Upload
others
View
30
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C.
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İKTİSAT ANABİLİM DALI
GENEL İKTİSAT PROGRAMI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
İKTİSAT BİLİMİ VE METODOLOJİK BİR SINAMA:
NİTEL VE NİCEL TEKNİKLER ÜZERİNE BİR
DEĞERLENDİRME
Avni Önder HANEDAR
Danışman
Prof. Dr. Recep KÖK
2007
ii
Yemin Metni
Yüksek Lisans Tezi olarak sunduğum “İktisat Bilimi ve Metodolojik Bir
Sınama: Nitel ve Nicel Teknikler Üzerine Bir Değerlendirme” adlı çalışmanın,
tarafımdan, bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı düşecek bir yardıma başvurmaksızın
yazıldığını ve yararlandığım eserlerin kaynakçada gösterilenlerden oluştuğunu,
bunlara atıf yapılarak yararlanılmış olduğunu belirtir ve bunu onurumla doğrularım.
08/08/2007
Avni Önder HANEDAR
iii
YÜKSEK LİSANS TEZ SINAV TUTANAĞI
Öğrencinin Adı ve Soyadı : Avni Önder HANEDAR Anabilim Dalı : İktisat Programı : Genel İktisat Tez Konusu : İktisat Bilimi ve Metodolojik Bir Sınama: Nitel ve Nicel Teknikler Üzerine Bir Değerlendirme Sınav Tarihi ve Saati : …………./………../………. Yukarıda kimlik bilgileri belirtilen öğrenci Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün …………………….. tarih ve ………. sayılı toplantısında oluşturulan jürimiz tarafından Lisansüstü Yönetmeliği’nin 18. maddesi gereğince yüksek lisans tez sınavına alınmıştır. Adayın kişisel çalışmaya dayanan tezini ………. dakikalık süre içinde savunmasından sonra jüri üyelerince gerek tez konusu gerekse tezin dayanağı olan Anabilim dallarından sorulan sorulara verdiği cevaplar değerlendirilerek tezin, BAŞARILI OLDUĞUNA Ο OY BİRLİĞİ Ο DÜZELTİLMESİNE Ο* OY ÇOKLUĞU Ο REDDİNE Ο** ile karar verilmiştir. Jüri teşkil edilmediği için sınav yapılamamıştır. Ο*** Öğrenci sınava gelmemiştir. Ο** * Bu halde adaya 3 ay süre verilir. ** Bu halde adayın kaydı silinir. *** Bu halde sınav için yeni bir tarih belirlenir. Evet Tez burs, ödül veya teşvik programlarına (Tüba, Fulbright vb.) aday olabilir. Ο Tez mevcut hali ile basılabilir. Ο Tez gözden geçirildikten sonra basılabilir. Ο Tezin basımı gerekliliği yoktur. Ο JÜRİ ÜYELERİ İMZA …………………………… □ Başarılı □ Düzeltme □ Red ……………... ………………………………□ Başarılı □ Düzeltme □Red ……….......... …………………………...… □ Başarılı □ Düzeltme □ Red ……….……
iv
ÖZET
Yüksek Lisans Tezi
İktisat Bilimi ve Metodolojik Bir Sınama: Nitel ve Nicel Teknikler Üzerine Bir Değerlendirme
Avni Önder HANEDAR
Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı
Genel İktisat Programı
Kıt kaynak ve sonsuz ihtiyaç ön kabulleri çerçevesinde, günümüzde
hâkim iktisadın ilkelerine bağlı olarak ortaya çıkan eleştirel ve destek yönlü çabalar giderek anlam kazanmaktadır. Tüm insan faaliyetlerinin, özellikle de günümüzde toplumsal eylemin çekirdeği haline gelmiş iktisadî faaliyetlerin, tekçi (pozitivist) bir yaklaşım tarafından ele alınması iktisat biliminin üstüne gölge düşürmektedir. Nitekim hâkim iktisadi yaklaşım ile iktisadî faaliyetin, sadece bireyin bakış açısına indirgenerek açıklanması; değer yargısı ve sübjektivite gibi unsurların iktisadın incelediği nesnenin bir özelliği olmaktan çıkarılmasına neden olmaktadır.
İktisadi analizde yaşanan birçok metodolojik gelişme -doğrulamacılık,
yanlışlamacılık, araçsal rasyonalizm- ve özellikle iktisat metodolojisinde araçsal rasyonalizmin egemen olması, teorilerin oluşturulmasında kullanılan varsayımların sorgulanmasının bırakılmasını, sadece önceden kurulmuş denklemlerin öngörülerinin teoriler hakkında belirleyici olmasını sağlamaktadır. Bununla birlikte, iktisadi gerçeğin sentetik (yani değer yargısı taşıyan) önermeleri hatırlanırsa; matematiğin analitik önermeleri (aksiyomatik-başlangıç kabulleri olan), iktisadi analize gittikçe hâkim olmaktadır. Kısaca, araçsal bağlamda ekonometri ile bir değerlendirme yapıldığında, başlangıç varsayımlarının ve değer yargılarının tekrar üretildiği bir yapı yaratılmaktadır.
Bu çalışmada ilk olarak, hâkim iktisat paradigmasının temel özellikleri
açıklanmakta ve iktisatta yaşanan metodolojik dönüşümler dikkate alınarak, iktisadın bilimsel zemini hakkında değerlendirme yapılmaktadır. İkinci bölümde ise, tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan ekonometrik yaklaşımlara yer verilmektedir. Bu şekilde, hâkim iktisadın ekonometri ile sahip olduğu ortak varsayımlar ve ampirik yöntemin sosyal bilimlerdeki eksiklikleri dikkate alınarak, bu durumun kapalı bir sistem oluşturarak hâkim toplumsal sistemin sürekliliğine ve alternatifsizliğine nasıl katkı sağladığı üzerinde durulmaktadır. Sonuç kısmında da, genel bir değerlendirme yapılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: İktisat Felsefesi, Ampirizm, Totoloji, Ekonometri, İş Çevrimleri Teorisi
v
ABSTRACT
Master Thesis
Economics and a Methodological Questioning: An Evaluation of Qualitative and Quantitative Techniques
Avni Önder HANEDAR
Dokuz Eylül University
Institute of Social Sciences Department of Economics
General Economics Program
The general laws of mainstream economics, with the presumptions of scarce resources and unlimited wants, are being questioned. Handling all human activities, especially economic activities that are the core of the all social activities are investigated with a positivist science approach is an important problem. Because ignoring value judgments and subjectivity, and being evaluated simpler as biological feature of human beings the economic activity is only being explained by individual perspective.
Many methodological developments experienced in economic analysis
like instrumentalism caused ignorance of the questioning of the presumptions of mainstream economics. It is well known that the success of theories is evaluated by means of their predictions in the instrumentalism. However, there is no doubt that economic concepts fall into analytical and tautological propositions whose are based on a priori imagination or convention. Therefore, the assumptions of theories are ignored and not tested, and this approach serves the hardening of mainstream hard core.
In the first part of the study the main characteristics of the mainstream
economics’ paradigm, is explained and an evaluation of the scientific background of economics is given by considering the methodological transformations in economics. The second part is dedicated to the historical development of the econometric approaches. By this way, it is tried to explain reasons of the predominance of one method and paradigm of economics theory. Shortly, a general evaluation of the study is given in the last part of the study.
Key Words: Philosophy of Economics, Empiricism, Tautology, Econometrics, Business Cycle Theory
vi
BİR BİLİM OLARAK İKTİSAT VE METODOLOJİK BİR SINAMA;
NİCELİKSEL VE NİTELİKSEL SINAMA TEKNİKLERİ ÜZERİNE BİR
DEĞERLENDİRME
YEMİN METNİ ii TUTANAK iii ÖZET iv ABSTRACT v İÇİNDEKİLER vi KISALTMALAR viii TABLO LİSTESİ ix ŞEKİL LİSTESİ x GİRİŞ xi
BİRİNCİ BÖLÜM
İKTİSAT BİLİMİNİ TANIMLAMA OLGUSU,
TEMEL METODOLOJİK EĞİLİMLER VE SORUNLAR
1.1. İktisadın Bir Bilim Olarak Tanımlanması Sorunu 1
1.2. İktisat Bilimine Yönelik Ortam: Hâkim İktisadi Bakış Yönlü
İktisada Bir Değerlendirme 14
1.3. İktisat Biliminde Temel Metodolojik Eğilimler ve Sorunlar 40
1.3.1. İktisat Biliminin Temel Sorunsallığına Yönelik Yaklaşımlar 43
1.3.1.1. Pozitif ve Normatif Ayrım Yönlü Yaklaşımlar 43
1.3.1.2. Sebep ve Neden Karşıtlığına Yönelik Yaklaşım:
İktisatta ve Ekonometride Nedensellik 48
1.3.1.3. Sosyal Bilimlerde ve İktisatta Natüralist Yaklaşım:
Soyutlaştırma, İdealleştirme, İndirgemecilik ve
Ceteris Paribus 53
1.3.1.4. İktisadın Stratejisine ve Yapısına Yönelik Yaklaşım 58
1.4. İktisat Biliminde Temel Metodolojik Dönüşümler 61
1.4.1. İktisat Biliminde Tümdengelim 62
1.4.2. İktisat Biliminde Pozitivizm, Araçsalcılık ve Popperci Görüşler 67
1.4.3. İktisat Biliminde Eklektizm ve Eleştirel Okullar 75
vii
İKİNCİ BÖLÜM
YÖNTEM OLARAK AMPRİZMİN (EKONOMETRİNİN) İKTİSATTA
GELİŞİMİ VE HÂKİM İKTİSAT
2.1.Deneyci Yöntemin (Ampirizm) Hâkim İktisat Anlayışına Katkısı 105
2.1.1.Deneyci Yöntemin Tarihsel Gelişimi 112
2.1.2.Deneyci Yöntem ve Ekonometri İlişkisi 116
2.2. Hâkim İktisat, Kapalı Bir Sistem Olarak İktisat Teorisi ve Ekonometri:
Toplumsal Yapının Dönüşümü 139
2.2.1.Kapalı Bir Sistem Olarak İktisat Teorisi 142
2.2.2.Hâkim İktisat Teorisi ve Ekonometri İlişkisi 150
GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ 175
KAYNAKLAR 193
viii
KISALTMALAR
AR Otoregresif (Ardışık Bağımlı) Süreçler
ARMA Ardışık Bağımlı Hareketli Ortalamalar
ARIMA Ardışık Bağımlı Bütünleşik Hareketli Ortalamalar
D-N Dedüktif-Nomolojik
LSE London School of Economics
LM Lagrange Çarpanı
MA Hareketli Ortalamalar
OPEC Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği
VAR Vektör Otoregresif Model
SVAR Yapısal Vektör Otoregresif Model
ix
TABLO LİSTESİ
Tablo 1: Niceliksel ve Niteliksel Yöntemler s. 82
x
ŞEKİLLER LİSTESİ
Şekil 1: Gerçekliliğin Farklılığının Algılanması s.80
Şekil 2: Teori ve Gerçeklik s.99
Şekil 3: Toplumsal Üretim Olarak Bilim s.100
Şekil 4: Ders Kitabı (Textbook) Yaklaşımı s.128
Şekil 5: Zaman Serisi Yaklaşımı s.130
Şekil 6: LSE (London School of Economics) Yaklaşımı s.131
Şekil 7: Piyasa ve Piyasa Sistemini Kurgulanması s.148
Şekil 8: İktisatta Bireysel ve Sosyal Alanların Etkileşimi s.154
xi
GİRİŞ
İnsanın gelişim sürecine bağlı olarak, insan ilk aşamalarda, ilkel mantık
kurgusu ile olayların derinliğine inememiş; belirsizliğin hâkimiyeti altında yüzeysel
bilgi, ön yargılar ve bunların yarattığı felsefi gelenek (a prioriorizm) bilgi üretim
sürecine egemen olmuştur. Bu tip bilgi, önce ilk çağ filozoflarının, kilisenin ve
benzeri odakların yarattığı egemenlik alanlarında görülmüş ve ilkel toplumsal iş
bölümü ile birlikte önem kazanmıştır. Ancak daha sonrasında, mesleki bilgiyi
sahiplenen loncaların ortaya çıkması gibi toplumsal iş bölümündeki değişmelerle ve
özerk bir kurum olarak akademinin ve aydınların gelişimi ile birlikte, bilimsel
bilginin deneysel anlamıyla (a posteriorizm) önemli bir mesafe kazandığı
görülmüştür. Bu nedenle de skolâstik bilgi, toplum üzerindeki etkisini ya önemli
ölçüde yitirmiş ya da deneysel bilginin kontrolünde farklı bir anlam (analitik bilgi)
kazanmıştır. Özellikle 16. yüzyıl sonrasında toplumsal işbölümündeki değişmeler
sonucunda a priori bilgiye olan güvensizliğin yükselişi ve erken yeniçağ bilginlerinin
ortaya çıkışı, bilgi üretme uğraşını ve felsefeyi (Doğa Felsefesi) farklı bir mecraya
taşımıştır. Bu değişim, deneye dayalı bilgiye olan ihtiyacının artması, bilginin yeni
kurumları olan üniversitelerin farklılaşması ve bilgi profesyonellerinin doğuşu ile
belirginlik kazanmıştır. Yani bilgi üreten kurumların evrimi dikkate alındığında, ilk
başta kilisenin ve daha sonra da ona karşıt bir kurum olarak modern üniversitenin var
oluşu ile bu ikilemin açıklanmaya çalışıldığı bilinmektedir.
