamında yaşanan tartışmalara ve ortaya çıkan temel gerilim

eksenlerine işaret edilecek ve “Avrupa Kamu Hukuku” kavramından “Taslak Avrupa

Page 7: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Anayasası”na giden yol; hem anayasa yapım süreci, hem de söz konusu anayasanın

“muhatapları” açısından değerlendirilmeye çalışılacaktır. Bu bölümde cevap aranan asıl

sorular ise; Avrupa Anayasası’nın kavramsal düzeydeki varlığı ve gerekliliğiyle, böyle bir

girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır.

Üçüncü bölümde ise, doğrudan doğruya Avrupa Anayasası’nın kurumsal tahliline

girişilecek ve anayasacılık düşüncesinden gelen değerlerle, Avrupa Anayasası’nın içeriğini

oluşturan kurallar arasındaki bağlantı üzerinde durulacaktır. Değerler ve kurallar arasındaki

bu bağlantıda görülecek kopma ve aksamalar ise, Taslak Anayasa’nın yürürlüğe girmesi

durumunda dahi, onun, Avrupa halklarının gözündeki meşruiyetini ve Avrupa’nın karşı

karşıya olduğu sorunları çözme kapasitesini olumsuz etkileyen boşluklar olarak

tanımlanacaktır.

Çalışmanın son bölümündeyse, önceki üç bölümde tarihsel, kavramsal ve kurumsal

açıdan incelenen Taslak Avrupa Anayasası ile Türk anayasal düzeninin karşı karşıya gelmesi

durumunda yaşanabilecek sorunlara dikkat çekilecektir. Bu karşılaştırmada öncelik, çok daha

yakın ve direkt etkilerin görüleceği kurumsal sorunlara ve Birlik üyeliğinin önündeki anayasal

engellere verilecektir. Daha sonra ise, her iki anayasal düzenin dayandığı değerler arasında

yaşanabilecek temel çatışma eksenlerine değinilecek ve Türkiye’nin kısa ve orta vadede

yaşayabileceği gerilim noktalarına işaret edilmeye çalışılacaktır.

Page 8: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

I. Bölüm Tek Avrupa Düşüncesi ve Anayasacılık;

Geçmişten Günümüze

A) Tek Avrupa Düşüncesi

1) Bir Gelişim Çizgisi Olarak “Batı”

“Batı”nın neresi olduğu sorusu, gündelik hayata hakim olan dil ve anlamlar dünyası

açısından gereksiz bir soru olarak görülebilir. Bununla birlikte, bilimlerin —ve özellikle de

sosyal bilimlerin—kavramlara dayanan ve kavramlarla çalışan bir düşünce disiplini olduğu

düşünüldüğünde, böyle bir incelemenin konusu olmaya aday her kavram gibi, “Batı

Uygarlığı” kavramının da çerçevesinin net olarak çizilmesi ve sınırlarının belirlenmesi

ihtiyacı hasıl olmaktadır. Bu anlayıştan hareket edildiğinde ise, bu tez kapsamında çözülmesi

gereken ilk sorun, “tek Avrupa düşüncesi”nin ve “anayasacılık hareketleri”nin kaynaklarını

arayacağımız “Batı”nın neresi olduğu sorunu olarak belirginleşmektedir.

Bu konuda alışılagelen yaklaşım, Türkiye ve daha doğusundaki toplumların

penceresinden bakıldığında, Batı’nın, kendi konumlarının “değili”ni ifade eden yekpare bir

bütün olarak algılanmasıdır. Ancak bu çalışma kapsamında; Batı’nın, genel olarak Antik

Çağlar’dan, Hıristiyanlık’tan ve Aydınlanma’dan gelen kökleriyle kendi içinde eş ve uyumlu

bir birliktelik olarak tanımlanmasının ve farklılıkların sadece dünyanın geri kalan kısmıyla

Batı arasında aranmasının, anılan kavramın net bir tanımına ulaşmayı zorlaştıran başlıca

faktörlerden biri olduğu savunulmaktadır.

Batı Uygarlığı, coğrafî bir terimle ifade edilemeyecek kadar büyük bir alana karşılık

gelmektedir. Bu uygarlık, Avrupa’nın batısında doğmuş olmakla birlikte, oradan Avrupa’nın

diğer bölgelerine, Amerika Birleşik Devletleri’ne, Kanada’ya ve hattâ Avustralya’ya kadar

Page 9: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

uzanmıştır.1 Ancak bu geniş kapsam, Batı Uygarlığı’nın doğuşunda ve gelişimimde, etkileri

bugün dahi devam eden farklı çizgilerin mevcudiyetini görmezden gelmeyi haklı

kılmamaktadır. Bu anlamda, Batı Uygarlığı’nın geneline hakim olan bir takım ortak niteliklerin

varlığı sabit olmakla birlikte, çalışma alanımızı ilgilendiren boyutuyla bu farklı çizgiler,

Ortaçağ’dan tek Avrupa düşüncesine ve anayasacılığa giden yolda, daha ziyade Doğu ve

Batı Avrupa arasında uzanmaktadır. Gerçekten, Doğu ve Batı Avrupa arasında, kökenleri

395 yılında Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesine kadar giden kültürel farklılaşma

süreci, 1054 yılında Doğu ve Batı Kiliseleri’nin ayrılmasıyla hızlanarak devam etmiş2 ve

Rönesans ile birlikte bu ayrım, daha da derinleşerek günümüze kadar ulaşmıştır.3 Bu

anlamda, Rönesans’ı ve dolayısıyla Yeniçağ’ı yaratan da, Avrupa kültür çevresinin, ancak

Batı Roma İmparatorluğu’nun varisi olan Latin-Cermen bölümü olabilmiştir. Buna karşılık

Doğu Roma’nın mirasçısı olan Orta ve Doğu Avrupa toplumları, Rönesans ve Yeni Çağ’ın

olgunlaştırdığı değerleri ancak daha sonraları benimseyebilmişlerdir.4 Yine, Roma’nın 1 TANİLLİ, Server: Uygarlık Tarihi, Çağdaş Dünyaya Giriş, Say Yayınları, İstanbul 1981, s. 15. Batı

Uygarlığı’nın tarihî, siyasî ve kültürel gelişim aşamalarını içeren doyurucu bir kaynak için bkz.

2 GÖNENÇ, Levent: Prospects For Constitutionalism in Post-Communist Countries, Kluwer Law

International, The Hague-The Netherlands 2002, s. 37.

3 Nitekim, özellikle mezhep farklılıklarına dayanan bu bölünme sürecinin, bugün dahi değişmeden devam ettiği

görülmektedir. Hıristiyan dünyasını tam ortasından ikiye bölen bu ayrımın kökenleri, Batı Avrupa’daki Reform

hareketinden ve Protestan Kilisesi’nin kurulmasından çok daha öncelere; Doğu ve Batı Kiliseleri’nin ayrılmasına

ve doğuda Ortodoks Kilisesi’nin kurulmasına kadar uzanmaktadır. Doğu Kiliseleri, Roma’dan kopmalarının

ardından, temel referans noktaları olarak Vatikan’ı değil, 451 yılında Khalkedon (günümüzde Kadıköy)

Konsili’nde belirlenmiş öğretinin kural ve kalıplarını almaya başlamışlardır. (Bkz. Dictionnaire Larousse,

Ansiklopedik Sözlük, Milliyet Yayınları, İstanbul 1994, C. 5, s. 1825.) Bununla birlikte, 1962 yılından

başlayarak Papa XXIII'in Johannes’in gayretleriyle Ortodoks ve Katolik Kiliseleri’nin birleştirilmesi yönünde

çeşitli çalışmalar yapılmış ve bu yaklaşım, 1963 yılında Rodos'ta toplanan Ortodoks Kiliseleri konferansında da

kabul görmüştür. Neticede, Ortodoks Kiliseleri Baş Patriği Athenagoras ile Papa VI. Paulus, Ocak 1964 ve

Aralık 1965 tarihlerinde Kudüs'te buluşarak 900 yıl önce konulan aforozu geri almışlardır. (Bkz.

HANÇERLİOĞLU, Orhan: İnanç Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1975, s. 474, 475.) Ancak bütün bu

gelişmelere rağmen, bugün Batı’da her üç Kilise de varlıklarını birbirlerinden bağımsız olarak sürdürmekte ve

özellikle kürtaj gibi kırılgan meselelerdeki tutumlarıyla, Avrupa halkları arasında uzlaşmaz fikir ayrılıkları

oluşturmaya devam etmektedirler.

4 GÖKBERK, Macit: Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1998, s. 161.

Page 10: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

dağılmasından sonra doğuda ve batıda karşılaşılan farklı koşullar, o tarihten sonraki yüzyıllar

boyunca izlenen gelişme seyirlerini de önemli ölçüde etkilemiştir. Her ne kadar Polonya,

Macaristan, Bohemya-Moravya (bugünkü Çek Cumhuriyeti bölgesi) ve Slovenya gibi bir

takım ülkeler, Batı Avrupa’nın Ortaçağ siyasî kültürünü ve anayasal geleneklerini belli ölçüde

paylaşmışlarsa da, bu bölgede merkezî bir iktidar biçimi olarak Bizans’ın varlığı, kilise-devlet

ilişkilerinde Batı Avrupa’ya damgasını vuran bazı temel tutumların ve özellikle sözleşme-rıza

ekseninde gelişerek iktidarın keyfî kullanımını sınırlayan bir “sivil toplum” anlayışının Doğu

Avrupa’da tekrarlanmasını büyük ölçüde engellemiştir. Buna ek olarak, 20. yüzyılın önemli bir

bölümünde S.S.C.B.’nin uydusu olarak totaliter bir yapıya dahil olan Orta ve Doğu Avrupa

toplumları, bugün Avrupa Anayasası’nın temelinde yattığını iddia ettiğimiz liberal-demokratik

anayasacılık geleneğini ve bunun yarattığı çağdaş siyasî kurumları daha geç bir dönemde ve

gelgitlerle dolu bir süreç içinde tecrübe edebilmiştir.

Bütün bunlardan sonra, bu tez kapsamında “Batı” derken, yalnızca dünyanın

batısından değil; Avrupa’dan, ama daha da özel olarak, Avrupa’nın da batısından

bahsettiğimizi ifade etmenin zamanı gelmiş sayılabilir. Böylece, bu çalışmada, tek Avrupa

düşüncesinin tarihî ve kültürel oluşumunu açıklamaya çalışırken özellikle ağırlık vereceğimiz

çizgi, siyasî liberalizmin ve klâsik anayasacılığın gelişim çizgisiyle örtüşen Batı Avrupa

geleneği olarak belirlenmektedir.

2) “Avrupa”; Bir Kıta’dan, Bir “İdeal”e

Danys HAY, Avrupa düşüncesinin doğumunu incelediği kitabında, Avrupa’da 17.

yüzyılın sonlarından 18. yüzyıla doğru yol alınırken, bir yandan “Hıristiyanlık”ın, siyasî bir

kavram ve ideal olarak kadim sözcüklerin karanlık dünyasına evrildiğine, diğer yandan da bu

çöküşe paralel olarak bir diğer kavramın —“Avrupa”nın—giderek artan sayıda insanın

sadakât sembolü olarak önlenemez yükselişinin başladığına dikkat çekmektedir.5 Bu

dönüşüm, aynı zamanda “Avrupa” kelimesinin coğrafî bir sözcük olmaktan çıkıp, modern

5 HAY, Denys: Europe, The Emergence of an Idea, Edinburgh University Press, Edinburgh 1968, s. 35.

Page 11: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

dünyanın fikirler dünyasında konumlanan bağımsız bir siyasî ifadeye dönüşmesinin de

başlangıcını ifade etmektedir.

Aslında “Avrupa” kelimesinin, coğrafî bir kavram olarak bin yıllara dayanan bir tarihi

olmakla birlikte; kavramın, 18. yüzyılın öncesinde de, salt coğrafî çağrışımları aşan şekillerde

kullanıldığı bilinmektedir.6 Ancak kavram, o tarihe kadarki “coğrafya ötesi” kullanımlarında,

kendisinin dışındaki bazı kavramların içinde eritilmiş ve söz konusu kavramların

“tamamlayıcısı” olarak algılanmıştır. Bu anlamda “Avrupa”, Antik Çağlar boyunca Persler’e

karşı girişilen savaşta özgürlük fikrinin, Ortaçağ’ın büyük kısmındaysa Hıristiyanlık’ın ve

Hıristiyan dünya görüşünün tamamlayıcısı olarak anlaşılmıştır. 17. yüzyılın sonlarından 18.

yüzyıla doğru yol alınmaya başlandığındaysa, ilk olarak kavramın kendi içinde bir gerçeklik

ve bunun da ötesinde; bir çok unsuru kapsayan ve bütünleştiren bir üst terim olarak

değerlendirilmesinin yolu açılmıştır.

Bu dönüşüme giden yolda, Avrupa’da Reform ve onu takip eden gelişmeler sonucunda

tüm kıtayı kasıp kavuran ve Otuz Yıl Savaşları’nda (1618-1648) doruğa ulaşan bir şiddet

dönemi yaşanmış, bunun sonucunda Batı dünyasına hakim olacak nihaî düzenin ifadesi olarak

Pax Christianae fikri, artık tamamen oyun alanının dışına atılmıştır. Çok yüksek bedeller

ödenerek alınan bu dersin sonucunda, Batı’da bir yandan Unitas Reipublicae Christianae

düşüncesi tarihe gömülürken, diğer yandan da Avrupa’ya hakim olacak üç ayaklı yeni bir

düzenin temelleri atılmıştır.

6 Bu kapsamda, kavramın “salt coğrafî bir anlamı aşan” ilk kullanımına Antik Yunan’da rastlanmaktadır. M.Ö.

5. yüzyıldan itibaren İyonya’da (bugünkü Batı Anadolu kıyıları) kurulan Yunan kolonileriyle Persler arasındaki

karşılaşma neticesinde, “Helen - Helen olmayan” ayrımı önem kazanmış ve “Avrupa”, klâsik Yunan kültürüyle

bu “yabancı” uygarlık arasındaki toplumsal-idarî farklılıkları ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmıştı. Bkz.

BOER, Pim Den, Peter BUGGE ve Ole WÆVER: The History of the Idea of Europe, The Open University,

Routledge 1996, s. 16.

Page 12: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Kurulmakta olan yeni Avrupa’nın temellerini oluşturan bu üç ayaktan birincisi; Otuz

Yıl Savaşları’nı sona erdiren ve Papalık’ı barış antlaşmasından dışlayarak Kutsal Roma

İmparatorluğu’nun dağıldığını kabul eden Westphalia Antlaşması ve bu Antlaşma’da dile

getirilen yeni egemenlik teorisiydi.7 Antlaşmanın kurumsallaştırdığı bu yeni teoride,

Avrupa’nın mutlak monarşileri sistemin merkezine oturtuluyor ve bunlar arasındaki dengeye

dayanan bir uluslararası sistem fikri savunuluyordu.8 Kurulmakta olan bu yeni düzenin ikinci

ayağı; geride kalan şiddet döneminin etkisiyle yaygınlaşan dinsel hoşgörü anlayışı ve üçüncü

ayak da; Avrupa’da 13. yüzyıldan beri sürekli büyüyen ve gelişen ticarî hayatın

şekillendirdiği değerlere ve yaşam tarzına olan bağlılıktı.

Bununla birlikte, din savaşlarının çeşitli toplumlar arasındaki temel mücadele ekseni

olmaktan çıkması, zihinlerden de aynı hızla silinmesi sonucunu doğurmadı. Özellikle XIV.

Louis yönetiminde hâlâ Avrupa’nın en güçlü Katolik Monarşisi olan Fransa, İngiltere başta

olmak üzere tüm Protestan ülkelerin bilinçaltında bir korku odağı olarak varlığını sürdürmeye

devam ediyordu. Fransa’nın, tüm Avrupa’yı hakimiyeti altına alacak bir “Evrensel Katolik

Monarşi” kurma peşinde olduğu yönündeki inanış, İngiltere başta olmak üzere bir çok

Protestan ülkede, dinsel özgürlükler, bağımsız devletler arasındaki güç dengelerinin

sürdürülmesi ve serbest ticaretin korunmasıyla iç içe geçen bir “Avrupa” kavramının

doğumuna ve bu ülkelerde etkin olan fikir çevrelerince, varolduğuna inanılan bu tehdit

karşısında verilecek mücadelenin bayrağı olarak yükseltilmesine yol açtı. Bu fikrî dönüşümün 7 UYGUN, Oktay: “Küreselleşme ve Değişen Egemenlik Anlayışının Sosyal Haklara Etkisi”, Anayasa Yargısı,

S. 20, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara 2003, s. 250.

8 “ ‘Vestfalyacı ya da Vattelci egemenlik’ kavramı, otoritenin dış kaynaklarının hem hukukî hem de fiilî olarak

dışlanmasını ifade eder. Devlet, kendi sınırları içerisinde otoriter karar alma mekanizmaları üzerinde bir tekele

sahiptir. Bu durum, milletlerarası seviyede (ise); devletlerin, diğer (devletlerin) içişlerine karışılmaması kuralına

riayet etmeleri gerektiğine işaret etmektedir.” KRASNER, Stephen D: “Tarihî Miyopluğun Hedef Tahtası:

Egemenlik”, (Çev. Akif BOZOK), Türkiye ve Siyaset, S. 5 (Kasım/Aralık 2001),

(http://www.turkiyevesiyaset.com/sayi5/0517.htm). Makalenin orijinali için bkz. International Political

Science Review, Vol. 22, No. 3 (2001), s. 229-251.

Page 13: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

başını çeken İngiltere’de, kamuoyu karşısında akımın sözcülüğünü üstlenen İngiliz liberalleri

(Whig) ile Kraliyet’in resmi politikaları arasında giderek artan gerilim, 1672 yılında

Fransa’nın Protestan Hollanda’ya karşı giriştiği saldırılarla patlama noktasına ulaştı. Bu

saldırılar sonrasında Protestan ülkelerde giderek şiddetlenen muhalefet, özellikle siyasî

kitapçıklar ve broşürler yoluyla yayıldı. Bu propaganda mücadelesinde Louis’in rakipleri,

genellikle “Avrupa” terimini bir üst kavram olarak benimserlerken, Fransız propaganda

makinesi buna “Hıristiyan Prensler’in en güçlüsü olan Güneş Kral” ve “respublica

christiana’nın büyük koruyucusu” kavramlarıyla cevap vermeyi tercih etti.9 “Avrupa” ve

“Hıristiyanlık” kavramlarının birbirine karşıt içeriklerini daha da belirginleştiren bu süreç ile,

akımın başını çeken İngiltere’de tutucu İngiliz Kralı ve muhafazakârların bu saldırılar

karşısında takındığı tutum,10 İngiliz Liberalleri’nin, dinsel çağrışımlardan arınmış bir

“Avrupa” ideali odağındaki muhalefetlerini giderek şiddetlendirmesine neden oldu. Bu

muhalefet sürecinde hatları iyice belirginleşen düşünce, zaman içinde İngiltere’den başlayarak

Avrupa’nın tüm Protestan kamuoyunca benimsendi.11 Böylece, siyasî bir kavram ve ideal

olarak “Avrupa”, ilk olarak İngiltere’de, özellikle 1680 ve 1681 yıllarında hakim olan güçlü

Whig muhalefetince oluşturuldu ve buradan tüm kıtaya, XIV. Louis’e karşı girişilen

mücadelenin ifadesi ve bu mücadeleye olan sadakâtin “yüce sembolü” olarak yayıldı.12

Bu tarihsel irdelemenin de ortaya koyduğu üzere, “Avrupa” kavramının siyasî bir ifade

ve ideal olarak benimsenmesiyle, Avrupa’da toplumsal ve siyasî alanın sekülerleşmesi

9 BOER, BUGGE ve WÆVER (1996): s. 42.

10 İngiliz İç Savaşı boyunca XIV. Louis’in sarayında himaye ve eğitim görmüş olan Kral II. Charles, bu olaylar

karşısında Fransa’ya tepki göstermek yerine, 21 Ekim 1680’de “İngiltere’nin güvenliği ve Hıristiyanlık’ın

huzuru için”, Hollanda ile kurulmuş olan ittifakın sona erdiğini ilân etmiştir.

11 SCHMIDT, H.D.: “The Establishment of ‘Europe’ as a Political Expression”, The Historical Journal, Vol .

IX, No. 2 (1966), s. 174.

12 SCHMIDT (1966): s. 175 ve 178; LOCK, Grahame: “Impossible Europe? Problems and Contradictions in the European Idea”, Nederlands Tijdschrift voor Rechtsfilosofie en Rechtstheorie, Vol. 13 (1995), s. 177.

Page 14: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

arasında güçlü bir mantıksal ve kronolojik bağ vardır. Yine bu irdeleme göstermektedir ki bu

kavram, daha ilk ortaya çıkışından itibaren belli değerlerle özdeşleştirilmiş ve içerdiği

varsayılan bu değerler çerçevesinde savunulmuştur.13 İşte “Avrupa”, bu tez kapsamında ele

alındığı şekliyle, Batı Uygarlığı’nın 17. ve 18. yüzyıllar boyunca yaşadığı büyük dönüşümde,

bir üst siyasî kimlik ve kapsayıcı bir bütünsellik odağı olarak “Hıristiyanlık”ın yerini alan ve

takip eden süreçte kendine özgü bir anlamlar dünyası kuracak olan kavramdır.

Bununla birlikte, tek Avrupa düşüncesi, ortaya atıldığı dönemden bu yana bir çok

farklı idealin somutlaştığı mekân olarak tasavvur edilmiş ve birbiriyle çatışan pek çok söylem

arasında sürekli el değiştirmiştir. Gerçekten, yukarıda da görüldüğü üzere, XIV. Louis’nin

Katolik Fransa’sına karşı girişilen mücadelenin bayrağı olarak yükseltilen Avrupa ideali,

ilerleyen zamanla birlikte, erken dönem Aydınlanma düşüncesinin zihninde özgürlükler ve

serbest ticaretle özdeşleşen bir mekân tasarımına dönüşmüş; takip eden Napoléon

Dönemi’nde ise, Devrim’in ideallerini, yine Devrim’in namluları ucunda tüm Kıta’ya

yaymayı amaçlayan radikal bir “birleştirme” arzusu haline gelmiştir. Napoléon Dönemi

sonrasında Avrupa’ya tekrar hakim olan “Kutsal İttifak”ın Avrupa tasarımı ise, kadim

monarşileri bir kez daha merkeze oturtmuş; buna tepki olarak yükselen milliyetçi-liberal

devrimlerse, ulus devletlerin ve ulusal çıkar çatışmalarının tohumlarını ekerek, tek Avrupa

düşüncesinin geri plâna itildiği bir siyasî iklime zemin hazırlamıştır.

İdeolojilerin yükselme çağında uyanan kitlelerin siyasî kimliklerde yarattığı devasa

dönüşümler ve bunun yansıması olan büyük sınıf mücadeleleri, evrenselciliğe ilişkin

13 Her ne kadar, “Avrupa”nın daha önceki “coğrafya ötesi” kullanımlarında da, kendisi dışındaki bazı

kavramların içinde eritildiğine değinmiş olsak da, kanımızca bu tarihten sonraki özdeşleştirmelerin, daha

öncekilerden kalın çizgilerle ayrılması mümkündür. Zira, yine yukarıda değinildiği üzere, bu dönüşümle birlikte

Avrupa, kendisi dışındaki bir takım değerlerin—örneğin Hıristiyanlık’ın—bir alt bileşeni ve tamamlayıcısı

olarak değil; bilakis, bu değerlerin bütünleştiricisi ve omurgası olarak algılanmaya başlanmıştır.

Page 15: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

bambaşka bir bakış açısını gündeme getirmiş ve tüm Avrupa’yı; “komünizm hayaleti”nin,

Kıta’yı saran kapitalist üretim ilişkilerine karşı siperler kazdığı bir savaş alanı olarak tasavvur

etmiştir. Ne var ki, 20. yüzyılın hemen başında, evrenselci idealizme dayanan bu çekişmeler,

ulusal çıkarlara dayanan çatışma eğilimleri karşısında bir kez daha mağlup olmuş ve iki büyük

dünya savaşına giden yolda Avrupa düşüncesi, büyük felaketlerin ve yıkımların gölgesinde

unutulmaya terk edilmiştir.

Bununla birlikte Avrupa ideali, yaşanan bütün bu hayâl kırıklıklarına ve dönem dönem

gölgesinde kaldığı farklı ihtiraslara rağmen; felsefecilerin, devlet adamlarının ve çeşitli

düşünürlerin arasında hep tartışılan bir konu olarak kalmayı başarmıştır.

Bu anlamda, modern çağ felsefecileri arasında Avrupa düşüncesine en büyük katkıyı

yapan isim, kuşkusuz Immanuel KANT olmuştur. Aydınlanma’nın ürünü olan yeni

entelektüel sınıfın tipik bir temsilcisi olarak KANT, bir ahlâk felsefecisi yaklaşımıyla,

“evrensel doğru/gerçek” olarak betimlediği Avrupa’yı, tüm insanlarca benimsenmesi mümkün

olan asgarî müştereklerin kesişme noktası olarak ele almış ve tamamı “cumhuriyetçi

anayasalar”la yönetilen devletlerden oluşan bir “halklar federasyonu” önerisiyle, Avrupa’da

nihaî barışın sağlanabileceğine inanmıştır. Ancak, bu çarpıcı yaklaşımına rağmen KANT,

Avrupa’yı ortak bir kültür temeline dayanan yeni bir toplum modeli olarak değil; temellerini

genel-geçer ahlâk kalıplarından alan evrenselciliğin bir yansıması olarak tasarlamıştır.

Bu dönem, aynı zamanda, Avrupa fikrinin taraftarları ve karşıtları arasındaki ayrımın

belirginleşmeye başlamasına da sahne olmuştur. Gerçekten, KANT’ın tek Avrupa

düşüncesine dair ortaya koyduğu bu iyimser yaklaşıma büyük bir meydan okumayı gündeme

getiren Wilhelm Friedrich HEGEL, Avrupa’nın özünün, onun evrenselliği olduğu fikrini

benimsemiş; ancak, bu “öz”ün, tüm farklılıkları kabul etmekte yattığını ve Avrupa’nın

evrenselliğinin, başta Almanya olmak üzere hiçbir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını

ortadan kaldırmaması gerektiğini savunmuştur. Bu çerçevede HEGEL, Avrupa kavramını

Page 16: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

kategorik olarak reddetmemiş; ancak, bir “halk”tan; bir “ulusal ruhtan” yoksun kalmaya

mahkum bir Avrupa Birliği perspektifine yönelik güçlü karşı çıkışıyla, aynı eksende

günümüzde de devam eden eleştirilerin ilk temsilcilerinden biri olmuştur.

Bu dönemde, tek Avrupa düşüncesine yapılan bir diğer önemli katkı ise, çok farklı bir

anlayıştan; Friedrich NIETZSCHE’den gelmiştir. Ulus-devlet yapılanmasına ve demokrasi

başta olmak üzere ulus devletle özdeşleşen tüm değerlere karşı şiddetli muhalefetinin

arkasında NIETZSCHE, BISMARCK’ın yükselen Alman İmparatorluğu’na karşı birleşmiş

bir Avrupa fikrini gündeme getirmiş ve tek bir mutlak gücün hegemonyasının hüküm sürdüğü

bir Kıta perspektifi yerine, asgarî müştereklerde birleşen bir birlik vizyonuyla—farkında bile

olmadan—tek Avrupa düşüncesinin 20. yüzyılın ikinci yarısındaki yol haritasının ipuçlarını

vermiştir.

Bu şekilde, 300 yıldan uzun bir süre boyunca Avrupa’yı bir uçtan diğerine saran

çatışmalara rağmen varlığını sürdüren bu ve benzeri düşünceler, Avrupa’nın geçirdiği bütün

yıkımların en büyüğü olan İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde ise, bambaşka bir gözle

değerlendirilmeye başlanmıştır. Avrupa’nın devlet adamları, çekilen onca acının ardından,

milliyetçiliğin yıkıcı potansiyelinin ve sonu gelmez mücadelelerin bedelinin ne olduğu

konusunda dehşet verici bir manzarayla karşılaşmışlardır. Bu manzaranın da etkisiyle tek

Avrupa düşüncesi, “kurucu babalar”ın (founding fathers)14 elinde, dünyanın merkezi ve süper

gücü olma niteliğini kaybeden Avrupa’yı, bir daha asla çıkmamak üzere tekrar eski

yörüngesine oturtmanın aracı olarak benimsenmiştir. Böylece Avrupa ideali, en sonunda bir

14 Bu terim, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nun kurulmasına yol açan “Schumann Plânı”nın mimarları;

zamanın Fransız Dışişleri Bakanı Robert SCHUMANN ve plânın esin kaynağı olan Jean MONNET ile İtalyan

Federalist Altiero SPINELLI gibi kişileri anlatmak için kullanılmaktadır. Bu konuda bkz. BOZKURT, Enver,

Mehmet ÖZCAN ve Arif KÖKTAŞ: Avrupa Birliği Hukuku, Nobel Yayın-Dağıtım, Ankara 2001, s. 7, 8;

CLAYTON, Jess: “A History of European Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F.

GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004, s. 14.

Page 17: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

ütopya olmaktan çıkarak, Paris ve Roma Antlaşmaları’yla ilk adımları atılan yolda, somut ve

gerçek bir barış ve refah projesi halini almıştır.

Bugün gelinen noktada ise tek Avrupa düşüncesi, Avrupa Anayasası ile birlikte, tarih

boyunca geçirdiği dönüşümlerin en cüretkâr olanının eşiğine gelmiş bulunmaktadır. Bu

çerçevede Avrupa Anayasası üzerine yürütülen tartışmalar, Avrupa’nın tarihinden gelen bütün

uyuşmazlıkları ve birleşmiş bir Avrupa fikrinin taraftarları ile karşıtları arasındaki kadim

anlaşmazlıkları buluşturan bir platform işlevini görmektedir. Bu bağlamda tek Avrupa

düşüncesi, günümüzde Avrupa Anayasası’nın simgesel varlığıyla bütünleşmiş olup, bu

noktadan sonra yapılacak olan tercihler, gelecekte de birleşmiş bir Avrupa’nın varolup

olmayacağını; varolacaksa da, bunun sıkı ekonomik ilişkiler üzerine kurulu bir ortaklıktan mı

ibaret olacağı, yoksa salt bir “pazar” olmanın ötesine geçerek, gerçekten de bir “değerler

topluluğu” haline mi geleceği hakkındaki soruların da nihaî yanıtlarını oluşturacaktır.

Page 18: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

B) Anayasacılık ve Anayasalar

Anayasalar, gerçek anlamıyla modern çağın ve modern toplumsal düşüncenin ürünü

olmakla birlikte, anayasacılığın felsefî temelleri Batı Uygarlığı’nın gelişimindeki çok eski

zamanlara kadar uzanmaktadır. Bu anlamda, anayasacılık düşüncesinin özü olan sınırlı iktidar

ve özgür birey anlayışları, Batı’da çağlar içinde yaşanan dönüşümlerin ürünü olup, siyasî

iktidar ile insanlar arasındaki ilişkinin doğasına dair biçimlenen özgün anlayışları

yansıtmaktadır.

Gerçekten, daha Antik Yunan’dan başlayarak hukuk, Batı toplumsal düşüncesinde

önemli bir yer sahibi olmuştur. Özü itibariyle birer “vatandaşlar topluluğu” olan kent

devletlerinde15 hukuk, Antik Çağ’ın devlet adamlarının gözünde, topluluklarını bir arada

tutabilmenin yegâne aracı olarak benimsenmiş16; hukukun insanlar arasındaki birliğin esas ve

vazgeçilmez temeli olduğuna dair inançlarıyla Yunanlılar, Doğu’da örnekleri sıkça görülen

“sınırsız takdir hakkına sahip iktidar” düşüncesine yabancılaşmışlardır. Benzer şekilde, tarihî

ve toplumsal olarak Antik Yunan’ın mirasçısı olan Roma’da da hukuk, toplum ve devlet

yaşamında merkezî bir rol oynamış; güçlenen askerî otoritesini bir sosyal düzen aracı olarak

15 MÖ. 5. yüzyılda en parlak dönemini yaşayan Antik Yunan’dan günümüz Batı Uygarlığı’na devrolunan siyasî

mirasın şekillenmesindeki en önemli etken, kuşkusuz “kent devleti” denen örgütlenme ve yaşam biçimleri

olmuştur. Burada bu yapılanmaları tanımlarken, “idari örgütlenmeler” kavramının yanında, “yaşam biçimi” de

sözcüklerini kullanmamız, kuşkusuz ki bir edebî kaygının çok ötesinde anlamlar taşımaktadır. Gerçekten de kent

devletleri, ya da Yunanlılar’ın özgün isimlendirmesiyle “polis”ler, birer idari birim olmanın çok ötesinde;

sanatsal, ekonomik, entelektüel, ahlâkî, siyasî ve dinî boyutlarıyla bütünsel bir kimlik, bir varoluş şekliydi.

Yunanlılar için polis, kelimenin tam anlamıyla, başlı başına bir yaşam biçimiydi. Bkz. MORROW, John:

History of Political Thought, A Thematic Introduction, Macmillan Press LTD, Malaysia 1998, s. 5.

16 WATKINS, Frederick: The Political Traditions of The West, Harvard University Press, Cambridge-

Massachusetts 1967, s. 6.

Page 19: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

hukukun yerine ikâme etmeyen Romalılar, giderek yükselen ve teknikleşen bir değer olan

hukuku, toplumsal barışı ve düzeni sağlamanın aracı haline getirmeyi başarmışlardır.17

Roma’nın yıkılışıyla başlayan ve yaklaşık 1000 yıl süren bir zaman dilimi olan

Ortaçağ ise, bu döneme atfedilen bütün olumsuz değerlendirmelere rağmen18, anayasacılık

düşüncesinin oluşumuna katkı yapan bir çok unsurun ortaya çıkışına şahit olmuştur.

Gerçekten, bu dönemin hakim öğesi olan Hıristiyanlık’ın, zaman içinde Roma’nın giderek

zayıflamasına paralel olarak dünyevî iktidara rakip bir güç haline gelmesi, Batı siyasî

geleneğinde bambaşka bir anlayışın doğumuna yol açmıştır. Zira, değinilen bu gelişme ile

birlikte, tarihte ilk defa, siyasî iktidara bir sınır çizen ve onu, belli ölçülerde de olsa,

öngörülebilir ve hesaplanabilir kurallar çerçevesinde davranmaya iten bir dışsal denge faktörü

17 McDONALD, Lee Cameron: Western Political Theory Part-I, Ancient and Medieval, Harcourt Brace

Jovanovich, Inc., U.S.A. 1968, s. 98. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki; bütün bu gelişmelere rağmen, Antik

Çağlar’ın anayasacılık düşüncesi bağlamındaki önemini abartmamak lazımdır. Zira, değinilen her iki uygarlığın

kurduğu sistemin de, anayasacılığın özünü oluşturan hususlarda büyük eksiklerinin olduğu açıktır. Bu anlamda,

örneğin Antik Yunan’da, tüm vatandaşların devlet yönetimiyle bizzat ilgilendiği; yani “kamu”nun bizzat

kendisinin iktidarda olduğu bir sistemde “kamuoyu”, iktidarın işleyişine anayasal bir çerçeve çizmenin

imkânsızlığıyla karşılaşmış ve yönetimde etkin olmayı başaran grubun önünde, karşıtlarını mahvetmek için

hiçbir ahlâki veya yasal engel kalmamıştır. [WATKINS (1967): s. 17] Benzer şekilde, Roma’nın devlet ve

toplum anlayışının iflasının altında yatan sebep de; iktidarın, kendisi dışında bir denetim mekanizmasına tâbi

tutulamaması olmuştur. Roma Kamu Hukuku, POLYBIUS’un anayasa çalışmalarında da dile getirildiği gibi,

“karma anayasa” anlayışının ve iktidara hakim olacak güçler arasındaki denge arayışlarının sonucu olarak dikkat

çekici ilerlemeler kaydetmiş, ancak Roma Anayasası hiçbir zaman iktidarın iç işleyişini düzenleyen dar bir

kurallar kümesi olma boyutunu aşamamış ve “iktidarın halk karşısında sınırlandırılması” gibi bir açılımı

gerçekleştirememiştir. Kısacası, kişiler arası ilişkileri ve devletin iç işleyişini düzenleme hususunda son derece

etkin olan hukuk, gerek Yunan, gerek Roma Dönemi boyunca, bireylerle iktidar arasında gerçek bir tampon

vazifesi görmekten uzak kalmış; bu da, bugün anladığımız anlamda bir anayasa fikrinin Antik Çağlar boyunca

oluşmasını engellemiştir.

18 “Aslında bu dönemi adlandırmak üzere kullanılan terimin kendisi bile, bu döneme bakıştaki tereddütleri gözler

önüne sermektedir. Zira, zaman gibi, sonu belli olmayan ve net olarak ölçülemeyen bir doğrultunun “orta”sının

neresi olduğu belli olmayacağına göre, bu döneme Ortaçağ denmesinin ideolojik nedenleri olduğu açıktır...

Aydınlanmacı bilinçaltına göre Ortaçağ, uzun sürmüş bir kuluçka dönemi, koza içinde geçmiş bir zaman

dilimidir.” Bkz. BELGE, Murat: “Ortaçağ”, Doğu Batı, S. 14 (2001), s. 77, 78.

Page 20: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

ortaya çıkmıştır. Roma’nın yıkılışından sonra ise Batı’da merkezî bir otoritenin yokluğunda,

farklı iktidar odaklarının görece bağımsız varlıklarından kaynaklanan yeni bir yapılanma

oluşmuş ve bu yapılanmayı herkes açısından makul ve sürdürülebilir bir dengeye oturtmanın

aracı olarak şekillenen “sözleşme” fikri ile, çeşitli feodal otoriteler arasındaki danışma ve

ortak karar organı haline gelen “feodal meclisler”, bu dönemin anayasacılık düşüncesinin

gelişimine sunduğu özgün katkılar olmuştur. Buna ek olarak, toprakların giderek daha fazla

feodal bey arasında bölünmesi, sistemin siyasî ağırlık merkezini giderek daha aşağıya

çekerken19; çoğalan ve denetimsizleşen bu merkezler arasındaki anarşik mücadeleler, feodal

unsurlar arasında “adil” ve “adil olmayan” davranışların daha dikkatle izlenmesine ve bu

kavramların, iktidarın meşruluk ölçütü olarak benimsenmesine yol açmıştır. Bu değer yargısı

da, iktidarın kullanımının bir takım adalet ilkelerine uygun olması gerektiği yolundaki tipik

Batı düşünce tarzına önemli katkılar sağlamıştır. Bütün bunlara ek olarak, dünyevî iktidarlar

ile Kilise arasında sürüp giden mücadeleler, toplumun, kendisiyle iktidar odakları arasında

tampon vazifesi görecek bir takım “ikincil yapılanmalar” üretmesine de imkân sağlamıştır.

Bir bilimsel ilerleme sürecinin, bir ticari gelişme sürecinin ve bu alanların somutlaştığı yaşam

çevresi olarak şehirlerin yaratılması20, Kilise ile dünyevî iktidarlar arasındaki mücadelenin,

Batı Uygarlığı’na öngörülmemiş ve hesaplanmamış katkıları olmuştur.21 Görece serbest bir

yaşam biçiminin hüküm sürdüğü bu şehirlerde giderek güç kazanan “şehir meclisleri” de,

Avrupa’nın anayasacılık geleneğine önemli katkılar sunan bir diğer kaynak olmuştur. Zira bu 19 POGGI, Gianfranco: Çağdaş Devletin Gelişimi; Sosyolojik Bir Yaklaşım, (Çev. Şule KUT ve Binnaz

TOPRAK), Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1991, s. 46.

20 SCHÖPFLIN, George: “The Political Traditions of Eastern Europe”, Daedalus, Vol. 119, No. 1 (Winter

1990), s. 58. Aynı makale için ayrıca bkz. Eastern Europe… Central Europe…Europe, Stephen

GRAUBARD (Ed.), Westview Press, Boulder 1991, s. 59-92.

21 Burada tipik bir söylem olarak iktidarın sınırlanmasından değil, öngörülmemiş ve hesaplanmamış süreçler

neticesinde oluşan kısmi özgürlük alanlarından bahsedilmesi gerektiği hakkında bir diğer görüş için bkz.

ZABUNOĞLU, Yahya Kazım: Bir Hukuk ve Siyasal Bilim Problemi Olarak Devlet Kudretinin

Sınırlandırılması, A.Ü.H.F. Yayınları No: 185, Ankara 1963, s. 19-20.

Page 21: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

meclisler sayesinde, dinsel aktörler olmaksızın da iktidarların talepleriyle toplumun ihtiyaçları

arasında bir dengenin kurulabileceğine ve iktidarın, birbirini sınırlayan farklı güç odakları

arasında bölünebileceğine dair ilk kanıtların elde edilmesi mümkün olmuştur.22

Başta da belirtildiği gibi, buraya kadar değinilen bu dönemlerin her birinin,

anayasacılık düşüncesinin beslendiği fikrî temellerin oluşumuna önemli katkılar sağladığına

kuşku yoktur. Bununla birlikte, anayasacılık ve anayasalar, esas itibariyle, Batı’da 15.

yüzyıldan 18. yüzyılın sonlarına uzanan dönemde yaşanan büyük bir toplumsal dönüşümün ve

bu dönüşümün hakim aktörleri arasındaki ilişkilerin sonucu olarak biçimlenmiştir. Dolayısıyla

bu kavramların ne anlama geldiğini sağlıklı bir biçimde değerlendirebilmek için, öncelikle

anılan bu dönüşümün üzerine eğilmek gerekmektedir.

1) Büyük Dönüşümde Birinci Sahne: Rönesans ve Reform 23

15. ve 16. yüzyıllar boyunca Batı’da yaşanan iki büyük gelişme, Avrupa’nın

görünümünü baştan sona değiştirecek bir dönüşümün kapılarını açtı. Bunlar; bir kültür, sanat

ve yaşam anlayışı devrimi olan Rönesans ile, bunun dinsel alandaki yoldaşı olan Reform

hareketleriydi.

Binyılın başından beri Avrupa’da yaşam, ticaret ve endüstri ekseninde giderek

canlanırken, sürekli olgunlaşan merkezî iktidar karşısında Kilise, dünyevî iktidar savaşında

22 POGGI (1991): s. 58. İktidarın, farklı güç odakları arasında bölüşülerek sınırlanması anlamındaki bu denge, bu

“sosyal düalizm”; aktörleri ve ifade ediliş tarzı değişse de, o tarihlerden bu yana Batı Uygarlığı’nın

tanımlanmasındaki en ayırt edici özellik olarak kalmıştır. Zira aşağıda inceleneceği üzere, ağırlıklı olarak

Hıristiyanlık’ın ortaya çıkışı sonrasında şekillenen bu anlayış, gelişen yeni toplumsal güçlerin baskısıyla

karşılaştığı zaman ortadan kalkmamış, aksine, temel esaslarının korunduğu lâik bir söylem çerçevesinde yeni

çağlara aktarılmıştır. Bu konuda bkz. BLUHM, William T.: Ideologies and Attitudes: Modern Political

Culture, Prantice-Hall Inc., Englewood-Cliffs-New Jersey 1974, s. 27.

23 Buradaki bölümlememize temel oluşturan ve Ortaçağ Avrupa Siyasî Kültürü’nün geçirdiği büyük dönüşümü,

iki büyük adım ve bu adımları oluşturan evreler halinde çözümleyen daha ayrıntılı ve analitik bir çözümleme için

bkz. GÖNENÇ (2002): s. 43-45, 49-51 ve 72 vd.

Page 22: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

yorgun ve parçalanmış haldeydi. Uhrevi uğraşlarındaki çözülmeye paralel olarak,

yüzyıllardan beri tekelinde tuttuğu eğitimde ve sanatlarda da dünyevî aklın güçlenmesine

karşı koyamayacak kadar meşguldü. Buna ek olarak, özellikle İtalya’da, Floransa gibi güçlü

kentlerde yaşayan ve entelektüel kapasitesi yüksek olan orta sınıf, bilimde, eğitimde ve

sanatlardaki bu coşkulu akımın itici gücü olmaya devam ediyordu. Yükselsen bu yeni sınıf,

yalnızca entelektüel faaliyetlerdeki ilerlemelerle de yetinmeyip, tüm Ortaçağ’ı kaplayan

Kilise yasası yerine, pazar toplumunun gereksinimlerine daha uygun olan Roma Hukuku’nu

canlandırmaya başlamıştı. Böylece olgunlaşan bu şartlar; insana, doğaya ve yaşamın

anlamlandırılmasına dair bambaşka bir anlayışın; insancıllığın ve insana baskı yapan her şeyin

reddiyle dünyevî mutluluğu temel alan yeni bir düşüncenin oluşumunun yolunu açtı.

Bununla birlikte, Rönesans’ın bizi ilgilendiren yönü, sanatlarda, bilimde ve teknik

gelişmelerde sağlanan bu başarılardan ziyade, iktidarın belirlenmesi sürecinde Reform’la

birlikte tamamlanacak olan bir dönüşümün başladığı ve Niccolo MACHIAVELLI gibi

düşünürlerce, modern siyasetin temeli olan “merkezî egemen devlet” kuramının oluşturulduğu

dönem olmasıdır. Gerçekten, Antik çağlar boyunca siyasetin temel sorunu, “en iyi” yönetim

biçiminin ne olduğunun belirlenmesi olmuştu. Ahlâki bir vurgu çerçevesinde ele alınan bu

sorun, siyaseti ve bunun konusu olan iktidarı, düşünsel düzeyde ifade edilen bir takım

değerlere bağlı ikincil bir konumda ele alıyordu. Ortaçağ boyunca ise siyaset, Kilise’nin din

merkezli evrensel iktidarının meşrulaştırılması ve korunması üzerinde yoğunlaşmıştı.

Rönesans ve MACHIAVELLI ile birlikteyse siyaset ve ahlâk sorunları birbirinden ayrılarak

merkezî iktidar, siyaset sorununun temeline oturtuldu.24 Böylece bu dönemden sonra siyaset

24 Aslında MACHIAVELLI’in ahlâk ile siyaset sorunlarını birbirinden mutlak olarak ayırdığını söylemek, biraz

kolaycı bir yaklaşım olmaktadır. Burada söz konusu olan, o güne kadar ahlâkî vurgulardan veya “olması

gereken”e ilişkin bir takım varsayımlardan türetilen siyasetin, MACHIAVELLI ile birlikte artık ahlâkın önüne

geçirilmesidir. Bu anlamda MACHIAVELLI, siyasetin kendi özerk alanının oluşumuna önemli katkılarda

bulunmuş ve onu, esas konusu olan merkezî egemen iktidarla birlikte, dinin, ahlâkın ve diğer tüm toplumsal

Page 23: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

sorunu; “iktidarın nasıl ele geçirileceği, sağlamlaştırılacağı ve korunacağı” biçiminde ifade

edilmeye başlandı. Ancak, Batı siyasî düşüncesinde başlayan bu büyük dönüşümü

tamamlayan ve siyasetin doğasındaki farklılaşmayı resmîleştiren adım ise, Reform hareketiyle

birlikte atıldı.

Savunduğu değerler ve eylemleri arasındaki fark, artık sıradan insanların bile

görebileceği kadar belirginleşen ve üzerinde büyük bir nefret toplayan Kilise’ye karşı gittikçe

büyüyen bir tepki, tüm Avrupa’da 1300’lerin başından beri sürekli birikmekteydi. 1500’lerin

başında gelinceye kadar bu tepkiler doğrultusunda pek çok başkaldırılar yaşanmış, ancak o

tarihe kadar yaşanan ayaklanmalarda reformcular, dinden başka şeylerde de reform isteme

hatasına düşmüşler ve başarısız olmuşlardı.25 Ama 31 Ekim 1517’de bir Alman Papazı olan

Martin LUTHER’in, ünlü 95 Tez’ini Wiltenberg’deki Saray Kilisesi’nin kapısına asmasıyla

başladığı kabul edilen bu son dalga harekette her şey bambaşka bir şekilde gelişti.

Din, Avrupa coğrafyasının büyük bölümünün Kilise tarafından sistemli bir biçimde

sömürülmesini meşrulaştıran en büyük kılıftı. Bu kılıfın altında Kilise, şehirli orta sınıflardan

merkezîleşen iktidar odaklarına kadar birçok kesimle rekâbet halindeydi. Bu yüzden Reform,

Kilise’yi, aslında ait olduğu kutsal ve temiz yere çekme çabası olarak başlamasına rağmen,

kendisine hiç ummadığı destekçiler buldu ve bu destekçiler onu, başlangıçta öngörmediği ve

oluşumların kendisinden türediği bir kaynak haline getirmiştir. Bkz. AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali ve Levent

KÖKER: Tanrı Devlerinden Kral-Devlete, İmge Kitabevi, Ankara 2001, s.197-207.

25 Örneğin, İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nden bir dinbilim profesörü olan John WYCLIF (1320-1384)

Papa’yı sert bir dille eleştirirken aynı zamanda köylü ayaklanmalarının manevi önderi konumuna gelmişti.

Bohemya’da Ioannes HUS (1369-1415) sadece Roma’yı protesto etmekle yetinmemiş, soyluların iktidarını ve

ayrıcalıklarını tehdit eden komünistçe bir köylü hareketi yaratmıştı. Dolayısıyla bu hareketler, karşılarında yalnız

Kilise’yi değil, dünyevî otoriteleri de bulmuşlar ve ezilmişlerdi. Bkz. McDONALD, Lee Cameron: Western

Political Theory Part-II, From Machiavelli to Burke, Harcourt Brace Jovanovich, Inc., U.S.A. 1968, s. 221

vd.

Page 24: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

hesaplamadığı duraklara taşıdı. Böylece Protestan Reformu26, dinler tarihi içindeki bir aşama

olmaktan ziyade, dünya siyasî tarihindeki bir dönemeç olarak anlam kazandı.27

Kilise’nin ancak bir congregatio fidelium28 olarak anlaşılmasını savunan Lutherci

görüş, zaman ilerledikçe Avrupa coğrafyasındaki dünyevî otoritelerce, dinî ve dünyevî

iktidarlar arasındaki ilişkinin “olması gereken” biçimi olarak benimsendi.29 Aynı şekilde, tüm

Avrupa’da refahın ve gücün yeni talibi olan burjuvazi de, Kilise’nin dolaşımdaki kârdan

aldığı ölçüsüz paydan fazlasıyla rahatsızdı. Bu yüzden, Luther’in çıkışı, onlar için de içlerinde

biriken tepkinin bir ifadesi oldu.

Aslında Reformcular’ın, Kilise-Devlet ilişkileri hakkında, Hıristiyanlık’ın

doğumundan miras kalan ve Kilise’nin siyasî iktidar karşısındaki özerkliği ve eşdeğerliliğini

savunan fikre sıkı sıkıya bağlı olduklarına şüphe yoktu. Ancak Katolik Kilisesi’nin şiddetli

karşı saldırısından ve baskılarından korunmak için en büyük güvenceleri Kilise ile rekabet

halindeki bölgesel hükümdarlar olan Reform önderleri, bu fikirlerini, onları koruyan prens

dostlarını kızdırmamak için hiç bir zaman yüksek sesle ifade edemediler.30 Böylece gelinen

noktada, hem gücü bölünen ve dünyevî iktidarlar karşısında zayıflayan Katolik Kilisesi, hem

de sürekli karşı karşıya olduğu tehditler yüzünden prenslerin koruyuculuğunun devamına

26 “Protestan” sözcüğü, Luther’i destekleyen bir grup Alman Prens’in, bir İmparatorluk buyruğunun

kaldırılmasına karşı, Spires Diet’ine resmî bir protesto bildirisi sundukları 19 Nisan 1529 tarihinden itibaren

kullanılmaya başlanmış ve o tarihten sonra, bu yeni öğretinin, yaygın kabul gören adı haline gelmiştir. Bkz.

BRINTON, Crane, John B. CHRISTOPHER ve Robert Lee WOLFF: 1453’ten Bugüne Dünya Tarihi ve

Çağdaş Uygarlık, (Çev. Mete TUNÇAY), Cem Yayınevi, İstanbul 1982, C. 1, s. 68.

27 McDONALD (Part-II/1968): s. 219.

28 LUTHER’in, Kilise’nin o tarihteki gibi, siyasî ve ekonomik talepleri olan bağımsız bir kurumsal kimlik olarak

değil, sadece iman edenlerin (Tanrı’ya inananların) dinsel birliği olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunurken

kullandığı kavram.

29 SKINNER, Quentin: The Foundations of Modern Political Thought, Volume Two: The Age of

Reformation, Cambridge University Press, Great Britain 1992, s. 81.

30 WATKINS (1967): s. 70.

Page 25: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

ihtiyaç duyan Protestan Kilisesi, iktidarı etkili bir biçimde sınırlayan güçler olmaktan

uzaklaştı. Bu anlamda Reform’la birlikte gelişen olgunun adı, dinsel olanla (Kilise ile)

dünyevî olanın (devletin) ayrılması anlamında bir “laikleşme” değil, dinsel olanın dünyevî

olana bağımlı hale gelmesi anlamında bir “dünyevîleşme” (secularisation) olarak

biçimlendi.31

Reform hareketinin yarattığı etki, bu gelişmelerle de sınırlı kalmadı. Bu dönemde

Avrupa’da yaygınlaşan dinsel şiddet32, Protestanlar arasında “Monarkomaklar” olarak bilinen

ve dinsel temelli bir direnme hakkı kuramı oluşturan bir akımın doğmasına yol açtı. Despot

(Katolik) kralların meşruluğunu tartışmaya açan ve onların ortadan kaldırılmasını meşru

gören bu anlayış, kısa sürede yaygın kabul gördü ve Katoliklerce de kendi pozisyonlarına

uyarlandı. Böylece Avrupa, 17. yüzyılın hemen başında, çalışmanın başında da değinilen Otuz

Yıl Savaşları’yla şiddetinin zirvesine ulaşacak bir kaos dönemine girdi. Avrupa nüfusunun

neredeyse yarısının ölümüne yol açan bu vahşet yüzyılı, giderek daha fazla insanın dinsel

fanatizmin her türlüsünden nefret etmesine ve mutlak iktidarı bir daha kimsenin meydan

okuyamayacağı kadar güçlendirmeyi, bu kısırdöngüden çıkışın tek yolu olarak görmesine yol

açtı. Böylelikle gelinen noktada Kilise, Batı Uygarlığı’nın yönünün tayin edilmesi sürecinde,

devletle eşit söz hakkına sahip bir kurum olarak kabul edilme şansını sonsuza dek yitirmiş

oldu.

31 AĞAOĞULLARI ve KÖKER (2001): s. 150.

32 Kuzey Avrupa’nın Katolik hükümdarları, sınırları içindeki dinsel farklılıkları barışçı bir biçimde uzlaştırma

konusunda başarısız olunca, dinsel birliği güç siyasetiyle sağlama politikasına yöneldiler. Böylece, önce

Almanya’da 1543 yılından itibaren V. Charles’in “sapkınlara” karşı giriştiği kutsal savaş, sonra İngiltere’de 1553

yılında Kraliçe Mary’nin başa geçmesiyle Protestanlar’a karşı girişilen toplu saldırılar ve daha sonra da

Fransa’da 1572’de Huguenot’lara (Fransız Protestanlarına) karşı girişilen kıyımlar gibi çeşitli tasfiye hareketleri

Avrupa’ya hakim oldu. Bu dönemde yaşanan şiddet olaylarının ve bunların siyasî yansımalarının ayrıntılı bir

incelemesi için bkz. TILLY, Charles: Avrupa’da Devrimler 1492-1992, AFA Yayıncılık, İstanbul 1995, s.

213-219.

Page 26: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Yaşanan bütün bu olayların sonucunda Avrupa, 1000 yıldan uzun bir zaman önce Batı

Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra şahit olduğu mutlaklaşma sürecini, bir kez

daha; ama bu sefer ağırlıkların terazinin diğer kefesinde toplandığı bir şekilde yaşamaya

başladı. Gerçekten, 5. yüzyılın sonlarında, tüm dünyevî iktidar odaklarının dağıldığı bir

ortamda Kilise, Avrupa’ya hükmedecek tek gerçek otorite olarak kalmıştı. 16. yüzyılın

sonlarına gelindiğinde ise Avrupa’da ayakta kalan tek güç, feodal rakiplerini de saf dışı etmiş

olan merkezî krallıklardı. Böylece, Yeni Çağ’a girilirken Avrupa, hem dinî ve dünyevî

otoriteler arasındaki düalizmden kaynaklanan dengelerini, hem de bir dönem boyunca yerel

ve bölgesel meclislerle hükümdar arasındaki ilişkiden türeyen dengelerini yitirmiş oldu.

Sonuç; Avrupa’nın, Batı Uygarlığı’nın o tarihe kadarki gelişimi boyunca, çoğulcu toplum

anlayışı ve özgürlükler adına edinilen tüm birikimlerin yadsındığı; mutlak ve kontrolsüz

güçlerin hakimiyeti altında ezilen bir kıtaya dönüşmesiydi.

2) Büyük Dönüşümde İkinci Sahne: Burjuva Aydınlanması

16. ve 17. yüzyıllar, Avrupa’da iki önemli olgunun gelişimlerini tamamlayarak dünya

tarihine ağırlığını koymasına sahne oldu. Bu olgulardan ilki, geride kalan yüzyıllar boyunca

oluşan altyapısıyla merkezî mutlak monarşi, diğeri de bu oluşumun en büyük dinamiklerinden

olan burjuva sınıfı ve bu sınıfın ekonomik temelli toplum görüşüydü. Bu iki unsur arasında,

feodalitenin ve en büyük feodal güç odağı olan Kilise’nin tasfiyesi sürecinde kurulmuş olan

ittifak, Avrupa’nın 17. yüzyılına da damgasını vurdu ve en olgun meyvelerini bu yüzyılda

verdi.33 Bu dönem boyunca burjuva sınıfı, en yetkin beyinlerini çeşitli alanlarda iktidarın

33 Bu noktada, merkezî krallıkların ayrıcalıklı şehirlerle olan mücadelesini ve burjuvazinin toplumsal rolünü

birbirine karıştırmamak lazımdır. Zira POGGI’nin de belirttiği gibi, merkezî hükümdarlar, şehirli tüccarlara,

başka hiçbir kurumun—ve hattâ şehir meclislerinin—sunamayacağı yeni olanaklar ve ulaşılabilecek yeni ticarî

sınırlar sunuyordu. Bu yüzden, bu grubun önde gelen temsilcileri, salt şehirli olmaktan veya lonca üyeliğinden

kaynaklanan ayrıcalıklar yerine, bireysel sermaye sahibi sıfatıyla sahip olunabilecek yeni çıkarları tercih ettiler.

[POGGI (1991): s. 72,73.] Başka bir ifadeyle, burjuvazinin ayrıcalıklı şehirlerini yitirmesi, bir tür “yumuşak

Page 27: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

hizmetine sunarken, Avrupa’daki merkezî monarşiler buna, merkantilizm denen ve ulusal

burjuvazilerin erken dönem gelişme süreci için hayati öneme sahip korumacı politikalarla

cevap verdiler.

18. yüzyıla gelindiğinde ise, Avrupa bambaşka bir yaşam tarzının doğumuna sahne

oldu. Bir yandan gittikçe gelişen teknoloji ve bunun üretim sürecine uygulanması sanayî

devriminin ön adımlarını oluşturuyor, diğer yandan da ticaret ve sömürgelerden gelen

katkılarla birlikte giderek zenginleşen Avrupa’da burjuvazi, gücünün ve üretkenliğinin

doruğuna ulaşıyordu. Fırsatlarla dolu bu yeni dönemde, zaman ilerledikçe eskiden dayanışma

içinde oldukları mutlak iktidarlar ve ihtirasla korudukları sınırları, artık yükselen bu yeni sınıf

için korunma duvarlarından ziyade aşılması gereken engeller görünümüne girmeye başladı.

Aynı şey, yeni çağın bu dinamizmi karşısında hâlâ Ortaçağ’ın donmuş ilişki kalıplarının

izlerini taşıyan toplumsal ahlâk ve değerler için de geçerliydi. Ancak, Avrupa nüfusunun

sayıca az ve o dönem için pek de saygı görmeyen bir kesimi olarak burjuvazinin, varolan

iktidar odaklarına karşı bir meydan okuma için, elinde tuttukları ticarî ve entelektüel

birikimden daha fazlasına; karşı karşıya kaldıkları engelleri aşmaya yetecek bir güce ihtiyacı

vardı. Bu da, aynı Ortaçağ’da Hıristiyan Kilisesi’nin yaptığı gibi, tüm hedef kitleyi peşinden

sürükleyecek—ki bu hedef kitle, burjuvazi için öncelikle orta sınıfın tümüydü—onlara ilham

ve inanç aşılayacak yeni bir öğretinin, yeni bir yaşam anlayışının ve dünyayı yeni baştan

formüle edecek bir yaklaşımın oluşturulmasını gerektiriyordu. İşte Aydınlanma34, bu arayışın

ifadesi olarak biçimlenen yeni sürecin adıydı.

geçiş” süreciyle tamamlandı ve mutlak monarkla burjuvazi arasındaki ittifak, daha geniş bir düzleme taşınarak

devam etti.

34 “Aydınlanma, 18. yüzyılın başarılı sanatçısı Daniel Chodowiecki’nin, bakır üzerine yapılmış bir gravürünün

adıdır. Resmin ön planında; ağaçların arkasında biri büyük, diğeriyse daha küçük iki kulesi görünen şato benzeri

bir yerleşime ait karanlık ormanın gölgesindeki şose yolda, bir yaya ve tek başına bir atlının peşi sıra bir yük

arabası ilerlemektedir. Yerleşim yeri, uzak sıradağların arkasında ortaya çıkan güneşten; ışınlarını henüz

ağarmakta olan gökyüzüne gönderen ve yerleşim yerinin ardındaki sis perdesini dağıtmak üzere olan sabah

Page 28: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Aslında Aydınlanma’nın, bir sınıf olarak burjuvaziyle ne ölçüde ilişkilendirileceği

konusu, halen tartışmalı bir konudur. Örneğin, BUHR, SCHROEDER ve BARCK,

Aydınlanma üzerine yazdıkları kitaplarına, “Aydınlanma, burjuvazinin bir sınıf olarak kendini

gerçekleştirebilmesi için giriştiği kurtuluş (özgürleşme) hareketinin … adıdır”35 diye

başlarken, Aydınlanmanın burjuvaziyle olan iç içeliği konusunda daha çekingen davranan ve

onu, daha çok aristokrasinin içinden çıkan düşünürlerle (Les Philosophes) özdeşleştiren

görüşler de mevcuttur.36 Ancak her durumda açık olan bir şey vardır ki; Aydınlanma,

“...düşmanlarla dolu bir dünyaya karşı savaşan militan bir tutumun ifadesidir.”37 Konuya bu

pencereden bakıldığında ise, 18. yüzyılın Avrupa’sında “düşman çevre”yi oluşturan en büyük

güç, mutlak monarşi ile Ortaçağ kalıntısı toplumsal yapılanmalar olduğuna ve bu kurumlara

karşı girişilebilecek herhangi bir mücadelenin altını dolduracak tek gerçek güç de, burjuvazi

olduğuna göre, bizce Aydınlanma’nın, bir burjuva ideolojisi olarak betimlenmesinde hiçbir

sakınca yoktur. Zira Les Philosophes’nin içinde, MONTESQUIEU gibi aristokrat kökenli bir

çok düşünür olmasına rağmen, son tahlilde çeşitli sınıflardan gelen tüm bu düşünürlerin

ürettiği fikirleri işleyen ve kendine uyarlayan, yine burjuvazi olmuştur. Bu yüzden, bu

çalışmada Aydınlanma, daha çok burjuvazinin 18. yüzyılın Avrupa’sındaki değişen konumu

çerçevesinde anlaşılmış ve çözümlenmeye çalışılmıştır.

Esasen, birbirinden bağımsız bir çok alanda gerçekleşen entelektüel bir sıçrama ve bir

özgürlük hareketi olarak Aydınlanma’nın temel argümanı, akla verdiği önem ve bu yolla

güneşinden gelen aydınlanmaya bürünmüştür.” Bkz. HOF, Ulrich Im: Avrupa’da Aydınlanma, (Çev. Şebnem

SUNAR), AFA Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 11.

35 BUHR, M., W. SCHROEDER ve K. BARCK: Aydınlanma Hareketi ve Felsefesi, (Çev. ve Düz. Veysel

ATAYMAN), Birim Yayınları No: 6, İstanbul 1984, s. 5.

36 Bu yaklaşımın bir örneği için bkz. ÇİĞDEM, Ahmet: Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul

1997, s. 21.

37 PORTER, Roy: The Enlightenment; Studies in the European History, The Macmillan Press Ltd., Hong

Kong 1992, s. 7.

Page 29: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

insanlığın dünyevî mutluluğunu engelleyen tüm sorunların çözülebileceğine olan inançtı. Bu

inanç, 17. yüzyılın hemen başında, Newton’un klâsik fizik teorisinin tüm evreni sabit ve

hesaplanabilir bir takım kuralların etrafında tanımlayan bakış açısından ilham alıyor ve doğa

bilimlerinin, tüm evreni değişmez kurallar çerçevesinde açıklayan yaklaşımının toplum

bilimlerine yansımasını ifade ediyordu. Ancak kitleleri böyle bir kapsamlı dönüşüm projesine

ortak etmek için, onlara yalnızca yeni bir anlayış sunmak değil, onları bu anlayışın sunduğu

vaatlerin gerçekleşebilirliğine de inandırmak gerekiyordu. İşte, bu inancı topluma mâletme

yolunda ortaya atılan “gelişme” fikri (progress) ile, bu anlayışın mantıksal uzantısı olan

doğrusal tarih anlayışı38, Aydınlanma ideologlarının kitlelere sunduğu yeni “din” oldu.

Aydınlanma, burjuva değerleriyle kesişen özgürlükçü bir akım olarak, doğası gereği

bireyci yönü ön plânda olan tezler üzerine inşa edilmişti. Ancak büyük çaplı bir dönüşüm

projesi olarak, savunduğu bireysel fikirler ile toplumsal yaşamın asgarî gereklerini

uzlaştırmak zorundaydı. İşte “serbest piyasa” fikri de, Ortaçağ boyunca Kilise’nin sağladığı

bu uyumu, bu sefer tamamen lâik bir düzlemde gerçekleştirmenin aracı olarak ortaya atılan

çözüm oldu.39 Aslen eski bir kurum olan özgür pazarlık ve mübadele fikri, bu andan itibaren

yalnızca mal değişiminin optimum koşullarını oluşturan bir yapılanma olarak değil, tüm

sosyal ilişkilerin, ilişkinin tüm taraflarına en fazla mutluluk verecek şekilde düzenlenmesinin

aracı olarak ele alınmaya başlandı. Böylece serbest piyasa fikri, hem lonca tekellerine, yerel

gümrüklere ve aşılmaz ulusal sınırlara karşı savaşan burjuvazinin ekonomik kulvarını

genişletecek; hem de girişeceği bu mücadelede yalnızca kendi adına değil, tüm toplum adına

hareket ettiğini kanıtlayacak sihirli bir formül olarak benimsenmiş oldu. Bu düşüncenin bir

yansıması olarak da “serbestlik” fikri, ekonomik düzlemden sonra, sosyal ilişkilerin bir diğer

38 “İnsanlık tarihi, artık dünyanın sonuna ve mahşer gününe giden bir yol olarak değil, gittikçe gelişen bir varoluş

içinde ilkel başlangıçların yavaş yavaş ilerleyişi olarak görülmektedir.” Bkz. HOF (1995): s. 15.

39 WATKINS (1967): s. 139.

Page 30: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

düzlemi olan düşünsel hayata da nakledildi. Zira bir çok baskı ve tehditle karşı karşıya olan

bu yeni sınıfın aydınları, kendi hareketlerini meşrulaştırmak ve özgürlük alanlarını çoğaltmak

için, tüm fikirlerin özgürce ifade edildiği ve dolaşıma sokulduğu bir “serbest düşünce

piyasası”nın varlığına ihtiyaç duyuyorlardı. Böylece, burjuva ideolojisinin mutlak ve

sorgulanmaz otorite fikriyle uyuşması mümkün olmayan yapısında bir boyut daha

belirginleşmiş oldu.

Bununla birlikte, orta sınıf önderleri için asıl sorun, kendi yaşam alanlarını, eski

değerlerin savunucusu olan mutlak iktidarın kontrolsüz müdahalelerinden kurtarmak

olduğundan, serbest piyasa fikri çerçevesinde optimum işleyişinin kurallarını koyduğu

toplumu, şimdi de iktidarın müdahalelerinden soyutlamak zorundaydılar. Zira Antik

Çağlar’dan o güne aktarılan deneyimlerden öğrenilen şeylerin en önemlilerinden biri de; bir

toplumdaki iktidarı, ister siyasî, ister ahlakî, isterse de ekonomik sebeplerle sınırlanmayı

arzulayan her düşüncenin, iktidarı sınırlamanın aracı olarak sunduğu aktörleri, mutlaka

iktidardan bağımsız bir kişiliğe kavuşturmak zorunda olduğuydu. Zira, iktidardan

kaynaklanan veya onun türevi olan hiçbir güç, içinden çıktığı iktidarı etkili biçimde

sınırlamanın aracı olamazdı. Ortaçağ boyunca bu çıkmaz, Hıristiyanlık tarafından, Kilise-

devlet ayrımı çerçevesinde aşılmış ve siyasî iktidarın karşısına, en az onun kadar meşru ve

kurumsallaşmış bir yapı konulabilmişti. İşte Aydınlanma’nın da bu sonuca varabilmek için

yaptığı şey; öngördüğü toplumsal sistemin, bireysel aklın ve özgür tercihlerin bileşkesi

sonucu ortaya çıkan doğal bir süreç olduğunu vurgulamak ve sistemin işleyişine yapılabilecek

“doğal olmayan” tüm müdahaleleri yadsıyarak, onları insanlığın gelişiminin önündeki

engeller olarak betimlemek oldu. Elbette ki 18. yüzyıl Avrupa’sında en büyük “doğal

olmayan” müdahale de; devlet müdahalesiydi.

İşte bu yaklaşımla birlikte, Batı’da Kilise’nin etkili bir sosyal denge aracı olma işlevini

kaybetmesinden sonra ilk defa, toplumun işleyişinin doğal seyrine bir özerklik kazandırılarak,

Page 31: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

“siyasî iktidarın müdahale etmemesi gereken bir alan” düşüncesi oluşturuldu. Böylece, Batı

Uygarlığı’nın tarihsel gelişiminde, ilk önce dinî-dünyevî iktidar ayrımıyla sağlanan, ancak

Kilise’nin etkili bir sosyal denge unsuru olarak ortadan kalkmasıyla bozulan sosyal düalizm,

fikrî temelde de olsa, bir kez daha, ama bu sefer tamamen dünyevî aktörler esas alınarak

kurulmuş oldu.40

Buna karşın, Aydınlanma düşüncesi, topluma ve toplumun işleyişine siyas^İ iktidar

karşısında özerklik kazandırdıktan sonra, yine Ortaçağ Kilisesi’nin yaptığına benzer bir

biçimde, devleti kuramsal bazda da reddeden düşünceler geliştirmedi. Bunun yerine

Aydınlanma önderleri, devlete araçsal bir gözle bakmayı ve onu, kurdukları serbest piyasa

düzeninin koruyucusu olarak görmeyi seçtiler. Bu tutum, otoritenin ve istikrarın olmadığı

yerde kendisine de hayat hakkı olamayacağını bilen burjuvazinin tarihsel deneyimleriyle de

örtüşüyordu. Bu tutumun bir diğer nedeni de, Avrupa’nın neredeyse tamamında halkın, cahil

köylülerden, işçilerden ve hattâ serflerden oluşmasıydı.41 Aydınlanma önderlerine göre, bu

tarz bir kitlenin aklın ışığını görebilmesi ve bu yolda eğitilmesi neredeyse olanaksızdı. Ama

bunların, aydınlanmanın prensipleri doğrultusunda bilgece yönetilmeleri pekalâ mümkün

olabilirdi! Bu bilgeliğin kaynağı da, elbette ki, hükümdarlara danışmanlık yapacak olan

filozoflar olacaktı.42 Eğitimsiz geniş kitlelerle uğraşmaktansa, az sayıdaki belli otoriteyi

aydınlatmak, aydınlanmacılar için, kadim düzene karşı girişilen savaşta çok daha cazip bir yol

olarak görünüyordu.

Böylece Aydınlanmacılar, sınırladıklarına ve özerk toplumsal yaşam alanının dışına

ittiklerine inandıkları iktidarı, şimdi de ehlileştirme peşine düşmüşlerdi. 18. yüzyılda

neredeyse bütün Avrupa monarşilerinde birbiri ardına kurulan ve krallık sarayının organik bir

40 WATKINS (1967): s. 143.

41 PORTER (1992): s. 26.

42 Théma Larousse (1994): C. 1, s. 412.

Page 32: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

parçası haline gelen Kraliyet Akademileri43 ile, Aydınlanmacılar’ın sunduğu prensiplerden,

ordularını, mali sistemlerini ve devlet bürokrasilerini reforma tabi tutmak için geniş ölçüde

faydalanan monarkların varlığı, bu ilişkiyi güçlendiren faktörlerdi. Böylece “Aydın Despot”

fikri, burjuvazinin siyaset sorununa getirdiği ilk çözüm oldu.44 Ancak 18. yüzyılın sonlarında

batıda yaşanan iki büyük devrim, orta sınıf Aydınlanması ile mutlak iktidarlar arasındaki

ilişkiyi bir daha geri dönmemek üzere kopardı ve sonu Anayasacılık düşüncesine varacak

bambaşka yolların kapılarını açtı.

3) Devrimler Çağı, Anayasacılık ve Anayasalar

18. yüzyılın sonlarında Avrupa, Antik Çağ’dan o tarihlere taşınan değerler ve

deneyimlerin eşliğinde, bünyesinde uzun zamandan beri biriken gerilimlerin çözüleceği ve 50

yıldan fazla sürecek olan bir devrimler dönemine girdi. Yüzyılın son çeyreğinde Amerikan ve

Fransız Devrimleri’yle açılan perde, Avrupa’da 1830 ve 1848 İhtilalleri’yle kapandı ve bu

süreç, yalnızca yazılı anayasaların ortaya çıkışına değil; buna ek olarak, anayasaların içini

vazgeçilmez bir takım değer ve ilkelerle dolduran “anayasacılık” kavramının da oluşumuna

sahne oldu.

1787 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimleri, aydınlanmış orta sınıflarla mutlak

iktidarlar arasındaki bağı koparan ve orta sınıflara, iktidarı öngörülen sınırlar içinde tutmanın

tek yolunun, onu elverişli siyasî kurumlar vasıtasıyla dengelenmek olduğunu öğreten asıl 43 Almanya’da II. Friedrich zamanında, 1740-1770 yılları arasında tipik bir Aydınlanma akademisi olan Berlin

Kraliyet Akademisi ve Fransız Châlons sur Marne Taşra Akademisi, bu yapılanmaların tipik örnekleri olarak

gösterilebilir.

44 Bu yaklaşım, siyaset teorisyenlerinde olduğu kadar ekonomik kuramcılarda da görülüyordu. Örneğin, yukarıda

anlatılan yaklaşımın tipik bir anlatımını, 1776 yılından yayınladığı “Ulusların Zenginliği” isimli eseriyle Adam

SMITH’te görebilmekteyiz. Gerçekten SMITH, merkantilist politikaların eleştirisini gündeme getirirken,

bunların yerine serbest ticaretin yararlarını son derece akılcı çıkarımlarla savunuyor ve hitap ettiği kitle olarak,

devrimci halk yığınlarını değil, aydınlatılmış iktidarı seçmekte hiçbir sakınca görmüyordu. (Bkz. WATKINS,

Frederick: The Age of Ideology – Political Thought, 1750 to the Present, Prentice-Hall, Inc., Englewood-

Cliffs-New Jersey 1964, s. 13.)

Page 33: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

süreç oldu. Bu dönem, ayrıca Batı düşünce tarihinin derinliklerinden süzülüp gelen “anayasa”

kavramının da içeriğinin yeniden belirlenmesine ve kavramın, kendisini savunan toplumsal

güçler arasında “el değiştirmesine” şahit oldu. Zira bu döneme kadar anayasa, kralların

gittikçe güçlenen iktidarı karşısında yitirdiği ayrıcalıklı pozisyonunu tekrar elde etmeyi

arzulayan aristokrasinin ve diğer ayrıcalıklı sınıfların kadim düzene duydukları özlemi ifade

ederken45; “egemenlik” ve “mutlak otorite” kavramları da, bu eskimiş yapılara karşı savaşan

burjuvazinin özlemlerini dile getiriyordu.46 Amerikan ve Fransız Devrimleri’yle birlikte ise,

anayasa kavramı ve içerdiği değerler büyük bir dönüşüme uğradı ve bambaşka bir dünya

görüşünün ve devrimci bir atılımın manifestosu haline geldi.

Özü itibariyle, bölünmüş ve dolayısıyla sınırlanmış iktidarı ifade eden anayasal

geleneğin doğum yeri, kuşkusuz ki İngiltere olmuştur. 16. yüzyılda VIII. Henry ve

Elizabeth’in feodal yapıyla olan mücadelesinde “Taç”ın arkasında yer alan burjuvazi,

feodalizmin tasfiyesini takip eden iki nesil boyunca monarka karşı büyük bir mücadeleye

girişmiş ve en sonunda iktidarın, Taç, lordlar (aristokrasi) ve avam (burjuvazi önderlerince

temsil edilen halk) arasında paylaşılmasına muvaffak olmuştu. Esasen Taç ile avam

arasındaki dengeye dayanan bu sistem, 18. yüzyıla gelindiğinde de parlamentoda

kurumsallaşan iktidar-muhalefet dengesine dönüşerek devam etmekteydi.47 Egemenliğin

mutlak monarktan burjuvaziye geçişini, bu şekilde uzun zamana yayılan küçük adımlarla

45 Fransa’da, Saray çevresi ve aristokrasi tarafından sıkça dile getirilen “Kraliyet’in Temel Yasaları” gibi.

46 İşte, devrimler öncesi dönemde kavramlara yüklenen bu farklı anlamlardır ki; kuvvetler ayrılığı gibi bir

teorinin, burjuvazinin gerçek ideologu olan LOCKE’un yanı sıra, gerçek bir aristokrat olan MONTESQUIEU

tarafından da gündeme getirilmesini anlaşılır hale getirmektedir. Zira LOCKE’un kuvvetler ayrılığı teorisi—orta

sınıf amaçlarıyla tutarlı bir biçimde—egemenliği halka dayandırma söyleminin arkasında, sadece yasama erkinin

burjuvazinin kontrolüne verilmesini öngörürken, MONTESQUIEU, 18. yüzyılın başlarındaki toplumsal

mücadele eksenini yanlış okuyarak, aynı teoriyi, bu sefer aristokrasiyi kralın karşısına bir denge unsuru olarak

çıkarmak suretiyle tekrarlıyordu.

47 FRIEDRICH Carl, J.: Constitutional Government and Democracy: Theory and Practice in Europe and

America, Ginn and Company, Blaisdell 1968, s. 28.

Page 34: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

gerçekleştiren İngiltere, bu süreçteki kazanımlarını “Anayasa” adı verilen tek bir belgede

somutlaştırma yoluna gitmedi. Bunun yerine bu ülkede ortaya çıkan oluşum; hepsi bir arada

değerlendirildiğinde anayasal bir içerik kazanan bir dokümanlar ve gelenekler silsilesi oldu.48

İngiltere’nin bu son derece ayrıksı tarihsel serüveni, bu süreci çok yakından takip eden

Avrupa’da bir çok öykünmeye yol açsa da, bu arayışlar, MONTESQUIEU’nun çalışmalarında

olduğu gibi, entelektüel düzeydeki çabalarla sınırlı kaldı. Zira gerek Avrupa monarşilerinin

devam eden gücü, gerekse İngiltere’nin kopyalanmaya müsait olmayan gelişim çizgisi, bu

örneğin Kıta Avrupa’sında tekrarlanmasını engelledi. Ancak yine de bu durum, İngiltere’nin

anayasal geleneklerinin anayasacılık hareketlerine dönüşmesine engel olamadı. Zira

İngiltere’nin bu birikiminin Batı Uygarlığı’nın genel gelişim sürecine aktarılması, hiç

beklenmedik—ve belki de istenmedik—bir şekilde; kolonileri aracılığıyla gerçekleşti.

Dünyadaki diğer koloni yerleşimlerinden farklı olarak, ağırlıklı nüfusu yerel halk

yerine anavatandan gelen göçmenlerden oluşan “Yeni Kıta”daki İngiliz kolonileri, anavatanın

anayasal geleneklerinin (sınırlı monarşi) temellerine sadık kalınan bir yönetim anlayışını

benimsemişlerdi.49 Ayrıca bu kolonilerin tamamı, anavatandan farklı olarak, yazılı birer de

anayasaya sahipti. Bu farklılığın temelinde ise, Samuel FINER’ın da çok yerinde bir tespitle

belirttiği gibi, koloni üyelerinin, sahip oldukları siyasî kültürü yeni yaşam alanlarına da

nakletme çabası yatmaktaydı.50

48 ANDREWS, William G.: “Constitutionalism and Constitutions”, Constitutions and Constitutionalism,

William G. ANDREWS (Ed.), D. Van Nostrand Company, Inc., U.S.A. 1961, s. 21.

49 ARMAOĞLU, Fahir: 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Dizi-Sayı

169, Ankara 1999, s. 25.

50 Yazara göre; “Anayasaların yazılı hale getirilmesi, başlıca iki farklı durumda görülmektedir. Bu durumlardan

birincisi; eski geleneksel anayasanın tekrarlanması (ve somutlaştırılması) ihtiyacının ortaya çıkması ve ikincisi

de—ilkinin tam tersine—eski düzenin tamamen bir yenisiyle değiştirilmesi eğiliminin baş göstermesidir.” Bu

durumda, anavatanın anayasal geleneklerini yeni dünyalarına taşıma ihtiyacı duyan Amerikan koloni

önderlerinin, en başından beri bu taleplerini yazılı birer anayasa ile garanti altına almak istemesi, şaşırtıcı

Page 35: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Ancak, İngiltere’nin uyguladığı merkantisilst politikalar ve kolonilerin üzerinde

sürekli artan vergi yükü, kafalarında Manga Carta’nın ruhunu taşıyan ve vergilerin

toplanması konusunda son decere hassas olan göçmenlerin anavatana karşı cephe almasına

sebep oldu.51 Koloni önderlerinin, bu gerilimi azaltmak amacıyla, kendi parlamentolarına

sahip olmak için Kral’a yaptıkları başvuruların da sonuçsuz kalması üzerine İngiltere’yle

savaş kaçınılmaz hale gelirken, bu mücadelede halkın geniş kesimlerinin desteğine ihtiyaç

duyan orta sınıf önderleri, özellikle Thomas PAINE’in yazılarından aldıkları ilhamla “halk

egemenliği” prensibine sarıldılar ve monarşiden ziyade geniş halk kitlelerini öne çıkaran

fikirler geliştirdiler. Savaş devam ederken adım adım bağımsızlık eksenine kayan fikirler, en

sonunda Philadelphia’da toplanan Kıta Kongresi’nde Virginia tarafından dile getirildi ve

geniş kabul gördü. Böylece 4 Temmuz 1776 tarihinde Kıta Kongresi Delegeleri, ünlü

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni ilân ettiler. Amerikan Devrimi’nin İngiliz Aydınlanması

ve Fransız Philosophes’larıyla kurduğu güçlü düşünsel bağların da sonucu olarak bu belge,

doğal olarak, yalnızca bağımsız bir devletin kuruluşunu değil, bu devletin dayandığı yepyeni

ilkeleri de ilân ediyordu. Zira bu belgede, insanların doğuştan gelen vazgeçilmez haklarına,

iktidarın kaynağının halka dayandığına ve hattâ temel hak ve özgürlükleri tanımayan iktidarın

meşru olmayacağına ve bu iktidara karşı “direnme hakkı”nın mevcut olduğuna kadar bir çok

ilke ilk defa somut olarak dile geliyor ve başlamakta olan yeni dönemin ipuçlarını veriyordu.

İngiltere’ye karşı savaşın kazanılması ise, orta sınıf önderlerini, siyaset soruna

bambaşka bir bakış noktasına taşıdı. “Aklın ilkelerinin taşıyıcısı” olarak aydın despotlardan

değildir. Zira bu tip kolonizasyon hareketleri, Antik Yunan’daki İyonya kolonilerinden beri benzer ihtiyaçları

ortaya çıkarmış ve bu koloni yerleşim bölgeleri, yazılı anayasaların ve anayasal tartışmaların özellikle geliştiği

bölgeler olmuştur. Bu konuda bkz. FINER, Samuel E.: “Notes Towards a History of Constitutions”,

Constitutions in Democratic Politics, Vernon BOGDANOR (Ed.), Aldershot Publishing Co., Gover 1988, s.

20.

51 ARMAOĞLU (1999): s. 25.

Page 36: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

medet uman erken dönem aydınlanma düşüncesinin aksine, çoğunlukçu bir demokrasi

anlayışı, Amerikalı Devrim önderlerince orta sınıfın ihtiyaçlarına en uygun çözüm olarak

kabul edildi. Ancak zaferden sonra, Amerikan Devletleri’nde birbiri ardına yönetime gelen

yasama meclisleri, izlemeye başladıkları korumacı ve muhafazakâr politikalarla, bu sınıfın

ekonomik çıkarlarına ve temel dünya görüşüne aykırı bir gidişatı gözler önüne serdi. Böylece,

çoğunluğun mutlak iradesine dayanan bir yönetimin, orta sınıf önderlerinin öngördüğü sosyo-

ekonomik düzenle bağdaşmadığı kısa sürede anlaşıldı. Ancak Amerikalı orta sınıf

devrimcileri için, bu aşamadan sonra demokrasiden geri dönüş yoktu. İngiltere’ye karşı

girişilen savaştan sonra yeniden bir tek adam yönetimi önermek ise, kimsenin aklından bile

geçiremeyeceği bir çılgınlıktı. Böylece gelinen noktada, mutlakçı düşüncelerin hem monarşik,

hem de demokratik formları tüketilmiş oldu. Şimdi tek çıkar yol, geleneksel anayasal

düşüncelerin diriltilmesi ve bunların, yeni çağın sistemine uyarlanmasıydı.52

Kısacası orta sınıf açısından çözüm; iktidarın—kimin elinde olursa olsun—

sınırlanmasıydı. Böylece Batı dünyası bir kez daha, iktidarın sınırlanması hakkındaki kadim

sorunla yüz yüze geldi. Bu ihtiyaç belirginleştiğinde ise, bu amaca hizmet edecek araçlar

olarak elde; kent devletlerinde yaşanan sınıf savaşlarını önlemeyi arzulayan ARISTO’dan

Roma Anayasası’nın meşrulaştırılması işlevini yüklenen POLYBIUS’a, orada da Aquinum’lu

Aziz THOMAS eliyle Hıristiyan teolojisine aktarılan “karma anayasa” düşüncesinin, LOCKE

ve MONTESQUIEU tarafından modern çağa uyarlanmış biçimi olan “kuvvetler ayrılığı” fikri

ile53, yine Batı Uygarlığı’nın derinliklerinden süzülüp gelen “üstün hukuka bağlılık” inancı

52 WATKINS (1967): s. 158.

53 “Eski ve yeni anayasacılık cereyanları arasında bir rabıta (bağlantı; ilişki) kurmaya çalışırken, çok unsurlu

(karma) anayasa fikrinin, tarihçe ve ideolojik olarak yakın bir şekilde kuvvetlerin ayrımı teorisine bağlı olduğunu

belirtmek gerekir. Bu sistemlerden ikisi de bir muvazene (denge) tesisi ve bunun idamesiyle ilgilidir. Birincisi,

içtimaî (toplumsal) sınıfların imtizacını (uyuşmasını; iyi geçinmesini) temin ederek, ikincisi de kuvvetlerin tevzii

(dağıtılması) yoluyla.” Bkz. FLANZ, Gisbert H.: XIX. Asır Avrupasında Anayasa Hareketleri, Anayasacılık

Hareketlerinin Mukayeseli Olarak İncelemesine Giriş, (Çev. Necat ERDER, Şerif MARDİN ve Aydın

Page 37: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

vardı. Hıristiyanlığın doğumuyla birlikte Batı Uygarlığı’na yerleşen “bireysel varoluş” ve

buna verilen değer de, mutlakıyet karşıtı eğilimleri güçlendiriyordu. Dinsel ve feodal kökenli

durağan toplumsal tasarımlar ise, nicedir burjuva kökenli sözleşme kuramlarıyla ve iktidarın

kaynağının insanlar olduğunu ifade eden teorilerle yer değiştirmişti.

İşte bu temeller üzerinde yükselen dalga, bu kez başarıya ulaştı. Etkin bir merkezî

hükümet, katı bir güçler ayrılığı uygulaması, azınlık vetosu ve bağımsız bir yargı organından

faydalanarak, A.B.D.’de iktidarın işleyişine tamamen lâik temeller üzerine oturan anayasal bir

çerçeve çizmek ideali nihayet gerçekleşebildi. Böylece, Batı Uygarlığı’nın tarihinde,

Hıristiyanlığın sahneden çekilmesiyle birlikte bozulan sosyal düalizm, en sonunda bir kez

daha, üstelik somut olarak yeniden kurulmuş oldu. Bununla birlikte, söz konusu sürecin asıl

önemi; bu dönüşümün yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’yle sınırlı kalmayıp, oradan tüm

Avrupa’ya yayılmasıydı. Bu ise, orta sınıf aydınlanması ile mutlak iktidarlar arasındaki

ilişkiyi bir daha geri dönmemek üzere koparan ikinci devrimle, Fransız Devrimi’yle

gerçekleşti.

Fransız Devrimi’nde de izlenen yol, Amerikan Devrimi’nin takip ettiği sürece benzer

bir seyir izledi. Ancak, Fransa’da devrimin nedenleri, okyanus ötesindeki devriminkinden

daha derin ve daha karmaşıktı; bunun için devrimin kendisi de daha şiddetli ve daha geniş

kapsamlı oldu.54 Fransa, merkezî otoritesini tesis etmiş bir krallık olmasına rağmen, bu ülkede

feodalite ve bundan kaynaklanan aristokrat ayrıcalıklar, hâlâ toplumsal ilişkilerin başlıca

belirleyeni konumundaydı. Ticaret ekonomisinin hakim olduğu bu dönemde Fransız

monarşisi feodal yapıyla çatışmamakta, yalnızca onu, yeni bir siyasî biçim içinde sürdürerek

sistemin artı değerini merkezde toplamaktaydı. Bu da, bambaşka bir hayat arzulayan Fransız

SİNANOĞLU), Ankara Üniversitesi Siyasî Bilgiler Fakültesi – New York University, Graduate School of Public

Administration and Social Sciences Müşterek Yayınlar Serisi No. 2, Ankara 1956, s.14.

54 BRINTON, CHRISTOPHER ve WOLFF (1982): s. 242.

Page 38: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

burjuvazisini, dinsel ve aristokrat ayrıcalıkların hâlâ çok güçlü olduğu bir toplumda, en

başından itibaren halk desteğini aramak ve söylemlerini daha demokratik bir çerçeveye

taşımak zorunda bıraktı.55

Fransa’da Kral’ın, yeni vergilere onay alabilmek umuduyla 5 Mayıs 1789 tarihinde

Versailles’te topladığı Etats Généraux’de (sınıflar meclisi) çoğunluk, reformistlerin eline

geçti ve Fransa, 17 Haziran’da, kendisini “Ulusal Meclis” ilan eden üçüncü sınıf (halk ve

Burjuvazi) önderliğinde, devrime giden yola girdi. 1688 İhtilali’nden sonra emsalsiz bir itibar

kazanmış olan İngiliz Anayasal geleneği, Fransa’da da hayranlıkla izlenmesine rağmen;

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni müteakip, Fransız liberaller dikkatlerini Amerika yönüne

çevirmişler ve rehberliğin, Manş’ın karşı sahilinden ziyade Anlantik’in öbür yakasından

geleceğini ummaya başlamışlardı.56 Bu yüzden, 26 Ağustos’ta ilan edilen “İnsan ve Yurttaş

Hakları Beyannamesi” de Amerikan Devrimi’nin ideolojik argümanlarını büyük ölçüde

devralmış ve daha açık şekilde ifade etmişti.

Devrim’le mutlak monarşiyi ortadan kaldırdıktan sonra orta sınıf, uyandırdığı büyük

ve kontrolsüz halk gücünün yarattığı tehditle yüz yüze geldi. Özellikle devrim sonrası

tutuculuğa yönelen köylüler ve mülkiyet rejimini tehdit eden şehirli komünist akımlar, orta

sınıfa, Devim’in kendileri için öngördükleri duraklardan daha ileriye gitmek üzere olduğu

yönünde büyük ve anlamlı uyarılardı. Bunlara ek olarak, Kral ve Kraliçe’nin idamı gibi

adımlarla Devrim’in radikalleşmesi, Avrupa’nın köklü monarşileri arasında bir tedirginlik

uyandırdı ve bu durum, genç Fransız Cumhuriyeti’ni daha kuruluş aşamasında ciddi güvenlik

sorunlarıyla karşı karşıya getirdi57. Meşruti monarşiden cumhuriyete ve meclis hükümeti

sistemine, terör döneminden direktuar rejimine sürüklenen Fransa’nın, bu kırılmalara ek

55 WATKINS (1967): s. 164.

56 FLANZ (1956): s. 30-31.

57 WATKINS (1964): s. 26.

Page 39: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

olarak Avrupa’nın birleşik askeri tehdidiyle de karşı karşıya gelmesi, bu ülkede, bir kez daha

bir tek adam yönetimini ortaya çıkardı: Napoléon BONAPARTE.

Napoléon Dönemi, içerde devlet aygıtının ve sosyal yaşamın modernleşmesi,

dışarıdaysa Devrim ilkelerinin tüm Avrupa’ya yayılması gibi önemli etkiler doğurduysa da,

sonu gelmez savaşların, orta sınıfın düzen içinde işleyen geniş bir pazar arayışıyla uyuşmadığı

ortadaydı. Böylece gelinen noktada, mutlakıyetçiliğin halka dayanan biçiminin de, tek kişiye

dayanan biçiminin de kabul edilemez olduğu görüşü bir kez daha galip geldi. Böylece

A.B.D.’den sonra Fransa’da da Aydınlanma felsefesi, bir çok acılı maceradan sonra iktidarın

sınırlanması yolunu benimseyerek, siyaset sorununa nihaî çözümünü bulmuş oldu.

Üstelik, bu iki devrimin doğurduğu fikirler, yalnızca Amerika ve Fransa’yı

etkilemekle de kalmadı. Bu devrimlerin yaratığı etkiler, Avrupa’da etkisi 1814 yılına kadar

sürecek olan bir “ihtilalci anayasacılık” dalgasının da doğumuna sebep oldu.58 Burjuvazinin

ağırlığını yansıtan meclislerin gücünün ve prestijinin arttığı bu dönemde, iktidarlar

olabildiğince yasamaya tabi kılınırken, temel hakların korunması fikri ön plâna çıkarıldı. Bu

devrimci atılım, Napoléon’un yükselişiyle birlikte hızını kaybederken, güçler ayrımı fikri ve

sınırlı iktidar anlayışı geri plâna itildi ve 1799 Fransız Anayasası’nın yansıması olan

“Bonapartist (Sözde) anayasalar”da, iktidarın tek elde toplanması eğilimi tekrar hakimiyet

kazandı. Böylece bu dönem, aynı zamanda anayasacılığın temel değerlerinden ve

felsefesinden uzak anayasaların ilk örneklerinin ortaya çıktığı dönem oldu. Napoléon’un 58 Avrupa’da Devrimler Çağı olarak adlandırdığımız dönemde yapılan anayasaları sınıflandırırken, esasen

FLANZ’ın bu konudaki çözümlemesini temel alıyoruz. Buna göre, Avrupa’da 1787-1814 yılları arasındaki

dönem, “ihtilalci anayasalar” dönemidir. Ancak Fransa’nın VII. Yıl Anayasası (13 Aralık 1799) ile, ihtilalci

anayasalar dönemiyle iç içe geçen ikinci bir dönem; “Bonapartist (sözde) anayasalar” dönemi başlamıştır. Yine

Fransa’da XVIII. Louis’in tahta çıkışında ilan edilen 1814 Anayasal Fermanı ise “Lejitimist (meşruiyetçi)

anayasalar”ın hakim olduğu dönemin başlangıcı sayılmaktadır. Muhafazakârlığın uyanışını simgeleyen bu

dönemin sonunu ise, 1830 İhtilalleri sonrasında tekrar güç kazanan “burjuva anayasaları” getirmiştir. Bahsedilen

bu ayrım ve bu esaslara göre tasnif edilen anayasaların kapsamlı bir analizi ve tablolar için bkz. FLANZ (1956):

s. 19-98.

Page 40: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

yenilgisini takiben Fransa’da tahta çıkan XVIII. Louis’in ilan ettiği 1814 Anayasal

Fermanıyla başlayan meşruiyetçi anayasalar dönemi ise, “Kral”ın itibarını geri vererek onu

tekrar sistemin merkezine oturtuyor ve ihtilalci devrin radikal doktrinlerinden çok, feodal

“hürriyetleri” ön plâna çıkaran tavrıyla devrim karşıtı güçlerin (eski soylular sınıfının) bir kez

daha idareyi ele alması anlamına geliyordu.59 Bu rejimler, aynı zamanda Avrupa’nın bir çok

yerinde mutlak iktidarın baskıcı uygulamalarını geri getirirken, bir devlette adı “anayasa” olan

bir belgenin varlığının, bu belgenin içeriği anayasacılık düşüncesinin altında yatan değerlerle

doldurulmadığı sürece, kendisinden umulan faydayı sağlamaya yetmediği gerçeğini bir kez

daha gözler önüne serdi. 1814 yılında toplanan Viyana Kongresi’nde bir araya gelen

Avrupa’nın köklü monarşileri ise, Napoléon işgalleri sonrasında bozulan Avrupa düzenini

eski anlayışlar çerçevesinde tekrar inşa etmeye hazırlanırlarken, bu işgaller sırasında tüm

Avrupa’nın bambaşka bir kimliğe büründüğü gerçeğini görmezden geliyorlardı. Zira

Napoléon’un askerleri, gittikleri her yere Devrim’in ideallerini ve liberal fikirleri taşırken,

işgal altındaki ülkelerde hükümdar ve soyluları yönetimden uzaklaştırmışlar ve buralarda

burjuvaziyi tek hakim güç haline getirmişlerdi. Ayrıca bu işgallerin bir diğer sonucu da, işgal

altındaki ülkelerde liberalizm ve hürriyet fikrileriyle iç içe geçen ulusalcı hislerinin ve

milliyetçilik akımlarının güçlenmesi idi. İşte klâsik anayasacılık hareketleri de, 19. Yüzyılın

ilk yarısı boyunca Avrupa’yı saran bu akımlara karşı, “Metternich Sistemi” olarak

adlandırılan ve ortaya çıkan tüm özgürlükçü girişimleri bastırmayı amaçlayan yapının, 1830

ve 1848 ihtilalleriyle tasfiye edilmesi sürecinde biçimlenen ve ilk örneğini 1831 Belçika

Anayasası’yla veren sürecin adı oldu. Bu süreç, aynı zamanda Amerikan ve Fransız

Devrimleriyle ham halde ortaya çıkan liberal eğilimleri olgunlaştıran ve “anayasa” kavramını,

salt devletin dayandığı temel kurallar bütünü olmaktan ziyade; “sınırlı iktidar” ve “özgür

59 FLANZ (1956): s. 21.

Page 41: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

birey” anlayışları üzerine inşa edilen bir devlet anlayışı olarak yeniden tanımlayarak, Batı

Uygarlığı’nın gelişiminde bambaşka yolların kapılarını açtı.

4) Anayasacılık; Dönüşen ve Değişen Anlamlar

a) Klâsik (Negatif) Anayasacılık

Yukarıda da değinildiği üzere, 18. yüzyılın sonlarında Amerikan ve Fransız

Devrimleri’yle açılan Devrimler Çağı, tüm Avrupa’yı kasıp kavuran 1830 - 1848

Devrimleri’yle sona ermiş ve bu süreç, Batı’nın siyasî ve toplumsal yapısının baştan sona

yeniden biçimlenmesine sahne olmuştur. Bu değişimin yelkenlerini dolduran fikirler, bütün

bu dönem boyunca edinilen birikimlere eklenmiş ve o tarihten sonra Batı toplumlarının

vazgeçilmez özellikleri haline gelecek olan yepyeni anlayışların doğumuna yol açmıştır.

Batı’da yaşanan bu büyük dönüşümün siyasî ve hukukî açılımı olan klâsik

anayasacılık düşüncesi, Modern Çağ’da artık sahnede olmayan dinin yerine, kamusal işleyişe

sorumluluk ve sınırlamalar çerçevesinde bakmanın lâik kuramı olarak biçimlenmiştir.60

Üstelik klâsik anayasacılık, yalnızca dinsel tasarımlardan bir kopuşu ifade etmekle kalmayıp;

aynı zamanda geniş ölçüde beslendiği ve insan doğası hakkındaki metafizik çıkarımlara

dayanan doğal hukuk teorisini de aşarak, meşruiyeti kendi özünden kaynaklanan bir toplum

teorisini de gündeme taşımıştır. İşte, iktidarın işleyişinin kamusal bir sorumluluk

mekanizmasıyla denetlenmesini mümkün ve meşru kılan şey de; temellerini Batı

Uygarlığı’nın derinliklerinden alan ve toplumun iktidar karşısındaki özerkliğini vurgulayan bu

anlayış olmuştur.61 Kısacası klâsik anayasacılık, dinin ve tüm metafizik öğelerin devre dışı

60 FRIEDRICH (1968): s. 21.

61 Batı siyasî kültürünün ayırıcı unsurlarından olan devlet-toplum diyalektiğinin kökenlerini Roma

Hukuku’ndaki kamu hukuku-özel hukuk ayrımına dayandıran bir çalışma için bkz. MADDOX, Graham:

“Constitution”, Political Innovation and Conceptional Change, Terence BALL, James FARR ve Russell H.

HANSON (Eds), Cambridge University Press, Cambridge - New York 1989, s. 55.

Page 42: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

kaldığı bir dünyada, devlet iktidarını kontrol edebilmek amacıyla tasarlanan siyasî kurumların

toplamı olarak biçimlenen sürecin adıdır. 62

Klâsik anayasacılık düşüncesi, merkezinde yer alan sınırlı iktidar prensibini hayata

geçirebilmek için, örgütlü devlet iktidarı üzerinde iki tür sınırlama öngörmektedir. Bu

çerçevede ilk olarak, bireysel ve toplumsal yaşamın belli alanları iktidarın müdahalelerinden

tamamen soyutlanmakta; başka bir anlatımla bu alanlar, iktidara tamamen yasaklanmaktadır

(alan sınırlamaları). İkinci olarak ise, geriye kalan alan, yani iktidarın meşru hareket alanı

üzerine yoğunlaşılmakta ve iktidarın politika oluşturmak ve bunları uygulamak için sahip

olduğu araçlar ve yöntemlerin belirginleştirilmesi suretiyle, kamu gücünün işleyişinin ve

eylemlerinin öngörülebilir hale getirilmesine çalışılmaktadır (prosedürel sınırlar).63 Kısacası

klâsik anayasacılık, özgürlükçü ve usule ilişkin yönlerden oluşan bir bütünü ifade etmektedir.

Bir başka açıdan bakıldığında ise, klâsik anayasacılık düşüncesi ve bunların ürünü olan

anayasaların; birbirinden ayrı, ama aynı zamanda birbiriyle büyük ölçüde bağlantılı iki ilişki

biçimini düzenlediği görülmektedir. Bu kapsamda, ilk olarak, iktidarın vatandaşlarla olan

ilişkileri sınırlandırılmakta; ikinci adımda ise, iktidarın çeşitli yüzlerinin, yani devlet

organlarının birbirleriyle olan ilişkileri üzerinde durulmaktadır.64 Üzerinde durulan bu iki

ilişki biçiminin düzenleme kodları ise, anayasacılığın dilinde “hukuk devleti” ve “kuvvetler

ayrılığı” prensipleri olarak somutlaşmaktadır.

62 “Anarşik bir kaosun ağır zincirlerinden kaçınmak ve yalnızca bir devlet yapılanması içinde mümkün olan

toplu eylem biçimlerinin ve örgütlü işbölümünün getirilerinden faydalanmak için insanlar, devletin kendilerine

taktığı ufak zincirlere boyun eğerler. Ancak, özlenen düzeni sağlayacak kadar güçlü olan devlet, aynı zamanda

özgürlükleri baskı altına alacak kadar da güçlü olmuş demektir. İşte bu yüzden, ‘Leviathan’ın ‘Frankeştayn

Canavarı’na dönüşebileceği korkusuyla insanlar, devlet mekanizmasını motorlarla donattıkları gibi, frenlerle de

donatmaktadırlar.” Bkz. ANDREWS (1961): s. 9.

63 FINER (1988): s. 18; ANDREWS (1961): s. 13; CASTIGLIONE, Dario: “The Political Theory of the

Constitution”, Political Studies, XLIV (1996), s. 423.

64 ADREWS (1961): s. 14. Aynı yönde bkz. FRIEDRICH, Carl, J.: The Philosophy of Law in Historical

Perspective, The University of Chicago Press, Princeton 1969, s. 220, 221.

Page 43: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Anayasacılığın bu klâsik teorisini en iyi ifade eden çalışmalardan biri, Giovanni

SARTORI’nin 1962 yılında yayımlanan bir makalesidir.65 Yazar, makalesine İngiltere’nin

hukukî gelişimini inceleyerek başlamakta ve sözü edilen ülkede yazılı bir anayasa

olmamasından hareketle, İngiltere’nin, temel hak ve özgürlüklerin somut anayasal kurallarla

güvence altına alınmadığı diktatörlüklerle aynı kefeye konulamayacağına işaret etmektedir.

Ayrıca, Magna Carta gibi anayasal bir takım belgeler dikkate alındığında, İngiltere’nin yazılı

bir anayasaya sahip olmadığını söylemenin de hatalı olduğuna değinen yazar; “...bunun

yerine, İngiltere’nin ‘kodifiye edilmiş’ bir anayasaya sahip olmadığını” söylemenin daha

doğru olacağına inanmaktadır.66 Ancak tam bu noktada yazar, o ana kadar yürüttüğü bütün bu

tartışmaların aslında çok da anlamlı olmadığını söylemekte ve İngiltere örneğinde varlığını

veya yokluğunu tartıştığı “yazılı belgeler”in, sadece basit birer araç niteliği taşıdığını; esas

meselenin araçlar değil, bu araçlarla ulaşılmak istenen “amaç” olduğunu belirtmektedir. Bu

anlamda, yazılı belgeler şeklinde somutlaşsın ya da somutlaşmasın, anayasacılık

hareketlerinin ve anayasaların asıl amacı, yazara göre, tek bir sözcükle tanımlanabilecek kadar

açıktır: “Garanticilik” (Garantisme). Bir başka ifadeyle, 18 yüzyılın sonundan 20. yüzyılın ilk

çeyreğine dek İngiltere, Amerika ve Kıta Avrupa’sındaki anayasacılık hareketleri, farklı

biçimlerde de olsa, hep aynı amaca yönelmiştir: Keyfî yönetimlerin gücünü sınırlamak ve bu

sınırlamaların somutlaşacağı kurumsal düzenlemeleri keşfetmek.

Yazar, anayasacılık hakkında ortaya koyduğu bu “amaçsal” tanımın, yaşam gerçekliği

tarafından da doğrulandığını savunmaktadır. Buna göre, 1920’lerdeki “biçimsel

anayasallaşma” döneminde67 Batı’nın 150 yıllık anayasacılık birikimi göz ardı edilmiş ve bu

65 SARTORI, Giovanni: “Constitutionalism: A Preliminary Discussion”, The American Political Science

Review, Vol. 56, No. 4 (1962), s. 853 - 864.

66 SARTORI (1962): s. 855.

67 Bu kavramla kastedilen; anayasacılığın özü olarak nitelendirilen garantisme’den, yani bireyin haklarının kamu

iktidarı karşısında korunduğu bir yapılanmadan vazgeçildiği ve devletin kurumsal örgütlenme kalıplarının

Page 44: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

sapmanın ne sonuçlara yol açabileceği, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın

sonucunda anlaşılabilmiştir. Kısacası, yazara göre, 1920’lerden İkinci Dünya Savaşı’na giden

deneyimler göstermişti ki; garanticilik hâlâ anayasacılığın ve modern anayasaların özüdür.68

Bu tespitlerden yola çıkan yazar, dünyadaki anayasaları da, klâsik anayasacılığın özü

olarak nitelendirdiği garanticilik ölçütüne göre gruplandırmakta ve anayasaların; temel olarak

iktidarın sınırlandırılması hedefine yönelen ve hükümleri günlük hayatta da etkin olarak

uygulanan “garantici anayasalar”; görünüşte gerçek anayasaları andıran ama pratikte,

hükümlerine hiçbir şekilde uyulmayan “sahte anayasalar” ve kâğıt üzerinde dahi olsa,

anayasacılığın temel prensiplerine uyum sağlama ihtiyacı hissetmeyen veya bu prensipleri

açıkça reddeden “nominal anayasalar” olmak üzere üç gruba ayırmaktadır.69

b) Negatif Anayasacılıktan “Pozitif” Anayasacılığa

Graham MADDOX, SARTORI’nin yukarıda incelenen makalesine cevap olarak

yazdığı bir makalede, konuya tam bu açıdan yaklaşmakta ve SARTORI’nin, anayasalara

sadece bireysel özgürlüklerin güvence altına alınması gibi kısıtlı bir anlam yükleyen

tanımlamasına karşı çıkmaktadır.70 Bu tanımın yerine yazar, güçlü bir iktidar, güvenli ve

istikrarlı bir toplumsal düzen ve iktidarın sınırlandırılması unsurlarını bir arada içeren dengeli

bir anayasacılık tanımlamasını tercih etmek için önemli tarihsel ve toplumsal nedenlerin

varlığına dikkat çekmektedir.71 Anayasacılığın bir yönünün—iktidarın sınırlanmasının—öbür

saptanmasıyla yetinildiği bir anayasa anlayışıdır. Kısacası bu kavram, yazara göre “anayasacılıktan nasibini

almamış anayasalar”ı ifade etmektedir.

68 SARTORI (1962): s. 856, 857.

69 SARTORI (1962): s. 861. Benzer bir yaklaşımdan hareketle, anayasaları “işleyen anayasalar”, “sahte

anayasalar” ve “saf nominal anayasalar” olarak gruplandıran bir çalışma için bkz. FINER (1988): s. 31.

70 MADDOX, Graham: “A Note on the Meaning of ‘Constitution’ ”, The American Political Science Review,

Vol. 76 (1982), s. 805 - 809.

71 MADDOX (1982): s. 805.

Page 45: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

yönlerini tamamen göz ardı edecek şekilde vurgulanmasının, ilk bakışta göze çarpmayan ciddi

tehlikelere de yol açtığını belirten yazar, anayasacılığı sadece devlet iktidarının bireysel

özgürlükler lehine sınırlanmasından ibaret bir sistem olarak ele alanların, bireylerin

karşılaştıkları asıl tehlikelerin, çoğu zaman, yasal olsun veya olmasın, çok uluslu şirketler ve

monolitik sendikalar gibi sıradışı ekonomik güce sahip devlet-dışı örgütlenmelerden

kaynaklandığını gözden kaçırdıklarını ileri sürmektedir.72 Bu pencereden bakıldığında,

anayasacılık adı altında devleti tamamen işlevsiz duruma düşüren bu kısıtlamalar, yazara

göre, insanların güvenliğini sağlamaktan ziyade, onları “kurtlar sofrası”na atmaktan başka bir

işe yaramamaktadır. Bu durumda, bireyci toplumların açık rekabet koşullarında, bir çok

bireyin ve toplumsal tabakanın “kurban” durumuna düştüğü bir sosyal düzeni barış içinde

sürdürülmek için, etkin ve düzeltici bir devlet müdahalesinin, bozulan dengeleri tekrar

kurmanın tek yolu olduğu unutulmamalıdır. Böyle durumlarda devlet gücünün bizzat

kendisinin, devlet-dışı iktidar odaklarından gelecek diktatörce eylemlere karşı garanticilik

işlevi gördüğü açıktır.73 Kısacası yazara göre; gerçekten iyi ve adil biçimde işleyen bir

toplumsal düzen yaratmak da, en azından sınırlı iktidar hedefinin peşinde koşmak kadar

anayasal bir sorundur. Bu pencereden bakıldığında açıkça görülmektedir ki, ihtiyaç duyulan

anayasacılık; devlet iktidarı ile bunun kontrolü arasındaki dengeyi, devleti aşırı zayıf ve

ihtiyaçlara cevap veremeyecek kadar pasif konuma itmeden kurmayı amaçlayan bir

anayasacılık olarak belirginleşmektedir. Kısacası amaç; toplum adına kullanılan iktidar ile

(gubernaculum) bu iktidarın bir üstün hukuk çerçevesindeki kontrolü (jurisdictio) arasında,

her zaman daha iyi bir dengeye ulaşmak için bir arayışta olmaktır.74

72 MADDOX (1982): s. 808.

73 MADDOX (1989): s. 63.

74 MADDOX (1989) s. 64.

Page 46: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

SARTORI ise, bu makale üzerine yayınladığı cevap yazısında, MADDOX’un

kendisini bir ölçüde yanlış anladığını ve anayasanın işlevinin sadece devlet iktidarının

sınırlanması olduğunu düşünmediğini; aksine, gerçek bir anayasanın gubernaculum ile

jurisdictio arasındaki dengeyi gözetmesi gerektiğine katıldığını belirtmiş ve kendisinin dikkat

çekmek istediği asıl noktanın; hiç jurisdictio’ya yer vermeksizin doğrudan doğruya

gubernaculum üzerine odaklanan anayasaların, anayasacılığın özünde yatan anlayışla

örtüşmediği olduğunu söylemiştir.75

Anayasacılığın, birey haklarını diğer tüm unsurların üstüne çıkaran bu “salt liberal”

yorumuna karşı çıkışlar, elbette ki yukarıda değinilenle sınırlı değildir. Örneğin Dario

CASTIGLIONE ve Richard BELLAMY, anayasaları salt şeklî bir haklar kataloğu olarak

algılayan liberal hukukî yorum biçiminin oldukça yeni bir moda olduğunu belirtmekte ve

geçmişte olduğu gibi, esas itibariyle devlet biçimlerini hedef alan ve toplumsal gerilimleri

azaltmanın, bu gerilimleri uzlaştırmanın ve ortaya çıkan krizleri yönetmenin aracı olan; daha

siyasî ve “cumhuriyetçi” bir anayasa anlayışına dönülmesi gerektiğini savunmaktadırlar.76

Benzer şekilde, CASTIGLIONE de, iktidar üzerindeki sınırlamaları öne çıkararak,

yalnızca anayasaların negatif yönlerine vurgu yapan görüşlerin, gördükleri kısmı, resmin

tamamı olarak algılama yanılgısına düştüklerini belirtmektedir.77 Bu anlamda, bir anayasanın

“ne olduğu” sorusunun, o anayasanın “ne yaptığı” sorusundan ayrı düşünülemeyeceğini

belirten yazar, anayasaların fonksiyonlarını (yani ne yaptığını) belirtirken de; her anayasanın

75 SARTORI, Giovanni: “Comment on Maddox”, The American Political Science Review, Vol. 78 (1984), s

498, 499. Ayrıca, SARTORI ve MADDOX arasındaki bu tartışmadan yola çıkarak, anayasacılık ve anayasalar

üzerine yapılmış daha ayrıntılı bir inceleme için bkz. TURHAN, Mehmet: “Anayasa ve Anayasacılık”, Amme

İdaresi Dergisi, Cilt 27, Sayı 3 (Eylül 1994), s. 3-12.

76 CASTIGLIONE, Dario ve Richard BELLAMY: “Introduction: Constitutions and Politics”, Political Studies,

Vol. XLIV (1996), s. 414.

77 CASTIGLIONE (1996): s. 417.

Page 47: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

öncelikle bir siyasî oluşuma vücut verdiğini, daha sonra onun temel yapısını belirlediğini ve

en sonunda da, kurguladığı bu iktidarın, yetkilerini hangi sınırlar içinde kullanacağını tespit

ettiğini belirtmektedir. İşte, anayasanın salt liberal yorumu, değinilen bu üç temel unsurdan ilk

ikisini görmezden gelmekte ve üçüncü unsuru alarak, adeta onu göklere çıkarmaktadır.78

Yazara göre, bu yaklaşımın, taraflı veya en hafif tabiriyle eksik ve yetersiz olduğu açıktır.79

Bu kapsamda dikkate alınması gereken bir diğer yazarsa, Stephen HOLMES’tür.

HOLMES, incelemesine doğrudan doğruya liberal toplum ve devlet teorisinin tahliliyle

başlamakta ve devletin, liberalizmin amaçları açısından ne kadar merkezî bir rol oynadığına

işaret etmektedir.80 Yazara göre liberalizm, hiçbir şekilde devlet karşıtlığı olarak

yorumlanmamalıdır. Merkezinde liberal hakların yer aldığı bir hukuk sistemini bir toplumda

hakim kılabilmek için, liberalizm, her şeyden önce örgütlü bir iktidarın desteğine gereksinim

duymaktadır. Kısacası liberalizm, devleti ortadan kaldırmayı değil, devletin kurumlarını kendi

amaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirmeyi amaçlamaktadır.81 Bu pencereden

bakıldığında ise kolaylıkla görülebilmektedir ki, liberal demokratik bir anayasa, salt “önleyici

78 CASTIGLIONE (1996): s. 421, 422.

79 Yine bu unsurların sonuncusuna, yani iktidarın sınırlanması hedefine büyük önem atfetmekle birlikte, bu amaç

çerçevesinde, kurumsal düzenlemelerden ziyade, ekonomik ve toplumsal aktörlerin önemini vurgulayan

yaklaşımların incelendiği bir çalışma için bkz. ELKIN, Stephen, L.: “Constitutionalism: Old and New”, A New

Constitutionalism, Political Institutions for a Good Society, Stephen L. ELKIN ve Karol Edwards SOLTAN

(Eds.), The University of Chicago Press, Chicago 1993, s. 20 - 37.

80 “Devletten mahrum olmak, haklardan da mahrum olmak demektir. Bir devletten mahrum olan insanlar,

pratikte hiçbir hakka da sahip değillerdir. Zayıf devletlerin tebaaları, çok az sayıda veya zorla dayatılan bazı

haklardan yararlanabilmektedirler. Devletin yeterli katkısı olmadan, tek ve bütünsel bir hukuk sistemini—hukuk

devletini—büyük bir insan topluluğunda hakim kılmak da mümkün değildir (...) Serbest ekonomiler de bir çok

açıdan zorlayıcı bir devlet gücüne ihtiyaç duyarlar. Bağımsız iktidar ve merkezîleşmiş bir bürokrasi, öncelikle

bir ulusal pazar yaratmaya engel olan çeşitli ticarî engelleri ortadan kaldırmalı; sonra da ticarî yaşamı mümkün

kılan bir hukuk sitemi oluşturmalı ve uygulamalıdırlar.” Bkz. HOLMES, Stephen: “Liberalism for a World of

Ethnic Passions and Decaying States”, Social Research, Vol. 61, No. 3 (Fall 1994): s. 605.

81 HOLMES (1994): s. 606.

Page 48: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

bir araç” olarak yorumlanamaz. Liberal demokratik bir anayasa, her şeyden önce bütünsel bir

iktidar mekanizması; devletin organize edilmesinin ve toplumun kendisini yönetmesinin bir

aracıdır.82 Kısacası, liberal anayasacılığın sadece “diktatörlüğün önlenmesi” gibi tek bir ana

işlevi olduğunu düşünmek yanlıştır. Yanlıştır; çünkü eksiktir. Zira anayasalar “tek işlevli”

değil, “çok işlevlidirler”. Eğer illa bir “önleyici işlev”den söz edilecekse, anayasaların

yalnızca diktatörlükleri değil; aynı zamanda anarşiyi, karmaşayı, istikrarsızlığı, hesap

sorulamayan siyasî yapıları, kapalı kapılar ardında işleyen kamu idaresini ve bunun sonucu

olarak kitlelerden habersiz kararlar alınmasını da önleme işlevleri olduğu ayrıca

vurgulanmalıdır.83

Yazar, teorik çerçevede ortaya koyduğu bu görüşleri, bir başka çalışmasında ise pratik

yaşamın gerçekleriyle test etmekte ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin komünizm sonrası

dönemde demokrasiye geçiş ve anayasa yapım süreçlerine dikkat çekmektedir. Yazar, bu

ülkelerde komünizm sonrası demokrasiye geçişin ilk zamanlarında anayasa yapım süreçlerine

hakim olan saf liberal yaklaşımların, söz konusu toplumlarda hızla değişen koşullara adapte

olabilen ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara etkin bir şekilde cevap verebilen devlet

örgütlenmelerinin ortaya çıkmasını engellediğini savunmaktadır. Yazara göre, iktidarın

sınırlanmasıyla özgürlüklerin ve toplumsal refahın kendiliğinden oluşacağını savunan negatif

anayasacılık, ekonomideki liberalizmin siyasî platformdaki yansımasıdır.84 Halbuki sınırlı

iktidar düşüncesinde çok ileri gidilirse, elde edilecek sonuç özgürlük değil, fakat anarşinin

tam kendisi olacaktır. Bu tespitini doğrulamak içinse yazar, Fransız ve Amerikan

82 HOLMES (1994): s. 607; HOLMES, Stephen: “Constitutionalism”, Encyclopedia of Democracy, Seymour

Martin LIPSET (Ed.), Congressional Quarterly Inc., Washington D.C. 1995 [1995-a], s. 300.

83 HOLMES (1995-a): s. 302.

84 HOLMES, Stephen: “Conceptions of Democracy in the Draft Constitutions of Post-Communist Countries”,

Markets, States and Democracy; The Political Economy of Post-Communist Transformation, Beverly

CRAWFORD (Ed.), Wetview Press, Boulder - Colorado 1995 [1995-b], s. 77.

Page 49: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Devrimleri’ni izleyen anayasa yapım süreçlerine dikkat çekmekte ve Fransa’nın Devrim

sonrası dönemde uzun yıllar boyunca yaşadığı büyük çalkantılara karşın, Amerikan Devrimi

Anayasası’nın bu ölçüde başarılı olmasını, zayıf ve parçalanmış bir iktidarın ne demek

olduğunu çok iyi bilen Amerikan Devrimcileri’nin, anayasayı sadece bir “önleme aygıtı”

olarak değil, ama etkin bir yönetime ve sosyal refaha ulaşmayı mümkün kılacak enerjik bir

devlet mekanizması yaratmanın da aracı olarak görmüş olmalarına bağlamaktadır. Bu

tespitlerden yola çıkan yazar, komünizm sonrası demokrasiye geçiş dönemini yaşayan

ülkelerdeki anayasa yapıcıların esas misyonunun da, hem devleti liberalizme açmak, hem de

devlet mekanizmasının işleyişindeki etkinliği sağlamak ve bunları “eş zamanlı” olarak

başarmak olduğunu savunmaktadır.85 Sonuç olarak HOLMES, liberal anayasacılığın, salt

iktidarın sınırlanması perspektifini öne çıkaran “iktidarsızlaştıran anayasa” (disabling

constitution) anlayışının terk edilmesini ve hem sistemin teorik ve felsefî temellerine, hem de

toplumsal yaşamın pratik ihtiyaçlarına çok daha uygun olan “muktedir kılan anayasa”

(enabling constitution) anlayışına geçilmesini önermektedir.86

Yukarıda dile getirilen tüm bu görüşlerin, teknoloji ve iletişim alanlarında yaşanan baş

döndürücü gelişmeler ve gittikçe istikrarsızlaşan bir dünya resmi karşısında önemli bir

doğruluk payı taşıdığı şüphesizdir. Günümüzde, dünyanın herhangi bir yerinde alınan bir

karar veya kontrolden çıkan bir oluşum, çok uzaktaki ülkeleri bile çok kısa bir zamanda etkisi

85 HOLMES (1995-b): s. 78.

86 HOLMES (1995-a): s. 302. Yazar, bu kavramın hayata geçirilmesi için kullanılabilecek yöntemlere örnek

olarak; ilk defa 1949 tarihli Federal Alman Cumhuriyeti Anayasası’nda görülen “kurucu güvensizlik oyu”

mekanizması ile, yine ilk örneği 1958 tarihli Fransız Anayasası’nda görülen ve hükümetin sunduğu bir tasarının

yasama meclisi tarafından reddedilmesinin, aynı zamanda hükümetin de düşmesi sonucunu doğuracağını ifade

eden bir sorumluluk mekanizmasını göstermektedir. Ayrıca, yazarın bu konudaki görüşlerinin derli toplu bir

ifadesi için bkz. HOLMES, Stephen: Passions and Constraint – On the Theory of Liberal Democracy, The

University of Chicago Press, Chicago-London 1995 [1995-c]. Ayrıca, bu bölümde açıklanan çerçeveyi esas

alarak yapılan bazı çalışma örnekleri için bkz. GÖNENÇ (2002): s. 11-13; IVISON, Duncan: “Pluralism and the

Hobbesian Logic of Negative Constitutionalism”, Political Studies, Vol. XLVII (1999), s. 83-99.

Page 50: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

altına alabilmekte ve toplumlar, “iyi” yönetilmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç

duymaktadır. Buna ek olarak, kapitalizmin dünya çapındaki kontrolsüz yükselişi, özellikle dar

gelirli sınıfları büyük tehditlerle karşı karşıya bırakmakta ve kendi devletlerinin bile

kontrolünde olmayan ekonomik spekülasyonlar karşısında insanlar, birkaç saat içinde, tüm

yaşamları boyunca edindikleri birikimleri yitirebilmektedirler. Tüm bunlara ek olarak, dünya

çapında bozulan gelir dağılımı ile; beslenmeden eğitime, sağlıktan güvenliğe kadar her alanda

yaşanan küresel adaletsizlikler, toplumların yaşamına yönelen riskleri çeşitlendirmekte ve

bunların öngörülmesini daha da zor bir hale sokmaktadır. Kısacası, bütün bu gerçekler hesaba

katıldığında görülmektedir ki; anayasalar, artık sadece devlet iktidarının ezici gücü karşısında

birey haklarının korunmasıyla değil; aynı zamanda, çoğu durumda devletlerin de gücünü aşan

sorunlar karşısında, toplumu etkin iktidar mekanizmalarıyla donatmak ve demokrasinin,

çağdaş dünyanın doğurduğu riskler ve belirsizlikler karşısındaki “bekasını” devam ettirmeyi

sağlamak görevleriyle de karşı karşıya bulunmaktadırlar.

Page 51: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

II. Bölüm

“Avrupa Anayasası”nın Gerilim Eksenleri: Kavram ve Açmazlar

Avrupa Anayasası, önceki bölümde satırbaşlarını ortaya koymaya çalıştığımız ortak

siyasî kültür birikiminin üzerinde yükselen toplumsal ve siyasî bir projenin nihaî aşamasıdır.

Bu proje, elbette ki yalnızca ortak ideallere ve geçmişe değil, aynı zamanda “modern

dinamikler” olarak da adlandırabileceğimiz, 19. yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar

uzanan süreçteki somut ihtiyaçlara ve bütünleşme çabalarına da dayanmakta; bu dönemde

edinîlen deneyimlerden de destek almaktadır. Ancak Avrupa’nın bütünleşmesi yönünde

bugüne kadar ortaya konan çabaların, büyük ölçüde somut siyasî ve ekonomik amaçlardan

ilham aldığı şüphesiz olmakla birlikte; sürecin asıl itici gücü, hukukî alanda gerçekleştirilen

büyük yenilik ve uygulamalarda yatmaktadır.87 Bu yüzden 21. yüzyılın Avrupa projesinin

oluşum sürecindeki kırılma noktaları da, özellikle Anayasa tartışmaları çerçevesinde ve yeni

Avrupa’yı şekillendirecek değerler-anlayışlar ekseninde uzanmaktadır. Bu anlamda Avrupa

Anayasası tartışmaları, modern Avrupa’nın din-lâiklik, iktidar-toplum, ulusçuluk-

evrenselcilik, farklılık-bütünlük ve nihayet bireycilik-toplumculuk ekseninde geçirdiği büyük

dönüşümlerin bir kez daha masaya yatırıldığı ve test edildiği bir laboratuar işlevi görmektedir.

Bununla birlikte, Avrupa Anayasası bağlamında yaşanan tartışmaları ve bu tartışmalar

ekseninde belirginleşen kırılma noktalarını incelemeye başlamadan önce, karşı karşıya

olduğumuz problemin sınırları üzerinde bir kez daha düşünmemiz gerekmektedir. Zira

belirtilmelidir ki yaşanan tüm bu tartışmalar, çıkış noktaları ve savunulan görüşler bağlamında

son derece kaygan bir zeminde yükselmekte olup, içerikleri açısından da tam bir söylemler

yumağına dönüşmüş durumdadırlar. Gerçekten, Avrupa Anayasası kavramı etrafında sürüp

87 LOCK (1995): s. 172.

Page 52: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

giden tartışmalara genel bir bakış bile, hâlâ neyin üzerinde tartışıldığı hususunda dahi bir

uzlaşmanın bulunmadığını ortaya koymaktadır. Bu çerçevede bazı yazarlar, Avrupa’nın zaten

çok uzun zamandan beri bir anayasaya (veya anayasal bir yapıya) sahip olduğunu

savunurken88; diğer bazı yazarlarsa aksi görüşü dile getirmekte ve Avrupa’nın, Birlik

kurumlarına devredilen bütün ayrıksı yetkilere rağmen, hâlâ çerçevesi antlaşmalar rejimiyle

çizilen bir uluslararası yapılanma olduğunu belirtmektedir.89 Bu ayrım çerçevesinde

Avrupa’nın halihazırda bir anayasaya sahip olduğunu düşünenler, yeni ve daha iyi bir

anayasal metnin gerekip gerekmediği üzerine kafa yorarken; Avrupa’nın bugünkü yapısının

anayasal bir nitelik taşımadığını iddia edenlerse, kendi aralarında, Avrupa için bir anayasa

oluşturma girişimlerinin gerçekçi veya doğru bir proje olup olmadığı konusunda bölünmüş

durumdadırlar. Gerçekten, Günter FRANKENBERG’in de mizahî bir anlatımla dile getirdiği

gibi; sürüp giden tartışmalara şöyle bir göz gezdiren birinin, daha ilk adımda, üzerinde

tartışılan konunun aslında ne olduğu hakkında dahi ciddi bir kafa karışıklığı yaşaması

kaçınılmaz görünmektedir.90

Konuya çalışmamız açısından bakıldığında ise, tüm bu kavramsal karmaşanın,

“Avrupa için bir Anayasa Oluşturan Antlaşma Taslağı”nın (Draft Treaty Establishing a

Constitution for Europe) ortaya çıkışıyla birlikte daha yalın bir çerçeveye oturduğunu 88 Örneğin: WEILER, J.H.H.: “The Transformation of Europe”, Yale Law Journal, Vol. 100 (1990-1991), s.

2413-2417; WEILER, J.H.H.: “Federalizm ve Anayasacılık: Avrupa’nın Sonderweg’i”, (Çev. T.K.), Cogito,

Sayı 36 (Bahar 2004), s. 298; FRANKENBERG, Günter: “The Return of the Contract: Problems and Pitfalls of

European Constitutionalism”, European Law Journal, Vol. 6, No. 3 (September 2000), s. 266; DORAU,

Christoph ve Philipp JACOBI: “The Debate over a ‘European Constitution’: Is it Solely a German Concern?”,

European Public Law, Vol. 6, Issue 3 (2000), s. 419.

89 Örneğin: PESCATORE, P.: “International Law and Community Law; A Comparative Analysis, Common

Market Law Review, (1970), s. 167; WYATT, D.: “New Legal Order, or Old?”, European Law Review, Vol.

7 (1982), s. 147; BREWEN, Mark Killian: “The European Union and Legitimacy: Time For a European

Constitution”, Cornell International Law Journal, Vol. 34 (2001), s. 582; HARTLEY, T.: Constitutional

Problems of the European Union, Hart Publishing, Oxford-Portland 1999, s.131-136.

90 FRANKENBERG (2000): s. 257.

Page 53: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

söylemek mümkündür. Anılan bu yeni çerçeveden hareketle çalışmamızda, Avrupa

Toplulukları’nın uluslararası bir örgüt olarak başlayan serüveninin, özellikle yargısal

içtihatlarla oluşan bir hukukî evrim içinde giderek anayasallaşan bir eğilim gösterdiği kabul

edilmekte; ancak çalışmanın odağı, sınırları Taslak Avrupa Anayasası ile çizilen somut

Anayasa tartışmaları olarak belirlenmektedir.91 Bu bağlamda çalışmamızda, Avrupa’nın son

elli yılına yayılan bu aşamalı dönüşüm süreci bir tespit olarak ortaya konulmakta; ancak

Avrupa’nın karşı karşıya olduğu asıl çatışma ve açmazların, çerçevesi gerçek anlamda bir

anayasa ile çizilen yeni bir toplum ve yeni bir iktidar modeli yaratma konusunda yaşandığı

vurgulanarak, yapılan incelemeler bu noktada yoğunlaştırılmaktadır.92

Bununla birlikte, Avrupa Anayasası bağlamında yaşanan tartışmaları daha iyi

değerlendirebilmemiz için, öncelikle, gelinen noktada böyle bir konunun tartışılabilmesini

mümkün kılan “Avrupa kamu hukuku” kavramının doğumuna ve gelişimine kısaca değinmek

gerekmektedir. Zira bugün, yalnızca ulus-devletler düzeyinde değil; ama ulus-üstü düzeyde de

bir “üstün norm” kategorisinin varolabileceği düşünülüyorsa; bu, öncelikle Avrupa kamu

hukuku kavramının İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kendisini adım adım kabul

ettirebilmiş olmasının bir sonucudur. Başka bir ifadeyle, somut yaptırımlarla desteklenen bir

üstün hukuk anlayışının, ulus-üstü düzeylerde de varolabileceğini ifade eden Avrupa kamu

91 Bu evrimin özlü bir anlatımı için bkz. MANCINI, Frederico: “The Making of A Constitution for Europe”,

Common Market Law Review, Vol. 26 (1989), s. 595-614. Yine bu sürece değinmekle birlikte, MANCINI’nin

anılan makalesinde savunulan klâsik normlar hiyerarşisi mantığının yerine farklı bir yaklaşım öneren bir deneme

için bkz. ELEFTHERIADIS, Pavlos: “Aspects of European Constitutionalism”, European Law Review, Vol.

21, No.1 (February 1996), s. 32-42. Söz konusu sürecin daha kapsamlı bir analizi içinse bkz. WEILER (1990-

1991): s. 2413 vd.

92 Topluluk hukukunun süreç içindeki anayasallaşmasını ağırlıklı olarak A.T.A.D. içtihatlarıyla ilişkilendiren

yaygın anlayışın dışında; bu süreci “hükümetlerarası konferanslar”ın penceresinden inceleyen bir çalışma için

bkz. SMITH, Brendan: Constitution Building in the European Union, Kluwer Law International, Bomin-

Cornwall 2002.

Page 54: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

hukuku kavramı, bugün, Avrupa Birliği bağlamında “anayasallaşma” konusunun gündeme

gelebilmesindeki en büyük etkenlerden birini oluşturmaktadır.

Bununla birlikte, kuşku yok ki Avrupa Anayasası kavramı, bir takım evrensel

değerlere vurgu yapan Avrupa kamu hukuku kavramından çok daha cüretkâr bir atılımı temsil

etmektedir. Bu sebeple Avrupa Anayasası kavramı etrafında yaşanan kırılmalar da, geçmişte

yaşanan tartışmalardan çok daha derin yarıklar oluşturarak ilerlemektedir. İşte bu yüzden

incelememizin ikinci ayağında, iki parçalı bir çözümleme şeması yardımıyla bu temel kırılma

noktaları tespit edilmeye çalışılacaktır. Bu şema kapsamında, öncelikle bir Avrupa

Anayasası’nın “gerekli” olup olmadığı konusunda yaşanan tartışmalara; daha sonra ise böyle

bir girişimin “mümkün” olup olmadığı konusundaki tartışmalara değinilecektir. Zira gelinen

noktada ortaya bir Taslak Avrupa Anayasası’nın çıkmış olması, Avrupa’nın bir anayasaya

ihtiyaç duyup duymadığı veya böyle bir girişimin doğru olup olmadığı yönündeki tartışmaları

sona erdirmiş olmayıp; bütün bu tartışmaların somutlaşması ve derinleşmesi için bir katalizör

işlevi görmeye devam etmektedir.

Bu bölümdeki incelememizin son ayağında ise, bir Avrupa Anayasası’nın gerekli veya

mümkün olup olmadığına ilişkin tüm bu tartışmalar bir yana bırakılacak ve doğrudan doğruya

Taslak Anayasa’nın yapım süreci üzerine yoğunlaşılacaktır. Zira belli bir toplulukta, o

Topluluk’un kurumsal örgütlenmesinin anayasallaşma evresine geldiği; başka bir deyişle, bir

anayasanın varlığı ve yaşaması için gerekli tüm koşulların sağlandığı yönünde hemfikir

olunsa bile, sözü edilen anayasanın yapım süreci, ortaya çıkan metnin meşruluğu ve toplumsal

beklentileri karşılama kapasitesiyle doğrudan ilişkili olacaktır. İşte konuya bu pencereden

bakıldığında, elimizdeki Taslak Anayasa metninin yapım sürecini ve bu süreçte yaşanan

tartışmaları ideal anayasa yapım süreci ve teknikleriyle karşılaştırmanın, tespit etmeye

çalıştığımız gerilim noktalarını somutlaştırmak açısından son derece faydalı olacağı

görülmektedir.

Page 55: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,
Page 56: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

A) “Avrupa Kamu Hukuku” Kavramı ve Avrupa Anayasası’nın Normatif

Temelleri

Avrupa kamu hukuku kavramı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında peş peşe

kurulan bir takım uluslararası örgütlerin zaman içindeki evrimleri ve karşılıklı

etkileşimleri sonucunda biçimlenen bir hukuk alanını ifade etmektedir. Bu

çerçevede, söz konusu kavramın oluşumuna giden yoldaki ilk adımlar, “Avrupa

Kömür ve Çelik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma” (Treaty Establishing the

European Coal and Steel Community), “Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu

Kuran Antlaşma” (Treaty Establishing the European Atomic Energy Community)

ve “Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma”larla (Treaty Establishing

the European Economic Community) atılmıştır. Bu antlaşmalarla kurulan Avrupa

Toplulukları’na ek olarak, 4 Kasım 1950’de Roma’da imzalanan ve 3 Eylül

1953’te yürürlüğe giren “İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına

Dair Avrupa Sözleşmesi” (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi – The European

Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms) ve bu

Sözleşme’ye ekli Protokoller de, biçimlenmekte olan Avrupa kamu hukukun

değerler sistemini oluşturmuştur. Lüksemburg ve Strazburg Mahkemeleri

tarafından etkinliği sağlanan bu iki temel kaynağa ek olarak, Avrupa Güvenlik

ve İşbirliği Konferansı (A.G.İ.K.) sürecinde kabul edilen Helsinki Nihaî Senedi

(Helsinki Final Act) ve Paris Şartı (Charter of Paris for a New Europe) gibi, daha

Page 57: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

zayıf denetim mekanizmaları getiren milletlerarası belgeler de, Avrupa kamu

hukukunun biçimlenmesine kendilerine özgü katkılar sunmuştur.93

Bütün bunların içinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile bu Sözleşme kapsamında

yargı yetkisi kullanan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa kamu hukuku kavramının

oluşumuna giden yoldaki en önemli katkıları sunmuşlardır. Bu çerçevede, Avrupa İnsan

Hakları Sözleşmesi’nin o güne kadar görülen uluslararası yapılanmalardan en dikkat çekici

biçimde ayrılan yönü; yalnızca taraf devletler arasında haklar ve yükümlülükler doğuran bir

sözleşme olmayıp; doğrudan doğruya bireyleri de sözleşmede yer alan hakların muhatabı

olarak kabul etmesi olmuştur.94 Bu anlamda, Sözleşme’nin 25. maddesiyle, hem devletlere

hem de bireylere, bu sözleşmeyle güvence altına yükümlülükleri ihlâl eden devletler aleyhine

doğrudan Komisyon’a başvurma hakkı tanınmıştır. Zaman içinde Sözleşme’nin 46. maddesi

uyarınca bir çok taraf devletin, Mahkeme’nin zorunlu yargı yetkisini kabul etmesiyle birlikte

giderek ön plâna çıkan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, içtihatlarıyla, Sözleşme’nin klâsik

devletlerarası sözleşmelerden ayrılan yönlerini iyice belirginleştirmiştir. Bu kapsamda

yaşanan en önemli dönüşümlerden biri de; Mahkeme’nin, kullandığı “amaçsal yorum

yöntemi”yle, Sözleşme’ye, iç hukukta “kamu düzenine ilişkin kural” niteliği kazandırması ve

bu şekilde, üye devletlerin tamamında yeksenak biçimde uygulanan ve somut yaptırımlarla

desteklenen bir hukukî koruma mekanizmasını hayata geçirmeyi başarması olmuştur.95

Bununla birlikte, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Avrupa kamu hukukunun

gelişimine yaptığı büyük katkılar, esas itibariyle, gittikçe gelişen Avrupa Toplulukları’nın

93 GÖNENÇ, Levent: Anayasa Hukukunda Yeni Eğilimler; Milletlerarası Anayasa Hukuku,

(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1994, s. 98.

94 GÖLCÜKLÜ, Feyyaz ve Şeref GÖZÜBÜYÜK: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan

Kitabevi, Ankara 1996, s. 12.

95 GÖNENÇ (1994): s. 105.

Page 58: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

değerler sistemine de nüfuz etmesiyle şekillenmiştir. Bu nüfuz etme süreci ise, Avrupa

Toplulukları Adalet Divanı’nın, adım adım Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına

kapı açan kararlarıyla biçimlenmiştir.

Avrupa Toplulukları Adalet Divanı, son derece sınırlı bir alanda ve salt ekonomik bir

mekanizmanın işleyişiyle ilgili dar bir çerçevede kullandığı yargı yetkisini, zaman içinde

ortaya çıkan ihtiyaçlara paralel olarak sürekli genişletmiş ve Topluluk hukukunun

genişlemesine paralel olarak, Avrupa halklarını yakından ilgilendiren bir çok konuda

yaşamsal roller oynamaya başlamıştır. Bu süreçte Divan, öncelikle Avrupa Toplulukları’nı

klâsik bir uluslararası örgüt olmaktan çıkarmış ve onu “Üye ülkelerin, belli alanlardaki

yetkilerini sınırlayarak yarattıkları ve bu ülke vatandaşları için de doğrudan haklar yaratan

kendine özgü bir uluslararası hukuk düzeni” olarak tanımlayarak96, ulusal hukuk normlarıyla

çatışma halinde “topluluk hukukunun üstün olduğu” doktrinini ortaya koymuş ve

Topluluklar’ın ulus-üstü karakterinin belirginleşmesinde önemli rol oynamıştır.97 Ancak

Adalet Divanı, yukarıda da belirtildiği gibi bunlarla da yetinmeyerek, Avrupa İnsan Hakları

Mahkemesi’nin içtihatlarıyla etkileşim içinde gelişen bir süreçte, Birlik’in salt ekonomik bir

örgütlenmeden sosyal yaşamın bir çok yönünün ilgilendiren bir projeye dönüşmesine de

önemli katkılar sağlamıştır. Gerçekten, 1970 yılından başlayarak verdiği kararlarda Divan,

öncelikle “Topluluk organlarının, yasama faaliyetini yürütürken, üye ülkelerin temel haklar

konusunda sahip olduğu gelenekleri ve birikimi dikkate almakla yükümlü olduğunu”

vurgulamaya başlamıştır.98 Buna paralel olarak Divan, 1974 yılından itibaren verdiği

kararlarda ise, “temel hakların, hukukun genel prensiplerinin ayrılmaz bir parçası olduğunu

... Divan’ın bizzat kendisinin, üye ülkelerin ortak anayasal geleneklerinden esinlenmesi 96 Van Gend en Loos v. Nederlandse Administratie der Belastingen, Case 26/62, [1963], ECJ, 1.

97 Flaminio Costa v. ENEL, Case 6/64, [1964], ECJ, 585.

98 Internationale Handelsgesselschaft mbH v. Einfuhr - und Vorratstelle für Getreide und Futtermittel, Case

11/70, [1970], ECJ, 1125.

Page 59: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

gerektiğini” ve ayrıca, “üye devletler tarafından imzalanan insan haklarının korunmasına

ilişkin uluslararası sözleşmelerin, Topluluk Hukuku çerçevesinde izlenecek yöntemlere ilişkin

yol gösterici bir nitelik taşıdığını” söyleyerek99, Topluluk’un anayasal yapısının ve

yükümlülüklerinin belirginleşmesinde de büyük rol oynamıştır.100 Özellikle, değinilen bu son

karar, Avrupa kamu hukukun, o güne kadar görece birbirinden bağımsız olarak gelişen iki

kolunun birleşmesini netleştirmiş ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yarattığı birikimin,

Adalet Divanı eliyle Topluluk çerçevesine aktarılmasını sağlayan kapıları ardına kadar

açmıştır.101 Nihayet Divan, büyük ölçüde kendi katkılarıyla yaşanan bu dönüşümün adını

koymakta da gecikmemiş ve 1986 yılında verdiği bir kararında, kurucu antlaşmaların;

“Topluluk’un anayasal dokümanları” olduğunu belirterek, Avrupa entegrasyonunun gelişimi

hakkındaki nihaî tavrını ortaya koymuştur.102

Bütün bu gelişmelerin sonucunda, bugün gelinen noktada artık biri İnsan Hakları

Sözleşmesi (Strazburg kısmı), diğeri Avrupa Topulukları (Lüksemburg/Brüksel kısmı) olmak

99 Nold v. Commission, Case 4/73, [1974], ECJ, 491.

100 Divan’ın temel haklar konusundaki içtihatlarının gelişimi ve yarattığı tepkiler için bkz. GILMAN, Amanda:

“Fundamental Rights”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve

Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004, s. 106-109.