Bilimsel düşüncenin gelişimi dikkate alındığında, bazı yapılar (bilimin
nesneleri) kesin açıklamalar ile betimlenebilirken; bazı yapılar ise belirsizlik sarmalı
içinde tıkalı kalmıştır. Başka bir deyişle, bazı kavramlar için ölçme tekniklerinin
yetersiz olması, bazı nesnelerin duruma göre değişken olması ve bazılarını da ifade
etmek için kullandığımız kavramların belirsizlik arz etmesi, bilimsel sınıflama
açısından doğa bilimlerinden farklı bir kategori ile karşılaşılmasına neden olmuştur.
Yani doğa bilimlerinin kavramlarına göre daha az gelişmiş (ya da göreli olarak
gerçeğe daha yakın) ve betimlediği (tasvir etmeye çalıştığı) özne nedeniyle de
belirsizliği yoğun olduğu iddia edilen bu muğlâk kavramlar ve nesneler, bu nedenle
insan bilimleri veya sosyal bilimler adı altında oluşturulan disiplinler ailesine terk
xii
edilmiştir. Bu şekilde, doğa bilimlerinden ayrı sosyal, tarihsel, kültürel bilimler veya
belirsizin bilimleri adıyla anılan bir kategori alanı oluşmuştur. Ancak pek çok zaman,
bu alana ilişkin gerçekliğin yapısındaki karmaşıklık, tekdüze olmaması ve
kestirilmesindeki güçlük; bu bilimsel faaliyetin tali veya kötü bir bilim alanı olarak
adlandırılmasına yol açmıştır. Genellikle de, kesinlik ideolojisi gibi bir
epistemolojinin yardımı ile bu alan, bilimsel, kesin veya iyi bir inceleme alanı haline
gelebilmek için doğa bilimlerine yapılan analojilerle yapısını ve araçlarını, doğa
bilim kültürüne benzetmek zorunda kalmıştır. Bu bağlamda, belirsizin bilimlerinin
kesinlik gibi bir amacı barındıran epistemolojik araçlarla, var oluşundan sahip olduğu
geniş ontolojik düzlemini kaybettiği ve biçimci (formalist) açıklamalara hapsolduğu
söylenebilir. Sonuçta, doğa bilimlerine ilişkin epistemolojik kaygılar; belirsizin
bilimlerinin (tarih, iktisat, sosyoloji v.b.) kaderini de belirlemektedir.
İktisat için bu durum değerlendirildiğinde, doğanın istikrarlı işleyiş ilkeleri ve
yasaları, iktisat açısından istikrarlı insan davranışlarında anlamını bulmuştur. Öyle ki
iktisat bir bilim olarak, gerek epistemolojik gerekse ontolojik açıdan, doğa bilim
kategorisine giren bilimlerden önemli ölçüde farklılıklar taşımasına rağmen,
günümüzde doğa bilimlerine en çok yakınlaşan sosyal bilim olmuştur. Ancak iktisadi
faaliyetin tarihsel ve sosyal şartların ürünü olarak algılanmasının gerekliliği, iktisadı
belirli (Exact) bilimlere göre daha belirsiz (Inexact) kılmaktadır. Yani iktisadın
incelemiş olduğu nesnenin deney ortamına hapsedilememesi veya hapsedilse bile
mevcut yapısından yapılar, mekanizmalar gibi önemli ve gözlemlenmesi zor hatta
imkânsız unsurları kaybetmesi, kesinliğin ideolojisinin iktisatta yararlılığının
sorgulanmasını gerekli kılmaktadır. Bununla birlikte iktisatta gerçeklik sorunu
yaratan diğer bir durumda, iktisadın hâkim paradigmasının kaynağını piyasa
ekonomisinin ilkelerinden almasıdır. Dolayısıyla, iktisadın beslenme kaynağının bu
şekildeki bir zemine dayalı olması, iktisadi faaliyetin geniş bir ontoloji ile ele
alınmasını engelleyen bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle
iktisadın temel çıkış noktasının, iktisadi sistemin kapitalizme evrildiği bir tarihsel
düzleme isabet etmesi, bilimsel bir faaliyet olarak iktisadın amaçlarının da bu temele
göre inşa edilmesine neden olmaktadır. Yani iktisat, çoğu zaman temelini borçlu
olduğu ilişkileri sorgulamak yerine, onları rasyonel insan varsayımda olduğu gibi
nesnel neden olarak kabul ederek açıklamalarına taşımaktadır. Kısaca günümüzde
xiii
iktisat, kesinlik ideolojisinin ve varlığını borçlu olduğu toplumsal sistemin elinde,
Borges’in haritasının pençesindeki gerçek dünyanın yok olması gibi gittikçe ortadan
kaybolmaktadır. Ancak diyalektik olarak bu durum, alternatif yaklaşımlar ölçeğinde,
iktisatta deneysel olmayan ya da gözlenemeyen unsurlara dayanan yöntemlerin
öneminin artmasına da neden olmaktadır. Başka bir deyişle bu etkileşim, değer
yargısını barındıran, politik ve politik olmayanın ayrıştırılmasında zorluklar
yaşanılan ve toplumsal yapının ihtiyaçlarına göre yeniden üretilen bir alan olarak
iktisadın, çoğulcu bir düzlemde incelenmesi gerekliliğini de ortaya çıkarmaktadır.
Bu çalışmada, ilk olarak iktisattaki temel dönüşümler ışığında iktisadın
tanımlanmasına çalışılacak, daha sonra genelleştirici teori (general theory) üretme
sürecinden hareketle iktisadın, Adam Smith’den Neoklasik dönüşüme belli bir
ölçüde yapıla gelmiş tanımlarının, teorilerinin oluşumu ve varsayımlarının arka
planları üzerinde durulacaktır. Böylece bir taraftan iktisadın bir bilim olarak
tanımlanmasındaki güçlüklerin ortaya konulmasına, diğer taraftan da iktisadi
faaliyetin hâkim tanıma göre aldığı biçimin nedenlerinin değerlendirilmesine
çalışılacaktır. Bu bağlamda, iktisadın son dönemde yaşanan gelişimi de dikkate
alınarak, iktisadi gerçeğin hâkim iktisada göre yapılan tanımının hem kesinlik
ideolojisi hem de tarihsel süreç olarak piyasa ekonomisi ile bağlantıları ele
alınacaktır. Bununla birlikte, bu bölümün devamında iktisadın bilim olma
serüveninde yaşadığı dönüşümler, temel düşünce sistemlerinin yarattığı ortam
değerlendirilerek açıklanmaya çalışılacaktır. Başka bir deyişle, iktisatta var olan
temel metodolojik sorunlar ve metodolojik dönüşümler çerçevesinde, iktisat
teorilerinin epistemolojik ve ontolojik gelişiminin bilim felsefesindeki yeri ele
alınacaktır. Böyle bir yöntemle, iktisatçının bilgisini nasıl oluşturduğu sorgulanarak,
doğruyu oluşturmada ve doğruyu değerlendirmede karşılaşılan sorunlar
incelenecektir. Bu tip bir inceleme yapılırken, özellikle pozitif ve normatif iktisat
ayrımı, nedensellik gibi kavramsal yapıların değerlendirilmesinin yanı sıra, iktisadın
eklektizm, natüralizm (doğalcılık) gibi bilim felsefesiyle açılımını ele alan okullara
yer verilecek ve iktisatçının doğruyu değerlendirirken kullandığı ölçütlere ilişkin
yaklaşımlar incelenecektir.
İkinci bölümde, iktisat açısından istatistikî ve matematiksel metotların ve bir
bütün olarak ampirizmin gelişimi incelenecek ve ekonometrinin yöntem olarak
xiv
hâkim iktisadın üretimine katkısı sorgulanmaya çalışılacaktır. Burada, bilimsel
olarak ampirizmin gelişimi ve ona duyulan ihtiyaç ortaya konulmaya çalışılacaktır.
Bu bağlamda, ampirizmin iktisattaki sert çekirdeği olan ekonometri, iş çevrimleri
teorilerindeki gelişmeler yardımıyla değerlendirilecektir. Bu değerlendirmeler
yapılırken ilk olarak, iktisadi bilginin doğruluğu açısından test edilebilirlik ve deneye
dayalı yöntemin gerçeği bir bütün olarak ne kadar ve ne doğrulukta karşıladığı
tartışmaya açılacaktır (Fallacy). İktisadi gerçeğin değerlendirilmesinde, teorik
varsayımların (Homo-Economicus, Close ve Open System) ve deneye dayalı yöntem
varsayımlarının (Randomness, Continuity, Stability, Predictability) karşılıklı olarak
değerlendirilmesi bu açıdan önem arz etmektedir. Böylece çalışma bir taraftan iktisat
teorisi üretme sürecinin ideolojik öğelerle ve değer yargısı temelli yargılarla teorik
tekçiliği destekleyip desteklemediğini (Ontologic Closure), diğer taraftan da hâkim
iktisadın ön kabullerinin deneye dayalı yöntemlerin varsayımları ile birleşerek,
büyük bir totoloji sarmalına (Epistemic Fallacy) sebep olup olmadığını
değerlendirmelerine taşıyacaktır.
Sonuç olarak, çalışmanın ilk kısmında iktisattaki temel dönüşümler ışığında
iktisadın tanımlanmasına çalışılacak, daha sonrasında iktisatta var olan temel
metodolojik sorunlar ve metodolojik dönüşümler çerçevesinde, iktisat teorilerinin
epistemolojik ve ontolojik gelişiminin bilim felsefesindeki yeri değerlendirilecektir.
İkinci ve son bölümde ise ekonometrinin, iş çevrimleri teorileri ile etkileşimli bir
şekilde gelişim sürecinin ve hâkim iktisada ekonometrinin katkısının
değerlendirilmesine çalışılacaktır.
1
BİRİNCİ BÖLÜM
İKTİSAT BİLİMİNİ TANIMLAMA OLGUSU, TEMEL METODOLOJİK
EĞİLİMLER VE SORUNLAR
Bu bölümde, ilk olarak iktisattaki temel dönüşümler ışığında iktisadın
tanımlanmasına çalışılmakta, daha sonra genelleştirici teori (general theory) üretme
sürecinden hareketle iktisadın Adam Smith’den Neoklasik dönüşüme belli bir ölçüde
yapıla gelmiş tanımlarının, teorilerinin oluşumu ve varsayımlarının arka planları
üzerinde durulmaktadır. Bununla birlikte, çalışmanın devamında, iktisatta var olan
temel metodolojik sorunlar ve dönüşümler çerçevesinde, iktisat teorilerinin
epistemolojik ve ontolojik gelişiminin bilim felsefesindeki yeri ele alınmaktadır. Bu
tip bir inceleme yapılırken, özellikle pozitif ve normatif iktisat ayrımı, nedensellik
gibi kavramsal yapıların değerlendirilmesinin yanı sıra, iktisadın eklektizm,
natüralizm gibi bilim felsefesiyle açılımını ele alan okullara yer verilmektedir. Bu
bağlamda, bu bölümün amacı, Klasik iktisat ve ardıllarının iktisada getirmiş
oldukları hâkim unsurların, tanımlama düzeyinde tespit edilmesi ve felsefi okulların
yaklaşımları ile iktisadın zeminin anlamının ortaya çıkarılmasıdır.
1.1. İktisadın Bir Bilim Olarak Tanımlanması Sorunu
İktisat felsefesi açısından, iktisada yapılan tanımlamalar dikkate alındığında,
bir bilim dalı olarak iktisadın bir çatışma alanıyla karşı karşıya olduğu bilinmektedir.
Çünkü iktisat, malların üretimi, değişimi, bölüşümü ve tüketimi ile ilgili bir faaliyet
alanı olduğu kadar, toplumdaki hâkim ideolojilerin yeniden üretilmesini de
içermektedir. Bu tanımlamalar ve kavramlar, birçok açıdan belirsizlik taşıdığından,
iktisatçıların bunlar üzerine tartışmaları ve anlaşmazlıkları, hâkim ideolojinin
çözümlenebilmesi açısından gittikçe büyük bir önem kazanmaktadır. Özellikle de
günümüzde iktisadın evrildiği nokta dikkate alındığında, iktisadi faaliyet konusunda
ifade edilen görüşlerin, gittikçe daha fazla oranda benzeştiğini söylemek
mümkündür. Bu açıdan, bir toplumsal alan olarak iktisadi faaliyetin tanımlanması
gittikçe bir sorun halini almaktadır. Çünkü Klasik iktisattan Neoklasik iktisada pek
2
çok farklı okul, iktisadi faaliyeti çeşitli dayanak noktalarından hareketle tanımlamaya
çalışmış ve bunun sonucu olarak da, Klasik, Neoklasik, Keynezyen iktisat gibi birçok
iktisadi yaklaşımın üstünde uzlaştığı genel bir tanıma ulaşıldığı iddia edilmiştir.
Ancak iktisadın uzlaşı sağlandığı iddia edilen tanımı, çok fazla sayıda tartışmaya da
öncülük etmektedir. Bu tartışmaların ortaya çıkmasının en önemli nedeni, hâkim
iktisadın, tanımlamasının desteğini aldığı hâkim politik ve bilimsel sistemin bakış
açısından iktisadi faaliyeti tek tipleştirmesi gibi bir eğilimin ortaya çıkmış olmasıdır.
Başka bir deyişle, hâkim iktisat olarak adlandırılan ve iktisadın tanımı konusunda
uzlaşı sağladığını varsayan okulların paradigması, bir taraftan sosyal unsurların
ekonomik yapıya indirgendiği ekonomi toplumlarının (Polanyi, 2000; 101) tekçi
yapısından, diğer taraftan da doğaya ve insanın insana gittikçe etkin bir şekilde
hükmetmesinin yolunu açan teknik ve dolayısıyla da iktidar olarak pozitivist bilimin
rasyonellik kültüründen (Habermas, 1993; 34, 37) beslenmektedir.
Bu bağlamda, incelenmesi gereken ilk nokta, pek çok iktisadi okulun üstünde
uzlaşma sağladığını iddia ettiği hâkim tanımın, kaynaklarının ve sınırlarının
belirlenmesidir. Çünkü iktisadi faaliyetin ne olmadığına ilişkin bir açılımın
sağlanması ve tanımlanmasındaki biçimciliğin (darlığın) ortaya konulabilmesi, ancak
hâkim kurgu açısından yapılan tanımlamanın sınırlarının ne olduğunun, nasıl ve
neden ortaya çıktığının anlaşılması ile mümkündür. Bu nedenle de Kurt (1993;
16)’un hâkim bakış açısından iktisada biçilen role ya da iktisadın bilim olarak
sınırlarına getirdiği açıklama, hâkim iktisadın eğiliminin ne olduğu konusunda bir
açılım sağlayabilecektir:
“İktisadın bilimselleşmesi iktisadın etik köklerinden koparılmasına neden olmuştur. 20.
yüzyılda, hâkim iktisat bu tür bir indirgemeciliği (reduction) büyük ölçüde kabul ettirmiştir.
İktisat teorisi de bu şekilde iktisadi süreçleri inceleyen pozitif bir bilim olarak kabul
görmektedir. … İktisattaki “olması gereken (ought)” ifadeleri (moral unsurlar) bu şekilde
araştırma alanının dışına atılmıştır.”
Buna ilave olarak, Boulding (1981; 30), iktisat biliminin mekanist bir bilimsel
yaklaşımın hâkimiyetine girmesiyle birlikte bu günkü duruma ve tanıma evrilmesinin
yöntemine işaret etmektedir:
“ iktisadın, sadece orta çağ düşüncesinin moral felsefesi ve safsatasından kurtularak bilim
olabileceği iddiası, iktisatçılar tarafından yoğun bir şekilde savunulmaktadır.”
3
İktisadın gerçeklikten, yani hayata dair moral (skolâstik) unsurlardan gittikçe
uzaklaştığı ve bunun genel bir kabul gördüğü tespit edildiğine göre, artık bu ölçüde
gerçekten uzak (moral değerlerden yoksun) bir anlatım biçimi olarak iktisadın, niçin
ve neye dayanarak hâkim olduğunun değerlendirilmesi gerekmektedir. Gramsci
(2007; 171, 172)’den alınan aşağıdaki paragraf şüphesizdir ki, sorunun cevabını
bulabilmek açısından önemli bir açılım sunmaktadır:
“Nesnellik daima “insan bakımından” nesnelliği anlatır. Bu da “Tarihsel olarak öznel”
anlamına uygun düşer. Başka bir deyimle “nesnel” “evrensel öznel” anlamına gelir. İnsan,
tek bir kültür sistemi içinde tarihsel olarak birleşmiş olan insan türü için gerçek olduğu
ölçüde dünya hakkında bilgi edinir. Fakat bu tarihsel birleşme ancak insan toplumunu bölen
iç çelişkiler sona erdiği zaman gerçekleşecektir. Bu çelişkiler, grupların meydana gelişinin ve
evrensel olmayan, somut ideolojilerin koşuludur. Fakat bu tarihsel birleşim süreci bu
ideolojilerin temelinin pratik kökenini derhal geçersiz hale getirir. Buna göre nesnellik için
bir mücadele yapılmaktadır. …Deneysel bilim şimdiye kadar böyle bir kültür birliğinin en
büyük yaygınlığa ulaştığı zemini sağlamıştı: “Fikri” birleştirmekte, bunu daha evrensel hale
getirmekte en çok katkıda bulunan bir bilgi öğesiydi; en çok nesnelleşmiş, en somut şekilde
evrenselleşmiş öznellikti.”
Böylece hâkim iktisadın sözde hâkimiyet iddiasının ve evrenselliğinin arkasındaki
unsurun, kendisini piyasa değerleri teolojisi (tarihsel öznelliği) ekseninde
nesnelleştirdiğine inandırmasının ve aynı zamanda genelleştiğini veya hâkimleştiğini
(en çok evrenselleşen öznellik olduğunu) iddia etmesinin olduğunu söylemek
mümkündür. Başka bir deyişle, hâkim iktisat tarihsel olarak açıklaması gereken olgu
olan piyasa ilkelerini, neden olarak kabul ederek analiz yapmakta ve bu açıklamanın
kapitalist sisteme özgü olmasından aldığı güçle nesnelleşmektedir. Çünkü bu yolla
iktisat, iktisadi faaliyeti kendi dışında ve kendisine yabancılaşmış, yani nesnelleşmiş
olarak (Marx, 2003; 20) tanımlama gücüne sahip olmaktadır. Soruna, iktisat ve bilim
arasındaki etkileşim göz önünde bulundurularak bakıldığında, iktisadın insan ve
toplum gibi belirsiz bir özneyi1 inceleme konusu yapmasına rağmen, doğa bilimleri
kültürünün kesinlik ideolojisinin belirsizlik fikrini rahatsız edici kılması sonucunda
(Moles, 2002; 21, 22), doğa bilimlerine ait bir kesinlik fikrini taşımak zorunda
bırakıldığı görülebilmektedir. Çünkü belirsiz bir iktisat tanımının, bilim olarak 1 Althusser (2006; 40, 41, 42), iktisat gibi sosyal bilimleri nesnesiz bilimler olarak isimlendirmektedir. Althusser (2006)’in bundan kastı, sosyal bilimlerin nesnelerinin “yanıbaşında” oluşu, yakalamak istedikleri ya da kendi kendine belirlemek istedikleri nesnenin paradoksal biçimde, var olmaması nedeniyle yakalanamaması, yani nesnelerin belirsiz olmasıdır.
4
iktisada sağlayabileceği bir pratik fayda bulunmamaktadır. Başka bir şekilde
söylemek gerekirse, iktisadın tanımlarını kesinleştirdiği ölçüde toplumsal yapı
üzerinde kontrol yetisine sahip olacağı şüphesizdir. Moles (2002; 21, 22, 32, 33),
belirsizin bilimlerinin ikincil konumlarını tanımlamaktaki ve meşrulaştırmaktaki
işlevi açısından kesinlik ideolojisini şu şekilde açıklamaktadır:
“Bu ideoloji, oldukça ustaca yerleştirilmiştir; eğer kesin olan iyi, harika ve çok iyiyse, bunun
sonucu olarak belirsiz olan kaba, kötü ve çok kötüdür. Burada, hiçbir epistemolojinin
doğrulamadığı bir eşdeğerlik anlayışı bilgi dünyasına sızmaktadır; belirsiz, sadece belirlinin
karşıtı değil, üstelik kötüdür; çünkü belirli olma iyidir ve dolayısıyla belirsiz olan tüm şeyler,
düşünceye layık değildir… Bedava oluş veya bağdaştırma zevki dışında, zihinsel çalışmanın
temel itici güçlerinden biri, insanın içinde bulunduğu alanın apaçıklığı / açık seçik
görünürlüğü /aşikârlığı (evidence) ya da inandırıcılığıdır; bu aşikâr oluş, ansal (enstantane) ve
içseldir… Zihinde, her bir parça veya ikna aşaması arasında sürekli bir mücadele cereyan
eder; sanki bir tür entelektüel ahlak polisi, zihnin hareket tarzının, az ya da çok evrensel olan
ve oluşmuş bilimin yapısını da yöneten bir mantığın kurallarına uyup uymadığını her an
denetlemektedir.”
Yani iktisadın bir bilim olarak tanımı ve kesin sınırlarının belirlenmesindeki
zorluğun varlığı veya sosyal özneye ilişkin bir belirsizlik kültürünü bünyesinde
taşıması gerçeği, iktisadi faaliyetin hâkimiyet çabalarının ve entelektüel ahlak
polisinin odağında yer almasına zemin hazırlamıştır. Başka bir deyişle, iktisat
pozitif-normatif tartışmaları içinde kendini pozitif bilginin iktidarına teslim etmiştir.