101 Aslında Adalet Divanı’nın, bu tarihten önce de doğrudan doğruya A.İ.H.S.’ye referans verdiği kararları

mevcuttur. Bu kararların en önemlileri için bkz. Johnston v. Chief Constable of the Royal Ulster Constabulary,

Case 222/84 [1986] ECJ, 1663 ve Society for the Protection of Unborn Children Ireland Ltd. (SPUC) v. Grogan,

Case 159/90, [1991] ECJ, 62. Bu karar ve hemen ertesinde yaşanan bir örnek olayın (The Irish Girl Case) tahlili

için bkz. ÇAĞLAR, Bakır: “Institutionalization in the New Framework of Europe: Law and Democracy”,

Constitutional Jurisdiction - 9, Anayasa Mahkemesi Yayını, Ankara 1992, s. 252, 253 ve “Society for the

Protection of Unborn Children (Ireland) Ltd. v. Grogan: Irish Abortion Law and the Free Movement of Services

in the European Community” (Comment), Fordham International Law Journal, Vol. 15 (1991-1992), s. 501.

Yukarıda sayılanlara ek olarak, Adalet Divanı’nın, hem Topluluk organlarının, hem de üye devlet organlarının

işlemlerini denetlerken A.İ.H.S.’ye açık yollama yaptığı diğer kararları ve bunların tahlili için bkz. GRIEF,

Nicholas: “The Domestic Impact of the European Convention on Human rights as Mediated Through

Community Law”, Public Law, Winter 1991, s. 556-565.

102 Les Verts v. European Parliament, Case 294/83 [1986] ECJ, 1339.

Page 60: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

üzere birbirinden bağımsız iki ayrı Avrupa kamu hukuku sisteminden bahsetmek olanaksız

hale gelmiştir.103 Bu iki ana kaynak, süreç içinde birbiriyle iç içe geçen bir bütünün parçası

haline gelirken; ulus-devletlerin üstünde yer alan, üstün ve bağlayıcı bir hukuk kategorisinin

varolabileceğine dair kadim idealin de nihayet gerçekleşebileceğini kanıtlamıştır. Bunun

sonucunda, söz konusu süreç, bugün bir Avrupa Anayasası projesinin tartışılmasına giden

yoldaki en önemli adımları atmıştır.

103 KOOPMANS, T.: “European Public Law, Reality and Prospects”, Public Law, Spring 1991, s. 61.

Page 61: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

B) Avrupa Anayasası Kavramı ve Temel Tartışma Eksenleri

1) Bir Avrupa Anayasası Gerekli mi?

a) Avrupa Anayasası Lehindeki Görüşler

i-) Avrupa Birliği’nin Geleceği Hakkındaki Deklarasyon (Laeken Deklarasyonu)

Avrupa bütünleşmesinin karmaşık tarihi, kaçınılmaz olarak kendine özgü bir takım

sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede, gittikçe ilerleyen entegrasyon sonucunda

Avrupa Birliği’nin kurumsal yapısı büyük ölçüde genişlemiş, bunun sonucu olarak da

Birlik’in çalışma yöntemleri ve karar alma usullerindeki belirsizlikler ile Birlik kurumlarıyla

üye devletler arasındaki yetki paylaşımı gibi sorunlar giderek ağırlıklarını hissettirmeye

başlamıştır. Bütün bu “teknik” problemlere ek olarak, yetkileri giderek artan Birlik

kurumlarının yarattığı meşruiyet açığı ve halktan giderek daha kopuk bir görünüm arz eden

Avrupa imgesinin yarattığı sorunlar da bunların üzerine eklenmiş ve 21. yüzyılın eşiğine

gelindiğinde, Avrupa’nın vizyonunun ve geleceğinin yeniden tanımlanması ihtiyacı iyice su

yüzüne çıkmıştır.

Bütün bu gelişmelerin sonucunda, 15 Aralık 2001 tarihinde Laeken’de toplanan

hükümetlerarası konferans’ta Avrupa Konseyi’nin, Laeken Deklarasyonu olarak bilinen

“Avrupa Birliği’nin Geleceği Hakkındaki Bildirge”yi ilân etmesi, bu ihtiyaca verilen bir

cevap niteliğinde olmuştur.104 Her ne kadar bu Deklarasyon’un öncesinde de Avrupa

Anayasası üzerine çeşitli görüşler ve öneriler dile getirilmişse de105, Deklarasyon, o güne

104 Burada ve bundan sonraki bölümlerde Deklarasyon’a yapılan atıflarda kullanılan metin için bkz. Avrupa

Konvasiyonu’nun resmî web sayfası: http://european-convention.eu.int/pdf/LKNEN.pdf

105 Bu tarihe kadar bir çok üye ülkenin parlamenterleri, Topluluk organları bünyesinde kurulan çalışma grupları

ve çeşitli özel komiteler tarafından gündeme getirilen anayasa önerileri için bkz. NENTWICH, Michael ve

Gerda FALKNER: “Intergovernmental Conference 1996: Which Constitution for the Union?”, European Law

Journal, Vol. 2, No. 1 (March 1996), s. 2-6.

Page 62: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

kadar ağırlıklı olarak entelektüel gündemin konusu olan anayasa tartışmalarını Avrupa’nın

fiili gündemi halinde getiren adım olmuştur. Bu yüzden Deklarasyon’da, Avrupa’nın karşı

karşıya olduğu sorunlar hakkında ortaya konan temel yaklaşımlar ve bunların çözümüne

ilişkin önerilen çözümler, bir Avrupa Anayasası’nın gerekliliği üzerine yapılan tartışmaları

incelemek için iyi bir başlangıç noktası oluşturmaktadır.

Deklarasyon bu gözle incelendiğinde, konuya öncelikle 21. yüzyılın eşiğinde

Avrupa’nın geldiği nokta hakkında temel bir saptama ile girildiği görülmektedir. Metinde,

Avrupa entegrasyonunun aşamalı gelişim hikâyesine dikkat çekildikten sonra, gelinen durum;

“...bir dönüm noktası ve Birlik’in varoluşunda kader tayin edici bir an” olarak

tanımlanmaktadır. Bu tanım, Avrupa’nın iç dinamiklerinden kaynaklanan demokratikleşme

ihtiyacı ile, dış dinamiklerden kaynaklanan “etkin ve dünya meselelerinde söz sahibi olan” bir

Birlik gereksinimi ile açıklanmakta ve Avrupa vatandaşlarının, Birlik’in kendilerine daha

yakın, faaliyetlerinin daha anlaşılır ve Birlik tarafından alınan kararların daha şeffaf olmasını

talep ettikleri belirtilmektedir. Bu ihtiyaçların karşılanması için de, bir yandan Birlik

kurumlarının belirlenen hedefler çerçevesinde revizyonunun ve etkin çalışmalarının

sağlanması; diğer yandan da “Temel Haklar Şartı”nın bağlayıcı hale getirilmesi gibi adımlarla

Birlik’in demokratik karakterinin güçlendirilmesi, çözüm önerisi olarak sunulmaktadır.

Bütün bu gerekliliklerin somut yansıması olarak ise Deklarasyon’da; Birlik’in

temellerini oluşturan dört kurucu antlaşmanın basitleştirilmesinin, Birlik vatandaşlarının

öncelikli talebi olan şeffaflığın kaçınılmaz bir gereği olduğuna değinilmektedir. Ancak bu

büyük yapısal dönüşümün gerçekleştirilmesi için, öncelikle cevaplanması gereken bir çok

sorunun varlığına dikkat çekilen Deklarasyon’da; daha etkin, daha şeffaf ve Avrupa

vatandaşlarına daha yakın bir Birlik hedefine ulaşmak için girişilecek kurumsal reformların

asıl hedefinin; Birlik’in temel değerlerini yansıtan, bağlayıcı bir temel haklar kataloğunu

içeren ve Birlik’teki yetki paylaşımını yeniden düzenleyen bir anayasal yapılanma olması

Page 63: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

gerektiği ima edilmektedir. Bütün bu sayılan hedeflere ulaşılabilmesi amacıyla da, gerekli

hazırlık çalışmalarını yapmak ve Avrupa’nın geleceği üzerine daha geniş bir tartışma

platformu yaratmak üzere bir “Konvansiyon” oluşturulması, Deklarasyon’da öngörülen yol

haritası olarak karşımıza çıkmaktadır. Kısacası, Deklarasyon’un algılamasında Konvansiyon,

faydacı bir sadeleştirme işleviyle radikal bir yeniden kuruluş faaliyeti arasında bir yerde

bulunacak ve bir yandan Birlik’i yeni ölçülerine ve arzularına uygun araçlarla donatırken,

diğer yandan da onu, demokratik bir yapı biçiminde yeniden formüle etme işlevini

üstlenecektir.106

ii-) Bilimsel Görüşler

Laeken Deklarasyonu’nda dile getirilen bu görüşler, Avrupa Anayasası girişimine

genel olarak sıcak bakan düşünürlerce de geniş ölçüde paylaşılmaktadır. Daha doğru bir

ifadeyle Deklarasyon, büyük ölçüde doktrinde savunulan bu görüşleri derleyen bir metin

görünümüne sahiptir.

Gerçekten, Avrupa Anayasası projesini destekleyenlerin, Deklarasyon’da dile getirilen

bu görüşlere de yansıyan temel argümanı; halihazırda varolan ve dört temel kurucu antlaşma

ile sayısız ekler ve protokollerden oluşan Birlik yapılanmasının “sürdürülemez” nitelikte

olduğudur. Buna göre; Birlik’in temel organlarının oluşum ve işleyişini, Birlik düzeyindeki

karar alma prosedürlerini ve gerek Birlik organları arasındaki, gerek üye devletlerle Birlik

organları arasındaki yetki paylaşımını belirleyen bu yapı, konunun uzmanları tarafından bile

güçlükle anlaşılırken, sıradan vatandaşların gözünde çok daha büyük bir problem haline

gelmektedir. Bunun sonucu olarak da söz konusu yapı, Avrupa vatandaşlarının öncelikli

106 NICOLAIDIS, Kalypso: “Our European Demoi-cracy. Thoughts on the Constitutional Debate”, Whose

Europe? National Models and the Constitution of the EU, Said Business School, Oxford University, April

25-27, 2003, Session Papers & Abstracts, s. 2.

Page 64: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

beklentisi olan şeffaflık ve hesap verilebilirliğin sağlanmasını olanaksız kılarken, Birlik’in

demokratik karakterini de zaafa uğratmaktadır.

Deklarasyonda da dile getirilen bu hususların dışında, Birlik’in halihazırdaki yapısının

yalnızca şeklî sorunlar sebebiyle değil, ama içeriği itibariyle de eleştirildiği görülmektedir. Bu

çerçevede, bir yandan bugünkü çalışma ve karar alma usulleri çerçevesinde daha etkin ve

ortaya çıkan ihtiyaçlara daha çabuk tepki verebilen bir Birlik mimarisinin hayata

geçirilmesinin olanaksız olduğuna değinilirken; diğer yandan da, özellikle parasal birlik ve

genişleme süreciyle birlikte, kurumsal reformlar olmaksızın Birlik’in bu haliyle dahi

çalışmaya devam etmesinin mümkün olmadığı sıklıkla dile getirilmektedir. Özellikle 1999

yılında Komisyon üyelerinin toplu halde istifa etmesine yol açan gelişmeler ile Kosova ve

Irak krizlerinde Birlik’in dış politikasının iflas etmesi, bugünkü yapının sürdürülemez

olduğunun kanıtı ve radikal bir kurumsal dönüşümün; yani anayasallaşmanın gerekçesi olarak

sunulmaktadır.107

Buna ek olarak, bugüne kadar Avrupa bütünleşmesinin yelkenlerini dolduran temel

rüzgâr olan ekonomik motivasyonun da sonuna gelinmiş olduğu fikri, Avrupa’da giderek

daha fazla taraftar toplamaktadır. Gerçekten, parasal Birlik’in sağlanmasıyla birlikte

ekonomik entegrasyonun en yüksek seviyeye ulaştığı kabul edilmekte, buna bağlı olarak da

Avrupa’nın bundan sonraki entegrasyon adımlarının, ancak siyasî hedeflerin sağlayacağı bir

motivasyonla harekete geçirilebileceği savunulmaktadır.108 Kısacası, kapitalist

küreselleşmenin yarattığı olağan dışı sorunlarla dolu dünyada, karşımızda duran resmin hakim

öğeleri olan yabancı düşmanlığı, hoşgörüsüzlük ve köktenci akımların etkisinde, Avrupa’nın

107 DORAU ve JACOBI (2000): s. 415.

108 SCHMIDT, Igno: “Europe: on the Rise to Hegemony or Caught in Crisis?”, Monthly Review, February

2003.

Page 65: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

“kurucu babaları”na (founding fathers)109 hakim olan yeni-işlevselci (neo-functionalist)110

bütünleşme anlayışının iflas ettiği, inkâr edilemez bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır.111

Öyleyse çözüm, kaçınılmaz olarak siyasî hedeflerin ön plâna çıkarılması ve bunun en etkili

aracı olarak da, doğrudan bir anayasal tartışma gündeminin yaratılmasıdır.

Bütün bu görüşlere ek olarak, Avrupa’nın ulus-üstü bir anayasal yapı haline

dönüşmesinin gerekli ve hattâ kaçınılmaz olduğu yönünde ortaya konan en önemli

gerekçelerden biri de; ulus-devlet yapılanmasının ve ulus-devletler ekseninde tanımlanan

egemenlik anlayışının, ekonomik küreselleşme sonucunda zaten büyük ölçüde ortadan

kalktığı ve özellikle ekonomik düzlemde ulus-devletin ancak şeklen varolduğu saptamasına

dayanmaktadır. Buradan yola çıkarak bu görüşler, ulus-üstü örgütlenmeleri, ulus devletlerin

son dönemde yaşadığı bu kayıpların bir tür telafisi olarak değerlendirilmektedir. Örneğin

Jürgen HABERMAS, ulus devletlerin ekonomik kontrol ve düzenleme araçlarının, giderek

serbestleşen ve ulusal niteliğini kaybeden sermayenin baskısı altında gittikçe güçsüzleşmekte

olduğuna ve artan işsizlik ve diğer sosyal sorunlarla başa çıkmasının imkânsız hale geldiğine

dikkati çekmektedir. Yazara göre ulus-üstü ve bölgesel örgütlenmeler, giderek artan

uluslararası rekabetin baskılarına karşı koyabilmenin tek yoludur.112 Asıl meselenin, ulus 109 Bu terim, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nun kurulmasına yol açan “Schumann Plânı”nın mimarları;

zamanın Fransız Dışişleri Bakanı Robert SCHUMAN ve plânın esin kaynağı olan Jean MONNET ile İtalyan

Federalist Altiero SPINELLİ gibi bazı kişileri anlatmak için kullanılmaktadır. Bkz. BOZKURT, ÖZCAN ve

KÖKTAŞ (2001): s. 7, 8; CLAYTON (2004): s. 14.

110 Yeni-işlevselcilik hakkında bkz. BJØRN, Høyland ve Mark SCHIERITZ: “Theories of European

Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve

Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004, s. 30; European Integration and

Supranational Governance, W. SANDHOLTZ ve Alec STONE-SWEET (Eds.), Oxford University Press,

Oxford 1998.

111 WEILER, J.H.H.: The Constitution of Europe: Do the New Clothes Have an Emperor?, Cambridge

University Press, Cambridge 1999, s. 244.

112 HABERMAS, Jürgen: “Remarks on Dieter Grimm’s ‘Does Europe Need a Constitution?’”, European Law

Journal, Vol. 1, No. 3 (November 1995), s. 304, 305.

Page 66: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

devleti ortadan kaldırmak değil—ki bu, büyük ölçüde istem dışı şekilde zaten

gerçekleşmektedir—“ulus-devletin büyük demokratik kazanımlarını, onun sınırları ötesinde

de korumak”113 olduğunu belirten HABERMAS; küresel ekonominin istenmeyen ekonomik,

toplumsal ve kültürel sonuçlarını dengelemeye çalışan Avrupa halklarının, daha büyük

uluslararası etkiye sahip ve daha güçlü bir Birlik yaratmak için önemli bir sebepleri olduğuna

dikkat çekmektedir. Bu çerçevede, yazara göre bir Avrupa Anayasası, yukarıda anılan

sebeplerle, Birlik üyesi ülkelerin hareket alanını büyük ölçüde genişletecek ve bunu yaparken

de, Birlik politikalarının kendine özgü seyrini olumsuz yönde etkilemeyecektir.114

Avrupa Anayasası lehinde ortaya konan görüşler, elbette ki yalnızca ulus-devletin

aşıldığı perspektifine dayanan bu yaklaşımlardan ibaret değildir. Bu anlamda, bir anayasanın

mutlaka bir “süper devlet” yaratma amacına yönelmek zorunda olmadığını savunan görüşler

de giderek yaygınlık kazanmaktadır.115 Bu yaklaşımın penceresinden bakıldığında, Avrupa

Anayasası’nın temel işlevlerinden birinin de, Birlik yetkilerine açık sınırlar çizmek ve bu

şekilde ulus-devletin çıkarlarını daha iyi korumak olduğunu savunmak, pekâla mümkün hale

gelmektedir. Kısacası bu yaklaşımın değerlendirmesinde bir Avrupa Anayasası, süper

yetkilere sahip bir Birlik’in ortaya çıkışını temsil etmek zorunda olmayıp; Birlik

çerçevesindeki pozisyonları sürekli erozyona uğrayan üye devletlerin “dirilişi” olarak da

değerlendirilebilecek bir potansiyeli içermektedir.

Bu kapsamda öne çıkan bir başka görüş ise, Ernst-Ulrich PETERSMANN tarafından

dile getirilmektedir. Yazar, Avrupa Birliği’nin bugünkü durumunda yapısal bir reformun

113 HABERMAS, Jürgen: “Why Europe Needs a Constitution?”, New Left Review, Vol. 11 (September-October

2001), s. 11.

114 HABERMAS (2001): s. 12.

115 WEILER, J.H.H.: “European Neo-Constitutionalism: In Search of Foundations for the European

Constitutional Order”, Political Studies, XLIV (1996), s. 524; CRAIG, Paul: “Constitutions, Constitutionalism

and the European Union”, European Law Journal, Vol. 7, No. 2 (June 2001), s. 138, 139.

Page 67: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

kaçınılmaz olduğunu kabul etmekle birlikte, sorunun çözümü için, bir “hedef”ten önce, bir

“yöntem” önerisi sunmaktadır. Buna göre, esas önemli olan husus; reform sürecine “anayasal

bir yaklaşım”la bakabilmektir.116 Yazar, gerçekçi bir bakış açısıyla, Avrupa Birliği’nin

bugüne kadarki kurumsal reform sürecine damgasını vuran hükümetlerarası konferansların,

hem gündemleri, hem de sonuçları itibarıyla, temel olarak üye devletlerin ulusal çıkarları

tarafından yönlendirildiğini tespit etmektedir.117 Bu tespitten yola çıkan yazar,

hükümetlerarası konferanslar yoluyla, örneğin madde sayısının azaltılması ve antlaşmaların

basitleştirilmesi gibi bir takım hedeflere ulaşılabilirse de; doğrudan Birlik düzeyindeki

sorunları hedef alan yaklaşımların ve politikaların hayata geçirilmesinin mümkün olmadığını

iddia etmektedir. Zira Avrupa Birliği’nin ihtiyaç duyduğu kurumsal reformlar, sayısı dört olan

kurucu antlaşmaların daha kısa ve kolay anlaşılır tek bir kurucu antlaşamaya indirilmesiyle

çözülebilecek bir mesele değildir. Bu sebeple, konuya klâsik ulus-devlet mantığıyla ve

üzerinde ulus-devletlerin gölgesini taşıyan araçlarla yaklaşılması durumunda, söz konusu

sorunların çözümü için gerekli olan iradenin önünde yapısal bir engel oluştuğunu görmek

gerekmektedir. Bu yüzden, yazara göre, Birlik’in yoluna devam etmesi isteniyorsa yapılması

gereken şey; hem bir anayasal çerçeve tasarlamak, hem de bu çerçevenin içini, ulus-

devletlerin güdümünde olmayan anayasal yaklaşımlar ve yöntemlerle doldurmaktır.

Görüldüğü gibi, Avrupa Anayasası lehinde dile getirilen bu görüşler, birbirlerinden

çok farklı—ve hattâ zıt—anlayışlara dayanmakta ve taraftarlarının dahi bu anayasadan

beklentileri arasında, zaman zaman kopma noktasına varan farklılıklar oluşmaktadır. Bu

durumsa, kavramsal düzeyde bir Avrupa Anayasası fikri üzerinde oluşan bu olumlu

perspektifin, söz konusu Anayasa’nın içeriğinin belirginleşmesine paralel olarak, çeşitli

116 PETERSMANN, Ernst-Ulrich: “Proposals for a Constitution for the European Union: Building-Blocks for a

Constitutional Theory and Constitutional Law of the EU”, Common Market Law Review, Vol. 32 (1995), s.

1128.

117 PETERSMANN (1995): s. 1129.

Page 68: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

hoşnutsuzluklara ve hayal kırıklıklarına gebe olduğu anlamına gelmektedir. Nitekim ileride de

görüleceği gibi; “soyut” Avrupa Anayasası fikrinden, “somut” Anayasa Taslağı’na doğru yol

alındıkça, ortaya çıkan metne en ciddi eletiriler, bizzat bu girişimin destekleyicileri tarafından

yöneltilecek ve söz konusu metnin beklentileri karşılamaktan uzak olduğu görüşü, sıklıkla

dile getirilmeye başlanacaktır.

b) Anayasa Aleyhindeki Görüşler

Önceki bölümlerde de incelendiği gibi, “tek Avrupa düşüncesi”, kaynağını çeşitli

tarihî-felsefî dinamiklerden alan ve Avrupa’nın tarihini, toplumsal ve kurumsal anlamda

bütünleşmeyle sonuçlanacak bir gelişim çizgisi olarak yorumlayan idealist bir anlayışı

doğurmuştur. Bu anlayış, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Avrupa bütünleşmesinin

temellerini atan kurucu babalara da hakim olmuş ve idealist bir bakış açısıyla, Avrupa

Anayasası’nı, kurulacak bir “Avrupa Devleti”nin doğal tamamlayıcısı olarak kabul eden bir

yaklaşımı gündeme getirmiştir.118 Ancak bugün gelinen noktada anayasa tartışmaları, bu saf

idealist kavrayışın sınırlarını büyük ölçüde aşmış ve hem taraftarları, hem de karşıtlarının

ortaya koyduğu değişik yaklaşımlarla çok boyutlu bir nitelik kazanmıştır. Bu çerçevede,

yukarıda değinilen ve Avrupa Birliği’nin toplumsal ve kurumsal bütünleşme sürecinde ortaya

çıkan reform ihtiyacının ancak bir anayasa ile giderilebileceğini savunan bu görüşlerin

karşısında; kurumsal reformların ve iyileştirmelerin kaçınılmaz olduğunu kabul eden, ancak

bu gereksinimlerin bir anayasa ile karşılanmasının çeşitli nedenlerle mümkün olmadığını

savunan görüşler yer almaktadır.

118 Örneğin, Alman Dışişleri Bakanı Joschka FISCHER’in 12 Mayıs 2000 tarihinde Almanya’nın Humbolt

Üniversitesi’nde yaptığı ünlü konuşması, “Avrupa Anayasası” projesini, “Avrupa Federasyonu”na giden yolda

atılacak nihaî bir adım olarak gören anlayışın tipik bir ifadesidir. Konuşmanın tam metni için bkz. FISCHER,

Joschka: “From Confederacy to Federation: Thoughts on the Finality of European Integration”, C. JOERGES, Y.

MENY ve J.H.H. WEILER (Eds.): What Kind of Constitution for What Kind of Polity, European University

Institute, Badia-Fiesolana 2000, s. 19 vd.

Page 69: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Bu görüşlerin başında, elbette ki ulus-devlet yapılanmasının ateşli savunucuları yer

almaktadır. Bunlar, bir Avrupa Anayasası’nın, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu sorunların

çözümüne nasıl katkılar sağlayacağı gibi bir tartışmaya girmeyi daha en baştan reddetmekte

ve doğrudan doğruya Avrupa fikrinin kendisiyle ilgili büyük çekinceler ileri sürmektedir.

Başka bir ifadeyle, geleneksel Avrupa karşıtlığı düşüncesi119, bugün büyük ölçüde Avrupa

Anayasası aleyhtarlığına dönüşmüş olup, kendisini ağırlıklı olarak bu kanaldan ifade etmeye

devam etmektedir.120

Avrupa düşüncesine ve Avrupa Anayasası fikrine karşı çıkışlar, tabii ki Avrupa

Anayasası’nın kavramsal düzeydeki reddine yönelen bu görüşlerden ibaret değildir. Avrupa

Anayasası projesine karşı geliştirilen argümanlar arasında, Avrupa’nın bugüne kadar izlediği

esnek gelişme çizgisinin devam ettirilmesinin, Birlik’in geleceği açısından daha faydalı

olacağını savunanlar da vardır. Bunlar, halihazırdaki durumun avantajının, herkese Birlik’i

istediği gibi yorumlama ve algılama imkân vermesi olduğunu belirtmekte ve Anayasa gibi

daha detaylı ve katı düzenleme girişimlerinin, Birlik içinde belli esneklik kurallarına göre

işleyen dengeleri bozacağını endişesini gündeme getirmektedir.121

Son olarak, bir Avrupa Anayasası projesine “zamanlama” açısından da karşı çıkanlar

mevcuttur. Bunlar, Avrupa Anayasası projesinin, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir düş

olduğu fikrine katılmamakla birlikte; Avrupa’nın öncelikli ihtiyacının, Birlik kurumlarının

organizasyonunun ve çalışma yöntemlerinin basitleştirilmesi olduğu görüşünden hareket

119 Doğrudan doğruya ulus-devlet yapısına dayanmamakla birlikte, Avrupa merkezli düşünce yapısına karşı

geliştirilen en etkili argümanlardan biri için bkz. AMIN, Samir: Avrupa Merkezcilik, Bir İdeolojinin

Eleştirisi”, (Çev. Mehmet SERT), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993.

120 Bu görüşlerin en yeni tarihli örnekleri ve çeşitli makaleler için bkz. http://www.eurosceptic.com/ ve

http://www.eurosceptic.org/

121 Bu yaklaşımın özlü bir ifadesi için bkz. WALKER, Nail: “Sovereignty and Differentiated Integration in the

European Union”, European Law Journal, Vol. 4, No. 4 (December 1998), s. 355-388.

Page 70: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

etmekte ve bugünkü antlaşmalar rejiminin bir anayasa ile değil; basit ve çerçeve hükümler

içeren yeni bir temel antlaşma ile değiştirilmesi gerektiği savunmaktadır. Bu görüş

taraftarlarına göre, böylelikle hem bir anayasanın getireceği keskin tartışma eksenlerinden

kaçınılmış olacak, hem de gelecekte, Avrupa’nın siyasî ve hukukî olarak bu tartışmaya daha

hazır olacağı bir aşamaya varıldığında, hareket noktası olarak elimizde daha “özlü” bir

kurumsal yapının bulunması sağlanmış olacaktır.122

Bu kısa açıklamalardan da görülmektedir ki, Avrupa Anayasası’na karşı dile getirilen

bu görüşler; böyle bir girişimin prensip olarak hatalı olduğu savlarından, zamanlamaya ve

biçime yönelik çeşitli pratik kaygılara kadar uzanmakta ve halihazırda çözümlenmemiş bir

gerilim eksenine işaret etmektedir. Bu durum da bize, Avrupa Anayasası’nın kavramsal

düzeydeki çekiciliğinin ve meşruiyetinin, son derece hassas ve kırılgan bir zemin üzerinde

yükseldiğini göstermekte ve eğer yürürlüğe girerse, bu Anayasa’nın uygulamadaki etkinliği

ile ortaya çıkan toplumsal ihtiyaçlara cevap verebilme kapasitesinin, kendi meşruiyetini

sağlama açısından büyük önem taşıyacağını hatırlatmaktadır.

2) Bir Avrupa Anayasası Mümkün mü?

Avrupa Anayasası tartışmalarında ortaya çıkan ikinci kırılma noktası ise, bir Avrupa

Anayasası’nın “mümkün” olup olmadığı konusunda yaşanan tartışmalarla şekillenmektedir.

Bu tartışmaların dilinde Avrupa Anayasası’nın mümkün olup olmamasıyla kastedilen şey;

elbette ki böyle bir hukukî metnin oluşturulmasındaki teknik aksaklıklar değildir. Bu

kavramla anlatılmaya çalışılan; bir anayasayı “sıradan bir yazılı belge” olmanın ötesindeki

anlamlarla donatan koşulların, Avrupa düzeyinde de varolup varolmayacağıdır. Bu

pencereden bakıldığında, bir anayasaya gerçek saygınlığını getiren, onu Batı Uygarlığı’nın

tarihinden süzülüp gelen demokratik değerlerle yoğuran ve ona asıl meşruiyetini kazandıran

122 Bu yaklaşımın ayrıntılı bir açıklaması ve Avrupa Üniversitesi Enstitüsü tarafından hazırlanan bir “Temel

Antlaşma” önerisi için bkz. CRAIG (2001): s. 147-150.

Page 71: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

en önemli unsur olan “halk” (demos) unsurunun Avrupa düzeyinde de oluşup oluşmadığı,

Avrupa Anayasası etrafında şekillenen soruların cevaplanmasındaki en kritik nokta olarak

belirmektedir. Başka bir anlatımla, bu tartışmanın tarafları, konuyu Avrupa’nın bir anayasaya

ihtiyacı olup olmadığı gibi daha ziyade pratik ve faydacı yaklaşımların evreninden çıkarmakta

ve böyle bir anayasayı, o anayasanın yöneldiği gerçek muhataplar olan halk unsuru açısından

değerlendirmektedir. Zira liberal-demokratik anayasa teorisinde, iktidarın tek gerçek

meşruiyet dayanağı olan halkın katılımı ve destekleyici iradesi olmaksızın gerçek anlamda bir

anayasadan söz etmek mümkün değildir. Bu yüzden, bir Avrupa Anayasası’nın gerekliliği

üzerinde mutlak bir fikir birliğine varılsa bile, Avrupa düzeyindeki bir anayasal tasarımı

mümkün ve meşru kılan bir kitlenin mevcut olmaması, bütün bu çabaları geçersiz kılacak ve

ortaya konan metnin, demokratik nitelikten yoksun, zorlama bir girişimden ibaret kalmasına

yol açacaktır.

a) Anayasa ve Halk; “Kurucu İrade”den “Kurucu İktidar”a

Klâsik anayasa hukuku literatüründe “kurucu iktidar” (pouvoir constituant–

constitutive power), genel olarak, bir anayasayı ve o anayasanın temsil ettiği düzeni oluşturan

veya bu şekilde oluşturulmuş bir düzen içinde ve yine bu düzenin ifadesi olan anayasanın

öngördüğü usullere göre, gerekli değişiklikleri yapan iktidar olarak tanımlanmaktadır.123 Bu

anlamda “aslî kurucu iktidar”, bir ülkenin kurulu siyasî rejiminde ihtilâl, ülkenin parçalanması

veya işgali sonrasında yeniden yapılanması gibi sebeplerle doğan hukukî bir boşluğu dolduran

ve kendisini bağlayan hiçbir pozitif hukuk normu olmaksızın yeni rejimi ve bu rejimin

anayasasını oluşturan güçtür. “Talî kurucu iktidar” ise, aslî kurucu iktidarın aksine,

kendisinden önce kurulmuş ve işlemekte olan bir anayasal rejim içinde ve yine bu anayasal

123 TEZİÇ, Erdoğan: Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul 2003, s. 149-172; ÖZBUDUN, Ergun:

Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara 2002, s. 147, 148; GÖZLER, Kemal: Kurucu İktidar, Ekin

Kitabevi, Bursa 1998.

Page 72: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

rejimin öngördüğü sınırlar ve usullere sadık kalarak bir takım düzenlemeler yapan iktidarı

ifade etmektedir. Ancak, her iki tür kurucu iktidarın ortak noktası, arkalarında kendi

iktidarlarının oluşumunu mümkün kılan bir “kurucu irade”nin mevcut olması; başka bir

deyimle, bu iktidarların aslî veya talî kurucu iktidar olmasına bakılmaksızın, giriştikleri

eylemlerin gerçek meşruiyetinin, arkalarında yatan kurucu iradeyi oluşturan sosyal

gerçeklikten kaynaklanmasıdır.

Öyleyse, yaptığımız bu ayrım çerçevesinde “kurucu irade”; bir ülkede ortaya çıkan

kurucu iktidarın sosyal dayanağını oluşturan ve bu iktidara, girişeceği bir kuruluş veya

değiştirme eylemi için meşru hareket zemini yaratan ve onu destekleyen kanaat ve eylem

bütünleşmesi olarak tanımlanabilir. Bu anlamda, bir toplumda gerçekleşen anayasal

değişimlerin yerindeliğini ve yaşayabilirliğini değerlendirirken dikkate alınması gereken

hususların başında; hukukî veya fiilî durum tarafından kurucu iktidara sağlanan meşru hareket

zemininin, uzun vadede bu hareketleri kendi ihtiyaçlarıyla test edecek olan toplumun

sağladığı meşru hareket zeminiyle örtüşüp örtüşmediği bulunmaktadır.

b) Avrupa Anayasası; “İrade”sini Arayan İktidar

Yukarıda değinilen ayrım çerçevesinde Avrupa Anayasası tartışmalarına bakıldığında,

oluşan gündemin, ele aldığımız her iki kavram üzerinde de giderek artan bir baskı yarattığını

gözlemlemek mümkündür. Gerçekten, klâsik anayasa hukukunun, 17. yüzyıldan günümüze

uzanan sürecin hakim sosyal dokusu olan ulus-devlet yapılanmasını esas alarak oluşturduğu

kavram setinin de sınırlarını büyük ölçüde zorlayan bu tartışmalar, ele aldığımız ilk kavram

olan kurucu iktidar kavramında “dikkate değer” bir değişimi öngörmektedir. Bu anlamda,

Konvansiyon ve Konvansiyon’da ortaya konan metin üzerinde nihaî olarak söz sahibi olan

üye devletler, tipik bir aslî kurucu iktidar işlevi görmekte ve daha önce varolmayan bir yapıyı,

kendilerinden önce saptanmış hiçbir pozitif hukuk kuralı ile bağlı olmaksızın ilk defa olarak

Page 73: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

ortaya çıkarmaktadırlar. Kuşkusuz, bu durum, aslî kuruculuğun alışılagelen tanımında yer

alan, “...bir ülkede ortaya çıkan...” ibaresinin artık yeterli olmadığını ortaya koymakta ve

bizi, “bir ülke”nin sınırlarını aşan düzeylerde de kurucu iktidar oluşumlarına

rastlanabileceğini kabul etmeye zorlamaktadır.

Avrupa Anayasası bağlamında yaşanan tartışmaların, yukarıdaki ayrım çerçevesinde

ele aldığımız ikinci kavram olan kurucu irade kavramı üzerinde öngördüğü değişimi ise,

“dikkate değer” olmanın ötesinde, ancak “sıradışı” olarak tanımlamak mümkündür. Başka bir

anlatımla, Avrupa Anayasası’nın mümkün olup olmadığı üzerinde yaşanan tartışmaların asıl

odağı, Avrupa’da ortaya çıkan aslî kurucu iktidarın sosyal boyutu üzerinde; yani bizim burada

kurucu irade olarak tanımladığımız eksen üzerinde yoğunlaşmaktadır. Gerçekten, Avrupa

Anayasası gibi bir oluşumun meşruiyet tabanının; yani böyle bir girişimin asıl dayanağı olan

bir “halk iradesi”nin mevcut olup olmadığı konusu, Avrupa’da günden güne artan bir

hararetle ve giderek yükselen sesler eşliğinde tartışılmaktadır. Özetle, Avrupa Anayasası

tartışmaları bağlamında gittikçe önem kazanan soru; “böyle bir Anayasa’nın muhataplarının

kimler olacağı” sorusu olarak belirginleşmektedir. Klâsik anayasa hukukunun bu soruya

bugüne kadar verdiği cevap—halk—düşünüldüğünde ise, kaçınılmaz olarak karşımıza,

Avrupa Anayasası kavramının dayanağını oluşturacak bir “Avrupa Halkı”nın mevcut olup

olmadığı sorusu çıkmaktadır.

Bu soru etrafında ortaya konan üç temel yaklaşımdan söz etmek mümkündür. Bu

yaklaşımların birincisi; böyle bir anayasayı mümkün ve meşru kılacak; ona hayat verecek bir

Avrupa Halkı’nın halihazırda mevcut olmadığını ve çeşitli yapısal nedenlere bağlı olarak,

görünür bir gelecekte de böyle bir oluşumun ortaya çıkmasının mümkün olmayacağını

savunmaktadır. Bu görüşün taraftarları arasında, bir Avrupa Anayasası fikrine, hattâ birleşmiş

bir Avrupa idealine en temelden karşı çıkanlar bulunduğu gibi; prensip olarak böyle bir

oluşuma sıcak bakan, ama “ne kadar istesek de” bunun, şimdilik (ve daha uzun bir zaman)

Page 74: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

mümkün olamayacağını belirtenler de mevcuttur. Ancak bu çalışma açısından, değinilen bu

farklılıkların hiçbir önemi yoktur. Burada önemli olan şey; kendi aralarında ne kadar

farklılaşsalar da bu gruptaki görüş sahiplerinin ortaya koydukları yaklaşımın özüdür: Buna

göre; bir Avrupa Anayasası perspektifi, ağırlığı “imkânsız”dan “kâbus”a kadar değişen farklı

terimlerle ifade edilse de, netice olarak yanlış bir yaklaşımdır ve kaçınılması gereken bir

gelişim çizgisine işaret etmektedir.124

Bu yaklaşımın tam karşısında ise, bir Avrupa Halkı oluşumunun tam zamanı olduğunu

savunan ve böyle bir gelişimin altyapısının mevcut olduğuna inanan düşünürler yer

almaktadır. Bunlar, bir Avrupa Anayasası’nın, arzulanan Avrupa Halkı’nın gelişmesini

kolaylaştıracak ve hızlandıracak araçsal bir işlev de üstleneceğine dikkat çekmekte ve klâsik

ulus-devlet bağlamından sıyrılmış yeni bir toplum modeli tasarlamaya yönelmektedir. Bu

görüşler, Avrupa entegrasyonunun geldiği aşamanın, bir zihinsel dönüşüm sürecini

dayatmakta olduğunu belirtmekte ve dil ve kavram dünyamızı, son birkaç yüzyıla damgasını

vuran ama son derece yıkıcı bir potansiyeli olduğunu da kanıtlayan klâsik ulus-devlet ve

milliyetçilik söylemlerinin egemenliğinden kurtarmamız gerektiğini savunmaktadır. Kısacası

bu yaklaşıma göre; artık bir Avrupa Anayasası’nın zamanı gelmiş durumdadır ve bu yönde

ortaya konacak çabaların meyveleri, bu uğurda yaşanacak tüm dönüşüm sancılarını

karşılamaya yetecektir.125

124 GRIMM, Dieter: “Does Europe Need a Constitution?”, European Law Journal, Vol. 1, No. 3 (November

1995); KIRCHHOFF, Paul: “The Balance of Powers Between National and European Institutions”, European

Law Journal, Vol. 5, No. 3 (September 1999).

125 SCHMITTER, Philippe, C.: “Constitutional Engineering by ‘Process’ not ‘Product’: ‘Which Europe’ Will

Come Out of the Convention?”, Whose Europe? National Models and the Constitution of the EU, Said

Business School, Oxford University, April 25-27, 2003 [2003–a], Session Papers & Abstracts; ROSENFELD,

Michel: “The European Convention and Constitution Making in Philadelphia”, International Journal of

Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003); LA TORRE, Massimo: “Citizenship, Constitution and the European

Union”, European Citizenship, An Institutional Challenge, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The

Page 75: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Avrupa Halkı kavramından hareketle yaşanan tartışmalarda belirginleşen üçüncü bir

akım ise; Avrupa Halkı’ndan ziyade, gönüllü katılımla oluşan ve refah, paylaşım, barış gibi

rasyonel tercihler üzerinde yükselen yeni bir tür vatandaşlık tasarımını gündeme

getirmektedir. Bu anlamda, kavramların içeriklerinin netleştirilmesi suretiyle; “bir halkın

parçası olma” ile “Avrupa’nın vatandaşı olma” durumları birbirinden ayrılmakta ve bunlar

arasında bir çatışmadan ziyade, bir örtüşme ve tamamlayıcılık ilişkisi kurulmaya

çalışılmaktadır. Bu yaklaşımın savunucuları, tek bir Avrupa Halkı yaratma yolunda ortaya

konan çabaları da gereksiz ve zorlama girişimler olarak görmekte ve “halkların birliği” olarak

tanımlanabilecek bir Avrupa perspektifini gündeme taşımaktadır. Ancak bu yaklaşım, Avrupa

bütünleşmesine olan inancını ve olumlu değerlendirmelerini muhafaza etmekle birlikte,

önceliğin kurumsal dönüşüm ve yapılanma projelerine verilmesine de karşı çıkmakta ve

somut bir Anayasa oluşturma çabalarının, Avrupa’nın öncelikli ihtiyacı olduğu iddialarına

şüpheyle yaklaşmaktadır.126

i-) “No Demos” Tezi ve Avrupa Anayasası’nın Kavramsal Düzeyde Reddi

Avrupa Anayasası’nın mümkün olup olmadığı hakkında yaşanan tartışmalara

bakıldığında, karşımıza ilk olarak, Avrupa Anayasası tasarımında “No Demos” tezi olarak

bilinen yaklaşım çıkmaktadır. Bu yaklaşım, 1992 yılında yürürlüğe giren “Avrupa Birliği

Antlaşması” (Treaty on European Union - Maastricht Atlaşması) ile ilgili olarak açılan bir

davada, Alman Federal Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ve Avrupa entegrasyonunun ulus-

Hague 1989; DOARU ve JACOBİ (2000); HABERMAS, Jürgen: “Citizenship and National Identity, Some

Reflections on the Future of Europe”, Praxis International, Vol. 12, No.1 (April 1992).

126 WEILER, J.H.H.: “European Citizenship - Identity and Differentity”, European Citizenship, An

Institutional Challenge, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The Hague 1989; WEILER (1990-

1991); WEILER (1995); WEILER (1996); WEILER (1998); NICOLAIDIS (2003). Ayrıca bu konuda

Türkiye’den yapılan bir katkı için bkz. ÇELEBİ, Aykut: Avrupa: Halkların Siyasal Birliği, Metis Yayınları,

İstanbul 2002.

Page 76: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

üstü bir bütünleşme perspektifine yönelmesi ihtimaline karşı önemli yapısal çekinceleri içeren

ünlü “Maastricht Kararı”127 çerçevesinde somutlaşan itirazları bir araya getirmektedir.

Federal Mahkeme, anılan kararında, Maastricht Antlaşması’na o dönemde yöneltilen

eleştirilerin çoğuna hakim olan milliyetçi perspektifi ve söylemi benimsememekte; aksine,

ortaya koyduğu yaklaşımla kendisini, Alman Anayasası’nda belirlenen ve korumakla

yükümlü olduğu demokratik standartların savunucusu olarak tanımlamaktadır. Kısacası

Mahkeme, bu kararında kendisini Alman Halkı’nın milli çıkarlarının sadık bir savunucusu

olarak değil, demokrasinin evrensel değerlerinin garantörü olarak konumlandırmaktadır.128

Joseph WEILER’in sözleriyle, Mahkeme’nin anılan kararındaki akıl yürütmesini şu şekilde

özetlemek mümkündür:

“Demokrasi, bir “boşluk”un orta yerinde varolan bir soyutlama değildir.

Demokrasi, ancak çeşitli boyutları olan demokratik tartışmanın, kendileri adına ve yine

kendileri tarafından yürütülmesini mümkün kılan bir “rejime” ve bu rejimin üyelerinin,

yani bir “demosun” varlığına dayanır. Bir çoğunluğun, aldığı kararları karşısındaki

azınlığa kabul ettirmesinin makul sınırları, ancak ve ancak bir “demos” tarafından

belirlenen sınırlardır.”129

Mahkeme’nin bu yaklaşımı dikkatle incelendiğinde, birbiriyle iç içe geçen iki ayrı

varsayımın bir arada savunulduğunu görmek mümkündür. Bu varsayımların birincisi; bir

“rejim”in, yani bir devletin ancak bir demos, yani bir halk üzerine inşa edilebileceğidir. Bu

yaklaşıma göre; halk, devlete önceldir ve bir devletin oluşumunu mümkün kılan şey de; ancak

bu devletten önce oluşan ve devletin de üzerinde yükseleceği bir halkın varolmasıdır. Buna

bağlı olan bir diğer varsayım da, tam bu noktadan hareketle savunulmaktadır. Buna göre; 127 BVerfGE, 89, 155.

128 WEILER, J.H.H.: “Does Europe Need a Constitution? Demos, Telos and the German Maastricht Decision”,

European Law Journal, Vol. 1, No. 3 (November 1995), s. 222.

129 WEILER (1995): s. 222.

Page 77: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

demokrasinin işlemesini—yani azınlığın, çoğunluğun iradesini meşru kabul etmesi ve bizzat

çoğunluk haline gelene kadar, karşısındaki çoğunluğun iradesine uysallıkla boyun eğmesini—

mümkün kılan tek şey de; azınlığın ve çoğunluğun kendilerini aynı halka ait hissetmeleri;

başka bir ifadeyle, ayrı fikirlerde olsalar da, sonuçta tarihî olarak “aynı gemide” olduklarına

yürekten inanmalarıdır.

Yukarıda özetlenen mantık uyarınca, bir halkın varlığını, modern anlamda devletin ve

demokrasinin önüne koyduğumuz ve bunların varolması için vazgeçilmez şart olarak kabul

ettiğimiz andan itibaren ise; karşımıza, bir halkın hangi unsurlardan oluştuğu ve aynı

oluşumun Avrupa ölçeğinde de tekrarlanmasının mümkün olup olmadığı soruları çıkmaktadır.

Peter RUSSELL’IN “Aynı anayasayı paylaşan insanlar, öncelikle bir halk olmaya karar

vermiş olmalıdırlar.”130 sözlerinde en net ifadesini bulan bu yaklaşım, Avrupa Anayasası

tasarımına giden yolun, daha en baştan, tarihî olarak aşılması olanaksız bir engelle tıkanması

anlamına gelmektedir.

Ancak bu görüş de, kendi içinde çok çeşitli tonlara bürünmekte ve “toptan reddiyeci”

yaklaşımlardan, bu konudaki muhalefetini tartışmaya açan ve ret gerekçelerini ispata yönelen

yaklaşımlara kadar farklılıklar göstermektedir. Bu anlamda, Alman Federal Anayasa

Mahkemesi’nin eski yargıçlarından olan ve ünlü Maastricht Kararı’nın da altında imzası

bulunan Dieter GRIMM, Mahkeme’nin bu kararında ortaya koyduğu yaklaşımı gözden

geçiren ve onu daha rafine bir hale getiren yaklaşımıyla, Avrupa’nın anayasal gündemine çok

önemli katkılar yapmış ve 90’ların ikinci yarısından itibaren hızlanan anayasa tartışmalarının

gelişimine çok önemli bir perspektif sunmuştur.

130 RUSSELL, Peter, H.: Constitutional Odyssey: Can Canadians Become a Sovereign People?, University

of Toronto Press, Toronto 1992, s. 6.

Page 78: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Bu konuda yazdığı ünlü makalesine131, bir anayasanın gerçek anlamda ne olduğunu ve

kendisinden toplumsal olarak beklenenlerin neler olduğunu sorgulayarak başlayan GRIMM,

anayasaların, ait olduğu toplumun varlığının temel prensiplerine ve çıkan uyuşmazlıkların

çözümüne ilişkin bir uzlaşma zemini yaratarak, farklı kanaat ve çıkar gruplarını birbirine

bağladığını belirtmektedir. Anayasalar, böylelikle farklı toplumsal gruplar arasındaki

anlaşmazlıkların barışçı bir şekilde çözümlenmesine imkân vermekte ve toplumsal süreç

içinde yaşanan kayıpların kabul edilebilir olarak görülmesini sağlamaktadır. Bu

yaklaşımından da anlaşılacağı üzere GRIMM’in tasarımında anayasalar; toplumsal varoluşun

asgarî ve vazgeçilmez şartlarını içeren metinler olarak tanımlanmaktadır. Ancak burada

önemle vurgulanan nokta; anayasaların tüm bunları kendi başlarına değil, ama kendilerinden

önce varolan birtakım sosyal ön şartlara dayanarak ve onlardan güç alarak yapmakta

oluşudur.132 Şimdiye kadar bu ön şartlar, yalnızca modern ulus-devletlerin tarihi gelişim

sürecinde ve bu sınırlar içinde oluştuğuna göre, karşımızdaki sorun; anayasaların burada

sayılan işlevlerinin, modern ulus-devletten bağımsız olarak da—yani ulus-üstü bir düzlemde

de—varolup olamayacağı olarak belirginleşmektedir.

GRIMM’e göre, Topluluk’un kurucu antlaşmalarına bu gözle bakıldığına; üstünlük,

doğrudan etki ve yükümlülüklerini yerine getirmeyen devletin sorumluluğuna hükmedilmesi

gibi bir takım anayasal ilkelerin varlığına rağmen; gerçek bir anayasanın temel dayanağını

oluşturan “toplumsal taban” düşünüldüğünde, Birlik mimarisinin halen önemli eksiklerle

malûl olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Zira, “gerçek anlamda bir anayasa, doğrudan

halk tarafından gerçekleştirilen veya en azından ona atfedilen; ve bu yolla da (halkın), kendi

siyasî kapasitesini ortaya koyduğu bir girişimin ürünüdür.”133 Oysa yazara göre, Avrupa

131 GRIMM (1995), s. 288.

132 GRIMM (1995), s. 288.

133 GRIMM (1995): s. 290.

Page 79: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Anayasası bağlamında aynı şeyleri söylemek mümkün görünmemektedir. Bu çerçevede yazar,

halkların, tarihî olarak kendi anayasalarını oluşturmalarına karşılık, Avrupa Birliği

Anayasası’nın, ancak “üçüncü kişiler” tarafından oluşturulduğunu, üstelik burada söz konusu

olan “üçüncü kişiler”in de doğrudan doğruya üye devletler olduğunu belirtmektedir. Yazara

göre, bu tespitlerden yola çıkıldığında kolaylıkla görülmektedir ki Avrupa kamu iktidarı,

halktan kaynaklanan bir gücü değil; ancak üye devletler eliyle oluşturulan bir iktidarı temsil

etmektedir. Oysa anayasa, daha önceki bölümlerde de incelediğimiz üzere, yazılı bir metin

olmanın ötesinde anlamlara sahip olan bir kavramdır. Bu kavram—en azından Batı’nın liberal

demokratik anayasal geleneği açısından—ifadesini 18. yüzyılın sonunda yaşanan iki büyük

devrimde bulan bir anlayış dönüşümünün izlerini taşımaktadır. Bu anlayış dönüşümünün

konusu ise, toplumsal örgütlenmenin temellerine ve toplumdaki en üst buyurma gücünün

meşruiyet zeminine ilişkin bir tasarım değişimidir. Bu değişim; ilahî ve sorgulanmayan bir

hukukun korumasındaki mutlak iktidarın sınırsız buyurma gücünden, anlaşma ve karşılıklı

rıza ekseninde meşruiyet kazanan ve mutlaka kendisine tabi olanların iradesine dayanan bir

iktidar biçimine geçişin ifadesidir. Bu bağlamda bir anayasanın işlevi; toplumda yer alan

farklı eğilim ve fikirlerin bir araya gelmesi ve yaşanan anlaşmazlıkların çatışmacı olmayan

yöntemlerle çözülmesi için gereken yolu hazırlamak ve sonuçta politik kararlara dönüşen

iradenin, ona tâbi olanlar tarafından denetlenebildiği bir yapı oluşturmaktır. İşte konuya bu

unsurlar açısından bakıldığında, yazara göre, Avrupa’nın anayasal düzeninin yetersiz kaldığı,

açıkça görülebilmektedir.

Bütün bunlara ek olarak, GRIMM’in yaklaşımı uyarınca söz konusu eksikliğin,

sıklıkla dile getirildiği gibi kurucu antlaşmalar rejiminin tek bir anayasal çerçeveye

dönüştürülmesi gibi şeklî düzenlemeler yoluyla giderilmesi de mümkün değildir. Zira, bir

toplumun varolması için vazgeçilmez unsurlar olan; görüşlerin ve çıkarların

uyumlulaştırılması, politika oluşturma ve karar alma yöntemlerinin belirginleştirilmesi ve

Page 80: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

istikrar ile meşruiyetin güvence altına alınmasının yalnızca devlet organlarının varlığının

doğal bir sonucu olduğunu düşünmek, büyük bir hata olacaktır. Aksine, bütün bunlar,

toplumun içinde yaşayan çeşitli aracı kurumların ve iletişim kanallarının, öteden beri zaten

var olmasının dolaylı bir sonucu olarak gerçekleşmektedir. Kısacası, değinilen bu toplumsal

altyapı olmaksızın; ulaşılmak istenen “demokratik öz” (democratic substance), parlamento ve

düzenli seçimler gibi “demokratik biçimler” (democratic forms) hayata geçirilse bile, asla

elde edilemeyecektir.134 Üstelik, bu sosyal altyapının ve ön şartların, yani demokrasinin asgarî

varlık koşullarının, günümüzde gittikçe artan sorunlar sebebiyle modern ulus-devletler

düzeyinde bile korunmasında büyük sorunlar yaşadığı düşünüldüğünde, bunların Avrupa

düzeyinde “yaratılmasının” kolaylıkla mümkün olmayacağı da ortaya çıkmaktadır. Bu

anlamda, yalnızca dil engeli bile, Avrupa düzeyindeki bir “toplum”un ve bu toplumun

demokratik bir sistem yaratmak için ihtiyaç duyacağı iletişim kanallarıyla ortak

düşünce/kanaat/eylem biçimlerinin oluşumunda, aşılması olanaksız bir engel haline

dönüşmektedir. Bu eksikler giderilmediği sürece de—ki şu an için giderilmeleri neredeyse

olanaksızdır—sıklıkla dile getirilen Avrupa Parlamentosu’nun yetkilerinin artırılması gibi

yöntemlerle bir “Avrupa kamusal alanı” ve “Avrupa Halkı” yaratılması da söz konusu

olamayacaktır.135

Görüldüğü gibi yazar, bir anayasanın ve bu anayasa tarafından işler hale getirilen

demokrasinin sadece etnik anlamda homojenleşmiş bir halkla mümkün olabileceğini iddia

etmemekle birlikte; bu sistemin, en azından, kendisini siyasî bir birim olarak

teşkilatlandırmak isteyen bir topluluğun kurucu iradesine muhtaç olduğunu açıkça ortaya

koymaktadır. Bunun da, etnik olmasa bile, bir kolektif kimliği gerektireceği varsayımından

yola çıkan yazar, etnik anlamda türdeş bir halk tasarımı bir yana bırakıldığında dahi, sözü

134 GRIMM (1995): s. 293; KIRCHHOFF (1999): s. 238.

135 GRIMM (1995): s. 295-296.

Page 81: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

edilen bu kolektif kimliğin Avrupa düzeyinde oluşumunun, yukarıda değinilen sebeplerle

günümüzde yapısal olarak imkânsız olduğu sonucuna varmaktadır.

Anlaşılacağı üzere bu çerçeve, anayasa kavramını, modern çağın başından itibaren

yaşanan siyasî tarihin hakim aktörleri penceresinden değerlendirmekte ve “bildiğimiz

anlamda” bir anayasanın Avrupa düzeyinde varolabilmesi için, bu anayasanın “bildiğimiz

anlamda” altyapısını oluşturacak unsurların varlığını aramaktadır. Bu unsurların tarihî oluşum

süreçleri tartışmalı olsa da bu yaklaşım, söz konusu unsurların, hukukî araçlar ve kurumsal

düzenlemelerle oluşturulamayacak boyutları olduğuna işaret etmekte ve bu tarihî/toplumsal

koşulların Avrupa düzeyinde basitçe “yaratılmasının” imkânsızlığına işaret ederek, Avrupa

Anayasası tasarımının, içi doldurulamayacak bir soyutlama olduğu sonucuna varmaktadır.

ii-) Bir “Avrupa Halkı” Yaratmak

Avrupa Anayasası’nın, yapısal ve aşılması olanaksız engeller yüzünden gerçek dışı ve

kaçınılması gereken bir proje olduğunu savunan no demos yaklaşımının tam karşısında ise,

Avrupa Anayasası’nın kurucu iradesi olmak bağlamında bir “Avrupa Halkı”nın varolduğunu

veya en azından bunun koşullarının yaratılmasının mümkün olduğunu savunan görüşler yer

almaktadır.

Bu görüşlerin arasında ilk olarak dikkat çeken yaklaşım; konuyu tersten ele alarak, bir

Avrupa Demosu olmadığını iddia eden söylemlere karşı, modern ulus-devletlerin kuruluş

aşamasında da, bu devletleri önceleyen ulusal demoslar olup olmadığı sorusuyla cevap

vermektedir. Örneğin Philippe SCHMITTER, bir çok Avrupa Devleti’nin anayasallaşma ve

demokratikleşme süreçlerinin, ortada bu devletlere ait bir demos bulunmasından çok önceki

zamanlarda başladığına dikkat çekmekte ve Fransız Üçüncü Cumhuriyet Anayasası’nın yapım

zamanında bir Fransız kimliğinin bulunmayışı ile, İsviçre Kantonları’nın federal bir yapı

oluşturmaları sürecinde bir “İsviçreli” kavramının olmayışını buna örnek olarak

Page 82: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

göstermektedir.136 Aynı şekilde, Michael ROSENFELD de Amerikan Anayasası’nın yapım

sürecine atfen sıklıkla dile getirilen “Biz, Birleşik Devletler Halkı...”137 ifadesinin, aslında hiç

de göründüğü gibi olmadığını hatırlatmaktadır. Gerçekten ROSENFELD’e göre, eğer “halk”

tabiri “millet”i ifade etmek üzere kullanılıyorsa, 1787’de ortada bir Amerikan Milleti’nin

bulunmadığı açıktır.138 Bu anlamda, Avrupa Birliği’nde birleşik bir halk iradesinin

mevcudiyetini bir sorun olarak gündeme taşıyanlar, yazara göre 1787 Amerikan

Anayasası’nın arkasındaki insanların da ziyadesiyle bölünmüş bir durumda olduğunu ve hattâ

bir “halk” olarak biçimlenme sürecinin dahi çok başlarında bulunduklarını gözden

kaçırmaktadırlar.139 O zaman görmek gerekmektedir ki; Amerikan Anayasası, tarihî olarak

Amerikan Halkı’nın oluşum sürecinde çok önemli bir kurucu rol üstlenmiştir. Bu pencereden

bakıldığında ise görülmektedir ki; aynı etkileşimin, elimizdeki Avrupa Anayasası ile

müstakbel bir Avrupa Halkı arasında yaşanmasının önünde hiçbir mantıksal engel

bulunmamaktadır.

No demos tezine karşı tarihî bir bağlam çerçevesinde dile getirilen bu karşı çıkışların

yanında, kurulan bu bağa kavramsal düzeyde yapılan itirazlar da mevcuttur. Örneğin Massimo

LA TORRE, Federal Mahkeme’nin yukarıda değinilen kararına dayanak olan “halk”

tasarımının köklerini, liberal demokrasinin gelişimine karşı oluşan romantik tepki akımında

bulmakta ve bu düşüncedeki “ulus” ve “temsil” kavramlarının son derece duygusal öğelerle

yüklü olduğunu dile getirmektedir.140 Bu anlamda, demos’un “demokrasi”ye öncel olduğu,

136 SCHMITTER (2003-a): s. 16.

137 Amerika Birleşik Devletleri Federal Anayasası’nın önsözünde yer alan bu ifadenin tam metni için bkz.

http://www.law.cornell.edu/constitution/constitution.preamble.html

138 ROSENFELD (2003): s. 375.

139 Anayasa hukuku literatüründe “halk” ve “millet” kavramları arasındaki farklar ve bunlara tarihî olarak

yüklenen farklı anlamlar için bkz. TEZİÇ (2003): s. 94-99.

140 LA TORRE (1989): s. 452.

Page 83: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

tamamen soyut bir iddiadan ibarettir ve yazara göre bu ikisi arasındaki öncelik-sonralık

ilişkisi, “tavuk-yumurta” hikâyesindeki çözümsüz ilişki gibidir. Bundan başka, demokrasilerin

varolmak için ihtiyaç duyduğu ön koşulun da, etnik anlamda homojen bir topluluktan ziyade,

bir “sivil toplum” örgütlenmesi olduğunu belirten yazar, bu anlamdaki bir sivil toplumun

Avrupa düzeyinde kurulmasının önünde—dil engeli dahil—yapısal hiçbir engel

bulunmadığını belirtmektedir.141 Son olarak yazar, bir Avrupa Demosu arayışına girildiğinde

de, ortak bir dil haricinde, bir demosu oluşturan tüm tarihî ve toplumsal şartların (ortak bir

tarih, ortak sıkıntı ve acılar, ortak değerler ve hattâ ortak mitlerin) Avrupa düzeyinde

varolduğuna dikkat çekmektedir.142

No demos tezinin bir başka eleştirisi de, yine FRANKENBERG tarafından dile

getirilmektedir. Avrupa bağlamındaki varlığı veya yokluğu tartışılan demos’un, neden illa

üniter devletlerde olduğu şekliyle ele alındığını sorgulayan yazar, federal devletleri örnek

göstererek, yekpare ve homojen bir yapı yerine, farklılıklarını koruyan topluluklardan oluşan

bir demos’un da mümkün olabileceğini ve hattâ bu çeşitliliğin, demokratik bir sistemin

destekleyici unsurlarından biri olarak değerlendirilebileceğini belirtmektedir.143 Görüldüğü

gibi, bu yaklaşımda parçalı bir demos, Avrupa Anayasacılığı’nın kendine özgü bir öğesi

olarak kabul edilmekte ve “öteki”nin de kurucu irade olarak kabulüne açık kapı bırakılmış

olmaktadır.

Toplumsal ve tarihî bir gerçeklik olan modern ulus-devlet biçimini, anayasal bir

perspektifin olmazsa olmaz ön şartı olarak kabul eden no demos tezine karşı geliştirilen bir

başka argüman ise, anayasa düşüncesi ile modern ulus-devlet arasında gerçekten de kopmaz

bir bağ olmadığını dile getirmektedir. Buna göre, siyasî iktidarın uyacağı temel hukuk

141 LA TORRE (1989): s. 455.

142 LA TORRE (1989): s. 457.

143 FRANKENBERG (2000): s. 275.

Page 84: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

kuralları olma anlamında anayasa fikrinin ortaya çıkışı, Antik Yunan ve Roma’ya kadar

uzanan bir geçmişe işaret etmektedir. Bu yönüyle kavram, sadece modern ulus-devletlerle

ilgili değil; daha genel bir çerçevede, siyasî iktidara hukukî bir sınır çizmek hedefiyle ilgilidir.

Bu anlamda, bir anayasanın ön şartları olarak vurgulanması gereken şey de, modern anlamda

bir devlet değil, “siyasî bir topluluktur”.144 Başka bir ifadeyle anayasalar, modern anlamda

ulusların ortaya çıkışından önce de varolduğuna göre; ulus-sonrası bir örgütlenme biçimi

olarak Avrupa Birliği açısından da anayasal bir çerçeve tasarlamak, felsefî olarak pekalâ

mümkün hale gelmektedir.

Bu çerçevede dile getirilen yaklaşımların en dikkat çekicilerinden biri de, Avrupa

Halkı tasarımının, Avrupa Anayasası ve Avrupa çapında işleyen bir demokrasi için önemini

kabul etmekle birlikte, bu kavramın normatif çerçevesini yepyeni veriler eşliğinde yeniden

kurmayı amaçlayan yaklaşımdır. Bu yaklaşımın başlıca temsilcisi olan Jürgen HABERMAS,

GRIMM’in yukarıda değinilen makalesi üzerine yazdığı mütalaasında, bu “normatif kurulum

süreci”ne, tam da GRIMM’in açtığı bir kapıdan girerek başlamaktadır. Hatırlanacağı üzere,

Avrupa Anayasası tasarımına toptan reddiyeci biçimde yaklaşan açılımlardan farklı olarak

GRIMM, Avrupa düzeyindeki bir Anayasa’nın ve çerçevesi bu anayasa ile çizilecek bir

demokrasinin altyapısının, mutlaka etnik anlamda homojen bir halka değil, ama kendisini

siyasî bir birim olarak biçimlendirmek isteyen bir topluma dayanması gerektiğine işaret

ediyordu. İşte HABERMAS da, bir toplumun altyapısını oluşturan kolektif kimlik kavramının

ne şekilde tanımlanacağı sorusunu ortaya atarak tartışmayı yeni bir boyuta taşımaktadır.

Bugüne kadar, demokrasilerin ancak ulus-devletlerin sınırlarına denk düşen kamusal alanlar

çerçevesinde işlediğini kabul eden HABERMAS, gelinen noktada “vatandaşlık” kavramının,

ulus-devletin tebaasını ifade etmenin ötesinde anlamlar taşıdığına işaret etmektedir.

Gerçekten, klâsik ifadesini John LOCKE’ta bulan özgürlükçü bir bağlam çerçevesinde ele

144 DOARU ve JACOBİ (2000): s. 417.

Page 85: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

alındığında vatandaşlık, kalıtsal bir aidiyeti değil; iradî olarak edinilen ve rızaya dayalı olarak

sürdürülen bir statüyü temsil etmektedir.145 Bu statü ise, gerçek bir demokrasinin temelinde,

ancak “haklar” çerçevesinde tanımlanan bir aidiyet hissinin ve rasyonel sebeplere dayanan bir

birliktelik arzusunun bulunabileceğini göstermektedir.146 İşte bu ön kabullerden yola çıkan

HABERMAS, GRIMM’in, bu kolektif kimliğin oluşum sürecinin önünde önemli yapısal

engellerin bulunduğunu savunan yaklaşımına karşılık; “iletişimsel bir bağlam”

(communicative context) çerçevesinde bu yapısal engellerin aşılabileceğini ve özgür ve

sağlıklı bir iletişim projesi aracılığıyla bir Avrupa kamusal alanı ile bir Avrupa Demosu’nun

demokratik olarak yaratılabileceğini savunmaktadır.147 Gerçekten, HABERMAS’a göre;

ulusal kimliklerin oluşum süreci doğal bir süreç değil, ama belli tarihî ve toplumsal koşulların

sonucu olarak ortaya çıkan bir soyutlamaya işaret etmektedir.148 O zaman, ulus-devletleri

insanlığın erişebileceği en son sınır olarak kabul etmek ve demokratik olarak bunun ötesine

geçmeyi arzulayan toplumsal tasarımları, sanki kutsal bir yapılanmaya saldırıyormuşlarcasına

yadsımaya çalışmak, son derece tutucu ve bilimsel geçerlilikten uzak bir tavır olarak

değerlendirmelidir.

Görüldüğü üzere bu başlık altında ele alınan görüşler, Avrupa Anayasası fikrine

modernist bir bakış açısıyla yaklaşmakta ve bu süreci, bir tür “toplum mühendisliği” süreci

olarak değerlendirmektedir. Her ne kadar, bu bağlamda savunulan görüşlerin kabul edilmeleri,

halihazırda geçerli olan yapıların ve anlayışların penceresinden bakıldığında biraz zor gibi

görünse de; ulus-devlet yapılanmasının ve hatta “ulus” kavramının bizzat kendisinin de, en az

145 HABERMAS (1992) s. 6-7.

146 HABERMAS (1992): s. 5.

147 HABERMAS (1995): s. 305-307.

148 HABERMAS (2002): s. 15.

Page 86: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

bu başlık altında dile getirilen öneriler kadar “kurmaca” olduğu düşünüldüğünde, zamanın, bu

önerileri haklı çıkarma şansının halen var olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır.

iii-) “Çoğul Kimlikler” ve Yeni bir Toplum Tasarımı

Avrupa Anayasası’na giden yolda, demos tartışmaları bağlamında ortaya konan son bir

temel yaklaşım da; 21. yüzyılın eşiğinde karşımızda duran bu oluşumu, yeni yüzyılın

kavramlarıyla tanımlamayı öneren ve insanların “aidiyet” ve “bağlılık” hislerinin temellerine

ilişkin kapsamlı bir dönüşüm sürecini gündeme getiren yaklaşımdır. Avrupa kamu

hukukçuları arasında başını WEILER’in çektiği bu yaklaşım, temel olarak; Avrupa

bütünleşmesini anlamanın, ancak bu oluşumun evrenine ait yeni kavramlarla mümkün

olabileceğini savunmakta ve Avrupa Birliği’ni, insanlık tarihinde artık geride kalmakta olan

bir dönemin kavram setini kullanarak açıklamanın mümkün olmadığını vurgulamaktadır.

Bu yaklaşımına temel olmak üzere WEILER, Avrupa bütünleşmesine yönelik iki

temel vizyondan söz etmektedir. Bunlardan birincisi olan “birlik vizyonu” (Europe as Unity);

1951 yılında ekonomik bütünleşme adımlarıyla başlayan ve bir ortak pazar oluşumuna

yönelerek devam eden sürecin, nihayetinde tam bir siyasî birliğe, yani “Avrupa Federal

Devletleri” benzeri bir yapılanmaya ulaşılmasıyla son bulacağını savunmaktadır.149 Buna

karşılık, “topluluk vizyonu” (Europe as Community) ise; tüm değerlerini egemen, bağımsız ve

özerk devletler arasındaki ilişkileri esas alarak oluşturan ve uluslararası hukuku, bu unsurlar

arasındaki güç mücadelelerinden ibaret sayan klâsik uluslararası ilişkiler anlayışını da; bunun

tam zıddı olarak ortaya atılan ve “Avrupa Federal Devletleri” örneğinde kendisini ifade eden

birlik vizyonunu da reddetmektedir. Topluluk vizyonu, bunların yerine; devletlerin

egemenliğinin, belli alanlarda da olsa karşılıklı olarak sınırlandığı ve paylaşıldığı; “karşılıklı

bağımlılık” ilişkilerinin ön plâna alındığı ve devletin bağımsızlığı efsanesinin, bir devletler

149 WEILER (1990-1991): s. 2479.

Page 87: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

topluluğu çatısı altında yaşayan ve ortak değerlerle özlemleri paylaşan halklar gerçeğiyle yer

değiştirdiği bir perspektifi önermektedir. Bu yaklaşımı; “...liberal ulus-devletin değerlerini,

bu değerlerin kötüye kullanılmasına karşı çıkarak sahiplenmek” olarak tanımlayan

WEILER150, bu modelin ortaya koyduğu gelecek tasarımının; Birlik ile üye devletlerin

karşılıklı varlıklarının, gittikçe derinleşecek ve ilerleyecek bütünleşme sürecine rağmen

devam edeceği bir yapılanma olduğunu belirtmektedir.151

Böyle bir gelecek perspektifinin doğal bir yansıması olarak da WEILER, bizim burada

kurucu irade olarak tanımladığımız demos sorununa, kendine özgü bir yaklaşım getirmektedir.