Ancak iktisadın belirsiz ya da nesnesiz bir bilim olması, doğa bilim kültürünün
araçları (kesinlik, kontrol için matematik kullanımı gibi) ile iktisadın kurduğu
ilişkilerin fizikteki gibi organik olmaktan ziyade, teknik ve dışsal bir ilişki olmasına
neden olmaktadır. Dolayısıyla, iktisattaki bu yetersizlikler veya nesnesiz olma
durumu, onun pozitivizm gibi felsefik argümanları ideolojik vekiller olarak büyük
ölçüde tüketmesine yol açmaktadır (Althusser, 2006; 40, 41, 42). Bu bağlamda,
hâkim iktisatça iktisadi faaliyetin bu düzlemde inşa edilme çabası, kontrol, kestirim
ve belirsizlikleri azaltma gibi belirli amaçlar ve sonuçlar için teori üretme ve
değerlendirme faaliyetlerini kapsayan göreli ve pozitivizm kaynaklı bir unsur olarak
anlaşılmalıdır (MacKenzie, 1978; 48). Başka bir şekilde söylemek gerekirse,
iktisadın pratik amaçlar sağlanması bakımından tanımlanması, doğaya ve insanın
insana gittikçe etkin bir şekilde hükmetmesinin yolunu açan araç olan pozitivist
bilimin (Habermas, 1993; 34, 37), kontrol ve kestirim gibi bilişsel çıkarlarının ( veya
5
ilgilerinin) (cognitive interests) varlığı ile anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla,
iktisatçıların inceledikleri toplumsal faaliyeti, yani iktisadi çabayı atomisite,
homojenlik gibi kurgularla biçimlendirmeleri ve iktisadın moral değerlerden
uzaklaşması bu çıkarlarla anlam kazanmaktadır. Bununla birlikte, “iki kültür”
arasındaki bölünmeden (Snow, 2003) kendi içinde yaşadığı tanımsal gerilimler ile
payını alan iktisadın, moral değerlerden kurtularak doğa bilimcilerin kesinlik kültürü
lehine kazandığı tanımlaması, hem epistemolojik hem de ontolojik konulara ilişkin
birçok sorunun varlığını da beraberinde getirmektedir. Çünkü pozitivist bilimin
nesneyi kontrol edebilmek pahasına nesne ile özne arasında yarattığı mesafe, iktisat
açısından moral değerlerden kopuk bir değerlendirme sürecinin de başlangıcını
yapmaktadır. Bununla birlikte, bu tip bir yönelimin varlığı, farklı ve hâkim olan
tanımın evrensellik iddiasına karşıt bir iktisadi tanımlamaya ilişkin odaklarında
oluşmasını teşvik etmektedir. Özellikle iktisadın, hâkim teorinin yapmış olduğu
evrensel görünümlü tanımdan kurtarılarak üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkilerinin
ait olduğu zaman ve toplumsal fikir zemininde öznelleştirilmesi ile yeryüzüne
indirilebileceğini iddia eden görüşler ve tanımlar bu açıdan önem kazanabilmektedir.
Bu çerçevede, Kök (1999; 7) iktisadı etkinlik ölçütüne indirgeyerek şöyle
tanımlamaktadır:
“İktisat, ahenk içinde yaşabilmek için tüketim, üretim ve mübadele etkinliğini inceleyen bir
bilimdir.”
Hâkim unsurların iktisatta var olma nedenlerinin anlaşılması açısından iktisat,
tanımlama düzeyinde incelenirse, hâkim iktisadın ne olduğuna ilişkin imayı Robbins
(1932; 1–21)’in çalışmasında zikrettiği ve günümüz iktisadının temel taşı olmuş
iktisat tanımında bulmak mümkündür:
“iktisat, sonsuz insan isteklerinin sınırlı kaynaklarla karşılanması zorunluluğu nedeniyle, bu
kaynakların alternatif kullanım olanakları arasındaki dağılımlarla ilgilenilmesidir.”
Bu tanımlama, insan eylemlerini dar bir kalıba hapsetmesi nedeniyle iktisadi
faaliyetin biçimsel bir şekilde açıklanmasıdır (Polanyi, 2003; 101). Yani iktisadın bu
şekildeki tanımı, hâkim iktisadın, ebedi ve ezeli bir bilgi formu olmasından ziyade,
kapitalizmin kültürel dayanaklarına ve piyasa ekonomisi ilkelerine bağlı olduğunu
gösterebilmektedir. Bu bağlamda, Robbins (1932)’e yapılan gönderme sonrasında,
hâkim iktisadın öngördüğü toplumsal ilişki formunun sıradanlığının ve
6
kadüklüğünün ortaya konulması, iktisadın tanımının kapitalizme özgülüğünü
anlamada önem arz etmektedir. Bu nedenle de İnsel (1990; 24)’in hâkim iktisadi yapı
içerisindeki toplumsallık açısından yaptığı yorum bu durumu anlamamızı
kolaylaştırabilir:
“İktisat alanından tanımlanan toplumsallık meta değişimi dışında ıssız bir çöldür. İktisadi
insan metanın karşılığı olan değeri elden çıkarınca, toplumsal ilişkisini tüketir. Değişimde
bulunan iki tarafın toplumsallığı sona ermiştir. Birbirlerine karşı yükümlülükleri kalmadığı
gibi, birbirleri için anlamlarını da yitirmişlerdir. En hızlı yolla oradan uzaklaşmaya, ilişkiyi
unutmaya çabalarlar… Toplumsal ilişkinin yeniden üretimi, iktisadi alan içinde
rastlantısaldır. Başka bir deyişle, toplumsallığın yeniden yaratılmasının güvencesini iktisat
vermez. Burada sadece geçici olarak bulunan insan parçaları vardır. Bunlar insan
parçasıdırlar; çünkü kendilerini insan kılan vasıflarının çoğunu yadsıyıp, sadece değişim
aracı cephesiyle toplumun önüne çıkmaktadırlar. Diğer vasıflar sahibinin arkasında ve
bilinçaltında, resmi toplumun gözünden ırak, yarı utanılan, saklanmasından ayrı zevk alınan
bir gizlilik içinde, her şeye rağmen toplumsalı yaratmaya devam ederler. Arada sırada
bunlar, bilinçaltına atılanın geri döndüğü irrasyonel fışkırmalar şeklinde, iktisadi insana
kendinden gizlemeye çalıştığı yaşam temelini hatırlatır. Ama iktisadi toplumun algılama ve
kanalize etme olanaklarını aştığı için, bu fışkırmaların genelinde gerçekten de irrasyonel
olmaları kaçınılmazdır.”
Nitekim Robbins (1932), yaptığı tanımlama ile iktisadın incelediği noktayı dar ve
biçimci bir alana taşımıştır. Çünkü onun, iktisadi insan faaliyetlerini, sadece
kapitalizm sorunsalı ekseninde görmesi ve ebedileştirmesi şeklindeki bu yaklaşımı,
üretimin, tüketimin, bölüşümün ve değişimin farklı formlarının iktisatta görmezden
gelinmesine veya irrasyonel fışkırmalar olarak görülmesine neden olmuştur. Tam bu
esnada, iktisadın bu dar tanımla kapsayıcı gözükmese bile söylemek istediği her şeyi
yansıttığını belirtmek mümkündür. Çok sık duyulan iktisadın gelişmiş bir ülke bilimi
olup az gelişmiş ülke koşullarını dikkate almaması eleştirisi, aslında iktisadın
gelişmiş bir ekonomiye dayanan piyasa ilişkilerinden bir bakışla, kendini
tanımlaması gerçeğini ortaya koymaktadır. Buna ilave olarak, iktisadın az gelişmiş
olana doğru genişlemesi, gelişmemiş mekânında az gelişmişlikten kurtulacağına
ilişkin bir vaadi içermesi nedeniyle iktisadın kurduğu hâkimiyet ilişkilerini ve bunun
kaynaklarını göz önüne serebilmektedir. Çünkü Persky (1995; 222), Bagehot
(1879)’dan yaptığı alıntı ile iktisadi faaliyetlerin temelinin ticaret yani alım satım
faaliyetleri olduğunu söylemekte ve bu faaliyetlerin gelişmesi ve yayılması
7
sonucundaki evrimsel bir değişimin, iktisadi insan psikolojisini, sadece asıl çıktığı
toplumlara değil tüm insanlığa genelleyebilecek bir düzeye kesin bir doğru olarak
ulaştırabileceğini ifade etmektedir (Persky, 1995; 222). Bu şekilde, hâkim iktisadın
iktisadi faaliyete ilişkin tanımı dar ve biçimci bile olsa, ticaretle ortaya çıkan
benzeşme olgusu, iktisadın taşıdığı evrensellik iddiasının ve tanımına duyduğu
sonsuz güvenin kaynağını anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Yani Braudel (2004; 512,
516)’in “üretimin toplumsal tutarlılığı” dediği fiili durumun, kapitalizme ve piyasa
ekonomisine özgü olan ilişkileri, ister gelişmiş isterse az gelişmiş olsun tüm alanlara,
doğa yasası olarak dayatması, iktisadın hâkim tanımı konusundaki ısrarını ve
Marksist, Keynezyen v.b. iktisadi okulların önermelerine ve paradigmalarına bilimsel
olmadıkları şeklinde (irrasyonel fışkırmalar) gösterdiği tavrını anlamayı olanaklı hale
getirmektedir:
“Kapitalist aktörler “sert yönetici otoritelerini” ,geçmişte olduğu gibi onları “siyasal ve dinsel
efendiler” haline getiren bir hiyerarşiden değil de, yalnızca üretici olarak sahip oldukları
toplumsal işlevlerinden ötürü sağlamaktadırlar. Bunun anlamı “üretimin toplumsal
tutarlılığının kendini… Bireysel irade karşısında çok güçlü bir doğal yasa olarak
kanıtlamasıdır.”