Alman Federal Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda değinilen “no demos” tezine yönelik bir

değerlendirmeyle işe başlayan WEILER, Mahkeme’nin dile getirdiği organik/kültürel temelli

ulus anlayışını benimsemediğini açıkça ortaya koymakta; ama asıl itirazının, böyle bir ulus

tanımlamasının tamamıyla yanlış olduğu konusuna yönelik değil; bu tanımın, mümkün olan

tek tanım gibi sunulması konusunda yönelik olduğunu belirtmektedir.152 Buna göre asıl sorun,

bu geleneksel organik demos anlayışının dışına çıkılıp çıkılamayacağı ve bir “rejim”in üyesi

olmanın; organik olmayan, yani yurttaşlık bilinciyle ilgili bir temel üzerine inşa edilip

edilemeyeceğidir.153 Bu soruya verdiği cevabındaysa WEILER, “milliyet” ve “vatandaşlık”

terimleri arasında kavramsal bir ayrım yapmakta ve etnik-kültürel bir temelden ziyade, siyasî

bir bilince dayanan bir Birlik konseptini gündeme getirmektedir. Bu çerçevede, Avrupa’nın

bir ulus-inşası süreci olmadığını hatırlatan WEILER, bu sayede Birlik’in, farklı milliyetlere

mensup vatandaşlardan oluşabileceğini ve bu tasarımın, Avrupa Anayasası’nın temeline

150 WEILER (1995): s. 248.

151 WEILER (1990-1991): s. 2481.

152 WEILER (1995): s. 238.

153 WEILER (1998): s. 16.

Page 88: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

koyabileceğimiz “tek bir halktan” ziyade, bir arada varolmaya devam eden “çoğul halklar”

anlayışına varmamıza olanak vereceğini belirtmektedir.154

Kolaylıkla görülebileceği gibi, bu yaklaşımın iki cephesi bulunmaktadır. İlk olarak,

konuya bireyler, yani Avrupa vatandaşları açısından yaklaşıldığında; kişilerin bugün sahip

oldukları ulusal kimlikleri terk etmeleri zorunluluğunun bulunmadığı görülmektedir. Kişi,

kendisini istediği temelde—ve hattâ arzu ederse, etnik-kültürel öğeler temelinde—bir Alman,

bir İtalyan veya bir Türk olarak tanımlayabilecek; ama aynı zamanda, rasyonel ve bilinçli

olarak bir Avrupa vatandaşı olduğunun da farkında olacaktır. Bu iki kimlik, birbirinin yerine

geçme iddiasında olmayacak; bilakis farklı seviyelerde bir arada varolmaya devam edecektir.

Konuya Avrupa Birliği açısından bakıldığında ise, Birlik’in, daha ileri bütünleşme

adımları için kendisine ulus-devletlerinkine benzer bir demos; bir halk yaratmak zorunda

olmadığı görülmektedir. Kısacası, Avrupa bütünleşmesi bir devlet yaratma serüveni olmadığı

gibi, bir ulus inşası süreci de değildir. Bu anlamda Avrupa, halihazırda organik-kültürel

anlamda bir demosa sahip değildir; ve asla olmamalıdır da. Son tahlilde Avrupa macerası,

“...Avrupa halkları arasında daha yakın bir Birlik kurmak” hedefine yönelikse, bu çerçevenin

dışına taşarak “Avrupa halkları”nı tek bir halka indirgemeye çalışmak, bizzat Birlik’in

hedefleri ve varlık sebebiyle de çelişecektir.155

Ancak WEILER, bu görüşlerini dile getirdikten sonra, Avrupa Anayasası’nın ateşli bir

destekçisi olmadığını da açıkça ortaya koymaktadır. Zira ona göre Avrupa bütünleşmesinin

anayasal okumasından çıkan sonuç, sıklıkla iddia edildiği gibi “.... (henüz) anayasası

olmayan bir anayasacılık serüveni değil; bilakis anayasacılık boyutu eksik olan bir

anayasallaşma sürecidir”156 Bir başka deyişle WEILER, Avrupa’nın halihazırdaki yapısının 154 WEILER (1998): s. 17.

155 WEILER (1996): s. 524, 525.

156 WEILER (1995): s. 220.

Page 89: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

“yeteri kadar” anayasal olduğunu; bundan sonra dikkatlerin kurumsal düzenlemelere değil,

yukarıda değinilen sosyal dönüşüm sürecine verilmesi gerektiğini savunmaktadır.157

Elbette ki WEILER, bu yaklaşımında yalnız değildir. Avrupa entelektüel gündeminde

giderek artan sayıda düşünürün benzer görüşleri dile getirdiği görülmektedir. Örneğin

Kalypso NICOLAIDIS, Avrupa demosu etrafında bugüne kadar yaşanan tartışmanın baş

aktörleri olan “egemenlikçiler” ile “ulus-üstücüler”in ortak bir noktada birleştiklerine; her iki

grubun da “devlet merkezli” kavramlarla düşündüğüne değinmektedir.158 Bu iki zıt anlayışın

bir çözüme varmasının imkânsız olduğunu belirten yazar, çözümün, yeni tür bir siyasî toplum

anlayışında yattığını belirtmektedir. Yazara göre, Avrupa demoi-crasisi, bir “demokrasiler

birliği” olmadığı gibi, “demokrasi yoluyla bir birlik” de değildir. Avrupa demoi-crasisi,

yalnızca ekonomik değil, ama demokratik karşılıklı bağımlılık ilişkilerini düzenlemek ve

yönetmek üzere, bugüne kadar icat edilen en yenilikçi siyasî mekanizmalardan biridir.159 Bu

yaklaşımdan, bizim çalışma konumuzla ilgili türetilen sonuçlar ise, yazar tarafından şu şekilde

sıralanmaktadır:

Avrupa Birliği, bir “süper devlet” olmadığı gibi, bir devlet de değildir. Bu anlamda,

bizim devletleri tanımlarken saydığımız öğelerin hiçbirine—ve bu arada, bir “halk”a da—

sahip olması gerekli değildir. Bu çerçeveden bakıldığında, bir demoi-crasi olarak Avrupa

Birliği’ni anlamak için, üç sıçrama yapılması gerekmektedir: Birincisi; “ortak kimlik”

anlayışından “kimliklerin paylaşılması” anlayışına, ikincisi; “kimlik toplulukları”

tasarımından “proje toplulukları” tasarımına ve üçüncüsü de; “çok basamaklı yönetim”

anlayışından “çok merkezli yönetim” anlayışına geçiştir.160 Bu çerçevede asıl yapılması

157 WEILER (1995): s. 298.

158 NICOLAIDIS (2003): s. 5.

159 NICOLAIDIS (2003): s. 6.

160 NICOLAIDIS (2003): s. 6.

Page 90: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

gereken, HABERMAS’çı anlamda bir Avrupa kamusal alanı inşa etmeye çalışmak ve bu

kamusal alanda gerçekleşecek iletişimin, sonuçta tek bir Avrupa demosu yaratacağını ummak

değil, bilakis “öteki” ile birlikte yaşama kültürünü ve Avrupa projesine vücut veren tüm

farklılıkları kabullenme becerisini, yeni Avrupa’nın kurucu unsuru olarak tanımlamak ve

kabullenmektir.

Sonuç olarak, bu başlık altında özetlenen yaklaşımların, ilk iki başlık altında

savunulan görüşlerin arasında bir yerde konumlandığını söylemek mümkün görünmektedir.

Gerçekten, kimlik ve aidiyet kavramlarının yeni bir yorum biçimi olarak

değerlendirilebilecek bu yaklaşımlar, hem devletlerin, hem de ulusal duyarlılıkların “hassas

noktaları”na olabildiğince az temas etmekte ve buna rağmen, yine de ileriye doğru önemli bir

sıçramayı gündeme getirmektedir. Zaten, takip eden bölümde de inceleneceği üzere, Taslak

Anayasa’da düzenlendiği şekliyle “Birlik vatandaşlığı” kurumu da, yukarıda incelenen

görüşler arasından, en çok bu başlık altında savunulan düşüncelerle benzerlik göstermekte ve

“çoğul kimlikler” anlayışının—eğer başarılabilirse—Birlik’in gelecek tasarımında önemli bir

yer sahibi olacağını hissettirmektedir.

Page 91: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

C) Anayasa Yapım Süreci ve “Avrupa’nın Geleceği

Konvansiyonu” 2000 yılının Aralık ayında Nice Kentinde toplanan hükümetlerarası konferansta

Avrupa Konseyi, Avrupa’nın girdiği genişleme sürecini değerlendirerek, Birlik’in temelini

oluşturan dört kurucu antlaşmanın gözden geçirilmesi gerektiğini saptamış ve bu vesileyle

Birlik’in geleceği üzerinde daha geniş ve daha derin bir tartışma platformunun yaratılmasına

karar vermişti.

Bir yıl sonra, 15 Aralık 2001 tarihinde Laeken’de toplanan zirvede Avrupa Konseyi,

“Avrupa Biriliği’nin Geleceği Hakkındaki Bildirge”yi ilân etmiş ve Birlik’in, demokrasi,

şeffaflık ve etkinlik yönünden yeni ufuklara taşınması amacıyla bir “Konvansiyon”

oluşturulmasını karara bağlamıştı. Başkanlığı’na Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Valery

Giscard d’ESTAİNG’in getirildiği bu Konvansiyon, aynı zamanda “Avrupa vatandaşları için

bir Anayasa oluşturulmasına giden yolda” da gerekli hazırlık çalışmalarını yapmakla

görevlendirilmişti.

Daha somut olarak bakıldığında ise Konvansiyon’un önüne, tartışması ve çözüm

önerileri hazırlaması için bir çok temel meselenin konulduğunu görmek mümkündü. Bizzat

Konvansiyon’un değerlendirmesi itibarıyla bu konular;

1) Avrupa vatandaşlarını, Avrupa’nın inşası sürecine ve Avrupa Birliği’nin kurumlarına

yakınlaştıracak önlemleri almak,

2) Gittikçe genişleyen bir Birlik yapısında, politika oluşturma süreçlerinin ve Avrupa

siyasetinin temel çerçevesinin nasıl oluşturulacağını belirlemek;

3) Yeni dünya örgütlenmesinde, Birlik’in nasıl bir istikrar faktörü ve örgütlenme modeli

olarak yapılandırılacağını ortaya çıkarmak başlıkları altında toplanıyordu.161

161 Bkz. “Avrupa için bir Anayasa Oluşturan Antlaşma Taslağı”nın “Giriş” bölümü.

Page 92: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Çalışmalarını 2002 yılının Şubat ayından 2003 Haziranı’na kadar sürdüren

Konvansiyon, uzun müzakereler sonucunda “Avrupa için bir Anayasa Oluşturan Antlaşma

Taslağı”nı hazırlayarak Avrupa Konseyi’ne sunmayı başardı. Ancak bu Anayasa’nın yapım

süreci, bir çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Zira ideal anayasa yapım teknikleri açısından

değerlendirildiğinde, Konvansiyon’un yapısı ve çalışmalarıyla, ortaya konan metnin kabulü

için öngörülen “yol haritası”sının, söz konusu Anayasa’nın toplumsal tabanını kurmak ve

sosyal meşruiyetini sağlamak açısından bir takım sorunlar içerdiği görülmekteydi.

Tarihî deneyimler göz önüne alındığında, aslî kurucu iktidarın ortaya çıkışının,

genellikle büyük toplumsal krizler ve dalgalanmalar sonrasında bozulan toplumsal düzenin,

yeniden ve çoğunlukla da bambaşka temeller üzerinde kurulmasının ifadesi olarak

biçimlendiği görülmektedir. Bu bağlamda anayasa yapım süreçleri, her ne kadar bu süreçler

sonunda yapılan anayasaların birçoğunun “başlangıç” bölümünde doğrudan halka referans

verilse de, genellikle o toplumun yeniden yapılanmasında belirleyici rol oynayan siyasî

elitlerinin imzasını taşımaktadır.162 O zaman, demokratik anayasa yapım süreci açısından ele

alındığında asıl sorun; yeni bir anayasa ihtiyacı hangi toplumsal koşulların ürünü olarak

ortaya çıkmış olursa olsun, toplumun kaderine yön vermek üzere sahneye çıkan elitlerle

toplumun geri kalan kesimleri arasındaki bağlantının ne olacağı sorunu olarak

belirginleşmektedir.

Yine tarihî olarak bakıldığında, çeşitli toplumlarda ortaya çıkan aslî kurucu

iktidarların, farklı koşulların etkisiyle, demokratik seçimler dışındaki yollarla da toplumsal

meşruiyet sahibi olabildikleri görülmektedir. Başka bir ifadeyle, kurucu iktidar rolünün

toplumsal düzeyde kabul ve destek görmesi, söz konusu iktidarın demokratik usullerle

162 GÖNENÇ (2002): s. 111; DUCHACEK, Ivo: National Constitutions; A Functional Approach, Comparative

Politics, Vol. 1, No. 1 (October 1968), s. 93-97.

Page 93: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

seçilmiş olması dışındaki sebeplere de dayanabilmektedir.163 Ancak bugünün Avrupa’sına

bakıldığında, bu tip sıra dışı deneyimlerin ve toplumsal krizlerin yarattığı meşruiyet

biçimlerinin hiçbirinin varolmadığı; aksine, son derece rasyonel olarak işleyen bir Anayasa

yapım sürecinin mevcut olduğu kolaylıkla görülebilmektedir. Başka bir deyişle; Avrupa

Anayasası’nın yapım süreci, diğer bir çok tarihî örnekte olduğu gibi, ideal anayasa yapım

ilkelerinden o veya bu şekilde ayrılmayı meşru kılacak olağan dışı koşuların ürünü olarak

biçimlenen bir süreç değildir. Bu sebeple de bu süreç, ideal anayasa yapım ilkelerine, belki de

tarihteki diğer tüm örneklerden daha uygun olmak sorumluluğu altında bulunmaktadır.

1) “Kurucu Organ”ın Yapısı ve Oluşum Şekli

Konuya bu pencereden bakıldığında, ilk olarak söylenmesi gereken şey; demokratik

Anayasa yapım süreçlerinde “kurucu organ” kavramından anlaşılması gerekenin; “kurucu

meclisler” olduğudur. Ancak bu kurucu meclisler de, iki farklı şekilde ortaya çıkabilmektedir.

Bunlar, ya sırf bu iş için oluşturulmuş meclislerden164, ya da olağan meclislerin, normal

yasama faaliyetlerine ek olarak aslî kuruculuk işlevini de üstlenmesinden oluşabilmektedir.

Ancak, demokratik anayasa yapım ilkeleri söz konusu olduğunda, bir kurucu meclisin

varlığından da önemli olan husus; bu kurucu meclisin nasıl oluşturulduğudur. Zira demokratik

anayasa yapım sürecinin temel argümanı; anayasayı gerçek anlamda var edecek ve yaşatacak

olan kitlenin, anayasa yapım sürecinde mümkün olan en geniş ölçüde temsil edilmesidir. Bu

yüzden, sağlıklı bir anayasa yapım sürecinin oluşumu için gerekli ilk adım; kurucu meclisin

oluşumunun demokratik ilkelere uygun olmasıdır. Daha da somutlaştıracak olursak; bu

kurucu meclisin üyelerinin tamamının, genel ve eşit oy prensibi çerçevesinde, barajsız bir

163 İkinci Dünya Savaşı sonrasının Fransa’sında veya sömürgecilik karşıtı savaşlar sonrası dönemin Afrika’sında,

bu dönemlerin hemen öncesinde yaşanan mücadelenin önderlerinin, zaferden sonra kurulacak yeni rejimler

üzerinde de büyük söz sahibi olmalarını, bu bağlamdaki toplumsal meşruiyet olgusuna örnek olarak

gösterebiliriz.

164 Dar anlamda “kurucu meclis” terimi, özellikle bu tip meclisleri ifade etmek üzere kullanılmaktadır.

Page 94: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

nispî temsil sisteminin uygulandığı bir seçimle belirlenmesi, demokratik anayasa yapım süreci

açısından en ideal yöntemdir.165 Bu süreç, toplumda yer alan her fikrin, gücü oranında

anayasa yapım sürecine katılmasını sağlayacak ve anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra

yaşanabilecek muhtemel çatışma noktalarını da, daha anayasa yapım sürecinin içindeyken,

çeşitli pazarlık ve uzlaşma eksenlerine dönüştürebilecektir.

Konuya Avrupa Anayasası bağlamında yaklaşıldığında ise, anayasa yapım sürecindeki

kilit rolüne işaret ettiğimiz bu “kurucu organ”ın bir “kurucu meclis” olarak somutlaşmasının,

Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinin demokratik anayasa yapım ilkelerine uygun olması

gerektiği yönündeki siyasî temennilerin dışında; son derece gerçekçi ve pratik bazı

gerekçelere de dayandığı görülmektedir. Gerçekten, bugüne kadar Avrupa’nın geleceğini

tayin eden kararların alındığı klâsik hükümetlerarası konferansların niçin bir anayasa yapıcı

organ olarak değerlendirilmeye müsait olmadığını, en iyi şekilde Konvansiyon Başkanı

Valery Giscard d’ESTAING dile getirmektedir. d’ESTAING, bir hükümetlerarası konferans

sonucunda imzalanan Nice Antlaşması’nın müzakere sürecini değerlendirirken;

“Hükümetlerarası konferanslar, siyasî bir karakterden ziyade diplomatik bir karakter

taşımaktadır. Diplomaside amaç, karşınızdakilerin kaybetmesi pahasına kazanımlarınızı

artırmaktır. Dolayısıyla diplomasi, kazananları ve kaybedenleri olan bir oyundur” demekte

ve bu yöntemin uygulandığı Nice Konferansı’ndaki tartışmaların, bir kez daha Avrupa

odağından çıkarak ulusal çıkarlar odağına kaydığını ve bunun sonucu olarak da devlet

başkanlarının, Nice’ten başkentlerine döndüklerinde, bu süreçte Avrupa adına edinilen

kazanımları değil, kendi ülkeleri adına kopardıkları tavizleri gündeme taşıdıklarını

hatırlatmaktadır.166 Bu gerçekten hareketle görülmektedir ki; doğrudan doğruya Avrupa’yı

165 GÖNENÇ (2002): s. 113-115.

166 d’ESTAİNG, Valéry Giscard: “The Convention and the Future of Europe: Issues and Goals”, International

Journal of Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003), s. 347.

Page 95: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

değil; ama Avrupa düzeyinde kendi yerel çıkarları temsil eden kişilerin bir araya gelmesiyle

oluşacak bir “kurul”un, Avrupa’nın anayasal beklentilerini karşılaması yapısal olarak

imkânsızdır. Önceki bölümde ele alınan ve PETERSMANN tarafından da dile getirilen

“anayasal yaklaşım” fikrinin doğruluğunu en yetkili ağızdan kanıtlayan bu sözler, Avrupa

Anayasası’nın kendisinden beklenen hedeflere ulaşabilmesi için, doğrudan halk iradesine

dayanan bir kurucu meclis tarafından oluşturulmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha

gözler önüne sermektedir.

İşte bu ölçütler çerçevesinde Konvansiyon’un oluşumuna bakıldığında, daha ilk

adımda Konvansiyon’un demokratik bir kurucu meclis olma niteliğinde önemli aksaklıkların

bulunduğu görülebilmektedir. Üstelik bu aksaklıkları, Konvansiyon Başkanı d’ESTAING’in

28 Şubat 2002’deki açılış konuşmasında kullandığı ifadelerle, “Konvansiyon, sadece

Konvansiyondur” diyerek geçiştirmek ve bu farklılıkları Konvansiyon’un kendine özgü

yapısıyla açıklamaya çalışmak da, bir çok soruyu cevapsız bırakmak anlamına gelecektir.

Söz konusu oluşuma daha yakından bakıldığında, Konvansiyon’un bir başkan ve iki

başkan yardımcısına ek olarak, üye ülkelerin devlet veya hükümet başkanlıklarını temsilen

birer (toplam 15), ulusal parlamentoları temsilen ikişer (toplam 30), Avrupa Parlamentosu’nu

temsilen 16 ve A.B. Komisyonu’nu temsilen katılan 2 üyeden oluştuğu görülmektedir. Üye

ülkelerin temsilcilerine ek olarak, aday ülkelerden gelen ve üye ülke temsilcileriyle aynı

esaslara göre belirlenen temsilciler de toplantılara katılma hakkına sahip olmuş, ancak

varılacak bir uzlaşmayı geçersiz kılma hakkından yoksun bırakılmışlardır. Ayrıca, Bölgeler

Komitesi ve Ekonomik ve Sosyal Komite’nin temsilcileriyle Avrupa Ombudsmanı’nın

gözlemci sıfatıyla katıldığı toplantılara, Adalet Divanı ve Avrupa Sayıştayı’nın başkanlarının

da katılmalarına ve konuşma yapmalarına imkân tanınmıştır.

Kolaylıkla görülmektedir ki Konvansiyon’un yapısı, öncelikli hedeflerinden olan

“demokratikleşme” ile “Avrupa halklarıyla daha yakın bağlar kurma” hedefiyle

Page 96: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

örtüşmemektedir. Gerçekten Konvansiyon, oluşumu itibarıyla, değiştirmek üzere yola çıktığı

“demokrasi eksikliğinden muzdarip Avrupa” imgesinin üzerine pek az şey katabilmektedir.

Temel olarak, üye devletlerin eşit temsiline dayanan bu model ile Konvansiyon, meşruluğunu,

yine ağırlıklı olarak üye devletler dolayımıyla elde etmektedir. Bu durumun da, üye

devletlerin sağladığı “dolaylı meşruiyet”ten sıyrılarak, kendi sosyal meşruiyet zeminini

oluşturmaya yönelen bir Birlik tasarımıyla uyuşmadığı ortadadır.

Elbette bu tespitlere, Konvansiyon üyelerinin çoğunluğunun (toplam 46 üyenin)

doğrudan halk tarafından seçilmiş temsilcilerden oluştuğunu ve üstelik bunların bir kısmının

da, doğrudan Avrupa Parlamentosu’ndan gelen üyeler olduğunu söyleyerek karşı çıkmak

mümkündür. Ancak bu karşı çıkış da, Konvansiyon’un çalışmalarını, Avrupa Anayasası

yapım sürecinin tamamı olarak değerlendirme yanılgısına düşmek anlamına gelecektir. Zira

unutulmamalıdır ki Avrupa Anayasası’nın kurucu organı, “Konvansiyon ve Hükümetlerarası

konferans” şeklinde formüle edilebilecek iki basamaklı bir yapıdan oluşmaktadır. Dolayısıyla,

Konvansiyon’un seçimle gelen üyeleri ve bunların yaptığı çalışmalar, Avrupa Anayasası’nın

yapım sürecinin ancak bir bölümünü karşılamaktadır. Gerçekten Konvansiyon, son tahlilde

bir danışma organıdır167 ve Anayasa yapım sürecindeki rolü; bu konudaki nihaî kararı verecek

olan hükümetlerarası konferansa öneriler hazırlamakla sınırlıdır. Avrupa Anayasası

hakkındaki son sözü ise, hükümetlerarası konferans’ta—ve yine alışık olunduğu üzere, kapalı

kapılar arkasında—Avrupa Konseyi söyleyecektir. Bu durumda, Konvansiyon’un bir takım

üyelerinin seçimle belirlenmiş olmasının Avrupa Anayasası’nın yapım sürecine sınırlı da olsa

bir demokratik katkı yaptığı düşünülebilirse de, zaten eksik ve kendi içinde problemli olan bu

katkı, yukarıda tasvir edilen resmin tamamı dikkate alındığında iyice yetersiz kalmaktadır.

2) Anayasa Yapım Üslubu

167 BADINTER, Robert: “A European Constitution: Perspectives of a French Delegate to the Constitution”,

International Journal of Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003), s. 364.

Page 97: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Demokratik bir anayasa yapım sürecinin vazgeçilmez şartlarından biri de, anayasa

yapım sürecine uzlaşmacı bir üslubun hakim olması ve bu süreçte, kurucu meclis dışında

kalan geniş kitlelerin de yaşananlar hakkında bilgi edinme ve sürece katkıda bulunma

imkânlarının devam etmesidir. Konuya Avrupa Anayasası penceresinden bakıldığında ise bu

gerekliliklerin, Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinde daha da büyük bir öneme sahip olduğu

rahatlıkla görülebilmektedir. Zira Francis SNYDER’in da belirttiği gibi, “Avrupa

Anayasası’nın yapım süreci, yalnızca belli prensipler ve hukukî gereklerle sınırlı değildir.

Bunlar, işin sadece bir yönüdür. (...) Bir diğer esaslı yön ise, doğrudan anayasallaşma

sürecinin kendisidir.”168 Zira Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinin önündeki en büyük

hedeflerden biri de, sıklıkla gözden kaçırılmasına rağmen, Avrupa Birliği düzeyinde bir

anayasal kültür inşa etmektir. Avrupa ülkeleri teker teker ele alındığında, bunların tamamına

ortak olan bir anayasal kültür birikiminin mevcut olduğu düşünülebilirse de, bu tespit, bize

sorunun çözümü için yeterli araçları sunmamaktadır. Çünkü; “Globalleşme, uluslararası

nüfus hareketleri, parasal birlik ve Euro, 11 Eylül ve etkileri, Avrupa sosyal modeli üzerine

yürütülen (ve bir türlü sonuçlanmayan) tartışmalar ve aşırı sağ partilerin yükselişi gibi

sorunlar ile ulusal düzeylerde ve Birlik düzeyindeki ‘değer’ ve toplumsal ahlâk problemleri,

Avrupa Birliği’ne özgü bir anayasal kültürün oluşumunu ve gelişimini zayıflatan faktörler

olmuşlardır.”169 Bu anlamda Konvansiyon, sadece elitler düzeyinde değil, ama bütün Avrupa

Birliği vatandaşları ve özellikle gençler arasında gerçek bir Avrupa anayasal kültürü yaratma

hedefini yakalama şansını elde etmiştir. Ancak, Konvansiyon’un, yakalamış olduğu bu fırsatı

ne derece kullanabildiği sorusunun cevabı; ancak Anayasa yapım sürecinin yukarıda değinilen

ilkeye uygun olup olmadığının açıklanmasıyla verilebilir. İşte bu yüzden, burada, uzlaşmacı

anayasa yapım üslubunun iki yüzü olarak nitelendirebileceğimiz şartların; yani kurucu organa 168 SNYDER, Francis: “Dimensions and Precipitates of EU Constitutional Law”, European Law Journal, Vol

8, No. 3 (September 2002), s. 315, 316.

169 SNYDER (2002): s. 316.

Page 98: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

hakim olan çalışma ve karar alma yöntemleri ile kurucu organ dışında kalan insanların

“bilgilenme” ve “katılım” imkânlarının, Avrupa Anayasası’nın yapım süreci bağlamında

açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Bu çerçevede, ilk olarak Konvasiyon’a hakim olan Anayasa yapım üslubuna

bakılacaktır. Bu üslubu değerlendirirken kullanacağımız ölçüt ise; bu süreci yönlendiren

diyalogun hakim tonunun, “uzlaşmacı” veya “çatışmacı” tonlardan hangisini yansıttığı

olacaktır. Kullandığımız bu kavramlara açıklık getirmek içinse, Adrea BONIME-BLANC’ın

konuyla ilgili çözümlenmesinden faydalanmak mümkündür. Yazara göre, “uzlaşmacı anayasa

yapım üslubu”; toplumdaki bütün büyük siyasî grupların anayasa yapım sürecine katıldıkları,

uzlaşma ve ödünler verilerek anlaşma zeminlerinin oluşturulmaya çalışıldığı, dogmatik

“çözüm”lerden kaçınıldığı ve tüm katılımcıların, işleyen sürece karşı siyasî bir sağduyu ile

hareket ettikleri anayasa yapım sürecini anlatmaktadır.170 Bunun tam tersini ifade eden

“çatışmacı anayasa yapım üslubu” ise; tüm siyasî aktörlerin sürece katılmalarının

engellendiği, dogmatik zorlamaların sürece hakim olduğu, problemlerin çoğunlukla

çözülmeden kaldığı, ulaşılan çözümlerinse sürece hakim olan tarafın dayatmalarından ibaret

kaldığı bir süreci ifade etmektedir.171

Görüldüğü gibi bu tanımlar, anayasa yapım sürecindeki “uzlaşma”yı, yalnızca dar bir

çerçeveye, yani görüşmeler ve toplantılar sırasında kullanılan kelimelerin zarafetine

hasretmemekte; aksine, toplumdaki tüm görüşlerin adil biçimde temsil edilmediği bir

kompozisyonu, daha en baştan uzlaşmacı üslubu ortadan kaldıran bir faktör olarak

tanımlamaktadır. Bu yaklaşım uyarınca görülmektedir ki; bir önceki başlıkta incelenen ve

Konvansiyon’un oluşumundaki demokratik aksaklıkları ortaya koyan gözlemler, 170 BONIME-BLANC, Andrea: “Spain’s Transition to Democracy, The Politics of Constitution-making”,

Westview Press, Boulder-London 1987, s. 13; Aynı yönde bkz. ÖZBUDUN, Ergun: Demokrasiye Geçiş

Sürecinde Anayasa Yapımı, Bilgi Yayınevi, Ankara 1993, s. 116.

171 BONIME-BLANC (1987): s. 13, 14.

Page 99: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Konvansiyon’un anayasa yapım üslubunu da zorunlu olarak etkilemektedir. Bu pencereden

bakıldığında, Konvansiyon’un çalışmaları esnasında ne kadar demokratik ve uygar bir

tartışma platformu yaratılmış olursa olsun, Avrupa kamuoyunun büyük bölümün anayasa

yapım sürecinin dışında bırakan bu yapısal problemlerin, Taslak Anayasa metnini, uzlaşmacı

üslubun ürünü olan bir metnin sahip olacağı toplumsal meşruiyete sahip olmaktan büyük

ölçüde uzaklaştırdığını söylemek, kanımızca doğru bir değerlendirme olacaktır.

Konuya sıradan vatandaşların gözünden bakıldığında ise, ideal bir demokratik anayasa

yapım sürecine hakim olması gereken ikinci unsur olan bilgilenme ve katılım esaslarının,

Avrupa Anayasası’nın müzakere sürecinde etkin bir biçimde sağlandığını savunmanın zor

olduğunu görüyoruz. Her ne kadar, ilk bakışta Konvansiyon’da yapılan çalışmaların ve alınan

kararların Avrupa Kamuoyu’na yansıtılması; yani “bilgilenme” anlamında ileri düzey bir

şeffaflığa ulaşıldığı görülebilmekteyse de172, sürecin ikinci ayağı olan “katılım” boyutunun

aynı ölçüde yetersiz kaldığı, inkâr edilemez bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır.

Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinde buraya kadar değindiğimiz unsurlar olan; aslî

kurucu iktidarı şekillendirme, anayasa yapım sürecinin işleyişi hakkında fikir sahibi olma

(bilgilenme) ve sürece doğrudan etkide bulunma (katılım) imkânları bağlamında Avrupa

halklarının sahip olduğu konumu kısaca özetlemek içinse aşağıdaki tablodan yararlanmak

mümkündür.

Tablo 1: Avrupa Halklarının Avrupa Anayasası’nın Yapım Sürecine Katılım

İmkânları

Avrupa’nın Geleceği Konvansiyonu Hükümetlerarası konferans

Oluşumuna Etki Zayıf Yüksek

172 Örneğin, Konvansiyon’un tüm çalışma takvimini, katılımcılarının listesini, üzerinde tartışılan ve kabul edilen

tüm maddeleri ve hattâ maddeler hakkında verilen tüm önergeleri içeren resmi web sitesi, bu konuda önemli

işlev görmüştür. Bkz. http://www.european-convention.eu.int/

Page 100: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Etme İmkânı

Bilgilenme İmkânı (Şeffaflık) Yüksek Zayıf

Kararları Etkileme İmkanı (Katılım) Çok zayıf Çok zayıf

Önceki bölümde de değinildiği gibi, Avrupa halklarının, kendi geleceklerini

belirleyecek olan Konvansiyon üyelerinin belirlenmesinde çok sınırlı ve dolaylı bir seçim

şansı olmuştur. Konvansiyon çalışmalarının gidişatı hakkında tatmin edici ölçüde bilgilenme

imkânına sahip olan halkların, sürecin gidişatına etki etme şansı ise çok zayıftır. Zira,

Konvansiyon üyelerinin hiçbiri doğrudan bu iş için seçilmediğinden, temsilî demokrasinin

işleyişine hakim olan siyasî sorumluluk ve toplumsal baskı gruplarının doğrudan kontrolü gibi

imkânlar son derece etkisiz kalmıştır. Buna ek olarak, halkın doğrudan inisiyatifi eline

alabileceği “halk girişimi” gibi yarı doğrudan demokrasi araçlarının da öngörülmemiş olması,

halkların sürece etkide bulunma imkânını iyice azaltan bir diğer faktör olmuştur. Bu durumu,

ilgi duyduğu maçı iyi bir koltuktan izleme şansına sahip olan; ama kendi kaderini de yakından

ilgilendiren maçın ne oyuncularının seçiminde, ne de gidişatı üzerine hiçbir söz hakkı

olmayan bir seyircinin durumuna benzetebiliriz. Eğer maç bittiğinde herkes bunun bir oyun

olduğunu ve artık geride kaldığını bilerek evine gidecekse, bu örnekte hiçbir sorun yoktur.

Ama eğer kimin hangi eve gideceği bu maçın sonucuna göre belli olacaksa, o zaman,

izleyicilerin bu pasif konumunu demokratik ilkeler çerçevesinde kalarak açıklamak pek de

kolay olmayacaktır.

Konuya Anayasa yapım sürecinin ikinci aşamasını oluşturan hükümetlerarası

konferans açısından bakıldığında ise, Avrupa halklarının, bu çalışmalara kendilerini temsîlen

katılanları belirleme konusunda önemli bir olanağa sahip olduğu söylemek mümkündür.

Gerçekten hükümetlerarası konferanslar, üye ülkelerin, her biri doğrudan halk tarafından veya

Page 101: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

bu yolla oluşan parlamentolar tarafından seçilen devlet ya da hükmet başkanlarından

oluştuğuna göre, bu noktada Avrupa halkları açısından büyük bir temsil sorunu olduğunu

iddia etmek yanlış olacaktır. Ancak burada da, “kapalı kapılar” stratejisinin büyük ölçüde

hakim olması dolayısıyla, yürütülen tartışmalar ve kararların alınış şekli üzerinde hemen

hiçbir bilgi edinme imkânının olmadığı bilinmektedir. Klâsik devletlerarası diplomasi

oyununun kurallarının işlediği bu sürece halkın doğrudan katılımı ise, elbette ki söz konusu

bile olmamaktadır. Bu sürecin, devletlerarası ilişkilerin yürütülmesindeki doğal seyir olduğu

ve bunda kınanacak bir şey olmadığı elbette ki söylenebilir. Ama unutulmamalıdır ki burada

tartıştığımız sorun; herhangi bir devletlerarası politika süreci değil; bir anayasa yapım

sürecidir. Bu pencereden bakıldığında ise, Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinin ikinci

ayağını oluşturan hükümetlerarası konferansların da, ideal anayasa yapım sürecinin

gerekliliklerini karşılama konusunda pek çok açıdan yetersiz kaldığı açıkça görülebilmektedir.

3) Anayasanın Yürürlüğe Girişi; Referandum

İdeal bir anayasa yapım sürecindeki en son öğe de; bu sürecin sonunda ortaya çıkan

metnin, özgür tartışma ve fikir oluşturma imkânlarının varolduğu bir ortamda referanduma

sunulmasıdır.173 Zira anayasa, sırf bu iş için seçilmiş bir kurucu meclis tarafından ve

demokratik katılım esaslarına sadakâtle bağlı kalınarak oluşturulmuş olsa bile; nihaî olarak

ortaya çıkan metnin gerçek sahibi olan halka söz hakkı verilmesi, temsilî demokrasinin

içerdiği bir takım zaafların ve süreç içinde kurucu meclisle halk iradesi arasında

yaşanabilecek kopmaların test edileceği bir olanak yaratacaktır.

173 Benzer bir yaklaşım için bkz. RAKOVE, Jack: “Europe’s Fathers (European Union Proposed Constitution)”,

Foreign Policy, September-October 2003.

Page 102: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Avrupa Anayasası’nın yapım sürecinin en kırılgan noktalarından birini de, işte bu

adım oluşturmaktadır. Zira Taslak Anayasa’da, bu Anayasa’nın yürürlüğe girmesi için

referandum şartı getirilmediği gibi174; Taslak Anayasa’nın içerdiği bir takım hükümler

konusunda itirazları olan ülkelerin, referandumu bir tehdit politikası aracı olarak kullandıkları

görülmektedir.175 Aksi yöndeki görüşlerin varlığına rağmen176, Taslak Anayasa metninin üye

ülkelerin anayasal prosedürleri doğrultusunda söz konusu ülke parlamentolarında

onaylandıktan sonra yürürlüğe girebilecek olması da, temsilî demokrasinin en büyük kriz

odaklarından birini oluşturan “parti disiplini” gibi sorunlar sebebiyle, Anayasa’nın gerçek

muhatabı olan halkların kendi kaderleri hakkında vereceği kararın yerini tutamayacaktır.

Nitekim, bu noktanın farkında olan bir çok ülke kamuoyunda da, metnin referanduma

sunulması yolunda baskıların artması, bu gözlemlerimizi doğrular nitelikteki gelişmeler

olmaktadır.177 Durum böyle olmasına karşılık, Almanya başta olmak üzere pek çok ülkede

174 Taslak Anayasa metninin sonuna eklenen “Anayasayı Oluşturan Antlaşma’nın Nihaî İmza Tasarrufu

Bildirgesi” uyarınca; “Anayasa’yı oluşturan Antlaşma’nın imzalanmasından iki yıl sonra, Üye Devletlerin beşte

dördü bunu onaylamışsa veya biri veya birkaçı onaylamaya geçmekte zorlukla karşılaşmışsa, bu mesele Avrupa

Konseyi’ne götürülür.”

175 Örneğin, İngiliz basınında Başbakan Tony BLAIR’ın, kendi partisinin Avrupa Parlamentosu seçimleri için

başlattığı negatif kampanyayı ve İngiliz Halkı’nın referandumda “hayır” deme ihtimalini, Anayasa konusunda

bir pazarlık aracı olarak kullandığı yolunda haberler geniş yer tutarken; İngiliz Maliye Bakanı Gordon BROWN

da, bir referandumda İngiliz Halkı’nın kabul oyu verebilmesi için—sadece kendisini ilgilendiren alanlarda—en

az 25 değişiklik yapılması gerektiğini belirtmektedir. Bkz. BEATTY, Andrew: “Blair to reaffirm Constitution

‘red lines’”, EUObserver - 10.05.2004 (http://www.euobserver.com/)

176 Örneğin, Konvasiyon’a Fransız Parlamentosu’nu temsilen katılan üyelerden Robert BADINTER, Üye

Devletlerin, vatandaşların katılımı olmaksızın kendi aralarında yaptıkları bir antlaşma ile Avrupa için bir anayasa

oluşturmaya yönelmelerini bir sorun olarak görmemektedir. Gerçekten, BADINTER; “Antlaşma, yine de Birlik

vatandaşları tarafından, doğrudan doğruya veya temsilcileri aracılığıyla onaylanacaktır. Sonuçta Avrupa Birliği

bir anayasa tarafından yönetiliyor olacaktır; önemli olan da budur.” demekle, hem Anayasal inisiyatifin

vatandaşlar tarafından başlatılmamış olmasını, hem de referanduma başvurulmamasını “küçük ve önemsiz

ayrıntılar” olarak değerlendirmektedir. Bkz. BADINTER (2003): s. 363.

177 Örneğin; CARTER, Richard: “Referendum Pressure Grows in French”, EUobserver – 10.05.2004

(http://www.euobserver.com/); KIRK, Lisbet: “Swedes Want a Say on New EU Constitution”, EUobserver –

Page 103: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

hükümetler, referanduma soğuk bakmakta178 ve referandumda, hükümetler düzeyinde alınan

kararların aksi istikametinde sonuçlar çıkması ihtimâlini, Avrupa macerasının sonunu

getirecek bir tehdit olarak algılanmaktadır.

Bu durum ise, yazgısı doğrudan Avrupa halkları tarafından belirlenen bir Birlik kurma

hedefinin bir kez daha boş bir söylemden ibaret kalmak üzere olduğunu ve halkların, isteseler

de Avrupa’nın geleceğinde gerçek anlamda söz sahibi olamayacaklarını göstermektedir. Bu

açık ise, kanımızca, yukarıda da anlatıldığı üzere, ideal Anayasa yapım süreci ilkelerine bağlı

kalma sorumluluğunu en üst düzeyde taşıyan Avrupa Anayasası’nın geleceğinde telafisi

mümkün olmayan bir meşruiyet sorunu doğurmaya aday görünmektedir.

04.05.2004 (http://www.euobserver.com/); MAHONY, Honor: “Poles May Call Referendum on Constitution”,

EUobserver – 28.04.2004 [2004-a] (http://www.euobserver.com/).

178 CARTER, Richard: “Schröder: Constitution Even Without Ratification”, EUobserver – 26.04.2004

(http://www.euobserver.com/).

Page 104: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

III. Bölüm

Taslak Avrupa Anayasası; Değerler ve Kurallar

Avrupa Anayasası’nın “gerilim eksenleri” denildiğinde, yalnızca buraya kadar

incelenen ve daha ziyade Avrupa Anayasası’nın kavramsal düzeydeki varlığı ve gerekliliği

üzerine yürütülen tartışmalar anlaşılmamalıdır. Bunlara ek olarak, doğrudan doğruya

elimizdeki Taslak Anayasa metninden kaynaklanan tartışmaların da bu kapsamda ele alınması

gerekmektedir. Gerçekten, gelinen aşamada bir yandan bir Avrupa Anayasası’nın gerekli olup

olmadığı veya böyle bir girişimin altyapısının mevcut olup olmadığı konusundaki tartışmalar

tüm hızıyla sürerken, diğer yandan da Avrupa’nın gündemi, Konvansiyon çalışmaları

sonucunda açıklanan metinle ilgili olarak yaşanan büyük anlaşmazlıkların işgali altında

bulunmaktadır.

Elbette ki Taslak Anayasa metninden kaynaklanan anlaşmazlıkların büyük bölümü,

devletlerin stratejik dünya algılamasından Birlik düzeyindeki güç dengesi hesaplarına, makro-

ekonomik beklentilerden toplumsal-kültürel kökenlere kadar birçok farklı sebebe dayanmakta

ve büyük ölçüde “yüksek siyaset” olarak tanımlayabileceğimiz bir ilişkiler yumağının içinde

şekillenmektedir. Bu anlamda, Taslak Anayasa ile ilgili olarak veya bu metinden hareketle

yaşanan tüm bu anlaşmazlıklar, çok farklı açılardan ele alınması gereken bir çeşitliliğe işaret

etmekte ve bu tartışmaların bir çoğu, doğrudan doğruya uluslararası hukukun, uluslararası

ilişkilerin, toplumbilim çalışmalarının ve çeşitli tarihî/stratejik araştırmaların konusunu

oluşturmaktadır.

Bununla birlikte, yaşanan tüm bu tartışmaların içindeki bir boyut, bize göre dikkat

çekici bir biçimde öne çıkmakta ve Avrupa’daki anayasal tartışma gündeminin ağırlık

merkezini oluşturmaktadır. Bu boyut, doğrudan doğruya bir “değerler topluluğu” olarak

tanımlanan Avrupa Birliği’nin temellerine ilişkin olarak biçimlenen arayışlarla ilgilidir.

Page 105: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Kısacası bu boyut, modern Avrupa’yı kuran temel siyasî değerler ile bunların ifadesi olan

anayasal ilkelerin, Avrupa Anayasası’na ne şekilde ve hangi ölçülerde yansıtılacağıyla

ilgilidir.

Bu cümlelerden de anlaşılacağı üzere, bu bölümde ortaya konulan temel varsayım;

toplumsal hayatı düzenleyen kurallar ve kurumların, bunların dayanaklarını oluşturan ve

çeşitli tarihî süreçler içinde üretilen değerler ve prensiplerin yansıması olduğudur. Buna bağlı

olarak da çalışmamızda, bir kurallar ve kurumlar bütünü olan Taslak Avrupa Anayasası’nın,

hedef kitlesi olan Avrupa halklarının gözündeki meşruiyetinin de, büyük ölçüde kendisine

kaynaklık eden değer ve prensiplerle olan ilişkisine bağlı olacağı savunulmaktadır. Bu sebeple

bu bölümde yapılacak olan şey; Avrupa Anayasası projesine dayanak işlevi gördüğünü

düşündüğümüz değerler ve prensiplerle elimizdeki Taslak Anayasa metnini karşılaştırmak ve

Taslak Anayasa’da öngörülen kurumsal düzenlemelerin, söz konusu değerler ve prensiplerle

olan ilişkisini irdelemek olacaktır. Bu bakış açısının doğal bir sonucu olarak da, değinilen bu

ilişkide yaşanan kopma ve aksamalar, Avrupa Anayasası projesindeki temel sorun odakları ve

gerilim eksenleri olarak tanımlanacaktır.

Ortaya konulan bu yaklaşımı biraz daha açmakta fayda vardır. Gerçekten, bir sosyal

doku içinde varolan değerler ve prensiplerin, bu sosyal dokunun kurumsallaşmasını ifade

eden kurallarla olan bağlantısı nasıl açıklanabilir?

Bu noktayı biraz daha netleştirmek üzere, Maria Lusia Fernandez ESTEBAN

tarafından önerilen üç ayaklı bir çözümleme şemasından faydalanmak mümkündür. Yazara

göre, bir hukuk sistemini karakterize eden değerler ve prensiplerle, bunların yansıması olan

kurallar arasındaki ilişki, üç başlık altında özetlenebilir.179 Buna göre, ilk olarak söylenmesi

gereken şey; her bir değer ve prensibin kendi dışındaki bir norm grubuna vücut vermesine

179 Burada esas alınan çözümleme için bkz. ESTEBAN, Maria Luisa Fernandez: The Rule of Law in the

European Constitution, Kluwer Law International, The Hague-Boston 1999, s. 39-40.

Page 106: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

karşılık, bu ilişkinin ancak dikkatli gözlemler sonunda açığa çıkarılabileceğidir. Gerçekten

değerler ve prensipler, hukuk sistemlerinde son derece önemli ve yapısal roller oynamalarına

karşılık, çoğunlukla açıkça ifade edilmemekte ve yalnızca yazılı kurallardan soyutlanarak

anlaşılabilmektedir. Buna ek olarak, sözü edilen değer ve prensiplerle bunların ifadesi olan

kuralların toplumsal hayata yansıma biçimleri de birbirinden farklıdır. Bu çerçevede, bir

toplumda var olan kurallara “uyulurken”, değer ve prensiplere ise ancak “bağlı

kalınmaktadır”. Bu yüzden söz konusu değer ve prensiplerin anlamını ve değerini, arkalarında

yatan hukukî ve felsefî birikimden bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Son

olarak, değer ve prensiplerin yorumlanış ve uygulanış biçimleri de kurallarınkinden farklıdır.

Bu anlamda, farklı değer ve prensipler arasında bir çatışma söz konusu olduğunda, kuralların

çatışması durumunda izlenen yoldan farklı olarak, bu değer ve prensiplerden birinin

diğerlerine mutlak şekilde üstünlük sağlaması söz konusu olmamaktadır. Böyle durumlarda,

somut olayın özelliklerine göre, çatışan değerlerden birine normatif geçerlilik tanınması,

diğerlerinin mutlak şekilde inkârı anlamına gelmeyip; göreli ve duruma göre değişen bir

üstünlük tercihi anlamına gelmektedir.

Yukarıda kısaca özetlenen bu yaklaşım çerçevesinde Avrupa Anayasası tartışmalarına

bakıldığında ise, şu basit tespiti yaparak işe başlamak mümkün görünmektedir: Batı

Uygarlığı’nın tarihî serüveninden gelen değerler, belli durumlarda birbirileriyle çatışan

görünümler sergilese de, sonuçta hiçbir zaman bir diğerinin mutlak anlamda reddi sonucunu

doğurmamaktadırlar. Zira Avrupa’yı kuran değerler, her şeyden önce birbiriyle iç içe geçmiş

bir bütünün parçasıdırlar. Bu sebeple, yeni çağın Avrupa’sının oluşum sürecinde söz konusu

değerlerin bazılarının gözden çıkarılması, modern Avrupa’yı var eden birikimlerin de bir

kısmının görmezden gelinmesi anlamını taşıyacaktır. Konuya bu pencereden bakıldığında ise

söz konusu değerlerin tümünün, toplumsal ve tarihî ağırlıklarına paralel olarak, kurulmakta

olan yeni Avrupa’da ait olduklara yerlere oturtulmasının zorunlu olduğu kolaylıkla

Page 107: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

görülebilmektedir. İşte bu anlatılanlar çerçevesinde belirtilmelidir ki, Avrupa Anayasası

bağlamındaki temel sorun; Avrupa tarihînin çeşitli evrelerinde oluşan ama özellikle

Avrupa’nın son 300 yılına damgasını vuran ulus-devlet gerçekliği içinde olgunlaşan bu

değerlerin, özlerinden bir şeyler kaybetmeksizin ve kısmen veya tamamen görmezden

gelinmeksizin, ulus-üstü bir bütünleşme perspektifine nasıl aktarılacağı sorunu olarak

belirginleşmektedir.

Page 108: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

A) Klâsik (Negatif) Anayasacılık

Avrupa tarihîne özgü mücadelelerin doğurduğu en önemli değerlerden biri olan

liberalizm, aydınlanma düşüncesinden devraldığı mirasın da etkisiyle, dönemin hakim unsuru

olan mutlak monarşilerin ezici iktidarına karşı bir duruşa ve bireylerin özgür tercihleriyle

yönlendirilen bir toplum biçimine olan inanca dayanarak biçimlendi. Bu yönüyle modern

Avrupa kültürünün temel değerlerinden biri hâline gelen liberalizm, aynı zamanda klâsik

anayasacılık hareketlerine giden yolun da düşünsel temellerini oluşturdu. Liberalizmin çocuğu

olarak doğan ve oluşum sürecine ilk bölümde ayrıntılı olarak değinilen klâsik anayasacılık

düşüncesi ise, devrimler çağından günümüze kadar öneminden hiçbir şey kaybetmeden

varlığını sürdürdü ve çağdaş Avrupa toplumlarının siyasî-hukukî örgütlenmesinin temel yapı

taşlarından birini oluşturdu. Ancak klâsik anayasacılık düşüncesi, bu süreçte, kendisine

kaynaklık eden liberalizm ideolojisini olduğu gibi devralmakla yetinmeyip, süreç içinde onu,

hukukun normatif diline uyarlayarak iki temel prensip hâlinde somutlaştırdı. Bu anlamda,

sınırlı iktidar ve özgür birey kavramlarına dayanan siyasî liberalizm, Anayasacılığın dilinde

“kuvvetler ayrılığı” ve “hukuk devleti” prensipleri olarak ifadesini buldu.

1) Kuvvetler Ayrılığı

Tarihî kökeni ARISTO’nun çalışmalarından POLYBIUS’un karma anayasa

düşüncesine kadar uzanan kuvvetler ayrılığı prensibi, modern çağın başındaki ifadesini ise

MONTESQUIEU’nun yapıtlarında bulmuş ve o zamandan beri liberal anayasaların

vazgeçilmez ilkelerinden biri olmuştur. Bu prensip, temel olarak modern devletin üç temel

fonksiyonu olan yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarının, oluşumları ve işleyişleri

bakımından birbirlerinden bağımsız organlarca yürütülmesini ve bu sayede iktidar üzerinde

bir kontrol ve denge mekanizması (checks and balances) yaratılmasını amaçlamaktadır.

Kuvvetler ayrılığı prensibi, bu amaç çerçevesinde, modern çağın başından günümüze uzanan

Page 109: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

süreçte önemli dönüşümler geçirmiş ve çok farklı görünümlere bürünmüştür. Bu anlamda

kuvvetler ayrılığı, özellikle parlamenter sistemlerde siyasî partilerin sistemdeki ağırlığının

artmasına paralel olarak belirgin bir değişime uğramış ve yasama ve yürütme fonksiyonları

arasındaki ayrım giderek belirsizleşmiştir. Ancak bu durumda da kuvvetler ayrılığı

prensibinin özü; yani hukuk devletinin de güvencesi olan yargı organının bağımsızlığı özenle

korunmuş ve geliştirilmeye çalışılmıştır.180 Kısacası Avrupa kamu hukuku geleneğinde

kuvvetler ayrılığı prensibi, çağın özelliklerine göre bir takım dönüşümlere uğrasa da, bugüne

kadar özüne daima sadık kalınan bir prensip olarak varolmaya devam etmiştir.

Bu pencereden Avrupa Birliği’nin kurumsal yapılanmasına bakıldığında, söz konusu

prensibin geleneksel tarifiyle Avrupa düzeyinde hiçbir zaman varolmadığını ve aşağıda da

inceleneceği üzere, Taslak Anayasa’da da böyle bir arayışın yer almadığını görmek

mümkündür. Gerçekten, kuvvetler ayrılığı prensibinin buraya kadar değindiğimiz klâsik tarifi,

“organik” bir anlayışa dayanmakta ve devlet iktidarının çeşitli boyutlarını, doğrudan doğruya

iktidarın bu boyutunu kullanma yetkisine—ve hattâ tekeline—sahip olan organlarla

özdeşleştirmektedir. Ancak, ulus-devletlerdeki klâsik yetki ve sorumluluk paylaşımının

aksine, Birlik kurumları düzeyinde, kurumların görev alanları ve faaliyetleri arasında net ve

kesin ayrımların bulunmaması, Avrupa düzeyinde kamu iktidarının kullanılmasından

kaynaklanan işlemleri, bunların kaynaklarına göre tarif etmeyi imkânsız hâle getirmektedir.181

O zaman burada izlenmesi gereken yöntem, kuvvetler ayrılığı prensibini “işlevsel” boyutuyla

anlamak ve Birlik düzeyindeki ilişkileri bu yaklaşım çerçevesinde açıklamaya çalışmaktır.182

180 WHEARE, K.C.: Modern Anayasalar, (Çev. Mehmet TURHAN), Değişim Yayınları, İstanbul 1984, s. 36.

181 DINNAGE, James D. ve John F. MURPHY: The Constitutional Law of the European Union, Anderson

Publishing Co., Cincinnati 1996, s. 210.

182 LEANERTS, Koen: “Some Reflections on the Separation of Powers in the European Community”, Common

Market Law Review, Vol. 11 (1991), s. 13, 14.

Page 110: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Kuvvetler ayrılığı prensibinin “işlevsel” boyutu denildiğinde, aslında Birlik

mimarisinde kurucu antlaşmalar zamanından beri süregelen “kurumsal denge” anlayışına

ulaşılmaktadır. Bu anlayışın dayandığı kurumsal dengenin—en azından görünüşteki—

aktörleri de, yine o tarihlerden beri önemini koruyan Konsey, Komisyon, Parlamento ve

Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’dır. Bu çerçevede Topluluk hukukunun, söz konusu

kurumlar arasındaki dengeyi, her birine birbirileriyle çatışan yetkiler vermek suretiyle tesis

etmeyi amaçlayan yaklaşımı, günümüze uzanan süreçte hemen hiç değişmeksizin devam

etmekte183 ve Birlik düzeyindeki kuvvetler ayrılığı prensibi, çıkarların temsiline dayanan bir

örgütlenme biçimi olarak somutlaşmaktadır.184

Bu ifadelerle anlatılmak istenen şeyi daha iyi anlayabilmek için Taslak Anayasa’nın

konuyla ilgili düzenlemelerine bakıldığında ise, ilk olarak görülen şey; bugüne kadar tercih

edilen bu sui generis yapılanmanın Taslak’ta daha da geliştirilerek korunduğudur. Gerçekten,

örneğin Avrupa Parlamentosu, ulus-devletlerden alışık olduğumuz durumun aksine, yasa

yapma ve bütçenin kontrolü konularında tek yetkili organ olarak tanımlanmamakta, bilakis

Parlamento’nun, bu yetkilerini ancak “...Bakanlar Konseyi ile ortaklaşa olarak...”

kullanabileceği belirtilmektedir (T.A. m. I – 19/1, m. 22). Buna ek olarak, Avrupa

Parlamentosu ve Bakanlar Konseyi arasında bölüştürülen yasama yetkisi de, bazı istisnai

durumlar haricinde ancak bir üçüncü organdan; yani Avrupa Konseyi’nden gelecek bir teklif

üzerine kullanılabilmektedir (T.A. m. I – 25/2). Benzer şeylerin yürütme işlemleri açısından

da söylenmesi mümkündür. Kural olarak Avrupa Komisyonu, Anayasa hükümlerinin ve

Birlik yasalarının uygulanmasından, bütçenin ve programların yönetiminden ve Birlik

çerçevesindeki genel eşgüdüm, yürütme ve yönetim işlevlerini uygulanmasından sorumlu

183 COEN, Vincent ve Ricardo MAESTRI: “Institutional Actors”, The Student’s Guide to European

Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-

Cornwall 2004, s. 43.

184 ESTEBAN (1999): s. 158.

Page 111: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

olmakla birlikte (T.A. m. I – 25/1), bu işlevlerinin tamamında Avrupa Konseyi tarafından

çizilen genel siyasî çerçeveye ve önceliklere sadık kalmakla yükümlü olacaktır (T.A. m. I –

20/1). Aynı şekilde Bakanlar Konseyi de, Anayasa’da yer alan tüm faaliyet alanlarına yönelik

olarak hazırlanan politikalarda ve bunların arasındaki koordinasyonun sağlanmasında Avrupa

Komisyonu’yla eşdeğer yetkilere sahip olacaktır (T.A. I – m. 22/1). Aynı yaklaşımı, yasama

ve yürütme faaliyetlerini düzenleyen ayrıntılı hükümlerde de görmek mümkündür. Gerçekten,

Taslak Anayasa’nın “Yasama Faaliyetleri”ni düzenleyen I. Bölümü’nün 33. maddesinde,

“Avrupa Yasaları”nın ve “Avrupa Çerçeve Yasaları”nın yapılabilmesi için, yukarıda

değindiğimiz her üç organın farklı aşamalarda yetki sahibi olduğu olağan prosedür

düzenlenmekte; ancak hemen ardından gelen fıkralarda, bu yasaların doğrudan doğruya üye

ülkelerin inisiyatifiyle veya Komisyon’un teklifine gerek kalmaksızın, doğrudan doğruya

Parlamento ve Bakanlar Konseyi’nin ortak katılımıyla yapılacağı özel durumlara

değinilmektedir. Benzer şekilde, Taslak’ın I – 36. maddesinde de, üye ülkelerin Birlik’in

hukuken bağlayıcı tasarruflarını iç hukuklarına yansıtmak üzere çıkarmakla yükümlü

oldukları “Uygulama Yasaları”ndan bahsedilmekte, ancak maddenin ikinci fıkrasında, belli

durumlarda bu tasarrufları iç hukuktaki uygulama yetkisinin dahi Komisyon veya Bakanlar

Konseyi’ne devredilebileceği öngörülmektedir. Benzer bir yapılanma, yargı fonksiyonu

açısından da geçerlidir. Taslak Anayasa, prensip olarak bugüne kadarki uygulamaya sadık

kalmakta ve Birlik değerlerinin korunmasındaki esas işlevi, üye ülke mahkemeleriyle uyum

içinde çalışacak Birlik mahkemelerine bırakmaktadır. Üstelik Taslak’ta, bugüne kadar görülen

iki dereceli yargısal mimari; Avrupa Adalet Divanı, Yüksek Mahkeme ve Uzman

Mahkemeler’den oluşan üç dereceli bir yargısal mimariye dönüştürülmekte ve

güçlendirilmektedir (T.A. I – m. 28/1). Ancak, Avrupa yapılanmasındaki “işlevsel kuvvetler

ayrılığı” yaklaşımı burada da açıkça ortaya çıkmakta ve Taslak, Avrupa Komisyonu’nu, Birlik

yasalarının uygulanmasını Adalet Divanı’nın kontrolü altında denetlemekle görevli esas organ

Page 112: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

olarak tanımlayarak (T.A. m. I – 25/1), organik kuvvetler ayrılığı teorisinden bir kez daha

radikal bir biçimde uzaklaşmaktadır.

Değinilen tüm bu örnekler de göstermektedir ki; Taslak Anayasa’da öngörüldüğü

şekliyle kuvvetler ayrılığı prensibi, söz konusu prensibin ulus-devletler düzeyindeki algılanış

ve uygulanış biçiminden çok farklı bir görünüm arz etmektedir. Ancak hemen belirtilmelidir

ki bu tespit, kendi başına pek bir anlam ifade etmemektedir. Bu çalışma açısından önemli olan

şey; yukarıdaki tespite konu olan durumun, klâsik anayasacılık bağlamında nasıl

değerlendirileceğidir.

Bilindiği gibi kuvvetler ayrılığı prensibi, hangi biçimiyle uygulanırsa uygulansın, özü

itibariyle, mevcut bir iktidarı “daha az tehlikeli” hale getirmenin ve bu yolla da o toplulukta

iktidara sahip olmayan unsurları güvence altına almanın bir aracıdır. Kısacası kuvvetler

ayrılığı prensibi, mantıksal olarak, öncelikle kontrol altına alınması gereken bir iktidarın

varlığını gerektirir. Oysa bize göre, Avrupa Birliği düzeyindeki temel sorun, halihazırda

varolan bir iktidarın parçalanması veya mevcut bir kuvvetin bölünmesi sorunu değildir. Zira,

bizatihi Taslak Anayasa’nın kendisiyle ulaşılmak istenen amaç; her şeyden önce bir “Avrupa

iktidarı” yaratmaktır. Bu bağlamda, Avrupa mimarisindeki kuvvetler ayrılığı prensibinin

hedefinin; Birlik kurumları arasındaki yatay yetki paylaşımını düzenlemek ve söz konusu

kurumlar arasında bir kontrol ve denge mekanizması oluşturmak olduğunu düşünmek,

gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bu çerçevede, Birlik düzeyindeki kurumsal dengenin aktörleri

de, genellikle sanıldığı gibi Birlik kurumlarının kendisi değildir. Zira Birlik düzeyindeki bu

kurumsal denge, aslında büyük ölçüde Avrupa ulus-devletlerinin Birlik kurumlarına “sızma”

ve onları dengeleme gayretleriyle; yani Birlik ile üye ülkeler arasındaki dikey yetki paylaşımı

kaygılarıyla şekillenmektedir. Bu kapsamda, örneğin yasama faaliyetlerinde Bakanlar

Konseyi’nin güçlendirilmesi, Birlik çerçevesinde üye ülkelerin gücünü artıran bir düzenleme

olarak görülür ve taraftarlarınca bu nedenle savunulurken; ağırlığın Avrupa Komisyonu ve

Page 113: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Avrupa Parlamentosu’na kayması ise, Birlik’in işleyişi üzerindeki devlet kontrolünün

zayıflaması olarak görülmekte ve kurumlar arasındaki denge, ağırlıklı olarak bu “devletçi”

görüşün penceresinden yorumlanmaktadır.

Yukarıda ortaya konan bu yaklaşımımızı destekleyen en son örnek olay ise, Taslak

Anayasa üzerinde yaşanan anlaşmazlıkları çözmek üzere 18 Haziran 2004 tarihînde

Brüksel’de toplanan hükümetlerarası konferansta alınan kararlar olmuştur. Gerçekten, zirve

sonrasında yayımlanan Bildirge’de yer alan düzenlemelere bakıldığında, zirveye hakim olan

temel kaygının, üye ülkelerin çoğunluğunca paylaşılan ulusal egemenlik kaybı endişelerini

gidermek olduğu yoğun olarak hissedilmektedir. Bu kapsamda örneğin, yayımlanan

bildirgenin “Kurumlar” başlığını taşıyan birinci kısmında yer alan ilk “Ek”te, Taslak

Anayasa’nın Avrupa Komisyonu’nun oluşumunu düzenleyen bölümlerinde önemli

değişikliklere gidildiği görülmektedir. Bu amaçla ilk olarak, Taslak Anayasa’nın I – 25.

maddesi ele alınmıştır. Söz konusu maddenin orijinal halinde, Avrupa Komisyonu’nun,

Komisyon Başkanı ve Birlik Dışişleri Bakanı’na ek olarak, üye ülkelerden dönüşümlü olarak

seçilecek 13 komiserden oluşacağı belirtilmekteydi. Bu yapısıyla Komisyon, üye ülkelerin

eşit temsili ilkesinden ve ulus-devletlerin mutlak eşitliği anlayışından uzaklaşmakta ve

Komisyon’un “Avrupalılığı” iyice ön plâna çıkarılmaktaydı. Ancak getirtilen yeni

düzenlemede, öncelikle Komisyon’un bu yeni kompozisyonuna giden yolda uzun bir “geçiş

dönemi” öngörülmüştür. Buna göre, Anayasa’ya göre oluşturulacak ilk Komisyon, eskiden

olduğu gibi yine tüm üye ülkelerinin birer temsilcisinden oluşacak (T.A. m. I – 25/5; yeni

hâl); görevi 5 yıl devam edecek olan bu “geçiş dönemi Komisyonu”ndan sonra oluşacak

Komisyonlar’da da, üye ülkelerin üçte ikisine karşılık gelen sayıda üye yer alacaktır (T.A. m.

I – 25/6; yeni hâl). Bunlara ek olarak, Komisyon üyelerinin üye ülkelerin vatandaşları

arasından seçileceği esasının da ayrıca vurgulandığı görülmektedir (T.A. m. I – 25/6; yeni

hâl). Bunun dışında, yeni düzenleme ile Komisyon üyelerinin sayısına ek olarak, bu üyelerin

Page 114: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

seçiminde de üye ülkelerin söz hakkının önemli ölçüde artırıldığı görülmektedir. Gerçekten,

Taslak Anayasa’nın konuyu düzenleyen I – 26. maddesinin orijinal halinde, Komisyon

üyelerinin her üye ülke tarafından gösterilecek üç aday içinden Komisyon Başkanı tarafından

seçileceği öngörülmekteyken; yeni düzenleme ile Konsey’in, her bir üyenin seçiminde ayrı

ayrı söz hakkı olacağı belirtilmektedir (T.A. m. I – 26/2; yeni hâl). Ayrıca Bildirge’de,

getirilen tüm bu yeniliklerle de yetinilmemekte, bunlara ek olarak 1 numaralı “Ek”in sonuna

eklenen deklarasyonla; tüm üye ülkelerin Komisyon’da temsilci bulundurma hakkının sona

ermesinden sonra da, Komisyon’un—bir temsilcisi olsun veya olmasın—tüm üye ülkelerle

eşit mesafede durmaya özen göstereceği ve tüm üye ülkelerin siyasî, sosyal ve ekonomik

gerçeklerini dikkate alacağı özellikle vurgulanmaktadır.

Bütün bu anlatılanların ışığında görülmektedir ki, Taslak Anayasa’da çözülmeye

çalışılan asıl sorun; Avrupa’nın inşa halinde olan iktidarında kimin ne kadar pay sahibi

olacağı sorunudur. Bu yüzden de kuvvetler ayrılığı prensibi, Taslak Anayasa’da, tarihî

bağlamından çok farklı bir noktada konumlandırılmakta ve ulus devletlerin geleneksel

egemenlik kodlarıyla, ulus-üstü kurumlar oluşturmaya yönelen evrenselciliğin kendine özgü

nazik dengesini uzlaştırmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır.

Taslak Anayasa’da öngörülen ve yukarıdaki tespitlerimizi destekleyen düzenlemeler,

buraya kadar değinilen örneklerle de sınırlı değildir. Gerçekten, Birlik organları arasındaki

yatay yetki paylaşımını düzenlediği iddia edilen; ama özü itibariyle yalnızca ulusalcılık-

evrenselcilik ikileminin bir yansıması olduğunu gördüğümüz bu hükümlere ek olarak,

doğrudan doğruya Birlik düzeyindeki dikey yetki paylaşımını düzenlemek amacıyla getirilen

hükümlerde de aynı gerilimin izleri açıkça görülebilmektedir. Bahsedilen bu izleri daha

görünür hale getirmek içinse, Taslak’ta öngörülen ilkelerden ikisine; “yetki ikâmesi” ve

“orantılılık” ilkelerine kısaca bakmak yeterli olacaktır.

Page 115: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Yetki ikâmesi ilkesi185, Avrupa’da 1970’li yılların ortalarından itibaren adı sıklıkla

duyulan ve egemenliklerinin bir kısmını yitirmekten çekinen bazı Alman Federe Devletleri

tarafından gündeme getirilen bir ilke olup, resmî olarak ilk defa Avrupa Birliği

Antlaşması’nın (Maastricht Antlaşması) 3b maddesinde (yeni 5. madde) düzenlenmiştir.186

Elimizdeki Taslak Anayasa’nın 9. maddesinde ise, Birlik yetkilerinin kullanımının dayandığı

temel ilkelerden biri olarak sayılan kavram, aynı maddenin 3. fıkrasında;

“Yetki ikâmesi ilkesi ışığında, münhasır yetkisine girmeyen alanlarda Birlik,

yalnızca amaçlanan faaliyetin hedeflerine üye ülkeler tarafından; merkezi, yerel veya

bölgesel düzeylerde ulaşılamayacak olması ve söz konusu amaçların, kapsam veya

sonuçları itibariyle Birlik düzeyindeki faaliyetlerle elde edilmesinin daha doğru bir

yöntem olacağı durumlarda ve yalnızca bu kapsamla sınırlı olmak üzere faaliyet

gösterebilir”

ifadeleriyle açıklanmaktadır. Taslak Anayasa’nın sonuna eklenen “Yetki İkâmesi ve

Orantılılık İlkelerinin Uygulanması Hakkındaki Protokol”de ise, bu ilkenin amacının; “...tüm

kararların Birlik vatandaşlarına olabilecek en yakın düzeyde alınması” olduğu

belirtilmektedir. Acaba gerçekten de bu ilkenin amacı, belirtildiği gibi öncelikli olarak

vatandaşların haklarını korumak mıdır?

Aslında, Birlik düzeyinde yetki ve sorumluluk alanlarının belirlenmesindeki kritik

önemine rağmen, yetki ikâmesi ilkesinin gerçekten de ne anlama geldiği hâlen tartışmalı bir

konudur. Gerçekten, salt hukuk teorisi açısından bakıldığında bu ilke, Birlik düzeyinde

185 Orijinal ismi “subsidiarity” olan bu ilke karşılığında, çeşitli kaynaklarda “ikincillik”, “ikincillik ilkesi”, “yetki

devri” gibi karşılıklar önerilmektedir. Biz, ilk ikisinin kelime anlamı itibariyle farklı çağrışımlar yapması ve

üçüncü önerinin de, bir başka Birlik prensibi olan “yetkilendirme prensibi” ile karıştırılma tehlikesi karşısında,

“yetki ikâmesi” kavramını kullanmayı tercih ediyoruz. Bu kavram hakkında aynı karşılığı kullanan bir kaynak

için bkz. Avrupa Birliği Temel Terimler Sözlüğü (İngilizce-Türkçe), Avrupa Birliği Genel Sekreterliği

Yayını, Ankara 2003, s. 80.

186 BOZKURT, ÖZCAN ve KÖKTAŞ (2001): s. 40-41.

Page 116: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

“paylaşılan yetki alanları”nı koordine etmek üzere ortaya atılan bir çözüm olarak

tanımlanmaktadır.187 Söz konusu ilkeye siyasî yansımaları açısından bakıldığında ise, ilkenin

gerçekten de ne anlama geldiği konusunda net bir sonuca varmak son derece güçtür. Örneğin,

Avrupa bütünleşmesinin güçlü destekçilerinden, dönemin Hollanda Başbakanı Ruud

LUBBERS, Maastricht Anlaşması sonrasında yetki ikâmesi ilkesinin mevzuata girmiş

olmasını sevinçle karşıladıklarını, çünkü kendileri için bu kelimenin zaten federalizm

anlamına geldiğini açıklarken; Maastricht Antlaşması’nın ertesinde Londra’ya dönen ve

Federal Avrupa fikrine şiddetli muhalefetiyle tanınan İngiliz Başbakanı John MAJOR ise,

İngiliz Halkı’na, aynı ilkeyi, Federal Avrupa fikrinden bir adım daha uzaklaşılması olarak

müjdelemekte hiçbir sakınca görmemiştir.188 Aslında bu durum, Avrupa bütünleşmesine

hakim olan esnek karakteri de yansıtmaktadır. Zira özü itibariyle hukukî uyuşmazlıkların

çözümünde kullanılmaya elverişli olmayan bu kavram, o dönemde Avrupa’nın geleceği

konusunda uzlaşması imkânsız olan fikirlerin hepsini birden “bir ölçüde” tatmin edecek bir

ara formül olarak düşünülmüştür.189 Gerçekten de, Anthony TEASDALE’in belirttiği gibi,

kavramın en büyük başarısı; paradoksal biçimde, aslında hiç kimseyi tam olarak tatmin

etmemesidir.190

Bütün bunlara rağmen, zihinlere hakim olan tüm bu karmaşayı bir tarafa

bıraktığımızda, bize göre yetki ikâmesi ilkesinin asıl amacının; esas olarak Birlik 187 GONZALES, Jose Palacio: “The Principle of Subsidiarity (A Guide for Lawyers with a Particular

Community Orientation)”, European Law Review, Vol. 20, No. 4 (August 1995), s. 357.

188 WARD, Ian: “The European Constitution and the Nation State”, Oxford Journal of Legal Studies, Vol. 16,

No. 1 (1996), s. 165.

189 İlkenin, neden bir yargısal denetim aracı olarak kullanılmaya elverişli olmadığı konusunda önemli bir analiz

için bkz. DEHOUSSE, Renaud: “Effectiveness, Openness and Subsidiarity”, Europe, The Impossible Status

Quo, Renaud DEHOUSSE (Ed.), (English Translation by Caroline MORGAN) Macmillan Press Ltd.,

Houndmills-Basingstoke-Hampshire; St. Martin’s Press, New York 1997, s. 67

190 TEASDALE, Anthony: “Subsidiarity in Post-Maastricht Europe”, Political Quarterly, Vol. 64, Issue 2,

(1993), s. 189-191.

Page 117: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

faaliyetlerine—devletler lehine—bir sınır çizmek ve ulus-devletlerin oyundaki ağırlığını

muhafaza etmek olarak tanımlanması mümkündür. Her ne kadar, yukarıda da değinildiği

üzere bu ilkenin sadece devletlerin değil; federal ve bölgesel yapılanmalar başta olmak üzere

tüm devlet-altı örgütlenmelerin ve hattâ normal vatandaşların dahi haklarını koruduğu iddia

edilse de, Konvansiyon çalışmalarında konu hakkında ortaya konan yaklaşımların, temel

olarak Birlik ile üye ülkeler arasındaki ilişkiler çerçevesinde yoğunlaşması ve bölgesel

örgütlenmelerin taleplerinin büyük ölçüde göz ardı edilmiş olması, yukarıdaki yargımızı

güçlendiren faktörler olmaktadır.191 Bütün bunların ışığında görülmektedir ki bu ilke,

demokrasi ve özerklik konularında kendisine atfedilen tüm çağrışımlara rağmen, esas

itibariyle Birlik mimarisinde ulus-devletlerin gücünün kurumsallaştırılması işlevini yüklenen

bir araç olarak kullanılmaktadır.

Yukarıdaki ilkeyle bağlantılı olarak, Taslak Anayasa’da Birlik faaliyetlerini sınırlamak

üzere kullanılan ikinci ilke olan “orantılılık” ilkesi ise, kapsamı ve sınırları yetki ikâmesi

ilkesine göre daha belirgin olan ve ulusal hukuk düzenlerinden de aşina olunan bir ilkedir.

Çok genel bir tanımla; ulaşılmak istenen amaç ile bu amaca ulaşmak üzere kullanılan yasal

veya idari araçlar arasında makul bir denge bulunması gerektiği düşüncesine dayanan ilke,

özü itibarıyla hem Birlik kurumlarının, hem de üye ülkelerin işlemlerine uygulanabilecek ve

vatandaşların özgürlüğünün, her iki iktidar seviyesinde de korunması amacına hizmet

edebilecek bir niteliğe sahiptir. Ancak, yetki ikâmesi ilkesinin hakim anlaşılış biçimine paralel

olarak, bu ilke de, Birlik’in faaliyetleri karşısında vatandaşların değil; özellikle üye ülkelerin

191 LOUGHLIN, John: “The Regional Question, Subsidiarity and the Future of Europe”, Whose Europe?

National Models and the Constitution of the EU, Said Business School, Oxford University, April 25-27, 2003,

Session Papers & Abstracts, s. 21.

Page 118: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

çıkarlarını korumayı amaçlayan bir tampon olarak düşünülmekte ve Taslak’ta da ağırlıklı

olarak bu yönüyle ele alınmaktadır.192

Bütün bu anlatılanlardan sonra, kuvvetler ayrılığı prensibinin Birlik düzeyindeki

görünümü hakkında neler söylenebilir?

Aslında bu soruya verilecek cevap, büyük oranda söz konusu prensibe hangi açıdan

bakıldığıyla ilgili olacaktır. Bu anlamda, eğer kuvvetler ayrılığı prensibine, hukukî bir

yapılanmanın kurumsal işleyişini düzenleyen teknik bir araç gözüyle bakılıyorsa, Taslak

Avrupa Anayasası’nın bu konuda göz kamaştırıcı bir teknik başarı yakaladığını kabul etmek

gerekecektir. Zira “çıkarların temsili” çerçevesinde, üye ülkelerle Birlik kurumları arasındaki

güç dengeleri Taslak’ta çok nazik bir şekilde hesaplanmakta ve düzenlenmektedir. Bununla

birlikte, bu çalışmada ele alındığı şekliyle kuvvetler ayrılığı prensibi, bölümün başında ortaya

koyduğumuz değer-prensip ilişkisi çerçevesinde, teknik bir araç olmanın çok ötesinde

anlamlara sahip olan bir kavramdır. Bu anlamda kuvvetler ayrılığı prensibi, özü itibariyle,

kamu iktidarının farklı organlar arasında bölünmesini tek bir gerekçeyle savunmaktadır:

bireyin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak. İşte Taslak Anayasa’ya bu gözle

bakıldığında, kuvvetler ayrılığı prensibinin, klâsik anayasacılığın özünde yatan birey

haklarının korunması ihtiyacına yönelmekten ziyade; devletlerin, yeni kurulan “Avrupa

iktidarı”na katılım imkânlarını organize etmek amacıyla kullanıldığı görülmektedir. Ancak,

elbette buradaki sorun, Birlik düzeyinde böyle bir ihtiyacın var olması veya var olan bu

ihtiyacın bir şekilde karşılanmaya çalışılması değildir. Sorun; klâsik anayasacılığın temel

değerlerinden olan kuvvetler ayrılığı prensibinin, kurulmakta olan yeni Avrupa’nın

oluşumunda, toplumsal kökenlerinden büyük ölçüde koparılması ve basitçe, farklı iktidar

odakları arasındaki mücadelenin bir aygıtı rolüne indirgenmiş olmasıdır.

192 DOUGLAS-SCOTT, Sionaidh: Constitutional Law of the European Union, Longman, Harlow 2002, s.

184.

Page 119: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

2) Hukuk Devleti

Batı siyasî düşüncesinin tarihî evriminden günümüzün çağdaş demokratik

toplumlarına devrolunan mirasın en önemli unsurlarından biri de, hukuka bağlı iktidar

anlayışıdır. Bu prensip; bireylerin ve toplumun, siyasî iktidar tarafından hiçbir durumda ihlâl

edilemeyecek bir takım temel haklarla donatıldığını ve siyasî iktidarın meşru hareket alanını

belirleyen başlıca ölçütlerden birinin de, bu çekirdek alana saygı gösterilmesi olduğunu

savunmaktadır. Kısacası hukuk devleti prensibi; siyasî iktidarın eylemlerinin tek gerçek

dayanağının hukuk normları olduğu ve iktidarın kullanılması sırasında da, temel hak ve

özgürlüklerle çizilen bu çerçevenin dışına taşılmasının mümkün olmadığı bir yönetim

biçimini ifade etmektedir. Bu prensibin klâsik anayasacılık geleneğinde nasıl somutlaştığına

bakıldığında ise, karşımıza iki ayaklı bir modelin çıktığı görülmektedir. Bu model

çerçevesinde, arzulanan sınırlı iktidar hedefine ulaşmanın ilk adımı olarak; temel hak ve

özgürlükler çeşitli yazılı belgelerde somutlaştırılmakta ve bunlara, siyasî iktidarla toplum

arasında yapılan bir tür sözleşme hüviyeti kazandırılmaktadır. İkinci adımda ise; temel hak ve

özgürlüklerin sistem içindeki bu merkezî konumunu sağlamlaştırmak üzere, bağımsız ve etkin

yargısal denetim mekanizmaları oluşturulmakta ve böylece iktidarın hukuka bağlılığı garanti

altına alınmaya çalışılmaktadır.

Elbette ki hukuk devleti prensibi, yalnızca iktidarın sınırlanması amacına hizmet eden

bir temel haklar kataloğunun varlığına indirgenebilecek bir sorun değildir. Bununla birlikte,

Avrupa Birliği’nde hukuk devleti (belki daha doğru bir ifadeyle “hukuka dayanan bir Birlik”

olma) prensibi, bugüne kadar ağırlıklı olarak liberal bir felsefeyle ve temel hakların

korunması ekseninde değerlendirildiğinden, bizim bu kısımdaki incelememiz de bu boyut

üzerinde yoğunlaşacaktır.

Page 120: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Hukuk devleti prensibinin bir parçası olarak temel hak ve özgürlükler kategorisi, Batı

düşüncesinin derinliklerinden gelen iki temel anlayıştan beslenmektedir. Bu anlayışların ilki,

oluşumuna ilk bölümde ayrıntılı olarak değindiğimiz, birey merkezli ve insanın insan olması

sebebiyle sahip olduğu değerlere vurgu yapan anlayıştır. Bugüne kadar öneminden hiçbir şey

kaybetmeyen bu yaklaşımı tamamlayan ve modern çağın başından itibaren gittikçe güç

kazanan ikinci bir kaynak ise; bireyin sahip olduğu temel hakları, iktidarın sınırlanması

hedefine giden yolda doğal bir ortak ve tamamlayıcı bir unsur olarak değerlendiren anlayıştır.

Bu biçimiyle temel hak ve özgürlükler, günümüzde hukuk devleti prensibine dayanan çağdaş

toplumlarının vazgeçilmez bileşenlerinden biri hâline gelmiş bulunmaktadır. Buna ek olarak

temel hak ve özgürlükler, günümüz dünyasında giderek ulus-üstü bir eksene kaymakta ve

iktidarların, ihlâli durumunda uluslararası toplum karşısında sorumlu tutuldukları ortak

insanlık idealleri hâline dönüşmektedir.193

Hukuk devleti prensibinin ve bunun bir aracı olarak temel hak ve özgürlükler

anlayışının ulus-üstü düzlemde de hakim kılınması çabalarının en dikkat çekici örneklerinden

biri de, kuşkusuz ki modern Avrupa projesinin oluşum sürecidir. Bu anlamda Birlik’in,

kurucu antlaşmalar zamanından günümüz Avrupa Anayasası projesine uzanan hikâyesine

bakıldığında, temel haklar konusunun Birlik yetkilerinin genişlemesine paralel olarak sürekli

artan bir biçimde tartışıldığı ve Avrupa mimarisinde gittikçe artan bir yer sahibi olduğu

kolaylıkla görülebilmektedir.

1950’li yılların hemen başında, temel haklara ilişkin düzenlemelerin önemli yer

tuttuğu “Avrupa Savunma Topluluğu” ve “Avrupa Siyasî Topululuğu” projelerinin henüz

oluşum aşamasındayken iflas etmesi, Avrupa’nın bu türden siyasî projelere hazır olmadığını

193 Benzer bir yaklaşım için bkz. ERIKSEN, Erik Oddvar: “Why a Charter of Fundamental Rights in the EU?”,

Ratio Juris, Vol.16, No. 3 (September 2003), s. 353 ve özellikle 357-360.

Page 121: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

açıkça ortaya koymuştu.194 Bu gerçeğin de etkisiyle, “Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu

Kuran Antlaşma”, “Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu Kuran Antlaşma” ve “Avrupa

Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma”lar, tümüyle ekonomik temeller üzerine inşa

edilmiş; özellikle sonuncusunun içerdiği “ortak bir pazar yaratma” hedefine uygun olarak da,

yalnızca üç temel ekonomik serbestiyi içeren bir temel haklar anlayışı gündeme

getirilmişti.195 Bu bağlamda, kişilerin, sermayenin ve hizmetlerin serbest dolaşımı, bu

antlaşmaların en önemlisi olan Avrupa Ekonomik Topluluğu Antlaşması’nda öne çıkan temel

haklar olurken, bunların yanında az sayıda da olsa, işçilerin sağlık ve güvenliğiyle ilgili

düzenlemeler ile196 ayrımcılık yasağı197 gibi tamamlayıcı bir takım unsurlara da yer verilmişti.

İlerleyen zamanla birlikte, Topluluk organlarının Avrupa düzeyindeki etkinliğinin ve

karar alma yetkilerinin artması sonucunu doğuran “derinleşme” süreci, giderek daha fazla

yetkinin Birlik Kurumları’na devredilmesine yol açtı. Buna paralel olarak, Adalet Divanı’nın,

Topluluk Hukuku’nun özerkliği ve bağlayıcılığı konusunda yeni ufuklar açan içtihatları da,

devredilen bu yetkilerin pek çoğunun, üye ülkelerin kontrolüne tabi olmaksızın kullanılmasını

mümkün hâle getirdi. Karşılıklı etkileşim içinde olgunlaşan bu iki sürecin sonucunda bireyler

ile Topluluk organları, başlangıçta çizilen çerçevenin dışında kalan pek çok alanda da

doğrudan karşı karşıya gelmeye başladılar. Gittikçe sıklaşan bu “karşılaşmaların”, yani

Topluluk Kurumları’nın, geleneksel olarak devlet egemenliği altında bulunan alanlara doğru

giderek genişleyen yetkilerinin doğal bir sonucu olarak da, temel hakların Topluluk organları

194 Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. GEMALMAZ, Mehmet Semih: “Ulusalüstü Hukuk Düzeni: Avrupa

Topluluğu ve İnsan Hakları”, A.Ü.S.B.F. Dergisi, Cilt XLVI, Sayı 1 (1991), s. 205-223.

195 Bkz. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma, III. Bölüm, m. 48-73.

196 Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma, III. Bölüm, m. 51.

197 Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma, III. Bölüm, m. 48/2.

Page 122: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

tarafından ihlâl edilmesi ihtimali, salt teorik bir varsayım olmaktan çıkarak, gündelik hayatın

bir gerçeği olarak algılanmaya başlandı.198

Bu gerçeklik, Avrupa Parlamentosu başta olmak üzere pek çok kurumun, giderek artan

bir oranda konunun üzerine eğilmesine ve temel hakların korunması hususunda Topluluk

düzeyinde çeşitli öneriler geliştirilmesine yol açtı. Çeşitli raporlarda, deklarasyonlarda ve

hazırlanan taslaklarda ifade edilen bu çabalar, en sonunda 1986 yılında imzalanan Avrupa Tek

Senedi (Single European Act) ile somutlaştı ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran

Antlaşma’nın başına eklenen bir cümle ile; üye ülkelerin, kendi yasaları ve anayasalarıyla

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Sosyal Şartı’nda belirlenen temel özgürlüklerin

geliştirilmesi kararlılığında oldukları vurgulandı. Hukuken bağlayıcı olmaktan ziyade siyasî

bir niyet beyanı niteliğinde olan bu cümle ile temel haklar kavramı, Topluluklar’ın kurucu

antlaşmalarına ilk defa girmiş oldu. 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması ise, Birlik

düzeyinde temel hakların korunması ihtiyacının önemini bir kat daha artırdı. Zira bu

Antlaşma ile, bireylerin temel haklarını çok yakından ilgilendiren adalet ve içişleri konuları

da, “üçüncü sütun” adı altında Birlik yetkilerine dahil edildi.199 Genişleyen bu yetki

kullanımına cevap verebilmek amacıyla da, Antlaşma’nın (F) maddesinde; Birlik’in, üye

ülkelerin ortak anayasal geleneklerinden kaynaklanan ve Avrupa İnsan Hakları

Sözleşmesi’nde somutlaşan temel haklara riayet edeceği açıkça belirtildi. Bu şekilde Birlik

mevzuatı, Adalet Divanı’nın konuyla ilgili yerleşik içtihadını da kapsayacak şekilde

genişletilirken, özellikle adalet ve içişleri alanında işbirliğini düzenleyen üçüncü sütunun

Divan’ın yargı yetkisinin dışında bırakılması, bu gelişmeyi gölgeleyen unsur oldu. 1997

yılında imzalanan Amsterdam Antlaşması’yla (Avrupa Birliği Antlaşmasını, Avrupa

Topluluklarını Kuran Antlaşmaları ve Bazı İlgili Düzenlemeleri değiştiren Amsterdam

198 DOUGLAS-SCOTT (2002): s. 433.

199 TEZCAN, Ercüment: Avrupa Birliği Hukuku’nda Birey, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 162.

Page 123: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Antlaşması – Treaty of Amsterdam Amending the Treaty on European Union, the Treaties

Establishing the European Communities and Certain Related Acts) Avrupa Birliği

Antlaşması’nın (L) maddesinde (yeni numaralandırmada 46. madde) yapılan bir değişiklikle,

Adalet Divanı, Birlik Kurumları’nın eylem ve işlemlerini temel haklara uygunluk açısından

denetlemek hususunda açıkça yetkili kılındı. Ancak bu yetkilendirme de, temel haklar

konusunda etkin ve kapsayıcı bir kontrol mekanizması oluşturmaktan ziyade; Divan’a,

Antlaşma’nın genel hükümleri uyarınca zaten yetkili olduğu alanlarda bir ek denetim yapma

imkânı sağlamakla yetindi.200 Amsterdam Antlaşması ile getirilen bir diğer önemli yenilik de,

(F1) maddesinde (yeni numaralandırmada 7. madde), insan hakları ve temel özgürlüklere

saygı ve hukuk devleti gibi, tüm üye ülkelerce benimsenen ve Birlik’in de temellerini

oluşturan değerleri ciddi ve sürekli biçimde ihlâl eden ülkelere karşı uygulanacak bir

“yaptırım mekanizması” öngörülmesi oldu. Ancak bu mekanizma da, inisiyatifin tamamen

siyasî organlarda bulunduğu bir karar sürecine bağlandı. Buna ek olarak söz konusu

mekanizma, doğrudan doğruya bireylerin uğrayacağı haksızlıkları muhatap alma imkânından

yoksun genel bir uygulama niteliği taşımaktaydı. Bu çerçevede, son olarak 2001 yılında

imzalanan Nice Antlaşması’nda da (Avrupa Birliği Antlaşmasını, Avrupa Topluluklarını

Kuran Antlaşmaları ve Bazı İlgili Düzenlemeleri Değiştiren Nice Antlaşması – Treaty of Nice

Amending the Treaty on European Union, the Treaties Establishing the European

Communities and Certain Related Acts) temel haklar konusuyla ilgili bir takım yeni

düzenlemeler getirildi. Bu yeniliklerin en dikkat çekicisi ise, Avusturya’da 2000 yılında ırkçı

ve yabancı düşmanı görüşleriyle tanınan “Özgürlükler Partisi”nin iktidar ortağı olmasının

yarattığı tartışmaların da etkisiyle, Avrupa Toplulukları Antlaşması’nın 7. maddesine eklenen

bir hükümle, Amsterdam Antlaşması’yla getirilen yaptırım mekanizmasına benzer bir

“önleme mekanizması” oluşturulması oldu. Bütün bu sürecin sonunda, insan haklarının

200 TEZCAN (2002): s. 170.

Page 124: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

korunması sorunu, Avrupa Topluluğu’nun orijinal görev alanında yer alan konulardan biri

olmamasına rağmen, Avrupa Birliği’nin doğal siyasî amacı olarak kabul edilen bir çerçeveye

bürünmüş oldu.201

Birlik kurumları ile bireylerin doğrudan karşı karşıya geldiği alanların sayı ve nitelik

olarak sürekli artmasından kaynaklanan gerilimin bir başka sonucu da; Alman ve İtalyan

Anayasa Mahkemeleri başta olmak üzere çeşitli ulusal yargı organlarının, kendi

vatandaşlarının ulusal düzeylerde tanınan ve korunan temel haklarını ihlâl edebilecek

Topluluk tasarruflarını denetleme yetkisini kendilerinde görmeye başlaması oldu. Anılan

mahkemelerin, Topluluk Hukuku’nun bütünlüğü ve ulusal hukuk karşısındaki üstünlüğü

prensiplerini de tehlikeye atan bu kararları, kaçınılmaz olarak Adalet Divanı’nın o güne kadar

temel haklar konusunda izlediği çekingen tutumu değiştirmesin neden oldu.202 Gerçekten

Divan, ulusal yargı organlarıyla yaşanan sürtüşmeden kaynaklanan bu gerilimi azaltmak ve

Topluluk Hukuku’nun üstünlüğü prensibini muhafaza edebilmek için, doktrinde “gençlik

hataları”203 (sins of youth) olarak anılan erken dönem içtihatlarını değiştirerek, temel hakların

korunması hususunda yürütülen tartışmalara geniş ölçüde müdahil olmaya başladı. Temel

haklar kavramına, insan haklarına ek olarak bazı üye ülkelerin anayasaları ve uluslararası

sözleşmelerce tanınan ekonomik hakları da içeren geniş bir anlam yükleyen Adalet Divanı204,

201 ARSAVA, Füsun: “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 3, Sayı 1

(Güz 2003), s.1, 2.

202 Bu kararların başında, Alman Anayasa Mahkemesi’nin 1974 tarihli Solange – I ve 1986 tarihli Solange – II

Kararları ile İtalyan Anayasa Mahkemesi’nin 1973 tarihli Frontini Kararı yer almaktadır. Kararların tahlili ve

ayrıtılı incelemesi için bkz. BREWER (2001): s. 567-571.

203 Bu terim, Adalet Divanı’nın içtihat çizgisinde 1950’lerden 1960’ların ortalarına kadarki dönemi

anlatmaktadır. Bu dönem, Divan’ın, temel haklarla bağlantılı olarak önüne gelen pek çok uyuşmazlığı yargı

yetkisi dışlında görerek reddettiği dönemdir. (Örn. Stork v. High Authority, Case 1/58 [1959] ECJ 17.) Terimin

doktrinde ilk kullanıldığı çalışma içinse bkz. HILF, M.: “The Protection of Human Rights”, European Law and

the Individual, Francis Geoffrey JACOBS (Ed), North-Holland Pub. Co., Amsterdam 1976.

204 TEZCAN (2002): s. 196.

Page 125: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

bu konudaki içtihadını oluştururken, üye ülkelerin ortak anayasal gelenekleri ve Avrupa İnsan

Hakları Mahkemesi içtihatları olmak üzere iki temel kaynaktan faydalandı. Ancak Adalet

Divanı’ın, Birlik’in temel haklar probleminin nihaî çözümü olarak düşünülen, Avrupa İnsan

Hakları Sözleşmesi’ne taraf olma konusunda olumsuz görüş bildirmesi205, Birlik düzeyinde

temel haklar probleminin nihaî çözümü hakkındaki sorunların cevapsız kalmasına neden oldu.

Bu sorulara cevap bulmak üzere 3 - 4 Haziran 1999 tarihînde Almanya’nın Köln

şehrinde toplanan Hükümetlerarası Konferans’ta Avrupa Birliği üyesi ülkelerin devlet ve

hükümet başkanları, Avrupa Birliği’nin “hukuka dayanan bir Birlik” olma yolundaki en

büyük handikaplarından biri olan temel haklar konusundaki eksikliğini gidermek üzere,

Adalet Divanı’nın öteden beri kullandığı içtihadındaki formüle paralel olarak, “üye ülkelerin

ortak anayasal geleneklerinden kaynaklanan ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde

somutlaşan” temel hakların bir metinde toplanmasına karar verdi. Yıl sonunda Finlandiya’nın

Tampere kentinde toplanan zirvede ise, söz konusu metni hazırlamakla görevli bir

Konvansiyon oluşturuldu. Çalışmalarını yaklaşık 1 yıl sürdüren Konvansiyon, 12 Eylül 2000

tarihînde yaptığı son toplantıda nihaî metni kabul etti ve “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı”,

2000 yılı Aralık Ayı’nda toplanan Nice Zirvesi’nde resmen ilan edildi. Ancak, Şart’ın hukukî

statüsü ve bağlayıcılığı sorunu zirvede net olarak çözümlenmeyip, konu, ileride yapılacak

olan çalışmalara bırakıldı. İşte Taslak Avrupa Anayasası da, Avrupa anayasal geleneğinin

vazgeçilmez unsurlarından biri olan “hukuk devleti”nin ve bunun doğal bir yansıması olan

Temel Haklar Şartı’nın Avrupa Anayasası’na ne şekilde yerleştirileceği konusundaki

tartışmalara, kendisinden önceki girişimlerin kaldığı bu noktadan başladı.

Taslak Avrupa Anayasası’nın “Birlik’in Temel Haklar Şartı” başlığını taşıyan ikinci

bölümü, hukuka dayanan bir Birlik hedefine giden yolda, bugüne kadar atılan en önemli

adımlardan birini oluşturmaktadır. Temel Haklar Şartı, “Onur”, “Özgürlükler”, “Eşitlik”, 205 Bkz. Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’nın 28 Mart 1996 tarih ve 2/94 sayılı görüşü.

Page 126: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

“Dayanışma”, “Vatandaşların Hakları”, “Adalet” ve “Şart’ın Yorumlanmasına ve

Uygulanmasına ilişkin Genel Hükümler” olmak üzere 7 başlık altında toplam 54 maddeden

oluşmaktadır. Bu yapısıyla Şart, gerçekten de üye ülkelerce paylaşılan anayasal gelenekler ile

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bir karışımı görünümündedir. Bu anlamda, örneğin 1.

maddede vurgulanan “insan onuru” kavramı, Alman Anayasası başta olmak üzere pek çok

Avrupa ülkesinin anayasalarının özünü oluşturmaktadır. Aynı şekilde, “Özgürlükler”,

“Eşitlik” ve “Dayanışma” başlıklarını taşıyan 2., 3. ve 4. bölümler de, Avrupa anayasal

geleneğinde çok önemli bir yer sahibi olan Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik ve

dayanışma” sloganını hatırlatmaktadır. Şart’ın devamında yer alan siyasî ve sosyal haklarla,

ayrımcılık yasağı gibi bazı haklar ise, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Avrupa Sosyal

Şartı’nın bir bileşkesi görünümdedir.206 Bu yönüyle Taslak Anayasa, Avrupa Birliği’ni, bir

değerler topluluğu olarak ekonomik ve parasal birliğin ötesine taşıma hedefine bir adım daha

yaklaşmakta; ekonomik Avrupa imgesi, hak ve yükümlülükleri olan bir Avrupa imgesiyle

tamamlanmış olmaktadır.207

Temel Haklar Şartı’nı organik bir parçası haine getiren Taslak Anayasa’nın, hukuk

devleti prensibinin Birlik düzeyindeki varlığı ve etkinliğine önemli katkılar sağladığı

şüphesizdir. Zira Taslak Anayasa, yalnızca içeriğinde Temel Haklar Şartı’na yer vermekle

yetinmemekte; aynı zamanda bugüne kadar bir türlü atılamayan bir adımı daha atarak, Şart’ı

hukuken bağlayıcı hâle getirmektedir (T.A. m. II – 51/1). Buna ek olarak, “Şart’ın

Yorumlanmasına ve Uygulanmasına ilişkin Genel Hükümler” başlığı altındaki 52. maddenin

3. fıkrasında yer alan;

206 RUDOLF, Beate: “European Union”, International Journal of Constitutional Law, Vol 1, Issue 1 (January

2003), s. 136.

207 ARSAVA (2003): s. 5.

Page 127: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

“Bu Şart’ın, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair

Sözleşme ile garanti altına alınan haklarla aynı doğrultuda haklar içerdiği hâllerde, bu

hakların anlamı ve kapsamı, Sözleşme’de yer alanlarla aynı olacaktır. Bu hüküm, Birlik

hukukunun daha kapsamlı bir koruma sağlamasına engel teşkil etmeyecektir.”

hükmü ile de, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve ekli protokollerine açık bir yollama

yapılmakta ve Adalet Divanı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi arasında bir içtihat birliği

kurulmasına olanak sağlanmaktadır.208 Benzer şekilde, aynı bölümde yer alan bir sonraki

madde ile, “Korumanın Kapsamı” başlığı altında, Temel Haklar Şartı tarafından sağlanan

korumanın, hiçbir durumda Avrupa insan Hakları Sözleşmesi ile sağlanan korumanın daha

altında olamayacağı açıkça belirtilmiş bulunmaktadır (T.A. m. II - 53). Ancak, sağlanan bütün

bu gelişmelerin belki de en önemlisi; 1992 yılında imzalanan Avrupa Birliği Antlaşması ile

oluşturulan ve bugüne kadar ufak tefek değişikliklerle muhafaza edilmiş olan “üç sütun”

yapılanmasının Taslak Anayasa ile tamamen tasfiye edilmesidir. Zira bilindiği üzere, Avrupa

Toplulukları’ndan oluşan birinci sütun ile, “Adalet ve İçişleri Alanında İşbirliği” ile “Ortak

Dış Politika ve Güvenlik Politikası”ndan oluşan ikinci ve üçüncü sütunları ifade eden bu

yapılanmada, ikinci ve üçüncü sütunlar, Adalet Divanı’nın yargı yetkisi dışında

kalmaktaydı.209 İşte Taslak Anayasa bu durumu tamamen değiştirerek, “Avrupa Toplulukları

Adalet Divanı”nı “Avrupa Adalet Divanı”na dönüştürmekte (T.A. m. I – 28) ve Temel Haklar

Şartı’ndan kaynaklanan yükümlülükleri, tüm Birlik Organları’nı kapsayacak şekilde

genişletmektedir (T.A. m. II – 51). Bunun anlamı; Birlik’in giderek önem kazanan adalet, 208 Temel Haklar Şartı’nda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddeleri ile hem kapsam, hem de içerik

açısından aynı olan 11 madde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddeleri ile aynı içerikte olup,

kapsamı bu Sözleşme’de yer alan haklardan daha geniş olan 6 maddenin yer aldığı düşünüldüğünde, bu atfın

önemi açığa çıkmaktadır. Bu konuda bkz. Council of the European Union: Charter of Fundamental Rights of

The European Union; Explanations Relating to the Complete Text of the Charter, Luxembourg: Office for

Official Publications of the European Communities, Italy 2001, s. 74.

209 Bu yüzden hâlihazırda geçerli olan hukukî yapıda Adalet Divanı “Avrupa Toplulukları Adalet Divanı” olarak

anılmaya devam etmektedir.

Page 128: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

içişleri ve dış politika alanlarında görev yapan organlarının da, bundan böyle temel haklar

şartında yer alan hükümlere uymakla yükümlü olacağı ve bu yükümlülüklerin ihlâl edilip

edilmediği konusunda Avrupa Adalet Divanı’nın kontrolüne tâbi olacağıdır. Buna ek olarak,

Taslak’ta yalnızca Birlik kurumlarının değil, ama üye ülkelerin de—Birlik hukukunu

uyguladıkları durumlarla sınırlı olmak kaydıyla—bu Şart’ta yer alan yükümlülüklere tâbi

olacağı belirtilmiş bulunmaktadır (T.A. m. II – 51/1). Son olarak, Temel Haklar Şartı’nın 52.

maddesinin 2. fıkrasında, bu Şart’ta yer alan hakların, ancak Birlik’in genel yararının veya

üçüncü kişilerin hak ve özgürlüklerinin korunmasının açıkça gerekli kıldığı durumlarda;

özlerine zarar verilmeksizin ve orantılılık ilkesine uygun olarak ve ancak çıkarılacak bir

Avrupa yasası ile kısıtlanabileceği de açıkça hükme bağlanmış bulunmaktadır.210

Elbette ki bu artılarının yanında, Taslak Anayasa’da yer aldığı şekliyle Temel Haklar

Şartı’nın önemli bazı eksikleri de söz konusudur. Bu eksiklerin en başında, kuşkusuz sosyal

haklar konusunda sergilenen çekingen tutum yer almaktadır. Bilindiği gibi, uzun yıllardan

beri gerek Topluluk/Birlik düzeyinde, gerekse Avrupa Konseyi bünyesinde geliştirilen

koruma mekanizmalarında klâsik haklar211, “üçüncü kuşak haklar” olarak da

adlandırabileceğimiz sosyal haklar karşısında daha etkin bir koruma rejimine sahip

olmuşlardır. Bütün bu hakların ilk defa derli toplu bir şekilde bir araya getirildiği Temel

Haklar Şartı’yla birlikte ise, yıllardan beri “hakların bölünmezliği”212 ilkesinden hareketle

210 Bununla birlikte, T.A. m. II - 52/3 hükmü gereğince, Birlik Temel Haklar Şartı ile Avrupa İnsan Hakları

Sözleşmesi’nde yer alan haklar arasında bir örtüşme söz konusu olduğunda, Sözleşmede yer alan kısıtlama

sebeplerinin, Birlik Temel Haklar Şartı açısından da geçerli olacağına şüphe yoktur.

211 “Yaşama hakkı”, “konut dokunulmazlığı” ve “özel hayatın gizliliği” gibi, devlete bir kaçınma veya zarar

vermeme yükümlülüğü getiren haklar.

212 Doktrinde genel olarak “Negatif”, “Aktif” ve “Pozitif Statü Hakları” olarak üçlü bir ayrım çerçevesinde

incelenen temel hakların, birbirleriyle olan ilişkisi ve aralarındaki mantıksal bütünlük için bkz. LA TORRE,

Massimo: “The Law Beneath Right’s Feet. Preliminary Investigation for a Study of the Charter of Fundamental

Rights of the European Union”, European Law Journal, Vol. 8, No. 4 (December 2002), s. 532-535.

Page 129: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

şiddetle eleştirilen bu farkın ortadan kaldırılacağı beklentisi hakim olmuştu. Ancak gelinen

noktada görülmektedir ki; İngiltere başta olmak üzere pek çok ülkenin şiddetli direnişi

sonucunda, neo-liberal Avrupa vizyonu, bir kez daha sosyal Avrupa vizyonuna galip gelmiş

ve bu iki hak grubunun koruma rejimleri arasında yine belirgin bir fark oluşmuştur. Bu

bağlamda, “Dayanışma” başlığı altında yer alan pek çok sosyal hak, klâsik haklar ve

ekonomik özgürlükleri düzenleyen hükümlerde olduğu gibi çekincesiz ifadelerle

düzenlenmemiş ve bu hakların varlığı, ancak “...Birlik hukuku, ulusal hukuk ve ulusal

pratiklerle sınırlı olmak üzere” kabul edilebilmiştir (T.A. m. II – 27, 28, 30, 34/1-2-3 ve m.

35).

Buna ek olarak, Şart’ta düzenlenen temel hak ve özgürlüklerin pek çoğunun, fiilen etki

doğurabilmek için ikincil hukukun aracılığına ihtiyaç duymasından kaynaklanan bir takım

sorunlar da vardır. Konuya üye ülkeler açısından bakıldığında, Şart’ta yer alan temel hakların

uygulanması amacıyla çıkarılacak Birlik yasalarının iç hukuka yansıtılmasında yaşanabilecek

aksamaların, Adalet Divanı tarafından geliştirilen “doğrudan etki” ve “devletin sorumluluğu”

prensipleriyle bir ölçüde telafi edilebileceği düşünülebilir. Ancak söz konusu hakların yatay

etkisi213 söz konusu olduğunda, önerilen bu çözümlerin de yetersiz kalmaya mahkum olduğu

görülmektedir. Bu durumda akla gelen tek çözüm, ulusal yargı organlarının devreye girmesi

ve Birlik Temel Haklar Şartı’nın her düzeyde etkin bir biçimde uygulanmasının bu yolla

sağlanması olmaktadır. Ancak bu durumda da, Birlik Temel Haklar Şartı’nın çeşitli ülkelerin

yargı organları tarafından farklı yorumlanması ve uygulanmasının, Şart ile ulaşmaya çalışılan

213 İkincil Birlik mevzuatının yatay etkisi; Birlik tarafından yapılan düzenlemelerin, iç hukukta Birlik

vatandaşlarının birbirlerine karşı da ileri sürebilecekleri haklar yaratıp yaratmadığıyla ilgili bir kavramdır. Bu

anlamda, Temel Haklar Şartı’nda yer alan pek çok özgürlüğün, bunlara yalnızca kamu makamlarınca değil,

bireylerce de riayet edilmesi durumunda anlam ifade edebilecek olmasına karşın; “yatay etki” sorunu, Taslak’ta

açıkça çözüme kavuşturulabilmiş değildir.

Page 130: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

tek bir Avrupa hukukî alanı tasarımını kaçınılmaz olarak olumsuz etkileyeceği

unutulmamalıdır.214

Bütün bu anlatılanların ışığında, hukuk devleti prensibinin Taslak Anayasa’daki

başlıca yansıması olan temel hak ve özgürlükler rejimi hakkında neler söylenebilir? Daha

doğru bir ifadeyle; Taslak Anayasa, Avrupa Birliği’ni “hukuka dayanan bir Birlik” olma

hedefine götürme yolunda neler vaat etmektedir?

Kuşkusuz ki Birlik, bildiğimiz anlamda bir devlet değildir ve onun anayasası da,

bildiğimiz anlamda bir anayasa olmak zorunda değildir. Bu anlamda, hukuk devleti

prensibinin 300 yıllık ulus-devlet geleneğinden süzülen kural ve kurumlarının aynısını Taslak

Anayasa’da görmeyi beklemek de, mantıklı bir arayış olmayacaktır. Bu pencereden

bakıldığında, hukuk devleti kavramının olmazsa olmazlarından biri olan temel hak ve

özgürlüklerin Taslak Anayasa’da yer almış ve bunlara bir tür “üstün norm” niteliğinin

kazandırılmış olması, kuşkusuz ki, hukuka dayanan bir Birlik olma hedefine giden yolda

atılan çok önemli bir adım olmuştur. Yine, bu girişimin, içerdiği tüm eksiklere rağmen etkin

bir yargısal denetim mekanizmasıyla güçlendirilmesinin amaçlanmış olması da, aynı ölçüde

dikkate değerdir.

Ancak, kanımızca burada sorulması gereken asıl soru; Birlik vatandaşlarının en büyük

sorununun, gerçekten de yazılı bir temel haklar kataloğunun yokluğu mu olduğudur. İtiraf

etmek gerekir ki; Avrupa halkları, temel haklarının yazılı olduğu metinlere, antlaşmalara ve

yargısal koruma sistemlerine “patlayacak ölçüde” doymuş durumdadırlar.215 WEILER’in de

belirttiği gibi, eğer gerçekten de Birlik düzeyinde hukukun üstünlüğü prensibinin garanti

214 REICH, Norbert: “A European Constitution for Citizens: Reflections on the Rethinking of Union and

Community Law”, European Law Journal, Vol. 3, No. 2 (June 1997), s. 162.

215 WEILER, J.H.H.: “Editorial: Does the European Union Truly Need a Charter of Rights?”, European Law

Journal, Vol. 6, No. 2 (June 2000), s. 95.

Page 131: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

altına alınması isteniyorsa ihtiyaç duyulan şey, “listelenmiş yeni haklar veya yeni hak

listeleri” değil; bu amaca hizmet etmek üzere oluşturulmuş programlar ve kurumlardır. Bu

anlamda Birlik düzeyinde atılması gereken asıl adımlar; yalnızca “savunma” rolü ağırlıklı

yargısal koruma sistemlerinin oluşturulması değil, aynı Birlik rekabet politikasının yaşama

geçirilmesinde olduğu gibi, temel hak ve özgürlükler konusunu Birlik yaşamının gündelik bir

parçası ve gereği haline getirecek mekanizmaların ihdası olarak belirginleşmektedir.

Page 132: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

B) Pozitif Anayasacılık

Pozitif Anayasacılık, 21. yüzyılın başındaki Avrupa mimarisinin ve bunun ifadesi olan

Avrupa Anayasası’nın en önemli boyutlarından birini oluşturmaktadır. Zira Avrupa

Anayasası, yukarıda da değinildiği üzere, iktidarın birey haklarıyla sınırlanmasına yönelik bir

proje olarak değil; doğrudan doğruya bir “Avrupa iktidarı” oluşumunu amaçlayan bir proje

olarak ortaya atılmıştır.216 Daha doğru bir ifadeyle Avrupa Anayasası, Avrupa halklarının,

ulusal ve ulus-üstü platformlarda zaten çeşitli güvencelerle koruma altına alınmış olan

bireysel hak ve özgürlüklerini korumaktan ziyade, yeni dünya yapılanmasında, ulus-

devletlerin başa çıkamadıkları sorunlarla mücadele etmeye ve yeni özgürlük ve refah

standartları yaratmaya yönelik olarak tasarlanan bir projedir.

Gerçekten, Avrupa Anayasası’na giden yoldaki en etkili argümanlardan biri de;

Birlik’in kurumsal yapısı ve işleyişinde girişilecek reformlar yoluyla, daha etkin ve ihtiyaçlara

daha iyi cevap verebilen bir Birlik mimarisinin oluşturulması gerektiğidir. Bu anlamda

sıklıkla dile getirilen; Birlik yasama prosedürlerinin ve kullanılan hukukî araçların

basitleştirilmesi, daha şeffaf ve daha etkin bir yönetim tarzının yaratılması ve Birlik’le üye

ülkeler arasındaki ilişkilerin netleştirilmesi talepleri, hep bu amaca yönelik adımlar ve

beklentiler olarak değerlendirilmelidir.

Değinilen bu boyut, Avrupa Anayasası’nın geleceğine ilişkin öngörülerimiz açısından

da hayatî bir önem taşımaktadır. Zira, bir anayasanın, hitap ettiği toplum nezdindeki

meşruiyeti, o toplumun geçmişinden gelen ortak değerleri yansıtmasıyla ilgili olduğu kadar,

216 Avrupa Anayasası’nın bu görünümünü, onun “çok işlevliliği” olarak da tanımlayabiliriz. Aslında,

HOLMES’ün de belirttiği gibi, yalnızca Avrupa Anayasası değil; modern tarihîn tüm ulusal anayasaları çok

işlevlidirler. [HOLMES (1995-a): s. 302.] Ancak, Avrupa Anayasası’nın bir farkı, klâsik anayasacılık başlığı

altında incelediğimiz prensipler ışığında, bir yandan iktidarın sınırlanması amacına yönelik düzenlemeler

getirirken, diğer yandan da sınırlamak istediği bu iktidarı “yaratma” kavgasının da en üst düzeyde devam

etmekte oluşudur.

Page 133: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

söz konusu kitlenin geleceğe dair beklentilerine cevap verebilme kapasitesiyle de yakından

ilgilidir.217 Üstelik burada, etnik homojenlik, ortak bir dil ve aynı ulusa ait olma bilinci gibi

pozitif hukuk dışı meşruiyet dayanaklarına da sahip olmayan Avrupa Birliği düşünüldüğünde,

“etkinlik” ölçütünün daha da büyük bir önem kazandığı açıkça görülebilmektedir. Zira

Avrupa Birliği’nin hukukî meşruiyeti, bugüne kadar ağırlıklı olarak üye ülkelerin

meşruiyetinin dolaylı bir sonucu olarak biçimlenirken; Birlik’in Avrupa halklarının gözündeki

sosyal meşruiyeti ise, büyük ölçüde, ürettiği toplumsal ve ekonomik refahtan

kaynaklanmıştır.218 Bu çerçevede, Taslak Anayasa’da öngörülen vatandaşlık konsepti ile,

siyasî kararlara sınırlı katılım olanaklarının, Birlik’le Avrupa halkları arasındaki meşruiyet

bağını tesis etme konusunda ne derece başarılı olacağı halihazırda tartışmalı iken; siyasî

etkinliğe ve toplumsal-ekonomik refaha yönelik bir perspektifin, gelecekte de Birlik’in başlıca

sosyal meşruiyet dayanaklarından birini oluşturmaya devam edeceği şüphesizdir. Bu anlamda,

Avrupa Birliği’nin ve bunun temeli olarak Avrupa Anayasası’nın başlıca meşruiyet

dayanaklarından birinin de; Max WEBER’in ünlü üç ayaklı meşruiyet çözümlemesine219

POGGI tarafından eklenen dördüncü bir meşruiyet biçiminden; yani “yükselen refah

ideolojisi” veya “toplumsal mutlulukçu meşruiyet” anlayışından kaynaklanacağı açıktır.220

İşte konuya bu pencereden bakıldığında, pozitif anayasacılık başlığı altında incelenen etkin 217 Anayasaların meşruiyetinde “etkinlik” unsurunun önemi için bkz. GÖNENÇ (2002): s. 209-363; GÖNENÇ,

Levent: “Meşruiyet Kavramı ve Anayasaların Meşruiyeti Problemi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Dergisi, C. 50, S. 1 (2001), s. 131-152.

218 CARTER, Caitriona ve Andrew SCOTT: “Legitimacy and Governance Beyond the European Nation State:

Conceptualizing Governance in the European Union”, European Law Journal, Vol. 4, No. 4 (December 1998),

s. 431.

219 Bilindiği gibi WEBER, insanlar tarafından meşru kabul edilip benimsenen iktidarı “otorite” olarak

adlandırmakta ve bu sürece hakim olan nedenleri; “geleneksel otorite”, “karizmatik otorite” ve “hukukî rasyonel

otorite” olmak üzere üç farklı meşruiyet dayanağı ile açıklamaktadır. Bkz. WEBER, Max: “The Types of

Authority”, Theories of Society, T. PARSONS, E. SHILS, K.D. NAEGELE ve J.R. PITTS (Eds.), The Free

Press, New York 1961, s. 626-632.

220 POGGI (1991): s. 126 - 128.

Page 134: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

yönetim olanaklarının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle, Avrupa

Anayasası projesi, aynı Avrupa Birliği projesinin kendisi gibi, büyük ölçüde “pozitif” bir

girişimi ifade etmektedir.

Bütün bu anlatılanların ışığında, Taslak Anayasa’da pozitif anayasacılık çerçevesinde

gündeme gelen arayışların üç başlık altında incelenmesi mümkündür. Bu kapsamda, birinci

aşamada, Avrupa’da etkin bir yönetimin oluşmasındaki en önemli adımlardan biri olan

yasama sürecine ve Taslak Anayasa’nın konuyla ilgili düzenlemelerine bakılacaktır. İkinci

aşamada ise, ağırlıklı olarak yürütme fonksiyonunu ilgilendiren değişiklikler ile, üye ülkelerin

Birlik çatısı altındaki hareket alanını düzenleyen hükümler üzerinde durulacaktır. Son

aşamada ise, etkin bir Birlik hedefine ulaşılmasının önündeki en büyük engellerden biri olan,

Birlik’le yaşıt iki gerilim noktasına; yani yetki alanlarının Birlik’le üye ülkeler arasındaki

paylaşım sorununa ve üye ülkelerin kendi aralarındaki egemenlik mücadelelerine

değinilecektir. Bu eksende toplanan veriler yoluyla da, Taslak Anayasa’da öngörülen Birlik

yapılanmasının, gerek kullanılan araçlar, gerekse aktörlerin yetki ve sorumluluklarının

dağılımı bağlamında, kendisinden beklenen etkin yönetim anlayışına ne ölçüde yaklaşabildiği

açıklanmaya çalışılacaktır.

1) Yasama Fonksiyonu

a) Birlik Yasama Faaliyetleri ve İkincil Mevzuat Türleri

Avrupa Birliği’nin hukukî yapısı, “birincil” ve “ikincil mevzuat” olmak üzere, iki

büyük temel üzerinde yükselmektedir. Bu kapsamda birincil mevzuat; kurucu antlaşmalar ile

bunlara yapılan ekler ve protokolleri kapsamaktayken, ikincil mevzuatla anlatılmak istenen

şey; kurucu antlaşmaların tanıdığı yetkiler kapsamında Birlik kurumları tarafından yapılan

düzenlemelerdir. Bu çerçevede, halihazırdaki ikincil Birlik mevzuatı; tüzükler (regulations),

direktif veya yönergeler (directives), kararlar (decisions) ile görüş ve tavsiyelerden

Page 135: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

(recommendations and opinions) oluşmaktadır. Bu kapsamda, ağırlıklı olarak ortak tarım

politikası ve ortak pazarı ilgilendiren konularda çıkarılan tüzükler, yürürlüğe girdikleri andan

itibaren başkaca bir işleme gerek kalmaksızın tüm üye ülkelerin iç hukukunun bir parçası

haline gelen ve tümüyle bağlayıcı olan hukuk normlarını; en yaygın Birlik düzenlemesi olan

direktifler ise, hedefleri itibariyle bağlayıcı olan ama üye ülkelere, söz konusu hedeflere

ulaşma yöntemleri konusunda belli bir takdir serbestisi tanıyan hukuk normlarını ifade

etmektedir. Bu ikili yapı, yöneldikleri kişiler açısından tüm sonuçlarıyla bağlayıcı olan

kararlar ile, hukukî bağlayıcılığı olmayan görüş ve tavsiyelerle tamamlanmaktadır.

Bilindiği gibi, gerek Konvansiyon’un çalışmaları esnasında, gerek daha öncesinde

Avrupa’daki en büyük yakınma konularından biri de, değinilen bu yapının karmaşıklığı ve

anlaşılmazlığıydı. Taslak Anayasa ise, söz konusu şikayetlere paralel olarak, anılan yapıyı

tümüyle değiştirilmiş bulunmaktadır. Gerçekten, Taslak Anayasa’nın I. Bölümü’nün V.

Kısmı; “Birlik’in Hukukî İşlemleri” (The Legal Acts of the Union) konusuna ayrılmıştır. Bu

kapsamda, Birlik ikincil mevzuatı, daha önceden varolmayan ikili bir ayrıma tâbi tutulmakta

ve “yasama işlemleri” (legislative acts) ve “yasama dışı işlemler” (non-legislative acts) olmak

üzere iki farklı kategori öngörülmektedir.

Yasama işlemleri; yürürlüğe girdiği andan itibaren, başkaca bir işleme gerek

kalmaksızın tüm üye ülkelerde bağlayıcı hale gelen ve doğrudan uygulanabilir nitelikte olan

“Avrupa yasaları” (European laws) ile, ulaşılması gereken sonuçlar açısından bağlayıcı olan,

ancak ulusal otoritelere, söz konusu sonuçlara ulaşmak için seçilen yol ve izlenecek yöntemler

açısından belli bir serbesti tanıyan “Avrupa çerçeve yasaları”ndan (European framework

laws) oluşmaktadır (T.A. m. I – 32).

Birlik’in yasama dışı işlemleri ise; Bakanlar Konseyi, Komisyon ve Avrupa Merkez

Bankası tarafından çıkarılan ve Anayasa’nın belli bazı hükümleri ile “yasama işlemleri”nin

uygulama biçimlerini gösteren “Avrupa tüzükleri” (European regulations) ile, Bakanlar

Page 136: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Konseyi, Komisyon, Avrupa Konseyi ve Avrupa Merkez Bankası tarafından alınan ve

yöneldiği muhataplar açısından, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren mutlak şekilde bağlayıcı

olan “Avrupa kararları”ndan (European decisions) ve Bakanlar Konseyi, Komisyon ve

Avrupa Merkez Bankası tarafından verilen, hukukî bağlayıcılıktan yoksun tavsiye ve

görüşlerden (recommendations and opinions) oluşmaktadır (T.A. m. I – 31 ve 34).

Taslak, yukarıda yer alan ve büyük ölçüde daha önceden yürürlükte olan mevzuat

türlerinin yeniden isimlendirilmesi ve tasnif edilmesi olarak nitelendirilebilecek bu

düzenlemelere ek olarak, daha önceden mevcut olmayan bir takım düzenleme biçimlerine de

yer vermektedir. Gerçekten, Taslak’ın I – 35. maddesinde “devredilen tüzükler” (delegated

regulations) başlığı altında; Komisyon’un, daha önceden çıkarılmış bir Avrupa yasası veya

Avrupa çerçeve yasasının önemsiz sayılabilecek bazı kısımlarını düzenlemek veya bazı

eklemeler yapmak üzere, ilgili yasa veya çerçeve yasada söz konusu yetkinin amacı, kapsamı,

içeriği ve süresi açıkça belirtilmiş olmak kaydıyla, tüzük çıkarma yetkisiyle donatılabileceği

belirtilmektedir (T.A. m. I – 36/1).

Taslak’ta ayrıca, üye ülkelerin, hukuken bağlayıcı Birlik tasarruflarını iç hukuklarına

yansıtmak üzere çıkarmakla yükümlü oldukları “uygulama yasaları”na da (implementing acts)

değinilmekte ve bağlayıcı Birlik tasarruflarının uygulanması için tek tip koşullar gerektiği

durumlarda, söz konusu uygulama yasalarını yürütme yetkisinin Komisyon’a ve hattâ bazı

özel durumlarda da Konsey’e devredilebileceği belirtilmektedir (T.A. m. I – 36/1-2).

Değinilen bütün bu hususlar göstermektedir ki, Taslak’ta Birlik yasama faaliyetlerinin

ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan ikincil mevzuat türlerinin “basitleştirildiğini”

savunmak oldukça zordur. Gerçekten, Taslak’ta, bugüne kadar uygulanmakta olan tüm

mevzuat türleri aynen korunmakta olup; bunların üzerine bir de, Birlik’in genişleyen görev

tanımına paralel yeni düzenleme biçimlerinin eklendiği görülmektedir. Ancak unutulmaması

gereken şey; pozitif anayasacılığın, “basitlik”le eş anlamlı olmadığıdır. Yani, iktidarın

Page 137: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

elindeki düzenleme araçlarının sayıca az ve kolay anlaşılır olması, ortaya çıkacak karmaşık

siyasî ve toplumsal koşullara etkin bir biçimde uyum sağlanmasının ve karşılaşılan sorunlarla

baş edilmesinin ön şartı değildir. Kısacası basitlik, şeffaflığın ve toplumsal katılımın ön

şartlarından biri olmakla birlikte; etkinliğin vazgeçilmez gereklerinden biri değildir. Bu

çerçevede, bize göre Avrupa Birliği bağlamında şikayet konusu olan asıl şey; mevzuat

türlerinin çokluğundan ziyade, bunların oluşturulması için öngörülen süreçlerin

karmaşıklığıdır. Dolayısıyla, yasama fonksiyonu bağlamında etkin bir yönetim yapısının

oluşturulup oluşturulmadığı konusunda bakılması gereken son bir nokta da, Birlik’in hukukî

düzenleme araçlarının oluşturulması için öngörülen yol haritalarının; yani Birlik yasama

prosedürlerinin durumudur.

b) Yasama Prosedürleri

Bilindiği gibi Avrupa Parlamentosu, ulus-devletlerden farklı olarak, Avrupa ikincil

mevzuatının oluşturulması konusunda mutlak yetkili organ olmayıp, bu yetkisini, ilgili

mevzuatın hazırlanması ve teklif edilmesi aşamasında Komisyon’la; söz konusu teklifin

karara bağlanması aşamasındaysa Konsey’le paylaşmaktadır. Bu çerçevede, anılan ikincil

mevzuatın oluşturulmasında, Taslak Anayasa’nın tartışıldığı şu gün itibariyle toplam 22 farklı

yasama prosedürü bulunmakta olup, bunların en bilinenleri; onay (assent), danışma

(consultation), işbirliği (co-operation) ve ortak karar (co-decision) prosedürleridir.221 Bu

prosedürlerin her biri, farklı konulara yönelik düzenleme alanlarını kapsamakta olup, Birlik

organlarının, alınan kararlara değişik kompozisyonlar çerçevesinde katılımlarını

düzenlemektedir.

221 XYIDAS, Alexis ve Riccardo MAESTRI,: “Institutional Processes”, The Student’s Guide to European

Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-

Cornwall 2004, s. 61.

Page 138: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Anılan bu prosedürlere biraz daha yakından bakıldığında, Avrupa Parlamentosu’nun

rolünü “şeklî bir katılım”a indirgeyen ve nihaî karar yetkisini tümüyle Konsey’e bırakan

“onay prosedürü”nün; genişleme sürecine ilişkin kararlar gibi son derece hassas konularda

kullanıldığını, “danışma prosedürü”nün ise; tarım gibi, yine hassas ancak aynı zamanda

gündelik yaşama daha yakın olan konular için tercih edildiği görmek mümkündür.222

Ekonomik ve parasal birlik alanındaki kararlar için başvurulan “işbirliği prosedürü” ile, çevre

politikaları ve bazı eğitim ve kültür politikalarında kullanılan “ortak karar prosedürleri” ise,

Birlik üzerinde zamanla artan demokratikleşme taleplerine cevap olmak üzere geliştirilen ve

kullanım alanları sürekli genişleyen yöntemler olarak, Parlamento’nun karar alma sürecindeki

rolünü artıran—ve hattâ ortak karar prosedüründe onu nihaî söz sahibi yapan—uygulama

biçimleridir. Ayrıca, bütün bunlara ek olarak, ikinci ve üçüncü sütunlar olarak tanımlanan

“Adalet ve İçişleri Alanında İşbirliği” ile “Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası”

konularında da, kendine özgü karar ve uygulama yöntemleri varolmaya devam etmektedir.

Ancak bu karmaşık yapı, gerçekten Avrupa halklarının yasama sürecini anlamasını ve

takip edebilmesini büyük ölçüde zorlaştırmakta ve zaman zaman, Birlik düzeyinde gerekli

kararların alınmasını ciddi ölçüde geciktirmektedir. Kısacası, Birlik yasama prosedürleri,

halihazırda Birlik kurumlarını, pozitif anayasacılığın öngördüğü etkin ve ortaya çıkan

sorunlara anında müdahale edebilecek araçlarla donatmaktan çok uzak bir görünüm

sergilemektedir.

Taslak Anayasa’nın konuyla ilgili düzenlemelerine bakıldığında ise, görülen

değişikliklerin “devrim” niteliğinde olduğunu söylemek mümkündür. Gerçekten, Taslak’ın I.

Bölümü’nün 33. maddesinde; “Avrupa yasaları ve Avrupa çerçeve yasaları, Komisyon’dan

gelen teklifler üzerine, Avrupa Parlamentosu ve Bakanlar Konseyi’nce, m. III - 302’de yer

alan “olağan yasama prosedürü” çerçevesinde ortaklaşa olarak çıkarılacaktır.” hükmüne 222 XYIDAS, MAESTRI (2004): s. 65 - 66.

Page 139: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

yer verilmekte ve 20’yi aşkın yasama prosedürü, kural olarak tek bir yasama prosedürü çatısı

altında birleştirilmiş olmaktadır. Halihazırdaki “ortak karar prosedürü”ne benzeyen bu

prosedürün iki istisnası ise, yine maddenin ikinci ve üçüncü fıkralarında yer almaktadır. Bu

istisnaların ilki; T.A. m. III – 165’te düzenlenen sınırlı sayıdaki bazı hallerde, yasama

sürecinin Komisyon’un teklifi yerine üye ülkelerin dörtte birinin inisiyatifiyle başlamasını

öngörmekte ve sürecin devamında yine olağan yasama prosedürü hükümlerinin

uygulanacağını belirtmektedir (T.A. m. I – 33/2). Diğer istisnaî durum ise; yine Anayasa’da

yer alan bazı özel durumlarda, yasama sürecinin Komisyon’un inisiyatifi olmaksızın,

doğrudan Parlamento ve Bakanlar Konseyi ikilisi tarafından yürütüleceğinin belirtilmesidir

(T.A. m. I – 33/3). Ancak bu istisnaî durumda da “olağan yasama prosedürü”nün geri kalan

hükümlerinden bir sapma öngörülmemekte ve değinilen her iki durumda da fark, yalnızca

yasama sürecinin başlatılması konusundaki girişim hakkının, aktörler açısından

çeşitlendirilmesinden ibaret kalmaktadır. Bütün bunlara ek olarak, Taslak Anayasa’nın bir

başka dikkat çekici yönü de; kapsamında, “karar almayı kolaylaştırıcı” bir takım

düzenlemelere yer verilmiş olmasıdır. İşte, anılan bu düzenlemelerin bir tanesi de, doğrudan

yasama prosedürleri ile ilgilidir. Gerçekten, bu düzenleme uyarınca; Anayasa’nın III.

Bölümü’nde, bazı Avrupa yasaları ve Avrupa çerçeve yasalarının kabulü için özel (ve

dolayısıyla zorlaştırılmış) yasama prosedürlerinin öngördüğü durumlarda, Avrupa Konseyi,

oybirliğiyle alacağı bir karar sonrasında, Bakanlar Konseyi’ne olağan yasama prosedürünü

izleme yetkisi verebilecektir (T.A. m. I – 24/4). Görüldüğü gibi, bu düzenleme sayesinde,

Birlik yasama prosedürlerinin basitleştirilmesi yönünde çok önemli bir adım daha atılmış

olmakta ve Birlik aktörleri arasında uygulamada görülecek siyasî uyumun, hukukî yapıya da

aktarılmasına olanak sağlanmış olmaktadır.

Sonuç olarak görülmektedir ki, Avrupa Anayasası, bir yandan Birlik’in farklı

ihtiyaçlara cevap verebilecek farklı enstrümanlarla donatılmasını amaçlamakta, diğer yandan

Page 140: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

da bu enstrümanların kullanımını olabildiğince basitleştirmeye çalışmaktadır. Elbette ki bu iki

amacın, Avrupa Birliği gibi, çok farklı çıkarların bir arada yaşatılmak zorunda olduğu bir

yapılanma çerçevesinde gözetilmesi kolay değildir ve üzerinde daha çok düşünülmesi

suretiyle, zaman içinde daha iyi çözümlerin yaratılabileceği de şüphesizdir. Ancak, bugün

gelinen aşamada, Avrupa Anayasası’nın bu konuda takdire değer bir sıçrama

gerçekleştirdiğini ve pozitif anayasacılık bağlamında önemli sayılabilecek ilerlemeler kat

ettiğini de teslim etmek gerekmektedir.

2) Yürütme Fonksiyonu

Bu başlık altındaki incelemelerimize başlamadan önce, Birlik terminolojisinde

“yürütme fonksiyonu” kavramından neyin anlaşılması gerektiği hakkında kısa bir hatırlatma

yapmakta fayda vardır. Daha önceki bölümlerden de hatırlanacağı üzere, Birlik

terminolojisinde kuvvetler ayrılığı kuramı, organik bir anlamda değil, işlevsel bir anlamda

kullanılmakta ve her bir fonksiyon, organik yaklaşımın penceresinden bakıldığında

açıklanması kolay olmayan karmaşık bir organizasyon şeması çerçevesinde yürütülmektedir.

Bu anlamda, Birlik’in yürütme fonksiyonu da, Birlik organlarının oluşumundan, görev ve

sorumlulukların paylaşımına; alınan kararlarının üye ülkelerdeki uygulamasından, Birlik’in

dış dünyaya karşı temsiline kadar pek çok alana yayılan düzenlemeleri kapsamaktadır.

Dolayısıyla bu alanların her birinde getirilen yeniliklerin, etkin bir biçimde çalışan ve yeni

koşullara kolaylıkla adapte olabilen bir Birlik mimarisinin oluşumuna o veya bu ölçüde

katkıda bulunduğu (veya bunu engellediği) savunulabilir. Ancak bunun yerine, burada

yapılacak olan şey; bu geniş yoruma başvurmaktan kaçınmak ve Taslak Anayasa ile getirilen

yeniliklerden, dikkat çekici biçimde öne çıkan iki ana başlık üzerinde durmak olacaktır.

a) Avrupa Konseyi Başkanlığı ve Birlik Dışişleri Bakanlığı Kurumları

Konsey, tüm Avrupa kurumları arasında meşruiyet, etkinlik ve üretkenlik açısından

üzerinde en fazla durulan ve en ciddi eleştirilere konu olan organdır. Gerçekten, hem devlet

Page 141: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

ve hükümet başkanları düzeyinde toplanan Avrupa Birliği Konseyi, hem de görüşülecek

konulara göre üye ülkelerden gelen bakanların katılımıyla oluşan A.B. Bakanlar Konseyi,

Birlik yasama faaliyetlerinde olduğu kadar, hayatî siyasî kararların alınmasında da sistemin

ağırlık merkezini temsil etmektedir. Dolayısıyla bu organın etkin bir biçimde çalışması,

Birlik’in, karşılaşacağı sorunlarla baş edebilme kapasitesinde son derece önemli bir rol

oynamaktadır. Ancak, bu başlık altında asıl dikkat çekilmek istenen nokta; Bakanlar

Konseyi’nin, Birlik’in iç işleyişini düzenleyen yasama konularıyla ilgili faaliyetlerden ziyade,

Anayasa ile oluşturulan “ruhu” temsil eden “Avrupa Konseyi Başkanlığı” kurumudur.

Avrupa Birliği’nde Konsey Başkanlığı, bugüne kadar devam eden uygulamada, 6 ay

aralıklarla üye ülkeler arasında el değiştirmekte olup, söz konusu sistem, Birlik literatüründe

“dönüşümlü başkanlık sistemi” olarak bilinmektedir. Ancak bu yapı, Taslak Anayasa’nın 21.

maddesiyle tamamen değiştirilmekte ve Avrupa Konseyi’nin, nitelikli çoğunlukla alacağı bir

kararla, 2,5 yıllık bir süre için görev yapacak bir Konsey Başkanı seçeceği hükme

bağlanmaktadır. İlk bakışta sadece simgesel bir değer taşıyormuş gibi görünen bu değişikliğin

önemi, Birlik’in yakın geçmişindeki tartışmalar dikkate alındığında daha iyi anlaşılmaktadır.

Gerçekten, altı ayda bir değişen Konsey Başkanlığı, bir bakıma, Birlik’in “kalbinin” altı ayda

bir durması ve yeniden atmaya başlaması anlamına gelmekteydi. Birlik’in işleyişinde hayatî

önem taşıyan bu organ, altı ayda bir yeni bir çehreye, yeni anlayışlara, yeni çalışma

yöntemlerine ve yeni acemiliklere sahne oluyor; bu durum da, yaşanan önemli bir sorun

karşısındaki Birlik tavrının, o dönemde hasbelkader sürücü koltuğunda oturan üye ülkenin

tavrıyla örtüşmesi anlamına geliyordu. Bu konuda hatıralardaki en taze olay, 2003 yılının

sonlarında İtayla dönem başkanlığında Roma’da toplanan Hükümetlerarası Konferans’ta

yaşanan gelişmelerdir. Gerçekten, basında, anılan Konferans’ın ana gündem maddesi olarak

görüşülen Taslak Anayasa üzerinde bir uzlaşmaya varılamaması, büyük ölçüde dönem

başkanı İtalya’nın Başbakanı Slvio BERLUSCONI’nin yetersizliğinin sonucu olarak

Page 142: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

değerlendirilmiş ve “işin ciddiyetine varamayan” bir Konsey Başkanı’nın, Birlik’in geleceğini

ne kadar olumsuz etkileyebileceğinin bir kez daha ortaya çıktığı yorumları yapılmıştı.223 Bu

çerçevede, “profesyonel” bir Konsey Başkanı’nın, gerek Birlik’in gündelik faaliyetlerinin

yürütülmesinde ve diğer Birlik organlarıyla eşgüdümün sağlanmasında; gerek

hükümetlerarası konferansların kapsam ve içeriklerinin düzenlenmesinde ve Birlik’in

geleceğiyle ilgili stratejik kararların alınmasında, Birlik faaliyetlerine önemli bir ivme

kazandıracağını ummak, kanımızca yanlış bir beklenti olmayacaktır.

Konsey Başkanlığı kurumunun bir diğer önemli boyutu da, Birlik’in dış dünyaya karşı

temsilinde ortaya çıkmaktadır. Gerçekten Avrupa Birliği, yalnızca tarım destekleme

fiyatlarının saptanması, fabrikalar için geçerli olacak çevre koruma standartlarının

belirlenmesi ve üye ülkelerin balıkçılık mevzuatlarının uyumlulaştırılması gibi teknik

konularda değil; dünya çapındaki terör, örgütlü suçlar ve göçmen kaçakçılığı gibi sınır aşan

sorunlarla mücadele konularında da büyük bir etkinlik arayışı içindedir. Bu kapsamda daha

güçlü ve kendine güvenen bir Avrupa Birliği, büyük bir hızla gelişen Çin, belki Hindistan ve

hattâ yeniden canlanan Rusya’yla birlikte, daha dengeli ve “çoğulcu” bir dünya düzeninin de

ipuçlarını taşımaktadır.224 Bu anlamda, Konsey Başkanlığı kurumu, yıllar önce A.B.D.

Dışişleri Bakanı Henry KISSINGER’in, “Bana Avrupa Birliği’nin telefon numarasını

verebilir misiniz?” sorusuna, Birlik tarafından verilen önemli bir yanıt niteliğini

taşımaktadır.225

223 12 Aralık’ta liderlerin toplandığı çalışma yemeğinde, tüm ülkeler Anayasa konusundaki uyuşmazlıkların

masaya yatırılacağını beklerken, BERLUSCONI’nin “kadınlar”dan söz açması ve konuk liderlere bu konudaki

tecrübelerini anlatmayı tercih etmesi, görüşmelerin trajik bir başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açan nedenleri

çok açık bir biçimde ortaya koymaktaydı. Bu konuda bkz. “Who Killed the Constitution?”, Leader, The

Economist, 20 Aralık 2003, s. 35, 36.

224 CALLEO, David: “A Choice of Europes”, The Naitonal Interest, Spring 2001.

225 Bu yanıtın önemine dair bir diğer önemli tespit de, bizzat Avrupa Birliği’nin Amerika Birleşik Devletleri

Büyükelçisi’nin ağzından gelmektedir. Gerçekten, A.B.D.’deki görevine başlamadan önce 29 Temmuz 2004’te

Page 143: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Yukarıdaki soruya verilen bir başka önemli yanıt da, Konsey Başkanlığı yanında

öngörülen bir diğer dikkat çekici yenilik olan “Birlik Dışişleri Bakanlığı” kurumudur.226

Gerçekten, Taslak Anayasa’nın I. Bölümü’nün 27. maddesinde; Avrupa Konseyi’nin,

Komisyon Başkanı’yla anlaşmak suretiyle, nitelikli çoğunlukla alacağı bir kararla bir “Birlik

Dışişleri Bakanı” atayacağı belirtilmektedir. Birlik Dışişleri Bakanı, Komisyon’da Başkan

Yardımcılığı pozisyonlarından birine getirilecek (T.A. m. I – 25/5, m. 27/3) ve “ortak dış

politika ve güvenlik politikası” ile “ortak güvenlik ve savunma politikası”nın yürütülmesinde

önemli görevler üstlenecektir (T.A. m. I – 39/4 ve m. 40/4). Birlik Dışişleri Bakanı, aynı

zamanda Birlik Dışişleri Konseyi’nin de Başkanlığını yürütecektir (T.A. m. I –23/2).

Bütün bu değinilen hususların ışığında, Taslak Anayasa’da bir “Konsey Başkanlığı”

kurumu ile “Birlik Dışişleri Bakanlığı” kurumlarının yaratılmış olmasını, pozitif anayasacılık

bağlamında ele aldığımız hedeflere ulaşılması ve Birlik’in, 21. yüzyılda ortaya çıkacak

toplumsal beklentilere cevap verebilmesi yolunda atılmış önemli adımlar olarak

değerlendirmek mümkündür.

b) Güçlendirilmiş İşbirliği Mekanizması

Avrupa Birliği, çok boyutlu bir yapılanma olarak, bünyesinde yer alan bir çok farklı

ihtiyaca cevap vermek ve tüm üye ülkelerin farklı çıkarlarının eş zamanlı olarak tatminine

yönelik bir sistem oluşturmak görevleriyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu kapsamda,

Avrupa entegrasyonunun daha ileri düzeylere götürülebilmesi için, başlangıçtan beri takip

yapılan Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi toplantısına katılan Büyükelçi Günter BURGHARDT,

Anayasa’nın oluşturduğu Birlik mimarisinin, “üç dışişleri bakanıyla”—dönem başkanı ülke lideri, Dış İlişkiler

Komiseri Chris PATTEN ve A.B. Yüksek Temsilcisi Javier SOLANA ile—temsil edilen bir Birlik’ten çok daha

fazla “ciddiye alınacağını” belirtmiştir. Bkz. MAHONY, Honor: “Europe must take itself seriously, says top

Brussels envoy”, EUObserver – 29.07.2004 [2004-b] (http://www.euobserver.com/).

226 Bu iki kurumun, bir arada değerlendirildiğinde Avrupa mimarisinde ne büyüklükteki bir boşluğu doldurmaya

aday olduğu hakkında çarpıcı bir yorum için bkz. “Europe’s ménade a deux, Bilateralism can go too far”,

Leader, The Guardian, 16 Ocak 2003.

Page 144: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

edilen tek tip bir hukukî çerçeve oluşturulması ve eş zamanlı uygulamaların benimsenmesi

dışında kalan bazı yöntemlere ihtiyaç olduğu, uzun zamandır kabul edilmektedir. Bu

çerçevede, zaman zaman görülen ve politika oluşturma süreçlerinde kilitlenmelere yol açan

sorunların tekrar yaşanmaması için, farklı entegrasyon modelleri üzerindeki arayışlar uzun

süreden beri devam etmektedir.

1965’teki “boş koltuk krizi”nden227 (empty chair crisis) sonra iyice su yüzüne çıkan

bu talepler, 1976’daki “Tindemans Raporu”nda da dile getirilmiş ve Birlik’in resmî politika

arayışlarının bir parçası haline gelmiştir. “Esneklik” başlığı altında özetlenen bu çabalar,

Birlik’in geleceğine dair; “çok vitesli Avrupa” (multi-speed Europe), “değişken geometrili

Avrupa” (variable geometry) ve “a la carté Avrupa” (Europe a la carté) gibi farklı

entegrasyon modellerinin savunulmasına yol açmış ve Avrupa Sosyal Şartı ile Schengen

Antlaşması gibi girişimler, bu önerilerin kısmen hayata geçirildiği örnekler olmuştur.228

Avrupa bütünleşmesinin çehresini yeni baştan tanımlamaya yönelen bu önerilerin

dışında, Amsterdam Antlaşması ile birlikte, daha makul ve daha sınırlı bir uygulama alanına

sahip bir takım hukukî araçlar da geliştirilmiştir. Bu kapsamda ortaya atılan yeniliklerin en

önemlisi; Amsterdam Antlaşması ile Avrupa Birliği Antlaşması’na 43-45. maddeler olarak

eklenen “Güçlendirilmiş İşbirliği” mekanizmasıdır. Bu mekanizma ile, aralarında daha yakın

bir işbirliği kurmak isteyen üye ülkelerin, Birlik’in bütüncül kurumsal yapısına, Birlik

mevzuatının bütünlüğüne ve güçlendirilmiş işbirliğine taraf olmayan ülkelerin hak ve

çıkarlarına zarar vermemek kaydıyla ve prensip olarak tüm üye ülkelerin katılımına açık

olmak üzere bir araya gelmelerine ve daha ileri bütünleşme adımları atabilmelerine imkân

227 “Boş koltuk krizi” olarak bilinen ve Fransa’nın, uzun bir dönem Konsey Toplantıları’na katılmamasına yol

açan olaylar ve sonuçları için bkz. DOUGLAS-SCOTT (2002): s. 17, 18.