Ancak hâkim iktisat olarak isimlendirilen yekpare bir iktisat teorisinden bahsetmek
mümkün olmamaktadır. Çünkü ortak ilkeler bağlamında derin benzeşmeler olmasına
rağmen, sistemin pratikteki farkı düzlemlerde karşılaştığı sorunlar, bir kısım hâkim
iktisat ekolüne mensup okulun çok üst düzeyde teoriye önem vermesine; diğer bir
kısmının da uygulamayı daha fazla önemsenmesine sebep olmuştur. Yani bu
yaklaşım çeşitliliği hâkim değerlerden kopuşu temsil etmekten ziyade, amaçlar
etrafında araçsal bir çeşitliğin varlığını ifade etmektedir. Bu nedenle, hem teorik hem
uygulamalı çalışmaların mikro ve makro iktisat diye ayrılmasında olduğu gibi, farklı
iktisadi nedenlere dayalı ayrışmalar iktisat teorisinde tespit edilebilir. Bununla
birlikte, hâkim ya da ortodoks olarak isimlendirilen iktisadın birçok kolu mevcut olsa
da, temelde bu çeşitli ekollerin anlaştıkları ortak nokta, piyasa ekonomisinin
değerleri eksenindeki kadük bir toplumsal yapı tanımlamasının ve araçlar bütününün
referans alınması gerekliliğidir. Bu bağlamda, hâkim iktisadın farklı kollarının var
olmasına rağmen sahip olduğu sert çekirdeğin niteliklerinin değişmezliğine ilişkin
olarak Lange (1935; 189–201) şöyle demektedir:
8
“...genel denge teorisi fiili problemlerin çözülebilmesi için karmaşık bir ekonomik yaşamın
basitleştirilmesi ve soyut hale getirilmesini amaç edinmektedir. Hâkim (burjuva) iktisat(ı)
kapitalist bir organizasyonun bireysel mantaliteye dayalı bir açıklaması olarak pratikteki
uygulamalara da daha yatkındır… Hâkim (burjuva) iktisat(ı) kapitalizmin tarihsel eğilimini
incelerken üretimin büyük ya da küçük ölçekli olarak yapılması durumunu veya eğilimini
değil, kendisine serbest rekabeti savunabilecek zemini yaratabilecek ve de tekelleşme
eğilimlerini gizleyebilecek sabit ölçeğe dayalı bir üretim tipine dayalı bir eğilime
dayanmaktadır... Avusturalya, Marshall ve Lozan Okulu tarafından geliştirilen iktisat
teorileri, belli bir sabit verinin ışığı altında ekonomik süreci analiz ederken, statik bir analiz
olarak, fiyatların ve miktarların kendi kendilerine değişmesi yoluyla sağlanan ayarlanmanın
yol açtığı bir denge analizini zorunlu olarak kullanır. Ancak veriler, tüketici tercihlerini
göstermesi bağlamında psikolojik, üretim fonksiyonları ile ilgili olması açısından teknik ve
üretim faktörlerinin mülkiyetinin dağılımı ve biçimleri ile bankacılık ve para sistemlerini
dikkate alması anlamında kurumsal özelliklere sahip olması nedeniyle iktisat dışı unsurlara
dayanmaktadırlar. Verilerde meydana gelecek değişmelerin analizi; iktisat tarihine ilişkin bir
değerlendirmeyi gerektirirken, genel denge teorisine dayalı bir iktisat çoğunlukla teorilerini
oluştururken sadece Robinson Crusoe örneğine dayalı bir çıkarsamada bulunduğundan,
kurumsal anlamda dâhil olmak üzere verilerdeki bu çeşitliliği içerememektedir...... Dengeye
bağımlı olarak kurgulanmış bir iktisat teorisi zorunlu olarak da evrimci bir yaklaşımın
reddine sebep olmaktadır. İktisat teorisi kurgularını istatistikî verilerin kaza veya tesadüf
benzeri bir unsurla açıklanabileceği bir zemine atıfta bulunarak hazırladığından, bu
analizlerde gerçeğin basitleştirilmiş bir halinden ve hemen hemen tarihsel anlamıyla
nedensellik ilişkisinden bahsedilemez. Yani hâkim (burjuva) iktisadın temelini bu tip
evrimsel olmayan kaynaklardan alıyor olması, iş çevrimleri teorisinde de varlığını
hissettirecek şekilde bir yokluğa da sebep olmaktır. Çünkü temelini evrimci bir
değerlendirmeden almayan ilkel denge analizi, sistemdeki dengesizliklerin nedenleri
konusunda, bu kısıtlı ve sınırlı verilere dayalı olarak, bir açıklamada bulunamaz. İktisat
teorisinde, Walras tarafından yapılan bir denge analizinde olduğu gibi hâkim mantığın amacı,
toplumların farklı biçimleri açısından iktisadı incelemek ve teorik bir kurgu yapmak
olmadığından, teorilerin kapitalist ya da farklı bir ilkel toplum arasında var olabilecek
ayrılıkları ortaya koyması mümkün olmamaktadır. Bu tip hâkim teorilerin her tür ekonomik
yapıyı anlayabileceği iddia edilerek, iktisat dışı açıklamalar yapılamamakta, ya da fayda
değer kuramında olduğu gibi ancak toplumu, bu ilkel iktisadi teorinin içine çekerek veya
bozarak bu açıklamalar yapılabilmektedir.”
Nitekim Lange (1935)’ın hâkim iktisadın niteliklerini bireye dayalı soyutlama,
verilerdeki çeşitliliğin yok sayılması, tarihselliğin olmaması ve gerçeğin bozulması
olarak nitelemesi dikkate alındığında, bu özelliklerin bugün de hâkim iktisat
açısından genel olarak varlığını sürdürdüğü şüphesizdir. Çünkü hâkim iktisat
9
günümüzde de kaynağını, serbest rekabet gibi piyasa ekonomisi ilkelerinin, doğa
yasası olarak iktisadi faaliyeti nesnel bir şekilde kurgulamasından almaktadır
(Taylor, 1929; 1–30). Dolayısıyla, iktisadi faaliyetin bu şekilde nesnelleştirilmesinin,
iktisadın gerçek inceleme nesnesinin kaybolmasına ve hâkim iktisadın tanımının
gerçeğin kendisi haline dönüşmesine neden olduğunu söylemek mümkündür (İnsel,
1990; 30). Bu açıdan, Marx (2003; 20)’ın ekonomi politiğin amacı ve yöntemi
üzerine yaptığı vurgu, önemli bir açılım sağlamaktadır:
“Ekonomi Politik özel mülkiyet olgusundan yola çıkar. Onu bize açıklamaz. Sonradan
kendisi için yasa değeri taşıyan genel ve soyut formüller biçiminde, özel mülkiyetin
gerçeklikte izlediği maddi süreci dile getirir. Bu yasaları anlamaz, yani özel mülkiyetin
özünden nasıl çıktıklarını göstermez… Örneğin ücretin sermaye karına oranını belirlerken,
onun için son neden olan şey kapitalistlerin çıkarıdır; yani açıklamanın sonucu olacak olan
şeyi verilmiş varsayar. Aynı biçimde, rekabet her yerde baş gösterir. Rekabet dışsal koşullar
aracıyla açıklanmıştır. Görünüşte olumsal bir nitelik taşıyan bu dışsal koşulların, ne ölçüde
zorunlu bir gelişmenin dışavurumundan başka bir şey olmadıkları ekonomi politik bize
öğretmez… Onun devinimine geçirdiği güdüler, yalnızca zenginlik susuzluğu ile açgözlüler
arasındaki savaş, (yani) yarışımdır. İktisat hareketinin zincirlenişini anlamadığı içindir ki
örneğin rekabet öğretisi tekel öğretisinin, sınaî özgürlük öğretisi lonca öğretisinin, toprak
mülkiyetinin bölünmesi öğretisi büyük toprak mülkiyeti öğretisinin karşısına yeni baştan
çıkabilmiştir; çünkü rekabet, sınaî özgürlük, toprak mülkiyetinin bölünmesi tekelin loncanın
ve feodal mülkiyetin zorunlu, kaçınılmaz ve doğal sonuçları olarak değil ama yalnızca
olumsal, yönelimsel, zorla çıkarılmış sonuçlar olarak açıklanmış ve anlaşılmıştır.”
Yani hâkim iktisat, artık kendi dışında bir nesne olan, yani nesnel biçimde davranan
bir nesnel varlık olarak iktisadi faaliyeti, tanrıbilimcinin, kötülüğün kökenini ilk
günahla açıkladığı gibi, piyasa değerlerini, yani açıklaması gereken şeyi, tarihsel
biçim altında bir nesnel (evrensel) neden olarak görerek açıklamaktadır (Marx, 2003;
65, 68). Özetle, iktisadın günümüzde ulaştığı nokta dikkate alınacak olursa, bu gün
için birkaç iktisadi okulun birleştiği çok az temel doğrunun olduğu söylenebilir.
Başka bir deyişle, iktisadi faaliyete ilişkin verilerin elde edilmesi, teorilerin
oluşturulması, temel soruların belirlenmesi ve iktisatçıların eğitilmesi gibi geniş bir
alanda ortak bir hâkim iktisadi paradigma vardır. Bu iktisadi paradigmanın
özellikleri, bireyci (metodological individualism), dengeci (equilibrium), ihmalci
veya indirgemeci (ceteris paribus), totolojik (açıklaması gereken ilkeleri neden kabul
etmesi), bilimci (kestirimci ve kontrolcü, scientism) ve optimumcu (pareto optimum)
10
olarak sıralanabilir. Bununla birlikte, hâkim iktisadın bu tip yaklaşımları iktisadı,
sadece kendi kulvarında öne geçirmemiş, aynı zamanda adalet, boşanma, aile, çevre
ekonomisi gibi çok sayıda disiplinler arası oluşuma da iktisat gözlüğü ile bakılmasına
neden olmuştur (Caose, 1978; 244–245 ve Brenner, 1980; 179–188). Dolayısıyla,
Hirschleifer (1977; 27), iktisadın sosyal bilimler üzerinde kurduğu emperyalizmin
nedenlerini, hâkim iktisadın yasalarının temelini, biyolojiye (bilimci) benzer bir
dünyanın varsayımlarından yola çıkarak bulmaya çalışmaktadır:
“.....optimizasyon ve denge kavramı bireysel düzeyde biyolojik birimlere
uygulanabilmektedir. Bu açıdan iktisatçının, doğal iktisat tarafından politik iktisada ilişkin
ortaya konulan görüşleri etrafında bir çalışma eksenine ait olduğu açıktır… Bu açıdan denge
yaklaşımındaki bir kaç ayrışma dışında, uzun dönemde her bir türün tam olarak doğaya
uyumu çerçevesinde hayatta kalabileceğini öne süren evrimci fikirler, iktisadın bu açıdan
biyolojiye önemli bir benzerlik taşıdığını ortaya koymaktadır. ...İktisattaki gelişme fikri
dikkate alınacak olursa biyolojideki uyumsal niteliklerin birikimi anlamındaki yaklaşıma
benzerlik taşıdığı ortadadır.... Sonuç olarak özellikle de pareto optimalite kavramı normatif
bir kavram olarak gerek işbirliği olmadan ve gerekse de oyun teorisindeki mahkûmlar açmazı
durumundaki gibi bir işbirliği içeren durum açısından olsun, piyasaları dengeye zayıfta olsa
iktisatta ulaştırmaktadır.
Kar maksimizasyonunun yarattığı sarmal açısından aynı durum değerlendirildiğinde;
iktisadın kar eden firmaların hayatta kalacağına ilişkin ön kabulü, kar etmeyen
firmaların piyasadan ayrılacağını ve bir evrimci ayıklanmanın işleyeceğini
göstermektedir. Bu tip bir totolojinin, piyasa ilişkilerinin kendi kendini
doğrulanmasını ifade edeceği ve herhangi bir deneye dayalı kanıta, aynı hâkim
iktisadın diğer biyoloji ve fizik referanslı teorilerinde olduğu gibi, ihtiyaç
duymayacağı şüphesizdir (Boland 1981; 20, 21 ve Agassi, 1971; 24). Bu bağlamda,
hâkim iktisadın gerçekliği açıklamaktan çok, sosyal Darwinizm yardımı ile kapitalist
ekonomik ilişkileri doğrulama, fikirsel olarak besleme gibi eğilimleri barındırması ve
açıklaması gereken şeyleri neden olarak kabul etme çabasının varlığı, hâkim iktisadın
bilişsel ve sosyal çıkarlarının, aynı zamanda da ideolojisinin kanıtı olarak
gösterilebilir. Bunun yanında, iktisadın hâkim tanımında görüldüğü gibi iktisadi
faaliyetin ne olacağına ilişkin eğilim, sadece piyasa ekonomisinin kendi içinde
yarattığı yabancılaşmanın kabulü ile değil, bununla birlikte pozitivist bilimin nesneyi
ötekileştirmeyi amaç edinen paradigmasının yaygın kullanımı ile şekillenmektedir.