228 Değinilen bu esnek bütünleşme teorilerinin tanımı ve kısa bir tarihçesi için bkz. GARCIA, J.J.F.: “Flexible

Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve

Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004, s. 282.

Page 145: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

sağlayan bir hukukî yapı oluşturulmuştur. Ancak bu yapıda, Topluluklar’ın orijinal ve

münhasır yetki alanları söz konusu işbirliğinin dışında bırakılırken, ortak dış politika ve

güvenlik politikası alanı da (ikinci sütun), bu çerçeveye dahil edilmemiştir. Buna karşılık

adalet ve polis hizmetlerinde ise (üçüncü sütun), belli sınırlar çerçevesinde kalmak kaydıyla

güçlendirilmiş işbirliğine olanak sağlanmıştır.229

Amsterdam Antlaşması’yla öngörülen hukukî çerçevenin ve uygulanacak kuralların

çok sıkı olması, bu yöntemin pratikte hiç işletilememesine sebep olmuş, bu sebeple de Nice

Antlaşması öncesinde konuyla ilgili bir takım kolaylaştırıcı düzenlemelerin gerekliliği

üzerinde bir görüş birliği sağlanmıştı. Bu kapsamda ortaya konan çabalar arasında ilk dikkat

çeken adım; ikinci sütun olarak bilinen ortak dış politika ve güvenlik politikası alanının da—

önemli kayıtlamalar altında—güçlendirilmiş işbirliği kapsamına dahil edilmesi oldu. Buna ek

olarak, Amsterdam Antlaşması’nın, bu girişimin başlayabilmesi için üye ülkelerin en az

yarısının (15/2 = 7,5 8 ülkenin) katılımını öngören hükmüne dokunulmamakla birlikte;

genişleme sonrasında ortaya çıkacak 27 üyeli Birlik yapılanmasında da bu sayının

değişmeden kalması kararlaştırıldı. Bu kapsamda son olarak, güçlendirilmiş işbirliğinin tarafı

olmayan ülkelerin, Konsey’de güçlendirilmiş işbirliği kurulması hakkında alınan kararları

veto etme imkânını ortadan kaldıran “nitelikli çoğunluk şartı”nın kabul edilmesiyle, söz

konusu prosedürün hayata geçirilmesi de kolaylaştırılmış oldu.230

Taslak Anayasa’nın konuyla ilgili düzenlemelerine bakıldığında ise, güçlendirilmiş

işbirliği mekanizmasının daha da geliştirilmesinin amaçlandığını görmek mümkündür.

Gerçekten, Taslak Anayasa, güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının hedeflerinin; Birlik’in

amaçlarının daha iyi gerçekleştirilmesine hizmet etmek, onun çıkarlarını korumak ve

229 ARSAVA, Füsun: “Hangi Avrupa için Ne Kadar Esneklik?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 1,

Sayı 1 (Güz 2001), s. 39, 40.

230 GARCIA (2004): s. 286, 287.

Page 146: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

bütünleşme sürecini desteklemek olduğunu belirttikten ve işbirliğinin, prensip olarak T.A. m.

III – 324’te belirlenen ilkeler ışığında tüm üye ülkelerin katılımına açık olduğunu

vurguladıktan sonra (T.A. m. I – 43/1), Amsterdam ve Nice Antlaşmaları’na ek olarak bir çok

kolaylaştırıcı düzenlemeyi gündeme getirmektedir.

Bu kapsamda, Taslak’ta öncelikle güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının hangi

alanlarda kurulabileceği konusu ele alınmakta ve I. Bölüm’ün 43. maddesinde; Birlik’in

“münhasır yetki alanları” haricinde kalan tüm alanların, prensip olarak güçlendirilmiş

işbirliğine açık olduğu belirtilmektedir. Bu hükme paralel olarak, III. Bölüm’ün

güçlendirilmiş işbirliğinin kurulma prosedürünü düzenleyen 325. maddesinde de, yalnızca,

işbirliği yapılacak alanların; “ortak dış politika ve güvenlik politikası alanı ve Anayasa’da yer

alan diğer alanlar” olarak ikiye ayrılmasıyla yetinilmekte ve başkaca hiç bir sınırlama

sebebine yer verilmemektedir. Bu düzenlemelere ek olarak, güçlendirilmiş işbirliği

mekanizmasının hayata geçirilmesi de kolaylaştırılmakta ve bunun için, üye ülkelerin üçte

birinin katılımının yeterli olacağı belirtilmektedir (T.A. m. I – 43/2). Aynı doğrultuda,

güçlendirilmiş işbirliğinin kurulması hakkındaki nihaî kararın verileceği Bakanlar Konseyi

toplantısında da oybirliği şartının aranmasından vazgeçilmekte ve nitelikli çoğunlukla alınan

bir kararın, söz konusu işbirliğinin kuruması için yeterli olacağı kaydedilmektedir.231

Oluşturulmasının önündeki engeller büyük ölçüde azaltılan güçlendirilmiş işbirliği

mekanizmasının işleyişi de, önemli ölçüde kolaylaştırılmış bulunmaktadır. Gerçekten, Taslak

Anayasa’nın öngördüğü temel prensip uyarınca, güçlendirilmiş işbirliği çerçevesinde alınacak

kararlarda yalnızca İşbirliği’ne üye ülke bakanlarının oy verme hakkı olacak; üstelik bu

durumda da bir çok karar, oybirliği yerine nitelikli çoğunluk yöntemiyle alınacaktır (T.A. m. I

231 T.A. m. III- 325’te bu konuda herhangi bir düzenleme bulunmamakla birlikte, T.A. m. I – 22/3’te belirtilen

genel kural uyarınca, aksi açıkça belirtilmediği sürece Bakanlar Konseyi’nde kararlar nitelikli çoğunlukla

alınacağından, burada da oybirliğiyle karar alınmasını gerekli kılan herhangi bir sebep kalmamaktadır.

Page 147: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

– 43/3). Böylece, güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının etkinliğinin, hem işbirliğinin

dışında kalan ülkeler tarafından, hem de işbirliğine üye ülkeler tarafından zedelenmesi

ihtimalinin önüne geçilmekte ve daha hızlı çalışan kurumlar yaratma hedefine bir adım daha

yaklaşılmış olmaktadır.

Sonuç olarak, bütün bu düzenlemeler göstermektedir ki, güçlendirilmiş işbirliği

mekanizması, üye ülkelerin Birlik olanaklarından daha ileri düzeyde yararlanmalarına ve

ortaya çıkan ihtiyaçlar karşısında daha çabuk tepki verebilmelerine olanak sağlayan önemli

bir araç işlevi görmektedir. Aynı zamanda bu mekanizma, yalnızca işbirliğine taraf ülkeler

açısından değil, Birlik’in genel işleyişi açısından da “tıkanıklıkları giderici” bir işlev görmeye

adaydır. Zira, bu mekanizma sayesinde, üye ülkelerin tamamının veya önemli bölümünün

üzerinde uzlaşması mümkün olmayan konular, bu konularda istekli ülkelerin işbirliğine

devredilebilecek ve böylelikle Birlik faaliyetlerinin tamamıyla bloke olmasının da önüne

geçilebilecektir.

Ancak bu bahsi kapatmadan önce, güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının, bir

“değerler çatışması” sorunu doğurmaya aday olduğunu hatırlatmakta da fayda vardır.

Gerçekten, bu prosedürün kullanıldığı durumlarda Avrupa Parlamentosu’nun rolü neredeyse

sıfıra inmekte ve Birlik seviyesindeki tüm siyasî denetim olanakları ortadan kaldırılmış

olmaktadır. Bu da, Taslak’ta güdülen bir diğer temel amaç olan demokrasi ve şeffaflık

hedefinin zaafa uğratılması anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, “ancak son çare” olarak

başvurulması gereken güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının (T.A. m. I – 43/2), öngörülen

bu sınırların ötesinde kullanılmaya başlaması da, Birlik içinde “alternatif” veya “ayrıcalıklı”

birlikler gibi oluşumların meydana çıkmasına sebep olabilecek ve bu durum da, bir süre sonra

Avrupa entegrasyonunun genel dinamikleri bozulmasına yol açabilecektir.

Kısacası, güçlendirilmiş işbirliği mekanizması, Birlik’in geleceğine yön verecek

anayasal mühendisliğin en can alıcı noktalarından birini oluşturmaktadır. Bu unsur üzerinde

Page 148: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

daha uzun bir dönem tartışılacağı açık olmakla birlikte, gelinen aşamada söylenebilecek olan

şey; Taslak Anayasa’da bu kurumun, pozitif anayasacılığın arayışlarına uygun hale

getirilmesinin amaçlanmış ve bunun büyük ölçüde de başarılmış olduğudur.

3) “Yetki Kataloğu” Sorunu ve Konsey’in Karar Alma Yöntemleri

Daha önceki bölümlerde de belirtildiği üzere, Avrupa Anayasası girişiminin özgün

yanlarından biri de; söz konusu Anayasa’nın konu aldığı iktidarın “yaratılması”yla, bu

iktidarın paylaşılması ve hareket alanının belirlenmesi arayışlarının iç içe geçtiği bir süreç

olmasıdır. Bu kapsamda, Birlik’i oluşturan her bir üye ülke, kendi yerel çıkarları ve

egemenlik anlayışıyla, Birlik yapılanmasının bu kavramlar üzerinde zorunlu olarak

doğurduğu dönüşüm baskıları arasında bir denge arayışını sürdürmektedir. Bir başka ifadeyle,

konuya üye ülkeler açısından bakıldığında, Avrupa bütünleşmesinin tarihîni, değişen ve

dönüşen temel kavramlar tarihî olarak okumak da mümkündür. Bu bağlamda, Birlik’in

doğasından kaynaklanan bu gerilimin, Anayasa tartışmaları esnasında iyice su yüzüne çıkmış

olması da şaşırtıcı değildir. Bütün bu gelişmenin sonucu olarak, Taslak Anayasa’nın konuyla

ilgili her bir hükmü de, değinilen bu gerilimin ve çeşitli pazarlıklar sonucunda varılan

uzlaşmaların izlerini taşımaktadır.

Yukarıda, kuvvetler ayrılığı başlığı altında, söz konusu gerilimin Taslak Anayasa’nın

hükümlerine ne şekilde yansıdığını kısmen değerlendirme imkânı bulmuş ve “mümkün

olduğu kadar ulusalcılık; kaçınılmaz olduğu ölçüde evrenselcilik” şeklinde özetlenebilecek bir

dengenin sağlanmaya çalışıldığını belirtmiştik. Ancak, anılan başlık altında, Birlik

çerçevesindeki yetki paylaşımı konusu, yalnızca Birlik kurumlarının yetkili olduğu alanlarla

sınırlı olarak incelenebilmişti. Başka bir ifadeyle, yukarıdaki başlık altındaki

değerlendirmelerimizi yaparken, söz konusu faaliyet alanının zaten daha önceden Birlik

kurumlarının yetkisine devredilmiş alanlardan biri olduğu varsayılmış ve bu alanda hiçbir

yetki tartışmasının olmadığı farz edilmişti. Ancak, bu varsayımımıza rağmen görülmüştü ki,

Page 149: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

üye ülkeler, Birlik’in yetkili olduğuna şüphe olmayan alanlarda bile, söz konusu kararları

mümkün olan en yüksek düzeyde etkileme imkânını aramakta; bunu da, tamamen kendi

kontrollerinde olan Konsey’i, Komisyon ve Parlamento karşısında olabildiğince merkezî bir

konuma getirmek suretiyle yapmaya çalışmaktaydılar. Buradan da, Birlik çerçevesinde,

aslında gerçek bir “yatay yetki paylaşımı” sorunu olmadığına ve asıl meselenin, Birlik

kurumları ile üye ülkeler arasındaki egemenlik paylaşımından kaynaklanan gerilimin farklı bir

görünümü olduğu sonucuna varılmıştı. İşte bu kısımda da, Birlik kurumlarının mutlak yetkili

olduğu alanlarda bile açığa çıkan bu gerilimin, “hangi konuda kimin yetkili olacağının” halen

tartışmalı olduğu alanlarda evleviyetle yaşanacağı gerçeğinden hareket ederek, doğrudan

Birlik’le üye ülkeler arasındaki “yetki alanları” paylaşımı üzerine eğilmeye ve yukarıdaki

incelemenin eksik kalan boyutlarını tamamlamaya çalışacağız.

Bununla birlikte, ulusalcılık-evrenselcilik gerilimi olarak adlandırdığımız bu

tartışmaların, sadece Birlik kurumları ile üye ülkeler arasında ortaya çıkan bir gerilime değil;

aynı zamanda üye ülkelerin birbirleriyle olan ilişkileri çerçevesinde somutlaşan bir gerilime

de işaret ettiğini belirtmek gerekmektedir. Zira üye ülkelerin, aynı zamanda Birlik

kurumlarından biri olan Konsey’in de kurucu unsurları olduğu düşünüldüğünde, bu ülkelerin

her birinin, mutlak egemenlik yetkilerinden Birlik lehine vazgeçmesinin, aynı zamanda bu

yetkilerinden “diğerleri” lehine de vazgeçmesi anlamına geldiği kolaylıkla görülebilmektedir.

Kısacası, Avrupa Birliği’nde etkin bir kurumsal yapı oluşturmaya yönelen bir anayasanın

çözmesi gereken tek sorun, üye ülkelerle Birlik kurumları arasındaki yetki paylaşımı sorunu

değildir. Anayasa, aynı zamanda Bakanlar Konseyi’ni oluşturan üye ülkelerin, bu kurumun

işleyişi çerçevesinde birbirleri karşısında sahip olacakları konumları da belirginleştirmek

zorundadır. Bu anlamda, devletlerin birbirleri karşısında sahip olacakları farklı konumlar da,

Konsey’in işleyişi çerçevesinde tercih edilen “oylama usulleri”ne bağlı olarak değişmekte ve

Page 150: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

“basit çoğunluk”tan “oybirliği”ne uzanan bir yelpazede, etkin bir Birlik yapılanması ile etkin

bir ulusal çıkar koruması arasındaki dengeler sürekli yeniden konumlanmaktadır.

Kısacası, Birlik yetki kataloğu ile Konsey’deki oylama usulleri gibi, ilk bakışta

birbirinden tamamen farklıymış gibi görünen iki mesele, bu çalışma bağlamında, aslında aynı

gerilimin izlerini taşıyan iki farklı eksen olarak tanımlanmaktadır. Bu iki konunun bir diğer

ortak noktası da; bu konularda yapılacak tercihlerin, pozitif anayasacılık bağlamında

“yapılabilirliğini” tartıştığımız etkin ve işlevsel bir Birlik mekanizmasının oluşumunda

belirleyici bir rol oynayacak olmasıdır. İşte bu görüşlerden hareketle, çalışmamızın izleyen

sayfalarında, birbiriyle bağlantılı bu iki ayrı hususun aydınlatılmasına çalışılacaktır. Bu

kapsamda ilk olarak, yetki alanlarının üye ülkelerle Birlik arasındaki paylaşımı üzerinde

durulacak; ikinci olarak ise, yine Birlik’in etkin ve sonuç alıcı bir işleyişe kavuşması

yolundaki en büyük aşamalardan biri olan “nitelikli çoğunluk” kuralı üzerinde

yoğunlaşılacaktır.

a) Yetki Kataloğu

Birlik’in, topluluklar zamanından bu yana bir türlü çözülemeyen gerilim eksenlerinden

biri de, yukarıda da değinildiği üzere, Birlik kurumlarının ve üye ülkelerin hangi konularda

kesin yetki sahibi olacağı ve ortak yetki alanlarının söz konusu olduğu durumlarda da, bu

yetkilerin hangi araçlarla ve ne ölçülerde paylaşılacağı sorunları olmuştur. Bu sorunlar, tarihî

bir dönüm noktasında bulunan Birlik açısından, günümüzde de en acil biçimde çözülmesi

gereken sorunların başında gelmektedir. Zira, “kim”in “ne”den sorumlu olduğunun bir türlü

açıklığa kavuşturulamadığı ve Adalet Divanı’nın sürekli müdahil olarak çözmeye çalıştığı

yetki problemleriyle dolu bir Birlik yapılanmasının; gerek etkinlik açısından, gerek şeffaflık

açısından kendisinden beklenenlere cevap vermesinin olanaksız olduğu, apaçık bir gerçeklik

olarak ortada durmaktadır.

Page 151: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Bu sebeple söz konusu sorun, Anayasa yapım sürecinde bu gerçeğin bilincinde olan

Konvansiyon üyelerinin, üzerinde en fazla uğraştığı konulardan biri olmuştur. Bu pencereden

Taslak Anayasa’nın konuyla ilgili düzenlemelerine bakıldığında; Birlik’in kuruluşu, değerleri

ve amaçları gibi temel unsurlarla, temel haklar ve Birlik vatandaşlığı gibi konuların hemen

arkasından, bu meselenin ele alındığı görülmektedir.

Bu çerçevede ilk olarak, Taslak Anayasa’nın I. Bölümü’nün 5. maddesinde, Birlik’le

üye ülkeler arasındaki ilişkilerin dayandığı temel prensipler belirtilmekte ve Birlik’in ulusal

kimliklere ve ilgili ülkelerin—yerel ve bölgesel örgütlenmeler de dahil olmak üzere—siyasî

ve anayasal yapılarıyla toprak bütünlüğüne saygı göstereceği belirtilmektedir. Bunun

karşılığında, üye ülkelerin de “sadık işbirliği prensibi” (loyal cooperation) çerçevesinde,

Birlik faaliyetlerini kolaylaştıracak tüm tedbirleri almak ve Birlik’in amaçlarını tehlikeye

düşürecek her türlü davranıştan kaçınmakla yükümlü olduğuna değinilmektedir (T.A. m. I –

5/1-2). Genel bir siyasî niyet beyanı niteliğini taşıyan bu hükümler bir yana bırakılırsa,

Birlik’le üye ülkeler arasındaki yetki paylaşımını düzenleyen asıl hükümlerin, I. Bölüm’ün 11

- 17. maddeleri arasında yer aldığı görülmektedir. Ancak bu hükümlerin incelenmesine

geçmeden önce değinilmesi gereken en önemli nokta, Birlik yetkilerinin kullanımına hakim

olan temel ilkenin, halen “yetkilendirme” ilkesi olduğudur. Başka bir ifadeyle Birlik, sadece

Anayasa tarafından açıkça yetkili kılındığı alanlarda faaliyette bulunacak ve bunun dışında

kalan alanlardaki yetkiler, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da üye ülkelerin elinde

bulunmaya devam edecektir (T.A. m. I – 9/1).

Bu prensip çerçevesinde Taslak’ta yer alan düzenlemelere bakıldığında, Birlik’le üye

ülkeler arasındaki yetki paylaşımı sorununun, bir “yetki kataloğu” hazırlanması suretiyle

çözülmeye çalışıldığı görülmektedir. Gerçekten Taslak, Birlik’in münhasır yetki alanı ile,

Birlik ve üye ülkeler arasında “paylaşılan” yetki alanları ayrımına gitmekte ve bu ikili yapıya

Page 152: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

ek olarak, üç özel yetki alanı (ekonomi ve istihdam politikaları, ortak dış politika ve güvenlik

politikası ile destekleyici, koordine edici ve tamamlayıcı faaliyet alanları) öngörmektedir.

Konuya daha yakından bakıldığında ise, karşımıza ilk olarak Birlik’in münhasır yetki

alanı çıkmaktadır. Bu başlık altında düzenlenen yetki alanının özelliği, hem Birlik’in mutlak

yetkili olduğu konuların232, hem de bu kapsamda kullanılabileceği yetkilerin açıkça belirtilmiş

olmasıdır (T.A. m. I – 12/1). Bu bağlamda Birlik, değinilen bu konularda hukuken bağlayıcı

mevzuat oluşturma ve bunları uygulama konusunda tek yetkili organ olacak; üye ülkeler ise,

bu konularda yalnızca Birlik tarafından açıkça yetkili kılınmaları halinde faaliyette

bulunabileceklerdir (T.A. m. I – 11/1). Bu yetkilere ek olarak Birlik, sözü edilen konularla

ilgili olmak üzere, üçüncü ülkelerle uluslararası antlaşmalar yapma konusunda da yetkili

olacaktır (T.A. m. I – 12). Kanımızca, bu iki temel yetkinin Birlik’e açıkça tanınmasıyla

birlikte, Birlik’in münhasır yetki alanına ilişkin olarak çıkabilecek yetki anlaşmazlıklarının

büyük ölçüde bertaraf edildiğini söylemek mümkündür. Buna karşılık, Birlik’le üye ülkelerin

birbiriyle iç içe geçen yetkilere sahip olduğu “paylaşılan yetki alanları” içinse aynı şeyi

söylemek, pek de kolay görünmemektedir.

Gerçekten, Taslak’ın 13. maddesinde “paylaşılan yetki alanları” başlığı altında; iç

pazar, özgürlük, güvenlik ve adalet alanı, denizlerdeki biyolojik kaynaklarının korunması

hariç olmak üzere balıkçılık ve tarım, ulaştırma ve Trans-Avrupa ağları, enerji, sosyal

politika, ekonomik, sosyal ve bölgesel uyum, çevre, tüketicinin korunması ve toplum sağlığı

konularında, Birlik ve üye ülkelerin eş zamanlı yetki sahibi oldukları belirtilmektedir. Buna

ek olarak, araştırma ve geliştirme faaliyetleri ile kalkınma işbirliği ve insanî yardım

konularının da bu kapsamda sokulduğu görülmektedir (T.A. m. I – 13/3-4). Ancak ne bu

maddede, ne de Anayasa’nın, Birlik’in politikalarını ve işleyişini kapsamlı şekilde düzenleyen

232 Euro’yu kabul etmiş ülkelerle ilgili olan para politikaları, ortak ticaret politikası, gümrük birliği ve ortak

balıkçılık politikası bağlamında denizlerdeki biyolojik kaynaklarının korunması konuları.

Page 153: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

III. Bölüm’ünde bu konuda daha aydınlatıcı hükümler bulunmakta ve bu yetkilerin paylaşımı,

yine Birlik hukukunun kendine özgü kurallarına terk edilmektedir. Bu bağlamda Adalet

Divanı’nın, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da mesaisinin büyük bölümünü, bu

başlık altında düzenlenen alanlardaki yetki paylaşımı sorunlarını çözmeye ayırmak zorunda

kalacağını tahmin etmek, bu aşamada bizce çok yanlış bir çıkarım olmayacaktır.

Taslak Anayasa’nın I. Bölümü’nün 14. ve 15. maddelerinde ise, son derece nazik iki

konu üzerindeki yetki paylaşımı düzenlenmektedir. Bu kapsamda, 14. maddede; Birlik’in, üye

ülkeler arasındaki ekonomi ve istihdam politikalarının koordinasyonu konusunda yetki sahibi

olduğuna değinilmekte, ancak konunun hassasiyeti göz önüne alınarak, bu yetkinin, ancak

“genel prensipler belirlemek” biçiminde kullanılacağı belirtilmektedir. 15. maddede ise, bir

diğer hassas konu olan ortak dış politika ve güvenlik politikası ele alınmakta ve Birlik’in bu

kapsamdaki yetkisinin, giderek gelişen bir ortak savunma politikası tesis etmek de dahil

olmak üzere, Birlik’in güvenliğini ilgilendiren tüm konuları kapsadığı belirtilmektedir.

Maddede ayrıca, üye ülkelerin, Birlik’in bu kapsamdaki girişimlerini “aktif ve kayıtsız bir

biçimde” desteklemekle ve Birlik’in çıkarlarını tehlikeye düşürecek veya etkinliğini azaltacak

her türlü davranıştan kaçınmakla yükümlü oldukları vurgulanmaktadır.

Anılan her iki madde bir arada değerlendirildiğinde; ilkinde çok esnek bir dil

kullanıldığını, ikincisinde ise Taslak’ın diğer kısımlarındaki ayrıntılı düzenlemeler göz önüne

alınarak, genel prensiplere değinmekle yetinildiğini söylemek mümkündür. Ancak burada

dikkat edilmesi gereken nokta; kullanılan bu esnek ifadelerin doğal bir sonucu olarak,

Birlik’in etkin ve sonuç alıcı bir biçimde çalışmasını sağlayacak bir hukukî çerçevenin de

kurulamamış olmasıdır. Gerçekten, gerek ekonomi ve istihdam politikalarının, gerek ortak dış

politika ve güvenlik politikası konularının hassasiyeti, bu alanlarda daha kesin düzenlemeler

yapılmasını siyaseten imkânsız kılmıştır. Kısacası Taslak Anayasa’nın bu iki alan için

öngördüğü çerçeve; iyi niyetli ve karşılıklı uyuma dayalı faaliyetler için uygun bir “zemin”

Page 154: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

hazırlamakta, ancak iyi niyetin ve karşılıklı uyumun bozulduğu durumlarda yaşanabilecek

aksaklıkları çözme kapasitesine sahip hukukî araçları sağlama konusunda yetersiz

kalmaktadır.

Son olarak 16. maddede, Birlik’in “destekleyici, koordine edici ve tamamlayıcı”

faaliyet alanlarından bahsedilmekte ve endüstri, insan sağlığının korunması ve geliştirilmesi,

eğitim, meslekî eğitim, gençlik ve spor, kültür ve sivil savunma alanları, bu kapsamdaki

konular olarak gösterilmektedir. Bu konularda Birlik’in hukuken bağlayıcı düzenlemeler

yapabileceği de prensip olarak kabul edilmekte, ancak bu düzenlemelerin, üye ülkelerin

mevzuatlarının uyumlulaştırılması sonucunu doğurmayacağı da ayrıca vurgulanmaktadır

(T.A. m. I – 16/3).

Bu kapsamda değinilmesi gereken son bir husus da, 17. maddede yer alan “esneklik

hükmü”dür. Bu hüküm uyarınca;

“Anayasa’da öngörülen amaçlardan birine ulaşılması için, III. Bölüm’de

belirlenen politikalar çerçevesinde Birlik’in harekete geçmesini gerektiren bir durum

ortaya çıkar ve Anayasa, bu konuda Birlik’i gerekli araçlarla donatmamış olursa,

Komisyon’dan gelen bir teklif üzerine harekete geçen Bakanlar Konseyi, Avrupa

Parlamentosu’nun onayını aldıktan sonra, oybirliğiyle hareket ederek gerekli önlemleri

alacaktır” (T.A. m. I – 17/1).

Bu hüküm, halihazırda 308. madde olarak uygulanmakta olup, Amerikan Federal

Anayasası’ndaki “gerekli ve uygun” haller hükmünü andırmaktadır.233 1970’lerden sonra bu

hüküm, Komisyon tarafından, Toplulukların amaçları doğrultusunda sıklıkla kullanılmaya

başlanmış ve zaman zaman ciddi eleştirilere konu olmuştur. Bu çerçevede, anılan bu hükmün

de, yine bir değerler çatışmasının merkezinde yer alabileceğini belirtmek gerekmektedir. Zira

233 ABD. Anayasası’ndaki anılan madde (m. 1, 8. kısım, 18. cümle) ve her iki madde arasındaki benzerlik

tartışması için bkz. DOUGLAS-SCOTT (2002): s. 161 ve dn. 38.

Page 155: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

bu hüküm, pozitif anayasacılığın öngördüğü etkinliğe ulaşma yolunda Birlik’i kayda değer bir

esneklikle donatmakta; ancak bu yöntemin aşırı kullanımı da, hareket alanı ve kullandığı

araçlar yönünden sınırlandırılması arzulanan bir iktidar perspektifi ve demokratik kontrol

imkânlarının etkin kullanımı amacıyla çelişmektedir.

Bütün bu değinilen hususların ışığında, Birlik ve üye ülkeler arasındaki yetki

paylaşımını düzenleyen bu hükümler hakkında ne söylenebilir? Kuşkusuz, Taslak’ta yer alan

yetki kataloğu, Birlik’in yeni dönemde genişleyen faaliyet alanlarının ve kullanacağı ekstra

yetkilerin ipuçlarını taşımaktadır. Yukarıda incelenen esneklik hükmünün muhafaza edilmiş

olması da, Birlik’e ekstra bir hareket imkânı sağlamaktadır. Ancak Taslak’ta, bugüne kadar

çeşitli sorunlar yaratan yapılanmanın aşıldığını ve Birlik’le üye ülkeler arasındaki yetki

paylaşımı sorunlarının tamamen gündemden çıkarıldığını söylemek mümkün

görünmemektedir. Bir ölçüde, Birlik mimarisinin doğasından da kaynaklanan bu durum,

gelecekte de Adalet Divanı’nın, Anayasa’nın öngördüğü temel prensipler ve kendi yerleşik

içtihatları ışığında, Birlik’le üye ülkeler arasındaki yetki paylaşımı sorunlarıyla geniş ölçüde

muhatap olacağı izlenimini uyandırmaktadır.

b) Bakanlar Konseyi ve Nitelikli Çoğunluk Sistemi

Avrupa Birliği’ni klâsik bir uluslararası örgüt olmaktan çıkaran ve onu bir ulus-üstü

bütünleşme projesi haline getiren en önemli unsurlardan biri de, yukarıda da değinildiği üzere,

Birlik bünyesindeki kararların alınış biçimidir. Zira bu kararlar, bağımsız ve egemen

devletlerin merkezî rol oynadığı klâsik uluslararası örgütlenmelerden farklı olarak, kısmen

üye ülkelerden bağımsız ulus-üstü organlarca alınmakta, kısmen de üye ülkelerin bir kısmı

tarafından, diğerlerinin rızası hilafına alınmaktadır. Kısacası Birlik faaliyetlerine hakim olan

ulusalcılık-evrenselcilik ikilemi, yalnızca üye ülkelerle Birlik kurumları arasındaki ilişkilerde

açığa çıkan tek boyutlu bir gerilim ekseni olmayıp, aynı zamanda üye ülkelerin birbirleriyle

olan ilişkilerine de hakim olan çok boyutlu bir gerilim eksenini ifade etmektedir.

Page 156: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Daha açık bir ifadeyle, Birlik Kurumları arasında geleneksel olarak en fazla “devletçi”

kurum olan Bakanlar Konseyi, üye ülkelerin, kendilerini en yakın hissettiği organ olmasına

rağmen, yine de devletlere bir “dikensiz gül bahçesi” vaat etmemektedir. Zira Konsey’in

işleyişinde de devletler, oybirliği prensibinden uzaklaşıldığı ölçüde kendi iradeleri hilafına

alınan kararlara da boyun eğmek durumunda kalmakta ve klâsik egemenlik teorisi açısından

açıklanması pek de kolay olmayan bir biçimde, belli şartlar altında, kendi tercihleri olmayan

süreçlere ve uygulamalara rıza göstermeye mecbur olmaktadırlar.

Bu sonuca yol açan sistem, Bakanlar Konseyi’nde bir karar alınabilmesi için, belli bir

sayıdaki üyenin aynı fikirde olmasının yeterli olduğunu ifade eden “nitelikli çoğunluk

sistemi”dir (qualified majority voting). Söz konusu sistem, aslında ilk olarak 1957 Roma

Antlaşması’yla birlikte gündemde getirilmiş olup, özellikle dönemin Fransa Cumhurbaşkanı

Charles De GAULLE’ün şiddetli muhalefeti ve 1965 yılında Fransa’nın Konsey toplantılarını

veto etmesiyle başlayan “boş koltuk krizi” neticesinde, uzun bir zaman için uyumaya

terkedilmişti. Gerçekten, söz konusu krizi çözmek amacıya varılan “Lüksemburg Uzlaşması”,

ulusal veto kavramının dirilişini anlamına gelmiş ve nitelikli çoğunluk sistemi, Antlaşmalar

çerçevesinde marjinal bir konuma hapsedilmişti. Ancak, etkin bir Birlik mimarisinin, tek bir

üyenin bile alınan kararları veto etme imkânına sahip olduğu bir yapıyla sağlanmasının

mümkün olmadığı gerçeğinden hareketle; Avrupa Tek Senedi ile başlayan yeni dönemde

nitelikli çoğunluk prensibinin uygulama alanı, Maastricht, Amsterdam ve Nice Antlaşmaları

ile giderek genişlemiş ve aşağıda da inceleneceği üzere, Taslak Anayasa ile bugüne kadar

ulaştığı en yüksek noktaya taşınmıştır.

Bununla birlikte, bu başlık altındaki incelemelerimizi daha fazla ilerletmeden önce,

Bakanlar Konseyi bünyesinde geçerli olan oylama sistemlerinden kısaca söz etmekte fayda

vardır. Buna göre, halihazırda Birlik mimarisinde; “oybirliği”, “basit çoğunluk” ve “nitelikli

çoğunluk” olmak üzere, üç farklı oylama yöntemi kullanılmaktadır. Bunlardan oybirliği

Page 157: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

kuralı; toplantıya katılan bakanların tamamının bir konu üzerinde uzlaşmasını anlamına

gelmekte olup, ulus-üstü bir bütünleşme sürecinden ziyade, klâsik egemenlik teorisine

dayanan devletlerarası ilişkiler döneminden kalma bir araçtır. Bu yöntemin ana kural olarak

benimsenmesi, yukarıda da değinildiği üzere, bir çok konuda karar almayı imkânsız hale

getirdiğinden, Birlik entegrasyonunun derinleşmesiyle ters orantılı bir uygulama alanına

sahiptir. Başka bir ifadeye, Birlik, daha ileri entegrasyon aşamalarına geçtikçe, kararların

alınması için oybirliği yönteminin kullanım alanı azalmakta ve “parça”lardan ziyade “bütün”e

önem veren karar alma yöntemleri daha yoğun olarak tercih edilmektedir.

“Bütün”ü, yani Birlik’in çıkarlarını, tek tek üye ülkelerin çıkarlarına üstün gören bu

karar alma yöntemlerinin ilki; basit çoğunluk yöntemidir. Bu yöntem, Avrupa Topluluğu

Antlaşması’nın 205. maddesinin ilk fıkrasında, Antlaşma’da aksi öngörülmediği sürece

uygulanacak ana kural olarak tanımlanmış olup; her üye ülke temsilcinin 1 oy hakkı

bulunduğu bir oylamada, temsilcilerin yarısından bir fazlasının olumlu oyunun ilgili kararın

alınması için yeterli olduğu anlamına gelmektedir.234 Ancak bu oylama biçimi de, devletlerin

egemenlik yetkilerini ve veto haklarını büyük ölçüde ortadan kaldırdığından, son derece

sınırlı bazı alanlarda ve oldukça önemsiz meselelerde kullanılmaktadır.

Sonuçta, değinilen bu iki oylama biçimi, Birlik kararlarının alınmasında iki uç noktayı

temsil etmekte ve her ikisi de, kendilerine özgü dezavantajları nedeniyle son derece sınırlı

alanlarda uygulanabilmektedir. Bu sebeple, nitelikli çoğunluk yöntemi, Bakanlar Konseyi’nde

zaman içinde gittikçe artan bir öneme sahip olmuş ve kullanım alanı sürekli genişleyen bir

yöntem haline gelmiştir.

234 ÖZDEMİR, Sahir: Avrupa Topluluğunda İkincil Mevzuat ve Karar Alma Usulleri, Ankara 2001, s. 6.

Yararlanılan çalışmanın tam metni için bkz. Devlet Plânlama Teşkilatı’nın resmî web sayfası:

(http://ekutup.dpt.gov.tr/ab/hukuk/ozdemirs/ikincilm.pdf)

Page 158: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Nitelikli çoğunluk yöntemi, değinilen bu iki yöntemden tamamen farklı bir prensibe

dayanmakta ve gerek oyların dağılımını, gerek karar yeter sayısının hesaplanmasını önemli

ölçüde değiştirmektedir. Bu çerçevede, nitelikli çoğunluk sistemini, en basit anlatımıyla, üye

ülkelerin, Bakanlar Konseyi’nde nüfuslarıyla orantılı oy hakkına sahip olmalarını öngören ve

bu oyların sadece belli bir kısmının bir araya gelmesiyle karar alınmasını mümkün kılan bir

oylama biçimi olarak tanımlamak mümkündür.235 Bu çerçevede, Avrupa Topluluğu

Antlaşması’nın 205. maddesinin 2. fıkrası uyarınca halihazırda geçerli olan oy dağılımı ile

nitelikli çoğunluğun sağlanması için gerekli olan oy sayısı, aşağıda gösterilmiştir:

235 Tanım için bkz. http://www. euro-know.org/dictionary/q.html#QualifiedmajorityvotingQMV

Page 159: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Tablo 2: Amsterdam Antlaşması Uyarınca Konsey’de Geçerli Olan Oy Dağılımı ve

Nitelikli Çoğunluğun Hesaplanması

Üye Ülkeler Nüfus (milyon) Konsey’deki Oy Sayısı

Almanya 81,4 10

Fransa 57,8 10

İtalya 57,2 10

Hollanda 15,4 5

Belçika 10,1 5

Lüksemburg 0,4 2

Birleşik Krallık 58,1 10

İrlanda 3,6 3

Danimarka 5,2 3

Yunanistan 10,4 5

İspanya 39,1 8

Portekiz 9,8 5

Avusturya 8,0 4

İsveç 8,8 4

Finlandiya 5,1 3

Toplam 370.3 87

Nitelikli Çoğunluk için Gereken Oy Miktarı: 62

Görüldüğü gibi bu sistemde, Konsey’de bir karar alınabilmesi için 87 oydan en az

62’sinin lehte olması gerekmektedir. Bu durumda bir kararın veto edilebilmesi için, farklı

kompozisyonlarda bir araya gelen 26 oya ihtiyaç olmaktadır. Ayrıca, üye ülkelerin

nüfuslarıyla bu ülkelere verilen oy hakları karşılaştırıldığında, söz konusu sistemin, küçük

Page 160: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

ülkelere orantısız bir temsil avantajı sağladığını görmek de mümkündür. Gerçekten,

halihazırdaki uygulamada; örneğin Almanya, Belçika’dan nüfus olarak neredeyse 8 kat fazla

olmasına rağmen, Konsey’de Belçika’nın 5, Almanya’nınsa sadece 10 oyu bulunmaktadır.

Ancak, küçük ülkelere nüfuslarına oranla çok daha yüksek bir temsil imkânı sağlayan

bu dağılım, en son genişleme dalgası sonrasında ortaya çıkan 27 üyeli Birlik mimarisine

uyum sağlamak amacıyla Nice Antlaşması ile değiştirilmiş bulunmaktadır.236 1 Ocak

2005’ten itibaren uygulanmaya başlanacak yeni oy dağılım sistemin görmek ve halihazırda

geçerli olan yöntemle karşılaştırmak içinse, aşağıdaki tablodan yararlanmak mümkündür:

Tablo 3: Nice Antlaşması Uyarınca Konsey’de Geçerli Olacak Oy Dağılımı ve

Nitelikli Çoğunluğun Hesaplanması 237

Ülkeler Halihazırdaki Oy DağılımıSayı Yüzde

Yürürlüğe Girecek Oy DağılımıSayı Yüzde

Almanya 10 11,5 29 8,4

Fransa 10 11,5 29 8,4

İtalya 10 11,5 29 8,4

Hollanda 5 5,7 13 3,8

Belçika 5 5,7 12 3,5

Lüksemburg 2 2,3 4 1,2

Birleşik Krallık 10 11,5 29 8,4

İrlanda 3 3,4 7 2,0

Danimarka 3 3,4 7 2,0

Yunanistan 5 5,7 12 3,5

236 Nice Antlaşması’nın, Birlik’in genişleme süreciyle olan ilişkileri hakkında bkz. ZERVAKIS, Peter: “The

Post-Nice Process: Towards a European Constitution?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Sayı 1, No 3

(Güz 2002), s. 133-137.

237 Tablonun alındığı kaynak için bkz. XYIDAS, MAESTRI (2004): s. 65.

Page 161: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

İspanya 8 9,2 27 7,8

Portekiz 5 5,7 12 3,5

Avusturya 4 4,6 10 2,9

İsveç 4 4,6 10 2,9

Finlandiya 3 3,4 7 2,0

Polonya — — 27 7,8

Macaristan — — 12 3,5

Çek Cumhuriyeti — — 12 3,5

Slovenya — — 4 1,2

Estonya — — 4 1,2

(Güney) Kıbrıs — — 4 1,2

Romanya — — 14 4,1

Bulgaristan — — 10 2,9

Slovakya — — 7 2,0

Litvanya — — 7 2,0

Letonya — — 4 1,2

Malta — 3 0,9

Toplam 87 345

Nitelikli Çoğunluk için Gereken Oy Miktarı: 232

Görüldüğü gibi yeni sistemde, üye ülke sayısının çoğalmasına paralel olarak tüm

ülkelerin oylarında oransal bir düşüş ortaya çıkmıştır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken

nokta; büyük ülkelerin oy oranlarında ancak birkaç puanlık düşüşler yaşanmasına karşılık,

küçük ülkelerin oy oranının neredeyse yarı yarıya azalmış olmasıdır. Bu yeni kompozisyonun

ise, büyük devletlerin sistemdeki ağırlığını önemli ölçüde artırdığı açıktır. Buna karşılık, Nice

Antlaşması’nda sadece Konsey’de kullanılan oyların dağılımında bir ayarlama yapmakla

Page 162: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

yetinilmemiş, oyların hesaplanmasında da yeni bir yöntem geliştirilmiştir. Küçük ülkelerin,

Amsterdam Antlaşması’na göre kaybettikleri mevzilerin telafisi olarak ortaya attıkları “çifte

çoğunluk” (double majority) yöntemi uyarınca; nitelikli çoğunlukla karar alınabilmesi için,

232 kabul oyuna ek olarak; üye ülkelerin en az üçte birinin de karar yönünde oy kullanmış

olması gerekecektir (Nice Antlaşması’na ekli “Genişleme Hakkındaki Protokol” m. 3/a, 3/b

ve 3/c).238 Bu yöntemle, birkaç büyük devletin bir araya gelerek tüm sistemi yönlendirmesinin

önüne geçilmek istendiği açıktır. Ancak küçük devletlerin gündeme getirdiği bu adıma

karşılık büyük devletler de, alınan kararlar üzerindeki ağırlıklarını sürdürebilmek için,

“demografik güvenlik ağı” (demographic safety net) olarak bilinen bir üçüncü yöntemi ortaya

atmışlardır. Gerçekten, bu hüküm uyarınca Konsey’in herhangi bir üyesi, nitelikli çoğunluğu

oluşturan ülkelerin nüfus toplamının, Birlik toplam nüfusunun en az % 62’sini oluşturup

oluşturmadığının kontrol edilmesini isteyebilecektir. Bu nüfus oranının yakalanmaması

durumunda ise, alınan karar geçersiz olacaktır (Nice Antlaşması’na ekli “Genişleme

Hakkındaki Protokol” m. 3/a, 3/b ve 3/c).

Görülmektedir ki Nice Antlaşması da, bir yandan 27 üyeli bir Birlik’in oybirliği

kuralının ve ulusal veto ihtimallerinin sürekli devam ettiği bir ortamda çalışmasının mümkün

olmayacağı gerçeğinden hareket etmekte ve nitelikli oyçokluğu prensibinin konsolidasyonu

yoluyla Birlik mimarisinin sağlamlaştırılmasını amaçlamakta; diğer yandan da ülkeler

arasıdaki ilişkilerde açığa çıkan egemenlik kaygılarını gidermenin aracı olarak

kullanılmaktadır.

Son olarak Taslak Anayasa’nın konuyla ilgili düzenlemelerine bakıldığında da, aynı

gerilimin izlerini görmek mümkündür. Gerçekten, Taslak’ın I. Bölümü’nün 24. maddesinde

238 Eğer söz konusu karar, Avrupa Toplulukları’nı ilgilendiren bir meseleye ilişkinse ve Komisyon’dan gelen bir

öneri üzerine alınıyorsa, burada istisnaî olarak üye ülkelerinin üçte biri yerine salt çoğunluğun (%51’in) oyu

yeterli olacaktır. Bkz. Nice Antlaşması’na ekli “Genişleme Hakkındaki Protokol” m. 3/a-i.

Page 163: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

nitelikli çoğunluk uygulaması düzenlenmekte ve nitelikli çoğunluğun hesaplanması için ikili

bir sistem öngörülmektedir. Buna göre; eğer Bakanlar Konseyi normal yasama prosedürü

çerçevesinde hareket ediyor; yani karar, Komisyon’dan gelen bir teklif üzerine alınıyorsa,

gereken nitelikli çoğunluk; üye ülkelerin salt çoğunluğunun (14 ülke) olumlu oy kullanması

ve bu ülkelerin, toplam Birlik nüfusunun 3/5’ini (% 60’ını) temsil ediyor olmasıdır (T.A. m. I

– 24/1). Bu prosedürün dışına çıkıldığında ise aranan çoğunluk; üye ülkelerin 2/3’ünün (18

ülke) olumlu oy kullanması ve bu ülkelerin, toplam Birlik nüfusunun 3/5’ini (% 60’ını) temsil

etmesiyle sağlanmış olacaktır (T.A. m. I – 24/2). Kısacası bu yeni uygulamada “ağırlıklı oy”

sisteminden tamamen vazgeçilmekte ve ortaya çıkan boşluk, “demografik güvenlik ağı”

olarak anılan nüfus şartının ana kural haline getirilmesiyle doldurulmaktadır. Görüldüğü gibi,

bu yeni sistemle, ağırlıklı oy sisteminde “artık temsil”le temsil edilen küçük devletlerin bu

avantajları ortadan kaldırılmakta ve Birlik kararlarının alınmasında büyük devletlerin ağırlığı

önemli ölçüde artırılmış olmaktadır.

Ancak bu radikal dönüşüm, küçük ülkeler tarafından Taslak Anayasa’nın

onaylanmasının önündeki en büyük engel olarak tanımlanmış ve bu ülkeler, Anayasa’yı bu

şekliyle asla kabul etmeyeceklerini, hem kendi kamuoylarında, hem de Birlik platformlarında

güçlü olarak dile getirmeye başlamıştır. Yaşanan bu gelişmelerin sonucunda, 18 Haziran 2004

tarihînde Brüksel’de toplanan hükümetlerarası konferansta bu konu tekrar ele alınmış ve

nitelikli çoğunluk yönteminin uygulanmasında kullanılacak yeni bir sistem getirilmiştir.

Getirilen bu yeni sisteme göre; hem büyük devletlerin, hem de küçük devletlerin

karşılıklı çıkarlarını gözetme konusunda bir adım daha ileri giden bir yapı öngörülmüştür.

Buna göre, kural olarak nitelikli çoğunluk; Konsey üyelerinin % 55’inin (15 ülke) olumlu oy

kullanması ve bu ülkelerin, toplam Birlik nüfusunun % 65’ini temsil ediyor olmasıyla

sağlanacaktır (T.A. m. I – 24/1; yeni hâl). Ancak, normal yasama prosedürünün dışına

çıkıldığında, yani Bakanlar Konseyi’nin, Komisyon’dan veya Birlik Dışişleri Bakanı’ndan

Page 164: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

gelen bir teklif üzerine harekete geçmediği durumlarda nitelikli çoğunluk; Konsey üyelerinin

% 72’sinin (20 ülke) olumlu oy kullanması ve bu ülkelerin, toplam Birlik nüfusunun % 65’ini

temsil ediyor olmasıyla sağlanacaktır (T.A. m. I – 24/2; yeni hâl). Görüldüğü gibi bu yapı,

Taslak’ın orijinal metninde yer alan sisteme göre biraz daha “devletçi” bir görünüm arz

etmekte, ancak bu sefer de, üye ülkelerin çıkarlarını koruma endişesiyle, Birlik kararlarının

alınması zorlaştırılmış olmaktadır. Bu yeni sistemde, orijinal metinde olmayan bir sistem daha

öngörülmüş ve “azınlık vetosunun sınırlanması” olarak niteleyebileceğimiz bir kural

getirilmiştir. Buna göre; bir kararın alınmasını engellemek için gerekli olan azınlık vetosu; her

durumda en az 4 Konsey üyesinin bir araya gelmesiyle oluşturulabilecektir. Görüldüğü gibi

bu yöntemle de, nitelikli çoğunluğun hesaplanması için gerekli olan oy sayısının ve nüfus

oranının yükseltilmesi karşısında Birlik faaliyetlerinin aksamasını engellemek için, bir denge

mekanizması yaratılması amaçlanmıştır.

Nitelikli çoğunluğun hesaplanma yönteminde yaşanan bu tartışmalar haricinde, Taslak

Anayasa, ayrıca nitelikli çoğunluğun uygulanacağı alanları da önemli ölçüde genişletmiş

bulunmaktadır. Gerçekten, Talak Anayasa ile, halihazırda kararların oybirliğiyle alındığı 22

konuda daha nitelikli çoğunluk sistemine geçileceği hükme bağlanmaktadır. Bu alanların

hangileri olduğu ise, aşağıdaki tablo aracılığıyla gösterilmeye çalışılmıştır:

Tablo 4: Taslak Anayasa ile Nitelikli Çoğunluk sistemine geçilen alanlar239

Taslak Anayasa

Halihazırda Geçerli Olan

Maddeler Konu

m. I – 36/3 m. 202 Komitoloji (Comitology)

m. III – 11 m. 20 Diplomatik Himaye ve Konsolosluk Himayesi

239 Tablonun hazırlanmasında temel alınan metin için bkz. Summary Of The Draft Constitutional Treaty

Drawn up by The Convention, Europe Information Service 2003. Ancak, Tablonun ilk sütununda yer alan

madde atıfları, yenilenen metne uyum sağlamak amacıyla güncellenmiştir.

Page 165: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

m. III – 18 m. 42 İşçilerin Serbest Dolaşımı ve Sosyal Güvenlik

m. III – 23 m. 47 İş Kurma Özgürlüğü

m. III – 59/2 m. 93 İdari İşbirliği ve Vergilendirme İlkelerinin İhlaliyle

mücadele (Avrupa Konseyi’nin oybirliğiyle vereceği bir karar takiben)

m. III - 74 m. 105/6 Avrupa Merkez Bankası’nın Yeni Görevleri

m. III – 76/5 m. 107/5 Avrupa Merkez Bankaları Sisteminin Islahı

m. III – 129 m. 71/2 Ulaştırma Alanındaki Muafiyetler

m. III – 166, 167 ve 168 m. 67 Sınır Kontrolleri, Mülteci ve Göçmenler

m. III – 170 m. 67 Aile Hukuku Hariç Olmak Üzere, Medeni Hukuk Alanında İşbirliği (3. Paragraf)

m. III – 171 m. 31 Ceza Hukuku Alanında İşbirliği

m. III – 174 m. 31/2 Eurojust

m. III – 176 m. 30/1 Operasyonel İşbirliği Hariç Olmak Üzere Polis Faaliyetleri Alanındaki İşbirliği (2. Paragraf)

m. III – 177 m. 30/2 Europol

m. III – 181 m. 151 Kültür

m. III – 197 — Avrupa Konseyi’nin Talebi Üzerine, Birlik

Dışişleri Bakanı’nın Ortak Savunma ve Güvenlik Politikası Alanında Kullanacağı İnisiyatifler

m. III – 212/2 — Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası, Silahlanma Ajansının Konumu ve Mevkii

m. III – 264 m. 225/A Uzmanlaşmış Mahkemelerin Kurulması

m. III – 269 m. 229/A Adalet Divanı’nın Fikrî Mülkiyet Konusunda Yetkili Kılınması

m. III – 289 m. 245 Adalet Divanı’nın Statüsü’nün Islahı

m. III – 299 m. 266 Avrupa Yatırım Bankası’nın Statüsü’nün Islahı

Page 166: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Bu kapsamda değinilmesi gereken son bir husus da, Taslak Anayasa ile, yukarıda

saylan bütün bu düzenlemeler ek olarak, daha önce de değinilen “karar almayı kolaylaştırıcı”

yöntemler bağlamında, nitelikli çoğunluk sisteminin uygulama alanını daha da genişletecek

bir takım mekanizmaların öngörülmüş olmasıdır. Bu kapsamda; Anayasa’nın III. Bölümü’nde

yer alan ve Bakanlar Konseyi’nin oybirliğiyle karar almasının gerekli olduğu belirtilen

durumlarda da Avrupa Konseyi, kendi inisiyatifiyle ve oybirliğiyle hareket ederek, Bakanlar

Konseyi’nin oybirliği yerine nitelikli çoğunluk yöntemiyle karar almasını sağlayabilecektir

(T.A. m. I – 24/4).

Bütün bunların ışığında, nitelikli çoğunluk sistemi hakkındaki nihaî yorumumuz ne

olmalıdır? Her şeyden önce, kararların nitelikli çoğunlukla alınmasının, Birlik’in “geleceğini”

temsil ettiğini belirtmek gerekmektedir. Zira gittikçe genişleyen bir Birlik yapılanmasında

klâsik pazarlık ve uzlaşma yöntemlerinde ısrar edilmesinin, pozitif anayasacılık bağlamında

değindiğimiz etkin ve çabuk karar alabilen bir yönetim tarzının oluşturulmasını imkânsız

kılacağı açıktır. Bu çerçevede, Taslak Anayasa’nın ilk halinde öngörülen nitelikli çoğunluk

sisteminin, Birlik’in Avrupa Vatandaşları’na vaat ettiği hedeflere ulaşılması yönünde ciddi bir

ilerlemeyi temsil ettiğini belirtmek gerekmektedir. Ancak, yukarıda da değinildiği üzere,

Taslak Anayasa üzerinde yaşanan son gelişmeler, bu sistemin bir kez daha küçük ülkelerden

gelen baskılar karşısında sulandırılmasına ve uzun bir geçiş dönemine bağlanmasına sebep

olmuştur. Bu durum da göstermektedir ki; Avrupa’nın etkin bir yönetim yapısına

kavuşmasının önünde, salt anayasal mühendislik çalışmalarıyla çözülemeyecek kadar ciddi

güven sorunları varolmaya devam etmektedir.

Page 167: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

C) Demokrasi

1) Kavram ve Tanım Sorunu

“Anayasamıza.... demokrasi adı verilir; çünkü iktidar azınlığın değil; çoğunluğun

elindedir. (Thucydides II, 37)”

Taslak Avrupa Anayasası’nın ilk cümleleri, yukarıda anılan bu şiirsel girişle

başlamaktadır. Ve bu girişten de anlaşılmaktadır ki demokrasi, günümüz Avrupa

Uygarlığı’nın dayandığı en önemli temellerden biridir. Peki, nedir bu “demokrasi” ? Nedir bu

demokrasi ki; Avrupa Anayasası’nın ilk cümlesi olmaya layık görülmektedir? Bu kavram,

hangi anlayışları yansıtmakta, hangi unsurlardan oluşmakta ve hangi ölçütlere göre

tanımlanmaktadır? Ve daha da önemlisi; bu kavram, Avrupa Birliği düzeyinde ne tür

çağrışımlar yaratmakta ve hangi gerilimlere yol açmaktadır?

Yukarıda sıralanan bu soruların, insanlık tarihînin en eski kavramlarından biri olan

demokrasiyi konu alması, ilk bakışta biraz garip karşılanabilir. Zira, özellikle yaşadığımız

yüzyılda, siyaset piyasasının tedavül değeri en yüksek kavramı olan demokrasi, hiç kimsenin

dilinden düşmeyen ve tüm iktidarların “hak etmek” için çabaladığı bir kavram haline

gelmiştir.240 Böyle olunca da, bu kadar yaygın bir beğeniye konu olan demokrasinin ne

olduğu konusunda hâlâ bir kavram kargaşasının yaşandığını kabul etmek, ilk bakışta biraz zor

görünmektedir. Bununla birlikte, demokrasi kelimesinin bu kadar sık telaffuz edildiği bir

240 SCHMITTER, Philippe C ve Terry Lyn KARL: “Demokrasi Nedir, Ne Değildir?”, (Çev. Levent GÖNENÇ),

Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar, Atilla YAYLA (Ed.), Siyasal Kitabevi, Ankara 1999, s. 3. (Makalenin

orijinali için bkz. Journal of Democracy, Vol. 2, No. 3 (1991), s. 12-22); HEYWOOD, Andrew: Key Concepts

of Politics, St. Martin’s Press, Great Britain 2000, s. 126.

Page 168: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

dünyada, üzerinde uzlaşma sağlanabilen yegâne konu; demokrasinin ne olduğu değil,

demokrasinin ne olduğunun ve nasıl tanımlanması gerektiğinin hâlâ belli olmadığıdır.241

Kavramsal düzeydeki bu boşluğun, başlıca iki nedenden kaynaklandığı savunulabilir.

Bu nedenlerden bir tanesi; “demokrasi” kavramı söz konusu olduğunda, “düşünceler”le

bunları “düşünenler” arasındaki bağın kopmakta oluşudur. Başka bir anlatımla demokrasi,

siyasî düşünce dünyasını dolduran pek çok kavramın aksine, bir veya birkaç temel yazarın

düşüncelerine atfedilemeyecek kadar geniş bir kuramı ifade etmektedir. Gerçekten de

demokrasi teorisi, temelleri Eflâtun ve Aristo’ya kadar giden bir söylemler dizisine

dayanmaktadır.242 Bunun sonucu olarak da, demokrasi kavramını netleştirmek istediğimizde

başvurabileceğimiz tek bir temel kaynak; bu kavramın gerçekten de ne olduğu konusunda son

sözü söyleyecek tek bir yetkili “ağız” bulunmamaktadır. Değinilen bu kavramsal boşluğun bir

diğer nedeni de, kavramın etimolojik çözümlemesinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten

kavram, kelime anlamı olarak “halkın iktidarı”nı ifade etmesine rağmen, bu tanımın da bize

büyük bir yardımı olmamaktadır. Zira “halkın iktidarı”yla neyin kastedildiğini anlamak için,

kavramın icat edildiği Antik Yunan’a bakıldığında, karşılaşılan manzaranın ve “halk”

kavramından o dönemde anlaşılan şeyin, günümüz standartlarında kabul edilmesi mümkün

olmadığı görülmektedir.243 Benzer şekilde, kavramın, söz konusu tarihten günümüze uzanan

süreçte geçirdiği dönüşümlere ve kazandığı farklı anlamlara bakıldığında da, “halkın

iktidarı”nın olgular dünyasındaki ideal yansımasının ne olduğu yine açıklığa

kavuşmamaktadır. Gerçekten demokrasi, Antik Yunan’da, köleliğin hakim olduğu ve

241 SCHMITTER ve KARL (1999): s. 3; DOUGLAS-SCOTT (2002): s. 129; SARTORI, Giovanni: Demokrasi

Teorisine Geri Dönüş, (Çev: Tunçer KARAMUSTAFAOĞLU ve Mehmet TURHAN), Yetkin Yayınevi,

Ankara 1993, s. 3-9 ve 277-300.

242 SARTORI (1993): s. 3.

243 HEYWOOD, Andrew: “Demokrasi”, (Çev. Bircan ÖZTÜRK), Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar, Atilla

YAYLA (Ed.), Siyasal Kitabevi, Ankara 1999, s. 68.

Page 169: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

insanların çoğunun, cins ve servet gibi nedenlerle karar alma sürecinin dışında tutulduğu bir

sistemin adı olarak doğmuş244; Roma’dan Ortaçağ’ın sonuna kadar geçen zaman zarfında ise,

önce iktidarın merkezileşmesine, sonra dinîleşmesine ve en son da mutlaklaşmasına bağlı

olarak unutulmaya terkedilmiştir. Demokratik idealler ve ümitler, 17. yüzyıl İngiltere’sindeki

iç savaşlar ve siyasî ayaklanmaların etkisiyle tekrar dirilmeye başlamış, Devrimler Çağı’ndan

günümüzün kitlesel temsilî demokrasi sistemlerine uzanan süreçte ise, bir çok aşamadan

geçerek adım adım olgunlaşmıştır.245 Ancak bugün de, onlarca farklı hükümet sistemi içinde

“gerçek” demokrasinin hangisi olduğu, halen son derece tartışmalı bir konu olarak varolmaya

devam etmektedir.246 Kısacası, demokrasinin sözcük anlamı açık ve kesin olmakla birlikte; ne

bu kavramsal kesinlik, ne de tarihî olarak bu kavramla özdeşleştirilen “biçimler”in

incelenmesi, “gerçek” demokrasinin ne olduğunu anlamamıza yetmemektedir.247

O zaman, buraya kadar değinilen bütün bu hususların ışığında, demokrasinin ne

olduğunu anlamak için, biri diğeri kadar elverişsiz iki yöntemin ortaya çıkmış olduğunu

söylemek mümkün görünmektedir. Bu yöntemlerin birincisi; genel bir tanımlamayla

“demokratik” olarak anılan ülkelerden hareketle ve tümevarım yöntemiyle bir sonuca

ulaşmaya çalışmak ve ikincisi de; kavramın etimolojik kökeninden yola çıkarak, ideal

244 HEYWOOD (2000): s. 125.

245 HEYWOOD (1999): s. 68, 69.

246 Özellikle, 20. yüzyılın yarısını kaplayan “soğuk savaş” dönemi boyunca, bu kavramın, birbirinden ne kadar

farklı ve hattâ zıt uygulamalarla özdeşleştirildiği hakkında bir inceleme için bkz. YAYLA, Atilla: “Liberalizm ve

Demokrasi: Mükemmel Olmayan Birliktelik, Tahammülü Güç Ayrılık”, Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar,

Atilla YAYLA (Ed.), Siyasal Kitabevi, Ankara 1999, s. 59 – 66. Aynı şekilde HEYWOOD da, demokrasi

kavramını “tartışmalı kavramlar” (contested concepts) arasında değerlendirmektedir. Bkz. HEYWOOD,

Andrew: Political Ideologies; An Introduction, Macmillan Press Ltd., London 1998, s. 42.

247 SARTORI (1993): s. 8. Ayrıca demokrasi kelimesinin kökenleri üzerine daha ayrıntılı bir tartışma için bkz.

SARTORI (1993): s. 22 – 27.

Page 170: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

biçimlere yönelik soyutlamalar yapmaktır.248 Ancak, buraya kadar özetlenen bu zorlukların

sonucu olarak, demokrasinin “asgarî” bir tanımına ulaşılmasının imkânsız olduğu da

düşünülmemelidir. Gerçekten, demokrasi hakkında yaşanan tartışmaların, demokrasinin

özünden ziyade, onun “biçimleri” üzerinde; yani bu kavramın pratik hayatta da varolup

varolamayacağı veya varolacaksa da, bunun hangi araçlar ve yöntemlerle mümkün olacağı

konularında yoğunlaştığını söylemek, kanımızca yanlış bir tespit olmayacaktır.249 Bu sebeple

de, yukarıda değinilen bütün bu tarihî deneyimlerin ve demokrasi uğrunda dile getirilen

taleplerin incelenmesinden, demokrasi fikrinin “özünü” oluşturan bir takım temel ilkelere

ulaşılması mümkün hale gelmektedir.

Konuya bu açıdan yaklaşıldığında, “halkın iktidarı” olarak tanımladığımız

demokrasinin temelinde, “siyasî eşitlik” ve “siyasî kontrol” olmak üzere iki çekirdek ilkenin

yer aldığını söylemek mümkündür.250 Bu ilkelerden ilki olan siyasî eşitlik; her bireyin, kendi

kaderini tayin etme açısından eşit zihinsel kapasiteye sahip olduğu ve bu sebeple de, kendi

hayatını etkileyecek kolektif kararlara eşit katılım hakkı olduğu varsayımına dayanmaktadır.

İkinci çekirdek ilke olan siyasî kontrol ise; ilk ilkenin mantıksal tamamlayıcısı olup, değinilen

eşitliğin pratikte de gerçekleşmesini, yani bireylerin, alınan kararlara fiilen katılmalarını ve

bunların uygulanmasını denetleme hakkına sahip olduklarını ifade etmektedir.251 Bu unsurları

248 Her iki yaklaşımın da, demokrasinin tatmin edici bir tanımına ulaşma konusunda neden uygun ve elverişli

olmadığı konusunda daha ayrıntılı bir tahlil için bkz. BEETHAM, David: “Key Principles and Indices for a

Democratic Audit”, Defining and Measuring Democracy, David BEETHAM (Ed.), Sage Publications, London

1994, s. 26, 27.

249 BEETHAM (1994): s. 27.

250 SAWARD, Michael: “Democratic Theory and Indices of Democratization”, Defining and Measuring

Democracy, David BEETHAM (Ed.), Sage Publications, London 1994, s. 6, 7. Aynı yönde bkz. HEYWOOD

(1999): s. 71-75.

251 BEETHAM, David: “Auditing Democracy in Britain”, Democratic Audit Paper No. 1, Human Rights

Center, University of Essex, Colchester-London 1993, s. 7’den aktaran: SAWARD (1994): s. 7. SAWARD,

anılan makalesinde, özellikle “eşitlik” vurgusu üzerinde durmakta ve bütün insanların aynı düzeyde eğitimli ve

Page 171: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

günümüz gerçekliğine uyarladığımızda ise, ilk ilke olan siyasî eşitliğin, bireylerin karar alma

sürecinde doğrudan pay sahibi olmaları yerine, bu kararların toplum adına alınmasıyla görevli

temsilcilerin seçiminde veya bu seçimde aday olma konusundaki eşitliğe; siyasî kontrolün ise,

bireylerin karar alma sürecinin bizatihî kendisi üzerindeki kontrolünden ziyade, “karar

alıcılar”ın üzerindeki kontrolüne dönüştüğünü söylemek mümkün görünmektedir.252 Bütün bu

unsurlar bir arada değerlendirildiğinde ise, demokrasiyi; bir yanda, tek meşruiyet dayanağı

vatandaşların “oluşturucu” ve “denetleyici” iradesi olan bir iktidarın; diğer yanda da, bu

iktidarın kullanımında siyasî eşitlik ilkesi ışığında bizzat veya temsilcileri aracılığıyla etkin

bir biçimde pay sahibi olan vatandaşların bulunduğu bir yönetim biçimi olarak

tanımlayabiliriz.

2) Avrupa Birliği’nde Demokrasi Arayışları

Avrupa Birliği’ndeki demokrasi arayışları, böyle bir eksikliğin varolduğunun fark

edilmesine paralel olarak başlayan ve günümüze uzanan süreçte gittikçe önem kazanan bir

kurumsal özeleştiri sürecini ifade etmektedir.253 Bu süreci ve yol açtığı gerilimleri doğru

değerlendirebilmek için öncelikle yapılması gereken şey ise; Avrupa’daki demokrasi

açığının—belki daha doğru bir ifadeyle; Avrupa’nın bir demokrasiye ihtiyacı olduğunun—ilk

olarak ne zaman ve hangi koşullar altında “gerçekten” de fark edildiğini ortaya koymaktır.

siyasî konularda aynı düzeyde bilgili ve donanımlı olamayacağını kabul etmektedir. Ancak SAWARD, ilerleyen

aşamalarda bambaşka bir yaklaşımı önermekte ve insan bilgisinin “yanılabilirliği” teorisine atfen, tüm

insanların—mühendislik gibi teknik bilgi alanları dışında kalan—konulardaki bilgi düzeyinin, birbirlerine

eşdeğer yanılma potansiyeline sahip olduğunu belirtmektedir. Buradan yola çıkan yazar, insanların, mutlak bilgi

düzeyinde olmasa bile, en azından “yanılabilirlik” düzeyinde eşit oldukları sonucuna varmakta ve demokrasinin

eşitlik varsayımını, bambaşka bir açıdan doğrulamış olmaktadır.

252 BEETHAM (1994): s. 28.

253 Bu tartışmayı, Avrupa bütünleşmesinin Aydınlanma Dönemi’ne uzanan tarihî kökleriyle bağlantılı bir şekilde

ele alan bir yaklaşım için bkz. TIILIKAINEN, Teija: “The Problem of Democracy in the European Union”, A

Citizens’ Europe; In Search of a New Order, Allan ROSAS ve Esko ANTOLA (Eds.), Sage Publications,

Cambridge 1995, s. 19-38.

Page 172: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Kuşkusuz, felsefecilerin, siyasî elitlerin ve devlet adamlarının dilinden hiç düşmeyen

demokrasi kavramının, Avrupa Birliği bağlamında ilk olarak ne zaman telaffuz edildiğini

saptamak kolay değildir. Ancak kolaylıkla saptanabilecek olan şey; söz konusu kavramın ve

bunun doğal bir tamamlayıcısı olarak dile getirilen “meşruiyet krizi”nin, Avrupa kamuoyunun

ve entelektüel tartışmaların gündemine ne zaman düştüğüdür.254

1991 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması, Topluluklar’ın gelişiminde o zamana

kadar yaşanan en büyük atılımını temsil etmekte ve “Avrupa Birliği” kavramının doğumuna

ek olarak, Birlik vatandaşlığı, ortak dış politika, ortak savunma politikası, ortak adalet ve

içişleri politikaları ve Parlamento’nun rolünün artırıldığı yeni karar alma prosedürleri gibi bir

çok radikal ilerlemeyi de içinde barındırmaktaydı. Ancak sıra, Antlaşma’nın üye ülkelerde

onaylanmasına geldiğinde; gerek referandumlarda255, gerek çeşitli yargı kararlarında256 ve

gerek toplumun diğer katmanlarında belirginleşen şiddetli karşı çıkışlar, o zamana kadar

hakim olan ve siyasî elitlerin önderliğinde, zımnî bir toplumsal rızaya dayanarak —veya

böyle bir rızayı “varsayarak”—yönlendirilen ekonomik entegrasyon modelinin sonuna

gelindiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koydu.257 Bu çerçevede Antlaşma, bir çok ülkede büyük

tartışmalar eşliğinde ve güçlüklerle onaylanırken; bu sarsıntılar, Birlik’in Avrupa Halkları’nın

gözündeki meşruiyeti konusunun ana gündem maddesi haline geldiği bir sorgulama

döneminin kapılarını açtı. Gerçekten, Avrupa bütünleşmesi, neden o tarihe kadar görece

tartışmasız bir biçimde yürütülebilmişken, şimdi bir anda “duvara toslanmıştı” ?

254 CARTER ve SCOTT (1999): s. 430.

255 Danimarka Halkı’nın 2 Haziran 1992 tarihli referandumda Antlaşma’yı reddetmesi ve Fransa’da da aynı yıl

yapılan referandumda Antlaşma’nın kıl payı farkla onaylanması gibi.

256 Alman Federal Anayasa Mahkemesi’nin, önceki kısımlarda da geniş ölçüde incelenen ünlü “Maastricht

Kararı” gibi.