Yani iktisadın, incelediği nesneyi belirsizlikten kurtarmayı amaçlayan “homo
11
economicus”, denge gibi yaklaşımları, doğal dünyanın nesnelerinin reel, objektif
nesneler olduklarını ve bir bağımsız önceden var oluşa sahip olduklarını kabul eden
doğa bilim temelli bir pozitivist bilim anlayışına iktisadın da sahip olduğunu
göstermektedir. Bu açıdan, iktisadın nesnesi ile öznesi arasındaki temsilde
karşılaştığı sorunlar veya korkular ve iktisadın bu sorunlara bulduğu çözümler, iktisat
teorilerinin bilimci temellerini ortaya çıkarabilmektedir. Örneğin, iktisadın, biyoloji
ve fizik destekli olarak teorilerini kurması “bilgi hiyerarşisine başvurmak” yönündeki
bir eğilimin sonucudur. Bunun yanında, refah kuramında kişiler arasında
karşılaştırma yapılması için nesnel bir kıstas bulunamamasında olduğu gibi iktisadın
bu problemi “başkalarının sorunu olarak yorumlaması”, hâkim iktisadın belirsiz
öznesini kapsayamadığı (doğa yasaları ile) durumda karşılaştığı sorun nedeniyle
ortaya çıkan pozitivist bilim tabanlı başa çıkma yollarından biridir (Woolgar,1999;
41–52). Bu şekilde, iktisadın kesinlik ideolojisi bağlamında sahip olduğu bilişsel
çıkarları, iktisadi analizden farklı yaklaşımların dışlanmasına, alternatif sayılabilecek
okulların bile benzeşme göstermesine neden olmuştur. Bunun sonucu olarak,
metodolojik bireyciliği dikkate alan Marksistler, mikro temelli teoriler kurgulayan
Keynezyenler gibi birçok iktisat türü ve tek bir iktisat paradigması ortaya çıkmıştır.
Marksizm ve Keynezyen iktisat açısından bu tutum değişikliğine ilişkin Amariglio,
Resnick ve Wolff (1990; 117)’ un yorumu açıklayıcıdır:
“Analitik Marksizm pozitivist epistemoloji ve metodolojik kuralların iyi bir bilim yapmak
için gerekli olduğunu kabul etmeleri açısından diğer Marksist okullardan önemli bir ayrıma
sahiptirler…. .Marksist düşüncede bilimsel (pozitivist) yöntemlerin uygulanmasını önleyen
kavramlar olarak emek değer teorisi ve azalan karlar ilkesi bu okulun analizinden büyük
ölçüde dışlanmıştır. Özellikle, analitik Marksistler, bilimsel anlamdaki bir bilgi üretme
uğraşının atomik temeldeki sosyal varlıklar arasındaki neden sonuç ilişkilerine dayandığını
kabul etmektedirler. Böylece kolektif eylem ve iktisadi ajanlarının yapısal belirlenen
davranışları gibi kavramlar yerine metodolojik bireycilik adı verilen bir yaklaşımı teorinin
temellerine koymuşlar ve makro Marksist teorinin mikro temellerini kurduklarını iddia
etmişlerdir. Bu şekilde, eğer Marksizm iktisadi düşüncede bir yer almak istiyorsa, bu
durumun ancak bireysel ajanların kasıtlı davranışları gibi bir neoklasik düşünceyi ithal
etmesi gerektiğini ortaya koymuşlardır… Neoklasik iktisada karşı Post-keynezyen iktisadın
tepkisi ise daha çok ampirizmin terk edilmesi ve hâkim iktisadın başlangıç varsayımların
oldukça soyut ve gerçekçi olmaması eleştirisi bağlamında, gerçekçi varsayımların iktisada
aktarılarak teorilerin yapılması ile olmuştur.”
12
Bu bağlamda, epistemolojide, aktivist görüşe sahip olması, metodolojide
bütüncülüğe olan inancı ve teleolojik yargıların açıklamadaki önemine ilişkin
direnişi, en önemlisi de gerçek (fact) ve değer (value) arasındaki ayrımı reddeden
etik anlayışı açısından diğer düşünce biçimlerinden büyük ölçüde ayrılan yapısı
(Bohman, 1986; 342, 343, 344) ile Marksist fikirlerde, bu hâkim iktisadi tanımlama
ekseninde ve Analitik Marksist okul dâhilinde, hâkim iktisadı sorgulamayı bırakarak
bilimsel olma (kesinlik, kontrol gibi) eğilimine kendini kaptırmaktadır. Bu tip
eğilimler, hâkim iktisadın gerçekliği temsil etmesindeki başarısından ziyade,
gerçekliliği temsil edememesi durumunda bulduğu manipülasyon araçlarının
(matematik, istatistik) ve metodolojik korkularla baş etmek için pozitivizmden
aktardığı çözüm yollarının başarısından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan, iktisadın
tanımının yaşadığı çelişkilere rağmen devamlığını sağlayabilmesi, piyasa
ekonomisinin yarattığı ilişkiler yanında, ideoloji olarak tükettiği pozitivist bilimin
argümanlarınından da beslenmesine bağlıdır (Althusser, 2006; 40, 41, 42).2 Başka bir
şekilde söylemek gerekirse, hâkim iktisadın kendine pozitivist bir bilimsel
paradigmayı araç olarak seçmesi bu bağlamda tutarlıdır. Çünkü hâkim iktisat yaptığı
tanım ile piyasa ilişkilerinde var olan yabancılaşmanın, bilimsel indirgemecilikle
desteklenmiş halini yansıtmaktadır. Yani piyasa ekonomisinin ve pozitivist bilimin
yansıttığı her iki ilişki türü, nesne ile özne arasına kurulan retoriksel mesafe ile onun
üzerindeki iktidarlarının kurumsallaştırılmasını amaç edinen bir yabancılaşmayı
temel almaktadır. Dolayısıyla, bu şekildeki kabullenmeler ile iktisadın, hem politik
iktisat (political economy) hem de iktisat (economics) olarak, moral ya da gerçeklik
konusunda bir kayıp ile karşı karşıya olacağı açıktır. Gerçekliğin bu şekilde kaybı,
politik iktisattan iktisada bir pradigmal değişimin ortaya çıkardığı, bilimsel
paradigmanın gelişiminin ya da hâkimiyetinin yol açtığı veya teknik yetersizliklerin
neden olduğu bir durum değildir. Çünkü yalnızca piyasa ilişkilerini referans alan her
tanım, takas değerlerinde gerçekten harcanmış olan iş gücü ve tüketicilerin olası
hazzının gözden yitmesi gibi… sosyal yaşama olan bağlamların ve bilgiyi 2 Bu kadar çelişkili bir yapının sürdürebiliyor olması, bir taraftan bilimin kendi içindeki pratiğinden diğer taraftan da felsefik argümanlardan beslenen bir bilim adamlarının kendiliğinden felsefesi (Althusser, 2006) ile açıklanabilir. Çünkü doğa bilimlerinde olduğu gibi, bilimin temelindeki çelişkili unsurların görmezden gelinmesi, bu unsurların bilimde pratik yararları için görmezden gelinmesini gerektiren gizli bir metodolojiden (Laudan, 1984; 156–162) kaynağını almaktadır. Bu bağlamda, iktisadın nesnesiz bir bilim olması, iktisatçıların işini zorlaştırmıştır. Ancak, iktisatçılar bu zorluğu, liberalizm ile aynı öncel bağlılıkları taşıyarak aşmışlardır.
13
yönlendiren ilgilerin çok çeşitliliğini de köreltmektedir (Habermas, 1998; 46, 47).
Braudel (2004; 512, 516)’in “üretimin toplumsal tutarlılığı”nın bireysel iradenin
önüne geçmesi nedeniyle doğa yasası gbi bir konuma sahip olduğuna ilişkin vurgusu
ve Wallerstein (2003a; 160, 171, 172)’ın fikirleri bu noktada anlam
kazanabilmektedir:
“Weber’in modern dünyada entelektüelin rolüne ilişkin konumundaki çift değerlikli
bağlantılı bir mesele olarak ele alabiliriz. ..Gramsci üretici sınıfın siyasi dediği şeyi
entelektüel sınıfın rasyonel diye adlandırdığını söylerken, tam da bu muğlâklığa işaret
etmektedir.… Siyasi olana rasyonel diyerek, biçimsel rasyonalite meseleleri tartışılabilecek
yegâne meseleler olarak kalsın diye tözel rasyonalite meselelerini arka plana atmak
gerektiğini ima etmiş olmuyormuyuz?.. Marjinal fayda ilkesi tam da bununla ilgilidir.
Gelgelelim, neyin marjinal olarak faydalı olacağına karar vermek için bir ölçek
tasarlanmalıdır. Ölçeği tasarlayan sonucu da belirler… ve belirli bir siyaseti rasyonel
olarak adlandırarak ve böylece siyasetin erdemlerini dolaysız olarak tartışmayı reddederek
siyaseti yadsımak… Liberal ideoloji ile sosyal bilim girişimi arasında sadece var oluşsal
değil özel bir bağ vardır… Liberalizm ile sosyal bilimin aynı öncül – toplumsal ilişkileri,
tabii ki bilimsel (yani rasyonel) bir biçimde manipüle etme yeteneği sayesinde insanın
kusursuzluğa ulaşmasının kesin olduğu öncülü- üzerine kurulmuş oldukları… Ampirizmin
masum olmadığının, her zaman belli bir a priori bağlılıkları varsaydığının farkına
varmalıdır. Hakikatlerimizin evrensel hakikatler olmadığını ve eğer evrensel hakikatler varsa
bile bunların karmaşık, çelişkili ve çoğul olduklarının farkına varmalıdırlar.”
Dolayısıyla, günümüzde hâkim iktisadın yaklaşımları ile yaşanılan durumun, analitik
marksizmde olduğu gibi, iktisadın kullandığı ölçeğe ilişkin sorgulamadan
vazgeçilerek doğa yasası olarak “üretici sınıfın siyasetini” veya “üretimin toplumsal
tutarlılığını” kabul etmek anlamına geleceği açıktır. Galbraith (1990; 25)’ın iktisadın,
ekonomik sistemin anlaşılmasına ya da daha iyiye götürülmesine değil, sistemde güç
sahibi olanların amaçlarına hizmet aracı olarak kullanılması diyerek ifade ettiği
araçsal anlamdaki iktisat tanımı da, bu durumu daha da açık bir hale
getirebilmektedir.
Sonuç olarak, hâkim iktisat, toplumsal ilişkiyi “üretici sınıfın siyaseti” gibi
kendi dışında bir nesne veya bir kökensel nedenle yabancılaştırarak ve açıklaması
gereken kar maksimizasyonu gibi sonuçları neden olarak kabul ederek, Marx (2003;
20, 21) açıklama yapmaktadır. Yani bu haliyle hâkim iktisat, iktisadi faaliyeti uzak
ve bulanık bir düş içine itelemekten başka bir sonuç vermeyen bir faaliyet olarak
14
tanımlanabilir. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, iktisat bu tanımı ile tarihsel
niteliği nedeniyle özsel güçleri (Polanyi, 2000; 101) ile var olması gereken iktisadi
faaliyeti, yalnızca kazanç gözeten evrensel bir etkinlik olarak kabul ederek, sadece
piyasa ekonomisinin ve pozitivist bilimin gözünden yabancılaşmış haliyle
algılamaktadır. Kısaca, hâkim iktisadın iktisadi faaliyeti tanımlarken ortaya çıkardığı
gerçek dışılık, iktisadın incelediği nesneyi şeyleştirmek, onun yerine geçmek ve
kontrol edebilmek gibi bilişsel ve “üretici sınıfın siyasetini” evrenselleştirmek gibi
sosyal çıkarları (cognitive ve social interests) olan mantıksal ve bilinçli bir eylem
olarak algılanmasıyla anlaşılabilir.3
1.2. İktisat Bilimine Yönelik Ortam: Hâkim İktisadi Bakış Yönlü İktisada Bir Değerlendirme
İktisadın felsefi temellendirilmesi antik çağda başlamasına rağmen iktisat
bilimi fikri, ancak 18. yüzyıl dolaylarında ortaya çıkmıştır. Antik çağda, Aristoteles
evin nasıl yöneteceğine dair ortaya attığı fikirleriyle iktisadın tanımlanmasına
öncülük yapmıştır. Daha sonrasında, skolâstik düşünürler, iktisadi eyleme ilişkin bazı
etik ilkelere dikkat çekmişler, genel olarak da haksız para kullanımı anlamında faizin
ortadan kaldırılmasında olduğu gibi etik kaynaklı akli çıkarsamalarda
bulunmuşlardır. Burke (2001; 16, 40, 42, 84, 85, 102 ), iktisadın disipliner anlamda
doğuşunu, yeniçağ Avrupa’sında yaşanan toplumsal işbölümü ve bilginin
tanımlanmasına ilişkin değişikliklerin bir parçası olarak açıklamaktadır:
“…Yeni fikirler, genellikle Bilimsel Devrim diye tanınan bir hareketin ürünüydü.