257 SMITH, J. ve W. WALLACE: “Democracy or Technocracy? European Integration and the Problem of

Popular Consent”, West European Politics, Vol. 18, No. 3 (1995), s. 144

Page 173: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Bu sorunun cevabını bulmak için çıkılan yoldaki ortak kanı; ulus-devletlerin merkez

aktör olduğu ve bu aktörler arasındaki etkileşime dayanan bütünleşme modelinin sonuna

gelindiğiydi. Gerçekten Birlik’in kurucu babalarından Jean MONNET’ye atfen “Monnet

Metodu” olarak tanımlanan ve ekonomik yönü ön plânda olmak üzere, ağırlıklı olarak ulus-

devletlerin kontrolünde gelişen bütünleşme sürecinin artık iflas ettiği, bu dönemde yaygın

kabul gören bir anlayış halini aldı.258 Bu kapsamda, örneğin Brigit LAFFAN; Monnet

Metodu’nun savunduğu hükümetlerarası (intergovernmental) müzakere yönteminin ve bu

yöntemin merkezinde yer alan ulus-devletlerin yaşadığı erozyonu; göç, kimlik kaybı ve çeşitli

siyasî çalkantılar sonucunda daha ileri bütünleşme fikrine karşı oluşan negatif tutumlar; ulus-

altı düzeyde tekrar canlanan bölgesel siyasî akımlar ve komünizmin çöküşü sonrasında, ortak

bir Avrupa kimliği yaratma yolunda harcanan abartılı çabalarla açıklamaktaydı. Yazar, bütün

bu etkenlerin ortak sonucunu ise, ulus-devletlerin toplumsal zihniyetlerin oluşumundaki

merkezî rolünün aşınması ve itici gücünü ulus-devletlerin sağladığı dinamikten alan Avrupa

bütünleşmesi vizyonunun tıkanması olarak tanımlamaktaydı.259 Buna benzer bir diğer

yaklaşım da Paul HIRST tarafından gündeme getirilmekteydi. Yazar, Avrupa’nın önemli

merkezkaç eğilimlerin baskısı altında bulunduğunu belirtmekte ve bunların, bütünleşme

sürecini ciddi ölçüde tehdit ettiğini savunmaktaydı. HIRST, bu merkezkaç eğilimlerinin

birincisinin, Sovyet İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra yaşanan “ortak tehdit

yokluğu”ndan kaynaklandığını; ikinci merkezkaç eğilimin, ulus-altı politik arayışların

canlanması ve göç olgusu karşısında aşırı sağ partilerin güçlenmesi sonucu ortaya çıktığını ve

sonuncu merkezkaç eğilimin de, Avrupa’da maddi refahın azalmasından ve işsizliğin giderek

258 CARTER ve SCOTT (1999): s. 434.

259 LAFFAN, Brigit: “The Politics of Identity”, Journal of Common Market Studies, Vol. 36., No. 1 (1996) s.

82-102’den aktaran: CARTER ve SCOTT (1999): s. 433

Page 174: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

artmasından kaynaklandığını vurgulamaktaydı.260 Yukarıda değinilen bu gelişmelerin

sonucunda, Avrupa halklarının yaşadığı güvensizlik ve endişeli ruh haline ilişkin kapsamlı bir

açıklama da WEILER tarafından gündeme getirilmekteydi. WEILER, Maastricht sonrasında

Avrupa halklarının yaşadığı ruh halini, üç başlık altında özetlemekteydi: Buna göre, her

şeyden önce, Avrupa’da insanlar, Birlik’in, öteden beri yalnızca kendi devletlerinin yetki

sahibi olduğu alanların kapısına dayandığını hissetmekteydiler. Avrupa kamuoyuna hakim

olan bir diğer genel kanıya göre ise Birlik, yukarıda anılan genişlemesine paralel olarak,

bireylere ve yerel topluluklara terkedilmiş olan ve yine insanların, kendi devletlerinin dahi

girmesine izin vermediği alanların da sınırlarını zorlamaktaydı. Bütün bunlara ek olarak,

Avrupa’da insanlar, kendi devletlerinin yaşadığı krizlerin ve sarsıntıların da etkisiyle,

Birlik’in yukarıda değinilen bu ilerleyişinin artık kontrol edilmez bir hâl aldığı endişesini

taşımaktaydılar.261

Kısacası, 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde, bir yandan Avrupa ulus-devletlerinin

yaşadığı ciddi kan kaybı, diğer yandan daralan refah devleti uygulamaları ve kısıtlı sosyal

harcamalar, Avrupa halklarının gözünde, ağırlıklı olarak “devletlerin oyun alanı” olarak

değerlendirilen Birlik kurumları karşısında duyulan antipatiyi had safhaya ulaştırdı. Bunun

sonucu olarak da, demokrasi ve bunun alt kavramları olan; şeffaflık, meşruiyet ve hesap

verilebilirlik arayışları, özellikle elitler düzeyinde, Birlik’in geleceğine dair beklentilerin ve

akıl yürütmelerin başlıca unsurlarından biri haline geldi. Kısacası, artık Birlik mimarisinin

üye ülkeler vasıtasıyla sağladığı “dolaylı meşruiyet”in sonuna gelinmiş ve daha ileri

bütünleşme adımlarının atılabilmesi için, kaynağını doğrudan halktan alan bir meşruiyet

biçimine—yani demokrasiye—duyulan ihtiyaç iyice su yüzüne çıkmıştı. Ne var ki, demokrasi

260 HIRST, Paul: “The European Union at the Crossroads: Integration or Decline?”, Democracy and

Constitutional Culture in the Union of Europe, R. BELLAMY, V. BUFACCHI ve D. CASTGLIONE (Eds.),

Lothian Foundation Press, London 1995’ten aktaran CARTER ve SCOTT (1999): s. 433, 434.

261 WEILER (1999): s. 265.

Page 175: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

kavramının kendisi gibi, bu kavramın “yokluğu” veya “eksikliğinden” neyin anlaşılması

gerektiği de, bir uzlaşma konusu olmaktan çok uzaktı. Gerçekten, hemen herkes, yukarıda

özetlenen gelişmeler sonucunda Avrupa’da bir “demokrasi açığı”nın oluştuğundan söz

etmekte, ancak bu kavramın ne anlama geldiği konusunda bir türlü ortak bir tanıma

ulaşılamamaktaydı.

Bununla birlikte, ortaya atılan bu çeşitli fikirlerin arasından, birbirinden kalın

çizgilerle ayrılan iki temel yaklaşımın belirginleştiği de görülebilmekteydi. Bu kapsamda dile

getirilen ve günümüzde de öneminden hiçbir şey kaybetmeyen ilk yaklaşım; sıradan

vatandaşların zihninde Avrupa düzeyinde alınan kararların kimin tarafından ve hangi usullere

göre alındığı konusunda oluşan karmaşaya dikkat çekmektedir. Bu yaklaşıma göre,

Avrupa’daki temel sorun, kurumların ve kurumsal işleyişlerin karmaşıklığı ve bunun yarattığı

şeffaflık ve hesap verilebilirlik sorunudur.262 Yine bu yaklaşıma göre, kurumsal

düzenlemelerin iyileştirilmesi ve karar alma süreçlerinin daha basit ve anlaşılır hale

getirilmesi, Avrupa’nın demokrasi açığı sorununu büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.263 Bu

yaklaşımın Avrupa’nın kurumsal yapılanmasına ilişkin başlıca görüşlerinden biri de; Avrupa

Parlamentosu’nun rolünün ve etkinliğinin artırılması yoluyla, demokrasinin ulus-üstü düzeyde

gerçekleşmesinin büyük ölçüde başarılmış olacağıdır. Buna karşılık, Avrupa’daki demokrasi

açığını değerlendiren anlayışların ikincisi ise, konuyu daha esaslı bir sorun olarak ele almakta

ve Avrupa ölçeğindeki bir demokrasi tasarımının, çok ciddi yapısal engellerle karşı karşıya

olduğuna dikkat çekmektedir.264 Bu yaklaşımın savunucuları ise, Avrupa fikrine genel olarak

262 Bu yaklaşımın geniş bir tahlili için bkz. WEILER, J.H.H., U.R. HALTERN ve F.C. MAYER: “European

Democracy and its Critics”, West European Politics, Vol. 18, No. 3 (1995), s. 6-9.

263 Örneğin, Avrupa Konvansiyonu’na başkanlık eden Valéry Giscard d’ESTAING, bu anlayışın tipik

savunucularındandır. Bu konuda bkz. d’ESTAING (2003): s. 349.

264 Bu kapsamda dile getirilen karşı çıkışların en önemlilerinden olan “demos” tartışmaları, çalışmanın III.

Bölümü’nde geniş olarak incelenmişti.

Page 176: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

karşı çıkan görüşlerden; yeni bir demokrasi, yeni bir vatandaşlık, yeni bir toplum ve yeni bir

iktidar modeli önerenlere kadar farklılık göstermektedir. Kısacası Avrupa’nın demokrasi açığı

tartışmaları; demokrasi kavramının ne olduğundan, bunun “eksikliğinin” ne anlama geldiğine;

bu eksikliğin giderilmesinin mümkün olup olmadığından, giderilecekse bunun nasıl

yapılacağına kadar pek çok konuda onlarca farklı kola ayrılmakta ve çeşitlenmektedir.

Giandomenico MAJONE, bu çeşitliliğin—ve hattâ karmaşanın—sebebini, halen Avrupa’nın

kendine özgü yapısına uyum sağlayacak bir demokrasinin “standartlarının saptanması”

(standard-setting) aşamasında olduğumuz gerçeğiyle açıklamaktadır. Yazara göre,

“standartlarının saptanması”; herkesin, değerlendirme konusuyla ilgili standartların neler

olması gerektiği hakkındaki önerilerini ortaya koyduğu ve diğerlerini, bu öneriler

doğrultusunda ikna etmeye çalıştığı bir tartışma sürecini ifade etmektedir.265 Bu bağlamda

halihazırda Avrupa’nın demokrasisi ve bu demokrasinin eksikleri hakkında yürütülen

tartışmalar, konunun tanımlanması evresini yaşamakta ve dolayısıyla sistemli bir bütünlük

oluşturmaktan çok uzak bulunmaktadır. Bütün bunların ışığında görülmektedir ki, yaşanan

tüm bu tartışmaların bir bütünlük içinde değerlendirilmesi ve belli bir anlayışın etrafında

gruplandırılması, hem olanaksız denecek ölçüde zor, hem de pratik olarak faydasızdır. Bu

sebeple bizim de burada izleyeceğimiz yöntem; yukarıda çizilen kavramsal çerçeve

bağlamında kendi tanımlamalarımızı ortaya koymak ve değerlendirmelerimizi bu tanımlar

etrafında sürdürmek olacaktır.

3) Avrupa Demokrasisi ve Taslak Avrupa Anayasası

a) Avrupa Demokrasisi; Yeni bir “Boyut” için Yeni “Biçimler” İhtiyacı 265 MAJONE, Giandomenico: “Europe’s ‘Democratic Deficit’: The Question of Standards”, European Law

Journal, Vol. 4, No. 1 (March 1998), s. 5.

Page 177: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Yukarıda, demokrasiyi temel olarak; bir topluluğun üyelerinin, o topluluğun kaderini

belirleyecek kararlara eşit katılım imkânı olarak tanımlamıştık. Bu tanımı biraz daha açmak

gerekirse; demokrasinin, diğer tüm toplumsal örgütlenmeler gibi iki temel ayak üzerinde

yükseldiğini söylemek mümkündür. Bu ayakların birincisini; “iktidar” oluşturmaktadır. Diğer

ayak ise; genel bir ifadeyle “insanlar”dan oluşmaktadır. Görüldüğü gibi, buraya kadar

demokrasi ile diğer yönetim biçimleri arasında belirgin bir fark bulunmamaktadır. Başka bir

ifadeyle, demokrasi de, diğer tüm sistemler gibi yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrıma

dayanmaktadır.266 Ancak incelememizi bir adım daha ileri götürdüğümüzde, demokrasilerde

her iki ayağın da niteliksel olarak belli bir dönüşüme uğradığı görülmektedir. Bu kapsamda,

öncelikle ikinci ayak olarak tanımladığımız “insanlar”, demokraside “vatandaşlar”a

dönüşmektedir. Bu sıfat, onların, diğer yönetim biçimlerinden farklı olarak kamusal

sorumluluk sahibi olduklarını ve bu sorumluluklarını eşitlik ilkesine uygun olarak

kullanabileceklerini belirtir. Bu dönüşümün yansıması olarak da, demokrasilerin birinci ayağı

olan “iktidar” da biçim değiştirir ve mutlak niteliklerinden sıyrılarak “sorumlu” ve

“sorgulanabilir” hale gelir. İktidarın yapısındaki bu dönüşüm ise, vatandaşların iktidarla olan

bağlarının yeniden tanımlanması; yani “katılım”la mümkün olur. Bu anlamda, demokrasilerde

katılım, birbirini mantıksal olarak tamamlayan iki süreçten oluşmaktadır. Bu süreçlerin

birincisi; vatandaşların, iktidarın “oluşumuna” katılımı, ikincisiyse; bu iktidarın

“denetlenmesine” katılımıdır. Kısacası demokrasilerin ayrıcı özelliği, siyasî eşitlik ve siyasî

kontrol ilkeleri çerçevesinde, vatandaşların, kendi yaşamları üzerinde etkin olan iktidarın hem

oluşumu, hem de faaliyetleri üzerinde gerçek anlamda söz sahibi olmasıdır.

266 “En küçüğünden en büyüğüne, en ilkelinden en gelişmişine, en geçicisinden en kalıcısına kadar bütün sosyal

topluluklarda yönetenler ile yönetilenler arasında temel bir ayrım doğar. Bir spor kulübünde, bir mezhepte, bir

üreticiler sendikasında, bir bilardo kulübünde, bir Eskiçağ sitesinde, ya da modern bir ulusta daima emir verenler

ile bu emre uyanlar vardır. Bu ayrım az ya da çok belirli, iktidarın örgütlenişi az ya da çok yetkin olabilir, ama

böyle bir farklılaşmaya ve örgütlenmiş bir iktidara daima rastlanır.” DUVERGER, Maurice: Siyasî Rejimler,

(Çev. Teoman TUNÇDOĞAN), Gelişim Yayınları, İstanbul 1974, s. 5.

Page 178: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Bu pencereden Avrupa Birliği’ne baktığımızda, Birlik’teki demokrasi açığı gibi bir

tartışmanın “değeri” hakkındaki yaklaşımımızı ortaya koyma zamanının geldiğini söylemek

mümkündür.

Batı siyasî kültürü çerçevesinde düşünüldüğünde, herhangi bir iktidarın demokratik

meşruiyet iddiasında bulunabilmesi için; öncelikle vatandaşların “oluşturucu” iradesinden

kaynaklanması gerektiğine ve ikinci aşamada da, vatandaşların “kontrol edici” iradesine tâbi

olmak zorunda olduğuna değinilmişti. Dikkat edilirse, bu cümledeki ayırıcı unsurun “herhangi

bir iktidar” vurgusu olduğu görülecektir. Daha açık bir anlatımla, bir iktidarın demokratik

ölçütlere uyması için, mutlaka alışık olduğumuz ulus-devlet iktidarı biçimine bürünmüş

olması şart değildir. Zira demokrasi uygulamalarının ilk örnekleri olan Antik Yunan şehir

devletleri ile Ortaçağ’daki şehir meclisleri de, ulus-devletlerin, siyasî ve sosyolojik birer

biçim olarak ortaya çıkışından çok önceleri varolmuş deneyimlerdi. Bu da demektir ki ulus-

devlet, demokrasinin ön şartı değildir ve ulus-devlet demokrasisi, demokrasinin türlerinden

yalnızca birisidir. Başka bir ifadeyle, herhangi bir siyasî iktidarın ulus-altı veya ulus-üstü bir

ölçekte biçimleniyor olması, onun, demokratik meşruiyet arayışlarına ve taleplerine konu

olmasına engel oluşturmamaktadır. Kısacası, “ölçek”; demokrasinin özüne ilişkin değil;

görünümüne ilişkin bir meseledir. İşte, konuya bu yaklaşımın penceresinden bakıldığında,

Avrupa Birliği’nde demokrasinin gerekli olup olmadığı sorusunun, felsefî bir kanıtlamadan

ziyade, salt pratik bir çıkarıma dayanarak cevaplanması da mümkün hale gelmektedir. Eğer,

“başkenti” Brüksel olan bir yapılanmada icraî nitelikte bir takım kararlar alınıyor ve bu

kararlar 400 milyona yakın insanın hayatını bir şekilde etkiliyorsa, o zaman ortada, klâsik

ulus-devletlerin kavram ve kurallarıyla açıklayamadığımız bir iktidar var demektir. Bu

durumda da, yine yukarıda yer alan ilkeler çerçevesinde, ortada bir iktidar varsa;

demokrasinin olup olmadığının sorgulanması için yeterli koşulların mevcut olduğu da

rahatlıkla savunulabilecektir.

Page 179: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Bu kapsamda, yukarıda çizdiğimiz kavramsal çerçevenin ilk adımı olarak, konuya

Avrupa Birliği kurumları ile Avrupa Vatandaşları’nın “oluşturucu” iradeleri açsındaki ilişki

açısından bakıldığında, Birlik mimarisinde önemli bir takım sorunlara karşılaşıldığı

görülmektedir. Gerçekten, tüm Avrupa kurumları arasında, doğrudan doğruya Avrupa

vatandaşlarının oluşturucu iradesine dayanan yegâne kurum; tüm iyileştirmelere rağmen hâlâ

Avrupa iktidar mekanizmasının “kalbi” sayılamayacak olan Avrupa Parlamentosu’dur.

Konsey ise, her ne kadar tüm üye ülkelerin seçilmiş temsilcilerinden oluşmaktaysa da,

kanımızca bu durum, onu Avrupa Halkları’nın oluşturucu iradesinin doğrudan sonucu

saymaya yetmemektedir. Gerçekten, eğer bu dolaylı ilişki biçiminin demokratik meşruiyet

açısından yeterli olduğu düşünülseydi; zamanında üye ülkelerin parlamentolarından gelen

temsilcilerin katılımıyla oluşan Avrupa Parlamentosu için de aynı şeyi söylemenin mümkün

olması gerekirdi. Ancak bu tarz bir ilişkinin, Avrupa Halkları ile Parlamento arasındaki

bağlantıları kurmaya yetmediğinin görülmesi üzerine bu sistemden vazgeçilmiş ve doğrudan

seçim sistemine geçilmiştir. Dolayısıyla, Birlik kurumlarından birini “yeterince” demokratik

yapmayan bu dolaylı ilişkinin, diğer Birlik kurumunu “yeterince” demokratik hale getirdiğini

iddia etmek, bize göre mümkün görünmemektedir. Bir diğer Birlik organı olan Komisyon söz

konusu olduğunda ise, zaten bu kapsamda fazla bir şey söylemeye gerek kalmamaktadır.

Gerçekten Komisyon, tüm üyeleri atama yoluyla belirlenen bürokratik bir mekanizma olarak,

Avrupa Halkları’nın oluşturucu iradesiyle hiçbir bağlantıya sahip değildir.

Konuya, ortaya koyduğumuz demokrasi tanımının ikinci ayağı olan “kontrol edici”

irade açısından bakıldığında da, Brüksel merkezli bu iktidarın hem kendisinden kaynaklanan

ciddi eksiklerinin olduğunu, hem de Avrupa’nın ulus-devletler düzeyindeki siyasî kontrol

Page 180: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

mekanizmalarında önemli sorunlara yol açtığını görmek mümkündür.267 Bu kapsamda, Birlik

düzeyinde alınan kararların nitelik ve nicelik yönünden hızla artması ve çeşitlenmesi, ulusal

düzeylerde yasama ve yürütme organları arasında varolan dengeyi ikincisinin lehine bozmuş

ve hükümet uygulamaları üzerindeki klâsik parlamenter denetim mekanizmalarının önemli

ölçüde devre dışı kalmasına sebep olmuştur. Üstelik Avrupa Parlamentosu da, artan tüm

yetkilerine rağmen, doğan bu boşluğu kapatacak denetim mekanizmalarını oluşturmaktan

uzaktır. Aynı şekilde, Avrupa düzeyinde alınan kararların artması, ulusal yargı organlarının da

kontrol imkânlarını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Avrupa Parlamentosu’na benzer biçimde,

Adalet Divanı da, ulusal yargı organlarının geçmişte üstlendiği tüm işlevleri üzerine alma

kapasitesine sahip değildir. Bütün bunlara ek olarak, konuyla ilgili eleştirilerde de sıklıkla dile

getirildiği üzere, çok merkezli ve çok katmanlı Birlik yapılanması, karar alma süreçlerinde

olması gereken şeffaflığın, hem aktörler, hem de kullanılan yöntemler açısından önemli

ölçüde azalmasına yol açmış bulunmaktadır.268 Sonuçta, bütün bu anlatılanların ışığında

görülmektedir ki; Avrupa’nın bugünkü yapısında bir demokrasi eksikliğinin olup olmadığı ve

böyle bir konunun akademik olarak tartışılmaya değip değmeyeceği sorusunun cevabı;

kuşkusuz ki “evet”tir.

Bununla birlikte, Avrupa Birliği ve demokrasi kavramlarını yan yana getirmenin

teorik düzeyde bir ihtiyaç, hattâ bir zorunluluk olmasına karşın; böyle bir girişimi

gerçekleştirmede kullanılacak “biçimler”in; yani Avrupa düzeyindeki demokratik kurumların

ve kuralların inşasının, önemli bir takım kavramsal problemlere yol açtığını da belirtmek

lazımdır. Zira, Antik Yunan’daki “nostaljik” deneyimler bir tarafa bırakılırsa, bizim bugün

267 WINCOTT, Daniel: “Does the European Union Pervert Democracy? Questions of Democracy in New

Constitutionalist Thought on the Future of Europe”, European Law Journal, Vol. 4, No. 4 (December 1998), s.

417, 418.

268 Avrupa halklarının “kontrol edici” iradesi bağlamında ortaya çıktığını savunduğumuz bu sorunların ayrıntılı

bir tahlili ve gerekçelendirilmesi için bkz. WEILER (1999): s. 266-268.

Page 181: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

demokrasi teriminden anladığımız tüm “biçimler”—parlamento, seçim sistemleri,

parlamentodan kaynaklanan bir yürütme organı, bu iki organ arasındaki ilişkileri düzenleyen

hükümet sistemleri, parlamenter denetim mekanizmaları vs.—son 300 yılın ulus-devlet

gerçekliği içinde yaşanan deneyimlerden kaynaklanmaktadır. Kısacası, bugün için hakkında

fikir sahibi olduğumuz tüm demokrasi deneyimleri, demokrasinin “özü” olarak

tanımladığımız çekirdek ilkelerin ulus-devletler ölçeğinde hayata geçirilmesi için ortaya

atılmış ve hiçbiri de mükemmel olmayan çözüm önerilerinden ibarettir. Bu anlamda, söz

konusu biçimlerin, bambaşka bir örgütlenme modeli olan Avrupa Birliği çerçevesinde aynen

tekrarlanması gerektiğini savunmak, kanımızca baştan yanlış bir yaklaşım olacaktır. Başka bir

ifadeyle, Taslak Avrupa Anayasası’nın bugün karşı karşıya olduğu en büyük meydan okuma;

Avrupa’nın bu yeni iktidar mekanizmasının ölçülerine uygun bir demokratik sistem

yaratılmasıdır. Kanımızca Avrupa’nın demokrasi sorununun çözümü; büyük ölçüde, henüz

keşfedilmemiş demokratik biçimlerde yatmaktadır. Ancak hemen belirtilmelidir ki; bu

biçimlerin ne olduğu, bu çalışma kapsamında da ortaya konulmuş değildir. Bununla birlikte,

bu çalışmada en azından dikkat çekilmeye çalışılan nokta; ulus-devletlerin demokratik

biçimlerinin ufak tefek makyajlarla Birlik düzeyinde de uygulamaya çalışılmasının,

Avrupa’nın demokrasi açığını, sonsuzluğa uzanan bir kısırdöngü haline getirmekten başka bir

sonuç doğurmayacağıdır.269 Bu bağlamda, bir sonraki başlık altında yapılacak olan şey de;

Taslak Anayasa’nın, bahsettiğimiz bu yeni biçimleri yaratma yolunda ne kadar mesafe kat

ettiğini değerlendirmeye çalışmak olacaktır.

b) Taslak Avrupa Anayasası: Demokrasiye Doğru Bir Adım mı?

269 SCHMITTER, Philippe: “Democracy in Europe and Europe’s Democratization”, Journal of Democracy,

Vol. 14, No. 4 (October 2003) [2003-b], s. 78. Burada sözü edilen bu “yeni biçimler”in ilk örnekleri olarak

değerlendirilebilecek bazı uygulamalar için bkz. SCOTT, Joanne ve David TRUBEK: “Mind the Gap: Law and

New Approaches to Governance in the European Union”, European Law Journal, Vol. 8, No. 1 (Mart 2002), s.

1-18.

Page 182: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Çalışmamızın önceki bölümlerinde, Avrupa için bir Anayasa Taslağı hazırlamak üzere

oluşturulan Konvansiyon’un; genişleme süreci sonrasında daha da işlemez hale gelmesinden

korkulan karar alma süreçlerini Birlik’in yeni yapısına uyarlamak, devletlerin temsil ve oy

dağılımlarını yeniden düzenlemek ve karmaşık karar alma süreçlerinin etkisiyle, Avrupa

halkları ile Birlik arasında oluşan mesafeyi azaltarak Birlik’in demokratik meşruiyetini

artırmak olmak üzere üç ana sorunla karşı karşıya olduğuna değinilmişti. Bu hedefler

karşılıklı olarak değerlendirildiğinde ise; daha ilk bakışta, Konvansiyon’un ilk iki hedefe

ulaşma konusunda görece önemli mesafeler kat ettiğini, ancak üçüncü hedefe ulaşma

konusundaki performansının yeterli olmadığını ve Avrupa’nın demokratikleştirilmesi yolunda

önemli bir sıçrama gerçekleştirmekten uzak olduğunu söylemek mümkün görünmektedir.270

i) Taslak Anayasa’daki Demokrasi Açılımları

Genel olarak bakıldığında, Taslak Anayasa’nın yukarıda aktarılan giriş cümlelerindeki

görkemli tavrın, metnin ilerleyen bölümlerinde de devam ettirildiğini ve Birlik’in yapısında

demokrasinin ağırlığının önemle vurgulandığını gözlemlemek mümkündür. Gerçekten,

Taslak’ın daha 2. maddesinde, “Birlik’in Değerleri” başlığı altında; demokrasinin, söz konusu

değerler arasında önemli bir yere sahip olduğu vurgulanmakta (T.A. m. I – 2) ve buna paralel

olarak I. Bölüm’ün 44 – 51. maddeleri de, “Birlik’in Demokratik Yaşamı” başlığı altında,

tamamıyla bu konuya ayrılmaktadır. Gerçekten, bu bölümde vatandaşların eşitliği (T.A. m. I –

44)271, temsilî demokrasinin önemi ve alınan kararların vatandaşlara olabildiğince açık ve

yakın olacağı (T.A. m. I – 45/1, 3), katılımcı demokrasinin (T.A. m. I – 46/1, 3) ve şeffaflığın

önemi (T.A. m. I – 49/1, 2) gibi ilkelere ek olarak; Avrupa Ombudsmanı (T.A. m. I – 48)272

ile “halk girişimi” kurumlarına (T.A. m. I – 46/1, 3) ve bilgi edinme hakkı (T.A. m. I –

270 SCHMITTER (2003-b): s. 74.

271 Ayrıca T.A. m. II – 20-26 arası.

272 Ayrıca T.A. m. II – 43.

Page 183: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

46/3)273 ile kişisel verilerin korunması hakkı (T.A. m. I – 50)274 gibi önemli bazı haklara yer

verildiği görülmektedir.

Bununla birlikte, yukarıda sayılan ilkelerin ve vatandaşlara tanınan bu hakların, Birlik

düzeyinde gerçek bir demokrasinin oluşmasını sağlayıp sağlayamayacağı, kanımızca halen

son derece tartışmalı bir konudur. Bu tartışmalı durumu netliğe kavuşturmak içinse yapılması

gereken şey; bir sistemi demokratik olarak tanımlayabilmek için gerekli asgarî koşuların; yani

iktidar ilişkisinin aktörlerinin karşılıklı konumlarının ve bunlar arasındaki ilişkilerin

niteliğinin, Taslak Anayasa’ya ne ölçüde yansıtılabilmiş olduğunun açıklanmasıdır. Kısacası

bu bakış açısı, bizi bir kez daha, vatandaşlarla iktidar arasındaki “oluşturucu” ve “denetleyici”

ilişkiye; yani katılım meselesine getirmektedir.

ii) Birlik Vatandaşlığı ve Demokratik Katılım

Taslak Avrupa Anayasası’nın 8. maddesinde; “Üye ülkelerin herhangi birinin uyruğu

olan kimse, aynı zamanda Birlik vatandaşıdır. Birlik vatandaşlığı, ulusal vatandaşlıkların

üzerine eklenecektir ve ulusal vatandaşlıkların yerine geçmeyecektir” denilmek suretiyle, bir

demokrasinin olmazsa olmaz şartı olan vatandaşlık kavramı, Avrupa mimarisine dahil

edilmektedir. Maddenin devamında ise, Birlik vatandaşlığının kapsamı da açıklığa

kavuşturulmakta ve vatandaşlığın; üye ülkelerin sınırları dahilinde serbestçe seyahat etme ve

yerleşme özgürlüğünü, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve yerel seçimlerde, bulunulan

ülkenin vatandaşlarıyla eşit koşular altında seçme ve seçilme hakkını, gerektiğinde tüm üye

ülkelerin diplomatik korumasından yararlanma hakkını ve Avrupa Parlamentosu ile Avrupa

Ombudsmanı’na ve diğer Birlik kurumlarına dilekçe ile başvuru hakkını içerdiği ifade

edilmektedir (T.A. m. I – 8/2). Maddede ayrıca, genel bir ilke olarak, Birlik vatandaşlarının

273 Ayrıca T.A. m. II – 42.

274 Ayrıca T.A. m. II – 8.

Page 184: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Anayasa’da yer alan tüm haklardan yararlanacağı ve bunun karşılığında da, yine Anayasa’da

öngörülen yükümlülüklere tâbi olacağı belirtilmektedir.

Daha ilk bakışta görülmektedir ki Taslak Anayasa’da öngörülen vatandaşlık anlayışı,

Maastricht Antlaşması’ndan bu yana uygulanan sistemden herhangi bir esaslı farklılık

göstermemektedir. Birlik üyesi devletlerinin vatandaşlık mevzuatlarının üzerine eklenen ve

“biraz hak ve sıfır yükümlülük” olarak tanımlanabilecek olan bu vatandaşlık anlayışı, acaba

Birlik düzeyindeki bir demokrasinin ihtiyaç duyduğu etkileşimleri sağlamaya yetecek midir?

Gerçekten, niteliği itibariyle “türev”275 bir vatandaşlık olan Birlik vatandaşlığının

dikkat çekici özelliklerinden biri de, ulus-devlet vatandaşlığının aksine; vatandaşlara tanıdığı

hakların ve vaat ettiği olanakların yanında, onlara hiçbir açık yükümlülük (vergi, askerlik ve

hattâ oy kullanma mecburiyeti) getirmemesidir. Aslında, bu “karşılıksız aşk” vaadinîn kendisi

bile, vatandaşlık tasarımının, bizzat tasarlayıcıları tarafından dahi ne ölçüde ciddiye

alındığının sorgulanmasına yol açmaktadır.276

Bunun da ötesinde, Birlik vatandaşlarına tanınan hakların, onları Birlik kurumlarının

“oluşturucu” ve “denetleyici” gücü haline getirdiğini iddia etmek de, kanımızca zor

görünmektedir. Zira günümüzde, Avrupa’da yaşanan tek demokrasi krizi, sanıldığı gibi Birlik

düzeyinde yaşanan kriz değildir. Bilakis, 1970’lerin sonundan itibaren Avrupa’nın ulusal

demokrasilerinin de ciddi sıkıntılar yaşadığı, uzun zamandır fark edilmiş olan bir

gerçekliktir.277 Vatandaşların iktidarın oluşumuna ve işleyişine katılım imkânları olarak

275 “Türev” vatandaşlık tanımının açıklaması için bkz. REICH, Norbert. “Union Citizenship - Metaphor or

Source of Rights?”, European Law Journal, Vol 7, No. 1 (March 2001), s. 6, 7.

276 Bu konuda bkz. LIPPOLIS; Vincenzo: “European Citizenship: What it is and What it could be?”, European

Citizenship; An Institutional Challenge”, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The Hague 1998, s.

322 ve REICH (2001): s. 20.

277 Bu konuda kısa ama etkileyici bir tahlil için bkz. SCHMITTER (2003-b): s. 82-84. Yazar, Avrupa’da bir

yandan Birlik’in kendisinden beklenen demokratik sıçramayı bir türlü gerçekleştiremediğine, diğer yandan da

Page 185: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

tanımladığımız hakların ve mekanizmaların tümüyle yürürlükte olduğu ulus-devletlerde bile

temsilî demokrasilerin yaşadığı krizlerden söz edildiği bir ortamda; Taslak Anayasa’da yer

alan ve ulus-devletlerdeki katılım imkânlarının ancak çok zayıf birer kopyası durumunda olan

vatandaşlık haklarının, Birlik çerçevesinde gerçekten işleyen bir demokratik mekanizma

kurmaya yetmeyeceği açıktır. Demokratik mekanizmaların tesisi konusundaki bu eksikliğin

telafisine yönelik olarak da Taslak’ta; bu boşlukların, terazinin liberal haklar kefesinin

doldurulması suretiyle giderilmeye çalışıldığı görülmektedir. Gerçekten, gerek gösterişli bir

temel haklar şartı, gerek ekonomik kazançlara dayanan bir Birlik vizyonu ile, vatandaşlığın

“katılım” boyutundaki eksiklerin “kazanç” boyutunun öne çıkarılmasıyla telafî edilmeye

çalışıldığı görülmekte ve vatandaşlık konseptinin, bir reklam malzemesi olarak kullanıldığı

izlenimi doğmaktadır.278 Halbuki demokrasilerde vatandaşlık kavramının özü; şirketlerde

olduğu gibi kazanç paylaşımı veya salt liberal teorinin iddia ettiği gibi iktidarın sınırlanması

olmayıp; daha aktif bir perspektiften hareketle, vatandaşların, kendi kaderini tayin etme

hakkına sahip olması anlamına gelmektedir. Kısacası, demokrasilerde “haklar”, vatandaşların

kendi kaderini belirleyen kararlara katılma ve bu kararları kendileri adına alan veya

uygulayanları denetleme amacına hizmet ettiği sürece anlam taşımaktadır.279

Kıta’nın yerleşik demokrasilerinin garantisi olan ulus-devletlerin demokratik yapılarının giderek kan

kaybettiğine dikkat çekmekte ve yaşanan durumu; “Avrupa’daki demokrasinin çifte çıkmazı” olarak

tanımlamaktadır.

278 Örneğin Ulrich HALTERN, Birlik vatandaşlığı-temel haklar şartı ikilisini, bir tür “tüketici estetiği” yaratma

çabasının bir parçası olarak görmektedir. Bkz. “Pathos and Patina: The Failure and Promise of Constitutionalism

in the European Imagination”, European Law Journal, Vol 9, No. 1 (February 2003), s. 33-38.

279 Kişilerin iktidarın oluşumuna ve kullanımına ortak olmasını sağlamayan temel insan haklarının Birlik

mevzuatına yerleştirilmesinin, neden bir demokratik vatandaşlık statüsünün oluşmasına yetmeyeceğine ilişkin

çok önemli açıklamalar için bkz. WEILER (1996): s. 520-522; WEILER (1998): s. 3-7; HABERMAS (1992): 3,

4. Avrupa vatandaşlığı konusunda burada ortaya konulanlardan daha iyimser bir yaklaşım için bkz. LA TORRE

(1998): s. 435-457. Yazar, vatandaşlığın (ve bu arada, Avrupa vatandaşlığının), yalnızca, kişilerin siyasî

müzakerelere katılmasına imkân veren ve akılcı ve iyi düşünülmüş kararlara ulaşılabilmesi için gereken

tartışmada pay sahibi olmasını sağlayan hakların bir özeti olduğunu savunmaktadır. LA TORRE, bizim burada

Page 186: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Ancak, bütün bu eleştirilerin dışında, Taslak Anayasa’da, Birlik’in demokratik

meşruiyetine katkı sağlama amacına yönelik olarak, üç noktada sınırlı da olsa ileriye doğru

adımların atıldığını belirtmek, tartışmanın objektif bir bütünlük içinde algılanması için önem

taşımaktadır. Bu bağlamda öne çıkan en önemli düzenlemelerin, daha önce de belirtildiği gibi,

Adalet Divanı ve Avrupa Parlamentosu’nun Birlik dengelerindeki ağırlıklarının artırılması

olduğu söylenebilir. Gerçekten, Maastricht’ten beri devam eden “üç sütun” yapılanmasının

tasfiye edilerek Divan’ın yargı yetkisinin genişletilmesi, EUROPOL gibi alanlardaki Birlik

faaliyetlerinin de Avrupa vatandaşları adına Divan tarafından denetlenmesini sağlayacak ve

dolaylı da olsa bir demokratik kontrol imkânı doğmuş olacaktır. Benzer şekilde, Birlik

yasama prosedürlerinin sayısının azaltılması ve Avrupa Parlamentosu’na yasama sürecinde

eskiye nazaran daha merkezî bir rol verilmiş olması da, Birlik’in demokratik karakterini

güçlendirme yolunda atılmış adımlardan sayılabilir. Bu kapsamda dikkate alınması gereken

bir diğer gelişme de, Taslak Anayasa’nın sonuna eklenen “Ulusal Parlamentoların Avrupa

Birliği’ndeki Rolü Hakkındaki Protokol” ile, Avrupa Parlamentosu’nun tek başına

sağlayamadığı siyasî denetimin, ulusal parlamentoların katılımı ile güçlendirilmesinin

amaçlanmasıdır. Gerçekten, yetkilerinde yapılan tüm iyileştirmelere rağmen, bir türlü Avrupa

Halkları ile gerçek anlamda bağlar kuramayan ve seçimlerine katılım oranı her dönemde daha

da düşen Avrupa Parlamentosu’nun bu şekilde desteklenmesi ve bu desteğin Anayasa’nın bir

eleştirdiğimiz kurumsal demokratik sorunlarının, salt demokratik vatandaşlık kurumunun oluşturulmasıyla da

aşılabileceğini belirtmektedir. [LA TORRE (1998): s. 451.] Ancak bu durumda da unutulmamalıdır ki; Taslak

Anayasa’da eksik olan şey, yalnızca demokratik “biçimler” değil; bu “biçimler” çerçevesinde siyasî davranışlar

geliştireceği umulan vatandaşlık konseptinin bizatihi kendisidir. Bu durumda, yazarın ortaya koyduğu bu iyimser

bakış açısının dahi, Taslak Anayasa’nın içerdiği sorunların üstesinden gelmeye yetmeyeceği savunmanın, çok da

yanlış olmayacağını düşünmekteyiz.

Page 187: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

parçası haline getirilmesi, kısmi bir iyileştirme adımı olarak değerlendirilebilecek bir diğer

etmendir.280

Bütün bu anlatılanların ışığında, Taslak Anayasa’nın düzenlemelerinin Birlik’in

demokratik karakteriyle olan ilişkisi hakkında neler söylenebilir?

Her şeyden önce belirtilmelidir ki Taslak, Birlik mimarisinde bugüne kadar görülen

düzenlemelerden çok farklı bir içerik taşımamaktadır. Bu anlamda, Taslak Anayasa’nın

demokrasi sorununa bakışı da, 1990’lardan beri yetersiz kalmakla eleştirilen ve çeşitli

sorunlara yol açtığı savunulan çerçevenin dışına çıkamamaktadır. Bu kapsamda Taslak’ta,

yukarıda açıkladığımız ilkelerin ışığında; ulus-üstü bir demokrasi denemesi olan Birlik’in,

yepyeni demokratik mekanizmalara ihtiyaç duyup duymadığı sorularını tartışmaya bile gerek

görülmemiş ve ulus-devletlerden bilinen demokratik kurumların, o veya bu ölçüde Avrupa

Birliği’ne de “uyarlanmasıyla” yetinilmiştir. Üstelik, bu uyarlama faaliyetinin de ne ölçüde

başarılı olduğu, başlı başına şüpheyle yaklaşılması gereken bir konudur. Kısacası Taslak

Anayasa çalışmalarında, yeni yüzyılın demokrasi kuramı ve uygulamalarının oluşturulması

yolunda, önemli bir fırsatın kaçırılmış olduğunu söylemek, kanımızca yanlış olmayacaktır.281

Taslak Anayasa’da gerçek bir demokrasi perspektifi oluşturulamamış olmasının,

Birlik’teki toplumsal ilişkilerin ağırlık merkezinin, bir kez daha demokrasi dışı eksenlere

kayma tehlikesini yarattığı da söylenebilir. Gerçekten, demokratik teorinin merkezine

yerleştirdiğimiz vatandaşlık kavramı, tarihî olarak bireysel siyasî hakların genişlemesi

280 Avrupa Birliği’ndeki demokratik açığın kapanmasında ulusal parlamentoların rolü hakkında bkz.

NEUNREITHER, Karlheinz: “The Democratic Deficit of the European Union: Towards Closer Cooperation

between the European Parliament and the National Parliaments”, Government and Opposition, Vol. 29 (1994),

s. 299-314. Buna karşın, Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılımın sürekli düştüğü gerçeği karşısında,

Parlamento’nun yetkilerinin artırılmasının Avrupa’nın demokrasi probleminin çözümü olamayacağı hakkında

bkz. “Apathy Contest; The Cure for Europe’s Democratic Deficit Lies at Home, not in Brussels”, The

Economist, Leader, 12 Mayıs 2004.

281 Aynı yönde bkz. SCHMITTER (2003-b): s. 84.

Page 188: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

suretiyle oluşmuşken; Birlik vatandaşlığı kavramı ise, serbest dolaşım hakkının mantıksal bir

uzantısı, genişlemesi ve yansıması görünümünü taşımaktadır.282 Bunun sonucu olarak da

Avrupa imgesi, sınırlı bir kesim için sonsuz ekonomik fırsatlar vaat ederken; toplumun geniş

kesimleri içinse, son iki yüzyıla yayılan medeni, siyasî ve sosyal hak mücadelelerinin

görmezden gelindiği bir çerçeveyi ifade etmektedir.283 Böyle bir çerçevede ise demokrasinin

gerçek anlamıyla işlemesi olanaksız hale gelmekte ve halkın tamamının oyuna dahil

olamadığı bir “demokrasi”de yaşam şansı bulan tek şey; güçlü lobicilik faaliyetleri ve rant

arayışları olmaktadır.284 Böyle bir Avrupa imgesi de, “Vatandaşların Avrupa’sı” olmaktan

ziyade “Neo-liberal kurtların Avrupa’sı” olmaya aday görünmektedir.285 Böyle olunca da,

“Avrupa vatandaşlığı” ve “Avrupa demokrasisi” kavramlarından geriye, sadece “Avrupa

piyasa vatandaşlığı”286 kalmakta ve gerçek bir Avrupa toplumunun ve buna uygun olarak

biçimlenen toplumsal dayanışma mekanizmalarının gelişemediği bir ortamda, Avrupa piyasa

282 LIPPOLIS (1998): s. 322. Benzer şekilde, Avrupa vatandaşlığı kavramının, Avrupa imgesini

sağlamlaştırmaya yönelik olarak tasarlanan ve son derece sınırlı bazı haklarla bir “pasaport politikası”ndan ibaret

bir çerçeve olduğu hakkında bkz. WIENER, Antje ve Vincent Della SALA: “Constitution-making and

Citizenship Practice – Bringing the Democracy Gap in the EU?”, Journal of Common Market Studies, Vol 35,

No. 1 (December 1997), s. 605.

283 WINCOTT (1998): s. 428.

284 BARRY, Norman: Comparative Federalism: The Case of the European Union, The Center for the New

Europe Publications, Belgium 2001, s. 13, 14. Ayrıca, Avrupa Birliği’nde gittikçe güçlenen lobicilik faaliyetleri

ve eleştirisi için bkz. “The Brussels Lobbyist and the Struggle for Ear-time”, The Economist, 15 Ağustos 1998.

285 Neo-liberal ideolojinin Birlik üzerindeki hegemonyası ve sahip olduğu “demokrasi” perspektifinin yapısal

sorunları için bkz. WILKINSON, Michael A.: “Civil Society and the Re-Imagination of European

Constitutionalism”, European Law Journal, Vol. 9, No. 4 (September 2003), s. 454, 455.

286 Bu kavramın kapsamlı bir tanımı ve eleştirisi için bkz. EVERSON, M: “The Legacy of the Market Citizen”,

New Legal Dynamics of European Union, J. SHAW ve G. MORE (Eds.), Oxford University Press, Oxford

1995, s. 73.

Page 189: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

vatandaşları da Avrupa için değil, kendi sınırlı arayışları için durmaksızın mücadele eden

bireylerden ibaret kalmaktadır.287

287 PRENTOULİS; Nikos: “On the Technology of Collective Identity: Normative Reconstructions of the

Concept of EU Citizenship”, European Law Journal, Vol. 7, No. 1 (June 2001), s. 199.

Page 190: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

D) Değerlendirmeler

Bu bölümde, Avrupa’nın ve bunun bir yansıması olarak Avrupa Anayasası’nın

temellerini oluşturan üç büyük değerin ve bu değerlerin Taslak Anayasa metnine yansıması

olan kurallar ve kurumların üzerinde duruldu. Böylece, çalışmanın ilk iki bölümünde tarihsel

ve kavramsal açıdan incelenen Avrupa Anayasası fikri, söz konusu fikrin somutlaşmış hali

olan Taslak Avrupa Anayasası esas alınmak suretiyle, kurumsal açıdan da irdelenmiş oldu. Bu

çerçevede, Taslak Avrupa Anayasası’nı çözümlemek üzere kullandığımız temel kavramlar

olan negatif ve pozitif anayasacılık kavramları ile demokrasi kavramı; hem Avrupa’nın siyasî

birikimini yansıttıkları; hem de halihazırda devam eden Avrupa tartışmalarını büyük ölçüde

belirledikleri için tercih edildi. Bu inceleme yapılırken de, ele aldığımız her üç değerin

Avrupa Anayasası’na yansımalarının neden önemli olduğuna; bunun, elimizdeki Taslak

Anayasa’nın toplumsal meşruiyetine ve etkinliğine ne ölçüde katkı sağlayacağına ve

hedeflenen bu “aktarım” sürecinde ne ölçüde başarılı olunduğuna, her bir başlık altında ayrı

ayrı değinilmeye çalışıldı. Bu sebeple, bu bölümü sonlandırırken, daha önceki sayfalarda yer

alan değerlendirmelerin burada bir kez daha dile getirilmesinden ziyade; tartıştığımız bu

değerler dışında kalan ve gerek Konvansiyon çalışmalarında, gerek Türkiye ile ilgili

tartışmalarda sıklıkla gündeme getirtilen bir başka konuya dikkat çekmenin daha doğru

olacağı kanısındayız.

Din, belki de şaşırtıcı bir biçimde, Avrupa Anayasası bağlamında en çok tartışılan

konulardan biridir.288 Bu tartışma, hem Avrupa kamuoyunun belli kesimlerinde, hem resmî

ağızlarda, hem de Konvansiyon üyelerinin arasında kendisine taraftarlar bulmuştur. Bu

288 Bu tartışmanın halen sona ermeyen boyutları hakkında bkz. “The European Union Summit; Try, Try, Try

Again”, Leader, The Economist, 12 Haziran 2004, s. 29, 30.

Page 191: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

bağlamda dile getirilen talepler, Vatikan’ın savurduğu sert eleştirilerden289, Hıristiyanlık’ın

bir tarihsel gerçeklik olduğuna ve Taslak Anayasa’da bu gerçekliğe değinilmesinin tarihsel bir

sorumluluk olduğuna vurgu yapan görüşlere kadar çeşitlilik göstermektedir.290

Konuyla ilgili olarak Taslak Anayasa metnine bakıldığında ise, Konvansiyon

çalışmalarında, Hıristiyanlık’ın Anayasa metnine dahil edilmesi yönünde bir çok önerge

verilmiş olmasına rağmen291; nihaî metninde, başlangıç bölümünde yer alan “... Avrupa’nın

kültürel, dinî ve insanî mirası...” ifadelerinin dışında hiçbir dinî göndermenin yer almadığı

görülmektedir.292 Bununla birlikte, tartışmanın Avrupa gündeminden tamamen çıkmış

olduğunu söylemek de mümkün değildir. Gerçekten, bu kapsamdaki en önemli girişimlerden

biri de, çok yakın bir zamanda, bu talebi konu alan ve çeşitli Avrupa ülkelerinden toplam 1

milyon kişi tarafından imzalanan bir dilekçenin Avrupa Birliği’ne iletilmesi olmuştur.293

Avrupa Parlamentosu’nun bazı üyelerinin de destek verdiği bu girişim, kanımızca, bu

tartışmaların daha uzunca bir süre gündemden düşmeyeceğinin bir kanıtı olarak

289 Örneğin bkz. CODDAY, Denis: “European Bishops Criticize Constitution for the European Union”, National

Catholic Reporter, 4 Haziran 2003.

290 Örneğin, 21 Mayıs 2004 tarihinde İtalya, Litvanya, Malta, Polonya, Portekiz, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya

hükümetleri tarafından Birlik Dönem Başkanı sıfatıyla İrlanda’ya gönderilen mektupta; Taslak metnine

“Avrupa’nın Hıristiyan mirası”na atıf yapan bir madde eklenmesi, esas itibariyle bu anlayışın penceresinden

savunulmaktaydı. Bkz. MAHONY (2004-c) (www.euobserver.com)

291 Bu konuda verilen önergeler için, Avrupa Konvasiyonu’nun resmî web sayfasından yararlanılabilir. Bu

konuda özellikle bkz. Peter SKAARUP, Giannakau MARIETTA, Ivan KORCOK, Edmund WITTBRODT, Jan

FIGEL, Jugas MIGAS, Zuzana MARTINAKOVA, Jan Jakob Van DIJK ve Reinhard RACK tarafından verilen

önergeler. (http://european-convention.eu.int/amendem Trait.asp?lang=EN)

292 Aslında, Taslak Anayasa’nın I – 51. maddesinde yer alan hükmün de bu kapsamda dikkate alınması

gerekmektedir. Gerçekten, anılan maddede; Kiliselerle diğer dinî örgütlenmelerin ve toplulukların özel

konumlarından ve “katkılarından” bahsedilmekte ve Birlik’in bunlara saygı göstereceğinin belirtilmesiyle

yetinilmektedir. Her ne kadar, maddede “kiliseler ve diğerleri” şeklide bir ayrım göze çarpmaktaysa da, bu ifade

biçiminin de, “Hıristiyanlık atfı” taraftarlarını tatmin etmeye yetmediği açıktır.

293 MAHONY, Honor: “Petition for Christianity in the Constitution”, EUobserver – 14.04.2004 [2004-d]

(www.euobserver.com)

Page 192: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

değerlendirilmelidir. Bununla birlikte, “Hıristiyanlık Kampı”nın en önemli üyelerinden biri

olan İspanya’nın son dönemde bu yöndeki taleplerinden geri adım atmasıyla birlikte294,

Fransa ve Belçika’nın başını çektiği ve söz konusu girişime başından beri karşı çıkan

ülkelerin elinin önemli ölçüde rahatladığını söylemek de mümkündür.

Bütün bu güncel gelişmeler bir yana bırakılırsa, yaşanan bu tartışmaların bizim

çalışma konumuz açısından ne şekilde değerlendirilmesi lazımdır? Başka bir ifadeyle, bütün

bu gelişmelerin, anayasacılık düşüncesi ve Avrupa Anayasası kavramı açısından ne şekilde

yorumlanması gerekmektedir?

Çalışmanın başında da görüldüğü gibi, Hıristiyanlık, aslında hem Avrupa’nın bir

kurucu öğesi, hem de bu kavramın “tam karşıtı”dır. Zira Hıristiyanlık’ın doğumu, Batı

Uygarlığı’nın vazgeçilmez unsurlarından biri olan anayasacılık düşüncesinin fikrî temellerini

hazırlamış; ancak bu durum, büyük ölçüde dinî ve dünyevî iktidarlar arasındaki ilişkinin

“öngörülmemiş ve hesaplanmamış” bir sonucu olarak biçimlenmiştir. Bunun sonucu olarak da

bu fikrî temeller, süreç ilerledikçe Hıristiyanlıkla ilgili çağrışımlarından soyutlanmış ve dinin

artık belirleyici öğe olmadığı bir dünyanın kurucu unsurlarından biri haline getirilmiştir. Aynı

şey, Avrupa fikrinin kendisi açısından da geçerlidir. Yine çalışmanın ilk satırlarında

görülmüştür ki; siyasî bir ifade ve ideal olarak bir Avrupa fikrinin oluşumu, ancak

Hıristiyanlık’ın, toplumsal yaşamın normatif bir kurucu öğesi olmaktan çıkarılmasıyla

mümkün olmuştur.

Bütün bunlar göstermektedir ki; din, Avrupa’nın siyasî geleceğinin değil, kültürel

geçmişinin bir parçasıdır. Bu bağlamda, bir uygarlığın gelişiminde pay sahibi olan her unsur

294 Gerçekten, İspanya Dışişleri Bakanı Miguel Angel MORATINOS, 2004’ün Mayıs ayında Radio France

Internationale’ye yaptığı bir açıklamada, İspanya’nın Katolik bir ülke olduğunu, ancak Avrupa Anayasası’nın

öngördüğü hükümet biçiminin tamamen lâik olduğunu ve bunun da “mükemmel” bir denge olduğunu belirterek,

İspanya’nın yeni dönemdeki tavrını net bir biçimde ortaya koymuştur. Bkz. MAHONY (2004-c)

(www.euobserver.com).

Page 193: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

gibi, Hıristiyanlık da, kuşkusuz önemli bir saygıyı hak etmektedir. Ancak bu durum, bugünkü

Avrupa Uygarlığının oluşumuna katkıda bulunan diğer tüm değerler için de geçerlidir. Başka

bir ifadeyle; feodalite, Rönesans, Reform ve Aydınlanma dönemleri de, bugünkü Avrupa’nın

oluşumuna, en az din kadar önemli katkılar sunmuşlardır.295 Ancak, bu gerçekten yola

çıkarak, Avrupa Anayasası’nda feodal değerlere atıf yapılmasını veya erken dönem

Aydınlanma sürecinin radikal adımlarının tekrarlanmasını savunmak nasıl ki anlamsız bir

eylem olacaksa; aynı şey, dinî mirasın, bu mirası oluşturan diğer tüm öğelerden soyutlanarak

ön plâna çıkarılması açısından da geçerlidir. İşte bu pencereden bakıldığında görülmektedir

ki; “Hıristiyanlık atfı” istemleri, Avrupa’da halen bu öğeyi kültürel bir motif ve tarihsel bir

katkı olmaktan ziyade, Avrupa’nın geleceğinde de varolmaya devam edecek normatif bir

kurucu öğe olarak değerlendiren bir zihniyetin varolduğunu göstermektedir. Halbuki dinin

Avrupa kamusal yaşamındaki rolü, önceki bölümlerde de değinildiği üzere, daha Reform

hareketiyle birlikte sona ermiştir. Bu kapsamda din—ve özellikle bu dinlerden herhangi biri—

Avrupa’nın geleceğinin bir parçası olarak değerlendirilmemeli ve dinlerin toplumların

yaşamına sunduğu tarihsel katkılar da, ait oldukları bağlamlardan soyutlanarak

putlaştırılmamalıdır. Bu çerçevede, Taslak Avrupa Anayasası’nın nihaî şekline hakim olan

üslup, kanımızca doğruya çok yakın bir yerde konumlanmakta ve toplumsal kültürün önemli

bir boyutunu dışlamamakla birlikte, geçmişin çarpıtılmış bir tahlilinden yola çıkarak,

Avrupa’nın geleceğine ipotek koymaktan da kaçınmayı başarmaktadır.

295 Aksi yönde bir görüş için bkz. ELLIOT, T.S.: “Avrupa Kültürünün Birliği”, (Çev. Mine HAYDAROĞLU),

Cogito, S. 39 (Bahar 2004), s. 123-134. Yazar (belki daha doğru bir ifadeyle; şair), konuşmasında, farklı kültüre

sahip halklar arasında bir ortak kültür yaratan en önemli unsurun din olduğunu ve Hıristiyanlık’ın yitirilmesi

durumunda, tüm Avrupa kültürünün de yitirileceğini savunmaktadır.

Page 194: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

IV. Bölüm

Taslak Avrupa Anayasası ve Türk Anayasal Düzeni

Geçtiğimiz bölümler boyunca, tarihî, kavramsal ve kurumsal açıdan değerlendirmeye

çalıştığımız Taslak Avrupa Anayasası’nın, kısa, orta ve uzun vadede Türkiye’ye olası etkileri;

hukukî, siyasî, kültürel ve ekonomik yansımaları olan çok boyutlu bir dönüşüm sürecine işaret

etmektedir. Gerçekten bir anayasa, yalnızca siyasî iktidarın çalışma prensiplerini düzenleyen

teknik bir hukukî metin olmayıp; aynı zamanda, hitap ettiği ve ait olduğu toplumun temel

değerlerini ve yaşam anlayışını yansıtan ideolojik bir manifestodur.296 Bu yönüyle anayasalar,

salt hukukî etkilerinin ötesinde, toplumsal yaşamın bütün boyutlarını ilgilendiren çoğul

dinamikler üzerinde şekillenmekte; bu çerçevede yeni bir anayasa da, içerdiği tüm bu

dinamiklerin, toplumsal yaşamın içinde yeni baştan konumlandırılması anlamına gelmektedir.

Konuya bu geniş çerçeveden bakıldığında, yürürlüğe girdiği takdirde Birlik müktesebatının en

önemli parçasını oluşturacak297 Taslak Avrupa Anayasası’nın Türkiye’ye olası etkilerinin,

sayısız çalışmanın ve incelemelerin konusunu oluşturacağını tahmin etmek güç değildir. Bu

geniş çerçevenin ise, böyle bir çalışmanın sonuç bölümünde tüketilmesi olanaksız

olduğundan, burada yapılacak olan şey; Türkiye’nin olası Birlik üyeliği çerçevesinde

karşılaşılabilecek başlıca anayasal sorunlara dikkat çekmek ve belli bazı anayasal değerler

arasında yaşanabilecek gerilimlere işaret etmek olacaktır. Bu kapsamda öncelikle, “kurumsal

problemler” olarak adlandırdığımız ve muhtemel bir Birlik üyeliğinin en yakın ve doğrudan

hissedilen etkileri üzerinde durulacaktır. Böylece, Türk anayasal düzeninin Avrupa

296 DUCHACEK, Ivo: “Constitution/Constitutionalism”, The Blackwell Encyclopedia of Political Institutions,

Vernon BOGDANOR (Ed.), Blackwell 1987, s. 142.

297 KELLERMANN, Alfred: “Türkiye’nin AB’ye Entegrasyon Sürecinin Anayasal Boyutları”, Avrupa

Birliğine Katılımın Ulusal Hukuk Sistemleri Üzerindeki Etkisi, T.C. Adalet Bakanlığı - T.M.C. Asser

Enstitüsü Ortak Semineri, Ankara 12-13 Aralık 2003, Sunum Metinleri, s. 4, 6.

Page 195: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Anayasası’nın kurumsal gereklerine uyumu açısından mutlaka tartışılması gereken bu

noktalara işaret ettikten sonra, 1982 Anayasası’nın değerler sistemiyle, halen oluşum sürecini

yaşayan Avrupa Anayasası’nın değerler sistemi arasındaki başlıca uyumsuzluk noktaları

üzerinde durulacaktır. Bu yolla da, Avrupa Anayasası ile bütünleşmenin yalnızca kurumsal

uyum problemlere indirgenemeyeceğine ve bu sürecin, uzun vadeli bir toplumsal dönüşüm

projesi anlamına geldiğine değinilecektir.

Page 196: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

A) Kurumsal Sorunlar

1) 1982 Anayasası ve Egemenliğin Devri Sorunu

Taslak Avrupa Anayasası, Birlik Antlaşmaları’nın bugüne kadar süre gelen temel

özelliğini devam ettirmekte ve Westphalia Antlaşması’nda tanımlanan egemenlik anlayışı ile

açıklanması mümkün olmayan bir hukuk düzeni kurmaktadır.298 Bu hukuk düzeninin temel

özelliği, Adalet Divanı’nın, daha önce de değinilen ünlü Van Gend en Loos kararında da

belirtildiği gibi; “Üye ülkelerin, belli alanlardaki yetkilerini sınırlayarak yarattıkları ve bu

ülke vatandaşları için de doğrudan haklar yaratan kendine özgü bir uluslararası hukuk

düzeni” olmasıdır.299 Kısacası Birlik hukuku, üye ülkelerin hukuk sistemlerinden bağımsız ve

onların üstünde yer alan bir hukuk sistemini ifade etmektedir. Böyle bir sistemin de,

devletlerin egemen eşitliğini esas alan klâsik uluslararası örgütlenmelerden açıkça ayrıldığı ve

ulus-devletlerin temelinde yer alan klâsik egemenlik anlayışıyla açıklanması mümkün

olmayan bir yapı kurduğu açıktır.300 Gerçekten, Paris ve Roma Antlaşmaları ile oluşmaya

başlayan bu yeni hukuk düzenin en ayrıt edici özelliği; üye ülkelerin bazı alanlardaki

egemenlik yetkilerini birbirlerine karşı kullanmaktan süresiz olarak vazgeçmeleri, diğer bazı

alanlarda ise, bu yetkilerden Topluluk kurumları lehine süresiz olarak feragât etmeleridir.301

Bu yapının bir yansıması ve devamı olan Taslak Anayasa’da da, bazı konulardaki yetkiler üye

devletlerin elinden tamamen alınmakta; diğer bazı alanlardaysa bu yetkilerin, ancak Birlik

298 KRASNER, Stephen D.: “Sovereignty - History of the Concept”, Foreign Policy, January 2001.

299 Van Gend en Loos v. Nederlandse Administratie der Belastingen, Case 26/62, [1963], ECJ, 1.

300 “Egemenlik, bir tüzel kişilik olarak devletin sınırsız ve koşulsuz bir bağımsızlığa sahip olması, diğer

devletlerle hukuken eşit statüde bulunması, ulusal sınırlar içerisinde kendisine rakip olabilecek başka bir gücün

bulunmaması anlamına gelir.” Bkz. GÖZÜBÜYÜK, Şeref: Anayasa Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara 2002, s.

15. Ayrıca klâsik ulus-devlet egemenliğinin vazgeçilmez kabul edilen unsurları için bkz. TEZİÇ (2003): s. 119-

121.

301 DOĞAN, İzzettin: Türk Anayasa Düzeninin Avrupa Toplulukları Hukuk Düzeniyle Bütünleşmesi

Sorunu, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1979, s. 161.

Page 197: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

kurumları ile ortaklaşa olarak kullanılabileceği belirtilmektedir. Bütün bu düzenlemelere ek

olarak, Birlik, bugüne kadar ulus-devletlerin tekelinde olan vatandaşlık, bayrak ve marş gibi

simgesel değerlere de el atmış durumdadır. İşte değinilen tüm bu gelişmelerin ışığında, 1982

Anayasası’nın egemenlik meselesine bakışının ve Avrupa Birliği’ne üyelik durumunda sorun

doğurması muhtemel maddelerinin kısaca gözden geçirilmesi kaçınılmaz bir gereklilik halini

almaktadır.

1982 Anayasası’nın dayandığı egemenlik anlayışı, Anayasa’nın “Egemenlik” başlığını

taşıyan 6. maddesinde açık bir biçimde ortaya konulmuştur. Anılan maddede:

“Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.

Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili

organları eliyle kullanır.

Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa

bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet

yetkisi kullanamaz.”

denilmekte ve Avrupa sistemine dahil olabilmek için gereken “egemenlik devri”ne kapılar

tamamen kapatılmış bulunmaktadır. Gerçekten, maddedeki bu ifade biçimiyle, hem

egemenliğin kaynağı (Türk Milleti), hem bu egemenliği kullanacak organlar (bu Anayasa’nın

getirdiği esaslar uyarınca yetkili olan organlar) açıkça ve sınırlayıcı bir biçimde belirlenmiş

durumdadır. Ancak bu yapının, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin kısmen ulus-devletin

tekelinden alınmasını öngören Birlik mevzuatıyla uyuşmadığı da ortadadır.302 Bu yüzden

Türkiye, Taslak Anayasa’da öngörülen Birlik mimarisinin bir parçası olabilmek için,

öncelikle Anayasa’nın 6. maddesinde egemenlik yetkisinin Avrupa Birliği’ne—veya daha

302 HEKİMOĞLU, Mehmet Merdan: “Avrupa Birliği Hukuku ve 1982 Anayasasına Göre Egemenlik”,

Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, C. 2, S. 6 (2003), s. 33. (www.e-sosder.com)

Page 198: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

genel bir ifadeyle, taraf olunan uluslararası örgütlere—devredilebileceğini öngören bir

değişiklik yapılmasına ihtiyaç duymaktadır.303

Bu ihtiyaca paralel biçimde, 1982 Anayasası’nın, yasama, yürütme ve yargı yetkisinin

kullanımını düzenleyen 7., 8. ve 9. maddelerinde de, ortaya çıkan Birlik mimarisine uyum

sağlamak için bir takım değişiklikler yapılması gerekecektir.

Gerçekten, Anayasa’nın “Yasama Yetkisi”ni düzenleyen 7. maddesinde;

“Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu

yetki devredilemez.”

denilmekte ve konu, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir biçimde

düzenlenmektedir. Görüldüğü gibi, maddede Türkiye Büyük Millet Meclisi, kullandığı

yasama yetkisinin tek sahibi olarak gösterilmiş olup, bu yetkisinden—kendi iradesiyle dahi—

kısmen veya tamamen vazgeçmesinin mümkün olmadığı hükme bağlanmıştır.304 Gerçekten,

1982 Anayasası ile, mevcut bir kanunun hükümlerini değiştiren, bu kanunu yürürlükten

kaldıran veya daha önceden herhangi bir şekilde düzenlenmemiş bir alanı ilk defa düzenleyen

bir işlem yapma yetkisinin, iç hukukta dahi başka organlara devri açıkça yasaklanmışken,

böyle bir yetki devrinin ulus-üstü bir kuruma yapılmasının tümüyle olanaksız olduğu, şüphe

götürmeyecek kadar açıktır.

Benzer bir ihtiyaç, Anayasa’nın, yürütme yetkisinin kullanımını düzenleyen 8.

maddesi açısından da görülmektedir. Anılan maddede; 303 Aslında bu ihtiyaç, 1982 Anayasası’nın yapım sürecinde Danışma Meclisi çalışmalarında da gündeme gelmiş

ve Taslak’ta “Milletlerarası yetkilere sahip kuruluşlara üyeliği öngören antlaşmalar hükümleri saklıdır”

hükmüne yer verilmişti. Ancak ilgili hüküm, metnin son halinde yer almamıştır. Bkz. TANÖR, Bülent; Necmi

YÜZBAŞIOĞLU: 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001, s.

117. Diğer üye ülke anayasalarındaki “egemenlik devri” hükmü örnekleri içinse bkz. İtalyan Anayasası m. 11,

Alman Anayasası m. 24, Belçika Anayasası m. 25, Lüksemburg Anayasası m. 49, Hollanda Anayasası m. 92 ve

Yunanistan Anayasası m. 28.

304 “Yasama yetkisinin devredilmezliği” konusunda bkz. ÖZBUDUN (2002): s. 192-198.

Page 199: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

“Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından,

Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”

denilmektedir. Ancak, daha önceki bölümlerde de görüldüğü gibi, Taslak Anayasa’nın

öngördüğü yürütme yetkisinin kullanımı, aynı yasama ve yargı yetkilerinin kullanımında

olduğu gibi, bir çok farklı aktörün rol aldığı karma bir süreç çerçevesinde gerçekleşmektedir.

Bu kapsamda, Komisyon ve Bakanlar Konseyi’nin, doğrudan doğruya üye ülkelerdeki yaşamı

ilgilendiren geniş idarî yetkileri düşünüldüğünde, 1982 Anayasası’nın, yürütme yetkisinin

kullanımıyla ilgili olarak öngördüğü bu dar çerçevenin, Taslak Anayasa’nın öngördüğü Birlik

yapılanmasının ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Üstelik, üye

ülkelerin, hukuken bağlayıcı Birlik düzenlemelerini iç hukuklarına aktarmak üzere çıkarmakla

yükümlü oldukları “uygulama yasaları”nın icra yetkisinin dahi Birlik organlarına devredildiği

bir ortamda, 1982 Anayasası’nın getirdiği düzenlemenin, bu haliyle Birlik hukukuyla

bağdaşmasının olanaksız olduğu açıktır. İşte bu sebeple 8. maddeye de, yürütme yetkisinin

Birlik organlarıyla birlikte kullanılacağını belirten bir hüküm eklenmesi, doğabilecek

çatışmaların önlenmesi açısından büyük önem arz etmektedir.

Son olarak, Anayasa’nın, yargı yetkisini düzenleyen 9. maddesinde de;

“Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”

denilmekte ve yukarıda değinilen maddelerdekine paralel bir yaklaşım sergilenmektedir. Her

ne kadar maddede, yargı yetkisinin ulus-üstü yargı organlarıyla paylaşılmasını engelleyen

açık bir ifade göze çarpmasa da, anılan maddelerin tümüne hakim olan “sınırlayıcı” ifade

biçimi düşünüldüğünde, buradaki ifadenin, Birlik yargı organlarıyla bir işbirliğini veya bu

organlarla yetki paylaşımını mümkün kılmadığı açıktır. Bu kapsamda, Türk vatandaşlarının

kendi devletlerine ve hatta birbirlerine karşı ileri sürebileceği haklar yaratan ve bu hakların,

Birlik Mahkemeleri’nde de ileri sürülebileceğini belirten Taslak Anayasa, 1982 Anayasası’nın

9. maddesinin şimdiki haline sığdırılması olanaksız bir perspektife sahiptir. Dolayısıyla bu

Page 200: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

maddeye de, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların veya ulus-üstü kuruluşların

yargı organlarının yetkisinin saklı olduğunu belirten bir fıkra eklenmesi, kanımızca

kaçınılmaz görünmektedir. Yargı yetkisinin kullanımıyla ilgili olarak dikkate alınması

gereken bir diğer önemli sorun da, Birlik yargı düzeninin en önemli boyutlarından olan “ön

karar” prosedürünün uygulanmasıyla ilgilidir. Halihazırda AT Antlaşması’nın 234.

maddesinde düzenlenen “ön karar” (preliminary ruling) prosedürü, Taslak Anayasa’nın I –

28/2. maddesinde de aynen korunmuş bulunmaktadır. Gerçekten, maddede, Adalet Divanı’nın

yetkileri sayılırken, “(...) üye ülke mahkemelerinden gelen başvurular üzerine, Birlik

hukukunun uygulanması veya Birlik kurumlarınca çıkarılan düzenlemelerin geçerliliği

hakkında ön karar verme...” yetkisine de yer verildiğini görülmektedir. Bu madde uyarınca,

herhangi bir üye ülke mahkemesi, uygulamakta olduğu kuralın Birlik mevzuatına uygun olup

olmadığı konusunda şüpheye düşerse, yargılamaya ara verip, konuyu Adalet Divanı’na

götürebilecektir. Her ne kadar, Divan’ın bu konuda yapacağı yorum305, başvuruyu yapan ilk

derece mahkemesi açısından hukuken bağlayıcı olmasa da, uygulamada mahkemelerinin bu

yorumlara sadakatle bağlı kaldığı bilinmektedir. Böyle bir yapının da, 1982 Anayasası’nın

138. maddesinde yer alan “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin

kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez;

tavsiye ve telkinde bulunamaz” hükmü karşısındaki yerinin ne olacağı tartışmaya açıktır.

Dolayısıyla, Türk Mahkemeleri’nin Adalet Divanı ile olan ilişkilerini netleştirecek ve ön karar

prosedürünün uygulanmasını kolaylaştıracak bir hükmün Anayasa’ya eklenmesi, bu

ikilemden çıkış için faydalı bir imkân olarak değerlendirilmektedir.

305 Divan, bu başvuru sonucunda teknik anlamda bir “karar” vermemekte; yalnızca başvuru konusu normu,

Antlaşma’nın ilgili hükümleri açısından yorumlamaktadır. Bu konuda bkz. ARSAVA, Füsun: Roma

Antlaşmasında Önkarar Prosedürü Çerçevesinde Doğan Sorunlar, A.Ü.S.B.F. ve Basın-Yayın yüksekokulu

Yayını, Ankara 1989, s. 2-10.; DOUGLAS-SCOTT (2002): s 228.

Page 201: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

2) 1982 Anayasası ve Birlik Hukukunun Üstünlüğü Sorunu

Birlik mevzuatı, Roma ve Paris Antlaşmaları’ndan beri, ulusal hukuk düzenlerinin

Topluluk/Birlik hukukuyla çatışması durumunda yaşanacak problemlerin çözümüne ilişkin

hiçbir düzenleme içermemiştir. Gerçekten, Birlik hukukunun ulusal hukuk düzenlerinden

üstün bir hukuk düzeni olduğu, Adalet Divanı’nın zaman içinde geliştirdiği içtihatlarla

şekillenmiş ve ulusal mahkemelerin de bu içtihatlara uyum göstermesiyle, vazgeçilmez bir

Birlik prensibi haline dönüşmüştür.306 Bu dönüşümün en büyük adımı, Adalet Divanı’nın,

daha önce de değinilen Costa v. Enel kararı ile birlikte atılmıştır. Divan, anılan kararında;

Birlik’in kurucu antlaşmalarının temelde birer uluslararası antlaşma olmasına rağmen, bu

antlaşmalar sonucunda ortaya çıkan Birlik hukukunun bütünüyle kendisine özgü ve bağımsız

bir hukuk düzeni olduğuna değinmiş ve Birlik hukukuna ait kuralların —Anayasa

hükümleri de dahil olmak üzere—bütün iç hukuk kurallarından üstün olduğunu belirtmiştir.307

Taslak Anayasa’nın 10. maddesinde ise, bugüne kadar mahkeme kararları ve üye

ülkelerin uygulamaları ile varlığını sürdüren bu ilke, yazılı hale getirilmekte ve gerçek bir

anayasal norm statüsüne kavuşturulmaktadır. Anılan hüküm uyarınca;

“Anayasa ve bu Anayasa tarafından kendilerine verilen yetkiler çerçevesinde

hareket eden Birlik kurumlarınca yapılan hukuk, üye ülkelerin hukukuna üstündür.

Üye ülkeler, Anayasa’dan doğan veya Birlik kurumlarının düzenlemelerinden

kaynaklanan yükümlülüklerin yerine getirilmesi için, gerekli tüm genel veya özel

tedbirleri almakla yükümlüdürler.”