Hümanistler gibi, ama onlardan çok daha kapsamlı olarak, bu hareketin yandaşları, almaşık
bilgileri öğrenime katmaya çalıştılar. Örneğin, kimya metalürjinin(madeni eşya yapanların)
zanaat geleneklerinden çok şeyler aldı. Botanik, bahçıvanların ve halk sağaltmalarının
bilgisinden gelişti… Örneğin, rahipliğin yanı sıra cerrahlık ve simyagerlik de yapan Webster,
Akademi İncelemesi (1654) adlı kitabında, üniversiteleri “boş ve yararsız kurmacalar”la
uğraşan skolâstik bir felsefenin kaleleri diye eleştirmiş ve öğrencilerin doğayı araştırmaya
daha çok vakit ayırmalarını ve “ellerini kömüre ve fırına sokmaları” nı salık vermiştir…
Fransız Bilimler Akademisi hükümet tarafından “oyun” diye nitelenen “merak konusu”
3 Sosyal ya da bilişsel çıkar gibi bir ayrıma başvurulmasının nedeni, iktisadın bilim olarak kendi içerisindeki pratikten ortaya çıkan kontrol ve kestirim gibi amaçlarlarıyla, bunları aşan ve kar maksimizasyonunun totolojik yapısında olduğu gibi belirgin bir iktisadi sistem tasarımı içeren amaçlarının ayrıştırılmasıdır.
15
araştırmaları bir yana bırakıp “krala ve devlete hizmetle ilgili yararlı araştırmalar”
yapmaya teşvik edilirken… Uzmanlık bilgisi, genel hatta evrensel bilgiyle sık sık karşı
karşıya konulmuştur. 15. Yüzyıl İtalya’sındaki kimi çevrelerde, “evrensel adam” ülküsü
ciddiye alınıyordu… Yine de, bu ideal yavaş yavaş terk edilmiştir… Nicel bilgi, nitel
bilgiden ayrımlanıyor ve gitgide daha çok ciddiye alınıyordu. …Siyasal iktisadın
yükselmesine, merkezileşen devletin gereksinmeleri de yardım etmiştir… “Siyasal iktisat”
ise, devletin devasa bir hane sayılmasıyla, ev idaresi anlamında gelişti… Ancak bu yeni
disiplinin ancak 18. yüzyılda, tüccarların, bankerlerin ve borsa spekülatörlerinin pratik
bilgilerini tanılayarak ve kurumsallaştırarak akademik sisteme girdiğini görüyoruz… İktisat
disiplinin ortaya çıkması, hiç yoktan yapılmış bir icat değildi. İçinde yalnızca yeni
kuramların geliştirilmesi değil, tüccarların pratik bilgilerine akademik saygınlık tanınması
da vardı.”
İktisadın disipliner anlamıyla ortaya çıkmaya başladığı bu noktada, Polanyi
tarafından iktisada ilişkin olarak yapılan tanımlamalar önem arz etmektedir.
Polanyi’ye göre, Aristo piyasaya yönelik olarak biri “özselci ve diğeri biçimselci” iki
tip tanımlama yapmıştır. Bu tanımlamalardan biçimselci olanın, günümüzde iktisadın
her noktasına nüfuz etmekte olduğuna şüphe yoktur ki, bu tanıma göre iktisat kıt
kaynaklar ve sonsuz ihtiyaçlar arasındaki dağılım sorunlarını incelemektedir. Yine
bu tanım, sadece piyasa toplumlarının anlaşılmasını bir zorunluluk olarak
görmektedir. Çünkü bu tanımda değişimi amaç edinen piyasaların varlığı, piyasa
toplumları dışında bir tanımlamanın varlığını tartışmalı hale getirir. Ancak özselci
tanımlamanın piyasayı veya iktisadı, insan ve çevresi ile kurulan bir sosyal ilişki
olarak ele alması, bu tanımı daha evrensel bir hale getirmektedir (Buğra, 2001; 22,
23, 24). Polanyi (2000; 101)’nin yaptığı piyasa ekonomisi tanımı, bu bağlamda onun
iktisadın tanımına ilişkin “biçimci” şeklindeki göndermesinin toplumsal iş
bölümündeki karşılığını gösterebilmektedir:
“Oysa kendine özgü bir dürtüye, takas dürtüsüne bağlı piyasa kalıbı, belirgin bir kurumu,
piyasayı yaratabilir. Sonuçta, ekonomik sistemin piyasa tarafından kontrolünün toplumsal
düzenin bütünün etkileyen sonuçlar vermesi de, buna bağlıdır: Bu da, bütün toplumun
piyasanın bir parçası olarak işlemesi anlamına gelir. Ekonomi toplumsal ilişkiler içine
yerleşecek (embeded) yerde, sosyal ilişkiler ekonomik ilişkiler içine yerleşirler. ….Çok
duyduğumuz “piyasa ekonomisi ancak bir piyasa toplumunda işleyebilir” cümlesinin anlamı
budur.”
Bu nedenle, iktisadın Robbins (1932) tarafından yapılan tanımı, sadece sosyal
ilişkilerin içkin olduğu bir ekonomi toplumunun rasyonalitesini anlamak açısından
16
yol gösterici olabilir. Başka bir deyişle, iktisadı “kıt kaynak ve sonsuz ihtiyaçlar
gerilimi” içerisinde algılamak, Burke (2001)’nin “tüccarların, bankerlerin ve borsa
spekülatörlerinin pratik ve uzmanlaşmış bilgisinin” akademik dünyada
rasyonelleştirilerek iktisadın, disiplin olarak ortaya çıktığını ifade ettiği iddiasına
denk düşmektedir. Polanyi (2000)’nin biçimselci olarak adlandırdığı ve sadece
piyasa toplumunun öngördüğü ilişkiler içerisinde anlamı olabileceğini söylediği bu
şekildeki bir iktisat tanımına, Aristo’nun Kremastik diyerek duyduğu iticilik,
Wallerstein (2003a)’ın sosyal bilimi rasyonellik (biçimsel) kavramı ile incelediği bir
zeminde açıklığa kavuşur. Çünkü Wallerstein (2003a)’ın “üretici sınıfın siyaseti
(biçimsel rasyonalite ya da kıt kaynaklar ve sonsuz ihtiyaçlar arasındaki seçim
sorunu)” diyerek tanımladığı fikir, entelektüel (iktisadın entelektüeli) tarafından
evrensel ve mutlak olarak kabul edilerek; iktisadın hâkim tanımın da temelini
oluşturmaktadır.
İktisadın bir bilim olarak tarih sahnesine çıkışında Wallerstein (2003a)’ın
biçimsel rasyonalite diyerek isimlendirdiği “üretici sınıfın siyasetinin (ve piyasa
ekonomisinin ilkelerinin)” önemini kavramak açısından, tarihsel anlamıyla iktisadın
çıkış ortamına ve toplumsal güçlerin (sınıfların) gelişimine vurgu yapmak, bu
nedenle anlamlı olacaktır. Çünkü toplumsal yapının feodalizmden kapitalizme
dönüşürken yaşadığı değişimler, iktisatın da bilim olarak çıkışına zemin hazırlayacak
toplumsal katmanların ve faaliyetlerin doğuşuna neden olmuştur. Bu bağlamda, 17.
yüzyıl sonrasında, ulusal yapıdaki devletlerin ortaya çıkışı ve ticaretin yaygın bir hal
kazanması ile birlikte, Merkantilist filozofların ticaretin dengelenmesi ve döviz
kurunun ayarlanması üzerine fikirlerini geliştirmelerinin, iktisadın fikirsel anlamda
zeminini hazırladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü bu dönem içerisinde,
ticaretin, ticaret hadleri avantaj sağlayacak kadar iyi ise yapılabilecek bir faaliyet
olarak görülmesi, ticaret hadleri üzerine sistematik fikirlerin ortaya konulmasına yol
açmıştır. Buna ilave olarak, vergiler gibi servet üzerinde etki uyandıracak birkaç
önemli iktisadi gerçekliğin ortaya çıkması ve devletin finansal olarak yönetiminin
karmaşıklığının giderek artan ölçülere varması, iktisadın akademik olarak
tanımlanma ihtiyacını hissettirmiştir. Dolayısıyla, Merkantilizm ile birlikte ortaya
çıkan gelişmeler sonucunda skolâstiğin moral unsurlarının etkisini yavaşça yitirip,
17
sosyal unsurlara içkin olan bir iktisadın etkisini kaybettiğini vurgulamak amacıyla,
Galbraith (2004; 80) tarafından ifade edilen fikir şudur:
“Merkantilist fikirler, genel olarak Orta Çağ düşüncesinin ve özelde de Aristotle ve Saint
Thomas Aquinas’ ın etik öneri ve savlarında bir ticari açılım veya kırılmayı ihtiva
etmektedir”
Bu açıdan, feodalizmin etkisini kaybederek yerini kapitalizme terk etmeye başlaması,
iktisada skolâstiğe özgü moral değerlerden kurtularak, evrensel hale gelebileceği bir
ortam yaratmıştır. Çünkü feodalizmin lord, serf ilişkisi ve onun yarattığı ilkel piyasa
yapısı, sosyal değerlere eklemlenen bir iktisadi ilişki formunu yansıtır. Yani burada
ticaretin ya da iktisadi faaliyetin devamlılığı, sosyal ilişkinin sürekliliğine bağlıdır
(İnsel, 2000; 113–137). Ancak kapitalizmin ortaya çıkışı, feodalizm ile belirginleşen
bu sosyal ilişki tipinin varlığını tehlikeye sokmaktadır. Başka bir şekilde söylemek
gerekirse, kapitalizmle birlikte, piyasadaki hayatta kalma mücadelesine bağlı
kollektif eylem sonucunda, iktisadi birimlerin varlıklarını devam ettirip
ettirmeyeceklerinin birikime, rasyonel davranışa ve kar maksimizasyonuna bağlı
olduğu bir başka sosyal ilişki türü ortaya çıkmıştır. Nitekim kapitalizmin ortaya
çıkışı ile birlikte, feodalizmde şatolarından tüm sosyal ve de iktisadi hayatı kontrol
edebilen lordlar, artık kazananın hayatta kaldığı, kaybedenin yok olduğu bir düzleme,
yani piyasa ekonomisine esir olmuşlardır. Bundan böyle, kimin ne işi yapacağı, ne
kadar kazanacağı veya nereye harcayacağı, hiyerarşik kanunların geçerliliği ile değil,
tek ve evrensel yasa olan ve varlığını bu hayatta kalma mücadelesinden (ve üretimin
toplumsal tutarlılığından) alan piyasa ekonomisinin ilkeleri ile belirlenir hale
gelmiştir (Braudel, 2004; 512, 516). İktisadi çevrenin yaşamış olduğu bu değişim
sonucunda, moral unsurlara dayanmayan teorilere duyulan ihtiyacın kendini yeni
sınıfsal yapıların ortaya çıkışı ile ne şekilde hissettirdiğini, Huberman (2003; 48–53),
Smith’in Ulusların Zenginliği kitabına “iş adamının incili” şeklindeki benzetmesinde
olduğu gibi çok iyi anlatmaktadır:
“Eski feodal dönemde insanın zenginliğinin ölçüsü yalnızca topraktı. Ticaretin
yaygınlaşmasından sonra yeni bir servet çeşidi ortaya çıktı: para serveti. Feodal dönemin
başlarında para durgun, yerleşik, hareketsizdi; şimdi etkinleşmiş, canlanmış, akıcılık
kazanmıştı. Feodal dönemin başlarında dua edenlerle toprağın sahibi olan savaşçılar
toplumsal ölçeğin bir ucunda, toplumsal ölçeğin öteki ucunda duran serflerin emeğini yiyerek
yaşıyorlardı. Simdi yeni bir grup türemişti.- yeni bir biçimde alarak ve satarak yaşayan orta
18
sınıf. Feodal dönemde tek servet kaynağı olan toprak mülkiyeti, yönetme gücünü de rahiplere
verirdi. Şimdi, yeni bir servet kaynağı olan para mülkiyeti yükselen orta sınıfa yönetime
katılıma imkânı veriyordu. …Ticaretin gelişmediği, kazanç getirecek şekilde para yatırımı
yapmanın hemen hemen imkânsız olduğu, böyle bir toplumda, bir insan borç para istiyorsa,
bunu zenginleşmek için değil yaşamak için istediği apaçıktı… İktisadi eylemler için bir ölçüt,
iktisat-dışı etkinlikler için başka bir ölçüt sahibi olmak, Ortaçağ’da kilise öğretisine aykırıydı.
Kilisenin öğrettiği de, halkın genel olarak inandığıydı. Kiliseye göre, insanın cebi için iyi
olan ruhu için kötüyse, manevi iyiliği önce gelirdi. …Yükselen orta sınıf parasını sandığa
kapatıp saklamıyordu. Bu yeni tüccar grubu eline geçirdiği bütün parayı-hatta daha da
fazlasını- kullanacak yer bulurdu… Eski bir ekonomiye uyan kilise öğretisi, yükselen tüccar
sınıfını temsil ettiği tarihi güçle çatışınca ne olacaktı? Gerileyen öğreti oldu. Şüphesiz
birdenbire olmadı bu. Azar azar, ağır ağır oldu. “Tefecilik günahtır –ama bu koşullarda….”
Diyen bir yasa, sonra “faiz almak günah olmakla birlikte, yine de, özel durumlarda …” diyen
başka bir yasa yoluyla.”
Bu değişimle birlikte, skolâstik filozofların etikten yola çıkarak faizin yasak
olmasında yaptıkları şekilde tanımladıkları ve sınırladıkları iktisadi faaliyet, kar,
birikim ve rasyonellik gibi ilkeleri ile diğer toplumsal alanları da boyunduruğuna
alacak şekilde, özerk bir var oluşa sahip olmuştur. Başka bir deyişle, karın doyurmak
için tanrıya ve lorda hizmet etmeyi öğütleyen felsefi ve etik ilkeler, yerini piyasa
ekonomisinin hayatta kalmaya dayalı unsurları ile zorlanan akılcılığa (biçimsel
rasyonaliteye) bırakmıştır. 18. yüzyıl boyunca, Merkantilistlerden, Adam Smith,
David Ricardo’ya kadar pek çok düşünür ve gözlemci tacirler, malların üretimi,
bölüşümü ve tüketimi gibi karmaşık bir düzlemin devamlılığını sağlamak için bu
nedenle yasalar keşif etmeye çalışmışlardır. Bununla birlikte Merkantilistler, her ne
kadar iktisat politikası önermelerinde bulunmuşlar ise de, evrensel değerlendirme
mantığını gözetememişlerdir. Yani yasalarını Smith’in tüm zenginliği iş bölümüne
atıfla nesnel bir şekilde açıklamasında olduğu gibi kurmamışlar, sadece kendilerine
devlet politikasında yardımı dokunacak tekil çıkarsamalardan (yabancılaşmalardan)
medet ummakla yetinmişlerdir. Bu iktisadi okulların Adam Smith’e gelinceye kadar,
kendisi için yasa değeri taşıyan genel ve soyut formülleri ortaya koyamamalarına
ilişkin olarak Marx (2003; 38, 65, 66) şöyle demektedir:
“Doğası kendi dışında olmayan bir varlık doğal bir varlık değildir, doğanın varlığına
katılmaz. Kendi dışında hiçbir nesne olmayan bir varlık için kendisi nesne olmayan varlık,
nesne olarak hiçbir varlığa sahip değildir, yani nesnel biçimde davranmaz, varlığı nesnel
değildir… Doktor Quesnay’ ın fizyokratik öğretisi, merkantilizmden Adam Smith’ e geçişi
19
oluşturur. Fizyokrasi doğrudan doğruya feodal mülkiyetin iktisadi dağılmasıdır ama bunun
sonucu bir o kadar dolayımsız biçimde feodal mülkiyetin iktisadi dönüşümü, yeniden
canlanmasıdır da; şu farkla ki, dili artık feodal değil ama iktisadidir. Tüm zenginlik, toprak
ve tarıma dönüşür. Toprak henüz sermaye değildir, henüz sermayenin, doğal özelliği içinde
ve bu özellik nedeni ile geçerli olacak tikel bir var oluş biçimidir; ama toprak, gene de doğal
genel bir öğedir, oysa merkantilizm zenginliğin varlığı olarak yalnızca değerli madeni
tanıyordu… ve toprak, insan için ancak emek, ancak tarım aracılığıyla vardır. Öyleyse
zenginliğin öznel özü daha şimdiden emeğe aktarılmış bulunmaktadır. Ama aynı zamanda
tarım tek üretken emektir de. Öyleyse emek henüz kendi evrenselliği ve kendi soyutlaması
içinde kavranmamıştır; o hala tikel bir doğal öğeye, kendi maddesine bağlanmıştır… Öyleyse
o, yalnızca insanın belirli, tikel bir yabancılaşmasıdır…
Başka bir deyişle, iktisadi gerçeğin piyasa ekonomisinin ilkeleri ile tümel bir
gerçeklik haline gelecek şekilde soyutlaştırılması yoluyla kendi dışında bir nesne
haline gelmesine daha zaman vardır. Bu, ancak Adam Smith’le ve piyasa ekonomisin
ilkelerinin işbölümü ilkesinde olduğu gibi soyutlaştırılarak, toplumsal ilişkilere karşı
bir özerkliğe ulaşmasına veya kadiri mutlak hale gelmesine, yani bir piyasa
ekonomisinin varlığına bağlıdır. Bunun yanı sıra, merkantilistlerin, evrensel bir
değerlendirme anlamında iktisada olan ihtiyacının olgunlaşmamasına rağmen
uyguladıkları devlet merkezli politikalar, burjuvanın ve aydınların gelişimi açısından
bilimsel iktisadın doğumuna katkıda bulunduklarını söylemek mümkündür. Onların
yaptıkları politika önerilerinin, iktisadın skolâstik dünyanın etik veya moral unsurları
ile birlikte düşünülmesi ilkesinden bir ayrılışı ifade etmesi, Wallerstein (2003a)’ın
“üretici sınıfın siyaseti” ve Braudel (2004; 512, 516)’in “üretimin toplumsal
tutarlılığı” dediği ve iktisadın temel fikrini oluşturan zeminin ortaya çıkışına işaret
etmektedir. Yani kapitalizmin yavaş yavaş ortaya çıkışı ile birlikte, eski dönemin
geride kaldığı ve iş hayatının yürümek için sabırsızlandığı görüldüğünde (Huberman,
2003; 163), Heilbroner (1962; 31, 34, 42, 43, 46) piyasa ekonomisinin ortaya
çıktığını söylemekte ve bu durumun, yeni tanımıyla iktisadın nesnel ilkelerinin de
temellerini oluşturduğunu göstermektedir:
“Kendine yeterlilik ihtiyacı yeni ve basit bir birim olan ufak devleti ortaya çıkarmıştır. O
(manorial state) sahipliği feodal lorda ruhsal veya kalıcı olarak ait olan, çoğu zaman binlerce
dönümlük bir araziyi içeren bir alandı. Bu, toprak lordunun bir koruyucu olmak yanında,
hâkim, polis, şef, yönetici olduğu sosyal ve ekonomik bir varlıktı… Ekonomik hayatın
parasallaşması, eğer toplum para ile hayatını sürdürebilir hale gelmişse (is to be permeated)
20
insanların emekleri için para kazanmaları gerekmektedir. Başka bir deyişle, bir piyasa
ekonomisinin varlığı, toplumdaki her görevin parasal bir ödülünün olmasına bağlıdır…
Serbest piyasa koşullarına olan talebin toplumun iktisadi görevlerinin düzenlenmesini
sağlaması (take over). Orta çağda geleneklerin iktisadi problemleri çözdüğü görülürken, yani
bunlar insanları görevlerine yönlendiren kurallar ve sosyal ödüllerin dağıtımını düzenleyen
kurallar iken, bütün iktisadi görevlerin para akımları sonucunda parasallaştırıldığı bir
ekonomide, insanlar görevleri için her hangi bir işi yapmak yerine, artık o işten para
kazandıkları için yapmaktadırlar. …İktisadi faaliyete ilişkin yeni davranışların gerekliliği
ortaya çıkmıştır. Orta çağdaki insanın doğduğu konumda yaşamını sürdürmesini talep eden
statü toplumu yerine, artık her hangi bir statüyü (stations) kendince özgür bir şekilde tarif
edebileceği anlaşma (contract) toplumuna geçiş olmuştur. …Tüm bu gelişmeler, kendine
yeterli bir manorial sistemin değişip yerini piyasa ekonomisine bırakmasına neden olmuştur.”
Klasik iktisat bakış açısından iktisadi ilişkinin tanımının temel ilkeleri ile piyasa
ilkeleri arasındaki benzerlik bu bağlamda pek de şaşırtıcı değildir. Çünkü Klasik
iktisat incelediği nesneyi veya iktisadi ilişkideki insanı, ilk defa skolâstik
düşüncedeki etik gibi akli çıkarsamaya dayalı unsurlarla değil de, bencillik,
rasyonellik, kar ve birikim gibi iktisadi pratiğin kendisinden ortaya çıkan kavramlarla
açıklamıştır. Dolayısıyla, artık insan etik davrandığı ya da tanrının (lordun)
emirlerine uyduğu için var olan bir sosyal ilişki türü olarak piyasa yoktur. Bunun
yerine, hayatta kalma mücadelesinin ifade ettiği doğal yasanın tahakkümünde
rasyonel olmak zorunda olan, yani varlığı kendi dışında bir nesne olan insan vardır.
Bu açıdan, Braudel (2004; 512, 516)’in yeni kapitalist işbölümü bağlamında,
“üretimin toplumsal tutarlılığının” kendini doğa yasası olarak kanıtlaması
durumundaki “üretici sınıfın siyasetinin (Wallerstein, 2003a; 160, 171, 172)”, bütün
bireysel irade unsurlarının ve ideolojilerin önüne geçmesi üzerine yaptığı tarihsel
vurgu önemlidir:
“”Çift taraflı muhasebe, Galileo ve Newton sistemleri ve modern fizik ve kimya
öğretilerininkiyle aynı akıl’ dan doğmuştur. Buraya fazla yakından bakmadan bile çifte
kayıtlı muhasebede yerçekimi, kan dolaşımı, enerjinin sakınımı düşünceleri görülecektir…
Ama kapitalizm = akılcılık eşitliğini kolayca kabul etmek, acaba modern mübadele teknikleri
karşısındaki bir hayranlıktan kaynaklanmakta değil midir? Bu kabul, kapitalizm ve gelişmeyi
karıştıran, kapitalizmi ilerlemenin teşvikçilerinden bir değil de, teşvikçisi, motoru,
hızlandırıcısı, sorumlusu sayan genel bir duygudan- akıl yürütmeden