306 DOUGLAS-SCOTT (2002): s. 255-259; MacCORMICK, Neil: “Beyond The Sovereign State”, Modern Law

Review, Vol 56 (1993), s. 1-18. Ayrıca, Adalet Divanı’nın Birlik’in bütünleşme sürecindeki rolünün kapsamlı

bir incelemesi için bkz. WEILER, J.H.H.: “The Least-Dangerous Branch: a Retrospective and Prospective of the

European Court of Justice in the Arena of Political Integration”, The Constitution of Europe: Do the New

Clothes Have an Emperor?, Cambridge University Press, Cambridge 1999 [1999-b], s. 188-218.

307 Flaminio Costa v. ENEL, Case 6/64, [1964], ECJ, 585.

Page 202: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Görüldüğü gibi bu madde, yalnızca Anayasa’nın kendisinin değil; ama bu Anayasa

uyarınca çıkarılacak tüm Birlik mevzuatının da ulusal hukuklar karşısındaki

üstünlüğünü, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu

durum ise, 1982 Anayasası ile Taslak Avrupa Anayasası arasında yaşanabilecek en

önemli gerilim eksenlerinden birini gündeme getirmektedir. Bu eksen, Taslak

Anayasa’nın ve bu Anayasa uyarınca çıkarılan hukuk normlarının Türk hukuk

sistemindeki yerinin ne olacağı sorusu etrafında şekillenmektedir. Başka bir ifadeyle,

muhtemel bir Birlik üyeliğinin en yakın sonucu; Taslak Anayasa’nın Birlik hukukunun

üstünlüğü konusunda getirdiği düzenlemelerle, 1982 Anayasası’nın normlar

hiyerarşisine bakışı arasındaki uyumsuzluğu giderme zorunluluğu olarak

belirginleşmektedir.

a) Birincil Hukukun (Avrupa Anayasası’nın) Üstünlüğü Sorunu

Konuyu, öncelikle Birlik hukukun ilk boyutu olarak Taslak Anayasa’nın kendisi

açısından ele aldığımızda, kuşku yok ki incelenmesi gererken asıl hüküm; 1982 Anayasası’nın

90. maddesi olmaktadır. Anılan maddeye göre;

“(...)Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun

hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine

başvurulamaz.”

Görüldüğü gibi bu hüküm, ulusal hukuk ile ulus-üstü hukuk arasındaki ilişkileri, daha

ziyade düalist (ikici) bir anlayışından penceresinden yorumlamakta ve uluslararası

antlaşmaların iç hukuka yansıtılmasının, ancak bu konuda çıkarılacak bir iç hukuk normu ile

mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Bununla birlikte, değinilen bu sistemin klâsik

uluslararası antlaşmalar açısından yeterli olabileceği düşünülse de, karşımızda duran Avrupa

Anayasası’nın gerektirdiği standartları karşılamaktan uzak olduğu açıktır.

Page 203: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Bu bağlamda, her şeyden önce belirtmek gerekir ki; Anayasa’nın 90. maddesinde

değinilen usule göre yürürlüğe konan uluslararası antlaşmalar, Türk iç hukuku açısından

kanun hükmündedir. Bu metinler aleyhine Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaması, bazı

yazarlar tarafından, bu metinlerin kanunların—ve hattâ Anayasa’nın da—üstünde yer aldığı

şeklinde yorumlanmışsa da308, doktrinde genel olarak kabul gören anlayış; buradaki anayasal

denetim yasağının, devletin, dış ilişkilerde yaşayabileceği sorunların önlenmesi sebebiyle

getirildiği yönündedir.309 Başka bir ifadeyle, usulüne uygun olarak yürürlüğe konan

uluslararası antlaşmalar kanun hükmünde olup, Anayasa Mahkemesi tarafından

denetlenemeseler bile, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından sonraki, tarihli bir düzenleme

ile yürürlükten kaldırılmaları her zaman mümkündür. Böyle bir durumunsa, Avrupa

Birliği’nin değerler sistemi açısından kabul edilemez olduğu açıktır. Bu sorunun çözümü için,

90. maddeye 7 Mayıs 2004 tarihinde eklenen “(...)Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel

hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı

hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletlerarası andlaşma hükümleri

esas alınır” hükmüne benzer bir hükmün, yalnızca temel hak ve özgürlükleri kapsayacak

şekilde değil; ama Avrupa Anayasası’nın tüm hükümlerini kapsayacak bir biçimde eklenmesi,

kanımızca uygun bir çözüm olarak görülmektedir. Böylece, Avrupa Anayasası’nın bir hükmü

ile sonraki tarihli bir kanunun çatışması durumunda yaşanabilecek sorunların da önüne

geçilmesi mümkün olabilecektir.310

308 Örneğin bkz. TEZİÇ (2003): s. 11; GÖZÜBÜYÜK (2002): s. 219, 220; SENCER, Muzaffer: “Uluslararası

Hukukun Türk Hukukundaki Yeri”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, S. 93 (Mart 1998), s. 12; ÇELİK, Edip:

“Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Türk Hukukundaki Yeri ve Uygulaması”, İdare Hukuku ve İlimleri

Dergisi, S. 1-3 (1988), s. 50.

309 ÖZBUDUN (2002): s. 212, PAZARCI, Hüseyin: Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, Ankara 2004, s. 27.

310 2001 yılında yapılan kapsamlı anayasa değişikliklerinde, Meclis Genel Kurulu’na getirilen değişiklik

paketinde 90. maddeye ilişkin bir değişiklik önerisi de yer almışı. Ancak yapılan oylamalar sonucunda bu

maddenin kabulü için gereken çoğunluk sağlanamamış ve öneri reddedilmiştir. Eğer söz konusu teklif kabul

Page 204: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Gerçekten, Türkiye ile birlikte adaylık sürecini yaşayan ve bir kısmı 2004 yılı

itibariyle Birlik üyesi olan ülkelerin anayasalarına bakıldığında da, benzer örneklere rastlamak

mümkündür.311 Örneğin Polonya Anayasası’nın 91/2 ve 3. maddelerine göre;

“(...) Kanun tarafından önceden verilen bir izinle onaylanan uluslararası bir

antlaşmanın hükümleri, uyuşmadığı yasalar karşısında öncelikle uygulanır.

Polonya Cumhuriyeti tarafından onaylanan ve uluslararası bir örgütü kuran

anlaşmanın hükümleri gerektirdiği takdirde, antlaşmanın oluşturduğu kuralar doğrudan

uygulanır ve kanunlar ihtilafında bile önceliğe sahiptir.”

Benzer bir düzenleme, Bulgaristan Anayasası’nda da görülmektedir. Söz konusu

Anayasa’nın 5/4. maddesine göre;

“Bulgaristan Cumhuriyeti ile ilgili olan ve Anayasa’nın öngördüğü usule uygun

olarak onaylanan, yayımlanan ve yürürlüğe giren tüm uluslararası belgeler, ülkenin iç

hukuku haline gelir.

Bu antlaşmalar, kendileri ile çatışan iç hukuk normlarını geçersiz kılar.”

Aynı yöndeki bir diğer açık düzenlemeye, Yunanistan Anayasası’nın 28/1.

maddesinde rastlanmaktadır. Buna göre;

“Uluslararası hukukun genel kabul gören ilkeleri ve uluslararası antlaşmalar,

bir kanunla kabul edilip usulüne göre yürürlüğe konulduktan sonra, Yunan hukukunun

ayrılmaz bir parçası olurlar ve bu hükümlerle çatışan hukuk kurallarından üstündürler.”

edilseydi, 90. maddeye “Kanunlar ile milletlerarası andlaşmaların çatışması halinde milletlerarası andlaşmalar

esas alınır” şeklinde bir cümle eklenmiş ve burada değinilen sorunlar büyük ölçüde çözülmüş olacaktı.

311 Bu bölümdeki örneklerin seçiminde, Lahey T.M.C. Asser Enstitüsü tarafından yürütülen “Çok Ülkeli Matra

Projesi” kapsamında yapılan incelemelerin sonuçları esas alınmıştır. Söz konusu proje ve bu kapsamda incelenen

diğer ülke anayasaları için bkz. KELLERMANN (2003): s.1-38.

Page 205: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Taslak Anayasa’nın üstünlüğünün kabulüyle ilgili son bir örnek de, Slovak

Cumhuriyeti Anayasası’ndan verilebilir. Slovak Cumhuriyeti Anayasası’nın “Avrupa

Maddesi”312 olarak bilinen yeni 7. maddesinin 5. fıkrasına göre;

“İnsan hakları ve temel özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalar,

uygulanması için ayrıca bir yasa çıkarılması gerekmeyen uluslararası antlaşmalar ve bir

yasa ile onaylanarak yayımlanan ve gerçek kişilere haklar bahşedip borçlar yükleyen

uluslararası antlaşmalar kanunlardan üstündür”

Görüldüğü gibi bu Anayasalar, Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda en sorunlu maddeler

olarak görülen “normlar hiyerarşisi maddeleri”ni açıkça değiştirmiş ve kanımızca,

Türkiye’nin de Taslak Anayasa’ya uyum sürecinde izlemesi gereken yola ilişkin dikkate

değer örnekler sunmuşlardır.

b) İkincil Hukukun (Birlik Organlarınca Yapılan İşlemlerin) Üstünlüğü

Sorunu

Birlik Hukuku, daha önceki bölümlerde de değinildiği gibi, yalnızca kurucu

antlaşmalardan ibaret değildir.313 Buna ek olarak, “ikincil Birlik mevzuatı” denilen ve Birlik

organlarının, kurucu antlaşmaların kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde yaptıkları

düzenlemelerden oluşan bir normlar kategorisi de mevcuttur. Taslak Anayasa’da ise bunlar,

“yasama işlemleri” başlığı altında, Avrupa yasaları ve Avrupa çerçeve yasaları olmak üzere

iki grup altında düzenlenmiş bulunmaktadır. Taslak Anayasa’nın hükümleri uyarınca bu

normlar, birçok konuda bağlayıcı sonuçlar doğurmakta ve üye ülkelerin, kendi hukukî

düzenlemeleriyle karşı koyamayacağı “gereklilikler” oluşturmaktadır. Bu çerçevede, özellikle

Avrupa yasaları, Birlik organları tarafından çıkarılmakla birlikte, başkaca hiçbir işleme gerek

312 KELLERMANN (2003): 16

313 Taslak Avrupa Anayasası’nın yürürlüğe girmesi durumunda, artık tek bir “kurucu antlaşma” olacağından, her

iki kavram bu aşamadan sonra aynı şeyi ifade edecektir.

Page 206: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

kalmaksızın tüm üye ülkelerde aynı anda yürürlüğe gireceğinden ve doğrudan

uygulanacağından, özellikle dikkate değerdir. Kısacası, ikincil Birlik hukukun Türk anayasal

sistemi karşısındaki yerinin belirlenmesi, en az Taslak Anayasa’nın yerinin belirlenmesi kadar

önemli ve öncelikli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.

Bu kapsamda, her şeyden önce belirtilmesi gereken odur ki; “ikincil hukuk” veya

“ikincil mevzuat” olarak adlandırdığımız Avrupa yasaları ile Avrupa çerçeve yasalarının Türk

hukukundaki yeri sorununun, Anayasa’nın 90. maddesinden yararlanarak çözülmesi mümkün

görünmemektedir. Zira bunlar, birer uluslararası antlaşma olmayıp, kelimenin tam anlamıyla

Birlik hukukuna özgü (sui generis) normlardır. Dolayısıyla bunların her birine birer

uluslararası antlaşma niteliği tanınması ve bunların, Meclis tarafından tek tek uygun

bulunmaları düşünülemez. Ayrıca böyle bir yolun, Birlik hukuku açısından da kabul edilemez

olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Zira Avrupa yasalarının en büyük özelliği, Birlik

organları tarafından yayımlanmakla birlikte, hiçbir aracı işleme gerek olmaksızın tüm üye

ülkelerde yürürlüğe girmesi ve doğrudan uygulanabilmesidir. Bu durumda, üye ülkelerin bu

yasaları kabul etme veya etmeme gibi bir lüksleri olmadığı gibi, bunların uygulanmasını

geciktirmeleri de mümkün değildir. Aynı şey, Avrupa çerçeve yasaları açısından da geçerlidir.

Her ne kadar bunlar, üye ülkelere belirlenen hedeflere ulaşma konusunda belli bir serbesti

tanısa da, ulaşılması gereken hedefler açısından tümüyle bağlayıcı olmakta ve ilgili üye

ülkelerin, bu normların geçerliliğini tartışmak gibi bir şansı bulunmamaktadır. Bu sebeple,

Birlik organlarının söz konusu işlemlerinin, iç hukukta herhangi bir nedenle—anayasa

hükümleriyle dahi çatışsalar dahi—ortadan kaldırılmaları mümkün değildir.

Bütün bu anlatılanların ışığında görülmektedir ki, 1982 Anayasası’nın kurduğu düzen

çerçevesinde, Taslak Avrupa Anayasası’nın öngördüğü sistemin hayata geçirilmesi mümkün

değildir. Her iki Anayasa’nın bu konuda öne çıkardıkları değerler arasında büyük bir

uyuşmazlık söz konusudur ve bu uyuşmazlığın, 1982 Anayasası’nın ilgili hükümleri Avrupa

Page 207: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Anayasası’na uyumlu hale getirilmediği sürece, Mahkeme içtihatlarıyla da çözülmesi zor

görünmektedir. Her ne kadar, bazı ülkelerde Birlik hukukunun üstünlüğü ve doğrudan

uygulanabilirliği, Birlik Mahkemesi ile ulusal mahkemeler arasındaki uyumla ve bir içtihadî

gelişim neticesinde çözülmüşse de314, bu durum, büyük ölçüde Birlik’in bugüne kadarki

gelişiminin, zamana yayılan ve ufak adımlarla ilerleyen bir süreç olması sonucunda

gerçekleşebilmiştir. Bugün gelinen noktada ise, 1982 Anayasası’nın Birlik’in gelişim

çizgisinde başlı başlına bir sıçrama niteliğinde olan Avrupa Anayasası’na uyumunun, salt

Mahkeme içtihatlarıyla sağlanabileceğini ummak, gerçekçi olmayan bir beklenti olacaktır.

Bu çerçevede diğer ülkelerin getirdiği düzenlemelere bakıldığında ise, Slovakya,

İrlanda ve Yunanistan Anayasaları’nda belirttiğimiz yönde hükümlerin bulunduğu

görülmektedir. Bu kapsamda, ilk olarak Slovak Cumhuriyeti Anayasası’nın 7/2. maddesine

bakıldığında;

“Avrupa Birliği ve Avrupa Toplulukları’nın hukuken bağlayıcı tasarrufları,

Slovak Cumhuriyeti’nin yasalarından üstün olacaktır.”

hükmünün yer aldığı görülmektedir. Benzer bir düzenleme de İrlanda Anayasası’na 1972

yılında yapılan bir değişiklikle eklenen 29. madde ile getirilmiştir. Anılan hükme göre,

“Devlet, A.K.Ç.T., A.E.T. ve A.A.E.T.’ye üye olabilir. Bu Anayasa’nın hiçbir

hükmü, Avrupa Toplulukları’na üyeliğin gereği olarak çıkarılan kanunları,

gerçekleştirilen faaliyetleri veya kabul edilen tedbirleri ya da Avrupa Toplulukları veya

onların organları tarafından çıkarılan kanun gücündeki mevzuatı, faaliyetleri ya da alınan

tedbirleri geçersiz kılmaz.”

Bu kapsamda verilebilecek bir diğer örnek de; Yunanistan Anayasası’nın 28/4.

maddesidir. Gerçekten, bu maddede de;

314 Hollanda ve Belçika, bu gelişim çizgisinin tipik temsilcisidirler.

Page 208: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

“Önemli bir mili çıkarın gerektirmesi durumunda veya uluslararası işbirliğini

geliştirmek amacıyla, Anayasa’da sayılan yetkiler, uluslararası antlaşmalar veya

sözleşmelerle uluslararası kuruluşların organlarına devredilebilir.”

denilerek, yalnızca birincil hukukun (Avrupa Anayasası’nın) değil, ama bu Anayasa’da yetkili

kılınan Birlik organlarının işlemlerinin de iç hukukla çatışmasının önüne geçilmiş

bulunmaktadır.315

315 Yunanistan Anayasası’nda, Birlik üyeliği ile ilgili olarak yapılan değişikliklerin ayrıntılı bir incelemesi için

bkz. PANTELİS, Antonis: “Yunan Anayasası’ndaki Yeni Değişiklikler”, Anayasa Reformları ve Avrupa

Anayasası, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankara 2002, s. 43-48.

Page 209: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

3) 1982 Anayasası’nın Taslak Avrupa Anayasası ile Çelişen Hükümleri Sorunu

Taslak Avrupa Anayasası’nın yürürlüğe girmesi ve Türkiye’nin de Birlik üyesi olması

durumunda, yalnızca yukarıda incelenen “egemenlik devri sorunu” ile “kanunlar ihtilafı

sorunları”nın yaşanması söz konusu olmayıp, bunlara ek olarak bir de, 1982 Anayasası ile

Taslak Avrupa Anayasası temel bazı hükümleri arasındaki açık uyumsuzlukların giderilmesi

gerekecektir. Gerçekten, 1982 Anayasası’nda, Taslak Anayasa’nın öngördüğü demokrasi ve

hukuk devleti anlayışıyla bağdaşması güç görünen bir çok hüküm bulunmaktadır. Bunlar

arasında; Anayasa’da oldukça geniş bir yer tutan “yargı denetimine kapalı idari işlemler”den

yasama dokunulmazlığına, milletvekili seçilme koşullarından parlamenter denetim

mekanizmalarının işlerliğine kadar pek çok hükmün sayılması mümkündür.316 Ancak bu

kısımda yapılacak olan şey; bu “dolaylı uyumsuzluklar”ı bir tarafa bırakmak ve 1982

Anayasası’nın, Taslak Anayasa’nın hükümleriyle açıkça çatışan üç temel hükmüne dikkat

çekmek olacaktır.

Her şeyden önce, Taslak Anayasa’da Birlik vatandaşlarına tanınan temel

özgürlüklerden biri olan seçme ve seçilme hakkı ile 1982 Anayasası’nın konuyla ilgili

düzenlemeleri arasında açık bir uyumsuzluk görülmektedir. Bu kapsamda ele alınması

gereken hüküm; 1982 Anayasası’nın 67. maddesi hükmüdür. Gerçekten, anılan hüküm;

vatandaşların, kanunda gösterilen şartlara uygun olarak, seçme, seçilme ve bağımsız olarak

veya bir siyasî parti içinde siyasî faaliyette bulunma ve halkoylamasına katılma hakkına sahip

olduğu belirtmekte, ancak bu hakları yalnızca Türk vatandaşlarına tanımaktadır. Bu durum da

açıkça göstermektedir ki; Taslak Anayasa’nın, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve yerel

seçimlerde, tüm üye ülkelerin vatandaşlarının eşit şekilde seçimlere katılma ve aday olma

hakkını kabul eden düzenlemeleri, 1982 Anayasası’nın bu hükmü karşısından uygulama şansı 316 YÜZBAŞIOĞLU, Necmi: “Oluşturulmakta Olan Avrupa Anayasası Doğrultusunda 1982 T.C. Anayasasında

Yapılması Gereken Değişiklikler”, Anayasa Reformları ve Avrupa Anayasası, Türkiye Barolar Birliği İnsan

Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankara 2002, s. 131-134.

Page 210: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

bulmaktan uzaktır. Bu sebeple, muhtemel bir Birlik üyeliği öncesinde, bu maddenin ve ilgili

mevzuatın ele alınması ve gözden geçirilmesi, kaçınılmaz bir gereklilik olarak ortaya

çıkmaktadır.

Bunun dışında, Anayasa’nın, bugüne kadar üzerinde pek durulmayan 62. maddesinin

de yeni bir yoruma ihtiyaç duyacağı düşünülmelidir. Gerçekten, “Yabancı ülkede çalışan Türk

vatandaşları” başlığını taşıyan maddeye göre;

“Devlet, yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının aile birliğinin,

çocuklarının eğitiminin, kültürel ihtiyaçlarının ve sosyal güvenliklerinin sağlanması,

anavatanla bağlarının korunması ve yurda dönüşlerinde yardımcı olunması için gereken

tedbirleri alır.”

Görüldüğü gibi bu madde, yurt dışında çalışmanın “yabancı” statüsüne eşdeğer olduğu

ve bu sebeple çeşitli sosyal sorunların yaşandığı bir dönemin ihtiyaçları göz önüne alınarak

oluşturulmuş bir maddedir. Ancak, Birlik hukuku çerçevesinde öngörülen “çalışma hakkı”nın

kapsamı ve içeriği düşünüldüğünde, bu hükmün Birlik anlayışıyla bağdaştırılması zor

görünmektedir. Hatta, bir adım ileri gidildiğinde, bu maddenin, üye ülkelere yüklenen

“ayrımcılık yasağına uyma” yükümlülüğü ile çatıştığını söylemek bile mümkün hale

gelmektedir. Sonuçta, bu maddenin de Taslak Anayasa’nın öngördüğü siyasî ve kurumsal

çerçeve ile uyuşmadığını ve yeni dönemin ihtiyaçları çerçevesinde tekrar ele alınması

gerektiğini söylemek, kanımızca doğru bir tespit olacaktır.

Buna ek olarak, ilerleyen dönemde Anayasa’nın 38. maddesinde yer alan; “vatandaş,

suç sebebiyle yabancı bir ülkeye verilemez” hükmünün de gözden geçirilmesi gerekecektir.

Zira bu hüküm, adalet ve içişleri alanında giderek genişleyen işbirliği ve Europol ve Eurojust

gibi kurumların yarattığı dinamiklerle bir arada düşünüldüğünde, çeşitli sorunlar doğurmaya

adaydır. Aynı şekilde, adalet ve içişleri alanında gündeme getirilen “Avrupa tutuklama

müzekkeresi” gibi kurumlar da, tam üyelik durumunda 38/son fıkra hükmünün büyük ölçüde

Page 211: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

işlevsiz kalmasına yol açacaktır. Bu sebeple, genel olarak suçluların iadesi kurumunun ve

özelde de vatandaşın iadesi meselesinin Birlik mevzuatıyla uyumlulaştırılmasının, Taslak

Anayasa’nın Türk anayasal sistemine kısa vadedeki etkileri arasında değerlendirilmesi

kaçınılmaz hale gelmektedir.

Page 212: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

B) Anayasal Değerler Çatışması Sorunu

Anayasalar, bölümün başında da belirtildiği gibi, salt devlet organlarının oluşumunu

ve bu organlar arasındaki ilişkileri düzenleyen teknik hukukî metinler değildirler. Bahsedilen

bu yön, anayasaların yalnızca bir yönünü, yani “siyasî toplum” boyutunu ifade etmektedir.

Halbuki anayasalar, siyasî iktidarının oluşumu ve çalışma usullerine ek olarak, iki ilişki

biçimini daha düzenlemektedirler. Bu anlamda her anayasa, siyasî toplum dışında, bir “sivil

toplum” alanının, yani devlet- vatandaş ilişkilerinin ve vatandaşlara bırakılan özerk alanların

tâbi olacağı temel kuralları içermektedir. Yine her bir anayasa, siyasî ve sivil toplum

alanlarına ek olarak bir de, “ekonomik toplum” modeli öngörmektedir. Bu model ise, bir

ülkeye hakim olan ekonomik yapı ve düzenin ifadesi olup, anayasaların, en az değinilen diğer

iki boyutu kadar önem taşımaktadır.

Konuya bu pencereden bakıldığında kolaylıkla görülmektedir ki, iki farklı anayasal

düzenin karşılaşması durumunda yaşanabilecek uyumsuzluklar, birbiriyle bağlantılı üç temel

noktada açığa çıkmaktadır. Bunlar; siyasî, sivil ve ekonomik toplum alanları olarak

adlandırdığımız her üç eksenin, karşı karşıya geldikleri anayasal düzenle uyuşan ve çatışan

boyutlarında belirginleşmektedir. Bu yaklaşıma bağlı kalarak konumuz özeline

döndüğümüzde ise, Taslak Avrupa Anayasası ile 1982 Anayasası’nın değerler sistematiği

arasındaki ilişkinin, değinilen bu üç başlık altında incelenmesinin mümkün olduğu

görülmektedir.

Bu kapsamda ilk olarak, Taslak Avrupa Anayasası’nın değerler sisteminin siyasî

toplum eksenine; yani siyasî iktidarın oluşumuna ve devlet organların çalışma yöntemlerine

dair benimsenen ilkelere bakıldığında, Birlik mimarisi ile üye ülkelerin hukukî yapılanmaları

arasında oldukça esnek bir ilişkinin kurulduğunu görmek mümkündür. Gerçekten, halihazırda

Birlik üyesi olan ülkelere şöyle bir göz gezdirildiğinde, anayasal monarşilerden (örn. İngiltere

ve Danimarka) cumhuriyetçi rejimlere (örn. Fransa ve Almanya), federal yapılanmalardan

Page 213: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

(örn. Almanya ve İsviçre) üniter devletlere (örn. Fransa ve Yunanistan) uzanan bir yelpazede,

birçok farklı rejimin varolduğu görülmektedir. Aynı şekilde, konuya hükümet sistemleri

açısından bakıldığında da, Avrupa’da saf parlamenter rejimlerden (örn. İngiltere ve İtalya)

yarı başkanlık rejimlerine (örn. Fransa) kadar değişen bir çok sistemin bir arada var olduğu

gerçeğiyle karşılaşılmaktadır.317

Bununla birlikte, bu çeşitliliğin, Avrupa anayasal değerler sisteminin, üye ülkelerin

siyasî toplum alanına yönelik hiçbir temel ilkeyi içermediği şeklinde yorumlanması da büyük

bir hata olacaktır. Gerçekten, üye ülkelerin kamusal örgütlenmelerine bakıldığında görülen bu

çeşitlilik, aslen “biçimler” yönünden var olup; Avrupa anayasal kültürü, bütün bu rejimlerin

“özleri itibarıyla” vazgeçilmez bir takım asgarî standartlara sahip olmasını zorunlu

kılmaktadır. Bu anlamda, “siyasî toplum”un; siyasî iktidarın, farklı toplumsal gruplar arasında

dönemsel olarak el değiştirmesiyle ilgili bir süreç olduğu düşünüldüğünde; anılan bu asgari

standartların, “adil ve serbest bir yarışma ortamı” ve “hesap verebilirlik” olarak somutlaştığı

görülmektedir. Gerçekten, Avrupa anayasal değerler sisteminin üye ülkelerdeki siyasî toplum

boyutuna yönelik temel beklentisi; “demokrasi”dir. Demokrasinin işlemesi ise, ancak

değinilen bu iki öğenin etkin bir biçimde hayata geçirilmesiyle mümkün olabilmektedir. Bu

çerçevede, bir yandan toplumdaki bireyler ve örgütlü grupların, iktidar mücadelesinde

mümkün olan en geniş ifade özgürlüğünden ve en adil yarışma ortamından faydalanması

sağlanmalı; diğer yandan da, bu yolla oluşan iktidarın işlemlerinin şeffaf ve denetlenebilir

olması garanti altına alınmalıdır. Zira, ancak bu iki ön şartın yerine getirilmesiyledir ki, siyasî

iktidarın bir sonraki “yarışma”da bir başkasıyla yer değiştirmesi mümkün hale gelmektedir. 317 Üstelik, Avrupa’daki hükümet sistemleri, bu sistemlerin sınıflandırılmasında kullanılan tasnif ölçütlerinin

çeşitlenmesine paralel olarak, klâsik “parlamenter sistem, başkanlık sistemi ve yarı-başkanlık sistemi” ayrımında

göze çarpmayan bir çok farklı alt dala da ayrılmaktadır. Bu bağlamda önerilen yeni sistemler ve bunlara Avrupa

ülkelerinden verilen örnekler için bkz. ONAR; Erdal: “Türkiye’nin Başkanlık veya Yarı Başkanlık Sistemine

Geçmesi Düşünülmeli midir?”, Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, Türkiye Barolar Birliği Yayını, No.

12, Ankara 2001, s. 366-370.

Page 214: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Taslak Avrupa Anayasası’nın siyasî toplum tasarımına hakim olan bu iki temel

prensip açısından Türk anayasal düzenine bakıldığında ise, iki yapı arasıdaki mesafeyi

kapatmak için halen atılması gereken önemli adımlar olduğu görülmektedir.318 Gerçekten,

1982 Anayasası’nda, siyasî partilerin örgütlenme ve çalışma esaslarından parti içi

demokrasinin işlerliği ve yaygınlığına, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin kapsamından

şeffaflıktan uzak idarî mekanizmalara kadar bir çok alanda önemli reform ihtiyaçlarının

sürmekte olduğu tartışmasızdır. Buna ek olarak, bu reform ihtiyaçlarını ve alınan mesafeleri

değerlendirirken dikkate alınması gereken bir diğer önemli husus da; Türkiye’nin karşı

karşıya kaldığı gerçek sorunun, yalnızca bir “mevzuat uyumu” sorunu olmadığı; aksine, bu

yapıların altını dolduran siyasî kültürün de uzun vadede ciddi ölçüde değişmesi

zorunluluğuyla karşı karşıya olunduğudur.

Konuya, demokratik yollardan ele geçirilen iktidarın kullanımı açısından bakıldığında

ise, karşımıza anayasal değerler kümesinin ikinci boyutu olan “sivil toplum” alanı

çıkmaktadır. Kabaca ifade etmek gerekirse, yukarıda incelenen “siyasî toplum” alanı,

anayasal değerler sisteminin daha ziyade “demokrasi” boyutuna karşılık gelmekteyken; “sivil

toplum” alanı ise, bu değerler sisteminin daha ziyade “anayasacılık” boyutuna, yani

vatandaşların iktidar karşısında korunması boyutuna tekabül etmektedir. Gerçekten, daha

önceki bölümlerde de görüldüğü gibi, Avrupa anayasal geleneğinin temellerinde yatan

ilkelerin en önemlilerinden biri de; iktidarın belli sınırlar çerçevesinde hareket etmekle

yükümlü olduğu anlayışıdır. Bu anlayışın en önemli yansıması ise hukuk devleti prensibi

olup; liberal-demokratik rejimlerde bu prensip, geniş ve etkin bir koruma rejimiyle

desteklenen bir temel hak ve özgürlükler kataloğu olarak somutlaşmaktadır.

318 Türkiye’nin son yıllarda siyasî toplum alanına ilişkin olarak yaşadığı dönüşümlere ve bu dönüşüme rağmen

halen eksik kalan yönlere “dışarıdan” bir bakış için bkz. BANANI, Dinesh D.: “Reforming History: Turkey’s

Legal Regime and its Potential Accession to the European Union”, Boston College International &

Comparative Law Review, Vol. 26 (2003), s. 113-127.

Page 215: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Bu pencereden Birlik üyesi ülkelerin hukuk sistemlerine bakıldığında ise, siyasî

toplum alanında olduğu gibi sivil toplum alanında da, öngörülen hedeflere ulaşma konusunda

çok farklı “biçimler”in varolduğu görülmektedir. Gerçekten, Birlik üyesi pek çok ülke, sivil

toplum alanını güvence altına almak hedeflerine yazılı ve katı anayasalar ile bir temel hak ve

özgürlükler kataloğundan faydalanarak ulaşmaya çalışmakta; yine buna paralel olarak pek çok

ülkede, temel işlevi anayasa yargısı olan yüksek mahkemelerin kurulduğu görülmektedir.

Ancak, yazılı bir anayasası olmayan ülkelerin (örn. İngiltere) veya merkezîleşmiş bir anayasa

yargısı olmayan ülkelerin de (örn. Hollanda), aynı sonuçlara farklı yöntemlerle ulaşmayı

başardığı bilinmektedir. Kısacası, burada da asıl mesele sivil toplum kavramının “özü” olup,

bu çerçevede izlenecek yöntemler konusunda üye ülkelerin geniş bir takdir hakkı

bulunmaktadır.

Bu pencereden Türkiye’nin anayasal değerler sistemine bakıldığında ise, 1982

Anayasası’nın otorite-hürriyet dengesindeki tercihini, bunlardan birincisi lehine kullandığı

gerçeğiyle karşılaşılmaktadır.319 Bununla birlikte, 2001 yılındaki kapsamlı anayasa

değişiklikleri başta olmak üzere, bu alanda yapılan pek çok önemli atılımın, bütün eksiklerine

rağmen, 1982 Anayasası’nın temel hak ve özgürlükler alanındaki performansını büyük ölçüde

Avrupa değerler sistemine yakınlaştırmış olduğunu da belirtmek lazımdır.320 Bu çerçevede,

izleyen süreçte yapılması gereken şeyin ise, büyük mesafe kat edilen bu yolda aynı

319 ÖZBUDUN (2002): s. 60. Mümtaz SOYSAL, Türkiye’nin anayasa tarihindeki gelişmeleri tarif ederken, bu

gelişmelerin, “...otorite ve hürriyet kutupları arasında bir sarkaç gibi gidip geldiğini” belirtmektedir. Bu

bağlamda, 1982 Anayasası’nın, bu kutuplardan ilkini, yani otorite kutbunu temsil ettiğine şüphe yoktur. Bkz. 100

Soruda Anayasa’nın Anlamı; 1982 Anayasası’na Bilimsel Yaklaşım, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1986, s. 5.

320 Bu anayasa değişikliklerinin kapsamlı bir incelemesi için bkz. GÖNENÇ, Levent ve Ozan ERGÜL: “Yaşayan

Anayasa; 2001 Yılı Anayasa Gelişmeleri”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl 15, S. 1 (2002), s. 15-34.

Büyük ölçüde, yaşanan bu kapsamlı anayasa değişikliklerinin etkinliğinin sağlanması amacıyla girişilen ve

“uyum yasaları” olarak bilinen yasal değişiklikler içinse bkz. GÖNENÇ, Levent, Ozan ERGÜL ve A. Ersoy

KONTACI: “Yaşayan Anayasa; 2002 Yılı Anayasa Gelişmeleri”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl 15, S.

48 (Eylül-Ekim 2003), s. 123-133.

Page 216: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

kararlılıkla yürümeye devam etmek olduğunu söylemek, kanımızca doğru bir yaklaşım

olacaktır.

Anayasal değerler sistemi söz konusu olduğunda, siyasî ve sivil toplum alanlarına ek

olarak değinilmesi gereken son bir nokta da; “ekonomik toplum alanı”dır. Gerçekten, modern

toplumlar, pek çok iktidar ilişkisinin bir arada bulunduğu ve bu iktidar örgütlenmelerinin iç

içe geçtiği karmaşık yapılardan oluşmaktadır. Bu çalışmanın ana konusunu oluşturan siyasî

iktidar ise, kuşkusuz ki bu iktidarlardan yalnızca bir tanesini ifade etmektedir. Bu anlamda,

siyasî iktidarla toplumdaki diğer iktidar biçimleri arasındaki en önemli etkileşim alanlarından

biri de; siyasî iktidarın ekonomik yaşam üzerindeki kontrol ve denetim imkânları; başka bir

ifadeyle, siyasî iktidarın ekonomik değerlerin dağıtımında ne ölçüde pay sahibi olduğudur.

Siyasî iktidarın ekonomik yapı üzerinde bu tarz bir kontrol imkânının bulunup bulunmadığı

veya bu kontrol ve yönlendirme imkânlarının kapsamı ise, söz konusu toplumun iktisadî

yapısının temel niteliklerini belirlemektedir. Kısacası, siyasî ve sivil toplum alanları,

doğrudan doğruya siyasî iktidarın ele geçirilmesi ve kullanımıyla ilgili değerlerden oluşurken,

“ekonomik toplum alanı” ise, siyasî iktidarla, ekonomik değerlerin dağıtım süreci arasındaki

ilişkiyi ifade etmektedir.

Avrupa Birliği, kuruluşundan bu yana, serbest piyasa ekonomisini temel değerlerinden

biri olarak benimsemiştir. Özel mülkiyete, serbest rekabete ve gümrük kısıtlamalarından

arınmış bir iç pazar anlayışına dayanan bu rejim, Birlik mimarinin tartışılmaz ekonomik

özüdür. Aynı zamanda bu alan, tartıştığımız üç temel toplumsal alan içerisinde, Birlik’in

doğrudan müdahalelerine en sık konu olan alandır.

Bu anlamda, böyle bir yapıya dahil olabilmek için gereken asgarî şartlar olan özel

mülkiyet ve miras hakkı ile iş kurma ve serbest girişim özgürlüğü gibi hakların, 1982

Anayasası’nda zaten önceden beri var olduğu şüphesizdir. Bunun dışında, Birlik mevzuatına

uyum sağlama yolundaki ikincil gereklilikler olan, yabancılara mülk satışı gibi unsurların da,

Page 217: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

Türk anayasal sistemine uzak unsurlar olduğu söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla,

prensip olarak, Türkiye’nin ekonomik toplum alanına ilişkin değerler sistemi, Taslak

Anayasa’nın öngördüğü—veya daha doğru bir deyişle; devam ettirdiği—ekonomik toplum

modeline oldukça yakın bir görünüm sergilemektedir.

Bununla birlikte, ekonomik toplum modeli söz konusu olduğunda, sorun, elbette ki

yukarıda sayılan özgürlüklerin tanınmasıyla bitmemektedir. Zira piyasa yönelimli (market

oriented) bu haklar, ekonomik toplum alanının yalnızca bir boyutunu oluşturmaktadır. Bu

toplumsal alanı oluşturan bir diğer önemli boyut ise, sosyal haklar boyutu olmaktadır.

Modernite olarak adlandırılan ve son iki yüzyıllık tarihsel süreçteki ekonomik ve

sosyal dönüşümler sonucunda şekillenen bir yönetim tarzı; devletle toplum arasındaki özel bir

ilişki biçimi olarak tanımlanabilecek olan sosyal devlet321; toplumdaki tüm bireylerin asgarî

bir yaşam standardına sahip olması gerektiğine dayanan bir anlayışı ifade etmektedir. Bu

anlayışın vatandaşlar açısından görünümü ise; devletten bu edimlerini yerine getirmesini

isteme hakkı doğuran “sosyal haklar” olarak biçimlenmektedir. Ancak, daha önce de

değinildiği gibi; ekonomik küreselleşme, Avrupa’nın modern tarihine yayılan sınıf

mücadeleleri sonucunda ve büyük bedeller ödenerek elde edilen sosyal hakları ciddi ölçüde

tehdit etmekte ve Avrupa’yı kuran değerlerin en önemli boyutlarından birini, giderek ikinci

plâna itmektedir. Pazar özgürlükleri olarak da adlandırılan piyasa yönelimli haklar—yani özel

mülkiyet hakkı, özel girişim özgürlüğü ve fikrî mülkiyet hakları gibi—küreselleşmenin ve

neo-liberalizmin yeni gözdeleri olarak, ziyadesiyle ayrıcalıklı bir konumdan yararlanmakta;

buna karşılık pek çok ülkede, bu hakların sosyal haklarla çatışması durumunda, hem

hükümetlerin, hem de yargı mercilerinin piyasa yönelimli haklara üstünlük tanıma eğilimi

gösterdiği görülmektedir.322 Avrupa Birliği ülkeleri de, kuşkusuz ki, bu tartışmaların tam

321 ÖZBEK, Nadir: “Osmanlı’dan Günümüze sosyal Devlet”, Toplum ve Bilim, Sayı 92 (Bahar 2002) s. 9.

322 UYGUN (2003): s. 267.

Page 218: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

ortasında yer almaktadırlar. Bu anlamda, bir yandan pek çok Avrupa ülkesi, gittikçe yaşlanan

nüfus ve sosyal güvenlik harcamalarının finansmanı sorunlarını artan bir yoğunlukla

tartışırken323, diğer yandan da geleceğin Avrupa tasarımı, Taslak Anayasa’nın da gösterdiği

üzere, giderek ölçüsüz bir piyasa vizyonuna kaymaktadır. Bu durumun ise, halihazırda Birlik

üyesi olan ülkelerde yaşanan tartışmaların benzerlerini, Türkiye açısından da tetikleyeceğini

tahmin etmek güç değildir. Zira 1892 Anayasası, siyasî haklar konusundaki bütün

yetersizliklerine rağmen, sosyal haklar konusunda, geniş ölçüde 20. yüzyılın ikinci yarısına

hakim olan refah devleti anlayışına dayanmakta ve devlete, vatandaşların yaşam standardıyla

ilgili önemli görevler yüklemektedir. Her ne kadar, halihazırdaki Birlik mevzuatında, üye

ülkelerdeki sosyal harcamaları açıkça sınırlayan düzenlemeler yer almamaktaysa da, Avrupa

siyasî iklimde rüzgârlar, ciddi kırılmalar yaratacak yönlerden esmeye devam etmektedir. Bu

pencereden bakıldığında ise rahatlıkla söylenebilir ki, muhtemel bir Birlik üyeliğinin zorladığı

ekonomik toplum modeli, Türk anayasal değerler sistemini ve Türk toplumunun yaşam

standardı özlemlerini, ciddi gerilim eksenlerinde test etmeye aday görünmektedir.

323 Bu tartışmaların, çeşitli Batılı medya kaynaklarından derlenen haberler gözüyle bir değerlendirmesi için bkz.

YAVİ, Ersal; Necla YAZICIOĞLU YAVİ: Batı Medyasına ve Kaynaklarına Göre Avrupa Birliği’nin

Önlenemeyen Düşüşü, Yazıcı Yayınevi, İzmir 2004, s. 75-84.

Page 219: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

KAYNAKÇA

AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali ve Levent KÖKER: Tanrı Devlerinden Kral-Devlete, İmge Kitabevi, Ankara 2001

AMIN, Samir: Avrupa Merkezcilik, Bir İdeolojinin Eleştirisi”, (Çev.Mehmet SERT), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993

ANDREWS, William G.: “Constitutionalism and Constitutions”, Constitutions and Constitutionalism, William G. ANDREWS (Ed.), D. Van Nostrand Company, Inc., USA 1961

ARMAOĞLU, Fahir: 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914), Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Dizi-Sayı 169, Ankara 1999

ARSAVA, Füsun: Roma Antlaşmasında Önkarar Prosedürü Çerçevesinde Doğan Sorunlar, AÜSBF ve Basın-Yayın yüksekokulu Yayını, Ankara 1989

ARSAVA, Füsun: “Hangi Avrupa için Ne Kadar Esneklik?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 1 (Güz 2001)

ARSAVA, Füsun: “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 3, Sayı 1 (Güz 2003)

Avrupa Birliği Temel Terimler Sözlüğü (İngilizce-Türkçe), Avrupa Birliği Genel Sekreterliği Yayını, Ankara 2003

BADINTER, Robert: “A European Constitution: Perspectives of a French Delegate to the Constitution”, International Journal of Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003)

BANANI, Dinesh D.: “Reforming History: Turkey’s Legal Regime and its Potential Accession to the European Union”, Boston College International & Comparative Law Review, Vol 26 (2003)

BARRY, Norman: Comparative Federalism: The Case of the European Union, The Center for the New Europe Publications, Belgium 2001

BEATTY, Andrew: “Blair to reaffirm Constitution ‘red lines’”, EU Observer - 10.05.2004

BEETHAM, David: “Auditing Democracy in Britain”, Democratic Audit Paper No. 1, Human Rights Center, University of Essex, Colchester-London 1993

BEETHAM, David: “Key Principles and Indices for a Democratic Audit”, Defining and Measuring Democracy, David BEETHAM (Ed.), Sage Publications, London 1994

BELGE, Murat: “Ortaçağ”, Doğu Batı, S. 14 (2001)

BJØRN, Høyland ve Mark SCHIERITZ: “Theories of European Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004

Page 220: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

BLUHM, William T.: Ideologies and Attitudes: Modern Political Culture, Prantice-Hall Inc., Englewood, Cliffs, New Jersey 1974

BOER, Pim Den, Peter BUGGE ve Ole WÆVER: The History of the Idea of Europe, The Open University, Routledge 1996

BONIME-BLANC, Andrea: “Spain’s Transition to Democracy, The Politics of Constitution-making”, Westview Press, Boulder-London 1987

BOZKURT, Enver, Mehmet ÖZCAN ve Arif KÖKTAŞ: Avrupa Birliği Hukuku, Nobel Yayın-Dağıtım, Ankara 2001

BREWEN, Mark Killian: “The European Union and Legitimacy: Time For a European Constitution”, Cornell International Law Journal, Vol. 34 (2001)

BRINTON, Crane, John B. CHRISTOPHER ve Robert Lee WOLFF: 1453’ten Bugüne Dünya Tarihi ve Çağdaş Uygarlık, (Çev. Mete TUNÇAY), Cem Yayınevi, İstanbul 1982

BUHR, M., W. SCHROEDER ve K. BARCK: Aydınlanma Hareketi ve Felsefesi, (Çev. ve Düz. Veysel ATAYMAN), Birim Yayınları No: 6, İstanbul 1984

CALLEO, David: “A Choice of Europes”, The Naitonal Interest, Spring 2001

CARTER, Caitriona ve Andrew SCOTT: “Legitimacy and Governance Beyond the European Nation State: Conceptualizing Governance in the European Union”, European Law Journal, Vol. 4, No. 4 (December 1998)

CARTER, Richard: “Schröder: Constitution Even Without Ratification”, EUobserver – 26.04.2004

CARTER, Richard: “Referendum Pressure Grows in French”, EUobserver – 10.05.2004

CASTIGLIONE, Dario: “The Political Theory of the Constitution”, Political Studies, XLIV (1996)

CASTIGLIONE, Dario ve Richard BELLAMY: “Introduction: Constitutions and Politics”, Political Studies, Vol. XLIV (1996)

CLAYTON, Jess: “A History of European Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004

CODDAY, Denis: “European Bishops Criticize Constitution for the European Union”, National Catholic Reporter, 4 Haziran 2003

COEN, Vincent ve Ricardo MAESTRI: “Institutional Actors”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004

Council of the European Union: Charter of Fundamental Rights of The European Union; Explanations Relating to the Complete Text of the Charter, Luxembourg: Office for Official Publications of the European Communities, Italy 2001

Page 221: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

CRAIG, Paul: “Constitutions, Constitutionalism and the European Union”, European Law Journal, Vol. 7, No. 2 (June 2001)

ÇAĞLAR, Bakır: “Institutionalization in the New Framework of Europe: Law and Democracy”, Constitutional Jurisdiction - 9, Anayasa Mahkemesi Yayını, Ankara 1992

ÇELEBİ, Aykut: Avrupa: Halkların Siyasal Birliği, Metis Yayınları, İstanbul 2002

ÇELİK, Edip: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Türk Hukukundaki Yeri ve Uygulaması”, İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi, S. 1-3 (1988)

ÇİĞDEM, Ahmet: Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1997

DEHOUSSE, Renaud: “Effectiveness, Openness and Subsidiarity”, Europe, The Impossible Status Quo, Renaud DEHOUSSE (Ed.), (Eng. Translation by Caroline MORGAN) Macmillan Press Ltd., Houndmills-Basingstoke-Hampshire; St. Martin’s Press, New York 1997

d’ESTAİNG, Valéry Giscard: “The Convention and the Future of Europe: Issues and Goals”, International Journal of Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003)

Dictionnaire Larousse, Ansiklopedik Sözlük, Milliyet Yayınları, İstanbul 1994

DINNAGE, James D. ve John F. MURPHY: The Constitutional Law of the European Union, Anderson Publishing Co., Cincinnati 1996

DOĞAN, İzzettin: Türk Anayasa Düzeninin Avrupa Toplulukları Hukuk Düzeniyle Bütünleşmesi Sorunu, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1979

DORAU, Christoph ve Philipp JACOBI: “The Debate over a ‘European Constitution’: Is it Solely a German Concern?”, European Public Law, Vol. 6, Issue 3 (2000)

DOUGLAS-SCOTT, Sionaidh: Constitutional Law of the European Union, Longman, Harlow 2002

DUCHACEK, Ivo: National Constitutions; A Functional Approach, Comparative Politics, Vol. 1, No. 1 (October 1968)

DUCHACEK, Ivo: “Constitution/Constitutionalism”, The Blackwell Encyclopedia of Political Institutions, Vernon BOGDANOR (Ed.), Blackwell 1987

DUVERGER, Maurice: Siyasî Rejimler, (Çev. Teoman TUNÇDOĞAN), Gelişim Yayınları, İstanbul 1974

ELEFTHERIADIS, Pavlos: “Aspects of European Constitutionalism”, European Law Review, Vol. 21, No.1 (February 1996)

ELKIN, Stephen, L.: “Constitutionalism: Old and New”, A New Constitutionalism, Political Institutions for a Good Society, Stephen L. ELKIN ve Karol Edwards SOLTAN (Eds.), The University of Chicago Press, Chicago 1993

Page 222: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

ELLIOT, T.S.: “Avrupa Kültürünün Birliği”, (Çev. Mine HAYDAROĞLU), Cogito, S. 39 (Bahar 2004)

ERIKSEN, Erik Oddvar: “Why a Charter of Fundamental Rights in the EU?”, Ratio Juris, Vol.16, No. 3 (September 2003)

ESTEBAN, Maria Luisa Fernandez: The Rule of Law in the European Constitution, Kluwer Law International, The Hague-Boston 1999

European Integration and Supranational Governance, W. SANDHOLTZ ve Alec STONE-SWEET (Eds.):, Oxford University Press, Oxford 1998

EVERSON, M: “The Legacy of the Market Citizen”, New Legal Dynamics of European Union, J. SHAW ve G. MORE (Eds.), Oxford University Press, Oxford 1995

FINER, Samuel .E.: “Notes Towards a History of Constitutions”, Constitutions in Democratic Politics, Vernon BOGDANOR (Ed.), Aldershot Publishing Co., Gover 1988

FISCHER, Joschka: “From Confederacy to Federation: Thoughts on the Finality of European Integration”, C. JOERGES, Y. MENY ve J.H.H. WEILER (Eds.): What Kind of Constitution for What Kind of Polity, European University Institute, Badia-Fiesolana 2000

FLANZ, Gisbert H.: XIX. Asır Avrupasında Anayasa Hareketleri, Anayasacılık Hareketlerinin Mukayeseli Olarak İncelemesine Giriş, (Çev. Necat ERDER, Şerif MARDİN ve Aydın SİNANOĞLU), Ankara Üniversitesi Siyasî Bilgiler Fakültesi – New York University, Graduate School of Public Administration and Social Sciences Müşterek Yayınlar Serisi No. 2, Ankara 1956

FRANKENBERG, Günter: “The Return of the Contract: Problems and Pitfalls of European Constitutionalism”, European Law Journal, Vol. 6, No. 3 (September 2000)

FRIEDRICH Carl, J.: Constitutional Government and Democracy: Theory and Practice in Europe and America, Ginn and Company, Blaisdell 1968

FRIEDRICH, Carl, J.: The Philosophy of Law in Historical Perspective, The University of Chicago Press, Princeton 1969

GARCIA, J.J.F.: “Flexible Integration”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004

GEMALMAZ, Mehmet Semih: “Ulusalüstü Hukuk Düzeni:Avrupa Topluluğu ve İnsan Hakları”, AÜSBF Dergisi, Cilt XLVI, Sayı 1 (1991)

GILMAN, Amanda: “Fundamental Rights”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004

GONZALES, Jose Palacio: “The Principle of Subsidiarity (A Guide for Lawyers with a Particular Community Orientation)”, European Law Review, Vol. 20, No. 4 (August 1995)

GÖKBERK, Macit: Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1998

Page 223: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

GÖLCÜKLÜ, Feyyaz ve Şeref GÖZÜBÜYÜK: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan Kitabevi, Ankara 1996

GÖNENÇ, Levent: Anayasa Hukukunda Yeni Eğilimler; Milletlerarası Anayasa Hukuku, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1994

GÖNENÇ, Levent: “Meşruiyet Kavramı ve Anayasaların Meşruiyeti Problemi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 50, Sayı 1 (2001)

GÖNENÇ, Levent: Prospects For Constitutionalism in Post-Communist Countries, Kluwer Law International, The Hague, The Netherlands 2002

GÖNENÇ, Levent ve Ozan ERGÜL: “Yaşayan Anayasa; 2001 Yılı Anayasa Gelişmeleri”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl 15, S. 1 (2002)

GÖNENÇ, Levent, Ozan ERGÜL ve A. Ersoy KONTACI: “Yaşayan Anayasa; 2002 Yılı Anayasa Gelişmeleri”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl 15, S. 48 (Eylül-Ekim 2003)

GÖZLER, Kemal: Kurucu İktidar, Ekin Kitabevi, Bursa 1998

GÖZÜBÜYÜK, Şeref: Anayasa Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara 2002

GRIEF, Nicholas: “The Domestic Impact of the European Convention on Human rights as Mediated Through Community Law”, Public Law, Winter 1991

GRIMM, Dieter: “Does Europe Need a Constitution?”, European Law Journal, Vol. 1, No. 3 (November 1995)

HABERMAS, Jürgen: “Citizenship and National Identity, Some Reflections on the Future of Europe”, Praxis International, Vol.12, No.1 (April 1992)

HABERMAS, Jürgen: “Remarks on Dieter Grimm’s ‘Does Europe Need a Constitution?’”, European Law Journal, Vol.1, No. 3, (November 1995)

HABERMAS, Jürgen: “Why Europe Needs a Constitution?”, New Left Review, Vol. 11 (September-October 2001)

HALTERN, Urich: “Pathos and Patina: The Failure and Promise of Constitutionalism in the European Imagination”, European Law Journal, Vol 9, No. 1 (February 2003)

HANÇERLİOĞLU, Orhan: İnanç Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1975

HARTLEY, T.: Constitutional Problems of the European Union, Hart Publishing, Oxford-Portland 1999

HAY, Denys: Europe, The Emergence of an Idea, Edinburgh University Press, Edinburgh 1968

HEKİMOĞLU, Mehmet Merdan: “Avrupa Birliği Hukuku ve 1982 Anayasasına Göre Egemenlik”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, C. 2, S. 6 (2003)

Page 224: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

HEYWOOD, Andrew: Political Ideologies; An Introduction, Macmillan Press Ltd., London 1998

HEYWOOD, Andrew: “Demokrasi”, (Çev. Bircan ÖZTÜRK), Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar, Atilla YAYLA (Ed.), Siyasî Kitabevi, Ankara 1999

HEYWOOD, Andrew: Key Concepts of Politics, St. Martin’s Press, Great Britain 2000

HILF, M.: “The Protection of Human Rights”, European Law and the Individual, Francis Geoffrey JACOBS (Ed), North-Holland Pub. Co., Amsterdam 1976

HIRST, Paul: “The European Union at the Crossroads: Integration or Decline?”, Democracy and Constitutional Culture in the Union of Europe, R. BELLAMY, V. BUFACCHI ve D. CASTGLIONE (Eds.), Lothian Foundation Press, London 1995

HOF, Ulrich Im: Avrupa’da Aydınlanma, (Çev. Şebnem SUNAR), AFA Yayıncılık, İstanbul 1995

HOLMES, Stephen: “Liberalism for a World of Ethnic Passions and Decaying States”, Social Research, Vol. 61, No. 3 (Fall 1994)

HOLMES, Stephen: “Constitutionalism”, Encyclopedia of Democracy, Seymour Martin LIPSET (Ed.), Congressional Quarterly Inc., Washington D.C. 1995 [1995-a]

HOLMES, Stephen: “Conceptions of Democracy in the Draft Constitutions of Post-Communist Countries”, Markets, States and Democracy; The Political Economy of Post-Communist Transformation, Beverly CRAWFORD (Ed.), Wetview Press, Boulder - Colorado 1995 [1995-b]

HOLMES, Stephen: Passions and Constraint – On the Theory of Liberal Democracy, The University of Chicago Press, Chicago-London 1995 [1995-c]

IVISON, Duncan: “Pluralism and the Hobbesian Logic of Negative Constitutionalism”, Political Studies, Vol. XLVII (1999)

KELLERMANN, Alfred: “Türkiye’nin A.B.’ye Entegrasyon Sürecinin Anayasal Boyutları”, Avrupa Birliğine Katılımın Ulusal Hukuk Sistemleri Üzerindeki Etkisi, T.C. Adalet Bakanlığı - T.M.C. Asser Enstitüsü Ortak Semineri, Ankara 12-13 Aralık 2003, Sunum Metinleri

KIRCHHOFF, Paul: “The Balance of Powers Between National and European Institutions”, European Law Journal, Vol. 5, No. 3 (September 1999)

KOOPMANS, T.: “European Public Law, Reality and Prospects”, Public Law, Spring 1991

KRASNER, Stephen D.: “Sovereignty - History of the Concept”, Foreign Policy, January 2001

LA TORRE, Massimo: “Citizenship, Constitution and the European Union”, European Citizenship, An Institutional Challenge, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The Hague 1989

Page 225: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

LA TORRE, Massimo: “The Law Beneath Right’s Feet. Preliminary Investigation for a Study of the Charter of Fundamental Rights of the European Union”, European Law Journal, Vol. 8, No. 4 (December 2002)

LAFFAN, Brigit: “The Politics of Identity”, Journal of Common Market Studies, Vol. 36., No. 1 (1996)

LEANERTS, Koen: “Some Reflections on the Separation of Powers in the European Community”, Common Market Law Review, Vol. 11 (1991)

LIPPOLIS; Vincenzo: “European Citizenship: What it is and What it could be?”, European Citizenship; An Institutional Challenge”, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The Hague 1998

LISBET, Kirk: “Swedes Want a Say on New EU Constitution”, EUobserver – 04.05.2004

LOCK, Grahame: “Impossible Europe? Problems and Contradictions in the European Idea”, Nederlands Tijdschrift voor Rechtsfilosofie en Rechtstheorie, Vol. 13 (1995)

LOUGHLIN, John: “The Regional Question, Subsidiarity and the Future of Europe”, Whose Europe? National Models and the Constitution of the EU, Said Business School, Oxford University, April 25-27, 2003, Session Papers & Abstracts

MacCORMICK, Neil: “Beyond The Sovereign State”, Modern Law Review, Vol 56 (1993)

MADDOX, Graham: “A Note on the Meaning of ‘Constitution’ ”, The American Political Science Review, Vol. 76 (1982)

MADDOX, Graham: “Constitution”, Political Innovation and Conceptional Change, Terence BALL, James FARR ve Russell H. HANSON (Eds), Cambridge University Press, Cambridge - New York 1989

MAHONY, Honor: “Poles May Call referendum on Constitution”, EUobserver – 28.04.2004 [2004-a]

MAHONY, Honor: “Europe must take itself seriously, says top Brussels envoy”, EUObserver – 29.07.2004 [2004-b]

MAHONY, Honor: “Row over Christianity in the Constitution Heats up”, EUobserver – 24.05.2004 [2004-c]

MAHONY, Honor: “Petition for Christianity in the Constitution”, EUobserver – 14.04.2004 [2004-d]

MAJONE, Giandomenico: “Europe’s ‘Democratic Deficit’: The Question of Standards”, European Law Journal, Vol. 4, No. 1 (Mart 1998)

MANCINI, Frederico: “The Making of A Constitution for Europe”, Common Market Law Review, Vol. 26 (1989)

McDONALD, Lee Cameron: Western Political Theory Part-I, Ancient and Medieval, Harcourt Brace Jovanovich, Inc., USA 1968

Page 226: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

McDONALD, Lee Cameron: Western Political Theory Part-II, From Machiavelli to Burke, Harcourt Brace Jovanovich, Inc., USA 1968

MORROW, John: History Of Political Thought, A Thematic Introduction, Macmillan Press LTD, Malaysia 1998

NENTWICH, Michael ve Gerda FALKNER: “Intergovernmental Conference 1996: Which Constitution for the Union?”, European Law Journal, Vol. 2, No. 1 (March 1996)

NEUNREITHER, Karlheinz: “The Democratic Deficit of the European Union: Towards Closer Cooperation between the European Parliament and the National Parliaments”, Government and Opposition, Vol. 29 (1994)

NICOLAIDIS, Kalypso: “Our European Demoi-cracy. Thoughts on the Constitutional Debate”, Whose Europe? National Models and the Constitution of the EU, Said Business School, Oxford University, April 25-27, 2003, Session Papers & Abstracts

ONAR; Erdal: “Türkiye’nin Başkanlık veya Yarı Başkanlık Sistemine Geçmesi Düşünülmeli midir?”, Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, Türkiye Barolar Birliği Yayını, No 12, Ankara 2001

ÖZBEK, Nadir: “Osmanlı’dan Günümüze sosyal Devlet”, Toplum ve Bilim, Sayı 92 (Bahar 2002)

ÖZBUDUN, Ergun: Demokrasiye Geçiş Sürecinde Anayasa Yapımı, Bilgi Yayınevi, Ankara 1993

ÖZBUDUN, Ergun: Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara 2002

ÖZDEMİR, Sahir: Avrupa Topluluğunda İkincil Mevzuat ve Karar Alma Usulleri, Ankara 2001

PANTELİS, Antonis: “Yunan Anayasası’ndaki Yeni Değişiklikler”, Anayasa Reformları ve Avrupa Anayasası, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankara 2002

PAZARCI, Hüseyin: Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, Ankara 2004, s. 27.

PESCATORE, P.: “International Law and Community Law; A Comparative Analysis, Common Market Law Review, (1970)

PETERSMANN, Ernst-Ulrich: “Proposals for a Constitution for the European Union: Building-Blocks for a Constitutional Theory and Constitutional Law of the EU”, Common Market Law Review, Vol. 32 (1995)

PRENTOULİS; Nikos: “On the Technology of Collective Identity: Normative Reconstructions of the Concept of EU Citizenship”, European Law Journal, Vol. 7, No. 1 (June 2001)

POGGI Gianfranco: Çağdaş Devletin Gelişimi; Sosyolojik Bir Yaklaşım, (Çev. Şule KUT ve Binnaz TOPRAK), Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1991

Page 227: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

PORTER, Roy: The Enlightenment; Studies in the European History, The Macmillan Press Ltd., Hong Kong 1992

RAKOVE, Jack: “Europe’s Fathers (European Union Proposed Constitution)”, Foreign Policy, September-October 2003

REICH, Norbert: “A European Constitution for Citizens: Reflections on the Rethinking of Union and Community Law”, European Law Journal, Vol. 3, No. 2 (June 1997)

REICH, Norbert. “Union Citizenship - Metaphor or Source of Rights?”, European Law Journal, Vol 7, No. 1 (March 2001)

ROSENFELD, Michel: “The European Convention and Constitution Making in Philadelphia”, International Journal of Constitutional Law, Vol. 1, No. 2 (2003)

RUDOLF, Beate: “European Union”, International Journal of Constitutional Law, Vol 1, Issue 1 (January 2003)

RUSSELL, Peter, H.: Constitutional Odyssey: Can Canadians Become a Sovereign People?, University of Toronto Press, Toronto 1992

SARTORI, Giovanni: “Constitutionalism: A Preliminary Discussion”, The American Political Science Review, Vol. 56, No. 4 (1962)

SARTORI, Giovanni: “Comment on Maddox”, The American Political Science Review, Vol. 78 (1984)

SARTORI, Giovanni: Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (Çev: Tunçer KARAMUSTAFAOĞLU ve Mehmet TURHAN), Yetkin Yayınevi, Ankara 1993

SAWARD, Michael: “Democratic Theory and Indices of Democratization”, Defining and Measuring Democracy, David BEETHAM (Ed.), Sage Publications, London 1994

SCHMIDT, Igno: “Europe: on the Rise to Hegemony or Caught in Crisis?”, Monthly Review, February 2003

SCHMIDT, H.D.: “The Establishment of ‘Europe’ as a Political Expression”, The Historical Journal, Vol . IX, No. 2 (1966)

SCHMITTER, Philippe C ve Terry Lyn KARL: “Demokrasi Nedir, Ne Değildir?”, (Çev. Levent GÖNENÇ), Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar, Atilla YAYLA (Ed.), Siyasî Kitabevi, Ankara 1999

SCHMITTER, Philippe, C.: “Constitutional Engineering by ‘Process’ not ‘Product’: ‘Which Europe’ Will Come Out of the Convention?”, Whose Europe? National Models and the Constitution of the EU, Said Business School, Oxford University, April 25-27, 2003 [2003–a], Session Papers & Abstracts

SCHMITTER, Philippe: “Democracy in Europe and Europe’s Democratization”, Journal of Democracy, Vol. 14, No. 4 (October 2003) [2003-b]

Page 228: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

SCHÖPFLIN, George: “The Political Traditions of Eastern Europe”, Daedalus, Vol. 119, No:1 (Winter 1990) Aynı makale için ayrıca bkz. Eastern Europe… Central Europe… Europe, Stephen GRAUBARD (Ed.), Westview Press, Boulder 1991

SCOTT, Joanne ve David TRUBEK: “Mind the Gap: Law and New Approaches to Governance in the European Union”, European Law Journal, Vol. 8, No. 1 (Mart 2002)

SENCER, Muzaffer: “Uluslararası Hukukun Türk Hukukundaki Yeri”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, S. 93 (Mart 1998)

SKINNER, Quentin: The Foundations of Modern Political Thought, Volume Two: The Age of Reformation, Cambridge University Press, Great Britain 1992

SMITH, Brendan: Constitution Building in the European Union, Kluwer Law International, Bomin-Cornwall 2002

SMITH, J. ve W. WALLACE: “Democracy or Technocracy? European Integration and the Problem of Popular Consent”, West European Politics, Vol. 18, No. 3 (1995)

SNYDER, Francis: “Dimensions and Precipitates of EU Constitutional Law”, European Law Journal, Vol 8, No. 3 (September 2002)

“Society for the Protection of Unborn Children (Ireland) Ltd. v. Grogan: Irish Abortion Law and the Free Movement of Services in the European Community” (Comment), Fordham International Law Journal, Vol. 15 (1991-1992)

SOYSAL, Mümtaz: 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı; 1982 Anayasası’na Bilimsel Yaklaşım, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1986

Summary Of The Draft Constitutional Treaty Drawn up by The Convention, Europe Information Service 2003

TANİLLİ, Server: Uygarlık Tarihi, Çağdaş Dünyaya Giriş, Say Yayınları, İstanbul 1981

TANÖR, Bülent; Necmi YÜZBAŞIOĞLU: 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001

TEASDALE, Anthony: “Subsidiarity in Post-Maastricht Europe”, Political Quarterly, Vol. 64, Issue 2, (1993)

TEZCAN, Ercüment: Avrupa Birliği Hukuku’nda Birey, İletişim Yayınları, İstanbul 2002

TEZİÇ, Erdoğan: Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul 2003

The Economist – Çeşitli Sayılar

The Guardian – Çeşitli Sayılar

TIILIKAINEN, Teija: “The Problem of Democracy in the European Union”, A Citizens’ Europe; In Search of a New Order, Allan ROSAS ve Esko ANTOLA (Eds.), Sage Publications, Cambridge 1995

TILLY, Charles: Avrupa’da Devrimler 1492-1992, AFA Yayıncılık, İstanbul 1995

Page 229: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

TURHAN, Mehmet: “Anayasa ve Anayasacılık”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 27, Sayı 3 (Eylül 1994)

UYGUN, Oktay: “Küreselleşme ve Değişen Egemenlik Anlayışının Sosyal Haklara Etkisi”, Anayasa Yargısı, S. 20, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara 2003

WALKER, Nail: “Sovereignty and Differentiated Integration in the European Union”, European Law Journal, Vol. 4, No. 4 (December 1998)

WARD, Ian: “The European Constitution and the Nation State”, Oxford Journal of Legal Studies, Vol. 16, No. 1 (1996)

WATKINS, Frederick: The Age of Ideology – Political Thought, 1750 to the Present, Prentice-Hall, Inc., Englewood, Cliffs, New Jersey 1964

WATKINS, Frederick: The Political Traditions of The West, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts 1967

WEBER, Max: “The Types of Authority”, Theories of Society, T. PARSONS, E. SHILS, K.D. NAEGELE ve J.R. PITTS (Eds.), The Free Press, New York 1961

WEILER, J.H.H.: “European Citizenship - Identity and Differentity”, European Citizenship, An Institutional Challenge, Massimo LA TORRE (Ed.), Kluwer Law Int., The Hague 1989

WEILER, J.H.H.: “The Transformation of Europe”, Yale Law Journal, Vol. 100 (1990-1991)

WEILER, J.H.H., U.R. HALTERN ve F.C. MAYER: European Democracy and its Critics”, West European Politics, Vol. 18, No. 3 (1995)

WEILER, J.H.H.: “Does Europe Need a Constitution? Demos, Telos and the German Maastricht Decision”, European Law Journal, Vol. 1, No. 3 (November 1995)

WEILER, J.H.H.: “European Neo-Constitutionalism: In Search of Foundations for the European Constitutional Order”, Political Studies, XLIV (1996)

WEILER, J.H.H.: “The Least-Dangerous Branch: a Retrospective and Prospective of the European Court of Justice in the Arena of Political Integration”, The Constitution of Europe: Do the New Clothes Have an Emperor?, Cambridge University Press, Cambridge 1999

WEILER, J.H.H.: “Editorial: Does the European Union Truly Need a Charter of Rights?”, European Law Journal, Vol. 6, No. 2 (June 2000)

WEILER, J.H.H.: “Federalizm ve Anayasacılık: Avrupa’nın Sonderweg’i”, (Çev. T.K.), Cogito, Sayı 36 (Bahar 2004)

WHEARE, K.C.: Modern Anayasalar, (Çev. Mehmet TURHAN), Değişim Yayınları, İstanbul 1984

Page 230: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

WIENER, Antje ve Vincent Della SALA: “Constitution-making and Citizenship Practice – Bringing the Democracy Gap in the EU?”, Journal of Common Market Studies, Vol 35, No. 1 (December 1997)

WILKINSON, Michael A.: “Civil Society and the Re-Imagination of European Constitutionalism”, European Law Journal, Vol. 9, No. 4 (September 2003)

WINCOTT, Daniel: “Does the European Union Pervert Democracy? Questions of Democracy in New Constitutionalist Thought on the Future of Europe”, European Law Journal, Vol. 4, no. 4 (December 1998)

WYATT, D.: “New Legal Order, or Old?”, European Law Review, Vol. 7 (1982)

XYIDAS, Alexis ve Riccardo MAESTRI,: “Institutional Processes”, The Student’s Guide to European Integration, J.J.F. GARCIA, Jess E. CLAYTON ve Christopher HOBLEY (Eds.), Polity Press, Padstow-Cornwall 2004

YAVİ, Ersal; Necla YAZICIOĞLU YAVİ: Batı Medyasına ve Kaynaklarına Göre Avrupa Birliği’nin Önlenemeyen Düşüşü, Yazıcı Yayınevi, İzmir 2004

YAYLA, Atilla: “Liberalizm ve Demokrasi: Mükemmel Olmayan Birliktelik, Tahammülü Güç Ayrılık”, Sosyal ve Siyasî Teori, Seçme Yazılar, Atilla YAYLA (Ed.), Siyasî Kitabevi, Ankara 1999

YÜZBAŞIOĞLU, Necmi: “Oluşturulmakta Olan Avrupa Anayasası Doğrultusunda 1982 T.C. Anayasasında Yapılması Gereken Değişiklikler”, Anayasa Reformları ve Avrupa Anayasası, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankara 2002

ZABUNOĞLU, Yahya, Kazım: Bir Hukuk ve Siyasal Bilim Problemi Olarak Devlet Kudretinin Sınırlandırılması, AÜHF Yayınları No: 185, Ankara 1963

ZERVAKIS, Peter: “The Post-Nice Process: Towards a European Constitution?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Sayı 1, No 3 (Güz 2002)

Page 231: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

KISALTMALAR

A.A.E.T Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu

A.B. Avrupa Birliği

A.B.D. Amerika Bileşik Devletleri

A.E.T. Avrupa Ekonomik Topluluğu

A.G.İ.K. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı

A.İ.H.S. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

A.K.Ç.T Avrupa Kömür Çelik Topluluğu

A.T.A.D. Avrupa Toplulukları Adalet Divanı

A.Ü.S.B.F. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

Bkz. Bakınız

BVerfGE Bundesverfassungsgericht

C. Cilt

Çev. Çeviren

dn. Dipnot

Düz. Düzenleyen

E.C.J. European Court of Justice

Ed. Editor/Editör

Eds. Editors

E.U. European Union

f. Fıkra

m. Madde

M.Ö. Milattan önce

No. Number

Örn. Örneğin

s. Sayfa

S. Sayı

T.A. Taslak Anayasa

T.C. Türkiye Cumhuriyeti

U.S.A. The United States of America

v. Versus

Page 232: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

vd. ve devamı

Vol. Volume

Page 233: HAZIRLAYAN ALİ ERSOY KONTACIacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/274/566.pdf · girişiminin pratik olarak “mümkün” olup olmadığı soruları olacaktır. Üçüncü bölümde ise,

TABLOLAR:

Tablo 1: Avrupa Halklarının Avrupa Anayasası’nın Yapım Sürecine

Katılım İmkânları...................................................................................................s.108

Tablo 2: Amsterdam Antlaşması Uyarınca Konsey’de Geçerli Olan Oy Dağılımı

ve Nitelikli Çoğunluğun Hesaplanması................................................................s. 175

Tablo 3: Nice Antlaşması Uyarınca Konsey’de Geçerli Olacak Oy Dağılımı

ve Nitelikli Çoğunluğun Hesaplanması.................................................................s. 176

Tablo 4: Taslak Anayasa ile Nitelikli Çoğunluk Sistemine Geçilen Alanlar......................s. 181